76- KITABUT-TIBB. 3

1- Bâb: 3

2- Bâb: Erkek Kadını, Kadın Da Erkeği Tedâvî Eder Mi? 3

3- Bâb: "Şifâ üç şeydedir". 3

4- Bal İle Tedâvî Ve Yüce Allah'ın: "Onda insanlar için şifâ vardır" (el-Nahl: 69) Kavli Babı 4

5- Develerin Sütleriyle Devâlanıp Tedâvî Olmak Babı 4

6- Develerin Sidikleriyle Tedâvî Olmak Babı 5

8- Hasta İçin Telbıne Bulamacı Yapılması Babı 5

9- Saût{Un Hükmü) Babı 6

10- Saût(Un Beyânı), El-Kustu'l-Hindî Ve El-Kustu'l-Bahrî İle (Enfiye Gibi) Buruna Çekmek Suretiyle Tedâvî Olunmak Babı 6

11- Bâb: Kişi Hangi Saatte Kan Aldırır?. 6

12- (İhtiyâç Belirdiğinde) Seferde Ve İhram İçinde Kan Almak Babı 6

13- (Bedende Meydana Gelen) Hastalıktan Dolayı Kan Aldırmak Babı 7

14- Baş Üzerinde Kan Alma Tedavisi Babı 7

15- Yarım Baş Ağrısından Ve Baş Ağrısından Dolayı Kan Aldırma Tedavisi Babı 7

16- Ezâ Ve Hastalıktan Dolayı (Baştaki Ve Diğer Yerlerdeki) Saçları Ye Kılları Tıraş Etmek Babı 7

17- (İhtiyâç Olduğunda) Kendini Dağlama Tedavisi Yaptıran Yâhud Başkasına Dağlama Tedavisi Yapan Kimseler Ve (Zaruret Bulunmadığında) Dağlama Tedavisi Yaptırmayan Kimsenin Fadlı Babı 8

18- Göz Hastalığından Dolayı Göze, Sürme Taşî Ve Diğer Sürme Nevi'leri Sürmek Babı 8

19- Cüzam Hastalığı Babı 9

20- Bâb: "El-Mennu (= Kudret Halvâsı)" Göz İçin Bir ' Şifâdır 9

21- Hastanın Ağzının Bir Tarafından Deva Konulması Babı 9

22- Bâb. 10

23- Boğaz Hastalığı Babı 11

24- Karnı (İshal Olup) Hastalanmış Kişinin Tedavisi Babı 11

25- Bâb: Safer Yoktur. Safer Karnı Yakalayan (Ve Yüzü Sarartan) Bir Hastalıktır 11

26- Zâtu'l-Cenb Hastalığıfnın Devası) Babı 11

27- Külü İle Kan Yolunun Kapatılması İçin Hasır Yakılması Babı 12

28- Bâb: 12

29- Kendi Tabîatine Uygun Gelmeyen Yerden Başka Yere Çıkan Kimse Babı 13

30- Tâûn Hastalığı Hakkında Zikrolunan Şeyler Babı 13

31- Tâûn Hususunda Sabırlı Olan Kişinin Ecri Babı 14

32- Kur'ânta Ve Sığındırıcı Sûrelerle Allah'a Sığındırma Duaları Yapmak Suretiyle Ma'nevî Tedâvîler Babı 15

33- Fâtihatu'l-Kitâb'ı Okumakla Rukyeler Yapma Babı 15

34- Rukye Yapmak Hususunda Bir Koyun Sürüsü Bölüğü (Vermelerini) Şart Kılma Babı 16

35- Göz Dokunmasına Okunmak Babı 16

36- Bâb: 16

37- Yılan Ve Akreb Sokmasında Rukye Tedavisi Babı 17

38- Peygamber(S)'İn Rukyesinde Okuduğu Sözler Babı 17

39- Rukye Tedavisinde Nefes Etme(Nîn Cevazı) Babı 17

40- Duâ İle Tedâvî Eden Kişinin Kendi Sağ Elini Ağrıya Dokundurup Sürmesi Babı 18

41 -Bâb: Kadın Erkeğe Rukye Tedavisi Yapar 19

42- Rukye (Yânı Efsun) Yapmayan Kimseler Babı 19

43- Bir Şeyde Uğursuzluk (Var Sanmak) Babı 19

44- Fal Babı 20

45- Bâb: İslâm'da Hâme (Ve Safer İnancı) Yoktur 20

46- Kâhinlik İşleri Babı 20

47- Sihr Ve Yüce Allah'ın Şu Kavilleri Babı: 21

48- Bâb: Allah'a Şirk Koşmak Ve Sihr, Helak Edici Günâhlardandır 23

49- Bâb: İnsan Sihri (Konulduğu Yerden) Çıkarmak İster Mi?. 23

50- Sihir Babı 23

51- Bâb: 24

52- Sihr(İn Def'i Ve İbtâli) İçin Acve Hurması İle Tedâvî Babı 24

53- Bâb: Hâme Yoktur 25

54- Bâb: Hastalığın Kendi Kendine Sebebsiz Sirayeti Yoktur 25

55- Peygamber(S)'İn Zehirlenmesi Hakkında Zikrolunan Hadîsler Babı 25

56- Zehir İçmek, Zehir Ve Tehlikesinden Korkulacak Şeylerle Ve Habîs Devalarla Tedâvî (Olmanın Hükmü) Babı 26

57- Dişi Eşeklerin Sütlerinin Hükmü) Babı. 27

58- Bâb: Kabın İçine Sinek Düştüğü Zaman (Hükmü Nasıl Olur?) 27

Bu Konuya Bir Özetleme île Son Verelim.. 27

Tibb Kitâbı'nin Sonunda Bir Hatırlatma. 28

1. Birinci Nevi' îlâhî Devalar İle Olan Tedâvî Beyâmndadir 31


76- KITABUT-TIBB

(Tıbb Kitabı) [1]

 

1- Bâb:

 

"Allah, indirdiği derde muhakkak şifâsını da indirmiştir"

 

1-.......Bana Atâ ibn Ebî Rebâh, Ebû Hureyre(R)'den tahdîs etti

ki, Peygamber (S): "Allah, indirdiği derde, muhakkak şifâsını da indirdi" buyurmuştur [2].

 

2- Bâb: Erkek Kadını, Kadın Da Erkeği Tedâvî Eder Mi? [3]

 

2-.......Muavviz ibn Afrâ'nın kızı Rubeyyi' (R) şöyle demiştir:

Biz Rasûlullah(S)'ın beraberinde gazveye giderdik. Gazilere su taşı­yıp sulardık ve onların hizmetlerini görürdük. Bir de harb sahasın­daki şehîdleri ve yaralıları toplayıp Medine'ye naklederdik [4]

 

3- Bâb: "Şifâ üç şeydedir"

 

3-.......Bize Salim el-Eftus (ibn Aclân el-Harrânî), Saîd ibn Cubeyr'den tahdîs etti ki, İbn Abbâs(R): "Şifâ üç şeydedir: Bal şerbeti içmekte, kan alma âleti vurmakta, ateşle dağlamakta. Fakat ben üm­metimi (son bir ihtiyâç olmadıkça) ateşle dağlamaktan nehyederim" demiştir.

İbn Abbâs bu hadîsi Peygamber(S)'e yükseltmiştir.

Ve yine bu hadîsi el-Kummî de Leys'ten; o da Mucâhid ibn Cebr'-den; o da İbn Abbâs'tan olmak üzere (dağlamayı zikretmeden) Pey­gamber (S): "Şifâ, balda ve kan aldırmadadır" İafzıyle rivayet et­miştir [5].

 

4-.......Bize Mervân ibn Şucâ\ Salim el-Eftus'tan; o da Saîd ibn Cubeyr'den; o da İbn Abbâs(R)'tan tahdîs etti ki, Peygamber (S): ('Şifâ üç şeydedir: Kan alma âleti vurmakta, yâhud bal şerbeti içmekte yâhud ateşle dağlamaktadır. Fakat ben (son bir ihtiyâç ve zaruret ol­madıkça) ümmetimi ateşle dağlamaktan nehyederim" buyurmuştur [6].

 

4- Bal İle Tedâvî Ve Yüce Allah'ın: "Onda insanlar için şifâ vardır" (el-Nahl: 69) Kavli Babı [7]

 

5-.......Bize Ebû Usâme tahdîs edip şöyle dedi: Bana Hişâm, babası Urve'den haber verdi ki, Âişe (R): Peygamber (S) tatlıyı ve balı çok severdi, demiştir [8].

 

6-....... Câbir ibn Abdillah (R) şöyle demiştir: Ben Peygamber(S)'den işittim, şöyİe buyuruyordu: "Eğer sizin devalarınızdan her­hangi birşeyde bir hayır mevcûd ise -yâhud: devalarınızdan herhangi birinde bir hayır olacaksa- neşter (ameliyat bıçağı) darbesinde yâhud bal şerbetinde yâhud da derde uyacak bir ateşle dağlamakta vardır. Amma ben.dağlamak tedavisini sevmiyorum" [9].

 

7-....... Bize Saîd ibn Ebî Arûbe, Katâde'den; o da Ebu'I- Mütevekkil'den; o da Ebû Saîd (el-Hudrî -R)'den şöyle tahdîs etti: Peygamber(S)'e bir adam geldi de:

  Kardeşimin karnı ağrıyor, dedi. Peygamber:

  "Bal (şerbeti) içir!" buyurdu.

Sonra bu adam ikinci bir defa daha geldi (ve hastalığın geçme­diğini söyledi). Peygamber yine:

  "Ona bal şerbeti içir!" buyurdu.

Sonra üçüncü defa geldi. Peygamber yine:

  "Bal şerbeti içir!" buyurdu. Sonra bu adam bir daha geldi de:

  İçirdim (fakat ağrısı geçmedi), dedi. Bunun üzerine Peygamber:

  "Allah doğru söyledi, fakat kardeşinin karnı yalan söylemiş­tir. Haydi ona yine bal şerbeti içir!" buyurdu.

Adam kardeşine (dördüncü kerre) bal şerbeti içirdi de adam has­talıktan iyileşip kurtuldu [10].

 

5- Develerin Sütleriyle Devâlanıp Tedâvî Olmak Babı

 

8-.......Bize Sabit el-Bunânî, Enes(R)'ten şöyle tahdîs etti: Ken­dilerinde hastalık bulunan birtakım insanlar (Medine'ye geldiler ve):

  Yâ Rasûlallah! Bizleri barındır ve doyur! dediler. Sağlıklarına kavuştukları zaman da:

  Şübhesiz Medine havası ağır bir yerdir, dediler.

Bunun üzerine Rasûlullah onları zekât develerinin bulunduğu Harre denilen arazîye yerleştirdi de:

  "Develerin sütlerini içiniz!" buyurdu.

Onlar orada tam sağlıklarına kavuşunca Peygamber'in çobanı­nı öldürdüler ve develeri önlerine katıp götürdüler. Peygamber (bu­nu haber alınca) arkalarından bir askerî birlik gönderip yakalattı. Pey­gamber onların (kısas olarak çaprasvârî) ellerini, ayaklarını kestirdi, gözlerine de mil çektirip oydurdu.

(Enes dedi ki:) Ben onlardan bir adamı gördüm ki, ölünceye ka­dar diliyle yeri yalayıp ısırıyordu.

Râvî Sellâm ibnu Miskîn şöyle dedi: Bana şu ulaştı ki, Haccâc ibn Yûsuf, Enes'e: Peygamber (S)'in tatbîk ettiği en şiddetli ukubeti bana tahdîs et! demiş, Enes de ona bu hadîsi tahdîs etmiştir. Bu el-Hasenu'l-Basrî'ye ulaşınca: Enes'in bu hadîsi Haccâc'a tahdîs etme­miş olmasını arzu ederdim, demiştir [11].

 

6- Develerin Sidikleriyle Tedâvî Olmak Babı

 

9-.......Bize Hemmâm ibn Yahya, Katâde'den; o da Enes(R)'ten şöyle tahdîs etti: Birtakım insanlar (Medine'ye geldiler de) mi'de ağ­rısından dolayı Medine'de ikaamet etmek istemediler. Peygamber (S) onlara zekât develerini güden çobanın yanına gitmelerini, orada de­velerin sütlerinden ve sidiklerinden içmelerini emretti. Onlar da Pey-gamber'in çobanına katıldılar da develerin sütlerinden ve sidiklerinden içtiler. Nihayet bedenleri iyileşince çobanı öldürdüler, develeri önle­rine katıp götürdüler. Bu yaptıkları Peygamber'e ulaşınca, onları ara­mak için bir birlik gönderdi. Sonunda bunlar Peygamber'e getirildiler, Peygamber de (kısas olarak) onların ellerini ve ayaklarını (çaprasvâ-rî) kesti, gözlerini de oydu.

Katâde: Muhammed ibn Şîrîn bana, bunun haddlerin (yânî bu husustaki dînî cezaların) inmesinden önce olduğunu tahdîs etti, de­miştir [12].

 

10-.......(Ebû Mes'ûd Bedrî'nin kölesi) Hâlid ibn Sa'd şöyle de­miştir: Biz sefere çıkmıştık, beraberimizde Gâlib ibnu Ebcer de var­dı. Bu Gâlib, yolda hastalandı. Medîne'ye geldik, o hâlâ hasta idi. Ebû Atîk'm oğlu (yânî Abdullah ibn Muhammed ibn Abdirrahmân ibn Ebî Bekr es-Sıddîk -ki Ebû Atîk babası Muhammed'in künyesi idi-) ona hasta ziyaretine geldi. Bu ziyarette Abdullah ibn Muham­med bize:

  Şu küçük kara tanecik üzerine devam edip ona ehemmiyet verin. Ondan beş yâhud yedi tane alıp bunları ezin. Sonra bunu bur­nunun içine şu tarafına ve şu tarafına olmak üzere zeytinyağı damla-larıyle  damlatın.  Çünkü  Âişe  (R)  bana tahdîs  etti  ki,  kendisi Peygamber(S)'den: "Şübhesizşu kara tane, samdan başka hastalığa şifâdır" buyururken işitmiştir.

Ben:

  Sâm nedir? dedim.

O:

— Ölümdür, dedi [13].

 

11-....... İbn Şihâb şöyle demiştir; Bana Ebû Seleme ve Saîd ibnu'l-Müseyyeb haber verdiler, onlara da Ebû Hureyre (R) haber vermiştir. Kendisi Rasûlullah(S)'tan: "Şu kara tanede samdan (yânî ölümden) başka her hastalığa şifâ vardır" buyururken işitmiştir.

İbn Şihâb: Sâm ölümdür, kara tane de şûnîz'dir, dedi [14].

 

8- Hasta İçin Telbıne Bulamacı Yapılması Babı

 

12-.......Bize Yûnus ibn Yezîd, Ukayl'den; o da İbn Şihâb'dan; o da Urve'den haber verdi ki, Âişe (R) hasta için ve ölmüş kimse üze­rine hüzünlü olan insan için dâima telbîne bulamacı yapılmasını em­reder ve:

— Ben Rasûlullah(S)'tan: "Şübhesiz telbîne bulamacı hastanın gönlüne rahat verir, bir kısım hüzün ve kederi de giderir" buyurur­ken işittim, der idi [15].

 

13-.......Bize Alî ibnu Mushır, Hişâm'dan; o da babası Urve'­den tahdîs etti ki, Âişe (R) telbîne bulamacı yapılmasını emreder ve: — O, hasta tarafından sevilmez, (fakat hastalığı için) faydalı­dır, der idi.

 

9- Saût{Un Hükmü) Babı

 

14-.......Tâvûs ibn Keysân'dan; o da İbn Abbâs(R)'tan tahdîs etti ki, Peygamber (S) kendisinden kan aldırmış, kan alıcıya kan al­ma ücretini vermiş ve saût denilen burun ilâcını kullanmıştır [16].

 

10- Saût(Un Beyânı), El-Kustu'l-Hindî Ve El-Kustu'l-Bahrî İle (Enfiye Gibi) Buruna Çekmek Suretiyle Tedâvî Olunmak Babı

 

"Kust" lafzı "Kâf' ve "Kaaf'la olan "Kâfur ve "Kaafûr" lafızları gibidir. Yine "Nuziat", yâna "Çekilip söküldü" ma'nâsına olan "Küşıtat" ve "Kuşttat" meçhul fiilleri de böyle hem "Kâf ile hem de "Kaaf * harfiyledir. Abdullah ibnu Mes'ûd da ("Kaaf' harfli olarak): "İzâ's- semâi kuşıtat" okumuştur [17].

 

15-.......Mıhsan kızı Ümmü Kays (R): Ben Peygamber(S)'den işittim:

— "Şu el-Ûdu'l-Hindî'yi kullanmağa devam ediniz. Çünkü bu­nun içinde yedi türlü şifâ vardır. Uzre, yânî boğaz hastalığı için bu ilâç buruna çekilir. Zâtu 'l-cenb hastalığı için de (su ile) hastaya içirilir" buy uruy ordu.

Bu sırada ben henüz yemek yiyemeyen küçük bir oğlumla Pey-gamber'in huzuruna girdim. (Peygamber çocuğu kendi kucağına oturt­tu.) Çocuk O'nun üzerine işedi. Peygamber su istedi de sidiğin değdiği yerin üstüne azar azar akıttı [18].

 

11- Bâb: Kişi Hangi Saatte Kan Aldırır?

 

Ebû Mûsâ el-Eş*arî geceleyin kan aldırmıştır [19].

Âsim Efendi'nin bu kadar hususiyet ve meziyetlerini saydığı bu bitki bizim "Topalak" dediğimiz nebattır...

 

16-.......İbn Abbâs (R): Peygamber (S) oruçlu olduğu hâlde ken­disinden kan aldırdı, demiştir.

 

12- (İhtiyâç Belirdiğinde) Seferde Ve İhram İçinde Kan Almak Babı

 

Bunu (yânî sefer ve ihram haletinde kan almayı) Abdullah ibnu Buhayne, Peygamber(S)'den olmak üzere söylemiştir.

 

17-.......İbn Abbâs (R) Peygamber (S) oruçlu olduğu hâlde ken­disinden kan aldırdı, demiştir [20].

 

13- (Bedende Meydana Gelen) Hastalıktan Dolayı Kan Aldırmak Babı

 

18-....... Bize Humeyd et-Tavîl, Enes(R)'ten haber verdi ki, Enes'e kan alıcının ücreti sorulduğunda: Rasûlullah (S) kendisinden kan aldırdı. Onu Ebû Taybe kan alma tedavisi yaptı. Rasûluliah da ona iki sâ' ölçeği buğday verdi ve onun sâhibleri ile konuştu. Onlar da Ebû Taybe'nin vergisini hafiflettiler.

Peygamber bir hutbesinde şöyle buyurdu:

  "(Ey Hicaz halkı!) Sizin kendisiyle tedaviolageldiğiniz şeyle­rin en üstün ve lüzumlu olanı, kan aldırmak ve el-kustu'l-HindVdir".

Ve yine Rasûlullah:

  "Sakın çocuklarınızı anjin hastalığından kurtarmak için ba­demciği sıkmak suretiyle azab etmeyiniz. Kust (yânı el-Ûdu'l-Hindî) ile tedaviye ehemmiyet veriniz!" buyurdu [21].

 

19-.......Âsim ibn Umer ibn Katâde tahdîs etti ki, Câbiribn Abdillah (R), başı bir bez ile örtülmüş olarak dönüp gelmiş de, sonra:

— Kan alma tedâvîsi yaptırmadıkça buradan ayrılmam. Çünkü ben RasûlulIah(S)'tan işittim, O: "Kan aldırmakta şifâ vardır" bu-yürüyordu, demiştir [22].

 

14- Baş Üzerinde Kan Alma Tedavisi Babı

 

20-.......Alkame, Abdurrahmân el-A'rec'den işitti ki, o da Ab­dullah ibn Buhayne'den işitmiştir. Abdullah ibn Buhayne (R): Rasû-lullah (S) Mekke yolundan olan Lahyu Cemel denilen mevki'de kendisi ihrâmlı olduğu hâlde başının ortasından kan aldırdı, diye tahdîs edi­yordu.

Ve el-Ensârî (Muhammed ibn Abdillah) şöyle dedi: Bize Hişâm ibnu Hassan haber verdi. Bize İkrime, İbn Abbâs(R)'tan: Rasûlul-lah (S) başından kan aldırma tedavisi yaptırdı, diye tahdîs etti.

 

15- Yarım Baş Ağrısından Ve Baş Ağrısından Dolayı Kan Aldırma Tedavisi Babı

 

21-....... Bize Muhammed ibn Adiyy, Hişâm ibn Hassân'dan; o da İkrime'den tahdîs etti ki, İbnu Abbâs (R): Peygamber (S) ih-râmlı olduğu hâlde kendisinde bulunan bir baş ağrısı hastalığından

dolayı "Lahyu Cemel" denilen bir su yanındaki menzilde başından kan aldırma tedavisi yaptırdı, demiştir.

Muhammed ibn Sevâ da şöyle dedi: Bize Hişâm ibn Hassan, İk­rime'den; o da İbn Abbâs'tan, Rasûluüah(S)'ın ihrâmlı iken kendi­sinde bulunan yarım baş ağrısından dolayı, başından kan aldırdığını haber verdi [23].

 

22-....... Câbir ibn Abdillah (R) şöyle demiştir: Ben Peygamber(S)'den işittim: "Eğer sizin devalarınızdan herhangi birşeyde bir hayır mevcûd ise, bal şerbetinde yâhud neşter -ameliyat bıçağı- dar­besinde yâhud da bir ateşle dağlamakta vardır. Fakat ben dağlanmak tedavisini sevmiyorum" buyuruyordu [24]

 

16- Ezâ Ve Hastalıktan Dolayı (Baştaki Ve Diğer Yerlerdeki) Saçları Ye Kılları Tıraş Etmek Babı

 

23-.......Eyyûb es-Sahtıyânî şöyle dedi: Ben (müfessir) Mucâhid ibn Cebr'den işittim; o da Abdurrahmân ibn Ebî Leylâ'dan ki, Ka'b ibn Ucre (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) Hudeybiye zama­nında ben taştan düzülmüş bir çömleğin altına ateş yakmakla uğra­şırken yanıma geldi. Bitler benim başımdan aşağı saçılıp dökülüyordu. Bunun üzerine Peygamber:

  "Haşerelerin sana ezâ veriyor mu?" buyurdu. - Ben:

  Evet (ezâ veriyor)! dedim. Peygamber:

  "Öyleyse başım tıraş et de üç gün oruç tut yâhud altı fakiri doyur yâhud da bir kurban kes!" buyurdu.

Râvî Eyyûb: Ben bunların hangisiyle başladığını bilmiyorum, de­miştir [25]

 

17- (İhtiyâç Olduğunda) Kendini Dağlama Tedavisi Yaptıran Yâhud Başkasına Dağlama Tedavisi Yapan Kimseler Ve (Zaruret Bulunmadığında) Dağlama Tedavisi Yaptırmayan Kimsenin Fadlı Babı [26]

 

24-.......Bize Asım ibn Umer ibn Katâde tahdîs edip şöyle de­di: Ben Câbir(R)'den işittim ki, Peygamber (S): "Sizin devalarınız­dan herhangi birşeyde şifâ varsa, ameliyat bıçağı darbesinde yâhud bir ateşle dağlamakta vardır. Fakat ben dağlanmayı sevmiyorum" buyurmuştur [27].

 

25-.......Bize Husayn (ibn Abdirrahmân el-Vâsıtî), Âmir ibn Şerâhîl eş-Şa'bî'den tahdîs etti ki, İmrân ibn Husayn (R): Rukye tedâ-vîsi ancak göz değmesinden ve zehirli(hayvan sokmasin)dan olur, de­miştir.

(Husayn ibn Abdirrahmân şöyle dedi:) Ben bu sözü, Saîd ibn Cubeyr'e zikrettim. O şöyle dedi: Bize İbn Abbâs (R) şöyle tahdîs etti: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu:

— "Bana bütün ümmetler arzolunup gösterildi: Bir iki peygam­ber, yanlarında onar, yirmişer, otuzar, kırkar ümmetleriyle beraber önümden geçmeğe başladılar. Bir peygamber de yanında bir ümmeti bile olmaksızın geçti. En sonu uzaktan büyük bir karaltı gösterildi. Bu kalabalık karaltı nedir? Bu, benim ümmetim midir? diye sordum. Bu, Mûsâ Peygamber'le kavmidir! diye cevâb verildi. Sonra bana: Ufka bak! denildi. Bakınca ufku dolduran büyük karaltı gördüm. Sonra bana semâ ufuklarının şurasına ve bu tarafına bak! denildi. Bir de baktım ki, büyük bir karaltı baştanbaşa ufku doldurup kapla­mış. Bana: Bu senin ümmetindir. Bunlardan yetmişbin kişi hesaba çekiimeksizin cennete girecektir, denildi."

Bu hitabesinden sonra Rasûlullah odasına girdi. Ve (hesaba çe­kilmeden cennete gireceklerin vasıflan hakkında) mecliste bulunan­lara birşey söylemedi. Artık meclistekiler dağıldı. (Ve şöyle münazara

ediyorlardı:)

— Biz, Allah'a îmân ve Rasûlü'ne ittibâ eden kimseleriz. Artık

biz, cennete hesâbsız girecek kimseleriz..

Yâhud:

—O bahtiyarlar evlâdlanmızdır, onlar İslâm camiası içinde doğ­muşlardır. Biz ise Câhiliyet devrinde doğduk, diyorlardı.

Bu münazara Peygamber'e ulaşınca, odasından dışarı çıktı ve:

  "Cennete hesaba çekiimeksizin girecek mü'minler, efsun et­meyenler, teşe'üm etmeyenler, şifânın (Allah'tan olduğuna inanıp) dağlamaktan olduğuna inanmayanlar ve her hususta Allah'a daya­nıp güvenenlerdir" buyurdu.

Bunun üzerine Ukâşe ibnu Mıhsan:

  Yâ Rasûlallah! Ben onlardan mıyım? diye sordu. Rasûlullah:

  "Evet onlardansın!" buyurdu. Sonra başka birisi ayağa kalktı da:

  Ben de onlardan mıyım? dedi.

Rasûlullah ona:                                                             

  "Bu hususta Ukâşe senden öne geçti!" buyurdu [28]

 

18- Göz Hastalığından Dolayı Göze, Sürme Taşî Ve Diğer Sürme Nevi'leri Sürmek Babı

 

Bu konuda Ümmü Atıyye'den bir hadîs vardır [29].

 

26-.......Şu'be şöyle dedi: Bana Humeyd ibnu Nâfi', Zeyneb'den; o da annesi Ümmü Seleme(R)'den şöyle tahdîs etti: Kocası ölen bir kadının gözleri hastalandı. Yakınları bu kadını Peygamber'e söy­lediler ve kadının göz hastalığı üzerine korkulmakta olduğundan, Pey-gamber'e göze sürme çekmeyi de zikrettiler. Bunun üzerine Peygamber (S):

— "Yemin olsun ki, siz kadınlardan biriniz (Câhiliyet devrinde kocası öldüğünde) evinin içinde en kötü elbiseleri içinde -yâhud: kö­tü elbiseleri içinde evinin en fena bir tarafında- bir sene beklerdi. Bir sene tamâm olup da yanından bir köpek geçtiği sırada kadın yerden bir deve tezeği (alıp kendi omuzundan arkaya) atardı. Hulâsa bu göz­leri hasta olan kadın, kocasının vefatından i'tibâren dört ay on gün : 239) geçmedikçe, gözlerine sürme çekemez" buyurdu [30].

 

19- Cüzam Hastalığı Babı

 

27-.......Bize Saîd ibnu Mînâ tahdîs edip şöyle dedi: Ben Ebû Hureyre(R)'den işittim, şöyle diyordu: Rasûlullah (S): "Hastalığın (sahibinden bir başkasına) kendi kendine sirayeti yoktur, eşyada uğur­suzluk yoktur. Ükey ve baykuş (ötmesinin te'sîri ve kötülüğü) da yok­tur, Safer ayında uğursuzluk yoktur. (Bunlar Câhüiyet hurafeleridir.) Fakat (ey mü'min) sen cüzamlıdan, arsiandan kaçar gibi kaç!" bu­yurdu [31].

