DİNİ SÖZLÜK



İKÂB:
Cezâ, azâb. Günâhın cezâsını vermek.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Biliniz ki, muhakkak Allahü teâlânın (haram işleyenler için) ikâbı pek çetindir. Allahü teâlânın, (haramları terk edenlere) mağfireti (bağışlaması bol) ve merhâmeti çoktur. (Mâide sûresi: 98)
Mü'min ve kâfir herkes kıyâmette, dünyâda yapmış olduklarının karşılığını görür. Ehl-i sünnet (Resûlullah efendimiz ve Eshâbının, arkadaşlarının yolunda) olan mü'minin, dünyâda iken tövbe etmiş olduğu günâhları affolunup, hayırlarına (iyiliklerine) s evâb verilir. Kâfirlerin ve bid'at sâhibi olanların yâni îtikâdı (inancı) bozuk olan mü'minlerin hayırları (iyilikleri) red olunup (geri çevrilip), kötülükleri, günahları için de cezâ görürler. En büyük ve ebedî ikâb küfürden (kâfirlikten, inanmamaktan) dolayı olur. (Kâdızâde, İmâm-ı Birgivî)
Melek-ül-mevt, ma'sûm olanların canını aldıktan sonra, o can alınıp, gökler seyrettirilir. Cennet'e götürülürler. Orada yeşil zebercedden bir sahrâ vardır. Ma'sûm oraya geldikte; "Beni buraya neden getirdiniz?" der. Melekler; "Yâ ma'sûm! Kıyâmet yeri vardır. Çok sıcaktır. İşbu sahrâda, yetmiş bin rahmet pınarı vardır. Hazret-i Resûl-i ekremin havzının başında durup, nûrdan bardakları görünüz! Atanız ve ananız kıyâmet yerine geldiklerinde, bu bardakları su ile doldurup, onlara verirsiniz ve onları tutup salıvermeyesiniz ki, Cehennem yoluna gitmeyeler azâb ve ikâb görmeyeler" derler. (Kutbuddîn İznikî)
Farzı (Allahü teâlânın yapınız diye buyurduğu kesin emirleri) terk eden veyâ haram (Allahü teâlânın kesin olarak yasakladığı şeyleri) işleyen, tövbesiz ölür ve şefâate (Allahü teâlânın sevdiklerinin yardımına), affa kavuşmazsa, ikâb olunur. (Muhammed Es'ad)

İKÂLE:
Bozma, yürürlükten kaldırma, feshetme; iki kişinin, aralarında yaptıkları herhangi bir akdi, anlaşmayı bozmaları.
Ticârette ihsânın (iyiliğin) bir şekli de alışveriş ettiği kimse pişman olursa, ikâle etmek, alış-verişi geri çevirmektir. (İmâm-ı Gazâlî)

İKÂMET:
1. Kâmet. Erkeklerin farz namaza başlamadan önce okuması sünnet olan ezâna benzer sözlerin ismi. Ezândan farkı fazla olarak "Hayyealelfelâh"dan sonra iki defâ "Namaz başladı" mânâsına olan "kad kâmet-issalâtü denir.
İmâm olmak, müezzinlik yapmaktan ve ikâmet okumak, ezân okumaktan efdaldir (üstündür, kıymetlidir). (İbn-i Âbidîn)
Kadınların ezân ve ikâmet okuması mekruhtur.
Vakit girmeden önce okunan ezân ve ikâmet, vakit girince tekrar okunur. (İbn-i Âbidîn)
2. Oturmak, bir yerde kalmak. (Bkz. Vatan-ı İkâmet)

ÎKÂZ:
Uyarma. Tenbih etme.
Bir kimse bir müslümanı İslâmiyet'e muhâlif (uymayan) işten, doğru yola teşvîk ederek îkâz ederse, kıyâmet gününde Hak teâlâ hazretleri, o kimseyi peygamberlerle berâber haşreder (toplar) . (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Ehl-i sünnet denilen hakîkî müslümanların birbirlerini sevmeleri, zarar vermemeleri, yardımlaşmaları, tatlı dil ve yazılar ile birbirlerini îkâz etmeleri lâzımdır. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

İKBÂL:
1. Yönelme.
Tasavvuf bilgilerinden maksad, kendini zorlamadan, uğraşmadan, her an Allahü teâlâya ikbâldir. Her an O'nu hatırlamaktır. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
2. Kıymet verme, iyi karşılama, hürmet gösterme.
Evlâdım! Orhan'ım! Allahü teâlânın emirlerine uymayan bir iş işlemeyesin! Bilmediğini din âlimlerinden sorup anlayasın! İyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana itâat edenleri hoş tutasın! Askerine in'âmı, ihsânı (iyiliği), eksik etmeyesin ki, ins an ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir. Ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd (mutlu) et! Âlimlere riâyet eyle (danışıp sözlerini dinleyerek saygı göster, haklarını gözet) ki, din işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm (yumuşaklık) göster! Askerine ve malına gurûr getirip (böbürlenip), İslâm âlimlerinden uzaklaşma! Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksâdımız Allah'ın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru kavga ve cihângirlik dâvâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâimâ herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum. (Osman Gâzî)
3. Baht açıklığı. Gerçek bana oldu hayâl Korkutuyor beni bu hâl Kararmakta her gün ikbâl Nefs elinden kurtar Rabbim
(M. Sıddîk bin Saîd)

İKİNDİ NAMAZI:
İslâm'ın şartlarından biri olan beş vakit namazın üçüncüsü, öğle vakti ile akşam vakti arasında kılınan namaz. (Bkz. Asr) Gökten yere iner kamû (bütün) melekler, Meleklere müştâk olur (can atar) felekler, Kabûl olur anda bütün dilekler, İkindi namâzın kıldığın zaman.
(Yûnus Emre)

İKRÂH:
Bir insanı istemediği bir şeyi yapması için, haksız olarak zorlamak.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Cizye (vergi) vermeyi kabûl eden kitap ehlini (kitaplı kâfirleri) İslâm dînine girmek için ikrâh etmek ve cebretmek yoktur... ( Bekara sûresi: 256)
Mü'mini ve zımmîyi (İslâm idâresi altında yaşayan müslüman olmayan vatandaşı) ikrâh etmek, korkutmak büyük günâhtır. (İbn-i Âbidîn)
Çocuğun ehl-i sünnet îtikâdını (doğru îmânı) Kur'ân-ı kerîmi, edebleri ve farzları, haramları, öğrenmesi için babası ikrâh eder. (S. Alizâde)

İkrâh-ı Mülcî:
Mülcî ikrâh. Bir kimseyi ölümle veya bir uzvunu (organını) yok etmekle, şiddetli dövmekle veya bütün malını telef etmekle (zarar vermekle) korkutarak rızâsı dışında bir işi zorla yaptırmak.
Mülcî İkrâh ile, şarap, kan içmek, leş, domuz yimek halâl olur. Yimeyip ölmesi günâh olur. Çünkü ikrâh-ı mülcî ile bunları yimek, zarûret (çâresizlik, başka çıkar yol bulamamak) olur. (İbn-i Âbidîn)
İkrâh-ı mülcî ile başkasının malı telef edilince, ikrâh eden öder. (Ali Haydar Efendi)

İkrâh-ı Gayr-i Mülcî:
Mülcî olmayan ikrâh. Bir kimseyi istemediği bir sözü veya işi yapmaya zorlarken tam şiddet kullanmama.
İkrâh-ı gayr-i mülcî ile kan, domuz yinmez, şarap içilmez ve müslümanın malı telef edilmez (zarar verilmez). (Ali Haydar Efendi)
İkrâh-ı gayrî mülcî ile yapılan nikâh, talâk (boşama), nezr (adak), yemîn, ric'at yâni boşadığı kadını tekrar alması sahîh olur. (Ali Haydar Efendi)

İKRÂM:
Hürmet ve saygı gösterme veya yiyecek, içecek, hediye yâhut başka bir şey sunma.
Kim mü'min kardeşine ikrâm ederse, Allahü teâlâ da ona ikrâm eder. (Hadîs-i şerîf-Firdevs-ül-Ahyâr)
Kim Allah'a ve âhiret gününe îmân ediyorsa, komşusuna ezâ (eziyet) etmesin; kim Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsa, misâfirine ikrâm etsin; kim Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsa, ya hayır (faydası bulunan şeyi) söylesin yâhut sussun. (Hadîs-i şerîf-Riyâzü's-Sâlihîn)
Misâfire ikrâm sevâbdır. Hayvan, yalnız Allah için kesilir. Bir kimse gelince, kesilen hayvan etinden, ona da ikrâm edilince, hayvanı Allah rızâsı için kesmiş, faydası misâfire olmuş olur. (Ahmed Fârûkî)
Tanıdığın bir müslüman sana gelince, elinden geldiği kadar iyi ve tatlı karşıla, yemek ikrâm eyle. Kapıya çık kendisini karşıla. Selâm verince selâmını al. Sohbetten sonra giderken, onu uğurla ve duâ eyle. (Süleymân bin Cezâ)
Kim saçı sakalı ağarmış müslüman bir kimseye ikrâm ederse, Allah da ona ihtiyarladığında hürmet ve ikrâmda bulunacak kimseleri vazîfelendirir, ona da ikrâm ederler. (Ahmed Rıfâî)

İKRÂR:
1. Îmânını açıkça, dil ile söylemek.
Îmân etmek için kelime-i şehâdeti dil ile ikrar edip, mânâsına kalb ile inanmak lâzımdır. Kelime-i şehâdet ve mânâsı şöyledir: (Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh= Yerde ve gökte, Allahü teâlâdan başka ibâdet edilm eye hakkı olan ve tapılmaya lâyık olan hiçbir şey ve hiçbir kimse yoktur. Hakîki mâbûd ancak Allahü teâlâdır. Muhammed aleyhisselâm adındaki yüce zât, Allahü teâlânın kulu ve Resûlüdür, yâni peygamberidir). (İmâm-ı Gazâlî)
Ey oğul! Akşam, sabah Âmentüyü okuyarak îmânını tâzele!Âmentü, îmânın altı şartını bildirmektedir. Âmentü'nün manâsını da ezberle ve çoluk-çocuğuna da ezberlet! Çünkü, ne zaman öleceğiniz belli değildir. Dâimâ kelime-i tevhîd (lâ ilâhe illallâh sözün ü) oku ve inanılması lâzım olan altı şeyi iyi öğren, tasdîk (kalb ile inan) ve ikrâr eyle ve onlara da öğret! Bunları bilmeyenlerin îmânı olmaz. (Süleymân bin Cezâ)
2. Bir kimsenin kendisiyle alâkalı olup, başkasına âit bulunan bir şeyi haber vermesi, îtirâf etmesi.
Süt emmek, mal ikrâr etmek gibi, evlenecek veya evli erkeğin söylemesi ve sözünde ısrar etmesi ile veya âdil iki erkeğin ve bir erkekle iki kadının şâhid olması ile belli olur. ( İbn-i Nüceym)

