(Şirkle İman
Arasında Kararsızlık)
Arzularını ve menfaatlerini öne alanlar, Allah’ın
her şeyi vermesini ama emir vermemesini isterler. Bazıları da Allah’a kulluğu, dünyalık
elde etmenin vasıtası sayarlar. İşler iyi giderse sevinir, dine sarılırlar.
Kötü giderse umutsuzluğa kapılır, yoldan çıkarlar. Bunlar dine, doğru olduğu için
değil, menfaatlerine uygun düştüğü için uyarlar. Menfaatleri değişti mi kararları
da değişir. Onun için bunlara kararsızlar demek uygun olur. Allah Teâlâ bunlarla ilgili olarak şöyle buyurur:
“İnsanlardan kimi Allah'a sınırda kulluk
eder. Eline bir imkân geçse rahatlar; başına bir sıkıntı gelse yüz çevirir.
Böylesi dünyayı da kaybeder âhireti de. Apaçık kayıp budur işte.
Allah'ın yakınından, kendisine zarar
vermeyecek ve yarar da sağlamayacak şeyi yardıma çağırır. İşte bu, pek derin
bir sapıklıktır.
Zararı yararından yakın olan kişiyi de
yardıma çağırır. O ne kötü bir veli ve ne kötü bir yandaştır.
Allah, iman eden ve iyi işler yapanları
içinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Allah, dilediğini yapar.
Kim Allah'ın, dünyada da âhirette de kendine
yardım etmeyeceği kanaatine varmışsa bir sebebe tutunup göğe (Allah’a)
yönelsin, diğer ilişkiyi derhal kessin ve baksın ki, bu yol kendini bunaltan
şeyi gerçekten giderecek mi yoksa gidermeyecek mi?” (Hac
22/11-15)
Tutunulacak
sebep, iman edip iyi işler yapmaktır. Bir âyet şöyledir: “Ey iman edenler! Sabır göstererek ve namaz
kılarak yardım isteyin. Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Bakara
2/153))
Bazıları
sıkıntıya düşünce Allah’ın yardımını almak için Allah’a yakın bildikleri
kişileri araya koyarlar. Önce Eyüp Sultan gibi yatırlara koşar, onun ruhaniyetinden
yardım isterler. İstekleri olmazsa Allah’a yakın bildikleri din büyüklerine koşarlar.
Onların bir kısmı doğru yolu gösterirler. Bir kısmı ise, gelenlerin kendilerine
bağlanmalarını ve cemaatlerinin bir üyesi olmalarını şart koşarlar. Bunlar da Allah
ile ilişkileri onlar aracılğıyla yürütmek ve yardım alıp sıkıntıdan kurtulmak için
onlara bağlanır; hediyeler sunar, huzurlarında saygıyla eğilirler. Bunların,
Allah’tan aldıkları bir yetkiyle kendilerine yardım edecekleri hayalini kurarlar.
Böylece ellerine bir şey geçmeden en büyük zarara uğramış, şirke düşmüş olurlar.
Allah Teâlâ bunlar hakkında şöyle buyurur:
اتَّخَذُواْ
أَحْبَارَهُمْ
وَرُهْبَانَهُمْ
أَرْبَابًا
مِّن دُونِ اللّهِ
وَالْمَسِيحَ
ابْنَ
مَرْيَمَ
وَمَا أُمِرُواْ
إِلاَّ
لِيَعْبُدُواْ
إِلَـهًا
وَاحِدًا
لاَّ إِلَـهَ
إِلاَّ هُوَ
سُبْحَانَهُ
عَمَّا
يُشْرِكُونَ
“Alimlerini ve din büyüklerini, Allah ile
aralarına rab olarak koydular. Meryem oğlu Mesih’i de öyle. Oysa onlara verilen
emir, sadece tek bir Tanrı’ya kul olmaları idi. Ondan başka tanrı yoktur.
Allah, onların şirkinden uzaktır.” (Tevbe 9/31)
Ayette geçen أَحْبَار (ahbâr); iz anlamına
gelen حبر (hibr)’in çoğuludur. Bilgileri,
insanların gönlünde iz bıraktığı için Alim anlamında kullanılmıştır[1].
el-Halil b. Ahmed’e göre حبر ; din alimlerinden bir alim
demektir; ister zimmi olsun, isterse
ehl-i kitaptan iken Müslüman olmuş olsun[2].
رُهْبَانَْ (ruhbân):Tekil olabildiği gibi rahib kelimesinin çoğulu da
olabilir. Kökü, ruhbanlık yani الرهبانية (er-Ruhbâniyye)’dir; “çok İbadet
yükü altına girme” anlamına
gelir[3]. Bizde bu işi yapanlara sofu, sufi veya derviş, onların başında olanlara da şeyh denir. Halk bunları din büyüğü kabul
eder.
