1- Fâtihatu'l-Kitâb Hakkında Gelen Hadîsler Babı
2- "Gayr’l-Mağdûbi Aleyhim vela'd-dâllîn*' Babı
3- Yüce Allah'ın "Ve Âdem'e Bütün İsimleri
Öğretti.”(Âyet: 31) Kavli Babı
6- Bâb: Yüce Allah'ın "De Ki: Kim Cebrail'e Düşman Olursa...
** (Âyet: 97) Kavli
7- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
9- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
10- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
13- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
17- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
18- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
24- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
25- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
26- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
38- "Namazları Ve Orta Namazı Muhafaza Ediniz. (Âyet:
238) Babı
40- Azîz Ve Celîl Allah'ın Şu Kavli Babı:
43- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
46- Bâb: "Allah Ribâyı Mahveder" (Âyet: 276),
Onu Tamâmiyle Giderir
50- "(Göklerde Ne Var, Yerde Ne Varsa Hepsi Allah'ındır.)
69- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
79- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
82- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
83- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
86- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
91- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
94- Yüce Allah'ın Şu Kavli Bâbı:
95- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
99- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
101- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
102- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
103- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
105- Yüce Allah'ın 'Bütün yaralar birbirine kısastır... (Âyet:
45) Kavli Babı
107- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
108- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
109- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
111- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
112- Şu Kelâmfln Tefsiri) Babı:
114- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
116- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
118- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
119- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
120- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
123- Aziz Ve Celîl Olan Allah'ın Şu Kavli Babı:
127- Yüce Allah'ın: 'Hıtta Deyiniz" (Âyet:161) Kavli
Babı
131- "Hani bir zaman da: 'Yâ Allah, eğer bu, Sen'in katından
(gelme) hakkın kendisi ise, durma bizim
üstümüze gökten taş yağdır yâhud bize acıtıcı bir azâb getir'
demişlerdi" (Âyet: 32).
132- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
136- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
137- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
138- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
141- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
142- Azız Ve Celîl Olan Allah'ın Şu Kavli Babı:
143- Yüce Allah'ın Şu Kavlî Babı:
144- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
145- Yüce Allah'ın: "Kalbleri müslümânlığa
alıştırılmak istenenlere... " (Âyet: 60) Kavli Babı
146- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
147- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
148- Yüce ALLAH'IN: "Onlardan hiçbir kimseye ebedî
dua etme, kabrinin başında da durma" (Âyet: 84)
149- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
150- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
151- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
152- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
153- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
159- Yüce Allah'ın "O'nun Arşh Su Üzerinde İdi Kavli
Babı
160- Yüce -Allah'ın Şu Kavli Babı:
161- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
162- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
165- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
166- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
167- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
168- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
169- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
170- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
171- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
172- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
176- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
177- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
178- "Kur'ân’ı Parça Parça Ayıranlara... "
(Âyet: 91) Babı
179- Yüce Allah'ın: 'Sana Yakın Gelinceye Kadar Rabbhne
İbâdet Et (Âyet: 99) Kavli Babı
180- Rûhu'l-Kudüs, Cibril'dir Babı
181- "İçinizden Kimi En Aşağı Ömre Kadar Geri Götürülür"
(Âyet: 70) Kavli Babı
183- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
184- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
190- Yüce Allah'ın:'Sabah Namazını Da (Eda Et). Çünkü
Sabah Namazı Şâhidlîdir" (Âyet: 78) Kavli Babı
195- Azîz Ve Celîl Allah'ın Şu Kavli Babı:
197- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
198- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
199- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
200- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
19-Meryem Sûresi ("Kâf-Hâ-Yâ-Ayn-Sâd")
201- Yüce Allah'ın: 'Sen Onları Hasret Günü İle Korkut...
" (Ayet: 39) Kavli Babı
202- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
203- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
204- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
206- Bâb: Azîz Ve Celîl Allah'ın Şu Kavli:
207- Yüce Allah'ın:'Ben Seni Kendim İçin Seçtim"
(Âyet: 41) Kavli Babı
208- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
209- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
213- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
214- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
216- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
217- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
218- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
220- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
223- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
226- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
227- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
228- Yüce
Allah'ın7 Şu Kavli Babı:
232- Bâb: "Kabirlerinden Kaldırılacakları Gün Beni
Rüsvây Etme" (Âyet: 87)
234- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
30- "Elif. Lam. Mîm. Gulibeti'r-Rûm" Sûresi
238- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
241- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
242- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
243- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
244- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
245- Bab: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
246- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
248- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
250- .Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
251- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
252- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
253- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
255- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
256- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
257- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
41- Hâmîm es-Sccde (Fussilet) Sûresi
259- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
260- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
261- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
42- Hâ Mîm Ayn Sîn Kaaf (eş-Şûrâ Sûresi)
262- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
263- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
266- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
272- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
275- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
278- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
281- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
282- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
285- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
54- "Ikterabeti's-sâatu" (yânî el-Kamer) Sûresi
297- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
299- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
301- Yüce Allah'ın "Ve uzatılmış bir gölge
içindedirler" (Âyet: 30) Kavlî Babı
302- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
303- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
306- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
310- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
311- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
313- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
315- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
317- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
318- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
319- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
320- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
325- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
326- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
67- "Tebâreke'llezî bi-yedihi'l-mülk" Sûresi
330- Bâb: Yüce Allah'ın "Kalk da inzâr et" Kavli
331- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
332- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
333- Bâb: Yüce Allah'ın: Ve 'r-ricze fehcur' * Kavli
Ve Yüce Allah'ın Şu: "Onu acele etmen için dilini
onunla depretme" (Âyet: 16) Kavlinin Tefsiri
335- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
76- "Hel Etâ Ale'l-İnsâni" Sûresi
336- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
337- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
338- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
81- "İze's-semsu kuvvirat" Sûresi
82- "İze's-semâu infatarat" Sûresi
83- "Veylun li'1-mutaffifîne" Sûresi
84- "Ize's-semâu inşakkat" Sûresi
87- "Sebbih isme Rabbike'1-a'lâ" Sûresi
88- "Hel etâke hadîsü'l-gâşiye" Sûresi
90- "Lâ uksimu (Bi-hâze'1-beledi)" Sûresi
91- "Ve'ş-şemsi ve-duhâhâ" Sûresi
92- "Ve'1-leyli'izâ yağşâ" Sûresi
344- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
345- Yüce Allah'ın Ve O En Güzeli Tasdik Ederse (Âyet: 6)
Kavli Babı
347- Yüce Allah'ın "Amma Kim Cimrilik Eder,
Kendisini Müstağni Görürse" (Âyet: 8) Kavli Babı
348- Bâb: Yüce Allah'ın "Ve O En Güzeli Yalanlarsa Kavli
351- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
96- "İkra' bi'smi Rabbike'llezî halaka" Sûresi
353- Bâb: Yüce Allah'ın "İnsanı Bir Kan Pıhtısından
Yarattı" Kavli
354-Bâb: Yüce Allah'ın "Oku! Rabb'in Nihayetsiz
Kerem Sahibidir" Kavli
99- "İzâ zulziletfl-ardu zilzâlehâ" Sûresi
357- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
102- "Eihâkumu't-tekâsurıT Sûresi
104- "Veylun Li-Kulli Humezetin" Sûresi
106- "Li-iylâfi Kureyşin" Sûresi
108- "İnnâ a'taynâke'I-kevser" Sûresi
109-"Kul yâ eyyuha'l-kâfirûne" Sûresi
110- "İzâ câe nasrullâhi" Sûresi
111- "Tebbet yedâ Ebî Lchebin ve tebbe' Sûresi
361- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
362- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:
112- "Kul huve'llâhu ahad" Sûresi
364- Bâb: Yüce Allah'ın: "O Allah Sameddir" Kavli
113- "Kul eûzu bi-Rabbi'I-felâk" Sûresi
114- "Kul Eûzu Bi-Rabbi'n-Nâsi" Sûresi
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
(Kur'ân'in
Tefsiri Kitabı) [1]
"er-Rahmân",
"er-Rahîm"; "Rahmet" kökünden türemiş iki isimdir.
"er-Rahîm" ve "er-Râhim", "el-Alîm" ve
"el-Alim" gibi bir ma'nâyadır [2].
Bu sûreye, Mushaflarda
bunun yazılmasıyle başlanmakta ve namaz da bunun okunmasıyle başlanmakta olduğu
için "Ümmü'l-Kitâb" adı da verilmiştir.
'ed-Dîn",,
hayırda, şerrde karşılık demektir. Meselde "Kemâ tedînu tudânu"
denilir. Mucâhid: "Dîn", hesaba çekmektir, demiştir.
"Medînîn", "Hesaba çekilenler" demektir [3].
1-.......Ebû
Saîd ibnu'l-Muallâ (R) şöyle demiştir: Ben mescidde namaz kılıyordum.
Rasûlullah beni çağırdı. Ben icabet edemedim. (Namazdan sonra:)
— Yâ Rasûlallah, ben
namaz kılıyordum, diye Özür beyân ettim.
Bunun üzerine
Rasûlullah (S):
— ' 'A ilah Kur 'ân 'da: Ey îmân edenler, sizi
hayât verecek şeylere da'vet ettiği zaman Allah'a ve Rasûlü'ne icabet edin
(ei-Enfâi: 24) bu-yurmadı mı?" dedi.
Sonra bana:
— "Ey Sa'd, sen bu mescidden çıkmadan önce
sana muhakkak bir sûre öğreteceğim ki, o Kur'ân 'daki sûrelerin (sevâbca) en
büyüğüdür!" buyurdu.
Sonra elimi tuttu.
Mescidden çıkmak istediği sırada ben:
— (Yâ Rasûlallah!)
"Sana bir sûre öğreteceğim ki, o, Kur'ân'-daki sûrelerin en
büyüğüdür!" demedin mi? dedim.
Rasûlullah:
— "Osûreel-HamdutillâhiRabbVUÂlemîn'dirkU
namazlarda tekrar olunan yedi âyet ve bana ihsan olunan Büyük Kur'ân 'dır"
buyurdu [4].
2- Bize
Abdullah ibn Yûsuf tahdîs etti: Bize (İmâm) Mâlik, Su-meyy'den; o da Ebû Salih
Zekvân'dan; o da Ebû Hureyre(R)'den haber verdi. Rasûlullah (S): "İmâm
-namazda Fatiha okurken-Gayri H-mağdûbi aleyhim vela 'd-dâllîn dediği^ zaman,
siz de Âmîn deyiniz. Her kimin Âmîn demesi meleklerin Âmîn demelerine uyarsa,
onun geçmiş günâhları mağfiret olunur" buyurmuştur [6].
Rahman ve Rahîm olan
Allahhn ismiyle [7]
3-.......Enes(R)'ten,
Peygamber (S) şöyle buyurmuştur: Müminler kıyamet gününde toplanırlar da:
— (Bir kimseden)
Rabb'imizin huzurunda bize şefaat etmesini istesek, dediler.
Akabinde Âdem'e
geldiler ve:
— Sen insanların
babası Âdem'sin. Allah seni kendi eliyle yarattı, meleklerini sana secde
ettirdi ve sana herşeyin isimlerini öğretti. Bulunduğumuz şu durumdan bizleri
rahata erdirmesi için Rabb'in katında bizlere şefaat et! derler.
Âdem, işlemiş olduğu
hatîesini ve bundan dolayı Rabb'inden utanmakta olduğunu zikreder ve:
— Ben buna ehil
değilim. Siz Nûh 'a gidiniz. Çünkü o, Allah 'in yer ahâlîsine peygamber
göndermiş olduğu ilk rasûldür, der.
Akabinde onlar Nûh
Peygamber'e gelirler. Nûh da Rabb'inden, hakkında hiçbir bilgisinin bulunmadığı
birşeyi istemesini ve bu sebeb-den utanmakta olduğunu zikrederek:
— Ben şefaat edecek
makaamda değilim. Siz Halîlu V -Rahman 'a
gidiniz, der.
Kitâbu't-Tefsfr/417I
Müteakiben onlar
İbrahim 'e gelirler. O da (hatîesini ve bu se-bebden Rabb'inden utanmakta
olduğunu zikrederek):
— Ben buna ehil
değilim. Siz Allah'ın kelâm ettiği ve kendine Tevrat verdiği bir kul olan
Musa'ya gidiniz, der.
Onlar da Musa'ya
gelirler. Mûsâ da bir nefis karşılığında olmaksızın insan öldürmüş olduğunu,
bu sebeble Rabb'inden utanmakta olduğunu zikrederek:
— Ben buna ehil
değilim. Siz Allah 'in kulu ve Rasûlü, Allah 'in Kelimesi ve Ruhu olan isa'ya
gidin, der.
îsâ da onlara:
— Ben buna ehil
değilim. Siz geçmiş ve geri kalmış günâhlarını Allah'ın mağfiret eylediği bir
kul olan Muhammed'e gidiniz, der.
Onlar bundan sonra
bana gelirler. Ben de Rabb'imin huzuruna izin istemek üzere giderim. Bana izin
verilir. Rabb'imi-görünce secdeye kapanırım. Allah beni dilediği kadar bu
vaziyette bırakır. Sonra Allah tarafından:
— Başını kaldır, iste;
sana verilir; söyle, sözün işitilir; şefaat et, şefaatin kabul edilir, denilir.
Ben başımı kaldırır ve
bana öğreteceği bir tahmîd ile Rabb'ime hamd eylerim. Sonra şefaat ederim.
Benim için bir hudûd ta'yîn buyurur. Ben de o mikdâr insanı cennete
girdiririm. Sonra tekrar Rabb 7-me dönerim. Rabb'imi görünce, bundan evvel
yaptığım gibi, secdeye kapanırım. Sonra şefaat ederim. Yine benim için bir
sınır ta'yîn eder. Ben o mikdâr insanı cennete girdiririm. Sonra üçüncü defa
Rabb'i-me dönerim, sonra dördüncü defa dönerim de:
— (Yâ Rabb!) Ateşte
Kur'ân'in habsettiklerinden ve üzerine hu-lûd vâcib olanlardan başka kimse
kalmadı, derim."
Ebû Abdillah el-Buhârî
şöyle dedi: Ancak Kur'ân'ın habsettik-leri, yânı Yüce Allah'ın kâfirler
hakkındaki "Hâlidîne fîhâ (- Orada devamlı kalıcılar olarak)'* sözünün
habsettikleri kaldı, dedi [8].
Mucâhîd: "İlâ
şeyâtînihim" demek "Münafıklardan ve müşriklerden olan
arkadaşlarına" demektir. "Muhîtun
bVl-kâfirîn",
"Allah onları toplayacaktır"; "Sıbğatun", "Dîn"dir.
"Ale't-hâşıîn", "Gerçek mü'minler üzerine"
demektir, demiştir.
Yine Mucâhid:
"Bi-kuvvetin" demek, "İçindekilerle amel ederek" demektir,
demiştir.
Ebû'l-Âliye de:
"Maraz",
"Şekk"tir demiştir. "Ve mâ halfehâ", "Hayâtta
kalanlara bir ibrettir" demektir. "Lâ şiyete", "Lâ
beyaza"; yânî "Hiç beyaz yok" demektir.
EhıH-Aliye'den
başkaları: "Yesûmûnekum", "Yûlûnekum"; yânî "Sizi
evirip çeviriyorlar" demektir, dediler.
"el-Velâye"
(vâv'ın fethâsıyle); "Besleyicilik, terbiyecilik, mâlikiyet ve
sâhibiyet" demek olan "Velâ"nın masdarıdır. Vâv kesre yapıldığı
zaman, yânî "Vilâye" dendiği zaman, bunun ma'nâsı "İmaret",
yânî "Emirlik, beylik ve buyuruculuk"tan ibaret olur.
Bâzıları: Yenmekte
olan taneli bitkilerin hepsi "FûnTdur, dedi.
Katâde:
"Fe-bâû", "Fe'n-kalebû" (yânî: Döndüler) demektir, dedi.
Ondan başkaları:
"Yesteftihûne" (yânî: Fetih istiyorlardı), "Meded ve nusrat
istiyorlardı" demektir;
"Şerav",
"Sattılar" demektir, dediler.
"Râınâ",
bönlük, ahmaklık ma'nâsma olan "Ruûnet" masdarındandır. Onlar bir
insanı ahmaklığa nisbet
etmek istedikleri zaman
"Râmâ" derlerdi. liLâ
yeczî", "Lâ yugnî" (yânı: Fayda vermez) demektir. "Hutuvât" ise, adım atmak ma'nâsına
olan "el-Hatv" masdarındandır.
Buna göre ma'nâ:
"Şeytânın izlerine, yollarına uymayın" demek olur. ilO hâlde kendiniz
bilip dururken, Allah'a eşler koşmayın" (ci-Bakara: 22),
4-.......Abdullah
ibn Mes'ûd (R) şöyle demiştir: Ben Peygamber(S)'e:
— Allah katında hangi günâh en büyüktür? diye
sordum. Peygamber:
— "Allah seni yarattığı hâlde, Allah 'a
benzer bir eş uydurman-dır" buyurdu.
Ben:
— Hakîkaten bu elbette pek büyüktür! dedim.
— Sonra hangi (günâh büyüktür)? diye sordum.
Peygamber:
— ''Seninle beraber yemek yemesinden korkarak,
çocuğunu öldürmendir" buyurdu.
— Bundan sonra hangisi (büyüktür)? dedim.
Peygamber:
— "Komşunun zevcesiyle zina fiilini
iş/emendir" buyurdu [10].
Ve Yüce Allah'ın şu
kavli: ııVe üstünüze bulutu gölge yapmış, size kudret helvâsıyle yelve kuşunu
indirmiş, size rızk olarak verdiğimiz şeylerin iyilerinden, güzellerinden
yiyin (demiştik). Onlar (nan-körlükleriyle) bize zulmetmemişler, fakat kendi
kendilerine zulmetmişlerdi" (el-Bakara: 57) [11].
Mucâhid: "el-Menn
" samga (yânî zamk)'dır, "es-Selvâ" da kuştur, demiştir.
5-.......Saîd
ibn Zeyd(R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S): "Kızılımtırak beyaz mantar,
kudret helvası nev 'inden birrızıktır. Suyu da göz ağrısına şifâdır"
buyurdu [12].
"Hani (Tîh'ten
çıktıktan sonra) şu kasabaya girip dilediğiniz yerde istediğinizi bol bol
yiyin. Kapısından secde ederek girin ve (dileğimiz) Hıtta'dır deyin,
kusurlarınızı örtelim; iyilik edenleri ise daha artıracağız,
demiştik" {Âyet:
58).
"Ragaden",
"Geniş, çok" demektir [13].
6-.......Ebû
Hureyre (R) şöyle demiştir: (Allah tarafından) İsrâîl oğullarına:
— Kudüs'ün kapısından
eğilirek (tevazu' ile) giriniz ve Hıtta ( = Yâ Rabb! Dileğimiz günâhımızı
indirmendir) deyiniz, denildi.
Onlar (tersine)
kıçları üzere emekleyerek girdiler ve (o kelimeyi) değiştirdiler de
"Hıttatun habbetun fî şaaratın" şeklinde söylediler [14].
Ve İkrime:
"Cebre" ve "Mîke" ve "Serâfi", "Abdun;
"ıl" ise "Allah"tir, demiştir [16].
7-.......Enes
(R) şöyle demiştir: Abdullah'ton Mâm bir arazîde hurma toplarken Rasûlullah'm
Medine'ye gelmesini işitmiş. Akabinde Peygamber'in yanına geldi ve:
— Ben sana üç şey
soracağım ki, bunların cevâblarım ancak peygamber olan bilebilir: Kıyamet
alâmetlerinin birincisi nedir? Cennet ehlinin ilk yemeği nedir? Çocuğu babasına
yâhud anasına çekip benzeten şey nedir? dedi.
Peygamber (S):
— "Bunların cevâblarını
biraz önce bana Cibril haber verdi" dedi.
Abdullah ibn Selâm:
— Cibril mi? dedi. Peygamber:
— "Evet" dedi. Abdullah;
— Cibril, melekler içinde Yahûdîler'in
düşmanıdır, dedi. Bunun üzerine Paygamber (yâhud râvî): liDe ki: Kim Cibril'e
düşman olursa
(kahrından gebersin)/ Çünkü kendinden evvelki ki-tâbları tasdik edici ve mü
'minler için aynen hidâyet ve müjde olan Kur'ân % Allah 'in izniyle senin
kalbinin üstüne o indirmiştir. Kim Allah % meleklerine, rasûllerine,
Cebrail'e, MîkâîVe düşman olursa, şüb-hesiz Allah da o (gibi) kâfirlerin
düşmanıdır'" (ei-Bakara: 97-98) âyetini okudu. Ve şöyle devam etti:
— "Kıyamet alâmetlerinin ilki, insanları
doğudan batıya sürecek bir ateştir. Cennet ehlinin ilk yemeği balık ciğerinin
(sarkmış olan) fazlasıdır. Çocuğun baba ve ana soylarına çekmesi şöyledir:
Cinsî münâsebet sırasında erkeğin suyu, kadının suyu önüne geçtiğinde, çocuğu
kendine çeker. Kadının suyu erkeğinkinin önüne geçtiği zaman çocuğu o kendine
çeker" buyurdu.
Bunun üzerine Abdullah
ibn Selâm:
— Eşhedu en tâ ilahe
ille'llah ve eşhedu enneke rasûlullah! dedi de şöyle devam etti:
— Yâ Rasûlallah! Yahûdîler insanı hayrette
bırakacak surette yalan söyleyen, asılsız iftiralarda bulunan bir kavimdir.
Eğer Sen beni onlardan sormadan önce benim müslümân olduğumu bilirlerse,
muhakkak bana iftira ederler. (Siz evvelâ beni onlardan sorunuz) dedi.
Akabinde bir Yahûdî
topluluğu geldi. Peygamber:
— "İçinizde Abdullah (ibn Selâm) nasıl
adamdır?" diye sordu.
Yahûdîler:
— O bizim hayırlımız
ve hayırlımızın oğludur. Seyyidimiz ve sey-yidimizin oğludur, dediler.
Peygamber:
— "Abdullah ibn Selâm İslâm 'a girerse ne
dersiniz? (Siz de müslümân olur musunuz?) diye sordu.
Bunun üzerine
Yahûdîler:
— Böyle şeyden Allah onu korusun! dediler.
Bunun üzerine Abdullah, Yahûdîler'e karşı çıktı da:
— Eşhedu enlâ ilahe
ille'llah ve eşhedu enne Muhammeden rasûlullah, diye iki şehâdet kelimesini
söyleyiverdi.
Bu şehâdetler üzerine
Yahûdîler:
— O bizim şerrlimizdir ve şerrlimizin oğludur,
dediler, ve Abdullah ibn Selâm'in değerini eksilttiler.
Abdullah:
— Yâ Rasûlallah! İşte korkmakta olduğum şey
budur, dedi [17].
"Biz
neshettiğimiz veya geri bıraktığımız bir âyetin yerine ya ondan daha
hayırlısını, yâhud onun benzerini getiririz* Allah'ın her şeye kemâliyle kaadir
olduğunu bilmedin mi?" (Âyet. 106) [18].
8-.......
İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Umer (R):
— Bizim en düzgün
Kur'ân okuyanımız Ubeyy ibn Ka'b'dır. En isabetli hüküm verenimiz de Alî ibn
Ebî Tâlib'dir. Şübhesiz biz, Ubeyy ibn Ka'b'm okuyuş usûlü ve edasından bir
kısmını terketmekteyiz. Bununla beraber Ubeyy: Ben Rasûlullah'tan işittiğim
hiçbirşeyi ter-ketmem (unutmam), diye iddia etmektedir. Hâlbuki Yüce Allah:
"Biz bir âyetten nesheder veya geri bırakırsak, ondan daha hayırlısını yâhud
onun benzerini getiririz... " (Âyet: 106) buyurmuştur, dedi [19].
"Onlar: 'Allah
kendine çocuk edindi' dediler. Hâşfiy O (bu gibi şeylerden) pak ve
münezzehtir... " (Âyet: ııe) [20].
9-.......Abdullah
ibn Abbâs(R)'tan: Peygamber (S) şöyle demiştir: "Allah şöyle buyurdu:
Bâzı Âdem oğlu beni yalanladı. Hâlbuki beni yalanlamak ona yakışmazdı. Bâzısı
da bana sövdü. Hâlbuki bana sövmek ona yakışmazdı. Âdem oğlunun beni
yalanlamasına gelince; o (öldükten sonra) benim onu eskisi gibi îâde edip
yaratmağa gücüm yetmez sanır. Bana sövmesi hususu da: Benim çocuğum olduğunu
söylemesidir. Hâlbuki ben zevce ve çocuk edinmekten uzak bulunuyorum" [21] .
"Siz de
İbrahim'in makaamından bir namaz yeri edinin..." (Âyet: 125).
"Mesabe",
insanların tekrar tekrar gidip dönmekte oldukları yerdir [22].
10- Bize
Müsedded Yahya ibn Saîd^den; o da Humeyd'den; o da Enes'ten tahdîs etti: Enes
ibn Mâlik (R) şöyle demiştir: Umer (R):
— Üç şey hakkındaki
dileğim Allah'ın vahyine uygun geldi, yâ-hud Rabb'im bana muvafakat etti. Ben:
Yâ Rasûlallah! Makaamu İbrahim'den bir namaz yeri edinseniz! dedim. (Bu lafızla
âyet indi.) Yine ben: Yâ Rasûlallah! Yanınıza iyi ve kötü kimseler giriyor.
Mü'-minlerin anaları olan kadınlarınızın örtünmelerini emretseniz! dedim. Bunun
üzerine Allah Hicâb (ei-Ahzâb: 59) âyetini indirdi.
Umer dedi ki:
— Bana Peygamber'in
bâzı kadınlarına darılması haberi ulaştı. Bunun üzerine kadınların yanma gittim
ve: Kadınlar! Ya bu hırçınlığa nihayet verirsiniz, yâhud iyi biliniz ki Allah,
sizin yerinize Rasû-lü'ne sizden daha hayırlı kadınlar verir, dedim. Nihayet
Peygamber'in kadınlarından birisinin yanma vardım. Kadın bana: Yâ Umer!
Rasû-lullah* kadınlarına öğüt vermez mi ki, sen onlara va'z vermeye kalkışıyorsun?
dedi. Bunun üzerine de Allah şu âyeti indirdi: "Eğer o sizi boşarsa,
yerinize -Allah'a itaatle teslim olan, Allah'ın birliğini tas-dîk eden, namaz
kılan, günâhlardan tevbe ile vazgeçen, ibâdet eyleyen, oruç tutan kadınlar,
dullar ve kızlar olmak üzere- Rabb 'inin ona sizden daha hayırlılarını vermesi
umulur" (et-Tahrîm: 5) [23].
İbnu Ebî Meryem şöyle
dedi: Bize Yahya ibnu Eyyûb haber verdi: Bana Humeyd tahdîs edip: Ben Enes'ten
işittim, o da Umer'den demiştir [24].
"Hani İbrahim o
BeytHn temellerini hmâîl ile birlikte yükseltiyordu (da ikisi şöyle duâ
etmişlerdi): Ey Rabb 'imiz, bizden (şu hizmeti) kabul buyur. Şübhesiz Sen
hakkıyle işiten, kemâliyle bilensin'" (Âyet: 127).
"el-Kavâid",
onun temelleridir. Bunun müfredi "KaaideturTdur. Kadınlardan olan "Kavâid"in
müfredi ise"Kaaid"dir [25].
11 -.......Abdullah,
ibn Muhammed ibn Ebî Bekr, Abdullah ibn Umer.'e, Peygamber'in zevcesi
Âişe(R)'den haber verdi ki (o şöyle demiştir): Rasûlullah (S) bana:
— "Kavmin Kureyş'in Ka'be'yi bina
ettiklerini ve İbrahim'in temellerinden kısalttıklarını görmedin mi (yânı
bilmedin mi)?" buyurdu.
Ben:
— Yâ Rasûlallah,
onların kısalttıkları temeli Sen İbrahim'in temelleri üzerine döndürmez misin?
dedim.
Rasûlullah:.
— "Kavmin küfür
zamanına yakın olmasaydı (muhakkak ben Ka'be'yi İbrahim'in temelleri üzerine
döndürürdüm) " buyurdu.
Abdullah ibn Umer,
Âişe'den bunu rivayet ettikten sonra: — Yemîn olsun Âişe bunu muhakkak
Rasûlullah'tan işitmiştir. Ben Rasûlullah'ın Hıcr'a yakın olan iki köşeyi
isti'lâm etmemesinin, ancak Beyt'in (bu iki köşesinin) İbrahim'in temelleri
üzerinde tamamlanmamış olmasından ileri geldiğini sanıyorum, demiştir [26].
"Deyin ki: Biz
Allah'a ve bize indirilene îmân ettik... " (Âyet: 136).
12-.......Ebû
Hureyre (R) şöyle demiştir: Kitâb sahibi olanlar Tevrat'ı İbrânîce (metni) ile
okurlar, Arab dili ile de onu müslümân-lara tefsir ederlerdi. Rasûlullah (S) bu
hususta sahâbîlefine: "Sizler Ehli Kitâb'ı tasdik de etmeyin, tekzîb de
etmeyin. Sizler şunu söyleyin: Biz Allah'a, bize indirilene (Kur'ân'a),
İbrahim'e, İsmâîVe, Is-hâk 'a, Ya 'kûb 'a ve torunlarına indirilenlere, Mûsâ
yya, îsâ ya verilenlere ve bütün peygamberlere Rabb 'leri katından verilenlere
îmân ettik. Onlardan hiçbirim diğerinden ayırdetmeyiz. Biz Allah 'a teslim olmuş
müslümânlarız" (Âyet: 136) [27].
"İnsanlardan
birtakım beyinsizler: Müslümanları, üzerinde durdukları eski kıbleden çeviren
(sebeb) nedir? diyecekler. De ki: Doğu da Allah 'in, batı da. O, kimi dilerse
onu doğru yola iletir" (Âyet: hi) [28].
13-.......el-Berâibn
Âzib(R)'den (şöyle demiştir): Rasûlullah (S) Medine'de onaltı ay yâhud onyedi
ay Kudüs'teki Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kıldı. Fakat her zaman kıblesinin
Ka'be ciheti olmasını arzu ederdi. Rasûlullah, Ka'be'ye doğru ilk namazını
kıldı yâhud ikindi namazını kıldı. Bir cemâat de O'nunla birlikte kıldılar.
Ondan sonra, O'nunla birlikte namaz kılanlardan biri çıktı ve bir mescidde bulunan
bir cemâate, onlar namaz kılarlarken uğradı. Onlara:
— Peygamber ile
birlikte Mekke'ye doğru namaz kıldığıma Allah için şehâdet ederim, dedi.
Bu şehâdet üzerine o
cemâat namazlarını bozmadan oldukları gibi Ka'be'den tarafa döndüler. Kıble
değiştirilmeden evvel ilk kıbleye doğru namaz kılarak vefat etmiş, öldürülmüş
birtakım insanlar vardı. Biz bunlar hakkında ne diyeceğimizi (nasıl bir hüküm
vereceğimizi) bilemedik. O zaman Allah şu âyeti indirdi: "...Allah sizin
îmânınızı zâyV edecek değildir. Çünkü Allah insanlara çok şefkatli, çok
merhametlidir" (Âyet: 143) [29].
' 'Böylece sizi vasat
(orta) bir ümmet yapmışızdır. İnsanlara karşı şâhidler olasınız, bu Rasûl de
sizin üzerinize tam bir şâhid olsun diye'' (Âyet: 143).
14-.......Ebû
Saîd el-Hudrî (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: "Kıyamet
gününde Nûh çağrılacak, Nûh:
— Lebbeyke ve sa
'deyke yâ Rabb (= Da'vetine icabet ettim, huzuruna geldim, emrine hazırım yâ
Rabb)/ diyecek.
Allah:
— (Emirlerimi ümmetine) tebliğ ettin mi? diye
soracak. Nûh da:
— Evet ettim! diyecek.
Bunun üzerine Nuh'un
ümmetine:
— Nûh size tebliğ etti
mi? diye sorulacak. Nuh'un ümmeti de:
— Bizi böyle âhiret
azabından korkutan bir peygamber gelmedi! diyecekler.
Bu cevâb üzerine
Allah:
— Ey Nûh, senin tebliğ
ettiğine kim şehâdeî eder? diye soracak. O da:
— Muhammed ve O'nun ümmeti, diye cevâb verecek.
Akabinde Muhammed ile ümmeti, Nuh'un, ümmetine Allah'ın
hükümlerini tebliğ
etmiş olduğuna şehâdet edecekler. Rasülünüz de sizin üzerinize bir şâhid
olacaktır. İşte şu beyânım, zikri ulu olan Allah 'in şu kavlidir: Böylece sizi
orta bir ümmet yapmışızdır. İnsanlara karşı şâhidler olasınız, bu Râsûl de sizin
üzerinize şâhid olsun diye (Âyet: 143)".
"el-Vasat",
"el-Adi" demektir [30].
15-.......Abdullah
ibnUmer(R)'den: İnsanlar Kubâ Mescidi'nde sabah namazı kılarlarken birisi geldi
de:
— Allah, Peygamber
üzerine Ka'be'ye yönelmesi için Kur'ân indirdi; siz de Ka'be'ye: yöneliniz!
dedi.
Onlar da namaz içinde
Ka'be'ye yöneldiler [31].
"Biz yüzünü çok
kerre göğe doğru evirip çevirdiğini muhakkak görüyoruz. Şimdi seni herhalde
hoşnûd olacağın bir kıbleye döndürüyoruz- Yüzünü artık Mescidi Haram tarafına
çevir. (Ey Mü'minler!) Siz de nerede bulunursanız (namazda) yüzlerinizi o yana döndürün.
Şübhe yok ki, kendilerine kitâb verilenler bunun Rabb Herinden gelen bir gerçek
olduğunu pek iyi bilirler. Allah onların yapacaklarından gafil değildir" {Âyet:
144).
16-.......Enes
ibn Mâlik (R) -ömrünün sonlarında-: İki kıbleye (yânı Kudüs'e ve Ka'be'ye)
doğru namaz kılanlardan benden başka kimse kalmadı, demiştir.
17-.......
îbn Umer(R)'den (şöyle demiştir): İnsanlar Küba'da sabah namazı içinde
bulundukları sırada bir adam geldi de:
— Bu gece Peygamber'e
Kur'ân indirilmiş ve Ka'be'ye dönmesi emredilmiştir. Dikkat edin! Siz de
Ka'be'ye yönelin! dedi.
İnsanların yüzü Şâm
tarafına yönelik bulunuyordu. Bu haber üzerine yüzlerini Ka'be tarafına
döndürdüler [32].
18-.......
Abdullah ibn Umer (R) şöyle demiştir: İnsanlar Kubâ'da sabah namazı içinde
bulundukları sırada bir kimse gelip:
— Şübhesiz bu gece
Peygamber'in üzerine Kur'ân indirilmiş ve kendisi namazda Ka'be'ye yönelmekle
emrolunmuştur! Bunun için sizler de Ka'be'ye yöneliniz! dedi.
Cemâatin yüzleri Şâm
cihetine yönelik iken, hemen Ka'be tarafına döndüler.
19-.......Ebû
İshâk şöyle demiştir: Ben el-Berâ ibn Âzib(R)'den işittim, o: Biz Peygamber'le
birlikte onaltı yâhııd onyedi ay Beytu'l-Makdis tarafına doğru namaz kıldık.
Sonra Allah O'nu Ka'be yönüne döndürdü, dedi.
'Hangi yerden sefere çıkarsan namazda yüzünü
Mescidi Haram 'a doğru çevir. Bu emir, Rabb 'inden gelen mutlak bir haktır.
Allah, yapacaklarınızdan gâfİl değildir" (Âyet: 149).
"Onun şatrına",
"Onun yönüne" demektir [35].
20-.......Abdullah
ibn Dînârtahdîs edip şöyle demiştir: Ben İbn Umer(R)'den işittim, o şöyle
diyordu: İnsanlar Küba'da sabah na-mâzı içinde bulundukları sırada onlara bir
adam geldi de:
— Bu gece Kur'ân
indirildi ve Ka'be tarafına yönelmek emro-lundu, siz de Ka'be tarafına
yöneliniz! dedi.
Saff hâlindeki bu
insanlar hiçbir değiştirme yapmaksızın, oldukları gibi yerlerinde döndüler de
Ka'be tarafına yöneldiler; hâlbuki yüzleri Şâm cihetinde idi.
"Hangi yerden
çıkarsan (namazda) yüzünü Mescidi Haram'a doğru çevirir. (Siz de ey mü'minler)
nerede olursanız olun, yüzlerinizi o yana döndürün. Tâ ki, aleyhinizde
insanların, içlerindeki zâlim olanlarından başkasının (tutunabileceği) hiçbir
hüccet kalmasın. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Tâ ki, size karşı
olan nV-metimi tamamlayayım. (Bu sayede) siz de hidâyete kavuşmayı ümîd edebilirsiniz"
(Âyet: 150) [36].
21- Bize
Kuteybe ibn Saîd, Mâlik'ten; o da Abdullah ibn Dî-nâr'dan tahdîs etti ki, îbn
Umer (R) şöyle demiştir: İnsanlar Kubâ'-da sabah namazı içinde bulundukları
sırada kendilerine bir adam geldi ve:
— Bu gece
Rasülullah'ın üzerine Kur'ân indirilmiş ve Ka'be tarafına yönelmesi
emredilmiştir. Siz de Ka'be'ye yöneliniz, dedi.
İnsanların yüzleri Şâm
tarafına yönelik iken hemen Ka'be cihetine döndüler.
"Şübhe yok ki,
Safa ile Merve Allah'ın şeâirindendir. İşte kim o Beyt 7 hacc veya umre kasdı
ile ziyaret ederse, bunları güzelce tavaf etmesinde üzerine bir be's yoktur.
Kim gönlünden koparak bir hayır işlerse (mükâfatını görür). Çünkü Allah
tâatlerin ecrini veren ve hakkıyle bilendir" (Âyet: ıss).
"Şeâir",
"Alâmetler" demektir. Bunun müfredi "Şaîre'Mir. İbn Abbâs:
"Safvân", "Taş"tır, "Hıcâre" de denilir. Bunlar
öyle çıplak taşlardır ki, üzerlerinde hiçbirşey bitirmezler; bunun müfredi
"Safvâne"dir, bu da "Safa" ma'nâsınadır.
"es~Safâ" ise cemf içindir, demiştir [37].
22-.......Urve
şöyle demiştir: Ben Peygamber'in zevcesi Âişe*-" ye şunu sordum:
— Yüce Allah'ın şu
kavli hakkında ne dersin: "Şübhe yok ki Safa ile Merve A ilah Hn
şeâirindendir. İşte kim o Beyt H hacc ve um e kasdıyle ziyaret ederse, bunları
güzelce tavaf etmesinde üzerine bir günâh yoktur" buyurdu. Ben bu sözden o
iki tepe arasında tavaf etmemekten hiçbir kimse üzerine bir günâh olmadığını
düşünüyorum, dedim.
Âişe:
— Hayır öyle değil.
Eğer âyet senin söylemekte olduğun gibi (sa'y mubahtır demek) olsaydı, âyet:
"Safa ile Merve arasında sa'y etmemekte günâh yoktur" suretinde
olurdu. Şübhesiz bu âyet Ensâr hakkında indirilmiştir. Onlar İslâm'dan evvel
Kudeyd mevkiinin hizasında bulunan Menât putu için ihrama girerlerdi. Ensâr'dan
ihrama girenler (kendi putlarının karşısında üzerlerinde başkalarının Isâf ve
Naile putları bulunan) Safa ve Merve arasında sa'y etmeyi günâh sayarlardı.
İslâm Dîni gelince Ensâr: Safa ile Merve arasında sa'y etmek bize ağır
geliyor, diye bunun hükmünü Rasûlullah'tan sordular. Bunun üzerine Allah:
"Şübhe yok ki, Safa ile Merve Allah'ın şeâirindendir. İşte kim o Beyt 7
hacc ve umre kasdıyle ziyaret ederse, bunları güzelce tavaf etmesinde üzerine
bir günâh yoktur" âyetini indirdi.
23-.......Âsim
ibn Süleyman şöyle demiştir: Ben Enes ibn Mâlik(R)'e Safa ile Merve'den sordum.
Enes: Biz bunlar Câhiliyet işin-dendir (bunları tavafla ibâdet ederlerdi) diye
düşünürdük. İslâm'a giriş olunca bu iki tepe arasında sa'y etmekten kendimizi
tuttuk. Bunun üzerine Yüce Allah: "Şübhe yok ki, Safa ile Merve Allah 'in
şeâirindendir. İşte kim o Beyt 7 hacc veya umre kasdıyle ziyaret ederse, bunları
güzelce tavaf etmesinde üzerine günâh yoktur" âyetini indirdi [38].
"İnsanlar içinde
Allah'tan gayrisini O'na emsal edinen adamlar vardır ki, onları Allah'a olan
sevgi gibi severler. îmân edenlerin Allah'a sevgisi ise (herşeyden) sağlamdır.
(Allah'a eşler uydurarak nefislerine) zulmedenler azabı görecekleri zaman,
bütün kuvvetin hakîkaten Allah'ın olduğunu ve Allah'ın hakîkaten pek çetin
azâblı bulunduğunu bilselerdi" (Âyet: 165) [39].
"Endâden",
"Azdâden", yânî "Muhalif benzerler" demektir; müfredi
"Nidd"dir.
24-.......
Abdullah ibn Mes'ûd (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) bir söz söyledi, ben de
diğer bir söz söyledim. Peygamber:
— 'Allah'in yarattıklarından herhangi birşeyi A
Hah 'a denk yapıp, ona dua ederek ölen kimse ateşe girer" buyurdu.
Ben de:
— Allah'a bir benzer
çağırmayarak ölen kimse cennete girer, dedim [40].
' 'Ey îmân edenler,
maktuller hakkında size kısas yazıldı. Hür, hür ile; köle, köle ile; dişi, dişi
ile (kısas olunur). Fakat kimin lehinde maktulün kardeşi tarafından cüz'î
birşey affolunursa (kısas düşer). Artık örfe uymak, onu
güzellikle ödemek
(lâzımdır). Bu, Rabb'inizden bir hafifletme ve rahmettir. O hâlde kim bufafv ve
edâ)dan sonra (kaatile) tecâvüzde bulunursa, onun için pek acıklı bir azâb
vardır" (Âyet: ns).
Uf iye ( = Affolunursa)",
"Terk olunursa" demektir [41].
25-.......Amr
ibn Dînâr tahdîs edip şöyle demiştir: Ben Mucâhid ibn Cebr'den işittim, şöyle
dedi: Ben İbn Abbâs(R)'tan işittim, şöyle diyordu: İsrâîl oğullan'nda kısas
vardı fakat onlarda diyet yoktu. Yüce Allah bu ümmete hitaben: "Üzerinize
maktuller hakkında kısas yazıîdu Hür, hür ile; köle, köle ile; dişi, dişi ile
(kısas olunur). Fakat kimin lehine maktulün kardeşi tarafından cüz T birşey
affolunursa (kısas düşer)".
"Afv",
kasden öldürmede (velînin affedilenden) diyeti kabul etmesidir.
Ma'rüfatâbi' olmak ve
güzellikle ödeme yapmak: Maktulün velîsi diyeti ma'rûfla yânî şiddet
göstermeden ister, kısastan affedilen kimse de diyeti güzellikle, yânî
bekletmeden ve eksiltmeden öder, demektir.
İşte bu (afv ve diyet
hükmü, sizden önceki milletler üzerine yazılmış olan hükümlerden) Rabb'iniz
tarafından yapılmış bir hafifletme ve bir rahmettir. Artık bundan sonra (yânî
diyeti kabulden sonra) kim tecâvüz ederse ona acıklı bir azâb vardır.
26- Bize
Muhammed ibnu Abdillah el-Ensârî tahdîs etti: Bize Humeyd tahdîs etti ki onlara
da Enes, Peygamber(S)'in: "Allah'ın Ki-tâbı{nm) hükmü kısas
yapmaktır" buyurduğunu tahdîs etmiştir.
27-.......Abdullah
ibnu Ebî Bekr es-Sehmî şöyle demiştir: Bize Humeyd, Enes ibn Mâlik'ten tahdîs
etti ki, Enes'in halası olan Rubeyy', bir cariyenin ön dişlerini kırmış,
Rubeyy'in kavmi o cariyeden afv istediler. Cariyenin ailesi affetmediler.
Rubeyy'in ailesi onlara diyet arzettiler. Cariyenin kavmi diyeti de kabul
etmeyip kısasta direttiler. Akabinde Rasûlullah'a geldiler, O'nun huzurunda da
(afv ve diyeti kabul etmeyip) kısasta direttiler. Bunun üzerine Rasûlullah (S)
kısas ile emretti. (Rubeyy'in erkek kardeşi) Enes ibnu'n-Nadr:
— Yâ Rasûlallah!
Rubeyy'in ön dişi kırılacak mı? Seni hakk ile gönderen Allah'a yemîn ederim (ve
ümîd ederim) ki, Rubeyy'in dişi kırılmaz! dedi.
Rasûlullah:
— "Yâ Enes (ibne'n-Nadr)/ ^//a/z'm
Kitâbı(n\n hükmü) kısastır" buyurdu.
Hakîkaten da'vâcılar
bunun akabinde razı olup Rubeyy'den kısası affettiler. Bunun üzerine
Rasûlullah:
— "Allah'ın kullarından öylesi vardır ki,
o, Allah'a yemîn etse muhakkak Allah onun yeminini yerine getirir" buyurdu
[42].
28-.......Abdullah
ibn Umer (R) şöyle demiştir: Âşûrâ günü Câhiliyet ahâlîsi oruç tutarlardı.
Ramazân orucu emri inince Peygamber (S): "isteyen âşûrâ günü oruç tutar,
isteyen de tutmaz" buyurdu.
29-.......Âişe
(R) şöyle demiştir: Âşûrâ günü, ramazân ayında oruç tutmak farz kılınmazdan
önce oruç tutulur idi. Ramazân ayı orucunu tutma emri inince Peygamber (S):
"Dileyen âşûrâ orucu tutar,
30-.......Bize
Ubeydullah ibn Mûsâ,îsrâîl ibn Yûnus'tan; o da Mansûr'dan; o da İbrahim
en-Nahaî'den; o da Alkame ibn Kays'tan haber verdi ki, Abdullah ibn Mes'ûd
yemek yerken yanma Eş'as ibn Kays girdi de:
— Bu gün âşûrâdir! dedi. İbn Mes'ûd da:
— Âşûrâ, ramazân orucu
inmezden önce oruç tutulur bir gündü. Ramazân orucu inince âşûrâ orucu
terkedildi. Onun için yaklaş da bizimle yemek ye! dedi.
31-.......Âişe
(R) şöyle demiştir: Câhiliyet devrinde Kureyş âşûrâ günü oruç tutardı.
(Hicretten önce) Peygamber (S) de âşûrâ orucu tutardı. Medine'ye hicret edip
gelince de bu orucu (âdeti üzere) tuttu. Sahâbîlerine de bu orucun tutulmasını
emretti, (ikinci sene şa'-bân ayında) ramazân orucu inince, ramazân orucu farîza
oldu, âşûrâ terkedildi. Artık dileyen âşûrâ orucunu tutar, dileyen de tutmaz oldu
[44].
Atâ ibn Ebî Rebâh:
Yüce Allah'ın buyurduğu gibi, mükellef kişi hastalıktan dolayı ayın hepsinde
oruç tutmaz, demiştir. el-Hasen el-Basrî ile İbrahim en-Nahaî, emzikli ve hâmile
kadın hakkında:
Eğer bunlar kendi
nefisleri yâhud çocukları üzerine bir zarar gelmesinden korkarlarsa oruç
tutmazlar, sonra kaza ederler, demişlerdir.
Yaşlı ihtiyar oruç
tutmaya güç yetiremezse (o da oruç tutmaz, üzerine kaza değil de fidye vâcib
olur). Enes ihtiyar olduktan sonra bir yâhud iki yıl ramazânda her gün bir
fakire ekmek ve et yedirip, oruç tutmamıştır. Âmmenin kıraati
"Yutîkûnehû" şeklindedir, bu ekserdir [46]
32-.......Amr
ibn Dînâr, Atâ ibn Ebî Rebâh'tan tahdîs etti. Atâ,İbn Abbâs'tan "Ve
ale'llezîneyutavvakûnehû fıdyetun taâmu miskine" şeklinde okurken
işitmiştir.îbn Abbâs:
— Bu âyet nesh edilmiş
değildir. Âyetteki kişiler yaşlı erkek ile yaşlı kadındır ki, bunlar oruç
tutmaya muktedir olamazlar; bu se-beble bunlar, her bir gün yerine bir fakiri
doyururlar, demiştir [47].
'İçinizden kim o aya
erişirse, onda oruç tutsun.,,(Âyet: 185)
33-.......Bize
Ubeydullah, Nâfi'den; İbn Umer'in "Fidyetu taamı mesâkîne" şeklinde
okuduğunu, "Ve aleHlezîneyutîkûnehu" âyeti neshedilmiştir, dediğini
tahdîs etti [48].
34-.......
Bize Bekr ibnu Mudar, Amr ibnu'l-Hâris'ten; o da Bukeyr ibnu Abdillah'tan; o da
Selemetu'bnu'l-Ekvâ'ın âzâdlısı olan Yezîd'den tahdîs etti ki, Seleme (R) şöyle
demiştir: "Oruca güç yeti-remeyenler üzerine de bir yoksul doyumu fidye
lâzımdır'' âyeti indiği zaman, oruç tutmamak ve fidye vermek isteyenler oldu.
Nihayet ondan sonraki "İçinizden kim o aya erişirse, onda oruç
tutsun"âyeti indi de (sağlam ve mukîmler hakkında) bu oruç tutmayıp fidye
vermek muhayyerliğini neshetti [49].
Ebû Abdillah
el-Buhârî: Bukeyr ibn Abdillah, üstadı Yezîd ibn Ebî Ubeyd el-Eslemî'den önce
vefat etti, dedi [50].
35-.......
Ebû İshâk Amr ibn Abdillah şöyle demiştir: Ben el-Berâ ibn Âzib(R)'den işittim:
Ramazân orucu indiği zaman sahâbî-ler ramazânın hepsinde kadınlara
yaklaşmıyorlardı. Birtakım erkekler ise kendi nefislerine hıyanet ediyorlardı.
Müteakiben Allah: "Allah sizin nefislerinize karşı za'fgöstermekte
olduğunuzu bildi de tevbenizi kabul etti, sizi bağışladı... *' âyetini indirdi
[51].
'Sâdık fecr olan ak
iplik kara iplikten size seçilinceye kadar yiyin için, sonra geceye kadar orucu
tamamlayın.
Mescidlerde Vtikâfta
bulunduğunuz zaman kadınlarınıza (geceleri de) yanaşmayın. Bu (hükümler)
Allah'ın sınırlarıdır. Sakın onlara yaklaşmayın. İşte Allah âyetlerini böylece
insanlara açıklar. Tâ ki korunsunlar" (Âyet: 187).
"el-Âkif",
"el-Mukîm"dir.
36-.......Ebû
Avâne, Husayn'dan; o daeş-Şa'bî'dentahdîs etti ki, Adiyy ibn Hatim bir beyaz,
bir de siyah ip edindi. Nihayet gece, gecenin bir kısmı olunca onlara baktı,
fakat bu iki ip kendisine açıkça belirmediler. Sabaha yaklaşınca:
— Yâ Rasûlallah! Ben yastığımın altına iki ip
koydum, dedi.
Rasûlullah (S):
— "Şübhesiz senin yastığın bu takdirde çok
genişmiş. Çünkü (bu âyette zikredilen) beyaz iple siyah ip, senin yastığının
altında olmuşlardır (yânî çok uyumuşsun)" buyurmuştur.
37-.......
Adiyy ibn Hatim (R) şöyle demiştir:
— Yâ Rasûlallah! Siyah
iplikten seçilecek beyaz iplik nedir? Bunlar hakîkaten iki ip midir? diye
sordum.
O:
— "Eğer sen bu iki ipe baktıysan, şübhesiz
sen elbette geniş kafalısın" buyurduktan sonra "Bunlar senin
düşündüğün gibi iki ip değildir. Biri gecenin karanlığı, diğeri de gündüzün
beyazlığıdır"^ buyurdu.
38-.......Sehl
ibn Sa'd (R) şöyle demiştir:' "Size beyaz iplik siyah iplikten
seçilinceye kadar yiyin için" âyeti indi, fakat "Mine'I-fecri"
beyânı inmemişti. Birtakım insanlar oruç tutmak istedikleri zaman, onlardan
birisi ayaklarına beyaz ip ve siyah ip bağladı da o ipler kendisine iyice
belirinceye kadar yemeğe devam etti. Akabinde Allah o kelâmın ardından
"MineH-fecri{Fecrden)" beyânını indirdi. Sahâbîler böylece Allah'ın
ancak gece ile gündüzü kasdetmekte olduğunu bildiler [52].
"... İyilik ve
tâat, evlere arkalarından gelmeniz değildir. Fakat iyilik (Allah'tan)
sakınandır. Evlere kapılarından gelin. Allah'tan sakının. Tâ ki muradınıza
kavuşasınız" (Âyet: 189).
39-.......el-Berâ
ibn Âzib (R): Ensâr ve Kureyş'ten başka diğer Arablar Câhiliyet devrinde (hacc
ve umre niyetiyle) ihrama girdikleri zaman, evlerine (kapılarından değil de)
arka taraflarından gelirlerdi. Bunun üzerine Allah şu âyeti indirdi:
"İyilik ve tâat evlere arkalarından gelmeniz değildir. Fakat iyilik
Allah'tan sakınandır. Evlere kapılarından geliniz* [53]
"Fitne kalmayıncaya,
dîn de yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse, artık
zâlimlerden başkasına hiçbir husûmet yoktur" (Âyet: 193) [54].
40-.......Bize
Ubeydullah, Nâfı'den; o da İbn Umer(R)'den tahdîs etti. (Yetmiş üçüncü senenin
sonunda Haccâc'ın Mekke'de) Abdullah ibnu'z-Zubeyr'i muhasara ettiği o fitne
zamanında iki adam Abdullah ibn Umer'e geldiler de, ona:
— Şübhesiz insanlar
helak edildiler (yâhud: Görmekte olduğun şu ihtilaflı işleri yaptılar). Sen ise
Umer'in oğlu ve Peygamber'in sa-hâbîsi olduğun hâlde bu savaşa çıkmandan seni
men' eden nedir? dediler.
İbn Umer onlara:
— Beni bundan,
Allah'ın kardeşimin kanını haram kılmış olması men' etmektedir, dedi.
O iki adam:
— Allah ' 'Hiçbir
fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın'' bu-yurmadı mı? dediler.
İbn Umer de:
— Bizler onlarla harb
ettik, nihayet hiçbir fitne kalmadı ve dîn de yalnız Allah'ın oldu. Sizler ise
bir fitne olsun ve dîn de Allah'tan başkasına âid olsun diye harb etmek
istiyorsunuz, dedi.
Usmân ibn Salih şunu
ziyâde etti: Abdullah ibn Vehb şöyle dedi: Bana Fulân kişi (Mısır kaadısı ve
âlimi Abdullah ibn Luhey'a'dır denildi) ile Hay ve ibnu Şurayh, Bekr ibn Amr
el-Meâfirî'den haber verdi. Ona da Bukeyr ibn Abdillah, Nâfi'den şöyle tahdîs
etmiştir: Bir adam İbn Umer'e geldi de:
— Yâ Ebâ Abdirrahmân!
Azîz ve Celîl olan Allah yolunda cihâdı terkederek bir yıl hacc, bir yıl da
umre yapmana seni ne şevketti? Hâlbuki sen Allah'ın cihâda çok teşvîk ettiğini
bilmişsindir! dedi.
İbn Umer de ona:
— Ey kardeşim oğlu!
İslâm beş şey üzerine kuruldu: Allah'a ve Rasûlü'ne îmân etmek, beş namazı
kılmak, ramazân orucu tutmak, zekâtı ödemek, Ka'be'yi hacc yapmak dedi.
O zât:
— Yâ Ebâ Abdirrahmân!
Allah'ın kendi Kitâbı'nda zikrettiği şeyi işitmiyor musun: "Eğer
müzminlerden iki zümre birbiriyle dö-ğüşürlerse aralarım bulup barıştırın. Eğer
onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecâvüz ediyorsa, siz o tecâvüz edenle Allah
Un emrine dö'nün-ceye kadar savaşın..." (ei-Hucurât: 9)?
"Onlarla hiçbir
fitne kalmayıncaya kadar savaşın..." (d-Bakara: 193)! dedi,
İbn Umer:
— Biz Rasûlullah
zamanında bunu yaptık. İslâm ehli az idi.. îrnân-lı kişi dîni hakkında fitneye
uğratılırdı. Müşrikler onu ya öldürürler, yâhud da devamlı azâb ve işkence
ederlerdi. Nihayet müslümânlar çoğaldı ve hiçbir fitne (yânî dînî baskı)
kalmadı, dedi.
Bu sefer o zât İbn
Umer'e:
— Alî ve Usmân
hakkındaki görüşün, sözün nedir? dedi. İbn Umer:
— Usmân'a gelince,
(Uhûd'daki kaçışını) Allah ondan affetmiş gibidir. Amma sizler ondan bu suçunu
affetmeyi hiç istemediniz. Alî'ye gelince, o, Rasülullah'ın amcasının oğlu ve
kızı Fâtıma'nın kocası-dır. -Ve eliyle işaret ederek:- (Rasülullah'ın odaları
arasındaki) yerinde görüp durduğunuz şu ev, Alî'nin evidir, dedi [55].
'Allah yolunda
mallarınızı harcayın. Kendinizi tehlikeye atmayın. (Dâima) iyilik edin. Çünkü
Aüah iyilik edenleri sever" (Âyet: 195). "Tehlüke" ve
"Helak" bir ma'nâyadır [56].
41-.......Bize
Şu'be tahdîs etti ki, Süleyman ibn Mıhrân şöyle demiştir: Ben Ebû Vâil'den
işittim; o da Huzeyfe'den. Huzeyfe (R): "Allah yolunda mallarınızı
harcayın ve kendinizi tehlikeye atmayın" âyeti nafakayı, yânî Allah
yolunda mal harcamayı terk hakkında indi, demiştir [57].
"Artık içinizden
kim hasta olur yâhud da başından bir eziyeti bulunursa, ona oruçtan yâhud
sadakadan yâhud da kurbândan biriyle fidye (vâcib olur)..." (Âyet: 196) [58].
42-.......Abdurrahmân
ibnu'l-Esbahânî şöyle demiştir: Ben Abdullah ibn Ma'kıl'dan işittim, o şöyle
dedi: Ben şu mescidin içinde, yânî Küfe Mescidi'nde Ka'b ibn Ucre(R)'nin yanma
oturdum da ona "Oruçtan bir fidye" âyetim sordum. Ka'b ibn Ucre şöyle
anlattı: (Hu-deybiye'de) bitler yüzüm üzerinde saçılıp dağılır hâlde ben
Peygam-ber'in yanma taşındım. Peygamber (S):
— "Ben meşakkatin sende bu dereceye
ulaştığını zannetmiyordum. Sen bir davar bulabilir misin?" diye sordu.
Ben:
— Hayır (bulamam), dedim. Peygamber:
— "Üç gün oruç tut, yâhud herbir fakire
yarım sâ' ölçeği buğday düşmek üzere altı fakiri doyur ve başını tıraş
et" buyurdu.
İşte bu âyet husûsî
olarak benim hakkımda indi, fakat bu umûmî olarak sizin hakkınızdadir, dedi [59].
'Kim hacca kadar umre
ile fâidelenmek isterse... (Âyet: 196) [60]
43-.......
îmrân ibn Husayn (R) şöyle demiştir: Allah'ın Kitâbı'nda mut'a âyeti, yânî
haccda temettü' yapma âyeti inmiştir. Akabinde biz de Rasûlullah'ın
beraberinde temettü' haccı yaptık. Temettü' yapmayı haram kılan Kur'ân
indirilmedi; ölünceye kadar Peygamber de bundan nehyetmedi. Bir adam kendi
re'yi ile istediği şeyi söylemiştir.
Muhammed el-Buhârî: O
adamın Umer olduğu söylenir, dedi [61].
(Hacc mevsiminde ticâretle) RabbHnizden rızk
istemenizde bir günâh yoktur1' (Âyet: i98).
44-.......İbn
Abbâs (R) şöyle demiştir: Ukâz, Mecenne ve Zu'l-Mecâz Câhiliyet devrinde
birtakım büyük pazarlardı. Müslümanlar hacc mevsimlerinde buralarda ticâret
yapmayı günâh saymışlardı. Bunun üzerine "Hacc mevsimlerinde (ticâretle)
RabbHnizden rızk istemenizde bir günâh yoktur..." âyeti indi [62].
"Sonra insanların
döndüğü yerden siz de dönün. Allah'tan mağfiret isteyin. Şübhesiz ki, Allah çok
mağfiret edicidir, çok merhamet eyleyicidir" (Âyet: 199).
45-.......Âişe
(R)'den (o, şöyle demiştir): Kureyş ile Kureyş'in dîninde olan müşrikler
(Câhiliyet devrinde) Muzdelife'de vakfe yaparlardı. Bunlara "Hums"
ismi verilirdi. Bunlardan başka olan Arab hacıları ise Arafat'ta vakfe
yaparlardı. İslâm gelince Allah, Peygam-ber'ine Arafat'a gitmesini, sonra orada
vakfe yapmasım, bundan sonra dâ oradan dönmesini emretti. İşte bu, Yüce
Allah'ın şu kavlidir: "Sonra insanların döndüğü yerden siz de
dönün.,." [63].
46-.......İbn
Abbâs (R) şöyle demiştir: Hacc niyetiyle ihrama girinceye kadar kişinin Beyt'i
(hacc aylarında umre için) tavaf etmesi halâl değildi. Bineğine binip Arafat'a
gittiğinde fidyesi deveden yâhud sığırdan yâhud koyundan kendisine kolay gelen
bir hediye hayvandır. Bunlardan kendisine kolay olandan hangisini isterse
kurbân eder. Şu kadar ki, böyle bir kurbanlık bulması kolay olmayan kişiye
arefe gününden önceki hacc günleri içinde üç gün oruç tutması vâcib olur. Eğer
bu üç günün sonuncusu arefe günü olursa, üzerine günâh yoktur. Bundan sonra
ikindi namazından tâ karanlık oluncaya kadar Arafat'ta vakfe yapmak için
gitsin. Vakfeden sonra Arafat'tan hareket etmeye davransınlar. Arafat'tan
hareket ettikleri zaman geceyi geçirecekleri yer olan Muzdelife'ye kadar
ilerlesinler. Sonra Allah'ı çok zikretsin(ler). Sabaha girmenizden önce tekbîr
ve tehlîli çok söyleyiniz. Sonra (oradan Minâ'ya doğru) hareket ediniz. Çünkü
insanlar da oradan hareket ediyorlardı. Ve Yüce Allah: "Sonra insanların
(hep beraber) döndükleri yerden siz de dönün. Allah'tan mağfiret isteyin.
Şübhesiz ki, Allah çok mağfiret edicidir, çok merhamet eyleyicidir" (Âyet:
199) buyurdu. En sonunda cemreyi taşlarsınız [64].
'İnsanlardan kimi de:
Ey Rabb 'imiz bize dünyâda da güzellik ver, âhirette de güzellik ver ve bizi o
ateş azabından koru der" (Âyet: 201).
47-.......Enes
ibn Mâlik (R): Peygamber (S) her zaman: "Yâ Allah! Ey Rabb'imiz, bize
dünyâda da güzellik ver, âhirette de güzellik ver ve bizi o ateş azabından
koru" diye duâ ederdi, demiştir [65].
"Hâlbuki o,
düşmanların en yamanıdır... " (Âyet: 204). Atâ ibn Ebî Rebâh: "Nesi",
"Hayavân"dır, demiştir [66].
48-.......Bize
Sufyân es-Sevrî, îbn Cureyc'den; o da Abdullah ibn Ebî Muleyke'den; o da
Âişe'den tahdîs etti. Âişe bu hadîsi Pey-gamber'e yükselterek "Allah'a
erkeklerin en çok nefretlisi, düşmanlığı en şiddetli olanıdır" buyurdu,
demiştir.
Ve Abdullah
ibnu'l-Velîd el-Adenî şöyle dedi: Bize Sufyân es-Sevrî tahdîs etti. Bana İbnu
Cureyc, tbnu Ebî Muleyke'den; o da Âi-şe'den; o da Peygamber'den senediyle
tahdîs etti [67].
49-.......İbn
Cureyc şöyle demiştir: Ben İbn Ebî Muleyke'den işittim, şöyle diyordu: îbn
Abbâs (R) şöyle dedi: "Hattâ o rasûller kavimlerinin îmânından ümîdlerini
kesip de onların va 'd edildikleri ilâhî yardım hususunda muhakkak yalana
çıkarıldıklarını zannettikleri Sirada... " (Yûsuf: 110).
îbn Ebî Muleyke dedi
ki: İbn Abbâs bu Yûsuf: 110. âyetinden anladığı "yardımın gecikmesi ve
yavaş gelmesi" ma'nâsım el-Bakara: 214. âyetinden de anladı da:
"Hattâ o rasül, maiyyetindekimüzminlerle birlikte; 'Allah hn yardımı ne
zaman?' diyordu. Gözünüzü açın! Allah'ın yardımı muhakkak yakındır"
(ei-Bakara: 214) âyetini okudu.
İbn Ebî Muleyke dedi
ki: Ben Urvetu'bnu'z-Zubeyr'e kavuştum da ona bu âyette "Kuzibû"
fiilindeki zâl harfinin şeddesiz okunmasını sordum. O şöyle dedi: Âişe, İbn
Abbâs* m bu fiildeki zâl'i şeddesiz okumasını inkâr ederek;
— Maâzallâhi ( =
Allah'a sığınırım). Yemîn ederim ki, Allah Ra-sûlü'ne her ne va'd ettiyse,
Rasûlü ölümünden önce o va'din muhakkak gerçekleşeceğini kat'î olarak
bilmiştir. Lâkin belâlar, rasûllerden hiç ayrılmayıp devam edip durdu da,
maiyyetinde bulunan mü'min-İerin, kendilerini yalanlayacak olmalarından
korkmuşlardır, dedi.
Âişe bu âyeti "Ve
zannû ennehum kadkuzzibû" şeklinde zâl'in şeddesiyle okur idi [68].
"Kadınlarınız
sizin (çocuk yetiştiren) tarlanızdır. O hâlde tarlanıza dilediğiniz gibi gelin.
Kendiniz için önden (iyi ameller) gönderin. Bir de Allah'tan korkun ve bilin
ki, herhalde siz O 'na kavuşacaksınız. Îmân edenlere müjdele" (Âyet: 223).
50-.......Bize
Abdullah ibnu Avn haber verdi ki, Nâfi' şöyle demiştir: İbn Umer (R) Kur'ân okuduğu
zaman, okumasını bitirinceye kadar Kur'ân'dan başka birşey konuşmazdı. Bir gün
ben onun huzurunda Mushaf'ı tuttum, o da ezberden el-Bakara Sûresi'ni okudu.
Nihayet ondan bir yere ulaştığında, bana:
— Sen bu âyetin ne hakkında indirildiğini bilir
misin? dedi. Ben:
— Hayır bilmem, dedim. İbn Umer:
— Bu âyet şu şu
hususta (yânî kadınlara arka taraflarından gelmek sözleri hakkında) indirildi,
dedi ve sonra okumasına devam etti.
Ve Abdussamed'den (o
dedi ki): Bana babam Abdulvâris ibn Saîd tahdîs etti. Bana Eyyûb es-Sahtıyânî,
Nâfi'den; o da İbn Umer'den tahdîs etti. İbn Umer "Kadınlarınıza
istediğiniz gibi geliniz" kavli hakkında:
— Kocası kadına oradan gelir, demiştir.
Bu hadîsi Muhammed ibn
Yahya ibn Saîd, babası Yahya ibn Sa-îd'den; o da Ubeydullah ibn Umer'den; o da
Nâfi'den; o da İbn Umer'den olmak üzere rivayet etmiştir.
5l-.......Câbir
(R) şöyle demiştir: Yahûdîler: Erkek, kadın ile arka tarafından gelip cima'
ederse doğacak çocuk şaşı olur, derlerdi. (Bu bâtıl inancı yıkmak üzere)
"Kadınlarınız sizin bir ekinliğinizdir. O hâlde tarlanıza dilediğiniz
taraftan geliniz" âyeti indi [69].
"Kadınları
boşadınız da iddetlerini bitirdiler mi, aralarında meşru' bir surette
anlaştıkları takdirde artık kendilerini kocalarına nikâh etmelerine engel
olmayın..." (Âyet: 232).
52-.......el-Hasen
el-Basrî şöyle demiştir: Bana Ma'kü ibnu Yesâr tahdîs edip: Benim bir
kizkardeşim vardı, onu benden istiyorlardı, dedi.
.........Buradaki
senedlerde Yûnus ibn Ubeyd, el-Hasen'den tahdîs etti ki, Ma'kıl ibn Yesâr'ın
kızkardeşini kocası boşamış ve kadım iddeti tamamlanıncaya kadar terketmiş.
Akabinde boşayıp iddeti tamamlanan bu kadını velîsinden tekrar istemiş. Velîsi
olan erkek kardeşi Ma'kıl bunu kabul etmemiştir. Bunun üzerine "Artık
kadınların kendilerini kocalarına nikâh etmelerine engel olmayın" âyeti
inmiştir [70].
"Sizden ölenlerin
geride bıraktıkları zevceler kendi nefislerini dört ay on gün bekletirler. İşte
bu müddeti bitirdikleri zaman artık onların kendileri hakkında meşru' vech ile
yaptıkları şeyden dolayı size günâh yoktur. Allah, ne işlerseniz hakkıyle
haberdârdır" (Âyet: 234)
"Affederlerse''\
"Hibe ederlerse" demektir [71].
53-.......Abdullah
ibnu'z-Zubeyr şöyle dedi: "Sizden ölenlerin geride bıraktıkları zevceler
kendi nefislerini dört ay on gün bekletirler... " (234.) âyeti var, bir
de "Sizden zevceler bırakıp ölecek olanlar eşlerinin (kendi evlerinden)
çıkarılmayarak, yılına kadar fâidelen-melerini vasiyet etsinler. Bunun üzerine
onlar kendiliklerinden çıkarlarsa, artık onların bizzat yaptıkları meşru'
işlerden dolayı size meşrûtiyet yoktur..." (240.) âyeti var.
İbnu'z-Zubeyr dedi ki:
Ben Usmân ibn Affân'a şöyle dedim:
— Bu 240. nafaka
âyetini ondan önceki diğer âyet, yânî 234. (dört ay on gün bekleme) âyeti
neshetmiştir. Böyle iken hükmü neshedilen bu âyeti Mushaf'ta niçin yazıyorsun?
yâhud: Bu mensûh âyeti Mushaf'ta niçin bırakıyorsun? dedim.
Usmân da:
— Ey kardeşimin oğlu!
Ben Mushaf'tan hiçbirşeyi bulunduğu yerinden değiştirmem, dedi [72].
54- Bize
İshâk ibn Râhûye tahdîs etti. Bize Ravh ibn Ubâde tahdîs etti. Bize Şibl ibnu
Abbâd, Abdullah ibn Ebî Necîh'ten; o da Mucâ-hid ibn Cebr'den tahdîs etti.
Mucâhid şöyle demiştir: "Sizden ölenlerin geride bıraktıkları zevceler
kendi nefislerini dört ay on gün bekletirler. İşte bu müddeti bitirdikleri
zaman... " (234). Burada zikredilen dört ay on günlük iddet, kadının,
kocasının akrabaları yanında bekleyeceği iddettir ki, bu vâcib bir iddettir [73].
Yüce Allah: "Sizden zevceler bırakıp ölecek olanlar eşlerinin (kendi
evlerinden) çıkarılmayarak yılına kadar fâidelenmelerini, bakılmalarını vasiyet
etsinler. Bunun üzerine onlar kendiliklerinden çıkarlarsa, artık onların
bizzat yaptıkları meşru' işlerden dolayı size mes 'ûliyet yoktur..." 240.
âyetini indirdi.
Mucâhid dedi ki: Allah
evvelki âyette dört ay on gün iddet bekleyen kadına, bir vasiyet olarak yedi
ay yirmi gün daha ekleyip, senenin tamâmını tahsîs etti. O kadın isterse
kendine yapılmış olan vasiyeti içinde ikaamet eder, isterse oradan çıkar. İşte
bu Yüce Allah'ın: "Eşlerinin evlerinden çıkarılmayarak fâidelenmelerini
vasiyet etsinler, Bunun üzerine o kadınlar kendiliklerinden çıkarlarsa artık
onların bizzat yaptıkları meşru' işlerden dolayı size meşguliyet yoktur"
kavlidir. (Dört ay on günlük) iddet ise, olduğu gibi kadın üzerine vâcibdir. İbnu
Ebî Necîh, bunu Mucâhid'den olmak üzere söyledi.
Atâ ibn Ebî Rebâh da
dedi ki: İbn Abbâs şöyle dedi: Bu âyet, kadının kendi ailesi yanında iddet
beklemesini neshetti. Artık kadın istediği yerde (dört ay on günlük) iddetini
bekler. Bu, Yüce Allah'ın: "Çıkarılmayarak..." kavlidir.
Atâ (İbn Abbâs'tan
rivayet ettiğini tefsîr ederek) şöyle dedi: Kadın isterse kocasının ailesi
yanında iddet bekler ve kendine yapılan vasiyette ikaamet eder, isterse Yüce
Allah'ın: "Onların bizzat yaptıkları meşru'işlerden size meşguliyet
yoktur" kavlinden dolayı başka yere çıkar gider.
Yine Atâ: Sonra
(en-Nisâ: 11-12) mîrâs âyeti geldi de süknâ hakkım neshetti. Artık kadın (süknâ
hakkı olmayarak, vasiyeti terkedip) dilediği yerde iddetini bekler, dedi.
Ve Muhammed ibn Yûsuf
el-Feryâbî'den: Bize Verkaa ibn Amr el-Havârizmî, İbn Ebî Necîh'ten; o da
Mucâhid'den bu suretle tahdîs etti. Ve yine Abdullah ibn Ebî Necîh'ten; o da
Atâ'dan tahdîs etti ki, İbn Abbâs: Bu âyet, kadının, kendi ailesi içinde iddet
beklemesini neshetti, artık kadın istediği yerde iddetini bekler. Çünkü Yüce
Allah: "Çıkarılmayarak,.." buyurmuştur. Bu da yukarıda, Mucâhid'den
rivayet edilen tarzdadır [74].
55-.......Bize
Abdullah ibnu Avn tahdîs etti ki, Muhammed ibn Şîrîn şöyle demiştir: Ben bir
meclisde oturdum, orada Ensâr'dan büyük büyük adamlar vardı. İçlerinde
Abdurrahmân ibnu Ebî Leylâ da vardı. Ben, Abdullah ibn Utbe'nin, Haris kızı
Subey'a'nın durumu hakkındaki hadîsini zikrettim. Abdurrahmân ibn Ebî Leylâ:
— Lâkin onun amcası
olan Abdullah ibn Mes'ûd buna kaail olmazdı (yânı bu hükmü söylemezdi), dedi.
Bunun üzerine ben
(Abdullah ibn Utbe'yi kasdederek):
— Eğer Kûfe'nin yanı
başında ikaamet eden bir adama isnâden yalan söylediysem şübhesiz ben
cesaretli, yânı utanmaz bir kimseyim-dir, dedim.
Bu sırada İbn Şîrîn
sesini yükseltti de şöyle dedi:
— Sonra ben çıktım,
akabinde Mâlik ibn Âmir'e yâhud Mâlik ibn Avf'a kavuştum ve ona: Hâmile iken
kocası ölmüş olan kadının iddeti hakkında İbn Mes'ûd'un görüşü nasıl idi? diye
sordum. O da bana şöyle cevâb verdi: İbn Mes'ûd: Siz o kadına ruhsatı tatbik
etmeyerek, onun üzerine uzun olan iddeti mi tatbik ediyorsunuz? Yemîn olsun
kısa olan en-Nisâ Sûresi, yânî et-Talâk Sûresi, en uzun iddet olan bu el-Bakara
âyetinden sonra inmiştir, dedi.
Eyyûb es-Sahtıyâriî de
Muhammed ibn Sîrîn'den söyledi ki, İbn Şîrîn (şekksiz olarak):
— Ben Ebû Atıyye Mâlik
ibn Âmir'e kavuştum..., demiştir [75].
56-.......Buradaki
iki senedle Alî (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) Hendek günü: "Müşrikler
bizi güneş batıncaya kadar orta namazından habsettiler. Allah onların
kabirlerini ve evlerini ateş doldursun" buyurdu.
Râvî Yahya ibn Saîd:
Yâhud Peygamber: "Allah onların kabirlerini ve içlerini ateş
doldursun" buyurmuştur, diye şekk ile rivayet etmiştir [76].
57-.......Zeyd
ibn Erkam (R) şöyle demiştir: Bizler namaz içinde kelâm söylerdik. Bizim
birimiz yanındaki kardeşine ihtiyâcı husûsunda söz söylerdi. Nihayet şu:
"Namazları ve orta namazı muhafaza ediniz. Allah 'in dâvânına tam huşu' ve
itaatle durun" âyeti indi de, bunun üzerine bize namazda sükût etmemiz
emredildi [77].
"Fakat
korkarsanız, o hâlde (namazı) yürüyerek yâhud süvârî olarak kılın (bırakmayın).
Tehlikeden emîn olduğunuz vakit ise yine Allah'ı, size bilmediğiniz şeyleri nasıl
öğretti ise öyle anın" (Âyet: 239).
Saîd ibn Cubeyr şöyle
dedi [78]:
"Kursiyyuhu",
"Onun ilmi" demektir. "Bastaten", ziyâde ve fazlaya
denilir. "Efriğ", "Boşalt" yânî "İndir";
"Velâ yeûduhû", "Ona ağır gelmez"; "Âdenf, "Bana
ağır gelip belimi büktü", "el-Âdu ve'l-Aydu" "Kuvvet";
"es-Sinetu", "Uyku başlangıcı, mızganma, uyuklama";
"Lem-yetesenneh", "Değişmedi, bozulmadı";
"Fe-buhıte", "Hücceti gitti", "Hâviye",
"İçinde hiçbir can yoldaşı, yânî hiçbir kimse yok";
"Urûşuhâ", "Binaları", "es-Sinetu", "Uyku
başlangıcı, uyuklama"; "Nûnşiruhâ", "Onu çıkarırız".
"Vsârun"; "içinde ateş bulunan kalın bir sütün gibi yerden göğe doğru şiddetle esip herşeyi koparan
rüzgâr, kasırga".
İbn Abbâs da:
"Salden", "Üzerinde hiçbirşey bulunmayan"demektir, dedi.
İkrime de:
"Vâbilun", "Şiddetli yağmur"; "et-Tallu",
"Hafif yağmur, çiğ, nem"dir dedi. İkrime'nin zekrettiği bu şeyler
mü'min amelinin meselidir [79].
58-.......Bize
Mâlik, Nâfi'den tahdîs etti ki, Abdullah ibn Umer (R) kendisine korku namazı
sorulduğu zaman şöyle der idi: İmâm Öne geçer, insanlardan bir taife de onun
arkasında saff durur. İmâm onlara bir rek'at namaz kıldırır. Bu sırada onlardan
bir taife namaz kılanlarla düşman arasında bulunur, namaz kılmayip, onları
korurlar, îmâm'ın beraberindekiler bir rek'at kıldıkları zaman selâm vermeyerek,
o namaz kılmayanların bulunduğu yere çekilirler. Bu sefer o namaz kılmamış
olanlar, imâmın arkasına geçip imâmla birlikte bir rek'at namaz kılarlar. Sonra
imâm İki rek'at kılmış olduğu hâlde selâm verip namazdan çıkar. İmâm namazdan
çıktıktan sonra o iki taifeden herbiri kendi başlarına birer rek'at daha namaz
kılarlar. Böylece iki taifeden her biri iki rek'at namaz kılmış olur. Korku
bundan da çok olursa, ister yaya olarak ve ayaküstü durarak (yânî rükû' ve sucûdu
terkederek), ister hayvan üzerinde olarak, kıbleye ister yüzle-yerek, ister
yüzlemeyerek (îmâ ile) kılarlar.
Nâfi': İbn Umer bu
ta'rîfi muhakkak Rasûlullah'tan; O'nun ta'-rîfi olmak üzere söyledi zannederim,
demiştir [80].
"Sizden
zevcelerini geride bırakıp Ölecek olanlar eşlerinin kendi evlerinden
çıkarılmayarak, yılına kadar fâidelenmelerini vasiyet etsinler. Onlar
kendiliklerinden çıkarlarsa artık onların bizzat yaptıkları meşru' işlerden
dolayı size meşguliyet
yoktur... " (Âyet: 240).
59-.......Bize
Habîb ibnu'ş-Şehîd tahdîs etti ki, İbnu Ebî Muleyke şöyle demiştir: Abdullah
ibnu'z-Zubeyr dedi ki: Ben Usmân ibn Affân'a:
— el-Bakara
Sûresi'ndeki şu "Sizden zevcelerini geride bırakıp ölecek olanlar
eşlerinin kendi evlerinden çıkarılmayarak, yılma kadar fâidelenmelerini
vasiyet etsinler... " (Âyet: 240) âyetini diğer (234.) âyet neshetmiştir. Böyle
iken sen o neshedilmiş âyeti niçin Mushaf'a yazıyorsun? dedim.
Usmân:
— Sen de onu yerinde
bırakacaksın, ey kardeşimin oğlu! Ben Mushaf'tan hiçbirşeyi bulunduğu yerinden
değiştirmiyorum, dedi. Humeyd ibnu'l-Esved: Bu metin tarzında demiştir [81].
*Hani İbrahim: 'Ey
Rabb Jim, ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster demişti-.. " (Âyet: 200)
60-.......Ebû
Hureyre (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: "Biz şekketmeye
İbrahim'den daha haklıyız: Hani İbrahim: Ey Rabb Hm, ölüleri nasıl dirilteceğini
bana göster, demiş, Allah da: İnanmadın mı yoksa? demiş; o da: İnandım, fakat
kalbimin (gözümle de görerek) yatışması için (istedim) demişti" [82].
"Sizden herhangi
biriniz arzu eder mi ki, hurmalardan, üzümlerden onun bir bahçesi olsun,
altından ırmaklar aksın, orada kendisinin her çeşit meyveleri bulunsun, (fakat)
ona ihtiyarlık çöksün, âciz ve küçük çocukları da olsun, derken o bahçeye
içinde bir ateş bulunan bir bora isabet etsin de o yanıversin? İşte Allah size âyetlerini
böyle apaçık bildirir. Olur ki iyi düşünürsünüz" (Âyet: 266).
61-.......İbn
Cureyc şöyle demiştir: Ben Abdullah ibn Ebî Muleyke'den işittim; o, İbn
Abbâs'tan tahdîs ediyordu: Yine İbn Cureyc şöyle demiştir: Ben onun kardeşi
Ebû Bekr ibn Ebî Muleyke'den de işittim; o da Ubeyd ibn Umeyr (el-Leysî
el-Mekkî)'den tahdîs ediyordu. O şöyle demiştir: Umer ibnu'l-Hattâb (R) bir
gün Peygam-ber'in sahâbîlerine hitaben:
— Şu "Sizden
herhangi biriniz arzu eder mi ki..." âyeti hangi şey hakkında indi düşünürsünüz?
diye sordu.
Oradakiler:
— Allah en bilendir, dediler.
Bu cevâb üzerine Umer
öfkelendi de:
— Biliyoruz, yâhud bilmiyoruz deyiniz, dedi.
İbn Abbâs:
— Benim gönlümde o
âyetten birşey (bir ilim) var ey Mü'minle-rin Emîri! dedi.
Umer de ona:
— Ey kardeşim oğlu! Kendini küçük görmeyerek
söyle! dedi. İbn Abbâs:
— Bir amel için mesel
yapılmıştır, dedi. Umer:
— Hangi amel için? dedi.
İbn Abbâs yine
"Bir amel için" dedi. Umer:
— Azîz ve Celîl olan
Allah'ın tâatiyle amel eden zengin bir adam için ki, sonra Allah o adama
şeytânı yolladı, o da ma'siyetlerle amel etti. Nihayet Allah o adamın iyi
amellerini zayi' etti.
"Fe-surhunne",
''Onları parça parça kes" demektir [83].
"Onlar
insanlardan yüzsüzlük edip de birşey istemezler..," (Âyet: 273».
"Elhafe
aleyye", "Elahha aleyye" ve "Ahfâni bi'l-mes'ele";
bunların hepsi bir ma'nâya olup "İstekte aşın gitti" demektir.
"Fe-yuhfıkum",
"Israrla istemekte sizi yorar" elemektir.
62-.......Atâ
ibn Yesâr ile Abdurrahmân ibn Ebî Amre el-Ensârî; ikisi şöyle demişlerdir: Biz
Ebû Hureyre(R)'den işittik, o şöyle diyordu: Peygamber (S) şöyle buyurdu:
"Miskin, insanların verdiği bir hurma, iki hurma, bir lokma, iki lokmanın
geri çevirdiği şu dilenci kişi değildir. Hakîkî miskin (kendisini geçindirecek
nafakası olmadığı hâlde) insanlara el açıp istemekten çekinip iffetli kalmağa
çalışan kimsedir. İsterseniz okuyunuz."
Buhârî'nin üstadı Saîd
ibn Ebî Meryem: Yüce Allah'ın şu kavlini kasdediyor, dedi: "Onlar
insanlardan yüzsüzlük edip birşey istemezler..."[84].
'Hâlbuki Allah
alışverişi halâl, ribâyı (faizi) haram kılmiştir" (Âyet: 275).
"el-Mess"*
"Delilik"tir.
63-.......Bize
Müslim (ibnu's-Subayh el-Kûfî), Mesrûk'tan tahdîs etti ki, Âişe (R) şöyle
demiştir: el-Bakara Sûresi'nin sonundan ribâ hakkındaki âyetler indiği zaman,
Rasülullah (S) bu âyetleri insanlara karşı okudu. Sonra şarâb hususunda
ticâret yapmayı haram kıldı [85].
64-.......
Süleyman ibn Mıhrân şöyle demiştir: Ben Ebû'd-Duhâ'dan işittim; O, Mesrûk'tan
tahdîs ediyordu: Âişe (R) şöyle demiştir: el-Bakara Sûresi'nin sonlarındaki
âyetler indiği zaman Rasülullah çıktı da mescidde bunları okudu. Akabinde
şarâb hususundaki ticâreti haram kıldı.
'(Eğer böyle
yapmazsanız) Allah ve Rasûlü'nden mutlak bir harb olunacağını bilin'1'' (Âyet:
279) [87].
65-.......Şu'be,
Mansûr'dan; odaEbû'd-Duhâ'dan; o da Mesrûk'tan tahdîs etti ki, Âişe (R) şöyle
demiştir: el-Bakara Sûresi'nin sonundan o âyetler indirildiği zaman Peygamber
(S) onları mescidde okudu ve şarâb ticâretim haram kıldı.
"Eğer borçlu
darlık içinde bulunuyorsa, ona geniş bir zamana kadar mühlet verin. Sadaka
olarak bağışlamanız ise sizin için daha hayırlıdır, eğer bilirseniz"
(Âyet: 280).
Ve bize Muhammed ibn
Yûsuf, Sufyân es-Sevrî'den; o da Man-sûr'dan ve el-A'meş'ten; onlar da
Ebû'd-Duhâ'dan; o da Mesrûk'-tan söyledi ki, Âişe (R) şöyle demiştir: el-Bakara
Sûresî'nin sonundan o âyetler indirildiği zaman, Rasûlullah (S) mescidde ayağa
kalktı da, bu âyetleri bize karşı okudu. Sonra şarâb hakkında ticâret yapmayı
haram kıldı [88].
"Öyle bir günden
sakının ki, hepiniz o gün Allah*a döndürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığı
tastamam verilecek, onlara haksızlık edilmeyecektir" (Âyet: 28i>.
66-.......İbn
Abbâs (R): Peygamber (S)'in üzerine inen son hüküm âyeti, ribâ âyetidir,
demiştir [89].
Eğer siz içinizdekini
açıklar yâhud gizlerseniz, Allah onunla sizi hesaba çeker. Sonra kimi dilerse
ona mağfiret eder, kimi dilerse onu da azâblandırır. Allah herşeye
kaadirdir" (Âyet: 284).
67-.......Bize
Miskin (ibn Bukeyr el-Harrânî), Şu'be'den; o da Hâlid el-Hazzâ'dan; o da Mervân
el-Asfar'dan; o da Peygamber'in sahâbîlerinden olan bir adamdan -ki o, İbn
Umer'dir- bu "Eğer ne~ fislerinizdekini açıklar yâhud gizlerseniz...
" âyeti nesh edilmiştir, diye tahdîs etti [90].
"O Rasûl,
RabbHnden kendisine indirilene îmân etti...' (Âyet: 285-286).
İbn Abbâs:
"Isran", "Ahden" demektir; "Gufrâneke" denilir
ki, "Mağfiretini isteriz, bize mağfiret eyle" demektir, demiştir.
68-.......Bize
Şu'be, Hâlid el-Hazzâ'dan; odaMervânel-Asfar'dan; o da Rasûlullah'm
sahâbîlerinden olan bir adamdan onun -el-Asfar: Ben o mübhem adamın İbn Umer
olduğunu zannediyorum, demiştir 'Eğer siz nefislerinizdekini açıklar yâhud
gizlerseniz. " âyetini ondan sonraki âyet neshetti, dediğini haber verdi [91].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle [92]
"Tukaat" ve
"Takıyye" bir ma'nâya olup "Birşeyden sakınmak" demektir.
"Sırmn",
soğuğun şiddeti ve soğuk ma'nâsinadır.
"Şefâ
hufratin", çukurun ucu ve kenarı demektir; kuyunun kenarı gibi ki, o da
onun ucu, kenarı, sivri ve keskin kıyışıdır.
"Tubevviu",
"Asker yeri ediniyordun" demektir.
(el-Musevvemu",
bir alâmetle yâhud beyaz yün ile yâhud alâmet olabilen şeylerle bir nişanı olan
demektir.
"Rıbbiyyûne"
cemi'dir; tekili "Rıbbiyy'Mir; "Rabbe mensûb âlim (veya cemâat)
ma'nâsınadır.
"Tehıssûnehum",
(Allah'ın sizi onlar üzerine saldırtması ve izni ile) "Siz onları öldürüp
köklerini kazıyordunuz" demektir.
"Guzzen";
tekili "Gazi" olup, gazve yapan, yânî düşmanla cenk ve kıtal etmeye
giden mücâhid 9,
ma'nâsınadır.
"Senektubu",
"Yazacağız" yânî "Onların söylediklerini ilmimizde muhafaza
edeceğiz" demektir.
"Nuzulen min indillâh
= Allah indinde bir sevâb olarak".
Bu,
"Nuzulen" masdarının "Ben onu konuk ettim" sözünde olduğu
gibi mefûl isim sîgası ile "Ve vt:
munzelun min indillâh", yânî "Allah yanında konuk edilmiş
olarak" ma'nâsına olması da caiz olur.
("Nüzul",
konuk için hazırlanan ikram olup, sonra genişletilip rızk ma'nâsına da
kullanılmıştır.)
Mucâhid:
"el-Haylu'l-musevvemetu", "İnce ve son derece güzel atlar"
ma'nâsınadır, demiştir. İbn Cubeyr: "Hasûran", Şehvetlere meyli ve
kudreti olmakla beraber kemâlinden dolayı nefsini men' edip kadınlara gitmeyen
ma'nâsınadır, demiştir. îkrime: "Min fevrihim", "Bedir günü
öfkelerinden" demektir. Mucâhid: "Yuhricu'l-hayye = Diriyi çıkarır"
sözünün tefsirinde:
"Nutfe (göz
görüşünde hareketsiz) Ölü gibi çıkar, hâlbuki ondan, yânî meniden canlı yavru
çıkar" demiştir.
"el-îbkâr",
fecrin evvelidir. "Aşıyy" ise güneşin meylidir. Ben onu güneşin batma
tarafına meylidir zannediyorum.
"Ondan bir kısmı
muhkem âyetlerdir". Mucâhid şöyle demiştir: Bunlar haram ve halâldir.
"Diğer bir kısmı
da müteşâbihlerdir". Bunlar da birbirlerini tasdîk ederler. Bunlar Yüce Allah'ın
şu kavilleri gibidir:
"... Allah onunla
birçoğunu şaşırtır, yine onunla birçoğunu yola getirir. Onunla /âşıklardan
başkasını şaşırtmaz" (el-Bakara: 26).
"Allah'ın izni
olmadan hiçkimsenin îmân etmesi mümkin değildir. O, akıllarını iyi
kullanmayanlara murdarlık verir" (Yûnus: ıoo).
"Hidâyeti kabul
edenlere gelince, Allah onların muvaffakiyetini artırmış, onlara (ateşten
nasıl) kaçınacaklarını ilham etmiştir" (Muhammed: n>.
"Zeyğ",
"Şekk" demektir. "Fitne istemek", müteşâbihleri aramak
demektir. "Râsihûn, yânî itimde üstün olanlar bilirler de: Biz O'na îmân
ettik, derler" [94]
69-.......Bize
Yezîd ibnu İbrâhîm et-Tusterî, Abdullah ibn Ebî Muleyke'den; o da el-Kaasım ibn
Muhammed'den tahdîs etti ki, Âi-şe (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) şu âyeti
okudu: "Sana Kitâb*ı indiren O'dur. Ondan bir kısım âyetler muhkemdir ki,
bunlar Kitâbhn anasıdır (temelidir). Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir. İşte
kalble-rinde eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak ve onun te'vîline yeltenmek
için, onun müteşâbih olanına tâbi' olurlar. Hâlbuki onun te 'vttini Allah Han
başkası bilmez. İlimde yüksek dereceye erenler ise: Biz ona inandık. Hepsi Rabb
'imiz katındadır, derler. (Bunları) salim akıllılardan başkası iyice
düşünemez" (Âyet: 7).
Âişe dedi ki:
Rasûlullah: "Sen Kur'ân 'in yalnız müteşâbih âyetlerine uyan dalâlet
sahihlerini gördüğünde, işte onlar Allah 'in bu âyette isim ve sıfatlarını
söylediği kimselerdir, artık hepiniz onlardan sakınınız" buyurdu [95].
“Ben onu da,
zürriyetini de o taşlanmış şeytandan Sana ğdirinm" (Âyet: 36).
70-.......Bize
Ma'mer ibn Râşid, ez-Zuhrî'den; o daSaîdibnu'l-Müseyyeb'den; o da Ebû Hureyre(R)'den
haber verdi ki, Peygamber (S) şöyle buyurmuştur: "Doğumları hiçbir çocuk
yoktur ki, doğuru-lurken şeytân ona muhakkak dokunur olmasın. İşte şeytânın ona
bu dokunmasından dolayı çocuk çığrınarak ağlar. Şeytânın bu dokunmasından
Meryem ile oğlu İsâ müstesnadırlar."
Sonra Ebû Hureyre:
İsterseniz "Ben onu ve zürriyetini o taşlanmış şeytândan Sana ısmarlarım"
âyetini okuyunuz, dedi [96].
"Hakikat, Allah'a
olan ahidlerine ve yeminlerine bedel az'bir bahâyı satın alanlar, işte onlar;
onlar için ahirette
hiçbir nasîb yoktur
-hiçbir hayır yoktur-... " (Âyet: ıi)
"Elîm",
"el-Elem" kökünden "Mu'lim" yânı "Elem verici,
acıtıcı" demektir. Bu "Elim" lafzı, mufîl yerindedir.
— O âyet benim
hakkımda indirildi: Amcamın oğlunun toprağında benim bir kuyum vardı. (O bunu
inkâr ediyordu.) Peygamber bana: "(O kuyunun senin olduğuna) Beyyinen
yâhud onun yemini lâzımdır" buyurdu. Ben: Yâ Rasûlallah, bu takdirde o
yemîn eder, dedim. Bunun üzerine Peygamber: "Her kim müslümân bir kişinin
malını koparıp almak için yalancı olarak sabr yemini yaparsa, o kimse Allah'ın
öfkesine uğrayarak Allah'a kavuşur" buyurdu [97].
72-.......
Bize el-Avvâm ibnu Havşeb, İbrâhîm ibn Abdirrahmân'dan; o da Abdullah ibn Ebî
Evfâ(R)'dan (şöyle dediğini) haber verdi: Bir kimse çarşıda bir malı satışa
çıkardı. Satıcı, müslümânlar-dan alıcı olan bir kimseyi kandırmak için bu mala
onun vermediği para verilmiştir diye yemîn etti. Akabinde şu âyet indi:
"Hakikat Allah 'a olan ahidlerine ve yeminlerine bedel az bir bahâyı
satın alanlar, işte onlar; onlar için âhirette hiçbir nasîb yoktur. Allah
kıyamet günü onlarla konuşmaz, onlara bakmaz, onlan temize çıkarmaz. Onlar için
pek acıtıcı bir azâb vardır" [98].
73-.......Abdullah
ibn Ebî Muleyke'den (o, şöyle demiştir): İki kadın bir ev içinde yâhud bir
hücrede deri işleri dikerlerdi. Bunlardan birisi avucuna biz batırılmış olarak
dışarı çıktı ve öbür kadın aleyhine da'vâ etti. Kadınların bu da'vâsı İbn
Abbâs'a arz olundu. îbn Abbâs:
— Rasûlullah (S):
"Eğer insanlara yalnız da'vâlanyle (delilsiz, şâhidsiz) istedikleri şeyler
verilecek olsaydı, kavmin malları ve kanları zayi' olup giderdi" buyurdu.
Aleyhine da'vâ edilen kadına, Allah adına yalan yere yemîn etmenin fenalığını
hatırlatınız ve şu âyeti de kendisine okuyunuz, dedi: "Allah 'in ahdini ve
yeminlerini az bir paraya değişenler, işte bunlar için âhirette hiçbir nasîb
yoktur..."
İbn Abbâs'ın bu emri
üzerine oradakiler da'vâlı kadına bunları hatırlattılar. Bunun üzerine da'vâlı
kadın suçunu i'tirâf etti. İbn Abbâs da'vâcı kadına da:
— Peygamber (S):
"Yemîn da'vâlıya düşer" buyurdu, dedi" [99].
"De ki: Ey
kitâbhlar, hepiniz bizimle sizin aranızda müsavi (ve âdil) bir kelimeye gelin:
Allah'tan başkasına tapmayalım..." (Âyet: 64).
"Sevâın",
"Kasdin" yânî "Adaletli" demektir [100].
74- Bana İbrâhîm
ibn Mûsâ, Hişâm ibn Yûsuf es-San'ânî'den; o da Ma'mer ibn Râşid'den tahdîs
etti.
Ve yine bana Abdullah
ibmı Muhammed el-Müsnidî tahdîs etti. Bize Abdurrazzâk tahdîs etti. Bize Ma'mer
haber verdi ki, ez-Zuhrî şöyle demiştir: Bana Ubeydullah ibnu Abdillah ibn Utbe
haber verip şöyle dedi: Bana îbnu Abbâs tahdîs edip şöyle dedi: Bana Ebû
Suf-yân, kendi ağzından benim ağzıma olmak üzere, yânî ağız ağıza tahdîs edip
şöyle dedi: Ben, benimle Rasûlullah arasında yapılmış olan sulh müddeti içinde
gittim.
Ebû Sufyân dedi ki:
Ben Şam'da bulunduğum sırada iken Pey-gamber'den Hırakl'e bir mektûb getirildi.
Ebû Sufyân dedi ki: Bu
mektubu Dıhye ibn Halîfe el-Kelbî getirmiş ve mektubu Busrâ ahâlîsinin
büyüğüne (Haris ibn Ebî Şemir el-Gassânî'ye) vermiş, Busrâ'nın büyüğü olan bu
zât da mektubu Hırakl'e vermişti.
Ebû Sufyân dedi ki:
Hırakl:
— Şu kendisinin
peygamber olduğunu söylemekte olan adamın kavminden burada kimse var mı? diye
sordu.
Yanındakiler:
— Evet vardır,
dediler.
Ebû Sufyân dedi ki:
Akabinde ben Kureyş'ten bir toplulukla beraber çağrıldım. Hırakl'in huzuruna
girdik ve Hırakl'in önünde oturtulduk. Hırakl:
— Peygamber olduğunu
söylemekte olan bu Zât'a neseb yönünden en yakın bulunanız hanginizdir? diye
sordu.
Ebû Sufyân dedi ki:
— Benim, dedim.
Kitâbu't-Tefsîr/4255
Beni HırakPin önünde
oturttular, arkadaşlarımı da benim arkamda oturttular. Sonra tercümanım
çağırdı da ona:
— Bunlara söyle ki,
ben, peygamber olduğunu söylemekte olan o Adam hakkında bu zâta bâzı şeyler
soracağım. Eğer bu zât bana yalan söylerse, sizler onu tekzîb ediniz de! dedi.
Ebû Sufyân dedi ki:
Allah'a yemîn ederim ki, arkadaşlarımın benim yalanımı ötede beride yaymaları
olmayaydı, muhakkak (Peygamber hakkında) yalan uydururdum. Bundan sonra
Hırakl, tercümanına:
— Bu adama: Sizin içinizde
O'nun hasebi (kıymeti, şerefi) nasıldır? diye sor! dedi.
Ebû Sufyân dedi ki:
— O içimizde haseb sahibidir, dedim [101].
— Babaları içinde bir melik var olmuş mudur?
dedi. Ebû Sufyân dedi ki: Ben:
— Hayır, dedim.
— Söylediğini
söylemesinden önce (yânî dav'vetten önce) siz O'nu hiç yalan söylemekle ittihâm
ettiniz mi? dedi.
Ben:
— Hayır, dedim. Hırakl:
— O'na insanların
eşrafı mı, yoksa zaîfleri mi tâbi' oluyorlar? dedi.
Ebû Sufyân dedi ki:
Ben:
— O'na halkın eşrafı değil, zaîfleri tâbi'
oluyorlar, dedim.
— O'na tâbi' olanlar
artıyorlar mı, yoksa eksiliyorlar mı? dedi. Ebû Sufyân dedi ki: Ben:
— Hayır onlar eksilmiyorlar, fakat artıyorlar,
dedim. Hırakl:
— İçlerinde O'nun
dînine girdikten sonra beğenmemezlikten dolayı dînden dönen kimse var mı?
dedi.
Ebû Sufyân dedi ki:
Ben:
— Hayır yoktur, dedim.
— O'nunla harb ettiniz mi? dedi. Ebû Sufyân
dedi ki: Ben:
— Evet harb ettik, dedim. Hırakl:
— O'nunla harbiniz(in sonucu) nasıl oldu? dedi.
Ebû Sufyân dedi ki: Ben:
— Bizimle O'nun
arasında harb nevbet nevbet olur: Bazen O bize zarar verir, bazen de biz O'na
zarar veririz, dedim.
Hırakl:
— O gadr ediyor mu (yânî ahdi bozuyor mu)?
dedi. Ebû Sufyân dedi ki: Ben:
— Hayır O gadr
etmiyor, ancak biz şimdi O'nunla bir müddete kadar mütâreke halindeyiz; bu
müddet içinde ne yapacağını bilmiyoruz, dedim.
Ebû Sufyân dedi ki:
Allah'a yeminle söylüyorum, bu sözden başka konuşma içine bir kelime sokmam
bana mümkin olmadı. Hırakl:
— Sizden bu sözü
O'ndan evvel söylemiş (yânî O'ndan evvel peygamberlik da'vâsına kalkışmış) bir
kimse var mı? dedi.
Ben:
— Hayır yoktur, dedim. Sonra tercümanına dedi
ki:
— Ona söyle: Ben sana
içinizde O'nun hasebini sordum. Sen içinizde O'nun haseb sahibi olduğunu
söyledin. Rasûller de böyle kavimlerin haseb sâhibleri içinden gönderilirler. Ben sana, O'nun babaları içinde bir melik var
mıdır diye sordum. Sen hayır yoktur dedin. Ben de babalarından bir melik
olaydı, bu da babalarının hükümdarlığını geri almak isteyen bir kimsedir diye
düşünürdüm dedim. Ve yine ben sana O'na tâbi' olanlar halkın zaitleri midir,
yoksa eşrafı mıdır? diye sordum. Sen: Hayır O'nun tâbi'leri halkın
zaîfle-ridir, dedin. Rasûllerin tâbi'leri de zâten onlardır. Ve yine ben sana,
o söylediği peygamberlik sözünü söylemesinden önce, sizler O'nu yalan
söylemekle ittihâm eder miydiniz diye sordum. Sen: Hayır, O'nun yalan
söylediğini görmedik, dedin. Ben de şu hakikati bildim ki: Önceden insanlara
karşı yalan söylememiş iken, sonradan gidip de Allah'a karşı yalan
söyleyemezdi. Ve yine ben sana, onlardan O'nun dînine girdikten sonra
beğenmemezlikten dolayı dînden dönen var mir dır diye sordum. Sen: Hayır dînden
dönen yoktur, dedin. îmân da mûcib olduğu neş'e ve gönül ferahı kalblere
karışıp kökleşince böyle olur. Ben sana, onlar artıyorlar mı, yoksa
eksiliyorlar mı diye sordum. Sen: Onlar artıyorlar, dedin. İşte îmân da
tamamlanıncaya kadar hep böyle bu minval üzere gider. Ben sana, O'nunla harb
ettiniz mi diye sordum. Sen: O'nunla harb ettiğinizi, harbin sizinle O'nun
arasında nevbet nevbet
olup bazen O'nun size zarar verdiğini, bazen de sizin O'na zarar verir
olduğunuzu söyledin. Rasûller de böyle imtihana tâbi' tutulurlar, sonra akıbet
onların lehine olur. Ben sana O zât gadr ediyor mu diye sordum. Sen, O'nun gadr
etmez olduğunu söyledin. Rasûller de böyledir, gadr etmezler. Ben sana, O'ndan
evvel bu peygamberlik sözünü söylemiş bir kimse var mı diye sordum. Sen: Hayır
yoktur, dedin. O'ndan evvel bu sözü söylemiş bir kimse olaydı, bu da
kendisinden evvel söylenilmiş bir söze uymuş bir kimsedir diyebilirdim diye
düşünürdüm, dedi. Ebû Sufyân dedi ki: Sonra Hırakl:
— O size ne emrediyor? dedi. Ebû Sufyân dedi
ki: Ben:
— O bize namaz
kılmayı, zekât vermeyi, akraba ile ilgilenmeyi ve iffetli olmayı emrediyor,
dedim.
Hırakl:
— Eğer O'nun hakkında
söylemekte olduğun şeyler doğru ise, O muhakkak bir peygamberdir. Ben bir
peygamberin çıkacağını bilmekte idim, lâkin ben O'nun sizden olacağını
zannetmezdim. Eğer ben O'nun yajıına varabileceğimi bilseydim, elbette O'nunla
buluşmayı çok arzu ederdim. Eğer ben O'nun yanında olaydım (O'na hizmet
ederek) ayaklarım yıkardım. Yemîn ederim ki, O'nun hükümdarlığı şu ayaklarımın
bastığı yerlere muhakkak ulaşacaktır, dedi.
Ebû Sufyân dedi ki:
Bundan sonra Hırakl, Rasûlullah'ın mektubunu istedi ve onu okudu. Mektubun
içinde şunlar yazılmıştı [102]:
' 'Bismi İlâhi
'r-rahmâni 'r-rahîm.
Allah'ın Kulu ve
Rasûlü Muhammed'den Rûm'un büyüğü Hı-rakl'e: Hidâyet yoluna uyanlara selâm
olsun! Bundan sonra: Ben seni îsiâm da'vetine, yânî müslümânlığa da'vet
ediyorum. İslâm 'a gir ki selâmette bulunasın. Müslüman ol ki, Allah senin
ecrini iki kat versin! Eğer bu da'vetimi kabul etmezsen Hrıstiyan çiftçilerin
günâhı senin boynuna olsun! Ey kitâblılar (Yahudiler ve Hristiyanlar), hepiniz
bizimle sizin aranızda müsâvî (ve âdil) bir kelimeye gelin: Allah'tan başkasına
tapmayalım,, O'na hiçbirşeyi ortak tutmalıyım, Allah V bırakıp da kimimiz
kimimizi rabbler diye tanımayalım. (Buna rağmen) eğer kitâblılar bu da 'vetten
yüz çevirirlerse, siz de onlara: Şâhid olun, biz muhakkak müslümânlarız,
deyiniz. "
Hırakl mektubun
okumasını bitirdikten sonra yanında sesler yükseldi ye gürültü Çoğaldı. Bizim
dışarıya çıkarılmamız emredildi, biz de dışarıya çıkarıldık. Dışarıya
çıktığımız zaman ben arkadaşlarıma:
— îbnu Ebî Kebşe'nin
(yânı Peygamber'in) işi hakîkaten kuvvetlenip büyüyor. Şu da muhakkak ki,
Asfar oğullarının, yânı Rûm-lar'ın meliki O'ndan korkmaktadır, dedim.
Artık, Rasûlullah'm
işinin gâlib geleceğine tâ Allah kalbime İslâm'ı ve inkıyadı girdirinceye
kadar keşin bilici olmakta devam ettim[103].
ez-Zuhrî şöyle
demiştir: Nihayet Hırakl, Rûm büyüklerini da'-vet etti de, onları Hımıs'ta
bulunan bir sarayının içinde topladı ve onlara:
— Ey Rûm cemâati, (bu
Zât'a bey'at edip de) felaha ve zamanın sonuna kadar rüşde nail olmayı ve
mülkünüzün sizin için sabit olmasını istemez misiniz? diye hitâb etti.
Râvî dedi ki: Bu hitâb
üzerine o topluluk, yaban eşekleri kadar sür'atle kapılara doğru kaçıştılarsa
da kapıları kapanmış buldular. Hırakl, (onların bu derece kaçışlarım görüp
îmânlarından ümîd kesince):
— Bunları benim
huzuruma getirin! deyip, onları çağırdı. Akabinde:
— Ben ancak sizin
dîniniz üzerindeki şiddetinizi denemişimdir. Şimdi ise sizlerden arzu ettiğim
dîninize olan şiddetli bağlılığınızı gözlerimle görmüş bulunuyorum, dedi.
Bu söz üzerine
oradakiler Hırakl'den razı olup ona ta'zîm için secde ettiler [104].
'Siz sevdiğiniz
şeylerden (Allah yolunda) harcayıncaya kadar asla iyiliğe ermiş olmazsınız. Her
ne infâk ederseniz şübhesiz Allah onu bilir1" (Âyet: 92).
75-.......
Enes ibn Mâlik (R) şöyle diyordu: Ebû Talha Medîne'de hurmalık mal yönünden
Ensâr'ın en zengini idi. Kendisine mallarının en sevimlisi de
"Bîruhâ" (denilen bustânı) idi. Bîruhâ, Mescidin karşısında idi.
Rasûlullah (S) da Bîruhâ'ya girer ve'onun içindeki güzel sudan içerdi.
"Siz sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harca-madıkça hâlis iyiliğe
ermiş olmazsınız" âyeti indirilince, Ebû Talha kalktı da:
— Yâ Rasûîallah!
Şübhesiz Allah "Siz sevdiğiniz şeylerden har-camadıkça hâlis iyiliğe ermiş
olmazsınız" buyuruyor. Mallarımın bana en sevimli olanı Bîruhâ'dır.
Bîruhâ, Allah için sadakadır. Ben bu sadakanın hayrını ve Allah katında bunun
âhiret zahîresi olmasını umarım. Yâ Rasûîallah, bu bustânımı Allah'ın Sana
gösterdiği uygun bir yere sarfet, dedi.
Rasûlullah:
— "Bu ne kadar büyük ve hoştur! Bîruhâ
sahibine kazanç getiren bir maldır, Bîruhâ kazanç getiren bir maldır. Ben
senin dediğini işittim. Ben bu bustânı hısımların arasında bölüştürmeni ve
onlara vermeni uygun görüyorum" buyurdu.
Ebû Talha:
— Ben de böyle yaparım yâ Rasûîallah, dedi.
Akabinde Ebû Talha, o
bustânı kendi hısımları ve amca oğulları arasında taksîm etti.
Abdullah ibn Yûsuf ile
Ravh ibn Ubâde "Zâlike mâlun râyı-hun ( = Bu gidici bir maldır)"
şeklinde ("ye" harfiyle) söylediler.
Bana Yahya ibn Yahya
tahdîs edip: Ben İmâm Mâlik'in huzurunda "Mâlun râbihun" şeklinde
("be" harfiyle) okudum, dedi[105].
76-.......Enes
ibn Mâlik (R): Ebû Talha o bustânı Hassan ibn Sabit ile Ubeyy ibn Ka'b'a tahsis
etti. Ben Ebû Talha'ya o ikisinden daha yakın olduğum hâlde o bustândan bana
birşey vermedi, demiştir [106].
“...De ki: Eğer doğru
söyleyenler iseniz Tevrat'ı getirin de onu okuyun" (Âyet: 93) [107].
77-.......
Bize Mûsâ ibn Ukbe, Nâfi'den; o da Abdullah ibn Umer(R)'den şöyle tahdîs etti:
Yahudiler, kendilerinden zina edişmiş bir erkek ile bir kadını Peygamber'e
getirdiler. Peygamber (S) onlara:
— "Siz kendinizden zina edenlere nasıl
ceza yaparsınız?" diye sordu.
Yahudiler:
— Biz zina eden erkek
ve kadının yüzlerine kömür sürüp karartır ve onları döveriz, dediler.
Peygamber:
— "Siz Tevrat'ta recmi (yânî taşlama
cezasını) bulmuyor musunuz?" dedi.
Yahudiler:
— Biz Tevrat'ta böyle birşey bulmuyoruz,
dediler. Bu sözleri üzerine Abdullah ibn Selâm onlara:
— Sizler yalan
söylediniz: Eğer doğru söyleyenler iseniz Tevrat'ı getirin de onu okuyun! dedi.
Onlardan, Tevrat'ı
okutan âlimleri elini recm âyeti üzerine koydu da, recm âyetini okumayarak,
ondan önceki ve sonraki âyetleri okumağa başladı. Abdullah ibn Selâm onun elini
recm âyetinin üstünden çekti de:
— Bu nedir? dedi. Yahûdîler bu âyeti görünce:
— İşte bu, recm âyetidir, dediler.
- Peygamber zina
edenlerin recm edilmelerini emretti, akabinde onlar mescidin yanında
cenazelerin konduğu yerin yakınında recm edildiler. Ben o zina eden kadının
erkek arkadaşını, kadını taşlardan korumak içiri, kadının üzerine doğru
meyledip kapanır hâlde gördüm [108].
'Siz insanlar için
çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz*.. " (Âyet: ııo) [109].
78-.......Ebû
Hureyre (R) "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz"
kavlinin tefsîri hakkında: Siz insanların bâzıları için insanların en
hayırlılarısınız. Çünkü sizler İslâm camiasına boyunlarında zincirler bulunan
esîr insanları getirirsiniz, nihayet bu esîr insanlar İslâm Dîni'ne girerler,
demiştir [110].
"O zaman
içinizden iki zümre za'f göstermişti. Hâlbuki onların yardımcısı Allah'tı.
Mü'minler ancak Allah'a güvenip dayanmalıdır" (Âyet: 122) [111].
79-.......Amr
ibn Dînâr şöyle demiştir: Ben Câbir ibn AbdilIah(R)'tan işittim, şöyle diyordu:
"O zaman içinizden iki zümre za'f göstermişti. Hâlbuki onların yardımcısı
Allah 'ti... " âyeti, bizim hakkımızda indi.
Câbir dedi ki: İki
taife bizleriz: (Evs'ten) Harise oğulları ve (Haz-rec'den) Selime oğulları. Ve
biz, Allah'ın "Hâlbuki onların velîleri Allah'tı" kavlinin inmemesini
arzu etmeyiz.
- Râvî Sufyân ibn
Uyeyne bir kerresinde:- "Hâlbuki onların velîleri Allah'tı" kavlinin
inmemiş olması beni sevindir mezdi, şeklinde söylemiştir [112].
'işten hiçbirşey sana
âid değildir... " (Âyet: 128).
80-.......ez-Zuhrî
şöyle demiştir: Bana Salim, babası Abdullah ibn Umer'den tahdîs etti. O
Rasûlullah'tan işitmiştir. Rasûlullah (S) Uhud'da yaralanıp dişi kırıldıktan
sonra) sabah namazının son rek'-atinde rükû'dan başını kaldırıp: Semiallâhu
limen hamideh. Rabbena leke'l-hamd dedikten sonra: "Yâ Allah, Fulân'a,
Fulân'a ve Fulân 'a la'net et!" der idi. Bunun üzerine Allah: "işten
hiçbirşey sana âid değildir. Allah ya onların tevbesini kabul eder, yâhud
onları kendileri zâlim kimseler oldukları için azâblandırır" âyetini
indirdi.
Bu hadîsi İshâk ibn
Râşid el-Harrânî de ez-Zuhrî'den rivayet etti.
81-.......Bize
İbnu Şihâb, Saîd ibnu'l-Müseyyeb ile Ebû Seleme ibn Abdirrahmân'dan; onlar da
Ebû Hureyre(R)'den olmak üzere tahdîs etti ki, Rasûlullah (S) bir kimsenin
aleyhine beddua etmek yâhud bir kimsenin lehine hayır duâ etmek istediği vakit
rukû'dan sonra kunût yapardı.
Râvî bazen şöyle
demiştir: Rasûlullah:
— "Semiallâhu
limen hamideh Rabbena lekeH-hamd" dediği
zaman "Yâ Allah,
el-Velîdibnu'l-Velîd'i, Seleme ibnu Hişâm'ı, Ayyaş ibn Rabîa'yı kurtar! Yâ
Allah, Mudar'ı daha beterine, içinde bulundukları bu yılları Yûsuf Peygamber'in
o şiddetli yıllarına benzet!" der ve bunu açıktan söylerdi.
Yine Rasûlüllah bâzı
kerre sabah namazının bir kısmında:
— "Yâ Allah,
Fulân veFulân'a la'net et!" diye bâzı Arab kabilelerine beddua ederdi.
Nihayet Allah:
"İşten hiçbirşey sana âid değildir. Allah ya onların tevbesini kabul
eder, yâhud onları kendileri zâlim kimseler oldukları için azâblandinr"
âyetini indirdi (de Peygamber namazda beddua etmeyi bıraktı) [113].
"Peygamber ise
arkanızdan sizi çağırıyordu... " (Ayet: 153) "Uhrâkum" lafzı
"Ahırıkum" lafzının müennes
kılınmışıdır. ibn
Abbâs: İki güzelliğin biri fetih yâhud şehîdliktir, demiştir [114].
82-.......el-Berâibn
Âzib (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) Uhud gününde okçu piyadelerin başına
Abdullah ibn Cubeyr'i kumandan yapmıştı. Müslümanlar bozulmuş hâlde yönelip
kaçtıkları zaman Ra-sûlullah onların arkalarından ("Ey Allah'ın kulları,
bana geliniz; ey Allah'ın kulları bana geliniz..." diye) çağırıyordu. O
sıra Peygam-ber'in yanında oniki kişiden başka kimse kalmamıştı [115].
83-.......Katâde
şöyle demiştir: Bize Enes ibn Mâlik tahdîs etti ki, Ebû Talha şöyle demiştir:
Bizler Uhud günü harb şaftlarımızda bulunurken bizleri uyku kapladı.
Ebû Talha dedi ki:
Kılıcım elimden düşerdi, ben onu alırdım. Kılıcım elimden tekrar düşerdi, ben
onu yine alırdım [117].
"el-Karh",
"Yara" demektir. "îstecâbû", "Ecâbû( = İcabet
etti)";
"Yestecîbu",
"Yucîbu( = İcabet eder)" ma'nâsınadır [118].
"Onlar öyle
kimselerdir ki, halk kendilerine: (Düşmanlarınız olan) insanlar size karşı ordu
topladılar, o hâlde onlardan korkun dedi de, bu söz onların imânını artırdı ve:
Allah bize yeter, o ne güzel vekildir, dediler" (Âyet: 173) [119].
84-.......İbn
Abbâs (R): "Hasbunallâhu ve nVmel-vekîl=Allah bize yetişir, O ne güzel
vekildir'' cümlesini İbrahim Peygamber, Nem-rûd ateşi içine atıldığı zaman
söyledi. Ve yine bu cümleyi Muham-med (S) ile sahâbîleri de: "Halk kendilerine;
(Düşmanlarınız olan) insanlar size karşı ordu topladılar, o hâlde onlardan
korkun, dedikleri zaman bu söz onların îmânını artırdı ve: Allah bize yeter, O
ne güzel vekildir, dediler".
85-.......İbn
Abbâs (R): îbrâhîm Peygamberdin ateşe atıldığı zaman söylediği son sözü
"Hasbiye'llâhu ve nVme*l-vekîl=Allah bana yeter, O ne güzel vekildir**
cümlesidir, demiştir [120].
'Allah'ın fazlından
kendilerine verdiğini (harcamakta) cimrilik edenler sakın bunun kendileri için
bir hayır olduğunu sanmasınlar..."
(Âyet: ıso)
"Seyutavvakûn",
"Boyunlarına halka yapılacak" demektir; "Boynuna halka
taktım" sözündeki gibi.
86-.......Ebû
Hureyre (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: "Her kim ki
Allah kendisine mal verir de o malın zekâtını ödemezse, kıyamet gününde o
zekâtı verilmeyen mal, sahibi için çok zehirli erkek bir yılan suretine
konulur. Bunun iki gözü üstünde iki nokta vardır. Bu azgın yılan kıyamet
gününde mal sahibinin boynuna gerdanlık yapılır. Sonra yılan (ağzı ile)
sahibinin çenesini iki tarafından yakalar da: Ben senin (dünyâda çok sevdiğin)
malınım, ben senin hazinenim! der.
Sonra Rasûlullah şu
mealdeki âyeti okudu: "Allah'ın fazlından kendilerine verdiğini
(sarfetmekte) cimrilik edenler sakın bunun kendileri için bir hayır olduğunu
sanmasınlar. BiVakis bu, onlar için bir şerrdir. Onların cimrilik ettikleri
şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mîrâsı
Allah'ındır. Allah ne yaparsanız hakkıyle haberdârdır" (Âyet: ist» [121].
"(And olsun ki,
mallarınız ve canlarınız hususunda imtihana çekileceksiniz.) Sizden evvel
kendilerine kitâb verilenlerden ve Allah *a eş tanıyanlardan da herhalde incitici
birçok (lâflar) işiteceksiniz..." (Âyet: i86>.
87-.......ez-Zuhrî
şöyle demiştir: Bana Urve ibnu'z-Zubeyr haber verdi; ona da Usâme ibn Zeyd (R)
şöyle haber vermiştir: Rasû-lullah (S) Bedir vak'asından önce bir gün Fedek
dokuması kaplı, saçaklı bir palan vurulmuş bir merkeb üzerine bindi ve (henüz
çocuk bulunan) Usâme ibn Zeyd'i terkisine aldı da Haris ibn Hazrec
ma-hallesınde(kı evinde hasta bulunan) Sa'd ibn Ubâde'ye hasta ziyaretine
gitti.
Usâme dedi ki:
Giderken yolda Abdullah ibn Ubeyy ibn Selûl*-ün içinde bulunduğu bir meclise
uğradı. Bu vak'a Abdullah ibn Ubeyy müslümân olmazdan evvel idi. Bu mecliste
müslünıânlardan, puta tapan müşriklerden, Yahûdîler'den Karışık birtakım
kimseler vardı. Abdullah ibn Revâha da bu mecliste bulunuyordu. Merkebin
kaldırdığı toz meclisi kapladığı için Abdullah ibn Ubeyy, kaftamyle burnunu
kapadı. Sonra:
— Bizim üzerimizi tozutmayınız! dedi.
Rasûlullah onlara
selâm verdi. Sonra da durup merkebden indi ve onları İslâm'a da'vet etti ve
onlara Kur'ân okudu. Bunun üzerine Abdullah ibn Ubeyy:
— Ey kişi! Bu
söylediklerin hakk ve gerçekse, bunlardan güzel birşey olmaz. Fakat bizim meclisimize
gelip de bizi bununla ezâlan-dırma! Kendi menziline git, sana gelen olursa ona
anlat! dedi.
Bunun üzerine (büyük
şâir) Abdullah ibn Revâha:
— Yâ Rasûlallah, (İbnu
Ubeyy'e bakma) meclisimizde bizi Kur'ân ile ört, onun nûrlarıyle bürü! Biz
duanızı, Kur'ân okumanızı çok severiz! dedi.
Bunun üzerine
müslümânlarla müşrikler, Yahudiler sövüşmeye başladılar. Hattâ birbirlerine
saldırıp öldürmeye yaklaştılar. Rasûlullah ise onları devâmh sükûnete
kavuşturmaya çalışıyordu. Nihayet yatıştılar. Sonra Rasûlullah merkebine binip
yürüdü. En sonu Sa'd ibn Ubâde'nin evine varıp içeri girdi. Peygamber (S)
-Ensâr'ın Hazrec kolunun büyüklerinden olan- Sa'd'a:
— "Ey Sa'd! -Abdullah ibn UbeyyH
kasdederek- Ebû Hubâb'-ın ne söylediğini duymadın mı? (Duymuş ol ki) o şöyle
şöyle söyledi" (diye biraz önce geçen vak'ayı) anlattı.
Sa'd ibn Ubâde de:
— Yâ Rasûlallah! Sen İbn Ubeyy'in kusurunu
affet, biraz da onu ma'zûr gör! Sana Kur'ân indiren Allah'a yemîn ederim ki, Allah'ın
irâdesi Sen'in üzerine indirdiği hakkın gelmesi suretiyle (yânî Sana
peygamberlik gelmesi suretiyle) tecellî etmiştir. Hâlbuki şu bel-decik halkı
İbn Ubeyy'in başına tâc giydirmeye, üzerine de melike mahsûs sarık sarmaya (bu
suretle onu kendilerine melik edinmeye) hazırlanmışlardı. Allah Sana ihsan
buyurduğu peygamberlik hakkıyle onların tasavvurlarını imkânsız bir hâle
koyunca, bu mahrumiyetle İbn Ubeyy mahzun ve kederlenmiş oldu. Yâ Rasûlallah!
Abdullah ibn Ubeyy işte bu kederle, gördüğün çirkin harekette bulunmuştur (Siz
onu afv buyurun), dedi.
Rasûlullah (S) da onu
affetti. Esasen Rasûlullah ile sahâbîleri, Allah'ın emri veçhile, gerek
müşriklerin gerek ehli kitabın kusurları-
nı affedip, ezalarına
sabrediyorlardı. Çünkü Azîz ve Celîl olan Allah şöyle buyurmuştur:
"And olsun ki,
mallarınız ve canlarınız hususunda imtihana çekileceksiniz. Sizden evvel
kendilerine kitâb verilenlerden ve Allah'a ortak tanıyanlardan da herhalde
incitici birçok sözler işiteceksiniz. Eğer katlanır, sakınırsanız, işte bu,
hâdiselere karşı gösterilmiş bir azim-(ve metânet)ctentf/r" (Âyet: 186).
Ve Allah şöyle
buyurdu:
"Kitâb ehlinden
birçoğu, Hakk kendilerince belli olduktan sonra ruhlarındaki hasedden ötürü
sizi îmânınızdan sonra küfre döndürmek hevesine düştü. Allah'ın emri gelinceye
kadar şimdilik onları bırakın. Serzeniş de etmeyin. Şübhesiz ki Allah herşeye
hakkıyle kaadİrdîr" (el-Bakara: 109).
Peygamber (S) bu affı,
Allah'ın kendisine emrettiğine te'vîl ediyordu. En sonu Allah onlar hakkında
(savunma harbine) izin verdi. Bu izin üzerine Rasûlullah, Bedir gazvesine çıkıp
da, Allah İslâm ordusu eliyle Kureyş müşriklerinin büyüklerini öldürünce,
Abdullah ibn Ubeyy ibn Selûl ile onun müşriklerden ve puta tapanlardan olan
ma-iyyeti:
— Artık Bedir vak'ası,
müslümânlığa yönelip yüzünü göstermiş açık bir galebedir, dediler ve
Rasûlullah'a İslâm üzere bey'at edip müs-lümân oldular [122].
"Getirdikleriyle
sevinen, yapmadıklarıyle de övülmelerini arzu eden kimseler; onların azâbdan
kurtulacak bir yerde bulunacaklarını sakın sanma. Onlara pek acıtıcı bir azâb
vardır" (Âyet: iss)
88-.......Zeyd
ibn Eşlem, Atâ ibn Yesâr'dan; o da Ebû Sai'd ei-Hudrî(R)'den şöyle tahdîs etti:
Rasûlullah zamanında münafıklardan birtakım kimseler, Rasûlullah gazaya çıktığı
zaman O'ndan arkada kalırlardı ve Rasûlullah'tan geri kalıp evlerinde oturmalarından
fe-rahlanırlardı. Rasûlullah harbden dönüp geldiği zaman da çürük birtakım
özürler ileri sürüp yemîn ederler ve yapmadıkları işlerle övülmelerini
isterlerdi. İşte "Getirdikleriyle sevinen, yapmadıklarıyle Övülmelerini
arzu eden kimseler..." âyeti bunlar sebebiyle inmiştir.
89-.......İbn
Cureyc, Abdullah ibn Ebî Muleyke'den haber verdi ki, ona da Alkame ibn Vakkaas
haber vermiştir: (Medîne vâlîsi) Mer-vân ibnu'l-Hakem kendi kapıcısı Râfi'e:
— Yâ Râfi'! İbn
Abbâs'a git de şöyle sor: (Kur'ân'da bildirildiği üzere) kendisine verilen
dünyalıkla ferahlanan ve yapmadığı bir işle medh olunmaya sevinen her kişi azâb
olunacaksa, bütün müslümân-lar herhalde azâb olunacaklardır (demektir)?
İbn Abbâs bu soruya
şöyle cevâb vermiştir:
— Bu âyetle sizin aranızda
ne münâsebet var? (Bu âyet Yahûdî-Ier hakkında inmiştir.) Bir kerre Rasûlullah,
Yahûdîler'i çağırıp onlara (Tevrat'taki vasıflarına dâir) bir suâl sordu.
Onlar da suâlin hakîkî cevâbını sakladılar da ondan başkasını haber verdiler.
Bununla beraber verdikleri bu cevâb ile Rasûlullah yanında takdîr olunduklarını
sandılar ve hakîkati gizleyerek verdikleri cevâb ile de sevindiler.
Bundan sonra İbn
Abbâs:
— "Allah bir
zaman kendilerine kitâb verilenlerden onu muhakkak insanlara açıklayıp
anlatacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz diye tey~ mînât almıştı. Onlar ise o sözü
sırtlarının arkasına attılar. Onun mukaabilinde az bir menfâati satın aldılar.
Müşteri oldukları o şey ne kötüdür. Getirdikleriyle sevinen, yapmadıklarıyle de
övülmelerini arzu eden o kimseler; işte onların azâbdan kurtulacak bir yerde
bulunacaklarını asla sanma. Onlara pek acıtıcı bir azâb vardır" (Âyet: 187-188).
Bu hadîsin râvîsi olan
Hişâm ibn Yûsuf'a İbn Cureyc'den rivayet etmesinde Abdurrazzâk mutâbaat
etmiştir.
90- İsmâîlî
onu ulaştırıp şöyle demiştir: Bize Muhammed ibn Mu-kaatil el-Mervezî tahdîs
etti. Bize el-Haccâc ibn Muhammed el-Mıssîsî el-A'ver, İbn Cureyc'den haber
verdi. Bana Ubeydullah ibn Ebî Mu-leyke, Humeyd ibn Abdirrahmân ibn Avf'tan
haber verdi ki, ona da .Mervân bu hadîsi haber vermiştir [123].
"Hakikat göklerin
ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde temiz akıl
sâhibleri için elbette ibret verici deliller vardır" (Âyet: 190).
91-.......İbn
Abbâs (R) şöyle demiştir: Ben bir gece teyzem Meymûne'nin yanında kaldım.
Rasûlullah (S) ailesi ile bir müddet konuştu. Sonra uyudu. Gecenin son üçte
biri olunca oturdu da gökyüzüne baktı
ve:
— "Hakikat
göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün arka arkaya gelişinde temiz
akıl sâhibleri için elbette ibret verici deliller vardır" ilâhî kelâmını
söyledi.
Bundan sonra kalktı ve
dişlerini misvâklayarak abdest aldı. Akabinde onbir rek'at namaz kıldı. Sonra
Bilâl ezan okudu. Rasûlulİah evde iki rek'at daha kıldı, sonra da çıkıp sabah
namazını kıldırdı [124].
92-.......İbn
Abbâs (R) şöyle demiştir: Ben bir gece teyzem Meymûne'nin yanında kaldım. Ve
kendi kendime: Ben muhakkak Rasû-lullah'ın (gece) namazına iyice bakacağım,
dedim. Rasûlullah için bir yastık atıldı. Akabinde Rasûlullah o yastığın
uzunlamasında uyudu. Uyandığında yüzünden uykuyu (gidermek için eliyle) yüzünü
meshet-meye başladı. Sonra Âhı İmrân Sûresinden son on âyeti okuyup bitirdi.
Sonra duvarda asılmış küçük bir su kırbasına geldi, onu alıp onun suyu ile
abdest aldı. Sonra namaza durdu. Ben de kalktım, O'-nun yaptığı gibi yaptım.
Sonra gelip O'nun yanıbaşında namaza durdum. Rasûlullah elini benim başımın
üzerine koydu. Kulağımı tuttu ve onu bükmeye başladı (yânî beni sağ tarafına
geçirdi). Sonra iki rek'-at namaz kıldı. Sonra yine iki rek'at, sonra yine iki
rek'at, sonra yine iki rek'at, sonra yine iki rek'at, sonra yine iki rek'at
namaz kıldı. Ondan sonra tek rek'atli bir namaz kıldı [125].
"Ey RabbHmiz,
hakikat Sen kimi o ateşe sokarsan, şübhesiz onu hor ve hakîr edersin. (Orada)
zâlimlerin hiçbir yardımcıları da yoktur" (Âyet: 192).
93-.......Abdullah
ibn Abbâs, hizmetçisi Kureyb'e, teyzesi ve Peygamberdin zevcesi olan
Meymûne'nin yanında bir gece geçirdiğini haber verip, şöyle demiştir: Ben
başımı yastığın enine koyarak uzandım. Rasûlullah (S) ile ehli de yastığın
boyuna başlarını koyarak uzandılar. Rasûlullah uyudu. Gece yarıyı bulduğunda
yâhud biraz evvelce yâhud biraz sonraca uyandı. Uykuyu (gidermek için) elleriyle
yüzünü silmeye başladı. Ondan sonra Âlu İmrân Sûresi'nin son on âyetlerini
okudu. Sonra kalkıp asılı duran küçük bir kırbaya uzandı. Oradan güzelce bir
abdest aldı. Sonra namaza durdu. Ben de kalkıp O'nun yaptığı gibi yaptım. Sonra
gittim, yanına (yânî sol tarafına) namaza durdum. Sağ elini başımın üzerine
koydu ve sağ kulağımı tutup büktü (yânî beni sağ tarafına geçirdi). Sonra iki
rek'at, sonra yine iki rek'at, sonra yine iki rek'at, sonra yine iki rek'at,
sonra yine iki rek'at, sonra yine iki rek'at namaz kıldı. Ondan sonra tek
rek'atli bir namaz kıldı. Sonra müezzin da'vete gelinceye kadar yine uzandı.
Müezzin gelince yine
kalktı, hafif iki rek'at namaz kıldıktan sonra odasından çıkıp sabah namazını
kıldırdı [126].
"Ey RabbHmiz,
doğrusu biz 'RabbHnize inanın* diye insanları îmâna çağıran bir da*vetçiyi
işidip hemen îmâna geldik. Ey Rabb 'imiz, artık bizim günâhlarımızı mağfiret
et, kusurlarımızı ört, canımızı da iyilerle beraber al. Ey Rabb 'imiz, Sen Hn
rasûllerine karşı bize va 'd ettiklerini ver bize. Kıyamet günü yüzümüzü kara
çıkarma. Şübhe yok ki, Sen asla sözünden dönmezsin" {Âyet: 192-194).
94-.......îbn
Abbâs (R) hizmetçisi Kureyb'e, teyzesi ve Peygamber'in zevcesi olan Meymûne'nin
yanında gecelediğini haber verip şöyle demiştir: Ben başımı yastığın enine
koyarak uzandım. Rasûlullah ile ehli de yastığın boyuna başlarını koyarak
uzandılar. Rasûlullah uyudu. Nihayet gece yarıyı bulduğunda yâhud biraz evvelce
yâhud biraz sonraca uyandı. Oturdu da uykuyu (gidermek için) eliyle yüzünü silmeye
başladı. Ondan sonra Âlu İmrân Sûresi'nin son on âyetlerini okudu. Sonra kalkıp
asılı duran bir küçük kırbaya uzandı, ondan güzelce bir abdest aldı. Sonra
namaza durdu.
İbn Abbâs dedi ki: Ben
de kalktım, O'nun yaptığı gibi yaptım. Sonra gittim, yanına (yânî sol tarafına)
durdum. Sağ elini başımın üzerine koydu ve sağ kulağımı tutup büktü. Sonra iki
rek'at, yine iki rek'at, yine iki rek'at, yine iki rek'at, yine iki rek'at,
yine iki rek'at namaz kılıp, ondan sonra tek (rek'atli bir namaz) kıldı. Sonra
müezzin da'vete gelinceye kadar yine uzandı. Ondan sonra yine kalktı, hafif
iki rek'at namaz kıldıktan sonra odasından çıkıp sabah namazını kıldırdı127.
127 Bu hadîs de bundan
önce gelen iki bâbdakİ hadîslerin benzeridir.
"' İşte o temiz akıllılar "Ey
Rabb'imiz, sen bunları boşunayaratmadın"dan
buraya kadar devam
eden bu duaları söyleyerek tefekkür ederler. Kendilerinin Rabbâniyyûn
olduklarını anlatan bu dualar onların tefekkür zamanındaki hâlleri ve
tefekkürlerinin hâkim başlangıçlarıdır. Son dört bâbdan beri başlıklarda
yazılagelen bu âyetler Yüce Allah'a edilecek tazarru' ve niyazın ilâhî bir
Örneği ve öğretilmesidir.
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismivle
İbn Abbâs şöyle
demiştir: tYestenkifû{= Çekinir)", "Yestekbiru{ = Büyüklenmek ister)"
demektir. "Kıvâmen", "Yaşayışlarınızı doğrulttuğunuz şey";
"Lehunne sebîlen", "O kadınlar için bir yol ta'yîn edinceye
kadar". Bununla zinâkâr evli için recm'i, bekâr için de deynekleme
cezasını kasdeder.
İbn Abbâs'tan başkası
(yânî Ebû Ubeyde) de şöyledemiştir: "Mesnâ" ve "Sülâse" ve
"Ruba"' ile "iki", "Üç" ve "Dörd"ü
kasdeder. Arab dörtten öteye geçmez [127].
Eğer yetim kızlar
hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkar sanız..." (Âyet: 3)
95- Bize,
İbrâhîm ibn Mûsâ tahdîs etti. Bize Hişâm ibn Yûsuf haber verdi ki, İbn Cureyc
şöyle demiştir: Bana Hişâm ibn Urve, babası Urve ibnu'z-Zubeyr'den; o da
Âişe(R)'den haber verdi (o şöyle demiştir): Bir adamın yanında babası ölmüş
yetîm bir kız vardı. Bu adam o yetîm kızla evlendi. Yetîm kızın bir hurmalığı
vardı. O adam kız için gönlünde bir arzusu olmadığı hâlde, bu yetîm kızı sırf o
hurmalık sebebiyle tutuyordu. "Eğer yetîm kızlar hakkında adaleti yerine
getiremeyeceğinizden korkarsanız, sizin için halâl olan diğer kadınlardan
ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâh edin. Şayet (bu suretle de) adalet
yapamayacağınızdan endîşe ederseniz, o zaman bir (tane ile) yâhud mâlik
olduğunuz câriye (ile yetinin). Bu (tek zevce veya câriye) sizin (haktan)
eğritip sapmamanıza daha yakındır" âyeti, işte bu zât hakkında indi.
Râvî Hişâm ibn Yûsuf:
Ben Urve'nin:
— O yetîm kız bu
hurmalıkta ve adamın malında ortağı idi, dediğini sanıyorum, demiştir [128].
96-.......Ibn
Şihâb şöyle demiştir: Bana Urve ibnu'z-Zubeyr haber verdi ki, kendisi Âişe'den
Yüce Allah'ın "Eğer yetîm kızlar hakkında adaleti yerine
getiremeyeceğinizden korkarsanız... " kavlinin tefsîrini sormuş. Âişe (R)
de şöyle demiştir:
— Ey kizkardeşimin
oğlu, bu âyetteki yetîm kız, velîsinin velayet ve vesayeti altında bulunup
malında erkeğe ortak yapar. Kızın malı ve güzelliği, velîsi olan erkeğin hoşuna
gider. Bu sebeble velîsi onunla evlenmek ister. Fakat kızın mehrinde adalet
etmek ve başkasının vereceği kadar mehr vermek istemez. İşte (bu âyette) o
çeşit velîlerin velayeti altındaki yetîm kızları -haklarında adalet ve onların
mehirlerini en yüksek mikdârına yükseltmedikçe- nikâh etmeleri neh-yolunup,
bunlardan başka kendilerine halâl olan kadınlardan nikâh etmeleri
emrolunmuştur.
Âişe devamla dedi ki:
— Bu âyet indikten
sonra insanlar Rasülullah'a sorup fetva istediler. Bunun üzerine Allah şu
âyeti indirdi: "Senden kadınlar hakkında fetva isterler. De ki: Onlara
dâir fetvayı size Allah veriyor; Kendileri için yazılmış olanı (mîrâsı) onlara
vermediğiniz ve nikâhlarını da beğenip istemediğiniz yetîm kızlar ve (henüz
ergin olmayan) küçük çocuklar hakkında, bir de yetimlere karşı adaleti ayakta
tutmanız (onlara iyi bakmanız) hususunda işte Kitâb'da okunup duran âyetler
(2., 3., 6., 9., 10. ve 11. âyetleri kasdediyor). Hayırdan daha ne yaparsanız
şübhesiz Allah onu da hakkıyle bilicidir" (Âyet:i27).
Âişe dedi ki:
— Yüce Allah'ın bu
diğer âyetteki "Ve tergabûne en-tenkıhû-hunne" kavli de herhangi
birinizin himayesinde bulunan yetîm kıza, mal ve güzelliği az olduğu zaman
onunla evlenmeye rağbet göster-memesidir.
Âişe dedi ki:
— Bu mal ve güzelliği
az olan yetîm kızlara rağbet etmediklerinden dolayı malına ve güzelliğine
rağbet ettikleri yetîm kızları -adalete riâyet etmedikçe- nikâh etmekten yetîm
velîleri nehyolundular [129].
"(Velîlerden) kim
zengin ise (yetimin malını yemekten) kaçınsın. Kim de fakır ise, o hâlde örfe
göre yesin. Artık onlara mallarını teslim ettiğiniz vakit karşılarında şâhid
bulundurun. Tam bir hesâb sorucu olmak bakımından ise Allah yeter" (Âyet:
6).
"Bidâran",
"Mubâdereten" (yânı: Hacet yokken, bulûğlarından önce çabuk
davranarak) demektir [130].
"A'tednâ",
"A'dednâ" (yânı "Aded"in ifâl babından) "Hazırladık"
demektir. "A'tâd'T'Hazırlık" masdann)dan olan "Efalnâ"
(yânı A'tednâ) da aynı ma'nâyadır [131].
97-.......Âişe
(R); *'(Velîlerden) kim zengin ise yetimin malından yemekten kaçınsın. Kim de
fakir ise, o hâlde örfe göre yesin.."
kavli hakkında: Bu
âyet yetîm malı hususunda indi. Yetîmin velîsi fakîr olduğu zaman, o malın
işlerini iyilikle bakıp yerine getirmesi karşılığında (hizmet ücreti ve zarurî
olan ihtiyâcı kadar) o maldan yer, demiştir [132].
Miras taksim olunurken
(mirasçı olmayan) hısımlar, yoksullar da hazır bulunursa kendilerini ondan
(birşey vererek) rızıklandırın, (gönüllerini alacak) güzel sözler de söyleyin*'
(Âyet: 8).
98-.......îkrime'den:
İbn Abbâs (R): *'Miras taksim olunurken (mîrâsçı olmayan) hısımlar, yetimler,
yoksullar da hazır bulunursa..." âyeti muhkemdir, neshedilmiş değildir,
demiştir.
Bu hadîsi İbn
Abbâs'tan rivayet etmekte İkrime'ye Saîd ibn Cu-beyr mutâbaat etmiştir [133].
"Allah size mîrâs
taksimini şöyle tavsiye eder; Çocuklarınızda erkeğe iki dişinin payı
mikdârıdır... (Âyet: 11).
99-.......Câbir
ibn Abdillah (R) şöyle demiştir: Peygamber ile Ebû Bekr beraberce yürüyerek
Benû Selime yurdundaki evim,de beni hasta ziyaretine gelmişlerdi. Peygamber
beni birşey düşünemez derecede baygın bulmuştu. Bunun üzerine Peygamber abdest
suyu isteyip abdest almış, sonra abdest suyundan bir mikdârını benim üzerime
serpmişti. Ben ayıldım ve:
— Yâ Rasûlallah!
Malımda (veraset hususunda) ne yapmamı (ne suretle tasarruf etmemi) emredersin?
diye sordum.
Bunun üzerine şu
mealdeki âyet indi: "Allah size miras taksimini şöyle tavsiye eder:
Çocuklarınız hakkmda(k\ hüküm) erkeğe iki dişinin payı mikdârıdır. Fakat
çocuklar ikiden fazla kadınlar iseler, ölünün bıraktığının üçte ikisi
onlarındır. Dişi çocuk bir tek ise, o zaman terikenin yarısı onundur. Ölenin
çocuğu varsa, ana-babadan her-birine terîkenin altıda biri verilir. Çocuğu olmayıp
da ona ana ve babası mîrâsçı olduysa üçte biri anasınındır. Erkek, dişi
kardeşleri varsa o vakit altıda biri anasınındır. (Fakat bütün bu hükümler ölenin)
edeceği vasiyetten veya borc(unun ödenmesinin sonradır. Siz babalarınızdan ve
oğullarınızdan hangisinin faide cihetinden size daha yakın olduğunu
bilmezsiniz- (Bu hükümler ve hisseler) Allah Han birer farizadır. Şübhesiz ki,
Allah hakkıyle bilicidir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir" [134].
"Zevcelerinizin
çocuğu yoksa terîkesinin yarısı sizindir. Eğer onların çocuğu varsa, size
terîkesinden (düşecek hisse) dörtte birdir..." (Âyet: 12) [135].
100-.......İbn
Abbâs (R) şöyle demiştir: İslâm'ın başlangıcında kişinin malı, öldüğü zaman
mîrâs olarak oğluna kalırdı. Vasiyet de ana ile babanın hakkı idi (yalnız
ebeveyne vasiyet edilirdi). Bilâhare Allah bundan irâde ettiği kısmını (mîrâs
âyetiyle) neshetti de mîrâsı erkeğe, iki dişi payı kadar ta'yîn buyurdu. Ana
ile babadan her birisine de (eğer çocuk varsa) altıda bir verdi, çocuk yoksa
üçte bir verdi. Yine kadına (çocuk bulunduğu surette) sekizde bir, çocuksuzsa
dörtte bir verdi. Zevceye de (çocuk yoksa) yarı, (çocuk varsa) dörtte bir hisse
verdi [136].
"... Kadınlara
zorla mirasçı olmanız ve onları -kendilerine verdiğiniz mehirden birazını giderebilmeniz
için- tazyik etmeniz size halâl olmaz*.." (Âyet: 19)
Ve İbn Abbâs'tan:
"Lâ ta'dulûhunne", "Onları kahretmeyin"; "Hüben",
"Günâh"; "en-Teâtû", "Meyletmeniz";
"Nıhleten", "en-Nıhletu", "el-Mehru" demektir,
diye tefsir ettiği zikrolunuyor [137].
101-.......Bize
(Ebû İshâk Süleyman ibnu Feyrûz) eş-Şeybânî, İkrime'den; o da İbn Abbâs'tan
tahdîs etti. eş-Şeybânî şöyle dedi: Bu hadîsi Ebü'l-Hasen Atâ es-Suvâî de
zikretti ki, ben onun bunu muhakkak İbn Abbâs'tan zikrettiğini düşünüyorum:
"Ey îmân edenler, kadınlara zorla mîrâsçı olmanız ve onları -kendilerine
verdiğiniz mehirden birazını gider(\p elinize geçirebilmeniz için- tazyik etmeniz
size halâl olmaz. Meğer ki arayı açacak bir fuhuş işlemiş olsunlar. Onlarla
iyi geçinin. Eğer kendilerinden hoşlanmadınızsa, olabilir ki birşey sizin
hoşunuza gitmez de Allah onda birçok hayır takdir etmiş bulunur" (Âyet:
19).
İbn Abbâs dedi ki:
Câhiliyet halkının şu âdetleri vardı: Bir adam vefat ettiği zaman, onun
velîleri kalan zevcesini de mîrâs almaya herkesten haklı olurlardı. Velîlerden
bâzısı isterse ilk mehri ile o kadınla evlenir, isterlerse onu başka birisiyle
evlendirip mehrini alırlardı. Yine isterlerse o kadını kimseyle evlendirmezler
(fidye vermesi için hab-sederler, ölünce mîrâsını alırlar)dı. Ölenin velîleri o
kadına, kadının ailesinden daha haklı olurlardı. İşte bu âyet, bunlar hakkında
(bu kötü âdetleri kaldırmak hususunda) indi.
'(Erkek ve dişiden)
herbiri için baba ve ananın, yakın hısımların terîkelerinden de vârisler
yaptık. Akd ile yeminlerinizin bağladığı kimselere de hisselerini verin. Allah
herşeyin üstünde hakîkî bir şâhiddir" (Âyet: 33) [138].
"Mevâlî",
"Velîler", "Mirasçılar" demektir. Ma'mer de şöyle demiştir:
"Evliya", "Mevâlf'dir, yine "Evliya", "Mirasçılaradır.
"Yeminlerinizin
karşılıklı muâhade akdettiği kimseler..."; bu, yemîn mevlâsıdır ki,
yeminle bağlanan kişiden ibarettir. "el-Mevlâ", yine "Amcaoğlu";
"el-Mevlâ'1-mu'tıku", "Kölesine hürriyet veren kişi";
"el-Mevlâ'1-mu'taku", "Kendisine hürriyet verilen kimse";
"el-Mevlâ'1-meliku", "İnsanların işlerini (yürütmeyi, idare
etmeyi) üzerine alan kimse", bir de dînde olan "Mevlâ" vardır [139].
102-.......İbn
Abbâs(R)'tan (o, şöyle demiştir): "Erkek, dişi; herbiri için mevtalar
kıldık ", "Mirasçılar kıldık" demektir. "Karşılıklı
yeminlerinizin bağladığı kimseler", Muhâcirler'le Ensâr'dır ki, Muhacirler
Medine'ye geldikleri ilk zamanlarda Peygamber'in bunlarla Medîneli Ensâr
arasında kurduğu kardeşlik akdleri sebebiyle Zevu'l-Erham'dan evvel (hısımlık
sahihlerinden evvel) mirasçı olurlardı. Fakat sonra "Erkek, kadın;
herbiri için mirasçılar kıldık"âyeti inince, akidleşme ve kardeşlik
akdiyle kurulmuş olan mîrâsçılık nesholundu.
Sonra İbn Abbâs,
"Karşılıklıyeminlerinizin bağladığı kimseler" kavli hakkında: Artık
bu yalnız yardım etmek, ihsan etmek, nasîhat etmekten ibaret kaldı. Akidleşen
iki kişi arasında mîrâsçılık gitmiş oldu. Ancak yeminli dostu için vasiyet
edebilir.
(Buhârî dedi ki:) Bu
hadîsi râvî Ebû Usâme, İdrîs ibn Yezîd'den işitti. İdrîs de Talha ibn Musarnf
tan işitti.
"Şübhesiz ki,
Allah zerre kadar haksızlık etmez- Bir iyilik olursa onu kat kat artırır. Kendi
canibinden pek büyük bir mükâfat verir'1'' (Âyet: 40).
103- Bana
Muhammed ibnu'l-Abdilazîz tahdîs etti. Bize Ebû Umer Hafs ibnu Meysere, Zeyd
ibn Eslem'den; o da Atâ ibn Yesâr'-dan; o da Ebû Saîd el-Hudrî(R)'den şöyle
tahdîs etti: Peygamber (S) zamanında birtakım insanlar:
— Yâ Rasûlallah! Biz
kıyamet gününde Rabb'imizi görecek miyiz? dediler.
Peygamber:
— "Evet (kıyamet gününde Rabb'inizi
göreceksiniz); Güneşin ziyâını öğle vakti önünde hiçbir bulut yokken görmek
için itişip kakışmaya', birbirinize zahmet vermeye hacet görür müsünüz?"
diye sordu.
Sahâbîler:
— Hayır görmeyiz, dediler.
Peygamber:
— "Ayın ondördüncü gecesi önünde hiç bulut
yok iken görmek için birbirinize zahmet vermeye hacet görür müsünüz?' dedi.
Onlar:
— Hayır görmeyiz, dediler. Peygamber:
— "İşte bu iki kürreden herhangi birisinin
ziyâını (sıkışmadan, meşakkatsiz, tam bir açıklıkla) gördüğünüz gibi, kıyamet
gününde Azız ve Celîl olan Allah 'ı, birbirinize meşakkat ve zahmet vermeden
açıkça göreceksiniz" buyurdu.
Ve şöyle devam etti:
— "Kıyamet günü olduğu zaman bir dellâl:
Her ümmet neye ve kime tapıyor idiyse onun ardına düşer (yânî düşsün)/ diye
i'lân edecek. Bunun üzerine Allah'tan başka şeylere: putlara, heykellere, dikili
taşlara tapagelen ne kadar müşrik varsa, onlardan hiçbiri geri kalmaksızın
cehennemin içine dökülecekler. Artık ortalıkta yalnız Allah 'a ibâdet eden
gerek sâlih, gerek fâcir kimselerle (müşrik olmayan) kitâb ehli
bakıyyelerinden başka kimse kalmayınca, Yahûdîler'-den geri kalanlar
çağırılacak ve onlara:
— Siz kime ibâdet ederdiniz? diye sorulacak.
Onlar:
— Biz Allah'ın oğlu
Uzeyr'e ibâdet ederdik! diye cevâb verecekler.
Bunun üzerine onlara:
— Siz yalan
söylüyorsunuz. Allah hiçbir eş ve oğul edinmedi! denilecek.
— Şimdi siz ne
istersiniz? diye sorulacak. Onlar da:
— Ey Rabbimiz, çok
susadık, bize su ihsan et! diyecekler. Bunun üzerine onlara:
— Haydi su başına
gelmez misiniz? diye işaret olunacak.
Akabinde onlar bir
araya getirilip cehenneme doğru sevk olunacaklar. O cehennem ateşine ki,
onların görüşünde yalımları birbirini kırıp geçiren serâb gibi görünecek ve onu
su zannedip birbiri ardınca ateşin içine dökülecekler. Sonra Nasrânîler{in bir
taifesi) çağrılacak. Onlara da:
— Siz kime tapardınız? diye sorulacak. Onlar
da:
— Biz Allah'ın oğlu isa'ya ibâdet ederdik,
diyecekler. Onlara da:
— Siz yalan
söylüyorsunuz. Allah hiçbir eş ve hiçbir oğul edinmiş değildir, denilecek ve:
Ne istiyorsunuz? diye sorulacak.
Onlar da kendilerinden
evvelki Yahûdîler'in su isteyip cehenneme sevkolunmaları gibi cehenneme
sevkolunacaklar.
Artık meydanda sâlih
veya fâşık olarak Allah 'a ibâdet eden mü min muvahhidlerden başka kimse kalmayınca,
Âlemlerin Rabbı onlara evvelden bildikleri en yakın bir sıfatta gelecek, yânî
tecellî edecek ve Allah tarafından bu muvahhidlere [140]:
— Sizler ne
bekliyorsunuz? (Görüyorsunuz) her ümmet ibâdet etmekte bulunduğu şeyin ardına
düşüp gidiyor! buyurulacak.
Onlar da:
— Ey Rabb'imiz, biz
dünyâda iken (seni tanımayan, sana ibâdet etmeyen) şu insanlardan kendilerine
en ziyâde muhtâc olmamıza rağmen ayrılıp ayrı yaşadık, Sen 'in rızân için
bunlarla arkadaşlık yapmadık. Biz şimdi kendisine kulluk edegeldiğimiz
Rabb'imizi (O'nun kerem ve inayetini) bekliyoruz! diyecekler.
Bunun üzerine Yüce
Allah onlara iki yâhud üç kerre:
— Ben sizin Rabb'inizim! buyuracak.
Onlar da her
seferinde:
— Biz Allah'a
hiçbirşeyi ortak kılmayız! diyecekler" [141].
"Her ümmetten
birer şâhid, onların üzerine de seni bir şâhid olarak getirdiğimiz zaman nice
olur?" (Âyet: 41).
"el-Muhtâl"
ve "el-Hattâl" birdir.
'Birtakım yüzleri
silmemizden önce", "Onları enseleri gibi oluncaya kadar dümdüz
yapmamızdan önce"demektir.
"TamaseH-kitâbe{
= Kitabı sildi)", "Onu mahvetti" demektir. "Saîran",
çok yanıcı ateş demektir [142].
104-.......(Buradaki
iki senedde) Abdullah ibnMes'ûd (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) bana hitaben:
— "Bana karşı Kur'ân oku!" diye
emretti. Ben de O'na:
— Kur'ân Senin üzerine
indirildiği hâlde, ben onu Sana karşı mı okuyacağım? dedim.
Peygamber:
— "Şübhesiz ben Kur'ân'ı kendimden
başkasından işitmeyi severim" buyurdu.
Ben de kendisine
en-Nisâ Sûresi'ni okumağa başladım. "Her ümmetten birer şâhid, onlar
üzerine de seni bir şâhid olarak getirdiğimiz zaman nice olur!" âyetine
ulaştığımda Peygamber bana:
— "Okumayı tut (yânı durdur)/"
buyurdu.
O sırada gördüm ki,
Peygamber'in iki gözü yaş döküyordu [143].
"... Eğer hasta
olur, ya bir sefer üzerinde bulunursanız yâhud sizden biriniz ayak yolundan
gelirse,.." (Âyet: 43) [144].
"Saîden",
"Yeryüzü" demektir.
Ve Câbir şöyle
demiştir: Câhiliyet'te kendileri önünde muhakeme olmak istedikleri tâğûtlar,
Cuheyne kabilesinde bir tâğût, Eşlem kabilesinde bir tâğût ve Arab
kabilelerinden herbirinde birer tâğût idi. Bunlar birtakım kâhinlerdir ki,
üzerine şeytânlar müstakbel hakkında kâinattan haberlerle inerler. Umer
ibnul-Hattâb da:
'el-Cibtu",
"es-Sıhr"; "et-Tâğûtu", "eş-Şeytân"dır, demiştir.
İkrime de:
"et-Cibt", Habeşe dilinde "Şeytân", "et-Tâğût" ise
"Kâhin" demektir, demiştir [145].
105-.......Âişe
(R) şöyle demiştir: Esmâ'yaâid olan bir gerdanlık kayboldu. Peygamber (S) onun
aranması için birtakım adamlar yolladı. (Kendisi ve ordu bekledi.) Bu sırada
namaz vakti geldi. Hâlbuki bir su başında değillerdi, bir su da bulamadılar.
Akabinde abdestsiz oldukları hâlde namaz kıldılar. Bunun üzerine Yüce Allah
şunu, yâ-nî Teyemmüm âyeti'ni indirdi [146].
"Ey îmân edenler,
Allah'a itaat edin. RasûVe ve sizden olan emir sahihlerine de itaat edin...
" (Âyet: 59).
106-.......Abdullah
ibn Abbâs (R): "Ey îmân edenler, Allah 'a itaat edin, RasûVe ve sizden
olan emir sahihlerine de itaat edin. Eğer birşey hakkında çekişirseniz, onu Allah
'a ve RasûVe döndürün, eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız. Bu hem
hayırlı, hem netice Vtibâriyle daha güzeldir" âyeti, o zaman Peygamber'in
kendisini bir seriyyede (askerî birlikte) kumandan yaparak gönderdiği Abdullah
ibn Huzâfe ibn Kays ibn Adiyy hakkında indi, demiştir [147].
'Öyle değil, Rabb 'ine
and olsun ki, onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çektikleri (kavga
ettikleri) şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiç
sıkıntı duymadan tam teslimiyetle teslim olmadıkça îmân etmiş olmazlar"
107-.......Urve
ibnu'z-Zubeyr şöyle dedi: ez-Zubeyr, Harre mevkiinde hurmalıkları suladıkları
su yolundan (su nevbetinden) dolayı Ensâr'dan bir adamla nizâlaştı.
Peygamber (S):
— "Yâ Zubeyr! Tarlanı sula, sonra suyu habsetme
de komşuna doğru salıver!" buyurdu.
Bunun üzerine Ensârî
zât:
— Yâ Rasûlallah,
Zubeyr halanın oğlu olduğu için mi? diye ta'-rîz etti.
Bu sözden dolayı
Peygamber'in yüzü değişti. Sonra:
— "Yâ Zubeyr, tarlanı sula, sonra suyu tâ
hurma ağaçlarının köklerine dönüp erişinceye kadar habseî. Sonra suyu komşuna
doğru salıver!" buyurdu.
Peygamber, Ensârî
kendisini öfkelendirdiği zaman apaçık hükümde Zubeyr'in hakkını tastamam
aldırttı. Hâlbuki birinci emirde onlara» içinde genişlik bulunan bir işle
emretmişti.
ez-Zubeyr şöyle dedi:
Ben şu âyetlerin muhakkak bu hâdise hakkında indiğini zannediyorum: "Öyle
değil, RabbHne and olsun ki, onlar aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem
yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiç sıkıntı duymadan, tam teslimiyetle
teslim olmadıkça îmân etmiş olmazlar" [148].
"(Kim Allah'a ve
Rasûl'e itaat ederse, işte onlar) Allah'ın kendilerine nVmetler verdiği
peygamberlerle, sıddîklarla, şehîdlerle, iyi adamlarla beraberdirler. Onlar ne
iyi arkadaştır!" (Âyet: 69).
108-.......Âişe
(R) şöyle demiştir: Ben Rasûlullah'tan "Hasta olan herbir peygamber
muhakkak dünyâ ile âhiret arasında muhayyer kılınır" buyururken işittim.
İçinde ruhunun alındığı hastalığında kendisini bir boğaz kısılması ve şiddetli
bir ses kalınlaşması yakalamıştı. İşte o zaman ben kendisinden şu âyeti
söylerken işittim: "... Allah'ın kendilerine nVmetler verdiği
peygamberlerle, sıddîklarla, şehîdlerle, iyi adamlarla beraberdirler, onlar ne
iyi arkadaştır!" Artık ben de bundan, Rasûlullah'ın bu iki dilek arasında muhayyer
kılındığını bildim [149].
"Size ne oluyor
kiy Allah yolunda -ve acz ve ıztırâb içinde bırakılıp: 'Ey Rabb 'imiz, bizi
ahâlîsi zâlim olan şu memleketten çıkar, bize tarafından bir sâhib gönder, bize
katından bir yardımcı yolla' diyen erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda-
düşmanla çarpışmıyorsunuz?" (Âyet: 75) [150]
109-.......Ubeydullah
(ibn Ebî Yezîd): Ben İbn Abbâs'tan: Ben, annem (Ümmü'1-Fadl Lubâbe
bintu'l-Hâris el-Hilâliyye, Mekke'de) zaîf kılınmak istenenlerden idim,
dediğini işittim, demiştir.
110-.......İbnu
Ebî Muleyke'den (o şöyle demiştir): İbn Abbâs: "Erkeklerden, kadınlardan,
çocuklardan za'fve acz içinde bırakılıp da hiçbir çâreye gücü yetmeyen ve
(hicrete) bir yol bulamayanlar müstesna" (Âyet:98) kavlini okudu da:
— Ben ve annem,
Allah'ın ma'ziretli saydığı kimselerden idik, dedi.
İbn Abbâs'tan:
"Hasırat", "Daraldı"; "Telvû elsinetekum
bVş-şehâde", "Eğer şâhidlikte dillerinizi eğip bükerseniz"
ma'nâsınadır, dediği zikrolunuyor.
İbn Abbâs'tan başkası
da: "el-Murâğam", "Hicret edilecek yer"-dir;
"Râgamtu", "Kavmimden hicret ettim" demektir.
"Mevkuten", "Vakitleri belli edilmiş" demektir; "Allah
mü'minler üzerine namaz vakitlerini ta'yîn etti" demiştir [151].
"Siz hâlâ niçin
münafıklar hakkında -Allah onları kazandıkları (günâhlar) yüzünden tepesi aşağı
getirdiği hâlde- iki zümre oluyorsunuz?*.." (Âyet: 88).
İbn Abbâs:
"Erkesehum", "Beddedehum( = Onları dağıtıp parçaladı)",
"Fietun", "Cemâat" demektir, demiştir.
111-.......Zeyd
ibn Sabit (R), ' 'Siz hâlâ niçin münafıklar hususunda iki zümre
oluyorsunuz?" kavli hakkında şöyle demiştir: Pey-gamber'in sahâbîlerinden
birtakım insanlar Uhud'dan geri döndüler. Peygamber'in sahâbîleri o dönenler
hakkında iki fırkaya ayrıldılar da bir fırka: "O dönekleri öldür";
diğer fırka ise: "Hayır, onları öldürme" diyorlardı. İşte bunun
üzerine "Siz hâlâ niçin münafıklar hususunda -Allah onlan kazandıkları
(günâhlar) yüzünden tepesi aşağı getirdiği hâlde- iki zümre oluyorsunuz? Allah
'in saptırdığım siz mi doğru yola getirmek istiyorsunuz? Allah kimi saptırırsa,
artık onun için hiçbir yol bulamazsın" âyeti indi.
Peygamber (S):
"Medine Taybe'dir. Medine, ateşin gümüşün pisliğini gidermesi gibi, pis
insanları giderir (dışına atar)" buyurdu [152].
'Onlara emînlik veya
korku haberi geldiği zaman, onu yayıverirler (yânı ortaya çıkarırlar) "
(Âyet: 83) [153].
"Yestaribitûnehu",
"Onu meydana çıkarırlar"; "Hastben", "Kâfî
gelici"; "İllâ inâsen", "Onlar Allah'ı bırakırlar da yalnız dişilere taparlar; yânî
ölülere, ruhsuz varlıklara, taşlara yâhud özlü çamura ve buna benzer
şeylere"; "Merîden", "Mütemerriden( =İsyanda ve kötülükte
çok ısrarlı)"; "Fe-le- yubettikunne", "Muhakkak
kesecekler". "Bettekehû", "Kattaahû(= Onu kesti, parça
parça etti)"; "Kilen" ve "Kavlen" bir ma'nâyadır;
"Söz söylemek" demektir; "Tubia", "Mühür basıldı"
demektir [154].
"Kim bir mü'mini
kasden öldürürse cezası, içinde ebedî kalıcı olmak üzere cehennemdir... "
(Âyet: 93).
112-.......Bize
Mugîre ibnu'n-Nu'mân tahdîs edip şöyle dedi: Ben Saîd ibn Cubeyr'den işittim,
şöyle dedi: Bir âyet var ki, onun hükmü hakkında Küfe âlimleri ihtilâf ettiler.
Bunun üzerine ben onun hükmü (yânî tefsiri) hakkında bineğime binip İbn Abbâs'a
gittim. Ona bu âyetin hükmünden sordum. İbn Abbâs (R), şu "Kim bir mü
'mini kasden öldürürse, cezası, içinde ebedî kalıcı olmak üzere cehennemdir.
Allah ona gadâb etmiştir, ona la'net etmiştir ve ona çok büyük bir azâb
hazırlamıştır"(93.) âyeti indi. Bu âyet bu konuda inen son âyettir ve bunu
hiçbirşey neshetmemiştir, dedi [155].
"Size
(müslümânca) selâm verene, 'Sen mü'min değilsin' demeyin... " (Âyet: 94).
es-Silmu ve's-Selemu
ve's-Selâmu" bir ma'nâyadır.
113-.......
Bize Sufyân ibn Uyeyne, Amr ibn Dinar'dan; o da Atâ ibn Ebî Rebâh'tan; o da İbn
Abbâs(R)'tan "Size selâm verene 'Sen mü'min değilsin' demeyin... "
kavli hakkındaki hadîsini tahdîs etti.
Atâ dedi ki: İbn Abbâs
şöyle dedi: Bir adam kendine âid küçük bir davar sürüsünün başında bulunuyordu.
Bir seriyyede bulunan müs-lümanlar ona kavuştular. Adam onlara es-Selâmu
aleykum diye selâm verdi. Bu selâma rağmen onlar da bu adamı Öldürüp sürüsünü
aldılar. İşte Allah bu hâdise hakkında "Dünyâ hayâtının geçici menfâatini
arayarak., »"kavlini ihtiva eden bu âyeti indirdi. O dünyâ hayâtının
geçici menfâati, bu küçük davar sürüşüdür.
Atâ ibn Ebî Rebâh: İbn
Abbâs (fethalı lâm'dan sonra elifle) "es-Selâme" şeklinde okudu,
demiştir [156].
"Müzminlerden
özür sahibi olmaksızın (evlerinde) oturanlarla, Allah yolunda mallarıyle,
canlarıyle savaşanlar bir olmaz... " (Âyet: 95) [157].
114-.......İbn
Şihâb şöyle demiştir: Bana Sehl ibn Sa'd es- Sâidî (R) mescidde Mervân
ibnu'I-Hakem'i gördüğünü haber verip şöyle tahdîs etti: Ona doğru geldim,
nihayet yanma oturdum. O bize haber verdi ki, ona da Zeyd ibn Sabit (R) şöyle
haber vermiştir: Rasûlullah (S) bana: "Müzminlerden (evlerinde)
oturanlarla Allah yolunda savaşanlar bir olmaz" âyetini yazdırmak istedi
de, tam bana yazdırdığı sırada yanına İbnu Ümmi Mektûm çıkageldi ve:
— Yâ Rasûlallah!
Vallahi^cihâda gücüm yetseydi, ben de muhakkak gider, düşmanlarla harb
ederdim, dedi.
İbnu Ümmi Mektûm
gözleri kör bir kişi idi. Bunun üzerine Allah kendi Rasûlü'ne vahy indirdi. Bu
sırada O'nun uyluğu benim uyluğum üzerinde bulunuyordu. Vahyin (Rasûlullah
üzerindeki) ağırlığı bana o kadar ağır bastı ki, sonunda ben dizimin ufalanıp
dağılmasından korktum. Sonra Rasûlullah'tan vahy hâli sıyrıldı da, Allah
"Gayra ulVd-dararı{= Zarar sahibi olanlar başka)" diye bir istisna
gönderdi [158].
115-.......el-Berâ
ibn Âzib (R) şöyle demiştir: "Mü'minlerden oturanlarla» Allah yolunda
savaşanlar bir olmaz..." âyeti indiği zaman, Rasûlullah (S) Zeyd ibn
Sâbit'i çağırdı (da bunu yazmasını emretti). Zeyd de bu âyeti yazdı. Bu sırada
İbnu Ümmi Mektûm geldi ve Rasûlullah'a, kendine isabet eden noksanlığından
şikâyet etti. Bunun üzerine Allah "Zarar sahihleri müstesna19 kaydını
indirdi.
116-.......el-Berâ
ibn Âzib (R) şöyle demiştir: "Mü'minlerden oturanlarla, Allah yolunda
savaşanlar bir olmaz'' âyeti indiği zaman, Peygamber (S):
— "Fulân kimseyi
(yânî Zeyd ibn Sâbit'i) çağırın" buyurdu.
(Onu çağırdılar.)
Zeyd'in beraberinde devât (yânî yazı yazacak âlet) ve levh yâhud kürek kemiği
vardı. Rasûlullah:
— "Yaz: Müzminlerden oturanlarla, Allah
yolunda savaşanlar bir olmaz..!" buyurdu.
Peygamber'in arka
tarafında İbnu Ümmi Mektûm vardı. O:
— Yâ Rasûlallah! Ben çok zarardayım, dedi.
Bunun üzerine derhâl o
yazım işinin yerinde (daha yazı kurumadan): "Müzminlerden özür sahibi
olmaksızın oturanlarla, Allah yolunda savaşanlar bir olmaz" şeklinde bir
istisna kaydı nazil oldu [159].
117-.......(Buradaki
iki senedde) İbn Curyec haber verip şöyle demiştir: Bana Abdulkerîm el-Cezerî
haber verdi. Ona da Abdullah ibnu'l-Hâris'in âzâdlısı Mıksem haber vermiş; ona
da İbn Abbâs (R) haber verip: "Müzminlerden oturanlar", Bedir harbine
çıkmayanlardır; "Savaşanlar" ise Bedir harbine çıkanlardır, demiştir
[160].
"Öz nefislerinin
zâlimleri olarak canlarını alacağı kimselere melekler derler ki: 'Ne işte
idiniz?' Onlar: 'Biz yeryüzünde (dînin emirlerini uygulamaktan) âciz kimselerdik!'
derler. Melekler de: 'Allah'ın arzı geniş değil miydi? Siz de orada hicret
edeydiniz yâ!' derler.
İşte onlar (böyle);
onların barınakları cehennemdir. O ne kötü bir yerdir" (Âyet: 97).
118-.......Muhammed
ibnu Abdirrahmân Ebû'l-Esved tahdîs edip şöyle demiştir: (İbnu'z-Zubeyr'in
Mekke üzerindeki halifelik günlerinde) Medine halkına (Şâmlılar'la harbetmek
için) bir ordu çıkarmaları kesinleşti. Ben de bu orduya yazıldım. Akabinde İbn
Abbâs'm âzâdlısı İkrime'ye kavuştum. Ona bu orduya yazıldığımı haber verdim.
İkrime beni bu işten şiddetle nehyetti. Sonra şöyle dedi: Bana İbnu Abbâs şöyle
haber verdi:
— Müslümanlardan
(Mekke'de kalıp hicret etmeyen) birtakım insanlar, Rasûlullah zamanında
müşriklerle beraber olarak onların camiasını çoğaltıyorlardı. Bedir harbi
sırasında düşman saffları arasında bulunan bu kişilere ok atılıyor ve atılan
ok, varıp bunlardan birisine isabet ediyor ve onu öldürüyordu, yâhud kılıçla
vurulup öldürülüyordu. Bunun üzerine Allah: "Öz nefislerinin zâlimleri
olarak... " âyetini indirdi.
Bu hadîsi Leys ibn
Sa'd da Ebû'l-Esved'den; o da İkrime'den olmak üzere rivayet etmiştir [161].
"Erkeklerden,
kadınlardan, çocuklardan za'f ve acz içinde bırakılıp da hiçbir çâreye gücü
yetmeyen ve (hicrete) bir yol bulamayanlar müstesna" (Âyet: 98).
119-.......Abdullah
ibnEbîMuleyke'den, İbn Abbâs (R) Yüce Allah'ın "İlle 1-mustad'afin"
kavli hakkında:
— Annem Ümmü'1-Fadl
Lubâbe bintu'l-Hâris, Allah'ın ma'zi-retli saydığı kimselerdendi, demiştir [162].
'İşte onlar (böyle).
Allah'ın onları affedeceğini umabilirler. Allah çok affedici, çok mağfiret
eyleyicidir" (Âyet: 99).
120-.......Ebû
Hureyre (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) yatsı namazını kıldırırken Semiallâhu
limen hamideh dediği zaman, bundan sonra secdeye varmazdan evvel şöyle deyip
duâ etti:
— "Yâ Allah,
Ayyaş ibn Ebı Ralna'yı kurtar!
Yâ Allah,
Selemetu'bnu'l-Hişâm'ı kurtar!
Yâ Allah, el-Velîd
ibnu'l-Velîd'i kurtar!
Yâ Allah, kâfirler
elinde bunalıp zaîf ve âciz görülen (diğer) mü '-mirileri de kurtar! „
Yâ Allah, Mudar'ı
(Mudar'ın evlâdı olan Kureyş'e ukubetini artır) daha beterciğine; (içinde
bulundukları); bu yılları Yûsuf Peygamber'in o şiddetli yıllarına benzet!"
[163].
"... Eğer size yağmurdan
bir eziyet olursa, yâhud hasta bulunursanız silâhlarınızı koymanızda üzerinize
vebal
yoktur -fakat yine
bütün ihtiyat tedbîrlerini alın. Şübhe yoktur ki, Allah kâfirlere hor ve hakir
edici bir azâb hazırlamıştır-" (Âyet: 102).
121-.......İbn
Cureyc şöye demiştir: Bana Ya'lâ ibn Müslim ibn Hürmüz, Saîd ibn Cubeyr'den
haber verdi ki, İbn Abbâs (R) Yüce Allah'ın "Eğer size yağmurdan bir
eziyet olursa, yâhud hasta bulup nursanız... " kavli hakkında: Addurrahmân
ibn Avf yaralı idi (işU bu âyet onun hakkında indi), demiştir [164].
"Senden kadınlar
hakkında fetva isterler. De ki: Onlara dâir fetvayı size Allah veriyor... Yetim
kızlar... hususunda Kitâb'da size karşı okunup duran âyetler..." (Âyet:
127).
122-.......Âişe
(R), "Senden kadınlar hakkında fetva isterler. De ki: Onlara dâir fetvayı
size Allah veriyor: Kendileri için yazılmış olan mîrâsı onlara vermediğiniz ve
nikâhlarım da beğenip istemediğiniz yetim kızlar ve küçük çocuklar
hakkında..." âyeti konusunda şöyle demiştir: Bu şu adamdır ki, yanında
yetîm kız bulunur, kendisi o kızın işlerini gören velîsi ve kızın
mîrâsçısıdır. Kız bu adamı, adamın malında hattâ hurmalığında ortak etmiştir.
Adam o kızla nikâh olmayı istemez ve o kızı başka bir adamla da evlendirmek
istemez. Çünkü bu takdirde o kızla evlenecek olan başka adam, velîsi bulunan
adamın malında velîsine ortak olacaktır. Zîrâ kız velîsinin malında ortaktır.
Bundan dolayı kızı evlenmekten men' eder dururdu. İşte bu âyet bu sebeble indi [165].
"Eğer bir kadın
kocasının uzaklaşmasından yâhud kendisinden yüz çevirmesinden endîşe ederse...
" (Âyet: 128).
İbn Abbâs:
"Şikaak", "Bozuşma"dır. "Zâten nefislerde kıskançlık hazırlanmıştır...":
Bu, onun herhangi birşey
hususundaki hevâsi,
yânî aşırı isteğidir. O şeye karşı şiddetle arzu duyar, üzerine düşer.
"Kel-muallakati (= Askıya alınmış gibi)": O bekâr da değil, eş sahibi
de değil vaziyette; "Nuşûzen", "Buğz" demektir, demiştir [166].
123-.......Hişâm
ibn Urve, babası Urve'den haber verdi ki, Âişe (R), Yüce Allah'ın "Eğer
bir kadın kocasının uzaklaşmasından yâ~ hudyüz çevirmesinden endîşe
ederse..." kavli hakkında şöyle demiştir: Bir erkeğin yanında, yânî nikâhı
altında bir kadın olur, erkek bu kadına sevgi ve beraberliği çoğaltmak
istemez, kadından ayrılmak ister. Bunu hisseden kadın, kocasına hitaben: Ben
senin beni boşamak-sızın nikâhın altında bırakman için (nafaka, giyim, yanımda
geceleme ve diğer) haklarımdan bir kısmını sana geri vereyim mi, der;
(kan-koca bu şartla sulh olup evliliklerini devam ettirirler). İşte bu âyet, bu
hususta indi [167].
"Şübhesiz
münafıklar cehennemin en aşağı tabakasındadırlar..." (Âyet: 145).
İbn Abbâs:
"Ateşin en aşağısında" demektir; "Nafakan",
"Seraben" (yânî baca) demektir, demiştir [168].
124-.......el-Esved
(ibn Yezîd en-Nahaî) şöyle demiştir: Bizler Abdullah ibn Mes'ûd'un ders
halkasında bulunuyorduk. Huzeyfe ibnu'l-Yemân geldi, nihayet başımıza dikildi
de selâm verdi. Bundan sonra:
— Yemîn olsun ki, münafıklık sizlerden daha
hayırlı olan bir topluluk üzerine indirilmiştir, dedi.
el-Esved (Huzeyfe'nin
bu sözünden hayret ederek):
— Siibhânallah!
Muhakkak ki Allah "Şübhesiz münafıklar cehennemin en aşağı
tabakasındadırlar" buyuruyor, dedi.
Abdullah ibn Mes'ûd
(Huzeyfe'nin sözünden, hakk söz getirmesinden ve sakındırmasından hoşlanarak)
gülümsedi. Huzeyfe de mescidin bir kenarına oturdu. Bunun akabinde Abdullah
ibn Mes'ûd kalktı ve beraberinde bulunan sahâbîleri de dağıldılar.
el-Esved dedi ki: Bu
sırada Huzeyfe beni çağırmak için bana bir çakıl attı. Ben de yanına geldim.
Huzeyfe:
— Ben söylediğimi
iyice bilmiş olduğu hâlde Abdullah ibn Mes'-ûd'un gülmesinden (yânî sâdece
gülmekle yetinmesinden) hayret ettim. Yemîn olsun ki, siz(tâbiî)lerden daha
hayırlı olan bir topluluk üzerine münafıklık indirilmiş, sonra onlar bu
hâllerinden tevbe edip döndüler, Allah da onların tevbelerini kabul buyurdu,
dedi [169].
Nûh 'a, ondan sonraki
peygamberlere vahyettiğimiz ve İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Ya'kûb'a,
evlâdlarına, îsâ 'ya, Eyyûb 'a, Yûnus 'a, Hârûn 'a ve Süleyman 'a Vahyeylediğimiz
ve Davud'a Zebur verdiğimiz gibi şübhesiz sana da vahyettik biz" (Âyet:
163) [170].
125-.......Sufyân
es-Sevrî şöyle demiştir: Bana el-A'meş, Ebû Vâil'den; o da Abdullah ibn
Mes'ûd'dan tahdîs etti ki, Peygamber (S): "Hiçbir kimse için: 'Ben Yûnus ibnu
Metîâ'dan hayırlıyım' demesi lâyık olmaz" buyurmuştur.
126-.......Hilâl
ibn Alî, Atâ ibn Yesâr'dan; o da Ebû Hureyre(R)'den tahdîs etti ki, Çeygamber
(S): "Her kim ben Yûnus ibn Met-tâ'dan hayırlıyım derse, yalan
söylemiştir" buyurmuştur [171].
"Senden fetva
isterler. De ki: Allah, babası ve çocuğu olmayanın mîrâsı hakkındaki hükmü
şöylece açıklar: Eğer evlâdı ve babası olmayan bir erkek ölür, onun bir tek
kızkardeşi kalırsa, terîkesinin yarısı onundur. Eğer mirasçı erkek kardeş ise,
çocuksuz (ve babasız) ölen kızkardeşinin bıraktığıfnm tamâmını alır)"
(Âyet: 176).
"el-Kelâle",
kendisine baba yâhud oğul vâris olmayan kimsedir. Bu
"Tekellelehu*n-nesebu( = Neseb onu çepçevre kuşattı)"dan masdardır [172].
127-.......el-Berâ
ibn Âzib (R): En son inen sûre Berâetun'dur. En son inen âyet de "Senden
fetva isterler..." âyetidir, demiştir [173].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
"Hurum":
Tekili "HarâmurT'dur. "Fe-bimâ nakzıhım mîsâkahum":
"Bi-nakzıhım
mîsâkahum" (Âyet: i3)"Onlar verdikleri o kesin te'mînâtı çözüp bozmuş
oldukları için" (demektir; "Mâ" kelimesi zâiddir).
"Allah'ın sizler
için yazdığı: Yânî Allah'ın sizler içiriş takdir ettiği Mukaddes Arz'a
girin" (Âyet: 2i>; "Tebûu",
"Yüklenip
taşırsın"; "Dâire", devlet, yânî dolaşan felâket demektir
(es-Suddî böyle tefsîr etmiştir). (Suddfden) başkası da: "el-Iğrâ",
"Musallat kılma, saldırtma'Mır, dedi.Sufyan es-Sevrî: Kur'ân içinde bana
"Ey Kitâb ehli,
Tevrat % İncîVi ve
Rabb'inizden size indirilen Kur'ân'ı (onun hükümlerini) dosdoğru tatbik ve icra
edinceye kadar siz hiçbirşey üzerinde değilsiniz" (Âyet: 68) kavlinden
daha şiddetli bir âyet yoktur, demiştir.
"Mahmasa",
"Son derece açlık"; "Kim bir nefsi kurtarırsa bütün insanları
diriltmiş gibi olur" (Âyet: 32), yânî: Haklı olarak öldürmek müstesna, kim
bir nefsi öldürmeyi haram kılarsa, bu haram kılmadan dolayı insanlar diri
kalır, demektir.
"Şir'aten ve
minhâcen", "Bir yol ve bir sünnet"; "Kadınların
ücretleri" kadınların mehirleridir. "el-Muheymin", "Emîn ve
şâhid" demektir; Kur'ân, kendinden önceki her kitâb üzerine bir emîn ve şâhiddir
[174].
"... Bu gün sizin
dîninizi kemâle erdirdim..." (Âyet: 3)
İbn Abbâs:
"Mahmasa", "Son derece açlık"tır, demiştir.
128-.......Sufyân
es-Sevrî, Kays ibn Müslim'den; o da Târik ibn Şihâb'dan (bu zât Peygamber'i
görmüştür) olmak üzere şöyle tahdîs etmiştir: Yahûdîler, Umer ibnu'l-Hattâb'a:
— Sizler bir âyet
okumaktasınız ki, eğer o âyet biz Yahûdîler'e inmiş olaydı, biz o âyeti, yânî
indiği günü muhakkak bir bayram edinirdik, dediler.
Bunun üzerine Umer:
— Şübhesiz'ben o âyetin nerede indirildiğini,
ne zaman indirildiğini ve Rasûlullah'm onun indirildiği zaman nerede
bulunduğunu kesin olarak bilmekteyim: Bu âyet Arafe gününde ve bizler de Allah'a
yemîn olsun Arafe'de (vakfede) bulunurken indirilmiştir, dedi.
Sufyân es-Sevrî: Ben
Umer'in "Cumua günü idi" deyip demediğinde şübhe ediyorum, demiş
(âyeti okumuştur): "Bu gün sizin dîninizi kemâle erdirdim..."[175].
"Su
bulamamışsanız, o vakit tertemiz bir toprakla teyemmüm edin., " (Âyet: 6)[176].
"Teyemmemû",
"Kasdediniz"; "Âmmîne", "Âmidîne", yânî
"Kasdediciler olarak" demektir. "Emmemtu" ve "Teyemmemtu"
bir ma'nâyadır.
İbn Abbâs:
"Lemestum (=
Dokundunuz)", "Temessûhunne ( = Kadınlara dokunursunuz)";
"Vellâtî dahaltum bihinne
(= Kendilerine dâhil
olduğunuz kadınlar)'* (en-Nisâ: 23) ,,tve "el-İfdâ"' (en-Nisâ: 21);
bunların hepsi nikâh, yânî cinsî münâsebet ma'nâsınadır, demiştir [177].
129-.......Peygamber'in
zevcesiÂişe (R) şöyle demiştir: Bizler Rasûlullah'in yaptığı seferlerin birinde
O'nunla birlikte yola çıktık. Nihayet ya el-Beydâ'ya yâhud Zâtu'l-Ceyş'e
vardığımızda (yanımda ariyet olan) bir gerdanlığım koptu (kayboldu). Aransın
diye Rasû-lullah o yerde bekledi. İnsanlar da O'nunla beraber beklediler. Hâlbuki
bir su başında değillerdi, yanlarında da su yoktu, insanlar Ebû Bekr
es-Sıddîk'a gelip:
— Âişe'nin yaptığını
görmüyor musun? Rasûlullah'ı da, insanları da yollarından alıkoydu. Su başında
değiller, beraberlerinde de su yok, dediler.
Bunun üzerine Ebû Bekr
(benim yanıma) geldi. Rasûlullah da başını benim dizimin üstüne koyup uyumuştu.
Ebû Bekr bana:
— Seri'Rasûlullah'ı
da, insanları da yollarından alıkoydun. Su başında değiller, beraberlerinde de
su yok, dedi.
Âişe dedi ki: Ebû Bekr
be.m azarladı ve Allah'ın söylemesini istediği sözleri söyledi. Eli ile de
böğrüme vurmaya başladı. Beni kıpır-damaktan, Rasûlullah'ın dizim üstünde
bulunmasından başka hiçbirşey men' etmiyordu (yânî başı dizimde olduğu için hiç
kıpırdamadım). Sabah olunca Rasûlullah kalktı, hiç su yoktu. Allah Teyemmüm
Ayeti'ni indirdi (herkes teyemmüm etti).
Useyd ibn Hudayr (R):
— Ey Ebâ Bekr
hanedanı! Bu sizin ilk bereketiniz değildir, dedi.
Âişe dedi ki: (Sonra
gideceğimiz sırada) üzerine bindiğim deveyi kaldırdık. Bir de gördük ki,
gerdanlık onun altında imiş [178].
130-.......Abdurrahmân
ibnu'I-Kaasırn, babası el-Kaasım ibnu Muhammed ibn Ebî Bekr es-Sıddîk'tan; o da
Âişe(R)'den (şöyle dediğini) tahdîs etmiştir: Benim bir gerdanlığım, bizler
Medîne'ye gi-!rerken el-Beydâ'da düştü. Bunun üzerine Peygamber (S) devesini
çöktürüp indi. Müteakiben başını kucağıma koyup uyudu. Ebû Bekr geldi de
göğsümü eliyle şiddetli bir itişle itti ve:
— İnsanları bir
gerdanlık yüzünden burada habsettin, dedi.
Beni acıtmış olduğu
hâlde, Rasûlullah'ın kucağımda bulunmasından dolayı bende ölüm
(hareketsizliği) vardı. Sonra Peygamber uyandı, sabah namazı vakti de geldi.
Etrafta su arandı, fakat su bulunamadı. Bunun üzerine "Ey îmân edenler,
namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi ve
başınıza meshedip her
iki topuğa kadar
ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüb olduysanız boy ab-desti alın. Eğer hasta
olmuşsanız yahud bir sefer üzerindeyseniz veya içinizden biri ayakyolundan
gelmişse yâhud da kadınlara dokunmuş-sanız ve bu hâlde su da bulamamışsanız, o
vakit tertemiz bir toprakla teyemmüm edin, bunun için (niyetle) ondan
yüzlerinize ve ellerinize sürün..." âyeti indi. Bunun üzerine Useyd ibn
Hudayr (R):
— Ey Ebâ Bekr ailesi,
yemîn olsun ki, Allah sizin sebebinizle insanlara bereket vermiştir, sizler
insanlar lehine muhakkak bir be-.reket olmuşsunuzdur, dedi [179].
Artık sm Rabb'inle beraber git! Bu suretle
ikiniz harbedin! Biz muhakkak burada oturumlarız (Âyet: 24) [180].
131-.......(Buradaki
iki senedde) Abdullah ibn Mes'ûd (R) şöyle demiştir: el-Mıkdâd ibnu'l-Esved,
Bedir gününde:
— Yâ Rasûlallah! Biz
Sana, İsrâîl oğulları'nın Mûsâ Peygamber'e ''Artık sen RabbHnle beraber git.
Bu suretle ikiniz harbedin. Biz muhakkak burada oturucularız" dedikleri
gibi demeyiz. Fakat biz Sana: "(Düşman üzerine) yürü, biz de Sen'inle
beraberiz" deriz,, dedi.
Bu sözü ile Mıkdâd,
Rasûlullah'tan bütün gamları giderdi.
Bu hadîsi Vekî'
ibnu'l-Cerrâh da Sufyân es-Sevrî'den; o da Mu-hânk'tan; o da Târik ibn
Şihâb'dan rivayet etti. Bunda: el-Mıkdâd, bu sözü Peygamber'e hitaben söyledi,
ziyâdesi vardır [181].
"Allah'a ve
Rasûlü'ne harb açanların, yeryüzünde fesâdçılığa koşanların cezası, ancak
öldürülmeleri, ya asılmaları yâhud elleriyle ayaklarının çapraz olarak kesilmesi
yâhud da (bulundukları) yerden sürülmeleridir..." (Âyet: 33).
Allah'a muharebe, O'na
küfretmektir [182]
132-.......Abdullah
ibn Avn tahdîs edip şöyle demiştir: Bana Ebû Kılâbe'nin himayesinde bulunan
Süleyman Ebû Recâ', Ebû Kı-lâbe'den tahdîs etti ki, Ebû Kılâbe, Umer
ibnu'l-Abdilazîz'in sırtının arkasında oturuyordu. Huzuruna giren insanlar
"Kasâme"yi zikrettiler. Umer, "Kasâme" hakkında istişare
yapınca, ona "Kasâme"-nin şânmı zikredip:
— Biz kasâme hususunda
kısasa kaail oluruz, senden önceki halîfeler de kısasla, yânî kaatilin
öldürülmesiyle hükmetmişlerdir, dediler.
Bunun üzerine Umer
ibnu'l-Abdüazîz, sırtının arka tarafında bulunan Ebû Kılâbe'ye döndü de:
— Sen ne dersin yâ
Abdallah ibne Zeyd, yâhud da: Sen ne dersin yâ Ebâ Kılâbe? diye sordu.
Ben:
— İslâm'da evlendikten
sonra zina etmiş yâhud bir nefis mukaa-bilinde olmaksızın bir insan öldürmüş
yâhud da Allah'a ve Rasü-lü'ne harb açmış bir adamdan başka, hiçbir nefsin
öldürülmesinin halâl olduğunu bilmiş değilim, dedim.
Bunun üzerine Anbese ibnu
Saîd: Bize Enes ibn Mâlik şöyle şöyle (yânî Urenîler hadîsini) tahdîs etti,
dedi.
Ebû Kılâbe şöyle dedi:
Ben dedim ki: Bana da Enes tahdîs edip şöyle dedi: Bİr topluluk Peygamber'in
huzuruna geldiler de (İslâm üzere bey'atlaştıktan sonra) kendisiyle kelâm edip
konuştular. Akabinde:
— Bizler bu Medîne
toprağını (yânî havasım) ağır bulduk, dediler.
Peygamber de:
— "Şunlar bize
âid birtakım develerdir, (sadaka develeriyle beraber güdülmek için)
çıkıyorlar, siz de bunlar içinde çıkın, bunların sütlerinden ve sidiklerinden
için" buyurdu.
Bunun üzerine o
kimseler, o deve sürüsü içinde çıkıp gittiler. Onların sidiklerinden ve
sütlerinden içtiler ve eski sağlıklarına kavuştular. Çobanın üzerine hücum
edip onu öldürdüler, develeri de sür'atle sürüp götürdüler. Artık bunlardan
hangi şey geri bırakılır? Bunlar insan öldürdüler, Allah'a ve Rasûlü'ne harb
açtılar, ve Allah'ın Ra-sûlü'nü endişelendirdiler.
Râvî Anbese, Ebû
Kılâbe'den hayret ederek:
— Subhânallah, dedi.
Ebû Kılâbe şöyle dedi:
Ben de Anbese'ye:
— Sen benim Enes'ten
rivayet ettiğim hadîs hususunda beni itti-hâm mı ediyorsun? dedim.
Anbese de:
— (Hayır ittihâm
etmiyorum, lâkin sen hadîsi gereği gibi getirdin.) Bize bunu Enes böyle tahdîs
etti, dedi.
Ebû Kılâbe şöyle dedi:
Ve Anbese:
— Yâ buranın ehli (yânî: Ey Şâm ehli)! Şübhesiz
sizler, Allah içinizde bunu (yânî Ebû Kılâbe'yi) ve bunun benzeri olanları
bıraktığı müddetçe muhakak hayırla beraber olmakta devam edeceksiniz! Dedi [183].
133-.......Enes
ibn Mâlik (R) şöyle demiştir: er-Rubeyy' -ki o, Enes ibn Mâlik'in halasıdır-
Ensâr'dan bir cariyenin ön dişini kırmıştı. Cariyenin kavmi er-Rubeyy'den kısas
istediler. Akabinde (aralarında hüküm vermesi için) Peygamber'e geldiler.
Peygamber (S) de kısas ile emretti. Bunun üzerine Enes ibnu Mâlik'in amcası
olan Enes ibnu'n-Nadr:
— Hayır vallahi yâ Rasûlallah, er-Rubeyy'in ön
dişi kırılmaz, dedi.
Rasûlullah da:
— "Yâ Enes! Allah'ın Kitabı kısastır"
buyurdu.
Akabinde hakîkaten da'vâcı
olan topluluk er-Rubeyy'den kısası terketmeye razı oldular da diyeti kabul
ettiler. Bunun üzerine Rasûlullah:
— "Allah'ın kullarından öyle kimse vardır
ki, o Allah'ayemîn etse, Allah onun yeminini muhakkak yerine getirir"
buyurdu [185].
'Ey Rasûl, RabbHnden
sana indirileni tebliğ et... (Âyet: 67).
134-.......Sufyân
es-Sevrî, İsmâîl ibnu Ebî Hâlid'den; o da eş-
Şa'bî'den; o da
Mesrûk'tan tahdîs etti ki, Âişe (R) Mesrûk'a şöyle demiştir: Her kim sana
Muhammed, kendisine indirilenlerden herhangi birşeyi sakladı (teblîğ etmedi)
derse, muhakkak ki, o yalan söylemiştir. Çünkü Allah şöyle buyuruyor: "Ey
Rasûl, Rabb 'inden sana indirileni teblîğ et. Eğer yapmazsan A Hah yın Elçiliği
yni teblîğ (ve îf â) etmiş olmazsın. Allah seni insanlardan koruyacaktır.
Şübhesiz ki, Allah kâfirler güruhunu muvaffak etmez* [186].
'Allah sizi
yemînlerinizdeki lağvdan dolayı sorumlu " (Âyet: 88) [187].
135-.......Hişâm
ibn Urve, babası Urve ibnu'z-Zubeyr'den lahdîs etti ki, Âişe (R): Şu
"Allah sizi yemînlerinizdeki lâğvdan dolayı sorumlu tutmaz..." âyeti
insanın "Hayır vallahi, evet vallahi" sözü hakkında indi, demiştir.
136-.......
Hişâm ibn Urve şöyle demiştir: Bana babam Urve ibnu'z-Zubeyr, Âişe'den haber
verdi ki, Âişe'nin babası Ebû Bekr, Allah yemîn keffâreti âyetini indirinceye
kadar hiçbir yemînde döneklik etmezdi. Ebû Bekr: Ben edilen yeminin zıddını,
ondan daha hayırlı görürsem, muhakkak Allah'ın verdiği ruhsatı kabul eder, o hayırlı
işi yaparım, demiştir [188].
'Ey îmân edenler,
Allahhn size halâl ettiği o en temiz ve güzel şeyleri (nefsinize) haram
kılmayın..." (Âyet: 87) [189].
137-.......Abdullah ibn Mes'ûd (R) şöyle demiştir: Biz Peygamber(S)'in
beraberinde gazveye giderdik. Bizim yanımızda kadınlar bulunmazdı. (Cinsî
münâsebete şiddetle ihtiyâç duyardık.) Bu durumda biz:
— Erkeklik
yumurtalarımızı çıkartıp hadım olalım mı? diye sorduk.
Peygamber bizi hadım
olmaktan nehyetti. Bundan sonra bize (belli bir müddete kadar) elbise (ve
benzeri bir ücret) mukaabilinde kadın eş almamıza ruhsat verdi.
(Râvî Kays ibn Ebî
Hazım dedi ki:) Bundan sonra Abdullah ibn Mes'ûd şu âyeti okudu: "Ey imân
edenler, Allah'ın size halâl ettiği o en temiz şeyleri (nefsinize) haram
kılmayın. Haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez'*) [190].
"Ey îmân edenler,
içki, kumar, dikili taşlar, fal okları ancak şeytânın amelinden birer
murdardır. Onun için ı bunlardan kaçının ki, muradınıza eresiniz" (Âyet:
90) [191].
Ve İbn Abbâs:
"el-Ezlâm", (Câhiliye Arabları'nın) ; mühim işlerde kendisiyle fal
açıp kısmet istemekte oldukları yelesiz oklardır. "en-Nusub" ise
müşriklerin ihtiram için diktikleri birtakım dikili taşlardır ki, yanlarında
kurban keserler (kanları bu taşlara sürerlerdi), demiştir.
İbn Abbâs'tan başkası
da:
"ez-Zelem",
henüz yele geçirilmemiş oktur, bu "el-Ezlâm"ın tekilidir. (Yele
geçirilirse ona "Sehm" denir.) "el-İstiksâm", fal oklarını
falcının torba içinde döndürmesidir. Eğer ok (çekildiğinde, "Rabb'im beni nehyetti"
çıkmak suretiyle) o işi nehyederse, kişi o işi terkeder; ("Rabb'im bana
emretti" çıkmak suretiyle) o işi emrederse, okun emrettiği işi yapar.
"Yucîlu", "Döndürür" demektir. O fâl oklarına, kısmetini istemekte
oldukları çeşitli işlerin adlarını üzerlerine yazıp, birçok alâmetlerle alâmet
ve nişan yaparlardı. (Kısmet isteme falı çektiğini haber vermek isteyen kişi)
"Faaltu minhu( = Ben bundan yaptım)" yerine "Kasemtu" der.
"Kusûm" da (üç harfli ve "Kendisinden haber vermek" demek
olan) masdardır [192].
138-.......İbn
Umer (R): Şarâbın haram kılınması indi. O gün(yânî haram kılınmasından önce)
Medine'de beş çeşit içki vardı, bunlar arasında üzüm şarâbı yoktu, demiştir.
139-.......Enes
ibn Mâlik (R) şöyle dedi: (İçkinin haram kılındığı sırada) bizde
"Fadîh" ismini vermekte olduğumuz (hurma koruğundan ateşte
kaynatılmadan yapılan) içkiden başka hiçbir haram yoktu. O gün ben ayakta
(babalığım Ebû Talha'mn evinde) Ebû Tal-ha ile Fulân ve Fulân kişilere fadîh
içkisi dağıtıyordum. O sırada hemen birisi geldi ve:
— Haber size ulaştı mı? dedi. Mecliste
bulunanlar:
— Ne haberi? diye sordular.
O da:
— Hamr (yânî içki) haram kılındı, dedi.
Meclistekiler bana:
— Yâ Enes! Şarâb testilerini dök! diye
emrettiler. (Ben de emirlerini yerine getirdim.)
Enes dedi ki: Bu bir
adamın sözü üzerine mecliste bulunanlar
râbın nasıl ve ne
zaman haram kılındığını araştırıp soruşturmadılar (buna lüzum görmediler) ve o
adamın haberinden sonra bir daha dönüp şarâb içmediler.
140-.......
Câbir ibn Abdillah (R) şöyle demiştir: Birtakım insanlar Uhud harbi gecesi
sabaha kadar hamr içmişlerdi. O gün bunların hepsi şehîd olarak öldürüldüler.
Bu, şarâbın haram kılınmasından önce idi [193].
141-.......İbn
Umer şöyle demiştir: Ben Umer ibnu'l-Hattâb'dan işittim, Peygamber'in minberi
üzerinde hutbe yaparken şöyle diyordu:
— Amma ba'du: Ey
insanlar, şu muhakkak ki, hamrm haram kılınması emri inmiştir. Hamr beş şeyden
yapılır: Üzümden, hurmadan, baldan, buğdaydan, arpadan. Hamr, aklı örten (düşünmeyi
gideren) her içkidir! [194].
"imân edip de
güzel güzel amellerde bulunanlar, (bundan sonra haramlardan) sakındıkları,
îmânlarında
sebat ile iyi iyi
işlere devam ettikleri, sonra dâima sakınıp iyice inandıkları ve yine
sakınmakta devam ve
ısrar ile güzel
işlerle uğraştıkları takdirde (Haram kılınmazdan önce) tattıklarında üzerlerine
hiçbir suç yoktur. Allah, iyi ve güzel hareket eden muhsinleri Sever"
(Âyet: 93).
142-.......Bize
Sabit el-Bunânî, Enes(R)'ten tahdîs etti (ki şöyle demiştir):
"Fadîh" denilen şu hurma şarâbının döküldüğü gün; -(Buhârî dedi ki:)
Ve bana Muhammed (ibn Selâm el-Beykendî), Ebu'n-Nu'mân'dan rivayetinde şunu
ziyâde etti:- Eries dedi ki: Ben o gün Ebû Talha'nın evinde içki içmekte olan
bir topluluğa sâkîlik ediyordum. Hamrın haram kılındığı hakkındaki kelâm indi.
Rasûlullah bir nidâcıya emredip i'lân ettirdi. Bu sesi işitince Ebû Talha bana:
— Çık bak, bu ses nedir? dedi.
Enes dedi ki: Ben de
çıktım, sonra dönüp:
— O nidâcı: Ey
mü'minler! Biliniz ki, şarâb haram kılınmıştır! diye nida edip i'lân ediyor,
dedim.
Bunun üzerine Ebû
Talha bana:
— Haydi git, o şarâbı dök! dedi.
Enes dedi ki: (Döktüm,
herkes de evindeki şarâbını döktü.) Me-dîne sokaklarında su gibi şarâb aktı.
Enes dedi ki: O zaman
Medîneliler'm hamrı "Fadîh" idi. Bu sırada halktan bâzı kimseler:
— (Uhud günü mücâhidlerden)
bir topluluk, karınlarında şarâb olduğu hâlde öldürüldüler (bunlar ne olacak)?
dediler.
Enes dedi ki: Bunun
üzerine Allah: "îmân edip de iyi işler yaparak Ölenlerin üzerine, daha
evvel tattıkları şeyler hususunda günâh yoktur... " âyetini indirdi [195].
Ey îmân edenler, size
açıklanırsa fenanıza gidecek şeyleri sormayın..." (Âyet: ıoı>.
143-.......Enes
ibn Mâlik (R) şöyle demiştir: Bir kerresinde Rasûlullah (S) bir hutbe yaptı ki,
ben Rasûlullah'ın o hutbesi kadar te'-sîrli bir hutbe hiç işitmedim. O
hutbesinde Rasûlullah:
— "(Ey
sahâbîlerim!) Eğer benim bilmekte olduğum şeyleri sizler bilir olaydınız,
muhakkak az gülerdiniz ve hiç şübhesiz çok ağlardınız" buyurdu.
Enes dedi ki: Bu
hitabe üzerine Rasûlullah'ın sahâbîleri yüzlerini elbiseleriyle örttüler;
onlar, içten gelen bir inleme ile ağlıyorlardı.
Bu sırada birisi:
— Yâ Rasûlallah, benim babam kimdir? diye
sordu.
Rasûlullah:
— "Baban Fulân kimsedir" diye cevâb
verdi.
Bunun akabinde şu
"Ey îmân edenler, size açıklanırsa fenanıza gidecek şeyleri
sormayın..." âyeti indi.
Bu hadîsi Nadr ibnu
Şumeyl ile Ravh ibn Ubâde de Şu'be'den rivayet etmişlerdir [196].
144-.......îbn
Abbâs (R) şöyle demiştir: Bir topluluk Rasûlullah'a saygısızca ehemmiyetsiz
şeyler sorarlardı. Bir kimse:
— Babam kimdir? der,
diğer biri de devesini kaybettiğini söyleyip:
— Devem nerede? der idi.
Bunun üzerine Allah o
kimseler hakkında şu âyeti indirdi: "Ey îmân edenler, açıklanırsa hoşunuza
gitmeyecek olan şeyleri sormayın. Eğer Kur 'ân indirilirken onları sorarsanız,
size açıklanır. (Açıklanmadığına göre) Allah onlan af/etmiştir. Allah çok
mağfiret edicidir, cezada da aceleci değildir" (Âyetrioi) [197].
"Allah ne Bahiri
dan, ne Sâibe'den, ne Vasilerden, ne de Hâm'dan hiçbirini meşru' kılmamıştır...
" (Âyet: 103)
ve "İz kaale'Mhu
(= Allah dedi)", "Allah der" ma'nâsınadır. "İz
kaale'ttâhu" kelâmı da "Kaalellâhu" demektir. Buradaki
"İz" sıladır, yânî fazladan gelmiştir. "el-Mâide", faile
vezninde ise de, bunun aslı mefüle veznidir ki, "Mâide",
"Menyûde ( = Hazırlanmış sofra)" ma'nâsınadır.
"lyşetin
râdiyetin" ve "Tutlîkatin bâinetin" ta'bîrlerinde olduğu gibi.
(Lügat yönünden) ma'nâsı: Onu hayırdan, yânî yiyecek olarak sahibi hazırladı, demektir.
(İştikaak yönünden de) "Madenî yemîdunî" denilir ki: "Benim için
yiyecek kazandı, hazırladı" demektir.
Ve İbn Abbâs:
"Seni vefat ettireceğim", "Seni öldüreceğim" ma'nâsınadır,
demiştir '" [198].
145-.......Saîd
ibnu'I-Müseyyeb şöyle demiştir: "el-Bahîra", sütü tâğûtlara âid olmak
üzere, sütünden insanların faydalanması men' olunan devedir ki, artık onun
sütünü hiçbir insan sağmaz. t(es-Sâibe" ise Câhiliyet Arabları'nın
taptıkları putlara adamakta olup serbest salıverdikleri, üzerine hiçbir yük
yükletilmeyen devedir.
Yine Saîd ibnu'l-Müseyyeb
şöyle demiştir: Ebû Hureyre (R) de dedi ki: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu:
— "Ben (kusûf
namazı kılarken) cehennemde Amr ibnu Âmir el-Huzâî'yi kendi bağırsaklarım ateş
içinde sürükler hâlde gördüm. Çünkü o, develeri salma adak yapanların ilki (yânî
önderi) idi."
Yine Saîd
ibnu'l-Müseyyeb şöyle dedi: "el-Vasîle" o genç devedir ki, deve
yavrularının ilkinde dişi doğurmakla başlar. Sonra bunun ardından ikinci
dişiyi doğurur. İşte Arablar, iki dişiden birini aralarında hiç erkek olmadan
diğer dişiye ulayıp eklediğinden dolayı, böyle deveyi tâğûtlan için adayıp
serbest kılarak salı verirlerdi, "el-Hâm" ise, dişi deveyi birçok
sayıda aşıp dölleyen, develerin puhûru, yânî döl hayvanıdır ki, bu
döllemelerini bitirdiği zaman Arablar, bunu tâğûtlan için terkederler ve onu
yük taşımaktan affedip, artık üzerine hiçbir yük yüklenmez olur. işte böyle
salıverilmiş yaşlı puhûr deveye "el-Hâmî (= Sırtını yükten koruyan)"
diye isim verirler.
Ebû'l-Yemân el-Hakem
ibn Nâfi' şöyle dedi: Bize Şuayb ibn Ebî Hamza haber verdi ki, ez-Zuhrî: Ben
Saîd ibnu'l-Müseyyeb'den işittim, o bu ta'rîfleri haber veriyordu, dedi. Saîd
ibnu'l-Müseyyeb dedi ki: Yine Ebû Hureyre: Ben Peygamber'den bu ta'rîflerin
benzerini işittim, dedim.
Bu hadîsi İbnu'1-Hâd,
İbnu Şihâb'dan; o da Saîd ibnu'l-Müsey-yeb'den; o da Ebû Hureyre'den rivayet
etti ki, Ebû Hureyre (R): Ben, Peygamber(S)'den işittim, demiştir [199].
146-.......Yûnus
ibn Yezîd el-Eylî, ez-Zuhrî'den; o da Urve'den tahdîs etti ki, Âişe (R) şöyle
demiştir: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: "(Ben husuf namazında) cehennemi
de gördüm, onun bâzısı bâzısını (şiddetli hararetle) kırıp yiyordu. Ben Amr ibn
Luhayy'ı da kendi bağırsaklarını çekip sürükler hâlde gördüm. Çünkü bu Amr,
(putlar adına) develeri adak olarak salıverenlerin ilkidir" [200].
“... Ben içlerinde
bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir kontrolcü idim. Fakat Sen beni vefat
ettirip içlerinden
alınca, üstlerinde
görüp gözetici yalnız Sen oldun. Zâten Sen herşeye hakkıyle şâhidsin"
(Âyet: 117).
147-.......İbn
Abbâs (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) bir hutbe yaptı da:
— "Ey insanlar! Şübhesiz sizler (kıyamet
gününde) Allah 'in huzuruna yalınayaktılar, çıplaklar ve erlik yerleriniz
sünnetsiz olarak toplanacaksınız" buyurdu.
Bundan sonra şu âyeti
okudu: "(O günü biz göğü, kitâblann sa-Mfesini dürüp büker gibi
düreceğiz.) tik yaratışa nasıl başladıksa, üzerimize hakk bir va 'd olarak,
yine onu iade edeceğiz. Hakikatte failler
biziz'*
(el-Enbiyâ:lO4).
Ve şöyle devam etti:
— "Kıyamet günü yaratıklardan ilk elbise
giydirilecek olan kişi îbrâhîm 'dir. Dikkat edin! Şu muhakkak ki, o gün
ümmetimden birtakım adamlar getirilir de onlar tutulup sol tarafa
götürülürler. Ben hemen; Yâ Rabb! Onlar benim sahâbîlerimdir, derim. Bana:
Şübhesiz sen, onların senin ardından dînde ne bid'atler çıkardıklarını bilmiyorsun,
denilir. Buna cevaben ben de, Allah'ın sâlih kulunun (Meryem oğlu îsâ'nm)
dediği gibi söylerim: Ben içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir
kontrolcü idim. Fakat Sen beni vefat ettirip içlerinden alınca, üstlerine görüp
gözetici yalnız Sen oldun... derim. Yine bana: Şübhesiz bunlar, sen
kendilerinden ayrıldığından
beri ökçeleri üzerine
basarak geri dönmüş mürtedlerdir, denilir" [201].
"Eğer kendilerine
azâb edersen, şübhe yok ki, onlar Senin kullarındır. Eğer onları mağfiret
edersen, şübhesiz
Sen mutlak gâlib,
yegâne hüküm ve hikmet sahibi (Âyet:
118).
148-.......Saîd
ibn Cubeyr, İbn Abbâs'tan tahdîs etti ki, Peygamber (S) şöyle buyurmuştur:
"Yine kıyamet günü birtakım insanlar yakalanıp sol tarafa sevkedilirler.
Ben de, sâlih kul Meryem oğlu isa'nın dediği gibi derim: Ben içlerinde
bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir kontrolcü idim. Fakat Sen beni vefat
ettirip içlerinden alınca, üstlerinde görüp gözetici yalnız Sen oldun. Zâten Sen
herşeye hakkıyle şâhidsin. Eğer kendilerine azâb edersen, şübhe yok ki onlar
Senin kullarındır. Eğer onları mağfiret edersen mutlak gâlib, yegâne hüküm ve
hikmet sahibi olan da hakîkaten Sen'sin Sen" [202].
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle İbn Abbâs şöyle demiştir:
"Sonra onların
fitnesi,.. " (Âyet: 23) "Onların ma'zireti" demektir;
"Ma'rûşât ( = Çardaklanmışlar)", (Âyet: 145) üzümden ve başkasından
çardak yapılan meyveler; "Hamûleten( = Yük taşıyacak)" (Âyet: i42),
üzerine yük yükletilip taşınan hayvanlar; "Ve le-lebesnâ... " (Âyet:
9):
"Ve onları
elbette düşmekte oldukları şübheye düşürürdük"; "Yen'evne
anhu.." (Âyet: 26), (Onlar hem insanları bundan vazgeçirmeye çalışır) hem
kendileri ondan uzaklaşırlar"; "Ve tubselu... " (Âyet: 7i)
"Ayıbı ortaya çıkarılır, rezîl edilir"; "Ubsilû" (Âyet:
70), "Rezîl ve rüsvây edildiler"; "Bâsıtû eydihim" (Âyet:
93), "Melekler ellerini uzatırlar"; "el-Bast",
"Dövmektir.
"isteksertum"
(Âyet: 128), "Ey cinn cemâati, insanlardan birçoğunu saptırdınız";
"Mimmâ zeree mine'l-harsi" (Âyet: 136), "Onlar meyvelerinden ve
mallarından Allah için bir hisse, şeytân ve putlar için de bir hisse ayırdılar";
"Ekinneten" (Âyet: 25): Tekili "Kinân ( = Perde,
kılıf)"dır; "Amma iştemelet aleyhi.. " (Âyet: 142143),
"Yoksa bu iki
dişinin rahimlerini bürüdüğü yavruları mı haram etti?", yânî: Rahimler
erkek yâhud dişi yavrudan başkasını bürür mü? Öyleyse niçin bâzısını haram
kılıyor, bâzısını halâl kılıyorsunuz? "Demen mesfûhan" (Âyet: 145),
"Dökülmüş kan"; "Sadefe" (Âyet: 156), "Yüz
çevirdi"; "Ublisû" (Âyet: 44), "Ümîdsiz oldular";
"Ve ublisû" (Âyet: no), "Helake teslim edildiler";
"Sermeden" (ei-Kasas: 7i) "Fasılasız, devamlı" (bunu burada
"Geceyi bir sükûn kıldı" kavli münâsebetiyle zikretti, denildi).
"îstehvethu"
(Âyet: 71) "Şeytânlar onu saptırıp şaşkın hâlde çöle düşürmek
istediler"; "Yemterûn" (Âyet: 2),
"Şübhe ederler
(sonra da sizler yeniden diriltilme hakkında şübhe edersiniz)";
"Vakrun" (Âyet: 25),
"Sağırlık"
(Kulaklarının içine de sağırlık koyduk); "el-Vikru" ise, o
"Yük"tür; "Esâtiru", (Âyet: 25) tekili
"Ustûre" ve
"İstâre"dir, bu da "Turrehât", yânî bâtıllar ve faydadan
boş sözler, masallar demektir; "e/-Be'sâu" (Âyet: 42),
"Şiddet" ma'nâsına olan "el-Be's"ten de zarar, kötü hâl ve
fakirlik ma'nâsına olan "el- BuV'tan da olabilir; "Cehreten"
(Âyet: 42), göz görüşü ile açıktan açığa demektir; (Sâd harfiyle)
"es-Suveru",
(Âyet: 72)
"Sûret"in cem'idir, sîn ile "Sûre"nin cem'i "Suver"
olduğu gibi; "Melekût" (Âyet: 75), "Mülk" demektir.
"Rahabût hayrun nün rahamût (= Korkmak merhamet edilmekten
hayırlıdır)" meseli veznindedir.
Sen "Turhabu
hayrun min en turhame" dersin ki, "Sana dâima korkmak ve endişeli
olmak haleti, rahmet ve şefkat edilme mevkiinde olmak haletinden
hayırlıdır", demektir (Kaamûs Ter.)
"Cenne
aleyhi" (Âyet: 76), "Üstünü karanlık bürüyüp örttü";
"Taâlâ" (Âyet: 100) "Çok yüce"dir; "Ve in ta'dü"
(Âyet: 70), "O
nefis fidye denkleştirip verse bu kıyamet gününde ondan kabul edilmez";
"Husbânı" (Âyet: 91)
Allah'a âiddir denilir
ki, "Hesabını görmek" demektir; bir de "Husbân", mermiler'e
ve şeytânlara atılan taşlarca denilir. "Mustakarrun" (Âyet: 98)
"Karar yeri sulbde", "Mustevdâ"' (Âyet: 98) "Emânet
yeri" de rahimdedir;
"el-Kınvu"
(Âyet: 99), hurma salkımıdır, ikisi "Kınvânı", cem'i de yine
"Kınvânun"dur; "Sınvan" ve "Sinvânun"
gibi [203].
'Gaybzn anahtarları
O'nun yanındadır. Kendinden başkası bunları bilmez..." (Âyet: 59) [204].