İKRÂZ:
Borç verme, ödünç verme. Bir kimsenin nakid para, hacim ölçüsü ile alınıp satılan malını, daha sonra mislini (benzerini) almak üzere bir şahsa vermesi. (Bkz. Borç ve Karz-ı Hasen)

İKTİDÂ:
Tâbi olmak, uymak. Taklid etmek.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
İşte o peygamberler Allahü teâlânın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onlara iktidâ et. De ki: "Ben buna (peygamberlik vazîfemin îfâsına) karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O Kur'ân-ı kerîm âlemler için öğütten başka bir şey değildir. (En'âm sûresi: 90)
Benden sonra, Ebû Bekr'e ve Ömer'e iktidâ ediniz. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, Hâkim)
Benden önce Allahü teâlânın bir ümmete gönderdiği bir peygamber yoktur ki, o peygamberin ümmetinden Havârîleri ve sünnetine tâbi olan, emrine iktidâ eden eshâbı, arkadaşları olmasın. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Bizim büyüklerimizin yolunun esâsı ikidir: Birincisi; Resûl-i ekremin sallallahü aleyhi ve sellem sünnetine yâni bildirdiği İslâm dîninin îmân ve amel ile ilgili hükümlerine iktidâ, ikincisi tâbi olduğu âlim ve velîyi çok sevmek. (İmâm-ı Rabbânî)
Kendisinde imâmlık şartları bulunmadığı hâlde imâmlık yapan kimseye iktidâ etmemelidir. (İbn-i Âbidîn)

İKTİSÂD:
1. Orta yol, orta hâl. Tutumlu olma, gereği kadar ölçülü harcama.
Dağlar gibi dalgalar onları kuşattığı zaman, dîni tamâmen Allahü teâlâya hâs kılarak (ihlâsla) O'na yalvarırlar. Allahü teâlâ onları karaya çıkararak kurtardığı vakit içlerinden bir kısmı iktisâd yolunu tutar. (Lokman sûresi: 32)
İktisâd eden kimse, fakir ve muhtâç olmaz. (Hadîs-i şerîf-Mir'ât-ül-Mürüvvet)
İktisâd geçimin, güzel ahlâk da dînin yarısıdır. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Lokman Hakîm, oğluna şöyle nasîhat etti:
Oğlum! Masrafları gelirine göre ayarla! Îktisâd et! Aşırı gitme. Her şeyde îtidâl sâhibi ol, yâni orta yolu tut! Cömertliği âdet edin!
2. Üretim ve tüketim faâliyetlerinin nasıl düzenlendiğini inceleyen ilim dalı.
İslâmiyet, ferdin iktisâdî hürriyetine saygı gösterir. Husûsî (özel) teşebbüslere ve sermâyeye izin verir. Kısaca İslâmiyet, ferdî hürriyete elverişli bir iktisâd sistemini emr etmektedir. (Seâdet-i Ebediyye)

İKTİZÂ-İ NASS:
Âyet ve hadîslerin gerektirdiği şey; nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) hükmünün anlaşılabilmesi ve istenilen mânânın ortaya çıkması için sözün tamâmına bakılarak gerekli hükmün taktir edilmesi.
"Ümmetimden hatâ (yanılma), nisyân (unutma) ve zor karşısında yaptıkları şeyler kaldırıldı." hadîs-i şerîfinin lafzında yalnız hatâ ve nisyânın kaldırıldığı bildirilmektedir. Hâlbuki bu haller insandan ayrılmaz. İnsanda her zaman görülebilmektedir. B u sebeble iktizâ-i nass, insandan kaldırılanın hatâ, nisyân olmayıp, hatâ ve nisyân ile yapılan işten doğan günâh ve mes'ûliyet, sorumluluk olduğunu ifâde etmektedir. Yâni hadîs-i şerîfte mes'ûliyet gibi bir kelimenin taktir edilmesini gerektirmektedir. (Serahsî)

ÎLÂ:
Kocanın karısına dört ay veya daha çok zaman veya zaman söylemeyerek "Sana yaklaşmayacağım" diye yemîn etmesi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Kadınlarına yaklaşmamaya îlâ edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer erkekler (o müddet içinde keffâret yaparak zevcelerine) dönerlerse şüphe yok ki, Allahü teâlâ hakîkaten bağışlayıcı ve çok merhametlidir. (Bekara sûresi: 226)
Yemîn eden kimse dört ay içinde hanımına yaklaşmazsa bir talâk-ı bâîn (tam boşanma) ile boşanırlar. Dört aydan az zaman için yemîn ederse îlâ olmaz. Dört ay içinde îlâyı bozarsa zevcesi (hanımı) boş olmaz. Yemîn keffâreti verir. (İbn-i Âbidîn)
Îlâda söz, açık ve açık olmayan olabildiği gibi, müddet de belirtilmemiş olabilir. Helâli kendisine haram etmek yemîn olup, hanımına; "Sen bana haramsın" yâhut; "Sen bana haram ol!" diyen kimse kendisine haram kılmayı kasd etmişse, îlâ etmiş olur. Îl â etmek istememiş ise hanımını bâîn (tam boşama) ile boşamış olur. (Mehmed Zihni Efendi)
Eğer kocası, karısına; "Ben sana yakınlıkta bulunursam hac etmek yâhut oruç tutmak, sadaka vermek üzerime lâzım olsun" dese îlâ olur. Dört ay içinde karısına yakınlıkta bulunursa yemîni bozulur; ne üzerine yemîn etmiş ise o şey lâzım olur ve îlâ düşe r. (Mevkûfâtî)

İLÂH:
Mâbud, tanrı.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Onlar, (kâfirler, müşrikler) o kimselerdir ki, Allah ile berâber başka bir ilâh tanırlar. Onlar, yakında (başlarına gelecek âkıbeti) bileceklerdir. (Hicr sûresi: 96)
Onlar, âlimlerini ve râhiplerini Allah'tan başka ilâhlar edindiler. Meryem'in oğlu Mesîh'i de (ilâh edindiler). Hâlbuki onlar da ancak bir olan Allah'a ibâdet etmekle emrolunmuşlardı. Allahü teâlâdan başka hiçbir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden tamâmen münezzehtir. (Tevbe sûresi: 31)
Kim Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın Allahü teâlânın Resûlü olduğuna (gözüyle görmüş gibi) şehâdet ederse, Allahü teâlâ ona Cehennem'i haram kılar. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî)
Îmânın altı şartından birincisi, Allahü teâlânın vâcib-ül-vücûd ve hakîkî ilâh ve bütün varlıkların yaratıcısı olduğuna inanmaktır. (Kemahlı Feyzullah)

İLÂHÎ:
1. "Ey Allah'ım" mânâsına hitâb.
İlâhî! Dostlarını şöyle kıldın ki onları bilen seni buldu. Seni bulmayan onları bilmedi. (Abdullah-ı Ensârî)
İlâhî! Herkesi sıkıntıdan kurtaran yalnız sensin. Bizi dünyâda ve âhirette sıkıntıda bırakma. Muhtâçlara her şeyi gönderen yalnız sensin. Dünyâda ve âhirette hayırlı, faydalı olan şeyleri bize gönder. Dünyâda ve âhirette kimseye muhtâc bırakma. Âmîn. (Muhammed Rebhâmî) Yüzüm dergâhına döndüm ilâhî, Kapından etme red bu pür günâhı (günâhı çok olanı). Ümîdim kesmem hiç senden ilâhî, Ki sensin cümle mahlûkun penâhı (sığınağı). Yüzüm karasına bakma ilâhî Cehennem nârında (ateşinde) yakma ilâhî.
(Beykozlu Muhammed bin Receb)
2. Allahü teâlâ ile alâkalı, O'na âit, O'ndan gelen, O'nun gönderdiği, indirdiği.
Tasavvuf, insanlık sıfatlarından çıkarak, melek sıfatları ile bezenmek ve ilâhî ahlâkı huy edinmektir. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Allahü teâlânın son ilâhî kitabı Kur'ân-ı kerîmdir. Kur'ân-ı kerîmden Allahü teâlânın murâd ettiği mânâyı ve hadîs-i şerîflerden Peygamber efendimizin maksâdını en iyi anlayabilenler, müctehîd denilen büyük İslâm âlimleridir. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî

İlâhî Dinler:
Asılları Allahü teâlâ tarafından bildirilmiş olan dinler. Hak dinler ve semâvî dinler de denir.
Bugün yeryüzünde mensûbu bulunan üç tâne ilâhî din vardır. Bunlardan yahûdîlik ve hıristiyanlık aslı bozulmuş, din adamları tarafından değiştirilmiştir. Aslı bozulmamış, kıyâmete kadar da bozulmayacak olan tek ilâhî din İslâmiyet'tir. (M. Sıddîk Gümüş)
Allahü teâlânın var ve bir olduğunu bildiren ilâhî dinlerin hepsi, insanlar tarafından bozulmadan önce, inanılacak şeyler bakımından birbirinin aynı idi. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

İLÂHİYYÂT:
İnanılacak şeylerden bahseden kelâm ilminin; Allahü teâlânın varlığı, zâtı, sıfatları ve fiillerinden (işlerinden) bahseden bölümü.
Kelâm kitaplarının ilâhiyyât bahislerinde Allahü teâlânın varlığını isbat için bildirilen delillerden birisi şöyledir:
Şu âleme gözünü çevirip, üstünde, direksiz duran yıldızları, bilhassa belli bir yörüngede ışık saçan, ziyâsıyla yıldızlarda gece ve gündüzün meydana gelmesine sebeb olan güneşe, gökteki bulutlara ve yağan yağmurlara, altındaki yere ve üzerindeki nehi rlere, denizlere, karalardaki ağaçlara ve meyvalara, çeşitli özelliklere sâhip memleketlere ve şehirlere, mâdenlere, bitkilere ve hayvanlara bilhassa âlem-i sagîr (küçük âlem) denilen insana ve kâinattaki eşyânın eşsiz bir sûrette yaratılışına bakan bunlardaki çok ince olan nizam (düzen) ve intizamı, âhengi (uyumu) gören, bunlardaki fâide ve hikmetleri iyi düşünen bir kimse, âlemi yoktan var eden, hep var olan bir yaratıcının var olduğuna inanmak zorunda kalır. (Abdüllatîf Harpûtî)
Bütün nutuklarımda, atomdaki enerjiden nasıl istifâde edileceğini anlattım. Şimdi aklımıza, haklı olarak şu soru gelmektedir: "Bu muazzam kudreti, küçücük yere kim ve nasıl koydu?" Buna ancak İslâm ilâhiyyâtı cevap verecektir. (W. Heisenberg)

