Rahman ve Rahim olan Allah’ın ismiyle
Şeyh, imâm, hafız olan Ebû Abdillah Muhammed ibn İsmail İbn İbrahim ibn el-Muğîre el-Buhârî -
Allah ona rahmet eylesin, âmin - şöyle
dedi:
1- Bize Humeydî Abdullah ibn Zubeyr (öl.219)
tahdîs edip şöyle dedi: Bize Sufyân ibn Uyeyne (öl.198) tahdîs edip şöyle dedi:
Bize Yahya ibn Saîd el-Ensârî (143? 146) tahdîs edip şöyle dedi; Bana
Muharamed ibn İbrahim et-Teymî (120-121) haber verdi ki, kendisi Alkame ibn
Vakkaas el-Leysî (63? - 83?)'den şöyle derken işitmiştir: Ben Umer ibn
el-Hattâb -Allah ondan râzî olsun- (20)'dan işittim, minber üzerinde şöyle
dedi: Ben Rasûlullah (S)'dan işittim, şöyle buyuruyordu:
"Ameller
ancak niyetlere göredir. Herkesin niyet ettiği ne ise, eline geçecek olan şey
ancak odur. Artık her kim nail olacağı bir dünyâ (malı) veya nikâh edeceği bir
kadından dolayı hicret etmiş ise, onun hicreti (Allah'ın ve Rasûlü'nün rızâsına
değil), hicret etmiş olduğu şeyedir"[4].
2- Bize Abdullah ibn Yûsuf (217-218?) tahdîs
edip şöyle dedi: Bize Mâlik ibn Enes (179), Hişâm ibn Urve(61-146)'den, o da
babası Urvetu'bnu'z-Zubeyr (20-94/97?)'den, o da mü'minlerin annesi Âişe
(58;R)'den haber verdi ki (şöyle demiştir:) Haris ibn Hişâm (18, R),
Rasûlullah(S)'dan:
“Yâ Rasûlallah, sana vahy nasıl gelir?”
diye sordu. Rasûlullah:
"Bâzı
vakitlerde bana çıngırak sesi gibi gelir ki, bana en ağır geleni de budur.
Benden o hâl gider gitmez, (meleğin) bana söylediğini iyice bellemiş olurum.
Bazen de melek bana bir insan olarak temessül eder, benimle konuşur, ben de
söylediğimi iyice bellerim" buyurdu[5].
Âişe (R) şöyle dedi: Rasûlullah'ı, soğuğu
pek şiddetli bir günde kendisine vahy inerken görmüşümdür, (işte öyle soğuk bir
günde bile) kendisinden o hâl geçtiği vakitte şakaklarından şapır şapır ter
akardı.
3- Bize Yahya ibn Bukeyr (104-231) tahdîs
edip şöyle dedi: Bize Leys (93-167) Ukayl(141)'den, o da İbn Şihâb(124)'dan, o
da Urvetu'bnu'z-Zubeyr'den tahdîs etti. Mü'minlerin annesi Âişe (R) şöyle demiştir:
Rasûlullah'ın ilk vahy başlangıcı uykuda
doğru ru'yâ görmekle olmuştur. Hiç bir ru'yâ görmezdi ki sabah aydınlığı gibi
açık seçik zuhur etmesin. Ondan sonra kalbine yalnızlık sevgisi bırakıldı.
Artık Hırâ Dağı'ndaki mağara içinde yalnızlığa çekilip, orada ailesinin yanına
gelinceye kadar adedi muayyen gecelerde tehannüs -ki taabbüd demektir- eder ve
yine azıklanıp giderdi. Sonra yine Hadîce'nin yanına dönüp, bir o kadar zaman
için yine azık tedârik ederdi. Nihayet Rasûlullah'a bir gün Hırâ mağarasında
bulunduğu sırada Hak (yânî vahy) geldi. Şöyle ki, ona melek geldi ve: İkrâ',
(yânî: Oku) dedi. O da: "Ben okumak
bilmem" cevâbını verdi[6].
Peygamber buyurdu ki:
"O zaman Melek beni alıp tâkatim kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra
beni bırakıp yine: İkrâ', dedi. Ben de
O'na: Okumak bilmem, dedim. Yine beni alıp ikinci defa tâkatim kesilinceye
kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine: İkrâ', dedi. Ben de: Okumak bilmem,
dedim. Nihayet beni alıp üçüncü defa sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp:
"Yaradan Rabb'ının ismiyle oku.O insanı yapışkan bir kan pıhtısından
yarattı. Oku, Rabb'ın nihayetsiz kerem sahibidir. Ki O, kalemle (yazı yazmayı)
öğretendir. İnsana bilmediğini O öğretti.(el-Alâk: 96/1-5) dedi".
Bunun üzerine Rasûlullah (kendisine vahy
olunan) bu âyetlerle (korkudan) yüreği titreyerek döndü ve Hadîce bintu
Huveylid'in yanına girerek: "Beni
sarıp örtünüz, beni sarıp örtünüz!" dedi. Korkusu gidinceye kadar vücûdunu sarıp örttüler. Ondan
sonra Rasûlullah vâki' olan hâdiseyi Hadîce'ye haber vererek: "Kendimden korktum" dedi. Hadîce (R): "Öyle deme;
Allah'a yemîn ederim ki, Allah hiçbir vakit seni utandırmaz. Çünkü sen
akrabana bakarsın, işini görmekten âciz olanların ağırlığını yüklenirsin,
fakire verir, kimsenin kazandıramıyacağını kazandırırsın, misafiri ağırlarsın,
hak yolunda zuhur eden hâdiselerde (halka) yardım edersin" dedi. Bundan
sonra Hadîce, Peygamber'i birlikte alıp amcasıoğlu Varakatu'bnu Nevfel ibn Esed
ibn Abdi'l-Uzzâ'ya götürdü. Bu zât, câhiliyyet zamanında Hristiyan dînine
girmiş bir kimse olup İbrânîce yazı bilir ve İncil'den Allah'ın dilediği mıkdârda bâzı şeyleri İbrânîce
yazardı. Varaka gözlerine körlük gelmiş bir ihtiyardı. Hadîce Varaka'ya:
- Amucam oğlu, dinle bak, kardeşinin oğlu
ne söylüyor? dedi. Varaka:
- Ne var kardeşimin oğlu? diye sorunca,
Rasûlullah gördüğü şeyleri kendisine haber verdi.
