Allah Teâlâ
şöyle buyurur:
وَمَنْ
يَعْشُ عَن
ذِكْرِ
الرَّحْمَنِ
نُقَيِّضْ لَهُ
شَيْطَانًا فَهُوَ
لَهُ قَرِينٌ.
وَإِنَّهُمْ
لَيَصُدُّونَهُمْ
عَنِ السَّبِيلِ
وَيَحْسَبُونَ
أَنَّهُم
مُّهْتَدُونَ
.
“Kim Rahman’ın Zikri’ni (Kur’ân’ı) bulanık görürse başına bir şeytan sararız. O onun arkadaşı olur. Onlar
bunları yoldan çevirirler ama bunlar doğru yolda olduklarını hesap ederler.” (Zuhruf 43/36-37)
Ayetteki (يعش) = ya’şu, (ذكرالرحمن) = zikr’ur-Rahman ve (نقيض) = nukayyid kelimeleri
önemlidir. (يعش) aşâ, kökünden, gözün dumanlı olması, iyi görememesi veya kör olması
anlamınadır[1]. (ذكرالرحمن), Rahmân’ın Zikri demektir.
Zikir, kafaya yerleştirilip kullanıma hazır tutulan bilgidir. Onu akla ve dile
getirmeye de zikir denir[2]. Kafalara
yerleşip kullanıma hazır tutulacak asıl bilgi Allah’ın Kitabında olandır. Bu
sebeple İlâhî kitapların ortak adı Zikir’dir[3]. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: “Bilin ki,
kalplerin yatışıp rahatlaması Allah’ın zikri
ile olur.” (Ra’d
13/28)
Kendini ve çevresini dikkatle gözlemleyenler, Allah’ın Kitabındakine
benzer bilgilere ulaşırlar. Çünkü gözlemlenen o şeyler de birer âyettir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Biz onlara âyetlerimizi, hem çevrelerinde
hem de kendi içlerinde göstereceğiz; sonunda onun gerçek olduğu onlar açısından
iyice anlaşılacaktır.” (Fussilet
41/53)
Bu bilgiler fıtrata, yani yaratılış, değişim
ve gelişim kanunlarına tam uyduğu için kişiyi rahatlatır ve tatmine ulaştırır.
İşte Allah’ın dini budur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Sen yüzünü dosdoğru bu dine,
Allah’ın
fıtratına çevir. O, insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yarattığının
yerini tutacak bir şey yoktur. İşte sağlam din bu dindir. Ama insanların çoğu
bunu bilmezler.” (Rum 30/30)
(قيض): (نقيض = kayd) kökündendir. Kayd,
yumurtayı saran dış kabuktur[4]. Ayette geçen; (نقيض له
شيطانا = nukayyid lehû şeytânen) ifadesi, “şeytanın
onu, yumurta kabuğu gibi sarmasına fırsat veririz” demek olur.
Doğru yol, şeytanın çalışma sahasıdır. İblis, Allah’tan Kıyâmete kadar yaşama izni alınca şöyle
demişti: “... And olsun, insanlar için senin doğru
yolunun üstünde oturacağım. Sonra onlara; önlerinden, arkalarından, sağlarından,
sollarından sokulacağım. Göreceksin, çoğu sana teşekkür etmeyecektir.” (A’raf 7/16-17) Allah da şöyle demişti: “Çık oradan; yerilmiş ve kovulmuş olarak.
Hele onlardan biri sana uysun, sizin hepinizi Cehenneme dolduracağım.” (A’raf 7/18)
Şeytan insandan ve cinden olur[5]. Cinden olanını
kovmak için Allah’a sığınmak
yeterli olur. Ama insan şeytanı ile mücadele zordur. En zoru da dini söylemle karşımıza
çıkanlardır. İlahi dinleri bozanların tamamı, bu işi, dindar gözükerek
yapmışlardır.
Şimdi âyeti
tekrar okuyalım: “Kim
Rahman’ın Zikri’ni (Kur’ân’ı) bulanık görürse başına
bir şeytan sararız. O onun arkadaşı olur. Onlar
bunları yoldan çevirirler ama bunlar doğru yolda olduklarını hesap ederler.” (Zuhruf 43/36-37)
Sahabe döneminde, bilinen dünyanın büyük bir bölümü müslümanların hakimiyetine girince yönetimi ve gelirleri paylaşmada
ihtilaf çıktı. Üzücü olaylar ve günümüze kadar süren derin ayrılıklar oldu.