İ'LÂ-YIKELİMETULLAH:
Allahü teâlânın ismini yüceltmek, İslâm dînini yaymak.
Kim i'lâ-yı kelimetullah için harbederse, o, Allah yolunda savaşmış olur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin vefâtında, Eshâb-ı kirâmın hepsi, sonra da evlâdları, cihâd için, i'lâ-yı kelimetullah için Arabistan'dan çıktı. İslâm ordusu, Asya'nın ötelerine, Afrika'ya, Kıbrıs'a, İstanbul'a hâsılı her yere dağıldı. Al lah'ın dînini, O'nun kullarına tanıtmak için savaştılar ve canlarını fedâ ettiler. Ecdâdımız keyf için, tama' için cihâd yapmadı. İ'lâ-yı kelimetullah için yaptı. (A bdülhakîm bin Mustafâ)
Muhârebeye gitmekten maksad, i'lâ-yı kelimetullah ve din düşmanlarını zayıflatmak ve bozguna uğratmak olmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

İLHÂD:
Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan, müctehid âlimlerin söz birliği ile bildirdikleri ve müslümanlar arasında yayılan îmân bilgilerine uymamak, doğru yoldan ayrılmak küfre (îmânsızlığa) sebeb olan inanış.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Kim Mescid-i Harâm'da zulm ile ilhâda yeltenirse, biz ona pek acıklı bir azâb tattırırız. (Hac sûresi: 25)
Amellerin, ibâdetlerin, kabûl edilmesi için, yâni sevâb verilmesi için hem şartlarına uygun olması, hem de ihlâs ile niyet edilmesi lâzımdır. "İbâdet, sahîh olursa kabûl edilir. Niyete bakılmaz" demek, ilhâd olur. (Muhammed Hâdimî)
Din bilgilerinin doğrusu, Ehl-i sünnet vel cemâat âlimlerinin bildirdikleri bilgilerdir. Bunlara uymamak, zındıklık ve ilhâddır. (İmâm-ı Rabbânî)

İLHÂM:
1. Peygamberlerin kalblerine, uyanık iken, melek görünmeden ilâhî vahyin bırakılması.
İlhâm, peygamberlerin aleyhimüsselâm ve sâlih (iyi) müslümanların kalblerine gelir.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin mübârek kalbine gelen ilhâm, her müslüman için seneddir. Herkesin bunlara uyması lâzımdır. (Abdülganî Nablüsî)
2. Sâlihlerin, iyi kimselerin kalbine gelen İslâmiyet'e uygun mânâlar.
Melekten gelen ilhâm, İslâmiyet'e uygundur. Şeytandan gelen vesvese İslâmiyet'ten ayrılmaya sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İslâmiyet'in hükümleri ilhâm ile anlaşılmaz. Evliyânın ilhâmı, başkalarına huccet, sened olamaz. Evet, Ehlullahın (velîlerin) ilhâmları doğruluğu, İslâmiyet bilgilerine uygun olmalarından anlaşılır. Fakat, Ehlullah, yâni velî olmak için, İslâmiyet bi lgilerini öğrenmek ve bunlara uymak şarttır. "Takvâ sâhiblerine (haramdan kaçınanlara) Allahü teâlâ ilim ihsân eder" meâlindeki âyet-i kerîme bu husûsu bildirmektedir. Sünnete yâni İslâmiyet'e sarılmayan, bid'atten sakınmayan kimsenin kalbine ilhâm gelmez. Böyle kimselerin söyledikleri nefsten ve şeytandan gelen bozuk şeylerdir. (Abdülganî Nablüsî)
Mânevî bilgiler, keşif ve ilhâm ile hâsıl olur. Hocadan öğrenilmez. İbâdetlerin yapılması ve bütün İslâm bilgileri ise, üstâddan öğrenmekle elde edilir. İslâm bilgileri, ilhâm ile hâsıl olsaydı, Allahü teâlânın peygamberler ve kitaplar göndermesine l üzûm olmazdı. (Abdülganî Nablüsî)
İnsan, ilhâm olunan şeyleri yapmalı, vesveseyi yapmamak için gayret etmelidir. Nefse uyan kimse vesveselere uyar. Nefsin hevâsına uymayanın, ilhâma uyması kolay olur. ( Muhammed Hâdimî)
3. Allahü teâlânın bildirmesi. Sevk-i tabîî. Bugün buna içgüdü denilmektedir.
Her sınıf hayvanın şahsının ve türünün korunması sağlanmıştır. Yaşamaları için, insan aklını şaşırtan şeyler onlara ilhâm olunmuştur. Bal arısı mühendis gibi, altı köşe petek yapar. Silindir yapsaydı aralarında boşluk kalırdı. Altıgen prizmalar arası nda yer kaybı olmuyor. Dörtgen olsaydı, hacimleri daha az olurdu. Bunu insanlar okumakla, öğrenmekle anlar. Öğrenmeyen anlamaz. Arıya bunu bildiren kimdir? Allahü teâlâ ilhâm etmektedir. (Ali bin Emrullah)

İLKA':
Atma, bırakma.
1. Öğretme.
Abdullah bin Zeyd radıyallahü anh şöyle anlattı: "Bir sabah Resûlullah'a geldim. O gece gördüğüm ezânla ilgili rüyâyı O'na haber verdim. Buyurdu ki: "Gerçekten bu bir hak (doğru) rüyâdır. Bilâl-i Habeşî ile kalk; çünkü o, senden daha yüksek ve uzun seslidir. Sonra söyleneni ona ilka' et! Bilâl bununla (müslümanları namaza) çağırsın." (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Tirmizî)
2. Bırakma, yerleştirme.
Vahyin (Kur'ân-ı kerîmin) geliş (indiriliş) şekillerinden biri de; Peygamber efendimiz uyanık iken, Cebrâil aleyhisselâm, görünmeksizin, Peygamberimizin kalbine ilâhî vahyi ilka' ederdi. (İmâm-ı Süyûtî)

İLLET:
Bir şeyin veya hükmün meydana gelmesine doğrudan te'sir eden iş, sebeb.
İlletin bulunduğu yerde; te'sir ettiği, meydana getirdiği şey veya hüküm de bulunur. İllet bulunmayınca bunlar da bulunmaz. Satış akdi, mülkiyet için illettir. Akd yapılınca, satıcı sattığı eşyânın bedeli olan şeye, alıcı da mala sâhib olur. Satış ak di olmayınca, alıcı da, satıcı da hiçbir şeye mâlik olamazlar. Yâni mülkiyet denen şey meydana gelmez. Aynı şekilde, nikah da evliliğin meydana gelmesinin illetidir. Nikâh varsa, evlilik vardır. Nikâh yoksa, evlilik de yoktur, yâni evlilik hâli yaşansa bile meşrû (dîne uygun) değildir. (Serahsî)

İLLİYYÎN:
1. Yedinci kat gökte, arşın altında bulunan bir yer veya Cennet.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Hayır (o kâfirler gibi olmayın). Çünkü itâatkâr olan iyilerin kitâbları (amelleri), hiç şüphesiz İlliyyîn'dedir. (Mutaffifîn sûresi: 18)
Hafaza (koruyucu melekler) yâni Kirâmen kâtibîn, bir kişinin amel defterini Allahü teâlâya arz ettiklerinde; "Siz kullarımın üzerine hafazasınız. Kalbini bilen benim. Amelini hâlis ettiğinden (yâni amellerini ihlâsla, Allah rızâsı için yaptığından), onun defterini İlliyyîn'e koyun. Çünkü onu af ve mağfiret ettim" diye Allahü teâlâ vahyeder (bildirir). (Zemahşerî)
2. Mü'minlerin, öldükten sonra rûhlarının, nîmetler ve lezzetler içinde bulunduğu yer.
Mü'min ölüm döşeğine yattığı vakit, melekler çeşitli misk kokulu ipek mendil ile gelip, yağdan kıl çeker gibi, rûhunu bedeninden ayırırlarken; "Ey mutmainne (Hakîkate ermiş, bu sebeble kendisinde hiçbir şüphe ve tereddüt kalmamış) nefs, sen Rabbinden, Rabbin de senden râzı olduğu hâlde, Allah'ın rahmet ve keremine dön!" derler. Rûh çıktığı vakit, o kokular arasına konur, ipek mendil üzerine bağlanır ve İlliyyîn'e götürülür... (Hadîs-i şerîf-İhyâ-ül-Ulûm)
Mü'min ölenlerin, İlliyyîn'deki rûhları, arasıra yâni Allahü teâlâ dileyince, mezarlardaki cesedlerine red olunurlar (gönderilirler). En çok Cumâ geceleri böyle olur. Birbirleri ile buluşur, konuşurlar. Rûhlar İlliyyîn'de iken, cesed olmaksızın da, n îmetlenir, lezzetlenir. (İmâm-ı Yâfiî)
İnsanı, şehvetler, Allahü teâlânın düşmanı olan nefsin arzû ve istekleri kaplamıştır. O, bunlarla mücâdele etmekle vazîfelidir. Şehvetlerin düşkünü oldukça, esfel-i sâfilîne (aşağıların aşağısına, hayvanların ve şeytanların seviyesine) iner. Şehvetle rini yendikçe, İlliyyîn'e ve meleklerin derecesine yükselir. (İmâm-ı Gazâlî)

İLM (İlim):
Bir şeyi hakkıyla bilmek, anlamak. Cehlin zıddı.
1. Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından. Her şeyi bilmesi.
Allahü teâlânın sıfatları, işleri, kendi gibi akılla anlaşılmaz ve anlatılamaz. İnsanların sıfatlarına, işlerine hiç benzemez ve uymaz. On sekiz sıfatı vardır. Bunlara sıfat-ı sübûtiyye denir. Bunlardan biri İlim sıfatıdır.Bu sıfatı da kendi gibi kad îmdir, yâni sonradan olma değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Bir şeyin sûretinin, görünüşünün zihinde şekillenmesi, bilme, bilgi.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Kendilerine ilim ve hidâyet verdiğimiz kimseler, ilimlerini insanlardan saklarlarsa, Allah'ın ve lânet edenlerin lânetleri bunların üzerine olsun. (Nisâ sûresi: 30)
Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibâdet etmekten daha sevâbdır. (Hadîs-i şerîf-Dürr-ül-Muhtâr)
İlim, Çin'de de olsa onu alınız. Zîrâ ilim öğrenmek, kadın-erkek her müslümana farzdır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
İlmi ile amel edene, Allahü teâlâ bilmediklerini öğretir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İlim maldan hayırlıdır. Çünkü malı sen koruyacaksın, ilim ise seni korur. Mal sarf etmekle azalır, ilim sarf etmekle çoğalır. (Hazret-i Ali)
Hiçbir şey ilimden üstün değildir. Çünkü sultanlar, insanlara hükmederler. Âlimler ise, sultanlara hükmeder. (Ebü'l-Esved)
Ey oğlum! Dünyânın sevinç ve neş'elerini tecrübe ettim. İlimden lezzetli bir şey bulamadım. (Lokman Hakîm) İlimsiz bir şey olmaz, ilim her şeye baştır. Karanlık yollarda o, en aziz arkadaştır. İlim, uçsuz bucaksız bir ummanı andırır. İlimden başka her şey insanı usandırır.
(M. Sıddîk bin Saîd)

İlm-i Ahlâk:
İyi huylar edinme ve kötü huylardan sakınma yollarını öğreten ilim. (Bkz. Ahlâk)

İlm-i Âlet:
Ulûm-i âliyye denilen sekiz yüksek din bilgisini öğrenebilmek için lâzım olan yardımcı ilimlerdir. Bunlara ulûm-i ibtidâiyye, başlangıç ilimleri de denir. Ulûm-i âliyye şunlardır:Tefsîr, usûl-i kelâm, kelâm, usûl-i hadîs, ilm-i hadîs, usûl-i fıkh, fı kh, ilm-i tasavvuf. Böylece din bilgileri yirmi olmaktadır.