أرباب (erbâb): Rab kelimesinin çoğuludur. Rab sahip
demektir. Araplar kölenin sahibine rab derler. Yusuf aleyhisselam hapiste iken hapisten
çıkıp krala içki sunma görevi alacak olan köleye şöyle demişti: “Rabbinin
yanında benden bahset.” (Yusuf 12/42)
Bizde
kölenin sahibine efendi denir. Bir din
büyüğünü, Allah ile kendi arasına bir rab, bir efendi olarak yerleştiren kişi
ona tanrılık özelliği vermiş olur. Bu da kişiyi şirke sokar. Nitekim Hıristiyanlar
da İsa aleyhisselamı araya sokar ve ona Rab derler. Kimi din büyüklerine
“Efendi Baba” denmesi boşuna değildir.
Yukarıdaki ayet
mealine karşı yapılacak en tutarlı itiraz şu olur: “Ahbar ve ruhban kelimeleri,
daha çok ehl-i kitapın din adamları için kullanılır. Siz bu mealle Müslüman
alimleri ve din adamlarını da bu kapsama sokmuş oluyorsunuz.”
Bu itiraza şöyle
cevap verilir: Din alimlerini ve din büyüklerini efendileri kabul edip onların
karşısında köle gibi olan ve onlara kayıtsız şartsız itaat edenler, onları Rab
edinmiş olacakları için ehl-i kitapla aynı konuma düşmüş olurlar.
Adiyy b. Hatim diyor ki, Peygamber sallallahu aleyhi ve seleme geldim,
boynumda altın haç vardı; “Adiyy, at o putu” dedi. Ondan yukarıdaki âyeti
dinledim. Dedi ki, “Onlar bunlara İbadet etmediler, ama bir
şeyi helal sayarlarsa helal saydılar, haram sayarlarsa haram saydılar[4].” Onları rab edinmeleri böyle oldu.
Şimdi asıl konuya
dönelim. Sıkıntıya düşen kişi, Allah’a yakın bildiği aracılara baş vurarak
destek almaya çalışır. Sıkıntıyı bu yolla gidermeye çalışmak, Allah’a ortak
koşmak ve çıkmaza girmek olur. Bütün ümitler yok olur gider. Allah Teâlâ şöyle
buyurur:
“Allah'a ortak koşan öyle olur ki, sanki
gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere
sürüklüyordur.” (Hac
22/31)
Yapılacak tek
şey, derhal aracıları bırakıp doğrudan Allah’a yönelmek ve sabır göstererek
onun yardımını beklemektir. Allah, bizi sıkıntılara sokmak suretiyle imtihanını
tamamlayacağı için sabır çok önemlidir. Allah
Teâlâ şöyle buyurur:
مَن
كَانَ
يَظُنُّ أَن
لَّن
يَنصُرَهُ
اللَّهُ فِي
الدُّنْيَا
وَالْآخِرَةِ
فَلْيَمْدُدْ
بِسَبَبٍ
إِلَى السَّمَاء
ثُمَّ
لِيَقْطَعْ
فَلْيَنظُرْ
هَلْ
يُذْهِبَنَّ
كَيْدُهُ مَا
يَغِيظُ.
“Kim
Allah'ın kendisine, dünyada ve âhirette yardım etmeyeceği kanaatine varmışsa
bir sebebe tutunup göğe (Allah’a) yönelsin, diğer ilişkiyi derhal kessin;
baksın ki, bu yol, kendini bunaltan şeyi gerçekten giderecek mi yoksa gidermeyecek mi?” (Hac 22/15)
Bunun hemen
arkasından şu âyet gelir:
وَكَذَلِكَ
أَنزَلْنَاهُ
آيَاتٍ
بَيِّنَاتٍ
وَأَنَّ
اللَّهَ
يَهْدِي مَن
يُرِيدُ
“İşte böylece biz onu apaçık âyetler olarak
indirmişizdir. Şüphesiz Allah, isteyeni yola getirir.” (Hac 22/16)
Bu âyetin,
şimdiye kadar yapılmış bir çok tefsiri vardır. Buna geleneksel yöntem diyoruz. Bir
de onu Kur’ân’la açıklama yöntemi vardır. Bu yöntem, Kur’ân’ın açık olmasının ne
anlama geldiğini göstermektedir.
Tefsirlerde ve
meallerde bu âyet üç şekilde açıklanmıştır:
1- Birinci
açıklamaya göre, “Kim
ona, Allah'ın dünyada ve âhirette yardım etmeyeceğini sanıyorsa” bölümündeki “o”
zamiri ile Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem’e işaret edilmektedir.