149-.......Bize
İbrâhîm ibn Sa'd, İbn Şihâb'dan; o da Salim ibn Abdillah'tan; o da babası
Abdullah ibn Umer(R)'den tahdîs etti ki, Rasûlullah (S) şöyle buyurmuştur:
"Gaybın anahtarları beştir: O saatin ilmişübhesiz ki, Allah'ın
nezdindedir. Yağmuru (takdir edilen vakitte ve yerde) O indirir. Rahimlerde
olanı O bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiçbir kimse hangi yerde
öleceğini bilmez. Şübhesiz Allah herşeyi bilendir, herşeyden haberdârdır [205]
"De ki: O size
üstünüzden, yâhud ayaklarınızın altından bir azâb göndermeye veya sizi
birbirinize katıp kiminizden kiminin hıncını tattırmaya kaadirdir..."
(Âyet: 65).
"Yelbisekum",
"İltibâs"tan "Sizi karıştırır" manasınadır.
"Yelbisû", "Yahhtû", yânî "Karıştırırlar",
"Şıyâan", "(Birbirine muhalif) fırkalar yapar" demektir.
150-.......Câbir
ibn Abdillah (R) şöyle demiştir: Şu "De ki: O size üstünüzden bir azâb
göndermeye kaadirdir" âyeti indiği zaman Rasûhıllah (S) -bunun bu birinci
cümlesi akabinde- "(Rabb'im) Senin kerîm vechine (yânî zâtına)
sığınırım" dedi.
Râvî dedi ki:
"Yâhud ayaklarınızın altından bir azâb göndermeye kaadirdir" cümlesinin
ardından: "(Rabb'im) Senin kerîm vechine sağınının'' dedi. '' Yâhud sizin
fırkalarınızı birbirine katıp, kiminizden kiminin hıncını tattırmaya
kaadirdir" cümlesini müteâkib de Rasûlullah: "Bu daha hafiftir yâhud
daha kolaydır" buyurdu [206].
İmân edip de
îmânlarını haksızlıkla karıştırmayanlar' (Âyet: 82).
151-.......Abdullah
ibn Mes'ûd (R) şöyle demiştir; "îmân edip de îmânlarına zulüm
karıştırmayanlar; işte emîn olmak hakkı onlarındır; onlar doğru yolu bulmuş
kimselerdir" âyeti indiği zaman, Peygamber'in sahâbîleri:
— Hangimiz nefsine
zulmetmemiştir? dediler.
Bunun üzerine
"Allah 'a ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür" (Lukmân:i3) âyeti
indi [207].
"Yûnus'u ve LûVu
da hidâyete ilettik. Herbirine âlemlerin üstünde yüksek meziyetler verdik"
(Âyet: 86).
152-.......Ebû'l-Âliye
şöyle demiştir: Bana Peygamber'inizin amca oğlu, yânî İbn Abbâs (R) tahdîs
etti ki, Peygamber (S): "Hiçbir kul için: Ben Yûnus ibn Meîtâ'dan
hayırlıyım demek lâyık olmaz" buyurmuştur.
153-.......Ebû
Hureyre(R)'den, Peygamber (S): "Hiçbir kul için:
Ben Yûnus-ibn
Meîtâ'dan hayırlıyım demek yakışmaz" buyurmuştur [208].
'îşte o peygamberler
Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir, O hâlde sen de onların gittiği doğru yolu
tutup ona uy... " (Âyet: 90).
154-.......Bize
Hişâm ibn Yûsuf es-San'ânî haber verdi ki, onlara da İbn Cufeyc haber verip
şöyle demiştir: Bana Süleyman el-Ahvel haber verdi. Ona da Mucâhid haber
vermiştir: Mucâhid, İbn Abbâs'a:
— Sâd Sûresi'nde secde var mıdır? diye sormuş.
O da:
— Evet vardır,
dedikten sonra, şu "Biz ona (yânî İbrahim'e) Is-hâk ile Ya'kûb'a ihsan
ettik ve herbirini hidâyete erdirdik..." kavlinden ' '0 hâlde sen de
onların gittiği doğru yolu tutup ona uy'' âyetine
kadar okudu ve:
— O da (yânî Dâvûd da) burada zikredilen
peygamberlerdendir, dedi.
Yezîd ibnu Hârûn,
Muhammed ibn Ubeyd, Sehl ibnu Yûsuf, el-Avvâm ibn Havşeb'den; o da Mucâhid'den
şunu ziyâde etmişlerdir: Mucâhid: Ben İbn Abbâs'a bunu sordum da o:
— Peygamberiniz de
buradakilere uyması emrolunan kimselerdendir, dedi [209]
"Biz Yahudiler'e
bütün tırnaklı hayvanları haram ettik. Sığır ve koyunun iç yağlarını da
üzerlerine haram kıldık.
Bunların sırtlarına
veya bağırsaklarına yapışan yâhud kemiğe karışan (yağlar bu hükümden)
müstesnadır. Bu
haram kılmayı onlara
zulümlerinden dolayı ceza olarak yaptık. Biz elbette doğru söyleyicileriz"
(Âyet: i46) [210].
İbn Abbâs: "Her
tırnaklı", deve ve devekuşu (ve benzerleri); "el-Havâyâ",
"Bağırsaklardır, demiştir.
İbn Abbâs'tan başkası
da: "Hâdû", "Yahûdî oldular" demektir. Amma Yüce Allah'ın
"Hudnâ"
(el-A'râf: 156) kavline
gelince, o "Tevbe ettik" demektir, "Hâid1 "Tâib", yânı
"Tevbe edici"dir, dedi. r»»
155-.......Atâ
ibn Ebî Rebâh şöyle dedi: Ben Câbir ibn Abdillah(R)'tan işittim, dedi ki: Ben
Peygamber(S)'den işittim: "Allah Ya-hûdîler'e la'net etsin! Allah onlara
ölmüş hayvanın iç yağlarını haram. ettiği zaman, onlar bu yağları erittiler,
sonra sattılar da onun bedelini yediler" buyurdu.
(Buhârî'nin şeyhi) Ebû
Âsim şöyle dedi: Bize Abdulhamîd tah-dîs etti. Bize Yezîd ibn Ebî Habîb tahdîs
edip şöyle dedi: Bize Atâ ibn Ebî Rebâh yazıp: .Ben Câbir'den; o da
Peygamber(S)'den (bu hadîsin benzerini) işittim, dedi [211].
156-.......Bize
Şu'be, Amr ibn Murre'den; o da Ebû Vâil'den tahdîs etti ki, Abdullah ibnu
Mes'ûd (R) şöyle demiştir: Mü'minleri Allah'tan ziyâde kötülüklerden koruyan
bir kimse yoktur. Mü'min-lerin en büyük koruyucusu olduğu için Allah açık,
gizli bütün kötülükleri, çirkin işleri haram kılmıştır. Bir de Allah'tan
ziyâde medhedilip övülmeyi seven kimse de yoktur. İşte bunun için Allah
kendisini (Kur'-ân'da birçok güzel sıfatlarla) medhetmiştir.
Râvî Amr ibn Murre
dedi ki: Ben Ebû Vâil'e:
— Sen bu hadîsi
Abdullah ibn Mes'ûd'dan işittin mi? diye sordum.
Ebû Vâil:
—Evet, ben bunu
Abdullah'tan işittim, dedi. Ben yine ona:
— Abdullah ibn Mes'ûd
bu hadîsi Peygamber'e yükseltti mi? dedim.
O:
— Evet yükseltti, dedi
[213].
"Vekîl",
"Hafız, muhafaza edici ve etrafını çepçevre kuşatıcıdır.
"Kubulen",
"Kabîl"in cem'idir, ma'nâsı birçok azâb nevi'leri-dir ki, o
azâblardan herbir nev'i bir "Kabil", bir sınıftır. •
"Zuhrufe'l-kavU(
= B$Ltı\ söz)": Bâtıl olduğu hâlde güzelleştir-diğin ve süslediğin
herşeydir. İşte bu süslenmiş bâtıl bir "Zuhruf"-tur.
"f/ar«m( = Ekin,
mahsûl)": "Hıcrun" yânî "Haram" demektir. Men'
edilmiş herşey bir hıcr ve mahcurdur. "el-Hıcru", "Bina ettiğin
her binâ"dır. Beygirlerden dişiye de "Hıcr" denilir; akl'a da
"Hıcr" ve "Hıcen" denir. "el-Hıcr" ismine
gelince, o, Semûd kavminin yeridir. Yerden etrafını duvarla çevirdiğin şey de
bir "Hıcr"-dır. İşte bu ma'nâdan dolayı Ka'be'nin Hatîm'ine
"Hıcr" ismi verildi. Sanki bu, "Maktûl'Men "Katil"
gelmesi gibi, "Mahtûm"dan türemiştir. Yemâme'nin Hacr'ı ise, o bir
menzildir [214].
"Muhakkak Allah
bunu haram etti diye bildiğim söyleyecek şâhidlerinizigetirin! de..." (Âyet:
150).
Hicaz ahâlîsinin
lügati, tekil için de, iki kişi için de, cemf için de "Helumme"d\r [215].
157-.......Ebû
Hureyre(R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: "Güneş battığı
yerden doğmadıkça kıyamet kopmayacak-tır. İnsanlar onu gördükleri zaman
yeryüzünde bulunanlar îmân ederler. Fakat işte o gün 'Daha evvelden (mân etmiş
olmayan hiçbir kimseye (o günkü) îmânı fayda vermeyecek' zamandır" (Âyet:
158) [216].
158-.......
Bize Ma'mer ibn Râşid, Hemmâm ibn Münebbih'ten haber verdi ki, Ebû Hureyre (R)
şöyle demiştir: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: "Güneş battığı yerden
doğuncaya kadar kıyamet kopmaz. Güneş oradan doğup insanlar onu görünce,
toptan hepsi îmân ederler. İşte bu, hiçbir nefse îmânının fayda vermeyeceği
zamandır".
Sonra Rasûlullah şu
âyeti okudu: "Daha evvelden îmân etmiş veya îmânında bir hayır kazanmış
olmayan hiçbir kimseye (o günkü) îmânı asla fayda vermez. De ki: Bekleyin!
Çünkü biz de bekleyidle-rizl"
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
İbn Abbâs şöyle
demiştir: "Ve riyâşen" (Âyet: 26), "Mal";
"el-Mu'tedîn" (Âyet: 55), duada ve başka işlerde haddi aşanlar;
"Hatta afev" (Âyet: 95), "Nihayet çoğaldılar" ve
"Malları çoğaldı"; "el-Fettâh", Kaadı, hâkim, "İftâh
beynenâ ve beyne kavmina" (Âyet: 89), "Ey Rabb'imiz, bizimle kavmimiz
-. arasında Sen hakk olanı hükmet"; "Nateknâ" (Âyet: - 171), "Kaldırdık", ("Biz bir
zaman dağı sanki o bir gölgelikmiş gibi çekip üstlerine kaldırmıştık");
"İnbeceset",
(Ayet: ıeoj, "İnfeceret", yânî "Kaynayıp aktı";
"Mutebberun" (Âyet: 139), "Hüsrana uğratılmış, helak edilmiş";
"Âsâ", "Tasalanırım"
"Tasalanma"
(ei-Mâide: 29)- "Şimdi ben o kâfirler güruhuna karşı nasıl
tasalanırım?" (Âyet: 93).
(Bunların hepsi İbn
Abbâs'tan nakledilen tefsirlerdir.)
İbn Abbâs'tan başkası
şöyle demiştir:
"Mâ meneake en lâ
tescude = Seni secde etmenden men' eden nedir?" (Ayet: 12) buyuruyor.
"Yahsıfâni" (Âyet:
22), Cennet
yapraklarından yapraklar alıp, birbiri üstüne yamamağa başladılar, yaprakların
bâzısını dikerine eklemeye başladılar. "Sev'atihımâ" (Âyet: 22),
Adem ile Havva'nın
ferclerinden kinayedir (Cevheri: "Sev'e", "Avret"tir
demiştir).
"Mustekarrun ve
metâun ilâ hîn = Bir zamana kadar yerleşip kalmak ve geçinmek" (Âyet: 24);
"illâ hîn"f burada
"Kıyamet gününe
kadar" demektir. Arablar indinde "Hîn" bir saatten, sayısı ihata
edilmeyecek vakte kadar demektir [217].
Uer-Riyâş
ve'r-Rîş" bir ma'nâyadır; o da meydana çıkan, görünen güzel ve kıymetli
elbiseden ibarettir.
"Kabîluhu"
(Âyet: 27), "Kabilesi, kendilerinden olan nesli"; "Iddârekû" (Âyet: 38),
"Toplandılar". * 'Meşakku H-insân ve 'd-dâbbeti = İnsan ve hayvan
vücudundaki tabu delikler" (Âyet: 40). Bunların hepsi "Sumûmen"
diye isimlendirilir. Bunun tekili "Semmun"dur. Bu delikler dokuz
tanedir: İki gözü, iki burun deliği, ağzı, iki kulak deliği, dübürü, zekerinin
veya memesinin deliği.
"Gavâşın"
(Âyet: 4i), "Örtünülen şeyler" {"Onlara cehennemden döşekler,
üstlerine örtüler vardır").
"Nuşuren"
(Âyet: 57), "Dağılan, yayılan, esen rüzgârlar";
"Nekiden"(kya. 58), "Pek az" {"Güzel memleketin
bitkisi Rabb Jinin izniyle bol çıkar, fena olandan ise fâidesi pek az birşeyden
başkası çıkmaz").
"Keenlem
yağnev" (Âyet: 92), "Şuayb'ı yalanlayanlar
sanki yurtlarında
yaşamamışlar gibi oldular".
"Hakîkun"
(Âyet: io5), "Hakk" {"Allah'a karşı haktan başkasını
söylememekliğim üzerime borçtur").
"tsterhebûhum"
(Âyet: 116), "Rehbet" masdarından
"Onları
korkuttular"; "Telakkafu" (Âyet: in), "Yutuyor";
"Tâiruhum"
(Âyet: i3i), "Nasîbleri" ("Gözünüzü açın ki, onların uğursuzluğu
ancak Allah tarafındandır, fakat çokları bilmezler"). "Tûfân",
Seyl'dendir, çok ölüm için de "Tûfân" denilir. "el-Kummelu"
(Âyet: 133), "Keneler, küçük kenelere benzeyen böcekler".
"Uruş" ve
"Arîş" (Âyet: 137), "Bina"; "Sukıta" (Âyet: 149),
"Her pişman olan
muhakkak eli düşmüştür"; "el- Esbât" (Âyet: 160), İsrâîl
oğulları'nın kabileleridir. "İz ya'dûne fVs-sebti" (Âyet: 163),
Cumartesi gününün harâmlığım bozup haddi aşanlar, "Taaddî",
"Tecâvüz"dür. "Şurrean" (Âyet: i63>,
"ŞevârV", yân?
"Balıklar akın
akın su yüzüne çıkarak"; "Betsin" (Âyet: 165), "Şiddetli
bir azâb'\ "Velâkinnehu ahlede ile'l-
ardı" (Âyet:
176). "Lâkin o yere, dünyâya meyletti, oturdu, geri kaldı"
"Senestedricuhum"
(Âyet; i85>, "Biz onları derece derece helake yaklaştırırız", yânı
"Biz onlara emniyette oldukları mevki'lerinden geliriz", Yüce
Allah'ın "Allah onlara hesâb etmedikleri yerden geliverdi" (ei-Haşn
2) kavli gibi.
"Min
cinnetin" (Âyet: 184), "Delilikten". "Eyyâne mursâha"
(Âyet: 187), "Kıyametin meydana çıkması ne zamandır?" (Kıyametin
subûtunun ne zaman olduğunu sorarlar). "Fe merret bihi" (Âyet: 189),
"Havva'ya gebelik
devam etti, onu tamamladı".
"Yenzeğanneke" (Âyet: 200),
"Sana şeytândan
bir hafiflik, bir fit gelirse"; "Tayfun" (Âyet: 20i),
"Hayâl, delilik, küçük günâh". "Mulimm",
"Deli",
"Bihilemem", "Onda delilik vardır"; "Tâifun" da
denilir, bu tekildir. "Yemuddûnehum" (Âyet: 202),
"Onları
süslüyorlar". "Hîfeten", "Korkarak", "Hufyeten"
ise "Gizlemek" masdarındandır. "el-Âsâl" (Âyet: 205),
tekili "AsîTdir ki, ikindi ile akşam arasındaki vakit ma'nâsınadır;
"Bukraten ve astten" kavli gibi [218].
"De ki: Rabb'im
ancak hayâsızlıkları, onların açığını, gizlisini (ve her türlü günâhı, haksız
isyanı, Allah'a -hiçbir zaman bir burhan indirmediği- herhangi birşeyi eş
tutmanızı, Allah'a bilmeyeceğiniz şeyleri isnâd etmenizi) haram etmiştir"
(Âyet: 33) [219].
159-.......Bize
Şu'be, Amr ibn Murre'den; 0 daEbû VâiPden; o da Abdullah ibn Mes'ûd'dan tahdîs
etti. Amr ibn Murre dedi ki:
Ben, Ebû Vâil'e:
— Sen bu hadîsi
Abdullah ibn Mes'ûd'dan işittin mi? diye sordum.
Ebû Vâil:
— Evet, bunu ondan işittim, dedi ve o bu hadîsi
Rasûhıllah'a
yükseltti. Dedi ki:
— Mü'minleri Allah'tan
ziyâde fenalıklardan koruyan bir kimse yoktur. Mü'minlerin en büyük koruyucusu
olduğu için Allah, açık gizli bütün çirkin işleri haram kılmıştır. Ve yine
Allah'tan ziyâde medh ve senayı seven kimse de yoktur. Bunun için Allah
kendisini (Kur'-ân'da birçok güzel vasıflarla) medhetmiştir [220].
"Vaktaki Mûsâ
ta'yîn ettiğimiz vakitte geldi, Rabb'i ona (ilâhî sözünü) söyledi. Mûsâ: 'Rabb
'im, göster bana
Sen'i göreyim' dedi.
Yüce Allah: 'Sen beni kat'iyyen göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde
durabilirse, Sen de beni görürsün' buyurdu. Derken Rabb 7 o dağa tecellî
edince, onu paramparça ediverdi. Mûsâ da baygın yere düştü. Ayılınca: 'Seni
tenzih ederim. Sana tevbe ettim. Ben îmân edenlerin ilkiyim' dedi" (Âyet:
143).
İbn Abbâs: "Bana
gösterfSana bakayım)", "Bana atıyye ver" demektir, demiştir.
160-.......Ebû Saîd
el-Hudrî (R) şöyle demiştir: Yahûdîler'den
bir adam, yüzüne tokat
vurulmuş olarak Peygamber'e geldi ve:
— Yâ Muhammedi
Ensâr'dan olan sahâbîlerinden bir adam yüzüme tokat vurdu, dedi.
Peygamber:
— "Onu çağırın" buyurdu. Akabinde o
adamı çağırdılar. Peygamber:
— "Bunun yüzüne niçin tokat vurdun?"
diye sordu. O sahâbî:
— Yâ Rasûlallah, ben
Yahüdîler'in yanma uğradım. Bu adamdan "Musa'yı bütün beşeriyet üzerine
süzüp seçen Allah'a yemîn ederim" derken işittim."Muhammed üzerine de
mi?" dedim ve o esnada beni bir Öfke tuttu da ona tokat vurdum, dedi.
Peygamber (S):
— "Peygamberler arasında beni daha hayırlı
kılmayınız. Çünkü kıyamet günü insanlar bayılacaklar (onlarla beraber ben de
bayılacağım). İlk ayı/an ben olacağım. Bu sırada ben Musa'yı Arş'in
ayaklarından birini tutmuş olarak göreceğim. Artık Mûsâ benden evvel
mi ayıldı, yoksa
Tûr'daki ilk bayılması ile mi mücâzât edildi, bilmi-yorum" dedi [221]
"el-Mennu
ve's-selvâ = Kudret helvası ve bıldırcın (Âyet: 160) [222].
161-.......Bize
Şu'be, Abdulmelik ibn Umeyr'den; o da Amr ibn Hureys'ten; o da Saîd ibn
Zeyd(R)'den tahdîs etti ki, Peygamber (S): "Domalan mantarı, kudret
helvası (gibi Allah'ın külfetsiz ni'-metleri) nev'inden bir rızıktır, suyu da
göz ağrısına şifâdır" buyurmuştur [223].
"De ki: Ey
insanlary şübhesiz ben göklerin ve yerin mülk ve tasarrufuna mâlik olan,
kendisinden başka hiçbir tanrı bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah'ın
size, hepinize gönderdiği elçisiyim. O hâlde Allah'a ve O'nun ümmî nebî olan
Rasûlü'ne -ki kendisi de o Allah'a ve O'nun sözlerine îmân etmekte olandır-
îmân edin, O'na tâbi'
olun. Tâ ki doğru yolu bulmuş olasınız" (Âyet: 158) [224].
162-.......Ebû
İdrîs el-Havlânî tahdîs edip şöyle demiştir: Ben Ebu'd-Derdâ'dan işittim, şöyle
diyordu: Ebû Bekr ile Umer arasında bir münâkaşa olmuştu da, Ebû Bekr, Umer'i
öfkelendirmişti. Umer, öfkelenmiş olarak Ebû Bekr'den ayrılıp gitmiş, Ebû Bekr
de ondan af istemek için ardından gitmiş. Fakat Umer bu affı yapmayıp Ebû
Bekr'in yüzüne kapısını kapatmış. Bunun üzerine Ebû Bekr, Rasûlullah'ın yanına
geldi.
Ebu'd-Derdâ dedi ki:
Biz Rasûlullah'ın yanında bulunuyorduk.
Rasûlullah:
— "Şu arkadaşınıza gelince, o muhakkak
kendisini tehlikeli bir şeye atmıştır" buyurdu.
Ebu'd-Derdâ dedi ki:
Umer de Ebû Bekr'i affetmemesinden pişman olup geldi, selâm verdi,
Peygamber'in yanına oturdu ve Rasû-lullah'a kendisiyle Ebû Bekr arasında olan
haberi anlattı.
Ebu'd-Derdâ dedi ki:
Rasûlullah da öfkelendi. Ebû Bekr ise (iki dizi üstüne çökerek):
— Vallahi yâ
Rasûlallah, bu işte ben Umer'den daha çok ileriye gitmişimdir, demeğe başladı.
Bunun üzerine
Rasûlullah hepimize hitâb ederek:
— "Şimdi sizler benim sahibimi bana
bırakıyor musunuz? Sız-
ler benim dostumu bana
bırakıyor musunuz? Ben: Ey insanlar, şüb-hesiz ben size, hepinize A ilah 'in
elçisiyim... dedim de sizler: Sen yalan söyledin, dediniz. Ebû Bekr ise: Sen
doğru söyledin, dedi" bu vurdu [225].
163-.......Bize
Ma'mer, Hemmâm ibn Münebbih'ten haber verdi ki, o, Ebû Hureyre(R)'den şöyle
derken işitmiştir: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: "İsrâîl oğulları'na:
'Beytu'l-Makdis kapısından secde ediciler olarak (tevazu' ile) giriniz ve
Hıtta{ = Yâ Rabb, dileğimiz günâhımızı affetmendir) deyiniz de günâhlarınızı
sizin lehinize mağfiret edelim, denildi. Onlar ise bu emri ters çevirdiler de,
kıçları üzerinde sürünerek girdiler ve (Hıtta yerine) Habbetu Jî şaaratin( =
K\l çuval içinde tane) sözünü söylediler"[226].
'Sen afv yolunu
(kolaylığı) tut, iyiliği emret, câhillerden yüz çevir" (Âyet: 199)
"Urf" (=
Örf), "Ma'rûf' demektir [227].
164-.......
İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Uyeyne ibn Hısn ibn Huzeyfe Medine'ye geldi ve
kardeşi oğlu Hurr ibn Kays'ın yanına inip misafir oldu. Hurr ibn Kays ise Umer
ibnu'l-Hattâb'ın kendisine yaklaştırmakta olduğu kimselerden idi.
Genç, ihtiyar birtakım
kurrâ ve fakîhler Umer'in meclislerinin sâhibleri ve onun müşaveresinde hazır
bulunan kimselerdi (Umer, mühim âmme işlerini bunlara danışır, müşavere
ederdi). Uyeyne, kardeşinin oğlu Hurr ibn Kays'a;
— Ey kardeşim oğlu!
Senin şu Emîru'l-Mü'minîn'in yanında yüksek bir mevkiin var. Benim için
huzuruna girmeye izin isteyiver, dedi.
- O da
— Ben senin için
Halîfe'nin yanına girme izni isteyeceğim, dedi. İbn Abbâs dedi ki: Akabinde
Hurr, Uyeyne için izin istedi, Umer
de ona izin verdi.
Uyeyne, Umer'in yanına girince, ona hitaben:
— Hiyy (yânî şu bir
felâkettir) ey Hattâb oğlu! Vallahi sen bize ne bol atıyye verirsin, ne de
aramızda adaletle hükmedersin! dedi.
Umer bu sözlerden
öfkelendi de Uyeyne'nin üzerine yürümeye kasdetti. Heybetli Halîfe bu bedevi
zorbayı döveceği sırada, kardeşi oğlu Hurr ibn Kays müdâhale ederek:
— Yâ Emîra'l-Mü'minîn!
Şübhesiz Yüce Allah, Peygamber'ine: ''Halkın kusurlarını affet, ma 'rûfile
emreyle ve câhillerden yüz çevir''
buyurdu. Ve şübhesiz
bu Uyeyne de o câhillerdendir, detfi.
İbn Abbâs dedi ki:
Hurr ibn Kays bu âyeti okuyunca, o haşmetli Halîfe, olduğu yerde çakılmış gibi
irkildi. Vallahi bir adım ileri gitmedi. Esasen Umer, Allah Kitâbı'nın
mukaddes huzurunda durup kalmak i'tiyâdmda idi.
165-.......Bize
Vekî' ibnu'l-Cerrâh, Hişâm'dan; o da babası Urve'den; o da Abdullah
ibnu'z-Zubeyr(R)'den tahdîs etti ki, o, "Affı tut, ve urf ile
emret..." kavli hakkında:
— Allah bu âyeti ancak
insanların ahlâkı hususunda indirdi, demiştir.
Abdullah ibnu Berrâd
da şöyle dedi: Bize Ebû Usâme tahdîs etti: Bize Hişâm, babası Urve'den tahdîs
etti ki, Abdullah ibnu'z-Zubeyr:
— Allah, Peygamberi'ne
insanların ahlâkından affı alıp tutmasını emretti, demiştir yâhud da dediği
gibi demiştir [228].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
Yüce Allah'ın şu
kavli:
"Sana harb
ganimetlerinden sorarlar. De ki: Bu ganimetler Allah'ın ve Rasûlü'nündür. O
hâlde tam mü'minlerseniz Allah'tan korkun, aranızı düzeltin. Allah'a ve
Rasûlü'ne Mat edin" (Âyet: d [229]
İbn Abbâs:
"el-Enfâl", "Ganîmetler"dir, demiştir. Katâde: "Rîhukum{
= Rüzgârınız)", "Harbdir, demiştir. "Nafile",
"Atiyye"dir deniliyor [230].
166-.......
Saîd ibn Cubeyr dedi ki: Ben İbn Abbâs(R)'a:
— el-Enfâl Sûresi(nin inmesi sebebi nedir)?
diye sordum. O:
— Bedir gazvesi hakkında indi, dedi [231].
"eş-Şevketu"
(Âyev.ıi), "Silâh ve keskinlik"; "Murdifîn" (Âyet: 9),
"Dalga dalga"; "Redifenî" ve "Erdefenî",
"Benim ardımdan geldi" demektir.
"Zûkû{ = Tadınız)
"(Ayiet:50) "Başlayınız ve tecrübe ediniz" demektir, buradaki
"Zevk( = Tatma)", ağzın tatması nev'inden değildir.
"Fe
yerkumuhu" (Âyet:37), "Onu bir yere biriktirip toplar".
"Şerrid"
(Âyet:57), "Dağıt"; "Ve in cenahû ile'ssilmi" (Âyet:67),
"Ve eğer barışa meylederler, onu isterlerse". "es-Silmu,
es-Selmu ve's-Selâmu"birdir, yânî bir ma'nâyadır. "Hattâyushine"
(Âyet.67), "Gâ-lib gelinceye kadar".
Mucâhid de şöyle dedi:
"Mukâen" (Âyev.35), parmaklarını ağızlarına sokmaları ve böylece
ıslık çalmalarıdır; "Tasdiyeten", düdük çalıp ses çıkartma ve elleri
birbirine çarparak ses çıkartmaktır. "Li-yusbitâke" (Âyet: 30),
"Seni habsetmeleri için".
*Şübhesiz yerde
yürüyen hayvanların Allah katında en kötüsü, hakkı akıllarına sokmaz (ve hakkı
duyup söylemez olan) sağırlar ve dilsizlerdir" (Âyet: 22).
167-.......Bize
Verkaa, İbnuEbîNecîh'ten; o da Mucâhid'den tahdîs etti ki, İbn Abbâs
"Şübhesiz yerde yürüyen hayvanların Allah katında en kötüsü, hakkı
akıllarına sokmaz (ve hakkı duyup söylemez olan) sağırlar ve
dilsizlerdir" âyeti hakkında:
— Bunlar
Kureyş'în.Abdu'd-Dâr oğullan kolundan bir topluluktur, demiştir [232].
Buna yakın bir âyet de
şudur: "Yeryüzünde yürüyen hayvanların Allah katında en kötüsü şübhesiz ki
kâfir olanlardır. Artık onlar îmâna gelmezler" (Âyet: 56).
“Ey îmân edenler,
sizi, size hayât verecek şeylere da'vet ettiği zaman Allah'a ve Rasûlü*ne
icabet edin. Bilin ki,
şübhesiz Allah, kişi
ile kalbi arasına girer ve siz hakîkaten yalnız O'na dönüp
toplanacaksınız" (Âyet: 24).
"Istecîbû",
"Ecîbû", yânî "İcabet ediniz"; "Li-mâ yuhyîkum",
"Size hayât verecek şeye; sizi ıslâh edip
iyileştirecek
şeye" demektir [233].
168-.......Ebû
Saîd ibnu'l-Muallâ (R) şöyle demiştir: Ben namaz kılıyordum. Rasüluîlah bana
uğradı ve beni çağırdı. Ben namazı bitirinceye kadar O'nun yanına gitmedim,
O'ndan sonra yanına gittim. Rasûlullah (S):
— "Senin gelmenden seni men' eden nedir?
Allah: 'Ey îmân edenler, sizi, size hayât verecek şeylere çağırdığı zaman
Allah'a ve Rasûlü'ne icabet edin... 'buyurmadı mı?" dedi.
Sonra Rasûlullah bana:
— "Sen bu mescidden çıkmadan önce, sana
muhakkak Kur'-ân'daki en büyük sûreyi öğreteceğim" buyurdu. .
Rasûlullah mescidden çıkmağa
davrandığı zaman, ben kendisine va'd ettiği şeyi hatırlattım.
Ve Muâz ibnu Ebî Muâz
şöyle dedi: Bize Şu'be, Habîb'den tah-dîs etti ki, o, Hafs'tan işitmiştir. O da
Peygamber'in sahâbîlerinden bir adam olan Ebû Saîd'den bu hadîsi işitmiştir:...
Ve Rasûlullah:
— "Osûre, el-Hamdu lillâhi
Rabbi'l-âlemîn'dir; namazda tekrar edilen yedi âyettir" buyurdu [234]
Sufyân ibn Uyeyne
şöyle demiştir:
Yüce Allah Kur'ân'da
"Matar" ismini söylediğinde, muhakkak "Azâb" ma'nâsına
söyledi. Arab kavmi ise
"Yağmur"a
"Gays" ismini verir.
Bu da Yüce Allah'ın şu
kavlidir: "O, ümîdlerini kestikten sonra yağmuru indirmekte, rahmetini yaymakta
olandır.. " (eş-şûrâ: 28).
169-.......Bize
Şu'be, Abdulhamîd'den -ki o ez-Ziyâdî'nin arkadaşı İbnu Kurdîd'dir-, Enes ibn
Mâlik(R)'ten işittiği şu haberi tahdîs etti: Ebû Cehl:
— "Yâ Allah, eğer
bu Kur'ân, Sen'in katından (gelme) hakkın kendisi ise, durma bizim üstümüze
gökten taş yağdır yâhud bize acıtıcı bir azâb getir" dedi.
Bunun üzerine şu
âyetler indi: "Hâlbuki sen içlerinde iken, Allah onları azâblandıncı
değildi. Onlar istiğfar ederlerken de Allah yine onları azâblandıncı değildir.
(Sen içlerinden çıktıktan sonra) Allah onlara ne diye azâb etmeyecek? Onlar
Mescidi Haram 'dan kendileri ona (onun hizmetine) ehil olmadıkları hâlde, men'
edip duranlardır. O (hizmete) takvaya erenlerden başkaları onun ehilleri
değillerdir. Fakat onların pekçoğu bunu bilmezler" (Âyet: 33-34) [235].
'Hâlbuki sen içlerinde
iken, Allah onları azâblandıncı değildi. Onlar istiğfar ederlerken de Allah
yine onları azâblandırıcı değildir" (Âyet: 33).
170-.......Bize
Şu'be, ez-Ziyâdî'nin sahibi olan Abdulhamîd'den tahdîs etti ki, o, Enes ibn
Mâlik'in şöyle dediğini işitmiştir:
Ebû Cehl:
— "Yâ Allah, eğer
bu Kur'ân Sen'in katından (gelme) hakkın kendisi ise, durma bizim üstümüze
gökten taş yağdır, yâhud bize acıtıcı bir azâb getir" dedi.
Bunun üzerine şu
âyetler indi: "Hâlbuki sen içlerinde iken Allah onları azâblandırıcı
değildi. Onlar istiğfar ederlerken de Allah yine onları azâblandırıcı
değildir. Allah onlara ne diye azâb etmeyecek? Onlar Mescidi Haram 'dan
kendileri ona ehil olmadıkları hâlde men * edip duranlardır. Hâlbuki takvaya
erenlerden başkaları onun ehilleri değillerdir. Fakat onların pekçoğu bunu
bilmezler" (Âyet: 33-34) [236].
''Bir fitne
kaimayıncaya ve dîn tamâmiyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla muharebe edin...
"
(Âyet: 39)
171-.......
Bize Hayve ibn Şurayh, Bekr ibn Amr'dan; o da Bukeyr ibn Abdillah'tan; o da
Nâfi'den şöyle tahdîs etti: Abdullah ibn Umer(R)'e bir adam geldi de:
— Yâ Ebâ Abdirrahmân! Allah'ın kendi Kitâb'ında
zikrettiği şu âyeti işitmiyor musun: "Eğer müzminlerden iki zümre
birbiriyle döğüşürlerse, aralarını bulup barıştırın. Eğer onlardan biri
diğerine karşı hâlâ tecâvüz ediyorsa, siz o tecâvüz edenle, Allah 'in emrine
dö-nünceye kadar savaşın... " (d-Hucurât:9) buyuruyor. Allah'ın kendi Kitâb'ında
zikrettiği gibi, müslümânlar arasındaki harbe katılıp kıtal yapmandan seni
nasıl bir düşünce men' etti? diye sordu.
İbn Umer de:
— Ey kardeşim oğlu!
Okuduğun bu âyeti delîl edinip harbetmek-tense Yüce Allah'ın, içinde büyük
tehdîdler buyurmakta olduğu şu âyeti delîl getirip onunla amel etmem, bana daha
sevimlidir: "Kim bir mü 'mini kasden öldürürse cezası, içinde ebedî kalıcı
olmak üzere cehennemdir. Allah ona gazâb etmiştir, ona la 'net etmiştir ve ona
çok büyük bir azâb hazırlamıştır" (en-Nisâ:92), dedi.
İbn Umer'in bu sözü
üzerine o Haricî zât:
— Şübhesiz ki Allah:
"Bir fitne kaîmayıncaya ve dîn tamâmıyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla
muharebe edin..." buyuruyor, dedi [237]
İbn Umer de:
— Biz Rasûlullah zamanında
müslümânlar henüz az iken o harbi müşriklere karşı yapmışızdır (yoksa
müslümânlar birbirlerine karşı değil). O zaman kişi dîni hususunda fitneye,
musîbete uğratılır, baskı yapılırdı: Müşrikler ya onu öldürürler yâhud da onu
sımsıkı bağlarlardı. Nihayet müslümânlar çoğaldı, artık hiçbir fitne kalmadı,
dedi.
O Haricî genç, îbn
Umer'in, onun istemekte olduğu kıtal hususunda kendisiyle uyuşmaz olduğunu
görünce (konuyu değiştirip):
— (Hâricîler'in
"Hatâ etti" dedikleri) Alî ve Usmân hakkındaki görüşün nedir? dedi.
İbn Umer:
— Alî ve Usmân
hakkındaki görüşüme gelince: Allah Usmân'ı affetmiştir. Fakat siz onu affetmeyi
istemediniz. (Usmân Bedir'de bulunmadı, Uhud'dan kaçtı, Rıdvan Bey'atı'nda
yoktu dersiniz. Bedir sırasında Peygamber'in kızı olan eşi hasta idi.
Rasûlullah ona izin verdi; Uhud'da ordunun bozulması sırasında Usmân da bir
tarafa çekilmişti; Rıdvan Bey'atı'nda ise Rasûlullah onu vazîfe ile Mekke'ye
göndermişti.) Alî'ye gelince: O, Rasûlullah'ın amcasının oğlu ve kızının
kocasıdır -eliyle Fâtıma'nın mezarına işaret ederek:- ve işte şu, Peygamber'in
kızıdır; yâhud: O'nun kızı, görüp durduğunuz şu yerdedir, dedi [238].
172-.......
Saîd ibn Cubeyr şöyle dedi: Üzerimize yâhud yanımıza İbn Umer çıkıp geldi. O
sırada bir adam ona:
— Müslümânlar arasındaki
fitne harbi hakkında nasıl düşünüyorsun? diye sordu.
İbn Umer de onun
sorusuna:
— Fitne nedir bilir
misin? Muhammed (S) müşriklerle harbederdi. Müşrikler üzerine harbe girmek bir
fitne (ve müşrik baskısını gidermek) içindi. Yoksa sizin kıtaliniz gibi
melikük ve saltanat üzerine açılmış bir harb değildi, diye cevâb verdi [239].
"Ey Peygamber,
müzminleri harbe teşvik et. Eğer içinizden sabr ve sebata mâlik yirmi kişi
bulunursa, onlar ikiyüze galebe ederler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfirlerden
binini yener. Çünkü onlar anlamazlar güruhudur" (Âyet: 65).
173-.......İbn
Abbâs(R)'tan (şöyle demiştir): "Eğer sizden sabrediciyirmi kişi bulunursa,
onlar ikiyüze gâlib gelirler" âyeti inince, mü'minler üzerine birinin on
düşmandan kaçmaması farz yazıldı.
Sufyân ibn Uyeyne
birçok kerre: Yirmi kişinin iki yüz düşmandan kaçmaması diye söyledi. Bundan
sonra "Şimdi Allah sizden yükü hafifletti..*" âyeti inince, Allah
yüz kişinin ikiyüz düşmandan kaçmamasını farz kıldı.
Sufyân bir kerresinde
şunu ziyâde etti: "Müzminleri harbe teşvik et. Eğer içinizden sabredid
yirmi kişi bulunursa, onlar ikiyüze galebe ederler... " (âyeti) indi,
dedi.
Yine Sufyân dedi ki:
Küfe kaadısı Abdullah ibnu Şubrume de:
— Ben ma'rûfu emretme
ve münkerden nehyeylemeyi de zikredilen bu hüküm gibi zannediyorum, demiştir [240].
"Şimdi Allah
sizden yükü hafifletti. Bildi ki> sizde muhakkak bir zaf vardır. O hâlde
eğer içinizden sabırlı yüz kişi olursa ikiyüzü yenerler, eğer sizden bin kişi olursa
ikibine galebe ederler Allah'ın izniyle. Allah sabr ve sebat edenlerle
beraberdir" (Âyet: 66).
174-.......İbn
Abbâs (R) şöyle demiştir: "Eğer sizden sabredici yirmi kişi olursa,
ikiyüze gâlib gelirler'" âyeti indiği zaman, mü'minler üzerine birinin on
düşmandan kaçmaması farz kılındığında, bu müslümânlara ağır geldi. Akabinde şu
hafifletme hükmü geldi de Allah şöyle buyurdu: "Şimdi Allah sizden yükü
hafifletti. Bildi ki, sizde muhakkak bir za f vardır. O hâlde eğer sizden
sabırlı yüz kişi olursa,
ikiyüzü
yenerler",
İbn Abbâs: Allah
mü'minlerden sayıyı hafifletince, onlardan hafifletilen mikdâr mukaabilinde
sabırdan eksildi, demiştir [241].
"Velîceten{ = Sır
dostu)'* (Âyet: ıe>, bir şeyin içine girdirdiğin her şey;
"eş-Şukkatu" (Âyet: 42), "Sefer"; "e/-Habâl"
(Âyet: 47), "Şerr, fesâd ve ölüm"; "Velâ teftinnî{ = Beni
fitneye düşürme)" (Âyet: 49),"Beni azarlama, kınama";
"Kerhen" ve "Kurhen" (Âyet: 53) bir ma'nâya olup,
"İstemeyerek" demektir.
"Muddehalen{ =
Sokulacak bir delik)" (Âyet: 57), içine sokulacakları delik; itVe hum
yecmehûne" (Âyet: 57)
'Onlar yüzlerini koşa
koşa o tarafa çevirirlerdi"; "el- Mu*tefikât" (Âyet: 70)
"Altı üstüne getirilmiş şehirler",
"t'tefeket",
"Yer onu ters çevirdi"; "VeH-mu'tefikete ehvâ", "Lût
kavminin altı üstüne gelen kasabalarım da
O kaldırıp derin bir
çukura attı" (en-Necm: 53).
"Cennâti
Adnin", "İkaamet cennetleri"
(yâhud: Devamlılık,
Ebedîlik cennetleri) (Âyet: 72); "Adentu bi-ardın", yânî
"Bir yerde
ikaamet ettim"; "Ma'din" de bu ma'nâdandır ki, Arz'ın içindeki
altın ve gümüş gibi cevherlerin bulunduğu yerdir, her nesnenin asıl mekânı
demektir. "Fulân sıdk ma'dinindedir" denilir ki, "O doğruluk
mekâmndadır" demektir.
"Maal-havâlif",
"Oturan ve geri kalanlarla beraber";
"el-Hâlif",
"Benim arkamda kalan ve benden sonra oturan kimse"dir. "Kalanlar
içinde ona halef oluyor"
sözü, bu lafızdandır.
Eğer bu "//avâ/(/'"müzekkerlerin cem'i ise, kadınlar için olan cem'in
"el-Hâlife"den olması caiz olur. Çünkü "Fevâil" vezni
"Fâile"nin cem'idir. Şu muhakkak ki, müzekkerin cem'i olduğu takdirinde,
bu Arab kelâmında bulunmaz, ancak şu iki lafız: "Fâris-Fevâris",
"Hâlik-Hevâlik" lafızları bulunur.
"el-Hayrât{ =
Bütün hayırlar)" (Âyet: 88) bunun tekili "Hayratun"dur, bunlar
da fazlalıklardır. "Murceûne li- emrillâhi" (Âyet; ioö),
"Allah'ın emrine geciktirilmişlerdir". "eş-Şefâ",
"Kenar, kıyı, onun keskin tarafı"dır. "el-Curuf{ = Uçurum)
", "Sevilerden ve vadilerden su ile kazılıp uçurumlaşan yerler."
"Har",
"Hâir"in
kalbedilmişi olup "Yıkılan, çöken" demektir,
"Yoksa yapısını
yıkılacak bir yarın kenarına kurup da onunla beraber cehennem ateşinin içine
çöküp giden kimse mİ?" (Âyet: 109).
"Le-Evvâhun
şefekan ve farakan", "Şefkatli ve yufka yürekli olduğu için çok âh
vâh eden kimse"dir.
"İbrahim cidden
çok duâ eden, kalbi yufka ve merhametli ve çok sabırlı bir zât idi" (Âyet:
ıi4>. (Bu "Evvâhun" kelimesi "Âh vâh etmek" mavnasından fa'âl
veznindedir.) Şâir de şöyle demiştir:
"Geceleyin
kalktığım zaman hüzünlü adamın inleyip sızlanması gibi âh vâh ederek, dişi
devemin sırtına
semerini
bağlarım..."[243].
Kuyu yıkılıp çöktüğü
zaman "Tekevvereti'I-bi'ru" denilir; "İnhâra" fiili de onun
gibi "Yıkıldı, çöktü" demektir [244].
"Müşriklerin
içinden kendileriyle muahede ettiklerinize Allah'tan ve Rasûlü'nden bir
ültimatomdur" (Âyet: i) [245].
"Ezânun"
(Âyet: 3) "İ'lâm" yânî "Bildirmektir.
Ve ibn Abbâs şöyle
demiştir:
"Yekülune huve
uzunun" (Âyet: ei), "O işittiği herşeyi tasdik eden bir kulaktır
derler"; "Onların mallarından sadaka al ki, bununla kendilerini
temizler ve onları da temizler, bereketlendirirsin" (Âyet: 103), (bunlar
bir
ma'nâyadır). Bunların
benzeri (Kur'ân'da yâhud Arab dilinde) çoktur.
"Zekât",
Allah'a itaat ve ihlâs ma'nâlarına da gelir. "Vay hâline o Allah'a ortak
tanıyanların ki, onlar zekât vermezler, onlar âhireti inkâr edenlerin tâ
kendileridir"
(Fussiiet: 6-7), yânî
onlar "Lâ ilahe ille'ilah = Yoktur
çalap Allah'tır ancak" tevhidine şehâdet etmezler.
Yudâhûne" (Âyet.
30), "Benzetiyorlar" ma'nâsınadır [246].
175-.......Ebû
İshâk şöyle demiştir: Ben el-Berâ ibn Âzib(R)'den işittim. O: (Hükümlerden) en
son inen âyet "Senden fetva isterler. De ki: Allah, babası ve çocuğu
olmayanın mîrâsı hakkındaki hükmü şöylece açıklar" (en-Nisâ:i76) kelâmı;
en son inen sûre de Berâetun'dur. diyordu [247].
'(Ey müşrik/er!)
Yeryüzünde dört ay daha (güvenlikle) dolaşın. Bilin ki, siz Allah'ı âciz
bırakabilecekler değilsiniz. Allah herhalde kâfirleri rüsvây edicidir" (Âyet:
2)
"Sîhû (= Seyahat
edin)", "Yürüyün" demektir [248].
176-.......Bana
UkayI, İbn Şihâb'dan tahdîs etti. Ve bana Humeyd ibnu Abdirrahmân haber verdi
ki, Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Ebû Bekr (R) şu (ma'Iûm olan dokuzuncu
yıldaki) haccda, birinci bayram günü gönderdiği birçok münâdîler içinde, beni
de nida etmeye gönderdi. Bütün bu münâdîler Minâ'da
— "Bu yıldan
sonra hiçbir müşrik hacc etmesin ve hiçbir çıplak kişi de Beyt'i tavaf
etmesin" diye i'lân ediyorlardı.
Humeyd ibn Abdirrahmân
dedi ki: Sonra Rasûlullah (S) Ebû Bekr'in ardından Alî ibn Ebî Tâlib'i
gönderip, Berâe Sûresi'ni i'lân etmesini emretti.
Ebû Hureyre dedi ki:
Alî de bizimle beraber nahr gününde Mi-nâ'daki insanlar arasında Berâe'yi ve
"Bu yıldan sonra hiçbir müşrik hacc etmesin, hiçbir çıplak da Beyt'i
tavaf etmesin" diye bağıra bağıra i'lân etti [249].
“Ve bu, en büyük hacc
günü Allah'tan ve Rasûlü'nden insanlara (şöyle) bir i'lamdır: Allah ve Rasûlü müşriklerden
artık kesinlikle uzaktır. Eğer tevbe ve dönüş ederseniz bu sizin için
hayırlıdır. Eğer yine yüz çevirirseniz, şunu bilin ki şübhesiz, siz Allah'ı
âciz bırakabilecekler değilsiniz. O küfredenlere acıtıcı bir azabı
müjdele" (Âyet: 3).
"Âzenehum",
"Onlara bildirdi" demektir [250].
177-.......
İbn Şihâb şöyle demiştir: Bana Humeyd ibn Abdirrahmân haber verdi ki, Ebû
Hureyre (R) şöyle demiştir: Ebû Bekr (R) şu haccda, birinci bayram günü
gönderdiği birçok münâdîler içinde beni de nida etmeye gönderdi. Bütün bu
münâdîler Minâ'da:
— "Bu yıldan
sonra hiçbir müşrik hacc etmesin, hiçbir çıplak da Beyt'i tavaf etmesin!"
diye i'lân ediyorlardı.
Humeyd dedi ki: Sonra
Peygamber (S) Ebû Bekr'in ardından Alî ibn Ebî Tâlib'i gönderip, Berâe
Sûresi'ni i'lân etmesini emretti.
Ebû Hureyre dedi ki:
Bunun üzerine Alî de bizimle beraber nahr gününde Minâ'daki halkın arasında
Berâe'yi ve "Bu yıldan sonra hiçbir müşrik hacc etmesin, hiçbir çıplak da
Beyt'i tavaf etmesin" diye i'lân ediyordu [251].
'Muahede yaptığınız
müşriklerden size hiçbirşey eksiklik yapmamış, aleyhinizde hiçbir kimseye
yardım etmemiş
olanlar (bu hükümden)
müstesnadır" [252]
(Ayet: 4)
178-.......
İbn Şihâb'dan; ona Humeyd ibn Abdirrahmân haber vermiştir. Ona da Ebû Hureyre
(R) haber vermiştir: Ebû Bekr (R), Veda Haccı'ndan (bir sene) evvel Rasûlullah
(S) onu hacc emîri yapıp Mekke'ye gönderdiğinde, Ebû Bekr de Ebû Hureyre'yi
kurban bayramının ilk günü Minâ'da, insanlar içinde i'lân yapan büyük bir
cemâat içinde (şu iki maddeyi) i'lâna me'mür etmiştir: Bu yıldan sonra hiçbir
müşrik kesin olarak hacc etmeyecektir; Beyt'i de hiçbir çıplak tavaf
etmeyecektir!
Ve Humeyd: Nahr günü,
Ebû Hureyre'nin bu hadîsinden dolayı büyük hacc günüdür, der idi [253].
"(Eğer
ahidlerinden sonra yine analarını bozarlar ve dîninize saldırırlarsa) küfrün
Önderlerini hemen öldürün.
Çünkü onlar andları
olmayan adamlardır.., " (Âyet: 12) [254].
179-.......
Bize Zeyd ibnu Vehb tahdîs edip şöyle dedi: Bizler Huzeyfe ibnu'l-Yemân'ın
yanında bulunuyorduk. Huzeyfe:
— Bu âyetin
sahihlerinden üç kişi, münafıklardan da dört kişiden başka kimse kalmadı,
dedi.
Bir bedevi de:
— Sizler ey
Muhammed(S)'in sahâbîleri, bize (birtakım şeyler) haber veriyorsunuz ki,
bizler onları bilemiyoruz. Şu kimselerin hâli nedir ki, onlar bizim evlerimizi
yarıp açıyorlar ve en kıymetli mallarımızı çalıyorlar? dedi.
Huzeyfe:
— Bunlar (kâfirler ve
münafıklar değil) fâsıklardır. Evet onlardan dört kişiden başka kimse kalmadı.
Onlardan biri çok yaşlı bir ihtiyardır ki, o soğuk su içse artık onun
soğukluğunu da hissetmez olmuştur (şehvetinin gitmesi ve mi'desinin
bozukluğundan dolayı eşya arasını farkedemez olmuştur), dedi [255].
"Altım ve gümüşü
yığıp biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar, işte bunlara pek acıklı
bir azabı muştula'' (Âyet: 34).
180-.......Abdurrahmân
el-A'rec tahdîs edip şöyle demiştir: Bana Ebû Hureyre (R) tahdîs etti ki,
kendisi RasûIullah(S)'tan: "(Zekâtını vermeyen) herbirinizin hazînesi
kıyamet günü çok zehirli erkek bir yılan suretinde olacaktır" buyururken
işitmiştir.
181-.......Zeyd
ibn Vehb şöyle demiştir: Ben bir ara Rebeze'ye, yânî Ebû Zerr el-Gıfârî'nin
yanma uğradım ve ona:
— Seni bu yere indiren sebeb nedir? diye
sordum. O şöyle dedi:
— Biz Şam'da
bulunuyorduk. Orada "Altım ve gümüşü yığıp biriktirip de onları Allah
yolunda harcamayanlar; işte bunlara pek acıklı bir azabı muştula" âyetini
okur (ve bunun kitâbehli ilemüslü-mânlar hakkında indiğini) anlatırdım.
Muâviye ise:
— Bu âyet bizim
hakkımızda değil, bu âyet ancak kitâb ehli hakkında inmiştir, dedi.
Ebû Zerr dedi ki: Ben
de Muâviye'ye:
— Bu âyet muhakkak hem bizim, hem de onlar
hakkındadır, dedim [256].
"O gün bunlar,
üzerlerine yakılacak cehennem ateşinin içinde kızdırılacak da o kimselerin
alınları, böğürleri ve
sırtları bunlarla
dağlanacak; işte bu nefisleriniz için toplayıp sakladıklarınız! Artık saklayıp
istifçilik ettiğiniz bu nesneleri tadın! (denilecek)" (Âyet: 35).
Ve Ahmed ibnu Şebîb
ibn Saîd şöyle dedi:
Bize babam Şebîb ibn
Saîd el-Basrî, Yûnus ibn Yezîd el-Eylî'den; o da İbn Şihâb'dan tahdîs etti ki,
Hâlid
ibnu Eşlem şöyle
demiştir:
Biz Abdullah ibn
Umer'in beraberinde yola çıktık. İbn Umer: Bu "Altını ve gümüşü yığıp
biriktirenler" âyeti,
zekât indirilmeden
önce idi. (Çünkü o zaman sadaka, yetecek mikdârdan fazla olanından farz idi.)
Zekât
âyeti indirilince,
Allah zekâtı mallar için bir temizlik sebebi kıldı, dedi [257].
"Hakikatte
ayların sayısı Allah yanında, Allah'ın Kitâbı'nda -tâ gökleri ve yeri yarattığı
gündenberi- oniki
aydır. Onlardan dördü
haram olanlardır" (Âyet: 36).
"el-Kayyımu",
"Kaaim olan, ayakta duran" demektir [258].
182-.......Bize
Hammâd ibn Zeyd, Eyyûb es-Sahtıyânî'den; o da Muhammed ibn Sîrîn'deıı; o da
Abdurrahmân ibn Ebî Bek-re(R)'den tahdîs etti ki, Peygamber (S) şöyle
buyurmuştur. "İşte zaman (yânî yıl) hakîkaten A ilah 'in gökleri ve yeri
yarattığı günkü hey 'eti gibi bîr devre girmiştir. Sene oniki aydır. Bunlardan
dördü haram aylardır ki, üçü birbiri ardınca olan zu'l-ka'de, zu'1-hicce ve
muharrem, biri de Mudar'ın ayı olan cumada ile şa'bân arasındaki receb
ayıdır" [259].
"Eğer siz ona
yardım etmezseniz, kâfirler onu (Mekke'den) çıkardıkları zaman ikinin
ikincisinden ibaret iken bizzat Allah ona yardım etmişti. O zaman onlar
mağaranın içindeydiler. Peygamber, o vakit arkadaşına; 'Tasalanma, Allah hiç
şübhe yok bizimle beraberdir* diyordu" (Âyet: 40); yânî Allah bizim yardımcımızdır,
diyordu.
"es-Sekînetu",
"Sükûn" masdanndan faile veznidir [260].
183-.......Sabit
el-Bunânî tahdîs edip şöyle demiştir: Bize Enes tahdîs edip şöyle dedi: Bana
Ebû Bekr (R) tahdîs edip şöyle dedi: Ben Sevr mağarasında Peygamber'in yanında
idim. Bu sırada (bizi aramağa çıkmış ve mağaranın üzerine gelmiş olan)
müşriklerin ayak izlerini gördüm.
— Yâ Rasûlallah,
bunlardan biri ayağım kaldırsa bizi görecek, dedim.
Rasûlullah (S):
— "Üçüncüleri Allah olan ikikişiyisen ne
zannediyorsun?"'buyurdu [261].
184- Bize
Abdullah ibnu Muhammed tahdîs etti. Bize Sufyân ibnu Uyeyne, İbnu Cureyc'den; o
da İbnu Muleyke'den; o da Abdullah ibnu Abbâs(R)'tan tahdîs etti. İbnu Muleyke
dedi ki: îbn Ab-bâs ile İbnu'z-Zubeyr arasında bey'at sebebiyle bir darılma
meydana geldiği zaman, ben İbn Abbâs'a (İbnu'z-Zubeyr'in şu şereflerinden
dolayı bey'at edilmeye lâyık olduğunu belirtip):
— Onun babası Zubeyr
ibnu'l-Avvâm'dır. Anası Ebû Bekr'in kızı Esmâ'dır, teyzesi Âişe'dir, dedesi Ebû
Bekr'dir, baba tarafından ninesi Safiyye bintu Abdilmuttalib'dir -ki, bu
Zubeyr'in anasıdır-, dedim.
Buhârî'nin üstadı
Abdullah ibn Muhammed dedi ki: Ben Sufyân ibn Uyeyne'ye:
— Bu hadîsin isnadı
nedir? diye sordum. ,i Bunun üzerine
Sufyân: "Bize tahdîs etti" dediği sırada onu bir
insan (bir sözle yâhud
benzeri bir şeyle) meşgul etti de, bu sebeble İbnu Cureyc diyemedi [262].
185-.......Bize
Haccâc ibn Muhammed el-Missîsî tahdîs etti. İbn Cureyc şöyle dedi: İbn Ebî
Muleyke şöyle dedi: Abdullah ibn Abbâs ile İbnu'z-Zubeyr arasında birşey vardı.
Ben İbn Abbâs'ın yanına git-, tim ve:
— İbnu'z-Zubeyr'e harb etmek, bu suretle
Allah'ın haram kıldığı Harem'de kıtali halâl kılmak mı istiyorsun? dedim.
İbn Abbâs:
— Böyle yapmaktan
Allah'a sığınırım. Şübhesiz Allah İbn Zu-beyr ile Umeyye oğulları'nı Harem'de
kıtali halâl kılanlar olarak takdir edip yazdı. Ben Allah'a yemîn ederim ki,
ebedî olarak Harem'de harbi halâL kılmam, dedi.
Yine İbn Abbâs şöyle
devam etti:
— İbn Zubeyr
tarafından olan insanlar bana; İbn Zubeyr'e (halîfe olarak) bey'at et dediler.
Ben onlara: Bu halifelik işi îbn Zubeyr'-den uzak değildir. Zîrâ onun babası
Peygamber'in havârîsidir. -İbn Abbâs bu sözüyle ez-Zubeyr'i kasdediyordu.-
Dedesine gelince, Peygamber'in mağara arkadaşıdır -Ebû Bekr'i kasdediyordu-.
Annesine gelince, o da Zâtu'n-Nitakayn'dır -İbn Abbâs bununla Esma bintu Ebî
Bekr'i kasdediyordu-. Teyzesine gelince, müzminlerin anasıdır -Bununla Âişe'yi
kasdediyordu.- (Büyük) halasına gelince, o da Peygamber'in zevcesidir -İbn
Abbâs bununla da Hadîce'yi kasdediyordu-. Peygamber'in halası ise onun
ninesidir. -İbn Abbâs bununla Safiyye bintu Abdilmuttalib'i kasdediyordu-.
Sonra İbn Zubeyr İslâm'da afiftir, ayıplardan nezihtir, Kur'ân'ı güzel
okuyucudur. (İbnu Ebî Hay-seme,
Târîh'inde burada şunu
ziyâde etti: Ben
İbn Zubeyr'i kabullendim de amca
oğullarımı, Umeyye oğulları'nı terkettim.) Val-lâhî eğer Umeyye oğullan bana
ulaşıp iyilik ederlerse, hısımlıktan dolayı iyilik ederler; eğer onlar üzerime
emîrler olurlarsa, benzerlerim olan kerîm kişiler benim emîrim olmuş olurlar.
İbn Zubeyr benim üzerime Tuveytler'i, Usâmeler'i ve Humeydler'i tercîh etti
-İbn Abbâs bu sözleriyle Esed oğulları'nın bir kolu olan Tuveyt oğullan'ndan,
Usâme oğullarından ve Humeyd oğulları'ndan birtakım batınları, soyları
kasdediyor-. Şübhesiz İbnu Ebi'l-Âs meydana çıktı, şeref ve fazilette ileriye
yürümektedir -İbn Abbâs bu sözüyle Abdulmelik ibn Mervân ibnu'l-Hakem ibn
Ebi'I-Âs'ı kasdediyor-. O kişi ise muhakkak kuyruğunu büktü -İbn Abbâs bu
sözüyle İbn Zubeyr'i kasdedip, onun büyük işlerden gerilediğini ifâde ediyor- [263].
186-.......Umer
ibnu Saîd şöyle dedi: Bana Abdullah ibnu Ebî Muleyke haber verip şöyle dedi:
Biz İbn Abbâs'ın yanına girdik. O şunları söyledi: Sizler şu halifelik işine
kalkışan İbn Zubeyr'e hayret etmiyor musunuz? Ben kendi kendime: Elbette
nefsimle, Ebû Bekr ve Umer için yapmadığım hesâblaşmayı İbn Zubeyr için
yapacağım, yânı İbn Zubeyr'e yardım etmek, onu müdâfaa hususunda nefsimle
münâkaşa edeceğim. Ve elbette Ebû Bekr'le, Umer herbir hayra İbn Zubeyr'den
daha yakın bulunuyorlardı, dedim. Ve yine: O, yânî İbn Zubeyr, Peygamber'in
halasının oğludur; Zubeyr ibnu'l-Avvâm'ın oğludur; Ebû Bekr'in oğlu, yânî
torunudur; Hadîce'nin erkek kardeşinin oğludur; Âişe'nin kızkardeşi Esmâ'nm
oğludur, dedim. Bir de gördüm ki, o benden yüz çevirerek yükselip uzaklaşıyor
da benim, kendisinin hâssasından olmaklığımı istemiyor! Bunun üzerine ben
şöyle dedim: Zanneder değilim ki, ben kendimden bu yumuşaklığı ona izhâr
edeceğim de o bunu terkedecek ve benden olan bu yumuşaklıktan razı olmayacak;
ve yine zannetmem ki, o benden uzaklaşmasında bana herhangibir hayır isteyecek!
Eğer ondan meydana gelen bu hâlden, onun için bir ayrılma, bir kurtuluş yoksa
yemîn olsun amca oğullarım olan Umeyye oğulları'nın benim üzerimde emîr
olmaları, bana onlardan başkalarının emîr olmalarından daha sevimlidir (Çünkü
Umeyye oğulları, bana Esed oğulları'ndan daha yakındırlar) [264].
Mucâhid: Rasûlullah
onları atıyye ile ülfet ettirip alıştırıyordu, demiştir.
187-.......Ebû
Saîd el-Hudrî (R) şöyle demiştir: Peygamber'e (Yemen'den Alî ibn Ebî Tâlib
tarafından arıtılmamış altın cevherinden) bir mİkdâr gönderilmişti. Peygamber
(S) bunu dört kişi arasında bölüştürdü ve:
— "Ben bunları (kendilerine ulaşan bu mala
rağbetle İslâm'da sabit olmaları için) alıştırıyorum" buyurdu.
Bunun üzerine bir
adam:
— Sen bu taksimde adalet etmedin, dedi.
Peygamber:
— "Bu adamın
soyundan öyle bir kavim çıkacaktır ki, onlar dînden, okun avı delip çıkması
gibi çıkacaklardır" buyurdu [266].
"Sadakalarda,
bağışlarda bulunan müzminlerle bir türlü, güçlerinin yetebildiğinden başkasını
bulamayan fakirlerle diğer bir türlü eğlenenler; Allah onları maskaraya
çevirmiştir. Onlar için pek acıtıcı bir azâb da vardır"
(Âyet: 79).
"Yelmizûne",
"Ayıplıyorlar"; "Cuhdehum" ve "Cehdehum",
"Tâkatuhum" yânî "Takatleri" demektir.
188-.......Ebû
Mes'ûd (el-Bedrî el-Ensârî -R) şöyle demiştir: Sadaka vermekle emrolunduğumuz
zaman, bizler ücretle arkamızda yük taşır(kazancımızdan sadaka verir)dik. Ebû
Akîl de bir gün yarım sâ' hurma sadakası getirdi. Başka bir insan da ondan daha
çok mikdâr-da sadaka getirdi. Bunları gören münafıklar:
— Şübhesiz Allah
zengindir, bu birinci adamın getirdiği sadakaya muhtâc değildir. Şu diğer adam
da o getirdiği çokça sadakayı, başka sebeble değil, ancak gösteriş olması için
yapmıştır, dediler.
İşte bunun üzerine şu
âyet indi: "Sadakalarda, bağışlarda bulunan mü 'minlerle bir türlü,
güçlerinin yetebildiğinden başkasını bulamayan fakirlerle diğer bir türlü
eğlenenler; Allah onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için pek acıtıcı bir azâb
da vardır" [267].
189-.......Ebû
Mes'ûd el-Ensârî (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) sadaka vermekle emrederdi
de (gücü olmayan) herhangi birimiz çalışır, uğraşır, sonunda (kazandığı ücret
olan) bir müdd ölçeği getirirdi. Bu gün ise bunlardan birinin yüzbinlik
(dirhem veya dînâr) serveti vardır.
Râvî Şakîk: Ebû Mes'ûd
bu son sözü İle kendisinin çok servete sâhib olduğunu kapalıca ifâde eder
gibidir, demiştir [268].
Onlar için istiğfar et
yâhud istiğfar etme. Eğer onlar için yetmiş defa istiğfar dahî etsen, yine
Allah kendilerini asla mağfiret etmeyecektir..." (Âyet: 80) [269]
190-.......Abdullah
ibn Umer (R) şöyle demiştir: Abdullah ibnu Ubeyy ibn Selûl vefat ettiği zaman,
oğlu Abdullah ibnu Abdillah, Rasûlullah'a geldi de babasını içinde kefenlemek
için kendisine gömleğini vermesini istedi, Rasûlullah da ona kendi gömleğini
verdi. Sonra Abdullah, Rasûlullah*ın, babasının cenaze namazını kıldırmasını istedi.
Rasûlullah onun cenaze namazını kıldırmak için ayağa kalkınca Umer de ayağa
kalktı ve Rasûlullah'm elbisesinden tuttu da:
— Yâ Rasûlallah!
Rabb'in Seni onun üzerine cenaze namazı kıldırmandan nehyetmiş olduğu hâlde,
Sen yine onun üzerine namaz kıldıracak mısın? dedi.
Rasûlullah (S):
— "Allah beni ancak muhayyer kıldı da:
Onlar için Allah'tan mağfiret iste yâhud onlar için mağfiret isteme. Eğer onlar
için yeftmiş defa mağfiret istesen de yine Allah onları asla mağfiret
etmeyecektir buyurdu. Ben ise bu yetmiş üzerine mağfiret istemeyi
artıracağım" dedi.
Umer yine:
— Muhakkak ki o bir münafıktır, dedi.
Râvî dedi ki: Sonunda
Rasûlullah onun üzerine cenaze namazını kıldırdı. Bunun akabinde Allah:
"Onlardan ölen hiçbir kimseye ebedî dua etme. (Gömmek veya ziyaret için)
kabrinin başında da durma. (Çünkü onlar Allah *ı ve Rasûlü ynü inkâr ile kâfir
oldular, onlar fâsıklar olarak öldüler)" (Âyet: 84) kavlini indirdi [270].
191-.......İbn
Şihâb şöyle dedi: Bana Ubeydullah ibnu AbdilIah, İbn Abbâs'tan haber verdi ki,
Umer ibnu'l-Hattâb (R) şöyle demiştir: Abdullah ibnu Ubeyy ibn Selûl öldüğü
zaman, Rasûlullah onun cenaze namazını kıldırması için da'vet olundu.
Rasûlullah gitmeğe kalkınca ben O'na doğru sıçradım ve:
— Yâ Rasûlallah! Bu
adam şu günde şöyle şöyle, şöyle ve şöyle sözler söylediği hâlde Sen yine bu
Ubeyy oğlu'nun üzerine cenaze namazı kıldıracak mısın? dedim ve Ubeyy oğlu'nun
aleyhine, onun vaktiyle söylemiş olduğu sözlerini sayıyordum.
Rasûlullah (S)
tebessüm etti ve:
— "Benden geri dur yâ Umer!" buyurdu.
Ben kendine karşı sözü çoğaltınca da:
— "Ben istiğfar edip etmemek arasında
muhayyer kılındım da istiğfar etmeyi tercih ettim. Eğer yetmişten fazla istiğfar
ettiğim takdirde mağfiret olunacağını bilseydim, muhakkak yetmiş üzerine daha
da arttırırdım" buyurdu.
Umer dedi ki: Akabinde
Rasûlullah onun üzerine cenaze namazını kıldırdı. Sonra namazdan ayrıldı. Az
bir zaman geçince Berâe Sûresinde şu iki âyet indi: "Onlardan ölen hiçbir
kimse üzerine ebedî dua etme, kabrinin başında durma. Çünkü onlar Allah h ve
Rasû-lü 'nü inkâr ile kâfir oldular, onlar fâşıklar olarak öldüler " (Âyet:84).
Umer ibnu'l-Hattâb:
Bundan sonra ben Rasülullah'a karşı olan cür'etime hayret ettim. Allah ve
Rasûlü en bilendir, demiştir [271].
192-.......İbn
Umer (R) şöyle demiştir: Abdullah ibn Ubeyy ibn Selûl vefat edince, oğlu Abdullah
ibn Abdillah, Rasülullah'a geldi. Rasûlullah da ona kendi gömleğini verdi ve
onu bunun içinde kefenlemesini emretti. Sonra da onun üzerine cenaze namazı
kıldırmağa kalktı. Bu esnada Umer ibnu'l-Hattâb, Rasûlullah'ın elbisesini tuttu
ve:
— Bu bir münafık iken
ve Allah Seni onlar lehine mağfiret istemekten nehyetmiş olduğu hâlde, Sen bu
adam üzerine cenaze namazı mı kıldıracaksın? dedi.
Rasûlullah (S):
— "Allah beni muhayyer kıldı -yâhud: Allah
bana haber verdide: Onlar için istiğfar et yâhud onlar için istiğfar etme.
Onlar için yetmiş kerre istiğfar etsen de Allah onlara asla mağfiret
etmeyecektir buyurdu" dedi ve: "Ben yetmiş üzerine artıracağım"
buyurdu.
Râvî dedi ki:
Rasûlullah onun üzerine cenaze namazını kıldırdı, biz de O'nun beraberinde namazı
kıldık. Bundan sonra Allah, Peygamberi üzerine: "Onlardan ölen hiçbir
kimsenin üzerine cenaze namazı kılma, (Defin veya ziyaret için) kabrinin
başında da durma. Çünkü onlar Allah *ı ve Rasûlü 'nü inkâr ile kâfir oldular,
onlar fasık adamlar olarak öldüler" (Ayet:84) [272].
'Onlara döndüğünüz
zaman kendilerinden vazgeçmeniz için Allah'a and edecekler. O hâlde onlardan
yüz
çevirin. Çünkü onlar
murdardır. Kazanageldiklerinin cezası olarak varacakları yer de
cehennemdir"
(Âyet: 95).
193-.......Ka'b
ibn Mâlik'in oğlu Abdullah şöyle demiştir: Ben babam Ka'b ibn Mâlik'ten, Tebûk
gazvesinden geri kaldığı zaman şöyle dediğini işittim: Vallahi Allah'ın bana
ihsan buyurduğu ni'metler içinde beni İslâm Dîni'ne hidâyetinden sonra nefsimde
Rasûlullah'a doğru söylemekten daha büyük hiçbir ni'met ihsan etmemiştir. Evet
büyük ni'met, Rasûlullah'a yalan söyleyip de helak olmuş bulunmamak
ni'metidir. Nitekim Rasûlullah'a yalan söyleyenler helak oldular. Hakkında
vahiy indirildiği zaman şöyle buyuruldu: "Onlara döndüğünüz zaman
kendilerinden vazgeçmeniz için Allah 'a and edecekler. O hâlde onlardan yüz
çevirin. Çünkü onlar pistir. KazanageU dikleri günâhların cezası olarak
varacakları yer de cehennemdir. Kendilerinden hoşnûd olmanız için sizeyemîn
edecekler. Eğer siz onlardan razı olursanız şübhesiz Allah o fâşıklar güruhundan
razı Olmaz "(Âyet:95-96) [273].
"Kendilerinden
hoşnûd olmanız için size yemin edecekler. Eğer siz onlardan razı olursanız,
şübhesiz
Allah o fâşıklar
güruhundan razı olmaz"
(Âyet: 96) [274].
"Diğer bir kısmı
da günâhlarını Vtirâf ettiler. Onlar iyi bir ameli başka bir kötü ile
karıştırmışlardır. Olur kif Allah onların tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah
hiç şübhesiz çok şefkatli, çok merhametlidir '
(Âyet: 102) [275].
194-.......
Semure ibn Cundeb (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) bize şöyle buyurdu:
"Bu gece bana iki melek geldi de beni uykudan uyandırdılar. Akabinde
bunlar beni binaları altın ve gümüş tuğlalarla yapılmış bir şehre götürdüler.
Bizi orada birtakım adamlar karşıladılar ki, onların vücûdlannın yarısı, senin
gördüğün şeylerin en güzeli yaratılışında idi. Öbür yansı da gördüğün şeylerin
(yânı insanların) en çirkinine benziyordu. İki melek onlara:
— Şu nehre gidiniz ve
içine giriniz! dediler.
Onlar da nehre
girdiler, sonra bize dönüp geldiler. Bir de gördük ki, onlardan bu çirkinlik
gitmiş ve en güzel bir insan suretine değişmişlerdi. O iki melek bana:
— tşte burası Adn
Cenneti'dir. Şu (muhteşem) bina da Sen'in menzilindir! dediler.
Melekler sözlerine
şöyle devam ettiler:
— Hani o yarı
vücûd{arı güzel ve yarı vücûcllart çirkin olan insanlar topluluğu var ya, işte
onlar güzel ve hayır işleri diğer şerr ve kötü işlerle karıştıran kimselerdi. Allah
onların (günâhlarını i'tirâf ve tevbe sebebiyle) kötülüklerini affetti,
dediler" [276].
'Ne Peygamberin, ne de
mü'min olanların müşriklere mağfiret dilemeleri doğru değildir... " (Âyet:
113).
195-.......Müseyyeb
ibn Hazn (R) şöyle demiştir: Ebû Tâlib'e vefat (belirtileri) geldiği zaman,
Peygamber (S) onun yanına girdi. Ebû Tâlib'in yanında Ebû Cehl ile Abdullah
ibnu Ebî Umeyye vardı. Peygamber:
— "Ey amcam! Lâ
ilahe ille'llâh tevhidini söyle de, ben Allah katında bununla senin lehine
münâkaşa ve mücâdele edeyim", dedi.
Buna karşı Ebû Ceh] ve
Abdullah ibnu Ebî Umeyye ikilisi de:
— Yâ Ebâ Tâlib!
Abdulmuttalib milletinden yüz mü çevireceksin? diye men' ettiler.
Peygamber sonunda:
— "Yemîn ederim ki, ben hakkında mağfiret
dilemekten nehy olunmadığım müddetçe muhakkak Allah'tan senin lehine mağfiret
isteyeceğim" dedi.
Bunun üzerine şu âyet
indi: "Müşriklerin o çılgın ateşin sahibi oldukları muhakkak meydana
çıktıktan sonra, artık onların lehine velev hısım olsunlar, ne Peygamberin, ne
de mü 'min olanların mağfiret istemeleri doğru değildir" [277].
"And olsun ki,
Allah ve Peygamberi, içlerinden birtakımının gönülleri hemen hemen eğrilmek
üzere iken
güçlük zamanında ona
tâbi' olan Muhacirler He Ensâr 'ı da tevbeye muvaffak buyurdu ve sonra onların
bu
tevbelerini kabul
eyledi. Çünkü O çok şefkatli, çok merhametlidir'' (Âyet: 117).
196-.......
İbn Şihâb şöyle demiştir: Bana Abdurrahmân ibnu Ka'b haber verip şöyle dedi:
Bana Abdullah ibnu Ka'b haber verdi. Bu Abdullah, Ka'b kör olduğu zaman onun
oğullarından babası Ka'b'ın yedicisi idi. Abdullah şöyle dedi: Ben babam Ka'b
ibn Mâlik'-ten, onun uzun hadîsi içinde şunu işittim: "Hanişu tevbeleri
(Allah'ın hükmüne kadar) geri bırakılan üç kişi de o derece bunalmışlardı ki,
yeryüzü bütün genişliğiyle bunlara dar gelmiş, vicdanları da kendilerini
sıktıkça sıkmıştı..."
Ka'b bu hadîsin
sonunda şöyle dedi:
— Yâ Rasûlallah! Allah
ve Rasûlü'nün rızâsı için hâlis sadaka olmak üzere malımdan sıyrılıp çıkmam, tevbemin
kabulü îcâbındandır, dedim.
Rasülullah (S):
— "(Hayır,) sen malının bir kısmım kendine
alıkoy. Bu senin için daha hayırlıdır..." buyurdu [278].
"Geri bırakılan
(ve haklarında hüküm geciken) üç kişinin tevbelerini de kabul etti. Çünkü
yeryüzü bunca
genişliğine rağmen
onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Ailah(ın hışmın)''dan
yine Allah'tan başka sığınacak hiçbir yer olmadığını anladılar (da bundan)
sonra Allah onları da eski hâllerine dönsünler diye tevbeye muvaffak buyurdu.
Şübhesiz ki Allah,
evet ancak O tevbeyi en çok kabul eden, hakkıyle merhamet eyleyendir"
(Âyet: 118).
197-.......ez-Zuhrî
tahdîs edip şöyle demiştir: Bana Abdurrahmân ibn Abdillah ibn Ka'b ibn Mâlik
haber verdi ki, babası Abdullah ibn Ka'b şöyle demiştir: Ben babam Ka'b ibn
Mâlik'ten işittim. Bu Ka'b, tevbeleri kabul edilen üç kişiden biridir. O Zorluk
gazvesiy-le Bedir gazvesinden başka, Rasûlullah'ın yaptığı gazvelerden hiçbirinde
Rasûlullah'tan geri kalmamıştır. O şöyle dedi:
— Ben Rasülullah'ın o
gazveden dönüp gelmesi yaklaştığı vakit, Rasûlullah'a karşı doğru söylemeye
karar verip azmettim. Rasû-lullah bir kuşluk vakti Medine'ye geldi. Rasûlullah
çıkmış olduğu herbir seferden muhakkak kuşluk vaktinde Medine'ye gelir ve
(evine girmeden önce) ilk iş olarak mescide girip iki rek'at namaz kılar idi.
(Ben huzurunda ma'ziretsiz olarak geri kaldığımı i'tirâf ettikten sonra)
Peygamber benimle ve iki arkadaşımla konuşmaktan insanları neh-yetti. Seferde
geri kalanlardan bizden başka kimseyle konuşmaktan nehyetmedi. İnsanlar da
bizimle konuşmaktan çekindiler. Böylece eğlenip kaldım. Nihayet bu iş üzerime
uzadı. Ve bana, ölmem ve Pey-gamber'in
benim üzerime cenaze
namazı kılmaması yâhud Rasülullah'ın ölmesi hâlinde benim
insanlardan yana bu menzilede olup da onlardan hiç kimsenin benimle konuşmaması
ve üzerime namaz kılmamasından daha üzücü hiçbirşey yoktu. (Bizimle konuşmaktan
nehyetmesinden sonra geçen ellinci) gecenin son üçte biri kaldığı zaman,
Rasûlullah, Ürnmü Seleme'nin yanında bulunduğu hâlde, Allah Taâlâ
Peygamberi'nin üzerine bizim tevbemizin kabulünü bildiren vahyini indirdi.
Ümmü Seleme benim durumum hakkında iyilik edici ve işimi çok ehemmiyetle
düşünen kimse idi. RasûluIlah(S):
— "Yâ Ümme Selemete! Ka'b'ın tevbesi kabul
edildi" buyurdu.
Ümmü Seleme:
— Ka'b'a haberci gönderip muştulayayım mı?
dedi. Rasûlullah:
— "O takdirde insanlar çok kalabalık edip
sizi ezerler ve diğer gecelerde uyumanızı da men' ederler" buyurdu.
Nihayet Rasûlullah
sabah namazını kıldığı zaman Allah'ın bizim üzerimize tevbesini
(pişmanlıklarımızın kabulünü) i'lân etmiştir... Esasen Rasûlullah sevindiği
zaman yüzü parlardı, hattâ o bir ay parçasına benzerdi. Ve bizler bilhassa şu
üç kişi, o birtakım özürler beyân etmiş kimselerden kabul edilen hükümden geri
bırakılan kimseleriz. Allah bizim tevbemizi indirdiği zaman, o seferden geri
kalanlardan olup da bâtıl özürler beyân eden, Allah'ın elçisine yalan söyleyen
kimseler Kur'ân'da zikredildikten zaman, bir kimsenin zik-redildiği en şerrli
biçimde anılmışlardır. Münezzeh olan Allah şöyle buyurdu: "Seferden onlara
döndüğünüz vakit size özür beyân edeceklerdir. De ki: Faydasız özür dilemeyin.
Size kesin olarak inanmıyoruz. Allah bize (hâllerinizden birçok) haberler
vermiştir. (Bundan sonraki) hareketinizi de Allah, Rasûlü ile beraber
görecektir. En sonra gizliyi ve aşikârı bilen Allah 'a döndürüleceksiniz de O
size neler yapıyordunuz, hepsini haber verecektir" (Âyet:94) [279].
“Ey îmân edenler,
Allah'ın korumasına girin, bir de sâdık olanlarla beraber olun"
(Âyet: 119).
198-.......Abdullah
ibnu Ka'b ibn Mâlik -ki kendisi Ka'b ibn Mâlik'in yedicisi idi- şöyle demiştir:
Ben Ka'b ibn Mâlik'ten işittim, Tebûk kıssasından geri kaldığı zamanki
haberini şöyle tahdîs ediyordu: (Bundan sonra ben Rasûlullah'a şöyle dedim: Yâ
Rasûlallah! Allah beni bu badireden ancak doğruluğumla kurtardı. Artık
tevbe-min kabulü ühâmındandır ki, ben, bundan böyle yaşadığım müddetçe
doğrudan başka bir söz söylemeyeceğim.)
-Ka'b dedi ki:-
Vallahi Rasûlullah'a vâki' olan bu sözlerimden beri müslümânlardan hiçbirisini
bilmem ki, doğru söylemekte Allah'ın bana yaptığı imtihân(ve mukaabilinde in'âm
ve ihsân)dan daha güzel imtihanım ona yapmış olsun! Rasûlullah'a o sözlerimi
arzettik-ten bugüne kadar yalan söylemek hatırımdan geçmedi. (Bundan öte
yaşadığım zaman içinde de Allah'ın beni yalandan koruyacağını umarım.) Azız ve
Celîl olan Allah, Rasûlü'ne: "And olsun ki Allah, Peygamber ile
Muhacirler ve Ensâr üzerine tevbe nasîb etti..." âyetim "Sâdıklarla
beraber olun" kavline kadar indirdi [280].
"And olsun size
kendinizden öyle bir Rasûl gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır
ve güç gelir.
Üstünüze çok
düşkündür. Mü 'minlere cidden şefkatlidir, çok merhametlidir" (Âyet:
128-129).
"Rauf",
"Re'fet" masdanndan olup "Çok şefkatli" demektir [281].
199- Bize
Ebû'l-Yemân tahdîs etti. Bize Şuayb haber verdi ki, ez-Zuhrî şöyle demiştir:
Bana İbnu's-Sabbâk şöyle haber verdi: Vahyi yazan kimselerden biri olan Zeyd
ibn Sabit el-Ensârî şöyle demiştir: Ebû Bekr, Yemâme'de şehîd olanların ölümü
haberini yollayıp beni çağırdı. Yanında Umer de bulunuyordu. Ebû Bekr bana
şunları söyledi: Umer bana geldi ve:
— Yemâme gününde insanların öldürülmesi çok
şiddetli oldu. Ben diğer harb sahalarında da harbin şiddetli olup Kur'ân
hafızlarının şehîd edilmelerinden, bu sebeble de Kur'ân'dan büyükçe bir kısmın
zayi' olup gitmesinden endîşe ediyorum, ancak Kur'ân'ı toplamanız hâlinde bu
gitme olmaz. Binâenaleyh ben senin muhakkak Kur'ân'ı toplamanı düşünüyorum,
dedi.
Ebû Bekr dedi ki: Ben
de Umer'e:
— Rasûlullah'ın yapmadığı şeyi ben nasıl
yaparım? dedim.
Umer:
— Vallahi bu hayırdır,
dedi ve bana bu hususta müracaattan vazgeçmedi.
Nihayet Allah benim
göğsümü bu iş için açtı ve ben de Umer'in düşündüğünü düşündüm.
Zeyd ibn Sabit dedi
ki: Umer, onun yanında konuşmadan oturduğu hâlde Ebû Bekr bana hitaben şöyle
dedi:
— Şübhesiz sen genç ve
akıllı bir adamsın. Biz seni hiçbir kusurla ittihâm etmiyoruz. Sen Rasûlullah
için vahyi yazıyordun. Bu sebeble sen Kur'ân'ı tetebbu' et ve onu bir araya
topla!
Zeyd bu teklife karşı:
— Vallahi eğer bana
dağlardan bir dağın nakledilmesini emretmiş olsaydı, o iş benim üzerime Ebû
Bekr'in bana emrettiği bu Kur'ân'ı toplama işinden daha ağır olmazdı, dedi.
Zeyd dedi ki: Ben:
— Sizler, Peygamber'in yapmadığı bir işi nasıl
yapıyorsunuz? dedim.
Ebû Bekr:
— Allah'a yemîn ederim ki, bu hayırlı bir
iştir, dedi.
Ben bu i'tirâzımı
tekrar tekrar ona döndürmekte devam ettim. Nihayet Allah, Ebû Bekr'le Umer'in
akıllarını yatırdığı ve göğüslerini ferahlandırdığı bu işe benim de aklımı
açtı ve gönlümü ferahlandırdı. Bunun üzerine ben kalktım, Kur'ân'ın ardına
düşüp gereği gibi
araştırdım ve onu
yazılı bulunduğu deri parçalarından, kürek kemiklerinden, hurma dallarından ve
hafızların ezberlerinden bir yere topladım. Ve et Tevbe Sûresi'nden iki âyeti,
Ebû Huzeyme el-Ensârî'nin yanında buldum. O iki âyeti ondan başka kimsenin
yanında bulmadım: "And olsun size kendinizden öyle bir Rasûl gelmiştir
ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir, Üstünüze çok düşkündür.
Müzminlere cidden şefkatlidir, çok merhametlidir" (Âyet:i28-i29).
Netîcede içlerinde
Kur'ân toplanılan bu sahîfeler, Allah kendisini vefat ettirinceye kadar Ebû
Bekr'in yanında kaldı. Sonra Allah kendisini vefat ettirinceye kadar Umer'in
yanında kaldı. Bundan sonra da Umer'in kızı Hafsa'nın yanında kaldı [282].
Bu hadîsi ez-Zuhrî'den
rivayet etmesinde Şuayb'e, Usmân ibnu Umer mutâbaat etti. Ve yine Şuayb'e Leys
ibn Sa'd da mutâbaat etti. Bunların ikisi de Yûnus ibn Yezîd'den; o da İbn
Şihâb'dan diye rivayet ettiler. Ve el-Leys şöyle dedi: Bana Abdurrahmân ibnu
Hâlid, İbn Şihâb'dan tahdîs etti ve: Ebû Huzeyme el-Ensârî'nin beraberinde buldum,
dedi.
Ve Mûsâ ibn îsmâîl,
İbrâhîm ibn Sa'd'dan söyledi ki, o: Bize İbnu Şihâb "Ebû Huzeyme'nin beraberinde"
şeklinde tahdîs etti, demiştir.
Ve Mûsâ ibn İsmail'e
İbrâhîm'den rivayet etmesinde Ya'kûb ibn İbrâhîm mutâbaat edip babası İbrâhîm
ibn Sa'd'dan, künye ile "Ebû Huzeyme'nin beraberinde" şeklinde
rivayet etmiştir.
Ve Ebû Sâmit Muhammed
ibn Ubeydillah el-Medenî de şöyle demiştir: Bize îbrâhîm ibn Sa'd tahdîs edip
"Huzeyme'nin beraberinde" yâhud "Ebû Huzeyme'nin
beraberinde" şeklinde şekk ile ve tahkîk ile söylemiştir [283].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle [284]
Ve İbnu Abbâs şöyle
demiştir: "O su ile yeryüzünün nebatı karıştı"(Âyet: 24), "O su
ile her renk nebat bitti".
"Dediler ki:
Allah kendine evlâd edindi. Hâşâ, Allah bundan münezzehtir; O,
müstağnidir" (Âyet: 68).
Zeyd ibn Eşlem:
"îmân edenlere Rabb'leri indinde muhakkak bir sıdk kademi vardır"
{Âyet: 2), O, Muhammed(S)*dir, dedi.
Mucâhid ibn Cebr de:
"Kademi sıdk", "Hayr"dır, dedi [285].
"Tilke
âyâtun" (Âyet: d denilir; bu "İşte bunlar Kur'ân'ın alemleridir,
işaretleridir" demektir, yânî buradaki
"77M*?"
"Hâzini" manasınadır. (Kelâmın hitâbdan gaibe öndürülmesi bakımından)
bunun benzeri "Hattâ izâ küntüm fVl-fülki ve cereyne bihim bi-rîhın
tayyibetin{ - Hattâ siz gemilerde bulunduğunuz, onlar bunları güzel bir hevâ
akımıyle akar gibi götürdükleri)" kelâmıdır. "Bihim"m ma'nâsi
"Bikum"dur (yânı birincide "Tilke", "Hâzihî"
ma'nâsma olduğu gibi, ikinci kelâmda da "Bihim", "Bi-kum" ma'nâsınadır.
Birincide işaret ismi gâibden hitaba, ikincide ise zamîr, mübalağa nüktesiyle
gaibe döndürülmüştür).
"Da'vâhum"
(Âyet: ıo), "Onların duaları"; "Uhîta bihim... (= Onlar çepçevre
kuşatıldıklarını sanırlar)"
"Helake
yaklaştırıldıklarım sanırlar" demektir. Nitekim "Ehâtat bihi
hatîetuhu ( = Suçu kendisini çepçevre
kuşattı)"
(ei-Bakara: si) de böyledir.
"Ittebaahum"
"Ve'tbaahum" bir mavnayadır,
"Arkalarına düştü
demektir; "Adven", "Udven" yânî
"Düşmanlık"
masdarındandır (Âyet: 90).
Mucâhid şöyle dedi:
"Eğer Allah insanlara hayrı çabuk istedikleri gibi, şerri de acele
verseydi, elbette onlara ecelleri hükmedilirdi" (Âyet: n>; bu, insanın
oğluna ve malına Öfkelendiği zaman "Yâ Allah, ona bereket ve
hayır ihsan etme, ona
la'net eyle" demesi gibidir.
"Onlara ecelleri
hükmedilirdi" demek, aleyhine beddua edilen kimse elbette helak edilirdi
ve Allah onu öldürürdü demektir.
iyi iş ve güzel amel
yapanlara daha güzel iyilik bir de ziyâde vardır" (Âyet: 26); "Ve
misluhâ husnâ", yânî bu
güzelliğin misli ihsan
ve ikram olarak onun gibi diğer bir güzelliktir, ziyâde de mağfirettir.
Mucâhid'den başkası
da: "Ziyâde" Yüce Allah'ın yüzüne, cemâline bakmaktır, demiştir.
"el-Kibriyâ",
"Mülk" yânî
"Meliklik, hükümdarlıktır. "Bu yerde devlet ikinizin elinde olsun
diye mi bize geldiniz?" (Âyet: 78).
"Isrâîl
oğullarını denizden geçirdik. Hemen Fir'avn, askerleriyle beraber zulmederek ve
saldırarak arkalarına düştü. Nihayet su onu boğmaya başlayınca, şöyle dedi:
'İnandım. Hakikat
Isrâîl oğulları 'nın imân ettiğinden başka tanrı yokmuş. Ben de
müslümânlardanım"*
(Âyet: 90).
"Nuncike",
"Biz seni Arz'dan bir necve üzerine atarız"
demektir.
"Necve" de "Neşez"dir ki, o da yüksek mekân ma'nâsınadır [286]
200-.......İbn
Abbâs (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) Medine'ye geldi, Yahudiler âşûrâ orucu
tutuyorlardı. Onlar:
— Bu, kendisinde
Musa'nın Fir'avn'a gâlib olduğu gündür, dediler.
Bunun üzerine
Peygamber sahâbîlerine:
—
"Sizler
Musa'ya onlardan daha ziyâde haklısınız, onun için sizler de bu günü oruç
tutun" buyurdu [287].
Rahman ve rahim olan
Allah’ın ismiyle
İbn Abbas şöyle
demiştir:
“Asibun” , “Şedidun”
(haza yevmun asibun =BU çetin bir gündür) (ayet 77 ) .
"Lâ cereme",
"Evet (şübhesiz onlar âhirette en çok zarar görenlerin tâ
kendileridir)" (Âyet: 22).
İbn Abbâs'tan başkası
da bu kelimeler hakkında şöyle dedi: "Hâka bi-him" (Âyet: 8),
"Onlara indi ve isabet etti";
"Yehîkû",
"İner". "Yeûsun", "Ümidimi kestim" sözünden feûl
veznidir,
"Çok ümîd
kesen" demektir. "İnnehû le-yeûsun kefûr=İnsana bizden bir rahmet
tattırıp da sonra bunu kendisinden soyup alıyersek, and olsun o ümidini kesen bir
adam, bir nankördür" (Âyet: 9).
Mucâhid de:
"Lâtebteis", "Lâ tahzen", yânî 'Tasalanma" demektir;
"O hâlde işleyegeldikleri şeylerden dolayı tasalanma" (Âyet: 36).
"Onlar
göğüslerini dürüp bükerler" hususunda şekk ve şübhelenme vardır, güçleri
yeterse "Allah'tan
gizlemeleri için"
demiştir.
Ebû'l-Meysere de:
"el-Evvâh" Habeş dilinde "er- Rahîm", yânî "Çok
merhametlidir, dedi. Ve İbn
Abbâs:
"Bâdiye'r-rey, "Bize zahir olan görüşle" ma'nâsınadır, dedi.
Mucâhid: "el-Cûdî", Cezîre'de bir dağdır, dedi [288].
el-Hasen el-Basrî:
"Çünkü sen
muhakkak ki yumuşak huylu, aklı başında bir adamsın, dediler" (Âyet: 87);
kavmi bu sözleriyle
Şuayb ile alay
ediyorlar, demiştir, îbn Abbâs: "Yâ semâu eklıî mâeki~Ey gök, suyunu
tut!" (Âyet: uyf "Asîb", "Şiddetli, çetin", "Lâ
cereme'
"Evet";
"Hattâ izâ câe emrunâ ve fârettennûru-Nihayet emrimiz geldi ve fırında su kaynadı"
(Ayet: 40) ma'nâsınadır, demiştir. İkrime de:
"Tennûr",
yeryüzüdür, dedi [289].
"Haberin olsun
ki, ondan (o peygamberden düşmanlıklarını) gizlemeleri için göğüslerini dürüp bükerler,
(Hakkı işitmemek için) elbiseleriyle örtündükleri zaman da hâllerine dikkat et.
Hâlbuki Allah onların gizleyeceklerini de, açığa vuracaklarını da biliyor.
Çünkü O sinelerin tâ özünü bilendir" (Âyet: 5); "Ondan" zarfını
"Peygamber'den" diye tefsir etti.
İkrime'den başkası da:
"Ve hâka", "Nezele" (yânî "İndi"),
"Yehîku", "Yenzilu" (yânî "İner") ma'nâsınadır;
"Yeûsun", "Yeistu( = Ben ümîd kestim)" ma'nâsından feûl
veznidir, demiştir.
Mucâhid: "Lâ
tebteis", "Lâ tahzen" (yânî "Tasalanma");
"Yesnûne sudûrahum('= Göğüslerini dürüp bükerler)19: Hakta şübhe ve
şübhelenme vardır.
Eğer güçleri yeterse
"Ondan, yânî Allah'tan gizlemeleri
için" diye tefsir etmiştir.
201-.......
İbn Cureyc şöyle dedi: Bana Muhammed ibnu Abbâd ibn Ca'fer haber verdi ki, o
İbn Abbâs'tan "Elâ innehum tes-nevnî sudûruhum{~ Gözünüzü açın, onların
göğüsleri şiddetle bükülüp duruyor)"şeklinde okurken işitmiştir. Muhammed
ibn Ab-bâd dedi ki: Ben İbn Abbâs'a bunu sordum da, o şöyle cevâb verdi:
— Birtakım insanlar
vardı ki, bunlar halâya gidip de avret yerlerini çıplak olarak meydana
çıkarmalarından ve kadınlarıyle cinsî münâsebet yapıp da yine avret yerlerini
çıplak olarak meydana çıkarmalarından utanıyorlardı. İşte bu kelâm onlar
hakkında indi [290].
202-.......İbn
Cureyc (şöyle demiştir): Ve bana Muhammed ibn Abbâd ibn Ca'fer haber verdi kî,
İbn Abbâs "Elâ innehum tesnevnî sudûruhum" şeklinde okumuştur.
(Muhammed ibn Abbâd
dedi ki:) Ben:
— YâEbâ'l-Abbâs!
"Mâ tesnevnîsudûruhum ~ Göğüsleri dü-rülüp bükülürler" ne demektir?
diye sordum.
İbn Abbâs:
— Erkek, karısıyle
cinsî münâsebet yapar, bundan (yânî avret yerini açmaktan) haya edip utanırdı
yâhud halâya gider, bundan da utanırdı. İşte bunun üzerine "Haberiniz
olsun ki, onlar, ondan giz-Lmeleri için göğüslerini dürüp bükerler... "
(Âyet: 5) indi.
203- Bize
el-Humeydî tahdîs etti. Bize Sufyân ibn Uyeyne tah-dîs eı -Jize Amr ibnu Dînâr
tahdîs edip şöyle dedi: İbn Abbâs "Elâ innehum yesnûne sudûrahum
li-yestahfû minhu elâ hîne yesteğşûne si-yâbehum{ = Haberiniz olsun ki, onlar
ondan gizlemeleri için göğüslerini dürüp büker. Elbiseleriyle örtündükleri
zaman da hâllerine dikkat et!)" şeklinde okudu.
Amr ibnu Dînâr'dan
başkası da yine îbn Abbâs'tan "Yesteğşûne", "Yugattûne ruûsehum"
(yânî başlarını örterler) şeklinde okuduğunu söyledi [291].
"Sîe bihim",
"Lût bunlar yüzünden fena hâlde sıkıldı, kaygıya düştü, yânî kavmine zannı
kötü oldu ve kavminin konuklarına kötülük yapmaları endişesiyle göğsü
daraldı" (Âyet: 77).
"Fe-esri bi-ehlik
bi-kıtaın mine'l-leyli= Sen hemen gecenin bir kısmında, yânî karanlıkta ailenle
yürü" (Âyet: 8i).
"tleyhi unîbu=
Ancak O'na dönerim" (Âyet: 88) [292].
204-.......
Bize Ebu'z-Zinâd, el-A'rec'den; o da Ebû Hureyre(R)'den tahdîs etti ki,
Rasûlullah (S) şöyle demiştir: "Azîz ve Celîl olan Allah: Ey kulum, sen
fakirlere nafaka ver ki, ben de sana nafaka vereyim, buyurdu".
Rasûlullah devamla
dedi ki: "Allah 'in eli (yânî vermekte tükenmeyen hazîneleri) doludur.
Harcamak onu eksiltmez, o gece ve gündüz dâima akar".
Yine Rasûlullah
devamla dedi ki: ''Allah'ın göğü ve yeri yarattığı günden beri infâk ve in'âm
ettiği ni'metlerin mâhiyetini düşündünüz mü? (Bundan bana haber verebilir
misiniz?) Şübhesiz ki O'nun elindeki (kerem ve ihsânındaki) ni'meîierden hiçbir
şey eksilmemiş-tir. Çünkü O'nun Arş'ı (tahtı) su üzerindedir (hudûdsuz ni'met
denizi üzerinde kurulmuştur). Ve adalet terazisi O'nun elindedir, terazinin
gözü (bazen) alçalır, (bazen yukarı) yükselir (bu suretle insanların kimine
çok, kimine az rızık verir)"[294].
"Vterâke{= Seni
çarpmış)", "Aravtu( = Onu çarptım)" ma'nâ-sından İftiâl
masdanndan iftealtu veznindedir. Ve "Fulânun ya'rû-hu( = Fulân ona
çarpıyor)" ve "Vterânî{ = Beni kaplıyor)" sözleri bu asıldandır.
"Biz: Tanrılarımızdan kimi seni fena çarpmış demekten başka bir söz
söylemeyiz'* (Âyet: 54).
"Yürür hiçbir
mahlûk hâriç olmamak üzere hepsinin alnından tutan odur" {Âyet: 56), yânî
hepsi O'nun mülkünde, idaresinde ve ta-sarrufundadır. "Anîd",
"Anûd", "Ânid"; hepsi bir ma'nâya olup "Çok
inadçı" demektir; bu, tecebbürün, zorbalığın te'kîdidir.
' 'Ista 'marakum''; '
*A ilah sizi topraktan meydana getirdi ve sizi orada ömür geçiriciler -yâhud
da: Vmâr ediciler- yaptı" (Âyet: 60). "A*-martuhu'd-dâra fehye
umra" denilir ki, "Ben evi Ömrü müddetince ona mülk yaptım"
demektir. "Nekirahum", "Enkerahum",
"Isten-kerahum"; bunların hepsi bir ma'nâya olup "Onlardan
hoşlanmadı*'
(Âyet: 70} demektir.
"İnnehu hamîdun
mecîdun = Şübheyok ki, O, asıl hamde lâyık, hayrı, ihsanı çok olandır"
(Âyet: 73), yânî "Mecid", "Mâcid" sığasından Fail
veznidir. "Hamîd"de "Hamide( = Hamdetti)" fiilinden olup
"Mahmûd", yânî "Hamdedilmiş" ma'nâsınadır.
'Siccîlun",
balçıktan pişirilmiş sert ve büyük taşlar; "Emrimiz geldiği zaman o
memleketin üstünü altına getirdik ve tepelerine balçıktan pişirilmiş, istif
edilmiş taşlar yağdırdık" (Âyet: 83). "Siccîl" ve
"Siccîn" bir ma'nâyadır, bunlardaki lâm ile nûn, zâid harflerden olmaları
ve herbiri diğerine çevrilebilmeleri bakımından iki kardeştirler. (Câhiliyet
ve İslâm devirlerine erişmiş muhadram) Şâir Temîm ibnu Mukbil de buna şâhid
olacak şu beyti söyledi:
"Nice yaya
askerler kuşluk vaktinde miğferlerin yerlerine, yânî başlara öyle şiddetli
darbe indiriyorlar ki, battallar, yiğitler bunu birbirlerine emir ve tavsiye
ediyorlar"; burada "Siccînen", "Şedîden" demektir.
'' Ve ilâ Medyene
ahâhum Şuayben = Medyen V de kardeşleri Şu-ayb'ı gönderdik" (Âyet: 84)
"İlâ Medyene", "Medyen ahâlîsine" demektir. Çünkü Medyen,
Medyen'in kurduğu ve onun ismiyle isimlendirilmiş bir beldedir. Bu ta'bîrin
benzeri "Ve's'eli'l-karyete", "Ve's'eK'l-tyra" sözleridir
ki, "Karye ahâlîsine" ve "Kervan halkına sor" demektir
(Yûsuf: 82); "İçinde bulunduğumuz şehre, aralarında geldiğimiz kervana da
sor. Biz şekksiz şübhesiz doğru söyleyicileriz''
(Yûsuf: 82):
"Siz Allah hn
emrini arkanıza atılmış birşey kıldınız" (Âyet: 92).
Şuayb, bununla
"Siz O'na yönelmediniz" demektir. Bir adam diğer birinin hacetini
yerine getirmediği zaman "Benim hacetimi sırtının ardına attın ve beni
arkaya atılmış birşey kıldın" denilir. Buradaki "ez-Zıhrî"nin
bir ma'nâsı da: "Beraberinde ihtiyâç zamanında kendisiyle yardım
sağlayacağın bir binek hayvanı yâhud bir kap alman" demektir.
"Erâzilunâ", "Düşüklerimiz, en aşağı tabakalarımız" demektir
{Âyet: 27).
"O'nu (Kur'ân'ı)
kendiliğinden uydurdu, derler. De ki: Eğer ben O'nu kendiliğimden uydurduysam
günâhı benim üstüme olsun..." (Âyet: 35). Buradaki "İcramı"
kelime'si "Ecremtu" fiilinden masdar-dır. Bâzıları sülâsî olan "Ceremtu"
fiilinden isimdir dediler, ikisi de "Ben günâh işledim" ma'nâsınadır.
"el-Fulk", "el-Felek", "Fuluk" bir ma'nâyadir.
Tekil ve çoğul yerinde kullanılır. Tekil yerinde "Se-fîne", çoğul
yerinde "Süfün", yânî "Gemi" ve "Gemiler" ma'nâsınadır
(Âyet: 38).
"Bismillâhi
mecrâha ve mursâha - Onun akması da durması da Allah'ın adiyledir" (Âyet:
4i). "Mecrâha", "Onun gitmesi" demektir. Bu
"Cereytu" fiilinin mîmli masdarıdır. "Mursâha" da
"Onun durması" demektir, bu da "Habsettim" ma'nâsma olan
"Erseytu" fiilinin mîmli masdarıdır. Bu "Durdu" ma'nâsma
olan "Reset", sülâsî fiilinden "Mersâhâ", "Aktı"
ma'nâsma olan "Ceret" sülâsî fiilinden "Mecrâha" şeklinde
okunur. Ve yine bu iki kelime fail isim vezninde "Mucrîhâ" ve
"Mursîhâ" olarak da okundu ki, onun akı-tıcısı ve durdurucusu, gemiyi
yapan yâhud yapılmasını emreden Allah tarafındandır, demek olur. "Kudurin
râsiyetin", "Sabit sabit kazanlar" (es-Sebe1: 13) demektir. Bunu
"Mursâha" nın zikrine istid-râd olarak getirdi.
"(Allah'a karşı
yalan düzenden daha zâlim kimdir?)
Onlar Rahb Herine
arzedilecekler, şâhidler de: 'İşte bunlar Rabb'lerine karşı yalan
söyleyenlerdir' diyecekler. Haberiniz olsun ki, Allah'ın la'neti zâlimlerin
tepesinedir" (Âyet: ış>.
"Sâhib",
"Ashâb"ın tekili olduğu gibi, "Eşhâd"ın tekili de
"Şâhid"dir.
205-.......Bize
Saîd ibnu Ebî Arûbe ile Hişâm ibn Ebî Abdillah tahdîs edip şöyle dediler: Bize
Katâde tahdîs etti ki, Safvân ibnu Muh-riz şöyle demiştir: Abdullah ibnu Umer,
Ka'be'de tavaf ettiği sırada bir adam karşısına geldi ve:
-Yâ Ebâ Abdirrahmân
-yâhud da: Ey Umer'in oğlu!- Sen Pey-gamber'den (kıyamet gününde mü'min ile
Allah arasında olacak) "Necvâ(-Gizli konuşma)" hakkındaki beyânı
işittin mi? diye sordu.
İbn Umer de şöyle
dedi:
— Ben Peygamber'den
işittim, şöyle buyuruyordu: "Mü'min Rabb'ine yaklaştırılır -Râvî Hişâm:
"Mü'min Rabb'ine yakınlaşır9' demiştir-. Nihayet Rabb 'i onun üzerine
şefkat yanını kor da ona günâhlarını şöyle ikrar ettirir: Şu günâhı biliyor
musun? der. Kul: Biliyorum, der: Akabinde iki kerre: Rabb'im, biliyorum,
Rabb'im biliyorum, der. Allah da: Ben o günâhlarını dünyâda (insanlardan)
gizledim. Bu gün $e ben senin lehine bu günâhlarını mağfiret ediyo-
rum, buyurur. Sonra
mü'minin hasenat sahîfesi kendisine verilir. Diğerlerine yâhud kâfirlere
gelince, onlar şâhidlerin huzurunda: îşte bunlar Rabb'lerine karşı yalan
söyleyenlerdir! diye nida olunur."
Râvî Seybân ibn
Abdirrahmân, Katâde'den: Bize Safvân, İbn Umer'den tahdîs etti, şeklinde
söyledi [295].
' 'Rabb 'inin
yakalayışı -ahâlîsi zulmeder hâlde bulunan memleketleri yakaladığı zaman- işte
böyle olur. Şübhesiz
ki, O'nun çarpması pek
elemlidir, pek çetindir" (Âyet: 102).
"er-Rifdul-merfûd"
(Âyet: 98) "Yardım edici yardım".
"Refedtuhû"
"Ona yardım ettim" demektir. "Lâ terkenû ile 'llezîne zalemû =
Zulmedenlere meyletmeyin''
(Âyet: ıi3).
"Fe-levlâ kâne", (Âyet: ıi6). "Fe-hellâ kâne" (yânî
"Olsaydı ya") demektir
"Utrifû ( = Helak
edildiler)"
(Âyet: 116), -yânı teref, helak edilmelerine sebeb oldu-.
İbn Abbâs: "Zefir",
"Şiddetli ses"; "Şehîk", "Zaîf ses"tir (Âyet:
106) demiştir [296].
206-.......Ebû
Mûsâ (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: ''Allah zâlime muhakkak
ki mühlet verir verir de, onu yakalayacağı zaman göz açtırmadan ansızın
yakalar".
Ebû Mûsâ dedi ki:
Bundan sonra Rasûlullah şu âyeti okudu: "Rabb Hnin yakalayışı -ahâlisi
zulmeder hâlde bulunan memleketleri yakaladığı zaman- işte böyle olur. Şübhesiz
ki O'nun çarpması pek elem vericidir, pek çetindir."
"Gündüzün iki
tarafında, gecenin de yakın saatlerinde dosdoğru namaz kıl. Çünkü güzellikler
kötülükleri
(günâhları) giderin
Bu, iyi düşünenlere bir öğüttür" (Âyet: 114) [297].
"Zulefen"
"Saatler ardından saatler" demektir.
"Muzdelife"
de bu ma'nâdah isimlendirildi (insanların gece saatlerinde oraya gelmelerinden
yâhud Allah'a
yakın olmaları ve
kendileri için Allah katında derece hâsıl olmasından). "ez-Zulefıi"
"Menzile ardından menzile"dirv "Zulfâ"ya gelince, o
"Yakın olmak" ma'nâsmdan masdardır. "İzdelefü", "îctemeû"
(yânî
"Toplandılar"),
"Ezlefnâ", "Cema'nâ" (yânî 'Topladık" demektir.
207-.......İbn
Mes'ûd(R)'den (şöyle demiştir): Bir adam yabancı bir kadından bir öpücük aldı.
Akabinde bu adam Rasûlullah'a geldi de, yaptığı öpme işini O'na zikretti. Hemen
müteakiben Rasûlullah'a şu âyet indirildi: "Gündüzün iki tarafında»
gecenin de yakın saatlerinde dosdoğru namaz kıl. Çünkü güzellikler kötülükleri
(günâhları) giderir. Bu, iyi düşünenlere bir öğüttür".
O kimse:
— (Yâ Rasûlallah!) Bu âyet yalnız benim için
mi? diye sordu. Rasûlullah (S):
— "Ümmetimden bununla amel eden herkes içindir"
buyurdu [298].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
Fudayl ibnu Iyâd (öl.
187), Husayn ibnu Abdirrahmân es-Sulemî*den; o da Mucâhid ibn Cebr'den olmak üzere:
"el-Muttekeen" (Âyet: 3i), "Utruc"dur, dedi. Fudayl:
"el-Utruc", Habeş dilinde
"Mutken"dir,
dedi. Sufyân ibn Uyeyne de bir adamdan; o da Mucâhid'den olmak üzere:
"Mutken", bıçakla kesilen her şey'dir, dedi.
Katâde de: "Ke
innehû le-zû ilmin = Şübhe yok ki Ya'kûb bir ilim sahibi idi" (Âyet: 68);
yânî "O bildiği
ile amel edici
idi" demiştir.
Saîd ibn Cubeyr de
şöyle demiştir: "Suvâu'l-melik"
(Âyet: 72), Fârisî'nin
mekkûku, yânî mikyâli'dir; bu, iki tarafı birbirine kavuşan ve Acemler'in su
içmekte
oldukları bir kaptır.
İbnu Abbâs:
"Levlâ en tufennidûni" (Âyet: 94), "Beni cahilliğe nisbet
etmezseniz" ma'nâsınadır, demiştir.
İbn Abbâs'tan başkası:
"Gayâbetun " (Âyet: ıo>, senden birşeyi gayb eden her şey
"Gayâbe"dir.
"el~Cubbu'\
duvarı örülmemiş kuyudur. "Bû doğru söyleyenler olsak da sen bize inanıcı
değilsin" (Âyet: n),
"Sen bizi tasdik
edici, doğrulayıcı değilsin"; "Ö tam erginlik çağına girince
kendisine hüküm ve ilim verdik"
(Âyet: 22). Buradaki
"Eşüddehû", "Noksanlığa başlamadan önceki en olgun çağı"
demektir. Bu, müfredde ve cemi'de bir tek lafızla olur, bu sebeble "Beleğa
eşüddehû ve beleğa eşüddehum( = Olgunluk
çağına erişti, olgunluk çağına eriştiler)" denilir.
Bâzıları da
"Eşüdd" lafzının tekili "Şüdd"dür, dediler.
"el-Muttekeu"
(Âyet: 3i), "Yaslanılan şey", içmek yâhud konuşmak yâhud da yemek
yemek için üzerine
yaslandığın masadır.
Bu tefsir ile "Mutteke' = Nârenciye"dir diyenin sözünü ibtâl etti.
Zîrâ Arab kelâmında
"Mutteke"' lâfzının "Narenciye" ile tefsir edilmişliği
yoktur. Bunun Narenciye olduğuna
kaail olanlara karşı
hüccet getirdiği şeylerden biri de şudur: "Mutteke"'nin yastıklar
nev'indendir diyenlere
gelince, onlar
evvelkinden daha şerrli bir görüşe kaçmışlardır. (Bâzıları da) tâ'nın sükûnu
ile; bu ancak
"Mutku"dur
dediler. "Mutk" da ancak "Bazr"ın kenarıdır, kadının
fercindeki dilcik denilen kabarcığın
kenarıdır (yânî, o
kadından sünnet edilen yerdir).
Kadın için
"Metkaau" ve "İbnu Metkaae", "Sünnet edilmemiş"
ve "Sünnet edilmemiş kadının oğlu"
denilmesi, bu
"Metk" lafzındandır. Şayet burada "Utrucc" (yânî
"Narenciye" cinsinden bir meyve)
varsa, şübhesiz o,
üzerine yaslanılacak olan masadan sonra vardır.
"Kad
şeğafehâ" {Âyet. 30), "Sevgi yüreğinin zarına işlemiş";
"Beleğa ilâ şığâfihâ( = Kalbinin iç zarına
ulaştı)" denilir.
"Şığâf" kalbin kılıfıdır. Amma ayn harfiyle okunuşa gelince o,
"Sevgi ve aşk gönlünü
kaplamış, gönlü aşkla
yakılmış kimse" ta'bîrindendir.
"Asbu
ileyhinne" (Âyet: 33) "Onlara meylederim" demektir. "Edğâsu
ahlâm " (Âyet: 44), "Karmakarışık düşler, hiçbir teVîli ve ma'nâsı
olmayan düşler" demektir. "ed-Dığs", kuru ottan ve benzeri
şeylerden elin dolusu bir demet şeydir. Ve "Eline bir demet al da onunla
vur" {$&&. 44) sözü, bu demet ma'nâsındandır; bu, "Karışık
ruyalar" kavlinden değildir. "Edğâs" lafzının tekili
"Dığs"tır [299].
"Nemîru",
"Zahire getiririz"; "Nezdâdu keyle baîrin", "Bir
devenin taşıyacağı mikdâr zahire de artırırız".
Bunlarla şuna işaret
ediyor: "Zahire yüklerini açtıkları zaman sermâyelerini kendilerine geri
gönderilmiş
buldular. Ey babamız,
daha ne istiyoruz, işte sermâyemiz de bize geri verilmiş; biz bununla tekrar ailemize
zahire getiririz, kardeşimizi koruruz, bir deve yükü zahire de artırırız,
dediler" (Âyet: 65).
"Âvâ ileyhi"
(Âyet: 69) "Yûsuf, kardeşi Bünyâmîn'i yanına aldı";
"es-Sikaaye" (Âyet: 70), "Su içilen kap".
"Tefteu Yûsufu
tezkuru", "Hâlâ Yûsufu anıp duruyorsun"; "Haradan",
"Hastalanmış olacaksın",
yânî "Gam seni
eritiyor"; "Hâlâ Yûsuf'u anıp duruyorsun. And olsun ki, sonunda ya
kendinden hastalanıp eriyeceksin, yâhud helake uğrayanlardan olacaksın,
dediler" (Âyet: 85).
"Tehassesû",
"Haber arayın" demektir; "(Yâ'kûb:) Oğullarım, gidin, Yûsuf'ta
kardeşinden haber arayın.
Allah'ın rah
Zîrâ hakikat şudur ki,
kâfirler güruhundan başkası Allah'ın rah
"Müzcâtun",
"Az şey"; "Ve cVnâ bi-bidâetin müzcâtin=Biz az bir sermâye ile
gel$ik" (Âyet: 88).
"Allah'ın
azabından bir kaplayıcı" (Âyet: 107):
Herşeyi kaplayıcı olan
umûmî bir azâb [300].
"İstey'&sû",
"Ümîd kestiler" ma'nâsına; "Lâ tey'esû min
ravhıllâhi","A\\ah'm ravhı; ümîd" ma'nâsınadir;
"Allah'ın rahmeti
ve nefeslendirmesi" demektir.
Ümîd kesmemenin
ma'nâsı ümîd etmektir.
"İzâ'stey'esû
minhu ve halasû neciyyen - Artık ondan ümîdierini kestikleri zaman
fısıldaşarak" (Âyet: so), yânî
suçlarını i'tirâf
ettiler (yâhud: Gizlice bir tarafa çekildiler), demektir. "en-Neciyy"
"Gizlice fısıldaşan"
demektir. Cem'i
"Enciyetun"dur. "Yetenâcevne","Gizlice
konuşurlar" ma'nâsınadır. Bunun tekili
"Neciyyun"dur.
Bunda tekil, tesniye, cemi*, müzekker ve müennes birdir; hep "Neciyy"
ile ifâde edilir. Çünkü aslında masdardır. Bazen de "Enciye" şeklinde
cemi'lenir.
"(Rabb'in seni
öylece beğenip seçecek, sana m'yâ ta 'bîrine âid bilgi verecek), sana karşı da
Ya Jkûb
hanedanına karşı da
nimetlerini daha evvelden ataların İbrahim'e ve İshâk'a tamamladığı gibi tamamlayacaktır...
208-.......Abdullah
ibn Umer(R)'den (şöyle demiştir): Peygamber (S): ''Kerîm oğlu, kerîm oğlu,
kerîm oğlu kerîm, İbrâhîm oğlu, îshâk oğlu, Ya'kûb oğlu Yûsuf'tur"
buyurmuştur [302].
“And olsun ki Yûsuf'un
ve kardeşlerinin haberlerinde, soranlar için nice ibretler vardır"
(Âyet: 7).
209- Bana
Muhammed (ibn Selâm) tahdîs etti. Bize Abdete ib-nu
— İnsanların en kerîmi, en şereflisi kimdir?
diye soruldu.
Oda:
— "Allah katında insanların en kerîmi, en
muttaki olanlarıdır"
diye cevâb verdi,
Sahâbîleri:
— Biz sana insanların dîn ve ahlâkça en şerefli
olanını sormuyoruz (soyu yönünden en kerîm olanını soruyoruz), dediler
Rasûlullah (S):
— "O yönden insanların en kerîmi, Allah'ın
peygamberinin oğlu, Allah'ın peygamberinin oğlu, Allah'ın M
Sahâbîler yine:
— Biz Sana bunu da sormuyoruz, dediler.
Rasûlullah:
— "Sizler Arab'ın ma'denlerini mi (yânî
nisbet olunup övüne-geldikleri asıllarını, köklerini mi) soruyorsunuz?"
deyince, onlar:
— Evet bunu soruyoruz, dediler. Bunun üzerine
Rasûlullah (S):
— "Câhiliyet devrinde hayırlı olanlarınız,
dîni iyi anladıkları ve amel ettikleri müddetçe İslâm devrinde de hayırlı
olanlarınızdır" buyurdu.
Bu hadîsi Ubeydullah
el-Umerî'den rivayet etmekte Ebû Usâme Hammâd ibn Usâme, Abdete ibn
"Ya'kûb: Hayır,
nefisleriniz sizi aldatıp bir işe sürüklemiş. Artık (bana düşen) güzel bir
sabırdır, dedi"
(Âyet: 18)
"Sevvelet",
"Süsledi" demektir.
210-.......Yûnus
ibn Yezîd el-Eylî tahdîs edip şöyle dedi: Ben ez-Zuhrî'den işittim. O da şöyle
dedi: Ben Urve ıbnu'z-Zubeyr'den, Saîd ibnu'l-Müseyyeb'den, Alkame ibn
Vakkaas'tan ve Ubeydullah ibnu Abdillah'tan, iftiracılar onun hakkında
söylediklerini söyledikleri ve Allah'ın da kendisini berî kıldığı zamanki
Peygamber'in zevcesi Âişe hadîsini işittim. Bu dört râvîden herbiri bana bu
hadîsten birer bölümü tahdîs ettiler. Peygamber (S), Âişe'ye hitaben:
— "Eğer sen bu isnâdlardan berî isen,
yakında Allah seni beri kılar. Ve eğer böyle bir günâha yaklaştınsa Allah'tan
mağfiret iste ve Allah'a tevbe et" buyurdu.
Âişe dedi ki: Ben de
şunları söyledim:
— Vallahi ben bu vaziyette bir misâl
bulamıyorum, ancak Yûsuf'un babası Ya'kûb'u örnek buluyorum: (Yûsuf'un
kardeşleri Yûsuf'un gömleği üzerinde yalan bir kan lekesi getirdikleri zaman)
Ya'kûb, oğullarına: Hayır, nefisleriniz size bir işi süslemiş, bir fitneye
sürüklemiş. Artık bana düşen güzel bir sabırdır. Sizin şu anlatışınıza karşı
yardımına sığınılacak, ancak Allah'tır, dedi.
Bu esnada A1-1 ah:
"0 uydurma haberi getirenler içinizden bir zümredir, onu sizin için bir
şerr sanmayın; biVakis o sizin için bir hayırdır" kavlinden i'tibâren on
âyeti indirdi (en-Nûn 11-20) [304].
211-.......Ebû
Vâil şöyle dedi: Bana Mesrûk ibnu'1-Ecda' tahdîs edip şöyle dedi: Bana Âişe'nin
annesi olan Ümmü Rûmân tahdîs edip şöyle dedi: Âişe'yi ateşli hastalık
yakalamış olup, benim beraberimde bulunduğu sırada Peygamber (içeri girdi de):
— "Belki Âişe'nin bu hastalığı kendisi
hakkında söylenmekte olan hadîsten dolayıdır" buyurdu.
Bu sırada Âişe
yatağından doğrulup oturdu ve şunları söyledi:
— Benim meselimle sizin meseliniz, Ya'kûb ile
oğullarının meseli gibidir: "Sizin vasıf yapageldiğiniz o sözlere karşı
kendisinden yardım istenilecek olan ise ancak Allah'tır [305].
"O'nun bulunduğu
evdeki kadın onun nefsinden murâd almak istedi, kapıları sımsıkı kapadı ve:
Sana
söylüyorum, beri gel!
dedi" (Âyet: 23)
Ve Ikrime: "Heyte
leke", Havran dilinde "Helümme" ma'nâsınadir, dedi. Saîd ibnu
Cubeyr de: "Taâle ( =
Beri gel)"
ma'nâsınadır, dedi [306].
212-.......Şu'be,
"Mesvâhu"(Âyet:23),
"İkaamet yeri"; "Elfeyâseyyidehâ"(Âyet: 25), "İkisi
efendisini buldular"; "Innehum elfev âbâehum dallın"
<es-sâffât: 69), "Çünkü onlar atalarını sapkın kimseler
bulmuşlardı"; "Bel nettebiu mâ elfeynâ aleyhiâbâenâ" (ei-Bakara:
no>, "Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız,
dediler"; "Bel acibtu ve yesharun" (es-sâffât: i2)"Ben
taaccûb ettim, hâlbuki onlar alay edip eğleniyorlar" [307].
213-.......Abdullah
ibn Mes'ûd(R)'dan (şöyle demiştir): Kureyş, Peygamber tarafından İslâm Dîni'ne
girmekte geciktikleri zaman, Peygamber (S):
— "Yâ Allah,
Yûsuf'un yediydi gibi yedi yıllık bir şiddet ile bunların belâsını başımdan at
da, onlarla uğraşmayayım" diye duâ etti.
Bunun üzerine onları
öyle bir kıtlık senesi yakaladı ki, herşeyi kökünden silip giderdi. O derecede
ki, onlar kemikleri bile kemirip yediler, hattâ bir adam göğe bakardı da
kendisiyle gök arasında (açlığından ileri gelen göz zayıflığından dolayı)
duman gibi birşey görmeğe başlardı. Allah: "O hâlde semânın apâşikâr bir
duman getireceği günü gözetle" buyurdu. Yine Allah: "Biz bu azabı
biraz açıp kaldıracağız. Fakat siz hiç şübhe yok ki, tekrar dönecek
olanlarsınız
(ed-Duhân: 10-16)
buyurdu.
İbn Mes'ûd: Kıyamet
günü onlardan azâb açılıp kaldırılır mı? O açlık yüzünden görülen duman da
"el-Batşe", yânı çok büyük şiddetle çarpıp yakalamada geçmiştir,
dedi [308].
"Melik
adamlarına: Onu (Yûsuf'u) bana getirin, dedi. Bunun üzerine Yûsuf'a elçi
gelince: Efendine dön de
ellerini kesen o
kadınların zoru neydi, kendisine sor. Şübhe yok ki, benim Rabb Hm onların
fendini hakkıyle
bilicidir, dedt
(Hükümdar o kadınları toplayıp:)
Yûsuf'un nefsinden kâm
almak istediğiniz zaman ne hâlde idiniz (Onun size karşı bir meylini
hissettiniz mi)?
dedi. (Kadınlar:)
Hâşâ, Allah için biz onun üstünde bir fenalık bilmedik, dediler** (Âyet:
50-51).
"Hûgâ9*, bir
tenzih ve istisnadır. "Haşhaşa", "Açığa çıktı" demektir [309].
214-.......Ebû
Hureyre (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: "Allah Lût
Peygamber'e rahmet etsin. Yemin olsun p zâten çok sağlam bir kaleye
sığınıyordu... Eğer ben zindanda Yûsuf'un kaldığı gibi uzun zaman hapis
kalsaydım, onu hapisten çağırmağa gelen kişinin da'vetine hemen icabet ederdim.
Biz İbrahim'den daha haklıyız. İbrahim: Ey Rabb 'im, ölüleri nasıl
dirilteceğini bana göster, demiş; Allah: "Buna inanmadın mı yoksa? demiş.
O da: İnandım, fakat kalbimin yatışması için istedim, diye söylemişti (ei-Bakara:
260)" [310].
'Nihayet rasûller
ümîdlerini kesecek hâle geldikleri Vakİt." (Âyet: 110).
215-.......İbn
Şihâb şöyle dedi: Bana Urve ibnu'z-Zubeyr haber verdi ki, kendisi Âişe'ye
"Nihayet rasûller ümîdlerini kesecek hâle geldikleri vakit..."
kavlini sorarken, Âişe aşağıdaki cevâbları vermiştir.
Urve dedi ki: Ben
Âişe'ye:
— Rasûller yalana mı
nisbet edildiler yâhud tekzîb mi edildiler? diye sordum.
Âişe:
— Tekzîb edildiler, dedi.
Ben Âişe'ye:
— Rasûller kavimlerinin kendilerini tekzîb
ettiklerini kesin bilmişlerdir, bu, zann ile değildir? dedim.
Âişe:
— Evet, hayâtıma yemîn
ederim ki, onlar bunu kesin olarak bilmişlerdir; zannetmemişlerdir, dedi.
Ben yine Âişe'ye:
— Rasûller kendilerine
yapılan yardım va'dinde aldatıldıklarını zannettiler, dedim.
Âişe:
— Bundan Allah'a
sığınırım. Rasûller bunu Rabb'lerine zanne-dici değildir, dedi (ve
"Kuzibû" şeklinde şeddesiz okumayı reddetti).
Ben Âişe'ye:
— Öyleyse şu âyet nedir? dedim. Âişe:
— Bunlar rasûllere tâbi' olan kimselerdir ki,
Rabb'lerine îmân etmiş ve rasûlleri de tasdîk etmişlerdi. Fakat üzerlerindeki
belâ uzamış ve zafer de kendilerinden gecikmiştir. Nihayet rasûller, kavimlerinden kendilerini
yalanlayanların îmâna gelmelerinden ümîd kesecekleri hâle geldikleri ve yine
rasûller, kendilerine tâbi' olanların da kendilerini yalanlayacaklarını
zannettikleri vakit, işte tam bu sırada, Allah'ın yardımı ve zaferi rasûllere
gelmiştir, dedi.
216-.......
ez-Zuhrî şöyle demiştir: Bana Urve haber verip şöyle dedi: Ben Âişe'ye:
— Belki bu "Kuzibû" şeklinde
şeddesizdir, dedim. Âişe:
— (Böyle şeddesiz okumaktan) Allah'a sığınırım,
dedi [311].
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
Ve İbnu Abbâs şöyle
demiştir:
"İki ovucunu açan
gibidir" (Âyet: 14) kavli, Allah'ın beraberinde başka bir ilâha ibâdet
eden müşrikin meselidir. Bu, uzaktan suyun içindeki hayâline bakıp duran
şeytânın meseli gibidir. Kendisi suya uzanıp elde etmek ister, fakat buna
muktedir olamaz.
İbn Abbâs'tan başkası
da şöyle demiştir: "Sahhara" (Âyet: 2), "Zelîl kıldı, itaatli
kıldı"; "Mutecâviratun" (Âyet: 4), "Birbirine yakın";
"el-Mesulât" (Âyet: 6) "Ukubet misâlleri"; bunun tekili
"Mesuletun"dur. "Mesulât",
"Şebehler,
misâller" demektir. Yüce Allah: "Onlar, kendilerinden evvel gelip
geçmiş kavimlerin (o acıklı)
günleri gibisinden
başkasını mı bekliyorlar?" (Yûnus: 102) buyurdu.
"Bi-mikdârın",
"Bi-kaderin" demektir: "Onun yanında herşey ölçü iledir"
(Âyet: 8).
"Lehu
muakkıbâtun=Oynun önünde ve arkasında kendisini Allah'ın emriyle gözetleyecek
ta'kîbciler vardır" (Âyet: 11). Bunlar koruyucu meleklerdir; bunlardan
birincilerinin ardından diğerleri gelip gözetlemeye devam ederler. Bu,
"Muakkıbât" aslından olmak üzere, birşeyin izinden gelene "el- Akîb"
denildi, "İzinde ta'kîb ettim" de denilir [312].
"el-Mıhâl"
(Ay*. 13), "Ukûbet"tir. "Ke-bâsıtı yedeyhi = Onlar ancak ağzına
gelsin diye suya doğru iki avucunu açan adam gibidir ki, o buna asla ulaşıcı "Ur"
(Âyet: 14).
"Zebeden
râbiyen", "Yükselen köpük"; "Rabâ, Yerbû"
fiilindendir, bu fiil artmak, çoğalmak, yükselmek, şişmek
ma'nâsınadır.
"Ev metâin",
"Yâhud meta"'. Üzerine ateş yakılan ma'den cevherlerinden de bunun
gibi bir köpük, posa çıkar.
"Metâ"\ kendisiyle metâ'landığın, faydalandığın şeydir. "Cufâen", "Köpük, çerçöp,
bâtıl, asılsız şey".
"Ecfeeti'l-kıdru",
yânı tencere kaynadığı zaman köpük onun üstüne yükselir, sonra köpük hiç fayda
vermeden
yok olur gider. İşte
hakk, bâtıldan bunun gibi seçilir (Âyei: 17) [313].
"el-Mıhâd"
(Âyet: ist, "Yatak"; "Yedreu bVl-hasenetVs-seyyiete" <.w
22), "Onlar kötülüğü iyilikle savarlar"; "Dere'tuhû annV\
"Onu kendimden defedip savdım" demektir.
"Selâmun
aleykum" (Âyet: 24), Yânî "Selâmun aleykum" derler. "Ke
ileyhi metâbi" (Âyet: 3o>, "En son dönüşüm de yalnız
O'nadir".
"Efelem
yey'es" (Âyet: 3i), "Apaçık bilmedi mi?".
"Kaarıatun"
(Âyet: 3i>, "Dâhiye, büyük belâ".
"Feemleytu"
(Âyet: 32), "Uzun zaman" ma'nâsına olan
"Meliyy"den
"Mulâve"den alınmış olup "Kâfirler(e azabı geri bırakmak
suretiyle) müddeti uzattım" demektir; "Meliyyen" sözü de bu
ma'nâdandır. Arzdan uzun ve geniş sahraya "Meliyy" denilir.
ilEşakku" (Âyet: 34), "Meşakkat" masdarından olup "Daha
şiddetli ve daha meşakkatli" demektir.
"Vallâhu yahkumu,
lâ muakkibe li-hükmihî = Allah hükmeder, O'nun hükmünü ta'kîb edip
değiştirebilecek
yOktUr" (Âyet:
41).
Ve Mucâhid şöyle dedi:
"Mutecâviratun"
(Âyet: 4), Arz'ın iyi toprakları, kötü topraklan, ot bitirmeyen çorak yerleri
birbirine komşudurlar.
"Sınvânun",
bir tek kökten çıkmış iki ve daha çok çatallı hurma ağaçlarıdır. "Gayru
sınvânın" ise yalnız bir gövdesi olan hurma ağacıdır. Bunların hepsi bir
su ile sulanıyor (Âyet: 4), Adem evlâdlarının iyisi ve kötüleri
gibi. Bunların iyi
kötü hepsinin babaları da birdir;
Adem'dir. "Ağır bulutlar", içinde su olan
bulutlar demektinÂyet: 12).
"Attah*tan başkalarına
dua edenlerin hâli, suya doğru iki avucunu uzatan kimse gibidir, o diliyle suyu
çağırır
ve eliyle suya işaret
eder, fakat su ona ebeden gelmez"
(Âyet: 14).
"VMîler kendi mikdârlarınca (ölçülerince) seyl olmuşlardır, seylin
köpüğüdür. Demirin ve zînet yapılanma'denlerin de pisliği, posası olur"
(Âyet: i7) [314].
'Allah her dişinin
neye gebe olacağını, rahimlerin neyi eksik, neyi artık yapacağını bilir. O'nun
nezdinde herşey
Ölçü İledİr"
(Âyet: 8).
"Gıda",
"Eksildi" demektir [315].
217-.......Mâlik,
Abdullah ibn Dinar'dan; o da İbnu Umer(R)'den tahdîs etti ki, Rasûlullah (S)
şöyle buyurmuştur: "Gaybın anahtarları beştir ki, onları Allah 'tan
başkası bilemez; Yarın ne olacağını Allah'tan başka hiçkimse bilemez-
Rahimlerin eksiltmekte oldukları şeyleri Allah'tan başkası bilemez. Allah'tan
başka hiçbir kimse yağmurun ne zaman geleceğini bilemez. Hiçbir nefis hangi
arzda öleceğini bilemez. Kıya
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
İbn Abbâs:
"Hâdin" (er-Rad: 7), "DaVet edicidir [317].
Mucâhid de: "Sadîd" (Âyet: 16), "Kusmuk ve kan dır dedi.
Sufyân ibn Uyeyne de:
"Allah'ın, üzerinizdeki nV
(ni'metlerini) ve
günlerini (vakıalarını) hatırlayın" demektir, dedi.
Ve Mucâhid: "O
size istediğiniz şeylerin hepsinden verdi" (Âyet: 34), "Kendisine
rağbet ettiğiniz şeylerin
hepsinden verdi"
demektir, dedi.
"Yebğûnehâ ivecen
= Onu eğriliğe çevirmek isterler" (Âyec 3), "Onun için bir eğrilik
ararlar" demektir. (tlz teezzene Rabbukum" (Âyet: 7), "Rabb'iniz
size bildirdi, Hân etti" demektir.
"Rasûlleri onlara
apaçık burhanlar getirmişti de onlar ellerini ağızlarına itmişlerdi"
(Âyet: 9), bu bir meseldir;
ma'nâsı
"Emrolunduklan haktan kendilerini çektiler, ona inanmadılar"
demektir.
"Zâlike li-men
hâfe makaamî-Bu, benim makaamtmdan korkanlaradır" (Âyet: 14),
"Allah'ın kıyamet günü huzurunda dikeceği makaamdan korkanlara"
demektir.
"Ve min
verâihi" (Âyet: n), "Önünden de" demektir.
"Innâ kunnâ lekum
tebean~Biz sizin tebeanız idik"
(Ayet: 2i); tekili
"7BW"dir, "Gâib"in cem'i "Gayeb" olduğu gibi.
"Ve mâ ene
bi-musrihikum ve mâ entüm bi musrıhiyye" (Âyet: 22), "Ne ben sizi
kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz".
"Istesrahanî",
"Benden feryâdla yardım istedi"; "Yestesrıhu", "Ondan
çığlıkla yardım ister" demektir. Bu, "es-Surâh", "Çığlık
koparmak, yardım dilemek" masdarındandır.
"Velâ hılâlun-Ne
bir dostluk olmayan" (Âyet: 3i>; bu, "Onunla samimî dostluk
kurdum" fiilinin masdarıdır; bunun yine "Hulletun{- Dost)" ve
"Hılâlun( = Dostluk kurma) "un cem'i olması da caiz olur.
"Uctusset"
(Âyet: 26), "Koparılmış".
"Görmedin mi
Allah sana nasıl bir mesel getirmiştir? Güzel bir kelime, kökü sabit ve dalı
semâda olan güzel
bir ağaç gibidir ki, o
ağaç, Rabb Hnin izniyle her zaman yemişini verir durur" (Âyet: 24-25) [318].
218-.......Abdullah
ibn Umer (R) şöyle demiştir: Bizler Rasûlullah'ın yanında bulunuyorduk.
— "Bana müslümâna benzeyen, yâhud da:
Müslim kimse gibi olan, yaprağı düşmeyen, şöyle olmayan, şöyle olmayan, şöyle
olmayan ve meyvesini her zaman verip duran bir ağacı haber veriniz*' buyurdu.
İbn Umer dedi ki: Onun
hurma ağacı olduğu gönlüme düştü, Ebû Bekr ile Umer'i de konuşmuyorlar görünce,
ben konuşmak istemedim. Oradakiler birşey söylemeyince Rasûlullah (S):
— "O, hurmadır" buyurdu. Oradan
kalktığımızda ben Umer'e:
— Ey babacığım! Yemîn
olsun onun hurma ağacı olduğu gönlüme düşmüştü, dedim..
Umer:
— Konuşmandan seni
men' eden nedir? dedi. İbn Umer dedi ki: Ben:
— Sizleri konuşur
görmedim de, konuşmamı çirkin gördüm yâ-hud birşey söylemeyi çirkin gördüm,
dedim.
Umer:
— Gönlüne düşen o
ağacı söylemekliğin, bana şundan ve şundan daha sevimli olurdu, dedi [319].
“Allah, îmân edenlere
o sabit sözde dâima sebat ihsan eder" (Âyet: 27).
219-.......Alkame
ibnu Mersed haber verip şöyle demiştir: Ben Sa'd ibn Ubeyde'den işittim; o da
el-Berâ ibnu Âzib(R)'den ki, Rasû-lullah (S) şöyle buyurmuştur: "Müslüman,
kabrine konulup da suâl melekleri tarafından sorulduğunda Lâ ilahe ille llâhu
ve enne Muham-meden rasûluüahi diye (yânı: Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur,
Mu-hammed Allah'ın elçisidir diye) şehâdet eder. İşte bu şehâdet, Yüce Allah'ın
şu kavlidir: Allah, îmân edenlere dünyâ hayâtında da, âhi-rette de, o sabit
sözünde dâima sebat ihsan eder. Allah zâlimleri şaşırtır. Allah ne dilerse
yapar" [320].
"Allah'ın ni'
Buradaki "Elem
tere", "Elem ta'lem(= Bilmedin mi)"
ma'nâsınadir. Yüce
Allah'ın şu kavilleri gibi: "Görmedin mi Allah sana nasıl bir mesel
getirmiştir?"
(Âyet: 24);
"Sayıları binlerce olduğu hâlde ölüm korkusuyla yurdlarından çıkanları
görmedin mi? (ei-Bakara:
243).
"el-Bevâr",
"el-Helâk"tır. "Bâre, Yebûru, Bevren" masdarındandır.
"Kavmen buran" (ei-Furkaan: 18), "Helak
olucu kavim" demektir.
220-.......Sufyân
ibn Uyeyne, Amr ibn Dinar'dan tahdîs etti ki, Atâ ibn Ebî Rebâh, îbn Abbâs'tan
işitmiştir. İbn Abbâs, "Allah 'in nV
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle Ve Mucâhid: "İşte bu, bana hakk olan dosdoğru bir yoldur
buyurdu" (Âyet: 4i). Bu "Hakk Allah'a döner ve hakkın yolu ancak
Allah'a meyleder, yükselir (başka şey üzerine meyletmez)" demektir, dedi.
İbn Abbâs da:
"Senin ömrüne yemin ederim" (Âyet: 72),
"Senin yaşama
müddetine, hayâtına yemîn ederim" demektir. "Kaale innekum kavmun
münkerûn = Siz tanınmamış bir zümresiniz dedi" (Âyet: 62); Lût Peygamber,
gençler suretinde gelen melekleri tanımadı, dedi.
İbn Abbâs'tan başkası
şöyle dedi: "Biz hiçbir memleketi, onun belli bir yazısı olmaksızın helak etmedik"
(Âyet: 4), buradaki "Belli yazı", takdîr ve ta'yîn edilmiş eceldir.
"Lev mâ te'tinâ
bVl-melâiketi = Bize melekleri getirmeli değil miydin?" (Âyet: 7>;
buradaki "Lev mâ", "Lev lâ"
manasınadır.
"ŞiyaVl-evvelîn"
(Âyet: ıo), "Evvelki ümmetler" ma'nâsınadır. Velîler için de yine
"Şıya' vardır" denilir
ki, onun yolu ve
mezhebi üzerinde ittifak etmiş topluluklar, demektir.
İbn Abbâs şöyle dedi:
"Kavmi ona koşarak geldiler" (Hûd: 78); buradaki
"Yuhraûne", "Sür'at ederek,
koşarak"
ma'nâsınadır. "Elbette bunda fikir ve firâseti olanlar için ibretler
vardır" (Âyet: 75); buradaki
"Mutevessimîn",
"Nazar edenler, düşünenler" demektir. "Innemâ sukkıret
ebsârunâ" (Âyet: 15),
"Muhakkak
gözlerimiz perdelendirildi" demektir.
"And olsun biz
gökte burçlar yapmış ve onu ibretle bakanlar için donatmışızdır" (Âyet:
16); buradaki
"Burçlar",
Güneş ve Ay'a âid menzillerdir.
"Biz aşılayıcı
rüzgârlar gönderdik" (Âyet: 22), buradaki
"Levâkıh",
"Melâkıh"tır ki, "Aşılayıcı" ma'nâsına olan
"Mulkıha"nın
cem'idir. "Hamein", "Hameetin"\n cem'idir.
"Hamein" de, değişmiş balçık çamurudur;
"el-Mesnûn"
da kuruması için dökülmüş ma'nâsınadır
(Âyet: 26, 28, 33).
"Lâ tevcel"
(Âyet: 53), "Korkma"; "Dâbire havlâi" (Âyet: 66),
"Bunların arkaları" demektir.
"Ve innehumâ
le-bi-imâmin mubın — Bu yerlerin ikisi de apaçık bir yol üzerindedir"
{kyet. 19); "el-İmâm", önder edindiğin ve kendisiyle doğru yol
bulduğun herşeydir.
"Ahazethumu's-sayhatu
= Onları o sayha yakaladı" (Âyet: 73,83), "Onları helak
yakaladı" demektir [322]
"Biz onu (göğü)
taşlanan her şeytândan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı eden şeytân vardır ki,
onun ardına da apaçık bir ateş parçası düşmektedir" (Âyet: 17-18).
221- Bize
Alî ibnu Abdillah el-Medînî tahdîs etti. Bize Sufyân ibn Uyeyne, Amr ibn
Dinar'dan; o da İkrime'den; o da Ebû Hurey-re(R)'den tahdîs etti. Ebû Hureyre bunu
Peygamber'e eriştirir [323].
Peygamber (S) şöyle buyurdu: "Allah gökyüzündeki meleklere bir işin yerine
getirilmesini hükmettiği zaman, düz ve sert bir taş üzerindeki zincir (sesi)
gibi olan bu ilâhî hükme melekler tamâmiyle itaat ederek korku ile kanatlarını
birbirine vururlar."
Alî ibnu'l-Medînî
şöyle dedi: Sufyân ibn Uyeyne'den başkası bu "Safvân" kelimesini
"Safavân" şeklinde söyledi.
"Gönüllerinden bu
korku giderilince de melekler (Cebrâîl ve Mî-kâîl gibi Mukarrebûn meleklerine):
— Rabb'iniz ne söyledi? diye sorarlar.
Mukarrebûn melekleri, sorana:
— Allah hakk sözü
söyledi, diye Allah'ın hüküm ve takdirini bildirirler ve: Allah pek yücedir,
pek büyüktür! derler.
Bu suretle kulak
hırsızı şeytânlar, Allah'ın o emir ve takdirini işitirler. O sırada kulak
hırsızı şeytânlar (yerden göğe kadar) birbirinin üstünde zincirleme dizilmiş
(ve kulak hırsızlığına hazırlanmış) bulunurlar."
-Sufyân ibn Uyeyne,
dinleyici şeytânların birbirleri üstünde dizilişlerini eliyle şöyle vasıfladı:
Sağ elinin parmaklan arasını araladı da onların bir kısmını diğerleri üzerine
dikti:-
"Şeytânlar bu
vaziyette iken bâzı defa meleklerin konuşmalarını işiten en üstteki şeytâna
bir ateş parçası yetişir de, altındaki şeytâna o haberi işittirmeden önce, onu
yakar. Bâzı defa da ateş ona erişemeyip alt tarafında bulunan şeytâna haberi
atıp yetiştirir. O da haberi kendisinden sonra bulunan daha aşağıdaki şeytâna
atar ve bu suretle haber tâ yere kadar ulaşır."
Sufyân ibn Uyeyne
bazen şöyle demiştir: "Nihayet o haber yere ulaşır ve sihirbazın ağzına
atılır. Sihirbaz o haberle beraber yüz yalan uydurup halka söyler. İlâhî emir
yeryüzünde gerçekleşince de sihirbaz kişi doğru söylemiş olur. Ve ondan bu
haberi işitenler, insanlara:
— Sihirbaz bize, fulân
ve fulan günleri şöyle şöyle olacak diye haber vermedi mi? Gördünüz sihirbazın
haber verdiklerini doğru bulduk, derler; bu da sihirbazın gökyüzünden işitildi
dediği o sözden dolayı yapılan bir tasdiktir. Artık onun verdiği haberlerin
hepsini doğru saymışlardır" [324].
222-.......Bize
Amr, İkrime'den; o daEbû Hureyre'den: "Allah bir işi hükmettiği
zaman..." hadîsini tahdîs etti de bu rivayette "Sihirbazın ağzı
üzerine" sözünden sonra "Kâhinin ağzı üzerine" sözünü ziyâde
etti.
Alî ibn Abdillah dedi
ki: Ve bize Sufyân tahdîs etti de, bu hadîsinde şöyle dedi: Amr ibn Dînâr
şöyle dedi: Ben İkrime'de işittim, şöyle diyordu: Bize Ebû Hureyre tahdîs edip
şöyle dedi: "Allah bir işi hükmettiği zaman"'ve "Sihirbazın ağzı
üzerine" sözünü söyledi.
Alî ibn Abdillah dedi
ki: Ben Sufyân ibn Uyeyne'ye:
— Sen bunu Amr'dan işittin mi? diye sordum. O:
— Ben İkrime'den işittim, dedi ki: Ben Ebû
Hureyre'den işittim, evet, dedi.
Alî ibnu'l-Medînî
şöyle dedi: Ben Sufyân'a:
— Bir insan senden,
Amr'dan; o da İkrime'den; o da Ebû Hureyre'den rivayet etti. Ebû Hureyre bu
hadîsi Peygamber'e yükseltiyordu; o "Furriğâ" şeklinde okudu, dedim.
. Sufyân:
— Amr ibn Dînâr o
kelimeyi böyle okudu, kendisi bunu bu şekilde râ ile mi işitti yâhud işitmedi
mi, bilmiyorum, dedi.
Sufyân:
— Bu kelime râ harfiyle bizim kırâatimizdir,
dedi [325].
'And olsun ki, Hıcr
sahihleri de gönderilen peygamberleri yalanlamışlardır'' (Âyet: 80).
223-.......İmâm
Mâlik, Abdullah ibn Dinar'dan; o da Abdullah ibn Umer'den tahdîs etti ki,
Rasûlullah (S) -Tebûk'e giderlerken-Hıcr şehrinin harabeleri yanından
geçtikleri sırada sahâbîlerine: "Bu helak edilmiş kimselerin yurtlarına
girip konaklamayınız, ancak ağlayıcılar olmanız hâli müstesnadır. Eğer
ağlayıcılar olamıyorsanız, onlara isabet eden azabın benzeri sizlere
isabet'etmemesi için, onların yurtlarına girmeyiniz" buyurmuştur [326].
"And olsun ki,
biz sana tekrarlanan yediyi ve şu büyük Kur'ân'ı verdik"
(Âyet: 87).
224-.......Ebû
Saîd ibnu'l-Muallâ şöyle demiştir: Ben namaz kılarken Peygamber (S) benim
yanıma uğradı da, beni çağırdı. Ben O'nun yanına gitmedim. Nihayet namazı
kıldıktan sonra yanına vardığımda bana:
— "Gelmenden seni men' eden nedir?"
buyurdu. Ben:
— Namaz kılıyordum, dedim. Rasûlullah:
— "Allah: İmân edenler, Allah 'a ve RasûVe
icabet ediniz (ei-(Enfâh 24) buyurmadı mı?" dedi.
Sonra Rasûlullah bana:
— "Sen bu mescidden çıkmadan önce ben sana
Kur'ân'daki en büyük sûreyi öğreteceğim" buyurdu.
Sonra Peygamber
mescidden çıkmak için yürüdüğü zaman ben kendisine o sözünü hatırlattım. Bunun
üzerine:
— "O sûre el-Hamdu lillâhi RabbVl-âlemîn
Sûresi'dir, O (namazlarda) tekrar edilen yedi âyet ve bana verilen büyük
Kur'ân 'dır" buyurdu [327].
225-.......Ebû
Hureyre (R): Rasûlullah (S): "Ümmü'l-Kur'ân, tekrarlanan yedi âyettir ve
büyük Kur'ân'dır" buyurdu, demiştir [328].
"el-Muktesimîn",
"Yemîn edenler" demektir. "Lâ uksimu", yânî "Yemîn
ederim" ta'bîri, bu
"Muktesimîn"
ma'nâsındandır. Bu son fiil "Le- uksimu(= Elbette yemîn ederim)"
şeklinde de okunur.
'Kaasemehumâ = fblîs,
Âdem ile Havva'ya yemîn etti"
(ei-Arâf: 2i) ve o
ikisi İblîs'e yemîn etmediler, ma'nasinadır.
"Birbirlerine
Allah adiyle yemîn ettiler, andlaştılar"
demektir, dedi [329].
226-.......Ebû
Bişr, Saîd ibn Cubeyr'den, İbn Abbâs'ın "Kurân'/ parça parça
ayıranlar"'-kavli hakkında: Onlar kitâb ehlidir ki, onlar Kur'ân'ı parça
parça ayırıp, bâzısına îmân ettiler, bâzısına da kâfir oldular, demiştir.
227- Bana
Ubeydullah ibn Mûsâ, el-A'meş'ten; o da Ebû Zab-yân'dan; o da İbn Abbâs(R)'tan,
onun "Muktesimler üzerine azâb indirdiğimiz gibi*' kavli hakkında:
Bâzısına îmân ettiler, bâzısına küfrettiler; bunlar Yahûdîler ve
Hrıstiyanlar'dir, demiştir [330].
S
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
"Onu RabbHn
tarafından hakk olarak RûhuH-Kudüs indirmiştir" (Âyet: 102)[332].
"Onların kurmakta
oldukları tuzaklardan dolayı hiçbir darlıkta olma, sıkıntıya düşme" (Âyet:
127), (Dar yer,
sıkıntılı bir iş
ma'nâsına şeddesiz ve şeddeli olarak)
"Emrun
daykun" ve "Dayyıkun" denilir; "Heynun ve Heyyinun";
"Leynun ve Leyyinun"; "Meytun ve
Meyyitim"
kelimeleri de onun gibi hem şeddesiz, hem de şeddeli olarak kullanılır.
Ve İbn Abbâs: "Et
takallubihim" (Âyet: 46), "Dönüp dolaşmalarında, gidip
gelmelerinde" ma'nâsınadır, dedi.
Mucâhid de: "O,
sizi sallayıp çalkalar diye yeryüzüne sabit ve muhkem dağlar, ırmaklar, yollar
koydu"
(Âyet: 15); buradaki
"Temîdu",
"Tekeffeu"
(yânî: Hareket ettirir, meylettirir) ma'nâsınadır. liMufratûn-Onlar cehennemin
öncüleri yapılmışlardır" (Âyet: 62), "Onlar orada unutulmuş olanlardır"
ma'nâsınadır, dedi.
Ve Mucâhid'den
başkası, "Kur'ân okuduğun zaman o kovulmuş şeytândan Allah'a sığın"
(Âyet: 98) kavli hakkında: Bu öne geçirilmiş ve geriye bırakılmıştır.
Bunun sebebi şudur:
Çünkü Eûzu billahi mine'ş- şeytâni'r-racîm demek, Kur'ân okumanın önünde olur.
istiâzenin manâsı
Allah'a sığınmaktır. (Bâzıları bunu "Kur'ân okumak istediğin zaman"
şeklinde takdir
etmişlerdir.)
"Ve aleİlâhi
kasdu*s-sebîl = Doğru yolu açıkça bildirmek Allah'a âiddir" (Âyet: 9>;
buradaki "Kasdu's-
SebîV\ "Yolu
beyân" ma'nâsınadır.
"ed-Dif'u"
(Âyet: 5), "Kendisiyle ısınıp korunduğun şey"; "Akşamleyin
getirirken, sabahleyin salıverirken"
(Âyet: 6),
"Akşamleyin sürüleri mer'adan geri döndürürken, sabahleyin de onları
otlağa çıkarırken, onlarda sizin için güzel bir zînet ve zevk vardır";
"Onlar sizin
ağırlıklarınızı yüklenirler, yarı canınız tükenmeden varamayacağınız
memleketlere kadar
götürürler"
(Âyet: i), buradaki "Bi-şıkkıH-enfüsi",
"Nefislerin
yarısı külfet ve meşakkat" ma'nâsınadır.
"Yoksa onlar
Allah'ın kendilerini yavaş yavaş azaltmak suretiyle cezalandıracağından
emniyete mi girdiler?"
(Âyet: 47), buradaki
"Ala tahavvufın", "Yavaş yavaş eksiltmek, azaltmak"
ma'nâsınadır.
"Sağmal
hayvanlarda da sizin için elbette bir ibret vardır" (Âyet: 66),
"el-En'âm" lafzı, hem müennes, hem
de müzekker kılınır;
tekili olan "en-Naam" lafzı da böyledir, "el-En'âm",
"en-Naam"ın cemâatidir.
"Allah
yarattıklarından sizin için gölgeler yaydı.
Dağlardan size
yuvalar, siperler yaptı. Sıcaktan sizi koruyacak giyecekler, harbde sizi
koruyacak giyecekler yaptı" (Âyet: 8i); burada sıcaktan koruyacak
giyimler,
gömleklerdir. Amma
harbden koruyacak giyimlere gelince, şübhesiz onlar demirden yapılmış
zırhlardır.
"Bir ümmet diğer
ümmetten (malca ve sayıca) daha çoktur diye, yeminlerinizi aranızda bir hile ve
fesâd
konusu edinerek,
ipliğini sağlamca büktükten sonra söküp bozan kadın gibi olmayın" (Âyet:
92); buradaki
"Dahalen beynekum
= Aranızda bir dahal" ta'bîri, (bir şeye giren hıyanet, aldatma gibi)
sahîh olmayan
herşey'dir.
İbn Abbâs:
"Hafede" (Âyet: 72), kişinin çocuğunun
çocuğudur; "Hurma
ağacının meyvesinden ve üzümden bir içki ve güzel bir rızk edinirsiniz"
(Âyet: 67); buradaki
"es-Seker",
(ağaçların meyvelerinden yapılıp) haram kılınmış olan içki'dir, "Güzel
rızk" ise, Allah'ın halâl kıldıklarıdır, demiştir.
Sufyân ibn Uyeyne de
Sadaka Ebû'l-Huzeyl'den
"Eşkâl. "
kavli hakkında: O Mekke'de ismi Harka olan bir kadındı, ipliğini sağlam sağlam
büktüğü
zaman, onu söküp
bozardı, demiştir. îbn Mes'ûd da: "Hakîkaten îbrâhîm bir ümmetti"
(Âyet: 120) kavlindeki "Ümmet", "Hayır öğretmenedir, demiştir.
228-.......Enes
ibn MâIik(R)'ten (o şöyle demiştir): Rasûlullah (S) şöyle duâ ederdi: "(Yâ
Allah) Cimrilikten, tenbellikten, fazla ihtiyarlıktan, kabir azabından, Deccâl
fitnesinden, hayât ve ölüm fitnelerinden Sana sığınırım" [334].
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
229- Bize
Âdem tahdîs etti. Bize Şu'be tahdîs etti ki, Ebû îshâk şöyle demiştir: Ben
Abdurrahmân ibn Yezîd'den işittim, o şöyle dedi: Ben İbn Mes'ûd(R)'dan
işittim; o, Benû İsrâîl (yânı el-İsrâ), el-Kehf, Meryem Sûreleri hakkında:
Muhakkak ki, bu sûreler ilk atiklerdendirler, bunlar ilk kazanılanlardan ve ezber
edilenlerdendirler, dedi [335].
İbn Abbâs: "O hâlde
sizi kim (dirilterek) geri çevirebilir? diyecekler. Sen de: Sizi ilk defa
yaratmış olan (kudret sahibi diriltecek-tir)/ de. O vakit sana başlarım
sallayacaklar da: Ne vakit O? diyecekler. Sen: Yakın olması muhtemeldir, de*'
(Âyet: 5i); buradaki "Fe-se-yungidune ileyke ruûsehum", "Sana
başlarını sallayacaklar" raa'-nâsınadır, dedi.
İbn Abbâs'tan başkası
da şöyle dedi: (Üç harfli fiilden) "Nağa-dat sınnuke", "Dişin
yerinden hareket etti" ma'nâsınadır.
"Ve kadayna ilâ
Benîİsrâîle" (Âyet: 4), "Biz İsrâîl oğulları'na, kendilerinin Arz'da
muhakkak fesâd çıkaracaklarını haber verdik" ma'nâsınadır.
"el-Kadâ" lafzı birçok ma'nâlara gelir: "Kadâ Rabbüke"
(Âyet: 33), "Rabb'in emretti" demektir. "Hükmetmek" ma'nâsi
da bu lafızdandır: "Şübhesiz senin Rabb'in onların arasında hüküm
verecektir" (Yûnus: 93, en-Nemi: 78, ei-Casiye: 16>;
"Yaratmak" ma'nâsı da bu lafızdandır: "Bu suretle Allah onları
yedi gök olmak üzere yarattı" (Fussüet: 12).
"Nefîren"
(Âyet: 6), kişinin beraberinde giden kimselerdir ki, cem'iyeti ve topluluğu
demektir. "Ve liyutebbirû mâ alev tetbîran" (Âyet: 7), "Galebe
ve isti'lâ ettiklerini helak ettikçe etsinler diye (üstünüze düşmanlar
saldırdık)";'- 'Biz cehennemi kâfirlere bir hapishane yaptık"
(Âyet:8), yânî hiç çıkamayacakları bir hapis yeri, bir alıkoyma yeri yaptık.
"Artık o
memlekete karşı söz hakk olmuştur" (Âyet: 16), yânî geçmİş olan o azâb
sözü vâcib olmuştur; "O hâlde kendilerine yumuşak bir söz söyle"
(Âyet: 28); buradaki "Meysûren", "Leyyinen", yânî
"Yumuşak" ma'nâsınachr.
"Çocuklarınızı
fakirlik korkusuyla öldürmeyin. Onları da, sizi de biz rızıklandırırız. Hakikat
onları öldürmek büyük bir suçtur" (Âyet: 3i); buradaki "HıVen"
"Günâh ve suç" ma'nâsınadır. "Hatı'tu-Ben günâh işledim"
ta'bîrinden alınmış bir isimdir; "el-Hatau", fetha ile
harekelenmiştir. "Günâh işlemek" ma'nâsına olan fiilin masdarıdır.
"Hatı'tu", "Ahta'tu", yânî "Günâh işledim,
yamldım" ma'nâsınadır.
"Yeryüzünde kibir
ve azametle yürüme. Çünkü sen (ne kadar bassan) cidden Arz't yaramazsın, boyca
da dağlara eremezsin" (Âyet: 37), buradaki "Tahrıka",
"Kesemezsin" ma'nâsınadır. "İz hum necva" (Âyet: 47),
"Onlar gizli gizli konuşurlarken"; buradaki "en-Necvâ"
lafzı, "Gizli konuştum" ma'nâsma olan "Nâceytu" fiilinden
bir masdardır. Allah onları bu masdar ile vasıfladı, ma'nâsı: "Onlar
gizli gizli konuşurlarken" demektir.
"Rufâten"
(kyzv. 49)y "Kırıntı, döküntü"; "İstefziz", "Korkudan
hoplat, rahatsız et, onları hafifletip zorla; "Bi-haylike", "Süvarilerinle";
"er-Raclu ve'r-Reccâletu", "Yayalar, piyadeler" ma'nâsına
cemi'dir. Bunların tekili "Râcilun"dur. "Sâhibun"un cem'i
"Sahbun", "Tâcirun"un cem'i "Tecrun" olduğu gibi
(Âyet: 64) (Âyet:68), "Çakıllı bir fırtına, şiddetli bir rüzgâr",
"el-Âsıb", bir de rüzgârın atıp fırlattığı şeyler ma'nâsına gelir;
"Hasabu cehenneme = Cehennemin içine atılan şeyler" (ei-Enbiyâ: 98)
ta'bîri bu ma'nâdandır, onun içinde atılan şey (yânî içine atılan kavimler),
onun hasabıdır. "Hasaba fVl-Ard" denilir ki, bu da "Arz'ın içine
gitti" demektir. "el-Hasbâ"dan türemiştir. "Târeten
uhrâ", "Diğer bir defa" ma'nâsınadır. Bu "Târe" lâfzı
masdardır. "Târe" lafzının cem'i "Tıyeratun" ve
"Târâtun"dur [336].
"Le-ahtenikenne
zurriyetehu illâ kalîlen —And olsun onun zür-riyetini, birazı müstesna olmak
üzere, muhakkak kendime bend ederim", onları azdırma ve saptırma ile
köklerini kazır, helak ederim demektir. "Fulân kimse Fulân'ın yanında
bulunan ilmi kendine bend etti" denilir ki, o "İlmin hepsini kendinde
topladı" demektir. "Her insanın amelini kendi boynuna doladık"
(Âyet: 13), buradaki "Tâire-//«""Dünyâdan olan nasibi,
payı" ma'nâsınadır.
İbn Abbâs da şöyle
demiştir: Kur'ân'daki her "Sultân", "Hüccet" ma'nâsınadır
(Âyet: 33, 80). "Evlâd edinmeyen, mülkünde hiçbir ortağı olmayan, zull ve
aczden dolayı hiçbir yardımcıya ihtiyâcı bulunmayan Allah 'a hamd olsun de,
O'nu büyük bil, büyüklükle an** (Âyet: ııi); buradaki "Veliyyun
mine'z-zulli", "Zelîllik ve acizlikten dolayı hiçbir velîsi olmayan,
yânî hiçbir kimseyi velî ve dost edinmeyen" demektir.
230-....... Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) -Mescidi Harâm'dan-
götürüldüğü İsrâ gecesinde îliyâ şehrinde, yânî Kudüs'te kendisine birinde
şarâb, diğerinde süt dolu iki kadeh getirildi (ve bunlardan istediğini seç
denildi). Rasûlullah ikisine baktı da sütü aldı. Cibrîl, Rasûlullah'a: Seni
fıtrata hidâyet eden Allah'a hamd olsun, şayet şarâbı alsaydın, üm
231-.......Ebû
Seleme ibnu Abdirrahmân şöyle dedi: Ben Câbir ibn AbdiHah(R)'tan işittim, şöyle
dedi: Ben Peygamber(S)'den işittim, şöyle buyuruyordu: "(İsrâ haberinde)
Kureyş beni yalanlayınca Hıcr'da ayakta durdum. Müteakiben Allah bana
Beytu'l-Makdis ile gözümün arasındaki uzaklığı kaldırdı da (bana sorulanları)
Mescidi Aksâ'ya bakarak, onun nişanelerinden Kureyş'e haber vermeğe başladım."
Ve Ya'kûb ibn İbrâhîm
şunu ziyâde etti: Bize İbn Şihâb'ın kardeşinin oğlu, amcası İbn Şihâb'dan:
"Beytu'l-Makdis'e geceleyin yürütüldüğümüz zaman Kureyş beni
yalanlayınca..." şeklinde tahdîs edip, yukarıdakinin benzerini
nakletmiştir [339].
"Kaasıfen"
(Âyet: 69), "Herşeyi kırıp büken bir rüzgâr".
"And olsun ki',
biz Adem oğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır... "
(Âyet: 70) [340]
"Kerremnâ"
ve "Ekremnâ" bir ma'nâyadır. "Dı'fe'l- hayât ve
dı'fel-memât" (Âyet:75), "Hayât azabının iki katını ve ölüm azabının
iki katını" demektir.
"Hılâfeke"
ve "Halfeke" bir ma'nâya olup, "Arkandan" demektir (Âyet:
76).
*'Nâe bi-cânibihî"
(Âyet: 83), "Yanını uzaklaştırdı" demektir. "De kî: Herbirt
kendi aslî tabîatine göre hareket eder" (Âyet: 84), buradaki
"Şâkiletihi", "Nâhiyetihi" ma'nâsınadır, bu
"Şâkile" kelimesi "Şeklihi" ma'nâsından türemiştir."Ke
le-kad sarrafnâ (Âyet: 4i, 89) "Yemîn olsun biz yöneltmişizdir";
"Kabilen (Âyet: 92), "Gözle görerek, karşısında olarak"
demektir. Ebe kadına "Kaabile" denildi çünkü o doğuracak kadının
doğumunu karşılayıcıdır ve onun doğan çocuğunu, doğuşu ânında tutup alır.
"Haşyete'l-infâk"
(Âyet: ıoo), "Harcama korkusu", "Enfaka'r-raculu",
"Adam fakîr oldu", "Nafika'ş-şey'u" "Şey gitti"
demektir.
"Katûran",
"Mukattiran" yânî "Cimri" demektir: "De ki: Rabb 'inin
rahmet hazînelerine siz mâlik olsaydınız, o
zaman harcama
korkusuyla muhakkak cimrilik ederdiniz* insan çok cimridir" (Âyet: 100)
"Li ezkaan'\Ayet.
\oı, 109), "İki çene kemiğinin birleşme yeri üzerine" demektir, bunun
tekili "Zekan"dır.
Mucâhid şöyle
demiştir: "Şübhesiz ki cehennem hepinizin cezasıdır, tastamam bir
ceza" (Âyet: 63), buradaki "Mevfûran", "Vâfiran", yânî
"Mükemmel" ma'nâsınadır. "Bize karşı onun öcünü
bulamazsınız" (Âyet: 69), buradaki "Tebîan", "Sâiran =
İntikaam alıcı" demektir.
İbn Abbâs da:
"Tebîan", "Nâsıran = Yardım edici" demektir.
"Onların varacağı
yer cehennemdir kis ateşi yavaşladıkça biz onun alevini artırırız" (Âyet:
97), buradaki "Kullemâ habat", "Söndükçe" demektir, demiştir.
Yine İbn Abbâs şöyle
demiştir: "Malını israfla saçıp savurma" (Âyet: 26), "Malını
bâtıl yolda harcama" demektir.
"Şayet Rabb'inden
umduğun bir rahmeti aramak için onlardan yüz çevirmek zorunda kalırsan, o hâlde
kendilerine yumuşak bir söz söyle" (Âyet: 28), buradaki "Bir
rahmet", "Bir rızk" demektir. "Ben de ey Fir'avn,
seni herhalde helak
edilmiş sanıyorum" (Âyet: 102), buradaki "Mesbûran", "La'netlenmiş"
demektir.
"Senin için
hakkında bir bilgi hâsıl olmayan şeyin ardından gitme" (Âyet: 36),
buradaki "La tak/u", "Lâ tekul" (yânî "Söyleme")
demektir. "Fecâsû hılâle'd-diyâr = Evlerin aralarına girip
araştırdılar" (Âyet: 5), yânî "Sizi öldürmek ve yağmalamak için
evlerin ortalarına kasdettiler". "Rabb'iniz, /adlından arayasınız
diye sizin için denizde gemileri yürütendir" (Âyet: 66), buradaki "Yüzcî",
"Yucrî = Akıtıp yürütür" demektir. "Yahırrûne IVl-
ezkaanî- Çenelerinin
üstüne kapanarak secde ediyorlar" (Âyet: 107-109), buradaki
"LVl-ezkaan...— Çeneleri üzerine", "Yüzleri üzerine"
demektir [341].
"Bir memleketi
helak etmek dilediğimiz vakit, onun nVmet ve refahtan şımarmış elebaşılarına
emrederiz de, orada (bu emre rağmen) itaatten çıkarlar. Artık o memlekete karşı
azâb sözü hakk olmuştur. îşte biz onu artık kökünden mahv ve helak
etmişizdir" (Âyet: ı&).
232- Bize
Alî ibnu Abdillah tahdîs etti. Bize Sufyân ibn Uyeyne tahdîs etti. Bize Mansûr,
Ebû Vâil'den haber verdi ki, Abdullah ibn Mesûd (R): Biz câhiliyette bir kabile
çok oldukları zaman "Emira Benû Fularım = Fulân oğulları çok oldu"
der idik, demiştir.
Yine bu senedle: Bize
el-Humeydî tahdîs etti. Bize Sufyân ibn Uyeyne tahdîs etti. Ve el-Humeydî,
Sufyân'dan "Emira" şeklinde söyledi [342].
fEy Nûh ile beraber
taşıdığımız (insanlar) zürriyeti, şu bir hakikattir ki, Nûh pekçok şükreden bir
kuldu" (Âyet: 3) [343].
233-.......Ebû
Hureyre (R) şöyle demiştir: Bir kerresinde Rasûlullah'ın sofrasına et yemeği
getirildi ve kendisine bir kol kaldırılıp sunuldu. Çünkü Rasûrullah etin bu
kısmını severdi. Ondan ön dişleriyle bir lokma kopardı. Sonra şöyle anlattı:
"Ben kıyamet
gününde bütün insanların seyyidiyim, efendisiyim. Bu neden bilir misiniz? Bütün
insanlar, evvelkiler ve sonra gelenler olarak düz ve geniş bir sahada
toplanırlar. Öyle düz ve geniş sâhâ ki, orada bir çağırıcı çağırınca sesini
herkese işittirecek, bakan bir insanın gözü de mahşer halkım bir bakışta
görebilecek (Dağ, tepe gibi görmeye, işitmeye bir mâni' bulunmayacak). Bir de
güneş (bütün sı-caklığıyle) yaklaşacak. Artık insanların gamı, meşakkati
dayanamayacakları ve taşıyamayacakları bir dereceye ulaşacak. Bu sırada
insanlar birbirine:
— Size ulaşan şu faciayı görmüyor musunuz?
Rabb'inizin huzurunda şef âat edecek bir şefaatçi (bulmak çâresine) niye
bakmıyorsunuz? diyecekler.
Bunun üzerine mahşer
halkının bâzısı bâzısına:
— Haydi Âdem 'e
gidiniz! diyecek, akabinde insanlar Âdem Peygamber'e gidecekler ve ona:
— (Ey Âdem!) Sen insan nev'inin babasısın.
Allah seni kendi eliyle yarattı ve sana kendi canibinden olan rûh üfledi, sonra
meleklere emretti, onlar da sana secde ettiler. Rabb'ine bizim hakkımızda
şefaat dile. Ey atamız, içinde bulunduğumuz şu müşkil vaziyeti görmüyor musun?
Bize ulaşan şu sıkıntıyı bilmiyor musun? diyecekler]
Âdem de:
— Rabb'im, bugün öyle bir öfke etmiştir ki, ne
bundan önce böyle öfkelenmiş, ve ne de bundan sonra bunun benzeri bir öfke ile
öfke edecektir. Hem Rabb'im beni cennet ağacı meyvesinden birini yemekten nehyetmiş
iken, ben âsî olup yemiştim. (Onun için size şefaat edemem, şimdi ben kendimi
düşünüyorum.) Vay nefsim, nefsim nefsim! Siz benden başka bir şefaatçiye
gidiniz: Nûh 'a gidiniz! diyecek.
Onlar da Nûh 'a
varacaklar ve:
— Ey Nûh, sen yeryüzü
halkına gönderilen rasûllerin birincisi-sin. Allah sana Kur'ân'da "Çok
şükreden kul" adını vermiştir. Lütfen hakkımızda Rabb'in huzurunda şefaat
et! İçinde bulunduğumuz sıkıntılı hâli görmüyor musun? diyecekler.
Nûh Peygamber de:
— Azız ve Celîl olan
Rabb 'im bugün celâllenmiştir. Öyle bir derecede ki bundan önce böyle gadâb
etmemiş, bundan sonra da böyle celâllenmeyecektir. Benim de bir dua edişim var:
Ben onu vaktiyle kavmimin helaki için dua etmiştim. (Ben de şimdi kendimi
düşünüyorum.) Vay nefsim, nefsim, nefsim! Şimdi siz benden başka bir şefaatçiye
gidiniz, İbrahim'e gidiniz! diyecek.
Onlar da İbrahim 'e
varacaklar ve:
— Ey İbrahim, sen
yeryüzündeki insanlardan Allah 'in Peygamberi ve Haltlisin (dostusun) Rabb'in
huzurunda bize şefaat et, içinde bulunduğumuz şu sıkıntılı hâli görüyorsun!
diyecekler.
İbrahim Peygamber de
onlara:
— Bu gün Rabb'imin
celâl sıfatı tecellî etmiştir. Hem bir derecede ki bundan önce böyle gadâb
etmemiş,, bundan sonra da böyle gadâb etmeyecektir. Ben üç kene yalan(a benzer
söz) söylemiştim. -RâvîEbû Hayyân hadîsin içinde bunları zikretmiştir [344].-
(Şimdi kendimi düşünüyorum.) Vay nefsim, nefsim, nefsim! Artık siz benden
başkasına gidiniz, Musa'ya gidiniz! diyecektir.
Onlar da Musa'ya
gidecekler ve:
— Yâ Mûsâ, sen Allah'ın rasûlüsün. Allah seni
elçi yapmasıyla ve kelâm söylemesi ile insanlar üzerine faziletli kıldı.
Rabb'in huzurunda bizim için şefaat et! İçinde bulunduğumuz acıklı hâli görmektesin,
diyecekler.
Mûsâ Peygamber de
onlara:
— Rabb 'im bugün celâl
sıfatı ile tecellî etti, o derecede ki, ne şimdiye kadar bu derece öfkeli
olmuş, ne de bundan sonra bunun gibi öfkeli olacaktır. Ben ise öldürülmesiyle
me'mûr olmadığım bir canı öldürdüm [345].
(Şimdi ben nefsimi düşünüyorum.) Ah nefsim, nefsim, nefsim! Siz benden başka
bir şefaatçiye gidiniz, isa'ya gidiniz! diyecek. Onlar da îsâ Peygamber'e
gelecekler ve:
— Yâîsâ, sen Allah'ın Rasûlüsün ve Allah
Taâlâ'mn Meryem'e koyduğu ve onun tarafından olan bir ruhsun, sen beşikte bir
sabî iken insanlara söz söyledin! Rabb 'in huzurunda bizim için şefaat et, içinde
bulunduğumuz ıztırâbı görmektesin! diyecekler.
îsâ Peygamber de
onlara:
— Rabb'im bugün,
bundan evvel benzerini yapmadığı ve.bundan sonra da benzerini yapmayacağı bir
gadâbla gadâb etmiştir, diyecek ve kendine âid hiçbir günâh zikretmeden: Âh
nefsim, nefsim, nefsim! diye endîşesini açıklayarak: Siz benden başkasına
gidiniz, Mu-hammed'e gidiniz! diyecek.
Onlar da Muhammed'e
gelecekler de:
— Yâ Muhammed! Sen Allah'ın Rasûlü'sün ve
peygamberlerin hâtemisin. Allah senin geçmiş ve gelecek bütün günâhlarını
mağfiret etmiştir. Rabb'in huzurunda bizim için şefaat et, içinde bulunduğumuz
elem ve ıztırâbı görmektesin! diyecekler.
Bunun üzerine ben
hemen Arş'in altına giderim de Azîz ve Celîl olan Rabb'ime secde edici olarak
yere kapanırım. Sonra secdemde Allah bana kendisine yapılacak hamdlerinden ve
üzerine güzel senadan öylesini açıp ilham edecektir ki, benden önce onu hiçbir
kimseye açmamıştır. (Ben o hamdler ve senalarla hamd ve sena ettikten) sonra
Allah tarafından bana:
— Yâ Muhammed! Başını kaldır, iste, istediğin
sana verilecektir; şefaat et, şefaatin kabul olunacaktır! buyurulur.
Ben secdeden başımı
kaldırıp:
— Yâ Rabb ümmetim! Yfl
Rabb ümmetim! diye şefaat dileğimi söylerim.
Bana:
— Yâ Muhammed, üm
Bundan sonra
Rasûlullah: "Nefsim elinde bulunan Allah'a ye-
mîn ederim ki,
cennetin kapı kanatlarından iki kanadın arası Mekke ile Himyer yâhud Mekke ile
Busrâ arası kadar geniştir" dedi [346].
Ve Davud'a da Zebur'u
verdik" (Âyet: 55) kavli babı [347]
234-.......Bize
Abdurrezzâk, Ma'mer ibn Râşid'den; o da Hemmâm ibn Münebbih'ten; o da Ebû
Hureyre(R)'den tahdîs etti ki, Peygamber (S) şöyle buyurmuştur: "Dâvûd
Peygamber'e (Zebur'u) okumak kolaylaştırıldı. Dâvûd, kendi binit hayvanının
eyerlenmesini emrederdi de, eyerleyecek kişi eyerlemesini bitirmesinden önce
Dâ-vûd Zebur'u okur idi. "
Peygamber kur'ânı,
yânî okumayı kasdediyor [348].
"De ki: Allah'ı
bırakıp boş yere (tanrı diye) söylediklerinizi çağırın. Onlar sizden
herhangibir sıkıntı gideremiyecekleri gibi, değiştiremezler de" (Âyet:
56).
235-.......Yahya
ibn Saîd el-Kattân tahdîs edip şöyle demiştir: Bize Sufyân es-Sevrî tahdîs
etti. Bana
Ubeydullah el-Eşcaî,
Sufyân'dan; o da el-A'meş'ten yaptığı rivayette: "De ki: Allah *ı bırakıp
boş yere (tanrı diye) söylediklerinizi çağırın" fıkrasını ziyâde etti [349].
'Onların taptıkları da
-hangisi Rabb Herine daha yakın (olacak) diye- bizzat vesile arayıp duruyorlar,
O'nun rah
236-.......Abdullah
ibn Mes'ûd (R) şu "Onların taptıkları da hangisi Rabb 'lerine daha yakın
olacak diye bizzat vesile arayıp duruyorlar... " âyeti hakkında: Cinnden
birtakım kimseler, başkaları tarafından ibâdet ediliyorlardı, akabinde bunlar
İslâm'a girdiler, demiştir [350]
'Geceleyin sana
gösterdiğimiz o temaşayı ancak insanlara bir fitne ve imtihan yaptık... " (Âyet:
60)
237-.......Sufyân
ibnUyeyne, Amr ibn Dinar'dan; o da İkrime'den tahdîs etti ki, İbn Abbâs
"Geceleyin sana gösterdiğimiz o temaşayı ancak insanlara bir fitne ve
imtihan yaptık" kavlindeki rü'yâ hakkında: O rü'yâ gözün gördüğü
âyetlerdir ki, Rasûlullah'a sefer ettirildiği gece gösterildi, demiştir.
İbn Abbâs, âyetin
devamındaki' * Ve Kur 'ân 'da la 'net edilmiş olan ağaç" da zakkum
ağacıdır, demiştir [351].
Mucâhid:
"Kur'âneH-fecri",
"Sabah namâzı'Mır, demiştir.
238-.......Bize
Ma'mer ibn Râşid, ez-Zuhrî'den; o da Ebû Seleme ile İbnu'l-Müseyyeb'den; onlar
da Ebû Hureyre(R)'den haber verdi ki, Peygamber (S) şöyle buyurmuştur:
"Cemâat namazının tek kişinin namazı üzerine fadlı, yirmibeş derecedir.
Gece melekleri ile gündüz melekleri de sabah namazında birleşirler."
Ebû Hureyre:
İsterseniz "Ve sabah namazını da. Çünkü sabah namazı şâhidlidir"
âyetini okuyunuz, der idi.
239-.......Âdem
ibn Alî şöyle demiştir: Ben İbn Umer(R)'den işittim, şöyle diyordu: Kıyamet
gününde insanlar küme küme olurlar, her ümmet kendi peygamberinin ardına
düşerler (ve büyük peygamberlere): Yâ Fulân şefaat et, (Yâ Fulân şefaat et),
derler. En sonu şefaat dileği Peygamber(S)'e erişip nihayet bulur. Bu şefaat
vakıası Allah'ın, Peygamberi Muhammed'i Mâkaamu Mahmûd'a göndereceği eün vuku'
bulur [353]
240-.......
Şuayb ibnu Ebî Hamza, Muhammed ibnu'1-Munkedir'den; o da Câbir ibn
Abdillah(R)'tan tahdîs etti ki, Rasûlul-lah (S) şöyle buyurmuştur: "Her
kim ezan okunurken tamâmını işitip dinlediği (ve müezzinin söylediği kelimeleri
söyleyip bitirdiği) zaman Allâhumme Rabbe hâzihVd-da'vetVt-tâmme
ve's-salâtVl-kaaime âti Muhammeden eUvesîlete ve'l-fadîlete ve'b'ashu makaa-men
Mahmûdenellezî vaadtehu (= Yâ Allah! Ey bu tam da'vetin ve kılınmak üzere olan
bu namazın Rabb'i! Muhammed'e vesîleyi, fa-dîleti ihsan et, bir de kendisine
va'd ettiğin Makaamu Mahmûd'u verip oraya vardır -da şefaatçi kıl-) diye duâ
ederse, o kişiye kıyamet gününde şefaatim ulaşır."
Bu hadîsi Hamza ibnu
Abdillah, babası Abdullah ibn Umer'-den; o da Peygamber(S)'den olmak üzere
rivayet etti [354].
'De ki: Hakk geldi,
bâtıl zeval buldu. Şübhesiz ki, bâtıl dâima zeval bulucudur" (Âyet: 8i).
"Yezhaku",
"Yehliku", yânî "Helak olur" demektir.
241-.......Abdullah
ibn Mes'ûd (R) şöyle demiştir: Mekke'nin fethi günü Peygamber (S) Mekke'ye
girdi. Ka'be'nin etrafında ibâdet için dikilmiş (kurşunla sağlamlaştırılmış)
üç yüz aitmiş put vardı. Peygamber elindeki bir deynekle bunlara dürtüyor ve
şöyle diyordu: "Hakk geldi, bâtıl gitti helak oldu. Hakk geldi, hâlbuki
(ölen bâtıl) ne îcâda, ne de öleni diriltmeye muktedir değildir" [355].
'Sana ruhu
sorarlar" (Âyet: 85) [356]
242-.......Abdullah
ibn Mes'ûd (R) şöyle demiştir: Ben Peygamber'in maiyyetinde Medine tarlalarında
yürüyordum. Peygamber de hurma dalından bir deyneğe dayanıyordu. O sırada
birkaç Yahûdî tesadüf etti. Bâzısı bâzısına:
— Şu ruhtan sorun, dedi. Diğer bâzısı da:
— (Hayır sormayın) bu
size iyilik getirmez (yâhud size şübhe verir), dedi.
Bâzısı da:
— Sizi
hoşlanmayacağınız birşeyle karşılamasın, dedi.
Sonunda O'na sorun
dediler de, Peygamber'e ruhtan sordular. Peygamber kendini tuttu, onlara hiçbir
cevâb vermedi. Ben O'na vahy indirilmekte olduğunu bildim de olduğum yerimde
dikildim. Vahy inince Peygamber şunu söyledi: "Sana ruhu sorarlar. De ki:
Rûh, Rabb 'imin emri cümlesindendir. Size az bir ilimden başkası verilmemiştir [357]
'Namazında pek
bağırma, sesini pek de kısma; ikisinin arası bir yol tut'* (Âyet: 110).
243-.......İbn
Abbâs (R) "Namazında pek bağırma, sesini pek de kısma" kavli hakkında
şöyle demiştir: Bu âyet, Rasûlullah Mekke'de gizli yaşarken indi. Rasûlullah
sahâbîleriyle namaz kıldığı zaman, Kur'ân okurken sesini yükseltiyordu.
Müşrikler ise Kur'ân'ı işitince hem Kur'ân'a, hem onu indirene, hem de Kur'ân
kendisine gelene sövüyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah, Peygamber'ine hitaben:
"Namazında Kur'ân okurken sesini çok açıklama, pek de kısma, ikisinin
arası bir yol tut" buyurdu [358].
244-.......Bize
Zaide ibnu Kudâme, Hişâm'dan; o da babası Urve'den tahdîs etti ki, Âişe(R): Bu
"Sesini çok açıklama "kelâmı, dua hakkında indi, demiştir [359].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
Ve Mucâhid şöyle dedi:
'Takriduhum"
(Âyet: 12), "Güneş onları terkediyordu"; Ve kâne lehu sumurun"
(Âyet: 34), "O adamın başkaca geliri de vardı", yânî altın ve gümüşü
vardı.
Mucâhid'den başkası da
şöyle dedi: Ötre ile "es-Sumuru", "es-Semer"in cemâatidir.
"Bâhıun
nefsehu" "Nefsini helak edecektin";
"Esefen",
"Üzüntü duyarak": "Demek bu söze (Kur'ân'a) inanmazlarsa, bir
üzüntü duyarak arkalarından kendini tüketecektin" (Âyet: 6) [360].
"el-Kehf",
dağda olan açıklık, mağara; "er-Rakîm" (Âyet: 9), "Yazı",
"Merkum" da "Rakm" masdarından "Yazılmış şey"
ma'nâsınadır.
"Onların
kalblerini (sabr ve sebat ile hakka) bağlamıştık" (Âyet: 14), "Onlara
sabr ilham etmiştik". "Eğer inananlardan olması için onun kalbine
rabıta vermeseydik, az daha onu mutlak açığa vuracaktı" (ei- Kasas: 10).
"Şatatan",
"İfrâtan", "O takdirde and olsun ki, hakikatten uzaklaşmış
oluruz" (Âyet: i4); "el-Vasîd" (Âyet: ıs), mağaranın giriş yeri;
bunun cem'i "Vesâid" ve "Vusud"dur; "Vasîd",
"Kapı"dır da deniliyor;
"Mu'sadetun"
(ei-Beied: 20), "Kapatılmış"; bu"Asade'l-hâbe" ve
"Evsade = Kapıyı kapattı" fiilinden türemiştir
(Müellif bunu
istidrâden zikretti).
"Baasnâhum"
(Âyet: 19), "Onları dirilttik, yânî uyandırdık"; "Eyyuhâ ezkâ
taâmen = Onun hangi yiyeceği daha temizse" (Âyet: 19): "O şehir
ahâlîsinden hangisinin yiyeceği daha çoksa" demektir. Bu daha çok halâl
olanı ma'nâsınadır deniliyor, keza asıl üzerine daha çok nemâlı olanı
ma'nâsınadır da deniliyor.
İbn Abbâs: "O iki
bağ mahsûlünü vermiş, bundan birşeyi zulmetmemişti" (Âyet: 34), yânî eksik
bırakmamıştı
ma'nâsınadır, dedi.
Saîd ibn Cubeyr de İbn
Abbâs'tan olmak üzere: "er-Rakîm", kurşundan yapılmış levha'dır,
onların vâlîsi bu gençlerin isimlerini onun üzerine yazmış, sonra da o levhayı
kendi hazînesine atmıştı, demiştir.
"Biz nice yıllar
onların kulaklarına (perde) vurduk"
(Âyet: ıi):
"Yânî, Allah onları yıllarca tam bir sükûn içinde uyuttu, onlar da
uyudular."
İbn Abbâs'tan başkası
da şöyle dedi:
"Ve
eletteilu"{$ü\âsî 2. bâbdan) "Tencû( = Kurtuldu, kurtulur)"
ma'nâsınadır. Mucâhid de: "Mevtten",
"Kurtulacak yer,
korunacak yer, sığınak" ma'nâsınadır, dedi. "Onlar için va'dedilen
bir zaman vardır ki, onun karşısında hiçbir sığınak bulamayacaklardır"
(Âyet: 58). "Onlar Kur'ân dinlemeye tahammül edemiyorlardı'' (Âyet: 101).
'İnsanın cedeli
(husûmeti) ise herşeyden fazladır (Âyet: 54) [361].
245-.......İbn
Şihâb şöyle demiştir: Bana Hüseyin'in oğlu Alî haber verdi. Ona da babası
Hüseyin ibn Alî, Alî ibn Ebî Tâlib(R)'den şöyle haber verdi: Rasûlullah (S) bir
gece Alî ile (kendi kızı ve Alî'nin eşi olan) Fâtıma'yı ziyaret etti de,
onlara: "Siz ikiniz namaz kılmaz mısınız?" (diye teheccüd namazına
teşvik) buyurmuştur [362].
"Recmen
bVl-gayb" (Âyet; 22), "Gayb taşlamak": Apaçık belli olmadı,
demektir. "Ve hâne emruhu furutan = Onun işi haddi aşmaktı" (Âyet:
28), "Pişman olmaktı" demektir. "Surâdikuhâ = Cehennemin
duvarları- çepeçevre kendilerini kuşatmıştır" (Âyet: 29): Duvarlar ve büyük
çadırlarla çevrilen hücre gibi. "Ve huve yuhâviruhu == Onunla
konuşurken" (Âyet: 33,37), bu, karşılıklı konuşmak, birbirine cevâb döndürmek
ma'nâsına olan "Muhavere" masdarındandır.
"Ve lâkinnâ
huve'llâhu Rabbî" (Âyet: 38), "Fakat ben (mü'mi-nim), O Allah benim
Rabb'imdir. Ben Rabb'ime hiçbir şeyi ortak koşmam" demektir. Sonra
"Ene"den elîfi hazfetti de iki nûn'dan birini diğerinin içine
girdirdi, böylece kelime "Lâkinnâ" oldu. "Ve ferrecnâ hılâlehumâ
neheren - Biz o iki bağın arasından bir de nehir fışkırttık" (Âyet: 33)
buyuruyor. "Saîden zelekan" (Âyet: 40), "Üzerinde ayak sabit
olmayan kaypak bir toprak". "İşte bu makaamda nusrat ve hâkimiyet,
hakk olan Allah 'indir, O sevâbca da hayırlı, akıbetçe de hayırlıdır"
(Âyet: 44), buradaki "Velayet", "el-Velî"nin masdarı-dır;
"Ukuben", "Akıbet", "Ukbâ" ve "Ukbetun"
hepsi birdir, "Âhiref've "Son" ma'nâsınadır. "Kıbelen",
"Kubulen" ve "Ka-belen": Gözleri önünde ve açıktan
karşılamak ma'nâsınadır.
"Biz
peygamberleri müjde verici ve korkutucu kimseler olmaktan başka bir sıfatla
göndermedik. Kâfir olanlar ise hakkı bâtıl ile yerinden kaydırmak için mücâdele
ederler" (Âyet: 56). Buradaki "Li-yudhıdû", "îzâle etmeleri
için" demektir. "ed-Dahad", "Üzerinde ayak sabit olmaz
kaypak şey" demektir.
"Bir zaman Mûsâ
genç adamına şöyle demişti: Ben iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar
durmayıp gideceğim, yâhud uzun zamanlar geçireceğim" (Âyet: 60).
"Hukuben"*
"Zamanen" demektir. Bunun cem'i "Ahkaab'Mir [363].
246-.......
Saîd ibn Cubeyr şöyle dedi: Ben, İbn Abbâs'a:
— Nevf el-Bukâlî,
Hızır'ın sahibi olan Mûsâ, İsrâîl oğullan'nin sahibi olan Mûsâ değildir iddiasında
bulunuyor, dedim.
Bunun üzerine İbn
Abbâs şöyle dedi:
— Allah'ın düşmanı
yalan söylemiştir. Bana Ubeyy ibn Ka'b tah-dîs etti ki, o, Rasûlullah(S)'tan
şöyle buyururken işitmiştir:
"Mûsâ Peygamber,
îsrâîl oğulları içinde hitâb edici olarak ayağa kalkmıştı. Kendisine:
— İnsanların en âlimi kimdir? diye soruldu.
Mûsâ:
— Benim,diye cevâb verdi.
Bu husustaki ilmi
(Allah en iyi bilendir diyerek) Allah'a havale etmediğinden dolayı, Allah ona
itâb etti. Ve Allah ona: 'İki denizin birleştiği yerde benim bir kulum var ki,
o senden daha âlimdir' diye vahyettu Mûsâ:
— Yâ Rabb, ben ona nasıl yol bulayım? dedi.
Ona:
— Beraberinde bir
balık alırsın, o balığı bir zenbîl içine koyarsın. Balığı nerede kaybedersen,
işte o kul, oradadır! buyurdu.
Bundan sonra Mûsâ bir balık
aldı, akabinde onu bir zenbîl içine koydu, sonra Mûsâ gitti, beraberinde
kendisine hizmet eden genci Yûşâ ibn Nün da gitti. Nihayet (iki denizin
birleştiği yerdeki) kayanın yanına geldiklerinde, ikisi de başlarını yere
koyup uyudular. Balık zenbt-lin içinde debelendi ve zenbîlden sıçrayıp dışarı
çıktı, akabinde denize düştü. Allah ondan suyun akışını tuttu da deniz içinde
kendine su künkü gibi (bir boşluk bırakarak) yol açtı. Nihayet deniz suyu onun
üzerinde tak gibi oldu. Mûsâ uyanınca -arkadaşı Yûşâ, Musa'ya ba-
iığı(n hârika işini)
haber vermeyi unuttu.- O günlerinin kalanı ile bütün gece gittiler, nihayet
ertesi sabah olunca Mûsâ hizmetçisine:
— Kuşluk yemeğimizi
getir, bu seferimizden yorgunluk duyduk, dedi."
Dedi ki: "Hâlbuki
Mûsâ emrolunduğu o yerin Ötesine geçmedikçe yorgunluk duymamıştı. Hizmetçisi:
—- Gördün mü, kayanın
dibinde barındığımız zaman balığın gittiğini haber vermeyi unutmuşum. Onu
söylememi bana şeytândan başkası unutturmadı. Balık deniz içinde şaşılacak bir
surette yolunu alıp yitti, dedi.
Ve balığın suya
girmesinde balık için bir yol meydana geldiğini söyledi. Deniz içinde böyle bir
yolun meydana gelmesi Mûsâ ile gencine hayret edilecek birşey olmuştu. Mûsâ:
— Zâten bizim arayacağımız şey bu idi, dedi. Ve
izlerinde geri döndüler."
Dedi ki:
"Geldikleri yoldaki ayak izlerine basa basa döndüler. Nihayet o taşın
yanma vardıklarında, üzerine bir elbise örtülmüş bir zât gördüler. Mûsâ ona
selâm verdi. Hızır da Musa'ya:
— Bu senin bulunduğun yerde "Selâm"
nereden? dedi. Oda:
— Ben Musa'yım, dedi.
Hızır:
— îsrâîl oğulları'nın Musa'sı mı? diye sordu.
— Evet, ben sana, sana
öğretilmiş olan rüşd ve hidâyetten bana da birşey öğretmen için geldim, dedi.
Hızır:
— Doğrusu sen benim
beraberimde asla sabredemezsin yâ Mûsâ! Ben, Allah'ın ilminden bana öğrettiği
bir ilim üzerindeyim ki, onu sen bilemezsin, sen de Allah'ın ilminden sana
öğrettiği öyle bir ilim üzerindesin ki, onu da ben bilemem, dedi.
Mûsâ:
— Beni inşâallah
sabırlı bulacaksın, sana hiçbir işte âsî olmayacağım, dedi.
Hızır:
— Eğer bu surette bana
tâbi' olacaksan, ben sana anıp söyleyin-ceye kadar sen bana hiçbirşey sorma,
dedi.
Bunun zerine Hızır ile
Mûsâ (gemileri olmadığı için) deniz kıyısında yürüyerek gittiler. Yanlarına
bir gemi uğradı. Kendilerini gemiye yüklesinler diye gemicilerle söyleştiler.
Gemiciler Hızır'ı tanıdılar ve bu sebeble onları ücretsiz olarak gemiye
aldılar. Hızır ile Mûsâ gemiye bindiklerinde, Mûsâ, Hızır'ın gemi levhalarından
(yânı tahtalarından) birini keser ile sökmüş olduğunu gördü. Mûsâ hemen Hızır'a:
— Bu gemiciler
topluluğu bizi gemilerine ücretsiz almışlarken, sen onların gemilerine kasdedip
içindekileri batırmak için mi gemiyi deliyorsun? And olsun sen büyük bir iş
yaptın, dedi.
Hızın
— Ben sana beraberimde
asla sabredemezsin demedim mi? dedi.
Mûsâ:
— Unuttuğum şeyden dolayı beni muâhaze edip
cezalandırma
ve bana şu arkadaşlık
işinde güçlük gösterme, dedi."
Râvî Ubeyy ibn Ka'b
dedi ki: Rasûluüah (S): "Bu, Musa tarafından olan unutmanın birincisi
oldu" buyurdu.
Dedi ki: "O
sırada bir serçe kuşu geldi de geminin kenarına kondu ve denizden bir gaga su
aldı. Hızır, Musa'ya:
— Benim ilmimle senin
ilmin, A ilah 'in ilminden ancak şu serçenin bu denizden eksilttiği şey
gibidir, dedi.
Sonra gemiden
çıktılar, müteakiben onlar deniz kenarında yürüdükleri sırada Hızır,
oğlanlarla beraber oynamakta olan bir oğlan çocuğu gördü. Akabinde Hızır o
çocuğun başını eliyle tuttu ve onu eliyle koparıp, çocuğu öldürdü. Mûsâ,
Hızır'a:
— Tertemiz bir canı,
diğer bir can karşılığı olmaksızın öldürdün. And olsun sen çok kötü bir iş
yaptın, dedi.
Hızır:
— Ben sana beraberimde
asla sabredemezsin demedim mi? dedi
ve: Bu, birinciden
daha da şiddetlidir, diye söyledi.
Mûsâ:
— Eğer bundan sonra
sana birşey sorarsam, artım benimle arkadaşlık etme. O takdirde tarafımdan
muhakkak bir özre ulaşmış-sındır (benden ayrılmakta ma'ziretli sayümışsındır),
dedi.
Yine gittiler. Nihayet
bir memleket halkına vardılar ki, ora ahâlîsinden yemek istedikleri hâlde
kendilerini misafir etmekten çekinmişlerdi. Derken orada yıkılmağa yüz tutmuş bir
duvar buldular. -Yıkılmağa yüz tutmuş ma'nâsma onun meyletmiş olduğunu söyledi.
- Hızır kalkıp o duvarı eliyle rioğrultuverdi. Mûsâ ona:
— Bunlar öyle bir
kavim ki, biz onlara geldik, onlar bizi doyurmadılar ve bizi misafir
etmediler; isteseydin elbet buna karşı bir ücret alabilirdin, dedi
Hızır:
— İşte bu, benimle
senin orandaki ayrılıktır, dedi ve: İşte üzerinde sabredemediğin şeylerin
içyüzü budur (Âyet: 82)" kavline kadar
söyledi.
Rasûlullah (S):
"Çok arzu ettik ki Mûsâ sabretmiş olsaydı da aralarında geçen maceranın
haberlerini Allah da bize anlatsaydı" buyurdu.
Saîd ibn Cubeyr geçen
senedle: İbn Abbâs: "Önlerinde her sağlam gemiyi zorla almakta olan bir
hükümdar vardır" (Âyet: 79) şeklinde okurdu,ve yine İbn Abbâs:
"Çocuğa gelince, o bir kâfir idi, anası ile babası ise îmân etmiş
kimselerdi" (Âyet: 80) şeklinde okurdu, demiştir [364].
"Bunun üzerine
onlar bu iki deniz arasının birleşik yerine ulaştıklarında balıklarım
unuttular. Balık deniz içinde bir deliğe doğru yolunu tutup gitmişti"
(Âyet: 6i).
"Sereben",
"Gidecek yol", "Yesrubu" da "Girer, gider"
ma'nâsınadır. "Ve sâribun bVn-nehâr = Gündüz yoluna giden" (erRad:
ıo) kavli de bu "Sereb" lafzındandır.
247- Bize
İbrâhîm ibn Mûsâ tahdîs etti. Bize Hişâm ibn Yûsuf haber verdi ki, ona da îbnu
Cureyc haber verip şöyle demiştir: Bana Ya'lâ ibnu Müslim ve Amr ibnu Dînâr,
Saîd ibnu Cubeyr'den haber verdi. İbnu Cureyc'in bu iki şeyhinden herbiri
arkadaşı üzerine artırma yapıyordu. Ya'lâ ile Amr'dan başkaları da: Ben bu
hadîsi Saîd ibn Cubeyr'den olmak üzere tahdîs ederken işittim, dedi.
Saîd ibn Cubeyr şöyle
demiştir: Bizler, kendi evinde İbn Abbâs'ın yanında bulunuyorduk. O:
— Bana sorunuz, dediği zaman ben:
— Yâ Ebâ Abbâs! Allah
beni sana feda etsin. Kûfe'de halka va'z ve haberler anlatan hikayeci bir adam
var, ona Nevf deniliyor. İşte o zât, Hızır'ın sahibi olan Mûsâ, îsrâîl
oğulları'nın Musa'sı değildir diye söylüyor, dedim.
İbnu Cureyc dedi ki:
Amr ibnu Dînâr'a gelince, o da Saîd'den yaptığı tahdîsinde bana şöyle dedi: İbn
Abbâs:
— Allah'ın düşmanı olan o Nevf yalan
söylemiştir, dedi. Ya'lâ ibn Müslim ise yine Saîd'den yaptığı tahdîsinde bana
şöyle
dedi: İbn Abbâs şöyle
dedi:
— Bana Ubeyy ibn Ka'b
tahdîs edip şöyle dedi: Rasûlullah (S): "Allah 'in rasûlü olan o Mûsâ
aleyhi 's-selâm bir gün kavmine te'strli bir va'z ve Allah'ın ibretli günlerini
hatırlatma yaptı, nihayet bu va'-zın te 'şîrînden gözler yaş akıtıp kalbler
incelince, Mûsâ eski hâline döndü. Bu sırada bir adam kendisine erişti de:
— Yâ Rasûlallah, yeryüzünde senden daha âlim
bir kimse var mı? diye sordu.
Mûsâ:
— Hayır yoktur, dedi.
Mûsâ âlimliği Allah'a
döndürmediği için Allah onu azarladı. Kendisine Allah tarafından:
— Evet, senden âlim vardır! denildi. Mûsâ:
— Yâ Rabb! O daha âlim kul nerededir? diye
sordu. Allah:
— İki denizin
birleştiği yerdedir, diye cevâb verdi.
Mûsâ:
— Yâ Rabb, benim için bir alâmet yap da onun
sayesinde bu âlim zâtı bileyim, dedi."
İbn Cureyc dedi ki:
Amr ibnu Dînâr bana şöyle söyledi: "Bu mekân üzerindeki alâmet, balığın
senden ayrıldığı yerdir (sen orada o zâta kavuşursun), dedi."
Ya'lâ ibn Müslim ise
bana şöyle söyledi: "Kendisine ruh üfürü-lecek haysiyette ölü bir balık
al, dedi. Mûsâ bir balık aldı, akabinde onu bir zenbîl içine koydu ve genç
hizmetçisine:
— Ben seni ancak
sununla mükellef tutuyorum: Bu balığın senden ayrılacağı yeri bana haber
vereceksin, dedi.
O genç de:
— Sen beni çok birşeyle mükellef kılmadın,
dedi."
İşte bu zikri ulu olan
Allah'ın "Ve iz kaale Mûsâ ti-fetâhu... - Bir zaman Mûsâ genç adamı Yûşâ
ibn Nûn'a şöyle demişti... "(Âyet:60)
kavlidir.
İbn Cureyc dedi ki:
Genç adamın ismini söylemek Saîd ibn Cureyc tarafından değildir. Dedi ki:
"Mûsâ bir kayanın gölgesinde, nemli bir toprakta istirahatte bulunduğu
sırada birden o balık zenbîlin içinde debelenip hareket etti. Mûsâ ise
uyuyordu. Genç adamı kendi kendine:
— Ben Musa'yı uyandırmam, dedi.
Nihayet Mûsâ
kendiliğinden uyandığı zaman ise hâdiseyi Mûsâ'ya haber vermeyi unuttu. Balık
debelenip hareket etmiş ve sonunda denize girmişti. Allah da o balıktan suyun
akışını tutmuş, hattâ balığın su içindeki izi taş içinde gibi olmuştu."
İbn Cureyc dedi ki:
Amr ibnu Dînâr bana işte böyle "Sanki balığın izi bir taş içinde
gibiydi" şeklinde söyledi ve iki baş parmakları arasıyle onlardan sonra
gelen iki parmaklan arasını (yânî orta parmak ve ondan sonraki parmak arasını)
halka yapıp gösterdi...
"... Mûsâ genç
adamına: Kuşluk vakti yemeğimizi getir. Bu yolculuğumuzdan and olsun yorgun
düştük, dedi" (Âyet: 62).
"Musa'nın genç
adamı Musa'ya:
— Allah senden yorgunluğu
kessin! dedi."
İbn Cureyc: Bu duâ
cümlesi Saîd ibn Cubeyr'den değildir, demiştir.
"Mûsâ, Yûşâ'ya
balığın debelenmesi ve kaybolması kıssasının Hızır'ın bulunduğu yerin alâmeti
olduğunu haber verince, ikisi beraber geldikleri yol üzerinde geriye döndüler,
nihayet o kayaya ulaştıklarında orada Hızır'ı buldular."
İbn Cureyc dedi ki:
Usmân ibn Ebî
Saîd ibn Cubeyr yine
geçen senedle şöyle dedi: "Onu kendi elbisesiyle örtünmüş, elbisenin bir
tarafını ayaklarının altına, bir tarafını da başının altına koymuş olarak
buldu. Mûsâ ona selâm verdi. O hemen yüzünden örtüyü açtı ve:
— Benim toprağımda selâm mı? Sen kimsin? dedi.
Mûsâ:
— Ben Musa'yım, dedi. Hızır:
— fsrâîl oğulları'nın Musa'sı mı? dedi. Mûsâ:
— Evet o, dedi. Hızır:
— Hâlin nedir, ne istiyorsun? dedi. Musa:
— Sana öğretilen
rüşdden bana da öğretmen için geldim, dedi. Hızır:
— Tevrat'ın senin elinde olması ve sana vahy
gelmekte bulunması sana kâfi gelmiyor mu? Yâ Mûsâ! Bende bir ilim var ki onu
senin bilmen yaraşmaz, sende de öyle bir ilim vardır ki benim de onu
bilmekliğim lâyık olmaz, dedi.
Bu sırada bir kuş
gagasıyle denizden su aldı. Hızır yine:
— Vallahi benim ilmim ile senin ilmin, Allah
'in ilminin yanında ancak şu kuşun gagasiyle denizden aldığı gibidir, dedi.
Nihayet bir gemiye
bindikleri zaman, bu sahilin ahâlîsini diğer sahile taşımakta olan birçok küçük
gemiler buldular. Gemi sahihleri Hızır'ı tanıdılar da:
— O Allah'ın iyi bir kuludur, dediler."
(Belki Ya'lâ ibn
Müslim) dedi ki: Biz Saîd ibn Cubeyr'e: O Ha-dır (Hızır) mıdır? dedik. O: Evet
o Hadır'dır, biz onu ücretle taşımayız, diye söyledi.
"Geminin
levhalarından birini keserle sökmek suretiyle gemiyi deldi de, o söktüğü
levhanın yerine bir kazık soktu. Mûsâ ona:
— Sen onun insanlarını
suda boğmak için mi gemiyi deldin? Ye-mîn olsun sen büyük bir iş yaptın,
dedi."
Mucâhid
"İmrân" sözü hakkında: "Büyük" ma'nâsınadır, dedi.
"Hızır da ona:
— Ben sana, benim
beraberimde sen asla sabredemezsin demedim mi?"
Birincisi (Mûsâ
tarafından) bir unutma oldu. Ortası ise (eğer bundan sonra sana birşey
sorarsam., demesinden dolayı) bir şart; üçüncüsü ise (isteseydin elbette bir
ücret alırdın demiş olduğu için) bir kasıd olmuştur.
"Mûsâ:
— Unuttuğum şeyden dolayı beni muâhaze etme ve
bana şu arkadaşlık işinde güçlük gösterme, dedi.
Sonra bir oğlan çocuğu
ile karşılaştılar. Hızır hemen onu öldürdü."
Ya'lâ ibn Müslim,
geçen senedle dedi ki: Saîd ibn Cubeyr şöyle dedi: "Hızır oynamakta olan
birçok oğlanlar buldu da onlardan kâfir ve zekî birini yakaladı, onu yere
yatırdıktan sonra bıçakla kesti. Mûsâ (evvelkinden daha şiddetle reddederek):
— Sen tertemiz, günâh
işlememiş ve bir can mukaabili de olmayan bir canı öldürdün mü? dedi."
İbn Abbâs bu kelimeyi
"Zekiyyeten, zâkiyeten müslimeten" şeklinde okur idi. Bu senin
"Gulâmen zâkiyen" sözün gibidir.
"Onlar yine
gittiler ve yıkılmağa yüz tutmuş bir duvar buldular. Hızır o duvarı
doğrulttu."
Saîd ibn Cubeyr, Amr
ibn Dinar'dan olmak üzere: "Hızır o duvarı eliyle doğrulttu" dedi
de, kendi elini şöyle yukarı kaldırıp duvarın dümdüz olduğunu gösterdi.
Ya'lâ ibn Müslim: Ben
Saîd ibn Cubeyr'in: "Hızır o duvara eliyle dokundu da duvar dümdüz
oldu" dediğini sanıyorum, dedi.
"Mûsâ Hızır'a:
— Eğer isteseydin
muhakkak bu duvarı doğrultma karşılığında bir ücret alırdın, dedi."
Saîd: "Kendisiyle
yemek yiyebileceğimiz bir ücret alırdın " dedi. "Onların
arkalarında", "Onların önlerinde" demektir. İbn Abbâs böyle
"Onların önlerinde bir hükümdar vardı" şeklinde okudu.
İbn Cureyc dedi ki:
Saîd ibn Cubeyr'den başkaları, o gemileri zorla alan melikin ismi Huded ibnu
Buded olduğunu, öldürülen o çocuğun isminin de Ceysûr olduğunu iddia
ediyorlar.
"Her sağlam
gemiyi zorla alan bir melik vardı. İşte ben, gemi o hükümdara uğradığı zaman ayıplı
olmasından dolayı onu terketme-sini istedim. Gemiciler o hükümdarı geçtikleri
zaman, bu delik gemiyi iyileştirdiler ve onunla faydalandılar (gemi ellerinde
kaldı).1'
Râvîlerden kimi
"O deliği karûre (yânı cam) ile kapattılar", dedi; kimi de
"Zift ile kapattılar" dedi.
"O öldürülen
çocuğun ana-babası iki mü'min idiler; çocuk ise
kâfir idi. Biz o
mü'min ana-babayı bir azgınlık ve kâfirlik bürüme-sinden, çocuk sevgisinin
onları, o çocuğun dîni üzere ona mutâbaat etmelerinden endîşe ettik. İstedik
ki, onların Rabb'i bunun yerine kendilerine temizlikçe daha hayırlısını,
merhametçe daha yakınım versin. Hızır bunu Musa'nın:
— Sen tertemiz bir
nefsi mi öldürdün? sözüne münâsib olarak söyledi."
"Merhametçe daha
yakını", yânî ana-baba, Allah'ın ihsan edeceği çocukla, Hızır'ın
öldürdüğü evvelki çocuktan daha fazla merhamete nail olacaklar ma'nâsmadır.
Saîd ibn Cubeyr'den
başkası: O ana-babaya, öldürülenin yerine bir kız çocuğu verildi, dedi. Dâvûd
ibn Ebî Âsim ise birden fazla râ-vîden: O bir kız çocuğudur, diye söyledi
(meşhur olan da budur).
"Oradan geçip
gittikleri zaman Mûsâ genç adamına:
Kuşluk yemeğimizi
getir, bu yolculuğumuzdan and olsun yorgun düştük, dedi. Genç: Gördün mü,
kayaya sığındığımız vakit ben balığı unutmuşum. Onu söylememi şeytândan başkası
unutturmadı. O şaşılacak bir surette (denize atıldı) deniz içinde yolunu tutup
gitti, (Âyet: 62-63).
"De ki:
Yaptıkları işler bakımından en çok ziyana uğrayanları, kendileri muhakkak iyi
yapıyorlar sanarak dünyâ hayâtında çalışmaları boşa gitmiş olanları size haber
vereyim mi?11 (Âyet: 103-104).
Buradaki
"Sun'an", "Amelen" manasınadır. "Onlar bunların içinde
ebedî kalıcıdırlar, oradan ayrılmak istemezler" (Âyet: ıos). Buradaki
"Hıvelen", "Tahavvulen" ma'nâsınadır.
"Mûsâ: İşte,
dedi, bizim arayacağımız bu idi* Şimdi izlerinin üzerinde gerisin geri
döndüler" (Âyet: 64); -yânî geliş yollarının üzerindeki izlerine tâbi'
olarak dündüler.-"Le kad cVte şey'en imran=And olsun ki, sen büyük
bir iş yaptın"
(Âyet: 713 "Le kad cVte şeyden nukran=And olsun ki, sen çok kötü bir iş
yaptın" (Âyet: 74).
Bu iki âyetteki
"İmran" ve "Nukran" lafızları "Dâhiye", yânî
"Belâ, felâket" ma'nâsmadır. "Yenkaddu", "Yenkaadu{=
Yıkıldı)" (Âyet: 77) lafızları "Diş yıkıldı, söküldü" ta'bîri
gibidir.
"Le-tehızte",
"Ve'ttehızte" (Âyet: 77) bir ma'nâya olup "Elbette alırdın"
demektir. "Ruhmen" (Âyet: 81), "er- Ruhm "dandır, bu kelime
mübalağa bakımından "Rahmet"ten daha şiddetli, daha kuvvetlidir. Biz "Ruhmen"
lafzının "RahînV'den türemiş olduğunu sanıyoruz. Mekke şehri "Umme
Ruhm" diye çağrılır ki, bu "Kendisine devamlı rahmet inen şehir"
demektir [365].
248- Bana
Kuteybe ibnu Saîd tahdîs edip şöyle dedi: Bana Suf-yân ibnu Uyeyne, Amr ibn
Dinar'dan tahdîs etti ki, Saîd ibn Cubeyr şöyle demiştir: Ben İbn Abbâs'a:
— Nevf el-Bukâlî,
İsrâîl oğullarının sahibi olan Mûsâ, Hızır'ın sahibi olan Mûsâ değildir diye
söylüyor, dedim.
Bunun üzerine İbn
Abbâs şöyle dedi:
— Allah'ın düşmanı
yalan söylemiştir: Bize Ubeyy ibnu Ka'b tahdîs etti ki, Rasûlullah (S) şöyle buyurmuştur:
"Mûsâ Peygamber İsrâîl oğullan içinde hutbeye kalkmıştı. Kendisine;
— İnsanların en âlimi kimdir? diye soruldu.
Mûsâ:
— Benim, diye cevâb verdi.
Bu husustaki ilmi
(Allah en iyi bilendir diyerek) Allah 'a döndürmediğinden dolayı Allah ona itâb
etti (yânî onu azarladı). Ve ona:
— "Evet iki denizin birleştiği yerde
kullarımdan bir kul var ki, işte o senden daha âlimdir" diye vahyetti.
Mûsâ:
— Yâ Rabb! Beni ona ulaştıracak yol nasıldır?
dedi. Allah:
— Bir zenbîl içinde
bir balık alırsın, artık balığı her nerede kaybedersen, işte orada balığın
izini ta'kîb et (o en âlim kula kavuşursun), buyurdu."
Rasûlullah şöyle devam
etti: "Mûsâyola çıktı, beraberinde kendisine hizmet eden genci Yûşâ ibn
Nûn da yola çıktı. Yanlarında balık olduğu hâlde yürüyüp, sonunda (iki denizin
birleştiği yerdeki) kayaya ulaştılar ve onun yanında konakladılar."
Dedi ki:
"Akabinde Mûsâ başını yere koyup uyudu".
Sufyân ibnu Uyeyne
geçen senedle ve Amr'dan başkasının -Katâde'nin- hadîsinde şöyle demiştir:
"Kayanın dibinde bir pınar vardı ki, ona el-Hayyât denilir. Onun suyuna
isabet eden herşey muhakkak canlanıp dirilir. İşte o balığa bu hayât pınarının
suyundan birkaç su serpintisi isabet etti" dedi [366].
"Balık hareket
etti ve zenbtlin içinden sıyrılıp kurtuldu, denize girdi. Mûsâ uyandığı (ve
gencin haber vermeyi unutup da bir müddet yürüyüp yoruldukları) "zaman
genç adamına dedi ki: Kuşluk yemeğimizi getir. Bu yolculuğumuzdan and olsun
yorgun düştük" (Âyet: 64).
Dedi ki: "Mûsâ
Peygamber emrolunduğu o yerin ötesine geçmedikçe yorgunluk duymamıştı. Genç
adamı Yûşâ ibn Nûn, Mûsâ'-ya:
— Gördün mü, taşın
dibinde barındığımız zaman ben balığı unutmuşum. Onu söylememi bana şeytândan
başkası unutturmadı. O şaşılacak bir surette denize atıldı, deniz içinde
yolunu tutup gitti, dedi.
Mûsâ:
— İşte bizim
arayacağımız bu idi, dedi.
Şimdi izlerinin
üzerinde gensin geri döndüler (Âyet: 63-64). Nihayet o kayanın yanına
ulaştılar. Oradaki denizde balığın yittiği yolu, tâk (yânî bina kemeri) gibi
buldular. Balığın deniz içinde böyle bir yol açması Musa'nın hizmetçisine
hayret verici birşey olmuştu. O kayanın yanına vardıklarında bir de baktılar
ki, bir elbiseye bürünmüş bir zât duruyor. Mûsâ ona selâm verdi. O zât:
— Bu senin bulunduğun yerde selâm nereden?
dedi. Mûsâ da:
— Ben Musa'yım, dedi. O zât:
— İsrâîl oğullan'nın
Musa'sı mı? diye sordu. Mûsâ:
— Evet, dedi, ve şöyle
devam etti: Sana öğretilen rüşd ve hidâyetten bana da birşeyler öğretmen üzere
sana tâbi' olayım mı? dedi.