İlm-i Bâtın:
Kalb ilmi, mânâ ilmi, tasavvuf ilmi.
İlm-i bâtın evliyânın yükseklerinin ilmidir. Bu ilim, kötü huylardan arınıldığında kalbe doğan bir nurdan ibârettir. Bu sâyede çok şeyler görülür, derin ve ince mânâlara vâkıf olunur. Geniş ufuklar açılır. (İmâm-ı Gazâlî)

İlm-i Bedî':
Lafz (söz) ve mânâ ile ilgili bâzı san'atlar yaparak sözün süslenmesini öğreten ilim.

İlm-i Belâgât:
Düzgün ve yerinde söz söyleme yolunu öğreten ilim.

İlm-i Beyân:
Belâgât ilminin hakîkat, mecaz, kinâye, teşbîh (benzetme) ve istiâre gibi konularından bahseden ilim.

İlm-i Ezelî:
Allahü teâlânın başlangıcı olmayan ilmi.
Allahü teâlânın kazâsı, taktîri ve levh-i mahfûza yazması ilm-i ezelîsine uygundur. Her şeyi ilerde ne zamanda ve nasıl olacak ise veya olmıyacak ise, ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) öylece bilmiştir. Bu şeyler zamanı gelince ilm-i ezelisine uy gun olarak meydana gelmektedir. (Muhammed Akkermânî)

İlm-i Ferâiz:
Vefât eden kimsenin bıraktığı malın kimlere verileceğini ve nasıl taksim edileceğini öğreten ilim (Bkz. Ferâiz).

İlm-i Fıkıh:
Dînimizin emir ve yasaklarını bildiren ilim. (Bkz. Fıkıh)

İlm-i Hadîs:
Peygamber efendimizin mübârek sözlerini, işlerini ve görüp de mâni olmadığı şeylerden bahseden ilim. (Bkz. Hadîs)

İlm-i Hâl (İlmihâl):
Her müslümanın îmân, ibâdet ve ahlâk ile ilgili bilmesi gereken şeyler veya bu bilgileri anlatan kitap.
Dînini bilen, seven ve kayıran mübârek insanların ilmihâl kitaplarını alıp, çoluk-çocuğuna öğretmesi, her müslümanın birinci vazîfesidir. Kendilerine din adamı ismini ve süsünü veren, câhil ve sapık bir kimsenin sözlerinden ve yazılarından din öğrenm eye kalkışmak, kendini Cehennem'e atmaktır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî) Önce ilm-i hâli öğren, çocuğuna da öğret Din bilgisi öğrenmezsen, olursun sonra pişman
(M. Sıddîk Gümüş)

İlm-i Hey'et:
Astronomi ilmi.

İlm-i Hudûrî (İlm-i Huzûrî):
Bir şeyi, zihinde onun sûreti (görüntüsü) meydana gelmeksizin bilmek.
Bir kimsenin kendi dışında bulunan bir şeyi bilmesi için o şeyin sûretinin, şeklinin görüntüsünün zihinde meydana gelmesi lâzımdır. Fakat ilm-i huzûrîde durum böyle değildir. İnsan kendisini ilm-i hudûrî ile bilir. Çünkü kendisi zâten zihninde vardır . (İmâm-ı Rabbânî)

İlm-i Husûlî:
Bir şeyi onun sûreti, görüntüsü zihinde bulunduğu müddetçe bilmek. O şeyin zihindeki sûreti yok olunca, o şey unutulur. Bundan dolayı ilm-i husûlî devamlı değildir.

İlm-i İlâhî:
Allahü teâlânın ezelî ilmi.

İlm-i Kelâm:
Kelime-i şehâdeti ve buna bağlı olan îmânın altı temel bilgisini öğreten ilim.
İlm-i kelâm, inanılacak bilgileri, Ehl-i sünnet îtikâdına göre geniş olarak ve delilleriyle anlattığı gibi, îtikâdı bozuk olanlara karşı Ehl-i sünnet îtikâdını da müdâfaa eder. (İmâm-ı Gazâlî)

İlm-i Kesbî:
Çalışarak elde edilen ilim.

İlm-i Kırâat:
Kur'ân-ı kerîmin kelimelerinin doğru olarak okunuşundan bâzı kelimelerin ise, farklı okunmasından bahseden ilim.
İlm-i kırâat, Allahü teâlânın kelâmını bozulmak ve değişmekten korur. (Taşköprüzâde Ahmed Efendi)

İlm-i Ledünn:
Allahü teâlânın ihsânı olup, çalışmadan kavuşulan ilim.
İlm-i Ledünn verilmesinde Hızır aleyhisselâmın rûhâniyeti vâsıta olmaktadır. (Muhammed Pârisâ)

İlm-i Lügat:
Bir dilin kelimelerinin tamâmını inceleyen ilim.

İlm-i Meânî:
Sözün hâle uygunluğundan bahseden edebî ilim dallarından biri.

İlm-i Nâfi':
İnsana aczini, kusurunu, Rabbinin büyüklüğünü bildiren, kalbde Allah korkusunu ve mahluklara karşı tevâzû, alçak gönüllülüğü artıran, kul haklarına ehemmiyet vermeyi temin eden sonsuz seâdeti (mutluluğu) ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya vesîle o lan ilim.

İlm-i Nahv:
Arabî cümle bilgisi. Kelimelerin cümle içindeki yerlerini ve buna göre sonlarının aldığı durumlardan (harekelerden) bahseden ilim.
İlimlerden bir kısmı diğer ilimlere bir mukaddime (başlangıç) olup, o ilimleri elde etmeğe birer âlet, vâsıta durumundadırlar. Lugat ve nahv ilimleri de böyledir. Bunlar aslında dînî ilimlerden değildir. Ancak Kur'ân-ı kerîm ve hadîs gibi dînî ilimle rin anlaşılmalarında lüzumludurlar. Çünkü kitab (Kur'ân-ı kerîm) ve hadîs-i şerîfler, Arabça olduğundan, dînimizi anlayabilmek için bu ilimlere ihtiyâc vardır. (İmâm-ı Gazâlî)
İlim öğrenirken, en mühim olanını öne almalıdır. İlmin en önemlisi sâhibine doğru yolu gösterendir. Bu sebeple akâid, fıkıh, tefsîr, hadîs ilimleri en önemli ilimlerdir. Arabî ilimlerden önemlileri de nahv ve meâni (edebiyât) ilimleridir. (Seyyid Alizâde)

İlm-i Sarf:
Kelime bilgisi. Arabîde kelimenin aldığı şekillerden bahseden ilim. Morfoloji.
İlm-i Sarfın konusu isim ve fiil çekimleridir. Bunların çekimlerinde alışkanlık kazandırarak hatâya düşmekten korur. (Taşköprüzâde Ahmed Efendi)

İlm-i Tefsîr:
Kur'ân-ı kerîmdeki murâd-ı ilâhîyi, Allahü teâlânın kastettiği mânâyı açıklayan ilim.

İlm-i Usûl-i Fıkıh:
Fıkıh bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilim.

İlm-i Usûl-i Hadîs:
Hadîs-i şerîflerin çeşitlerini anlatan ilim.
İlm-i usûl-i hadîsin ortaya koyduğu metodlar ile hadîs-i şerîflerin nev'ileri, çeşidleri ayırd edilir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

İlm-i Usûl-i Kelâm:
Kelâm ilminin, îmân bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilim.

İlm-i Usûl-i Tefsîr:
Tefsîr ilminin metodlarından, kâidelerinden, müfessirde bulunması gereken şartlarından, âyet-i kerîmelerin; nâsih ve mensûhundan, hâss ve âmmından bahseden ilim.

İlm-i Vehbî:
Çalışmadan öğrenilen, Allahü teâlâ tarafından ihsân edilen ilim. (Bkz. İlm-i Ledünnî)

İlm-ül-Yakîn:
Eserden müessire yol bulmak. İşi görüp yapanı tanımak, bilmek. Dumanı görüp, orada ateşin olduğunu anlamak böyledir.

İLTİCÂ:
Sığınma.
Teheccüd (gece namazı) ve sabah namazlarına uyanmak isteyen, yatsı namazını kılınca hemen yatmalı, gece, boş şeylerle uykusuz kalmamalıdır. Teheccüd zamânında tövbe istiğfâr etmek, Allahü teâlâya ilticâ etmek, yalvarmak, günâhlarını düşünmek, ayıplar ını, kusurlarını hatırlamak, kıyâmetteki azâbları düşünüp korkmak, Cehennem'in sonsuz acılarından titremek lâzımdır. Afv ve mağfiret için çok yalvarmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Ey âsîlerin, günâhkârların sığınağı! Sana sığındım; sayısız hatâlar işledim. Şimdi sana ilticâ eyledim. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî) Bu dünyâ bir köprüdür gelen bir bir geçer durmaz Hani âba u ecdâdın ne oldu kimseler sormaz Hani annen baban nerde bu dünyâ kimseye kalmaz Gelenler hep sefer eyler muhakkak dâr-ı Bekâya Yüzün dön ilticâ eyle Cenâb-ı zât-ı Mevlâya
(Tâceddîn-i Velî)

