Din, Arapça deyn kökünden mastar veya isim olarak kabul edilir. Cevherî dinin “âdet, durum; ceza,
mükâfât; itaat” şeklinde üç
anlamını verir ve terim olarak dinin bu son anlamdan geldiğini belirtir[1]. Ragıb buna ceza ve
itaat anlamlarını vermiş, İbn Manzur bunlara hesap ve
islam’ı eklemiş, ayrıca deynin
mastar, dinin isim olduğu yolunda bir görüş aktarmıştır[2]. Zebîdî âyet ve hadisler
yanında Arap şiirinden aldığı çeşitli örneklere dayanarak din kelimesinin
yirminin üzerinde anlamını ve terim olarak iki ayrı anlamını zikretmiştir[3]. Mütercim Asım
Efendi ise dinin otuzu
aşkın anlamından söz etmiştir. Bunlardan dinin terim anlamını yakından ilgilendirenler
şunlardır: Ceza ve karşılık, İslam, örf ve âdet, zül, inkıyad, hesap,
hakimiyet ve galibiyet, saltanat ve
mülkiyet, hüküm ve ferman, makbul İbadet, millet, şeriat, itaat[4].
Dinin sözlük anlamlarından
boyun eğme ve karşılık görme[5] öne çıkmaktadır.
Çeşitli güçlere boyun eğilerek bir karşılık beklenebilir. Dinde boyun eğilen
güç, aşkın güç, yani ilahtır. Her dinin ilahı, kendine boyun eğilen kuralları
ve o kurallara uyanlara vaat ettiği bir karşılık vardır.
İlk din, Allah’ın
Adem’e öğrettiği, onun da çocuklarına tebliğ ettiği dindir. Bu çizgi, ilk
peygamberden son peygambere kadar devam etmiştir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: “Sen yüzünü dosdoğru bu dine, Allah’ın
fıtratına çevir. O, insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yarattığının
yerini tutacak bir şey yoktur. İşte doğru din bu dindir. Ama insanların çoğu
bunu bilmezler.” (Rum 30/30) Bu ayet, dini; doğru ve yanlış olarak ikiye ayırmakta, doğru dinin fıtratla örtüştüğünü bildirmektedir.
Allah Teâlâ bir de şöyle buyurur: “Allah katında din, İslam dinidir.” (Al-i İmran 3/19)) “Kim
İslam'dan başka din ararsa, bu ondan kabul edilmez. O, ahirette,
kaybetmiş olanlardan olur.” (Al-i İmran 3/85)
İnsan, dünyaya
gözünü açtığı andan itibaren Allah’ın âyetlerini görmeye başlar. Âyet; açık
işaret, gösterge ve belge demektir. Kur’ân
surelerinin birbirinden ayrılmış bölümlerine de âyet denir.
Allah’ın âyetleri Kur’ân’da olanlarla sınırlı
değildir. Tüm varlıklarda; göklerde, yerde, hayvanlarda, bitkilerde, kişinin iç
dünyasında hâsılı her yerde onun âyetleri vardır[6]. Bunlar fıtrat
âyetleridir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Biz hem dış çevrede hem de kendi içlerinde
olan âyetlerimizi onlara gösterece-ğiz; sonunda onun (Allah’ın) gerçek olduğu onlar açısından
iyice ortaya çıkacaktır.” (Fussilet 41/53)
İnsanın çevresinde ve içinde var olan âyetler, bir yaratıcının var
olduğunu gösterir. Bu sebeple o, henüz çocukken Allah ile ilgilenmeye başlar ve çevresini soru
yağmuruna tutar. Sonunda varlıkların Rabbini yani sahibini, gözüyle görmüş ve
eliyle dokunmuş gibi kavrar. Bu konu “Her İnsan Allah’ı Bilir” başlığı altında
anlatılmıştı.
Allah’ın varlığını herkes anlayıp kavradığı için Kur’ân’da
onu ispatla ilgili âyet yoktur. Allah’ın hiçbir elçisi bu konuda bir çaba sarf
etmemiştir. Onlar Allah’tan aldıkları emirle çabalarını, ondan başka ilah
olmadığı konusunda yoğunlaştırmışlardır. Allah Teâlâ Elçisi Muhammed aleyhisselama
şöyle buyurur:
“De ki, Allah’a koşun; ben ondan yana sizi açıkça
uyarı-yorum.
Allah’ın
yanı sıra başka bir Tanrı uydurmayın; ben
ondan yana sizi açıkça uyarıyorum.
Bunlardan
öncekilere bir elçi gelmeye görsün; hemen ya büyücü
dediler ya deli. Bunlar da öyle.
Biri
diğerine vasiyette mi bulundu? Yok; onlar taşkınlık eden bir toplumdur.
Onlara
bakma. Onlardan dolayı kınanacak değilsin.
Sen yine
de görevlerini hatırlat. Hatırlatma inanacak olanlara yarar sağlar.
Cinleri
ve insanları yaratmam, başka değil, sırf bana kul olsunlar diyedir.
Onlardan
ne bir rızk isterim, ne beni doyurmalarını isterim.
(Ben
Allah’ım.) Rızkı, güç ve kuvvet sahibi olan Allah verir.
Yanlış
yapanların peşine takılacak vardır; tıpkı arkadaşlarının peşine takılan gibi;
acele etmesinler.
Sözü
verilen günlerinden dolayı vay o kafirlerin haline!” (Zâriyat 51/50-60)
Dindar, bir dine uyan kişi demektir. Herkesin kendine göre din anlayışı vardır ve
herkes kendini, kendi anladığı dinin dindarı sayar. Allah Teâlâ
şöyle buyurur:
“Ey Ademoğulları! Sakın Şeytan başınızı derde sokma-sın.