Hızır ona:
— Yâ Mûsâ! Sende Allah 'in ilminden sana öğrettiği
öyle bir ilim vardır ki, onu ben bilemem; bende de Allah'ın ilminden bana öğrettiği
öyle bir ilim vardır ki, onu da sen bilemezsin, dedi.
Mûsâ:
— Fakat yine de ben
sana tâbi' olayım, dedi. Hızır:
— Eğer bana tâbi'
olacaksan, ben sana anıp söyleyinceye kadar bana hiçbirşey sorma, dedi.
Bunun üzerine Hızır'la
Mûsâ deniz kıyısında yürüyerek gittiler. Yanlarına bir gemi uğradı. Hızır
(gemiciler tarafından) tanındı, bu sebebie gemiciler onları navlunsuz olarak
-ücretsiz olarak şeklinde de söyler- kendi gemilerine yüklediler. Onlar da
gemiye bindiler."
Dedi ki: "O
sırada bir serçe kuşu geminin kenarına kondu da gagasını denize daldırdı. Hızır
Musa'ya:
— Benim ilmim, senin
ilmin ve bütün mahlûkaatın ilmi, Allah '-in ilmi içinde ancak şu serçenin
gagasını daldırıp denizden aldığı mik-dârdır, dedi."
Dedi ki: "Musa'ya
ansızın olmadı ki, Hızır bir kesere doğru gidip, onunla gemiyi deldi. Mûsâ
ona:
— Bu gemiciler
topluluğu bizi navlunsuz olarak gemilerine almışlarken, sen onların gemilerine
kasdedip içindekileri batırmak için mi deliyorsun? And olsun sen büyük bir iş
yaptın (Âyet:7i) dedi.
Yine gittiler, bir de
baktılar ki bir çocuk, diğer çocukların beraberinde oynuyor. Hızır, o çocuğun
başını eliyle tuttu da onu kesip kopardı. Mûsâ, Hızır'a:
— Sen tertemiz bir
canı, diğer bir can karşılığı olmaksızın öldürdün ha? And olsun ki, sen çok
kötü bir şey yaptın, dedi.
Hızır şöyle dedi:
— Ben sana beraberimde asla sabredemezsin
demedim mi? Mûsâ:
—Eğer, dedi, bundan
sonra sana birşey sorarsam benimle arkadaşlık etme. O takdirde tarafımdan
muhakkak özre ulaşmışsındır.
Yine gittiler. Nihayet
bir memleket halkına vardılar ki, ora ahâlisinden yemek istedikleri hâlde
kendilerini misafir etmekten çekinmişlerdi. Derken yıkılmak isteyen bir duvar
buldular. O bunu eliyle şöyle yapıp derhâl doğrultuverdi (Âyet: 74-??). Mûsâ
Hızır'a dedi ki:
— Biz bu memlekete
girdik. Onlar bizi misafir etmediler ve bize yemek vermediler. Eğer isteseydin
elbet buna karşılık bir ücret alırdın.
Hızır da şöyle dedi:
— İşte bu, benimle
senin ayrılışımızdır. Sana üzerinde sabrede-mediğin şeylerin içyüzünü haber
vereceğim... (Âyet:77-82)*i.
Rasülullah (S -kıssayı
buraya kadar naklettikten sonra): "Çok arzu ederdik ki, Mûsâ sabretseydi
de, aralarında olan işler Allah tarafından bizlere hikâye olunsaydı"
buyurdu.
Dedi ki: İbn Abbâs:
"Önlerinde her sağlam gemiyi zorla almakta olan bir melik vardı. Oğlana
gelince, o bir kâfir idi" şeklinde okurdu.
"De ki:
Yaptıkları işler bakımından en çok ziyana uğrayanları size haber vereyim
mi?" (Âyet: 103) [367].
249-.......Mus'ab
ibn Sa'd ibn Ebî Vakkaas şöyle demiştir: Ben babam Sa'd ibn Ebî Vakkaas'a
"De kî: Ameller bakımından en çok ziyana uğrayanları size haber vereyim
mi?" kavlinden sordum: Onlar Harûriyye taifesi midir? dedim.
Sa'd ibn Ebî Vakkaas
(R):
— Bu en çok ziyana
uğrayanlar Harûrîler değildir. Bu büyük ziyana uğrayanlar Yahûdîler'le
Nasrânîler'dir, Yahûdîler'e gelince, onlar Muhammed'i yalanlamışlardır.
Nasrânîler ise cennete kâfir olmuşlar da cennette hiçbir yiyecek ve içecek
yoktur demişlerdir. Harûrîler ise, kuvvetli bir te'mînât ile desteklemelerinin
ardından Allah'ın ahdini (Allah'a verdikleri sözü) bozanlardır, dedi.
Sa'd, onlara "Fâsıklardır"
diye isim verir idi [368].
O en çok ziyana
uğrayanlar, Rabb Herinin âyetlerini ve O*na kavuşmayı inkâr edip de (hayır
nâmına bütün) yaptıkları boşa gitmiş olanlardır ki, biz kıyamet gününde onlar
için hiçbir ölçü tutmayacağız" (Âyet: 105).
250-.......el-Mugîre
ibnu Abdirrahmân haber verip şöyle dedi:
Bana Ebû'z-Zinâd,
el-A'rec'den; o da Ebû Hureyre(R)'den tahdîs etti ki, Rasûlullah (S) şöyle
buyurmuştur: "Şu muhakkak ki, kıyamet gününde iri bedenli, semiz bir kişi
(hesâb yerine) gelecektir ki, o, Allah yanında sivrisineğin kanadı ağırlığında
(bir sevâb) tartmaz. "
Ebû Hureyre yâhud
Rasûlullah: Ey mü'minler, şu âyeti okuyunuz: ' 'Biz kıyamet gününde onlar için
hiçbir ölçü tutmayacağız'' dedi [369].
Ve Yahya ibn
Bukeyr'den; o da el-Mugîre ibn Abdirrahmân'-dan; o da Ebû'z-Zinâd'dan olmak
üzere bu hadîsin benzerini rivayet etmişlerdir.
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
İbn Abbâs şöyle dedi:
"Onlar bize gelecekleri gün neler işitecekler, neler görecekler!"
(Ayet: 38>; Allah şunu buyuruyor: Onlar (yânî kâfirler) bu günde (bu dünyâ
gününde hakkı) işitmiyorlar ve görmüyorlar, onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.
İbn Abbâs "EsmV bihim ve ebsir" kavlini kasdediyor. Kâfirler
(işitmenin ve görmenin fayda vermeyeceği) o kıyamet gününde pek işitici ve pek görücüdürler.
"İbrahim'in babası dedi ki: Ey İbrahim,
benim tanrılarımdan
yüz mü çeviricisin? And olsun ki, vazgeçmezsen seni muhakkak taşlarım..." (Âyet:
46),
buradaki
"Muhakkak seni taşlarım", "Muhakkak seni kötülerim"
ma'nâsınadır.
"Biz onlardan
evvel nice nesiller helak ettik ki, onlar mal ve metâ'ca da, gösterişçe de daha
güzeldiler" (Ayet: 74), buradaki "Esasen", "Mal ve
meta"'; "Rien", "Manzara, yânî gösterişçe" demektir.
Ebû Vâil şöyle dedi:
Meryem "Takf"in "Akıl sahibi (ve kötü fiilden vazgeçici)"
olduğunu bildi de, bu sebeble "Doğrusu ben senden Rahmân(olan Allah) 'a sığınırım;
eğer sen fenalıktan hakkıyle sakınan isen, dedi" (Âyet: 18)
Sutyân ibn Uyeyne
şöyle dedi: "Görmedin mi biz kâfirlerin başına, kendilerini alabildiğine
(günâha tahrik ve) tehyîc eden
şeytânları gönderdik" (Ayet: 83), buradaki
"Teuzzuhum
ezzen", "Onları alabildiğine ma'siyetler işlemeye sevkeder"
demektir.
Mucâhid de: "Le
kad cVtum şey'en idden = And olsun ki, siz pek çirkin birşey söylediniz"
(Ayet: 89), buradaki "İdden", "Pek eğri" ma'nâsınadir,
demiştir.
İbn Abbâs:
"Günahkârları ise susuz olarak cehenneme süreceğiz" (Âyet. 86),
buradaki "Virden", "Susuzlar olarak"; "Esasen"
(Ayet: 74), "Mal"; "İdden", "Büyük bir söz";
"Rizken" (Aya: 9S), "Savtan( = Hafif ses)" ma'nâsınadır, dedi.
Mucâhid: "De ki:
Kim sapıklık içinde ise Rahman (olan Allah) onufn dünyalığının ipini) uzattıkça
uzatır... "(Ayet: 75), buradaki "Fe'l-yemdud", "Onu
terkeder" ma'nâsmadır, dedi.
Mucâhid'den başkası da
şöyle dedi: "Sonra arkalarından öyle kötü bir nesil geldi ki, namazı bıraktılar,
şehvetlerine uydular. İşte bunlar da azgınlıklarının cezasına
uğrayacaklardır" (Ayet: 59), buradaki "Ğayyen", "Husrân (=
Şerr, ziyâri)";
"Bukıyyen"
(Âyet: 58), "Bâkf'nin cemâati olup "Ağlayıcılar",
"Suliyyen" (Âyet: 70), bu "Ateşe girmek ve yanmak"
ma'nâsına olan "Ş
251-.......Ebû
Saîd el-Hudrî (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: "Kıyamet
günü ölüm, aklı karalı alaca bir koyun suretinde getirilir. Akabinde bir nida
edici:
— Ey cennet ehli! diye
nida eder.
Cennetlikler hemen
boyunlarını uzatıp başlarını ona doğru kaldırır ve ona bakarlar. Nida edici o
koça işaret ederek:
— Sizler bunu tanıyor musunuz? der. Onlar,
hepsi onu görmüş olarak:
— Evet tanıyoruz, bu ölümdür, derler. Bundan
sonra nidâcı:
— Ey nâr ehli! diye nida eder.
Onlar da boyunlarını
uzatıp başlarını kaldırarak ona doğru bakarlar. Nidâcı yine o koyunu işaret
ederek:
— Sizler bunu tanıyor musunuz? diye sorar.
Onların hepsi de koyunu görmüş oldukları hâlde:
— Evet tanıyoruz; bu, ölümdür, derler. Akabinde
o boğazlanır. Bundan sonra:
— Ey cennet ehli!
Cennette ebedî yaşayacaksınız, artık ölüm yoktur. Ey ateş ehli! Sizler de
yerinizde ebedîsiniz, artık ölüm yoktur,
der."
Bundan sonra
Rasûlullah şu âyeti okudu: "Sen onları ilâhî emrin yerini bulduğu vakit
ile; hasret (ve pişmanlık) günü ile korkut. Onlar hâlâ gaflet içindedirler,
onlar hâlâ îmân etmiyorlar. "
Rasûlullah bu âyeti
okurken: "İşte bunlar (yânı gaflette olanlar) dünyâ ehlidir"
demiştir [371].
"Ve biz (elçiler)
senin Rabb'inin emri olmadıkça inmeyiz. Önümüzde, ardımızda ve ikisinin
arasında ne varsa hepsi O'nundur..." (Âyet:64)
252-.......İbn
Abbâs (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) Cibril'e:
— "Ve bizi
ziyaret etmekte olduğundan daha çok ziyaret etmene ne mâni' oluyor?"
dedi.
İşte bunun üzerine şu
âyet indi: "Bizler senin Rabb 'inin emri olmadıkça inmeyiz. Önümüzde
ardımızda ve ikisi arasında ne varsa hepsi O'nundur. Senin Rabb'in unutkan
değildir" [372].
"Şu, âyetlerimizi
inkâr eden ve: Bana elbette mal ve evlâd verilecektir, diyen adamı gördün
mü?" (Âyet: 77).
253- Bize
el-Humeydî tahdîs etti. Bize Sufyân ibn Uyeyne, el-A'meş'ten; o da
Ebu'd-Duhâ'dan tahdîs etti ki, Mesrûk şöyle demiştir: Ben Habbâb
ibnu'l-Erett'ten işittim, şöyle dedi: Ben el-Âs ibn Vâil'e geldim de onun
yanında bulunan bir hakkımı ödemesini istiyordum. O:
— Sen Muhammed'e
küfretmedikçe, sana alacağını vermem, dedi.
Ben de:
— Sen ölüp de sonra
diriltilinceye kadar ben O'na küfretmem, dedim.
O:
— Ben öldükten sonra diriltilecek miyim? dedi.
Ben:
— Evet diriltileceksin, dedim. O:
— Öyleyse şübhesiz
orada benim malım ve çocuğum olacaktır. Ben alacağım sana orada vereyim, dedi.
Bunun üzerine bu âyet
indi: "Âyetlerimizi inkâr eden ve: Bana elbette mal ve evlâd verilecektir,
diyen adamı gördün mü?"
Bu hadîsi şu beş kişi:
Sufyân es-Sevrî, Şu'betu'bnu'l-Haccâc, Hafs ibnu Gıyâs, Ebû Muâviye Muhammed
ibn Hazım ve Vekî\
'O, gayba mı vâkıf,
yoksa Rahman hn yanında bir ahid mi edinmiş?" (Âyet: 78)
"Afiden",
"Mevsikan", yânı "Te'mınâf'tır, dedi.
254-....... Bize Sufyân es-Sevrî, el-A'meş'ten; o da
Ebu'd-Duhâ'dan; o da Mesrûk'tan haber verdi ki, Habbâb (R) şöyle demiştir: Ben
Mekke'de demirci idim. Âs ibn Vâil es-Sehmî'ye bir kılıç yap-
mıştım. Ona geldim de
kılıç yapma ücretini ödemesini istiyordum. Bana:
— Sen Muhammed'e
küfredinceye kadar ben ücretini sana vermem, dedi.
Ben de:
— Ben Muhammed'e Allah
seni öldürüp de sonra diriltmedikçe küfretmem, dedim,
O:
— Allah beni öldürdüğü
ve sonra da dirilttiği zaman, benim, malım ve çocuğum olur, dedi.
Bunun üzerine Allah
şunu indirdi: "Âyetlerimizi inkâr eden ve: Bana elbette mal ve evlâd
verilecektir, diyen adamı gördün mü? O, gayba mı mutt
"Ahden",
"Mevsikan" demektir, dedi.
eî-Eşcaî, Sufyân'dan
yaptığı rivayetinde "Kılıç" ve "Mevsikan" isimlerini
söylemedi [373].
'Hayır, öyle değil.
Biz onun söyleyegeldiği sözü yazarız, azabını da uzattıkça uzatırız" (Âyet:
79).
255-........
Ben Ebu'd-Duhâ'dan işittim; o, Mesrûk'tan tahdîs ediyordu ki, Habbâb (R) şöyle
demiştir: Ben Câhiliyet devrinde demirci idim. Benim Âs ibn Vâil üzerinde bir
(kılıç yapma ücreti) alacağım vardı.
Râvî dedi ki: Habbâb,
bu alacağını ödemesi için Âs ibn Vâil'e geldi. Âs:
— Sen Muhammed'e
küfretmedikçe ben alacağını sana vermem, dedi.
Habbâb da:
— Vallahi ben
Muhammed'e, Allah senin canını alıp, sonra da sen tekrar diriltilmedikçe
küfretmem, dedi.
Âs:
— Öyleyse sen beni,
öleceğim, sonra da diriltileceğim ve bana mal ve çocuk verilinceye kadar bırak
da ben borcumu sana orada öde-yeyim, dedi.
Akabinde bu âyet indi:
"Âyetlerimizi inkâr eden ve: Bana elbette mal ve evlâd verilecektir,
diyen adamı gördün mü?"
"Onun söyler
olduğuna biz mîrâsçı olacağız ve o bize tek başına gelecektir" (Âyet: 80).
İbn Abbâs:
"Dağlar dağılıp çökecektir", "Yıkılacaktır" ma'nâsınadır,
dedi.
256-.......
Bize Vekî', el-A'meş'ten; o da Ebu'd-Duhâ'dan; o da Mesrûk'tan tahdîs etti ki,
Habbâb (R) şöyle demiştir: Ben demirci-kuyumcu bir adam idim. Âs ibn Vâil
üzerinde bir alacağım vardı. Ben ona gelip alacağımı istiyordum. Bana:
— Muhammed'e küfretmedikçe ücretini ödemem,
dedi. Habbâb dedi ki: Ben de ona:
— Sen ölünceye, sonra
da diriltilinceye kadar ben Muhammed'e asla küfretmem, dedim.
Âs ibn Vâil:
— Ben ölümden sonra
diriltilecek isem, orada malıma ve çocuklarıma döndüğüm zaman alacağım sana
ödeyeceğim, dedi.
Habbâb dedi ki: Bunun
üzerine şu âyetler indi: "Âyetlerimizi inkâr eden ve: Bana elbette mal ve
evlâd verilecektir, diyen adamı gördün mü? O gayba mı vâkıf, yoksa Rahman (olan
Allah) katında bir ahid mi edinmiş? Hayır öyle değil, biz onun söyleyegeldiği
sözü yazarız, azabını da uzattıkça uzatırız. Onun söyler olduğuna (yânı
mallarına) biz mîrâsçı olacağız ve o bize tek başına gelecektir' (Âyet:77-80).
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
İbn Cubeyr ve
ed-Dahhâk ibnu Muzâhim: Nabatiyye dilinde "Tâhâ", "Yâ
raculu" ma'nâsınadır, dediler [374].
Mucâhid şöyle dedi:
"Elkaa"
(Âyet: 65), "Yaptı" demektir. Bir harfi nutkedemeyip söyleyemeyen
yâhud kendisinde temteme yâhud fe'fee nev'inden pepelik olan herkese "Dilinde
ukde, yânı düğüm vardır" denilir (Âyet: 27) [375].
"Üşdüd bihî
ezrî" (Âyet: 3i), "Onunla sırtımı kuvvetlendir".
"Fe-yeshatekum"
(Âyet: 6i), "Sizi helak eder, kökünüzü hazır".
' 'Dediler ki: Bunlar
herhalde iki sihirbazdır ki, sizi büyüleriyle yerlerinizden çıkarmak ve en
şerefli, en üstün dîninizi gidermek istiyorlar" (Âyet: 63), buradaki "el-Muslâ",
"el-Emsel"in müennes kılınmışıdır; "Tarîkatikumul-muslâ",
"En şerefli, en yüksek olan dîninizi gidermek istiyorlar" diyor;
"Huzu'l-muslâ"
denilir ki "En üstün olanı al" demektir. "Onun için bütün
tuzaklarınızı bir araya toplayın. Sonra saff hâlinde gelin... " (Âyet:
64). "Sen bu gün saffa geldin mi?" denilir ki, kendisinde namaz
kılınan musallayı kasdeder.
"Fe-evcese fi
nefsihî hîfeten Mûsâ = Onun için Mûsâ, içinde bir nevV korku hissetti"
(Âyet: 67), bir korku gizledi. Bu "Hîfeten" kelimesinin aslı
"Havfeten"dir, hâ'nın kesresinden dolayı vâv gitti de
"Hîfeten" oldu.
-SİZİ muhakkak hurma
dallarına asacağım" (Âyet: ?i), buradaki "Fî cuzûVn-nahli",
"Âlâ cuzûi'n-nahl( = Hurma dalları üzerine)" ma'nâsınadır. "Fe
mâ hatbuke yâ Sâmiriyyu = Senin kalbin ne idi yâ Sâmirî" (Âyet: 95), yânî
"Seni yaptığın işe sevkeden ne idi?" "Misâse" (Âyet: 97),
"Ona dokundu, temas etti" ma'nâsına olan (mufâale babından)
"Mâssehu"nun masdarıdır.
"Üstüne düşüp
taptığın tanrına bak! Biz onu cayır cayır yakacağız, sonra onu parça parça edip
denize atacağız"
(Âyet: 97), buradaki
"Le-nensifennehû", "Le-nezriyennehu (= Onu toz hâlinde dağıtıp ezerek
savuracağız)"
ma'nâsınadır. "Sana
dağları sorarlar. De ki: Rabb'im onları ufalayıp savuracak da yerlerini dümdüz
bir toprak hâlinde bırakacak, onlarda ne bir iniş, ne de bir yokuş göremeyeceksin"
(Âyet: 105-107). Buradaki "Kaaansaf saf an", "Üzerinde su
yükselecek yer, düz ve bitkisiz arazî" ma'nâsınadır.
Mucâhid şöyle dedi:
"Dediler ki: Biz
sana verdiğimiz sözden kendimize mâlik olarak caymadık. Fakat biz o kavmin zînetinden
birtakım ağırlıklar yüklendik de onları ateşe atmıştık.
Sâmirî de (kendi
zînetini) böylece atmıştı" (Âyet: 87), buradaki "Evzâren",
"Ağırlıklar", "Min zînetVl- kavmi", "Fir'avn üm
yaptı"
ma'nâsınadır.
"Mûsâ onları
unuttu" (Âyet: ss) -yânî Sâmirî ve ona uyanları-. Onlar: Mûsâ buzağı olan
Rabb'de hatâ etti, yanıldı (yânî onu burada aramadı da Tûr'a aramaya gitti),
diyorlar.
"Hulâsa: O,
kendilerine böğüren bir buzağı heykeli döküp çıkarmıştı. 'İşte sizin de,
Musa'nın da tanrısı budur! Fakat Mûsâ unuttu' demişlerdi. Bilmiyorlar edemiyor,
onlara ne bir zarar, ne de bir fâide vermek kudretine mâlik olamıyordu"
(Âyet: 88 89), yânî o buzağı heykeli, onlara hiçbir söz döndüremiyor.
"O gün Rahman
için sesler kısılmıştır, artık, bir hışırtıdan başka birşey işitemezsin"
(Âyet: ıos>, buradaki "Hemsen", "Ayakların yere düşme
sesi" ma'nâsınadır.
"O: 'Rabb'im,
beni niçin kör hasrettin? Hâlbuki ben hakîkaten görücü idim' demiştir" (Âyet:
125),yânî "Beni hüccetimden kör olarak hasrettin, Hâlbuki ben dünyâda
görücü idim" demiştir. îbn Abbâs, şu âyet hakkında şöyle dedi:
"Hani o bir ateş
görmüştü de ailesine: Siz burada durun. Hakikat ben bir ateş gördüm. Belki
ondan size bir kor getirir, yâhud ateşin yanında bir yol (gösterici) bulurum
demişti" (Âyet: 10). Mûsâ ve ehli, anasının bulunduğu Mısır'a giderlerken
Tûvâ vâdîsinde konak etmiş, karanlık ve soğuk bir gecede yollarını şaşırıp kaybetmişlerdi.
İşte o zaman Mûsâ "Eğer ben o ateşin yanında yol gösterecek bir kimse
bulamazsam, size ısınacağınız bir ateş parçası getiririm" demiştir.
Sufyân ibn Uyeyne de
şöyle demiştir: "Emselehum tarîkaten" (Âyet: 104), "Görüş ve
amelce en âdil olanı" ma'nâsınadır. İbn Abbâs şöyle demiştir: "Kim
bir müzmin olarak iyi iyi amellerde bulunursa o hiçbir zulümden de ezilmekten
de korkmaz" (Âyet: 1121, buradaki "Zulmen" ve
"Hedman", zulme uğratılmaz ve hasenelerinden bir eksiltme yapılmaz
ma'nâsınadır. "Onlarda ne bir iniş,
ne de bir yokuş göremeyeceksin. O gün O da 'vetçiye -
kendisine hiçbir
muhalefet göstermeksizin uyup, izinden gideceklerdir" (Âyet: 107-108),
buradaki "ivecen", "Vâdî", "Emten",
"Yükselen tepe"; "Slratehe'l-ûtö" (Âyet: 21), "İlk
haleti, ilk şekli"; "Ulu'n-nuhâ" (Âyet: 54,58) -"Akıllar sahihleri"-
"Takva sahihleri"; "Maîşen danken" (Âyet: 124), "Dar
ve sıkıntılı bir yaşama", "Bedbahtlık" ma'nâsınadır.
"Benim gazabım da
kimin üzerine vâcib olursa, muhakkak kî o (helak uçurumuna)
yuvarlanmıştır" (Âyet: si), buradaki "Hevâ", "Şakiye",
yânî "Bedbaht oldu" ma'nâsınadır.
"Çünkü sen
mukaddes vâdîde, Tûvâ'dasın" (Âyet: 12),
"Sen, mübarek
vâdî olan Tûvâ'dasın" demektir.
"Tuvâ",
vâdînin ismidir, "Bi-melkinâ" (Âyet: 87)
"Bi-emrinâ( =
Kendi emrimizle)" demektir. "Mekânen SUVen" (Âyet: 58),
"Aralarında orta
bir yer" ma'nâsınadır.
"Onlara denizde
kuru bir yol aç diye vahyetmiştik" (Âyet: 77), buradaki
"Yebesen" ve "Yâbisen" bir ma'nâya olup "Kuru"
demektir. "Sonra da (hakkındaki) takdire göre sen buraya geldin ey
Mûsâ" (Âyet: 90), buradaki "Ala kaderin", "(Takdir ettiğim)
bir va'de göre" demektir. "Lâ teniyâ fî zikri = Beni hatırlamakta gevşeklik
göstermeyin" (Âyet: 42), yânî zayıflamayın.
"En yefruta
aleynâ= Onun bize karşı aşırı gitmesinden korkuyoruz" {Âyet: 45), yânî
"Ukubette aşırı gitmesinden.." demektir.
257-.......Muhammed
ibn Şîrîn, Ebû Hureyre(R)'den tahdîs etti ki, Rasûlullah (S) şöyle buyurmuştur:
"Âdem ile Mûsâ buluştular da, Mûsâ, Âdem'e:
— Sen (kendi
şekaavetinle) insanları bedbaht eden ve onları cennetten çıkaran kimsesin,
dedi.
Âdem de ona;
— Sen Allah 'in
elçilik vermekle seçkin kıldığı ve kendisi için süzüp seçtiği, üzerine Tevrat
indirdiği bir kimsesin, dedi.
Mûsâ:
— Evet (öyledir),
dedi.
Âdem:
— Sen (Tevrat'ta benim
işlediğim) hatîeyi buldun ki, o hatîe, benim üzerime Allah beni yaratmazdan
önce takdir edilip yazılmıştı,
dedi."
Böylece Âdem, Musa'ya
delîl ve burhanla gâlib oldu" [376].
"el'Yemmu"
(Âyet: 39), "Deniz" ma'nâsınadır.
"And olsun ki,
biz Musa'ya: 'Kullarımla geceleyin yolaçık da -yetişmelerinden korkmayarak,
(boğulmaktan da)
endîşe etmeyerek-
onlara denizde kuru bir yol aç' diye vahyetmişizdir. Derken Fir'avn ordularıyle
birlikte arkalarına düştü, deniz de kendilerini nasıl kapladıysa öylece
kaplayıverdt Fir'avn, kavmini saptırdı ve onları doğru yola iletmedi"
(Âyet: 77-79».
258-.......
İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) Medîne'ye geldiği zaman, Yahudiler
âşûrâ orucu tutuyorlardı. Rasûluilah onlara:
— "Bu oruç nedir?" diye sordu.
Yahudiler:
— Bu,
Mûsâ Peygamber'in Fir'avn'a gâlib geldiği gündür, dediler.
Bu cevâb üzerine
Peygamber (S):
— "Biz müslümânlar Musa'ya Yahûdîler'den
daha yakınız, onun için bu gün oruç tutunuz" buyurdu [377].
"(Biz de Adem'e:
Hiç şübhesiz ki, bu senin de, zevcenin de düşmanıdır.) Bundan dolayı o sakın
sizi cennetten
çıkarmasın. Sonra
zahmete düşersin, demiştik" (Âyet: 117).
259-.......Ebû
Hureyre(R)'den: Peygamber (S) şöyle buyurdu:
"Mûsâ, Âdem'le
hüccet yarışına girip çekişti de Âdem'e hitaben:
— Sen günâhın sebebiyle insanları cennetten
çıkaran ve onları dünyâ zahmetleriyle bedbaht kılan zâtsın, dedi."
Dedi ki: "Âdem
de:
— Yâ Mûsâ! Sen de Allah 'in elçiliği ve kelâmı
ile seçmiş olduğu zâtsın. Öyle iken sen Allah'ın beni yaratmasından önce
üzerime yazdığı yâhud beni yaratmadan evvel üzerime takdir etmiş olduğu bir
işten dolayı beni kınıyor musun? dedi."
Rasûlullah (S):
"Âdem, Musa'ya delil ve burhanla gâlib oldu" buyurdu [378].
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
260-.......
Bize Şu'fae tahdîs etti ki, Ebû İshâk şöyle demiştir:
Ben Abdurrahmân ibnu
Yezîd'den işittim. Abdullah ibn Mes'ûd (R): Benû İsrâîl güresi, el-Kehf,
Meryem, Tâhâ ve el-Enbiyâ Sûreleri; bu beş sûre ilk atiklerdendirler (Mekke'de
iki inenlerdendirler) ve bunlar benim ilk ezberlediğim kadîm
servetimdendirler, demiştir [379].
Katâde: "Derken o
bunları parça parça etti'* (Âyet:58), buradaki "Cuzâzen", îbrâhîm o
putları parça parça etti ma'nâsınadır.
el-Hasen el-Basrî de:
"Ve bütün bunlar kendi feleki içinde yüzmektedirler" (Âyet:33),
buradaki "Felek", ip bükme âletinin döndüğü boşluğun benzeridir;
"Yeshabûn", "Devrederler" ma'nâsınadır, dedi.
İbn Abbâs da:
"Hani kavmin davarı geceleyin çobansız olarak ekin içinde yayılmıştı"
{Âya:^8), buradaki "Nefeşet", "Otlamıştı"; ''Ve lâ hum
minnâ yushâbûn - Bizden ise onlar hiç sabâhat gösterilmezler'' (Âyet:43),
buradaki "Yeshabun", "Men' olunmazlar" ma'nâsınadır.
"İnne hâzihi ummetukum ummeten vâhideten = Hakikat şu, bir tek dîn olarak
sizin dîninizdir" (Ayev.92), İbn Abbâs: Bu, "Dîniniz, bir tek
dîndir" ma'nâsınadır, dedi.
îkrime: "Siz de,
Allah'ı bırakıp tapmakta olduklarınız da hiç şübhesiz ki cehennemin
odunlarısınız, siz oraya gireceksiniz" (Âyet:58), buradaki
"Hasebu", Habeş dilinde "Hatab", yânî "Odun"
ma'nâsınadır, dedi.
İkrime'den başkası da
şöyle dedi: "Fe lemmâ ahassû beysenâ = Onlar azabımızı hissettikleri
zaman... " (Âyet:i2), buradaki "Ehassû", "Hissettim"
ma'nâsmdan türemiş olup "Onun vukuunu bekledikleri zaman" ma'nâsınadır.
"Hâmidîn", "Ocakları sönmüşler"; "Hasîd",
"Kökleri kazınmışlar" (Âyet:i5) ma'nâsınadır. Bu "Hasîd"
lafzı, tekil, tesniye ve cemi' ma'nâsına gelir. "Onun huzûrundakiler
kendisine ibâdet etmekten asla kibirlenmezler ve yorulmazlar" (Âyei:i9),
buradaki "Lâyestahsırûn", "Yorulmazlar" ma'nâsınadır.
"Hasîr( = Yorgun)" ve "Hasertu baîri( = Devemi yordum)"
ta'bîrleri bu ma'nâdandır.
"Min kuflifeccin
amîk = Her uzak yoldan "(ei-Hacc:27)'deki "Amîk",
"Baîd" yânî "Uzak" ma'nâsınadır. "Summenukisû"
(Âyet:65), "Sonra yine kafalarını döndürdüler" ma'nâsınadır.
"Biz Davud'a sizin için muharebenin şiddetinden korumak için giyecek
san'atını öğrettik*' (Âyet:80), "Zırhlar örme san'atını öğrettik"
demektir.
"Ve takattaû
emrahum beynehum = Aralarındaki (dîn) işlerinde fırka fırka, hizib hizib
oldular" demektir. "Lâ yesmeûne hasîsehâ = Bunlar cehennemin gizli
sesini bile duymazlar" (Âyet:i02), buradaki "el-Hasts",
"el-Hıss", "el-Cersu", "el-Hemsu"; hepsi de bir
ma'nâya olup "Gizli ses" demektir.
"Âzannâke mâ
minnâ min şehidin =Sana bildirdik, bizden ftif-bir şâhidyoktur"
(FussüctAi), bunu "Onlar yine yüz çevirirlerse, deki: Size müsavat üzere
bildirdim.." (Âyet:i09)'daki "Âzantukum "un ma'-nâsını belirtmek
için getirmiştir.
"Âzannâke",
"Sanabildirdik", "Âzantukum", "Size bildirdim"
demektir. Ona bildirdiğin zaman sen ve o bilgide müsâvî olursun da gadr (yânı
zulm) etmezsin.
Mucâhid de şöyle dedi:
"Le-allekum tus'elûne Çünkü sorguya çekileceksiniz" (Âyet:i3),
"İçinde bulunduğunuz hâl size anlatılacak" demektir. ' 'Bunlar O 'nun
rızâsına ermiş olandan başka kimseye şefaat etmezler" (Âyet:28), buradaki
"Irtedâ", "Radiye" yânî "Razı oldu" demektir.
"O zaman babasına ve kavmine: Sizin tapmakta olduğunuz bu heykeller
nedir? demişti. Onlar: Biz atalarımızı bunların tapı-cıları olarak bulduk,
dediler. İbrahim: And olsun siz de, atalarınız da apaçık bir sapıklık
içindesiniz, dedi" (Âyet: 52-54). Buradaki "Temâsîl",
"Tapılan heykeller, putlar" ma'nâsınadır [380].
"es-Sicillu" Â "es-Sahîfe" ma'nâsınadır.
"(Hatırla o günü
ki, biz göğü kitâbların sahîfesini dürüp büker gibi düreceğiz.) İlk yaratışa
nasıl başladıksa, üzerimizde hakk bir va'd olarak, yine onu iade edeceğiz-
Hakikatte failler bizleriz" (Âyet: ıo4>.
261-.......İbn
Abbâs (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) bir hutbe yaptı da şöyle buyurdu:
"Şübhesiz sizler Allah 'm huzuruna ayaklarınız çıplak, vücûdiannız
çıplak, erlik yerleriniz sünnetsiz olarak toplanacaksınız. O gün ki, biz göğü
kitâbların sahîfesini dürüp büker gibi düreceğiz. İlk yaratışa nasıl
başladıksa, üzerimizde hakk bir va 't/ olarak, yine onu iade edeceğiz.
Hakikatte failler bizleriz. Ve kıyamet günü peygamberlerden ilk elbise
giydirilen kişi, İbrahim'dir. Gözünüzü açın! Şu muhakkak ki, yine o gün,
ümmetimden birtakım adamlar getirilecek de bunlar yakalanıp sol tarafa (ateş
tarafına) götürülecekler. Ben hemen: Yâ Rabb! Onlar benim sahâbîlerimdir, derim.
Bana: Sen bunların senin ardından ortaya çıkardıkları bid'atleri bilmezsin,
denilir. Bunun üzerine ben de, sâlih kul îsâ'nın dediği gibi (şöyle) derim: Ben
içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir kontrolcu idim. Fakat Sen beni
içlerinden alınca, üstlerinde gözetle-yidyalnız Sen oldun. Zâten Sen herşeye
hakkıyle şâhidsin (eı-Mâide:ii7). Bana: Sen onlardan ayrıldığından beri onlar
ökçeleri üzerine basarak geri dönen mürtedlerdir, diye cevâb
verilecektir" [381].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
Sufyân ibnu Uyeyne:
"Muhbitîn olanları müjdele" (Âyet: 34), "İtaatli olanları
müjdele" demektir, dedi.
İbn Abbâs da şu kelâm
hakkında şöyle dedi: ''Biz senden evvel hiçbir rasûl, hiçbir nebi göndermedik
ki o, birşey arzu ettiği zaman, şeytân onun dileği hakkında ille bir fitne
meydana atmış olmasın. Nihayet Allah şeytânın ilkaa edeceği şeyi neshedip
giderir. Yine Allah âyetlerini sabit kılar..." (Ayet. 52). Buradaki
"Peygamber birşey arzu ettiği zaman şeytân onun arzusu hakkında ille bir
fitne atar" demek, "Peye*^mber konuştuğu, yânî kendisine Allah
tarafından indirilmiş âyetlerden birşey tilâvet ettiği zaman, şeytân onun sözü
hakkında bir fitne atar, Allah da hemen şeytânın ettiğini ibtâl eder ve kendi
âyetlerini muhkemleştirip sabit kılar" demektir. "Peygamberdin
umniyesi" kıraatinden ibarettir deniliyor. Buradaki "Umniye"nin
"Kıraat" ma'nâsına geldiğine, yânî "Temenni ettiği zaman" demek,
"Okuduğu zaman" demek olduğuna şâhid, şu âyettir: "Onların
içinde ümmîler de vardır ki, kitabı bilmezler. (Bütün bildikleri önderlerinin
telkin ettiği) bir sürü kuruntu ve yalandan başkası değil" (ei-Bakara:
78), yânî "Onlar sâdece okuyorlar, fakat yazı yazmıyorlar" [382].
Mucâhid de: "Nice
memleket vardır ki, halkı zulümde devam edip dururlarken biz onları helak
ettik. Şimdi duvarları tavanlarının üstüne çökmüştür. Ve biz nice kuyuları
muattal, nice yüksek sarayları bomboş bıraktık" (Âyet: 45). Buradaki
"Meşîdun bVl-kassatı", "Kireçle binası yüksek yapılmış"
ma'nâsmadır, dedi.
Mucâhid'den başkası da şöyle demiştir:
"... Kendilerine
âyetlerimizi okuyanlara nerdeyse saldırıverecek olurlar" (Âyet: 72),
buradaki "Yastûne",
"Yakalayıp mağlûb
etmek" ma'nâsına olan "Satvet" masdarından "Çabuk
saldırıyorlar" demektir.
"Yastûne",
"Yantuşûne( = Sert yakalıyorlar)" ma'nâsmadır, denilir. "Onlar
sözün en güzeline irşâd edilmişlerdir (Âyet: 24), buradaki
"Hamîdin"
yolu, İslâm Dîni'dir.
İbn Abbâs şu kelâm
hakkında şöyle dedi: "Kim dünyâda da, âhirette de ona (o peygambere)
Allah'ın asla yardım etmeyeceğini sanıyorsa, evinin tavanına bir ip uzatsın,
sonra kendini yerden kessin de (yânı kendini boğsun da) bir baksın, bu hilesi
onun öfkelenmekte olduğu şeyi giderecek mi?" (Âyet: is>, bu âyetteki
"Semâya ip
uzatsın", "Evinin tavanına ip uzatsın (o ipi sımsıkı boynuna
taksın)", demektir.
"O saatin
zelzelesini göreceğiniz gün, emzikli her kadın, emzirdiğini unutup geçer"
(Âyet: 2), buradaki "Tezhelu", (Göreceği dehşetten dolayı kendisine
en sevgili şeyden) "Meşgul edilir" demektir.
Ve insanları sarhoş
görürsün... (Âyet: 2).
262-.......Ebû
Saîd el-Hudrî (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) şöyle dedi: "Azız ve Celîl
olan Allah kıyamet günü:
— Yâ Âdem! der. Âdem
de:
— Lebbeyke Rabbena ve
sa*deyk ( Ey Rabb'imiz, emrine tekrar tekrar icabet eder ve her emrini yerine
getirmeye girişirim)! der.
Bir sesle kendisine:
— Şübhesiz Allah sana
zürriyetinden cehenneme gidecekleri halk arasından seçip dışarı çıkarmanı
emrediyor! diye nida edilir. O da:
— Yâ Rabb! Cehenneme gönderileceklerin mikdân
ne kadardır? diye sorar.
Allah:
— Her bin kişiden
-sanırım ki şöyle buyurdu:- dokuzyüz dok-sandokuzu, buyurdu.
İşte Allah, Âdem 'e
böyle buyurduğu zaman (bunun verdiği dehşetli korkudan) gebe kadın çocuğunu
düşürür, çocuk da ihtiyarlar. Ve sen o anda insanları sarhoş (olmuş gibi)
görürsün. Hâlbuki onlar sarhoş değildirler. Fakat Allah'ın azabı pek çetindir.
"
Bu haber sahâbîlere
ağır geldi, hattâ korkudan yüzlerinin rengi değişti. Bu hâl üzerine Peygamber:
"Ye'cûc ve Me'cûc'den dokuzyüz doksandokuz olarak sizden bir kişi
çıkarılır. Sonra sizler mahşer halkının toplamı içinde beyaz öküzün derisi
üzerindeki siyah bir tüy mesâbesindesiniz. Yâhud da siyah bir öküzün derisinde
sanki beyaz bir tüy gibisiniz. Ben sizlerin cennet ehlinin dörtte biri olmanızı
kuvvetle umarım" buyurdu.
Biz:
— Allâhu Ekber dedik.
Bundan sonra Peygamber:
— "Ben sizlerin cennet ehlinin üçte biri
olmanızı umarım" buyurdu.
Bizler yine tekbîr
ettik. Bundan sonra da:
— "Ben sizlerin cennet ehlinin yarısı
olmanızı umarım" buyurdu.
Biz yine Allâhu Ekber
diyerek tekbîr getirdik.
Ebû Usâme,
el-A'meş'ten yaptığı rivayetinde "Bi" cerr harfiyle: "Sen
insanları sarhoşlar görürsün, hâlbuki onlar sarhoş değillerdir" şeklinde
'söylemiştir.
Cerîr ibn Abdilhamîd,
îsâ ibni Yûnus ve Ebû Muâviye de: "Sekrâ ve mâ hum bi-sekrâ" şeklinde
söylediler [383].
"insanlardan kimi
de Allah'a yalnız bir taraftan tutup ibâdet eder. Eğer kendisine bir hayır
dokunursa, ona yapışır. Eğer bir fitne isabet ederse yüzü üstü döner. O dünyâda
da, âhirette de hüsrana uğramıştır. Bu ise apaçık bir ziyanın tâ kendisidir.
O, Allah h bırakır da
kendisine ne zarar, ne fâide vermeyecek olan şeylere tapar. Bu ise (Hakk'tan)
en uzak sapıklığın tâ kendisidir" (Âyet: 11-13).
Buradaki "Alâ
harfin", "Alâ şekkin" demektir.
Bundan sonraki sûrede
gelecek olan ' Etrafnâhum", "Kendine
refahı bollaştirdık" (ei-Mu'minûn: 33) demektir.
263-.......İbn
Abbâs (R) "İnsanlardan kimi de Allah 'a yalnız bir taraftan (yânı şekk
üzere) ibâdet eder" âyeti hakkında şöyle demiştir: (Bedeviler'den
herhangi) bir adam Medine'ye gelirdi. Eğer karısı oğlan doğurmuş ve beygirleri
de yavrulamış olursa: *'Bu dîn, iyi bir dîndir" derdi. Eğer karısı
doğurmamış, beygirleri de yavrulama-mış ise; "Bu kötü bir dîndir"
derdi [384].
'Bu iki sınıf, Rabb
Heri hakkında birbirleriyle da'vâlaşan iki hasım zümredir... " (Âyet: 19).
264-.......
Bize Ebû Hâşim, Ebû Mıclez'den; o da Kays ibnu îbâd'dan haber verdi ki, Ebû
Zerr (R) şu âyet hakkında: "Bu iki (sınıf, yânı îmân edenlerle
etmeyenler) Rabb Heri hakkında birbirleriyle da 'vâlaşan iki hasım
zümredir"; şübhesiz bu âyet Bedir günü birbirleriyle cenkleşen şu altı
kişi hakkında inmiştir, diye yemîn ediyordu: Hamza ibn Abdilmutt
Bu hadîsi aynı isnâd
ve
265-.......Bize
Ebû Mıclez, Kays ibn Ubâd'dan tahdîs etti ki, Alî ibn Ebî Tâlib (R): Kıyamet
gününde ben Rahman'in huzurunda müşriklerle muhakeme olmak üzere duruşmak için
ilk diz çöken kişi olacağım, demiştir.
Bu hadîsin râvîsi Kays
ibn Ubâd da: "Bu iki zümre, Rabb Heri hakkında birbirleriyle da'vâlaşan
iki hasım zümredir*' âyeti bunlar hakkında (yânî Hamza ve iki arkadaşı ile Utbe
ve iki arkadaşı hakkında) indi, demiştir.
Yine Kays: Bedir
gününde birbirlerine karşı cenkleşmeğe çıkan kimseler bunlardır: Alî, Hamza
ibnu Abdilmutt
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
Sufyân ibn Uyeyne
şöyle dedi: "Seb'a tarâık" (Âyet: ı?)
"Yedi semâ"
demektir; "İşte bunlardır ki, hayırlarda çabukluk yarışı yaparlar ve
bunlar hayırlar için tâ önde gidenlerdir" (Âyet: ei), (Allah tarafından)
bunlar için saadet geçmiştir de, onun için bunlar hayırlarda öne geçicidirler.
"Rabb'lerinin huzuruna döneceklerinden kalbleri korkarak vergilerini
verenlerdir" (Âyet ei) buradaki "Veciletûn" "Korkanlar
olarak" demektir.
Ibn Abbâs da şöyle
dedi: "Heyhâte heyhâte", "Uzaktır uzaktır" demektir.
"Sayıcılara sor" (Âyet: m), "(İnsanların amellerini sayan)
meleklere sor" demektir.
"Karşınızda
âyetlerimiz okunuyordu da sizler gerisin geri dönüyordunuz" (Âyet: 66),
buradaki "Tenküsûne",
"Geri geri gitmek
istiyordunuz" demektir. "Âhirete îmân etmez olanlar mutlakaa doğru
yoldan sapanlardır"
(Âyet: 74), buradaki
"Le-nâkibûne", "Elbette doğru yoldan sapanlar" demektir.
"Ateş yüzlerine vurup yakacak, orada onlar dişleri sırıtıp
kalacaklardır" (Âyet: km), buradaki "Kâlihûne", "Çirkin
yüzlü olanlardır" ma'nâsınadır.
İbn Abbâs'tan başkası
da şöyle dedi:
"And olsun biz
insanı çamurdan (süzülmüş) bir hulâsadan yarattık" (Âyet: 12-14); burada
"Sülâle", "Çocuk"tur (Çünkü babasından sıyrılmıştır),
"Nutfe" de "Sülâle", yânî "Süzülmüş bir
hulâsa"dır [386].
"Yoksa, 'Onda bir
delilik var' mı diyorlar? BiVakis o peygamber, onlara hakkı getirmiştir. Fakat
onların çoğu hakkı çirkin görenlerdir" {Âyet: 70), buradaki
"Cinnet" ile "Cunûn" bir ma'nâya olup "Delilik"
demektir. "İşte
onları o müdhiş sayha
adalet olmak üzere hemen yakalayıverdi de kendilerini bir çerçöp hâline
getirdik. Artık uzak olsun zâlimler güruhu" (Âyet: 4i), buradaki
"Ğusâ",
"Köpük ve suyun üstüne yükselen ve kendisiyle faydalanılmayan çerçöp"
ma'nâsinadır [387].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
"Min
hilâlini" (Âyet: 43), "Bulut katlarının aralarından";
"Sena
berkitil" (Âyet: 43), "Onun şimşeğinin parıltısı, ziyası";
"Muzhniyne" (Âyet: 49), "İtaat ediciler olarak";
"el-Mustahzf'ye,
yânî "İtaat edici"ye "Muz'ınun" denilir.
"Eştâten" (Âyet: 6i), "Dağınık dağınık"; "Şettâ",
"Şettâtun",
"Şettun" bir ma'nâya olup, "Dağınık" demektir.
İbn Abbâs:
"Sûretun
enzelnâhâ (ve faradnâhây (Âyet: i) "Bu indirdiğimiz ve beyân ettiğimiz bir
sûre" ma'nâsınadır, dedi.
İbn Abbâs'tan başkası
şöyle dedi:
Sûreler cemâatine
"Kur'ân" ismi verildi. "Sûre"ye de, diğerinden kesilmiş
olduğu için "Sûre91 ismi verildi. Sûrelerin bâzısı bâzısına, yânî
birbirlerine yaklaştırılıp yanyana birleştirildikleri (bağlandıkları) zaman, bu
sûreler topluluğuna "Kur'ân" adı verildi. Sa'd ibnu Iyâd es-Sumâlî şöyle
dedi:
"el-Mişkât",
Habeş dilinde "Duvarda öte tarafa geçmeyen bir oyuk"tur.
Ve Yüce Allah'ın şu;
"İnne aleynâ cem'ahu ve kurânehu = Şübhesiz onu (göğsünde) toplamak ve onu
(dilinde akıtıp) okutmak bize âiddir" (ei-Kıyâme: n-ıs) kavli:
Onun bâzısını bâzısıyle
te'lîf etmek bize âiddir. "Fe izâ kara'nâhu fettebV kurânehu",
"Biz onu topladığımız ve
te'lîf ettiğimiz
zaman, sen onun kurbânına, yânî onun içinde toplanmış olan şeylere uy, Allah'ın
sana emrettikleri ile amel et, nehyettiklerinden de vazgeç" demektir.
"Onun şiirinin
kuranı yoktur" denilir ki, bu "Onun şiiri için bir te'lîf
yoktur" demektir. Bu sûreler topluluğuna
"Furkaan"
ismi de verildi. Çünkü o, hakk ile bâtıl arasını iyice ayırır. Kadın için:
"Mâ karaat
bi-selen kattu = Kadın, içinde çocuğun gelişeceği ince deriyi asla
toplamadı" denilir ki, bu,
"Kadın karnında bir
çocuk toplamadı" demektir [388].
Dedi ki:
"Farradnâhu", "Biz onda çeşit çeşit birçok farizalar
indirdik" ma'nâsınadır. Bunu şeddesiz olarak
"Faradnâhu"
okuyan kimsenin okuyuşuna göre ise: "Biz hem sizin üzerinize, hem de
sizden sonra gelecek
nesiller üzerine onu
farz kıldık" buyurur demek olur.
Mucâhid şöyle dedi:
"Yâhud henüz
kadınların gizli yerlerine mutt
kendileri küçük olduklarından
dolayı kadınların gizli yerlerini bilmeyen çocuklara göstermesinler demektir.
eş-Şa'bî de:
"Gayri ulVl-ırbeti", "Kadına hiçbir ihtiyâcı olmayan
kîmse"dir, dedi, Mucâhid ise: O, kendisine karnından başka düşüncesi
olmayan ve -kadınlar üzerine kendisinden korkulmayan kimsedir, dedi. Tâvûs da:
Bu, kadınlar hususunda kendisinde hiçbir ihtiyâç bulunmayan ahmak kişidir,
demiştir [389].
"Zevcelerine zina
iftirası atan, kendilerinin kendilerinden başka şâhîdleri de bulunmayan
kimselere gelince, onlardan herbirinin yapacağı şâhidlik, kendisinin hakîkaten
doğru söyleyenlerden olduğunu Allah'a yemîn ile (dört defa tekrar edeceği)
şâhidliktir" (Âyet: 6).
266-.......Bize
el-Evzâî tahdîs edip şöyle dedi: Bana ez-Zuhrî, Sehl ibn Sa'd'dan şöyle tahdîs
etti: (Aclân oğullan'ndan) Uveymir (ibnu'l-Hâris ibn Zeyd), yine Aclân
oğulları'nın seyyidi olan Âsim
ibn Adiyy'e geldi de:
— Bir kimse karısıyle
beraber bir kişiyi (zina üzerinde) bulsa, kadının kocası zina edeni öldürmeli,
siz de onu (kısâsen) öldürmeli misiniz? Yoksa bu kimse nasıl yapmalı? Bu konuda
siz ne dersiniz? diye bu müşkil mes'eleyi benim için Rasûlullah'a sor, dedi.
Bunun üzerine Âsim,
Peygamber'e gelip:
— Yâ Rasûlallah! diye (söze başlayıp) sordu.
Fakat Rasûlullah bu
sorulardan hoşlanmadı (ve bu soruları ayıpladı). Sonra Uveymir, Âsim ibn
Adiyy'e (:Rasûlullah ne söyledi? diye) sordu. O da:
— Rasûlullah böyle
sorulan çirkin gördü ve ayıpladı, diye ce-vâb verdi.
Bunun üzerine Uveymir:
— Vallahi ben
vazgeçmem, bunu Rasûlullah'a bizzat kendim sorarım, dedi.
Akabinde Uveymir
gidip:
— Yâ Rasûlallah! Bir
adam karısıyle beraber bir kişiyi (zina üzerinde) bulsa, kadının kocası zina
eden erkeği öldürmeli, sonra siz de (kısas olarak) onu öldürmeli misiniz? Yoksa
bu koca nasıl yapmalı? diye sordu.
Bu soru üzerine
Rasûlullah (S):
— "(Ey Uveymir!)
Senin ve kadının hakkında Allah Kur'ân (âyeti) indirmiştir" dedi.
Ve bu kadın ile
kocaya, Allah'ın kendi Kitâbi'nda isimlendirdiği şekilde la'netleşmelerini
emretti. Ve ilk önce erkek, karısına karşı la'netle yemîn etti. (Sonra da
kadın, kocasına karşı bundan iki başlık sonra gelecek hadîste bildirildiği
şekilde yemîn etti.) [390]
Sonra Uveymir:
— Yâ Rasûlallah! Bu
kadını nikâhımda tutarsam, ona zulmetmiş olurum, deyip kadını boşadı.
Ve Uveymir ile
karısının bu vak'asından sonra la'netleşen çiftlerin -kocanın boşamasıyle-
ayrılmaları bir sünnet, yânî kaanûn oldu. Sonra Rasûlullah, mecliste
bulunanlara:
— "Bakınız! Eğer bu kadın -vücûdu siyah,
gözlerinin siyahı ko-. yu, kıçının iki yanı büyük, baldırları kaba- kıyafette
bir çocuk getirirse, muhakkak ben Uveymir'in bu kadına zina isnadında doğru
söylediğini sanırım. Eğer kadın keler fasilesinden kızılca kurt gibi kızıl bir
çocuk doğurursa, bu defa da ben şübhesiz Uveymir'in, kadına bühtan ve iftira
ettiğini sanırım!" buyurdu.
Sonra kadın,
Rasûlullah'ın Uveymir'i doğrulayıcı yollu tasvîr ettiği şekilde çocuk getirdi.
Bu sebeble çocuk sonra anasına (Havle kadına) nisbet edilir oldu.
"Beşinci(şehâdet)de
eğer yalancılardan ise, Allah'ın la'neti muhakkak kendisinin üstünedir1"
(Âyet: 7).
267-.......Fulayh,
ez-Zuhrî'den; o da Sehl ibn Sa'd'dan şöyle tahdîs etti: Bir adam Rasûlullah'a
geldi de:
— Yâ Rasûlallah, bir
adam, karısının beraberinde başka bir adamı görüp de onu öldürür, siz de onu
kısas olarak öldürür müsünüz, yoksa o koca nasıl yapacak? Bu hususta re'yin
nedir? dedi.
Bunun üzerine Allah o
kadın ile kocası hakkında Kur'ân'da zik-rolunun la'netleşmeyi indirdi. Akabinde
Rasülullah, o kocaya:
— "Senin ve kadının hakkınızda hükmedilmiştir"
buyurdu.
O koca ile kadın
la'netleştiler, ben de Rasûlullah'm yanında hazır bulunuyordum. La'netleşme
ardından adam kadından ayrıldı. Böylece la'netleşen karı-koca arasında ayırma
yapmak bir sünnet oldu. Kadın gebe idi. Uveymir kadının gebeliğinin kendisinden
olmasını reddetti. Kadının doğurduğu oğlan, anasına nisbetle çağrılır oldu.
Sonra mîrâs hususundaki sünnet de çocuğun anasına vâris olması, anasının da o
çocuk tarafından Allah'ın kadına ta'yîn ettiği hisseye vâris olması şeklinde
kaanûn oldu [391].
'O kadının, billahi
zevcinin muhakkak yalancılardan olduğuna dört defa şehâdet etmesi, kendisinden
bu cezayı dep eder" (Âyet: 8).
268-.......Bize
İkrime, İbn Abbâs'tan şöyle tahdîs etti: Hilâl ibnu Umeyye, Peygamber'in
huzurunda, karısına Şerik ibn Sehmâ ile zina etti diye söz attı. Peygamber (S)
de Hilâl'e:
— "Beyyineyi (yânî dört şahidi) hazırla,
yâhud sırtına hadd vurulur" buyurdu.
Bunun üzerine Hilâl:
— Yâ Rasûlallah! Bizim
birimiz karısının üstünde bir erkek görürse şâhid aramağa mı gidecek (Şahidi
getirinceye kadar işini görüp savuşmaz mı)? diye i'tirâz etti.
Peygamber:
— "Sen bey yineyi
hazırla, aksi takdirde arkana zina iftirası cezası (seksen deynek)
vurulur" demeğe devam etti. Bunun üzerine Hilâl:
— Sen'i hakk ile
gönderen Allah'a yemîn ederim ki, muhakkak ben kesin olarak doğru söylüyorum.
Ve emmim ki, Allah muhakkak benim arkamı hadden kurtaracak bir vahy
indirecektir, dedi.
Bu sırada hemen Cibril
indi ve Peygamber'e "Zevcelerine zina isnâd edenler... " âyetini '
'Eğer doğru söyleyenlerden ise'' kavline kadar okudu. Bunun üzerine Peygamber
ayrıldı da kadına haber gönderdi. Kocası Hilâl de gelip hazır oldu. İlk önce
Hilâl (yukarıda geçtiği gibi dört) şehâdet ve yemîn etti. Peygamber:
— "Şübhesiz ki, Allah ikinizden birinizin
muhakkak yalancı olduğunu bilmektedir. Şu hâlde ikinizden tevbe edecek ve
la'netleşme yemininden dönecek olan var mıdır?" buyuruyordu.
Sonra Hilâlin zevcesi
ayağa kalktı, (dört kerre) Allah adiyle, Allah'ı şâhid kılarak yemîn etti.
Beşinci yemine sıra geldiğinde mecliste hazır bulunanlar kadını durdurdular da:
— Bak kadın, bu
beşinci yemîn, azabı vâcib kılıcıdır, diye hatırlatma yaptılar.
Râvî İbn Abbâs dedi
ki: Bu hatırlatma üzerine kadın biraz ağır-laşıp durakladı. Hattâ biz kadını
yemîn etmekten vazgeçecek ve geriye dönecek sandık. Sonra kadın kendini
toparladı da:
— Ben (şimdiye kadar
şerefle yaşamış olan) kavim ve kabîlemi, bundan sonraki günlerde rezîl ve
rüsvây etmem! dedi ve la'netleşme yemînini yerine getirdi.
Bunun ardından
Peygamber (S):
— "Bu kadına bakınız! Eğer gözleri
sürmeli, iki kıçının iki kıy-nağı iri, baldırları kalın tipte bir çocuk
getirirse, çocuk Şerîk ibn Seh-mâ'ya âiddir" buyurdu.
Kadın da hakîkaten
böyle bir çocuk doğurdu. Bunun üzerine Peygamber:
— "Eğer Allah Kitâbı'mn (la'netleşme)
hükmü geçmemiş olsaydı (yânı o hüküm yerine getirilmemiş olsaydı), benimle bu
kadın için elbette bir muamele olacaktı (yânî ben bu kadına zina cezası uygulardım)"
buyurdu [392].
'Beşinci şehâdet de
eğer kocası doğru söyleyenlerden ise muhakkak Allah'ın gazabının kendi üzerine
(olmasını
söytemesijdır" (Âyet:
9).
269-.......
Bize amcam el-Kaasım ibnu Yahya, Ubeydullah ibnu Amr'dan tahdîs etti. el-Kaasım
bu hadîsi Ubeydullah'tan işitmiş; o da Nâfi'den; o da İbnu Umer(R)'den: Bir
adam, Rasûlullah zamanında kendi karısına zina isnâd etti ve o kadının
çocuğunun kendinden olduğunu kabul etmedi. Rasûlullah bu kadın ile kocasına
emredip, Allah'ın buyurduğu gibi, birbirlerine karşı la'netleştirdi. Sonra çocuğun
kadına âid olduğuna hükmetti ve la'netleşen bu karı-koca arasını da tamamen
ayırdı [393].
"0 uydurma haberi
getirenler içinizden bir zümredir. Onu sizin için bir şerr sanmayın. BiVakis o,
sizin için bir hayırdır. Onlardan herkese kazandığı günâh vardır.
Onlardan günâhın
büyüğünü üzerine alan adam ise; en büyük azâb onundur" (Âyet: 11).
"Effak",
"Çok yalancrdır.
270-.......Bize
Sufyân es-Sevrî, Ma'mer'den; o da ez-Zuhrî'den; o da Urve'den tahdîs etti ki,
Âişe (R): Onun büyüğünü üzerine alan ve iftirayı başlatan, Abdullah ibnu Ubeyy
ibnu SelûPdür, demiştir [394].
"Onu işittiğiniz
vakit erkek müzminlerle kadın müzminlerin, kendi vicdanları önünde iyi bir zanda bulunup da 'Bu apaçık
bir iftiradır' demeleri lâzım değil miydi? Buna karşı dört şâhid getirmeli
değil miydiler?
M
271- Bize
Yahya ibnu Bukeyr tahdîs etti. Bize el-Leys, Yûnus'-tan tahdîs etti ki, İbnu
Şihâb şöyle demiştir: Bana Urvetu'bnu'z-Zubeyr, Saîd ibnu'l-Müseyyeb, Alkame
ibnu Vakkaas, Ubeydullah ibnu Abdillah ibn Utbe ibn Mes'ûd; beş kişi,
Peygamber'in zevcesi Âişe'nin hadîsini, yânı iftira sahihlerinin, kendisi için söylediklerini
söyledikleri zaman Allah'ın Âişe'yi onların dedikodularından temize beri
kılması hadîsini haber verdiler. Bu râvîlerin herbiri bana Âişe hadîsinden bir
taifeyi tahdîs etti. Bunlardan bâzılarının hadîsi, diğer bâzısının hadîsini
tasdîk etmektedir. Maamâfîh bunların bâzısı, Âişe hadîsini diğer bâzısından
daha iyi muhafaza edici idi. Urve'nin bana Âişe'den tahdîs ettiği hadîs şudur:
Peygamber'in zevcesi
Âişe (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) sefere çıkmak istediği zaman kadınları
arasında kur'a çekmek âdetinde idi. Onlardan hangisinin kur'ası çıkarsa,
Rasûlullah onu beraberinde sefere çıkarırdı.
Âişe dedi ki: Yapmak
istediği bir gazvede aramızda kur'a çekti ve bu kur'ada benim adım çıktı. Ben
Rasûlullah'm beraberinde sefere çıktım. Bu sefer Hicâb Âyeti indikten sonra
idi. Ben hevdecimin içinde taşınır ve onun içinde olarak indirilirdim. Bütün
yolculuğu bu şekilde yürüdük. Nihayet Rasûlullah bu gazvesinden ayrılıp da döndüğü
ve Medine'ye yaklaştığımızda (bir yerde konakladı, gecenin bir kısmını orada
geçirdi, sonra) geceleyin hareket edilmesini bildirdi. Hareket emrini
verdikleri zaman ben kalkıp (hacetimi yerine getirmek için yalnız başıma)
ordunun konakladığı bölgeyi geçtim. Hacetimi yerine getirdiğim zaman dönüp
yerime geldim. Baktım ki, Yemen boncuğundan dizilmiş gerdanlığım kopup düşmüş.
Hemen dönüp gerdanlığımı aradım. Fakat onu aramak beni yoldan alıkoymuştu.
Benim yol nakliyâtımı
yapmakta olan kimseler gelip benim hev-decimi yüklemişler ve hevdecimi,
binmekte olduğum deve üzerinde götürmüşler. Onlar beni hevdecin içinde
sanıyorlarmış. O zaman kadınlar hafif hafif idiler, şişmanlamazlardı; et ve
yağ onları ağırlaştir-mazdı. Çünkü az yemek yerlerdi. Bu sebeble bana hizmet
edenler, hevdeci yüklemek üzere kaldırdıklarında, hevdecin ağırlık derecesinin
farkına varmayarak yüklemişler. Ben de küçük yaşta taze bir ka-dın idim. Bu
yüzden deveyi kaldırmışlar ve çekerek yürümüşler. Ordu gittikten sonra ben
gerdanlığımı buldum. Akabinde ben ordu birliklerinin konakladıkları yerlere
geldim, fakat oralarda ne bir çağıran, ne de bir cevâb veren kalmıştı. Bunun
üzerine ben orada evvelce bulunduğum konak yerime geldim. Ve onlar beni
hevdecde bulamazlar da beni aramak üzere dönüp yanıma gelirler, diye düşündüm.
Ben bu düşünce ile yerimde otururken gözlerim bana galebe etmiş de uyumuşum.
Safvân ibnu'l-Muattal
es-Sulemî sonra ez-Zekvânî [395]
arkadan gelmekle, (askerin kalmış olan eşyalarını toplamak ve diğer konak
yerine götürerek sahihlerine vermekle) görevli idi. Bu zât, askerin arkasından
sabaha yakın yürümüş, benim bulunduğum yere gelmiş, uyuyan bir insan karaltısı
görünce benim yanıma gelmiş ve beni görünce tanımış. Bu zât beni perdelenme
emrinden önce görür idi. Ben onun beni tanıdığı sırada onun: "İnnâ lillâhi
ve innâ ileyhi râciûn=Biz muhakkak Allah'ın mülküyüz ve biz ancak O'na
dönücüleriz" (ei-Bakara: 156) istircâ' sözlerini söylemesiyle uyandım.
Uyanınca hemen ferâceme bürünüp yüzümü örttüm. Allah'a yemîn ederim ki, o bana
bir tek kelime söylemedi, ben de ondan "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn
" istircâ' sözünden başka hiçbir kelime işitmedim. Devesini ıhtırıp
çök-türdü. Benim binmem için devenin ön ayağına bastı, ben de deveye bindim.
Safvân, bindiğim deveyi önünden çekerek yürüdü. Nihayet kaafile konak yerine
indikten sonra, öğle sıcağında orduya yetiştik. Bu sırada hakkımda (iftira
ederek) helak olan helak olmuştur. İftiranın büyüğüne ve çoğuna girişen Selûl
kadının oğlu Abdullah ibnu Ubeyy olmuş. Müteakiben Medine'ye geldik.
Medine'ye geldiğimizde
ben bir ay hasta oldum. Meğer bu sırada insanlar, iftira sâhiblerinin
sözlerine dalmışlar. Ben ise bunlardan hiçbir şeyin farkında olmuyor,
bilmiyordum. Yalnız hastalığımda beni işkillendiren birşey vardı:
Rasûlullah'tan, hastalandığım başka zamanlarda görmekte olduğum lütuf ve
şefkati bu hastalığımda görmüyordum. Ancak Rasûlullah yanıma giriyor, Selâm
veriyor, sonra da (adımı anmadan): "Hastanız nasıl?" diyor, sonra da
ayrılıp gidiyordu. İşte bu hâl beni işkillendirip üzüyordu. Fakat ben şerri
hissetmiyordum. Nihayet hastalığım yeni sıhhat bulup henüz nekaahat devresine
girdikten sonra, dışarıya çıktım. Benimle beraber Mıstah'ın annesi de Medine
dışındaki sahalara doğru çıktı. Oraları bizim hacetimizi def ettiğimiz
yerlerdi. Oraya biz ancak geceden geceye çıkardık. Bu âdet evlerimizin yakınında
halâlar edinmemizden önce idi. O zamanlar bizim hâlimiz ibtidâî Arablar'ın
sahrada halâya çıkma hususundaki ne-zâhetine benziyordu. Biz evlerimizin
yanında halâlar edinmekten eziyetlenip incinirdik.
İşte ben Mıstah'ın
anası ile dışarı çıkıp gittim. Bu kadın, Ebû Ruhm ibnu Abdi Menâfin kızıdır.
Annesi de Sahr ibnu Âmir'in kızıdır ki, bu kadın da Ebû Bekr es-Sıddîk'ın
teyzesidir. Bu Ebû Ruhm kızının oğlu da Mıstah ibnu Usâse'dir. Orada işimizi
bitirdikten sonra ben ve Mıstah'ın annesi, evimden tarafa dönüp gelirken
Mıstah'ın annesinin ayağı yün yâhud keten çarşafı içinde sürçtü. (Arablar
arasında bir felâket zamanında söylenmesi âdet olan "Düşmanın helak
olsun" duası yerine) Bu kadın:
— Mıstah helak olsun! diye, oğluna beddua etti.
Ben de ona:
— Ne kadar fena
söyledin! Bedir'de hazır bulunan bir kimseye mi sövüyorsun? dedim
Kadın bana:
— Âh şu saf taze! Sen
onun söylediği sözü duymadın mı? dedi.
Ben:
— O ne dedi ki? diye sordum.
Bunun üzerine o bana
iftira sâhiblerinin sözünü söyleyip haber verdi. Artık hastalığımın üstüne bir
hastalık daha arttı. Evime dönünce yanıma Rasûlullah geldi, Selâm verdikten
sonra:
— ''Hastanız nasıl?" diye sordu. Ben de:
— Ebeveynimin yanına
gitmem için bana izin verir misin? dedim.
-Âişe: Ben o sırada bu
haberi ebeveynim tarafından tahkik etmek istiyordum, demiştir.- Rasûlullah
bana izin verdi. Ben de ebeveynimin yanma geldim ve anam(Ümmü Rûmân)a:
— Ey anacığım! İnsanlar ne konuşuyorlar? dedim.
Annem:
— Ey kızcağızım!
Kendini üzme, sen kendi nefsini ve sağlığını düşün. Vallahi bir erkeğin yanında
sevgili, parlak, güzel bir kadın olsun ve onun birçok ortaklan bulunsun da,
onun aleyhinde çok lâf etmesinler; bu pek nâdirdir, dedi.
Âişe dedi ki: Ben de:
— Subhânallah!
İnsanlar bunu mu konuşmaktalarmış? dedim.
Âişe dedi ki: Bunun
üzerine bu gecenin tamâmında ağladım. Sabaha kadar gözümün yaşı dinmiyor,
gözüme de hiç uyku girdiremi-yordum. Sonra ağlayarak sabaha ulaştım. Rasûlullah
da o sabah Alî ibn Ebî Tâlib'i ve Usâme ibn Zeyd'i yanına çağırmış. Vahiy
gecikince ailesi ile ayrılması hususunda onlarla istişare etmek istemiş,
Âişe dedi ki: Usâme'ye
gelince, o, Peygamber'in ailesinden bilip durduğu berâeti ve Ehlu Beyt için
gönlünde besleyip durduğu sevgiyi Rasûlullah'a tavsiye ve işaret etti de:
— Yâ Rasûlallah! Onlar
Sen'in ehlindir. Biz onun hakkında hayırdan başka birşey bilmeyiz, dedi.
Amma Alî ibn Ebî
Tâlib'e gelince, o da:
— Allah Sana dünyâyı
dar etmemiştir. Âişe'den başka kadınlar çoktur. Maamâffh Âişe'nin cariyesi
Berîre'ye de sorsan, o da Sana doğruyu söyler, demişti.
Âişe dedi ki: Bunun
üzerine Rasûlullah, Berîre'yi çağırıp:
— "Ey Berîre! Sen (Âişe'de) sana şübhe
veren birşey gördün mü?" diye sordu.
Berîre de:
— Hayır! Sen'i hakk
peygamber olarak gönderen Allah'a yemîn ederim ki, ben Âişe'den kendisini
ayıplayabileceğim bir kusur olmak üzere kesin olarak şundan fazla birşey görmüş
değilim: Âişe yaşı küçük, taze bir kadındı. Ailesinin hamurunu yoğururken uyur
kalırdı da, evin besi koyunu gelir hamuru yerdi, demiş [396].
Bunun akabinde
Rasûlullah ayağa kalktı da iftirayı en evvel ortaya atan Abdullah ibn Ubeyy
ibn SelûPden dolayı o gün söz söylemekte ma'ziretli tutulmasını istedi.
Âişe dedi ki: Kendisi
minber üzerinde olduğu hâlde hitâb edip:
— "Ey müslümânlar topluluğu! Ev halkım
hususunda bana ezası ulaşan bir şahıstan dolayı bana kim yardım eder? Vallahi
ben ehlim hakkında hayırdan başka birşey bilmiş değilim. Bu iftiracılar bir adamın
da ismini ortaya koydular ki, bu zât hakkında da ben hayırdan başka birşey
bilmiyorum. Bu ismi zikredilen (faziletli) kimse şimdiye kadar benimle beraber
olmak müstesna, ailemin yanına girer değildi" demiştir.
Bunun üzerine Ensâr'ın
Evs kabîlesinden Sa'd ibnu Muâz ayağa kalkarak [397]:
— Yâ Rasûlallah! O kimseye karşı Sana ben
yardım edeceğim. Eğer bu iftirayı çıkaran Evs'ten ise, ben onun boynunu
vururum. Eğer Hazrec kardeşlerimizden ise yapılacak işi Sen bize emredersin,
biz de emrini yerine getiririz, demiş.
Âişe dedi ki: Bu defa
Sa'd ibnu Ubâde ayağa kalkmış [398]. Bu
da Hazrec kabîlesinin büyüğü idi. Ve bu vak'adan evvel iyi bir kimse idi. Fakat
bu defa kabile hamiyyeti onu cahilliğe sürükledi de Sa'd ibn Muâz'a karşı:
— Sen yalan söyledin.
Allah'ın ebedîliğine yemîn ediyorum ki, sen onu (yânî Abdullah ibn Ubeyy'i)
öldüremezsin ve onu öldürmeye muktedir olamazsın, demiş.
Bu defa da Sa'd ibnu
Muâz'ın amcasının oğlu olan Useyd ibnu Hudayr [399]
ayağa kalkarak, Sa'd ibnu Ubâde'ye karşı:
— Allah'ın ebediyetine
yemîn ediyorum ki, sen yalan söyledin. Vallahi biz onu elbette öldürürüz. Sen
muhakkak bir münafıksın ki, münafıklar hesabına bizimle mücâdele ediyorsun,
diye mukaabele etmiş.
Bu suretle Evs ve
Hazrec kabileleri ayaklanmışlar. Hattâ birbirleriyle vuruşmaya kasdetmişler.
Rasûlullah ise henüz minber üzerinde dikiliyormuş. Hemen minberden inip onlar
sükûta varıncaya kadar onlara yumuşak sözler söylemiş, kendisi de (başka
konuşmadan) susmuş.
Âişe dedi ki: Ben o
günümü de gözümün yaşı dinmeden ve uyumadan geçirdim.
Âişe dedi ki: Ben iki
gece ile bir günü hiç uyumadan ve gözümün yaşı da kesilmeden devamlı ağladığım
hâlde, babam ve annem benim yanımda bulundular. Onlar ağlamak benim ciğerimi
parçalayacak sanıyorlardı.
Âişe dedi ki: Bu
şekilde ebeveynim yanımda oturdukları, ben de ağlamakta bulunduğum sırada
Ensâr'dan bir kadın benim yanıma girmeye izin istedi. Ben de ona izin verdim.
O da oturup benimle ağlıyordu.
Âişe dedi ki: Biz bu
hâl Üzere iken Rasûlullah yanımıza girdi, Selâm verdikten sonra oturdu.
Âişe dedi ki: Hâlbuki
Rasûlullah, bundan evvel hakkımda dedikodu başladığı günden beri yanımda
oturmamıştı. Ve Rasûlullah, bir ay beklediği hâlde kendisine hakkımda birşey
vâhyolunmamıştı.
Âişe dedi ki:
Rasûlullah oturduğu zaman Şehâdet Kelimeleri'ni söyledikten sonra:
— "Amma ba'du: Yâ
Âişe! Hakkında bana şöyle şöyle sözler erişti. Eğer sen bu isnâdlardan bert
isen, yakında A ilah seni muhakkak bert kılıp temizliğini i'lân edecektir. Yok
eğer sen böyle bir günâha yaklaştınsa Allah 'tan mağfiret iste ve Allah 'a
tevbe et! Çünkü kul, günâhını i'tirâf ve sonra Allah'a tevbe ederse, Allah da
onun tevbesini kabul eder" dedi.
Âişe dedi ki: Rasûlullah
bu konuşmasını bitirince (musibetin şiddetli hararetinden) gözümün yaşı
kesildi. Hattâ gözyaşından bir damla bulamıyordum. Hemen babama:
— Rasûlullah'a,
söylediği söz hususunda benim tarafımdan ce-vâb ver! dedim.
Babam:
— Vallahi ben Rasûlullah'a ne diyeceğimi
bilmiyorum, dedi. Sonra anneme:
— Rasûlullah'a cevâb ver! dedim. O da:
— Vallahi Rasûlullah'a ne diyeceğimi
bilmiyorum, dedi.
Âişe dedi ki: Bunun
üzerine ben Kur'ân'dan çok delîl okuyamayan küçük yaşta bir taze olduğum hâlde
şöyle dedim:
— Vallahi ben kesin
anladım ki, siz bu dedikoduyu işitmişsiniz. Hattâ bu söz sizin gönüllerinizde
yer etmiş ve ona inanmışsınız. Şimdi ben size beriyim desem, benim muhakkak
berîe olduğumu Allah bilip dururken, sizler benim bu sözümü tasdik etmeyeceksiniz.
Ve eğer benim muhakkak beri olduğumu Allah bilip dururken ben size fena bir
i'tirâfta bulunsam, sizler beni hemen tasdik edeceksiniz. Vallahi ben bu
vaziyette sizin için başka hiçbir mesel bulamıyorum, ancak Yûsuf'un babası
Ya'kûb'un dediği sözü buluyorum: "Fe sabrun ce-mîlun. Vallâhul-mustaânu
alâ mâ tasıfûn = Artık bana (düşen) güzel bir sabırdır. Sizin şu söylemekte
olduklarınıza karşı yardımına sığınılacak, ancak Allah'tır" (Yûsbf:i8).
Âişe dedi ki: Bundan
sonra dönüp yatağıma yattım.
Âişe dedi ki: Ben o
zaman kendimin muhakkak beri olduğumu biliyor, Allah'ın da beni muhakkak temize
çıkaracağını biliyordum. Lâkin vallahi Allah'ın benim hakkımda okunacak bir
vahiy indireceğini hiç zannetmiyordum. Ve sânım da, nefsim de bana âid bir
me'-sele için Allah'ın tilâvet olunacak bir kelâmla konuşmasından çok hakîr
idi. Lâkin Rasûlullah'ın uykuda bir ru'yâ görmesini ve Allah'ın da o ru'yâ ile
beni temize çıkarmasını umuyordum.
Âişe dedi ki: Vallahi
Rasûlullah, oturduğu yerden kalkmamıştı, ev halkından bir kimse de dışarı
çıkmamıştı. Rasûlullah üzerine vahiy indirildi. O'na vahiy inerken olagelen
hâl hemen gelip O'nu yakaladı ki, kış gününde bile üzerine indirilen sözün
ağırlığından dolayı inci dânesi gibi ter dökülürdü.
Âişe dedi ki:
Rasûlullah'tan vahiy hâli sıyrılıp açılınca kendisi sevincinden gülüyordu.
Tekellüm ettiği ilk söz şu oldu:
— "Yâ Âişe! Azız ve Celîl olan Allah 'a
gelince, O seni muhakkak temize çıkardı."
Bunun üzerine annem
bana:
— Kızım, Rasûlullah'a doğru kalk da teşekkür
et, dedi. Âişe dedi ki: Ben:
— Vallahi ben O'na
doğru da kalkmam, Azîz ve Celîl olan Allah'tan başkasına da hamd etmem, dedim.
Allah, şu on âyetin
hepsini indirdi:
"O uydurma haberi
getirenler içinizden bir zümredir. Onu sizin için bir şerr sanmayın. Bil 'akis
o sizin için bir hayırdır. Onlardan herkese kazandığı günâhı vardır. Onlardan
günâhın büyüğünü üzerine alan o adama da büyük bir azâb vardır. Ne vardı onu
işittiğiniz vakit erkek mü 'minlerle kadın mü 'minler kendilerine güzel zannda
bulunsalardı da 'Bu açık bir iftiradır' deselerdi ya! Ona dört şâhid getirselerdi
ya! M
bilendir"
(en-Nûr: 11-21).
Allah işte bu âyetleri
benim berâetim hakkında indirince, babam Ebû Bekr, akrabalığından ve fakirliğinden
dolayı nafaka vermekte olduğu Mıstah ibn Usâse için:
— Kızım Âişe'ye bu
iftirayı söyledikten sonra vallahi ben de Mıs-tah'a birşey vermem, diye yemîn
etti.
Bunun üzerine Allah:
"Sizden fazilet ve servet sahibi olanlar hısımlarına, yoksullara, Allah
yolunda hicret edenlere vermelerinde kusur etmesin, affetsin, aldırış etmesin.
Allah 'in size mağfiret etmesini arzu etmez misiniz? Allah çok mağfiret edici,
çok merhamet eyleyicidir" (en-Nûr:22) âyetini indirdi.
Bunun üzerine Ebû
Bekr:
— Evet, vallahi ben
Allah'ın beni mağfiret etmesini muhakkak
severim, dedi ve
Mıstâh'a veregeldiği nafakayı tekrar vermeye başladı ve:
— Ben bu nafakayı ondan ebediyyen koparmam,
dedi.
Âişe dedi ki:
Rasûlullah zevcesi Zeyneb bintu Cahş'a da benim hâlimi:
— "Yâ Zeyneb! Âişe hakkında ne bilirsin,
yâhud ne gördün?" diye sormuş,
Zeyneb cevaben:
— Yâ Rasûlallah! Ben
kulağımı, gözümü (işitmediğim, görmediğim şeylerden) muhafaza ederim. Vallahi
Âişe hakkında hayırdan başka birşey bilmem, diye güzel şehâdet etmiştir.
Bu hususta Âişe:
Zeyneb, Rasûlullah'm kadınları arasında güzelliği ve Rasûlullah yanındaki
mevkii i'tibâriyle bana rekaabet eden bir kadındı. Fakat Allah onu verâsı
sebebiyle (iftiracılara katılmaktan) korudu. Kızkardeşi Hamne bintu Cahş ise
Âişe ile muharebeye başladı da (yânî iftiraya şiddetle tutunmaya ve
iftiracıların söylediklerini hikâye etmeye başladı da) bu sebeble iftira
sâhiblerinden helak olanlar içinde helak oldu [400].
"Eğer dünyâda ve
âhirette Allah'ın fadlı ve rahmeti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız
yaygaradan dolayı
sizi herhalde büyük
bir azâb çarpardı" (Âyet: 14).
Mucâhid:
"Telâkkavnehû" "Onu bâzınız bâzınızdan rivayet
ediyordunuz"; "Tufîdûne" de "Söylüyordunuz" demektir,
dedi.
272-.......Bize
"O zaman siz o
iftirayı dillerinizle alıyordunuz ve hiçbir bilginiz olmayan şeyi ağızlarınızla
söylüyordunuz ve bunu kolay sanıyordunuz. Hâlbuki bu, Allah indinde
büyüktür" {Âyet: 15).
273-.......İbnu
Cureyc şöyle haber vermiştir: Abdullah ibnu Ebî Muleyke: BenÂişe'den "İz
telikûnehû bi-elsinetikum " şeklinde okurken işittim, dedi [401].
"Onu duyduğunuz
zaman 'Bunu söylememiz bize yakışmaz- Hâşâ, seni tenzih ederiz. Bu, büyük bir iftiradır'
demeniz (lâzım) değil miydi?" (Âyet: 16).
274-.......Abdullah
ibnu Ebî Muleyke tahdîs edip şöyle demiştir: Âişe (ölüm sıkıntısından) mağlûb
olmuş bir hâlde iken, ölümünden önce huzuruna girmek için İbn Abbâs izin
istedi. Âişe:
— Bana sena
edilmesinden endîşe ediyorum, dedi (de izin vermek istemedi).
Kendisine:
— İzin isteyen
Rasûlullah'ın amcasının oğlu ve müslümânların önde gelenlerindendir, denildi.
Bu sefer Âişe:
— Ona izin verin, girsin, dedi.
İbn Abbâs, Âişe'nin
yanma girdikten sonra:
— Kendini nasıl hissediyorsun? diye hâlini
sordu. * Âişe:
— Eğer Allah'a takvâlı
olursam hayırdayım, diye cevâb verdi. İbn Abbâs da:
— İnşâallah sen
hayırla berabersin. Rasûlullah'ın zevcesisin. Ra-sûlullah senden başka bir
bakire ile evlenmedi. (İftira kıssasından dolayı) senin hüccetin gökten indi,
dedi.
İbn Abbâs ziyaretini
bitirip dışarı çıkarken, içeriye Abdullah ibnu'z-Zubeyr girdi. Âişe ona:
— Yanıma Abdullah ibnu
Abbâs girdi de beni sena edip övdü. Hâlbuki ben unutulmuş birşey olmamı (yânî
zikredilir birşey olmamamı) arzu etmişimdir, dedi [402].
275-........
İbnu Avn, el-Kaasım'dan tahdîs etti de: İbn Abbâs (R) Âişe'nin huzuruna girmek
için izin istedi, deyip yukarıdaki hadîsin benzerini söyledi, fakat
"Nisyen mensiyyen" kısmını zikretmedi.
"Eğer siz îmân
eden kimselerseniz böyle birşeye hayâtta bulunduğunuz müddetçe bir daha
dönmenizi size haram
(Âyet: 17).
276-.......Sufyânes-Sevrî,
el-A'meş'ten; o da Ebu'd-Duhâ'dan;
o da Mesrûk'tan; o da
Âişe'den tahdîs etti: (Rasûlullah'm şâiri) Hassan ibn Sabit geldi de Âişe'nin
huzuruna girmek için izin istiyordu. Mes-rûk: Ben Âişe'ye:
— Bu Hassan için yanma
gelmesine izin veriyor musun? dedim.
Âişe (R):
— (İftira işine
bulaşmış olduğundan dolayı) ona büyük bir azâb kâbet etmiş değil mi? dedi.
Sufyân: Âişe bu
sözüyle Hassan'm gözünün1 gitmesini kasdedi-yor, dedi.
Hassan şöyle dedi:
— "Hasânun
rezânun mâ tuzennu bi-nbetin Ve tusbıhu garsey mm luhûmi'l-gavâfilr"
( = Hiçbir şübhe ile
ittihâm edilmeyen tam akıllı ve iffetlidir.
İffetli kadınların
etlerinden yemediği için aç olarak sabahlar.)
Hassân'ın bu beytine
karşı Âişe:
— Fakat sen böyle değilsin, dedi [403].
"Ve işte size
âyetlerini açık açık bildiriyor. Allah hakkıyle bilendir, tam hüküm ve hikmet
sahibidir' (Âyet: 18).
277-......Bize
Şu'be, el-A'meş'ten; o da Ebu'd-Duhâ'dan haber verdi ki, Mesrûk şöyle
demiştir: Hassan ibn Sabit, Âişe'nin yanına girdi de gazel vechi üzere şiir
okuyup şöyle dedi: — Hasânun rezânun mâ îuzennu bi-rîbeîin.
Ve îusbihu garsâ min
luhûmi'l-gavâfili. Âişe Hassân'm bu şiirine karşı:
— Sen böyle değilsin (sen iffetli kadınlara
gıybet ettin), dedi. Mesrûk dedi ki: Ben Âişe'ye:
— Allah "Onlardan
onun büyüğünü üzerine alan kimse" âyetini indirmiş olduğu hâlde sen bu
Hassan gibilerinin senin huzuruna girmelerini serbest bırakacak mısın? dedim.
Âişe:
— Körlükten daha
şiddetli hangi azâb vardır? dedi ve: Şübhesiz bu Hassan, Rasûlullah tarafından
müşriklere reddiye yapar, onu savunurdu, sözünü ilâve etti [404].
"Kötü sözlerin
îmân edenlerin içinde yayılıp duyulmasını arzu edenler; onlara dünyâda da,
âhirette
de pek acıtıcı bir
azâb vardır. Allah bilir, siz .
bilmezsiniz. Ya üzerinizde Allah'ın fadlı ve rahmeti, ya hakikat Allah çok
şefkatli, çok merhametli olmasaydı (hâliniz neye varırdı)?" (Âyet: 19-20)
"Sizden fazilet
ve servet sahibi olanlar hısımlarına, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere
vermelerinde kusur etmesin, affetsin, aldırış etmesin. Allahhn sizi mağfiret
etmesini sevmez misiniz? Allah çok mağfiret edici, çok merhamet
eyleyicidir" (Âyet: 22).
278- Ve Ebû
Usâme söyledi ki, Hişârn ibn Urve şöyle demiştir: Bana babam
Urvetu'bnu'z-Zubeyr haber verdi ki, Âişe (R) şöyle demiştir: Benim hakkımda
söylenenler söylendiği zaman ve ben de hiç-birşeyin farkında değil iken,
Rasûlullah (S) hitâb etmek üzere ayağa kalktı, Şehâdet Kelimeleri'ni söyledi,
Allah'a hamd edip lâyık olduğu şekilde övdü. Bundan sonra:
— "Amma ba'du: Aileme töhmet isnâd eden
birtakım insanlar hakkında yapılması gereken işi, bu husustaki fikirlerinizi
bana söyleyiniz. Allah'a yemîn ederim ki, ben ailem üzerinde hiçbir kötülük
bilmemişimdir. Onların ailem halkına kendisiyle töhmet isnâd ettikleri kimseye
gelince, yine Allah'a yemîn ederim ki, ben o adam üzerinde de asla hiçbir
kötülük bilmemişimdir. O zât benim evime, ben hazır iken müstesna, asla
girmemiştir. Ben bir seferde bulunup evimden gaybubet etmişsem, o zât da
muhakkak benim maiyyetim-de, benimle beraber gaybubet etmiştir" dedi.
Bunun üzerine Sa'd ibn
Muâz ayağa kalkıp:
— Yâ Rasûlallah, bana izin ver de onların
boyunlarına vuralım, dedi.
Buna karşı Hazrec
oğullarından bir adam ayağa kalktı -ki Hassan ibn Sâbit'in anası bu adamın
topluluğundan idi- ve Sa'd ibn Mu-âz'a hitaben:
— Sen yalan söyledin.
Dikkat et! Allah'a yemîn ederim ki, eğer o iftirayı söyleyenler Evs kabilesinden
olsalar, sen onların boyunlarının vurulmasıyle sevinemezsin, dedi.
Nihayet mescidin
içinde Evs ile Hazrec kabileleri arasında bir şerr olması yakınlaştı.
Âişe dedi ki: Ben bu
iftirayı henüz bilmiş değildim. Bu günün akşamı olunca ben bâzı ihtiyâcım için
dışarıya çıktım. Beraberimde Mıstâh'ın anası da vardı. Yürürken bu kadının
ayağı tökezledi de:
— Mıstah helak olsun! dedi. Ben de ona:
— Ey ana! Sen oğluna mı sövüyorsun? dedim.
Kadın sustu. Sonra
kadın ikinci defa ayağı takılıp sürçtü. Kadın yine:
— Mıstah helak olsun! dedi. Ben yine kendisine:
— Sen oğluna mı sövüyorsun? dedim.
Sonra kadın üçüncü
kerre ayağı takılıp sürçtü, bu kerre de yine:
— Taase Mıstahum = Mıstah helak olsun!
bedduasını söyledi. Ben de kendisini azarladım. Bunun üzerine kadın:
— Vallahi ben Mıstah'a
ancak senin yüzünden sövüyorum, dedi.
Ben de:
— Benim hangi hâlim hakkında? diye sordum.
Kadın bana âid olan hadisi açtı. Ben:
— Bu söz hakîkaten oldu mu? dedim. Kadın:
— Evet vallahi, dedi.
Âişe dedi ki: Akabinde
ben evime döndüm, öyle bir hâlde ki, düştüğüm şiddetli dehşetten dolayı kendisi
sebebiyle dışarı çıkmış olduğum ihtiyâçtan ne az ve ne de çok birşey
bulamıyordum [405].
Ben daha çok hasta
oldum, Rasûlullah'a:
— Beni babamın evine gönder, dedim.
O da beni, beraberimde
bana hizmet edecek bir oğlanla gönderdi. Ben eve girdim. Annem Ümmü Rûmân'i
evin alt katında, babam Ebû Bekr'i de evin üst katında okur hâlde buldum.
Annem:
— Ey kızcağızım, seni
buraya getiren sebeb nedir? diye sordu.
Ben de kendisine
sebebi haber verdim ve iftiracıların benim hakkımda söyledikleri sözü de ona
zikrettim. Bir de gördüm ki, bana ulaşan gamın benzeri anama ulaşmamış. Annem
bana:
— Ey kızcağızım, bu
işi kendi üzerinden aşağıda tut (kendini üzme). Allah'a yemîn ederim ki, bir
erkeğin yanında sevmekte olduğu güzel bir kadın olsun ve bunun birçok kadın
ortaklan bulunsun da kadınlar ona hased etmesinler ve onun hakkında söz
edilmesin; bu
pek nâdirdir, dedi.
Gördüm ki bana
ulaştığı derecede anama-gam ulaşmamıştı. Ben
anama:
— Bunu babam da bilmiş hâlde mi? diye sordum.
O:
— Evet (bilmektedir), dedi.
— Rasûlullah da bilmiş mi? dedim.
— Evet (o da bilmiştir), dedi.
Ben
"Rasûlullah" sözünü söyletmek istedim ve ağladım. Bu sırada evin üst
katında okumakta olan babam Ebû Bekr benim sesimi işitti de aşağıya indi ve
anama:
— Âişe'nin nesi var? dedi.
Anam:
— Şanında zikredilen şey kendisine ulaşmış,
dedi. Bunun üzerine babamın iki gözü yaş akıttı.
— Senin üzerine yemîn
ediyorum ki, ey kızcağızım, sen muhakkak kendi evine döneceksin, dedi.
Bunun üzerine ben
(hemen evime) döndüm. And olsun Rasûlullah da benim odama girmiş ve hizmetçi
kızdan da sormuştur. Cariyem:
— Allah'a yemîn ederim
ki, ben Âişe üzerine hiçbir ayıp şey bilmiş değilim. Ancak şu var ki, o uyuyup
kalıyordu da nihayet koyun içeriye giriyor ve onun ekmeklik hamurunu yâhud
ekmeklik ma'cû-nunu yiyordu, dedi.
Cariyemin bu sözleri
üzerine Peygamber'in sahâbîlerinden bâzısı onu azarladı da:
— Ey kadın! Rasûlullah'a doğru söyle! dedi.
Hattâ sahâbîler
Berîre'ye o düşük işi açıkça söylediler. Bunun üzerine cariyem Berîre:
— Subhânallah! Allah'a
yemîn ederim ki, ben Âişe üzerine, kuyumcunun hâlis altım üzerine bilmekte
olduğu bilgiden başka birşey
bilmemişimdir, dedi.
Bu iş, kendisi
hakkında söylenilmiş olan adama da ulaştı. O da: - Subhânallahi! Allah'a yemîn
ederim ki, ben hiçbir dişi kim-
senin elbisesini asla
açmış değilim (yânî ben hayâtımda hiçbir kadınla asla cinsî münâsebet
yapmadım), demiştir.
Âişe: Ve o zât Allah
yolunda şehîd olarak öldürüldü, dedi.
Âişe-devâmla şöyle
dedi: Anamla babam hiç ayrılmadan benim yanımda sabahladılar. Nihayet mescidde
ikindi namazını kıldırmış olduğu hâlde Rasûlullah benim yanıma girdi. Sonra
anam ile babam beni sağımdan ve solumdan aralarına almış hâlde iken Rasülullah
içeriye girdi de, Allah'a hamd edip övdü. Sonra "Amma ba'du" diyerek
şunları söyledi:
— "Yâ Âişe! Eğer bir kötülük yapmış isen
yâhud nefsine zulmet mişsen Allah 'a tevbe et. Çünkü Allah, kullarından
tevbeyi kabul eder" dedi.
Âişe dedi ki: Bu
sırada Ensâr'dan bir kadın gelmiş ve kapıda oturmakta idi. Ben Rasûlullah'a:
— (Onun anlayışına göre hareminin ululuğuna
lâyık olmayan) birşeyi zikretmeye şu kadından haya etmez misin? dedim.
Rasülullah va'zmı
yaptı. Ben de babama yöneldim de:
— Rasûlullah'a cevâb ver! dedim. Babam:
— Ben ne söyleyeyim? dedi.
Bunun üzerine ben
anama yöneldim de:
— Rasûlullah'a sen cevâb ver! dedim. O da:
— Ben ne söylerim? dedi.
Eöyleçe onların ikisi
de Rasûlullah'a cevâb vermeyince, ben Şe-hâdet Kelimelerisni söyledim, Allah'a
hamd ettim ve O'nu lâyık olduğu sıfatlarla sena edip övdüm. Bundan sonra
"Amma ba'du" deyip şunları söyledim:
— Vallahi eğer ben sizlere "Ben hiçbir
günâh işlemedim" desem-Azîz ve Celîl olan Allah benim muhakkak doğru
söyleyici olduğuma şehâdet edip dururken- benim bu sözüm, sizin yanınızda bana
fayda verici değildir. Yemîn olsun sizler bu iftirayı konuşmuşsunuz ve bu sizin
kalblerinize içirilmiş. Ve eğer ben, Allah benim böyle bir iş yapmadığımı bilip
dururken, sizlere "Ben bunu yaptım" desem, . sizler muhakkak
"Âişe bu işi nefsine karşı ikrar etti" diyeceksiniz. Vallahi ben bu
vaziyette kendim için ve sizin için başka bir mesel bulamıyorum. -Tam burada
zihnimde Ya'kûb'un ismini araştırdım, fakat onu hatırlamaya muktedir olamadım.-
Ancak Yûsuf'un babasını buluyorum ki, o zaman Yûsuf un babası şöyle demişti:
"Artık bana düşen güzel bir sabırdır. Sizin şu söylediklerinize karşı,
yardımına sığınılacak olan da ancak Allah'tır" <Yûsuf:i8).
Ve tam saatinde
Rasülullah üzerine vahiy indirildi. Bizler sükût
ettik. Akabinde O'ndan
vahiy hâli kaldırıldı. Ben O'nun yüzündeki sevinci apaçık belirmiş buluyordum.
Rasülullah alnındaki terleri eliyle siliyor ve:
— "Sevin yâ Âişe! Allah senin tertemiz
olduğunu kesin surette indirmiştir" dedi.
Âişe dedi ki: Ben,
olduğumdan daha şiddetli bir şekilde öfkelenmiştim. Ebeveynim bana:
— Rasûlullah'a doğru kalk, dediler. Ben de:
— Vallahi ben ne O'ha
doğru kalkarım, ne de O'na ve size hamd ederim; lâkin ben, benim berâetimi
indirmiş olan Allah'a hamd ederim. Çünkü yemîn olsun ki, sizler o
iftirayı işittiniz de onu inkâr
etmediniz ve değiştirmediniz! dedim.
Âişe şöyle der idi:
Cahş kızı Zeyneb'e gelince, Allah onu dîni sebebiyle {yânî dîndârlığı
sebebiyle) korudu da o, hakkımda hayırdan başka birşey söylemedi. Amma onun
kizkardeşi Hamne'ye gelince, işte o, helak olanlar içinde helak oldu. O iftira
hususunda kelâm edenler ise, Mistah ile Hassan ibnu Sâbit'tir. Münafık olan
Abdullah İbnu Ubeyy İse bizzat bu İftirayı eşelemek ve yayılmasını istemek
suretiyle ortaya çıkarmakta ve toplamakta olan kimsedir, işte o, "0
zümreden günâhın büyüğünü üzerine alan", odur. Ve Hamne'dir.
Âişe dedi ki: Bu
sebebden Ebû Bekr, Mistah'ı ebeden hiçbir fayda verici şeyle
faydalandırmayacağına yemîn etti. Bunun akabinde Azîz ve Celîl olan Allah:
"Sizden fazilet ve servet sahibi olanlar, vermelerinde eksiltme
yapmasınlar... " <en-Nûr: 22) âyetini sonuna kadar indirdi. Bununla
Allah Ebû Bekr'i kasdeder. "Bolluk (yânî servet) sahibi olanlar, hısımlık
sahibi bulunanlara ve fakirlere, vermelerini eksik yapmasınlar": Bununla
da Allah, Mıstah'ı kasdeder. "Allah'ın size mağfiret etmesini arzu etmez
misiniz? Allah çok mağfiret edici, çok merhamet eyleyicidir" kavline kadar
indirdi. Nihayet Ebû Bekr:
— Evet, vallahi ey
Rabbimiz, bizler şübhesiz Sen'in bize mağfiret etmeni elbette sever, arzu
ederiz, dedi ve Mıstah'a veregeldiği nafakayı tekrar ona döndürdü [406].
"Baş örtülerini
yakalarının üstüne (orayı kapayacak surette) koysunlar" (Âyet: 3i)
Ve Ahmed ibnu Şebîb
şöyle dedi:
Bize babam Şebîb ibn
Saîd, Yûnus ibn Yezîd'den tahdîs etti. İbnu Şihâb, Urve'den; o da Aişe'den söyledi
ki, Aişe (R): Allah ilk muhacir kadınlara rahmet eylesin. Allah "Kadınlar
baş örtülerini yakalarının üstüne koysunlar" emrini indirince, o kadınlar
izâr denilen dış elbiselerini yardılar da onlarla başlarını örttüler, demiştir [407].
279-.......Bize
İbrâhîm ibnu Nâfi', el-Hasen ibn Müslim'den;
o da Safiyye bintu
Şeybe'den taridîs etti ki, Âişe (R) şöyle der idi: Şii "Kadınlar baş
örtülerini yakalarının üstüne koysunlar" âyeti indiği zaman, izârlarını
aldılar da onları etekleri yönünden yardılar ve bunlarla başlarını örttüler,
demiştir [408].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
İbn Abbâs şöyle dedi:
"Hebâen mensurun
= Saçılmış zerreler" (Âyet: 23), rüzgârın savurmakta olduğu ince
topraktır; "Rabb'ine (yânı san'atına) bir bakmadın mı? Gölgeyi nasıl uzatmıştır.
Eğer O dileseydi onu elbette durdururdu.
Sonra biz güneşi
(nasıl) ona bir delil yapmışızdır" (Âyet: 45); burada "Uzatılan
gölge", tan yerinin ağarmaya başladığı vakit ile güneşin doğması arasında
uzayan ve yayılan gölgedir (ki, bu en hoş bir manzaradır); "Sâkinen'%
"Devamlı duran"; "Sümme cealnâ Jş-şemse aleyhi delîlen = Sonra
biz güneşin doğuşunu, gölgenin meydana gelmesine bir delîl yapmışızdır" [409].
"O, iyice düşünüp
ibret almak arzusunda bulunanlar, yâhud şükretmek isteyenler için gece ile
gündüzü birbiri
ardınca
getirendir" (Âyet: 62); buradaki "Hılfeten", "Birbiri
ardınca" demektir, geceleyin kendisinden bir amel kaçmış olan kimse ona
gündüzleyin erişir, yâhud gündüzleyin bir ameli kaçmış olan kimse ona geceleyin
erişir (telâfî eder).
el-Hasen el-Basrî de
"Ey Rabb'imiz, bize zevcelerimizden ve nesillerimizden gözlerimizin
sevinci olarak (iyi insanlar) ihsan et, bize takva sahihlerini önder kıl"
(Âyet: 74) kavli hakkında: Bu, "Bize Allah'a itaat yolunda bulunan
zevceler ve nesiller ver" demektir. Mü'minin gözünü, sevdiğini Allah'a
tâat yolunda görmesinden daha fazla sevindirecek birşey yoktur, demiştir.
İbn Abbâs:
"Subûren" -"Helâken"- (Âyet: 12-13), "Veylen"
ma'nâsınadır, dedi. İbn Abbâs'tan başkası: "es-Saîr = Çılgın ateş"
(Âyet: ııj müzekkerdir. "Tasa'ur" ve "Ittırâm"ın ma'nâsı
"Şiddetle yanmak"tır.
' 'Bu âyetler, onun
başkasına yazdırıp da kendisine sabah akşam okunmakta olan evvelkilere âid masallardır,
dediler" (Âyet. 5); buradaki "Tumlâ aleyhi" sözü
"Emleytu" ve "Emleltu" tabirlerinden olup "Kendisine
okunmakta olan" ma'nâsınadır. "erRessu", "Ma'den"
ma'nâsınadır; bunun cem'i "Risâs" gelir (Âyet: 38). "Mâ.ye'beu
bikum Rabbî" (Âyet: 77), "Rabb'im size değer vermezdi"; "Mâ
abe'tu bihi şey'en" denilir ki "Ben ona birşey değeri vermedim",
yânî "O sayılmaz, i'tibâr edilmezdir" demektir.
"Inne azâbehû
kâne garâmen = Gerçek onun azabı daimî bir helaktir" (Âyet: 65); bu
"Garâmen", "Helak" ma'nâsınadır.
"Fe atev"
(Âyet: 20, "Tağav", yânî "Azgınlıkta sınırı aştılar"
demektir.
Sufyân ibn Uyeyne de
"Âd kavmine gelince, onlar da uğultulu azgın bir fırtına ile helak
edildiler" (ei-Hâkkaa: 6) kavlindeki "Âtiyetin", hâzinleri
üzerine şiddetle esen, böylece ölçüsüz ve tartısız çıkan şiddetli rüzgârdır [410].
' O yüzleri üstü
cehenneme sürülüp toplanacaklar, onların yeri çok kötü, yolu çok sapıktır"
(Âyet: 34)
280-.......
Enes ibn Mâlik şöyle tahdîs etmiştir: Bir adam:
— Ey Allah'ın
Peygamberi! Kâfir, kıyamet gününde yüzüstü nasıl haşrolunur? diye sordu.
Peygamber (S):
— "Dünyâda onu
iki ayağı üzerinde yürüten Allah, kıyamet gününde yüzüstü yürütmeye kudretli
değil midir?" diye cevâb verdi.
Bu hadîsin râvîsi
Katâde: Evet Rabb'imizin izzetine yemîn ederim ki, O buna elbette kaadirdir,
dedi [411].
'Onlar ki, Allah'ın
yanına başka bir tanrı daha (katıp) tapmazlar. Allah'ın haram kıldığı cana
haksız yere kıymazlar, zina etmezler. Kim bunları yaparsa cezaya Çarpar"
(Âyet: 68).
281-.......Buradaki
iki senedle gelen hadîste Abdullah ibn Mes'ûd (R) şöyle demiştir: Ben
Rasûlullah'a sordum -yâhud Rasûlullah'a şöyle soruldu-:
— Allah katında hangi günâh en büyüktür? dedim.
Rasûlullah (S):
— "Seni Allah yaratmış olduğu hâlde Allah
'a bir benzer uydur-mandır" buyurdu.
— Sonra hangi (günâh büyüktür)? diye sordum.
Rasûlullah:
— "Seninle beraber yemek yemesinden
korkarak çocuğunu öldünnendir" buyurdu.
— Bundan sonra hangisi (büyüktür)? dedim.
Rasûlullah:
— "Komşunun halîiesiyîe (yânı zevcesiyle)
zina etmendir'' buyurdu.
İbn Mes'ûd dedi ki:
Rasûlullah'ın bu cevâblarını tasdik edici olarak şu âyet indi: *'Onlar ki Allah
'in yanına başka bir tanrı daha (katıp) tapmazlar. Allah'ın haram kıldığı nefsi
haksız yere öldürmezler, zina etmezler. Kim bunları yaparsa cezaya çarpar"
[412].
282-.......
Abdulmelik ibnu Cureyc şöyle demiştir: Bana el-Kaasım ibnu Ebî Bezzete haber
verdi ki, kendisi Saîd ibnu Cubeyr'e:
— Kasdederek bir
mü'mini öldüren kimse için tevbe var mıdır? diye sorup, akabinde ona karşı
"Allah'ın haram kıldığı cam haksız olarak öldürmezler" âyetini
okudum, demiş.
Saîd ibn Cubeyr de
ona:
— Senin bu âyeti bana karşı okuduğun gibi, bunu
İbn Abbâs'a karşı okudum. İbn Abbâs bana şöyle dedi: Bu âyet Mekkiyye'dir.
Bunu, Medine devrinde inmiş olan en-Nisâ Sûresi'ndeki şu âyet neshetmiş-tir: *
'Kim bir mü 'mini kasden öldürürse cezası, içinde ebedî kalıcı olmak üzere
cehennemdir. Allah ona gadâb etmiştir, ona la 'net etmiştir ve ona çok büyük
bir azâb hazırlamıştır" <Âyet:93) [413].
283-.......Saîd
ibn Cubeyr şöyle demiştir: Küfe ehli kasden bir mü'minin öldürülmesinde (bundan
tevbe kabul edilir mi hususunda) ihtilâf ettiler. Ben bu konuda İbn Abbâs'a
sormaya gittim (ve sordum). İbn Abbâs:
— Bu, "Kim bir mü
'mini kasden öldürürse cezası, içinde ebedî kalmak üzere cehennemdir..."
âyeti, en son inen vahiyler içindedir ve bunu hiçbirşey neshetmemiştir, dedi [414].
284-.......
Saîd ibn Cubeyr dedi ki: Ben İbn Abbâs'a:
— Yüce Allah'ın
"Onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere cehennemdir" kavlinden
sordum.
İbn Abbâs:
— Kasden insan öldürenin tevbesi yoktur, dedi.
Ben ona, zikri celîl
olan Allah'ın sonuna kadar "Allah'ın beraberine başka bir tanrı katıp
tapmazlar..." kavlini sordum. İbn Abbâs:
— Bu âyet, Câhiliyet devri (müşrikleri)
hakkındadır, dedi [415].
"Kıyamet günü de
azabı katmerleşir ve o azabın içinde hor ve hakir ebedî kalır" (Âyet: 69).
285-.......Saîd
ibnu Cubeyr şöyle dedi: İbnu Ebzâ dedi ki: İbn Abbâs'a "Kim bir
mü'minikasden öldürürse onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere cehennemdir'1''
(en-Nisâ:93) kavli soruldu. Bir de "Allah 'in haram kıldığı canı haksız
olarak öldürmezler... Meğer ki tevbe edip iyi amelde bulunan kimseler ola"
kavline kadar ulaşıp bundan da soruldu (yânî bundan da sor denildi). Ben
bunları İbn Abbâs'a sordum. İbn Abbâs dedi ki:
— Bu âyet indiği zaman
Mekke ahâlîsi: Hakîkaten bizler Allah'a denk uydurup ortak kıldık, Allah'ın
haram kıldığı canı haksız olarak öldürdük ve çirkin işler yaptık, dediler.
Allah akabinde "Meğer ki şirkten tevbe edip îmân eden, iyi amelde bulunan
kimseler ola. İşte Allah bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok
mağfiret edici, çok merhamet eyleyicidir" (Âyet:70) kavlini indirdi.
'(Şirkten) tevbe edip
îmân eden ve iyi amelde bulunan kimseler müstesnadır. İşte Allah bunların
kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok mağfiret edici, çok merhamet
eyleyicidir *' (Âyet: 70).
286-.......
Saîd ibn Cubeyr şöyle demiştir: Abdurrahmân ibnu Ebzâ bana, şu iki âyeti İbn
Abbâs'tan sormamı emretti: "Kim bir mü 'mini kasden öldürürse onun cezası,
içinde devamlı kalmak üzere cehennemdir" (en-Nisâ:93). Ben bu âyeti İbn
Abbâs'a sordum. İbn Abbâs:
— Bu âyeti hiçbirşey neshetmedi, dedi.
"Onlar ki, Allah
'in yanına başka bir tanrı daha (katıp) tapmazlar..." (d-Furkaan:68); ben
bunu da sordum. İbn Abbâs:
— Bu, şirk ehli hakkında indi, dedi [416].
'(Bu tekzibinizden
dolayı size) artık yakın bir azâb lâzım oluyor" (Âyet: 77).
"Lizâmen",
"Heleketen" demektir.
287.......
Bize Müslim ibn Sabîh tahdîs etti ki, Mesrûk söyle demiştir: Abdullah ibnu
Mes'Ûd (R) şöyle dedi: Beş alâmet vâki' olup geçmiştir: ed-Duhân:10; eI-Kamer:l-2; er-Rûm:l-2, el-Batşe
(ed Duhâni6) ye "Artık yakın bir azâb lâzım oluyor"
(ci-Furkaan:77) kavlindeki "Lizam" [417]
Rahman ve Rahim olan
Allah 'in ismiyle
Mucâhid: "Siz her
yüksek yerde bir alâmet bina edip eğlenir misiniz" (Âyet: 128) kavimdeki
"Te'besûn{ = Abesle uğraşır mısınız)?", "Bina eder
misiniz?" demektir, dedi.
"Siz burada emîn
emîn bırakılacak mısınız? Bağların, pınarların içinde, ekinlerin ve
tomurcukların nâzik, yumuşak hurma ağaçlarının içinde" (Âyet: 146-149) kavlindeki
"Hedîm", dokunulduğu zaman kırılıp ufalanan Iatîf şey ma'nâsınadır.
"Mine'l-musahharin", "Mine'l-meshûrîn" (yânî
büyülenmişlerdensin) (Âyet. 153)
ma'nâsınadır.
"Leyke"ve
"el-Eyke", "Eyketun"un cem'idir; "Eyke" de
"Ağaçlardın cem'idir ki, "Orman" demek olur (Âyet: 176) [418].
' 'Hulâsa onu tekzîb
ettiler de kendilerini o gölge gününün azabı yakalayıverdu Hakikat bu, o günün büyük
azabı idi7' (Âyet: is9>.
"YevzmVz-zulle",
Azabın onları gölgelemesidir [419].
"Mevzûnin",
"Ma'lûmin" (yânî "Bilinmiş") ma'nâsınadır (ei-Hicn 19).
*'Mûsâ'ya: 'Asanı
denize vur' diye vahyettik. (Vurunca) derhâl deniz yarıldı, herbir parçası
kocaman dağ gibi oldu" (Âyet: 63>; buradaki "Tavd", "Cebel" (yânî "Dağ") ma'nâsınadır
[420].
"Şübhesiz bunlar
azar azar birer cemâattir" (Âyet. 54); buradaki "eş-Şirzimetu",
"Tâifetun kalîletun" (yânî "Az bir cemâat") demektir.
Ki o kıyam ettiğin
vakit seni ve secde edenler içindeki dolaşmanı dâima görendir" (Âyet.
218H9); buradaki "Fî'ssâcidîn'% "Namaz kılanlar içinde"
ma'nâsinadır.
İbn Abbâs şöyle dedi:
' 'Siz her yüksek
yerde bir alâmet bina edip eğlenir misiniz? Ebedî kalacağınızı umarak yer
altında su mahzenleri edinir misiniz?" (Âyet: 128-129); buradaki
ı'er-Rey'u", "Eyfâ" yânî "Arz'dan olan
yükseklik"ma'nâsınadır; "er-Rey'atu", "Riyeatu"nun
vahidi, yânî tekilidir. "Masâm'(= Masna'lar)", içinde su edinilen her
bina masnaa'dır.
"Dağlardan
şımarık şımarık evler yontuyordunuz" (Âyet:149); buradaki
"Ferinin", "Merihîn", "Fârihîn"; hepsi
bir ma'nâyadır.
"Fârihin", (yontucuların hâli olup) maharetli ustalar ma'nâsınadır,
deniliyor.
"Velâ te'sev
fVl-ardı müfsidîn= Yeryüzünde fesâdçılar olarak bozgunculuk etmeyin"
(Âyet: ıs3); "Velâ te'sev",
"Ase, Yeîsu,
Aysen" babından olup, "Fesadın en şiddetlisi" ma'nâsınadır.
"Sizi ve evvelki
ümmetleri yaratan(Allah)dan korkun" (Âyet: 184), buradaki
"el-Cibille", "Halk" ma'nâsınadır. "Cubile",
"Hulika" (yânî "Yaratıldı") demektir. (Yâsîn: 62'deki)
"Cubulen" de bu bâbdandır. "Cubulen, Cibilen ve Cublen",
"Halk" ma'nâsınadır. Buradaki "Cubulen" ile
"Halk"ı, "Yarattı" ma'nâsını kasdediyor. Bu ma'nâyı İbn
Abbâs söyledi.
288 "Ve
^râhîm ibnu Tahmân (öl. 160), İbnu Ebî Zı'b'den- o da Saıd ibnu Ebî Saîd
el-Makbûrî'den; o da babası Ebû Saîd Key san dan; o da Ebû Hureyre(R)'den
söyledi ki, Peygamber (S) söyle .buyurmuştur: ''
289-......".
Bize kardeşim Abdulhamîd, İbnu Ebî Zı'b'den; o da Saîd el-Makbûrî'den; o da Ebû
Hureyre(R)'den tahdîs etti ki, Peygamber (S) şöyle buyurmuştur: "İbrâhîm
(kıyamet gününde yüzü toz içinde) babasına kavuşacak da: Yâ Rabbt Sen bana
insanlar diriltile-cekleri gün beni zelîl ve rüsvây etmeyeceğini va'd etmiştin,
diyecek. Allah da: Ben cenneti kâfirlere haram kılmışımdır, buyuracak" [423].
'Sen (îlkin) en yakın
hısımlarını inzâr et. Mü yminlerden sana tâbi* olanlara kanadını indir (yanını
yumuşat)"
(Âyet: 2!3-2!4)
290-.......
İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: "Sen en yakın hısımlarını inzâr et'"
âyeti indiği zaman Peygamber (S) Safa Tepesi üzerine çıkıp yükseldi de:
— "Ey Fıhr oğulları! Ey Adiyy
oğulları!" diye bütün Kureyş soylarını oymak oymak nida etmeye başladı.
Nihayet çağrılanlar
oraya toplandılar. Çağrılanlardan herhan-gibiri oraya çıkmaya muktedir olmadığı
zaman, toplantıda ne olacağına bakması için bir elçi göndermiştir. Kureyş'Ie
beraber Ebû Leheb de geldi. Peygamber bu topluluğa hitaben:
— "(Ey Kureyş!) Haydi bana re'yinizi haber
veriniz! Ben size şu vâdfde birtakım düşman süvarileri vardır, sizin üzerinize
baskın yapmak istiyorlar diye haber versem, bana inanır mısınız?" dedi.
Topluluk:
— Evet inanırız. Biz
senin üzerinde yaptığımız her tecrübede, senin doğru sözl'i olduğunu tesbît
ettik, dediler.
Peygamber: ,
— '-'Öyleyse ben size, şiddetli bir azabın
önünde sizleri uyarıp sakındırıcıyim..." dedi.
Bu hitabe üzerine Ebû
Leheb:
— Yazık sana! Bundan
sonraki günlerde hüsrana, zarara uğra-yasın! Bizleri bu konuşma için mi burada
topladın? dedi.
Bu sözleri üzerine şu
sûre indi: "BismVllâhVr-rahmânVr-rahîm. Ehû Leheb'in iki eli kurusun.
Kendisi de kurudu (helak oldu). Ona ne malı, ne kazandığı faide vermedi...
" (Ebü Leheb Sûresi: ı-5) [424].
291-.......ez-Zuhrî
şöyle demiştir: Bana Saîd ibnu'l-Müseyyeb ile Ebû Seleme ibnu Abdirrahmân haber
verdiler ki, Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Allah: "Sen en yakın
hısımlarına azabı haber verip uyar" âyetini indirdiği zaman Rasülullah (S)
ayağa kalktı da şöyle hitâb etti:
— "Ey Kureyş
topluluğu! (Yâhud buna benzer bir hitâb kelimesiyle.) Müslüman olup
nefislerinizi Allah'ın azabından satın alınız. Ben Allah'ın azabından
hiçbirşeyisizden men'edemem. Ey Abde Menâf oğulları! Sizden de ben Allah'ın
azabından hiçbirşeyi def' ede-. mem! Ey Abbâs ibne Abdilmutt
Bu hadîsi rivayet
etmekte Buhârî'nin şeyhi Ebû'l-Yemân'a Es-bağ ibnu'l-Ferec mutâbaat etmiştir.
Buhârî'nin diğer üstadı Esbağ da Abdullah ibn Vehb'den; o da Yûnus ibnu Yezîd
el-Eylî'den; o da İbnu Şihâb ez-Zuhrî'den olmak üzere rivayet etmiştir [425].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
"el-Hab'u"
(Âyet: 25), "Gizlediğin herşey" ma'nâsınadır. "Lâ kıbele" (Âyet:
37),
"Lâ takate"
ma'nâsınadir.
' 'Ona denildi ki:
Köşke gir. Kadın onu görünce derin bir su sandı, iki ayağını açtı.
Kadın: Ey Rabb 'im,
hakikat ben kendime yazık etmişim.
Allah'a teslim oldum,
dedi" (Âyet: 44); buradaki "es- Sarh", sırçalardan edinilmiş
olup duvar ve saha sıvamaya yarayan her hare ve her şeffaf çamurdur.
Bir de'
"es-Sarh", "Köşk" ma'nâsınadır. Bunun cem'i
"Surûh"tur [426].
İbn Abbâs şöyle dedi:
"Hakikat orada
bir kadını onlara hükümdarlık eder buldum. Kendisine herşey verilmiştir. Onun
bir de çok büyük bir tahtı vardır" (Âyet: 23); buradaki "Ve lehâ arşun",
"Güzel san'ath, değeri pek pahalı büyük bir tahtı vardı" demektir [427].
"
buradaki
"Redife", "Yakın oldu" ma'nâsınadır. "Sen dağları
görür, onları yerinde durur sanırsın. Hâlbuki onlar bulut geçer gibi geçer
gider. Bu herşeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır..." (Âyet: 88); buradaki
"Câmideten", "Yerinde durucu" rha'nâsınadır [428].
"Ey RabbHm, bana
ve ana-babama lütfettiğin nV
olacağın iyi işler yapmamı
bana ilham et. Rah
"EvzVnî",
"Beni alıştırıp nefsim üzerine hâkim kıl da bendeki ni'
Mucâhid de şöyle dedi:
"Nekkırû lehâ arşehâ" (Âyet: 4i), "Onun tahtını başkalaştırıp
bilinmez şekle getirin" (Âyet: 4i) demektir. "Ve ûtînâ 1-ilme min
kablihâ - Ve bize o kadından önce ilim verilmişti ve biz müslümân
olmuştuk" (Âyet: 42)
Mucâhid: Bu sözü
Rahman ve Rahîm olan
Allah'm ismiyle
"Allah ile
birlikte diğer bir tanrı daha edinip tapma. O 'ndan başka hiçbir tanrı yok. O
ynun vechinden başka herşey helak olucudur. Hüküm O ynundur ve siz ancak O'na
döndürüleceksiniz" (Âyet: ss). Buradaki "İllâ vehehu",
"İllâ mulkehu" ma'nâsınadır. "İllâ" istisnâsıyle Allah'ın
yüzü murâd edildi de denilir [430].
Ve Mucâhid: "Fe
amiyet aleyhim el-enbâu yevmeizin = Artık o gün
onlara karşı bütün
haberler kör olmuştur. Artık birbirlerine de birşey soramazlar" (Âyet:
66); buradaki "c Enbâu{- Haberler)", "Hüccetler"
ma'nâsınadır, demiştir [431].
"Hakikat sen her
sevdiğini hidâyete erdiremezsin. Fakat Allah'tır ki kimi dilerse ona hidâyet
verir ve O, hidâyete
erecekleri daha iyi
bilendir" (Âyet: 56).
292-.......ez-Zuhrî
şöyle demiştir: Bana Saîd ibnu'I-Müseyyeb haber verdi ki, babası el-Müseyyeb
ibn Hazn (R) şöyle demiştir: Ebû Tâlib'e ölüm (alâmetleri) geldiği zaman ona
Rasûlullah (S) geldi. Ve amcasının yanında Ebû Cehl ibn Hişâm ile Abdullah ibn
Ebî Umey-ye ibni'l-Mugîre'yi buldu. Rasûlullah, Ebû Tâlib'e:
— "Ey amca! La
ilahe illellâh kelimesini söyle de bununla Allah katında senin lehine şefaat
için hüccet getireyim" dedi.
Bunun üzerine Ebû Cehl
ile Abdullah ibnu Ebî Umeyye:
— (Yâ Ebâ Tâlib!)
Abdulmutt
Rasûlullah da amcasına
Tevhîd Kelimesi'ni arza devam ediyordu. O ikisi de devamlı olarak o
söyledikleri makaaleyi, yânî sözü tekrar ediyorlardı. Nihayet Ebû Tâlib bunlara
karşı söylediği son söz olarak:
— O (yânî ben)
Abdulmutt
Râvî dedi ki:
Rasûlullah:
— "Yemîn ederim ki, ben hakkında mağfiret
dilemekten neh-yolunmadıkça muhakkak Allah'tan senin için mağfiret
isteyeceğim" dedi.
Bunun üzerine Allah:
"Müşriklerin, o çılgın ateşin yaranı oldukları muhakkak meydana çıktıktan
sonra artık onların lehine, velev hısım olsunlar, ne Peygamber İn, ne de mü
'min olanların mağfiret istemeleri doğru değildir" (et-Tevbe: ii3) âyetini
indirdi. Yine Allah Ebû Tâlib hakkında indirdi de Rasûlü'ne hitaben şöyle
buyurdu: "Hakikat sen her sevdiğini hidâyete erdiremezsin. Fakat Allah
'tır ki, kimi dilerse ona hidâyet verir ve O, hidâyete erecekleri daha iyi
bilendir" (Âyet:56) [432].
İbn Abbâs şöyle dedi [433]:
"Hakîkaten Kaarûn, Musa'nın kavminden idi. Fakat onlara karşı serkeşlik
ettL Biz ona öyle hazîneler verdik ki, anahtarlarım taşımak bile) güçlü
kuvvetli büyük bir cemâate ağır geliyordu. O vakit kavmi ona: 'Şımarma, çünkü
Allah şı-manklan sevmez'demişti"(Âyçt.76). Buradaki
"Ulû'l-kuvvet(~Kuvvet sâhibleri)'» "Erkeklerden oluşan kuvvet sahibi
bir cemâat onun anahtarlarım kaldırmaz" ma'nâsınadır.
"Le-tenûu" da "Anahtarlar o cemâate elbette ağır basar"
demektir.
"Mûsâ 'nın anası,
yüreği çocuğundan başka herşeyden bomboş olarak sabahladı. Eğer (Allah'ın
va'dine) inananlardan olması için kalbine rabıta vermeseydik az daha onu
açıklayacaktı" (Âyet:io).
"el-Ferihîn",
(Âyet: 76) "el-Merihîn", yânî "Şımarıkları sevmez"
demektir. "Anası Musa'nın kızkardeşine dedi ki: 'Onun izini ta'kîb
et" (Âyet:ii) yânî "Onun haberini öğrenip bildirmem için izinin arkasından
git, dedi". Bazen bu "el-Kasas" fiili, bir sözü kıssa etmek,
nakletmek, anlatmak ma'nâsına olur: "Biz sana bu Kur 'ân h (bu sûreyi)
vahyetmek suretiyle en güzel beyânı kıssa olarak sana anlatacağız. Hâlbuki sen
daha evvel bundan elbet haberdâr olmayanlardandın'' (Yûsuf:3) âyetinde olduğu
gibi.
"Mûsâ 'nın
kızkardeşi de, berikiler farkında olmayarak onu uzaktan gözetledi"
(Âyet:ii); buradaki "An cunübin", "An bu'din" yânî
"Uzaktan" ma'nâsınadır. "An cenabetin" ve "An
ictinâbin" ta'-bîrleri de yine bir şey olup, aynı ma'nâyadır.
"Derken Mûsâ
ikisinin de düşmanı olan birini yakalamak isteyince..." (Âyet:i9);
buradaki "Yebtışu" vt "Yebtuşu" fiilleri, sülâsî ikinci ve
birinci bâblardan olup sıkı ve sert şekilde arslan yakalayışı gibi yakalama
ma'nâsınadır.
"Şehrin öte
başından koşarak bir adam geldi. Mûsâ: Memleketin önde gelenleri seni öldürmek
için (toplandılar) hakkında müzâkere ediyorlar. Hemen buradan çık git.
Şübhesiz ki, ben sana hayır isteyicilerdenim, dedi. " (Âyet:20), buradaki
"Ye'temirûne", "İstişare ediyorlar" demektir.
"eUUdvân"
(hyzv.2%), "el-Adâu", "et-Teaddî" hepsi bir olup
"Hakkı tecâvüz etmek" ma'nâsınachr.
"Ânese",
"Absara", yânî "Gördü"; "el-Cezvetin minel-nâri"
(Âyet: 29),
"Ateşten bir parça" ma'nâsınadır.
"el-Cezvetu",
kendisinde alev bulunmayan ateşli odundan kalın bir parçadır.
"Şihâb" (en-Nemi: 7) ise, kendisinde alev bulunan ateştir. Yılanlar
birçok cinstir: "el-Cânnu" (Âyer.31), "el-Efâî",
"el-Esâ-vid"... gibi
"Rıd'en"
(Âyet:34), "Yardım edici olarak"; İbn Abbâs: "Beni tasdîk edip
doğrulayacak bir yardımcı olarak" şeklinde fiili merfû' okuyup söyledi.
İbn Abbâs'tan başkası
da şöyle dedi: "Seneşuddu adudeke bi~ ahîke = Senin pazunu kardeşinle
şiddetlendirip kuvvetlendireceğiz"
(Âyet:35) buradaki
"Se-nesudduke", "Sana yardım edeceğiz" demektir. Bir şeyi
kuvvetlendirdiğin zaman muhakkak sen onu takviye edecek bir pazu yapmış
olursun.
"Biz onları
(dünyâda insanları) ateşe da'vet edegelen rehberler yaptık. Kıyamet gününde ise
asla yardıma kavuşturulmayacaklar dır. Bununla beraber bu dünyâda biz onların
arkalarına la 'net de taktık. Kıyamet gününde onlar çok kötülenmiş
olanlardır" (Âyet:4i-42); buradaki "Mine'l-makbûhîn",
"Helak edilmişlerdendirler" ma'nâsınadır.
"And olsun ki,
biz onlar için nasihat kabul etsinler diye sözü birbiri ardınca ekleyip
(indirip) durmuşuzdur" (Âyet:5i); buradaki "Ve le-kad vassalnâ
1-kavle = Yemin olsun biz sözü ekleyip durduk", "Ye-
mîn olsun biz sözü
beyân ettik ve tamamladık" ma'nâsınadır.
"... Biz onları
tarafımızdan bir nzık olarak her şeyin mahsûllerinin gelip toplanacağı
korkusuz bir haremde yerleştirmedik mi?"
(Âyet:57); buradaki
"Yucbâ", "Yuclebu" yânî "Celb edilip toplanır"
ma'nâsınadır.
"Biz bol geçimi
ile şımarmış nice memleketleri helak ettik" (Âyet:58); buradaki
liBatırat'\ "Eşiret( = Çok sevindi, taşkınlık etti, azdı)" ma'nâsınadır.
"Senin Rabb'in
memleketlerin ana merkezlerine, karşılarında âyetlerimizi okuyacak bir rasûl
gönderinceye kadar o memleketleri helak edici değildir ve biz ahâlîsi zâlim
olan memleketlerden başkasını helak edici değiliz" (Âyet: 59). Buradaki
"Ummihâ", "Memleketlerin ana merkezi: Mekke ve etrafında
bulunanlar"dir.
"Göğüsleri neler
saklıyorsa, neleri de açıklıyorsa Rabb'in hepsini bilir"(Âyet:69);
buradaki "Tekinnu", "Tuhfî(=: Gizliyor)" ma'-nâsınadir.
"Eknentu'ş-şey'e", "Onu gizledim", "Kenentuhû" ise
"Onu gizledim ve onu açığa çıkardım" demek olup zıd ma'nâlı fiillerdendir.
"Veykeenne'llâhe", "Elem tereenne'llâhe..."gibidir:
"Vay demek ki, Allah kullarından kimi dilerse onun rızkını yayıyor, daraltıyor...
", yânı "Ona rızkını bollatiyor ve daraltıyor...". "Vay demek
ki hakikat şudur: Kâfirler asla felah bulmayacaklar" (Âyet: 82).
293-.......Bize
Sufyân ibnu Dînâr el-Usfurî, (İbn Abbâs'ın kölesi) İkrime'den tahdîs etti ki,
İbn Abbâs: "Le râdduke ilâ maâd"\ "O seni muhakkak Mekke'ye
döndürecektir" şeklinde tefsir etmiştir [434].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
Mucâhid, "Uyanık
insanlar oldukları hâlde şeytân onların amellerini süsleyip, kendilerini yoldan
saptırmıştır" (Âyet: 38), yânî onları dâller, sapıklar yaptı, demiştir.
"Bu dünyâ hayâtı
bir eğlenceden, bir oyundan başka birşey değildir. Âhiret yurdu ise şübhe yok
ki, o hayâtın tâ kendisidir; bunu bilmiş olsalardı" (Âyet: 64); buradaki "Hayavân"
ve "Hayy" bir ma'nâya olup "Dirilik" demektir.
Mucâhid'den başkası da
şöyle dedi:
"And olsun biz
onlardan evvelkileri de imtihan etmişizdir. Allah elbette sâdık olanları bilir,
elbette yalancı olanları bilir" (Âyet: 3); "Allah îmân edenleri de elbet
bilir, münafıkları da elbet bilir", (Âyet: id; bu âyetlerdeki
"Fe-le-yaHemenneHlâhu", "Allah bunu bildi" demektir. Bu
ta'bîr, "Ki Allah murdarı temizden ayırdetsin..." (ei-Enfâi: 37)
kavli gibi, "Fe-li-yemizellâhu", "Allah elbette temyiz
edecek" menzilindedir [435].
"Onlar herhalde
kendi yüklerini de, o yükleriyle beraber daha nice yükleri de bizzat
yüklenecekler ve düzmekte
oldukları şeylerden
kıyamet günü sorumlu olacaklardır" (Ayet: 13). Buradaki "Onlar
herhalde kendi ağırlıklarıyle beraber birtakım ağırlıkları da
yüklenecekler" sözü, "Kendi günâhlanyle beraber daha birtakım
günâhları da yüklenecekler" sözüyle bir ma'nâyadır [436].
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
"İnsanların mallarında
artış olsun diye faiz cinsinden verdiğiniz şey, Allah katında artmaz. Allah'ın
rızâsını dileyerek verdiğiniz zekât ise, işte sevâblarını kat kat artıranlar
onlardır" (Âyet: 39).
"Allah katında
artmaz"; bu, ondan daha fazlasını arayarak bir atıyye veren kimse için (bu
niyetle verdiği) atıyyede âhiret ecri yoktur, demektir.
Mucâhid şöyle dedi:
"Artık îmân edip
de güzel güzel amellerde bulunanlar; işte onlar bir bahçede (yaşayıp) sevinçli
olurlar" (Âyet: 15);
buradaki
"Yuhberûn", "Yuna'amûn" yânî "Ni'metlendirilirler,
refahlı kılınırlar" demektir.
"Kim küfrederse,
küfrü kendi aleyhinedir. Kim de iyi bir amelde bulunursa, kendileri için
hazırlamış olurlar"
(Âyet: 44); buradaki
"Yemhedûn" "Yatacak yerlerini dümdüz ederler" (yânî
kabirlerde yâhud cennette yatacak yerlerini düzeltip hazırlarlar) dernektir,
"el- Vedk" (Âyet: 48)
"Yağmur"
ma'nâsınadir. İbn Abbâs, "O, size kendi nefislerinizden bir temsil getirdi;
Sizi rızıklandırdığımız şeylerde sağ elinizin mâlik olduğu kölelerden
ortaklarınız olmasını ister de bu hususta siz onlarla müsavi olur, onları
kendinizi saydığınız gibi sayar mısınız? İşte biz âyetleri, aklını kullanacak
bir kavim için böyle açıklarız" (Âyet: 28); bu âyet, Allah'tan başka
tapmakta oldukları ilâhlar ve Yüce Allah hakkında indi, demiştir. Neft'
ma'nâsına olan sorunun cevâbı "Siz onda müsavi olur musunuz?" cümlesidir.
Ey efendiler, sizler memlûklerinizden, sizin birbirinize mîrâsçı oluşunuz gibi,
onların size mîrâsçı olacaklarından korkarsınız. (Bundan murad üç şeyin de
nefyidir: Ortaklığın, müsâvîliğin ve efendilerin kölelerinden korkmalarının
nefyidir.) [437]
"Allah'ın reddine
asla imkân bulunmayan o gün gelmezden evvel -ki o gün (bütün insanlar) bölük
bölük ayrılacaklardır- yüzünü haydi o dosdoğru dîne çevir" (Âyet: 43).
Buradaki "Yasaddaûn" "Yeteferrakûn( - Ayrılacaklar)"
ma'nâsınadır ki, bir bölüğü cennette, bir bölüğü cehennemde olacak, demektir.
"Fasdâ' bimâ
tu'mer" (ei-Hıcr: 94), "Şimdi sen ne ile emrolunduysan apaçık
bildir..."; buradaki "Isda"\
"Ifrık" ve
"Emdi" ("Açıkla, i'lân et, yürüt, yerine getir, infaz
eyle") ma'nâsınadır.
İbn Abbas'tan başkası:
"Allah sizi bir
zaftan yaratan, sonra diğer bir za'fın ardından kuvvet veren, sonra kuvvetin
arkasından da yine za fa ve ihtiyarlığa getirendir. O, ne dilerse yaratır, O
hakkıyle bilendir, kemâliyle kaadirdir" (Âyet: 54); buradaki
"Duf" ve "DaJ" kelimeleri, bir ma'nâya gelen iki lügattir,
dedi.
Ve Mucâhid:
"Sonra kötülük
eden(ümmet)lerin akıbeti ateş oldu. Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini
yalanlamışlardı ve onları
eğlenceye
alıyorlardı" (Âyet: ıo>; buradaki "es-Sûâ", kötülük
yapanların cezası olan "İsâef'tir, dedi.
294-.......
Mesrûk şöyle demiştir: Bir adam (Kûfe'nin) Kinde mevkiinde [438]
hadîs söylerken (Kur'ân'da zikredilen Duhân (Âyet:iO) hakkında):
— Kıyamet günü bir
duman gelecek de kâfirlerin, münafıkların kulaklarını sağır, gözlerini kör
edecek, mü'minlere de yalnız nezle hastalığı şeklinde te'sîr edecek, dedi.
Biz bu sözden korktuk
da hemen İbn Mes'ûd'a geldik. İbn Mes'~ ûd birşeye yaslanır hâlde istirahat
ediyordu. Bu sözü işitince öfkelendi, hemen toparlanıp oturdu ve:
— Kişi bildiğini
söylesin, bilmediği şey hakkında da "Allah en bilendir" desin! Çünkü
insanın bilmediği birşey hakkında "Bilmiyorum" demesi de ilimden bir
nevi'dir [439]. Çünkü Allah, kendi
Pey-gamberi'ne: "De ki: Ben, buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum ve
ben size kendiliğimden (birşey) teklif edenlerden de değilim" (Sâd: 86)
buyurmuştur (ve bununla hasımlarına karşı tebliğlerinde samimî olduğunu
söylemesini emretmiştir).
(Duman mes'elesine
gelince, bu, dünyâda cereyan etmiştir. Bu, Kureyş'e âid bir vak'adır;
Kindeli'nin sandığı gibi kıyamete âid değildir.) Şöyle ki: Kureyş müşrikleri
İslâm Dîni'ni kabulde ağır davranıp geri kaldılar, bunun üzerine Peygamber
(S):
— "Yâ Allah! Yûsuf Peygamber'in kavmi
aleyhine verdiğin yedi kıtlık yılı gibi, Kureyş'e de yedi yıl (yokluk azabı)
vererek bana yardım et!" diye duâ etti.
Bu beddua üzerine
Kureyş'i şiddetli bir kıtlık yakaladı. O derecede ki, birçokları bu kıtlık
içinde açlıktan helak oldu. Ölü etleri ve kemikleri yediler. Aç olan kişi yerle
gök arasındaki hava tabakasını (göz zayıflığından, kuraklığın dehşetli
sisinden) duman şekli gibi görüyordu. Bu çok ciddî ve şiddetli hâl üzerine
Kureyş başkanlarından Ebû Sufyân, Peygamber'e geldi de:
— Yâ Muhammed, sen
bize geldin ve hısımlarla ilgilenmeyi emrediyorsun. Kavmin ise açlıktan helak
oldular. Artık onlar için duâ et, dedi.
(Peygamber'in duâsıyle
kıtlık kalktı.)
îbn Mes'ûd bu sözlerin
ardından şu âyetleri okudu: "O hâlde semânın apâşikâr bir duman getireceği
günü gözetle. O duman insanları saracaktır. 'Bupek yaman bir azâbdır* (diyecekler):
Ey Rabb 'imiz, bizden bu azabı açıp kaldır. Çünkü biz îmân edeceğiz! Onlar
için düşünüp ibret almak nerede? Kendilerine (hakikatleri) açıklayan bir Rasûl
geldiği hâlde. Yine ondan yüz çevirdiler. Ona: Bir öğretilmiş, bir bir mecnûn'
dediler. Biz bu azabı biraz açıp kaldıracağız. (Fakat) siz, hiç şübheyok ki
tekrar dönecek olanlarsınız33
(ed-Duhân: 10-15).
(Bu âyetlerde duhân
azabının açılacağı ve açıldığı bildiriliyor. Bu duman, Kindeli'nin dediği gibi
âhiret azabı olsaydı) bu âhiret azabı bir kerre geldikten sonra Kureyş
müşriklerinden kaldırılır mıydı? Kureyş müşrikleri (o kıtlıktan kurtulduktan)
sonra yine küfürlerine, şirklerine döndüler. Bu dönekliğin cezasını bildiren
Allah'ın şu: "Çok büyük bir şiddet ve savlette kendilerini yakalayacağımız
gün, muhakkak ki biz (onlardan) intikaam alıcılarız33 (ed-Duhân:i6) kavlindeki
in-tikaam günü, Bedir günüdür. (Kindeli'nin sandığı gibi kıyamet günü değildir.
Alınan intikaam da Kureyş'in Bedir'de öldürülmeleridir). "Lizâmen "
(ei-Furkaan:77) ile murad da yine Bedir günüdür (müşriklerin Bedir'de esîr
olmalarıdır). "Elîf. Lam. Mîm. Rumlar mağlûb oldu. Yakın bir yerde.
Hâlbuki onlar bu yenilmelerinin ardından gâlib olacaklar33 (Âyet: 1-4) [440].
"Allah'ın
yaratışına hiçbirşey bedel olamaz" {Âyet: 30),
"Allah'ın dînine
hiçbirşey bedel olamaz" ma'nâsınadır. ''Bu, evvelkilerin âdetinden başka
birşey değildir" (eş-Şuarâ: 137)
' 'el-Fıtratu' \ '
'el-İslâmu'' manasınadır [441].
295-.......Ebû
Hureyre (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: "Her doğan
çocuk, muhakkak fıtrat üzere doğurulur. Sonra anasıyle babası onu Yahûdî,
yâhud Nasrânt, yâhud Mecûsîyaparlar. Nitekim her hayvanın yavrusu organları
tam olarak doğar. Siz hiç o yavrunun burnunda, kulağında eksik, kesik birşey
gördünüz mü?''
Bundan sonra Ebû
Hureyre (naklettiği hadîsin ma'nâsma delîl getirerek): "O hâlde sen yükünü
bir muvahhid olarak dîne, Allah hn o fıtratına çevir ki, O, insanları bunun
üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışına hiçbirşey bedel olamaz. Bu dimdik
ayakta duran bir dîndir. Fakat insanların çoğu bilmezler" [442]
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
"Hani Lukmâriy
oğluna -ona öğüt verirken- şöyle demişti: Oğulcağızım, Allah'a ortak koşma.
Çünkü şirk elbette büyük bir zulümdür... " (Âyet: 13) [443]
296-.......Abdullah
ibnu Mes'ûd (R) şöyle demiştir: "İmân edenler, bununla beraber îmânlarına
zulüm katmayanlar; işte emînlik ancak onlar içindir, doğru yola giden de
onlardır" (ei-En'âm:82) âyeti indiği
zaman bu,
Rasûlullah'ın sahâbîlerine ağır geldi ve:
— Hangimiz îmânına zulüm karıştırmaz ki?
dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (S):
— "Buradaki zulüm sizin düşündüğünüz
ma'nâda değildir. Lukmân 'in kendi oğluna hitaben söylediği sözünü işitmiyor
musun:... Şüb-hesiz ki şirk elbette büyük bir zulümdür..." buyurdu [444].
'O saatin ilmi,
şübhesiz ki Allah'ın yanındadır" (Âyet: 34).
297- Bize
İshâk ibn Râhûye, Cerîr ibn Abdilhamîd'den; o da Ebû Hayyân Yahya ibn Saîd'den;
o da Ebû Zur'a'dan; o da Ebû Hu-reyre(R)'den şöyle tahdîs etti: Bir gün
Rasûlullah, meydanda, insanlar içinde oturuyordu. Derken yürüyerek bir adam
O'na geldi de:
— Yâ Rasûlallah! îmân nedir? diye sordu.
— "îmân Allah'a, meleklerine, rasûllerine
ve Allah'a kavuşmaya inanman ve yine öldükten sonra son dirilmeye inanmandır''
diye cevâb verdi.
O zât:
— Yâ Rasûlallah! İslâm nedir? dedi. Rasûlullah
(S):
— "İslâm Allah 'a ibâdet etmen ve O'na
hiçbirşeyi ortak kılmaman, namazı kılman, farz kılınmış zekâtı vermen ve
ramazânda oruç tutmandır" dedi.
O zât:
— Yâ Rasûlallah! İhsan nedir? diye sordu.
Rasûlullah:
— "İhsan, Allah'ı görüyormuşsun gibi
ibâdet etmendir. Eğersen Allah'ı görmüyorsan, şübhesiz O seni görür"
buyurdu.
O zât:
— Yâ Rasûlallah! Kıyamet ne zaman? dedi. Rasûlullah:
— "Bu mes'elede sorulan, sorandan daha
âlim değildir. Lâkin ben sana onun (daha evvel meydana gelecek) alâmetlerini
haber vereceğim; Kadın kendi sahibesini doğurduğu zaman, işte bu, kıyametin
alâmetlerindendir. Yalın ayaklılar,
çıplaklar takımı insanların başkanları oldukları zaman, işte bu da kıya
Sonra o zât ayrıldı
gitti. Rasûlullah:
— "Onu bana geri getirin" buyurdu.
Sahâbîler onu geri
çevirmek için aradılar, fakat hiçbirşey göremediler. Bunun üzerine Rasûlullah:
— "Bu Cibril'dir,
insanlara dînlerini öğretmek için geldi" buyurdu [445].
298-.......Abdullah
ibn Umer (R) tahdîs edip şöyle demiştir: Peygamber (S): "Gaybın kilitleri
beştir" buyurdu, sonra şu âyeti okudu: "0 saatin ilmi şübhesiz ki
Allah hn yanındadır. Yağmuru O indirir. .." [446]
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
Ve Mucâhid şöyle dedi:
11 Sonra O, bunun zürriyetini hakîr bir sudan yapmıştır" (Âyet: 8); buradaki
"Min mâin mehîni", "Zaîf bir sudan" demektir ki, o da
erkeğin menîsidir [447].
"Biz yerde
çürüyüp kaybolduğumuz vakit mi, hakîkaten biz mi yeni bir yaratılışta
bulunacağız? dediler" (Âyet: io>; buradaki "Dalalnâ",
"Helaknâ" (yânı "Helak olduğumuz vakit mi?") ma'nâsınadır.
Ve Ibn Abbâs şöyle
dedi:
' 'Suyu kupkuru ve
çorak yere sevkettiğimizU onunla gerek hayvanlarının, gerek kendilerinin kısmen
yiyegeldikleri ekini çıkarmakta olduğumuzu da görmediler mi? Hâlâ da
görmeyecekler mi?" (Âyet: 27);
buradaki
"el-Ardu'l-curuzu", "Kendisine hiçbir fayda vermeyecek olan tek
yağmurdan başka yağmur yağdırılmayan (yâhud kendisinden yağmur ve bitki kesilmiş
olan) toprak" ma'nâsınadır.
"Biz onlardan
evvel nice nesiller helak ettik. Yurtlarında kendileri de gezip duruyorlar. Bu
onları hidâyete sevketmedi mi?" (Âyet: 26); buradaki "£v« lem yendi",
"Eve lem yubeyyin" (yânî: "Onlara beyân edip açıklamadı
mı?") ma'nâsınadır [448]
"Artık onlar
için, yapmakta olduklarına bir mükâfat olarak gözlerin aydın olacağı neler
gizlenmiş bulunduğunu kimse bilmez" (Âyet: 17).
299-.......Bize
Sufyân ibn Uyeyne, Ebu'z-Zinâd'dan; o da el-A'rec'den; o da Ebû Hureyre(R)Men
tahdîs etti ki, Rasûlullah (S): ''Mukaddes ve çok yüce olan Allah: Ben iyi kullarım
için göz görmedik, kulak işitmedik ve insan kalbine gelmedik birtakım ni
'metler hazırladım, buyurdu" demiştir.
Ebû Hureyre (bunun
ardından): İsterseniz şu âyeti okuyun, demiştir: "Artık onlar için,
yapmakta olduklarına bir mükâfat olarak gözlerin aydın olacağı neler gizlenmiş
bulunduğunu kimse bilmez" [449].
300-.......Bize
Ebu'z-Zinâd, el-A'rec'den tahdîs etti ki, Ebû Hureyre, bundan evvel geçen
hadîs gibi, Rasûlullah'ın Allah şöyle buyurdu... dediğini rivayet etmiştir.
Bunda Sufyân ibn Uyeyne'ye:
— Sen Peygamber'den
mi, yâhud kendi içtihadından olarak mı rivayet ediyorsun? diye soruldu.
O da:
— Rivayet olmasaydı ben hangi şeyi
söyleyebilirdim? dedi. Ve Ebû Muâviye, el-A'meş'ten; o da Ebû S
301 .......
Bize Ebû S
Râvî Ebû Hureyre
(yâhud Peygamber), bundan sonra şu âyeti okudu: "Artık onlar için,
yapmakta olduklarına bir mükâfat olarak gözlerin aydın olacağı nVmetlerden
neler gizlenmiş bulunduğunu kimse bilmez" [450].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
"Kitâblılardan
olup da onlara yardımda bulunanları da, yüreklerine korku düşürerek
kalelerinden indirdi. Bir kısmını öldürüyordunuz, diğer bir kısmını da esîr ediyordunuz*'(Âyet.
26); buradaki "Sayâsîhım", "Kasrlarından, kalelerinden"
ma'nâsınadır [451].
"O Peygamber,
müzminlere Öz nefislerinden daha yakındır. Zevceleri de analarıdır. Hısımlar da
Allah'ın Kitabı 'nda birbirlerine, diğer mü 'minlerden ve muhacirlerden daha
yakındırlar. Şu kadar ki, dostlarınız için herhangibir iyilikte bulunmanız
müstesna. Bu, Kitâb 'da yazılıdır'' (Âyet: 6).
302-.......Bize
babam Fulayh ibnu
"Onları babalarına
nisbetle çağırın. Bu, Allah katında daha doğrudur... " (Âyet: 5). Birçok
Buhârî nüshalarında bundan sonra 6. âyet vardır.
303-.......Mûsâ
ibn Ukbe şöyle dedi: Bana S
"Müzminler içinde
Allah'a verdikleri sözde sadâkat gösteren nice erler var, İşte onlardan kimi
adadığım ödedi, kimi de bunu bekliyor. Onlar hiçbir suretle ahidlerini
değiştirmediler" (Âyet: 23).
"Nahbehu",
"Ahdehu" (yânî "Sözünü") demektir. "Eğer (Medine'nin)
etrafından üzerlerine girilmiş olup da sonra kendilerinden fitne istemeydi,
muhakkak ki bunu hemen yaparlardı, bundan pek azfbir zamandan) fazla geri
kalmazlardı" (Âyet: i4>; buradaki "Aktârihâ",
"Cevânibihâ";
"Fitne işlenseydi elbette bunu getirirlerdi", "Elbette bunu
verirlerdi" manasınadır [454].
304-.......Enes
ibn Mâlik (R): Biz şu \ 'Mü 'minler içinde Allah 'a verdikleri sözde sadâkat
gösteren nice erler vardır..." âyetini sonuna kadar Enes ibn Nadr (ile
benzerleri) hakkında indiğini düşünür dururduk, demiştir [455].
305-.....
ez-Zuhrî şöyle dedi: Bana Hârice ibnu Zeyd ibn Sabit haber verdi ki, babası
Zeyd ibn Sabit şöyle demiştir: Biz (Hafsa'nın yanındaki) Kur'ân sahîfelerini
Mushaflara naklettiğimiz sırada el-Ahzâb Sûresi'nden bir âyeti -ben onu
Rasûlullah her zaman okurken işitip durduğum hâlde- kaybettim. Ve o âyeti
(yazılı olarak) hiçkim-senin yanında bulamamıştım. Yalnız ben onu
Rasûlullah'in, tek başına şâhidliğini iki kimsenin şâhidliğine denk tuttuğu
Ensâr'dan Huzeyme(ibn Sâbit)'in yanında bulmuştum. (En sonunda, onu da
hey'-etin kararıyle Mushaf'taki sûresine koyduk.) O âyet, Allah'ın: "mü’minler
içinde Allah 'a verdikleri sözde sadâkat gösteren nice erler vardır.,,"
kavlidir [456].
"Ey Peygamber,
zevcelerine de ki: Eğer siz dünyâ hayâtını ve onun zînetini arzu ediyorsanız,
gelin size boşanma bedellerini vereyim de hepinizi güzellikle salıvereyim"
(Âyet: 28).
Ve Ma'mer:
"et-Teberrüc" (Âyet: 33), kadının kendi güzelliklerini (erkeklere göstermek için) meydana çıkarmasıdır.
"SünneteHlâhi" (Âyet: 38), "Allah onu sünnet yaptı, Allah onu
kaanûn yaptı" ma'nâsınadır, dedi [457].
306-.......
ez-Zuhrî şöyle dedi: Bana Ebû Seleme ibnu Abdirrahmân haber verdi; ona da
Peygamber'in zevcesi Âişe (R), Allah kadınlarını muhayyer kılmasını emrettiği
zaman Rasûlullah'ın kendisine geldiğini haber verip, şöyle demiştir: Rasûlullah
muhayyer kılmaya benden başladı da:
— "Ben sana birşey zikredeceğim, anan ve
babanla istişare edinceye kadar acele cevâb vermen gerekmez" dedi.
Hâlbuki kendisi
ebeveynimin benim O'ndan ayrılmamı emreder olmadıklarını kesince bilmişti.
Âişe dedi ki: Sonra
Rasûlullah (S):
— "Şübhesiz ki Allah Ey Peygamber,
zevcelerine şunu söyle: Eğer siz dünyâ hayâtım ve onun zînetini istiyorsanız,
gelin size boşama bedellerini vereyim de sizi güzellikle salıvereyim...
buyuruyor" deyip, iki âyetin tamâmını okudu.
Ben de ona:
— Zikrettiğin bu iki işin hangisi hakkında ben
ebeveynime danışacağım? Ben elbette Allah'ı, Rasûlü'nü ve âhiret yurdunu
isterim, dedim [458].
''Eğer Allah %
Rasûlü'nü ve âhiret yurdunu diliyorsanız şübhe yok ki Allah, içinizden güzel
hareket edenler için
büyük mükâfat
hazırlamıştır" (Âyet: 29).
307- Ve
Katâde (Yüce Allah'ın şu) "Allah'ın evlerinizde okunup duran âyetlerini
ve hikmeti hatırlayın (Âyet:34) kavli hakkında: Buradaki Allah'ın âyetleri ile
hikmet, Kur'ân ile sünnet'tir, demiştir.
Ve İmâm el-Leys ibn
Sa'd şöyle dedi: Bana Yûnus ibn Yezîd tah-dîs etti ki, İbn Şihâb şöyle
demiştir: Bana Ebû Seleme ibnu Abdir-rahman haber verdi ki, Peygamber'in
zevcesi Âişe (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) kadınlarını muhayyer kılmakla
emrolunduğu zaman bu işe benden başladı ve:
— "Ben sana bir emir anlatacağım. Cevâb
vermekte acele etmemenden sana bir zarar yoktur, tâ ki ebeveynine
damşasm" buyurdu.
Âişe dedi ki:
Rasûlullah ebeveynimin bana O'ndan ayrılmayı emretmeyeceklerini muhakkak
bilmekteydi.
Âişe dedi ki: Sonra
Rasûlullah şöyle dedi:
— "Şübhesiz senası ulu olan Allah şöyle
buyurdu: Ey Peygamber! Zevcelerine şöyle söyle: Eğer siz dünyâ hayâtını ve
onun zînetini istiyorsanız, gelin size boşama bedellerini vereyim de hepinizi
güzel-
likle salıvereyim. Yok
eğer Allah *ı ve Rasûlü 'nü, ve âhiret yurdunu istiyorsanız, haberiniz olsun
ki, Allah içinizden güzel hareket edenlere pek büyük bir mükâfat
hazırlamıştır".
Âişe dedi ki: Ben de:
— Bunun hakkında mı
ebeveynime danışacağım? Ben elbette Allah'ı ve Rasûlü'nü ve âhiret yurdunu
isterim, dedim.
Âişe dedi ki: Sonra
Peygamber'in diğer zevceleri de benim yaptığım gibi yaptılar.
el-Leys'e Mûsâ ibn
A'yen, Ma'mer'den; o da ez-Zuhrî'den şeklinde mutâbaat etti. ez-Zuhrî: Bana
Ebû Seleme haber verdi, demiştir. Ve Abdurrazzâk ile Ebû Sufyân el-Ma'meriyyu
da Ma'mer'den; o da ez-Zuhrî'den; o da Urve'den; o da Âişe'den olmak üzere
söylediler [459].
"Allah'ın açığa
çıkarıcısı olduğu şeyi içinde gizliyor, insanlardan korkuyor dun. Hâlbuki Allah
kendisinden korkmana daha çok lâyıktı" (Âyet: 37).
308-.......Hammâd
ibn Zeyd şöyle dedi: Bize Sabit el-Bunânî, Enes ibn Mâük(R)'ten, bu "Allah
\n açığa çıkarıcısı olduğu şeyi içinde gizliyordun... " âyeti, Zeyneb
ibnetu Cahş ile Zeyd ibn Harise hakkında indi, diye tahdîs etti [460].
"Kadınlarından
kimi dilersen (nevbetinden) geri bırakır, kimi de dilersen yanına alabilirsin.
Geri bıraktıklarından
kimi istersen (yanına
almakta) de sana güçlük yoktur... " (Âyet: 51).
İbn Abbâs
"Turdu", "Tuahhıru( = Geri bırakırsın)" ma'nâsınadır;
"ErcVhu'%\-A.'rM: ııo, eş-şuarâ: 139), "Ahhırhuf = Onu geri bırak)" demektir, demiştir.
309-.......
Âişe (R) şöyle demiştir: Ben nefislerini Rasûlullah'a hibe eden (ve mehirsiz
nikâh olunan) kadınları ayıplardım ve:
— Hiç kadın,
kadınlığını (mehirsiz) hibe eder mi? derdim.
Yüce Allah: "O
kadınlardan kimi dilersen geri bırakır, kimi de dilersen yanına alabilirsin.
Geri bıraktıklarından kimi istersen (yanına almakta) de sana güçlük yoktur.
Gözleri aydın olup tasalanmamalarına ve kendilerine verdiğin ile hepsinin
hoşnûd olmalarına en elverişli olan budur. Allah kalblerinizde olanı bilir.
Allah hakkıyle bilendir, ukubette acele etmeyendir" âyetini indirince, o
zaman (anladım ki, Allah, Peygamberi'ne mü'minlerin üstünde bir hakk ve yüksek
bir irâde vermiştir,) ben Rasûlullah'a:
— Rabb'in Ta'âlâ
(kadınlarının değil), ancak Sen'in arzunun gerçekleşmesine çabukluk veriyor,
dedim [461].
310-.......Âsim
el-Ahvel, Muâze(bintu Abdillah el-Adeviyye)'den; o da Âişe(R)'den haber verdi
ki, Rasûlullah (S) şu "Onlardan kimi dilersen nevbetinden geri bırakır,
kimi de dilersen yanına alabilirsin. Geri bıraktıklarından kimi istersen
yanına almakta da sana güçlük yoktur..." âyeti indikten sonra, biz
kadınlarından nevbetinde bulunduğu kadının gününde (öbür kadına yönelmek
isteyince) her zaman izin isterdi.
Muâze dedi ki: Ben
Âişe'ye:
— Sen Rasûlullah'a ne der idin? diye sordum.
Âişe:
— Ben de O'na: Yâ
Rasûlallah, eğer izin vermek bana âid (bir hakk) ise, ben Sen'in üzerine hiçbir
kimseyi tercîh etmek istemem! diye cevâb verirdim, dedi [462].
Bu hadîsi Abbâd ibnu
Abbâd da Âsim el-Ahvel'den işitmekte Abdullah ibnu'I-Mubârek'e mutâbaat
etmiştir.
"Ey îmân edenler,
Peygamberin evlerine -yemeğe da 'vet olunmaksızın, vaktine de bakmaksızın-
girmeyin.
Fakat da'vet
olunduğunuz zaman girin.
Yemeği yiyince dağdın.
Söz dinlemek veya sohbet etmek için de (izinsiz) girmeyin. Çünkü bu,
Peygamber'e eza
vermekte, o sizden
utanmaktadır. Allah ise hakkfı açıklamaktan çekinmez. Bir de onun zevcelerinden
lüzumlu birşey istediğiniz vakit perde ardından isteyin. Bu, hem sizin
kalbleriniz, hem onların kalbleri için daha temizdir.
Sizin Allah'ın
Rasûlü'ne eza vermeniz doğru olmaz, kendinden sonra da zevcelerini nikâhla
almanız da ebedî caiz değildir. Bu, Allah katında çok büyük bir günâhjtır"
(Âyet: 53) [463].
Denilir ki
"înâhu", "İdrâkuhu" (ve "Bulûğunu", yânı "Erişmek
vakti gelmek") ma'nâsınadır. Yine "Enâ, Yenî, Enâten" ("Fe
huve ân") denilir.
"Lealle's-sâate
tekûnu karîben = Belki de o saat yakındır" (eŞ-şûrâ: \i) (Kıyâs olan tâ
ile "Karîbeten" demek idi. Müellif buna şöyle cevâb verdi:) Müennes
ismin sıfatını vasıf yaptığın zaman "tâ-ı merbuta" ile
"Karîbeten" dersin. Onu zaman zarfı (yânı zaman ismi) veya sıfattan
bedel, yânî sıfatın yerine isim yaptığın zaman ve sıfatı kasdetmediğin zaman
ise müennesten "Hâ"yı (yânî yuvarlak tâ'yı) çıkarır,
"Karîben" dersin. Burada (Şûra Âyeti'nde) zikredilen kelimenin lafzı
da böyledir. Onda sıfat irâde etmezsen, erkek ve dişi için lafzında vâhid,
tesniye ve cemi' müsâvî olur (tâ'sız, tesniyesiz ve cemi'siz olur).
311-.......Enes
ibn Mâlik (R) şöyle dedi: Umer ibnu'l-Hattâb (R) şöyle dedi: Ben:
— Yâ Rasûlallah! Senin
yanına hayırlı hayırsız kimseler giriyor, mü'minlerin analarına perde içine
girmelerini emretsen! dedim.
Bu dileğim üzerine Allah,
Hicâb Âyeti'ni indirdi [464].
312-.......Enes
ibn Mâlik (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) Zeyneb bintu Cahş ile evlendiği
zaman, cemâati düğün yemeğine çağırdı. İnsanlar yemek yediler, sonra da oturup
konuşmaya koyuldular. Rasûlullah (onların anlayıp da kalkmaları için) kalkmağa
davranır gibi yaptı, fakat oturanlar yerlerinden kalkmadılar. Rasûlullah bu vaziyeti
görünce (onların kalkıp gitmeleri için) yerinden kalktı. Rasûlullah kalkınca,
onlardan kalkanlar da kalkıp gittiler, fakat üç kişi oturdu kaldı. Peygamber,
Zeyneb'in yanına girmek için geldi. Gördü ki o topluluk hâlâ oturmaktalar.
(Peygamber geri döndü.) Sonra onlar kalkıp gittiler. Bunun üzerine ben de
gittim ve varıp Peygam-ber'e onların gittiklerini haber verdim. Peygamber geldi
ve içeriye girdi. Ben de O'nunla içeriye girmeye davrandım. Peygamber benimle
kendisi arasına perdeyi sarkıttı. Allah şu âyeti indirdi:
**Ey îmân edenler.
Peygamber'in evlerine, yemeğe da'vet olunmaksızın, vaktine de bakmaksızın
girmeyin. Fakat da *vet olunduğunuz zaman girin. Yemeği yiyince dağdın. Söz
dinlemek ve sohbet etmek için de (izinsiz) girmeyin. Çünkü bu, Peygamberce eza
vermekte, O sizden utanmaktadır. Allah ise haktan çekinmez...** fÂyet:53).
313-.......Enes
ibn Mâlik (R) şöyle dedi: Ben bu Hicâb Âyeti'ni insanların en iyi bileniyim.
Zeyneb bintu Cahş (taranıp süslenerek) Rasûlullah'a hediye edildiği zaman,
Zeyneb evde Rasûlullah'ın yanında oldu. Rasûlullah bir yemek yaptı ve cemâati
yemeğe çağırdı. Cemâat yemekten sonra oturup konuşmaya koyuldular. Peygamber
onların çıkıp
gitmeleri için dışarı çıkmaya, sonra yine Zeyneb'in evine dönmeğe başladı.
Onlar ise hâlâ oturmuş konuşuyorlardı. Bunun
üzerine Yüce Allah:
"Ey îmân edenler,
Peygamberdin evlerine, yemeğe da'vet olunmaksızın, vaktine de bakmaksızın
girmeyin..." âyetini sonuna kadar indirdi. Bunun akabinde hicâb, yânî
perde gerildi, oturan topluluk da kalkıp gittiler.
314-.......Enes
ibn Mâlik (R) şöyle dedi: Peygamber (S) Zeyneb bintu Cahş ile gerdeğe girdi de
ekmek ve etle düğün aşı yaptı. Ben konuklan yemeğe da'vetçi olarak gönderildim.
Da'vetlilerden bir takım geliyor ve yemek yiyip gidiyorlardı. Sonra bir takım
daha geliyor, onlar da yiyorlar ve çıkıp gidiyorlardı. Ben çağıracağım kimseyi
bulamayıncaya kadar cemâatin hepsini da'vet ettim. (Da'vetlilerden kimsenin
kalmadığını ve hepsinin yemek yiyip gittiklerini anlayınca):
— Ey Allah'ın
Peygamberi, artık ben da'vet edeceğim hiçbir kimse bulamıyorum, dedim.
Peygamber:
— "Yemek sofranızı kaldırınız!"
buyurdu.
Bu sırada
da'vetlilerden üç grup,yemekten sonra gitmeyip evin içinde oturmuş
konuşuyorlardı. Peygamber Âise'nin odasına kadar gitti de:
— "es-Selâmu aleykum ehlel-beyti ve Rahmetullâhi{
= Selâm ve Allah'ın rahmeti üzerinize olsun ey ev halkı)/" dedi.
Âişe de:
— Selâm ve Allah'ın
rahmeti Sen'in üzerine de olsun, ehlini nasıl buldun; Allah Sana mübarek
eylesin! dedi.
Peygamber sırasıyle
kadınların hepsini dolaşıyor ve onlara Âi-şe'ye söylediği sözlerin benzerini
söylüyor, onlar da Peygamber'e Âi-şe'nin söylediği gibi sözler söylüyorlardı.
Bundan sonra Peygamber, Zeyneb'in evine döndü ve üç grup kişiyi hâlâ evde
oturup konuşmaktalar buldu. Peygamber çok utangaç idi. Bu sebeble tekrar
Âişe'nin odası tarafına çıkıp gitti. Nihayet o topluluğun çıkıp gittiklerini
kendisine ben mi haber verdim, yâhud başkası tarafından mı haber verildi
bilmiyorum. Akabinde Peygamber döndü. Nihayet. ayağını kapının eşiğine koyunca,
bir ayağı içeride, diğer ayağı dışarıda iken kendisiyle benim arama kapı
perdesini sarkıtıp indirdi. Ve bu sırada Hicâb Âyeti indirildi.
315-.......Enes
(R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) Zeyneb ibnetu Cahş'la evlendiği zaman
insanları ekmek ve et ziyâfetiyle doyurdu. Sonra zifaf gecesinin sabahında
yapageldiği gibi, mü'minlerin annelerinin hücrelerine doğru çıkıp onlara selâm
veriyor ve lehlerine duâ ediyor, onlar da kendisine selâm veriyor ve duâ
ediyorlardı. Peygamber bu dolaşmadan kendi evine döndüğü zaman iki kişi gördü
ki konuşmak bunları
çekip gitmişti. Peygamber bu iki kişiyi (konuşmaya dalmış hâlde) görünce
tekrar evinden geriye döndü. Bu sırada o iki kişi de Allah'ın Peygamberi'nin
kendi evinden gerisin geri döndüğünü görüp çabucak yerlerinden fırladılar.
Artık o iki kişinin çıkışlarını Peygamber'e ben mi haber verdim, yoksa başkası
tarafından mı haber verildi bilmiyorum. Akabinde Peygamber döndü ve eve girdi
ve benimle kendisi arasına kapının perdesini sarkıttı. Ve bu sırada Hicâb Âyeti
indirildi
Ve İbnu Ebî Meryem
şöyle dedi: Bize Yahya ibn Eyyûb haber verdi. Bana Humeyd et-Tavîl tahdîs etti
ki, o Enes'ten; o da Peygamber'den işitmiştir [465].
316-.......Âişe
(R) şöyle demiştir: Peygamber'in kadınlarından Şevde bintu Zem'a, Hicâb Âyeti
indikten sonra bir ihtiyâcı için evinden dışarı çıkmıştı. Şevde iri yapılı bir
kadındı. Bu seb'eble kendisini tanıyanlara (örtülü olsa da) gizli olmazdı. Bu
defa Umer ibnu'l-Hattâb onu dışarıda gördü de:
— Yâ SevdeJ îyi bil
ki, vallahi sen bize karşı gizli olamıyorsun. Bak, düşün! Sen nasıl evinin
dışına çıkıyorsun? dedi.
Âişe (rivayetine
devamla) dedi ki: Bunun üzerine Şevde evine dönüp geldi. O sırada Rasûlullah
benim odamda idi, akşam yemeği yemekteydi, elinde de etli bir kemik vardı. Bu
hâlde iken Şevde içeri girdi ve:
— Yâ Rasûlallah! Ben
bâzı ihtiyâcım için evimden çıkmıştım. Umer bana şöyle şöyle söyleyip çıkışıma
i'tirâz etti, diye şikâyet etti.
Âişe devamla dedi ki:
Bunun üzerine Allah, Peygamber'ine vahy gönderdi. Sonra kendisinden vahy hâli
kaldırıldı. O kemik elinde olduğu hâlde ve onu yere koymaksızın Şevde'ye:
— "Siz kadınlara kendi ihtiyâçlarınız için
(örtünmüş olarak) evlerinizden dışarı çıkmanıza izin verilmiştir" buyurdu
[466].
"Eğer birşeyi
açıklar veya onu gizleseniz şübhe yok ki, Allah herşeyi hakkıyle bilicidir.
Onlar için ne babaları, ne oğullan, ne erkek kardeşleri, ne erkek kardeşlerinin
oğulları, ne kızkardeşlerinin oğullan, ne kendi kadınları,
ne de sağ ellerinin
mâlik oldukları hakkında hiçbir vebal
yoktur. Allah'tan korkun. Çünkü Allah herşeyin üzerinde bir şâhiddir" (Âyet:
54-55) [467]
317-.......Âişe (R)
şöyle demiştir: Hicâb (emri) indikten sonra
(süt babam)
Ebû'l-Kuays'm kardeşi Eflah bana (ziyarete) gelip izin istedi. Ben:
— Bu hususta
Peygamber(S)'den izin isteyinceye kadar ona izin vermem. Çünkü .beni Eflah'ın
kardeşi Ebû'I-Kuays emzirmedi, lâkin beni Ebû'l-Kuays'ın karısı emzirdi,
dedim.
Bunun akabinde
Peygamber yanıma girdi. Ben ona:
— Yâ Rasûlallah!
Ebû'I-Kuays'in kardeşi Eflah gelip benden izin istedi. Ben de Sen'den izin
istemeden izin vermekten çekindim, dedi.
Peygamber:
— "(Süt) amcana
izin vermenden seni men' eden nedir?'* buyurdu.
Ben de:
— Yâ Rasûlallah! Beni
emziren erkek değildir, lâkin beni Ebû'l-Kuays'm karısı emzirdi, dedim.
Rasûlullah bana:
—' "Ona izin ver,
çünkü o senin amcandır, sağ elin topraklansın!" buyurdu.
Hadîsin râvîsi Urve:
İşte Rasûlullah'ın söylediği bu "Amcana izin ver" sözünden dolayıdır
ki, Âişe: Neseb yönünden haram kılmakta olduklarınızı süt emmeden dolayı da
haram kılınız, der idi, demiştir [468].
"Şübhesiz Allah
ve melekleri o peygambere çok salât ederler. Ey îmân edenler, siz de ona salât
edin, tam teslimiyetle de selâm verin" (Âyet: 56).
Ebû'l-Aliye: Allah'ın
salâtı, melekler yanında O'nu sena etmesidir. Meleklerin salâtı, duadır,
demiştir.
İbn Abbâs da:
"Yusatlûne", "Yuberrikûne", yânî "Bereketle duâ
ediyorlar" ma'nâsına; "Le- nuğriyenneke''
(Âyet: 60),
"Le-nusallitanneke"
(yânî "Seni onlara musallat ederiz") ma'nâsınadır. demiştir [469].
318- Bana
Saîd ibnu Yahya ibn Saîd tahdîs etti. Bize babam Yahya tahdîs etti. Bize
Mıs'ar, el-Hakem ibnu Uyeyne'den; o da İbnu Ebî Leylâ'dan; o da Ka'b ibnu
Ucre'den şöyle tahdîs etti:
— Yâ Rasûlallah! Sana selâm vermeyi
bilmişizdir. Fakat Sana salât nasıldır? diye soruldu.
Rasûlullah (S):
— ' *A llâhumme sallı alâ Muhammedin ve ala âli
Muhammedin kemâ salleyte alâ âli İbrâhîme inneke hamîdun mecîdun. Allâhum-me
bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ bârekte alâ âli İbrâhîme inneke
hamîdun mecîdun{ — Yâ Allah, Muhammed'e ve Muhammed'in âline salât eyle!
Nitekim Sen İbrahim'in âline salât etmiştin. Şübhe yok ki, Sen Hamîdsin (çok
öğülmüşsün), Mecîd'sin (yüksek kerem ve şeref sahibisin). Yâ Allah, Muhammed'e
ve Mu-hammed ailesine, İbrahim ailesine bereket ihsan ettiğin gibi bereket ihsan
eyle!) deyiniz" buyurdu [470].
319-.......
Ebû Saîd el-Hudrî (R) şöyle demiştir: Biz:
— Yâ Rasûlallah! Şu
teslîm, yânî Sana selâm verme bilinmiştir. Fakat Sana nasıl salât edeceğiz?
diye sorduk.
Rasûlullah bize şu
salâtı söyleyiniz diye öğretti: "Allâhûmme sallı alâ Muhammedin, abdike ve
rasûlike, kemâ salleyte alâ âli İbrâhîme. Ve bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin,
kemâ bârekte alâ âli İbrâhîme{ = Yâ Allah, kulun ve ra-sûlün Muhammed'e de,
İbrâhîm âline salât ettiğin gibi salât et. Muhammed'e ve Muhammed âline de
İbrâhîm âline bereket ihsan eylediğin gibi bereket ihsan eyle)*'
Leys'in kâtibi Ebû S
320-.......
İbnu Ebî Hazım ile ed-Derâverdî, her ikisi de Yezîd(ibnu'l-Hâd)'den şöyle
tahdîs ettiler: Ve dedi ki: "Kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve bârik alâ
Muhammedin ve âli Muhammedin kemâ bârekte alâ İbrâhîme ve âli İbrâhîme" [471].
'Ey îmân edenler, siz
de Mûsâ 'yi incitenler gibi olmayın,.." (Âvet: 69).
321-.......Ebû
Hureyre (R) şöyle dedi: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: "Mûsâ çok hayâlı
kişi idi. Yüce Allah 'in şu kavli buna delâlet eder: Ey îmân edenler, siz de
Musa'ya ezâ edenler gibi olmayın. Nihayet Allah onu dedikleri şeyden temize
çıkardı. O, Allah indinde yüzlü idi" [472].
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
"Muâcizîne"
(Âyet: 5,38) denilir ki, bu "Musâbıkîne" (yânî "Öne geçme yarışı
yapıcılar") m a'n âsi nadir. "SİZ ne yerde, ne gökte O'nu âciz
bırakıcılar değilsiniz..." (ei- Ankebût: 22); buradaki
"Bi-mu'cizîne", "Bi-fâitîne" (yânî "Geçip
kurtulucular") ma'nâsınadır.
"Muâciziyye",
"Musâbıkıyye" (yânî "Benimle öne geçme yarışı yapıcı")
ma'nâsınadır.
'O küfredenler
geçtiklerini ve sizi âciz bırakacaklarını asla zannetmesinler" (d-Enm.
59); buradaki "Sebekû",
"Fâtû(= Geçip
gittiler)", "înnehum lâ yu'cizûne", "Lâ yefûtûne"
ma'nâsınadır. "Yoksa kötülükler yapanlar
bizden kaçıp
savuşacaklarını mı sandılar? Ne fena hükmediyorlar" (e\-.\nkebûv. 4);
buradaki "En-yesbikûnâ",
"Bizi âciz
bırakacaklarını mı?" ma'nâsınadır.
"Bi- mu'cizîne", "Geçip kurtulucular",
"Muâcizîne",
"Muğâlibîne"
(yânı "Yenme yarışı yapıcılar") ma'nâsınadır ki, onlardan herbiri,
arkadaşı olan diğerinin aczini meydana çıkarmak ister.
"Onlardan
öncekiler de (peygamberlerini) tekzîb ettiler. Hâlbuki bunlar öbürlerine
verdiklerimizin onda birine
ermemişlerdir..."
{Ayei: 45), buradaki "MVşâr", "Uşr" (yânî "Onda
bir") ma'nâsınadır.
"Fakat onlar (bu
ni'
peyda ettik"
(Âyet: i6>; buradaki "Ukulu", "Semeni" (yânî "Meyveler")
demektir.
"Bâid" ve
"Ba'id" (Âyet: ıgj bir olup "Uzaklaştır" ma'nâsınadır.
Ve Mucâhid şöyle dedi:
"Lâ ya'zubu" (Âyet: 3).
"Lâ yağibu(= Gâib
olmaz)"; "et-Arimu" (Âyet: 16),
"Sedd"
demektir. Kırmızı su ki, Allah onu şeddin içine gönderdi de şeddi yarıp
parçaladı ve onu yıktı. Vâdîyi kazdı, o iki bahçe yanlarından yükseldiler ve
böylece su kayboldu da artık ikisi de kurudu, o kızıl su şedden (yâhud seylden)
değildi, lâkin o bir azâb idi ki, Allah onu Sebe' ehli üzerine istediği yerden
salıvermişti.
Amr ibn Şurahbîl de:
Yemen ehlinin lügatinde "el- Arim" "el-Musennât" (yânî kat
kat bina edilmiş baraj) demektir, dedi. Şurahbîl'den başkası da:
"el-Arim'%
"(İçinde su
bulunan) vâdf'dir, dedi [473]. "Sâbİğât"
(Âyet: il),
"Uzun uzun
mükemmel zırhlar" demektir.
Mucâhid şöyle dedi:
"Yucâzâ" (Âyet: ı?), "Yuâkabu( = Cezalandırılır mı?)"
ma'nâsınadır. "De ki: Ben size sırf Allah için ikişer ikişer, teker teker
(karşımda) durmanızı, sonra arkadaşınızda hiçbir mecnûnluk olmadığını iyi
düşünmenizi va'z
ederim... " (Âyet: 46); buradaki "Eizukum bi-vâhidetin",
"Ben size birtek şeyi öğüt veririm, yânî Allah'a tâat etmenizi öğüt
veririm" demektir; "Mesnâ ve furâdâ", "İkişer ikişer ve
birer birer" ma'nâsınadır.
"Ona îmân ettik
demişlerdir. Fakat onlar için uzak bir yerden tevbeye el sunmak nerede. Hâlbuki
daha evvel ona küfretmişler di. Uzak bir yerden gaybe atıp tutuyorlardı. Artık
kendileriyle arzu ettikleri şeylerin arasına bir sedd çekilmiştir, bundan evvel
benzerlerine de yapıldığı gibi. Çünkü hepsi de insanları kötü zanna düşüren bir
şübhe^ içinde idiler" (Âyet: 52-54). Buradaki "et-TenâvuşJ\
"Ahiretten dünyâya redd, yânî geri döndürmek"; "Beyne mâ
yeştehûne", "Maldan, çocuktan yâhud dünyâ hayâtının zîneti ve güzelliğinden
arzu etmekte oldukları şeyler arasına";
"Bi-eşyâıhım",
"Bi-emsâlihim" (yânî "Benzerlerine") ma'nâsınadır.
İbn Abbâs şöyle dedi:
"Ke'l-cevâb",
"Ke'l-cevbe mineH-Ardı", (Arz'dan sükûnetli mevki' gibi),
"el-Hamt", "Dallarıyle misvak, yânî diş temizliği yapılan erâk
ağacı", "el-Eslu" "et-
Tarfâu", yânî
"Ilgın ağacı"; "el-Arim" de "Güçlük" ma'nâsına
olan "Arâme" masdarından "Şedîd", yânî
"Şiddetli"
demektir.
"(O'nun nezdinde,
kendisine izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fâide vermez.) Nihayet
kalblerinden
korku giderildiği
zaman (birbirine): Rabbiniz ne buyurdu? derler. (Şefaat edecekler de:) Hakkı
söyledi, derler. O çok yüce, çok büyüktür"
(Ayet: 23) [474].
322-.......Bize
Amr ibnu Dînâr tahdîs edip şöyle dedi: Ben İkrime'den işittim, şöyle diyordu:
Ben Ebû Hureyre(R)'den işittim, şöyle diyordu: Şübhesiz Allah'ın Peygamberi (S)
şöyle buyurdu: ''Allah gökyüzündeki meleklere bir emrin yerine getirilmesini
hükmettiği zaman, Allah'ın düz bir taş üstünde (hareket ettirilen) zincir
(sesi) gibi mehâbetli olan bu ilâhî hükme melekler tamâmiyle boyun eğerek (korku
ile) kanatlarını birbirine vururlar. Gönüllerinden bu korku giderilince de
melekler Cebrail ve Mîkâîl gibi mukarreb (yânî Allah'a yaklaştırılmış)
meleklere:
— Rabb'iniz ne
söyledi? diye sorarlar. Onlar da sorana:
— Allah hakkı söyledi,
O çok yücedir, çok büyüktür I derler.
Bu suretle kulak
hırsızı şeytânlar Allah'ın oemrve takdirini işitirler. O sırada kulak hırsızı
şeytânlar (yerden göğe kadar) birbirinin üstünde zincirleme dizilmiş (ve kulak
hırsızlığına hazırlanmış) bulunurlar. -Sufyân ibn Uyeyne avucunu çevirip
parmaklarının arasını ayırdı da bu dizilişi avucuyla vasıfladı.- Şeytânlar bu
vaziyette iken en üstteki şeytân meleklerin o konuşmasını işitir de hemen onu
altın-dakine atar, sonra diğeri de o sözü kendinden aşağıdakine atar, nihayet
en aşağıdaki o sözü sihirbazın yâhud kâhinin diline atar. Bâzı defa meleklerin
konuşmasını işiten en üstteki şeytâna bir. ateş parçası yetişip, altındaki
şeytâna o haberi atıp işittirmeden onu yakar. Bazen de ateş kendisine
erişmeden önce o haberi altındaki şeytâna atıp ulaştırır. Artık o haberi alan
sihirbaz kimse, bu haberin beraberinde yüz yalan daha uydurur (insanlara söyler
ve ilâhî emir yeryüzünde gerçekleşince insanlar tarafından):
— O bize fulan günü, şöyle şöyle ve şöyle demiş
değil miydi? diye söylenir de, böylece şeytânın gökyüzünden işitmiş olduğu o kelime
sebebiyle sihirbaz yâhud kâhin kişi doğrulanır" [475].
'O, çetin bir azâbdan
evvel bunu size haber veren (bir peygamberden başkası değildir"
(Âyet: 46).
323-.......İbn
Abbâs (R) şöyle dedi: Bir gün Peygamber (S) Safa Tepesi'ne çıktı da:
— "Yâ sabâhâh - Ey Kureyş buraya geliniz!
Büyük bir iş karşısında bulunuyorsunuz!" diye seslendi.
Bunun üzerine Kureyş,
Peygamber'in yanına toplandı.
— Sana ne oldu? diye sordular. Peygamber:
— "Bana re'yinizi haber veriniz: Şimdi ben
size 'Düşman (var), sizi ya sabah baskınına yâhud akşam baskınına uğratacaktır'
diye haber versem, beni tasdik eder misiniz?" dedi.
Kureyş:
— Evet tasdîk ederiz, dediler. Peygamber:
— "Öyle ise ben sizi şiddetli bir azâbdan
evvel, bunu size haber veren bir nezîrim" dedi.
Ebû Leheb:
— Helake uğrayasın!
Bizleri bunun için mi buraya topladın? dedi. Bunun üzerine Allah: "Tebbet
yedâ EbîLehebin = Ebû Leheb'-
in iki eli kurusun...
" sûresini indirdi [476].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
Mucâhid şöyle dedi:
"el-Kıtmîr" (Âyet: 13), hurma çekirdeğinin zarıdır.
"Günâh işleyen
hiçbir nefis, başkasının günâhını çekmez. Eğer yükü ağır bir kişi diğer birini
onu taşımaya çağırırsa, bu hısımı da olsa, kendisine ondan hiçbirşey yükletilmez..."
(Âyet: ıs); buradaki "Muskale",
"Musakkale"
ma'nâsınadir. Mucâhid'den başkası da şöyle dedi:
"Körle gören,
karanlıkla nûr, gölge ile sıcak bir olmaz'* (Âyet: i9-2i); buradaki
"el-Harûr", gündüzleyin güneşle
beraber olan şiddetli
sıcaktır. İbn Abbâs da şöyle dedi:
"el-Harûr",
geceleyin olan sıcaklıktır, "es-Semûm" ise gündüzleyin olan
sıcaklıktır.
"Allah'ın gökten
bir su indirdiğini ve işte onunla nevVleri başka başka meyveler bitirip çıkardığımızı
görmedin mi? Dağlardan
da beyaz beyaz, kırmızı kırmızı, renkleri çeşitli ve kuzgûnî siyah yollar
yaptık"
(Âyet:. 27);
buradaki
"Garâbîbu sudun", "Şiddetli karanlıklar", müfredi
"el-Gırbîb" de "Şiddetli siyahlık" demektir [477]
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
Mucâhid şöyle dedi:
"Feazzeznâ"
(Âyet: 14), "Şiddetlendirip kuvvetlendirdik" demektir.
Ey kulların üzerine
çöken hasret (hazır ol, çünkü) onlar kendilerine herhangibir peygamber
gelmeyedursun,
ille onunla alay
ederlerdi" (Âyet: 30), yânî onların dünyâda iken rasûllerle alay etmeleri,
kendilerine âhirette büyük bir hasret ve pişmanlık olmuştur.
'Ne Güneş 'in Ay Ja
erişip çatması, ne de gecenin gündüzü geçmiş olması gerekmez. Hepsi de birer
felekte yüzerler" (Âyet: 40). Güneşin Ay'a erişmesi olmaz; bu, ikisinden
birinin ışığı diğerinin ışığını örtmez, onların
ikisi de böyle
birbirinin ışığını örtmeleri gerekmez (Çünkü herbirinin bir sınırı vardır, onu
geçmezler ve ondan geri de kalmazlar).
Gecenin gündüzü geçmiş
olması da gerekmez. Güneş ve Ay'dan herbiri, istemekte ciddî ve gayret göstericiler
olarak arkadaşını ta'kîb ederler, (kıyamet günü müstesna, asla bir yere gelip
birleşmezler).
"Gece de onlar
için bir âyettir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çıkarırız. Bir de bakarsın ki,
karanlığa girmişlerdir" (Âyet: 37); buradaki "Neslehu",
"Gece ile gündüzden herbirini diğerinden çıkarırız", bunlardan
herbiri kararlaştırılmış zamana kadar cereyan eder dır demektir [478].
"Ve kendilerine
bunun gibi binecekleri nice şeyleri yaratmış olmamızdır" (Âyet: 42);
buradaki "Min mislini",
hayvanlardan olan
binekler demektir (çünkü onlar kara gemileridir).
"Şübhe yok ki, bu
gün cennet yaranı sevinçli bir zevk ve eğlence içindedirler" (Âyet: 55);
buradaki "Fekihûn",
"Mu'cebûn( = Beğenilmiş, hoşnûd kılınmışlar, hayret edilecek
ni'metliler ve ferahtılar)" demektir.
"Onlar Allah'ı
bırakıp kendileri yardım edilecekler ümidiyle ma 'bûdlar edindiler. Ki bunlar
onlara asla yardım edemezler. (BiVakis) kendileri bunlar için hazırlanmış bir
sürü avenedir" (Âyet: 74-75). Yânı, hesâb sırasında hazır edilip toplanmış
askerler; (Ibn Kesîr: Bu putlar kıyamet günü ibâdet edicilerinin hesabı sırasında
hazır edilip toplanmışlardır ki, putperestlerin horlanmaları daha belîğ ve
aleyhlerine hüccet dikmek daha açık olsun, demiştir).
Ve İkrime'den
"FVl-fulkVl-meşhûn{- Dopdolu gemide)" (Âyet. 4i),
"Ağırlaştırılmış gemide" ma'nâsınadır dediği zikrolunuyor. Ve İbn
Abbâs: "Tâirukum" (Âyet: 19), "Masâibukum" (yânî
"Musibetleriniz") demektir. "Sûra üfürülmüştür. Artık bakarsın
ki onlar kabirlerinden (kalkıp) Rabblerine doğru koşup gidiyorlar" (Âyet:
sm buradaki "Yensilûn", "Yahricûn" (yânî
"Çıkıyorlar") ma'nâsınadır; "Merkadınâ{=. Uyuduğumuz yer)"
(Âyet:
52), "Çıktığımız
yer" demektir.
"Hakikat Ölüleri
diriltecek olan, Önden gönderdikleri şeyleri ve bıraktıkları eserleri yazmakta
bulunan biziz
biz. Zâten biz herşeyi
apaçık bir kitâbda yazıp saymışızdır" (Âyet: 12), yânî "Biz onu
hıfzetmiş, korumuşuzdur".
"Yine dileseydik
onları oldukları yerde suratlarını değiştirip, bambaşka çirkin bir mâhiyete
getirirdik de ne
ileri gitmeye, ne de
geri dönüp gelmeye güçleri yetmezdi" (Âyet: 67); buradaki
"Mekânetihim" ile
"Mekânihim"
bir ma'nâyadır.
"Güneş de (ilâhî
bir âyettir ki) kendi karargâhında cereyan etmektedir. Bu, mutlak gâlib,
herşeyi hakkıyle 1™ Aiinhyın takdiridir" bilen Allah'ın takdiridir
(Âyet: 38).
324-.......Ebû
Zerr (R) şöyle demiştir: Ben güneşin batışı sırasında mescidde Peygamber'in
beraberinde idim. Peygamber (S):
— "Yâ Ebâ Zerr! Güneş nerede gurûb eder
bilir misin?" diye sordu.
Ben:
— Allah ve Rasûlü en bilendir, dedim.
Peygamber:
— "Güneş gider, tâ Arş'ın altında secde
eder. İşte bu Yüce Allah 'in şu kavlidir: Güneş de (ilâhî bir âyettir ki)
kendi karargâhında cereyan etmektedir. Bu, mutlak gâlib, herşeyi hakkıyle bilen
Allah '-in takdiridir."
325-.......Ebû
Zerr (R) şöyle demiştir: Ben Peygamber(S)'e, Yüce Allah'ın "Güneş kendi
karargâhında cereyan etmektedir" kavlinden sordum. Peygamber: "Onun
müstakarrı Arş'ın altındadır" buyurdu [479].
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
Mucâhid şöyle dedi:
"Uzak bir yerden gaybe atıp tutuyorlardı" (Sebe1:52), buradaki
"Uzak bir yerden", "Her yerden" ma'nâsınadır. "Ki
onlar MeleH A 'lâ'ya kulak verip dinleyemezler, her yandan kovularak atılırlar.
Onlar için (âhirette) ardı arası kesilmez bir azâb vardır" (Âyet: 8-9),
buradaki
"Yukzafûne", "Atılıyorlar"; "Vâsıbun",
"Dâim" (yânî
"Devâmli") ma'nâsınadır.
"Hakikat biz
onları yapışkan bir çamurdan yarattık"
(Âyet: ıi); buradaki
"Lâzibun", "Lâzımun", yânî "Cıvık yapışkan"
ma'nâsınadır.
"Onlardan kimi
kimine yönelip mes'ûl tutmaya kalkışırlar. Hakikat siz bize sağdan gelirdiniz,
derler"
(Âyet: 27-28);
buradaki "Sağdan" sözüyle, hakkı kasdediyor. Bunu kâfirler, şeytâna
hitaben söylerler.
"Orada bir humar
da yok, onlar bundan sarhoş da olmazlar" (Aya. 4iy, buradaki
"Ğavlun", "Karın ağrısı";
"Yunzefûn",
"Akıllan gitmez" ma'nâsınadır.
"İçlerinden bir
sözcü: Hakikat benim bir arkadaşım vardı, der" (Âyet: 51), buradaki
"Karin", "Arkadaş"
ma'nâsınadır.
"Çünkü onlar atalarını sapkın kimseler bulmuşlardı da, kendileri de
onların izleri üzerinde
koşturuluyorlardı"(Ayev.
69-70), buradaki "Yuhreûne{~ Koşturuluyorlar)", "Hervele hey'eti
gibi" (yânî
"Hervele yapanlar
gibi sür'atle koşturuluyorlar") demektir.
"Derken (kavmi)
koşarak onun önüne çıktılar" (Âyet: 94};
buradaki
"Yeziffûn", "en-Neselâne fi'1-meşyi" {yânî "Koşmanın
aşağısında kısa adımlarla sür'atli yürüyüş")
ma'nâsınadır.
"Bir de O'nunla
cinnler arasında bir hısımlık uydurdular. And olsun ki, bizzat cinnler dahî
onların muhakkak (cehenneme) ihzâren getirileceklerini pek iyi bilmişlerdir.
Allah onların isnâd edegeldiklerinden yücedir, münezzehdir" (Âyet:
158-159).
Kureyş kâfirleri:
"Melekler Allah'ın kızlarıdırlar, meleklerin anaları da cinnlerin
hâsslarının kızlarıdır" dediler.
Yüce Allah da:
"And olsun ki, bizzat cinnler dahî onların muhakkak ihzâren
getirileceklerini pek iyi
bilmişlerdir",
yânî "Bu sözü söyleyen sizler hesaba çekilmek içi.* orada hazır
edileceksiniz".
Ve İbn Abbâs şöyle
dedi: "Biziz o saff saff dizilenler mutlak biz" (Âyet: ıö5), buradaki
"Saff saff dizilenler", meleklerdir.
"O zulmedenleri,
onlara eş olanları, Allah'ı bırakıp tapmakta ısrar ettikleri şeyleri hep bir
araya toplayın da cehennem yoluna götürün. Onları habsedin. Çünkü onlar
mes'ûldürler" (Âyet, mi); buradaki "SırâtVl-
Cahîm",
"Cehennemin ortası; çılgın ateşin ortası" (Âyet: 55) demektir.
"Sonra üzerine de
onlar için çok sıcak bir su ile karıştırılmış içki vardır" (Âyet: 67),
buradaki "Le-şevben",
"Yiyecekleri
karıştırılır; yiyecek ve içecekleri çok sıcak su ile karıştırılır"
demektir.
"Medhûran"
(ei-AW: n>, "Matrûdan( = Tardedilip kovulmuş)" ma'nâsınadır (Âyet:
9da) "Tardetmek" ma'nâsına olan "Duhûran" geçmişti).
"Yanlarında da
bakışlarını yalnız zevçlerine döndürmüş iri gözlü kadınlar vardır ki, bunlar
örtülüp saklanmış
yumurtalar
gibidirler" (Âyet: 48-49); buradaki "Beydun meknûnun{- Saklanmış
beyaz yumurta)", "Saklanmış
inci"
ma'nâsınadır.
"Biz ona sonra
gelenler içinde (iyi bir nâm) bıraktık" (Âyet: 78, 129), yânî "O
dâima hayırla anılacaktır".
"Bir âyet -bir
mu'cize- gördükleri vakit, onu eğlenceye tutarlar" (Âyet: 14), buradaki
"Yesteshırûne"
"Yesharûn( = Eğlenirler)" ma'nâsınadır.
"O en güzel
yaratanı; sizin de, evvelki atalarınızın da Rabb'i olan Allah'ı bırakıp da BaTe
mi tapıyorsunuz?"
(Âyet: 125-126);
buradaki "Bal" (Büyük bir putun ismi olup Yemen dilinde)
"Rabb" ma'nâsınadır.
"Yûnus da hiç
şübhesiz gönderilen peygamberlerdendi'' (Âyet: 139).
326-.......Abdullah
ibn Mes'ûd (R) şöyle dedi: Rasûlullah (S): "Hiçbir kimseye Yûnus ibn
Mettâ'dan daha hayırlı olması lâyık değildir" buyurdu.
327-.......Muhammed
ibnu Fuleyh tahdîs edip şöyle demiştir:
Bana babam Fuleyh ibn
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
328-......,
el-Avvâm ibn Havşeb şöyle dedi: Ben Mucâhid'e Sâd Sûresi'ndeki secdeden sordum.
Mucâhid şöyle dedi: Bu, İbn Abbâs'a soruldu da o: "Onlar Allah'ın hidâyet
ettiği kimselerdir. O hâlde sen de onların gittiği doğru yolu tutup ona
uy..." (ei-Enâm:90) kelâmını
söyledi. İbn Abbâs bu
Sâd Sûresi'nde (24. âyetinde) secde eder idi [481].
329- Bana
Muhammed ibnu Abdillah tahdîs etti [482].
Bize Mu-hammed ibnu Ubeyd et-Tenâfisiyyu tahdîs etti ki, el-Avvâm şöyle demiştir:
Ben Mucâhid'e Sâd Sûresi'ndeki secdenin mâhiyetini sordum. O şöyle dedi: Ben
İbn Abbâs'a:
— Hangi delilden dolayı secde ediyorsun? dedim.
İbn Abbâs da bana:
— Sen şu âyetleri
okumuyor musun: ' 'Biz ona İshâk ile Ya 'kûb 'u ihsan ettik ve herbirini
hidâyete erdirdik. Daha evvel de Nûh 'm, ve onun neslinden Davud'u,
"Ucabun (Âyet:5),
"Acîbun" (yânî "Şaşılacak birşey") ma'nâ-sınadır.
"el-Kıttu"
(Âya-AG), "es-Sahîfetu" demektir, o burada "Hasene-ler
sahîfesi"dir.
Mucâhid şöyle dedi:
"Küfredenler bir izzet (bir onur), bir tefrika içindedir" (Âyev.2);
buradaki "İzzet", "Muâzzîn( = İzzet ve yenme yarışında yâhud
câhiliyet hamiyetinde ve büyüklenmesinde)" ma'nâ-sınadır.
"Biz bunu diğer
millette (yânî dînde) işitmedik. Bu, uydurmadan başkası değildir"
(Âyet:7); buradaki "el-MilletVl-âhire", Kureyş dînidir;
"el-İhtilâk" da "Yalan ve uydurma" ma'nâsınadır [484].
Yâhud o göklerin,
yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin mülkü -tasarrufu onların mı ? Öyle ise
sebeblerine yapışarak göğe yükselsin-ler" (Âyet: ıo); buradaki
"el-Esbâb", semânın kapılarındaki yollarıdır.
''Onlar derme çatma
patilerden birikmiş öyle bir ordudur ki, işte şurada hezimete
uğratılmışlardır" (Âyet:ii): Kureyş'i kasdediyor.
Onlardan evvel Nûh
kavmi, Âd ve o kazıklar sahibi Fir 'avn, Se-mûd, Lût kavimleri ile Eyke
sahihleri de tekzîb etmişlerdi. İşte o partilerim akıbeti)/" (Âyet:
12-13); "İşte o partiler", "Geçmiş olan bu milletler (hep helak
edildiler)" ma'nâsınadır.
"Onların her biri
başka değil, gönderilen peygamberleri tekzîb ettiler de bu yüzden azabım hakk
oldu. Bunlar da iki sağım aralığı kadar bile gecikmeyecek bir tek korkunç
sesten başkasını gözetmiyorlar" {Âyet: i4-i5>; buradaki
"Fevâk", "Rucû"', yânî "Dönmek" ma'nâsınadır.
"Kıttanâ" (Âyet; 16), "Azabımızı" ma'nâsınadır.
"Biz onları
eğlence edinirdik..." (Âyet: 63), "Biz onları ihata etmiştik"
(yâhud "Onlarda hatâ etmiştik") ma'nâsınadır. "Etrâb",
"Emsal" (yânî "Bir-yaşıt") demektir.
Ve İbn Abbâs şöyle
dedi: "Kuvvetlerin ve basiretlerin sahihleri olan kullarımız İbrahim'i, İshâk%
Ya'kûb'u da an" (Âyet:45); '.'el Eyd", "Kulluk hususundaki
kuvvet"; "el-Ebsâr", "Allah'ın emri hususundaki
görüş"tür.
"Gerçek ben mal
sevgisine sırf Rabb'imi zikretmek için düştüm.*. " (Âyet:32); buradaki
"An zikri RabbV\ "Min zikri Rabbî" ma'nâsına-dır.
"... Hemen
ayaklarını ve boyunlarını okşamaya başladı" (Âyet:33), "Atların
boyunlarına ve ayaklarına eliyle dokunuyordu"; "el-Esfâd"
(Âyet:38), "Bağlar, bukağılar, kayıdlar" ma'nâsınadir.
"
(Âyet: 35).
330-.......Ebû
Hureyre(R)'den: Peygamber (S) şöyle buyurdu: "Cinn taifesinden bir ifrît
dün gece namazımı bozdurmak için bana ansızın hücum etti. -Yâhud Peygamber buna
benzer bir kelime söyledi.- Lâkin Allah beni gâlib getirip ona istediğimi
yapmaya fırsat verdi. Sabah olunca hepiniz onu güresiniz diye mescidin
direklerinden birine bağlamak istedim. Fakat kardeşim
Râvî Ravh: Peygamber o
ifrîti hor olarak kovdu, demiştir [485].
“Ve ben kendiliğinden
birşey teklif edenlerden de değilim1" (Âyet: 86).
331-.......Mesrûk
şöyle dedi: Bizler Abdullah ibnu Mes'ûd'un yanına girdik. O:
— Ey insanlar!
İçinizden her kim bir ilim bilirse onu söylesin, bilmeyen de "Allah en
bilendir" desin. Çünkü insanın bilmediği şey için "(Bilmiyorum) Allah
en bilendir" demesi de ilimdendir. Azız ve Celîl olan Allah, kendi
Peygamber'ine hitaben: "Ben buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum ve
ben size kendiliğimden birşey teklif edenlerden de değilim, de!" buyurdu.
Şimdi ben size ed-Duhân:10. âyetini anlatacağım:
Rasûlullah (S)
Kureyş'i İslâm'a girmeye çağırdı. Onlar İslâm'a girmeğe ağır davranıp
geciktiler. Bunun üzerine Peygamber: "Yâ Allah, Yûsuf'un zamanındaki
yıllar gibi yedi şiddet yılı ile bana yardım et" diye Kureyş aleyhine duâ
etti. Akabinde onları öyle bir kıtlık yakaladı ki, herşeyi kökünden giderip
yok etti. O derecede ki, onlar ölmüş hayvanları ve derileri yediler. Hattâ bir
insan açlıktan dolayı kendisiyle gök arasında bir duman görmeğe başladı. Azîz
ve Celîl olan Allah şöyle buyurdu:' '0 hâlde semânın apâşikâr bir duman
getireceği günü gözetle. O, insanları saracaktır. Bu pek yaman bir azâb...
" (ed-Duhân:10-ll).
Dedi ki:
— Bunun üzerine Kureyşliler
şöyle duâ ettiler: "Ey Rabb 'imiz, bizden bu azabı açıp kaldır. Çünkü biz
îmân edeceğiz (dediler). Onlar için düşünüp ibret almak nerede? Kendilerine
açıklayan bir peygamber geldiği hâlde.
Yine ondan yüz çevirdiler. O'na kimi bir öğretilmiş, kimi bir mecnûn
dediler. Biz bu duman azabını biraz açıp kaldıracağız. Fakat siz hiç şübhe yok
ki tekrar dönecek olanlarsınız
(ed-Duhân:12-15).
İbn Mes'ûd dedi ki:
— Kıyamet günündeki azâb onlardan kaldırılır
mı? Yine dedi ki:
— Kureyş'ten o azâb
kaldırıldıktan sonra onlar yine küfürlerine döndüler. Allah da onları Bedir
günü tekrar yakaladı. Yüce Allah: ' 'Çok büyük bir şiddet ve satvetle
çarpacağımız gün muhakkak ki biz onlardan intikaam alıcılarız"
(ed-Duhân:i6) [486].
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
Ve Mucâhid şöyle dedi:
"... Kıyamet günü
yüzünü o fecî' azâbdan kim kurtaracak?" (Âyet: 24), yânî "Ateş içinde
yüzü üzerine sürüklenmekten kendini kim kurtaracak?" demektir.
Bunun delili Yüce
Allah'ın şu kavlidir: "Bizim âyetlerimiz hakkında sapıklığa düşenler
şübhesiz bize gizli kalmazlar. O hâlde ateşin içine atılacak olan kimse mi
hayırlıdır, yoksa kıyamet günü korkusuzca gelecek olan kişi mi?,.. "
(Fussilet: 40).
"And olsun ki biz
Kur'ân'da insanlar için nasihat kabul etsinler diye, her misâlden örnekler
gösterdik. Onu tenâkuzsuz ve ihtilafsız, dosdoğru Ar abca bir Kur'ân olarak
indirdik, tâ ki sakınsınlar" (Âyet: 27-28); buradaki
"Gayra
zîıvecin", "Eğrilik ve belirsizlik olmayarak" ma'nâsınadır.
"Kendisinde
birbirine sertlik ve geçimsizlik gösteren birçok ortakların hakkı bulunan bir
adamla (bir köle ile) yalnız bir kişinin adamı olan diğer birini Allah (müşriklerle
muvahhid hakkında) bir misâl olarak getirmiştir. Bu ikisinin hâli bir olur
mu?... " (Âyet: 29);
bu âyette kendisinde
birçok ortak sâhibler bulunan adamİa tek adama hâss olup başkalarından s
"Allah kuluna
kâfi değil mi? Seni ondan başkalanyle korkutuyorlar... " (Âyet: 36);
"Ondan başkalanyle", "Putlarıyle; putlarının zarar
vermeleriyle" demektir.
"İnsan bir zarar
dokunduğu zaman bizi çağırır. Sonra kendisine tarafımızdan bir nVmet verdiğimiz
vakit: 'Bu, bana ancak ilimden (bilgimden) dolayı verilmiştir' der.
Hayır, bu bir
imtihandır. Lâkin onların çoğu bilmezler" (Âyet: 49); buradaki
"Havvelnâ", "A'teynâ" (yânî
"Verdik")
ma'nâsınadır. *
* 'Sıdki getirene ve
onu tasdik edenlere gelince: İşte onlar takvaya erenlerin tâ kendileridir"
(Âyet: 33); buradaki
"Sıdkı
getiren", "Kur'ân'ı getiren ve onu tasdik eden kimse"dir ki, o,
kıyamet günü: Rabb'im, bu bana verdiğin ve içindekilerle amel ettiğim
Kur'ân'dır, diyerek gelecek olan mü'mindir.
Mucâhid'den başkası da
şöyle dedi: "Muteşâkisûne"
(Âyet: 29),
"Birbirlerine zorluk çıkaranlar, ihtilâf edenler";
"er-Raculu",
"eş-Şekisu( = Dâima zorluk çıkaran,
adalete razı olmayan kişi"; "Raculen silmen" ta'bîri
"Raculen s
"Allah bir olarak
anıldığı zaman âhirete inanmazların kalbleri tiksinir. Başkası anıldı mı bunların
derhâl yüzleri güler" (Âyet: 45); buradaki "İşmeezzet",
"Nefret etti, tiksindi" demektir.
"Allah şirkten
sakınanları umduklarına nail olmalarına sebeb olan iyi amelleri ile selâmete
erdirir... " (Âyet: 6i);
buradaki
"Bi-mefâzetihim"
"Fevz"den olup "Bi-fevzihim" (yânî "Kendi kazançları,
zaferleri ile") demektir.
"Melekleri
görürsün ki, Rablerine hamd ve teşbih ederek Arş'in etrafını
kuşatmışlardır..." (Âyet: 75);
buradaki
"Hâffiyne min havlVl-arşı", "Arş'ın iki yanından -bütün
yanlarından- onu dolaşıcılar olarak
çepçevre
kuşatanlar" demektir. "Allah, kelâmın en güzelini ahenkli, katmerli
(tıklım büklüm hakikatlerle dolu) bir kitâb hâlinde indirmiştir... "
(Âyet: 23); buradaki "Muteşâbihen" lafzı,
"İştibâh"
(yânî "Seçilememezlik, karışıklık")dan değil, lâkin "Tasdikte ve
güzellikte bâzısı bâzısına benzer (içinde tenakuz ve ihtilâf bulunmaz)"
ma'nâsmdandır.
"De ki: Ey
kendilerinin aleyhinde haddi aşan kullarım, Allah'ın rah
bütün günâhları
mağfiret eder. Şübhesiz ki, O çok mağfiret edici, pek merhamet
eyleyicidir" (Avet: 53).
332-.......
Ya'Iâ ibn Müslim ibn Hürmüz, Saîd ibn Cubeyr'in kendilerine İbn Abbâs(R)'tan
şöyle haber verdiğini söylemiştir: Müşriklerden birtakım insanlar adam
öldürmüşler ve birçok cinayet işlemişler, zina etmişler ve bunda da çok ileri
gitmişlerdi. Bunlar bu günâhlarıyle Muhammed'e geldiler de:
— Senin söylemekte
olduğun tebliğ ve kendisine da'vet etmekte olduğun İslâm Dîni şübhesiz çok
güzeldir. Eğer bize işlediğimiz bunca günâhlar için bir keffâret bulunduğunu
haber versen! dediler.
Bunun üzerine şu
mealdeki âyetler indi: "Onlar ki, Allah'ın yanına başka bir tann daha
katıp tapmazlar. Allah 'm haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar, zina
etmezler. Kim bunları yaparsa cezaya çarpar. Kıyamet günü de azabı katmerleşir
ve o azabın içinde hor ve hakir ebedi bırakılır. Ancak tevbe edip îmân eden,
iyi amelde bulunan kimseler müstesnadır. İşte Allah bunların kötülüklerini
iyiliklere çevirir. Allah çok mağfiret edici, pek merhamet eyleyicidir"
(ei-Furkaan: 68-70).
Bir de şu kelâm indi:
"De ki: Ey kendilerinin aleyhinde haddi aşan kullarım, Allah 'in rah
"Allah'ı hakkıyle
takdir edemediler... (Âyet: 67).
333-.......Abdullah
ibn Mes'ûd (R) şöyle demiştir: Rasûlullah'ın huzuruna Yahûdî hahamlarından bir
âlim geldi ve:
— Yâ Muhammedi Biz
(kitâblanmızda) Allah'ın şöyle vasıflandığını buluyoruz: "Allah gökleri
bir parmağında, yer tabakalarını da bir parmağında, bütün ağaçlan bir
parmağında, suları ve toprakları bir parmağında, öbür mahlûkları da (beşinci)
bir parmağında tutarak: Ben bütün kâinatın Melik'iyim! der" diye
nakletti.
Peygamber (S) Yahûdî
âliminin (Tevrat'tan naklettiği) bu haberi tasdîk ederek, sondaki dişleri
görününceye kadar güldü. Bundan sonra Rasûlullah: "Allah'/ hakk (ve
lâyık) olduğu veçhile takdir etmediler..." âyetini okudu [489].
Hâlbuki kıyamet günü
arz küresi toptan onun bir kabzasıdır. Gökler de onun sağ eliyle dürülmüşlerdir.
O katmakta devam ettikleri ortaklardan münezzehtir, çok yücedir" (Âyet:
67).
334-.......Ebû.
Hureyre (R) dedi ki: Ben Rasûlullah(S)'tan şöyle buyururken bizzat işittim:
"Allah Arz'ı kabz edecek, sağ eliyle gökleri dürecek, sonra: 'Ben Melik
Hm; yeryüzünün hükümdarları nerede?' buyuracak"[490]
"(Birinci) sûr'a
üfürülmüş, artık Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere göklerde kim var,
yerde kim varsa hepsi düşüp ölmüştür. Sonra ona bir daha üfürülmüştür. O anda
görürsün ki (ölüler dirilip) ayakta bakınıp duruyorlar" (Âyet: 68).
335-.......Bize
Abdurrahîm, Zekeriyyâ ibn Zâide'den; o da Âmir ibn Şurahbîl eş-Şa'bî'den; o da
Ebû Hureyre(R)'den haber verdi ki, Peygamber (S) şöyle buyurmuştur: "Ben
ikinci üfürmeden sonra başını kaldıracak olanların ilkiyim. Bir de bakarım ki,
Mûsâ Arş'a yapışmış duruyor. Artık o birinci nefhada ölmedi de hep böyle mi
idi, yâhud ikinci nefhadan sonra benden önce mi diriltildi, bilmiyorum' [491].
336-.......
el-A'meş tahdîs edip şöyle dedi: Ben Ebû S
Ebû Hureyre'nin
arkadaşları:
— Yâ Ebâ Hureyre: Kırk gün mü? diye sordular.
Ebû Hureyre dedi ki:
Ben cevâb vermekten çekindim. Birisi:
— Kırk sene mi? diye sordu.
Ebû Hureyre dedi ki:
Ben yine cevâb vermekten çekindim. Bir
başkası:
— Kırk ay mı? diye
sordu.
Ebû Hureyre dedi ki:
Ben buna da cevâb vermekten çekindim. (Çünkü günlerle, aylarla, yıllarla müddet
ta*yîn edecek bilgim yoktu. Ebû Hureyre dedi ki:) Rasûlullah:
— "insandan her parça çürür, yalnız kuyruk
sokumundaki bir parçası çürümez, ikinci yaratma o parça içinde terkîb
edilir" buyurdu [492]
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
Mucâhid şöyle dedi:
"Hâmîm";
bunun mecazı (yânı yolu, hükmü), diğer sûre evvellerindeki kesik kesik
harflerin mecazıdır. Ve şöyle de deniliyor: Hayır, bu Şurayh ibnu Ebî Evfâ'nın şu
kavlindeki kullanışından dolayı, bir isimdir [493]:
Yuzekkirunî hâmîme
ve'r-rumhu şâcirun, Fe-hellâ-teİâ hâmîme kahle't-tekaddumi
(= Harb günü o bana
mızraklar birbirine girip karıştığı hâlde Hâmîm'i hatırlattı, keski o bu Hamimi
harbde ileriye
geçmeden önce henüz mızraklar birbirine karışmadan okumuş olsaydı!) [494]
"ŞedîdVl-ikaabı,
zVt-tavli" (Âyet: 3) kavlinde "et-Tavlu" "et-Tefâdulu"
(yânî "Fadl ve kerem") ma'nâsınadır.
-Katâde: Bunun aslı
"Sahibi üzerine müddeti uzayan ni'metlendirme"dir, demiştir.-
"Rabb'in şöyle
buyurdu: Bana duâ edin. Size icabet edeyim. Çünkü bana ibâdetten büyüklük
taslayıp
uzaklaşanlar hor ve
hakir olarak ateşe gireceklerdir"
(Âyet: 60); buradaki
"Dâhırîne", "Alçalıcüar olarak"
(Suddî:
"Küçülücüler ve zeliller olarak" demiştir) ma'nâsınadır.
"Ey kavmim, benim
karşılaştığım bu hâl nedir? Çünkü ben sizi kurtuluşa da *vet ediyorum, siz beni
ateş çağırıyorsunuz" (Âyet: 4i); buradaki "Necat" (Ateşten
kurtarıcı olan) "îmân" ma'nâsınadır.
Siz beni Allah'a
küfredeyim, hiçbir surette tanımadığım nesneleri O'na ortak tutayım diye çağırıyorsunuz.
Ben de sizi O mutlak Kaadir'e, O çok mağfiret ediciye da\et ediyorum. Sizin
beni mutlakaa tapmaya da'vet ettiğinizin dünyâda da, âhirette de asla hiçbir
da'veti yoktur..." (Âyet: 42-43);
buradaki "Hiçbir
da'vete hakkı olmayan" -yâhud "Hiçbir da'veti kabule hakkı
olmayan"- ta'bıriyle, müşriklerin Allah'tan başka tapmakta oldukları
vesen'i, put'u kasdediyor.
"Onlar Kitâbh ve
Peygamberimizle gönderdiğimiz şeyleri tekzfb edenlerdir. Artık bilecekler.
Boyunlarında lâleler, zincirler bulunduğu zaman ki, onlar sıcak suyun içinde
sürüklenecekler, sonra ateşte yakılacaklardır"
(Âyet: 70.-72);
buradaki "Yuscerûn", "Onları ateş yakacak"
ma'nâsmadır. (Bu, Yüce
Allah'ın: "Onun yakıtı insanlar ve taşlardır" (ei Bakara: 24) kavli
gibidir.)
"Size olan bu
azâb şundandır: Çünkü siz yeryüzünde haksız yere şımarıklık ediyor, çılgınca
taşkınlık gösteriyorsunuz" {Âyev. 75); buradaki "Temrahûne",
"Tebterûne"
(yânî "Çok şımarıyor, azıyor, hakkı beğenmiyor, kabul etmiyorsunuz")
ma'nâsınadır. el-Alâ ibnu Ziyâd (öl: 94), insanları, cehennemi hatırlatıp
kötülüklerden sakındırıyordu. O sırada bir adam ona: Sen insanları niçin
Allah'ın rah
buyururken, ben
insanları ümîdsizliğe düşürmeye muktedir olabilir miyim? Bununla beraber Allah
"Hakikat müsrifler (yont haddi aşanlar) ateş yaranının tâ
kendileridir" (Âyet: 43) de buyuruyor. Lâkin sizler amellerinizin
kötülüklerine, çirkinliklerine rağmen cennetle müjdelendirilmenizi arzu etmektesiniz.
Fakat Allah, Muhammed(S)'i ancak kendisine itaat edenleri cennetle müjdeleyici,
âsî olanları da ateşle korkutucu olarak göndermiştir, dedi [495].
337-.......Bize
el-Evzâî tahdîs edip şöyle dedi: Bana Yahya ibnu Ebî Kesîr tahdîs edip şöyle
dedi: Bana Muhammed ibnu İbrâhîm et-Temîmî tahdîs edip şöyle dedi: Bana Urve
ibnu'z-Zubeyr tahdîs edip şöyle dedi: Ben Abdullah ibn Amr ibni'1-Âs'a:
— Müşriklerin
Rasûlullah'a yaptıkları kötülüklerin en şiddetlisini bana haber ver, dedim.