Bunun üzerine Varaka şöyle dedi:
“Bu gördüğün, Allah'ın Musa'ya gönderdiği Nâmûs'tur. Ah keşke senin da'vet
günlerinde genç olaydım! Kavmin seni çıkaracakları zaman keşke hayâtta olsam!”
Bunun üzerine Rasûlullah:
- "Onlar beni çıkaracaklar mı
ki?" diye sordu. O da:
- Evet. Senin getirdiğin gibi bir şey
getirmiş (yânî vahy tebliğ etmiş) bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın.
Şayet senin da'vet günlerine yetişirsem, sana son derecede yardım ederim,
cevâbını verdi. Ondan sonra çok geçmedi, Varaka vefat etti; Ve o esnada bir
müddet için vahy kesildi[7].
İbn Şihâb şöyle dedi[8]:
Ve bana Ebû Seleme ibnu Abdirrahmân (194) haber verdi ki, Câbir ibn Abdillah
(93) da -geçen hadîsi rivayet edip- şöyle demiştir: Rasûlullah (S), vahyin
kesilmesinden bahsederken söz arasında şöyle buyurdu:
"Ben (bir
gün) yürürken birden bire gökyüzü tarafından bir ses işittim. Başımı kaldırdım.
Bir de baktım ki, Hırâ'da bana gelen melek (yânî Cibril aleyhi's-selâm) semâ
ile arz arasında bir kürsî üzerinde oturmuş. Pek ziyâde korktum, (Evime)
dönüp: 'Beni örtün, beni örtün' dedim. Bunun üzerine Allah Taâlâ "Ey bürünüp sarınan! Kalk artık korkut.
Rabb'ını büyük tanı. Elbiselerini temizle. Azabı terk eyle!"
(el-Müddessir: 74/1-5) âyetlerini indirdi. Arlık vahy kızıştı da arka arkaya
devam etti."
Bu hadîsi Leys'ten rivâyet etmekte
Abdullah İbn Yûsuf ile Ebû Salih (140-224), isnâdın başında bulunup Buhârî'nin
şeyhi olan Yahyâ ibn Bukeyr'e mutâbaat etmişlerdir[9].
Ve yine bu hadîsi Zuhrî'den rivayet etmekte Hilâl ibn Reddâd, Ukayl'e mutâbaat
etmiştir. Yûnus ibn Yezîd (159) ile Ma'mer ibn Râşid (153), bundan evvelki
hadisteki "Kalbi
titreyerek" ta'bîri
yerinde "Omuz ile boyun
arasındaki etleri titreyerek"
ta'bîrini söylediler[10].
4- Bize Mûsâ ibn İsmâîl (223) tahdîs edip
şöyle dedi: Bize Ebû Avâne (176) tahdîs edip şöyle dedi: Bize Mûsâ ibnu Ebî Âişe tahdîs edip
şöyle dedi: Bize Saîd ibn Cubeyr (95) İbn Abbâs (-3 + 68-R)'dan tahdîs etti ki,
o; "Onu acele (kavrayıp ezber) etmen için dilini onunla depretme..." (el-Kıyâme:
75/16) âyetinin tefsîri hakkında şöyle demiştir: "Rasûlullah (S),
indirilen âyetler(in zabtı yüzün)den güçlük çeker ve bundan dolayı çok kerreler
dudaklarını kımıldatırdı." Bunu söylerken İbn Abbâs: "İşte bak
Rasûlullah dudaklarını nasıl kımıldatıyor idiyse, ben de sana öylece
kımıldatıyorum" demiş[11]
Bunun üzerine Yüce Allah O'na: "Onu
acele (kavrayıp ezber) etmen
için (Cibrîl vahyi iyice bitirmeden) dilini onunla depretme. Onu (göğsünde) toplamak, onu (dilinde akıtıp) okutmak şübhesiz bize
âiddir. Öyleyse biz onu okuduğumuz vakit, sen onun kırâatine uy. Sonra onu açıklamak da hakikat bize âiddir" (el-Kıyame: 75/6-19) âyetlerini indirdi. "Kur'ân'ı senin göğsünde toplayıp onu okuyabilmen şübhesiz bize âiddir";
"Kur'ân'ı (Cibrîl'in diliyle) sana okuduğumuzda
onu dinle ve (sükût
ederek) ona
kulak ver"; "Ondan sonra onu (dürüst) okumanı biz tekeffül ederiz "
demektedir[12].
İşte bundan sonra Rasûlullah'a ne zaman Cibrîl gelirse sükût edip, onu
dinlerdi. Cibrîl gidince, onun getirdiği kelâmı (âyetleri), o nasıl okumuş ise
Peygamber de öylece okur idi.
5- Bize Abdûn (221) tahdîs edip şöyle dedi:
Bize Abdullah ibnu'l-Mubârek (113-181) haber verip şöyle dedi: Bize Yûnus ibn
Yezîd, Zuhrî'den haber verdi. H ve yine bize Bişr ibn Muhammed (224) tahdîs
edip şöyle dedi: Bize Abdullah ibn Mübarek haber verip şöyle dedi: Bize Yûnus
İbn Yezîd ve Ma'mer ibn Râşid, Zuhrî'den onun benzerini haber verdi; Zuhrî
şöyle dedi: Bana Ubeydullah ibn Abdillah (94 ? 99) haber verdi, İbn Abbâs
(68-R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S), insanların en cömerdi idi. En cömerd
olduğu zaman da ramazânda idi ki (bu ay) Cibrîl'in kendisiyle çokça buluştuğu
zaman idi. Cibrîl aleyhi's-selâm ramazânın her gecesinde Peygamber'le buluşur
ve onunla Kur'ân'ı müdârese ve müzâkere ederdi. İşte bundan dolayı Rasûlullah
hayır dağıtmakta, esmesi maniaya uğramayan rüzgârdan daha cömerd idi[13].