Bu görüşte olanlar kendi aralarında ikiye ayrılırlar. Bir gruba göre âyetteki
sebeb (السبب) ip, sema (السماء) ise evin tavanı anlamındadır. O zaman âyetin
meali şöyle olur:
“Her kim Peygambere, Allah’ın dünyada da
ahirette de yardım etmeyeceğini sanıyorsa evinin tavanına bir ip uzatsın, sonra
onunla intihar etsin; baksın ki, onun bu hilesi nefret ettiği şeyi giderecek
mi?”
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hasan Basri Çantay, Ömer Nasuhi Bilmen, Bekir Sadak, Suat Yıldırım, Muhammed Hamidullah ile
Ali Özek, Hayrettin Karaman ve
arkadaşları bu anlamı tercih etmişlerdir.
İkinci gruba göre
âyetteki semâ gök, sebeb ise bildiğimiz sebeptir. O zaman âyetin meali şöyle olur:
“Her kim Peygambere, Allah’ın dünyada da
ahirette de yardım etmeyeceğini sanıyorsa bir sebeple göğe uzanıversin de ona
Allah’tan gelen vahyi kessin; baksın ki, onun bu hilesi nefret ettiği şeyi
giderecek mi?”
Mustafa Hizmetli bu
anlamı tercih etmiştir.
2- “O” zamiri ayetin
başındaki “من (men) = kim”i gösterir. Sebeb, ip, sema evin tavanı
anlamındadır. Bu durumda meâl şöyle olur:
“Her kim kendine, Allah’ın dünyada da
ahirette de yardım etmeyeceğini sanıyorsa evinin tavanına bir ip uzatsın, sonra
onunla intihar etsin; baksın ki, onun bu hilesi nefret ettiği şeyi giderecek
mi?”
İsmail Hakkı
Baltacıoğlu, Süleyman Ateş, Ahmet Ağırakça ve
Beşir Eryarsoy bu
anlamı tercih etmişlerdir.
Taberî, Zemahşerî ve İbn
Kesîr bu iki
anlamdan birincisini tercih etmişlerdir[5].
3- Üçüncü görüş
şöyledir: Semâ ile kastedilen bildiğimiz göktür. Sebeb, ip anlamınadır.
Yukarıda “ilişkiyi kessin” diye tercüme edilen ليقطع (= liyakta’) ise “yol katetsin” demektir. Yani dünya ile
ilişkisini kesip göğün yukarısına doğru gitsin, peygambere gelen yardımı
engellemeye veya kendi için rızık elde etmeye gayret etsin, demek olur[6]. Muhammed Esed bu
anlamı tercih etmiş, farklı olarak sebeb kelimesine yol anlamını vermiştir. Onun
Türkçe’ye tercüme edilen meali şöyledir:
“Kim Allah’ın kendisine bu dünyada da, ahirette de yardım etmeyeceğini
düşünüyorsa göğe başka bir yolla ulaşmayı denesin de yol katetsin; ve böylece
görsün bakalım bu hilesi onu sıkıntısından kurtaracak mı[7]?”
Bunlardan
bazıları, bu âyetin, Hac Suresinin 11 ve 12. âyetleriyle ilişkili olduğunu
söylemiş ama bunun nasıl bir ilişki olduğunu göstermemiştir.
Yukarıdaki tefsir
ve meâllerin anlaşılamaz olduğu ortadadır. Çünkü âyet bağlantılarından
koparılmış ve bir boşluk doğmuştur. Boşluğu gidermek için yeni hatalar
yapılmış, bir hata diğerini doğurmuştur.
1- Birinci yorum
hatalıdır; çünkü “O” zamiri ile Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem’e
işaret edilmesi imkansızdır. Zamirler, kendilerinden öncesini gösterirler. Hac
Suresinin 1. âyetinden buraya kadar bir tek yerde Allah’ın Elçisinden söz edilmemiştir.
Bu anlamı
verenlerin birinci grubuna göre, Peygamber düşmanı olup Allah’ın ona, dünyada
da ahirette de yardım etmeyeceği kanaatinde olan kişi intihar etmelidir. Böyle
bir kişi sadece mutlu olur. Hiç ona, “öfkeni gidermek için intihar et”, denir
mi?.
Bu tefsiri
yapanlar, satır arasına bazı şeyleri sıkıştırarak düzeltme yapmaya
çalışmışlardır. Elmalılı’nın şu sözü, bu konudaki ortak tavrı yansıtmaktadır:
“Yani onun o
zanda bulunması, kin ve kıskançlığından, Peygamberin dünya ve ahirette ilahi
yardım görmesini ve başarıya ulaşmasını istememesindendir[8].”
“O” zamiri ile Allah’ın Elçisine işaret
edildiğini söyleyenlerden ikinci gruba göre bu kişi göğe uzanıp gelen vahyi
kesmeliymiş. Böyle bir şeye kimin gücü yetmez. Allah kimseye, gücünün yetmediği
yükü yüklemez. Allah Teâlâ’nın, Elçisine yaptığı şu uyarıyı düşünmek gerekir.