Abdullah ibn Amr şöyle
dedi:
— Rasûlullah (S)
Ka'be'nin avlusunda namaz kılıyordu. Bunun üzerine Ukbe ibn Ebî Muayt
çıkageldi. Ukbe, Rasûlullah'ın omuzun-dan tuttu da ridâsım boynunda dürüp
toparladı (ve onunla) Rasûlul-lah'ı şiddetli bir şekilde boğmağa başlamıştı ki,
tam bu sırada Ebû Bekr karşıdan yönelip geldi, hemen Ukbe'nin omuzunu tuttu ve
onun saldırısını Rasûlullah'tan def etti ve: "Siz bir adamı, RabbHm Allah
'tır demesiyle öldürür müsünüz? Hâlbuki o, size Rabb Hnizden apa± çık mu
'cizeler de getirmiştir. Bununla beraber eğer o bir yalancı ise, yalanı
kendine. Eğer doğru söyleyici ise, sizi tehdîd edegeldiği azâbin bir kısmı
olsun sizi çarpar. Şübhesiz Allah, haddi aşan, yalancı olan kimseyi muvaffak
etmez" (Âyet: 28) kelâmını okudu [496].
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
Ve Tâvûs, İbn
Abbâs'tan olmak üzere şöyle dedi:
"Sonra göğe -ki o
bir buhar hâlinde idi- doğruldu da ona ve Arz3a: İkiniz de ister istemez gelin,
buyurdu.
Onlar da: İsteye
isteye geldik, dediler" (Âyet: 11);
buradaki "İ'tiyâ
tav'an", "Atıyâ( = Veriniz)"; "Kaaletâ eteynâ",
"A'taynâ tâıîne( = Boyun eğerek
verdik)" ma'nâsınadır [497].
el-Minhâl söyledi ki,
Saîd ibn Cubeyr şöyle demiştir:
Bir adam (ki Nâfi'
ibnu'l-Ezrak'tır) Ibn Abbâs'a: Ben Kur'ân'da bana zahirleri ihtilâf etmekte
olan birçok
şeyler buluyorum,
dedi. (Ibn Abbâs: Sana ihtilaflı görünen bu şeylerden getir, dedi.) O da şunları
söyledi: "Sûra üfürüldüğü zaman da
artık aralarında o gün (böbürlenecekleri) soyları, sopları olmadığı gibi
(birbirlerinin hâlini de) soruşamazlar" (ei- Muminûn: ıoi), "Onlardan
kimi kimine yönelip birbirini soruşurlar''
(es-Sâffât: 27-50);
"Küfredenlerle o
peygambere âsî olanlar o gün hâk ile yeksan edilselerdi de Allah'tan bir sözü
gizlememiş olsalardı temennisinde bulunacaktır" (en-Nisâ: 42),
"Rabb'imiz olan
Allah'a and ederim ki, biz eş tutanlardan değildik... " (d Enam: 23) -bu
âyette onlar, müşrik olduklarını gizlediler...
"Sizi (tekrar)
yaratmak mı (sizce) daha güç, yoksa göğü mü? Ki onu Allah bina etmiştir. Onun
boyunu O yükseltti. Derken ona bir nizâm verdi. Onun gecesini kararttı,
gündüzünü (aydınlığa) çıkardı. Bundan sonra
da yeri yayıp döşedi"
(en-Nâziât: 27-30). Yüce Allah bu âyette göğün yaratılmasını Yer'in
yaratılmasından
önce zikretti. Sonra
şu âyette şöyle buyurdu:
"... Gerçek siz
mi o Arz'ı iki günde yaratana küfrediyor, O'na ortaklar katıyorsunuz? O,
Alemlerin (Âyet: 9);
Ve Yüce Allah şöyle
buyurdu:
"Allah gafur,
rahim bulunuyor", "Allah azız» hakîm bulunuyor", "Allah
semV, basîr bulunuyor", sanki
Allah bu sıfatlarla
sıfatlanmış oldu da sonra geçti (yânî bundan değişti) gibi?
İbn Abbâs bu
sorularına cevâb vererek şöyle dedi: Yüce Allah'ın "O gün aralarında soy,
sop olmayacak" sözü, birinci üfürmededir: "(Birinci) sûra üfürülmüş, artık
Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere göklerde kim var, yerde kim varsa
hepsi düşüp ölmüştür. Sonra ona bir daha üfürülmüştür. O anda görürsün ki,
ayakta bakınıp duruyorlar" (ez-zumen 68). İşte bu sırada aralarında
(kendilerine fayda verecek) soy sop yoktur.
(Herkes kendi nefsi
ile meşgul bulunduğu için) birbirleriyle soruşamazlar [498].
Sonra diğer bir
üfürmede birbirlerine yönelip soruşurlar [499].
Amma Yüce Allah'ın
"Biz müşrikler değildik" ve "Allah'tan bir sözü gizlemezler...
" sözlerine gelince, şübhesiz Allah ıslâh ehlinin günâhlarını mağfiret
eder. Müşrikler: Geliniz de bizler müşrikler değildik diyelim, dediler de
ağızları üzerine mühür vuruldu ve elleri nutkedip konuşur. İşte bu sırada
Allah'tan hiçbir sözün gizlenmez olduğu bilindi. İşte "Küfredenlerle o peygambere
âsî olanlar o gün yerle bir edilselerdi de
Allah'tan bir sözü
gizlememiş olsalardı temennisinde bulunurlar" (en-Nisâ: 4i> âyetindeki
bu temenni hâli, bu
sırada olur [500].
Ve Arz'ı iki gün
mikdârı sürede yarattı. Sonra göğü yarattı. Sonra irâdesi göğe yöneldi de
gökleri diğer iki
günlük süre içinde
tesviye edip nizâma koydu. Sonra Arz'ı yayıp genişletti. Arz'ın genişletilip
yayılması ise
ondan suyu, mer'ayı
çıkarmak, dağları, tepeleri ve bunlar arasındaki şeyleri diğer iki gün
süresinde yaratmasıdır. İşte bunların hepsi Yüce Allah'ın "Dahâhâ = Arz'ı
yaydı" sözüdür. Amma "Arzh iki günde yarattı" sözüne gelince,
Arz ve Arz'da bulunan herşey dört günlük süre içinde yaratıldı. Gökler de iki
günde yaratıldı. (Hâsılı: Arz'ın kendisinin yaratılması, göğün yaratılmasından
öncedir. Arz'ın dahvı, yânı yayılması ise, ondan sonradır.)
Ve "Allah gafur,
rahim bulunuyor". Yüce Allah kendi zâtını bunlarla isimlendirdi (bu
isimlendirme geçmiştir). Amma bu "Gafûriyet" ve "Rahîmiyet"
kavline (bunun ma'nâsına) gelince, o böyle olmakta devam ediyor (bu vasıf asla
kesilmiyor). Çünkü Allah bir şeye mağfiret etmek yâhud merhamet etmek isterse
muhakkak olarak istediğini o şeye isabet ettirir. (İbn Abbâs ona:) Binâenaleyh
Kur'ân sana ihtilaflı olmasın, çünkü hepsi Allah katındandır, dedi. (Ebû
Abdillah el-Buhârî şöyle dedi:)
Bu geçen hadîsi bana
Yûsuf ibn Adiyy tahdîs etti [501].
Bize Ubeydullah ibnu
Amr, Zeyd ibn Ebî Uneyse'den; o da el-MinhâPden olmak üzere bu hadîsi tahdîs etti
[502].
Ve Mucâhid şöyle dedi:
"Onlar için kesiksiz bir ücret vardır" (Âyet: 8>; bu "Gayru
mahsûbin{- Hesâbsız,
tükenmeyen)**
ma'nâsmadır.
"Allah dört gün
(sonunda) orada üstünde sabit dağlar yaptı,
onda bereketler yarattı, orada arayanlar için dört
günde müsâvî gıdalar
takdir etti" (Âyet: ıo) buradaki
"Akvâtahâ",
"Erzâkahâ" (yânî "Bızıklanni") ma'nâsmadır [503]
"Her gökte ona
âid emri vahyettV (Âyet: u)j "Kendisine emrettiği şeyleri vahyetti".
"Bundan dolayı
biz de dünyâ hayâtında zillet azabım kendilerine tattırmamız için, uğursuz
uğursuz günlerde
üzerlerine çok
gürültülü bir bora gönderdik. Ahiret azabı elbet daha horlayıcıdır..."
(Âyet: ıe>; buradaki
"Eyyamın
nahısâtın", "Uğursuz uğursuz günlerde" ma'nâsınadir [504].
"Biz onlara
birtakım yanaşmaları sebeb yaptık da önlerinde ne var, ardlarında ne varsa
onlar bunları süslü
gösterdiler..."
(Âyet: 25); buradaki "Kayyadnâ lehum", "Kurenâe = Biz o
karînleri onlara yaklaştırdık" demektir[505].
"Hakikat
'Rabb'imiz Allah'tır' deyip de sonra doğruluğa yapışanlar; işte onların
üzerlerine
'Korkmayın,
tasalanmayın, vaJd olunduğunuz cennetle sevinin' diye diye melekler
inecektir" (Âyet: 30); bu
meleklerin inmesi,
ölüm vaktindedir.
"... Senin
hakikaten boynunu bükmüş gördüğün Arz da O 'nun âyetlerindendir. Fakat biz
üzerine suyu indirdiğimiz vakit o harekete gelir, kabarır. Ona muhakkak can
veren (Allah) elbet Ölüleri de dirilticidir.
Çünkü O, herşeye
kaadirdir" (Âyet: 39); buradaki "Ihtezzet ve rabet",
"Bitkilerle harekete gelir, kabarır" demektir.
Mucâhid'den başkası da
{"Ve rabet "in ma'nâsı hakkında) "Meyve ve çiçekler
kapçıklarından, tomurcuklarından doğdukları zaman kabarırlar" ma'nâsınadır,
dedi.
"And olsun ki,
şayet ona dokunan bir sıkıntıdan sonra kendisine bizden (zenginlik ve sıhhat
gibi) bir rahmet tattırırsak, mutlakaa: Bu, benim hakkımdır..." (Âyet:
50); yânî "Benim amelim sebebiyledir, bu bana haklı kılınmıştır" der.
"Onda arayanlar
için dört günde müsâvî gıdalar takdir etti" (Âyet: ıo), yânî
"Arz'daki gıdaları, arayanlar için
müsâvî olarak takdîr
etti".
"Semûd'a gelince;
biz onlara doğru yolu gösterdik... " (Âyet: 17),
"Onları hayra ve
şerre delâlet ettik (yânî,
"Mutlak olarak
hayır ve şerr yollarına delâlet ettik").
Bu, "Biz ona iki
de yol gösterdik" (ei-Beied: ıo>, "Gerçek biz insana doğru yolu
gösterdik... " (eninsân: 3) kavilleri gibidir. Maksada irşâddan ibaret
olan "Huda", "Biz onu yolların başına yükselttik"
menzilesindedir (ma'nâsındadır).
"Onlar Allah'ın
hidâyet ettiği kimselerdir. O hâlde sen de onların gittiği doğru yolu tutup ona
uy..." (ei-En'im: 90) kavli de bu ma'nâdandır (yânî Buhârî'nin
"İrşâd" ve
"Is'âd" -Sâd
harfiyle- ta'bîr ettiği gayeye ulaştırıcı delâlet nev'indendir).
"O gün Allah'ın
düşmanları; işte onlar toplu hâlde ateşe sürülecekler" (Âyet: 19);
buradaki "Yûzeûne",
"Yukeffûne(
= Men'edilecekler)" ma'nâsınadır.
"... O'nun ilmi
olmaksızın meyvelerden hiçbiri tomurcuklarından çıkmaz, hiçbir dişi gebe kalmaz
ve doğurmaz... " (Âyet: 47); buradaki "Min ekmâmihâ" sözü,
"Çiçek
tomurcuğunun kapçığı, yuvası" demektir.
Başkası da şöyle dedi:
Üzüm için de meydana
çıktığı zaman yine "Kâfur" ve
"Kufurrâ"
denilir (Herşeyin kapçığı, onun kâfurudur).
"Keenhu veliyyun
hamîm = Sanki o sıcak dosttur" (Ayet: 34), yânî yakındır.
"Önce taptıkları
nesneler onlardan uzaklaşıp
kaybolmuştur. Onlar
kendilerine kaçacak hiçbir yer
olmadığını
anlamışlardır" (Âyet: 48); buradaki "Min mahtsun"dan "Hâsa
anhu" denilir ki, "Meyi etti"
demektir.
"Gözünü aç,
muhakkak onlar Rabb'lerine kavuşmaktan bir şübhe içindedirler. Gözünü aç, O
hakîkaten herşeyi
çepçevre
kuşatandır" (Âyet: 54); buradaki "Mirye" ve "Murye"
bir olup "Şübhe içinde olmak, şübhe etmek"
ma'nâsınadır.
Ve Mucâhid şöyle dedi:
"Siz dilediğinizi
yapın, çünkü O, ne yaparsanız hakkıyle görendir" (Âyet: 40), bu vaîd, yânî
tehdîddir.
İbn Abbâs şöyle dedi:
"Ne (her) iyilik,
ne de (her) kötülük bir olmaz- Sen kötülüğü en güzel olan hasletle önle. O
zaman görürsün ki, seninle arasında
düşmanlık bulunan kimse bile yakın dosttur" (Âyet. 33); buradaki
"Daha güzel olan şey", öfke
sırasında sabr,
kötülüğe uğrama sırasında affetmektir.
Sabrı ve affı
yaptıkları zaman Allah onları korur ve düşmanları onlara alçalıp boyun eğer:
"Sanki o düşman yakın bir dosttur".
"Siz ne
kulaklarınız, ne gözleriniz, ne de derileriniz kendi aleyhinize şâhidlik eder
diye (düşünüp) sakınmadınız- BiVakis Allah, yapmakta olduklarınızın birçoğunu
bilmez sandınız" (Âyet: 22).
338-.......Bize
Yezîd ibmı Zuray', Rahv ibnu'l-Kaasım'dan; o da Mansûr ibnu'l-Mu'temir'den; o
da Mucâhid ibn Cebr'den; o da Ebû Ma'mer'den tahdîs etti ki, İbn Mes'ûd (R)
"Siz ne kulaklarınız, ne gözleriniz, ne de derileriniz kendi aleyhinize
şâhidlik eder diye sakınmadınız..* " âyetinin tefsîri hakkında şöyle
demiştir: Kureyş'ten iki adam vardı, bunların Sakîf kabilesinden, kadınları
yönünden bir hısımları vardı, yâhud da Sakîf ten iki adam ve onların Kureyş'ten
olan kadın yönünden bir hısımları vardı. Bunlar Beyt'te konuşurlarken biri
diğerlerine:
— Söylemekte olduğumuz
sözleri Allah'ın işitiyor olduğunu zannediyor musunuz? dedi.
Onlardan biri:
— Bir kısmını işitir, dedi. Bâzısı da:
— Eğer bir kısmını işitirse, yemîn olsun
hepsini işitir, dedi.
İşte bunun üzerine '
'Siz, ne kulaklarınız, ne gözleriniz, ne de derileriniz kendi aleyhinize
şâhidlik eder diye (düşünüp) sakınmadınız..." âyeti indirildi [506].
'Rabb Hnize karşı
beslediğiniz şu zannınız, işte sizi o helak etti. Bu yüzden hüsrana düşenlerden
oldunuz" (Âyet: 23).
339-.......
Bize Mansûr, Mucâhid'den; o da Ebû Ma'mer'den tahdîs etti ki, Abdullah ibnu
Mes'ûd (R) şöyle demiştir: Beyt'in yanında üç kişi bir araya geldiler.
Bunların ikisi Kureyşli, biri Sakîfli yâhud da ikisi Sakîfli, biri Kureyşli
idi. Bunlar karınlarının yağı çok, kalblerinin anlayışı az kimselerdi.
Bunlardan biri:
— Söylemekte bulunduğumuz sözleri Allah'ın
işitiyor olduğunu zannediyor musunuz? dedi.
Diğeri:
— Eğer açıktan söylersek işitir, gizli
söylersek işitmez, dedi.
Kalan diğeri de:
— Eğer açıktan
söylediğimiz zaman işitmekte ise, muhakkak ki, O, gizli söylediğimiz zamanda da
işitir, dedi.
İşte bunun üzerine
Azîz ve Celîl olan Allah "Siz, ne kulaklarınız, ne gözleriniz, ne de
derileriniz kendi aleyhinize şâhidlik eder diye (düşünüp) sakınmadınız...
" âyetini indirdi.
Sufyân ibn Uyeyne bu
hadîsi tahdîs edip şöyle derdi: Bize Mansûr ibnu'l-Mu'temir yâhud Abdullah
ibnu Ebî Necîh yâhud Humeyd tahdîs etti. Bunlardan biri yâhud bunlardan ikisi.
Sonra kanâati Mansûr üzerinde sabit oldu ve bu tereddüdü bir kerre değil,
birçok kerre-ler terkeyledi [507].
'Şimdi eğer day
anabilirlerse, işte onların yurdu: Ateş! Eğer tekrar dönmek isterlerse, bu
suretle de onlar
hoşnûd edilecek
değillerdir" (Âyet: 24) [508].
340- Bize
Amr ibnu Alî tahdîs etti. Bize Yahya ibn Saîd el-Kattân tahdîs etti. Bize
Sufyân es-Sevrî tahdîs edip şöyle dedi: Bana Man-sûr, Mucâhid'den; o da Ebû
Ma'mer'den; o da Abdullah ibn Mes'-ûd'dan zikredilen hadîs tarzında tahdîs etti
[509].
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
"Göklerin ve
yerin mülkü Allah'ındır. Ne dilerse yaratır. Kimi dilerse ona kızlar bağışlar,
kimi dilerse ona erkekler lütfeder. Yâhiıd (o çocukları) erkekler, dişiler
olmak üzere çift verir. Kimi de dilerse onu kısır bırakır...." (Âyet:
49-50).
İbn Abbâs'tan,
buradaki "Akîmen", "Çocuk doğurmaz" ma'nâsınadır dediği;
"İşte biz sana da böylece emrimizden bir Rûh vahyettik..." (Âyet:
52);
buradaki
"Rûh", Kur'ân'dır dediği zikrolunuyor.
Ve Mucâhid şöyle
dedi:.
"O gökleri ve
yeri yaratandır. Size hem kendinizden eşler, hem davarlardan eşler yaptı* Sizi
bu suretle zürriyetlendirip üretiyor..." (Âyet: id; buradaki
"Yezreukum fîhi ( = Sizi bu nizâm içinde üretiyor)",
"Nesilden sonra
nesil oluyor" ma'nâsınadır. "Sizinle bizim aramızda hiçbir hüccet
yoktur... " (Ayet: 15),
"... Hiçbir
husûmet yoktur" ma'nâsınadır [511].
"Onların, ateşe
arz olunurlarken zilletten boyunlarını büke büke göz ucuyla bakacaklarını
göreceksin..." (Âyet: 45); buradaki "Tarfin hafiyyen",
"Zeffl bakış" ma'nâsınadır.
Mucâhid'den başkası da
şöyle dedi:
"Eğer o dilerse
rüzgârı durdurur da gemiler denizin sırtı üstünde kalırlar... " (Âyet:
33); buradaki "Denizin sırtı üstünde durup kalırlar" sözü
"Denizde hareket etmezler ve akıp gitmezler" demektir.
"Yoksa onların,
Allah'ın izin vermediği şeyleri dînden kendilerine şeriat yapan ortakları mı
var?... " (Âyet: 21);
buradaki
"Şereû", "îbtedeû" (yânî "Bid'at çıkaranlar") manasınadır
[512]
ki: Ben bu tebliğime karşı akrabalıkta
sevgiden başka hiçbir mükâfat istemiyorum" (Âyet: 23).
341-.......Abdulmelik
ibnu Meysere şöyle demiştir: Ben Tâvûs (ibn Keysân el-Yemenî)'tan işittim. İbn
Abbâs'a "lüe'l-meveddetefî'l-kurbâ""1 sorulmuş. Saîd ibn Cubeyr:
— Peygamber'in en
yakını Muhammed âilesidir, diye cevâb vermişti.
Bunun üzerine îbn
Abbâs şöyle demiştir:
— (Ey Saîd) acele
ettin! Kureyş'ten hiçbir oba yoktur ki, onlar içinde Peygamber'e bir hısımlık
bulunmasın. Çünkü Peygamber (S): "Ey Kıtreyş, hiç olmazsa sizinle aramdaki
yakınlığı gözetin, ilgilenin " buyurdu [513].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
Mucâhid şöyle dedi:
"Biz atalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk... " (Âyet: 22); buradaki
"Alâ üm
"Alâ imâmin"
(yânî "Bir imâm, bir önder") üzerinde bulduk ma'nâsınadır.
"Onun yâ Rabb
demesi hakkı için muhakkak ki onlar îmâna gelmezler güruhudur" (Âyet: 87);
buradaki "Kîlihi
yâ Rabb" -bir
okuyuşta nasb ile "Kîlehu yâ Rabbi"- sözünün tefsiri şudur:
"Yâhud biz onların içlerinde gizlediklerini ve aralarındaki fısıltılarını
işitmiyoruz mu (ve sözlerini işitmiyoruz mu) sanıyorlar?,,, " (Âyet: 80) [515].
Ve İbn Abbâs şöyle
dedi: "Eğer bütün insanlar (küfre imrenecek) bir tek ümmet hâline
gelemeyecek olsalardı, o Rahman'a (Allah'a) küfreden kimselerin tavanlarını, üstünden
çıkacakları merdivenleri, odalarının kapılarım, üzerine yaslanacakları tahtları
hep gümüşten yapardık,.. " (Âyet: 33-34). Bunun ma'nâsı: "Eğer insanların
hepsini kâfirler yapması olmasaydı, ben muhakkak kâfirlerin evlerine gümüşten
tavanlar, gümüşten merdivenler, gümüşten tahtlar yapardım" demektir. "Yoksa
biz bunlara güç yetiremezdik..." (Âyet: 13);
buradaki
"Mukriniyne", "Mutikıyne" (yânî "Biz bunlara hâkim
olmaya takat getiremezdik") ma'nâsınadır.
"Nihayet onlar
bizi gadablandınnca kendilerinden intikaam aldık. Derhâl onları toptan suda
boğduk" (Âyet: 55); buradaki "Âsafûnâ", "Ashatûnâ"
(yânî "Bizi öfkelendirdiler") manasınadır.
"Kim o Rahmân'ın
zikrinden göz yumarsa biz ona şeytânı musallat ederiz, artık bu onun ayrılmaz
bir arkadaşıdır" (Âyet: 36); buradaki "Ya'şu", "Ya'mâ"
(yânî "Kör olursa") manasınadır.
Mucâhid şöyle dedi:
"Siz haddi aşan bir kavimsiniz diye artık o Kür'ânh sizden vazgeçip bırakı
mı verelim?" (Âyet: 5), yânî "Sizler Kur'ân'ı tekzîb edeceksiniz de
sonra bu tekzîbe karşılık cezaya uğratılmayacak mısınız?"
"Onun için biz
kuvvetçe bunlardan daha çetinlerini helak ettik. O evvelkilerin misâli
geçmiştir" (Âyet: 8);
buradaki "Mada
meseluH-evvelîn", "Mada sünnetu'l-evvelîn" (yânî
"Evvelkilere uygulanan kaanûn") geçmiştir, ma'nâsınadır.
"Biz ona hâkim
olmaya muktedir değildik..." (Âyet: 13);
buradaki
"Ona" sözüyle develeri, atları, katırları, eşekleri (yânî bütün binek
hayvanlarını) kasdediyor.
"Süs içinde
yetiştirilmekte olup da kendisi mücâdelede (hüccetini) açıklayamayan kişiyi mi
(Allah'a nisbet ediyorlar)?" (Âyet: ıs), yânî "Sizler zînet içinde
yetiştirilen cariyeleri, kızları o Rahmân'ın çocukları mı yaptınız? Sizler
nasıl hükmediyorsunuz?"
"Onlar o
Rahmân'ın bizzat kulları olan melekleri de dişiler yaptılar! Onların
yaratılışlarında hazır mı idiler?! Onların (bu yalan) şâhidlikleri yazılacak,
onlar sorguya çekileceklerdir. Eğer o Rahman dileseydi tapmazdık, dediler.
Onların buna dâir hiçbir bilgileri yoktur. Onlar yalandan başka birşey
söylemiyorlar" (Âyet: 19-20);
"Rahman dileseydi
biz onlara tapmazdık" sözleriyle putları kasdediyorlar. Yüce Allah da
"Onların buna dâir hiçbir bilgileri yoktur" buyuruyor. Yânî "Müşriklerin
söylemekte oldukları bu sözler hakkında hiçbir bilgileri yoktur, onlar sırf
zannetmekte, yalan söylemektedirler. Putlar -yâhud müşrikler- bilmezler". "îbrâhîm
bunu (Tevhîd kelimesini) dönsünler diye zürriyeti içinde bakî bir kelime
yaptı" (Âyet: 28); buradaki "Akıbıhı" "Veledini" (yânî
"Çocukları içinde") ma'nâsınadır.
"Mukterınîne"
(Âyet: 53) "Beraberce yürüyenler" ma'nâsınadır. "Bu veçhile
onları sonrakiler için bir geçmiş ve misâl yaptık" (Âyet: 56): Fir'avn
kavmi, Muhammed Ümmeti'nin kâfirleri için bir geçmiş ve ibret verici bir meseldir.
"Yasıddûne" (Âyet: si) "Yadıccûne(= Gürültü ediyorlar)" ma'nâsınadır.
"Yoksa onlar işi sağlam mı tutmuşlar! İşte biz de hakîkaten sağlam
tutanlarız" (Âyet: 79); buradaki "Mubrımûne", "Mucmıûne( =
Sağlam yapanlar)" ma'nâsınadır.
"O Rahman'in bir
çocuğu olsaydı, ben O'na tapanların ilki olurdum, de!" (Âyet: 8i); burada
"Tapanların ilki",
"İnananların
ilki" ma'nâsınadır.
"Bir zaman da
îbrâhîm babasına ve kavmine: Ben sizin tapmakta olduklarınızdan kesin olarak
uzağım, demişti"
(Âyet: 26).
Arablar "Nahnu
minke'l-berâu ve'l-halâu( = Biz senden
uzak ve boşuz)" derler; bu müzekker. Ve müennesten bir, iki ve cemf için
kullanılan bir lafızdır. Bunların her biri hususunda bir lafızla
"Berâun" denilir. Çünkü bu lafız masdardır. Eğer "Beriun" demiş
olaydı, ikide "Biriyâni", cemf de "Beriyûne" denilecekti.
Abdullah ibn Mes'ûd (bu lafzı "yâ" harfiyle) "İnnenî
beriyun" şeklinde okumuştur.
"ez-Zuhruf"
(Âyet: 35), "ez-Zeheb" (yânî "Altın") ma'nâsınadır. 'Eğer
biz dileseydik, size bedel yeryüzünde ardınızd a kalacak melekler
yaratırdık" (Âyet: 60), yânî "Onların bâzısı bâzısına halef
olurlardı".
'Cehennemlikler: ıYâ
Mâlik, Rabbln bizi öldürsün!* diye çağrıştılar. O da: 'Siz muhakkak
kalıcılarsınız1 dedi" (Âyet: 77).
342-.......Ya'lâibnuUmeyye
(R): Ben Peygamber(S)'denminber üzerinde "Yâ Mâlik, Rabb Hn işimizi
bitirsin artık! diye bağrışırlar... " âyetini okurken işittim, demiştir [516].
Ve Katâde: "Biz
onları sonra gelecekler için bir mesel yaptık'* (Âyet:56), "Bir va'z ve
öğüt yaptık" ma'nâsmadır, dedi.
Katâde'den başkası
şöyle dedi: "Mukriniyn" (Âyet:i3), "Dâbı-tiyn( = Zabtediciler,
hâkim olucular)" ma'nâsınadır. "Fulân kişi fu-lânın mukrımdır"
denilir ki, zabtedicisidir demektir.
"Onlar altın
tepsiler ve testilerle tavaf edileceklerdir. Canlarının isteyeceği, gözlerinin
hoşlanacağı ne varsa hepsi oradadır ve siz içinde ebedî kalacak
olanlarsınız" (Âyet:77); buradaki "el-Ekvâb", "Emzikleri
olmayan ibrîkler"dir.
"Eğer o Rahmânhn
bir çocuğu olsaydı, ben O'na tapanların ilki olurdum, de!" (Âyet:8); bu
"O'nun çocuğu olmadı" demektir (Bu tefsire göre baştaki *'/« "
şartıyye değil, nâfiye kabul edilmiş oluyor). "Fe-ene
evvelul-âbidîn", "Fe-ene evvelu'l-ânifîn" (yânî "O takdirde
ben öfkelenenlerin ilki, kabul etmeyenlerin, çekinenlerin ilki olurdum")
ma'nâsınadır. Bunlar iki lügattir: "Raculun âbidun" ve
"Abi-dun."
Abdullahibn Mes'ûd
-"VekîlihiyâRabb!"yerine- "Vekaale'r-rasûlu yâ Rabb!"
şeklinde okudu (Bu, şâz bir kıraattir). "Evvelul~ âbidîn",
"Abide, Ya'bedu" fiilinden olup "Câhidîn" (yânî "îlk
inkâr edenlerden olurdum") ma'nâsınadır, deniliyor.
Ve Katâde şöyle dedi:
"Şübhesiz O (Kur'ân) yanımızdaki ana kitâbdadır; çok yüce, çok
hikmetlidir" (Âyet:4); buradaki liFı ümmVl-kitâb",
"Cumleti'l-kitâb", "Ash'l-kitâb" ma'nâsınadır.
'-Siz haddi aşan bir
kavimsinizdir diye artık o Kur'ân'ı sizden vazgeçip bırakı mı verelim?"
(Âyet:5); buradaki "Musnfîn", "Muşri-kîn" ma'nâsınadır.
Allah'a yemîn ederim ki, eğer bu Kur'ân, bu üm
"Onun için
kuvvetçe bunlardan daha çetinlerini helak ettik. O evvelki ümmetlerin misâli
geçmiştir" (Âyet:8); buradaki "Meselu'l-evvelîn",
"Ukûbetu'l-evvelîn" (yânî "Evvelki ümmetlere uygulanan
ceza") ma'nâsınadır.
' 'Kullarından kimi O
'na bir cüz' isnâd ettiler. Hakikat insan açıkça küfürbâzdır" (Âyet: 15);
buradaki "Cüz'en", "Idlen (= Denk pay)" ma'nâsınadir [517].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
Ve Mucâhid şöyle dedi:
"Denizi durgun ve
açık bırak. Çünkü onlar boğulfmaya mahkûm ol)muş bir ordudur" (Âyet: 24);
buradaki
"Rahven",
"Kuru yol olarak" demektir [518].
"And olsun ki,
biz onlara (hâllerini) bilerek (zamanlarındaki) âlemlerin üstünde bir imtiyaz vermiştik"
(Âyet: 32); buradaki "Ale'l-âlemîn" "Onun iki yanı arasındaki
insanlar üzerine (yânî "Biz İsrâîl oğulları müzminlerini kendi
zamanlarındaki insanlar üzerine seçtik") ma'nâsınadır. "Tutun onu da sürükleyerek
cehennemin tâ ortasına götürün" (Âyet: 47);
buradaki
"Fa'tulûhu", "Onu itin, sert şekilde def edin"
ma'nâsınadır.
"Onlara bembeyaz,
şahin gözlü harfleri eş yaptık" (Âyet: 54), "Onları kara ve iri gözlü
hûrîlerle nikahladık. Bakış onların içlerinde hareket edip oynar".
"Şübhesiz ki ben,
beni taşlamanızdan; benim de Rabb'im, sizin de Rabb'iniz (olan Allah)a
sığındım" Âyet: 20); buradaki "Taşlamakla murâd,
"Öldürmektir.
"Ve rehven", "Sakin" demektir (ki, bu tekrar edilmiştir).
Ve İbn Abbâs şöyle
dedi:
"Şübhesiz ki, o
zakkum ağacı, günâha düşkün olanın yemeğidir. O, sıcak suyun kaynadığı gibi
karınlar içinde kaynayacak erimiş ma'denler gibidir" (Âyet: 43-46); buradaki
"Kel-muhlV, zeytinyağı tortusu gibi erimiş siyah ma'den(yâhud ince
katranjdir.
İbn Abbâs'tan başkası
şöyle dedi:
"Bunlar mı
hayırlı yoksa Tubba* kavmi ve onlardan evvelkiler mi? Biz onları bile helak
ettik. Çünkü onlar da günahkârdılar" (Âyet: 37). "Tubba"\ Yemen melikleredir;
onlardan herbiri "Tubba*" diye isimlendirilir. Çünkü o kendi
arkadaşını ta'kîb eder (ve denildi ki, çünkü dünyâ ahâlîsi ona tâbi' olurlardı,
Câhiliyet'te Tubba'ın mevkii, İslâm'da Halîfe'nin mevkiidir).
"Gölge"ye de "Tubba"' ismi verilir, çünkü o da güneşe tâbi'
olur.
'O hâlde semânın
apâşikâr bir duman getireceği günü gözetle" (Âyet: 10).
Katâde:
"Gözetle", "Bak" manasınadır, demiştir [519].
343- Bize
Abdan, Ebû Hamza'dan; o da el-A'meş'ten; o da Müslim ibn Subayh'tan; o da
Mesrûk'tan tahdîs etti ki, Abdullah ibn Mes'-ûd (R) şöyle demiştir: Beş vakıa
(Peygamber zamanında olmuş) geçmiştir: ed-Duhân azabı, Rûmlar'ın Farslar'a
gâlib olması, Ay'ın ikiye bölünmesi mu'cizesi, el-Batşetu'1-kübrâ, el-Lizâm [520].
'(Öyle bir duman ki,
bütün) insanları saracaktır. Bu, pek elem verici bir azâb... " (Âyet: 11).
344-.......Mesrûk
dedi ki: Abdullah ibn Mes'ûd (R) şöyle dedi: Bu azâb ancak şu sebebden
olmuştur: Çünkü Kureyş, Peygamber'e karşı isyanda ileri gitmek istediklerinde,
Peygamber onlar aleyhine Yûsuf'un seneleri gibi kıtlık seneleriyle
sıkıştırılmalarına duâ etti. Bunun üzerine onlara bir kıtlık ve çetinlik
isabet etti, hattâ kemikleri bile yediler. Kişi gökyüzüne bakarak da çetinlik
ve meşakkatten dolayı kendisiyle gök arasında duman şeklinde birşey görürdü.
İşte Yüce Allah şunu indirdi: "O hâlde semânın apâşikâr bir duman
getireceği günü gözetle. O insanları saracaktır. Bu pek elem verici bir azâb
(diyecekler)" (Âyet:10-ll).
İbn Mes'ûd dedi ki:
Bunun üzerine Rasûlullah'a gelindi de:
— Yâ Rasûlallah! Mudar
kabileleri için Allah'tan yağmur iste, çünkü onlar helak oldular! sözleri
söylendi.
Rasûlullah (S):
— "(Nasıl?) Mudar için mi duâ edeyim? Sen
hakîkaten cür'et-kârsın!" buyurdu da akabinde yağmur duasını yaptı, onlar
da yağmura doyuruldular.
Bunun üzerine
"Sizhiç şübhe yok ki, tekrar dönecek olanlarsınız" (Âyet:15) İndî.
Bu yağmurla onlara
refah (bolluk ve rahat) isabet edince, onlar kendilerine refah isabet ettiği
zamanki müşriklik hâllerine tekrar döndüler. Bunun üzerine Azîz ve Celîl Allah
şunu indirdi: "Çok büyük bir şiddet ve savletle çarpacağımız gün muhakkak
ki biz (onlardan) intikaam alıcılarız" (Âyet:i5).
İbn Mes'ûd: Bedir
gününü kasdediyor, dedi [521].
"Ey Rabb'imiz,
bizden bu azabı açıp kaldır. Çünkü biz imân edeceğiz" (Âyet: 12).
345-.......Mesrûk
şöyle dedi: Ben Abdullah ibn Mes'ûd'un yanına girdim, o şöyle dedi: Bilmediğin
birşey için "Allah en bilendir" demekliğin şübhesiz ilimdendir.
Şübhesiz Allah, kendi Peygamber'i-ne: "De ki: Ben buna karşı sizden hiçbir
ücret istemiyorum ve ben size kendiliğimden birşey teklif edenlerden de
değilim" (sâd:86) buyurdu.
Kureyş, Peygamber'e
inâdlarıyle galebe edip, O'na karşı isyanda ileri gitmek istedikleri zaman,
Peygamber (S):
— "Yâ Allah! Onlara karşı bana Yûsuf'un
zamanındaki yedi yıl gibi, yedi kıtlık yılı ile yardım et!" diye duâ etti.
Akabinde onları öyle
bir kıtlık yakaladı ki, açlık ve meşakket-ten dolayı artık onda kemikleri,
ölmüş hayvanı yediler. Nihayet iş o dereceye geldi ki, herhangi biri bakardı da
açlığından dolayı kendisiyle gökyüzü arasında duman şekline benzer birşey
görürdü. Müşrikler: ftEy Rabb 'imiz, bizden bu azabı açıp kaldır. Çünkü biz
îmân edeceğiz** dediler.
Peygamber'e:
— Eğer bu azabı biz
onlardan açıp kaldırırsak, onlar bu sözlerinden dönerler, denildi.
Bununla beraber
Peygamber, Rabb'ine duâ etti. Akabinde Allah onlardan bu azabı açıp kaldırdı.
Onlar da yine müşrikliğe döndüler. Allah da onlardan Bedir gününde intikaam
aldı. İşte bu dönekliğin cezasını bildiren, Yüce Allah'ın şu kavlidir: "O
hâlde semânın apâşikâr bir duman getireceği günü gözetle. O insanları saracaktır,..
" Zikri ulu olan Allah'ın "Muhakkak ki biz onlardan intikaam
alıcılarız*1 (Âyet:io-i6) kavline kadar [522].
"Onlar için
düşünüp ibret almak nerede? Kendilerine açıklayan bir Rasûl geldiği hâlde"
(Âyet: 13).
'ez-Zikr"
ve"z-Zikrâ" bir olup "Düşünüp öğüt almak" m a'n âşinâdır.
346-.......Mesrûk
dedi ki: Ben Abdullah ibn Mes'ûd'un yanına girdim... Bu konuşmadan sonra şöyle
dedi: Rasûlullah (S) Kureyş'i İslâm'a girmeye da'vet ettiği zaman onlar
kendisini tekzîb ettiler ve O'iîa karşı isyanda ileri gitmek istediler,
Rasûlullah da;
— "Yâ Allah,
bunlara karşı bana, Yûsuf'un yedi yılı gibi, yedi kıtlık yılıyla yardım
eyle!" dedi.
Akabinde onları öyle
bir kıtlık yakaladı ki, herşeyi giderip yok etti. O derece bir açlık ki,
kendileri ölmüş hayvanı yer oldular. Her-hangibiri ayağa kalkardı da etrafa
baktığında, meşakkatten ve açlıktan dolayı kendisi ile gök arasında duman gibi
birşey görürdü... Sonra Rasûlullah şu âyetleri okudu: ' 'O hâlde semânın
apâşikâr bir duman getireceği günü gözetle. O insanları saracaktır. Bu, pek
yaman bir azâb (diyecekler).... Biz bu azabı biraz açıp kaldıracağız. Fakat siz
hiç şübhe yok ki tekrar dönecek olanlarsınız" (Âyet:io-i6).
Abdullah ibn Mes'ûd:
Kıyamet günü onlardan azâb kaldırılacak mı imiş? dedi.
Yine Abdullah:
"el-Batşetu'l-Kübrâ" da Bedir gününde olmuştur, dedi [523]
'Sonra yine ondan yüz
çevirdiler. Ona "Bir öğretilmiş, bir mecnûn' dediler''
347-.......Mesrûk
dedi ki: Abdullah ibnMes'ûd (R) şöyle dedi: Şübhesiz Allah, Muhammed'i
peygamber göndermiş ve ona şöyle demesini buyurmuştur: "De ki: Ben buna
karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum ve ben size kendiliğimden birşey teklif
edenlerden de değilim" (Sâd:86>.
Şübhesiz Rasûlullah,
Kureyş'in kendisine karşı inâd ve isyanda ileri gitmek istediklerini görünce:
— "Yâ Allah, bunlara karşı bana Yûsuf'un
yedi yılı gibi yedi ki t İik yılı ile yardım eî" dedi.
Akabinde onları
bilinen o kıtlık yılı yakaladı. O kıtlık herşeyi giderip yok etti. Hattâ
müşrikler kemikleri ve derileri yediler. -Râ-vîlerden biri şöyle dedi:- Nihayet
onlar derileri ve ölmüş hayvanları yediler. Yerden duman şekli gibi birşey
çıkmağa başladı. Bunun üzerine Ebû Sufyân, Peygamber'e geldi de:
— Ey Muhammed!
Şübhesiz kavmin helak olmuştur. Onlardan bu azabı açıp kaldırması için Allah'a
duâ et! dedi.
Rasûlullah da duâ
etti.
Sonra râvîlerden
Mansûr'un hadîsinde: "Bunun ardından dönersiniz" dedi.
Sonra da "Semânın
apâşikâr bir duman getireceği günü gözetle... "den i'tibâren "...
Siz hiç şübhe yok ki, tekrar dönecek olanlar^ siniz" kavline kadar okudu.
İbn Mes'ûd: Âhiret
azabı (onların başına geldiğinde) kaldırılır mı imiş? Duhân, Batşe ve Lizâm
olup geçmiştir, dedi.
Râvîlerden
'Çok büyük bir şiddet
ve savletle çarpacağımız gün, muhakkak ki biz onlardan intikaam
alıcılarız" (Âyet: 16) [524].
348- Bize
Yahya (ibn Mûsâ el-Belhî) tahdîs etti. Bize Vekî\ el-A'meş'ten; o da Müslim
(Ebu'd-Duhâ)'den; o da Mesrûk'tan tahdîs etti ki, Abdullah ibnu Mes'ûd (R): Beş
vak'a (Peygamber zamanında olup) geçmiştir. (Gelecekte vâki' olacak
sanılmamalıdır:) Lizâm (demlen Bedir esîrleri), Rûm(lar'ın Farslar'a galebesi),
Batşe (denilen büyük Bedir harbinde müşriklerin yakalanıp öldürülmeleri),
Ka-"mer(in ikiye bölünmesi) ve Duhân (azabı).
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
"Ve sen her
ümmeti diz çökmüş bir hâlde göreceksin. Her ümmet kitabına çağrılacak (ve
onlara): Bu gün yapageldiklerinizin karşılığı verilecek (denilecektir)"
(Âyet: 28); buradaki "Câsiyeten", "Dizleri üzerine çökmüşler olarak"
demektir [526].
"Karşınızda hakkı
söyleyip duran bu (kitâb), bizim kitâbımızdır. Şübhe yok ki, neler yapıyor
idiyseniz, biz istinsah ediyorduk" (Âyet: 29); buradaki
"Nestensihu",
"Nektubu"
(yânı "Yazıyorduk") ma'nâsınadır. "Siz bu gününüze kavuşmayı
nasıl unutmuş idiyseniz, bu gün biz de sizi öylece (azâbda)
bırakacağız..." (Âyet: 34); buradaki "Nensâkum",
"Netrukuhum( = Sizi terkediyoruz)" ma'nâsınadır.
"(Dinsizler:) Bu,
dünyâ hayâtımızdan başka değildir. Ölüyoruz, yaşıyoruz. Bizi o sürekli zamandan
başkası helak etmez, dediler. Hâlbuki onların buna dâir hiçbir bilgisi yoktur.
Onlar sâde öyle sanırlar" (Âyet: 24) [527].
349-.......ez-Zuhrî,
Saîd ibnu'l-Müseyyeb'den tahdîs etti ki, Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir:
Rasûlullah (S) şöyle dedi:
— "Azız ve Celîl
olan Allah şöyle buyurdu: Dehre söven Ademoğlu beni ezâlandırır. Dehr benim.
Her iş benim elimdedir. Geceyi de, gündüzü de ben evirip çeviriyorum" [528].
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
Ve Mucâhid şöyle dedi:
'O sizin O'nun
hakkında taşınp geldiğiniz şeyleri çok iyi bilendir" (Âyet: 8) buradaki
"Tufîdûne fîhV\ "Kur'ân
veya Peygamber
hakkında söyleyegeldiğiniz sözleri" manasınadır.
Bâzıları da "...
Bundan evvel bir kitâb yâhud bir ilim artığı varsa, da Mânızda doğru
söyleyiciler iseniz, bana
getirin" (Âyet:
4) kavlindeki "Eseretin", "Esretin" ve "Esaretin"
"İlim bakıyyesi" ma'nâsınadır, dedi.
İbn Abbâs: "De
ki: Ben Rasûllerden ilk defa gelmiş biri değilim. Bana ve size ne yapılacağını
bilmem. Ben, bana
vahy olunmakta
bulunandan başkasına uymuyorum. Ben apaçık korkutandan başkası değilim"
(Âyet: 9); buradaki "Mâ kuntu bid'an mine'r-rusuV\ "Ben rasûllerin ilki
değilim" ma'nâsınadır, dedi.
İbn Abbâs'tan başkası
da şöyle dedi:
"De ki: Bana
haber verin, eğer (bu Kur'ân) Allah tarafından olup da siz onu inkâr
ediyorsanız ve Isrâîl oğulları 'ndan bir şâhid de onun benzerine (dayanarak) buna
şâhidlik etmiş, îmân etmiş olduğu hâlde siz kibrinize yediremiyorsanız, şübhe
yok ki, Allah o zâlimler güruhunu muvaffak etmez" (Âyet: 10); buradaki "Eraeytum"
lafzındaki soru elifi, ancak bir tehdîddir. Eğer iddia etmekte olduğunuz şey
sahîh olsa, ibâdet edilmeye hakk kazanmaz. Bu "Eraeytum" sözü, göz görmesi
ma'nâsına değildir. Bu ta'bîr ancak "Biliyor musunuz?" ma'nâsınadır
ki, "Allah'tan başka ibâdet etmekte bulunduğunuz şeylerin herhangi birşey yarattıkları
haberi size ulaştı mı?" demektir [529].
''Ana ve babasına; '
Öff size, benden evvel nice nice nesiller gelip geçtiği hâlde beni diriltip
çıkarılacağımla mı tehdîd ediyorsunuz?' diyen; anası, babası Allah'a
yalvarırlar, ona: 'Yazık sana, imân et. Allah'ın va'di
hiç şübhesiz haktır'
derler. O ise: 'Bu, evvelkilerin masallarından başkası değildir' der" (Âyet:
17).
350-.......
Yûsuf ibnu Mâhek şöyle demiştir: Mervân ibnu'l-Hakem, Hicaz üzerinde vâlî idi.
Onu Muâviye Medine'ye vâlî yapmıştı. (Muâviye'den aldığı bir mektûb üzerine)
bir gün hutbe yaptı, hutbede Muâviye'nin oğlu Yezîd'e babasından sonra bey'at
olunması için Yezîd'i zikretmeye (yânî onu propaganda etmeye) başladı. Bunun
üzerine Ebû Bekr'İn oğlu Abdurrahmân, Mervân'a karşılık verip birtakım sözler
söyledi. Vâlî de adamlarına:
— Onu yakalayın, diye emretti.
Abdurrahmân da
Âişe'nin evine girdi. Me'murlar (Âişe'ye hur-meten) onu dışarı çıkarmaya ve
yakalamaya muktedir olmadılar. Bu sırada Mervân:
— Şübhesiz bu
Abdurrahmân, Allah'ın kendisi hakkında "Ana ve babasına: 'Öff size, benden
evvel nice nice nesiller gelip geçtiği hâlde beni (diriltip mezardan)
çıkarılacağımla mı tehdîd ediyorsunuz!..." âyetini indirdiği kimsedir,
dedi.
Bunun üzerine Âişe,
perde arkasından Mervân'a:
— Allah bizim
hakkımızda (yânî Ebû Bekr hanedanı hakkında) benim berâetimi bildiren âyetlerden
başka, Kur'ân'da hiçbir âyet indirmedi, sözleriyle karşıladı [530].
Onlar o azabı
vadilerine doğru gelen bir bulut hâlinde gördükleri zaman; 'Bu bize yağmur
verici bir buluttur' dediler. (Hûd dedi ki:) 'Hayır, bu, çarçabuk gelmesini istediğiniz
şeydir; bir rüzgâr ki, onda elem verici bir azâb vardır*' (Âyet: 24).
İbn Abbâs:
"Ârid", "Buluf'tur, demiştir.
351-.......Ebu'n-Nadr,
Âişe dedi ki:
Rasûlullah (S) yağmur yüklü siyah bir bulut, yâhud bir rüzgâr gördüğünde
yüzünde bir endîşe sezilirdi.
Âişe dedi ki:
— Yâ Rasûlallah!
İnsanlar bulut görünce onda yağmur bulunduğunu umarak ferahlanırlar. Hâlbuki
ben Seni, böyle birşey gördüğün zaman yüzünde isteksizlik sezilir görüyorum!
Rasûlullah da ona: -
"Yâ Âişe! O kara bulutta rüzgârla azâb olunan bir kavmin
azâb, bulunmasından
beni emin kılacak şey nedir? Bir kavim o azabı gtmüşlerdide 'Bu bize yağmur verici
bir buluttur'demirdi..[531]
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
"O küfredenlerle
muharebede karşılaştığınız vakit boyunlarını vurun. Nihayet onları mecalsiz bir
hâle getirdiğiniz zaman artık bağı sıkı tutun. Ondan sonra ise ya iyilik yapın,
yâhud fidye alın. Yeter ki harb erbabı
ağırlıklarını
bıraksın..." (Âyet: 4); buradaki "Evzârahâ", "Asâmehâ"
ma'nâsınadır ki, "Günâhlarım bıraksınlar da neticede müslimden (yâhud
musâlimden) başka kirnse kalmaz olsun, yânı harb bitsin" demektir. [533]
"... Allah,
yolunda öldürülenlerin amellerini asla boşa çıkarmaz. Onlara muvaffakiyet
verir, hâllerini iyileştirir,
onları, kendilerine
tanıttığı cennete sokar" (Âyet: 4-6); buradaki "Arrafehâ",
"Beyyenehâ" (yânî "Kendilerine
beyân ettiği")
ma'nâsınadır.
"Bunun sebebi
şudur; Çünkü Allah şübhesiz îmân edenlerin velîsidir. Kâfirlere gelince onların
velîsi yoktur" (Âyet: 11).
Mucâhid, buradaki
"imân edenlerin Mevlâsı", onların "Velîsi" (yardımcısı)
ma'nâsınadır, dedi [534].
"Bunun için iş
ciddîleşince derhâl Allah'a sadâkat gösterselerdi kendileri için elbet hayırlı
olurdu" (Âyet: 21);
buradaki liFe-izâ
âzamel-emru", "Cedde'1-emru" (yânî "İş ciddîleşince") ma'nâsınadır.
"Gevşek davranmayın" (Âyet: 35), "Zaîf olmayın"
ma'nâsınadır. İbn Abbâs: "Yoksa kalblerinde maraz bulunanlar, kinlerini
Allah'ın asla meydana çıkarmayacağını mı sandılar?" (Âyet: 29); buradaki
"Adganehum (Kinlerini)", "Hasedlerini" ma'nâsınadır, dedi.
"Muttokîlere va'd
olunan cennetin sıfatı şudur: tçinde rengi, kokusu, hiçbir vasfı bozulmayan
sudan ırmaklar, tadına asla çözülme gelmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet
veren şarâbdan ırmaklar, süzme baldan ırmaklar
vardır.,," (Âyet:
15); buradaki "Gayri âsinin", "Gayri muteğayyirın" (yânî
"Değişip bulaşıcı olmayan") ma'nâsınadır, dedi [535]
"Demek idareyi ve
hâkimiyeti ele alırsanız hemen yeryüzünde fesâd çıkaracak, akrabalık
münâsebetlerinizi bile parçalayıp keseceksiniz, öyle mi?" (Âyet: 22).
352-.......
— Ne istersin? diye
sordu. Rahim:
— (Yâ Rabb!) Bu
kalkışım, kesilmekten Sana sığınanın kalkmasıdır (yânî Sana sığınıyorum),
dedi.
Allah:
— Senin hakkını
tanıyıp ilgiyi devam ettirene ben de mükâfatını vermeyi sürdürmemden ve seninle
ilgiyi koparana ben de mükâfat verme ilgimi kesmemden razı olur musun?
buyurdu.
Rahim de:
— Evet razıyım yâ
Rabb, dedi. Allah Taâlâ da:
— işte rahimle
(hısımlıkla) ilgilenmeyi devam ettirenlerle, devam ettirmeyip bu ilgiyi kesip
koparanların hâli böyle olacaktır, buyurdu."
Ebû Hureyre:
İsterseniz şu âyeti okuyunuz, dedi: "Demek idareyi ve hâkimiyeti ele
alırsanız hemen yeryüzünde fesâd çıkaracak, hısımlık münâsebetlerinizi bile
parçalayıp keseceksiniz öyle mi?"[536].
353-.......Muâviye
ibn Ebî Muzerred şöyle demiştir: Bana amcam Ebu'l-Hubâb, Saîdu'bnu Yesâr, Ebû
Hureyre'den bu hadîsi tahdîs etti. Sonra Ebû Hureyre: RasûlulIah(S):
"İsterseniz *Fe-helaseytum in tevelleytum' âyetini okuyunuz" buyurdu,
dedi.
354- Bize
Bişr ibnu Muhammed tahdîs etti. Bize Abdullah ibnu'l-Mubârek haber verdi. Bize
Muâviye ibnu Ebi'l-Muzerred bu hadîsi haber verdi. Burada da Rasûlullah (S):
"İsterseniz Helaseytum... âyetini okuyunuz" buyurmuştur [537].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
Mucâhid:
''''Daha doğrusu siz
RasûVûn de, müzminlerin de ailelerine temelli dönmeyeceklerini sandınız. Bu,
sizin kalblerinizde süslendi. Kötü zannda bulundunuz. Bu yüzden helake mahkûm
bir kavim oldunuz9* (Âyet: 12);
buradaki "Buran'\
"Helak olucular" ma'nâsınadır, dedi.
Ve yine Mucâhid:
' 'Sîmâhum fî
vucûhihim'' = Nişanları yüzlerindedir'' (Âyet: 29); bu, "Yüz derilerinin
ter ü tazeliği, rnülâyemeti,
nazikliği (hey'eti,
üslûbu, kılığı)" ma'nâsınadır, dedi. Mansûr ibnu'l-Mu'temir de yine
Mucâhid'den olmak üzere: O "Tevâzu'"dur (Alçak gönüllülük'tür), dedi.
Bu âyetteki "Şat'ehu", "Filizi"; "Festağlaza",
"Ğaluza" (yânı "Kalınlaştı, kuvvetlendi"); "Festevâ
ala sûkıhî", "Taşıyıcı sapları üzerinde doğrulup kalktı"
demektir. "es-Sâku", ağaç ve bitkinin taşıyıcısıdır. Ve şöyle denilir;
'"Dâiretu^s-sevH-Kötülük çenberi", senin "Raculu's-sev'i =
Kötülük adamı" sözün gibidir. "Dâiretu's-sev'i"
"Azâb"dır (yânî onu her tarafından kuşatır da kurtulamaz).
"Tuazzirûhu"
(Âyet: 9), "Ona yardım edesiniz" demektir. "Şat'ehu",
başağın filizidir. Bir tek dâne, on yâhud
sekiz yâhud yedi filiz
bitirir de bu filizlerin bâzısı bâz isiyle kuvvetlenir, yânî birbirleriyle
kuvvetlenirler.
İşte bu Yüce Allah'ın
"Fe-âzerehu = Onu kuvvetlendirdi" sözüdür. Şayet bir tek filiz olaydı
taşıyıcı sapı doğrulup kalkamazdı. İşte bu zikrolunan şey, Allah'ın kendi
Peygamberi için beyân ettiği bir meseldir. Çünkü Peygamber tek başına çıktı.
Sonra Allah O'nu, dâneyi kendisinden bitenlerle kuvvetlendirdiği gibi
sahâbîleriyle kuvvetlendirdi [538].
'Biz hakikat sana
apâşikâr bir feth (ve zafer yolu) (Âyet:
1).
355- Bize
Abdullah ibn Mesleme, (İmâm) Mâlik'ten; o da Zeyd ibn Eslem'den; o da babası
Eslem'den tahdîs etti ki, Rasûlullah (S), seferlerinden birinde (yânî Hudeybiye
dönüşünde) geceleyin yol alıyordu. Umer ibnu'l-Hattâb da beraberinde
yürüyordu. Bu sırada Umer ibnu'l-Hattâb, Rasûlullah'a birşey sordu. Fakat
Rasûlullah (vahiy ile meşgul bulunduğundan) Umer'e cevâb vermedi. Umer sonra
yine sordu. Rasûlullah yine cevâb vermedi. Sonra Umer (Rasûlullah işitmedi
sanarak) bir daha sordu. Rasûlullah yine cevâb vermedi. Bunun üzerine Umer
ibnu'l-Hattâb kendi kendine:
— Umer'in anası, sen Umer'i kaybetti (yânî
kaybetsin de yok olasın)! Sen üç kerre Rasûlullah'a sorguda ısrar ettin de
Rasûlullah bunların hepsinde sana cevâb vermedi, dedi.
Umer dedi ki: Bunun
üzerine ben devemi hareket ettirip sürdüm. Sonra hakkımda Kur'ân
indirilmesinden korkarak insanların önüne geçtim. Fakat çok beklemedim, bir
çağmanın bana bağırmakta olduğunu işittim. Ve (kendi kendime):
— Şimdi hakkımda
Kur'ân inmiş olmasından hakîkaten korkmaktayım, dedim.
(Ve bu korku içinde)
Rasûlullah'ın huzuruna geldim ve kendisine selâm verdim. Rasûlullah (sevinçle)
bana:
— "Bu gece bana bir sûre indirilmiştir ki,
yemîn olsun o sûre bana, üstüne güneş doğan herşeyden daha çok sevimlidir"
buyurdu.
Sonra Rasûlullah
"Biz hakikat sana apâşikâr bir feth (ve zafer yolu) açtık" sûresini
okudu [539].
356-......
Şu'be ibnu'l-Haccâc şöyle demiştir: Ben Katâde'den işittim ki, Enes ibn Mâlik
(R) "Hakikat biz sana apâşikâr bir feth açtık" kavli hakkında:
— Bu apâşikâr feth,
Hudeybiye sulhudur, demiştir [540].
357-.......Bize
Muâviye ibnu Kurre tahdîs etti ki, Abdullah ibnu Mugaffel (R) şöyle demiştir:
Peygamber (S), Mekke'nin fethi günü el-Feth Sûresi'ni okudu da, bu okuyuşunda
sesini uzatıp yükseltti.
Muâviye ibn Kurre:
Eğer Peygamber'in okuyuşunu sizlere aynen hikâye etmek isteseydim, muhakkak
bunu (Abdullah ibn Muğaf-fel'in naklettiği gibi) yapardım, dedi [541].
"(Bu), geçmiş ve
gelecek günâhını Allah'ın mağfiret etmesi, senin üzerindeki ni '
358-.......
el-Mugîre ibn Şu'be (R) şöyle der: Peygamber (S) -gece namazında- iki ayağı
şişinceye kadar ayakta durdu. Kendisine:
— Allah Sen'in geçmiş
ve gelecek günâhlarını mağfiret eyledi, denildi.
Peygamber:
— "Ben (bu
mağfirete karşı) çok şükreder bir kul olmayayım mı?" diye cevâb verdi.
359-.......Bize
Hayve ibn Şurayh, Ebû'l-Esved'den haber verdi. O Urve'den; o da Âişe(R)'den
şöyle işitmiştir: Şübhesiz ki, Allah'ın Peygamberi geceleyin namazda iki ayağı
çatlayıncaya kadar ayakta dikilirdi. Bunun üzerine Âişe O'na;
— Yâ Rasûlallah! Allah
Sen'in geçmiş gelecek günâhını mağfiret etmiş olduğu hâlde niçin bu kadar
meşakkatle ibâdet ediyorsun? dedi de, Rasûlullah (S):
— "Ben (bu ilâhî mağfirete karşılık gece
namazı ile) çok şükreder bir kul olmamı arzu etmeyeyim mi?" diye cevâb
verdi.
Vücûdunun eti
çoğaldığı zamanlarda oturarak namaz kılardı, rükû' yapmak istediğinde ayağa
kalkar, bir mikdâr okur, sonra rükû' yapardı [543].
"Hakikat biz seni
bir şâhid, bir müjdeci, bir korkutucu olarak gönderdik" (Âyet: 8).
360-.......
Bize Abdulazîz ibnu Ebî Seleme, Hilâl ibn Ebî Hilâl'den; o da Atâ ibnu
Yesâr'dan tahdîs etti ki, Abdullah ibnu Amr ibni'1-Âs (R) şöyle demiştir:
Şübhesiz Kur'ân'daki şu "Ey Peygamber, biz seni hakîkaten bir şâhid, bir
müjdeci ve bir korkutucu (ve O'nun emri ile bir da'vetçi ve nur saçan bir
kandil) olarak gönderdik" (d-Ahzâb: 45-46) âyeti; bunu Allah, Tevrat'ta da
söylemiştir: "Ey Peygamber, şübhesiz biz seni bir şâhid, bir müjdeci, bir
koruyucu olarak gönderdik. Sen elbette benim kulum ve rasûlümsün. Ben sana
el-Mutevekkil adını verdim. Bu peygamber kötü huylu, katı kalbli, çarşılarda
çağırgan değildir. O, kötülüğü kötülükle defetmez, lâkin o affeder, yüz çevirip
geçer. Allah, eğrilip sapan milleti bu peygamberin irşâdiyle 'Lâ ilahe
itte'llâh9 tevhîd sözünü söylemeleri suretiyle doğrultmadıkça onun ruhunu almayacaktır.
Allah bu tevhîd kelimesiyle (yânî bunun sihirli te'sîriyle) birçok kör
gözleri, sağır kulakları ve kılıflı kalbleri açacaktır" [544].
O müminlerin
yüreklerine sekîneti indirendir... (Âyet: 4) [545].
361-.......el-Berâ'
ibni Âzib (R) şöyle demiştir: Peygamber'in sahâbîlerinden bir adam -ki o, Useyd
ibn Hudayr'dır- el-Kehf Sûresi'-ni okuyordu. Atı da evinde bağlanmış hâldeydi.
Okurken atı ürküp deprenmeğe başladı. O zât dışarı çıkıp etrafa baktı,
hiçbirşey göremedi. (O okudukça) at yine deprenmeğe başladı. O zât sabaha ulaşınca
bunu Peygamberce zikretti. Peygamber (S): "Bu (yânî atın kendisinden
ürktüğü şey) sekînettir. Okuduğun Kur'ân sebebiyle inmiştir" buyurdu [546].
"And olsun ki,
Allah müzminlerden -seninle o ağacın altında bey'at ederlerken- razı olmuştur
da, kalblerindekini bilerek üzerlerine sekîneti indirmiş ve onları yakın bir
feth ile ve alacakları birçok ganimetlerle mükafatlandırmıştır. Allah azizdir,
hakim bulunuyor" (Âyet: 18-19) [547].
362-.......Câbir
ibn Abdülah (R): Bizler Hudeybiye gününde bindörtyüz kişi idik, demiştir [548].
363-.......Katâde
şöyle demiştir: Ben Ukbe ibn Suhbân'dan; o da ağaç altında hazır bulunan
kimselerden olan Abdullah ibnu Mu-gaffel el-Muzenî(R)'den işitti ki, Peygamber
(S) parmaklarla küçük taşlar atmayı nehyetmiştir.
Ve yine Ukbe ibnu
Suhbân: Ben Abdullah ibnu'l-Mugaffel el-Muzenî(R)'den, yıkanma yerinde bevl
etmek hakkındaki nehyi de işittim, demiştir [549].
364-.......
Bize Şu'be, Hâlid ez-Hazzâ'dan; o daEbû Kılâbe'den; o da ağaç altında bey'at
eden sahâbîle-den olan Sabit ibnu'd-Dahhâk(R)'tan tahdîs etti [550].
365-.......
Habîb ibnu Ebî Sabit şöyle demiştir: Ben Ebû Vâil Şakîk ibn Seleme'ye geldim ve
ona (Alî'nin öldürdüğü Haricî topluluğunu) sordum. O şöyle dedi: Biz Siffîn
mevkiinde idik. Bir adam:
— Allah'ın Kitabı'na çağrılanları görmedin mi?
dedi. AK:
— Evet (ben Allah'ın
Kitâbı'yle amele çağrıldığım zaman icabet etmeye en lâyık kimseyim), dedi.
Bunun üzerine Sehl
ibnu Huneyf şöyle dedi:
— Sizler (bu re'yde)
kendinizi ittihâm ediniz. Yemîn olsun ki, bizler Hudeybiye gününde kendimizi şu
hâlde görmüşüzdür -Sehl, Peygamber'le müşrikler arasında yapılan sulh
anlaşmasını kasdediyor-: Eğer bizler o gün harb yapmayı re'y etmiş olaydık,
elbette harbe girişirdik. O sırada Umer Peygamber'e geldi de:
— Biz müslümârilar
hakk üzerinde, düşmanımız olan onlar ise bâtıl üzerinde değiller mi? Bizim
ölülerimiz cennette, onların ölüleri ise ateşte değiller mi? dedi.
Peygamber:
— "Evet Öyledir" buyurdu.
Umer:
— Öyleyse dînimiz
uğrunda bu değersiz şeye (yânî zayıflık ve acizliğe delâlet eden bu şartlar
üzere sulha) niçin değer veriyor, kabul ediyoruz ve Allah henüz aramızda
hükmetmemiş olduğu hâlde, niçin geri dönüyoruz? dedi.
Bunun üzerine
Peygamber:
— "Ey Hattâb oğlu! Ben muhakkak surette
Allah'ın rasûlüyüm. Allah beni ebediyyen zayi' etmeyecektir"1 buyurdu.
Akabinde Umer öfkeli
olarak geri döndü ve sabredemedi de nihayet Ebû Bekr'e geldi ve ona:
— Yâ Ebâ Bekr! Biz
hakk üzerinde, onlar da bâtıl üzerinde değiller mi? dedi.
Ebû Bekr:
— Ey Hattâb oğlu!
Şübhesiz bu zât, Allah'ın rasûlüdür ve Allah O'nu ebeden zayi' etmeyecektir,
dedi.
Müteakiben el-Feth
Sûresi indi [551].
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
Mucâhid şöyle dedi:
"Ey îmân edenler, Allah'ın ve Rasûlü'nün huzurunda öne geçmeyin... " (Âyet:
1);
buradaki "Lâ
tukaddimû", Allah, O'nun diliyle birşeyi hükmedinceye kadar Allah
Rasûlü'nün önünde kendiliğinizden birşey peyda etmeyin ma'nâsınadır [552].
"Allah'ın Rasûlü
yanında seslerini yavaşlatanlar; onlar Allah'ın takva için kalblerini imtihan
ettiği kimselerdir..."
(Âyet: 3);
buradaki ''İmtihan
etti", "Hâlis kıldı" ma'nâsınadır. "Birbirinizi kötü
lakablarla çağırmayın..." (Âyet: 11);
buradaki
"Tenâbuz", İslâm'a girmesinden sonra kişinin kâfirlikle
çağınlmasıdır.
"...Eğer Allah'a
ve Rasûlü'ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiçbirşey
eksiltmez..*" (Âyet: i4>; buradaki "Lâ yelitkum","Lâ
yenkuskum" (yânî "Sizi eksiltmez")
ma'nâsınadır;
"Kendilerinin amelinden birşey de eksiltmedik. Herkes kazancı mukaabilinde
bir rehindir"
(et-Tür: 21)
âyetindeki
"Mâ-eletnâ", "Mâ-nakasnâ" (yânî "Eksiltmedik")
manasınadır [553],
"Ey îmân edenler,
seslerinizi Peygamber'in sesinden yüksek çıkarmayın. O'na sözle birbirinize
bağırdığınız gibi bağırmayın. Ki siz farkına varmadan amelleriniz boşa
gidiverir" (Âyet: 3).
Buradaki "Lâ
teş'urûn", "Lâ ta'lemûn", yânî
'Bilmeyerek"
ma'nâsınadır. "eş-Şâir" sözü de bu "Şuur" kökündendir.
366-.......Abdullah
ibnu Ebî Muleyke şöyle demiştir: Çok hayır işleyici iki kişi hemen hemen helak
olacaklardı. Ebû Bekr'le Umer'i kasdediyorum. Bunlar huzuruna Temîm oğulları
süvarileri geldiği zaman, Peygamber'in yanında seslerini yükselttiler.
Bunların biri (yânı Umer) Peygamber'e Mucâşî' oğulları'nın kardeşi olan
el-Akra' ibn Hâbis'i emîr ta'yîn etmesini işaret etti. Diğeri de başka birini
işaret etti.
Râvî Nâfi' ibn Umer:
Ben bu işaret edilen kimsenin ismini ezberimde tutamıyorum, demiştir.
Bunun üzerine Ebû
Bekr, Umer'e:
— Sen mutlak olarak
bana muhalefet etmek istiyorsun, dedi. Umer de:
— Ben sana muhalefet etmek istemedim, dedi.
Böylece bu konuda
sesleri yükseldi. Bunun üzerine Allah "Ey îmân edenler, seslerinizi
Peygamber'in sesinden yüksek çıkarmayın..." âyetini indirdi [554].
Abdullah
ibnu'z-Zubeyr: Artık Umer bu âyetten sonra Peygamber'in kendisinden sorup
anlamak isteyeceği kadar sesini Rasûlullah'a işittirmez oldu, dedi. Abdullah bu
kısmı büyük babasından, yânı Ebû Bekr'den zikretmedi [555].
367-.......AbduUah
ibnu Avn şöyle demiştir: Bize (Basra kaadısı) Mûsâ ibn Enes, babası Enes ibn
Mâlik(R)'ten haber verdi ki, Peygamber (S), Sabit ibn Kays'ı kaybetti
(göremedi). Sahâbîlerden bir adam -ki Evsliler'in seyyidi Sa'd ibn Muâz'dır-:
— Yâ Rasûlallah! Ben Sâbit'le ilgili bilgiyi
Sen'in için öğrenirim, dedi ve Sâbit'e gitti.
Onu evinde, başını aşağıya
eğmiş olarak oturur hâlde bulmuş ve ona:
— Hâlin nedir? diye sormuş. O da:
— Hâlim şerrlidir,
kötüdür. Sabit, sesini Peygamber'in sesinden fazla yükseltir bir kimsedir. Onun
şimdiye kadar işlediği ibâdet ve ameli boşa gitmiştir. Artık Sabit cehennem ehlindendir,
diye cevâb vermiş.
Bu adam da Peygamber'e
gelip, Sabit şöyle şöyle dedi diye haber vermiştir.
Râvî Mûsâ dedi ki: O
sahâbî İkinci defa Sâbit'in yanına büyük bir müjde ile dönüp gitmiştir. Şöyle
ki, Peygamber o sahâbîye:
— "Sâbit'e git de
ona: Sen cehennemlik kişilerden değilsin. Lâkin sen cennet ehlindensin!
de" buyurmuştur [556].
'Hücrelerin ardından
sana ünlüyenler; onların çoğunun akılları ermez" (Âyet. 4).
368-.......İbnu
Cureyc şöyle demiştir: Bana Abdullah ibnu Ebî Muleyke haber verdi. Onlara da
Abdullah ibnu'z-Zubeyr şöyle haber vermiştir: (Dokuzuncu yılda) Temîm
oğulları'ndan bir grup su-vârî hey'eti Peygamber'in yanına geldiler. (Bunlar
İslâm'a girdikten sonra) Ebû Bekr:
— (Yâ Rasûlallah!)
Bunlara el-Ka'kaaa ibne Ma'bed'i emîr ta'-yîn et! dedi.
Umer de:
— Hayır o olmaz, Akra' ibn Hâbis'i emîr ta'yîn
et, dedi. Ebû Bekr:
— Sen şuna yâhud
muhakkak bana muhalefet etmek istiyorsun, dedi.
Umer de:
— Hayır, ben sana muhalefet etmek istemedim,
dedi.
Bu suretle Ebû Bekr
ile Umer birbirleriyle mücâdele etmişler, hattâ sesleri yükselmişti. İşte
bunun hakkında sonuna kadar şu âyetler indi: ' (Ey îmân edenler, A ilah 'in ve
Rasûlü 'nün huzurunda öne geçmeyin. Allah'tan korkun. Çünkü Allah hakkıyle
işiten» herşeyi bilendir. Ey îmân edenler, seslerinizi Peygamber'in sesinden
yüksek çıkarmayın. O'na sözle, birbirinize bağırdığınız gibi bağırmayın ki siz
farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir. Hücrelerin ardından sana
ünlüyenler; onların çoğunun akılları ermez** (Âyet: 1-3). [557]
"Eğer onlar sen
kendilerine çıkıncaya kadar sabretselerdi, kendileri için elbet daha hayırlı
olurdu..."
(Âyet: 5) [558].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
'Öldüğümüz ve bir
toprak olduğumuz vakit mi? Bu uzak bir dönüştür" (Âyet: 3); hayâta
döndürülmek *£/zofc"tır, olacak değildir, yânî "Ölümden sonra
diriltilmemiz uzak olur" demektir.
"Üstlerindeki
göğe hiç de bakmadılar mu onu nasıl bina ettik. Onu nasıl donattık. Onun hiçbir
gediği de yok"
(Âyet: 6); buradaki "Furûc",
Tutuk" (yânî "Açık yerler, yarıklar, çatlaklar") ma'nâsınadır;
bunun tekili
"Ferc'Mir.
"And olsun,
insanı biz yarattık. Nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu da biliriz.
(Çünkü) biz ona şah damarından daha yakınız" (Âyet: ıej; buradaki
"Min
hablVl-verîd", insanın boğazında bulunan iki verîd damarlarıdır.
"Hobi", "Boyun ipi" yânî "Boyun damarı"dır [559].
Mucâhid de şöyle dedi:
"Toprağın
onlardan neleri eksilteceğini biz muhakkak bilmişizdir. Yanımızda da herşeyi
koruyan bir kitâb vardır" (Âyet: 4): "Arz'ın onların kemiklerinden
neyi yiyip eksilteceğini bilmekteyiz"dir.
"(Biz bütün
bunları) tâatimize dönen her kulun kalb gözünü açmak, ona ibret vermek için
(yaptık)" (Âyet: 8); burada
"Tebsıraten", "Basîraten" ma'nâsınadır [560]
"Gökten de
bereketli bir su indirdik de onunla bahçeler, biçilecek dâneler bitirdik. Ve
tomurcukları birbiri üstüne
binmiş uzun boylu
hurma ağaçları (yetiştirdik)" (Âyet: 9- 10); buradaki "HabbeH-hasîdi-
Biçilecek dâne)",
"Buğday
"dır;
"Bâsıkaat",
"Uzun uzun" ma'nâsınadir [561].
"Ya biz ilk
yaratışta acz mi gösterdik? Hayır, onlar bu yeni yaratıştan şübhe
içindedirler" (Âyet: 15); buradaki
"Efe'ayînâ( = Biz
âciz mi olduk)", "Efe'a'yâ aleynâ( = Bizi yorup âciz mi
bıraktı)" ma'nâsınadır.
"Onun yoldaşı
olan dedi ki: İşte yanımda olan şey karşındadır" (Âyet 23); buradaki
"Karînuhu", "Ona takdir kılınmış olan şeytân"dır [562].
"Biz bunlardan
evvel nice nesilleri helak ettik ki, onlar kuvvetçe kendilerinden daha çetin
idiler. (Ölümden kurtulmak için) memleketlerde delikler aramışlardı. Fakat kaçmağa
bir çâre var mı idi?" (Âyet: 36): buradaki
"Nakkabû","Darabû"
(yânî "Ölümden korunmak için beldelerde dolaştılar") ma'nâsınadır.
"Şübhesiz ki,
bunda aklı olan yâhud kendisi huzur içinde olarak kulak veren kimseler için
elbette öğüt vardır" (Âyet: 37); buradaki "Elka's-sem'a",
dinlemek ve işitmekle meşgul bulunmasından dolayı nefsini başkasıyle
konuşturmayan kimse
demektir. Sizi inşâ ettiği ve yaratılmanızı inşâ ettiği zaman [563].
"Hatırla ki
insanın hem sağında, hem solunda oturan, onun amellerini tesbît etmekte olan
iki de melek vardır.
O bir söz
atmayadursun, mutlak yanında hazır bir gözcü vardır" (Âyet: 17-18);
buradaki "Rakîbun atîd", "Hazırlanmış bir rasada" (yânî
hayır ve şerrden her hareketi ve sözünü rasad eden, murakabe eden, bakan yâhud
yazan) ma'nâsınadır.
"(O gün) herkes,
beraberinde sürücü ve şâhid bulunduğu hâlde gelmiştir" (Âyet: 21);
buradaki "Sâık" ve
"Şehîd", iki
melektir; biri "Yazıcı", diğeri "Şehîd"dir.
"Şehîd",
"Kalb ile şâhid" (Ebû Zerr nüshasında:
"Gaybe
şâhid") demektir [564].
"And olsun ki,
biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan herşeyi altı günde yaratmışızdır*
Bize hiçbir yorgunluk da dokunmamıştır" (Âyet: 38); buradaki
"Luğûb", "Yorgunluk" ma'nâsınadır.
Mucâhid'den başkası da
şöyle dedi:
"İstifti
tomurcuğu olan uzun hurmalar" (Âyet: 9) sözündeki "Nadîd",
kapçıkları içinde bulunmakta
devam ettikleri
süredeki tomurcuklardır. Bunun, yânî "Nadîd" lafzının ma'nâsı, "Mendûd
= Birbiri üzerine dizilip
istiflenmiş"dir. Kapçıklarından çıktığı zaman artık "Nadîd",
yânî "İstiflenmiş" değildir. "Gecenin bir kısmında ve
yıldızların batışından sonra dahî teşbih et" (et-Tûn 49); "Gecenin
bir cüz'ünde ve secdelerin arkalarında da O'nu tesbîh et" (Âyet: 40) [565].
Asım, Kaaf
Sûresi'ndeki kelimeyi "EdbârVs-sucûd" şeklinde hemzenin fethiyle
okur, et-Tûr Sûresi'ndekini de "IdbârVn-nucûm" şeklinde kesre ile
okur. Kaaftaki de, Tûr'daki de beraberce kesre de okunurlar, nasb da
yânî fetha ile de
okunurlar.
İbn Abbâs: "O gün
o hakk sayhayı işiteceklerdir. İşte bu, çıkış günüdür" (Âyet. 42); bu
"Çıkış günü", insanlar
kabirlerinden
çıkarlar, demiştir.
“O gün cehenneme:
Doldun mu? diyeceğiz- O da: Daha var mı? diyecek" (Âyet: 30) [566].
369-.......Bize
Şu'be, Katâde'den, o da Enes(R)'ten tahdîs etti ki, Peygamber (S) şöyle buyurmuştur:
"Cehennemlikler cehenneme atılacaklar. (Atıldıkça, cehennem:) Daha ziyâde
var mı? diyecek. Nihayet (izzet sahibi olan Rabb) ayağını basacak (onu
horlayacak). Bu sefer cehennem: Yetişir, yetişir! diyecektir."
370-.......Bize
Avf el-A'râbî, Muhammed ibn Sîrîn'den; o da Ebû Hureyre'den tahdîs etti.
Muhammed ibn Mûsâ: Ebû Sufyân el-Himyerî bu hadîsi Peygamber'e yükseltti.
Hadîsi sahâbî üzerinde en çok durdurup mevkuf olarak rivayet etmekte olan Ebû
Sufyân el-Himyerî'dir (yânîo, hadîsi çok az Peygamber'e yükseltir idi), demiştir.
"Allah tarafından cehenneme: Doldun mu? denilir. O da: Daha ziyâde var mı?
diyecek. Bunun akabinde Rabb Tebâreke ve Taâlâ ayağını cehennemin üzerine
koyacak. Bu sefer cehennem: Yetişir, yetişir! diyecektir" [567].
371-.......Bize
Ma'mer ibn Râşid, Hernmâm ibn Münebbih'ten haber verdi ki, Ebû Hureyre (R)
şöyle demiştir: Peygamber (S) şöyle buyurdu: "Cennet ve ateş münâkaşa
ettiler. Şöyle ki: Ateş:
— Ben kibirliler ve
zorlayıcı kimselerle tercih olundum, yânî onlara tahsis olundum, dedi.
Cennet de:
— Bana ne oldu ki,
bana insanların yalnız zaîflan ve sakatları giriyor? dedi.
Allah Tebâreke ve
Taâlâ da cennete şöyle buyurdu:
— Sen benim
rahmetimsin, ben seninle kullarımdan dilediğime
rahmet ederim.
Ateşe de şöyle
buyurdu:
— Sen sırf benim
azâbımsın; ben seninle kullarımdan dilediğime azâb ederim.
Cennet ve cehennemden
herbiri için dolmak hakkı vardır. Fakat cehennem dolmak bilmez, en sonu Allah
ona ayağını koyar. O
da:
— Yetişir, yetişir, yetişir! der.
îşte o zaman cehennem
dolar, bâzısı bâzısına büzülür. Azız ve Celîl olan Allah, halkından hiçbir
kimseye zulmetmez. Cennete gelince, Azîz ve Celîl olan Allah, onun için (onun
boşluklarını doldurmak için) yeniden birtakım halk yaratır " [568].
"Ne derlerse sen
sabret. Rabb'ini, güneşin doğuşundan evvel ve batışından önce hamd ile teşbih
et" (Âyet: 39).
372-.......Cerîr
ibnu Abdillah (R) şöyle demiştir: Biz bir gece Peygamber'in maiyyetinde
oturuyorduk. Ayın öndördüncü gecesinde idi. Peygamber (S) kamere baktı da şöyle
buyurdu:
— "Şübhesiz ki
sizler, şu Ay'ı görmekten hiçbiriniz mahrum olmaksızın görmekte olduğunuz gibi
Rabb'inizi de göreceksiniz. Artık güneşin doğmasından önceki ve batmasından
önceki namazların hiçbirinden alıkonmamak elinizden gelirse, ona çalışınız.
"
Bundan sonra
Peygamber: "Rabb'ini, güneşin doğuşundan evvel ve batışından evvel hamd ile
teşbih et" âyetini okudu [569].
373-.......Bize
Verkaa, İbnu Ebî Necîh'ten; o da Mucâhid ibn Cebr'den tahdîs etti ki, İbn
Abbâs: Rabbı Taâlâ, Peygamberce, bütün namazların arkalarında tesbîh etmesini
emretti, demiştir.
İbn Abbâs bununla
"Ve secdelerin arkalarında da O'na tesbîh
et" (Âyet: 40)
kavlini kasdediyor [570]
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
Alî
aleyhi's-selâm: "ez-Zâriyât'\
"Rüzgârlaradır, dedi. Airden başkası da: "Onlara dünyâ hayâtının
misâlini getir: O, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, bununla yeryüzünün
bitkisi birbirine karışmış, en nihayet o bitkiler kuru bir çöp kırıntısı hâline
gelip, rüzgârlar onu savuruvermiştir..." (ei-Kehf: 45) âyetindeki gibi
"Tezrühu"
"Tuferrikuhu( =
Onu dağıtıverir)" ma'nâsınadır [571].
"Arz'da kâmil
bilgi sâhibleri için nice âyetler vardır.
Kendi nefislerinizde
de! (Bunları) hiç de görmüyor musunuz?" (Âyet: 20-21). (el-Ferrâ dedi ki:)
Bir girişten
(yânî ağızdan) yiyor,
içiyor; sonra yediği şeyler iki yerden çıkıyor.
"İbrahim'in
şerefli konuklarının haberi sana geldi mi? Hâni bunlar onun yanına gelmişlerdi
de *Selâmen'
demişlerdi. İbrahim
de: 'Selâm; tanınmamış bir zümre' demişti. Hemen gizlice ailesine gidip semiz
bir dana
getirdi de..."
{Âyev. 2<\~26); buradaki "Fe-râğa", "Feracaa" (yânî
"Hemen döndü") ma'nâsınadır.
"Derken içine
onlardan gizli bir korku çöktü. 'Korkma' dediler ve onu çok bilgin bir oğulla
müjdelediler. Bunun
üzerine zevcesi (Sâre)
bir feryâd içinde yönelip elini yüzüne vurdu. 'Doğurmaz bir kocakarı!'
dedi" (Âyet. 28-29); buradaki "Fe-sakket", "Hemen
parmaklarını topladı ve eliyle kendi alnına vurdu" demektir.
"Âd'da da
(ibretvardır). Hani onların üzerine o kısır rüzgârı göndermiştik, her uğradığı
şeyi bırakmıyor, mutlakaa onu kül gibi savuruyordu" (Âyet: 41-42); buradaki
"er-Ramîm", Arz'ın bitkisidir; kuruduğu ve ayaklarla basılıp
çiğnendiği zaman ufalanır (nihayet rüzgâr onu savurur yok eder).
"Biz göğü
kuvvetle bina ettik. Çünkü biz muhakkak ve mutlak bir vüs'at ve kudrete
mâlikizdir" (Âyet: 4iy,
buradaki
"Le-mûsıûne", "Vüs'at sahibiyiz" ma'nâsınadır.
"AleH-mûsı' kadruhu ve aleH-muktıri
kadruhu = Onları,
zengin olan kudretincet darda bulunan da kudretince ma 'rûf bir fâide ile fâidelendiriniz"
(ei-Bakara: 236) âyetinde de "A/m.»"' Bunun gibidir, yânı
"Kuvvetli" ma'nâsinadır [572].
"Yeri de biz
döşedik, (Bak biz) ne güzel do şey idleriz.
Herşeyden de iki çift
yarattık, inceden inceye düşünesiniz diye** (Âyet;'48-49); buradaki "Zevceyn'le,
erkek ve dişiyi
kasdediyor.
"Dillerinizin ve
renklerinizin birbirine uymaması da yine O'nun âyetlerindendir" (er Rûm:
22/de olduğu gibi,
renklerin ihtilâfı da,
tatların tatlı ve ekşi gibi çift olması da böyledir, yânî bunlar da çifttirler.
"O hâlde hepiniz Allah'a kaçın.... " (Âyet: 50); Allah'tan yine
Allah'a kaçın (yânî Allah'a ma'siyetten
O'na tâate yâhud azabından rah
"Ben cinnleri de,
insanları da ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" (Âyet: 56); yânî
"Ben bu iki fırka ehlinden saadet sahibi olanları, başka bir maksadla
değil, ancak beni birlemeleri için yarattım". Bâzıları da (âyeti umumîliğe
hamlederek):
"Allah onları
tevhîdi işlemeleri için yarattı da bâzısı (Allah'ın onu muvaffak kılmasiyle)
bunu işledi, bâzısı ise (Allah'ın onu yardımsız bırakmasıyle) tevhîdi terketti".
Ve bu kelâmda kaderci olan Mu'tezile lehine hiçbir hüccet yoktur [573].
"Artık muhakkak
ki o zulmedenler için geçmiş arkadaşlarının hissesi gibi bir hüsran nasibi
yardır. Şimdi acele etmesinler" (Âyet: 59); buradaki "Zenûb"
"Büyük kova"dır.
Mucâhidise:
"Zenûben",
"Sebîlen" (yânî "Yol"), "Sarratin"
(Âyet■ 29), "Sayhatin"; "el~Aktm", "Doğurmaz
kadın"
ma'nâsınadır, dedi. Ve ibn Abbâs şöyle dedi:
"ZâtVl-hubuk semâya
yemîn ederim... " (Âyet: 7); buradaki "Hubuk", semânın istivası,
düzgünlüğü ve güzelliğidir [574]
"Ellezîne hum fi gamratin (= Ki onlar bir gamre içindedirler)" (Âyet:
ii), "Onlar kendi dalâletleri, sapıklıkları içinde uzunluk yarışı yapmaktadırlar"
demektir.
İbn Abbâs'tan başkası
da şöyle dedi: "Hepsi de bunu birbirlerine tavsiye mi ettiler?" (Âyet:
53),
"Hepsi bunun
üzerinde anlaştılar, uyuştular mı?" demektir. "Ki aşırı hareket
edenlere hâss olmak üzere
RabbJin nezdinde
nişanlanmıştır" (Âyet: 34); buradaki "Musevvemeten",
"Alâmet ve nişan" ma'nâsına olan
"Sîmâ"dan
olup "Muallemeten" (yânî "Alâmetlenmiş, nişanlanmış")
demektir.
"Kutile'l-insânu"
(Abese: i7>; burada "Kutile'l-harrâsûn"
(Âyet: 10),
"La'netlendi o koyu
yalancılar" ma'nâsınadır [575].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
"And olsun Tür'a,
neşredilmiş kâğıdlar içinde yazılı Kitâb'a, Ma'mûr Ev% yükseltilmiş tavana,
dolan denize
ki, RabbHnin azabı hiç
şübhesiz vâkVdir (inecektir) "(Ayeu 1-7)
Ve Katâde:
"Kitabın mestûrin", "Kitabın mektûbin" (yânî "Satır
satır yazılmış kitâb") ma'nâsınadır, dedi.
Mucâhid de şöyle
demiştir: "et-Tûr", Süryânîce'de
"Dağ"dır.
"Rakkın
menşur", "Yayılmış deri sahîfe", "K«> Sakfi'l-merfû'",
"Gökyüzü"dür. "el-Bahrul-mescûr",
"Alevlendirilmiş
deniz" demektir.
el-Hasenu'l-Basrî de:
Denizler
alevlendirilir, nihayet suları gider de artık deniz yataklarında bir damla su
kalmaz, demiştir [576].
Mucâhid: "îmân
edip de zürriyyetleri de îmân ile kendilerine tâbV olanlar; biz onların
nesillerini de kendilerine kattık. Kendilerinin amelinden birşey de eksiltmedik.
Herkes kazancı mukaabilinde bir rehindir"
(Âyet: 21); buradaki
"Ve mâ eletnâhum", "Mâ nakasnâhum" (yânî
"Eksiltmedik") ma'nâsınadır, dedi.
Mucâhid'den başkası
da: "O gün gök sallanıp çalkalanır" (Âyet: 7); buradaki
"Temûru",
"Tedûru" (yânî "Devreder");
"Ahlâmuhum"
{Âyet: 32), "Akılları" ma'nâsınadır, demiştir.
İbn Abbâs: "İşte
Allah bize lütfetti. Bizi sam yeli azabından korudu. Gerçek biz bundan evvel
(muvahhid olarak) O'na ibâdet ediyorduk. Şübhesiz ki O, el- Berru'l-Rahîmdir"
{Ay*. 2i-2sy, buradaki "el-Berr",
"Latîf(= Lûtuflu,
sâdık, ihsan edici, keremli)"; "Eğer gökten bir parça düşer görseler,
bu birbiri üstüne yığılmış bir buluttur derler" (Âyet: 44); buradaki "Kisfen",
"Kıt'an" (yânî "Parça"); ''Yoksa o bir şâirdir, biz ona,
zamanın felâketli hâdiselerini gözetliyoruz mu diyorlar?"(Ayetim);
buradaki "el- Menûn", "Ölüm" ma'nâsınadır, demiştir [577].
İbn Abbâs'tan başkası
da: "Orada birbirleriyle Öyle kadeh çekişirler ki, onda ne bir saçmalama,
ne de bir günâha sokma yoktur" {Âyet: 23); burada "Yetenâzeûne" "(Neş'e
ile birbirlerine dolu kadeh) verip alma yarışı yaparlar" ma'nâsınadır,
demiştir.
374........Ümmü
Seleme (R) şöyle demiştir: (Hacc sırasında) hasta olduğumu Rasûlullah'a
arzettim. Rasûlullah (S) bana: "İnsanların arkasından deveye binerek
tavaf et" buyurdu. Öylece tavaf ettim. Rasûlullah da Beyt'in yanında
namaz kılıyor, "Ve't-Turi ve kitabin mestûrin..." sûresini okuyordu [578].
375-.......
Bize Sufyân ibn Uyeyne tahdîs edip şöyle dedi: Bana arkadaşlarım ez-Zuhrî'den
tahdîs ettiler. O da Muhammed ibn Cu-beyr ibn Mut'ım'den; o da babasından.
Babası Cubeyr ibn Mut'ım şöyle demiştir: Ben bir akşam namazında Peygamber
(S)'den Tûr Sûresi'ni okuduğunu işittim. Okurken şu ''Yoksa onlar bir şey siz
olarak mı yaratıldılar? Yâhud kendilerinin yaratıcıları kendileri midir? Yoksa
gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır onlar iyi bilmiyorlar. Yâhud
Allah'ın hazîneleri onların yanında mı? Veya onlar hâkim ve gâlib kimseler
mi?..." (35-37) âyetlerine ulaştığı zaman, kalbim artık uçmağa yaklaştı [579].
Sufyân ibn Uyeyne
şöyle dedi: Bana gelince, ben ancak ez- Zuhrî'den işitmişimdir ki, o, Muhammed
ibn Cubeyr ibn Mut'ım'den; o da babasından olmak üzere tahdîs ediyordu. Babası
Cubeyr ibn Mut'ım: Ben Peygamber'den akşam namazında Tûr Sûresi okurken
işittim, demiştir. Ben ez-Zuhrî'den bana "Şu âyetlere ulaşınca..."
şeklinde söyledikleri kısmı ziyâde ettiğini işitmedim (yânî bu ziyâdeyi bana o
arkadaşlarım söylediler).
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
Ve Mucâhid şöyle dedi:
'Battığı dem yıldıza
and olsun ki [580], sahibiniz sapmadı.
Bâtıla da inanmadı. Kendi nevasından söylemez o. O,
kendisine Allah
tarafından ilkaa edilegelen bir vahyden başkası değildir. O'nu müdhiş
kuvvetlere mâlik olan öğretti. Ki O, akıl ve re'yinde kâmildir. Hemen doğruldu.
O, en yüksek ufukta idi. Sonra (Cebrail ona)
yaklaştı. Derken
sarktı. İki yay kadar, yâhud daha yakın oldu da. Allahhn kuluna vahyettiğini
etti" (Âyet: ı ıo); buradaki "Zû mirretin", "Bir kuvvet
sahibi";
"Kaabe
kavseyni", yaydan, kabzasıyle kiriş mahalli olan yer ma'nâsınadır [581].
"Erkek sizin de
dişi O'nun mu? O takdirde bu, insafsızca bir taksim" (Âyet. 21-22);
buradaki "Dîzâ",
"Avcâu"
(yânî "Pek eğri"); "Şimdi îmândan dönen, maldan biraz verip de
gerisini sert kaya gibi elinde tutan
adamı gördün mü?"
(Âyet: 33-34); buradaki "Ekdâ", "Atasını kesti, vermedi"
ma'nâsınadır [582]
"Hakikat şu:
Şı'râ yıldızının RabbH de O'dur" (Âyet: 49); buradaki
"eş-Şı'râ"> el-Cev2â yıldızının arkasından
doğan yıldızdır [583]:
"Gaybın ilmi
O'nun nezdindedir de kendisi mi görüyor? Yoksa Musa'nın ve vazifesini tastamam
ifâ eden
İbrahim 'in
sahîfelerinde olanlardan haberdâr mı edilmedi... " (Âyet: 35-37); buradaki
"Ellezi veffâ",
"Üzerine farz
kılınanları tastamam yapan" demektir.
"Yaklaşan
yaklaştı" (Âyet: 57); "Kıyamet saati yaklaştı" demektir.
"Şimdi siz bu söze mi şaşıyorsunuz? Ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz. Siz
gafil ve oyuna düşkünler misiniz?" (Âyet: 59-61); buradaki "Sâmidûn'\
"Gına ve oyun"dur. İkrime de: Bu Himyer dilinde "Tegannî ediyorlar"
ma'nâsınadır, dedi [584].
Ve İbrâhîm en-Nahaî de
şöyle demiştir:
"Şimdi siz onun
bu görüşüne karşı da kendisiyle mücâdele mi edeceksiniz?" (Âyet: 12);
buradaki "Efetumârûnehu", "Efe-tucâdilûnehu( = Onunla mücâdele mi edeceksiniz?)"
ma'nâsınadır. "Efe-temrûnehu"
şeklinde okuyan ise
"Efe-techadûnehu( = Onu inkâr mı
ediyorsunuz)?" demeyi kasdeder. "Göz ağmadı, aşmadı da" (Âyet:
17); Muhammed'in gözü ağmadı; "Ve mâ tağâ", "Vegördüğü şeyleri
tecâvüz etmedi" [585].
And olsun ki (Lût)
onlara azâb ile yakalayacağımızı da haber vermişti. Fakat onlar bu korkutmaları
şübhe ile tekzîb ettiler" (ei-Kamer: 36); bundaki "Fe-temârav",
"Tekzîb
ettiler" ma'nâsınadır [586].
el-Hasenu*l-Basrî: "Ve'n-necmi izâ hevâ", "Gayb olduğu dem
yıldıza and olsun ki..." ma'nâsınadır, demiştir.
İbn Abbâs da:
"Hakikat odur (insanları) başkalarına muhtaç olmaktan kurtaran ve sermâye
sahibi kılan" (Âyet: 48); buramdaki "Ağnâ ve aknâ", "Verdi
ve razı kıldı" ma'nâsınadır, demiştir.
376-.......
Bize Vekî' ibnu'I-Cerrâh, İsmâîl ibn Ebî Hâlid'den;
o da Âmir eş-Şa'bî'den
tahdîs etti ki, Mesrûk şöyle demiştir: Ben Âi-şe'ye:
— Ey âna! Muhammed Rabb'ini gördü mü? diye
sordum. Âişe dedi ki:
— Bu söylediğin sözden
ötürü tüylerim diken diken oldu, ürperdim. Sen şu üç şeyden nerdesin ki, her
kim onları sana söylerse muhakkak yalan söylemiştir: Her kim Muhammed,
Rabb'ini gördü derse, muhakkak yalan söylemiştir, dedi.
Sonra Âişe (buna delîl
getirici olarak) şu âyetleri okudu: "Gözler O'nu idrâk etmez ve fakat o,
gözleri idrâk eder. O latiftir, habîbdir" (ei-En'âm; 103); "Bununla
beraber hiçbir beşer için kaabil değildir ki, Allah ona başka surette kelâm
söylesin. Ancak vahy ile veya bir hi-câb arkasından veyâhud bir rasûl gönderip
de izniyle ona dilediğini vahy etmesi müstesna. Çünkü O, çok yüksek, çok hakimdir"
(eş-şûrâ 51).
Yine Âişe devamla:
— Ve her kim sana, yarın ne olacağını bilirim
derse, muhakkak yalan söylemiştir, dedi, sonra şunu okudu: "Hiçbir kimse
yarın ne kazanacağını bilmez" (Lukmân: 34).
Yine Âişe devamla:
— Her kim sana Rasûlullah ketmetti (vahyden
gizledi), derse, muhakkak yalan söylemiştir, dedi.
Sonra şu âyeti okudu:
"Ey Rasûl!Sana Rabblnden her indirileni tebliğ et; etmezsen O'nun
elçiliğini edâ etmiş olmazsın*' (ei-Mâîde: 67).
Velâkin Rasûlullah,
Cibril aleyhi's-selâmı iki kerre kendi suretinde gördü, dedi [587].
İki yay kadar yâhud
daha yakın oldu'\Âyetı 9). Yaydan, kabzasıyle kiriş yeri kadar oldu.
377-.......Bize
eş-Şeybânî tahdîs edip şöyle dedi: Ben, Zirr ibn Hubeyş'ten işittim; o da
Abdullah ibn Mes'ûd'dan: "İki kavsın kaa-bı yâhud daha yakın oldu da, bu
suretle Allah 'in kuluna verdiği vahyi verdi" (Âyet: 9-10) kavli hakkında
Zirr dedi ki: Bize Abdullah ibn Mes'ûd (R): "Peygamber (S) Cibril'i gördü,
onun altıyüz kanadı vardı" diye tahdîs etti [588].
"Kuluna
vahyettiğini vahyetti" (Âyet: 10).
378-.......Bize
Zaide ibnu Kudâme el-Kûfî tahdîs etti ki, eş-Şeybânî şöyle demiştir: Ben,
Zirr'e Yüce Allah'ın "İki kavsın kaabı yâhud daha yakın oldu da A Hah hn
kuluna verdiği vahyi verdi'' kavlini sordum. Zirr:
— Abdullah ibn Mes'ûd
bize: Muhammed, Cibril'i gördü, onun altıyüz kanadı vardı diye haber verdi,
dedi [589].
'And olsun ki o,
Rabb'inin en büyük âyetlerinden bir kısmını görmüştür" (Âyet: 18) [590].
379-.......Bize
Sufyân (ibn Saîd), el-A'meş'ten; o da İbrâhîm en-Nahaî'den; o da Alkame'den
tahdîs etti ki, Abdullah ibn Mes'ûd (R) "And olsun ki, o, Rabb'inin en
büyük âyetlerinden bir kısmını görmüştür" âyeti hakkında:
— Peygamber (S) yeşil
bir Refref gördü, ufku kapatmıştı, demiştir [591].
“Siz de gördünüz değil
mi Lât ve Uzzâ'yı ve üçüncü olarak da Menâtı Uhrâ'yı?" (Âyet: 19-20) [592].
380-.......Bize
Ebû'l-Cevzâ tahdîs etti ki, îbn Abbâs (R) Yüce Allah'ın "el-Lât
veî-Uzzâ" kavli hakkında:
— el-Lât hacılara su
ile sevîk bulamacı karan bir adam idi, demiştir [593]
381-.......Bize
Ma'mer ibn Râşid, ez-Zuhrî'den; o da Humeyd ibn Abdirrahmân'dan haber verdi ki
Ebû Hüreyre (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S): "Kim yemîn eder ve
yemininde 'Lâtve Uzzâ hakkı için' derse (bunun keffâreti için) hemen *Lâ ilahe
ilte'llâh' desin. Ve arkadaşına 'Gel seninle kumar oynayayım' diyen kimse de
hemen bir şeyi sadaka versin" buyurdu [594].
“ Ve üçüncü olarak da
Menâtı Uhrâ 'yi'' (Âyet: 2») [595].
382- Bİze
el-Humeydî tahdîs etti. Bize Sufyân ibn Uyeyne tahdîs etti. Bize ez-Zuhrî
tahdîs etti: Ben Urve'den işittim (o şöyle diyordu): Ben Âişe'ye (Safa ve
Merve âyeti hakkında) sordum. O şöyle dedi: (Câhiliye devrinde) el-Muşellel
mevkiinde bulunan Menât et-Tâğıye yanında -veya ona ibâdet için- ihrama
girenler Safa ile Merve arasında tavaf etmezlerdi. Yüce Allah "Şübheyok
ki, Safa ile Merve Allah'a ibâdet etmeye vesile olan nişanlardır..."
(ei-Bakara: 158) âyetini indirdi. Bunun üzerine Rasûlullah ile müslümânlar
beraberce o iki tepe arasında tavaf ettiler.
Râvî Sufyân ibn
Uyeyne: Menât putu, deniz tarafında bir dağ olan Kudeyd'den el-Muşellel
mevkiinde bulunuyordu, demiştir.
Abdurrahmân ibn Hâlid
de İbn Şihâb'dan olmak üzere söyledi ki, o şöyle demiştir: Urve dedi ki: Âişe
şöyle dedi: "İnne's-safâ..." âyeti (Evs ve Hazrec'den oluşan) Ensâr
hakkında inmiştir. Onlar ve Gassân kabilesi İslâm'a girmelerinden önce Menât
için ihrama girer, telbiye ederlerdi... Bu hadîs de Sufyân ibn Uyeyne'nin
hadîsi gibidir.
Ma'mer ibn Râşid de
Zuhrî'den; o da Urve'den; o da Âişe'den olmak üzere şu hadîsi söyledi: Ensâr'ın
Menât için telbiye edip ihrama girenlerinden birtakım adamlar -ki Menât Mekke
ile Medîne arasında bulunan bir put idi-:
— Ey Allah'ın
Peygamberi, bizler Menât'ı ta'zîm etmek maksa-dıyle Safa ile Merve arasında
tavaf etmiyorduk, dediler... Bu da geçen hadîs tarzındadır [596].
"Haydi secdeye
kapanın ve kulluk edin1" (Âyet: 62).
383- Bana
Ebû Ma'mer tahdîs etti. Bize Abdulvâris tahdîs etti. Bize Eyyûb es-Sahtıyânî,
İkrime'den tahdîs etti ki, İbn Abbâs (R): Peygamber (S) en-Necm Sûresi'nde
secde etti. Ve O'nunla birlikte müs-lümânlar, müşrikler, bütün cinn ve ins de
secde ettiler, demiştir.
Bu hadîsi Eyyûb'dan
rivayet etmekte İbnu Tahmân, Abdulvâ-ris'e mutâbaat etmiştir. İbnu Uleyye bu
hadîsi Eyyûb'dan tahdîsinde İbn Abbâs'ı zikretmemiştir (yânî mürsel olarak
sevketmiştir).
384-.......Abdullah
ibn Mes'ûd (R): İçinde secde âyeti inen ilk sûre Ve'n-Necmi Sûresi'dir,
demiştir.
Yine Abdullah ibn
Mes'ûd şöyle demiştir: Rasûlullah (S) bu sûreyi okuduğunda secde etti, O'nunla
beraber arkasında bulunan kimseler de secde ettiler. Yalnız bir adam secde
etmedi. Ben onu bir avuç toprak alıp da onun üzerine secde ettiğini gördüm. Bu
hâdiseden sonra ben o adamı Bedir'de kâfir olarak öldürülmüş gördüm. O, Umeyye
ibnu Haleftir [597].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
Mucâhid şöyle
elemiştir:
"Saat yaklaştı.
Ay yarıldı. Onlar bir mu'cize görürlerse yüz çevirirler ve müstemirr bir
büyüdür derler" (Âyet: ı-2); buradaki "Müstemirr",
"Gidici" (yânî "Gelip geçici") ma'nâsınadır [598].
'And olsun onlara
vazgeçirecek nice mühim haberler gelmiştir*' (Âyet. 4); buradaki
"Muzdecer", "(Zecrde daha ziyâdesi olmayacak) en son derece ve
gayeye ulaşmış sakındırıcı öğüt yâhud acı haber" ma'nâsınadır.
"Uzdıcıra", "DaVetten zorla vazgeçirildi ve deli olarak
uçuruldu, kapıldı" demektir. Bu "Mecnûn dediler ve zorla da'vetten
vazgeçirilmişti" (Âyet: 9) kelâmına işarettir.
"Onu levhalar ve
mıhlarla yapılmış gemiye yükledik ki, o, nankörlük edilmiş bulunan o zâta bir
mükâfat olmak
üzere bizim gözlerimiz
önünde akıp gidiyordu" (Âyet: 13-H); buradaki "Dusur",
"Geminin kaburgalarındır.
"Li-men kâne
kufira = Nankörlük edilmiş olan kişiye" ki Allah: "Ona nankörlük
edildi" buyuruyor- Allah
tarafından bir mükâfat
olmak üzere [599].
"Bir de suyun
herhalde aralarında taksîmli olduğunu kendilerine haber ver. Her su nevbeti,
hazır bulunmak
iledir" (Âyet:
28); buradaki "Muhtadar", (Devenin gelmediği gün S
Saîd ibn Cubeyr şöyle
demiştir: "...0 da'vet edenin görülmemiş, tanınmamış birşeye da yvet
edeceği gün, gözleri zelil ve hakir olarak hepsi de çıvgın çekirgeler gibi
kabirlerinden çıkacaklar, o dafvet ediciye koşarak, kâfir olanlar: Bu çok zorlu
bir gün, diyecekler" (Âyet: 6-s>; buradaki "Muhtnne"mn
masdarı olan "eUIhta"\ "en-Neselân" yânî "Boynu
uzatarak, dalgalanarak yelmek, sür'atle koşmak" ma'nâsınadır.
îbn Cubeyr'den başkası
da şöyle demiştir: "Neticede arkadaşlarını çağırdılar. O da alacağını aldı
ve deveyi
keşti" (Âyet:
29>; buradaki "Fe-teâtâ", "Fe-âtahâ biyedihi", yânî
"Kılıcını eliyle uzanıp aldı da deveyi kesti" demektir.
"Çünkü biz
onların üzerine korkunç bir ses gönderdik de hayvan ağılına konan kuru çalı
çırpı ve'otlar gibi oluverdiler" (Âyet. i\y, buradaki
"KeH-muhtezırı",
"Kırılmış, yanmış
ağaçlar gibi" demektir [601].
"Uzducira",
"Men' ettim" ma'nâsına olan "Zecertu" fiilinden LJftu'ile
veznindedir. "Kufira.,." (Âyet: 14).
"Nankörlük
edilmiş bulunan ve nankörlük eden kavmine, Nuh'a ve ashabına yapılan ezalara
karşılık olmak için biz yaptığımızı yaptık" demektir.
"And olsun ki,
onlara bir sabah yakalarını hiç bırakmayacak olan bir azâb baskın yaptı" (Âyet:
38);
buradaki "Azâbun
mustakırrun", "Azâbun hakkun" demektir [602].
"Şımarık, aşırı
yalancı kimmiş; yarın bilecekler" (Âyet: 26»; buradaki
"el-Eşeru", "el-Merahu ve't-tecebbur"
(yânî "Şımarık ve
cebredici, zorba" demektir), deniliyor.
'Saat yaklaştı, Ay
yarıldı. Onlar bir mu ycize görür iseler yüz çevirirler..." (Âyet: 1-2) [603]
385-.......İbn
Mes'ûd (R) şöyle demiştir: Rasûlullah zamanında Ay, iki parçaya ayrıldı. Bir
parçası dağın üstünde, bir parçası da önünde idi. Bunun üzerine Rasûlullah^(S):
— "Şâhid
olun" buyurdu.
386-.......Yine
Abdullah ibn Mes'ûd (R) şöyle demiştir: Biz Peygamber'in beraberinde idik. Ay
iki parça oldu. Bunun üzerine Peygamber (S) bize:
— "Şâhfd olun,
şâhid olun" buyurdu.
387-.......İbn
Abbâs (R): Peygamber (S) zamanında Ay yarıldı, demiştir.
388-.......Bize
Şeybân, Katâde'den tahdîs etti ki, Enes ibn Mâlik (R): Mekke ahâlîsi
Peygamber'den kendilerine bir mu'cize göstermesini istediler. Peygamber (S) de
onlara Ay'ın ayrılmasını gösterdi, demiştir.
389-.......
Buradaki senedde de Enes (R): Ay iki parçaya ayrıldı, demiştir [604].
"Ki nankörlük
edilmiş bulunan o zâta bir mükâfat olmak üzere, bizim gözlerimiz önünde akıp
gidiyordu.
And olsun ki, biz bunu
bir âyet olarak bırakmışızdır. O hâlde düşünüp ibret alan var mı?" (Âyet:
14-15).
Katâde:
Allah Nuh'un gemisini
bıraktı, hattâ bu üm
390-.......Abdullah
ibn Mes'ûd (R): Peygamber (S) "Fe-helmin müddekir" (şeklinde noktasız
dâl harfiyle) okurdu, demiştir.
"And olsun ki biz
Kur'ân'ı düşünmek için kolaylaştırmışızdır. O hâlde düşünen var mı?" (Âyet:
17).
Mucâhid:
"Yessernâ", "Biz onun okunmasını kolaylaştırdık"
ma'nâsınadır, demiştir [606].
391- Bize
Müsedded, Yahya'dan; o da Şu'be'den; o da Ebû İs-hâk'tan; o da el-Esved'den; o
da Abdullah ibn Mes'ûd(R)'dan: Pey-gamber(S)'in "Fe-helmin muddekir"
şeklinde okur olduğunu tahdîs etti.
"(Öyle bir
fırtına ki) insanları, sanki onlar köklerinden sökülmüş hurma kütükleri imiş
gibi tâ temelinden koparıyordu. İşte benim azabım ve tehdîdlerim nice (Âyet:
20-21) [607].
392- Bize
Ebû Nuaym tahdîs etti. Bize Zuheyr, Ebû İshâk'tan tahdîs etti. O da el-Esved'e
"Min muddekir" mi yâhud "Min müzzekir" mi? diye soran bir
adamdan işitmiştir. el-Esved o adama şöyle cevâb vermiştir: Ben Abdullah ibn
Mes'ûd'dan bunu dâl harfi olarak "Fe-hel min muddekir" şeklinde
okurken işittim. îbn Mes'ûd: Ben de Peygamber(S)'den bunu dâl harfi olarak
"Fe-hel min muddekir" şeklinde okurken işittim, dedi.
'Çünkü biz onların
üzerine korkunç bir ses gönderdik de onlar, hayvan ağılına konan kuru çalı
çırpı ve otlar gibi oluverdiler. And olsun ki, biz Kur'ân'ı düşünmek için
kolaylaştırmışındır. O hâlde düşünen var mı?" (Âyet: 31-32) [608].
393-.......Bize
babam (Usmân el-Ezdî el-Mervezî), Şu'be'den; o da Ebû İshâk'tan; o da
el-Esved'den; o da Abdullah ibn Mes'-ûd(R)'dan haber verdi ki, Peygamber (S) bu
âyeti "Fe-helmin mudde-kir" şeklinde okumuştur.
"And olsun ki,
onlara bir sabah, (yakalarını) asla bırakmayacak olan bir azâb baskın yaptı.
İşte tadın benim azabımı ve tehdîdlerimil" (Âyet: 38-39).
394-.......Bize
Şu'be, Ebû İshâk'tan; o da el-Esved'den; o da Abdullah'tan; o da
Peygamber(S)'den olmak üzere, O'nun "Fe-hel min muddekir" şeklinde
okuduğunu tahdîs etmiştir.
“And olsun ki, biz
sizin benzerlerinizi hep helak etmişizdir. Öyleyken düşünen var mı?" (Âyet:
51),
395-.......Bize
Vekî' er-Ruvâsî, İsrail ibn Yûnus'tan; o da Ebû İshâk'tan; o da el-Esved ibn
Yezîd'den olmak üzere tahdîs etti ki, Abdullah ibn Mes'ûd (R): Ben Peygamber'in
huzurunda "Fe-helmin muzzekir" şeklinde zâl ile okudum da Peygamber
(S): "Fe-hel min muddekir" şeklinde dâl ile söyledi, demiştir [609].
Yakında o cemiyet
bozulacak, onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır" (Âyet: 45) [610].
396-.......Buradaki
iki tarîk râvîleri, İkrime'den; o da İbn Abbâs(R)'tan olmak üzere tahdîs
ettiler ki, Rasûlullah (S) Bedir günü küçük, yuvarlak bir çadır içinde şöyle
duâ etmiştir:
— "Allah'ım!Ben Sen'den ahdini ve va'dini
(yerine getirmeni) isterim. Allah 'im! Eğer (mü'rninlerin helakini) diliyorsan,
bu günden sonra ibâdet edilmeyecek!"
Bu sırada Ebû Bekr,
Peygamber'in elini tuttu da:
— Yâ Rasûlallah,
yeter! Rabb'ine karşı duada ısrar ettin, dedi.
Bu esnada Rasûlullah
bir zırh içinde ayakta duruyordu. "Yakında o cemiyet bozulacak, onlar
arkalarını dönüp kaçacaklar'' âyetini okuyarak çadırdan dışarı çıktı.
'Daha doğrusu onlara
va 'd olunan asıl azabın vakti, o saattir. O saatin azabı daha belâlı ve daha
acıdır" (Âyet: 46)
Yânî bu
"Emerru", "Murûr"dan değil de
"Merâre"den(uAcılik" masdarından)dir.
397-.......
İbn Cureyc talebelerine haber verip şöyle demiştir:
Bana Yûsuf ibnu Mâhek
haber verip şöyle dedi: Ben mü'minlerin anası olan Âişe'nin yanında idim, şöyle
dedi:
— Yemîn olsun ki,
Muhammed(S)'in üzerine Mekke'de iken "Daha doğrusu onlara va'd olunan
asıl azabın vakti, o saattir. O saatin azabı daha belâlı ve daha acıdır"
âyeti indirilmiştir. Ben o sırada oyun oynayan bir kızdım [611].
398-.......Bize
Hâlid ibn Abdillah et-Tahhân, Hâlid ibn Mıhrân el-Hazzâ'dan; o da İkrime'den; o
da İbn Abbâs(R)'tan tahdîs etti ki, Peygamber (S) Bedir gününde kendisine âid
olan yuvarlak bir çadır içinde iken:
— "Ya Rapb! Sen'den ahdini ve va'dini
(gerçekleştirmeni) istiyorum. Yâ Allah! Eğer istedinse bu günden sonra ebeden
ibâdet edilmez!" dedi.
Ebû Bekr, Peygamber'in
elini tuttu da:
— Yâ Rasûlallah, bu
dileğin Sana yeter. Sen Rabb'ine karşı duada ısrar ettin", dedi.
Rasûlullah zırh içinde
idi. Bu sözlerin akabinde "Yakında o cemiyet bozulacak, onlar arkalarını
dönüp kaçacaklardır. Daha doğrusu onlara va 'd olunan asıl azabın vakti, o
saattir. O saat daha belâlı ve daha acıdır'''' âyetlerini söyleyerek çadırdan
dışarı çıktı [612].
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
Mucâhid:
"er-Rahmân.
Öğretti Kur'ân % Yarattı inşânı. Belletti ona o güzel beyânı. Güneş ve Ay
hesâblı" (Ayet: ı-5)[613]; buradaki
"Bi-husbânin", "Değirmen taşının mihveri" demek olan
"Husbân" gibidir, yânî onun veznindedir, dedi [614].
Mucâhid'den başkası da
şöyle demiştir:
"Mizanı koydu.
Tartıda haksızlık etmeyin. Teraziyi adaletle doğrultun, tartılanı eksik
yapmayın diye"
(Âyet: 6-9); buradaki
"Teraziyi adaletle doğrultun" kelâmıyle Yüce Allah terazinin dilinin
dosdoğru
tutulmasını kasdediyor
[615].
"Samanlı dâneler,
hoş kokulu nebatlar vardır" (Âyet: 12); buradaki "el-Asfu",
ekinin yeşili, tâzesidir. Ekine
ulaşmadan evvel
tazesinden birşey kesildiği zaman, işte bu "Asf'tır. "Reyhan",
ekinin rızkıdır, "el-
Habbu", ekinden
yenilecek olan dânelerdir.
"Reyhan",
Arab kelâmında "Rızk"tır.
Bâzısı da (yânî
el-Ferrâ): "el-Asf", hububattan yenilen nevi'leri kasdediyor;
"er-Reyhan", yenilmeyen olgun
nevi'dir, demiştir.
Başkası da (yânî Ebû
Ubeyde): "el-Asf", buğday yaprağıdır, demiştir. Ebû Mâlik de:
"el-AsfJ\ yerden biten bitkinin ilk filizleridir, Nabath çiftçiler ona "Hebûr"
ismi verirler, demiştir.
Mucâhid de şöyle
demiştir:
"el-Asf",
buğdayın yaprağı, "er-Reyhân", "Rızk"tır. "O insanı
bardak gibi kupkuru bir balçıktan yarattı.
Cânnı da yalın bir
ateşten yarattı" (Âyet: 14-15); buradaki
"el-Mâric", ateş yakıldığı zaman ateşin üzerine
yükselmekte olan sarı
ve yeşil alevdir.
Bâzıları da
Mucâhid'den olmak üzere şöyle demiştir:
"Min salsâlin
ke'l-fahhâr1'', "Pişirilmiş toprak kabın yapılması gibi" demektir [616]. "Üzerlerine ateşten bir
yalınla bir duman
salıverilecek" (Âyet: 35); buradaki "eş- Şuvâz", ateşten bir
alevdir.
"O hem iki doğunun
Rabb'i, hem iki batının Rabb'idir" (Âyet: \ıy. Güneşin kış mevsiminde bir
doğuş yeri, yaz mevsiminde bir doğuş yeri vardır. "İki batının
Rabb'i" de yine güneşin kıştaki ve yazdaki batış yerleridir.
iki denizi birbirine
kavuşmak üzere salıvermiştir. (Böyle iken) aralarında birbirine tecâvüz etmeye
mânV bir perde vardır" (Âyet: 20); buradaki "Lâ yebğıyânı{ =
Birbirine tecâvüz etmezler)", "Birbirine karışmazlar"
demektir.
"Denizde uzun
dağlar gibi yükselen gemiler de O'nun"
(Âyet: 24);
buradaki "el-Munşeât", gemilerden yelkenleri yükseltilmiş olandır.
Amma yelkeni yükseltilmemiş
olanına gelince, o
"Münşeat" değildir [617].
Mucâhid şöyle
demiştir: "Üzerinize ateşten bir yalınla bir duman salıverilecek.
Öyle ki birbirinizi
kurtaramayacak, yardımlaşamayacaksınız" (kyev. 15); buradaki
"Nuhâs", "Bakır"dır, (yânî eritilmiş bakır) onların başları
üzerine dökülür, onlar bununla azâb olunurlar [618].
"Rabblnin
huzurunda durmaktan korkan kimseler için iki cennet vardır" (Âyet: 46).
Bu, bir ma'siyet işlemeye
karar veren, akabinde
Azız ve Celîl Allah'ı hatırlayıp da o günâhı terkeden kimsedir. "eş-Şuvâz", ateşten bir alevdir.
"Mudhâmmetânı" (Âyet: 64), suya kanmaktan dolayı bitkileri siyâh(a
yaklaşmış koyu yeşil) iki
cennet.
"Salsâl", "Kumla karıştırılmış kuru çamur"dur, bu, iyi
pişirilmiş toprak kabın vurulunca ses vermesi gibi tın tın ses çıkarır.
"Lahmun muntinun" denilir de bununla etin ateşte yanıp kızardığını
kasdederler ("Koktu" ma'nâsını değil).
Kapıyı kapatma
sırasında "Sarrâ'1-bâbu = Kapı ses çıkardı" denilmesi gibi aynı
ma'nâda olarak "Salsâl"
masdarı da söylenir.
"Salsâl" da "Sarsar" gibi, katlanmış mudâaf bir fiildir.
"Sarsara" fiili de
"Kebebtuhu = Onu
yüzü üstü yere çarptım" ma'nâsına olan "Kebkebtuhu" gibidir,
(bunlar aynı zamanda fâu'1-fiil ve ayne'l-fiilleri -yânî birinci ve ikinci
harfleri beraberce- tekrar edilmiş olarak kullanılan fiillerdir),
"İçlerinde her
nevi' meyveler, hurma ve nâr vardır" (Âyet: 68). Bâzıları (Ebû Hanîfe ve
Ferrâ) da "Hurma ve
nâr meyve
değildir" demişlerdir. Arab kavmine gelince, onlar hurmayı ve nârı meyve
sayarlar. (Allah bu ikisinin isimlerini, meyvelik üzerindeki faziletlerinden
dolayı tekrar etmiştir. Bu, ânımdan sonra faziletini belirtmek için hâssı
zikretmek nev'indendir) [619].
Azîz ve Celîl olan
Allah'ın şu sözü de bunun gibidir: "Namazlara ve orta namaza devam edin...
" (el-Bakara: 238).
Burada Allah,
mü'minlerin bütün namazlar üzerine muhafız olmalarını emretti, sonra da ikindi
namazını - şiddetlendirmek yânî ta'zîm edilmesini te'yîd etmek için- tekrar
etti. Nitekim konumuz olan âyette de meyve sözünden sonra hurma ve nar
isimlerini tekrar buyurmuştu.
Şu âyet de bu ilFâkihe
ve nahl ve rummân" sözünün benzeridir: "Görmedin mi göklerde olan
herkes ve yerde bulunan herkes; Güneş, Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar,
hayvanlar ve insanların birçoğu hakîkaten Allah'a secde ediyor. Bir çoğunun
üzerine de azab hakk olmuştur. Allah kimi hor kılarsa onu saadete kavuşturacak
yoktur. Şübhesiz ki, Allah ne dilerse yapar7' (ei-Hacc: ısj. Bu âyette Allah
"Göklerde olan herkes ve yerde bulunan herkes Allah'a secde eder" buyurdu;
sonra da "İnsanların birçoğu hakîkaten Allah'a secde eder, birçoğunun
üzerine de azab hakk olmuştur" buyurdu. Hâlbuki Allah bunları evvelindeki "Göklerdeki
herkes ve yerde bulunan herkes" kelâmı içinde zikretmişti [620].
Mucâhid'den başkası
şöyle demiştir: "(Bu cennetlerin ikisi de) çeşit çeşit ağaçlı" (Ayet:
48); buradaki "Efnân", "Ağsân" manasınadır. "Ve iki cennetin
derimi yakındır" (Âyet: 54), "Onlardan toplanacak, derilecek meyveler
yakındır –zahmetsizce alınıverecek derecede yakın- [621].
el-Hasenu'1-Basrî:
"O hâlde Rabb'inizin hangi ni'metlerini yalan sayabilirsiniz?";
buradaki "Fe-bi-eyyi âlâi", "Ni'metlerinin hangisini"
ma'nâsınadır, demiştir. Katâde de: "Rabbikûma" tesniye zamîriyle cinn
ve ins'i kasdediyor, demiştir [622].
Ebu'd-Derdâ "O
her gün bir iştedir" (Âyet: 29) kavli hakkında: Günâhı mağfiret eder,
sıkıntıyı, kederi açıp giderir, bir kavmi yükseltir, diğerlerini alçaltır, demiştir
[623].
İbn Abbâs da:
"Berzah", "Mâni' olucu bir perde"; "el- Enâm"
(Âya-, ıo), "Halk"; "Aynâni naddâhatâni"(Âyet. 6$),
"Durmayıp
fışkıran iki pınar"; "Zul-celâl" (Âyet: 27)
"Azamet
sahibi" ma'nâsınadır, demiştir.
İbn Abbâs'tan başkası
da şöyle demiştir:
"Mâric"
(Âyet: 15), ateşin hâlis olanıdır (yânı dumansız olanıdır). Bu
"Merec" birkaç ma'nâda söylenir:
a. Bâzısı bâzısına
zulmeder hâlde onları terkettiği zaman "Merece'l-emiru raiyyetehu"
denilir.
b. "Merece emru'n-nâsi = İnsanların işi
karıştı", "Fe-hum fî emrin meric" (Kaaf: 5), "Şkndi onlar
karışık bir
iştedirler"
demektir. Bu sözlerde "Merece", "Ihtalata" yânî
"Karıştı" ma'nâsınadır. Bu lâzımdır, geçişsizdir.
"Merace'l-bahrân = İki deniz karıştı" bu ma'nâdandır.
c. "Merâce'l-bahreyni" (Âyet: 2b),
"İki denizi mercetti, yânî salıverdi" demektir; bu, müteaddî olan şu kullanıştandır:
"Merecte dâbbeteke( = Hayvanını
salıverdin)": Onu (otlasın diye) terkettin. "Ey ins ve cinn, ileride
size kalacağız" (Âyet: 31); buradaki
"Senefruğu
Iekum = "Sizleri hesaba
çekeceğiz" ma'nâsına bir mecazdır. Yoksa Yüce Allah'ı hiçbir şey, diğer
şeyden alıkoymaz. Bu "Senefruğu lekum" ta'bîri Arab kelâmında
ma'rûftur: "Le-eteferreğanne leke = And olsun yalnız sana kalacağım,
yalnız senin
için boşalacağım"
denilir; bu, kendisinde hiçbir meşguliyet olmayarak demektir ki, bunu söyleyen
kişi "And olsun ben seni gafletin üzerinde yakalayacağım" demiş olur [624]
“O iki cennetten başka
iki cennet daha vardır' (Âyet: 62) [625].
399-.......Bize
Ebû İmrân el-Cevnî, Ebû Bekr ibnu Abdillah ibn Kays'tan; o da babası Abdullah
ibn Kays'tan (yânî Ebû Mûsâ el-Eş'arî'den) tahdîs etti ki, Rasûlullah (S) şöyle
buyurmuştur: "İki cennet vardır ki, bunların kapları ve içlerinde bulunan
şeyler hep gümüştendir. Diğer iki cennet daha vardır ki, bunların kapları ve
içlerinde bulunan şeyler de altındandır. Adn cennetindeki cennetliklerle bunların
kendi Rabb'lerine bakmaları arasında, Allah'ın vechi üzerindeki büyüklük
ridâsından başka birşey bulunmayacaktır" [626].
"Çadırlar içinde
perdelenmiş huriler vardır" (Âyet: 72) [627].
İbn Abbâs:
(iHûr", gözbebekleri siyah dilberlerdir, demiştir. Mucâhid ise:
"Maksûrât",
"Habsedilmiş", dilberler ki bunların bakışları ve nefisleri sırf
kendi eşlerine hasredilmiştir.
"Kaasırâtun"
"Kendi eşlerinden başkasını istemeyen dilberler" ma'nâsınadır,
demiştir [628].
400-.......(Bu
senedde de) yine bize Ebû İmrân el-Cevnî, Ebû Bekr ibn Abdillah ibn Kays'tan; o
da babası Abdullah ibn Kays'tan (yânı Ebû Mûsâ el-Eş'ârî-R-den) tahdîs etti ki,
Rasûlullah (S) şöyle buyurmuştur: "Şübhesiz ki, cennette içi boşaltılmış
geniş bir inciden çadır vardır. Bunun eni altmış mil mesafe devam eder. Bunun
her köşesinde bir aile bulunur ki, başkaları onları göremezler. O mü'-minler
birbirlerini ziyaret ederler. Ve iki cennet vardır ki, bunların kapları ve
içlerindeki şeyler gümüştendir. Diğer iki cennet daha vardır ki, bunların da
kapları ve içlerinde bulunan şeyler şundandır (yâ-nî altındandır). Adn
cennetindeki cennetliklerle bunların kendi Rabb'lerine bakmaları arasında,
Allah'ın yüzü üzerindeki büyüklük (yânı azamet) ridâsından başka birşey
bulunmayacaktır'' [629].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
Mucâhid şöyle
demiştir:
"Yer bir sarsıntı
ile sarsıldığı, dağlar didik didik parçalandığı zaman" (Âyet: 4-5);
buradaki "Ruccet",
"Zulzilet"
(yânî "Sallandı"); "Busset" de, sevîk denilen kavutun
e2ilip ufalanması gibi "Ezilip ufalandı" ma'nâsınadır. "Fisidrin
mahdûdin" (Âyet: 28) kelâmındaki "Mahdûd", "Yükünün yânî
meyvasının çokluğundan dalları basıp bükülmüş" demektir. Yine bu kelime
hakkında, "Dikenleri silinmiş, dikensiz kılınmış" demektir de
deniliyor [630].
"Ve talhın
mendûdin" (Âyet: 29), meyvesi aşağıdan yukarı istifli olan muz'dur.
"Hakikat biz
onları yepyeni bir yaratılışla yarattık da onları bakire kızlar, zevcelerine
sevgi ile düşkün hep bir
yaşıt yaptık, sağcılar
için" (Âyet. 35-38); buradaki "Urub", "Arûb"un cem'i
olup "Kocalarına sevdirilmiş kadınlar" ma'nâsınadır [631].
"Bir çok
evvelkilerden, bir çok da sonrakilerdendir"
(Âyet: 3940); buradaki
"Sulletun", "Ummetun" ma'nâsınadır [632].
"Solcular; onlar
ne solculardır! Sıcaklık ve kaynar bir su, ve bir de kapkara dumandan bir gölge
içindedirler"
(Âyet: 4i-43);
buradaki "Yahmûmin", "Kara duman" demektir.
"Çünkü onlar
bundan evvel şımartılmış, şehvetlerine düşkün kimseler idiler. O büyük günâh
üzerinde ısrar
ederlerdi" (Aycv.
45 46); buradaki "Yusırrûne",
"Yudîmûne"
yânî "Onu devam ettiriyorlardı" demektir [633]
"Sonra hakîkaten
siz, ey sapkınlar ve tekzîbcüer, muhakkak ki zakkum ağacından yiyeceklersiniz.
Öyle
ki, karınlarınızı hep
ondan doldurucularsınız, üstüne de o kaynar sudan içeceklersiniz; susamış
develerin içişi gibi içeceklersiniz" (Âyet: 5255); buradaki
"Hîm",
"Huyâm"
illetine, yânî suya kanmama hastalığına ututulmuş susuz develerdir.
"Innâ
le-muğramûn" (Âyet: 66), "Bizler hakîkaten ağır borca
düşürüldük" demektir.
"Eğer siz hakk
dîne boyun eğmeyecek, ceza çekmeyecekseniz, o bağaza gelen canı geri çevirseniz
ya eğer sâdıklarsanız" (Âyet: 86-87); buradaki "Gayra medînîn",
"Gayra muhâsebîn", yânî "Hesaba
çekilmeyecek
iseniz" demektir [634].
"Eğer o Ölen
mukarreblerden ise artık rahatlık, güzel rızk ve Naîm cenneti onundur"
(Âyet: 88-89), buradaki
"Ravh",
"Cennet, bolluk ve saadet", "Reyhan",
"Rızk"
ma'nâsınadır.
"Aranızda ölümü
biz takdir ettik ve biz yerinize diğer benzerlerinizi getirmemiz ve sizi
bilemeyeceğiniz bir yaratılışta ve surette tekrar peyda etmemiz hususunda önüne
geçilecekler de değiliz" (Âyet: 60-ei), buradaki "Nunşiekum",
"Dileyeceğimiz herhangi bir yaratışta sizleri tekrar inşâ edeceğiz"
demektir.
Mucâhid'den başkası
şöyle demiştir: "Eğer dileseydik muhakkak ki onu bir ot kırıntısı yapardık
dâ siz de şaşakalırdınız" (Âyet: 65), buradaki "Tefekkehûne",
"Ta'cebûne"
(yânî "Şaşar, hayret ederiz") ma'nâsınadır [635].
"Uruben"
(Âyet: 37), "Ağırlaştırılmış, değerlendirilmiş (sevgili, güzel konuşan
kadınlar)" demektir. Tekili
"Arûb"dur.
"Sabûr"un cem'i "Subur" vezninde olduğu gibi. Mekkeliler
böyle sevgili, âşık ve güzel konuşan
işveli kadına
"el-Aribe"; Medîneliler "el-Ganice"; Iraklılar ise
"eş-Şekile" ismi verirler.
"Kıyamet koptuğu
zaman hiçbir nefis onun vukuunda yalancı değildir, O alçaltıcı,
yükselticidir" (Âyet-1-3);
buradaki
"Alçaltıcı ve yükseltici" kavli hakkında, yine Mucâhid'den başkası:
"Bir kavmi ateşin içine indirici,
bir kavmi de cennete
yükseltici" ma'nâsınadır, demiştir.
"Ala sururin
mevdûnetin = Onlar cevherlerle örülmüş tahtlar üzerindedirler" (Âyet: 15);
buradaki "Mevdûne",
"Cevherlerle
örülmüş, dokunmuş" manasınadır.
"Vadinu'n-nâke{ =
Devenin kolanı)" ta'bîri de bu ma'nâdandir(ki, birbiri üzerine bükülüp
katlanmış yâhud istif edilmiş tirşeden yâhud kıldan dokunan yassı kolana
denir).
"el-Kûb"
(Âyet: 18), "Kulakları -emziği- ve sapı olmayan sürâhî, testi";
"el-Ebârtk( = İbrikler)", "Emzikleri ve
sapları olan
kaplar". "Ve mâin meskûbin" (Âyet: 3i),
"Dâima akan
su"; "Ve furusun merfûatın" (Âyet: 34),
"Bâzısı bâzısının
üzerine yükseltilmiş döşeklerdedirler".
"Mutrafîne"
(Âyet: 45), "Metâ'lananlar, her türlü ni'metlerle faydalanıp
ni'metlenenler". "Gayra medînîn" (Âyet: 86), "Dîne boyun
eğmeyenler, hesaba çekilmeyecek olanlar iseniz" demektir.
"O hâlde
(rahimlere) dökmekte olduğunuz o menî nedir? Bana haber verin. Onu siz mi insan
suretine
getiriyorsunuz yoksa
yaratanlar biz miyiz?" (Âyet: 58-59); buradaki "Menî",
kadınların rahimlerindeki nutfe'dir.
"Şimdi bana
çakmakta olduğunuz ateşi söyleyin. Onun ağacını siz mi yarattınız yoksa
yaratanlar biz miyiz? Biz onu hem bir ibret, hem çöl yolcularına bir faide
kıldık" (Âyet: 71-72);
buradaki
"Mukvîn", "Çöl yolcuları"; "el-Kıyyu"
"Hiçbirşey
bulunmayan sahra, çöl" ma'nâsınadır.
"Hayır, işte
yıldızların düştüğü yerlere and ediyorum" (Âyet: 75), "Kur'ân'ın
muhkemliğine yemîn ediyorum"
demektir.
"Yıldızların düştüğü zamanlarındaki düşme yerlerine yemîn ediyorum"
ma'nâsınadır da deniliyor.
"Mevâkı"'
kıraati de, "Mevki"' kıraati de bir ma'nâyadır [636].
"Şimdi siz bu
kelâmı mı hor görücülersiniz?" (Âyet: 8i);
buradaki
"Mudhınûn", "Mukezzibûn" (yânî "Yalanlayıcılar")
ma'nâsınadır. Bunun benzen şudur: "Artık o yalanlayanlara boyun eğme.
Onlar arzu ettiler ki, sen yumuşak davranasın da kendileri de yumuşaklık
göstersinler"
(el-Kalem: 8-9).
' 'Eğer sağcılardan
ise, artık sağcılardan selâm sana'' (Âyet: 9i-92): Bu, "Senin sağcılardan
olduğun teslim (yânî
kabul)
edilmiştir" ma'nâsınadır. Burada "İnneke" kelimesinden
"înne" terkedilmiştir. Bu "İnne" terk edilmiş ise de, onun
ma'nâsı murâddır, irâde edilmiştir. Nitekim sen bir adama hitaben -O adam sana:
"Ben yakında yolcu olacağım" demiş olduğu zaman-: "Ente
musaddakun musâfirun an kalîlin" dersin. Bu söz: "Sen tasdîk edildin
ki, sen yakında yolcu olacaksın" demektir. "Selâm" lafzı bazen sağcılardan
muhataba duâ gibi olur. Bu senin:
"Sakyen
mine'r-ricâl = Allah seni sulasın" sözün gibidir. Eğer "Selâm"\
merfû' söylersen, o takdîrde bu, duadandır.
"Türün = Çakmak
çakıp duruyorsunuz" (Âyet: 7i),."Ateş çıkarıp duruyorsunuz"
demektir. Bu "Evreytü = Ateş
yaktım" ma'nâsındandır.
"Onlar cennette ne boş bir lâf ne de günâha sokacak
bl 'sey
işitmezler" (Âyet: 25); buradaki "Lağven", "Bâtı.en";
"Te'stmen", "Günâha sokmak" demektir.
401- Bize
Alî ibnu Abdillah el-Medînî tahdîs etti. Bize Sufyân ibn Uyeyne,
Ebû'z-Zinâd'dan; o da el-A'rec'den; o da Ebû Hurey-re(R)'den tahdîs etti. Ebû
Hureyre bu hadîsi Peygamber(S)'e ulaştırıyordu ki, şöyle buyurmuştur:
"Cennette bir ağaç vardır, bir süvârt onun gölgesinde yüz yıl yürüse, onun
gölgesini asla kesip bitiremez. İsterseniz: Ve uzatılmış bir gölge içindedirler
âyetini okuyunuz " [637].
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
Mucâhid şöyle
demiştir:
"Allah'a ve
Rasûlü'ne îmân edin, size (tasarruf için) vekâlet verdiği maldan harcayın..,
" (Âyet: 7>; buradaki
"Mustahlefîne
fih", "Muammerine fîh" (yânî "Allah sizi onda yaşatılanlar
ve ömür verilenler kıldı") ma'nâsınadır [638].
"O, sizi
karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kulunun üzerine açık açık âyetler
indirmekte olandır..."
(Âyet: 9); buradaki
*'Karanlıklardan aydınlığa", "Delâletten hidâyete, sapıklıktan doğru
yola*' demektir.
"And olsun ki,
biz elçilerimizi açık açık burhanlarla gönderdik ve insanların adaleti ayakta
tutmaları için,
beraberlerinde de
kitabı ve mizanı indirdik. Bir de kendisinde hem çetin bir sertlik, hem
insanlar için birçok menfâatler bulunan demiri indirdik.., " (Âyet: 25); buradaki
"Birçok menfâatler", "Kalkan ve silâhtır [639].
"İşte bu gün ne
sizden, ne de küfredenlerden hiçbir fidye kabul olunmaz. Sığınacağınız yer
ateştir, size yaraşan odur. O ne kötü gidiş yeridir" (Âyet: 15); buradaki
"Hıye mevlâkum", "(Küfrünüze ve şübhelenmenize karşılık) size
her menzilden daha lâyık olandır" ma'nâsınadır.
"Kitâb ehli
hakîkaten Allah'ın fadlından hiçbir şeye nail olamayacaklarım, muhakkak bütün
inayetin Allah'ın elinde bulunduğunu, onu ancak dileyeceği kimselere vereceğim
bilmeyecekleri için mi (inâd ediyorlar?
Hâlbuki bunu
biliyorlar.) Allah büyük fadi sahibidir"
(Âyet: 29); buradaki
"Li-ellâ ya'leme ehlu'l-Kitâbi", "Liya'leme ehlu'l-Kitâbİ"
(yânî bu Kitâb ve Beyân ve bu
va'd ve vaîd, kitâb
ehlinin şunu bilmeleri içindir ki...) ma'nâsınadir.
"O hem evveldir,
hem âhirdir; hem zahirdir, hem bâtındır. O, herşeyi kemâliyle bilendir" (Âyet:
3);
buradaki
"ez-Zâhir", ilimce herşey üzerine zahir; "el- Bâtın" da
yine ilimce herşey üzerine bâtın
ma'nâsınadır deniliyor
[640].
"O günde ki,
erkek münafıklarla kadın münafıklar, îmân etmiş olanlara: 'Bizi bekleyin.
Nurunuzdan bir
parça alalım' diyeceklerdir..."
(Âyet: 13); buradaki (Hamza kıraatine göre) "Enzirûna",
"İntezirûnâ" (yânî
"Bizi
bekleyin") ma'nâsınadır.
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
Mucâhid şöyle
demiştir:
"Allah'a ve
Rasûlü'ne muhalefet etmekte olanlar, muhakkak ki, kendilerinden evvelkilerin
uğratıldıkları zillete uğratılmışlardır. Hâlbuki biz (onlara) açık açık âyetler
de indirmişizdir. Kâfirlere horlayıcı bir azâb vardır" (Âyet: 5); buradaki
"Yuhâddûneltâhe' "Yüşâkkunellâhe" (yânı "Allah'a muhalefet
edenler");
"Kubitû",
"Hor olmak, mahvolmak, belâya uğramak" ma'nâlarına
"el-Hızy" masdanndan olup, "Hor ve zelîl kılındılar..."
demektir [642].
"Bunları şeytân
istilâ etmiş, artık o, bunlara Allah'ı hatırlamayı bile unutturmuştur. Bunlar
şeytân fırkasıdır.
Gözünüzü açın ki,
şeytân fırkası hakîkaten ziyana düşenlerin tâ kendileridir" (Âyet: i9>;
buradaki "îstahveze", "Galebe" ma'nâsınadır [643].
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
''Eğer Allah onların
üstüne sürgünü yazmamış olsaydı bile hiç şübhesiz dünyâda kendilerini yine
şiddetle azâblandıracaktı. Âhirette de onlar için ateş azabı vardır"
(Âyet: 3>; buradaki "el-Celâu", "Bir arzdan diğer arza
çıkarmak" ma'nâsmadır [645].
402-.......
Saîd ibn Cubeyr şöyle dedi: İbn Abbâs'a:
— et-Tevbe Sûresi (ne hakkında indi)? diye
sordum. O:
— et-Tevbe mi? Hayır, o el-Fâdıha Sûresi'dir.
Zîrâ o devamlı şekilde "Ve minhum... ve minhum..." (= Ve onlardan...
ve onlardan...)" diye iniyordu. Nihayet onlardan dokunulmadık hiçbir kimseyi
bırakmayıp mutlakaa bu sûrede zikrolunacağını zannettiler, dedi.
Saîd ibn Cubeyr dedi
ki: Ben yine:
— el-Enfâl Sûresi (ne
hakkında indi)? dedim. İbn Abbâs:
— O, Bedir harbi hakkında indi, dedi. Saîd dedi
ki: Ben:
— el-Haşr Sûresi (ne hakkında indi)? dedim. İbn
Abbâs:
— O, Benu'n-Nadîr hakkında indi, dedi [646].
403-.......Saîd
ibn Cubeyr şöyle demiştir: Ben İbn Abbâs(R)'a:
— el-Haşr Sûresi, dedim. O:
— en-Nadîr Sûresi de, dedi [647].
'Herhangi bir hurma
ağacını kestiniz yâhud kökleri üstünde dikili bıraktınızsa hep Allah'ın
izniyledir, /âşıkları rüsvây edeceği içindir" (Âyet: s>; buradaki
"Lîne", "Hurma ağacı"; "Acve" yâhud
"Berine" olmayan hurma çeşitleri demektir [648].
404-.......Bize
Leys, Nâfi'den; o da İbn Umer(R)'den şöyle tahdîs etti: Rasûlullah (S), Nadîr
oğullarının hurma ağaçlarını yaktırdı ve kestirdi. Bu harb sahası -Nadîr
oğulları'nın hurmalığı olan- Bu-veyre mevkiidir. Bunun üzerine Yüce Allah şu
âyeti indirdi: "Her-hangibir hurma ağacını kestiniz yâhud kökleri üstünde
dikili bıraktınızsa hep Allah'ın izniyledir. (Bu izin de) fâşıkları rüsvây
edeceği içindir" [649]
"Allah'ın
onlardan Rasûlü'ne verdiği fey' (e gelince); siz bunun üzerine ne ata, ne
deveye binip koşmadınız*
Fakat Allah,
rasûllerini dileyeceği kimselere musallat eder. Allah herşeye hakkıyle
kaadirdir" (Âyet: 6) [650]
405-.......Bize
Sufyân ibn Uyeyne birkaç defalar Amr ibn Dînâr'dan; o da ez-Zuhrî'den; o da
Mâlik ibnu Evs ibni'l-Hadesânî'den tahdîs etti ki, Umer ibnu'l-Hattâb (R) şöyle
demiştir: Nadîr oğulları'nın mallan, Allah'ın kendi Rasûlü'ne fey' olarak
döndürdüğü mallardandır. Bunlar müslümânların, üzerine atlar ve develerle
yolculuk ve harb etmeden ele geçirdikleri mallardandır. Bu mallar Rasûlullah'a
hâssa oldu, kendisi bunlardan ailesinin bir senelik nafakasını (ayırır) infâk
eder, sonra arta kalanını Allah yolunda cihâd hazırlığı olmak üzere silâhlar,
atlar ve develer hususuna tahsis ederdi [651].
'Rasiil size ne
verdiyse onu alın, size ne yasak ettiyse ondan da sakının" (Âyet: 7).
406-.......
Abdullah ibnu Mes'ûd (R) şöyle demiştir: Allah şu kadınlara la'net etmiştir:
Bedenlerine döğme yapanlar, yaptıranlar, yüzünün tüylerini yolanlar, seyrek
dişli güzel görünmek için dişlerinin arasını yontan sırıtkanlar, Allah'ın
yarattığını değiştirenler.
Abdullah'ın bu hadîsi
Esed oğullan'ndan Ümmü Ya'kûb.deni-len bir kadının kulağına ulaştı. (Bu kadın
Kur'ân okur, anlardı.) Hemen İbn Mes'ûd'a geldi ve:
— Senin şöyle şöyle
kadınlara la'net ettiğin haberi bana ulaştı, dedi.
İbn Mes'ûd da ona:
— Ben Rasûlullah(S)'ın
la'net ettiği kimselere niye la'net etmeyeyim? Ve Allah'ın Kitâbı'nda var olan
kimselere niye la'net etmeyeyim? dedi.
Kadın:
— And olsun ki, ben
Mushaf'ın iki kabı arasında ne varsa okudum, fakat senin söylemekte olduğun
şeyi onda bulamadım, dedi.
İbn Mes'ûd da ona:
— Yemîn olsun eğer sen
onu okumuş isen, elbette onu bulmuş-sundur. Allah Taâlâ'nın: "Rasûl size
ne verdiyse onu alın, size ne yasak ettiyse ondan da sakının'* buyurduğunu
okumadın mı? dedi.
Kadın:
— Evet, dedi. İbn Mes'ûd:
— Şübhesiz ki, Rasûlullah ondan nehyetti,
cevâbını verdi. Kadın:
— Ben senin ehlin
(Zeyneb bintu Abdillah es-Sakafiye'nin) bunu yapmakta olduğunu görüyorum,
dedi.
İbn Mes'ûd:
— Ehlime git ve ona bak, dedi.
Kadın ona gitti,
baktı, fakat düşünmüş olduğu hacetinden bir-şey göremedi. (Dönüp bunu tbn
Mes'ûd'a bildirince) İbn Mes'ûd:
— Eğer eşim böyle
yapmış olaydı, o bizimle arkadaşlık etmezdi, dedi [652].
407-.......Buradaki
senedde Sufyân es-Sevrî şöyle demiştir: Ben Abdurrahmân ibn Âbis'e, Mansûr'un
İbrahim'den; onun da Alka-me'den, Abdullah ibn Mesûd(R)'m: Rasûlullah (S),
kendi saçlarına başkasının saçını ekleyen kadına la'net etti, hadîsini
zikrettim de, Abdurrahmân:
— Ben de bu hadîsi
Ümmü Ya'kûb denilen bir kadından; o da Abdullah ibn Mes'ûd'dan olmak üzere
Mansûr'un hadîsi gibi işittim, dedi.
408-.......Amr
ibnu Meymûn şöyle demiştir: Umer ibnu'l-Hattâb (R) -Ebû Lu'lu' kendisini
vurduktan sonra- şöyle dedi:
— Ben, benden sonraki
halîfeye ilk Muhâcirler'i tavsiye ediyorum. Onların haklarını onlara
tanımasını tavsiye ediyorum. Ve yine ben, Peygamber(S)'in hicret etmesinden
önce yurt hazırlayıp îmâna sâhib çıkmış olan Ensâr'ı da tavsiye ediyorum. Yeni
halîfenin bunların iyilerinden iyiliklerini kabul etmesini, kötü iş
yapanlarından da kusurlarını affetmesini tavsiye ediyorum [654].
"... Onlar
kendilerinde fakirlik ve ihtiyâç olsa bile, Muhacirleri Öz canlarından daha
üstün tutarlar. Kim nefsinin hırsından ve cimriliğinden korunursa, işte murâdlarına
erenler onların tâ kendileridir"(Âyet: 9).
Bu âyetteki
"el-Hasâsa", "Fakirlik"; "el-Muflihûn",
"Ebedî hayâta
zafer bulanlar"; "el-Felâh", "el-Bakaa" ma'nâsınadır.
"Hayye ale'l-felâh", "Çabuk kurtuluşa
yönel" demektir.
el-Hasenu'1-Basrî de: "Göğüslerinde bir hacet bulmazlar", "Bir
hased bulmazlar" ma'nâsınadır, dedi.
409-.......Ebû
Hureyre (R) şöyle demiştir: Rasûlullah'a bir adam geldi de:
— Yâ Rasûlallah, bana
açlık ve meşakkat isabet etti (yânî açlıktan dermansız kaldım), dedi.
Rasûlullah (S) onu
(doyurmak için) kadınlarına haber gönderdi, fakat onların yanlarında hiçbirşey
bulamadı. Bunun üzerine Rasûlullah (S):
— "Bu gece şu adamı konuk edip yemek
yedirecek bir adam yok
mu ki, Allah ona
rahmet eylesin?" dedi. Derhâl Ensâr'dan bir zât ayağa kalktı:
— Ben, yâ Rasûlallah! diye cevâb verdi.
Akabinde o adamı alıp
ailesine götürdü. Kadınına hitaben:
— İşte Rasûlullah'ın
konuğu; ondan hiçbirşeyi tutup alıkoyma (konuğa ikram et), diye tenbîh etti.
Kadın:
— Vallahi yanımda
çocukların azığından başka birşey yok, dedi.
Kocası:.
— O hâlde çocuklar
akşam yemeği yemek istedikleri vakit onları uyut, gel, kandili söndür, biz bu
gece karınlarımızı dürelim (yânî Rasûlullah'ın konuğu için biz bu geceyi aç
geçirelim), dedi.
Kadın, kocasının
dediği işleri yaptı. Sonra o konuk sabahleyin Rasûlullah'ın huzuruna vardı.
Rasûlullah:
"And olsun ki,
Azız ve Celfl olan Allah, bu gece Fuiân erkek
veFulâne kadının
işlerinden hayret etti -yâhud güldü, yânî acîb hoş-nûd oldu-" dedi.
Azîz ve Celîl Allah da
(onlar ve bütün Ensâr hakkında) şunu indirdi : ' 'Onlar kendilerinde fakirlik
ve ihtiyâç olsa bile, onları öz canlarından daha üstün tutarlar. Kim nefsinin
hırsından ve cimriliğinden korunursa, işte onlar murâdlarına erenlerin tâ
kendileridir" [655].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
Ve Mucâhid şöyle
demiştir: "Ey RabbHmiz, bizi o küfredenler için bir fitne yapma..."
(Âyet: 5):
"Bize onların
elleriyle azâb etme, sonra onlar: Bunlar hakk üzerinde olsaydı, kendilerine bu
yenilme ve esirlik azabı isabet etmezdi, derler (bu onların dünyâ hayatiyle
aldanarak küfre meftun olmalarına sebeb de olur)" manasınadır [657],
'Kâfirlerin ismetlerine
yapışmayın.,. " (Âyet: 10), bu âyetle Peygamber'in sahâbîleri Mekke'de
bulunan kâfire kadınlarından ayrılmakla emrolundular [658].
'Ey îmân edenler,
benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dostlar edinmeyin,.. " (Âyet:
1).
410-.......Amr
ibnu Dînâr tahdîs edip şöyle demiştir: Bana el-Hasen ibnu Muhammed ibn Alî (ibn
Ebî Tâlib) tahdîs etti. Kendisi Alî'nin kâtibi olan Ubeydullah ibn Ebî Râfi'den
işitmiştir. Ebû Râfi' şöyle diyordu: Ben Alî(R)'den işittim, şöyle diyordu:
Rasûlullah (S) beni, Zubeyr'i ve Mıkdâd'ı gönderdi ve:
— "Gidin, Hah bustânına kadar ilerleyin.
Orada hevdec içinde yolcu bir kadın ve yanında bir mekîûb vardır. Çabuk o
mektubu o kadından alıp bana getirin!" buyurdu.
Hemen atlarımızı
koşturarak gittik, nihayet o bustâna vardık. Hakîkaten biz orada mahfe içinde
bir kadınla karşı karşıya geldik.
Ona:
— Mektubu çıkar! dedik.
Kadın:
— Benim yanımda hiçbir mektûb yoktur, diye
inkâr etti.
Biz kadına:
— Elbette o mektubu
çıkarırsın yâhud biz senin elbiseni soyup
atarız, dedik.
Kadın çaresiz kalıp
saçının bağı içinden mektubu çıkardı. Biz de mektubu alıp Peygamber'e getirdik.
Mektûbda "Hâtıb ibn Ebî Bel-tea'dan Mekke'deki müşriklerden olan
insanlara" unvanı yazılı olduğu, içinde de Peygamber'in işinden bâzısını
(yânî harb hazırlığı yaptığım) Mekkeliler'e haber vermekte olduğu görüldü.
Peygamber:
— "Ey Hâtıb, bu ne iştir?" diye
sordu. Hâtıb şöyle cevâb verdi:
— Yâ Rasûlallah, bana
karşı acele etme! Ben Kureyş'e ahidle bağlı olan bir kimseyim, ben soyca
Kureyş'in kendisinden değilim. Maiy-yetinizde bulunan Muhâcirler'in
Kureyşliler'le yakınlıkları, hısımlıkları vardır. Onlar bu hısımhklarıyle
Mekke'deki ailelerini ve mallarını korurlar. Benim ise içlerinde neseb
yönünden münâsebetim olmadığı için yakınlarımı himaye etmelerine bir vesile
olmak üzere onlarda bir minnet eli yapmak istedim. Yoksa ben bu işi ne bir
küfr, ne de dînimden dönme olarak yapmış değilim, dedi.
Hâtıb'ın bu müdâfaası
üzerine Peygamber oradakilere:
— "Şübhesiz Hâtıb size dosdoğru
söyledi" buyurdu. (Fakat öfkesi geçmeyen) Umer;
— Yâ Rasûlallah, beni
bırak da şunun boynunu vurayım, dedi. Rasûlullah:
— ''Şübhesiz ki Hâtıb, Bedir harbinde hazır
bulunmuştur. Sana ne bildirecek, belki Azız ve Celîl olan Allah Bedir'de
bulunanların yüksek mucâhedelerini bildi de onlara: Dilediğinizi yapın, ben
size mağfiret ettim, buyurdu" dedi.
Amr ibn Dînâr dedi ki:
İşte şu kısım Hâtıb hakkında indi: "Ey îmân edenler, benim de, sizin de
düşmanınız olanları dostlar edinmeyin. Sevgi yüzünden onlara ulaştırırsınız.
Hâlbuki onlar Hakk 'tan size gelene küfretmişlerdir. O RasûVü de, sizi de Rabb
İniz olan Allah 'a îmân ediyorsunuz diye çıkarıyorlardı. Eğer siz benim
yolumda savaşmak, benim rızâmı aramak için çıkmışsanız, onlara hâlâ ma-habbet
mi gizleyeceksiniz?... "[659].
Râvî Sufyân ibn
Uyeyne: Ben bu âyetin Alî'den gelen bu hadîsin içinde mi, yoksa bu Amr ibn
Dînâr'm sözü mü olduğunu bilemiyorum, demiştir [660].
411-Bize Alî
ibnu'l-Medînî tahdîs edip dedi ki: Sufyân ibn Uyeyne'ye:
— "Benim de
düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri dostlar edinmeyiniz..."
kelâmı bu Hâtıb işi hakkında mı indi? diye soruldu.
Sufyân:
— Bu insanların
hadîsidir, yânı onların rivayetleridir. Amma benim Amr ibnu Dinar'dan
ezberlediğim ise, ondan nuzûl zikri olmaksızın rivayet ettiğim hadîstir. Ben
ondan tek bir harf terketmedim. Ve ben, benden başka bir kimsenin bu hadîsi
(nuzûl fıkrası olmaksızın) Amr ibn Dinar'dan ezberlemiş olduğunu da
zannetmiyorum, dedi.
'Ey îmân edenler, mü
'min kadınlar muhacir olarak geldikleri zaman onları imtihan edin..." (Âyet:
10).
412-.......
Bize İbn Şihâb'ın kardeşinin oğlu, amcasından tahdîs etti (Amcası ez-Zuhrî
şöyle demiştir): Bana Urve haber verdi. Ona da Peygamber'in zevcesi Âişe (R)
şöyle haber vermiştir: Rasûlullah (S), mü'mine kadınlardan kendisine hicret
edip gelenleri şu âyet ile, Yüce Allah'ın şu kavliyle imtihan eder idi:
"Ey Peygamber, mü'min kadınlar sana şu şartlar üzerine bey 'at etmeye
geldiklerinde... bu suretle onlara bey 'at ver... (Sonundaki ' 'Gafurun
Rahîm'' kavline kadar)" (Âyet: 12).
Geçen senedle Urve
dedi ki: Âişe şöyle dedi: Artık mü'min kadınlardan bu âyetteki şartları ikrar
edip kabul eyven kadına Rasûlullah: "Ben seninle sözlü olarak bey 'at
ettim" derdi. Allah'a yemîn ederim ki, Rasûlullah'm eli, bey'atlaşmada
hiçbir kadının eline do-kunmamıştır. Rasûlullah kadınlarla ancak "Ben
seninle bu şartlar üzerine bey'atlastım" sözüyle bey'atlaşırdı.
İbn Şihâb'ın
kardeşinin oğluna, ez-Zuhrî'den rivayet etmekte Yûnus ibn Yezîd, Ma'mer ibn
Râşid ve Abdurrahmân ibnu İshâk mutâ-baat etmişlerdir. İshâk ibn Râşid,
ez-Zuhrî'den; o da Urve'den ve Amrete bintu Abdirrahmân'dan diye söylemiştir [661].
'Mü'min kadınlar sana
bey 'at etmek üzere geldikleri zaman..." (Âyet: 12).
413-.......Ümmü
Atıyye (R) şöyle demiştir: Biz kadınlar RasûluIIah'a bey'at ettik. Kendisi
bize "Allah'a hiçbirşeyi ortak tutmamaları..." âyetini okudu. Ve
bizleri ölü üzerine çığlıkla matem tutmaktan nehyetti. Bu (matem tutmamak
şartını söylediği) sırada bir kadın bey'at etmekten elini çekti de:
— Fulâne kadın
(yakınım olan bir ölüye ağlamamda) bana yardım etmiş, yânî benimle beraber
ağlamıştı, ben onun bu beraber ağlamasına karşılık vermek istiyorum, dedi.
Peygamber (S) o kadına
hiçbirşey söylemedi (sükût etti). Bunun üzerine kadın gitti. Sonra kadın yine
geldi de, Peygamber onunla bey'-atlaştı [662].
414-.......Cerîr
ibn Hazım tahdîs edip şöyle demiştir: Ben ez-Zubeyr ibnu Hırrît el-Basrî'den
işittim; o da İkrime'den, ki tbn Ab-bâs (R) Yüce Allah'ın "Herhangibir
ma'rûf hususunda sana âsî olmamaları" kavli hakkında:
— Bu, hiç şübhesiz,
Allah'ın kadınlar üzerine şart (yânî gerekli) kıldığı büyük bir şarttır,
demiştir.
415-.......Bize
Sufyân ibnu Uyeyne tahdîs edip şöyle dedi: ez- Zuhrî bize bu hadîsi tahdîs edip
şöyle dedi: Bana Ebû İdrîs tahdîs etti ki, o da Ubâdetu'bnu's-Sâmit(R)'ten
şöyle dediğini işitmiştir: Bizler Peygamber(S)'in yanında idik.
— "Allah'a (ibâdette) hiçbirşeyi ortak
kılmamanız, zina etmemeniz, hırsızlık yapmamanız... şartları üzerine benimle
bey'at, yânî ahd eder misiniz?" buyurdu.
Ve ("Ey
Peygamber, mü'min kadınlar sana bey 'atlaşmaya geldiklerizaman..." me
Sufyân ibn Uyeyne'nin
lafzının çoğu ("Kadınlar" lafzı olmaksızın, sâdece) "Âyeti
okudu" şeklindedir.
Peygamber devamla
şöyle buyurdu:
— "İçinizden her kim ahdinde durursa, onun
ecri ve mükâfatı Allah üzerindedir. Bu dediklerimden birini yapıp da ondan
dolayı dünyâda ikaab olunur, cezâlandırılırsa, bu ceza ona bir keffârettir. Bu
suçlardan birini yapıp da yaptığı fiili Allah örterse, işi Allah'a kalır.
İsterse ona azâb eder, dilerse onu mağfiret eyler."
(Biz de bu şartlar
üzerine O'na bey'at ettik.) [663] Bu
hadîsi Ma'mer ibn Râşid'den; o da ez-Zuhrî'den yoluyla "Bize Kadınlar
Âyeti'ni okudu" fıkrasıyle birlikte rivayet etmekte Sufyân ibn Uyeyne'ye
Abdurrazzâk ibnu Hemmâm mutâbaat etmiştir.
416-.......
İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Ben fıtr günü kılınan bayram namazında Rasülullah
ile, Ebû Bekr ile, Umer ile ve Usmân ile beraber hazır bulundum. Bunların hepsi
de namazı hutbeden evvel kıldırırlardı. Sonra namazın ardından hutbe
okurlardı. Allah Pey-gamberi'nin hutbeden sonra indiği ve erkekleri yerlerinde
oturtmak üzere eliyle işaret etmesi hâli gözümün önündedir. Sonra erkeklerin
safflarını yara yara kadınların safflarına kadar gitti. Bilâl de beraber idi.
Peygamber orada şöyle buyurup: "Ey Peygamber, mü'min kadınlar -Allah 'ö
hiçbirşeyi ortak tutmamaları, hırsızlık yapmamaları, zina etmemeleri,
çocuklarını öldürmemeleri, elleriyle ayakları arasından bir iftira düzüp
getirmemeleri, herhangibir iyilik hususunda sana âsî olmamaları şartıyle- sana
bey'atleşmeye geldikleri zaman, bey 'atlerini kabul et. Onlar için Allah 'tan
mağfiret isteyiver. Çünkü Allah çok mağfiret edici, çok merhamet
eyleyicidir" âyetinin tamâmını okudu. Bu âyeti okuyup bitirdikten sonra:
— "Siz kadınlar bu bey'at üzere sabit k
İçlerinden -râvî Hasen
ibn Müslim'in kim olduğunu bilemediği-
bir kadın:
— Evet yâ Rasûlallah!
dedi.
Rasûlullah'a o
kadından başkası cevâb vermedi. Bunun üzerine
Rasülullah (S):
— "Öyleyse sadaka verin" buyurdu.
Bilâl ihramını yaydı,
onlar da halkalarını, yüzüklerini Bilâl'ın ihramı içine atmaya başladılar [664].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
Mucâhid şöyle demiştir:
"Ey îmân edenler, AllahUn yardımcıları olun. olun. Nitekim Meryem oğlu Isa
da havarilerine: 'Allah'a doğru benim yardımcılarım kimdir?' demiş, havariler
de: 'Allah yardımcıları (olan kullar) biziz' diye söylemişlerdi..."
(Âyet: 14); buradaki
"Men ensâri ile ilâhi", "Ben Allah'a doğru giderken bana tâbi*
olacaklar kimdir?" ma'nâsınadır [666].
İbn Abbâs:
"Şübhesiz ki Allah kendi yolunda, birbirine kenetlenmiş bir bina gibi
safflar bağlayarak çarpışanları sever" (Âyet: 4); buradaki
"Mersûsun", "Bâzısı bâzısına yapıştırılmış" ma'nâsınadır,
demiştir. İbn Abbâs'tan başkası (yânı Yahya ibn Ziyâd el-Ferrâ) da:
"Bâzısı bâzısına kurşunla yapıştırılmış" . ma'nâsınadır, demiştir [667].
"Benden sonra
gelecek rasûlün ismi Ahmed'dir... (Âyet: 6) [668].
417-.......
Cubeyr ibn Mut'ım (R) şöyle demiştir: Ben Rasûlullah(S)'tan işittim, şöyle
buyuruyordu: "Benim birçok isimlerim vardır; Ben Muhammed'im, ben
Ahmed'im, ben o Haşîr'im ki, insanlar benim k
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
'Onlardan henüz
kendilerine katılıp erişmemiş bulunan diğerlerine dahî..." (Âyet: 3) [670].
Umer ibnu'i-Hattâb
"Femdu ilâ zikrVllâhi" şeklinde okudu [671].
418-.......Ebû
Hureyre (R) şöyle demiştir: Biz Peygamberdin yanında oturuyorduk. Kendisine
el-Cumua Sûresi indirildi. -Müslim şunu ziyâde etti: Onu okudu.- "Onlardan
henüz kendilerine katılıp erişmemiş bulunan diğerlerine dahî" âyetine
vardığı zaman, râvî dedi ki: Ben:
— Yâ Rasûlallah! Bize
henüz katılmayanlar kimlerdir? diye sordum.
Rasûlullah sorana bir
cevâb döndürmedi. O, bu suâli üç defa sordu. Selmân el-Fârisî aramızda idi.
Rasûlullah elini Selmân'ın üzerine koydu. Sonra:
— "Eğer îmân Süreyya yıldızında olsaydı
şunlardan birtakım adamlar -yâhud bir adam- muhakkak ona uzanıp alırlardı"
buyurdu [672].
419-.......
Buradaki senedde, Sevr ibn Zeyd ed-Dîlî, Ebu'l- Gays'tan; o da Ebû Hureyre'den,
Peygamber (S)'in: "Şunlardan birtakım adamlar ona muhakkak uzanıp
alırlardı" buyurduğunu haber vermiştir [673].
“Onlar bir ticâret
yâhud bir oyun, bir eğlence gördükleri zaman ona yönelîp dağıldılar... " (Âyet:
11).
420-......Câbir
ibn Abdillah (R) şöyle demiştir: Biz Cumua günü biz Peygamber'in beraberinde
(namazda) iken yiyecek taşıyan bir kervan geldi. İnsanlar kalkıp ona doğru
yürüdüler, yalnız oniki kişi dağılmadı. Bunun üzerine Allah şu âyeti indirdi:
"Onlar bir ticâret, yâhud bir oyun, bir eğlence gördükleri zaman ona
yönelip dağıldılar. Seni ayakta bıraktılar. De ki: Allah nezdindeki eğlenceden
de, ticâretten de hayırlıdır. Allah rızk verenlerin en hayırlısıdır" [674].
Rahman ve Rahim olan
Allah 'in ismiyle
"Münafıklar sana
geldikleri zaman: ıŞehâdet ederiz ki, hakikaten sen Allah'ın rasûlüsün* derler.
Allah da bilir
ki, hakîkaten sen
elbette O'nun rasûlüsün. Bununla beraber Allah şehâdet eder ki, doğrusu
münafıklar kesin
olarak yalancıdırlar"
(Âyet: I) [675].
421-.......
Zeyd ibn Erkam (R) şöyle demiştir: Ben bir gazada bulundum. Orada (münafıkların
başı) Abdullah ibn Ubeyy'den şöyle derken işittim:
— Ey topluluk!
Rasûlullah'ın yanındakilere nafaka vermeyin, tâ ki etrafından dağıtsınlar ve
O'nun yanında Medine'ye bir dönersek her hâlde izzet ve kuvveti çok olan (yânî
kendisi) en zelîl ve zaîf olanı Medine'den muhakkak çıkaracaktır!
(Râvî Zeyd dedi ki:)
Ben İbn Ubeyy'in bu sözlerini amcama yâ-hud Umer'e söyledim. O da bunu
Peygamber'e söyledi. Bunun üzerine Rasûlullah beni çağırdı. Ben de İbn
Ubeyy'in sözlerini kendisine naklettim. Bu defa Rasûlulîah, Abdullah ibn Ubeyy
ile adamlarına haber gönderdi. Bunlar geldiler ve:
— Biz böyle birşey söylemedik, diye yemîn
ettiler! Rasûlullah beni yalanladı, onu doğruladı.
Bunun üzerine ben o
kadar gamlandım ki, ömrüm içinde bana asla bunun benzeri bir keder isabet
etmemişti. Artık evde oturdum (dışarı çıkmadım). Amcam da bana:
— Ey oğul, uslu durmadın, en sonu Rasûlullah'ın
seni yalanlamasını ve sana öfkelenmesini istedin! dedi (de beni daha da
keder-lendiriverdi).
Son derece bunaldığım
bu sırada Yüce Allah "Münafıklar sana geldikleri zaman..." sûresini
indirdi. Bu sûrenin gelmesi üzerine Peygamber (S) bana haber gönderdi.
Huzuruna vardığımda bu sûreyi okudu ve:
— "Yâ Zeyd!
Şübhesiz Allah (nakletmiş olduğun sözde) seni doğrulamıştır" buyurdu [676].
"Onlar
yeminlerini (sütrelenecekleri) bir kalkan edindiler de Allah'ın yolundan
saptılar... " (Âyet: 2) [677],
422-.....Buradaki
senedde de yine Zeyd ibn Erkam (R) şöyle demiştir: Ben amcamın beraberinde
idim. Abdullah ibn Ubeyy ibn Selûle'den işittim, o şunları söylüyordu:
— Rasûlullah'm yanında
bulunanlara nafaka vermeyiniz, tâ ki etrafından dağilsınlar.
Ve yine o:
— Yemîn olsun, biz Medine'ye dönersek elbette
en azız olan, oradan en zelîl ve en zaîf olanı çıkaracaktır, dedi.
Akabinde ben onun bu
sözlerini amcama zikrettim. Amcam da bunu Rasûlullah'a söyledi. Bunun üzerine
Rasûlullah (S), Abdullah ibn Ubeyy'e ve arkadaşlarına haber gönderip çağırttı
(Geldiler ve:)
— Biz böyle söz söylemedik, diye yemîn ettiler.
Rasûlullah, onları
doğruladı, beni de yalanladı. Bundan dolayı bana, ömrümde benzeri asla isabet
etmemiş olan bir gam isabet etti. Artık ben evimde oturup kaldım. Bunaldığım bu
sırada Azız ve Celîl olan Allah "Münafıklar sana geldikleri zaman...
" kavlinden i'tibâ-ren "Onlar: Rasûlullah hn yanında bulunanlara
nafaka vermeyin..." kavline ve "Muhakkak ki en şerefli ve kuvvetli
olan, Medine'den en zaîf olanı çıkaracaktır" (Âyet:8) kavline varıncaya
kadarki âyetleri indirdi.
Akabinde Rasûlullah
bana haber gönderdi de, o âyetleri bana kzrşı okudu. Bundan sonra:
— "Şübhesiz Allah seni doğrulamıştır"
buyurdu [678]
"Bu şundandır:
Çünkü onlar îmân ettiler, sonra kâfir oldular. Bu yüzden kalblerinin üstüne
mühür basıldı.
Onun için onlar
anlayamazlar" (Âyet: 3) [679].
423-.......el-Hakem
ibnu Uteybe şöyle demiştir; Ben Muhammet! ibnu Ka'b el-Kurazî'den işittim. O
da dedi ki: Ben Zeyd ibn Er-kam(R)'dan işittim, şöyle dedi: Abdullah ibnu
Ubeyy: "Rasûlullah'm yanında bulunanlara nafaka vermeyin" dediği
zaman ve yine o: "Elbette Medine'ye dönersek..." sözlerini söylediği
zaman, ben onun bu sözlerini Peygamber'e haber verdim. Ensâr beni bundan dolayı
kınadı. Abdullah ibnu Ubeyy de böyle söz söylemediğine yemîn etti. Bunun
üzerine ben konak yerine döndüm ve uyudum. O sırada Ra^ sûlullah (S) beni
çağırdı. Yanına vardığımda şöyle buyurdu:
— "Şübhesiz Allah
seni doğrulamıştır, şu kelâm indi: Onlar öyle,kimselerdir ki» Allah'ın Rasûlü
yanında bulunanlara nafaka vermeyin, tâ ki dağılıp gitsinler... diyorlardı.
Hâlbuki göklerin ve yerin hazîneleri Allah hndır. Fakat o münafıklar ince
anlamazlar. Onlar; Eğer Medine'ye dönersek and olsun, en şerefli ve kuvvetli
olan oradan en hakir olanı muhakkak çıkaracaktır, diyorlardı. Hâlbuki şeref,
kuvvet ve g
Ve Yahya ibnu Ebî
Zaide, el-A'meş'ten; o da Amr ibn Murre'-den; o da Abdurrahmân ibnu Ebî
Leylâ'dan; o da Zeyd ibnu Er-kam(R)'dan; o da Peygamber(S)'den senediyle
söylemiştir [680].
"Onları gördüğün
zaman gövdeleri hoşuna gider. Eğer söylerlerse sözlerini dinlersin. Onlar
giydirilmiş odunlar
gibidir. Her gürültüyü
kendi aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandır. O hâlde onlardan sakın. Allah
gebertsin
onları. Nasıl olup da
haktan döndürülüyorlar" (Âyet: 4).
424-.......Ebû
İshâk tahdîs edip şöyle demiştir: Ben Zeyd ibnu Erkam'dan işittim, şöyle dedi:
Biz Peygamber'in beraberinde bir sefere çıktık. Bu seferde insanlara bir
şiddet ve zorluk isabet etti. Abdullah ibnu Ubeyy, kendi arkadaşlarına
hitaben:
— "Rasûlullah'ın
yanında bulunan kimselere nafaka vermeyin, tâ ki etrafından dağılıp
gitsinler" dedi.
Ve yine o:
— "And olsun eğer Medine'ye dönersek en
şerefli ve kuvvetli olan, oradan en hakîr olanı elbette çıkaracaktır"
dedi.
Akabinde ben
Peygamber'e geldim ve bu sözleri kendisine haber verdim. Peygamber, Abdullah
ibn Ubeyy'e haber gönderip bu sözleri ona sordu. Abdullah ibn Ubeyy de böyle
birşey yapmadığına bütün gücüyle yemîn etti. Ensâr:
— Zeyd, Allah'ın Rasûlü'ne yalan söyledi,
dediler.
Onların söyledikleri
bu sözden dolayı benim gönlüme bir şiddet, bir sıkıntı düştü. Nihayet Azîz ve
Celîl olan Allah "İzâ câeke'l-munâfıkûn" sûresi içinde, beni
doğrulayan âyetleri indirdi. Bunun üzerine Peygamber onlar lehine mağfiret
istemek için onları çağırdı da, onlar başlarını büktüler."
"Huşubun
musennedetun" kavli hakkında: Abdullah ibn Ubeyy ve arkadaşları en güzel
giyimli iri vucûdlu ve yakışıklı adamlardı, dedi [681].
"Onlara: Gelin,
Allah'ın Rasûlü sizin için mağfiret isteyiversin denildiği zaman başlarını
çevirdiler. Gördün ki, onlar kibirlerine yediremeyerek hâlâ yüz döndürüyorlar"
(Âyet: 5); buradaki "Levvev ruûsehum
= Başlarını büktüler" ta'bîri, "Başlarını hareket ettirdiler,
Peygamber'i hor görüp istihza ettiler" demektir. Bu, "Leveytu"
fiilinden olmak üzere şeddesiz de okunuyor.
425-.......
Zeyd ibn Erkam (R) şöyle demiştir: (Bir gazvede) amcamla beraber idim. Ben
Abdullah ibn Ubeyy ibn SelûTü işittim, şöyle diyordu:
— "Rasûlullah'ın
yanındakilere nafaka vermeyin, tâ ki etrafından dağılsınlar. Eğer O'nun
yanından Medine'ye dönersek, daha azız olan, daha zelîl olanı muhakkak oradan
çıkaracaktır."
Ben onun bu sözlerini
amcama söyledim. Amcam da bunu Pey-gamber'e söyledi. (Abdullah ve arkadaşları
bunu söylemediklerini ye-mînle kuvvetlendirince) Peygamber onları doğruladı. Bu
şöyle oldu: Peygamber beni çağırttı, ben de O'na anlattım. Bunun üzerine Ra-sûlullah
(S), Abdullah ibnu Ubeyy ve arkadaşlarına haber gönderip çağırttı. Onlar,
söylemediklerine yemîn ettiler. Bu sebeble Peygamber beni yalanladı. Bundan
dolayı bana öyle bir gam isabet etti ki, asla böylesi bir gam başıma
gelmemişti. Gittim, evimde oturdum. Am-, cam da bana:
— Kendini Peygamber'e
tekzîb ettirecek ve öfkelendirecek kadar ileri gitmekten ne istedin? dedi.
Bunun üzerine Yüce
Allah: "Münafıklar sana geldiği zaman: Şe-hâdet ederiz ki, sen muhakkak ve
mutlak Allah'ın rasûlüsün, dedi-
ler..." sûresini
indirdi. Peygamber adam gönderip beni çağırttı. Ve bu sûreyi okudu da:
— "Allah seni
doğruladı" buyurdu [682].
"Onlar için ha
mağfiret istemişsin, ha mağfiret istememişsin, haklarında müsavidir. Allah
onları kesin olarak mağfiret etmez* Şübhe yok ki, Allah fasıklar güruhuna
hidâyet etmez" (Âyet: 6).
426- Bize
Alî el-Medînî tahdîs etti. Bize Sufyân ibn Uyeyne tahdîs etti. Amr ibn Dînâr
şöyle dedi: Ben Abdullah ibn Câbir(R)'den işittim, şöyle dedi: Bizler bir
gazvede idik. -Sufyân, bir defasında gazve yerine "Bir ordu içinde
idik" şeklinde söylemiştir.- Derken Muhâ-cirler'den biri Ensâr'dan birinin
kıçına vuruverdi. Bunun üzerine vurulan Ensârî:
— Ey Ensâr, yetişin! diye bağırdı.
Muhâcirler'den olan da:
— Ey Muhacirler, yetişin! diye bağırdı. Bu
bağırmaları Rasûlullah işitti de:
— "Nedir bu Câhiüyet da'vâsı?" diye
sordu. Orada bulunanlar:
— Yâ Rasûlallah,
Muhâcirler'den bir kimse, Ensâr'dan birinin kıçına ayağının ucuyla
vuruvermişti, dediler.
Rasûlullah:
— "Bırakın bu âdeti. Çünkü o çirkin
birşeydir" buyurdu. Akabinde bunu Abdullah ibnu Ubeyy işitti ve:
— Onlar bunu yaptılar
ha! Dikkat edin, vallahi eğer Medine'ye dönersek en şerefli ve kuvvetli olan,
oradan en hakîr olanı muhakkak çıkaracaktır, dedi.
Bu söz Peygamber'e
ulaştı. Umer ayağa kalktı da:
— Yâ Rasûlallah! Beni
bırak (yânî izin ver) de şu münâfıkın boynunu vurayım, dedi.
Peygamber (S):
— "Onu bırak. İnsanlar: Muhammed
sahâbîlerini öldürtüyor diye konuşmasınlar" buyurdu.
Muhacirler Medine'ye
geldikleri zaman, Ensâr, Muhâcirler'den daha çok idiler. Sonra bir müddet
ardından Muhacirler çoğaldılar.
Râvî Sufyân: Ben bu
hadîsi Amr'dan ezberledim, dedi. Amr da: Ben Câbir'den işittim: Biz
Peygamber'in maiyyetinde idik... diyordu, demiştir [683].
"Onlar öyle
kimselerdir ki; Allah'ın Rasûlü yanında bulunanlara nafaka vermeyin, tâ ki
sökülüp dağılsınlar,
diyorlardı. Hâlbuki
göklerin ve yerin hazîneleri Allah'ındır. Fakat o münafıklar ince
anlamazlar" (Âyet: 7) [684].
427-.......Mûsâ
ibn Ukbe şöyle demiştir: Bana Abdullah ibnu'l- Fadl tahdîs etti ki, kendisi
Enes ibn Mâlik'ten şöyle derken işitmiş-tir: Ben (Basra'da iken) Harre
vak'asında musîbete uğrayanlar üzerine hüzünlenmiştim. (Bu sırada Kûfe'de
bulunan) Zeyd ibnu Erkam bana bir mektûb yazdı da, benim şiddetli hüzüne
düştüğüm haberinin kendisine ulaştığını ve Rasûlullah(S)'tan şöyle buyururken
işittiğini zikrediyordu: "Allah 'im! Sen Ensâr'ı ve Ensâr oğullarım
mağfiret eyle!"
Râvî İbriu'1-Fadl
"Ensâr'm oğullarının oğullan" hakkında duâ edip etmediğinde şekk
etmiştir.
Enes ibn Mâlik'in
yanında bulunanların bâzısı Enes'ten, Zeyd ibn Erkam'm kim olduğunu sordular. O
da:
— Bu mektûb sahibi o
kimsedir ki, Rasûlullah "İşte bu, kulağı sebebiyle Allah'ın kendisine vefa
verdiği kimsedir" buyururdu [685].
'Onlar: Eğer Medîne'ye
dönersek, and olsun en azız olan, oradan en zelil olanı muhakkak çıkaracaktır,
diyorlardı. Hâlbuki izzet Allah'ın, Rasûlü'nün ve müzminlerindir. Lâkin
münafıklar bunu bilmezler" ö(Âyet: 8).
428- Bize
el-Humeydî tahdîs etti. Bize Sufyân ibnu Uyeyne tah-dîs edip şöyle dedi: Biz bu
hadîsi Amr ibn Dinar'dan ezberledik. O şöyle dedi: Ben Câbir ibn
Abdillah(R)'tan işittim, şöyle diyordu: Biz bir gazvede bulunduk.
Muhâcirler'den bir adam, Ensâr'dan bir adamın kıçına vurdu. Ensârî:
— Yetişin ey Ensâr! diye bağırdı. Muhacir de:
— Yetişin ey Muhacirler! diye imdâd istedi.
Bu bağırmaları Allah,
kendi Rasûlü'ne işittirdi. O da:
— "Bu nedir?" diye sordu. Oradakiler:
— Muhâcirler'den bir
adam, Ensâr'dan bir adamın kıçına vurdu. Ensârî olan "Yetişin ey
Ensâr!" dedi; Muhacir olan da "Yetişin ey Muhacirler!" dedi.
Bunun üzerine
Peygamber (S):
— "Bu çağırma âdetini bırakın. Çünkü o,
kötü birşeydir" buyurdu.
Câbir dedi ki:
Peygamber Medine'ye geldiği zaman Ensâr daha çok idi. Sonra bir zaman ardından
Muhacirler çok oldular. Abdullah ibn Ubeyy:
— "Onlar bu işi
yaptılar mı? And olsun eğer Medine'ye dönersek, en azız olan, oradan en zelîl
olanı muhakkak çıkaracaktır" dedi.
Umer ibnu'I-Hattâb
(R):
— Yâ-Rasûlallah! Beni
serbest bırak da şu münâfıkın boynunu vurayım, dedi.
Peygamber:
— "Onu bırak. İnsanlar: Muhammed
sahâbîlerini öldürtüyor diye konuşmasınlar" buyurdu [686].
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
Ve Alkame ibn Kays,
Abdullah ibn Mes'ûd'dan söyledi ki, o Yüce Allah'ın "Allah'ın izni
olmayınca hiçbir musibet çatmaz. Her kim de Allah'a imân ederse Allah onun
kalbine hidâyet verir..." (Âyet: ıi) kavli hakkında:
O şu kimsedir ki,
kendisine bir musibet isabet ettiği zaman, musibetin Allah'tan olduğunu bilerek
ona rızâ gösterir, demiştir [687].
Mucâhid de: "0
günde ki, Allah o toplama günü için hepinizi bir araya getirecek. İşte bu
aldanma günüdür.., " (Âyet: 9>; buradaki "Tegâbun", cennet
ehlinin ateş ehlini aldatmasıdir, demiştir [688].
(Bâzı nüshalarda
et-Talâk: 4., 5. ve 9. âyetlerdeki bâzı ta'bîrle-rin tefsirleri de burada
et-Tegâbun'Ia beraber verilmiştir.) [689]
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
"Kadınlarınız
içinden artık âdetten kesilmiş olanlarla henüz âdetini görmemiş bulunanların
iddetlerinde eğer
şübhe ederseniz,
onların iddetleri üç aydır. Yüklü kadınların iddetleri ise yüklerini koymaları
(ile biter).,. "
(Âyet: 4); buradaki
"Eğer şübhe ederseniz", "Eğer hayız oluyor mu, yâhud olmuyor mu,
bilmezseniz" demektir.
Hayızdan oturmuş olan
kadınlarla henüz hayız olmamış kadınlara gelince, bunların iddetleri üç aydır [691].
"RabbHnin ve
O'nun rasûllerinin emrinden uzaklaşıp azmış olan nice memleket vardır ki, biz
onları en çetin bir hesaba çekmiş, onları akıllara şaşkınlık verecek bir azaba
uğralmışızdır. İşte o memleket (halkı) yaptığının ağırlığını tatmış, işinin
sonu bir hüsran olmuştur" (Âyet: 8-9); Mucâhid: Bu âyetteki "Vebale
emrihâ",
"Cezâe
emrihâ" (yânî "İşinin cezasını") ma'nâsınadır, demiştir.
429-.......
İbnu Şihâb şöyle demiştir: Bana S
"... Yüklü
kadınların iddetleri ise yüklerini koymaları (yânî doğurmaları ile biter). Kim
Allah'a korunursa O kendisine işinde bir kolaylık verir"
"Ölâtu't-ahmâV'in vahidi "Zâtu hamlin"dir.
430-.......Yahya
ibn Kesîr şöyle demiştir: Bana Abdurrahmân ibn Avf in oğlu Ebû Seleme haber
verip şöyle dedi: İbn Abbâs'a bir adam geldi, Ebû Hureyre de yanında
oturuyordu. O adam İbn Abbâs'a:
— Kocasından kırk gün
sonra doğuran bir kadın hakkında bana fetva ver, dedi.
İbn Abbâs:
— Bu kadının iddeti iki müddetten (yânî vefat
iddeti ile hami iddetinden) en uzak olanıdır, dedi.
(Ebû Seleme dedi ki:)
Ben "Yüklü kadınların iddetleri ise yüklerini koymalarıdır" âyetini
söyledim. Ebû Hureyre de:
— Ben kardeşimin oğlu, yânî Ebû Seleme ile
beraberim, dedi. Bunun üzerine İbn Abbâs, gulâmı Kureyb'i, Ümmü Seleme'ye
gönderip ona sordurdu.
Ümmü Seleme de şöyle dedi:
— Subey'a el-Eslemiyye
gebe iken kocası öldürüdü. Sonra Su-bey'a, kocasının ölümünün ardından kırkıncı
gecede doğurdu. Ardından kendisiyle evlenilmek üzere tâlib olundu. Rasûlullah
(S) da onu nikâh ettirdi. Ebü Senâbil ibnu Ba'kek de onu isteyenler arasında
idi.
Ve
— İki müddetin en uzağıdır, dedi.
Bunun üzerine ben
Subey'a bintu'l-Hâris'in hadîsini, Abdullah ibn Utbe'den senediyle tahdîse
başladım. Onun arkadaşlarının bâzısı beni susturmak için dudağını ısırıp
işaret etti.
Muhammed ibn Şîrîn
dedi ki: Ben onun bu görüşü inkâr ettiğini anladım. Bunun üzerine ben de ona:
— Eğer ben Abdullah
ibn Utbe Kûfe'nin bir nahiyesinde bulunurken onun üzerine yalan söylemiş isem,
o takdirde ben çok ctir'et-li bir kimseyimdir, dedim.
O da bana karşı inkâr
işareti yaptığından utandı.
İbnu Ebî Leylâ: Lâkin
amcası İbn Mes'ûd bunu söylemedi, dedi.
îbn Şîrîn dedi ki: Ben
bundan sonra Ebû Atıyye Mâlik ibnu Âmir'e kavuştum da ona bu hadîsi tesbît
etmek için sordum. Mâlik, bu Subey'a hadîsini (Abdullah ibnu Utbe'nin
Subey'a'dan tahdîs ettiği gibi) bana tahdîs etmeye koyuldu. Bunun ardından ben
Mâlik ibn Âmir'e:
— Sen Abdullah ibn
Mes'ûd'dan bu konuda birşey işittin mi? diye sordum.
- Biz Abdullah ibn
Mes'ûd'un yanında idik. O: Sizler kadın üzerine ruhsat yapmıyor da onun
aleyhine tağlız mı yiyorsunuz (yanı müddetin uzununu mu tatbik ediyorsunuz)? En
kısa olan bu en-Nısa Sûresi -et-Talâk Sûresi- en uzun sûreden (yânî en uzun
sure olan el-Bakara'dan) sonra indi: "Yüktü kadınların ıddetlen, yüklerim
koymaları (yânî doğurmaları ile biter)" [694]
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
"Ey Peygamber,
sen kadınlarının hoşnûdluğunu arayarak, Allah'ın sana halâl kıldığı şeyi niçin
(kendine) haram ediyorsun? Bununla beraber Allah çok mağfiret edici, çok
merhamet eyleyicidir'' (Âyet: I).
431-.......tbn
Abbâs(R): Harâm(olsım ta'bîrini kullandığımda bu kişi keffâret yapar demiştir.
Ve yine İbn Abbâs şu âyeti söylemiştir: "And olsun ki, Allah 'in Rasûlü
'nde sizin için güzel bir numune vardır... " (-el-Ahzâb: 21) [696].
432-.......Âişe
(R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S), Zeyneb bintu Cahş'ın yanında bal şerbeti
içerdi ve onun yanında çok kalırdı. Bunun üzerine ben ve Hafsa, Rasûlullah
ikimizden hangimizin yanına gelirse ona "Sen meğâfir mi yedin? Ben sende
meğâfir kokusu buluyorum" desin diye söz birliği yaptık. (Rasûlullah
geldiğinde Hafsa bu sözü söyledi). Rasûlullah (S):
— "Hayır, ben
meğâfir yemedim. Lâkin ben Zeyneb bintu Cahş'-ın yanında bal şerbeti içmiştim.
Artık bir daha onu içmem. Ve işte yemîn de ettim. Sakın bunu başka bir kimseye
haber verrrie!" buyurdu [697].
"Sen zevcelerinin
hoşnûdluğunu arıyordun..."; "Allah, yeminlerinizin (keffâretle)
çözülmesini size farz kılmıştır.
Allah sizin
yardımcınızdır ve O hakkıyle bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir" (Âyet:
1-2) [698]
433-.......Bize
İbn Abbâs dedi ki: Ben
onun için durdum, nihayet işini bitirdi. Sonra beraberinde yürüdüm. (O abdest
alıyor, ben de suyunu döküyordum; bir sırasını buldum.) Ona:
— Ey mü'minlerin
emîri! Peygamberdin kadınlarından Peygam-ber'e karşı birbirine sırt dayayan
(yânî yardımlaşan) o iki kadın kimdir? dedim.
Umer:
— Onlar Hafsa ve Âişe'dir, dedi. İbn Abbâs dedi
ki: Ben:
— Vallahi bir seneden beri bunu sana sormak
istiyordum, fakat sana saygımdan dolayı soramıyordum, dedim.
Umer:
— Öyle yapma, bende
bir ilim olduğunu zannettiğin birşeyi hemen bana sor ki, bir bilgim varsa onu
sana haber veririm, dedi.
İbn Abbâs dedi ki:
Sonra Umer şöyle dedi:
— Vallahi biz doğrusu
Câhiliyet zamanında kadınlar için bir emir sayıya almazdık, tâ Allah onlar için
indirdiğini indirinceye ve haklarında verdiği payı verinceye kadar. Ben, dedi,
kendi kendime bir işte düşünürken, karım "Şöyle şöyle yapsan" dedi.
Umer dedi ki:
— Ben de ona: "O senin neyine gerek? Benim
istemekte olduğum bir işte senin külfete girmen ne oluyor?" dedim. O da
bana: "Hayret ederim sana, ey Hattâb oğlu! Sen kendine karşı söz
döndü-rülmesini istemiyorsun. Hâlbuki senin kızın Rasûlullah'a karşı söz
döndürüyor, mırıldanıyor, hattâ o günü öfkeli bırakıyor" deyiverdi.
Hemen Umer kalktı,
yeninde ridâsına aldı, tâ Hafsa'ya kadar gidip yanına girdi ve ona şunları
söyledi:
— Ey kızım, sen
Rasûlullah'a karşı söz döndürüyor, hattâ bütün gün öfkeli bırakacak kadar
söyleniyormuşsun! dedi.
Hafsa da:
— Vallahi biz hepimiz
O'na söz döndürmesi yapar, mırıldanırız, dedi.
Bunun üzerine ben:
— Bilirsin ki, ben
seni Allah'ın ukubetinden ve Rasülü'nün öfkesinden dâima sakındırırım. Ey
kızım! Şakın seni arkadaşının güzelliği ve Rasûlullah'ın ona sevgisi
aldatmasın -Âişe'yi kasdediyordu-! dedim.
Umer dedi ki:
— Sonra çıktım,
yakınım olduğu için Ümmü Seleme'nin yanına girdim ve ona söyledim. Ümmü Seleme
de:
— Taaccüb ederim sana
ey Hattâb oğlu! Herşeye girdin, nihâ-: yet Rasûlullah ile zevceleri arasına da
mı girmek istiyorsun? dedi.
İşte bu söz beni öyle
bir tutuş tuttu ki, vicdanımda duyduğum teessürü kısmen kırdı [699].
Bunun üzerine onun yanından da çıktım.
Ve benim Ensâr'dan bir
arkadaşım vardı. Ben gitmediğim zaman o bana haber getirir, o gitmediği zaman
da ben ona haber getirirdim. Bu esnada biz Gassân meliklerinden birisinden de
endîşe ediyorduk; bize yürüyeceği söyleniyor, yüreklerimiz ondan dolgun bulunuyordu.
Bir de baktım ki, arkadaşım Ensârî kapıyı çalıyor "Aç, aç" dedi. Ben:
— Gassânî mi geldi? dedim. O:
— Hayır, ondan daha
şiddetli; Rasûlullah kadınlarından bir köşeye çekilmiş, dedi.
Gönlümden: Hafsa ile
Âişe'nin burnu sürtüldü, dedim. Elbisemi aldım, çıktım, nihayet vardım.
Anladım ki, Rasûlullah birkaç basamakla çıkılır bir meşrebede (şerbetlik
denilen bir hücrede) siyah bir uşağı da basamağın başında. Ben uşağa:
— Söyle, bu Umer ibnu'l-Hattâb'dir, dedim.
Nihayet bana izin verildi.
Umer dedi ki:
— Ben Rasûlullah'a bu
söylediğim sözleri hikâye ettim. Ümmü Seleme'nin sözüne geldiğimde Rasûlullah
gülümsedi. O bir hasır üzerinde bulunuyordu. Kendisiyle hasır arasında
hiçbirşey yoktu. Başının altında içi lif dolu bir meşin yastık vardı.
Ayaklarının yanında dökülmüş biraz karaz (yânî Arab samgı denilen selem
posası), baş ucunda da asılı bir posteki vardı. Rasûlullah'ın böğründe hasırın
izlerini gördüm de ağladım.
O:
— "Seni ağlatan nedir? buyurdu. Ben de:
— Yâ Rasûlallah, Kisrâ ve Kayser bulundukları
hâl içindeler. Sen ise Allah'ın Rasûlü'sün! dedim.
O:
— "Dünyâ onların, âhiret bizim olmasına razı
olmuyor musun?" buyurdu [700].
"Hani Peygamber,
zevcelerinden birine gizli bir söz söylemişti. Bunun üzerine o zevce bunu haber
verip de Allah da ona bunu açıklayınca, (Peygamber) bunun bir kısmını
bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Artık bunu kendisine söyleyince, o
zevce: 'Bunu sana kim haber verdi?' dedi. O da: 'Bana herşeyi bilen, herşeyden haberdâr
olan haber verdi3 dedi" (Âyet: 3) [702].
Bu bâbda Aişe'nin
Peygamber'den olan hadîsi vardır
434-.......
Buradaki senedde Yahya ibn Saîd tahdîs edip şöyle demiştir: Ben Ubeyd ibnu
Huneyn'den işittim, şöyle dedi: Ben îbn Abbâs(R)'tan işittim, şöyle diyordu:
Ben Umer'e sormak istedim de:
— Ey mü'minlerin
emîri! Rasûlullah'a karşı birbiriyle yardım-laşan o iki kadın kimdir? dedim.
Ben sözümü
tamamlamamıştım ki, o:
— Âişe ve Hafsa'dır, diye cevâb verdi [703].
"Eğer her ikiniz
de Allah'a tevbe ederseniz ne iyi, çünkü hakîkaten sizin kalbleriniz kaymıştır.
Yok eğer O 'nun aleyhinde birbirinize arka verirseniz, hiç şübhesiz Allah
bizzat O'nun yardımcısıdır, Cebrail de mü'minlerin sâlih olanları da. Bunların
ardından bütün melekler de O'na yardımcıdır" (Âyet: 4)
Bu başlık arasındaki
bâzı tefsirler:
"Sağavtu"ve
"Asğaytu", "Meylettim"; "Li-tesğâ" "Li- temîle";
"Zahîr'% "Avn, yânî yardımcı";
"Tezâherûne",
"Taavunûne" ma'nâsınadır.
Ve Mucâhid şöyle dedi:
"Ey îmân edenler,
kendilerinizi ve aile ferdlerinizi koruyun..."(Ayet. 6),
"Kendilerinize ve aile ferdlerinize Allah'a takvâlı olmayı tavsiye ediniz
ve onları edeblendiriniz" demektir [704].
435-.......Bize
Yahya ibn Saîd tahdîs edip şöyle dedi: Ben Ubeyd ibnu Huneyn'den işittim, şöyle
diyordu: Ben İbnu Abbâs'tan işittim, şöyle diyordu: Ben Umer'e, Rasûlullah'a
karşı birbiriyle yardımla-şan o iki kadını sormak ister dururdum. Bir sene
bekledim, fakat sormak için uygun bir yer bulamadım. Nihayet onunla beraber
hacc etmek üzere yola çıktım. (Dönüşümüzde) Zahrân mevkiinde bulunduğumuz
zaman Umer, kendi ihtiyâcı için ileri gitti. Gelince:
— Bana abdest suyu yetiştir, dedi.
Ben de kendisine bir
kap ile su yetiştirdim. O abdest alırken ona su dökmeye başladım. Burayı suâl
için uygun bir yer gördüm de:
— Ey mü'minlerin
emîri! Rasûlullah'a karşı birbirlerine arka olan o iki kadın kimdir? dedim.
İbn Abbâs dedi ki: Ben
sözümü tamamlamamıştım ki, o:
— Âişe ve Hafsa'dır, dedi [705].
"Eğer o sizi boşarsa
yerinize -Allah'a itaatle teslim olan, Allah Jın birliğini tasdik eden, namaz
kılan, günâhlardan tevbe ile vazgeçen, ibâdet eden, oruç tutan kadınlar, dullar
ve kızlar olmak üzere Rabbanin ona sizden hayırlılarını vermesi umulur"
(Âyet: 5).
436-.......Enes
(R) şöyle demiştir: Umer (R) şöyle dedi: Peygamber'in kadınları kıskançlık
hususunda Peygamber'e karşı birleştiler. Ben onlara:
— Eğer O sizi boşarsa,
yerinize Rabb'inin O'na sizden hayırlılarını vermesi umulur, dedim.
Akabinde bu âyet indi [706].
"Tefâvüt"
(Âyet: 3), "İhtilâf; "Tefâvüt" ve "Tefevvüt" bir
ma'nâyadır [708].
"Tekâdü temeyyezu
mineH-gayz" (Ayet: 8), "Öfkesinden hemen hemen parçalanacak gibi
olur" ma'nâsınadır.
"O, yeri sizin
fâidenize hor kılandır. O hâlde onun omuzlarında yürüyün, Allah'ın rızkından
yiyin» son gidiş ancak O'nadır" (Âyet: is>; buradaki
"Menâkıbihâ",
"Câniblerinde,
taraflarında" ma'nâsınadır.
"Teddeûne"
ve "Ted'ûne" (Âyet: 27), "Tezekkerûne" ve "Tezkurûne"
gibidir (yânî "İddia edip durduğunuz, söyleyip durduğunuz"
ma'nâsınadır).
“Onlar; üstlerinde
kanatlarını açarak,. kapayarak uçan kuşları da görmediler mi? Bunları (havada),
O rahmeti herşeyi kaplayan Allah'tan başkası tutmuyor. Şübhesiz ki O herşeyi
hakkıyle görendir" (Âyet: 19); buradaki "Yakbıdne",
"Kanatlarını çarparak..." ma'nâsınadır. Mucâhid şöyle demiştir:
"Sâffâtin",
"Kanatların yayılmasıdır; "O, eğer rızkını tutup kesiverirse, şu size
rızk verebilecek kim? Hayır onlar bir azgınlık, bir nefret içinde mütemadiyen
inâd etmişlerdir" (Ayet-. 21); buradaki "Nufûrin",
"Küfür" ma'nâsınadır.
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
Ve Katâde "Men'e
güçleri yetecek adamlar tavrıyle erkenden gittiler" (hyev. ıs); buradaki
"Hardin", "Sırf
nefislerindeki ciddî
bir men'e, öfkeye (güçleri yeterek erkenden gittiler)" demektir, dedi.
ibn Abbâs da:
"Fakat onu (simsiyah olmuş hâlde) görüverince: 'Herhalde biz yanlış
gelenleriz' dediler"
(Âyet: 26); buradaki
"Le-dâllûne", "Kendi bahçemizin mekânını sapıtanlarız" (yânî
yanlış bahçeye gitmiş kimseleriz) ma'nâsınadır, demiştir. İbn Abbâs'tan başkası
da şöyle demiştir:
"(O bahçe)
simsiyah kesilmiş gibi oldu" (Âyet: 20);
"Geceden kesilip
ayrılan sabah gibi ve gündüzden kesilip kopan gece gibi oldu'* demektir. Bu
"Sarim", yine kumun çoğundan-büyüğünden kesilip ayrılmış her kum
ma'nâsına ve yine bu "Sarım", "Katıl" ve "Maktul"
gibi "Masrûm" (yânî "Biçilmiş, kesilmiş") ma'nâsına olur [710].
Kaba, haşîn; bütün
bunlardan başka da kulağı kesik olan hiçbir kişiyi tanıma" (Âyet: 10-13) [711]
437-.......İbn
Abbâs (K)"Utullin ba'de zâlike zenîmin" kavli hakkında:
— O Kureyş'ten bir
adamdır ki, kulağında davar küpesi (veya kesiği) gibi bir sarkıntısı vardır,
demiştir [712]
438-.......Ma'bed
ibn Hâlid şöyle demiştir: Ben Harise ibnu Vehb el-Huzâî(R)'den işittim, o şöyle
dedi: Ben Peygamber(S)'den işittim, şöyle buyuruyordu: "Dikkat edin! Size
cennet ehlini haber veriyorum: Her zaîf olan ve her mütevâzi' mü'min kişi
-yâhud: insanlar tarafından zaîf görülen kişi-dir ki, o mü'min Allah üzerine
yemin etse, muhakkak ki, Allah onu yemininde gerçek çıkarır. Dikkat edin! Size
ateş ehlini de haber veriyorum: Onlar da her katı yürekli, kibirli -şerrliy
ululuk taslayan kimselerdir" [713].
"(O gün) baldırın
açılacağı, kendilerinin secdeye da'vet edilecekleri bir gündür. Fakat güç
yetinmeyeceklerdir"
(Âyet: 42) [714].
439-.......Ebû
Saîd el-Hudrî (R) şöyle demiştir: Ben Peygamber(S)'den işittim, şöyle
buyuruyordu: "(Kıyamet günü) Rabb'imiz kendi sakından açar, derhâl O 'nun
aza
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
'Ad'e gelince: Onlar
da uğultulu, azgın bir fırtına ite helak edildiler. Allah onu yedi gece, sekiz
gün ardı ardınca üzerlerine gönderdi... " (Âyet: 6-7); buradaki
"Husûmen". "Ardı ardınca" ma'nâsınadır [717].
İbnu Cubeyr şöyle
demiştir:
"Artık kitabı sağ
eline verilmiş olana gelince, der ki: Alın, okuyun kitabımı. Çünkü ben
hakîkaten hesabıma kavuşacağımı bilmiştim. İşte O, hoşnûd bir hayât içindedir"
(Âyet: 21); "Onun içinde rızâ ve hoşnûdluk vardır" demek istiyor.
'Kitabı sol eline verilmiş olana gelince; o da
der ki: Âh keski benim kitabım verilmeseydi. Hesabımın da ne olduğunu
bilmeseydim. Âh keski o kat 'f bir son verici olsaydı..." (Âyet. 25-27);
buradaki "el~Kaadiye"t "Nefsi
öldürmüş olan ilk
ölümdür" ki, sonra onun ardından diriîtilmiştir [718].
"O, âlemlerin
Rabb'inden indirilmedir. Eğer (Peygamber) bâzı sözleri bize karşı kendiliğinden
uydurmuş olsaydı, elbette onun sağ elini (kuvvetini) ahverirdik, sonra da hiç
şübhesiz onun kalb damarını koparırdık. O vakit sizden hiçbiriniz buna mâni* de
olamazdınız" (Âyet: 43-47), buradaki "Ahadun" lafzı hem cemi'
için, hem de tek için olur.
İbn Abbâs:
"el-Vetîn",
kalbin verîd (yânî atar) damarlarıdır, demiştir [719].
Yine İbn Abbâs şöyle
demiştir:
"Hakikat su
bastığı zaman sizi akan gemide biz taşıdık" (Âyet: ıi); buradaki
"Tağal-mâu", "Su çok olduğu zaman" ma'nâsınadır.
"Semûd'a gelince, onlar tâğıye ile helak olundular" (Âyet: 5) denilir
ki, bu tuğyanları sebebiyle helak olundular demektir. Ve yine
"Nûh kavmi
üzerine suların tuğyan edip taşması gibi üzerime hüzünlendirici şeyler tuğyan etti
(yânî çok oldu)" denilir [720].
"Gıslînden başka
yiyecek de yoktur" (Âyet: 36); buradaki Gıslîn^f cehennem ehlinin kanla
karışık irinlerinden
akan şeydir [721].
"...Sanki onlar, içleri bomboş hurma kütükleri idiler" (Âyet: 7);
buradaki "A 'câzu nahlin",
"Hurma kökleri ve
gövdeleri" manasınadır.
"Şimdi onlardan
bir kalan görüyor musun?" (Âyet: s>; buradaki "Bâkıyetin",
"Bakıyyetin" (yânî "Kalan") ma'nâstnadır.
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
"Günahkârlar o
günün azabından (kurtulmak için şunları) feda etmek ister: Oğullarını,
karısını, kardeşini,
kendisini
barındırmakta olan soyunu sopunu ve yeryüzünde kim varsa hepsini. Ki nihayet
kendisini kurtarsın. Fakat ne mümkinl Çünkü hâlis alevdir, bedenin bütün
uçlarım söküp koparandır" (Âyet: 11-16);
buradaki
"el-Fasîle" kendisine en yakın olan babalarının en küçüğüdür.
Soyundan intisâb eden ancak ona intisâb eder (yânî ona bağlanır);
"Li-şşevâ", "İki el, iki ayak, vücûdun etrafı, uçları ve başın
derisi" ma'nâsınadır. Baş derisinin tekiline "Şevât" denilir.
Vücûddan Ölüm yeri olmayan kısımlar "Şevân"dır.
"Şimdi o
küfredenlere ne oluyor ki, senin sağından, solundan halka halka hep gözlerini
sana doğru dikip bakmaktadırlar? Onlardan herkes naîm cennetine sokulacağını mı
ümîd ediyor?" (Âyet: 36 38); buradaki
"Izûn",
"Cemâatler" ma'nâsınadir, bunun tekili "IzetuiTdur [723].
"O gün onlar,
sanki dikili birşeye koşuşuyorlar gibi kabirlerinden fırlaya fırlaya
çıkarlar" (Âyet: 43); buradaki
"Yûfidûn",
"Çabuk çabuk, hızh hızlı, sür'atle hareket ediyorlar" demektir. Bunun
masdarı olan "el-Iyfâd",
"el-Isrâ"'
(yânî "Çabuk hareket etmek, sür'at eylemek") ma'nâsınadrr.
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
"Siz neye
ummazsınız Allah için bir vakaar? Yaratmışken O sizi tavır tavır bu tavra
kadar!" (Âyet: 13-14); buradaki "Etvâran" "Şu tavır, şu
tavır olarak" demektir. "Tavrını geçti" denilir ki,
"Kadrini geçti" ma'nâsınadır [725].
"Bunlar büyük
büyük tuzaklar yaptılar" (Âyet: 22); buradaki "Kubbâr",
"Kubâr"dan daha şiddetli ve daha beliğdir. "Cummâl" ve
"Cemil" de böyledir.
Çünkü şeddeli olan
kelime belâgatçe şeddesizden daha şiddetlidir. "Kubbâr",
"Kebîr" ma'nâsınadır. Yine hafifletmekle şeddesiz olan
"Kubâran" da "Kebîr" ma'nâsınadır. Arab "Raculun
hussânun ve cemmâlun" der ve yine "Racûlun husânun ve cumâlun"
der. ikinci
"Husânun" ve
"Cumâlun" kelimeleri hafifletilmiştir, yânî şeddesizdir. Şeddeliler,
şeddesiz olanlardan daha
beliğdirler.
"Nûh: 'Ey
Rabb'im, yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma' demişti"
(Âyet: 26); buradaki
"Deyyâr",
"Devr" masdarından türemiştir, lâkin bunun vezni
"Deverân"dan "Fey'âlun"dur. Nitekim
Umer ibnu'l-Hattâb
"el-Hayyu'l-Kayyâm" şeklinde okudu, bu da "Kumtu"
fiilindendir [726].
Başkası da:
"(Yeryüzünde dolaşan) bir tek deyyâr bırakma" demektir, dedi [727].
"Nûh şöyle
demişti:..* Ey Rabb'im, beni, anamı, babamı, îmân etmiş olarak evime girenleri
(kıyamete kadar gelecek) erkek mü 'minleri ve kadın mü 'minleri
Sen mağfiret eyle.
Zâlimlerin helakinden başka birşeyini de artırma!" (Âyet: 28); buradaki
"Tebâren", "Helâken"
ma'nâsınadır, dedi (Bu
ikisini söyleyen Ebû Ubeyde'dir).
Ve İbn Abbâs şöyle
demiştir: "Şöyle dedim: Artık RabbHnizden mağfiret isteyin. Çünkü çok
mağfiret edicidir. (O sayede) gök üstünüze bol bol yağmur salıverir. Sizin
mallarınızı, oğullarınızı da çoğaltır; size bağlar, bustânlar verir; size
ırmaklar akıtır" (Âyet: ıo-i2); buradaki "Mıdrâran",
"Yağmurların bâzısı bâzısının ardından gelir, ardarda yağar*' ma'nâsınadır
[728].
"Size ne oluyor,
Allah için bir vakaar ummuyorsunuz?" (Âyet: 13); buradaki
"Vakaaran",
"Azameten"
ma'nâsınadır [729].
"Sakın
taptıklarınızı bırakmayın. Hele Vedd'den, Suvâ'dan, Yegûs'tan, Yeûk'tan ve
Nesr'den asla vazgeçmeyin, dediler" (Âyet: 23) [730].
440-.......İbnu
Cureyc şöyle demiştir: Ve Atâ el-Hurâsânî, İbn Abbâs(R)'tan olmak üzere şöyle
dedi: Nûh kavmindeki vesenler, sonradan Arab kavminde oldu. Vedd putuna
gelince; o, Devmetu'I-Cendel'de Kelb kabilesinin idi. Suvâ' putu, Huzeyl
kabilesinin idi. Yeûs, Murad kabilesinin, sonra da Yemen'in Sebe' şehrinin
yanında el-Cevf mevkiinde Gutayf oğulları'nm idi. Yeûk, Yemenli bir kabîle olan
Hemdân'ın idi. Nesr de Hımyer'in Zu'1-Kelâ' hanedanının idi. Bu isimler esasen
Nûh kavminden bâzı sâlih adamların isimleridir. Bu iyi kimseler vefat ettikleri
zaman şeytân onların mensûb oldukları kavimlerine, bunların adlarına,
hayâtlarında oturageldikleri mey-ki'lere birtakım putlar dikin ve onlara bu
adamların isimlerini verin diye vahyetmiştir. Onlar da putları dikmişler ve
bunlara o iyi kimselerin adlarım vermişledir. Bu heykellere ilk zamanlarda
ibâdet edilmemiştir. Nihayet bunları dikmiş olan nesiller vefat ettikleri ve
bunlarla ilgili bilgiler neshedilip unutulduğu zaman, cehaletle bunlara
tapılmiştır [731].
Rahman ve Rahîm olan
Allah ‘ın ismiyle
İbn Abbâs:
"Hakîkaten Allah'ın kulu, ona ibâdet için kalktığı zaman neredeyse onlar
etrafında keçeler oluyorlardı" (Âyet: ı?>; buradaki
"Libeden", "A'vânen" (yânî "Yardımcı" demek olan
"Avn"ın cem'i olup "Yardımcılar") ma'nâsınadır, demiştir.
441-.......İbn
Abbâs (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S), sahâbîlerinden bir topluluk içinde
Ukâz panayırına doğru, oraya gitmek üzere yürüdü. O târihte şeytânlar ile semâ
haberi arasına engel konulmuş, yânî semâdan haber almaktan men' edilmişler ve
üzerlerine delici ateş parçalan atılmağa başlamış bulunuyordu. (Semâya doğru çıkıp
kovulan) Şeytânlar, kavimleri yanına döndüklerinde kendilerine:
— Ne olursunuz (neden bir haber
getirmiyorsunuz)? dediler.
Onlar da:
— Semâdan haber
almaktan men' edildik, üzerimize ateşler gönderildi, dediler.
Bunun üzerine îblîs
onlara:
— Sizin haber almanıza
engel olan muhakkak yeni meydana gelmiş birşeydir. Arzın doğularını ve
batılarını dolaşın da semâdan haber almanıza engel olan bu yeni meydana gelmiş
işin ne olduğuna
bakın, dedi.
Akabinde cinnler
yürüdüler, Arz'ın doğularını ve batılarını dolaştılar, her yerde kendileriyle
semâ-haber arasına engel olan bu işin ne olduğuna bakıp arıyorlardı.
İbn Abbâs dedi ki:
İşte bunların içinden Tıhâme yönüne yöne-lip gitmiş olan takını, Ukâz
panayırına gitmek üzere nahle mevkiinde bulunan Rasûlullah'ın bulunduğu yere
varmış oldular. O sırada Rasûlullah orada sahâbîlerine sabah namazım
kıldırıyordu. (Namazda okuduğu) Kur'ân'i işitince bunlar ona iyice kulak verip
işitmeye çalıştılar. Ve birbirlerine:
— Semâdan haber
almanıza mâni' olan işte budur, dediler. İşte o zaman bu haberciler kendi
kavimleri yanına döndüklerinde:
— Ey kavmimiz,
"Biz hakîkî hayranlık veren bir Kur'ân dinledik ki, o Hakk 'a ve doğruya
götürüyor. Bundan dolayı biz de ona îmân ettik, Rabbİmize hiçbirşeyi asla ortak
tutmayacağız" dediler.
Azîz ve Celîl olan
Allah da Peygamberi üzerine: "De ki: Bana şu hakikat vahyolunmuştur:
Cinnden bir zümre benim okuyuşumu dinlemiş de şunu söylemişlerdir: Biz hakîkî
hayranlık veren bir Kurbân dinledik..." âyetlerini indirdi.
Rasûlullah'a ancak
cinnİn bu sözleri vahyolunmuştur [733].
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
Rabb'inin adını an,
O'na tebettul edip kesil** (Âyet: 8); Mucâhid: Buradaki "Tebettul edip
kesil", "O'na ihlâs
et manasınadır, dedi [735].
"Çünkü bizim
yanımızda bukağılar var ve yakıcı bir ateş var'1 (Âyet: 12). el-Hasenu*l-Basrî
şöyle demiştir: "Enkâlen",
"Kuyûden"
yânî "Bukağılar (bağlama tobrukları)" ma'nâsınadır.
"Eğer siz
küfrederseniz» çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek olan bir günden
kendinizi nasıl koruyabileceksiniz? Gök bile o sebeble yarılmış, O'nun va'di
fiile çıkarılmış olacaktır" (Âyet: 17-18); buradaki
"Munfatırun bihV\
"Onunla ağır yük yükletilmiş,
ağırlıkla
bastırılmış" demektir.
İbn Abbâs da şöyle
demiştir:
"0 günde yerler,
dağlar sarsılır ve dağlar akıp dağılan bir kum yığınına döner" (Âyet:
m>; buradaki "Kesîben
mehîlen",
"Akıcı kum" ma'nâsınadır.
"Fir'avn, o
RasûVe isyan etti de biz de onu ağır ve çetin bir tutuşla yakalayıverdik"
(Âyet: ıe>; buradaki
"Vebîlen",
"Şedîden" ma'nâsınadır.
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
"Ey bürünüp
sarınan! Kalk artık korkut. Rabb'ini büyük tanı, elbiselerini temizle, azabı
terkeyle, iyiliği çoğu isteyerek- yapma. Rabb 'in için katlan. Çünkü o boru
öttürülünce; işte o gün, kâfirlerin aleyhine pek çetin bir gündür, kolay
değildir" (Âyet: 1-10); buradaki
"Yevmun
asîrun", "Yevmun şedîdun" ma'nâsınadır [736].
"Artık şefaat
edicilerin hiçbir şefaati onlara fayda vermeyecek. Böyle iken şunlara ne oluyor
ki, hâlâ öğütten yüz çeviricidirler? Sanki onlar arslandan ürküp kaçan vahşî
eşeklerdir!" (Âyet: 48-5i>; buradaki "Kasvere
insanların hafif
hışırtısı, tikırdısı ve sesleri ma'nâsınadır. Ebû Hureyre (R) de: Arslan ve her
şiddetli şey "Kasvere "dir, demiştir.
"Mustenfira",
"Nefret eden, kaçan", ürkütülmüş, korkutulmuş" ma'nâsınadır [737].
442- Bize
Yahya ibn Mûsâ el-Belhî tahdîs etti. Bize Vekî' ibnu'I-Cerrâh, Alî
ibnu'l-Mubârek'ten; o da Yahya ibn Ebî Kesîr'den tahdîs etti (o, şöyle
demiştir): Ben Ebû Seleme ibn Abdirrahmân ibn Avf a Kur'ân'dan ilk inen vahyi
sordum.
O:
— Yâ eyyuhel-muddessir..." der. Ben:
— "îkra' bVsmi Rabbikellezîhalaka"
olduğunu söylüyorlar, dedim.