İLYÂS ALEYHİSSELÂM:
Kur'ân-ı kerîmde ismi geçen peygamberlerden biri. Hârûn aleyhisselâmın neslindendir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
İlyâs da, şüphe yok ki gönderilmiş peygamberlerden idi. O vakit kavmine (şöyle) demişti; "Siz Allahü teâlânın azâbından korkmaz mısınız? Allahü teâlâ sizin de Rabbinizdir, evvelki atalarınızın da Rabbidir." Fakat onlar İlyâs'ı (aleyhisselâm) yalanladılar. Şüphesiz onlar hazırlanıp (Cehennem'e) götürüleceklerdir. Ancak Allah'ın ihlâs sâhibi (mü'min) kulları müstesnâdır. ( Sâffât sûresi: 123-128)
Zekeriyyâ, Yahya, Îsâ ve İlyâs'a da (aleyhimüsselâm) hidâyet (peygamberlik) verdik. Onların hepsi sâlihlerden idiler. (En'âm sûresi: 85)
Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâmdan sonra İsrâiloğullarına Yûşâ aleyhisselâm ve Hazkîl aleyhisselâm peygamber olarak gönderildiler. Onlara Tevrât'ın hükümlerini bildirdiler. Hazkîl aleyhisselâmdan sonra İlyâs aleyhisselâm peygamber olarak gönderildi. İsr âiloğullarından Ba'lbek'te yerleşen kabîleyi îmâna dâvet etti. Ba'lbek'te hüküm süren ve insanları Ba'l adındaki puta tapmaya zorlayan zâlim hükümdârı ve ona tâbi insanları, puta tapmaktan sakındırdı ve Allahü teâlâya îmân etmeye çağırdı. İnsanlar onu dinlemediler. İlyâs aleyhisselâm onları azâbla korkuttu ise de karşı gelip onu memleketlerinden çıkardılar. İsyânları sebebiyle Allahü teâlâ bereketi kaldırdı. Yağmurlar yağmaz oldu. Hayvanları susuzluktan kırıldı. Başlarına çeşitli musîbet ve belâlar geldi. İlyâs aleyhisselâmı Ba'lbek'ten çıkardıklarına pişman olan İsrâiloğulları, sonunda ondan af dilediler. Onların isteği üzerine, İlyâs aleyhisselâm Ba'lbek'e geri döndü. İsrâiloğullarını puta tapmaktan sakındırdı. Onlar, İlyâs aleyhisselâma îmân ettiler ve ona tâbi olacaklarına söz verdiler. İlyâs aleyhisselâm duâ etti. Allahü teâlâ kıtlık ve musîbetleri kaldırıp bolluk ve bereket ihsân etti. Bir müddet İlyâs aleyhisselâma tâbi oldular fakat sonunda isyân ederek eski sapıklıklarına dönd üler. İlyâs aleyhisselâmın yaptığı nasîhatleri dinlemediler. Doğru yola gelmeyeceklerini iyice anlayıp, çok üzüldü ve bu azgın insanlardan ayrılması için Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ onun duâsını kabûl buyurdu. İlyâs aleyhisselâm o beldeden hicret edip başka yerlere gitti. İsrâiloğullarına tekrar belâ ve musîbetler geldi. İlyâs aleyhisselâm gittiği beldelerden birinde ihtiyâr bir kadının evine misâfir oldu. Bu kadının Elyesâ' isimli hasta oğluna duâ etti. Onun duâsı bereketiyle Elyesa'n ın hastalığı iyileşip, İlyâs aleyhisselâmın yanından ayrılmadı. Ondan Tevrât'ı öğrendi. İlyâs aleyhisselâmdan sonra İsrâiloğullarına peygamber olarak Elyesa' aleyhisselâm gönderildi. (Bkz. Elyesa' Aleyhisselâm) (İbn-ül-Esîr, Sa'lebî, Nişâncızâde)

ÎMÂ:
İşâret etme. Bir özür sebebiyle başını yere koyamayan kimsenin rükû' için biraz, secde için rükû'dan daha çok eğilmesi.
Namazda rükû ve secdeleri yapamayan îmâ ile kılar. (Halebî)
Alnında yara olan, yalnız burnu ile, burnunda yara olan da yalnız alnı ile secde eder. Alnında ve burnunda birlikte yara olup, başını yere veya böyle sert bir şey üzerine koyamıyan, ayakta durabilse bile, yere oturarak îmâ ile kılar. (İbn-i Âbidîn)
Yatarak başı ile îmâ edemeyecek kadar ağır hastalığı yirmi dört saatten çok devâm eden kimseden, aklı başında olsa bile, namaz sâkıt olur (düşer, kılması lâzım gelmez). (Halebî)
Îmâ ile dahî kılması mümkün iken kılmadan ölüm hâline gelen kimsenin, namazlarının keffâreti için vasiyet etmesi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn, İmâm-ı Birgivî)

İMÂM:
1. Câmi, mescid veya başka yerlerde cemâate namaz kıldıran kimse.
Cemâate, Kur'ân-ı kerîmi iyi okuyanınız imâm olsun. Bunda eşit olunca sünneti en iyi bileniniz, bunda da eşit olunca, en yaşlı olanınız imâm olsun! (Hadîs-i şerîf-Müslim, Sünen-i Tirmizî)
İmâm kalkan gibidir. Namazı tam kıldırırsa; hem onun, hem sizin lehinize olur. Noksan kıldırırsa, sizin namazınız yine tamdır. Noksanlık ondan sorulur. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
İmâmın namaza dururken ve rüknden rükne geçerken ve selâm verirken, cemâat işitecek kadar sesini yükseltmesi sünnettir. Daha fazla yükseltmesi mekruhtur. Kırâeti güzel olan yâni Kur'an-ı kerîmin harflerini tanıyan, tecvid ile okumasını bilen imâm olu r. Sesi güzel ve tegannî ile okuyan değil. (İbn-i Âbidîn)
2. Hadîs, fıkıh, kelâm ve tefsîr ilminde ve tasavvuf gibi İslâmî ilimlerden birinde en yüksek mertebeye ulaşan âlim.
Dört büyük mezheb imâmına uymak, Kur'ân-ı kerîme ve sünnete (Peygamber efendimizin emirlerine) uymanın tâ kendisidir. (Abdurrahmân Silhetî)
3. Müslümanların devlet reîsi. (Bkz. Halîfe)
Huzeyfe; "Yâ Resûlallah! Fitne devrine ulaşırsam ne yapmamı emredersiniz" deyince; " Müslümanların cemâatına ve imâmına tâbi ol!" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Buhârî ve Müslim)
İmâm-ı Müslimîn: Müslümanların imâmı, devlet reîsi, halîfe. (Bkz. Halîfe)

İMÂME:
1. Eskiden müslümanların başlarına sardığı, bugün ise, sadece din görevlilerinin namaz kıldırırken ve dînî vazîfeleri yerine getirirken giydikleri başlık üzerine sarılan sarık.
İmâme ile kılınan iki rek'at namaz, imâmesiz kılınan yetmiş rek'at namazdan efdâldir, üstündür. (Hadîs-i şerif-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Mescidlere imâmesiz olarak da imâmeli olarak da geliniz. Ancak imâmeli olmak mü'minlerin alâmetlerindendir. (Hadîs-i şerif-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem imâmeyi sarar ve ucunu arkadan iki kürek arasına sarkıtırdı. (Râmûz-ül-Ehâdîs)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem hicretin sekizinci senesi Ramazan-ı şerîfin onuncu Pazartesi günü, on iki bin kahraman ile birlikte Medîne'den çıkarak, Ramazânın yirminci Perşembe günü Mekke-i mükerremeyi feth etti. Ertesi Cumâ günü hutbe okur ken mübârek başında siyâh imâme sarılı idi. (İmâm-ı Kastalânî)
2. Tesbîhin ucundaki uzun tâne.

İMÂMET:
İmâmlık, reislik, başkanlık, rehberlik.

İmâmet-i Kübrâ:
Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) vekâleten bütün müslümanlara imamlık ederek İslâmiyet'in emirlerinin tatbik edilmesine nezâret edip, İslâmiyet'e ve müslümanlara karşı yapılan her türlü müdâhaleye (saldırı ve sataşmaya) cevap vermek vazîfes i, hilâfet. (Bkz. Hilâfet)

İmâmet-i Suğra:
Namaz kıldırmak için imâm olmak. (Bkz. İmâm)

İMÂMEYN:
İki imâm. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin ders ve sohbetlerinde yetişmiş olan İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed'e verilen lakab. İkisi de mezhebde müctehiddirler.
Müftî ve hâkim, İmâm-ı a'zâm Ebû Hanîfe'nin sözüne uygun olarak fetvâ verir. Aradığını onun sözlerinde açıkça bulamazsa, İmâm-ı Ebû Yûsuf'un sözünü alır. Onun sözlerinde de bulamazsa, İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin sözünü alır. İmâmeyn'in sözü bir taraf ta, İmâm-ı a'zam'ın sözü karşı tarafta ise, müftî her iki tarafa göre fetvâ verebilir. (İbn-i Âbidîn)

İMÂM-I AHMED BİN HANBEL:
Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanların) amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin reîsi.
Künyesi, Ebû Abdullah'tır. 780 (H. 164)'de Bağdâd'da doğdu. 855 (H. 241) senesinde bir Cumâ günü Bağdâd'da vefât etti. İlim öğrenmek için birçok İslâm beldesini dolaştı. Çok sayıda talebe yetiştirdi.
Ahmed bin Hanbel hiçbir zaman, insanların daldığı dünyâ işlerine dalmazdı. Ancak ilimden bahis açılınca konuşurdu. (Ebû Dâvûd Sicistânî)
Ahmed bin Hanbel, her hayrı kendisinde toplamıştı. Çok âlim gördüm, fakat ilimde, verâda (şüphelilerden kaçmada) ve zühdde (dünyâya rağbet etmemede) Ahmed bin Hanbel pek yüksek idi. (Menha bin Yahyâ)
Ahmed bin Hanbel'in işi, hep âhiretle ilgili idi. Dünyâ menfaatleri ona yöneldi, fakat o kabûl etmeyip geri çevirirdi. (Nadr bin Ali)

İMÂM-IA'ZAM EBÛ HANÎFE:
Ehl-i sünnet ve'l-cemâatın ameldeki dört mezhebinden biri. Hanefî mezhebinin kurucusu.
İsmi Nûmân bin Sâbit bin Zütâ'dır. Ebû Hanîfe künyesiyle ve İmâm-ı a'zam lakabıyla meşhûr olmuştur. 699 (H. 80) senesinde Kûfe'de doğdu. 767 (H. 150) senesinde Bağdâd'da şehîd edildi. Ehl-i sünnet îtikâdını ve fıkıh bilgilerini topladı. Yüzlerce tale besine öğretip, kitaplara geçirilmesine sebeb oldu.
Fıkıh ilminde İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe gibi mütehassıs görmedim. (Abdullah bin Mübârek)
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe bir yıldızdır. Karanlıkta kalanlar onunla yol bulur, hidâyete kavuşur. (Dâvûd-i Tâî)

