DİNİ SÖZLÜK



HAMR:
Şarab, sarhoşluk veren içki.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Hamr, kumar, (tapmaya mahsus) dikili taşlar, ezlâm (fal okları) ancak şeytanın amelinden birer pisliktir. Bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan, hamrda ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık siz hepiniz (bunlardan) vaz geçtiniz değil mi? (Mâide sûresi: 90, 91)
Her sarhoşluk veren şey hamr (şarab) dır. Ve her sarhoşluk veren şey haramdır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Hamr içen ile arkadaşlık etmeyiniz! Cenâzesine gitmeyiniz! Buna kız vermeyiniz ve onun kızı ile evlenmeyiniz. Muhakkak biliniz ki, hamr içen kıyâmet günü mezardan yüzü kara, gözleri mâvi olarak kalkar. Dili sarkmış pis kokulu olur. Herkes pis kokusundan kaçar. (Hadîs-i şerîf-Riyâdün-Nâsihîn)
Hamr dört mezhebde de haramdır. İçmesi ve her türlü kullanılması günâhtır. Yalnız sirke yapılması ve susuzluktan ölmek üzere olanın ölmiyecek kadar su yerine içmesi câizdir. (Senâullah Dehlevî)
Alkolü az olan hamr da haramdır. Sarhoş etmese de damlasını içmek haramdır. Helâl diyenin îmânı gider. Hamr, idrar gibi kaba necâsettir. Her türlü kullanmak, ilâç yapmak, buruna çekmek, söz birliği ile haramdır. Satması câiz değildir. Parası haramdır . (İbn-i Âbidîn)

HANBELÎ:
Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebine mensub kimse.

Hanbelî Mezhebi:
Ehl-i sünnetin amelde (yapılacak işlerde)ki dört hak mezhebinden biri.
İbâdetlerin en kıymetlisi, farz-ı ayn olanlardır. Farzlardan sonra en kıymetlisi, Şâfiî mezhebinde sünnet namazlar, Hanbelî mezhebinde cihâd (Allah yolunda harb etmek), Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde ise ilim öğrenmek ve öğretmek ve sonra cihâddır. (M.Tâhir Sünbül Mekkî)
Âlimlerin çoğuna göre altın ile gümüş her ne hâl ve şekilde olursa olsun, her ne niyetle saklanırsa saklansın zekâtı verilir. Hanbelî mezhebinde kadınların zînet (süs) olarak kullandıkları altının ve gümüşün zekâtı verilmez. (Alâüddîn-i Haskefî, Abdurrahmân Cezîrî)

HANEFÎ:
Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri olan Hanefî mezhebine mensub kimse.

Hanefî Mezhebi:
Ehl-i sünnetin amelde (yapılacak işlerde)ki dört mezhebinden biri.
Hanefî mezhebi Osmanlı Devleti zamânında her yere yayıldı. Devletin resmî mezhebi gibi oldu. Bugün dünyâ yüzünde bulunan müslümanların yarıdan fazlası ve Ehl-i sünnetin pek çoğu, Hanefî mezhebine göre ibâdet etmektedir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

HÂNEKÂH (Hânegâh):
Tekke, dergah. İrşâd (doğru yolu gösterme) ve sohbet ile insanları olgunlaştırma hizmetlerinin yapıldığı yer. (Bkz. Tekke ve Zâviye)

HANÎF:
Sapıklıktan, yanlış inanışlardan Hakk'a, doğruya meyleden, dönen, müslüman. İslâmiyet'ten önce Arabistan'da putlara tapmayıp, hazret-i İbrâhim'in dîni üzerine bulunanlara verilen isim. Çoğulu hunefâ'dır.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
İbrâhim ne yahûdî idi, ne de hıristiyan idi. O hanîf idi. (Âl-i İmrân sûresi: 67)
Hanîflerin en meşhûrlarından birisi Arab hatîblerinden olan Kus bin Sâide'dir. Onun Mekke-i mükerremede kurulan Ukaz panayırında meşhûr konuşmasının bir kısmı şöyledir:
Her şey fânîdir (geçicidir). Bâki (devamlı olan) ancak Allahü teâlâdır. Birdir, ortağı ve benzeri yoktur. İbâdet edilecek ancak O'dur. Evvel gelip geçenlerde bize ibret alacak şey çoktur. Büyük-küçük hep göçüp gidiyor. Giden geri gelmiyor. Kesin olar ak inandım ki, herkese olan bana da olacaktır. (Ben de öleceğim). (Ahmed Cevdet Paşa)

Hanîf Dîni:
Doğru yol, İslâmiyet.

HÂNİS:
Yemîninin gereğini yapmayan.
Bir kimse, semâya çıkacağım veya şu taşı altın yapacağım diye yemîn edince, yapmadığı için, hânis olup yemîn keffâreti verir. (İbn-i Âbidîn)

HANNÂNE:
Resûlullah efendimizin dayanarak hutbe okuduğu, Mescid-i Nebevî'de dikili bulunan hurma kütüğü.
Resûlullah efendimiz, Medîne'de Mescid-i Nebevî'de, hutbeyi, Hannâne'ye dayanarak okurlardı. Minber yapılınca, Hannâne'nin yanına gitmedi. Ondan ağlama seslerini, bütün cemâat işitti. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz minberden inip, Hannâne'ye sarı lınca, sesi kesildi; "Eğer sarılmasaydım, benim ayrılığımdan kıyâmete kadar ağlardı" buyurdu. (Nişâncızâde)

HANNÂS:
İnsanların kalblerine vesvese veren sinsi şeytan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Ey Habîbim!) De ki: İnsan ve cinden olan ve insanların göğüslerine (îmân ve îtikâdına) vesvese veren hannâsın şerrinden insanların mâbûduna ve insanların bütün işlerinin sâhibine ve insanların Rabbine sığınırım. (Nâs sûresi: 1-6)
Şeytan köpek gibidir. Köpek kaçar ise de başka taraftan yine gelir. Nefs ise kaplan gibidir. Saldırması ancak öldürmekle biter. İnsanlara vesvese veren şeytana bunun için hannâs denilmiştir. İnsan hannâsın bir vesvesesine uymazsa bundan vaz geçer. Ba şka vesveseye başlar. Çok hayırlı işe mâni olmak için, az hayırlı şeyi de vesvese yapar, fısıldar. Büyük günâha sürüklemek için, küçük hayır yapmayı da vesvese eder. Şeytanın vesvesesi olan küçük hayırlı iş, insana tatlı gelir ve acele ile yapmak ister. Acele etmek ise şeytandandır. (Muhammed Hâdimî)

HARAC:
Güçlük, sıkıntı, eziyet. 1. Bir farzı yapma veya haramdan sakınma esnâsında karşılaşılan güçlük.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Allah (ü teâlâ) din husûsunda üzerinize bir harâc yüklemedi. (Hac sûresi: 77)
Bir işin yapılmasında harâc bulunursa ve kendi mezhebine göre yapmaya imkân olmazsa, bu işi, başka mezhebe uyarak yapmak câiz olur. Fakat, ikinci mezhebin o işe bağlı olan şartlarını da gözetmek lâzımdır. Hanefî mezhebi âlimleri, böyle işlerde, diğer mezhebleri taklîd etmeğe fetvâ (izin) vermişlerdir. (İbn-i Âbidîn)
Her müslümanın ibâdet yaparken ve haramdan sakınırken, kendi mezhebi âlimlerinin "fetvâ böyledir", "en iyisi budur", "en doğru söz budur" gibi bildirdiklerine uyması lâzımdır. Kendi arzusu ile yaptığı bir şey, buna uymasına mâni (engel) olur ve bu mâ ni olmanın önlenmesinde harac, meşakkat bulunursa, kendi mezhebinde doğru olduğu bildirilen başka bir söze uyması lâzımdır. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
2. Müslüman olmayan vatandaşlardan seneden seneye alınan toprak vergisi.
Zor ile alınıp da, kâfirlere bırakılan veya barış yoluyla alınıp, kâfirlerin olan topraklardan harac alınır. (İbn-i Âbidîn)

HARÂM:
Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde yapmayınız diye açıkça yasak ettiği şeyler.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
De ki, Rabbim; bütün fuhşiyâtı (küfür ve nifakı) açığını ve gizlisini, her türlü günâhı, haksız isyânı ve Allahü teâlâya hiçbir zaman bir burhan indirmediği herhangi bir şeyi ortak koşmanızı ve bilmediğiniz şeyleri Allahü teâlâya isnâd etmenizi, harâm etti. (A'râf sûresi: 33)
Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri harâmdır. Sonra ellerini kaldırıp, duâ ederler. Böyle duâ nasıl kabûl olunur? (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
İnsan, harâm işlemeği kalbinden geçirir, Allah'tan korkarak yapmazsa, hiç günâh yazılmaz. Harâmı işleyince, bir günâh yazılır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Allahü teâlâ, harâm olan şeylerde size şifâ yaratmamıştır. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Harâmlardan sakınmak, akıllıların şânından, şereflilerin tabiatındandır. (Hazret-i Ali)
Harâmda şifâ yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)
Harâmdan bir altını sâhibine vermek, yüz altın sadaka vermekten fazîletlidir, iyidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Dünyâda harâm işleyen kimse, âhirette ondan mahrûm kalır. Burada helâl şeyleri kullananlar, orada o şeylerin hakîkatine kavuşur. Meselâ, bir erkek dünyâda harâm olan ipeği giyerse, âhirette ipek giymekten mahrûm edilir. İpek ise, Cennet elbisesidir. O hâlde, bu günâhtan temizlenmedikçe, Cennet'e girilemez demektir. Cennet'e giremeyen de Cehennem'e gider. Çünkü, âhirette, bu ikisinden başka yer yoktur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Harâm li Aynihi:
Kendileri harâm olan şeyler.
Leş, domuz eti, şarab gibi Allahü teâlâ tarafından harâm edilen şeyler harâm li aynihidir. Bunlara helâl demek küfr olur, îmânın gitmesine sebeb olur. (Muhammed Hâdimî)

Harâm li Gayrihi:
Aslı harâm olmayıp, sonradan hâsıl olan bir sebepten dolayı harâm olan şey.
Bir kimsenin bir kişinin bağına girip, sâhibinin izni olmadan meyve koparıp yimesi, ev eşyâsını ve parasını çalıp harcaması harâm li gayrihidir. Bunları yapan kimse, yaparken Besmele söylese, yâhut helâldir derse kâfir olmaz. (Muhammed Hâdimî)