Nitekim edep yerlerini kendilerine göstermek için ananızın ve babanızın
elbiselerini soymuş ve onları o cennetten çıkarmıştı. O ve onun takımından
olanlar sizi, sizin onları göremeyeceğiniz yerlerden görürler. Biz şey-tanları,
inanmayanlara dost olacak hale soktuk.
Onlar çirkin bir iş işlediler mi, “Atalarımızdan
böyle gördük. Allah da bize böyle emretmiştir” derler. De ki: “Allah çirkinlikleri emretmez. Yoksa
siz bilmediğiniz şeyleri Allah’ın üstüne mi atıyorsunuz?”
De
ki: “Rabbim adaletli davranmayı emretti. Siz, her secde yerinde ona yönelin.
Dini, katkısız, ona has kılarak ona yalvarın.
Sizi baştan yarattığı gibi yine ona döneceksiniz.”
Allah
bir takımını doğru yola kabul etti. Bir takımı da sapkınlığı hak etti. Çünkü
onlar Allah’tan önce o şeytanları kendilerine dost edindiler. Üstelik
kendilerini doğru yolu tutmuş sanırlar.” (A’raf 7/27-30)
İtiraf etsin veya etmesin her insan Allah’ı kabul ettiği için bütün
sapıklıklar, Allah ile kendi aralarına başka dostlar, başka ilahlar koyarlar.
Doğru din, fıtrat ile örtüştüğü
için fıtratı esas alarak değerlendirme yapacak olursak insanların üçe
ayrıldığını görürüz; bir bölümü fıtrata uyar, bir bölümü uymaz, bir bölümü de
kararsız kalır.
Bütün peygamberler insanlara “Allah’tan başkasına İbadet etmemelerini[7]“ söylemişlerdir.
“İbadet” sözlükte taat anlamına gelir. Taat boyun eğmek demektir, daha çok “emre uymak ve izinden
gitmek.” anlamında kullanılır[8]. Türkçe’de buna
kulluk ve kölelik denir. Allah’tan başkasına İbadet etmemek, ondan başkasına
kul ve köle olmamak demektir. Bu da hürriyetin doruk noktasıdır. Fıtrat hür
olmayı gerektirir. Ama insanlar, güçlerinin yettiğini kendilerine köle etmeğe,
güç yetiremediklerine de köle olmağa yatkındırlar. Erginlik çağına girmiş kişi
imtihan gereği, iç ve dış baskılarla yüz yüze gelir. Kendi iç dünyasından ve
dışardan gelen bu baskılar onu zihinsel ve duygusal köleliğe iterler. Bunlar
fıtratı bozmaya yönelik baskılardır.
Uyulması gereken
fıtrattır. Fıtrat, varlıkların temel yapısını ve bu yapıyı
oluşturan yaratılış, değişim, gelişim ilke ve kanunlarını ifade eder.
İnsanların, hayvanların, bitkilerin, yerin, göğün hasılı her şeyin yapısı ve
işleyişi buna göredir. İnsanın içinde ve çevresinde görüp durduğu âyetler
fıtrat âyetleridir. Kur’ân ise fıtratın “kelâma” dönüşmüş
halidir.
İmtihan hür
ortamda yapılır. İnsan, karar alırken de uygularken de hürdür. Fıtrattan
edindiği bilgiler sayesinde yaptığının iyi mi kötü mü olduğunu fark eder.
Kendine zorla yaptırılan şeylerden de sorumlu tutulmaz. Bu durumda insanın
sahip olduğu üç şey ortaya çıkmaktadır.
Birincisi; karar alma hürriyetidir. İnsanın aklı
ve kalbi vardır. Kalp karar organı;
akıl onun yanında,
fıtrata uymayan şeyleri ayıklamakla görevli uzmandır. Karar, akla uyarsa
fıtrata da uyar. Bir hata yapılırsa kolaylıkla anlaşılır ve düzeltilir.
Akıl ve kalp,
kişinin alabildiğine hür olduğu sahadır. Burada verilen karara kimse karışamaz.
Allah Teâlâ şöyle
buyurur: “Göklerde ne
var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. İçinizde olanı açığa vursanız da,
gizleseniz de Allah sizi ondan hesaba çekecektir. Sonra dilediğini bağışlar,
dilediğine azap eder. Allah’ın gücü her şeye yeter.” (Bakara 2/284)
İçinde olan ile içinden geçen aynı değildir. İçinde olan; iman, küfür, sevgi, nefret, kin, iyi niyet gibi
şeylerdir. İçinden geçenler ise şeytan vesvesesi, duygular, istekler, beklentiler ve
diğerleridir. İçte olana engel olunabilir, ama içinden geçene engel olunamaz.
Dinin özü
imandır. İmanın temeli de onu içten kabul etmek, yani kalp ile tasdiktir.
Kalpteki tasdiki bir o kişi, bir de Allah bilir. Orası insanın en hür olduğu
yerdir. Bu sebeple hiç kimse bir inancı kabule veya inkara zorlanamaz. Çünkü
bu, fıtrata aykırıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Dinde
zorlama olmaz; doğru ile eğri birbirinden iyice ayrılmıştır. Kim azgınları
tanımaz da Allah'a inanırsa kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa yapışmış olur.