6- Bize Ebu'l-Yemân el-Hakemu'bnu Nâfi'
(138-222) tahdîs edip şöyle dedi: Bize Şuayb ibn Ebî Hamze (162), Zuhrî'den
haber verdi; Zuhrî şöyle dedi: Bana Abdullah ibn Utbe ibn Mes'ûd'un oğlu
Ubeydullah haber verdi ki, ona da Abdullah ibn Abbâs (68) haber vermiştir. İbn
Abbâs'a da Ebû Sufyân ibn Harb (31 ? 34) haber verdi ki, gerek kendisiyle, gerek
Kureyş kâfirleri ile Rasûlullah'ın Hudeybiye sulhunu akdettiği mütâreke müddeti
içinde ticâret için Şam'a giden bir Kureyş kaafilesi içinde bulunduğu sırada
(Rûm Kayseri) Hıraklıyus tarafından da'vet olunmuş. Ebû Sufyân ile arkadaşları
Hıraklıyus'un yanına gelmişler. O zaman Hıraklıyus ile maiyyetindekiler İliya
(yânî Beytu'l-Makdis)'da imiş. Rûm büyükleri yanında iken Kayser bunları
meclisine çağırmış. Huzuruna alıp, tercemânın da gelmesini emretmiş. Tercemân:
- Peygamber'im diyen bu zâta nesebce en yakın
olan hanginizdir? diye sormuş.
Ebû Sufyân dedi ki: Ben:
- Nesebce en yakınları benim, dedim. Bunun
üzerine Hıraklıyus:
- Onu bana yakın getiriniz. Arkadaşlarını
da yakına getiriniz, lâkin arkasında dursunlar, dedi. Ondan sonra tercemânına
dönüp dedi ki:
- Bunlara söyle. Ben bu zât hakkında bu
adamdan (bâzı şeyler) soracağım. Bana yalan söylerse onu tekzîb etsinler.
Ebû Sufyân dedi ki: Vallahi arkadaşlarım
yalanımı ötede beride
söylerler diye utanmasaydım, O'nun (yânî Peygamber) hakkında yalan uydururdum.
Ondan sonra bana ilk sorduğu şu oldu:
- Sizin içinizde nesebi nasıldır?
- O'nun içimizde nesebi pek büyüktür,
dedim.
- Sizden bu sözü ondan evvel söylemiş
(yânî ondan evvel peygamberlik da'vâsi etmiş) hiçbir kimse var mıydı? dedi.
- Yoktu, dedim.
- Babaları içinde hiçbir melik gelmiş
midir? dedi.
- Hayır, dedim.
- Ona tâbi' olanlar halkın şereflileri mi,
yoksa zaîfleri midir? dedi.
- Halkın zaîf olanlarıdır, dedim.
- O'na tâbi' olanlar artıyor mu, yoksa
eksiliyor mu? dedi.
- Artıyorlar, dedim.
- İçlerinde O'nun dînine girdikten sonra
beğenmemezlikten dolayı dîninden dönenler var mıdır? dedi.
- Yoktur, dedim.
- Şu dediğini demezden (yânî dîne
da'vetten) evvel, hiç yalan ile ittihâm ettiğiniz var mıydı? dedi.
- Hayır, dedim.
- Hiç gadr eder mi (yânî ahdi bozar mı)?
dedi.
- Hayır gadr etmez, ancak biz şimdi onunla
bir müddete kadar mütâreke halindeyiz. Bu müddet içinde ne yapacağını
bilmiyoruz, dedim.
Ebû Sufyân dedi ki: Bana (kendiliğimden)
bir şey katmağa imkân verecek, bu sözden başkasını bulamadım.
- O'nunla hiç harb ettiniz mi? dedi.
- Evet, ettik, dedim.
- O'nunla harbiniz nasıldır? dedi.
- Aramızda harb (tâli'i) nevbet iledir.
Gâh o bize zarar verir, gâh biz ona zarar veririz, dedim.
- Size ne emrediyor? dedi.
- Bize yalnız Allah'a ibâdet ediniz, hiçbir
şeyi O'na ortak etmeyiniz. Dedelerinizin inanıp söyleyegeldikleri şeyleri terk
ediniz, diyor. Bize namazı, doğruluğu, iffetliliği ve Allah'ın eklenip
durmasını emrettiği her şeyi ekleyip durmayı emrediyor, dedim.
Bunun üzerine tercümâna dedi ki:
- Ona söyle: Nesebini sordum, içinizde
yüksek nesebli olduğunu beyân ettin. Peygamberler de zâten böyle kavimlerinin
neseb sâhibleri içinden gönderilirler. İçinizden bu sözü O'ndan evvel söylemiş
hiçbir kimse var mıydı diye sordum; hayır dedin. O'ndan evvel bu sözü söylemiş
bir kimse olaydı, bu da kendisinden evvel söylenilmiş bir söze tâbi' olmuş bir
kimsedir, diyebilirdim diye düşünüyorum. Babaları içinde hiçbir hükümdar gelmiş
midir diye sordum; hayır dedin. Babaları içinden bir hükümdar olaydı, bu da
babasının mülkünü geri almaya çalışır bir kimsedir diye hükmederdim diyorum.
Bu da'vâsına kalkışmadan evvel O'nun bir yalanını tutmuş mu idiniz diye
sordum; hayır dedin. Ben ise muhakkak biliyorum ki (önceden) halka karşı yalan
söylemeyi irtikâb etmemiş iken (sonradan) Allah'a karşı yalan söylemeğe cür'et
edemezdi. O'na tâbi' olanlar halkın eşrafı mı, yoksa zaîfleri mi diye sordum;
O'na tâbi' olanlar insanların zaîfleri olduğunu söyledin. Rasûlllerin tâbi'leri
de (zâten) onlardır. O'na uyanlar artıyor mu, yoksa eksiliyor mu diye sordum;
artıyorlar dedin. îmân işi de tamâm oluncaya kadar hep bu şekilde gider. İçlerinde
O'nun dînine girdikten sonra beğenmemezlikten dolayı dîninden dönen var mıdır
diye sordum; hayır dedin. îmân da mûcib olduğu inşirâh kalblere karışıp
kökleşinceye kadar böyle olur. Hiç ahde vefasızlık eder mi diye sordum; hayır
dedin. Peygamberler de böyledir; gadr etmezler. Size ne emrediyor diye sordum.
