DİNİ SÖZLÜK



İNŞİKÂK SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin seksen dördüncü sûresi.
İnşikâk sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yirmi beş âyet-i kerîmedir. Göğün yarılmasından bahsedildiğinden, Sûret-ül-İnşikak denilmiştir. Sûre, amel defterlerinin kıyâmette sâhiplerine gösterileceğini bildirmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî, Ebû Hayyân)
Allahü teâlâ İnşikâk sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Îmân edip sâlih amel işleyenler için, arkası kesilmeyen bir mükâfât vardır. (Âyet: 25)
Kim İnşikâk sûresini okursa, kıyâmet günü amel defterinin arkasından verilmesinden Allahü teâlâ onu muhâfaza eder (korur) . (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

İNŞİRÂH SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin doksan dördüncü sûresi.
İnşirâh sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Sekiz âyet-i kerîmedir. Resûl-i ekremin kalbinin açılma hâdisesine işâret edildiğinden, Sûret-ül-inşirâh denilmiştir. İnsanoğlunun hayâtı ve çalışmanın esas olduğu bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ İnşirâh sûresinde meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm!) Senin için, senin zikrini yükselttik. (Âyet: 4)
Kim İnşirâh sûresini okursa, sanki ben elemli iken bana gelip, beni ferahlandırmış gibi olur. (Hadîs-i şerîf-Envâr-üt-Tenzîl ve Esrâr-üt-Te'vîl)

İNTİHÂR:
Kendini öldürme.
Bir kimse bir demirle intihâr etse, Cehennem'de ebedî olarak demiri elinde karnını dürter durur. Bir kimse zehir içerek intihâr etse, Cehennem'de ebedî olarak onu içer durur. Bir kimse de kendisini uçurumdan atarak intihâr etse, Cehennem'de ebedî kendini atar durur. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
İntihâr eden kimse hemen ölse bile, yıkanır ve namazı kılınır. (İbn-i Âbidîn)
Malını, mevkiini kaybettiği için veya düşman eline esir düştüğü için intihâr eden ahmaklarda şecâat (yiğitlik) değil korkaklık vardır. (Muhammed Hâdimî)

İNTİKAM:
1. Öc alma.
İntikâm almağa gücü yeten kimseye yakışan; kızmamak, kin tutmamak ve bağışlamaktır. (Ebû Ziyâd)
2. Allahü teâlânın; zâlim, inadcı ve kibirli (büyüklenen) kimseleri şiddetli bir azâb ile cezâlandırması.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
(Yâ Muhammed!) Biz senden önce, kendi kavimlerine (nice) peygamberler gönderdik de, (o peygamberler) onlara (helâl ve harâmı bildiren, hak peygamber olduklarını isbât eden apaçık) delillerle geldiklerinde, kavimleri onları yalanladılar. Fakat (îmân etmedikleri için) biz o günâh işleyenlerden intikâm aldık... (Rûm sûresi: 47)
Vaktâ ki (Fir'avn ve kavmi inâd ve isyân ederek) bizi gazablandırdılar (kızdırdılar). Biz de kendilerinden intikâm alıp, hepsini birden (denizde) boğarak helâk ettik. (Zührûf sûresi: 55)
Haramları (Allahü teâlânın yasaklarını), büyük ve küçük günah diye ikiye ayırmışlar ise de, küçük günahlardan da, büyük günah gibi kaçınmak, hiçbir günâhı küçümsememek gerekir. Çünkü, Allahü teâlâ intikâm alıcıdır. Gadabını, düşmanlığını günâhlar içi nde gizlemiştir. Küçük sayılan bir günâh, intikâmına, gadabına sebeb olabilir. (Muhammed Rebhâmî)

İNTİSÂB:
Mensûb olma, bağlanma. Bir işe, bir mesleğe girme. Bir mürşîd-i kâmile (rehbere) bağlanma, talebe olma.
Hocam Şems-i Tebrîzi'ye intisâb edince, aklımı tamâmen bırakıp ona tâbi oldum. (Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî)

İNTİSÂR:
Hakkını alandan, yalnız hakkını geri almak, fazlasını almamak.
Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem bir kimsenin zâlime (zulmedene) bedduâ ettiğini görünce; "İntisâr eyledin" buyurdu. (Muhammed Hâdimî-Berîka)

İNZÂL:
1. İndirmek.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
İşte bu (Kur'ân-ı kerîm) bizim inzâl ettiğimiz mübârek bir kitabdır. O'na uyun, O'na muhâlefet etmekten sakınınız ki merhamet olunasınız. (En'âm sûresi: 155)
2. Kur'ân-ı kerîmin, Ramazân-ı şerîf ayında Kadir gecesinde Levh-i mahfûzdan, dünyâ semâsındaki Beyt-ül-izze denilen makâma bir defâda, topluca indirilmesi. (Bkz. Tenzîl)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ramazân ayı, Kur'ân-ı kerîmin inzâl edildiği aydır. (Bekara sûresi: 185)
Müfessirlerin (tefsîr âlimlerinin) çoğuna göre Kur'ân-ı kerîm, Ramazân ayının Kadir gecesinde dünyâ semâsındaki Beyt-ül-izze denilen makâma inzâl olunmuş, sonra, buradan hâdiselere ve ihtiyâca göre azar azar yirmi üç senede Peygamber efendimize indir ilmiştir. (Fahreddîn-i Râzî, Abdülhak-ı Dehlevî)

İNZİVÂ:
Bir köşeye çekilmek. Haramlardan ve günâhlardan korunmak, nefsini terbiye etmek ve sâdece Allahü teâlâyı anmak ve âhireti düşünmek için bir yerde yalnız kalma.
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, Peygamber efendimizin Kabr-i şerîflerini ziyâret edip selâm verdiğinde, Kabr-i şeriften: "Allahü teâlânın selâmı da senin üzerine olsun ey müslümanların imâmı (büyüğü) diye cevap verildi. İmâm-ı a'zâm Ebû Hanîfe ziyâret dönüş ü ilk fırsatta inzivâya çekildi. (Ferîdüddîn-i Attâr)
İmâm-ı Gazâlî on sene kadar Şam'da Mescid-i Emevî'nin minâresinde inzivâ eyledi. (Tâcüddîn Sübkî)

İRÂDE (İrâdet):
1. Allahü teâlânın sübûtî sıfatlarından. Allahü teâlânın dilemesi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerimde meâlen buyurdu ki:
(Muhakkak ki senin Rabbin) her neyi irâde ederse irâde ettiği gibi yapar. (O'nun irâdesi hiç şaşmaz. Helâk etmek irâde ettiklerini muhakkak helâk eder, kurtuluşa erdirmeyi irâde ettiklerini kurtuluşa erdirir.) (Burûc sûresi: 16)
Allahü teâlânın irâde ettiği olur. O, irâde etmezse hiçbir şey olmaz. Varlıkları irâde etmiş yaratmıştır. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Kâinâttaki her hâdise Allahü teâlânın irâdesi ile olmaktadır. Allahü teâlâ irâde etmeyince, hiçbir şey hareket etmez. (İmâm-ı Gazâlî)
Allahü teâlâ her şeyin hâlıkı (yaratıcısı) ve sâhibidir. Mülkünde irâde ettiğini yapar. O'nun irâdesi sonsuzdur. O'na niçin böyle irâde ettin ve böyle yaptın demeye kimsenin hakkı yoktur. (Muhammed Hâdimî)
2. İstemek, seçmek, dilemek tercih etmek.
Allahü teâlâ kulların ihtiyârî yâni istekli hareketlerini, işlerini yaratması için kullarında ihtiyâr (seçme, isteme özelliği) ve irâde yaratmış, bu irâde ve ihtiyârlarını işleri yaratmasına sebeb kılmıştır. Bu yüzden yaptıkları işlerden mes'ûl tutul muşlardır. Cansızların hareketlerinde irâde yoktur. Ateş değdiği zaman, yakması, ateşin yakmağı irâde etmesi ve istemesi ile değildir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
3.Tasavvuf yoluna yeni girenlerin başlangıç halleri. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya azmedenler, karar verenler için ilk konak.

İrâde-i Cüz'iyye:
Allahü teâlânın, bir işi yapmak ve yapmamak husûsunda insanlara ihsân ettiği dileme ve seçme kuvveti.
İrâde-i cüz'iyye kullarda bir hâldir. Kullar irâde-i cüz'iyyellerini kullanmakta serbesttir. Mecbûr değildir. Allahü teâlânın kul irâde etmeden de yaratması câiz ise de ihtiyârî (istekli) işleri yaratmaya, kulların kalblerinin ihtiyâr ve irâde etmesi ni sebeb kılmıştır. İrâde-i cüz'iyyemizin sebeb olması da Allahü teâlânın irâdesi iledir. Kul bir işi yapmağı irâde-i cüz'iyyesiyle dileyip tercih edince, Allahü teâlâ da o işi irâde ederse, onu yaratır . (İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe)
İnsanların işleri yalnız irâde-i cüz'iyye ile meydana gelmez. İnsan işlerin olmasını irâde eder, meselâ elinin hareket etmesini ister, kudretini kullanır, hareket meydana gelir. Fakat insan bunu yarattı denilemez. İrâde-i cüz'iyye insanın kalbinde hâ sıl olmaktadır. İnsanın işleri ezeldeki (başlangıcı olmayan öncelerde) takdîr ile meydana geliyor ise de, meydana gelmeleri için önce kul îrâde-i cüz'iyyesini kullanmaktadır. İşin yapılmasını veya yapılmamasını istemektedir. Allahü teâlâ da o işi kulun irâdesine göre yaratmaktadır. Bu sebeple insan, meydana gelen bu işten mes'ûl olmaktadır. (Muhammed Hâdimî)
İnsanlar kendilerine ihsân edilmiş olan irâde-i cüz'iyyelerini kullanarak iyilik yaratılmasını ister ve sevâb kazanırlar. Kötülük yaratılmasını isteyen günâh kazanır. Bunun için hep iyilik yapmayı düşünmeli, hep iyilik istemeliyiz. (İmâm-ı Gazâlî)

