FITRATIN YANLIŞA TEPKİSİ: HAYÂ
MÜBAREK EROL
Hata yapmak, yanlış işlere meyletmek, yolunu-yönünü şaşırmak, insan
olarak yaratılmış bulunmanın bir sonucudur. Dilimize yerleşmiş bulunan
beşer şaşar ifadesi bu gerçeği dile getirir.
Evet, insan hata yapar. Fakat dünyada insanlık izzetini muhafaza etmek
için, ebedi hayatında saadete ermek için bile bile hata yapmamalı,
düştüğü hatada da ısrar etmemelidir. Bunun için hem beşer nezdinde, hem
de Allah katında kusur ve yanlışları telafi etmenin yolları açık
tutulmuştur. Kula yapılan bir hatayı özür dileyerek ya da helalleşerek,
Cenab-ı Allah'a karşı yapılan hataları da, pişmanlıkla tevbe ederek
telafi etmek gerekir.
Yüce Rabbimiz, daha yanlışa düşmeden durulması gereken yeri hissettirmek
üzere insanı hayâ ile donatmıştır. Hayâ Allah korkusunun başıdır. Günah
işlemekten, yanlış işler yapmaktan hayâ sayesinde sakınır, kaçınırız.
Rabbimiz'in sadece insanoğluna bir lütuf olarak bahşettiği hayâ, yanlış
davranışlara ruhun gizli bir tepkisidir. İnsan fıtratında mündemiç
bulunan hayâ, Cenab-ı Mevlâmız'ın razı olmadığı, çirkin saydığı şeyleri
yapmaktan sakınmaya yöneltir. Utanacağı bir şey yapmaktan kaçınan insan,
başkaları tarafından kınanıp horlanmaya da hayâ sayesinde tedbir almış
olur.
Tutum-davranışlarımızda bu kadar önemli rolü bulunan hayâ, dinî emir ve
yasaklardan, toplumun örf ve adetlerinden bağımsız düşünüldüğünde,
işlenmemiş bir cevher gibidir. Mahiyeti, yönlendireceği davranış biçimi
belirsizdir. İyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı birbirinden ayıramaz. Zaten
bunun için verilmiş de değildir. Esasen insanı hayra, hakka yönelten iç
hasletlerin hiç biri böyle değildir. Hayâ duygusunun neden
sakındıracağı, neye yönelteceği dinin hükümleri ve teklif ettiği ahlâk
ile, bir de toplumun örf olarak kabul ettiği kurallarla belirlenir.
* * *
Alimlerimiz hayâyı anlatırken üç kısma ayırıyor.
Birincisi, kulun Allah'tan utanmasıdır. Fahr-i Cihan s.a.v. Efendimiz,
Allah'tan gerektiği gibi hayâ edin. buyurmuşlardır. Böylesi bir hayâ,
gelişigüzel bir utanma değil, Cenab-ı Hakk'ın huzurunda, O'nu layıkıyla
takdir ve tenzih edememenin mahcubiyetidir. Allahu Tealâ'dan gerektiği
gibi haya etmek ise, O'nun yüce ismini her an zikretmek, noksan
sıfatlardan tenzih etmek, emirlerine uymak ve yasaklarından sakınmaktır.
Rabbanî alimler hayânın bu türünü şöyle tanımlamışlar: Cenab-ı Hakk'ın
nimetlerini ve ikramlarını müşahede etmek, bunun yanında kendi
kusurlarını görmektir. Bunlar düşünüldüğünde insanda bir hal meydana
gelir ki, ona hayâ denir.
Manevi alemde ruhunun hayâ sıfatıyla dolmasını, cismanî alemin de bu
hale katılıp, bedenin ve alnın terlemesiyle biliriz. Nitekim Fahr-i Alem
s.a.v. Efendimiz, Rabbül Alemin'in azamet ve heybetinden hayâ
ettiklerinde, mübarek alınlarında ter damlacıkları oluşurdu. Bu hali
anlamamıza şu söz yardımcı olur: Hayâlı kişi ter döker, bu ondaki bir
tezahürdür. Bundan önce benlik hissinden azat olmak gerekir. Kişide
benlikten bir şey bulunduğu müddetçe, hayâdan nasibini alamaz.
İkinci tür hayâ, insanın diğer insanların kınamasından, adının kötü
anılmasından çekinmesidir. Bu şekilde insanlardan utanmak, örfe ve genel
ahlâk kurallarına uymayı sağlar. İslâm'a aykırı olmayan örfün dinden
sayıldığından hareketle, toplum içindeki kurallara -İslâm'a aykırı
değilse- uyulması zaruridir. Bu prensip dikkate alınmaz, kişi toplum
kurallarını çiğnerse, bunun adı hayâsızlıktır. Böyle bir duruma
düşülerek utanmak hayâ değildir; böyle bir duruma düşmekten korktuğu
için utanmak ve tedbir almaktır.