Yalnız Allah'a ibâdet edip, O'na hiçbir şeyi ortak kılmamayı size emrettiğini,
putlara ibâdetten sizleri nehyettiğini, kezâlik namaz ile doğruluk ve
iffetlilik ile emrettiğini söyledin. Eğer bu dediklerin doğru ise, şu
ayaklarımın bastığı yerlere yakında O zât mâlik olacaktır. Zâten bu peygamberin
zuhur edeceğini bilirdim. Lâkin sizden olacağını tahmîn etmezdim. O'nun yanına
varabileceğimi bilsem, O'nunla buluşmak için her türlü zahmete katlanırdım.
Yanında olaydım (hizmet arz ederek) ayaklarını yıkardım!
Ondan sonra Hırakl, Dıhye'nin elçiliği ile[14]
Busrâ emîrine[15]
gönderilen (ve onun tarafından Kayser'e ulaştırılan) Peygamber'in
mektubunu istedi. Getiren adam[16] onu Hırakl'e verdi; o da okudu. Mektûbda
şunlar yazılmıştı:
“Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle.
Allah'ın kulu ve Rasûlü Muhammed'den Rûm'un büyüğü Hırakl'e. Hidâyete tâbi'
olanlara selâm olsun. Bundan sonra, seni İslâm da'vetine (yânî müslümanlığa)
da'vet ediyorum. İslâm'a gir ki selâmette kalasın ve Allah ecrini iki kat
versin. Eğer kabul etmezsen çiftçilerin günâhı senin boynunadır."Ey kitâb
ehli, hepiniz bizimle sizin aranızda müsâvî bir kelimeye gelin: Allah'tan
başkasına tapmayalım, O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım, Allah'ı bırakıp da
kimimiz kimimizi Rabbler tanımayalım. Eğer yüz çevirirlerse, deyiniz ki: Şâhid
olun, biz muhakkak müslümânlarız" (Âli İmrân: 3/64).
Ebû Sufyân dedi ki: Hırakl diyeceğini
dedikten ve mektubun okumasını bitirdikten sonra yanında gürültü çoğaldı,
sesler yükseldi. Biz de yanından çıkarıldık. (Arkadaşlarımla yalnız kalınca)
Onlara dedim ki: İbn Ebî Kebşe'nin[17]
(yânî Peygamber'in) işi hakîketen büyüyor. Benû Asfar meliki[18]
O'ndan korkuyor. Artık Rasûlullah'ın gâlib geleceğine tâ Allah İslâm'ı kalbime
girdirinceye kadar kesin inancım devam etti[19].
İliyâ, yânî Beytu'l-Makdis sahibi ve
Hırakl'ın dostu olup Şam hristiyanlarına episkopos ta'yîn edilen İbnu'n-Nâtûr,
Hırakl'den bahsederek derdi ki, Hırakl Beytu'l-Makdis'e geldiği zaman (günün
birinde) pek ziyâde kederli göründü. Pıtrîklerinden (kumandanlarından)
bâzıları[20]
ona: Senin hâlini başka türlü görüyoruz, dediler. İbnu'n-Nâtûr dedi ki: Hırakl
yıldızlara bakar, kâhinliğe[21]
âşinâ bir kimse idi. Bu suâle ma'rûz kalınca, onlara: Bu gece yıldızlara
baktığımda Hitan Meliki'ni zuhur etmiş gördüm. Bu ümmet içinde sünnet olanlar
kimlerdir? diye sordu. Yahûdîler'den başka sünnet olan yoktur; onlardan da
sakın endîşe etme. Memleketinin şehirlerine yaz, oralardaki Yahûdîler'i
öldürsünler, dediler. Derken Hırakl'ın huzuruna Gassân Meliki tarafından
Rasûlullah'a dâir haber ulaştırmaya me'mûr olarak gönderilmiş bir adam
getirildi. Hırakl o adamdan haberi alınca: Gidin de bu adam sünnetli midir,
değil midir, bakın, dedi. Baktılar ve sünnetli olduğunu bildirdiler. Sonra
gelen adamdan: Arab kavmi sünnetli midir? diye sordu. Sünnet olurlar cevâbını
aldı. Bunun üzerine Hırakl: Bu ümmetin meliki işte zuhur etmiştir, dedi. Ondan
sonra Hırakl, Roma'da ilimce kendi benzeri olan bir dostuna mektûb yazıp
Hımıs'a gitti. Hımıs'tan ayrılmadan o dostundan, Peygamber'in zuhur ettiği ve
bunun bir peygamber olduğu hakkındaki görüşüne muvafık bir mektûb geldi.
Müteakiben Hırakl, Hımıs'da bulunan bir kasrına Rûm büyüklerini da'vet ederek
kapıların kapanmasını emretti. Sonra yüksek bir yere çıkıp:
- Ey Rûm cemâati, bu peygambere bey'at
edip de felah ve rüşde nail olmayı istemez misiniz? diye hitâb etti.
Bunun üzerine cemâati, yaban eşekleri
kadar sür'atle kapılara doğru kaçıştılarsa da kapıları kapanmış buldular.
Hırakl, bu derece nefretlerini görüp îmâna girmelerinden ümidsiz olunca:
Bunları geri çevirin, diye emretti ve (onlara dönüp): Deminki sözlerimi
dîninize olan sıkı bağlılığınızı öğrenmek için söyledim, (bunu da) gözlerimle
gördüm, dedi. Bu söz üzerine oradakiler memnunluklarını beyân ederek,
kendisini ta'zîmen secde ettiler. Hırakl(ın îmâna da'vet olunması) hakkındaki
haberin sonu da bundan ibarettir[22].
Bu
hadîsi Salih ibn Keysan, Yûnus ve Ma'mer de Zuhrî'den rivayet etmişlerdir[23].
[1] Ebû Zerr (434/945) ve Asîlî (392/1001) rivayetinde
"bâb"sız; diğerlerinde "bâb" sözüyledir.
Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i
Buhari ve Tercemesi, Ötüken Yayınları: 1/141.