Allah işitendir, bilendir.” (Bakara 2/256)
İnsan İbadete de
zorlanamaz. Çünkü İbadet için niyet gerekir. Niyet, bir şeye içten karar
vermektir. “Ameller niyetlere göredir[9].” Bir İbadetin
ne maksatla yapıldığını, tam olarak bir o İbadeti yapan bir de Allah bilir. Niyetsiz
İbadet yapılamadığından zorla İbadet olmaz. Birisine zorla namaz kıldırılabilir
ama niyet etmezse namaz kılmamış, boşuna yatmış kalkmış olur. Bu da bir şeye
yaramaz.
Davranışlara yön veren, insanın içinde olanlardır. Kalbinde iman olduğu
halde baskılar sonucu farklı davrananın sorumlu tutulmaması bu yüzdendir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: “Kim inandıktan
sonra Allah’ı görmezlikten gelir, kâfir olursa … kalbi iman ile huzur bulmuşken
baskı altında bırakılmış başka; ama kim
içini küfre açarsa üstüne Allah’ın gazabı çöker. Onların payına düşen büyük bir
azaptır.” (Nahl 16/106)
İkincisi; yaptığı şeyin farkında olmaktır. Büyüdüğünü ispat için sigara
içen çocuk gibi fıtrata uymamak da kişiye cazip gelir. Ama o, bunun yanlış
olduğunu bilir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur:
“(Nefse) isyankârlığını ve takvâsını ilham edenin hakkı için,
onu arındıran gerçekten umduğuna
kavuşmuş, kirletip karartan da kaybetmiş olur.” (Şems 91/8-10)
Fıtrata aykırı davranan, önce irkilir, sonra ya vazgeçer ya da devam eder. Onu
irkilten, Allah’ın “(Nefse) isyankârlığını ilham etmesi”dir. Bu, ona
yapılan uyarı; “yanlış yapıyorsun” uyarısıdır. İsyandan sonra da bir iç
sıkıntısı duyar; bu da onu tevbeye teşviktir.
Takvâ, kendini kötü duruma düşmekten korumak demektir. Bu, iyi bir
davranıştır. İyi davranışlar insanın içini rahatlatır. Bu da Allah’tan ona bir
ilham yani “(Nefse) takvâsını ilham”dır.
Vabısa b. Mabed diyor ki;
Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme
gittim; “iyilikten ve günahtan sormaya mı geldin? “ dedi.
Evet, dedim.
Parmaklarını bir araya getirip göğsüne vurdu ve üç kere şöyle dedi: “Nefsine danış, kalbine danış Vabısa!
İyilik, nefsin yatıştığı, kalbin yatıştığı şeydir. Günah da içe dokunan ve
göğüste tereddüt doğuran şeydir. İsterse insanlar sana fetva vermiş, yaptığını
uygun bulmuş olsunlar[10]. ”
Doğru karar veren
kişinin içi rahat olur. Kararını uygularken de mutluluk duyar. Yanlış karar
ise, hem karar verme süreci içinde hem de uygulama esnasında kişiyi rahatsız eder.
Çünkü fıtrata aykırıdır.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Kimler inanır, iyi işler yapar, namazı dosdoğru kılar ve zekatı
verirlerse; onlara Rableri katında ödül vardır. Üstlerinde ne bir korku olur,
ne de üzülürler.” (Bakara 2/277)
Üçüncüsü; tezekkürdür.
İç ve dış dünyadaki âyetlerden edinilen bilgileri zihne yerleştirmek ve
kullanıma hazır halde tutmak gerekir. Bu tür bilgiye zikir denir. Onu kalbe ve
dile getirme ve hatırlama da zikirdir[11]. Bu bilgilerin
yanlışları da olur. Aklını kullananlar o yanlışları ayıklayabilirler. Onların
doğru olanları ile Allah’ın kitabı arasında tam bir uyum bulunur. Bu sebeple Kur'ân'ı okuyan her insanın içinde ona karşı bir güven ve
tatmin duygusu oluşur.
Peygamberler insanları tezekküre çağırmışlardır. Tezekkür, zihinde var
olan bilgiyi harekete geçirmektir. İbrahim aleyhisselam puta tapanlara “tezekkür etmez misiniz[12]?” derken
“Fıtrattan edindiğiniz bilgilerle benim sözlerimi karşılaştırıp yaptığınız
yanlışı görmez misiniz?” demiş olmaktadır. Bu onları, iç muhasebesi yapmaya
çağırmadır.
Fıtrattan alınan doğru bilgi zikir olduğu gibi ilâhî kitapların ortak adı da
zikirdir[13]. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Bilin ki kalplerin yatışıp rahatlaması Allah’ın
zikri ile olur.” (Ra’d 13/28)
Allah Teâlâ Kur’ân ile ilgili şöyle buyurur:
“O Zikri biz indirdik. Ne olursa olsun onu koruyacak olan da biziz.” (Hicr
15/9)
Allah’ın elçileri, insanlarda var olan doğru
bilgileri harekete geçirdikleri yani evrensel doğruları söyledikleri için
etkili olmuşlardır. Herkese Allah’ın bir elçisinin tebliği ulaşmayabilir. Bu açıdan
insanlar iki kısımdır. Bir kısmı bir elçinin tebliğini almış, ikinci kısmı ise
böyle bir tebliğ ile muhatap olmamış olur.
Kendine bir elçinin tebliği ulaşmamış olanın
sorumluluğu fıtrata uymakla sınırlıdır. Fıtrata uymak, şirke karşı yani
Allah’tan başkasına kul olmaya karşı direnmeyi gerektirir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: “Allah kendisine
ortak koşulmasını bağışlamaz, bunun dışında olanı dilediği kimse için bağışlar.” (Nisa 4/48)
Allah’ın
varlığının ve birliğinin delili her yerde sayısız miktarda olduğu halde ortak
koşulanlarla ilgili bir delil yoktur. Bu konuda tek dayanak gelenektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Onlara, “Allah ne indirmişse ona ve o
Elçi’ye gelin.” denince şöyle derler: “Atalarımızda ne bulmuşsak o bize yeter”.