Bunun üzerine Ebû
Seleme şöyle dedi:
— Ben Câbir ibn Abdillah'a
bundan sordum ve ona senin söylediğini söyledim. Câbir şöyle dedi: Ben sana
Rasûlullah'ın bize tahdîs ettiğinden başka birşey tahdîs etmiyorum. Rasûlullah
şöyle buyur-, du: "Ben Hıra'da i'tikâf ettim. Oradaki i'tikâfımı yerine
getirdiğim zaman, (oradaki mağaradan) aşağıya indim. Bu esnada nida olundum.
Ben sağımdan baktım, hiçbirşey göremedim; solumdan baktım hiçbirşey göremedim.
Önüme baktım yine birşey göremedim, arkama baktım yine hiçbirşey göremedim.
Başımı yukarı kaldırdığımda birşey gördüm ...A kabinde Hadîce 'ye geldim ve:
Beni disâr(\a) örtün ve üzerime soğuk su dökün! dedim." Rasûlullah
devamla buyurdu ki: "Beni örttüler ve üzerime soğuksu döktüler."
Rasûlullah devamla buyurdu ki: "Akabinde Ey bürünüp sarınan ( =
Muddessir), kalk artık inzâr et, RabbHni büyükle... âyetleri indi" [738]
443-.......Buradaki
râvîlerin oluşturduğu senedde de Peygamber(S)'in "Ben Hırâ'da i'tikâf
ettim..." buyurduğunu, Usmân ibn Umer'in, Alî ibnu'l-Mubârek'ten rivayet
ettiği hadîsin benzeri olarak rivayet etmişlerdir.
"Ve RabbHni
tekbîr edip büyükle' (Âyet: 3).
444-.......Yahya
ibn Ebî Kesîr tahdîs edip şöyle demiştir: Ben Ebû Seleme'ye:
— Kur'ân'ın hangi kısmı ilk Önce indirildi?
diye sordum. O:
— "Yâ eyyuheH-müddessir" dedi. Ben
kendisine:
— Bana, ilk
indirilenin ' (lkra * bi 'smi Rabbike llezî halaka *' olduğu haber verildi,
dedim.
Bunun üzerine Ebû
Seleme ibn Abdirrahmân şöyle dedi:
— Ben de Câbir ibn
Abdillah'a: Kur'ân'ın hangi kısmı ilk önce indirildi? diye sordum. Câbir de
bana: "Yâ eyyuhel-müddessiru "dur, dedi. Ben de kendisine: Bana, ilk
indirilen kısmın "İkra' bVsmirab-bike'ttezthalaka" olduğu haber
verildi, dedim. Bunun üzerine Câbir şöyle dedi: Ben sana Rasûlullah(S)'ın
söylediği şeyden başkasını haber vermiyorum. Rasûluilah şöyle buyurdu:
"Ben Hırâ'da Vtikâfta bulundum, ttikâfımı yerine getirince dağdan aşağıya
inip vadinin içine girdiğimde nida edildim. Önüme, ardıma baktım; sağımdan ve
solumdan baktım, bir de gördüm ki, o melek gökle yer arasında bir taht
üzerinde oturmuş... Akabinde Hadîce'ye geldim de: Beni örtün ve üzerime soğuk
su dökün, dedim. Bu sırada bana "Yâ eyyuhe'l-müddessir = Ey bürünüp
örtünen Müddessir! Kalk inzâr et ve Rabb'ini büyükle! İndirildi [739]
"Ke elbiselerini
tertemiz(Âyet: 4).
445-.......
ez-Zuhrî şöyle demiştir: Bana Ebû Seleme ibnu Abdirrahmân haber verdi ki,
Câbir ibn Abdillah (R) şöyle demiştir: Ben Peygamber(S)'den işittim, kendisi
vahyin bir ara kesilmesinden söz ediyordu. İşte bu hadîsi sırasında şöyle
buyurdu:
— "Ben yürürken
birdenbire gökyüzünden bir ses işittim. Başımı kaldırdım. Bir de baktım ki
Hırâ'da, bana gelen melek (yânı Cib-rîl aleyhi's-selâm) semâ ile Arz arasında
bir kürsî üzerine oturmuş. Bundan çok korktum. Evime dönüp: Beni örtün, beni
örtün! dedim. Beni örttüler. Bunun üzerine Yüce Allah: "Ey bürünüp örtünen
(Mud-dessir)!" Sûresi'ni "Veyr-ricze fehcur" kavline kadar
indirdi."
Bu (temizlik emri),
namaz farz kılınmadan önceydi. Buradaki "er-Rucze", Vesenler,
putlardır[740].
"er-Riczu"
ve"r-Ricsu' "Azâb"dır, deniliyor [741].
446-.......İbn
Şihâb şöyle demiştir: Ben Ebû Seleme ibn Abdirrahmân'dan işittim, o şöyle dedi:
Bana Câbir ibnu Abdillah (R) haber verdi. O da Rasûlullah(S)'tan işitti ki,
Rasûlullah vahyin bir süre kesilmesi vaktini anlatıyordu:
— "Ben yürürken
gökten bir ses işittim, hemen gözümü gökyüzü tarafına kaldırdım. Gördüm ki,
bana Hirâ'da gelmiş olan melek, gök ile yer arasında bir kürsî üzerinde
oturmaktadır. Ben ondan korktum, hattâ yere düştüm. Aileme geldim de: Beni
örtün, beni örtün! dedim. Onlar beni örttüler. Akabinde Yüce Allah "Yâ
eyyuheH-mud-dessir!" sûresini "Fehcur" kavline kadar
indirdi."
Ebû Seleme: "er-Rıczu",
vesenler, putlardır, dedi. Bundan sonra vahy kızıştı da arka arkaya devam etti
(ardı arası kesilmedi) [742].
Diğeri de Abdullah ibn
Muhammed el-Müsnidî, o da Abdurrazzâk, o da Ma'-mer ibn Râşid, o da ez-Zuhrî
yolu.
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
Ve İbn Abbâs şöyle
demiştir:
"Kıyamet gününe
and ederim. Kendini alabildiğine kınayan nefse de yemin ederim. İnsan zanneder
mi ki,
herhalde biz onun
kemiklerini toplayıp bir araya getirmeyeceğiz? Evet, biz parmak uçlarını bile
derleyip iade etmeye kaadiriz. Fakat insan, önündekini yalanlamak diler"
{Âyet: ı-5); buradaki "Suden", "Hemelen" (yânî
"Kaanûnlarla mükellef tutulmaz, cezalandırılmaz, ihmâl edilmiş") ma'nâsınadır.
"Li-yefcura
emâmeh": İnsan: "Tevbe edeceğim, iyi amel yapacağım" der durur
(yânî, insan gelecek zaman içinde günâh işlemek üzerinde devam etmek ister ve tevbe
edeceğim,iyi amel yapacağım der durur) [744].
"O gün insan:
Kaçış nereye? diyecek. Hayır, hiçbir sığınak yok" (Âyet: ıo-ıi); buradaki
"Lâ vezera", "Lâ hısna" ma'nâsınadır [745].
447-.......İbn
Abbâs (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) kendisine vahy indiği zaman onunla
dilini hareket ettirip depretirdi. Bu hadîsin râvîlerinden Sufyân ibn Uyeyne,
dili hareket ettirme keyfiyetini vasıflayip ta'rîf etmiştir. Peygamber bununla
Kur'ân'ı bellemeyi istiyordu. İşte bunun üzerine Allah: "Onu acele
bellemen için dilini onunla depretme..." âyetlerini indirdi.
'Onu (göğsünde)
toplamak ve onu okutmak, şübhesiz bize aiddir " (Âyet: 16) [746].
448-.......Mûsâ
ibnu Ebî Âişe el-Kûfî, Saîd ibn Cubeyr'e, Yüce Allah'ın "Dilini onunla
depretme" kavlinden sordu. İbn Cubeyr dedi ki: İbn Abbâs şöyle dedi:
— Peygamber (S)
kendisine vahy indirildiği zaman dudaklarını hareket ettirdi. (Cibril'in
diliyle) kendisine: "Vahy ile dilini hareket ettirme*1 denildi. Peygamber
Kur'ân'dan birşeyin kaçmasından korkuyordu. "Onu toplamak ve okutmak bize
âiddir"; yânı buradaki "Cem'ahu" "Kur'ân'ı senin göğsünde
toplamamız bize âıddir"; "Kurânehu " da "Onu senin dilinle
okutmak yine bize âiddir." "Öyleyse biz onu okuduğumuz vakit",
"Üzerine indirildiği vakit", "Sen onun kıraatine uy. Sonra
açıklamak da hakikat bize âiddir", yânî "Onu senin dilin üzere beyân
etmemiz de bize âdidir" buyuruyor [747].
"Öyleyse biz onu
okuduğumuz vakit sen onun kıraatine uy" (Âyet: 18).
İbn Abbâs şöyle
demiştir:
'Okuduğumuz
vakit", "Onu beyân ettiğimiz vakit"; "Sen ona uy",
"Onunla amel et" demektir.
449- Bize
Kuteybe ibn Saîd tahdîs etti. Bize Cerîr ibn Abdilha-mîd, MûsâibnEbîÂişe'den; o
da Saîd ibn Cubeyr'den tahdîs etti ki, "Lisânını onunla depretme"
kavli hakkında İbn Abbâs şöyle demiştir:
— Rasûlullah (S),
Cibril vahiyle indiği zamanlarda, vahy sebebiyle dilini ve dudaklarını hareket
ettirmesi nev'inden bir hâlde olurdu. Böyle vahy inmesi haleti kendisine
şiddetli olurdu. Vahy inmesi hâletindeki bu şiddetli oluş, kendisinden tanınır,
bilinirdi. îşte kendisine şiddetli olurdu. Vahy inmesi hâletindeki bu şiddetli
oluş, kendisinden tanınır, bilinirdi. İşte kendisine olan bu şiddet sebebiyle
Allah "Lâ uksimubi-yevmi'l-kıyâme" Sûresi'ndeki "Onu acele etmen
için dilini onunla depretme. Onu toplamak ve onu okutmak, şübhesiz bize
âiddir" âyetlerini indirdi. "Cem'ahu": Onun senin göğsünde toplamamız
bize âiddir, onu
okutmak da bize âiddir.
"Biz onu okuduğumuz vakit sen onun okunuşuna uy": Biz onu
indirdiğimiz zaman sen onu iyi dinle, "Sonra onu beyân etmek de hakîket
bize âiddir": Onu senin dilinle açıklamamız bize âiddir, buyurdu.
İbn Abbâs:
— Artık Cibrîl O'na
geldiği zaman susar, Cibril gittiği zaman da getirdiği vahyi Allah'ın kendisine
va'd ettiği gibi okur oldu [748].
"Sana yaklaşsın,
çünkü lâyıksın. Yine sana yaklaşsın,
çünkü lâyıksın" (Âyet: 34-35); buradaki "Evlâ leke fe-evlâ", bir
tehdîddir.
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
"İnsanın üzerine
uzun devirden öyle bir zaman geldi ki, o, anılmaya değer birşey bile değildi.
Hakikat biz insanı
birbiriyle karışık bir
damla sudan yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeble onu işitici, görücü
yaptık"
(Âyet: 1-2);
burada "Hel etâ
aleH-insâni'"deki "HeV'in ma'nâsı hakkında şöyle deniliyor: "Hel",
"Cahd" (yânî inkâr ve nefî) de olur, haber de olur (yânî
kararlaştırılmış bir işten kendisiyle haber verilen edad ma'nâsına da olur).
Buradaki "Kad" ma'nâsına olan haber nev'indendir [750].
Yüce Allah "İnsan
bir şeydir, fakat o müddet içinde insan anılır, bu ad ile tanınır birşey
değildi" buyuruyor. Bu "İnsan nâmıyle anılmadiğı devir", Allah'ın
onu balçıktan yaratmaya başladığı zamandan içine rûh üflenmesine kadardır [751].
"Min nutfetin
emşâcın", "Karışık bir nutfeden" demektir ki, bu "Karışık
nutfe" kadının suyu, erkeğin suyu, daha sonra kan ve alaka'dır. Birşey birşeyle
karıştırıldığında "Meşîcun" denilir. Bu, senin ona "Halîtun"
ve "Memşûcun" demekliğin gibidir; bu "Mahlûf'un benzeridir.
"Gerçek biz ona
yolu gösterdik. İster şükredicU ister nankör olur. Hakikat biz kâfirler için
zincirler, bukağılar, alevlendirilmiş bir ateş hazırladık" (Âyet: 3-4);
buradaki (Selâsile" kelimesi (Nâfi', Hişâm, Ebû Bekr ve Kisâî
kıraatlerinde) diğerleri gibi tenvînlidir. Bâzıları bunun tenvînli olmasına
cevaz vermemiştir.
"İyiler adağını
yerine getirirler, şerri yaygın olan o günden korkarlar" (Âyet: 7);
buradaki "Mustatlren", "Çok uzamış, yayılmış" ma'nâsınadır.
"el-Belâ" ve "el-Kamtarîr", "Şiddetli, yaygın
musîbet"tir. "Yevmun kamtarîrun" ve "Yevmun kumâtırun"
şeklinde de söylenir. "el-Abûs" (Âyet: io),
"el-Kamtarîr",
"el-Asîb" (Hud 77), bunlar belâ içinde olabilecek günlerden en
şiddetlileridir [752].
' 'Biz yarattık
onları. Mafsularını da biz pekiştirdik. Dilediğimiz vakit de yerlerine
kendileri gibi olanları getiririz" (Âyet. 28). Ma'mer (ibn Râşid) buradaki
"Esrahûm", "Şiddetu'1-halk" yânî "Yaratılışlarının sağlamlığındır.
Senin deve semeri ve kadın mahfesi nev'inden hayvan üzerine bağladığın herşey
"Me'sûr"dur, yânî "Bağlanmıştır, demiştir [753].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
"(O kâfirlere
şöyle denilecek:) Haydi o yalan diyegeldiğiniz şeye gidin. Haydi o üç
çatallının gölgesine gidin. Ki o gölgelendirici değil, alevden de korumaz. Çünkü
o öyle kıvılcım atar ki, herbiri sanki bir saraydır. Herbiri sanki sarı sarı
erkek develerdir. Yalan sayanların vay o gün hâline! Bu, dillerinin
konuşmayacağı bir gündür. Onlara izin de verilmeyecek ki özür dilesinler"
(Âyet: 29-36). Ve Mucâhid, buradaki "Cumâlât", "Hıbâl"
(yânî
gemileri bağladıkları
kalın ipler) ma'nâsınadır, demiştir [754].
"Onlara rükû'
edin (eğilin) denildiği zaman rükû' etmezler" (Âyet: 4); bu, "Namaz
kılın denildiği zaman namaz kılmazlar" ma'nâsınadır, demiştir.
İbn Abbâs'a "Bu,
dillerinin konuşmayacağı bir gündür"(Âyet: 35) kavli, "Rabb'imiz olan
(Sen) Allah'a and ederiz
ki, biz müşriklerden
değildik" (d-Enâm: 22) kavli ve bir de "O gün ağızlarının üstüne
mühür basarız... " (Yâsîn: 65) âyetleri soruldu (yânî: Bunlar arasını
birleştirmek nasıldır? denildi). O da bu soruya: Kıyamet günü çok çeşitli
zamanları ve mekânları olan uzun bir gündür.
Bir zaman ve mekânda
konuşurlar, bir zaman ve mekânda da ağızları üzerine mühür basılır (konuşmaz olurlar),
diye cevâb vermiştir.
450-.......Abdullah
ibn Mes'ûd (R) şöyle demiştir: Bizler Rasûlullah'ın beraberinde idik. Kendisine
"Vel-murselâti" Sûresi indirildi. Biz de hemen bu sûreyi O'nun
ağzından almağa çalışıyorduk. Bu sırada bir yılan çıktı. Biz hemen onu
öldürmeğe koşuştuk, fakat yılan bizleri geçti ve kovuğuna girdi. Bunun üzerine
Rasûlullah (S):
— "Sizler onun
şerrinden korunduğunuz gibi, o da sizin şerrinizden korundu" buyurdu.
451-.......Buhârî
burada bu Abdullah ibn Mes'ûd hadîsinin rivayet edildiği ayrı ayrı beş senedi
tam olarak vermiş,
452-......
el-Esved şöyle demiştir: Abdullah ibn Mes'ûd (R) şöyle dedi: Bizler (Minâ'da)
bir mağaranın içinde Rasûlullah(S)'ın beraberinde bulunduğumuz sırada
kendisine "Vel-murselâti" Sûresi indi. Biz de hemen O'nun ağzı bu
sûreyi okumakla henüz ıslak olduğu hâlde (yânî inmesinin ilk vaktinde taze
taze), bu sûreyi O'nun ağzından aldık. Bu sırada bir yılan çıktı. Rasûlullah
(S):
— "Üzerinize vâcibdir: Bu yılanı
öldürünüz" buyurdu. Abdullah dedi ki: Biz yılana doğru koşuştuk, fakat
yılan bizim
önümüze geçti.
Abdullah dedi ki:
Bunun üzerine Rasûlullah:
— "Yılan sizin şerrinizden vikaaye olundu,
nitekim sizler de onun şerrinden vikaaye olundunuz" buyurdu [755].
'Çünkü o ateş öyle
kıvılcım atar ki, herbiri sanki bir saraydır" (Âyet: 32) [756].
453-.......
Bize Abdurrahmân ibnu Abis en-Nahaî tahdîs edip şöyle dedi: Ben İbn Abbâs'tan
işittim. O "İnnehâ termîbi-şererin kel-kasan" kavlini
ilKe'l-kasari" şeklinde fetha ile okuyor ve şöyle diyordu:
— Biz ağacı üç zira'
kadar yâhud daha az uzunlukta olarak kaldırırdık. Biz bu uzunluktaki ağacı
kışın onunla ısınmak için kaldırır dikerdik de buna "el-Kasar" ismi
verirdik [757]
"Sanki o
kıvılcımın herbiri sarı sarı erkek develerdir (Âyet: 33) [758].
454-.......
Abdurrahmân ibnu Abis şöyle dedi: Ben İbn Abbâs(R)'tan işittim, o "İnnehâ
termî bi-şererin ke'l-kasrı" -sâd'm sükûnu ile- kelâmı hakkında şöyle
dedi:
— Biz üç zira' kadar
ve bundan uzun ağaç gövdesini almaya karar verirdik de bunu kışın soğuğundan
siperlenmek için kaldırır dikerdik. İşte biz bu uzunluktaki ağaca
"el-Kasar" ismi verirdik. "Keennehu cumâlâtun sufrun",
buradaki "Cumâlât'% "Birbiri üstüne yığılıp toplanır da nihayet
adamların belleri gibi olan gemilerin bağlandığı kalın iplerdir [759].
"Bu, onların
konuşamayacakları gündür (Âyet: 35).
455-.......
Abdullah ibn Mes'ûd (R) şöyle demiştir:
Biz Pey-
gamber'in beraberinde
(Minâ'da) bir mağara içinde bulunduğumuz sırada kendisine
"VeH-murselâti" Sûresi indi. Peygamber bu sûreyi tilâvet ediyordu.
O'nun ağzı bu sûreyi okumakla taptaze olduğu hâlde (yânî ilk inişinde) ben de
O'nun ağzından bu sûreyi almaya çalışıyordum. Ansızın bir yılanın üzerimize
hücum ettiğini gördük. Pey-gayber (S):
— "Yılanı
öldürün" buyurdu.
Biz de onu öldürmeye
davrandık. Fakat yılan gitti. Bunun üzerine Peygamber:
— "Siz yılanın
şerrinden korunduğunuz gibi, o da sizin şerrinizden korundu" buyurdu.
Buhârî'nin üstadı Umer
ibnu Hafs: Ben bu hadîsi babam Hafs ibn Gıyâs'tan ezberledim, bunda
"Minâ'da bir mağara içinde bulunuyorduk" fıkrası vardır, demiştir [760].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
Mucâhid şöyle dedi:
"Çünkü onlar
hiçbir hesâb ummuyorlardı" (Âyet: 27), "Onlar hesaba çekilmekten
korkmuyorlardi" ma'nâsınadır.
"Ona hitâbda
bulunmaya mâlik olamazlar" (Âyet: 37). 'Kendilerine kelâm hususunda izin vermesi
müstesna, O'na kelâm edemezler" demektir [761].
"O gün Rûh ve ıa ''Onlar birbirlerine neyi soruşturuyorlar? Hakkında
ihtilâf edici oldukla büyük haberi mi?" (Âyet: 1-3) kelâmından dolayı
"Amme Sûresi" ve "Nebe' melekler saff saff ayakta duracaktır.
Bir kelime söyleyemezler, ancak o Rahman hn izin verdiği ve doğru söyleyen
kimse müstesna" (Âyet: 38); buradaki "Savâben", "Dünyâda
hakk söyleyen ve onunla amel eden" (yâhud "La ilahe ille'llah diyen
kimse) müstesna, demektir [762].
îbn Abbâs, "Parıl
parıl parıldayan bir kandil astık. O sıkıcı mengenelerden de şarıl şarıl bir su
indirdik.
Onunla dâne, nebat ve
sarmaşmış bahçeler çıkaralım diye" (Âyet: 13-16); buradaki
"Seccâcen", "Şarıl şarıl dökülen"; ''Elfâfen",
"Birbirine sarmaşmış" ma'nâsınadır, demiştir. Yine İbn Abbâs,
buradaki "Vehhâcen", "Mudîen( Ziya saçan)" ma'nâsınadır, demiştir.
İbn Abbâs'tan başkası
da şöyle demiştir:
"Onlar orada ne
bir serinlik, ne de içilecek birşey tatmayacaklar. Sâde bir kaynar su, bir de
irin!" (Âyet: 2425); buradaki "Gassâkan", "Seyyâlen"
(yânî"Çok akan") ma'nâsınadır. Çünkü bu "Gasağat aynuhu", "Gözü
aktı, şibillendi" ve "YağsıkuH-cerhu", "Yara akıyor"
(yânî "Ondan sarı su akıyor") "Seyelân ediyor" ma'nâsındandır.
"Gassak" ve "Gasîk" bir şey gibidir. "(Bunlar^
RabbHnden bir mükâfat ve yeter bir bağış
olarak (verilir)" (Âyet: 36); buradaki "Atâen hısâben",
"Kâfî ve bol bir mükâfat olarak", "A'tânî mâ ahsebenî = Bana
yeter dedirttiği şeyi verdi" denilir ki, "Bana yetecek şeyi
verdi" demektir. (Burada "Hisâben", "Hasbu", yânî
"Yeter" ma'nâsındandır.) [763]
'O gün sûra üfürülecek
de hepiniz bölük bölük geleceksiniz" (Âyet: 18).
456-.....
Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S):
— "Sûra iki üfleme arasında kırk
vardır" buyurdu. Arkadaşlarından biri Ebû Hureyre'ye:
— Bu, kırk gün mü? diye sordu.
Ebû Hureyre dedi ki:
Ben cevâb vermekten çekindim. O kimse:
— Kırk ay mı? dedi.
Ebû Hureyre dedi ki:
Ben cevâb vermekten çekindim. O soran:
— Kırk yıl mı? dedi.
Ebü Hureyre: Ben yine
cevâb vermekten çekindim, dedi. Rasûlullah:
— "Sonra Allah semâdan bir su İndirir de
(ölü olan) sizler yeşil otun bitmesi gibi -kabirlerinizden- bitersiniz. İnsan
bedeninden her-şey çürür, yalnız bir tek kemik parçası çürümez. O da kuyruk
sokumu kemiğidir. Kıyamet günündeki (ikinci) yaratma, bu parçadan terkîb
olunur" buyurdu [764].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
Mucâhid şöyle dedi:
"Ona o en büyük
mu'cizeyi gösterdi. Fakat Fir'avn yalanladı ve isyan etti" (Âyet: 20-21);
buradaki "En büyük âyet", Musa'nın asası ve eli'dir.
''Onun boyunu O
yükseltti, derken ona bir nizâm vmfl"(Âyet:28); buradaki
"Semkehâ", "Onu direksiz olarak bina etti" demektir [765].
"Fir'avn'a git
Çünkü o pek azmıştır" (Âyet: nj; buradaki "Tağâ",
"Asâ" (yânî "Sınırı geçip isyan etti") ma'nâsınadır.
"Onlar derler ki;
Biz mi sahiden eski hâle döndürülmüş olacağız? Biz çürüyüp dağılmış kemikler
olduğumuz vakit mi?" (Âyet: ıo-ıi); buradaki "Izâmen nahıraten" hakkında:
"en-Nâhira", "en-Nahıra", "et-Tâmıu", "et- Tamau"
ve "el-Bâhılu", "el-Bahîlu" (vezinlerinde olduğu) gibi,
ma'nâda müsavidir, deniliyor.
Bâzıları da:
"en-Nahıratu", "Çürümüş"; "en-Nâhıratu" ise içi
oyulup boşaltılmış olankemik'tir, ki içinden rüzgâr geçtikçe (içinin
boşluğundan dolayı) ses çıkarır, demişlerdir [766].
İbn Abbâs: Buradaki
"el-Hâfıra", "(Ölümümüzün ardından) ilk işimiz, yânî hâlimiz
olan hayâta mı döndürüleceğiz?" ma'nâsınadır, dedi [767].
İbn Abbâs'tan başkası:
"Sana o saati, onun ne zaman demir atacağını sorarlar" (Âyet: 42);
buradaki "Eyyâne mursâhâ", "Onun varıp dayanacağı son ne zamandır?"
ma'nâsınadır. Geminin mursâsı, varıp duracağı son yerdir, demiştir [768].
457-.......SehlibnSa'd(R):BenRasûlullah(Sym
"Kıyamet günü ile ben şu ikisi gibi gönderildim " buyurup da şehâdet
parmağı ve onun yanındaki orta parmağıyle işaret ettiğini gördüm, demiştir [769].
"Fakat o en büyük
belâ geldiği zaman** (Âyet: 34); buradaki "et-Tâmme", "Herşeyi
kaplayacak felâket" ma'nâsınadır ki, kıya
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın İsmiyle
"Yüzünü ekşitip
çevirdi, kendisine o a*mâ geldi diye. Sana hangi şey bildirdi? Belki o
(öğrenecekleriyle) temizlenecekti. Yâhud öğüt alacaktı da bu öğüt kendisine
faide verecekti. Amma kendisini ihtiyâcsız gören adam; işte sen onu karşına alıyorfona
yöneliyor)sun" (Âyeu ı-6); buradaki "Abese**, "Yüz ekşitti ve
yüz çevirdi" ma'nâsınadır [770]
Başkası da şöyle dedi:
"O çok şerefli,
kadri yüce, tertemiz sahîfeler dedir. Kıymetli, sevgili, takva sahibi
kâtiblerin elleriyle yazılmıştır" (Âyet: Mi®; buradaki
"Mutahhare", "Ona tam bir surette temizlenmiş olanlardan başkası
el süremez" (ei-vskıa: 79) demektir. Ve onlar meleklerdir. Ve bu "Bir
de işi tedbîr edenlere" (en-Nâaât: 5) gibidir. Hem melekleri, hem
sahîfeleri "Mutahher", yânı tertemiz kılmıştır. Çünkü sahîfeler
üzerine temizleme vâki' olur. Onun için tathîr, onun gibi onların
taşıyıcılarına da yapılmıştır. "Seferetun", meleklerdir. Vahidi "Sâfir'Mir.
"Sefertu", "Aralarını iyileştirdim" demektir. Melekler
Allah'ın vahyi ile indiklerinde, ve onu te'diye hususunda kavmin arasını ısİ.ih
edip iyileştiren sefir gibi kılınmıştır [771].
Ve başkası:
"Tesaddâ", "Ondan tegâfil ediyorsun" ma'nâsınadır, dedi [772]. Mucâhîd:
"Gerçek (insan cinsi Allah'ın) emrettiği şeyleri yerine getirmedi"
(Âyet: 23); buradaki "Lemma yakdı",
"Hiçbir kimse
emrolunduğu şeyleri yerine getirmez" ma'nâsınadır, dedi.
İbn Abbâs;
"O gün yüzler
vardır, parıl parıl parlayıcıdır, gülücüdür, sevinicidir. O gün yüzler de
vardır, üzerleri tozludur. Onu da bir karanlık ve siyahlık kaplayacaktır"
(Ayet. 38-4i); buradaki "Terhakuhâ", "Onu bir şiddet kaplar;
"Musfiratun", "Muşrıkatun" yânî "Parlayıcı"
ma'nâsınadır, demiştir.
Yine İbn Abbâs şöyle
demiştir: "Bi-eydîseferetin", "Ketebetin esfâran" yânî
"Kitâbları yazan kâtibler eliyle" ma'nâsınadır; "Sen ise ondan
kendini alıkoyup oyalanırsın" (Âyet: it»; buradaki "Anhu telehhâ",
"Onu bırakıp başkasıyle uğraşıyorsun" ma'nâsınadır.
"Esfâr"m tekili "Sifrun"dur, deniliyor.
458-.......Katâde
tahdîs edip şöyle demiştir: Ben Zurâre ibn Evfâ'dan işittim, o Sa'd ibn
Hişâm'dan; o da Âişe(R)'den tahdîs ediyordu ki, Peygamber(S) şöyle
buyurmuştur: "Kur'ân'ı ezberleyerek okuyan hafız kişinin meseli (sıfat ve
sânı) es-Seferetu'l-Kirâm olan meleklerle beraberdir. Kuran 'ı hafız olmayarak
kendisine zor geldiği hâlde taahhüdedip çalışarak okuyan kimsenin meseli ise,
ona iki ecir vardır" (Kur'ân okumak ecri, zorluk ecri) [773]
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
"Güneş durulduğu
zaman, yıldızlar (dağılıp) düştüğü zaman, dağlar yürütüldüğü zaman, gebe
develer salıverildiği zaman, vahşî hayvanlar bir araya toplandığı zaman,
denizler ateşlendiği zaman, nefisler çiftlendirildiği zaman... nefis ne
hazırlamışsa bilmiştir"(Âyet: 1-14) [775].
Buradaki
"Fe~ıze'n-nucûmu inkederet", "Yıldızlar saçılıp döküldüğü
zaman" demektir [776].
el-Hasenuî-Basrî:
"Ve iza'l-bihâm succirat", "Denizlerin suları gidip de bir damla
su kalmadığı zaman" ma'nâsınadır, demiştir.
Mucâhid de: Bu
"Doldurulmuş denizler" (et-Tûn 6) de olduğu gibi
("Doldurmak"ma'nâsındandır) demiştir.
Mucâhid'den başkası da
şöyle demiştir:
"Succiret",
yânı denizler yarılıp akıtıldığı, bâzıları diğerlerine ulaştığı ve hepsi bir
deniz olduğu (böylece
Arz'ın her tarafını kapladığı)
zaman, ma'nâsınadır [777].
"And ederim o
sinen ve geri dönenlere, akıp akıp yuvalarına gidenlere, karanlığa yöneldiği
zaman geceye,
nefeslendiği dem
sabaha ki, şübhesiz muhakkak o (Kur'ân) çok şerefli bir elçinin (getirdiği)
kelâmdır" (Âyet:
15-19). Burada
"el-Hunnes", aktığı yerde gizlenen ve tekrar dönen, ahuların
ormandaki yuvalarında gizlenmeleri gibi gizlenip sütrelenenler, ma'nâsınadır.
"Sabah
nefeslendiği zaman", "Gündüz yükseldiği zaman" ma'nâsınadır [778].
"O gayb üzerine
asla cimri değildir" (Âyet: 24); burada "Zî" harfiyle
"ez-Zanînu", "Ittihâm edilmiş", Dâd harfiyle
"ed-Dan(nu", "Kendisine tebliğ edilmek üzere verilen şeye
cimrilik eden" ma'nâsınadır [779].
Umer ibnu'l-Hattâb
(R): "en-Nufûsu zuvvicet", cennet ehlinden ve ateş ehlinden her biri
kendi benzeri ile tezvîc olunur, yânî çiftleştirilir dedi de, bundan sonra "O
zulmedenleri ve onlara eş olanları, Allah'ı bırakıp tapmakta oldukları şeyleri
hep bir araya toplayın da cehennem yoluna götürün" (es-saffât: 22) âyetini
okudu.
"Ve yöneldiği dem
geceye yemîn ederim" (Âyet: \ıy, buradaki "As'ase", "Geri
döndüğü zaman" manasınadır [780].
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
"Gök yarıldığı
zaman, yıldızlar dağılıp döküldüğü zaman, denizler fışkırtıldığı zaman,
kabirler deşilip alt üst edildiği zaman her nefis önden ne yolladı, geriye ne bıraktıysa
bilecektir" (Âyet: 1-5). er-Rabî' ibnu Huseym:
Buradaki "Fucciret"',
"Taşıp aktı" ma'nâsınadır, demiştir [781].
"Ey inşân, o
keremi bol RdbbHne karşı seni aldatan ne? Ki O seni yaratan, sana şu s
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
"Ölçekte ve
tartıda hileye sapanların vay hâline! Ki onlar insanlardan ölçekle aldıkları
zaman tastama alırlar, onlara ölçekle yâhud tartı ile verdikleri zaman ise eksiltenlerdir.
Sahiden onlar (öldükten sonra) büyük bir gün için diriltileceklerini
sanmıyorlar mı? Âlemlerin Rabbi için insanların kalkacağı günde?" (Âyet:
1-6) [782].
"Hayır biVakis,
onların işleyegeldikleri mahiyetler kalblerini yenmiş, paslandırmıştır" (Âyet:
14).
Mucâhid şöyle
demiştir: Buradaki "Bel râne", günâhların sabit olması ma'nâsınadır.
"Nasıl o kâfirlere işleyegeldiklerinin sevabı verildi mi?" (Âyet:
36); buradaki "Suvvibe", "Cüziye", yânî "Cezalandırıldı"
ma'nâsınadır [783].
"Mucâhid'den
başkası da şöyle demiştir:
"el-Mutaffif",
"Başkasına tam vermeyen" ma'nâsmadır.
"Onlara mühürlü
hâlis bir şarabdan içirilecek ki, onun
içiminin sonu bir
misktir. O hâlde nefaset isteyenler bunu arzu etmelidirler. Onun katkısı
tesnîmdendir" (Âyet:
25-27). Buradaki
"er-Rahîk", "Şarâb"; "Hitâmuhu misk",
"Tînetuhu misk"; "et-Tesnîm", "Cennet ehlinin içeceklerine
üstün olur" manasınadır [784].
459-.......Ma'n
şöyle demiştir: Bana Mâlik, Nâfi'den; o da Abdullah ibn Umer(R)'den tahdîs
etti ki, Peygamber (S) "İnsanlar (he-sâb
için) Âlemlerin Rabbi dîvânında durdukları gün o kadar Tesnîm, esasen hörgücleyerek yukarı
yükseltmek ma'nâsma masdar olup, yükseklik ma'nâsıyle cennet çeşmelerinden
birinin ismidir. Ibn Abbâs'tan rivayet edildiğine göre, cennet içkilerinin en
yükseğidir.
terleyecekler ki hattâ
onlardan herhangi biri iki kulağının yan yerine kadar kendi teri içinde
kaybolacaktır" buyurmuştur [785]
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın İsmiyle
"Gök yarıldığı
(yarılmakla da) RabbHni dinleyip boyun eğdiği zaman, ki gök zâten buna lâyık
olarak yaratılmıştır. Yer uzatıldığı, içinde ne varsa atıp bomboş kaldığı, (bu
hususta da) Rabb İni dinleyip boyun eğdiği
zaman, ki yer zâten
buna lâyık olarak yaratılmıştır. Ey insan, hakikat sen Rabb 'ine kavuşuncaya
kadar durmadan didineceksin, nihayet O'na ulaşacaksın** (Âyet: 1-6).
Mucâhid şöyle
demiştir: Buradaki "Ezinet", "Rabb'im dinledi ve itaat
etti"; "Elkat mâfîhâ", "İçindeki ölüleri dışarı atıp
onlardan bomboş oldu" demektir [786].
Yine Mucâhid şöyle
demiştir: "Amma kitabı arkasından verilen kimse" (Âyet: ıo>; bu,
kitabını sırtının arkasından sol tarafından alacak kimse ma'nâsınadır [787].
"And ederim o
şafaka, o geceye ve onun derleyip topladığı şeylere" (Âyet: 16 iv);
buradaki "Vesaka", "Hayvandan ve diğerlerinden topladığı"
ma'nâsınadır. "Çünkü O, hakîkaten ve kesin olarak Rabb'ine dönmeyeceğini
sanmıştı" (Âyet: i4>; buradaki "Zanne len yehûra", "Bize
asla dönmeyecek sandı" ma'nâsınadır [788].
İbn Abbâs da:
"Hâlbuki Allah, onlar yüreklerinde neler saklıyorlar, pek iyi bilendir"
(Âyet: 23); buradaki "Yûûne", "Yesturûne" (yânî
"Setredip örtüyorlar") ma'nâsınadır,demiştir.
'O, kolayca bir hesâb
ile muhasebe edilecek (Âyet: 8) [789]
460-.......Buhârî
burada sâdece hadîsin bir senedini vermiştir.
461-.......Buhârî
burada da başka bir sened vermekle yetinmiştir.
462-.......Âişe
(R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S): "Hesaba çekilen bir kimse, başka
değil, behemahal halâl olur" buyurdu.
(İbn Ebî Muleyke dedi
ki:) Âişe şöyle dedi: Ben:
— Yâ" Rasûlallah! Allah beni Sana feda
kılsın. Azîz ve Celîl olan Allah "Kitabı sağ eline verilen kimseye
gelince; o, kolay bir hesâb ile muhasebe edilecek" buyurmuyor mu? dedim.
Rasûlullah:
— "O arzdır, arzolunurlar ve her kim
hesâbda münâkaşa olunursa helak olur" buyurdu [790].
"Elbette ve
elbette siz tabaktan tabaka bineceksiniz" (Âyet: 19) [791]
463-.......Mucâhid
şöyle demiştir: İbn Abbas: "Hiç şübhesiz sizler tabaktan tabaka
bineceksiniz" kavlinin ma'nâsı: "Sizler hâlden hâle bineceksiniz
(Hakk'a doğru varacaksınız)" demektir, dedi; ardından da:
— İşte bu suretle
yükselen Peygamber'iniz salla'llâhu aleyhi ve sellem'dir, sözünü söyledi [792].
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
"And olsun
burçlara sâhib olan göğe, o va'd olunan güne, şâhidle meşhûde ki, tutuşturucu
(malzeme ile hazırladıkları) o ateş çukurlarının sahihleri gebertilmiştir"
(Âyet: ı-5).
Mucâhid: Buradaki
"el-Uhdûd", "Yerde olan yarık"tır; "Hakikat erkek
müzminlerle kadın müzminleri belâya uğratanlar, sonra da tevbe etmeyenler, işte
onlar için cehennem azabı vardır, onlar için bir de yangın azabı vardır"
(Âyet: ıo); buradaki "Fetenû{= Fitneye uğrattılar)", "Azâb
ettiler, işkence ettiler" ma'nâsınadır, demiştir [793].
İbn Abbâs da: Yüce
Allah'ın "el-Vedûd" (Âyet: 14) kavli hakkında: "Habîb"
(yânî "Çok seven"), "el-Mecîd", "el-Kerîm( = Cömert)"
manasınadır, demiştir [794].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
{"Târik",
"Yıldız"dır, geceleyin sana gelen de "Târık"tır.
"en-Necmu's-sâkıb", "Işık saçıcı yıldız" demektir.)
"And olsun o göğe
ve Tarık'a. Tarık'ın ne olduğunu sana hangi şey bildirdi? (O, ziyâsıyle
karanlığı) delen yıldızdır. Hiçbir nefs hâriç değildir ille onun üzerinde bir
gözeten vardır" (Âyet: ı-4) [795]
"And olsun o
dönüş sahibi olan göğe, o (nebat ile) yarılan yere ki, hakîkaten o Kur'ân (hakk
ile bâtılı kesin) ayırdeden bir sözdür, o bir şaka değildir" (Âyet:
11-14).
Mucâhid, buradaki
"Zâtı'r-rec'ı", "Bulut"tur ki, yağmurla döner;
"ZâtVs-sadh", "Yer"dir, nebatla (ve pınarla) yarılır durur,
demiştir [796].
İbn Abbâs:
"Le-kavlun faslun", "Elbette haktır"; "Lemmâ aleyhâ
hafız", "İllâ aleyhâ hafız" ma'nâsınadır, demiştir.
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
"Rabb'inin o çok
yüce adını tesbîh et ki, O herşeyi yaratıp düzene koyandır. Takdir eden, ona
göre de yol gösterendir. Yeşil otu çıkaran, sonra da onu kapkara kupkuru bir
hâle getirendir. Seni okutacağız da sen asla unutmayacaksın, Allah'ın dilediği
başka91 (Âyet: ı-7).
Mucâhid: Buradaki
"Kaddera fe-hedâ", "İnsan için bedbahtlığı ve mes'ûdluğu takdir
etti, hayvanları da otlaklarına hidâyet etti" ma'nâsınadır, dedi [797] .
İbn Abbâs:
"Gusâen
ahvâ", "Kurumuş ufalanmış, rengi değişici" ma'nâsınadır,
demiştir [798].
464-.......el-Berâ
ibnu Âzib (R) şöyle demiştir: Peygamber'in sahâbîlerinden bize ilk önce hicret
edip gelenler Mus'ab ibnu Umeyr ve İbnu Ümmi Mektûm'dur. Bunlar geldiler ve
bize Kur'ân okutmaya başladılar. Sonra Ammâr ibn Yâsir, Bilâl ve Sa'd (ibn Ebî
Vak-kaas) geldiler. Daha sonra yirmi kişi içinde Umer ibnu'l-Hattâb geldi.
Bunlardan sonra Peygamber (S) -Ebû Bekr ve Âmir ibn Fuheyre ile-geldi. Artık
ben Medine ahâlîsinin, Peygamber'in gelişiyle ferahlandıkları kadar hiçbirşey
ile ferahlandıklarını görmedim. Hattâ genç kızlar ve çocukları görüyordum ki,
bunlar:
— îşte bu
Rasûlullah'tır, geldi! diyorlar (seviniyorlardı).
Ben "Sebbih isme
Rabbike'l-a'lâ" Sûresini onun gibi birkaç süre içinde okuyuncaya kadar Rasûlullah
Medine'ye gelmemişti [799].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
"Herşeyi sarıp
kaplayacak olan kıyamet gününün hadîsi sana geldi mi? Birtakım yüzler o gün
zelildir. Yorucu işler yapan, fakat boşuna yorulandır. Kızgın bir ateşe girecek,
son derece sıcak bir kaynaktan içeceklerdir.
Onlar için darV
dikeninden başka bir yiyecek yoktur ki, o ne semirtir, ne de açlığı
giderir" (Âyet: ı-7) [800].
İbn Abbâs:
Buradaki
"Âmiletun", "Nâsibetun"> "Hristiyanlar"dır, demiştir.
Mucâhid: "Aynun
âniyetun", "Sıcaklıkta sonuna ulaşmış, içilmesi son derecede
sıcaklığa erişmiş pınar" demektir ki, bu "Onlar cehennemle kaynar su
arasında dolaşacaklardır" (er Rahman: 44) buyurulan sıcaklığı son dereceye
ulaşan gayet kızgın bir pınardır.
"Birtakım yüzler
o gün güzeldir, çalıştığından hoşnûddur, yüksek bir cennettedir. Orada boş bir
lâf işitmez. Orada dâima akan bir nice pınar... " (Âyet: 8-12);
"Orada lâğiye
işitmez", "Kötü söz işitmez" ma'nâsınadır.
"ed-DarV",
şibrık denilen bir bitkidir; Hicaz ahâlîsi ona "ed-DarV" ismini
verirler, kuruduğu zaman zehirdir [801].
"Musaytırın"
(Âyet: 22), "Musallat" ma'nâsınadır, sâd ile ve sîn ile okunur.
İbn Abbâs
"Şübhesiz onların dönüşleri ancak bizedir, sonra hesâbları da muhakkak
bize âiddir" (Âyet: 25-26);
buradaki
"Iyâbehum", "Merci'uhum" (yânî "Dönüşleri")
ma'nâsınadır, demiştir.
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
'And olsun fecre, on
geceye, hem çifte hem teke (Âyet: 1-3) Mucâhid: , "Yaratılmış olan
herşey");
liel-Vitr9\
"Allah"tır, demiştir [802].
"Görmedin mi
Rabb'in nice yaptı Âd'e, (yânı) o direk sahibi İrem 'e? Ki o, şehirler içinde
bir benzeri yaratılmayandı. Ve vadilerde kuyuları oyan Semûd'a, o kazıklar
sahibi Fir'avn'a, ki bütün bunlar memleketlerde
azgınlık edenlerdi. O
suretle ki, orada fesadı çoğaltmışlardı. Bundan dolayı Rabb 'in de üzerlerine
bir azâb kamçısı yağdınverdi. Çünkü Rabb 'in şübhesiz ki rasad yerindedir"
(Âyet: 0-1.4),
Yine Mucâhid dedi ki:
Buradaki "İreme zâtVl-İmâd", kadîme olandır (yânî ilk Âd'dir).
"İmâd", "Direkler sahibi" yânî "Çadırlarda oturan, bir
yerde ikaamet etmeyenler" ma'nâsınadır. "Azâb kamçısı", onların azâblandırıldıkları
şeydir.
"Amma insan ne
zaman Rabb'i onu imtihan edip de kendisine kerem eder, ona nVmetler verirse:
'Rabb'im beni şerefli kıldı' der. Fakat ne vakit de onu deneyerek üzerine
rızkını daraltırsa, şimdi de: 'Rabb 'im beni hor kıldı' der. Hayır, siz biVakis
yetime iyilik etmezsiniz, yoksulu yedirmek için birbirinizi kandırmazsınız.
Mîrâsı halâl haram demeyip alabildiğine yersiniz, malı pek seversiniz"
(Âyet: 15-20).
"Eklen
lemmen", "Hırslı, hepsini derip toplayıcı bir yiyişle";
"Cemmen", "Çok yığmacasına, çok toplarcasına" ma'nâsınadır.
Mucâhid "Ve'ş-şef* ve'l-vetri" kavli hakkında: Allah'ın yarattığı
herşey "Şef"yâ\r. "el-Vitru" ise Allah Tebâreke ve
Taâlâ'dır, demiştir.
Mucâhid'den başkası da
şöyle demiştir:
"Savte azâbın{ =
Azâb kamçısı)" ta'bîri, Arab
kavminin herbir azâb
nev'i için söylemekte olduğu bir kelimedir (yânî bir kelâmdır) ki, bunun içine
kamçı da girer. "Le-bVl-mirsâd", "Dönüş ancak O'nadır" ma'nâsınadır.
"Lâ tehâddûne", "Muhafaza etmiyorsunuz"; "Lâ
tehuddûne", "Miskini doyurmaya teşvîk etmiyor, emretmiyorsunuz"
demektir.
"Ey itmı'nâne
ermiş rûh! Dön Rabb'ine, sen O'ndan razı, O da senden razı olarak. Haydi gir
kullarımın içine. Gir cennetime!" (Âyet. n soy, buradaki
"en-NefsuH-mutmaınne", "Sevâb işlemekle îmânını doğrulaycı nefs"
demektir.
el-Hasenu'1-Basrî de
şöyle demiştir:
"Yâ
eyyetuhâ'n-nefsu! Pizız ve Celîl olan Allah onu kabzetmek isteyince, Allah'a
gidişte sükûna kavuşan ve Allah'ın da ona sebat ve istikrar verdiği, Allah'tan razı
olan, Allah'ın da ondan razı olduğu ve ruhunu kabzedıp almakla emrettiği ve
Allah'ın onu cennete girdirip de sâlih kullarından kıldığı nefs"tir [803].
Ondan başkası da şöyle demiştir: "Câbû", "Kayaları deldiler"
demektir. "Ceyb"in aslı "Kesmektir. "Gömleğe yaka
kesmek" ma'nâsından "Gömleğe yaka kesildi" ta'bîrinden alınmıştır.
"Yecûbu'l-felâte", "Çölü kesip gidiyor" demektir.
"Lemmen",
"Hepsini topladım, sonuna geldim, yânî hepsini tükettim"
ma'nâsınadır.
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
"Şu beldeye yemîn
ederim, -sen bu beldeye halâl iken, babaya da, doğana da (yemîn ederim) ki, biz
insanı hakikat meşakkat içinde yarattık" (Âyet: ı-4). Mucâhid şöyle
demiştir:
Yemîn edilen bu beled,
Mekke'dir; orada insanlar üzerine günâh olan şey, sana günâh değildir.
"Vâlid' (yânî baba) Âdem, "Ve mâ velede", onun zürriyetidir [804].
"O, kendisine
kimsenin güç yetiremeyeceğini mi sanıyor? O 'Yığın yığın mal telef ettim' der,
O kendisini hiçbir gören olmadığını mı sanıyor? Biz ona vermedik mi iki göz,
bir dilr iki dudak?Biz ona iki de yol gösterdik'''
(Âyet: 6-10).
Buradaki
"Lubeden", "Çok mal" ma'nâsınadır.
"Necdeyn{ = İki
yol)", hayır ve şerr'dir. "Mesğabe", "Yaygın açlık";
"Metrabe", "(Fakirliğinden dolayı evi olmayıp) toprağa düşmüş kimse*'
demektir. "Fakat insan o yokuşa saldıramadı"; bunun ma'nâsı: İnsan
dünyâda o yokuşa (insanlık vazifelerinin meşakkatlerine) saldırıp tırmanamadı,
deniliyor. Bundan sonra Yüce Allah o akabeyi, yânî sarp yokuşu tefsir edip
şöyle buyurdu: "Bu sarp yokuşun ne olduğunu sana hangi şey bildirdi? O,
kul azâd etmektir, yâhud salgın bir açlık gününde yemek yedirmektir" (Âyet:
11-16) [805].
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
"And ederim
Güneş'e ve onun aydınlığına, ona tâbi” olduğu zaman Ay 'a, ona parlaklık
verdiği zaman gündüze, onu örtüp bürüdüğü zaman geceye, göğe ve onu bina edene,
Yer 'e ve onu yayıp döşeyene, her bir nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona
hem kötülüğü, hem (ondan) sakınmayı ilham edene ki, onu tertemiz yapan muhakkak
umduğuna ermiş, onu alabildiğine örten ise elbette ziyana uğramıştır97 (Âyet:
i-ıo>[806]. Mucâhid şöyle demiştir:
Buradaki "Duhâhâ", "Onun ışığı"; "tzâ telâhâ "Onun
ardından gittiği zaman"; "Tahâhâ", "Dehâhâ" (yânî aynı
ma'nâda olup) "Onu döşeyene" demektir. "Dessâhâ",
"Nefsi saptırıp azdırmak" (yânî korumayıp kötülüklerle gerileterek
gömen); "Fe-ethemehâ", "Allah nefse şakiliği -bedbahtlığı- ve
saîdliği -mes'ûdluğu- tanıtıp öğretti" ma'nâsınadır [807].
Yine Mucâhid:
"Semûd kavmi
azgınlığı yüzünden tekzıb etti" (Âyet: in kelâmindaki
"Bi-tağvâhâ", "Ma'siyetleri yüzünden";
"Bundan dolayı
Rabb'leri de onları günâhları yüzünden örtüverdU Öyle ki, hepsini bir yaptı,
bunun sonundan
korkmaz" (Âyet:
14-ıs), yânî "Hiçbir kimsenin sonundan korkmaz" ma'nâsmadır, demiştir
[808].
465-.......Abdullah
ibnu Zem'ate (R) haber verdi ki, kendisi Peygamber(S)'den hutbe yaparken S
— "O dişi deveye doğru şiddetli (fesâdçı,
habîs), kuvvetli ve kendi cemiyeti içinde arkalı bir adam fırlayıp kalktı. O,
kavmi içinde (Mekke'deki) Ebû Zem'a'nın benzeri idi".
Rasûlullah bu
hutbesinde kadınları da zikretti:
— "Sizden biriniz karısını köle döver gibi
dayakla dövmek ister, belki de o, gününün sonunda o kadınla bir yatakta
yatacaktır!" buyurdu.
Sonra Rasûlullah
(içtimaî edeblerden olmak üzere) bir hatâ eseri yellenen kişiye gülmeleri (ve
bu suretle onu teşhir etmelerinin kötülüğü) hususunda onlara öğütler verdi de:
— "Herhangi biriniz insanın yapageldiği
böyle bir işten niçin gülersiniz (ve sahibini utandırırsınız)?" buyurdu.
Bu hadîsin
râvîlerinde*n Ebû Muâviye şöyle demiştir: Bize Hi-şâm, babası Urve
ibnu'z-Zubeyr'den; o da Abdullah ibn ZemVdan tahdîs etti. O şöyle demiştir:
Peygamber (S): "Zubeyr ibnu'l-Avvöm'ın amcası Ebû Zem'a'nın benzeri"
buyurdu [809].
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
["And olsun
bürüyüp örttüğü zaman geceye, açıldığı zaman gündüze, erkeği dişiyi yamdana ki,
hakîkaten
sizin sa'yiniz çeşit
çeşittir" (Âyet: ı-4)]
İbn Abbâs:
"O en güzeli
yalan sayarsa" (Âyet: 9), "Verilen şeyin yerine geçen bedeli yalan
sayarsa" ma'nâsmadır, demiştir.
Mucâhid de şöyle
demiştir:
"Tereddâ"
(Âyet: 11), "Öldü"; «TelezZâ" (Âyet: 14), Alevlendikçe
alevlendi" ma'nâsınadır. Bu lafzı, Ubeyd ıbnu Umeyr, "Tetelezzâ"
şeklinde aslı üzere iki tâ ile okudu.
'Açıldığı zaman
gündüze (Âyet: 2).
466-.......Alkame
şöyle demiştir: Ben Abdullah ibn Mes'ûd'un talebelerinden birkaç kişi içinde
olarak Şam'a girdim. Bizim gelişimizi Ebu'd-Derdâ işitmiş, akabinde bizim
yanımıza geldi de:
— İçinizde Abdullah
ibn Mes'ûd'un kıraati üzere okuyan kimse var mı? diye sordu.
Biz:
— Evet var, dedik. Ebu'd-Derdâ:
— Hanginiz en iyi okuyan? dedi.
Arkadaşlarım işaret
edip beni gösterdiler. Ebu'd-Derdâ bana:
— Oku! dedi.
Ben " Ve H-leyü
izâ yağşâ ve Jn-nehâri izâ tecellâ ve 'z-zekeri ve 'l-ünsâ" şeklinde
(Mâ'nın hazfıyle) okudum.
Ebu'd-Derdâ:
— Sen bu okuyuşu
sahibin İbn Mes'ûd'un ağzından mı işittin? diye sordu.
— Evet, dedim. Ebu'd-Derdâ:
— Ben de bu okuyuşu
Peygamber (S)'in ağzından işitmişimdir. Bu Şamlılar bize karşı dayatıp, bu
okuyuşumuza razı olmuyorlar, dedi [810].
'Erkeği ve dişiyi
yaratana (Âyet: 3)
467-.......Bize
el-A'meş, İbrâhîm en-Nahaî'den tahdîs etti ki, o şöyle demiştir: Abdullah ibn
Mes'ûd'un talebeleri Ebu'd-Derdâ'nın oturduğu yere (yânî Şam'a) geldiler,
Ebu'd-Derdâ da bu gelenleri aradı ve onları buldu da:
— Hanginiz Abdullah'ın okuyuşu üzere okuyor?
diye sordu. Alkame:
— Hepimiz onun kıraati üzere okuruz, dedi.
Ebu'd-Derdâ:
— Hanginiz ezber ediyor? dedi. Arkadaşları
Alkame ibn Kays'ı işaret ettiler. Ebu'd-Derdâ:
— Sen, İbn Mes'ûd'un
"Vel-leyli izâ yağşâ" sûresini nasıl okurken işittin? dedi.
Alkame:
— "Ve'z-zekeri ve'l-ünsâ" şeklinde
okurken işittim, dedi. Ebu'd-Derdâ:
— Şehâdet ediyorum ki,
ben de Peygamber(S)'in bu âyeti böylece okuduğunu işitmişimdir. Fakat bu
Şamlılar benim "Ve halaka'z-zekera ve'l-ünsâ" şeklinde okumamı
istiyorlar, vallahi ben onlara tâbi olmuyorum, dedi [811].
"Bundan sonra kim
verir ve sakınırsa (Âyet: 5).
468-.......Alî
(R) şöyle demiştir: Biz Bakî'u'l-Garkad mezarlığında Peygamber'in beraberinde
bir cenazede bulunduk. Peygamber (S):
— ''Sizlerden
hiçbiriniz müstesna olmamak üzere muhakkak cennetten olacak oturağı ve ateşten
olacak oturağı yazılmıştır'' buyurdu.
Bunun üzerine
sahâbîler:
— Yâ Rasûlallah!
Öyleyse (Allah'ın bizim üzerimize yazmış bulunduğu bu yazımıza) dayanıp
güvenemez miyiz? dediler.
Rasûhıllah:
— ''Sizler çalışıp amel ediniz. Herkes
yaratıldığı şeye kolaylaştırılmıştır" buyurdu.
Sonra da: "Kim
verir ve sakınırsa, o en güzeli de tasdik ederse... " âyetlerini
"Biz de ona en güç olanı müyesser kılarız"(Âyet. ıo) kavline kadar
okudu.
469-.......Buradaki
senedle el-A'meş; Sa'd ibn Ubeyde'den; o da Ebû Abdir rahman'dan tahdîs etti
ki, Alî (R): Biz Peygamber'in yanında oturuyorduk, demiş ve geçen hadîsi
zikretmiştir.
*Bîz de ona en kolay
olanı kolaylaştıracağız (Âyet: 6-7).
470-.......
Bize Şu'be,
— "Sizden hiçbir kimse müstesna olmamak
üzere, muhakkak ateşten yâhud cennetten oturacağı yer yazılmıştır"
buyurdu.
Sahâbîler:
— Yâ Rasûlallah! Öyle
ise bizler bu yazımıza dayanmayalım mı (Amelin fâidesi nedir)? dediler.
Rasûlullah (S):
— "Sizler amel
edip çalışın. Çünkü herkes niçin yaratıldıysa, o şey kendisine
kolaylaştırılmıştır" buyurdu ve "Kim verir ve sakınırsa, o en güzeli
de tasdik ederse, biz de onu en kolaya hazırlayacağız..."
âyetlerini okudu.
471-.......Bize
Vekî' ibn Cerrah, el-A'meş'ten; o daSa'd ibn Ubeyde'den; o da Ebû
Abdirrahmân'dan tahdîs etti ki, Alî aleyhi's-selâm şöyle demiştir: Bizler
Peygamber'in yanında oturuyorduk.
— "Sizden hiçbir kimse müstesna olmamak
üzere muhakkak cennetten oturacağı yer ve ateşten oturacağı yer
yazılmıştır" buyurdu.
Biz de:
— Yâ Rasûlallah!
Öyleyse bizler (çalışmayı bırakıp) bu yazıya dayanmayalım mı? dedik.
Rasûlullah (S):
— "Hayır (siz o yazıya dayanıp durmayın).
Siz çalışıp amel edin. Çünkü herkes (yaratıldığı şeye)
kolaylaştırılmıştır" buyurdu.
Bundan sonra da şu
âyetleri okudu: "Kim verir ve sakınırsa, o en güzeli de tasdik ederse, biz
de onu en kolaya hazırlayacağız. Amma kim cimrilik eder, kendisini ihtiyâcsız
görür ve o en güzeli yalan sayarsa, biz de onu o en güç olan için
hazırlayacağız" (Âyet: 5-10).
472-.......Alî
(R) şöyle demiştir: Bizler Bakfu'l-Garkad(mezar-
lığın)da bir cenazede
bulunduk. Rasûlullah (S) bizim yanımıza gelip oturdu. Biz de O'nun etrafına
oturduk. Rasûlullah'ın beraberinde bir deynek vardı. Rasûlullah başını eğdi,
düşünceli bir hâlde elindeki dey-nekle yere vurup dürtüştürmeğe, çizgiler ve
izler meydana getirmeğe başladı. Sonra:
— "Sizden hiçbir kimse ve yaratılmış
hiçbir nefis müstesna olmamak üzere, muhakkak cennetteki ve cehennemdeki yeri
yazılmış, takdir edilmiştir. Ve herkesin bedbaht ve bahtiyar olduğu muhakkak
yazılmıştır" buyurdu.
Bunun üzerine
sahâbîlerden bir adam:
— Yâ Rasûlallah! Öyle
ise bizler ameli terkedip bu yazımız üzerine dayanıp durmayalım mı (yânı
amelin fâidesi nedir)? dedi.
Rasûlullah (S):
— "Saadet ehlinden olan kimse, saadet
sahibinin ameline varıp ulaşacaktır. Bizlerden şekaavet ehlinden olan kimse de
şekaavet ehlinin ameline varıp ulaşacaktır" buyurdu ve şunu ilâve etti:
"Saadet ehli, saadet ehlinin ameline kolaylaştırılırlar, şekaavet ehline
gelince, onlar da şaktlik ehlinin ameline kolaylaştırılırlar".
Rasûlullah bundan
sonra "Kim verir ve sakınırsa ve o en güzeli de tasdik ederse...*'
âyetlerini okudu [812].
'Biz de onu, o en zor
olana hazırlayacağız'' (Âyet: 10).
473-.......
el-A'meş dedi ki: Ben Sa'd ibn Ubeyde'den işittim; o, Ebû Abdirrahmân
es-Sulemî'den tahdîs ediyordu ki, Alî (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) bir
cenazede idi. Eline birşey aldı da onunla yere dürtüp vurmaya, birtakım izler
meydana getirmeye başladı da:
— "Sizden hiçbir kimse müstesna olmamak
üzere, muhakkak ateşten olacak oturacağı yeri ve cennetten olan oturacağı yeri
yazılmıştır" buyurdu.
Sahâbîler:
— Yâ Rasûlallah!
Öyleyse bizler ameli terkedip de bu yazımız üzerine dayanıp durmayalım mı?
dediler.
Rasûlullah:
— "Sizler çalışıp amel ediniz. Çünkü
herkes ne için yaratılmış ise o kendisine kolaylaştırılmıştır: Saadet ehlinden
olan kimseye saadet ehlinin ameli kolaylaştırılır. Amma şakilik ehlinden olan
kimseye geline, ona da şekaavet ehlinin ameli kolaylaştırılır" buyurdu.
Bundan sonra şu
âyetleri okudu: "Kim verir ve sakınırsa, o en güzeli de tasdik ederse, biz
de onu en kolaya hazırlayacağız. Amma kim cimrilik eder, kendisim ihtiyâcsız
görür ve o en güzeli yalan sayarsa, biz de onu o en güç olan için
hazırlayacağız" [813].
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
Mucâhid:
"And olsun kuşluk
vaktine, sükûna vardığı dem geceye" (Âyet: ı-2>; buradaki
"Secâ", "İstevâ" (yânî "Dümdüz oldu")
ma'nâsınadır, dedi.
Mucâhid'den başkası
da: "Secâ", "Karanlık bastı", bir de "Sükûna
kavuştu" ma'nâsınadır; "5eraz, bir fakır olduğunu bilip de zengin
yapmadı mı?" (Âyet: 8); buradaki "Ailen", "Kendisine muhtaç
olanlar sahibi" (yânî "Kendisine muhtâc olanlar çok oldu ve fakır oldu")
ma'nâsınadır, demiştir.
'Rabb'in seni
terketmedi ve danlmadı" (Âyet: 3).
474-.......
Bize el-Esved ibn Kays tahdîs edip şöyle dedi: Ben Cundub ibn Sufyân (R)'den
işittim, şöyle dedi: Rasûlullah (S) rahatsızlandı da iki yâhud üç gece
kalkmadı. Bir kadın geldi ve:
— Yâ Muhammedi Ben
umarım ki, şeytânın seni bırakıp ter-ketmiş olsun! Görüyorum ki, iki yâhud üç
geceden beri sana yaklaşmadı, dedi.
Bunun üzerine Azîz ve
Celîl Allah: "And olsun kuşluk vaktine, sükûna vardığı dem geceye ki, Rabb
*in seni terketmedi ve danlmadı'' sûresini indirdi [814].
"Rabb'in seni
terketmedi ve danlmadı". Buradaki "Mâ veddeake" fiili şeddeli
de, şeddesiz de okunur; ikisi de bir ma'nâyadır: "Rabb'in seni
terketmedi" demektir.
İbn Abbâs da: "Mâ
veddeake", "Seni terketmedi"; "Mâ kala", "Seni
buğz etmedi" ma'nâsınadır, demiştir.
475-.......Buradaki
senedde el-Esved ibn Kay s şöyle demiştir:
Ben Cundub el
Becelî'den işittim (şöyle diyordu): Bir kadın:
— Yâ Rasûlaİlah!
Sahibinin (yânı Cibrîl'in) muhakkak sana gelmekte yavaşlayıp geciktiğini
zannediyorum, dedi.
Bunun üzerine
"Rabb*in seni terketmedi ve danlmadı" sûresi indi [815].
Rahman ve Rahtm olan
Allah'ın ismiyle
"Göğsünü senin
için açıp genişletmedik mi? Senden yükünü de indirmedik mi? Ki o senin sırtına
ağır gelmişti. Senin nâmını da yükselttik. Demek hakîkaten güçlükle beraber bir
kolaylık var. Muhakkak güçlükle beraber bir kolaylık var" (Âyet: ı-6).
Mucâhid:
"Vizrake", "Câhiliyet'te olan yükünü"; "Enkada",
"Senin sırtına ağır basmıştı" manasınadır, dedi [816].
"Güçlükle beraber
bir kolaylık var" âyeti hakkında Sufyân ibn Uyeyne şöyle demiştir: Yânı bu
"Aynı zorluğun beraberinde diğer bir kolaylık var" ma'nâsmadır. Bu
ifâde, Yüce Allah'ın "De ki: Siz bizde iki güzelliğin birinden başkasını
mı gözetliyorsunuz?"
(et-Tevbe: 52) kavli
gibidir (yânı mü'minler için birden fazla güzellik sabit olduğu gibi, birden
fazla kolaylık da
sabit olur).
"Bir zorluk da
iki kolaylığı asla yenemez" [817].
"O hâlde boş kaldın mı hemen yorul. Ve (her işinde) ancak Rabb'ine
sarıl" (Âyet: 7-8).
Mucâhid: "Fensab
", "(Farzı bitirdiğinde) ihtiyâcın hususunda yine Rabb'in yolunda
yorul" ma'nâsmadır, demiştir [818].
İbn Abbâs'tan
zikrolunuyor ki, o: "Biz senin göğsünü açmadık mı?" kavli hakkında:
Allah onun göğsünü İslâm için açıp genişletti, demiştir [819].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
"And olsun
incire, zeytine, Sına Dağı'na ve şu emîn beldeye ki, biz hakikat insanı en
güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik" (Âyet: 1-5).
Mucâhid şöyle
demiştir: Buradaki "İncir" ve "Zeytin", insanların yemekte
bulunduğu şeylerdir [820].
"O hâlde hangi
şey sana dini yalan saydırabilir?" (Âyet: 7) kavli hakkında:
"İnsanların amelleri mukaabilinde
cezaya
uğratılacaklarını sana yalandır dedirtip yalan saydıracak olan şey nedir?"
ma'nâsınadır, deniliyor.
Sanki bu:" (Bunca
delillerden sonra) sevabı ve ikaabı sana yalan saydırmaya kimin gücü
yeter?" demiş gibidir [821].
476-.......Adiyy
ibn Sabit haber verip şöyle demiştir: Ben el- Berâ(ibn Âzib -R)'dan işittim:
Peygamber (S) bir seferde idi, yatsı namazında iki rek'atin birinde
"Ve't-tîni ve'z-zeytûni" sûresini okudu (dedi) [822].
Mucâhid:
"AhsenuH-takvîm", "En güzel yaratma"dır, demiştir.
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle Kuteybe ibnu Saîd şöyle dedi: Bize Hammâd ibnu
Zeyd, Yahyâ'bnu
Atîk'ten tahdîs etti ki, el-Hasenu'I- Basrî: İmâmın evvelinde (yânı Kur'ân'ın
evveli olan Fâtiha'nın başında) "BismillâhVr-rahmânVr-rahîm"i yaz,
bundan sonraki her iki sûre arasına da bir çizgi çek, demiştir [823].
Eğer vazgeçmezse andolsun onu alnından tutup sürükleriz,
yalancı günahkâr alnından. O vakit meclisini da'vet etsin dursun! Biz de
zebanileri çağırırız" (Âyet: 15-18).
Mucâhid: Buradaki
"Nâdiyehu", "Aşiretini"; "ez-Zebâniyetu",
"Melekleri" ma'nâsınadır, demiştir.
Ma'mer ibn Müsennâ:
"Şübhesiz dönüş ancak Rabb'inedir" (Âyet. 8)dek\
"er-Ruc'â", "Merci"* (yânî "Dönüş") ma'nâsınadır;
"Le-nesfean", "Le-ne'huzen" (yânî "Elbette onu
yakalarız") ma'nâsınadır. Hafif nûn, yânî şeddesiz nûn ile
"Le-nesfean", "Elinden yakaladım" ma'nâsına olan
"Seaftu bi-yedîhî"dendir.
(Bu, geçen bâbdan bir
fasıl gibidir.)
Besmele hakkındaki
araştırma el-Fâtiha'nın başında da geçmişti.
477-.......Ebû
S
— Oku! dedi. Rasûlullah:
— Ben okuyucu değilim" diye cevâb verdi.
Rasûlullah buyurdu ki:
— "O zaman melek beni alıp takatim kesilinceye
kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine 'Okul' dedi. Ben de ona: Ben okuyucu
değilim, dedim. Yine beni alıp ikinci defa takatim kesilinceye kadar
sıkıştırdı. Sonra beni salıverip yine 'Oku!' dedi. Ben de: Okuyucu değilim,
dedim. Beni üçüncü kerre tuttu ve yine takatim kesilinceye kadar sıkıştırdı.
Sonra beni bıraktı da: 'Yaratan Rabb 'inin adiyle oku! O, insanı bir kan
pıhtısından yarattı. Oku! Rabb 'in nihayetsiz kerem sahibidir. Ki o, kalemle
öğretendir. İnsana bilmediğini O öğretti' (Âyet; 1-5) âyetlerini söyledi."
Bunun üzerine
Rasûlullah, bu âyetleri alarak, korkudan vücûdunun etleri titreye titreye
döndü ve Hadîce'nin yanına girdi de:
— "Beni sarıp örtün, beni sarıp
örtün" dedi.
Korkusu gidinceye
kadar kendisini sarıp örttüler. Sonra Rasûlullah, Hadîce'ye:
— "Ey Hadîcel Bana ne oluyor ki? And olsun
ben kendimden korktum" dedi ve vukû'a gelen haberi Hadîce'ye haber verdi.
Hadîce de ona:
— Öyle deme, sevin,
Allah'a yemîn ederim ki, Allah Seni hiçbir vakit utandırmaz. Yine Allah'a yemîn
ediyorum, çünkü Sen hısımlara iyilik ekler durursun, sözü dosdoğru söylersin,
işini görmekten âciz olanların ağırlığını yüklenirsin, fakîre verir, kimsenin
kazandirama-yacağını kazandırırsın, konuğa yemek yedirir ağırlarsın, hakk
yolunda meydana gelen hâdiseler ve mühim işlerde halka yardım edersin, dedi.
Bundan sonra Hadîce,
Rasûlullah'ı birlikte alıp, O'nu babasının erkek kardeşinin, yânî Hadîce'nin
amcasının oğlu olan Varaka ibnu Nevfel'e götürdü. Bu zât Câhiliyet zamanında
Hristiyan Dîni'-ne girmiş bir kimse olup, Arabça yazı yazabilir ve İncil'den de
Allah'ın yazmasını dilediği mikdârda bâzı şeyleri Arabça yazardı. Varaka
gözleri görmez olmuş yaşlı büyük bir şeyh idi. Hadîce, Varaka'ya:
— Ey amca! Kardeşinin
oğlundan dinle bak, ne söylüyor! dedi. Varaka:
— Ey kardeşimin oğlu!
Ne görüyorsun? deyince, Peygamber gördüğü şeyleri kendisine haber verdi.
Bunun üzerine Varaka:
— Bu gördüğün, Mûsâ
Peygamber üzerine indirilmiş olan Nâ-mûs'tur (yânî vahy meleğidir). Âh keski
Sen'in da'vet günlerinde genç olaydım. Kavmin Sen'i çıkaracakları zaman keski
hayâtta olsaydım! dedi, ve bir cümle daha zikretti [824].
Rasûlullah:
— "Onlar beni çıkaracaklar mı ki?"
diye sordu. Varaka da:
— Evet, (çünkü) Sen'in
gibi birşey getirmiş (yânî vahy tebliğ etmiş) bir kimse, muhakkak eziyete
uğratılmıştır. Eğer Sen'in da'vet gününe diri olarak yetişirsem, Sana son
derecede yardım ederim, cevâbını verdi.
Bundan sonra çok
geçmedi, Varaka vefat etti. O esnada bir vahy fetreti oldu (yânî bir müddet
için vahy kesikliğe uğradı). Rasûlullah bundan hüzünlendi [825].
Muhammed ibn Şihâb
şöyle dedi: Bana Ebû Seleme Abdurrah-mân ibn Avf haber verdi ki, Câbir ibn
Abdillah el-Ensârî (R) de -geçen hadîsi rivayet edip- şöyle demiştir:
Rasûlullah vahy fetretinden bahsederken sözü arasında şöyle buyurdu:
— "Ben (bir gün) yürürken birdenbire
gökyüzü tarafından bir ses işittim. Gözümü kaldırdım, bir de baktım ki, Hırâ'da
bana gelen melek (yânî Cibril aleyhi's-selâm) gök ile yer arasında bir
kürsîüze-_ rinde oturmuş. Ben bundan çok korktum ve hemen (evime) dönüp: Beni
örtün, beni örtün, dedim. Beni disâr demlen örtü ile sarıp örttüler. Akabinde
Yüce Allah: Ey bürünüp sarınan! Kalk artık korkut, Rabb'inin büyüklüğünü Vlân
ett elbiselerini temizle, pisliği -azâbı-terkeyle... " el-Müddessir
âyetlerini indirdi".
Ebû Seleme: Buradaki
"er-Ric", Câhiliyet ehlinin ibâdet ede-geldikleri vesenler,
putlardır, dedi.
Câbir: Bundan sonra
vahy kesilmeyip arka arkaya devam edip durdu, dedi [826].
478-.......
Bize el-Leys, Ukayl'den; o da İbn Şihâb'dan; o da Urve'den tahdîs etti ki, Âİşe
(R) şöyle demiştir: Rasûlullah'a vahyin ilk başlangıcı sâlih rü'yâdır. Sonra
O'na melek geldi de: "Yaratan Rabb 'inin adiyle oku! O insanı bir kan
pıhtısından yarattı. Oku! Rabb 'in nihayetsiz kerem sahibidir. Ki O, kalemle
öğretendir. İnsana bilmediğini O öğretti** âyetlerini söyledi.
479-.......Buradaki
iki senedde yine Âişe(R)'den: Rasûlullah'a vahyin ilk başlangıcı sâdık rü'yâ
(görmekle) olmuştur. O'na melek geldi de: "Yaratan Rabb Hnin adiyle oku! O
insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabb 'in nihayetsiz kerem sahibidir.
Ki O, kalemle öğretendir. İnsana bilmediğim O öğretti" âyetlerini
söyledi.
'O, kalemle öğretendir
480-.......İbn
Şihâb dedi ki: Ben Urve'den işittim. Âişe(R): Sonra, Peygamber (S) Hadîce'ye
döndü de:
— "Beni örtün,
beni örtün" dedi şeklinde söyleyip, yukarıda geçen hadîsi zikretmiştir [827].
'Sakınsın o. Eğer (küfürden)
vazgeçmezse, and olsun onu alnından tutup sürükleriz. Yalancı, günahkâr
alnından!" (Âyet: 15-16).
481-.......Bize
Abdurrazzâk, Ma'mer ibn Râşid'den; o da Abdulkerîm el-Cezerî'den; o da
îkrime'den tahdîs etti ki, İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Bir gün Ebû Cehil:
— Eğer Muhammed'i
Ka'be yanında namaz kılarken görürsem, muhakkak boynu üzerine ayağımla basıp
çiğneyeceğim, demişti.
Bu haber
Peygamber(S)'e ulaşınca:
— "Eğer Ebû Cehil bunu yapmaya
davransaydı, muhakkak onu melekler yakalayacaktı" buyurdu.
Bu hadîsi,
Ubeydullah'tan; o da Abdulkerîm'den rivayet etmekte Abdurrazzâk'a, Amr ibnu
Hâlid mutâbaat etmiştir [828]
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
"Gerçek biz onu
kadir gecesinde indirdik... " (Âyet: I) [829];
"O tan yeri
ağarıncaya kadar bir Selâm'dtr" (Âyet: 5).
Deniliyor ki, (lâm'ın
fethasıyle) "Matla"', mîmli masdar olup "Tulu"', yânî
"Doğuş"; lâm'ın kesresiyle ', "Fecrin kendisinden doğurulacağı yer", yânî mekân
ismidir. "Enzelnâhu "da
"Hu" zamîrindeki hâ, Kur'ân'dan kinayedir. "Enzelnâhu",
cem? yerinde, yânî cemf nûn'u ile gelmiştir. Hâlbuki "İndirici", tek olan
Allah'tır. Arab vahidin fiilini te'kîd eder de fiilin daha sabit ve daha
te'kîdli olması için, onu cemi* lafzıyle getirir [830].
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
"Kitâblılardan ve
müşriklerden küfredenler kendilerine apaçık bir hüccet, (yânı) içinde en doğru hükümler yazılı, temiz
sahîfeleri okuyacak Allah'tan bir rasûl gelinceye kadar (dînlerinden) ayrılacak
değillerdi" (Âyet: 1-3). Buradaki "Münfekkîn", "Üzerinde
bulundukları şeyden zail olup ayrılacak değillerdi" ma'nâsınadır [832].
"Hâlbuki onlar
Allah'a, O'nun dîninde ihlâs sahibi muvahhidler olarak ibâdet etmelerinden,
namazı dosdoğru kılmalarından, zekâtı vermelerinden başkasıyla
emrolunmamışlardı. En doğru dîn de bu idi"
(Âyet: 5);
buradaki
"Kayyime", "Kaaime" (yânî "Sabit ve ayakta duracak
olan ebedî dîn") ma'nâsmadır.
"Dînu'l-kayyime"
terkibinde Allah, dîni müennes olan bir şeye izafe etti [833].
482-...,...
Şu'be şöyle dedi: Ben Katâde'den işittim; o daEnes ibn Mâlik(R)'ten, ki
Peygamber (S) Ubeyy ibn Ka'b'a hitaben:
— "Şübhesiz Allah bana Lem yekûnVllezîne
kefeni sûresini sana karşı okumamı emir buyurdu" dedi.
Ubeyy, Peygamber'e:
— Allah benim ismimi
andı mı? diye sordu. Peygamber:
— "Evet andı" buyurunca, Ubeyy ağladı
[834].
483-.......Hemmâm
ibn Yahya, Katâde'den tahdîs etti ki, Enes (R) şöyle demiştir: Peygamber (S),
Ubeyy'e hitaben şöyle:
— "Allah bana sana karşı Kur'ân'ı okumamı
emretti" dedi.
Ubeyy:
— Allah benim ismimi Sana açıkça andı mı? diye
sordu. Peygamber:
— "Allah senin ismini bana açıkça
söyledi" buyurdu. Bunun üzerine Ubeyy ağlamağa başladı.
Katâde şöyle demiştir:
Bana haber verildi ki, Peygamber, Ubeyy'e karşı "Lem yekûnVllezîne kefem
min ehlVl-kitâbi" sûresini okumuştur.
484-.......Saîd
ibnu Ebî Arûbe, Katâde'den; o da Enes ibn Mâlik(R)'ten tahdîs etti ki,
Peygamber (S) Ubeyy ibn Ka'b'a:
— "Allah bana Kur'ân'ı sana okumamı emir
buyurdu" dedi. Ubeyy:
— Allah benim ismimi Sana söyledi mi? dedi.
Peygamber:
— "Evet (söyledi)" buyurdu. Ubeyy:
— Ben Âlemlerin Rabbi
katında anılmış mı oldum? dedi. Peygamber:
— "Evet" deyince, Ubeyy'in iki gözü
yaş akıttı [835].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
"Kim zerre
ağırlığınca bir hayır yapıyor idiyse onu görecek" (Âyet: 7).
'Evhâ lehâ",
"Evhâ ileyhâ", "Vaha lehâ" ve "Vaha ileyhâ"
ma'nâda birdir, deniliyor [836].
485-.......Bize
Mâlik, Zeyd ibn Eslem'den; o da Ebû S
— "Atlar şu üç kimseye âid olur: Bir kimse
için ecirdir, bir kimse için ihtiyâcına bir perdedir, bir kimse üzerine de bir
günâhtır. At kendisi için ecir ve sevâb olan kimseye gelince, o atını Allah
yolunda (cihâd için) bağlamıştır, atın bağım da bol otlu geniş bir sahada veya
çayırlıkta uzatmıştır. Bu bol otlu sahadan veya çayırlıktan atın bu uzun ipinde
iken yediği her ot, sahibi için birer hasenedir, iyiliktir. Hele bir de atın
ipi kopsa da şahlanarak bir veya iki yükseklik -yâhud bir iki mil kadar- neşât
ile koşsa, yerde tırnaklarının bıraktığı izleri ve onun gübreleri de sahibi
için haseneler olur. Bir de hayvan bu arada bir nehre uğrayıp da ondan içerse
-sahibi sulamak istememiş olsa bile- bu su da sahibi için haseneler, iyilikler
olur. İşte cihâd için bağlanan bu gaza atı, sahibi için büyük bir ecirdir.
Bir kimse de atını
halka muhtaç olmamak, iffetini korumak için bağlar da sonra bu kimse gerek
hayvanların üzerindeki Allah hakkını, gerek arkalarına takatlerinden fazla
yüklememeyi unutmazsa, bu at da o kimse için (fakirliğe karşı) bir perdedir.
Bir kimse de atını
öğünmek için, gösteriş için ve müslümânlara düşmanlık için bağlarsa, bu hayvan
da onun üzerine büyük bir vizrdir".
Rasûlullah'a
merkeblerden soruldu da, O:
— "Onlar hakkında Allah bana her hükmü
toplayıcı bir vecize olan şu âyetten başka birşey indirmedi: Her kim zerre
ağırlığınca bir hayır yapıyor idiyse onu görecek; kim de zerre ağırlığınca bir
şerr yapıyor idiyse onu görecek (Âyet: 7-8)" [837].
'Kim de zerre
ağırlığınca şerr yapıyor idiyse onu görecek" (Âyet: 8)
486-.......İbnu
Vehb şöyle dedi: Bana Mâlik, Zeyd ibn Eslem'den; o da Ebû S
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
Mucâhid şöyle
demiştir:
"Muhakkak insan,
Rabb'ine karşı çok nankördür" (Âyet: 7); buradaki "el-Kenûd",
"el-Kefûr" (yânı "Çok nankör") ma'nâsmadır. Şöyle
deniliyor:
"Fe-eserne bihi
nak'an", "Derken orada bir toz yükseltenlere" ma'nâsmadır.
"Li-hubbVl-hayri", "Mal
sevgisinden
dolayı"; "Le-şedîdun'\ "Pek cimridir"ma'nâsmadır. Ve cimri
kişi için "Şedîd" ta'bîri söylenir.
"Göğüslerde ne
varsa onlar da derlenip toparlandığı zaman" (Âyet: ıo); buradaki
"Hııssıle", "Ayrılıp seçildiği zaman" ma'nâsmadır.
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
"O gün insanlar
yaygın pervaneler gibi olacak. Dağlar atılmış renkli yünler gibi olacak"
(Âyet: 4-5); buradaki
"KeH-ferâşVl-mebsûs",
"Birbiri üzerine binen çekirge dalgaları gibi" demektir. İnsanlar
işte bunun gibi o gün bâzıları bâzıları içinde dolaşır durur.
"Ke'l-ihni'l- menfûşi", "Renkli yünlerin didilmişleri
gibi".
Abdullah ibn Mes'ûd bu
"KeH-ihni" lafzını "Ke's-sûfi* şeklinde okudu.
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
"Sizi çoklukla
bobürleniş oyaladı, tâ kabirleri ziyaret edişinize kadar77 (Âyet: 1-2);
İbn Abbâs:
'et-Tekâsur'% mallarda
ve çocuklarda yapılan çokluk yarışıdır, demiştir [841].
Rahman ve Rahîm olan
Allah 'in ismiyle
"And olsun asra
ki, muhakkak insan kesin bir ziyandadır. Ancak îmân edenlerle güzel güzel
amellerde bulunanlar, bir de birbirine hakkı tavsiye ve sabrı tavsiye edenler
böyle değildir" (Âyet: 1-3).
Yahya ibn Ziyâd
el-Ferrâ:
"el-Asr",
"ed-Dehr"dır (yânî, âlemin başlangıcından son bulmasına kadar olan
müddettir); -acibeleri ve ibretleri şâmil bulunması sebebiyle- Allah bununla yemîn
etti, demiştir [842].
Rahman ve Rahtm olan
Allah'ın ismiyle
"Arkadan
çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi ve ayıplamayı âdet edinen her kişinin vay
hâline! Ki o, malı yığıp tekrar tekrar sayandır. Malı hakîkaten kendisine ebedî
hayât vereceğini sanır o. Hayır. O, and olsun Hutame'ye atılacak. O Hutamefnin
neydiğini sana bildiren ne? O, Allah'ın tutuşturulmuş bir ateşidir ki, tırmanıp
yüreklerin tâ üstüne çıkacaktır" (Âyet: ı-7).]
Buradaki
"el-Hutame", "Sekar" (el-Kamer: 48; el-Müddessir: 26-27) ve
"Lazâ" (el-Leyl: 14; el-Maâric: 15)
gibi "AteşMin
ismidir [843].
Rahman ve Rahim olan
Allah 'in ismiyle
"Rabbanin fil
sahihlerini nasıl ettiğini görmedin mi?
O, bunların kötü
plânlarını boşa çıkarmadı mı? O bunların üzerlerine sürü sürü kuşlar göndermedi
mi? Ki bunlar onlara pişkin tuğladan taşlar atıyorlardı. Derken onları yenik
ekin yaprağı gibi yapıverdi" (Âyet: 1-5).]
Mucâhid: Buradaki
"Elem tere", "Elem ta*lem" (yânî "Bilmedin mi?")
ma'nâsınadır demiştir. Yine Mucâhid:
Buradaki
"Ebabil", "Alay alay, bölük bölük, birbiri ardınca, katar katar,
toplu toplu kuş sürüleri" ma'nâsınadır demiştir [844].
İbn Abbâs:
'Minsiccîl",
"Senk" ile "Kil" kelimelerindendir, demiştir [845].
Rahman ve Rahîm olan
Allah ‘ın ismiyle
"KureyşH emniyet
ve selâmete, kış ve yaz kendilerini seyr ve seferde esenliğe kavuşturduğundan
dolayı, şu
BeyVin Rabb'ine ibâdet
etsinler; onları açlıktan doyuran, kendilerine korkudan emînlik verendir O*'
(Âyet: 1-4).
Mucâhid:
"Li-iylâfi
Kureyşin", "Kureyş öteden beri bu yolculuklara ülfet edip alıştılar
da artık kışta ve yazda yaptıkları bu seferler kendilerine meşakkat
olmuyordu" demektir.
“Ve âmenehum",
"Allah onları kendi haremleri içinde her bir düşmanlarından emîn
kıldı" ma'nâsınadır, demiştir [846].
Sufyân ibn Uyeyne:
"Li-iylâfi", "Kureyş üzerindeki ni'metlerim sebebiyle
alıştırılmasından dolayı" ma'nâsınadır, demiştir [847].
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
"Dîni yalan sayam
gördün mü? İşte yetimi şiddetle iten, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur. İşte
(bu vasıflarla beraber) namaz kılanların vay hâline ki, onlar namazlarından
gafildirler, onlar gösterişçilerin tâ kendileridirler. Onlar zekâtı da men'
ederler" (Âyet: ı-7).]
Mucâhid şöyle
demiştir:
Buradaki
"Yedu'u'l-yetime", "Yetimi hakkından şiddetle def eder,
iter" ma'nâsınadır. Bu ta'bîrin
"İttim"
dernek olan "DaaVdan olduğu söylenir;
"O gün onlar
cehennem ateşine itilip kakılırlar" (et-ra: 13) kavlindeki
"Yuda'ûne" de "İtilip kakılırlar" m a'n asmadır.
"Onlar
namazlarında sehvediddirler, yanılıcıdırlar",
"Oyalama,
eğlenicidirler -namazın ehemmiyetinden gaflet edip onu gereği gibi ciddî
kılmayanlardır-*' ma'nâsınadır. ma'rûf olan iyilik cinsinin hepsidir.
Arablar'ın bâzısı: "el-Mâûn", "Su"dur, demiştir.
İkrime de:
"Afâw/i"un en yükseği, farz kılınmış olan zekâttır. En aşağısı ise
faydalanılacak şeyleri âriyeten vermektir, demiştir [849].
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
"Biz verdik sana
hakikatte Kevser. Sen de Rabb'in için namaz kıl, kurbân da kesiver. Doğrusu
sana buğz edendir ebter" (Âyet: ı-3).[850]
İbn Abbâs:
"Şânieke",
"Aduvveke" (yânî "Sana düşmanlık eden") m a'n âşinâdır,
demiştir.
487-.......Katâde
tahdîs etti ki, Enes (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) semâya yükseltildiği
zaman (gördüklerini) anlatırken şöyle buyurmuştur: "Ben bir ırmak üzerine
götürüldüm. Onun iki taraf sahili, içleri boşaltılmış olarak hâlis inci
kubbelerdi.
— Yâ Cibril, bu nedir? diye sordum. O da:
— İşte bu Kevser'dir! diye cevâb verdi" [851]
488-.......
İsrâîl ibn Yûnus, Ebû İshâk'tan; o da Ebû Ubeyde (Âmir ibn Abdillah ibn
Mes'ûd)dan; o da Âişe(R)'den tahdîs etmiştir. Ebû Ubeyde: Ben, Yüce Allah'ın
"Biz hakikatte sana Kevser'i verdik" kavlinden sordum. Âişe:
— Kevser muazzam bir
ırmaktır ki, Peygamberiniz(S)e bahşedilmiştir. Onun iki taraf sahili üzeri,
içi boşaltılmış hâlis incidir. Bu ırmağın bardakları yıldızlar sayısmcadır,
dedi.
Bu hadîsi Zekeriyyâ
ibnu Ebî Zaide, Ebu'I-Ahvas ve Mutarrıf da Ebû İshâk'tan rivayet etmişlerdir.
489-.......Bize
Ebû Bişr, Saîd ibn Cubeyr'den tahdîs etti ki, İbn Abbâs (R) Kevser hakkında: O
da Allah'ın Peygamber'ine vermiş olduğu hayırdır, demiştir.
Ebû Bişr dedi ki: Ben,
Saîd ibn Cubeyr'e:
— İnsanlar Kevser'in
cennette bir ırmak olduğunu söylüyorlar, dedim.
Bunun üzerine Saîd
ibnu Cubeyr:
— Cennette bulunan o
nehir de Allah'ın kendi Peygamber'ine vermiş olduğu hayırdandır, dedi [852]
Rahman ve Rahim olan
Allah *m ismiyle
"Deki:
Ey kâfirler, tapmam
sizin taptığınıza Siz ki tapmıyorsunuz benim taptığıma Ben de tapıcı değilim
sizin taptığınıza Size dîniniz, bana dînim " (Âyet: i-ğ)
(-Mehmed Akif-) [853]
Burada "Sizin
dîniniz size", yânî "Küfr size"; "Benim dînim de
bana", yânî "İslâm dîni de bana"dır,
Duyuruluyor. Yüce
Allah burada "Dînî" şeklinde asliyle söylemedi. Çünkü bundan önceki
âyetlerin sonları hep nûn harfiyledir. Âyet sonlarının birbirine uygun olması
için "Dînf'nin sonundaki yâ zamîri hazf edilmiştir. Nitekim şu âyetlerde
de "Yehdîn" ve
"Yeşfîn"
şeklinde böyle yâ zamîrini hazf ile söylemiştir:
"(O Rabb) ki beni
yaratan ve bana doğru yolu gösterendir. Bana yediren, bana içiren O'dur. hastalandığım
zaman bana şifâ veren O'dur. Beni öldürecek, sonra beni diriltecek olan O dur"
(eş-Şuarâ: 78-81).
Başkası da (yânî
Ferrâ'dan başkası da) şöyle dedi: Ben, şimdi sizin ibâdet etmekte bulunduğunuz
şeylere ibâdet etmem. Ömrümden kalan süre içinde de tapmakta olduklarınıza
tapmam için yaptığınız çağrıda da sizlere icabet etmem. Sizler benim ibâdet
etmekte olduğuma ibâdet ediciler değilsiniz. Onlar öyle kimselerdir ki, Allah
onlar hakkında şöyle buyurmuştur:
“... And olsun sana
Rabb'inden indirilen (bu Kur'ân) onlardan birçoğunun taşkınlığını ve
gâvurluğunu artıracaktır. O hâlde o kâfirler güruhuna karşı gamlanma"
(ei-Mâide: 68) [854]
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
"Allah'ın nusratı
ve fetih gelince, sen de insanların fevc fevc Allah'ın dînine gireceklerini
görünce, hemen
Rabb 'ini hamd ile
teşbih et, O 'nun mağfiretini iste. Şübhesiz ki, O tevbeleri çok kabul
edendir" (Âyet: ı-3).[855]
490-.......Âişe
(R) şöyle demiştir: Peygamber (S) kendisine "İzâ câe nasrullâhi ve H-fethu
*" indikten sonra kıldığı her namazda muhakkak "Subhâneke Rabbena ve
bi-hamdike, Allâhumme'ğfir /?" derdi.
491-.......Âişe
(R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) rukû'unda ve sucûdunda
"Subhâneke'ttâhumme Rabbena ve bi-hamdike, Allâhumme'ğfir IV sözlerini
söylemeyi çok yapar olmuştu. Rasûlullah bunu çok söylemekle * (Rabb 'ini hamd
ile teşbih et ve O yndan mağfiret iste''
âyetindeki Kur'ân
emrini yerine getiriyor, onunla amel ediyordu [856].
'Sen de insanların
fevc fevc Allah'ın dînine gireceklerini görünce" (Âyet: 2).
492-.......
Bize Abdullah ibni Ebî Şeybe tahdîs etti. Bize Abdurrahmân ibn Mehdî, Sufyân
es-Sevrî'den; o da Habîb ibnu Ebî Sâ-bit'ten; o da Saîd ibn Cubeyr'den; o da
İbn Abbâs'tan tahdîs etti. Umer (R) Bedir ihtiyarlarına, Yüce Allah'ın ftîzâ
câe nasrullâhi ve'l-fethu" kavlinden sordum. Onlar:
— Bu, şehirlerin ve
sarayların fethidir, dediler. Umer:
— Sen ne dersin ey
Abbâs oğlu? diye sordu. Ben İbn Abbâs da:
— Bu, Rasûlullah'm
ecelidir -yâhud: Muhammed için beyân edilmiş bir meseldir- ki, bununla
nefsinin vefat edeceği kendisine bildirildi, dedi [857].
"Sen de hemen
Rabb'ini hamd ile tesbîh et ve O'nun mağfiretini iste. Şübhesiz ki O, tevbeleri
çok kabul edendir" (Âyet: 3).
Allah, kullara
mağfiret ve tevbe kabul etmeğe çok dönücü demektir. İnsanlardan olan
"Tevvâb" ise,
"İşlemiş olduğu
günâhtan çok tevbe edici ma'nâsınadır.
493-.......Ebû
Avâne, Ebû Bişr'den; o da Saîd ibn Cubeyr'den tahdîs etti ki, İbn Abbâs (R)
şöyle demiştir: Umer beni Bedir ihtiyâr-Iarıyle beraber kendi meclisine
girdirirdi. Buna bâzısı içerlemiş gibi:
— Bunu niçin bizimle
beraber alıyorsun? Bizim onun kadar oğullarımız var? demişler.
Umer de:
— O bildiğiniz sebebden (yânî o, sizin de
bildiğiniz ilim sahibi kimselerden olduğu için meclisime alıyorum), demiş.
Günün birinde Umer,
İbn Abbâs'ı yine çağırdı da, Bedir ihti-yârlarıyle beraber meclisine girdirdi.
Sonra anladım ki, o gün Umer beni onlara göstermek için çağırmış.
Umer:
— Yüce Allah' in '
'Izâ câe nasrullâhi ve 1-fethu'' kavli hakkında ne dersiniz? diye sordu.
Bâzıları:
— Bize nusrat ve fetih verildiği zaman Allah'a
hamd etmemiz ve mağfiret dilememiz emrolundu, dediler.
Bâzıları da sükût
etti, birşey söylemedi. Umer bana:
— Sen de mi böyle söylüyorsun ey Abbâs oğlu?
dedi. Ben:
— Hayır, dedim.
— Ya ne diyorsun? dedi. Ben:
— O, Rasülullah'ın ecelidir. Allah bunu
kendisine bildirdi de: "Allah 'in nusratı ve fetih geldiği zaman ",
işte bu Sen'in ecelinin alâmetidir. "Artık Rabb Hne hamd ile tesbîh et ve
O'ndan mağfiret iste. Şübhesiz ki O, tevbeleri çok kabul edendir" buyurdu,
dedim.
Umer de:
— Benim bilmekte
olduğum da ancak senin söylemekte olduğun şeydir, dedi [858].
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
"Ebû LehebHn iki
eli kurusun, kendisi de kurudu" (Âyet: 1).
"Fir'avn'ın
düzeni başka değil, ancak hüsranda idi"
(ei-Mümin: 37>;
buradaki "Tebâb", "HüsrârTdır.
"Onlara biz
zulmetmedik, fakat onlar kendi nefislerine zulmettiler. Binâenaleyh Allah'ı
bırakıp taptıkları (yalancı) tanrılar, Rabb Herinin (azâb) emri geldiği zaman,
onlara hiçbir fâide vermedi, ziyanlarını artırmaktan başka birşey yapmadı"
<Hûd: ıoı>; buradaki "Tetbtb", "Tedmîr" (yânî
"Yok etmek, helak etmek") manasınadır [859].
494-.......İbn
Abbâs (R) şöyle demiştir: "En yakın hısımlarını (ve onlardan ihlâsa
erdirilen cemâatini) inzâr et" (eş-şuarâ: 214) âyeti inince, Rasûlullah
(S) çıkıp Safâ'ya yükseldi ve:
— "Yâ sabâhâh! -Ey Kureyşt Buraya geliniz!
Büyük bir iş karşısında bulunuyorsunuz!-" diye nida etmişti.
Kureyş:
— Bu kimdir? dediler de Peygamber'in yanma
toplandılar.
Peygamber onlara:
— "Ne dersiniz? Ben size 'Şu dağın
arkasından birtakım atlar çıkacak' diye haber versem, sizler beni doğrular
mısınız?" buyurdu.
— Biz sende bir yalan tecrübe etmedik, dediler.
Peygamber (S):
— "Öyleyse ben sizlere şiddetli bir azabın
önünde bir uyanayım " buyurdu.
Ebû Leheb:
— Yazık sana! Bizi
buraya bunun için mi topladın! dedi, sonra kalktı.
Bunun üzerine
"Tebbet yedâ EbîLehebin ve tebbe kad tebbe" sûresi indi.
el-A'meş o gün bu
âyeti bu şekilde okumuştur [860].
'Ona ne malı, ne
kazandığı faide vermedi (Âyet: 2)
495-.......el-A'meş,
Artır ibnu Murre'den; o da Saîd ibnu Cubeyr'den; o da İbn Abbâs(S)'tan şöyle
tahdîs etti: Peygamber (S) Mekke içindeki Bathâ'ya, seyl yerine doğru çıktı ve
oradaki tepeye (yânî Safa Tepesi'ne) yükseldi. Akabinde:
— "Yâ sabâhâh!
-Ey Kureyş! Buraya geliniz! Büyük bir iş karşısında bulunuyorsunuz!-"
diye seslendi.
Bunun üzerine Kureyş,
Peygamber'in yanına toplandılar. Peygamber:
— "Re'y edip düşündünüz mü? Eğer ben size,
düşman sizi ya sabah baskınına yâhud akşam baskınına uğratacaktır diye
söylesem, beni doğrular, tasdik eder misiniz?" diye sordu.
Kureyş:
— Evet (doğrular, tasdîk ederiz), dediler.
Peygamber:
— "Öyle ise ben sizi şiddetli bir azabın
önünde bir korkutucu, bir uyarıcıyım" dedi.
Bu söz üzerine Ebû
Leheb:
— Bizi bunun için mi topladın? Yazık sana!
dedi. Akabinde Azîz ve Celîl Allah: "Ebû Leheb *in iki eli
kurusun.,." sûresini sonuna kadar indirdi [861].
"O alevli bir
ateşe girecek" (Âyet: 3).
496-.......el-A'meş
tahdîs edip şöyle demiştir: Bana Amr ibnu Murre, Saîd ibn Cubeyr'den; o da İbn
Abbâs(R)'tan tahdîs etti ki, Ebû Leheb:
— Yûh sana! Bizleri
bunun için mi topladın? demiş, bunun üzerine "Ebû Leheb yin iki eli
kurudu... " sûresi inmiştir [862].
"Karısı da, odun
hammâlı olarak". Mucâhid: "Odun hammâlı olarak", "Koğucu,
ötekine berikine söz götüren fesâdcı kadın" ma'nâsınadır, demiştir.
"Boynunda
bükülmüş bir ip de olduğu hâlde" (Âyet: 4-5).
"Mesed",
Mukl ağacının lifinden bükülmüş ipe denilir. O da (âhirette) ateşte takılacak
olan zincirdir [863].
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
"De ki: O
Allah'tır, bir tektir. O Allah'tır, sameddir,
O doğurmamıştır ve
doğurulmamıştır. Hiçbirşey O'nun dengi değildir" (Âyet: ı-4) [864]
"Vâhid"
ma'nâsına olan "Ahad" lafzı, ulamada tenvînlenmez, deniliyor.
497-.......
Bize Ebu'z-Zinâd, el-A'rec'den; o da Ebû Hureyre(R)'den tahdîs etti ki,
Peygamber (S) şöyle demiştir: "Yüce Allah şöyle buyurdu: Âdem oğlu beni
yalanladı, hâlbuki beni yalanlamak ona yakışmazdı. Bâzısı da bana sövdü,
hâlbuki bana sövmek ona yakışmazdı. Âdem oğlunun beni yalanlamasına gelince:
Beni ilk defa yarattığı gibi, Allah beni öldükten sonra tekrar yaratamaz
sözüdür. Hâlbuki ilk yaratma, benim üzerime ikinci defa yaratmaktan daha
kolaydır. Âdemoğlunun bana sövmesine gelince: Allah bir çocuk edindi sözüdür.
Hâlbuki ben ahadım, samedim, doğurmadım ve doğurul-madım ve hiçbir kimse benim
dengim olmamıştır" [865].
Arablar, şeriflerine
"Samed" ismi verirler. Ebû Vâil: O, efendiliği kendisinde son bulan
seyyiddir, demiştir [866].
498-.......
Bize Ma'mer ibn Râşid, Hemmâm ibn Münebbih'ten haber verdi ki, Ebû Hureyre (R)
şöyle demiştir: Rasûlullah (S) şöyle dedi: "-Allah buyurdu:- (Bâzı) Âdem
oğlu beni yalanladı. Hâlbuki ona yakışmazdı. Ve yine o bana sövdü. Hâlbuki
sövmek ona yakışmazdı. Beni yalanlamasına gelince: Benim onu ilk evvel yarattığım
gibi yeniden yaratmayacağımı söylemesidir. Amma bana sövmesine gelince: 'Allah
çocuk edindi' sözünü söylemesidir. Hâlbuki ben o samedim ki, doğurmadım,
doğurulmadım ve hiçbir kimse benim dengim olmamıştır".
'O doğurmamıştır,
doğurulmamıştır ve hiçbirşey O'nun dengi değildir" (Âyet: 3-4).
'Kufuen",
"Kefîen", "Kifâen" bir ma'nâyadir [867]
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismiyle
'De kUSabâhhn RabbHne
sığınırım, yarattığı şeylerin şerrinden; karanlığı çöküp bastığı zaman gecenin şerrinden,
düğümlere üfürenlerin şerrinden. Ve hased edenin hased ettiği zaman
şerrinden" (Âyet: 1-5)] [868].
Mucâhid şöyle
demiştir: "el-Felâk", "es-SabuhM (yânî "Sabah");
"Ğâsık", "Gece"; "İzâ vakabe", "Güneşin
batması" ma'nâsınadır. "O, sabahın ayrılmasından ve sabahın açılmasından
daha açıktır" denilir. Herbir şeyin içine girdiği ve karanlık bastığı
zaman "Vakabe" denilir.
499-.......
Bize Sufyân ibn Uyeyne, Abdete (ibnu Ebî Lubâbe)'den tahdîs etti ki, Zırr ibnu
Hubeyş şöyle demiştir: Ben Ubeyy ibn Ka'b'a Muavvizeteyn'den sordum. Ubeyy ibn
Ka'b (R) şöyle dedi: Ben de RasûIulIah(S)'a sordum da O:
— "(Cibril'in
diliyle) bana bu iki sûre söylendi, ben de size söyledim" buyurdu.
Ubeyy: İşte biz de
Rasûlullah'in söylediği gibi okuyup söylüyoruz, dedi [869].
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
"De ki: Sığınırım
RabbHne nâsın, Melik'ine nâsın, îlâhhna nâsın, şerrinden o vesvâsın ki, fiskos
eder bağrında nâsın, gerek cinnden olsun, gerekse nâstan" (Âyet: 1-6) [870].
İbn Abbâs'tan, şöyle
dediği zikrolunuyor:
"el-Vesvâs"
şudur: Çocuk doğurulduğu zaman, şeytân onu geriletir, sindirir. Azîz ve Celî!
Allah anıldığı zaman şeytân gider, Allah'ın anılmadığı zaman ise onun kalbinde
sabit olup kalır.
500-.......Bize
Abdetu'bnu Ebî Lubâbe, Zırr ibn Hubeyş'ten tahdîs etti. Ve yine bize Âsim
tahdîs etti ki, Zırr şöyle demiştir; Ben Ubeyy ibn Ka'b'a sordum da:
— Yâ Ebâ Munzir! Kardeşin (ve ilim yoldaşın)
Abdullah ibn Mes'ûd (R) şöyle şöyle sözler söylüyor (yânı "Kul eûzu
bi-RabbVl-felâk"ve *'Kuleûzu bi-RabbVn-nâsi" sûreleri Kur'ân'dan
değildir, diyor). Sen ne dersin? dedim.
Ubeyy bana cevâb verip
şöyle dedi:
— Bu iki sûreyi ben de RasûlulIah(S)'a sordum.
Cevâb olarak bana: "Bunlar Kur'ân'dandır, oku! denildi. Ben de
okudum" buyurdu.
Ubeyy:
— İşte biz de
Rasûlullah'ın okuyup söylediği gibi okuyoruz, dedi [871].
Rahman ve Râhîm olan
Allah'ın ismiyle
Ey Rabb 'im! Bana bir
hüküm ihsan et ve benisâlihler zümresine kat. Sonrakiler içinde bana bir
sadâkat dili -zikr cemîl- tahsis eyle! Benî naîm cennetinin vârislerinden kıl
(eş-Şuarâ; 82-84).
Ey Rabb 'imiz! Bizim
günâhlarımızı ve işimizdeki israfımızı mağfiret eyle, ayaklarımızı sabit kıl ve
kâfirler güruhuna karşı bizlere yardım et! (Âlu İmrân: 147).
Ey Rabb'imiz! Bizlere
eşlerimizden ve zürriyetlerimizden gözler bebeği olacak (iyi insanlar) ihsan
et! Bizi takva sahihlerine rehber kıl! (el-Furkaaan: 74).
Ey Rabb 'imiz! Bize ve
îmân ile daha önden bizi geçmiş olan (dîn) kardeşlerimize mağfiret buyur ve
îmân etmiş olanlar için kalblerimizde bir kin tutturma!
Ey Rabb 'imiz!
Şübhesiz ki, Sen çok mağfiret edicisin, çok merhamet eyleyicisin! (el-Haşr:
10).
Ey Rabb'imiz! Bize
dünyâda da bir güzellik ver, âhirette de bir güzellik ver ve bizi o ateş
azabından koru! (el-Bakara: 201).
Ey Rabb'imiz! Hesâb
ayağa kalkacağı gün bana, ana ve babama ve bütün îmân edenlere mağfiret eyle!
(tbrâhîm: 41).
Galebe sahibi Rabb Yn
onların isnâd etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir, gönderilen
bütün peygamberlere Selâm ve Âlemlerin Rabb'i olan Allah'a hamd olsun!
(es-Sâffât; 180-181).
—
[1] Buhârî râvîierinden Ebû Zerr el-Herevî ile Ebû'1-Vakt
nüshalarında kitâb başlığı böyle "Kitâbu Tefsîri'l-Kur'ân" şeklinde
gelmiştir. Başkalarında ise muzâ-fun ileyh olan "Kur'ân" hazfedilip,
ondan ivaz olarak "Tefsîr" kelimesi ma'rîfe kılınmıştır. Bu
sonuncularda Besmele de unvandan sonraya konulmuştur.
Tefsîr, lügatte beyândan ibarettir. Istılahta Tefsîr, Kur'ân nazmının
medlullerini açmaktır. Tefsîr ile Te'vîl bir ma'nâya mıdır? denilip: Tefsîr,
muradın lafızla beyânı; Te'vîl ise muradın ma'nâ ile beyânıdır denilmiştir.
[2] Bu, Besmele'nin tefsiridir. Besmele, Fâtİha'dan bir
cüz' ve bir âyet olduğunu kabul edenlere göre Besmele, Kur'ân'm ilk âyeti olduğu
için, müellif Buhârî Kur'ân Tefsîri'ne Besmele ile başlamıştır. Fakat asıl zât
ismi olan ve.bu ikisinden önce bulunan "Allah" ismi hakkında sükût
etmiştir. Rivayet ilminin bayrak-dârı olan Buhârî, Rabb'in zâtını İdrâk ve
ihatadan âciz olan bilgi vâsıtamızın bu ismin mâhiyetini ta'yîn hususunda da
hayrette olduğuna kanâat ederek sükût etmiş ve lisân âlimlerinin bu kelime
hakkındaki sözlerinden hiçbirisine işaret etmemiştir. Yüce Allah'ın zâtını
idrâkten acz ile hâsıl olan sükût, nasıl en derin bir idrâk iş'âr ederse,
mübarek hass isminin mâhiyetini anlamaktan âciz kalarak sükût etmek de kemâlli
bir belâgatle derin bir hayranlık ifâde eder. Bu sebeble âlimlerinin cumhuruna
göre "Allah " ismi ne türemiştir, ne de nakledilmiştir. O doğrudan
doğruya Vâcİbu Taâlâ'mn-zâtına mahsûs isim olmuştur: >'... O'nun hiçbir
adaşı olduğunu bitir misin?" (Meryem: 65) âyetindeki inkârî istifham ile,
bunun başka bir varlığa isim yapılmadığı tesbît edilmiştir.
"Rahman"ve
"rtaAfm"inbir ma'nâya olması bir kökten, yânî "Rahmet"
masdarından türemiş olmaları bakımındandır. Yoksa faîl sığası mübalağa
sîga-larındandır, ma'nâsı fail ma'nâsmdan ziyâdedir. Bazen faîl sîgası
müşebbehe sıfat ma'nâsma da gelir, bunda sırf failin hilâfına sübûta delâlet
etmesinden dolayı yine ma'nâ ziyâdeliği Vardır. Çünkü fail vezni hudûsa delâlet
eder...
[3] Fatiha Sûresi'ne bu sebeble "Ümmü'l-Kur'ân"
denilmesi, Ebû Ubeyde'nin Mecâzu'l-Kur'ân adlı eserinin başında tesbît ettiği
görüşüdür. Fâtİha'ya başka isimler de verilmiştir; her biri bir hususiyeti ifâde
eder: Ümmü'l-Kur'ân, çünkü bu sûre, diğer sûrelerin aslı ve menşei, yânî kökü
ve tohumu gibidir ve birşeyin asıl ve menşeine "Ümra" denilmesi
meşhurdur. Fatiha, Kur'ân'm mebde1 ve meâda dâir hikmetlerini, amelî
hükümlerini, esâs maksadlarmı ve muhtevasının asıllarını içine alan belîğ bir
Özetidir. Aynı sebeblerden dolayı "el-Vâ/iye", "el-Kâfiye",
"el-Kenz" isimleri de verilir. "el~Seb'u'l-Mesâni"(el-Hıcr.
87), "es-Salât", yânî Nâmâz Sûresi: Çünkü Fâtiha'sız namaz yoktur.
Her namazda en az iki kerre okunur. Şükür Sûresi, Dua Sûresi, Şifâ veya Şâfiye
Sûresi, istemeyi öğretme Sûresi ki, bunda suâl ve duanın istemenin şartı,
edebi, istenenin en mükemmeli pek belîğ bir surette öğretilmiştir.
Burada Buhârî
"Mâliki yevmi'd-dîn "deki "Dîn " kelimesinin ceza ve karşılık
ma'nâsına olduğunu ve âyetin ma'nâsı "Ceza gününün mâliki" demek olduğunu
bildirmiştir. Bundan sonra"Dfn"'m hesâb ma'nâsına da geldiğini
el-Mâûn: 1 ve el-lnfitâr: 9. âyetleriyle, "Medîntn" kelimesinin de
el-Vâkıa: 86. âyetinde bu ma'nâya geldiğine işaret etmiştir.
"Dîn" kelimesi Arabça'da kaza, siyâset, tâat, âdet, hâl,
kahr... ve bütün bunlarla alâkalı ve hepsine dayanır ve ölçü olan millet ve
şeriat ma'nâlanna da gelir.
[4] Bu hadîste Fatiha Sûresi "es-Seb'u'l-Mesâni"
ve "Büyük Kur'ân" adiyle adlandırılmıştır. Seb', yedi sayısının
adıdır. Fatiha da ittifakla yedi âyettir. el-Mesâni de Mesnâ'mn cem'idir ki,
çift ve tekrarlanan demektir. Kur'ân'da da bu isimle adlandırılmıştır.
"Andolsun ki, biz sana (namazın her rek'atinde) tekrarlanan yediyi ve şu
Büyük Kur'ân'ı verdik" (el-Hıcr: 87).
Bu Ebû Saîd el-Muallâ
hadîsi, es-Seb'u'l-Mesâni ile el-Fâtiha Sûresi mu-râd olunduğunda nassdır,
kuvvetli bir delildir.
et-Tûrbeştî şöyle
demiştir: Eğer, Kur'ân'ın es-Seb'u'l-Mesâni üzerine atfı nasıl sahîh olur? Çünkü
bu caiz olmayan şeylerdendir, denilirse, biz deriz ki: Bu öyle değildir. Bu
ancak bir şeyin iki vasıfla zikrinden ibarettir ki, bu iki vasıftan biri
diğeri üzerine atfedilmiştir. Takdir şöyledir: Biz sana es-Seb'u'1-Mesâni ve
Büyük Kur'ân denilen sûreyi verdik, yânî bu iki vasfı toplayan sûreyi verdik
demektir (Kastallânî).
[5] Ahmed ibn Hanbel ile îbn Hıbbân, Adiyy ibn Hâtim'den;
Peygamber (S): "el-Mağdûbialeyhim, Yahudiler'dir. Vela'd-dölltn ise
Hnstiyanlar'dır" buyurdu diye rivayet etmişlerdir... İbnu Ebî Hatim: Ben
müfessirler arasında bu hususta hiçbir ihtilâf bilmiyorum, demiştir.
es-Suheylî de: Bunun şahidi Yüce Allah'ın Yahudiler hakkındaki "Gadâb
üstüne gadâba döndüler'" (el-Bakara: 90), Nasârâ hakkındaki: "Bundan
evvel hakîkaten hem kendileri sapmış, hem bir çoğunu saptırmış ve dümdüz yoldan
ayrılıp sapagelmiş bir kavmin hevâsına uymayın (el-Mâide: 77) kavlidir,
demiştir.. (Fethu'l-Bâri).
[6] Hadîsin bâb başlığına uygunluğu meydandadır.
Bu hadîsin iki sened ile Ebû Hureyre'den gelen iki rivayeti Namaz
Kitabı, "İmâmın Âmîn demeyi açıktan söylemesi bâbı"nda geçmişti.
Müslim ile Buhâ-rî'nin başka yerdeki diğer rivayetlerinde "Çünkü melekler
de Âmîn derler" ziyâdesi vardır. Bu ziyâde, kelâmın ma'badine illet olmuş
olur. Âmîn orada da bildirildiği gibi "Böyle olsun" yâhud "Kabul
et" yâhud "Ümîdimizi boşa çıkarma" ma'nâsma îbrânî veya Süryânî
bir lafızdır ki, herhangi duadan sonra, o duânm içindekileri icmâlen ve
te'kîden tekrar taleb etmeyi ifâde eder. Bu, duâ edene göredir. Duayı dinleyen
kimsenin "Âmîn "demesi ise talebe, yânî İstenen şeylere iştirak
etmeyi ifâde eder.
[7] Ebû Zerr nüshasında "Rahman Rahîm Allah'ın
adiyle. el-Bakara Sûresi" şeklinde gelmiştir. Yânî bu, el-Bakara Sûresi
hakkında gelen tefsirlerin beyânıdır. el-Bakara Sûresi hicretten sonra ilk inen
sûredir. Bununla beraber bütün Kur'-ân'in en son inen "Öyle bir günden
sakının ki, hepiniz o gün Allah ya döndürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığı
tastamam verilecek, onlara haksızlık edilmeyecektir'* (el-Bakara: 281) âyeti de
bundadır. Demek ki Medine'de ilk inmeye başlayan ve en sonra tamamlanan sûre
budur. Âyetleri Kûfeliler'in sayımında 286, Basrahlar'ın sayımında 287,
Hicâzhlar'm sayımında 285, Şâmlılar'ın sayınımda 284'tür. Bu sayım ihtilâfı,
kıraatte olduğu gibi, bâzı âyet başlarında rivayetin taaddüdündendir...
Kelimeleri 6120, harfleri 25.500'dür.
[8] Hadîsin başlığa uygunluğu "Sana herşeyin
isimlerini öğretti" sözündedir. Bu-hârî bunu burada iki ayrı senedle
getirmiştir. Bu hadîsin bir rivayetini Tevhîd Kitâbı'nda da getirmiştir. Müslim
de îmân'da getirmiştir.
"Âdem'e bütün
isimleri öğretti" sözü, ya o isimleri Allah kendi vaz' edip Âdem'in ruhuna
nakş ve ilham etti veya Âdem'e bunları lüzumunda vaz'edip kullanacak husûsî bir
istî'dâdı hâiz bir rûh nefyini takdir etti, demektir ki, evvelki zahir, ikinci
muhtemeldir. Ta'lîm ile, yânî öğretmek ile bildirmek herkesin bildiğidir;
bundan Âdem'in, aslı lisân olan isimleri birdenbire bir i'lâm ile bilmiş
olmayıp, terbiye sırrı hükmünce bir istî'dâd ile az-çok bir tedrîc içinde
belleyeceği anlaşılır... (Hakk Dîni, I, 308-309).
[9] Müellif Buhârî bu unvansız başlık altında el-Bakara
Sûresi âyetlerinde gelen bâzı kelime ve terkîblerin tefsirlerini nakletmiştir.
Bunlar yazılma sırasına göre şöyledir;
el-Bakara: 10. âyetteki
"İlâ şeyâttnihim" terkibine işaret edip, Mücâhid'in bunu metindeki
gibi tefsir ettiğini bildirmiştir. Keza 19. âyetin sonundaki "Mu-hîtun
bVl-kâfirîn"cümlesini "Allah onları toplayacaktır" şeklinde;
138. âyetteki "Stbğatu'ilâhî" terkibini "Allah'ın dîni"
şeklinde; 45. âyetteki "Ale'l-hâşiîn" terkibini "Gerçek
mü'minler üzerine" şeklinde; 63. âyetteki "Bi-kuvvetin "
terkibine işaret edip, Mucâhîd'in bunu da "İçindekilerle amel ederek"
şeklinde tefsir ettiğini bildirdi.
10. âyetteki "Fî
kulûbihim marad" cümlesine işaret edip, Ebû'I-Âliye'nin bu
"Marad" (yâhud: "Maraz'*) kelimesini "Şekk" yâni
"Şübhe" ile tefsir ettiğini bildirdi.
Buhârî: "Biz onu
hem önündekilere, hem ardındakilere ibret verici bir ceza ve takvaya erenlere
de bir öğüt yaptık'' mealindeki 66. âyetine işaret ettikten sonra, bundaki
"Ve mâ halfehâ" terkibini "Hayâtta kalan insanlar için bir ibret
yaptık" şeklinde tefsir etti. Ebû'l-Âliye de böyle tefsîr etmiştir.
71. âyete İşaret edip,
bundaki "Lâ şiyete" kelâmını "Lâ beyaza"; yânî"Hiç
beyaz yok" diye tefsîr etmiştir.
Ebû'l-Âliye'den
başkaları (yânî Ebû Ubeyd el-Kaasım ibn Sellâm ile Ebû Ubeyde Ma'mer
ibnu'l-Müsennâ) da 49. âyetteki "Yesûmûnekum sûe'l-azâbi" cümlesinin
tefsirini "Onlar sizleri azabın en kötüsü içinde evirip
çeviriyorlardı" şeklinde söylediler.
"İşte bu makaamda
nusrat ve hâkimiyet, hakk olan Allah'ındır. Sevâbca da hayırlı, akıbetçe de
hayırlıdır" (el-Kehf: 44) âyetine işaret edip, Ebû Ubeyde'-nin vâv'ın
fethâsıyle "Velayet "in "Rubûbiyet", yânî besleyicilik,
terbiyecilik, mâlikiyet ve sâhibiyet; vâv'ın kesresiyle olan "Vilâyet
"in İse emirlik, yânî beylik ve buyuruculuk ma'nâsmadır dediğini;
el-Bakara: 61. âyetteki "Fûmihâ"nm tefsirine işaret edip, bâzı
müfessirlerin yenilmekte olan taneli bitkilerin hepsinin "Fûm " demek
olduğunu söylediklerini -bâzı müfessirlerle Atâ ile Katâde'yi kas detmiştir.
Çünkü el-Ferrâ bu ikisinden "Fûm"u böyle tefsîr ettiklerini
nakletmiştir-; yine aynı 61. âyetteki "Vebûâ bi-ğadabin mine'llâhi"yi
Katâde'-nin "Döndüler" dîye tefsîr ettiğini; Katâde'den başkaları,
yânî Ebû Ubeyde, el-Bakara: 89. âyetindeki "Yesteftihûne "yi
"Meded ve nusrat İhtiyorlardı" diye tefsîr ettiğini bildirmiştir.
Müteakiben el-Bakara:
102. âyetinin sonundaki "Onlar kendilerini cidden ne kötü şey mukaabilinde
sattıklarını bilmiş olsalardı" fıkrasında bulunan "Şerav"
fiilini "Sattılar" şeklinde tefsîr ettiğini bildirmiştir.
Sonra Buhârî,
el-Bakara: 104. âyete işaret edip, Allah'ın bu âyette mü'-minleri, sözleri ve
fiillerinde kâfirlere benzemelerinden nehyettiğîni bildirmiştir. Yine
el-Bakara: 48, 122'de aynen tekrarlanmış olan âyete işaret edip, bunlardaki
"Lâ teczî" fiilini "Lâ yuğnî" (yânî: Fayda vermez) şeklinde
tefsîr etmiştir. Ebû Ubeyde de böyle tefsîr etmiştir.
Keza el-Bakara: 168,
208. âyetlere İşaret edip, buradaki "HutuvâtVş-Şeytâni" terkibini
"Şeytânın İzleri" şeklinde tefsîr etmiştir. Buhârî nihayet el-Bakara:
22. âyetini de bundan sonra zikrettiği hadîse bir hazırlık olmak üzere
getirmiştir. Azîz ve Celîl olan Allah evvelâ mü'min, kâfir, münafıklardan olan
bütün insanlara: "Ey insanlar sizi de, sizden Öncekileri de yaratan
Rabb'inize ibâdet ediniz... " (el-Bakara: 21) âyetiyle hitâb etti. Sonra
da kâfirlere ve münafıklara: "... Ohâlde kendiniz bilip dururken, Allah'a
eşler koşmayın"(eİ-Bakara: 22) diye hitâb etti (İbn Hacer ve Aynî).
[10] Buhârî bu hadîsi bundan önceki âyete uygun olarak
zikretti. Âyetteki "Endad” Nidd'in cem'idir. "Misi" ve
"Emsal" gibi vezin ve ma'nâlan birdir.Âyetteki "CaV" fiili,
Allah'a hangi şeyden olursa olsun misil tasavvur etmenin uydurma olacağını,
hakk olmayıp bâtıl olacağını gösterir.
Hadîste Peygamber
"Allah'a bir misiluydurmandır"günâhını en önde saydı. Çünkü bu
günâhların en büyüğüdür. Yüce Allah "Allah'a ortak koşmak elbette büyük
bir zulümdür" (Lukmân: 13) buyurmuştur. Peygamber bundan sonra metindeki
diğer büyük günâhları sıralamıştır. Bunların kötülükleri ve insanlığa
zararları meydandadır.
[11] Bâzı nüshalarda bu âyetle bundan önceki âyetin başında
"Bâb" vardır.
Tîh sahrasında İsrâîl oğullan'na gönderilen rızklar kudret helvası ve
bıldırcın kuşudur. Yüce Allah o vakit bu kavme verdiği ni'metleri bu âyetlerde
arka arkaya sıralayıp, bunları hatırlamalarını emretmektedir.
[12] İbnu Beytâr Câmi'u'l-Edviye ve'l-Ağdiye adlı
müfredatında: Kem'e dalı ve yaprağı olmayan toparlak bir nebattır. Rengi
kırmızımsıdır, beyaza meyleder. Bahar mevsiminde biter. Çiğ ve pişmiş olarak
yenir. Suyu en iyi göz ilâcıdır, demiştir. Hadîste bunun kudret helâvıs
nev'İnden olduğu zikredilmiştir. Bununla ekilmeden ve kul emeği karışmadan,
Allah tarafından külfetsiz meydana gelen bir ilâhî ni'met olması iade
edilmiştir.
[13] Hatt, bir şeyi aşağıya almak ve arkadan yük indirmek
demek olduğundan, "Hıtta" bir nevi' indiriş demek olur ki, husûsî bir
tarzda yükü yıkmak veya boyunlarındaki vebali İndirmek karar ve duasını ifâde
eder... Yânî nüzul kararını veriniz ve günâhlarınıza istiğfar ediniz demek
olur. Ve bütün aşere kıraatlerinde Hıtta merfû okunur. Binâenaleyh müfred
değil, mahzûf bir mübtedânın haberi olarak "işimiz hıttadır"
takdîrinde bir cümledir...
[14] Hadîsin âyetle alâkası meydandadır. İsrâîl oğulları'na
uzun, günahlı çöl hayâtından kurtulup Kudüs'e hareketleri emrolunduğunda,
şehre girerken kapısı önünde dîndârâne bir tevazu' ile girmeleri ve kapı önünde
Hıtta diyerek tevbe ve istiğfar etmeleri de emredilmişti. Onlar bu iki emri de
tersine alarak, hadîste bildirildiği şekilde girmişlerdir. Böylece Allah'ın bir
ni'metine daha nankörlük etmişlerdi.
[15] Âyetin tamâmı bir sonrakiyle birlikte metin içinde
verildi.
İbn Cerîr şöyle dedi: Bu âyetin te'vîlinde ilim ehli ittifak etmişlerdir
ki, o da, İsrâîl oğulları Cibril'in kendilerine düşman, Mîkâîl'in de dostları
olduğunu iddia ettikleri zaman, onlara cevâb olarak inmiştir (Kastallânî).
[16] İbn Abbâs'm âzâdlısı îkrime: Cebre, Mîke ve Serâfi,
abd yânî kul ma'nâsınadır; "//" ise Allah'tır demiştir. Bununla
"Cebrâîl"deki "Cebre"y\, "Mîkâîl"dekı
"Mîke"yi ve "İsrâjîl"de\d "Serâfi" lafızlarının
her üçünün de abd ma'nâsına geldiğini, bunların her üçü de "Abdîl"
yâm "Abdullah" demek olduğunu söylemiş oluyor (Kastallânî).
Bu kelimeler çeşitli şekillerde hemze ile de, ayn ile de telâffuz
edilmişlerdir ... (Aynî).
[17] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Bunun biraz
değişik bir rivayeti Ma-gâzî'den önce 50. bâbda ve Ehâdîsu'l-Enbiyâ'da da
geçmişti.
[18] Bu âyetteki "uLj= Nense7m" fiili, birinci
nün ile sîn'in fethalan ve bundan sonra sakin bir hemze ile okunmuştur. Bu,
"Geri bırakmak" ma'nâsına olan Neşe've Nesi'e''den alınmıştır. Bunu
İbn Kesîr ile Ebû Amr böyle okumuşlardır. Metinde Buhârî de bu kıraati
almıştır. Elimizdeki Mushaflarda Âsim kıraati üzere " i4_L; =Nunsihâ"
şeklindedir. Bu, "Unutturmak" ma'nâsına olan "însâ"da.n
alınmıştır. Gönüllerden ve hafızalardan gidermek ma'nâsmadir. Bu kıraate göre
âyetin ma'nâsı: "Biz bir âyetten herhangi bîr şeyi nesheder yâhud
hafızadan silip unutturursak..." demek olur.
[19] Hadîste Ubeyy, Rasûlullah'tan işittiği hiçbirşeyi
terketmeyeceğini söyleyerek, Kur'ân'dan bâzı şeylerin neshini kabul etmiyordu.
Umer de "Mâ nensah..." âyetini okuyarak onu reddetmektedir. Çünkü bu
âyet, Kur'ân'm bâzı âyetleri hakkında neshin subûtuna da delâlet etmektedir.
Nesh, lügatte
değiştirmek ve birşeyi kaldırıp yerine başka birşey koymaktır, istilânda
Şeriat neshi ve Ayet neshi olmak üzere İki surette alınır. Şeriat neshi,
İslâm'ın kendisinden evvelki şerîatleri neshetmesidir ki, bunda şübhe ve
tereddüd yoktur. Âyet neshi, bir âyeti okuyarak İbâdet etmek veya âyetten alınan
şer'î hüküm ile amel etmek veya ikisinin birden yânî hem kıraatle ibâdetin, hem
de âyet hükmüyle amelin nihayet bulduğunu beyândan ibarettir. Bir âyetin
okunmasının nihayeti veya hükmünün nihayeti Allah'a ma'lûmdur. Biz onu devamlı
sanırken, neshle karşılaşınca nihayete erdiğini anlarız. Bu sebebje usûl âlimleri
Nesh'i "Tebdil Beyânı" nev'inden saymışlardır. Âlimlerin cumhuru bu
âyetle delîl getirerek, neshin cevazını kabul etmişlerdir. Bâzıları Kur'ân'da
âyet neshini inkâr ederek, neshi yalnız şeriat neshine sığıştirmışlardır.
"Şeriat usûlünden
neshin meşruiyetini isbât edici olan bu âyetin şevki, geçmiş kitâbların
neshinin cevazı hakkında nass ise de, mantûku i'tibâriyle "Min
âyetin" âmm olduğundan, bâzı Kur'ân âyetlerini de zahir olarak
şâmildir..." (Hakk Dîni, I, 459).
[20] Âyetin devamı şöyledir: "Bil'akis göklerde ve
yerde ne varsa hepsi O'nun. Hepsi de O'nun emrine boyun eğmişlerdir".
Âyetteki ve hadîsteki Veled, kişinin büyük küçük, erkek dişi, bir ve
daha fazla çocuğuna denir ki, umumiyetle çocuk demektir. Bu suretle çocuk edinmek
fânilerin, muhtaçların işidir. Allah bu gibi şeylerden münezzehtir. Yahûdî-ler:
Uzeyr, Allah'ın oğlu, dediler. Hristiyanlar: Mesîh.îsâ, Allah'ın oğlu'dur,
dediler. Arab müşrikleri de: Melekler Allah'ın kızlarıdır, dediler. İşte bütün
bu bâtıl sözler ve iddialar, başlıktaki âyetle reddedilmiş ve Allah bunlardan
tenzih olunmuştur.
[21] Bu, kudsî hadîslerdendir. Yânî Kur'ân'dan sonra ikinci
derecede bulunan Allah kelâmıdır. Allah bunun ma'nâsmı Peygamber'e haber
vermiş, O da bu ma'-nâyı kendi ibaresi ile ümmetine tebliğ etmiştir. Bu, aynı
zamanda müteşâbih hadîslerdendir. Bunun bir rivayeti Bed'u'l-Halk'm başlarında
geçmişti.
"Geçmiş şerîatlerin sahihleri Allah'a hilkatte ilk sebeb olması
i'tibâriyle "Baba" derlerdi, hattâ babaya küçük baba, Allah'a büyük
baba derlerdi; fakat evlâdı var .demezlerdi. Sonradan câhiller, bundan murâd
tevlîd ve vilâdet ma'nâsı zannederek 'Babanın evlâdı olur' dediler, 'Oğlu var,
kızı var' demeye başladılar. Bu ise Allah'ı bilmemek, O'na şirk koşmaktır.
Çünkü evlâdda babaya bir benzeyiş vardır. "Çocuk, babanın cüz'üdür"
denilir. Nitekim îsâ'ya "Allah'ın oğludur" diyenler, O'na Allah da
dediler. Bu âyet de bunu isbât etti ve İslâm'da bundan dolayı Allah'a
"Baba" demek bir küfür olmuştur... "(Hakk Dîni, I, 480).
[22] Bu "Mesâbeten" lafzı, âyetin baş
tarafındadir, tamâmı şöyledir: "HanibizBeyt'i insanlar için bir toplantı
yeri ve emîn bir mahal yapmıştık (hatırlayın). Sizde İbrahim 'in makaamından
bir namaz yeri edinin. îbrâhîm ile hmâîVe de: Evimi tavaf edenler, orada
kalanlar, rükû' ve sucûd eyleyenler için titizlikle temizleyin, dili kuvvetli
emir vermiştik" (el-Bakara: 125).
Makaamu îbrâhîm, îbrâhîm Peygamber'in Beyt'i bina ederken veyâhud insanları
hacca da'vet ederken üzerine çıktığı taşın bulunduğu yerdir ki, bu gün de
Makaamu İbrâhîm nâmıyle tanınır. Tavaf namazı burada kılınır.
[23] Hadîsin başlığa uygunluğu Umer'in dilediği lafızla
"Siz de tbrâhîm 'in makaa-mından bir namaz yeri edininiz " âyetinin
inmesidir. Bunun bir rivayeti Namaz Kitabı, "Kıble hakkında gelen şeyler
bâbı"nda da geçmişti.
[24] Buhârî bu senedi, hadîsin diğer rivayetlerini
göstermek için zikretmiştir.
[25] Yânî Kavâid lafzı, temel kaaideleri ile kadınların
kavâidi arasında müşterektir, fark bunların müfredlerindedir. Müennes kılma
tâ'sı ile Kaaide "Temel ; ta -sız olan Kaaid ise hayızdan kalıp oturmuş
kadındır.
[26] Başlıktaki âyete uygunluğu "ibrahim'in
temellerinden kısalttılar" sözündedir.
[27] Ehli Kitabı tasdik ve tekzîb etmeyip durmanın sebebi
şudur: Çünkü tasdik ettiğimiz şey tahrîf edilmiş ise, biz de onların tahrifine
katılmış oluruz; tekzîb ettiğimiz takdîrde, tekzîb ettiğimiz şey semavî kitaba
uygun ve doğru olabilir. Bu suretle Allah'ın bize îmân etmemizi emrettiği şeyi
inkâr etmiş oluruz. Bunun için Kitâb ehli milletlerin propagandalarına karşı
Peygamber'in bize öğrettiği gibi davranıp, Yüce Allah'ın bu âyette emrettiği
esâsları söyleyeceğiz.
[28] Ebû Zerr nüshasından başkalarında buradaki âyetin başında
"Bâb" sözü de vardır.
[29] Hadîsin üst taraftaki âyete uygunluğu meydandadır.
Hadîste Peygamber'le birlikte Mekke'ye doğru namaz kıldıktan sonra diğer bir
mesdd cemâatine uğrayan kimse Abbâd ibn Bişr, bir kavle göre de Abbâd ibn
Nehîk idi. Uğradığı mescid de Harise oğullan Mescidi idi. Bu gün ona
Kastallânî'nin beyânına göre "Mescidu'l~KibIeteyn( = İki Kıble
Mescidi)" deniyor.
[30] Ebû Saîd hadîsinin üst taraftaki âyete uygunluğunu,
bizzat Peygamber bildir mistir. Hadîsin sonundaki: "Vasat",
"Adi" demektir, sözü de merfû'dur; haberin kendisindendir, müdrac
değildir.
[31] Her iki rivayetten anlaşıldığına göre, kıble
değiştirilmesi vak'ası Medine'de ikindi namazında uygulanmış, Kubâ Mescidi'nde
de ertesi gün sabah namazında uygulanmıştır. Şu hâlde Kubâ halkı âyetin
inmesinden ve Peygamber'in tatbikinden sonra akşam ve yatsı namazlarını
Kudüs'e doğru kılmış bulunuyorlar. Bu iki namaz kıble değişmesi kendilerine
ulaşmadan önce. kılındığı için sahihtir.
[32] Buradaki bâb başlıkları ve altlarındaki hadîslerin birbirlerine
uygunlukları meydandadır. Abdullah ibn Umer'den gelen bu hadîsin çok az farklı
bir rivayeti 15 rakamıyle geçmişti. Buhârî bu İbn Umer, el-Berâ ve Enes
hadîslerini buradaki bâblarda tekrar tekrar getirmiştir. Bunlar aynı
hadîslerin kuru kuruya tekrarları değildir. Bunlar ayrı ayrı senedlerle ve
bâzı küçük farklılıklarla birbirini te'yîd eder ve açıklar şekilde birtakım
fâideler için böyle arka arkaya getirilmişlerdir
[33] Umer, Yahûdîlİk'ten müslümân olan Abdullah ibn Selâm'a
bu âyetteki bilginin ne olduğunu sormuş, o da cevaben: Yâ Umer, ben Peygamber'i
gördüğüm zaman oğlumu tanıdığımdan ziyâde tanıdım. Çünkü oğlumda, anası ihanet
etmişse şübhem olabilir. Fakat Peygamber hakkında zerrece şübhem yoktur. Onun
vasıflan Tevrat'ta zikredilenlerin aynı ve tamâmıdır, demiş. Bunun üzerine
Umer onun başını öpmüştür.
[34] Kıble, bir ümmetin rûhânî birliğini sağlayacak ilk
cismânî tezahürü te'mîn eder ve kıblesiz bir ümmet olmaz. Ümmetlerden
herbirinin bir yöneti vardır ki, ona yönelir. İbrâhîm milletine uymak ve bu
suretle en büyük ve en seçkin bir ümmet olmak isteyenlerin yöneti de en kadîm
olmakla ma'rûf bulunan Ka'be'dir. bu muazzam ümmet, buna yönelmelidir. Ve her
birinin de buna yönelecek bir ciheti, bir yöneti vardır. Meselâ: Kuzey halkı
Ka'be'nİn kuzey cihetine, güney halkı güney cihetine, doğu halkı doğu cihetine,
batı halkı batısına ve aradakiler aradan bir cihete yönelirler. Hepsinin
cihetleri muhtelif olmakla beraber, yine cümlesi bir Ka'be etrafında toplanmış
olurlar. Ka'be alttan üstten göğe kadar bir merkez ve dâire; ona yönelen Arz
ahâlîsi, onun etrafında sıra sıra birer dâiremsi saff teşkîl ederek yeknesak,
yek-emel, yek-hedef büyük bir cemâat teşkil edebilirler. Binâenaleyh sizden
herbiriniz yönetine yönelerek hayırlar yapmakta yarışınız. Zîrâ kıbleden
maksad da böyle muntazam vahdetle hayır yarışına girişmektir... (Hakk Dîni, I, 533-534).
[35] Kıble mes'elesi gayet mühim ve kıble tahvili ise
azametli bir emir ve bilhassa bunun içine aldığı nesh mes'elesi şeytânların
fitne ve fesâd için tesvîlât vesîlesi edinebilecekleri ince bir mes'ele
olduğundan dolayı, kıble hakkındaki bu emirler gelecek âyetlerde bir daha
tekrar ile te'kîd olunacak ve ihtiva ettiği bâzı hikmetler açıklanacaktır.
[36] Yânî kıble tahvîli emrinin sizin anlayabileceğiniz
başlıca iki hikmeti vardır: Birisi bu emir, Ehli Kitâb ve müşrikler gibi
muhalifleriniz olan bayağı insanlar tarafından aleyhinize kullanmaya hiçbir
hüccet bırakmamak içindir. Çünkü geçmiş kitâblara nazaran va'dedilmiş olan
Hâtemu'l-Enbiyâ'nm vasıfları arasında kıbleyi Ka'be'ye çevireceği hakkında
delâletler veya işaretler vardır... Bu sebeble Ehli Kitâb:
"Hâtemu'I-Enbiyâ'nın kıblesi Mekke'de olacaktı, Muhammed ve sahâbîleri ise
hâlâ Beytu'l-Makdis'e duruyorlar" diye şübhe edebilirler ve bunu : naklî hüccet
olarak ileri sürebilirler. Sonra İbrâhîm kıblesine muhalefet, İbrâhîm Milleti
da'vâsıyle mütenâsib değildir. Bunu da müşrikler aklî bir hüccet olarak
getirebilirler. İşte kıble tahvîli emrinde evvelâ size karşı böyle aklen ve
naklen haklı olabilecek hüccet getirmeleri büsbütün kaldırmak ve hasımlarınıza
aleyhinizde hiçbir hüccet bırakmamak hikmeti vardır. Bir de ni'metimi
tamamlamam içindir ki, bu sayede hidâyete ermeyi ve doğru yolda salimen gidip
murada ermeyi ümîd edebilesiniz. Asıl ni'met, "Sırât-ı MustakîirT'e
hidâyet İdi, kıble emri de bu sırât-ı müstakimdendir. Ni'meti tamamlamak, bir
ni'metin noksan ciheti bırakılmayip mümkin olan kemâline erdirmek demek
olduğundan, bu ni'me tin tamamlanması da o yoldan doğruca gidip kurtuluşa
ermektir. Alî, ni'metin tamâmı, İslâm üzere ölmektir, demiştir (Hakk Dîni, I,
137-53'8).
[37] Mescidi Haram etrafında bulunan Safa ve Merve tepeleri
Allah'ın şeâirinden-dir. İbâdet ve yakınlık için belliklerden, husûsî
alâmetlerden, menseklerden-dir. Esasen Safa kaypak taş, Merve, küçük ve
yumuşakça taş demek olup, ta'rîflâmı ile es-Safâ, el-Merve, Mekke'de bilinen
İki tepenin özel isimleridir. Ta'rîf .harfleri el-Beyt, en-Necm gibi lâzımdır,
"tim"maddesinden "Alem", "Alâmet" h ve
",4/mm"gibi "Şuur" maddesinden "Şeâîr",
"Şaîre"nin veya "Şiâre"nin veya "Meş'ar"m
cem'idir ki, husûsî alem, bildirici alâmet, bellik ma'nâsınadır. Nitekim
harbde iki tarafın tanışması için kullanılan alâmet ve işarete de
"Şi-âr"(= Parola) denilir: Şeâir bazen ibâdetin kendisine, bazen de
yerine denir. Ezan, cemâat ile namaz, cumua ve bayram namazları, hacc, dînin
şeâirinden-dirler. Bunun gibi camiler, minareler, haccdakİ mensekler, husûsî
yerler, meşâ-ir ve şeâirdendir ki, işte Safa ile Merve de bunlardandır.
İbn Abbâs'm "Safa" kelimesi hakkında verdiği bu bilgileri
Taberî, Alî ibn Ebî Talha yoluyla rivayet etmiştir.
[38] Âyette Safa ile Merve arasında sa'y denilen tavaf
hakkında "Üzerine günâh yoktur" buyurulduğundan ve bu da zahiren bîr
muhayyer kılma gibi görünmekle be-râber, hakîkatîe vâcib'e, mendûb'a, mübâh'a
muhtemildir. Fakat Peygamber, haccı sırasında Safâ'ya yaklaştığı zaman:
"Safa ile Merve Allah'ın şeârinden-dir. Allah'ın başladığı ile
başlayınız" diye emretmiş ve kendisi de Safâ'danbaş-
, lâyıp Beyt'i görünceye kadar üzerine çıkmıştır. O hâlde âyette zahiren
~ - muhayyerliği ifâde eden "Lâ cunâha aleyhi" niçin gelmiştir? İşte
bunun cevâbı âyetin inme sebebindendir. Onu da buradaki hadîsler açıklamıştır:
Câhiliye devrinde Safa üzerinde Isâf adında bir put, Merve üzerinde Naile
adında bir put uyardı. Câhiliye halkı bunların arasında tavaf eder, bunlara
elle dokunurlardı. İslâm gelip putları kırdıktan sonra müslümânlar Safa ile
Merve arasında tavaf etmekten çekindiler; bunun üzerine metindeki âyet indi ki,
"Korkmayın, bunda günâh yoktur, bil'akis bunlar şeâirdendir" diye bu
sa'ye teşvik buyuruldu ve bu teşvikin bir nevi' vücûb ifâde eylediği de
hadîslerle beyân edildi {Hakk Dîni, 556).
[39] Müteâkib iki âyet şöyledir: "O zaman arkalarından
uyulup gidilenler kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşmışlardır. Hepsi o azabı
görmüşlerdir. Aralarındaki ipler (münâsebetler) de parçalanıp kopmuştur. Ve
tâbi' olanlar şöyle demişlerdir; Bizim için (dünyâya) bir dönüş olsaydı da bu
gün bizden uzaklaştıkları gibi, biz de o gün onlardan uzaklaşsaydık. Böylece
Allah onlara bütün yaptıklarını hasretler hâlinde kendilerine gösterecektir ve
onlar cehennemden çıkacak da değillerdir" (Âyet: 166-167).
"Allah'ın birliği
ve kudreti bu kadar fiili ve kavlî âyetleriyle zahir iken, İnsanlardan bâzıları
Allah'a karşı denkler, nazîrler edinirler ve onları Allah'ı sever gibi
severler. Emirlerine, nehiylerine, arzularına itaat ederler de Allah'a isyan
eylerler. Şübhe yok ki, böyle yaprrak, gerek Allah'ı inkâr ederek olsun ve
gerek olmasın, ulûhiyet ma'nâsında onları Allah'a ortak yapmaktır. Bunların
bir kısmı bu şirki apaçık söylerler. Fir'avnlara, Nemrûd'lara yapıldığı gibi,
onlara açıktan açığa ilâh, ma'bûd nâmını vermekten çekinmezler; 'Rabb'imiz,
tanrımız' derler. Ve hattâ ilâhlarının tevellüd ve tevâlüdüHe kaail olarak,
onlara aynı cinsten ma'bûd payesinde oğullar, kızlar tasavvur ve isnâd
ederler.
Diğer bir kısmı da
açıktan söylemeden aynı muameleyi yaparlar, onları Allah sever gibi severler,
ni'rnetin sahibi tanırlar, onların mahabbetini hareket başlangıcı edinirler,
Allah'a yapılacak şeyleri onlara yaparlar. Allah rızâsını düşünmeden onların
rızâlarını elde etmeye çalışırlar. Allah'a isyan olan şeylerde
bile onlara itaat
ederler.
Bu âyet bize gösteriyor ki, ulûhiyet ma'nâsında son derece mahabbet bir
esâstır. Ve ma'bûd, en yüksek sevgilidir ve böyle son derece sevilen şeyler ne
olursa olsun ma'bûd edinilmiş olur... Fi'1-vâki' herhangibir ümîde sebeb sayılan
dilberler, kahramanlar, hükümdarlar gibi insanları Allah gibi seven ve onlar
uğrunda herşeyi göze aldıran nice kimseler vardır ki, bu, şirk noktasını,.
putperestlik esâsını, beşeriyetin en büyük yarasını teşkil eder. Yunan, Roma,
Avrupa medeniyeti ve edebiyatında böyle sevgi ma'bûdlarının haddi hesabı yoktur...
Hıristiyanlık dahî bu rûh ile doludur. Hâsılı reislerini ve büyüklerini Allah
sever gibi sevenler ve onların hakk emrine muhalif emirlerine itaat ederek Allah'a
isyan edenler, bunları Allah'a eş ve emsal edinmiş olurlar ki, bütün putperestlik
esâsı, bu tarz sevgidir..." (Hakk Dîni, I, 572-580).
[40] Bu îbn Mes'ûd hadîsi, biraz değişik lafızlarla da
rivayet edilmiştir. Müslim'de de bu iki cümle şöyle rivayet edilmiştir:
Rasûlullah: "Kim Allah'a birşeyi ortak kılmadan ölürse, cennete
girer" buyurdu. Ben de: Kim Allah'a birşeyi ortak edinerek ölürse
cehenneme girer, dedim.
Bunlar lafızca farklı ise de ma'nâda birdir. Hadîs ile başlıktaki âyet
arasındaki uygunluk meydandadır.
[41] Bu âyet, kısasın vâcİbliğini ve bu kısasın ancak
ehlinden afv ile düşebileceğini ve bu affın üstün ve evlâ olduğunu, bununla
beraber afv sırasında mal üzerine barış anlaşması yapmanın da câizliğini tesbît
etmiştir. Böylece Yahûdîler'in affın meşru' olmadığı ve diyetin kısastan önce
bulunduğuna dâir olan hükümleri ni, kısâsen öldürmenin asla caiz olmadığına
kaail olan Hristiyan hükümlerini ve insanlık eşitliğini gözetmeyip şeref
da'vâsıyle haddi aşan Arab âdet ve hükümlerini de kaldırdı ve hayât hakkında
eşitliği te'sîs ve Plân etti...
Bunun için dişinin
erkek, erkeğin dişi mukaabilinde kısâsen öldürüleceğine imamlar arasında
ittifak edilmiştir. Bunu te'yîd ve tefsir edici olmak üzere el-En'âm: 45'de
"en-Nefs bi'n-nefsi" buyurulmuş ve bununla kısasta istenen mü-mâselet
ve müsavat, nefis ve can mümâseleü olduğu gösterilmiştir. Ve hayât hakkı herkes
için eşittir ve kısas bu eşitliğe dayanır. Maktul kim olursa olsun, onun
kaatili veya birden fazla kaatilleri, o maktulden fazla yaşama hakkına mâlik
değillerdir. İşte bu suretle âyetin başı âmm ""Hür hür ile; köle köle
ile; dişi dişi ile", maktûku da "en-Ate/su
W'M-ne/M"benzeşmesiyle nefisleri müsâvî kılmayı beyân ile tecâvüzden
sakınmak içindir... (Hakk Dîni, I, 602).
[42] Hadîslerin başlıktaki âyetle İlgileri meydandadır.
Bunların farklıca birer rivayeti Sulh'ta ve Diyetler'de de getirilmiştir.
[43] Medîne'ye hicretten birbucuk sene sonra kıble
değiştirilmesini müteâkıb, şa'-bânın onunda ramazân orucu farz kılınmıştır.
Oruç Ötedenberi tatbik edilegelen ilâhî bir kaanûndur. Buna beşeriyetin terbiye
ve tehzîb bakımından büyük bir ihtiyâcı ve tatbikinde birçok faydalan vardır.
[44] Hadîsler ramazân orucundan evvel diğer kitâblı
milletlerden olarak Kureyş'in tuttuğu âşûrâ orucunu Peygamber'in de tuttuğunu
ve sahâbîlerine de tutmalarını emrettiğini, ramazân farz olunca onun serbest
bırakıldığını bildirmektedir.
[45] Bu âyette; hasta ve yolcu gibi muvakkat özürlülerin bu
özürleri sona erince tutamadıkları günleri kaza etmeleri bildirildiği gibi,
daimî özürlüler, yâni gerek edâen ve gerek kazaen oruca zor dayanabilen, orucu
güçsünen yânî oruç takatlerini tüketecek olanların da fidye verecekleri
öğretilmiştir. Meselâ pek ihtiyarlamış veya iyileşmesi ümîdsiz müzmin bir
hastalığa tutulmuş bulunanlar üzerine de yedikleri her oruç yerine bir fidye,
yânî bir miskin yemeği vermeleri gerektiği bildirilmiştir.
Fidye birşeyin yerine geçmek üzere verilen bedel demektir. Bir günlük
orucun fidyesi bir miskîn yemeği ile de ifâde edilmiştir. Bir miskin yemeği,
şer'an sâ' denilen ölçek ile buğdaydan yarım ölçek; arpa, hurma, kuru üzüm
vesâire-den bir ölçektir. Bir sâ', şer'î dirhem ile binseksen dirhemdir.
Binâenaleyh yarım sâ' buğday onaltı kıratlık örfî dirhem ile bir okka
yetmişikibuçuk dirhem demektir. İslâm şerîatinde en fakîr bir kimsenin İki öğün
i'tibâriyle bir günlük yemeği budur. Bu mikdâr fıtır sadakası ve sair bütün
keffâretlerde esâstın
[46] et-Tavk: Bir nesneye güç yetip takat getirmek
ma'nâsına birinci bâbdan mas-dardır.
et-Tatvîk: Bir kimseye
bir iş teklîf eylemek, kudret vermek, bir adamın nefsi bir işi kendisine
kolaylaştırmak ve ruhsat vermek... ma'nâlannadır.
el-ltâka: Bir nesneye
güç yetip kaadir olmak ma'nâsınadır ki, takat getirmek ta'bîr olunur...
(Kaamûs Ter.),
Yutîkûne, if'âl
babından ve "İtâka" masdarmdan muzâri fiildir. Itâka, Takat ve Tavk
'tandır. Tavk, tâ'nın fethiyle Takat; tâ'nın ötresiyle de boyuna takılan
gerdanlık veya ağır bir demirdir. Takat, vüs' ve istitâat ma'nâsına ma'rûf ise
de esasen aralarında bir fark vardır;. Vusu' takatin üstündedir. Çünkü Vu-su',
birşeye kolaylıkla kaadir olmak, Takat de şiddet ve meşakkatle kaadir olmaktır.
Binâenaleyh Itâka, gücü yetmek, dayanmak ma'nâsına gelirse de, esâsında güç
yetişmek, güç tükenmek, zor dayanmak hattâ dayanamamak ma'-nâsınadır ki, buna
Tatvîk, Tatavvuk, Tatayyuk, ictihâd denir...
Burada ttâka'nm tatvîk
ve ictihâd gibi son derece güçsünmek, güç tükenmek, zor dayanmak, hattâ
dayanamamak ma'nâsına olduğu görülür. Hakîkaten dirâyeten böyle olduğu gibi,
rivâyeten de bunun "Yutavvakûnehû" yânı "Lâ yutîkûnehu"
diye tefsir edilmiş bulunduğunu görüyoruz... "Ve ale'ttezîne yutîkûnehu",
"Oruç kendilerine güç gelen, yânı oruca dayanamayanlar" demektir...
{Hakk Dîni, I, 632-634).
Buhârî burada Atâ ibn
Ebî Rebâh'ın, el-Hasen el-Basrî'nin ve İbrahim en-Nahaî'nin bu âyetle ilgili
tefsirlerini nakletmiştir.
[47] Bu İbn Abbâs hadîsi de, âyetin tefsirini ve bunun
mensûh olmadığını açıkça belirtmektedir. Bu tefsir ve görüş Alî'den, İbn
Umer'den ve şâir sahâbîlerden de rivayet edilmiştir.
[48] Bu kıraatte "Fidye" tenvînsiz
"Taâm"a izafetle ve "Taam" da kesreli okunur, daha sonraki
"Miskin'" kelimesi de cemî' sîgasıyle "Mesâkîne" şeklinde
okunmuştur. Bu okuyuşa göre, fakirler yemeği fidye demektir. Evvelki okuyuşta
her orucun fidyesi, bu okuyuşta da toplamının fidyesi anlaşılır. Bir fakîr yemeğinin
mikdân bundan önceki babın haşiyesinde anlatılmıştı.
[49] Bu nesh işi şu rivayetlerde daha açık anlatılmıştır:
İbn Ebî Leylâ, Muâz ibn Ce-bel'den şöyle rivayet etti: Peygamber Medîne'ye
geldiği zaman âşûrâ günü ve bir de her aydan üç gün oruç tutmuştu. Sonra Allah
ramazân orucunu farz kıldığı âyeti indirdi; "Ve ale'ttezîne yutîkûnehû
fıdyetun taâmu miskine" sözüne kadar ulaştı. Bunun üzerine dileyen oruç
tutuyor, dileyen bir fakîr doyuruyordu. Daha sonra sahîh ve mukîm olanların
hepsine oruç farz kılındı ve fakîr doyurmak ancak oruca güç yetiremeyen
ihtiyar kimseler hakkında sabit kaldı.
Yine İbn Ebî Leylâ
şöyle rivayet etmiştir: Rasûiullah Medîne'ye geldijji zaman her aydan üç gün
gönüllü olarak ve farz olmayarak oruç tutmalarını emretmişti. Sonra ramazân
orucu indi. Hâlbuki o zaman insanlar henüz oruca ahşmamıştı, oruç kendilerine
pek şiddetli, pek güç geliyordu. Binâenaleyh oruç tutmayan, bir fakîr
duruyordu. Bundan sonra "İçinizden kim o aya erişirse, onda oruç
tutsun"ayeti indi. Bunun üzerine oruç tutmayıp fidye verme ruhsatı ancak
hasta ve yolcuya â'id kaldı, hepimiz oruç tutmaya me'mûr olduk.
Bunlarda bir nesh İşareti vardır. Fakat bunun yaşlı kimselerden başkalarında
olduğu açıktır. (Hakk Dîni, I, 637).
[50] Bukeyr ibn Abdillah 120 yılında yâhud biraz önce,
biraz sonra vefat etmiştir. Yezîd ibn Ebî Ubeyd el-Eslemî ise 146 veya 147'de
vefat etmiştir.
[51] Hadîsle âyet arasındaki ilgi meydandadır. Bu hadîsin
Oruç Kitâbı'nda geçen bir rivayetinin sonunda "Bu âyetin inmesi üzerine
sahâbîler çok sevindiler..." ziyâdesi vardır.
[52] Hadîslerin bâb başlığındaki âyete uygunlukları
meydandadır. Sehl hadîsinde bu "Mine'l-fecri" kaydının sonradan indiği
bildirilmiş, bu beyân ile kasdolunan ma'nâ açıkça söylenmiştir.
''Mine'l-fecri", beyaz ipliğin beyânıdır. Bununla siyah ipliğin
beyânından iktifa edilmiştir. Çünkü ikisinden birini beyân etmek, diğeri için
de bir beyândır.
[53] Hadîs başlıktaki âyetin nuzûl sebebini bildirdiği
için, aralarındaki uygunluk tamdır. "Bu âyetteki ifâdenin bir hakîkî
ma'nâsı, bir de kinayeli ma'nâsı vardır.
1 Hakîkati i'tibâriyle Câhiliyet ahâlîsinin ihramda yaptıkları bu
aksiliğin bir ibâdet olmadığıdır. Kinayeli ma'nâsı i'tibâriyle de Rasûlullah'a
yıldız ilmi suâli sormak, ilâhî hikmet ve ilâhî hükümleri beyân ve tebliğ için
gönderilmiş olan Peygamber'i hâşâ bir müneccim ve Kur'ân'ı bir nücûm kitabı
yerine koymak, âdî İlimlerin maksadlanyle nübüvvet ilminin isteklerini birbirinden
ayıramamak, işe tersinden başlamak demektir. İşlere böyle tersinden başlamakla
hayra eril-mez. Hayır böyle aksilikle değildir, lâkin hayır ehli ancak muttakî'
olan, korunandır. Ve evlere kapılarından gelin. İşlere doğru yoluyla, lâyıkı
veçhile girişin, aksilik etmeyin..." (Hakk Dîni, I, 685).
[54] Başlıktaki âyetin bir benzeri el-Enfâl: 39'da da
geçmektedir.
Bundan önceki üç âyet
şunlardır: "Size harb açanlarla, Allah yolunda siz de döğüşün; ancak aşırı
gitmeyin. Şübhesiz ki, Allah aşırı gidenleri sevmez. Onları nerede yakalarsanız
öldürün. Onları, sizi çıkardıkları yerden çıkarın. Fitne öldürmekten beterdir.
Onlar Mescidi Haram yanında, orada sizinle döğüşmedik-çe siz de orada
kendileriyle döğüşmeyin. Fakat (orada) sizi öldürürlerse, siz de onları öldürün.
Kâfirlerin cezası böyledir. Bununla beraber (muharebeden) vazgeçerlerse (siz de
bırakın), şübhesiz ki, Allah çok mağfiret edici, çok merhamet
eyleyicidir" (Âyet: 190-192).
Fitne, aslı lügatte
karışığını ayıklamak için altını ateşe koymaktır. Bundan mihnet ve belâya
sokmak ma'nâsına kullanılmıştır ki, burada bu ma'nâyadır. t Yânî vatandan
çıkarmak gibi insanları azaba uğratacak belâ ve mihnet öldür-- mekten daha
ağırdır. Ölümden daha ağır ne vardır demeyiniz, zîrâ ölümü te-mennî ettiren
hâl, ölümden daha ağırdır. Bu nazmın şevkinde insanı vatanından çıkarmak da ona
ölümü temennî ettirecek fitneler ve mihnetler cümlesinden olduğuna işaret
vardır. Şirk, küfür neşri, İrtİdâd, Allah'ın haramlarını yırtıp parçalamak,
umûmî asayişi bozmak, vatandan çıkarmak hep birer fitnedir. Allah korusun,
mü'minin dîninden dönüp kâfir olması, öldürülmesinden eşeddir... İşte bütün
bunlar "Fitne öldürmekten daha şiddetlidir" düstûrunda özetlenerek
harbin sebebi kılınmış ve müslümânlar fitneyi def etmek için fî sebîlillah gazaya
teşvîk edilmiştir... Onlarla hiçbir fitne kalmaymcaya, yânî şirk ve tefrika
kalmayıncaya ve dîn de hep Allah'ın oluncaya kadar, yalnız Allah'a boyun eğilip
itaat edilinceye kadar harb edip savaşın. "Çünkü Allah katında hakk dîn
ancak İslâm'dır" (Âlu İmrân: 19). Binâenaleyh bunlarda hakk tevhîd dîni
olan İslâm'dan başka bir düı bulunmasın. Fitnenin başı olan şirk kalksın. Bunun
için Peygamber (S): "Ben bu insanlara Lâ ilahe ille Ulah diyecekleri âna
kadar harbe me'mûrum, onu dedikleri zaman benden canlarını, mallarını
kurtarırlar" buyurmuştur (Buhârî, îmân). Diğerleri cizye ile dahî kan
ma'sumiyetine mâlik olabilecekleri hâlde, fitneci müşriklere bu müsâade
verilmemiştir. Bundan başka bilhassa Mekke'de gayrimüslimin ikaametine müsâade
de edilmemiştir.. {Hakk Dîni, I, 695-698).
[55] Hadîsin başlıktaki âyete uygunluğu meydandadır. Buhârî
bu hadîsi burada iki senedle getirmiştir. İbn Umer'e gelen kişilerin el-Alâ ibn
Irâr ile Hıbbân yâhud Nâfi' ibnu'l-Ezrak olduğu söylenmiştir.
Abdullah ibnu'z-Zubeyr'in fitnesi, Haccâc'ın Mekke'de Abdullah
İbnu'z-Zubeyr'i muhasara etmesi fitnesidir. Bu muhasara 73 yılının sonlarında
oldu. Abdullah İbnu'z-Zubeyr bu yılın sonunda Öldürüldü. Abdullah ibn Umer de
74. yılın evvelinde vefat etti.
[56] Şu unutulmamalıdır ki, harb denilen şey parasız,
malsız olmaz, masraf da ister. Bunun için Allah yolunda harcama da yapın, mal
tedârik edip harb ihtiyâçlarına sarfedilmek üzere vergi ve yardım verin, lâkin
yalnız mal kazanmak sevdasına düşüp de kendi kendinizi tehlikeye bırakmayın.
Sâde para kazanmak ve istirahat etmek sevdasının insanları esaret: istilâsı ve
mahkûmiyet gibi büyük tehlikelere düşüreceğini ve bu tehlikenin önüne geçmek
ancak Allah yolunda harb etmek ve harbe alışmakla mümkin olacağını unutmayın.
[57] Bu âyetin şevki ve inme sebebi Allah yolunda harb ve
kıtalden ve o uğurda mal harcamaktan kaçınmanın bir tehlike olduğunu
hatırlatmak içindir. Müslim, Ne-sâî, Ebû Dâvûd ve Tİrmizî'de bu Huzeyfe
hadîsini tefsir edici olarak şöyle rivayet edilmiştir: Emevîler devrinde
Abdurrahmân ibn Velîd kumandasında bir İslâm ordusu Kostantmiyye, yânî İstanbul
şehrine gaza etmişti. Ebû Eyyûb el-Ensârî de bu asker arasında idi. Rumlar
şehrin sûrlarına arkalarını dayamışlardı. O sırada müslümânlardan bir zât
kalede düşman üzerine açıktan hücum etmiş, bunu gören müslümânlar "Men
meh! Lâ ilahe ille'llah, kendi kendini tehlikeye atıyor" demişlerdi. Bunun
üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî: Ey müslümânlar! Bu âyet biz Ensâr topluluğu
hakkında indi. Allah Peygamber'İne nus-rat ve dîni olan İslâm'ı gâlib getirip
yardımcıları da çoğalınca, o zaman biz artık mallarımızın başında durup onların
ıslâhıyle meşgul olalım mı? demiştik. Allah: "Allah yolunda mallarınızı
harcayın, kendinizi tehlikeye atmayın" âyetini indirdi. Binâenaleyh
kendini tehlikeye atmak, mallarınızın başında durup onları ıslâh ile
uğraşmanız ve cihâdı terketmenizdir", demiş ve bunun Üzerine hiç durmayıp
Allah yolunda cihâda girişmiş ve nihayet şehîd olup Kostantmiyye'de
defnolunmuştur. Ebû Eyyûb bu suretle, tehlikeye atılma'nın, Allah yolunda cihâdı
terketme demek olduğunu ve bu âyetin bu hususta indiğini haber vermiştir. Bu,
tbn Abbâs'tan, Huzeyfe'den, Hasen, Katâde, Mucâhid, Dahhâk'tan dahî böyle
rivayet edilmiştir, (tbn Hacer, Kastallânî, Hakk Dîni, I, 701-703).
[58] Âyetin baş tarafı şöyledir: "Haca da umreyi de
Allah için tam yapın. Fakat bunlardan ahkanursanız, o hâlde kolayınıza gelen
kurbân (gönderin, bununla beraber) kurbân yerine varıncaya kadar başlarınızı
tıraş etmeyin. Artık içinizden kim hasta olur yâhud başından bir eziyeti bulunursa,
ona oruçtan ya sadakadan, yâhud da kurbândan biriyle fidye (vâcib olur)...
"
[59] Hadîsin başlıktaki âyete uygunluğu meydandadır. Bu
hadîsin birkaç rivayeti Hacc Kitâbı'nda geçmiş ve gerekli açıklamalar da orada
verilmiştir.
[60] Âyetin bu kısmı içine olan yukarısı şöyledir:
"Emîn olduğunuz vakit ise kim hacca kadar umre ile fâidelenmek isterse
kolayına gelen bir kurbân (kesmek vâ-cib olur). Fakat onu bulamazsa, hacc
günlerinde (ihrâmlı olarak) üç, döndüğünüz vakit yedi gün olmak üzere oruç
tutmak (vâcib olur ki) bunlar tam on gün eder. Bu, ailesi (ikaametgâhı) Mescidi
Harâm'da bulunmayanlara âiddir. Allah'tan korkun ve bilin ki, Allah, cezası
cidden çetin olandır" (Âyet: 196).
"Bir senenin hacc
aylarında hacc ile umrenin birleşmesi ve birleşmemesine göre haccm üç nev'i
vardır: tfrâd haccı, temettü' haccı, kıran haccı.
İfrâd haccı: Mîkaat'tan
yalnız hacc niyetiyle ihrama girip, geliş tavafını yaptıktan sonra hacc
fiilleri bitinceye kadar Mekke'de ihrâmlı olarak kalmaktır. Bunda umre
bulunmayıp tek bir hacc yapılmış olduğundan müfrid hacc veya ifrâd hacc ismi
verilir.
Temettü' haccı:
Mîkaattan umre niyetiyle ihrama girip, umre için tavafı ve sa'yi yaparak tıraş
olup ihramdan çıkmak, sonra Mekke'de bir Mekkeli gibi kalıp, nihayet
Zu'1-hİccenin sekizincisi terviye gününde hacc için Harem'den ihrama girerek
haccı tamamlamak ve kurbân kesmektir. Uzun müddet ihramda kalınmamak için
umreden bu suretle istifâde edildiğinden dolayı buna temettü' , haccı adı
verilmiştir.
Kıran haccı: Mîkaattan hem umre ve hem de hacc; ikisine birden niyet ile
ihrama girip Mekke'ye varınca evvelâ umre için tavaf ve sa'y, daha sonra hacc
için geliş tavafı ve sa'y etmek, sonra ihramdan çıkmaksızın, nihayetine kadar
hacc fiillerini yapmak ve kurbân kesmektir. Câhiliyette umre ile haccın hacc
ay-. lannda birleştirilmesi caiz değildi; bu âyet bunların meşrû'luğunu beyân
için inmiş ve şükrânesi olmak üzere kurbânı da vâcib kılmıştır.
[61] Hadîs de âyetteki gibi hacc aylarında umre ile
temettü' yapmanın cevazına delâlet etmektedir. Bu hadîsi Müslim, Hacc
Kitâbı'nda rivayet etmiştir. Müslim'de hadîsin birçok rivayetleri
sıralanmıştır (Müslim Ter., IV, 99-105).
[62] Ukâz, Taife bir; Mekke'ye üç konak mesafededir. Ukâz
Panayırı zu'1-ka'de hilâlinin ertesi gününden başlar ve yirmi gün devam ederdi.
Oranın bozulan pazarı Mecenne'de zu'1-hicce evveline kadar sürerdi. Mecenne,
Merçu'z-Zahrân'da idi. Ondan sonra Arafat'ın arkasında bulunan Zu'1-Mecâz'da
pazar kurulup ter viye gününe, yânî zu'1-hiccenin sekizinci gününe kadar devam
ederdi. Ondan sonra da Minâ'ya, Arafat'a çıkılıp hacc edilirdi. Bu pazarların
en mühimmi Ukâz idi. Bu pazar yalnız Kureyş'in değil, bütün Arabistan
pazarlarının,en mühimmi idi. Orası alışveriş pazarı olduğu gibi, hitabet ve
şiir yarışlarının da pazarı idi. "Yedi Muallaka"nın şâir Arab
şiirlerine üstün olduklarına peyderpey orada karar verilip, bütün Arabistan
halkına orada neşr ve i'lân edilmiştir.
İşte Arablar Câhiliye
devrinde hacc mevsimlerinde bu pazar ve panayırları açarlar ve onlardan
ticâret, alışveriş yoluyla geçim te'mîn ederlerdi, İslâm Dîni gelince
müslümânlar hacc aylarında bunlardan sakınmaya başlamıştır, işte bu çekingenlik
üzerine bu âyet inmiş ve hacc aylarında olsun kazanmaya ve ticâretle erzak
edinmeye bir mâni' bulunmadığını bildirmiştir. Bu âyetin sonundaki
"FîmevâsimVl-hacc" kaydı, Ibn Abbâs'ın kıraatidir. Âyetin devamı
şöyledir: "Arafat'tan (oradan vakfeden sonra seller gibi)
boşanıp'aktığınız zaman el-Meş'aru'l-Harâm'ın yanında Allah'ı zikredin. O size
nasıl hidâyet ettiyse, siz de O'nu öylece anın. Siz bundan evvel gerçek
sapıklardandınız" (Âyet: 198).
[63] Hadîsteki "Hutns", bahâdır olmak ma'riâsına
gelen Hamaset vazsd-aimdan Ah-mes'in cem'idir. Bu Hutns kelimesi, dînde şiddet
ve salâbetli olanlar demektir ki, bunlar Âmir oğulları, Sakîf ve Huzaa
kabîleleri idiler. Ibn Ishâk'm rivayetine göre bu Hums bid'atı, Fil senesinde
yâhud biraz önce veya biraz sonra ortaya çıkarılmıştı. Kureyş: Biz İbrahim'in
evlâdıyız, Ka'be'nin sahibiyiz, Mek-keli'yiz. Arab kabilelerinden hiçbiri bizim
bulunduğumuz şeref ve asalete sâ-hib değildir. Binâenaleyh biz bu şerefli
mevkiimizi korumalıyız. Bundan son ra Harem dışında hiçbirşeye ta'zîm etmeyip,
bütün hürmetlerimizi Harem dâhilinde yapmalıyız. Arafat'ta halk ile bir arada
yanyana, omuz omuza durup vakfe yapmak, sonra halk ile geri dönüp Muzdelife'ye
gelmek bizim kadrimizi indirir" diyerek, Arafat'ta vakfeyi terketmişlerdi.
Mekke dışındaki Arablar Arafat'ta vakfe yapmağa devam ederlerken, Kureyş ve
onun dindaşları olan Âmir oğullan, Sakîf ve Huzaa kabîleleri halkı Harem hududu
dahilindeki Muzdelife'de vakfe yaparlardı ve oradan dağılıp giderlerdi. Bu
suretle Kureyş, İbrâhîm Peygamber zamanından, beri devam edip gelen Arafat
vakfesini değiştirmişti. Hâlbuki haccdan en yüksek gaye, Arafat vakfesi idi.
Kureyş'in çıkardığı Arafat'ta vakfeyi terk bid'ati, bu âyetle kaldırılmıştır.
Bu âyet, Arafat'ta bulunmanın haccın iki farzından biri olduğunun da
delilidir. Arafat'a yetişmeyen hacca yetişmemiş olur.
[64] Bu hadîsinde ibn Abbâs hacc fiillerinin yapılışıyle
ilgili bilgilerin bir kısmını Özetle bildirmektedir. 99. âyetin inmesiyle
Câhiliyet devri bid'atleri kaldırılmış, Veda Haccı'nda Peygamber bizzat
sahâbîleriyle Arafat'ta vakfe yapmış, gün battıktan sonra oradan bütün
insanlarla beraber Muzdelife'ye hareket etmiştir
[65] Bundan önceki iki âyet şöyledir: "Hacc
ibâdetlerinizi bitirince (Câhiliyet'te) atalarınızı andığınız gibi, hattâ daha
kuvvetli bir anışla Allah 't anın. Artık o insanlardan kimi: 'Ey Rabb 'imiz,
bize (nasibimizi) dünyâda ver' der ki, onun âhiretten nasibi yoktur" (Âyet:
200-201).
"Fahruddîn
er-Râzî, Tefsîr'inde der ki: Saadetlerin mertebeleri üçtür: Rû-hânî, bedenî,
haricî. Rûhânî saadet ikidir: Birisi ilim ile nazar, yânî düşünme kuvvetinin
kemâli, biri de fâzıla ahlâk ile amelî kuvvetin kemâlidir. Bedenî saadet de
ikidir: Sıhhat, güzellik. Haricî saadet de ikidir: Mal, mevki. "Bize dünyâda
ver" talebi de bu kısımlardan herbirini şâmildir. Çünkü ilim, dünyâda
zînetlenme ve akranın önüne geçmek için istenirse dünyâda olur. Bunun gibi
fâzıla ahlâk dahî dünyâda başa geçmek ve dünyâ işlerini zabt ve idare etmek
için istenirse, bu da dünyâda olur. Öldükten sonra dirilmeye îmânı olmayanlar
gerek rûhânî, gerek cismânî herhangibir fazileti isterlerse, ancak dünyâ için
isterler..."
"Haserte",
insanın nefsinde, bedeninde, hâllerinde nail olmakla sevineceği her ni'mettir
ki, ismî ma'nâsıyle güzel ve güzellik demektir. Esasen Hasen, yânî güzel,
sevinme ve rağbet sebebi olan herhangi birşey demektir ki, Hüsn, güzellik onun
nefsinde müessir olan husûsî bir halettir. Onun için Hüsn haddi zâtında vâkıî
bir iş olmakla beraber kıymeti, enfüsî te'sîrleri i'tibâriyledir, yânî güzel,
güzel saymadan öncedir, fakat tecellîsi onunladır. Bunun için güzel üç
nev'idin'Ya akl ve basîret cihetinden güzel sayılan veya hevâ cihetinden güzel
sayılan veya güzellik cihetinden güzel sayılandır. Avâmm güzelliği hissiyle ve
ekseriya gözüyle arar. Kur'ân'da gelen hüsnler ise ekseriyetle basîret
cihetinden
güzel sayılanlardır..
Müfessirler, dünyâ ve
âhiret haseneleri nedir suâline: dünyâda sağlık, yeterlilik, hayra muvaffak
kılınma, âhirette de sevâbdır, demişlerdir..." {Hakk Dîni, I, 725-727).
[66] Âyetin tamâmı, sonraki iki âyetle beraber şöyledir:
"İnsanlardan Öyle kimseler vardır ki, onun bu dünyâ hayâtına âid sözü
hoşunuza gider ve o kalbinde olana Allah'ı şâhid getirir. Hâlbuki o düşmanların
en yamanıdır. O, yeryüzünde iş başına geçti mi, orada fesâd çıkarmaya, ekini ve
zürriyeti kökünden kurutmaya koşar. Allah fesadı sevmez. Ona: 'Allah 'tan kork'
denildiği zaman, izzeti nefsi (cahilane kibri) kendisini (daha ziyâde) günâh
işlemeye götürür. İşte öylesine, cehennem yetişir. O, hakikat ne kötü
yataktır'* (Âyet: 204-206).
el-Eledd, lügat
yönünden çok eğri demektir. Bâzıları ei-EIedd'i, şiddetli cidalci diye tefsir
etmişlerdir. Bu tefsiri Kaamûs Mütercimi şöyle açıklıyor: el-Eledd, müteannid,
mütemerrid, husûmeti şiddetli adama denir ki, ihlâs ve insaf tarafına meyi
eylemez...
Bu âyetler Sakîf
oğulları'ndan Ahnes ibn Şerîk hakkında inmiştir. Bu münafık, Zühre oğullan'nın
yemînli dostu imiş. Peygamber'e gelmiş, müslümân-hk göstermiş, diller dökerek
sevgiden bahsetmiş, yeminler etmiş. Sonra Peygamber'in yanından çıkınca
müslümânların bir ekinliğine uğramış, ekinleri yakmış, hayvanları öldürüp telef
etmişti. Nuzûl sebebi bu olmakla beraber, âyetin muhtevası bu gibi vasıflarla
vasıflanmış olan münafıkların hepsini şâmil olduğunu tahkîkçı müfessirlerin
çoğu açıkça söylemişlerdir.
Bu münâsebetle âyet, bir iş başına geçirilecek insanların dillerine
bakılma-yıp, hâllerinin incelenmesi gerektiğini bildirmiştir.
[67] Müellif bu ikinci senedi, hadîsin Peygamber'e
yükseltilmesini açıkça söylediği içm zikretmiştir.
[68] Bu iki âyet, yânî Yûsuf: 110 ile el-Bakara: 214.
âyetleri, bu okuyuş ihtilâfı ve her iki âyette bulunan "Kuzibû"
fiillerindeki naibi fail zamirlerinin peygamberlere veya ümmetlere
döndürülmesi ile beraber, ümîdsizlik ardından yardımın gelmesi hususunda
birbirine benzemektedirler. Yânî el-Bakara âyeti bu hususta Yûsuf âyetine
benzemektedir. İşte bu benzerlik sebebiyle tbn Abbâs, Yûsuf âyetini bu
el-Bakara âyetinin tefsiri sırasında okumuştur.
Rasûlullah, Mekke'deki
müşriklerin muhalefetinden sonra Muhacirlerle yurdu ve malları terkederek
Medine'ye hicret ettiği zaman, evvelâ Yahûdîler'in düşmanlığıyle karşılaştı. Bu
sebeble bu âyet indi. Uhud ve Hendek muharebeleri sebebiyle indiği de rivayet
edilmiştir. Bu âyet gösteriyor ki, ittırat kaanûnu gereğince Muhammed ümmeti,
bütün eski ümmetlerin geçirmiş olduğu bâzı hâllerle karşılaşacak, ihtilâflar
görecek, mukaavemetlere uğrayacak, sıkıntılar, zaruretler geçirecek, sebat
edenler akıbet muvaffak olacaklardır. İlk hilkatte olduğu gibi, Muhammed'in
peygamberliğinden i'tibâren de beşer fıtratı hakk macerasında yeni bir
inkişâfa başlayacak "Zaman Allah 'm gökleri ve yeri yarattığı günkü
hey'etine dönmüştür" hadîsi ma'nâsınca Muhammed asrı, küll'ün mîzânına bir
başlangıç olacaktır. Bundan sonra da âlemde hakka karşı yine azgınlık ve düşmanlık
olacak, geçmiş ümmetler gibi fırkalar meydana gelecek ve bütün bunlar içinde
Peygamber'in ve sahâbîlerin yoluna giden, Kitâb, Sünnet ve cemâat ile
korunmasını bilip Hakk'in tevhidini amellerinin esâsı edinen hakk ehli... sabr,
sebat ve çalışma ile ilâhî nusrata erecek, hakkın galebesini görecek ve küllî
selâmeti kuracaktır. Ve muvaffak olmak için târihten ibret alıp, ona göre korunmalıdır
{Hakk Dîni, I, 752).
[69] Ayetle hadîslerin uygunluğu meydandadır. Câbir
hadîsinde bildirildiği gibi Yahûdîler, bir kimse zevcesinin önüne arkasından
cima' ederse doğacak çocuğu şaşı olur derler ve bunu Tevrat'a dayandırırlarmış.
Bu, Rasûlullah'a nakledilmiş, "Yahûdîleryalan söyledi"buyurmuş ve
başlıktaki âyet inmiştir.. Hars esasen zirâat gibi ekin ekmek demek olup, ekin
yeri ma'nâsına isim de olur ki, burada bu ma'nâyadır. Bu ta'bîr ile kadının
kadınlık organı bir yere, erkeğin nutfesi tohuma, doğacak çocuk da bitecek
hâsılata benzetilerek bir istiare yapılmış ve bununla Allah'ın bir önceki
âyette emrettiği ekin yeri açıklanmıştır.
[70] Buhârî bu hadisi burada üç senedle getirmiştir.
İddet bittikten sonra birinci kocanın kendiliğinden kadına dönme hakkı
kalmaz, lâkin kadının rızâsıyle yeniden nikâh edebilir. Buna da ma'rûf veçhile
olmak şartıyle hiç kimsenin, hattâ velîlerin bile mâni' olmaya hakkı yoktur.
Meselâ şâhidsiz veya mehrİ misilden aşağı bir mehirle razı olmak gibi ma'rûfun
hilafı olursa, o zaman velîsi men' etmeye selâhiyetlidir. İki talâkta böyle
rızâlaşma ile iki defa nikâh yenilemek caizdir. Fakat üçüncüsünde başka bir
kocaya varmadan halâl olmaz... Bâzıları âyete şu ma'nâyı vermişlerdir:
"Ey zevçler, kadınlarınızı boşadığınız ve bunun üzerine onlar da
iddetlerini bitirdikleri vakit, onlara baskı yapıp başka kocaya varmaktan men'
etmeyiniz, iki tarafın rızâsıyle meşru' surette nikâh ile gerek siz ve gerek
başkası, dilediklerine varsınlar". İbn Abbâs, Zuhrî, Dahhâk: Bu âyet
zevcelerini boşadıktan sonra başka bir kocaya varmaktan men' eden zevçler
hakkında inmiştir. Çünkü Câhiliyet hamiy-yeti İle bâzıları boşanmış kadınlarını
zulnıen tazyik eder, evlenmelerine meydan vermezlerdi, demişlerdir. Rivayet
kuvvetine göre müfessİrlerİn çoğu evvelki ma'-nâya taraftar olmakla beraber,
dirayet bakımından bunu daha üstün görenler de vardır. Esasen bu iki ma'nâ
birbirine zıd değildir; biri diğerini gerektirir... İHakk Dîni, I, 793-794).
[71] Buhârî bu fiillerin geçtiği şu âyete işaret etmiş ve
fiilin^tefsîrini vermiştir: "Eğer siz onları kendilerine temas etmeden
önce boşar (fakat daha evvelden) onlara bir mehr ta 'yîn etmiş bulunursanız, o
hâlde ta 'yîn ettiğiniz o mehrin yarısı onlarındır. Meğer ki kendileri
vazgeçmiş olsunlar, yâhud nikâh düğümü elinde bulunan kimse bağış yapmış
olsun... " (Âyet: 237).
[72] Abdullah ibnu'z-Zubeyr, hükmü neshedilenin Mushaf'a
yazılmayacağını zannetmiş gibidir. Usmân (R), onun müşkil saydığı bu sorusuna
metindeki cevâbı vermiştir. Bu cevâbda: Ben âyetleri Mushaf'ta nasıl tesbît
edilmiş bulduysam, sonra da onları bulduğum tertîb üzere yerlerinde tesbît
ettim... demiş oluyor. Bu cevâbda âyetlerin tertîbinin tevkîfî olduğu hükmü de
vardır.
[73] İddetin hikmeti, "Boşanmış kadınlar kendi
nefislerini üç hayız ve temizlenme müddeti bekletirler. Eğer onlar Allah 'a ve
âhiret gününe inanıyorlarsa Allah 'in kendi rahimlerinde yarattığını
gizlemeleri onlara halâl olmaz..." (Âyet: 228) nas-smdan açıkça görüldüğü
üzere, rahmin temizliğinin meydana çıkması ve bunda asıl da hayz idi. Üç hayız,
ekseriya üç ayda cereyan edebileceği gibi her kadın da hayız sahibi olmaz.
Boşanmada kadının hayız sahibi olup olmaması da dikkate alınacak bir sebeb
olur. Bunun için boşamada hayız sahibi olanların iddeti kuru' ile hayızdan
kesilmişlerin de ona bedel aylar ile olması sırf hikmet olur. Fakat ölüm herkes
için müsâvî bir sebebdir. Bundan meydana gelen ayrılıkta kadmm hayız sahibi
olup olmamasının hiç hükmü yoktur. Bundan Ötürü Ölüm iddetinin umûm için müsâvî
ve muttarit bir surette olması da sırf hikmettir. Hayızdan kesilme gibi üç ay
ile takdiri bu müsavata kâfi değildir. Bütün hayız sahibi olanlar bakımından
da müsavatı te'mîn için daha fazlasına lüzum olabilir. Aynı zamanda ölüm
iddetinin, boşamaktan ziyâde bir matem ma'nâsını içine alması da yaraşır. Kadın
için nikâh ni'metinin gitmesi, her hâlde sevinç ile karşılanacak bir hâdise
sayılmamalıdır. Bununla beraber boşamakta teselli vesilesi olacak bir ni'met
ciheti düşünülebilir. Ölüm ise hiçkimse için inşirah vesilesi değildir. Bunun
tek tesliyeti "tnnâUUâhi veinnâileyhirâciûn" (ei-Bakara: 156)îmânıdır...
(Hakk Dîni, I, 802).
[74] İslâm'ın ilk zamanlarında kocası vefat eden kadın
mîrâs almaz, yalnız bir sene onun evinde bakılırdı. O vaziyette iddet de bir
yıldı. Eğer kadın o müddet zarfında çıkar giderse, bu hakkından mahrum
edilirdi. Bilâhare nafaka ve süknâ ile vasiyet, mîrâs âyeti ile; bir sene iddet
de vefat iddeti olan dört ay on gün ile neshediîdi. Mucâhid'e göre bu âyet
muhkemdir. Kocası ölen kadın süknâyı tercih etmez, onun malından nafaka almazsa
iddeti dört ay on gündür. Süknâyı ve nafakayı tercîh ederse, bir senedir. Bu
re'y râcihtir (H.B. Çantay, Kur'ân-ı. Hakîm ve Meâl-i Kerîm, haşiye).
[75] Müfessirier cumhuru, bu 240. âyetinin inmesinin, 234.
âyetinden evvel olduğunu ve fakat tilâvette geri bırakıldığım söylemişlerdir.
Bununla beraber târîh açıkça beyân edilmiş değildir. 234. âyet iddet, 240. âyet
ise nafaka içindir.
240. âyette nekre
olarak "Mz'rtî/", evvelkinde "B/7-ma'rû/"buyurulması, bunun
inmesi önce, öbürünün inmesi daha sonra olduğundan dolayı böyle geldiğini,
müfessirier beyân ediyorlar. Kadının evden çıkması hâlinde günâhın olmaması,
bu bir senenin tamamen iddet olmadığını gösterir. Çünkü iddet olsaydı,
kadınların çıkmaları günâh olurdu. Buna göre bu âyet inmede dahî evvelkinden
geride olsaydı, dört ay on gün iddet müddetiyle çelişmezdi.
Bu hadîste İbn Mes'ûd'un kısa olan en-Nisâ Sûresi dediği âyet şudur:
"... Hâmile kadınların iddetleri ise çocuklarım doğurmaları ile biter. Kim
Allah Han korkana O, kendisine işinde bir kolaylık verir" (et-Talâk: 4).
[76] Çünkü düşmanların harb için hücumlarından dolayı korku
namazı suretiyle olsan, vaktinde kılamamışlar, güneş battıktan sonra
kılmışlardı... Bunun bu isimle anılmasının vechi ve hikmeti olarak şöyle
denilmiştir: İkindi namazı vakti, herkesin ticâret ve geçim için en ziyâde
meşgul oldukları bir vakittir. Gece ve gündüz meleklerinin bir yere gelmesi
vaktidir. Bir de şer'î gündüz İle iki gündüz, iki gece namazlarının
ortasındadır. Bu sebeble her iki ma'nâsıyle ortadadır.
[77] Bu "Allah için tam Mat ediciler olarak namaza
durun" emriyle, namazda Allah için niyetin, iftitâh tekbîrinin ve ayakta
durmanın, huşu' İle dünyâ kelâmından sükûtun farziyeti anlatılmıştır.Bu
suretle ayakta durmak, namazın ilk rüknüdür. "Okuyun, rükû' edin, sucûdedin"
emirleri gereğince kıraat, rükû', sucûd, ka'de tertîbde bundan sonradır. Her
namazda evvelâ dîvân durmak vardır. Bu sebeble namaz esasen bir kunûttur.
Namazda dünyâ kelâmından sükût edilmesi hadîsleri İbn Mes'ûd'dan, Ebû
Saîd'den ve diğer sahâbîlerden de rivayet edilmiştir.
[78] Buhârî bu başlık âyetinden sonra, bu sûrenin
âyetlerinde geçen bâzı kelime ve ta'bîrlerin tefsirlerini nakletmiştir. Biz
bunların daha iyi anlaşılması için geçtikleri cümleler İçinde vermeye
çalışalım:
"O'nun kürsîsi
(yânî ilmi) gökleri ve yeri kuşatmıştır" (Âyet: 255).
"O'nu ne bir
uyuklama tutabilir, ne de bir uyku" (Âyet: 255).
"İbrahim: 'Allah
güneşi doğudan getiriyor. Haydi sen de onu batıdan getir' deyince ise, o kâfir
şaşırıp (yânî hüccetsiz) kalmıştı. Allah zalimler güruhunu muvaffak
kılmaz" (Âyet: 258).
'' Yâhud o kimse
gibisini görmedin mi ki, binalarının çatılan çökmüş, duvarları üstüne yıkılmış
(kimsecikleri de kalmamış) bir kasabaya uğramış. Allah burasını ölümden sonra
acaba nasıl diriltecek? demiş. Allah da onu yüz yıl ölü bırakmış. Sonra
diriltmiş. (Kendisine:) Ne kadar eğlendin? demiş, O da; Bir gün yâhud bir
günden az, diye söylemişti. Allah ona: Hayır, yüz yıl kaldın. İşte yiyeceğine,
içeceğine bak, henüz bozulmamıştır. Bir de merkebine bak. {Böyle yapmamız) seni
insanlara ibret nişanesi kılmamız içindir. Merkebin kemiklerine de bak, onları
nasıl birleştirip yerli yerine koyuyoruz. Sonra da onlara et giydiriyoruz,
dedi. O kişi (bu işler) kendisine apaçık belli olduğu zaman: Biliyorum ki,
Allah, şübhesiz herşeye gücü yetendir, dedi" (Âyet: 259).
"Ey îmân edenler,
sadakalarınızı -malını insanlara gösteriş için harcayan, Allah'a ve âhiret
gününe inanmayan bir kimse gibi- başa kakmak ve incitmek suretiyle heder
etmeyin. Çünkü onun hâli, üstünde bir toprak bulunup da kendine şiddetli bir
yağmur isabet eden, bu suretle o, kendisini kaskatı bir taş hâlinde bırakmış
olan kaypak bir kayanın hâli gibidir. Onlar dünyâda İşledikleri hiçbirşeyden
sevâb kazanmaya muktedir olmazlar. Allah kâfirler güruhuna hidâyet
vermez" (Âyet: 264).
"Allah 'in
rızâsını istemek ve ruhlarında olan îmânı kökleştirip kuvvetlendirmek için
mallarını harcayanların hâli de bir tepenin üzerinde bulunan güzel bir bahçenin
hâline benzer ki, ona bol bir yağmur isabet etmiş de meyvelerini iki kat vermiştir;
ona bol bir yağmur düşmese de bir çisinti (bulunur). Allah, ne yaparsanız
hakkıyle görücüdür" (Âyet: 265).
"Sizden herhangi
biriniz arzu eder mi ki, hurmalardan, üzümlerden onun bir bahçesi olsun,
altından ırmaklar aksın, orada kendisinin her çeşit meyveleri bulunsun, (fakat)
ona ihtiyarlık çöksün, âciz ve küçük çocukları da olsun, derken (o bahçeye)
içinde bir ateş bulunan bir bora isabet etsin de o yanıversin? îşte Allah size
âyetlerim böyle apaçık bildirir. Olur ki iyi düşünürsünüz" (Âyet: 266).
[79] Yânî işler ihlâsla olduğu zaman, Allah katında artar;
riya ile olduğu zaman ise yok olup gider.
[80] Buna Korku Namazı denir. Bunda hâlin gerektirmesine
göre nasıl ve ne tarafa durmak mümkin ise öylece, velev hayvan üstünde îmâ ile
olsun, münferiden kılınız, ve her hâlde mümkin olduğu kadar kılınız,
terketmeyiniz. Korku namâzı nm cemâatle kılınabilen diğer bir sureti en-Nisâ:
102'de gelecektir. Onda korku *' -bundan azdır. Fakat düşman ile bi'1-fiil harb
esnasında bunların hiçbiri yapılamaz, hareket namazı bozacağından, o zaman
namazı kazaya bırakmak zarurî olur. Nitekim Hendek muharebesinde Ahzâb günü
güneşin batmasına kadar böyle olmuş da Rasûlullah, dört namazı kazaya bırakmış
ve güneşin batmasından sonra tertîb üzere bu namazları kaza etmiştir.
Yüce Allah
"Namazları ve orta namazı muhafaza edin ve Allah için huşu' ve hudû'
ediciler olarak namaza durun " âyetiyle farz namazları kendi vakitlerinde
edâ etmeyi emir buyurduğu gibi, bu farzın hiçbir vakit düşmeyeceğini bildirmek
için de: "'Eğer korkarsamz, o hâlde namazı yürüyerek yâhud binek üzerinde
olarak küm..." buyurmuştur. Dînin direği olan namaz farzı, iki şehâ-det
gibi, hemen hemen hiçbir sebeb ile düşmeyecek bir vecîbe olduğu için, sağlıkta,
hastalıkta, hazarda, seferde, kuvvette, acz hâlinde, korkuda, emniyette
mükelleften düşmez.
Müslümanların ma'nevî
yükselmeleri gibi dünyevî selâmetleri de namazı Peygamberdin öğrettiği şekilde
muhâfazasıyle ilgilidir: el-Ankebût: 45.
Peygamber, ümmet
arasında sevginin ve çekişmekten uzaklaşmanın farz namazları güzel edâ ile
alâkalı olduğunu bildirmiştir ("Namazda safflan düzgün ve sık tutma
babı").
[81] Bu hadîsin bir rivayeti iki bâb önce de başlığıyle
beraber geçmişti. Orada hadîsi başka bir yolla rivayet etmişti. Orada da
bildirildiği gibi İbnu'z-Zubeyr'in nes-hedici dediği âyet şudur: "Sizden
ölenlerin (geride) bıraktıkları zevceler kendi nefislerim dört ay on gün
bekletsinler. İste bu müddeti bitirdikleri zaman artık onların kendileri
hakkında meşru' vech ile yaptıkları şeyden dolayı size günâh yoktur. Allah ne
işlerseniz hakkıyle haberdârdır" (Âyet: 234).
Bu beklemeden maksad, kadının o müddet içinde evlenmemesi, kocasının
öldüğü evden başka yere çıkmaması, zînetini bırakmasıdır. Bu iddetten maksad,
kadının gebe olup olmadığının gerçekleşmesidir. Gebe ise müddet bittikten sonra
doğurmasını bekler ve ondan sonra evlenir. Değilse bu müddet bitince evlenebilir.
Gebe kadının çocuğu iddet içinde doğarsa, beklemeye hacet yoktur...
[82] Âyetin devamı şöyledir: "Allah da dedi ki: Dört
kuş tut. Onları kendine alıştır. Sonra (kesip) her parçasını bir dağın üzerine
bırak. Sonra da onları çağır. Koşarak sana geleceklerdir. Bil ki, şübhesiz
Allah mutlak azizdir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir" (Âyet: 260).
Rasûlullah'ın buradaki
"Bizşübhe etmeye İbrahim'den daha haklıyız"'sözü İbrâhîm'in de,
Rasûlullah'ın da öldükten sonra diriltilme hakkında şübhe ve tereddütleri
bulunduğunu ifâde etmez. İbrâhîm ilk hilkate kıyâs ederek bunun ne şekilde
olacağını gözle görmek ve aklî istidlalini şuhûdî bir bilgi ile sağlayarak
îmânında bir selâbet, kalbinde bir sükûnet te'mîn etmek istemişti. Âyetin
devamında bildirildiği üzere İbrâhîm'in bu arzusu yerine getirildi. Kendisi
tara fından kesilen ve hayatî unsurları birbirine karıştırılan dört kuşun bütün
maddî parçalan İlâhî Kudret'in ilişmesiyle birleştirildi ve İbrahim'e
gösterildi... Bu hadîsin daha uzun bir rivayeti Ehâdîsu'l-Enbiyâ'da geçmişti.
[83] Hadîsin başlıktaki âyetle ilgisi meydandadır. Bu,
Buhârî'nin Müslim'den ayrı olarak rivayet ettiği hadîslerdendir.
[84] el-Bakara Sûresi'nin 261'den 272. âyetine kadarki 12
âyette sadaka denilen ieti-mâî yardıma teşvik edilmiş, bu yardım mukaabilinde
kat kat ilâhî mükâfatlar olduğu bildirilmiş, sadakaların nevi'leri, tatlı dilin
bile sadaka olduğu, verilen sadakanın minnetdârlık vesilesi kümmaması, sadaka
vermenin âdabı gibi birçok içtimaî yardım düstûrları ve öğütleri verilmiştir.
Bunlardan sonra başlıktaki 273. âyet gelmektedir. Bunda da yardıma muhtâc olan
hakîkî miskînlerin, yâni fakirlerin vasıfları bildirilmiştir. Âyetin tamâmı
şöyledir: "(Sadakalar) Allah yolunda kendilerini vakfetmiş fakirler
içindir ki, onlar yeryüzünde dolaşmaya muktedir olmazlar. Hâllerini bilmeyen,
iffetli kalmağa çalışmalarından dolayı onları zengin kimseler sanır. Sen o
gibileri sımalarından tanırsın. Onlar insanlardan yüzsüzlük edip de birşey
istemezler. Siz (hakk yolunda) ne mal harcarsanız, şübhesiz Allah onu hakkıyle
bilir" (Âyet: 273).
Bu âyet Suffa sâhâbîleri hakkında inmiştir. Suffa, Peygamber'in
mescidine bitişik üstü kapalı, etrafı açık bir yerdi. Burada kimsesiz, fakîr
muhacirler otururdu. Sayıları dörtyüze varan bu topluluktan çıkanların yerine
yenileri alınırdı. Bunların işi sırf Kur'ân öğrenmek, Peygamber'in va'zlerinî,
hadîslerini bellemek ve cihâd etmekti. Bunların geçimleri Peygamber ile zengin
sahâbîlerce karşılanırdı. Bunlar İslâm'ın ilk yatılı öğrencileri idiler.
Bunlara kaldıkları yere nisbetle Suffa Ashabı denilmiştir. Bundan dolayı İslâm
Âlemi'nde medreseler hep camiler etrafında yapılır ve orada okuyan ilim
yolcularından da Suffa sa-hâbîlerinin meslekine girmeleri beklenirdi...
[85] Âİşe'nin ribâ hakkında indiğini bildirdiği bu âyetler,
el-Bakara Sûresi'nin 275'den 281'ekadarki âyetleridir. Bunlardan 275. âyetin
tamâmı şöyledir: "Ribâyiyenler, kendilerini şeytân çarpmış birer deliden
başka bir hâlde kalkmazlar. Böyle olması da onların: Alım satım da ancak ribâ
gibidir, demelerindendir. Hâlbuki Allah, alış verişi halâl, ribâyı (faizi)
haram kılmıştır. (Bundan böyle) kim Rabb 'inden kendisine bir öğüt gelip de
faizden vazgeçerse, geçmişi ona ve işi de Allah 'a âiddir. Kim de tekrar faize
dönerse,onlar o ateşin sahihleridirler ki, orada onlar ebedî
kalıcıdırlar".
[86] Tamâmı şöyledir: "Allah ribâyı mahveder, sadakayı
ise artırır. Allah (haramı halâl tanımakta ısrar eden) çok kâfir, çok günahkâr
hiç kimseyi sevmez".
Allah, malı artırır zannedilen ribâyı tedricen eksilte eksilte nihayet
mahveder... Malı eksiltir zannedilen sadakaları artırır, nemâlandınr. Ribâ,
yânî faiz, malları ve üretim yapacak hayâtları kurt gibi yiye yiye bitirir,
nihayet anamalların da batmasına ve hayâtların sönmesine sebeb olur. Hâlbuki
sadakalar, hayâtın ecri ve bereketi olur...
[87] Bir Öncekiyle birlikte âyetin tamâmı şöyledir:
"Ey îmân edenler, gerçek müzminler iseniz Allah 'tan korkun, faizden
(henüz alınmamış olup da) kalanı bırakın (almayın). İşte böyle yapmazsanız
Allah 'a ve Rasûlü 'ne karşı harb olunacağını bilin. Eğer (faizciliğe) tevbe
ederseniz mallarınızın başları (sermâyeleriniz) yine sizindir. Bu suretle ne
haksızlık yapmış, ne de haksızlığa uğratılmış olursunuz'' (Âyet: 278-279).
"Burada ribâyı
terketmeyenleri gerek ribâ halâldir i'tikaadına dönmüş mür-ted veya ahdi bozmuş
kâfir olsun, gerekse harâmlığma îmân eder ve fakat îmân ile amel etmez fâsık
mü'min olsun, İkisine de Allah harb i'lânı emretmiştir. Çünkü bunlar zekâtı
inkâr veya vermekten çekinenler gibi ya mürted veya bağîdirler. Hâriçteki
kâfirlere harb i'lânı her vakit için zarurî olmadığı hâlde bunlara harb i'lâm
mutlak olarak vâcib kılınmıştır. Demek olur ki, ribâdan sakınmak İslâm
tâbiiyyetinde bulunanların hepsine farzı ayn bir ferdî vazîfe olduktan başka
umûmî surette ribâ muamelesini kaldırmak da mühim bir içtimaî vazîfedir. Çünkü
ribâ öyle bir fitnedir ki, toplulukta cereyan ettiği müddetçe ferdlerin ondan
sakınması çok zor ve belki imkânsız olur..."
Bu ribâ âyetleriyle ilgili tefsîr,Elmalılı Muhammed Hamdı Yazır'ın Hakk
Dîni Kur'ân Dili, I, 950-976 sahîfelerinden okunmalıdır.
[88] Müellif Buhârî'nin bu başlıklarda yaptığı tertîb, onun
âyetler sözüyle maksadının borçlanma (282.) âyetine kadar olan ribâ âyetlerinin
hepsi olduğunu gerektirir.
[89] Hadîsle başlıktaki âyet arasında uygunluk yok gibi
görünüyorsa da, Dâvûdî yine İbn Abbâs'tan: En son inen âyet "Kendisinde
Allah'a döndürüleceğiniz günden sakının..." âyeti olduğunu rivayet
etmiştir. Bu âyet de Veda Haccı'nda inmiştir ki, iki rivayet arasında zıddiyet
yoktur. Bu âyetle ribâ âyetlerinin hepsi toptan inmişlerdir. Buhârî, İbn
Abbâs'ın bu iki hadîsi arasını böyle bir işaretle birleştirmeyi kasdetmîş
olabilir.
"Bu âyet Kur'ân'm
en son inen âyetidir. Şöyle ki, Rasûlullah hacc ettiği zaman Kelâle âyeti (yânî
en-Nisâ: 176) inmişti. Sonra Arafat'ta vakfede iken "... Bu gün sizin
dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nVmetimi tamamladım ve size dîn olarak
müslümânhğı (verip, ondan) hoşnûd oldum... " (el-Mâide: 3) âyeti indi.
Sonra da işbu "Allah 'a döndürüleceğiniz günden sakının" âyeti indi
ve Cibril: "Yâ Muhammed, bunu el-Bakara'dan ikiyüzsekseninci âyetin başına
koy" dedi. Ve bundan sonra Rasûlullah seksenbir gün yaşadı ki, yirmibir
gün veya yedi gün ... yaşadığı da söylenmiştir.
İyi veya kötü amellere
ileride terettüb edecek ecir veya ceza sâhiblerinin kazancı olmak üzere Allah
katında defterlerine kaydolunmuş bir karz veya taah-hüd mesabesinde
bulunduğundan, son inen bu âyetin ölümü veya kıyamet gününü hatırlatarak inmesi
pek ma'nâlı olduğu gibi, bunun bilhassa ribâ bahsini ta'kîb ederek, borçlanma
hükümleri arasında kaydolunması da gayet belîğ ve ma'nîdârdır" (Hakk Dîni,
I, 975-976).
[90] Müslim'de şu hadîs vardır: Ebû Hureyre (R) şöyle dedi:
"Siz nefislerinizdekini açsanız da, gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba
çeker.., " âyeti indiği zaman, bu, Rasûlullah'ın sahâbîlerine şiddetli
geldi. Rasûlullah'a geldiler, dizleri üzerine çöktüler ve şöyle hitâb ettiler:
Ey Allah'ın elçisi! Amellerden takat getirebileceğimiz şeylerle mükellef
kılındık. Bunlar namaz, oruç, cihâd ve zekâttır. Hâlbuki şu âyet İndirilmiştir.
Biz ona takat getiremeyiz, dediler. Rasûlullah: "Sizden önceki iki kitâb
sahihlerinin dedikleri gibi "İşittik ve âsî olduk" sözünü mü söylemek
istiyorsunuz? Hayır şöyle söyleyiniz, dedi: "İşittik, itaat eyledik.
Gufranını dileriz, ey Rabbİmiz, gidiş ancak Sana'dır". Onlar da bunları
söylediler. Akabinde bunlar ve devamı olan kısım indirildi... (Müslim Ter., I,
173-1975).
Bu kısımda "Allah kimseye kudretinden öte teklif yapmaz"
fıkrası inip, takat getirilmeyecek şeylerle teklif olunma endîşelerini giderdi.
Demek ki, sa-hâbîler, başlıktaki âyetin bütün görünür ve gizli ihtimâllerini
dikkate almışlar ve bunun azim ve irâdeyle olmayan nefsî hâtıraları da içine
aldığı ihtimâlinden korkmuşlardı... İşte bu hadîste bildirilen nesh, âyetin
şümulüne giren ve fakat insanın azim ve irâdesi dışında gönlünden geçen
hâtıralardan dolayı hesaba çekilmeyeceği hususudur.
[91] Bu, bundan önceki bâbda geçen hadîsin başka bir yoldan
gelen rivayetidir. Ondan sonraki iki âyet şunlardır:
"O Rasûl de
kendisine Rabb'inden indirilene îmân etti, müzminler de. Onlardan herbiri
Allah'a, O'nun meleklerine, kitâblarına, rasûllerine inandı. O'nun
rasûllerinden hiçbirini diğerlerinin arasından ayırmayız (hepsine inanırız).
İşittik, itaat ettik. Ey Rabb 'imiz, mağfiretini isteriz. Son varış ancak Sana
'dır, dediler.
"Allah hiçbir
kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez. Herkesin kazandığı hayır
kendi fâidesine, yaptığı şerr kendi zarannadır. Ey Rabb'i-miz, unuttuk yâhud
yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabb 'imiz, bizden evvelki ümmetlere
yüklediğin gibi üstümüze ağır bir yük yükleme! Ey Rabb 'i-miz, takat
getiremeyeceğimiz şeyleri bize taşıtma! Bizden günâhları sil. Bizlere mağfiret
et, bizlere merhamet eyle! Sen bizim Mevlâmızsın. Artık kâfirler güruhuna
karşı da bizlere yardım et!"
Bu, "Rabbena lâ
tuâhıznâ"dan nihayetine kadar olan kısım aynı zamanda bütün arzulara
uygun, gayet mühim yedi isteği dile getiren büyük bir duadır. Müslim'in
rivayetinde Rasûlullah bunlarla duâ ettiğinde herbir duayı söyledikçe Allah
tarafından "Öyle yaptım" diye kabul edildiği bildirilmiştir (Müslim
Ter., I, 173-175).
Ebû Mes'ûd,
Peygamber'in "Her kim geceleyin el-Bakara Sûresi'nin sonundan iki âyeti
okursa, ona yeter" buyurduğunu rivayet etmiştir. (Buharı, Kur'ân'ın
Faziletleri).
Umer ile Alî'den de:
"el-Bakara Sûresi'nin sonundaki iki âyeti okumadan uyuyacak aklı başında bir müslümân
bulunacağını sanmam" dedikleri rivayet edildi.
Ebû Zerr de, Peygamber'in:
"Bu iki âyeti öğreniniz, kadınlarınıza, °Zulla-rınıza da öğreüniz.Çünkü bu
âyetler hem salâttır, hem Kur'ân 'dır, hem duadır" buyurduğunu rivayet
etmiştir (Hâkim ve Beyhakî).
Allah biz kullarına da
bu duaların ma'nâlarım anlama ve gereğini yapma ile va'd ettiği icabet
feyzinden büyük nasîbler ihsan eylesin! Amîn!
[92] Ebû Zerr el-Herevî'nin rivayeti böyle Besmele iledir.
[93] Buhârî bu sûrenin tefsîriyle ilgili hadîslerden önce
sevkettiği bu "Bâb"da, sûre içindeki âyetlerde geçen bâzı kelime ve ta'bîrlerin
ma'nâlannı nakletmiştir. Biz bunların içinde geçtikleri cümleleri de, buradaki
sıraya göre göstermeye çalışalım:
"Meğer ki onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış
olasınız. Allah size asıl kendinden sakınmanızı emrediyor..." (Âyet: 28).
"Onların bu dünyâ
hayâtında harcayıp sarfedegeldiklerinin misâli, kendilerine zulmeden bir
kavmin ekinlerini vurup da mahveden kavurucu ve soğuk bir rüzgârın hâli
gibidir. Onlara Allah zulmetmedi. Fakat kendileri kendilerine
Zulmediyorlar" (Âyet: 117).
"Ve yine siz bir
ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi o kurtarmıştı..." (Âyet:
İ03).
"Hani sen, mü
'minleri muharebeye elverişli yerlerde tabiye edip yerleştirmek üzere erkenden
ailenden ayrılmıştın...*'' (Âyet: 121).
"Evet siz sabr ve
sebat eder, sakınırsanız, bunlar da ansızın üstünüze gelecek olurlarsa onların
bu gelişleri anında Rabb 'iniz size nişanlı nişanlı beş bin melekle imdâd
edecektir" (Âyet: 125).
"Nice peygamber,
maiyyetinde birçok âlimler (yâhud cemâatler) olduğu hâlde, muharebe etti de,
Allah yolunda kendilerine gelen belâlardan dolayı ne gevşeklik, ne za'f
göstermediler; düşmana boyun da eğmediler. Allah sabredenleri sever"
(Âyet: 146).
"And olsun ki,
Allah'ın size olan va'dî -O'nun izni ile onları öldüregeldi-ğiniz, hattâ
sevmekte olduğunuz zaferi de size gösterdiği zamana kadar- yerine
gelmişti..." (Âyet: 152).
' 'Ey îmân edenler, siz
o küfredip de yeryüzünde seyahat ve seferde yâhud gazada bulundukları zaman
ölen kardeşleri hakkında: 'Bizim yanımızda olsalardı ölmezler, öldürülmezlerdV
diyenler gibi olmayın. Allah bunu onların yüreklerinde akıbet bir hasret
yaptı. Allah hem diriltir, hem Öldürür. Allah ne yaparsanız hakkıyle
görendir" (Âyet: 156).
"Hakikat Allah
fakirdir, biz zenginleriz diyenlerin lâfını, and olsun ki Allah işitmiştir:
Söyledikleri o sözü haksız yere peygamberleri öldürmeleriyle beraber yazacağız
ve: 'Tadın o yangın azabını!' diyeceğiz*' (Âyet: 181).
"Fakat
Rabb'lerinden korkanlar, altlarından ırmaklar akan cennetler -kendileri içinde
ebedî kalmak,Rabb 'leri katından verilecek nice ziyafetlere de konmak üzere-
hep onların. Allah 'in nezdinde olan (ni'metler) iyiler için daha
hayırlıdır" (Âyet: 198).
' 'Kadınlara, oğullara,
yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma ve güzel atlara, hayvanlara,
ekinlere olan ihtiraslı sevgi insanlar için bezenip süslenmiştir. Bunlar dünyâ
hayâtının geçici birer fâidesidir. Allah(a gelince) nihayet dönüp varılacak
yerin bütün güzelliği O'nun nezdindedir" (Âyet: 14).
"Geceyi gündüzün
içine koyarsın, gündüzü geceye sokarsın. Ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü
çıkarırsın. Sen kimi dilersen ona sayısız nzk verirsin " (Âyet: 27). .
' 'Orada Zekeriyyâ Rabb
'ine duâ etti: Rabb 'im, bana Sen 'in tarafından çok temiz bir zürriyet ihsan
et. Muhakkak Sen duayı hakkıyle işitensin, dedi. O, mihrâbda durup namaz
kılarken melek ona şöyle nida etti: Gerçek, Allah sana kendisinden bir kelimeyi
tasdik edici, bir efendi, nefsine hâkim ve sâlihlerden bir peygamber olmak
üzere Yahya'yı müjdeler" {Âyet: 39).
"Zekeriyyâ: Rabb
'im bana bu hususta bir nişan ver, dedi. Allah da: Senin nişanın sâde bir
işaretten başka İnsanlara üç gün söz söyleyememendir. Bununla beraber Rabb'ini
çok an ve akşam sabah O'nu tesbîh et, dedi" (Âyet: 41).
Zemahşerî:
"el-Aştyy" güneşin inmesi zamanından batmasına kadardır,
"el-tbkâr" ise fecrin tulü' etmesinden duhâ vaktine kadardır,
demiştir.
Bâb'm başındaki
"Tukaat", "Takıyye", "Takva", "İttikaa"
hakkında bir açıklama:
"İttikaa,
vikaayeyi kabul etmek, diğer ta'bîrle vikaayeye girmek. Vikaaye ise... elem ve zarar
verecek şeylerden sakınıp kendini iyice korumak demektir. O hâlde lügat
yönünden İttikaa veya onun ismi olan "Takva", kuvvetli bir himayeye
girerek korunmak, hâsılı kendini iyi sakınıp korumak demek olur. Bunun lâzımı
olarak korkmak, ictinâb ve ihtiraz etmek, tevakki eylemek ma'nâlannda da
kullanılır. TevakkVĞt tekellüf, İttikaa'âa sadelik vardır.En şâmil ve en
kuvvetli vikaaye ise, ancak Allah'ın vikaayesidir. Zîrâ beşer vikaayesi istikbâle
ve akıbete tamamen hâkim olamadığı gibi, hâlde görülen elem ve zararların bile
hepsine hâkim olamaz. Binâenaleyh iyi korunmak demek olan Ittİkaa'mn hakîkati,
ancak Allah'ın vikaayesine girmekle gerçekleşebilir..." {HakkDîni, I,
168-169); Takva hakkında daha geniş bilgi: II, 1152-1153; VI, 4479-4480.
[94] Bunların hepsi Mucâhİd'in sözleridir. Bunu Abdu'bnu
Humeyd, Ravh'tan; o da Şibl'den; o da İbn Ebî Necîh'ten senediyle Mucâhid'den
rivayet etmiştir... "Bunlar birbirini tasdik eder" sözü, müteşâbihin
tefsiridir. Birinci âyetten anlaşılan fâsıklar, yânî sapıkların sapıklığı
ancak insanları dînlerinde fitneye düşürmek ve sapıtmak isteyerek müteşâbihin
muhkeme uygun olmayan ma'nâsma tâbi' olmaları cihetinden olduğudur. Bu suretle
onlann sapıklığı artar durur. Bu âyetin ihtiva ettiği ma'nâyı tasdîk etmek
için, bundan sonraki âyeti zikretti. Çünkü "Allah akıllarını iyi
kullanmayanlara niurdârlık verir" buyurdu. İşte bunun gibi, hidâyeti kabul
edenin de hidâyeti artar durur.. (Aynî, Kastallânî).
Müfessir Mucâhid: "Muhkem âyetler haram ve halâle dâir olan
âyetlerdir. Müteşâbih âyetler de bâzısı bâzısını tasdîk Ve tefsîr eden
âyetlerdir" demiştir ki, onun bu sözü, biraz sonra açıklanacak olan
Kur'ân'ın Tefsiri Usûlü'nün kısa bir ifadesidir.
[95] Bu âyet, Kur'ân nasıl tefsîr edileceğini bildiren,
tefsîr usûlünü ve esâsım ortaya koyan bir âyettir.
Muhkem, lügatte metin
ve sağlam kılınmış demektir. Istılahta ise ibaresi, yânî lâfızları ve
kelimeleri Allah'ın muradına delâlet hususunda şübheden ve başka ma'nâya
delâlet ihtimâlinden korunmuş oian nasstır.
Müteşâbih, ibaresinin
kasdedilen ma'nâya delâleti hususunda şübhe ve ihtimâl bulunandır. Yânî
herbiri murâd olunabilecek gibi görünmekte birbirine benzer birçok- ma'nâlan
muhtemildir ki, hepsi mi veya birisi mi kasdolunduğu
zahir bir surette
seçilemez.
Muhkem âyetler
tamâmiyle açık olup doğrudan doğruya birer ilmî burhandırlar. Bu sebeble
bunların umûmuna Ümmü'l-Kitâb = Kitabın Anası adı verilmiştir ki, ana âyetler
demektir. Bu i'tibârla müteşâbihler muhkemlere dönücü ve onun fer'i
durumundadırlar. Müteşâbihlerin medlulleri, muhkemlerin delâletleriyle ta'yîn
edilir.
Âyette Ümmü 1-Kitâb adı
verilen ana âyetlerin hepsi muhkem olmakla beraber, birbirlerine kıyâs ve
tatbik edilince aralarında ıtlak, takyîd, umûm-husûs, takrir, tefsîr,
istisna... gibi birtakım farklar vardır. Bu bakımdan usûl âlimleri umûmî
surette muhkemleri dört dereceye ayırmışlardır: Zahir, Nass, Müfesser, (Husûsî
manâsıyle) Muhkem dereceleridir. Müteşâbihleri de medlûllerindeki iş-tibâh ve
ihtimâle göre dört dereceye ayırmışlardır: Hafî, Müşkil, Mücmel, (Husûsî ma'nâsıyle)
Müteşâbih dereceleridir.