[2] Musannif Buhârî'ye, kitabına maksadından haber verir bir
hutbe ile başlamamış olduğu ve bir de Hamdele
ve Şehâdet'le başlamadığı
için i'tirâz edilmiştir. Bu iki i'tirâza cevâb:
Hutbede
kendisinden hiç ayrılınmayacak bir tek siyâk vâcib olmaz. Hutbeden garaz,
maksada delâlet edecek bir şeyle başlamaktır. İmâm Buhârî, kitaba,
"Vahyin başlaması" unvanı ve amelin niyetle birlikle devr edici
olduğuna müştemil olup maksadına delâlet eyleyen hadîsle başlamıştır. Sanki o:
"Ben, mahlûkaatın hayırlısından alınmış olan sünnet vahyini öyle bir veçhile
toplamayı kasdettim ki, bunda amelimin güzelliği ve kasdım zahir olacaktır:
Kitabına hamd ve
şehâdetle başlamadığı i'tirâzına cevâb şudur:
Ebu Dâvûd ve
diğerlerinin Ebû Hureyre'den rivayet ettikleri:
"El-hamdu liliahi İle başlanılmayan her
şerefli iş, kesiktir."
"İçinde şehâdet kelimesi bulunmayan her hutbe kesik el
gibidir." hadîsleri,
Buhârî'nin şartı üzere değillerdir. Bunların her ikisi hakkında söz vardır. Biz bunların hüccetliğe elverişli
olduklarını
Keza
Rasûlullah'ın hükümdarlara yazdığı mektûblarıyle, hükümler hakkındaki
mektûblarının hamdele ve diğerleri olmaksızın, sâdece Besmele ile başlatılmış
olmalarıyle, yazmada Besmele'nin yeteceğini te'yîd eder. Buhârî, hamd ve
şehâdet lâfızlarına risale ve vesikalarda değil de, ancak hitabelerde ihtiyaç
olunacağım iş'âr eder. Musannif, kitabını hutbe ile başlatmayınca, içindekilerle
öğrenme ve öğretme yönünden faydalanmaları için, bunu ilim ehline
yazılmış-mektûblar mecrasına akıtmıştır.
Bu babın şerhinde
daha birçok cevâblar verilmiştir ki, onlarda tefekküre meydân vardır....(İbn
Hacer).
Bana göre,
buradaki vahyin ma'nâsı, ibaresiyle telâffuz edilmiş ve tilâvet olunmuş bulunan
vahiy, yânî Kur'ân ile hadîs denilen gayr-ı metluvv vahiydir. Bu ifâde,
müslümânların dillerindeki "Nasıl başladı? Nereden geldi? Bizim yanımıza
hangi cihetten vâki' oldu?" şeklinde söylenen ta'bîrlerdendir. Bu suâlin
cevâbı: "O bizim yanımıza güvenilir âlimlerden, onlara da sahâbîlerden,
onlara da Peygamber'den, ona da Allah'ın ona vahyetmesinden vâki'
olmuştur" kelâmıdır. Bâb içinde Allah'ın bu işleri Peygamber'e
vahyetmesinin bizce şübhesiz ve mütevâtir bir husus olduğuna delâlet
Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i
Buhari ve Tercemesi, Ötüken Yayınları: 1/141-142.
[3] Âyetin bâb başlığına münâsebeti, Peygamberimize yapılan
vahyin sıfatı, kendinden önce gelip geçmiş peygamberlere yapılan vahyin
sıfatına uygun olması cihetindendir.
Buhârî, bu âyeti
kitabının başına, vahyin bütün peygamberlerde Allah'ın bir sünneti, bir kanûnu
olduğunu isbât gayesi için almıştır. "Muhakkak biz sana, tıpkı Nuh'a ve
ondan sonraki bütün peygamberlere vahyettiğimiz gibi vahyettik."
Yânî, mücerred bir ilham, bir sâniha, bir firâset değil; bütün peygamberlerde
kaanûn olan bir vahiy ile vahyettik.
Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i
Buhari ve Tercemesi, Ötüken Yayınları: 1/142-143.
[4] Buhârî, bu "Niyet Hadîsi"ni çok büyük bir dikkat
ve titizlikle topladığı kitâbına başlangıç yapmakla, bunun el-Câmi'u's-Sahîh içindeki mevkiini,
Fâtiha'nın Kur'ân-ı Kerîm içindeki mevkii yerinde tutmuştur. Böylece Buhârî.
niyetin insan hayatındaki büyük ehemmiyetini belirtmiş oluyor: Şübhesiz şer'î
hükümler ve dînî mükellefiyetler iki esâs üzerinde tezahür eder:
a.
Kalbin bir şeye yönelmesi, onu kasdetmesi, o şeye varması, onu kabullenmesi
şeklinde tezahür eden kalbî ameller;
b.
Organlarla yapılan her türlü ameller, yânî hareketler, işler ve davranışlar.
Niyet hadîsi bütün kalbi amelleri içine aldığından, dînin yarısını toplamıştır.
Bütün amellerin oluşu ve ayrıca değer kazanması, evvelâ içimizdeki gizli
niyetlere, ikinci olarak da organların görünürdeki fiil ve harekellerine
dayanmakladır...
Buhârî bu hadîsi,
Sahîh'ınin diğer altı yerinde,
başka başka şeyhleri yolundan getirmiştir: îmân, Itk, Menâkıbu'l-Ensâr
(Hicretu'n-Nebî), Nikâh, Eymân ve'n-Nuzur, Hıyel (Terku'l-Hıyel babında). Bu
hadîs, kişinin bir nevi' hareketinin kıymeti niyetinin nev'ine bağlı
bulunduğuna ve herkesin sevâb ve ikaaba nâiliyeti, niyet ettiği hayr ve şerrden
ibaret bulunduğuna delâlet etmektedir. Buna göre, her nevi' hareketimiz
üzerinde niyetin pek büyük te'sîri vardır. Böyle yüksek bir hakîkati
bildirmekte olduğu için, bunu müelliflerin çoğu kitâblarının başına
geçirmişlerdir. Buhârî de Sahih'ine bu
hadîs ile başlamıştır. Ebû Dâvûd: Rasûlullah'ın beş yüz bin hadîsini yazdım.
Sonra bunlardan hükümlere dâir olan 4800 hadîs seçtim. Zühd'e, faziletlere
dâir olanları tahrîc etmedim. Bu hadîslerden dördü insanın dînî hususlarında
kâfidir, demiş ve bu niyet hadîsini bu dört hadîs içinde birinci olarak
zikretmiştir (Sünen'ın baş tarafındaki
hâl tercemesi). Bunun sebebi, bu hadîste vicdanî temayüllerin, her çeşit
hareket ve fiillerin iyi veya kötü olmasının ölçüsü niyetler olduğunun ve her
fiil ve hareketin îcâb ve terkinde niyetin hâkim bulunduğunun teblîğ buyurulmuş
olmasıdır.
Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i
Buhari ve Tercemesi, Ötüken Yayınları: 1/143-144.
[5] Vahy'in mâhiyeti peygamberlerden başkalarınca bilinemez.
Diğer kimselerin vahyi ta'rîfe kalkışması körlerin renklerden bahsetmeleri
kadar yakışıksızdır. Ancak vahyin mertebeleri, nevi'leri ve vahyin nüzulü
zamanında hâzır olanların müşahede ettikleri bâzı eserleri vardır ki, onlardan
bahsedilebilir...
Vahy ve iyhâ
hakkında şunlar yazılmıştır: İyhâ, vahy göndermektir... Vahy, lugatta risâlet,
kitâbet, ilhâm, gizli söz ma'nâlarına gelir. Ve maddenin aslı, sür'at ve seri'
işaret ma'nâsınadır. Zeccâc, lugâten umûmî ma'nasını "Gizli bir surette
bildirmek" diye ta'rîf etmiştir. Zîrâ sür'at bir gizliliği de gerektirir.
Umumiyetle vahy, evvelâ İkiye ayrılmak lâzım gelir ki, biri, Allah'dan
başkalarından olan işâret ve bildirme, diğeri de Allah tarafından olan işaret
ve bildirmedir. Vahy lügatin esâsında, bunların hepsine şâmil ise de, lügat
örfünde ancak Allah tarafından olan işaret ve ilhama isim olmuştur. Mutlak
olarak vahy denildiği zaman da bu anlaşılır. Bunun da "Ve mâ kâne ti-beşerin..." (eş-Şûrâ: 42/5l) âyetinden anlaşıldığı üzere muhtelif nevi'leri
ve peygamberlere mahsûs olup olmayanları da vardır... (Hakk Dîni, II, 1524-1526).
Bâb, vahyin
beyânı ve keyfiyyetine bağlanmış olunca, Buhârî burada vahy hakkında gelen
hadîslerin zikrine başladı. Şu kadar var ki, niyet hadîsini bunlardan Öne
geçirmesi el-Câmi'u's-Sahîh'i tasniften
Allah'a yaklaşmayı kasdettiğine tenbîh içindir. Çünkü ameller ancak
niyetlerledir. Bir de bunda, Peygamber'in Allah'a hicreti, inzivâya çekilip
O'na ibâdet ederek yalvarması, Allah'ın da O'na vahy ihsan edip peygamber
göndermesi işlerinin başlangıcı vardır (Aynî).
Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i
Buhari ve Tercemesi, Ötüken Yayınları: 1/144-145.
[6] Bir rivayette "kaale (= dedi)" yerine "kultu
(= dedim)" denilmiştir. Mü'minlerin annesi bu hadîste vahyin başlaması
kıssasını Peygamber'den işitmesini tasrîh etmeksizin rivâyet ettiğine nazaran
hadîsin mürsel olması hâtıra gelebilirse de "kaale" yerine
"kultu" rivayetinin de bulunması ve ondan sonra = Kaale
feahazenî" buyurulması, hadîsin merfû' olduğuna işarettir Bakılınca aklen
de öyle olması gerekir. Çünkü Hz. Âişe vahyin keyfiyyetini Peygamberimizden
işitmese nereden bilecekti? (Ahmed Naîm).
Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i
Buhari ve Tercemesi, Ötüken Yayınları: 1/147.
[7] Varaka'ya âid kıssa "vefat etti" sözüyle son
bulmuştur. Onun hayâtı ve ölümü ile vahyin kesilmesi arasında ilişki yoktur.
Binâenaleyh "Ve fetera'l-vahyu = Ve vahy kesildi"deki vâv, âtıfa
değil isti'nâfiyyedir.
İkrâ'
Süresi'ndeki ilk âyetlerin inmesinden sonra vahyin bir müddei kesilmesinden ve
Cibril'in bir daha görünmemesinden dolayı -diğer rivayetlerden bilindiği
üzere- Peygamber'in kalbini o derece hüzün ve gam kapladı ki. kendisini yüksek
dağ tepelerinden atıp nefsini helak etmeye bile birkaç kerre teşebbüs etmiş ve
her defasında, beraberinde bulunan melek, kendisine görünüp nehyetmiştir. Bu
melek rivayete göre İsrafil'dir. Cebrail'in sık sık inmesinden evvel, sırf
Peygamber'i teselli etmek için, arasıra görünür ve bir iki kelimelik vahy bile
tebliğ ederdi. Vahyin kesilme müddeti hakkındaki rivayetler çeşitlidir. En azı
onbeş gün, en çoğu üç senedir.
Câbir'in rivayet
ettiği bundan sonraki hadîsten fetreti müteâkıb, ilk nazil olan âyetler "Yâ
eyyühe'l-müddessir.." sûresinin baş tarafları olduğu anlaşılıyor
(Ahmed Naîm).
Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i
Buhari ve Tercemesi, Ötüken Yayınları: 1/148.
[8] Bunun gibisi, yânî muhaddisin isnâdın evvelinden bir yâhud
daha fazla râvîyi zikretmemesi ta'lîk diye
isimlendirilir. Böyle hadîse muallak
hadîs denilir. Buhârî ta'lîkı, ancak hadîs kendi nazarında müsned olduğu
zaman yapar. Bu müsnedlik ya daha önce geçen isnâd ile, yâhud da diğer bir
isnâd ile sabittir...
Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i
Buhari ve Tercemesi, Ötüken Yayınları: 1/148.
[9] Bu, "mutâbaat" sözünün geldiği ilk yerdir. Buhârî, Sahih'inin içinde mutâbaat
sözünü çok kullanmıştır. Bunun için mutâbaat ta'bîrinin ma'nâsmı iyice bellemek
lâzımdır:
Hadîsin "mutevâtir", "meşhur",
"mustefîz", "aziz" nevî'leri makbul olup "garîb
(ferd)" nev'inin kimi makbul, kimi merdûddur. "Garîb hadîs"
diğer deyişle "Ferd hadîs", hangi tabakada olursa olsun bir tek
şahıs tarafından rivayet edilen hadîstir. Böyle bir hadîs, diğer bir yoldan
veya yollardan rivayet edilmiş olmakla ferdlikten ve sıhhatına delâlet eden
diğer bâzı karinelerin eklenmesiyle zaîflıktan kurtulur.