Ya ataları bir şey bilmez, doğru yolu da tutmaz kimseler
idiyse?” (Mâide
5/104)
“İyi bilin ki, göklerde ve yerde ne varsa
hepsi Allah’ındır. Öyleyse Allah’ın yakınından ortaklara yalvaranlar neyin peşindedirler?
Onların peşine takıldığı
Aklını kullanan bu batağa düşmez. Çünkü “(Allah) o pisliği
aklını kullanmayanların üstüne bırakır.” (Yunus 10/100) Bu sebeple
insana tebliğ ulaşsın veya ulaşmasın, onun bağışlanmayacak günahı, şirk
günahıdır. Yukarıda geçen ilgili âyetlerden birini burada tekrarlayalım.
“Şunu
diyemezsiniz: “Önceden ortak koşanlar babalarımızdı. Biz ise onlardan sonra
gelen bir nesil idik. O batıla sapanların işlediklerinden ötürü bizi yok mu
edeceksin?” (A’raf 7/173)
Kendine peygamber
tebliği ulaşmamış olanlar, bir peygamberden öğrenilebilecek şeylerden sorumlu
olmazlar. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah, kimseye gücünün yettiğinden fazlasını
yüklemez.” (Bakara 2/286)
Bu konu ile ilgili olarak “Cennete Kimler Girer”
başlıklı yazının da okunması yararlı olur.
Kendine Allah’ın elçisinin tebliği ulaşan kişi önce
o elçiyi sorgulamalıdır. Çünkü Allah her elçiye, elçiliğini ispatlayacak belge
vermiştir. Taklidi mümkün olmadığı için o belgeye mucize denir. Mucizeyi gören
kişi, Allah’ın ona elçilik görevi verdiğini gözüyle görmüş gibi kavrar. “Eşhedu enne Muhammeden
abduhu ve resuluh.” Yani
“Ben şahitlik ederim ki, Muhammed Allah’ın kulu ve elçisidir.” dememiz bundandır.
Onun mucizesi olan Kur’ân’ı anlayan herkes bu kanaate
varır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Doğru yol kendisi için apaçık belli olduktan sonra kim o elçiden ayrı
düşer ve müminlerin yolundan başka bir yola girerse onu gittiği yolda bırakır
ve cehenneme sokarız. Ne kötü hale gelmedir o!” (Nisa 4/115)
Fıtrata uyanlar, benliklerini koruyan, doğru olduğu
için dine uyanlardır. Allah Teâlâ bunlarla ilgili olarak şöyle buyurur:
“Rabbimiz Allah'tır diyen, sonra doğru davrananlar.. onların üzerlerine
melekler iner ve «korkmayın, üzülmeyin, size söz verilmiş cennet ile sevinin»
derler.
Biz dünya hayatında da ahirette de sizin
dostlarınızız. Ahirette sizin için canınızın çektiği
her şey vardır. Sizin için orada istediğiniz her şey vardır.
Bu, bağışlaması ve ikramı bol olan Allah tarafından bir ziyafet olarak verilecektir.
Allah'a çağıranın, iyi işler yapanın ve «ben müslümanım»
diyenin sözünden daha güzeli kimin sözüdür?”
(Fussilet 41/30-33)
Kendi arzularına uygun olarak yaşamak isteyenler,
Allah’ın her şeyi vermesini ama emir vermemesini isterler. Bunlardan bazıları
da Allah’a kulluğu, isteklerinin kabulüne vasıta sayarlar. İşler iyi giderse
sevinir, dine sarılırlar. Kötü giderse umutsuzluğa kapılır, yoldan çıkarlar.
Bunlar dine, doğru olduğu için değil, menfaatlerine uygun düştüğü için uyarlar.
Menfaatleri bozuldu mu kararları değişir, çareyi başka kapılarda aramaya
başlarlar. Onun için bunlara kararsızlar demek uygun olur. Bununla ilgili
olarak “Müşrikin Din Anlayışı” bölümünü okumak gerekir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Sizi
yaratmış olan, sonra size rızık veren, sonra canınızı
alacak olan, sonra yeniden diriltecek olan Allah’tır. Ortaklarınız içinde
bunlardan birini yapan var mıdır? Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır
ve yücedir.
İnsanların kendi elleriyle yaptıkları
yüzünden karada ve denizde bozulmalar ortaya çıktı. Bu, yaptıklarının bir kısmı-nı onlara tattırsın diyedir. Belki vazgeçerler.
De ki: «Yeryüzünde gezip dolaşın da bakın
ki, bundan evvelkilerin sonu nasıl olmuştur?» Onların çoğu müşrik kimselerdi.
Sen
yüzünü o doğru dine yönelt. Bunu Allah tarafından gelecek olan ve savma imkanı
olmayan bir günden önce yap. İnsanlar o gün bölük bölük
bölüneceklerdir.
Kim
kâfir olursa kâfirliği kendi aleyhinedir. Kim de iyi iş yaparsa kendileri için
hazırlık yapmış olurlar.”