Peygamberimize yakın kişilerden Ömer,
Osman ve Ali (ra), halife iken, torunu Hüseyin de daha sonra, Kerbelâ’da şehit edildi. Cemel ve Sıffin savaşlarında yetmiş bin kadar müslüman birbirini öldürdü. Herkes haklılığına Kur’ân’dan delil getirme ihtiyacı içindeydi. Bu ortamda
ilim, siyasetin emrine girdi. Bir taraf, sahabenin önemli bir bölümünü
kafirlikle suçlarken diğer taraf onları bir şekilde masum saydı. İslamı anlama ve yayma işi, yeni müslüman
olmuş kimselere kaldı. Mevâlî diye adlandırılan bu
kişilerin çoğu Arap değildi.
Bu ayrışmada
inançla ilgili mezhepler oluştu. Arkasından diğer mezhepler geldi.
Sonra yapı kemikleşti. Kur’ân ve sünnetle meşgul
olanlar hür olamadılar, mezheplerin görüşlerine uydular. Öncekilerin görüşleri,
Kitap ve sünnete perde oldu ve yukarıdaki ayetin hükmü gerçekleşti. Yanlış
yanlışı doğurdu. Müslümanların hayatı hurafeye boğuldu. Sonunda müslümanlar hem Kur’ân ayetlerine,
hem de birer kevnî âyet olan, vücudumuzda ve dış
dünyadaki âyetlere ilgisiz kaldılar. Batılıların kevnî
âyetleri okumasına kadar birçok şey fark edilemedi. Ne zaman ki onlar kevnî âyetleri okumaya başladılar, o zaman İslam dünyasının durumu ortaya çıktı. Allah’ın
hiçbir âyetini okumayan Müslümanlar, kevnî âyetlerini okuyan Batılılar karşısında şaşkın
ve perişan duruma düştüler.
Kevnî âyetleri okumak; insanı, toplumu, toprağı, havayı,
suyu, hayvanları, bitkileri ve gökyüzünü araştırıp incelemek ve oralardan bilgi
edinmek demektir. Batılılar bu bilgilerle çok şey başardılar ve başarmaya devam
ediyorlar.
Peygamberimizin
yetiştirdiği bir avuç müslümanın gittiği yerlerin hakim
rengi hâlâ İslamdır. Fas’tan
Doğu Türkistan’ın en doğusuna kadar bu böyledir. Sözünü ettiğimiz
karışıklıklardan sonra değişen anlayışla gidilen İspanya’da ve
Osmanlı’nın
dört asır kaldığı Batı Trakya’da ise
durum farklı oldu. Batı Trakya’ya İslam yerine müslüman
aileler götürüldü. Dört asır sonra bu aileler geri dönmek zorunda kaldılar.
Çünkü Kur’ân dışı engellerle sarılı İslam dünyasında
ufuklar daralmış; İslam, insanlığa sunulan din olarak değil, hakimiyetin bir
unsuru olarak görülmeye başlanmıştı. Bu şartlar altında müslümanlar
kendilerine yol gösteremiyorlardı ki başkalarına göstersinler.
Bu
kitabı okuyanlar, İslam’ın ilk hali ile bugünkü hali arasındaki farkı
göreceklerdir. Ama önce Hıristiyanların başına gelenleri
okumak gerekir. Çünkü onları tenkit, müslümanları
tenkitten kolaydır.
Allah’ın Elçisi sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle demiştir: “Sizden öncekilerin izlerini, kuşkusuz karış
karış, arşın arşın takip
edeceksiniz. Onlar bir kertenkele deliğine girmiş olsalar, siz de gireceksiniz.
Dedik ki; Yahûdi ve
Hıristiyanlar mı?
-Ya kim olabilir? dedi.” (Buhari, İ’tisam bi’s-Sünne,
14)
Hıristiyanlıkta
şirk en büyük günahtır. “Birinci buyruk şirki yasaklar.
Allah’tan başka tanrılara inanılmamasını, Tek olandan başka ilahlara saygı
gösterilmemesini ister[6].” İsa şöyle
demiştir: “Tanrın olan Rabb’e tap, yalnız ona kulluk
et.” (İncil/Luka 4:5-8)
Havariler zamanında İsa, gerçek anlamda insan sayılırdı[7]. Zaten
elimizdeki İncil’lerin hiçbirinde onun tanrılığından bahsedilmez.