Umûmî ma'nâsiyle
muhkemlerin dört derecesi, umûmî ma'nâca müteşâbihlerin dört derecesiyle
mukaayese edilince, zahirin hafî, nassm müşkil, mü-fesserin mücmel, muhkemin
müteşâbih mukaabili olduğu görülür. Ve müteşâbihler camiasının, ana kitâb olan
muhkemler câmiâsıyle îzâh ve tefsîr olunacağı anlaşılır...
Bu muhkemler ile
müteşâbihler tamâmiyle karşılıklı bir taksim mâhiyetinde zikredilmiş
bulunduklarından inhisarı ifâde ederler. Binâenaleyh herbiri husûsî ma'nâlarma
hamledildikleri takdirde bu sekiz kısımdan altısı hâriç kalmış olacağından
muhkemler ilk dördü, müteşâbihler de son dördü şâmil olmak üzere, umûmî
ma'nâlarma hamledilmiş bulunduklarında şübhe yoktur. Bu âyet bu veçhile söz
anlama, tefsîr usûlü ve hüküm çıkarma ile ilgili en büyük bir esâsı öğretmiştir
ki, herhangibir kelâmı veya kitabı İyice anlayabilmek için akılda, nakilde
bundan başka bir yol yoktur. Usûl ilminde bunlar bütün tatbîkaatıyle şerh ve
tafsil edilmişlerdir. Hele cidden kaanûn ve hukukî mes'eleleri anlamak için bu
usûl en zarurî olan ilmî şartlardandır. Daha geniş bilgi için: Hakk Dîni, II,
1035-1045; Tanrı Buyruğu, Mukaddime, 46-49.
[96] Kaadı Iyâd, bütün peygamberlerin bu hususiyette ortak
oldukları fikrini tercih etmiştir (Nevevî).
Ebû Hureyre tarafından
bu hususa delîl olmak üzere okunması istenen âyetler, İmrân'm karısı ve
Meryem'in annesinin, Meryem İle ilgili sözlerini ve onun hakkında duasını
ihtiva eder. Birbiriyle ilgili üç âyetin mealleri şöyledir:
' 'f/an/ Imrân 'in
karısı: Rabb 'im, karnımdakini âzâdlt bir kul olarak Sana adadım. Benden olan
bu adağı kabul et. Şübhesiz (niyazımı) hakkıyle işiten, (niyetimi) kemâliyle
bilen Sen 'sin Sen, demişti. Fakat onu (kız çocuğu) doğurunca, Allah onun ne
doğurduğunu daha iyi bilici iken: Rabb 'im, hakikat ben onu kız olarak
doğurdum. Erkek, kız gibi değildir. Gerçekten ben adım Meryem koydum. Ben onu
da, zürriyetini de taşlanmış şeytândan Sana sığındırırım, dedi. Bunun üzerine
Rabb 7 onu güzel bir kabul ile kabul buyurdu ve onu güzel bir nebat gibi
büyüttü. Zekeriyyâ'yı da ona bakmaya me'mûr etti... "(Âyet: 35-37). Bu
hususta verilen tıbbî bilgiler şöyledir: "Doğumdan evvel akciğerler
havasızdır. Gaz mübadelesi (oksijen alıp karbondioksit vermek) plasenta
("Son" denilen özel bir uzuv) yolu ile olur. Çocuk doğunca rahim
büzüldüğünden, son'un bitiştiği yer daralır ve çocuğun oksijen tedâriki
güçleşir. Göbeğin bağlanması ile de bu, tamamen kesilir. Bu suretle çocuğun
kanında oksijen azlığı ve karbondioksit çokluğu hâsıl olur. Bu durumda
teneffüs merkezinin uyanması ile nefes almak ihtiyâcı hâsıl olur ve teneffüs
başlar. Çocuk evvelâ 4-5 defa arka arkaya çabuk ve sathî teneffüs eder. Nefes
alma ve verme ağlamakla olur..." (Prof. Dr. Şevket Salih Soysal, Çocuk
Sağlığı, İstanbul 1955, s. 23).
Bu bilgilerden, o anda
çocuğun vücûdunda karbondioksit artıp oksijenin azalması, içteki ve dıştaki
basınç farklılığı ve bunlar dolayısıyle çocuğun bir tazyik altında ve ıztırâb
içinde olduğu anlaşılıyor. Bu tazyiklerin hadîste mecazî olarak şeytân
dokunması ile ta'bîr edilmiş olması muhtemel olduğu gibi, hakîkaten şeytân
tarafından bir ilâve tazyik yapılmış olması da mümkindir {Müslim Ter. VII,
246-247, 80-81, haşiyeler).
Bu hadîs Kitâbu'l-Enbiyâ, 46. Bâb, 103 rakamıyle de geçmişti.
[97] Sabr Yemini şu yemine denir ki, yemîn terettüb eden
adam, onun üzerine hab-solunmuş oiur ki, o yemini edâ edinceye kadar mahbûs
olur, murâd zikrolun-duğu üzere sabr tarikiyle olan yemîndir. Şârih der ki,
gerçi o yeminin sahibi masbûrdur, İâkin bu yemîn zımnında habsolunduğu için mecazen
sabr ile sıfat-İanmıştır (Kaamûs Ter.).
Bu hadîsin bir rivayeti Şehâdetler Kitâbi'nda geçmişti.
[98] Bununla, bundan Önceki hadîs arasında zıddhk yoktur,
Çünkü o, kuyu hakkında, bu da mal hakkındadır. Âyet beraberce bu iki sebeble
inmiştir. Âyetin lafzı âmmdır, yânı umûmîdir; bu iki sebebe de uzanır. Bir de:
Belki âyet Abdullah ibn Ebî Evfâ'ya ancak bu malın satışı sırasında ulaşmış da,
o da âyet bu sebeble indi sanmıştır, denildi (Aynî).
[99] Âyetin buradaki da'vâ ile ilgisi de meydandadır.
Duruşma sırasında da'vâcı kadının delili ve şahidi bulunmadığından, da'vâlıya
yemîn etmek düşmüştü. Yalan yere yemîn etmesini önlemek için, kendisine
Peygamber'İn sözü ve âyet hatırlatılmış, kadın da bundan ders alarak yalan yere
yemîn etmeyip, suçunu i'tirâf etmiş, böylece hakk da yerine getirilmiştir.
Peygamber'İn "Yemtn.da'vâhya düşer" sözü de hiç eskimeyecek
ebedî bir hukuk ve muhakeme düstûrudur.
[100] Burada muhtelif vicdanların, muhtelif milletlerin,
muhtelif dînlerin, muhtelif kitâblarm esâsî bir vicdanda, bir hakk kelimede
nasıl tevhîd olunabilecekleri, İslâm'ın beşeriyyet âlemine ne kadar geniş, ne
kadar açık, ne kadar dosdoğru bir hidâyet yolu, bir hürriyet Öğretmiş bulunduğu
ve artık bunun Arab ve Acem'e inhisarı olmadığı tamamen gösterilmiştir.
"Allah'tan başka ma'bûd tanımayalım ve O'na hiçbirşeyi ortak koşmayalım
ve bâzımız bâzımızı Allah'tan beride rabb edinmesin" kelimesinde toplanan
vahdet vicdanından daha geniş, daha hâkim hiçbir vicdan bulunmak mümkün
değildir ki, onun arkasına düşülsün. Dînî terâkkiler (yükselişler) vicdanların
ayrılık ifâde eden hususiyetlerinde değil, kül-liyetinde ve genişliğindedir.
Bütün hürriyet ve eşitlik da'vâsınm esâsı bu bir kelimede, bir vicdanda
toplanır... (Hakk Dîni, II, 1131-1132).
[101] el-Haseb: İki fethâ İle mahsûb ma'nâsınadır ki, fiil
bi-ma'nâ mef'ûldür. Ve Haseb, bir kişinin babalan ve dedeleri cihetinden fahr
ve mübâhât tarikiyle zikr ve ta'dâd eylediği güzellikler ve öğünme sebeblerine
denir, bir görüşe göre mal ve menâle denir, yâhud dîn ve millettir, yâhud kerem
yâhud fiil ve amelde olan ulüvv ve şeref yâhud güzel fiil ve sâlih amel yâhud
babalar ve dedeler cihetinden sabit olan şeref ve asalet, yâhud şân ve bâl ve
kadr ve haysiyettir. Ve bâzılar indinde haseb ve kerem, bir kimsenin zâtına
mahsûstur, her nekadar soyunda şerâfet ve asalet yok ise de lâkin mecd ve
şeref, soyuna ve ırkına mahsûstur ki, neseb yüksekliği olmayan kimseye necd ve
şeref sıfat olmak sahîh değildir (Kaa-mûs Ter.)
[102] Peygamber'in bu mektubunun "Selâmun ala men
ıttebau'l-hudâ" fıkrası, Tâ-hâ: 47. âyetinin bir parçasıdır, yalnız âyette
selâm eliflâm'h olarak "es-Selâm" şeklindedir. Mektubun son fıkrası
ise bu uzun hadîsin burada getirilmesinin sebebi olan Âlu İmrân: 64. âyetidir,
yalnız âyetin basında "KuI=Dp &/'ıemri var dır. O emir mektuba alınmamıştır,
çünkü o emir, âyetin yazılmasıyle yerine getirilmiş oluyordu.
[103] Müşrikler Rasûiullah'ı Ebû Kebşe adındaki kimseye
nisbet ederlerdi. Bu adam, putlara ibâdet hususunda Kureyş'e muhalefet ederek
"Şı'râ'1-Abûr" adlı yıldıza tapmış bir Huzâalı idi. Rasûlullah da
putlara ibâdet hususunda Kureyş'e muhalefet edince, ona benzeterek "Ebû
Kebşe'nin oğlu" ismini verdiler. Bir rivayete göre de Ebû Kebşe,
Peygamber'in annesi cihetinden büyük dedelerindendir. Pey-gamber'i ona nisbet
etmekle, güya ona çekmiş olduğunu kasdetmek isterlerdi (İbnu'1-Esîr,
en-Nihâye).
Arablar Romalılar'a
"Benû'I-Asfar" derlerdi.
Ibn Abbâs'ın Ebû Sufyân'dan rivayeti burada son buluyor. Bundan sonraki
kıssa, ez-Zuhrî'nin İbnu'n-Nâtûr'a ulaştırdığı rivayettir. Ebû Sufyân'dan
rivayet edilmiş değildir. İbnu'n-Nâtûr, Abdulmelik'in halifelik günlerinde hayâtta
idi. ez-Zuhrî, kıssayı ondan dinlemiş.
[104] Buhârî bu uzun Hırakl hadîsini çeşitli kitâblarda
açtığı bâblara delîl olmak üzere, Sahîh'min birkaç yerinde getirmiştir. Meselâ
Vahy Kitâbi'nda 6 rakamıyle; Cihâd'da 101. Bâb'da .151 rakamıyle getirmişti. Bu
getirmeler aynı hadîsin tıpatıp tekrarı değildir. Hadîslerin senedlerinde ve
metinlerinde muhakkak bâzı farklılıklar vardır. İşte Büyük İmâm, bu ayrı ayrı
senedlerle ve farklı metinlerle gelen bütün sahîh hadîsleri böylece ihmâl
etmemiş ve hepsini son derecede başarılı bir yerleştirişle Sahîh'ine
yerleştirmiştir.
Bu Tefsir Kitâbı'nda da
hadîsi ayrı ayrı iki senedle'getirdi: a. İbrahim ibn Mûsâ, Hişâm ibn Yûsuf'tan;
o da Ma'mer ibn Râşid'den; o da ez-Zuhrî'den... b. Abdullah ibn Muhammed
el-Müsnidî, Abdurrazzâk'tan; o da Ma'mer'den; o da ez-Zuhrî'den...
Hadîsin buradaki
metninde de bâzı fıkraların Öne geçirilme, geriye bıra-kalma, özetlenme gibi
farklılıkları vardır. Hadîsin ez-Zuhrî'den gelen İbnu'n-Nâtûr fıkrası burada
diğer yerlere nisbetle çok özetlenmiş olarak verilmiştir.
[105] Bu hadîs Zekât Kitâbı'nda da geçmişti. "Gidici
maldır" rivayetine göre her mal gibi bu da gidicidir, böyle hayır yolunda
gitmesi, en iyi bir gidiştir, denmiş oluyor.
[106] Bu Vakıfta geçen hadîsin bir parçasıdır. Enes, Ebû
Talha'nm üvey oğlu idi.
[107] Âyetin baş tarafı ile tamâmı şöyledir: "Tevrat
indirilmezden evvel-Ya'kûb'un kendisine haram kıldığı şeylerden başka-
yiyeceğin her türlüsü Isrâü oğullan için halat idi. De ki: 'Eğer doğru
söyleyiciler iseniz, Tevrat 'i getirin de onu okuyun''' (Âyet: 93).
Yahudiler, Peygamber'e:
Sen tbrâhîm'in Tevhîd Dîni'nde olduğunu iddia ediyorsun. Hâlbuki o senin gibi
deve eti yemez, deve sütü içmezdi, dediler. Bu âyetin inme sebebi, budur.
Ya'kûb hakkında en sahîh rivayet şudur: Ya'kûb, ırku'n-nese' (siyatik)
hastalığına tutulmuş ve bundan şifâ bulursa, en sevdiği yiyeceği yememeyi
adamıştı. Bir rivayete göre, en sevdiği de deve eti ve sütü imiş; bu adağı
tabîblerin tavsiyesi veya hastalığında bir gece pekçok acı çekmesi sebebiyle
veya sırf bir zühd ve taabbüd İçin yapmış olduğu da rivayet edilmiştir.
[108] Hadîsin âyetle ilgisi açıktır. Bu hadîste Yahûdîler'in
bir yalanı ortaya çıkarılmıştır.
"Ey îmân edenler,
Allah'tan nasıl korkmak lazımsa öylece korkun. Sakın siz müslümânlar(o\mak)dan
başka (bir sıfatla) can vermeyin. Hepiniz toptan sımsıkı Allah 'in ipine
sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah 'in, üzerinizdeki nV~ metini düşünün.
Hani siz (birbirinizin) düşmanlardı) idiniz de O, kalblerinizi (İslâm'a
ısındırıp) birleştirmişti. îşte O'nun (bu) ni'meti sayesinde (dîn) kardeşler^)
olmuştunuz ve yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O
kurtarmıştı. îşte Allah size âyetlerim böylece apaçık bildiriyor. Tâ ki doğru
yola eresiniz. Sizden öyle bir cemâat bulunmalıdır ki (onlar herkesi) hayra
çağırsınlar, iyiliği emretsinler, kötülükten vazgeçirmeye çalışsınlar. îşte
onlar muradına erenlerin tâ kendileridir. Siz kendilerine apaçık debiler,
âyetler geldikten sonra parçalanıp ayrılanlar, ihtilâfa düşenler gibi olmayın;
îşte onlar(m hâli); En büyük azâb onlarındır. O günde ki, nice yüzler bembeyaz
olacak, nice yüzler de kapkara kesilecek. Yüzleri simsiyah olanlara gelince
(onlara): îmânınızdan sonra küfrettiniz hâl. İşte o küfretmenize mukaabil tadın
azabı! (denilir). Yüzleri bembeyaz olanlar ise Allah 'in rahmeti içindedirler.
Onlar bunun içerisinde ebedî kalıcıdırlar. (Bütün) bunlar Allah'ın -Hakk(m
İkaamesine sebeb) olarak sana okuyageldiğimiz- âyetlerdir. Allah âlemlere hiçbir
haksızlık etmek istemez. Göklerde ne var, yerde ne varsa (hepsi) Allah 'in.
(Bütün) işler ancak Allah 'a döndürülür" (Âyet: 102-109).
"islâm
içtimaiyatının esâsları, İ'tisâm âyetlerinde özetlenmiştir... Bu âyetlerin
ihtiva ettiği hikmet ve içtimaî prensiplerin tefsîr ve izahıdır ki, cildlerle
ki-tâblara sığmayan ilimleri ve felsefeyi meydana getirmiştir. Rasûlullah'ın
hayâtı bu âyetlerin tatbîki ve îzâhıyle geçmiştir. Denilebilir ki O'nun bütün
hadîsleri bu âyetlerin çeşitli derecede izahlarından ibarettir. Biz bu
mesrudâtı "îmân ve i'tikaad" sâikasıyle değil, sırf felsefî ve ilmî
bir hakîkat olmak suretiyle derme-yân etmiş olmak da'vâsındayız. Bu i'tibârla
da'vâmızı isbât etmek isteriz. Bu maksad için ise, içtimaî esâsların tefsirleri
hükmünde olan Peygamber hadîslerini îzâhen dercedeceğiz..." (Bundan sonra
yirmi kadar hadîs meali ve îzâhlan yazılıp netîceler çıkarılmıştır. Filibeli
Şehbenderzâde Ahmed Hilmi-Ziya Nur, İslam Târihi, tstanbul 1982, s. 164-169).
[109] Âyetin tamâmı şöyledir: "Siz insanlar için
(insanlığın fâidesi için) çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği
emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız, Allah 'a îmân edersiniz.
Kitâblılar da inansaydı kendileri için elbette hayırlı olurdu. İçlerinden îmân
edenler vardır. Fakat onların pekçoğu (hakk dînden çıkmış) fâsıklardır"
(Âyet: 110).
Burada Muhammed Ümmeti'nin asıl seçkin özelliği, Tevhîd îmânı ile iyiliği
emr ve kötülükten vazgeçirmeye çalışmak olduğu ve bilhassa bu vasıf altında
insanlar için en hayırlı bir ümmet oldukları bildirildi. Bu yazîfe, esâs
i'tibâriyle yalnız "Emîr sâhibleri"ne âid olmayıp, umûmî olarak
mü'minlerin bizzat veya bi'1-vâsıta bununla ilgilenmeleri lâzım geleceği ve bir
ümmetin hayırlılığı da ekserisinin salâhıyle olabileceği ve nitekim sair ehli
kitabın bu hasleti hâiz olmamaları, içlerinde ilâhî tâatten çıkmış fâsıkların
ekseriyet teşkil etmelerinden neş'et ettiği ve müslümânların ekseriyeti bu
seçkin hasleti muhafaza ettikçe kendilerine diğer kâfirlerin, fasıkların
nihayet bir ezadan başka zararları dokunmayacağı hatırlatılıyor... (Hakk Dîni,
II, 1158).
[110] Ebû Hureyre'nin âyetteki hayırlılığı tefsîri, esirin
gâzî eliyle İslâm'a girip saadete erişmesidir, yânî müslümâmn bâzı insanların
İslâm ve hidâyetine sebeb olması yönündendir.
[111] Bir önceki âyet şöyledir: "Hani sen mü 'mirileri
muharebeye elverişli yerlerde yerleştirmek üzere erkenden ailenden ayrılmıştın,
Allah hakkıyle işiten, kemâliyle bilendi". Bir önceki ile beraber
başlıktaki bu âyet Uhud harbinin başlama safhasını hatırlatmaktadır... Uhud
yakınında münafık Abdullah ibn Ubeyy ibn Selûl'ün geri dönmesi esnasında
Rasûlullah'ın ordusunun iki yanlarını teşkil eden Ensâr'dan iki taife dahî kalb
zayıflığına düşüp, az daha dönecek gibi olmuşlar. Fakat "Onların velîleri
Allah'tır" medlûlünce, Allah onları saklamış, kalbleri-ni toplamışlar ve
niyetlerini düzeltmişlerdir. Bu 122. âyetin bunlara işaret olduğu beyân
edilmiştir.
[112] Hadîsten anlaşılan ma'nâ şudur: Bu âyetin inmesi
Câbir'i sevindirmiştir. Çünkü bu âyetle onlara şeref ve Allah velayetinin tesbîti
hâsıl olmuştur. Bu, onların azm'den boş olan bu himmetlerinin onları
sevindirdiğine delâlet etmiştir.
[113] Hadîslerin bâb başlığındaki âyetle İlgileri açıktır.
Hadîsler bu âyetin Peygam-ber'in namaz içinde yapmakta olduğu beddualar üzerine
indirildiğini ve bunun üzerine böyle beddualara son verildiğini bildirmektedir.
Allah'ın aleyhlerinde bedduadan nehyettiği kimseler -ayn ayrı yollardan
gelen rivayetlere göre- Safvân ibn Umeyye, Süheyl ibn Amr, Hârİs ibn Hişâm ibn
Amr'dır ki, bunlar o zaman henüz îmân etmemiş bulunduklarından, İslâm'a haylî
zararları dokunuyordu. Bunların üçü de Mekke fethi günü müslümân olmuşlar ve
müslümânlıktaki hayâtları pek fazîletli devam etmiştir. Bunlardan Süheyl ibn
Amr Kureyş İleri gelenlerinden olup Hudeybiye andlaşmasında Kureyş hey'eti-nin
başı ve yüksek bir hatîb idi.
[114] Âyetin tamâmı şöyledir: "O yakıt siz (harb
meydanından) boyuna uzaklaşıyor, bir kimseye dönüp bakmıyordunuz. Rasûl ise
arkanızdan sizi çağırıyordu. Bunun üzerine Allah sizi keder üstüne kederle
cezalandırdı. (Allah'ın sizi affetmesi) ne elinizden gidene, ne de basınıza
gelene esef etmemeniz içindir. Allah ne yaparsanız hakkıyle haberdârdır"
(Âyet: 153).
' 'Ne zayi' ettiğiniz fırsat ve nusrata, ne de uğradığınız musîbetlere
mahzun olmayasınız. Dünyânın vakıalarına karşı metîn ve tecrübeli olarak
Allah'a sığınıp istikbâle hazırlanasınız. Zîrâ bu suretle tecrübe ile görülmüş
oldu ki acı acıyı unutturur. En büyük zannedilen gamları unutturacak gamlar
olur. Ve bir an içinde Allah mağlûblan gâlib, mahzunları memnun edebilir. Ve
Allah bütün yaptıklarınızdan ve yapacaklarınızdan haberdârdır" {Hakk
Dîni, III, 1204).
[115] Hadîs, âyette bildirilen çağırmanın Uhud günü cereyan
edişini bildirmiş oluyor. O bozgunluk sırasında Peygamber'İn yanından
ayrılmayıp sebat edenlerin burada on iki kişi oldukları bildirilmiştir. Vâkıdî
ile Belâzorî'de bunların onaltı kişi oldukları bildirilip isimleri sayılmıştır
[116] Âyetin tamamı şöyledir: ''Sonra o kederin ardından
Allah üzerimize öyle bir emînîik, öyle bir uyku indirdi ki, O, içinizden bir
zümreyi örtüp buruyordu. Bir zümre de canlan sevdasına düşmüştü. Allah 'a karşı
câhiliyet zatını gibi hakka aylan bir zann besliyorlar ve: 'Bu işten bize ne!'
diyorlardı. De ki: 'Bütün iş Allah 'indir.' Onlar sana açıklayamayacaklannt
içlerinde saklıyorlar, diyorlar ki: 'Bize bu işten birşey (bir pay) olsaydı,
burada öldürütmezdik\ Şöyle de: "Siz evlerinizde olsaydınız bile
üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar yine muhakkak yatacakları
(öldürülecekleri) yerlere çıkıp gidecekti. (Allah bunu) göğüslerinizin
içindekini yoklamak, yüreklerinizdekini temizlemek için yaptı. Allah
göğüslerinizdeki özü hakkıyle bilendir" (Âyet: 154).
Bu âyette haber verilen "Nuâs= Uyku", hislerin ta'tîlinden
ibaret olan bir gaflet değil, gönüllere huzur ve emniyet veren ilâhî bir
sekînettir. Ve o sırada pek ziyâde İhtiyâç duyulan bir istirahattir. Bu ilâhî
ni'metin yalnız hâlis mü'-minlere ihsan edildiğine ve münafıklar can baş
derdine düşerek uyku yüzü görmediklerine âyette hassaten işaret edilmiştir.
[117] Hadîste bu ilâhî sükûnete mazhar olanlardan birinin
Ebû Talha olduğu açıkça görülmektedir.
[118] Bu âyet Uhud'un akabinde Hamrâu'1-Esed gazvesi
hakkında inmiştir. Rivayet olunuyor ki, Ebû Sufyân ve arkadaşları Uhud'dan
çekilip Ravha denilen yere vardıklarında pişman olmuşlar, "Çoğunu
öldürdük, azı kaldı, neye bıraktık?" diyerek dönüp müslümânlara tekrar
hücum etmek istemişlerdi. Peygamber de bunu derhâl haber almış ve onları
yıldırmak, kendinin ve sahâbîlerinin kuvvetini göstermek için Ebû Sufyân'ı
ta'kîb etmek üzere sahâbîlerini teşvik etmiş ve: "Bu gün bizimle beraber
ancak dünkü günümüzde hazır bulunanlar çıksın " buyurmuş idi. Bunun
üzerine Peygamber'Ie beraber bir cemâat hareket ettiler ki, yetmiş kişi
oldukları söylenmiştir. Medîne'den sekiz mil mesafede bulunan Hamrâu'1-Esed
adındaki mevkie kadar vardılar. Sahâbîler yaralı idiler, çok zahmet
çekiyorlardı, ecirlerini kaçırmamak İçin katlanıyorlardı. İçlerinde öyle yaralılar vardı
ki, nevbetle birbirlerini sırtlarında taşıyorlardı. Biraz birisi yükleniyor, biraz sonra binen
inip, altındakini yükleniyordu. Yine içlerinde saat be-sâat birbirlerine
dayanarak gidenler bulunuyordu. Hep bunlar yaraların ıztırabından idi. Fakat
Allah müşriklerin kalblerine bir korku attı da kaçtılar gittiler. İşte bu âyet
bu hal içinde Rasûlullah'm da'vetine icabet eden bu mü'-minler hakkındadır
(Hakk Dîni, II, 1231).
Buhârî bu bâb altında herhangibir hadîs getirmemiştir.
[119] Bu âyet de el-Bedru's-Suğra gazvesi hakkında inmiştir.
Ebû Sufyân Uhud
harbinden dönerken: Yâ Muhammed, gelecek sene Bedir panayırı günlerinde
istersen -dostlarımızı Öldürdüğünüz- Bedir mevkiinde sizinle karşılaşalım,
demişti. Rasûlullah da: "İnşâattan" diye cevâb vermişti.
Gelecek sene girince Ebû Sufyân bir kısım Mekke müşrikleriyle beraber hareket
edip Merru'z-Zahrân mevkiine gelerek konmuştu. Fakat Allah bu düşman reisinin
kalbine bir korku saldı, hemen Mekke'ye dönmeye karar verdi. Bu sırada
el-Eşca' kabilesinin başkanı Nuaym ibn Mes'ûd, yanında bir kaafile ile
çı-kageldi. Medine'ye gidiyorlar di. Nuaym o sırada henüz müslümân olmamıştı.
Ebû Sufyân, Nuaym'e: Bu sene burada buluşmak ve cenkleşmek üzere Muham-med'le
sözleşmiştik. Fakat benim burada fazla kalmağa vaktim müsait değil. Al sana on
deve. Medine'ye vardığında Muhammed'i korkut! Büyük bir kuvvetle gelmişler,
sizi bekliyorlar, de! diye ta'lîmât verdi. Nuaym Medine'ye geldiğinde,
Peygamber'in asker hazırlamakta olduğunu görünce: Ebû Sufyân Mekkeliler'i
başına toplayıp gelmiş: Vazgeçin. Giderseniz hiçbiriniz geri gelmez! diye
tehdîd etmişti. Bunun üzerine Rasûlullah: "Hasbuna'llah ve
ni'me'l-vekîl=Allah bize yetişir, O ne güzel vekildir" deyip, maiyyetiyle
hareket etti. Bedir'e vardıklarında orada düşmanı bulamadılar. Panayırın devamı
müddeti olan sekiz gün orada kaldılar. Sahâbîler yanlarında ticâret malı da
getirmişlerdi. Bir misli kazancı ile satarak Medîne'ye döndüler. 74. âyet bunu
açıkça belirtmektedir. İslâm târihinde bu sefer el-Bedru's-Suğra = Küçük Bedir
Seferi diye anıhr. eUBedru'l-Kübrâ = Büyük Bedir ise, zafer menkabeleriyle dohı
olan İlk İslâm gazvesidir.
[120] Buradaki tbn Abbâs hadîsleri, o korkulu haber ve
tehdîdler karşısında Peygamber ve sahâbîlerin azimlerini ve Allah'a dayanıp
güvenmelerini en belîğ şekilde ifâde etmektedirler
[121] Bu hadîsin bir rivayeti Zekât Kitabı, "Zekâtı
men' edenin günâhı bâbı"nda geçmişti.
Âyetteki "Göklerin ve yerin mirası", seleften halefe intikaal
edegelen mal ve şâire gibi semavî ve arzî miraslardır. Semavî mîrâs,
peygamberlik ve ilim gibi yüce bilgileri de şâmildir. Bundan şu da anlaşılır
ki, evvelâ mîrâs, bir ilâhî kaa-nûndur. İkinci olarak "Allah'ın fazlından
kendilerine verdiği", yalnız mallara mahsûs değildir. Bir de burada bu
sûreyi ta'kîb edecek olan en-Nisâ Sûresi'nde gelecek mîrâs âyetlerine bir nevi'
hazırlama vardır.
[122] Hadîsin başlıktaki âyetle ilgisi açıktır. O âyetin
Yahûdî Fınhâs'm: "Allah fakirdir, biz zenginiz" (Âyet: 181) dediği
vak'ası veya şiirleriyle müşrikleri Rasûlullah aleyhine teşvik ve harekete
getiren Yahûdî Ka'b ibn Eşref veya Rasûlullah'ın gelip de kendilerine Kur'ân
okuduğu o mecliste "Eğer bu hakk ise... meclisimizde bununla bizi
ezâlandırma'' diye küstahlık eden Abdullah ibn Ubeyy sebebiyle indiği hakkında
üç rivayet vardır. Buhârî bu hadîsi burada yazmakla, üçüncü rivayeti âyetin en
açık bir İnme sebebi saymış oluyor.
Âyetin baş tarafında:
"And olsun ki, mallarınız ve canlarınız hususunda muhakkak imtihana
çekileceksiniz" buyurulmuştur. Bu, mallarınızda telefe gö-türen'bâzı
âfetler ve nefislerinizde öldürülme, yaralanma veya esirlik veya diğer bâzı
zahmetler, meşakkatler, korkular ve şâire gibi mukadderat ile belâlara uğratılacaksınız,
demektir. Allah'ın tecrübe ile ilim edinmesinden münezzeh ve müs-tağnî
bulunduğu bilindiğinden, bu gibi âyetlerde belvâ ve ibtilâ, imtihan muamelesi
yapmak ma'nâsma bir İstiaredir ki, nüktesi ilmî tecrübenin ehemmiyetine ve
hareketlerde tecrübenin e*sâs edilmesine kulları bir irşâddır.
Hadîsteki el-Bakara: 109 âyetini ihtiva eden kısım, İbn Ebî Hâtim'in,
Bu-hârî'nin geçen senediyle kendi tefsîrinde ayrıca getirdiği başka bir hadîsin
sonudur. Abdullah ibn Ubeyy'in ve tarafdârlarmm İslâm'a girmeleri zahirî idi.
Hakikatte kinlerini gönüllerinde gizlemişler ve her vesîle ile fesâd
çıkarmışlardır.
[123] İkinci hadîsteki bu suâli metinde de görüldüğü üzere
Mervân İbnu'l-Hakem, İbn Abbâs'a Muâviye'nİn halifeliği zamanında Medîne vâlîsi
iken sormuştur.
Buhârî bu 188. âyetin
inme sebebi hakkında iki hadîs getirdi. Birinci hadîse göre âyet, münafıklar
hakkında inmiştir. İkinci hadîse göre İbn Abbâs, âyetin Yahudiler hakkında
indiğini haber vermiştir. Şu hâlde âyette haber verilen,ahlâkî hüküm ve uhrevî
ceza hem münafıkları, hem de Yahûdîler'le müşrikleri şâmil bulunuyor. Çünkü her
iki hadîste haber verilen hilekârlık, gaddarlık, hakk ve hakîkati saklamak gibi
cürümler, münafıklarla Yahûdîler ve müşrikler, hattâ bunların ahlâkında
bulunan hîlekâr müslümânlar arasında müşterek cürümlerdir. Cezaları da
aralarında müşterek acıtıcı azâbdır.
[124] Hadîsle âyet arasındaki ilgi meydandadır.
Semâvât ve Arz: Mekân
mefhûmunun içine aldığı bütün ulviyyât ve süfliy-yâtıyle beraber mekânı
mevcudat;
Halk: Bunların zât ve
sıfatlarıyle bulundukları tarz ve vücûd keyfiyetleri üzere îcâd ve ifnalarını
ifâde eden hakîkî illiyet mefhûmunun hâsılı; İhtilâfu'l-leyli ve'n-nehâr: Zaman
mefhûmunu veren ve harekât ile alâkadar olup bu mevcudatın mahlûkiyyetlerinİ
ve inzibatlarını gösteren tevâlî ve ta-havvüldür. îşte hakk ilimlerinin keşfi
usûlü işbu "Semâvât ve arz, gece, gündüz, halk, ihtilâf ve lübb"
vâkıat ve mefhûmları üzerindeki tefekkürdür. Rasûlul-lah, bir rivayette bu âyetleri
okuduktan sonra: "Vay bunu okuyup da bu bâbda tefekkür etmeyene!";
diğer bir rivayette: "Vay bunu çeneleri arasında çiğneyip de bunda teemmül
etmeyene!" buyurmuştur.
el-Bakara Sûresi'nde
İlâhm vahdaniyetini isbât ve takrir siyakında bu âyetin bir benzeri geçmiş İdi
(Âyet: 164). O daha mufassal ve sekiz nevi' delilleri ihtiva ettiği hâlde,
bunda o esâsın bir icmâliyle beraber siyak ve matlûb noktası bakımından pek
ince bir İnkişâfı vardır. Bunun için onun nihâyetinde "Aklı ile düşünen
bir kavim için nice âyetler vardır"; bunda "Temiz akıl sahihleri için
ibret verici deliller vardır'' buyurulmuş, Rasûlullah da buna ondan ziyâde
derin bir aşk ile alâkadar olmuştur. Demek olur ki, evvelki matlabda mutlak
olarak akıl kifayet edebileceği hâlde, burada temiz ve hâlis akıl demek olan
"Lübb" lâzımdır. Çünkü orada ilâhın vahdaniyetinin isbâtıyle. Allah'ı
bilmenin ilkeleri bahis konusu idi; burada ise o bilgilerde terakki bahis
konusudur ki, bunu gelecek olan âyetteki vasıflar iş'âr eder...
eî-Bakara: 164. âyeti
"Hepinizin tanrısı bir tek Tann'dır. Ondan başka hiçbir tanrı yoktur. O
hem Rahman 'dır, hem Rahim 'd/r" âyetini ta'kîb ediyor, ve binâenaleyh
evvelemirde vücûd ve ilâhın vahdaniyeti âyetlerini takrir ederek, şirkten
tevhide götürüyordu, buna akıl kâfi idi. Buradaki âyet ise "Göklerin ve
yerin hükümranlığı Allah 'indir. Allah herşeye hakkıyle kaadirdir" âyetini
ta'kîb ediyor. Ve binâenaleyh îmân ehline ilâhî saltanatın suret ve tecellî
sırlarım, Allah Taâlâ'nın mülkündeki tasarruf hükümlerini, hilkatin gayesi ve
sırrını isbât eden âyetleri takrir siyakında geliyor. Bu da aklî ve nakli
bilgilerle süslenmiş ve ilâhın vahdaniyetine îmân ile ubudiyet ve ma'rifette
merhaleler katetmiş kâmil akıllar ve îmânlı kalbler erbabının kân
olabileceğinden, aralarındaki farkı bundan sonra gelecek âyet işaret
etmiştir... (Hakk Dîni, II, 1255-1258),
[125] Hadîsin başlıktaki âyete uygunluğu "Sonra Âlu
İmrân Sûresi'nden son on âyeti okudu" sözünden alınır. Bu hadîsin bir
rivayeti bundan önceki bâbda geçtiği gibi, Vitr Bâblan'nda da geçmiş idi.
Başlıktaki âyette
"Ulu't-Elbâb"m vasıflan sayılmaktadır. Utiı't-Elbâb, ayakta iken,
otururken, yatarken, yânî gerek iştigâl ve gerek istirahat hâllerinin hepsinde
Allah'ı zikrederler, dillerinden bırakmazlar. Bu üç hâl, insanın bütün
hâllerini şâmildir. Hattâ bedenî hareketleri şâmil olduğu gibi yükselme, ortalanma,
düşme gibi haleti de şâmildir. Demek ki, bu "Temiz akıllılar" her ne
hâlde bulunurlarsa bulunsunlar, kalbleri Allah'ı anmaktan başka birşey ile
it-mı'nân zevkini bulamadığından Allah'ı anmaktan gaflet etmezler, gönülleri
ilâhî murâkebeye gömülmüştür...
Ulu 'l-Elbâb 'in böyle zikrullaha müdâvemet ile tavsifleri dînî
terbiyede yükselmiş Rabbâniyyûn olduklarını bildirir ki, bu vasıf burada bahis
konusu olan tefekkür suretiyle keşf ve müşahede edecekleri fennler ve İlimlerin
önde gelen bir şartı demek olur... (Hakk Dîni, II, 12584261).
[126] Bu hadîs de bundan önceki bâbda geçen hadîsin
benzeridir.
[127] Buhârî burada sûrenin tefsîrine başlarken sûrede geçen
bâzı ta'bîr ve terkîble-rin tefsirlerini vermiştir. Biz buradaki
sıralanışlarına göre bunların geçtikleri âyetlerin meallerini verelim:
"Ne Mesîh, ne en
yakın melekler Allah'ın kulu olmaktan asla çekinmez.
Kim Oyna kulluktan çekinir ve kibirlenmek isterse (düşünsün ki Allah)
onların hepsini huzurunda toplayacaktır" (Âyet: 172).
"Allah'ın sizi
başına diktiği mallarınızı beyinsizlere vermeyin. Kendilerine bunlardan
yedirin, giydirin, onlara güzel söyleyin" (Âyet: 5).
"Kadınlarınızdan
fuhuşu irtikâb edenlere karşı içinizden dört şâhid getirin. Eğer şehâdet
ederlerse -onları ölüm alıp götürünceye yâhud Allah onlara bir yol açıncaya
kadar- kendilerini evlerde alıkoyun (kendilerini insanlarla karışmaktan men'
edin)" (Âyet: 15).
"Eğer yetîm kızlar
hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkar-sanız, sizin için halat
olan (diğer) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâh edin. Şayet (bu
suretle de) adalet yapamayacağınızdan endîşe ederseniz, o zaman bir (tane ile)
yâhud mâlik olduğunuz câriye (ile yetinin). Bu (tek zevce veya câriye) sizin
haktan eğritip sapmamanıza daha yakındır" (Âyet: 3).
"Arab dörtten
öteye geçmez" hükmünde görüş ayrılıkları vardır.
[128] İslâm'dan evvel zevcelerin sayısı sınırlandırılmış
değildi. Onun için bir adamın on hattâ daha fazla karısı olabilirdi. Bu âyette
zevcelerin sayısı ençok dörde indirilince, bundan ziyâde karısı bulunan
müslümânlar, fazlasını derhâl terketti-ler. Zevceler arasında adalet, yedirme,
barındırma, zevcî muamele, sevgi ve şâire hususlarında tam bir müsâvîliktir. Bu
te'mîn edİlemeyince -ki te'mîni hemen hemen imkânsızdır- bir zevce ile
yetinmek zurûrîdir. "Bu (birtek zevce veya câriye) sizin haktan eğrilip
sapmamanıza daha yakındır" kaydı da aslolan kaaidenin, adalet kaaidesinin
bir tek zevce ile evlenmekten ibaret olduğunun pek açık bir delilidir. İslâm
düşmanlarının dillerine doladıkları gibi "Birkaç zevce ile evlilik"
aslî bir kaaide değil, bir şazdır; ihtiyâç hâlinde bir ruhsattır... Bu da
tatbiki çok güç bir adalet esâsına dayandırılmıştır: "Kadınlar arasında
adalet etmenize ne kadar hırs gösterseniz asla güç yetiremezsiniz. Bari
(birine) büsbütün meyledip de ötekini askılı gibi bırakmayın. Eğer (nefsinizi)
ıslâh eder, (haksızlıktan) sakınırsanız, şübhe yok ki, Allah çok mağfiret
edici, çok merhamet eyleyicidir" (Âyet: 129) (Çantay, Kur'ân-ı Hakîm ve
Meâl-i Kerîm'den özetle alındı).
[129] Âyetlerin inme sebebini en sarih olarak getiren bu Hz.
Âişe rivayetidir. Yetîm-lerin velîler tarafından mal ve güzelliğine tama'
ederek başka kimselere nikâhtan men' edilip, lâyık olmayan bir mehr ile
kendilerine cebren nikâh edilmeleri, nefisçe ve malca zarara uğratılmalan ve bu
suretle mal ve güzelliği az olan yetîm kızlara hiç rağbet edilmeyerek bütün
bütün sefalete düşürülmeleri, âyetin İnmesinin aslî sebebini teşkil etmiştir.
Ve bunun için âyet, emirden evvel nehyi içine almış ve umûmî olarak kadınlara
adalet gayesi de nüzulün hikmeti olmuştur. Ve işte birden fazla olacak
zevcelerin sınırlandırılması bu hikmet ve fâide cümlesinden bulunduğu gibi,
birden fazla zevceye müsâade de kadın nev'inin sefaletine meydan vermemek ve
zürriyeti çoğaltmak hikmet ve fâidesini içine almıştır... (Hakk Dîni, II,
1286-1287).
Birden fazla kadınla
evlenme hususuna gelince: Bunun esâs i'tibâriyle sırf bir müsâade ve mübâh
kılma olduğunda ve haksızlık korkusu takdirinde mekruh bulunduğunda söz
yoktur. Bununla beraber âyet, bunun da bâzı hâllerde -mendûbluğunu ve belki
vucûbunu bildirmekten boş değildir ki, bunu da en ziyâde gerek erkekler ve
gerek kadınlar için fuhuş ve zina tehlikesinin yüz göste receği hâllerde aramak
lâzımdır. "Mesnâ ve sülâse ve
ruba'1 mûcebince bu müsâadenin a'zamîsi dört olmuştur... (Hakk Dîni, II, 1290).
[130] Başlıktaki âyetin baş tarafı şöyledir: "Yetimleri
nikâh çağına erdikleri zamana kadar gözetip deneyin. O vakit kendilerinde bir
akıl ve salâh gördünüz mü mallarını onlara teslim edin. Büyüyecekler (de
ellerine alacaklar) diye bunları israf ile tez elden yemeyin. (Velîlerden) kim
de fakır ise... " Buhârî bu kısımda bulunan "Bidâran"
kelimesinin tefsirini vermekle yetinmiştir.
[131] "Aytednâ" kelimesinin geçtiği âyet, bir
öncekiyle birlikte şöyledir: "Allah indinde (makbul olan) tevbe, kötülüğü
ancak cahillik sebebiyle yapacakların, sonra da çarçabuk vazgeçip tevbe edecek
olanların tevbesidir. İşte Allah Un, tevbeleri-ni kabul edeceği.kimseler
bunlardır. Allah (herkesin içini dışını) hakkıyle bilendir, tam bir hüküm ve
hikmet sahibidir. (Yoksa makbul olan tevbe), kötülükleri yapıp yapıp da
onlardan herhangi birine tâ ölüm gelince: Ben şimdi hakîkaten tevbe ettim,
diyenlerin tevbesi değil. Kendileri kâfir olarak öleceklerin tevbesi de değil,
onlar; biz onlar için pek acıtıcı bir azâb hazırlamışızdır" (Âyet: 17-18).
[132] Hadîsin âyetle İlgisi açıktır: Âişe âyetin tefsîrinde:
Fakîr olan velî veya vasî ma'rûf veçhile maldaki çalışması, hizmeti ve-zarûrî
haceti kadar yer, demekle mes'ele-ye daha fazla açıklık getirmiştir. Ancak bu
ma'rûf, "Aranızda mallarınızı bâtıl yollarla yemeyin" (Âyet: 28),
"Yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenler..." (Âyet: 10),
"Yetimlerin işlerini adaletle yerine getirmeniz... " (Âyet: 127) âyetleriyle
bilinir.
[133] Hadîsin başlıktaki âyetle ilgisi açıktır. Buhârî bu
mutâbaatı Vasiyetler Kitabı, "Yüce Allah'ın: iMîrâs taksim olunurken...'
(Âyet: 8) kavli bâbı"nda senediyle ulanmış olarak getirmiştir. Lafzı
şöyledir: "İbn Abbâs dedi ki: Birtakım insanlar bu âyetin neshedildiğini
iddia ediyorlar. Allah'a yemînle söylerim ki, hayır, neshedilmemiştir. Lâkin bu
âyet insanların gevşeklik ettikleri âyetlerdendir. Bun lar iki yakındırlar:
Biri mîrâs alır; işte bu riziklandmlandır. Diğeri mîrâs almaz; işte bu da
iyilikle söz söyleyendir: Sana birşey vermeye mâlik olamıyorum, der".
Bunun ikisi de İbn Abbâs'tan sahîh olan, güvenilecek olan isnâdlardir. İbn Abbâs'tan
diğer birçok zayıf rivayetler de gelmiştir (İbn Hacer, Kastallânî).
[134] Bu Câbir hadîsinin bir rivayeti Abdest Alma Kitâbı'nda
geçmişti. Oradaki hadîsin sonunda Câbir (R): "... Akabinde ben ayıldım
ve: Yâ Rasûlallah! Benim mîrâsırn kime kalacak? Benim mirasçılarım kelâle (yânî
usûl ve furû'dan olmayan kimseler)dir, dedim. Bunun üzerine farizalar, yânî
mîrâs paylan âyeti indi" demişti. Buradaki farizalar âyetinden murâd,
en-Nisâ Sûresi'nin "Aliah size mîrâs taksiminde şöyle tavsiye eder...'ı
kavlinden başlayıp ' 'A Hah alimdir, hakimdir'' (Âyet: 12) kavlinde son bulan
iki mîrâs âyeti, yâhud yine bu sûrenin sonunda olan "Senden fetva
isterler. De ki: Allah, babası ve çocuğu olmayanın mîrâsı hakkındaki hükmü
şöylece açıklar; Eğer çocuğu (ve babası) olmayan bir erkek ölür, onun bir tek
kızkardeşi kalırsa, terîkesinin yansı onundur... " (176.) âyetidir ki,
bunların her ikisinde de "Kelâle"den bahis buyurulmuştur.
[135] Âyetin tamâmı şöyledir: "Zevcelerinizin çocuğu
yoksa, terîkesinin yarısı sizindir. Eğer onların çocuğu varsa size
terîkesinden (düşecek hisse) dörtte birdir. Fakat bu da onların edecekleri
vasiyet ve borçtan sonradır. Eğer çocuğunuz yoksa bıraktığınızdan dörtte biri
onlarındır. Şayet çocuğunuz varsa, terîkenizden sekizde biri -edeceğiniz
vasiyet ve borç(\xn edâsın)tfa« sonra- yine onlarındır. Eğer mîrâsı aranan
erkek veya kadın, çocuğu ve babası olmayan bir kimse olur ve onun erkek veya
kızkardeşi bulunursa, bunlardan herbirinin (hakkı) altıda birdir. Eğer onlar
bu mikdârdan çok iseler, o hâlde onlar ölünün edeceği vasiyet ve borçtan sonra
üçte birde ortaktırlar. (Gerek vasiyette ve gerek borç ikrarında mîrâsçılara
asla) zarar verici olmamalıdır. (Bu emirler ve hükümler) Allah '-tan size bir
vasiyettir. Allah hakkıyle bilendir, halimdir" (Âyet: 12).
[136] Hadîsle âyetin uygunluğu "Zevç için (çocuk yoksa)
malın yarısı vardır" kavlin dedir. Bu hadîs, bu isnâd ve bu metinle
Vasiyetler Kitabı, "Mîrâsçıya vasiyet yoktur bâbı"nda da geçmiş ve
orada bâzı açıklamalar verilmişti. Ana-babanm ve mîrâsı olan erkek, dişi yakın
kısımların ırsî hisseleri tesbît edildikten sonra vasiyet yalnız uzak hısımlara
münhasır olmak üzre müstehâb oldu.
"İşbu mîrâsın
tafsili âyetinin nüzulünde de Ata şöyle rivayet etmiştir: Sa'd ibn Rabî' (R)
şehîd olmuş, iki kızı, bir zevcesi, bir de erkek kardeşi kalmıştı. Erkek
kardeşi malın hepsini alıverdi, kadın da Peygamber'e gelip: "Yâ
Rasû-lallah, işte Sa'd'in kızları; Sa'd öldürüldü, bunların amcası da mallarını
aldı" diye hâlini arzetti. Peygamber de: "Haydi şimdilik git, Ümîd
ederim ki, Allah bu hususta hükmünü yakında verecektir" buyurmuş idi. Bu
müddet sonra kadın yine geldi ve ağladı. Bunun üzerine bu âyet indi. Akabinde
Rasûlullah, kızın .amcasını çağırdı: "Sa'd'ın iki kızına üçte iki ve
bunların anasına sekizde bir ver; bakîsi de senin'' buyurdu, ve işte bu âyet
mucibince İslâm' da ilk taksîm olunan mîrâs bu oldu".
"Demek ki, bu
öbüründen evvel neticelenmiştir. Demek kî nüzul hikmetinin en mühim yönü,
kadınların ve küçüklerin mîrasçılığa hakkıyle ortak edilmeleri ve nikâhın
gerek zevç ve gerek zevce için mîrâsçı olma sebeblerine girdirtlmesi büyük
inkılâbı ile mîrâsçılığın keyfiyet ve kemmiyetinin kat'î surette ta'yîni ve
bundan evvelki âdetler ve hükümlerin neshedüip atılmasıdır" (Hakk Dîni,
II, 1300-1301).
[137] Buhârî bu başlıkta üç kelimenin tefsirini nakletti ki,
bunların geçtiği âyetler sırasıyle şunlardır:
"Yetimlere
mallarını verin. Temizi murdara değişmeyin. Onların mallarını, kendi
mallarınızı da katarak yemeyin. Çünkü bu, muhakkak büyük bir günâhtır"
(Âyet: 2).
"... Bu sizin
eğritip sapmamanıza daha yakındır" (Âyet: 3).
"Kadınların mehirleriniyürekten isteyerek ve Allah'ın bir atıyyesİ
olarak verin. Bununla beraber eğer ondan birazını gönül hoşluğu île size
bağışlamış olurlarsa, onu da içinize sine sine yiyin" (Âyet: 4).
[138] Yânı nikâh akdi ile zevç veya zevcenin veya muvâlât
akdi ile mevlâ'l-muvâlâtın terîkelerinden mîrâs alır vârisler yaptık. Herkesi
yalnız kendi kazancıyle bırakmayıp, mîrâsı da hakk yaptık ve bunu yalnız
erkeklere veya kadınlara tahsis etmeyip ikisine de verdik. Bir de yalnız
ana-baba veya evlâd terîkesinden değil, umûmî olarak akrabanın terîkelerinden
derecelerine göre ta'mîm ettik, hısımlıkla da kalmayıp akidlerle de mîrâs
verdik ki, bütün bunlar sırf ilâhî fazldir. Zira Allah vermezse, kimsenin
mîrâsa konması mümkün değildir. Binâenaleyh birbirinizin hisselerine göz
dikmeyin de, bütün o vârislere nasîblerini verin..." {Hakk Dîni, II,
1347-1348).
[139] Buhârî burada "Mevlâ" kelimesinin birçok
ma'nâlara geldiğine işaret edip, bunlardan beş tanesini zikretmiştir. Lügatte
bu kelime hakkında şu bilgiler verilmiştir:
el-Mevlâ: Mîm'in fethi
ve elifin kesriyle Mâlik ma'nâsmadır. "O, onun mevlâsıdır, yânî
mâlikidir" denilir. Ve kula denir ,46rf ma'nâsına; cariyeye Mevlât denir.
Ve kul azâd eden adama denir, Mu'tık ma'nâsına: ve âzâd olunmuş kula
denir Mu'tak ma'nâsına; ve bir adamın yâr hemdemine ve sahibine denir; ve bir
kimsenin yakın hısımına denir, amcaoğlu ve dayıoğlu gibi; ve komşuya denir,
câr ma'nâsına; ve bir adamın hem-ahdine ve halîf ve muâkidine denir; fa-râizde
Mevlâ'l-muvâlât bundandır. Ve bir adamın oğluna, amcasına, mihmân ve nezîline,
şerik ve ortağına denir; ve bir adamın kız karındaşı oğluna denir ki, yeğen
ta'bîr olunur. Ve bir adamın velîsine denir ki, işlerinde velayeti olan
kimseden ibarettir, nikâh ve yetîm velîsi gibi. Ve bir adamın mürebbîsine
denir. Muîn ve nasır ma'nâsınadır. İn'âm eden adama, in'âm olunmuş adama denir;
bir adamın dostuna, muhibbine denir. Ve bir kimsenin tabiine denir. Ve dâmâ-da
denir, sıhr ma'nâsına; ve seyyid ve şân sahibi adama denir... Ve Mevlâ
lafzı-nın cem'i Mevâlî gelir. Bu, yakınlık ma'nâsına olan Vely maddesinden
mef'al veznidir (Kaamûs Ter.)
[140] Buradaki "İtyân", yânî Allah'ın gelmesi ile
"suret" mes'elelerine gelince: İtyân hakkında âlimlerin görüşleri
çeşitlidir:
a. İtyân, ilâhî
fiillerden bir fiildir ki, ona îmân etmek vâcib olduğu gibi Yüce Zâtı'nı hudûstan
da tenzîh etmek vâcibdir.
b. Rabbimiz Taâlâ ve Tekaddes Hazretleri'nin ityânı, kulların kendisini
görmesinden ibarettir. Gâibde olan birşeyi görebilmek için, âdeten o şeyin
görene doğru gelmesi gerektiği için ityân, mecazen ru'yet ma'nâsınadır... (Ahmed
Na-îm, Tecrîd Ter., II, 668-669; 450 rakamlı hadîsin haşiyesi).
[141] Hadîs ile başlıktaki âyet arasındaki uygunluk, hadîsin
ma'nâsmdan anlaşılan şu yöndendir: Yüce Allah'ın kıyamet günü mü'min ve kâfir
kulları arasında büyük adaletiyle hükmedeceği ve onlardan hiçbirine zerre
kadar haksızlık etmeyeceği yönündendir... (Aynî).
Bu ru'yet hadîsi,
tarîklerinin çokluğu ile meşhur olan hadîslerdendir. Uzun, kısa birçok ve
birbirini açıklar mâhiyette metinlerle rivayet edilmiştir.
Bundan önceki haşiyede de kısaca ifâde edildiği gibi, bu hadîste
bildirilen ru'yet, Allah'ı görüş değildir. Bu ru'yet, yalnız Allah'ın kendi
hass kullarıyle Allah'tan başka birtakım mahlûklara kulluk edenlerin aralarını
fark ve temyîz için vâki' olan ilâhî bir tecellîdir. Cennetteki ru'yet, sevâb
ve keramet olarak ru'yettir; o, bundan başkadır.
[142] Buhâri'nin bu başlıkta tefsirlerini verdiği kelime ve
ta'bîrlerin geçtiği cümleler, sır asiyle şöyledir:
"... Allah kendim
beğenen ve dâima büyüklenen kimseyi sevmez" (Âyet: 37).
"Biz birtakım yüzleri
silip belirsiz edip de enselerine çevirmezden yâhud cumartesi yaranına
ettiğimiz la'net gibi kendilerini de la'netlememizden evvel îmân edin, Allah'ın
emri yerine gelecektir" (Âyet: 47).
"İşte onlardan kimi ona îmân etti, kimi de ondan yüz çevirdi.
Çılgın bir ateş olarak cehennem yeter (onlara)" (Âyet: 55).
[143] Bu âyet gereğince her peygamberin ümmeti hakkında
tasdik ve tekzîb suretiyle şehâdet etmesi, bundan sonra da Muhammed
Peygamber'in -şehâdet üzerine şehâdet olarak- şehâdet etmesi, bütün beşeriyeti
şâmil ve İfâsı ağır bir vazife idi. Peygamber âmme üzerine şâhid olduğu gibi,
şefaatçi de idi. Bu iki vazifenin büyük.lüğü, kendisini ağlatmıştı.
Âyetteki "Nasıl olacak?" sorusunun cevâbı, onun ardından gelen
âyette şöyle bildirilmiştir: "Küfredenlerle o Rasûle âsî olanlar o gün hâk
ile yeksan edilselerdi de Allah 'tan bir sözü gizlememiş olsalardı temennisinde
bulimacaklar-dır" (Âyet: 42).
[144] Âyetin tamâmı şöyledir: "Ey îmân edenler, siz
sarhoşken, ne söyleyeceğinizi bitinceye ve cünüb iken de -yolcu olmanız
müstesna- gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur, ya bir sefer
üzerinde bulunursanız yâhud sizden biriniz ayak yolundan getirse yâhud da
kadınlara dokunup da bir su bulamazsanız, o vakit temiz bir toprağa teyemmüm
edin; yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şübhesiz Allah çok affedici, çok
mağfiret eyleyicidir" (Âyet: 43).
[145] Burda tefsirleri verilen "et-Tâğût"
kelimeleri, 51 ve 60 rakamlı âyetlerde geçmektedir. Câbir hadîsini tbn Ebî
Hatim, Umer ile İkrime'nİn sözlerini de Abd ibn Humeyd, senedli olarak rivayet
etmişlerdir. Bu iki isim hakkında şu bilgiler verilmiştir:
Tâğût, Tuğyân'dan
mübalağa sîgasıyle bir cins ismidir ki, aslı Ceberut gibi Tağavût olup mekânı
kalb ile Tavağût yapılarak vâv, elife kalbedilmiştir. Müf-rede, cem'e, müzekkere,
müennese ıtlak edilir. Aynı Tuğyan kesilmiş, tuğyân-kâr, azgın, azman, azıtkan
demek gibidir. İbn Cerîr'in ta'rîfi: Allah'a karşı tuğyânkâr olup, kahr ve cebr
ile veya bi'r-rızâ perestiş edilip ma'bûd tutulan gerek insan, gerek şeytân,
gerek vesen ve gerek sanem ve gerek herhangi birşey demektir. Bunun tefsîrinde:
"Şeytân veya sihirbaz veya kâhin veya ins ve cin-nin mutemerridleri veya
Allah'a karşı ma'bûd tanımp râzî olan Fİr'avn ve Nem-rûd gibiler veya
sanemler" diye müteaddid rivayetlere tesadüf edilir. Ebû Hayyân dedi ki:
Bunlar birer misâl ile beyân olmak gerektir, çünkü Tâğût bunların her-birinde
kullanılır... (Hakk Dîni, I, 869-870).
Cibt ise, put demektir. Kâhine de denildiği naklediliyor. Bu suretle bu
iki kelime Allah'tan başka ilâh edinilen ruhlu ve ruhsuz ma'bûdların tam
isimleridir. Birbiri yerine kullanılabilirler... {Hakk Dîni, II, 1368).
[146] Bu hadîsin daha uzun bir rivayeti Teyemmüm'de
geçmişti. Bu en-Nisâ: 43. âyetinin, el-Mâide: 6, yânî abdest âyetinden sonra
İnmiş olması lâzım geliyor.
[147] Bu Abdullah ibn Huzâfe'nin kumandan yapılıp
gönderildiği seriyye, Mağâzî Ki-tâbı'nda, "Abdullah ibn Huzâfe es-Sehmî ve
Alkame ibn Mucezziz el-Mudlîcî; ve buna Ensâr Seriyyesi denilir babı' 'nda, 340
rakamiyle Alî tarafından rivayet edilen hadîsteki seriyyedir. Kumandan Abdullah
bu seferde öfkelenip odun toplatmış, ateş yaktırarak askerlerin ateşe
girmelerini emretmişti. Bâzıları ateşe girmeyi düşünürken, içlerinden biri
"Biz Peygamber'e ateşten kaçmak için uyduk..." diyerek bu emre itaat
gerekmediğini belirtmişti.
Bu Abdullah ibn Huzâfe,
ikinci Habeşe hicretine katılan ilk müslümânlar-dandır. Kisrâya elçilikle
gönderilmişti. Usmân zamanında Mısır'da vefat etmiştir.
"Âyette Allah İle Rasûl'ü hakkında "İtaat edin ve itaat
edin" diye İtaat açıkça söylendiği hâlde, Ulu'1-emr hakkında ayrıca
"İtaat edin" buyurulma-yıp, bunlara itaat, Rasûl'e atfen ve sırf
Rasûl'e itaate tebean emrolunmuş ve bu suretle tebaiyyet altında itaatin hem
aynı kuvvetle mutlak olduğu gösterilmiş, hem de isyan mevkileri hükümden hâriç
bırakılmıştır. "Halika isyan yanında mahlûka itaat yoktur",
"İtaat ancak ma'rûftadır" hadîsleri de bunu beyân edicidir. Şu halde
âmirin her emri me'mûru mes'ûliyetten kurtarmağa yetmez..." (Hakk Dîni,
II, 1374-1375).
[148] Hadîsin âyetle uygunluğu meydandadır. Bu hadîsin bir
rivayeti Şirb Kitâbı'nda, arka arkaya üç bâbda geçmişti. Orada belirtildiği
gibi, Peygamber, Zubeyr ile Ensârî arasında evvelâ sulh yoluyla hükmetmek
İstemiş, sulama İle yetinip suyun habsedilmemesini emretmişti. Ensârî'nin
i'tirâzı üzerine, iki tarafın ma'rûf olan haklarını tam almalarına yönelip,
Zubeyr'e örfen kana kana suladıktan sonra suyu salıvermesini emretmiştir.
[149] Bu hadîsin bir rivayeti "Peygamber'in hastalığı
ve vefatı bâbı"nda geçmişti.
Âyetin ma'nâsi,
Allah'ın ve Rasûlü'nün emrettikleriyle amel edip, Allah'ın ve Rasûlü'nün
nehyettiklerini terkedenler, Allah'ın kendilerine ni'metler verdiği...
kimselerle beraber olurlar, demektir.
Taberânî, senediyle Âİşe'den şunu rivayet etmiştir: Âişe dedi ki:
Rasûlul-lah'a bir adam geldi de:
— Yâ Rasûlallah, Sen
bana nefsimden ve ailemden daha sevgilisin. Ben evde bulunup Seni düşünür,
Sana gelmedikçe sabredemem. Sana gelir, Sana bakarım. Senin ölümünü düşündüğüm
zaman Sen'in peygamberlerle beraber yükseltileceğini bilirim. Ben cennete
girsem bile Seni göremem diye endîşe ediyorum, dedi.
Rasûlullah, ona hiçbir
cevâb vermedi. Nihayet Cibrîl bu âyeti indirdi. Ben dedim ki,'el-Vâhidî'nin
zikrettiği haberde bu zât Sevbân'dır (Aynî).
[150] İşbu "Ahâlîsi zâlim olan memleket",
Ümmü'l-Kurâ'dan olan Mekke'ye işarettir ki, müşrik olan Mekke ehli, zaîflara
ve husûsiyle içlerinde bulunan mü'min-lere son derece zulüm ve ezâ ediyorlardı.
Ve zâten "Şübhesiz şirk elbette büyük bir zulümdür" (Lukmân: 13)
medlûlünce, şirk bütün zulümlerin başı olan büyük bir zulümdür. Allah,
mazlumların dualarını kabul ve Peygamber'in eliyle Mekke'nin fethini nasîb
edip, Muhammed'in velayeti ve nusratı İle bekam etmiş ve muazzez kılmıştır.
Demek ki, tecâvüzî harb, ancak böyle Allah rızâsı için mazlumları zâlimlerin
pençesinden kurtarmak ve halk üzerinde Allah Taâlâ'mn adalet ve rahmet
hükümlerini uygulamak için meşru' olabilir, yoksa zulüm ve istibdadı
umûmîleştirmek ve memleketler isti'lâ eylemek gibi sırf tecâvüz ve taaddî için
harb etmek asla meşru' değildir. Tam açıklık İçin bu mühim nokta, yânî harbin
gayesi mes'elesi bir de şu suretle nasslaştınlarak tesbît olunuyor: "îmân
edenler Allah yolunda harbederler. Küfredenler de şeytân yolunda savaşırlar.
Öyle ise o şeytânın dostlanyle döğüşün! Şübhesîz ki, şeytânın hilekârlığı
zaîftir" (Âyet: 76).
Müfessirler diyorlar ki, bunun için hakk ve hayır ehli, hayâtlarında
fakirlik ve ibtilâ içinde bulunsalar bile ilelebed azîz olarak güzel isimleri
bakî kalır. Bu gün olmazsa yarın, behemahal mes'ûd olurlar. Şerr, şeytanet,
tuğyan ve tez-vîr ile hüküm icra eden cebbarların tahakkümleri de ne olsa
söner, yerlerinde yeller eser; şayet anılırlarsa la'netle anılırlar. el-Enbİyâ:
105 ve el-Kasas: 83. âyetlerinde olduğu gibi (Hakk Dîni, II, 1392-1394).
[151] Buradaki iki hadîs, ayrı ayrı iki tarîkten gelen
hadîslerdir, ikincisinin sonunda Buhârî'nin tefsirlerini naklettiği kelime ve
ta'bîrler, buradaki sıralarına göre en-Nisâ: 90, 135, 100 ve J03. âyetlerinde
geçmektedir.
[152] Bu hadîsin birer rivayeti Hacc Kitâbı'nın sonlarında
ve Mağâzî'de geçmişti. Uhud yolundan dönen insanlar, münafık reîsi Abdullah ibn
Ubeyy ve ona tâbi' olan üçyüz kadar kişidir. Bunların geri dönmesiyle
Peygamber'in maiyyetinde yedi-yüz mücâhid kalmıştı. Uhud harbinden sonra
müslümânlar bu dönenler hakkında iki fırka olup hadîsteki sözleri
söylemişlerdir. "Onları öldür" diyenler, bunların münafık olduğuna;
"Öldürme" diyenler ise onların zahirde İslâm kelimesini söylemiş
olduklarına tutunuyorlardı. Âyette bunların esasen münafık oldukları beyân
olunarak, umûmî surette harb hukukuyla ilgili bâzı hükümler teblîğ olunmak
üzere bu ve devamı olan âyetler inmiştir.
[153] Âyetin tamâmı şöyledir; "Onlara emînlik veya
korku haberi geldiği zaman onu yayıverirler. Hâlbuki bunu ö RasûVe ve
kendilerinden olan emir sahihlerine döndürmüş olsalardı, o haber arayıp
yayanlar bunu elbet onlardan Öğrenirlerdi. Allah 'in üzerinizdeki
lûtfu-lnûyeti ve rahmeti olmasaydı, birazınız müstesna olmak üzere, muhakkak ki
şeytâna uymuş gitmiştiniz" (Âyet: 83).
İsîinbât: Nebt
çıkarmaktır. Nebt de bir kuyu kazılırken ilk çıkan su demektir. ' İşte
halledilmesi istenen bir hâdise, bir mes'ele karşısında ilkeleri ve mevcûd bilgileri
tebebbu' ve istikra, tedkîk ve mukaayese ederek, yeni bir ilim istihraç et-,
meye dahî îstinbât ve İstihraç ta'bîr olunur ki, bu bir meleke ve husûsî bir
iktidardır. Herhangi bir işte böyle bir ehliyet ve iktidarı hâiz bulunanlar, o
işin müctehidi ve hakkıyle sahibi ve Allah indinde Ulu'l-emr'dirler. Bunun için
yukarıda "Eğer birşeyde çekişirseniz, onu Allah'a ve RasûVe
döndürün" (Âyet: 59) diye, Allah'a ve Rasûlü'ne müracaat olunduğu gibi,
burada da Rasûlullah'a ve böyle emir sahihlerine müracaat tavsiye olunarak,
bunlara tâatin, Rasûl'ün tâatine bağlı ve mülhak olduğu bir daha anlatılmıştır.
Bundan dolayıdır ki, ic-mâ'da mu'teber olan re'y, bu gibi emir sahihlerinin
re'yidir. Bu âyet bize bilhassa şu hükümleri anlatıyor:
a. Hadîslerin hükümleri içinde doğrudan doğruya
nass ile bilinmeyip, is-tinbât ile bilinecek, olanlar da vardır.
b. Îstinbât da bir hüccettir.
c. îstinbât'a ehil olmayan avamın hâdiselerin
hükümlerinde ilim ehline müracaatı ve taklidi.
d. Rasûlullah dahî istinbât ile mükelleftir...
Nüzul sebebine gelelim:
Münafıklar fırsat buldukça tezvîrât ve kötü haberler neşrederler, müslümânların
zaîflerinden birtakım halk da seriyyelerin halleriyle ilgili tatlı veya acı
herhangibir haber işittikleri zaman sahîh olup olmadığını araştırmadan ve
Önünü ardını saymadan, doğudan doğruya neşre kalkarlardı. Ve bu gibi
saygısızlıklardan bâzı mefsedetler hâsıl olurdu... (Hakk Dîni, II, 1403-1404).
[154] Bu başlıkta tefsirleri verilen kelime ve ta'bîrler
bulundukları sıraya göre şu âyetlerde geçmektedir: 86, 117, 119, 122, 155.
Buhârî bu başlık altında herhangibir hadîs getirmemiştir.
[155] Bu âyetin nüzul sebebi Mıkyes ibn Dahâbe adında bir
mürtedd olmuştur. Şöyle ki: İşbu Mıkyes ibn Dabâbe el-Kinânî ve kardeşi Hişâm
müslümân olmuşlardı. Mıkyes bir gün kardeşi Hişâm'ı Neccâr oğulları içinde
öldürülmüş buldu, gelip RasûluIIah'a kıssayı anlattı. Rasûlullah da onunla
beraber Bedir s ah ahilerinden Zubey ibn Iyâz el-Fihrî'yî Neccâr oğullan'na
gönderdi. Kaatili biliyorlarsa kısas etmesi için Mıkyes'e teslim etmelerini ve
eğer biliniyorlarsa diyeti ödemelerini emrediyordu. "Allah'ın Rasûlü'ne
sem'an ve tâaten, kaatili bilmiyoruz, lâkin diyeti veririz" dediler, ve
yüz deve getirdiler; onlar da aldılar, Medine'ye döndüler. Yolda gelirken
şeytân Mıkyes'e şöyle bir vesvese verdi: Kardeşinin diyetini kabul edeceksin
de kendine baş kakmcağı mı yapacaksın? Yanmdakini öldür, cana can olsun, diyet
de kâr kalsın! dedi. Bu vesvese üzerine Fıhrî'nin bir gafletini gözetip kaya
ile başını parçaladı. Sonra develerin birine binip gerisini sürerek've kâfir
olarak Mekke'ye döndü gitti. Bu âyet bu vak'a üzerine indi. Rasûlullah'm Mekke
fethi günü emân verdiği şahıslardan istisna ettiği, bu idi. Bu mürtedd kaatü o
gün Ka'be'nin örtüsüne yapışmış olduğu hâlde emân verilmeyip öldürüldü...
{Hakk Dîni, II, 1423).
Bu nüzul sebebini İbn Ebî Hatim, Saîd ibn Cubeyr'den rivayet etmiş, İbn
Hacer Askalânî de Fethu'l-Bârî'fe kısaca nakletmiştir.
[156] Âyetin tamâmı şöyledir: "Ey îmân edenler, Allah
yolunda harbe çıktığınız zaman (mes'eklerin) tam açıklanmasını bekleyin. Size
selâm verene, dünyâ hayâtının (geçici) menfâatini arayarak 'Sen mü ymin
değilsin' demeyin. İşte A ilah 'in katında pekçok ganimetler vardır. Evvelce
siz de böyle iken Allah size lütfetti. O hâlde (mes'elelerin) iyice
açıklanmasını bekleyin. Şübhesiz ki, Allah ne yaparsanız hakkıyle
haberdârdır^.
Sarihlerin
bildirdiklerine göre, o sürücük sahibi Âmir ibnu'l-Adbat el-Eşcaî imiş, onu
Öldüren Ebû Katâde'nin seriyyesinde bulunan Mahlem ibn Cusâme imiş. O ancak
bizden korktuğu için bize selâm verdi deyip öldürmüş...
Mütebeyyin olan, zahir
olandır. Bâtın hakkında verilecek hükümde müte-beyyin olmak için zahirî delile
dayanmalıdır. Bâtına zahirden hükmoîunur. Ve gizli işlerde birşeyin delili, o
şey makaamına kaaimdir. Selâm veya teslîmiyet zahir ve mütebeyyin bir iş, kalb
ve vicdan ise hafî ve bâtın olduğundan, o zahir ve mütebeyyini bırakıp da kalb
ve vicdana bunun maksadı şu veya bu diye zahirin hilâfına doğrudan doğruya
hükmetmeye kalkışmak tebeyyünsüz hareket etmektir. Bunun için bir kimsenin
zahirde verdiği selâmı, gösterdiği teslimiyeti hiçe sayıp da onun hilâfına
tevehhümler ile doğrudan doğruya kalbine hükmetmeğe kalkışmayınız, zahirine
göre muamele ediniz, bir zahiri diğer bir zahir; bir mütebeyyini diğer bir
mütebeyyin nakzederse, o zaman da en kuvvetli ve en açık olanı tercîh etmek
için tesebbüt ve ihtiyat ile muhakeme ediniz. îsâ ibn Verdân kıraatinde ikinci
mîm'in fethiyle "Mü'menen" okunduğuna göre: "Sana emân
verilmez" demeyiniz, böyle deyip de hemen vurmayınız... {Hakk Dîni, II,
1425-1426).
[157] Âyetin devamı şöyledir: "... Allah, mallarıyle,
canlarıyle savaşanları, derece V-tibâriyle, oturanlardan çok üstün kıldı.
(Gerçi) Allah hepsine de cenneti va'd etmiştir. (Fakat) Allah savaşanlara,
oturanların üstünde daha büyük bir ecir vermiştir. Kendi canibinden dereceler,
mağfiret ve rahmet (vermiştir). Allah çok mağfiret edici, pek merhamet
eyleyicidir" (Âyet: 95-96).
- Bu âyette topallık, körlük, yatalaklık gibi şer'î bir özür sebebiyle
harbe katılamayanlara da, katılanlara da, yânî her iki zümreye de cennet va'd
olunmuştur. Ancak mücâhidlerin cennetteki dereceleri daha yüksektir.
[158] Bu hadîsin bir rivayeti Cİhâd Kitâbı'nda da geçmişti.
[159] Darar, birşeye dâhi! olan eksikliktir ki, maraz veya
körlük, topallık gibi sakatlık demektir. Nitekim anadan doğma köre ve pek zaîf
hastaya Darîr denilir. Levazım ve mühimmat tedârikinden âciz olmak da bu
ma'nâdadır. Binâenaleyh "Uird-darar" zararlılar, dertli, sakat, âciz,
özürlüler; bunların gayrı olan "Gayrı ulu'd-daran" ise sahîh, salim
ve kaadir olanlar demek olur.
Bu âyetin evvelâ mutlak olup bu fıkranın sonradan indiği, buradaki hadîslerden
açıkça anlaşılmaktadır.
[160] Hadîsin başiığa uygunluğu meydandadır. Ancak buradaki
nüzul sebebi, bundan önce geçen hadîslerdeki nüzul sebebinin hilafıdır. İki
sebebi uyuşturma vechi nedir? dersen, ben de şöyle derim: Kur'ân, birşey
hakkında indiği zaman, bu şeyin ma'nâsı hakkında da kullanılır (Aynî).
[161] Hadîsin bildirdiğine göre "Bu âyet Mekke'de
müslümân olmuş ve hicret farz bulunduğu esnada hicret etrfıemiş olan birtakım
kimseler hakkında inmiştir. Demek ki, hicret vâcib İken kâfirlerle beraber
yürüyüp oturmak, doğrudan doğruya küfr değil ise de herhalde bir ma'siyet ve
nefse zulümdür. Müfessirlerin beyânına göre bu âyet bir yerde dînini ayakta
tutmaya imkân bulamayan bir adamın, oradan hicret etmesi vâcib olduğuna delâlet
etmektedir... Bu âyet inince Rasûlullah bunu Mekke müslümânlanna göndermiş,
Cündüb ibn Damre (R) oğullarına: Beni yükleyiniz. Çünkü ben ne zaîf
sayılanlardan, çaresizlerden, ne de yolu bilmeyenlerdenim. Vallahi .bu Mekke'de
yatmam! demiş idi. Oğullan bunu sedyeye koyup Medine'ye yöneldiler. Pek ihtiyar
idi, yolda Ten'îm mevkiinde vefat etti..." {Hakk Dîni, II, 1437).
[162] Bu hadîsin bir rivayeti altı bâb önce geçmişti. İbn
Abbâs; annem Allah'ın maziretli saydığı kimselerdendi demekle, başlıktaki
âyette müstesna kılman çaresiz kimselerdendi demiş oluyor.
[163] Bu hadîsin bir rivayeti ayrı senedle Yağmur İsteme
Kitâbı'nın evvellerinde Peygamber'in duası babında geçmişti.
Hadîsin başlıkla uygunluğu, Allah'ın ma'ziretli kıldığı kimselerin bu
hiçbir çâreye gücü yetmeyen kimseler olması ve Peygamber'in bu hadîste onlara
duâ etmesi, onları hicretten men' edenlere de beddua etmiş olması
yönünden-dir (Aynî).
[164] Bir öncekiyle birlikte âyetin baş tarafı şöyledir:
"Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, eğer kâfirlerin size fenalık
yapacağından endîşe ederseniz, namazdan kısaltmanızda üzerinize bir vebal
yoktur. Şübhesiz ki kâfirler sizin apaçık düş-manınızdır. Sen de içlerinde
bulunup da kendilerine namaz kıldırdığın vakit, onlardan bir kısmı seninle
birlikte namaza dursun, silâhlarım yanlarına alsınlar. Bu suretle secde
ettikleri zaman da arka tarafınızda bulunup düşmana karşı dursunlar. (Bundan
sonra) henüz namazını kılmamış olan diğer kısmı gelip seninle beraber
namazlarını kılsınlar ve onlar da ihtiyat tedbîrlerini ve silâhlarım alsınlar.
O küfredenler arzu ederler ki, silâhlarınızdan ve eşyanızdan gafil olasınız da
üstünüze derhâl bir baskın yapsınlar... " (Âyet: 101-102).
Bu âyetler mücâhidler hakkındaki İlâhî hafifletmeler cümlesinden olmak
üzere seferde, korku hâlinde ve düşman karşısında ve belki hastalık ve yağmur
gibi umûmî olarak zaruret mevkilerinde namazın keyfiyetini beyân ve bu suretle
hem cihâdın, hem namazın dîndeki kesin ehemmiyetini meydana koymaktadır. .
Âyet, düşman karşısında vaziyetin müsâadesine göre, namazı kısaltmanın cemâat
ile yapılabilecek husûsî bir suretini anlatmaktadır. Korku hâlindeki kısaltma
ise, el-Bakara: 239. âyetinde geçmişti ki, korkunun derecesine göre yürüyerek
edaya veya îmâya, bunlar da olamadığı takdirde kazaya bırakılmaya müsâiddir...
{Hakk Dîni, II, 1439, 1443).
[165] Bu hadîsin bir rivayeti bu sûrenin evvelinde
"Eğer yetîm kızlar hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkar
sanız..- "{en-Nisâ: 3) âyeti bâbı'nda geçmiş ve orada bâzı açıklamalar
verilmişti
[166] Burada tefsirleri verilen kelime ve ta'bîrler, başlık
yapılanla onu ta'kîb eden âyette geçmektedir. Tam anlaşılması için bu iki
âyetin meallerini vermek daha iyi ola-. çaktır:
' 'Eğer bir kadın,
kocasının uzaklaşmasından yâhud yüz çevirmesinden endîşe ederse, sulh ile
aralarım düzeltmekte ikisine de vebal yoktur. Sulh daha hayırlıdır. Zâten
nefislerde kıskançlık hazırlanmıştır. Eğer iyi geçinir, (kötülükten)
sakınırsanız, şübhesiz ki Allah, yapacağınız herşeyden tamamen haberdârdır.
Kadınlar arasında adalet etmenize ne kadar hırs gösterseniz, asla güç
yetiremez-siniz. Bari birine büsbütün meyledip de ötekini (ne dul, ne kocalı
bir durumda) askılı gibi bırakmayın. Eğer (nefsinizi) ıslâh eder,
(haksızlıktan) sakınırsanız, şübheyok ki, Allah çok mağfiret edici,pek merhamet
eyleyicidir" (Âyet: 128 129).
[167] Nitekim Tirmizî'nin İbn Abbâs'tan rivayet ettiği
hadîste Şevde bintuZem'a annemiz de böyle yapmıştı. Hadîsin lafzı şöyledir:
Şevde, Rasûlullah'm kendisini boşamasından korktu da:
— Yâ Rasûlallah, beni
boşama, ben günümü Âişe'ye bırakayım, dedi ve böyle yaptı.
Rasûlullah Âişe için iki
gün ayırır oldu. Biri Âişe'nin, biri de Sevde'nin günü. Ve Sevde'yi kadınları
içinde bıraktı. Rasûlullah bunu, meşrû'luğu ve cevazı hususunda ümmetinin örnek
alması için yaptı (Kastallânî).
Âişe: Rasûlullah,
kadınlarından her kadının gününü ve gecesini ayırırdı. Yalnız Şevde bintu Zem'a
gününü ve gecesini Rasûlullah'm hoşnûdluğunu dileyerek, Peygamber'in zevcesi
Âişe'ye hibe etmişti, demiştir (Buhârî, Sulh).
Yânî sulh olmalarında meselâ Rasûlullah'm zevcelerinden Şevde bintu
Zem'-a'nın boşanmaktan endîşe ederek, nevbetini Âişe'ye terketmesi gibi,
kadının erkeği cezbetmek için hakkı olan mehrinde veya nevbetinde tenzilât ye
fedâkârlık yaparak veya birşey bağışlayarak aralarını düzeltmeğe çalışmasında
ve erkeğin bunu kabul etmesinde bir günâh yoktur. Yânî böyle birşey rüşvet gibi
bir günâh olmaz. Sulh, herhalde ayrılmaktan ve geçimsizlikten hayırlıdır (Hakk
Dîni, II, 1486).
[168] Münafık kelimesi Nafk, Nâfıkaa: Yer altında bulunan
lâğım, canavar ini, izb'-dendir. İsmi Nifâk'tır ki, örfte dışı mü'min, içi
kâfir demektir. Böyle kimseye Münafık derler. İmâm Râgıb'a göre Nifak, şerîate
bir kapıdan girip öbüründen çıkmaktır. Canavar ini de böyle iki kapılıdır
(Çantay).
[169] Bu hadîsi en-Nesâî de Tefsîr'de getirdi. Huzeyfe bu
hükmü şu âyetten istidlal etmiştir: "Ancak tevbe edenler, hâllerini
düzeltenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar, dînlerinde Allah için hâlis
bulunanlardan başka. Çünkü bunlar mü 'minler-le beraberdirler. Müzminlere ise
Allah çok büyük bir ecir verecektir" (Âyet: 146).
[170] Müfessirler diyorlar ki, Hz. Nûh, Allah tarafından
dilinden İlâhî şer'î hükümler teşrî' kılman peygamberlerin evvelidir. Ve ilk
evvel ümmeti azâb olunan peygamber de odur. Bunun için evvelâ o zikrolunmuş,
sonra bütün peygamberler özetlenip, bâzıları açıkça söylenerek tafsil edilmiş
ve bunda büyük peygamberlerin evveli bulunan İbrahim'den başlayıp Nûh ile
beraber oniki peygamber zikredilmiş ve Mûsâ bunlar arasında sayılmayıp, en
nihayete bırakılmıştır. Zîrâ bunların sayılmasından asıl maksad, kitâb
indirmekte Mûsâ gibi olmayan ve kitâb ehlince kabul edilen peygamberleri bir
arada göstermektir. Bununla beraber peygamberlerin bunlara
münhasır olmadığını beyân
'' Ve ondan sonraki
peygamberlere" icmalinin tafsilini tamamlamak için:
"Öylerasûllergönderdik ki, kıssalarını hakikat önceden sana bildirdik.
Yine öyle peygamberler yolladık ki, sana onların kıssalarını haber vermedik.
Allah Musa'ya da hitâb ile konuştu" (Âyet: 164). Binâenaleyh Allah'ın
vahyettiği peygamberler, gönderdiği rasûller gerek burada ve gerek bundan evvel
İsimleri, kıssaları bildirilmiş olan ma'Iûm ve meşhur zevata münhasır
zannedilmemelidir. İnsanlara daha birçok peygamberler gönderilmiştir ki,
bunların sayılarını, isimlerini, yerlerini, kavimlerini, kıssalarını ancak
Allah bilir... (Hakk Dîni, II, 1528-1529).
[171] Hadîsteki "Ben" mütekellim sîgasiyle bu sözü
söyleyen kişinin kendisi murâd olunabildiği gibi, Rasûlullah da murâd
olunabilir. Birinciye göre: Hiçbir kimse için kendisini Yûnus Peygamber'den
üstün saymak ve böyle söylemek doğru değildir, demek olur. İkinciye göre:
Hiçbir kimse için Muhammed Peygamber, Yûnus Peygamber'den hayırlıdır, demek
doğru değildir, ma'nâsma olur. Yûnus Peygamber'in bir kıssası el-Kalem: 48-50.
âyetinde geçer. Oradaki İlâhî hitâb Yûnus Peygamber'in mertebesinin aşağı
indirilmesine delâlet eder suretinde hatıra gelmesi düşünülen bir yanlış
anlaşılmayı karşılamak için Rasûlullah, peygamberler arasından bilhassa
Yûnus'u zikretmiştir. el-Kalem:48-50. âyetlerinde kısaca zikredilen Yûnus
kıssası, es-Sâffât Sûresi'nin 139. âyetinden 148. âyetine kadar devam eden on
âyetin bir özetidir.
[172] Âyetin devamı: "Eğer kızkardeş iki (veya daha
fazla) ise oğlan kardeşinin bıraktığının üçte ikisini alırlar. Eğer erkek ve
dişi kardeşler ise, o zaman erkek için dişinin iki hissesi vardır. Allah size
şaşırırsınız diye açıklıyor. Allah herşeyi hakkıyle bilendir ".
Kelâle: Baba, ana,
çocuk cihetlerinin gayrı olan, yânî usûl, furû' silsilesini teşkil eden dikey
nesebin hâricinde bulunan yakınlık demektir. Bu kelime esasen yorulup kuvvetten
düşmek veya etraftan ihata edilmek ma'nâlarına bir masdâr olup, evvelkinde
Kelâi, ikincide Iklîl (yânî tâc) ile-münâsebetlidir. Bu yakınlık, baba ve çocuk
yakınlığına nisbetle zayıf veya onun başını yâhud etrafını sarmış bulunduğundan
bu İsimle isimlendirilmiştir. Karabet (yakınlık), yakınlık sahibi ma'nâsına
geldiği gibi, Kelâle de kelâle sahibi ma'nâsına olarak ne çocuk, ne de baba ve
ana bırakmamış olan murise, bir de ne çocuk, ne de baba ve ana olmayarak kalan
vârise dahî denilir. Meselâ kardeşlik bir kelâle, usûl ve furû'-dan birşey
bırakmadan vefat eden kardeş bir kelâle, onun arkasından kalan kardeş, amca,
hala vesaire de hep kelâledir... Kelâle'nm tefsirinde sahâbîlerin kavilleri ve
araştırmaları çoktur. Ebû Bekr'in tercihine göre Kelâle: Ana, baba ve çocuğun
dışındakiler'dîr ki, tercih edilen ve sahîh kavi de budur... {Hakk Dîni, II,
1310).
Bu Kelâle mîrâsı, sûrenin 12. âyetinde de anlatılmıştı.
[173] el-Bakara'da İbn Abbâs'tan: En son inen ribâ âyetidir,
diye geçmişti. en-Nisâ'-dakinin sonunculuğu, mîrâs hükümlerinin inmesi
i'tibâriyledir. el-Bakara'-dakinin
sonuncu olması ise ribâ hükümleri i'tibâriyledir denilmek muhtemel olur
(Kastallânî).
[174] Burada tefsirleri nakledilen kelime've ta'bîrlerin,
buradaki sıraya göre geçtiği ayetlerin rakamları şunlardır: 1, 13, 21, 29, 52,
14, 5, 48, 68, 32, 48, 3.
[175] Bu âyet, hadîsin imân Kitâbi'ndaki rivayetinde de
işaret edildiği gibi, onuncu hicret yılında Veda Haccı'nda, Arafe günü olan
cumua günü ikindiden sonra Peygamber (S) Arafat'ta Adbâ adındaki dişi devesinin
üzerinde vakfede iken inmişti; devenin ayaklan vahyin şiddetiyle üzerinden
basan yükün ağırlığına kat-lanamayip çöküvermişti.
Bu âyette İslâm
Dîni'nin artık kemâl devrine erdiği, beşeriyetin maddî ve ma'nevî muhtâc olduğu
bütün temel hükümlerin tamamlandığı bildirilmiştir.
Umer'in cevâbı da üç
vecihle suâle uygundur: Evvelâ âyet, Arafe günü ikindiden sonra indiği için,
bayram gecesi inmiş yâhud inmesiyle hemen bayram tahakkuk etmiş demektir.
İkinci olarak: Cumua günü İnmiştir ki, o gün, müslümânların her hafta tekerrür
eden bayramıdır. Üçüncü olarak: Arafe gününün kendisi de bir bayramdır.
Nitekim bu hadîs İshâk ibn Kubeysa rivayetinde: Arafe olan cumua gününde İndi.
Cumua da,arafe de-Allah'a hamd olsun-bize bayramdırlar, şeklindedir.
Sûrenin isminin de bu
bayram oluşla ilgisi şöyle belirtilmiştir:
Mâide: Yemekli sofra demektir. en-Nisâ Sûresi'ni, el-Mâide Sûresi'nin
ta'-kîb etmesi ne kadar uygun ve ne kadar ma'nâlıdır! îsâ'nın Mâide'sinin bu
sûrede zikredilmiş olması bu isimlendirmenin zahiren bir vechi gibi görünürse
de, doğrusu onun için buna "el-Mâide Sûresi" denilmiş değil, bu,
el-Mâide Sûresi olduğu için, o bunda zikredilmiştir. Esâsında bu sûre, İslâm
ni'metinin Mâide'-sidir. Burada "Bu gün sizin dîninizi kemâle erdirdim,
üzerinizdeki ni'metimi tamamladım ve size dîn olarak müslümânlığı (verip ondan)
hoşnûd oldum'' mü-eddâsınca İslâm ni'meti tamamen kurtarılmış, ahidlerine vefa,
akidlerini îfâ eden îmân ehline sunulmuştur (Hakk Dîni, II, 1544).
[176] Abdestle beraber Teyemmüm Âyeti'nin tamâmı şöyledir:
"Ey îmân edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklerinize
kadar ellerinizi ve başınıza meshedip her iki topuğa kadar ayaklarınızı
yıkayın. Eğer cünüb olduysanız boy abdesti alın. Eğer hasta olmuşsanız yâhud
bir sefer üzerinde iseniz veya içinizden biri ayakyolundan gelmişse yâhud
kadınlara dokunmuşsanız ve bu hâlde su da bulamamışsanız, o vakit tertemiz bir
toprakla teyemmüm edin, bunun için (niyetle) ondan yüzlerinize ve ellerinize
sürün. Allah sizin üzerinize bir güçlük yapmayı dilemez, fakat iyice
temizlenmenizi ve üstünüzdeki ni'metinin tamamlanmasını diler; tâ ki
şükredesiniz" (Âyet: 6).
Bu âyete Teyemmüm Âyeti denilmiştir. Nüzul sebebi, Âişe'den gelen hadîste
görüleceği üzere, bir seferde su bulunamamasidir. Bu gibi hâllerde abdest
yerine geçmek üzere teyemmümü emretmiştir. Gerçi bu âyet baş tarafında
ab-destin farzlarını tesbît etmekte ve aynı zamanda bir abdest âyeti olduğu
muhakkak bulunmakta ise de, abdest evvelâ bu âyetle teşrî' edilmiş olmayıp, tâ
Mekke'de namazla beraber farz kılınmış ve hattâ îslâm'da hiçbir zaman abdestsiz
namaz kılınmamış olduğu bilindiğinden, bununla abdestin farziyyetİ doğrudan
değil, temizlik hükümlerini İstinbâtta esâs edilmek üzere takrîren tesbît
edilmiş ve bunun ismi abdestten ziyâde teyemmüme İzafe edilmiştir... Bu
Teyemmüm Âyeti en-Nisâ: 43'de de geçmişti. Burada fazla olarak "Minhu
" kaydı zikredilmiş ve bu suretle teyemmümde sırf kasd ve niyet ile mesh
yetmeyip, toprağa dokunmak da lâzım olduğu bildirilmiştir. "Min "
ibtidâ veya teb'îz olmak muhtemeldir. İbtidâ olduğuna göre, elin toprağa
dokunması kâfidir. Teb'îz olduğuna göre de, muhakkak elden yüze ve kollara da
biraz şey sürülmesi lâzım gelir. {Hakk Dîni, II, 1583-1589).
[177] İbn Abbâs buradaki dört lafız ve ta'bîrin Kur'ân'da
bir ma'nâya, nikâh ma'nâ-sma, yânî cinsî münâsebet ma'nâsına olduğunu
bildirmiştir. Bu dört ta'bîrin Kur'ân'da geçtiği yerler, buradaki sıraya göre
şöyledir: El-Mâide: 3, el-Bakara: 236-237; en-Nisâ: 23; en-Nisâ: 21.
[178] Hadîsin bu metni başka senedle Teyemmüm Kitabı'nda
geçmişti. Vak'anın o iki yerden hangisinde olduğunda şekkeden Âişe'nin
kendisidir. Beydâ, en sa-hîh kavle göre Zu'1-Huleyfe'nin diğer ismidir,
Zâtu'I-Ceyş de Medîne'ye bir be-rîd, yânî dört fersah mesafede bir yerin
İsmidir. Her ikisi de Medîne ile Mekke yolu üzerindedir.
Bilindiği üzere her ikisi de Medenî olan en-Nisâ ile el-Mâide
Sûreleri'nde birer teyemmüm âyeti vardır. el-Mâide'deki âyetin baş tarafı
abdeste dâir olduğu için, ona Abdest Âyeti de derler, bu kıssada inen teyemmüm
âyetinin hangisi olduğu hakkında görüş ayrılıkları vardır. Birincisinde yalnız
teyemmümden bahsedildiğine, ikincisine Abdest âyeti de denildiğine bakarak, bu
defa inen âyet en-Nisâ: 43 yetidir diyenler varsa da Ebû Bekr Humeydî'nin bir
rivayetinde "Ey îmân edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve
dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın... tâ ki şükredesiniz" âyeti
indi, denildiğine göre, ilk inen ,el-Mâide'deki âyet olmak lâzım gelir (Tecrtd
Ter., II, 203).
[179] Bu da bundan önce zikredilen hadîsin başka yoldan ve
ayrı bir metinle gelmiş, bir rivayetidir. Bunda el-Mâide âyetinin bu seferde
indiği açıkça belirtilmiştir.
Useyd ibn Hudayr,
İkinci Akabe gecesi Peygamber tarafından Evs üzerine nakîb ta'yûı olunan
Ensâr'ın büyüklerindendir. Düşürülmüş gerdanlığı yollarda aramaya gidenlerin başında
idi.
Buhârî'nin diğer bir rivayetinde Useyd, Âişe'ye: "Allah seni hayır
ile mükâfatlandırsın. Vallahi senin başına hoşlanmadığın hiçbir iş gelmez ki
Allah onda senin İçin de, müslümânlar için de bir hayır bulundurmasın"
demiştir ki, bu sözler, kıssanın iftira hâdisesinden sonra olduğuna delâlet
eder. Gerdanlık düşmesi hâdisesinin birden fazla olduğu da anlaşılabilir...
Birinde iftira hâdisesinin vukû'u, diğerinde de Teyemmüm Âyeti'riin indiği
ma'nâsı anlaşılabilir...
[180] Âyetin biraz öncesi şöyledir: "Mâsâ dedi ki: Ey
kavmim, Allah'ın size takdîr ettiği Mukaddes Yer 'e girin, arkanıza dönmeyin,
sonra nice zararlara uğrayanların hâline dönmüş olursunuz. Dediler ki: Ey
Mûsâ, doğrusu orada zorbalar güruhu var. Doğrusu onlar oradan çıkıncaya kadar
biz kat Hyyen giremeyiz. Eğer onlar oradan çıkarlarsa, biz de muhakkak
giricileriz. (Peygambere muhalefetten) korkmakta olan kimselerden Allah'ın
kendilerine m'met ihsan ettiği iki er: Onların üzerine kapıdan girin. Ona
girdiniz mi, hiç şübhesiz ki siz gâttbsi-niz. Artık ancak Allah 'a güvenip
dayanın, îmân etmiş kimselersiniz, dedi. Onlar da şöyle söylediler: Yâ Mûsâ,
onlar orada bulundukça biz oraya ilelebed giremeyiz, ^irtık sen Rabb'inle
beraber git..." (Âyet: 21-24).
[181] Bu hadîsin farklıca bir rivayeti Bedir gazvesi'nde
geçmişti. Bu hadîs Bedir harbi öncesinde cereyan eden bir müzâkere safhasını
açıkça işaret etmektedir.
Âyetlerde Mûsâ Peygamber'in kavmi ile yaptığı harb müzâkeresinde verdiği
emirlere kavminin muhalefeti açıkça görülmektedir. Hadîsteki Mıkdâd'm
sözlerinde ise, Muhammed Peygamber'in sahâbîleriyle yaptığı harb müzâkere ve
istişaresinde sahâbîlerin Peygamber'e bağlılıkları, itaatleri dile getirilmiş,
bu teslîmiyet ifâdesi, Mûsâ kavminin hâli de zikjedilmek suretiyle, iyice
kuvvetlendirilmiştir. Allah onların hepsinden razı olsun
[182] Ölüm cezası yalnız öldürene; asma cezası, öldürmekle
beraber yol kesen ve mal alan kimseye; kesme cezası yalnız mal alana; sürgün
cezası da bunlardan başka suretlerde fesâd yapanadır. İbn Abbâs ile İmâm
Şafiî'nin kavli budur, imâm Âzam'a göre, nefy'den maksad, habsetmektir
(Celâleyn). Âyetin devamı ile sonraki âyet şöyledir: "Bu onların
dünyâdaki rüsvâylığıdır. Âhirette ise onlara pek büyük bir azâb da vardır. Şu
kadar ki, siz kendileri üzerine kaadir olmazdan (kendilerini ele geçirmezden)
evvel tevbe edenler (yânî tevbe eden muhâriblerle yol kesenler) müstesnadırlar.
Bilin ki, şübhesiz Attan çok mağfiret edici, pek merhamet eyleyicidir"
(Âyet: 33-34).
[183] Bu hadîs temizlikte deve sidikleri konusunda,
Mağâzî'de geçmişti. İnşâallah Diyetler Kitâbı'nda da Allah'ın yardımıyle
bahislerinin kalamyle gelecektir. Bu-hârî bu hadîsi yedi yerde, dokuz yol ile
getirmiştir.
Bu hâin adamlar Peygamber'in çobanı Yesâr'ı öldürdükleri zaman elini,
ayağını kestiler, gözlerine diken hatırdılar, ölünceye kadar o hâl üzere
bıraktılar. Haberi Medîne'ye ulaşınca Rasûlullah onları ta'kîb etmeye yirmi
atlı hazir-- layıp başlarına Kurz ibn Câbir el-Fıhrî'yi kumandan ta'yîn etti.
Kurz onları yakalayıp Peygamber'in huzuruna getirdi. Peygamber de dînden dönme,
ni'-mete nankörlük, yol kesicilik, öldürme ve işkence gibi fiillerine kısas
olmak üzere ellerinin, ayaklarının kesilmesini ve gözlerinin çıkarılmasını
emretti. Başlıktaki âyetin inme sebebi bu vak'adır.
[184] Âyetin tamâmı şöyledir: "Biz Tevrat'ta onların
üzerine (şunu da)yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe
diş (karşılıklıdır. Hulâsa bütün) yaralar birbirine kısastır. Fakat kim bu
kısası sadaka olarak bağışlarsa o, kendi günâhına keffârettir. Kim Allah'ın
indirdiği ile hükmetmezse onlar zâlimlerin tâ kendileridirler".
Kısas, misli misline tekaabül ve takas demek olduğundan benzeşme bulunmayan
veya benzeşme muhafaza edilememesi ihtimâli bulunan yaralara' kısas yapılamaz.
Bunlar tam ma'nâsıyle ödenemeyip zaruri olarak tam ma'kûl bir misil olmayan
maliyet i'tibâriyle, yânî diyet veya hukûmetî adi ile ödenebilir. Kısas tam bir
hakk alma olduğu için, bunda kulun haklan içinde Allah hakları ve umûmî haklar
dahî tam alınmış olur ve başka hiçbir ceza lâzım gelmez {Hakk Dîni, II,
1690-1693).
[185] Hadîsin bir rivayeti uzunca bir metin İçinde Sulh
Kitabı, "Diyet hususunda sulh bâbı"nda geçmişti. Hadîsteki Enes ibn
Nadr'ın yetnînle söylediği "Rubeyy'in dişi kırılmaz" sözü,
Peygamber'in hükmünü redd değil, fakat Allah katındaki yakınlığı ve Allah'ın
fadlı ve lûtfuna güvenmesi, Allah'ın onu eli boş çıkarmayıp da'vâcılara affı
ilham edeceğine güvenmiş olduğundan dolayı bu kırmanın vukuunu nefyetmiştir. Ve
hakîkaten netîcede iş böyle vâki' olmuştur (Kastallâ-nî).
[186] es-Sa'lebî, el-Hasen el-Basrî'den şunu rivayet
etmiştir: Rasûlullah şöyle buyurdu: "Allah beni elçiliğe me'mûr ettiğinde
çok sıkıldım. Biliyordum ki, insanlardan bir kısmı beni yalanlıyorlar. Kureyş
müşrikleri, Yahudiler, Hristiyanlar tehdîd ediyorlar. Bunun üzerine bu âyetle
teblîğ vazifesinin korkusuz yerine getirilmesi emredildi. Artık benden o
sıkıntı ve endîşe tamâmiyle zail oldu".
[187] Yemînlerle ilgili bâzı hükümler el-Bakara: 225. âyette
de geçmişti. el-Mâide âyetinin tamamı ise şöyledir: "Allah sizi
yemînlerinizdeki lağvdan dolayı sorumlu tutmaz. Fakat kalblerinizin azmettiği
yeminler yüzünden sizi sorumlu tutar. Bunun da keffâreti ailenize yedirmekte
olduğunuzun orta derecesinden on yoksulu doyurmak yâhud onları giydirmek,
yâhud bir kul âzâd etmektir. Fakat kim bunları bulamazsa, üç gün oruç tutması
lâzımdır. İşte bu, yemîn ettiğiniz vakit yeminlerinizin keffâretidir.
Yeminlerinizi muhafaza edin. Allah âyetlerini size böylece açıklıyor, tâ ki
şükredesiniz''.
Yemîn: Esasen kuvvet ve
sağlamlık demektir. Bu münâsebetle sağ ele "Yemîn" denildiği gibi
"Bir kelâmı, Allah'ın ismini mahsûs bir surette zikrederek takviye
etmeye" de dînen "Yemîn" denilir ki, söylediği sözü Allah huzurunda,
Allah'ı şâhid ederek, O'nun azameti inamına söylediğini göstermek suretiyle
bir taahhüd İfâde eder.
Lağv: t'tibâr
derecesinden düşük olan kelâm demektir. "Lağv Yemini" de bir akd ve
kasıd bulunmayan yemîndir. Bu da birşeye kanâatine göre yemîn etmek ve sonra
hilafı olduğu anlaşılmaktır ki, bunda yalan söyleme kasdı yoktur. Fakat Şafiî,
lâğv yeminini lisanda "Hayır vallahi, evet vallahi" gibi sırf te'kîd
için söylenip, yemîn ma'nâsı hatıra gelmeyen yemîn lâfızlarına hamletmiş ve bunda
keffâret lâzım gelmeyeceğine kaail olmuştur... Yalan kasdiylebile bile yalan
olarak yapılan yemîne de "Gamüs Yemîni" denilir ki, keffâreti yoktur,
bunun günâhından keffâret ile kurtulunmaz...
Yemîn kısımlarından bir
de "Munâkıde Yemîn" vardır ki, bununla istikbâlde birşey yapmaya
veya yapmamaya azmedilir ve bu suretle ta'lîkî bir akd yapılır, "Fulân
şeyi yaparsam şöyle olsun, şunu vallahi yapacağım yâhud vallahi
yapmayacağım" tarzında yapılan yemînlerdir (Hakk Dîni, I, 780-782).
Ve bu gibi yeminler birer akd oldukları için îfâ edilmeleri lâzım gelir.
Edilmezse Allah sorguya çeker. Bunlar ise iki türlüdür: Birisi ma'siyet
olmayan birşeye yemîndir ki, bunun bozulması asla caiz değildir, büyük
günâhtır. Diğeri ma'siyet olan birşeye yemîndir ki, bunda sebat, bozulmasından
daha günâhtır. Ve bunun için iki şerrin hafifini tercih edip "Bir kimse
birşeye yemîn eder de sonra gayrisini daha hayırlı görürse, o hayırlı şeyi
yapsın ve yeminine keffâret versin " hadîsince yeminin bozulması tercih
edilir ve keffâret verilir... (HakkDîni, II, 1801).
[188] Bu da yine bizzat Âişe'dendir. ed-Dâvûdî: Bu ikinci
hadîs, birinci hadîsin bir tefsiridir, demiştir. tbnu't-Tîn de: Hakk olan
birinci hadîs lağv yemininin tefsiri hakkındadır, ikinci hadîs ise yemîn
akdinin (yânî munâkıde yemininin) tefsiri hakkındadır, demiştir (Aynî).
[189] Rivayet edilir ki: Bir gün Rasûlullah, sahâbîlerine
kıyameti tavsîf etmiş ve son derecede uyarmalarda bulunmuş idi. Sahâbîler
bundan müteessir olup duygulanarak, Usmân ibn Maz'ûn evinde toplanmışlar,
dâima oruçlu olmaya, döşek üzerinde uyumamaya, et ve yağlı yememeğe, kadınlara
yaklaşmamaya, koku sü-rünmemeye, dünyâyı terketmeye, eski çul ve paçavra
giyinip yeryüzünde seyâ hat etmeye ve erkekliklerini kesmeye ittifakla karar
vermişler. Bu haber Rasûlullah'a ulaşmış, onlara: "Ben böyle emroiunmadım.
Muhakkak ki nefsinizin, üzerinizde bir hakkı vardır. Nafile oruç tutun,
oruçsuz da olun; geceleri nafile namaz kılın, uyku da uyuyun. Ben namaz
kılarım, uyku da uyurum; oruç tutarım, oruçsuz da olurum; et de yerim, yağ da
yerim; kadınlara da yaklaşırım. Benim sünnetimden yüz çeviren, benden
değildir" buyurmuş, bu âyetler inmiştir.
[190] Bu hadîsin bir rivayeti Nikâh'ta gelecektir. Müslim de
bunu Nikâh'ta getirmiştir: Müslim Ter., IV, 291-292, Üçüncü bâb,
ll-"1404".
el-Ihtisâ, neslin
devamının dönüp dolaştığı organ olan erkeklik yumurtalarım çıkartıp kendini
hadım yapmaktır.
Mut'a Nikâhı, muvakkat bir zaman için iki tarafın razı olduğu bir ücret
mukaabilinde kadın kiralamaktır. Bu bir nikâh değildir. Çünkü «nikâh, çiftlerin
bütün hayâtı beraber yaşamak üzere bir aile yuvası kurmalarıdır. Mut'a da, nikâh
da iki tarafın rızâsına uygun birer akid olmakla beraber, mut'a muvakkat-hk,
nikâh devamlılık vasıflanyle birbirinden ayrılır. Mut'ada ta'yîn olunan bedel,
âdi bir karşılık mâhiyetinde olduğu hâlde, nikâhtaki mehr, gayet şerefli ve hiçbir
akidde bulunmayan bir asalet ifâde eder.
[191] Bundan sonraki âyet meâlen şöyledir;
"Şeytân,içkide ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kın düşürmek, sizi
Allah h anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık siz (hepiniz) vazgeçtiniz
değil mi?" (Âyet: 91).
[192] Nusub, dikilmiş ma'nâsınamüfred veyâNisâb'm veya
Nusbe'nin cem'idir, bunun cem'i de Ensâb gelir. Bâzı müfessirler bunu
"Sanemler" diye tefsir etmişlerdir. Fakat diğerleri
"Esnam" ile "Ensâb"m farkını göstermişlerdir. Şöyle şaki,
Esnam, sûretli ve nakışlı taşlar, putlardır. Nusub İse dikili taşlardır ki,
sû-retli ve nakışlı olması şart değildir, vesen gibidir.
Hâsılı Câhiliye'de ve
Ka'be'nin etrafında böyle dikilmiş veya konulmuş birtakım taşlar vardı ki,
bunlara hürmet ve ta'zîm ederler ve üzerlerine kurban keserlerdi... (Hakk
Dîni, II, 1564).
Başlıktaki âyet,
içkilerin haram kılınması hakkında üçüncü ve son olarak inmiştir. Birincisi
en-Nisâ: 42; İkincisi el-Bakara: 219; üçüncüsü de bu el-Mâide: 90. âyettir.
[193] Hadîslerin başlığa uygunlukları meydandadır. Câbİr'in
Uhud'da içki içip şehî-den ölenler hakkındaki hadîsinin bir rivayeti Cihâd'da,
"Cihâd'ın fadlı bâbi"n-da geçmişti: "Allah yolunda öldürülenleri
sakın ölüler sanma..." (Âlulmrân: 169).
[194] Umer'în bu hutbesindeki hamr ta'rîfi hakîkaten çok
vecîz ve o kadar da câmia-h, eskimez bir ta'rîftir
[195] Görülüyor ki, bu âyette îmân ve sâlih amel iki kerre
ve takva üç mertebe olarak zikredilmiş, nihayet ihsan mertebesine gelmiştir ki,
takvanın bu üç defa zikri, takvanın muhtelif vecihleri ve mertebelerine
işarettir. Evvelâ mâzî, hâl, istik^ bâl; üç zamana işarettir, ikinci olarak üç
hâle işarettir ki, birincisi insanın kendisiyle yine kendi nefsi ve vicdanı
arasında takva ve îmân; ikincisi kendisiyle i diğer insanlar arasında takva ve
îmân; üçüncüsü kendisiyle Allah arasında takva ve îmândır. Bunun için
üçüncüsünde îmân, ihsana tebdîl edilmiş, Rasûlullah'ın "İhsan, Allah'ı
görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir, sen onu görmüyorsan da O seni
görmektedir" ta'rîfıne işaret buyurulmuştur. Üçüncü olarak el-Bakara
Sûresi'nin evvelinde beyân olunduğu şekilde başlangıç, orta ve son olmak üzere
takvanın üç mertebesi bulunduğuna işarettir. Dördüncü olarak sakınılacak şeylerin
mertebelerine işarettir. Çünkü evvelâ ikaabdan sakınmak için haramı terk,
saniyen harama düşmemek için şübhelİleri terk, sâlisen nefsi alçaklık ve değersizlikten
korumak, tabîat ve i'tİyâd kirlerinden temizlemek için bâzı mubahları
terk gerektir.. (Hakk
Dîni, il, 1807).
Bu hadîsin bir rivayeti Mezâlim'de, "Yollara şarâb dökülmesi
bâbi"nda geçmişti.
[196] Rasûlullah'ın burada kinaye yoluyla rivayet edilen
cevâbı, diğer rivayet yolunda açıkça söylenerek: "Baban Zuhre
oğulları'ndan Huzâfe ibn Kays'tır" buyurmuştur. Yine bu rivayette birisi
de ayağa kalkarak: Yâ Rasûlallah, benim babam nerede? diye sormuş, Rasûlullah
buna da; "Cehennemde" diye cevâb
vermiştir.
İbn Huzâfe'nin bu umûmî
teessür sırasında bu sorusunun ne derece uygunsuz olduğu açıktır. Bu âyetin
inme sebebi olarak Alî ibn Ebî Tâlib'den ve Ebû Hu-reyre'den başka rivayet de
vardır. Müslim, Ebû Hureyre'den şunu rivayet etti: Rasûlullah bize hutbe yapıp:
"Ka'beyi ziyaret etmek, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır"
(Âlu İmrân: 97) âyetiyle:
— "Hacc farz olmuştur, hacc edin"
buyurdu.
Birisi:
— Her sene mi? diye sordu.
Rasûlullah cevâb
vermedi. O adam aynı suâli üç kerre sorunca:
— "Sizi kendi hâlinize bıraktığım
müddetçe, siz de beni kendi hâlime bıra-
kın. Eğer evet dersem,
muhakkak hacc her sene için farz olur. Buna ise takat .^ getiremezsiniz. Sizden
evvelki ümmetleri çok soru sormaları ve peygamberleri-,;! ne karşı olan ihtilâfları
helak etmiştir. Size herhangi birşeyi emrettiğim zaman, ^ onu gücünüzün yettiği
derecede yerine getirmeye çalışın. Birşeyden nehyettiğim .,}i vakit de, ondan kaçının" buyurdu.
Alî'nin hadîsinde: Rasûlullah'ın bu hutbesi üzerine bu âyet indi,
demiştir.
[197] Bundan sonraki âyet şöyledir: "Sizden evvel de
bir kavim onları sordu da, sonra o yüzden kâfirler oldular" (Âyet: 102).
Bu âyet, Rasûlullah'tan soru sormayı mutlak olarak nehyetmiş değildir.
Çünkü O'ndan hukukî, dînî, içtimaî her türlü mes'eleler sorulur ve bunların
cevâb-Ian bildirilirdi. Da'vâlar arzolunur, onlara adaletle hükmedilirdi.
.Binâenaleyh âyetin men' ettiği ve sakındırdığı sorular, ancak ve yalnız
dünyevî faydası olmayan değersiz şeylere âid sorulardır.
[198] Başlıktaki âyetin devamı, bir sonrakiyle beraber
şöyledir: "...Fakat o küfredenler, Allah'a karşı (bize bunları o
emretmiştir diye) yalan düzerler. Onların çoğu ise akıllan ermez. Onlara: Allah
'in indirdiğine ve o Rasûle gelin denildiği zaman: Atalarımızı üzerinde bulduğumuz
şey bize yeter, dediler. Ya ataları hiçbirşey bilmiyorlar ve doğru yola
gitmiyorlar idiyse?" (Âyet: 194-195).
Buhârî bundan sonra
el-Mâide Sûresi'ne bu ismin verilmesine sebeb olan îsâ Peygamber'le havarileri
arasında cereyan eden konuşmasını ve îsâ'nın Allah'tan havarilerin istediği
sofra mu'cizesini dileyip duâ etmesini anlatan 112-115. âyetlerdeki bâzı kelime
ve ta'bîrlerin ma'nâlarını vermektedir.
Mâide hakkında lügatte
şu bilgiler verilmiştir:
el-Mâide, fâide
vezninde buğday ve arpa makûlesi zahireye denir taam ma'-nâsına, burada taamdan
murâd zahîredir ve üzerinde bi'I-fiil taam hazır olan sofraya ve tepsiye denir,
taam konulmayan sofraya ve tepsiye mâide denilmez, fakat ona Hıvân denir.
Müellif Fîrûzâbâdî'nin Basâir'de beyânına göre Mâide, faile bi-ma'nâ
mef'ûledir... (Kaamûs Ter.).
İbn Abbâs'm ma'nâ verip tefsir ettiği "Seni vefat ettireceğim
" kelâmı, Âlu tmrân: 55. âyetinde olmakta beraber, bundan sonraki bâb
başlığında gelecek olan el-Mâide: 117. âyeti ile bu Âlu İmrân: 55. âyeti,
bunların ikisi de îsâ Pey-gamber'in kıssası oludğu için burada zikredilmiş
olmalıdır.
[199] Bu ta'bîrler hakkında şu ta'rîfler de verilmiştir:
Câhiliye ahâlîsi bir dişi deve beş batın doğurur ve beşinci erkek olursa
kulağını bahr ederler, yânî yararlar, salıverirlerdi ve artık onu ne sağarlar,
ne binerler, ne kullanırlardı ki, bahîra budur. İkinci olarak, bir adam başına
bir derd geldiği ve meselâ hasta olduğu zaman "Şifâ bulursam dişi devem
sâibe olsun" diye adak yapar, bahîra gibi salıverir, ondan faydalanmayı
haram ederdi. Üçüncü olarak koyun dişi doğurursa kendilerinin, erkek doğurursa
putlarının olurdu. Şayet ikisini birden doğurursa "Kardeşini ekledi"
derler, bu dişiden dolayı erkeğini de kurbân etmezlerdi ki, vasîle de budur.
Dördüncü olarak, bir erkek devenin dölünden on batn doğarsa onun sırtını haram
sayarlar ve hiçbir sudan ve mer'adan men' etmezler, "Sırtını yükten
korumuştur" derlerdi ki, Ham ve Hamt de budur... (Hakk Dîni, II, 1823).
[200] Müfessirler şöyle demişlerdir: Amr ibn Luhayy
el-Huzâî, Mekke'ye melik olmuş idi. İsmâîl'in Tevhîd Dîni'ni ilk evvel
değiştiren de bu olmuş idî. Sanemler yaptırmış, vesenler diktirmiş, bahîra,
sâibe, vasîle, hâm âdetlerini koymuştu. İbn İshâk bâzı âlimlerden şöyle rivayet
etti: Bir ara Amr Mekke'den Şam'a gitmişti. Belkaa mıntıkasındaki eski Maâb
şehrine vardığında Amâlika'nın putlara taptıklarını gördü. Onların bu
putlardan kurak zamanlarda yağmur, harb ve felâket zamanlarında yardım
dilediklerini öğrendi. Onlardan isteyip aldığı "Hubel" adlı bir putu
götürüp Ka'be'ye dikti. Halkı buna ta'zîm ve İbâdete çağırdı. Şârih Aynî'nin
bildirdiğine göre meşhur "Lât" putu da Huzâa'nın eseridir... Huzâa
ile Huzâa oğulları'nm Hicaz'da kurdukları bu putçu idare üçyüz kusur sene devam
etmiştir. Onun kurduğu bu putperestlik nizâmı, Peygamber'-in Tevhîd inkılâbıyle
yıkılmcaya kadar asırlarca yaşamıştır. Huzâa, halka teklîf ettiği her bid'ati,
bir peygamberin şeriatı gibi kabul ve devam ettirmiştir. Güvenilir
kaynaklardan alınan bilgiye göre, bunun sırrı bir noktada toplanıyor:
Hu-zâahlar çok cömert idiler, zirâatsız Hicaz'ın aç halkını refah içinde
yaşatmışlardır. Amr'ın her hacc mevsiminde onbin deve kestiği, onbinlerce
elbise hazırlayıp açlara, çıplaklara yedirip giydirdiği rivayet ediliyor.
[201] Hadîsin âyetle uygunluğu meydandadır. Bunun bir rivayeti
Peygamberler Kitabı, "İbrâhîm'in Menkabelerİ bâbı"nda da geçmişti.
[202] Buhârî bu hadîsin birer rivayetini de Ehâdîsu Enbiyâ
ile er-Rikaak'ta getirmiştir. Bu âyetin baş tarafı ile bir önceki şöyledir;
"Allah: Ey Meryem
oğlu îsâ, insanlara Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki tanrı edininiz diyen
sen misin? dediği zaman, o şöyle söyledi: Seni tenzih ederim, hakkım olmadık
bir sözü söylemekliğim bana yakışmaz. Eğer onu söyledimse elbette bunu
bilmişsindir. Benim içimde olan herşeyi Sen bilirsin. Ben ise Sen 'in zâtında
olanı bilmem. Şübhesiz ki gayblan hakkıyle bilen Sen 'sin Sen. Ben onlara Senin
bana emrettiğinden başkasını söylemedim. (Dediğim hep şu idi:) Benim de Rabb
'im, sizin de Rabb 'iniz olan Allah 'a kulluk edin. Ben içlerinde bulunduğum
müddetçe...." (Âyet: 116-117).
"O insanlara: Beni ve anamı Allah'tan başka iki ilâh edinin diye
sen mi söyledin?" Bunun ne müdhiş bir tevbîh hitabı olduğunu düşünmeli ve
îsâ'nın ulûhiyet makaamına karşı nasıl bir acz ve ubudiyet mevkiinde
bulunduğunu anlamalıdır. Şübhe yok ki, bu tevbîhin asıl hedefi, şimdi meydana
çıkacağı üzere, bizzat îsâ Peygamber değil, onu ma'bûd edinen Teslîs
sahihleridir. Fakat onların Hz. îsâ'ya ta'zîm nâmına aşın gittikleri küfrün,
ona Allah'ın huzurunda nasıl bir mes'ûliyet yöneltmiş olduğunu ve binâenaleyh o
kâfirlerin Hakk katında nasıl bir tevbîh ve ikaab mevkiinde bulundukları
tasavvur edilmelidir. Bu âyetten anlaşılıyor ki, Allah'tan başka îsâ'yı ilâh
edinenler bulunduğu gibi,anası Hz. Meryem'i de ilâh edinenler varmış... (Hakk
Dîni, II, 1851).
[203] Buhârî, âdeti olduğu üzere burada da başlığın altında
el-En'âm Sûresi'nden bâzı kelime ve ta'bîrlerin tefsirlerini nakletmiştir.
Bunların içinde geçmekte bulundukları âyetlerin sıra rakamları yanlarında
tarafımdan gösterilmiştir.
[204] Âyetin devamı şöyledir: "... O'nun ilmi dışında
bir yaprak dahî düzmez. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. Yeryüzünün
karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru (hiçbirşey) müstesna olmamak
üzere, hepsi apaçık bir kitâb-dadır". Meftâh, mîm'in fethasıyle mekân
ismi, açılacak yer demektir. Mîm'in kes-riyle de "Miftâh"gibi âlet
ismi olup anahtar demektir... Gâib ve şâhid, ma'kû-lât ve mahsûsât, külliyât ve
cüz'iyât, büyük küçük, düşme ve istikrar, hareket ve sükûn, hayât ve memat, hâsıl
olmuş, olacak; gizli, açık herşey bütün tafsîlâ-tı, bütün inceliği ile gayet
açık ve belîğ bir kitâbdadır. Yânî ilâhî ilimde veya Mahfuz Levh'dedir. Hem
müfredatı, hem nizâmlar silsilesi ile Allah indinde ma'-lûm ve mazbuttur.
Kara ve deniz
vakıalarından sonra düşme vakıalarının yaprak ve tane ile temsil olunması,
bütün semavî cirimlerin hareketlerinin birer yaprak ve tane gibi düşme
kaanûnlarma tâbi* bulunduğuna bir delâleti vardır. Ve dikkate lâyıktır ki, bu
delâlet eşyadan nasıl ve ne suretle okunabilirse, Kur'ân'dan da o kadar
okunabümektedir. Doğrudan doğruya gök cisimlerinin, yıldızların sükût ve hareketleri
ifâde olunmayıp da yaprağın ve tanenin düşmesi tasrîh olunması, hem ilâhî
ma'lûmâtın çokluk ve inceliğini tasvir, hem de insanlara nazaran düşme kaa-nûnlarmın
yapraklar ve hububatta cereyanı sarîh ve bedîhî ve ecrâmda hafî ve istidlali
olduğuna ve yerde karanlıklarda bir tane düşmesinin, semânın içinde ecrâmın
düşme ve hareketlerini bilmeye bir anahtar teşkil edebileceğine bir îmâdır. Bu
âyetin evvelâ gaybdan şuhûda, ma'kûldan mahsûsa, sonra derece derece
mahsûsâttan ma'kûle, şuhûddan gayb'a giden öyle bir bedî' tertîbi vardır ki,
bunun ne îzâhı biter, ne acibeleri tükenir (Hakk Dîni, III, 1947-1948).
[205] Hadîs burada Lukmân Sûresi'nin okunmasıyle gelmiştir.
Lukmân Sûresi'nin tef-sîrinde de ibn Umer: Rasûlullah sonra şu âyeti okudu,
deyip Lukmân âyetini zikretmiştir. Bu hadîsin bir rivayeti Yağmur Duâsı'nda
geçmişti. Inşâallah er-Ra'd ve Lukmân'da da gelecektir.
Başlıktaki "Gaybın anahtarları ve hazîneleri" kelâmının
Lukmân'ın sonundaki 34, âyetle tefsir edilmiş olduğunu bu hadîs açıkça
göstermektedir. Şu hâlde bu beş şeyi bilmek, hiçbir kimsenin tama' edebileceği
hususlardan değildir.
[206] Üstten gönderilecek azâb, Lüt kavminin, Fîl
sahihlerinin başlarına inen taş yağdırma, Nûh kavminin su tûfânı... gibi
azâblardır. Alttan gelecek azâb da Kaa-rûn'un yere batması, Fir'avn'ın suyla
helaki, zelzele gibi azâblardır. Bâzı âlimler yukarıdan gelecek azabı
sultânların, devlet başkanlarının ve iş başındaki büyük devlet adamlarının
zulümleri ile, aşağıdan gönderilecek azabı da ayak takımının çapulculuklarıyle
tefsir etmişlerdir. Gerek baştaki idarecilerin zulmü, gerek ayak takımının
cemiyet nizâmım bozacak bir hâle gelmesi, bir milletin harâb olmasına sebeb
olan en büyük azâb ve felâkettir. Bu azâblar doğrudan doğruya Allah tarafından
gönderildiği için, Peygamber'imiz bunların her birinden Allah'a sığınmıştır.
Âyetteki üçüncü
azâb," yânî bir milletin muhtelif ve birbirine zıd içtimaî fırkalarının
ihtiras ve ihtilâf şevki ile birbirlerine girmeleri, birbirlerinden intikam
almağa kalkışmaları da büyük bir âfet ve ilâhî azâbdır. Bu azâb, kulların birbirlerine
saldırmalarıyle meydana geleceği için, Peygamber: "Bu Allah 'in semavî ve
arzî âfetlerinden daha hafiftir yâhud daha kolaydır" buyurmuştur.
Siya', Şia'nın cem'i,
şîa da birbirinin arkasından giderek bir emîre veya başkana tarafdâr olan
fırka demektir.
[207] îmâna şirk karıştırmak yâ münafıklıkla, ya dînden
çıkmak suretiyle olur. Müşrik ve münafık olmayanların mazhar oldukları emh ve
emân, cehennemde devamlı kalmaktan emn ve emândır. Yoksa âsîye azâb olacağı
bir çok nasslarla sabittir.
Bu hadîsin bir rivayeti îmân Kitâbı'nda geçmişti
[208] Bu hadîslerin birer rivayetleri Peygamberler
Kitâbı'nda ve daha başka yerlerde geçmişti. Oralarda da yazıldığı
gibi,"Ben Yûnus'tan hayırlıyım" sözü iki ihtimâle müsâiddir: Birisi,
kişi kendini Yûnus'a tercih etmek; öbürüsü, mütekellim zamîriyle Rasülullah'ı
kasdederek: Muhammed, Yûnus Peygamber'den hayırlıdır demek ihtimâlidir.
[209] Yânî Dâvûd, Sâd Sûresi: 24. âyette tevbe olmak üzere
secde etti. Rasûlullah da ona uyarak şükr olmak üzere secde etti. Bu açıklama
en-Nesâî'de rivayet edilmiştir.
ibn Abbâs'ın bu hadîste
okuduğu âyetler şunlardır: "Biz ona tshâk ile Ya'-kûb'« ihsan ettik ve herbirini
hidâyete (peygamberliğe) erdirdik. Daha evvel de Nûh yu ve onun neslinden Dâvûd
'u, Süleyman 'ı, Eyyûb 'u, Yûsuf'u, Mûsâ 'yi ve. Hârûn yu hidâyete kavuşturduk.
Biz iyi hareket edenleri işte böyle mükâfatlandırırız. Zekeriyyâ'ya, Yahya'ya,
isa'ya, İlyâs'a da. Onların hepsisâlihterdendi. İsmail'i, Elyesa'ı, Yûnus'u,
LûVu da (hidâyete ilettik). Onların nerbirineâlemlerin üstünde yüksek
meziyetler verdik. Onların babalarından, zürriyetlerinden, kardeşlerinden
kimine de (yine üstünlükler verdik), onları seçtik, onları doğru bir yola
götürdük. İşte o yol, A ilah ım hidâyet yoludur ki, O, bunu kullarından kime
dilerse ona nasîbeder. Eğer onlar da Allah 'a eş koşsalardı, yapageldikleri
herşey kendi hesâblanna elbette boşa gitmişti. Onlar, kendilerine kitâb, hikmet
ve peygamberlik verdiklerimizdir. Şimdi bunlar (Kureyş kavmi) bunları (bu delilleri)
tanımayıp da kâfir olurlarsa (zâten) biz ona, bunu inkâr etmeyen bir kavmi
vekil kilmısızdır. Onlar (o peygamberler) Allah ym hidâyet ettiği kimselerdir.
O hâlde sen de onların gittiği doğru yolu tutup ona uy..." (Âyet: 84-90).
Yânî semavî dînlerin
hepsinde müşterek olan esâslarda: Allah'a, meleklere, kitâblara,
peygamberlere, âhiret gününe, kadere, öldükten sonra dirilmeye îmân gibi. Bir
de geçmiş peygamberlerin bunca musibetlere, tehlikelere, inkârlara göğüs
germeleri, vazifelerini herşeye rağmen hakkıyle edâ etmiş olmaları hususunda.
Bu "Uktedih"
emrindeki "hâ" zamîr değil, sakıt hâ'sıdır. Yânî durma haletinde
"d"nin harekesini muhafaza eden mücerred bir harftir. Bunun için sâ
kin okunur. Ve Hamza, Kisâî, Ya'kûb Halefi Âşİr kıraatlerinde vasılda (ulamada)
hazfedilir, okunmaz. Ancak İbn Âmir kıraatinde '//wtfâ"ya-râci' zamirdir.
Vasi haletinde kesr ile veya medd ile okunur... (Hakk Dîni, IIJ, 1974).
[210] Bizim anladığımıza göre "Her tırnaklı",
sığır ve davar dâhil olmamak üzere, gerek beygir gibi tek tırnaklı olsun,
gerek parmak veya parmak nişaneleri bulunsun, tırnağı bulunan hayvanların
hepsini şâmil olmalıdır. Zîrâ burada "tırnaklı", sığır ve davar ile
mütekaabil gibi zikredilmiştir. Yahudiler geviş getirmekle beraber, çatal
tırnağı bulunan hayvanların halâl ve bu iki vasıf bulunmayan hayvanların haram
olduğunu söylemekte olduklarına göre, sığır, koyun, keçi ve emsali gibi hem
geviş getiren, hem çatal tırnaklı olanlardan mâadası kendilerine haram olmuş
oluyor. Bu suretle deve, geviş getirirse de çatal tırnaklı olmadı-
> ğından, domuz çatal tırnaklı ise de geviş getirmediğinden; beygir,
merkeb, katır vesâirede ikisi de bulunmadığından haram oluyor... (Hakk Dîni,
III, 2078).
[211] Bu hadîsin daha uzun bir rivayeti Alışverişler
Kitâbı'nın sonlarında, "ölmüş hayvan ve putları satmak bâbı"nda
geçmişti.
[212] Buradan i'tibâren üç âyet ma'nâda bir bütün teşkil
ettiği için meallerini verelim:'
"De ki: Gelin,
üzerinize Rabb 'inizin neleri haram ettiğini ben okuyayım: Ona hiçbirşeyi ortak
yapmayın. Anaya babaya iyilik edin. Fakirlik endişesiyle * çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de onların da
rızkını biz vereceğiz. Kötülüklerin açığına da, gizlisine de yaklaşmayın. Bir
hakk olmadıkça Allah Un haram kıldığı cana kıymayın. İşte Allah size, aklınızı
başınıza alasınız diye bunları emretti.
Yetimin malına, rüşdüne
erişinceye kadar, o en güzel olanından başka bir suretle yaklaşmayın. Ölçüyü,
tartıyı tam ve doğru tartın. Biz kimseye gücünün yettiğinden başkasını tekUf
etmeyiz. Söz söylediğiniz vakit, hısım dahî olsa adaleti gözetin. Allah 'in
ahdini (verdiğiniz sözü) yerine getirin. İşte A ilah size iyice düsünesiniz
diye bunları emretti.
Şübhesiz emrettiğim bu
yol, benim dosdoğru yolumdur. O hâlde ona uyun. £ (Başka aykırı) yollara tâbi'
olmayın. Sonra sizi O'nun (Allah'ın) yolundan ayı-"', rır. İşte Allah size
bunları emretti ki (kötülüklerden) sokmasınız" (Âyet: 151-153).
.i" İbn Abbâs şöyle
demiştir: Bu âyetler, o muhkem âyetlerdir ki, kitâbların
hiçbirinde
neshedilmemiştir. Bunlar Âdem oğullarının hepsine haramdır. Ve ,,; "bunlar o muhkemlerdir ki, kitabın
anasıdır". Bunlarla amel eden cennete girer, etmeyen cehenneme...
Ka'bu'l-Ahbâr'da: Bu
âyetler Tevrat'ın başlangıcıdır. "Bismi'llahrr-rahmânVr-rahîm.
Kultaâlev... "demiştir. Bu suretle bütün insanların şerîatleri bunlar
üzerine toplanmış, bunların Musa'ya indirilen "On emir" olduğu da söv
lenmiştir. Bunu el-Bukaaî "Masâıdu'n-nazar li'l-îşrâf alâ
Makaasıdı's-Süver" adındaki eserinde şöyle îzâh eder: Yânî bu âyetler
Allah Taâlâ'nın Mûsâ(A)'a yazdığı Cevher Levhler'de ilk yazdığı on âyeti
müştemildir ki, şunlardır: Şirkten, yalan yeminden, ana-babaya isyandan,
katiden, zinadan, çalmaktan, iftiradan, başkasının elindekine göz dikmekten
nehy, cumartesiye ta'zîm ile enir... Sûrenin başından beri fzâh,olunagelen,
Tevhîd îmânıdır. Bu, şirki nehyde dâhil olmakla beraber, üçüncü âyette bilhassa
tavzîh ve telhis de edilmiştir. Binâenaleyh bunlar evvel âhir bir esâsta
münderic olan ve hakk dînin esâsını teşkil eden ümmetlerin ve asırların
değişmesiyle değişmeyen On hüküm'dür... (Hakk Dîni, III, 2091).
[213] Hadîsin ikinci fıkrasındaki Allah'ın medh ve senayı
sevmesi, bizim bildiğimiz gibi faydalanma vesîlesi olan medh ve sena düşkünlüğü
değildir. Bu, O'na yapılan medh ve senanın sevabı, faydası, kullara âid bir
tâat, bir ibâdet olması yönündendir. Kur'ân'daki bu hamd ve senaların hayır ve
menfâati Allah'a değil, kullara âiddir.
[214] Buhârî burada bâzı kelime ve ta'bîrlerin ma'nâ ve
tefsirlerini nakletmektedir ki, bunların geçtiği âyet rakamları şunlardır: 102,
111, 112, 138.
[215] Yânî bu mahsûller ve hayvanlar, atalarımızdan beri
Allah'ın dilemesiyle haramdır diye müşriklerin avâmmını aldatan şeytânlarını ve
kodamanlarını da hazır etmelerini söyle ki, hüccetin teblîği tamâm olsun. 148.
âyette müşriklerin bu iddiaları verilmektedir.
Bu "Helumme(=
Getirin)"ta'bîri, Hicaz ehlinin lügatinde fiil ismidir, çekilmez. Necd
ehlinde emir fiilidir, şöyle çekilir: Hetumme, Helummâ, Helummâ, Helummî, Helummâ,
Helmumne (Aynî).
[216] Âyetin baş tarafı şöyledir: "Onlar hâlâ
kendilerine meleklerin gelmesini yâhud bizzat Rabb 'inin gelmesini veya Rabb
'inin âyetlerinden birinin gelmesini mi bekliyorlar? Rabb'inin âyetlerinden
biri geldiği gün, daha evvelden..."
Bu hadîs, Müslim, îmân, Müslim Ter., I, 206-207, "Kendisinde îmân
kabul edilmeyecek olan zamanın beyânı bâbı"nda 248 rakamıyle geçmektedir.
Bundan sonra gelen hadîs de bu hadîsin diğer yoldan gelen rivayetidir.
[217] Deki ki: Orada yaşayacaksınız, orada Öleceksiniz, yine
oradan (diriltilip) çıkarılacaksınız" (Âyet: 25).
[218] Buhârî'nin burada tefsirlerini naklettiği kelime ve
ta'bîrlerin bulundukları âyet rakamları yanlarında gösterilmiştir.
[219] Bu âyete benzerliği yakın olan bir âyet, el-En'âm:
151'de geçmişti.
[220] Yine bu hadîsin de bir rivayeti bundan önceki sûrenin
tefsirinde, 121. bâbda geçmişti.
[221] Tecellîye iki eser teretttib etti: Biri dağın
parçalanması, biri de Musa'nın bayılıp düşmesi. Demek ki, Mûsâ dağ dolayısıyle
olan izafî bir tecellîye bile tahammül edemedi, tam ve mutlak bir zatî tecellî
olsa bütün dünyâ muzmahill olacaktı. Ve işte "Len terânV buyurulmasının
hikmeti bu idi, yoksa haddizatında tecellîde imtina veya lutufta cimrilik yok,
mes'ele tahammüldedir. Bu fena âleminde onu görmeye tahammül olunamaz..."
(Hakk Dîni, III, 2277).
Hadîsin başlığa uygunluğu, son cümlesinden alınır. Bunun bir rivayeti Husûmetler
Kitâbı'nda geçmişti
[222] Âyet, bir öncekiyle beraber şöyledir: "Musa'nın
kavminden bir cemâat vardır ki, (halkı) hakka irşâd ederler, onunla (hükümde)
adalet yaparlar. Biz onlan onikiye, torunlara, ümmetlere ayırdık. (Tîh'te
susayan) kavmi su istediği zaman: Asanı taşa vur, diye vahyettik de ondan oniki
pınar kaynayıp aktı. İnsanların her kısmı su içecekleri yeri iyice belledi.
Onları üstlerindeki bulutla gölgelendirdik. Onlara kudret helvâsıyle bıldırcın
indirdik. Size rızk olarak verdiğimizin en temiz ve güzellerinden yiyin dedik.
Onlar bize zulmetmediler, fakat kendi kendilerine zulmediyorlardı".
Bu âyetin hemen hemen bir benzeri el-Bakara: 57. olarak geçmiştir.
[223] el-Kem'e: Toprak altında bulunan yaprağı ve sapı
olmayan, Allah'ın bâzı seneler ihsan etmekte olduğu bir rızktır. Meydana
çıkması kış mevsiminin sonu ile ilkbahar mevsiminin sonuna kadar olur. Bu ancak
zirâat âletlerinin dokunmadığı ve yürüyenlerin ayaklarının basmadığı sahrada
bulunur. Tat yönünden değil de, renk ve şekilce toparlak patatese benzer. Üç
nev'i olur... (Rakamlı nüshadaki haşiyeden).
Buna göre Ege
bölgesindeki "Domalan" denilen mantar ta'rîf edilmektedir. Çimenlik
yerlerde toprak altından çıkarılır. Bunun kudret helvası nev'in-den olması ise
ekilmeden, kul emeği geçmeden, kendi kendine vücûda gelen ilâhî ı bir ni'met
olması yönündendir. Bâzı sarihler "el~Menn"i "İnam"
ma'nâsma hamletmişlerdir ki, buna göre hadîsin ma'nâsı: Domalan mantarı
Allah'ın zahmetsiz verdiği ni'metlerdendir, demek olur.
[224] Ümmî" İsmi mensubunda üç nisbet muhtemildir:
a. "Ümm" nisbetidir ki, "Sanki
anasından doğduğu hâl üzere kalmış, aslî -fıtratına yeni bir kazanç ile
değişiklik arız olmamış" mefhûmunu ifâde eder.
b. Arab Ümmeti'ne
mensûb olmak demek olur" ki, "Biz hesâb yapmaz ve yazı yazmaz bir.
ümmetiz" mısdâkınca Arablar, hesâb ve kitâb bilmez bir cemâat olmakla
ma'rûf idiler.
c. Ümmü 'l-Kurâ *ya
mensûb, yânî Mekkeli demektir. Ve bu üç nisbetin üçün-'* de de "Ümmî", okuyup yazmağa
uğraşmamış ma'nâsma bir vasıftır. Ümmîlik alelade kimseler hakkında âdeten ilim
eksikliğini ifâde eden bir noksanlık ;! sıfatı iken, bir ümmînin, okuyup
yazanlardan fazla âlim olması Allah tarafından âdet hilâfına olarak,
kazanmaksızın hibe edilmiş fıtrî bir kemâle delâlet eder.
Ve ilmî ve amelî kemâlleri, okuyup yazanları
âciz bırakan bir peygamber hakkında her türlü şübheyi kesip atan ve onun
doğrudan doğruya Allah katından gönderilmiş bulunduğunu zarurî olarak isbât
eden harikulade bir kemâl sıfatı,
. . yânî bir
mu'cizedir. Bu haysiyetle "er-Rasûlu'n-Nebiyyu'l-Ümmî" vasfı "O
ri-sâlet ve nübüvveti bedîhîmu'cize sahibi" demenin daha beliğidir,
nitekim Türk şâiri Fuzûlî bunu şu beytiyle anlatmıştır.
Bakî mu'cizeler ne hacet vasfı hakk isbâhna, Câhil iken el, Sen 'in
ilmin yeter burhan sana (Hakk Dîni, III, 2298).
[225] Hadîsin başlığa uygunluğu son fıkrasındaki "Ey
insanlar, şübhesiz ben size, hepinize Allah *ın elçisiyim..."
kavIİndedir. Bu hadîsin biraz değişik bir rivayeti, Ebû Bekr'in menkabeleri
bâbı'nda geçmişti.
Bâzı nüshalarda hadîsin
sonunda şu ziyâde vardır:
Ebû Abdillah el-Buhârî: "Gâmara", "Hayırda öne
geçti" demektir, dedi
[226] Hıtta kelimesini ihtiva eden âyet, bir sonrakiyle
birlikte şöyledir: "O zaman onlara: Şu şehirde yerleşin. Onun dilediğiniz
yerinden yiyin. Hıtta deyin. Kapısından hepiniz secde edici olarak girin ki,
suçlarınızı mağfiret edelim. İyi hareket edenlere ileride daha fazlasıyle
vereceğiz, denilmişti. Fakat İçlerinden o zulmedenler, sözü kendilerine
söylenenden başka bir şekle koydu. Biz de üstlerine, zulmeder oldukları için,
gökten murdar bir azâb İndirdik" (Âyet:161-162).
Bu âyetlerin hemen
hemen aynı lafızla benzerleri el-Bakara:58-59'da da geçmişti. Orada bâzı
açıklamalar da verilmiştir.
Bu hadîsin farklı bir senedle bir rivayeti de 5. bâbda 6 rakamıyle
geçmişti
[227] Bu âyet, en mükemmel salâhı, iyiliği ve bütün ahlâk
güzelliklerini toplayıcıdır. Bunun için Ca'fer es-Sâdık: Kur'ân'da bu âyetten
ziyâde ahlâk güzelliklerini toplayan bir âyet yoktur, demiştir.
Urf: Güzel ve güzel
sayılmış fiil demektir. Urf: İnsanların teârüf eder, yâ-nî yekdiğerine karşı
tatbikini müteakiben tanır, güzel telâkki eder, vücûbunu veya cevazını,
lüzumunu veya güzelliğini i'tîrâf eyler, ürküp "Böyle şey mi olur?" diye
redd ve inkâra kalkışmaz oldukları şey demektir...
Urf, ma'rifet ve i'tirâf ile alâkadar olduğundan "Urfle emret"
şunu da bildirir ki, emrolunacak şey, ya emrolunur olunmaz fıtraten i'tİrâf
olunacak bir-şey olmalı, haddizatında ma'rûf bulunmalı veyâhud evvelâ umûmî
surette bir ta'rîf olunup, ondan sonra emredilmelidir. insanların ma'rifet
havsalasına girmeyen ve girmek ihtimâli bulunmayan şeyler emredilmemelidir...
Hâsılı bir emir, esasen bir güzelliği ihtiva etmeli veya gerektirmelidir. Ve
emrolunan fiil ne derece ma'rûf olursa, o emir zahir ve bâtında o derece
geçerli olur... Bu âyet ahlâk ilmi, teşri' ve siyâset ilmi noktasından o kadar
cem'iyetU bir düstûrdur ki, inceliklerini ve tefrîâtını sayıp İstatistik yapmak
mümkin değildir.. Bütün ahlâk güzelliklerini toplayan bu âyetin bir tefsiri
gibi, şu kudsî hadîs de gelmiştir: "Faziletlerin en yükseği, seni kat'
edeni vasi ve seni mahrum edene atıyye vermek ve sana zulmedeni
affeylemektir" {Hakk Dîni, III, 2357-2359).
[228] Hadîslerin başlığa uygunlukları meydandadır. Bu âyet
Peygamber'e hitâb olmakla beraber, O'nun şahsında bütün insanlara emirdir.
İnsanlar birbirlerinin kusurlarım affetmeli, birbirlerine İyi öğütler vermeli,
kötü şeylerden sakındırmalı, kendisini ve Rabb'ini bilmezlerden yüz çevirip, onların
gayrı ahlâkî sözlerine ve hareketlerine karşılık vermemelidir. Bunlar eskimez
ahlâk temelleridir.
[229] Bâzı buhârî nüshalarında bu âyetin başında
"Bâb" sözü vardır.
[230] Enfâl, Nefe/ln cem'idir. Esasen Nefilve Nafile bir asi
üzerine ziyâde olan şey demektir; namaz, oruç vesâir ibâdetlerde aslolan farz
üzerine ziyâde bulunanlara Nafile denildiği gibi, cihâdda asıl âhiret sevabı
üzerine zâid olan ganimete de Nefel denilmiştir. Bundan başka bir gâzîye
ganîmet hissesinden fazla olarak, meselâ "Şu sipere ilk girene şu
verilecektir" gibi, tenfîl yoluyla verilmesi şart edilen mala da Nefel
denilir.
Birinci âyetteki
"el-Enfâl" bu sûreye isim yapılmıştır. İsimlendirme sebe bi,
ganimetin, Allah'ın Kelimesini en yüksek kılmak için yapılan muharebeye zâid
olarak, bir de Allah'ın atıyyesi olmasıdır (Beydâvî).
"Rîhukum"
kelimesinin geçtiği âyet, bir Öncekiyle birlikte şöyledir: "Ey îmân
edenler, bir düşman topluluğuna çattığınız vakit sebat edin ve Allah 'ı çok
anın. Tâ ki umduğunuza kavuşsanız. Allah'a ve O'nun Rasûlü'ne İtaat edin.
Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile za 'fa düşersiniz, rüzgârınız
(kesilip) gider. Bir de sabır ve sebat edin. Çünkü Allah sabredenlerle
beraberdir" (Ayet: 45-46).
[231] Ebû Dâvûd, en-Nesâî, İbn Hıbbân ve Hâkim de yine İbn
Abbâs'tan bu sûrenin Bedir ganîmetlerinin taksimi hakkında sahâbîlefden
bâzıları arasında çıkan bir ihtilâf üzerine indiğini rivayet etmişlerdir.
Buhârî bu hadîsten sonra, sûre içinde geçecek bâzı kelime ve ta'bîrlerin
tefsirlerini nakletmiştir. Bunların yanlarındaki rakamlar,,içinde geçtikleri
âyet rakamlarıdır.
[232] Bunlar Uhud günü Kureyş'in sancağını taşıyorlardı,
sonunda hepsi öldürüldüler, isimleri siyer kitâblarındadır. Bunlar halkın en
şerrlileridirler. Çünkü onlardan başka her hayvan yaratıldığı hususta Allah'a
itaatlidir. Bunlar ise ibâdet için yaratıldılar da kâfir oldular. Âyetin
inmesine husûsiyle bunlar sebeb iseler de âyet, zahiri bakımından her müşriki
şâmil olur (Kastallânî).
[233] Ve biliniz ki, Allah muhakkak kişi ile kalbinin
arasına perde olur-. Ona kalbinden kalbine ondan daha yakın, daha hâkimdir.
Ondakİni gönlünden, gön-lündekini ondan daha iyi bilir ve daha yakından zabt ve
temellük eder. Kudreti o kadar nufûz edicidir ki, yalnız kişi İle başkaları
arasına değil, onunla kalbi arasına girer, hisseden "Ben" ile
hissedilen "Ben"i birbirinden ayırır. İnsanı bir anda gönlündeki
emellerinden mahrum ediverir. Azimlerini bozuverir, niyetlerini tahvil
ediverir; kanâatlerim, zevklerini değiştir iver ir. Onunla kalbinin arasını
öyle ayırır, öyle açar ki, birbirinin zıddı kesilir, insanın kendini kendine
hasım eder. Kişi ile kalbinin arasına öyle girer ki, aklını elinden ahverir,
nihayet canını alır öldürüverir. Bunun için Allah sizinle kalbiniz arasına
perde çektiği ve ölüme da'vet ettiği vakit icabet etmemeye ve cebrine
mukaavemet eylemeye İmkân bulamazsınız ve bir lâhza sonra başınıza ne
geleceğini bilemezsiniz. O hâlde kalbinizle aranız açılmadan, canınız elinizden
alınmadan, fırsat elinizde iken Allah'ın Rasûlü sizi diriltecek, ebedî hayâta
yükseltecek ilim veya amel; herhangi
birşeye da'vet ettiği zaman ihmâl etmeyip istekle İcabet ediniz... {Hakk Dîni,
III, 2386-2387).
[234] Bu hadîsin değişik bir senedle biraz farklıca bir
rivayeti el-Fâtiha tefsirinde geçmişti.
Burada hadîsin sonundaki rivayeti getirmesinin fâidesi, bunda, Hafs'ın, hadîsi Ebû Saîd'den
işitmesinin açıkça söylenişi bulunmasıdır.
[235] Hadîs ile başlık arasındaki uygunluk meydandadır,
çünkü hadîs, başlığı ve daha ziyâdesini aynen İçine almıştır.
"Hâsılı o zaman o kâfirlerin başlarına taş yağdırılmaması veya
diğer bir elemli azâb ile köklerinin kazınmaması, onların ona hakk kazanıcı
olmamalarından değil, Yüce Allah'ın Rasûlü'ne ve istiğfar etmeleri
düşünülenlere büyük fadlından ve İçlerinde Peygamber varken veya istiğfar eden
veya edecek olanlar ■.., bulunurken azâb etmek istememesinden idi.
Yoksa Allah'ın onlara azâb etmeye-..
cek neleri vardı.." {Hakk Dîni, III, 2399). Hakîkaten Peygamber'in
hicretinden sonra Bedir'de Allah onlara çok elem verici dünyevî bir azâb
indirivermistir.
[236] Buradaki âyet ve hadîs, ayniyle bundan evvelki bâbda
geçmişti. Şu kadar var ki, bundan evvelki hadîste Buhârî'nin şeyhi Ahmed
ibnu'n-Nadr idi, buradaki hadîste ise şeyhi, onun kardeşi Muhammed
ibnu'n-Nadr'dır. İşte Buhârî buradaki başlığı koyup, ayniyle hadîsi, ancak
kendisinin bu hadîsi kardeş olan iki şeyhten rivayet ettiğinin bilinmesi için
zikretmiştir.
el-Hâkim: Buhârî'nin Nişâbûr'a geldiği zaman bu iki kardeşin evine iner
olduğu ve onların yanlarında kalmayı çok yapar olduğu haberi bana erişti,
demistir (Aynî).
[237] Yânî şirk baskısı olmasın ve dîn, hepsi Allah için
olsun. Allah'ın kullarını başkalarına mahkûm tutan bâtıl dînler, hakk dîn
karşısında izmihlale düşsün, hakk hâkim olsun da fitne ve mihnetle kimse hakk
ma'bûddan başkasına itaat edip boyun eğmeğe zorlanmasın. el-Bakara:193. âyette
de bunun bir benzeri geçmişti. Yalnız burada "Kullunu" var, orada
yoktu. Buhârî'nin el-Bakara âyetinin tefsîrindeki rivayetine göre İbn Umer'le
bu buluşma ve konuşma, Abdullah ibnu'z-Zubeyr ile Yezîd ibn Muâviye ve
Mervânîler arasında harb devam ettiği sıra vâki' olmuştur. Abdullah ibn Umer
Cemel, Sıffîn, Harre gibi müslümânlar arasında cereyan eden kanlı vak'alara
-Alî'yi ve İbnu'z-Zuberyr'i takdir ettiği hâlde- fiilen katılmamıştı. İşte
Haricî genci bunun sebebini soruyor ve dayandığı delîle göre itaat olunması
i'tikaad olunan devlet başkanına karşı muhalefet edenlere karşı harbedilmesi
re'yinde bulunuyor.
İbn Umer de ona cevâb vererek: Dayandığın âyetteki fitne İle maksad,
müs-lümânlann kendi aralarındaki ihtilâf değil, küfür ve şirk demektir ki, biz
şirke karşı harbi, müslümânlann azlık zamanında yaptık ve gâlib geldik, diyor.
[238] Hadîsin başlığa uygunluğu, Yüce Allah "Hiçbir
fitne kaîmayıncaya kadar on-' larla
savaşın" buyuruyor sözündedir.
Fitne, lügatte
karışığını almak için altını ateşe koymaktır. Bundan mihnet ve belâya sokmak
ma'nâsına kullanılmıştır.
"Fitne kıtalden
beterdir" (el-Bakara: 191) buyurulmuştur. Çünkü katlin zahmet olması çabuk
geçer, fîtneninkî devam eder. Kati insanı yalnız dünyâdan çıkarır, fitne ise hem
dînden hem dünyâdan oldurur. Binâenaleyh fitneye .," tutulmaktan ise, o fitneyi çıkaranları
öldürmek veya ölmek veya çıkardıkları '
fitneyi kendi başlarına yıkmak elbette yeğdir. İki şerrin en hafifi
tercîh olunur kaaidesi de bu gibi nasslardan çıkarılmıştır... Ölümü temennî
ettiren hâl, ölümden a' daha ağırdır.
Bu nazmın şevkinde insanı vatanından çıkarmak da ona ölümü V temennî ettirecek fitneler ve mihnetler
cümlesinden olduğuna işaret vardır. Şirk, küfür neşri, irtidâd, Allah'ın
haramlarına saygısızlık, umûmî asayişi bozmak hep birer fitnedirler. Allah
korusun mü'minin dönüp kâfir olması, öldürülmesinden şiddetlidir... İşte bütün
bunlar "Fitne katiden eşeddir" düstûrunda özetlenerek harb ilânı
sebebi topluca beyân buyurulmuş ve müslümânlar fitneyi def için Allah yolunda
ya gâzî veya şehîd olmağa rağbet edilmiştir (Hakk Dîni, I, 695).
[239] Bu, zikredilen hadîsin başka bir yoldan rivayetidir.
Bu, öncekinden kısadır. Bunların ayrı ayrı iki vakıa olmaları da muhtemel olur
(Aynî).
[240] Bu nisbete kadar düşman karşısında sabr ve sebat
etsinler, bu nisbette ve böyle bir azim ve îmân ile harbe ve sabra alışsın,
çalışsın, ilâhî nusrata dayanıp mücâ-hede eylesinler. Daha fazlasında
mükellefiyet yoktur, Ve sabr ve sebat emirleri hudûdsuz da değildir. Bu nisbetin
böyle İki fıkra adedle ifâdesi, iki nükteye dayanır: Birincisi kalb
itmi'nânının artması için bir tekrirdir. Yânî bu nisbetin sâde yirmi ve ikiyüz
gibi iki az cemâate sığışmayıp çoğaldıkça da aynı nisbetin cereyanını
anlatmaktadır. İkincisi, İslâm'ın başlangıcındaki askeri teşkilâtın esâsî
cüzlerine işarettir. Demek oluyor ki, îmân, bir mü'mini kâfire karşı on kattan
fazla büyülten bir kuvvettir. Ve bu kuvvet sâde ferdiyetle değil, en az yirmi
kişilik bir içtimaî birlik ile tebarüz eyler.
Bu galebe kâfirlerin anlamaz bir kavim olmalarındandır. Başlangıcı ve
me-âdı anlamazlar. Allah'ı ve âhireti bilmezler. Harbleri mü'minler gibi Allah
rızâsı için Allah'ın emrine uymak ve Allah'ın kelimesini en yüksek kılmak
niyet ve maksadıyle değildir.., (Hakk Dîni, III, 2430).
[241] Müslümanlar çoğaldıkça içlerinde zaîf olanlar da
bulunduğundan, bundan sonra ,,;
sâdıklarda olduğu gibi, birin ona kadar sabredip kaçmaması ve ederse
"O mu-;, hakkak Allah'ın
gazabına uğramıştır, onun yurdu cehennemdir "(hyev.\6) olacağı hakkındaki
ilâhî hüküm hafifletilmiştir... Şu hâlde bundan şöyle bire iki nisbetinden
fazlada sabredemiyenler kaçak sayılmazlar. Fakat silâh ve gereçleri
bulunduğu hâlde, ikiden yüz çevirip kaçanlar, o hükmü hakk etmiş kaçak
olurlar. Ve bunda en küçük temel<cüz, yüz kişilik bir bölük olarak
mü'teberdir. Bundan anlaşılır ki, bu hafifletme, birin ona veya daha fazlasına
galebesi İmkânını gidermek değil, ikiden ziyâdeye karşı sabr ile harbin
vücûbunu veya mendûbluğunu hafifletmedir... {Hakk Dîni, III, 2431)
[242] Bu Berâe Sûresi, Medine'de en son inen sûredir. İnmeye
dokuzuncu hicret yılında başlamıştır. Bunun Berâe, Tevbe, eî-Mukaşkışe... gibi
yirmi kadar ismi vardır.
Bu sûreyi ilk bakışta
diğerlerinden ayıran bir özellik, evvelinde Besmele olmamasıdır... Bunun
evvelinde Besmele inmediği şübhesİzdir. Bunun sebebini ( şu hikmette aramak lâzım gelir: Hz. Alî'den
rivayet edildi ki, burada Besmele niçin yazılmadığı kendisinden sorulduğu
zaman. "BismVllâhVr-rahmânVr-rahîm, y,ş; biremândır. Bu sûre ise kılıç ve
ahidleri atma ile indi" demiştir. Sufyânibn Uyey-ne de bu ma'nâyı
anlatırken "Size selâm verene 'Sen mü'min değilsin'demeyin"
(en-Nisâ:94) âyetiyle te'yîd ederek anlatmıştır. Yânî selâm vermenin emâm kaldırmaya
mâni' bulunduğu düşünülürse "Rahman ve Rahim" sifatlarıyle ilâhî
vai,' rahmeti te'kîd
edilmiş bir surette hatırlatma ve o rahmete erişme vesîlesİ olarak Allah'ın
ismini zikretmek demek olan Besmele'nin ma'sûmluğu kesme ve emâ-nı kaldırmaya
aykırı ve çelişici olacağı da ortaya çıkar. Hakîkaten mes'ele iyi düşünülürse
ne aklen, ne de naklen bu sûrenin evvelinde Besmele'nin ne inmesine, ne
yazılmasına, ne de okunmasına cevaz tasavvur olunmak ihtimâli yoktur. Hattâ
burada "Rahmet"i açıkça söylemeyerek sâde "Bİsmi'llah. Berâetun
mine'llah" demekte bile iki büyük sakınca vardır: Evvelâ bu, tenakuz olur.
Çünkü Besmele, Allah'ın ismine sarîh bir vuslat, "Berâetun
mine'llah" ise "Allah'tan alâkayı kesmek" demektir. Bu ikisi
ise, açıktan açığa mütenâkızdir. İkinci olarak bunun zahirinden "Allah'ın
ismiyle teberrük ve teyemmün, Allah'tan alâkayı kesmektir" demek gibi bir
ma'nâ zihne gelir ki, bunun bir küfr olacağında şübhe yoktur. İşte bundan
dolayı bu sûrenin evvelinde Besmele inmemiş ve yazılmamış olduğu gibi, okunması
dahî tecviz edilemez. Ve hattâ bu tahkîke nazaran, namazda böyle bir yanılma
vâki' olsa, çirkin bir tegayyür bulunacağından, namaz fâsid olmak lâzım gelir.
Ancak bu mahzur yalnız sûrenin evve-lindedir. Parçalarına gelince, diğer
sûrelerin parçalarındaki kıraat hükümlerinden farkı zahir değildir. Filvaki'
teamül de böyledir. Meselâ sonundan "Lekad câe-hum rasûlun" diye
okunacağı zaman, Besmele terkedilmez... (Hakk Dîni, III, 2442-2444).
[243] el-Evvâh; müteevvih ve mutadarrı' demektir ve bu fa'âl
vezni üzeredir. Buhârî burada bu beyt İle Evvâh lafzının Teevvuh masdanndan
fa'âl vezni üzere oldu-ğunahuccet getirmektedir. Lügatte bu kelime hakkında şu
bilgiler verildi: Ev-hu, Âht, Evvih, Evvi, Evveh, Âvûh Tâlut vezninde, Âhın,
Evvetâhu ki, mecmuu onüç lügattir, bîr kelimedir ki, şikâyet ve acı duyma
sırasında, yânî gam ve derd-den şikâyet vaktinde, kezâlik hasta oldukta yâhud
bir uzuv derdli olup ağndık-ta söylenir. Lisânımızda Âh ile ve Ö/ile ta'bîr
olunur. el-Evhu, et-Te'vîhu, et-Teevvuhu, "Âh vâh demek"
ma'nâsmadır... el-Evyâh, Şeddâd vezninde ya-kînî ilim sahibi adama denir, yâhud
duâ icabetine muvaffak olana yâhud duası çok olan mutadarrı' adama yâhud kalbi
yufka, rahmet ve rikkat sahibi adama yâhud fakîh ve âlim adama denilir yâhud
mü'min demektir; bu sonuncusu Ha-beşe lügatidir (Kaamûs Ter.).
[244] Buhârî âdeti üzere sûrenin baş tarafında, sûre içinde
geçen bâzı kelime ve ta'-bîrlerin ma'nâlarını ve tefsirlerini nakletmiştir. Bu
kelime ve ta'bîrlerİn sonlarındaki rakamlar içinde geçmekte bulundukları âyet
rakamlarıdır.
[245] Berâet maddesinin asıl ma'nâsı Müfredat ve Basâir'de
beyân olunduğuna göre: "Herhangi bir mekruhtan ayrılmak ve
uzaklaşmak" demektir... Bu kelimenin bir de siyâsî ve harb hukuku
bakımından kararlaşmış ma'nâsı vardır ki, burada asıl kasdedilen de odur.
Nitekim Ebû Bekr er-Râzî bunu îzâh ile Ahkâtnu'l-Kur'ân'da: "Berâet
dostluğu kesmek, ma'sûmluğu
kaldırmak ve emânı gidermektir" der. Fahruddîn
er-Râzî de Tefsirinde: "Berâetin ma'nâsı ismetin kesilmesidir. 'Fulân'dan
berî oldum' denilir ki, aramızda ismet kesildi, aramızda alâka kalmadı
demektir..." der. Ve işte burada Berâet herhangibir eksikliğin
kerahetinden selâmet ve uzaklaşma aslî ma'nâsım içine almakla beraber, bilhassa
hukukî ve siyâsî ma'nâsiyle devletler hukuku ıstılahında "harb hâlinin meydana
gelmesini gerektiren münâsebet kesme" demektir ve bu suretle sûrenin ilk
âyeti bir ültimatom ve ondan sonrası bunun mûcib sebebleriyle umûma i'lân ve
izahıdır... Görülüyor ki, bu âyet "Fulân'dan Fulân'a mektûb"
denilmesi gi-bİ, bir başlık üslûbundadır. Fakat burada herhangibir mektûb veya
tahrîrin değil, muntazam bir resmî tebliğin ve bilhassa siyâsî edebiyattan
olmak üzere bir atma, bir ültimatom başlığının bütün gerekli rükünleriyle bîr
tahrîr numunesi vardır. Bunda evvelâ teblîğin mâhiyeti, ikinci olarak gönderici
ve gönderme vâsıtası, üçüncü olarak kendilerine gönderilenler ve haysiyetleri,
dördüncü olarak alâkalı olanlar tamamen eklenerek gayet vecîz ve aynı zamanda
açık ve müessir bir surette ta'rîf edilip gösterilivermiş ve anlatılmıştır ki,
bu teblîğin sebebi şirk ve müslümânlara önceden yapılmış ahiddir. Demek oluyor
ki, müsfümânlara önceden and etmemiş olanlara esasen bir alâka ve münâsebet
olmadığından, böyle bir münâsebet kesme ihbarına lüzum yoktur. Ancak
müslümânlarm muahede yaptıkları müşriklere karşı doğrudan doğruya ahdi
bozmaksızın, evvelâ ahdi atmak ile böyle bir münâsebet kesmeyi haber vermeleri
lâzım gelmiştir. Çünkü Allah ve Rasûlü o ahidlerden bendirler..-. (Hakk Dînî,
III, 2446-2447.)
[246] Bu başlıkta da Buhârî, bâzı kelime ve ta'bîrlerin
ma'nâ ve tefsirlerini naklet-miştir. Bu tefsirlerin çoğu Alî ibn Ebî Talha
el-Hâşİmî yoluyla İbn Abbâs'tan nakledilmişlerdir.
Bu sûrenin âyetlerinde geçen bir kelimeyi tefsir ederken bazen bir
istidrad olarak başka bir sûredeki âyete de işaret etmektedir. Nitekim burada Fussiiet:
6-7. âyetini bir istidrad ve şâhid olarak zikretmiştir.
[247] Hadîsin başlığa uygunluğu son cümlesindedir. Bunun bir
rivayeti en-Nisâ'nın sonunda geçmiş, ilgili açıklamalar da orada verilmişti.
[248] Bu âyet o ültimatomun içindeki aslî şeyleri
özetlemiştir. Bundan sonra eski hâl ve vaziyette kalmanıza imkân yoktur. Ya
küfürden vazgeçip Hakk'm emrine teslim olursunuz veya Dünyâ ve Âhiret perîşân
olursunuz.
[249] Bu hadîsin bir rivayeti Namaz Kitabı ile Hacc'da da
geçmişti.
Bu, Ebû Bekr'in emirliği ile dokuzuncu hicret yılında yapılan haccdır
ki, Mekke fethinden bir sene sonra ve Rasûlullah'm bizzat idare ettiği Veda
Hac-cı'ndan bir sene evvel idi. Sekizinci yılda Mekke fethinden sonra Mekke'ye
emîr ta'yîn edilen Attâb ibn Esîd(R)'in emirliği ile hacc edilmişti.
[250] Sûrenin evveli müşriklere karşı muahedelerinin
ayrılması ile berâetin mutlak olarak subûtunu ve bunun suret ve hükmünü haber
verme ve kâbını bildirmedir. Ve işbu "Allah'tan ve Rasûlü'hden bir
Hamdır" kelâmı da herkese i'Iân ve i'-lâmm.vücûbunu ihbar ve târihini
tesbît ile tahakkukunu te'kîd ve gelecek olan sebebleri ve neticelerini îzâh
eden bir beyânnamedir.Baştaki berâet "îllellezîne" diye henüz vâsıl
olmak üzere bulunan mutlak bir berâettir. Bu ikinci İse "Müşriklerden
beridir" dîye "A/m " ile sılalanmış bi'l-fül tahakkuku başlamış
bir berâettir... Hadîslerden anlaşıldığı üzere Alî, bu i'Iâname'mûr edilmiş,
Arafat'tan i'tibâren Minâ günlerinin nihayetine kadar o sene hacc vaktinde bu
i'lân vazîfesi yapılmış ve bu arada dört ay mühlet için de bayram günü
başlangıç olmuştur.
Bu veçhile sûrenin başı veciz ve açık bir nebz, bir münâsebet kesme
ultimatomu, bu âyetten i'tibâren de gerekçeleriyle açıklanmış bir harb i'lânı
beyannâmesini ihtiva etmektedir.
[251] Hadîs bundan evvelki hadîsin başka bir şeyhden ve "Rasûlullah" yerine "Peygamber" şeklindeki küçük
bir lafız farkıyle tekrarıdır
[252] Âyetin devamı şöyledir: "O hâlde onların
müddetleri bitinceye kadar ahidlerini tamamlayın. Çünkü Allah (haksızlıktan)
sakınanları sever". Yânî bunları, o ahid bozanlara karıştırmayınız, onlar
gibi dört ay müddet geçince hemen harbe kal-.; kısmayınız, bunlara onlar gibi
muamele etmeyiniz de müddetleri bitinceye ka-<k dar ahidlerini tamâmı
tamâmına edâ eyleyiniz. Çünkü Allah muttakîleri H muhakkak sever. Ahd haklarını gözetmek de
takva cümlesindendir. Velev kî
müşrik olsun, ahdine riâyet eden vefakâr ile etmeyen gaddarı müşâvî
tutmak. takvaya aykırıdır.
[253] Bu da yukarıda zikredilen Ebû Hureyre hadîsinin başka
bir rivayetidir. Burada haccın ekber vasfıyle vasıflandırılmasında birkaç ma'nâ
vardır:
a. Umreye "Küçük
hacc" denildiğinden, buna nazaran asıl hacc, "Ekber Hacc" olur.
Hudeybiye'den sonra hicretin yedinci senesi kaza umresi yapılmıştı. Bu suretle
o gün küçük hacc günü olmuştu. Sekizinci sene Mekke fethiyle geçmiş ve İslâm'da
ilk hacc, bu dokuzuncu sene başlamış idi. Ve şu hâlde bu ma'nâ ile "Ekber
Hacc" bundan böyle her sene var demektir. Çünkü Ekber
Hacc günü demek, asıl
ma'nâsiyle hacc günü demeye müsavidir.
b. Bir hacc amelini
teşkil eden fiillerin en büyük kısmı demek olur ki, bu da her sene ve her
haccda vardır.
c. Müslümanların ve müşriklerin toplandığı pek büyük bir toplannia ile
İslâm yurdunda ilk ve bir kerre olarak yapılan hacc demek olur... (HakkDîni,
: III, 2450-2451).
[254] Hakikatte onlar için, onların nazarında yemîn denilen
şey yoktur. Kalblerinde yemînin hiçbir hükmü, kıymeti olmadığından ağızlarıyle
ne kadar yemîn etseler boştur; yemîne riâyet etmez, yemîn bozmayı bir sakınca
saymazlar. Yeminsiz oldukları, küfürde bu kadar ileri gittikleri belli olmuş
bulunanlarla artık ahid yapmak imkânsız olur. Bunlarla bir ahid yapabilmek,
yemînsizlikten vazgeçmelerine bağlıdır. Bu ise ancak kıtal ile mümkin olur.
Zîrâ böyle kâfirler kati ve kıtalden başka birşeyden çekinmezler. Bunun için bu
yeminsizlere, bu küfür imamlarına kıtal ediniz ki, vazgeçsinler. O küfür ve
işlemekte oldukları büyük cürümlere, o yemînsizliğe, dinsizliğe son versinler.
Yânî böyle diye ve bu arzu ve ümîd ile kıtal ediniz; harbden maksadınız bu
olsun. Yoksa mütecavizlerin âdeti olduğu üzere sırf telef etmek, sâde zarar ve
eziyet etmek olmasın {Hakk Dîni, III, 2467-2468).
[255] Hadîsin başlığa uygunluğu "Bu âyetin
sâhiblerinden kimse kalmadı" sözünde-dir. Çünkü Buhârî'nin bu hadîsi
burada getirmesinin maksadı, bu "Küfrün önderlerini öldürün" âyeti
olduğuna delâlet eder. Hadîsin ma'nâsımn özeti, Huzeyfe, münafıklar hakkında
Rasûlullah'm sirr sahibi idi. Münafıkları o bilirdi. Rasûlullah'tan sonra
münafıkları Huzeyfe'den başka hiçbir beşer bilmezdi. Peygamber (S)
münafıklardan ve bu âyetin haklarında inmiş olduğu küfür ehlinden birtakım
kimselerin isimlerini Huzeyfe'ye gizlice söylemiş, hepsinin isimlerini
söylememişti (Aynî).
[256] Bu hadîslerin birer rivayeti Zekât Kitâbı'nda da
geçmişti. Orada daha tafsîlli-dirler. Son hadîsin devamı şöyle oluyor: "Bu
sebeble Muâviye ile aramız açıldı.
O beni Halîfe Usmân'a
şikâyet etti. Bunun üzerine Medine'ye çağırıldım. Medine'ye geldiğimde halk
beni hiç görmemiş gibi yanıma toplandı. Ben Usmân'a bu hâli söyledim. O: Yakın
bir yere çekil ve halk ile görüşme, dedi. Ben de: Bunu yapamam, kanâatimi
söylemekten vazgeçmem, dedi."
Ebû Zerr'in mezhebine
göre, aile nafakasından fazla mal biriktirmek ha-;. râm idi, bu yolda fetva verirdi. İnsanları
bunu kabule teşvik eder, bunu kabul etmeyenlere ağır sözler söylerdi.
Âyet altın ve gümüşün
hakkı, insanlığın faydalan bakımından yaratılma hikmeti, alışveriş vâsıtası
yânî semen olarak Allah'ın kullarının hakîkî ihtiyâçlanna sarfotunup tedavül
etmek, hem de "Yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaması"
(el-Haşr: 7), güzel surette sarfedilmek olduğunu, tedavülden çekip saklayarak
biriktirmenin içtimaî bir haksızlık olduğunu beyân etmektedir.
[257] Hadîsin başlığa uygunluğu "Bu, zekâtın
indirilmesinden Önce idi" sözünden alınır. Bu hadîs bu senedle aynen
Zekât Kitâbı'nda da geçmişti. Seneddeki Hâlid ibn Eşlem Medîneli meşhur tabiî
müfessir Zeyd ibn Eslem'in kardeşidir.
[258] Dört hürmetli ay, bunlarda yapılan ma'sîyetin günâhı,
tâatin sevabı diğerlerinden daha şiddetli ve daha kıymetli olmak hasebiyle,
öbür aylardan ziyâde ta'-zîm ve ihtiram edilmesi lâzım gelen muhterem aylardır.
Bunlar ma'rûf ta'bîriyle "Üçü serd, biri ferddîr", yânî üçü arka
arkaya, biri tektir...
İşte bu en pâydâr, en doğru dîndir. Onikİden ve dörtten fazla veya eksik
aylarla nesi'li sayılır hesâb ve takvimler değil, İslâmî hükümlerde tutulması
lâzım olan dosdoğru hesâb, ancak bu sayı ve esastır. Çünkü bu, kıymeti sırf
beşerî İ'tibâr ile kaaim olan farzı veya herkes için hilkatte delîl ve alâmeti
zahir olmayan takvîmlere dayalı bir hesâb değil, şu görülen âlemi yaratan
tarafından tanzim edilen bir takvimdir... {Hakk Dîni, III, 2523)
[259] Hadîsin bir rivayeti Bed'u'1-Halk Kitâbı'nm
evvellerinde geçmişti. Peygamber bu hadîsi Veda Haccı'nda Minâ'dakİ hitabesi
içinde söylemişti. Yânî zamanda- . ki haksızlıklar kalktı, aylar fıtrattaki
yerlerini buldu, fıtrî düzgünlükleriyle yeni bir devre girdi. Zu'1-hicce
zu'1-hicce oldu, hacc hakîkaten zu'1-hiccede yapıldı. Çünkü geçen seneye kadar
nesi' yürürlükte olduğundan Ebû Bekr'in hacc ettiği dokuzuncu senede bile hacc
zu'1-ka'dede yapılmış, zu'1-hicce sayılmış idi. Şimdi bu haksızlıklar kalktı
ve hattâ bütün bakış noktalarından zaman, yeni bir devre girdi.
Bu başlıktaki âyetin
sonunda "İşte bu ayakta duran tfm<#r"buyurulan en doğru hesâb ve
en doğru takvimdir... Hilâl tahavvüllerinin carî olduğu bu âlemi yaratan Yüce
Allah'ın takdir ve takvimiyle sabit ve o günden beri tertîbli nizamiyle
haddizatında câri ve herkes için kamerin hilâl ve bedri kadar zahir ve meşhur
olan ve kıymetini haktan alan fıtrî, açık ve dosdoğru bir hesâbdır. İkinci'
olarak bu aylardan dört ayın hürmeti, öteden beri ayakta duran bir dîn ve
şerî-attir. Tâ İbrâhîm ve İsmâîl zamanından beri Arablar buna verâseten
tutunmuşlar ve riâyet edegelmişlerdi. Câhiliye'de bile haram aylara ta'zîm
ederler ve bu ta'zîm cümlesinden olarak bu aylarda kıtalden
sakınırlardı...AfeS7J dedikleri tak-vîm değiştirmelerini meydana çıkardıkları
zamana kadar bu hürmet, bir diyanet ve kadîm âdet üzere yürürlükte idi...
(Hakk Dîni, III, 2524).
[260] Yânî Allah avn ve ismeti ile herhalde ve dâima
beraberimizde, koruyucumuz ve yardımcımızdır. Maiyyetinde hiçbir hüzün şaibesi
bulaştırmayacak, nerede olursak olalım bizi koruyacak daimî bir velayet ile
hâfızımizdır. Artık bu muhakkak iken hüzne cevaz yoktur... diye kat'î teselli
veriyor, hüzünden nehyediyordu. Rivayete göre bu sırada müşrikler izleri ta'kîb
ede ede gelmişler, mağaranın üstüne çıkmışlardı. Bu anda idi ki, Ebû-Bekr
mahzun olmuş, "Yâ Rasûlallah, ben öldürülürsem nihayet bir adamım; fakat
Sen isabet alırsan Allah'ın dîni gitti" diye teessür etmiş idi. Bunun
üzerine Rasûlullah, aşağıda gelecek hadîsteki o ve-cîz teselli sözünü
söylemişti.
[261] Bunun bir rivayeti Ebû Bekr'in menkabeleri bâbı'nda
geçmişti. Peygamber bu sözüyle Ebû Bekr'e: Durum böyle iken o endîşen ne?
"Mahzun olma, Allah bizimle beraberdir" buyurmuştu.
[262] Senedin başında zikredilen Abdullah ibn Muhammed,
Buhârî'nin üstadıdır. Bu-hârî buradaki hadîslerden üçünü arka arkaya bu
şeyhinden getirmiştir. Bu hadîs ile. bundan sonrakinin »başlığa uygunlukları,
ikisinin de Abdullah ibn Muhammed'den olmaları, bu hadîste fazîletlerinİ arz
hususunda Esma ile Ai-şe'nin zikrinin bulunması, bunun da Ebû Bekr'in
faziletini gerektirmesi yönünden olması mümkindir. Başlıkta.da Ebû Bekr'in
faziletini bildirme vardır (Aynî). İbn Abbâs ile İbn Zubeyr arasında bey'at
sebebiyle olan dargınlık şöyle olmuştur: Muâviye öldüğü zaman İbn Zubeyr, onun
oğlu Yezîd'e bey'at etmeyi kabûletnıedi ve Yezîd ölünceye kadar bunda ısrar
etti. Sonra İbn Zubeyr kendisinin halifeliğine da'vet etti. Kendisine halîfe
olarak bey'at edildi. Ona Hicaz, Mısır, Irak, Horasan ve Şam ehlinin çoğu
itaat ettiler. Sonra Mervân Şam'a gâlib oldu ve İbn Zubeyr tarafından emîr
bulunan ed-Dahhâk ibn Kays'ı öldürdü. Sonra 65 senesinde Mervân öldü, yerine
oğlu Abdulmelik geçtr. Muhtar ibn Ebî Ubeyd Kûfe'ye galebe etti. Orada İbn
Zubeyr tarafında bulunanlar kaçtılar. Muhammed ibn Hanefiyye ile İbn Abbâs
Hüseyin'in öldürülmesi müddetinde Mekke'de ikaamet ediyorlardı. İbn Zubeyr
onları kendisine bey'at etmeye çağırdı. Onlar bunu kabul etmediler ve: İnsanlar
bir halîfe üzerine toplanmca-ya kadar bey'at etmeyiz, dediler. Onların bu
görüşüne bir cemâat de tâbi' oldu. İbn Zubeyr onlara şiddet gösterip
sıkıştırdı... Onlar Taife çekildiler... (Kas-tallânî).
[263] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî'de şöyle dedi: Bu söz,
Abduimelik hakkında söylediği "O ileri gidici yürüyüşle yürüyor"
sözüne uygundur. İş, İbn Abbâs'ın dediği gibidir. Çünkü Abdulmelik, kendi
İşinde devamlı ilerlemekte olmuş, nihayet Irak'ı İbn Zubeyr'den kurtarmış ve
İbn Zubeyr'İn kardeşi Mus'ab'ı öldürmüştür. Bundan sonra Mekke'deki İbn
Zubeyr'e birçok askerler hazırlayıp göndermiş ve olan işler olmuştur. İbn
Zubeyr'in halifelik işi ise Allah ona rahmet eylesin, öldürü-lünceye kadar hep
geri gitmekte olup durmuştur.
İşte bu yukarıda ismi
zikredilen Abdullah ibn Muhammed'den getirmekte olduğu hadîslerden üçüncü
hadîstir.
[264] Bu da zikredilen hadisin başka yoldan gelen
rivayetidir.
[265] Âyetin tamâmı şöyledir: "Sadakalar, Allah 'tan
bir fan olarak ancak fakirlere, kalbleri müslümânltğa alıştırılmak istenenlere,
kölelere, esirlere, borçlulara, Allah yolunda harcamaya ve yol oğluna
mahsûstur. Allah hakkıyle bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir".
Bu, İslâm devletindeki zekât ve diğer vergi gelirlerinin sarfedileceği
sekiz sınıf harcamanın yerini ta'yîn eden bir âyettir. Bu harcama yerlerinden
biri kalbleri İslâm'a alıştınlahlardır. Bunlar başlıca üç kısım idiler: Bir
kısmı bâzı kâfirler idi ki, Rasûlullah bunların şerrlerini savmak ve
müslümânlara eziyetlerini men' ve diğer kâfirlere ve müşriklere ve zekâtı men'
eyleyenlere karşı İslâm tarafına yardımları için atıyye ile kendilerini
İslâm'a meylettirirdi. Diğer bir kıs-: mı kendilerine atıyye vermekle,
emsalleri eşrafın ve maiyyetlerinin İslâm'a girmeleri'gözetilir ve kavimleri
İçinde müslümân olanların İslâm'da sebatlarına mâni' olunmaması gibi İslâmî
maslahatlar i'tibâra alınırdı. Üçüncü bir kısmı da İslâm'a yeni girmiş ve
niyetleri henüz zaîf bulunan birtakım kimselerdi ki, fakîr olmasalar bile
kalbleri iyice İslâm'a ülfet ettirilip îmânları takviye edilmek için bilhassa
taltif olunuyorlardı...
[266] Bu hadîsin bir rivayeti, bu isnâd ile Peygamberler
Kitabı, Hûd kıssası'nda, bu-radakinden daha uzun bîr metinle geçmişti. Buhârî o
hadîsi burada kısaltılmış olarak getirmiştir
[267] Bu hadîslerin birer rivayeti'Zekât Kitâbı'nda
geçmişti.
Müdd, yuvarlak hesâb
İki avuç açılarak aldığı mikdâr kaba deniliyor (Kaa-mûs Ter.)
Tatavvu', üzerine vâcib olmayan
ziyâde bir tâatte bulunmaktır ki, tenefful yânî nafile ibâdet muâdilidir.
[268] Ebû Mes'ûd bu hadîsinde, islâm'ın başlarındaki geçim
darlığı ile İslâm fetihlerinin arka arkaya gelişinden sonraki bolluk ve refah
devrini ifâde etmiştir.
[269] Âyetin devamı şöyledir: "... Bunun sebebi şudur:
Çünkü onlar Allah'ı ve Rasûlünü inkâr ile kâfir olmuşlardır. Allah ise öyle/âşıklar
güruhuna hidâyet etmez''
(Âyet: 80)
[270] Bu hadîsin bir rivayeti Cenazeler Kitâbı'nda geçmişti.
[271] Bu da aynı hadîsin başka bir rivayetidir. Bunlarla
ilgili açıklamalar Cenazeler Kitabı'nda geçmişti.
[272] Âyetin bütün münafıklar hakkında veya belli bir
zümresi hakkında indiği söylenmiştir.
Peygamber'in kendi gömleğini ona kefen yapmak üzere oğluna vermesi,
Bedir günü Peygamber'in amcası Abbâs'a Ubeyy tarafından kendi gömleğinin - hediye edilmiş olmasına bîr mukaabeledir.
Bedir günü Abbâs, Kureyş esirleri fÇ
arasında bulunuyordu. Yenilginin perişanlığı ile üzerinde gömleği de
yoktu. Ken-"!' dişine giydirilmek
üzere bir gömlek aranıldı.Fakat Abbâs uzun boylu olduğundan, yalnız.îbnu
Ubeyy'in gömleği denk gelmişti, o da hemen gömleğini Abbâs'a hediye etmişti.
Buna mukaabele edilmesi Arablar arasında içtimaî bir edeb idi. Fakat bu münâsib
zemininde karşılanamamıştı. İşte Peygamber, gömleğini şimdi vererek, amcasını
Ubeyy'in mihnetinden kurtarmış oluyordu.
[273] Bu hadîs, Tebûk gazvesi bâbı'nda, bu İsnâdla ve uzun
bir metinle geçti. Buradaki metin, onun sonlarından alınmış bir parçadır.
[274] Bu başlık hadîssiz olarak yalnız Ebû Zerr nüshasında
sabittir, diğer Buhârî rivayetlerinin hiçbirinde zikredilmiş değildir. Bu âyet
münafıklar hakkında inmiştir (Aynî).
[275] Bu âyetin atfedilip ilgilendiği bir Önceki âyet
şöyledir: "Çevrenizdeki bedevilerden ve Medine ahâlîsinden birtakım
münafıklar vardır ki, onlar nifak üzerinde idman yapmışlardır. Sen bunları
bilmezsin. Onları biz biliriz. Biz onları iki ker-re azaba uğratacağız. Sonra
da daha büyük bir azaba döndürüleceklerdir onlar'' (Âyet:101).
Bu âyetlerde Tebûk seferine katılmayıp Medine'de kalan münafıkların
hâlleri belirtiliyor. Bunlardan bir kısmı tam münafık ve iki yüzlülükte idmanlı
olanlardır ki, bunlar Peygamber Medine'ye döndüğünde birtakım çürük
bahanelerle affedilmişlerdi. Bunların tekrar tekrar azâb olunacakları
bildiriliyor. Seferde geri kalanların ikinci kısmı ise geri kalanlar hakkındaki
âyetleri işitince kendilerini mescidin direklerine bağlayıp "Peygamber
bizi bırakmadıkça bu hâlde kalacağız" demişlerdi. Peygamber dönüşünde
âdeti üzere mescide uğrayıp iki rek'at namaz
kıldıktan sonra bunları o hâlde gördü ve sebebim anlayınca: "Ben de
haklann da Allah'ın emri gelmedikçe
bağlarım çözmem" buyurdu, bunun üzerine başlıktaki âyet inip
affolundukları bildirildi. Akabinde salıverildiler...
[276] Buhârî bu hadîsi parça parça Namaz, Cenazeler, Buyu',
Cihâd, Bed'u'1-Halk, Gece Namazı, Edeb, Peygamberler, Tefsir ve Ta'bîr
Kitâblan'nda getirdi. Hadîsin buradaki başlığa uygunluğu "Onlar iyi ameli
diğer kötü amelle karıştırdılar" sözündedir (Aynî).
[277] Çünkü peygamberlik ve îmân sıfatlan bunu men' eder.
Bu hadîsin daha geniş
bir rivayeti Cenazeler Kitâbı'nda geçmiş ve orada bâzı açıklamalar da
verilmişti.
Bu âyetin Ebû Tâlib hakkında İndiği, bu hadîste açıkça belirtilmiştir.
Bu sebeble Zeccâc'ın Maâni't-Kur'ân adındaki kitabında bu konuda müfessirlerin
icmâ'ı bulunduğunu kaydettiği Vâkidî'den nakledilmiştir. Bunun Peygamber'-in
ana ve babası hakkında indiğini, bundan dolayı ana-babası için de mağfiret
istemekten nehyedildiğini ileri sürenler de vardır. Onların delîlleri Müslim
İle Sünen sâhiblerinin rivayet ettikleri Ebû Hureyre hadîsidir: Ebû Hureyre
dedi ki: Peygamber anasının mezarını ziyaret etti ve ağladı. Yanındakileri de
ağlattı. Sonra da: "Anama istiğfar etmek için Rabb'imden izin diledim,
izin verilmedi. Kabrini ziyaret için izin istedim. Buna izin verildi. Artık siz
de kabirleri ziyaret ediniz. Kabir ziyareti ölümü hatırlatır. "
[278] Hadîsin başlığa uygunluğu, hadîs İçindeki âyetin
"Sonra Allah onîan da eski hâllerine dönsünler diye tevbeye muvaffak
kıldı" fıkrasından alınır.
Bu hadîs, Ka'b ibn
Mâlik kıssası hakkında Mağâzî'de geçen uzun hadîsin bir parçasıdır.
Kendilerine, biraz geç olarak tevbe nasîb edilen bu üç kişi şunlardı:
Ka'b ibn Mâlik, Hilâl ibn Umeyye, Murâre ibnu'r-Rabî'. Ka'b, Akabe Bey'atı'nda
bulunmuştu. Diğer ikisi de Bedir harbine katılanlardan idiler.
[279] Bu hadîs de Mağâzî'de "Tebûk gazvesi
bâbı"nda kemâli ile geçmiş olan Ka'b
ibn Mâlik kıssasından
bir parçadır. Ancak bu metinde bâzı farklılıklar Vardır.
"Âlimler
demişlerdir ki, işte Nasûh tevbesi, böyle Ka'b ibn Mâlik ve iki
arkadaşının tevbesi gibi olan tevbedir ki, bu âyette beyân olunduğu
üzere, tevbe ederken günâha teessüfünden dolayı dünyâ başına dar gelmeli, nefsi
kendini sıkmali ve herşeyden kesilip Allah'a öyle sıdk ve sadâkatle iltica
etmelidir" {Hakk Dîni, III,
2642).
[280] Yânı îmânlarında ve ahidlerinde veya hakk dînde gerek
niyet, gerek söz, ve gerek fiilce ve hattâ her hususta sâdık olanların
maiyyetİnde bulununuz, sâdıkların dostluk ve arkadaşlıklarından ayrılmayınız;
onlar gibi özü doğru, sözü doğru, işi doğru olunuz; onlara uyunuz. Böyle
yaşayanların sonu dâima başarı, ferah ve kurtuluş olur. Bunun delili olan
birkaç âyet meali:
"Ey îmân edenler,
Allah'a takvâlı olun ve sözü doğru söyleyin. Ki Allah işlerinizi iyiye götürsün
ve günâhlarınızı mağfiret eylesin. Kim Allah ve Rasûlü'ne itaat ederse,
muhakkak ki en büyük kurtuluşla kurtulmuştur" (el-Ahzâb: 70-71);
"Hakikat Rabb
'imiz Allah 'tır deyip de sonra doğruluğa yapışanlar; onların üzerine
korkmayın, tasalanmayın, va 'dolunduğunuz cennetle sevinin diye diye melekler
inecektir" (Fussilet:30);
"Rabb 'imiz Allah 'tır deyip de sonra (bütün hareketlerinde)
doğruluğa tutunanlar; evet onlara hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da
olmayacaklardır" (el-Ahkaaf:13).
[281] Bu âyette Allah, kendi isimlerinden olan Rauf ve Rahîm
sıfatlarını Peygambe-ri'ne de vermiştir. Peygamber'in vefatından sonra Mushaf
toplandığı zaman bu iki âyeti Zeyd ibn Sabit tarafından çok araştırılmış,
nihayet ancak iki şâhid yerinde olan Huzeyme ibn Sâbİt yanında bulunmuştur.
Yânî birçoklarının ezberinde olmakla beraber, yazılısı ancak Huzeyme'nin
yanında muhafaza edilmiş idi. Çünkü Kur'ân yalnız hafızların ezberinden değil, ondan
başka Rasûlullah'-ın huzurunda yazılmış ve en son arzda sabit olmuş parçaların
da toplanıp vesî-kalandırümasıyle bir Mushaf'a toplanıyor idi. Yazmaya me'mûr
olan Zeyd ibn Sabit bu iki âyeti de yazılı bîr vesîka bulmadan yazamıyordu.
Onun için kendi ifâdesi veçhile Berâe'nin âhirinden bu İki âyeti bulamayıp
iyice araştırmış ve ancak Huzeyme'de mahfuz bulmuş ve binâenaleyh ezberlerde
mahfuz olan bu âyetlerin yazılı rivayeti de bu suretle te'mîn olunmuş idi
{HakkDîni, III, 2654-2655).
[282] Yânî Zeyd bu âyetleri, Peygamber'e vahiy yazmakta
bulunan kimselerden diğer birinin yanında yazılmış olarak bulamamıştır. Yoksa
bunları ondan başkası ezber etmemişti, demek değildir. Zîrâ bu âyetleri pekçok
kimseler ezber etmişler de namaz içinde ve namaz dışında tilâvet etmekte
idiler (Reşîd Rızâ).
[283] Buhârî bu hadîsi el-Câmi'ıt's-SahîTi'inin birkaç
yerinde rivayet etmiştir. Buradaki mutâbaalarm bâzısını da yine Sahîh'mın
Fadâilu'I-Kur'ân Kitâbı'nda se-nedleriyle getirmiştir. Bunları İmâm Ahmed
et-Tirmizî ve en-Nesâî de Zuhrî'den gelen birçok yollardan olmak üzere rivayet
etmişlerdir.
Yemâme, Yemen'in bir kasabasıdır. Tâif ten iki konak uzaktadır. Yemâ-me
günü de Yemâme'de müslümânlarla yalancı peygamber Museylime'nin ordusu olan
Hanîfe oğulları arasındaki harb günüdür. Bu harb Ebû Bekr'İn devlet başkanlığı
sırasında, onbirinçi hicret yılında yapılmış, müslümânlardan, yetmiş kadarı
Kur'ân hafızı olmak üzere, dörtyüz elli kadar sehîd verilmiştir. Bu harb
sonunda Museylime, Vahşî tarafından öldürülmüş, ordusu da tamâmıyle tenkîl
edilip dağıtılmıştır. Bu harbde müslümân ordusunun kumandanı Hâlid ibn Ve-lîd
idi.
[284] Yûnus SÛresi'nin tefsirine girişmesi sırasında
teberrüken Besmele ile söze başladı. EbÛ Zerr'in rivayetinde Besmele,
"Yûnus Sûresi" sözünden sofradır.
[285] "Kadem " kelimesi "Kıdem "
mürâdifi olarak bir hususta şâirlerinin önüne geçme hâli ve hayır, hasene
cihetinden derece ve rütbe sahibi ki, müennesi "Kademe", ayak, yânî
ayağın topuktan ilerisi; daha doğrusu taban ma'nâlarma gelir. Ve bir şeyin mukaddemine
ve kahraman kimseye denilir. "Fulânm fulân hizmette kademi var"
demek, sabıkası ve tekaddümü var demek olur. "Fulânm hayırda bir kademi
vardır" demek, bir mertebesi vardır demek olur. "Fulân erkek veya
fulân kadm kademdir" demek diğerlerine ön-ayak olup cür'etli ve şecaatte
ileri demek olur. "Kademi sıdk" ta'bînni de müfessirler "Salih
amel, hayır öncüsü, Levhi Mahfûz'da tesbît ve takdir olunmuş bir saadet; yüksek
bir rütbe ve makaam" gibi ma'nâlarda tefsîr etmişlerdir. Fakat âyetin
siyakından anlaşıldığı ve Hasen ile Katâde'den rivayet olunduğu veçhile,
murâd, Muhammed'in şefaati olduğu açıktır. "Kademi sıdk",
Peygamber'in Allah katındaki yakınlığı, şefaat makaamı ve... muttakîlerin
cennetlerde Allah'ın kibriyâsı yanında sabit "Afak'adı sıdk"
(el-Kamer:22)'a girmeleri için önlerine düşen delîl ve önder olması
haysiyyetlerini ifâde eden husûsî bir isimdir (Hakk Dîni, IV, 2666).
[286] Nuncîke" fiilini "Nulkıke"yânı
"Atarız" ile tefsir etti. Bu fiir'Selâmet" ma'-nâsına olan
"Necat"tan değil, "Yüksek yer" ma'nâsına olan "Afecve"den
türemiştir. "en-Neşez" de bu ma'nâyadır.
Bu kelimelerin geçtiği âyetin tamâmı şöyledir: "Biz de bu gün seni
(cansız bir) beden olarak karada yüksek bir yere atıp bırakacağız ki, arkandan
geleceklere bir ibret olasın. (Bununla beraber) insanların birçoğu bizim
âyetlerimizden gafildirler" (Âyet:92).
[287] Hadîsin başlığa uygunluğu, bunun tarîklerinin birinde
"Bu, Allah'ın Musa'yı kurtardığı, Fir'avn'ın da sulara gömüldüğü bir
gündür" fıkrasının bulunması yönündendir. Bu hadîsin bundan daha bütün bir
rivayeti Oruç Kitabı, "Âşûrâ günü orucu bâbı"nda geçmiş, ilgili
açıklamalar da orada verilmişti.
[288] el-Cezîre, Fırat ve Dicle arasında vâki' olan ve *'îki
Nehir Arası" ismi verilen yerdir. Ve Cûdî Dağı, Büyük Sancar Dağı'nın
kuzeyinde bulunur ve ibn Umer Cezîresi'yle bitişir. Bu dağ 37 enlem ile 40
boylam derecesi üzerindedir. Bu dağlarda oturanların çoğu "Şeytân" kelimesini
takdîs etmekte ve Tâvûs melekleri olmak i'tibâriyle tblîs'i ihtiram etmekte
bulunan Zeydiyye tâifesindendirler. Onlara göre Allah, şeytâna muayyen bir
zaman gadâb etmiştir, ileride ona hoş-nûdluk edecek ve o da kendi mülküne
dönecek ve kendisini la'netleyen kimselerden intikam alacaktır. Onlar yanında
âlim, fakır diye isimlenir. Onlardan dîndâr olan kimse, bedeni üzerine kıl
elbise giyer ve elbisenin yakasını arkaya çevirir. Onlar çetinlik ve
yiğitlikle tanınmış bir cemâattir (Rakamlı Buhârî nüshasının haşiyesinden).
[289] Tennûr, lügatte kapalı bir ocak, bir fırındır ki,
lisânımızda en ziyâde "Tandır" ta'bîr olunur. Leys: Tennûr,
umumiyetle her lisâna geçmiş bir lafızdır, arkadaşı Tennâr'ûır, demiştir.
Ezherî de şöyle demiştir: Bu delâlet eder ki, isim bazen A'cemî olur Arab onu
arapçalaştırır da Arabî olur. Ve buna delîl, aslı Tennâr olmasıdır. Bundan
evvel Arab kelâmında Tennûr ma'rûf değildir. Bunun benzeri başka lisândan
Arabça'ya girmiş olan dîbâc, dînâr, sündüs, istebrak gibi kelimelerdir ki, Arab
bunlarla tekellüm edince hep Arabî olmuşlardır.
Feveran da kuvvet ve
şiddetle kaynamak, fışkırmaktır... Eski müfessirler bunun hakkında çeşitli
ma'nâlar kayıt ve nakletmişlerdir ki;
a. Müfessirlerin çoğu
Tennuren hakîkaten bir ocak ma'nâsına olduğunda müttefiktirler, bunun
keyfiyetinde ayrı ayrı tefsirlere gitmişlerdir. Bütün bunlar Feveran \ suyun
kazanda kaynar gibi fırından kaynayıp fışkirmasıyle îzâh
etmişlerdir...
b. Arab'da bazen
yeryüzüne de Tennûr denmesi vâki' olduğundan, tennû-run feveranı, yeryüzünden
suların fışkırması olacak demişler...
c. Tcnnur'dan murâd, Arz'ın şerefli ve yüksek
mevki'leri demektir ki, bir hârika olarak oralara bile sular fışkırmıştır,
demişler.
d. Fârattennûr, şafak attı, sabah oldu ma'nâsına
gelir, denilmiş.
e. İş kızıştı, şiddetlendi ma'nâsına
"Hamiye*l-vatîsû = Fırın kızdı" denil-^s diği gibi, Fârattennûr da böyledir,
denilmiştir.
f. Ebû Hayyân tefsirinde Hasen'den rivayet olarak Tennûr: Gemide suyun
toplanma yeri diye nakledilmiş ki, bu ifâde hemen hemen geminin kazanını andırıyor.
Biz şimdi hakkıyle diyebiliriz ki, Tennûr'nn hakîkaten bir ocak olması, aynı
zamanda onun gemide su toplanan bir kazan ile beraber olmasına mâni' değildir.
Cumhurun ocak rivâyetiyle bu rivayet arasında zıdlık yoktur. "Ahd
lâm'ı" ile et-Tennûr buyurulması, bunun gemiye âid bir tennûr olmasında zahirdir.
Aynı zamanda Nuh'a mahsûs bir tennûr olması da buna aykırı değildir. Çünkü onun
mu'cizesidir... (Hakk Dfm", IV, 2780-2783).
[290] Yânî bu sebeble gizlemek için göğüslerini meylettirip
büküyorlardı, başlarını da elbiseleriyle örtüyorlardı. İşte bunun üzerine bu 5.
âyet indi.
Bu hadîsteki Tesnevnî, if'av'ale, yef'av'ilu vezninden muzârîdir; mâzîsi
îsnevnâ'âu. Bu, fiilin aynını tekrar sebebiyle, bir mübalağa binâsidır.
[291] Buradaki iki hadîs de bir öncekinin başka başka
tarîklerden rivayetidir.
[292] Buradaki âyetlerin tamâmı yerinden okunursa daha iyi
anlaşılır. Son âyetin bir kısmı şöyledir: "Şuayb şöyle dedi:.. Ben gücümün
yettiği kadar ıslâhtan başka birşey arzu etmem. Benim muvaffakiyetim ancak
Allah'ın yardımtyledir. Ben yalnız O'na güvenip dayandım ve yalnız O'na
dönerim".
[293] "Âcizane anlayışıma göre "tUl>> *^
J^j" kavli, "^ f" kavline mukaabil olarak düşünülmek gerekir.
İkisinde de Arş, ma'rûf ma'nâsmdan alınmış olarak, ilâhî mülk ve saltanattan
kinayedir. Allah'ın Arşı, İlâhî hüküm ve saltanatı demek olur. Binaenaleyh
Arş'ın su üzerine isti'lâsı, mekânı ve cismânî bir ma'nâ İle değildir, ve
"j-yü J*^^ı J" mukaabilinde, Arş'in su üzerinde olması da istivaya
mukaabil cereyandan kinayedir. Nitekim bu cereyan ma'nâ-sını Fahrüddîn Râzî,
Fatiha Tefsîri'nde söylemiştir. Âyette "Semâvât veArz"-dan murâd,
ulviyyât ve süfliyyâtiyle bütün âlem olması zahirdir.
el-Ard, altımızdaki
yerin karası ve suyu, bütün İçindekileri şâmil olduğu gibi, Semâvât da onun
üstündeki bütün cirimler ve onların içindekilerle, aralarındaki şeylerin
hepsini şâmildir. Mes'ele de, yaratmanın başlangıcı mes'elesi-dir. Yaratmanın
başlamasından evvel " l^. SSJ- 'j>S 'J', ilu jıt" yânî Allah var,
O'nunla beraber birşey yok olduğundan "Kâne Arşuhû ale'l-mâ"' âlemin
yaratılmasından evvel olmak ihtimâli yoktur. Âyetten zihne gelen de bunun, yaratmanın
başlangıç günleri demek olan "Altı gün" sırasında olmasıdır ki, ondan
sonra "İstevâate'I-Arş"tır. el-A'râf Sûresi'nde (Âyet: 53,111,2172)
de zikrettiğimiz veçhile, yaratma başlangıcında altı gün, hiçbir ittırat
kaanûnu ile alâkalı olmayan muhtelif yaratmanın ilk ve dçğişken ânlarını ifâde
ettiğinden, o vakte nazaran ilâhî fiil ve saltanatta, bug_ün
"Sünnetullah", "Âdeîutlah" dediğimiz ittırat ve istiva
düşünce konusu olamaz. Çünkü o günler, hiçbir temâsül ile mes-bûk olmayan sırf
ibda' cereyanlarından ibarettir. Herbirinde ilâhî hüküm ve saltanat, yeniden
yeniye bir ibda' fiiliyle tecellî eylemektedir. O günlerde tabiî fiiller yok,
hep hârika, mu'cize vardı. Âdet veya kaanûn dediğimiz mefhûmlar, hep bir
tekerrür ve temâsülü ta'kîb ettiğinden, ilimlerde ve fenlerde kaanûnlar nâmı
verilen küllilerin kararlaşıp kurulması ile tekerrür ve ittırat ânından
i'tibâren düşünülür. Levh ve kalem yaratılmadan "Kitabı Mübîn"ûsk\
yazılar yazılmış olamaz. Bir insan yaratılmadan insan tabiatı bulunamaz. Bu
suretle "Arş su üzerinde idi" demek, şu demek olur: "Semâlar ve
Arz'ın ilk yaratılma günleri olan o günlerde ilâhi saltanat âdetsiz cereyan
ediyordu. Zîrâ diğer âyetlerde geldiği üzere "Sümme'stevâ
ale'l-Arşı" mısdakı bundan sonra tecellî etti. Hilkatte âdetullah, halkın
yaratılma başlangıcından sonra zahir oldu". -Bu bâbdaki değişiklikler, bu
cereyan ve istivadaki tekaddüm ve teehhür, Allah'ın zatî sıfatına değil, fiilî
sıfatına dönücü olduğundan müşkillik vârid olmaz.- Gerçi ondan sonra da sırf
Allah'ın irâdesini gösteren âdet hilafı vakıalar yine vardır. Fakat bununla
henüz hiçbir âdet bulunmaması arasındaki fark da açıktır. İlk günlerde âlem,
sırf bir tûfân hâlinde idi denebilir. Bu veçhile "Arşuhu ale'l-mâ'"
terkibinin vaz'î ma'nâsı değil, kinaye yoluyla lâzımı ma'nâsı alınmak,
"Sümme'stevâ afe V-Arş"tekaabülüne mülayim ve bi'1-vücûh uygun olduğu
anlaşılır... Cereyan, bariz vasfı olan şeylerden rüzgâr ile kinaye yapılmayıp
da bilhassa suyun tercih olunmasında elbette su hakikatine husûsî bir
ehemmiyet atfettirecek bir nükte ve hizmet vardır ki, düşünmek lâzım gelir.
Biz bunda '■'■Canlı olan herşeyi sudan yarattık" (el-Enbiyâ:
30) ma'nâsma bir işaret buluyoruz. Bâzı hadîsler ve eserlerden anlaşıldığına
göre altıncı gün hayvanların yaratıldığı devirdir ki, Âdem bunun ikindisinde,
yânî sonunda yaratılmıştır. Demek ki o gün, ilâhî saltanat hayât yaratmakla
cereyan ediyordu. -Bir de zamâmmızdaki tecrübî bilgilere göre hidrojen gazı,
cisimlerin en hafifi ve basiti olduğu gibi, bütün unsûrî maddelerin bile aslı
gibi düşünülmekte ve henüz basît sayılan diğer ecsâm atomlarının hidrojen
atomlarından terekküb ettiği bahis konusu edilmektedir ki, pek dikkat edilmeye
lâyıktır.- (Hakk Dîni, IV, 2758-2761).
[294] Yânî dilediği kimselerin rızkını genişletir,
dilediklerininkini de daraltır. Allah, onu faydalarının çokluğundan dolayı
dolulukla vasıfladı ve onu, sulamak ve vermekle hiç eksilmeyen pınar gibi
kıldı, bunu tbnu'1-Esîr söyledi. "Biyedihi" lafzının ve benzerlerinin
hükmü, te'vîl ve tefviz bakımından müteşâbihlerin hükmüdür. Sünnet imamları
bunu ve benzerlerini tefsîr etmeksizin îmân eylemenin vücûbu üzerindedirler. Bu
lafızlar "Nasıl" denilmeksizin, zahirleri üzere cereyan ederler.
Buhârî bunu Tevhîd'de, en-Nesâî de bir kısmını Tefsîr'de rivayet etmiştir (Aynî
ve Kastatlânî).
[295] Bu hadîsin bir rivayeti Mezâlim Kitâbi'nda da
geçmişti.
Necvâ, yavaşça söz söylemeye denir ki, fısıldaşmak ta'bîr olunur.
Ibnu'I-Esîr en-Nihâye'de: Necvâ isimdir, masdar yerindedir, kıyamet gününde
Allah'ın mü'min kuluna gizlice hitabıdır, demiştir. Sarihler de: Necvâ, Allah
ile mü'min kulun arasındaki kıyamet günündeki gizli konuşmadır ki, bunda kulun
günâhları gizlice kendisine sayılır; bu, Allah'ın fadlıdır, demişlerdir
[296] Bi se'r-rifdu''l-merfûd" (Âyet: 98), "Ne
fena rifddir bu merfûd"; "Ne kötü ianedir bu yapılan iane, yânî
la'net".
Rifd, aslında dayansın
diye bir başkasına izafe edilen şeydir. Meselâ eyerin ve semerin altına vurulan
keçe, birine yapılan iane, verilen atıyye rifd'dir. Burada cehennem ateşine
vird, la'nete rifd ta'bîr olunması, tahakküm için belîğ bir istiaredir. Vird,
su hissesi; Vurûd, suya gitmek; îrâd, suya götürmek, Mev-rûd, varılan su'dur.
Tabîbler ıstılahında
Zefîr, nefes almak, Şehîk nefes vermektir. Fakat lügatte Zefir, soluğu uzun
uzadıya içeri çektikten sonra d.şarı vermektir ki, derdli ve mihnetli kimsenin
hâlidir, göğüs geçirmek ta'bîr olunur. Şehîk da ağlarken hıçkırmaktır ki, fazla
teessürden meydana gelir. Çocukların ağlaması da böyle olur. Bundan başka bir
de eşeğin anırmasının evveline Zefir; âhirine Şehîk denilir ki, biri
girdirmek, biri çıkarmaktır. Hâsılı lügat bakımından Zefir ve Şehîk, normal
nefes alıp verme değil, ıztırabh bir sesle nefes alıp vermedir...>(Hakk
Dîni, IV, 2822).
[297] Zulef, Zulfe'nin cem'i ve Arapça'da cem'in en azı üç
olduğu için bununla ikisi gündüz tarafında, üçü de geceden olmak üzere tam beş
vakit namaz emredilmiş olduğu açıktır. Gündüz namazlarının kıraatinde açıktan okumak
mes'elesinde sabah namazı, gece namazlarından sayılması bakımından, gündüzün
iki tarafından murâd öğle ve ikindi, gecenin yakın saatleri de akşam, yatsı ve
sabah olmak lâzım gelir ki, şu âyette de böyledir: "Güneşin kayması
ânından gecenin kararmasına kadar güzelce namaz kıl. Sabah namazını da (kıl).
Çünkü sabah namazı şâhidlidir" (el-İsrâ: 78). Bu suretle öğle ve ikindiye
gündüzün iki tarafı denmesinin vechi şudur: Sabah gündüzün kökü, güneşin
doğmasından zevaline kadar da gövdesi, zevalden sonra Öğle ve ikindi de
batmasına kadar, zaman değişikliklerinin bariz hadleri olan taraflarıdır.
Şer'an da gündüzün sabah, öğle, ikindi olmak üzere başlıca üç tarafı vardır..
(Hakk Dîni, IV, 2831-2832).
[298] Bu hadîsin bir rivayeti Namaz Kitabı, "Namaz
keffârettir bâbı"nda geçmişti.
[299] Edğas, dâd'ın kesriyle Dtğs'm cem'idir. Dığs, yaşı
kurusu karışık ot demeti demektir. Hu/um, uykuda görülmüş boş hayâldir ki,
îhtilâm bundan alınmıştır. Binâenaleyh "Edğâsu ahlâm"terkibi, teşbîhî
izafettir ki, "Edğâs" gıb\ karmakarışık ahlâm, demet demet vehimler
karışığı, hayâller yığını düşler demektir Lügatte Hulum vcAh/âm, umûmî olarak
ru'yâ hâdiselerinden daha umûmî kullanılırsa da burada ru'yânın mukaabili
olarak kullanılmış olduğu meydandadır (Hakk Dîni, IV, 2863).
[300] Âyet, bir Öncekiyle beraber şöyledir: "Onların
çoğu Allah'a îmân etmez, itte Allah 'a ortak katanlardır. Onlar herkesi
kaplayacak ilâhî bir azabın kendilerine gelip çatmasına yâhud kendileri
farkında olmayarak, onlara ansızın kıyametin kopup gelmesine karşı kendilerini
emîn mi gördüler?" (Âyet: 106-107).
Mekkeliler "Tanrı birdir, ortağı yoktur. Melekler onun
kızlarıdır" derlerdi. Putlara tapanlar "Tanrı birdir, putlar ibâdete
müstehıkk olmak hususunda onun ortaklarıdır" derlerdi. Yahudiler
"Tann birdir, Uzeyr onun oğludur" derlerdi. Hrıstiyanlar da
"Tanrı bîrdir, Mesîh onun oğludur" derlerdi. Bunlardan hiçbiri mü'min
değildir (Beydâvî). İmâm Râgıb'a göre bu âyetteki şirk'ten mak-sad, riya ve
nifaktan ibaret olan "küçük şirk" veya "gizli şirk"tir.
Yine onun beyânına göre: "Bâzıları buradaki Muşrikûn'u, dünyâ şerekine,
yânî ağına düşmüş olanlar diye tefsir etmiştir" (H. B. Çantay, Kur'ân-ı
Hakîm ve Meâl-i Kerîm)
[301] Buhârî nüshalarının çoğunda en baştaki 163 ile
buradaki 164. bâblarda "Bâb" sözü hazfedilmiştir.
[302] Yûsuf Peygamber, peygamberlik şerefi ve arka arkaya üç
peygamberin oğlu olmakla beraber bütün ahlâk güzelliklerini kendisinde
toplamıştır. Bu hadîsin bir rivayeti Peygamberler Kitâbı'nda da geçmişti.
[303] Rasûlullah'ın "Yûsuf, bütün insanların en
şereflisidir" demesi, Yûsuf'un bir peygamber olması ile beraber, bir
soydan arka arkaya peygamber gönderilen dört peygamberin dördüncüsü
bulunmasmdandır. Hakîkaten insanlık târihinde böyle peygamber oğlu peygamber
oğlu peygamber oğlu peygamberin, Yûsuf'tan başkası bilinmemiştir.
Bu hadîsin biraz farklı bir rivayeti Peygamberler Kitâbı'nda da
geçmişti.
[304] Buhârî bu hadîsi Sahîh'imn birçok yerinde getirmiştir,
buradaki metnin de ayrı ayrı dört tabiîden alındığı açıkça görülmektedir. Bu
hadîs Ifk bâbi'nda en geniş bir metinle getirilmiş ve gerekli açıklamalar orada
verilmişti.
Hadîsin buradaki başlığa uygunluğu "Güzel bir sabr" sözünün
hem baslıkta, hem ue hadîste geçmekte olması bakımındandır.
[305] Yânî Ya'kûb o zaman bu sözü söyleyip güzel bir sabır
gösterdi. Şimdi bana da onun söylediğini söyleyip, onun yaptığı gibi güzelce
sabretmek düşüyor.
[306] Dikkat edilmelidir ki, bu âyette hiçbir İsim açıkça
söylenmeyerek hâdise sâde kinayelerle tamamen sırrî ve gayet vecîz bir surette
ifâde edilmiştir. Bununla beraber zamirlerin müzekker ve müennes farkları,
vazıh olduğu için ifâdede hiçbir karışıklık yoktur. Lisânımızda ise bu
vecîzlik mümkin olmuyor (Hakk Dîni. IV, 2855).
[307] Belacihtu" lâfzında iki okuyuş vardır: Biri
fâ'nın fethi, diğeri de ötresi iledir. tbn Mes'ûd ''Heyte leke" gibi, bunu
da ötre okumuştur.
[308] Hadîsin başlıkla ilgisi, hadîsin devamında "Ebû
Sufyân, Peygamber'e geldi de: Sen Allah'a lâati ve hısımlara ilgiyi ve iyiliği
emredip duruyorsun, kavmin ise helak oldu. Artık onlar için duâ et"
fıkrası bulunması bakımındandır.
Bu hadîsin bir rivayeti Yağmur Duası Kitâbı'nda geçmişti. İbn Mes'ûd,
âyetteki dumanı o hâdiseye; büyük batşe'yi de Bedir harbindeki yenilgilerine
ham-letmiştir. Çünkü Bedir'de ileri gelenlerden yetmişi öldürüldü. Yetmiş kişi
de esîr edildi. Bu onları âyette de ifâde edildiği gibi, hakîkaten çok büyük
bir şiddet ve savletle yakalayış idi.
[309] Tefsîri verilen bu ta'bîrler, âyetin devamında
geçmektedir: "Azîzin karısı da şöyle dedi: Şimdi hakk meydana çıktı. Ben
onun nefsinden murâd almak istedim. O İse şekksiz şübhesiz doğru
söyleyenlerdendir" (Âyet: 51).
[310] Hadîsin başlığa uygunluğu "Eğer ben zindanda
Yûsuf'un kaldığı gibi uzun zaman hapis kalsaydım, onu hapisten çağırmağa gelen
kişinin da'vetine hemen icabet ederdim" sözünden alınır.
Hadîsin buradakine göre
takdîm-te'hîrli bir rivayeti el-Bakara: 260 âyetinin tefsîri sırasında
geçmişti.
Lût Peygamber'e dâir olan fıkra şu âyete işaret etmektedir: "Lût:
Âh, size yetecek bir kuvvetim olsaydı yâhud sarp bir kaleye sığınabilseydim,
dedi" (Hûd: 80).
[311] Hadîslerin başlığa uygunlukları meydandadır. İkinci
hadîs, birincinin başka bir rivayetidir. Buhârî onu burada kısaltılmış olarak
getirdi. Âyetin tamâmı şöyledir:
''Nihayet rasûller ümîdlerini kesecek hâle geldikleri ve onlar yalana
çıkarıldılar zannettikleri vakit, onlara nusratımız geldi de dilediklerimiz
kurtuluşa erdirildi, mücrimler güruhundan ise azabımız asla geri
döndürülmez".
[312] Âyetin tefsiri: Herbiri için önünden ve arkasından
birtakım muakkıblar, ta'kîb edici kuvvetler vardır ki, onu korurlar. Herbirinin
sözünü ve fiilini zabteder veya o kimseyi mütevâliyen hıfzederler ki, Allah'ın
emrindendîrler. Yânî bu ta'kîb kuvvetlen "Rûh, Rabbimin emrindendir
de!" (el-îsrâ: 85) ma'nâsınca, Allah'ın emrinden ibaret birtakım ruhlar
veya meleklerdir. Binâenaleyh herbi-rinizin bütün sözleri ve hareketleri
Allah'ın murakabe ve muhafazası altındadır. Ve bu ta'kîb ve muhafaza altında
olmak iledir ki, hâlin devamı, hâllerin cereyanı mümkin olur... (Hakk Dîni, W,
2964).
[313] Ayetin tamâmı meâlen şöyledir: "O gökten bir su
indirmiştir de vâdîler kendi mikdârlarınca sei olmuştur. Sel de yüze çıkan bir
köpük yüklenip götürmüştür. Bir zînet veya bir meta' aramak için ateşte üzerine
yaktıkları şeylerden (ma'-denlerden) de böyle bunun gibi bir köpük meydana
gelir, tşte Allah hakk ile bâtılı böyle çarpıştırır. Amma köpük atılır gider.