(Rum 30/40-44)
İnsanların çoğunun müşrik olması, çoğunun fıtrata
uymaması demektir. Müşrik, ortak koşana denir. Ortaklık en az iki şey arasında
olur. Bunlardan biri daima Allah’tır; ikincisi değişir. Bazen değer verilen bir
varlık, bazen de bir ruhani olur. Allah’a ortak sayılan bu varlıklara, Allah’a
ait özellikler yakıştırılır. Allah ile
bitecek işin, ancak onların araya girmesi ile olacağına inanılır[14]. Böylece kişi,
Allah’tan önce bu aracıya kul olur. Çünkü aracılar yarı insan, yarı tanrı
sayılırlar. Hıristiyanların 451’de Kadıköy’de toplanan dördüncü ökümenik konsil’de İsa aleyhisselamın “.. mükemmel Tanrılığa ve mükemmel insanlığa
sahip, gerçek Tanrı ve
gerçek insan olduğuna[15] karar vermeleri
bundandır. Bu, aklın ve fıtratın kabul edemeyeceği bir iddiadır. Bu sebeple bu
tür inançlara sahip olanlar akıllarını kullanmaya yanaşmaz, uydurma iddialar,
telkinler ve manevi baskılarla insanları şartlandırmaya çalışırlar.
İnsanlardan bir kısmı da kendilerini
tanrılaştırarak Allah’tan önce kendilerine kul olurlar.
Kendine kul
olanlar, gönüllerince yaşamak isteyenlerdir. Karşılarına Allah’ın bir elçisinin
tebliği ile çıkılınca çok rahatsız olurlar. Çünkü Allah’ın her şey vermesini
ama emir vermemesini isterler. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Allah’ı ve elçilerini görmezlik ederek kâfir olan,
Allah’la elçilerinin arasını ayırmak isteyen, birine
inanır diğerini tanımayız diyen ve ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler…
Onlar hak ederek kâfir olanlardır. O kâfirlere aşağılayıcı bir azap hazırlamışızdır.” (Nisa 4/150- 151)
Allah’ın Elçisini kabul etmeyen biriyle
yaptığımız bir görüşme şöyledir:
- Benim Allah’ıma inancım sonsuzdur.
- Allah’a herkes inanır, bu her insan için
kaçınılmazdır.
- Zaman zaman
Allah’ıma sığınır, onun yardımını isterim. Böyle yapınca rahatlar, mutlu
olurum.
- Bunu herkes yapar. Zor olan Allah’ın
emirlerine yani Elçisinin tebliğine uymaktır. Siz Elçiye uymak yerine gönlünüzce
yaşamak istiyorsunuz değil mi?
- Elbette. Hayat benim hayatım; buna kim
karışabilir?
- O hayatı veren Allah karışamaz mı?
- … ?!
Bunların bir
kısmı Allah’ın emirlerini sınıflara ayırır, kimini
uygun görür, kimini görmezler. Bazıları kendilerini Tanrıtanımaz saydıkları
için onları ikiye ayırarak inceleyeceğiz.
Kendine kul
olanların bir kısmına tanrıtanımaz yani
ateist denir. Bunların bir kısmı önder kişiler, bir kısmı da onların
takipçileridir. Önderler, fıtrata uyma yerine fıtratı kendilerine uydurmaya
çalışır, görüş ve teoriler üretirler. Kimileri de itibarını kaybetme korkusuyla
ateizme sarılırlar. Bunların ortak yönü, kendi arzu ve heveslerine uygun bir
dünya kurmak veya böyle bir dünyada yaşamaktır. Allah Teâlâ
şöyle buyurur:
“Kendi arzusunu kendine tanrı edineni görmedin mi?
Bilgili olduğu halde Allah onu sapık saymış, kulağında ve kalbinde izler,
gözünün önünde perde oluşturmuştur. Allah sapık saydıktan sonra onu kim yola
gelmiş kabul edebilir? Hiç düşünmez misiniz?” (Câsiye 45/23)
Bunlar kendine aşık,
kendini kainatın merkezi gören ve kendi doğrularını evrensel doğru sayan,
dünyası dar, çözemediği problemler sebebiyle huzursuz ve hırçın kimselerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Kendi arzusunu kendine tanrı edineni görmedin mi?
Ona sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen zannediyor
musun ki, onların çoğu söz dinler veya aklını çalıştırır?
Onlar; en’âm[16] gibidirler; hayır, daha düşük
seviyededirler.” (Furkan 25/43-44)
Koltuğunu kaybetme korkusuyla ateizme sarılanların
işi daha da zorlaşır. Bunların karşısına hangi delille çıkılırsa çıkılsın aldırmazlar
ve hırçınlıkları artar. Nitekim bunlardan biri olan Firavun, Musa’nın Allah’ın
elçisi olduğundan şüphe duymadığı halde onu kabul etmemişti. Konuyla ilgili
âyet şöyledir:
“Belgelerimiz bütün açıklığı
ile onlara gelince: “Bunlar apaçık büyüdür” dediler.
Belgeleri içten kesin olarak anladıkları halde zalimlikten ve büyüklük
taslamadan dolayı, onlara karşı inkarcılık yaptılar.” (Neml
27/13-14)
Firavun’un
tanrıtanımazlardan olduğunu şu âyetlerden anlıyoruz:
“Musa dedi ki, "Bak, Firavun! Ben âlemlerin Rabbinin bir elçisiyim.
Bana düşen, Allah'a karşı gerçek dışı bir
şey söylememektir. Size Rabbinizden bir mucize getirdim, İsrail oğullarını benimle beraber gönder.” (A’raf 7/104-105)
“Firavun dedi ki: "Alemlerin Rabbi de
neyin nesi oluyor?"
Dedi ki, kesin olarak inanacaksanız, o
göklerin, yerin ve ikisinin arasındaki her şeyin Rabbidir."
Çevresinde bulunanlara dedi ki,
"İşitmiyor musunuz?"
Musa devam etti:
"O sizin de Rabbiniz, önceki atalarınızın da Rabbidir."