“Onların
yüz çevirmesi sana ağır gelince yeri delmeye veya göğe merdiven dayamağa gücün
yetseydi onlara bir mucize getirirdin.” (En'am 6/35)
Hac Suresinin 15.
ayeti şöyle bitiyor: “....
baksın ki, tuzağı öfkelendiği şeyi giderecek mi?” İntihar edip
ölen kişi dönüp neye bakabilir?
Zemahşerî diyor ki: Tuzak (كيد =
keyd) denmesi, yapabileceği başka bir şey olmadığı
içindir. “.... baksın ki, tuzağı öfkelendiği şeyi giderecek mi? sözü de, “hayal
dünyasında böyle bir şeyi tasarlasın da baksın ki, peygambere gelen ve kendini
öfkelendiren yardımı kesebilir mi?” anlamınadır[9].
Göğün yukarısına
doğru ip uzatılabilir mi? Yahut dünya ile ilişkiyi kesip göğün yukarısına hangi
yolla gidilebilir? Bunu bugünkü uzay çalışmalarına delil gösterme imkanı da
yoktur. Çünkü bu yorumu yapanlar, Peygamberin hayatında, ona muhatap olan
kafirleri hedef almışlardır.
2- İkinci yorum
da tutarsızdır. Allah’ın kendine dünyada da ahirette de yardım etmeyeceğini
sanan kişinin öfkesini giderecek hile, yardım almasını sağlayacak hile olur.
Yoksa kimse intihar için hile yapmaz. Allah kendine ahirette de yardım etmeyecekse
neden intihar etsin? Allah’ın Kitabında böyle anlamsız bir şey olur mu?
3- Üçüncü yorumun
da tutarlı yanı yoktur. Dünya ile ilişkiyi
kesip göğün yukarısına doğru gidiş, peygambere gelen yardımı engellemeye veya
kendi için rızık elde etmeye gayret nasıl olabilir? İnsanların göğe zaten
ulaştıkları bir yol var mı ki, Muhammed Esed âyete, “… göğe
başka bir yolla ulaşmayı denesin de yol katetsin” şeklinde anlam veriyor?
Bu bölümde Hac Suresi’nin
yalnızca 15. âyeti üzerinde durulmuştur. Aşağıda görüleceği gibi geleneksel
yöntemde ayetlerin öncesi ve sonrası ile ve diğer ayetlerle bağlantısı yeteri kadar
gösterilmediğinden 15. ayetle bağlantılı olan 11’den 16’ya kadar olan âyetler
de anlaşılamaz biçimde yorumlanmıştır. Konunun bu yönü bundan sonraki bölümde
ele alınacaktır.
Kur’ân’ın diğer
âyetleri gibi Hac Suresinin 11’den 16’ya kadar olan âyetleri hem birbiriyle hem
de diğer âyetlerle ilişkilidir. Şimdi bu ayetleri ve ilişkiler ağını görelim.
11. Âyet:
“İnsanlardan kimi Allah'a sınırda kulluk
eder. Eline bir imkân geçse rahatlar; başına bir sıkıntı gelse yüz çevirir.
Böylesi dünyayı da kaybeder, âhireti de. Apaçık kayıp budur.”
Her müslüman, bu dünyada imtihandan geçirilecektir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur:
“Sizi, biraz
korku, biraz açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz eksiltme ile ağır
bir imtihandan geçireceğiz; bundan kaçış olmaz. Sen sabır gösterenlere müjde
ver.
Onlar başlarına bir sıkıntı geldiğinde şöyle
derler: "Biz zaten Allah'a aidiz; nasıl olsa ona döneceğiz."
Onlar üzerlerinde Allah’ın verdiği
olgunlukları ve bereketi taşırlar. Yola gelmiş olanlar işte onlardır.” (Bakara 2/155-157)
Başına gelen sıkıntıya katlanamayan kişi, ondan kurtulmak için Allah’a
yakın gördüğü birinin ruhâniyetini aracı koymaya çalışır ve yoldan çıkar. 12.
âyet onu söylüyor.
12. Âyet
“Allah'ın yakınından, kendisine zarar
vermeyecek ve yarar da sağlamayacak şeyi yardıma çağırır. İşte bu, pek derin
bir sapıklıktır.”
Çevremizdeki
müslümanlar böyle durumlarda Eyüpsultan gibi yatırlara
koşar, onları Allah’a yakın gördüklerinden ruhaniyetinden yardım isterler. Halbuki
bunlar ölmüş kimselerdir. Bizi duyamaz ve cevap veremezler. Kıyâmetten önce
onlarla görüşme imkanımız da yoktur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“De ki, baksanıza, Allah’ın yakınından neyi
çağırıyorsunuz? Gösterin bana, onların yeryüzünde yaratmış oldukları ne
vardır? Yoksa onların göklerde bir payı mı bulunuyor? Bu konuda bana, bundan
önce gelmiş bir kitap veya bir bilgi kalıntısı getirin bakalım. Eğer doğru
sözlü kimseler iseniz.
