ADAMLIĞIMIZIN DEĞER ÖLÇÜSÜ: AHDE VEFA
AHMET SAFA
İmanın insana kazandırdığı hasletlerden biri de ahde vefadır.
Ahde vefa; yani sözünde durmak, yaptığı anlaşmaya sadık kalmak, özünde
ve sözünde doğru olmak...
Ayet ve hadislerde olgun müminlerin sıfatları arasında ahde vefa
zikredilmiş (Mü'minun, 8; Meâric, 32), pek çok ayet-i kerimeyle de bu
hususun üzerinde durulmuştur.
İnkârcılar arasında bile el-emîn: güvenilir, sözünde duran sıfatıyla
anılan Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz'in vefa ve sadakatle dolu hayatı
da önümüzdeki en güzel örnektir.
O halde ahde vefa, salih amel ve itikatla olgunlaşan kâmil müminin en
bariz sıfatıdır.
İnsanlık nereye giderse gitsin öyledir, öyle olmalıdır.
Ahde vefa veya kısaca vefa... Sözünü çiğnememek, sadık kalmak, dürüst
olmak... Bu ulvi meziyetler sevginin, dostluğun ve kardeşliğin bağrında
yetişir. Kin, nefret, haset onu her zaman boğmuş, daha doğmadan
öldürmüştür. Vefa ancak sevgi, iyilik ve kardeşlik ikliminde boy atıp
gelişebilir. Bu yüzden sözlükler vefa kelimesine, sevgi ve dostlukta
sebat etmek anlamını da vermişlerdir.
Vefa, ödemek, yetişmek manalarına da gelir. Hiçbir inanç ayrımına
girmeden insanlara karşı maddi ve manevi borçlarını ödemek, sıkıntılı
anlarında din kardeşlerinin imdadına yetişip onların ihtiyaçlarını
karşılamak da vefanın anlam dairesi içindedir.
Kur'an-ı Kerim, Allah'a iman eden bir müminin O'nunla ahitleştiğini, bu
suretle kendisini hür iradesiyle sadakat mükellefiyeti altına dahil
ettiğini açıklar. İster Allah'a ister insanlara karşı verilmiş olsun,
her vaad ve ahid, yükümlülük açısından mümini borçlu ve sorumlu kılar.
İslâm ahlâkında bu sorumluluğun yerine getirilmesine ahde vefa denir.
Zaten onu üstün bir fazilet haline getiren şey de, kişinin her an
taahhüdünün aksini yapma imkanı varken, verdiği sözüne sadık kalmasıdır.
Ahde vefanın hükmü ve mesuliyeti
Ahitle yemin arasında fark vardır. Yemin bozulursa kefaret gerekir.
Fakat ahitte bu yoktur. Ahdi bozmanın günahı kefaretle ortadan kalkmaz (İbnü'l-Arabî,
Ahkâmü'l-Kur'an).
Bu sebeple Kur'an-ı Kerim ahde vefanın üzerinde ısrarla durmuştur. Bir
ayet-i kerimede: Ahdi de yerine getirin. Çünkü verilen sözde elbette
sorumluluk vardır. (İsra, 34) buyurulmuştur.
Allahu Tealâ ile insan arasında kulluk ve ilâhlık mukavelesi vardır. Bu
mukavelenin şartlarına riayet etmek farzlar üstü farzdır. Bana
verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım. (Bakara,
40) ayeti bu mukaveleye işaret etmektedir. Yani siz, Allah'a verdiğiniz
sözü hayatınıza aksettirip O'na ibadet ve kulluk edin ki, Allah da sizi
şeytanın tasallutundan koruyup muhafaza etsin.