Bunun yolunu açan Pavlus’tur. Milattan sonra 10 yılında doğduğu kabul edilen[8] Pavlus, İsa aleyhisselam ile çağdaş
olmasına rağmen, Tarsus’ta yaşadığı için
onu görememişti. Azılı bir Hıristiyan düşmanı iken İsa’nın ölümünden kısa bir
süre sonra Hıristiyan olduğunu
açıkladı. Havarilerin hayatta olmasına ve bütün engellemelere rağmen o, Şam
yolunda ansızın gökten parlayan bir nurun çevresini sardığına, İsa'nın ona
seslendiğine[9], sonra İsa'ya
inandığına ve vaftiz edildiğine[10] insanları inandırabildi.
İsa’nın Elçisi olduğunu da kabul ettirerek kendi sözlerini İncil’e sokmayı
başardı. Bugünkü İncil’in önemli bir bölümü Pavlus’un
mektuplarından oluşur.
Pavlus, Allah’ın dışında tanrıların
varlığını kabul etti ve bunlar arasında İsa’yı, kendilerinin tek Rabbi saydı.
Onun, bugünkü İncil’de yer alan ifadeleri şöyledir:
“Yerde ya da gökte ilah diye adlandırılanlar varsa da - nitekim
birçok ilahlar ve rabler vardır - bizim için tek bir Tanrı Baba vardır. O her şeyin kaynağıdır ve biz O'nun
için yaşıyoruz. Tek bir Rab var, O da İsa Mesih'tir. Her şey O'nun aracılığıyla
yaratıldı, biz de O'nun aracılığıyla yaşıyoruz[11].”
Pavlus Rab kelimesini ustaca kullanmıştır. Rab sahip
demektir. Araplar kölenin sahibine rab derler. Biz de efendi deriz. Yusuf aleyhisselam, köle
olarak Mısır’ın bir devlet yetkilisine satılmış, o yetkilinin karısı Züleyhâ ona aşık olmuş ve beraber olmak istemişti. İlgili
ayet şöyledir:
"Evinde bulunduğu kadın onu kendine çağırdı,
kapıları sıkı sıkı
kapadı ve "gelsene" dedi. Yusuf: "Günah işlemekten Allah'a
sığınırım, doğrusu senin kocan benim rabbimdir; bana iyi bakmıştır. Zalimler
iflah olmazlar." dedi.” (Yusuf 12/23)
Rab kelimesi
daha çok Allah için kullanılır. Allah’tan başkasına köle olmayı reddedenler,
bir başkasına rab demeyi kabul etmezler. Köle ile sahibi
arasındaki ilişki zoraki ilişkidir. Köle, ilk fırsatta hürriyetine kavuşmak
ister. Kul ile Allah arasındaki ilişki gönüllü ilişkidir. Yanlışlar peşinde koşanlar, böyle iki anlama gelen
kelimeler seçerler ki kendilerini kolay savunsunlar. Bir Hıristiyan, İsa’yı Rab
kabul ederse aradaki ilişkiyi gönüllü ilişki haline getireceğinden onu ilah
makamına oturtması kolay olur. Pavlus’un bu tavrı
İsa’yı tanrılaştırma sürecinin ilk basamağını oluşturmuştur.
Pavlus kendini, İsa Mesih’in
kulu ve elçisi sayarak şöyle dedi:
“İsa
Mesih'in kulu, Tanrı'nın müjdesini yaymak için seçilip elçi olmaya çağrılan ben
Pavlus'tan selam! Tanrı, öz Oğlu Rabbimiz İsa
Mesih'le ilgili olan bu müjdeyi peygamberleri aracılığıyla Kutsal Yazılarda
önceden vaat etti. Bedence Davûd'un soyundan doğan
Rabbimiz İsa Mesih'in, kendi kutsal ruhu sayesinde ölümden dirilişiyle
Tanrı'nın Oğlu olduğu kudretle ilan edildi. Her ulustan insanların iman edip
söz dinlemesini sağlamak için Mesih'in aracılığıyla ve O'nun adı uğruna
Tanrı'nın lütfuna ve elçilik görevine sahip olduk[12]”. “Söylediğiniz
ve yaptığınız her şeyi Rab İsa'nın adıyla, O'nun aracılığıyla Baba Tanrı 'ya şükrederek yapın[13].”
Pavlus, daha ileri giderek şu sözüyle
Mesih İsa’yı Allah’a eşit gibi gösterdi: “Mesih, Tanrı özüne sahip
olduğu halde, Tanrı'ya eşitliği sımsıkı sarılacak bir hak saymadı[14].”