Allah’ın
yakınından kıyâmet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek kimseleri yardıma
çağırandan daha sapık kimdir? Oysaki bunlar onların çağrısının farkında
değillerdir.” (Ahkaf 46/4-5)
Bu şahıs, daha
sonra Allah’a yakın bildiği bir din büyüğünü araya koymaya çalışır. Ona
bağlanıp manevi yardımını almak ve sıkıntıdan kurtulmak ister. 13. âyet onu
gösteriyor.
13. Âyet
“Zararı yararından yakın olan kişiyi de
yardıma çağırır. O ne kötü bir yardımcı ve bu ne kötü bir cemaat üyesidir.”
Halbuki yardım
istediği kişi de yardıma muhtaçtır. Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Onun
yakınından çağırdıklarınız kendilerine yardım edemezler ki size yardım
etsinler.” (Araf
7/197)
“De ki, Allah’ın dışında kuruntusunu
ettiklerinizi çağırın bakalım; onlar, sıkıntınızı ne gidermeye, ne de bir
başka tarafa çevirmeye güç yetirebilirler.
Çağırıp
durdukları bu şeyler de Rablerine hangisi daha yakın diye vesile ararlar, rahmetini
umar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı cidden korkunçtur.” (İsrâ 17/56-57)
Bu şahıs, aracı yaptığı din büyüğünün
cemaatine girer; ona kul olur, hediyeler, adaklar sunar, huzurunda saygıyla eğilir
ve şirke düşer. Eline bir şey geçmeden en büyük zarara uğrar. Allah Teâlâ şöyle
buyurur:
“Belki
kendilerine yardımları dokunur diye Allah’ın yakınından tanrılar edindiler.
Ama onların yardıma güçleri yetmez. Oysa ki kendileri onlar için hazır askerdirler.” (Yasin 36/74-75)
İnsanların çoğu,
olağan üstü saydıkları bir kısım varlıkları, ata ruhlarını, bir de Allah’a
yakın bildikleri kişileri araya koyarak isteklerini Allah’a ulaştırmaya ve
kabul ettirmeye çalışırlar. İşte bu, İslam ile batıl inançları ayıran temel
farktır. 11, 12 ve 13. âyetler, bu yola giren bir müslümanın pek derin bir
sapıklığa düşmüş olacağını, hem dünyayı hem de âhireti kaybedeceğini bildiriyor.
İşte apaçık kayıp budur.
12. âyette yardıma çağrılan için ما mâ
= şey, 13. âyette ise من men = kişi
kelimeleri kullanılmıştır. Ayrıca 12. âyette yardıma çağrılanın, zarar
vermeyecek ve yarar da sağlamayacak şey olduğu belirtilirken, 13. âyette,
zararı yararından yakın olan kişi olduğu ifade edilmektedir. Bunlar, yardıma
çağrılan iki farklı şeyi gösterdiğinden meâl ona göre yapılmıştır. Ama
geleneksel yöntemde bu farklar görülmemiş, her iki âyette de yardıma çağrılanın
putlar olduğu sanılmıştır.
Çağdaş tefsircilerden Muhyiddin ed-Dervîş 13. ayeti, 12. âyetin tekrarı,
onun bedeli saymıştır. Büyük tefsir bilgini ez-Zemahşerî’nin aşağıda gelecek
olan yorumu, onun da aynı görüşte olduğunu göstermektedir.
Bedel, bir kelime veya cümlenin diğerinin yerine
geçmesidir. İkinci âyeti birincinin bedeli saymak aradaki farkları görmezlikten
gelip birinci âyete de ikinci âyetteki anlamı vermek olur. Yani ikinci âyet,
mana olarak birincinin tekrarı sayılmış olur.