 

20- Bâb: "El-Mennu (= Kudret Halvâsı)" Göz İçin Bir ' Şifâdır [32]

 

28-.......Bize Şu'be tahdîs ettiki, Abdulmelik ibn Umeyr şöyle demiştir: Ben Amr ibnu Hureys'ten işittim, şöyle dedi: Ben Saîd ibn Zeyd(R)'den işittim, şöyle dedi: Ben Peygamber(S)'den işittim: "Yer mantarı, kudret halvâsı (gibi Allah'ın külfetsiz ni'metleri) nev'inden bir rızıkttr. Suyu da göz ağrısına şifâdır" buyurdu [33].

Şu'be şöyle dedi: Yine bana el-Hakem ibnu Uteybe, el-Hasen el-Uranî'den; o da Amr ibn Hureys'ten; o da Saîd ibn Zeyd'den; o da Peygamber'den olmak üzere haber verdi.

Yine Şu'be: el-Hakem bana bu hadîsi tahdîs edince, ben Abdul-melik ibn Umeyr'in hadîsinden ötürü onu inkâr etmedim, demiştir [34].

 

21- Hastanın Ağzının Bir Tarafından Deva Konulması Babı

 

29-.......Sufyân es-Sevrî tahdîs edip şöyle dedi: Bana Mûsâ ibn Ebî Âişe, Ubeydullah ibn Abdillah'tan; o da İbn Abbâs ile Âişe(R)'den tahdîs etti ki, Ebû Bekr (R), Peygamber (S) ölmüş hâldeyken (yüzü­nü açıp üzerine kapanarak) Peygamber'i öpmüştür.

Ubeydullah dedi ki: Âişe şöyle dedi: Biz hastalığı içinde yarı bay­gın iken Peygamber'e ağzının bir tarafından içeriye bir ilâç vermiş­tik. O da bize: "Bana ilâç vermeyiniz!" diye işaret etmeye başlama­mıştı. Biz, Peygamber'in bunu istememesi, hastanın ilâçtan hoşlan­mamasından ibarettir dedik (ve ilâç vermeğe devam ettik). Fakat Peygamber ayılınca:

— "Ben sizi bana ilâç vermekten men' etmedim mi?"buyurdu.

Biz:

— Bu nehyi, hastanın ilâcı sevmemesidir diye düşündük, dedik. Bunun üzerine Peygamber:

  "Şimdi Abbâs hâriç, bu evde bulunan herkes gözümün önünde bu ilâçtan muhakkak içecektir, içmeden kalkmıyacaktır. Çünkü Ab­bâs beni ilaçlamanızda sizinle hazır bulunmadı" buyurdu [35].

 

30- Bize Alî ibn Abdillah el-Medînî tahdîs etti. Bize Sufyân ibn Uyeyne, ez-Zuhrî'den tahdîs etti. Bana Ubeydullah ibn Abdillah ha­ber verdi ki, Ümmü Kays bintu Mıhsan (R) şöyle demiştir: Ben kü­çük bir oğlumla Rasûlullah'ın huzuruna girdim. Ben bu oğlumu bademcik hastalığından dolayı tedâvîye tâbi' tutmuştum. Rasûlullah (S) şöyle buyurdu:

— "Niçin boğaz hastalığına böyle bir tedavi uygulamak suretiy­le çocuklarınızın boğazını elle sıkıştırıp acıtıyorsunuz? Şu el-Ûdu'l-HindVyi kullanmağa devam ediniz. Çünkü bu Hind bitkisinde yedi türlü şifâ vardır, Zâtu'l-cenb hastalığının ilâcı da ondandır, O (uzre denilen boğaz) hastalığı için buruna çekilir. Zâtu'l-cenb hastalığı için de (su ile) hastaya ağızdan verilip içirilir."

es-Sufyân dedi ki: Ben ez-Zuhrî'den işittim, şöyle diyordu: Ra­sûlullah (S) bize iki devayı (yânî içirilecek ve buruna çekilecek olan ikisini) beyân etti de, o yediden kalan beş tanesini beyân etmedi. Hadîsin râvîsi Alî ibn Abdillah el-Medînî dedi ki: Ben Sufyân'a:

— Ma'mer ibn Râşid: "Ben çocuğu boğazından elimle sıkıp ame­liyat yaptım" şeklinde söylüyor, dedim.

Suf yân:

  "A'laktu aleyhi" ta'bîrini ezberlemedi, o ancak "A'laktu anhu" şeklinde söylemiştir. Ben bunu ez-Zuhrî'nin ağzından alıp ez­berledim, dedi ve Sufyân, kendi damağına elini sokarak, çocuğun, parmakla ağzının içinin sıkılıp oğulmasını vasfetti. Bununla da an­cak çocuğun ağzının tavanının, yânî damağının parmağiyle yukarı kal­dırılmasını gösterip anlatmak istiyordu (oraya bir şey yapıştırıp sürülmesini değil).

Ve:

— ''A'lıkû anhu şey'en = Ondan birşeyi (bir belâyı) izâle ediniz" demedi, dedi [36].

 

22- Bâb

 

(Bu, geçen bâbdan bir fasıl gibidir.)

 

31-.......ez-Zuhrî şöyle dedi: Bana Ubeydullah ibnu Abdillah ibn'Utbe haber verdi ki, Peygamber'in zevcesi Âişe (R) şöyle demiş­tir: Rasûlullah(S)>ın hastalığı ağırlaşıp da ağrısı şiddetlendiği zaman, benim odamda bakılmak üzere diğer zevcelerinden izin istedi. On­lar da izin verdiler. Ondan sonra Peygamber, bir tarafında Abbâs, diğer tarafında bir zât olduğu hâlde ayakları yerde sürünerek çıktı.

Ubeydullah dedi ki: Ben İbn Abbâs'a: Âişe'nin bu "Diğer bir zât" sözünü haber verdim. İbn Abbâs:

— Sen Âişe'nin ismini zikretmediği o diğer kişinin kim olduğu­nu bilir misin? dedi.

Ben:

  Hayır, bilmiyorum, dedim. İbn Abbâs:

  O zât, Alî (ibn Ebî Tâlib)'dir, dedi.

Âişe dedi ki: Peygamber, Âişe'nin evine girip de ağrısı şiddet­lendikten sonra:

  "Üzerime ağız bağları çözülmedik yedi kırba su dökün, böy­lelikle bedenimde biraz hafiflik bulup belki insanlara vasiyette bu­lunabilirim" buyurdu.

Âişe dedi ki: Bunun üzerine kendisini Peygamber'in zevcesi Haf-sa'nın malı olan bir (bakır yâhud ağaç) leğen içine oturttuk. Sonra o kırbaların sularını üzerine dökmeye başladık. Sonunda bize:

  "Artık yaptınız!" diye işaret etmeye başladı.

Âişe dedi ki: Ondan sonra insanların yanına çıktı da onlara na­maz kıldırdı ve hitâb etti [37].

 

23- Boğaz Hastalığı Babı

 

32-.......ez-Zuhrî şöyle dedi: Bana Ubeydullah ibn Abdillah ha­ber verdi; ona da Huzeyme kabilesinin Esed oğullan kolundan Mıh-san kızı Ümmü Kays el-Esediyye (R) -ki bu, Peygamber'e bey'at etmiş olan ilk muhacir kadınlardandı ve meşhur Ukâşe ibn Mıhsan'ın kız-kardeşi idi- şöyle haber vermiştir: Kendisi "Uzre" denilen boğaz has­talığına tutulan oğlan çocuğunu eliyle tedâvî etmeye girişmiş olarak Rasûlullah'ın huzuruna getirmiş. Peygamber (S):

— "Niçin boğaz hastalığına böyle bir tedâvî uygulamak suretiy­le çocuklarınızın boğazını elle sıkıştırıp acıtıyorsunuz? Şu el-Ûdu'l-HindVyi kullanmaya devam ediniz. Çünkü bu Hind çubuğunda yedi türlü şifâ vardır. Zâtu'l-cenb hastalığının ilâcı da ondandır*' buyur­muştur.

Peygamber "el-Kust" bitkisini kasdediyor ki, o da el-Odu'l-Hindî'dir. Yûnus ve İshâk ibn Râşid, ez-Zuhrî'den: "Allakat aleyhi ( = Çocuğu kendisi elle ameliyat yapmış olarak)" ta'bîriyle söyledi­ler [38].

 

24- Karnı (İshal Olup) Hastalanmış Kişinin Tedavisi Babı

 

33-....... Bize Şu'be, Katâde'den; o da Ebû'l-Mütevekkil (Alî ibn Dâvûd en-Nâcî)'den tahdîs etti ki, Ebû Saîd el-Hudrî (R) şöyle demiştir: Bir adam Peygamber (S)'e geldi de:

— Kardeşimin karnı ishale tutulup devamlı sürgün gitti, dedi. Peygamber:

  "Sen ona bal şerbeti içir!" buyurdu.

Adam gidip ona bal şerbeti içirdi. Sonra gelip tekrar:

— Ben kardeşime bal şerbeti içirdim, fakat bu, kardeşimin isha­lini artırmaktan başka birşey yapmadı, dedi.

Bunun üzerine Peygamber:

  "Allah doğru söyledi, kardeşinin karnı ise yalan söyledi" bu­yurdu.

Bu hadîsi Şu'be'den rivayet etmekte Muhammed ibn Ca'fer'e en-Nadr ibnu Şumeyl mutâbaat etmiştir [39].

 

25- Bâb: Safer Yoktur. Safer Karnı Yakalayan (Ve Yüzü Sarartan) Bir Hastalıktır [40]

 

34-.......İbn Şihâb şöyle dedi: Bana Ebû Seleme ibnu Abdirrahmân ve ondan başkaları haber verdiler ki, Ebû Hureyre (R) şöyle de­miştir: Rasûlullah (S):

  "Hastalığın kendi kendine sirayeti yoktur; saf er (denilen has­talığın da kendiliğinden sirayeti) yoktur; hâme denilen şey de yoktur" buyurdu.

Bunun üzerine bir bedevî Arab:

— Yâ Rasûlallah! (Hastalığın kendiliğinden sirayeti yoktur bu­yurdunuz;) benim develerime ne oluyor ki, onlar kumda ceylânlar gibi sağlıklı oluyorlar. Derken uyuz deve gelip aralarına girer de onları uyuz ediyor? dedi.

Bunun üzerine Peygamber:

  "Öyle ise ilk uyuz deveye bu hastalığı kim sirayet ettirdi?" diye cevâb verdi.

Bu hadîsi ez-Zuhrî, Ebû Seleme'den ve Sinan ibn Ebî Sinan'dan onlar da Ebû Hureyre'den) olmak üzere rivayet etmiştir [41].

 

26- Zâtu'l-Cenb Hastalığıfnın Devası) Babı [42]

 

35-.......ez-Zuhrî şöyle demiştir: Bana Ubeydullah ibnu Abdillah şöyle haber verdi: Ona da Rasûlullah ile bey'atlaşan ilk muhacir kadınlardan ve Ukâşe ibn Mıhsan'ın kızkardeşi olan Mıhsan kızı Üm-mü Kays (R) şöyle haber verdi: Ümmü Kays, kendisinin küçük bir oğlan çocuğunu Rasûlullah'a getirdi. Çocuk uzre hastalığına tutul­muş olduğundan dolayı Ümmü Kays, çocuğun ağzının içine parmak­larını sokarak bademciği sıkıp kanını çıkarma ameliyesi uygulamıştı. Rasûlullah bunun üzerine şöyle buyurdu:

— "Allah 'tan korkup sakınınız! Niçin çocuklarınızın boğaz has­talığım böyle parmaklarınızla bademciği sıkıştırıp kanım çıkararak hastalığı giderme ameliyesi uyguluyor ve çocuklarınızın canlarını acı­tıyorsunuz? Şu el-Ûdu'l-Hindî'yi kullanmaya devam ediniz. Çünkü bu Hind çubuğunda yedi türlü şifâ vardır. Zâtu 'l-cenb hastalığının devası da ondandır."

Rasûlullah "Hind çubuğu" sözü ile-kâf ve tâ harfli- "el-Küst" bitkisini, yânî kaaf ve ti harfiyle de "el-Kust" denilen bitkiyi kasde-diyor. ez-Zuhrî: Bu kelime kâf, sîn, te ile de, kaaf, sîn, ti ile de lügat­tir, demiştir [43].

 

36-.......Bize Hammâd ibn Zeyd tahdîs edip şöyle dedi: Eyyûb es-Sahtıyânî'nin huzurunda Ebû Kılâbe'nin kitâblanndan okundu. Eyyûb o okunan kısımdan bâzısını Ebû Kılâbe'den olmak üzere tah­dîs etti, bâzısını da "Onun huzurunda okundu" ta'bîriyle rivayet et­ti. İşte şu hadîs, Ebû Kılâbe'nin o kitabında Enes ibn Mâlik'ten şöyle rivayet edilmiştir: Enes'in üvey babası olan Ebû Talha (Zeyd ibn Sehl) ile amcası Enes ibnu'n-Nadr, Enes ibn Mâlik'e zâtu'1-cenb hastalı­ğından dolayı dağlama tedavisi yapmışlardır. Ebû Talha bizzat eliyle Enes'e dağlama tedâvîsi uygulamıştır.

Abbâd ibn Mansûr, Eyyûb'dan; o da Ebû Kılâbe'den olmak üzere söyledi ki, Enes ibn Mâlik (R): Rasûlullah (S) Ensâr'dan bir ev hal­kına ağulu hayvanların zehirinden ve kulak ağrısından, okumak su­retiyle sığınma ve korunma tedâvîsi yapmalarına izin verdi, demiştir.

Yine Enes: Ben Rasûlullah (S) hayâtta iken zâtü'1-cenb hastalı­ğından dolayı dağlama tedâvîsi yapıldım. Ebû Talha, Enes ibn Nadr, Zeyd ibn Sabit benim bu tedavimde hazır bulundular. Beni Ebû Tal­ha dağlamış idi, demiştir [44].

 

27- Külü İle Kan Yolunun Kapatılması İçin Hasır Yakılması Babı

 

37-....... Sehl ibn Sa'd es-Sâidî (R) şöyle demiştir: RasûlulIah(S)'ın başı üzerindeki miğfer kırılıp da yüzü kanlandığı ve rabâiy-ye dişleri kırıldığı zaman Alî (R) kalkanı içinde su getiriyordu. Fâtima da gelip Rasûlullah'ın yüzündeki kanı yıkıyordu. Fâtıma aleyhi's-selâm, kanın suya gâlib gelmekte olduğunu görünce, bir hasır parça­sına gitti, ve onu yaktı da külünü Rasûlullah'ın yarası üzerine yapış­tırdı. Böylece kan kesildi [45].

 

28- Bâb:

 

"Humma cehennemin kaynamasındandır

 

38-.......İbn Vehb tahdîs edip şöyle dedi: Bana Mâlik, Nâfi'den; o da İbn Umer(R)'den tahdîs etti ki, Peygamber (S): "Humma cehennemin kaynamasındandır (yânî o nev'inden bir hararettir). Sizler o harareti su ile söndürünüz!" buyurmuştur.

Râvî Nâfi': Abdullah ibn Umer (humma hakkında): "Yâ Rabb! Benden bu azabı aç (kaldır)!" der idi, demiştir [46].

 

39-.......Ebû Bekr'in kızı Esma (R) kendisine humma hastalı­ğına tutulmuş ve çağırıp feryâd eder hâlde bir kadın getirildiğinde, su alıp onu yanmakta olan bedeni ile elbisesinin yakası ve yenleri ara­sına dökerdi.

Esma: Rasûlullah (S) bizlere humma hararetini su ile serinlet­memizi emrederdi, dedi [47]

 

40-.......Hişâm tahdîs edip dedi ki: Bana babam Urve ibnu'z- Zubeyr, Âişe(R)'den haber verdi'ki, Peygamber (S): "Humma hara­reti cehennemin kaynamasındandır. Sizler o harareti su ile serinleti­niz!" buyurmuştur.

 

41-....... Râfi' ibri Hadîc (R): Ben Peygamber(S)'den işittim:

"Humma cehennemin kaynamasındandır. Siz onun hararetini su ile soğutunuz!" buyuruyordu, demiştir.                         

 

 

29- Kendi Tabîatine Uygun Gelmeyen Yerden Başka Yere Çıkan Kimse Babı

 

42-.......Bize Katâde tahdîs etti ki, onlara da Enes ibn Mâlik (R) şöyle tahdîs etmiştir: Ukl ve Ureyne kabilelerinden birtakım in­sanlar yâhud birtakım adamlar Medine'ye, Rasûlullah'm huzuruna geldiler ve İslâm Dîni'ni konuşup kabul ettiler.

— Ey Allah'ın Peygamberi! Bizler deve ve koyun sahibi kimse­leriz, zirâat ehli değiliz, dediler.

Ve Medine'nin havasını kendilerine uygun bulmadılar. Bunun üzerine Rasûlullah (S) onlara zekât develerinin otladikîarı yere ve ço­banın yanına gitmelerini emretti. Ve yine onlara bu deve sürüsü için­de arazîye çıkmalarını, develerin sütlerinden ve sidiklerinden (tedâvî için) içmelerini emretti. Akabinde bu adamlar gittiler, nihayet Medi­ne'nin dışındaki Harre bölgesine vardılar. Orada, İslâm Dîni'ne gir­melerinin ardından küfrettiler, Rasûlullah'm çobanını öldürdüler ve develeri önlerine katıp götürdüler. Bu cinayetlerinin haberi Peygam-ber'e ulaşınca arkalarından onları yakalamak için bir asker birliği yol­ladı. Birlik onları yakalayıp getirdi. Peygamber onlarla ilgili emrini verdi ve vazifeliler o canilerin gözlerini çıkardılar, ellerini kestiler ve Harre'nin (kızgın taşlı) bir tarafına bırakıldılar. Nihayet orada bu­lundukları azâblı hâlleri üzere öldüler [48]

 

30- Tâûn Hastalığı Hakkında Zikrolunan Şeyler Babı [49]

 

43-.......Bize Şu'be tahdîs edip şöyle dedi: Bana Habîb ibnu Ebî Sabit haber verip şöyle dedi: Ben İbrâhîm ibn Sa'd'den işittim, şöyle dedi: Ben Usâme ibn Zeyd'den işittim, o, adı geçen İbrâhîm''in ba­bası olan Sa'd ibn Ebî Vakkaas'a şunu tahdîs ediyordu: Peygamber (S): "Sizler bir yerde tâûn hastalığı çıktığını işittiğiniz zaman, o tâûn-lu yere girmeyiniz. Tâûn sizin bulunduğunuz yerde meydana gelirse, sakın sizler oradan dışarı çıkmaymız" buyurdu.

(Habîb ibn Ebî Sabit dedi ki:) Ben îbrâhîm ibn Sa'd'a:

— Sen bu hadîsi Usâme'den, baban Sa'd'a tahdîs ederken işit­tin mi? Baban onu reddetmiyor muydu? diye sordum.

İbrâhîm:

— Evet (ben bunu Usâme babama tahdîs ederken işittim, ba­bam Sa'd da onu reddetmiyordu), dedi [50].

 

44-.......Abdullah ibn Abbâs(R)'tan (o, şöyle demiştir): Umer ibn Hattâb, Şam'a doğru yola çıktı. Nihayet (Yermûk yakınında bir köy olan) Serğ'a vardığı zaman ordu kumandanları Ebû Ubeyde ibnu'l-Cerrâh ve arkadaşları kendisini karşıladılar ve Şâm arazîsinde veba hastalığı vuku' bulduğunu ona haber verdiler.

İbn Abbâs dedi ki: Umer:

  İlk Muhacirler'i bana çağır, dedi.

Onları çağırdı da onlarla istişare etti ve onlara Şam'da veba vâki' olduğunu haber verdi. Onlar (gitmek veya geri dönmek hususunda) ihtilâf ettiler. Bâzısı:

— Bir iş için çıkmışsın, o işten geri dönmeni doğru bulmayız. Bâzısı da:

— İnsanların bakıyyesi ve Rasûlullah'm arkadaşları seninle be­raberdirler. Onları şu veba üzerine götürmeni doğru görmeyiz, dedi­ler.

Umer onlara:

  Yanımdan çıkın! dedi. Sonra:

  Ensâr'ı bana çağır, dedi.

Ben onları da Umer'İn yanına da'vet ettim. Umer onlarla da isti­şare etti. Onlar da Muhâcirler'in yoluna girdiler ve onların ihtilâfları gibi ihtilâf ettiler. Bunun üzerine Umer onlara da:

— Yanımdan çıkın! dedi. Sonra:

— Kureyş ihtiyarlarından, fetih Muhacirler'inden burada bulu­nanları bana çağır, dedi.

Ben onları çağırdım. Onlardan ikisi bile Umer'e karşı ihtilâf et­medi. Onlar:

— İnsanları geriye döndürmeni ve halkı şu veba üstüne götür-memeni doğru görürüz, dediler.

Bunun üzerine Umer, insanlar arasında şöyle nida ettirdi:

— Ben sabahleyin bineğime binip geri döneceğim. Binâenaleyh siz de buna göre (hazırlanıp) sabahlayın, dedi.

Ebû Ubeyde ibnu'l-Cerrâh:

— Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun? dedi. Umer:

— Keski bunu senden başkası söyleseydi yâ Ebâ Ubeydeî Evet Allah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine kaçıyoruz. Şuna ne der­sin: Şayet senin develerin olsa, iki yamacı olan bir vâdîye inseler -yâhud indirsen- o yamaçlardan biri münbit, diğeri ise otsuz olsa, sen develeri bitek yerde gütsen, Allah'ın kaderi ile gütmüş; otsuz yerde gütsen, yine Allah'ın kaderi ile gütmüş değil misin? dedi.

İbn Abbâs dedi ki: Abdurrahmân ibn Avf, bir haceti yüzünden ortalıkta yok iken bu sırada çıkageldi ve şöyle dedi:

— Bu hususta bende bir ilim vardır ki, ben onu RasûluIIah(S)'tan işittim şöyle buyuruyordu: "Bu hastalığın bir yerde çıktığını işittiği­niz zaman oraya gitmeyiniz. Hastalık sizin bulunduğunuzyerde vâki' olursa, ondan kaçmak için sakın o yerden dışarı çıkmayınız!"

Abdullah:

— Bunun üzerine Umer, Allah'a hamdetti, sonra ayrıldı, demiş­tirtir [51].

 

45-.......Bize Mâlik, İbn Şihâb'dan; o da Abdullah ibn Âmir'den haber verdi ki, Umer (R) Şam'a doğru yola çıkmış. Serğ denilen yerde bulunduğu zaman kendisine Şam'da veba hastalığı çıkmış ol­duğu haberi ulaşmıştır. Bu sırada Abdurrahmân ibn Avf, Umer'e şu hadîsi haber vermiştir: Rasûlullah (S): "Sizler bu hastalığın bir yer­de çıktığını işittiğiniz zaman, o hastalık üzerine gitmeyiniz. Eğer bu hastalık sizin bulunduğunuz yerde meydana gelirse, hastalıktan kaç­mak için bulunduğunuz yerden çıkmayınız" buyurdu [52].

 

46-.......Bize Mâlik, Nuaym el-Mucmir'den haber verdi ki, Ebû Hureyre (R): Rasûlullah (S):  "Medine'ye Deccâl Mesîh ve îâûn girmez" buyurdu, demiştir [53].

 

47-.......Bize Âsim el-Ahvel tahdîs edip şöyle dedi: Bana İbnu Sîrîn'in kızı Hafsa tahdîs edip şöyle dedi: Enes ibn Mâlik (R) bana:

— Kardeşin Yahya ibn Şîrîn ne hastalığından öldü? diye sordu.

Ben de ona:

—Tâûn'dan öldü, diye cevâb verdim. Enes:

— Rasûlullah (S): "Tâûn, (kendisi yüzünden ölen) her müslü-mân için şehîdlik(sebcbi)dir" buyurdu, dedi.

 

48- Bize Ebû Âsim (ed-Dahhâk ibn Mahled), Mâlik'ten: o da Sumeyy'den; o da Ebû Salih'ten; o da Ebû Hureyre(R)'den tahdîs etti ki, Peygamber (S): "Karın hastalığından ölen şehtddir, tâûn has­talığından ölen de şehîddir" buyurmuştur [54].

 

31- Tâûn Hususunda Sabırlı Olan Kişinin Ecri Babı

 

49-.......Bize Abdullah ibn Bureyde, Yahya ibn Ya'mer'den; o da Peygamber'in zevcesi Âişe'den: Âişe bize şöyle haber verdi, diye tahdîs etti ki, Âişe (R), Rasûlullah'a taundan sormuş. Allah'ın Pey­gamberi (S) de Âişe'ye şöyle haber vermiştir: "Şübhesiz tâûn öyle bir azâbdır ki, Allah onu dileyeceği kimseler üzerine gönderir. Neticede Allah tâûnu mü'minler için bir rahmet (vesilesi, kâfirler için de bir azâb) kılmıştır. Bir yerde tâûn meydana çıkar da orada bulunan her­hangi bir kul -sabrederek, sevâb umarak ve bu tâûn yalnız Allah 'in takdir edip yazdığı kimselere isabet eder olduğunu bilir ve bu kanâa­ti besleyerek- bulunduğu beldede eğlenirse, muhakkak Allah onaşehîd ecrine benzer sevâb takdir buyurur."

Bu hadîsi, Dâvûd ibn Ebî Furât'tan... senediyle rivayet etmek­te, en-Nadr ibnu Şumeyl, Habbân ibn Hilâl el-Bâhilî el-Basrî'ye mu-tâbaat etmiştir [55].

 

32- Kur'ânta Ve Sığındırıcı Sûrelerle Allah'a Sığındırma Duaları Yapmak Suretiyle Ma'nevî Tedâvîler Babı

 

50-....... Bize Hişâm ibn Yûsuf, Ma'mer ibn Râşid'den; o da ez-Zuhrî'den; o da Urve'den; o da Âişe(R)'den olmak üzere şöyle ha­ber verdi: Peygamber (S) vefat ettiği hastalığı sırasında Muavvize Sû-releri'ni okuyup kendi üzerine nefes ederdi. Hastalığı ağırlaşınca ben bu sûreleri okuyup O'na üflüyor ve O'nun ellerinin bereketi sebebiy­le, yine O'nun eliyle kendisine meshediyordum.

Ma'mer dedi ki: Ben ez-Zuhrî'ye:

  Nasıl nefes ederdi? dedim. ez-Zuhrî:

  (Okuyup) iki elleri üzerine üfler, sonra onlarla yüzüne mes-hederdi, dedi [56].

 

33- Fâtihatu'l-Kitâb'ı Okumakla Rukyeler Yapma Babı

 

Bu, İbn Abbâs'tan; Peygamber(S)*den zikrolunuyor [57].

 

51-.......Bize Şu'be, Ebû Bişr'den; o daEbû^-Mütevekkil'den; o da Ebû Saîd el-Hudrî(R)'den şöyle tahdîs etti: Peygamber(S)'in sa-hâbîlerinden bir grup insan Arab kabilelerinden bir oba halkının üze­rine vardılar. O oba halkı gelen sahâbî grubuna yemek vermediler. Onlar böyle konuk edilmemiş hâlde bulundukları sırada birden o oba halkının seyyidi zehirli bir hayvan tarafından sokuldu. Bunun üzeri­ne oradaki sahâbîlere:

— Sizin beraberinizde bir deva yâhud rukye tedavisi yapan kim­se var mı? dediler.

Sahâbîler de onlara:

— Sizler bizi konuk edip yemek yedirmediniz. Biz de, sizler bi­zim için bir ücret ta'yîrı etmedikçe size rukye yapmayız! dediler.

Bunun akabinde kabile halkı, sahâbîîer için ücret olarak bir bö­lük koyun sürüsü ayırdılar. Bundan sonra bir sahâbî Ümmü'I-Kur'ân'ı okumaya başladı. Tükrüğünü topluyor ve o hasta adamın üzerine tü-kürüyordu. Neticede o zât iyileşti. O kabîle halkı da koyun sürüsünü getirip teslim ettiler.

Sahâbîler, okuyan sahâbîye:

— Biz bu sürü parçasını Peygamber'e sormadıkça almayız, de­diler.

Nihayet bunu Peygamber'e anlatıp sordular. Peygamber (S) gül­dü ve:

— "Sana bu sûrenin bir rukye olduğunu bildiren nedir? Bu sürü parçasını alın, bana da bir pay ayırın!" buyurdu [58].