İMÂM-I MÂLİK:
Ehl-i sünnetin ameldeki dört mezhebinden biri olan Mâlikî mezhebinin reîsi.
İmâm-ı Mâlik hazretleri Tebe-i tâbiîndendir. İsmi, Mâlik bin Enes, künyesi, Abdullah'tır. 711 (H.93 veya 95) senesinde Medîne'de doğdu. 795 (H. 179)'da yetmiş altı yaşında Medîne'de vefât etti. Soyu, Yemenli Arap kabîlelerinden Benî Eshâb'a ve Himyer îlerden bir hükümdâr âilesine ulaşır. İmâm-ı Mâlik, elli sene müddetle ders ve fetvâ vererek insanların mes'elelerini çözmüş ve kıymetli talebeler yetiştirmiştir.
İmâm-ı Mâlik uzun bir ömür, yüksek bir mertebe, parlak bir zihin, çok geniş bir ilim, keskin anlayış, doğru rivâyet, dindarlık, adâlet, sünnet-i seniyyeye tâbi bir zât idi. Fetvâ vermede aceleciliği sevmez, çok kere "Bilmiyorum" der ve, "İlmin kalkan ı, bilmiyorum demektir" buyururdu. (Zehebî)
İmâm-ı Mâlik hazretleri bir hadîs-i şerîf okumak için abdest alır, edeble diz çökerdi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin bulunduğu bir toprağa hayvanların ayakları ile basıp geçmekten hayâ etdiğini, utandığını söyleyerek, Medîne-i münevverede hayvana binmezdi. Haksız bir fetvâyı vermediği için yetmiş kırbaç vuruldu. Muvattâ adındaki hadîs kitabı pek kıymetlidir. (Taşköprüzâde)

İMÂM-I ŞÂFİÎ:
Ehl-i sünnetin ameldeki dört mezhebinden biri olan Şâfiî mezhebinin reîsi.
İsmi, Muhammed bin İdrîs bin Abbâs bin Osman bin Şâfiî bin Saîb'dir. Soyca Kureyş kabîlesine dayanıp, anne ve baba tarafından Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin mübârek soyu ile birleşmektedir. Künyesi Ebû Abdullah'tır. Eshâb-ı kirâmda n ve dördüncü göbekten dedesi olan Şâfiî'nin ismine izâfeten kendisine de Şâfiî denildi ve bu isimle meşhûr oldu. 767 (H. 150)'de Gazze'de doğdu. 820 (H. 204)'de Mısır'da vefât etti. Ömrünü ilim öğrenmek ve öğretmekle geçirdi. Çok talebe yetiştirdi.
İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı a'zam'ın kabrini ziyâret ettiği zaman ona hürmeten sabah namazında kunut okumayı terk ederdi. (İbn-i Hacer-i Mekkî)
İmâm-ı Şâfiî'nin insanlar arasındaki yeri, gökteki güneş gibidir. O, rûhların şifâsıdır. (Ahmed bin Hanbel)
Nice âlim ve fazîletli kimselerle görüştüm, İmâm-ı Şâfiî hazretleri gibi âlim ve fâdıl bir kimse görmedim. (Ebû Ubeyd Kâsım bin Selâm)

İMÂMİYYE:
Şiîliğin kollarından biri.
Hazret-i Ali'nin halîfe olması açıkça emr olunmuştu, Eshâb bu emri yerine getirmediği için, kafir oldu diyen, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtından sonra hazret-i Ali ve sırasıyla onun iki oğlu ile torunlarını meşrû' imâm kab ûl eden ve on iki imâma inanmayı îmânın şartlarından sayan kimselerin mensûb olduğu bozuk fırka, topluluk. Bu fırkaya, İsnâ aşeriyye de denir. (Bkz. İsnâ Aşeriyye)
İmâm-ı Ali'nin sözlerini, Ehl-i sünnet, İmâmiyye ve Zeydiyye fırkaları incelemiştir. Her biri başka türlü anlamıştır. Zeydiyye ve İmâmiyye, evliyâlığı inkâr ettiler. (İmâm-ı Rabbânî)

ÎMÂN:
İnanmak. "Allahü teâlâdan başka mâbud, ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın O'nun kulu ve Resûlü olduğuna" ve O'nun Allahü teâlâdan getirdiklerine kalb ile inanıp dil ile söylemek.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
...Fakat Allah size îmânı sevdirdi. Onu kalblerinizde süsledi. Küfrü (îmânsızlığı), fâsıklığı (günâhkârlığı), isyânı size çirkin gösterdi. (Hucurât sûresi: 7)
Hakîkat şudur ki, îmân edenler ve Rablerine güvenip dayananlar üzerinde onun (şeytanın) hiçbir hâkimiyeti yoktur. (Nahl sûresi: 99)
Cebrâil aleyhisselâm Peygamber efendimize insan sûretinde gelerek; "İmânın ne olduğunu bana bildir" dedi. Peygamber efendimiz de; "Allahü teâlâya inanmak, meleklerine inanmak, indirdiği kitaplara inanmak, peygamberlere inanmak, âhiret gününe (öldükten sonraki hayâta) inanmak, kadere, hayrın ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır" buyurarak, îmânın altı şeye inanmak olduğunu bildirdi. (Hadîs-i Cibrîl-Müslim)
Sizin îmân yönünden en üstün olanınız, ahlâk yönünden güzel olup, insanlara iyilik yapanlarınızdır. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred)
Îmânın temeli ve en kuvvetli alâmeti, müslümanları sevmek ve müslümanlara düşmanlık edenleri sevmemektir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Îmân etmek, bütün insanlara lâzımdır. Îmân edenlerin farzları yapıp, haramlardan kaçınması lâzımdır. Îmân etmek için kelime-i şehâdet söylemek ve bunların mânâsını Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği şekilde öğrenip, inanmak lâzımdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Îmân muma benzer, Ahkâm-ı İslâmiyye yâni emirleri yapıp yasaklardan kaçmak fener gibidir. Mum ile birlikte fener de İslâmiyet'tir. Fenersiz mum çabuk söner. Îmânsız İslâm olmaz. İslâm olmayınca, îmân da yoktur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Îmânın alâmeti; küfürden (îmânı gideren şeylerden) uzak olmaktır. Sadece kelime-i şehâdeti söylemek, îmân etmiş olmak için yetmez. Îmânlı veya îmânsız ölmek son nefese bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Îmân-ı Gaybî:
Allahü teâlânın zâtı, sıfatları, âhiret, melekler, Cennet, Cehennem, Mîzân, Sırat gibi gözle görülmeyen şeylere görmeden inanmak.
Îmân-ı gaybî, îmân-ı şühûdîden (görerek inanmak) daha üstündür. Çünkü peygamberlerin îmânı, îmân-ı gaybîdir. (İmâm-ı Rabbânî)
Biz gaybe îmân eyledik. Bizim îmânımız, îmân-ı gaybîdir. Zîrâ biz, Allahü teâlâyı gözümüzle görmedik. Lâkin görmüş gibi inandık, îmân ettik. Bunda aslâ şüphemiz yoktur. (Kudbüddîn-i İznîkî)

Îmân-ı Hakîkî:
Kalbe yerleşen, şüphe ve tereddüd karşısında hiç sarsılmayan îmân.
Îmân-ı hakîkînin alâmeti, gevşeklik ve tembellik olmadan İslâmiyet'in emirlerini kolayca yapma ve yasaklarından kaçınma hâlinin hâsıl olmasıdır.
Îmân-ı hakîkiye sâhib olan kimse, bütün âlem yâni dünyâdaki insanlar bir araya gelse, Allahü teâlâyı inkâr etseler, o, inkâr etmez ve kalbine aslâ şek ve şüphe gelmez. Onun îmânı, enbiyâ (peygamberler) îmânı gibidir. Böyle îmân, îmân-ı taklîdî ve îmâ n-ı istidlâlîden üstün ve kıymetlidir. (Kutbüddîn-i İznîkî)
Tasavvuf yolunda ilerlemekten, nefsi ve kalbi kötülüklerden ve kötü düşüncelerden temizlemekten maksat; mânevî âfetleri (tehlikeleri) gidermek, kalbi mânevî hastalıklardan kurtarmaktır. Bekara sûresindeki; " Kalblerinde hastalık vardır" meâlindeki dokuzuncu âyet-i kerîmede bildirilen hastalık tedâvî edilmedikçe îmân-ı hakîkî ele geçmez. Bu âfetler var iken elde edilen îmân, îmânın sûretidir. (İmâm-ı Rabbânî)

Îmân-ı Hılkî:
Allahü teâlâ bütün rûhları yarattığı zaman, onlara: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunda, bütün ruhların "Belâ" yâni evet diyerek Allahü teâlânın Rab olduğunu kabûl edip inanmaları.
Kâbe yakınındaki Hacer-i Esved'i istilâm (selâmlama) esnâsında okunan "Allah'ım sana inanır, kitâbını tasdîk eder ve ahdimizde, verdiğimiz sözde dururuz" duâsının mânâsı, îmân-ı hılkîyi tâzelemektir. (İmâm-ı Gazâlî)

Îmân-ı İcmâlî:
Kısaca inanmak, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Allahü teâlâdan ne bildirmiş ise, hepsine inandım, demek.
Mü'min olmak için, inanılacak şeyleri ayrı ayrı bilmek lâzım değildir. Bunlara, îmân-ı icmâlî ile îmân etmek, inanmak yeterlidir. Bir kimse böyle inanmakla müslüman olur. Bu sebeble mukallidin yâni anasından babasından gördüğü, duyduğu gibi, inanıp b una göre ibâdetini yapanların îmânı sahîhtir, doğrudur. Fakat, sağlam değildir, bunların îmânlarının sarsılmasından korkulur. (Bkz. Îmân-ı İstidlâlî) (Kudbüddîn-i İznikî)

Îmân-ı İstidlâlî:
İslâm dîninin îmân ve ibâdet bilgilerini, emir ve yasakları bir âlimden veya kitaptan okuyup, öğrenerek, bilerek inanmak.
Îmân-ı istidlâliye sâhib kişi, farzı, vâcibi, sünneti, müstehabı hem bilir ve hem amel eder, yâni yerine getirir. İnanılacak şeyleri hem bilir, hem başkalarına bildirir. Bu gibilerin îmânı kuvvetlidir. (Kutbüddîn-i İznîkî)
Peygamberleri aleyhimüsselâm taklid ederek hâsıl olan îmân, îmân-ı istidlâlîdir. Çünkü o büyükleri taklid eden kimse, peygamberlerin bildirdiği her şeyin doğru olduğunu, delilleri görerek aklı ve düşüncesi ile anlamıştır. Çünkü bir kimsenin gösterdiğ i yolun doğru olduğu Allahü teâlânın ona mûcizeler vermesinden anlaşılır... Mantığa dayanarak akıl ile düşünce ile hâsıl olan îmâna gelince; bu yoldan îmân elde edilebilir. Fakat peygamberleri aleyhimüsselâm taklid etmeye dayanmadan yalnız istidlâl (akıl yürütme) ile elde edilen îmân kıymetli değildir. Çünkü o kimse, peygamberlerin bildirdiklerine değil, akla inanmış olmaktadır. (Ahmed Fârûkî)