Allahu Tealâ ile yapılan mukavelenin mesuliyeti çok büyüktür. Bu
sözleşmenin önemli bir boyutunu da, ölümü göze almak teşkil eder. Ayet-i
kerimede şöyle buyurulur: Allah, müminlerden mallarını ve canlarını
cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır. Çünkü onlar Allah
yolunda savaşırlar, ölürler, öldürülürler. Bu, Tevrat'ta, İncil'de ve
Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Ahdini Allah'tan daha çok
yerine getiren kim olabilir? O halde O'nunla yaptığınız bu alışverişten
dolayı sevinin. Gerçekten bu, büyük bir kazançtır (Tevbe, 111)
Sahabe-i Kiram hazretleri, Cenab-ı Allah ile yaptığı anlaşmadan ve
Rasulullah s.a.v.'e verdiği sözden hiç şaşmadılar. Sonuna kadar
sadakatle devam ettiler. Cephelerde ekin biçilir gibi biçildiler, fakat
bir adım geriye gitmediler. O'nun rızası uğruna mal ve canlarını seve
seve feda edecekleri hususunda ahitleşmede bulundular. Kur'an-ı Kerim
onları söz ve ahitlerine bağlılığı ile destanlaştırırken şöyle
buyurmaktadır: İnananlardan öyle yiğitler vardır ki, Allah'a
verdikleri sözü yerine getirip sadakatlerini ispat etmiş; kimisi ahde
vefa gösterip canını vermiş; kimisi de (şehitliği) beklemedeydi. (Ahzab,
23)
Allahu Tealâ ile yapılan mukavelenin şartları kullar arasındaki
muameleyi de ihtiva etmektedir. Allah'ın ahdini yerine getirin. (En'am,
152) emrini alimler; gerek Allah'ın sizi sorumlu tuttuğu ahitleri,
emirleri, yasakları ve gerek sizin Allah'a veya Allah namına diğerlerine
verdiğiniz ahitleri, adakları, yeminleri, akitleri; doğru olan her tür
taahhüdü yerine getirin şeklinde izah etmişlerdir. Ahde vefanın imandan
olduğunu belirten Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz de, ahde aykırı
davranmayı nifak alametlerinden saymıştır. (Buharî, Müslim)
Ahde vefasızlar dünyada rezil olacakları gibi, ahiret gününde de teşhir
edilerek rezil edilecektir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:
Kıyamet gününde her vefasız için bir sancak dikilecek; bu filanın
vefasızlığıdır, denilecektir. (Buharî, Müslim)
En büyük ahit: Kâlu Belâ
Elest Bezmi'nde Allahu Tealâ ile ruhlar arasında bir sözleşme (misak)
yapılmıştır. Cenab-ı Hak, Hz. Adem Aleyhisselam'ın sulbünden
zürriyetlerini almış ve onlara hitaben: Rabbiniz değil miyim? demiş ve
buna kendilerini şahit tutmuştu. (Onlar da) evet Rabbimizsin, şahidiz,
dediler. Kıyamet günü, bizim bundan haberimiz yoktu, demeyesiniz. (A'raf,
172)
Böylece insan ruhu, Rabbiyle yaptığı bu misaktan sonra fıtrî ve tabii
bir sözleşme altına girmiş, O'nun terbiye ve emanetini kabul edip
emirlerini yerine getirmeyi taahhüt etmiştir. Ayrıca dünyaya gelip vücut
bulduktan sonra mümin, Rabbi'ne ve O'nun Peygamberi'ne iman etmekle yeni
bir sözleşme daha yapmıştır.
Bu sözleşmeye Hz. Rasulullah s.a.v. Efendimiz'in bütün emirleri ve O'nun
sahabe-i kiram hazretlerinden aldığı bütün ahitler de dahildir:
Sana biat edenler, ancak Allah'a biat ediyorlar. Allah'ın eli onların
ellerinin üzerindedir. Kim ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur.
Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse, Allah ona büyük bir mükafat
verecektir. (Fetih, 10)
Antlaşmanın kısaca muhtevası emirlere uyup yasaklarından kaçınmak,
şeytana kulluk etmekten uzak durmaktır. İnsanlar iman etseler de
etmeseler de, emir ve yasakların hududunu aşmakla doğrudan şeytanın
emrine girmiş olurlar:
Ey Ademoğulları! Şeytana tapmayın, o sizin düşmanınızdır diye ben
sizinle ahitleşmedim mi? (Yasin, 60)
AHDE VEFANIN KAPSAMI
Vefa, düşman bile olsa verdiği sözden dönmemektir. Vefalı insan,
dost-düşman herkesin güven ve emniyet duyduğu kimsedir. Onun
karakterinde yalancılık, döneklik ve kalleşliğin izine rastlanmaz. En
zor anlarda bile ahde vefa eder.