İrâde-i Külliyye:
Allahü teâlânın irâdesi. İrâde-i ilahiyye de denir.
Ehl-i sünnete göre bütün fiiller ve davranışlar irâde-i külliyyeye bağlı olarak meydana gelir. İrâde-i külliyye ezelîdir, başlangıcı yoktur, yaratılmamıştır. Güneş, ay, yıldızlar, bulut, yağmur, rüzgâr ve tabiattaki bütün kuvvetler Allahü teâlânın İr âde-i külliyyesinin emrindedir. Allahü teâlâ irâde etmeyince hiçbir şey hareket etmez. (İmâm-ı Gazâlî)
Allahü teâlâ insanın ihtiyârî (istekli) hareketlerini yaratmak için insanın irâdesini şart, sebeb kılmıştır. Bu şart olmasa da yaratır. Fakat bu şart ile, bu sebeb ile yaratması âdetidir. Peygamberlerinde (aleyhimüsselâm) ve evliyâsında (rahmetullahi aleyhim) bu âdetini bozarak sebepsiz yarattığı çok görülmüştür. (Muhammed Hâdimî)
Allahü teâlânın kul irâde etmeden de yaratması câiz ise de, ihtiyârî (istekli) olan işleri yaratmağa kulların kalblerinin ihtiyâr ve irâde etmesini sebep kılmıştır. İrâde-i cüz'iyyenin sebeb olması da Allahü teâlânın irâde-i külliyyesi iledir. Kul bi r işi yapmağı ihtiyar ve irâde edince, yâni tercih edip dileyince Allahü teâlâ da o işi irâde ederse o işi yaratır. (Muhammed Akkermânî)

İRFÂN:
Bilme, anlama. Mârifet. Kalble bilip tanıma. Allahü teâlânın ihsânı olan mânevî, vehbî ilim. Buna ma'rifet de denir.
Çalışarak elde edilen ilimler ile anlaşılan, bilinen şeylerden başka bilgiler de vardır, bunlar irfân ile anlaşılır. Âlimlerin sâhib oldukları ilme mukâbil (karşılık) ârif denen Allahü teâlânın sevdiği kullarında da irfân denen bir hâssa (özellik) va rdır. İrfân, tasavvufta fenâ mertebesiyle şereflenenlerde bulunur. (İmâm-ı Rabbânî)
Akıllı ve irfân sâhibi kimse, meyveli ağaç gibi mütevâzî olur. (Sa'dî Şîrâzî)

İRHÂS:
Bir peygamberden, peygamberliği bildirilmeden önce meydana gelen hârikulâde (olağanüstü) haller.
Îsâ aleyhisselâmın beşikte konuşması, kuru ağaçtan tâze hurma isteyince, eline hurma gelmesi, Muhammed aleyhisselâmın, çocuk iken, göğsünün yarılarak, kalbinin yıkanıp temizlenmesi, başının üstünde bulut bulunması, ağaçların, taşların kendisine selâm vermeleri gibi hâlleri hep irhâs idi. (Ahmed Fârûkî)

İRS:
Mîrâs. Vefât eden bir kimsenin geriye bıraktığı terekesinden (malından) evlât ve akrabâsından sağ kalanlara düşen hisse, pay. (Bkz. Mîrâs)
İrs, karâbete (soy ile veya nikâh ile olan akrabâlığa, hısımlığa) dayanır. Böyle bir yakını, akrabâsı bulunmazsa, vefât edenin vasiyetinden artan malı Beyt-ül-mâle (devlet hazînesine) kalır. (İbn-i Âbidîn)

İRŞÂD:
Yol gösterme, rehberlik etme. İnsanları, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına ve Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymaya, her zaman Allahü teâlâyı anmaya, O'nu unutmamaya, kalbde O'ndan başkasının sevgisine yer vermemeye çağırmak, Allahü te âlânın râzı olduğu yolu göstermek.
Din âlimleri, herkesi kitablarda yazılı olan emirleri yapmağa çağırıyor. Allahü teâlânın sevdiği kulları olan evliyâ da, önce dînin emirlerini yapmaya çağırıyor, sonra Allahü teâlânın ismini zikretmeği gösteriyor. Her zaman aralıksız olarak zikr-i il âhî ile (Allahü teâlâyı anmak hâli üzere) olmağı istiyorlar. Böylece vücûdu zikr kaplayıp, kalbde Allahü teâlâdan başka birşey bulundurulmaz. Her şey öyle unutulur ki, insan kendini ne kadar zorlasa Allahü teâlâdan başka bir şey hatırlayamaz. İşte irşâd etmek bu iki dâveti yapmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî irşâda başladığı günlerde, Bağdâd vâlisi Saîd Paşa ziyârete geldi ve nasîhat istedi. Buyurdular ki: "Kıyâmette herkes kendi nefsinden suâl olunur. Sen ise kendinden ve emrin altında olanların hepsinden suâl olunursun. Hak teâl âdan kork!.. Allahü teâlânın azâbı çok şiddetlidir." (Haydarîzâde İbrâhim Fasih)
Kendisine ilk önce sofî denilen zât Ebû Hâşim-i Sûfî'dir. Kûfe şehrinden olup, Şam'da insanları irşâd etmekle meşgul olurdu (rahimehullahü teâlâ). "Dağları iğne ile oyarak toz etmek, kalblerden kibri çıkarmaktan kolaydır" sözü onundur. "Fâidesiz ilim den Allah'a sığınırım" sözünü çok söylerdi. (Ebû Nuaym İsfehânî)
Ders verirken, yâni ilim öğretirken, sabırlı olup, gazâbını, kızgınlığını yenmeli, hemen kızmamalıdır. Öğretirken, şaka ve lüzûmsuz şeyler söylememeli, ciddiyetten ayrılmamalıdır. İlim öğretme sırasında bu tür hareketler kalbin kararmasına ve Allahü teâlâyı unutmasına sebeb olur. Her zaman hilm (yumuşaklık), vakar (ağırbaşlılık), sabır, iyi huy ve güzel hareket etmeyi âdet ve prensip hâline getirmelidir. Bâzı durumlarda sözü makbûl olmasa yâni kabûl görmese bile, önem vermemeli, benim vazîfem bildirmek, irşâd etmektir, hidâyet ve tevfik Allahü teâlâdandır, demelidir. (Taşköprüzâde)

İRTİCÂ:
Geriye dönme, geri dönücülük, gericilik.
Müslümanların, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri hakîki doğru müslümanlıktan bahsetmesine ve Muhammed aleyhisselâmın yolunu göstermesine irticâ ve taassub (tutuculuk) gibi isimler takarak bölücülük şeklini vermeğe ve bu mâsûmları lekelemeye kalk ışmak, irticâ ve yobazlık değil midir? (M. Sıddîk bin Saîd)
Bir cemiyetin, dînine, diline, târihine, kültür ve medeniyetine sâhib çıkması, yabancılaşmadan muâsırlaşmak istemesi irticâ mıdır? Fuhşa, edepsizliğe, soysuzlaşmaya karşı tepki duymak irticâ değil, bilakis iffet ve ilericiliktir. (S. Ahmed Arvâsî)

İRTİDÂD:
Dinden çıkma. Müslüman iken, İslâm dînini terk etme.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
İçinizden kim irtidâd eder de kâfir olarak ölürse, yaptığı (iyi) işler dünyâda da âhirette de boşa gitmiştir. Onlar o ateşin (Cehennem'in) arkadaşlarıdır. Onlar orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî (sonsuz) kalıcıdırlar. (Bekara sûresi: 217)
Doğru yol gösterildikten sonra Peygambere (aleyhisselâm) uymayan ve îmânda ve amelde mü'minlerden ayrılan kimseyi küfr ve irtidâdda bırakır ve Cehennem'e atarız. O Cehennem çok kötü bir yerdir. (Nisâ sûresi: 104)
Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtından hemen sonra bütün Arabistan Yarımadası'nı saran irtidâd hareketleri, Allahü teâlânın izniyle, hazret-i Ebû Bekr'in üstün azmi, sarsılmaz irâdesi ve orduda yaptığı isâbetli düzenlemelerle bir sene gibi kısa bir zaman içinde bastırıldı. Böylece İslâm birliğini bozmaya yönelik büyük bir fitne ateşi söndürülmüş oldu. (İbn-ül-Esîr)
Müslüman kâfir olursa, yâni irtidâd ederek İslâmiyet'ten çıkarsa, önceki ibâdetleri ve sevâbları yok olur. Tekrâr îmâna gelirse, yeniden hac etmesi lâzım olur. Namazlarını, oruçlarını zekâtlarını kazâ etmesi lâzım olmaz. Önceden kazâya bırakmış olduk larını kazâ etmesi lâzımdır. Çünkü irtidâd edince, önceki günahlar yok olmaz. İrtidâd edenin nikâhı fesh olur, gider. (Muhammed Hâdimî)