Îmân-ı Kâmil:
Olgun îmân. Mü'minlerin ibâdet ederek Allahü teâlânın emirlerini yapıp, haramlardan kaçınmak sûretiyle, parlayan, kuvvetli ve olgun îmânı. En üstün derecedeki îmân.
Bir kimse kendi istediğini din kardeşi için de istemedikçe, îmânı kâmil olmaz. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Îmânın kâmil (olgun) veya noksan olması, ibâdetlerin çok ve az olması demektir. İbâdet çok olunca, îmân-ı kâmile kavuşuldu denir. (Ebû Hanîfe)
İbâdetleri, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmakla îmân cilâlanır, nûrlanır, parlar, yâni îmân-ı kâmil olur. Haram işleyince bulanır. O hâlde çoğalmak ve azalmak, amellerden, işlerden dolayı îmânın cilâsındadır. Kendisinde değildir. Bâzıları cilâ lı, parlak îmâna çok dedi ve parlak olmayan îmândan daha çoktur dedi. Bir hadîs-i şerîfte; "Ebû Bekr-i Sıddîk'in îmânı bu ümmetin hepsinin toplamından daha ağırdır" buyruldu. Bu da îmânın nûru parlaklığı bakımındandır. Fazlalık aslda, özde değil, sıfatlardadır. (İmâm-ı Rabbânî)
Îmân-ı kâmil sâhibi; güzel ahlâklı ve ev halkına lütfu, ihsânı, şefkati çok olan kimsedir. (İmâm-ı Rabbânî)

Îmân-ı Kesbî:
Bir kimsenin âkıl (akıllı) ve bâliğ olduktan (ergen, gusül, boy abdesti alacak yaşa geldikten) sonra ettiği îmân.

Îmân-ı Makbûl:
Mü'minlerin (Peygamber efendimizin söylediklerinin hepsini beğenip kalben kabûl edenlerin) îmânı.

Îmân-ı Ma'sûm:
Peygamberlerin aleyhimüsselâm îmânı.
Îmân-ı Ma'sûm tafsîlîdir. Bunlar inanılacak husûslara ayrı ayrı îmân ederler. Dinlerinin ilimlerini tafsîlen (geniş olarak) bilirler. Bâzı hükümlerde ictihâd ederler. Peygamberlere Allahü teâlâdan doğrusu bildirildiğinden hatâ üzere kalmazlar. (İmâm-ı Birgivî)

Îmân-ı Merdûd:
Münâfıkların (dilleri ile inandıklarını söyleyip kalben inanmayanların) yalnız dil ile söyledikleri îmân. (Bkz. Münâfık)

Îmân-ı Metbû:
Meleklerin îmânı. (Bkz. Melek)

Îmân-ı Mevkûf:
Ehl-i bid'atin (yanlış, bozuk inançta olanların)îmânı.

Îmân-ı Şühûdî:
Basîret (kalb gözü) ile müşâhede ederek, görerek olan îmân.
Dünyâ durdukça ve dünyâ hayâtı ile yaşadıkça gayba inanmaktan başka çâre yoktur. Çünkü bu dünyâda hakîkî îmân-ı şühûdîye kavuşmak mümkün değildir. Âhiret hayâtı başlayıp, vehm ve hayâlin kuvveti kalmayınca, görerek hâsıl olan îmân-ı şühûdî kıymetli o lur. Muhammed aleyhisselâm dünyâda iken yâni mîrâc gecesinde âhiret âlemine götürülerek baş gözü ile Allahü teâlâyı görmekle şereflendiği için O'nun îmânı şühûdîdir demek güzel olur. Çünkü başka mü'minlere Cennet'te ihsân edilecek olan nîmet, O yüce Peygambere bu dünyâda nasîb oldu. (İmâm-ı Rabbânî)

Îmân-ı Tafsîlî:
Îmân edilecek şeyleri ayrı ayrı öğrenerek, bilerek îmân.
Mü'min (inanan) olabilmek için, îmân-ı icmâlî yeterlidir. Îmânın altı şartına yâni Allahü teâlâya, meleklerine, gönderdiği kitablarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna, öldükten sonra dirilmeğe, namaz, oruç, hac ve diğer dînî emirlerin her birine ayrı ayrı inanmakla ise, îmân-ı tafsîlî ile îmân edilmiş inanılmış olur. (Kutbüddîn-i İznikî, Abdülhâk-ı Dehlevî)

Îmân-ı Taklîdî:
Bir hocadan veya kitaptan okuyup öğrenmeden ana, babasından ve etrâfından görüp işittiği gibi inanmak.
Îmân üç kısımdır: İmân-ı taklîdî, îmân-ı istidlâlî, îmân-ı hakîkî. Îmân-ı taklîdî sâhibi, farzı, vâcibi, sünneti, müstehâbı bilmez. Ana-babasından gördüğü gibi inanır ve yalnız gördüğü gibi ibâdetlerini yapar. Bu gibilerin îmânından korkulur. (Kutbüddîn-i İznîkî)
Îmân-ı taklîdînin kıymetsiz olması, peygamberlerin aleyhimüsselâm doğru söylediklerini, bildirdikleri her şeyin doğru olduğunu düşünmeden yalnız anadan babadan ve etraftan görerek hâsıl olduğu içindir. (İmâm-ı Rabbânî)

Îmân-ı Yakînî:
Sağlam, sarsılmayan, şüphe ve tereddüt bulunmayan îmân, îtikâd.

İMSÂK VAKTİ:
Oruca başlama zamânı. Ufkun bir yerinde beyazlığın başladığı vakit. Bundan (6-10) dakika sonra beyazlık ufk üzerinde ip gibi yayılınca sabah namazının vakti başlar.
Orucun farzı üçtür.
1- Niyet etmek.
2- Niyetin ilk ve son vaktini bilmek,
3- İmsâk vaktinden, güneşin batmasına kadar orucu bozan şeylerden sakınmaktır. (Kutbüddîn-i İznikî)

İNÂBE (İnâbet):
Bir büyüğe, evliyâ bir zâta intisab etmek, bağlanmak sûretiyle yapılan tövbe.
İnâbetin haklarını ve şartlarını elden geldiği kadar gözetmelidir. Bu işin aslı Ehl-i sünnet vel-cemâate (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarına) uymaktır. (İmâm-ı Rabbânî) Yüzüm dergâhına döndüm ilâhî, Kapından etme red, bu pûr günâhı. İnâbet eyleyip geldim kapına, Yüzüm yere sürüp durup bâbına (huzûruna).
(Muhammed bin Receb Efendi)

İnâbe Yolu:
Müridlik. Sâlikin (tasavvuf yolunda) nefsin isteklerini yapmamak ve istemediklerini yapmak sûretiyle ve çeşitli sıkıntılara katlanarak Allahü teâlâya kavuşma yolu.
Allahü teâlâya yakınlık derecelerine ulaşmak için riyâzetler (nefsin isteklerini yapmamak) ve mücâhedeler (nefsinin istemediklerini yapmak) çekmek, uğraşmak inâbe yolunda olur. Bu yol müridler (talebeler) yoludur. (Abdullah-ı Ensârî)
İnâbe yolunda kavuşmak az fakat ictibâ yolunda (Allahü teâlânın çekip götürmesi) pek çoktur. (Abdülhakîm Arvâsî)

İNÂD:
Direnmek, muhâlefette (karşı çıkmakta) ısrar etmek. Kendini büyük görüp, hakkı, doğruyu kabul etmeme.
Allahü teâlânın en sevmediği kimse, hakkı kabûl etmemekte inâd edendir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İnâd, riyâdan (gösterişten), kin tutmaktan, hased etmekten (çekememekten) veya hırstan doğar. (Hâdimî)
Ebû Cehl ve Ebû Leheb inâdlarından dolayı Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğuna inanmadılar. (Şeyhzâde)

İNÂN ŞİRKETİ:
Ortakların birbirine vekil olup, kefil olmadıkları şirket.
İnân şirketinde ortakların birbirine kefîl olmaları da ayrıca şart edilebilir. Sermâye hisselerinin eşit olması şart değildir. Kârın nasıl taksim edileceği bildirilmezse, şirket fâsid olur. İnân şirketi bir veya çeşitli ticâret işleri yapabilir. Kâr nisbeti (oranı) hisseye göre değil, şartnâmeye göredir. (İbn-i Âbidîn)

İNÂYET:
Lütuf, ihsân, iyilik, yardım.
Bu fakirde bu yola girmek arzusu belirince, Allahü teâlâ inâyetiyle onu Hâcegân yolunun büyüklerinden birine ulaştırdı. Bu azîzin (Muhammed Bâkî-billâh'ın) sohbetiyle şereflendirip, büyüklerin yolunu nasîb etti. (İmâm-ı Rabbânî)
Yine Allahü teâlânın inâyeti bu fakîrin hâllerini kapladı. Bundan sonra bu fakir daha yüksek makâmlara yöneldi. Fenâ ve bekâ makamları nasîb oldu. (İmâm-ı Rabbânî)

İNBİSÂT:
Açılmak, yayılmak, açık yüzlü olmak, mütebessim çehreli, sevinçli olmak. Gönül açıklığı, kalb ferahlığı hâli. (Bkz. Bast)

İNCÎL:
Allahü teâlânın, Îsâ aleyhisselâma gönderdiği ve sonradan tahrif edilen, aslı değiştirilmiş olan mukaddes kitab.
Bolüs isminde bir yahûdî Îsevî görünüp, yâni Îsâ aleyhisselâma inanmış gibi görünüp, havârîler arasına karıştı. Îsâ aleyhisselâmdan sonra ilk işi, Allahü teâlâ tarafından gelen hakîkî İncîl'i yok etmek oldu. Havârîlerden Barnabas, Îsâ aleyhisselâmdan gördüklerini ve işittiklerini doğru olarak yazdı ise de, Bolüs bunun yayılmasına mâni oldu. İncîl diyerek uydurup yazdığı yanlış ve bozuk kitabları her yere yaydı. Şimdiki İncîller birbirine benzemiyor. Katoliklerin, ortodoksların ve protestanların başka başka incîlleri vardır. Hepsi insanlar tarafından sonradan yazılmıştır. Hakîkî Încîl'de Allahü teâlânın bir olduğu, Îsâ aleyhisselâmın Allah'ın kulu ve peygamberi olduğu, âhir zamanda Ahmed isminde bir peygamberin yâni Muhammed aleyhisselâmın geleceği yazılı idi. ( Harputlu İshâk Efendi)

