KENDİNİ BİLMEK HADDİNİ BİLMEKTİR
HALİL
AKGÜN
Kendini bilmeyen, kendi dışındaki dünyayı anlamlandıramıyor. Asıl
önemlisi, kendini bilmeyen insan Rabbi'ni hakkıyla bilme şansından
mahrum kalıyor. Peki neden? İnsan kendi dışındaki varlık alemini bilmek
için neden kendini bilmek zorunda?
Ben bilgisi, teknik bir felsefe tartışması değil. İnsanın
kendini bilmesi, varoluşunu anlamlı kılan eylemlerin başında geliyor.
İnsan, bu dünyaya öteki'yle, yani kendi dışındaki insan ve
varlıklarla yaşamak için gönderilmiş bir varlık. İnsan sıfatının kemale
ermesi, ancak kollektif /ortaklaşa bir yaşam ile mümkün. Örneğin
konuşmak, ancak sizi dinleyen birinin olduğu bir ortamda anlamlı bir
eylemdir. Aynı şekilde, insan tek başına kültür ve medeniyet üretemez.
Bütün bunlar bireyin dışında başka insanların ve kollektif yapıların
bulunmasını zorunlu kılar.
İnsanın bu çevreyle ve kelimenin en geniş manasıyla öteki'
ile ilişkiye geçebilmesi için kendisinin kim olduğunu bilmesi gerekir.
Yani kişi, neleri yapıp neleri yapamayacağı konusunda bir fikre sahip
olmalıdır. Burada kendini bilmek, doğru ilişkiler içinde bulunmak olarak
anlaşılabilir. Bizdeki tabiriyle insan ayağını yorganına göre
uzattığında, kendi haddini de bilmiş olur. Buna göre kendini bilmek,
sadece zihinsel değil, aynı zamanda ahlâkî bir tavırdır.
Fakat kendini bilmenin tek anlamı bu değildir. Daha felsefî
ve manevi bir düzlemde insan kendini bilerek yaradılışın manası üzerinde
düşünmeye ba ş lar . Burada kendini tanımak, varlıkla ilgili en temel
soruları sormak anlamına gelir. Nereden geldik ve nereye gidiyoruz?
Bütün bu varlıkların anlamı ne? Her şeyin bir gayesi var mı? Bu varlık
alemi içinde benim yerim ne? Benim yaradılış amacım ne? Beni ben kılan
aslî vasıflar nelerdir?
Kendini bilen, Rabbi'ni bilir
Bu soruları sorduğumuz anda, artık kendi bireysel dünyamızın
dışına çıkmışız demektir. Modern bireycilik felsefelerinin tersine, bu
soruları soran kişi kendi dünyasına hapsolmuş atomize bir varlık haline
gelmez. İnsanın kendi iç dünyasına yönelmesi onu dış dünyadan
uzaklaştırmaz, bilakis diğer varlıklara yakınlaştırır. Çünkü kendini
doğru tanıyan kişi, bütün varlıkların anlamı ve amacı konusunda
derinlikli bir bakış açısına sahip olur. Böyle bakınca, kendimiz de
dahil , her şeyin ortak bir gaye uğrunda ve tek bir yaratıcı tarafından
yaratıldığını görür.
Bizim geleneğimizde nakledilen bir söze göre -ki kimileri
bunu hadis olarak da nakletmiştir- kendini bilen, Rabbi'ni bilir. Buna
göre kendimizi bildiğimizde, Rabbimiz'i de bilme imkanına kavuşuruz.
Mefhum-u muhalifiyle, yani tersinden düşünecek olursak, kendini bilmeyen
kişi Rabbi'ni bilemez.
Kur'an -ı Kerim Allah'ı unuttuğu için Allah'ın da onlara
nefslerini /kendilerini unutturduğu insanlardan bahseder. Yani
Rabbimiz'i bilmek, kendimizi bilmenin adeta bir ön şartıdır. Çünkü ben
bilgisi, doğru tanımlandığında bizi benlik duygusuna, tekebbüre değil,
asıl geldiğimiz kaynağa götürür. Bu kaynak ilk ve son tahlilde Cenab -ı
Hak olduğu için, kendimizi bilmek, Rabbimiz'i bilmek yolunda atılmış
önemli bir adımdır.
Fakat insanın Rabbi'ni bulabileceği en önemli yer ne
kitaplardır ne de fizik teorileri. Bu biricik bilginin edinileceği asıl
yer insanın kalbidir. Hz. Peygamber Efendimiz'in Rabbim alemlere
sığmadı ama mümin kulunun kalbine sığdı sözünü hatırlayın. Buna göre
kalbi Allah'la dolu olan kişi, kendi iç dünyasına yöneldiğinde Rabbi'ne
yönelmiş, O'na yaklaşmış olur.