 

34- Rukye Yapmak Hususunda Bir Koyun Sürüsü Bölüğü (Vermelerini) Şart Kılma Babı

 

52-.......Bana Ubeydullah ibnu'l-Ahnes Ebû Mâlik, İbn Ebî leyke'den; o da İbn Abbâs(R)'tan şöyle tahdîs etti: Peygamber'in sa-hâbîlerinden bir müfreze grubu, bir su başında konaklamış olan bir oba haı ımn yanına vardılar. Oba halkı içinde zehirli hayvan tara­fından sokulmuş -yâhud tedâvî edilecek- bir kimse bulunuyordu. O su başmdakilerden bir adam, sahâbî grubunun karşısına geldi de, on­lara:

— İçinizde rukye yapan biri var mı? Bu su başında konaklamış olan toplulukta zehirli birşey tarafından sokulmuş -yâhud tedâvî edi­lecek- bir hasta vardır, dedi.

Onun bu müracaatı üzerine sahâbîlerden biri gitti de o hasta ada­ma, bir bölük koyun sürüsü ücret karşılığında Fâtihatu'l-Kitâb'ı okudu. Akabinde o kimse derdinden kurtulup iyileşti. Sonunda koyun sürüsü karşılığında okuma tedavisi yapan kimse arkadaşlarının ya­nına geldi. Arkadaşları onun bu ücreti almasını kerîh gördüler ve:

  Sen Allah'ın Kitâbı'na karşılık ücret aldın! dediler. Nihayet Medine'ye geldiler de:

— Yâ Rasûlallah! Fulân kimse Allah'ın Kitâbı'na karşılık ücret aldı, dediler.

Rasülullah (S):

  "Karşılığında ücret aldığınız vazifelerin en haklı olanı, Al­lah'ın Kitabı mukaabilindeki ücrettir" buyurdu [59].

 

35- Göz Dokunmasına Okunmak Babı

 

53-.......Ma'bed ibn Hâlid tahdîs edip şöyle demiştir: Ben Ab­dullah ibn Şeddâd'dan işittim, Âişe (R): Rasülullah (S) bana, göz değ­mesine okunmasını emretti -yâhud (mutlak olarak) emretti-, demiş­tir [60].

 

54-.......Bize ez-Zuhrî, Urve ibnu'z-Zubeyr'den; o da Ebû Seleme'nin kızı Zeyneb'den; o da annesi Ümmü SuIeym(R)'den şöyle haber verdi: Peygamber (S), zevcesi Ümmü Seleme'nin evinde, yü­zünde sarılık eseri bulunan bir kız çocuğu gördü de: "Bu kız çocuğu­na rukye tedavisi yapınız! Çünkü bunda nazar değmesi vardır" bu­yurdu.

Ukayl de ez-Zuhrî'den söyledi ki, o: Bana Urve, Peygamber'-den haber verdi, demiştir.

Bu hadîsi ez-Zubeydî'den senediyle rivayet etmekte Muhammed ibn Harb'e Abdullah ibn Salim el-Hımısî mutâbaat etti [61].

 

36- Bâb:

 

"Göz değmesi sabittir".

 

55-....... Bize Abdurrazzâk, Ma'mer'den; o da Hemmâm ibn Münebbih'ten; o da Ebû Hureyre(R)'den tahdîs etti ki, Peygamber (S): "Göz değmesi haktır, sabittir" buyurmuş ve bedene döğün yap­tırmaktan nehyetmiştir [62].

 

37- Yılan Ve Akreb Sokmasında Rukye Tedavisi Babı

 

56-.......Bize Abdurrahmân ibnu'l-Esved, babasından tahdîs etti ki, babası el-Esved ibn Yezîd en-Nahaî: Ben Âişe'ye zehirli hayvan sokmasından rukye yapmayı sordum. Âişe (R): Peygamber (S) her zehirli hayvanın zehirinden rukye tedâvîsi yapmak hususunda ruhsat verdi, demiştir [63].

 

38- Peygamber(S)'İn Rukyesinde Okuduğu Sözler Babı

 

57-.......Abdulazîz şöyle dedi: Ben Sabit el-Bunânî ile beraber Enes ibn MâIik(R)'in yanına girdim. Sabit:

  Yâ Ebâ Hamza! Ben hastalandım, dedi. Bunun üzerine Enes (R):

— Ben sana Rasûlullah(S)'ın rukyesiyle, yânî okuduğu dualarla rukye yapayım mı? dedi.

Sabit:

  Evet yap! dedi. Enes de şu duayı okudu:

"Attâhumme, Rabbe'n-nâsi, muzhibe'l-bâsi, ışfî, ente'ş-şâfîlâ şâfiye illâ ente, şifâen lâ yuğadiru sakamen (= Allah'ım, ey insanla­rın Rabb'i, ey hastalığı giderici, şifâ ihsan et! Şifâ verici olarak ancak Sen'sin. Senden başka şifâ verici yoktur. Öyle bir şifâ ki, hiçbir hastalık bırakmaz)/"

 

58-....... Sufyân es-Sevrî tahdîs edip şöyle demiştir: Bana Sü­leyman el-A'meş, Müslim ibn Subayh'tan; o da Mesrûk'tan; o da Âi­şe'den şöyle tahdîs etti: Peygamber (S) ailesinden birini Allah'a sı­ğındırma duası yapardı, sağ eliyle ona mesheder ve şu mealdeki du­ayı okurdu: "YâAllah, ey insanların Rabb'i! Şu hastalığı gider, ona şifâ ihsan eyle. Çünkü şifâ verici ancak Sen 'sin! Sen *>n şifândan baş­ka hiçbir şifâ yoktur. (Yâ Rabb, bu hastaya) öylebirşifâ ver ki, has­ta üzerinde hiçbir hastalık izi bırakmasın!"

Sufyân: Ben bu hadîsi Mansûr ibnu'I-Mu'temir'e tahdîs ettim. O da bana İbrâhîm en-Nahaî'den; o da Mesrûk'tan; o da Âişe'den bunun benzerini tahdîs etti, demiştir.

 

59-.......Hişâm şöyle demiştir: Bana babam Urve, Âişe'den şöyle haber verdi: Rasûlullah (S) şu duayı söyleyerek rukye yapardı: "Has­talığı sil, ey insanların Rabb 'i! Şifâ ancak Sen 'in elindedir. Onu Sert'-den başka kaldıracak yoktur!"

 

60-.......Sufyân ibn Uyeyne tahdîs edip şöyle dedi: Bana Abdu Rabbih ibnu Sa'd, Amre'den; o da Âişe(R)'den tahdîs etti ki, Pey­gamber (S) hastaya şifâ isterken şöyle der idi: "Bismîttâhiy turbetu ardına ve rikatu ba 'dinâ, yuşfâ sakîmunâ bi-izni Rabbinâ{ = Allah'ın ismiyle (şifâ isterim). Şu bizim yurdumuzun toprağı, bâzımızın tük-rüğü ile beraberdir. Bunlardan Rabb'imizin izniyle hastamız şifâla-nır)/"

 

61-.......Bize Sufyân ibn Uyeyne, Abdu Rabbih ibnu Sa'd'den; o da Amre bintu Abdirrahmân'dan haber verdi ki, Âişe (R) şöyle de­miştir: Peygamber (S) rukye tedavisinde şu duayı söylerdi: "Allah'­ın ismiyle (şifâ dilerim). Şu bizim yurdumuzun toprağı ve bâzımızın tükrüğüdür. Bunlardan Rabb'imizin izniyle hastamızşifâlanır!" [64].

 

39- Rukye Tedavisinde Nefes Etme(Nîn Cevazı) Babı

 

62-.......Yahya ibn Saîd şöyle dedi: Ben Abdurrahmân oğlu Ebû Seleme'den işittim, şöyle dedi: Ben Ebû Katâde'den işittim, şöyle dedi: Ben Peygamber(S)'den işittim, şöyle buyuruyordu: "(Salih) ru'yâ Al­lah'tandır. Hulm ise şeytândandır. Sizden biriniz hoşlanmayacağı birşey gördüğü zaman, uyanırken (sol tarafına) üç defa üfleyip tüflesin ve o çirkin ru'yânın şerrinden (Eûzû billahi mine'ş-şeytâni'r-racîm di­yerek^ Allah'a sığınsın. Çünkü bu suretle o ru'yâ, gören kimseye zarar vermez-"

Râvî Ebû Seleme: Şu muhakkak ki, ben üzerime dağdan daha ağır gelen ru'yâlar gördüğüm olurdu. Bu hadîsi işittikten sonra, ar­tık bu ru'yâlara ehemmiyet vermiyor ve aldırmıyorum, demiştir [65].

 

63-.......Âişe (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) yatağına girdi­ği zaman 'ıKulhuvellâhuahad"'ı\t İki sığındırıcı Sûreleri beraberce okur da, iki avucunun içine üfler. Sonra iki eliyle yüzünü ve iki elinin bedeninden ulaştığı yerleri sıvazlardı.

Âişe: Rasûlullah hastalandığı zaman bana emrederdi de bu oku­yup meshetme işini O'na ben yapardım, dedi. Bu hadîsin râvîsi Yûnus ibn Yezîd de:

— Ben İbn Şihâb'ın da yatağına geldiği zaman böyle yapar ol­duğunu gördüm, demiştir [66].

 

64-.......Bize Ebû Avâne, Ebû Bişr'den; o da Ebû'l-Mütevekkil'den; o da Ebû Saîd el-Hudrî(R)'den şöyle tahdîs etti: Rasûlullah'ın sahâbîlerinden (otuz kişilik) bir seriyye, me'mûr oldukları bir sefere gittiler. Nihayet bunlar Arab kabilelerinden bir kabile üzerine indi­ler ve onlardan kendilerini konuk etmelerini istediler. Fakat o kabîle halkı bunları konuk etmekten çekindiler. Bu sırada o kabîlenin sey-yidi zehirli bir hayvan tarafından sokuldu. Kabîle halkı harekete ge­çip her çâreye başvurdular, fakat hastaya hiçbir fayda vermiyordu. Bunun üzerine onlardan bâzıları:

— Şu sizin yakınınıza inmiş olan kaafile halkına gitseniz, belki onların bâzısının yanında birşey, bir çâre bulunabilir, dediler.

Akabinde kabîle halkı sahâbîlere geldiler ve:

— Ey cemâat! Seyyidimiz (bir akreb tarafından) sokuldu. Onu tedâvî etmek için herşeye koştuk, fakat ona hiçbirşey fayda vermi­yor. Sizden birinizin yanında buna bir çâre var mıdır? diye sordular.

Sahâbîlerden birisi (ki Ebû Saîd'in kendisidir):

— Evet, ben varım. Vallahi ben elbette duâ ve tedâvî ediciyim-dir. Fakat vallahi bizler sizden bizi konuklamanızı istedik de sizler bizi konuklamamıştımz. Artık şimdi ben de bizim için bir ücret ta'-yîn etmedikçe size duâ ve tedâvî yapacak değilim, dedi.

Sonunda (otuz adedli) bir bölük koyun sürüsü üzerine anlaştı­lar. Ebû Saîd onlarla birlikte kabile başkanının yanına gitti, "el-Hamdu lillâhi RabbVl-âlemîn" Sûresi'ni sonuna kadar okumaya ve adamın üzerine üflemeye başladı. Nihâyetinde adam, bukağısından çözülmüş hayvan gibi serbestlendi, ileri geri yürümeye başladı. Artık kendisinde hiçbir hastalık kalmadı.

Ebû Saîd dedi ki: Kabile halkı üzerinde anlaşmış oldukları ücre­ti sahâbîlere ödediler. Sahâbîlerden bâzıları:

  Bu koyunları taksîm ediniz! dediler. Fakat duâ yapan kimse:

— Hayır, taksîm etmeyiniz! Bizler Rasûlullah'a gidelim, olan hâ­diseyi O'na zikredelim de bakalım bizlere ne emredecek! dedi.

İşin sonunda sefer hey'eti Rasûlullah(S)'m huzuruna geldiler ve bu hususu kendisine zikrettiler. Rasûlullah (Ebû Saîd'e hitaben):

  "Fâüha'nın bu kadar etkili bir duâ ve tedâvî olduğunu sana kim bildirdi? İyi ve doğru hareket etmişsiniz. Şimdi koyunları tak­sîm ediniz ve bana da sizlerle birlikte bir pay ayırınız!" buyurdu [67].

 

40- Duâ İle Tedâvî Eden Kişinin Kendi Sağ Elini Ağrıya Dokundurup Sürmesi Babı

 

65-....... Bize Yahya ibn Saîd, Sufyân es-Sevrî'den; o da el-A'meş'ten; o da Müslim Ebu'd-Duhâ'dan; o da Mesrûk'tan tahdîs etti ki, Âişe (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) insanlardan herhangi birine, kendi bereketli eliyle meshedip sıvazlayarak şu sözlerle Al­lah'a sığındırma duası yapardı: "Ey insanların Rabb'i! Şu hastalığı giderip şifâ ihsan et._ Şifâ verici ancak Sen 'sin. Sen 'in şifândan başka hiçbir şifâ yoktur. Öyle bir şifâ ver ki, hasta üzerinde hiçbir hastalık izi bırakmasın!"

Sufyân dedi ki: Ben bunu Mansûr'a zikrettim. O da bana İbrâ-hîm en-Nahaî'den; o da Mesrûk'tan; o da Âişe(R)'den senediyle, bu geçen hadîs tarzında tahdîs etti [68].

 

41 -Bâb: Kadın Erkeğe Rukye Tedavisi Yapar [69]

 

66-.......Bize Ma'mer ibn Râşid, ez-Zuhrî'den; odaUrve'den; o da Âişe(R)'den şöyle haber verdi: Peygamber (S) ruhunun kabzo-lunduğu hastalığı sırasında Muavizzât Sûreleri'ni okuyarak kendisi üzerine üfler, nefes ederdi. Hastalığı ağırlaşınca, bu sûreleri kendisi­ne ben okur, nefes eder ve elinin bereketinden dolayı kendi eliyle O'na meshettirirdim.

Ma'mer dedi ki: Ben İbn Şihâb'a:

  Rasûlullah nasıl nefes ederdi? diye sordum. İbn Şihâb:

  Elleri üzerine nefes eder, sonra da bunlarla yüzüne meshe-derdi, diye cevâb verdi [70].

 

42- Rukye (Yânı Efsun) Yapmayan Kimseler Babı

 

67-.......İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Bir gün Peygamber (S) bizim yanımıza çıktı da şöyle buyurdu: "Bana bütün ümmetler arzo-lunup gösterildi: Bir peygamber beraberinde bir kişi ile, bir peygam­ber yanında iki kişi ile, bir peygamber beraberinde bir topluluk ile geçmeğe başladılar. Bir peygamber de yanında hiçbir kimse gelme­yerek geçti. Ben uzakta ufku kapatmış kalabalık bir karaltı gördüm de bunun benim ümmetim olmasını ümîd ettim. Bana:

  Bu, Mûsâ Peygamber'le kavmidir, denildi. Sonra bana:

  Şu tarafa bak! denildi.

Ben orada da ufku kapatmış çok bir karaltı gördüm. Bana yi­ne:

  Şu tarafa ve şu tarafa bak! denildi.

Ben o taraflarda da ufku kaplamış çok büyük bir karaltı gör­düm. Bana:

— İşte bunlar Sen'in ümmetindir. Bunların beraberindeyetmiş-

bin kişi vardır ki, bunlar hesaba çekitmeksizin cennete girerler, de­nildi".

Peygamber (sonra odasına girdi ve) cennete hesâbsız girecekle­rin vasıflarını insanlara beyân etmeden insanlar da dağıldı. Peygam­ber'in sahâbîleri kendi aralarında şöyle müzâkereye giriştiler:

— Bizlere gelince, bizler şirk içinde doğduk, lâkin bizler Allah'a ve Rasûlü'ne îmân ettik (bu sebeble cennete gireriz). Lâkin şu hesâb-sız cennete girecek olan bahtiyarlar bizim (İslâm içinde doğan) oğul-larımızdır, dediler.

Bu münazara Peygamber'e ulaştığında (dışarı çıkıp):

  "Cennete hesaba çekilmeksizin girecek olanlar şu mü'min-lerdir ki, onlar eşyada uğursuzluk olduğunu kabul etmezler, efsun yapmazlar, şifânın (Allah'tan olduğuna inanıp) dağlamaktan oldu­ğuna inanmazlar ve her hususta Rabb'lerine dayanıp güvenirler" bu­yurdu.

Bunun üzerine Ukâşe ibnu Mıhsan ayağa kalktı da:

  Ben onlardan mıyım yâ Rasûlallah? dedi. Rasûlullah:

  "Evet (onlardansın)/" buyurdu. Akabinde bir başkası ayağa kalktı da:

  Ben de onlardan mıyım? dedi. Rasûlullah:

  "Bu hususta Ukâşe senin önüne geçti" buyurdu [71].

 

43- Bir Şeyde Uğursuzluk (Var Sanmak) Babı

 

68-.......Bize Yûnus, ez-Zuhrî'den; o da Sâlim'den; o da baba­sı Abdullah ibn Umer(R)'den tahdîs etti ki, Rasûlullah (S): "Hasta­lığın sebebsiz kendi kendine sirayeti yoktur, eşyada uğursuzluk da yoktur. Uğursuzluk telâkkisi şu üç şeyde: kadında, evde ve binek hay-vanındadır (diye âdet edinildi...)." buyurmuştur [72].

 

69-.......Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Ben Rasûlullah(S)'tan:

  "Eşyada uğursuzluk yoktur; tıyerenin hayırlısı tefe'üldür"bu-yururken işittim.

Mecliste bulunanlar:

  Tefe'ül nedir yâ Rasûlallah? diye sordular. Rasûlullah:

  "Sizin birinizin işiteceği güzel sözdür'' buyurdu [73].

 

44- Fal Babı

 

70-....... Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Peygamber (S):

  "(İslâm'da) tıyere yoktur. Tıy erenin hayırlısı faldır "buyur­du.

Bir sahâbî:

  Fal nedir yâ Rasûlallah? dedi. Rasûlullah:

  "Herhangi birinizin işiteceği sâlih kelimedir (yânî iyi bir söz­dür)" buyurdu [74].

 

71-.......Bize Hişâm ed-Destevâî, Katâde'den; o da Enes(R)'ten tahdîs etti ki, Peygamber (S): "(İslâm'da) advâ ve tıyere inancı yok­tur. İyi ve güzel kelime olan fal, benim hoşuma gider" buyurmuş­tur.

 

45- Bâb: İslâm'da Hâme (Ve Safer İnancı) Yoktur

 

72-....... Bize Ebû Husayn, Ebû Salih'ten; o da Ebû Hureyre(R)'den haber verdi ki, Peygamber (S): "(İslâm'da) advâ, tıyere, hâme, safer (hurafeleri) yoktur" buyurmuştur [75].

 

46- Kâhinlik İşleri Babı

 

73-.......el-Leys tahdîs edip şöyle dedi: Bana Abdurrahmân ibnHâlid, İbn Şihâb'dan; o da Ebû Seleme ibn Abdirrahmân ibn Avf-tan; o da Ebû Hureyre(R)'den şöyle tahdîs etti: Rasûlullah (S), Hu-zeyl kabilesinden birbiriyle döğüşen iki kadın arasında hüküm vermişti (Şöyle ki): Bu kadınlardan birisi diğerine bir taş atmış ve at­tığı taş gebe kadının karnına isabet etmiş ve karnındaki çocuğu öl­dürmüştü. Peygamber'e da'vâ ettiler. Peygamber de:

  "Kadının karnındaki ceninin diyeti köle veya câriye gurresi-dir (yânî bir diyetin yirmide biridir)" diye hükmetti.

Bunun üzerine diyet ve borçlulukla hükümlü olan kadının velîsi (seci'li ve kaafiyeli bir edâ ile):

— Yâ Rasûlallah! Henüz yemiyen, içmeyen ve söz söylemeyen, sayha etmeyen çocuğun diyetiyle nasıl mahkûm olurum? Bunun ben­zeri hüküm bâtıl olur! dedi.

Peygamber de:

  "Bu adam ancak kâhinlerin kardeşlerinden birisidir" buyur­du [76].

 

74- Bize Kuteybe, Mâlik'ten; o da İbn Şihâb'dan; o da Ebû Se-Ieme'den; o da Ebû Hureyre(R)'den şöyle tahdîs etti: İki kadından biri diğerine bir taş attı, o da karnındaki cenînini düşürdü. Peygam­ber (S) bu cenîn hakkında bir erkek köle yâhud dişi kölenin değerini ödemekle hükmetti.

Yine İbn Şihâb'dan; o da Saîd ibnu'l-Müseyyeb'den rivayet etti ki, Rasûlullah, annesinin karnındayken öldürülen cenîn hakkında bir erkek köle yâhud dişi köle gurresi ödenmesiyle hükmetti. Bunun üze­rine kendisine böyle hükmolunan kadının velîsi:

— Ben henüz yemeyen, içmeyen, konuşmayan, sayha etmeyen cenîn hakkında nasıl borçlandırılıyorum? Bunun benzeri hüküm bâ­tıl olur! dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah, o kişi hakkında:

  ıtBu adam, ancak kâhinlerin kardeşlehndendir" buyurdu [77].

 

75-.......Ebû Mes'üd el-Ensârî (R): Peygamber (S) köpek be­delinden, zina kazancından ve kâhinliğe karşılık verilen ücretten neh-yetti, demiştir [78].                                                                       

 

76-.......Âişe (R) şöyle demiştir: Birtakım insanlar Rasûlullah'a kâhinlerin mâhiyetinden sordular. Rasûlullah (S):

  "Onlar hiçbirşey değillerdir!" buyurdu. Oradakilerden:

— Yâ Rasûlallah! Onlar bâzı kerreler vakıaya uygun olarak bir-şey söylüyorlar! dediler.

Rasûlullah da:

  "Bu kelime cinnden işitilmiştir ki, cinnîo kelimeyi kulak hır­sızlığı yapıp sür'atle kapar ve akabinde onu velîsinin (yânî dostu olan kâhinin) kulağına, tavuğun tekrar tekrar seslenmesi gibi, eğilip bo­şaltır. Onlar da bu kelimenin (sözün) içine yüz tane yalan karıştırırlar" buyurdu.

Alî ibnu'l-Medînî dedi ki: Abdurrazzâk, hadîsten "el-Kelimetu mine'l-hakkı" kısmı mürseldir, dedi. Sonra Alî ibnu'l-Medînî: Bana Abdurrazzâk'ın bu kısmı da Âişe'ye isnâd ettiği haberi ulaştı demiş­tir [79]

 

47- Sihr Ve Yüce Allah'ın Şu Kavilleri Babı:

 

'Şeytânların, Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurup ta'kîb ettikleri şeylere uydular. Hâlbuki Süleyman asla kâfir olmadı. Fakat o şeytânlar kâfirdiler ki, insanlara sihri ve BâbiVde iki meleğe, Hârût ve Mârufa indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Hâlbuki o iki melek: 'Biz ancak fitneyiz (imtihan için gönderilmişizdir), sakın (büyü yapıp da) kâfir olma' demedikçe, hiçbir kimseye (sihir) öğretmezlerdi. İşte o iki melekten karı ile kocasının arasını ayıracak şeyler öğrendiler. Hâlbuki (sihirbazlar) Allah'ın izni olmadıkça onunla hiçbir kimseye zarar verici değillerdir. Onlar ise kendilerini zarara sokacak, onlara fâide vermeyecek şeyleri Öğreniyorlardı.

And olsun, onlar muhakkak biliyorlardı ki, onu (sihri) satın alan kimsenin, âhiretten hiçbir nasibi yoktur. Onlar kendilerini cidden ne kötü şey mukaabilinde sattıklarını bilmiş olsalardı" (el-Bakara: 102) [80].

"Mûsâ dedi: 'Hayır, siz atın.' Bir de ne görsün: Onların ipleri ve deynekleri, sihirleri yüzünden kendisine hakikat koşuyormuş hayâlini verdi. Onun için Mûsâ içinde bir nevV korku hissetti. Biz: 'Korkma!' dedik, 'Çünkü üstün gelecek muhakkak sensin, sen! (Elindekini bırakıver. Bu, onların yaptıklarını yutar. Çünkü onların san 'at diye ortaya attıkları ancak bir büyücü tuzağıdır.) Büyücü ise nerede olsa felah bulmaz!'" (Tâhâ: 66-69);

"... Zâlimler gizli fısıltı ile şöyle konuştular: 'Bu, sizin gibi bir insandan başka mıdır? Kendiniz görüp dururken

şimdi sihre mi geleceksiniz?” (el-Enbiyâ: 2-3);

"... Ve düğümlere üfleyen(büyücü ve üfürükçülerin 1 şerrinden ve hased edenin hased ettiği zaman şerrinden sabahın Rabb'ine sığınırım, de!" (d-Fdâk: 4-5).

"en-Neffâsât", "Büyücü nefisler" demektir. "O hâlde nasıl olup da böyle büyüleniyorsunuz?" (ei- Mu'minûn: 89) "Körleştiriliyorsunuz, aldatılıyorsunuz, bâtıl hayâl ardına düşürülüyorsunuz" ma'nâsınadır [81].

 

77- Bize İbrâhîm ibn Mûsâ tahdîs etti. Bize îsâ ibn Yûnus, Hi-şâm'dan; o da babası Urve'den haber verdi ki, Âişe (R) şöyle demiş­tir: Benû Zyrayk Yahûdîleri'nden Lebîd ibnu'l-A'sam denilen bir adam Rasûlullah'a sihir yaptı. Hattâ bâzı işi işlemediği hâlde, kendi­sine onu yaptığı hayâli gelirdi. Nihayet günün birinde yâhud gecenin birinde benim yanımda iken kendisi duâ etti, yine duâ etti. Sonra ba­na şöyle dedi:

  ilYâ Âişe! Kendisinden fetva istediğim şey hakkında Allah '-in bana fetva verdiğini bildin mi? Bana iki adam geldi (Cibrîl ve Mîkâ-îl). Bunlardan biri baş ucumda, diğeri de ayak ucumda oturdu. t Akabinde bunlardan biri arkadaşına:

— Bu zâtın hastalığı nedir? diye sordu. O da:

  Sihirlenmiştir, diye cevâb verdi. Öteki:

  Buna kim sihir yapmıştır? dedi. Öbür melek:

  Lebîd ibnu 'l-A 'sam, diye cevâb verdi.

Sonra:

— Bu sihir hangi şeyde yapılmıştır? diye sordu. Oda:

— Bir tarak, saç sakal tarantısı ve erkek hurmanın kurumuş çi­çek kapçığı ile, diye cevâb verdi.

— Nerede yapılmış? suâline de:

— Zervân Kuyusu'nda-bir rivayette: ZûErvân Kuyusu'nda- diye cevâb verdi".

(Âişe dedi ki:) Sonra Rasûlullah (S) sahâbîlerinden birtakım in­sanlarla beraber çıkıp bu kuyuya gitti. Oradan dönüp gelince bana:

  "Yâ Âişe! O kuyunun suyu kına suyu gibi kırmızımtırak yâ­hud etrafındaki hurma ağacının uçları şeytânların başlan gibidir" buyurdu.

Ben kendisine:

— Yâ Rasûlallah! Sen o sihri oradan çıkarmadın mı? diye sor­dum.

Rasûlullah:

  "(Hayır çıkarmadım.) Çünkü Allah bana şifâ ve afiyet ver­miştir. Ben o sihri çıkarmakla, halk arasında sihir şerrini yaygınlaş­tırmamı istemedim" buyurdu.

Âişe: Rasûlullah o kuyunun kapatılmasını emretti de kuyu gö­müldü, demiştir.

Bu hadîsi Hişâm ibn Urve'den rivayet etmekte Ebû Seleme Ham-mâd ibn Usâme, Ebû Damre, İbnu Ebî Zinâd üçlüsü, îsâ ibn Yûnus'a mutâbaat etmişlerdir.

İmâm el-Leys ibn Sa'd ile Sufyân ibn Uyeyne, Hişâm'dan olan rivayetlerinde de "Fîmuştinvemuşâkatin = Tarak ve keten tarantısın­da" şeklinde söylemişlerdir. "el-Muşâta", tarandığı zaman saçtan çı­kan şey; "el-Muşâka" ise ayrılma sırasında ketenden çıkan liflerdir, deniliyor [82].

 

48- Bâb: Allah'a Şirk Koşmak Ve Sihr, Helak Edici Günâhlardandır

 

78-....... Süleyman ifan Bilâl, Sevr ibn Zeyd'den; o da Ebû'l-Gays'tan; o da Ebû Hureyre(R)'den tahdîs etti ki, Rasûlullah (S): "He­lak edici o/ört(büyük günah)lardan yanlayıp çekininiz: Allah'a or­tak kılmak ve sihr..." buyurmuştur [83].