Ahde vefa, kulun Allah'a, ümmetin peygamberine, müridin mürşidine,
dostun dostuna, aile fertlerinin birbirine, milletin vatanına sevgi ve
sadakatidir.
Vefa, mümkün olduğunca dostundan ihtiyacını gizlemek, ondan bir şey
istememek, eziyetine tahammül etmek, lüzumundan fazla hürmet, tevazu ve
hizmetle ona ağırlık vermemektir.
Vefa, dostunu Allah için sevmek, arkadaşı öldükten sonra onun aile
efradına iyilik ve yardım etmek, kapıdaki köpeğine varıncaya kadar her
şeyine değer vermektir. Allah için birbirini seven, bu sevgiyle bir
araya gelip ayrılan kişiler, kıyamet gününde Arş-ı Azam'ın gölgesinde
gölgeleneceklerdir. (Riyazu's-Salihin)
O asla sözünden dönmezdi
Her konuda olduğu gibi bu konuda da Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz'den
sözüne daha sadık bir kimse yoktu. Ebu Cehil, Ebu Leheb ve daha müslüman
olmazdan evvelki haliyle Ebu Süfyan, O'nun doğruluğunu, iffetini, ahde
vefasını biliyor ve kendilerine sorulduğu zaman bunu itiraf ediyorlardı.
Aslında bütün düşmanları O'nun doğru söylediğini biliyorlardı. Fakat
onların aşamadıkları nokta farklıydı.
Abdullah bin Ebu'l-Hamsa r.a. anlatıyor:
Peygamber olmadan önce Hz. Rasul-i Ekrem'e alış-verişle ilgili bir şey
vermek için filan gün filan yerde buluşmak üzere sözleştik. Fakat ben
unuttum, ancak üçüncü gün hatırladım. Gittim baktım ki, Rasul-i Ekrem
s.a.v. orada bekliyor. Beni görünce:
- Delikanlı beni yordun. Üç günden beri seni burada bekliyorum, buyurdu.
(Ebu Davud)
Bedir savaşı için yola çıkıldığı esnada, Huzeyfe el-Yemanî ile babası
Huzeyl, Peygamberimiz'in safında savaşmak üzere ardından yola
çıkmışlardı. Müşrikler baba-oğulu yolda görerek sorguya çektiler:
- Siz herhalde Muhammed'in yanına gitmek istiyorsunuz, dediler. Onlar
da:
- Evet, bizim niyetimiz budur, dediler.
Bunun üzerine müşrikler, onlardan Medine'ye dönmek ve Peygamberimiz'le
birlikte savaşmamak üzere söz aldılar.
Bir müddet sonra Huzeyfe ile babası Bedir'de Peygamberimiz'in huzuruna
gelerek başlarından geçenleri anlattılar ve mücahitlerle birlikte
savaşmak istediklerini söylediler.
Efendimiz s.a.v. onların müşriklere verdikleri sözü öğrenince, o anda
savaşçıya çok fazla ihtiyacı olmasına rağmen şöyle buyurdu:
- Hayır, siz Medine'ye dönün. Onlara verdiğiniz sözü yerine getirin. Biz
de müşriklere karşı Allah'tan yardım isteriz. O'nun yardımı bize
kâfidir. (Müslim)
Kur'an-ı Kerim'de ahde vefa ile ilgili ayetlerde, yapılmış antlaşmaların
hükümlerine riayet ettikleri müddetçe, müslüman olmayan taraflara dahi
verilen söz istikametinde davranılması emredilmektedir. (Tevbe, 1, 4, 7)
Hz. Peygamber s.a.v., vefat eden dostlarının dostlarına da son derece
vefalıydı. Hz. Aişe r.a. anlatıyor:
Rasul-i Ekrem s.a.v. bir defasında yanına gelen yaşlı bir hanıma çok
ikramda bulundu. Kadın gidince sebebini sordum. Buyurdular ki:
- Bu kadın Hatice'nin sağlığında bize gelir giderdi. Ey Aişe, ahde vefa
imandandır. (Hakim)
Allah Rasulü s.a.v.'in Rabbi'ne karşı vefası da dillere destandı.