ÎSÂ ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Yeni bir din getiren peygamber olup, kendisine dört büyük kitaptan biri olan İncîl verildi (Bkz. İncîl). Annesinin adı Meryem'dir. Allahü teâlâ onu babasız yarattı.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Nûh ve İbrâhim aleyhimesselâmdan) sonra onların arkalarından Peygamberlerimizi ard arda gönderdik. Hepsinden sonra da Meryem oğlu Îsâ'yı (aleyhisselâm) onlara tâbi kıldık, peygamber olarak gönderdik. Ona İncîl'i verdik. Ona tâbi olan mü'minlerin kalblerinde birbirlerine şefkat ve merhamet ihsân ettik. (Hadîd sûresi: 27)
Bir vakit Meryem oğlu Îsâ (aleyhisselâm) şöyle demişti: "Ey İsrâiloğulları! Ben size Allahü teâlânın peygamberiyim. Benden evvel Mûsâ'ya (aleyhisselâm) nâzil olan Tevrât'ı tasdîk edici ve benden sonra gelecek Ahmed (Muhammed aleyhisselâm) ismindeki peygamberin müjdecisiyim. (Sâf sûresi: 6)
Vallâhi Meryem'in oğlu Îsâ (aleyhisselâm) âdil bir hakem olarak mutlaka (yeryüzüne) inecek ve mutlaka haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak, genç-dişi develer başıboş bırakılacak, onlara rağbet edilmeyecek, bütün düşmanlıklar, küsüşmeler ve hasedlikler muhakkak sûrette kalkacak. Îsâ aleyhisselâm insanları mala dâvet edecek fakat malı hiçbir kimse kabûl etmeyecek. (Hadîs-i şerîf-El-Cem'u Beyn-es-Sahîhayn)
Îsâ bin Meryem, Muhammed'i dîni üzere tasdîk ettiği hâlde iner. Deccâli öldürür. Sonra kıyâmet kopar. (Hadîs-i şerîf-Ahmed bin Hanbel, Bezzâr, Taberânî)
Îsâ aleyhisselâm, insan ve peygamber idi. Allahü teâlâ onu babasız yarattı. Kudüs'ün Beyt-i Lahm kasabasında doğdu. Annesi, hazret-i Meryem'dir. Roma İmparatorunun Şam vâlisi, babasız doğduğu için onu ve annesini öldürmek istedi. Annesi onu alarak Mı sır'a götürdü. Hazret-i Îsâ on iki yaşına gelinceye kadar Mısır'da kaldılar. Sonra tekrar Kudüs'e gelerek Nâsıra şehrine yerleştiler. Otuz yaşına girince, Allahü teâlâ tarafından İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderildi. Kendisine dört büyük kita bdan biri olan İncil verildi (Bkz. İncil). İnsanların Allahü teâlâya inanmalarını ve O'nun emirlerini yapıp yasaklarından sakınmalarını ve isyânda bulunmamalarını istedi. İsrâiloğulları bu dâveti kabûl etmediler. Îsâ aleyhisselâm var gücü ile gayret göstermesine rağmen pek az kişi inandı. İsrâiloğulları ona inanmadıkları gibi, dâvetine karşı çıktılar ve günden güne hırçınlaştılar. Îsâ aleyhisselâmın yumuşaklığını görerek inanmadılar. Hattâ daha da ileri giderek hazret-i Îsâ'yı öldürmeye teşebbüs ettiler. Bunun üzerine hazret-i Îsâ, kendisine îmân edenler arasından seçtiği havârî adı verilen on iki kişiden Allahü teâlâya îmân ve ibâdet edeceklerine ve kendisine yardımcı olacaklarına dâir söz aldı. İnanmayanlara mûcizeler gösterdi.
Yahûdîlerden bir topluluk, Îsâ aleyhisselâm ve annesi hazret-i Meryem'e dil uzattılar. Îsâ aleyhisselâm bunu duyunca onlar hakkında bedduâda bulundu. Allahü teâlâ bu duâyı kabûl edip, hazret-i Îsâ'ya ve annesine dil uzatanları maymun ve domuza çevird i. Bu durumu gören yahûdîler, hâdiseyi aralarında görüştüler. Hepsi hazret-i Îsâyı öldürmek üzere anlaştılar. Hazret-i Îsâ'yı aramaya başladılar. Îsâ aleyhisselâmın havârîlerinden Yehûda (Judas) birkaç kuruş karşılığı Îsâ aleyhisselâmın yerini haber verdi. Îsâ aleyhisselâmı yakalamak için yahûdîlerle berâber eve girince, Allahü teâlâ, Yehûda'yı Îsâ aleyhisselâma benzetti. Yahûdîler de onu Îsâ aleyhisselâm diye yakaladılar ve haça (çarmıha) gererek öldürdüler. Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâmı göğe kaldırdı. Îsâ aleyhisselâm bu sırada otuz üç yaşındaydı. Îsâ aleyhisselâm göğe kaldırıldıktan kırk sene sonra, Romalılar Kudüs'e hücum etti. Yahûdîlerin çoğunu öldürüp, bir kısmını esir ettiler. Şehri yağmaladılar.Kitaplarını yaktılar. Îsâ aleyhisse lâma yaptıklarının cezâsı olarak yahûdîler hakîr ve zelîl oldular.
Hıristiyanlar Îsâ aleyhisselâmın haça gerilip orada öldüğüne, fakat sonra dirilip göğe çıktığına inanırlar. Müslümanlar ise, Îsâ aleyhisselâmın haça gerilmediğine, doğrudan göğe kaldırıldığına inanırlar. Bu husus Kur'ân-ı kerîmde Nisâ sûresi 158. âye tinde meâlen şöyle bildirildi: "Onu asmadılar, onu öldürmediler. Bilakis Allahü teâlâ onu katına yükseltti..." (Nişancızâde, Taberî, İbn-i Neccâr, Harputlu İshâk Efendi)
Îsâ aleyhisselâm kıyâmet yaklaşınca, Şam'da Ümeyye Câmii minâresine inecek. Muhammed aleyhisselâmın şerîatine göre amel edecek. Evlenecek ve çocukları olacak. Hazret-i Mehdî ile buluşacak, kırk sene yaşadıktan sonra Medîne'de vefât edecek. Hücre-i Se âdete yâni Peygamber efendimizin kabrinin bulunduğu odaya gömülecektir. (Yûsuf Nebhânî ve İbniHacer)
Îsâ aleyhisselâm, bu ümmetin imâmına uyup arkasında namaz kılacaktır. (Muhammed Ma'sûm)

İSÂBET-İ AYN:
Nazar, göz değmesi. (Bkz. Nazar)

ÎSÂR:
Başkasının ihtiyâcını kendi ihtiyâcından önce düşünmek. Muhtac olduğu hâlde, elindeki malı muhtâc din kardeşine verip, yokluğa katlanmak.
İnsana lâzım olan şeylerde îsâr yapılır. Kurbet ve ibâdetlerde îsâr yapılmaz. Meselâ tahâretlenecek kadar suyu, setr-i avret edecek kadar örtüsü olan, bunları kendi kullanır. Muhtâc olana vermez. (İbn-i Nüceym Mısrî)
Resûlullah'ın Eshâbının hâli cömerdlikten öte, îsâr idi. (İmâm-ı Rabbânî)
Kerem ve ihsân sâhiblerinin âdeti, îsâr etmektir. (İmâm-ı Rabbânî)
Îsârın en güzel örneği, Peygamber efendimizin mübârek sohbetinde yetişen Eshâb-ı kirâmda görülmüştür. Eshâb-ı kirâmdan Huzeyfe hazretleri şöyle anlatmıştır: "Yermük savaşında yaralılar arasında amcamın oğlunu arıyordum. Yanımda biraz su vardı. Onu bu ldum, su ister misin deyince, isterim dedi. Tam suyu vereceğim sırada biraz ilerden bir yaralı "Su!" diye inledi. Amcamın oğlu îsâr edip suyu ona götürmem için işâret etti. Gittim baktım ki, Hişâm bin Âs. Suyu tam ona vereceğim zaman biraz ilerden bi r başka yaralı; "Su!" diye feryâd etti. Hişâm bin Âs da îsâr edip suyu ona götürmem için işâret etti. Bu sefer suyu ona vermek için yanına gittim. Yanına varıncaya kadar vefât etti. Hişâm'ın yanına geri döndüm. O da vefât etmiş! Amcamın oğlunun yanına koştum, onu da vefât etmiş buldum. Su elimde kaldı. Allahü teâlâ hepsine rahmet etsin. (İmâm-ı Gazâlî)

İSBÂT:
1. Sağlamlaştırma, dayanıklı hâle getirme. Delil ve şâhit göstererek bir sözün ve fikrin doğruluğunu ortaya koyma.
Bütün varlıklar Allahü teâlânın varlığına alâmet olduğu, O'nun varlığını isbat ettiği için mahlûkların (yaratılmışların) hepsine âlem denilmiştir. (Teftâzânî)
Müslümanlar, maddelerin ve sıfatlarının hâdis (sonradan yaratılmış) olduğunu çeşitli yollarla isbât etmektedirler. Bunlardan birisi şöyledir: Maddeler ve bütün zerreler hep değişmektedir. Değişmekte olan şey kadîm (başlangıçsız) olamaz, hâdis (sonrad an yaratılmış) olması lâzımdır. Çünkü her maddenin kendinden öncekinden meydana gelmesi, sonsuz öncelere kadar gidemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı olması, yâni ilk maddelerin yoktan var edilmiş olmaları lâzımdır... (Seyyid Şerîf Cürcânî)
Allahü teâlânın var ve bir olduğu, hattâ Muhammed aleyhisselâmın, O'nun resûlü olduğu ve O'nun getirdiği her emrin ve haberin doğru olduğu güneş gibi meydandadır. Düşünmeye ve isbât etmeye hiç lüzum yoktur. Fakat, bunu görmek, anlamak için, kalbin bo zuk olmaması, mânevî hastalığı bulunmaması lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Tasavvuf yolunda ilerlerken Lâ ilâhe dedikten sonra illallah demek.
Tasavvuf ehli Nefy ve isbât zikri denilen "Lâ ilâhe illallah" kelimesini söylemekle yükselir. Lâ ilâhe "Nefy zikri" makâmında bulundukça yolcu mertebesindedir. "La ilâhe"yi tamamlayıp Allahü teâlâdan başka hiçbir şey görmeyince, yolu tamamlamış ve fe na makâmına yetişmiş olur. Nefyden sonra isbât makâmına gelir ve Bekâ hâsıl olur. (Ahmed Fârûkî)
Allahü teâlâya teveccüh, nefy ve isbât ve murâkabe, Resûlullah efendimizin zamânında da vardı. (M. Ma'sûm Fârûkî)

ÎSEVÎ:
Îsâ aleyhisselâmın getirdiği hak dîne inanan kimse.
Hıristiyanlık çıkmadan ve putperestlik karışmadan önce, îsevîler müşrik değildi (Allah'a eş, ortak koşmazlardı). Bolüs adındaki bir yahûdî, îsevî görünüp, havârîler (Îsâ aleyhisselâma inananlar) arasına karıştı. Îsâ aleyhisselâmdan sonra ilk işi, hak îkî İncîl'i yok etmek oldu. (Harputlu İshâk Efendi, Mevlânâ Hâlid-iBağdâdî)

ÎSEVÎLİK:
Îsâ aleyhisselâmın bildirdiği hak din, nasrânîlik.
Mûsâ aleyhisselâmın dîni, Îsâ aleyhisselâm zamânına kadar devâm etti. Fakat, Îsâ aleyhisselâm gelince, bunun dîni, Mûsâ aleyhisselâmın dînini nesh etti, yâni Tevrât'ın hükmünü kaldırdı. Bundan sonra, Mûsâ aleyhisselâmın dînine uymak câiz olmayıp, tâ Muhammed aleyhisselâmın dîni gelinceye kadar, Îsâ aleyhisselâmın dînine uymak lâzım oldu. Fakat, İsrâiloğullarının çoğu, Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip, Tevrât'a uymakta ısrar ettiler. İşte yahûdîlik ile Îsevîlik böylece ayrıldı. (İshakEfendi-Ahmed Cevdet Paşa)
Yahûdîlerin ileri gelenlerinden ve Îsevîlerin en büyük düşmanlarından olan Paul, Îsevîliği kabûl ettiğini, Îsâ aleyhisselâmın kendisini, yahûdî olmayan milletleri Îsevîliğe dâvet için şâkirt (talebe) tâyin ettiği yalanını uydurdu. İsmini Pavlos (Bolü s) olarak değiştirdi. Çok iyi bir Îsevî görünerek, Îsâ aleyhisselâmın dînini bozdu. Tevhîdi (tek Allah inancını), teslîse (üç tanrı inancına= Baba-oğul-kutsal rûh); Îsevîliği hıristiyanlığa çevirdi. İncîl'i değiştirdi. Îsâ, Allah'ın oğludur dedi... (Harputlu İshâk Efendi)