İNFÂK:
Malı, Allahü teâlânın yolunda harcama. Nafaka zekat gibi verilmesi lâzım olan malı hak sâhibine verme.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm!) Onlar, hangi şeyi nafaka olarak vereceklerini sana soruyorlar. De ki: "Maldan infâk edeceğiniz şey, (öncelikle) ananın, babanın, akrabânın, yetimlerin, yoksulların, yolcunundur. Her ne hayır işlerseniz, şüphesiz Allah onu çok iyi bilen (mükâfâtını veren) dir. (Bekara sûresi: 215)
Onlar ki, (sırf) Rablerinin rızâsını isteyerek (her zorluğa) katlanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve âşikâr (hayır yoluna) infâk ederler, kötülüğü de iyilikle savarlar. İşte bunlar (adı geçenler var ya), âhiret seâdeti onlar içindir. (Ra'd sûresi: 22)
Onlar ki, infâk ettikleri zaman isrâf etmezler, sıkılık (cimrilik) da yapmazlar. (Harcamalarında) bu ikisi arası orta bir yol üzerinde bulunurlar. (Furkân sûresi: 67)
Yâ Ebâ Hüreyre! Mü'minlerin büyüğü, benden sonra o kimsedir ki, Allahü teâlâ ona mal verir, o da gizli ve âşikâre Hak yoluna infâk eder ve yaptığı iyilikleri kimsenin başına kakmaz. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)

İNFİTAR SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin seksen ikinci sûresi.
İnfitâr sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). On dokuz âyet-i kerîmedir. İlk âyetinde geçen ve göğün yarılması mânâsına olan infitar kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûre, kıyâmet ve âhiret hâllerini anlatmaktadır. (İbn-i Abbâs, Senâullah Dehlevî)
Allahü teâlâ İnfitâr sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Göğün yarıldığı ve yıldızların dağılıp yok oldukları zaman, insanoğlu yaptıklarını ve yapmadıklarını bir bir anlar. (Âyet: 1-5)
Kim kıyâmet gününe, sanki gözleriyle görüyormuşçasına bakmak isterse, Tekvîr, İnfitar ve İnşikâk sûrelerini okusun. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

İN'İKAS:
Tasavvufta bir büyüğün kalbindeki feyz denilen mânevî ilimlerin talebenin kalbine yansıması.

İNKÂR ETMEK:
İnanmamak, kabûl etmemek.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Bu bizim indirdiğimiz Kur'ân-ı kerîm insanlar için çok hayırlı ve faydalı bir kelâmdır (sözdür) . (Ey Mekkeliler!) Şimdi onu inkâr mı ediyorsunuz. (Enbiyâ sûresi: 50)
Kötülüklerin en kötüsü, Allahü teâlâyı inkâr etmek, dinsiz olmaktır. İnanılması lâzım olan bir şeyi inkâr etmek, dinden çıkmaya sebeb olur. (Hâdimî)
Bir kimse, İslâm'ın beş şartından birini inkâr ederse, yâhut alay eder, saygı göstermezse, neûzü billâh (Allahü teâlâya sığınırız) îmânı gider. (M. Hâlid-i Bağdâdî)

İNKIYÂD:
Boyun eğme, itâat etme.
İnkıyâd, nefsin nehyedildiğinde (dînimizin yasak olarak bildirdiği şeyleri yapmaması emredildiğinde) nefsânî arzûları bırakıp öğütleri kabûl etmesi ile mümkündür. (İmâm-ı Mâverdî) Fermân-ı aşka cân ile var inkıyâdımız Hükm-i kazâya zerre kadar yok inadımız
(Bâkî)

İNKİSÂR:
Kırıklık, kırılma. Allahü teâlânın huzûrunda kalbin kırık olması.
Ben, kalbleri benim için inkisârda olanların yanındayım. (Hadîs-i kudsî-Keşf-ül-Hafâ)
Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyorlar ki, Allahü teâlâ ilim ve kudret gibi bütün sıfatlarından kullarına biraz ihsân buyurmuştur. Fakat, yalnız üç sıfatı kendine mahsûstur. Bu üç sıfatı hiçbir mahlûkuna vermemiştir. Bunlar; kibriyâ, ganî olmak ve yaratm ak sıfatlarıdır. Kibriyâ, büyüklük, üstünlük demektir. Ganî olmak, başkalarına muhtâç olmamak, her şey O'na muhtaç olmak demektir. Buna karşılık kullarına üç aşağı sıfat vermiştir. Bunlar da, zül (aşağılık) ve inkisâr ile ihtiyâç ve fâni olmak, yok olmaktır. Bunun için kula kibirlenmek yakışmaz. En büyük günâhtır. Hadîs-i kudsîde; "Azamet ve kibriyâ bana mahsustur. Bu iki sıfatta, bana ortak olmak isteyenlere, çok acı azâb ederim" buyruldu. (Osman bin Nâsır)

İNNÂ LİLLAH VE İNNÂ İLEYHİ RÂCİ'ÛN:
Belâ ve musîbet gelince veya kötü bir haber duyunca okunan, Bekara sûresinin; "Biz Allahü teâlânın kullarıyız (vefât ettikten sonra diriltilip yine) O'na döneceğiz" meâlindeki yüz elli altıncı âyet-i kerîmesi. (Bkz. İstirca')
Bir belâ gelince; "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn" demek yalnız bu ümmete mahsûs bir ihsândır. Geçmiş ümmetlerden hiç birisine verilmemiştir. Yoksa Yâkûb aleyhisselâm, Yûsuf aleyhisselâmın ayrılığı musîbeti başına gelince; "Ey Yûsuf'un firâkıyla (ayrılığı ile) beni kaplayan hüzün ve hasretim" demez; "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râci'ûn" derdi. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Abdullah bin Abbâs'ın kızı öldüğünde "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn" dedikten sonra; "Bu mahrem idi, Allahü teâlâ bunu örttü, yardıma muhtâc idi, himâyesine aldı; bizim için de bir mükâfât idi onu bizden önce gönderdi" dedi. İki rek'at namaz kıl dıktan sonra, Allahü teâlânın; " Sabır ve namaz ile yardım isteyin " (Bekara sûresi 45) meâlindeki emrini yerine getirdik" dedi. (İmâm-ı Gazâlî)
Namazda kötü habere "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râci'ûn" demek namazı bozar. Bunu, namaz dışında söylemek, sünnettir. (Alâüddîn Haskefî)

İNNÎN:
İhtiyârlık, tenâsül hastalığı veya sihir sebebi ile cimâ yapamayan. İktidârsız erkek.
Kendinde bir mâni, kusur bulunmayan kadın, kocanının innîn olduğunu anlarsa, nikâhın feshi (bozulması) için, çok zaman sonra bile dâvâ açabilir. (İbn-i Âbidîn)

İNSÂF:
Adâlet, doğruluk. Hakkı gözetip adâletten ayrılmama.
İnsâf, dînin yarısıdır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Allah korkusu kalbine yerleşmiş olan kimse, insanlar hakkında insâflı muâmelede bulunur. İnsanlar ise, kendilerine insâf ile iyi muâmelede bulunan kimseyi severler. İşte bunun için, insanların sevgisi, kişinin kalbinde Allah korkusunun mevcûd olduğun a ve o kişinin iyiliğine; insanların buğzu (kini) ise, o kimsenin kötülüğüne ve kalbinde Allah korkusunun az olduğuna delîl gösterilmiştir. (Mâverdî)

İNSAN:
Rûh ve bedenden meydana gelen akıl sâhibi varlık.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Biz insanı muhakkak ki çamurun özünden yarattık. Sonra Âdem'in neslini sağlam bir yerde (rahimde) döllenmiş yumurta yaptık. Sonra o nutfeyi kan pıhtısı hâline getirdik. Ondan sonra kan pıhtısını bir parça et yaptık; o et parçasını da kemikler hâline çevirdik. Sonra ona başka bir yaratılış (rûh) verdik. Bak ki, şekil verenlerin en güzeli olan Allahü teâlânın şânı ne kadar yücedir. (Mü'minûn sûresi: 12-14)
Cinleri ve insanları yalnız beni tanımaları, bana ibâdet etmeleri için yarattım. (Zâriyât sûresi: 56)
İnsanın hayırlısı haramlardan sakınan, akrabâyı ziyâret eden ve emr-i ma'rûf ve nehy-i münker edendir. (Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yayandır.) (Hadîs-i şerif-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
İnsanın sevmesi ve buğz etmesi, vermesi ve vermemesi Allah için olursa, îmânı kâmil (tam, olgun) olmuştur. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
İnsanın yaratılmasından maksat, yağlı ve lezzetli yiyecekler, güzel ve nefis elbiseler, mal ve mülk toplamak, nîmetlenmek, oyun ve eğlence değildir. Onun yaratılmasından maksât, Allahü teâlâya kulluk etmek, O'na karşı gönlü kırık, boynu bükük olmak v e yalvarmak içindir. (İmâm-ı Rabbânî) Şu insan dedikleri el ayakla baş değil İnsan rûha denilir, surat ile kaş değil.
(M. Sıddîk bin Saîd)

İnsan-ı Kâmil:
Kemâle ermiş, olgun insan. İslâmiyet'in emrettiği bütün emirleri yapan, yasaklardan sakınan, Peygamber efendimizin güzel ahlâkıyla ahlâklanan, hareketleri ve sözleri hep Allahü teâlânın ilhâmı ile olan üstün insan.
Doğruyu tanı, doğru ol! İnsan-ı kâmilin her işi, düşünceleri, sözleri, ahlâkı, Resûlullah'a tam uygun olur. Çünkü bütün seâdetlere, iyiliklere O'na uymakla kavuşulur. O'na uymak, İslâmiyet'e yapışmak demektir. (Muhammed bin Muhammed Endülüsî)

İnsan Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin yetmiş altıncı sûresi. (Bkz. Dehr Sûresi)

İNŞÂALLAH:
Her zaman Allahü teâlânın adını anmağa alışmak ve Allahü teâlâ dilerse olur mânâsına bütün işlerini Allahü teâlânın dilemesine havâle etmek için söylenen söz.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Bir şeyi yarın yapmağa azmettiğin, karar verdiğin zaman, onu yarın yaparım deme. İnşâallah yarın yaparım de! (Kehf sûresi: 23, 24)
Ey mü'minler! Elbette gelecek yıl, inşâallah, Mescid-i Harâm'a girersiniz. ( Feth sûresi: 27)
Allahü teâlâ onların Mescid-i Harâm'a gireceklerini dilemiş ve bunu biliyordu. Fakat kullarına öğretmek için inşâallah buyurmuştur. Nitekim Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de kabirdekilere kavuşacağını kesin olarak bildiği hâlde, meza rlığa uğradığında; "Esselâmü aleyküm yâ ehle dâr-il-kavmil-mü'minîn ve innâ inşâallahü an karîbin biküm lâhıkûn: Ey mü'minler diyârı! Size selam olsun. İnşâallah biz de size yakında kavuşacağız" buyurarak ilâhî emre uyarak inşâallah demiştir. (İmâm-ı Gazâlî)