Harâm Lokma:
Helâl olmayan ve dînen yenmesi yasaklanan yiyecek.
Vücûduna harâm lokma karışmış bir kimse, namazdan tad duymaz. (Behâeddîn-i Buhârî)
Mîde yenilen şeylerin toplandığı yerdir. Oraya helal lokma koyarsan, âzâlardan sâlih (iyi) ameller, işler meydana gelir. Şüpheli lokma koyarsan, âzâlar Allah yolunda amel etmekte şüpheye düşerler. Eğer harâm lokma koyarsan, o lokma seninle Allahü teâ lâ arasında bir perde olur ve Cenâb-ı Hakkın beğendiği yolda yürümen mümkün olmaz. (Ebû Bekr-i Dükkî)
Alış veriş ilmini bilmiyen harâm lokma yemekten kurtulamaz. Harâm lokma yiyen ise, ibâdetlerin sevâbını bulamaz. (Ahî Evran)

HARBÎ:
İslâm devleti ile harb halinde bulunan gayr-i müslimlere âit ülke halkından olan kimse.
Bir harbî emân (izin, pasaport) ile İslâm ülkesine girerse malına, canına dokunulmaz. (İbn-i Âbidîn)
Âşir (gümrük vergisini ve zekâtı toplayan me'mur) kendisine uğrayan harbîden, mensûb olduğu devlet, müslüman tüccardan ne kadar vergi alırsa, o kadar alır. Ne kadar aldıkları bilinmiyorsa, onda bir alır. (İmâm-ı Serahsî)

HAREM:
1. Mekke-i mükerreme şehrinden biraz daha geniş olup, hudûdunu İbrâhim aleyhisselâmın diktiği taşların gösterdiği yer, alan. Bu sâha içine gayr-i müslimlerin girmesi yasak ve ihrâmlı iken bâzı işleri yapmak harâm olduğu için Harem denilmiştir.
Hac için, ömre için, ticâret için veya herhangi bir şey için uzaktan gelenlerin Mîkat (ihrâma girilen yer) denilen yerleri ihrâmsız (iki parçadan meydana gelen dikişsiz elbiseyi giymeden) geçerek Harem'e girmeleri harâmdır. Mîkat'tan geçerken bir iş için Hill'de (Mîkat yeri ile Harem sınırı arasındaki yerde) kalmağı niyet edenlerin ve Hill'de oturanların hacdan başka niyetle Harem'e girmeleri câizdir. (İbn-i Âbidîn)
İhrâma giren kimseye bâzı şeyler yasak olur. Meselâ karadaki av hayvanlarını öldürmesi, dikilmiş elbise giymesi, bir yerini traş etmesi, kavga ve münâkaşa etmesi, tırnak kesmesi, Harem'de kendiliğinden biten ot ve ağaçları koparması ve kesmesi harâm olur. Bunları bilerek veya bilmeyerek unutarak yapanlara kurban, sadaka cezâları vâcib olur. (Muhammed Mevkûfâtî)
2. Müslümanların evlerinde, saray, konak ve benzeri yerlerde sâdece kadınların oturması için ayrılmış oda, dâire. Bu oda veya dâireye haremlik de denir.
Müslümanların evleri iki kısımdır. Harem (haremlik) ile selâmlık. Harem kısmı yalnız kadınlara âittir. Buraya hiçbir erkek giremez. Evin erkeği veya mahrem (evlenilmesi harâm olan) erkeklerden birisi gireceği zaman mutlaka evin hanımının haberi olur. (Mustafa Sabri Efendi)
3. Zevce, hanım.

Harem-i Şerîf:
Müslümanların kıblesi olan Kâbe-i muazzamanın ortasında yeralan etrâfı kubbeli revaklarla çevrili mescid. Kâbe'nin etrâfı. (Bkz. Mescid-i Harâm)

HAREMEYN:
Hürmete ve saygıya lâyık iki belde. Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverenin ikisine verilen ad. Mekke-i mükerremede Kâbe-i muazzama, Medîne-i münevverede sevgili Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek kabr-i şerîfi bulunduğu için her ikisine saygı ve hürmet duyulması gereken yer mânâsına Haremeyn denilmiştir.
Osmanlı sultanlarının herbirinin Haremeyn'e pekçok hizmetleri olmuştur. Bu sebeple onlar kendilerine Hâkim-ül-haremeyn (Haremeyn'in hâkimi) yerine Hâdim-ül-haremeyn (Haremeyn'in hizmetçisi) denilmesini istemişlerdir. Yavuz Sultan Selîm Han, Mısır'ı f eth ettiği zaman hutbede kendi ismini Hâkim-ül-haremeyn olarak okuyan hatîbe îtirâz ederek; "Biz Haremeyn'in (bu iki mübârek şehrin) hâkimi olamayız. Ancak Hâdim-ül-haremeyn yâni Haremeyn'in hizmetçisi oluruz" dedi. Kâbe'nin içini süpürmeye mahsûs olan süpürgelerden birisi kendisine getirilince, süpürgeyi bir tâc gibi kaldırarak başına koydu. Kendilerinden sonra gelen sultanların taclarına koydukları süpürge şeklindeki sorguç buradan gelmektedir. (İslâm Târihi Ansiklopedisi) Ey bâd-ı sabâ uğrarsa yolun semt-i Haremeyn'e Benden selâm söyle Resûlüs Sekaleyn'e
(Lâ Edrî)

HÂRİCÎLER:
Sıffîn muhârebesinde, taraflar hakem tâyinine râzı olup anlaşmayı kabûl ettiği için hazret-i Ali'nin ordusundan ayrılarak "Hâkim ancak Allah'tır. Hazret-i Ali iki hakemin hükmüne uyarak halîfeliği hazret-i Muâviye'ye bırakmakla büyük günah işledi" di yen ve kendileri gibi düşünmeyen Eshâb-ı kirâm ile diğer müslümanlara kafir diyen sapık fırka.
Hâricîler, müteşâbihâtı (birkaç mânâ çıkarılabilen delilleri) te'vil ediyorlar. Yâni bâzı âyet-i kerîmelere ve mütevâtir olan (yalan üzerinde birleşmesi mümkün olmayan topluluklar tarafından bildirilen) hadîs-i şerîflere açık ve meşhûr olmayan mânâla r veriyorlar. Hâricîler gibi şüpheli delilleri yanlış te'vil edenlere, müctehîd olan fıkıh âlimleri kâfir demediler. Fakat âsî (günahkâr), bid'at ehli ve sapık olduklarını söylediler. (İbn-i Âbidîn)
Hâricîlerin temel görüş ve düşünceleri şöyle özetlenebilir: Hazret-i Osman, hazret-i Ali, Amr bin Âs, Ebû Mûsâ el-Eş'arî, hazret-i Âişe, Talhâ, Zübeyr (r.anhüm) ile Sıffîn muhârebesinde hakemlerin hükmüne râzı olanları kâfir bilirler. Büyük günâh işl eyen kâfirdir diyerek böylelerinin ebedî cehennemlik olduğunu söylerler. Zâlim imâma (devlet başkanına) karşı çıkmayı vâcib sayarlar. (Abdülkâhir Bağdâdî)

HÂRİKULÂDE:
Olağanüstü. İnsan gücünün üzerinde, insanı hayrette bırakan âdet dışı şaşılacak iş.
İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi içinde (bir sebeple) meydana gelmektedir. Allahü teâlâ sevdiği kullarına ikrâm ve en azılı düşmanlarını aldatmak için, bunlara âdetini bozarak hârikulâde şeyleri yaratmıştır. Hâr ikulâde şeyler peygamberlerde görülürse mûcize, evliyâ denilen diğer sevdiği kullarında görülürse kerâmet denir. Hârikulâde şeylerin peygamberlerde görülmesi lâzımdır. Evliyâda ise, şart değildir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Müslümanlar arasında evliyâ olmayanlardan meydana gelen hârikulâde hallere firâset; fâsıklardan ve kâfirlerden meydana gelenlere de istidrâc ve sihr, yâni büyü denir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

HARÎS:
Hırslı, bir şeye çok düşen, istekli.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Andolsun ki size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O'na çok ağır gelir. Çünkü O sizin hidâyetiniz için çok harîstir, mü'minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir. (Tevbe sûresi: 128)
İki harîs doymaz. Biri ilmin harîsi, diğeri de malın harîsidir. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Ey oğul! Gönlün ferah olup, duânın makbûl olmasını istersen; dünyâya harîs olmayan, her işi Allah rızâsı için yapan âlimlerle berâber ol. (Süleymân bin Cezâ)