 

49- Bâb: İnsan Sihri (Konulduğu Yerden) Çıkarmak İster Mi?

 

Katâde şöyle demiştir:

Ben Saîd ibnu'l-Müseyyeb'e: Bir adamda sihir vardır, yâhud adam karısından habsolunuyor (da onunla cima

yapmaya ulaşamıyor); bu adamdan sihr çözülebilir mi? Yâhud, ona ilaçlama ve rukye yapılabilir mi? diye

sordum. Ibnu'l-Müseyyeb: Bunda be's yoktur. Bunu yapacaklar,

bununla ancak iyileştirmeyi isterler. Böyle olunca hastaya fayda verecek şeyden nehyolunmaz, dedi [84].

 

79-.......Bunu bize ilk önce tahdîs eden İbn Cureyc'dir; o şöyle diyordu: Bana Urve ailesi, Urvetu'bnu'z-Zubeyr'den tahdîs etti. Ben Hişâm'a bu hadîsten sordum, o da bize babası Urve'den tahdîs etti. Âişe (R) şöyle demiştir: Rasûlullah'a sihir yapılmıştı. Hattâ kendisi kadınlarına (cinsî münâsebet için) yanaşmamış hâldeyken, onlara ya­naşır olduğunu düşünür, zannederdi.

Râvî Sufyân: İşte böyle olduğu zaman bu, sihirden olabilecek rahatsızlığın en şiddetlisidir, demiştir.

Peygamber (S) bana şöyle dedi:

  "Yâ Âişe! Bildin mi? Allah, bana hakkında fetva istediğim şey hususunda fetva verdi. Şöyle ki; Bana iki adam geldi. Bunlardan biri başımın yanına, diğeri de ayaklarımın yanına oturdu. Başımın yanındaki diğerine:

— Bu adamın hâli nedir? dedi. Öteki:

  Sihir yapılmıştır, dedi.

— Kim sihir yapmıştır? dedi.

— Benû Zurayk'tan, Yahûdîler'in yeminli dostu olan Lebîd ibn A 'sam yapmıştır -Bu bir münafık idi-, dedi.

— Ne içinde sihir yapmış? dedi.                           

  Tarak ve keten tarantısıyle sihir yapmış, dedi.

— Nerede yapmış, dedi.                             

— Zervâ Kuyusu içinde ağır bir taşın altında, erkek hurma çiçe­ğinin kurumuş kapçığında, dedi".

Âişe dedi ki: Sonra Peygamber kuyuya gitti de onu çıkardı. Ve:

  "İşte bana gösterilmiş olan kuyu budur. Onun suyu sanki kı­na suyu gibi kırmızımtırak, etrafındaki hurma ağacının başları da şey­tânların başları gibidir" buyurdu ve "Kuyudan çıkarıldı" diye ilâve etti.

Âişe dedi ki: Ben Peygamber'e:

— Sana tutukluğunu çözecek ilâç verilmedi mi ya! diye sordum. Peygamber:

  "Dikkat et, yeminle söylüyorum ki, Allah bana şifâ vermiş-

tir. Ben insanlardan hiçbir kimse üzerine bir şerr yapmak istemi­yorum" buyurdu [85].

 

50- Sihir Babı [86]

 

80-.......Aişe (R) şöyle demiştir: Rasûlullah'a sihir yapılmıştı. Hattâ bâzı işi işlemediği hâlde kendisine o işi yapar olduğu hayâli verilirdi. Nihayet günün birinde benim yanımda iken Allah'a tekrar tek­rar duâ etti. Sonra bana:

  "YâÂişe, bildin mi? Allah bana, fetva istediğim şey hakkın­da fetva vermiştir" buyurdu.

Ben:

  Bu nedir yâ Rasûlallah? dedim. O şöyle buyurdu:

  "Bana iki kişi geldi. Bunlardan biri baş ucumda, diğeri de ayak ucumda oturdu. Sonra bunların biri arkadaşına:

  Bu adamın hastalığı nedir? diye sordu. Öteki;

  Sihir yapılmıştır, diye cevâb verdi. Beriki yine:

  Ona kim sihir yapmıştır? dedi.

  Zurayk oğulları'ndan Yahûdî Lebîd ibnu'l-A'sam, diye ce­vâb verdi.

Sonra:

— Bu sihir ne içinde yapılmıştır? diye sordu. Öbürü:

— Bir tarak, saç-sakal tarantısı ve erkek hurmanın kurumuş çi­çek kapçığı içinde, diye cevâb verdi.

Bu sefer o:

— Bu sihir nerededir? dedi. Oda:

  Zû Ervân Kuyusu'nun içindedir, dedi".

Râvî dedi ki: Bunun üzerine Peygamber (S) sahâbîlerinden bir grup insan içinde olarak bu kuyuya gitti ve ona baktı, kuyunun üze­rinde hurma ağacı vardı. Sonra Âişe'ye döndü de:

  "Yâ Âişel Allah'ayemîn ederim ki, kuyunun suyu muhak­kak kına suyu gibi kırmızımtırak, hurma ağaa(mn uçları) da muhak­kak şeytanların başları gibidir!" buyurdu.

Ben:

  Yâ Rasûlallah! Onu çıkardın mı? dedim. Rasûlullah:

  "Hayır, amma bana gelince, Allah bana afiyet, ve şifâ ver­miştir. Sihri çıkarmakla insanlar üzerine ondan bir şerr yayacağım­dan endîşe ettim" buyurdu.

Rasûlullah kuyunun gömülmesini emretti, o da gömüldü [87].

 

51- Bâb:

 

'Şübhesiz beyândan bir kısmı sihirdir"

 

81-....... Bize Mâlik, Zeyd ibn Eslem'den; o da Abdullah ibn Umer(R)'den şunu haber verdi: Medine'nin doğusundan (Necd ahâ­lîsinden) iki adam geldiler de karşılıklı hutbe yaptılar, insanlar da bun­ların düzgün sözlerine hayran oldular. Bunun üzerine Rasûlullah (S): "Şübhesiz ki açık, düzgün sözlerden sihir (gibi ruhlar üzerinde te'-sîrli) olanları vardır -yâhud: Şübhesiz beyânın bâzısı elbette sihirdir (ruhları sihirler)-1' buyurdu [88].

 

52- Sihr(İn Def'i Ve İbtâli) İçin Acve Hurması İle Tedâvî Babı

 

82-.......Bize Âmir ibn Sa'd haber verdi ki, babası Sa'd ibn Ebî Vakkaas (R) şöyle demiştir: Peygamber (S): "Hergün sabahları bir­kaç acve hurması yiyen kimseye, o gün geceye kadar zehir de, sihir de zarar vermez" buyurdu.

Buhârî'nin şeyhi Alî'den başkası "Yedi hurma..." diye adedli rivayet etmiştir.

 

83-.......Ben Sa'd(ibn Ebî Vakkaas-R)'dan işittim, şöyle diyor­du: Ben RasûluIlah(S)'tan işittim: "Sabahleyin yedi tane acve hur­ması yiyen kimseye, bu gün içinde zehir de, sihir de zarar vermez" buyuruyordu [89].

 

53- Bâb: Hâme Yoktur

 

84-.......Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Peygamber (S):

  "Hastalığın (sebebsiz) kendi kendine sirayeti yoktur. Safer (ayı­nın hayır ve şerrle alâkası) de yoktur. Öğey ve baykuş (ötmesinin te'-sîri) da yoktur" buyurdu.

Bunun üzerine mecliste bulunan bir A'râbî:

— Yâ Rasûlallah! (Hastalığın kendi kendine sirayeti yoktur bu­yurdun.) Fakat benim devlerimin hâli nedir? Şu hâle ne dersin? Be­nim develerim çöl kumunda ceylânlar gibi sağlıklı ve düzgün oluyorlar. Derken onların arasına hâriçten uyuz deve karışıyor da onları uyuz ediyor! dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah (S):

  "Ya ilk uyuz deveye bu hastalığı kim sirayet ettirdi?" buyurdu. Ve Ebû Seleme'den; o dedi ki: Ebû Hureyre "Hastalığın kendi

kendine sirayeti yoktur" hadîsini rivayet ettikten bir zaman sonra, ben kendisinden işittim, şöyle diyordu: Peygamber (S):

  "Hasta develeri olan kimse, sakın sağlam develeri olan kim­se üzerine uğratmasın!" buyurdu, dedi.

Biz Ebû Hureyre'ye:

  Vaktiyle sen "Lâ advâ" hadîsini tahdîs etmedin mi? dedik (evvelki rivayetini hatırlattık).

Ebû Hureyre evvelki hadîsi inkâr etti de (öfkelenerek) Habeş di­liyle anlaşılmaz birşeyler söyledi.

Ebû Seleme: Ben Ebû Hureyre'nin bu hadîsten başka eski söy­lediğini unuttuğunu görmedim, dedi [90].

 

54- Bâb: Hastalığın Kendi Kendine Sebebsiz Sirayeti Yoktur

 

85-...:... Abdullah ibn Umer (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S): "Hastalığın kendi kendine sirayeti yoktur. Eşyada uğursuzluk yok­tur. Uğursuzluk (telâkki etmek âdeti) ancak üç şeyde: atta, kadında ve evdedir" buyurdu [91].

 

86-.......ez-Zuhrî şöyle demiştir: Bana Ebû Seleme ibnu Abdir­rahmân tahdîs etti ki, Ebû Hureyre (R): Rasûlullah (S): "Hastalığın kendiliğinden sirayeti yoktur"- buyurdu, demiştir.

Ebû Seleme ibn Abdirrahmân şöyle dedi: Ben Ebû Hureyre'den işittim ki, Peygamber (S): "Hasta olan hayvanı sağlam olan hayva­nın yanına götürmeyiniz!" buyurmuştur.

Ve yine ez-Zuhrî'den; o şöyle demiştir: Bana Sinan ibnu Ebî Si­nan ed-Duelî haber verdi ki, Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Rasû­lullah (S):

  "Hastalığın kendiliğinden sebebsiz sirayeti yoktur" buyurdu. Bunun üzerine bir çöl Arab'ı bedevî ayağa kalktı da:

— Şu develer hakkında ne dersin, bana re'yini haber ver: Deve­ler kumlarda geyikler gibi düzgün ve sağlam oluyorlar. Onların ya­nına uyuz deve geliverince hepsi uyuz hastası oluyorlar? dedi.

Peygamber (S):

  "İlk uyuz deveye bu hastalığı kim sirayet ettirdi?" diye ce-

vâb verdi.

 

87-.......Bize Şu'be tahdîs edip şöyle dedi: Ben Katâde'den işit­tim, o da Enes ibn Mâlik(R)'ten ki, Peygamber (S):

  "Hastalığın kendiliğinden sirayeti yoktur, eşyada uğursuzluk da yoktur, fal ise benim hoşuma gider" buyurmuştur.

Sahâbîler:

— Fal nedir? diye sormuşlar.

O da:

— "(İşiteceğiniz) hoş bir sözdür" diye cevâb vermiştir [92].

 

55- Peygamber(S)'İn Zehirlenmesi Hakkında Zikrolunan Hadîsler Babı

 

Peygamber'in zehirlenmesini Urve, Aişe'den; o da Peygamber(S)'den olmak üzere rivayet etti [93].

 

88-....... Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir; Hayber fetholunduğu zaman Rasûlullah'a içi zehirli (kızartılmış) bir koyun hediye edil­di. (Bunun zehirli olduğunu vahy ile bilen) Rasûlullah (S):

  "Burada bulunan Yahûdîler'i benim için toplayınız!" bu­yurdu.

Sahâbîler tarafından Yahudiler toplanılıp getirildiler. Rasûlul­lah onlara hitâb ederek:

  "Size birşey soracağım, bana doğru cevâb verir misiniz?"

buyurdu.

Yahudiler:

— Evet, doğrusunu söyleriz yâ Eba'l-Kaasım! dediler. Bunun üzerine Rasûlullah onlara:

  "Sizin (ulu) babanız kimdir?" diye sordu. Onlar da:

  Babamız Fulân'dır! diye cevâb verdiler. Rasûlullah onları:

  "Yalan söylediniz. Sizin babanız Fulân'dır!" diye yalanladı.

Yahudiler:

— Doğru söyledin ve güzel söyledin, diye Rasûlullah'ı tasdik et­tiler.                                       .

Şimdi Rasûlullah, Yahûdîler'e:

  "Size birşey daha sorsam bana doğru söyler misiniz?" diye

sordu.

Yahudiler:

— Evet doğru söyleriz yâ Eba'l-Kaasım! Eğer Sana yalan söy­lersek, Sen babamız hakkında bildiğin gibi, bizim yalanımızı bilir­sin, dediler.

Rasûlullah onlara:

  "Ateş ehli kimlerdir?" diye sordu. Yahudiler:

— Bizler az bir zaman onun içinde bulunacağız. Sonra orada siz bize halef olacaksınız! diye cevâb verdiler.

Bunun üzerine Rasûlullah onlara:

  "Yıkılın onun içine! Vallahi cehennemde bizsize ebediyyen halef olmayız!" Ğ\yt onları reddetti.

Sonra onlara:

  "Şimdi size birşey sorsam, bunda olsun bana doğru cevâb verir

misiniz?" diye sordu.

5 798/Sahth-i Buhârî ve Tercemesi

Yahûdîler:

— Evet, doğru cevâb veririz, dediler. Rasûlullah:

  "Bu koyunun içine zehir koydunuz mu?" diye sordu. Onlar:

  Evet, koyduk! dediler. Rasûlullah:

  "Bu cinayeti işlemeye sizi ne şevketti?" dedi. Yahûdîler de:

  Biz şöyle düşündük: Eğer Sen bir yalancı (peygamber) isen, (koyunu yer ölürsün;) biz de Sen'den kurtulur istirahata kavuşuruz. Eğer gerçek bir peygamber isen, bu zehir Sana zarar vermez! diye cevâb verdiler [94].                                     

 

56- Zehir İçmek, Zehir Ve Tehlikesinden Korkulacak Şeylerle Ve Habîs Devalarla Tedâvî (Olmanın Hükmü) Babı [95]

 

89-.......Süleyman el-A'meş şöyle demiştir: Ben Zekvân'dan işit­tim, o Ebû Hureyre(R)'den tahdîs ediyordu ki, Peygamber (S) şöyle buyurmuştur: "Her kim kendini bir dağdan aşağı atıp da kendi ken­disini öldürürse, bu intihar eden kimse cehennem ateşi içinde ebedî ve daimî olarak kendisini yüksekten aşağıya bırakır olacaktır. Her kim zehir yudumlar da kendisini öldürürse, o kimse de zehiri elinde, cehennem ateşi içinde ebedî ve daimî olarak zehiri içer olacaktır. Her kim de kendisini bir demir parçasıyle öldürürse, o da demiri elinde kendi karnına vurur ve yarar hâlde ebedî ve daimî surette cehennem ateşinde olacaktır" [96].

 

90-.......Âmir ibn Sa'd şöyle demiştir: Ben babam Sa'd ibn Ebî Vakkaas(R)'tan işittim şöyle diyordu: Ben Rasûlullah(S)'tan işittim: "Sabahleyin yedi tane acve hurması yiyen kimseye, bu gün içinde ze­hir ve sihir zarar vermez" buyuruyordu [97].

 

57- Dişi Eşeklerin Sütlerinin Hükmü) Babı.

 

91-.......Bize Sufyân ibn Uyeyne, ez-Zuhrî'den; odaEbûîdrîs el-Havlânî'den tahdîs etti ki, Ebû Sa'Iebe el-Huşenî (R): Peygamber (S), dört ayaklı canavar hayvanlardan azı dişi olanların hepsinin eti­ni yemekten nehyetti, demiştir.

ez-Zuhrî: Ben bu hadîsi tâ Şam'a gelinceye kadar işitmedim, de­miştir.

el-Leys de hadîste ziyâde edip şöyle dedi: Bana Yûnus tahdîs et­ti ki, İbnu Şihâb şöyle demiştir: Ben Ebû İdrîs'e:

— Bizler dişi eşeklerin sütleriyle abdest alabilir miyiz yâhud on­ları içebilir miyiz yâhud canavar hayvanların öd suyunu içebilir mi­yiz yâhud deve sidiklerini içebilir miyiz? diye sordum.

Ebû İdrîs:

— Müslümanlar deve sidikleriyle tedâvî yapıyorlardı da bunda bir sakınca görmüyorlardı. Dişi eşeklerin sütlerine gelince, bize Ra-sûlullah'ın onların etlerinden nehyettiği haberi ulaşmıştır da sütlerinden herhangibir emir de, nehiy de ulaşmamıştır.

Hayvanların öd sularına gelince, İbn Şihâb şöyle dedi: Bana Ebû İdrîs el-Havlânî haber verdi; ona da Ebû Sa'Iebe el-Huşenî:

— Rasûlullah (S) canavarlardan azı dişi olanların hepsinin etini yemekten nehyetti, diye haber vermiştir [98].

 

58- Bâb: Kabın İçine Sinek Düştüğü Zaman (Hükmü Nasıl Olur?)

 

92-.......Ubeydullah ibnu Huneyn'den; o da Ebû Hureyre(R)'den tahdîs etti ki, Rasûlullah (S) şöyle buyurmuştur: "Sizden birini­zin (su veya yemek) kabına sinek düştüğü zaman, o kişi onun her tarafını hatırsın, sonra çıkarıp atsın. Çünkü onun kanatlarının birinde şifâ vardır, öbürüsünde de hastalık vardır" [99].

 

Bu Konuya Bir Özetleme île Son Verelim

 

Tıbb Kitabı, iıisan sağlığının en iyi şekilde korunmasına, bâzı hastalık türlerine, bunların rûhî-bedenî, maddî-ma'nevî tedâvî usûl­lerine, bâzı gıda ve beslenme esâslarına dâir birtakım hadîsleri ihti­va etmektedir.

Tıbbın nazarî ve amelî kısımları vardır. Tıbb daha önce de işa­ret ettiğimiz üzere tecrübeler, müşahedeler ve araştırmalarla dur­madan ilerleyen, yeni yeni birçok hastalık nevi'leri, ilâç çeşitleri ve tedâvî metodları geliştiren ve devamlı geliştirecek olan çok geniş ve teferruatlı bir ilim ve tatbîkaat alanıdır. "Peygamberin tıbbı" tâ-bîri ile sonraki asırlar boyunca gelişen ve devamlı gelişmekte bulu­nan bugünkü yüksek teknikli ve teferruatlı modern tıbb kasdolun-duğu sanılmamalıdir. "Peygamber tıbbı" ile işaret edilen tedâvî üç kısımda özetlenebilir:

a.  Vahiy yoluyla bilinen,

b. Arab'ın ve o zamanki medeniyetlerin görenek ve gelenekle­rinden alman,

c. Kur'ân dualarıyla şifâ istemek gibi teberrük kasdolunan, kı­sım.

Bu tıbbda hasta ziyaretlerinin fazileti, ziyaretlerin âdabı, bâzı sârî hastalıklardan korunma yolları ve karantina usûlleri, hastalı­ğın günâhlara keffâret olup insanı maddî, ma'nevî kirlerden ve gaf­letlerden uyancılığı, hastalıklara karşı sabır ve metanet telkini ve teselli reçeteleri, sağlık ni'metinin îmândan sonra Allah'ın kullarına en büyük ihsanı olduğu, bunun korunmasınınfarz olduğu, bunun için bâzı gıdalar ve beslenme tavsiyeleri gibi hiçbir zaman eskimeyecek ve insanların dâima muhtâc olup yararlanabilecekleri ferdî, içtimaî, dînî, ahlâkî, sıhhî tavsiyeler konu edilmiştir. Bu tav­siyeler ve esaslar dâima kıymetli kalacak ve hiç eskimeyecektir. Bir cümle ile özetlenecek olursa, bu tıbb konularının bir kısmı hastalar için teselli, ümîd ve sürura sebeb olacak sabır ve metanet reçeteleri; bir kısmı da ziyaretçiler için sağlık konusunda gafletlerden uyanma ve sevâb kazanma tavsiyeleridir. Bütün bunları teblîğ edip acılı in­sanlığa en emîn teselli reçeteleri sunan Yüce Peygamber'e salât ve selâm olsun!

Hamdolsun A Hah 'a ki, bizi hidâyetiyle buna kavuşturdu. Eğer Allah bunun yolunu bize hidâyet etmeseydi, biz kendiliğimizden bu­nun yolunu bulamazdık. And olsun ki, Rabb 'imizin elçileri ihakkı getirmişlerdir" (d-A'râf: 43).

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

Tibb Kitâbı'nin Sonunda Bir Hatırlatma

 

Şübhesiz Nebevi Tıbb ve Muhammedî ilâç, elbette tıbbın en iyi­si, en fayda vericisi, ilâcın da en faziletlisi, en yararlı olanı, deva­nın da en mükemmeli ve en câmialısıdır! Bu, kâmil mü'minin, akıllı müslümânın i'tikaad etmek ve îmân eylemekle genişleyip ferahla­yacağı bir hükümdür. O, bunun sübütunda tereddüd eylemez, sıh­hatinde şübhe etmez. Ancak Allah'ın bir ilme rağmen sapıttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne perde koyduğu kimseler müstesnadır ki, artık onlar habîs nefisler, hastalıklı kalbler sahih­lerinden olmuşlardır. Onlar ancak hakîr, değersiz maddî şeylere ina­nırlar. Peygamber tıbbı nasıl böyle olmaz ki, bu tıbbın Sahibi (S) onu, semânın vahyinden yardım olarak istemiş, derd ve devayı îcâd eden, hastalık ve şifâyı takdîr eyleyen Yüce Allah'tan almıştır!

İşte müslümânlar, nefisler kerîm, kalbler selîm, fikirler nazîf, akîdeler sahîh olduğu günlerde bu tibbdan istifâde etmişler ve onunla yetinip başkalarına muhtâc olmamışlardır.

İlim ve hadîs imamları -ilk zamandan beri- Rasûlullah(S)'tan bu konuda gelen şeyleri bilmek ve rivayet etmekle meşgul olmuş­lar, bunları toplamaya ve tedvîn etmeye ehemmiyet vermişlerdir.

İşte İmâm Mâlik (179) et-Muvatta'du, el-Kütübü's-Sitte sâhib-leri ve onlarla beraber olanlar, yânî diğer hadîsçiler bu konuda ken­dilerince sahîh olan şeyler için eserlerinde "Kitâb"lar ve "Bâb"Iar tahsis etmişlerdir. Ebû Bekr ibnu's-Sunnî (363) ve Ebû Nuaym el-Isfahânî(430)'den herbiri bu konuda et-Tıbbu'n-Nebevîisminde özel kitâblar tasnif etmişlerdir.

Ebû Bekr ibn Ebî Âsim (287) da el-Tıbbu ve'l-Emrâz kitabım tasnif etmiştir.

Sekizinci Hicrî Asır'da buna ehemmiyet veren ve husûsî ola­rak buna büyük bir gayret yöneltenlerden bâzıları şunlardır:

1. Ebû'l-Hasen Alî ibn Abdilkerîm el-Hamavî (öl. 720), el-Ahkâmu'n-Nebeviyyefı's-Smâatı't-Tıbbiyyeti isimli büyük kitabı­nı ortaya koydu. 1378'de güzel bir baskısı yapılmıştır.

2. el-Hâfiz Şemseddîn Muhammed ibn Ahmed, Ebû Abdillah ez-Zehebî (748) et-Tıbbu'n-Nebevîadlı azametli kitabını tasnîf et­ti, birçok kerreler basılmıştır.

3. İbnu'l-Kayyım da Zâdu'l-Maâdfî Hedyi Hayri'l-Ibâd adlı büyük kitabının içine "et-Tıbbu'n-Nebevî"den kıymetli fasıllar tevdi' etmiştir [100]. Bu fasıllar ayrıca et-Tıbbu'n-Nebevî adiyle 1346 yılında Haleb'de basılmıştır. Bunun tedvininde el-Hamâvî ile ez-Zehebî'nin kitâblarmdan çok faydalanılmıştır. Nitekim Ebû Nuaym ile İbnu's-Sunnî'nin kitâblarmdan da ve Kütübü's-Sitte'den de umûmî ola­rak faydalanmışlardır. Böylece onun kitabı, hassaten bu konuda ya­zılmış olan kitâbların en câmialısı olmuştur.

Bu fasıllar kalb ve beden hastalıklarını, Peygamber'in tedâvîdeki yolunu, tedaviyi ve perhizden vâcib olanları emretmesini, son­ra Peygamber'in ilâç nevi'leri beyânını, sonra tabiiyye devalar ile ilaçlama, rûhânî-ilâhî devalarla ilaçlama nev'inden, bunların müf-rede ve mürekkebe ve tabiiyye nevilerinden ilaçlama ve tedâvî ne-vi'lerinin beyânım, sonra harf sırasına göre tertîblenmiş olarak mahlûkaatm efendisinin dili üzere gelmiş olan bâzı devalar ve müf-rede gıdaları içine almıştır. Sonra İbnu'l-Kayyım, bâzı fayda verici küllî sakındırmalar ve tavsiyeleri zikretti. Daha sonra bu fasıllar, benzerini elde etmenin az olduğu tıbb bölümlerinden fayda verici bir mikdâra şâmil olduğuna işaret etti [101].

"Bu zikredilenlerden sonra bilinsin ki, hastalık iki nevi'dir; Bir nev'i kalb (yânî ınâre) hastalığı'dır, bir nev'i de beden hastalığıdır. Birinci nev'in ilâcı Rasûlullah'a mahsûstur. "Allah tarafından ge­lenler ile kalblerin tabibi O'dur". Zîrâ kalblere ilâç, hâllerine ittı-lâ'dan sonra olur, ona muttali' olan ise Hakk Taâlâ'dir. O'nun bildirmesi ile de Rasûlullah'tır (Allah'a ve Rasûllerine îmân ve sağ­lam bir akîde, kalb ıslâhı hastalığı hâllerinin, yânî nefis hastalığı­nın en mühim ilâcıdır).

Ve ikinci nev'in ilâcı o Hazret'ten bir mikdâr nakl olunmuş­tur. Tabîbler kendileri de nice cild kitâblar te'lîf etmişlerdir. Pey­gamber (S) bedenlerin muâlecesine çok iştigâl buyurmadıklarmın sebebi, O'nun asıl bi'setten muradı halkı da'vet idi ve Hakk Taâ-lâ'nın emrini ve nehyini bildirip şerîatini beyân etmek idi. Muhak­kak ki ekser himmeti o cihetlere sarf edilmiş idi. Amma tâat ve ibâdetin kıvamı beden sıhhati ile hâsıl olur. Bu cihetten hacet mik-dân beden tıbbına da giriştiler. Asıl himmet, kalb canibine gerek­tir. Zîrâ o fâsid olunca, beden sıhhatinin faydası yoktur. O sahîh olunca da beden illetinin çok zararı yoktur, zail olup gider. Ve nice devamlı menfâatler ecri verilir. Zehirler bedene nasıl zarar eyler ise ma'siyetler de kalblere öyle zarar eyler buyurmuşlardır. Kalb husu­sunda günâhlar ve ma'siyetlerin bir nice mazarratlarını beyân eyle­mişlerdir. O cümleden biri: İlimden mahrum eyler demişlerdir. İlim bir nurdur, Allah Taâiâ kulunun kalbine kor, ma'siyet, nuru söndürür. Ma'siyet ehlinin ezberlemesi olmaz, gördüğü, işittiği hatı­rında kalmaz. Şu beyitler İmâm Şafiî'nindir ki şöyle demiştir:

{= Hıfzının yaramazlığından Vekî'a şikâyet ettim. O da beni ma'siyetleri terketmeye irşâd eyledi. Ve dedi ki: Bilmiş ol, ilim nur­dur. Allah'ın nuru âsîye verilmez! -Vekî' ibnu'l-Haccâc (196) bu üm­metin büyüklerinden bir kimsedir; Allah'ın rahmeti üzerine olsun!-)

Ve ilimden mahrum olduğu gibi, nzıktan da mahrum olur. Ni­tekim Müsned'de şöyle gelmiştir: Muhakkak kul, işlemekte olduğu günâh sebebiyle nzıkîan mahrum olacaktır" buyurulmuştur.

Biri de, âsî, Allah Taâlâ ile kendi arasında üns bulmaz, dâima vahşet üzre olur. Cenabı Hakk ile münâsebeti olmaz ve o cânibden asla lezzet almaz.