O zaman birinci âyetteki, “zarar vermeyecek
ve yarar da sağlamayacak şey” ifadesi ikinci âyette; zararı yararından yakın olan
kişi olarak değiştirilmiş olur. Bu yorumcular, yardıma çağrılanın put olduğuna
karar verdiklerinden;
putun zarar verebileceği, yarar da sağlayacağı, ama zararının yararından yakın
olduğu ortaya çıkar. Bu, çok sayıda âyetle çelişir. Meşhur müfessir
ez-Zemahşerî, hatadan döneceğine şunları söylemiştir:
“Eğer dersen ki,
putların zarar vermesi veya fayda sağlaması reddedilmişken bu iki âyette var
gösterilmiştir[10]; bu bir çelişki
değil midir? Derim ki; mana kavranırsa bu anlayış ortadan kalkar. Şöyle ki,
Allah Teâlâ, kafiri zavallı duruma sokmuştur. Çünkü o, fayda ve zarar verme
gücü olmayan cansız bir maddeye kul olur. Cahilliği ve sapıklığı sebebiyle
inanır ki, şefaat isteyeceği zaman puttan yararlanacaktır. Sonra bu kafir, Kıyâmet
günü putlar sebebiyle zarar gördüğünü, onlara kul olduğu için cehenneme
girdiğini, iddia ettiği şefaatten de bir iz olmadığını görünce bağırıp çağırır
ve şöyle der: “Zararı yararından yakın olan kişi!. O ne kötü yardımcı ve ne
kötü bir arkadaştır.”
İkinci âyet
birincinin bedeli olduğundan “çağırır” ifadesi tekrarlanmış olur. Sanki Allah
Teâlâ şöyle demiştir: “Allah'ın çevresinden, kendisine zarar vermeyecek ve
yarar da sağlamayacak şeyi yardıma çağırır da çağırır.” Sonra da sanki Allah,
şöyle devam etmiştir: Mabut sayıldığı için “zararı”, şefaatçi sayıldığı
için “yararından yakın olan kişi” ne kötü yardımcıdır![11]”
Zemahşerî’nin
birinci yorumu kabul edilemez. Ebedi cehenneme mahkum olmuş kafir o anda, putun
hangi yararını bekleyebilir ki “zararı yararından yakın” desin?
İkincisi hiç
kabul edilemez. Çünkü o yorum, putun şefaatçi olacağını kabul etmek olur.
Muhyiddin
ed-Dervîş diyor ki; 12.
âyetle ilgili yorumların sayısı yediye ulaşır. Ancak onların hepsi mantık
dışıdır... Bu âyet, nahiv ve tefsir
alimlerini meşgul etmiş ama onlar, susuzluğu giderecek bir yorum
getirememişlerdir[12].
İkinci ayeti
birincinin tekrarı sayıp da bu işin içinden çıkmak elbette mümkün olamaz.
Bunlar, insanların din perdesi altında nasıl sömürüldüğünü görebilselerdi
âyetleri doğru yorumlarlardı.
12.
âyetin sonundaki العشير (el-aşîr) kelimesi de
önemlidir. Aynı soydan gelip birlikte yaşayanlara aşiret ( العشيرة ) denir. Aşîr ise, aynı soydan olan veya birbirini
tanıyanlarla birlikte yaşayan kişidir[13]. Bugün buna parti, grup veya cemaat üyesi denir. Allah’a yakın
olduğuna ve manevi yardım yapacağına inanılan kimselerin etrafında bir cemaat
oluşur. Onlara sığınanlar cemaate girer ve orada olmanın bazı faydalarını
görebilirler. Âyette sözü edilen menfaat bu olmalıdır.
Şu ayet, böyle bir menfaate dikkat çekmektedir:
(İbrahim şöyle) demişti: "Allah ile aranıza
koyduğunuz putlara tutulmanız sadece bu hayatta birbirinize karşı bir sevgi
ortamı oluşsun diyedir. Sonra, Kıyâmet gününde biriniz diğerini tanımayacak ve
biriniz diğerine lanet edecektir. Varacağınız yer o ateştir; size yardım eden de olmayacaktır." (Ankebut
29/25)
14. Âyet
Allah, iman eden
ve iyi işler yapanları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Allah,
dilediğini yapar.
Bunlar sıkıntılar
karşısında yüz üstü geri dönmeyip sabır gösterenlerdir. Bu zor bir iştir. Allah
Teâlâ şöyle buyurur:
(Bir gün Lokman oğluna demişti ki:) “Yavrum!
Namazı sürekli kıl, iyiliği emret, kötülükten sakındır ve başına gelene sabret;
çünkü bunlar kararlılık gerektiren işlerdendir.” (Lokman 31/17)
15. Âyet
“Kim Allah'ın kendisine, dünyada ve âhirette
yardım etmeyeceği kanaatine varmışsa bir sebebe tutunup göğe (Allah’a)
yönelsin, diğer ilişkiyi derhal kessin; baksın ki, bu yol, kendini bunaltan
şeyi gerçekten giderecek mi yoksa
gidermeyecek mi?”
Yukarıda sözü
edilen kişinin aracılarla Allah’ı ikna çabaları başarısızlıkla sonuçlanmış, bu
onu bunalıma sokmuş ve korumasız bırakmıştır. Aslında o, her şeyin Allah’ın
elinde olduğunu da bilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Desen ki: Gökten ve yerden size rızık veren
kim? Ya da işitmenin ve gözlerin sahibi kim? Kimdir o diriyi ölüden çıkaran,
ölüyü de diriden çıkaran? Ya her işi çekip çeviren kim? Onlar: “Allah’tır” diyeceklerdir.