HÂRÛN ALEYHİSSELÂM:
Kur'ân-ı kerîm'de adı geçen peygamberlerden.
Allahü teâlâ kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Selâm, Mûsâ ve Hârûn üzerine olsun. (Saffât sûresi: 120)
(Mûsâ aleyhisselâma peygamberliği bildirilince) dedi ki: "Ve kardeşim Hârûn ise, lisânen benden daha fasîhtir (Fasîh ve belîğ bir şekilde insanlara Hakk'ı, hakîkati anlatır). Onu bana yardımcı olarak gönder ki, beni tasdîk etsin. Fir'avn ve kavminin beni yalanlamalarından korkarım." (Allahü teâlâ buyurdu ki:) Senin bâzunu (bileğini) kardeşinle kuvvetlendireceğiz ve size düşmanlarınızın üzerine bir galebe ve üstünlük vereceğiz ki, onların zarârı size yetişmeyecek. Bu âyetlerimizle (mûcizelerimizle) onlara gidiniz. Siz ve size tâbi olanlar, (Fir'avn ve kavmine) gâlib geleceksiniz. (Kasas sûresi: 34, 35)
Hârûn aleyhisselâm İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderildi. Mûsâ aleyhisselâmın ana-baba bir büyük kardeşidir. Mûsâ aleyhisselâmdan üç yaş büyüktür. Babasının ismi İmran olup, Yâkup aleyhisselâmın oğullarından Lâvî'nin neslindendir. Hârûn aleyhi sselâm, Mısır'da doğdu. Mûsâ aleyhisselâmın en yakın yardımcısı ve vezîri idi. Çocukluğu ve gençliği Mısır'da geçti. Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma Tûr dağında peygamberlik emrini bildirince, Hârûn aleyhisselâma da peygamberlik verdi. Mûsâ aleyhisse lâmla birlikte Fir'avn ve kavmini îmâna dâvet ettiler. Fir'avn îmâna gelmedi. Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâma inananlara zulüm ve işkence yaptı. Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâm İsrâiloğullarını Fir'avn'ın zulmünden kurtarmak için çırpındılar. Mûsâ aleyhisselâm, Hârûn aleyhisselâm ve İsrâiloğulları birlikte Mısır'dan ayrıldı. Kızıldeniz'den yürüyerek Sinâ Yarımadasına geçtiler. Onları tâkib eden Fir'avn ve askerleri denizde boğuldular. Mûsâ aleyhisselâm ve İsrâiloğulları Tîh çölüne geldikleri sırada, Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlânın emriyle Tevrât-ı şerîfi almak üzere Tûr dağına gitti. Kardeşi Hârûn aleyhisselâmı yerine vekîl bıraktı. Mûsâ aleyhisselâm, Tûr'da iken Hârûn aleyhisselâmı dinlemeyen İsrâiloğulları, Sâmirî adında bir münâfığın (iki y üzlü kâfirin) hîlelerine kapılarak, altın buzağı heykeli yaparak ona taptılar. Mûsâ aleyhisselâm Tûr dağından dönüşte kavminin altın buzağı heykeline taptıklarını görünce, üzüldü. Bu hâlin sebebini Hârûn aleyhisselâma sordu. Hârûn aleyhisselâm da İsrâiloğullarının kendisini dinlemediklerini ve öldürmekle tehdît ettiklerini, Sâmirî adında birisine uyarak bu yola saptıklarını bildirdi. Mûsâ aleyhisselâm, Sâmirî'ye bedduâ etti ve İsrâiloğullarına tövbe etmelerini bildirdi. İsrâiloğulları tövbe edip Tevrât'ı kabûl ettiler. Bu mücâdeleler sırasında Hârûn aleyhisselâm da Mûsâ aleyhisselâmla birlikte gayret etti. Allahü teâlâ İsrâiloğullarına kırk sene Tîh sahrasından çıkmamak üzere cezâ verdi. Bu kırk senenin sonlarına doğru, Hârûn aleyhisselâm M ûsâ aleyhisselâm'dan önce vefât etti. Kabrinin nerede olduğu husûsunda çeşitli rivâyetler vardır. (Taberî, İbn-ül-Esîr, Nişâncızâde)

HASEB:
Şeref, asâlet, ahlâk ve soy temizliği.
Kişinin hasebi ahlâkıdır, keremi dînidir. (Hadîs-i şerîf-Nihâye)
Baktım ki, insanlardan her biri mal, haseb, şeref ve neseb aramaktadır. Anladım ki bunlar bir şey değil. "Allah katında en üstününüz en çok korkanınızdır." (Hucurât sûresi: 13) meâlindeki âyet-i kerîme'ye baktım Allah katında üstün olmak için malı, h asebi, makâmı değil, takvâyı (Allahü teâlâdan korkarak harâmlardan sakınmayı) seçtim. (Hâtim-i Esam)

HASED:
Kıskanmak, çekememek. Allahü teâlânın bir kimseye ihsân ettiği nîmetin, onun elinden çıkmasını istemek. Zararlı bir şeyin ondan ayrılmasını istemek, hased olmaz, gayret olur.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Hased ettiği zaman hasedcinin şerrinden karanlığı yırtan nûrun Rabbine sığınırım. (Felâk sûresi: 5)
Hased etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateşin odunu yok etmesi gibi hased de iyilikleri yok eder. (Hadîs-i şerîf-Mişkat)
Geçmiş ümmetlerden iki kötülük sizlere bulaştı. Hased ve kazımak. Bu sözümle onların başlarını kazıdıklarını anlatmak istemiyorum. Dinlerinin kökünü kazıyıp yok ettiklerini söylüyorum. Yemîn ederim ki, îmânı olmayan, Cennet'e girmeyecektir. Birbiriniz ile sevişmedikçe, îmâna kavuşamazsınız. Sevişmek için, çok selâmlaşın. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hasedden daha kötü bir şey yoktur. Çünkü hased eden kimse, şu beş kötülüğün içine düşer: 1) Bitmeyen gam ve kedere tutulur. 2) Hased etmesi, onun için sevâbı olmayan bir musîbet olur. Onun günâha girmesine yol açar, 3) Hasedinden dolayı kınanır, ayıp lanır, 4) Allahü teâlâ ona gazab eder. 5) Allahü teâlânın yardım ve ihsân kapıları kendisine kapanır. (Ebü'l-Leys Semerkandî)
Hased eden insan, Allahü teâlânın kendisine verdiği şeylere râzı olmaz. Böyle kimseden Allahü teâlâ râzı olmaz. Allahü teâlânın bir insandan râzı olmaması ise, felâketlerin en büyüğüdür. Artık o insan, dünyâ ve âhirette de hüsran içindedir, yâni zara rdadır. (Muhammed Akkermânî)
Bütün kötülüklerin başı, kaynağı üçtür: Hased, riyâ (gösteriş) ve ucb (kendini ve yaptığı işleri beğenme). Kalbini bunlardan temizlemeğe çalış. (İmâm-ı Gazâlî)
Hased edenin ömrü üzüntü ile geçer. Hased ettiği kimsede nîmetin azalmadığını, hattâ arttığını görerek sinir buhranları geçirir. Hasedden kurtulmak için ona hediye göndermeli, onu medhetmeli, ona karşı tevâzu göstermeli, onun nîmetinin artmasına duâ etmelidir. (M. Hâdimî)
Bütün sebeblerden doğan düşmanlığın giderilmesi mümkünse de hased sebebiyle olan düşmanlığın yok olması mümkün değildir. O; dehşetli, korkunç, müzmin bir hastalıktır. Hasedin ilâcı, hased edilen kimsenin gıyâbında (arkasından) nîmetinin artmasına duâ etmek, yüzüne karşı sevgi ve dostluk göstermektir. (Abdülhakîm Arvâsî)

HASEN HADÎS:
Bildirenler sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olup, fakat hâfızası (anlayışı) sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan râvîlerin, kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîf. (Bkz. Hadîs)

HASENÂT:
Allahü teâlânın beğendiği işler, iyilikler. Hasenenin çokluk şekli.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Hasenât, günahları yok eder. (Hûd sûresi: 115)
Sıcak su, buzu erittiği gibi, iyi huy da hatâları eritir. Sirke balı bozduğu gibi, kötü huy, hayrâtı hasenâtı yok eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hased etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateşin odunu yok ettiği gibi, hased de hasenâtı yok eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Allah için yapılmayan hayrât ve hasenât ve ibâdetler kabûl edilmez. (Muhammed Hâdimî)
Harâm para ile hayrât, hasenât yapmak, pisliği idrar ile yıkayıp temizlemek gibidir. (Süfyân-ı Sevrî)

HASENE:
1. İyilik, sevâb.
Allahü teâlânın korkusundan kötülüğü terkeden kimseye bir hasene yazılır. Fakat başka bir sebeple terkederse hasene yazılmaz. (İmâm-ı Gazâlî)
2. İlim, ibâdet, Cennet.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey Rabbimiz bize dünyâda hasene ver. Âhirette de hasene ver. (Bekara sûresi: 201)

HASENEYN:
Peygamber efendimizin mübârek iki torunu hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn.
Allah'ım ben bu ikisini (Haseneyni) seviyorum, sen de sev. Onları sevmeyeni sen de sevme. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed ibni Hanbel)
Bir gün Resûlullah'ın yanına gitmiştim. Haseneyn önünde oynuyorlardı. Yâ Resûlallah!Bunları çok mu seviyorsun?" dedim. "Nasıl sevmem? Bunlar benim dünyâda öpüp kokladığım iki Reyhânımdır" buyurdu. (Ebû Eyyûb-i Ensârî)

HASÎB (El-Hasîb):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her mahlûkun (yaratılmışın) varlığına, varlığının devâmına, âhirette hesâbını görmeğe kâfi olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O peygamberler ki, Allah'ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ ederler ve O'ndan korkarlar. Hasîb olarak Allahü teâlâ kâfidir. (Ahzâb sûresi: 39)
Şânı yüce olan Allahü teâlâ, her şeyi hasîbdir. Bu öyle bir vasıftır ki, O'nun hakîkati Allahü teâlâdan başkası için düşünülemez. Allahü teâlâdan başka hiçbir varlık tam ve hakîkî mânâsıyla hasîb olamaz. Allahü teâlâ sâdece eşyânın bir kısmını değil, tek başına her şeyi hasîbdir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

HASÎS:
Parasını ve malını harcamamak için her türlü sıkıntıya, eziyete katlanan, paraya, mala aşırı düşkün olan; dînen verilmesi îcâb edeni, zekâtı ve sadakayı vermeyen, pinti, eli sıkı olan, bahîl, malda ve ilimde cimrilik eden. (Bkz. Cimri)
Hasîs olanlar, her ne kadar zâhid (dünyâyı istemiyor) olsalar da Cennet'e giremezler. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Ahlâk-ı zemîme (kötü ahlâk) olan dört şeyden vazgeç, onlardan çok sakın. Bunlar: Çok mal toplayıp yememek, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya sarılmak, hasîs olmak, harîs (dünyâya düşkün) olmak. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Hasîslerin en fenâsı, müslümanlara emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapmayanlar, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmeyenler, onlara dinlerini öğretmeyenler veya yanlış öğretenlerdir. (Ahmed Rıfat)
Günahların büyüğü üçtür: Hasîslik, hased (çekememezlik) ve riyâ (gösteriş). (İmâm-ı Gazâlî)

HASLET:
İnsanın yaratılışındaki huy, mîzâc, tabîat, karakter.
Şu dört haslet kimde varsa o hâlis münâfıktır. Bunlardan bir tânesi kendisinde bulunan kimse, onu terk etmedikçe, kendisinde münâfıklıktan bir haslet bulunur. Birincisi emânete hıyânet etmek, ikincisi konuşunca yalan söylemek, üçüncüsü sözünde durmamak, dördüncüsü başkalarına devâmlı kötülük yapmak. (Hadîs-i şerîf-Tebyîn)
Kimde şu dört haslet bulunursa, bu hasletler o kimseyi yüksek derecelere kavuşturur. Hem Allah katında, hem de insanlar yanında kıymeti çok olur. Birincisi hilm (yumuşaklık), ikincisi ilim, üçüncüsü cömertlik, dördüncüsü güzel ahlâk sâhibi olmak. (Cüneyd-i Bağdâdî)
Türkleri maddeten yıkmak ve ezmek mümkün değildir. Çünkü Türkler, müslüman oldukları için çok sabırlı ve mukâvemetli (dayanıklı) insanlardır. Kuvvetli îmân sâhibidirler. Çok çalışkan ve zekîdirler. Bu hasletleri; dinlerine bağlılıklarından, kadere rı zâ göstermelerinden, devlet adamlarına itâat duygularından gelmektedir. Türkleri parçalamanın ve yenmenin tek yolu; evvelâ itâat duygusunu kırmak ve mânevî bağlarını parçalamak, dînî metânetlerini (sağlamlığını) zaafa uğratmak (zayıflatmak)tır. Bunun da en kısa yolu, millî geleneklerine ve mânevî duygularına uymayan hâricî (yabancı) fikirler ve hareketlere alıştırmaktır... (Patrik Gregoryus-Rus sefîri İgnatiyef'in hâtıralarından)