Biri de işleri güç gelir. Yine girişse işi bağlanır.

Biri de, kalbi karanlıklarla dolu, hayreti ziyâde olur. Gittikçe bid'at ve dalâlete düşer, zulmeti şiddetli oldukça yüzünde de zahir olur, herkes müşâhade etmeğe başlar. Onun için râfızîler ve bid'at ehlinin yüzlerinde asla nûr yoktur, gören istikrah eyler. Bütün mül-hidler, zındıklar ve fucûr erbabının suretleri çirkindir, sâlihlerin şek­line benzemez. Hep kalblerinin fesadı suratlarında zahir olur.

Biri de, isyan ehli zayıf kalbli olurlar. Allah'a tâatten mahrum­durlar ve ömürleri kısa olur, bereketleri zail olur. Sebebi Hakk Ta-âlâ'dan yüz döndürüp ma'siyetlerle meşgul olunca, hayât günleri zayi' olur, bereketi bulunmaz.

Biri de, ma'siyet ehli eller içinde hakîr ve zelîl olur, aklı fâsid olur, ma'siyet aklın nurunu söndürür.

Biri de, kişinin devletini ve ni'metini zail eder. Size isabet eden her musîbet, ellerinizin işlediği günâhlar yüzündendir. Bununla beraber bir­çoğunu da affeder'* (eş-şûrâ: 30) kavli gereğince, her belâ ve musibet kendi kesbiyle yetişir. Kişi devlet ve saadet içindeyken kadrini bilip günâhlar ve ma'siyetlerden çekinmekle şükrünü edâ edip bekaa fâ-idesini taleb etmek gerek.

Hâsılı kelâm, bir kimse Hakk Celle ve A'lâ'nın emrine imtisal ile kuvvetini hıfzeder ve nehyettiğinden ictinâb ve perhîzkârlık ey­leyip, nasûh tevbesi ile fazlalıklarını boşaltır! İşte o kimse, hayırla­rın hepsini taleb etmiş, bütün şerr ve fesâddan kaçmış olur. Enes ibn Mâlik rivayetinde Rasûlullah (S):Dikkat edin! Size derd ve devanıza delâlet edeyim: Gözünüzü açın, sizin derdiniz günâhlar­dır, devanız da istiğfar etmenizdir!" buyurmuştur. Bu hadîs delâ­let eder ki, ehli İslâm'ın marazı günâhlar ve ma'siyetlerdir; devası ise istiğfar etmektir.

Hâsılı zahir oldu ki, kalblerin tıbbim ve derûnî hastalıkların muâlecesini (tedâvîsini) bilmeye yol yoktur, illâ ilâhî vahy vâsıta-sıyle Rasûlullah canibinden bilinir." (Kastallânî, el-Mevâhibu'l-Ledunniyye..., Sekizinci Maksad, Birinci Fasıl, Tıbbini (S), s.171 - 172.).

İbnu'I-Kayyım et-Tıbbu'n-Nebevî kitabının başında Allah'a hamd ve Rasûlü'ne salavâttan sonra şöyle dedi:

"Amma ba'du: İşte bunlar Rasûlullah(S)'ın tabîblik yapmağa

çalıştığı ve başkalarına vasleylediği tıbdaki yolu hakkında faydalı birtakım fasıllardır. Biz burada en büyük tabîblerin akıllarının ulaş­maktan âciz oldukları hikmetlerden bir kısmım beyân ediyoruz. Al­lah'ın ismiyle istiâne ederek ve yalnız O'ndan havi (hareket) ve kuvvet istimdâd eyleyerek şöyle diyoruz:

(Fasl): Maraz iki nevi'dir: Kalblerin marazı, bedenlerin mara­zı. Bunların ikisi de Kur'ân'da zikredilmişlerdir.

Kalb yânı Nefis Tıbbı:

Kalb marazı iki nevi'dir: Şübhe ve şekk marazı, şehvet ve ğayy (yânî azgınlık) marazı. Bunların ikisi de Kur'ân'da zikredildi. Yüce

Allah şübhe marazı hakkında şöyle buyurdu: Kalblerinde bir maraz vardır onların. Allah da marazlarını artırdı. Yalan söylemekte oldukları için de onlara acıklı bir azâb vardır!" (eî-Bakara: ıoj;

Kalblerinde bir maraz bulunanlarla kâfirler de: 'Allah bu adedle, misâl olarak neyi murâd etmiş?1 desinler..." (el-Muddessir: 31).

Yüce Allah Kur'ân'ı ve Sünnet'i ile hükmetmeye da'vet edilen ve o da dayatıp yüz çeviren kimse hakkında şöyle buyurdu: 

Ow/or aralarında hükmet­mesi için Allah'a ve Rasûlü'ne da'vet edildikleri vakit, bir fırkası hemen yüz çevirip dönücüdürler. Eğer hakk kendilerinin lehinde ise itaatle koşa koşa O 'na gelirler. Kalblerinde bir maraz mı var bun­ların? Yoksa şübhe mi ettiler? Yâhud Allah'ın ve Rasûlü'nün ken­dilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, asıl zâlim kendileridir!" (en-Nûn 48-50). İşte bu, şübheler ve şekkler hastalığıdır.

Amma şehvetler hastalığına gelince, Yüce Allah şöyle buyur­du:  Peygamber kadınları, siz diğer kadınlardan biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah'tan) korkuyorsanız (yabancı erkek­lere) yumuşak söylemeyin. Sonra kalbinde bir maraz bulunanlar ta-mâ'a düşer. Sözü ma'ruf veçhile (ve ağırbaşlı) söyleyin!" (d-Ahzab: 32). İşte bu, zina şehveti hastalığıdır.

(Fasl) Ve bedenler hastalığına gelince, Yüce Allah şöyle buyurdu:

 A 'mâya göre bir harec  (bir darlık ve günâh) yok. Topala göre bir harec yok. Hastaya göre bir harec yok...'' (en- Nûr:   61 elFetfı   17)

Allah beden marazını haccda, savmda, vudü'da bedi' bir sırr için zikretti. Bu sana Kur'ân'ın azametini beyân eder, bir de onu anlayıp akledene başkasından müstagnî olmayı beyân eyler, (İbnu'l-Kayyım, et-Tıbbu'n-Nebevî, s. 1-2)

Beden Tıbbı:

Amma bedenler tıbbının ekserisi tecrübeye dönücüdür. Bu da iki nevi'dir. Bir nev'i, nazara ve fikre muhtaç değildir. Hakk Taâlâ onun ma'rifetini hayvanâtta halketmiştir. Meselâ onların herbiri aç­lık, susuzluk, soğukluk, yorgunluk gidermelerine yol bulucu olur-lar. Bu ma'nâlarda başkasına muhtâc olmazlar.

Bir nev'i, nazara ve fikre muhtâcdır. Meselâ bedende meyda­na gelen hastalıkların, elbette sebebini ve alâmetini teşhis ve defi­ne tedbîr etmek, fikre bağlıdır. Velhâsıl bedenler tıbbının medarı üç nesnedir:

Biri sıhhati korumaktır.

Biri ezâ ve zarar verici olan şeylerden perhîzdir.

Biri de faside (yânî bozucu) maddeleri def edip boşaltmaktır.

Bu zikrolunan üç nesneye Kur'ân-i Azîm'de işaret buyurulmuştur.

Evvelkisine:

Artık sizden kim hasta yâhud sefer üzerinde olursa, tutamadığı günler sa­yısınca başka günlerde (tutar)" (ei-Bakara: 183) kavliyle işaret olun­muştur. Zîrâ âyette buyurulan şudur ki, bir kimse marîz olsa yâhud musâfir (yânî yolcu) olsa orucunu yer ve başka günlerde kaza ey­ler. Hâsılı sefer ehli olan kimseye ruhsat verilmesi, sefer mihnet ve meşakkat yeri olduğu içindir. Eğer oruçlu olursa, o meşakkat ara­sında oruç dahî tamâm zaîflık verip mizâc mütegayyir olur, sıhhat kalmaz, hastalık isti'lâ eder. Bu sebebden Hakk Taâlâ sağlığı ko­rumak için yolcuya ruhsat buyurdu.

İkincisine:

Kendilerinizi öldür­meyiniz. Şübhe yok ki, Allah sizlere çok merhamet edicidir"j&ı-Nisâ: 29) kavliyle işaret buyumlmuştur. Soğuk su kullanmaktan kor­kulduğu zamanda teyemmüm caiz olmak, bu âyetten alınmıştır.

Ve bir âyette de: ... Eğer hasta olur yâhud bir sefer üzerinde bulu­nursanız, yâhud sizden biriniz ayakyolundan gelirse yâhud da ka­dınlara dokunup da bir su bulamazsanız, o vakit temiz bir toprağa teyemmüm edin, yüzlerinize ve ellerinize sürün..." (en-Nisâ: 43; ei-Mâide: 6) buyurulmuştur. Bunda açıkça zikredilmiştir ki, hasta olan kimse su kullanmayıp pâk toprakla teyemmüm etmek mubahtır. Su kullanmakta zarar ihtimâli olunca terkedip, teyemmüm eylemek ge­rek. Bundan anlaşılır ki, illeti olan kimseler zararlı nesnelerden perhiz ederler.

Üçüncüsüne:

içinizden kim hasta olur, yâhud başından bir ezi­yeti bulunursa, ona oruçtan, ya sadakadan yâhud da kurbandan (bi­riyle) fidye (vâcib olur)..." (ei-Bakara: 196) kavliyle işaret olunmuştur. İhram bağlanan kimseye şer'an başını tıraş etmek caiz değildir. Am­ma bu âyet hükmünce tıraş etmemekten zarar edecekse, o zaman tıraş etmek caiz olur. Zîrâ saç kazınmakla başın ince delikleri açı­lır, habsedilmiş buhur çıkar gider, tabîatten zarar şavulur. Ve her zararı def etmek buna kıyâs olunmuştur.

İmdi Hakk Taâlâ Kur'ân-ı Azîm'de tıbbın üç aslına işaret bu­yurduğu zahir oldu. Ve bi'J-cümle lâzım olunca tıbb kullanmanın cevazına Kur'ân-ı Azîm'de ve hadîslerde deliller gelmiştir.

Sahîh-i Buhârî ve Müslim'de Ebû Hureyre(R)'den şu rivayet edilmiştir:Rasûlullah (S): A Hah indirdiği herbir der d için muhakkak bir şi­fâ indirmiştir, buyurdu". Hâsılı her hastalığı yaratmış, onun için devasını da yaratmıştır demek olur.

Ve yine İmâm Ahmed naklinde Enes'ten şu rivayet edilmiştir: Muhakkak Allah Taâlâ maraz halkettiğiyerde deva dahî halketmiştir. îmdi deva kullanınız" buyurulmuştur.

Ve bir rivayette de Usâme ibn Şurayh'tan şu rivayet edilmiştir: Ey Allah'ın kulları, deva kullanınız. Muhakkak ki, Allah Taâlâ gayet ptrlikten gayrı -ve bir lafızda: yâhud ölüm­den gayrı- vaz' ettiği herbir maraz için bir şifâ vaz' etmiştir".

Ebû Dâvûd naklinde Ebu'd-Derdâ (R), Rasûlullah'tan merfû-an şunu rivayet etmiştir:

Muhakkak Allah Taâlâ her bir maraz için bir deva ya­ratmıştır. İmdi deva kullanın ve haram nesne ile tedâvîetmeyin" buyurmuştur.

Buhârî Sahîh'mâz de: Şübhesiz Allah Taâlâ sizin şifânızı, size haram kıldığı şeyler içinde yapmamıştır" hadîsi gelmiştir.

Hâsılı bu hadîsler gereğince haram kılınmış şeylerle tedâvî caiz değildir.

İmâm Müslim naklinde de Câbir'den merfuan şu rivayet gel­miştir: Her maraz için bir deva vardır. Vaktâ ki, deva o maraza yetiştirilse, Allah Ta-âlâ'nm izni ile ondan iyi eder" buyurulmuştur.

Her marazın gelmesi, gitmesi hakikatte Allah Taâlâ'nın em-riyledir. Ve var olan o devaları da sebeb halketmiştir. İmdi sebebe yapışmak tevekküle zıdd değildir. Nitekim açlık ve susuzluk gide­rilme de zıdd değildir. Elbette sebebsiz nesne olmaz. Hâsılı'bir kişi hastalığa yakalandığında deva kullanmayı tevekküle aykırı sanıp ter-keylemesi, "Ben Allah'a tevekkül ettim, deva kullanmam" demesi caiz değildir, bu, boş sözdür.

Haris ibn Esed el-Muhâsibî'ye suâ! edip:

  Yâ Haris, tevekkül ehli deva kullanır mı?, dediler. O:

— Evet (kullanır), dedi.

  Neden dersin; buna delîl nedir? dediler. Oda:

— Mütevekkillerin seyyidi olan Muhammed Mustafâ (S); te­vekkülde O'na ne kimseler yetişti ve ne yetişmek ihtimâli vardır. Böyle iken O deva kullanmıştır; delîl budur, dedi.

Hâsılı her türlü deva meşru' vech üzere kullanılır ve asıl şifâ Allah Taâlâ'dan beklenilip, deva mücerred sebeb i'tikaad olunur, asla tevekküle zarar gelmez, yine tevekkül yerindedir. Bu bâbda delîl, Rasülullah'm fiili ve kavlidir.

İbnu'l-Kayyım hikâye eder ki, İbrâhîm aleyhi's-selâm:

  Yâ Rabb, maraz kimdendir? dedi. Allah Taâlâ:

  Bendendir, buyurdu. Yine îbrâhîm (A):

  Ya deva kimdendir? dedi. Bârî Taâlâ:

  Bendendir, buyurdu. İbrâhîm (A):

— Maraz Sen'dendir ve deva Sen'dendir; ya tabibin arada işi nedir? dedi.                                                

Hakk Taâlâ:

— Tabîb bir kimsedir ki, devayı ben onun eline gönderirim,

buyurdu.

Rasûlullah{S)'ın: Her hastalığın bir devası vardır" buyruğunda, hastanın nefsini ve tabibin nefsini kuvvetlen­dirme vardır ve deva talebini teşvik eylemektedir. Çünkü Rasûlul-lah, her hastalığın devası vardır diye buyurdu. İmdi devaya rast gelelim diye herbiri çalışırlar, kalbleri kuvvetli olur, umudu kes­mezler.

Bundan sonra bilinsin ki, Peygamber'imizin ilâcı üç nevi' üze­re idi:

1.  Birisi ilâhî devalar ile idi.

2.  Biri tabî! devalar ile idi.

3.  Biri de ikisinden mürekkeb olan ile idi, yânî her ikisini de kullandı.

 

1. Birinci Nevi' îlâhî Devalar İle Olan Tedâvî Beyâmndadir

 

Şöyle bilinmiş olsun ki, Hakk Taâlâ hastalıkların giderilmesinde Kur'ân-ı Azîm'den daha umûmî ve daha faydalı bir deva indirme-miştir. Kur'ân-ı Azîm, marazlara şifâ ve kalblerin âyinesine cila­dır. Nitekim Allah Taâl

Biz Kur'ân'dan peyderpey onu indiriyoruz ki, mü'minler için bir şifâ ve rahmettir..." (ei-isrâ: 82) buyurmuştur. "Mm " lafzı İmâm Fahruddîn er-Râzî'nin buyurduğu üzere teb'îz için değildir, cins içindir. Ma'nâsı: Biz şu Kur'ân cinsinden hem rûhânî hastalıklara bir şifâ, hem de cismânî hasta­lıklara bir şifâ indiririz" demek olur.

Hâsılı Kur'ân-ı Azîm, mutlakaa hastalıklara şifâdır, rûhânî ol­sun, cismânî olsun; ikisini de def eyler. Rûhânî hastalıkları izâle ettiği zahirdir. Zîrâ rûhânî hastalık iki kısımdır; bir kısmı bâtıl i'ti-kaadlardir ki, ulûhiyet, nübüvvet, mebde', maâd, kaza ve kader hâl-

lerine ilgilidir. Kur'ân-ı Azîm hakk mezhebin delillerini müştemildir ve bu nevi' fâsid i'tikaadları ve bâtıl mezhebleri ibtâl etmiştir. Onu bilen kimse bu nevî' bâtıl akidelerden salim olur.

Bir kısmı da kötülenmiş huylardır. Kur'ân onun tafsillerini ve ta'rîfirri, şerr ve fesadını beyân edip ahlâk-ı hamîdîye (yânî övül­müş huylara) irşâd etmiştir. Hâsılı rûhânî hastalığın iki kısmına bi­le şifâ eylediği zahirdir.

Amma cismânî hastalıklara şifâ olduğu, kırâatiyle teberrük pek-çok hastalıklara fayda vericidir. Rasûlullah (S): "Kur'ân-ı Azînt'le şifâ taleb etmeyen kimseye Allah şifâ vermedi" diye buyurmuştur. Bunun da beddua olmak ihtimâli vardır, yânî "Bununla şifâ taleb etmeyene Allah Taâlâ şifâ vermesin" demek olabilir.

Şeyh Ebu'l-Kaasım Kuşeyrî'den şu nakledilmiştir: Bir zaman­da çocuğu şiddetli hasta oldu, ölüm mertebesine vardı, kendi de bun­dan be-gâyet muztarib idi.

Şeyh der ki: O gece Rasûlullah(S)'ı vakıada (yânî ru'yâda) gördüm:

— Yâ Rasûlallah, oğlum şiddetli zebûn hastadır. Bu cihetten gayet muztarib hâldeyim, diye şikâyet ettim.

Rasûlullah:

  Şifâ âyetlerinden niçin gafilsin? diye buyurdu.

Uyandım, fikre vardım, hatırıma geldi ki, şifâ âyetleri Allah'­ın Kitâbı'nda altı yerde vâki' olmuştur. Bunlar şöyle zikrolunurlar: Allah Taâlâ buyurdu:

Ve mü'minler zümresinin göğüsle­rine şifâ versin, ferahlandırsın" (et-Tevbe: uy,

Ey insanlar, size Rabb 'inizden bir öğüt, gönüllerde olan derdlere bir şifâ ve mü 'minler için bir hidâyet ve rahmet

gelmiştir" (Yunus: 57).

Onların karınlarından renkleri çeşitli şerbet çıkar ki, onda insanlar için şifâ Vardır..." (en-Nahl: 69).

Kur'ân'dan perderpey onu indiriyoruz ki, mü'minler için bir şifâ ve rahmettir" (d-îsrâ: 83).

"Hastalandığım zaman bana şifâ ve­ren O'dur" (Eş-Şuarâ: 80).

"Soy/e; O Kur'ân, îmân eden­ler için sırf hidâyet ve şifâdır" (Fussüet: 44).

Hemen bu âyetleri yazdım da su ile ezip ezip içirdim. Allah Ta-âlâ şifâ verdi. Benden boşanır gibi hastalıktan kurtuldu, demiştir.

İbn Mâce naklinde Alî(R)'den merfûan:" jT^ut 6ıjjı)i jU= De­vanın hayırlısı, Kur'ân'dir" diye rivayet olunmuştur fel-Muvatta', Tıbb, 29; Kur'ân'Ia şifâ istemek babı, 3501. hadîs).

Amma bu makaamda bir mütenebbih olacak nesne vardır, on­dan gafil olmak caiz değildir. Şekk yoktur ki, âyetler, zikirler ve duaların herbiri nefsinde nâfi' ve şâfi'dir. Lâkin şartlarıyle kulla­nılmazsa faydası zahir olmaz. Nitekim hissî devalar da öyledir. Bir kimse dâima muhalif gıdalarda perhîz etmese ve kendisini sıcaktan ve soğuktan sakınmasa ve şâir lâzım olan işlere riâyet etmese ne ka­dar nâfi' şerbet ve ma'cûn verseler, elbette faydasını bulmaz, zayi' olur. İlâhî devaların da şartları vardır. O cümleden biri, kişinin i'-tikaadı dürüst ve pâk olmak gerektir. Haramdan ve zulümden icti-nâb edip duâ zamanında kalbi gaflet üzere olmamak gerektir. Tam teveccühle (Allah'a) yönelip niyaz ve tadarru' üzre olmak gerektir. Yoksa ağzı okumakta ve duada olup, kalbi yabanlarda olunca asla faydasını görmez, boş yere çalışır. Nitekim Hâkim rivayetinde ge­len hadîste:" İyi bilin ki, A Hah Taâlâ gafil ve lâhî olan bir kalbden duâ kabul etmez'' bu-yurulmuştur. "Lâhî"dcn murâd, mâlâyânîye meşgul olandır.

"Devaların en nâfi'si duadır. Duâ, belâların düşmanıdır, sü­rer giderir ve inmesini men' eyler, nazil olanı hafifletir. Duâ mü'-minin silâhıdır" demişlerdir. Şöyle ki, kalb huzuru ve hatır

cem'iyyetiyle (yânî şuurlu) olmalı ve mazınne-i icabet olan (kabul edilmesi zann ve ümîd edilen) vakitlerde edilmelidir. Meselâ gece-

nin son üçte birinde vâki' olmalı, kıbleye karşı hudû' ve inkisar ile, tazarru' ve niyaz ile ve pâk gönül ile Hakk Tebâreke ve Taâlâ'ya hamd ve sena ve Rasûlü'ne salât ve selâm etmelidir. Önceden tevbe ve istiğfar edip bir mikdâr sadaka vermiş olmalıdır. Ve duada ib­ram ve ilhak (yânî te'kîd ve ısrar) etmeli: Yâ Rabb, dilerim ki, beni mahrum etmeyip duamı kabul edesin" demeli. Ve duâ esnasında Allah Taâlâ'mn güzel isimlerinden zikretmeli. Meselâ: "Yâ Kerîm, yâ Rahîm, yâ Za'1-Celâl ve'I-İkrâm! Sen kabul eyle!" demeli. Bu asıl duâ, Allah'ın inâyetiyle reddolunmaz. Bilhassa Peygamber'den rivayet olunan dualardan olursa, kabul edileceği zannolunur. Ya İsm-i A'zam'ı mutazammindır diye haber vermiş olduğu bu nevi' dualar, Allah'ın avnı ile icabeti sür'atli olur. İsm-i A'zam hususun­da sözler çoktur. "Allah" lafzı İsm-i A'zam'dir dediler. Ve bâzıla­rı: "Zu'1-Celâl ve'1-İkrâm" İsm-i A'zam'dır dediler. Hâlin hakikatini Allah en bilendir.

Ve bilinmiş olsun ki, Muavvizât'la ve bâzı Allah isimleriyle ruk-yeler (yânî duâ okumalar) rûhânî tibbdır. Ne zaman sâlihler ve eb-râr lisânında olsa, Allah'ın izniyle şifâ hâsıl olur demişlerdir. "Rukaa", "Rukye"mn cem'idir; "Rukye", efsun demektir "Âfsûn" Fârisî'dir. Amma Türkî dilinde şol sihirbazlar ve câdûla-rın söylediği mühmelâta (yânî boş sözlere) derler. "İntifa" (yânîya­rarlanmak) için okunan âyetlere ve güzel isimlere âfsûn isti'mali yoktur. Amma Arab lisânında cümlesine "Rukye" derler. Buhârî Sahîh'inûe Âişe(R)'den şu rivayet edilmiştir: "Rasûlullah (S), ölüm hastalığında Muavvizât Sûreleri'ni okuyup kendi üzerine üfü-rür idi" demiştir. Muavvizât'tan murâd el-İhlâs, el-Felâk, en-Nâs Sûreleri'dir, tağlib yolu üzere dediler yâhud el-Felâk Sûresi ile en-Nâs Sûresi'dir dediler. Ve Kur'ân-ı Azîm'de gelmiş olan her ta'vîzdir. Meselâ: " Ve de ki: Rabb'im, şeytânların dürtüşmelerinden Sana sığınırım. Rabb'im, onların huzurumda bulunmalarından da Sana sığınırım" (d-Mu'minûn: 97-98) gibi. Onlar da böyledir, fayda veri­cidir, şifâ vericidir. Âlimler ittifak etmişlerdir ki, üç şartın birleş­mesi vaktinde rukye caiz olur: Biri Kur'ân-ı Azîm'le yâhud Bârî Taâlâ'mn isimleri ve sıfatlarından bâzılarıyle olmalıdır. Biri de Arab lisânı ile olmalıdır yâhud ma'nâsı bilinmiş olan lisanlardan biriyle olmalıdır, tâ ki içinde şerîate aykırı, muhalif nesne olmadığı zahir olsun. Biri de rukye bizzat müessir değildir, belki Allah Taâlâ'mn takdiriyle te'sîr eyler diye i'tikaad etmelidir... (el-Kastallânî, Mevâhibu'l-Ledunniyye..., Sekizinci Maksad, Birinci Fasıl, Tıbbi-hi (S), s. 172-177). "

Tıbbu'n-Nebevî konusunda Bursa Yüksek İslâm Enstitüsü Ha­dîs Öğretim Üyesi Mahmûd Denizkuşları'nm tesbît ettiği eserler ise 15 kadardır:

1.  Muhammed en-Nisâbûrî, Ebû'l-Kaasım ibnu Habîbfv. 245/860)'in et-Tıbbu'n-Nebevt'sl

2.  İbnu's-Sünnî Ahmed  ibn Muhammed  ibn  İshâk  ed-Dineverî(364/975)'nin et-Tıbbu'n-Nebevî'û.

3.  ed-Dâî, Ahmed ibn İbrâhîm ibn Muhammed'in Tıbb-ı Ne­bevi Tercemesi (istinsah H.993). Eser Ebû Nuaym el-Isfa-hânî(430/1038)>nin et-Tıbbu'n-Nebevî'smin tercümesidir.

4.  el-Makdisî,  Ziyâeddîn  Ebû Abdillah{643/1245)'ın  et-Tıbbu'n-Nebevî'si.

5.  Alî el-Hamevî, Ebû'l-Hasen Alî ibn Abdi'I-Kerîm ibn Tur-han(720/1320)'ın  el-Ahkâmu'n-Nebevîyye Jî's-Sınâatı't-Tıbbiyye'sl

6.  ez-Zehebî,   Ebû   Abdillâh   Muhammed   ibn   Ah-

med(748/1347)in et- Tıbbu 'n-Nebevî'si.

7.  İbnu'l-Kayyım el-Cevziyye, Şemsuddîn Muhammed ibn Ebû Bekr el-Dımaşkî(751/1350)'nin et-Tıbbu'n-Nebevî'û.

8.  Mehdî ibn Alî ibn İbrâhîm el-Yemenî(815/l412)(nin er-Rahme jî't-Tıbb ve'l-Hikme'sl

9.  İbrâhîm ibn Abdirrahîm ibn Ebî Bekr eI-Ezrak(?)'ın Teshîlu'1'Menâfi'û.

10.  Celâluddîn  Abdurrahmân  ibn   Ebî  Beler  es-Suyû-t\(91U150iym el-Menhecu's-Sevî ve'I-Menhelu'r-RevîJî't-Tıbbı 'n-Nebevî'û.

11.  Şihâbuddîn  Ahmed  ibn  Muhammed  el-Kastaliâ-nî(923/1517)'nin el-Mevâhibu'l-Ledunniyye'si.

12.  Hayruddîn Hızır ibn Muhammed eI-Atûfî(948/1541)'nin er-Ravdu'l-însân Jî Tedbîri Sıhhati'l-Ebdân'ı.

13.  Hüseyin Remzî(1839/1896)'nm Tıbb-ı Nebevî'si.

14.  Muhammed Fahrî<?)'nin Tibb-ı Nebevî'sı.

15.  Muhammed  Saîd el-Cezerî{?)'nin et-Tıbbu'n-Nebevî'si. (Mahmud Denizkuşlan, Ma'rifet Yayınları, 1979/1400, s.114-141).

Dr. Hüseyin Remzi ise şöyle dedi: Tıbb-ı Nebevi hakkında 27 aded kitâb yazılmış, hattâ onlardan birkaç kitâb tab' olunmuş, bir­kaçı da Fransızcaya tercüme ve nakledilmiştir {Tıbb-ı Nebevi Mu­kaddimesi, s.4).