Pavlus’un yolundan giden
Hıristiyanlar, 325’te Ökümenik İznik konsilinde
İsa’nın yaratılmış olmadığına, Baba’dan doğduğuna ve onunla aynı özden olduğuna
karar verdiler[15]. 451’de toplanan
dördüncü Ökümenik Kadıköy konsilinde
ise onun gerçek tanrı olduğu şöyle ilan edildi:
“Rabbimiz Mesih İsa’nın mükemmel Tanrılığa ve mükemmel insanlığa
sahip, gerçek Tanrı ve gerçek insan olduğunu, akıllı bir ruhtan
ve bedenden oluştuğunu, Tanrılık açısından Baba ile, insanlık açısından da bizimle aynı özde
olduğunu, günah dışında hepimize her şeyde benzer olduğunu, Tanrılık açısından
yüzyıllar öncesinden Baba’dan doğduğunu, insanlık açısından bizim esenliğimiz
için bakire Meryem’den doğduğunu oybirliği ile kabul ettiğimizi
resmen beyan ederiz[16].”
Bugünkü
Hıristiyanlar, şirki iyice özümsedikleri için Pavlus öncesi
Hıristiyanlığı kabule yanaşmazlar. Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurur:
“Allah Meryem’in oğlu
Mesih’tir”
diyenler tam kâfir oldular. Oysa Mesih şöyle demiştir: “Ey İsrail oğulları! Rabbim
ve Rabbiniz olan Allah’a kul olun.
Şurası bir gerçek ki; kim Allah’a şirk koşarsa
Allah ona cenneti haram eder, varacağı yer ateştir. Zalimlerin yardımcıları da
olmaz”. (Mâide 5/72)
Sahabe döneminde başlayıp devam eden karmaşa içinde
oluşan mezheplerin ihmali yüzünden şirke kapı aralandı. Allah’ın asla
affetmeyeceği günah şirk olduğu halde akâidin konusu olarak ele alınıp
incelenmedi. Allah’tan başkasına ibadet üzerinde durulmadı. Kur’ân’ın birçok âyeti,
Allah’tan başkasına dua edip yardım beklemeyi müşriklerin en belirgin
özelliklerinden saydığı halde akâidin konuları arasına ne dua girdi ne de istiâne.
Herkes Allah’ı var ve bir bildiği için hiçbir
peygamber Allah’ın varlığını ispatla meşgul olmamış, bütün gayretini Allah’tan
başka ilah olmadığı üzerinde yoğunlaştırmıştır. Akâid
kitaplarında bunun tam tersi yapıldı, Allah’ın varlığını ve birliğini ispat
yani “İspât-ı Vâcib” ana konular arasına girdi. Sonunda “lâilahe
illallah, yani Allah’tan başka ilah yoktur” inancı, “vücut ve vahdaniyet” yani Allah’ı var ve bir bilme inancına dönüştü.
Yeryüzünde Allah’ı var ve bir bilmeyen kimse olmadığı için kafirleri tanıma ve
İslam’ın farkını gösterme konusunda zihin karışıklığı ortaya çıktı.
Müşrik, Allah’ı var ve bir bilir ama onu, yeryüzü
krallarına benzetir ve kendinden uzak sayar. Krala, bir yakını aracılığı ile
ulaşıldığı için Allah’a yakın bildiği birini aracı koyar. Hıristiyanların
İsa’yı Allah’ın oğlu, Mekkeli müşriklerin
putlarını Allahh’ın kızları[17], büyüklerinin
ruhlarından yardım umanların da onları, Allah’ın dostu saymaları bundandır.
Allah Teâlâ, bugünkü
Hıristiyanlar hakkında şöyle buyurur: "Allah üçün üçüncüsüdür” diyenler tam kafir oldular.
Oysa Tek Tanrı’dan
başka tanrı yoktur. Eğer bu dediklerinden vazgeçmezlerse, onlardan kafir
olanları, elem verici bir azap elbette çarpacaktır.” (Mâide 5/72-73) Oysa onlara göre Allah birdir; ondan başka Tanrı yoktur[18]. O, gerçeğin
kendisidir. Yeri ve göğü tek başına yaratmıştır. Yaratılış düzenini ayarlayan
ve dünyayı yöneten odur[19]. O insanlara
yakındır[20] ve her şeyi
bilir[21]. O her zaman
vardır[22], varlığının başı
ve sonu yoktur. Her şey varlığını ona borçludur. Sahip olduğumuz her şey ondan
gelmektedir[23].O, kendiliğinden
var olandır[24]. Allah’ın Baba olarak adlandırılması, her şeyin başlangıcı
ve aşkın otorite sahibi olmasından ve tüm çocuklarının üstüne titreyen sevgi dolu iyiliğinden dolayıdır. Allah ne
erkektir, ne kadın; Allah, Allah’tır[25].