Ferd zannolunan
bir hadîsin diğer tarik veya tarîklerden acaba râvîsi var mıdır? Diğer
hadîscilerce bu hadîs tanınmış mıdır? diye hâlini araştırmağa, ıstılahta "i'tibâr" denir. Câmi'ler,
müsnedler, cüz'ler gibi hadîs kitâblarından araştırmak netîcesinde ferd olan
hadîsin başkası tarafından da rivayet edildiği tebeyyün ederse, bu hadîs artık
ferdlikten kurtulmuş ve "mutâba"
yâhud "mutâba'un
aleyh" olmuş olur. Mutâba' hadîsin râvîsine de mutâba'un aleyh derler.
İkinci, yânî sonradan bulunan râvîye de "mutâbi"
ve hadîsine "tâbi" denir.
Mutâbi' hadîsi kimden rivayet etmiş ise, o şahsa da "mutâba' aleyh"
adı verilir. Hâsılı mutâbaat, muayyen bir râvîye isnadının tamâmında yâhud bir
kısmında diğer bir râvînin muvafık ve muşârik olmasıdır.
İ'tibâr'ın
kaaidesi şudur: Muhaddis, râvîlerden birinin rivayet ettiği ferd hadîsi ele
alıp, arayıp taramak sûretiyle diğer hadîs râvîlerinin rivayetleriyle mukaayese
(i'tibâr) edip, acaba bu hadîsi o lâfız ile rivayet eden başkası da var mıdır,
diye bakar. Ve o râvînin akranından işe başlar. O hadîsi o lâfz ile başkası da
o râvînin şeyhinden rivayet etmiş midir? Böyle bir kimse yok ise, şeyhinin
şeyhinden -râvînin şeyhi gibi- başkası rivayet etmiş midir? dîye isnadın sonuna
kadar birer birer araştırır. Rivayette ortak bulursa, "mutâbaa"
meydana gelmiş ve mutâbî'in keşf edilmesiyle ferd sanılan o hadîsin râvîsi
"mutâba"' olmuş olur. Hadîsin mutâbi'ini bulamazsa, o ma'nâda
rivayet edilmiş diğer hadîs var mıdır? diye arar. Bulursa, keşfedilen râvî,
münferid sanılan râvînin "şâhid"i olmuş olur. Bunu da bulamazsa
hadîs, onun nazarında artık ferdlikten kurtulamaz. (Tecrîd Ter., I, 111-112).
Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i
Buhari ve Tercemesi, Ötüken Yayınları: 1/148-149.
[10] Buhârî'nin murâdı şudur: Zuhrî'nin ashabı bu lâfız hakkında
ihtilâf etmişlerdir. Bu hadîste Ukayl, Zuhrî'den, yukarıda geçtiği gibi diye
rivayet etti. Ve ona bu lâfızda Hilâl ibn Reddâd mutâbaat etti. Yûnus ile
Ma'mer de ona muhalefet ettiler: Zuhrî'den rivayet ettiler.
"Bevâdır", "bâdire"nin cem'idir. Badirede insan vücûdunun
omuz ile boyun arasında olan etceğize denir.
Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i
Buhari ve Tercemesi, Ötüken Yayınları: 1/149.
[11] İbn Abbâs'ın, Peygamber'in bu fiilini aynen taklîd ederek
hikâye ettiği gibi, kendisinden rivayet edenler de rivayet esnasında
müteselsilen hep öyle hikâye ile dudaklarını depretmişlerdir. Bu şekilde
rivayet edilen hadîse müteselsil hadîs
denir. Musâfaha hadîsi de bu tarzda müteselsilen rivayet edilmiştir (Tecrid Ter., I, 13, haşiye). Teşbîk
bi'lyed hadîsi, Buhârî.'Salât 88. Bâb, 124. hadîs.
Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i
Buhari ve Tercemesi, Ötüken Yayınları: 1/150.
[12] Onu senin göğsünde toplayıp, onu sana ezberletmek bize âid
olduğu gibi, onun ma'nâlarından herhangi bir şey sana müşkil olursa, onu sana
açıklamak ve anlatmak da bize âiddir. Binâenaleyh onu ezberlemek ve
ma'nâlarını sür'atle kavramak hususunda "kaçırır, belleyemem" diye
telâş etme.
Bu tavsiye şu
âyette de yapılmıştır: "Sana onun vahyi tamamlanmazdan
evvel Kur'ân'ı (okumakta) acele etme; ve 'Rabb'im. benim ilmimi artır' de" (Tâhâ: 20/114).
Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i
Buhari ve Tercemesi, Ötüken Yayınları: 1/150.
[13] İbn Abbâs'ın, Peygamber'in cömerdliğini hiçbir engele
rastlamıyarak salıverilmiş rüzgâra benzetmesi, evvelâ cömerdlik ve hayırlar
dağıtmakta rüzgârdan daha sür'atli olduğundan, saniyen rüzgâr yağmurlu
bulutları toplayıp İlâhî rahmeti muhtaç topraklara ulaştırmaya vâsıta
olmasından, sâlisen esen rüzgâr, durgunca hafif rüzgârdan daha ziyâde yol
alıp, daha çok yerlere hayır dağıtmasından dolayıdır.
İnsanların en
cömerdi idi. Cömerdlik ve kerem öğülmüş sıfatlardandır ki, her mü'minin bununla
sıfatlanması lâzım gelir. Peygamber insanların en cömerdidir. Nefsi,
nefislerin en şereflisi; mizacı mizaçların en adaletlisi olunca. O'nün
fiilinin, fiillerin en güzeli, şeklinin şekillerin en hoşu, ahlâkının da,
ahlâkların en güzeli olması zarurîdir. Binâenaleyh O'nun insanların en cömerdi
oluşunda hiç şübhe yoktur. Nasıl olmaz ki, O, ebedî ni'metler mukaabilinde fânî
ni'metlerden müstağnidir.