Firavun dedi ki, "Size gönderilen
elçiniz gerçekten delidir."
Musa dedi ki: "Eğer aklınızı
kullanabilirseniz o, doğunun, batının ve bu ikisinin arasında olanların
Rabbidir.
Firavun dedi ki: "Hele benden başkasını
tanrı edin, ant olsun seni zindanlıklardan biri yaparım. ” (Şuarâ
26/23-29)
Firavun önce akıllı,
sabırlı, bilgili ve güçlü görünüp Musa aleyhisselama
cevap vermeye çalıştı. Başarılı olamayınca hırçınlaştı ve aşırı tepkiler
gösterdi. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Firavun'a belgelerimizin hepsini gösterdik.
Ama o, yalana saptı ve direndi.
Dedi ki, “Sen büyünle bizi toprağımızdan
çıkarmaya mı geldin, Musa?
Ne olursa olsun, sana onun dengi bir büyü
getireceğiz. Bizimle senin aranda bir buluşma yeri belirle. Düz bir yer olsun
ki, ne biz cayalım, ne de sen.”
Musa dedi ki, “buluşmamız bayram gününüzde, insanların toplandığı
kuşluk vaktinde olsun.” (Taha 20/56-59)
Firavun: “Bana bütün bilgin büyücüleri getirin” dedi. (Yunus 10/79)
(Büyücüler ve
halk toplandı, gösteri başladı.)
“Musa büyücülere: “Ne atacaksanız atın” dedi.
İplerini ve değneklerini attılar ve “Firavun’un gücü adına üstün
gelen biz olacağız” dediler.” (Şuarâ 26/43-44)
“..değnekleri ve ipleri, büyüleri yüzünden, Musa'ya sanki
yürüyorlarmış gibi geldi.” (Taha 20/66)
“Musa da değneğini
attı; birden, onların uydurduklarını yutmağa başladı.” (Şuarâ
26/45)
“Hak yerini buldu, onların yaptıkları da boşa gitti.
Orada yenildiler ve küçük düştüler.” (A’raf 7/ 118-119)
“Büyücüler hemen secdeye kapandılar.
“Biz âlemlerin Rabbine inandık.
Musa'nın ve Harun'un Rabbine” dediler.
Firavun dedi ki: “Ona
inandınız ha? Ben size izin vermeden!.. Muhakkak o sizin büyüğünüzdür; size
büyüyü öğreten odur. Yakında iyice öğreneceksiniz. Ellerinizi ayaklarınızı,
çaprazlama keseceğim ve hepinizi asacağım.” (Şuarâ 26/46-49)
“Büyücüler dediler ki: “Biz seni, ne bize gelen apaçık mucizelere
üstün tutarız ne de bizi yaratana. Haydi ne karar vereceksen ver. Sen, ancak bu
dünya hayatına hükmedebilirsin.
Biz Rabbimize inandık ki, hem hatalarımızı hem de bize zorla
yaptırdığın büyüyü bağışlasın. Allah'ın vereceği daha iyi ve daha kalıcıdır.” (Taha
20/72-73)
“Firavun dedi: “Bırakın beni
Musa'yı öldüreyim; o da Rabbini çağırsın bakalım. Çünkü korkarım o, sizin
dininizi değiştirir veya bu toprakta karışıklık çıkarır.”
Musa şöyle dedi: “İşte ben, benim de Rabbim
sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığınırım. Hesap gününe inanmayan her kibirlinin
şerrinden.”
(Mümin 40/26-27)
Bunlar Allah’ın
varlığını bilirler ama açığa vurmak istemezler. Ümitlerinin kaybolduğu,
gizlemenin bir anlam taşımadığı zaman bunu açığa vururlar.
“… Firavun boğulmayla yüz yüze gelince dedi
ki, “İsrail oğullarının inandığından başka tanrı olmadığına inandım, artık ben
ona teslim olanlardanım.”
(Yunus 10/90)
Bunların
arkasından gidenler de bunlar gibi değerlendirilirler. Allah Teâlâ
şöyle buyurur:
“Firavun kavmini küçümsedi ama, onlar ona
boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavim idiler.” (Zuhruf 43/54)
Kendine kul olanların tamamı Allah’ı
bilirler. Yukarıda anlatılan tanrıtanımazlar
yani ateistlerin görüntüde bir farkı vardır ama aslında onlar da bu gurupla
aynıdır. Kendine kul olanların başında İblis gelir. Allah, Adem’e secde emri verince İblis, kendi
şartlarına uygun görmediği için secde etmemişti. Konu ile ilgili âyetler şöyledir:
“Bir
gün Rabbin meleklere dedi ki: “Ben, kurumuş çamurdan, değişken kara balçıktan
bir insan yaratacağım. Onu düzenleyip içine ruhumdan üflediğimde ona secde edin.”
Bütün melekler hemen topluca secde ettiler; İblis öyle yapmadı, secde edenlere
katılmamakta direndi. Allah dedi ki: “İblis! Senin neyin var ki, onlarla
birlikte secde etmedin?” Dedi ki, “Kurumuş çamurdan, değişken kara balçıktan
yarattığın insana secde edemem.” Allah dedi ki, “Öyleyse çık oradan, çünkü sen
kovuldun.” (Hicr 15/28-34)
“O,
direnmiş, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu.” (Bakara
2/34)
İblis, Adem’e değil,
Allah’a karşı büyüklenmişti. Çünkü uygun bulmadığı Allah’ın emriydi. Bu yüzden
Allah ona, “..İn oradan,
orada büyüklenmek sana düşmez; çık, sen alçağın tekisin” demişti. (A’raf
7/13)
İblis, Allah’ın ne
varlığını, ne de birliğini inkar etmiştir. Sapık sayıldıktan sonra bile şöyle
demiştir:
“..Doğrusu
ben Allah’tan korkarım, Allah’ın cezası pek ağırdır.” (Enfâl 8/48)
İblis ahirete de inanır. Çünkü kovulunca şöyle demişti: “Rabbim! Hiç olmazsa, tekrar dirilecekleri
güne kadar bana süre tanı.” (Hicr 15/36)
İblis’in kâfirliği,
Allah’a şart ileri sürmesi ile başladı ve artarak devam etti. Çünkü Allah’a
şart ileri sürmek, kendini o konuda onunla eşit görmektir. Bu da kendini tanrılaştırmaktan
başka bir şey değildir. Büyüklenmenin en kötüsü işte budur.