Böyle demelerine rağmen onların kâfir
sayılmalarının sebebi, Allah ile aralarına, Allah’a ait özellikler verdikleri
İsa’yı ve Kutsal Ruh’u koymalarıdır. Hıristiyanlar şöyle derler:
“İsa, Baba’nın yanında Hıristiyanların avukatlığını yapıyor. Onlar lehine
aracılık etmek için hep canlıdır. Allah’ın huzurunda daima hazır bulunmaktadır[26]. Kendisi
aracılığı ile Allah’a yaklaşanları tamamen kurtarmaya gücü yeter[27].”
Kutsal Ruh ile
ilgili olarak Pavlus’un Romalılara
mektubunda şu ifadeler yer alır: “Kutsal Ruh, bizim zayıflığımıza yardım eder, çünkü
nasıl dua etmemiz gerektiğini bilmiyoruz; ama Ruh’un kendisi sözle anlatılamayan iniltilerle
bizim için şefaat eder.
İnsanların yüreklerini araştıran Allah, Ruh’un düşüncesinin ne olduğunu bilir.
Çünkü Ruh, Allah’ın isteğine göre kutsallar için şefaat eder[28].
Kur’ân, Mekkeli müşriklerin putları hakkında şöyle
dediklerini bildirir: “Onlara
kul olmamız, başka değil
Hıristiyanların ve Mekkeli müşriklerin Allah’ı var
ve bir kabul etmedikleri söylenebilir mi? Bunun doğurduğu zihin karışıklığı
içinde Kur’ân tefsirleri de şirkle ilgili âyetleri
anlaşılmaz hale getirmiş ve hurafelere zemin hazırlamışlardır.
Mesela Kur’ân’da hem ibadet, hem de dua
kelimeleri geçer. İbadet, kulluk etmek; dua, çağrıda bulunmak ve yardım istemektir.
Tefsir ve meallerin
çoğu, duaya “İbadet” anlamı vererek asıl anlamın kaybolmasına yol açmıştır. İbadet,
yapılan duanın kabulüne yönelik olacağı için bu iki kelime arasında sıkı bağ vardır.
Peygamberimiz; “Dua İbadetin iliğidir, özüdür[29]” buyurmuştur.
Ama dua, İbadet diye
tercüme edilince, birini olağan dışı yollarla yardıma çağırmanın İbadet olduğu
anlamı kaybolmaktadır. Ahkaf Suresinin 4, 5 ve 6. âyetlerini örnek vererek, duaya İbadet
anlamı vermenin, âyetleri nereye taşıdığını görelim:
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“De
ki, baksanıza, Allah’ın
yakınından neyi çağırıyorsunuz? Gösterin bana, onların yeryüzünde yaratmış
oldukları ne vardır? Yoksa onların göklerde bir payı mı bulunuyor? Bu konuda
bana, bundan önce gelmiş bir kitap veya bir bilgi kalıntısı getirin bakalım.
Eğer doğru sözlü kimselerseniz.
Allah’ın
yakınından Kıyâmet
gününe kadar kendisine cevap veremeyecek kimseleri çağırandan daha sapık
kimdir? Oysaki bunlar onların çağrısının farkında değillerdir.
İnsanlar,
ahirette bir araya getirildiği gün, bunlar onlara
düşman olacak ve onların kulluğunu kabul etmeyeceklerdir.” (Ahkaf 46/4, 5,6)
Duâya İbadet
anlamı verilince yeni anlam kaymaları kaçınılmaz olmuştur. Hata, hatayı
doğurmuş ve ayetlerin asıl anlamı kaybolmuştur[30]. Bu farkı,
Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yayımlanan ve Türkiye’de en yaygın olan
mealden görebiliriz:
“De ki: Söylesenize, Allah’ı bırakıp taptığınız şeyler yeryüzünde ne
yaratmışlar, göstersenize bana! Yoksa onların göklere ortaklıkları mı vardır?