Mekke'de binbir çile ve ıstırabın içinde iken bile nafile ibadetlerini
aksatmıyordu. Kıldığı namazların bir rekâtı bazen saatler alıyor, ayağa
kalkmaya dermanı olmadığı zaman oturarak kılıyor, fakat yine terk
etmiyordu. Mübarek elini Rabbi'ne açtığı zaman, duaların en içteni, en
mahzunu ve en güzeli mübarek dilinden semalara yükseliyordu.
Vefasız dost olmamak için...
Vefa, dostun dostuna dost olmak fakat düşmanına dost olmamaktır. Allah
Tealâ ile ahitleşen müminin dostu, ancak Allah Tealâ'yı dost bilenler
olabilir. O'nun düşmanı müminin de düşmanıdır. Kur'an-ı Kerim'de
buyurulur ki:
Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve
kardeşlerinizi dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte
onlar zalimlerin kendileridir. (Tevbe, 23)
Fakat bu durum onların hukukuna riayet etmeye engel değildir. Kâfir
bile olsa insanlara yeri geldiği zaman Allah için iyilik ve ikramda
bulunmak güzel bir haslettir. Bu bir bakıma yaradılanın hatırını
Yaradan'dan ötürü gözetmektir. Kalplerin yumuşamasına ve imana dair
mevzuların konuşulabileceği bir zemininin hazırlanmasına da sebep olur.
En azından size ve sizin temsil ettiğiniz yüce değerlere karşı
yumuşamayı sağlar. Hz. Esma r.a. kendisine misafirliğe gelen müşrike
annesine, Efendimiz s.a.v.'den izin alarak iyilik ve ikramda
bulunmuştur. Yine kendisi için koç kesilen İbn-i Ömer r.a., yahudi
komşusuna etten ikram edilmediğini duyunca telaşlanmış ve etin diğer
komşulardan önce ona ikram edilmesini emretmiştir. Vefa işte böyle
davranmayı gerektirir.
İslâmiyet, bu gibi faziletlerin gönülleri yumuşattığı, insanları kendine
meftun ettiği rahmet ikliminde kısa zamanda yayılmıştır. Fakat her şeye
rağmen Kur'an ve Sünnet'in ölçüleri, iman etmeyenlere karşı dostluk
sayılabilecek ölçüde muhabbet ve sırdaşlığa engeldir. Onlardan zuhur
edebilecek kötülüklere, sahip oldukları inanç ve düşüncelere karşı en
azından kalben mesafeli olmak da yine Allah'ın emridir.
Söz verirken...
Mümin, Allah Tealâ ile ahdini bozacak şekilde birine söz vermemelidir.
Zira ancak fasıklar Allah ile sözleşmesini iptal eder. Böylelerinin
hiçbir ahde saygı göstermesi de beklenemez. Ama Allah'a verdikleri sözü
iyice pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah'ın birleştirilmesini
istediği şeyi kesenler ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar... İşte lânet
onlara; (dünya) yurdunun kötü sonucu onlaradır. (Raad, 25)
Fakat gafletle mesela bir haram işlemek üzere birine söz verilmişse,
Allah'a verilen söz hatırlanıp, tevbe edilerek bu batıl sözden
vazgeçilmelidir.
Yine birine söz verirken, inşallah: Allah dilerse demek gerekir. Hz.
Peygamber s.a.v. Efendimiz söz verdiği zaman bunu kat'i olarak vermezdi.
Belki kaydını koyardı. İbn-i Mesud r.a. da inşallah derdi. Evlâ olanı
da böyledir. Fakat bundan kesinlik manası anlaşılırsa, meşru mazeret
olmadıkça muhakkak ahde vefa gerekir. Yani kişi kendi dönekliğini
inşallah demiştim diye Cenab-ı Allah'a fatura etmeye kalkmamalıdır.
Birazcık düşünülürse, bu dehşetli bir vebaldir.
Şayet kişi söz verirken içinden yapmamaya kararlı ise bu nifakın ta
kendisidir. Verdiği sözde mazeretsiz olarak durmamak da aynı şekilde
nifak alametidir. O bakımdan, neye mal olursa olsun, verdiği sözü
bozmamalı veya bozacağı sözü vermemelidir.
O günler geride mi kaldı?