İnsanlara fâide verecek olan şeyegelince. işte bu, yeryüzünde kalır. Allah
böylece misâller getirir"'(Âyet: 17)
[314] Âdem kıssası altı sûrede tekerrür etmiştir. Bunlar:
et-Bakara: 30-38, el-A'râf: 50, el-Hıcr: 26-42, el-İsrâ: 61-70, eJ-Kehf: 50,
Tâhâ: 115-124. sûreleridir. Bu kıssadan maksad el-Bakara Sûresi'nde Allah'ın
ni'metlerini; el-Hıcr Sûresi'nde Allah'ın insanı topraktan, cinni ateşten halk
edip bu iki maddenin birbirinden üstün olmadığını, İblîs'in kendini Âdem'den
hayırlı telâkki etmesinin de bir aldanma ve cehalet eseri sayılması lâzım
geldiğini; el-İsrâ Sûresi'nde insanların fitnelerini; el-Kehf Sûresi'nde
insanın düşmanı olan İblis ve onun cinsinden olanlarla dostluk kurmanın ne
kadar kötü birşey olduğunu; Tâhâ Sûresi'nde ise insanın zaaf hâllerini ve
bundan dolayı her zaman Allah'ın yardımına muhtaç bulunduğunu hatırlatmaktır.
Mü'minlerin ibret almaları için adı geçen kıssa bu altı sûrede böyleee ve
lüzumuna binâen tekrarlanmıştır (Prof. M. Tayyib Okiç, Tefsir Takrirleri,
1952).
[315] Ve rahimler neler eksiltir, neler artırır? Aldığı
alûhta ne tahlîl yapar, ne maddeler çıkarır, neler ilâve eder, kendisinde
gizliden sarfettiği ne, büyülttüğü nelerdir? Taşıdığında neyi sakatlar, neyi
tamamlar, ikinci olarak müddet i'tibâriyle: Vakti er mi, geç mi olur? Çocuğun
hilkati belirmeden mi, belirdikten sonra mı? Hamlin en az müddetinde mi, en çok
müddetinde mi veya ikisi arasında mı doğurur? Üçüncü olarak aded i'tibâriyle
bir mi, İki veya daha ziyâde mi olur?
Allah hep bunları, bu bilinmez zannedilen sırrları bilir. Doğumlarda
mu'-tâddan eksik veya fazla olarak vâki' olan şeyler bile kör körüne vâki'
oluvermiş birtakım galatlar, yanlışlar değil, sırr âleminde Yüce Allah'ın ilmi
altında cereyan eden şeylerdir. Bunlar tabîat da'vâsı aleyhine irâde delili
olduğu gibi, aynı zamanda ilme de dayanırlar. Bir hayât ilmi vardır ki, onu
bilen ve yaratmaya kudreti olan, böyle dilediğini yapabilir. Bir rahimin
döktüğü kan, yetiştirdiği yumurta, aldığı aşı, beslediği evlâd, eksik veya zâid
hâiz olduğu bütün hayatî faydalar ve hususiyetler hepsi bir bir ilim ile ve
hesâb iledir. Hem sâde bunlar değil, herşey Allah'ın indinde bir mikdâr, bir
ölçü iledir... {Hakk Dîni, IV, 2962-2963).
[316] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Bunun az
değişik bir rivayeti el-En'âm: 59. âyetin tefsirinde 145 rakamıyle de geçmişti,
İnşâallah Lukmân: 34. âyetinin tefsirinde de gelecektir.
[317] Bununla "O küfredenler: Ona Rabb İnden bir mu
>cize mdınlmeh derle, Sen ancak bir munzirsin, her kavmin de bir hidayet 7)
kelâmına işaret etmiştir. Lâkin bu, bundan önce geçen er-Ra d Sur dir Zahir olan bunun burada zikredilmesi,
mustensıhlenn bazısından olması dır' Burada "Hadi" lâfzını
"Da'vet edici" ile tefsir etmiştir (Aynı).
[318] Âyetin devamı, bir sonrakiyle birlikte şöyledir:
"Allah insanlara böyle misâller getirir. Olur ki onlar, çok iyi düşünüp
ibret alırlar. Kötü bir kelimenin hâli de (gövdesi) toprağın üstünden
kopanhvermiş kötü bir ağaç gibidir ki, onun hiçbir sebatı (tutunma ve yerinde
kalma kaabüiyeti) yoktur" (Âyet: 25-26).
[319] Başlığa uygunluğu, güzel ağacın hurma olması
yönündendir. Müslümânın ağaca benzetilmesirideki hikmet, ağacın sağlam bir kök
ile ayakta duran gövde ve yüksek dala mâlik olmasıdır, îmân da böyledir. Üç
şeyle tamâm olur: Kalble tasdîk, dille söylemek ve bedenle amel.,
Bu hadîsin bâzı rivayetleri tüm Kitâbı'nın dört yerinde geçmişti
[320] Bu hadîsin bir rivayeti Cenazeler Kitabı, "Kabir
azabı bâbı"nda da geçmişti.
Hasan Basrî Çantay'ın
Meâl-i Kerîm İndeki haşiyelerde güzel bilgiler toplanmıştır (I, 382).
[321] Bunun bir rivayeti de Bedir gazvesi bâbı'nda geçmişti.
[322] Buhari, adeti üzere süre içinde geçen ta’birlerin
tefsirlerini nakletmiştir. Bunların geçtiği ayetlerin tamamının okunmasıyle
daha da iyi anlaşılacağı meydandadır,
[323] "Ebû Hureyre bunu Peygamber'e eriştirir"
şeklindeki bu rivayet tarzı, "Pey-gamber'in şöyle buyurduğunu
işittim" yerinde kullanılmıştır. Ebû Hureyre'nin doğrudan Peygamber'den
işitmesini tasrîh etmeyip de böyle bir ifâdeye meyle-dilmesinin sebebi, râvî
Ebû Hureyre ile Peygamber arasında diğer bir râvînin bulunması ihtimâlinden
dolayıdır.
[324] eş-Şihâb yüksek ve parlak olan ateş şu'lesİne denir.
Şârih der ki, şeytânlar haber çalmak için asumana
yükseldiklerinde, onları def etmek üzere meleklerin attıkları şu'leli ateş
mermilerinde kullanılması gâlib olmuştur. Halk ona yıldız kayması ta'bîr
ederler. Allah Taâlâ "Fakat onu delip geçen bir alev ta'kîb etmiştir"
(es-Sâffât: 10) buyurmuştur ki, gökten yere doğru karanlığı delip geçen bir
alev demektir (Kactmûs Ter.).
[325] Bu da yukarıki hadîsin aynıdır, fakat burada bâzı
ziyâdelik ve değişikliklerle beraber işitmenin açıkça belirtilmesi gibi
fâideler vardır.
Başlıktaki âyet ile
burada getirilen hadîs şu âyetleri tefsîr etmektedir: "Hakikat biz, en
yakın göğü bir zînetle yıldızlarla süsledik. Onu her mutemerrid şeytândan
koruduk. Ki onlar Mele 7 A 7a 'ya kulak verip dinleyemezler, her yandan
kovularak atılırlar. Onlar için ardı arası kesilmez bir azâb vardır. Meğer ki
içlerinden bir çalıp çarpan olsun. Fakat onu da delip geçen bir alev ta'kîb
etmiştir" (es-Sâffât: 6-10).
Bu âyetlerde açıkça
bildirildiği üzere bu kulak hırsızları el-Meleu 'l-A 'la denilen ve vahy
taşıyıcıları olan meleklerin yanlarına sokulamazlar. Yalnız dünyâya en yakın
olan birinci kat semâya yaklaşabilirler ve oradan çaldıkları birkaç kelimeyi
kâhinlere yetiştirerek fesâd vesîlesi edinirler ki, bu da haddizatında bir
imtihandan ibarettir. Şihâb denilen gök hâdiseleri vahy diliyle böyle îzâh
edilmistir. Bu hususta doyurucu açıklamalar için Hakk Dîni Kur'ân Dili
tefsîrin-. den bu âyetlerle ilgili kısımların okunması tavsiye edilmeye değer:
IV, 3047-3052.
[326] Hıcr, Salih Peygamber'İ yalanlamış, bu suretle bütün
peygamberleri yalanlamış olduklarından toptan helak edilen Semûd kavminin
merkezlerinden biridir. Bu hadîsin bir rivayeti Namaz Kitabı'nda "Yere
batırılmış yerlerde, yurtlarda namaz bâbı"nda geçmişti (es-Salât, 53.
bâb).
[327] Bu hadîsin bir rivayeti Tefsir Kitâbı'nın evvelinde
"Fâtihatu'l-Kitâb hakkında gelen şeyler bâbı"nda geçmiş ve bununla
ilgili bâzı açıklamalar orada verilmişti.
[328] Başlıktaki âyette ve bu hadîslerde zikredilen Mesnâ'mn
veya Mesnât'm cem'i olan Mesânî kelimesi çok ma'nâlı ve çok cem'iyyetli bir
kelimedir. Tesniye ve istisna maddesi olan "Senyun"den de,
"Sinâ"vç "Senâ"dzn da türemiş olabilir. Bu cümleden
bükülmek, kıvrılmak veya katlanmak veya tekrar edilmek suretiyle ikilenen veya
diğer birşey eklemekle takviye veya tenvî' edilen herhangi bir şeye
"Mesnâ" denilir ki, ikişer, ikili, mükerrer, bükülü, müekked, muhkem,
çifteli, büklüm, büklümlü, katlı, kıvrımlı... ma'nâlanna gelir. İbn Abbâs'tan
bir nakle göre Mesânî'de müstesnâhk ma'nâsı dahî vardır. Zîrâ istisna dahî
"Se-rap'den türemiştir... Bir de "İsnâ"ûan mîm'in Ötresi ile
"Musnâ"nm cem'i olabilir ki, "Sena" yânî övme yeri demek
olur. Sonra ez-Zumer: 23'de buyrulduğu üzere, Kur'ân'a da "Mesânî"
denilmiştir.
Şimdi bu âyetteki
"Seb'an mine'l-mesâni'"den anlaşılan ma'nâ, "Mesânî"
denilen şeyler cinsinden muazzam, benzersiz yedi şey demektir. Bu ise mücmeldir,
muradın ta'yîni ayrıca delile muhtaçtır... Buradaki ve diğer hadîslerle
"Seb 'an mine 'l-mesâni'"den murâd, Ümmü'l-Kur'ân olan Fatiha olduğu
ve bundan dolayı Fatiha'nm "es-Seb'ul-Mesânî" ismini aldığı ve
Kur'ân-ı Azîm bunun bir tefsiri bulunduğu tebeyyün etmiştir. Ve demek ki
"Seb'an mine'l-mesânV'de "Min", yalnız teb'îziyye değil, aynı
zamanda beyâniyye'dir. -Ma'lûmdur ki "Min"in beyâniyye olması,
teb'îziyye ma'nâsını düşürmek lâzım gelmez.-"MesânV de yedi mesânî
demektir. Yânî Fâtiha'yı teşkil eden yedi âyet, Mesâ-nî'den, Kur'ân'dan olduğu
gibi, başlı başına yedi mesânîdir. Ve bütün Kur'ân'-ın bir vasfı olan Mesânî
mefhûmu, bunda müstesna bir surette katlanmıştır. Her namazın her rek'atinde
okunan, sûre zammetmekle katlanan, Kur 'ân 'in her hatminde, duaların evvel ve
âhirinde tekrar edilen, nûn ve mîm fâsılalarıyle iki nağme üzerine cereyan
eden, her âyeti çifte bir mazmunu ihtiva eyleyen ve umûmî hey'eti dâreynde
kulların en büyük maksadlarma hidâyetle Allah'a hamd ve sena hakikatinde
toplanan Ümmü'l-Kur'ân, hakîkaten her senaya lâyık öyle mesnâ ve müstesna en
büyük bir ni'mettir.. (Hakk Dîni, IV, 3074-3076).
Mucâhid de: "Takaasemû billahi" («ı-Nemi: 49).
[329] Nitekim o muktesimlere, Kur'ân 'ı parça parça etmek
isteyenlere azâb indirmiştik1'; "Kendilerine kitâb verdiğimiz kimseler sana
indirilen (bu Kur'ân) ile sevinirler. Fakat o güruh içinde onun bir kısmını
inkâr eden kimseler de vardı... " (er-Ra'd: 36) medlülünce, hoşlarına
giden bâzısına inanıp, bâzısını inkâr etmek suretiyle Kur'ân'ı parça parça
etmek istiyorlardı...
[330] Hadîslerin başlığa delâletleri meydandadır.
[331] Yânı her hayât sahibi için vukuu kesin olan ölüm gelip
de Rabb'ine kavuşuncaya kadar. Müfessirler buradaki "Yaktn"in
"Ma'Iûm" ma'nâsına, yânî henüz vâki' olmamış, fakat vuku' bulacağı
yakînen ma'lûm olan o muteyakkan şey demek olduğunda müttefiktirler...
Müfessirler topluluğu, bu "FafciV'den mu-râd, ölüm olduğunu kabul
etmektedirler. Çünkü ölüm, her hayât sahibi için en muteyakkan olan bir şeydir.
Teklif sınırının da sonudur... {Hakk Dîni,, IV, 3080).
[332] Rûhu't-Kudüs, Kudsiyet Ruhu, yânı hiçbir şaibe ile
lekelenmek ihtimâli olmayan paklık ruhu, her emniyete şâyân, mukaddes,
tertemiz ruh demektir ki, Cebrail'dir. Nitekim bu 102. âyetteki "Emîn
Rûh" da odur. "Biz onu Rûhu'l-Ku-düs'le te'yîd ettik"
(el-Bakara; 87,253) ilâhî kavlinde olduğu gibi, burada Cebrail'in
"Rûhıt'l-Kudüs" unvânıyle zikri, kâfirlerin iftiralarını şiddetle
redd için Peygamber'in nezâhet ve kudsiyetinin kemâlini açıkça tesbît etmek
nüktesiyle ilgilidir. Yânî, yâ Muhammed, Kur'ân öyle mukaddes bir kitâbdır ki,
bunu sana hiçbir şaibe ile lekeli olmak ihtimâli olmayan Rûhu'l-Kudüs,
Rabb'inden indirmekte, hem de hiçbir bâtıla mahall olmayacak surette hakkıyle
indirmektedir. Binâenaleyh bu Kitâb bütün muhtevâsıyle hakk bir kitâb ve sen de
Rûhu'l-Kudüs'e sâhib hakk bir rasûlsün (Hakk Dîni, IV, 3125).
[333] Bunun tamamı şöyledir: "Sizi Allah yarattı. Sizi
yine O öldürecek. İçinizden kimi bildikten sonra (çocuk gibi) hirşey bilmesin
diye en aşağı ömre kadar geri götürülür. Allah herşeyi hakkıyle. bilen, kemâliyle
kaadir olandır".
[334] Bu duadaki "Ömrün en rezîli" ta'bîri, en
değersizi, en aşağısı ma'nâsınadır. Katade, ömrün en düşüğünün sının doksan
yaştır, demiş; AK de yetmişbeş; Enes ibn Mâlik yüz yaş olarak ta'yîn
etmişlerdir, tkrime'den gelen bir haberde Kur'-ân okumaya devam eden, ömrün en
değersizine döndürülmez, denmiştir. Ta-bakaat kitâblannda hadîs ile meşgul
olanların ömrün en değersizinden korunmuş oldukları kabul olunabilir.
[335] Buhârî bu hadîsin biraz daha uzunca bir rivayetini
Kur'an'ın Faziletleri Kitabı "Kur'ân'm te'Iîfi bâbı"nda da
getirmiştir. İbn Mes'ûd'un "A/m ıtâkı'l-uvett" sözü, "İnmesi
kadîm olan sûrelerden" demektir; "Ve hunne min telâdt" sözü de
"İlk kazanılanlardan ve ezber edilenlerden" (yâhud ilk elde edip
ezberlediklerimden) ma'nâsınadır.
[336] Bu "Târeten uhrâu lafzı vesilesiyle şu âyetleri
okuyalım: “Yerde sizin için bîr zamana kadar yerleşip kalmak ve geçinmek
(mukadderdir. Allah) Dedi ki: Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz, yine
oradan (diriltilip) çıkarılacaksınız" (eS-A'râf: 24-25). Hz. Alî bir
hutbesinde şöyle dedi: "Ey insanlar, siz ebediyet için yaratıldınız.
Sulblerden rahimlere, oradan dünyâya intikaal ediyorsunuz. Dünyâdan berzaha
(kabire), oradan da ya cennete, ya cehenneme gireceksiniz." Aiî bundan
sonra şu âyeti okuda: Sizi ondan (topraktan) yarattık. Sizi yine ona
döndüreceğiz, sizi bîr kerre daha ondan çıkaracağız" (Tâhâ: 55)
"Allah sizi yerden ot gibi bitirdi. Sonra sizi yine onun içine
döndürecek ve sizi yeni bir çıkarışla tekrar çıkaracak" (Nûh: 17-18).
[337] Mescidi Haram, Mekke Mescidi'dir, Ka'be'nin etrafında
ve Ka'be'yi çevreleyen sahadır. Mescidi Aksa da Kudüs Mescidi'dir, buna
Beytu'l-Makdis de denilir. Yeryüzünde ilk evvel Mescidi Haram, sonra Mescidi
Aksa bina edilmiştir. Mescidi Aksa Musa'dan îsâ'ya kadar peygamberlerin
toplanma yeri ve vahy menzili olduğu için, Peygamber'in mi'râcında da yol
uğrağı kılınmıştır. Nitekim İs-râ hadîsinde "Burak'a bindim,
Beytu'İ-Makdis'e vardım" diye gelmiştir.
Bu sûrenin böyle beliğ ve yüksek bir tesbîh ve tenzih ile başlaması, zikrolu-nacak
acîb fiillerin ehemmiyeti ife ilgilidir. Bunda evvelâ akıllan hayrete düşüren
İsrâ hârikasını tebcil ve onu tasdîk için kalblerin arıtılmasını hazırlama ve
makaamm nezâheti hasebiyle teşbih vehimlerinden umumiyetle sakınmayı hatırlatma
vardır. İkinci olarak onu mümkin görmeyen münkirlere karşı Allah Ta-âlâ'nm
sıfatı, noksandan münezzeh bulunduğunu ve binâenaleyh acz ve kizb gibi
şaibelerden uzak olduğunu beyân ile kudret ve ihsanın azamet ve ulviyetini
î'lân vardır. Üçüncü olarak zikri gelecek olan Mescidi Aksâ'nın tahribi
hâdisesi dolayısıyle de bu tenzihin husûsî bir ehemmiyeti vardır. Dördüncü
olarak, umûmî surette bu sûre muhtevasının ilâhî nezâhet ile alâkasına tenbîh
vardır {Hakk Dîni, IV, 3141-3153).
[338] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Buhârî bunu
burada iki sened ile getirmiştir. Bunu İçecek Şeyler Kitâbf nda da
getirecektir. Müslim de orada getirmiştir. Mi'râc hadîsinde biri bal olmak
üzere, üç kadeh vardı dersen; ben': Bunlar arasında zıdhk yoktur, derim
(Aynî).
[339] Bu hadîsi Müslim, îmân Kitâbi'nda daha geniş olarak
getirmiştir. Hadîsin başlıkla ilgisi gayet açıktır
[340] Âyetin devamı şöyledir: "Onlara karada, denizde
taşıyacak vâsıtalar verdik. Onlara güzel güzel nzıklar verdik, onları
yarattığımızın bir çoğundan, cidden, üstün kıldık."
Bu İzzet ve şeref Âdem
oğulları'nın güzel bir surete, çok olgun bir mîzâca, orta bir boya mâlik
olmalarından, akıl ile, konuşma ile, okuyup yazma ile seçkinliklerinden, geçim
vâsıtalarını bulabilmelerinden, san'atlara kaabiliyetlerİndendir.
Allah katında mü'min, meleklerden şereflidir. Sebebi de şudur:
Melekler-. de şehvetsiz akıl, hayvanlarda akılsız şehvet, insanlarda ise hem
akıl, hem şehvet vardır. Binâenaleyh kimin aklı şehvetine gâlib olursa, o
meleklerden mükerremdir; kimin de şehveti aklına galebe ederse, o, yalnız
meleklerden değil, hayvanlardan da aşağıdır (Medârik). Mükerremlik, cismânî ve
ruhanî olmak üzere iki nev'idir, Cismânî olanı mü'mini de, kâfiri de şâmildir.
Rûhânî olanı ise ancak Allah'ın ikram ettiği peygamberliğe, rasûllüğe,
veliliğe, îmân ve İslâm'a hidâyete mazhar olan peygamberlere, velîlere ve
mü'min kullarına hâss-tır (et-Te'vîlâtu'n-Necmiyye'&tn naklen Hasan Basrî
Çantay).
[341] Bu âyetlerin tamâmı şöyledir: "De ki: Ona ister
inanın, ister inanmayın. Çünkü bundan evvel ilim verilmiş olanlar bile
kendilerine karşı o tilâvet olununca, çenelerinin üstüne (yüzü koyun) kapanarak
secde ediyorlar. Ve: Rabb Hmizi tenzih ederiz. Hakikat Rabb'imizin va'di
kaViyyen fiile çıkarılmıştır, diyorlar. Ağlayarak çeneleri üstüne yüzü (koyun)
kapanıyorlar ve bu, onların derin saygısını artırıyor" (Âyet: 107-109).
[342] Bunun hâsılı şudur: Müellifin bu İbn Mes'ûd hadîsini
sevketmesi, âyetteki "Emernâ" nın, o memleketin ni'metli ve
refahlılarını çoğalttık ma'nâsına olduğunu tenbîh etmektir.
[343] Ey Nuh'un maiyyetinde gemiye bindirip tufandan
kurtardığımız birkaç mü'mİ-nin zürriyeti, yânî ey bu günkü insanlar, siz bu
mâhiyetinizi düşünmelisiniz, yalnız bunu düşünseniz Allah'tan başka vekîl
edinilmeyeceğim anlarsınız. O Nûh hakîkaten çok şükredici bir kul idi, her
hâlinde şükrederdi, siz niye nankörlük ediyorsunuz? (Hakk Dîni, IV, 3154).
Müfessirler şöyle dediler: Nûh, her ne zaman bir elbise giyse yâhüd bir
yemek yese yâhud su içse ardısıra "el-Hamdu lillâhî = Hzmd Allah'ın"
der idi. Bu sebeble Kur'ân'da Nûh "Çok şükreden kul"diye vasıflandı.
Onun çocukları ve torunları olan bugünkü insanlara: "Ya siz neye
şükretmezsiniz, nankörlük edersiniz?" diye serzeniş edildi (Aynî).
[344] İbrahim Peygamber'in putperestleri susturmak için
dıştan yalan gibi görülecek olan bu üç sözü şunlardır:
a. Putları kırmak için müşriklere karşı: Ben
hastayım, diyerek puthânede yalnız kalması; bu, bedenî değil, putlardan dolayı
bir iç sıkıntısı idi.
b. Putları büyük put kırmıştır, konuşabilirlerse
onlara sorun, demesi,
c. Karısı Sâre hakkında: O benim kızkardeşimdir, demesi ki, bu da
"O benim dînde bir kızkardeşim" ma'nâsma idi. Peygamberler
Kitâbı'nda daha geniş bilgiler verilmişti.
[345] el-Kasas: 15. âyetten i'tibâren beyân olunduğu üzere,
Fir'avn'm adamlarından bir Mısırlı ile Musa'nın kavminden bir adam döğüşürken,
kavminden olan ada mın Musa'dan yardım istemesi üzerine, Mûsâ yardıma koşmuş ve
düşmanın göğsüne vurduğu bîr yumruk darbesiyle Mısırlı'yı öldürmüştü.
"Bunun üzerine Mûsâ: Rabb 'im, ben cidden kendime zulmettim, artık beni
mağfiret eyle, dedi. Allah da onu mağfiret eyledi..." (d-Kasas: 16) âyeti
gereğince mağfiret olunmuştur.
[346] Hadîsin başlığa uygunluğu "Nûh çok şükredici
ftirfcu/(d/"kavlindedir. Bunun bir rivayeti Peygamberler Kitâbı'nda da
geçmişti.
Himyer, San'â'nın eski
adıdır. San'â şehri Mekke'den 855 km. mesafede bulunduğuna ve cennet kapısının
iki kanadı arası da bu genişlikte olduğuna göre cennetin genişlik ve büyüklüğü
hakkında güzel bir mikyas verilmiş oluyor.
Busrâ İse Şâm'm 90 km. güneydoğusunda ve Havran mıntıkasında bir şehirdir.
Vaktiyle ma'mûr ve sağlamlaştırılmış idi. Hrİstiyanlığm merkezlerinden biri
olup, meşhur Râhib Bahîrâ'nın savmıası da burada idi. Bu, o asırda en meşhur
ve ma'mûr bir şehir olduğundan, hadîste İkinci bir mikyas olarak adı geçmiştir.
Bu terdîd ile iki mikyas verilmesi, râvîlerden birinin şübhesi eseridir.
Hadîste tasvîr edilen bu şefaat, Peygamber'in mahşerdeki büyük şefaatidir.
[347] Âyetin tamâmı şöyledir: "Rabb'in göklerde ve
yerde olanları en iyi bilendir. And olsun ki, biz peygamberlerin kimini
kiminden üstün kılmışızdır. Davud'a da Zebur verdik.''
Burada bilhassa Dâvûd
ve Zebur'un zikredilmesinin vechi:
a. Kureyş, Peygamber'e
karşı mücâdele için Yahûdîler'e müracaat ediyorlar. Yehûdîler de
"Musa'dan sonra peygamber yoktur, Tevrat'tan sonra kitâb yoktur"
diyorlardı. Bununla, onların bu iddiaları bozulmuştur.
b. Bununla üstün
kılmanın haysiyetine tenbîh olunmuştur. Zîrâ Dâvûd, büyük bir melik idi. Böyle
iken, burada onun meiikliği kaale alınmayıp da Zebur'un tahsis edilmesi,
zikrolunan tafdîlden murâd, mal ve mülk ile değil, ilim ve dîn ile tafdîl demek
olduğunu gösterir.
c. Zebur'da Hâtemu'l-Enbiyâ ve O'nun ümmetinin ümmetlerin en hayırlısı
olduğu yazılmıştı. Nitekim: "And olsun Tevrat'tan sonra Zebur'da da
yaz-mısızdır ki, Arz'a ancak sâlih kullarım mirasçı olur..." (el-Enbiyâ:
105-107) buyurulmuştur. (Hakk Dîni, IV, 3182)..
[348] Başlığa uygunluğu "Kıraat" sözündedir, çünkü
bununla kasdedilen, Zebur'un okunmasıdır. Bununla Davud'a az zamanda çok iş
yapma kaabiliyet ve meziyeti de verilmiş olduğu belirtilmiştir. Bu hadîsin bir
rivayeti Peygamberler Kitâ-bi'nda da geçmişti.
[349] Hadîsin başlığa uygunluğu el-Eşcafnin ziyâdesindedir.
Bu hadîsin birkaç rivayetini Müslim de Sahîh'inm sonunda Tefsîr Kitâbı'nda
getirmiştir.
"İnsanlardan bir topluluk, cinnlerden bir topluluğa ibâdet
ediyorlardı" sözü hakkında Taberî şöyle dedi: İbn Abbâs'tan da meşhur olan
budur. Yine İbn Ab-bâs'tan bu âyetin Uzeyr'e, îsâ'ya ve onun anasına tapan
kimseler hakkında in diği de rivayet edildi. BinâenaleyhT^e^ iki kavle de uygun
ve şâmildir (Müslim Tercemesi, VIII, 594-596, II. haşiye).
[350] Bu da aynı hadîsin başka yoldan gelen kısa bir
rivayetidir.
[351] Âyetin tamâmı şöyledir: "Sana; Şübhesiz Rabb 'in
insanları çepçevre kuşatmıştır, demiştik, hatırla. (Geceleyin) sana
gösterdiğimiz o temaşayı ve Kur'ân'da la 'net edilen o ağacı biz ancak
insanlara bir fitne (ve imtihan) yaptık. Biz onları korkutuyoruz. Fakat bu,
onlarda büyük bir taşkınlıktan başka birşey artırmadı,"
Sana göstermiş
olduğumuz o rü'yâyı o gece görüşünü, o insanlar için bir fitne, bir imtihandan
başka birşey kılmadık. -Rü'yâyı bâzıları el-Feth Sûresi'-nde gelecek olan Mekke
fethi rü'yâsı, bâzıları da Bedir'de Kureyş ileri gelenlerinden herbirinin
yıkılacakları yerleri gösteren Bedir rü'yâsı demişlerdir. Fakat bu âyet Mekkî
olduğu için Medine'de olan o rü'yâlarla te'vîli uygun olmaz. Sahihi cumhurun
beyânı veçhile bu gösterme ve rü'yâ, sûrenin başında geçen Isrâ âyetindeki
"Li-nuriyehu mm âyâtinâ■' ru'yetine işaret etmiş olmasıdır. Zîrâ
orada. tafsil edildiği veçhile bu hârika üzerine o müşrikler îmân etmek şöyle
dursun, îmân edenlerden bâzılarının bile dînden çıkması gibi büyük bir fitne
olmuştu... (Hakk Dîni, IV, 3185-3186).
"Kur'ân*da la'net
edilmiş olan o ağacı da" kezâlik onlar için bir fitne kıldık. Bu
la'netlenmiş ağaç buradaki hadîste de bildirildiği gibi, zakkum ağacıdır. Bu
zakkum ağacı es-Sâffât: 62-67; ed-Duhân: 43; el-Vâkıa: 51-55 âyetlerinde
geçmektedir.
İbn Abbâs'm burada iki tefsiri vardır. Birinci tefsiri, ayetteki rü'yâ,
uykuda görülen bir düş değil, uyanık olarak gözle görülen bir hakikattir...
İkinci tefsîri de Kur'ân'da la'netlenmiş ağacın zakkum ağacı olduğunu
bildirmesidir. Zakkum ağacı hakkında bilgiler, geçeceği sûrelerin tefsirinde
gelecektir.
[352] Âyetteki ''Kur'âne'l-fecr "den maksad, fecr
namazıdır. Namaz içinde Kur'ân okunduğu için "Kur'ân" denilmiş,
nitekim rükû' ve sücûdu müştemil olduğu için namaza rükû' ve sucûd da derler.
Namazda okunan Kur'ân, Kur'ân'ın kendisi olmak da muhtemeldir. Bu namazın
yâhud bu Kur'ân'ın şâhidli olması da gece ve gündüz meleklerinin bunda hazır
olması i'tibâriyledir.
Bu hadîsin bir rivayeti
Namaz Kitabı, "Sabah namazının cemâatle kılınmasının fazileti
bâbı"nda geçmişti.
[353] Makaamu Mahmûd: Herkesin hamd ile tebcil edeceği
muazzam makaam demektir ki, hakikati hamdin müteallakı olan mutlak yakınlık
makaamı, yânî hadîslerde geldiği üzere livâ'u'1-hamd altında en büyük şefaat
makaamıdır {Hakk Dîni, IV, 3194).
Bu makaam şöyle de ta'rîf edilmiştir: O bir yüce makaamdır ki, orada her
ümmet ve bütün beşeriyyet Muhammed'in şefaatiyle acele hesâbları görülüp çok
uzun ve üzücü bekleyişten kurtularak, ebedî rahata kavuştuklarından, bugünün
yegâne şefaatçisi olan Peygamber'imize hamdedip minnetdârhklannı arzeder-ler.
Bâzıları Makaamu Mahmûd'u kısaca Şefaat Makaamı'dir diye tefsir etmişlerdir
(Ibnu'1-Esîr, en-Nihâye).
[354] Hadîsin başlığa uygunluğu Makaamu Mahmûd sözündedir.
Bunun bu isnâd ve metinle bir rivayeti Namaz Kitabı, "Nida sırasında duâ
bâbı"nda geçti.
Da'vetten murâd, ezan
lafızlarıdır ki, Tevhîd'e da'vettir. Tam olması da, sözlerin en tamâmı olan
Tevhîd Kelimesİ'ni müştemil olduğu içindir. Tam ve kâmil olmasının bir vechi de
tebdil ve tağyire ma'rûz olmaması, kıyamete kadar bakî ve akideleri tamamen
toplar olmasıdır. "es-Salâtu 'l-kaaime" şu kılın mak üzere olan namaz
demek olduğu gibi, dâim, Arz ve semâ bakî kaldıkça nesh ve tebdile uğramayacak
olan namaz ma'nâsına da gelir. "Vesile", lügat yönünden bir büyüğe
yaklaşmaya sebeb olacak şey demektir... {Tecrtd Ter., II, 467-468 "365").
[355] Peygamber deynekle putlara dokundukça, bunlar birer
birer yere düşüp seriliyordu...
[356] Rûh denildiği zaman başlıca üç bakış noktası
düşünülegelmiştir: Mâbihi'l-harekei yânî hareket mebdei, Mâbihi'l-hayât, yânî
hayât mebdei, Mâbihi'l-İdrâk, yânî idrâk mebdei. Hareket mebdei düşüncesiyle
rûh, maddenin tam mukaabili olarak kuvvet demek olur. Madde veya kuvvet, madde
veya rûh denildiği zaman bu düşünce kasdedilir. Bu ma'nâ ruhun en umûmî
ma'nâsıdır. Meselâ elektrik, bu ma'nâca bir rûh ve her hareket ettirici kuvvet
bir rûh demektir. Hayât mebdei düşüncesiyle rûh ise, bundan daha husûsîdir.
Zîrâ hayâtı kuvvet, mutlak kuvvetten daha husûsîdir. Fakat bunda da iki
düşünce vardır. Birisi daha umûmî ma'nâsıyle hayâttır ki, nebatî hayâtı da
şâmil olur...
Birisi de meşhur ma'nâsıyle
hayât, yânî hayvânî hayâttır ki, insanî hayâta varıp dayanır. Bu ma'nâca rûh
nebatî ruhtan daha husûsî ve binâenaleyh onu da içine alıcıdır. Sonra idrâk
mebdei, yânî hissetmeye, duygulanmaya yaklaşıp bitişen basît vicdandan
ma'rifet, akletme, ilim, irâde, kelâm vesaire gibi en yüksek derecelere kadar
umûmî olarak şuur hâdiselerinin ve binâenaleyh ma'nevî bir hayâtın medarı olmak
düşüncesiyle rûh gelir ki, ruhun en mümtaz haysiyyetim ifâde eden bu ma'nânm en
bariz tezahürü insanî nefiste tecellî ettiğinden, buna insanî rûh ismi
verilmiştir. İnsanî nefsi, hayvânî ruhtan ayırdettiren ve insanı hakk
ma'rifetine ulaştırarak kendini ve gayrım bildiren bu rûh hakkında "Ben
ona ruhumdan üfledim" (ei-Enbiyâ: 91) buyürulmuştur. Biz bunu kendisiyle
duyar, vicdan, irâde, akletme, bâtınî kelâm gibi eserleriyle tanırız...
"Rûh Rabb'imin
ermindendir de." Burada "Emr", Umur "un müfredi, yânî
Şe'n, iş; yâhud Evömir'in müfredi, yânî buyurmak ma'nâsına gelir.
Müfes-sirlerin birçoğu "Min" beyâniyye veya teb'îziyye olmak üzere
tefsîr etmişlerdir: "Rûh ancak Rabb'imin bileceği iştendir. Ruhun hakîkati
öyle işlerdendir ki, ilmini Allah Taâlâ kendisine tahsis etmiştir..."
(Hakk Dîni, IV, 3197-3204).
[357] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Bunun bir
rivayet îlim Kitâbı'nda da geçmişti.
[358] Âyetin tamâmı şöyledir: "De ki: Gerek Allah diye
ad verin, gerek Rahman diye ad verin, hangi adı verirseniz nihayet en güzel
isimler O 'nundur. Namazında pek bağırma. Sesini pek de kısma. İkisinin arası
bir yol tut."
Bu âyetin baş
tarafındaki duadan murâd, isim vermektir. Müşrikler Pey-gamber'in "Yâ
Allah, yâ Rahman" dediğini işitmişler. Bunun üzerine: "O hem bizi iki
tanrı edinmekten men' ediyor, hem kendisi iki tanrı tanıyor" diye
mırıl-danmişlardı. Allah, bu her iki lafzın da hattâ diğer bütün güzel
isimlerin de bir olan Allah'ın müteaddid isimlerinden ibaret olduğunu bu
âyetiyle açıklamıştır (Beydâvî, Medârik).
[359] Bu, küllün cüz üzerine ıtlâki bâbındandır. Çünkü duâ,
namazın cüzlerindendir...
[360] Bu Peygamber'e karşı ilâhî bir tesliyyet ve ikram
ifâde eden âyetlerdendir. Şu âyetler ve benzerleri de bu kabildendir:
"Onlar mü ymin olmayacaklar diye adetâ kendine kıyacaksın"
(eş-Şuarâ: 2); "And olsun, biliyoruz ki onların söyleyip durduklarından
göğsün cidden daralıyor" (el-Hıcr: 97), "O Allah'tan daha doğru
sözlü kimdir?" (en-Nisâ: 87)
Bu el-Kehf: 6. âyetteki "Hadîs", Kur'ân ma'nâsınadır.
[361] Âyet, baş tarafıyle beraber şöyledir: "And olsun
ki, biz bu Kur'ân'da insanlar için her çeşit misâli tekrar tekrar
açıklamışızdır. İnsanın cedeli (husûmeti) ise herşeyden fazladır." Yânî
insan cinsinin cedeli, herşeyin ceddinden fazladır. Cedel ve Mücâdele,
münazara, münâkaşa etmektir.
[362] Buhârî bu hadîsi burada kısaltılmış olarak getirdi.
Bunu burada getirmekten kas-dedilen ma'nâyı zikretmedi. Çünkü kısa söylemek ve
zihinleri keskinleştirip bilemek hususundaki âdeti üzere yürümektedir. Bu
kadarcık kısmiyle hadîsin geri kalanına işaret etmiştir.
Bu hadîsin tamâmı Namaz
Kitabı, "Peygamber'in gece namazına teşviki bâ-bı"nda geçmişti. Onun
sonunda "İnsanın cedeli her şeyden fazladır" fıkrası bulunmaktadır.
İşte başlık ile hadîs arasındaki uygunluk bu sebebdendir. O hadîs şöyledir:
Alî (R) şöyle demiştir:
Bir gece Peygamber (S) Alî ile kendi kızı (ve Alî' nin eşi olan) Fâtıma'yı
ziyaret için geldi de: ''Siz ikiniz namaz kılmaz mısınız?" (diye teheccüd
namazına teşvîk) buyurdu. Alî dedi ki; Ben: Yâ Rasûlallah! Nefislerimiz
Allah'ın elindedir, bizi uyandırmak istediği zaman uyandırır, dedim. Biz böyle
cevâb verince, Rasûlullah geri döndü ve bana hiçbir cevâb vermedi. Yalnız
yüzünü bizden çevirirken elini dizine vurarak: "İnsan emsinin cedeli
her-şeyden çoktu" buyuruyerdu.
Bununla ilgili
açıklamalar orada verilmişti.
[363] Bu, Mûsâ Peygamber'in ledün ilmini bilen Allah'ın
kuluna ulaşmak için genç adamıyle beraber ilim arama yolculuğuna çıkmasını ve
bu yolculukta meydana gelen olayları anlatan âyetlerin ilkidir. Bu kıssa
60.'dan 82. âyete kadar devam etmektedir. Bunu Kur'ân'dan ve mealinden de
okumalıdır. Hadîs ile âyetler birlikte okununca, kıssa daha açık olarak
anlaşılıyor.
[364] Buhârî bu hadîsi bâzı isnâd ve lafız farklılıklanyle
Sahîh'mm ondan fazla yerinde ayrı ayrı konulara delîl olmak üzere getirmiştir.
Birincisi ilim Kitabı, "Musa'nın denizde Hızır'a gitmesinin zikri
bâbı"nda geçmişti. Mûsâ Peygamber, Rabb'ine suâl edip:
— Yâ Rabb! Kullarının Sana en sevgilisi
hangisidir? demiş.
— "Beni zikreden ve unutmayan"
buyurulmuş.
— En hâkim kulun
hangisi? demiş.
— "Hakk ile hükmeden ve hevâsına
uymayan."
— En âlim kulun kim? demiş.
— "Belki bir
hidâyete delâlet edecek veya bir felâketten kurtaracak bir kelimeye rast
gelirim diye insanların İlmini tetebbu' edip araştırarak kendi ilimine
ekleyen" buyurulmuş.
Mûsâ:
— Yâ Rabbi, kullarından benden âlimi varsa bana
göster, demiş... Ledünn, -inde gibi bir zarftır. Min iedünnâ, lisânımızda
nezdimizden veya
tarafımızdan demek gibidir. Ve görülüyor ki, Min iedünnâ ilmin değil,
öğretmenin kaydıdır. Maamâfîh ta'lîmin ledünniyeti, ilmin de ledünniyetinİ
gerektirir olmaz da değildir. Şübhe yok ki, bütün peygamberlerin ilmi Allah
tarafından vahy ve ta'lîm olmak i'tibâriyle ledünnîdir. Fakat burada dikkate
lâyıktır ki, "Ve allemnâhu min iedünnâ ilmen'* kaydıyle Hızır'a ta'fîm
edilmiş olan, Mû-sâ'nınkinden bambaşka bir ilim, yânî ledünnî ilimlerden husûsî
bir ilim olduğu anlatılmıştır. Âyetteki kıssalar karînesiyle müfessirler bunu
"Gayblar ilmi, gizli ilimlerin sırdan" diye tefsir etmişlerdir.
Diğer ta'bîrle: Mûsâ'nm ilmi, hükümleri tanımak ve zahir ile fetva vermek;
Hızır'ın ilmî ise, işlerin içyüzlerini tanımak idi, demişlerdir. Buhârî'nin
Sahih'inde rivayet edilmiştir ki, Hızır: "Yâ Mûsâ, ben Allah'ın ilminden
bana öğrettiği bir ilim üzereyim kî, sen onu bilmezsin; sen de Allah 'in sana
öğrettiği bir ilim üzerindesin ki, ben onu bilmem" demiştir. Bu suretle
ledünnî ilim ta'bîri, bu husûsî İlme daha husûsî bir ma'nâ ile ıstılah
olmuştur ki, buna hakikat ilmi ve bâtın ilmi dahî denilmiş ve sûfiyye, bu
kıssaya bir hüccet olarak tutunmuştur. Hâsılı ledünnî ilim, fikrî cehd ile elde
edilemeyip Hakk tarafından sırf mevhibe olan kudsî bir kuvvenin tecellîsidir.
Eser'den müessir'e, vicdân'dan vücûd'a doğru giden bir ilim değil, müessir'den
eser'e, vücûd'dan vicdân'a gelen evveli bir ilimdir. Nefs'in vâki'a geçişi
değil, vâkı'ın nefis'te teayyünüdür. Doğrudan doğruya bir keşiftir. Fakat ledünnîla'-bîri,
bunun bilhassa Halik esrarına âid olanında daha ziyâde ıstılah olmuştur.
Lisânımızda da bir işin ledünniyâtı demek, bâtınındaki gizlilikler ve esrarı
raa'-nâsında tanınmıştır. Bu kıssada ilim için araştırma ve sefere bir
rağbetlendirme delili vardır..." (Hakk Dîni, IV, 3256-3262).
[365] İbn Abbâs'ın merfû' hadîsinde şöyle gelmiştir:
"Allah her gün Haram Beyti'-nin hacıları üzerine yüzyirmi rahmet indirir:
Altmışı tavaf edenler için, kırkı namaz kılanlar için, yirmisi oraya bakanlar
için." Bunu Beyhakî, hasen bir isnâdla rivayet etmiştir (Kastallânî).
[366] Müfessirlerin ifâdelerinden bu kayanın deniz kenarında
meçhul bir kaya olduğu anlaşılıyor. Fakat bunun Kudüs'teki ma'rûf Sahre (Kaya)
olması da muhtemeldir. Zîrâ ma'lûm es-Sahre'den zahir olan budur. Balığın
denizdeki yolunu tutup bir deliğe girmiş olması da, orada bir su deliğine
sıçramış olması ile îzâh olunabilir. Fî'1-vâki' bu Sahre'nin yanında Mûsâ İle
Hızır buluştuğundan sonra, ileride "Yine gittiler ve nihayet bir gemiye
bindiler" buyurûlacağı veçhile, gemiye bininceye kadar haylî gitmiş
olduklarına göre, buradan denize kadar epey bir mesafe bulunduğu da anlaşılma/
değildir. Ve Allah bilir ki, bu suretle bu vakıada Sahre'nin mukaddeslİk menşei
de mündemiçtir" {Hakk Dîni, IV, 3219).
[367] Bir sonraki âyetle ma'nâ daha bütün oluyor: "De
ki: Yaptıkları işler bakımından ençok ziyana uğrayanları ve kendileri muhakkak
iyi yapıyorlar sanarak dünyâ hayâtında çalışmaları boşa gitmiş olanları size
haber vereyim mi?'1 (Âyet: 103-104). Gelecek olan başlık, bu sorunun cevâbı
olmaktadır.
[368] Şu âyetler, Sa'd'in bu tefsirine delîl olmaktadır:
"Ofâsıklar ki, Allah'ın (kitâb-larında Muhammed'e îmân etmeleri
hakkındaki) ahid ve emrini - onu te'kîd de ettikten sonra bozarlar, Allah'ın
birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler, yeryüzünde bozgunculuk yaparlar,
işte onlar, ziyana uğrayanların tâ kendileridir" (el-Bakara: 27).
er-Ra'd: 25. âyet de bu konuda delîl olabilir.
[369] Hadîsin başlığa uygunluğu "Şu âyeti
okuyunuz..." sözündedir. Çünkü bu ifâde, başlık yapılan âyetin içindedir.
Bu hadîsi Müslim de Tevbe'de ve Münafıkların Zikri'nde getirmiştir.
[370] Bu, sûrenin bir ismidir. Murâdını Allah bilir. Bunun
anlamı hakkında güvenilirliği iddia edilemeyen muhtelif bâzı rivayetler de
vardır... Binâenaleyh sayılamayacak vecihler İçinde müteşâbihtir. Fâidesi de
kendi kendine bırakılacak olan aklın, ihtimâller içinde nasıl çırpındığını
göstererek yüksek arzulara erişmekte acz ve hayret mertebesini hatırlatmaktır.
Buna Râsihîn'in yâni köklü ilim sâ-hiblerinin ibtilâsı imtihanı ta'bîr olunur
(Hakk Dîni, IV, 3300-3301).
[371] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Bu hadîsi
Müslim, "Kitâbu'l-Cennet ve sıfatı naîmihâ"da getirmiştir. Orada
hadîsin biraz farklıca rivayetleri de vardır: Müslim Ter., VIII. 374, 40-2849.
[372] Bu âyetin başındaki vâv, isti'nâfiyyedir, yânı bir
suâle cevâbdır kî, bu suâl, nüzul sebebinden bilinebiliyor. Buradaki hadîs
gösteriyor ki, bu âyet, Cibril'in o suâle cevâbını hikâyedir. Nüzul sebebi ile
âyetin kendi ma'nâsı buna karine olabileceği gibi, sûrenin evvelinde "Rûfıana"
diye Cibril'in zikri geçmiş olmasından dolayı buna ince bir işaret olmuştur
{Hakk Dîni, IV, 3311).
"Önümüzde", âhirette; ""Ardımızda", dünyâda;
"İkisinin arasında", nüzul zamanından kıyamet gününe kadar herşeyİn
ilmi Allah'a mahsûstur (Celâ-leyn).
[373] Buradaki bâblar altında getirilen hadîsler, aynı
hadîsin bâzı sened ve lafız farkla-rıyle gelen rivayetleridir. Bu, Âs ibn Vâil,
Câhiliyet devrinde sayılı zındıklardan İdi. Buna Habbâb'ın verdiği cevâb:
"Ben Muhammed'e ebedî küfretmem" demektir.
[374] Tâhâ; Allah en bilendir, benzerleri gibi hecâ
harflerindendir; "Güzel îsimler"-den yemîn olduğu söylenmiş, bâzı lügatlerde "Yâ racul! Behey
adam!" demek olduğu da rivayet edilmiştir. "Tâ",
"Vatae"den emri hâzır, "Hâ", zamîr olarak "bas ona'3
yâhud "çiğne onu" diye Rasûlullah'a hîtâb olunduğu zikredilmiştir...
(Hakk Dîni, IV, 3318).
[375] "Fe'fee", Selsâl vezninde, tekellümde fâ
harfini çok söyleyen pepeyi kimseye denir, yânî ıztırârî fâ İle tekellüme
lisânı çok meyilli olur ki, iki harfte bir lisânı fâ harfine çalınır.
"el-Fe'fee", Zelzele vezninde, tekellümde fâ harfini çok söylemek
üzere pepeyî olmak ma'nâsınadır.
Temteme, Zelzele vezninde pepe, pepelikten bir nev'dir ki, kelâmı tâ ve
mîm harflerine döndürerek söylemekten ibarettir (Kaamûs Ter.1).
[376] Hadîsin başlığa uygunluğu "Sen Allah'ın elçilik
vermekle seçkin kıldığı ve kendisi için süzüp seçtiği..." kavlinden
alınır. Hadîs, bu senedie Buharı nın Müslim'den ayrı olarak rivayet ettiği
hadîslerdendir. Bunun Müslim de tarkü senea ve lafızlarla gelmiş birkaç
rivayeti vardır: Kader Kitabı, "Adem
ile Musa mn birbirlerine karşı hüccet ibraz edip çekişmeleri babı", Müslim
Tercemesı, vuı, 126-128 "2652".
[377] Hadîsin başlığa uygunluğunu, ma'nâsından almak
mümkindir. Bu hadîsin bir rivayeti Oruç Kitabı, "Âşûrâ orucu bâbı"nda
geçmişti
[378] Bu da daha önceki bâbda zikredilen hadîsin başka bir
rivayetidir. Başlığa uygunluğu "Sen imanları dünyâ zahmetleriyle bedbaht
eden zatsın kavimden alınmak mümkin olur. .
[379] Bu hadîsin bir rivayeti el-İsrâ Sûresi'nin tefsirinde
geçmişti. Bu sûrelerin bu vasıfla tafdîl edilmeleri sebebi, büyük
peygamberlerin kıssalarının ve haberlerinin zikrini ihtiva etmeleridir. İşte
"Ümîd edebilirsin, Rabb 'in seni Mahmûd maka-amına gönderecektir"
(el-İsrâ: 79) tebşîrini veren Benû İsrâîl Sûresi'nden *iBiz seni âlemlere ancak
rahmet için gönderdik" (el-Enbiyâ: 107) tebciline varmış olan el-Enbiyâ
Snresi'ne kadar bu beş sûrenin tertibi de bu esas üzeredir... (Hakk Dîni, IV,
3216).
[380] Timsâl, Allah'ın mahlûklarından bir mahlûka benzer
olarak konulmuş şeyin ismidir. Bunlar yırtıcı hayvan, kuş ve insan
şekillerinde düzülmüş heykellerdi, bunlara tapıyorlardı.
[381] Hadîs başlıktaki âyeti içine aldığı için, başlıkla
hadîs arasındaki uygunluk meydandadır. Bu hadîsin bir rivayeti el-Mâide
Sûresi'nin aynı âyetinin tefsiri sırasında geçmİştİ._ Bundan öncekiyle
birlikte âyetin baş kısmı şöyledir: "Allah: Ey Meryem oğlu îsâ, insanlara:
Allah 'ı bırakıp da beni ve anamı iki tanrı edininiz, diyen sen misin? dediği
zaman o şöyle dedi: Seni tenzih ederim, hakkım olmadık bir sözü söylemekliğim
bana yakışmaz. Eğer onu söyledimse elbette bunu bil-mişsindir. Benim içimde
olan herşeyi Sen bilirsin. Ben ise Sen 'in zâtında olanı bilmem. Şübhesiz ki,
gayblan hakkıyle bilen Sen 'sin Sen. Ben onlara Sen 'in bana emrettiğinden başkasını
söylemedim: Benim de Rabb 'im, sizin de Rabb 'iniz olan Allah'a kulluk edin,
dedim..." (el-Mâide: 116-117).
[382] İlkaa, bir nesneyi göz önüne bırakmaktır (Ukyânûs).
Bâzı müfessirlerin, Pey-gamber'e vahy veya kıraat esnasında şeytân musallat
olup da O'na vesveseler verdiği, O'nu yanılttığı veya yanıltmak istediği
yolundaki beyânları tamamen uydurma ve düzme rivayetlere dayanır. Abdulazîz
ed-Debbâğ'a göre âyetin meali şöyledir: "Biz senden evvel hiçbir rasûl,
hiçbir nebî göndermedik kî o, ümmetinin îmân etmesini temenni, arzu ve tergîb
ettiği ve buna şiddetli bir hırs gösterdiği zaman, şeytân onun bu dileği
hakkında ümmetine ille küfrü teşvîk edici bir fitne, bir vesvese meydana atmış
olmasın''. Bu âyet "Sen kendini adetâ helak edicisin"(el-Kehf: 6, Yûsuf:
103, Yûnus: 99.) âyetlerinin benzeridir... (el-İbrîz). Âyetteki "Mâ
yulkVş-şeytânu'\ "Şeytânın ilkaa edeceği" demektir, "İlkaa
ettiği" demek değildir. Kelime, muzârî'dir. Demek şeytân, rasûl ve
nebilere ilkaaâtta bulunmaya muvaffak olamamış, sâdece buna yeltenmiş, fakat
Allah onu önlemiştir, Allah en bilendir (Meâl-i Kerîm).
Bu, el-Hacc: 52. âyeti
hakkında bir tefsîr özeti:
"Bu âyet, rasûl
ile nebî'nin ma'nâlannda fark olduğunu bildirmektedir. Nebî'nin rasûl'den daha
umûmî olduğunu ifâde eden bâzı hadîsler de nakledilmektedir. Şer'î örfte
meşhur olduğuna göre, rasûl, kendine vahy olunan ve tebliğe me'mûr bulunandır.
Nebî ise tebliğe me'mûr olsun, olmasın vahy olunandır. Binâenaleyh her rasûl,
nebîdir; her nebî, rasûl değildir... "Erselnâ" fiilinin taallukuna
gelince bunu "Kattettuhâ seyfen ve rumhan " kabilinden olarak
"Senden evvel başka bir hâlde ne bir rasûl İrsal, ne de bir nebî inbâ
etmedik" takdirinde anlamak gerekir. "Ancak o hâlde ki, temenni
ettiğinde'9 -Temennî'nin esâsı gönlün arzu ettiği şeyi nefis ve hayâlde takdîr
ve tasvîr eylemektir. Ve bununla nefiste hâsıl olan surete "Umniyye"
veya "Munye" denilir ki, Fransızca "İdeal" ta'bîr olunur...
Şu hâlde "Temenni", bir umniyye beslemek, bir mefkure kurmak demek
olur. İdealistler bütün hakîkatin aslı "Ene "de olduğunu
farzettiklerinden, nefsin "Munye"sini her hakîkatin menşei gibi
farzederler ve muvaffak olmuş büyük adamları hep idealist telâkkî eylerler.
Bununla Ulûhi-yet ve Nübüvet mes'elesini de hallettiklerine zâhib olarak,
Peygamber'i bir ideâl kurmuş, bir zaman programını yapmakla uğraşmış, sonra da
peygamberlik da'vâsıyle ortaya atılmış bir idealist gibi göstermek isterler.
Fakat Kur'ân, bilhassa bu âyet ile anlatıyor ki, Nübüvvet ve Risâlet bir
"Umniyye" işi değildir. ' 'O kendi hevâsından söylemez. O, kendisine
vahy olunan bir vahiyden başkası değildir" (en-Necm: 3) olan Peygambere
temennî yakışmaz. Çünkü vahy, tama men Hakk'ın emridir. "Umniyye"yt
şeytân karışır. Başkaları şöyle dursun, nebî ve rasûl bile beşer olmaları
bakımından temennide bulunduğu vakit, umniyye-sine şeytân ilkaât yapar, hakk
olmayan şübheler karıştırır. Demek ki, Peygam-ber'in ismeti, yakîni, vahy
haysiyetiyledir. Yoksa ictihâdıyle hareket ettiği zaman hatâ mümkindir.
"Fe-yensahullahu mâ yılkı'ş-şeytânu = Onun üzerine Allah, şeytânın
ilkaasını nesheder, izâle eder". "Summe yukımullahu âyâtihi = Sonra
da Allah o âyetlerini muhkemleştirir", hiçbir veçhile reddi kaabil olmayacak,
hatâ ihtimâli bulunmayacak surette kuvvetleştirir. Burada "Summe",
zamanda değil, rütbede terâhî içindir. Çünkü ihkâm, nesihten a'lâ mertebededir...
(Hakk Dîni, IV, 3412-3416).
Müteâkib âyet şöyledir:
"(Allah'ın buna müsâade buyurması) şeytânın meydana atacağı fitneyi
kalblerinde bir maraz bulunanlara, yürekleri katı olanlara bir imtihan
(vesilesi) yapmak içindir. Hiç şübhe yok ki, o zâlimler uzak bir ayrılık
içindedirler. Bir de bu, kendilerine ilim verilenlerin, onun (Kur'ân'm) muhakkak
Rabb 'inden gelen bir gerçek olduğunu bilip de ona tam îmân etmeleri ve
kalblerinde tam bir itmi'nân hâsıl olması içindir. Şübhesiz ki, Allah (o suretle)
îmân edenleri doğru yola iletir" (Âyet: 53-54).
[383] Hadîsin başlıktaki âyetle ilgisi meydandadır. Bunun
biraz takdim te'hîrli bir rivayeti Peygamberler Kitabı, "Ye'cûc ve Me'cûc
kıssası bâbı"nda geçmişti. Buradaki rivayetin sonunda isimleri verilen üç
râvî de bu hadîsi yine el-A'meş'ten, aynı metinle riayet etmişler, yalnız
"S«ftâr<5"lafzmı, diğer bir cemi' olan "Sekrâ" şeklinde
getirmişlerdir. Bu kelimelerin ikisi de cemi' olup ma'nâda hiçbir fark yoktur.
[384] Hadîsin başlığa uygunluğu açıktır. Bu, Buhârî'nin
Müslim'den ayrı olarak rivayet ettiği hadîslerdendir.
"İnsanlardan kimi
de Allah'a yalnız bir taraftan ibâdet eder"; bu, can ve gönülden değil de,
bir kenardan, bir husûsî maksad için dindarlık eder veya dil ucuyla müslümân
olur, demektir. Başlık içinde gelen tefsirde "Alâ harfin", "Alâ
şekkin" yânî "Şekk üzere" ibâdet eder denildiği gibi,
tereddüdlü, şübheli bir dindarlık yapar denmiş olmaktadır. Bunun nüzul sebebinde
bir rivayete göre kalbleri İslâm'a alıştırılanlardan Uyeyne ibn Bedr, Akra' ibn
Habis, Abbâs ibn Mırdâs birbirlerine: Muhammed'in dînine gireriz, eğer bize bir
hayır isabet ederse hakk tanırız, yoksa bâtıl tanırız, demişlerdi.
[385] Hadîslerin başlığa uygunlukları meydandadır. Kays ibn
Ubâd'm ifâdesi de bu âyetin İslâm'ın ilk harbinin ilk mübârizleri hakkında
indiğini bildirmektedir.
Ebû Zerr hadîsinin bir
rivayeti Mağâzî Kitâbı'nda, "Bedir gazvesi bâbı"n-da da geçmişti.
Bedir'dekİ ilk
muharebe, münferid mübâreze hâlinde başlamış ve Kureyş ordusunun başkumandanı
Utbe ibn Rabîa, kardeşi Şeybe ile oğlu Velîd'i yanına alarak meydana atılmış
ve Hâşim oğullan'ndan cenkçi istemişti. Bunlara Alî, Hamza, Ubeyde ibn Haris
(R) karşı çıkmışlardır. Alî, Velîd'i; Hamza, Şeybe'yi tepelemiş, fakat Ubeyde
ile Utbe birbirlerini yaralamışlardır. Alî ile Hamza ye^ tişip Utbe'yi de
öldürmüşlerdir. İşte Ebû Zerr Gıfârî, imanlılarla imansızları temsîl eden bu
iki zümrenin hâlini anlatan "Şu ikisi Rabb Heri hakkında muhakemeye durmuş
iki hasımdırlar" âyetinin, isimlerini saydığı kimseler hakkında indiğini
kesin bir İfâde ile haber vermiştir.
imanlılarla îmânsızlar arasındaki bu hakk ve bâtıl mücâdelesi tâ Âdem
Pey-gamber'den beri bütün insanlık târihinde süregelmiş ve kıyamete kadar da
ardı arası kesilmeden devam edecektir. Hakk Taâlâ bizleri "Kelimetu'İlahı
en üstün kılma yolundaki" bu devamlı mücâhede ve mücâdelede imanlılar
saffında yaşamak, imanlılar saffında ölmek ve imanlılar saffında tekrar
dirilip cennette ebedî ve sonsuz ni'metlere nail olmak nasîb eylesin! Âmîn.
[386] Bundan sonraki âyetler şöyledir: "Sonra onu sarp
ve metin bir karargâhda bir nutfe yaptık. Sonra o nutfeyi bir kan pıhtısı
hâline getirdik, derken o kan pıhtısını bir çiğnem et yaptık, o bir çiğnem eti
de kemiklere kalbettik de o kemiklere de et giydirdik. BiVâhare onu başka
yaratılışla inşâ ettik. Suret yapanların en güzeli olan Allah'ın şâm ne
yücedir! Sonra siz bunun arkasından hiç şübhesiz ki ölüler olacaksınız. Sonra
siz kıyamet gününde muhakkak diriltilip kaldıralacak-Sinız" (Âyet: 12-16).
Sülâle kelimesi Seli
masdarından alınmıştır. Seli, birşeyi birşeyden rıfk ve mülâyemetle sıyırıp
çıkarmak demektir. Nitekim lisânımızda da ma'rûf olduğu üzere kılıcı kınından
sıyırıp çekmeye "Selli seyf" ta'bîr olunur. Böylece "Fuâle"
veznindeki isimler, titredikleri fiile nazaran bazen gaye olurlar,Hulâsa gibi
ki, Sülâle bu kabildendir. Bazen de olmazlar "Kulâme",
"Kun'ase" gibi... Şu hâlde birşeyin sülâlesi, o şeyden sıyrılıp
çıkarılan bir netîce demek olur. Evlâd ve zür-riyete de Sülâle denilmesi bu ma'nâ
İledir. Bu münâsebetle Sülâle ta'bîrinden bir silsile anlamı da tahayyül
ederiz. Lâkin esâsında bu anlam şart değildir. Çünkü Sülâle, asim değil, ondan
çıkarılan hulâsanın ismidir. İşte insan yaratılma mertebelerinde evvelâ böyle
çamurdan sıyrılıp çıkarılmış bir Sülâle'den yaratılmıştır ki, bu mertebe, ilk
insan olan Âdem'in halk olunduğu ve binâenaleyh insan cinsinin, insan
uzviyetinin ilk başladığı mertebe olmakla hiçbir insan tohumu ile sebkat
edilmiş değildir.. {Hakk Dîni, IV, 3430-3437).
Yüce Allah bu âyetlerde insanın varlık âlemine çıkış, yaşayış ve âhirete
geçiş merhalelerini dokuz safha hâlinde özetlemiştir.
[387] Ebû Zerr'in nüshasında burada birkaç kelimelik bîr
ziyâde ve şerhleri daha vardır. Nitekim bunlar, Sultân Abdülhamîd'in
nüshasında da haşiyeye konulmuştur. Aynî bu ziyâdeyi yazmadığı için, biz de
terkettik
[388] Hulâsa, Kur'ân, "Toplamak" ma'nâsma olan
"Karae" kökünden türemişi "Tilâvet etmek" ma'nâsına olan
"Karae"den değil (Kastallânî).
[389] Ebû Zerr'in rivayet ettiği nüshada burada birkaç kelime
ve şerhleri daha vardır. Nitekim bunter Sultân Abdülhamîd Hân'ın bastırdığı
nüshanın haşiyesinde de vardır. Aynî, bu ziyâdeleri yazmadığı için, biz de bu
sebeble onları terkettik.
[390] Başlıktaki âyete göre, ilk Önce koca, dört kerre arka
arkaya hâkimin huzurunda karısına işaret ederek: Karıma zina isnâd etmekte ben
muhakkak doğru söyleyenlerdenim vallahi! diye yemîn eder. Beşincide de: Eğer
ben yalancılardan isem, Allah'ın la'neti üzerime olsun! der. Bunun üzerine
kadın kalkar ve kocasına işaret ederek dört defa: Allah adına yemîn ederim ki,
şu kocam bana zina isnadında yalancılardandır, der. Beşincide de: Eğer $u adam
bana zina isnadında doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gadabı üzerime olsun!
der.
[391] Bu çocuk ile anası arasındaki hususta icmâ'dır. Keza
çocuk ile anası tarafından olan pay sahihleri arasında da böyledir... (Aynî).
[392] Hadîsin başlığa uygunluğu, içinde zikredilen âyetten
alınır. Hadîs, aynı isnâd ve metinle kısmen Şehâdet Kitâbı'nda, "Bir kimse
birşey İddia ettiği yâhud zina isnâd eylediği zaman beyyine araması lâzım gelir
bâbı"ııda da geçmişti.
'Şerîk ibn Sehmâ, bu
Sehmâ Şerîk'in anasının ismidir, babası Abde el-Aclânî'dir. Bu Abde ise Âsim
ibn Adiyy'in amcası oğludur. Hilâl ibn Umeyye'-nin karısı da Âsim ibn Adiyy'in
kızıdır.
Meclisîe bulunanların
kadına yaptıkları hatırlatma ve bundan önce de Pey gamber'in: La'netleşme
yemininden dönecek var mı? suâli, kadının yalan yere yemîn etmesini önlemek
içindir.
Dâvûdî: Bu hadîslerde
haber verilen iki vakıa bir zamanda vuku' bulmuş ve âyet de ikisi hakkında
inmiş bulunması muhtemeldir, dedi. Nevevî de, âyetin iki vakıa hakkında
indiğini, fakat Hilâl'in la'netlemesinin Önce vâki' olması ihtimâlinin ziyâde
olduğunu söyledi. Cumhur Ia'netleşmenin hükmü, la'netİeşme ile veya hâkimin
ayirmasıyle karı-kocanın ayrılacağı şeklinde olduğunda ittifak etmişlerdir. Çok
ağır bir şehâdet ve yemin olan bu Ia'netleşmenin karı-kocaya sabit olan
fâidesi, kocanın zina iftirası atma cezası olan seksen deynekten
kur-tulmasıdır. Nitekim Hilâl ibn Umeyye, Peygamber'e: Allah, arkamı
deynekle-me cezasından kurtaracak bir vahy indirecektir, demişti. Aynı zamanda
kadının da kirlettiği aile namusunu temizlemesidir. Kadın la'netleşme İle, zina
cezasından kurtulmuş olur.
Bu hadîslerde zinâkâr
olarak zikredilen, fakat adı açıkça söylenmeyen kadının adı, Havle olduğu,
ancak birinci hadîsteki en sahih kavle göre Havle bin-tu Kays olup, bu
hadîsteki Havle bintu Âsim olduğu, Buhâri ve Müslim dışındaki kitâblarda
belirtilmiştir. Şerik ibn Sehmâ da her iki vak'anın zinâcı erkeği olduğu, bu
hadîslerde açıkça bilinmiş oluyor... (Aynî).
[393] Hadîsin başlığa uygunluğu "Rasûlullah o
kan-kocayı Allah'ın buyurduğu gibi la'netleştirdi" sözünden alınır. Bu
hadîste geçen adam da yine önceki hadîste geçen Uveymir ei-Aclânî'dir. Bu
hadîste çocuğun nefyedilmesi hükmü ziyâde olmuştur. Rasûlullah yukanki hadîste
de geçtiği gibi, la'netleşen karı-koca arasını ayırmıştır, yânî kesin olarak
boşamakla hükmetmiştir. Birçok müctehidler, la'netleşme İle veya hâkimin
ayırması ile, karı-koca ayrılığının meydana geleceğinde ittifak etmişlerdir.
Ebû Hanîfe ise bu hadîse tutunarak ayrılığın la'netleşme ile değil, hâkimin
ayırma hükmüyle vukua geleceğini îercîh etmiştir. Yine Ebû Hanîfe, hâkimin
hükmü ile ayrıldıktan sonra, bu karı-koca birbirlerine ebedî haram olurlar,
demiştir.
[394] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır.
Ifk, aslı ve esâsından
çevrilmiş, hakikati tahrîf edilmiş söz, yânî yalan, iftİ-râ, bühtan demektir.
Bühtan da ansızın atılıp insanı şaşırtan, donduran büyük iftira
demektir. Hz. Âişe annemize bu zina iftirasını atan ve bunun yayılmasına sebeb
olan kişi, kendisinin bu hadîste bildirdiği gibi, Medîne'deki münafıkların
başkanı bulunan Abdullah ibn Ubeyy ibn Selûl idi. Selûl, onun anasının adıdır.
[395] Safvân ibn Muattal, Selemli'dir, Zekvân'da ikaamet etmiştir.
Ebû Amr künyesi ile meşhurdur. Kıdemli ve faziletli sahâbîlerdendir. Birçok
gazvelerle hazır bulunmuştur. Onyedinci hicret yılında Ermenistan fethinde
şehîd olmuştur.
[396] Berîre'nin bu samîmi ve safça şehâdetini Taberânî şu
tafsil ile rivayet etmiştir:
Berîre: Ben Âişe'nin
hizmetinde bulunduğum zamanlarda kusur sayılacak bir hareketini görmedim.
Yalnız ben bir kerre hamur yoğurmuştum. Kendisine şu hamuru gözetle de ben bunu
pişirmek için ateş yakayım, dedim. Ben gittim, sonra Âişe gaflet etmiş, besi
koyunu gelip hamuru i'yemişti, demiştir.
[397] Sa'd ibn Muâz, Evs kabîlesinin büyüğüdür. Evsîler de
Neccâr oğullan'ndandır. Sa'd, hicretten evvel Mus'ab ibn Umeyr Medine'ye
geldiği zaman müslümân olmuş kıdemli sahâbîlerdendir. Bedir ve Uhud gazalarında
bulunmuş, Hendek harbinde aldığı bir ok yarası sebebiyle bir müddet sonra kan
kaybından şehîd olmuştur. Rasûlullah'a karşı bu konuşmayı yapan sahâbînin bir
başkası veya Useyd ibn Hudayr olduğu hakkında da rivayetler vardır...
[398] Sa'd ibn Ubâde, Akabe Bey'atı'nda bulunmuş ilk
sahâbîlerdendir. Gazvelerde Hazrec kabîlesinin sancağını taşırdı. Hz. Âişe'nin
şehâdetî veçhile bu hâdiseden evvel iyi bir kimse idi. Fakat Câhiliyet
devrinden beri Arablar arasında kabile gayreti hüküm sürdüğünden, Sa'd ibn
Ubâde de Hazrecliler'i ve bu arada İbnu Ubeyy gibi azgın bir münâfıkı müdâfaa
edeyim derken haktan sapıyordu. Dikkate değer ki, bu İbnu Ubâde, Peygamber'in
vefatı üzerine Ebû Bekr'e bey'at etmekten çekinerek Şâm tarafına gitmiş ve
onbeşinci hicret yılında Havrân'da vefat etmiştir.
[399] Useyd ibn Hudayr, Akabe Bey'ati'nda bulunmuş kıdemli
sahâbîlerdendir. Bedir ve sonraki gazvelerin hepsine katılmıştır. Hz. Umer'in
halifeliği zamanında yirminci hicret yılında Medine'de vefat etmiş, namazını
Umer kıldırmıştır. Tâbutu Bakî' kabristanına götürülürken bizzat Halîfe de
tâbutun bir kolunu omuzlamak suretiyle ihtiram etmiştir.
[400] Buhârî bu hadîsi uzun ve kısa metinlerle Sahîh'mm
birçok yerlerinde getirmiştir: Bir metin Şehâdetler Kitâbı'nda da geçmişti.
Müslim de Tevbe Kitâbı'nda getirmiştir: Müslim Ter., VIII, 279-291.
Uzun bir metin ile İfâde edilen bu mühim hadîsten pekçok hükümler ve
fâideler çıkarılmıştır. Bunlar selîm akıl sâhiblerince zekâları nisbetinde
metinden anlaşılıp çıkarılabilir.
[401] Hz. Âişe'nin bu kıraatine göre ma'nâ: "Siz ona
dillerinizle yalan söylüyordunuz" demek olur. Bunun fiili "Yalan
söylemek'1 ma'nâsına "Velaka, Yeliku, Velkan"dır.
[402] Hadîsin başlığa uygunluğu "Senin hüccetin semâdan
İndi" sözünden alınır. İbn Abbâs için izin istemeye aracı olan kimse,
Âişe'nin âzâdlısı Zekvân'dır. Âişe' ye hitaben "İzin isteyen Rasûlullah'm
amcası oğludur..." sözlerini söyleyen, Âişe'nin erkek kardeşinin oğlu
Abdullah ibn Abdirrahmân'dır. Ahmed ibn Han-bel'in rivayetinde böyledir.
Bundan sonraki hadîs,
başka yoldan gelen rivayettir.
''Nisyen mensiyyen
" sözü Hz. Meryem tarafından söylenmişti: "... Keski bundan evvel
öteydim, unutulup gideydim" (Meryem: 23).
[403] Hadîsin başlığa uygunluğu "Hassan için izin
veriyor musun?" sözünden alınır, bu düşünmekle anlaşılır. Âişe'nin
Hassân'a: Lâkin sen böyle değilsin, demesi, sen iffetli kadınların etlerinden
aç olarak sabahlamadın demektir ki, bu söz Has-sân'ın, iftira kıssası vâki'
olduğu zaman Âişe'ye gıybet ettiğine bir işarettir. Hassân'ın beytindeki
"O iffetli kadınların etlerinden yemez", "O, iffetli kadınlara
gıybet etmez" demektir. Eğer gıybet eder olaydı, elbette onların etlerinden
yiyici olacaktı. Bu bir istiaredir. Bunda Yüce Allah'ın gıybetçi hakkındaki şu
kavline telmîh vardır: "Sizden herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemeyi
arzu eder mi?" (el-Hucurât: 12).
[404] Bu da geçen hadîsin başka bir tarîkidir.
Hassan ibn Sabit
münafık değildir, o gıybetten tevbe ettiğinde de söz yoktur. Nitekim haddeden
sonra İsnâd ettiği şu beyitlerle tebrîesini arzetmişti:
(İbn Hacer,
Fethu'l-Bârî, XI,102-103).
Elmahh Muhammed Hamdî Yazır da Hakk Dîni, IV, 3493'de müfessir Ebû
Hayyân'dan bu beyitleri bir iki takdim te'hîrli olarak nakletmiştir.
[405] Yânı o kadar şiddetli bir dehşete düştüm ki, beni
kaplayan gammın şiddetinden dolayı evimden çıkmış olduğum işimi bilemez oldum.
Hâlbuki Âişe hacetini yerine getirmiş bulunuyordu..Nitekim böyle olduğu daha
önceki hadîste geçmişti.
[406] Bu, Ifk kıssası hakkında diğer bir yoldan gelen
rivayettir. Bunu kısaca Müslim de Tevbe Kitâbı'nda getirmiştir.
Bu iftirayı ilk defa Abdullah ibn Ubeyy ortaya atmış, ilk evvel o tasrîh
etmiş ve halk arasında yaymış idi. Kurnaz münafıklar cinaslı lâkırdılarla
mü'minleri gizliden gizliye heyecana getirmeye çalışmış ve bu yaygaraya aldanan
şâir Hassan ve fakîr Mistah gibi bir iki sâdedil de o Ubeyy oğlu'nun tasrîhine
kapılıp iftira cezasına müstehıkk olmuşlardı. Nitekim Mıstah, Hassan, Hamne
haklarında iftira cezası icra edildi ve Safvân bir kılıç darbesiyle Hassân'a
vurup bir gözünü söndürdü (Hakk Dîni, IV, 3490).
Ubeyy oğlu'nun yaptığı
kötülüklerin en büyüğü, Peygamber'in ismet harî-mini lekelemek istemesidir. Bu
cür'etle bâzı müslümânlan da kandırmağa muvaffak olmuştu. Hz. Umer'in içtihadı
veçhile kafası koparılmak lâzım gelirken, Peygamber'İn İhtiyat ve basireti buna
mâni' oldu. Ve hakîkaten onun katli, Me-dîne halkının ehemmiyetli bir kısmını
oluşturan kabilesinin kırgınlığım çekerek üzücü bir hâdisenin meydana gelmesine
sebeb olabilirdi. Peygamber'in ırzı ile oynamak ve İslâmiyet'i can evinden
vurmak istediği hâlde, Peygamber'in bu hârika ileri görüşlülüğü ve tedbîri, her
asırda azılı İslâm düşmanlarının oyunlarına düşmemek hususunda müstakbel İslâm
mücâhidlerine ölümsüz bir tedbîr örneğidir...
[407] Âyetin baş tarafı şöyledir: "Mü'min kadınlara da
söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Zînetlerini
açmasınlar. Bunlardan görünen kısmı müstesna. Baş örtülerini yakalarının üstünü
kapayacak surette koysunlar... " Yânî: Başlarını, saçlarım, kulaklarını,
boyunlarını, gerdanlarını, sinelerini açık tutmayıp bu suretle sımsıkı
örtünsünler ve o hâlde bu emri îfâ edebilecek baş örtüsü kullansınlar.
Müfessirlerin nakline göre Câhiliye kadınları da hiç baş örtüsü kullanmaz
değillerdi. Fakat yalnız enselerine bağlar veya arkalarına bırakırlar,
yakaları önden açılır, gerdanları ve gerdanlıkları açılırdı, zînetleri görünürdü.
Demek ki son zamanlarda asrîlik sayılan gerdan açıcılık böyle eski bir
câhiliyet âdeti idi. İslâm böyle açıklığı nehyedip baş örtülerinin yakalar
üzerine vurulmasını emr ile, örtünmeyi farz kılmıştır. Görülüyor ki, bu emirde
örtünmenin yalnız vücûbu değil, husûsî bir sureti de gösterilmiştir ki, kadın
edeb ve nezâhetinin en gönül oturtucu ifâdesi bundadır. Görülüyor ki bu emir,
hâne dışında ve dâhilinde diye kayıdlanmamıştır... (Hakk Dîni, IV, 3505-3506).
[408] Bu da yukarıki hadîsin diğer bir yoldan rivayetidir.
[409] Yânı güneş olmasaydı gölge bilinmezdi, nûr olmasaydı
karanlık bilinmezdi; eşya zıdlan ile bilinir.
[410] Buhârî bu el-Hâkkaa âyetini âdeti üzere 'JAtevJ'
fiilinden dolayı istidrâd olarak getirmiştir. Hüzzâm ile rüzgâr
hâzinleri'kasdedilmiştir ki, bunlar rüzgârlardan herbirini muhakkak Allah'ın
izni ile ve belli bir mikdâr ile salıverirler (Aynî).
[411] Hadîsin sonundaki Katâde'nin sözü, hadîs içindeki
"... Değil midir?" sorusunu tasdîk edici bir cevâb olarak
söylenmiştir.
[412] Hadîs burada iki senedle getirilmiştir. Hadîsin bir
rivayeti "£>> insanlar, sakın Allah'a -O'nun eşsiz olduğunu bilip
dururken- O'na benzerler uydurmayınız" (el-Bakara: 22) âyetinin tefsiri
babında geçmişti
[413] Çünkü bu en-Nİsâ: 93- âyetinde tevbe edenin müstesna
kılınması yoktur.
[414] Bu da Öncekinin başka yoldan gelen bir rivayetidir.
Bunların birer rivayeti en-Nisâ Sûresi tefsirinde de geçmişti.
[415] İbn Abbâs, el-Furkaan âyetinin İslâm'ı tanıdıktan
sonra bilerek öldüren kaatil-le ügili olduğunu ve onun tevbesi olmadığını,
en-Nisâ âyetinin ise Câhiliyet devri müşrikleriyle İlgili olduğunu ifâde
etmiştir. İbn Abbâs'tan meşhur olan görüş budur. Fakat selef âlimlerinin cumhuru
ve bütün sünnet ehli âlimleri bu konuda gelenleri ağırlaştırmaya ve tehdide
hamletmişler ve diğer günahkârlar gibi, kaatilin de tevbesinin sahîh olduğunu
söylemişlerdir (Aynî).
[416] Bu iki başlık altındaki hadîsler.daha önceki
hadîslerin başka yoldan rivayetleridir.
[417] Buhârî bu hadîsi Sahîh'inm birçok yerinde değişik
senedlerle getirmiştir. Bunun bir rivayeti Yağmur Duası Kitâbı'nda geçmişti.
İbn Mes'ûd burada kıyâmetten evvel meydana geleceği bir hadîste bildirilen on
hâdiseden beş tanesinin vukua gelmiş olduğunu söylemiştir. Bu tefsire göre bu
âyetteki "Lizâmen", Ku-reyş ileri gelenlerinden yetmişinin Bedir'de
esîr edilmesidir.
Hadîsin daha önce geçtiği yerlerde açıklandığı üzere Duman, Mekke'de meydana
gelen kıtlık yılında açlıktan herkesin gözlerine bir fersizlik gelip herşeyi
dumanlanmış hâlde görmeleridir. Batşe, Bedir'de yetmiş müşrik ileri geleninin
öldürülmeleridir. Kamer, ayın.ikiye ayrılmasıdır. Rûm da Bizanshlar'ın
İrânh-lar'a gâlib gelmeleridir.
[418] Eyke, ağaçları sık ve birbirine örülmüş koruluk ve
orman demektir. Burada mak-sad Medyen'in yakınında bulunan ağaçlık ve sulak bir
büktür. Burada bir kavim sakindi. Allah Şuayb Peygamber'i bunlara da me'mûr
etti, kendisi o kavimden değildi (Beydâvî, Celöleyn). .
[419] Onlara çok yakıcı bir sıcak isabet etmişti.
Bodrumlara, izbelere sığındılar, oraları daha sıcak olduğu İçin yine durmayıp
dışarı çıktılar. Bu sn. da bir bulut peyda oldu. Altında toplanınca buluttan
yağan ateş hepsini yakıp helak etti (Beydâvî, Medârik, Ceİâleyn, Hâzin)
[420] Herbirinin arasında esbâtın sayısınca kupkuru birer
yol açılmak suretiyle oniki parçaya bölündü (Beydâvî, Medârik, Celâleyri).
[421] Bu, İbrâhîm Peygamber'in kavmiyle yaptığı suâl-cevâb
münâkaşası ardından, Rabb'ini onlara tanıtması akabinden ettiği
duâcümlesindendir. Bunun tamâmı Kur'ân metninden ve mealden okunmalıdır: Âyet:
69-89
[422] Başlığa uygunluğu, başlık ile ondan önceki
"Babamı da mağfiret eyle, çünkü o sapıklardandır" (Âyet: 86)
kavlinin İbrahim'in suâli ve babasını zikredilen tozlu vaziyette görmesi
kıssası hakkında olması yönündendir. Hadîsin sonunda "Gabere"nin
"Katara" ile tefsirini Buhârî, Ebû Ubeyde'den nakletmiştir. Çünkü
"...Onlarınyüzlerine ne bir toz (karalık) bulaşır, ne de bir horluk
kaplar. Onlar cennetin yaranıdırlar ki, kendileri onun içinde
ebedîkalıcıdırlar'''' (Yûnus: 26) âyetinde de böyle tefsir etmişti.
[423] Bu aynı hadîsin diğer bir yoldan rivayetidir. Bunun
daha geniş bir rivayeti Peygamberler Kitâbı'nda geçmişti.
Peygamber (S) şöyle
buyurmuştur: "Kıyamet gününde İbrâhîm, babası Âzer ile -Azer'in yüzü
simsiyah toz toprak içinde- karşılaşacaktır. İbrâhîm babasına:
— Ben sana (dünyâda) bana âsî olma demedim mi?
diyecek. Babası da ona:
— İşte bu gün sana âsî olmayacağım, diye cevâb
verecek. Bunun üzerine İbrâhîm:
— Yâ Rabb! Sen bana insan/ar diriltilecekler'!
gün beni rezîl etmeyeceğini va'd etmiştin. Şimdi Allah'ın rahmetinden çok uzak
olan babamın vaziyetinden daha çok âr ve utanmayı gerektirecek hangi
riisvâylik olabilir? diyecektir.
- Allah da:
— (Yâ İbrâhîm!) Ben cenneti kâfirlere haram kılmışımdır, buyuracak...
"
[424] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır.
Peygamber Kureyş soylarını birer birer böyle nida edip çağırmış ve peygamberliğini
onlara resmen bu şekilde duyurmuştur. Çünkü bu dînî bir akid-dir, emirdir...
Peygamber'in bu hitabesi umûmî bir muhalefetle karşılanmamıştı, çünkü bu en
yakın hısımlardan meydana gelen bir soy toplantısı idi. Hidâyete erenler îmân
edebilirlerdi, etmeyenler hakkında zorlama yapacak bir yetki ve kuvvet yoktu.
Bu toplantıda yalnız amcası Ebû Leheb'in metinde bildirilen i'ti-râzı olmuş,
Peygamber'e çirkin sözler söylemiş, bu sebeble hakkında ayrıca bir sûre inip
helak olduğu bildirilmiştir. Hakîkaten Bedir'den sonra bir çıban sebebiyle
helak olup gitmiştir. Kıyamete kadar gelecek olan Ebû Leheb zihniyetliler de
onun şahsında la'net edilip duracaktır..
[425] Bu toplantının vukuu zamanı Nişâbûrî tefsirinde İbn
Abbâs'tan, Peygamberliğin üçüncü senesidir, diye rivayet edilmiştir. O zamana
kadar peygamberliğini gizli tutuyordu. Mahdûd sahâbîleriyle namaz kılıyor,
ibâdet ediyordu. Beşinci olarak müslümân olan Ebû Zerr el-Gıfârî'yi, Alî'nin
nasıl bir dikkat ve ehemmiyet verişle gizlice Peygamber'in huzuruna götürdüğü,
yerinde geçmişti.
Taberânî'nin Ebû Umâme'den gelen rivayetinde bu da'vet ve toplantının
tekrar ettiği bildirilmiştir. Bu rivayete göre Peygamber Hâşim oğulları'nı ve
kadınlarını ve kendi Beyt ehlini toplamıştır. Bunlar arasında Âişe, Hafsa,
Ümmü Seleme de hazır bulunmuştur. Bu toplantıda da Peygamber bir hutbe okumuştur,
îbn Hacer: Bu rivayet sabit olduğuna göre, toplantının birden fazla olduğunu
ve ikinci toplanmanın Medine'de vâki' olduğunu kabul etmek gerekir. Çünkü
Âişe, Hafsa, Ümmü Seleme'nin Peygamber'in ailesine girmeleri Medine'dedir,
demiştir.
[426] es-Sarh, gerek köşk olsun, gerek arsa olsun, tavansız,
açık bir yer demektir. "Tasrîh "ten alınmadır (Şeyhzâde).
Rivayete göre Süleyman Peygamber, Yemen Melikesi Belkıs gelmezden evvel
emretmiş, îam onun yolu üzerine bir köşk bina etmiş, bembeyaz sırçadan bir avlu
yapılmış, onun altından su akıtılmış, suyun içine balık ve şâire konmuş,
Süleyman Peygamber'in tahtı tam bunun ortasına yerleştirilmiş, kendisi de üstüne
oturmuştu (Beydâvî, Râzî, Medârik).
[427] Belkîs bintu Şerâhîl ibn Mâlik ibn Reyyân. Babası
Yemen kıt'ası hükümdarı idi. Belkîs'ten başka çocuğu yoktu. Onun için Belkîs
kuvvetle hükümdarlığı elde etmişti. O ve kavmi mecûsî idiler, güneşe
taparlardı. Belkîs, hükümdarların muh-tâc
oldukları bütün malzeme ve mühimmata mâlikti (Beydâvî, Medârik, Ce/öleyn).
[428] Bu âyetle ilgili bir tefsir özeti şöyledir:
"Bizim
kanâatimizce bu âyet, hâlihazırın her dem kevn ü fesadım göstererek kıyamet ve
ba'si tasavvur ettirmek için bir nevi' istidlal sadedinde sevkolun-muştur.
"Fe hıye temurru merre's-sehâb", dağların haddizatında seyyâl gazlardan
mürekkeb olup zerrelerinde bulut buharlaşır gibi kevn ve fesâd, kimyevî
tahavvüller iîe her dem yeni bir yaratma cereyan edip durduğunu ve bu sû retle
kütlelerinin de tek pare bir hacimde sabit kalmayıp her lâhza başkalaşma ve
dağılma üzere bulunduğunu ve binâenaleyh âlemin en sabit görünen şeyleri bile
böyle her dem inkılâb İle kıyamete doğru gittiğini ve şu hâlde günün birinde
bir nefh ile o koca dağların yerinden bütün kütleleriyle yürütülüp Arz'ın başka
bir Arz'a tebdil olunabileceğini anlatıyor. Hem bu gidişin nizamsız bir ihtilâl
ile mücerred tahrîb için değil, bulutun rahmete gidişi gibi hikmet ve intizâm
ile daha yüksek bir hayâta geçirmek için olduğuna İşaret de eyliyor..."
(Hakk Dîni, V, 3709-3710).
[429] Süleyman Peygamber'in bütün insanlara örnek oiacak bu
çok güzel duası, bütün olgun insanların dâima söyleyip okumaları gereken bir
duâ olmak üzere de aynca Allah tarafından tavsiye edilmiştir:
"... Ey Rabb Hm, gerek beni, gerek ana ve babamı ni'metlendirdiğine
şükretmemi, Sen 'in razı olacağın iyi amel(ve hareketler)^ bulunmamı bana
ilham et. Zürriyetim hakkında da benim için salâh nasîb et. Şübhesİz ben Sana
döndüm. Şübhesiz ben Sana teslim olanlardanım" (el-Ahkaaf: 15)
[430] O'nun yüzünden başka herşey helak olucudur, -yânî
O'nun zâtından başka herşey, her mevcûd haddizatında ma'dûm (yok) demektir.
Çünkü O'ndan başkasının vücûdu zatî değil, Vâcibu Taâlâ'ya dayama olduğundan
her ân yokluğu kaabil ve fenaya hazırlanmış olmakla, haddizatında yok demektir
veya yok olacaktır. Ancak, O, zâtında Hayy ve Kayyûm, Vâcibu'1-Vucûd'dur.
Çoğunun tercîh ettiği ma'nâ budur. Diğer bir ma'nâya göre; Vech, kasd ve
teveccüh olunan cihet ma'nâsına olarak, O'nun yüzünden, yânî O'nun rızâsı
kasdolunan cihetten mâada herşey helaktedir demek olur ki, âhiret ni'metlerinin
fânî olmadığını anlatır. Bir de herşeyin Allah'a muzâf olan vechi, ilâhî
ilimdeki hakîkî sureti demek olur ki, herşeyin Allah'a rücû'u bununladır.
"Hüküm O'nun ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz" İşte bütün
kıssaların âhiri işbu "Ancak O'na döndürüleceksiniz" hükmüdür. Kimin
haddinedir ki, bu hükme boyun eğmesin (Hakk Dîni, V, 3759-3760).
[431] Yânî cevâbdan, hüccetten, her türlü haberden âciz ve
mahrum kalmışlardır (Meâârik).
[432] Burada hidâyetten murâd, sâde kaviî delâlet değil,
bi'l-fül ulaştırmaktır. O'nun1 için "Şübhesiz ki sen herhalde dosdoğru bir
yolun rehberliğini yapıyorsun" (eş-Şûrâ:52) âyetine aykırı olmaz. Bu âyet,
önüne ve arkasına nazaran Rasûlullah'ı tesliyedir. Çünkü en evvel merhamete
lâyık görülerek uyardığı, İslâm'ına çok istekli olduğu kavminin, yakından
sevdiği hemşehrilerinin, hısımlarının gelen hakka îmân etmeyip, bulundukları
hâlde ısrar etmeleri, Kur'ân'i işitir işitmez "Biz buna îmân ettik, biz
evvelinden müslümân idik" diyen yabancıların aksine olarak risâletin
feyzinden mahrum kalmaları kendisini mahzun etmişti (Hctkk Dîni, V, 3747-3748).
[433] Buhârî, âdeti üzere burada yine bâzı lafız ve
terkîbterin tefsirlerini nakletmektedir.
[434] Bu âyet şöyle de tercüme edilmiştir: "Herhalde
sana bu Kur'ân'ı farz kılan Allah, elbette seni bir maâde kadar geri
getirecektir"
Bu âyet, Mekke'den hicret sırasında Cuhfe'de indiğine göre, "Maâd",
"Mevt"; "Red"den murâd Mekke'ye iadedir. Yânî âhirete
göçmeden evvel seni bu çıktığın mahalle geri getirecek, Mekke'yi fethedecektir
(Hakk Dîni, V, 3759).
[435] "Fe-Ie-ya'lemenne'ltâhu": Fahruddîn er-Râzî
der ki: "Müfessirler zannettiler ki, bu âyetin zahiri üzre hamli Allah'ın
ilminin yenilenmesini gerektirir. Hâlbuki Allah,- sâdıka ve kâzibe imtihandan
evvel âlim iken, imtihan sırasında bilecek demek nasıl mümkün olur diye bunu
gösterecek, izhâr edecek, ayırdedecek ma'nâlanna hamleylediler. Biz de deriz
ki: Âyet olduğu gibi zahirine hamledil-miştir, çünkü Allah'ın ilmi bir sıfattır
ki, O'nda vâki', vâki' olduğu gibi zuhur eder. Meselâ tekliften evvel Allah
bilir ki, Zeyd itaat edecek, Amr da isyan edecek, sonra teklif vaktinde de
bilir ki o mutî', beriki âsî, yapıldıktan sonra da bilir ki o itaat etti, o
isyan eyledi; ahvâlden hiçbirinde O'nun ilmi tegayyür etmez, Eegayyür eden
ancak ma'lûmdur".
İbnu Munzir'in İfâdesi daha güzeldir: Elhak Allah Teâlâ'nın ilmi birdir.
Mevcudu, vücûdu zamanında ve evvel ve sonra olduğu gibi taalluk eder, demiştir.
Fakat şunu da unutmamak lâzım gelir ki, burada "Bilecek" demekten
mu-rad, sebebi zikr ile müsebbebe tenbîhtir, imtihan eder gibi tahkik, tebyîn
ettirecek de mükâfat ve mücâzât edecek demektir (Hakk Dîni, V, 3765).
[436] Hem kendi günâhlarını, hem de diğer insanları
saptırmaları sebebiyle, onların işledikleri günâhları yüklenecekler, çünkü
Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Her kim İslâm içinde güzel bir çığır açar
ve bu güzel çığır kendisinden sonra da uygulanıp sürdürülürse, kendi
sevâblarından hiçbirşey eksilmeksizin onu sürdürenlerin sevâblannm benzeri
kendisi lehine yazılır. Ve her kim de İslâm içinde kötü bir âdet çıkarır ve bu
kötü âdet kendisinden sonra da sürdürülürse, kendi günâhlarından hiçbirşey
eksilmeksizin onu sürdürenlerin günâhlarının benzeri de o kimse üzerine
yazılır" (Müslim, îüm, "Men senne sünneten haseneten ev seyyieten...
babı", Müslim Ter. VIII, 157, "1017", 2674).
Rasûlullah bu hadîsinde medenî insanlık âlemi için çok mühim bir esâs
va'z etmiştir. Hadîs, aynı zamanda bu âyetin bir tefsirini vermektedir. Çünkü
âyet hem dâll, hem mudili olanlar hakkındadır. Sapık olup, başkasını da
sapıtmaya çalışanlar hem dalâletlerinin, hem ıdlâllerinin günâhını çekecekler
ki, ikisi de kendi günâhlarıdır.
[437] "O sizlere nefislerinizden bir temsil
yapmıştır'".Bu temsil, şirkin bâtıllığım açıklıkla göstermek içindir.
Yânı bir mâlike mülkünde ortak farzetmek çelişkidir, bâtıldır. Bunu
nefislerinizden bir pay biçerek zaruretle anlayabilirsiniz. Hiç sizin köleniz,
uşağınız, hayvanınız, haşaratınız gibi elleriniz altında mülkünüz olan şeyler,
Allah'ın size bahşettiği mülkünüzde sizin ortağınız, denginiz olur da memlûk
mâlikine müsâvî olabilir rni? Olamaz değil mi? Hâlbuki sizir, mülkleriniz
Allah'ın vergisi, mâlikiyyetiniz a'rızî ve gelip geçicidir. Bütün bu m ;vcûdât
kendisinin îcâden mülkü olan Allah'ın ise mâlikiyyeti lâyezâl, mülkü'iden
çıkmak muhaldir. Allah bu hakikatleri böyle ayırdedip ayırmıştır. İmdi sir. n
mülkünüzden size ortak olmazken, Allah Taâlâ'nın mülkünden, mahlûkaalmdan,
kullarından kendisine ortak nasıl olabilir?
' 'Fakat o zulmedenler, hiçbir ilimsiz nevalarına tâbi' oldular'': Hevâ,
nefsin şehvetlere meyli demektir ki, "Keyf" dahî ta'bîr olunur.
Burada "İlimsiz" kaydından anlaşılıyor ki, hevâ iki kısımdır; Birisi
ilme uygun olan, birisi de olmayandır... Ve işte müşrikler birşey
bildiklerinden dolayı değil, ilme uymayan hevâları ardında koştuklarından
dolayı kendilerini heveslere esîr ederek haksızlıkla, zulümkârhkla şirke
saptılar, mâliki mülküne ortak etmek,' müsâvî tutmak haksızlığıyle Allah'a
mülkünden, mahlûkundan ortaklar uydurarak onlara taptılar, kendilerinin mâliki
imiş gibi tuttular da hürriyetlerini onlara verdiler.
"Artık Allah'ın
şaşırttığını kim yola getirir?1': Önce nevalarına ittibâ kendi fiilleri olarak
gösterilmiş, kendilerine nisbet olunmuş iken, burada İdlâl, Allah'a isnâd
edilmiştir. Çünkü onlarda o hevâları yaratan Allah Taâlâ olduğu gibi,
arzularına göre dalâlı, şaşkınlığı halkeden de O'dur. Bu idlâl de hatm ve tâbi'
mertebesine gelmiş bulunursa hiçbir veçhile hidâyet ihtimâli kalmaz. Şu hâlde
burada idlâlden murad, dalâh hatm demek olur. el-Bakara:7: "Allah onların
kalblerini mühürledi., " âyetine bak. (Hakk Dîni, V, 3820-3821).
[438] Şârih Kirmânî, Kinde'nin Kûfe'de bir yerin adı
olduğunu bildirmiştir. Şârih Aynî de bu adamın duman hakkındaki bu sözü Kinde
kabilesinden bâzı kimseler arasında söylemiş olması ihtimâli vardır, demiştir
ki, Kinde, Yemen'den çıkan en büyük kabilelerden olduğundan bu ihtimâl daha
kuvvetlidir (Kâmil Mîrâs).
[439] Çünkü "Bilmiyorum" sözü, bilinenle
bilinmeyeni ayırdetmek ma'nâsını ifâde eder ki, bu da ilimden bir nevi'dir.
Yoksa murâd, ilimsizlik ilim olur demek değildir (Kastallânî).
[440] Bu hadîs, aynı isnâdla ve fakat metinde bâzı fazlalık
ve eksiklikle Yağmur Duası Kitabı, "Müşriklerin kıtlık sırasında
müslümânlarla şefaat istemeleri bâbi"n-da geçmişti.
"Rûm mağlûb
oldu": Muhammed'e peygamberlik verildiği sıralarda Do ğu Roma ile İran,
dünyânın en büyük iki devleti idiler... Peygamberliğin beşinci, yânî Mîlâd'ın
613'üncü senelerinde bu iki komşu ve rakîb devlet birbirleriyle kanlı bir
muharebeye girişmişlerdi. İran, İkinci Husrev'in, Doğu Roma da Hı-rakl'in
hükmünde idi. Hudûdlan Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde birbirine temas
ediyordu. Filistin, Suriye, Mısır ile Irak'ın bir kısmı ve Küçük Asya Rûmlar'a
tâbi' İdi. İranlılar Rûmlar'a iki taraftan hücum ettiler. İran orduları Rûm kuvvetlerini
her iki cebheden geri atarak denize dökünceye kadar ta'kîb etmiş, Suriye'deki
bütün mukaddes şehirleri zabtetmiş. Mîlâd'ın 614'ncü yılında bütün Filistin'i
ve Kudüs'ü istilâ etmişti. Bu istilâ sırasında bütün kiliseler yıkılmış,
İrânlılar'a katılan 26.000 Yahûdî, 60.000'den fazla Hrıstiyan'ı kılıçtan geçirmişlerdi.
İran Kisrâsı'nm sarayı otuzbin maktulün kafatasıyle donatılmıştı.
Bu istilâ tûfânı burada
durmayarak Mısır'ı da basmış, Mîlâd'ın 616'mcı senesinde İranlılar bir taraftan
Nîl vadisini işgal, diğer taraftan bütün Anadolu'yu istilâ ederek İstanbul'un
Boğaziçi kıyılarına kadar gelmişler...
Romalılar'ın bu
yenilgisi haberi Mekke'ye ulaştığı zaman müşrikler ferahlamış ve müslümânlara
karşı: "Siz ve Nasârâ kitâb ehlisiniz, biz ve Farslar üm-mîyiz, bizim
kardeşlerimiz sizin kardeşlerinizi tepelediler, biz de sizi tepeleriz"
demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Muhammed'İn mu'cizesi olmak üzere bu âyet inip
"Bıd'sinin"de, yânî üç ile dokuz yıl içinde Rumlar bu yenilgilerinin
arkasından kesin olarak galebe edecekler, haberini verdi. Nitekim Ebû Bekr bu
âyet inince, o sevinen müşriklere: Allah sizin gözlerinizi aydınlatmayacak,
Peygamber haber verdi. Vallahi Rumlar bıd' sinîn içinde Fârisfer'e mutlak
galebe edecekler, dedi. Neticede üç sene üzerinde Ubeyy ibn Halef ile bahse
giriştiler. Rasûlullah "Bıd'sinîn, üç'ten dokuza kadardır, deveyi de
seneyi de uzat" buyurdu. Artırıp uzattılar. Bedir günü Rumlar Farslar'a
gâlib geldiler. Ebû Bekr de sonra o bahis tutulan yüz deveyi Ubeyy'in
vârislerinden aldı, Peygamber'e götürdü. Peygamber: "Bunu sadaka yap"
buyurdu... Bu âyetler Kur'ân'ın mu'-cizelerİndendir. Romalılar gâlib geldikleri
gün, müslümânlar da Bedir'de zafer kazanmışlardı. O galebeyi Peygamber'e Cibril
haber vermişti... Bu mu'cize-nin hesâbî olarak gerçekleşişi hakkında geniş
bilgi Hakk Dîni, V, 3795-3800'den okunmalıdır.
[441] "Yaratiş"ın, "Fıtrat "in
"Dîn" ma'nâsına da geldiğini göstermek için eş-Şuarâ: 137. âyetini
başlıkta istidrâd olarak getirdi.
Fıtrat, "İlk
yaratmak" demek olan "Fatara"&aj\ masdar, binayı nevi'
olarak yaratılışın ilk tarz ve hey'etini ifâde eder. Burada her ferdin kendine
mahsûs olan cüz'î fıtratı değil, bütün insanların insan olmak haysiyetiyle
yaratılışlarında esas olan ve hepsinde ortak bulunan küllî fıtrattır...
-"Allah'ın yaratmasını değiştiren yok'" yâhud ' 'A Hah yaratışına
bedel bulunmaz ". - Bu cümle inşâ veya ihbar olarak birkaç ma'nâya
muhtemildir: Yânî Allah'ın esas yaratışı olan fıtratı, gereği hilâfına giderek
bozmaya, değiştirmeye kalkışmayın; çünkü Allah'ın yaratışına bedel bulunmaz;
zayi' ettiğiniz bir kaabiliyeti hiçbir san'atla yerine koyamazsınız. Yâhud
Allah'ın yarattığı fıtratın hilâfına dîn uydurmaya, hükümler koymaya
kalkışmayın... Yâhud Allah'ın halkını başkalarına isnâd etmeye, başkalarını
Hâlık yerine koyup da şirk koşmaya, Allah'ın hükmünden çıkmaya çalışmayın.
Çünkü Allah'ın yarattığı mülk, sizin yarattığınız mülkünüz gibi tebdîl
olunmaz. Dîn, fıtratı değiştirmek için değil, fıtrattaki umûmî selâmeti
inkişâf ettirmek içindir. "İşte doğru dm budur"; yânî eğriliklerden
sakınıp umûm insanların üzerinde yaratılmış olduğu fıtratı, istikaametle ta'kîb
etmektir (Hakk Dîni, V, 3824-3825).
[442] Ayet ve hadîs, dîn duygusunun ve hakikat aşkının
insanlarda fıtrî oluşunu öğretmektedir. Hepsi fıtrat mîsâkında "Ben sizin
Rabb'iniz değil miyim?" (el-A'râf:172) hitabına "Evet" demiştir.
İnsan olarak yaratılmayı kabul etmekle yaradanm Rabb'liğine şâhid olmaya ahid
vermiştir. Fıtratın, Fâtır'ına delâleti tabîî olduğu için, her insanın
fıtratında, nefsine şuurunun başlangıcında vicdanının derinliğinde bir hakk
duygusu, Allah'ı tanıma gizlidir. Onun içindir ki başlarının son derece sıkıldığı
zaruret zamanlarında inâdçı kâfirler bile derinden derine yaradana bir iltica
hissi duyarlar. Nitekim "İnsanlara bir zarar isabet etti mi Rabb'lerine,
yalnız O'na dönerek duâ ederler..." (er-Rûm: 33) âyetiyle bu
hatırlanacaktır... (Hakk Dîni, V, 3822).
Bu hadîsin bir rivayeti Cenazeler Kitâbı'nda da geçmişti.
[443] Lukmân, oğlunun şahsında bütün müstakbel gençlere
verdiği bu öğüdüne, en ehemmiyyetli olan ile başladı, o da şirkten men'
etmesidir. Çünkü zulüm, birşe-yi lâyık olduğu yerden başka yere koymaktır. Şirk
Allah'ın hakkını Allah'tan başkasına vermektir. Aynı zamanda "And olsun ki
biz Âdem oğullarına üstün bir izzet ve şeref vermişizdir... " (el-îsrâ:
70) âyetiyle, Allah'ın mükerrem kıldığı, şeref verdiği insanî nefsi, mahlûka
ibâdet ettirerek zelîl etmektir. İkinci olarak büyük bir zulümdür. Çünkü
ma'bûdiuğu hiç yeri olmayan ve olmasına hiçbir veçhile imkân bulunmayan bir
mevkie koymaktır. Şirk koşmak, ma'bûdiuğu Allah'tan başkasına vermektir.
Allah'tan başkasının ise ma'bûd olmasına hiçbir veçhile cevaz ve imkân yoktur
{Hakk Dîni, V. 3844).
[444] Rasûlullah bu hadîsinde, âyetteki zulmün alelade bir
haksızlık ma'nâsına olmayıp, Allah'a ortak tanıma zulmü olduğunu Lukmân'ın
sözünü delîl getirerek tefsir etmiş oluyor. Bu hadîsin bir rivayeti îmân Kitâbı'nda
geçmişti.
[445] Bu hadîsin bir rivayeti imân Kitabı, "Cibril'in
Peygamber'e suâl sorması bâ-bı"nda geçmiş ve orada bâzı açıklamalar
verilmişti
[446] Burada Fahruddîn er-Râzî der ki: Bâzı müfessirler,
Allah Taâlâ bu âyet ile beş şeyi bilmeyi başkasından nefyetti, diyorlar. Gerçi
öyle, lâkin maksûd o değildir. Çünkü Allah Taâlâ tûfân zamanında bir kum
yığımndaki tek cevheri (atomu) ve rüzgârın onu doğudan batıya kaç kerre
naklettiğini ve nerede olduğunu bilir, bunu başkası bilmez. Şu hâlde bu beş
şeyi zikirde tahsis etmenin vechi yoktur. Bu hususta hakk olan şudur ki:
"O günden korkun" buyurması, "Şübhe yok ki, Allah'ın va'di
haktır" (Âyeı: 33) diye o günün muhakkak vukû'u te'kîd edilmesi üzerine,
"O gün ne vakit?" diye gelecek suâle karşı şu suretle cevâb
veriliyor: "Onu Allah'tan başkası bilmez ve lâkin muhakkak olacaktır"
deniliyor. Ve kaç defalar geçtiği üzere, öldükten sonra diriltmek hakkında iki
delîl de zikrolunuyor:
Birisi, Arz'ın
ölümünden sonra diriltilmesi... Burada da şöyle denilmiş oluyor: '"Ey
suâlci! Sen onun vaktini bilemezsin, fakat o olacak, Allah ona kaa-dirdir.
Nasıl ki Arz'ı ölmüşken diriltiyor, yağmuru indiriyor".
İkincisi, ibtidâ-i halktır... Yânî sen onu bilmezsen de o olacaktır,
Allah ona kaadirdir. Rahİmdekini bilip yarattığı gibi ruhâmdan yaratmasını da
bilir... (Hakk Dîni, V, 3852-3853).
[447] Âyet, önceki ve sonrakilerİyle şöyle bir
bütünlüktedir:
"Yarattığı herşeyi güzel yapan, yaratmaya da çamurdan başlayan
O'dur. Sonra O, bunun zürriyetini hakîr bir sudan yapmıştır. Sonra onu düzeltip
tamamladı. İçine ruhundan üfürdü. Sizin için kulaklar, gözler, gönüller
yarattı. Ne az şükrediyorsunuz!" (Âyet: 7-10).
[448] Ebû Zerr ve Ebû'1-Vakt rivayetlerinde iki fiilde de
böyle "Yehdi" ve ''Yubeyyin" şeklinde "yâ" harfiyle
gelmiş, bâzı nüshalarda ise "Nendi" ve "Nubeyyin"şeklinde
"nün" harfiyle gelmiştir.
[449] Önceki iki âyet şöyledir: "Bizim âyetlerimize
ancak öyle kimseler îmân ederler ki, bunlarla kendilerine Öğüt verildiği zaman,
onlar büyüklük taslamayarak, yüzü üstü secdeye kapanırlar ve Rabb 'lerini hamd
ile tesbîh ederler. Yanları yataklarından uzaklaşır, korku ve ümîd ile
Rabb'lerine duâ ederler. Kendilerini rızık-landırdığımız şeylerden de hayra
sar/ederler. Artık onlar için... " (Âyet: 15-17). Buradaki 15. âyet, secde
âyetidir. İmâm Müslim'in Ebû Hureyre(R)'den rivayet ettiği bir hadîs meali
şöyledir: "Âdem oğlu secde âyetini okuyup secde ettiği zaman şeytân
ağlayarak çeki/ir ve: Eyvah/ar olsun! Âdem oğlu secde ile me'mûr oldu, secde
etti de cenneti kazandı. Ben ise secde ile emredildiğim hâlde ayak dayattım da
akıbet hakkım ateş oldu, der" (Müslim, îmân, 35. bâb: "Namazı
terkedene kâfirlik isnadının beyânı babı", Müslim Ter., I, 132-133
"81").
[450] Bu da Ebû Hureyre hadîsinin başka yoldan bir
rivayetidir. Bu hadîsler, kudsî hadîsler'deridir. Bunların ma'nâlarını Allah,
Peygamberi'ne ya ilham ile yâhud rü'yâ ile bildirir, Peygamber de o ma'nâyı
kendi ibaresiyle ümmetine teblîğ eder. Bunun için kudsî hadîs, ma'nâsı Allah
tarafından ilham ve lâfzı Rasûlullah tarafından tertîb ve teblîğ edilen haberdir,
diye ta'rîf edilir. Kudsî hadîs'in Kur'-ân'dan farkı şöyledir: Kur'ân hem
lâfzı, hem ma'nâsı Allah tarafından vahyedilmiştir. Kudsî hadîs'in yalnız
ma'nâsı Allah tarafından ilham edilmiş, Peygamber hadîsi ise, Peygamber'in
kendi içtihadı ile vâki' olan tebliğleridir. Üçüncü kısmın hem lafzı, hem
ma'nâsı Peygamber'e âiddir.
[451] es-Sıysa: Diken, dokumacıların bezin erş ve argacını
düzdükleri dokumacı tara-ği,.horozun ayağında olan mahmuz, sığır ve geyik
kısmının boynuzu, hısn ve hisara denir ve mutlakaa hisar ve kal'aya ve palanga
gibi sarp ve mu'tenâ' yere denir (Kaamûs Ter.).
Bu âyetteki
"Kitâblilar", Yahûdîler'den Kurayza oğullan'dır. Rasûlullah ile ahde
girişmişlerken Nadîr oğullan'nın ısrarıyla dönmüşler, Ahzâb'a (yânî Medine'ye
saldıran düşman ordularına) yardım etmişlerdi. Ahzâb'ın bozulup dağıldığı
gecenin sabahı müslümânlar Medîne'ye dönüp silâhlarım bıraktıkları sı rada
Cibril, Rasûlullah'a gelmiş: "Zırhını çıkarıyor musun? Melekler henüz
silâhı bırakmadılar. Allah sana Kurayza oğullan üzerine yürümeni emrediyor, ben
de onlara gidiyorum" demişti. Bunun üzerine "ikindiyi Kurayza
oğullan'nda kılsınlar!" diye insanlara i'lân edildi, vardılar,
yirmİ-yirmibeş gece muhasara ettiler. Rasülullah'ın hükmüne inmeleri teklif
olundu, inmediler; Sa'd ibn Muâz'ın hükmüne İnmeye razı oldular. O da
muhâriblerin öldürülmesine, çocuklar ve kadınların esîr edilmesine hükmetmiş
idi ki, vak'a meşhurdur (Hakk Dini, V, 3888).
[452] Hadîsin üst taraftaki âyete uygunluğu meydandadır.
Bunun bir rivayeti Ödünç isteme Kitabı, "Borç bırakan üzerine cenaze
namazı kılma bâbı"nda da geçmişti. Peygamber'in dünyâ ve âhiret işlerinin
hepsinde mü'minlere kendi öz nefislerinden daha yakın olması şöyledir: Çünkü
Peygamber, mü'minlere işlerinin hepsinde iyilik ve selâmetlerini gerektirecek
şeylerden başkasım emretmez ve razı olmaz. Fakat nefis böyle değildir.
Binâenaleyh mü'minler Peygamber'i kendi nefislerinden daha çok sevmeli, O'nun
emrini herşeyden üstün ve geçerli tanımalıdır (Beydâvî).
[453] Bu hadîsi Müslim de Fadâil Kitâbı'nda getirmiştir:
Müslim Ter,, VII, 331 "2425". Hadîsin
başlığa uygunluğu meydandadır. Çünkü hadîs, âyetin inme sebebini beyân
etmektedir: Zeyd ibn Harise çocukken esîr edilmiş, onu Hakîm ibn Hizam, teyzesi
Hadîce için satın almıştı. Hadîce, Peygamber ile evlenince onu kendisine hediye
etmişti. Babası ve amcası sonra onu Peygamber'den istemiş, Peygamber Zeyd'i
muhayyer kılmış, o da Peygamber'i tercih etmişti. Bunun Üzerine Peygamber
Zeyd'i âzâd etmiş, oğulluk edinmişti. Onu Muhammed'in oğlu Zeyd diye
çağırırlardı (Medârik). Bu âyet inince, herkesi kendi babasının adiyle çağırmak
emredildiği için böyle yapılmıştır.
[454] Buradaki fitne, dînden dönmeleri ve müslümânlarla
savaşmalarıdır (Beydâvî).
[455] Hadîs başlıktaki âyeti içine aldığı için başlıkla
uygunluğu açıktır. Bu hadîs, Bu-hârî'nin Müslim'den ayrı olarak rivayet ettiği
hadîslerdendir. Bunun uzun bir metinle bir rivayeti Cihâd Kitâbı'mn baş
taraflarında geçmişti. Bu Enes ibn Nadr, Uhud harbinde şehîd edilmiştir.
[456] Başlığa uygunluğu bundan önceki hadîste söylediğimiz
gibidir. Bu hadîsin bir rivayeti de Cİhâd Kitabı, "Mü'minler içinde
Allah'a verdikleri sözde sadâkat gösteren nice erler vardır bâbf'nda geçmişti.
Denildi ki, kaybedilip de Huzey-me'nin yanında bulunan âyet et-Tevbe Sûresi'nin
sonu idi. Buna şöyle cevâb verilmişti: Hasra delîl yoktur. Her iki âyetin de
başkasında değil de, Huzeyme'-nin yanında olmalarında hiçbir mahzur yoktur.
Diğer bir cevâb: Birincisi hurma dallarından ve benzeri yazı malzemesinden
Mushaf'a nakledildiği sırada idi, ikincisi de sahîfelerinden Mushaf'a
nakledildiği sırada idi (Aynî).
Bu âyetin sübûtu âhâd yoluyla olmuştur, Kur'ân ancak tevatür ile sabit
olur denilemez. Çünkü o âyet sahâbîier yanında mütevâtir idi. Bunun için Zeyd:
Ben onu Rasûlullah her zaman okurken işitip dururdum, demiştir. Umer de: Ben
şehâdet ediyorum ki, bu âyeti Rasûlullah'tan muhakkak işitmişimdir, demiştir.
Ubeyy ibn Ka'b, Hilâl ibn Umeyye ve daha başkaları da böyle söylemişlerdir
(Kastallânî).
[457] Ma'nâ şudur: Geçen bütün peygamberler hakkında
Allah'ın sünneti, onlara halâl kıldığı şeylerle kendilerini muaheze etmemektir.
Bunda nikâhın bütün peygamberlerin sünneti, yânî kaanûnu olduğuna delîl vardır
da denildi.
[458] Başlıkta ve hadîste metni verilen âyete "Tahyîr
Âyeti" denilir. Peygamber'in kadınları dünyâ zînetleri ve bol maîşet
istemişlerdi. Bir taraftan da birbirlerine karşı besledikleri kadınlık
kıskançlığı ile Peygamber'e ezâ etmişlerdi. Bu sebeb-le huzursuz olan
Peygamber, bir ay kadar kadınlarını bırakmış ve inzivaya çekilmişti. İşte
Tahyîr Âyetleri denilen bu iki âyet, bu sebeble inmiştir. Bu muhayyer kılma
sonunda,dokuz kadın da Allah'ı, Rasûlü'nü ve âhireti terçîh etmişlerdir.
[459] Bu da geçen hadîsin başka bir yoldan gelenidir. Buharı
bunun bir rivayetini Ta-lâk'ta, Müslim ise Nikâh'ta getirmiştir: Müslim Ter., IV, 419 "1475".
[460] Âyetin tamâmı şöyledir: "Hatırla o zamanı ki,
Allah 'in kendisine nVmet verdiği ve senin de yine kendisine lütuf ta
bulunduğun zâta sen; Zevceni uhdende tut. Allah'tan kork, diyordun da
insanlardan korkuyordun. Hâlbuki Allah kendisinden korkmana daha çok lâyıktı.
Şimdi madem ki Zeyd o kadından ilişiğini kesti, biz onu sana zevce yaptık. Tâ
ki oğullukların kendilerinden ilişiklerini kestikleri zevcelerini almakta mü
'minler üzerine günâh olmasın. A ilah 'in emri yerine getirilmiştir".
[461] Âişe bu hadîsinde Meymûne bintu'I-Hâris gibi bâzı
kadınların mehirsiz olarak Peygamber'le evlenmeye tâlib olduklarına işaret
etmiştir. Bu yalnız Peygamber'e has bir uygulama İdi, ümmet ferdlerini şâmil
değildi.
[462] Âişe'nin bu sözü, kendisinin edeb ve fetânetinin
şaheser bir delilidir. Bu hadîsi Müslim de et-Talâk'ta getirmiştir.
[463] Abdullah ibn Abbâs'tan gelen rivayette, birtakım
kimseler yemek vaktinden evvel Rasûlullah'ın evine gelirler, yemek yemek için
bekleşirlerdi. Yemek yedikten sonra da gitmek bilmezlerdi. Rasûlullah bunların
saygısız hâlinden çok sıkılır, onlara çıkıp gidin de diyemezdi. Başlıktaki âyet
bunun üzerine inmiştir.
Müfessir Mukaatil'in beyânına göre, Talha ibn Ubeydillah: Rasûlullah vefat
ederse Âişe'yi muhakkak ben eş edineceğim, derdi. Bu âyet, mü'minlerin anaları
olan Peygamber kadınlarım nikâh etmenin harâmlığını bildirdi. Kurtu-bî'nin
rivayetine göre, bu âyet inince Talha bu sözünden pişmanlık duymuş ve Mekke'ye
yayan giderek Ka'be'de tevbe etmiş ve affa erişmiştir.
[464] Hicâb Âyeti, kadınların dış elbiselerini
(çarşaflarını, mantolarını, feracelerini, abalarını) giymelerine dâir hükümleri
içine alır. Bunun inme sebebi hakkında burada Enes ibn Mâlik'ten dört daha,
Âişe'den de bir hadîs gelmektedir.
[465] Bu dört hadîs ayrı ayrı senedlerle ve bâzı lafız
farklılıklanyle Enes ibn Mâlik'-ten gelen rivayetlerdir. Bunların bâzısı
Buhârî'nin İzin İsteme Kitâbi'nda ve daha başka yerlerinde de geçmişti.
Buradaki başlığa delâletleri meydandadır.
Hicâb âyeti, kadınların
dış elbiselerini (çarşaflarını, abalarım, carlarını, mantolarını) giymelerine
dâir hükümleri içine alır. Bu rivayetlerin hepsi kadınların tesettürüne
(örtünmelerine) ve erkeklere karşı örtünmelerine delâlet etmek hususunda gayet
açıktırlar.
Hicâb âyeti, üç defada
üç mertebeyi nâtık olmak üzere inmiştir:
a. "Ey Peygamber, zevcelerine, kızlarına ve
mü'minlerin kadınlarına dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle...
" (el-Ahzâb: 59) âyetiyle kadınlar ör-tünmekle mükellef oldular.
b. "... Bir de onun zevcelerinden lüzumlu
birşey istediğiniz vakit perde ardından isteyin. Bu hem sizin kalbleriniz, hem
onların kalbleri için daha temizdir..." (el-Ahzâb: 53) âyeti gereğince,
perde sarkıtmak ile emrolundular ki, bu harem ile selâmlığı ayırmak demektir.
c. "Mü'min kadınlara da
söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, zînetlerini
açmasınlar. Bunlardan görünen kısmı müstesna. Baş örtülerini yakalarının
üstüne koysunlar... "(en-Nûr: 31); <ıEy Peygamber kadınları, siz diğer
kadınlardan biri gibi değilsiniz... Evlerinizde oturun. Evvelki câhiliyet
yürüyüşü gibi yürümeyin..." (el-Ahzâb: 32-34). Bu âyetler gereğince, şer'î
bîr zaruret olmadıkça Peygamber kadınlarının evlerinden çıkmaları
nehyolunmuştu. Bundan sonra gelecek Âişe hadîsinden öğrenildiğine göre, bu
ilâhî emir de mutlak değildi: "İhtiyâç için Peygamber'in kadınlarına da
(örtünmüş olarak) evle-rinden çıkmalarına izin verilmiştir".
[466] Hadîsin başlığa uygunluğu "Hicâb Âyeti indikten
sonra..." sözünden alınır. Bu rivayete göre Şevde vak'ası Hicâb Âyeti
indikten sonradır. Buhârî'nin Ab-dest Alma Kitâbı'ndaki Umer hadîsinde ise bu
vak'a Hicâb Âyeti inmezden Önce vuku1 bulmuştur. Şârih Kirmânî bu iki rivayeti
tevfîk için, Şevde vak'asmm ve Umer'İn i'tirâzımn iki defa vuku' bulduğunu,
biri Hicâb Âyeti'nin inmesinden önce, öbürüsü inmesinden sonra olduğunu kabul
ediyor.
Umer'in bu içtihadı
"Evlerinizde oturun'* (el-Ahzâb: 33) emrinin gereği idi. Peygamber'in
kadınları diğer kadınlar gibi değildi. Onlar Peygamber kadını olmak ve
mü'minlerin analan bulunmak gibi üstün vasıflar taşıyorlardı. Bununla beraber
bu emir mutlak değildi. Bir ihtiyâç üzerine evden çıkmamak, Peygam- ı ber'in
kadınları için ağır bir külfet ve meşakkat idi. Onun giderilmesi İslâm'ın
dayandığı kolaylaştırma düstûrlarından mühim biri İdi. Nitekim bu hadîsin sonunda
verilen cevâb o meşakkati giderip, kolaylığı getirmiştir.
Diğer İslâm kadınlarına gelince, onlar için bu derece kapalılık ve
münzevî hayât yaşamaları vâcib-değİldir. Âlimlerin bu hususta ittifakları
vardır. Onlar da zînetlerinı teşhîr etmeyerek, sesinin fıtrî ahengi ile
görüşerek islâm içtimaî hayâtında faaliyetleri caiz kılman her türlü hayât
sahasında çalışabilirler. Kadınlık ismetini ve herkese hürmet telkin eden
kadınlık vakaarını muhafaza ederek alışveriş, ta'Iîm ve tedris, vekâlet, şirket,
şehâdet gibi her nevi' medenî hakları hâiz olarak hayâtı ve içtimaî
faaliyetlerde bulunabilirler.
[467] Hicâb Âyeti inip, bundan sonra Peygamber'in
kadınlarına perde arkasından söylenmesi emrolununca, Peygamber kadınlarının
babalan, oğullan, kardeşleri Rasûlullah'a müracaat edip: Yâ Rasûlallah! Biz de
başkaları gibi perde arkasından mı konuşacağız? diye sordular. Bunun üzerine
başlık yapılan âyet İnmiş ve âyette sayılan yedi sınıf hısımlara karşı örtüye
lüzum olmadığı bildirilmiştir. Şu kadar ki, bu âyette amca ile dayı
zikrolunmamıştır. Sebebi de amcanın baba, dayının kardeş gibi olmalarındandır.
Nitekim buradaki hadîste Rasûlullah'ın Âişe'ye süt amcasının ziyaretini kabul
etmesine İzin verdiği açıkça görülmektedir.
[468] "Hadîste başlığa uygunluk yoktur, çünkü bunda
âyetin tefsirinden birşey yoktur" denilmiş ise de, buna şöyle cevâb
verilmiştir: Hadîste Rasûlullah'ın "Ona izin ver, çünkü o senin
amcandır" sözünden dolayı, süt amcaların ve süt babalarının, mü'minlerin
annelerinin yanlarına girmelerinin cevazım beyân kasdedilmiş olması yönünden,
hadîs başlığa uygun bulunmaktadır.
Hadîsteki
"Teribetyemûniki = Sağ etin topraklansın" sözü, Arablar'ın
ha-kîkatini ve vukuunu kasdetmeyerek söyleyegeldikleri bir duâ cümlesidir. Çünkü
ma'nâsı "Sağ elin fakîrleşsin" demektir. Bir kimse fakîr olduğu zaman
"Teribe", zengin olduğu zaman ise "Etrabe" denilir. Sanki o
kimse toprağa değdiği zaman toprağa yapışır, topraklandığı zaman da onun toprak
kadar çok malı hâsıl olur. Sağ elin zengin olsun, elin toz toprak kadar bol mala
ersin diye duâ edilmiş olur.
Hattâbî: Bu hadîste
fıkıhtan, erkek için süt İsbâtı ve emziren kadının kocasının baba menzilesinde,
onun erkek Jcardeşinin de amca menzilesinde olduğu hükmü vardır, demiştir
(Aynî).
Bu vakıada süt ananm sütünden, kadının zevci ile zevcinin kardeşi
istifâde ederek zevç baba, kardeşi de amca makaamına geçtiklerinden, emzirme
alâka-sıyle buna fakîhler arasında "Lebenu'l-furûl" denilmiştir.
[469] Bu âyet ile Peygamber'e salât ve selâm getirmek farz
kılınmıştır. Bu farz, fıkıh ıstılahında farz-ı ayn denilen ve her müslümân için
bizzat yerine getirilmesi zarurî bulunan bir vazifedir.
Sa/ât, lügatte duâ
ma'nâsınadır. Dîn örfünde bildiğimiz ve husûsî rükünler ve
zikirlerle,kıldığımız namaz demektir. Bu âyetteki ma'nâsı, Peygamber'e ta'-zîm
ve tebrikten ibarettir. "Ey müzminler, Allah ve melekleri size salât ederler,..
" (el-Ahzâb: 43) kavlinde Allah'ın ve meleklerin, mii'minlere salâtı da
rahmet ve istiğfar ma'nâlarınadır ve müşterek bir lafzın birkaç ma'nâya
kullanılmasıdır.
Kaadi Ebû Bekr İbn
Bukeyr şöyle dedi: Bu âyet Peygamber'e İnince, kendisine selâm vermelerini
sahâbîlerine emretti. Onlardan sonra gelenler de gerek Peygamber'in kabrini
ziyarette, gerek ismi anıldığı zaman O'na selâm vermekle me'mûr olmuşlardır. Bu
selâmın ma'nâsında üç vecih vardır:
a. "Her türlü eksikliklerden ve âfetlerden
selâmet sana ve beraberinde bulunanlara olsun". Bu suretle
"Selâm"' masdar olur.
b. "Selâm seni hıfz ve siyânette, ikram ve
inayette dâim, kaaim ve kefil olsun". Bu suretle "Selâm'', Allah'ın
güzel isimlerinden olur ki "Selâmet veren en yüce zât" demek olur.
Allah'ın isimleri içinde bundan başka masdar yoktur.
c. "Selâm", Rasûlullah'a müsâlemet ve
inkıyâd ma'nâsınadır ki, "Teslîm" de budur. Nitekim Allah "Fe lâ
ve Rabbike lâ yu'minûn" (en-Nisâ: 65) buyurmuştur. İmâm Râgıb dedi ki:
"Selâm, Selâmet", dış ve iç âfetlerinden ârî olmaktır. Allah'a
"Selâm" denilmesi, kendisine lâyık olmayan şeylerden salim ve
münezzeh bulunmasmdandır.
Peygamberimize zaman ve
mahall ile kayıdlanmaksızın icmâlen salât etmek farzdır. Çünkü Allah O'na
salât etmemizi emretmiştir. Selef imamları ve tefsîr âlimleri bu emri vucûba
hamlediyorlar ve bunda icmâ' vardır. Kaadi Ebû Bekr ibn Bukeyr dedi ki: Allah
bütün halkına Peygamber'! üzerine salât etmelerini ve teslîmiyetle selâm
getirmelerini farz kılmış ve bu farzın îfâsmı muayyen bir vakte
hasretmemiştir. Binâenaleyh kişinin O'na salât ve selâmı çok yapması ve bunu
terketmemesi vâcibdir... (Hasan BasrîÇantay, Meâl-iKerîm).
[470] Hadîs, başlıktaki "Siz de O'na salât okuyun"
emrinin tam tefsiridir. Hadîste râvî Ka'b'm "Yâ Rasûlallah, biz Sana selâm
vermeyi bilmişizdir" sözüyle maksadı, Rasûlullah'ın teşehhüd esnasında
okunmasını öğrettiği et-Tahiyyâtu duâ-sındaki İıes-Selâmu
aleykeeyyuhe'n-Nebiyyu ve Rahmetu'Hâhi ve berekâtuhu - Ey Peygamber! Selâm,
Allah'ın rahmeti ve bereketleri Sana olsun"'kavlidir.
Salât da namazlarımızda
bu Tahiyyat duasından sonra okuduğumuz sale-vât dualarıdır. Bunun tam bir
rivayeti, Peygamberler Kitabı, "Allah İbrahim'i bir halîl edindi
babı", "Haddesenâ Kays ibn Hafs ve Mûsâ ibn İsmâîP'de geçmişti.
Hanefî imamlarından Kerhî: Her müslümâna en kısa cümle ile olsun
"Al-lâhumme sallı alâ Muhammedin ve sellim( — Yâ Allah, Muhammed'e salât
et veO'nu esen kıl)"diye duâedip selâmlaması farzdır, demiştir. Ebu's-suûd
da:
Bu âyet, RasûluIIah'a
salât ve selâm getirmek vâcib olduğunun en kesin delilidir, demiştir. Şu kadar
ki, tekrar edilip edilmeyeceği âyette bildirilmemiştir. Bunun için bâzı
müctehidler tekrar edileceğine, bazalin da bir mecliste bir kerresinin kâfî
olacağına kaail olmuşlardır. Nitekim secde âyetinde böyledir.
[471] Bunlar da'aynı hadîsin başka yoldan gelen
rivayetleridir. Bunların benzerleri Duâ Kitâbı'nda da gelecektir.
[472] Hadîsin daha uzun bir rivayeti Peygamberler Kitâbı'nda
geçmiş ve ilgili açıklamalar da orada verilmişti.
Bu âyet Rasûlullah'm
Zeyneb'le evlenmesinden dolayı edilen lâkırdılar üzerine; bir rivayette de
Âişe'ye iftira mes'eksİ üzerine inmiş deniliyor. Musa'ya edilen ezâ hakkında da
birkaç rivayet söylenmiştir:
a. Mûsâ çok edebü bir
zât olduğu için, bedenini kimseye göstermediğinden dolayı İsrâîl oğullarından
birtakım kimseler "Bu niye bu kadar Örtünüyor? Mutlaka bedeninde bir ayıp
veya bir âfet var" diye lâkırdı etmişler, sonra da bir gün tenhâda
elbisesini bir taşın üzerine koymuş yıkanırken Allah tarafından taşın
yuvarlanmasıyle asasını kapıp onun arkasından koşarken haylî bir kalabalık
rastgelip, kendisini Allah'ın yarattığı en güzel bir beden ile görüvermişler...
b. Kardeşi Harun'u öldürdü demişler.
c. Hâşâ zinaya nisbet etmek istemişler: Kaarûn
azgınlık ve İsyan ettiği za,-mân, sürtük bir kadına birçok mal vererek Musa'ya
nefsiyle isnâdda bulunmak üzere teşvik ve sevketmiş, fakat sonunda kadın Kaarûn
ile aralarında geçen mâ-cerâyı ikrar edivermiş... Onu lekelemek isterlerken,
Allah onu temize çıkarıp, kendilerini rezîl ve rüsvây etmiştir.
Vecîh, vecâhetli, haysiyet ve mevki sahibi, şerefli, sevgili, tam
Türkçe'siyle yüzlü idi. Onun için duasını kabul ediverdi de düşmanlarını
kahreyledi, yâhud daha yüzlü oldu, daha ziyâde şeref ve sânı arttı. Muhammed
İse Rasûlullah ve Hâtemu'n-Nebiyyîn olduğu, Allah ve Melâikesi hep O'na salevât
getirmekte bulunduğu için, Allah indinde daha vecîh, daha sevgilidir. Onun
için herhangibir hususta onu incitecek sözler söyleyenler, yalan şeyler
yayanlar, kendilerine yazık etmiş olurlar (Hakk Dîni, V, 3932-3933).
[473] ''Biz de üzerlerine Arim seylini salıverdik ";
Arim seyli önüne geçilmez sarp seyl, yâhud Arim denilen şeddin seyli veya Arim
deresinin seyli. Ebû'1-Fidâ, Târih'-inde: "Bu şeddi Me'rib arzında Sebe'
ibn Yeşcub yapmış ve ona yetmiş kadar çay akıtmış ve uzak vâdîlerden seylleri
celbeylemiş idi" der. Âlûsî de, Keşşata da der ki: "Bu sedd,
Belkîs'in yaptığı sedd idi ki, iki dağın arasını taş ve zift ile kapatarak
menbâ ve yağmur sularını biriktirmiş ve sulamak için lüzumu kadar harklar
bırakmıştı". Âlûsî'nin nakline göre, şeddin arkasına suyu habsedip birbiri
üzerine birçok kapılar ve önüne nehirlerin sayısınca oniki havuz yapmıştı...
(Hakk Dîni, V, 3956-3957).
[474] Yânî izin verdiklerinin şefaati de birdenbire
oluvermez, mevkıfta çok dururlar, dehşetli korku, helecanlar içinde beklerler,
o dereceye kadar beklerler ki, nihayet kalblerinden o dehşet ve helecan
giderildiği, yânî şefaate izin verildiği zaman, şefaat bekleyenler, şefaat eden
şefaatçilere: Rabbiniz ne söyledi? derler... (Hakk Dîni, V, 3962),
[475] Hadîsin başka bir sened ve az farklı bir metinle bir
rivayeti el-Hicr Sûresi'nİn tefsirinde geçmiş ve açıklamalar da orada
verilmişti.
[476] Bunun daha uzunca bir rivayeti eş-Şuarâ: 214. âyetinin
tefsîrinde geçmişti. Bu, Peygamber'in ilk defa peygamberliğini i'lân vak'ası
olduğundan, rivayet âlimleri bunu kısa ve uzun metinlerle birçok tarîklerden
rivayet etmişlerdir. Peygamber'in bu ilk da'veti en yakın hısımlarına olmuştu.
O'nun bu da'veti ve teblîği yakın hısımları tarafından muhalefetle
karşılanmadı. Ebû Leheb'in i'tirâzı bile te'sîrli olmadı. "Yâ
Sabâhâh" ta'bîri, Arablar arasında mühim bir hâdise vukuunda halkın
toplanması ve tedbîr alması için kullanılır.
[477] Bu sûrede tefsire âid hadîs gelmemiştir. Ancak Buhârî
bâzı ta'bîrlere âid tefsirleri nakletmiştir.
Kıimîr, esasen hurma
ile çekirdeğinin arasındaki ince zar veya çekirdeğin arkasındaki İnce pürüz
demek olup, sonra hakîr ve küçük olan şeylerde mesel olmuştur...
Garâbîb, ğaynın kesriyle Ğırbîb'in cem'idir. Gırbîb, siyahın şiddetlisi
demektir ki, te'kîden mübalâğası için kullanılır. "Garâbtbu sudun",
"Kapkara, yânî koyu kuzgûnî siyahlar" ma'nâsınadır. İşte dağların
taşlarında ve topraklarında böyle bol bol muhtelif alacalar da sâde bir
tesadüf eserinden ibaret değil, Hâlık'ın bir tahsis ve tasfiyesidir (Hakk
Dîni, V,
3982-3990-3991)
[478] Selh kelimesi, biri diğerinin lâzımı iki ma'nâ ile
kullanılır: Soymak, çıkarmak. Koyundan deriyi yüzdüm, soydum, giderdim demek
olur. Diğerinde ise, koyunu deriden soydum denilir. Açtım, meydana çıkardım
demek olur... Burada her iki ma'nâ ile tefsir edilmiştir ki, ikisi de
doğrudur... {HakkDîni, V, 4028-4029).
[479] Bu, önceki hadîsin başka yoldan gelen rivayetidir.
Buhârî bu hadîsi Sahîh'mm birçok yerinde getirmiştir. Bunun daha uzunca bir
rivayeti Bed'u'1-Halk Kitabı'nda da geçmiş ve ora ile alâkalı bâzı açıklamalar
verilmişti.
"Güneşin bu
cereyanı yalnız mekânda hareketi diye anlaşılmamalı, mekânı ve zamanı bilcümle
eserleri ve durumtarıyle vücûdda tevalisi ma'nâsına anlamalıdır. Meselâ ziya
ve hararet neşri de onun bir cereyanıdır. Mustakarr, mimli masdar, ismi zaman,
ismi mekân olabildiği gibi, "lâm"la da birkaç ma'nâya geldiğinden bu
ifâde birkaç ma'nâya sâdıktır:
a. Güneş kendisi için
takdir ve tahsis edilmiş bir istikrar sebebiyle, yânî sabit bir karar,
muntazam bir kaanûn ile cereyan eder. Hesâbsız, serseri, kör bir tesadüf değil.
b. Bir istikrar için, yânî kendi âleminde bir
karar ve denge meydana getirmek gayesiyle yâhud nihayet bir sükûna erip durmak
için cereyan ediyor.
c. Kendine mahsûs bir
istikrar zamanı için, yânî duracağı bir vakte kadar...
d. Kendine hass bir istikrar
mahalline mahsûs, yânî yerinde sabit olarak cereyan eder, mihverinde döner
yâhud kendisinin karargâhı olan âlemin faydaları için cereyan eder... Kendisi
için bir istikrar noktasına doğru gitmektedir... Bundan güneşin diğer bir
merkeze doğru hareket etmekte bulunduğu da anlaşılabiliyor. Nitekim hadîs buna
işaret etmektedir..." (Hakk Dîni, V, 4029-4031).
[480] Bu hadîslerin birer rivayeti en-Nisâ: 163. âyetinin
tefsiri sırasında da geçmişti. el-Kalem Sûresi'nde "Sen Rabb 'inin hükmüne
sabret. O balık sahibi gibi olma. Hatırla ki, o gamla dolu olarak duâ
etmişti" (Âyet: 48) buyurulmuş, bu ilâhî hitâb Yûnus Peygamber'İn mertebesinin
indirilmesine delâlet eder suretinde hâtıra gelmesi düşünülen bir yanılmayı
karşılamak için, Peygamber'imiz, peygamberler arasından bilhassa Yünus'u
zikretmiştir. Nübüvvet hususunda peygamberler arasında üstünlük yoktur. Çünkü
peygamberlikte hepsi müsâvî bir sınır üzeredirler. Başlıktaki âyetin devamı
şöyledir:
''Hani o dolu bir gemiye kaçmıştı. Derken kur 'a çekmişlerdi ve
mağlûblar-dan olmuştu. O, kınanmış bir hâlde iken kendisini hemen balık
yutmuştu. Eğer çok tesbîh edenlerden olmasaydı, herhalde insanların tekrar
diriltileceklerİ güne kadar onun karnında kalıp gitmişti..." (Âyet:
140-148).
[481] Bunun bir rivayeti el-En'âm Sûresi tefsirinde geçmiş
ve gerekli açıklamalar orada verilmişti.
[482] Kelâbâzî ile İbn Tâhir şöyle dediler: Bu, dedesine
nisbet edilen Ebû Abdillah Muhammed ibn Yahya ez-Zuhlî en-Nişâbûrî'dir.
Buhârî'den az sonra, takrîbî 257 yılında vefat etti. Buhârî bundan otuza yakın
yerde rivayet etti, fakat Muhammed ibn Yahya ez-Zuhlî ismini açıkça söylemedi.
Sâdece "Bize Muhammed tahdîs etti" der, bunun üzerine artırma yapmaz
ve onu dedesine de nisbet etmez. Böyie yapmasındaki sebeb şudur: Buhârî
Nişâbûr'a girdiği zaman, Muhammed ibn Yahya ez-Zuhlî "Lafzın yaratılması
mes'elesi"nde Buhârî aleyhine gruplaşma yapıp fesâdçıhk eylemişti. Buhârî
bu hâdiseye kadar kendisinden hadîs işitmiş idi. Bunları ondan rivayet etmeyi
terketmedi, fakat gereği gibi ismini açıkça söylemedi. Diğerleri de: Bunun
Muhammed ibn Abdillah İbn Mu-bârek el-Mahzûmî olması muhtemeldir, çünkü o da bu
tabakadandır, dediler (Aynî).
[483] en-Nesâî'nin bu konudaki rivayeti şöyledir: İbn Abbâs
dedi ki: Peygamber (S) Sâd Sûresİ'nde secde etti ve "Dâvûd, tevbe olmak
üzere secde etmişti, biz de şükr olarak secde ederiz" buyurdu. Nesâî'nin
bu rivayetine göre Sâd secdesi tevbe secdesi, Peygamberimiz için de şükr
secdesi oluyor. Dâvûd Peygamber tevbesi-nİn kabul edilmesine karşılık şükür
secdesi yapmış olduğundan, bunun okunması sırasında secde etmek sünnet
olmuştur.
Peygamber'imize
el-En'âm: 84-90 âyetlerinde isimleri sayılan bütün peygamberlerin yoluna
uyması emredilmiştir. Semavî dînlerin hepsinde ortak olan esâslarda: Allah'a,
meleklere, kitâblara, peygamberlere, âhiret gününe, kadere, öldükten sonra
dirilmeye îmân gibi. Bir de geçmiş peygamberlerin bunca mu-sîbetlere,
tehlikelere, İnkârlara göğüs germeleri, vazifelerini herşeye rağmen hakkıyîe
edâ etmiş olmaları hususunda.
[484] "el-MilletVl-âhire", "Diğer
millet" yâhud "Sonraki millet" demektir. Bu suretle
Nasrâniyyet'e işaret olur. Çünkü İslâm gelmeden evvel, o zaman için en son millet
Nasrâniyyet idi, o da Teslîs'i kabul ediyordu.
Müşrikler muhtelif maksadlarla türlü ma'bûdlar peşinde boğuşuyorlardı.
Şikaak ve ihtilâf içinde olmaları bu sebebden idi. Atalarından beri müşrikliğe
alışmış olan Câhiliye kafası, bu kadar muhtelif insanların muhtelif emelleri ve
hissiyatlarım yalnız bir ma'büdun nasıl tatmin edebileceğini düşünemiyor,
"Biz bunu, yânî ilâhları tek yapma sözünü son millette işitmedik"
diyerek Tevhîd'i şaşılacak birşey görüp reddetmek istiyorlardı... (Hakk Dîni, V, 4085).
[485] Bu hadîs aynı metin ve senedle Namaz Kitabı,
"Esîr yâhud borçlu mescidde bağlanır bâbı"nda da geçmişti,
"Bu münâsebetle şunu arzetmek vâcibdir ki, Allah'ın hayât sahibi
mahlûkları yalnız maddî âlemdeki insan ile -nevî'lerini saymakla
tüketemediğimiz-hayvanlardan ibaret değildir. "Rabb'inin ordularını
kendisinden başka kimse bilmez" (el-Müddessir: 31) mantûkunca İlâhî
orduları, mahlûkaatın nevi'Ieri ve cinslerini ancak yaratıcıları bilir.
Bunlardan akıl sahibi olarak Rasûlullah'ın haber vermesiyle bilmiş olduğumuz
iki takımı melekler ile cinnlerdir. Bunlar çeşit çeşit suretlere girmeye
kudretli olacak selâhiyette yaratılmışlardır... (Ahmed Na-îm, Tecrîcl Ter., II, 332-335).
"Benden başka
kimseye gerekmeyecek bir mülk", yânî benim hâlime mü-nâsib, bana mahsûs
bir mu'cize olsun.. Râzî, Tefsir'inin bir yerinde buna şöyle de ma'nâ
vermiştir: Yânî bana öyle şanlı bir mülk ver ki, ben ona nail olup öldükten
sonra 'Dünyâ mülkünün vefası olsa idi Süleyman'a olurdu' denilsin de kimsenin
dünyâ mülküne hırs ve rağbeti yaraşık almasın..." (Hakk Dîni, V, 4097-4098).
[486] Hadîsin başlığa uygunluğu, başlıktaki âyeti içine
almış olmasındadır. Bunun birazcık farklı bir rivayeti er-Rûm Sûresi'nin
tefsirinde geçmişti. Diğer bir rivayeti Yağmur isteme Kitâbı'nda geçti.
[487] es-Sa'lebî: Bu bir meseldir ki, Allah bunu farklı
farklı birçok ilâhlara tapan müşrik ile.Azîz ve Celîl Allah'tan başka
hiçbirşeye tapmayan mü'min için beyân etti, demiştir (Kastallânî).
[488] Bu âyetin Kur'ân'da en ümîdli âyet olduğu söylenir.
Bununla beraber dikkat edilmek lâzım gelir ki, bu ümîd, günâha teşvik için
değil, en günahkâr kimseleri bile bir an evvel tevbe ve inâbeye teşvik için
olduğu ikinci ve üçüncü âyetten apaçık görülür. Bunun nüzul sebebinde birkaç
rivayet vardır. Bunlardan biri bu hadîste İbn Abbâs tarafından bildirilendir...
Maamâfîh nüzul sebebi kâfirlerin İslâm'a girmesi mes'elesi ise de mahkûm
âsîlerin tevbesini de şâmil olduğunda şübhe yoktur, o evleviyyetle sabit olur.
Demek ki "Şübhesiz ki Allah, kendisine eş tanınmasını mağfiret etmez. Ondan
başkasını, dileyeceği kimseler için mağfiret eder... " (en-Nisâ: 48, 115)
âyeti gereğince şirkin mağfiret olunmaması tevbe edilmediği takdirdedir {Hakk
Dîni, V,
4133-4134).
[489] Bu hadîste Allah'a parmak isnâd edilmiş olup bu
müteşâbih hadîsler sırasına girmiştir. Müteşâbihler hakkında tefviz ve te'vîl
adiyle iki ilmî yol vardır. Tef-vîz yoluna tutunan selef âlimleri Allah'ı
organdan tenzih ederek, Allah için müm-kinâttan hiçbir şeye benzemeyen el,
parmak vs.yi kabul ile beraber, bunların hakîkî mâhiyetlerinin ta'yînini
Allah'a tefviz ve havale etmişlerdir. Te'vîl yolunu tutan sonraki âlimler de
bu nevi' müteşâbih lafızları hep kudretle te'vîl etmişlerdir...
[490] ZemahşeriJBeydâvî, Ebu's-suûd gibi belâgatte seçkin
olan müfessirler -başlıktaki âyet hakkında- diyorlar ki: Bu ulu söz, ¥üce
Allah'ın gayet azametine ve kudretinin kemâline ve zihinlerin hayret ettiği
büyük fiiller O'nun kudretine nisbet edilince çok küçük ve hakîr kalacağına bir
tenbîh ve âlemi yıkivermek O'na göre pek kolay birşey olduğunu temsil ve hayal
ettirme yoluyla bir ifâdedir ki, kabza ve yemîn kelimelerinin hakikat veya
mecaz olmaları ciheti düşünülmeksizin "Gecenin zülfüne kır düştü"
terkibi gibi, bütünü ile bir tavsiftir.
Diğer bâzıları da şöyle
demişlerdir: Kelâmda aslolan hakikattir, fakat hakikatin imkânsız olduğuna bir
delîl bulununca da mecaza döndürmek vâcib olur. Kabza ve yemîn kelimeleri
organlarda hakikattir, Allah'a organ subûtu mümteni' 'bulunduğuna da aklî delîl
vardır; o hâlde mecaza hamli vâcibdir. Zira "Fulân fulânın
kabzasmda(avucunda)dır" denilir. "Onun tedbîr ve teshîri
altında" demektir. "Sağ ellerinin mâlik olduğu " ta'bîrinde de
murâd, kendilerinin mülkü olmaktır. Şu ev fulânın yedinde, fulânın kabzında ve
fulâmn kabzasına geçti derler ki, hâlis mülkü olduğunu söylemek isterler. Hem
bunlar kullanılan ve meşhur mecazlardır. İbn Atıyye de: Kabza, kudretten
ibarettir, demiştir...
Yemîn, sağ demektir. Kuvvet ve kasenp ma'nâlarına da gelir... Sahîh-iMüslim'de
Âişe'den gelen rivayete göre Arz ve Semâ'nm bu kabz ve dürülmesi sırasında
insanların nerede olacağı Rasûlullah'tan sorulmuş, "Sırat üzerinde"
buyurulmuştur (Hakk Dîni, V, 4136-4137).
[491] Bunun başlığa uygunluğu '"İkinci nefhadan
sonra" sözünden alınır.
Bunun farklıca bir
rivayeti Peygamberler Kitâbı'nda 28. Bâb, 70. hadîs olarak geçmişti.
en-Neml: 87. âyette birinci nefhanın korku ne/hası olduğu açıkça
belirtilmiştir. Buna göre ikinci nefha yıkım, üçüncüsü ise kaldırma
nefhasi'dır.
[492] Başlıkla uygunluğu, üfürmeleri içine alması
bakımındandır. Başlıkta iki nefh beyân olunuyor. Birincisi yıkan nefhi sâik'th
ki, bu birinci nefha veya orta nef-hadır. İkincisi kaldıran nefhi kıyam'dır ki,
bu da ikinci veya üçüncü nefhadır. Ve Kıyamet kelimesi bu ikincideki
"Âı>'âm"ma'nâsından olmakla beraber, birinciyi de başlangıç olmak
üzere içine almaktadır. Onun için kıyametin kopması, en büyük kıyamı ifâde
eder. Buna saat, vakıa, hakka dahî denilir {Hakk Dîni, V, 4137).
Hadîs metnindeki
"Acbu zeneb", kuyruk sokumundaki kemiğin başı ve
en küçük bir parçasıdır. İbn Ebi'd-Dünyâ'nın Ebû Saîd el-Hudrî'den
rivayetinde Rasûlullah'tan "Nedir?" diye sorulmuş; "Hardal
dânesi kadar bir parçadır" buyurmuştur...
[493] İşbu el-Mu'min Sûresi de Mekkî'dir; buna Gafîr Sûresi
ve Tavl Sûresi dahî denilir. el-Mu'min "Fir'avn ailesinden olup îmânım gizlemekte
bulunan bir mü'-min de şöyle dedi: 'Siz bir adamı Rabb'im Allah'tır demesiyle
öldürür müsünüz?... " (Âyet: 28) diye beyân buyurulduğu üzere, Fir'avn
ailesi içinden îmân etmiş olan kahraman zâta işarettir ki, Yâsîn sahibi gibi
sâbıkûndandır {Hakk Dîni, V. 4141).
[494] Hâmîm mübtedâ yerindedir, "Mecâzuhâ" ikinci
mübtedâdır, "Mecâzu evâili's-suver" haberdir, cümle birinci mübtedâmn
haberidir. "Mecâzuhâ", "Tarîkuhâ" demektir (çünkü
"Mecaz, Câze, Yecûzu, Cevaz (yânî geçmek)" fiilinden geçecek yer ve
yol ma'nâsınadır). Yânî bu "Hâmîm"in yolu, hükmü sûre evvelle-rindeki
diğer kesik harflerin yoludur, hükmüdür...
Bu "Hâmîm "in
bir isim olduğu da söyleniyor. Bu görüşte olanlar Şurayh ibnu Ebî Evfâ'
el-Absî'nin bu beytinde Hâmîm'i bir isim olarak ı'râblamasmı delîl kabul
ediyorlar. Şurayh, Cemel harbinde Alî ibn Ebî Tâlib'in beraberinde idi. O gün
Alî'nin askerlerinin şiân (parolası) "Hâmîm" idi. Bu Şurayh, Sec-câd
diye lakablandırılan Muhammed ibn Talha ibn Ubeydillah'a saldırdığı ve ona
mızrak sapladığı zaman, Muhammed "Hâmîm" demiş, fakat iş işten geçmiş,
bunun üzerine Şurayh metindeki beyti söylemiştir... (Aynî).
Şurayh ibn Ebî Evfâ el-Absî, Cemel harbinde Alî'nin maiyyetinde idi. Muhammed
ibn Talha'nın başında siyah bir sarık vardı. Alî, ordusuna: Başında siyah sarık
olanı öldürmeyin, dedi. Muhammed ibn Talha'yı ancak babasına olan itaati,
iyiliği o sarığı başından çıkartmıştı. Bu sırada Şurayh onunla karşılaştı ve
mızrağını ona sapladı. Muhammed: "Hâmîm "i okudu. Şurayh da onu
Öldürmüş oldu. Bunun üzerine Şurayh üzülerek bu beyti söylemiştir...
(Kastal-lânî).
[495] el-Alâ ibn Ziyâd, ez-Zumer: 53. âyetini zikretmekle
birlikte, el-Mü'min: 43. âyetine de İşaret etti. Bunu onların israftan
dönmelerini ve ölümlerinden önce tev-beye çabuk davranmalarını istemek için
yaptı. Bu el-Alâ ibn Ziyâd el-Basrî, et-Tâbiî, az hadîs rivayet eden zâhid bir
kişidir. Onun el-Câmi'u's-Sahîh'de bundan başka yerde zikri yoktur. Hicretin
94. yılında vefat etmiştir (İbn Hacer ve Aynî).
[496] Buhârî bu hadîsin bir rivayetini Ebû Bekr'in menkabeleri
bâbı'nın sonunda getirmişti.
Ca'fer ibn Muhammed şöyle dedi: Ebû Bekr, Fir'avn ailesinin mü'mİnin-den
daha hayırlıdır, çünkü o îmânını gizliyordu, Ebû Bekr ise açıktan "Siz bir
adamı RabbUm Allah'tır demesiyle öldürür müsünüz?" demiştir. Başkası da
şöyle dedi: Ebû Bekr, Fir'avn ailesinin mü'mininden daha hayırlıdır. Çünkü o
dille söylemekle yetindi. Ebû Bekr ise lisânın ardından elini tâbi' kıldı, da,
Mu-hammed'e hem dili, hem de eliyle yardım etti (Kastallânî).
[497] Yânî sizde yarattığım te'sîr ve teessürü, size tevdî'
ettiğim muhtelif vaziyetlerin îcâblarını yerine getirin, vazifelerinizi yapın.
[498] Çünkü "O kulakları sağır edercesine haykıracak
olan ses geldiği zaman, o gün kişi biraderinden, anasından, babasından,
karısından ve oğullarından kaçacak... "
(Abese: 33-37) derecede aşırı şaşkınlık ve dehşet kaplamasından dolayı
birbirine meyletmek ve acımak zail olmuştur. Bu âyetin devamında buyurulduğu
gibi "Bunlardan herkesin kendine yeter bir işi (bir derdi, belâsı)
vardır".
[499] Tenakuz yoktur. Hâsılı şudur: Kıyamette birçok hâller
ve yerler vardır. Bir yerde kendilerine korku şiddetli olur da onları
soruşmalarından meşgul eder, bir yerde ayılırlar ve birbirleriyle soruşurlar
(Kastallânî).
[500] Hâsılı onlar dilleriyle gizlerler, fakat elleri ve
organları nuktedip konuşur da artık gizleme mümkin olmaz.
[501] Bu, Îbnu'z-Zurayk et-Teymî el-Kûfî'dir. Mısır'a
inmiştir. Bu el-Câmi'u's-Sahîh içinde onun bundan başka hadîsi yoktur. 232
yılında ölmüştür. Buhârî hadîsi evvelâ muallak olarak verdi, sonunda da
senedini verdi (Aynî, Kastallanî).
[502] Buhârî isnadın şevkini bilinen tertibinden ancak bunun
kendi şartı üzere olmadığını işaret için değiştirdi, denildi. Bunun sureti,
mevsûlün sureti olmasa da bu hadîs, Ebû Zerr ve el-Asîlî nüshalarında sabittir.
[503] Yânî bütün bunları dört gün içinde yaptı. Yâhud dört
gün içinde olarak yaptı. Evvelki iki de içinde dâhil olmak üzere dört ki, bunda
da gösterdiğimiz veçhile öbürleri gibi iki ma'nâ vardır. Birisi ma'denlerin ve
dağların yaratılması nevbe-ti, biri de bitkilerin ve hayvanların yaratılması
nevbeti ki, iki evvelki ile dört olur. Birisi de "Fîhâ"da.n hâl
olmasıdır ki, dört mevsimi göstermiş olur. Bu sû retle evvelki İki gün burada
dâhil olmuş bulunur. Âcizane anlayışıma göre, burada bu ma'nâ Öbüründen daha
açık ve nazmın siyakına daha uygundur. Çünkü Arz'm bereketleri ve gıdaları her
sene bu dört mevsim içinde yetişir, kemiyyet ve mikdârıyle biçimini bunlar
içinde alır. Bu haysiyetle "fT'nin "Bâreke" ve
"Kaddere" fiillerine taalluku dahî aynı ma'nâyı ifâde edebilir ve bu
ma'naca şu kayıt da vazıh olur. "Bütün araştıranlar için müsâvî olmak
üzere dört gün, zira her yerde nzık isteyenlerin hepsinin rızkı bu dört mevsim
içinde yetişir, n-zıklar müsâvî olmazsa da günler müsavidir. Dört mevsim, hepsi
için dörttür... (Hakk DM, V, 4189-4190).
[504] O günlerin uğursuzluğu şiddetli fırtınanın o günlerde
ardı arası kesilmeden devam etmiş olmasından ve bu yüzden o kavmin helake
uğramasmdandır. Yoksa müneccimlerin güya bu âyete dayanarak iddia ettikleri
gibi, bâzı günlerde, günlerin kendilerinde "Sa'd = Uğurluluk" veya
"Nahs -Uğursuzluk" yoktur. Zamanların cüz'leri haddizatında
müsâvîdir. Aralarında fark yoktur. Var olan şey. onlarda vukua gelen tâatler,
ma'siyetlerdir, İhtimâl ile delîl getirilmez (Şeyhzâ-de, Râzî). ' .
[505] "Önlerinde oton "dan murad dünyâ işleridir.
Onlar dünyânın yalnız şehvet tarafını görüp ona ittibâ' ettiler.
"Ardlarında oton "dan maksad âhiret işleridir. Onlar bu hususta
dirilmeyi, hesabı inkâr eylediler
(Beydâvî, Medârik, Celâleyn).
[506] Bu hadîs, başlıktaki âyetin ma'nâsını açıklıyor. Bu
hadîsin bir rivayetini Buhâ-rî, Tevhîd'de; Müslim, Münafıkların Sıfatı ...
Kitâbi'nda getirmiştir. Sandan sonra gelen iki hadîs de bunun değişik
senedlerle gelen rivayetleridir.'
[507] Bu da geçen hadîsin başka yoldan bir rivayetidir.
Hadîsin sonundaki "Sufyân bize bu hadîsi tahdîs eder, şöyle der
idi..." sözleri, Buhârî'nin üstadı el-Humeydî'nin bu hadîs hususundaki
kelâmmdandır. Evvelâ tereddüdü, sonra da kesin kanâat' nlHn&n açıktır. Bu
kötülenmez. Çünkü o evvelâ bu güvenilir râvîlerden hangisinin rivayet ettiği
hususunda tereddüd etmiştir: Bunlar Mansûr ibnu'I-Mu'temir, Abdullah ibnu Necîh
ve Abdullah ibnu'z-Zubeyr'in âzâdhsı olan Humeyd ibn Kays'tır. Nihayet
kendisine kesin kanâat sabit olunca, onun üzerinde karar kılmış, diğerlerini
bırakmıştır (Aynî).
[508] Başlıkta zikredilen zann, Allah hakkında yanlış olan
kötü zanndır ki, helak edicidir. Zann ikidir: Biri kurtarıcı, biri helak
edicidir. "Ben kulumun benizannı yanındayım" hadîsinin ma'nâsmı
yanlış an lam amalidir. Hasen Basrî bu âyeti okumuş da: İnsanların ameli,
Rabb'lerine olan zannlanna göredir. Mü'mİn Allah'a güzel zannda bulunur, güzel
amel yapar; kâfir ve münafık da kötü zann-da bulunur, kötü amel yaparlar,
demiştir {Hakk Dîni, V, 4197).
[509] Buradaki üç başlıkta gelen âyetlerden önceki üç âyet
şöyledir:
"O gün Allah'ın düşmanları; işte onlar toplu hâlde ateşe
sürüleceklerdir. Nihayet oraya geldikleri zaman ne yapıyor idiyseler,
kulakları, gözleri, derileri hep aleyhlerinde şâhidlik edeceklerdir. Derilerine
şöyle derler; Bizim aleyhimize niye şâhidlik ettiniz? Onlar da: Bizi, herşeyi
söyleten Allah söyletti. Sizi ilk defa O yaratmıştır. Yine ancak O'na
döndürülüyorsunuz, derler" (Âyet: 19-21)
[510] Bu sûreye "Bunların işleri dâima aralarında
müşaveredir (yânî müşavere İledir)" (Âyet: 39) kelâmından dolayı eş-Şûrâ
ismi verilmiştir.
Bu eş-Şûrâ: 11. âyetle
ilgili güzel bir tefsir özeti şöyledir:
"... Tahlîl
edilince maddiyât ve cismâniyyete ma'neviyâtı feda edecek derecede mütemayil
olan Mûseviyetifrat, ve ma'neviyâta maddiyâtı feda eden Ise-viyet tefrit demek
olur. Birisi gaye olarak teşbîhî fikri, diğeri de gaye olarak tenzîhî fikri ele
almıştır.
İslâmiyet bu iki fikrin
i'tidâl haddi olan "Tevhîdî fikr"i ele almıştır. Vakıa İslâmiyet'te
tenzîhî fikri veyâhud teşbîhî fikri tercîh eden mezheb ve meşrebler yok değilse
de, İslâm'da esas ana fikir, Tevhîdî Fikir'dir.
Teşbîhî fikir, ifrat
hâlinde ve muattal olmayan bir şekilde olarak islâm'daki hakk mezhebinde
i'tibâr görmemiştir. Tenzîhî fikre gelince: İslâm'daki tenzîhî fikir, tevhîdî
derecesini bulmadığı takdîrde dahî rûhâniyet ve hayât şaibesinden kurtarılmış
olmak suretiyle ta'dîl edilmiştir.
İslâmî hakikatin istinâd ettirildiği tevhîdî fikir pekçok âyetler ve
hadîslerle beyân edilmiş olmakla beraber, tam bir kat'iyyet ve vuzuhu hâiz
olanlarından birkaçım göstereceğiz:
Onun benzeri gibisi
yoktur. O hakkıyle işiten, kemâliyle görendir" (eş-Şûrâ: 11).
Bu âyet iki fikri
hâvidir. Birincisi "Leysekemislihişey'un", teşbîhî şekillerin
hepsini nefyeder ve mutlak tenzihtir. Eğer Cenabı Hakk yalnız bu tenzîhî fikir
ile bildirilmiş olsaydı, adetâ hiç bildirilmemiş sayılırdı. Bu fikirde ne aksiyle
mukaayese ve ne de ayniyle mukaayese mümkin değildir. Yokluk en büyük benzetme
olduğundan o fikri, beşer vicdanı ademden başka bîr ma'nâ ile anlayamaz.
İkinci hadd olan
"Ve huve's-semVu'l-basîr", teşbîhî bir fikirdir. Biz ne yapsak semî'
ve basarı düşündüğümüz zaman, kat'î teşbîhle ve bu fikre beşerî bir şekil
vermekten vicdanımızı kurtaranlayız. Bununla beraber Cenabı Hakk yal-> nız
bu teşbîhî fikir ile bildirilmiş olsaydı, maddiyât çukuruna ve âdemperestîye
(Antropomorfizme) düşmek zarurî idi. Lâkin bu iki fikrin birleşmesi öyle bir
mu'tedil fikir meydana getirir ki, ruhu tenzih ve teşbihin ifratından kurtarır.
Bundan dolayı akidesini yoklukla tefsir ettirecek mutlak tenzihten veyâhud taş
ve toprak derecesine İndirecek teşbîhâttan kurtarır.
İslâmî hikmette bu
latîf halet "Cem' ve fark" ve "Cem'u'I-cem"' şekilleriyle
ifâde edilmektedir ki, bu son terkîb tevhidi fikri iş'âr eder. İslâm'ın bayrağı
olan "Tevhîd Kelimesi" dahî, bir ikinci şekli bulunmayacak derecede
âlî bir tevhîdî fikirdir.
Lâkin tevhîdî fikri
bütün bir hikmet ve ma'rifet manzumesi şeklinde izhâr eden Kur'ân âyeti:
"nem evvel-dk, hem âhirdir; hem zahirdir, hem bâtındır; O herşeyi
kemâliyle bilendir" (el-Hadîd: 3) âyetidir. Hayâtımızı tetebbuatla
geçirdik. Büyük adamların yüksek fikrî ilhamlarının belli başlılarına, mukaddes
kitâblardaki ulvî kelimelere ıttıla kesbettik. Tamamen bîtarafâne olarak beyân
ederiz ki, bu i'câzlı âyetin ihtiva ettiği dâire hâricinde söylenebilmiş söze
tesadüf etmediğimiz gibi, bundan daha yüksek, daha ilmî, daha mu'ciz bir tasvîr
şeklini de muhal buluyoruz. Aynı ma'nânın binlerce kelime ile ifâde edildiği
oluyor, lâkin lafızlar ve kelimelerin çokluğu ne fazla vuzuhu, ne de fazla
ifhâmı mûcib oluyor.
Cenabı Peygamber,
tevhîdî fikrin içtimaî tatbîkaatını şu zarif hadîs ile bize
bildirmektedir: Sizin
en hayırlınız dünyâsı için âhiretini, âhireti için de dünyâsını terketmeyen,
insanlar üzerine bir ağırlık olmayandır".
Bu hadîs iyice
düşünülürse, İslâm'ı tamamen anlayan içtimâi bir topluluğun ne derecede
mükemmel olacağını kestirmek zor olmaz. İslâm'ın en parlak devirlerini tedkîk
edecek olursak, görürüz ki, o devirler hep tevhîdî fikrin en ziyâde anlaşıldığı
ve metin tatbîkaat gördüğü zamanlardır...
Yalnız tevhîdî fikirdir
ki, vicdâniyâtm olduğu gibi, ilmin dahî hakikati veçhile cereyanına mâni'
olamaz. Bu sebebe mebnîdir ki, en büyük mütefekkirler selâmeti tevhîdî fikirde
bulmuşlardır... Tevhîdî fikre müstenid yegâne dîn, İslâm Dîni'dir (Filibeli
Ahmed Hilmi, İslâm Târihi, Onaltıncı Bahis: Dînlerin Mukaayesesi, s. 190-196,
Ötüken Neşriyat yayını).
[511] Yânî husûmet ve ihticâca mahal yok, ey kitâb ehli!
Çünkü bu beyân ve isbât ile hakk meydana çıkmış, başkaca münâkaşaya hacet
kalmamıştır.
[512] Dînden Allah'ın izin vermediği şeyleri onlara meşru'
mu kıldılar? Meselâ müş-riklik, müteaddid hükümete tâbi'iyyet, âhireti inkâr,
zulüm, ahid bozma, takat yetiremeyecek işleri teklîf etmek gibi Allah'ın İzin
vermediği, meşru' kılmadığı, birtakım şeyleri teşrî' ediyorlar, diledikleri
gibi dîn yapıyorlar öyle mi? Fakat Allah'ın meşru' kılmadığını meşru' kılacak
hiçbir kuvvet yoktur, insanların teş-rî'deki mesaîsi Allah'ın izni hududunu
aşmamahdır (Hakk Dîni, V, 4239).
[513] Başlıktaki âyete üç ma'nâ verilmiştir: Birincisi:
Karabette sevgi, yânî hiç olmazsa size akrabalığımdan dolayı hukukumu
gözetmenizi isterim... Bunun hâsılı şöyle demek.olur: Nübüvvet ve risâletim ve
"Âlemlere rahmet" olmam haysiyyet-leriyle olan hukukumu tanımıyorsanız,
bari aramızdaki hısımlık hukukuna riâyet edin de söylediklerimi dinleyin,
düşmanlık etmeyin.
İkincisi: Bana
hısımlığı olanları, yânî akrabamı sevmenizi isterim diye ma'nâ verenler de
olmuştur. Nitekim Saîd ibn Cubeyr'in sözü bunu gösteriyordu. Bâzıları bu
karabeti Alî ve Fâtıma evlâdına tahsis etmek istemişlerdir. Üçüncüsü: Abd ibn
Humeyd'in Hasen'den rivayet ettiği gibi, yakınlıkta sevgi, yânî güzel amellerle
Allah'a yakınlık hususunda sevgi demektir ki, "Kurbâ" neseb yakınlığı
değil, "Kurbet", yânî Allah'a yakınlık ma'nâsınadir. Ve bu ma'nâ daha
umûmîdir. Hem de üstüne, altına daha uygundur (Hakk DM, V, 4241).
Hadîste Saîd ibn Cubeyr'in ve İbn Abbâs'ın verdikleri ma'nâ, neseb hısımlığıdır.
Şu kadar ki, Saîd ibn Cubeyr bu neseb hısımlığını Muhammed ailesine tahsîs
etmiştir. İbn Abbâs bunun hududunu daha geniş tutup, bütün Kureyş soylarına
şâmil kılmıştır.
[514] ez-Zuhruf, yaldızlı zînet ve bilhassa altın ve gümüş
demektir. Bu, 35. âyette geçtiği İçin, bu sûreye bu isim verilmiştir
[515] Bu vâv'm atfolması da muhtemel ise de kasem için
olması daha selistir. Zamîr, RasûluHah'a dönücüdür. Böyle hitâb esnasında gâib
zamîri, Peygamber'in şâ-nma bir ta'zîm ifâde eder. Yânî Peygamberin "Yâ
Rabb! Yâ Rabb!" dîyeduâ etmesi hakkı için söylerim ki, şunlar, şu mekre
kalkışan müşrikler îmâna gelmez kimselerdir {Hakk Dîni, V, 4288).
[516] Bundan önceki üç âyet şöyledir: "Sübhe yok ki
günahkârlar cehennem azabında ebedî kalıcıdırlar. Bu azâb onlardan
hafifletilmeyecek. Onlar bunun içinde ümîdsizlikle susacak olanlardır. Biz
onlara zulmetmedik. Fakat onlar kendileri Zâlimdiler. Şöyle çağrıştılar,..
" (Âyet: 74-77).
Mâlik, cehennem muhafızının adıdır. Bu hadîsin bir rivayeti Bed'u'1-Halk
Kitâbı'nda da geçmişti.
[517] Bu âyet, yukarıdaki "And olsun ki, onlara
'Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorarsan elbette 'Onları o Azız ve
Alîm olan Allah yarattı' derler" (9.) âyetine bakıyor. Allah'ın bütün
semâlar ve arzın yaratanı olduğunu ikrar ve i'tirâf ederlerken tenakuza bak
ki, bir de tutarlar Allah'a, kullarından bir cüz' yaparlar. Burada birkaç ma'nâ
vardır: Evvelâ hululü ibtâldir. Çünkü hulûliyye, Allah'ı kullarından bir cüz'
yapmış olur. İkincisi çocuk isnâd edenleri kötülemedir. Çünkü çocuk,
babasının_cüz'ünden hâsıl olduğu için onun cüz'üdür. Üçüncüsü müşrikler her
ma'bûda bir hıssa vermekle Allah'a kullarının küllünü değil, yalnız bir cüz'ünü
tanımış, yalnız bir hıssa vermiş oluyorlar. Diğer hıssalar diğer taptıklarının
sayılmış oluyor -Çünkü İnsan çok nankördür, apaçık-, Zîrâ küfür ve şirk,
nankörlüğün en açığıdır. Allah'ın hepsini yaratıcı olduğu ma'lûm iken sonra
dönüp Hâlık'ı mahlûk'tan veya mahlûk'u Hâlık'tan cüz' yapmak yâhud Hâ-lık'm
mahlûkunu tamamen kendinin saymayıp şirk koşmak apaçık küfür ve küf-rândır
{Hakk Dîni, V, 4268).
[518] Siz selâmete erdikten sonra tekrar asanı vurup da
ikiye ayrılmış olan suyun bir araya gelmesine meydan verme (Beydavî, Medârik).
Ahmed ibnu'l-Mübârek diyor ki: "Rehv" kelimesini Abdülazîz
ed-Debbağ'a sordum. Bana şu cevâbı verdi: Bu lafız takat getirilemeyecek
kuvvete delâlet eder. "Fulân revhdir" dediğimiz vakit, "O takat
getirilemeyecek bir kuvvete mâliktir" ma'nâsınadır... (Meâl-i Kerîm).
[519] "Duhânun miibîn: Apâşikâr bir duman". Bu
duhân hakkında iki tefsîr rivayet olunmaktadır. Birisi bundan sonraki başlık
altında gelen İbn Mes'ûd hadîsinde bildirilen şiddetli açlık ve kıtlık
seneleridir. Çünkü çok aç olan kimseye, gerek gözlerinin za'fından ve gerek çok
kuraklık ve kahtlık senelerde havanın fenalığından, semâ dumanlı görünür...
İkinci tefsirde ise Alî'den şöyle nakledilmiştir: Kıyametten evvel
semâdan gelecek bir dühândır, kâfirlerin kulaklarına girecek, tâ ki herbirinin
başı, pür-yân olmuş başa dönecek; mü'mine de ondan zükâh (yânî nezle) gibi bir
hâl arız olacak ve bütün arz, içinde ocak yakılmış fakat deliği yok bir eve
dönecek... (Hakk Dîni, V, 4297-4298).
[520] el-Batşetu'1-kübrâ = Çok büyük bir şiddet ve savletle
çarpma günü" (ed-Duhân: 16): Bu tefsîre göre bu İsimle anılan Büyük Bedir
gazasında Kureyş müşriklerinin yakalanıp öldürülmeleridir.
"el-Lizâm" (el-Furkaan: 77) da bir tefsîre göre, yine Bedir harbinde
müslümânlann ele geçirdikleri müşrik esirlerdir.
[521] Hadîs, başlık yapılan âyeti içine aldığı için
aralarındaki uygunluk açıktır. Bu-hârî bu hadîs için bundan sonra üç başlık
daha tahsîs etmiş, uzatılmış ve kısaltılmış olarak aynı hadîsi sevk
eylemiştir. Bunun birer rivayeti el-Furkaan ve er-Rûm Sûreleri tefsirlerinde de
geçmişti.
[522] Bu da geçen İbn Mes'ûd hadîsinin başka bir yoldan
gelen rivayetidir. Bunun bir rivayeti Sâd Sûresi tefsirinde de geçmişti.
[523] Bu da aynı hadîsin başka yoldan gelen bir rivayetidir.
İbn Mes'ûd Sâd ve er-Rûm Sûreleri tefsirinde geçtiği üzere, Duhân âyetinin,
Kûfe'deki kıssacı vaizin dediği gibi kıyamet alâmetlerinden olmadığına
"B/z bu azabı biraz açıp kaldıracağız" âyetini delîl göstererek:
Kıyamet günü onlardan azâb kaldırılır mı imiş? diyor, ibn Mes'ûd'un bu inkârı
ictihâdîdir. Delîl Kur'ân'dan olduğu için hakîkaten pek kuvvetlidir. Zira
Mekkelilef in: "Ey Rab-bimiz! Bizden bu azabı kaldır. Çünkü biz îmân
edeceğiz " demiş olduklarını Allah bize haber verdiği gibi, onlara
cevaben de "Biz bu azabı biraz açıp kaldıracağız. Fakat siz hiç şübhe yok
ki, tekrar dönecek olanlarsınız" buyuruyor. Âyetteki duhân, kıyamet
alâmetlerinden biri olsa, zuhuru sırasında ne kâfirlerin böyle duâ etmelerine
imkân kalır, ne de Allah'ın bu cevâbı sahîh olabilir..
[524] Buhârî nüshalarının hepsinde bu bâb böylece vâki'
olmuştur. Hâlbuki bunun tefsiri yakında geçmişti (Aynî).
[525] "Câsiye", toplu yâhud diz çökmüş demek olup,
bu sûre, 28. âyeti sebebiyle bu ismi almıştır. Buradaki "Câsiye" iki
ma'nâ ile tefsir edilmiştir. Birisi "Diz çökmüş" ma'nâsınadır. Zîrâ
diz çökmek, derli toplu, en i'tinâh ve en hürmetli vaziyettir. Birisi de
toplanmış cemâat ma'nâsınadır. Murâd "Hepsi de muhakkak toptan bizim
karşımızda hazır edilmişlerdir" (Yâsîn: 32, 53) buyurulduğu üzere,
Hakk'ın huzurunda hesâb için toplanmaktır.
'Sonra seni de emirden bir şerîatin üstüne me 'mûr kıldık. O hâlde sen
ona tâbi ol. Bilmezlerin hevâlarma uyma" (Âyet: 18) sebebiyle "Şeriat
Sûresi" ismi de verilmiştir.
[526] Buradaki "Mustevfizîne ale'l-rukebi"
ta'bîrinin masdarı hakkında açıklama:
el-İstîfâz: Yerleşip ayakları dikerek oturmak; bir kavle göre kıynakları
yere koymayarak dizleri yere koyup oturmak yâhud sıçrayıp kalkmaya
hazırlanı-ci olmakla henüz kalkmaya doğrulmayarak ayakları üzere çömelip
oturmak ma'nâsınadır ki, hepsi acele ma'nâsınadır (Kaamûs Ter.).
[527] Yânî ilme karşı nevalarını ilâh edinenler
sapkınlıklarından dediler ki: Dünyâ hayâtımızdan başka hayât yoktur. Hayât
denilen, ondan ibarettir. Ölürüz, yaşarız, öleceğimizi bilmekle beraber dünyâ
hayâtı yaşarız; ondan Ötesi yoktur. Bizi başkası değil, ancak Dehr helak eder.
Dehr, aslında âlemin bekaası müddeti demektir. Râgıb der ki: Dehr, âlemin
vücûdunun başlangıcından nihayetine kadar olan müddetin ismidir. "İnsanin
üzerine uzun devirden öyle bir zaman geldi ki (o vakit o) anılmaya değer birşey
bile değildi" (ed-Dehr: i) kavlinde "Dehr" bu ma'nâyadır. Sonra
çok bir müddete de "Dehr" denilir, Zaman, az bir müddete de
kullanılmak i'tibâriyle bundan farklıdır... Zaman, mâzî, hâl, istikbâl
kısımlarına ayrılır. "ed-Dehr" ise âlemin baştan âhire kadar bir
uzantısının ifâdesi demek olduğundan, Zaman "Dehr "in makaamiarından
olarak düşünülür. Burada "ed-Dehr", en ziyâde zamanın geçmesi,
zamanın uzunluğu diye tefsîr edilmiştir. Çünkü bahsedilen ihlâk, âlemin
nihayeti olan küllî ihlâk değil, ba'zın ihlâkıdır (Hakk Dîni, V, 4322).
[528] Hadîsle başlık arasındaki uygunluk meydandadır.
Hadîsteki "Dehr benim" ta'-bîrini şârih Hattâbî: Ben dehrin sahibi ve
halikıyım, suretinde tefsîr etmiştir ki, yaratılması yönüyle Allah'a nisbeti
olan Dehr'e sövmek nehyedilmiştir.
İbn Hazm Zahirî İse,
Hattâbî gibi tefsire lüzum görmeyerek, "Dehr" lafzını Allah'ın güzel
isimlerinden bir isimdir, demiştir... Burada Şâri'in "Dehr" ile
muradı, Dehr'in sahibi ve mutasarrıfı demek olduğuna alt taraftaki "Her iş
benim elimdedir", "Geceyi de, gündüzü de ben evirip çeviriyorum
"cümleleri açıkça delâlet etmektedir.
"Allah'a eza
vermek" ta'bîri de, Allah'ın fena gördüğü işi işlemekten ve razı olmadığı
bir sözü söylemekten ibarettir.
[529] Bu kelâm Allah tarafından Kureyş müşriklerine karşı
bir tevbîh ve Peygamberi için onlar aleyhine bir hüccet getirme siyâkmdadır.
Çünkü onlar, Allah'tan başka taptıkları şeylerin sahîh olduğunu iddia
etmişlerdir. Eğer iddia etmekte olduğunuz şey sizin düşüncenize göre sahîh
olsa bile ibâdet edilmeye hak kazanmaz. Çünkü o, mahlûktur; yaratılmış
birşeydir. İbâdet edilmeye ise Hâlık'tan, yânı yaratıcıdan başkası hak kazanmaz
(Kastallânî).
[530] Hadîsin başlıkla uygunluğu meydandadır.
Hadîste kısaca görüldüğü
üzere Vâlî Mervân, bir gün mesciddeki hutbesinde: "Ben
Emîru'l-Mü'minîn'in, yânî Muâviye'nin Yezîd'i halef ta'yîn etmesi hakkındaki
re'yim güzel görüyorum. Çünkü Ebû Bekr de, Umer de halef ta'yîn etti"
demişti. Bunun üzerine Abdurrahmân: "E Heraklıyyetun, yânî krallık-mı? Ebû
Bekr vallahi onu ne evlâdından birisi, ne de ev halkından birisi hakkında
yapmadı. Muâviye ise sırf oğluna rahmet ve keramet yaptı!" dedi. Böylece
Abdurrahmân, halef ta'yîn etmenin kisrânın ve kayserin bid'ati olduğunu, Ebû
Bekr'le Umer'in böyle bir bid'at koymadıklarını açıkça belirtmiştir. Aişe'nın
cevâbı da âyetin nüzul sebebinin vâlînin dediği gibi olmadığını ortaya koymuştur.
Demek ki Mervân'm iddia ettiği nüzul sebebi doğru değildir, yanlıştır.
[531] Bundan önceki âyetlerde Hûd Peygamber kendi kavmini
uyarmıştı: "Âd'tn kardeşini hatırla -ki ondan evvel de, sonra da birçok
peygamberler gelip geçmişti-. Hani o, Ahkaaf'taki kavmim; 'Allah'tan başkasına
kulluk etmeyin. Hakikat ben üzerinize büyük bir günün azabından korkuyorum'
diye tehdîd etmişti. 'Sen bize, bizi tanrılarımızdan döndürmen için mi geldin?
Öyle ise bizi tehdîd etmekte olduğun şeyU eğer doğru söyleyenlerden isen getir
bize' dediler. Hûd da: 'Bunun ilmi ancak Allah nezdindedir. Ben size
gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum. Bununla beraber ben sizi bilmezler güruhu
olarak görmekteyim' dedi..." (Âyet: 21-23).
Bu hadîsi Buhârî yine
Edeb'de; Müslim ise Yağmur Duâsı'nda getirmiştir.
[532] "îmân eden, iyi iyi amellerde bulunan ve
Muhammed'e indirilene -ki o Rabb'-lerinden gelen bir haktır- inanan kimselerin
günâhlarım keffâretlemiş, hâllerini iyileştirmiştir" (Âyet: 2) kelâmı
sebebiyle bu sûreye "Muhammed Sûresi" ismi verilmiştir. Bunun diğer
bir adı da "Kıtal Sûresi"dir... Peygamberlerden Nûh, Hûd, Salih,
Mûsâ, Dâvûd, Süleyman harb ve kıtal ile emrolunmuşlardi. Bundan evvelki sûrede
"O hâlde peygamberlerden azim sahihleri olanların sabret-tiklerigibisen de
mbret..." (^-Ahkaaf: 34) buyurulduğu gibi burada da o sabrın
tatbîkaatından birisi harb ve kıtalde sabr ve sebat ve Muhammedi
husûsiyyet-lerden birisi de bu suretle cihâd olacağı anlatılmıştır. Zîrâ dînde
takva hakkı ve Allah için cihâd hakkı ancak hakk yolunda canı feda etmeyi söze
alarak Allah yolunda çarpışmakla mümkin olur. Ve Allah için olmayan
kıtallerin, tecâvüzlerin önüne ancak Allah için kıtale hazırlanmakla
geçilebilir... (Hakk Dîni, VI, 4367).
[533] Herhangi kâfirlerle başladığınız harb bitinceye,
muhâribler silâhı bırakıncaya kadar. Yânî o müşriklerin şevketi sönüp de harb
ihtimâli kalmayıncaya kadar yâhud bütün insanlık âleminde İslâm'ın gayesi olan
küllî bir sulh kuruluncaya kadar... Bunda harbi kaldırmak için çalışanlara bir
ümîd vardır. Buna göre "Cihâd kıyamet gününe kadar geçicidir"
hadîsinde ya cihâd, harbden daha umûmî bir ma'nâda yâhud kıyamet daha husûsî
bir ma'nâda te'vîl olunmak gerekecektir... (Hakk Dîni, VI, 4377).
[534] Allah'ın azabından kurtaracak hiçbir velîleri,
yardımcıları yoktur. Mevlâ kelimesi burada "Velî" ve
"Nasîr" ma'nâsmadır. "Mâlik" ma'nâsına da gelir. Nitekim
"Sonra bunlar bütün işlerine hakk ve adi ile mâlik olan Allah'a döndürülmüşlerdir'1''
(el-En'âm: 62, Yûnus: 30) âyetlerinde böyledir. Binâenaleyh iki âyet arasında
zıddiyet vardır zannedilmesin. Yânî Allah mü'minin de, kâfirlerin de; bütün
kulların mâlikidir. Lâkin "Allah müzminlerin vetîsidir" {îimân: 68)
mazmununca, mü'minlerin dostu ve naşiridir. Kâfirlerin değil (Hakk Dîni, VI,
4381).
[535] Ayetin devamı şöyledir: "Orada meyvelerin her
çeşidi onlarındır. Üstelik Rabb-terinden de bir mağfiret vardır. Hiç bunlar o
ateşte ebedî kalan ve bağırsaklarını parça parça eden kaynar sudan içirilen
kimseler gibi midir?"
[536] Burada "Tevellî", iki ma'nâyı muhtemildir.
Birisi arkasını dönüp kaçmak ma'-nâsına "Tevellî"den; birisi de
"Velâyet"ten tefa'ul olarak, vâlî olmak, iş başına geçmek ma'nâsına
tefsir olunmuştur. Binâenaleyh şu iki ma'nânın ikisi de doğrudur. Evvelki
ma'nâca: Nasıl o korkaklıkla döner, harbden kaçar da Arz'-da fesâd yapar, ordu
bozanlık edip düşmanın istilâsına sebebiyet verir ve erhâ-mmızı
dağıtabilirsiniz!
Erhâm, Rahim'in
cem'idir. Rahim, esasen kadının çocuk yapma merkezi olan organıdır. Yakınlık
menşei olmak hasebiyle akrabalığa da "Rahim" denilir. Bu ma'nâ ile
akrabaya "Ulu'I-erhâm" denildiği gibi, '.'Erhâm" da denilir ki,
burada bu ma'nâyadır. Yânî çoluğunuzu, çocuğunuzu, kadınlarınızı, hısımlarınızı
parçalatabilir misiniz? Çünkü müslümân ordusunda fesâd çıkarıp düşman
istilâsına sebebiyet verildiği takdîrde hâsıl olacak netice budur. Öbür
ma'nâca: Nasıl o korkaklıkla iş başına geçer, kumandayı elinize alır da vatanınızı
Câhiliye devri gibi fesada verir, ihtilâf içinde hısım ve akrabanızı yine öyle
perişan edebilir misiniz? Bu âyetle hısımlık ilgisini kesmenin harâmlığına
istidlal olunur (Hakk Dîni, VI, 4392).
[537] Bunlar aynı hadîsin başka başka yollardan gelen
rivayetleridir. Müellifin bunları getirmekten maksadı ilk hadîste râvî
Süleyman ibn Hilâl'in Ebû Hureyre üzerine durdurulmuş, yânı mevkuf olarak
rivayet ettiği son fıkranın da merfû' olduğunu isbât etmektir. Çünkü ilk
hadîste Süleyman: Ebû Hureyre "isterseniz 'Hel aseytum' âyetini
okuyunuz" dedi, şeklinde; Ebû Hureyre üzerinde durdurarak rivayet
etmişti. Diğer iki yoldaki râvîler ise bu kısmı da Rasûlullah'ın ağzından
rivayet edip merfû' olarak getirmişlerdir (Kastallânî).
[538] İşte Rasûlullah ve sahâbîleri böyle hoş, mükemmel,
muntazam, güzel bir ekin gibi yetiştirilmiş bir ordudur. Burada Rasûlullah'ın
ahlâk feyzi, ta'lîm ve terbiyesi ile ümmetine ruhen ve cismen verilen hayatî
nizâm ve neş'enin bir ifâdesi ve Mekke fâtihlerinin bir geçit resmi vardır...
Çünkü Peygamber yalnız olarak kıyam etti, sonra Allah O'nu, ekinin ilk çimi
ondan doğarak etrafını saran filizlerle katlanıp kuvvetlendiği gibi, maiyyeti
ile takviye buyurdu. Zîrâ bunun zahiri zer'i Peygamber, şat'ı sahâbîleridir.
Şu hâlde yalnız sahâbîlerin değil, peygamberle beraber sahâbîlerinin bir
temsili olmuş olur. (Hakk Dîni, Vİ, 4442).
[539] Bu hadîsin bir rivayeti Mağâzî Kitâbi'nda da geçmişti,
başlığa uygunluğu meydandadır.
Hadîsin râvîsi Eşlem,
Umer'in mevlâsı idi, aslen Yemen esîrlerindendi. el-Vâkıdî: O, Ebû Zeyd
el-Habeşî el-Becâvî'dir, dedi. Bu Eşlem, muhadramdır, yânî hem Câhiliyet, hem
İslâm devrini yaşamış uzun ömürlü kişilerdendir. 80. hicret yılında yüzondört
yaşında iken vefat etmiştir (Aynî, Kastallânî).
[540] Bu hadîsin de bir rivayeti Mağâzî'de geçmişti.
11 Apâşikâr bir feth
" istikbâli açan, ileride yapılacak birçok fetihlerin başlangıcı olan bir
feth... Ma'Iûmdur ki, Feth, aslında açmak, yânî kapalılığı gidermektir. Bir
memleketi fetih de, Keşşafın beyânı veçhile ona harbli veya harbsiz, unve-ten
veya sulhan zafer bulmaktır ki, zafer bulmadıkça kapalıdır... Hudeybiye
sulhunun bir fetih olması sahâbîlerden bâzısına bile gizli kalmıştı. Cenabı
Hakk bunun bir feth olduğunu beyân buyurmuştur: Evvelâ bir feth olması "O
sizi Mekke'nin karnında onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra onların ellerini
sizden, sizin ellerinizi de onlardan çekendi..." (Âyet: 24) buyurulduğu
üzere, müs-lümânlar müşrikleri mağlûb edip diyarlarına sokmuşlardı ve sulha
müşrikler tâlib olmuşlardı. İkinci olarak, bu sulh ile ilk evvel müslümânlığm
âlemde bir devlet. olarak varlığı, düşmanları tarafından dahî tasdîk olunarak
bir anlaşmaya bağlanmış oluyordu. Bu suretle bundan sonra zuhura başlayacak
fetihler zincirinin başı ve fatihası olmuş ve bundan sonraki İslâm fetihlerinden
herbiri bunun altında bir şü'besi mesabesinde olarak va'd edilmiş oluyordu ki,
sûrenin başı bunu ilâhî bir lisân ile îzâh etmektedir. Fi'1-vâkî yine sûrenin
içinde "Yakın fetih" (Âyet: 27) diye işaret olunduğu üzere, bunu pek
yakından Hayber fethi ta'kîb etmiş, sonra da Mekke fetholunmuş, sonra da
islâm'ın bütün dînlere gâlib geleceği va'd buyurulmuştur (Âyet: 28). Zuhrî:
Hudeybiye fethinden büyük bir fetih olmamıştır, demiştir. Bu sayede müşrikler
müslümânlarla karışmış ve sözlerini işitmeğe başlamış ve bundan böyle onların
kalblerinde islâm yer etmeye başlamıştır... (Hakk Dîni, VI, 4405).
[541] Bunun bir rivayeti de Mağâzî'de, Fetih gazvesi
bâbı'nda zikredilmişti. Bundaki tercî' mes'elesi hakkında bâzı açıklamalar
inşâallah ileride "Okumada ses güzelliği" başlığında gelecektir.
[542] Kaadı Beydâvî: Feth, kâfirlere cihâd ile şirkin define
ve dînin yükseltilmesine ve eksikli nefislerin tedricen kendi tercihleriyle
tekemmül edebilmeleri için kah-ren şevkine ve zaîfleri zâlimlerin elinden
kurtarmaya sa'y etmenin bir neticesi olmak i'tibâriyle mağfiret, fethe illet
kılınmıştır, dedi. Ki murâd gâî illet, yânî hikmettir.... Ve risâletteki
muvaffakiyetine bir de mülk eklenmek gibi dînî ve dünyevî ni'metleri tamamlaya,
gerek risâletin ifâsında ve gerek riyasetin merasimini edada doğrudan doğruya
Allah'ın rızâsına erdiren bir istikaamet yoluna çıkara kî, bu yol "Böylece
sizi vasat bir ümmet yapmışızdır, insanlara karşı hakikatin şâhidleri
olasınız, bu Peygamber de sizin üzerinize tam bir şâhid olsun diye" (el-Bakara:
143) mantukunca bütün insanlığın İmtisal numunesi olmak üzere, İslâm işlerinin
başkalarının te'sîrlerinden âzâde olarak sırf Hakk Kaanûnu dâiresinde
bi'1-istiklâl idaresi yoludur... (Hakk Dîni, VI, 4406-4408).
[543] Buradaki hadîslerin birer rivayeti Gece Namazı
bölümünde de geçmişti.
[544] Hadîsteki el-Ahzâb: 45-46. âyeti, el-Feth: 8. âyetinin
bir kısmını aynı lafızlarla içine alması sebebiyle, hadîsle başlık arasında
uygunluk bulunmaktadır. Bu hadîsin bir rivayeti Alışverişler Kitâbı'nın baş
taraflarında "Çarşılarda bağırmanın çirkinliği bâbı"nda da geçmişti.
Orada Abdullah ibn Amr'dan, Rasûlullah'm Tevrat'ta yazılı olan sıfatlarının
sorulduğu, buna cevaben Abdullah'ın: Evet, vallahi Rasûlullah, Kur'ân'daki bâzı
sıfatlanyle Tevrat'ta da sıf atlanmıştır, bu muhakkaktır... diyerek hadîsi
sevkettiği açıkça görülmektedir.
Tevrat âyetindekİ
"O peygamber kötü huylu, katı kalbli değildir" fıkrası da "Sen
Allah 'tan bir rahmet sayesindedir ki, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba,
katı yürekli olsaydın onlar etrafından herhalde dağılıp gitmişlerdi bile. Artık
onlan bağışla., " (Âlu İmrân: 159) âyetinin bir vecîzesidir. Yine Tevrat
âye-tindeki "O peygamber kötülüğü kötülükle def etmez" fıkrası da
"Sen kötülüğü en güzel yol ile önle. O zaman görürsün ki, seninle arasında
düşmanlık bulunan kimse bile sanki yakın dosttur''' (Fussilet; 34) kavlinin bir
benzeridir.
Rasûlullah'ın Tevrat'ta
yazılı olan vasıflarını Abdullah'tan soran zât, râ-vîsi Atâ ibn Yesâr idi.
Abdullah, Tevrat'ı incelemekle de meşgul olmuştur.
[545] Sekînet, sükân ve itmi'nân, sebat ve temkin ma'nâsma
masdardır ki, nefisteki telâş ve helecanın kesilmesiyle hâsıl oian ve kalb
oturması, yürek ısınması, gönül rahatı ta'bîr olunan huzur ve sükûn hâline
veya onun menşe'ine isim dahî olur. Sekmef m. indirilmesi, halk ve îcâde
demektir. Sânının yüksekliğini îmâ için inzal ta'bîr buyurulmuştur... Maamâfîh
burada kondurmak, kalblerini se-kînete menzil ve karar yeri yapmak ma'nâsma da
olur. Hz. Alî'den bir rivayette: Sekînet, mü'min kalbine sakin olup onu emîn
eyleyen bir melektir, denilmiştir... (Hakk Dîni, VI, 4408).
[546] Bu hadîsin bâzı rivayetleri şimdiye kadar başka
yerlerde de geçmiştir. Kur'ân'-m Eazîletleri Kitâbı'nda da gelecektir. O
rivayette bu Kur'ân okuyan sahâbînin Useyd ibn Hudayr olduğu açıkça belirtilmiştir.
Bu rivayetlerin birinde el-Bakara Sûresi'ni okurken, bir diğerinde de el-Kehf
Sûresi'ni okurken atının ürküp debelendiği daha geniş metinle anlatılmaktadır.
Peygamber okunan Kur'ân sebebiyle onu dinlemek için meleklerin indiğini, atın
da onlardan ürküp debelendiğini bildirmiştir.
[547] îşte yukarıda da zikri geçen bu bey'at, Hudeybiye'de
yapılan ve bu âyet gereğince Allah Taâlâ'nın rızâsıyle tebşîr edilmiş
olduğundan dolayı "Bey'atu'r-Rıdvân" adı verilmiş olan bey'attir.
Tafsîli yerinde geçmişti.
[548] Bu hadîs Mağâzî'de geçti, baş tarafı şöyledir: Câbir
(R) şöyle dedi: Rasûlullah (S) bize Hudeybiye gününde: "Sizler
yeryüzündeki insanların en hayırhsısmız" buyurdu. Biz ise o gün,
bindörtyüz idik..
[549] Bu iki hadîsin bu âyetin tefsîriyle ilgisi yoktur.
Ancak birinciyi, râvînin "O ağaç altında hazır bulunanlardandır"
sözünden dolayı getirmiştir. İşte bu kadarı başlıkla ilgilidir. İkinciyi, yânî
mevkuf hadîsi de İbnu Suhbân'ın, İbnu Mugaffel'-den işitmesini açıkça beyân
etmek için getirmiştir. îşte bunlar Buhârî'nin son derece dikkatle ve güzel
tasarrufla yaptığı san'atkârâne işlerindendir (İbn Ha-cer).
[550] Buhârî burada metni zikretmeyip sâdece muhtâc olduğu
kısmı getirmiştir. Ma-ğâzî'dekı diğer yolda Sabit İbnu'd-Dahhâk, ağaç altında
Peygamber'le bey'at ettiğini haber vermiştir (Kastallânî).
[551] Hadîsin başlığa uygunluğu, Hudeybiye mes'elesi
hakkında olması yönündendir. Sehl ibn Huneyf'in bu zikrettikleriyle muradı,
kendileri Hudeybiye günü çağırıldıkları sulha muhalefet etmeyi ve harbetmeyi
istemişler. Sonra kendilerine en iyisinin, Rasûlullah'm giriştiği barış işi
olduğu zahir olmasıdır. Kendilerinin netîcede barışa uydukları gibi, şimdi
muhâtablannin da Alî'nin icabet ettiği hakem ta'yîni mes'elesinde Alî'ye itaat
etmelerinin gereğini anlatmaktır (Kastallânî).
Tafsilâtı târih
kitâblannda görüleceği üzere Sıffîn'de Şâm ordusu yenilmeye başlayınca,
Muâviye'nin müşaviri Amr ibn Âs'm öğretmesi ile mızrakların uçlarına Mushaf'lar
takılarak Alî'nin ordusuna karşı çıkılmış ve: "Biz sizi Kur'-ân'ın hükmüne
çağırıyoruz!" denilmiş. Bunun üzerine harb ta'tîl olunup, İhtilâfın iki
taraf hakemleri ma'rifetiyle çözülmesine karar verilmiş. Sonra bilinen ihtilâf
ve işler cereyan etmiş, Muâviye Şam'da istibdâd yolunu tutmuştur...
[552] Bu tefsîrlerdeki el-Ifîiyöt masdannın ma'nâlan
şunlardır:
el-Iftiyât -Fevt
kökünden iftiâldir- bir kimseden bir nesne fevt olup geçmek ma'nâsınadır... Ve
bir kimse ile meşveret ve isti'zân eylemeksizin kendi kendine bir iş ve amele
girişmek,... ve bunlar tegallüb ma'nâsını mutazammm olduğu için A lâ
kelimesiyle müteaddî oldular. Ve İftât, bir kimse kendiliğinden bir nesne
peyda eylemek, ve her kimse üzere bir madde ile hükümet eylemek ma'nâsınadır
(Kaamûs Ter.).
Takdim, esâs i'tibâriyle
müteaddîdir. Bir şeyi diğerinin üzerine geçirmek demektir ki, ekseriya ikinci
mef'ûlüne "Ala" ile teaddî eder. Burada ise hiç mef'ûl-bih yok. Onun
için bunda iki vech vardır: Birisi, herhangibir mef'ûle taallukundan kat'ı
nazarla lâzım menzilesinde fiilin kendisini kasdetmektir ki, Allah'ın ve
Rasûlünün önünde takdîm denilen fiili asla yapmayın: Takdim nâmı verilebilecek
hiçbir fiil yapmayın demektir. İkincisi de, mef'ûlün ta'mîm için hazfedilmiş
olmasıdır ki, hangi mef'ûl takdir edilse, tercih ettirici olmaksızın tercih
olmak lâzım geleceğinden hazfolunur. Hiçbir şeyi, hiçbir emri ne kendinizi, ne
başkasını asla takdîm etmeyiniz demek olur.... Bu, Allah ve Rasûlü'-nün emri ve
hükmünü gözetmeden hiçbir işi kestirip atmayın demek olup, Kitâb ve Sünnet'in
hükümlerini i'tibâra almaksızın acele veya istibdâd ile bir işe girişmekten
nehiydir... (Hakk Dîni, VI, 4447-4448)
[553] Buhâri et-Tür: 21. âyetteki kelimeyi burada istidrâden
getirmiştir.
[554] Bâzıları öne geçmeyi husûsî misâllerle tefsîr
etmişlerse de âyetten zahir olan gerek kavil ve gerek fiil, hepsine umûmî
olmasıdır... Bu suretle bu âyetten herşey-de şer'a ittibâ' lüzumuna hüccet
getirilir. İşte bu âyet Rasûlullah'ın teşrîfâtıyle ilgili böyle küllî bir
asıldır ki, bundan sonraki âyetin mantuku dahî bunun mazmununda dâhildir.
Bâzıları bununla kıyâsın aleyhine de istidlal etmek iste-mişlerse de, kıyâs,
Allah ve Rasûlü'nün hükmüne tekaddüm değil, ittibâ' için ma'nâ araştırmasıdır
{Hakk Dîni, VI, 4450).
[555] Hadîs başka bir yoldan Temîm oğullan hey'eti
başlığında geçmişti. Bu hadîsteki bâzı darlıkları, bundan sonraki bâbda gelecek
olan hadîsteki, daha tafsîlli metin giderecektir.
[556] Hadîsin başlığa uygunluğu "Sabit sesini
Peygamber'in sesinden fazla yükseltirdi" kavimdedir. Bu hadîs Peygamberlik
Alâmetleri Kitâbı'nda bu isnâd ve metinle geçmişti, bu, açık olarak tekrar
edilmiştir. Bunda zikredilen başlıktaki zikrinden başka bir fazlalık yoktur
(Aynî).
[557] Hücre, etrafı çevrilerek içine girilmekten men' olunan
arz parçasıdır. Hucerât'-tan murâd, Rasûlullah'm hanesinin odalarıdır ki, her
biri zevcelerinden birine âid olmak üzere dokuz oda idi. Âlûsî şöyle kaydeder:
"Ibn Sa'd'm Atâ el-Horâsânî'den tahrîcine göre hurma dallarından ahşap idi
ve kapılarının üzerinde siyah kıldan çullar vardı". Buhârî Edeb'de ve
İbnu Ebi'd-Dünyâ ve Beyha-kî, Dâvûd ibn Kays'tan şöyle tahrîc etmişlerdir: Hücreleri
gördüm, hurma dallarından olup hâricinden kıl çullarla örtülmüş idi, hücrenin
kapısından Beyt'in kapısına kadar Beyt'in enini altı yâhud yedi zira'
zannederim ve iç beyti on zira' tahmin ediyorum, yüksekliği de yedi ile sekiz
arası sanırım, demiştir.
Siyer ehlinin çoğu bu
bağıranları Temîm oğullarından olmak üzere zikretmişlerdir: Şöyle ki: Temîm
oğullan'ndan yetmiş veya seksen kişi kadar bir hey'et gelmişti. İçlerinde
birçok büyük adamları vardı. Bunlar öğle sıcağında mescide girmişlerdi. Rasûlullah
henüz uyuyordu. "Yâ Muhammed, bize çık!" diye bağırdılar. Bunun
üzerine uyandı ve çıktı... (Hakk Dîni, VI, 4453).
[558] Buhârî bu başlık altında hadîs zikretmemiştir.
[559] iki nevi' damar sayarlar: Bedenin etrafından kalbe
gelen, yânî siyah kanı etrafından kalbe götüren damarlara "Verîd",
kalbden etrafa giden kırmızı kanı bedene dağıtan damarlara da
"Şerâyîn" denilir. Şiryanların kökü kalbin sol karıncığından
çıkan "Ebher"dir. Boyunda
gırtlağın yanlarından geçen ve "Vecedân" ta'bîr olunan şâh damarları,
bundan şahlanır. "Verîdân", boyun önünden iki safhasını kavramış iki
damardır ki, baştan şu'belenir ve "Vetîn"e bitişik olurlar.
"Habl", ip ve bağ demektir; damar ma'nâsına da gelir. Şiryanlarda
cereyan kalbden etrafa doğru dağılıp uzaklaştığı, verîdde ise etraftan ve
baştan kalbe doğru toplanıp geldiği cihetle yakînlik için temsilde verîd
zikredilmiştir. Bu suretle hablu'l-verîd, pek yakınlık'ta mesel olmuştur...
(Hakk Dîni, VI, 4505-4513).
[560] Tebsıra, hem göze basar kuvveti, hem de kalbe basîret
kuvveti vermek ma'nâsınadır. Yânî bütün bunları böyle yapış ve bitiriş
Rabb'ine gönül verecek, hakka yüz tutup düşünecek her kulun gözüne göstermek ve fikrini açmak için âyet ve
muhtıra kılmak hikmetiyledir.
[561] Basık, uzun, düzgün veya yüklü; "Ta'lun
nadîd", birbiri üstüne dizilmiş çok yâhud içinde meyvesi çok tomurcuktur.
Çünkü Ta/', hurmanın ilk çıkan tomurcuğudur ki, meyvesi içinde istiflidir.
[562] Bu karın, dünyâda o kâfire musallat olup âhirette
beraber sevkolunan şeytân olduğu "Arkadaşı: Ey Rabbimiz, onu ben azdırmadım,
fakat o uzak bir sapıktık içinde idi, der" (Âyet: 27) sözünden bellidir.
[563] Sarihler bu ifâdenin, 15. âyetteki
"Efe'ayinâ" lafzının tefsirinin bakıyyesi olduğunu, orada yazılması
gerektiğini ve bunun buraya belki yazıcıların bir yanılması olarak gelmiş
olabileceğini beyân etmişlerdir. Bu
fıkra Ebû Zerr nüshasında düşmüştür, yânî mevcûd değildir.
[564] İki nevi' melek, birisi o nefsi mahşere şevke me'mür,
birisi de ameline şâhid. Herkesin ameline göre şehâdet ve şevkin keyfiyyeti
değişik olmakla beraber, hepsi böyle iki me'mûr maiyyetinde sevkolunur. Şahidin
murakabe eden hafaza meleklerinden olması zihne gelir, bâzıları seyyieleri
yazan sâİk, haseneleri yazan şâhid demişler, daha başka da söylenmiş; tafsilini
Allah bilir.
[565] Maksad farz namazların ardında ve önünde sünnet olan
nafile namazlardır yâhud vitr namazıdır yâhud namazlardan sonra yapılan
tesbîhlerdir
[566] Bu suâl ve cevâb "And olsun ki, ben cehennemi
bütün insan ve cinnden (müs-tahıkk olanlarla) dolduracağım " (HM: 119)
va'dinin tatbikini ve cehennemin dehşetini ve hızını tasvirdir. İstifham
takrirdir, yânî cehennem o genişliğiyle beraber, Hûd: 119 kavli mucebince bölük
bölük atılan cinn ve insten doldurulacak, fakat hızı kesilmeyecek, mücrimlere
öfkesi ve şiddetinden daha ziyâdeye ihtiras gösterecektir. Çokları bu suâl ve
cevâbı bu veçhile tasvire hamletmişlerdir. Bâzıları da hakikat demişlerdir ki,
Âlûsî: Zahir olan budur, hakîkat mümkin iken, âhiret işleri dünyâya kıyâs
edilmemelidir, der... (Hakk Dînî, VI, 4518).
[567] Allah, el, ayak gibi mahlûka âid organlardan
münezzehtir. Binâenaleyh Kur'ân'da ve hadîste gelen bu nevi' kelimeler
müteşâbihlerdendirler. Bu hadîslerde "Rabb'in cehennem üzerine ayağını
basması" ta'bîri ile murâd olunan, cehennemi alçaltır ve horlar
ma'nâsıdır.
[568] Hadîsin başlığa uygunluğu rıclini (yânî ayağını)
koymakla cehennemin dolmasini içine alması yönündendir. Nitekim Enes'in hadîsi
de, kademini koymakla dolmasını içine almıştı.
Müslim'de Enes'ten
gelen hadîsin sonunda: "Cennette dâima bir fazlalık bulunur. Nihayet Allah
onun için bir halk inşâ edip onları cennetin fazlalıkta* rında iskân eder"
ziyâdesi vardır.
Bu hadîste cennetin
"Bana ne oldu ki, bana insanların yalnız zaîfları ve sakattan
giriyor?" fıkrasındaki "Sakatları" sözü, insanlar arasında
horlanmışlar ve İnsanların gözlerinde düşük ve değersiz olmuşlar ma'nâsınadır.
Bir tefsire göre
"Ayak, cehenneme en-^on atılacak kullar, yâhud ayağını koymak, çiğnemek
gibi öfke eseri olan bir» tazyîk ile şiddetini kırmaktan kinayedir" (Hakk
Dîni, VI, 4519).
[569] Hadîsle başlıktaki âyet arasındaki uygunluk
meydandadır.
Bu hadîsin bir rivayeti
Namaz Kitabı, "İkindi namazının fadlı bâbı"nda geçmiş ve bâzı
açıklamalar orada yapılmıştı
[570] Buradaki teşbihten murâd, namaz değil, teşbihin
hakikatidir. Bunun için onu " Ve secdelerin arkalarından kavlini
kasdediyor" kavlîyle tefsir etmiştir. "Secdelerin arkalarından
" sözünü "Namazların arkalarından" ma'nâsına almaktadır.
"Secde" sözü, cüz'ün zikri ve bütünün irâdesi yoluyla namaza da
denilir (Aynî).
"Veedbâra's-sucûd",
farz namazlardan sonraki nafile namazlardır denildi.. (Kastallânî).
[571] Zevr, tozulup götürmek, savurmak, kırıp ufalamak
ma'nâsmadır.
Zâriyât kırıp ufalayan
yâhud savuran yâhud toz duman edip götüren kuvvetler demektir. Meselâ toprağı
ve diğer şeyleri tozdurup savuran rüzgârlar, volkanları püskürten, mahlûkaatı
kırıp dağıtan ve yayıp neşreden melekler ve barut, dinamit gibi sonradan
keşfedilmiş ve edilecek şiddetli infilâk, tahrîb, tahrîk edici bütün sebebler
bu mefhûmda dâhildir. Beydâvî: "Mahlûkaatı ufalayıp dağıtan sebebler"
demekle bu umûmu göstermiştir. Müfessirlerin çoğunun "Riyâh =
Rüzgârlar" tefsîriyle yetinmesi, Hz. Alî'den gelen rivayetten dolayıdır
ki, mefhûm ile değil, bir misâl ile tefsir olmak gerekir. Yoksa mefhûm
i'tibâriyle (yânî lügat ma'nâsı i'tibâriyle) "Zürriyet neşreden velûd
kadınlar" diye de ma'nâ verilmiştir (Hakk Dînî, VI, 4527).
[572] Eyd, "Yed'"m. cem'i olabilirse de burada
"Dâvûde ze'l-eydi" (Sâd: 17)'de olduğu gibi, "Te'yîd"in
aslı olan kuvvet ma'nâsına olması zahirdir. Bu beyân 50.' ilâ 56. âyetlerin
mazmununa Iimmî bir temhîddîr. Nitekim sonunda "Zu'l-kuvvetn-metm"
(Âyet: 58) kavli ile te'yîd olunacaktır... {Hakk Dîni, VI, 4542).
[573] "Ben cinn ve insi ancak bana ibâdet ve kulluk
etsinler diye yarattım"; İşte tez-kîr edilmesi lâzım gelen vazife budur. Cinn
ve ins cinsinin hilkatlerinin hikmeti, Allah'ı tanıyıp O'na ibâdet ve ubudiyet
etmektir. Başka şeylere sarfedilen ömürler, ameller zayi' edilmiş olur, onun
için azaba hakk kazanıcı olur. Bâzıları
"Li'ya'budum=lÂ-y&'rufûni" diye bir tefsir nakletmişlerdir. Bunun
ma'nâsı da "Beni ma'bûd tanısınlar" demektir. Bu ise "Benim
emirlerimi tutarak bana kulluk ve ibâdet etsinler" demeğe döner. İbâdet ve
ubudiyet ihtiyarî fiillerden olarak taleb edilmiş oldukları için, bâzılarından
vâki' olmaması, cins için gâye-i kemâl olmasına aykırı olmaz, Allah'ın
muradının tehallüf etmiş olması da lâzım gelmez. Zîrâ bu gibi yerlerde
fakîhlerin "el-Hikmetu turââ fi'1-cinsi lâ fi'l-efrâd" dedikleri
gibi, hikmet, ferdlerin herbiri i'übâriyle değil, cins i'tibâriyle düşünülür. Hâsılı
bunun ma'nâsı, ibâdet ile mükellef olmak üzere yarattık demektir. Yoksa
hepsinin sâlih kullardan olmasını takdir eyledik, demek değildir. Böyle İbâdet
ve ubudiyetin fâidesi Allah'a âid olmayıp, yine kulların menfâati içindir (Hakk
Dîni, VI, 4546).
[574] ZâtVl-hubuk vasfı, bedî' bir ta'bîrdir. Bunun
ma'nâsında hayli söz söylenmiştir: Hubuk, Habîke'nin de, Hibâk'm da cem'i
olabilir. Tanka, Turuk; Misâl, Musul gibi. Habîke: Dikkat ve i'tinâ ile sağlam
san'atlı dokunmuş, yol yol hareli güzel kumaşa denir.
Hibâk de, rüzgâr latîf
estiği zaman denizde veya kumda meydana gelen yol yol kırıntılara denir...
Maddenin aslı olan Habk, sıkı bağlayıp muhkem kılmak ve kumaşı sıkı, sağlam ve
üzerinde san'at eseri görülecek biçimde güzel bir zemin üzere dokumak ma'nâsına
gelir... Çokları hareli, yollu yollu ma'nâsıyle "Zâti't-tarîk" diye
tefsir etmişlerdir. Bundan bâzıları yıldızların mahrekleri ma'-nâsma mahsûs
yolları, bâzıları da ilimlere ve ma'rîfetleri götüren Sâni'in vahdet ve
kudretine, ilim ve hikmetine delâlet eyleyen ma'k-ûl yolları anlamışlardır.
Fakat İbn Abbâs ve diğerlerinden gelen rivayete göre de: "Güzel, düzgün
hilkatli" diye tefsir olunmuştur... {Hakk Dîni, VI, 4528).
[575] O kahrolası yalancılar... yânî sırf kendi zann ve
tahminlerine göre atan, fikir nâmına kendi nevalarını ileri süren yalancılar.
Bâzı nüshalarda
kelimelerin tefsir sıralarında öne geçirme ve geriye bırakma nev'inden
farklılıklar meydana gelmiştir.
Buhârî bu sûrenin
tefsirinde hadîs zikretmemiştir.
[576] Tûr, Mûsâ Peygamber'in Allah kelâmını işittiği dağ;
Tûri Sînâ'dır.
Rakk, kâğıd hâline
getirilmiş yazı yazılan ince deri demektir.
Menşur, neşredilmiş;
dürülü, kapalı değil; açılmış yayılmış.
Sair: Yazmak, harfleri
nizâma koymak; Mestur, muntazaman yazılmış demektir. Tûr'dan sonra bu Mestur
Kitâb'ın Tevrat olması akla gelirse de, bu "Ve'l-KitâbVl-Mestûri"
değil, nekre olması, bunun "... Kıyamet günü onun için bir kitâb
çıkaracağız ki, neşredilmiş olarak kendisine kavuşacak" (el-İsrâ: 13)
bu-yurulmuş olan amel defteri olması tercîh edilen ma'nâdır. Levhu Mahfuz veya
yeni bir kitâb olmak i'tibâriyle Kur'ân olması da düşünülmüştür.
Ve'l-Bahri'l-Mescûr:
Alevlendirilmiş, kızdırılmış deniz demektir ki, "Denizler ateşlendiği
zaman" (et-Tekvîr: 6) buyurulduğu üzere, kıyamet koparken denizler ateş
olup kaynatılacaktir... Mescûr, doldurulmuş, karıştırılmış... ma'-nâlarına da
gelir (Hakk Dîni, VI, 4551-4552).
[577] Menûn, kesmek ma'nâsına
"M?nrt"masdanndanmef'ûl isim olarak, ömürleri ve sâireyi kesmesi
düşüncesiyle dehr ve zamana, bir de Ölüme denilir ki, pek keskin, kıyak
denilmiş gibidir.
Rayb de ıztırâb vermek
ma'nâsından olarak "Raybu't-menûn", dehrin ız-tırâb veren musibeti
veya ölüm felâketi demek olur.
[578] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Bunun bir
rivayeti Hacc Kitabı, "Hasta bâbı"nda da geçmişti.