Eğer doğru söyleyenlerden iseniz, bundan evvel (size indirilmiş) bir kitap
yahut bir bilgi kalıntısı varsa onu bana getirin.
Allah’ı bırakıp da Kıyâmet gününe kadar kendisine
cevap veremeyecek şeylere tapandan daha sapık kim olabilir? (Oysa) onlar,
bunların tapmalarından habersizdirler.
İnsanlar bir araya toplandıkları zaman (müşrikler)
onlara (tapındıklarına) düşman kesilirler ve onlara kulluk ettiklerini inkar
ederler. (Ahkaf 46/4,5,6)” [31]
“Dua” yerine İbadet, “kimseler” yerine şeyler
denmiş, “şeyler” de “putlar” diye açıklanmış
ve âyetin anlamı tamamen değişmiştir. “Putlara tapan” nerde, “Kıyâmet gününe kadar kendine
cevap veremeyecek kimseleri yardıma çağıran” nerde! Âyetlere bu anlamı
verebilmek için beş ciddi hatayı yapmak kaçınılmaz olmuştur. Bu hatalar şunlardır:
a- Duaya İbadet anlamı verilmesi
b- “Men“ kelimesine “mâ”
anlamı verilmesi
Arapça’da “men“ kimse veya kimseler anlamına gelir ve
akıllı varlıklar için kullanılır[32]. “Mâ” ise şey veya şeyler demektir. Ahkâf
5. âyette üç kere “men” kelimesi geçer. Dua’ya İbadet anlamı
verenler, onlardan ikisine “men” üçüncüsüne de “mâ”
anlamı vermek zorunda kalmışlardır.
c- “Hum هم” zamirine “hiye هي” anlamı verilmesi
“Bunlar” diye
tercüme edilen hum, Arapça’da
akıllı erkek varlıkları gösterir. Kur’ân’da kadınları
da kapsamına alır. Ama “Men”e “şeyler” anlamı verildiği için hum zamirine
de ya “men“in lafzını gösteren “huve”
ya da manasını gösteren “hiye”
anlamını vermek kaçınılmaz olmuştur. Bu, önemli bir hatadır.
d- Cem’i müzekker
salime yanlış anlam verilmesi
“Habersizdirler”
diye tercüme edilen “gâfilûn kelimesi cem’i müzekker
salimdir; akıllı erkekler için kullanılır. Kur’ân’da
kadınları da kapsar. “Men”e “şeyler” anlamı verilmesi bu anlamı da yok
etmiştir.
e- Putlar cansız
varlıklardır. Ahirette yeniden dirilecek ve
kendilerini yardıma çağıranlarla konuşacak olanlar ise insanlardır. Dolayısıyla
“Kıyâmet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek
şeyler…” sözü yanlıştır. Sonuç olarak bu âyet, savunulması imkansız
hatalarla dolu olarak tercüme edilmiştir. Bir çok Arapça tefsirde de durum
aynıdır[33]. Onlar da bu âyetleri
doğru anlamayı imkansız hale getirmişlerdir.
Tefsir ve meallerdeki bu gibi hatalar, türbe
ziyareti ile ilgili şu inanca yol açmıştır: “Allah bu sevgili kullarına bazı yetkiler, imkanlar,
özellikler bahşetmiştir, bunlar şefaatçilerimizdir, bizler günahkar olduğumuz
için doğrudan Allah’tan istemeye yüzümüz yok, belki bunlar sayesinde Allah
dileklerimizi kabul eder.[34]”
Bu gibi yanlışlar
sebebiyle, ölmüş bir din büyüğünü Allah’ın yakın dostu sayma, ona hayali
yetkiler verip Allah’a onun aracılığı ile ulaşma hastalığı müslümanlara da bulaşmıştır.
Hıristiyanlar İsa
aleyhisselamı tanrı yaptılar. Onlara göre İsa
olmasaydı kainat yaratılmazdı. Göklerde ve yer yüzünde görünen ve görünmeyen
şeyler, tahtlar, egemenlikler, yönetimler ve hükümranlıklar… Her şey onun aracılığıyla ve onun için yaratılmıştır[35].
Yanlış inanç,
bulaşıcı hastalık gibidir, çabuk
yayılır. Yukarıdaki inançlar müslümanlara da bulaşmıştır.
Bir uydurma hadiste Allah Teâlâ’nın Peygamberimiz
için şöyle dediği iddia edilmiştir: “Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım[36]”.