De ki; öyleyse hiç sakınmaz mısınız?
İşte
sizin gerçek Rabbiniz Allah budur. Hakkın ötesi sapıklık değildir de ya nedir?
Nasıl çevriliyorsunuz?” (Yunus 10/31-32)
Sıkıntı
geçmeyince, Allah’tan kendine dünyada da ahirette de yardım görmeyeceği
kanaatine varır. Allah, sonsuz merhameti ile şöyle demiş oluyor: “O yanlış
yolları bırak, emrime uy ve doğrudan bana yönel. Bunalımdan çıkıp çıkmayacağını
gör.”
Âyette geçen
kelimeler:
a) فليمدد (fe’l-yemdud) med kökündendir. Med, çekip uzatmak ve bir
vasıtayla biriyle dikey ilişki kurmak anlamına gelir[14].
b) السبب (es-Sebeb),
aracı, vesile, vasıta anlamınadır[15].
Müslüman Allah ile arasına aracı koymaz, çünkü o kendine, şah damarından daha
yakındır. Ama müslümanın da sarılacağı sebep ve vesileler vardır. Allah Teâlâ
şöyle buyurur:
يَا
أَيُّهَا
الَّذِينَ
آمَنُواْ
اتَّقُواْ
اللّهَ
وَابْتَغُواْ
إِلَيهِ
الْوَسِيلَةَ
وَجَاهِدُواْ
فِي
سَبِيلِهِ
لَعَلَّكُمْ
تُفْلِحُونَ
“Ey iman edenler! Allah’tan
korkun, ona bir vesile arayın. Onun yolunda gayret gösterin. Belki umduğunuza kavuşursunuz.” (Mâide
5/35)
Âyetteki vesile, elif lamlıdır, yani
bilinen, Kur’ân’ın bir çok yerinde açıklanmış olan vesiledir. Mesela bir âyet
şöyledir:
“Ey iman edenler! Sabır göstererek ve namaz
kılarak yardım isteyin. Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Bakara
2/153)
Bir başka âyette de şöyledir:
“Kimler inanmış, iyi işler yapmış, namazı sürekli
kılmış, zekatı vermiş olurlarsa onların Rableri katında ücretleri vardır.
Üstlerinde ne bir korku olur, ne de üzülürler.” (Bakara
2/277)
c) السماء Sema,
gök anlamınadır. “Bir sebeple göğe uzansın” ifadesi Allah’a duadan
kinayedir. Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellemin yaptığı dua ile ilgili
aynı kelime kullanılmıştır. قد نرى تقلب وجهك في السماء (Qad
nerâ teqallube vechike fi’s-semâi) “Yüzünün, zaman zaman gökte aranıp
durduğunu görüyoruz.” (Bakara 2/144)
d) ليقطع kelimesi, “diğer
ilişkiyi kessin” diye tercüme edilmiştir. Çünkü o kişiyi bu hale sokan, Allah
ile arasına arabulucu koyma çabasıdır.Arabulucu saydığı kişiye Allah’a benzer
özellikler yakıştırması gerektiğinden şirke düşer. Şirk, bağışlanmayacak bir
suçtur. Dolayısıyla o ilişki derhal kesilmelidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Allah
kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bunun dışında olanı dilediği kimse
için bağışlar." (Nisa 4/48)
Buradaثم = sümme atıf edatına derhal anlamı verilmiştir. Çünkü bu kelime, aşağıdaki
ayette olduğu gibi مع =maa beraberlik anlamına gelir[16].
ثُمَّ
كَانَ مِنَ
الَّذِينَ
آمَنُوا
وَتَوَاصَوْا
بِالصَّبْرِ
وَتَوَاصَوْا
بِالْمَرْحَمَةِ
“O,
aynı zamanda iman edip birbirine sabrı tavsiye eden ve merhametli olmayı tavsiye
edenlerden oldu.” (Beled 90/17)
e) Âyetin sonunda
yer alan هـل =hel soru edatı,
somut bir olayla ilgi olumlu cevap almak için kullanılır. Zihinde canlandırılan
(tasavvur), yahut olumsuz cevap beklenen bir soruda kullanılmaz[17]. Geleneksel
yöntemde bunun tam tersi bir anlam verilmiştir. Anlamı doğru verebilmek için
soru; “... giderecek mi yoksa gidermeyecek mi?”
şeklinde tekrarlanmıştır.
f) كيد, keyd bir şeye
yaklaşma, çare bulma ve gayret gösterme anlamına gelir. Kişinin kendine keydi,
kendine iyilik yapması, yönünü iyi belirlemesi demektir[18]. Âyette geçen
keyd, kişinin kendine keydi olduğu için “bu yol” diye tercüme edilmiştir
Keyd, مكر mekr anlamına da gelir. Mekr, bir çıkış yolu göstererek
birini yöneldiği taraftan çevirmektir. Türkçede buna hile veya aldatma denir.