[1] et-Tıbb: Tâ'nın üç harekesi ve bâ'nm şeddelendirilmesiyle hakimlik eylemek ma'-nâsmadır ki, gereğine göre hayvânî cisme ve nefse İlâç ve tîmâr eylemekten iba­rettir, gerek cismânî ve gerek ruhanî olsun... el-Mısbâh'ta tâ'nın kesriyle isim olmak üzere resmedilmiştir ki, tabîblik ma'nâsınadır... Ve Tıbb, işlerde rıfk ve teenni edip maslahatları güzel vech, lütuf ve suhuletle yürütmek ma'nâsınadır. "Men ahabbe tabbe —Yânı işlerinin yürütülmesini sevip isteyen kimse rıfk, te­enni ve suhuletle mübaşeret eder" meseli bundandır.

et-Tabîb: Emîr vezninde mutlakaa amel ve kârında ustâz, hazık ve mahir olan kimseye denir. Şârih der ki, giderek hastalıkları tedâvî eylemekte hazık olan kimseye denilir olmuştur.

et-Tabâbe: Kerâme vezninde, tabîb olmak ma'nâsınadır.

el-Mutatabbîb: Muteallim vezninde..., zâtında üstâd olmayıp henüz taba­bet fennine tahsile sa'y edip dürüşür olan kimseye denir...

el-lstitbâb: Bir kimse derdi için hangi deva iyidir diye tabîbden yâhud tec­rübe ehlinden soruşturup, faydalı deva ihbarını istemek ma'nâsınadır... (Kaa-mûs Ter.}.

Tıbb, insan vücûdunun sıhhatini korumak için bedenin sıhhî ve marazı hâl­lerinden bahseden bir ilimdir... Tıbbın nazarî ve amelî kısımları vardır. Tıbbın amelî kısmı hakimlikten ve insanı gerek cismen, gerek ruhen tedâvî etmekten ibarettir.

Maraz, yânî hastalık, vücûdun tabiî mecrasından çıkmasıdır. Tedavi de vü­cûdu tabiî mecrasına döndürmektir. Sıhhati koruma, vücûdun tabiî mecrasın­da kalmasından ibarettir... Tıbbın nazarî ve amelî kısımları müşâhade ve

tecrübelerle dâima ilerleyeceğinden Rasûlullah'm tıbbı ile zamâmmızdakİ iler­lemiş şeklinin kasdedifmediği bilinmelidir. "Peygamber'in tıboı" ile işaret edi­len tedâvî üç kısımda özetlenebilir:

a.  Vahy yoluyla bilinen,

b.  Arab göreneğinden alman,

c. Kur'ân ile şifâ edilmek gibi teberrük murâd olunan kısımlardır... (Ay­nî ve Kastallânî).

Kur'ân-ı Kerîm'de çeşitli hastalık nevi'leri tedâvîleri, korunma yolları, sağlık düstûrları ve umûmî olarak tibbla ilgili birçok âyetler vardır. Bilhassa çok vecîz bir sağlığı koruma düstûru olan şu âyete dikkat çekilmiştir: "Ey Adem oğulla­rı, her mescid huzurunda zînetinizi alın, yiyin, için; israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez" (el-A'râf: 31).

Bu âyet, bir taraftan tedâvî, öbür taraftan korunma kaaidelerini öğrettiği­ne göre, isrâfsız yemek içmek, sıhhati korumanın tamâmı, tıbbın da yarı kay­nağı bulunur. Bu âyette tıbbın yarısı hülâsa olundu demişlerdir {ez-Zehebî, et-Tıbbu'n-Nebevî, s. 13; İbn Kesîr, III, 61).

"Biz bunu birkaç bakış noktasiyle anlıyoruz: Birincisi: Tıbb gerçi başlıca hastalıkları ilmi ile tedâvî san'atında hülasa olunur. Fakat her ikisinden gaye sıhhattir. Binâenaleyh sıhhatin korunması evvel, âhir tıbbın en büyük şartını ve maksadını teşkil ettiğinden, bir yarısı sıhhati koruma, diğer bir yarısı da has­talıklar ve tedâvî demektir. Bu âyet ise sıhhati korumanın esaslı şartlarını hulâ­sa etmiştir" {Hakk Dîni, III, 2153).

Müftî Abduh'un da müsteşriklerin "Kur'ân'da tıbba dâir birşey var mıdır?" diye sorularına: "Yarım âyet vardır" deyip "Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz" cümlesini söylediği nakledilir (Tecrtd Ter., XII, 107).

[2] Hadîs başlığın aynıdır. Bu hadîsi en-Nesâî de Tıbb Kitâbı'nda rivayet etmiştir. Türkçe'de "Derd veren Allah, devasını da verir" suretinde meşhur olan meseli­miz, bu hadîsin en sâde bir ifadesidir. Bu hadîs "Bütün hastalıkların ilâcı ve şifâsı vardır" şeklinde umumiyeti üzere değildir. Bunun umumîliğinden ihtiyarlık ve tedavisi kaabil olmayan hastalıklar müstesnadır. Bu hadîs, tedâvînin mübâh-hğına ve tıbbın cevazına delâlet eder. Bâzı hastaların tedâvîye tâbi' tutuldukları hâlde iyileşmemelerinin sebebleri arasında, hastalığın hakîkî tedavisinin biline­memesi yâhud hastalığın iyi teşhis olunamaması da vardır. Rasûlullah (S): "Her derdin bir devası vardır. Binâenaleyh derdin devasına denk gelindiği zaman Al­lah'ın izniyle o derd iyi olur" buyurmuştur (Müslim, Tıbb, Câbir'den).

[3] Bu, haber isteme yolu üzere bir sorudur. Buhârî başlıkların çoğundaki âdeti üzere, bâb hadîsindeki bilgi İle yetinerek, hükmü kesin belirtmemiştir.

[4] Hadîs, umûmiyetiyle başlığa delâlet etmektedir. Fakat Cihâd'da "Harbde ka­dınların yaralıları tedâvî etmeleri bâbı"nda geçen hadîs bu başlığa daha açık de­lâlet etmektedir. Buhârî buradaki rivayeti zikretmekle o rivayete de işaret etmiş oluyor. O hadîs şöyledir: Muavviz kızı Rubeyy' (R): "Biz kadınlar, Peygam­ber'in maiyyetinde harbde bulunurduk; gazilere su verir, yaralıları tedâvî eder, ölüleri de Medîne'ye taşırdık" demiştir.

[5] İbn Abbâs'm bu hadîsi rivayet şeklinde garîblik vardır, şöyle ki: Hadîsin ewe-lindeki rivayet şekline göre hadîs, İbn Abbâs'in kendi sözü olduğu; âhirine, yâ-nî "Ümmetimi nehyederim" cümlesine göre de merfû', yânî İbn Abbâs'ın Peygamber'den rivayet ettiği anlaşılır. Buhârî bu garîbliği kaldırmak ve hadîsin merfû' olduğunu belirtmek için, evvelâ el-Kummî'den gelen rivayeti getirmiş­tir. Buhârî bunu sırf bu maksadla şâhid tutmak için zikretmiştir.

Bu hadîsin ma'nâsmda da bir garîblik, nefyen ve isbâten bir çelişki var gi­bidir; şöyle ki: Key, yânî dağlamak, kendisinde şifâ bulunan üç asıldan birisi olarak zikredildiği hâlde, sonra bundan rıehy olunmuştur. Bunun çözümü için şöyle denilmiştir: Peygamber'in dağlamaktan nehyi mutlak ve kesin değildir. Çünkü Peygamber, Sa'd ibn Muâz'ı ve başkalarını dağlamakla tedâvî etmiştir. Sahâbîlerden birçokları da dağlama yapmışlardır. Peygamber dağlamanın ilk değil, son başvurulacak tedâvî vâsıtası olduğunu bildirmiştir. Hasta üzerinde ilk önce bu acıtıcı tedâvîyi uygulamayı değil, ancak son bir ihtiyâç ve zaruret hâlinde buna gidilmesini uygun görmüştür... Hadîsin tercümesinde "Son bir ih­tiyâç olmadıkça" kaydının konulmasiyle bu tenakuz kaldırılmış olmaktadır.

Ateşle dağlamak suretiyle tedâvî bütün devirlerde çeşitli milletlerin tababe­tinde tatbîk edilegelen kadîm bir usûldür. Kan almak suretiyle yapılan tedâvî şekli de böyledir.

[6] Bu rivayet, öncekinde görülen mevkûfluk şübhesini tamamen kaldıran tabiî bir sevkediş uslûbuyle gelmiştir.

[7] Âyetin, bir önceki ile meali şöyledir: "Rabb'in balansına: 'Dağlardan, ağaç­lardan ve (insanların senin için yapacakları) çardaklardan evler edin, sonra mey­velerin herbirinden ye de Rabb 'inin {bal yapmakta öğrettiği ve) kolaylıklar gösterdiği yaylım yollarına git!' diye ilham etti. Onların karınlarından renkleri çeşitti şerbet çıkar ki, onda insanlar için şifâ vardır. İşte bunda da tefekkür ede­cek bir zümre için elbette bir âyet vardır" (en-Nahl: 68-69).

Son fennî ve tıbbî tecrübeler de bunu isbât etmektedir. Umer (R) onulmaz yaralan bal ile tedâvî ederdi, hem sürer, hem içirirdi. Bugün de tedâvî usûlü tatbîk edilmekte yüzde doksan müsbet netîceler alınmaktadır (H.B. Çantay, Me-âl-i Kerîm),

Bu âyetteki vahyi açıklayan güzel bir tefsiri HakkDîni, IV, 3108'den oku­yunuz!

[8] Başlığa uygunluğu "Tatlı ile bal Peygamber'in çok hoşuna giderdi" sözünden alınır. Çünkü hoşlanmak ve sevmek deva yoluyla yâhud gıda yoluyla olmayı şâmil olur.

Bunun bir rivayeti bu isnâd ve metinle Eşribe'de "Tatlı ve bal şerbeti bâ-bı"nda da geçmişti.

[9] Başlığa uygunluğu "Yâhud bal şerbetinde..." sözündedir.

Bunun bir rivayetini Müslim de Tıbb'a getirmiştir: Müslim Tercemesi, VII, s. 58-59.

[10] Devanın kullanılması tekrar ettikçe hastalığa mukaavemet edip yendi de onu ta-mâmiyle giderdi. Devaların ve keyfiyetlerinin mikdârlanna hastalığın ve hasta­nın kuvvet derecesine i'tibâr etmek tıbb kaaidelerinin en büyüklerindendir. Zâdu'l-Maâd'da şöyle dedi: Peygamber'in tıbbı, tabîblerin tıbbı gibi değildir.

Çünkü Peygamber'in tıbbı, yakînîdir, kat'îdir, İlâhîdir; vahiyden, peygamber­lik kandilinden ve akim kemâlinden çıkmaktadır. Başkalarının tıbbı ise sezgi, zannlar ve tecrübelerden ibarettir  (Kastallânî).

Peygamber "Allah doğru söyledi" sözüyle "Balda insanlar için bir şifâ vardır" (en-Nahl: 69) kavlini kasdetmiştir.

[11] Çünkü Haccâc zâlim idi. Zulmünde en küçük şeye tutunurdu. Nitekim Behz'in rivayetinde: "Vallahi Haccâc vazgeçmeyip, minber üzerine dikildi de: Enes ba­na tahdîs etti, deyip bu hadîsi zikretti" fıkrası vardır (Kastallânî).

Başlığa uygunluğu "Develerin sütlerinden içtiler" sözündedir.

[12] Bunun da başlığa uygunluğu "Develerin sidiklerinden içtiler" sözündedir.

Hadîsin ;onundaki Katâde'nin İbn Sîrîn'den rivayet ettiği fıkra, Enes'in Müslim'de Süleyman ibn Teymî yolundan rivayet edilen hadîsine aykırıdır. Pey­gamber onların gözlerini, ancak onlar çobanların gözlerini çıkarmış oldukları için çıkarmıştır.

Bu hadîsin bir rivayetinde Ebû Küâbe: İşte bunlar çaldılar, insan öldürdü­ler, îmândan sonra Allah'a küfretmekle beraber Allah'a ve Rasûlü'ne muhârib olmuşlardı, demiştir ki, Peygamber tarafından "Allah'a ve Rasûlü'ne harb açan­ların, yeryüzünde fesadçılığa koşanların cezası ancak öldürülmeleri; ya asılma­ları yâhud elleriyle ayaklarının çaprasvârî kesilmesi yâhud da bulundukları yerden sürülmeleridir... " (el-Mâİde: 33) âyetinin hükmü infaz buyurulduğunu haber ver­miş oluyor. Bunun araştırılması Diyetler Kitâbi'nda gelecektir. Buhârî bunun bir rivayetini Hudûd'da da getirmiştir.

[13] et-Habbetu's-sevdâ: Şûnîz'dir ki, çörek otudur. el-Habbetu'l-hadrâ: Sakızlık ağa­cın yemişidir ki "el-Butmu" dahî derler, çitlenbik ta'bîr olunur.

eş-Şûnîz -şîn'in damraıyle- Şthnîz -şîn'in kesri ve hâ ile- çörek otuna denir (Kaamûs Tercemesi, I, 190 ve 1175; II, 814)

[14] el-Habbetu's-sevdâ'yı, yânî kara habbe'yi Zuhrî "Şûnîz" diye tefsir etmiştir ki, bu bizim çörek otu dediğimiz siyah tohumdur. Bir rivayette de "Kemmûn" di­ye tefsir olunmuştur. Bu da kimyon dediğimiz yeşil tohumdur. Arablar arasın­da yeşil renge siyah ve siyah renge de yeşil demek âdet olduğundan Hab-betu's-sevdâ'yı yeşil kimyon ile tefsir dahî uzak görülmez. Ve her ikisinin de tababette birçok faydalan tecrübe ile sabit olmuştur. Çörek otunun tababet­te şifâ verici faydaları muhakkak olmakla beraber ölümden başka her derde de­va olduğu mutlak değildir. Çörek otu, sıcak ve kuru nahıllardan olduğu için şifâsı, rutubetten meydana gelen hastalıklara hasstır. Bu cihetle hadîste âmm zikrolunup hâss murâd edilerek bir mecaz yapılmıştır. Şu hâlde bu "ölümden başka her hastalıktan" maksad rutubetten oluşan her hastalıktır ve lafız bununla kayıdlanmıştır. Ölüm derdine gelince, onun için hiçbir deva yoktur.

[15] Telbîn ve Telbîne, tâ'larm fethiyle bir bulamaç aşına denir ki, un veya un kepe­ğini süt ile ve bal ile karıştırarak tertîb ederler (Kaamûs Ter., IV, 745).

Herevî ve diğerleri: Buna, beyazlığı ve inceliğinden dolayı süte benzetilme­si sebebiyle "Telbîne" ismi verilmiştir, dediler (Nevevî).

Bu îzâhlara göre telbîne, un, süt, baldan mürekkeb olarak pişirilen muhal­lebiye benzer bir nevi' bulamaçtır. Süt gibi beyaz olduğu için bu isimle adlandı­rılmıştır.

[16] Peygamber, başının aşağıya sarkması için sırt üstüne yatmak ve iki kürekleri­nin arasına da onları yükseltecek birşey koymak suretiyle "Saût" denilen bu­run ilâcını kullanmıştır. İlâcın etkisinin dimağa ulaşması ve aksırıp hapşırmak suretiyle kendisindeki hastalığın dışarıya çıkmasını sağlamak için tedâvî vâsıta­sı olan ilâcı burnuna damlatmıştır (Nevevî, Kastallânî).

Bunun bir rivayeti İcâre Kitabı, "Haccâmın vergisi bâbı"nda geçmişti

[17] es-Sa't, sîn'in fethi ve ayn'ın sükûnu ile bir adamın burnuna deva çektirmek ma'nâsınadır. Buruna ilâç kattığında üçüncü ve birinci bâblardan olarak "Sa-atahu'd-devâe sa'tan" denilir...

es-Saût: Sabûr vezninde buruna çekecek devaya denir. "Ayke bi's-saût" yânî "Sana saût lâzımdır" denilir ki, o, buruna çekilen devadan ibarettir. Ha­dîste "Peygamber (S) deva içti ve burnuna ilâç çekti" diye gelmiştir. Hâsılı hâlâ buruna çektiğimiz enfiye -buruna konulması dolayisiyle- saût'tur. Fakat (Pey-gamber'İn kullandığı) burun kabartacak maddeden değildir (Kaamûs Ter., III, 65).

Kust (yâhud: Ûd-i Hindi): Bu isimle tanınan bir köktür. İki nevi' olur: Biri­sine Kust-i Hindi ve birisine Kust-ı Arabi derler. Kust-ı Hİndî siyaha meyilli, hafif, galîz, kokusu az, tadı acı olur. Kust-ı Arabi lezîz, ak, hafif kokulu olur. Mutlak zikrolundukta murâd tatlısıdir ki, Arabî olan cinsidir. Bevl ve hayzı ço­ğaltır. Ciğere pek faydalı, sancıyı def edici, solucanları öldürücü ve şekercebîn ile içilmesi hummayı durdurma, buharlandırılması nezle ve vebaya faydalı, ta-lâsî behak ve baras illetlerini izâlede acîb te'sîrlidir (Kaamûs Ter.)

[18] Başlığa uygunluğu meydandadır. Bunun bir rivayeti Vudû'da geçmişti, bir ri­vayeti de "Uzre hastalığı bâbı"nda gelecektir.

[19] Yânî kan aldırma gündüze hâss olmaz, gece ve gündüzden herhangi bir saatte caiz olur. Başlıktaki ta'lîk Oruç Kitâbi'nda senedli olarak geçmiştir. Bu hadîs­ten ve başlıktaki ta'lîkten hâsıl olan ma'nâ, kan aldırmak herhangibir vakte hâss olmaz, fakat ihtiyâç sırasında her zaman olur.

[20] Bu hadîs ile başlığı da ihtiyâç belirdiğinde sefer hâlinde de, ihrâmlı iken de kan aldırma tedavisinin yapılacağına delâlet eder. Bunun bir rivayeti Hacc Kitâbı'-nda da geçmişti.

[21] Hadîste bildirilen hacamat, yânî kan aldırmak suretiyle yapılan tedâvî usûlü, eski-yeni bütün tababet hayâtında tanınıp bilinmiştir.

Kust, yânî el-Kustu'l-Hindîhakkında Kaamûs Mütercimi Âsim Efendi'nin açıklamalarını daha önceki bîr hadîsin haşiyesinde nakletmiştik. Cevheri "Kusf-'u, kendisiyle tedâvî olunan bir nevi' ot yemişi diye ta'rîf ediyor. İbnu'l-Arabî de bunun "Hindi" nev'i siyah, "Bahrî" nev'i beyaz olduğunu ve *'Hindî"si, "Bahrî"sinden daha ziyâde hararetli bulunduğunu bildiriyor. Kust-ı HindîHm-distan'dan geldiği gibi, Kust-ı Bahrî de Yemen'den ve Mağrib diyarından getiri­lir. Üçüncü bir nev'i vardır ki, "Kust-ı Murr{ = Acı Kust)" denilir. Bu da Şâm havâlîsinde bilhassa sahil kısmında çok bulunur.. (Aynî, Kastallânî).

Uzre, lugatçilerin ta'rîflerine göre, çocuklara arız olan bir hastalıktır ki, bademciklerin iltihâblanmasından hâsıl olsa gerektir. Asr-ı Saadet 'te Arab ka­dınları eski bir göreneğe göre parmaklarına bir bez parçası sararak bu hastalığa tutulan çocukların ağzına sokup bademciği sıkarlar ve kanını çıkarırlardı. Fa­kat bu ameliye nâzik tıbbî bir müdâhale olduğu İçin, Peygamber bundan men' etmiştir.

[22] Bunun da başlığa uygunluğu "Kan aldırmakta şifâ vardır" sözünden alınır.

[23] Bu iki bâbdaki hadîslerin başlıklara uygunlukları meydandadır.

eş-Şakîka: ... Sefine vezninde "Yarımca" dedikleri ağrıya denir ki, başın, ve yüzün bir tarafı derdli olur...

es-Sudâ: Gurâb vezninde baş ağrısına denir, güya başı şakkedip yarar... (Kaamûs Ter.).

[24] Başlığa uygunluğu "Neşter darbesi" sözünden alınır. Çünkü bu yarım baş ağrı­sından ve başkasından dolayı ameliyatı ve kan almayı şâmildir.

[25] Bunun bir rivayeti Hacc'da, "Koyun kurbanı bâbı"nda geçmişti. Buhârî'nin bunu Tıbb'da getirmesinin sebebi şudur: Mü'minin ezâlanacağı her şey, ezası az da olsa ve ihrâmlı da bulunsa ona ezayı gidermesinin mübâh olacağıdır. Bunda ise tatabbub, yânı tabîbliğe girişmek ma'nâsı vardır. Çünkü bu hastalığa benze­yen ezayı gidermektir. Zîrâ her hastalık bir ezadır. Bitlerin başa tasallutu da bir ezadır, her ezayı gidermek ise mubahtır (Aynî).

[26] Buhârî bu başlığın ilk iki cüz'ü ile hacet sırasında dağlamanın mübâhlığma, üçün­cü cüz' ile de hacet olmadığında dağlama tedâvîsini terketmenin daha faziletli olduğuna İşaret etmiştir (Aynî).

Burada modern tıbbda uygulanan elektrikle, röntgen ışıklarıyle, lazer işın-lanyle yapılmakta olan yakma tedavileri de hatırlanırsa, yakma ve dağlama te-dâvîsinin ehemmiyeti daha iyi anlaşılır.

[27] Hadîs, başlığın üçüncü fıkrasına uygundur. Bunun bir rivayeti yakında "Bal ile tedâvî bâbı"nda geçmişti.

[28] Hadîsin başlıktaki üçüncü fıkraya uygunluğu meydandadır. Bunun kısaltılmış bir rivayeti Peygamberler'de, "Musa'nın vefatı bâbı"nda geçmişti. Rikaak'ta da gelecektir. Müslim de îmân'da getirdi.

Hadîsin baş tarafında geçen "İmrân" sözünden murâd, göz değmesi ve ze­hirden başkasında rukye tedavisini nefyetmek değildir. Ağrıların hepsinde Yü-. ce Allah'ın ismini zikirle rukye caiz olur.

Göz değmesi hakkında ileride bir başlık gelecektir. Orada, göz değmesiyle ilgili olduğu bildirilen el-Kalem: 51. âyeti ve bu âyetin güzel bir tefsîrini (Hakk Dîni, VII, 5304-5305 sahîfelerinden) nakletmek isteriz. Yılan, akreb ve diğer ze­hirli hayvanların ısırma ve sokmasıyle meydana gelen zehirlenme rahatsızlığı ve musibetine âid tedaviler de yine bu kitâbda, ilgili bâblarda gelecektir.

Bu hadîsin diğer bir rivâyetiyle ilgili güzel bir açıklamayı, bu kitabın 42. bâb, 67. hadîsinin 71. haşiyesinde vereceğiz. O güzel açıklamayı tbnu'l-Kayyım el-Cevziyye, et-Tıbbu'n-Nebevî, s. 50'den naklettik.

[29] Buhârî bununla Talâk'ta, "İddet bekleyen kadın için kust bâbı"nda getirdiği hadîse işaret etmiştir.

[30] Başlığa uygunluğu "Peygamber'e göz sürmesini zikrettiler" sözünden alınır.

el-İsmid, hemzenin ve mîm'in kesriyle sürme taşma denir... Kalay ile karı­şık bir siyah taştır, iyisi İsfahan'da dağ eteklerinde olur. Mağrib diyarında dahî olur, öğütmekle sürme edip göze çekerler er-Remed, iki fetha ile göz ağrımak ma'nâsınadır (Kaamûs Ter.).

Peygamber'in bu kadının gözüne sürme çekmesine müsâade etmemesi, ka­dının beklemesi gereken müddetten önce görücülere kendisini arzetmek gibi bir niyetini ve tavrını sezmiş bulunmasından ileri gelmiş olabilir. Yoksa Peygam­ber, hakîkî bir göz hastalığından tedaviyi men' etmez...

[31] Başlığa uygunluğu "Sen cüzamlıdan ... kaç!" sözündedir.

el-Advâ, sân olan uyuzluk makûlesi illete ve illetin diğerlerine sirayetine (geçmesine) denir ki, isimdir. Hadîsteki "Lâ advâ ve safer" bu ma'nâdandır. O da uyuz ve diğer bir hastalığın sahibinden başkasına geçmesidir...

Tıyere ve Tıvere, Inebe vezninde, kendisi ile teşe'üm olunan yaramaz fala denir.

Hânıe, gece kuşlarından Sadâ dedikleri kuş ismidir. Meşhuru baykuştur. Mütercim der ki: en-Nihâye'de "Lâ advâ velâ hâmete" hadîsinde "Hâme"-den murâd, bu kuş olmak üzere şerhedilmiştir. Arablar İslâm'dan önce i'tikaad ederlerdi ki, intikaamı alınmayan maktulün ruhu "Hâme"olup dâima "Beni sulayın'- diye çağmrmış, İntikaam alındıkta uçup gidermiş.... Sonra İslâm Dîni tarafından bu bâtıl inançlar nefyolundu.

Safer, bir illet adıdır ki, insanın karnına ânz olup kehribâ gibi sarartır. Ve ı Safer, muharrem ayını safer ayına te'hîr eylemeye denir. Câhiliyet'te haram ay­lardan olan muharrem ayında başlamış oldukları harb ve talanı yürütmek için, haram kılmayı safer ayma te'hîr, yânî saferi muharreme bedel ederlerdi. "Lâ safere..." hadîsi bu ma'nâdandır... (Kaamûs Ter. ilgili maddeler).

Hadîsteki "Safer", hicrî târîhin İkinci ayının adıdır. Câhiliyet devrinde Arablar bu ayı da bâzı maksadlar için haram sayarlardı. Peygamber bunu men' etmiştir. Peygamber bu hadîsinde Câhiliyet devrinden beri devam edegelen hu­rafelerden bâzılarını reddetmiştir.

Câhiliyet'te sârî hastalıkların ilâhî bir te'sîre tâbi' olmaksızın bizâtihî, yânî kendi kendilerine sirayet edip geçtiklerine inanılırdı. Hâlbuki herşeyde hakîkî müessir, Allah'ın iradesidir. Bu irâde de hastalıkların geçmesinde birtakım se-bebleri vâsıta kılar. Bunlardan biri, hasta olan kimselerle temastır. Hadîsteki "Cüzamlıdan kaç!" emri, hastalığın başkasına geçme sebeblerinden birini en açık şekilde belirtmiştir.

[32] Bu el-Menn kelimesi, el-Bakara: 57, el-A'râf: 159, Tâhâ: 80 âyetlerinde zikre­dilmiştir. Ma'nâları Tefsîr'de bu âyetlerin tefsiri sırasında verilmişti. Kısaca Menn, havadan taşlar ve ağaçlar üzere nazil olup bal kıvamında bir zamktır. Menn dedikleri rutubet, Türkçe'de "Kudret halvâsı" ta'bîr ettikleridir ki, bir­kaç nevi' olur... (Kaamûs Ter.).

[33] Başlığa uygunluğu şu yöndedir: Dolaman mantarı Menn'den, yânî Allah'ın külfetsiz verdiği ni'metler nev'inden olup, suyu da göze şifâ olunca, Menn de böylece göze şifâ olmaktadır. Çünkü fer' için sabit olan şeyin asıl için de sabit olması evleviyetledir.

el~Kem'u: Mantar dedikleri nebata denir ki, yer elması ondan bir nevi'dir... Şöyle de ta'rîf edilmiştir: "el-Kem'et:... Dalı ve yaprağı olmayan toparlak bir nebattır, rengi kırmızımsıdır, beyaza meyillidir, bahar mevsiminde toprak al­tında biter. Çiğ ve pişmiş olarak yenir, suyu en güzel göz İlâcıdır..." (İbn Bay­tar, Cevâmi'u'l-Edviye ve'l-Ağdiye).

Özetle ifâde edilirse mantar, ekilmeden ve kul emeği karışmadan, Allah ta­rafından vücûda gelen bir ni'met olması bakımından Isrâîl oğullan'na Tîh Çö-lü'nde verilmiş olan Menn' rızkına benzemektedir.

Hadîsin bir rivayeti el-Bakara tefsirinde geçmişti

[34] İbn Hacer şöyle dedi: Buhârî şunu İrâde etmiş gibidir: Abdulmelik ihtiyar olup hıfzı değişmişti. Şu'be bunu tahdîs edince tevakkuf etmiştir. Sonra el-Hakem bunu rivayet etmesiyle ona mutâbaat edince, hadîs Şu'be yanında sabit olmuş, artıkhadîsi münker saymamış ve kendinden bu hadîs hakkındaki duraklama da yok olmuştur (Kastallânî).