İslam’ın dışına
çıkan her insan ya nefsinin ya
başkasının kölesi olur. Yanlış yolda olduğu için kendine destekçiler arar. Kendisi
gibi düşünenlerle birlik olur. Bunların ortak hatası, ortak değerleri olur. Bu
yanlış değerler etrafında kenetleşirler. Putperestlerde de olan bu özelliği, Kur’ân şöyle anlatır: “İbrahim dedi
ki; Allah’ın yakınından putlara tutulmanızın sebebi
Her insan,
yaptığı yanlışın farkındadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Her millete bir elçi gönderdik; «Allah’a kul olun ve azgınlardan
uzak durun!» diye. Sonra onlardan bir kısmına Allah hidâyet nasip etti, bir
kısmı da sapıklığı hak etti. Yeryüzünde gezin dolaşın da o yalancıların sonu ne
olmuş bir görün.” (Nahl 16/36)
“Ya Muhammed, seninle o gerçeği (Kur’ân’ı),
müjdeci ve uyarıcı olasın diye gönderdik. Her ümmetin geçmişinde bir uyarıcı,
kesin vardır.” (Fâtır 35/24)
Her millete elçi gönderildiğine göre mevcut
dinlerden her birinin temelinde bir elçinin tebliğini bulmak mümkündür. Nitekim
Kur’ân’ın müşrik saydığı Mekke’nin geçmişinde İbrahim ve İsmail peygamberler vardı. Kureyşliler
İbrahim soyundan gelmekle övünür[17], ondan kalma hac ve umre İbadetlerini yerine getirirlerdi.
Geçmişlerinde İbrahim ve İsmail peygamberler olmasına
rağmen eski Mekkeliler şirke düşmüşlerdi. Hıristiyanların büyük bir bölümü ise,
İsa aleyhisselamı ve Kutsal Ruh’u yani Cebrail’i sonradan Allah’a ortak saymaya başlamışlar ve
şirke düşmüşlerdir.
Allah, dinlerdeki bozulmanın nasıl başladığını, ehl-i kitapa hitaben söylediği şu
sözleriyle açıklamaktadır:
“Ey ehl-i kitap! Dininizde sınırı aşmayın. Allah’a karşı
gerçek dışı şeyler söylemeyin. Meryem oğlu İsa Allah'ın
Sınırı önce Yahûdiler
aşmış, Hıristiyanlar onları takip
etmiştir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur:
“De ki: Ey ehl-i
kitâp! Dininizde haksız yere aşırılık yapmayın;
daha önce sapmış bir kavmin arzusuna uymayın; onlar çoklarını yoldan
çıkardılar. Kendileri zaten doğru yoldan çıkmışlardı.
İsrail oğulları içinden kâfir olan bu kimseler hem Davûd’un hem Meryem oğlu İsâ’nın diliyle lanetlendiler. Bu
onların isyan etmeleri ve sınırı aşmaları sebebiyle idi.”
(Mâide 5/77-78)
Yahûdi ve Hıristiyanlar, bu şekilde aşırılıklar
yaparak kendi din adamlarına kul olmuşlardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Alimlerini ve din büyüklerini, Allah
ile aralarına rab olarak koydular. Meryem oğlu Mesih’i de öyle. Oysa onlara
verilen emir,
Adiyy b. Hatim diyor ki, Peygamber sallallahu aleyhi ve seleme
geldim, boynumda altın haç vardı; “Adiyy, at o putu”
dedi. Ondan yukarıdaki âyeti dinledim. Dedi ki, “Onlar bunlara İbadet
etmediler, ama bir şeyi helal sayarlarsa helal saydılar, haram sayarlarsa haram
saydılar[20].” Onları rab edinmeleri böyle oldu.
Bir çok müslümanın da bu konuda yukarıdaki
duruma düştüğü gözlenmektedir. Bu kitapta yer alan bölümler bunun delilidir.
Örnek olarak talak, Nikahın Denetlenmesi ve iftidâ başlıklı yazılar incelenebilir.
Sonuç olarak doğru dindarlık,
aklı kullanmayı ve Allah’ın kitabına uymayı gerektirir. Sınırları aşanlar ise
dinin akılla anlaşılamayacağını söyler, Allah’ın kitabı yerine büyüklere uymayı
tavsiye ve telkin ederler. Mesela üçlü tanrı inancını aklın kabul edemeyeceğini
bilen Katolikler şöyle derler: “İmanın
nedeni, açıklanan gerçeklerin doğal aklımızla anlaşılmaları ve gerçek olarak
görülmeleri değildir[21].” İnanmak
bir Kilise
eylemidir. Kilisenin imanı bizim imanımızdan önce gelir, imanımızı taşır ve
besler. Kilise tüm inananların anasıdır. Anası Kilise olmayanın Babası Tanrı
olamaz[22].”