Üçüncü tür hayâ ise, insanın kendisinden utanmasıdır. İnsanın, izzet,
şeref, namus gibi zatında bulunan kıymetli her şey için, kendisine
duyduğu saygıya izzet-i nefs diyoruz. İzzet-i nefs sahibi biri, yalnız
olduğu zamanlarda bile çirkin ve edepsizce davranışlardan kaçınır. Böyle
bir şey yapacak olsa kendinden utanır, içinde bir rahatsızlık belirir,
eziklik duyar. Kendini çirkin bir iş yapıyorken hayal bile etmekten hayâ
eder.
* * *
Züleyha validemiz henüz Mısır'da sarayda iken, Hz. Yusuf a.s.'ı odasına
alır. Odadaki putun üzerini bir örtüyle örter ve hadi gel diyerek
Yusuf a.s.'ı çağırır. Hz. Yusuf a.s. sorar: Neden o putun üzerini
örttün? Züleyha validemiz: Ondan utandığım için deyince, Hz. Yusuf
a.s. şöyle buyurur: Sen bu puttan utanıyorsun da, ben Alemlerin Rabbi
yüce Allah'tan hiç hayâ etmez miyim.
Habib-i Edib s.a.v. Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyurur ki: Bütün
peygamberlerin eskiden beri söyleyegeldikleri şudur: Eğer utanma
duygusundan mahrum isen dilediğin şeyi yap. (Buhari)
Yani hayâsız birine hiç bir şekilde söz geçmeyeceğini, onun kimsenin
sözünü dinlemeyeceğini bildirmiş oluyor. Bu durum, Allahu Tealâ'nın
ahlâkından o kişide zerrece bulunmadığına işaret eder.
Utanma duygusu olmayan hayâsız, arsız birinin, kıymetli hiç bir şeyi
yoktur. O kişi kimseyi layıkıyla sevemeyeceği gibi, hiç bir nimete de
şükretmeyecektir. Firavun'un hali ve meydan okuması hayâsızlık değil mi?
Eğer insan hayâ duygusundan mahrumsa, Firavun'un yaptığı gibi, her
kötülüğü yapar. Onu hayırla yâd eden kimse bulunmaz. Fakat eğer Hz.
Osman r.a. gibi hayâ örtüsüne sımsıkı bürünmüş ve ömrü boyunca hep orada
bulunmuşsa, güzelce anmaktan başka, kim onun hakkında bir şey
söyleyebilir?
* * *
Hayânın doğru bir şekilde işlenmemiş hali, bazen kişiyi zararlı
alışkanlıklar edinmeye, içine kapanık biri olmaya sevk edebilir; bir
takım kişilik bozukluklarına neden olabilir. Bu tür sonuçları doğuran
ifrat derecesindeki utanma duygusu, hayâ hissinin yozlaşmış ve ölçüsüz
hale gelmiş şeklidir.
İlimde hayâ olmaz diye bir söz var. Bu, yaşı, mevkii ne olursa olsun,
müminin bilmediği dinî hükümleri ehil kişilere sorması ve öğrenmesi;
bundan utanmaması gerektiğine işaret eder. Öğrenmek amacıyla soru sormak
ayıp değildir. Mahrem yerinde hastalığı olanın utanması ve tedaviden
kaçınması da böyledir.
Hz. Aişe r.a. validemiz şöyle demiştir. Ensar hanımları ne iyidirler
ki, hayâ sahibi olmaları dinin hükümlerini öğrenmelerine mani olmuyor.
(Müslim) Güzel ve salih işleri yapmaktan hayâ edilmez. Bunlardan
sakınmak, uzaklaşmak abestir.
* * *
Hayâ, diğer bütün derunî hisler ve yüksek fikirler gibi sınırlı
cümlelerle ifade edilmesi güç bir duygudur. O her türlü durumda kendini
gösterir. İstikamet ne olursa olsun, hedef nereye varırsa varsın,
olaylar nasıl cereyan ederse etsin, bunların hepsi hayâ duygusunun
desteklemesi ya da engellemesiyle olur. Çünkü o, fert vicdanına farz
kılınan daimi uyanıklıktır.
Hayâ, kişinin kendisine, bağlı olduğu insaniyete, içinde yaşadığı
cemiyete, bütün gizlilikleri bilen yaratıcısına karşı duyduğu
hassasiyettir. Bu hassasiyet, içinde bulunduğumuz beşeriyet dünyasının,
dün, bugün ve gelecekte erişmek için çalışacağı en büyük hedeftir.
İslâm tarihini ve tabiatını araştıran herkes, hayâ ruhunu ve bu ruhun
doğurduğu edebi fark eder. Bu ruh kuvvetli olduğu kadar apaçıktır da.
İnsanın bunu fark ettikten sonra tesirinde kalmaması, ulvî atmosferine
kendini bırakmaması mümkün değildir.
Rabbimiz, bizleri o hayâ örtüsünün altında, O'nu anmaktan başka her
şeyden hayâ eder bir halde, Habib-i Edib s.a.v.'in ahlâkıyla ahlâklanan,
salih kullarından eylesin.
Rabbimiz'in tevfik ve inayeti ile...
Kaynak: Semerkand dergisi, 08/2004
|