Kendini bilmek suretiyle Rabbi'ni bilen kişi, aynı zamanda
haddini de bilmiş olur. Çünkü kendisinin alem içindeki yerini ve
Rabbi'yle olan ilişkisini kavrayan kişi, kibir gösteremez. Onun için
tevazu sahibi olmak, salt ahlâkî bir sıfat değildir artık. Tevazu,
burada varoluşsal bir anlam kazanır. Zaten ahlâkî bir erdem olarak
tevazu, bizim varlık mertebeleri içinde sahip olduğumuz yerle irtibatlı
ve paralel bir durumun ifadesidir.
Kendini böyle tanıyan insan, alemi ben yarattım edasıyla
ve kibirli bir şekilde yaşayamaz. Modern hümanizmin insanı ilâhlaştıran
tavrının burada yeri yoktur. İnsan her şeyin ölçüsüdür demek, artık
felsefi anlamda mümkün değildir. Varoluşsal tevazu hali içinde olan kişi,
kendini alemin üstünde değil, onun bir parçası olarak görür. Bu yüzden
ünlü varoluşçu filozof Sartre'in öteki cehennemdir fikrine kendi
dünyasında bir karşılık bulamaz.
Böyle bir atıf çerçevesini esas aldığımızda, kendimizi
bilmek, bizi narsizme ve bireyciliğe götürmez. Tam tersine insan kendini
daha büyük bir varlık diliminin parçası olarak gördüğü zaman yalnız
olmadığını bilir. Bu ise alemde sadece ben varım fikrine dayalı
narsizme karşı en büyük meydan okumadır.
Bu yüzden kendini bilmek, içine kapanmak değil, varlığın
anlamı üzerinde esaslı bir tefekkür ameliyesine girişmektir. Bu tefekkür
bize sadece ne yapabilirim? sorusunun cevabını vermez. Bize aynı
zamanda ne yapmalıyım? sorusuna doğru cevaplar bulma imkanı tanır.
Bizim zaman ve mekânla olan irtibatımız, hep ben kimim ve ne yapmalıyım?
sorularına verdiğimiz cevaplarla şekillenir.
Öğrenmenin amacı ne?
İnsanın bütün bilme eyleminin arkasında yatan da bu sorulara
doğru ve anlamı bir cevap bulma çabası değil midir? En önemli soruyu
doğru cevaplayamamış bir kişinin, on, hatta yüz tane ikincil soruyu
doğru cevaplamış olmasının bir anlamı var mıdır? Bu yüzden Yunus Emre
ilim tahsil etmenin amacını, kendini bilmek olarak tanımlıyor.
İlim ilim demektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır?
Hz. Mevlâna'nın anlattığı bir hikayeye göre, bir gün bir
sultan bir elçisini uzak bir şehre gönderir. Bir emaneti o şehrin
valisine ulaştırmasını ister. Elçi yola çıkar. Meşakkatli bir
yolculuktan sonra şehre varır. Şehre geldiğinde valiye emaneti
ulaştırmak yerine başka işlerle meşgul olur. İlim meclislerine katılır.
Şairleri dinler. Pazara gider, alışveriş yapar. İnsanlarla hasbihal eder.
Bu gibi işlerle uğraşırken emaneti valiye ulaştırmayı unutur ve ülkesine
geri döner. Sultanın huzuruna çıktığında o şehirde yaptıklarını ve bu
gezinin kendisi için ne kadar faydalı olduğunu, ufkunun genişlediğini
anlatır. Sultan emanetin yerine ulaşıp ulaşmadığını sorduğunda, elçi o
konuyu tamamen unuttuğunu hatırlar. Ve çok mahcup olur, özür diler.
Sultanın ona verdiği cevap ise kayda değerdir: Ben seni o şehre tek bir
iş için gönderdim. Sen ise onun dışında on iş yaptın ama asıl maksadına
ulaşamadın geri geldin. Var bunun hesabını sen yap.
İnsanın ilim ve amelleriyle kendini bilmesi arasındaki
ilişki, bu hikayedeki elçinin aslî göreviyle yaptığı tali şeyler
arasındaki ilişkiye benziyor. Eğer insan ben kimim? sorusuna sahih bir
cevap verememişse, başka sorulara doğru cevap vermiş olması onun
kurtuluş ve huzuru için yeterli olmuyor.
Enformatik cehaletin her tarafımızı kuşattığı günümüzde,
bilgi devrimi masalını bir kenara bırakıp, kendi benimiz, nefsimiz,
varlığımız üzerinde düşünelim. Kendimizi bilmeden ötekini
bilemeyeceğimizi yeniden hatırlayalım.
Kaynak: Semerkand dergisi, 04/2005
|