İslâmiyet'in gönüllerde hükmünü icra ettiği devirlerde millet bir
vücudun uzuvları gibiydi. Kalplerde vefa, davranışlarda incelik ve
zarafet vardı. Allah haşyetiyle nurlanan sinelerde şefkat, merhamet ve
emanet şuuru hakimdi. Farklı düşünceler birer zenginlik kabul ediliyor,
hemen her din salikinin var olduğu cemiyetin içinde inançlara saygı
gösteriliyordu. Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır denilerek
küçük bazı anlaşmazlıklar vefa duygusundan hareketle olgunlukla
karşılanıyordu. Çarşılar, sokaklar hayâ, edep ve iffeti temsil
ediyordu. Yalancılık, sahtekârlık ve haramilik gibi gayri ahlâkî
davranışlar en büyük arsızlık sayılıyor, bu gibi işleri yapanlar,
ailesi, köyü ve oymağıyla birlikte bir ömür boyu unutulmuyordu. Zulme
zulümle mukabele edilmez, defalarca aldanılsa bile bir kere aldatmaya
tenezzül edilmezdi.
Sonra o devirler yavaş yavaş geride kaldı. Sinelerde Allah sevgisi
inkıraza uğradı. Nihayet çoğunluk itibariyle vefa ortadan kalktı.
Bugün vefanın olmadığı yerde sevgi ve samimiyetten bahsetmek mümkün
değildir. Böyle bir toplumda birlik, beraberlik ve gerçek bir
dayanışmadan söz etmek de imkansızdır. Zaman zaman vefasızlardan zuhur
eden bu gibi haller, menfaat, mürailik ve iki yüzlülükten başka bir şey
değildir. Zira Allah için sevmeyen, kalbî hayatında istikrar
olmayanlarda, böyle ulvi şeyler zuhura gelmez. Her gün birkaç defa
yeminini bozan, her defasında sözünden dönen, vefa, mertlik ve yiğitlik
duygusundan mahrum, dönek, ödlek tiplerden vefa beklemek, gaflet ve
aldanmışlığın ta kendisidir. Onlarla yola çıkan yolda kalır. Onlara bel
bağlayan sırtından hançerlenip iki büklüm olur.
Ne yazık ki, son birkaç asrın manzarası genel itibarıyla işte budur.
Yalan, hıyanet, kabalık ve döneklik sermaye haline gelmiş; sokaklar
arsızlık, zulüm ve hakka tecavüzle dolmuş, haramilik iş bilirlik
şekline dönmüştür. Merhum Akif'in dediği gibi:
Hayâ sıyrılmış, inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde
Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde!
Vefa yok, ahde hürmet hiç, emanet lafz-ı bî-medlûl
Yalan râiç, hıyanet mültezem her yerde, hak meçhul.
Beyinler ürperir, Ya Rab ne korkunç inkılâb olmuş:
Ne din kalmış ne iman, din harab, iman türab olmuş.
Birbirlerine devamlı şüphe ve güvensizlikle bakan, birbirine yabancı,
vefasız bir toplumun iflahı zordur. Ne yazık ki, milli birliğimiz için
ciddi tehlike sinyalleri çalmaktadır. O bakımdan bir kere daha Allah'a
dönüşten başka bir çare görünmüyor.
MÜRŞİDE VEFA
Müridlerin bir mürşide intisap ederken yaptıkları biat, verdikleri söz
de bir ahittir. Buradaki ahdin manası, tam bir sadakat ve dürüstlükle
kâmil mürşide bağlanacağına, harfiyen emirlerini yerine getireceğine söz
vermek, bu uğurda her türlü meşakkat ve çileyi de göze almaktır.
Allah'ın rızasını kazanmak büyük bir iştir. Velî olmak manasına gelir.
Nefsi terbiye etmeden O'nun rızası elde edilemeyeceği gibi, Hak
dostlarının kapısına varmadan nefsin terbiye edilmesi de zor ve
neredeyse imkansızdır. Allah'a vasıl olanların hemen tamamı, az veya çok
Hak dostlarının terbiyesinden geçmişlerdir. Meselenin ehemmiyetinden
dolayı Cenab-ı Hak: Bana yönelen kimsenin yoluna uy. (Lokman, 15) diye
emretmiş, diğer bir ayet-i kerimede ise: Ey inananlar! Allah'tan
sakının ve doğrularla beraber olun. (Tevbe, 119) buyurmuştur.