Makaamı İbrâhîm,
evvelleri Beyt'e bitişik denilecek derecede yakın idi. Onu Umer ibnu'I-Hattâb
(R), mescidin sahnına, şimdiki bulunduğu yere nakletti. Ümmü Seleme'nin
Beyt'in yanında kılındığım haber verdiği namaz, Makaamı İbrahim'de kıldığı
tavaf namazıdır
[579] Mut'ım İbn Adiyy, pek nüfuzlu Kureyş ileri
gelenlerindendi. îmân etmemiş ise de, Peygamber'e insanî muamele edip
himayesine almıştı. Mut'ım, Bedir'den evvel şirk üzere vefat ettiği hâlde, oğlu
Cubeyr sonradan îmân edip Muhâcir-ler'e katılmıştır. îmânından çok zaman evvel
Bedir'de müslümânların eline düşen esîrleri fidye karşılığında kurtarmak üzere
Medine'ye Kureyş tarafından me'mûr olarak gönderilmişti. Bu hususta Rasûlullah
ile görüştüğünde "Senin ihtiyar baban sağ olup da bu kokmuş herifler için
benimle görüşseydi, hepsini birden ona bağışlardım" buyurmuştur. Cubeyr,
ebedî kurtuluşunun başlangı-cıyle ilgili olan bu seferini kendisi şöyle hikâye
ediyor:
Bedir esirlerini fidye
karşılığı kurtarmak için görüşmeye gelmiştim. İkindiden sonra vardım. Yorgun
olduğum İçin mescidde uzanıp yattım. Derken akşam namazı ikaame olundu.
Rasûlullah'ın "Ve't-Tûri ve kitabın mestûrin" sûresini okuduğunu
İşitince korku içinde kalktım. Mescidden çıkıncaya kadar dinledim. İslâm
sevgisinin kalbime ilk girdiği gün, odur.
Bu hadîste bahsedilen
kıssa da işte budur. Cubeyr: İşte bu âyetleri duyduğum zaman kalbim az kalsın
uçuyordu, demiştir.
Cubeyr ibn Mut'ım şiire
ve Arab târihine yakından vâkıftı. Bu âyetlerin, en belîğ bir uslûbla getirilen
hüccetleri ihtiva etmesi|ve Mut'ım'in edebî zevki ile bunların ma'nâlannı
kavraması, ruhunda uçmak derecesinde te'sîr etmişti. Bu sûrede arka arkaya
ondört kerre "Em = Yoksa" edatı ile inkârı bir istifham şeklinde
deliller getirilmiştir. Bunlar edebî zevki bulunan herkeste Mut'ım'in duyduğu
heyecanı uyandırır...
Cubeyr ibn Mut'ım'in
uyanmasına sebeb olup kendisinde büyük te'sîr ve heyecan meydana getiren
"Yoksa onlar bir şeysiz mi yaratıldılar?..." âyeti hakkında şu
açıklama da yapılmıştır: Burada bütün aklî ilimlerin esâsı olan bîr kaâ-nûna
işaret olunuyor ki, şu suretle ifâde olunur: Yoktan bir şey olmaz, yokluk
varlığa illet olamaz. Mevcûd'un illeti ma'dûm olamaz. Hiçbir hadis, muhdissiz
olamaz. Yok, ne kendini ne de başkasını vücûda getiremez... ilh. Tabiî ilimler
nâmı verilen ilimlerde dahî esas olan bu kaanûn, eşyanın kendi tabîatleriyle
kendiliklerinden vucûde gelivermiş olması gibi bir tabîat fikrini de ibtâl
eder. Bâzıları da bundan her hâdisenin bir madde ile mesbûk olması lâzım
geleceğini zannetmiştir. Fakat madde bir şeyin vücûdu için kâfî bir illet
olmadığı gibi, mutlak vucûd için zarurî de değildir. Vâcib olan ancak fail
illettir. Bir Hâlık mev-cûd olmayınca, hiçbirşey yaradılamaz. İşte aklın en
esaslı kaanûnu, Hâlık'ın vucud ve kudretini tanımak iken, o kâfirler kendilerini
yaradanı hiçe sayarak öyle imansızlıklar ediyorlar... {Hakk Dîni, VI, 4561).
[580] Necm, birkaç ma'nâya gelir, burada herbirîne ihtimâl
verilmiştir:
a. Evvelâ bilindiği üzere yıldız demektir.
b. Ağaç mukaabili sakı
olmayan ot, çemen ma'nâsına gelir: "Ve'n-necmu ve'ş-şeceru yescudânV
(er-Rahmân: 6) gibi.
c. Vakit vakit, ceste ceste, taksit suretiyle
verilen şeyin her kısmına da denir. Kur'ân da yirmiüç senede ceste ceste
indiğinden, "Muneccemen indi" denilir ve her defasında inen
mikdârına "Bir necm" denilir.
d. Ahid lamı ayrılmamak
şartryle en-Necm, bilhassa Süreyya yânî Ülker yıldızına isim olmuştur. Bu
suretle Süreyya yıldızının en göze çarpanı ve kamer menzillerinin en meşhuru
olmak hasebiyle, burada müfessirlerin bâzıları bununla tefsir etmişlerdir.
e. Bir de bu sûrede "Rabbu'ş-Şı'râ"
(Âyet: 49)'da geleceği cihetle bâzıları da burada ahîd lamı ile en-Necm, Şı'râ
yıldızı olduğunu söylemişlerdir. Bu ikisinde hevâ, tulu' ma'nâsına olur.
f. Birçokları da cins lamı ile mutlak yıldız
ma'nâsına hamletmişlerdir... (Hakk Dîni, VI, 4569).
[581] Mırre, Murûr'un binâî nev'İ, öd, akıl, kuvvet, kat,
sağlamlık ma'nâlarına gelebileceğine göre "Zû mirre", müessir ve
nafiz, ödlü yânî ödeğin zıddı olarak ka-vî ruhlu, akıllı, kuvvetli, sağlam
vucûdlu ma'nâlarını ifâde eder...
Kaab da yayın kabzasiyle
kiriş mahalli olan iki köşe aralığına denir ki, bir yayda iki kaab bulunur...
Hicaz lügatinde "Kavs'\ zira' ma'nâsına geldiği ve İbn Abbâs'tan burada bu
ma'nâya olduğu da söylenmiştir. Buna göre "Kaabe kavseyn" iki arşın
kadar demek gibi olmuş oluyor. Lâkin burada daha güzel bir ma'nâ
nakledilmiştir: İki yayı birbiri üzerine koyarak, ikisinin'kaabını birleştirir,
sonra ikisini beraber çekip onlarla ok atarlar...
[582] Kudye, kazılmaz katı yer ve yalçın kaya; tkdâ% da
Kudye'ye varmak, kazılmayacak sert kayaya dayanmak ma'nâsınadır ki, bundan
cimrilik ve men' ma'nâsına da kullanılmıştır.
[583] eş-Şı'râ, Cevza'dan sonra doğan ve
"Şı'râ'l-Yemâniyye", "Şı'râ'1-Abûr" adları verilen parlak
bir yıldızdır. Huzâa kabilesi ona tapardı (Medârik, Celâleyn).
Şı'râ, esasen zikrâ
vezninde "Şuur" ma'nâsına masdar olup, semânın birinci kadr
yıldızlarından en parlak iki yıldıza isim olmuştur. Birinci kadir yıl
dızlanndan "Şı'râ" nâmıyle iki yıldız vardır. Birine
"Şı'râ'l-Yemâniyye" veya "Abur", birine de
"Şı'râ'ş-Şâmiyye" veya "Gumeysâ" denilir... Şı'râ'l-Yemânî
burçların en güzeli olan Cevza da denilen suretin arkasında tabiî sayılarak
"Büyük Köpek"te, Şı'râ'ş-Şâmî de "Küçük Köpek"tedir.
Şı'râ'l-Yemânî, semânın en parlak yıldızıdır. Burada "eş-Şı'râ"
bununla tefsir olunmuştur. Çünkü mutlak olarak "eş-Şı'râ" denilince
anlaşılan odur ve en parlak olmakla bilinen o olduğu gibi, Câhiliye'de ona
ibâdet de edilmiştir...
Hâsılı Arablar'da
Şi'râ'ya ta'zîm ve âlemde onun te'sîrine i'tikaad edenler bulunduğu için burada
bilhassa Şı'râ'ya izafetle ''Rabbu 'ş-Şı >â" buyurularak, Şı'râ'nm rabb
değil, merbûb olduğu gösterilip, o i'tikaadları ibtâl edilmiş, Şi'-râ'ya değil,
£ıV«'nin Rabb'ine ibâdet edilmesi lüzumu anlatılmıştır (Hakk Dîni, VI, 4612).
[584] Sumûd, kafa tutmak, kibirlenip somurtmak ve sersem
olmak, oynayıp eğlenmek, çalıp oynamak ve tegannî etmek ma'nâlarına gelir.
Buna göre burada muhtelif ma'nâlar ifâde eder. Yânî ağlamıyorsunuz da çalıp
oynuyor musunuz?...
[585] "Göz şaşmadı": Onu gören Rasûlullah'm gözü
kaymadı, şaşıp da sağa sola bir eğri bakmadı. "Ve aşmadı":
"Görme, haddini tecâvüz edip de yanlış bir görüş de görmedi. Akılların
şaşacağı, gözlerin kamaşacağı hayret verici şeyler görmekle beraber ne şaştı,
ne de aştı; dikkat ve sıhhatin kemâliyle tesbît edip müşâhade etti. Evvelkisi
edebini; ikincisi kuvvetini beyândır. Râzî der ki: Mû-sâ'ya olduğu gibi olmadı,
zîrâ onda dağ düpedüz olmuş, Mûsâ sa'ka ile yıkılmış ve binâenaleyh nazarı
kesilmiş, bayılmıştı. Lâkin Sidre, dağdan kuvvetli idi, dağ parça parça oldu.
Sidre sebat etti, şecere kımıldamadı. Musa bayılıp düştü, fakat Muhammed
sarsılmadı (Hakk Dîni, VI, 4582).
[586] Buradaki "Fe-temârav" fiili cemi' şekliyle
el-Kamer Sûresi'nin verilen âyetin-dedir. Sarihler bunun böyle cemi' olarak
Sahih 'i yazan kimseler tarafından yazılmış olabileceğini ileri sürmüşlerdir.
Hâlbuki bu fiil, müfred olarak bu sûrede de bulunmaktadır: "Şimdi (ey
insan) Rabb'inin nVmetlerinden hangisi hakkında şübhe edersin?" (Âyet:
55).
[587] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Buhârî bunu
burada, bir rivayetini de Tevhîd Kitabı'nda; Müslim ise îmân'da getirmiştir.
Müslim'deki rivayette hadîs daha tafsîlli, hem de Âişe'nin kendi içtihadı
olmak ihtimâliyle mevkuf kalmıyor, Peygamber'e dayandırılmış da oluyor. Bunun
için Müslim, o rivayetin sonunda: Bu daha bütün ve daha uzundur, demiştir:
Müslim Ter., I, 239-242.
[588] Bu "Kaabe kavseyn.,. " hakkında daha önce
bâzı açıklama verilmiş ve burada daha güzel bir ma'nâ nakledildiği
bildirilmişti. Şöyle ki: Arablar, Câhİliye'de bir ittifak için anlaşacakları
zaman iki yay çıkarır, birini diğerinin üzerine koyarak ikisinin kaabım
birleştirir, sonra ikisini beraber çekip onlarla bir ok atarlar. Bu, onların
herbirinin rızâsı diğerinin rızâsı, gadabı diğerinin gadabı olup hilafı mümkin
olmayacak veçhile ahidleşüklerine işaret olurdu. Bu ma'nâda Ka-ab, mikdâr
ma'nâsına değil, iki kavsin birlik manzarasını gösteren kabza ile kiriş arası
demek oluyor. Görülüyor ki, bu ma'nâ hem Öbüründen daha ziyâde bir yakınlık
tasvir ediyor, hem de ma'nevî bir kurb'e işaret eyliyor. "Ev
ednâ"-daki "Ev" "Hattâ daha yakın" ma'nâsına bir
terakki ifâde eder. Böyle mu-hâtabların bakımından terdîd suretinde anlatılması
da ifâdenin temsilî olduğunu hatırlatmak içindir. Bunun için müfessirler:
yakınlığın kemâlini tasvir eden bu ifâde bitişiklik melekesini temsil ve
uzaklık şübhesİni nefy ile Peygamber'in vahyi işitmesini tahkiktir demişlerdir
(Hakk Dîni, VI, 4576-4577).
[589] Bu hadîs de bundan öncekinin başka yoldan gelen bir
rivayetidir.
[590] Mîrâcda Rabb'inin rubûbiyeti âyetlerinden, mülk ve
melekûtun acibelerinden kelâmın ifâdesi hududuna sığmayacak ve ancak müşâhade
ile erilebilecek en büyük âyetini veya en büyük âyetlerini gördü demek oluyor.
Şu hâlde, bu âyetin ne olduğunu îzâha kalkışmak haddimiz olmaz. Görülüyor ki
"Rabb'inİ gördü" denilmemiş, "Rabb'inin âyetlerinden en büyüğünü
gördü" denilmiştir. Bundan, Zât'ın ru'yetini anlamağa zahiren hakk
görünmez...
Keşşaf sahibi şöyle
cezmeder: Nazmın zahiri, ekserin dedikleri.gibi dunuvv ve tedellînin Peygamber
ile Cibril arasında olup görülenin Cibril aleyhi's-selâm olmasıdır... (Hakk
Dîni, VI, 4583-4589).
Selef ve halef
Rasûlullah'm mîrâc gecesi Rabb'İni görüp görmediği husû-' sunda ihtilâf etti.
Âişe annemiz bunu inkâr etmiştir. Ebû Hureyre'den ve bir cemâatten de böyle
rivayet edilmiştir. İbn Mes'ûd'dan gelen meşhur rivayet de bu şekilde olduğu
gibi, hadîsçilerden ve kelâmcılardan bir cemâat dahî buna gitmişlerdir.
Fakat İbn Abbâs'a göre
Peygamber'imiz, Allah'ı gözüyle görmüştür. Ebû Zerr ile Ka'b'dan ve Hasen'den
de böyle rivayet edilmiştir. Bâzı âlimler ise: Bu bâbda açık delîl yoktur,
burda durmak gerektir... demişlerdir... {Meâl-iKerim, III, 973).
[591] Hadîsin başlığa uygunluğu açıktır. Demek, ki görülen
âyetler, Cibril'den ibaret değildir...
[592] Risâleti takrir ve Allah Taâlâ'nın kuvvet ve kudreti
âyetlerinin büyüklüğüyle Tevhîd'e tenbîhten sonra müşriklere ma'bûdlarınm
hakaareti, akîdelerinin.bozukluğu gösteriliyor. Yânı sırf ilâhî vahy olan bu
kelâmı ve sahibinizin gördüğünü duyduktan sonra şimdi siz de söyleyin gördünüz
a o Lât'ı, Uzzâ'yi, hem üçüncü ve en geri olan Menâfi -Lât, Uzzâ, Menât onların
taptıkları putlardan idi, onun için Abdullât, Abduluzzâ, Abd Menât diye isimler
korlar, "Bismi'llâ-ti ve'1-uzzâ" diye yeminler ederlerdi. Ebû Ubeyde
gibi bâzıları bunların taştan putlar olup, Ka'be'nin içinde bulunduklarını
söylemiş ise de, başka yerde ayrı ayrı husûsî haneleri bulunduğu da
nakledilmektedir...
[593] Bütün bu isimler müennestirler. Taberî der ki:
"Ellât", 'M//ffft"lafzmdandır. Te'nîs tâ'sı eklenmiştir.
Müzekkere Amr, müennese Amre, erkeğe Abbâs, dişiye Abbâse denildiği gibi.
Müşrikler putlarına Allah'ın isimlerinden isim vererek,
"Allah"isminden "Ellât"ve "el-Azîz"isminden
"el-Uzzâ"demişlerdir.
Z,â/'in, etrafında
toplanılmak ve dolaşılmak ma'nâsıyle "Leviy" aslı "Leviye"olduğu
da söylenmiştir. Aşere kıraatinden Ya'kûb'un Ruveys rivayetinde tâ'nm
şeddesiyle "Eliâtt" okunduğuna göre "el-Leîtu" masdarmdan
tü-rediği de söylenmiştir. Letl döğüp ezmek ve bulayıp karmak ma'nâlarmadır.
Denilmiştir ki, vaktiyle bir adam yağ ile sevîk karıp yedirir ve yiyenler
semirir idi. Sonra o, ma'bûd edinildi. Râzî buna göre Lât erkek olmuş oluyor
demiş ise de, "Suret" te'vîliyle yine müennes olmalıdır. Zîrâ âyetin
siyakına göre hep müennestirler. Uzzâ da, belli ki "Eazz"in müennesi
olarak "Azîze" demek gibidir... (Hakk Dîni, VI, 4590-4593).
[594] Buhârî bunun bir rivayetini Nuzûr Kitâbı'nda da
getirmişti. Müslim, îmân ve Nuzûr'da getirmiştir.
[595] Burada Menât'tan sonra "es-Sâlisetel-uhrâ"
diye vasıfiama, tehekküm ve tah-kîr içindir, "el-Uhrâ" vasfiyle
putların geriliğini ifâde eden bir horlama vardır.Çünkü Uhrâ,
kullanmada diğer ma'nâsına şayi'
olmuş ise de aslında "Gerilemek" ma'nâsına olan
"Taahhur" masdanndan ismi tafdîl olmak i'ti-bâriyle, yerine göre
"En geri" ma'nâsına bir tevriye dahî ifâde edebilir. O "En
geri" olunca, öbürlerinin de geriliği anlaşılmış olur. Bir de Menât, daha
evvel dikilmiş en büyük putları iken, Lât ve Uzzâ'dan sonra üçüncü mertebe
putlar arasında düşürülmüş olmasına da işaret anlaşılır. Bu suretle buyuruluyor
ki, bu beyândan sonra siz de o taptığınız muhtelif putları ve geriliklerini
gördünüz değil mi?... (Hakk Dîni, VI, 4594).
[596] Bu hadîsin daha uzun bir rivayeti Hacc Kitabı,
"Safa ile Merve'nin vucûbu bâ-bı"nda geçmişti. Buradaki son
fıkrasının ifâde ettiği şudur: Ensâr, Câhiliye devrinde kendi putları Menât'a
ta'zîm için Safa. ile Merve arasında tavaf etmiyorlardı. Çünkü Menât, sa'y
yerinde değildi. Sa'y yerinde başkalarına âid olan Isâf ve Naile putları
bulunuyordu (Kastallânî).
[597] Hadîslerin başlığa uygunlukları bellidir. Bunların
birer rivayeti Kur'ân'ın Secdeleri Kitâbı'nda da geçmişti.
Sucûd, lügatte hudû' ve
tezellül ile baş eğmektir, örfte alnı yere yâhud ona bitişik şeye koymaktır ki,
namazın farz olan rükünlerindendir. Tezellülün en büyüğünü ifâde eder. Râğıb'ın
el-Müfredâfmda beyân edildiğine göre, secde, Allah'a tezellül ve ibâdette
kullanılır. İnsanları, hayvanları, cemâdlan şâmil olmak üzere iki nevi' sucûd
vardır: Birisi ihtiyarîdir. Bu, yalnız insana mahsûstur. İnsan onunla sevaba
nail olur. Bu âyette olduğu gibi. İkincisi teshindir. Bu, insana, hayvana,
nebata âiddir. er-Ra'd Sûresi'nin 15. âyetinde olduğu gibi. Bu sucûd,
kendilerinin fail ve hâkim olan Allah'ın mahlûkları olduğunun sessizce bir
nutkudur: en-Nahl: 19. âyet (Meâl-i Kerîm, III, 954).
[598] Müstemirr kelimesine birkaç ma'nâ verilmiştir: Birisi
yeniden yeniye muttari-den carî mütevâlî demektir. Birisi de geçici, yânî gelip
geçici demektir ki, Buhâ-rî bu ma'nâyı nakletmiştir. Bu iki ma'nâ da mürur
masdarındandır. Bir de kuvvet ma'nâsına "Mr>re"den türemiş olarak
"Muhkem" demek olduğu Ebû'l-Aliye ve Dahhâk'tan nakledilmiştir...
[599] Levh, her neden olursa olsun tahta gibi yassı olan
şeye denir.
Dusur, Disâr'm cem'idir.
Disâr, eğser yâhud geminin tahtalarını birbirine bağladıkları rabıta, kenet, perçin
veya halat. "Levhalar ve disârlar sâhibi"nden murâd gemidir. Bir
nevi' ta'rîf için sıfat, isim yerine ikaame edilmiştir. Yânî birtakım
levhaların birbirine husûsî surette kenetlenmesiyle yapılmış olan gemiye
bindirdik. O küfredilmiş, kadri bilinmeyip nankörlükle karşılanmış olan zât,
yânî Nuh'a mükâfat için -ki onu yalanlayanlar suda boğulurken, o böyle ilâhî
korumada korunmuş bulunuyordu.
[600] Her şirb huzur iledir. Fıkıhta şirb içmek, kullanmak
ve sulamayı şâmildir. Her şirb, gerek devenin şirbi, gerek halkın şirbi yâhud
gerek su içimi, gerek süt içimi demektir.
[601] Derhâl ağılci çırpısının kırıntıları gibi kınla
kaldılar. -Çoban ağılının etrafına harım olmak İçin çekilen çalı çırpının
döğülüp çiğnenerek çürümüş olan kırıntıları gibi yâhud çobanın ağılında
yaktığı çalı çırpının yanık kırıntıları gibi kınla kaldılar.
[602] Mustakırr azâb; Üzerlerinde kararını bulmuş, def
olunmaz yâhud onları karargâhları olan cehenneme götürünceye kadar devam eden
azâbdır.
[603] Ayın ikiye ayrılması Rasûlullah'ın en büyük mu'cizelerindendir.
Sahâbîler, tâ biîler ve daha sonrakilerden bilinen müfessirlerin hepsi bunun bu
mu'cizeyi haber verdiğinde müttefiktirler. Haber meşhurdur. Sahâbîlerden bir
haylî zevat rivayet etmişlerdir...
[604] Buradaki beş hadîs İbn Mes'ûd, İbn Abbâs ve Enes
üzerinde dolaşır. İbn Mes'ûd hadîsinde vak'ada hazır bulunmasını açıkça
söylemesi vardır. Çünkü "Biz Peygamber'le beraberdik, bize 'Şâhid olun' buyurdu" demiştir. Ay'ın yarılması Mekke'de hicretten
beş sene kadar önce olduğu için, o târihte Enes de, İbn Abbâs da henüz
doğmamışlardı. Lâkin onlar bu haberi diğer sahâbîlerden rivayet etmişlerdir...
Bu hadîslerin bâzısı Peygamberlik Alâmetleri Kitâbi'nda da geçmişti.
Sahîh olan bu hadîsler
Ay'ın ikiye ayrılması mu'cizesini isbât ettiği gibi, Kur'ân'm şehâdeti de
esasen bu konuda en kuvvetli ve büyük bir delîldir. Bu hâdisenin imkânı
hususunda hiçbir mü'min şekk etmez... Bâzıları "Yarıldı" ma'-nâsında
olan "lnşakka"nm "Yenşakku yevme'l-kıyâmeti{ - Kıyamet gününde
yarılacak)" demek olduğunu ileri sürmüşlerse de, bu doğru değildir...
Çünkü mâzîyi geleceğe hamletmek için ya bir karineye yâhud kuvvetli bir delîle
dayanmak lâzımdır. Hâlbuki "Ve in yerev" âyeti de buna mâni' pek
kuvvetli bir delîldir (Beydâvî, Râzî, Ceiâleyn, Hâzin, Medârik, Ebu's-suûd).
Bu konuda doyurucu bilgiler için muhakkik ve mütefekkir Elmahlı Muhammed Hamdî
Ya-zir'm Hakk Dîni Kur'ân Dili adlı tefsîrine dönülmelidir: VI, 4621-4638.
[605] Katâde'nin bu sözünü Abdurrazzâk senediyle rivayet
etmiştir. Lâkin murâd aynen o geminin kalmış olması değil, mutlak olarak gemi
cinsinin onu hatırlatacak bir muhtıra olduğunu söylemek olması daha ziyâde
düşünülür. Çünkü bunda ibret ve tezekkür sahası daha geniş, daha umûmî ve
binâenaleyh şu "Düşünen var mı?" itabının fâidesi daha bariz olur.
Muddekir, aslı Zikir'den
iftiâl babından "Mutezekkir "dit. "Muzdecer"de olduğu gibi
tâ, dâl'e kalb olunmuş, sonra zâl, dâl'e girdirilmiştir. "Mutezekkir"
gibi "Düşünen" demektir.
[606] Hakîkaten yeryüzünde tamâmı ezberden açık olarak
okunan Kur'ân'dan başka bir kitâb yoktur, tş bu "Ve le-kad yessernâ"
âyeti bu sûrenin bir tercî' âyetidir ki, her kıssanın akabinde "And olsun
ki onlara (küfrden) vazgeçirecek nice mühim haberler gelmiştir" (Âyet: 4)
mazmununu hatırlatmak için tekrar edilmiş ve bu suretle her birinin müstakil
olarak o vazgeçme ve iddihâr yânî ibret almayı îcâb ettiği anlatılmıştır.
Bâblar altında hadîsler
aynı hadîsin ayn yollardan gelen rivayetleridir. Bu-hârî'nin bunları burada
getirmesinin sebebi, seleften bâzısının bu kelimeyi noktalı zâl ile
"Müzzekir" şeklinde okumuş olmasıdır. Bu daKatâde'den nakledilmiştir
(Aynî).
[607] Burada haber verilen azâb Hûd Peygamber'in kavmi olan
Âd üzerine gelmiştir. Âd, iri bedenli bir kavim oldukları İçin başları kopup
kopup devrildikçe, bu benzetmeyi doğrulayan birşey oluyorlardı.
Bu âyetlerden önceki iki
âyet şöyledir: "Âd, tekzîb etti. İşte benim azabım ve tehdîdlerim nice
imiş. Çünkü biz uğursuz sürekli bir günde onların üstüne çok gürültülü bir
fırtına gönderdik" (Âyet: 18-19).
[608] Bu âzab da Salih Peygamber'in kavmi üzerinde cereyan
etmiştir. Onlar çoban ağılının etrafına harım olmak için çekilen çalı çırpının
döğülüp çiğnenerek çürümüş olan kırıntıları gibi yâhud çobanın ağılında
yaktığı çalı çırpının yanık kırıntıları gibi kınlakaldılar. Bu benzetmenin
içinde de düşünülecek ma'nâlar vardır. Düşünüp de ibret alacak ve ona göre
hareket edecek olan nerede?
Bâb altındaki hadîs de
aynı hadîsin başka yollardan gelen rivayetidir. Bu tekrarlar temel olarak
düşünmenin, tefekkür etmenin, ders almanın ehemmiyetini vurgulamaktadır.
[609] Bu da zikredilen hadîsin başka tarikten rivayetidir.
İyi bil ki, Buhârî bu
hadîsi altı bâb başlığı altında altı tarîkten getirmiştir. Buhârî'nin maksadı
bu kelimenin sûre içinde geldiği yerlerde dâl harfiyle okunmuş olmasını
göstermek olabilir. Bunun bir fâidesi üe "Biz Kurbân 7 düşünmek için
kolaylaştırdık, düşünen var mı?" âyetiyle, düşünme'ye yapılan bu teşvîki
İşittiklerinde geçmiş ümmetlerden her bir ümmetin haberini işitme sırasında kendilerinde
bir idrâk, bir öğüt alma bulup da uyanmalarıdır... (Aynî)
[610] Bu ve bundan önceki âyet müşrikleri korkutma
hakkındadır. Onlar "Biz inti-kaam almaya muktedir bir cemiyetiz",
bize kasdedilmez iddiasında bulunuyorlardı Allah va'dini gerçekleştirdi de
Bedir'de onları bozdu. Mekkî sûredeki bu va'd, Medine'de, Bedir'de gerçekleşti.
Bu âyetin Bedir için bir mu'cize olduğu anlaşıldı. Hadîsin başlığa uygunluğu
meydandadır.
[611] Hadîsin başlığa uygunluğu Mekke'de inen bu âyetin
Bedir'de gerçekleşmesi yö-nündendir. Buhârî bu hadîsi burada kısaltılmış olarak
zikretti. Bu, Kur'ân'm Faziletleri Kitâbı'nda "Kur'ân'm te'Iîfi
bâbı"nda uzunca bir metinle gelecektir.
[612] Bu hadîsin bir rivayeti bundan önceki bâbda geçmişti.
Bu da Kur'ân'ın Fazîlet-leri Kitâbı'nda gelecektir. .
Bu âyet, Peygamberlik
delillerindendir. Çünkü Mekke'de indiği hâlde, hicretten sonra vukü'a gelen
Bedir muharebesinde gerçekleşmiştir. Umer dedi ki: Bu âyet inince, hükmünün ne
zaman ve nerede gerçekleşeceğini bilmiyordum. Rasûlullah (S) Bedir günü zırhını
giyip de bu.âyeti okuduğu zaman, bunun hakikatine vâkıf oldum. (Beydâvî,
Medârik).
[613] Zemahşerî der ki: Azîz ve Yüce olan Allah bu sûrede
ni'metlerini saydı. Ni'met nevi'leri ve sınıflarından da ilk evvel ayağı en
ileride olanı öne geçirdi ki, o, dîn ni'metidir. Dîn ni'metleri içinden de
evvelâ mertebesi en yüksek olanı takdim buyurdu ki, o da Kur'ân'ı in'âmı,
indirmesi ve ta'lîmidir. Çünkü Kur'ân, ilâhî vahyin rütbece en büyüğü,
menzilece en yükseği, dînin bâblarmda te'sîri i'tibâ-riyle en güzelidir. O
bütün semavî kitâbların yücesi (yükseği), mısdakı, mi'yârı-dır. insanı
yaradışınm zikrini onun zikrinden sonraya bıraktı ve onu, onun arkasından
getirdi ki, onu yaradışı sırf dîn ve ilim dolayısıyle olduğu bilinsin. Çünkü
maksad, ilmen mukaddemdir. Sonra da insanın insanlığını temeyyüz ettiren,
içindekinİ vicdânındakini güzel bir surette ortaya koymak ve teblîğ etmek olan
beyân, yânî ilim ve ta'lîmin en büyük sebeblerinden biri olan lisân ni'metini
zikretti.
[614] Husbân, hâ'nın dammı ile "Hisâb (Hesâb)"
ma'nâsma ve "Hisâb"ın cem'i "Hisâblar" ma'nâsma gelir. Bir
de değirmen taşının mihverine "Husbânu'r-rahâ" denir.
"Husbân", "Hesâb efme£"ma'nâsına masdar olur; Gufran,
Ktif-rân, Ruchârt, Nuksân, Burhan gibi.
[615] Reyhan, güzel rayihalı ve revhâniyetli demek olup,
bizim de "Reyhan" dediğimiz nebat gibi, koklanan güzel kokulu otların
hepsine denilir. Bununla beraber burada İbn Abbâs'tan rızk ma'nâsma olduğu da
nakledilmiştir... Rızkın rahat bahşetmesi veyâhud ekmek kokusu, bilhassa
acıkmış olanlar için her kokudan güzel olması münâsebet vechi olmak gerekir. Bu
suretle murâd Keşşafın dediği gibi, habbm asfma mukaabil lübbü demek olur {Hakk
Dîni, 4667).
[616] Salsâl, tıngırüngır ses veren kuru çamur; Fahhâr, iyi
pişmiş saksı. Yânî fağfur gibi çın çın ses verecek kadar kurumuş, hayâttan o
derece uzak kuru topraktan yarattı ki, insanın ilk menşei olan Arz, Güneş'in
harareti karşısında bu derece hayâttan uzak iken, Allah ondan tavırdan tavıra
bir sülâle süzerek insanı yarattı.
[617] Münşeat, iki ma'nâ ile tefsir edilmiştir: Birincisi,
bilindiği üzere "İnşâ olunmuşlar" demektir ki, inşâsının
ehemmiyetini ve Allah'ın bir ni'meti olduğunu ve insanlar tarafından inşâ
edilmiş olması "Sizi de, yapageldiğiniz şeyleri de Allah yaratmıştır"
(es-Sâffât: 96) âyetince Allah'ın olmalarına mâni' olmadığım anlatır,
ikincisi, "Yelkenleri açılmış" ma'nâsına da tefsir edilmiştir. Çünkü
"İnşâ", "Yukarı kaldırmak" ma'nâsına da geldiğinden,
"Münşeat", "Merfûât" demek olur.
[618] Nuhâs, bakır, yânî erimiş bakır yâhud bakır gibi bir
kızıl duman, yâhud zehirli duman ki, yalını yakar, dumanı boğar... Dikkate
lâyıktır ki, butehdîd tarzı zamânimiz toplarının, hava bombalarının,
füzelerinin, atom, hidrojen ve^âir bombalarının ateşlerini andırır şekilde bir
tasvirdir.
[619] Bu, İmâm Buhârî'nin "Hurma ve nâr meyve
değildir" diyen topluluğa verdiği cevâbıdır. Bunu, getirdiği örneklerle de
desteklemektedir.
[620] Hâsılı bu, hâss olanın âmm olan üzerine atfı
kabîlindendir.
[621] "Zevâtâefnânin", "İkisi de efnân
sâhibleri". "Zevâtâ", "Zâta" gibi
"Z<5/"ın tesniyesidir. Zîrâ "Sahibe" ma'nâsına "Zât
"m aslı "Zevö?"oiup, müfred ve cem'ini fark için vâv harfi
hazfedilmiştir. "Efnân", "Fenn"yâhud "Fenen"\n
cem'idir. "Fenn"nevV demektir. Nitekim ilmin nev'ine de örfte
"Fenn" denilir. "Feneri" de "İnce ve yumuşak dal,
ğusun ve nihâi" ma'nâsınadır. Yânî her-birinde türlü türlü bostanlar yâhud
birçok dallar, şu'beler vardır...
[622] Nitekim buna "el-En'âm" (Âyet: 10) ile
"Eyyuha's-sakalân'" (Âyet: 31) sözleri de delâlet etmiştir.
Bundan önceki sûrede
geçmiş ümmetlerden peygamberleri yalanlayanların başlarına inen türlü azâblan
sayarken, herbirinin arkasından "And olsun biz Kur'ânU
kolaylaştırmışızdır, düşünen var mı?" âyetiyle va'z ve hatırlatmak için
bir tercî' yapılmıştı. Bu sûrede de bütün insanlara dînî, dünyevî, enfüsî,
âfâkî türlü ni'metler hatırlatılarak, herbirinin arkasından şükür vecîbesinin
ihlâline karşı "Rabb'inizin nVmeilerinden hangisini yalan
sayabilirsiniz" tevbîhi ile Öyle latîf tercî'ler yapılmıştır ki, âlânın
meddi gibi letafetini doyulmaz. Suyûtî el-Itkan'da tekrarı birkaç kısma taksîm
etmiştir. Bunlardan bîri, muteallakının taaddüdünden dolayı tekerrür edendir
ki, ikinci birincinin taalluk ettiğinden başkasına müteallik olur demiş. Sonra
bu kısma terdîd ismi verildiğini söylemiş "Fe-bi-eyyi âlâi..."
kavlini bu kabilden saymıştır. Çünkü bu, sûre içinde otuz-bir yerde tekerrür
ettiği hâlde, herbiri kendinden önceki kelâmla ilgili bir hususiyetle
mümtazdır (Hakk Dîni, VI, 4659)
[623] Ebû'd-Derdâ'nm bu tefsiri ibn Mâce, İbn Hıbbân ve daha
başka hadîsçiler tarafından Peygamber'in sözü olarak rivayet edilmiştir, işbu
"O her gün bir iştedir", iki ma'nâ ile tefsir edilmiştir: Birisi
"Yevm" mutlak vakit ma'nâsına olarak, her saat, her an ma'nâsına
tefsîr edilmiştir. Bir de Allah'a göre dehr, iki günden ibarettir. Birisi
dünyâ, birisi âhirettir. Herbirine göre de Allah'ın bir şe'ni vardır. Dünyâdaki
şe'ni emir-nehiy; âhiretteki şe'ni de hesâb ve cezadır...
[624] Ferağ, lügatte boşalmak demek olduğundan, önce bir
meşguliyet işi, bir şey için boşalmak da sonradan bir meşguliyet gerektirir.
Hâlbuki Allah Taâlâ'yı hiçbir iş diğer işten alı koyamayacağı için, burada
münhasıran âhiret işleri olan hesaba çekme ve karşılık vermeyi ifâde için bu
suretle bir istiare veya kinaye yapılmıştır. Yânî bu günkü dünyâ işleri
geçecek, bu dünyâ hayât ve ni'metleri fenaya gidecek, bu mühletler, müsamahalar
tükenecek, yarın Allah'a dönmekle sâdece mes'ûliyet, hesâb ve ceza için huzura
geleceksiniz de sırf sizin işinize bakılacak, sizin mes'ûliyetiniz işleri
tatbîk olunacaktır... "Sekalân"yâhud"Sekaleyn", "İki
sakal", bundan sonraki 31. âyette açıkça söyleneceği üzere ins ve cinnin
bir unvanıdır... (Hakk Dîni, VI, 4680).
[625] Bu iki cennet, Rabb'inin makaammdan korkan mukarrebûna
ihsan edilen iki cennetin dûnundadır. Ashâbu'l-yemîn'e mahsûstur ve bundan
sonra gelen âyet-lerdeki vasıflar da hep bunlara âiddir. Bâzılarına göre ise
âyetteki "Z)wn" kelimesi, mertebece diğerinden aşağı ma'nâsma değil,
başka, gayr ma'nâsınadır. Bu takdirde cennet ehlinden her birine dört cennet
isabet edecek demektir (Bey-dâvî, Medârik).
[626] Hadîsin başlığa uygunluğu "İki cennet, bunların
kapları ve içindekiler gümüştendir.. " sözündedir
[627] Hûr, Ahver'in veya Havrâ'nm cem'idir ki, gözünün
beyazı şiddetle beyaz, karası da şiddetle kara olan âhû gözlüye denilir.
Hayme, dilimizde çadır
diye meşhurdur. Kaamûs Tercemesi'nde Hayme, Arab evlerinden yuvarlak olan beyte
denir ki, "Çadır" ta'bîr olunur. Bâzıları dedi ki, üç yâhud dört
direk üzere tertîb olunup üzerini "Sümâm" dedikleri otlukla
örttükleri beyttir ki, havanın hararetinde onda gölgelenirler. Yâhud mut-lakaa
ağaç dallarından tertîb ettikleri beyte denir ki, Türkçe'de bunlara
"Salaş" ta'bîr olunur. Hulâsası A'râb taifesi kıldan yuvarlak kubbe
tarzında edinirler ve bazen mustatil olur. Deriden de düzerler. Bunlara
"Çadır" ta'bîr olunur ve ağaçtan çattıklarına Türkmen lisânında "Alacık"
ta'bîr olunur. Sazlıktan yaptıklarına "Hüg" ta'bîr olunur..
[628] KaasırâtuH-tarf = Bakışı kısan dilberler): İşbu
ta'bîr, birkaç ma'nâ ile tefsîri kaabil bir medh sıfatıdır: Birincisi
nazarlarını yalnız zevçlerine hasreden, başkalarına göz atmayan sevgili,
sadakatli, vefalı dilberler demek olur. İkincisi, bakanın nazarını kendisine
cezb ve kasreden, bir gören gözü başkasına bakmak istemeyecek derecede
kendisine bağlayan güzel dilberler. Üçüncüsü gamzeleri kendi önlerine kırılmış,
şuraya buraya bakmaz, edeb, haya, vakaar ve nezâhetle mümtaz demek de
olabilir... Şöyle bir hadîs gelmiştir: Herbiri zevcine şöyle der: Rabb'-ın
izzeti hakkı için ben cennette senden güzelini görmüyorum, beni sana eş yapan,
seni de bana eş yapan Allah'a hamdolsun. -Müslim hadîsidir- {Hakk Dîni, VI,
4689-4690).
[629] Bu da geçen hadîsin başka yoldan ve daha geniş bir
rivayetidir. Bunun bir rivayeti Cennetin sıfatı bâbı'nda da geçmişti.
[630] Arabistan sidri dikenli bir ağaç olduğu için, bununla
cennet sidrinin dikensiz olduğu anlatılmıştır.
[631] Urub, Arûb'un cem'idir; üç ma'nâ ile tefsir
edilmiştir:
a. Kocalarına âşık, yânî
zevcelerini çok seven kadınlar, b. Cilveli, işvekâr kadınlar, c. Güzel söz
söyleyen kadınlar
[632] Sâbikûn hakkında "Bir çok evvelkilerden, biraz da
sonrakilerdendir" (Âyet: 13-14) buyrulmuşüı. Ashâbu yemin, sâbıkûn gibi
değil, çoktur; evvelkilerden de birçok, sonrakilerden de birçoktur.
[633] Buradaki "Hım" esasen günâh ma'nâsınadır.
"Şübhesîz şirk en büyük zulümdür" (Lukmân: 13) buyurulduğu için,
şirk büyük günâhtır; işte onlar bu büyük günâh üzerinde ısrar ediyorlardı.
[634] Eğer sâdıklarsanız, Allah'ın dînine tâbi' olmamak,
vahdaniyetle rubûbiyetini tanımamak da'vâsında doğru iseniz! Fakat ihtimâli mi
var? İşte siz Allah'ın hükmü, kudreti altında öyle âciz, öyle mahkûmsunuz!..
[635] Tefekkuh, esasen türlü yemiş yemek demek olup mecaz
olarak taaccüb etmek ve peşîmân olmak ma'nâlarına da gelir. Burada murâd
şaşkınlıkla şu lâkırdıları yemiş yer gibi tekrar tekrar söyler, çiğner, geveler
durursunuz demektir.
[636] Nücûm, yıldızlar demek olduğuna göre, mevki'leri
doğdukları veya battıkları mahaller yâhud semâdaki yerleri, burçları ve
menzilleri yâhud şihâbların düştükleri mevki'ler yâhud kıyamet günü
döküldükleri sıra düşecekleri mevki'ler olmak üzere dört beş veçhe veya hepsine
muhtemildir. Maamâfîh burada Kur'ân'ın necmleri, yânî tenzilde indirilen
kısımları ma'nâsına olmak daha muvafıktır... Bu ma'nâca o nücûmun mevki'leri
ise meleklerin, Peygamber'in, hafızların kalbleri yâhud yazıldıkları sahîfeler
veya ma'nâlan veya inmelerine sebeb olan vakıalar ve hükümleridir. Şu hâlde
"Mevâkı'u'n-Nucûm" denilenlerin hepsine şumûlu en uygun ma'nâ olur
(Hakk Dîni, VI, 4722).
[637] Bu âyet, içinde bulunduğu diğer âyetlerle şöyle bir
bütünlük gösterir: "Sağcılar: Onlar ne mutlu sağcılardır! Dikensiz kiraz,
meyveleri tıklım tıklım istifti muz ağaçları, yayılmış devamlı bir gölge, dâima
akan su, kesilmeyen, yasak da edilmeyen birçok meyve arasında ve yükseltilmiş
döşekler üzerindedirler" (Âyet: 27-34).
Cennetin hepsi
gölgedir, onda güneş yoktur. Bu gölge, güneşten değil, Allah'ın yaratacağı bir
gölgedir (Kastallânî).
İşbu
"Ashâbu'l-yemm" cümlesi "Ulâike'l-mukarrebûn" üzerine
atfedil-miştir. Yukarıda "Ashâbu'l-meymene", burada
"Ashâbtı'l-yemîn " ta'bîr olunması tefennün İçin olmak gerekir.
Bunlara "Ashâbu'l-yemîn" denilmesi, amel defterleri olan kitâbları
kıyamet günü "Artık kitabı sağ eline verilmiş olana gelince, der ki: Alın
okuyun kitabımı'3 (el-Hâkkaa: 19) âyetince sağlarından verilmesi hasebiyle
olduğu dahî söylenmiştir. "Ashâbu'l-yemîn1", yemîninde sâdık, ahdine
vefakâr, işine sâhib bahtiyarlar demek de olabilir ki, mukaabili hânislik,
yemîn-sizliktir. Bir de "AshâbuH-yemm", sâdıkaan, Allah için yeminine
merbut sâdık vefakârlar olabilir (Hakk Dîni, VI, 4706).
[638] Yânî hakikatte mülk O'nun olduğu gibi mük de onundur.
Siz O'nun olduğunuz * gibi, sizin milk diye sâhib olduğunuz şeyler de O'nundur.
Ancak size selâhiyet verip onlarda tasarruf etmek için sizi halîfe kılmıştır.
Ondan dolayı bir vekîl ve nâib gibi izin verdiği hususlarda tasarruf
edebilirsiniz... O hâlde îmân ediniz de sizi öyle halef kıldığı mallarda
kendinizi asîl değil, O'nun naibi bilerek, O' nun yolunda ve beyân ettiği
hususlarda sarf ve infâk ediniz...
[639] Yânî demiri bol olarak yaratıp mevcudiyetini
bildirdik, kullanılmasını öğrettik... Demir bütün sanâyiin hem bel kemiği, hem
eli ve tırnağı gibidir. Mezarlar da onunla kazılır, şehirler de onunla yapılır,
yiyecek de onunla, giyecek de onunla-dır. Fahruddîn er-Râzî'nin dediği gibi,
demirin insanlığa hizmeti altından çok fazladır. Hâsılı demirin insanlar için menfâatleri
pekçok ve insanların demire ihtiyâcı, altın ihtiyâçlarından çok fazla
olduğundan dolayı Allah Taâlâ demiri altından çok ve kolay bulunur bir surette
yaratmış ve altından önce keşfini müyesser de kılmıştır. Altını ise ihtiyâcın
azlığı sebebiyle az ve nâdir bulunur yaratmış ve zor bulunacak ve kirlenmez
bir kıymet mîzânı yapılacak veçhile ağırlık ve izzetiyle arzın derinliklerine
atmıştır. Allah Taâlâ'nm cömertlik hikmeti ve kullarına rahmet ve inayeti
eserlerinden biri de ihtiyâç çok olan şeyleri tabîatte daha çok ve kolay
bulunur bir hâlde yaratmış olmasıdır. Nitekim hakîmler derler ki, hayâtta en
çok ihtiyâç havayadır. Allah onu en çok ve en kolay bulunur ve kolaycacik
teneffüs edilir bir surette yaratmış, öyle ki, insan hiçbir külfete muhtâc olmaksızın
onu tabîî olarak teneffüs eder. O hâlde Allah'ın rah
[640] Hem zahir, hem bâtın: Zahir varlığı herşeyden
aşikârdır. Çünkü herşey onun vücûduna delildir. Hiçbirşey yoktur ki, vucûd'da
zuhur ederken, daha evvel onun vücûdunu isbât etmiş olmasın. Maamâfih her
zahiri de o zannetmemelidir. Çünkü o zahir olmakla beraber bâtındır da, duyu organlarıyle
hiss, hayâl ile tahayyül olunamayacağı gibi hakikati akılların idrâk ve
ihatasına sığmaktan münezzehtir. Binâenaleyh ne yalnız zahir, ne de yalnız
bâtın diye hükmetmemen', hükmü atıftan sonra yaparak Zâhİr-Bâtm demelidir.
Evvel ve âhir de böyledir. Ebû's-suûd'un da hatırlattığı gibi "
Ve'z-Zâhir"deki vâv, bu iki vasıf toplamım evvelki iki vasıf toplamına
atfeder (Hakk Dîni, VI, 4731).
"... Lâkin tevhidi
fikri bütün bir hikmet ve ma'rifet manzumesi şeklinde izhâr eden Kur'ân âyeti
bu el-Hadîd: 3. âyetidir...
Hayâtımızı tetebbuatla
geçirdik. Büyük adamların yüksek fikrî ilhamlarının belli başlılarına,
mukaddes kitâblardaki ulvî kelimelere ıttıla kesbettik. Tamamen bî-tarafâne
olarak beyân ederiz ki, bu i'câzlı âyetin ifâde ettiği dâire hâricinde
söylenebilmiş söze tesadüf etmediğimiz gibi, bundan daha yüksek, daha ilmî,
daha mu'ciz bir tasvir şeklini de muhal buluyoruz. Aynı ma'nânın binlerce
kelime ile ifâde edildiği oluyor, lâkin lâfızlar ve kelimelerin çokluğu ne
fazla vuzuhu ve ne de fazla ifnamı mûcib olamıyor..." (Filibeli Ahmed
Hilmi, İslâm Târihi, Ötüken Neşri, s. 190-196). Bunun daha uzunca bir özeti
eş-Şûrâ: 11. âyette de verilmişti.
[641] Mücâdele Sûresi, dâl harfi üstünde, esre de
okunabilir, ikincisi daha ma'rûftur. Buna Kad Semia Sûresi dahî denilir. Ubeyy
ibn Ka'b'ın Mushaf'ında "Zıhâr Sûresi" denilmiş olduğunu da ÂIûsî
zikreder. Dâl'in kesresiyle el-Mucâdile, ismi fail müfred müennes olup
"Seninle kocası hakkında direşip duran kadın" (Âyet: I) buyurulduğu
üzere, "Mücâdele eden kadın" demektir. Dâl'in fethiyle Mücâdele ise,
bunun masdandır. Bu, gerek bu kadının mücâdelesine ve gerekse sûrenin diğer
âyetlerinde kâfirler ve münafıklarla olan mücâdele ma'nâlarına da uygun olur.
Mücâdele esasen çekişmek, yânı iki tarafın kendi da'vâsını isbât için tekrar
tekrar suâl ve cevâb ile karşılaşması, şiddetle münâkaşa ve mu-hâsama etmesi
demektir...
[642] Bu âyet, işbu Mücâdele Sûresi'nin "Mâ sıka
leh"\m teşkil eden hedefi demektir. Onun için bu ma'nâ evvel ve âhirinde
tekrar olunacaktır. Yânı muhakkak ki Allah ve Rasûlü'ne hudûd yarışma kalkanlar
-Kaadı Beydâvî'nin kısaca beyânına göre- Allah ve Rasûlü'nün hududunu
tanımayıp, onlara adavet eden veya onların ta'yîn buyurduğu hududun gayrı
hükümler koymak veya tercih etmeye kalkışan kimseler.. İtildiler yâhud
çarpıldılar yâhud tepelendiler...
[643] Müteâkib âyetler şöyledir: "Allah 'a ve Rasûlü
'ne muhalefet edenler; onlar şüb-hesiz ki en çok zillete düşenlerin
içindedirler. Allah şöyle yazmıştır: And olsun ki, ben gâlib geleceğim,
ramilerim de. Şübhesiz Allah yegâne kuvvet sahibidir, mutlak gâlibdir. Allah 'a
ve âhiret gününe îmânda sebat eden hiçbir kavmin Allah 'a ve Rasûlü 'ne
muhalefet eden kimselerle -velevki onlar bunların babaları, ya oğulları, ya
biraderleri yâhud soy sopları olsunlar- dostlaşacaklarım göremezsin...'"
(Âyel: 20-22).
[644] el-Bıkaaî bu sûreye Benû Nadîr Sûresi denildiğini de
nakletmiştir.
[645] el-Celâu, el-İclâu gibi müteaddî de, lâzım da olur.
Aslında apaçık açmak, açılmak, açıklık, açığa çıkarmak veya çıkarılmak demek
olan el-Celvu'dan Celâ, bir kimsenin veya cemâatin yerinden yurdundan herhangi
bir sebeble tedirgin edilerek uzaklaşması veya uzaklaştırılması demektir ki,
yurdu açık kalmış, kendisi açığa çıkarılmış olur. Biz sırasına göre nefy,
iclâ, teb'îd, tehcir, sürgün, açılma, açığa çıkarılma... ta'bîrlerini
kullanırız...
[646] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Buhârî bunun
bâzısını el-Enfâl'de ve Cihâd'da; Müslim de Sahîh'min sonunda getirmiştir.
[647] Bu da zikredilen hadîsin başka yoldan rivayetidir. İbn
Hacer bunun vechinİ şöyle îzâh etmiştir: Buradaki haşr, kıyamet günündeki haşr
zannedilmemek için böyle demiş olmalıdır. Çünkü maksad, Benu'n-Nadîr'in
çıkarılmasıdır, demiştir.
Kaamûs sahibi
Fîrûzâbâdî'nin e/-Basâir'de beyânına göre: Haşr, esâsında bir cemâati karargâh
ve barınaklarından nefîr suretiyle iz'âc ve ihrâc eylemeye konulmuştur. Sonra
cemâat ilgisiyle "Toplamak" ma'nâsında kullanılmıştır.
Râgıb eHsfahânî,
el-Müfredâ t'mda: Haşr, cemâati makarrlarından, yânı durdukları yerlerinden
çıkarıp iz'âc ederek harbe ve benzerlerine zorlamaktır... Ve kıyamet gününe
"Ba's günü", "Neşr günü" denildiği gibi, "Yevmu'l-haşr
= Haşr günü" dahî denilir, demiştir.
Bu sûredeki Haşr ise,
kıyamet günü olacak olan son haşr değil, onun küçük bir numunesi olmak üzere
"O kitâb ehlinden küfredenleri ilk sürgünde yurtlarından
çıkarandır..." (Âyet: 2) kelâmında zikrolunan evvelî haşr, yânî ilk
haşrdır ki, Nadîr oğulları Yahudileri'nin çıkarılıp sürülmesidir... (Hakk Dîni,
VI, 4807).
[648] Lîne, birçoklarının kavlince mutlaka "Hurma
ağacı" demektir. Aslı Levn'den' türemiş Lîneo\xyç), yâ'sı "Dîme"
gibi vâv'dan kalbedilmiştir. Cem'inde Lûn ve el-Vân denilir. İbn Abbâs ve daha
birtakımları "Acve" yânî "Balçık hurma" denilen kısırımdan
başka hurma nev'ilerine denildiğini söylemişlerdir. Ebû Ubey-de,
"Acve" ile "Bernî" bulunmayan çeşit elvan hurmalar
demiştir. Sevrî, hurma ağacının en değerlisi, demiştir.
[649] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Bunun bir
rivayeti Cihâd'da da geçmişti. Rasûlullah bu hurmalıkların bir kısmım, harb
sahasında bulundukları için bir harb zarureti olarak kestirip tahrîb
ettirmişti. Bu da âyette ifâde buyurulduğu gibi Allah'ın onları cezalandırması
ve rüsvây etmesi hikmetiyle izin vermesi yoluyla yapılmıştır.
[650] Nadîr oğulları'nın kasabaları Medine'ye iki mil
mesafede olduğundan, oraya sâdece piyade olarak gidilmiş, yalnız Rasûlullah lif
yularlı bir merkebe binmişti ve fazla bir kıtal de cereyan etmemişti.
[651] Bu hadîs Mağâzî'de uzun bir metinle, Cihâd'da ve
Humus'ta da daha kısa olarak geçmişti.
[652] Hadîsin başlığa uygunluğu "Sen -Rasûl size ne
verdiyse onu alın... âyetini okumadın mı?" sözündedir. Buhârî bunun bir
rivayetini Libâs'ta da getirmiştir.
Veşm, yüze veya kola
veya bedenin herhangibir tarafına iğne batırıp boya sürerek tesbît edilen nakşa
denir ki, Kaamûs mütercimi "Döğün" denildiğini söyler.
[653] Başta Peygamber olmak üzere hicret eden o sâdıkları,
gerek zengin ve gerek fa-kîr, severler; bu suretle sadâkatlarını ortaya
koyarlar. Muhacirler'e gerek fey', gerek başka herhangibir şeyden dolayı
gönüllerinde "Bu bize gerekti, bizim buna ihtiyâcımız vardı" gibi
içlerine batacak bir kaygu, bir teessür duymazlar.
[654] Hadîsin başlığa uygunluğu "Yurt hazırlayıp îmâna
sâhib olan kimseler" sözün-dedir. Bu hadîs Cenazeler Kitabı,
"Peygamber'in kabri bâbı"nda geçen uzun hadîsin bir parçasıdır.
Bu hadîsin bir rivayeti
"Usmân'm faziletleri bâbı"nda daha uzun bir metinle rivayet
edilmiştir. Oradaki rivayette Umer sabah namazında nasıl vurulduğu ve
sahâbîlerin uğradığı heyecan ve nihayet Usmân'm şûra hey'eti tarafından ittifakla
halifeliğe seçilmesi sureti bildirilmiştir.
[655] Hadisin başlığa uygunluğu meydandadır. Bunun bir
rivayeti Ensâr'ın menkabe-len bâbı'nda geçmişti. Hadîsteki taaccüb ve hayret,
garîb işleri idrâk ile meydana gelen ruhî bir halet olduğu, gülmek fiili de
bunun üzerine terettüb ettiği için, Allah Taâlâ'ya gülmek fiilinin ve taaccüb
haletinin dayandırılması hakîkî olmayıp mecazî bir dayandırmadır ve bunların
lâzımı olan ilâhî rızâ kasdedilmis-tir.
[656] Bu sûreye hâ'nm fethiyle
"Mwm/a/ia/ie"veyâkesriyle "Mumtehıne" yâhud "İmtihan
Sûresi" denilir. En meşhuru evvelkisidir.... İmtihan Sûresi denilmesi, bütün
içindekilere nazaran daha mutlak olarak vazıhtır. Buna bir de "Meveddet
Sûresi" denildiği de naklolunmuştur ki, "Allah, sizinle içlerinden
birbirinize düşman olduğunuz kimseler arasında yakında bir dostluk peyda
eder'' (Âyet: 7) kavli! münâsebetiyle olmak gerektir.
[657] Yânî bizi onlara mağlûb etme, ellerine düşürüp mihnet
ve azaba sokma, el, dil uzatmalarına meydan verme de bizim mihnetimiz yüzünden
îmânı horlatmakla küfre meftûniyetlerini artırma. Bu, kâfirlerin "îmân iyi
olsaydı, bunlar mağ-lûb edilmez, esîr olmazlardı" diyerek, dünyâ hayâtına
aldanarak küfre meftun olmalarına sebeb de olur.
[658] Kevâfir, Kâfire'nin cem'i, isem de İsmet "in
cem'idir. İsmet, dokunulacak tutu-mak olup gerdanlık, bilezik, bilek, hıfz ve
sıyânet ma'nâlarına geldiği için, gerek akid ve gerek şebeb herhangi bir
tutamak ma'nâsına kullanılır. Burada murâd, nikâhlarının bâtıl olmasıdır. Yânî
harb darından hicret etmeyip kâfire olarak harb darına katılan kadınlarla
aranızda ne bir ismet, ne de bir zevciyet alâkası olmasın, tutamaklarına
tutunmaym, daha Türkçesi ellerine yapışmayın, ipleriyle kuyuya inmeyin... (Hakk
Dîni, VI, 4914).
[659] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Bunun bir
rivayeti Cihâd'da, "Câsûs bâbı"nda geçmişti. Rasûlullah Mekke fethine
hazırlık yaptığı sıra, halk arasında Hayber tarafına gidilecek diye yayılmış,
sahâbîlerden bâzı kimselere maksadının Mekke olduğunu gizlice söylemişti.
Hâtıb da bunlardan idi. Abdulmuttalib oğullan'ndan âzâdlısı Sâre adında bir
kadın, Mekke'den Medine'ye gelmiş, bir mikdâr yardım tedârik edip dönerken
Hâtıb onunla Mekke ahâlîsine gizli bir mektûb göndermişti. Kadın yola çıktıktan
sonra Cibril İnip, Peygamber'e haber verdi. Bundan sonra hadîste anlatılan
işler cereyan etmiştir. İşte bu hâdise sebebiyle bu Mumtahane Sûresi inmiş, bu
gibi hâllerde mü'minlerin vazîfeleri-ne dâir mühim nasihatlerle harb yurdundan
Muhacir olarak gelen kadınlar hakkında bile bir imtihan ta'Iîmâtı vermiştir.
Âyet "Ey îmân
edenler!" diye hitâb olduğu ve muhâtablar arasında Hâtıb da bulunduğuna
göre, onun aile endîşesiyle yaptığı bu kusuru îmânına zarar vermemiştir, özrü
kabul olunmuştur. Hâtıb mühim hizmetlerde bulunmuştur. Bunlardan biri, altıncı
yılda Peygamber tarafından bir mektûbla Mısır ve İskenderiyye meliki Mukavkıs'a
gönderilmesidir. Ebû Bekr'in halifeliği zamanında da Mısır'a gönderilmiş ve
Mısırhlar'la barış akdi yapmıştır. Bu barış, Amr ibn Âs'ın 20. hicret yılında
Mısır'ı fethi zamanına kadar yürürlükte kalmıştır. Hâtıb, tâ-cir idi. Vefatı
hicretin 30. yılında olup, namazını Usmân kıldırmıştır.
[660] Buhârî bu rivayette "el-Âyete" dememiştir.
Bâzı rivâyetlerdeki "el-Âyete" ta'-bîrinin, Alî'nin rivayet ettiği bu
hadîsten mi, yoksa ravîlerden Amr ibn Dînâr'-ın kavli mi olduğunu "Lâ edrî
= Bilmiyorum" sözü ile rivayet eylemiştir. Bununla "Ey îmân
edenler... " nazil oldu denilmekten murâd, bir veya birkaç âyet mi, yoksa
bütün sûre mi olduğunu kestirmemiştir... Mukaddimede de geçtiği üzere, bu gibi
mevki'lerde"el-Âyete"ta'bîri bir kıssaya kadar müteaddid âyetleri şâmil
olabileceğinden, bu rivayetlerin toplamı "el-Âyete" ta'bîrinin
sûrenin evvelinden bir necm, bir kıssa teşkil eden âyetler ma'nâsına olduğunu
ifâde etmekle, Taberî, evvelindeki âyetler demiştir. Ma'nâ i'tibâriyle kıssa
3., 6., 7. âyetlerin sonuna kadar olabilirse de, tamâmı 9. âyetin sonuna
"İşte onlar tam z
[661] Hadîsin başlığa uygunluğu "Mü'min kadınlardan
kendisine hicret edip gelen kadını imtihan ederdi" sözündedir.
Bu imtihan âyetindeki
"Mü'minât" ta'bîri, îmânın gereği olan Şehâdet Ke-limesi'ni zahiren
söylemiş ve ona aykırı bir hâl göstermemiş olmaları, yâhud imtihan ile
îmânlarını isbât mevkiinde bulunmaları i'tibâriyle zahirîdir. Yoksa imtihana
tâbi' tutulmalarının ma'nâsı kalmazdı. Yânî küfür yurdundan İslâm yurduna
hicret ederek "Mü'miniz" diye size geldikleri zaman onları imtihan
edin, kalbîerinin de dillerine uygun olduğuna zannınızı galebe ettirecek vehile
sınayın, demektir. "Allah onların îmânlarını en iyi bilendir"
karînesiyle müfes-sirler demişlerdir ki, burada ilim, gâlib zann ma'nâsınadır.
Muamelelerde gâlib zann ile amel vâcib olduğuna tenbîh için gâlib zann'a ilim
ile ta'bîr buyurmuştur. Yânî bu konuda sizin için yakînî ilim mümkin olmazsa
da, mümkin olabilen bâzı suâl ve cevâb ile bir tecrübe ve yemîn vesaire gibi
karineler ve emarelerden istidlal yoluyla zannınızı galebe ettirecek kadar bir
ilim ve kanâat sahibi olun... {Hakk Dîni, VI, 4909-4911).
Umeyme bintu Rukayye
şöyle demiştir: Ben RasûluIIah'a bey'at edelim diye vardığımda, bizden Kur'ân'daki
"Allah'a hiçbirşeyi ortak kılmama" âyetiy-le bey'at aldı. Nihayet
"Ve sana hiçbir ma 'rufta âsî olmamak " kavline geldikte
"Güçleri ve takatleri yettiği derecede" buyurdu. Bizde: Allah ve
Rasûlü bizlere kendimizden daha merhametli yâ Rasûlallah! Bize musâfaha etmez
misin? dedik. "Ben kadınlara musâfaha etmem, ancak yüz kadına sözüm bir
kadına sözüm gibidir" buyurdu (Ahmed ibn Hanbel, Nesâî, İbn Mâce ve
Tirmizî).
[662] Başlıktaki âyette şartları tafsîlli olarak bildirilen
bey'at, İslâm târihinde "Bey'atu'n-Nisâ = Kadınlar bey'atı" adiyle
meşhurdur. Bu âyet gereğince Mekke fethinin ertesi günü erkeklerden bey'at
alındıktan sonra kadınlardan da bey'at alındı. Erkeklerden de aynı şekilde
bey'at alındığının delillerinden biri, biraz sonra 415 rakamıyle gelecek olan
Ubâdetu'bnu's-Sâmit hadîsidir. .
Bu Kadınlar Bey'atı
birçok defalar vâki' olmuştur. Bu âyette sayılan şart maddeleri şunlardır: a.
Kadınlar Allah'a ortak koşmayacaklar, b. Hırsızlık etmeyecekler, c. Zina
etmeyecekler, d. Kocasından olmayan bir çocuğu bu senindir diye kocalarına
iftira etmeyecekler, e. Ma'rûfta Peygamber'e isyan ve muhalefet
etmeyecekler."Rasûlullah'ın ancak ma'rûf ile emr ve münkerden neh-yedeceği
bilinmiş olduğu hâlde "Ma'rûfta" kaydının açıkça söylenmesi, Hâ-lık'a
ma'siyet olan hususta mahlûka itaat caiz olmayacağına tenbîh içindir.
[663] Hadîsin başlığa uygunluğu gizli değildir.
Bu ilk Akabe gecesinde
yapılan bey'attır ki, ileride, yânî Medine devrinde inecek olan el-Mumtehme:
12. âyetinin söylediği bey'at şartlarının aynı ile vâki' olduğundan, buna
"Bey'atu'n-Nisâ= Kadınlar Bey'ati" denilmiştir. Bu şartlarla mükellef
olmakta erkekler ve kadınlar müsavidirler. İkinci Akabe'de ise Ensâr, çocukları
ve ailelerini nasıl müdâfaa ve himaye ederlerse Rasûlullah'ı da öylece müdâfaa
ve himaye etmek üzere bey'at etmişler ve ahidlerini hakkıyle îfâ ederek
kendilerinden sonra kıyamete kadar İslâm'a girmiş ve girecek olanlara velî-i
ni'met olmuşlardır.
Bu hadîsin bir rivayeti
îmân Kitâbı'nda az farklı bir metinle geçmişti.
[664] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Bu hadîsin bir
rivayeti Bayram Na-mâzı Bâblan'nda, "İmâm'm bayram günü kadınlara
mev'izası bâbı"nda geçmişti.
[665] Buna "Havâriyyûn Sûresi" ve "îsâ
Sûresi" de denilir.
[666] İşte siz de ey mü'minler, îsâ'nın havarileri gibi
Allah yardımcıları olunuz, Pey-gamber'in da'vetine icabet ederek Allah için tam
bir îmân ile yardım ediniz, demektir.
Havâriyyûn, îsâ'nın ilk
îmân eden seçkin talebelerinden oniki kişidir ki, dîni yaymak için kendilerini
etrafa yolladığından "İsa'nın Rasûlleri" diye de isimlendirilirler.
Eldeki /neftlerde bunlara "Onikiler" dahî denilmiştir...
[667] Allah'ın sevgilisi olmak için mü'minler de böyle
yapmalıdır.
Bu sûrede Sâd fasılası
işbu "Bünyânun mersûsun" ile yalnız bu âyete tah-sîs edilmiş ve bu
suretle bunun husûsî ehemmiyetine tenbîh olunmuştur. Buna "Saff" ismi
verilmiş olması da bunun seçkin ehemmiyetini bildirir. "Bünyâ-nun
mersûs", kurşunlu bina, parçaları kurşunla kenetlenerek tek parça bir cisim
hâline gelmiş olan muhkem bina demektir, işte mü'minler topluluğu gerek es-Sâffât
Sûresi'nin başında ve gerek ei-Feth Sûresi'nin sonundaki teşbîhler ile beyân ve
tasvir olunduğu üzere, kuvvetli bir bağ ile birbirine bağlı, sağlam bir bünyân
teşkil etmelidir... Şübhesiz bu teşbih, hem bedenî düzgünlük ve nizâmı, hem de
kalben niyet ve îmân birliğini ifâde etmektedir.
[668] Baş tarafı şöyledir: "Meryem oğlu İsâ da bir
vakit şöyle dedi: 'Ey İsrail oğulları! Ben size Allah'ın rasûlüyüm. Benden
evvelki Tevrat'ı tasdik edici, benden sonraki gelecek bir rasûlün müjdecisi
olarak geldim ki, O'nun ismi Ahmed'dir
O rasûlün ismi
Ahmed'dir. Burada "Ahmed" isminin aynen kendisi özel isim olarak
kasdolunmak, da, ma'nâsı kasdolunmak da muhtemeldir. Yânî adı gayet memdûh ve
pek güzel demek de olabilir. Zîrâ Hz. İsa'nın bu suretle müjdelemeye me'mûr olduğu
Muhammed Mustafâ(S)'nm bir ismi de Ahmed olduğu gibi, Muhammed ismi de aynı Hamd maddesinden olarak en güzel, en
övülecek isimdir. Maamâfîh Ahmed isminin aynen kendisi kasdolunmak daha
açıktır. Nitekim gelecek hadîs de bunu ifâde etmektedir.
[669] Hadîsin âyette zikrolunan şeye uygunluğu açıktır.
Bunun bir rivayeti Rasûlul-lah'ın isimleri hakkında gelen şeyler bâbı'nda da
geçmişti. "Ben Âkıb'ım"deki Akıb, kendisinden sonra peygamber
gelmeyen Hâtemu'l-Enbiyâ demektir. Hz. Hasen'in: "Allah Taâlâ ve O'nun Arş'ın
kuşatmış olan melekler ve bütün temizler mübarek Ahmed'e salât
getirmişlerdir" mealindeki beyti de Ahmed isminin, Rasûlullah'ın alemi
olan bir isim olduğunu söylemektedir...
Bu bahsi ve Hz. İsa'nın
gelecek peygamberi müjdelemesi konusunu Rahmetli Elmalıh Muhammed Hamdî Yazır
çok güzel toplamıştır: Hakk Dîni, VI, 4929-4935.
[670] Bundan önceki âyet şöyledir: "O, ümmîler içinde
kendilerinden bir rasûl gönderendir ki, bu onlara âyetlerini okur, onları
temizler, onlara kitabı, hikmeti öğretir. Hâlbuki onlar daha evvel hakîkaten
apaçık bir sapıklık içinde idiler*1 (Âyet: 2)
Başlıktaki âyette
bulunan bu "Aharın", Âhar'm cem'i olup "Ummiyyîn"-eveyâ
"Aleyhim " veya "Yuallimuhum"daki "Hum" zamirine
ma'tûf olarak Rasûlullah'ın risâlet ve ta'lîmi yalnız Arablar'a mahsûs olmayıp,
onlardan başka daha diğer ümmetlere de âmm ve şâmil olduğunu beyândır. Zîrâ
"Ummiyyîn" ta'bîr olunan Arablar'dan başka olan diğerleri mefhûmu
bütün kavimlere şâmildir. Yânî o Rasûl, yalnız içlerinde gönderildiği ümmîlere
değil, henüz onlara katılmamakla beraber ileride katılacak olan Arab ve gayrı
Arab bütün insanlık âlemine kitâb ve hikmet öğretiyor...
[671] Bu, "Fes'av ilâ zikrVllâhi" (Âyet: 9)
kavlinin bir okunuşudu
[672] Başlıktaki âyet ile bu hadîsten anlaşılan hakikat,
Muhammed'in peygamberliği yalnız Arab kavmine ve sâde sahâbîler devrine hass
olmayıp her devre ve her millete ve bütün insanlığa şâmil olduğudur. Kur'ân'da
"Ey insanlar" diye gelen hitâblann bütün insanlara şumûlü de İslâm
Dîni'nin ve Muhammed'in peygamberliğinin umumîliğini ifâde eder... Binâenaleyh
"Ve âharîne minhum" kavliyle kasdolunan ümmetler sahâbîler devrinden
sonra kıyamet gününe kadar îslâm camiasına giren ve girecek olan bütün
müslümânlardır. Hadîste bildirilen Süreyya yıldızına kadar yükselen îmân
yüceliği, İslâm Dîni'nin yayılmasına hizmetle bir millete tahsîs edilmez...
[673] Bu da Ebû Hureyre hadîsinin başka yoldan gelen bir
rivayetidir.
[674] Yânî sen minberde hutbeye kalkmış Allah'ı zikrederken
bırakıp ticârete koşuştular. Medine'de açlık ve pahalılık olmuştu...
Allah rızk verenlerin
en hayırhsıdır. Asıl rızkı O'ndan istemektir. O nasîb etmeyince sebeblerden
hiçbirinin fâidesi olmaz...
Hadîs, âyetin inme
sebebini beyân hakkında olduğu için aralarındaki uygunluk açıktır. Dağılmayıp
içeride kalan oniki kişiden onu cennetle müjdele-nenler, ikisi de diğer
sahâbîlerden imiş.
[675] Bu sûrede münafıkların iki yüzlü hal ve hareketleri
ortaya konulduğundan dolayı buna "Munâfıkûn Sûresi" adı verilmiştir.
Münafık, sözü, özü başka olan, dışı müslümân içi kâfir kimselerdir ki, dilimizde
"İki yüzlü" ta'bîr olunur, ikiyüzlülüğe de nifak denir. Riyada da
İkiyüzlülük vardır. Murâînin de yaptığı ibâdette halka ve Hâhk'a karşı kasdı
ve ikiyüzlü niyeti vardır. Şu farkla ki, rîyâ, ibâdete hâss olarak yapılan
ikiyüzlülüktür. Nifak İse i'tikaadda iki yüzlülüktür. Böyle olunca her münafık
aynı zamanda mürâîdir. Fakat her mürâî, mü-; nâfık değildir. Çünkü riya, îmâna
aykırı olmayarak amelde olur.
Bundan sonraki âyette
münafıkların Rasûlullah'ın hakk peygamber olduğuna dâir birtakım te'kîd edatlanyle
yaptıkları, bu şehâdetîn mâhiyeti şöyle bildiriliyor: ' 'Onlar yeminlerini bir
kalkan edindiler de A ilah 'in yolundan saptılar. Hakikat onların yaptıkları
şeyler ne kötüdür" (Âyet:2).
[676] Hadîs buı sûrenin Abdullah ibn Ubeyy ile onun
başkanlık ettiği münafık zümresi hakkında indiğini açıkça söylemiş olduğu
için, başlıkla uygunluğu meydandadır.
Zeyd'in "Ben
bunları amcama yâhud Umer'e söyledim" şeklindeki tereddütlü ifâdesi
|Buhârî'nin yalnız bu rivayetine hastır. Diğer rivayet yollarında kesin olarak
amcam diye gelmiştir. Râvînin amcam dediği Hazrec kabilesinin başkanı olan Sa'd
ibn Ubâde'dir. Sa'd, Zeyd'in hakîkî amcası değil, kabilelerinin başkanı olması
i'tibâriyle böyle demiştir. Hakîkî amcası ise Sabit ibn Kays(R)'tır.
Ubeyy'in bu sözleri 422
rakamlı hadîste gelecek olan 7. ve 8. âyetlerde nakledilip cevâbı da
verilmiştir.
[677] Bu ve devamı olan âyetler münafıkların hâllerini ve
îmândaki yalanlarını anlatmakta ve bu hâllerin sebeblerini bildirmektedir.
[678] Bu da geçen hadîsin başka yoldan gelen rivayetidir.
Bunda bâzı hususlar daha tafsîllidir. Bunun son kısmında Rasûlullah'm okuduğu
bildirilen âyetlerden son ikisinin meallerini burada verelim: "Onlar öyle
kimselerdir ki; Allah 'm Rasûlü yanında bulunanları beslemeyin. Tâ ki dağılıp
gitsinler, diyorlardı. Hâlbuki göklerin ve yerin hazîneleri A ilah 'indir.
Fakat o münafıklar ince anlamazlar. Onlar: Eğer Medine'ye dönersek, and olsun
en şerefli ve kuvvetli olan, oradan en hakir olanı muhakkak çıkaracaktır,
diyorlardı. Hâlbuki şeref, kuvvet ve galibiyet Allah'ındır, Rasûlü'nündür,
mü'minlerindir. Fakat münafıklar bilmezler" ' (Âyet:7-8).
Rasûlullah (S)
münâfıkın alâmetlerini şöyle özetlemiştir: Ebû Hureyre: Peygamber (S)
"Münâfıkın alâmeti üçtür: Söz söylerken yalan söyler, va'd ettiği zaman sözünde
durmaz, kendisine birşey emânet edildiğinde hıyanet eder" buyurdu
demiştir.
Abdullah ibn Amr (R)
şöyle demiştir: Peygamber (S) şöyle buyurdu: "Dört şey her kimde bulunursa
hâlis münafık olur. Her kimde bunların bir parçası bulunursa onu bırakıncaya
kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet kalmış olur. Bunlar da: Kendisine bir
şey emniyet edildiği zaman hıyanet etmek, söylerken yalan söylemek, ahid
ettiğinde ahdini tutmamak, bir da'vâ ve duruşma zamanında haktan
ayrılmaktır" (Buhârî, îmân Kitabı).
[679] İyiyi kötüyü, hakkı bâtılı seçecek, Hakk Dîni'nin,
ahlâkının ulviyetini anlayacak, ne yaptıklarını, nereye gittiklerini inceden
inceye sezip bilecek fıkıh kaabi-liyeti kalmamış, kaabiliyetsizlik, anlamazlık
huy olupkalmıştır.Çünkü i'tiyâd, ikinci tabîat olur. Kalb alıştığı huydan
başkasına hassasiyetini zayi1 eder. Vurdum duymaz kesilir...
[680] Bu da aynı hadîsin başka yoldan gelen diğer bir
rivayetidir.
[681] Abdullah ibn Ubeyy'in böylece yalanı meydana çıkınca,
kendisine senin hakkında şiddetli âyetler indi, hemen Rasûlullah'a git, senin
için istiğfar ediversin denilmişti. Fakat o, başını bükmüş, sonra da: Bana
îmânetmemi emrettiniz, îmân ettim. Malımın zekâtını vermemi emrettiniz, zekâtı
verdim. Artık Muham-med'e secde etmemden başka kalmadı, demişti. Bunun üzerine
"Onlara: Gelin, Allah 'in Rasûlü sizin için istiğfar ediversin denildiği
zaman başlarını çevirip büktüler... " âyeti indi. Ondan sonra da çok
yaşamadı, birkaç gün içinde hastalandı ve öldü (Keşşaf).
[682] Zeyd bu vak'ayi birçok defalar rivayet etmiştir.
Maksad sûrenin inmesini anlatmak olacaktır.
Buhârî bu Zeyd ibn
Erkam hadîsinin ayrı ayrı yollardan gelen beş rivayetini, buradaki beş bâb
altında getirmiştir.
Şehâdeî, huzûrî bir
ilimle yakînen bildiği şeyi Hakk Taâlâ'nm huzurunda olduğu kanaatiyle dosdoğru
haber vermektir. Onun için şehâdet, yemîn ma'nâ-sını içine alır husûsî bir
haber vermedir. Dediğini bilerek "Eşhedu" diyen şâhi-.de yemîn vermek
de fazla ve tekrar olur. "Neşhedu enneke İe-Rasûlullah" demekte iki
cümle ve iki cümleye âid üç te'kîd vardır. Birisi "Neşhedu"nun ifâde
ettiği yemîn, ikincisi "Enne", üçüncüsü "Lâm"dır. Onlar
"Sen muhakkak Allah rasûlüsün" sözünde yalancı değiller, lâkin buna
vâki'de inanmadıkları hâlde inanmış gibi îmân da'vâsi ileri sürüp yalandan
yemîn etmelerinde yalancıdırlar...
[683] Hadîsin başlığa uygunluğunun "Bunu Abdullah ibn
Ubeyy işitti..." sözünden alınması mümkin olur. Çünkü bu âyet de onun
hakkında inmiştir.
Bunun bir rivayetini
Buhârî Edeb'de, Müslim de Edeb'de getirmiştir.
[684] İnfidâd, sökülüp dağılmadır. Ensâr, Peygamber ve
Muhâcirler'e yardım ettikleri için münafıklar bütün Ensâr kendilerinden imiş
ve onlar nafaka vermezse Peygamber'in yanındakiler dağılıverecekmiş gibi farz
ederek, öyle diyorlar ve derler.
Bir rivayette Zeyd'in
küçük olması ve münâfıkın da inkârını yeminle te'-kîd etmesinden dolayı
Peygamber Zeyd'e: "Belki kulağın yanlış işitmiştir" buyurmuştur.
Başlıktaki âyet inince Peygamber Zeyd'in kulağını tutarak: "Kulağın tasdik
edildi, doğru duymuşsun" buyurmuştur.
[685] Hadîsin başlığa uygunluğu son fıkrasından alınır.
Hadîste söylenen Harre
vak'ası hicretin 63'üncü yılında Medine'de icra edİ-İen Emevî zulümlerinin en
kanlısıdır. Harre, Medîne dışında bir yerin adıdır. Muâviye'nin oğlu Yezîd'in
yaptığı fesâd ve zulümler Medine'deki sahâbîlerin nefretine sebeb olunca,
Yezîd'i halifelikten düşürüp Abdullah ibn Zubeyr'e bey'at etmişlerdi. Yezîd de
Müslim ibn Ukbe'yi bir ordu ile Medîne üzerine yollamıştı. Bu hareket Medine'de
duyulunca, müdâfaa tedbîri olarak Abdullah ibn Han-zala'yı Ensâr, Abdullah ibn
Mutı'i de Muhacir kuvvetleri kendilerine kumandan edinmişlerdi. Medîneliler'in
bu kuvvetleri Harre'de Şâm ordusu karşısında sayıca ve teçhizatça zayıf
olmaları yüzünden bozulmuştu. Bunun üzerine Medine'de katliâm mübâh kılınarak
sahâbîlerden birçokları öldürüldü,
Harre vak'ası sırasında
Basra'da bulunan Enes ibn Mâlik, ailesinden öldürülenlerin acısıyle üzgündü. O
sırada Kûfe'de bulunan Zeyd ibn Erkam, Enes'e yazdığı mektûbda Enes'i teselli
etmek için, Peygamber'den işittiği o duayı da yazmıştı. Enes ile yanında
bulunanların konuşması hadîs metninden iyi anlaşılmaktadır.
[686] Bunun bir rivayeti, bundan önceki bâbda geçmişti.
Ebû Hafs Suhreverdî
"İzzet "i şöyle ta'rîf etmiştir: îzzet, kibrin gayrıdır. Çünkü izzet,
insanın kendi nefsinin hakikatini tanıması ve onu acele kısmetler için
hakaarete düşürmeyip, kerîm ve kıymetli tutmasıdır. Nitekim Kibir, insanın
kendini bilmemesi ve onu mevkiinin üstünde tutmasıdır. îzzet'in zıddı Zillet,
Kibr'in zıddı Tevazu'Am... (Hakk Dîni, VI, 5009).
[687] "Kalbine hidâyet verir": Doğruyu düşündürür,
doğru düşünmeye muvaffak kılar, gelen musibetin ancak Allah'ın izniyle
olabileceğini ve kendisi Allah'ın olup yine Allah'a döneceğini hatırlatarak
"Biz Allah'ın milkiyiz ve biz ancak O'na dönücüleriz" (el-Bakara:
156) tesellîsiyle gönlüne tesliyet, "Elinizden çıkana ta-salanmayasınız.
O'nun size verdiği ile sevinip sıma/mayasınız diye yazmıştır" (el-Hadîd:
23) irşâdiyle sabr, metanet, "Ancak sabredenlere ecirleri hesâbsız
ödenecektir" (ez-Zumer: 10) müjdesiyle iç açılması verir...
[688] Tegâbun günü: Kiminin aldatıp, kiminin aklandığı, kâr ve zararın belli olacağı gündür. Bu da en büyük aldanmaların meydana çıkacağı kıyamet günüdür. Te-gâbun, Gabn'den tefâul'dür. Gabn, alışverişte veya re'yde aldanmak veya aldatmak, yânî değerinden aşağı yâhud yukarı almak veya vermektir... Tegâbun de karşılıklı aldatışına yâhud aldatma veya aldanmanın meydana çıkışı demektir... Keşşafta der ki: Burada Tegâbun kavmin birbirini aldatmasından istiare edilmiş olup, şakî olanların saîd oldukları takdirde işgal edecekleri mevki'lere saîdlerin konması, ve bil'akis saîd olanların şakî oldukları takdîrde işgal edecekleri mevki'lere de şakilerin konması ma'nâsmadır.
Rasülullah'ın hadîsinde
de "Cennete giren her kula şayet fenalık yapmış olsa idi, cehennemde
bulunacağı mevki' behemahal gösterilir ki, şükrü artsın. Cehenneme giren her
kula da şayet İyilik yapsa idi, cennette bulunacağı ma-kaam muhakkak gösterilir
ki, hasreti artsın" diye gelmiştir...
[689] Bâzı nüshalarda bundan sonra et-Talâk: 4., "5.,
ve 9. âyetlerdeki ta'bîrlerin tefsirleri verilmiştir. İbn Hacer ile
Kastallânî'nin nüshaları böyledir. Aynî'nin nüshasında ise bu ta'bîrlerin
tefsiri kendi yerinde, yânî et-Talâk Sûresi'nde verilmiştir. Biz de bunu tercîh
ettik.
[690] Talâk ve Tatlîk, Boşama. Lügatte Itlak eylemek, yânî
bir kaydı, bağlantıyı kaldırıp salıvermektir. Şer'an da
nikâh ile sabit olan
kaydı kaldırmaktır... Bu konu ile ilgili bâzı beyânlar el-Bakara, el-Ahzâb,
el-Mucâdele sûrelerinde geçmişti. Burada da et-Tegâbun Sûresi'nin sonunda
geçtiği üzere zevç ve zevce arasındaki adavet mahzurunun çözülmesi
çârelerinden birisi olmak hikmetiyle verilecek talâkın güzel sayılabilecek
şeklinin öğretilmesiyle, kadın ve aile hukukuna alâkalı bâzı hükümler beyân
olunacaktır.
[691] Burada bu "İn irtebtum", ihtirâzî kayıt
değil, bu mes'eleyi soranların veya soracak olanların vuku' bulan veya bulacak
olan suâllerine nazarı vukû'îdir. Bir mu'tenza cümlesi demektir. Yoksa hayızdan
kesilip kesilmediklerinde şübhe ediyorsanız demek değildir. Zîrâ
"Yeisne" sîgasıyle ye'sin bilindiği söylendikten sonra yeiste şübhe
ediyorsanız demek olmayacağı bellidir. Binâenaleyh ma'nâ şu olur: Bunların
iddetleri nasıl olacağını kestiremeyip de müşkil görüyor, işkilleniyor,
soruyorsanız biliniz ki onların iddetleri üç aydır, üç ay beklerler... (Hakk
Dîni, VI, 5065)
[692] Hadîsin bu sûrede bulunan hükme uygunluğu açıktır.
Allah'ın emrettiği iddet
"Kadınları boşayacağınız vakit, onları iddetlerine doğru boşayın. O iddeti
sayın... " (et-Talâk: 1) kelâmındaki iddettir.
[693] Hadîsin bu sûrede bulunan hükme uygunluğu açıktır.
Allah'ın emrettiği iddet
"Kadınları boşayacağınız vakit, onları iddetlerine doğru boşayın. O iddeti
sayın... " (et-Talâk: 1) kelâmındaki iddettir.
[694] Bunun ma'nâsı şudur: "Yüklü kadınların iddetleri,
yüklerim koymaları (ile biter)" âyeti, "İçinizden Ölenlerin geride
bıraktıkları zevceler kendi kendilerine dört ay on gün beklerler. İşte bu
müddeti bitirdikleri zaman artık onların kendileri hakkında meşru' şekilde
yaptıkları şeyden dolayı size günâh yoktur. Allah ne işlerseniz hakkıyle
haberdârdır" (el-Bakara: 234) âyetinden sonra inmiştir. İşte mes'elenin
anahtarı bu sahîh rivayetlerde sabit olan bu nuzûl târihiyle Rasûlullah'ın Veda
Haccı senesindeki fetvâsındadır. Demek oluyor ki, Kısa Nisa Sûresi dahî
denilen bu et-Talâk Sûresi ve bilhassa bu âyet, el-Bakara Sûresi'-nden sonra
nazil olmuş olduğu için, onun zevci vefat eden kadınların iddeti hakkındaki
dört ay on gün âyetinin umûmundan hâmillere âid olan cihetini, bu âyetin umûmu
açıkça beyân etmiş bulunuyor ki, böyle sonraki târih ile olan beyân, usûl
ilminde "Tebdil beyânı" denilen nesh kısmına girdiğinden, bu hami
âyetinin umûmu o vefat âyetinin umûmundan bir noktasını ta'dîl suretiyle
nes-hetmiştir. İbn Abbâs, ibtidâ iki rivayet arasında mütereddid olarak ihtiyat
olmak üzere "îki müddetin en uzağı" demiş ise de, Peygamber'İn
zevcesi Ümmü Seleme(R)'den vâki' olan istifsar (yânî tefsîr isteği) üzerine,
Rasûl'ün fetvası anlaşılmıştır. Binâenaleyh hâmil kadınların talâkta da,
vefatta da iddetleri, doğurmakla tamâm olur {Hakk Dîni, VI, 5069).
Bu hadîsin birkaç
rivayetini Müslim de Talâk'ta getirmiştir: Müslim Ter., IV, 449-454
"1484-1489."
[695] Buna et-Tahrîm ve Muteharrim Sûresi de denilir.
et-Tahrîm, haram etmek, haram-kılmak veya men' eylemek, mahrum kılmak
ma'nâlarına gelir. Burada ise Peygamber'in kendine yaptığı bir haram kılma
vak'asmın ismi olarak bu sûre ona muzâf kılınmıştır. Ve esasen haram kılma
Allah'a âid olup, Allah'ın halâl kıldığını haram kılmak iyi olmadığı
anlatılmıştır.
[696] Hadîsin başlığa uygunluğu "Allah'ın sana halâl kıldığı şeyi niçin haram ediyorsun"
sözünden alınır. Halâl birşeyİ haram kılmakta ise keffâret vardır.İbn Abbâs
başlıktaki âyetten alarak böyle söyleyen kişiye keffâret yapması gerektiğini,
Peygamber'in de böyle yaptığını ifâde etmiş oluyor.
[697] Bunun da başlığa uygunluğu "Artık bir daha ona
dönmem. îşteyemîn de eltim" sözünden alınır. Buhârî'ye göre Âişe'nin bu
hadîsi, başlıktaki âyetin nuzûl sebebini ifâde etmektedir.
Rasûlullah'm halâl ve
mübâh olan bir gıdayı kendisine haram kılıp bunun gizli kalmasına ehemmiyet
vermesi, kadınları hoşnûd etmek ve aralarında iki hizib hâlinde hissedilen
fıtrî kadınlık kıskançlığının aile nizâmı üzerinde kötü te'sîr yapmasından
sakınmak maksadına dayanır.
[698] Başlık böyle birinci âyetin bir kısmı düşürülmüş
olarak verilmiştir. Ebû Zerr, bunları kendi nüshasında tamam olarak vermiştir.
Yüce Allah yeminlerin çözülmesi suretini el-Mâide: 89'da beyân etmiştir.
[699] işte Umer'in bu mes'eledeki teşebbüsünün son günlere
kadar kalmasının bir sebebi bu olmuş oluyor.
[700] Buhârî bu hadîsi Nikâh, Vâhid Haberi ve Libâs'ta;
Müslim de Talâk'ta getirmiştir.
Rasûlullah'ın bu
yalnızlığa çekilmesinin sebebi "Ey Peygamber, zevcelerine de ki: Eğer siz
dünyâ hayâtım ve onun zînetini arzu ediyorsanız..." (el-Ahzâb: 28)
âyetinin işaretinden de anlaşıldığı veçhile, Peygamber kadınlarının dünyâ
ha-yât ve zînetine az çok ilgili bulunan nafaka hususuna âid bâzı talebleriyle,
Pey-gamber'e karşı gösterdikleri bir gruplaşma ve yardımlaşmadır ki, Âişe ve
Hafsa bunun en başında görünüyorlar. Zevcelerinin aleyhine gibi görünen bu îlâ
yine zevcelerin saadet ve hoşnûdluklarını düşünmüş olduğu İçin boşamaya
azmet-memiş ve ancak onlara fiilî bir nasîhat ve ibret olmak üzere bir ay için
yemîn ile yalnızlığa çekilmiş ve bu müddet içinde onların odalarında dargın
oturmayı uygun görmeyerek, onları kendi hâllerinde bırakmıştır... Rasûlullah'ın
o odada tercih ettiği bu fakîr ve mütevâzi' hayât, ıztırârî değil,
ihtiyarîdir. O ihtiyarı ile fakîr hayâtı yaşamayı sever, kendi hesabına
biriktirmez ve dâima ihtiyâcı olanlara nafaka verirdi. Ailesinin de böyle
yaşamasını ve kendisine müşkilât göster meyip dâima âhireti düşünerek
korunmalarını ve her hususta kendisine yâr olmalarım isterdi... (Hakk Dîni,
5100-5101).
[701] el-Yûnûnî nüshasında burada "Bâb"dan Önce
Besmele vardır.
[702] Bu sırr ne İdi? Evvelâ "Hadîsen"
buyurulmakla, bunun bir fiil olmayıp zevç ile zevce arasında kalması îcâb eden
sâde bir sözden ibaret olduğu anlatılıyor. Fakat ne o zevcenin isminin açıkça
söylenmesine, ne de bu sözün neden ibaret bulunduğunun beyânına bir garaz ve
maksad ilgilenmediği için, Allah Taâlâ âyette ne onun ismini, ne de bu sözün ne
olduğunu bildirmeyerek, bu gibi aile arasındaki sırrı bilenler tarafından dahî
ifşa ve i'lân etmenin caiz olmayacağına ten-bîh buyurmuştur. O hâlde en doğrusu
bunların kim ve ne olduğunu Allah bilir deyip, araştırmaya kalkışmamaktır.
Bununla beraber tefsîr ve hadîs kitâbları bunu sükût ile geçiştirin emiştir.
Bunlar, bu zevcenin Hafsa olduğunda müttefik bulunuyorlar. Sırr olan söze
gelince, bunda ancak üç sözden bahsedilmiştir: Birisi ve en sahîhi olarak
rivayet edileni bal şerbeti yeminidir. İkincisi, rivayeti zaîf olmakla beraber,
daha çok dile düşmüş olan Mâriye yeminidir... (Hakk Dîni, VI, 5111).
[703] Bu, yakında geçen hadîsin bir tarafıdır, burada
kısaltılmıştır.
[704] Bu tefsirler, başlıktaki âyetin aralarında verilmişti,
biz âyeti bölmeden yazdık-ve açıklamaları sonunda bir araya getirerek verdik.
[705] Bu hadîsin bir rivayeti yakında "Sen zevcelerinin
hoşnûdluğunu arıyorsun bâ bı"nda geçmişti.
[706] Bu hadîste âyetin nüzul sebebinin beyânı vardır. Bunun
bir rivayeti Namaz Kitabı, "Kıble hakkında gelen şeyler bâbı"nda da
geçmişti.
[707] Buna Mülk Sûresi, Tebâreke, Mania, Munciye, Vâkıye,
Mennea dahî denilir. Buhârî nüshalarının hepsinde burada Besmele sabit
olmamıştır
[708] Tefâvüt, aslında tenakuz, tehâlüf gibi iki şeyin
birbirini fevt eder veçhile uygunsuzluğu ve perişanlığı, başkalığı demektir
ki, münasebetsizlik ve nizamsızlık diye tefsir olunur. Yânî bütün bu semâları
Allah Taâlâ rahmet ve in'âmı eseri olarak, hepsinin fevkinde kendisinin
birliğini, kudret ve İzzetinin büyüklüğü ile rahmâniyyetini tanıttırmak üzere
yaratmış ve o hikmet ile onları tabaka tabaka muhtelif eb'âd ve genişlikte
yaratmakla beraber hepsini hem birbirine mutabık, hem size uygun bir nizâm ve
hey'et ve yeknesak bir muvâzene ve ahenk içinde yaratmıştır...
[709] Nûn ile kaleme ve (kalem sahihlerinin) satıra dizmekte
oldukları şeylere an-dolsun ki... " (Âyet: 1) kelâmından dolayı bu isimle
anıldığı gibi, sâdece "Nün Sûresi" veya "Kalem Sûresi" de
denilir. Nûn hakkındaki tefsirlerin en mühim-mi şu ikisidir:
a. O hecâ harflerinden birisidir, ma'nâsını
ancak Allah bilir.
b. Nûn, mürekkeb hokkası
demektir. Bu, Ibn Abbâs'ın bir kavlidir. Dah-hâk, Hasen, Katâde de bunu tercih
etmişlerdir. Bu suretle yemîn, hokka ile kaleme ve yazıcıların bunlarla
yazmakta oldukları herşeyedir. Çünkü hokka ile kalemin yazmaktaki fâideleri
büyüktür..
[710] Sann, bağ kesmek, üzüm veya meyve devşirmek ma'nâsına
geldiği gibi, birşeyi kökünden .kesip tamamen ayırmak ma'nâsına da gelir.
"Hâlbuki onlar uyurlarken hemen Rabb 'inden dolaşıcı bir belâ onu sardı
da o bahçe sırım gibi oluverdi".
Sarım, tamamen kesilmiş
veya kesik.demektir. Meyvesi kesilmiş bağa, hâsılatı biçilmiş tarlaya, geceden
bir kıt'aya, hİçbirşey bitirmeyen kumluk bir yere de denilir. Burada birinci
ma'nâda olabilirse de sonraki ma'nâlardan biriyle o bağın meyvesinin değil,
kendisinin kökünden kesilip yanmış, kum gibi kapkara kalmış olduğu rivayet
edilmiştir...
[711] Âyetlerin tamâmı şöyledir: "Alabildiğine yemîn
eden, nefis izzeti bulunmayan, dâima ayıplayan, lâf getirip götürmeye koşan,
hayırdan durmaksızın men 'eden aşırı zâlim, çok günahlı, kaba haşîn, bütün
bunlardan başka da kulağı kesik (damgalı soysuz) olan hiçbir kişiyi fanıma (onlara boyun eğme)".
[712] Zenîm, Zeneme'den türemiştir. Zeneme, keçinin, koyunun
boynunda, kulağı dibinde, derisinden küpe gibi yumrucuklara yâhud kulağı
delinip de ucundan asılı bırakılan sarkıntıya denir ki, her tarafa sallanır
durur. Lisânımızda o koyun veya keçiye küpeli denildiği gibi, Arabça'da da
Zenîm denilir. Burada bundan istiare edilmiştir ki, bu Türkçe'de en ziyâde
dalkavuk veya kulağı yirik yâhud kulağı kesik yâhud kulağı küpeli ta'bîrlerin
deki mecaz ma'nâyı andırır. Nesebi' bozuk, piç, şerr İle tanınmış, kötü
damgalı, alâmetli kâfiiyçok zulumkâr, alçak fâcir.. ma'nâlarma tefsir
edilmiştir. Maksad bütün bu kötü huylardan sakm-dirmaktır.
[713] Hadîslerin başlığa uygunlukları açıktır. Hadîsteki
"Meteda'ıfın" lâfzı, ayn'ın fethasıyle "Muteda'afın"
şeklinde de zabtedilmiş olduğundan, iki çizgi arasında ikincinin ma'nâsmı da
gösterdik.
[714] Sök, lügatte bilinmiştir ki, topuktan baldıra doğru
bacağın incik yeridir. Bundan ağacın sakı gibi herhangibir şeyin aslına da
denir. Burada sâk mutlak olup, birşeye muzâf değildir. Lâkin başlık altındaki
hadîste "Rabbi'niz sakından açar" diye "Hi" zamirine muzâf
kılınmıştır...
Keşşaf sahibi Zemahşerî
der ki: Keşf an sâk ve ibda' ani'l-hidâm (baldırdan açmak) ta'bîrleri, işin
şiddetinde ve musibetin çetinliğinde meseldir. Bunun aslı dehşet ve hezimette
ve kapalı kadınların kaçarken paçalarını sıvamaları ve o sırada baldırlarını
açmaları mes'elesindedir... Fahreddîn er-Râzî de sâk'ın tefsirinde dört vecih
sıralamış, sonunda şöyle demiştir: Şu hâlde "Yevme yukşefu an sâfc"ın
ma'nâsı, Hakk'm emri şiddetlenip İş büyümeğe başladığı gün demektir. Yoksa ne
sâk vardır, ne de açılma; nitekim kolları kesik cimri adama "Eli
bağlı" denilir, hâlbuki ortada ne el vardır, ne de bağ; o ancak cimrilikte
bir meseldir... Hâlbuki ancak şiddetli emirden açar.
O hâlde hadîsi de böyle
anlamak lâzım gelir. "O gün sâkdan açar" kavlinde sâk açmaktan
müslîmin îmânıyle beklediği, mücrimin kaçındığı hakkın veya hakk hükmünün gayb
perdesinden şuhûd sahasına kendini bir uçtan göstermeye başlaması ma'nâsmı
anladığımız gibi, bunun ortaya çıkardığı şiddet ve dehşet İçinde de mücrimlere
sırf elem olan korkunç bir kahır ve tezlîl, müslimlere de aynı hâile içinde
murâd kapısını açan cazibeli bir şevk ve izzet heyecanı seziyorum. Çünkü
mücrimlerin bütün ortaklanyle beraber hepsine şiddetli bir va-îd ve korkutma
olan bu âyet müslimlere bir va'd ve müjdeleme olmak üzere Peygamber'e hitâb
siyakında gelmiştir {Hakk Dîni, VII, 5292-5299).
[715] Bu hadîs uzun şefaat hadîsinden bir parçadır, ondan
kısaltılmıştır. "Rabb'imiz sakından açar" ta'bîri müteşâbihierdendir.
Tabak, omurgalardan
herbirinin arasında oynak yerine gelen yufkaca kemiklere de denir ki, tıpkı
tıpkına, tabaka tabaka intibak noktaları demek olur.
[716] "O hak
olan; nedir o hakk olan; o hakk olanı sana hangi şey bildirdi?" (Âyet:
1-3) âyetlerinden dolayı bu isim verildi. Bunun elif, lâm ile
"el-Kaarıa" (Âyet: 4) ve "es-Sâat" gibi kıyamet gününün
isimlerinden olduğunda ihtilâf yoktur
[717] Husûm, uğursuzluk ve idman ma'nâlarma masdâr olduğu
gibi bir de "Hâsim"-in cem'i olur. Hasm, birşeyi kökünden kesmek ve
bir hastalığı kökünden kesmek için ardı ardına dağlamak ma'nâlarma gelir.
Nitekim el-Kamer'de "fî yevmin nahsin müstemirrin" (Âyet: 19)
geçmişti. Bundan başka "Hâ.Mîm. Secde" de "Fîeyyamın
nahısâtın" (Âyet: 16) buyurulmasma tamamen uygun olmak üzere Husûmen,
uğursuz şeyler demek olduğunu söylemişlerdir. Bu da köklerini kesecek hiç
hayırlarını bırakmayacak derecede uğursuz ma'nâsını ifâde eder. Bâzıları da
"Husûmen" masdar olarak mef'ûlün leh, yânî köklerini kesmek için
demek olduğuna gitmişlerdir.
[718] Kadâ, bir işi tamâmiyle kesip atmak, kesin hükmü verip
icra etmektir. Yânî işi bitirip herşeyi kesip atan olaydı da beni bu
felâketten, bu Hâkka'dan kurtaray-dı, tekrar dirilmek... olmasaydı... Bu
temenni Hâkka'nın ölümden çok şiddetli olacağını ifâde eder.
[719] Vetîn, kalb damarı, şâh damarı, şiryan, ebher,
bâzıları da bel kemiğinin iliği demişlerdir ki, ikisi de kesilince sahibi
derhâl ölür.
[720] Tâğiye, tuğvân eden, haddini aşan vakıa, tavga gibi
tuğyan ma'nâsma da gelir. Yâhud mevîG hı hazfedilmiş bir sıfat olur. O takdirde
"Onlar (küfürleri ve) taşkın amelleri sebebiyle helak olundular"
demek olur.
[721] Gıslîn gasl maddesinden yıkantı demek olan
"Ğusâle"yi andırır bir kelimedir ki, lugatçilerden bâzıları yaradan,
yağırdan akan cerahatin yıkantısı demişlerdir.
[722] Buna Maâric Sûresi, Seele Sûresi, Mevâkı' Sûresi de
denilir.
[723] Izîn, ("Ize"nin cem'idir ki, aslı
"-4zv"dendir. Herbiri bir fırkaya "Ma'zuvv" yânî mensûb
olarak parça parça fırkalaşır bir hâlde demektir. Müşrikler, Rasû-lullah'in
etrafına halka halka, fırka fırka toplanıyor ve O'nun söyledikleriyle alay
ederek "Eğer Muhammed'in dediği gibi bunlar'cennete girerlerse, biz de
onlardan evvel gireriz" diyorlardı; bu indi diye rivayet edilmiştir.
[724] Başındaki "İnnâ ersetnâ Nûhan..." âyetinden
dolayı bâzı Buhârî nüshalarında "tnnâ Erse/nâ Nûhan Sûresi" ismiyle
gelmiştir.
[725] Burada insan yaratılışının ferden ve cem'an geçirmiş
olduğu tekâmül mertebelerine işaret buyurulmuştur: "... Suret yapanların
en güzeli olan Allah'ın sânı ne yücedir" (el-Mü'minûn: 12-16).
[726] Çünkü "Deyyâr'hn aslı "Diyvâr" idi;
vâv, yâ'ya tebdil edilip, vâv harfi yâ harfi içine girdirildi. Eğer Fa'âlen
vezninde olaydı "Devvâr" olacaktı. Umer'in okuyuşu ile
"Kayyâm"m aslı da "Kiyvâm" idi; bunun da vezni Fa'âPdir
denilemez, bunun vezni de "Deyyâr"da olduğu gibi
"Fey'âl"dır (Kastallânî).
[727] Bundan evvelki haşiyede de belirtildiği gibi, bu
"Deyyâr" kelimesinin aslı "Dâr"-dan yâhud
"Dew"den fey'âl vezninde "Deyvâr"dır. Vâv, yâ'ya
çevrilmiştir. Fa'âl vezninde değildir. Yoksa "yâ" olmaz, "Devvâr"
olurdu. Şu hâlde türemesine nazaran asıl mefhûmu evcil yâhud yurtçul demek
gibidir. Bununla beraber "Deyyâr", "Ayyâs" gibi yâî olarak
"Deyr"den fa'âl vezninde de olur ki deyr bekleyen, manastır bekçisi
ma'nâsınadır.
[728] Yağmur duasında istiğfar bundan dolayı meşru'
olmuştur. Şa'bî'nin rivayetinde Umer <R) bir gün yağmur duasına çıkmış,
devamlı olarak istiğfar etmiştir. Sebebi sorulduğu zaman bu âyetleri okumuştur.
[729] Siz neye Allah için bir vakaar ummazsınız?":
"Vakaar, hafifliğin zıddı olarak ağırlık, hilm ve temkîn ile azamet
ma'nâlanna gelir. Nitekim Tevkîr, ta'zîm demektir. "LİUâhi" faili
veya mütealliki beyândır. Yânî siz neye Allah'tan korkmuyorsunuz, O'na
saygısızlık ediyor, putlara tapıyorsunuz? Bu ma'nâca kelâm, sırf tehdîd olur.
Yâhud ne için Allah'ı, size ileride bir vakaar ve haysiyet bahşederek tevkîr
etmesini, terakkî ettirip akıbette büyük mertebe ve sevaba erdirmesini ümîd
etmiyorsunuz da, îmân ile O'nun yoluna gitmiyor, O'na küfr İle putlara tapıp
zillet yolunu seçiyorsunuz? demektir ki, bu suretle tehdîdden ziyâde teş-vîk
olmuş olur {Hakk Dini, VII, 5372-5373).
[730] Bunlar Nûh kavminin kendilerince en büyük tanıdıkları
ve tapındıkları putlarının isimleridir. Keşşafta, zikredildiği üzere Vedd, bir
erkek suretinde; Suvâ' bir kadın suretinde; Yegûs bir arslan suretinde; Yeûk
bir at suretinde; Nesr, kartal veya akbaba suretinde idi. Yine denildi ki,
helak olmuş olan Nûh kavminin putları ayniyle Arab'a geçmiş olması uzaktır;
anlaşılmaz; zahir olan budur ki, ancak isimleri kalmış, Arab birtakım putlar edinerek
onlara o isimleri vermişler ve Abdu Vedd, Abdu Yeûs, Abdu Yeûk isimlerini
kullanmalarında da o putlarının isimlerine izafeti kasdetmişlerdir...
Bu isimler esasen Arabça
olmayıp, yabancı olduklarına göre, Vedd ve Yeûs isimleri Hindliler'in Veda,
Vuyesa isimlerine benzer gibi oldukları da hatırlara gelmez değildir (Hakk
Dîni, VII, 5378)
[731] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Diğer hadîs
kitâblannda da bunlar hakkında rivayetler, vardır: Abd ibn Humeyd'in Ebû
Mutahhare'den rivayetinde, Ebû Ca'fer Muhammed ibn Bakır hazretleri şöyle
demiştir: "Vedd, kavmi içinde sevgili müslim bir er idi, vefat edince
Bâbil arzında kabrinin etrafında ordu kurdular, matem tuttular. İblîs bunların
bu feryadını görünce, bir insan suretinde onlara: Sizin feryâd ve eleminizi
görüyorum. Sîze onun bir suretini yapmam, toplandığınız yere koysanız da onu
ansanız! dedi. Peki dediler, onun gibi bir tasvîr (bir heykel) yaptı, toplantı
yerlerine koydular, onu anarlardı. Bunu görünce: Nasıl, evlerinize de yapsam,
herkes evinde de ansa olur mu? dedi. Onu da yaptı, o suretle onu anarlardı.
Sonra evlâdları yetişti, ona yaptıklarını görüyorlardı. Nesil uzadıkça onu
neye andıkları unutuldu. Tuttular, ona ma'bûd diye ibâdet etmeye başladılar.
İşte Arz'da Allah'tan başka ilk ibâdet edilen, Vedd oldu."
İbn Munzir ve başkası,
Ebû Usmân en-Nehdî'den rivayet etmişlerdir. O şöyle demiştir: "Yeûs'u
gördüm, kurşundan idi; çıplak bir deveye yükletilir, beraberinde giderler, bir
yere varıp kendi kendine çökene kadar onu hiç heyecânlandırmazlardı. O çökünce
de: Haydin konacağız, menzili beğendi! derler ve etrafına konarlar ve onun
üzerine bir bina yaparlardı".
İslâm Dîni müslümânları
putlardan ve putçuluktan kurtarmıştır. Sonraki çağlarda ve hattâ yirminci
asırda bile zaman zaman bâzı ülkelerde hortlatılan bu putçuluk zihniyetinden ve
her türlü putlardan Allah'ın milletimizi ve bütün insanlığı kurtarmasını niyaz
eylerim! 5 Mayıs 1983/22 Receb 1403.
[732] Buna el-Cinn Sûresi de denilir. Cinn, cins İsmidir;
müfredi CinnTdir. /ndV'lerde ve öteki geçmiş kitâblarda, eski ve yeni
milletlerde zikredilegelmİştir. "Cİnnleri O Via ortak yaptılar. Hâlbuki
bunları da O yaratmıştır. Bundan başka bilmeden O'nun oğulları ve kızları
olduğunu da uydurup söylediler. O'nttn zâtı ise vasfe-de geldiklerinden çok
uzaktır, çok yücedir" (el-En'âm: 100) buyurulduğu üzere Allah'ın gizli
mahlûku olan cinnleri müşrikler, ulûhiyet derecesine çıkarıp Allah'a ortak
koşmuşlardı ve o suretle Allah'a oğullar ve kızlar uydurup, cehaletle onlara
tapınışlardı. "fi/r de O'nunla cinnler arasında bir hısımlık
uydurdular..." (es-Sâffât: 158) buyurulduğu üzere, Allah ile cinnler
arasında bir neseb uydurmuşlar, ma'bûdlann birbirinden doğmaları ve
üremelerine zâhib olmuşlar; birtakımları da cinnlerin gaybi bildiklerine
i'tikaad etmişlerdi... Bu bâtıl akideler birçok âyetlerde redd ve ibtâl
olunduğu gibi bilhassa bu sûrede Allah'ın birliği ve büyüklüğü ve cinnler
hakkındaki yanlış ve mübalağalı akidelerin bâtılhğı anlatılmak üzere Kur'ân'ın
onlardaki te'sîri ve cinnin her ne suretle olursa olsun bir varlığı bulunmakla
beraber onların da müslimi, kâfiri; iyisi, kötüsü bulunduğu ve Allah'a karşı
hiçbirinin hükmü olmayıp, hepsinin âciz ve mes'ûl olduğu ve hepsinin başına
kıyametin kopacağı ve Allah'a îmân edenlerin, onların şerrlerinden korkmaması
lâzım geleceği... anlatılmıştır... (Hakk Dîni, VII,
5381-5382).
Lugatçilerin ve
müfessirlerin beyân ettiği üzere Cinn kelimesi, bu maddenin bütün türevlerinde
aslı birşeyi histen örtmek ma'nâsmı ifâde eder. "Cennehu" ve
"Ecennehu", O'nu örttü, gizledi. "Cenne aleyhi'i-leylu",
Gece üzerini örttü, bürüdü"; "Cunne"; kalkan yânî siper;
"Cenîn", henüz doğmamış, rahimde örtülü çocuk yâhud kabir,
"Cenan", bâtındaki kalb, "Cennet", zemîni örtmüş bağ ve
bustân yâhud da histen gizli bağ, "Cunûn", nefis ile akıl arasına
perde olmuş delilik. Bütün bu kelimelerde ve ma'nâlarmda histen bir gizlilik
ma'nâsı vardır.
el-Ahkaaf ile bu sûrede
birtakım cinnlerin Peygamber'e gelip Kur'ân dinledikleri ve O'na îmân ile
kavimlerine dönüp nasîhat ederek da'vet eyledikleri zikr ve beyân edilmiş
olduğunda şübhe yoktur. Bununla ilgili hadîslerden biri, buradaki İbn Abbâs
hadîsidir.
[733] Hadîs, el-Cinn Sûresi'nin inme sebebini
açıklamaktadır. Bunun bir rivayeti Namaz Kitabı, "Sabah namazı kıraatini
açıktan okumak bâbı"nda geçmişti. Bu vak'a, Peygamber'in hicretten Önce
Tâif'ten dönmesinden sonra olmuştur. Yİ-ne bu hadîsten, Peygamber'in İns gibi
cinne de gönderildiği açıkça anlaşılmaktadır. el-Ahkaaf Sûresi'nin sonları ile
el-Cinn Sûresi'ndeki âyetler bu ulu risâleti ' bizlere bildirmek için
indirilmiştir.
Cinnlerin buradaki
"Ey kavmimiz!" hitabı, el-Ahkaaf: 30. âyetindendir. Devamı el-Cinn
Sûresi'ndedir. İbn Abbâs bu iktibas ile -Allah eri bilendir- her iki sûredeki
âyetlerin aynı kıssaya âid olduğunu îmâ etmek istemiştir...
[734] el-Muzzemmil'in nuzûl sebebi ile el-Muddessir'in nuzûl
sebebi bir ve ikisi de ri-sâlet işinin i'lânı ile alâkalıdır...
Peygamber(S)'e Hıra
mağarasında melek gelip de söylediklerini söylemesi üzerine, Peygamber,
Hadîce'nin yanma döndüğü zaman "Zemmilûnî, zemmüûnî=Beni örtün, beni
örtün" demişti. Bunun üzerine "Yâ eyyühe'l-müddessir",
arkasından da "Yâ eyyuhe'l-müzzemmil" inmiştir. el-Müddessir'in
evveli nüzulde daha evvel bulunmakla beraber, el-Muzzemmil'in sebeb ve mukaddimelere,
Muddessir'in gaye ve murada ilgisi daha sarih ve enfüsten âfâka seyri daha
şümullü olduğu için tertîbde Muddessir, Muzzemmil'den sonraya konulmuştur.
el-Muzzemmil, tefa'ul
babından fail isimdir, aslı "Mütezemmil" idi, tâ harfi zâ'ya
girdirilmiştir. Örtüsünü bürünüp örtünen demektir ki, kendisi örtünmüş veya
başkası tarafından örtülmüş olabilir...
[735] Tebettul, lügatte kesmek ve kesilmek demektir. Nitekim
ibâdette Allah'a kesilmesinden dolayı Meryem'e "Betûl" denilmiştir.
Tebtîl, iyice ve
tamâmiyle kesmek; Tebettul, çalışarak kesilip çekilmektir.
[736] el-Muddessir, aslı: "Mutedessir" idi, disâre
bürünen demektir. Disâr entari, cübbe, kaftan, ihram gibi şiarın üstüne giyilen
veya örtülen dış kisvesi, veya bürgüsü; Şiar da gömlek, don, izâr gibi bedene
dokunan iç çamaşırıdır. el-Muzzemmil'de de geçtiği üzere Peygamber böyle bir
örtüye sarınıp bürünmüş ve yatmıştı.
Burada
"Kâfirlerepek zor" denildikten sonra "Kolay değil"
buyurulmuş, bu, ilk bakışta lüzumsuz gibi görünür. Lâkin zorluk iki türlüdür:
Birisi evvelâ çok zor olmakla beraber gittikçe kolaylaşır, yenilebilir. Birisi
de gittikçe zorlaşır, hiç kolaylaşmaz. O gün herkes için zor olacak olduğu
bildirilmek üzere "Zor gün" denildikten sonra, "Gayru yesîr =
Kolay olmayacak" buyurulmuştur.
[737] Kasvere, KasfĞ&n türemiş olarak zorlu, zorba demek
gibi olup, zorlu avcı alayı veya arslan ma'nâlarma geldiği beyân ediliyor.
Lugatçilerin çoğu Kasvere "Ars-lan"dır demişlerdir... İşte Kur'ân ile
verilen Allah nasihatinden kaçan, onu dinlemek istemeyen budalalar öyle ürküp
kaçıyorlar. Hâlbuki o zavallı yabanî eşeklerin kaçmaları bir çaresizlik olmakla
beraber, yine tehlikeden kaçmaktır. Onda belki bir kurtulma düşünülür. Öğütten
kaçan bu budalalar ise tehlikeden değil, kurtuluştan kurtarıcıdan kaçıyorlar;
faydalarını bırakıp helake koşuyorlar
[738] Bu hadîste el-Muddessir Sûresi'nin nüzulünün beyânı
vardır. Câbir'in bu hadîsinden vahyin fetretinden, yânî bir süre kesilmesinden
sonra ilk nazil olan âyetler "Yâ eyyuhe'l-muddessir" sûresİ"nİn
baş tarafları olduğu anlaşılıyor.
Bundan bir parça, Vahy
Kİtâbı'nda geçmişti. Oradaki rivayette başını kaldırınca gördüğü şey şöyle
anlatılmıştı: "Ben yürürken birden gökyüzü tarafından bir ses işittim.
Başımı kaldırdım. Bir de baktım ki Hırâ'da bana gelen Melek, semâ ite yer
arasında bir kürsî üzerinde oturmuş, pek ziyâde korktum..." Nitekim bu
kısım daha sonraki hadîslerde de gelecektir.
[739] Bu iki bâb altındaki hadîsler de geçen Câbir hadîsinin
başka yollardan gelen rivayetleridir
[740] Bu da geçen Câbir hadîsinin başka bir rivayetidir.
Ancak Buhârî hadîsi burada iki yoldan getirmiştir: Biri Yahya ibn Bukeyr
el-Mısrî, o da el-Leys ibn Sa'd, o da UkayI ibn Hâlid, o da Muhammed ibn Müslim
ibn Şihâb ez-Zuhrî... yolu.
[741] "Ve o pisliklere yaklaşma, onları tefket".
Bu kelime râ*nın ötresi ve kesresi ile pislik ve azâb ma'nâsına geldiği gibi
(bundan önceki hadîsin sonunda) vesenler ve putlar demek olduğunu da beyân
etmişlerdir.
[742] Bu da geçen Câbir hadîsinin başka bir yoldan
rivayetidir. Vahy Kitâbı'nda da belirtildiği üzere İkra' Sûresi'nin ilk beş
âyetinin inmesinden sonra vahy bir süre kesilmiş ve Cibril bir daha
görülmemişti. Vahyin bu kesilme süresi hakkındaki rivayetler çeşitlidir. En
azı onbeş gün, en çoğu da üç senedir.
Bu hadîslere göre İkra'
Sûresi indi, bununla kendisine peygamberlik verildi. Bu vahy kesilmesinden
sonra el-Muddessir Sûresi ve el-Muzzemmil Sûresi indi, bunlarla da rasûllükle
tebliğe me'mûr edildi.
[743] Buna "Lâ uksimu Sûresi" de denilir.
[744] "Fakat insan önünde fucûr etmesini ister":
Şehvetlerinden, ma'siyetlerinden, lezzetlerinden ayrılmamasını, ileride onlara
devam etmesini ister, fücurda devamı salâha tercih eder.
[745] Mefer, Firar ma'nâsına mîmli masdar veya kaçacak yer
ma'nâsma mekân ismidir. O fâcir insan, o vakit dehşetinden kaçacak yer arar,
ümîdsizliğinden, şaşkınlığından böyle der. Bu ümîdsizlik ifâde eden inkârî bir
istifhamdır. "Kellâ lâ vezera"bu ümîdsizliği açıkça söylemedir.
Bununla beraber şaşkınlıkla hakîkî istifham da olabilir. Bu surette
"Kellâ lâ vezer = Hayır yok bir kaçacak, sığınacak yer!".
Vezer, aslında ağırlık
ma'nâsmdan men' edici dağ, sarp ve muhkem dağ demektir. Böyle dağlar kaçakların
sığındıkları yerler olduğu için, gerek dağ, gerek kal'a, gerek silâh, gerek
insan vesaire mutlakaa melce', sığmak,ev veya siper ma'nâsmda yaygın olmuştur.
[746] Bu âyetteki "BihV zamirinin mercii zahir değildir...
Lâkin hitâb bilhassa Pey-gamber'e olmak ve sonra da Kur'ân denilmiş bulunmak
i'tibâriyle, bu liBihV* zamîrinin evvelâ bu sırada PeygamberMn kalbine inmekte
bulunan Kur'ân'a dönmesi gerekir. Zîrâ zamirin mercii, ma'nen veya hükmen
geçmiş olmak yeter olduğu ve "Biz onu kadir gecesinde indirdik*' gibi
birçok yerlerde Kur'ân'ın ismi geçmeden makaam karînesiyle ona zamîr
gönderilegeldiği bilinmekle beraber, burada siyakın buna husûsî bir delâleti de
vardır. Onun İçin tefsirler bu "BihV zamîrinin Kur'ân'a râci' olduğunu
beyân etmektedirler. Burada getirilen hadîsler de bunun açık delilleridir.
[747] Bundan da anlaşıldı ki, Peygamber (S) bu sûre inerken,
bilhassa bu noktada dilini depretmiş, acele okumak istemişti; bu âyet de bunun
üzerine inmiş ve iyi zabtetmek için, işin evvelinde hareketsiz dinlemek
emroolmmuştur.
[748] Bu da geçen hadîsin başka yoldan gelmiş bir
rivayetidir.
"Sonra beyânı da
bize âiddir": Lüzum ve ihtiyâç hâsıl oldukça beyân ve cinlerinden biriyle
muradın beyân ve îzâhı da bize âiddir. Usûl ilminde tafsîl olunduğu üzere,
beyânın vecihleri beştir: Takrir beyânı, Tefsir beyânı, Tağyir beyânı, Tebdil
beyânı, Zaruret beyânındır. Bu suretle Kur'ân'ın birçok âyetleri birbirlerini
beyân ederler. Burada dikkate değer olan noktalardan biri de şudur ki, "Cem'ahu
ve kurânehu vettebıy kurânehu" âyetlerinde Kuran, isim değil,
"Kıraat" mâ'nâsma Ruchân vezninde masdârdır. İkincisi
"Makruvv" yânı "Okunan" ma'nâsma da olabilir... Yânî Kuran
kalbine, basiretine inerken sâde dinle, çünkü bize âiddir onun cem'i ve kuranı
-yânî tamâmını toplayıp kuran hâlinde tesbît ederek okutmak bizim taahhüd etmiş
olduğumuz bir iştir. Onu sana indiren okutacaktır...
[749] Buna "İnsan Sûresi", "Dehr
Sûresi", "Ebrâr Sûresi", "Enşûc Sûresi" de denilir.
[750] Hel, soru harflerinden olmakla beraber bazen
"Helhazâ illâ beşerun" (el-Enbiyâ: 3) gibi "Mâ" ma'nâsmda
nefî, bazen de burada olduğu gibi "Kad" ma'nâsın-daisbât yerinde
kullanılır. Müfessirler burada ve "Hel etâke hadtsu'l-gâşiye"de
"Kad" ma'nâsmda olduğunu söylemişlerdir. Bunun iki vechi vardır:
Birisi, "Hel" aslında "Kad" ma'nâsına tahkîk ve takrîb için
olmaktır ki, hakîkaten "Geldi" yâhud "Yaklaştı geldi" demek
olur. Birisi de takrîrî istifham olmak suretiyle "Geldi mi geldi",
"Geldi yâ" diye aynı ma'nâyı ifâde eder. Bununla insan hilkatinin
tekvin târihinde sonraya bırakılışı tahkîk ve takrir olunmuştur...
[751] Yânî insan nâmıyle anılan, anlaşılan, insanlık
mahiyetiyle düşünülen birşey olmamış, bu gün insan ünvâmyle tasavvur olunup
zikrolunan cins vücûd bulmamıştı. Ancak insan unvânıyle tanınmayan birşey
olmuştu...
[752] Mustattr uçan, uçuşan, yangının veya sabahın yayılması
gibi etrafa dağılıp yayılmak kaabüiyetinde bulunan demektir.
[753] Esaret maddesi olan Esr, aslında sıkı bağlamak
ma'nâsına masdar olup, bağlamak vâsıtası olan kayıt ve bende de denilir ki,
burada hilkat bendleri, bedenlerin maf sularını bağlayan damarlar, sinirler ve
kaslar gibi rabıtalar ile tefsir edilmiştir.
[754] Bu, kelime cîm'in ötresi ile "Cumâlât"
okunuşuna göredir. Cîm'in kesresiyle "Cimâlât" okunuşuna göre
Cemel'İn cem'i olup, "erkek develer" ma'nâsınadır. Buradaki "Üç
şu'beligölge" hakkında güzel bir tefsir yapılmıştır: Yânî Allah'ın
birliğini tanıyan muvahhid mü'minlere mahsûs koyu gölgede gölgelen-meye sizin
hakkınız yoktur. Siz Tevhîd'e inanmıyordunuz; şirk'e, Teslîs'e inanıyordunuz.
Şimdi muvahhid mü'minler Arş'ın gölgesinde, gölgeleyici gölgede
gölgelenirlerken, siz i'tikaad ettiğiniz üç çatallı bir gölgeye sığınınız.
Atâ'-dan rivayetle bu üç çatallı gölge, cehennem dumanının gölgesi diye tefsir
olunmuştur... Lâkin Ebû Hayyân'ın naklettiği veçhile İbn Abbâs: Bu hitâb
Sa-lîb'e tapanlara söylenecektir. Mü'minler Allah'ın sayesinde, Arş'm
gölgesinde korunacak, onlara "Ma'budunuz olan salîb'in gölgesine
gidin" denecek; çünkü salibin üç şu'besi vardır, demiştir.
Demek ki bu "Üç
çatallı gölge", Hristiyanlığm "Teslis" akîdesinin, "Üç
Uknûm"un bir remzidir. Salîb onu temsîl eder. Hristiyanlık bunu ve âhireti
yalanlamıyor, fakat en büyük kurtuluşu bundan bekleyerek, buna i'tikaad ediyor..
{Hakk Dîni, VII, 5523).
[755] Hadîslerin sûrenin iniş zamanı ve yerini bildirmesi
bakımından başlıkla uygunlukları açıktır. Bu hadîsin bir rivayeti Bed'u'1-Halk
Kitâbı'nda da geçmişti.
[756] Çünkü o alev saçan ateş öyle kıvılcımlar atar ki saray
gibi". "Kasr" burada "Büyük ve sağlam yapılmış ev"
diye tefsir olunmuştur ki, maksad büyüklük benzetilmesi olduğundan saray gibi
demek olur.
[757] İbn Abbâs bu kelimeyi sâd'm fethasıyle
"el-Kasari" şeklinde okumuş ve bunun ma'nâsının da kışın soğuktan
korunmak için siper yapmak maksadıyle diktikleri üç zira' ve buna yakın
uzunluktaki ağaç gövdeleri demek olduğunu bildirmiştir...
[758] Bundan evvelki benzetme irilik i'tibâriyle idi, bu da
kıvılcımların rengi, çokluğu ve hareketi i'tibâriyledir.
[759] ibn Abbâs bu hadîste cîm'in ötresiyle
"Cumâlât" şeklinde okuyor ki, bunun
ma'nâsı da onun îzâh
ettiği gibi, gemileri bağladıkları kalın İplerdir. Onların üst üste
yığılmasıyle oluşan ip yığını büyüklüğünde kıvılcımlar demek olur.
[760] Bu da yukarıda geçmiş olan İbn Mes'ûd hadîsinin başka
bir senedle gelen rivayetidir. Burada Buhârî'nin üstadının kendi babasından
hıfzettiği ziyâde fıkra kıymetlidir, mühimdir. Çünkü bu fıkra, nüzulün Minâ'da
olduğunu açıkça belirtmektedir. Bu da Mekke devrinde olmuştur.
[761] Yânı bütün gökler ve yer sakinleri yukarıda ve aşağıda
bütün mahlûkaat fiilen O'nun işine müdâhale etmek şöyle dursun, O'nun adına
kendiliklerinden bir söz söylemek veya ona bir hitâbda bulunmak selâhiyetine
mâlik değiller. Gelen âyette beyân olunacağı üzere, izin verdiği müstesna. O
vakit de mâlik olarak değil, izinli olarak söyleyebilirler...
[762] "Bunlar da bir söz söyleyemezler. Ancak o
Rahmân'ın izin verdiği doğru söyleyen kimse müstesna": O kimse izne nail
olmak ve doğru söylemek şartiyle söyleyebilir. Ve söylemesi yine mâlikiyetle
değil, müsâade ile olmuş olur. Demek ki, bu izin ile istisnada şefaat kapısının
bir açılması vardır...
[763] Burada "Hisâben",
"flasbuna'llâhu"da olduğu gibi tam kifayet ma'nâsmdan "Yeter mi
yeter" deyinceye kadar kâfî ve bol mealinde tefsîr edilmiştir. Aslında
"Hisâbetı", "Hesaba çekmek ve hesaba çekilmek" ma'nâsına
geldiği gibi, "Hasbu", yânî "Yeter, kâfî olur" ma'nâsına da gelir.
[764] Bu hadîsin bir rivayeti ez-Zumer Sûresi tefsirinde de
geçmişti. "Acbu'z-zeneb", kuyruk sokumundaki kemiğin başı ve en küçük
bir parçasıdır. İbnu Ebi'd-Dünyâ'nın Ebû Saîd Hudrî'den rivayetinde
Rasûlullah'a "Bu nedir?" diye diye sorulmuş. O da: "Hardal
dönesi kadar bir parçadır" buyurmuştur.
[765] Semk, birşeyin irtifa' ta'bîr ettiğimiz boyu, aşağıdan
yukarıya uzunluğu ve yüksekliğidir. Yukarıdan aşağı düşünüldüğü zaman "Umk"
denir.
[766] Nahıre, çürümüş, ufalanmış, rüzgârla savrulur yâhud
delik deşik, göz göz olmuş, rüzgâr estikçe ses verir, vızlar kemiktir.
Evvelkine Nahıre, ikinciye Nâhıra demekle fark da edilmiştir.
[767] Hâfir, Hâfire, esasen kazıcı ma'nâsma sıfat olmakla beraber,
atın tırnağına isim olmuştur. Ve o münâsebetle tırnağın kazdığı çukura, yânî
izine ve o suretle açılan çığıra da denilir
[768] Mursâ, mîm'lİ masdar olarak Irsâ ma'nâsına veya mekân
ismi yâhud zaman ismi olarak müntehâ ma'nâsınadır. Irsâ, subût ma'nâsına olan
Resâ'dan, geminin demir atılarak durdurulması gibi sabit kılınıp durdurulmak
demektir. Dağlara Revâsîdenilmesi de bu ma'nâdandır. Geminin varıp durduğu
yere geminin mursâsı denilir. Burada bir istiare var demek olur. Yânî Allah o
saati ne vakit getirip dikecek, o kıyamet ne zaman vâki' olacak? diye
soruyorlar.
[769] Hadîsin başlıkla, yânî sûre ile uygunluğu, onun da
kıyamet hakkında zikredilenler cümlesinden olması bakımındandır. Bunun bir
rivayeti Rikaak Kitâbı'-nda da gelecektir.
[770] Buhârî'de bunun nuzûl sebebine dâir bir rivayet
zikredilmemiştir. Tirmizî'de Âişe'den şöyle rivayet edilmiştir:
"Abese ve
tevellâ" a'mâ İbnu Ümmi Mektûm hakkında indi. Rasûlullah'a gelmişti. Yâ
Rasûlallah, beni İrşâd et! deyip duruyordu. Rasûlullah'm yanında ise müşriklerin
büyüklerinden birisi vardı. Rasûlullah, a'mâdan yüz çeviriyor, diğerine
yöneliyor ve: Söyleyeceğinde bir be's görüyor musun? diyordu, hayır
deniliyordu. Bunun hakkında indirildi. Tirmizî buna garîb bir hasen hadîs demiş
ve bâzı rivayetleri bulunduğunu da söylemiştir.
Abs ve Ubus,
huzursuzluktan yüz burkulmak ma'nâsınadır ki, yüz ekşimek, burun çevrilmek,
çehre dürülmek ta'bîr olunur. Müteaddî olarak da kullanılır kî, yüz ekşitmek,
surat etmek, surat asmak, çehreyi dürmek, kaşım çatmak ta'bîrleriyle ifâde
edilir...
[771] Sefere, Sâ/ir'în cem'idir, Kâtib, Ketebe gibi Sçfir,
Ketb vezninde ve aynı ma'-nâda, yânî yazı yazmak demek olan Se/r'den Kâtib,
kitâb yazıcı, hattat ma'nâ-sma gelir. Nitekim bu maddeden sîn'in kesriyle Sifr,
kitâb demek olduğu "Yecahu esfâran"da geçmişti. Bu maddenin aslı,
Örtülü şeyi açmak, keşfetmek ma'nâsı-na konulduğu ve yazı yazmak da ma'nâyı ve
meramı bir nevi' keşf ve îzâh demek olduğu için, yazmağa Sefr, yazana Safir,
ve yazılana Sifr denilmiştir...
[772] Tesaddâ, saded eden, yâhud Sadâ'dan olabilir.
Evvelkinde: Sen onun sadedinde oluyorsun, ona yönelip onun irşâd ve ıslâhına
uğraşıyorsun demek olur. İkincide de: Sen ondan sadâ bekliyor, uzaktan uzağa,
dağdan taştan ses aksedip gelmesini bekler gibi sesinin- ondan aksetmesini
gözetiyor, ona özeniyorsun demek olur..
[773] Hadîsin başlığa uygunluğu
"es-Seferetu'l-kirâmu'l-berere" kavli sebebiyledir, işte Kur'ân,
böyle melekler ellerinde öyle temiz, yüksek, mükerrem sahîfeler içinde bir
tezkiredir. Onun için bunu dileyen tezekkür etsin, dileyen düşünsün, bellesin,
amel etsin.
[774] Buna "et-Tekvîr Sûresi" ve "Kuvviret
Sûresi" de denilir.
tbn Umer (R): Rasûlullah
(S) "Her kim kıyamet gününe göz görür gibi bakmak arzu ederse İzm
'ş-şemsu kuvviret, İza 's-semâu infataret, İzâ 's-semâu inşakkat sûrelerini
okusun" buyurdu, demiştir (İmâm Ahmed, Tirmizî, Hâkim).
[775] Burada İzâ ile oniki hâdise zikredilmiş, cevâbında
"Nefis ne hazırlamış olduğunu bilecektir" buyurulmuştur.
[776] Inkidâr, bulanmaktır. Bunda iki ma'nâ rivayet
edilmiştir. Birisi nurlarının saf-veti değişip sönmesi, diğeri de saçılıp dökülmeleridir. Buhârî yalnız bunu rivayet
etmiş, müfessirler de ekseriya bunu tercîh etmişlerdir. Çünkü Inkidâr'da
aslolan insibâb, yânı dökülmedir...
[777] Tescîr, alevli ateşle fırın kızdırmak ve doldurmak
ma'nâlarına gelir. Burada bu iki ma'nâdan üç surette tefsîr edilmiştir: Birisi,
denizlerden volkan hâlinde ateşler çıkarak suların çekilmesi. İkincisi, ateşle
doldurulmuş olması. Üçüncüsü de denizlerin yarılıp akıtılarak Arz'm her
tarafını bir deniz hâlinde kaplaması. Bu üç ma'nâyı Buhârî burada özetle
nakletmiştir.
[778] Hunnes, sinenler veya dönenler ma'nâsınadır. Hunnes,
Hânis'm cem'idir. Hans ve Hunûs: Büzülüp sinmek veya gerilemek ve geri kalmak
ma'nâlarına lâzım ve müteaddî olduğuna göre Hânis, sinen, gâib olan veya
sindirip gâib eden yâ-hud geri kalan veya gerileten demek olur.
liel-Cevâri'l-kunnesi"deki
"Cevâri", Cereyân'âan "Câriye"nm cem'i "Akanlar"
demek olup "Hunnes"z sıfat veya bedeldir. "el-Kunnes",
"Kânİs"-in cem'idir. "Kânis", süpürmek ma'nâsma "Kens"ttn
"Süpüren" ve "Ku-nûV'ten "Kinâs"a giren demektir.
"Kinâs", âhû kısmının ağaçlık ve ormanlık aralığında gizlendiği
yatağına, yuvasına denir ki, kumu, toprağa kadar süpürüp açtığı için böyle
isimlendirilmiştir. Çokları bu akanların yıldızlar olduğunu söylemişlerdir.
[779] Dâd harfiyle Danîn, "Cimrilik" demek olan
"Dann"dan fail veznidir. Fail ma'-
nâsına da mef'ûl
ma'nâsına da olabilir. Yânî o müşâhadeniz olan hususlarda cimri olmadığı gibi
gayba dâir olan hususlarda da kıskanç ve cimri değildir. Almış olduğu vahyi
tebliğ etmekte, haber verip bildirmekte cimrilik etmez. Kıraatlerin bâzısında
Dâd yerine Zî ile okunur. Bu da töhmet ma'nâsına "Zm«e"den olup,
o"gayb üzerine töhmetli, maznun değildir, emîn ve mevsuktur demek olur...
Yine buradan za'f ve azlık ma'nâsından olarak: O, nefsinde kuvvesi zaîf, hafızası
çürük değildir, demek olur.
[780] As'ase, zıd ma'nâh olup hem yönelme, hem geri dönme
ma'nâsına geldiğinden, burada ikisiyle de tefsîr edilmiştir
[781] Buna "el-Infıtâr Sûresi" de denilir.
Bundan evvelki sûrenin
başında kıyamet işlerinden onikisi sayılıp, onlara yemîn edildiği gibi,
buradada da dört hâdise zikrediliyor ve neticede bu dört iş olduğu vakit
"Her nefis dünyâda neyi takdîm ve neyi te'hîr etmiş olduğunu
bilecektir" buyuruluyor. Bu takdîm ve te'hîr de birkaç türlü tefsîr
edilmiştir...
[782] Buna "et-Tatfîf Sûresi"dç denilir.
Mutaffifîn, "Mutaffif "in cem'i "Mutaffif-ler";
"Alırken dolgun, verirken eksik Ölçenler" demek olduğu, önünde açıcı
sıfat olan iki âyet ile anlatılmıştır.
[783] Râne "Reyn"dendir. "Reyn"vç
"Ruyûn", birşeye pas basıp galebe etmektir. Bundan kalbe günâh ve
katılık basmağa da denilmiştir, ki Kur'ân'da kalb mühürlenmek, hatjn ve tab'
dahî ta'bîr edilmiştir. Burada "Belrâne", lâm ra'ya idgâm olunmamak
için Hafs rivayetinde lâm'da hafif bir sekte yapılarak okunur ki,
"Reyn"'m ma'nâsmdaki tutukluğa açık bir telmîh olur.
Tevsıb ve Isâbe, sevâb
vermek demektir. Sevâb da esasen ceza gibi, hayır veya şerr herhangibir şeyin
karşılığıdır. Sonra da sevâb hayırda meşhur olmuştur. Nitekim ceza da şerrde
şayi' olmuştur. Burada Tesvîb, "Tecziye" ykm "Karşılık
vermek" ma'nâsmadır. İstifham da takrir içindir.
[784] Rahîk hiç karışığı olmayan hâlis şarab, en eskisi, en
hoşu da denilmiş ve hepsinin yakın ma'nâlar olduğu söylenmiştir.
"Hitâmuhu
misk": Hatimesi, kesimi misk; içildiği zaman sonu bir misk kokar,
içilirken tadıcı lezzetinin kemâlini ihlâl etmemek için, misk kokusu içimin
sonunda duyulmağa başlar. Ve bu hâl hem o kokunun, hem de o içkinin latîf
hâssalarından birini teşkil eder...
"Mizacı da
tesnîmdendir": O rahîk içileceği zaman, içine "Tesnîm "den de
katılır. Bununla karıştırılan rahîk, sâdesinden daha nefis olur. Çünkü Tesnîm
daha yüksektir.
[785] Hadîsin burada zikrinin sebebi, Yüce Allah'ın
"İnsanların Âlemlerin Rabbi için kalkacakları günde" kavlini İçine
almış olmasıdır.
[786] Buna "înşakkat" veya "înşikaak
Sûresi" de denilir. Bu da kıyamette olacak işlerin bir kısmını
anlatmaktadır.
Buradaki ''Ezinet";
"Uzun" kelimesinden kulak vermek, dinlemek ma'-nâsından olarak
inkiyâd ve itaat etmek ma'nâsına mecazdır.
[787] el-Hâkka Sûresi'nde "Bi-yemînihî"
mukaabilinde "Bi-şimâtihî"; burada Verâe zahrihi" denilmesi,
ikisinden de maksûd bir olduğuna delâlet eder. İkisinde de terslik, uğursuzluk,
zorluk, hakaaret ve tehlike ma'nâsı vardır. Onun İçin "Bi-şimâlihi",
"Verâe zahrihl" diye tefsir
edilmiş,"arkalarından sollarına verilir denilmiştir.
[788] Havr, bir kemâlden sonra noksan ve zevale dönmektir.
Nitekim Rasûlullah: "Kevrden sonra havrdan Allah 'a sığınırız"
demiştir, ki sarık sarıldıktan sonra tersine çözülüp bozulması gibi, arttıktan
sonra noksana, kemâlden sonra zevale, salâhtan sonra fesada, yükselişten sonra
gerilemeye dönüş ve inkılâb demektir.
[789] "Hesabı yesîr", hiç münâkaşa edilmeyen kolay
bir hesâb ki, Rasûlullah bunu arz ve sâde kitaba bakılıp geçiştirilmek ile tefsir
etmiştir.
[790] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Buhârî bunu
burada üç ayrı yoldan getirmiştir. Bunun bir rivayeti İlim Kitâbı'nda da
geçmişti.
. Arz'dan maksad,
amelleri tartılmak üzere insanların mîzâna yâhud amellerin sahihlerine arz
olunmasıdır. Bu arz günündeki hesâb, Ashâbu'l-Yemîn denilenler hakkında pek
kolay geçeceği Kitâb'ın bu nassı İle bilinmiştir. Bunlar muhasebeye ma'rûz
kaldıkları gün gufran ile müjdelenecekler ve amellerinin kendilerine arzında
taksîrâtlanyle beraber nail oldukları büyük büyük ni'metlere muttali'
olacaklardır. Mağfiret müjdesine bitişik olmayan muhasebe ise ağırdır.
Hasenelerden zannolunan nice amellerin kabule yakın olmadığı, hesâb münâkaşası
esnasında belireceğinden, bu münâkaşa azaba götürücü yâhud başa baş selâmet
menziline erişilse de münâkaşanın kendisi azâb olmuş olur.
Yâ Rabb! Bu satırları
yazan Mehmed Sofuoğlu kulunu da hesabı kolay olacak sağcı bahtiyarlar
zümresinden kıl! Âmîn!
[791] Bundan öncekilerle meal şöyledir: "And ederim o
şafaka, o geceye ve onun derleyip topladığı şeylere, toplu bir hâle geldiği
zaman Ay'a ki, (ey insanlar) siz hiç şübhesiz hâlden hâle bineceksiniz".
Şafakın, gecenin ve
içindekilerin, kamerin hâlden hâle geçmeleri gibi hâlden hâle; tabakadan
tabakaya veya kamdan karna intibak eden, birbirinden üstün tahavvüller ve
inkılâblara binecek, beyân olunduğu üzere sonunda Rabb'inize gideceksiniz.
Tabak kelimesi esasen
Mutâbakaat ve Mutabık mefhûmuyle birçok ma'-nâlara gelir. Aslında birşeyi diğer
birşeyin mikdârınca fevkinde kılmak ma'nâ-sınadır... Burada en ziyâde birbirine
mutabık hâlden hâle geçeceksiniz diye tefsir edilmiştir ki, en şümullü ma'nâsı
budur... Bunların hepsi insanların gerek ferd ve gerek cemiyet i'tibâriyle
hayâtta bir kararı olmayıp, ölüm ve âhirete doğru Allah'a dönünceye kadar
talıavvülden tahavvüle geçmeye mahkum olduklarını ifâde ediyor. Bu suretle
dünyâda beşer hayâtı tavırdan tavıra terakki ve tedenniye giden mütemâdi bir
inkılâb demek olduğu ve bunun için beyân olunduğu üzere nihayet Allah'a varıp
hesâb vermek muhakkak bulunduğu anlatılmış oluyor.
Bu suretle rukûb ve
tabakta bir yolculuk, ya yukarı veya aşağı giden bir İnkılâb tasvir ve tehyîci
vardır. Hâlin birisi dünyâ, birisi âhirettir. Dünyâ bir inkılâb âlemi, bir
geçit; âhiret bir karar yurdudur. Bu karar da ya sürûrda veya sairdedir.
Hâsılı bu âyette hayâtın
terakkî veya tedennî yürüyüşünde kaanûn olan mühim hakikatler vardır: Hayât,
muhîte mutâbakaat diye düşünüldüğüne göre de en yüksek hayât, en yüksek muhîte
mutabakat demek olur. En yüksek muhît İse Evvel-Âhir, Zâhir-Bâtm olan, herşeyi
bilen, nerede olursanız beraberinizde bulunan (eUHadîd: 3-4); herşeye şâhid
(altı yerde); herşeyi ihata etmiş (Fussilet: 54) olan Allah Taâlâ'dır.
Binâenaleyh en yüksek hayât, her hâl ü kârda Allah'ın emrine intibak ederek O'na
kavuşmaya yükselmekle olur. O yükseliş ki "Bu dünyâ hayâtı bir eğlenceden,
bir oyundan başka birşey değildir. Âhiret yurduna gelince: Şübhe yok ki, o
asıl hayâtın tâ kendisidir, bunu bilir olsalardı" (el-Ankebût: 64)
buyurulan âhiret hayâtı saadetin aksâsıdır. Ona yükselmek için de ondan beride
hiçbir gaye ve maksadın durup kalmaması îcâb eder. (Hakk Dîni, VII, 5679-5683).
[792] Hadîsin başlığa uygunluğu açıktır.
[793] Uhdûd ve Hadd, yerde olan uzun hendek veya yarığa, bir
de kamçı ile döğülen kimselerin bedenlerinde yol yol kan oturarak moraran kamçı
yerlerine denir. Burada istimal bedeli suretiyle şöyle îzâh ediliyor: O ateş ki
vehûdlu -tutuşturacak odunu, çırası çok yânî o alevli-ateşi müştemil olan
Uhdûd\in, o ateş hendekleri nin sahihleri ki, bunlar mü'minleri îmânlarından
vazgeçirmek üzere içine atmak için böyle ateş hendekleri yaptıklarından dolayı
"Ashâbu'l-Uhdûd" nâmını almışlar. Lâkin kalblerdeki îmânı bu suretle
yıkmağa çalışanlar muvaffak olamamış, bil'akis la'netlenerek mağlûb ve
kahredilip bednam olmuşlardır. Bunların kimler ve nerelerde olduğuna dâir bâzı
rivayetler nakledilmiş ise de, Kur'ân'da ta'yînlerine kasdedilmediğinden ancak
vasıflanyle zikrolunmuşlardır.
Ebû Hayyân der ki:
Müfessirler, Ashâbu'l-Uhdûd hakkında ondan fazla kavil zikretmişlerdir. Her
kavlin de uzun bir kıssası vardır, biz onları bu kitabımızda yazmak istemedik,
hepsinin özü şudur: Kâfirlerden birtakım kimseler yerde hendekler açtılar ve
onlara ateş yaktılar, mü'minleri ona arz ettiler. Dîninden döneni bıraktılar,
îmânda ısrar edeni yaktılar. Ashâbu'l-Uhdûd, mü'minleri yakanlardır.
Kaffâl 7e/sfr'inde de
şöyle demiştir: Ashâbu'l-Uhdûd kıssasında çeşitli rivayetler zikretmişlerdir.
Bununla beraber içlerinde sahîh denecek derecede bir-şey yoktur. Ancak şunda
ittifak etmişlerdir; mü'minlerden bir kavim, kendi kavimlerine yâhud
üzerlerinde hâkim olan kâfir bir melike muhalefet etmişler, o da onları ateşli
çukurlara attırmıştır... (Hakk Dîni, VII, 5690-5691).
[794] Vedûd, sevgi ma'nâsına Vudd'den, feûi vezninde fail
veya mefûl ma'nâsma "Çok seven" veya "Çok sevilen"
ma'nâlarına gelebilir. İkisiyle de tefsîr edilmiştir. *'Mecîd", zât ve
sıfatında büyük demektir.
[795] Kasemin fâidesi, yemîn edilen şeylerin ehemmiyetine
dikkat nazarını çekmek İle haberi kuvvetlendirmektir. Burada iki şeye yemîn
ediliyor. Birisi semâ, birisi de Târik. Târik aslında "Tark"i&n
fail isimdir. "Tark", bir ses işittirecek şekilde şiddetle vurmak,
çarpmaktır. Çeşitli lâzımelerinde genişleterek kullanılmıştır: Çekiç ve çomak
ma'nâsma "Mıtraka" ondandır; "Tarîk", yânî yol da ondandır.
Çünkü yolcular ona ayak vururlar. Bu suretle "Târik", "Şiddetle
vuran" demek olup, yola giden yolcu, geceleyin gelip kapı çalan ve gönül
hoplatan ziyaretçi ma'nâlarma kullanıldı. Sonra her ne olursa olsun, geceleyin
zuhur edip göze gönle çarpan herşeye denildi. Burada "Tank", yemîn
ile cevâbı arasında ara cümlesi olarak şöyle tefsir olunuyor: Bildin mi Târik
ne? O delici yıldızdır -Bu da ziyanın kuvvetinden dolayı karanlığı deliyor gibi
görünen her parlak yıldıza denilir... Yânı semâya ve sizi karanlıklarda
nurlandırmak için yıldız gibi şuurunuza çarpan ve maddiyâtınızı delip
gönüllerinize nüfuz eden hakk nuruna yemîn olsun ki, her nefis üzerinde mutlak
bir hafız vardır. Onu her hâlinde bütün mevcudiyetiyle bütün fiilleri ve
hareketleriyle gözetir, korur... Bütün muhafızlar O'nundur. İnsanın hafızası da
O'nun hıfzının âyetlerinden biridir...
[796] Rec\ İrca' veya Rucû' ma'nâlarma müteaddî ve lâzım
olduğuna göre, dönüm-lü semâ veya döndürümlü semâ demek olabilir. Bundan zihne
ilk çarpan ma'nâ semânın kendisinde veya içine aldığı şeylerde tekerrür eden
devrî hareketler ve tahavvüllerin hepsini şâmil olan rucû' veyâircâ'dir...
Mucâhid'İn buradaki tefsirine göre: Döndürüp döndürüp yağmur yağdıran semâ
yâhud dönüp dönüp yağan bulut demek olur.
[797] "O, takdir edip de hidâyet buyurandır":
Yarattığı herşeye "Allah herşey için bir ölçü ta'yîn etmiştir"
(et-Talâk: 3) uyarınca, ilim ve iradesiyle bir kader ta'yîn eyledi.
Cinslerinde, nevi'lerinde, ferdlerinde, sıfatlarında, fiillerinde, ecellerinde
birtakım özelliklerle birer hadd ve mikdâr tahsis etti... Bâzıları burada hidâyeti
akıl ve dîn hidâyeti gibi insana mahsûs olan hidâyet ve irşâd ile, bâzıları da
umûmî olarak hayât sahibi olanlara âid olmak üzere yaşadıkları müddette
kendilerine gövre muhtâc oldukları erzak ve şâir hayât gereklerinin takdiriyle
onlardan yararlanma yollarını tanıtmak ve kaçılacaklardan kaçılıp, koşulacaklara
koşulmak ve ona göre uzvî vazifelerini ifâ ettirmek ma'nâsıyle hayvanlara âid
ilhamlar ve fıtrî sevk ile tefsir etmişlerse de doğrusu insanlara mahsûs olan
ve bilhassa Rasûlullah'a âid bulunan hidâyet ve irşâd, bunun en yüksek misâl ve
mâsika-lehi olmakla beraber "Hidâyet etti" denmesinin zahiri
"Herşeye hil katini veren, sonra da yolunu gösterendir" {Tâhâ: 50)
gibi, herşeyi gerek tabîî ve gerek ihtiyarî surette hilkati gayesine yöneltmek
ma'nâsıyle bütün eşyayı şâmil olmaktır...
[798] "Ve O ki mer 'ayı çıkardı": "Ondan
suyunu, otlağını çıkardı, dağları dikti, hep size ve davarlarınıza birer fâide
olmak üzere (en-Nâziât: 31-33) buyurulduğu üzere,
insanların ve
hayvanların faydalanmaları için güdek ve yaylım yeri olan o mer'-âyı, o
otlakları, yaylakları... yetiştirip çıkardı. "Sonra da onu kapkara bir
gu-sâya çevirdi": Gübre ve kömür hâline getirdi ki, en bariz
kaabiliyetleri yanıp tutuşarak ateşe hizmet etmektir... "Gasî" ve
"Gaseyan" ma'nâlanyle alâkalı olan "Gusâ", seyl suyunun
mer'alardaki otlan, çöpleri birbirine katarak sürükleyip getirdiği ve
derelerin etrafına fırlattığı ot, çöp, yaprak ve köpük ma-kûlesi karışık
şeylereudenir. "Ahvâ", karamsı, esmer, koyu yeşil isli, koyu renklere
denir...
[799] Hadîsin başlığa uygunluğu son fıkrasındadır. Bu,
"Ben Rasûlullah hicret etmeden önce -MufassaFdan sayılan sûrelerle
beraber- "Sebbih isme Rabbike" Sû-resi'ni okumuştum" fıkrası,
sûrenin Mekke devrinde indiğinin delilidir. Bunun bir rivayeti Peygamber'in
Hicreti, "Peygamber'in Medine'ye gelişi bâbı"nda da geçmişti.
"Rabb'inin o en
yüksek ismini tesbîh ile tenzih et!": Yânı, seni yetiştiren Rabb'in
zâtında herşeyden üstün, hepsinden yüksek olduğu gibi, O'nun sıfat ve isimleri
de bütün sıfatların, müsemmâsım tanıtan isimlerin en yükseği, en a'lâsidır.
O'nun güzel isimlerinden birisi de "el-A'lâ" ismidir. Onun için sen
O'nun bütün isimlerini O'na lâyık olmayacak şeylerden, eksikliklerden tenzih ve
takdis ederek O'nu tesbîh et!
Şundan gaflet etmemek
lâzım gelir ki, ismi tenzih, en belîğ surette müsem-mâyı tenzihtir. Çünkü
müsemmâmn ulviyeti ve kudsiyeti, ismin ulviyet ve nezâ-hetiyle ifâde olunur.
[800] Hadîsu'l-Gâşiye, bütün mahlûkaatı sarıp bürüyecek
olanın haberi. "Gaşiye"
esâsında
"Ğaşî"den fail isim olarak, birşeyi her tarafından sarıp bürüyen salgın,
sargın, müstevli demektir. "Tâ"sı mevsûfu İ'tibâriyle müenneslik veya
mübalağa veya bâzı hâllerde vasıfhktan isimliğe nakl içindir. "Onlar, herkesi
kaplayacak olandan emin mi oldular?" (Yûsuf: 107) kavli bu ma'nâdandır. Bu
ma'nâdan lâm ile "el-Ğâşiye" de kıyametin isimlerindendir...
Hadîs, herkes tarafından
birbirine nakl ve rivayet edilerek söylenmeye, hikâye edilmeye ve her
söylenişinde taze gibi dinlenmeye lâyık söz ve haber demektir ki, bu
"Gâşiye" hadîsi de dâima böyle ehemmiyetle dinlenilmesi gereken bir
haberdir.
[801] el-Hasen'den bir rivayette "Elîmtih",
"Mu'Umun"; "Semîun",
"Bedîun",
ma*nâsına olduğu gibi, "da "Mudarriun" (yânı
"İnletici") ma'nâsına olur. Alınmasında sertliği, acılığı, yakıcılığı
ile onları zillet ve tadarrua mecbur eden şey ma'nâsına olur.
[802] Yânî çifte ve teke. Şefi've Vetr kelimeleri masdar ve
isim olarak kullanılır. Mas-dar olduğu zaman eş-Şef% birşeyi diğerine eklemek
demek olup, çiftlemek ve şefaat etmek ma'nâlanna gelir. Vetr de
"Iyîâr" gibi, teklemek ve intikam almak, öc almak ma'nâlanna gelir,
öce, kîne "Tiretun" denilir. İsim olduğu zaman zaman da çift,
"Fffr"tek demek olur. ''Vetr", vav'ın fethasıyle de, kesresiyle
de okunmuştur. Her mahlûkun bir misli veya zıddı vardır ki, bir şefi' teşkîl
ederler; semâ-arz; deniz-kara; ins-cînn; rûh-cisim hep çifttirler. Allah ise
Lâ şerike leh, "Leyse kemistihi şey'un", Vitrun, Ahadun,
Samedun'-dur. Hadîste "Allah (ektir, tek'i sever" gelmiştir.
[803] Nefs, birşeyin kendisi denilen zât ve hakikatidir.
Nitekim "O binefsihi kaaim" denilir, yânî "Kendi kendine
duruyor" demektir. İnsanın nefsi de "Ben" dediği zât ve
hakikati, kendisidir ki, kendisine muhalif şuûneti içinde vahdetle bir şuuru,
duygusu vardır. Bu i'tibâr ile biri "Duyan = Şâir" biti de
"Duyulan = Meş'ûr" olmak üzere iki haysiyeti hâizdir. Nefsin hakikati
bu iki haysiyetin vahded ve intibakı noktasındadır... Hâsılı insanın nefsi,
duyan ve duyulan her iki haysiyetle "Ben" dediği zât hakikatidir.
Yalnız idrâki haysiyetiyle ruha da denilir. Onun için burada çokları zât
ma'nâsına, bâzıları da rûh ma'nâsına almışlardır. Şu hâlde "Mutmain
nefis", İtmt'nane ermiş zât veya rûh demek olur. Râzî de: İtmı'nân:
İstikrar ve sebattır demiştir...
Yâ Rabb! Bu satırları
acz ve taksir İçinde Ömrünün sahîfelerine yazmağa çalışan bu hakîr kula ve
bunları hüsnü nazarla (güzel bir bakış ve düşünüşle) okuyup ona hayır duâ
edenleri öyle bir mutmainne nefs ile razı ve merdî olarak Sana dönüp cennetinle
Cemâl'ine eren hâlis kulların zümresine ilhak eyle! Âmîn! {Hakk Dîni, VII,
5813-5821).
[804] Yemîn edilen bu beled'in Mekke olduğunda müfessirlerin
ittifakı vardır. Kaa-mûs'ta: ei-Beted ve el-Belde, Mekke'nin ismidir, der...
Mekke'ye ahd iâmı ile "el-Beled" denilmesi, "Şübhesiz âlimlere
çok feyizli ve aynı hidâyet olmak üzere konulan ilk ev, elbette Mekke 'de
olandır. Orada apaçık alâmetler ve İbrahim'in makaamı vardır... " (Âlu
İmrân: 96-97) vasfı gereğince "Atik Beyt" olan Ka'-be ile birtakım
açık âyetleri ihtiva eden emniyetli harem olmak i'tibâriyle, âlemin hürmetle
tanıması vâeib, mübarek, ma'rûf bir şehir olduğuna işarettir.
Bu yemînlerle te'kîd ve
takviye edilerek bildirilen cevâb: "Hakîkaten biz insanı bir şiddet ve
meşakkat içinde yarattık" cümlesidir. İnsan hayâta bir anda kolaylıkla
gelivermiş olmadığı gibi, kolaylıkla geçip gidiverecek de değildir. Q,
ciğerlere işleyecek şiddetli bir meşakkat ile çevrilmiş olarak ve ilâhî inayet
ile tavırdan tavıra o meşakkatler içinden geçirtilerek yaratılmış, hayâta
çıkarılmış, o suretle insan olmuştur. Demek ki, mihnet ve meşakkat içinden
insanlık gayesine ermek, insan hilkatinin bir lâzımı ve Hâlık Taâlâ'nın bir
kaanûnudur. İnsan olgunlaşmak için vazifelerin meşakkatlerine göğüs germeli,
Hâhk'ına her hâlinde ham deyi emelidir.
[805] Akabe, engin bir vadiden yüksek bir dağa doğru çıkan
sarp yokuş demektir.
Iktıhâm, hız ve tazyik
ile birşeye atılmak, saldırmak, kahramanlıkla hücum etmektir ki, düşünmeden
kendini bir işe atmak ma'nâsma "Kuhûm" mas-danndan gelir. Yânî insan
o yüksek gayeye ermek için çıkılması lâzım gelen o sarp ve çetin yokuşa göğüs
verip de onun müşkillerini yenmek üzere ona kendini atacak bir kahramanlık,
bir necâdet gösteremedi...
Fekku rakabe, esirlik
bağiyle bağlanmış bir boyunu, bir kimseyi çözüp esirlikten kurtarmak ve
hürriyetine kavuşturmaktır. Bu evvelâ insanın kendi hürriyetine mâlik olarak
nefsini kurtarmış olmasına bağlı ve bunun, en basit misâli köle azâd etmektir
ve bunun fazileti çoktur... Bir ferdi hürriyete kavuşturmak böyle büyük bir
fazîlet ve kahramanlık olunca, bir kavmin, bir cemâatin hürriyetini kurtarmak
ne büyük kahramanlık olacağını anlamalı!
Mesğabe,
r'Seğab"dan mîmli masdar, açlık ve bilhassa meşakkat ve yorgunluk içinde
açlık. Ebû Hayyân'm beyânına göre, umûmî olan açlıktır... Hakîkaten böyle
umûmî bir açlık zamanında yemek yedirebilmek, can kurtarmak demek olduğundan,
bağlı boyunun bağını çözmek gibi bir kahramanlıktır.
Metrabe de
"Turâb"dan mîmli masdar olarak topraklanmak demektir. "Zâ metrabe"
Türkçemizde "Toprak döşenip taş yaslanan" ta'blr edildiği gibi, şiddetli
fakirlik ve ihtiyâcdan kinayedir. Öyle umûmî açlık zamanlarında böyle şid-
detli fakirlik ve
ihtiyâç ile sefalet içinde kalmış birçok kimseler bulunabileceğinden, uzak
yakın böyle bir çaresize yemek yedirebilmek şübhesiz ki göğüslenmesi büyük
kalb kuvveti ile himmete bağh olan sarp bir yokuştur... {Hakk Dîni, VII,
5822-5844).
[806] Evvelâ güneşin görünsün görünmesin, bütün
özellikleriyle mutlak olarak kendisine, sonra da bilhassa meydana çıkması
hâlindeki ziyasına yemîn ile başlanmıştır. Çünkü âlemin parlayan bir kandili
olan güneş doğuşunda da, batışında da özellikleriyle sistemindeki hareket ve
hayât değişikliklerinin başlıca çıkış yeri, ziyası ile de bize etrafımızdaki
cismânî âlemin en büyük aydınlatma vâsıtası ve bu suretle de Yaratan'ınm lütuf
ve inayetini, kudret ve azametini tanıtan en-füsî ve ruhanî aydınlatmaları
idrâke vesîle olan en açık ibretler dolu bir âyettir...
[807] Arz'm "Tahvı"ve "Dahvı", Arz
kabuğunun tekvîni ile yüzeyinin hayâta elverişli bir surette döşenmesidir...
tlhâm, aslında birşeyi
bir defada yutmak ma'nâsına "Lehtn "den if'al olup bir lahzada
yutturmak ma'nâsınadır.
Fucûr, haktan sapmak,
hakk yolunu yarıp nizâmından çıkarak fâsıklığa, isyana düşmektir; edebsizlik
etmektir. Takva, bunun zıddı olarak nefsi kurtarmanın, Allah'ın vikaayesinde
fenalıktan korunmanın ismidir. Netîcesi korunmak olan hayır ve tâat fiillerini
şâmil olur. Şu hâlde bir nefse fücurunu ve takvasını ilham, fucûr yapmamasını
ve ondan korunmasını kalbine duyurmak, fücurun nefse zarar, bozukluk, takvanın
nefsi koruma, iyilik olduğunu duyurmak, binâenaleyh fiili veya terki fucûr ve
şerr olan işlerden sakınmak, takva ve hayır olan işleri yaparak korunmak lâzım
geldiğini telkîn eylemektir... Şüb-he yok ki, Allah Taâlâ her nefse bir iyilik,
kötülük, kâr ve zarar duygusu vermiştir.
[808] "Ve O, onun akıbetinden korkmaz", yânî Allah
yaptığı ukubetin akıbetinden, acaba sonunda bir zarar veya mes'ûliyet gelir mi
diye endîşe etmez. Çünkü O'-nun üstünde O'nu sorumlu tutacak, O'na zarar
verebilecek hiçbir kuvvet ve kudret yoktur. Bütün mülk O'nun olduğu için
mülkünde ''Oyapacağından mes'ûl olmaz" (el-Enbiyâ: 23), "TVe dilerse
hakkıyle yapandır" (Hûd: 107, el-Burûc: 16) olarak dilediğini yapar.
[809] Hadîsin başlığa uygunluğu ondan bir âyeti ihtiva
etmesi yönündendir. Hadîsin râvîsi Abdullah ibn Zem'a, meşhur bir sahâbîdir.
Anası Karîbe kadın, Peygamber'in eşlerinden Ümmü Seleme'nin kardeşidir. İbn
Abdilberr'in beyânına gö-. re, Abdullah ibn Zem'a'nın bu hadîsten başka
Buhârî'de hadîsi yoktur. Urve'nin rivayet ettiği bu hadîs, üç hadîsin
toplamıdır. Peygamber'in bu hutbesinde bahsettiği üç konuyu içine almaktadır.
Salih Peygamber'in
mu'cizesi olan dişi deveyi ayaklarından kesmek suretiyle devirip öldüren şakî,
Peygamber tarafından, vaktiyle Mekke'de müslümân-larla alay edenlerden biri
olan Ebû Zem'a'ya benzetilmiştir. Bu Ebû Zem'a, hadîsin ikinci rivayetinde
Zubeyr ibn Avvâm'ın amcasıdır ve râvî Abdullah ibn Zem'a'nın büyükbabasıdır. Bu
Ebû Zem'a, Mekke'de müşrik olarak ölmüştür. Oğlu Zem'a da Ebû Cehl'in
maiyyetinde Bedir harbine katılmış ve orada Öldürülmüştür.
[810] Bu hadîsin bir rivayetini Müslim,
Salâtu'l-Musâfirîn... "Kur'ân'm çeşitli kırâ-atleriyle ilgili şeyler
bâbı"nda getirmiştir. "Ve'1-leyli Sûresi"nin bu âyetinde İbn
Mes'ûd'un ve Ebu'd-Derdâ'nm ısrar ettiği kıraat, mütevâtir olan ve Mushaf'ta
tesbît olunan kıraate muhaliftir. Bu âyet bir kerre "Ve'z-zekeri
ve'l-ünsâ"suretinde, ikincisinde de "Ve mâ halaka'z-zekere
ve'l-ünsâ" suretinde inmiş ve bu iki büyük sahâbî de birinci inişi
ezberlemiş olabilirler. Bu yüzden de cumhurun rivayet ettiği mütevâtir kıraate
muhalefet etmiş olabilirler... Bu âyetle İbn Mes'ûd ile Ebu'd-Derdâ kıraatine
göre, mahlûka, yânî yaratılmış olan erkek ve dişiye yemîn edilmiş olur.
Mütevâtir kıraate göre ise, bunların Hâlık'ına, yaratanına yemîn edilmiş
olur... {Müslim Tercemesi, II, 473).
[811] Bu da geçen hadîsin başka yoldan gelen rivayetidir.
Bunun sevk sureti, mürsel hadîs suretidir. Çünkü İbrâhîm bu kıssada hazır
bulunmamıştı, lâkin geçen rivayette İbrahim'den; o da Alkame'den şeklinde
geldiği için, bu takdîrde bunda da mürsellik yoktur.
Bu âyet "Erkeği ve
dişiye yaratan o büyük kudret sahibi Hâlık'a da yemîn ederim", yâhud
"Mâ" masdariyye olduğuna göre "Yaradışına yemîn ederim"
ma'nâsınadır.
[812] Alî'den gelen bu hadîslerin bâzısı Cenazeler
Kitâbı'nda da geçmişti.
[813] Buhârî burada Alî'den gelen bu hadîsleri ayrı ayrı
senedler ve bâzı küçük farklılıklarla herbiri için âyetleri kesik kesik
yaparak açtığı altı bâbda getirmiştir. Elbette ki Buhârî'nin hadîsleri bu
şekilde arka arkaya sıralayıp getirmesinde hem senedlere, hem de metinlere âid
birtakım incelikler ve fâideler vardır.
Bu hadîslerden bir
kısmını ve daha başka sahâbîlerden gelen diğerlerini Müslim, Kader Kitâbı'nda
toplamıştır: Müslim Tercemesi, VIII, 113-126. Burada hadîslerle ilgili bâzı
açıklamalar verilmiştir.
[814] Hadîs, sûrenin nüzul sebebini bildirdiği için başlıkla
uygunluk açıktır. Nüzul sebebi birkaç gün vahyin kesilmesi ile Rasûlullah'ın
bir sıkılması olmuştur ki, bu konuda çeşitli rivayetler vardır. Buradaki
hadîste vahyin kesilme müddeti iki yâhud üç gün, bir rivayette dört gün olmuş
oluyor. İbn Cureyc'den oniki gün, Kelbî'den onbeş gün; on küsur da denilmiş;
İbn Abbâs'tan yirmibeş gün; Suddî ve Mukaatil'den kırk gün diye de rivayetler
vardır. Belli ki bu gibi müddetleri bilmek, başlangıcım bilmek ile farklı
olur. Onu tamâmıyle bilmek Rasû-luîlah'ın kendisinden olabilir. Bu ise
Rasûlullah'tan merfû' olarak rivayet edilmemiştir. Sahîh olarak bilinen şudur:
Bir müddet vahyin gecikmesi vâki' olmuş ve Rasûlullah bundan hüzün ve ıztırab
duymuş ve hâllerinden bu hissedilmiştir. İki üç gece kalkmadığı görülünce,
O'nun her hâlini ta'kîb eden müşrikler öyle söylenmeye bir vesile bulmuştur.
Allah da O'nun kalbine sükûn vermek üzere bu sûreyi indirmiştir.
[815] Hadîs, bundan Öncekinin bir başka yoldan rivayetidir.
Şerhlerde bu kadının, mü'minlerin anası Hadîce olduğu ve bu sözü sızlanarak ve
üzülerek söylediği belirtiliyor.
Tevdî', aslında konuğun
veda etmesi, yânî giderken kalanlara "Hoşça kalın, Allaha
ısmarladık" gibi va'd = bolluk, hoşluk, akıbet duâsıyle bırakıp gitmesi
ve böyle veda ile uğurlanması demek olup, sonra mutlakaa terkedip bırakmak
ma'nâsına da kullanılmıştır. Allah hakkında bilinen ma'nâsiyle Veda ve TeşyT
tasavvur edilemeyeceğinden, burada da "Terk" ma'nâsıyle tefsîr edilmiştir.
Nüzul sebebi de buna diğer bir karinedir. Yânî bırakmadı ve darılmadı.
Bırakmaması dargınlıktan, gadabdan değil, rahmet ve inayetinden bırakmamaktır.
Çünkü bırakmamak iki türlü olur: Birisi lütuf, birisi kahr ifâde eder. Yoksa
"İnsan kendisinin başı boş bırakılacağını mı sanıyor?" (el-Kıyâme:
36) ma'nâ-sınca, hiçbir insan mühmel olarak terkedilmez. Rubûbiyyetin gereği
teklîf sırrı ile rahmet eseri veyâgadab eserinin hükmü altında bulunur...
(HakkDîni, VII, 5889).
[816] Vadi', mutlak koymak ma'nâsına olduğu gibi
aşağılatmak, indirmek, düşürmek-ma'nâlarına da gelir. Burada yükü indirmek
ma'nâsınadırkİ, bütün bütün düşürmek veya hafifletmekten daha umûmî olabilir.
Zîrâ "Vizr", ağır yük demektir. Günâh ve vebal ma'nâsı da bundandır.
înkaad: Arkayı ağır yük
basmakla arık ve takatsiz bırakmak veya ağır yük sırt kemiklerini çıtırdatmak,
semerleri gıcırdatmak ma'nâsınadır. Rasûlullah'ın ilk vahiyleri alması
zamanlarında indirilen âyetlerin -bunca tehlikeler önünde tebliğinde sırtına
yüklenen bütün şirk âleminin karanlıklardan aydınlığa çıkarılması vazifeleri
ağır yüklerdi. Karşılaşacağı zorluklar ancak ilâhî bir tevfîk ve imdâd ile
hafifletilebilir veya giderilebilirdi. İşte bu âyetteki "Yük indirme"
-Allah en bilir- budur...
[817] Burada "Maa", "Ba'de" ma'nâsmadır.
Zîrâ zorluk ve kolaylık zıdlardan oldukları için birleşmeleri caiz olmaz, bir
mahall üzere arka arkaya gelirler. Şu kadar ki, bir yere gelmeleri i'tibâriyle
maiyyet ile de düşünülebilirler. Yânî bir cihetten zor görünen birşeyde diğer
cihetten bir kolaylık vardır...
Burada iki defa
zikredilen "el-Usr", ma'rifedir, ikisi de aynıdır, aynı güçlük
demektir. "Yusran" ise nekredir, başka başka kolaylık demektir. O
hâlde Allah bir güçlüğe mukaabil iki kolaylık ihsan etmiştir.
Bu son fıkra, Hâkim'in
el-Hasenu'1-Basrî'den rivayet ettiği mürsel bir hadîstir.
[818] Boşaldığın vakit, farzlarını tam yaptığın vakit yine
yorul. İş bitti diye rahata düşüp kalma da yine zahmete girip diğer bir ibâdet
için kalk, çalış, yorul, farz bittiyse nafileye geç, namaz bittiyse duaya geç
ki, bu zorluklarla beraber kolaylıklar da artıp dursun, şükürde devam etmiş
olasın. Kolaylık tembelliğe sebeb olmamalı, çalışmaya teşvik edici olmalıdır
ki, onun üzerine de diğer kolaylık sabit olarak yükselme hâsıl olsun. Bütün bu
işlerde ancak Rabb'ine rağbet et.
— Her ne umarsan O'ndan
um. O'ndan berideki sebeblerde ve illetlerde veya gayelerde durup kalma, başka
maksada bağlanma da bütün çalışmalarında ancak O'na yönel, devamlı O'na doğru
yürü, O'na doğrul, bütün lütuf ve ni'met O'nundur. Onun için sâde ni'mete ve
esere rağbet ile kalmamalı, ni'met-ten, ni'meti vereni görüp hep O'na doğru
yürümeli, O'nun için çalışmalıdır...
[819] Göğüs açıp genişletmekten maksad, ma'rifet ve tâate dönücü
olan ma'nâdır ki, bu da birkaç şekilde açıklanmıştır.
a. Dünyânın horluğuna,
âhiretin kemâline ilimden ibaret olur ki, bunun
benzeri "Allah
kime doğru yolu gösterir, îmâna muvaffak kılarsa, onun göğsünü İslâm için açar
(genişletir). Kimi de sapıklıkta bırakmak dilerse, onun da kalbini son derece
daraltır, sıkar..." (el-En'âm: 125) kavlidir. İbn Abbâs'tan
"...." zikrolunuyor denmekle, yalnız bu ma'nâ gösterilmiştir.
b. Rasûlullah'ın göğsü
bütün mühim işlere açılmıştı, telâş etmez, muztarib olmaz, şaşırmaz, sıkıntı ve
ferah hâllerinin ikisinde de inşirâhlı bulunur, mükellef olduğu vazifelerini
edâ ile meşgul olurdu...
[820] ve "Zeytûn", incir ve zeytin demek ise de,
burada öyle terceme etmek uygun olmayacaktır. Zîrâ müfessirlerin birçoğunun
beyânına göre, burada "Tin " ve "Zeytûn " bir özel isim
mevkiindedirler. Özel isim olmuş adların ise terceme-sine kalkışmak doğru
değildir. Çünkü onlar ma'nâlarıyle değil, lafizlanyle mü-semmâlarını ta'rîf
ederler...
Bir kısım müfessirler
demişlerdir ki, zahiri "7Tn"ve "Zeyft2n "dan murad, bu ad
ile meşhur olan incir ve zeytin yemişleri veya ağaçlarıdır. Zîrâ lügat yönünden
zahir olan bu olduğu gibi, Hasen, Mucâhid, İkrime, îbrâhîm en-Nahaî, Atâ,
Mukaatil, Kelbî ve daha başkalarından bu ma'nâ nakledilmiş ve bu tbn Abbâs'a da
dayandırılmıştır.
[821] En güzel bir biçimde yarattığım, sonra da onu en rezîl
ömre döndürdüğünü bildirdikten sonra, bu onu tekrar diriltmeye de kudretine
delâlet etmez mi? (Ce-lâleyn)
Mukaatil'e göre ma'nâ
şudur: Ey İnsan, o güzel suretin, gençliğin ve çok ihtiyarlığın beyânından
sonra sana tekrar diriltilmeyi ve cezayı hangi şey yalan saydırıyor? Suretine
aldanma, Allah seni tekrar diriltmeye de kaadirdir (Ebu'l-Leys).
[822] Hadîsin başlığa uygunluğu açıktır. Bunun bir rivayeti
Namaz Kitabı, "Yatsı namazında kıraat bâbı"nda da geçmişti.
[823] Yânî yalnız Fâtiha'nın evvelinde Besmele yaz, yâhud
Kur'ân'dan herbir sûrenin evvelinde Besmele yaz. Bu mes'elede âlimler arasında
meşhur ihtilâf vardır, el-Hasenu'I-Basrî'nin mezhebi, Buhârî'nin burada
"Kuteybe dedi ki..." senediyle zikrettiğidir. Bu, Yedi Kıraat
İmâmlan'ndan Hamze'nin de mezhebidir, ed-Dâvûdî şöyle dedi: Eğer Hasen, her iki
sûre arasını ayırıcı olmak üzere Besme-le'siz yalnız bir çizgi çek demek
istediyse, bu, sahâbîlerin Berâe Sûresi müstesna, bütün sûrelerin evvellerinde
"Besmele" yazılması üzerinde İttifak etmiş olmaları sebebiyle, doğru
değildir. Eğer İmâm sözü ile herbir sûrenin önüne Besmele ile beraber bir
çizgi de çek demiş ise, bu, güzeldir (Aynî).
[824] Bu cümle diğer rivayette: Kavmin Sen'i (Mekke'den)
çıkaracakları vakit sağ olsaydım" şeklinde gelmiştir.
[825] Varaka'ya âid kıssa "...Vefat etti" sözüyle
sona ermiştir. Onun hayâtı ve ölümü ile vahy kesilmesi arasında münâsebet ve
alâka yoktur. Binâenaleyh "Ve fetere'l-vahyu' 'daki vâv, âtıfa vâvı değil,
istînâfiyye, yânî sözün yeniden başlamasını ifâde eden vâv'dır.
[826] Bu hadîslerin birer rivayeti Vahy Kitâbi'nda da
geçmişti. Oradaki rivayette Va-raka'nın İbrânîce yazı yazar olduğu, burada ise
Arabça yazı yazar olduğu ifâde edilmiştir ki, bu iki veya üç yazıyı bilmesi
zâten birbirinin gereğidir. Bütün bunlardan Varaka'nın birkaç türlü yazı ve
dil bilir âlim ve mütefekkir bir zât olduğu anlaşılıyor.
[827] Buradaki üç başlık ve altlarındaki hadîslerin
birbirlerine uygunlukları açıktır. Bu hadîsler, geçen uzun hadîsin başka
yollardan gelen ve kısaltılarak verilen rivayetleridir.
[828] Ebû Hureyre'nin rivayetinde: Ebû Cehil, Rasûlullah'ı
namaz kılarken görürse, muhakkak boynunu çiğneyip yüzünü yere sürteceğine dâir
Lât ve Uzzâ'ya ye-mîn etmiş, sonra da Rasûlullah, namaz kılarken dediğini
yapmak için varmış, fakat birdenbire arkasına dönmüş, elleriyle korunarak
çekilmiş. "Ne oldu sana?" denildiğinde, "Onunla benim aramda
ateşten bir hendek, bir nevi, ve birtakım kanatlar var" demiş. Rasûlullah
da: "Bana yaklaşsaydt, melekler onu parça parça ederlerdi"
buyurmuştur. (Ahmed, Müslim, Nesâî).
Bütün bu hadîslerin
ifâde ettiği şudur: İkra' Sûresi'nin ilk beş âyeti ilk evvel indi, bunlarla
Muhammed'e peygamberlik verildi. Sonra bir fasıla ardından el-Müddessir Sûresi
indi, bununla da rasûllük verilip teblîğe me'mûr edildi.
[829] 831 Buna "el-Kadr Sûresi"dedenilir.
"Muhakkak onu biz indirdik", ilâhî kudret her kudretin üstünde, her
kemâli toplayıcı olduğuna tenbîh için azamet nün'u ile "İnnâ
enzelnâhu" buyurulması, indiricinin azemetini ifâde ederken, indirilenin
sânına ta'zîmi de ifâde eder. İndirilenin ismi açıkça söylenmeyerek
"Hu" zamîriyle iş'âr olunması dahî onun açıkça söylenmesine lüzum
olmayacak derecede zihinlerde ma'lûm bulunduğuna işaret olmak i'tibâriyle,
sânının yüksekliğine ikinci bir tenbîhtir. Sonra Kadir gecesinde indirildiğini
beyân ile Kadir gecesinin kadr ve fazileti anlatılması da yine onun kadr ve
şerefini açıklamadır.
[830] "İnnâ", aslı "İnnenâ"dır.
"Inne" hükmü tahkîk ile te'kîd eder. "Nâ" onun ismi olarak
müsned-ileyh, "Enzelnâhu" fiil ve fail bir fiil cümlesi olarak haberi
olduğundan isim ve haber toplamı olan "İnnâ enzelnâ" bir fiil
cümlesini içine almış bir isim cümlesidir. Bu üç kat te'kîdli bir cümledir. Bu
kabîl cümleler kasr veya hükmün kuvvetlenmesini ifâde ederler. "Hu"
zamîrinin merciine gelince müfessirlerin cumhuru Kur'ân'a râci'dir,
demişlerdir. Burada zikrolunan da Kur'ân'dan kinaye olmasıdır.
[831] Buna "el-Beyyine", "el-Kayyime",
"el-Münfekkîn", "el-Beriyye Sûresi" adları da verilir.
[832] Yânî bulundukları o hâllerinden ayrılacak ayırtlaşacak
değiller idi. "Münfek-kîn", "Lem yekûndun haberidir, hattâ da
ona bağlıdır.
Beyyine, ma'lûm ki nûr
gibi kendisini beyyin, yânî gayet açık olup da başkasını da beyân eden,
açıklatan demektir. Onun için da'vâcının da'vâsını açık, vazıh surette beyân ve
isbât eden şahide, sağlam nâtık hüccete ve mu'cizeye Beyyine denilir. Burada da
hakkı beyân ve isbât edecek açık ve kat'î nutkedici hüccet veya mu'cize
demektir ki, maksadın ne olduğu "Allah 'tan bir rasûl" bedeli ile
beyân olunuyor yâhud "Hiye rasûlün" takdirinde mahzûf mübtedânın
haberi olarak beyyineyi tefsirdir...
[833] "Zâlike dînu't-kayyime". Ve işte bu üç esâs:
Dîni ihlâs ile Allah'a ibâdet, namazı ikaame, zekâtı verme ayakta duracak
dîndir. Yânî sabit ve pâydâr kalacak olan milletin dînidir. Diğer ta'bîrle
yukarıda zikri geçen sağlam kitâbların, doğru, bozulmaz, sabit hakk kitâbların
beyân ettiği dîndir. Demek olur ki, bu üç
esâs, bütün hakk dînlerinin hiç değişmeyen en sağlam esâsıdır. Namaz ile zekât
da îmândan sonra bütün ibâdetlerin üssü'I-esâsıdır; diğerleri fürû'dur. Bunların
edâ sureti i'tibâriyle tafsilleri her peygamberin zamanına ve şerîatine göre
değişebilirse de asıl salât ve zekât hepsinde sabittir.
[834] Hadîsin başlığa
uygunluğu açıktır. Bunun bir rivayeti Ubeyy ibn Ka'b'ın men-kabeleri bâbı'nda
geçmiştir.
[835] Bunlar da aynı hadîsin başka yollardan az farkla gelen
rivayetleridir. Müslim bunun bir rivayetini Namâz'da ve Fadîletler'de
getirmiştir.
Bu sûrenin Ubeyy'e
okunması emri, şübhesiz ona öğretmek içindir. Bilhassa Ubeyy'e öğretilmesinin
sebebi de, onun Kur'ân lafızlarını, edâ keyfiyyetlerini, kıraate âid
Özellikleri öğrenmeye ehemmiyet vermesidir. Başka bir sebeb de Kur'ân'ı onun
ağzından öğrenmeye teşvik olabilir. Kur'ân içinden bu sûrenin tahsîs
buyurulması da, bunun İslâm Dîni'nin asıllarını, kaaidelerini ve en yüksek umdelerini
veciz bir surette içine almış olmasıdır.
[836] Buna "ez-Zilzâl Sûresi, "ez-Zelzele
Sûresi" de denilir. Bu isimler kıyamet gününde Arz'ın kendi büyüklüğüne
uygun şiddetli bir sarsıntı ile sarsılıp sallanmasını anlatan ilk âyetinden
alınmıştır. Bu kıyamet zelzelesinin çok büyük ve çok korkunç olacağı el-Hacc:
1, el-Vâkıa: 4-6'da ve daha başka sûrelerde beyân edilmiştir.
[837] Hadîsin başlığa uygunluğu, sonundaki âyeti içine
almasındadır. Buhârî bunun bir rivayetini Şirb'de, bir rivayetini Cihâd'da, bir
rivayetini de Peygamberlik
Alâmetleri'nde
getirmiştir.
[838] Bu da başka bir yoldan, aynı kıssa hakkında hadîsin
kısaltılmış bir rivayetidir.
[839] "And olsun o harıl harıl koşanlara, o çakarak
ateş çıkaranlara, sabahleyin baskın yapanlara" (Âyet: 1-3).
Bu sûre dahî Arz'ın
zelzelesi ma'nâsında olan ve bir kıyamet gününü andıran harb hareketlerini ve
kuvvetlerini hatırlatmakla, hayır ve şerr amellerin görünüşü hemgâmını bir
nevi' tavzîh etmektedir.
[840] "Dehşetiyle kalbleri vuracak olan; nedir o
dehşetiyle kalbleri vuracak olan? O dehşetiyle kalbleri vuracak olanı sana
bildiren nedir?" (Âyet: 1-3). Lâm ile "el-Kaaria" da kıyametin
isimlerinden olmuştur. "el-Kaaria", "Kıra" maddesinden fail
isimdir ki, şiddetli bir ses çıkararak çarpıcı, vurucu belâ yânî kıyamet
demektir.
[841] İbn Abbâs'ın bu tefsiri şu âyetin ma'nâsına uygundur:
"Bilin ki (âhiret kazancına yer vermeyen) dünyâ hayâtı ancak bir oyundur,
bir eğlencedir, bir süstür, aranızda bir öğünüştür. Mallarda ve çocuklarda bir
çokluk yarışıdır..." (el-Hadîd: 20).
Şu hadîs de insandaki
doymazlığı belirtir:
"Adem oğlunun iki
vâdî dolusu malı olsa, üçüncü bir vadi daha temenni ederdi, Âdem oğlunun
karnını ancak toprak doldurur. Sonra Allah tevbe edene kabul ile nazar
buyurur" (Müslim, Tirmizî).
[842] Bu sûre gayet sâde ve kısa olmakla beraber, geçen
sûrelerin bütün nasihatlerini özetleyen bir cem'İyyeti hâizdir. Kendilerini
çokluk yarışı aldatmayan kimselerin hâllerini beyân ile "Sonra and olsun
o gün elbet ve elbet ni*metlerden sorulacaksınız" (et-Tekâsür: 8)
âyetinin tefsîrini de içine aldığı için, ondan sonraya konmuştur.
İmâm ŞâfİÎ: Başka
birşey inmeseydi, Kur'ân'dan bu sûre insanlara yeterdi; bu, Kur'ân'ın bütün
ilimlerini şâmildir, demiştir.
Asr'ı böyle
"Dehr" ve "Zaman" ma'nâsına hamletmek, en umûmî ve en
şümullü ma'nâsi olmak i'tibâriyle, diğer ma'nâlann fâidelerini de şâmil olabilecektir...
Hani Ashab-ı Kiram
ayrılalım, derlerken,
Mutlaka "Sûre-i
ve'l-Asr"ı okurmuş, bu neden?
Çünkü meknûn o büyük
sûrede esrâr-ı felah:
Başta îmân-ı hakîkî
geliyor, sonra salâh,
Sonra hakk, sonra
sebat, işte kuzum insanlık.
Dördü birleşti mi
yoktur sana hüsran artık.
(M. Akif, Safahat, s.
419)
[843] Hutame, önüne geleni kınp geçirmek, yalayıp yutmak
âdeti olduğundan bir adına da "Hutama" denilmiş olan cehennemin
isimlerindendir. Mevlîd'de "Korkarım ki yerleri ola tamu" denildiği
gibi, eski Türkçelerde "Cehennem"& "Tamu"
denildiğinden, burada "Hutame"yi "Tamu" diye tercüme etmek
de yakışabilir. Lâkin bu ateşin diğer ateşlere benzemeyen bambaşka bir ateş
olduğu anlatılmak üzere, tehvîl için şöyle buyuruluyor: "Ve edrâke
ma't-Hutame = Bildin mi Hutame ne?" Yâhud: "Ne dehşetli
Hutame!". "Nâru'tlahi": -O Allah'ın ateşi, Allah ateşidir- yânî
ma'lûm olan ateşlerle mukaayese edilmeyecek derecede öyle celalli ve fevkalâde
büyük bir ateş ki, "el-Mu'kade", îkaad olunmuş, Allah'ın emriyle
yakılmış, tutuşturulmuştur. Ebediyyen sönmek bilmez... Öyle tutuşturulmuş bir
ateş ki "Tattahu ale'-t-ef'ide": Yüreklerin, kalblerin içi, merkezi
demek olan fuâdlarm, yânî idrâk mahalli olan gönüllerin üstüne çıkar. Tenden
geçer ruhlara, ma'neviyâta muttali' olur, çatar, sarar, canlar yakar. Gerçi
onları öldürmez: "O arada hem ölmeyecek, hem dirilmeyecek" (Tâhâ: 74;
el-A'lâ: 13) olur. Lâkin uzanır, sarar, azâb eder.
Ittıla \ bir şeyin
üzerine çıkmaktır, ilmî olan Ittıla' ve Mütalaa bundan alınmıştır.
"Gönüllerin üzerine" ta'bîri, belli ki dimağı da içine alır. Ateşin
böyle hayâtın merkezi olan kalblerin içini bütün üzerinden sarması, onların
üzerine çıkması azabın şiddetini ve kuşatmasını belîğ bir beyândır... (Hakk
Dîni, VIII, 6092-6094).
[844] Ru'yet, basariyye'den istiare olarak kalbî ru'yettir,
yânî gözünle görmüş gibi muhakkak bilmiyor musun? Yâ Muhammedi Çünkü söylenecek
olan Fîl sâhib-leri vak'ası, o vakit onu gözleriyle gören şâhidleri henüz
çoklukla mevcûd, hattâ o zamana yetişmiş yedi muallaka şâirlerinden olup
yüzaltmış sene kadar ömür süren Lebîd gibi kimseler hayâtta oldukları gibi,
aynı zamanda bir târîh başlangıcı olarak herkesçe de mütevâtiren ma'lûm bir
vak'a bulunuyordu. Hattâ fili çekenlerden iki kişinin kötürüm, a'mâ olarak
kalıp Mekke'de dilendiklerini gör düm diye Hz. Âişe'den rivayet dahî vardır. Bu
sebeple o zaman vak'ayı görmüş bulunan herhangi bir kimseye veya hitâb umûmî
olmak dahî miimkin ise de, Peygamber'e hitâb olması daha zahirdir. Zîrâ bu
vak'a Peygamber'in doğumuna mukaddime olan ilâhî âyetlerden olduğu ve Kur'ân'a
ilk muhâtab olan Peygamber olduğundan, bilhassa "Rabbike" hitabı da
ona karinedir.
[845] Bâzı müfessirler, bunun Fârisî iki kelime olup Arab'ın
bir kelime yapmış olduğunu zikretmişlerdir. "Sene ü CH", yânî
"Hacer ü tin". Fî'I-vâkİ' îbn Cerîr ve diğerleri de İbn Abbâs'tan
"Siccîl", Fârisî olan "Seng-gH" muharrefidir.
"Seng", "Taş", "Gil", "Çamur" demek
olduğunu rivayet etmişlerdir. Buna göre "Kiremit gibi çamurdan taşlaşmış
taş" demek olup, Arab bunu bir kelime yaparak, katı, sert ma'nâsına
kullanmıştır.
[846] Li-iylâf, çeşitli okunuşlarının hepsi de
"///" ve "Ü//e/"tendir. Nitekim Kaamûs'ta şöyle der:
Tenzilde İylâfahd ve hufâre ile icâzeye benzer, yâni ahd ve emân ve korkunç
yoldan yolcuların emniyet ve selâmetle gidip gelmeleri zımnında yasakçılık ve
himaye tarzında verilen icazet ( = pasaport), geçirtme ruhsatiyesine benzer,
emir ve taahhüddür. Bunda Kureyş'e izafeti failine izafet olmak zahirdir,
lylâfi Kureyşi; Kureyş'i alıştırmak, ısındırmak, Kureyş'in ahştırılma-sı,
alışması demek olabileceği gibi, Kureyş'in birbiriyle yâhud başkalarıyle
ahid-leşmesi, andlaşması, anlaşması, ülfet etmesi veya ettirilmesi ma'nâlannı
da ifâde eder...
Allah'ın onlar üzerinde
sayısız ni'metleri vardır. Eğer bu ni'metlerden dolayı ibâdet edemezlerse,
bari seyr ve seferde nail oldukları emînlikten ötürü kulluk etsinler. Kureyş
Ka'be'nin sakinleri ve bekçileri oldukları için, komşu memleketler halkı
tarafından onların serbestçe seyr ve seyahatlerine, bilhassa kışın Yemen'e,
yazın Şam'a selâmetle gidip gelmelerine, o memleketlerin başkanları tarafından
resmen müsâade edilmiş, bu sayede onlar rızıklanm ve ticâretlerini her
kavimden ziyâde sağlamışlar (Beydâvî, Medârik, Celâleyn, Kaamûs).
Buradaki açlık ve doyum
hakkında üç görüş vardır:
a. Birisi ıbrâhîm Peygamber'in duâsma işaret
olmasıdır: İbrâhîm: 38.
b. ikincisi, yine bu duanın semeresi ve Beyt'in
bereketi olarak Kureyş'in yaz ve kış ticâret seferlerine alıştınlması
vâsıtasıyle o muhitte tabiî olması gereken açlıktan korunmuş olmalarıdır.
c. Üçüncüsü de Yûsuf'un
seneleri gibi süren şiddetli kıtlıklara işaret olduğu söylenmiştir.
[847] Sufyân'ın bu tefsiri Ebû Zerr rivayetinde buradadır;
doğru olan da budur. Bâzı rivayetlerde ise bu "Erâeyte Sûresi"
başlığının altındadır.
[848] Buna "Mâûn Sûresi, "Dîn Sûresi" de
denilir.
Mâûn zekâta, atiyye ve
ihsana ve az çok menfâati bulunan herhangi bırşt ye, konu komşu arasında ariyet
olarak verilip alman çanak, çömlek, kap kî cak, sofra, balta, kürek gibi ev
metâ'lan, âletlerine denir. Bâzıları da aslnar ve yardım demek olan
"Me'ûnet "tır,demiş, diğer bâzıları da iane ma'nâsın "Avn
"dan mef ûl isim olup "Me'vûn " iken bu vezne döndürülmüştür,
demıştıı
[849] Bu sûrede onların rûh hâletleriyle hüviyetlerini
tanıtmak ve öylelerin huylann-daki düşkünlüklerden mü'minleri sakındırmak için
dikkat çekilmiştir... Dînin ruhu Allah'ın emrine ihlâs İle ta'zîm ve bütün
havi, kuvvet, ceza ve mükâfatı O'ndan bilerek, O'nun nâmına halkına şefkat
esâsında toplanır. Onun için Kur'-ân'da îmândan sonra sâlih amellerin esâsı
olmak üzere namaz ve zekât beraber zikrolunagelmiştir. Böyle iken dîndâr
geçinen birtakım kimseler vardır ki, namaz kılar görünürler de sâde onunla
bütürr dînî vazifelerini îfâ edivermiş gibi farzederek yanılırlar, zekât gibi
diğer vazifelere ehemmiyet vermez, kaçınırlar...
[850] Buna "Nahr Sûresi" de denilir. Bu ismi Bıkâî
ve Şihâb açıkça söylemişlerdir. Kur'ân'da sâdece üç âyetten ibaret üç sûre
vardır: "Ve'I-Asri", "el-Kevser", "en-Nasr"
Sûreleri. Bunlar içinde en kısası "el-Kevser Sûresi"du. Kelime ve
harf sayısına göre Kevser en kısalarıdır. "el-Asr Sûresi" ondört
kelime ve alt-mışsekiz harfli olduğu hâlde "Kevser", on kelimeli,
kırkiki harflidir. Bu sebeb-le
"Kevser'"m bütün Kur'ân sûrelerine nisbetle bir seçkinliği, bir
özelliği vardır. •Kevser, asıl lügatte çokluk demek olan "Kesret'\ea,
cevher gibi fev'al vezninde vasıf veya isim olup, kesreti ifrat derecede olan,
yânî çok, pek çok, gayet çok şey demektir. Kaamûs'ta. da Kevser, herşeyin çoğu,
birbirine sarılıp burulmuş olan çok toz, İslâm ve peygamberlik,... ve nehir
ma'nâsınadir, ve cennette mahsûs bir nehir adıdır ki, cennetin bütün ırmakları
ondan şu'belenir, Kevser Sûresi bunu içirir demiştir.
[851] Hadîsin başlığa uygunluğu apaçıktır.
Kevser'in tefsiri
hakkında birkaç görüş sıralanmıştır:
a. Kevser, buradaki iki hadîste bildirildiği
üzere cennette bir ırmak veya havzdır.
b. İkrime'den rivayet edildiği üzere Kevser,
peygamberliktir. Zîrâ Peygamber, "Dâreyn hayırlarını", yânî hem
dünyâ, hem dîri saadetini; hem umûmî başkanlığı toplayan ve bundan dolayı hem
başlangıç bakımından Rahmânî atâ, hem de sonuç bakımından Rahmânî atâ'yı
hâizdir, çok hayırdır. "Kime de hikmet verilirse muhakkak ki, ona çok
hayır verilmiştir*' (el-Bakara: 269) diye çok hayır olduğu beyân buyurulan
hikmetin en yüksek derecesidir...
c. Ümmetin âlimleridir.
d. Tâbi'lerin
çokluğudur. Allah ona o kadar çok hayırlı sebebler ve tâbiler ihsan etmiştir
ki, cennet ehlinin yarısından çoğu O'nun ümmetinden olacağı sa-hîh hadîslerde
va'd edilmiştir.
e. Peygamber'in çocuklannm çokluğu, neslinin
devamıdır.
[852] Bu hadîslerin de başlığa delâleti meydanda olup, aynı
ma'nâyı kuvvetlendirmekte ve Kevser'in çokluk ma'nâsını te'kîdli olarak ortaya
koymaktadır.
Şimdi burada şöyle bir
suâl hatıra gelebilir: Kevser'in cennette bir nehir olduğu hakkındaki hadîsler
sahîh ve hattâ selef ve halefte tevatüre yakın bir derecede meşhur iken,
doğrudan doğruya Rasûlullah'tan sabit olan bu tefsîre karşı diğer ma'nâ ve
ihtimâllerden bahsetmek nasıl caiz olur? Ve bunca müfessirler böyle çeşitli
görüşlere nasıl gidebilirler?
Buna cevâb Çok
Aûy//" ma'nâsının kesinlik ye şumûlü ile beraber, hadîslerin bir misâl
ile tefsîr olması ihtimâlidir. Şöyle ki, hadîsin birinde "Onda çok hayır
vardır" denilmesinden de anlaşıldığı üzere "Çok hayır" ma'nâsı,
lafzın esaslı anlamı olduğu ve âyette "el-Kevser"in lâm'ı ahde
hamlolunduğu takdîr-de dahî bu anlamın subûtunda tereddüde yer olmadığı gibi,
hadîslerin de mutlak olan i'tâyı yalnız âhirete tahsîs ma'nâsma olmayıp,
Kevser'in yalnız akıl ile bilinmesi kaabil olmayan ve ancak müşahede ve
peygamberlik haberiyle bilinebilecek olan en mühim bir misâli ile tefsîr
kabîlinden olması muhtemel bulunduğundan, müfessirler lafzın ma'kûl olan bütün
ihtimâllerini de düşündürmek üzere "Çok hayır" mefhûmu üzerinde diğer
birçok misâllerini de tefsîr siyakında zikretmeyi varffe bilmişlerdir... (Hakk
Dîni, VII,
6187).
[853] Buna "Mukaşkışe Sûresi" de denilir,
illetlerden iyileştirmek demek olan "Kaş-kaşe"den türemiş olup şirk
ve nifak derdlerinden berî kılan ma'nâsına "Muberrie" demektir.
"Kaşkaşe", Türkçemizde def etmek, kovalamak ma'nâsına kışkışlamak
ile de tercüme olunsa yakışmaz değildir.
Buna "İbâdet
Sûresi" de denilmiş olduğu gibi "İhlâs Sûresi "de denilir. Ondan
dolayı "Kulhuve'llâhu ahad" ile "Ihlâsayn" yânî
"İkiİhlâs" ta'bîr olunur. Nitekim Rasûlullah'in sabah ve akşam
namazlarının sünnetlerinde bu iki sûreyi okuduğunu bildiren îbn Umer'den ve
Âişe'den gelen hadîslerde bunlara "İhlâsayn" denildiği de görülür.
Keşşaf sûreye şöyle
ma'nâ vermiştir: "Ben müstakbelde benden istediğinizi, o ilâhlarınıza
ibâdeti yapmam, siz de müstakbelde o benim sizden istediğimi, benim ilâhıma
ibâdeti yapacak değilsiniz. Ve ben sizin taptıklarınıza geçmişte bile asla
tapmadım, yânî Câhiliyye'de bile benden putlara ibâdet bilinmemiştir, o hâlde o
benden İslâm'da nasıl ümîd olunabilir! Siz de benim ibâdet eylemekte olduğum
ma'bûduma hiçbir vakit ibâdet etmediniz".
Ebu's-suûd da bunu
tercîh etmiştir.
[854] "Sizin dîniniz size": Âdet edindiğiniz o
şirk i'tikaad ve ibâdeti, bütün mes'ûli-yeti, hesabı, cezası size âiddir, bana
geçemez. Yânî ben ondan tamamen beriyim. Benden onun kabulünü asla ummayın.
Müfessirlerin çoğu
şöyle demişlerdir: "Le kum dînukum", yukarıdaki "Lâ a 'budu mâ
ta 'budun'' kavliyle "Velâ ene âbidun mâ abedtum'' kavlini takrirdir.
Yânî onların mazmunu olan karan tebliğdir. "Benim dînim de bana":
Tevhîd ve ihlâs ile Allah'a ibâdet ve tâatten ibaret olan "Hakk dîn, Allah
indinde İslâm 'dır" (Âlu İmrân:* 19), "O, Rasûlünü hidâyetle, hakk
dîn ile -sırf o dîni her dîne gâlib kılmak için gönderendir... "
(et-Tevbe: 34, el-Feth: 28, es-Saff: 9) buyu-rulan hakk İslâm Dîni de benimdir.
Onun ecri ve sevabı, Kevser'i de ancak bana âiddir, sizin ondan nasibiniz
yoktur. "Dîni" aslı "Dînî"dir, kesre İle yetinilerek
mütekellim yâ'sı hazfedilmiştir. Bu da "Ve lâ entum âbidûne mâ
a'budu" kavlini takrirdir.
İbn Cerîr ve Râzî'nin
kaydettikleri gibi "De ki: Siz ey câhiller, bana Allah'tan başkasına mı
tapmamı emrediyorsunuz?" (ez-Zumer: 64) âyeti de böyle bir çağırma
sebebiyle inmişti. Onda Allah'tan başkasına ibâdet emrettiklerinden dolayı
cehâletleriyle tevbîh edilerek "Ey Câhiller" diye hitâb emredilmişti,
burada daha ağır olarak "Ey kâfirler" diye hitâb emrolunuyor.
Kaadı Beydâvî de şöyle
demiştir: Bunda ne küfre izin, ne de cihâddan men' vardır ki, kıtal âyeti ile
mensûh olsun...
[855] Buna "en-Nasr Sûresi" ve "îzâ câe
Sûresi" denilir. Ibn Mes'ûd'dan buna "et-TevdV Sûresi"de
denildiği rivayet edilmiştir. Çünkü bunda Peygamber'in vefatına bir îmâ
vardır, gelecek hadîsler buna delâlet etmektedir.
Yâ Muhammedi Seni
gönderen Allah'ın nusratı ve fethi gelecek, hem sen insanların Allah'ın dînine
fevc fevc girmeğe başladıklarını göreceksin. "Şübhesiz biz rasûllerimize
ve îmân edenlere hem dünyâ hayâtında, hem şâhidlerin dikileceği gün herhalde
yardım edeceğiz"(el-Mü'min: 51); "Allah'a ve Rasûlü'ne muhalefet
edenler, işte onlar şübhesiz ki en çok zillete düşenlerin içindedirler. Allah
şöyle yazmıştır; And olsun ki, ben elbette gâlib geleceğim, rasûllerim de.
Şübhesiz Allah yegâne kuvvet sahibidir, mutlak gâlibdir" (el-Mucâdele:
20-21). "Ey îmân edenler! Siz Allah'a (yânî onun dînine) yardım ederseniz,
O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar" (Muhammed: 7)
buyurulmuştur. Sen Allah'ın Rasûlü olduğun ve tevhîd ve ihlâs ile Allah'a
ibâdet ve ubudiyet edip sırf O'nun dînine sarıldığın, bu suretle mücâdele
ederek ona yardım ettiğinden dolayı bunlar muhakkak olacak, işte bunlar
gerçekleştiği vakit Rabb'ine hamd ile tesbîh et.
[856] Bunların birer rivayeti Namaz Kitabı, "Rükû1 ve
sucûdda duâ ve tesbîh bâbı"n-da da geçmişti.
[857] Sûrenin Veda Haccı'nda, teşrîk günlerinde Minâ'da
indiği rivayetine göre mü-fessirlerin çoğu bu nusrat ve fethi cinse
hamletmişlerdir ki, bu ma'nâ Kevser'in verilmesinde beyân olunan ma'nâ gibi
olarak "Bu gün size dîninizi kemâle er-dirdim ve üzerinizdeki nVmetimi
tamamladım ve size dîn olarak müslümânlığı hoşnûd oldum" (el-Mâide: 3)
buyürulan güne işaret olmuş olur. Buîzâhtan sonra şu neticeye gelebiliriz ki,
fetihten murâd yalnız memleket fethinden ibaret olmayıp daha ziyâde kalblerin
îmân ve İslâm'a fethi, açılması demek olur. Mekke fethi üzerine İslâm'ın
derhâl yayılıvermiş olması, yirmi seneden beri Kureyş'in muhalefetinden dolayı
hakkın kabulüne kapalı duran kalblerin İslâm'a açılıvermiş bulunmasıdır. Fethin
mü'minlere dîn kapısının açılması ma'nâsına hamlolun-ması da kalbe çarpan
ma'nâlardandır...
[858] Bu hadîsin bir rivayeti Mağâzî Kitabı, "Fetih
günü peygamber'in konaklama yeri bâbı"ndan sonraki başlıksız bir bâbda da
geçmişti.
Bu sûrenin inme zamanını
ta'yînde iki görüş vardır: Bâzıları bunun Veda Haccı'nda teşrîk günlerinde
indiğini söylemişlerdir. Bâzıları da sûrenin Mekke fethinden önce indiğini
söylemişlerdir. Sûrenin "hâ" ile gelmesi de bunu İş'âr eder ve
Rasülullah'ın mu'cizelerinden bulunur. Müslim, tbnu Ebî Şeybe ve İb-nu Merdûye,
İbn Abbâs'tan: Bütün Kur'ân'da en son inen sûre "hâ câe
nas-rullâhi"dİT dediğini rivayet etmişlerdir.
[859] Bunları "Tebbe"nin aslını ve tef'îFdeki
ma'nâsını bildirmek için getirmiştir
[860] Bu hadîste sûrenin inme sebebi zikredilmiştir.
"Ve onlardan ihlâsa erdirilmiş cemâatim... "fıkrası yâ
"Aşîrateke"sözünün tefsiridir veya şâzzebir kıraattir. Hadîsin
sonundaki "el-A'meş o gün böyle okudu" fıkrası, bunun Peygamber'in
çağırdığı günde kendisine karşı vuku' bulan şeyleri haber verme olup, İbn
Abbâs'ın bu kıssaya erişmediği görüşünü kuvvetlendirmektedir.
[861] Bu da geçen hadîsin başka bir yoldan gelen
rivayetidir.
Tebbet,
"reöâft"masdarmdandır. "Tebâb", helak ve helake götüren hüsran,
emeği boşa çıkıp muradına ermemek, yânî berbâd muvaffakiyetin zıddı olan
haybet, yuf olmak, yuh olmak, berbâd olmak ma'nâlarına gelir. "Tebben
le-hu", "Tebben leke" ta'bîrleri "Yuf ona", "Yuh
sana" gibi kötüleme ve beddua yerinde kullanılır. Baş tarafta Buhârî,
"Tebâb", "Husrân"; "Tedbîb", "Tedmîr",
demektir, demişti. Râgib: "Tebâb" hüsranda devamlılıktır, demiş,
müfessirlerin çoğu da helake götüren husrân veya helak demişlerdir.
[862] Bu da aynı hadîsin başka bir rivayeti olup burada
kısaltılmış olarak getirdi.
[863] "Kansı da" -ki Harb'in kızı Ümmü Cemîle ve
Ebû Sufyân ibnu Harb'in kız-kardeşi imiş. Yânî Ebû Leheb'İn yalnız kendisi
değil, karısı da o ateşe yaslanacak.
"Hammâlete'l-hatabı",
"Karısı da odun hammâlı olarak cehenneme girecek". Bu ta'bîr,
bir de "Koğucu, öteye beriye lâf götüren fesâdcı" ma'nâsı-na mecaz
olarak mesel olmuştur.
Cîd, boyun demek ise
de, "Unuk" gibi sâde boyun değil, bilhassa gerdanlık gibi süslerle
süslenmeye lâyık güzel boyunlar hakkında söylenir, onun için "Fî unikıhâ"
denilmemiş, "Fî cîdihâ" buyurulmuştur.
"Mesed"den:
Sağlam liflerden, kuvvetli tellerden bükülmüş, kıvratılmış, örülmüş,
fitillisinden. Râgıb: "Mesed", hurma çubuklarından edinilir de me-sed
olunur, yânî fitillenir, sağlam bükülüp örülür, lîftir demiştir. Yâhud cehenneme
giden kâfirlere hazırlanmış olan zincirler ve bağlardır (ed-Dehr: 4).
Ve işte o ateş babası
Ebû Leheb, parlaklığına ve birtakım meziyetlerine rağmen Allah'a ve Rasûlü'ne
karşı küfür ocağı yakmak istediğinden dolayı, o ateşe odun olarak böyle hüsran
ve helake gitmiş ve kansıyle beraber bu suretle âleme mesel olmuştur.
[864] el-Fâtİha gibi, bu sûrenin de birçok adlan vardır. En
meşhurları "Ihlâs" ve "Kul huve'llâhu ahad"dır. Bu sûre
dînîn üssü'l-esâsı olan Tevhîd'i en hâlis ve en güzel surette ifâde ettiği
için, buna "İhlâs" denilmiş olduğu gibi, *'Esâs"da denilmiştir.
Allah "Kürsî Âyeti" ile bu "İhlâs Sûresi"nde olduğu kadar
Kur'ân'dan başka hiçbir kitâbda, İslâm'dan başka hiçbir dînde, böyle güzel
ta'rîf olunmamıştır. Zâtında vücûdu vâcib, mutlak kemâli cami', ihtiyâcdan,
şerîk ve nazîr-den münezzeh bir varlık olmasaydı hiçbirşey olamazdı. Hıssda ve
akılda birbirleriyle birleştikleri görülüp duran bütün semâları, arzları ile
âlem hep O'nun birliğine delâlet eyleyen, hep O'nun varlığını ve birliğini
bildiren âyetler ve deliller olarak yaratılmış ma'nâsına bu sûrenin mazmunu
üzerine kurulmuştur. Bundan dolayı buna "Tevhîd", "Tefrid",
"Tecrid", "Necat", "Velayet",
"Ma'rifet" Sûresi dahî denilmiştir. Çünkü bu sûrenin ma'nâsına
ma'rifetle Allah tanınmış olur...
[865] Bunun bir rivayeti "Onlar: 'Allah çocuk edindi1
dediler, hâşâ..." (el-Bakara: 116) âyetinde geçmişti.
[866] İbn Enbârî şöyle demiştir: Lugatçiler arasında Samed:
"İnsanların hacetleri ve işlerinde kendisine samed eder (yânî doğrudan
doğruya maksûd ve matlûb edinerek müracaat ve iltica eyler) ve üstü yok
seyyid" demek olduğunda ihtilâf yoktur.
Zeccâc da şöyle
demiştir: Samed, "Sûded", yânî "Ululuk kendisinde son bulan,
kendisine samd olunan, yânî herşey ona dayanır, onu maksad ve mercî' edinir
olan"dır.
Alî ibn Ebî Talha, İbn
Abbâs'tan şöyle rivayet eylemiştir: Samed, sûdedin-de kâmil olan seyyid,
şerefinde kâmil olan şerîf, azametinde kâmil olan a'zîm, hilminde kâmil olan
halîm, ilminde kâmil olan alîm, hikmetinde kâmil olan ha-kîm, velhâsıl şeref ve
ululuk nevi'lerinin hepsinde ekmel olandır.
[867] ''Ve O'na, ancak O'nadır ki, hiçbir küfüv
olmadı": Ne evvelinde doğuran bir sabıkı, en sonunda doğacak bir Iâhıkı
olmadığı gibi, O'na kadr ve sânında beraber olacak hiçbir veçhile hiçbir denk,
ne zât, ne sıfatta hiçbir müsâvî hiçbir benzer; ne zıdlaşacak, ne birleşecek
hiçbir eş, hiçbir şerik olmamıştır.
Gerek vâv, gerek hemze
ile "Kufu"\ "Kufuv" ve "Kef" hepsi de aynı
ma'nâda olup, birşeye kadr ve menzilette beraber, yânî müsâvî olan şeye denir
ki, misil ve nazîr demektir.
[868] "Kuleûzu" emriyle başlayan bu "el-Felâk
Sûresi" ile bundan sonraki "en-Nâs Sûresİ"ne, vâv'm kesresiyle
"Muavvizeteyn" ve "Ihlâs"[a. beraber üçüne
"Muavvizât" denilir, ki "Siğındırıcı sûreler" demektir.
Rasûlullah bir rahatsızlık duyduğu zaman ve her gece yatağına yatacağı sıra bu
üç sûreyi okuyup ellerine üfleyerek başına ve yüzünden başlamak ile aşağıya
doğru Ön ve arkadan bedenine mesheder ve bunu üç kerre yapardı diye Sahîh'de
Âişe'den rivayet olunmuştur.
Muavvizeteynln ikisinin
de beraber indiklerinde pek söz yoktur, yalnız Mek-kî mi, Medenî mi oldukları
ittifakla tesbît olunamamış, bâzıları Mekkî, bâzıları Medenî demişlerdir.
İşte bütün bu
zikrolunanlann şerrlerinden, o felâkın Rabb'ine sığınırım de, böylece o
Allâhu's-samed'e sığın, çünkü hepsini yaratan ve hepsinin şerrinden koruyacak
olan O'dur. Ve O'na öyle ihlâs ile sığınanlara O'nun hıfzı ve himâyesi va'd
edilmiştir: "Allah en hayırlı koruyucudur. O rahmet edicilerin en
merhametlisidir" (Yûsuf: 64).
[869] Muavvizeteyn hakkında İbn Mes'ûd'un bir tereddüdü
nakledilmiş ise de, sonradan bu ihtilâf tamamen kalkarak, bu iki sûrenin
Kur'ân camiasından bulunduğunda sahâbîlerin icmâi vâki olmuştur. Bunun için
bunların Kur'ân'da olduğunu inkâr etmek küfürdür. Rasûlullah bu sûreleri sabah
namazı sünnetinde de okumuştur.
[870] Hafız Hüseyin Küçük merhum, 1956 yılında İstanbul İmâm
Hatîb Okulu'nda Kur'ân öğretmenliği yaparken "el-Kevser",
"el-Kâfirûn"ve "Kuteûzu" Sûrelerinin Mehmed Akif
tarafından yapılmış tercümelerini bana yazıp vermişti.
[871] Bu da geçen hadîsin başka yoldan daha geniş bir
rivayetidir.
el-Fâtiha ve
el-Bakara'nın evveli ile el-İhlâs ve Muavvizeteyn, bu üç sûrenin ma'nâ ve
mazmunu düşünüldüğü zaman doğrudan doğruya ma'nâlar arasındaki insicam ve
münâsebetler, evvel ve âhir arasındaki ahenk ve vahdet, fikrî ve beyânı silsile
apaçık görülür. Bu ahenk ve tenâsüb bize Kur'ân sûrelerinin tertibi de vahiy
ile olduğu hakkındaki mezhebimizin kuvvet ve isabetini gösterir...
Dîn günü selâmete ermek
için doğru yola hidâyet talebi ilk maksad olduğu gibi, o yolda İnsanlık
mertebelerinin en son kemâli olan Allah'tan bekaa saadetine kavuşmak için de
gizli açık her türlü vesveseden, reyb ve şübheden sakınarak tam bir îkaan ile
Allah Taâlâ'nm rubûbiyetine, melekûtuna, ulûhiyetine sığınmak maksadın sonu
olduğunun hatime olarak beyân buyurulmuş olması şübheden âzâde olarak
gösteriliyor ki, insanlığın saadet gayesi îkaan ile ittikaa-dır, güzel hatime
onunladır, "Ve'l-âkıbetu Ül-muttakîn"<el-A'râf: 127, el-Kasas:
83)'dır. Ve işte "Lâ raybefîh" olan bu Ekmel Kitâb, böyle "Huden
ül-muttaktn" olarak İndirilmiştir. Gereğince amel edenler de hep o güzel
akıbete ermiştir. Gereğince amel de Allah'ın lutfu ve muvaffak kılmasıyledir.
Bize düşen "îyyâke na'budu ve iyyâke nesteînu (- Yalnız Sana ibâdet eder,
yalnız Sen'den yardım isteriz)" mîsâkıyle O'nu istemek, îkaan ve ihlâs ile
O'na sığınmaktır (Hakk Dîni, VIII, 6431-6432).