HÂSS:
1. Tek başına bir mânâ karşılığında konmuş lafız (söz).
Hâss, kat'î (kesin) mânâ ifâde eder. Sözden maksat, tek şeydir. Ahmed, Yûsuf gibi özel isimler; insan, ağaç, meyve gibi cins isimler; bir, iki, üç gibi sayı isimleri hep hâss lafızlardır. "Her kırk koyunda bir koyun zekât olarak verilir" hadîs-i şerîfinde; kırk, hâss lafızdır. Bu sebeple koyunun zekât nisâbı (ölçüsü) kırktır. Ondan az veya çok olması ihtimâli yoktur. (Serahsî)
2. Geliri yüz bin akçeden fazla olan dirlikler. General toprağı.

HAŞEVİYYE:
Allahü teâlâyı mahlûklara,yaratıklarına benzeten, madde, cism diyen bozuk fırka, topluluk.
Haşeviyye, "Rabbinin vechi bâkî kalır" meâlindeki Rahmân sûresi yirmi yedinci âyetinin ve "Allah'ın yedi onların ellerinin üstündedir" meâlindeki Tâhâ sûresi onuncu âyetinin zâhir (görünen) mânâsını kabûl ederek, Allahü teâlâya cism demişlerdir. (İmâm-ı Gazâlî)
Allahü teâlâyı mahlûklara, cisimlere benzetme fikri ilk olarak Haşeviyye tarafından ortaya atılmış, sonra bu bozuk inanış şîa ve diğer bozuk fırkalara geçmiştir. (Şehristânî)
Ehl-i sünnet âlimlerine göre; peygamberler günâh işlemekten mâsumdurlar (korunmuşlardır). Fakat bu konuda Haşeviyye aksi kanâattedir. Onlara göre peygamberler günâh işlerler. (Teftâzânî)

HÂŞİMÎ:
Peygamber efendimizin dedesi Hâşim bin Abdi Menâf'ın soyundan gelen. (Bkz. Benî Hâşim)

HAŞR:
Toplanma, bir araya gelme. Allahü teâlânın bütün insanları, melekleri, cinleri, şeytanları ve diğer hayvan ve kuşları, gökte, yerde, denizde ne kadar büyük ve küçük canlı var ise, hepsini kıyâmet kopmasından (dünyânın son bulmasından) sonra diriltip, dünyâda yaptıklarının hesâbını vermek üzere Arasât denilen meydanda toplaması.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Allah'tan korkun ve bilin ki muhakkak hepiniz haşr olunacaksınız. (Bekara sûresi: 203)
Doğru tüccâr, kıyâmette sıddîklar ve şehîdler ile haşr olur. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Ey ümmetim ve Eshâbım! Siz ölülerinizin kefenini bol tutunuz. Zîrâ benim ümmetim kefenleriyle haşr olunurlar. Hâlbuki başka ümmetler çıplaktırlar. (Hadîs-i şerîf-Tezkire-i Kurtubî)
Allah yolunda öldürülüp, şehîd olanlar, kıyâmet gününde, yaralarının kanı akarak gelirler. Rengi kana ve kokusu miske benzer. Allahü teâlânın huzûrunda haşr oluncaya kadar, bu hâl üzere bulunurlar. (Hadîs-i şerîf-Dürret-ül-Fâhire)

Haşr Günü:
Mahlukların kabirlerinden kalkıp Arasat meydanında toplandıkları kıyâmet günü.

Haşr Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin elli dokuzuncu sûresi.
Yirmi dört âyet-i kerîme olan Haşr sûresi, Medîne-i münevverede nâzil oldu (indi). Bu sûrede yahûdîlerin ihânetleri ve münâfıkların (inanmadıkları hâlde müslüman görünenlerin) hâlleri, sonunda da Allahü teâlânın büyüklüğü ve Esmâ-i hüsnâsı(güzel isim leri) bildirilmektedir. (Beydâvî)
Kim haşr sûresini okursa, Allahü teâlâ onun, geçmiş ve gelecek günâhlarını affeder. (Hadîs-i şerîf-Beydâvî)
Kim sabahleyin (sabah namazından sonra) üç defâ "E'ûzübillâhissemî'il alîmi mineşşeytânirracîm" der sonra Haşr sûresinin sonundaki üç âyeti okursa, Allahü teâlâ kendisine yetmiş bin melek gönderir. Bunlar akşama kadar o kişiye duâ ve istiğfâr ederler. Eğer o gün vefât ederse, şehîd olarak ölür. Akşamleyin (akşam namazından sonra) okuyan kimse de aynı şekildedir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

HAŞŞÂŞİYYE:
Otçular. İnsanın ot gibi olduğunu ve öldükten sonra yok olacağını iddiâ edenler.
İnsan ölünce, cesed çürüyünce rûh yok olmaz. Ölmek, rûhun bedenden ayrılması demektir. Rûh bedenden ayrılınca, maddî olmayan âleme karışır. Kıyâmete kadar yok olmaz. Din âlimleri ve fen adamları böyle söylemiştir. Tabiatçılardan az bir kısmı bu sözbi rliğinden ayrılmış, doğru yoldan kaymıştır. Bunlar insanı çöldeki otlara benzetirler. İnsan ot gibi biter, büyür, yok olur, rûhu kalmaz derler. Böyle söyledikleri için Haşşâşîler adı ile anıldılar. İslâm âlimleri, Haşşâşîlerin düşüncelerini çeşitli delîllerle çürüttüler. (Ali bin Emrullah)

HAŞYET:
Hürmetle karışık korku.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâdan (en çok) haşyet edenler âlimlerdir. (Fâtır sûresi: 28)
İlim olarak Allahü teâlâdan haşyet, cehâlet olarak gurur yeter. (Mesrûk bin Ecda')

HÂTEM-ÜL-ENBİYÂ:
Peygamberlerin sonuncusu Muhammed aleyhisselâm.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Muhammed (aleyhisselâm) sizin yetişkin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat O, Allah'ın Resûlü (peygamberi) ve Hâtem-ül-enbiyâdır (son Peygamberdir) . Allah her şeyi hakkıyla bilendir. (Ahzâb sûresi: 40)
Ben, Hâtem-ül-enbiyâyım (peygamberlerin sonuncusuyum). Benden sonra peygamber gelmeyecektir. Eğer benden sonra peygamber gelseydi, Ömer peygamber olurdu. (Hadîs-i şerîf-Savâık-ul-Muhrika)
Peygamber efendimizin nûru, Âdem aleyhisselâmdan beri temiz ana ve babalardan (evlâddan evlâda) geçerek asıl sâhibi olan Hâtem-ül-enbiyâya gelmiştir. (Kastalânî, Senâullah Dehlevî)
Peygamberlik makâmı da dört derecedir. Birincisi Nebîler, ikincisi Resûller, üçüncüsü Ülü'l-azm peygamberler (Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed aleyhimüsselâm). Dördüncü derece Hâtem-ül-enbiyâlık derecesi olup, Muhammed aleyhisselâma mahsustu r. (M. Hâdimî)

HATENEYN:
İki dâmât; Resûlullah efendimizin iki mübârek dâmâdı olan hazret-i Osman ile hazret-i Ali.
Ehl-i sünnet ve cemâat (doğru yolun) âlimleri, Hateneyn'i sevmek lâzım geldiğini bildirmişlerdir. Böylece, bir câhilin çıkıp da Resûlullah'ın Eshâb-ı kirâmına (arkadaşlarına) dil uzatmasını önlemişlerdir. Resûlullah'ın halîfelerinden, vekîllerinden b irine düşmanlık edilmesine fırsat bırakmamışlardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Ben Şeyhayn'i (hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'i) üstün tutarım. Hateneyn'i severim. (İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe)
Şeyhayn ve Hateneyn'i sevmek, Ehl-i sünnet'in şiârı, alâmetidir. ( Ö mer Nesefî)

HÂTIR:
Kalbe gelip bir müddet kalan düşünce. (Bkz. Havâtır)
Kalbe gelen düşüncelerden; birincisi kalpte durmaz giderilir. Buna hâcis denir. İkincisi, hâtırlardır. Üçüncüsü, yapmak ile yapmamak arasında tereddüt olunur. Buna hadîs-ün-nefs denir. Bunları melekler yazmaz. (Abdülganî Nablüsî)
İslâmiyet'e uymayan hâtırlar bâtıldır, bozuktur. Şeytan tarafından gelen hâtırların hepsi günâha dâvettir. (S. Abdülhakîm)
Hâtırların zararlısı Allahü teâlâyı unutturanlardır. (İmâm-ı Rabbânî)

Hâtır-ı Melekânî:
İbâdete, tâate rağbet etmeye dâir insanın kalbine melek tarafından getirilen düşünce. Buna ilhâm da denir. (Bkz. İlham)

Hâtır-ı Nefsânî:
Kötülükleri istiyen nefs tarafından kalbe getirilen düşünce. Buna hâcis denir. (Bkz. Hâcis)

Hâtır-ı Rahmânî:
Gafletten uyanmak, kötü yoldan doğru yola kavuşmaya dâir Allahü teâlâ tarafından kalbe gelen düşünce. Buna hak hâtır (doğru düşünce) denir.