[35] Ledûd ve Ledtd: Ağzının bir yanma hunî ile ilâç konulup hastaya içirilen deva­ya denir, cem'i Elidde gelir, Etille gibi. Ledde ve Ledûd, hastaya ağzının bir yanından hunî ile deva koymak ma'nâsınadir... (Kaamûs Ter.).

Peygamber bu hadîste "Bana ilâç vermeyiniz... ''demekle tedaviyi değil, ken­disine ilâç diye verilen şeyi reddetmişti... Fakat aile halkı, dalgınlığında O'na bu ilâcı irâdesi dışında vermeyi tekrarlamışlardı. Peygamber, ceza olarak, ken­disine bu ilâcı zorla içirenlere de içirmiş oluyor.

[36] Başlığa uygunluğu "Zâtu'l-cenb hastalığı için hastaya ağızdan verilip içirilir" sözündedir. Bu Ümmü Kays hadîsinin bir rivayeti yakında "el-Kustu'1-Hindî ile tedâvî bâbi"nda geçmişti.

el-I'lâk, çocuğun "Uzre" denilen boğaz hastalığında boğazını, el İle yukarı kaldırmak ve parmakla sıkmak suretiyle ameliyat ve tedâvîye girişmek ma'nâsı-nadır... (Aynî)

[37] Bunu burada getirmekten maksad "Üzerime bağlan çözülmedik yedi kırba su dökünüz.'" kavlidir. Bunun birkaç rivayeti geçti

[38] Bunun da birkaç rivayeti yakında geçti.

el-Uzre:.... ve boğaz illetlerinden bir illet adıdır, bir kavle göre kanın gale­yanından nâşî boğaza arız olan ağrıya denir ve boğazda anılan bu ağrının ma, halline denir ki, küçük dile yakındır... (Kaamûs Ter.)

[39] Karnın yalan söylemesi, onun için balla şifâ hâsıl olmaması yönündendir. Has­talığın devam etmesi ise ancak bozuk maddenin çokluğundandır. Onun içindir ki, Peygamber bozuk maddeyi boşaltması için bal içmeye devamı emretmiştir. Nitekim devam edince iyi olmuştur. Buhârî hadîsi burada kısaltılmışolarak ge­tirdi. Hadîs yakında da geçmişti.

[40] "Safer yoktur" sözü, câhil Arablar'ın bunun bir iç hastalığı olup kendiliğinden sirayetine i'tikaad etmelerini reddİr "Safer"\n lügat ma'nâlarından biri de bu­dur. Buhârî sirayet hadîsine yakınlığından dolayı bu kavli tercîh etmiştir.

[41] Yânî ilk önce uyuz illetine tutulan devenin hastalığı sirayetle olmayıp, Allah'ın takdiriyle meydana geldiği şübhesizdir. Bunun gibi, senin develerine geçmesi de elbette temasla ve Allah'ın takdîriyledir.

Bunun da bir rivayeti yakında geçti.

[42] ed-Devâ: Dâl'ın üç harekesi ve elifin meddiyle ilâç ve derman için olan nesneye denir...

el-Mudâvât: Mubâhât vezninde, hastaya ilâç ve tîmâr eylemek, hastaya hiz­met edip derdini çekmek ma'nâsınadır... (Kaamûs Ter.).

[43] Başlığa uygunluğu "Zâtu'1-cenb" sözündedir. Bunun bir rivayeti yakında "Has­taya ağızdan ilâç içirmek bâbı"nda geçmişti.

[44] er-Rukye: Hasta hakkında şifâ dilemek için Kur'ân ile Allah'ın isimleri ve sıfat­lar ile Yüce Allah'a duâ ve iltica eylemektir (İbnu'1-Esîr, en-Nihâye).

Zâtu'l-cenb, akciğeri örten zarın iltihâblanması olup, meydana gelişi ve te­dâvîsi hakkında re'ylerin ittifakı yoktur. Mezkûr zann iltihâblanma tabîati ek­ser ahvâlde verem ile müşterek olduğundan, zâtu'l-cenb'in en ziyâde ehemmiyeti hâiz olan şekli budur (Yûsuf Râgıb, htiâde-i Sıhhat)

Zâtu'l-cenb, bedenin yan taraflarına ânz olan galîz rıhın adelelerde mah-bûs bulunmasından meydana gelen sert kulunç ağrısına da denilir. Birincisi ha­kîkî zâtu'I-cenb'dir ve tabîbler arasında hastalığın bu nev'ine "Zâtu'l-cenb" denilir. Bâb başlığında ve Enes hadîslerinde zikrolunan "Zâtu'l-cenb" ise, ikin­cisidir. Nitekim hadîste er-rıyâhu'I-galîza tedavisinde kullanılan Hind çubuğu tavsiye buyurulması, bunu iş'âr eder... (Umdetu'l-Kaarî).

Bu hadîste Rasûlullah'ın Amr ibn Hazm ailesine müsâade ettiği rukye, Kur'­ân ile Allah'ın isimleri ve sifatlarıyle Allah'a duâ etmek ve sığınmaktır. Rukye-nin mekruh olan ve dînen caiz görülmeyen kısmı da vardır ki, Allah'ın kelâmından, Allah'ın isim ve sıfatlarından başka şey ile nefes edilmesi ve bu­nun şifâ vereceğine inanılmasıdır... (Tecrîd Ter., XII, 95).

[45] Başlığa uygunluğu meydandadır. Külde kurutma ve büzme özelliği bulunduğu için kan kesilmiştir. Bunun bir rivayeti Uhud gazvesi, "Uhud günü Peygam-ber'e isabet eden yaralar bâbi"nda da geçmişti.

[46] Rasûlullah'ın "Humma cehennemin kaynamasındandır" sözü, hummanın da insan bedenini eritici olması hususunda, cehennem ateşine bir benzetmedir...

(Nevevî).

[47] Bu hadîste sıtmaya tutulmuş kişiye suyun nasıl uygulandığı hususu bildirilmek­tedir. Rasûlullah, kendisinin vefatı hastalığı olan hummaya karşı da soğuk su dökünmek suretiyle tedâvî etmeye çalışmıştı. Rasûlullah'm soğuk su ile tedâvî-yi emir buyurması, "Peygamber'in tıbbı" cümlesindendir ki, zamanımız taba­betinde umumiyetle hummalarda kabul edip uyguladıkları bir tedâvî tarzıdır.

[48] Başlığa uygunluğu "Medine'nin havasını kendilerine uygun bulmadılar..." sö zünden alınır. Çünkü onlar Medine'nin havasını tehlikeli bulup, oradan çıkmak istemişlerdi. Bunun sebebi Medine havasının kendi tabîatlerine uygun olmama­sı idi. Hadîsin bir rivayeti Mağâzî'de ve yakında da geçmişti.

Arab'ın deve sidiği ile tedâvî ettiği muhakkaktır. Hattâ îslâm tabîblerinin sonuncularından sayılan Dâvûd Antakî'nin Tezkire'sinde umumiyetle sidikle­rin tıbda kullanıldığı zikredilmiştir. Bu müellif sidiğin yedi türlü hastalığa deva olduğunu söylüyor. Ve deve sidiğini, insan sidiğinden sonra bütün sidiklerden daha şifalı sayıyor. Hayâtu'l-Hayvân sahibi Kemâleddîn Demîrî "îbl" kelime­sinde "Deve sidiği ciğer vereminde fayda verir ve cimâyı artırır" diyerek, deve sidiğinin iki tıbbî özelliği olduğunu beyân ediyor. Aynî de hadîste anılan deve sütleri ve sidiklerinin ishal hastalıklarında birinci ilâç olduğunu zikretmiştir... (Tecrîd Ter., I, 153-160).

[49] et-Tâûn, veba illetine denir, cem'i Tavâîn gelir. Mütercim der ki, Tâûn, müba­lağa sîgasıdır... Kaanûn'da ve Tezkire''de sebebleri ve devaları mufassalan şer-hedilmiştir. Hastanın nefesinden sakınmak vâcibedendir ve Yüce Allah'ın izniyle sâridir (Kaamûs Ter.).

lbnu'1-Esîr, Tâûn'ut havayı, mîzâcı, bedeni ifsâd eden umûmî bir hastalık­tır.... diye ta'rîf eder. Bu sebeble buna tutulmuş hastaların nefeslerinden sakın­mak, uzak durmak, onlarla temas etmemek lâzımdır...

Tâûn, yânî veba hakkında bir tanıtma:

"Milâd'dan evvel 9. ve 10. asırlardan beri bilinen bu bulaşıcı hastalık za­man zaman geniş salgınlar yapmış, milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuş­tur. Mikrobu çomak şeklinde, bir basildir. Hong Kong'da çıkan bir salgında Yersin ve Kitasato (1884) tarafından keşfedilmiştir.

Hastalık genellikle kemirici hayvanlar (bilhassa fare) arasında salgınlar şek­linde görülür. Bulaşmış hayvanlardan insanlara, pireler vâsitasıyle geçer. Ayrı­ca insanlar arasında damlacık enfeksiyonu (teneffüs yolu) İle de bulaşma olur.

Pire vebâlî hastanın kanını emdiği zaman bakterileri alır ve bakteriler pire­nin yutağında çoğalırlar. Pire kan emmek için hortumu ile soktuğunda, bir tı­kaç şeklinde ürerniş olan bakterileri soktuğu yere kusar ve bundan sonra kan emebilir. Pirelerin dışkılarında da bakteri bulunduğundan dışkıları veya ezil­meleri ile de bulaşma olabilir.

Veba basili lenfa dokusuna yerleşme eğilimi gösterir. Karaciğer, dalak, ke­mik iliği ve akciğerde cerahatlenmeye yol açar. ölüm oram hıyarcık vebasında °/o 30-90, akciğer vebasında % 70-100'dür.

Son yıllarda geniş salgınların görülmemesinde hastaların tedâvîsinde etkili antibiyotiklerin kullanılması yanında karantinanın iyi uygulanmasının önemi var­dır. Veba şübhesi olan şahıslar en az bir hafta karantinaya alınmalıdır." (Prof. Enver Tali Çetin, înfeksiyon Hastalıkları, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Klinik Ders Kitapları Serisi, 1979. s. 141-144).

[50] Bu hadîsin değişik yollardan ve küçük farklarla gelen onaltı kadar rivayetlerini Müslim de Tıbb'da toplamıştır: Müslim Ter., VII, 70-75.

[51] Bu "Amvâs Tâûnu" diye meşhurdur. Amvâs, Suriye'de hastalığın ilk çıktığı yerin ismidir. Umer'in devlet başkanlığı zamanında, ve hicretin onyedinci yılın­da, sonlarında meydana gelmişti. Bu salgın hastalık Suriye, Mısır ve Irak'ı kap­lamış ve aylarca devam etmiştir. Sarihler en tahrîbkâr günlerinden üç gün içinde yetmişbin kişinin öldüğünü bildirmişlerdir. Suriye ve Irak'taki ordu zayiatının mikdârı yirmibeşbine ulaşmış ve en çok tahribatı Suriye'de yapmıştı. Oradaki islâm ordusu Ebû Ubeyde, Muâz ibn Cebel gibi başkumandanlarını ve birçok ünlü mücâhidlerini hep bu veba salgını yüzünden kaybetmiştir.

Hz. Umer îcâb eden sağlık tedbîrlerini görüşüp karâra bağladıktan sonra, Serğ denilen yerden geri dönmüştür.

Bu hadîsi Müslim de Tıbb'da getirmiştir. Müslim Tercemesi, VII, 75-78 *'2219" sahîfelerinde bâzı açıklamalar da verilmiştir. Keza bu Sahîh-i Müslim Tercemesi, I, 61-62. sahîfelerinde de Kader bahsi ile ilgili olarak haşiye yapıl­mıştı. Orada kadere dâir bir iki rivayet daha vardır.

[52] Bu da geçen Abdurrahmân ibn Avf hadîsinin başka yoldan bir rivayetidir.

[53] Bunun birkaç rivayeti Medine'nin Faziletleri Bâbı'nda geçmişti.

[54] Bu Cihâd'da daha uzun bir metinle geçmişti ki, "Şehîdler beştir..." diye baş­lıyordu.

[55] Başlığa uygunluğu açıktır. Bunun birer rivayeti îsrâîl oğulları'ndan zikredilen-ler'de ve Tefsîr'de geçmişti.

Bu ve benzeri hadîsler böyle umûmî salgın hastalık felâketlerine ma'rûz ka­lanlara teselli edici birer ümîd kaynağı olduğu gibi, kanser ve emsali iyileşme ümîdi zayıf hastalıklara ve musîbetlere uğrayan îmânlı kimselere de en güveni­lir teselli reçetelerindendir. Çünkü hiçbir gamlı, acılı musîbet-zedeye Allah ve Rasûlü'nün sözlerinden daha şifalı, daha teselli edici bir deva reçetesi ve tesellî sebebi yoktur: "Haberiniz olsun ki kalbler ancak Allah'ı anmakla mutmain olurlar" (er-Ra'd: 28).

"And olsun sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve mahsûllerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenlere müjdele ki, onlar kendilerine* bir musibet geldiği zaman: Biz Allah 'a aidiz ve biz ancak O 'na dönücüleriz, di­yenlerdir. Onlar; Rabb 'terinden mağfiretler ve rahmet hep onların üzerindedir. Onlar doğru yola erenlerin tâ kendileridir" (el-Bakara: 155-156).

... Allah'ın olmak ve Allah'a dönmek zevkine erişebilecek hiçbir zevk ve hiçbir tesellî yoktur. Ve Allah'a kavuşmanın üstünde ni'met ve ulviyet tasavvur edilemeyeceği için bununla telâfi olunamayacak, unutulmayacak hiçbir zâyiât, hiçbir ıztırab, hiçbir musibet olamaz İHakk Dîni, IV, 2907).

"Biz muhakkak Rabb 'imize dönücüleriz " (ez-Zuhrûf: 14) âyeti de İslâm'da en büyük teselliyi ifâde eder. Bu lafız te'kîdsiz olarak el-A'râf: 125 ve eş-Şuarâ: 501de de geçer.

[56] er-Rukye, hasta hakkında şifâ dilemek için Kur'ân ile Allah'ın isimleri ve sıfat­lan ile Yüce Allah'a duâ ve iltica eylemektir (lbnu'1-Esîr, en-Nihâye)

Kur'ân-ı Kerîm'deki "Kulhuve'llâhu ahadi; Kuleûzu bi-RabbVl-felâk; Kul eûzu bi-Rabbi'n-nâs" Sûreleri'ne "Muavvize Sûreleri", yânı Allah'a Sığındırı-cı Sûreler denir. Peygamber dâima bu üç sûre ile Allah'a sığınırdı. Peygamber bu sığınma dualarını yalnız hastalanıp rahatsızlandığı zamanlarda değil, fakat her akşam yatağına yatarken de okurdu (Buhârî, Fadâilu'l-Kur'ân).

Kur'ân-ı Kerîm, bu sığındıncı üç sûre ile son bulmuştur. Bunlar bütün insan­lığa ihsan edilmiş en güzel, en vecîz ve en câmiali sığınma, korunma dualarıdır. Ihlâs Sûresi bütün şirk ve îmânsızlık şerrlerinden insanı Allah'a sığındırır, el-Felâk ve en-Nâs Sûreleri de bütün mahlûkaatın maddî ve ma'nevî, görünür ve görünmez şerrlerinden Allah'a sığındırır. Allah'a sığınıp Allah'ın himayesine mazhar olanlar da her türlü şerrlerden ve kötülüklerden tam ma'nâsıyle korun­maları ümîd edilir. "Vallâhu hayrun hafızan ve huve erhamu 'r-râhimîn = Allah en hayırlı koruyucudur, O, merhamet edenlerin en merhametlisidir" (Yûsuf: 64).

Bütün kötülüklerden ve şerrlerden insanın en iyi korunmasına sebeb olan el-Bakara: 255. Kursî Âyeti'ni de her zaman ve her fırsatta çok çok okumalıdır. Bunun çok etkili koruyucu olduğunu da Peygamber, ümmetine haber vermiş­tir.

"Tedâvî'de Duanın Yeri", "İslâm Medeniyeti Dergisi, 1973 Haziran sayı­sında Abdullah Aydemir'in 10 sahîfelik uzunca ve güzel makaalesi okunmağa değer! Bunu daha evvel de tenbîh etmiştik.

[57] Bu ma'nevî bir nisbettir, sarîh değildir. Bundan dolayı müellif bunu marazlan-dirma sîgasıyle getirdi.

[58] Başlığa uygunluğu "Sahâbî Ümmü'l-Kur'ân'ı okumağa başladı" sözünden alı­nır. Ümmü'l-Kitâb da el-Fâtiha Sûresi'dir.

Bunun.bir rivayeti İcâre'de, "Fâtihatu'l-Kitâb ile rukyede verilen ücret bâ-bı"nda geçmişti.

[59] Başlığa uygunluğu "Bir bölük koyun sürüsü karşılığında Fâtihatu'l-Kitâbı oku­du..." sözündedir. Hadîs, Fatiha Sûresi'yle duâ etmek mukaabilinde ücret şart kılmanın caiz olup olmayacağı sorusuna cevâb teşkil etmektedir. Mezheb imam­ları bu konuda ihtilâf etmişlerdir... Bâzıları bununla Kur'ân öğretme karşılı­ğında ücret almanın cevâbına delîl getirmek istemişlerdir.

Bu hadîs, Buhârî'rîm Müslim'den ayrı olarak rivayet ettiği hadîslerdendir. Aslında İcâre Kitâbı'nda geçen Ebû Saîd el-Hudrî hadîsinin başka yoldan bir rivayetidir. Tirmizî ile îbn Mâce'nin rivayetlerinde bu seriyyenin otuz kişi oldu­ğu, başkanlarının da Ebû Saîd olduğu ve onun tarafından hastaya duâ edildiği açıkça söylenmiştir.

Bu hadîs, Kur'ân karşılığında ücret almayı değil, duâ ile ma'nevî tedâvî kar-. şıhğında ücret şart kılmayı ifâde etmektedir. Hanefîler hadîsin son fıkrasını "Al­lah'ın Kitabı ile duâ mukaabili alınan ücret" diye te'vîl etmişlerdir.

[60] Başlıktaki "Rukyetu'l-Ayn"dan murâd, göz hastalığında okunmak değil, göz değmesine karşı okunmak demektir.

Hadîsteki "Bana emretti" yâhud "Emretti" suretindeki tereddüdlü riva­yet râvîye âiddir. Râvî Âişe'nin bu iki şekilden hangisini söylediğini kestireme-diğindenböyle terdîdli olarak rivayet etmiştir.

Rasûlullah'ın göz değmesine karşı yapılmasını emrettiği rukye "Âyetu'l-Kursî'' gibi ilâhî isimleri ve sıfatları ve Yüce Allah'ı zikri havî diğer âyetleri oku-' mak suretiyle Allah'tan şifâ ve korunma dilemektir. Bu okuma bir duâ ve ni­yazdan ibarettir. Duâ ve niyaz kapısı ise kullara dâima açıktır. Bu okuma ve dualar bir nevi' rûhânî tedavidir. Rûhânî ve ma'nevî tedavinin beden ve rûh üze­rindeki muazzam ve yapıcı te'sîrleri de her devirde sayısız tecrübelerle sabit ol­muş gerçekler cümlesindendir. Dînen yasaklanmış olan rukye, efsûncuların ve cinnleri teshîr İddia eden cincilerin nefesli, merasimli rukyeleridir. Çünkü bun­ların rukyelerinde insanlığa dînî, iktisadî, ahlâkî, sıhhî zararlar var olagelmiş­tir.

Buhârî'nin ilk sarihlerinden el-Hattâbî, şöyle demiştir: "Rasûluliah'm göz değmesine karşı okumasını emrettiği, "Kur'ân kaariâları" adiyle anılan Âyete'l-Kursîgİbi, ilâhî isim ve sıfatları ve Yüce Allah'ı zikri hâvî âyetleri temiz nefisler sâhibleri diliyle göz değmesine uğramış olanlara okunmasıdır. Bu okunma, rûhâ­nî tedavidir. Evvelki zamanda sâlih kimselerin okumalarının büyük mevkii var­dı. Fakat bu sınıf fazîletli insanlar bulunamayacak derecede azalmıştır. Bu sebeble halk, cismânî tedâvîye meyletmiştir. Çünkü rûhânî tedavinin hastalık üzerinde te'sîri görülmez olmuştur. Şer'an nehyedilmiş olan nefes, efsûncuların ve cinn­leri itaat ettirme iddia eden cincilerin nefesidir" (Aynî, X, 187).

[61] el-Nazra, temre vezninde ayıb ve nâkisaya, ayıb ve heybete, çirkinliğe, çirkin hey'ete, cismin değişip çirkinleşmesine... denilir. Bir kavle göre cinn taifesinin nazarına uğramağa denir. Şârih der ki, "Peygamber yüzünde sarılık bulunan bir kız gördü..." hadîsi bu ma'nâdandır... (Kaamûs Ter.)

[62] Başlığa uygunluğu apaçıktır. Nazar değmesi ile ilgili görülen şu âyeti ve bir tef­sir özetini burada zikretmek yerinde olacaktır: Hakikat o küfredenler, zikri işittikleri zaman az kaldı se­ni gözleri ile kaydıracaklardı (d-Kalem: 51).

Kâfirler o zikri; Allah tarafından öğüt olarak okuduğun Kur'ân'ı işittikleri vakit, az daha Seni gözleri ile kaydıracaklardı. Onun yüksekliğini öyle hisset­mişlerdi ki, kıskançlıklarından az daha göz değmesine uğratacaklar, aç ve kötü gözlerinin şerriyle ellerinden gelse helak edeceklerdi. Demek ki, öfkenin beden­de bir hükmü olduğu gibi, gözlerin de karşılarındakine bakışlarına göre iyi veya kötü bir hükmü vardır. Kimi elektrik gibi dokunur çarpar, mıknatıslar, manye­tize eder, kimi meclûb olur, kimi de aldığı teessürle hasedinden bir gayza düşer, türlü türlü sû'ikasde, mekrlere karışır ki, maddî veya ma'nevî, bunun herhan­gisi olursa olsun, hedefine erdiği surette isâbet-i ayn, göz değmesi veya nazaf ta'bîr olunur. Bunun hakkında uzun uzadiya sözler söylenmiş, inkâr edenler, isbât edenler olmuş ise de biz tafsiline Iüzûm görmeyerek bu kadarla yetiniyo­ruz. Keyfiyeti ne suretle olursa olsun isâbet-i ayn vardır; Allah korusun, göze batmak tehlikeli birşeydir. Allah koruyacağı kulları için ona karşı bir siper ya­par. Kâfir bu sûre ile veya bundan evvel Kur'ân'ı İlk işittikleri zaman onun nazm ve ma'nâsıyle yüksekliğini ve Peygamber'in ona mazhariyyetini son derece kıs­kanmış ve hemen hemen yiyecek gibi bütün nazarlarını O'na dikmiş, O'nu kay­dırmak istemişler; O, onların o derece nazarlarım çekmişti... (HakkDîni, VII, 5304-5305).

[63] Başlığa uygunluğu "Her zehirli hayvan sokmasından rukye..." sözünden alı­nır. Çünkü "Hâme", sokan yâhud ısıran herşeydir. Hattâbî; Bu, akreb iğnele-mesidir de denildi, demiştir.

[64] "Şu bizim yurdumuzun toprağıdır" sözü ile maksad, Medine toprağıdır. "Bâ­zımızın tükürüğü"sözü ile de maksad, Peygamber'in kendi tükrüğüdür. Gerek Medine toprağının ve gerek Peygamber'in tükrüğünün şeref ve bereketi vardır. Peygamber, Allah'tan şifâ dilerken şehâdet parmağına tükrüğünden bulaştırır, sonra parmağını toprağa kordu. Parmağa bulaşan toprakla hastayı sıvazlardı. Sıvazlarken de hadîsteki şifâ istemeye dâir kelâmı söylerdi (Nevevî).

[65] Eğer "Hadîsin bu başlığa ilgisi nedir? Çünkü hadîste rukye yoktur..." dersen, ben bu taavvuz, yâni Allah'a sığınmak da rukyedir derim (Kirmânî).

Bâzıları bu hadîste "Tüflesin" sözü murâd edilmiştir dediler. Ben dedim kİ: Başlık, rukyede nefes hakkındadır. Hadîste ise nefes, ru'yâ hakkındadır. O hâlde uygunluk sırf nefes etmenin zikrindedir. Lâkin nefes bu konuda meşru' olunca, buna kıyâsen bundan başka yerde de meşru' olur. Böylece başlıkla ha­dîs arasında uygunluk hâsıl olur... (Aynî).

[66] Bu hadîsle başlık arasındaki uygunluk da geçen hadîste zikrettiğimiz şekildedir.

[67] Başlığa uygunluğu "Okumaya ve adama tüflemeye başladı"sözlerinden alınır. Bu hadîs İcâre Kitâbi'nda ve bir rivayeti de yakında geçmiş ve oralarda bâzı açıklamalar verilmişti.

[68] Başlığa uygunluğu "Eliyle meshederdi..." sözündedir. Bununda bir rivayeti ya­kında geçmişti.

[69] Bâzı nüshalarda bu başlık "Erkeğe rukye yapan kadın hakkında bâb" şeklinde gelmiştir.

[70] Başlığa uygunluğu Âişe'nin "Kendisine ben okur, nefes ederdim..." sözünde­dir. Bunun bir rivayeti yakında "Rukyede nefes etmek bâbi"nda geçmişti.

[71] Başlığa uygunluğu "Onlar efsun yapmazlar" sözündedir.

Bunun bir rivayeti "Dağlama yapan kimse bâbi"nda çok küçük bâzı lafız farklılıİdariyle geçmiştir.

İkinci zâtın sorusuna böyle olumsuz cevâb vermekle Peygamber, suâl sor­ma kapışım kapatmış oluyor. Yoksa mecliste bulunanlar tarafından suâller uzayıp gidecekti.

Bu hadîs, sebeblere gönül vermeyen, elemler ve musibetler karşısında sar-sümayarak tevekkül makaamının en yüksek mertebesinde bulunan nüfûs-ı râ-dıye ashabı ehlu'llâhın en büyükleri hakkında olduğu aşikârdır. Onun için bunlardan key ve istirkaanın terki evlâ olacağına istidlal olunabilirse de, umûm İçin mutlakaa men' ve nehyine istidlal muvafık olmaz... (HakkDîni, VIII, 6390).

Bu hadîs hakkında güzel bir açıklama yapılmıştır:

Bu dağlama hadîsi 4 nevi'yi içine almıştır: Bİrİ Peygamber'in bunu işleme­si; ikincisi bunu sevmemesi; üçüncüsü dağlamayı terkedeni övmesi; dördüncü­sü de bundan nehyetmesidir.

Bunlar arasında -Allah'a hamdolsun- tearuz yoktur. Çünkü Peygamber'in bunu işlemesi, cevazına delâlet eder. Bunu sevmemesi de bundan men'e delâlet etmez. Terkedicisine sena eylemesine gelince, bu da onu terketmenin evlâ ve ef-dâl olduğuna delâlet eder. Âmmâ bundan nehyetmesine gelince, bu da ihtiyar ve kerahet yolu üzere veyâhud dağlamaya muhtaç olmayan nevi'den iken belki derd meydana gelmesi korkusundan dolayı yapar olmak üzeredir (İbnu'l-Kayyım, et-Tıbbu'n-Nebevî, s. 50; 1957/1377 el-Kaahire baskısı).

[72] et-Tıyere ve't-Ttvere, Inebe vezninde, kendisiyle teşe'üm olunan yaramaz fala denir. Şârih der ki, fal daha umûmîdir. Tıyere daha husûsîdir ki, âdî ve değer­siz fala mahsûstur... (Kaamûs Ter.).

Hadîsteki Tıyere, bir maksada gitmek üzere evinden çıkan yolcunun önün­den kuş yâhud bir hayvan geçmesiyle, bunu uğursuz sayıp maksadına gitmek­ten vazgeçmesi ve geri dönmesidir. Bu, Câhiliyet âdetlerinden idi. Ne menfaat celbine, ne de mazarrat def 'iyle ilişiği olmayan ve ferdin irâdesini kırıp şahsî te­şebbüsüne engel olan bu zararlı âdet, İslâm'da men' olunmuştur.