İSFÂR:
Sabah namazını ortalık aydınlanıncaya kadar geciktirmek.
Sabah namazını isfâr ediniz. Bunun ecri, sevâbı çoktur. (Hadîs-i şerîf-Nasb-ur-Râye)
Sabah namazını her mevsimde isfâr etmek, müstehabdır. Bu geciktirmeler, hep cemâat ile kılanlar içindir. Evinde yalnız kılan, her namazı vakti girer girmez kılmalıdır. (Mergînânî-Halebî)

İSFİRÂR-I ŞEMS VAKTİ:
Güneşin sararması vakti. Tozsuz, dumansız, berrak bir havada güneş ışığının geldiği yerlerin veya kendisinin bakacak kadar sararmaya başlamasından (güneşin alt kenarının görünen ufuktan bir mızrak boyu yükseklikte olduğu vakitten) güneş batıncaya kad ar geçen zaman. İslâm astronomi âlimleri, bir mızrak boyunu, güneş merkezinin hakîki ufka 5 derece yaklaşması olarak tesbit etmişlerdir.
İkindi namazının vakti, öğle vakti bitince başlayarak, güneşin üst kenarının ufk-i mer'i (görünen ufuk) den kaybolduğu görülünceye kadardır. İsfirâr-ı şems vaktinden sonra her namazı kılmak ve ikindiyi bu vakte geciktirmek haramdır. Fakat o günün iki ndi namazı gecikmiş ise yine bu vakitte de kılınır. Kazâya bırakılmaz. Önceden hazırlanmış cenâzenin namazı, secde-i tilâvet de bu vakitte câiz değildir. Hazırlanması bu vakitlerde biten cenâzenin namazını, bu vakitlerde kılmak câiz olur. (İbn-i Âbidîn)

İSHÂK ALEYHİSSELÂM:
Şam ve Filistin ahâlisine (halkına) gönderilen peygamberlerden. İbrâhim aleyhisselâmın ikinci oğlu olup, annesi hazret-i Sâre'dir. İbrâhim aleyhisselâmın dînini insanlara tebliğ etti. İsmi, Kur'ân-ı kerîmde on yedi yerde bildirilmiştir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Biz İbrâhim'e oğlu İshâk'ı ve İshâk'ın oğlu Yâkûb'u hibe ettik ve herbirine hidâyet ve nübüvvet (peygamberlik) verdik. (En'âm sûresi: 84)
Kullarımız İbrâhim, İshâk ve Yâkûb'u da zikreyle (hatırla, an) . Onlar tâat ve ibâdette kuvvet, kudret ve dinde basîret (anlayış) sâhibleridir. (Sâd sûresi: 45)
İbrâhim aleyhisselâm hazret-i Hâcer ve oğlu İsmâil'i aleyhisselâm Mekke'ye bıraktıktan sonra, rüyâsına sadâkat, bağlılık gösterip, İsmâil aleyhisselâmı kurban etmekle ilgili imtihânda başarılı olunca, Allahü teâlâ ona ihtiyar yaşta bulunan hazret-i S âre'den İshâk adlı bir oğul ihsân etti. Şam diyârında (Filistin ve Sûriye) doğan İshâk aleyhisselâm büyüyünce babası ve annesiyle Mekke'ye gitti. Kâbe-i muazzamayı ziyâret edip ağabeyi İsmâil aleyhisselâmla görüştükten sonra, üçü birlikte Filistin'e döndüler. İshâk aleyhisselâm anne ve babasına hizmet etti. Her sene hac zamânında Mekke'ye giderek hac ibâdetini yerine getirdi. Şam ve Filistin ahâlisine peygamber olarak gönderildi. İbrâhim aleyhisselâmın dîninin hükümlerini insanlara anlattı. Altmış yaşındaykenAllahü teâlâ ona Iys ve Yâkûb adında ikiz olan iki oğul ihsân etti. Iys, amcası İsmâil aleyhisselâmın kızı ile evlendi. Babasının duâsı bereketiyle, soyu bereketli olup, kısa zamanda çoğaldı. Yâkûb aleyhisselâma da peygamberlik verildi. İshâk aleyhisselâm yüz yirmi sene veya daha fazla yaşadı. Vefât edince Filistin'de Halîlürrahmân civârında baba ve annesinin de kabrinin bulunduğu mağaraya defnedildi. ( İbn-ül-Esîr-Sa'lebî, Nişancızâde)

İSKÂT VE DEVR:
Müslüman bir kimsenin ölünce, namaz, oruç ve diğer bâzı borçlarından kurtulması için yapılan muâmele. (Bkz. Devr)
Tutulmamış oruçların ve ölüm hastalığına yakalanmış bir kimsenin kazâ edemediği namazları için iskât ve devr yapmanın lâzım olduğunda bütün âlimlerin söz birliği vardır. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Ümmetim dalâlet üzerinde birleşmez" ve " Mü'minlerin güzel gördüğü şey, Allah indinde de güzeldir" buyurdu. (Tahtâvî, İbn-i Âbidîn, Ebû Bekr Ali, Muhammed Hâdimî, Halebî, Alâüddîn Haskefî, İmâm-ı Birgivî)
Bugün, hemen her yerde, iskât ve devr işleri, dînimizin bildirdiği şekilde yapılmamaktadır. İslâmiyet'te iskât yoktur diyenler, böyle söylemeyip de, bugün yapılmakta olan iskât ve devrler dînimize uygun değildir deselerdi, çok iyi olurdu. (M. Sıddık Gümüş)

İSLÂM:
Boyun bükerek teslim olmak. Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla bildirdiği emirler ve yasakları. (Bkz. İslâmiyet)

İslâm Ahlâkı:
İslâm dîninin bildirdiği ahlâk. (Bkz. Ahlâk)
Müslümanlar birbirine hürmet eder, yardımlaşırlar. Din ve dünyâ işlerinde birbirlerinin sıkıntılarını giderirler. Kul ve hayvan haklarını gözetirler. Kânunlara karşı gelmezler. İslâm ahlâkı üzere yaşayarak herkesin sevgi ve saygısını toplarlar. (Ali bin Emrullah)

İslâm Âlimi:
Dînî ilimleri bütün incelikleri ile zamânın fen bilgilerini de lüzûmu kadar bilen âlim. (Bkz. Âlim)
Emr-i ma'rûfu (iyiliği emr) ve nehy-i münkeri (kötülükten menetmeyi) el ile yapmak hükûmet adamlarına, dil ile yapmak İslâm âlimlerine, kalb ile yapmak da her müslümana farzdır. (Taşköprüzâde)

İslâm-ı Hakîkî:
Nefsin itminâna (Allahü teâlânın emirlerine itâate) kavuşmasından sonraki müslümanlık.
Bir müslüman Allahü teâlânın ihsânı ile şerîatin (İslâmiyet'in) hakîkatine kavuşur, İslâm-ı hakîkî ile şereflenirse, peygamberlere tam uyar ve o büyüklere vâris olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Cümle âlem bir yere gelse ve Rabbini inkâr etse, İslâm-ı hakîkî sâhibi olan inkâr etmez ve kalbine aslâ şek ve şüphe gelmez. (İmâm-ı Rabbânî)

İslâm-ı Mecâzî:
Nefsin, itminâna gelmeden yâni Allahü teâlânın rızâsına uygun hareket etmeye başlamadan önce, kişide bulunan ve Cennet'e girmek için yeterli olan İslâmiyet.
Vilâyet-i hâssa (evliyâlığın en yüksek makâmı) ile şereflenmedikçe, İslâm-ı mecâzîden kurtulup, İslâm-ı hakîkiye kavuşulmaz. (İmâm-ı Rabbânî)

İSLÂMİYYET (İslâmiyet):
Allahü teâlânın Cebrâil ismindeki melek vâsıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların dünyâda ve âhirette râhat ve mes'ûd olmalarını sağlayan usûl ve kâideler, emirler ve yasaklar.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ Peygamberini hidâyet ve hak din İslâmiyet ile gönderdi. İslâm dînini diğer dinler üzerine üstün kıldı. (Muhammed aleyhisselâmın hak) peygamber olduğuna şâhid olarak Allahü teâlâ yeter. (Feth sûresi: 28)
Bir zaman gelir ki, İslâmiyet'e yapışmak, elinde ateş tutmak gibi güç olur. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Beyhekî)
Dünyâ lezzetlerine kavuşmak için, İslâmiyet'in dışına çıkan kimse, âhiret lezzetlerine kavuşamaz. (Hadîs-i şerîf-İzâlet-ül-Hafâ)
İzzet (şeref, îtibâr, üstünlük) İslâm'dadır. İslâmiyet'in ahkâmına (hükümlerine) uyan azîz olur. Bu ahkâmı beğenmeyip, izzeti, huzûru, saâdeti, başka şeylerde arayan zelîl olur. (Hazret-i Ömer)
Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyet'in içindedir. Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyiliklerini, İslâmiyet kendisinde toplamıştır. Bütün seâdetler, muvaffakiyetler ondadır. ( Abdülhakîm Arvâsî)
Îmân muma benzer, dînimizin emir ve yasakları mum etrâfındaki fener gibidir. Mum ile birlikte fener de İslâmiyet'tir ve din-i İslâm'dır. Îmânsız mum çabuk söner, îmânsız İslâm olmaz. İslâm olmayınca, îmân da yoktur. (Abdülhakîm Arvâsî)

İSM (İsim):
Varlıklara ad olan kelime.
Sizler kıyâmet günü kendinizin ve babalarınızın adları ile çağırılırsınız. Öyle ise çocuklarınıza güzel isimler veriniz. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Ana-babanızı isimleri ile çağırmayınız. Onları yalanlamayınız. Onlarla yumuşak konuşunuz. Onlara boş söz söylemeyiniz. ( İmâm-ı Mücâhid)
Doğduğu zaman çocuğa güzel bir isim koymak, aklı erdiği zaman Kur'ân-ı kerîmi öğretmek ve evlenecek yaşa gelince evlendirmek çocuğun babası üzerindeki üç hakkıdır. (Muhammed Rebhâmî)
Çocuk dünyâya gelince, yedinci günü isim koymak ve başını kazıyıp, saçının ağırlığı kadar, erkek için altın veya gümüş, kız için gümüş sadaka vermek ve erkek için iki, kız için bir akîka hayvanı kesmek, Hanefî mezhebinde müstehabdır. Akîka, her zaman kesilebilir. (Muhammed Rabhâmî)