Kimi tarikatlara göre Muhammed aleyhisselam, var oluşun başlangıcıdır. Allah’tan başka
hiçbir şey yokken ilk defa hakîkat-i Muhammediye var olmuş, bütün
yaratıklar ondan ve onun için yaratılmıştır. Hakîkat-i Muhammediye
nur olması
bakımından âlemi yaratma ilkesi ve onun aslıdır. Bu nur ölümsüz ve ebedi
olduğundan Peygamber için “öldü” denmez. … Hakîkat-i Muhammediye
bütün peygamberlerin ve velilerin ledünnî ve bâtınî bilgileri aldıkları kaynaktır. Bu
Katoliklere göre
“Mesih İsa, gerçek Allah ve gerçek insandır. İşte bu nedenle
insanlarla Allah arasında tek aracıdır[38]. Bu inanç kimi
tarikatçılara da bulaşmıştır. Onlara göre Allah ile hakîkat-i Muhammediye aynı gerçeğin ön ve arka yüzleridir[39]. Bu konuda şöyle
bir şiir söylerler:
“Ahad Ahmed’dir, kim mim eder fark,
Bütün
âlem o mîm içre olur gark.”
Şiiri açıklamak için şu ilave de yapılır: “Ahad yani Allah’tır[40].”
Ahmed, Muhammed aleyhisselamın Kur’ân’da da geçen
isimlerindendir. “Ahad Ahmed’dir”
“Ahad Allah’tır” sözünün tabii sonucu, “Allah Ahmed’dir yani Muhammed’tir”
olur. Bu da Hıristiyanların, “Allah, Meryem oğlu Mesih’tir” iddialarıyla aynı anlamı taşır. Bu
şiire göre, Ahad (أحد) ile Ahmed (أحمد) arasında farklı olarak
“Muhammed,
başka değil,
“De
ki: ‘Ben başka değil, tıpkı sizin gibi bir insanım. Bana; Tanrınızın bir tek
tanrı olduğu bildiriliyor. Artık ona karşı dürüst olun ve ondan bağış dileyin.
Yazık o eş koşanlara.” (Fussilet 41/6)
“De
ki: “Benim size ne zarar vermeye gücüm yeter, ne de sizi olgunlaştırmaya.
De
ki: “Beni Allah’ın
azabından hiç kimse kurtaramaz. Ben ondan başka bir sığınak da bulamam.
Benimkisi
yalnız Allah’tan
olanı, onun gönderdiklerini tebliğdir, o kadar.” (Cin
72/21-23)
Müslümanlar beyaz bir sayfa
açmaya, tefsir, hadis, fıkıh, akaid ve diğer
ilimleri Kur’ân ışığında gözden geçirmeye mecburdurlar.
Yoksa dünya da elden gider, ahiret de.
[1]
Mütercim Asım, Kamus Tercümesi (Firuzâbâdî’nin),
Bahriye Matbaası, 1305.
[2] Ragıb el-İsfahânî, Müfredât,
(Tahkik: Safvan Adnan Dâvûdî), Dımışk ve Beyrut,
1412/1992, كر ذ mad.
[3] Bkz. Al-i İmran, 3/58, A’raf 7/63, Hicr, 15/6,9; Nahl, 16/44, Enbiya, 21/2,50,105; Furkân,
25/18, Yasin, 36/11, Sad,38/8, Kamer, 54/25.
[4] Ragıb el-İsfahânî, Müfredât,قيض mad.
[5] Bkz. En’am
6/112 ve Nas 114/6.
[6]
Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, Çev. Dominik Pamir, İstanbul 2000, par. 2112. Bu eser Papa 14. Lui’nin emriyle (bugünkü Papa) Kardinal Joseph Ratzinger başkanlığında kurulan 12 kişilik heyetin altı
yıllık çalışmasının ürünüdr. Kilise tarafından kabul
edilmiş öğretileri içerir. Kardinal Joseph Ratzinger,
Katolik Kilisesi’nin bugünkü Papa’sıdır.
[7] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 465.
[8] Şinasi Gündüz, Pavlus
Hıristiyanlığın Mimarı, Ankara 2004, s. 32.
[9]
İncil / Elçilerin İşleri 9/3-6.
[10]
İncil / Elçilerin İşleri 9/18 vd.
[11]
İncil / Pavlus’un Korintililere 1. Mektubu
8:5-6.
[12]
İncil / Pavlus’un Romalılara Mektubu 1: 1-6.