Hâtır-ı Şeytânî:
Günâhı beğenmeye, süslemeye, güzel göstermeye dâir kalbe şeytan tarafından getirilen düşünce. Buna vesvese denir. (Bkz. Vesvese)

HATÎB:
Câmide müslümanlara dînî nasîhat eden ve hutbe okuyan.
Bir kimse gusl abdesti alır, sonra Cumâ'ya gelir, kendisine mukadder (farz) olan namazı kılar, sonra hatîb hutbesini bitirinceye kadar susar, sonra imâmla berâber namaz kılarsa, onunla diğer Cumâ arasındaki günahları ile berâber, üç günlük fazlasının günâhları da afv ve mağfiret olunur. (Hadîs-i şerîf-Meşârık)
Hutbe ile namaz arasında hatîb efendinin, dünyâ işlerinden söylemesi tahrîmen mekrûhtur (harâma yakın günahtır). (İbn-i Âbidîn)

HATÎM:
Kâbe'nin şimâl (kuzey) duvarı hizâsında yarım dâire şeklindeki duvarcık ile Kâbe-i muazzama arasında kalan yer.
İsmâil aleyhisselâmın ve annesi hazret-i Hacer'in kabri, Hatîm'dedir. (Alâüddîn-i Haskefî)
Tavâf ederken (Kâbe'nin etrâfında dolaşırken) Hatîm duvarının dışından dolaşılır. Mescid-i Harâm'da (Kâbe avlusunda) kılınan namazların en kıymetlisi (sevâbı en çok olanı), Hatîm'de kılınan namazdır. (İbn-i Âbidîn)

HÂTİME:
Bir şeyin son durumu. (Bkz. Hüsnü Hâtime ve Sû'i Hâtime)

HATM:
Kur'ân-ı kerîmi başından (Fâtiha sûresinden başlıyarak) sonuna (Nâs sûresine) kadar okumak.
İnsanların en iyisi hatmi bitirince, yeniden başlayandır. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Kur'ân-ı kerîmi hatm edenin duâsı kabûl olunur. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Hibbân)
Kur'ân-ı kerîmi hatmeden kimseye altmış bin melek hayr duâ eder. (Hadîs-i şerîf-Hazînet-ül-Esrâr)
Hatm duâsı yapılan yerde bulunan, ganîmet dağıtılırken bulunan kimse gibidir. Hatme başlanan yerde bulunan, cihâd eden (Allah yolunda harbeden) kimse gibidir. İkisinde de bulunan her iki sevâba da kavuşur ve şeytanı rezîl eder. (Hadîs-i şerîf-Hazînet-ül-Esrâr)
Ramazân ayında hatm okumak mühim sünnettir. (Ahmed Fârûkî)
Hatm sonunda yapılan duâ kabûl olunur. ( Seyyid Alizâde)
Resûlullah efendimiz Mekke'de bulunduğu sırada rivâyete göre bir müddet vahy gelmemişti. Bu sebeple müşrikler; "Rabbi, Muhammed'i terk etti, O'na darıldı" diyerek, Peygamber efendimizi üzmeye, müslümanlar arasında fitne çıkarmaya çalışıyorlardı. O za man Duhâ sûresi nâzil oldu. Bu sûre nâzil olunca, Resûlullah efendimiz sevincinden; "Allahü ekber" buyurdu. Bu sebeple Mekke halkı, Kur'ân-ı kerîmi hatmederken, Duhâ sûresinden îtibâren Nâs sûresine kadar her sûrenin sonunda "Allahü ekber" demeyi âde t edinmişlerdir. (İbn-i Abbâs, Kurtubî, Süyûtî, Hâzin, Celâleyn).

Hatm-ı Hâcegân:
Nakşibendiyye yolunda fâidesi, feyz ve bereketi çok olan bir vazîfe. Bu yolun veya ona bağlı kolun büyüğünün koyduğu evrâdın (Belli zikr ve duâların okunmasının) toplu veya yalnız olarak yerine getirilmesi.

Hatm-i Tehlîl:
Yetmiş bin adet kelime-i tevhîd yâni "Lâ ilâhe illallah" okumak. Kelime-i tevhîde, kelime-i tayyibe de denir.
Bir kimse, kendisi veya başkası için yetmiş bin adet kelime-i tevhîd (kelime-i tayyibe) okursa, günâhları affolur. (Hadîs-i şerîf-Makâmât-ı Mazhariyye)
Hatm-i tehlîl yapıp, sevâbını ölülerin rûhlarına hediye etmek çok faydalıdır. (Ahmed Fârûkî)
Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretleri, bir kadının kabri yanına oturmuştu. Kabre yüzünü dönüp, hâtırına başka bir şey getirmeyip; yalnız onu düşündü. "Bu mezârda Cehennem ateşi var. Kadının îmânlı olmasında şüphe ediyorum. Rûhuna, hatm-i tehlîl sevâbı bağı şlayacağım. Îmânı varsa, affolur" buyurdu. Hatm-i tehlîlin sevâbını bağışladıktan sonra; "Elhamdülillah îmânı varmış, kelime-i tayyibe te'sirini gösterip azâbdan kurtuldu" buyurdu. (Abdullah-ı Dehlevî)

HAVÂLE:
Borçlunun, alacaklıya, borcumu falan kimseden al deyip, alacaklının, bu teklife, sözleşme yerinde râzı olması. Ciro etme.
Havâle, havâleyi yapan ile kabûl eden arasında yapılabilir. Bir kimse birine benim falanda olan şu kadar kuruş alacağımı havâle yoluyla sen üzerine al dese, o kimse de bu havâleyi kabûl etse, bu havâle sahîh (doğru) olur. Veyâ filândan şu kadar alaca ğı benim üzerime havâle et dese, o kimse de kabûl etse, havâle sahîh olur; kendisine havâle olunan kimse pişman dahî olsa fayda vermez. (Ali Haydar Efendi)

HAVÂRÎ:
Yardımcı. Îsâ aleyhisselâma îmân eden on iki kişiden her biri.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Hani havârîlere; "Bana ve Resûlüme îmân edin" diye ilhâm etmiştim. "Îmân ettik, hakîki müslümanlar olduğumuza sen de şâhid ol" demişlerdi. O vakit havârîler; "Ey Meryem oğlu Îsâ! Rabbin bizim üstümüze gökten bir sofra indirebilir mi?" demişlerdi. O (da) Eğer inanmış (adam) larsanız Allah (ın kudretinden ve peygamberliğimden şüpheye sapmak) tan korkun" demişti. (Mâide sûresi: 111-112)
Ey îmân edenler! Allah'ın yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğlu Îsâ (da) havârîlerine; "Allah'a (yönelmiş olarak) benim yardımcılarım kim (olacak) demiş, havârîler de; "Allah'ın yardımcı (kul) ları biziz (diye) söylemişlerdi. İşte İsrâiloğullarından bir zümre (ona) îmân etmiş, bir zümre de küfürde kalmıştı. Nihâyet biz îmân edenleri düşmanlarına karşı destekledik de bu sûretle gâlib (olarak) çıktılar. (Sâf sûresi: 14)
Îsâ aleyhisselâm otuz yaşında peygamber oldu. Otuz üç yaşında diri olarak göğe kaldırılınca, havârîler dağılıp bu yeni dîni yaymaya çalıştılar. Sonra İncîl diye çeşitli kitaplar yazıldı. Bunlar Îsâ aleyhisselâmı anlatan târih kitaplarına benzer idi. Asıl İncîl, ele geçmemiştir. Îsâ aleyhisselâmdan sonra dînini yayan ve Havârî adı verilen bu kimseler; Şem'un (Petrus), Yuhanna(Jahannes), Büyük Yâkûb, Petrus'un kardeşi olan Andreas, Filip (Philippus), Toma(Thomas), Bartalomi (Bartalomaus), Metiyya (Matthaus), Küçük Yâkûb, Barnabas, Yehûda (Judas) idi. (Yehûda mürted oldu (dinden çıktı). Yerine Matyes seçildi). Havârîlerin reisleri Petrus idi. (Nişâncızâde, Harputlu İshâk Efendi, Abdullah Dağıstânî)
Bolüs adında bir yahûdî, hazret-i Îsâ'ya inandığını söyleyerek ve Îsevîliği yaymaya çalışıyor görünerek gökten inen İncîl'i yok etti. Dört kişi ortaya çıkıp, on iki havârîden işittiklerini yazarak İncîl adında dört kitab meydana geldi ise de Bolüs'ün yalanları bunlara da karıştı. Barnabas adındaki havârî, Îsâ aleyhisselâmdan görüp işittiklerini en doğru şekilde yazdı ise de, Barnabas İncîli de yok edildi. (Harputlu İshak Efendi, Nişâncızâde)

HAVÂSS:
Seçilmişler. İlimde ve tasavvuf yolunda yüksek dereceye ulaşmış olan zâtlar.
Sultanlar, milletin malını zâlimler ve haydutlardan korudukları gibi; havâss da, avâmın (dînî ilimlerden haberi olmayan câhillerin) îtikâdını (inancını) bid'atçilerin (sapıkların) şerrinden korurlar. (İmâm-ı Gazâlî)
Üç çeşit oruç vardır: Birincisi avâmın yâni câhillerin orucudur. Bunların orucu; yimek, içmek gibi şeylerle bozulur. İkinci derece, havâssın orucudur. Bunların orucu, fıkh kitaplarında bildirilen şeylerle bozulduğu gibi gıybet (başkasının dedi-kodusu nu yapmak), yalan söylemek, söz taşımak ve harâma bakmakla bozulur. Üçüncü derecede de Ehass-ül-havâssın (cenâb-ı Hakk'a yakınlık kazananların en hâlisi olanların) orucudur ki, bunların orucu, Allahü teâlâdan başka bir şeyin kalbe girmesi ile bozulur. (İmâm-ı Gazâlî)
Avâmın tövbesi günâhtan; havâssın tövbesi gafletten Allahü teâlâyı unutmaktandır. (Zünnûn-i Mısrî)
Havâss, iyi amelleri (güzel işleri) kendilerinden değil, Allahü teâlâdan bilir. (Ebû Osman Mağribî)