Hadîsin son kısmındaki "Kadının uğursuzluğu"nu, dilinin saldırgan olması, doğurgan olmaması; evin uğursuzluğunu darlığı ve komşularının kötülüğü; bi­nitin uğursuzluğunu da üzerinde gazve edilmemesi ile te'vîl ettiler. İmâm Mâlik ise bunları te'vîl etmeyip olduğu gibi bakî kıldı. Âişe ise bunlarda uğursuzluğu reddetti de, bunlarda uğursuzluğa, ancak Câhiliye halkı kaail olurlardı, dedi... (Kastallânî).

Bu hadîsin ma'nâsmı en iyi ta'yîn eden bir hadîs de şudur: Rasûlullah: "Eğer birşeyde uğursuzluk olsaydı, o, kadında, alta, meskende olurdu " buyurmuştur (Buhârî, Cihâd; Seni ibn Sa'd'dan).. Bunun ilk kısmı olan "Eğer uğursuzluk olsaydı" şart cümlesi, bu üç şeyde de uğursuzluk olmadığım açıkça ifâde et­mektedir. Bunlarda uğursuzluk olmayınca, başka şeylerde de olmaz.

[73] Teşe'üm, birşeyİ uğursuz ve hayırsız saymaktır. Tefe'ül de birşeyi uğurlu ve ha­yırlı saymaktır. Güzel sözle tefe'üle en güzel misâl, Hudeybiye'deki müzâkere­ler sırasında Süheyl ibn Amr'm gelişi duyulunca Rasûlullah'ın "Süheyl" ismiy­le tefe'ül ederek "İşiniz kolaylaştı" buyurmasıdrr.

[74] Buhârî bunu burada, üst taraftakinden ayrı bir senedle getirmiştir. Nitekim bu husus, metnin senedinde de açıkça görülür.

[75] Bu hadîste sayılan terimler hakkında dah'a önce geçtikleri yerlerde gerekli ta'rîf ve açıklamalar verilmişti.

[76] Kehânet: Gaybdan haber vermek, falcılık eylemek ma'nâsınadır, bakıcılık eyle­mek ta'bîr olunur. Kihâne: Kitabe vezninde, kâhinlik san'atına denir. Şârih der ki: Eskiden Arablar'da kâhinler olurdu. Şıkk ve Salih adlarındaki şahıslar gibi ki bunlar, şeytânlar asumana çıkmaktan men' edilmiş olmadıklarından, bâzı hâdiseleri ve haberleri meleklerden kulak hırsızlığı yapıp onları nakleyle-meleri ile haber verirlerdi. Sonra Peygamber'in zuhurunda âsumâne çıkmaktan men' edildiler ve bâzıları cinn taifesinden huddâmi, = hizmetçiler) kullandıkları­nı iddia ederler. Cinnler ise gaybı bilmezler: "De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez" {en-Neml: 65) (Kaamûs Ter.)

İbnu'l-Esîr'in en-Nihâye'de beyânına göre: Kâhin, gelecek zamanda ola­cak şeylerden haber alıp vermeye uğraşan ve sırrlan bilmek iddiasında bulunan­dır...

Râgıb el-Isfahânî de el-Müfredâfmda der ki: Kâhin, gizli geçmiş haberleri bir nevi' zann ile ihbar edendir. Arrâf da gelecek haberleri yine bir nevi' zannla ihbar edendir. Ve bu iki san'at kâh hatâ eder, kâh isabet eder. Zann üzere ku­rulmuş olduklarından dolayı Peygamber (S): "Her kim arrâfa veya kâhine-gi-der de, onu dediğinde tasdik eylerse o, Ebu 'l-Kaasım 'a indirilmiş olana küfretmiş demektir" buyurdu.

Yıldız hükümleri, remi, cifr, türlü falcılıkla bakıcılık, manyetizm, spritizm, pisişizm, metapsişizm, rûh haletleri ile medyumluk yapan, onunla uğraşan böy­le kimseler her zaman, her yerde bulunagelmiştir... (Hakk Dîni, VII, 5343-5344).

Bunların hepsi birer çeşit kehânettir. İslâm bunların hepsini yalan saydı, bunları tasdik etmeyi nehyetti.

Bu adamın kâhinlere benzemesi, kâhinlerin hakkı ibtâl ve hakikati gizle­mek için seci'li, kaafiyeli söz söylemeleri yönündendir.

[77] Bu, Ebû Hureyre hadîsinin başka yoldan daha kısa bir rivayetidir.

[78] Başlığa uygunluğu son fıkrasmdadır.

[79] "Onlar hiçbirşey değillerdir", yânî kâhinler i'tibâra değer hiçbirşey üzerinde de­ğillerdir! Onların sözleri, hiçbir hakikati bulunmayan bâtıldan ve yalandan iba­rettir (Nevevî).

Kâhinlik, Muhammed'in Peygamberliği ile kesilmiş ve son bulmuştur. Fa­kat onlara benzemeğe çalışanlar bakî kalmıştır. İşte bu gibilere gitmek nehye-dilmiştir. Artık onlara gitmek ve onlan tasdîk etmek halâl olmaz (Kastallânî).

[80] Bu âyette eski bir medeniyet merkezi olan Bâbil halkı arasında yaygın iki garîb şeye işaret edilmiştir; Birisi şeytânların halka öğrettikleri sihir, öbürüsü Hârût ve Mârût isminde iki meleğe ilham olunup, bunlar ma'rifetiyle o zamanki İsrâîl oğulları'nın bildikleri bâzı hükat sırları. Bu ikincisi haddizatında bir sihir değil; fakat fesâd ehlinin elinde küfür vesîlesi olabilecek bir hakikat iken, bu şeytân­lar onu sırf sihir için öğretmişlerdir. Hârût ve Mârût bunu öğretecekleri zaman: "Biz ancak fitneyiz, imtihan için gönderilmişizdir...." demedikçe ve bu yolda nasihat etmedikçe, onları bir kimseye öğretmezlerdi. Gelişigüzel herkese bellet-mezlerdi. Sû'i isti'mâlden, küfürden, sihirden men' ederlerdi. Bu şeytanlar ise böyle yapmadılar da bil'akis bunlar herkese sihir öğrettiler.

Bu iki melek ve bunların öğretmeleri hakkında Elmalıh Muhammed Ham-dî Yazır şöyle diyor: Bizim âyetten anladığımız şudur: Meleklerin insanlara ta'-lîmi ya vahiy, yâhud ilham demektir. Hârût ve Mârût'un Cibril gibi vahiy me­leklerinden olduklarına delîl yoktur. Bil'akis âyet bunları "Münzelun bih" değil, "Münzelun ileyh" gösterdiğinden, nüzulde tâli' mertebe meleklerinden olduk lan zahirdir. Binâenaleyh ta'Iîmleri de Peygamber'e olan vahiy derecesinde ol­mayıp, ilhâmât kabîlinden olmak zihne gelendir. îlhâm ise herkese olabilir... {Hakk Dîni, I, 436-450).

Demek ki, eski bir medeniyet merkezi olan Bâbil şehri ahâlîsinden birta­kım kimseler iki suretle, böyle İki ilâhî kuvvet ile ilhama mazhar olmuşlardır ve kötü yolda kullanmanın küfr olacağını da öğretmişlerdir. O hâlde bu iki me­leğe indirilen ve Bâbil halkına ilham yoluyla öğretilen bu şeyler, aslında sihir değildir. Lâkin sihir hâlinde kullanılabilir ve böyle kullanılması muhakkak küfr olurdu. Her ilim böyledir. Aslında ilmin hepsi muhteremdir ve fakat büyüklü­ğü nisbetinde ilmî haysiyetiyle hayra, şerre müsâiddir. İlim ne kadar hârikalı, ne kadar ince ve yüksek olursa şerr ve fesadı, fitne ihtimâli de o nisbette büyük olur... İşte Bâbil'de Hârût ve Mârût ilhâmiyle öğretilen şeyler de buna benzer olduğu anlaşılıyor...

[81] Buhârî bu başlıkta sihre delâlet eden bâzı âyetleri sihir işinin varlığma delîl yap­mak üzere getirmiştir. Sihir hakkında doyurucu özet bilgiler için: Âsim Efendi, Kaamûs Tercemesi, "Sihr" maddesi, II, 382; Ebu'l-Bekaa, el-KüMyât; Hakk Dîni, I, 436-450; VII, 6359-6369; Tecrîd Ter., VIII, 260-272; İslâm Ansiklope­disi, X, 599-611 ve Sihr hakkında yazılmış diğer müstakil kitâblar okunmalıdır.

[82] Hadîsin bastığa uygunluğu "Bir adam Rasûlullah'a sihir yaptı" sözündedir. Bu­nun bir rivayeti aynı isnâdla Bed'u'1-Halk, "İblîs'in sıfatı bâbı"nda da geçmiş­ti.

Sihr'in Lügat ve Örf Ma'nâları Hakkında Bir Özetleme es-Sahr: Sîn'in fethi ve hâ'nm sükûnu ve fethi ile ve sîn'in dammı ile lügat­tir; akciğere denir. Türkî'de "Uygân" ta'bîr olunur... Müellifin el-Basâir'de beyânına göre, Sıhr, hulkûmun ucuna ve akciğere denir ve mecazen bedenden ona muhâzî olan uzva da denilir. Ve sihir ki câdûluğa denir. Fi'l-asl bir ada­mın sahrına, yânî akciğerine vurup onu mütegayyir ve sersem eylemek ma'nâsı-na masdar olup, sonra câdûlukta kullandılar. Ve sihir üç türlüdür: Birincisi sırf aldatma ve hayâle düşürmelerdir ki, hakîkati yoktur. Şu'bede ve gözbağcılık ta'bîr olunur. El hafifliği ve sür'atten neş'et eder. ikincisi şeytânlara yaklaşmak sebebiyle bâzı mertebe yardımlarını çekmekle olur. Üçüncüsü, küfrü irtikâb ile efsun ederek suretleri ve tabîatleri gûyâ tağyir ederler. Meselâ bâzı adamı eşek yaparlar. Bu dahî gerçi müessirdir, lâkin hakîkati yoktur. Sihir yapılan kişi, ken dişini eşek oldum kıyâsı ile eşekcesine şîve eder. Herhalde sihrin vukû'u vardır. Nitekim Muavvizeteyn ol bâbda inmiştir...

Sîn'in kesriyle, mutlakaa alındığı yer veya alınması latîf ve ince olan şeye denir, ma'rûf câdûluğa ve gözbağcılığa denir. Nitekim zikr ve tafsîl olundu (Kaa-mûs Ter.)

Bütün bunlarda ince bir hîle hud'a ma'nâsı bulunmakla beraber, hakîka-ti yoktur demek, büsbütün yalandan ibarettir demek de değildir. Maddî ve rû-hânî olarak gizli birtakım sebebler kullanmakla hakîkat tahrif edilerek yapılan ve mâhiyetinde mutlakaa bir şeytanet ve hud'a ma'nâsı bulunan ve bu suretle birtakım kimseleri manyetize ederek (yânî mıknatıslar gibi cezb ve teshir ede­rek) irâdesine râm eyleyen habîs bir san'at diye de ta'rîf olunabilir. Nitekim Ebû'l-Bekaa, el-Külliyât 'ında bunların hepsini şâmil olmak üzere sihrin örfî ma'nâsı-nı şöyle ta'rîf eylemiştir: Kesr ve sükûn ile Sihr, habîs nefislerin birtakım ef'âl ve ahvâle uğraşmasıdir ki, o fiillere bâzı harikulade işler terettüb eyler. Maamâ-fîh muârazası imkânsız olmaz. Ezherî'nin Ferrâ ve sâireden nakline göre, asıl lügatte Sihr, sarftır, yânî çekip çevirmek, birşeyi yönetimden çıkararak tağyîr ve tahvîl eylemektir. Ve hîleler ve san'atler erbabının âletler ve edatlar yardı-mıyle yaptıkları fiillere ve elçabukluğu ile yapılanlara sihr denmesi de birşeyi cihetinden sarf ve tahvîl eylemek ma'nâsı bulunmak i'tibâriyle, lugavî hakikat­tir. Kelâmî sihr de, kelâmın garabeti ve kalblerde müessir olan letafetidir ki, onları sihr gibi bir hâlden bir hâle tahvîl eyler. "înne mine't-beyânı le-sihren" hadîsinin ma'nâsı da şudur: İnsanı medheder, onda sâdık olur, dinleyenlerin kalblerini ona çevirir; aynı zamanda zemm de eder, onda da sâdık olur, ona da kalblerini çevirir. Ashabımızın mezhebinden sahîh olan, onu öğrenmek mutlak olarak haramdır. Çünkü o mahzurlu şeye vesile edinmektir. Ondan çekinip ko­runmak en iyisi ve en ihtiyâtlısıdır (s. 375).

[83] Buhârî hadîsi burada böyle kısaltılmış olarak getirdi. Vasiyetler Kİtâbı'nda, "Ye-tîm mallarını zalimlikle yiyenler... " (en-Nisâ: 9) babında, bu isnâdla tamâmım getirmiştir. Hadîste mühlikât, yânî insanî faziletleri öldüren ma'siyetler yedi ol­mak üzere sayılmıştır. Bunlardan birinci sırada olanı, Allah'a ortak tanımak'-tır. Şirk, lügatte bir kimseyi diğerine ortak kılmaktır. Burada kasdedilen ma'nâ:

Allah'tan başka bir ilâh, bir ma'bûd edinmek ve kabul etmektir. Hadîsteki ikinci sırada da sihir yapmak, yaptırmak ve sihir işleriyle uğraşmak sayılmıştır. Başlı­ğa da bu ikisi konulmuştur.

[84] Başlığı soru ile getirmesi, bu konudaki ihtilâfa işaret etmek içindir. Buhârî baş­lığı soru ile zikredince, Katâde'den rivayet olunanı getirmesi, sihrin çıkarılma­sının cevazını tercîh ettiğine işaret içindir... (Aynî).

[85] Başlığa uygunluğu "Nihayet onu çıkarmak istedi... ve çıkarıldı" sözlerindedir.

Kaadi Iyâz, eş-Şifâj? Hukuki '/-Mustafâ 'da: "Âişe hadîsinin rivayetlerin­de sihir Peygamber'in aklına, kalbine, i'tikaadına değil, ancak cesedine ve uzuv­larının zahirine dokunmuş olduğu ve yapacak gibi tahayyül edip de yapamamış olduğu şey de yine rivayetin birisinde açıkça söylenmiş olduğu üzere ehline yak­laşacağını zannedip de yaklaşamamasından ibaret bir tutukluktan başka birşey olmadığı beyân olunarak gelmiştir" diye tavzîh eylemiştir... (Hakk Dîni, VIII, 6357).

[86] Bu başlık tekrar edilmiştir, bunun aynı biraz önce geçtiği için bâzı nüshalarda bu düşürülmüştür.

[87] İki hadîsteki sihrin çıkarılıp çıkarılmaması hakkındaki isbâî ve nefi' arasını cem' etmek için, sihir, hurma kapçığından çıkanlmayarak, kapalı şekilde olduğu gi­bi kuyudan çıkarılmıştır (Kastallânî).

[88] Hadîsin başlığa uygunluğu sâdece "Beyân sihirdir" lafzmdadır. Çünkü hadîsin lafzı "Şübhesiz beyândan bir ney'i sihirdir" şeklindedir. Bunun bir rivayeti Ni-kâh'ta hutbe bâbı'nda geçmişti..

Îbnu'1-Esîr, en-Nihâye'de der ki: "Arab'ın kelâmında sihir, birşeyi vechinden sarf ve tahvil eylemektir". Kaamûs'tz: "Sîn'in fethiyle Sahr akciğer ve zammı ile Suhr, yüreğe denilir; sîn'in kesriyle isim olarak Sihr, tutumu latîf ve ince olan herhangi şeye ve fiile denir, masdar olarak da hud'a yapmaya ve cadılık ve göz­bağcılık etmeye denilir".

Râgıb el-Isfahânî der ki: Sahr, hulkumun ucu ve ciğerdir, Sihr'in de bun­dan türemiş olduğu yânî ciğere işletmek ma'nâsından alınmış olduğu söylenmiştir ve Sihr birkaç ma'nâya ıtlak olunur... Kelâmî Sihr de, kelâmın garabeti ve kalb-lerde müessir olan letafetidir ki, onları sihir gibi bir hâlden bir hâle tahvil eyler. Bu "İnne mine'l-beyâm le-sıhran " hadîsinin ma'nâsı da (Kaamûs'un beyânı üzre) Allahu a'lem şudur: İnsanı medh eder, onda sâdık olur, dinleyenlerin kalblerini aynı zamanda zemm de eder, onda da sâdık olur, ona da kalblerini çevirir, en-Nihâye'dt lbnu'1-Esîr bu hadîsi şöyle açıklamıştır: Yânî beyânın bâzısı vardır ki, hakk olmasa bile dinleyicilerin kalblerini çevirir. Bir de denilmiştir ki, bu­nun ma'nâsı: Bâzı beyân vardır ki, onunla sihir yapanın sihirle kazandığı gü­nâh gibi günâh kazanılır. Buna göre hadîs, kötüleme siyâkındadır (Bu ma'nâ İmâm Mâlik'e nisbet olunmuştur). Medh siyakında olması da caizdir. Çünkü onunla kalbler meylettirilir, dargınlıklar hoşnûd edilir, sertler yumuşatılır, in­dirilir. Sihir de Arab kelâmında birşeyi vechinden çevirmektir. Râgıb da bunun hakkında şöyle der: Sihirden bazen hüsnü tasavvur olunur. Nitekim "İnne mine'l-beyâm le-sıhran" denilmiştir. Bazen de fiilin inceliği tasavvur olunur. Nitekim tabîbler: "Tabiat sâhirdir" derler.

Bunlardan anlaşılıyor ki, sâde güzellik ve letafet ve incelik i'tibâriyle sihir denmesi mecazdır. Aslında sarf ve tağyîr ile sırri bir hud'a ve şeytanet ma'nâsı vardır. Örfî ma'nâsı olan büyücülüğe, câdûluğa ıtlâkı da bu i'tibâr ile ve haba­seti haysiyyetiyledir... Arabça'da sihre bir de Tıbb tâbir olunduğu ve sihir yapı­lana Matbûb denildiği de anlaşılıyor ki, bu bizim lisânımızda da vardır. ' 'Fulâna büyü yapılmış", yâhud "O büyülü imiş" ma'nâsına "Ona ilâç yapılmış", "O ilâçlı imiş" denilmek de yaygındır... (Hakk Dîni, VIII, 6359-6362).

[89] Acve, Medine hurmalarının en iyi nev'idir, siyaha meyillidir. Âsim Molla'nm bildirdiğine göre bu hurma nev'ine, dilimizde balçık hurma ta'bîr olunur. Bu hurmanın zehirden ve sihirden korunma te'mîn etmesi, Rasûiullah'ın bu hurma hakkında duâ etmesinden dolayı teberrük cihetiyledir, yoksa bunun hilkati ve tabîati cihetiyle değildir. Bu korunmuşluğun Medîne hurmasına tahsisi ve sayı sının yedi olması sebebi ve hakikati, Rasülullah'ca bilinen işlerdendir. Bizce hük­mü ma'lûm olan işlerden değildir. Nitekim namaz rek'atlerinin sayıları ve zekât nisâblan da böyledir. Bunun bir rivayeti Taam Kitâbı'nda "Acve hurması bâbı"nda geçmişti.

[90] Yûnus'un rivayetinde Ebû Seleme ibn Abdirrahmân: Yemîn olsun Ebû Hurey­re bize o hadîsi tahdîs ederdi. Ebû Hureyre bunu unuttu mu, yoksa ikisinden biri nesh mi olundu, bilemiyorum, demiştir. es-Sefaksî de: Belki bu, Ebû Hu­reyre'nin ridâsını yayıp da sonra yummasından Önce Peygamber'den işitmiş ol­duğu hadîslerdendir, dedi (Kastallânî).

Ebû Hureyre'nin "Lâadvâ... "hadîsini unutmuş olması, hadîsin sahîhliği-nİ bozmaz. Çünkü bunca sahâbîlerin huzurunda söylenmiş ve naklolunmuştur. Bu sebeble Buhârî gibi Sahîh ve Sünen sahihlerinin kitâblarına geçmiştir. Menfî ile müsbet arası şöyle birleştirilmiştir: Üst taraftaki hadîste hastalığın kendi ken­dine sebebsiz sirayeti nefyedilmiş ve hastalığın bir sebeble ve Allah'ın takdiriyle sirayet ettiği bildirilmiştir.İkinci hadîste de hasta hayvanların sağlam hayvan­larla karıştırılmaması, zîrâ karışma sebebiyle ve Allah'ın takdiri ile sirayetin mey­dana geleceği bildirilmiş oluyor ki, buna göre arada hiçbir zıdlık bulunmamakta ve neshe de ihtiyâç kalmamaktadır. Bu hadîsle ilgili güzel bir açıklama Diyanet Dergisi Ağustos-1970, 98-99. sayı, "Hadîsler Arasında Tenakuz Mes'elesi-Muhtelifu'l-Hadîs-", Doç. Dr. Tal'at Koçyiğit, s. 205-209'dan okunabilir. 

[91] tbnu'l-Arabî: Buradaki hasr, âdete nisbetledir, hilkate nisbetle değildir, demiş­tir (Kastallânî).

[92] Buradaki hadîslerin birer rivayeti daha önce geçmiş ve gerekli açıklamalar ve­rilmişti.

[93] Bunu Bezzâr ve diğerleri senediyle rivayet etmişlerdir. Buhârîbunu muallâk ola­rak Peygamber'in vefatı bâbı'nda şu lafızla sevketmişti: Urve dedi ki: Âişe şöy­le dedi: Peygamber (S) içinde vefat ettiği hastalığı sırasında şöyle der idi: "Yâ Âişe! Hayber 'de yediğim zehirli etin elemini dâima hissettim. İşte şimdi o zehir­den dolayı büyük damarımın kesilmesi ânıdır" buyurdu (Kastallânî).

[94] Başlığa uygunluğu "Bu koyunun içine zehir koydunuz mu?" sözünden alınır. Bunun birer rivayeti Cizye İle Mağâzî'de geçmişti.                                      

Vâkıdî'nin Zuhrî'den rivayetinde Peygamber, koyuna zehir koyan kadına: "Bu hıyaneti nasıl bir zaruret üzerine yaptın?" diye sormuş. O da: Bu Hayber harbinde babam, amcam, kocam, kardeşim arka arkaya öldürüldüler de onla­rın acısıyle yaptım, demiştir.

Hadîsteki "Babanız kimdir? " sorusundakİ baba, ya Hayberliler'in büyük­babası, yâhud mutlak olarak Yahûdî milletinin büyük-babasi olabilir. Bunun adı soruda ve cevâbda söylenmeyip, kinaye yoluyla ifâde edilmiştir.

[95] Buhârî başlıkta, bâb hadîsinden anlaşılanla yetinerek hükmü mübhem bırak­mıştır. O da bunları İçmenin caiz olmadığıdır. Çünkü bunları içmek, kendisini öldürmeğe götürür

[96] Bu hadîs başlıkta mübhem bıraktığı hükmü açıklamaktadır. Bu da hadîsle baş­lık arasındaki mutabakat cihetidir. Bunun bir rivayetini Müslim, îmân'da ge­tirmiştir (Aynî).

[97] Başlık mutlak olarak zehir içmekten nehy için konulmuştur. Bu hadîste de bu­nu asıldan men* etmekte olan şey vardır. Binâenaleyh bu iki hadîsin arka arka­ya zikredilmelerinde bir vecih, bir sebeb var olmuştur (Aynî).

[98] Kirmanı dedi ki: Eğer sen, bu cevâbdan deve sütleriyle tedavinin cevazı bilindi, diğer ikisinin cevâbından anlaşılan nedir? dersen, ben, etinin haram olması yö­nünden dişi eşek sütlerinin harâmlığmı ve öd sularının da harâmlığını söylerim. Çünkü süt, etten meydana gelicidir derim. Çünkü hadîsin lafzı, hayvanın bü­tün cüz'Ierini ânım ve şâmildir. Belki de onun maksadı: Bunlar hakkında bize bir nass yoktur, hükümleri bilinmez, demektir.

İbnu't-Tîn de şöyle dedi: Eşek sütleri hakkında iki vech üzere ihtilâf edildi. Birisi: Etleri hususunda harâmhk ve mekrühluk. İkincisi, etlerinin harâmlığını kabulden sonra insan sütüne kıyâsla eşek sütlerinin halâl olması. Hayvanların öd suları da harâmhk ve mekrühluk şeklinde ihtilâf üzeredir... (Aynî).

[99] Hadîsin başlığa uygunluğu baş tarafmdadır. Bunun bir rivayeti Bed'u'l-Halk'ta "Sizden birinizin su kabına sinek düştüğü zaman..." bâbi'nda geçmişti.

Hattâbî şöyle dedi: Bu, Allah'ın ma'rifet nûruyle kalbini açmadığı ve bal arısına hayret etmeyen kimsenin inkâr edeceği şeylerdendir. O bal ansı ki, Al­lah onda şifâ ile zehiri beraberce bir yere getirmiştir de, arı yukarısından bal yapar, aşağısından da iğnesiyle zehir yapar. Yılanın da zehiri Öldürücü, eti ise kendisiyle şifâ istenen en büyük tiryaktan, yânî devadandır. Onun zehirinden bir fırkası derddİr, eti ise devadır.

Bize sâdık ve masdûk olan Rasûlullah'm sözü yanında, nazariyelere ve tıbb ehlinin sözlerine hacet yoktur. Tıbb ehli ulaştıkları ilimlerine ancak tecrübe ile ulaşmışlardır. Tecrübe ise bir tehlikedir (veya ödülü olan araştırma, yarış ve ko­şudur). Allah ise herşeye kaadirdir, tevekkül ve dönüş ancak O'nadir (Aynî).

Bu bâb ve altındaki sinek hadîsi ile ilgili olarak Mısırlı Mahmûd Kemâl ve Muhammed Abdulmü'min Hüseyin'in ilmî araştırma makaalelerini içine alan bir tedkîk yazısının sonuç kısmını Bed'u'1-Halk, 17. bâb, 124. hadîsin haşiye­sinde vermiştik: HaksesMecmuası, Mayıs 1966, Sayı: 17, "Allah'ın Rasûlünün Sözlerinde Tıbbî 1'câz", yazan: Sa'deddîn Raslan, Çeviren: Süleyman Ateş, s. 4-6.

[100] İbnu'l-Kayyım, Nevevî Tıbb'Ia diğer tıbbı karşılaştırmasında şun­ları söyledi: "Peygamberdin tıbbı, diğer tabîblerin tıbbı gibi de­ğildir, Çünkü Peygamber'in tıbbı müt ey akkandır, kat'îdir, ilâhî­dir; vahiyden, nübüvvet kandilinden ve kâmil akıldan çıkmıştır. Diğerlerinin tıbbının ekserisi tahmin, zannlar ve tecrübelerdir. Bir­çok hastaların Nebevî tıbdan fayda görmemeleri inkâr olunmaz. Çünkü bundan ancak tam bir îmân ve İz'an ile bunu kabul eden ve şifâya i'tikaad edip kemâl ile kabul eyleyen kimseler fayda gö­rür. Bu göğüslere şifâ olan Kur'ân gibidir. Kur'ân, bu kabul edişle kabul edilmezse, onun devalarından göğüslerin şifâsı hâsıl olmaz. BiPakis Kur'ân, münafıkların küfürlerini ve kalblerindeki hasta­lıklarını artırır. Ondan bedenler tıbbı nasıl vâki' olur? Kur'ân canlı kalblere, temiz ruhlara münâsib şifâ olduğu gibi, Nebevî Tıbb da temiz bedenlere şifâdır, insanların Nebevî Tib'dan yüz çevirme­leri, fayda verici şifâ olan Kur'ân'dan şifâ istemekten yüz çevir­meleri gibidir. Binâenaleyh kusur devada değil, lâkin hastalık ma­hallinin ve hastanın tabîatinin pis olup, ilâcı kabul etmemesinden-dir. Muvaffak kılıcı ancak AIlah'tır"'(Ibnu'I-Kayyım, et-Tıbbu'n-Nebevî, s. 27-28)

[101] İbmı'l-Kayyun'met-Tıbbu'n-Nebevî isimli eserinin, 1377/1957 Ka-ahire baskısının önsözünden özetlendi (s. 2). Yazan: Şeriat Külli­yesinde Fıkıh Usûlü Üstadı Abdu'1-Ganî Abdu'l-Hâilik