İsm-i A'zam:
En büyük isim. Allahü teâlânın bütün sıfatlarını kendinde toplayan ism-i şerîfi. Hadîs-i şerîfte İsm-i A'zamın Bekara ve Âl-i İmrân sûrelerinde olduğu bildirilmiştir. Bâzı âlimler, İsm-i A'zamın "Allahu lâ ilâhe illâ huvel hayy-ul-kayyûm" bâzıları "L â ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlimîn", bâzıları "Yâ ze'l-Celâli ve'l-ikrâm", bâzıları, sâdece "Allah" ism-i şerîfi olduğunu bildirmişlerdir.
Mûsâ aleyhisselâm zamânında Bel'âm-ı Baûrâ, ism-i a'zamı biliyordu. Her duâsı kabûl olurdu. İlmi ve ibâdeti o derecede idi ki, sözlerini yazıp istifâde etmek için, iki bin kişi hokka, kalem ile yanında bulunurdu. Bu Bel'am, Allahü teâlânın az bir har amına meyl ettiği için îmânsız gitti. (Senâullah Dehlevî)

İsm-i Celâl:
Allah ism-i şerîfi. (Bkz. Allah Celle Celâlühü)

İSMÂİL ALEYHİSSELÂM:
Yemen'den gelip Mekke ve civârına yerleşen Cürhüm kabîlesine gönderilen peygamber. Kur'ân-ı kerîmde ismi geçen peygamberlerden. Peygamber efendimizin dedelerindendir. Cürhüm kabîlesine peygamber olarak gönderildi. İbrâhim aleyhisselâmın oğludur. Anne si Hacer Hâtun'dur.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Yâ Muhammed!) Biz Nûh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahy ettiğimiz gibi, sana da vahy ettik ve İbrâhim'e, İsmâil'e, İshâk'a, Yâkûb'a ve oğullarına, Îsâ'ya, Eyyûb'e, Yûnus'a, Hârûn'a ve Süleymân'a da vahy ettik ve Dâvûd'a Zebûr'u verdik. (Nisâ sûresi: 163)
Allahü teâlâ Âdemoğullarından hazret-i İsmâil'i seçti. İsmâil'in evlâdından (oğullarından) Kinâne'yi, Kinâneoğullarından Kureyş'i seçti ve ayırdı. Kureyş'ten Hâşimoğullarını, Hâşimoğullarından da beni seçti ve ayırdı. (Hadîs-i şerîf-Kâdızâde)
İsmâil aleyhisselâm, Peygamber efendimizin dedelerindendir. Şam diyârında doğdu. Babası İbrâhim aleyhisselâm, Allahü tealânın emriyle, annesi Hâcer Hâtun'la berâber onu Mekke'ye götürdü. Yanlarına bir miktâr yiyecek ve su ile birlikte, şimdiki Kâbe'n in bulunduğu yere bırakarak Şam'a döndü. Annesi su ararken, şimdiki zemzem kuyusunun yerinde yatan çocuk tepindi. Ayaklarını vurduğu veya Cebrâil aleyhisselâmın vurduğu yerden Zemzem suyu çıktı.
Hâcer Hâtun bu vâdide yaşarken, Yemen tarafından Cürhüm kabîlesi gelip Mekke'nin bulunduğu yere yerleştiler. İbrâhim aleyhisselâm gördüğü bir rüyâ üzerine oğlu İsmâil aleyhisselâmı kurban etmek istedi. Allahü teâlâ rüyâsına sadâkat (bağlılık) gösterm esi üzerine ona bir koç ihsân buyurdu. İsmâil aleyhisselâm böylece kurban edilmekten kurtuldu. İsmâil aleyhisselâm gençlik çağına gelince, Cürhümlülerden iki defâ evlendi. Daha sonra tekrar Mekke'ye gelen İbrâhim aleyhisselâmla birlikte Kâbe-i muazza mayı inşâ edip, hac ibâdetini yaptılar. Cürhüm kabîlesine peygamber olarak gönderildi. İnsanlara babası İbâhim aleyhisselâma bildirilen dînin hükümlerini bildirdi ve dâveti elli yıl sürdü. Buna rağmen pek az kimse îmân etti. İsmâil aleyhisselâm vefâtına yakın kardeşi İshâk aleyhisselâmı yanına dâvet edip, kızını onun oğlu Iys'a nikâhladı ve bâzı vasiyetlerde bulundu. 133 veya 137 yaşlarında iken Mekke'de vefât etti. Rivâyetlerin çoğuna göre Mescid-i Haram'da Kâbe-i muazzamanın kuzey duvarı önünde bulunan Hatîm denilen yere defnedildi.
İsmâil aleyhisselâmın on iki oğlundan çoğalan torunları, zamanla Arabistan Yarımadası'nın her tarafına yayıldılar. Peygamber efendimizin yirminci dedesi Adnan ile İsmâil aleyhisselâm arasında otuz baba vardır. (Molla Miskin-Nişancızâde)

İSMÂİLİYYE:
Sapık fırkalardan biri. Bâtıniyye de denir. Peygamber efendimizin torunlarından büyük âlim İmâm-ı Câfer-i Sâdık'ın vefâtından sonra, büyük oğlu İsmâil müslümanların imâmıdır ve ondan sonra çocuklarıdır dedikleri için İsmâiliyye denilmiştir.
İsmâiliyye fırkası mensubları, Cennet, ibâdetlerden kurtulmak ve lezzetli şeyleri yapmaktır; Cehennem ise, ibâdetlerin yüklerine katlanmak ve haramlardan sakınmaktır derler. (Seyyid Şerîf)
Selçuklu veziri Nizâmülmülk ile şâir Ömer Hayyâm'ın talebelik arkadaşı olan Hasan Sabbâh, Selçuklulara isyân ederek İran'da İsmâiliyye Devletini kurdu. Alamut kalesini alıp merkez yaptı. Kurduğu Fedâyîn adlı terör örgütüyle pekçok müslüman devlet ada mını ve âlimi şehîd ettirdi. Ehl-i sünnet (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olan) âlimlerinin kitablarını okumayı ve onlarla görüşmeyi şiddetle yasakladı. (Şehristânî)
Bugün Hindistan'da Bohra veya Bohara adıyla tanınan İsmâiliyye mensûbları, Dâvûdî ve Süleymânî olmak üzere iki kısımdırlar. Zamânımızda İslâm âlimi olarak tanıtılan, fakat yetmiş iki bozuk fırkanın en zararlısı olan İsmâiliyye yolunda olanlar, görülm ektedir. Bunlar Peygamber efendimizin aleyhisselâm annelerinin ve babalarının kâfir olduğunu ve Peygamber efendimizin peygamberlik bildirilmeden önce putlara kurban kestiğini söyleyerek temiz gençleri aldatmaya çalışmaktadırlar. (M. Sıddîk bin Saîd)

İSMET:
1. Peygamberlerin sıfatlarından biri. Peygamberlerin, peygamber oldukları bildirilmeden önce ve sonra; küçük olsun, büyük olsun bilerek veya bilmeyerek günah işlemekten korunmuş olmaları.
Peygamberler aleyhimüsselâm hakkında bizlere bilmesi vâcib olan sıfatlar beştir. Sıdk, Emânet, Tebliğ, İsmet ve Fetânet. (Kutbüddîn İznikî)
2. Günahlardan sakınma, kötü ve çirkin şeylerden uzak durma.

İSNÂ AŞERİYYE:
Şiîliğin kollarından biri. Hazret-i Ali'nin halîfe olması açıkça emr olunmuştu, Eshâb (Peygamber efendimizin arkadaşları) bu emri yerine getirmediği için kâfir oldu diyen, Peygamber efendimizin vefâtından sonra hazret-i Ali ve sırasıyla onun iki oğlu ile torunlarını meşrû (geçerli) imâm kabûl eden ve on iki imâma inanmayı îmânın şartlarından sayan bozuk fırka. On iki imâmı kabûl ettikleri için Onikiciler mânâsına gelen İsnâ aşeriyye adı verilmiştir.
İsnâ aşeriyye fırkası, imâmlığın sâdece on iki imâma âit olduğuna, son imâmın İmâm-ı Mehdî olduğuna ve bunun hâlen sağ olduğuna, kıyâmetten önce ortaya çıkarak zulümle dolmuş olan dünyâyı adâletle düzelteceğine inanırlar. Bunu bir inanç esâsı olarak kabûl ederler. (Şâh Abdülazîz Dehlevî)
İmâmiyye adı da verilen İsnâ aşeriyye fırkasına göre; mutlak olarak temiz toprağa secde etmek vâciptir. Halıya, kilime, yünden ve pamuktan örülmüş yaygılara secde etmek câiz değildir. Kerbela toprağından yapılmış türbet veya mühür denilen bir parça ü zerine secde etmek daha fazîletlidir. Abdestte çıplak ayak üzerine mesh etmek vacibdir. Bu sebeble ayaklar yıkanmaz ve mest üzerine kesinlikle mesh edilmez. (Şâh Abdülazîz Dehlevî)

İSNÂD:
Dayandırma, sened gösterme.
1. Söylediği sözü bir başkasına dayandırmak, bir şeyi, birisi için yaptı demek.
Benden işittiğiniz şeyleri rivâyet ediniz. Ancak hakkı söyleyiniz. Kim benim söylemediğimi bana isnâd ederse, onun için Cehennem'de bir ev binâ edilir ve o kimse, o evin içine tıkılır. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Bir kimseye küfür isnâd edildiğinde eğer o kimse kâfir değilse, küfür isnâd edenin kendisi kâfir olur. (İbn-i Âbidîn)
2. Hadîs ilminde hadîs-i şerîf metninin sırasıyla kimler tarafından nakledile geldiğini bildirme.