HAVÂTIR:
İnsanın kalbine gelen düşünceler. (Bkz. Hâtır)
Havâtır, bâzan Allahü teâlânın insanın kalbinde meydana getirdiği şeyler olur. Bunlara hak, doğru havâtır denir. Bâzan melekler vâsıtasıyla gelir. Buna ilhâm denir. Bâzan, şeytan onları insanın kalbine atar, buna vesvese denir. Bâzan da nefsin kendi kendine çıkardığı şeyler olur ki, buna hevâcis denir. (Hâdimî)
Melek tarafından olan havâtırın doğruluğuna alâmet, dîne uygun olmasıdır. Dîne uygun olmayan havâtır bâtıldır, bozuktur, denilmiştir. Şeytan tarafından gelen havâtırın çoğu günahlara dâvet eder. Bâzan şeytandan gelen havâtır, tâat ve ibâdet gibi görü nürse de yine o gizli bir günâha, isyâna dâvettir. Bunlar şeytanın gizli tuzaklarındandır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Havâtır ve niyetlerimi önce kitap ve sünnet ile karşılaştırıyorum. Bu iki âdil şâhide uygun olanları söylüyor ve yapıyorum. (Ebû Süleymân Dârânî)
Havâtır nefse acı gelirse, hayr olduğu; tatlı gelir hemen yapmak isterse şer (kötü) olduğu anlaşılır. Bunu anlamak için İslâmiyet'e uygun olup olmadığına bakılır. Anlaşılmazsa, sâlih (günâh işlemeyen) bir âlime sorulur. (M. Hâdimî)

HAVÂYİC-İ ASLİYYE:
İhtiyaç eşyâları. Temel ihtiyâçlar. Bir kimsenin yiyecek giyecek ve ev gibi ihtiyaç duyduğu lüzumlu maddeler ve evde kullanılan eşyâ ve âletler, hizmetçiler, binecek vâsıtası, meslek kitapları (din kitapları) ve ödeyeceği borçları.
Zekât için bir senelik, kurban ve fıtra için bir aylık yiyecek veya parası havâyic-i asliyyeden sayılır. Daha fazla olanı ve din ve meslek kitaplarından başka kitapların hepsi, hac parası ve kurban ve fıtra nisâbına katılır. Eğer ticâret niyeti olurs a, zekât nisâbına da katılır. (Hâdimî, İbn-i Âbidîn)
Havâyic-i asliyye, zekât ve fıtra vermek ve kurban kesebilmek için lüzûmlu olan nisâba (dînen zengin sayılma miktârına) katılmazlar. (İbn-i Âbidîn)

HAVELÂN-I HAVL:
Zekâtı verilecek bir malın üzerinden bir kamerî yılın geçmesi.
Zekât verilecek mallarda aranan şartlardan birisi havelân-ı havldır. (Molla Hüsrev)
Toprak mahsûllerinin zekâtı (öşr), hasad mevsimi (mahsûl topraktan alındığında) verildiğinden, havelân-ı havl şartı aranmaz. (İbn-i Âbidîn)

HAVF VERECÂ:
Allahü teâlâdan korkmak (havf) ve rahmetini ümid etmek (recâ).
Havf gençlikte, recâ yaşlılıkta çok olmalıdır. (Muhammed bin Hasen Can)
Havf ve recâ, kul itâat hâlini bırakıp benlik sevdâsına düşmesin diye nefsi bağlayan iki yulardır. (Ebû Bekr Vâsitî)
Kalb de dâimâ havf bulunmalıdır. Havf azalır da recâ çoğalırsa, kalb bozulur. Çünkü havf, kalbdeki arzûları yakar, dünyâ sevgisini çıkarır. (Ebû Süleymân Dârânî)
Hazret-i Ömer buyurdu ki: Bütün insanların Cehennem'e, bir kişinin Cennet'e gireceğini söyleseler, umarım ki o bir kişi ben olurum; aksine bütün insanların Cennet'e, bir tek kişinin Cehennem'e gideceğini söyleseler, korkarım ki o kişi ben olurum. İşt e havf ve recâ böyle olmalıdır. (İmâm-ı Gazâlî)

HÂVİYE:
Cehennem'in yedinci tabakası. Burada inanmadıkları hâlde inanmış görünen münâfıklar ile müslüman iken İslâm dînini terk eden mürtedler azâb görecektir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ameli hafîf olana (yâni iyilikleri hafif, günâhları ağır gelene) gelince; artık onun yeri hâviyedir. Bildin mi hâviye nedir? O, yakıcı bir ateştir. (Kâria sûresi: 8-11)

HAVL:
Hareket, kuvvet.
Bir insan, havlin kendinden olmayıp, Allahü teâlânın yaratmasiyle olduğunu bilirse, her şeyi O'ndan bekler. İşlerin meydana gelmesinde sebepleri arada görmeyen kimse, Allahü teâlâdan başka kimseden bir şey beklemez. (İmâm-ı Gazâlî)

HAVRA:
Yahûdî mâbedi, sinagog.
Havra ve kilisedeki küfür alâmetleri kaldırılırsa, namaz kılmak mekruh olmaz. (İbn-i Âbidîn)

HAVZ:
Sıvı maddelerin toplandığı yer, büyük su birikintisi, göl.
Bir gün Mevlânâ Celâleddîn Rûmî havz kenarındaydı. Yanında kitaplar vardı. Şems-i Tebrîzî gelip kitapları sordu. "Sen bunları anlamazsın." dedi. Şems-i Tebrîzî kitapları suya attı. Mevlânâ, âh babamın bulunmaz yazıları gitti, diyerek çok üzüldü.Şems- i Tebrîzî elini uzatıp herbirini aldı. Hiçbiri ıslanmamış görüldü.Mevlânâ; "Bu nasıl iştir?" dedi.Şems-i Tebrîzî; "Bu zevk ve hâldir. Sen anlamazsın." buyurdu. (Molla Câmî, Ahmed Eflâkî)

Havz-ı Kebîr:
Eni ve boyu yaklaşık beşer metre (onar zrâ') olup, alanı yirmi beş metrekare olan havuz. Derinliğin az veya çok olmasının bir te'siri yoktur.

Havz-ı Kevser:
Kıyâmet günü mahşerde veyâ Cennet'te Peygamber efendimize tahsîs edilmiş olan ve bir kere içenin bir daha susamayacağı havuz. (Bkz. Kevser Havuzu)

Havz-ı Sagîr:
Alanı yirmi beş metrekareden küçük havuz.
Havz-ı Sagîre, necâset (pislik) düşse ve suyun, üç sıfatı değişmese de, necs (pis) olur. İnsan içemez ve temizlikte kullanılmaz. Üç sıfatı değişirse, idrâr gibi olup, hiçbir şeyde kullanılamaz. Suyun üç sıfatı: Rengi, kokusu ve tadıdır. (İbn-i Âbidîn)
İçine devamlı su akan ve devamlı taşan veya içinden devâmlı su alıp, iki alış arası su hareketsiz kalacak kadar uzamayan havz-ı sagîr ve hamam kurnası, akar su demektir. (İbn-i Âbidîn)

HAYÂ:
Utanma, âr, nâmus. Çirkin şeylerden sıkılma veya edebe uymayan bir şeyin meydana gelmesinden dolayı kalbde meydana gelen rahatsızlık.
Hayâ îmândandır. Îmânı olan Cennet'tedir. Fuhuş kötülüktür. Kötüler Cehennem'dedir. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb, Buhârî)
Hayâ ile îmân, berâberdirler. Biri gidince, diğeri onu tâkib eder. (Hadîs-i şerîf-Nisâb-ül-Ahbâr)
Allahü teâlâdan hayâ ediniz! Hakîkî mânâda Allahü teâlâdan hayâ etmek, kötü düşüncelerden uzak durmak, helâl lokma yemek ve ölümü hatırlamaktır. Âhireti isteyenler dünyânın zînetinden süsünden uzaklaşır. İşte bunları yapmak, Allahü teâlâdan hakkıyla korkmak demektir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, Taberânî)
Cennet'e gitmek isteyen uzun emel sâhibi olmasın. Dünyâ işleri ile uğraşması ölümü unutturmasın. Harâm işlemekte Allah'tan hayâ etsin. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hayâsız insan, halk içinde çıplak oturan kimse gibidir. (Hazret-i Ebû Bekr)
Cebrâil aleyhisselâm, aklı, hayâyı ve îmânı Âdem aleyhisselâma getirdi ve dedi ki: "Yâ Âdem! Allahü teâlâ hazretleri selâm eder, sana getirdiğim şu üç hediyenin birini kabûl etsin" dedi. "Âdem aleyhisselâm aklı kabûl eyledi. Cebrâil aleyhisselâm, îmâ n ile hayâya; "Siz gidin" deyince, îmân dedi ki: "Allahü teâlâ bana emreyledi ki, akıl nerede ise, sen de orada ol!" Ondan sonra hayâ da aynı şekilde, Allahü teâlâ tarafından emrolunduğunu beyân ederek, her ikisi de akıl ile berâber Âdem aleyhisselâmda kaldı. Allahü teâlâ kime akıl verirse, hayâ ile îmân da onunla berâberdir. Aklı olmayanın ne hayâsı, ne de îmânı vardır. (Süleymân bin Cezâ)
Kul hayâ sâhibi olduğu zaman, hayır ve iyi işlere yapışır. Hayâ kalbe yerleştiğinde, nefsin arzû ve istekleri ondan uzaklaşır. (Ebû Süleymân-ı Dârânî)
Allahü teâlâdan hayâ etmeyen kimse, insanlardan da hayâ etmez. (Zeyd bin Sâbit)
Âfetlerin evveli, cehâlet, bilgisizlik, sonra nefsin arzû ve isteklerine meyletmek, sonra hayâyı terk etmektir. (Sehl-i Tüsterî)
Hayânın en kıymetlisi, Allahü teâlâdan utanmaktır. Ondan sonra Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) hayâdır. Daha sonra insanlardan hayâ etmek gelir. (Muhammed Hâdimî)

HAYÂL:
Bir şeyi gördükten sonra veya görmeden önce zihinde şekillendirme. Hâfızanın yardımıyla zihinde bir şeyler canlandırma.
Bir cisme bakınca, bu cisim, beyindeki ortak his merkezinde duyulur. Bu cisim göz önünden çekilince, ortak his merkezi, onu hissedemez olur. Fakat, hayâle gelen etkisi uzun zaman kalır. Hayâl kuvveti olmasaydı, herkes birbirini unutur, kimse kimseyi tanımazdı. (Ali bin Emrullah)
Hayâl büyüklerin yolunda çok işe yarar. Hayâl olmasaydı hâl olmazdı, vehim olmasa fehim (anlayış) olmazdı. (Seyyid Fehim) Karşımdaki hayâlin biraz daha kal diyor, Kalbini benim gibi, bu sevdâya sal diyor, Öp elimi hasretle ve duâmı al diyor, En derin sevgilerle, azîz yâra el vedâ
(M. Sıddîk bin Saîd)