Keyd hedefine
göre ikiye ayrılır. Biri hainlerin keydidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: وَأَنَّ
اللّهَ لاَ
يَهْدِي
كَيْدَ
الْخَائِنِينَ “Allah hainlerin keydini başarıya
ulaştırmaz.” (Yusuf 12/52) Diğeri de iyilik yapmak isteyenlerin
keydidir. و كذلك كدنا ليوسف “Böylece
Yusuf için bir çıkış yolu (keyd) gösterdik.” (Yusuf 12/76)[19]
g) غيظ = ğayz kelimesi hışım ve
gazab, tansiyonun
yükselmesinden doğan ve giderek artan kızgınlık anlamına gelir[20]. Bu kızgınlık
kişiyi bunalıma sokacağı için bunalım diye tercüme edilmiştir.
16.
Âyet
“İşte böylece biz onu apaçık âyetler olarak
indirmişizdir. Şüphesiz Allah, isteyeni yola getirir.”
Âyetleri, öncesi
ve sonrasıyla ve diğer âyetlerle birlikte anlamaya çalışınca anlatım, gerçekten
apaçık görülmektedir. Geleneksel yöntemde bu yola gidilmediği için o açık
âyetler, anlaşılmaz hale getirilmiştir. Bu sebeple gelenekçiler, 16. âyeti
farklı açıklamak zorunda kalmışlardır. Mesela Taberî’nin açıklaması
şöyledir:
“Allah Teâlâ
diyor ki: Ey insanlar! Ölen bir kimsenin yok olmasından sonra ona yeniden hayat
vermeye gücümün yeteceğini size delilleriyle açıklayıp izah ettiğim gibi aynı
şekilde bu Kur’ân’ı, Peygamberimiz Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme, açık
âyetler olarak yani Allah’ın yola gelmesini istediği kişileri doğruya yönelten
işaretler olarak indirmişizdir[21].”
Yukarıdaki örnek
üzerinde düşününce, Kur’ân’ın açık kitap olmasının anlamı ortaya çıkmaktadır.
Ama geleneksel yöntemde bu anlam kaybolmaktadır.
[1] Müfredat حبر mad.
[2] el-Halil
b. Ahmed, el- Ayn, حبر mad.
[3] Müfredat الرهبة
والرهب mad.
[4] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 10.
[5]
Taberî, Tefsîr’ut-taberî, c. IX, s. 118-121; Mahmud b. Ömer ez-Zemahşerî,
el-Keşşâf, Daru’l-Marife, Beyrut, c. III, s. 8; İsmail b. Ömer b. Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ani’l-azîm,
Beyrut 1401/1981, c. II, s. 211.
[6]
Kadı Abdullah b. Ömer el-Beydâvî, Envâru’t-tenzîl ve Esrâru’t-tevîl,
(Tefsîru’l-Beydâvî), İstanbul tarihsiz., c. II, s. 85. Beydâvî, birinci görüş
tercih etmiş, bu son görüşü de قيل = denildi başlığı ile vermiştir.
[7]
Muhammed Esed, Kur’ân Mesajı, Çev: Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İstanbul 2001,
c. II, s. 669.
[8]
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili Yeni Mealli Türkçe Tefsir,
İstanbul 1935, c. IV, s. 3389.
[9]
Zemahşerî, el-Keşşâf, c. III, s. 8.
[10]
Zemahşerî, el-Keşşâf, c III, s. 7-8.
[11]
Zemahşerî, el-Keşşâf, c III, s. 7-8.
[12]
Muhyiddin ed-Dervîş, İ’rabu’l-Kur’ani’l-Kerîm ve beyânuh, Dımaşk-Beyrut 1412/1992, c. VI, s. 403-404.
[13] العشير:
المعاشر
قريبا كان أو
معارف Ragıb el-İsfahânî, عشر mad.
[14] أصل
المد جر الشي
في طول
وا تصال شيء
بشيء في
استطالة Firuzabâdî,
Besâir, c. IV, s. 488.
[15] ما يتوصل به
إلى غيره
Firuzabâdî, Besâir, c. III, s. 169.
[16]
Firuzabâdî, Besâir, c.II, s. 344.
[17]
Firuzabâdî, Besâir, c. V, s. 335-336.
[18]
İbn Manzur, Lisanu’l-arab كيد
mad.
[19]
Firuzabâdî, Besâir, c. IV, s.399-400 ve 516.
[20]
Mütercim Asım, Kamus Tercümesi.
[21]
Taberî, Tefisiru’t-Taberi, c. IX, s. 121.