İSRÂ SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin on yedinci sûresi.
İsrâ sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yüz on bir âyet-i kerîmedir. Peygamber efendimizin mîrâc (göklere çıkarılma) mûcizesinin Mekke'den Kudüs'e kadar olan kısmı bu sürenin birinci âyetinde anlatıldığı için sûreye İsrâ adı verilmiştir. İsrâ'yı inkâ r küfürdür. Mîrâcı yâni Kudüs'ten sonrasını inkâr ise bid'attir. İsrâ sûresindeki belli başlı konular mîrâc mûcizesi, Benî İsrâil'in (İsrâiloğullarının) nankörlükleri ve başlarına gelenler, Allahü teâlânın kudreti, kıyâmet ve âhiret hayâtına dâir hükümlerdir. (İsmâil Hakkı Bursevî)
İsrâ sûresinde Allahü teâlâ meâlen buyurdu ki:
Menfaatleri ve lezzetleri çabuk geçen, tükenen dünyâyı isteyenlerden dilediğimize, istediğimizi veririz. Âhiret menfaatleri için çalışan mü'minlerin mükafâtları boldur. (Âyet: 18)
Herkes kendine uygun iş yapar. (Âyet: 84)
Peygamber efendimiz, Zümer ve İsrâ sûrelerini okumadıkça uyumazdı. (Hazret-i Âişe)

İSRÂF:
Malı, İslâmiyet'in ve mürüvvetin uygun görmediği yâni lüzumsuz, fâidesiz yerlere dağıtmak.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ekini hasat ettiğiniz zaman fakirlerin hakkını verin ve isrâf etmeyin. Allahü teâlâ isrâf edenleri elbette sevmez. (En'âm sûresi: 141)
İstediğini ye, istediğini giyin! İnsanı yanlış yola götüren, isrâf ve tekebbürdür (büyüklenmedir) . (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
İsrâf, malı telef etmek, faydasız hâle getirmek, dîne ve dünyânın mübâh olan işlerine faydalı olmayacak şekilde sarf etmektir. Malı denize, kuyuya, ateşe ve elden çıkmasına sebeb olan yerlere atmak onu helâk etmektir ve isrâftır. (İmâm-ı Birgivî)
Başkasının malını telef etmek zulüm olur. Ödemek lâzım olur. Kendi malını helâk etmek, isrâf olur. Günâh işlemek için ve günâh işlenilmesi için verilen mal ve paralar da isrâf olur. (Abdülganî Nablüsî)

İSRÂFİL ALEYHİSSELÂM:
Dört büyük melekten biri. Kıyâmet kopacağı vakit sûr denilen boruya üfürmekle vazîfeli olan melek.
İsrâfil aleyhisselâm Sûr'a iki defâ üfürecektir. Birincisinde Allahü teâlâdan başka her diri ölecektir. İkincisinde hepsi tekrar dirilecektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
İsrâfil aleyhisselâm Sûr'a üfürünce Sûr'dan büyük bir ses çıkacak ve yedi kat göklere ve yerin her tarafına ulaşacaktır. İşitenlerin hepsi yerde olsun göklerde olsun ölecektir. Vasiyetlerini bile edemezler. Çarşıda olanlar evlerine dönemezler. (İmâm-ı Birgivî)

İSRÂİL:
İshâk aleyhisselâmın oğullarından Yâkûb aleyhisselâmın diğer adı. (Bkz. Benî İsrâil)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Tevrât indirilmeden önce, İsrâil'in kendisine haram kıldığı şeylerden başka yiyeceğin her türlüsü İsrâiloğulları için helâl idi. De ki, eğer doğru sözlü iseniz, o zaman Tevrât'ı getirip onu okuyun. (Âl-i İmrân sûresi: 93)
İbrâhim aleyhisselâmın vefâtından sonra, oğlu İshâk aleyhisselâm, ondan sonra oğlu Yâkûb aleyhisselâm peygamber oldular. Yâkûb aleyhisselâmın bir ismi de İsrâil olduğundan. On iki oğlundan gelenlere İsrâiloğulları denilmiştir. (Taberî)

İsrâîloğulları:
Bir ismi de İsrâil olan Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlunun soyundan gelenler. (Bkz. Benî İsrâil)
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Ey İsrâiloğulları! Size ihsân ettiğim bunca nîmetlerimi hatırlayın! (Peygambere îman husûsundaki tavsiyemi yerine getirin.) Ben de size karşı olan ahdimi (size söz verdiklerimi) yapayım. (Bekara sûresi: 40)
Mûsâ aleyhisselâm, kendinden önce gönderilen Âdem, Nûh, İdrîs, İbrâhim, İshâk ve Yâkûb (aleyhimüsselâm) gibi peygamberlerin, kendi zamanlarında, kendi kavimlerine öğrettikleri, Allahü teâlânın varlığı ve birliği akîdesini ve îmân edilecek diğer şeyle ri İsrâîloğullarına öğretti. Farz olan ibâdetleri ve muâmelâta âit hükümleri de her yere yayarak İsrâîloğullarını şirkten sakındırmaya çalıştı.

İSRÂİLİYYÂT:
İsrâiloğullarına âit haberler.
İsrâiliyyât denilen haberler üç kısımdır.
1) Hurâfe ve uydurma özelliğinde olan ve nakl edilmesi yasaklanan haberler.
2) Ehl-i kitâbın (yahûdî ve hıristiyanların) anlattıklarından, müslümanlar tarafından tasdîk veya tekzîb (yalanlama) edilmemesi bildirilenler.
3) İslâmî akîdelere (îmân esaslara) ve dînî hükümlere ters düşmeyen ve nakl edilmesine izin verilen haberler. (Zehebî, Süyûtî, İbn-i Allân)

İSTAVROZ:
Hıristiyanlığın alâmeti, işâreti sayılan şekil ve bu şekilde yapılmış put, haç. (Bkz. Haç)
İSTİÂZE: Sığınmak, Kur'ân-ı kerîmi başından veya herhangi bir yerinden okumaya başlarken, şeytanın vesvesesinden (insanın kalbine attığı şüphe ve tereddütten) Allahü teâlâya sığınırım mânâsına olan ve daha çok "E'ûzü billâhimineşşeytânirracîm" şeklin de okunan söz. Buna E'ûzü de denir. İstiâze, kısaca Esteîzü billâh diye de söylenebilir. (Bkz. Eûzü)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Kur'ân-ı kerîm okumak istediğinde, koğulmuş şeytanın vesvesesinden Allahü teâlâya istiâze et (yâni E'ûzü billâhimineşşeytânirracîm de) ! (Nahl sûresi: 37)
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) kırâetten önce E'ûzü billâhimineşşeytânirracîm diye istiâze eylerdi. (Nafî bin Cübeyr)
İstiâzenin, E'ûzü billâhimineşşeytânirracîm şeklinde okunması, Kitab (Kur'ân-ı kerîm) ve Sünnete uygunluğu sebebiyle tercih edilmiş, onda müslümanların sözbirliği meydana gelmiştir. (Fahreddîn Râzî, Ebû Şâme)
Diğer istiâze şekilleri arasında E'ûzü billâhissemîil alîmimineşşeytânirracîm'in bir husûsiyeti vardır. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Kim sabahleyin üç defâ E'ûzü billâhissemîil alîmimineşşeytânirracîm dedikten sonra Haşr sûresinin sonundaki üç âyeti okursa, Allahü teâlâ onun için akşama kadar istiğfâr edecek yetmiş bin melek tevkîl eder (vazîfelendirir). O kimse, o gün ölürse, şehîd olarak ölür. Akşama çıktığı zaman okursa, yine böyledir. (Feth-ur-Rabbânî, Müsned-i Ahmed bin Hanbel)

İSTİBDÂL:
Değiştirmek. Hâkimin harâb olmuş vakıf binâsını satıp, semeni (bedeli) ile başkasını alarak mütevellîye (vakfın idârecisine) teslim etmesi.
Vakıf binâlarının tâmirleri, içinde parasız oturmaya hakkı olanların malları ile yapılır.Yapmazlarsa, hâkim istibdâl eder. (İbn-i Âbidîn)

İSTİBRÂ:
Temizlenme.
1. Erkeklerin küçük abdesti yaptıktan sonra yürüyerek, öksürerek veya sol tarafa yatarak, idrar yolunda damlalar bırakmaması. Kadınlar istibrâ yapmaz.
Erkeklerin istibrâ yapması yâni idrâr yollarında idrâr bırakmaması vâcibdir. (Molla Hüsrev)
İstibrâda güçlük çekenler, arpa kadar pamuk fitili idrâr deliğine koymalıdır. Sızan idrarı pamuk emer. Hem abdest bozulmaz, hem don kirlenmez. Yalnız pamuğun ucu dışarda kalmamalıdır. Ucu dışarıda kalır ve idrâr ile ıslanırsa, abdest bozulur. (İbn-i Âbidîn)
Prostat (idrar yolu bezi şişmesi), istibrâ yapmayanlarda daha fazla görülür. (M. Sıddîk bin Saîd)
2. Nikâhla alınacak dul bir câriyenin hâmile olup olmadığını bilmek ve şüpheye yer vermemek için bir temizlik müddeti geçip tekrar hayız görünceye kadar yaklaşmaktan çekinmek.