HAYÂT:
Diri olmak, dirilik.
1. Allahü teâlâ hakkında bilmemiz vâcib olan sıfât-ı subûtiyye'den biri. Allahü teâlânın diri olması.
Allahü teâlânın kâmil (noksan olmayan) sıfatları vardır. Bunlar, hayât (diri olmak), sem' (işitmek), basar (görmek), kudret (gücü yetmek), irâde (istemek), kelâm (söylemek) ve tekvîn (yaratmak)tır. Bu sekiz sıfata, sıfât-ı sübûtiyye ve sıfât-ı hakîki yye denir. Bu sıfatları da kadîmdir. Yâni sonradan olma değildir. Kendinden ayrı olarak ayrıca vardır. Ehl-i sünnet âlimleri böyle bildirmektedir. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Bir insanın doğumundan ölümüne kadar geçen zaman.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Mal ve dünyâdan size verilen şey, yalnız hayatta bulunduğunuz müddetçe, onunla geçinmektir. Îmân edip Rablerine tevekkül edenler için âhirette Allahü teâlânın indinde dünyâ nîmetinden hayırlı ve dâimî çok sevâb vardır. (Şûrâ sûresi: 36)
Öldükten sonra da, hayâtta olduğum gibi bilirim. (Hadîs-i şerîf-Deylemî)
3. Bir insanın ölümünden sonra başlayan ebedî (sonsuz) hayat.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Dünyâ hayâtı, oyun ve boş şeylerdir. Allah'tan korkanlar için âhiret hayâtı elbette hayırlıdır. Böyle olduğunu niçin anlamıyorsunuz? (En'âm sûresi: 32)
Berzâh hayâtı, yâni kabir hayâtı, dünyâ hayâtının yarısı gibidir.Kabirde rûhun bedene bağlanması, diri iken olan bağlanmasının yarısı kadardır. Gömülmemiş ölüler de, berzâh hayâtında oldukları için, azâbı ve elemi duyarlar ve hiç hareket etmez, kıpır dayamazlar. (İmâm-ı Rabbânî)
Kabirdeki hayât, bir bakımdan dünyâ hayâtına benzediği için, meyyit terakkî eder, derecesi yükselir. Kabir hayâtı insanlara göre değişir. "Peygamberler (aleyhimüsselâm) kabirlerinde namaz kılar." buyruldu. (İmâm-ı Rabbânî)

HAYDAR:
Arslan. Hazret-i Ali'nin lakablarından biri.
Hayber'in fethinde bulunup büyük kahramanlıklar gösteren hazret-i Ali, yahûdîlerin meşhûr pehlivanı Merhab ile karşılaştı. Merhab kendini medheden sözler söyledikten sonra hazet-i Ali; "Ben oyum ki, anam bana Haydar adını takmıştır. Ben ormanların he ybetli görünüşlü arslanı gibiyimdir. Seni bir hamlede yere serecek er kişiyimdir" diye şiirler söyleyerek Merhab'ın karşısına dikildi. Bu şiir Merhab'a o gece kendisini bir arslanın parçaladığı şeklindeki rüyâsını hatırlattı. Haydar, indirdiği bir kılıç darbesiyle Merhab'ın başını ikiye böldü. (İbn-i Hişâm) Hüdâyî n'oldu bu kadar peygamber, Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Haydar, Hani Habîbullah Sıddîk-i Ekber, Bunda gelen gider bir can eğlenmez.
(Azîz Mahmûd Hüdâyî)

HAYR:
İyilik. Dînin ve aklın beğendiği, güzel ve faydalı gördüğü şey.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Kim zerre miktârı bir hayır işlerse, onun mükâfâtını (karşılığını) görecek. Kim de zerre miktârı şer (bir kötülük) işlerse, onun cezâsını görecektir. (Zilzâl sûresi: 7-8)
Hayra yol gösteren (sebeb olan), o hayrı yapan gibidir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Müslüman hayırlı olur. Hased (başkasını çekememezlik) edince hayr kalmaz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Yumuşak davranmayan hayr yapmamış olur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
En hayırlınız, Kur'ân-ı kerîmi öğrenip öğreteninizdir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Ya hayr söyle, ya sükût et (sus). (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred)
İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)
Müslümanların hayırlısı müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu (zarar görmediği) kimsedir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Malı, mevkîi (makâmı) hayır için istiyen ve hayır işlerinde kullanan; râhata, huzûra kavuşmuştur. Mal-mevkî gâye olmamalı, hayra vâsıta olmalıdır. (M. Hâdimî)

Hayr-ül-Beşer:
İnsanların en hayırlısı, her bakımdan en iyisi mânâsına. Peygamber efendimizin lakablarından biri.
Hayr-ül-beşerin ağlaması da, gülmesi gibi hafîf idi. Kahkaha ile gülmediği gibi, yüksek sesle de ağlamazdı, amma mübârek gözlerinden yaş akar, mübârek göğsünün sesi işitilirdi. Ümmetinin günâhlarını düşünüp ağlardı. (Ahmed Kastalânî) Ol gece kim doğdu ol hayr-ül-beşer, Ânesi anda neler gördü neler. Dedi gördüm ol Habîbin ânesi, Bir aceb nûr kim, güneş pervânesi.
(Süleymân Çelebi)

Hayr-ül-Enâm:
Mahlûkâtın, yaratılmışların en hayırlısı, iyisi mânâsına Peygamber efendimizin lakablarından. Âmine eydür çü vakt oldu tamâm, Kim vücûda gele ol hayr-ül enâm.
(Süleymân Çelebi)

HAYRÂT:
Sevâb kazanmak için yapılan Allahü teâlânın beğendiği iyi işler, bütün iyilikler, hayırlar.
Allahü teâlâ insanın yeni, temiz elbisesine, hayrât ve hasenâtına, malına, rütbesine bakarak sevâb vermez. Bunları ne düşünce ve ne niyetle yaptığına bakarak sevâb verir veya azâb eder. (Hamevî)
Dünyâda yapılan hayrât ve hasenât, Peygamber efendimizin yolunda bulunmak şartı ile âhirette işe yarar. Yoksa, Allahü teâlânın peygamberine tâbî olmayanların yaptığı her iyilik, dünyâda kalır ve âhiretin harâb olmasına sebeb olur. (Ahmed Fârûkî)
Allahü teâlâ hangi işlerin hayrât, hangi işlerin de seyyiât (kötü işler) olduklarını bildirdi. Hayrât yapanlara sevâb vereceğini vâd eyledi (söz verdi). Allahü teâlâ vâdinde sâdıktır (sözünü yerine getirir). Sözünden hiç dönmez. O hâlde kıyâmet günü (âhirette tekrar dirildikten sonra) nîmet ve azâb olarak başka yerden bir şey getirilmeyecek, dünyâda yapılanların karşılıklarına kavuşulacaktır. (İmâm-ı Gazâlî)

HAYRET:
Taaccüb, şaşkınlık. Şuuru yerinde olmama hâli.
Sûfî yâni tasavvuf yolunda bulunan bir kimse, başlangıçta kendi makâmından bahseder, hâli ile ilgili şeyleri anlatır. Fakat kalb gözü açılınca, hayrette kalarak sükût eder, susar. (Ebû Abdullah Nebâcî)
Şükrün sonu hayrettir. Çünkü şükür de Allahü teâlânın şükredilmesi icâbeden bir nîmetidir. Bu ise, sonsuza kadar, böyle gider. (Yahyâ bin Muâz) Geldi hûrîler bölük bölük buğur Yüzleri nûrundan evim doldu nur Hem havâ üzre döşendi bir döşek Adı sündüs döşeyen anı melek Çün göründü bana bu işler ayân Hayret içre kalmış idim ben hemân
(Süleymân Çelebi)

HAYRHAHLIK:
Başkasının iyiliğini istemek. Allahü teâlânın nîmetinin bir kimsenin elinde devamlı kalmasını veya onun böyle bir nîmete kavuşmasını dilemek. Hasedin, kıskançlık ve çekememezliğin zıddı.
Hayrhahlık; güzel ahlâkın aynası durumunda bir haslet (huy) olup, ekseriyetle içi dışına uyan fazîlet sâhibi kimselerde olur. Böyle kimseler hep iyilik düşünüp cemiyetin ve insanların faydasına hizmet ve yardım ederler. Dargınları barıştırırlar, sert lik gösterenleri yumuşatırlar. Hayrhahlık, dostluğu devâm ettiren bir bağdır. Dostluk, hayrhahlık ile kuvvetlendirilir ve devâm ettirilir. (Ahmed Rıfat)

HAYSİYYET (Haysiyet):
Şeref, îtibâr.
Haysiyetsiz kimse, kendisine karşı yapılan zulüm, işkence ve hakâretleri kabûl eder. (Ali bin Emrullah)
İyi huylu kimse, kendisine darılana iyilik yapar. İhsânda bulunur.Malına, haysiyetine, bedenine zarar vereni affeder. (Hâdimî)

HAYVÂNÎ RÛH:
İnsanda istekli hareketleri yaptıran kuvvet. (Bkz. Rûh)
Hayvanlarda ve insanlarda hayvânî rûh vardır. Bunun yeri yürektir. Bedenî faâliyetleri düzenleyen bu rûhtur. İnsanların hayvanlara benzeyen tarafları, hayvânî rûhtan ileri gelen şehvet, gadab ve hırs gibi kuvvetlerdir. Bu kuvvetler, hayvanlarda da va rdır. Hattâ hayvanlarda, insandan daha kuvvetlidir. (Ali bin Emrullah)

HAYY (El-Hayyü):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Dâimâ hayât sâhibi ve diri olan, hep var, varlığı ezelî ve ebedî (sonsuz) olan.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, Hayy ve kayyûmdur. (Bütün mahlûkâtın idâresini yürüten, hepsini hesâba çekendir.) (Bakara sûresi: 255)
Hayy ve kayyûm olan Allah'tan başka ilâh yoktur. (Âl-i İmrân sûresi: 2)
O hayydir. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O hâlde dinde ihlâs sâhibi (her şeyi Allahü teâlânın rızâsına uygun yapan kimse) olarak duâ edin. Hamd (övgü) âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsûstur. (Mü'min sûresi: 65)
Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî'ye, gıdân nedir diye sordular. Hayy ve kayyûm olanı yâni Allahü teâlâyı zikrdir (anmaktır) dedi. (İmâm-ı Gazâlî)
Hastalanan kimse, el-Hayyü ism-i şerîfini bir tabağa yazar ve ona su koyar ve ondan üç gün içerse, Allahü teâlânın izniyle şifâ bulur. (Yûsuf Nebhânî)