En cömerd olduğu
zamanlar Cibrîl ile en çok buluştuğu ramazân ayları idi. Çünkü bu bulunmasında
makaamlarda çok yükselme ve gayb ilimlerine çok muttali' olması vardı; bilhassa
Kur'ân müdâresesinden (Metin haşiyesinden). Hadîsin bu bâbda getirilmesinin
münâsebet ciheti, içinde Kur'ân'ın nüzul başlangıcının ramazânda olduğuna
işaret bulunmasıdır. Cibrîl, her sene ramazânda O'nunla buluşur ve o sene
içinde inen Kur'ân'ı O'nunla mukaabele ederdi. Vefat ettiği yılın ramazânında
Kur'ân'ı iki kerre mukaabele etmişti. İşte bu da vahy hükümlerindendir; bâb da
vahy hakkındadır (Aynî).
Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i
Buhari ve Tercemesi, Ötüken Yayınları: 1/151-152.
[14] Dıhyetu'bnu Halîfe el-Kelbî(R)'dir. Sahâbîlerin büyüklerinden,
son derece güzel ve yakışıklı bir zât idi. Çok kerreler Cibrîil onun suretine
bürünerek vahy getirirdi.
Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i
Buhari ve Tercemesi, Ötüken Yayınları: 1/157.
[15] Bu emîrin ismi Haris ibn Ebî Şemir Gassânî'dir.
Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i
Buhari ve Tercemesi, Ötüken Yayınları: 1/157.
[16] Mektubu Busrâ Emîri'nden alıp Hırakl'e götüren, meşhur
Hatim Tâî'nin oğlu Adiyy idi. Dıhye ile birlikte Kayser'in nezdine gitmişlerdi.
Bezzâr'ın Müsned'indeki rivayete göre, mektubu Kayser'in eline sunan Dıhye'dir.
Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i
Buhari ve Tercemesi, Ötüken Yayınları: 1/157.
[17] Müşrikler Peygamber'i Ebû Kebşe adındaki kimseye nisbet
ederlerdi. Bu adam putlara ibâdet hususunda Kureyş'e muhalefet ederek
Şı'ra'l-Abûr adlı yıldıza tapmış bir Huzâa'lı idi. Peygamber de putlara ibâdet
hususunda Kureyş'e muhalefet edince, ona benzeterek "Ebû Kebşe'nin
oğlu" ismini verdiler. Bir rivâyete göre de Ebû Kebşe, annesi cihetinden
Peygamber'in dedelerindendir. Peygamber'i ona nisbet etmekle, gûyâ ona çekmiş
olduğunu kasdetmek isterlerdi (İbnu'l-Esîr, en-Nihâye).
Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i
Buhari ve Tercemesi, Ötüken Yayınları: 1/157.
[18] Arablar Romalılar'a "Benu'l-Asfar" derlerdi.
Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i
Buhari ve Tercemesi, Ötüken Yayınları: 1/158.
[19] İbn Abbâs'ın Ebû Sufyân'dan rivayeti burada bitiyor. Bundan
sonraki kıssa, Zuhrî'nin İbnu'n-Nâtûr'a ulaştırdığı rivayettir. Sezilebileceği
üzere, Ebû Sufyân'dan rivayet edilmemiştir. İbnu'n-Nâtûr, Abdülmelik'in
hilâfeti günlerinde hayâtta idi. Zuhrî kıssayı ondan dinlemiştir.
Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i
Buhari ve Tercemesi, Ötüken Yayınları: 1/158.
[20] Pıtrîklik, Roma ile Bizans devletlerinin yüksek dîvân
mansıblarından idi. Lâtincesi "patrîçiyûs"dur. Bu, en yüksek ruhanî
mansıb olan patriklik değildir.
Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i
Buhari ve Tercemesi, Ötüken Yayınları: 1/159.
[21] Kehânet bazen şeytânların ilkaasına dayanır, bazen de
yıldızların hükümlerinden istifâde edilirdi. Bunun her iki çeşidi de
câhiliyyet devrinde Allah islâm'ı gâlib kılıncaya kadar yaygın idi. islâm gâlib
olunca, kâhinlerin şevketi kırıldı ve islâm dîni, kâhinlere i'timâd etmeyi
inkâr etti.
Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i
Buhari ve Tercemesi, Ötüken Yayınları: 1/159.
[22] Bu hadîsin bu bâbda zikrinin münâsebeti ciheti şöyledir:
Hadîs kendilerine vahy verilen peygamberlerin vasıflarından bir kısmına şâmil
olmuştur; bâb da vahyin başlama keyfiyeti hakkındadır. Yine Hırakl kıssası,
işinin başlangıcında Peygamber'in hâlinin nasıl olduğunu içine almaktadır.
Hırakl'e yazılan mektûbdaki âyet ile başlıktaki âyet, Yüce Allah'ın
peygamberlere dîni doğrultmalarını ve Tevhîd kelimesini en yüksek kılmalarını
vahy ettiğine şâmildirler (Aynî).
Hadîsin son
fıkrasındaki ifâdelerden Hırakl'in îmân etmeye yanaştığı, fakat kavminden
korkup îmânını açıklamadığı seziliyor. Çünki Hırakl, Mekke ticâret kaafilesi
başkanı sıfatıyla o zaman Şam'da bulunan Ebû Sufyân'ı Kudüs'e getirtip, uzun
uzadıya suâl cevâb ederek, derin tahkîkaat ve tedkîkaat neticesinde kendisinde
vicdanî bir kanâat hâsıl olmuş, toptan îmân etmek üzere Rûm büyüklerine teklîf
etmiş; onlar kabul etmediklerinden kendisi de îmânını açığa çıkarmamış olduğu
anlaşılabilir!
Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i
Buhari ve Tercemesi, Ötüken Yayınları: 1/159.
[23] Yânî bu üç râvî de bu hadîsi Zuhrî'den rivayet etmekte
Şuayb'a mutâbaat ve muvafakat etmişlerdir. Buhârî bu Hırakl hadîsini ayrı ayrı
senedler, uzun ve kısa metinlerle Sahîh'ınin
on dört yerinde getirmiştir: Vahy, İlim, Cihâd, Cizye, Mağâzî, Tefsir,
Şahâdât, Edeb, Ahkâm, İsti'zân, Vahidin Haberi., gibi (Aynî).
Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i Buhari
ve Tercemesi, Ötüken Yayınları: 1/159.