İSTİ'DÂD:
Bir şeyin alınmasına, elde edilmesine ve kazanılmasına olan yatkınlık, doğuştan gelen kâbiliyet, kavrayış, anlayış.
İsti'dâd Allahü teâlânın ihsânıdır. Hazret-i Ebû Bekr isti'dâdı sebebi ile Peygamberimize sallallahü aleyhi ve sellem bir şey sormadan inanıverdi. Ebû Cehl'de isti'dâd kuvveti bulunmadığından, o kadar alâmet ve mûcizeler (peygamberlere mahsus âdet dı şı hâdiseler) gördüğü hâlde, Peygamberliğe inanmak seâdeti (mutluluğu) ile şereflenemedi. (İmâm-ı Rabbânî)
Kur'ân-ı kerîmi anlamak için yetmiş iki yardımcı ilmi ve sekiz temel ilmi öğrenmek lâzımdır. Ancak bundan sonra Kur'ân-ı kerîmi anlamağa isti'dâd hâsıl olup cenâb-ı Hak ihsân ederse anlaşılabilir. Herkes anlamalıdır demek dinde müdâhene yâni gevşekli k olur. Kur'ân-ı kerîmi anlamak için isti'dâdı çok olan on sene, orta olan elli sene çalışmak lâzımdır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

İSTİDLÂL:
Delîl getirme. Akıl ile, düşünerek, inceleyerek eseri (yapılan işi) görerek yapanı; yaratılmışları görerek yaratanı anlamak.
Fen bilgilerini iyi öğrenen, aklı başında bir kimse, yalnız düşünmekle, Allahü teâlânın var olduğunu anlar. Îmâna kavuşur. Eseri görerek müessirin, yâni eseri yapanın varlığını anlamamak ahmaklık olur. Her insanın böyle düşünerek îmâna gelmesini dîni miz emretmektedir. Selef-i sâlihîn (ilk iki asrın müslümanları), bu emri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Hicretin 400 senesinden sonra çıkan bâzı sapık fırkadakiler, nazar (inceleme) ve istidlâl etmeye lüzum yoktur dediler ise de bunların sözlerinin kıymeti yoktur. (Hâdimî)
İstidlâl ile kazanılan bilgiler kesbîdir yâni çalışmak, sebeblere yapışmak, düşünmek, aklı kullanmak sûretiyle elde edilir. Meselâ; duman görülen yerde ateşin bulunduğunun veya ateşin bulunduğu yerde dumanın da bulunacağının bilinmesi istidlâl yoluyl a bilmektir. (Teftâzânî)

İSTİDRÂC:
Kâfir ve fâsıklarda görülen hârikulâde, olağanüstü haller.
Allahü teâlâ, her şeyi bir sebeb altında yaratmaktadır. Allahü teâlâ sevdiği insanlara, iyilik ve ikrâm olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için bunlara âdetini bozarak sebebsiz şeyler yaratıyor. Bunlar kâfirlerden, fâsıklardan ve günâhı çok ol anlardan zuhûr ederse, istidrâc olur. ( Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Bir kimse peygamberlere tâbi olmadan doğru yolda yürümek isterse, muhakkak eğri yola sapar. Eğer eline birşeyler geçerse, istidrâcdır. Sonu zarar ve ziyândır. ( İmâm-ı Rabbânî)

İSTİFSÂR:
Açıklanmasını istemek, sormak.
Melekler, Allahü teâlâdan Âdem aleyhisselâmın niçin yeryüzünde halîfe olduğunu istifsâr ederek anlamak istediler; "Yâ Rabbî! Yeryüzünde fesâd çıkaracak ve kan dökecek olan kulları mı yaratacaksın? Biz seni tesbîh ediyoruz, hamd ediyoruz. Seni her türlü aybdan, kusurdan takdîs ediyoruz, her türlü noksanlıktan uzak tutuyoruz" dediler. (Bekara sûresi: 30) (Kurtubî)

İSTİGÂSE:
Şefâat dileme, yardım isteme; Allahü teâlâdan bir isteğin, dileğin yerine gelmesi için, Peygamberleri ve evliyâyı, sevdiği kullarını vesîle ederek (araya koyarak) isteme, yalvarma, duâ etme. (Bkz. Tevessül ve Teşeffü')
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
O vakit Rabbinizden istigâsede bulunuyordunuz da; O size; "Gerçekten ben arka arkaya bin melâike ile imdâd ediyorum" diye duânızı kabûl buyurmuştu. (Enfâl sûresi: 9)
Kıyâmet günü insanlar, önce Âdem ile, sonra Mûsâ ile ve sonra Muhammed (aleyhimüsselâm) ile istigâse ederler. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
İstigâse olunan, yardım istenilen yalnız Allahü teâlâdır. Ancak peygamberler, velîler, sâlih kullar ve benzerleri vâsıtadır, vesîledir (sebebdir). İstenilen şeyi yaratan, îcâd ederek yardım eden ise yalnız Allahü teâlâdır. (Yûsuf Nebhânî)

İSTİĞRÂK:
Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin içinde bulunduğu mânevî hallere dalması sebebiyle kendisini ve çevresinde olanları unutması.

İSTİĞFÂR:
Mağfiret (bağışlanmak) istemek. Allahü teâlâdan kusurlarının ve günâhlarının affedilmesini bağışlanmasını dilemek. Tövbe etmek.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruluyor ki:
Biri günah işler veya kendine zulm eder, sonra pişman olup, Allahü teâlâya istiğfârda bulunursa, Allahü teâlâyı çok merhametli, afv ve mağfiret edici bulur. (Nisâ sûresi: 109)
Günâh işlemiş kimse, abdest alır, iki rek'at namaz kılar, sonra istiğfâr ederse günâhı affolur. ( Hadîs-i şerîf-Kurret-ül-Ayneyn)
İstiğfâr, belâ ve sıkıntıların giderilmesi için faydalıdır ve denenmiştir. (Muhammed Ma'sûm)
İstiğfâr, insanı her murâda (arzuya), âfiyete kavuşturur. (Hâdimî)
Üç kimse şeytanın ve askerinin şerrinden korunmuştur. Onlar da, gece gündüz çok zikr edenler, Allahü teâlâyı ananlar, seherlerde (sabah namazı vakti girmeden önce) kalkıp istiğfâr edenler ve Allahü teâlânın korkusundan ağlayanlardır. (Dârendeli Hilmi Efendi)
Sıkıntısı olan kimse çok istiğfâr okusun. (Hazret-i Ömer)

İSTİHÂRE:
Hayır istemek.
1. Bir işin hakkında hayırlı olup olmadığını anlamak için abdest alıp iki rek'at namaz kıldıktan sonra bu husustaki duâyı okuyarak o işle ilgili rüyâ görmek üzere hiç konuşmadan uykuya yatmak.
İstişâre eden (danışan) pişmân olmaz, istihâre eden zarar etmez. (Hadîs-i şerîf-el-Ikd-ül-Ferîd)
Dört şeyi yapan dört şeyden mahrum kalmaz. Şükreden, nîmetin artmasından; tövbe eden, kabûlden; istihâre eden, hayırdan; istişâre eden, doğruyu bulmaktan, hakîkate ulaşmaktan mahrûm olmaz. (İmâm-ı Gazâlî)
Her mü'minin istihâre yapması sünnettir. İstihâre yedi gece yapılır. Rüyâda beyaz veya yeşil görmek hayra, siyâh veya kırmızı görmek şerre alâmettir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
2. Her gün evden çıkmadan iki rek'at namaz kılıp Allahü teâlâdan o günün ve işinin din ve dünyâsı için hayırlı olmasını istemek.

İSTİHÂZA:
Kadınlarda âdet ve lohusalık dışında gelen ve oruç ile namaza mânî olmayan kan.
Hanefî mezhebinde, üç günden (72 saattan) beş dakika bile az olan ve yeni başlayan için on günden çok sürünce, onuncu günden sonra ve yeni olmayanlarda âdetten çok olup, on günü de aşınca, âdetten sonraki günlerde gelmiş olan ve hâmile ve âyise (ihti yâr) kadından, dokuz yaşından küçük kızlardan gelen kan hayz olmaz. Buna istihâza veya fâsid kan denir. İstihâza günlerinde bulunan bir kadın, idrârını tutamayan ve sık sık burnu kanayan kimse gibi, özür sâhibi olur. Orucunu tutar, namazlarını kılar. (İbn-i Âbidîn)
İstihâza kanı hastalık alâmetidir. Uzun zaman akması tehlikeli olur. Tabîbe mürâcaat etmelidir. Kardeş kanı (sang-dragon) denilen kırmızı sakız toz edilip, sabah-akşam birer gram su ile yutulursa, kanı keser. Günde beş gram alınabilir. (M. Sıddîk Gümüş)

İSTİHFÂF:
Küçük ve aşağı görme, ehemmiyet vermeme, küçümseme.
Küfre düşmenin illeti (sebebi) ikidir: Birincisi dînin inanılması zarûrî (mecbûrî) olarak bildirdiği şeylerden birini inkâretmek, ikincisi ise, dînî emirlerden birini istihfâftır. (İbn-i Âbidîn)
Bir kimse diğerine gel İslâm âlimine gidelim veya fıkh, ilmihâl kitabını okuyup öğrenelim dese, o kimse de, ben ilmi ne yapayım dese kâfir olur. Zîrâ bu söz, ilmi istihfâftır. (Sinânüddîn Âmesi ve Dâmâd)

İSTİHSAN:
Güzel bulma, güzel görme.
1. Kıyas denilen delîlin iki kısmından birisi olan hafî (gizli, kapalı) kıyas, yâni asl (hakkında açıkça hüküm bulunan şey) ile, fer' (hakkında açıkça hüküm bulunmayan şey) arasında müşterek (ortak) olan ve aslın hükmünün fer'e verilmesine sebeb olan illetin (vasfın, özelliğin), müctehid âlim tarafından kolayca anlaşılamadığı kıyas.
İslâm dîninde din bilgilerinin elde edildiği ana kaynak dörttür: Kitâb (Kur'ân-ı kerîm), sünnet (Peygamber efendimizin mübârek sözleri, işleri ve görüb de bir şey demedikleri hususlar), icmâ' (müctehid âlimlerin bir işteki sözbirliği) ve kıyastır. Kı yas, müctehid âlimin, fer'in (hakkında açıkça nass yâni âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf bulunmayan bir işin) hükmünü buna benzeyen ve hakkında nass bulunan bir işin (aslın) hükmüne benzeterek anlamasıdır. Aslın hükmünün fer'e verilmesine sebeb olan illet, müctehid âlim tarafından kolayca anlaşılabiliyorsa, böyle kıyâsa, kıyas-ı celî (açık kıyas) denir. Kolayca anlaşılamıyorsa, kıyâs-ı hafîdir (gizli, kapalı kıyâstır). (Serahsî)
2. Müctehid âlimin daha kuvvetli ve dîne daha uygun gördüğü bir husustan dolayı, bir mes'elede benzerlerinin hükmünden husûsî, özel bir hükme dönmesi, küllî (umûmî, genel) kâideye aykırı düşen hükmü alması; başka bir ifâde ile, müctehid âlimin, celî kıyasa aykırı olan delîlin hükmünü alması. Fıkıh ilminde istihsan sözü geçince bu mânâ kastedilir.
İstihsânın dayandığı deliller vardır. Bunlar; âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf, icmâ, kıyâs-ı hafî ve zarûrettir. Meselâ, kıyâs-ı celîye ve küllî kâideye göre mevcut olmayan, yok olan bir şey üzerine akd, (anlaşma, sözleşme) yapmak bâtıldır, hükümsüzdür. Bu sebeble istisnâ' yâni bir san'at sâhibine sipâriş vererek, târif ederek bir şey meselâ bir ayakkabı yaptırmak üzere akd (anlaşma, sözleşme) yapılamaz. Çünkü, ayakkabı akd esnâsında henüz mevcut değildir, yoktur. Fakat bu türlü akde göre muâmele, iş yaptırmak her devirde yapılageldiğinden ve bu hususta icmâ' (müctehid âlimlerin sözbirliği) meydana geldiğinden, kıyâs-ı celî terkedilmiş, böyle bir muâmelenin câiz olduğuna, olabileceğine hükmolunmuştur. (Serahsî)
Zevcin (kocanın) zevcesi(hanımı) için de kendi mülkünden onun izni (haberi) olmadan fıtrasını vermesi istihsânen câizdir. (İbn-i Âbidîn)