Allah Teâlâ Yahûdi ve Hıristiyanlara şöyle buyurur:
“De ki: Ey ehl-i
kitap! Siz Tevrat’ı ve İncil’i ve size
rabbinizden indirileni uygulamadıkça hiç bir temeliniz olmaz. (Ya Muhammed!) Sana rabbinden indirilen -bu Kur’ân- onlardan bir çoğunun
Allah
Teâlâ Müslümanlar için de benzer bir uyarıda bulunmuş
ve şöyle demiştir:
“Kim Rahman’ın Zikri’ni (Kur’ân’ı)
bulanık görürse başına bir şeytan sararız. O onun arkadaşı olur. Onlar
bunları yoldan çevirirler ama bunlar doğru yolda olduklarını hesap ederler.” (Zuhruf 43/36-37)
Kur’ân, fıtratın kelama dönüşmüş şekli olduğu için dili, evrenseldir. Onu
açıklayan ve tebliğ eden Muhammed aleyhisselamın dili
de evrenseldi. Kur’ân’da anlatılanlar, her insanın
kendi içinde ve çevresinde gözlemlediği fıtrat âyetlerinin gereği olduğundan
onu anlamak ve kavramak kolay olur. Yorumlar ise yereldir. Hangi mezhep, hangi yorum veya hangi alimin görüşü olursa olsun, yerel unsurlar
taşır. İnsanlara, onları hayata bağlayacak olan Kur’ân’ı
anlatmak, doğru dini tebliğ etmek gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Bu Kur’ân,
insanlara en doğru yolu gösterir. İyi iş yapan müminlere, kendilerini büyük bir
karşılığın beklediğini müjdeler. Ahirete
inanmayanlara gelince, onlar için elemli bir azap hazırlamışızdır.” (İsrâ 17/9-10)
[1]
İsmail b. Hammad el-Cevheri, es-Sıhah,
(Tahkik: Ahmed Abdulgafûr
Atar), Beyrut 1983, (دين) mad.
[2] Cemalüddin Muhammed b. Manzur, Lisanu’l-arab, Beyrut tarihsiz, (دين) mad.
[3]
Muhammed Murtaza ez-Zebidi,
Tacu’l-arus, Mısır
1306/1889, (دين) mad.
[4]
Kamus Tercümesi (دين)
mad.
[5] Ragıp el-İsfahânî, Müfredât, (دين) mad.
[6]
İlgi duyanlar şu âyetleri inceleyebilirler: Bakara 2/164; Ali İmrân 3/190; En’âm 6/97, 99; A’raf 7/26, 58;
Yunus 10/5, 6, 67, 92, 101; Yusuf 12/7, 35; Ra’d
13/2, 3, 4; Nahl 16/13, 65, 66, 67, 68, 69, 79; İsrâ 17/12; Kehf 18/9; Meryem 19/10; Tâhâ
20/128; Ankebût 29/ 24, 33, 34, 35; Rum 30/21, 22,
23, 24, 28; Lokman 31/31, 32; Secde 32/26; Sebe’
34/15; Zümer 39/42, 52; Mümin 40/13; Câsiye 45/3, 4, 5, 6; Zâriyât
51/22, 23, 35, 36, 37; Kamer 54/12, 13, 14, 15.
[7] Hûd 11/2,26; Yusuf 12/40; İsrâ 17/23;
Yasin 36/60-61; Fussilet 41/14; Ahkâf
46/21.
[8] İbn Manzûr, Lisanu’l-arab, İtaat, Tav’ (طوع) kökündendir. Tav’ boyun
eğmek, istemek demektir. Zıddı, kerih görmek ve hoşlanmamaktır. Âyette şöyle buyurulur: “Sonra,
duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: "İsteyerek veya
istemeyerek buyruğuma gelin" dedi. İkisi de "İsteyerek geldik"
dediler.” (Fussilet 41/11) Taat da aynı köktendir, boyun eğmek anlamına gelir ve daha
çok “Emre uymak ve izinden gitmek.” anlamında kullanılır. (Ragıb
el-İsfahânî, Müfredât, (طوع) mad.
[9]
Bu hadis-i şerif, Sahih-i Buhârî’nin en başında yer
alır.
[10]
Sünen-i Dârimî, Büyû', 2.
[11] Ragıb el-İsfahânî, Müfredât, كر ذ mad.
[12] En’âm 6/80.
[13] Bkz. Al-i İmran 3/58, A’raf 7/63, Hicr 15/6,9; Nahl 16/44, Enbiya 21/2,50,105; Furkân
25/18, Yasin 36/11, Sad 38/8, Kamer 54/25.
[14] Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, (Terc: Abdulkadir
Akçiçek), İstanbul, 1396/1976, s. 172.
[15] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 467.
[16] En’am Arapça’da koyun, keçi, sığır ve deveye verilen ortak
addır.
[17] İbn Hişam,
Siretu’n-Nebî, Thk: M. Muhyiddin
Abdülhamid,
Beyrut, 1401/1981, c. I, 216.
[18]
“Meryem’in rahminde ol” dediği için orada babasız olarak bir çocuk oluşmuştur.
[19]
“Allah’ın ruhu” terimi İsa aleyhisselama has
değildir. Bu terim, Adem için ve her insan için kullanılmıştır. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: “Adem’i tamamlayıp, içine ruhumdan üfürdüğüm
zaman, derhal ona secdeye kapanın.” (Sad 38/72) İnsanın
yaratılışı ile ilgili bir âyet şöyledir: “Sonra
insanı tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir.”
(Secde 32/9)
[20] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 10.
[21]
Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,
par. 156.
[22]
Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,
par. 181.