HAYYEALES-SALÂH-HAYYEALEL-FELÂH:
Ezân ve ikâmet okunurken söylenen "Haydin namaza" ve "Haydin kurtuluşa" mânâsına mü'minleri kurtuluşa, seâdete sebeb olan namaza çağıran iki mübârek söz.
Sünnete uygun olarak okunan ezânı duyan kimsenin, işittiğini yavaşça söylemesi sünnettir. Yalnız, Hayye ales-salâh ve Hayye alel-felâh kelimelerini duyunca bunları söylemeyip; "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah" demelidir. Ezândan sonra salevât getir meli ve sonra ezân duâsını okumalıdır. (Alâüddîn Haskefî, İbn-i Âbidîn)
Ezân okurken Hayye ales-salâh derken vücûdu kıbleden biraz sağa, Hayye alel-felâh derken de biraz sola çevirmelidir. (Zeylaî)

HAYZ (Hayız):
Sıhhatli bir kızın veya âdet zamânı son dakikasından îtibâren tam temizlik (hiç kan gelmeden en az on beş gün) geçmiş olan kadının önünden çıkan ve Hanefî mezhebine göre en az üç gün (ilk görülmesinden îtibâren yetmiş iki saat), en çok on gün devâm e den kan.
Hayzın başladığını ve bittiğini kocasından saklayan kadın mel'ûndur. (Hadîs-i şerîf-Cevhere)
Hayız ve nifas (lohusa) günlerinde namaz kılmak, oruç tutmak, câmi içine girmek, Kur'ân-ı kerîmi (ezberden veya yüzünden) okumak ve tutmak, Kâbe'yi muazzamayı tavâf etmek ve cimâ haram olur. Oruçları sonra kazâ eder. Namazları kazâ etmez. Namazları a ffolur. Her namaz vaktinde abdest alıp, o namazı kılacak kadar zaman oturup; Allahü teâlâyı zikr eder (anar), tesbih okursa en iyi namazın sevâbını kazanır. (İbn-i Âbidîn)
Kız çocuğuna anasının, anası yoksa ninelerinin, ablalarının, hala ve teyzelerinin hayz ve nifâs ilmini bildirmeleri (öğretmeleri) farzdır. Bildirmezlerse, kendileri büyük günâha girerler. (İmâm-ı Birgivî, İbn-i Âbidîn)

HAZER VE İBÂHA:
Yasaklar ve mübahlar. Fıkıh kitablarında dînen yasaklanan ve izin verilen şeyleri anlatan bölüm. Bâzı fıkıh kitaplarında bu bölüm kerâhiyye ve istihsân adıyla anılır.
Fıkıh kitablarındaki hazer ve ibâha bölümlerinde geçen hususlardan bâzısı şöyledir:
Demir, bakır, kalay, cam ve benzeri maddelerden yüzük edinmek (takmak) haramdır. (Molla Hüsrev)
Erkekler ancak gümüş yüzük kullanır. (İbn-i Âbidîn)

HAZER VE SEFER:
Memleketinde olma ve sefer, yolculuk hâli.
Hastanın hazerde ve seferde farzları sedirde, sandalyede, ayaklarını sarkıtarak oturup, îmâ ile kılmaları câiz değildir. Hasta, yerde veya uzunluğu kıble istikâmetinde olan sedirin üstünde kıbleye karşı oturarak kılar. (M. Sıddîk bin Saîd)

HÂZIR VE NÂZIR:
Bulunucu, mevcut olucu ve gören.
Allahü teâlâ, her zamanda ve her yerde hâzır ve nâzırdır derler. Halbuki Allahü teâlâ zamanlı ve mekanlı değildir. O halde bu söz görünüşü üzere kalmaz, mecaz olur. Yâni zamansız ve mekansız, hiçbir yerde olmayarak hâzırdır ve nâzırdır, demektir. Böy le olmazsa, Allahü teâlâyı zamanlı ve mekanlı bilmek olur. Allahü teâlâ ezelî ve ebedî (öncesi ve sonu olmayarak) hâzır ve nâzırdır. Meselâ hazırdır. Bu hazır olmadan önce gâib, yok değildir. Bundan sonra da hayatsızlık yâni ölüm olmayacaktır. Allahü teâlâdan başkasının, meselâ meleklerin, peygamberlerin aleyhimüsselâm ve evliyânın ve sâlih mü'minlerin ruhlarının hâzır ve nâzır olmaları, Hızır aleyhisselâmın sıkıntıda olanların yardımına koşması ise zamanlı ve mekanlıdır. Ezelî ve ebedî olarak değildir. Devamlı da değildir. Hâzır olmalarından önce yok idiler. Bir zaman sonra da oradan tekrar yok olurlar. Bu bakımdan Allahü teâlânın hâzır olması ile ruhların hâzır olması arasında çok fark vardır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

HAZKÎL ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden veya Allahü teâlânın velî kullarından biri. Yâkûb aleyhisselâmın oğullarından Lâvî'nin neslindendir. Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra gönderilen üçüncü peygamberdir. Allahü teâlâ, onun duâsı bereketiyle , ölen binlerce kişiyi diriltti.
Birçok müfessir (tefsîr âlimi) Mü'min (Gâfir) sûresinin 28-45. âyetlerinde bildirilen Fir'avn'ın sarayındaki vazîfelilerden olup, Mûsâ aleyhisselâmı ve ona inananları müdâfaa eden (savunan) ve Fir'avn'ın kızının saç tarayıcısı Mâşitâ Hâtun'un zevci ( kocası) olan kimsenin, Hazkîl aleyhisselâm olduğunu bildirmişlerdir. (Sa'lebî, Kurtubî, Râzî)
Çocukluğu ve gençliği Mısır'da geçen Hazkîl aleyhisselâm, Fir'avn'ın sarayında hazînedârlık (mâliye bakanlığı) yapan, îmânını gizleyen bir mü'min idi. Fir'avn'ın herkese kendini ilâh tanıtıp secde ettirdiği sırada, o, sarayda olduğu hâlde, bir olan A llahü teâlâya kalbden inanıyor ve ibâdetini gizli yapıyordu. Fir'avn ve adamlarının Mûsâ aleyhisselâm ve ona inananların hepsini yok etmeye karar verdikleri sırada, çeşitli iknâ edici sözlerle Fir'avn'ı bu fikrinden vazgeçiren Hazkîl aleyhisselâm zindana atıldı. Daha sonra Fir'avn'ın kızının isteği üzerine zindandan çıkarıldı. Mûsâ aleyhisselâma îmân ettiğini açıkça îlân edip, ona yardımcı oldu. Mûsâ aleyhisselâmla birlikte Kızıldeniz'den geçip, İsrâiloğullarının Tih sahrasında kaldığı kırk sene içinde ondan ayrılmayıp hizmetinde bulundu. Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra, Yûşâ bin Nûn ve Kâlib aleyhimesselâm adlı peygamberlerden sonra, İlyâ (Kudüs) bölgesine peygamber gönderildi. Mûsâ aleyhisselâma gönderilen Tevrât'ın emir ve yasakları nı İsrâiloğullarına bildirdi. Daha sonra Irak taraflarına gidip insanları dîne dâvet etti. Dâverdan bölgesindeki mü'minlere zulmeden hükümdarlara karşı o bölge ahâlisini harbe çağırdı. Fakat onlar ölümden korktukları için, harbe gitmediler. Allahü teâlâ onlara isyânlarının cezâsı olarak tâûn (salgın vebâ) hastalığı gönderdi. Vebâdan kaçmak üzere bulundukları şehirden çıkan bu insanların hepsi, işittikleri korkunç bir sesle öldüler. Hazkîl aleyhisselâm kavminin başına gelenleri görünce acıyıp, onları tekrar diriltmesi için Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ, Hazkîl aleyhisselâmın duâsı sebebiyle onları diriltti. O insanlar kendi şehirlerine dönüp Mûsâ aleyhisselâmın dîni üzere yaşadılar ve ecelleri gelince vefât ettiler. Hazkîl aleyhissel âm onların evlâdlarına Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını anlattı. Daha sonra Bâbil diyârına gitti. Orada vefât etti. (Taberî-İbn-ül-Esîr, Nişâncızâde)

HAZRET:
Zât mânâsına hürmet ve saygı ifâdesi.
Hazret-i Ebû Bekr diyor ki: "Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem yanında İmâm-ı Hasen vardı. Bir kerre bize, bir kerre Hasen'e radıyallahü anh bakarak; "Benim bu oğlum seyyîddir, efendidir. Ümîd ederim ki, Allahü teâlâ, onun ile müslümanlardan iki fırkanın arasını bulur (yâni müslümanlardan iki fırka sulh ederler)" buyurdu. (İmâm-ı Rabbânî)
Hazret-i Ali buyurdu ki: Âlim, câhili hemen tanır, çünkü daha önce o da câhildi. Câhil âlimi tanımaz, çünkü daha önce âlim değildi. (Abdülvâhid bin Abdülganî)

HEDİYE:
Fakir veya zengin bir kimseye ikrâm için hîbe (bağış) olarak verilen veya gönderilen mal ( Bkz. Hibe).
Hediyeleşiniz, sevişiniz. (Hadîs-i şerîf-Künûz-üd-Dekâik)
Yâ Âişe, kim sana sen istemeden bir hediye verirse, onu kabûl et! Zîrâ o, Allahü teâlânın sana ihsân ettiği bir rızıktır. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Hediye vermek ve hediye kabûl etmek (almak) sünnettir yâni Resûlullah efendimizin âdet-i şerîfelerindendir. (Nişancızâde)
Gasbedilmiş veya hırsızlık gibi haram yoldan elde edildiği bilinen bir malı hediye ve sadaka olarak almak veya kirâ olarak kullanmak helâl değildir. (İbn-i Âbidîn)
Taksîmi mümkün olan bir şeyde ortakların, hisselerini ayırmadan başkalarına hediye etmeleri câiz değildir. (Fetâvâ-i Hindiyye)
Resûlullah efendimiz, sadaka kabûl etmez, fakat hediye kabûl ederdi. Hediye getirene karşılık fazlasını kat kat verirdi. (İmâm-ı Ahmed Kastalânî)

HEMM:
Gam, hüzün, sıkıntı.
Lâ havle velâ kuvvete illâ billah okumak, doksan dokuz derde devâdır (ilâçtır). Bunların en hafifi (aşağısı), hemmdir. (Senâullah-ı Pâni-Pütî)