İSTİHZÂ:
Söz, yazı, işâret veya çeşitli davranışlarla bir kişinin ayıp ve eksikliklerini ortaya çıkarmak, onunla eğlenmek, alay etmek.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Münâfıklar (hakka inanmadıkları hâlde inanmış görünenler) mü'minler ile karşılaştıklarında, biz de sizin gibi mü'minleriz derler. Kendilerini saptıran, insan şeytanları olan reisleri (veya dostları) ile yalnız kaldıklarında; "Biz sizin dîniniz üzereyiz. Biz ancak mü'minlerle istihzâ ediyoruz" derler. Allahü teâlâ onların bu istihzâlarının cezâsını verir. (Bekara sûresi: 14-15)
(Dünyâda) insanlarla istihzâ eden birine, âhirette Cennet'ten bir kapı açılır ve; "Buyur gel" denir. O kişi sıkıntılı ve telaşlı olarak gelir. Fakat kapı kapanır. Sonra başka bir kapı açılır. O kişi yine sıkıntılı ve üzgün bir hâlde bu kapıya gelir, o da kapanır. Bu hâl o kadar devâm eder ki, artık o kişiye "gel" diye seslendikleri hâlde gidemez duruma gelir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Ebiddünyâ)
İstihzâ, insanın vekârını (ağır başlılığını) kaybettirir. Yüzünden hayâyı (utanmayı) kaldırır, karşı tarafta kin ve nefret uyandırır. Dostluğun tadını kaçırır. İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Hâtıraları öldürür. Kusurları çoğaltır. Günahları açı ğa çıkartır. (İmâm-ı Gazâlî)

İSTİKÂMET:
Allahü teâlânın beğendiği, doğru, hak yolda bulunma.
Kim ki hac eder, kötü söz konuşmaz ve istikâmetten ayrılmazsa, annesinden yeni doğmuş gibi, bütün günâhlarından sıyrılır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
Allahü teâlâ kendisine Hûd sûresinde; "Emr olunduğun gibi istikâmet üzere ol!" buyurunca, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, istikâmetin zorluğuna işâretle; "Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı" buyurdu. Yâsîn sûresinde; "Ey Resûlüm! Sen elbette istikâmet üzeresin" buyurulunca, Resûlullah efendimiz rahatlamışlardır. (Seyyid Tâhâ)
Kıyâmet günü Sırat köprüsünden geçebilmek için istikâmet üzere bulunmak gerekir. (Muhammed Hâdimî)
İstikâmet, kerâmetin üstündedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Lâ ilâhe illallah kelimesini söylemekle kalb düzelir ve o kimsenin hâllerinde ve işlerinde istikâmet hâsıl olur. Zâhirin (bedenin) ve bâtının (kalb ile rûhun) istikâmeti ele geçince de, sonsuz seâdete kavuşulmuş olur. Zâhirin istikâmette olması demek , dindeki emir ve yasaklara uymaktır. Bâtının, kalb ve rûhun istikâmeti ise, hakîkî îmâna kavuşmaktır. Yüksek hocamız, hakîki îmânı, kalbi Allahü teâlâdan alıkoyan bütün fayda ve zararlardan temizlemektir, diye açıkladılar. (Ya'kûb-i Çerhî)

İSTİKBÂL-İ KIBLE:
Kıbleye yönelme; namazda Mekke-i mükerremedeki Kâbe-i muazzamaya doğru durma.
Namaz kılarken istikbâl-i kıble farzdır. Yâni namaz, Kâbe-i muazzama tarafına dönerek kılınır. Namaz, Allah için kılınır. Secde yalnız Allah için yapılır. Kâbe'ye karşı yapılır. Kâbe için yapılmaz. (İbn-i Âbidîn)

İSTÎLÂM:
Selâmlamak. Hac ve umre ibâdetinde Kâbe'yi tavafa (etrâfında dönmeye) başlarken veya tavaf sırasında Hacer-ül-esved (Cennet'ten indirilen taşın) önüne gelindiğinde, elleri namaza durur gibi kaldırıp tekbir, tehlîl getirerek (Allahü ekber, lâilâhe ill allahü vallahü ekber diyerek) onu selâmlamak ve el sürüp öpmek. İzdihâm (kalabalık, sıkışıklık) dolayısıyle el sürülemiyorsa, uzaktan elleri kaldırıp, işâret yapmak, sonra avucunun içlerini öpmek.
İstîlâm, haccın sünnetlerindendir. ( İbn-i Âbidîn)

İSTİMDÂD:
Yardım isteme, yardıma çağırma.
Peygamberlerin ve evliyânın, Allahü teâlânın sevgili kullarının ve sâlih (iyi) mü'minlerin rûhlarından, her kim nerede ve ne zamanda ve her ne hâlde istimdâd ederse, Allahü teâlânın izniyle orada bulunur, yardım ederler. Hızır aleyhisselâmın, sıkıntı da olanların imdâdına (yardımına) yetişmesi böyledir. Resûlullah efendimizin, ümmetinin (kendine inananların) her birine, hele ölüm zamânında imdâda (yardıma) yetişmesi de böyledir. (Ahmed Fârûkî)

İSTİMNÂ:
El ile menîyi dökme, masturbasyon.
El ile istimnâ, zevk için olursa haramdır. Ta'zîr olunur. Sükûnet bulmak için câiz, zinâ tehlikesi olursa vâcib olur. (İbn-i Âbidîn)
Günâhların hepsi, Allahü teâlânın emrini yapmamak olduğundan büyüktür. Fakat bâzısı, bâzısına göre küçük görünür. Meselâ, yabancı kadına şehvetle bakmak, zinâ yapmaktan daha küçüktür. El ile istimnâ her ikisinden daha küçüktür. Bir küçük günâhı yapma mak, bütün cihânın nâfile (farz ve vâcib olmayan) ibâdetlerini yapmaktan daha sevâbdır. Çünkü nâfile ibâdet farz değildir. Günahlardan kaçınmak ise herkese farzdır. (Muhammed Rebhâmî)

İSTİMRÂR:
Kadından âdet hâlinde gelen kanın devâm etmesi.
Bir kadından; on beş gün içinde hiç temiz gün olmadan, kan istimrâr ederse, âdetine göre hesâb olunur. Yâni, âdetinden sonra başlayarak bir evvelki ay içindeki temizlik günü kadar temizlik ve sonra âdeti kadar hayz kabûl edilir. Âdeti beş gün kan, yi rmi beş gün temizlik olan kadında kan istimrâr ederse, ilk görülen beş gün kan hayz, peşinden gelen yirmi beş gün temiz kabûl edilir. Kızda ilk görülen kan istimrâr ederse, ilk on gün hayz, sonra yirmi gün temiz kabûl edilir. (İbn-i Âbidîn)

İSTİNBÂT:
Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş hükümleri, bilgileri, açıkça bildirilenlere benzeterek, meydana çıkarmak.
Eshâb-ı kirâmdan radıyallahü anhüm ecmaîn sonra gelen müctehidlerin en büyüğü İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe'dir (r.aleyh). Bu büyük imâm, her hareketinde, her işinde Peygamberimize sallallahü aleyhi ve sellem tam mânâsı ile tâbi idi. İctihâd ve istinbâtta öyle yüksek bir dereceye yükselmişti ki, buraya ondan başka kimse varamadı. (Abdülhakîm Arvâsî)
Bâzısını görürsün, insanlarıKur'ân-ı kerîmden ve Sahîh-i Buhârî'den dînî hükümleri istinbât etmeye çağırır. Bu büyük cehâlete, bilgisizliğe ve açık dalâlete dikkat et! Sakın ey kardeşim çok sakın, bu tür ahmaklarla bir araya gelip görüşmekten kaçın! Mezhebine sarıl; Dört mezheb imâmından birine uy! (Yûsuf Nebhânî)
Allahü teâlânın kitâbını(Kur'ân-ı kerîmi) açıklayan Resûlullah efendimizden başkası olmadığı gibi, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden dînî hükümleri istinbât edenler de ancak ümmetin büyük imâmlarıdır. (Yûsuf Nebhânî)

İSTİNCÂ:
Önden ve arkadan necâset çıkınca bu yerleri yıkamak, temizlemek.
Başkasının yanında avret yerini açmadan su ile istincâ yapamayan kimse, pislik fazla olsa bile su ile istincâdan vazgeçer. Avret yerini açmaz. Namazı öyle kılar. Açarsa fâsık (günâhkâr) olur. Haram işlemiş olur. Tenhâ bir yer bulunca, su ile istincâ yapar ve namazı iâde eder. (İbn-i Âbidîn)
İstincâ ederken, önünü, arkasını kıbleye dönmek tenzîhen mekrûhdur. ( Alâüddîn Haskefî)
Kemik, gübre, tuğla, saksı ve cam parçaları, muhterem yâni para eden şeyler ve câmiden atılan şeyler, zemzem suyu, yaprak ve kâğıd ile istincâ tahrîmen (harama yakın) mekrûhtur. (Hasan bin Mansur)

İSTİNKÂ:
İstincâdan sonra, hiçbir pislik kalmadığına kalbde kuvvetli bir kanâat hâsıl olması.
Erkeklerin, idrârını yaptıktan sonra istinkâ etmedikçe abdeste başlaması câiz olmaz. (Muhammed Zihni Efendi)

İSTİNŞÂK:
Abdest ve boy abdesti (gusül) alırken burna su çekme.
On şey sünnettir: Bıyığı kısaltmak, sakalı uzatmak, misvâk kullanmak, mazmaza (abdestte ağıza su almak) , istinşâk, tırnak kesmek, ayak parmaklarını yıkamak, koltuk altını temizlemek, kasıkları temizlemek, su ile istincâ. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Guslün (boy abdestinin) sünnetlerinden birisi de; mazmaza (ağıza su vermek) ve istinşâkta mübâlağa etmek. Hanefî mezhebinde ağızda ve burunda iğne ucu kadar kuru ye