Kalpleri Allah Tealâ'nın nazargâhı olan kâmil mürşidler, manevi Kâbe
hükmündeki zatlardır. Hz. Rasulullah s.a.v.'in sevgilisi, vekili, vârisi
ve emanetidirler.
Dolayısıyla onlarla ahitleşmek, Allah ve Rasulü ile ahitleşmektir.
Onlara itaat etmek, Alemlerin Rabbi'ne ve İki Cihan Güneşi'ne itaat
etmektir. İsyan da yine onlara isyandır.
Mürşidi can u gönülden sevmek Allah ve Rasulü'nü sevmeye ve kâmil imanı
elde etmeye sebep olur. Hadis-i şerifte: Allah'a yemin ederek
söylüyorum ki, ben bir kimse için ailesinden, çoluk çocuğundan, anne
babasından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça, o kimse gerçek
manada iman etmiş olmaz. (Buharî, Müslim) buyrulmaktadır. Tasavvuf
alimleri ittifak etmişlerdir ki, aynı şekilde bir mürid mürşidini
sevmeden Hz. Fahr-i Kainat s.a.v.'i sevemez.
O bakımdan ahde vefa ve civanmertlik odur ki, mürid yüzünü bir kere
mürşidine döndürür ve başka dönmek nedir, ölünceye kadar bilmez. Var
gücüyle ona muhabbet eder, sadakatle emirlerini yerine getirir. Hatta
mürşidi onu kapıdan kovsa, Şah-ı Nakşibend Hazretleri gibi döner,
mürşidinin ayaklarının altındaki merdiven gibi, usulca başını eşiğe
kor.
Mürid, mürşidinin sevdiği her şeyi sever. Onu üzen her şeye üzülür.
Mürşidinin canını sıkan bir şey oldu mu, bunu ferasetiyle anlar ve
derhal gereğini yapar. Huzura her varışta edeple varır. Gıyabında da
edeple oturur, edeple kalkar. Zihninde, hayalinde, tasavvurunda, hatta
rüyalarında bile onunla konuşur, onunla gezer. Hızır Aleyhisselâm yanına
gelse, kendisiyle konuşsa, kalbinin asıl iltifatı yine mürşidinedir.
Zira ahdinde ve muhabbetinde ihlâslıdır. Bilir ki, bir kalpte iki
padişah olmaz. Gönlünde çatallaşma başlayanların hemen hepsi yolda
kalmışlardır.
Güneş gibi dört bir yanı aydınlatan kâmil ve mükemmil bir mürşidi
buluncaya kadar belki çok gezer ve çok yorulur. Fakat bulunca elsiz ve
dilsiz emrine amade olur. Neden, niçin, nasıl sorularıyla gönlünü
karartıp teslimiyetini yıkmaz. Hiçbir sırrını ondan saklamaz. Olanca
gücüyle hizmet eder. Ondan iltifat beklemez. Çünkü kalpten kalbe iltifat
edenler, zahiren iltifat etmezler. Kapıya yeni gelenlerden
esirgemedikleri gonca güller gibi tebessümlerini, bazen kırk yıllık
talipten esirgerler. Onların işi maneviyatladır, adetleri böyledir.
Zahiren hep cefa eder gibidirler. Fakat talibe gereken vefadır.
Talip, Hakk'a vasıl oluncaya dek adım adım sabır ve metanetle hedefine
yürür. Sağa-sola başını çevirmez. Manevi zevklerle sarhoş olup yolda
eğlenmez. Hakk'a vasıl olduktan sonra da rehberini hiç mi hiç unutmaz.
Ne zaman bir sohbet açılsa, hemen ondan bahseder. O'nun ruhaniyetinden
istimdad eder. Yıllar bir türlü onu sinesinde eskitemez. Mürşidini
hatırlatan her şey, mürid için muhabbet kaynağı olur.
Mürşide vefa göstermek, hakikatte Allah ve Rasulü s.a.v.'e vefa
göstermektir ve ebedi selamete vesiledir.
Böyle bir selamet, ebedi kurtuluş, cefa çekmeye değmez mi?
Kaynak: Semerkand dergisi, 10/2004
|