[13]
İncil / Pavlus’un
Koloselilere Mektubu 3:17.
[14]
İncil / Pavlus’un Filipililere
Mektubu 2:6.
[15] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 465.
[16] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 467.
[17] Muhammed b. Cerîr et-Taberî,
Camiu’l-beyân
fî tefsîri’l-Kur’ân (Taberi Tefsiri), Beyrut
1412/1992, c. 11, s.
519, Necm 19. Ayet.
[18] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 200 ve 212. Burada Allah yerine Tanrı kelimesi kullanılmaktadır.
[19] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 215, 216 ve 222.
[20] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 206.
[21] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 208.
[22] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 212.
[23] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 224.
[24] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 212.
[25] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 239.
[26] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 519.
[27] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 2634.
[28]
İncil, Romalılar
8/26-28. Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 741.
[29] Tirmizî, Dua,1, 3371 sayılı hadis.
[30]
Daha geniş bilgi için bkz: Abdulaziz
Bayındır, Duada Evliyayı Aracı Koyma ve Şirk, İstanbul 2001. s. 8-9. (Kitaba www.suleymaniyevakfi.org adresinden
ulaşılabilir.)
[31] Hayrettin Karaman, Ali Özek, İbrahim Kâfi Dönmez, Mustafa Çağırıcı, Sadrettin
Gümüş, Ali Turgut, Kur’ânı Kerim ve Açıklamalı Meâli,
TDV yayınları, Ankara 2005. (Bu meâl, yıllardır Suudiarabistan krallığı tarafından Türk hacılarına hediye
edilmektedir. Suudiarabistan baskısında öze dokunmayan farklılıklar vardır.)
[32] Cümle içinde akıllı varlıklarla birlikte başka varlıklar
da geçerse men kelimesi, akıllı olmayanlar için de kullanılabilir. Buna şu âyet
örnek verilir: “Allah bütün canlıları sudan yarattı. Onlardan kimi karnı
üstünde sürünür, kimi iki ayak üzerinde yürür, kimi de dört ayak üzerinde yürür.” (Nur 24/45) Bu âyette “kimi” diye tercüme edilen “men” kelimesidir. İki ayak üstünde yürüyen insanlar,
canlılar kapsamında olduğu için diğer canlılara da “men” denmesi uygun düşmüştür.
[33]
Örnek olarak şu tefsirlere bakılabilir: Celaleddin
el-Mahallî, Tefsîru’l-celâleyn;
Abdullah b. Ahmed en-nesefî,
Tefsîru’n-nesefî, Muhammed
b. Ahmed el-Kurtubî,
el-Cami’ li-ahkâmi’l-Kur’ân; Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Tefsîru’t-taberî, Fahru’d-Din er-Râzî, et-Tefsîru’l-kebîr.
[34] Hayrettin Karaman, “Ramazanda Türbe Ziyaretleri” 10.
12. 2000 tarihli Yeni Şafak Gazetesi, Fıkıh Köşesi.
[35] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 331.
[36] İsmail b. Muhammed el-Aclûnî, Keşfu’l-hafâ (كشف
الخفاء),
Beyrut 1988/1408, c. II s. 164. Aclûnî
bu eserini, halk arasında hadis diye bilinen sözleri, eğrisiyle doğrusuyla
ortaya çıkarmak için yazmıştır. Bu sebeple o kitapta çok sayıda uydurma hadis
vardır. Bu hadis de uydurmadır.
[37] Mehmet Demirci, “Hakikati Muhammediye”,
Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA) c. XV, s. 179-180.
[38] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 480.
[39] Mehmet Demirci, “Hakikati Muhammediye”,
DİA, c. XV, s. 179-180.
[40] Ali Ramazan Dinç, İki Cihan Serveri
Peygamberi Zîşânımız, Yeni Dünya Dergisi,
58-59.
sayılar, Ağustos-Eylül 1998, s. 32.
Bu şahıs, İlahiyat Fakültesi mezunudur ve Nakşibendi
tarikatı şeyhlerdendir. Bu yazıyı dergide gördüğüm gün onu, İstanbul Gedikpaşa’da bulunan bir müridinin evinde ziyaret ederek
gerekli uyarıyı yaptım. Ancak o, bunun sevgiden kaynaklandığını iddia edip kendini
canla başla savundu. İnşaallah ölmeden tevbe eder. Günahı yazılı işlediği için tevbesi
de yazılı olmalıdır.