(KALP - İŞİTME –
GÖRME)
Allah
Teâlâ şöyle buyurur:
“Yarattığı
her şeyi güzel yaratan odur. İnsanı yaratmaya sulanmış topraktan (tîn) başlamıştır.
Sonra onun soyunu süzülmüş bir özden,
dayanıksız bir sudan yaratmıştır.
Sonra
onu düzenli bir şekle sokmuş ve içine ruhundan üflemiştir. Sizin için kulaklar,
gözler ve gönüller var etmiştir. Ne kadar az şükrediyorsunuz!” (Secde 32/7-9)
İnsan genellikle,
düşünen veya konuşan canlı diye tarif edilir. Buna bağlı olarak akıl, insan ile hayvanı ayıran en önemli varlık
sayılır. Halbuki Kur’ân’da kuşların ve karıncaların konuşmalarına ve
akıllarını kullanarak yaptıkları değerlendirmelere yer verilir. Yukarıdaki
âyetler, insanı diğer canlılardan ayıran temel farkın, kulaklar, gözler ve
gönüllerde aranması gerektiğini bildirir. Karıncalar ve kuşlarla ilgili âyetler
şunlardır:
“Süleyman için cinlerden, insanlardan ve kuşlardan ordular
toplandı. Düzenli bir halde idiler.
Karınca deresine
kadar geldiler. Bir karınca şöyle dedi: “Karıncalar, yuvalarınıza girin!
Süleyman ve askerleri
sakın sizi ezmesin! Onlar farkına varmazlar.”
“Süleyman dişleri gözükecek şekilde gülümsedi. “Rabbim!”
dedi. “Beni bana bırakma ki ettiğin iyiliğin kıymetini bileyim. Anama, babama
ettiklerinin de. Senin isteğine uygun iş yapayım. Beni, ikramınla, iyi kulların
arasına kat.”
Süleyman kuşlar ordusunu teftiş etti. Sonra şöyle dedi: “Ne oldu, neden Hüdhüd’ü
(çavuş kuşunu) göremiyorum. Yoksa kayıplara mı karıştı?
Ne olursa olsun ona ağır bir ceza vereceğim, ya da
onu keseceğim. Bana apaçık bir kanıt getirirse başka!”
Fazla beklemedi. (Hüdhüd çıka geldi.) Dedi ki; “Senin bilmediğin bir şey öğrendim. Sana
Seba’dan doğru bir haber getirdim.
Orada hükümdarlık yapan bir kadın gördüm. Her şeyi var, bir de koskoca
tahtı.
Baktım ki, hem o, hem toplumu, Allah’ı bırakmış güneşe secde ediyorlar. Şeytan yaptıkları
kötülükleri onlara güzel göstermiş, onları yoldan çıkarmış; doğruyu
göremiyorlar.
Allah’a secde etseler ya!
Yerlerin ve göklerin bütün gizlilerini açığa çıkaran, onların gizlediklerini
de, açığa vurduklarını da bilen odur.
Allah... Ondan başka tanrı yoktur.
O büyük arşın sahibidir.”
Süleyman dedi ki: “Bakacağız, doğru mu söylüyorsun,
yoksa yalancının teki misin?
Şu mektubumu götür, onlara at. Sonra biraz kenara çekil. Bak bakalım ne
diyecekler.”
Kraliçe. dedi ki: “Ey ileri gelenler! Bakın, bana değerli bir
mektup atıldı;
Süleyman tarafından.. “Bismillahirrahmanirrahim” diye başlıyor,
“Bana karşı çıkmayın.
Gelin teslim olun.” diyor.
Dedi ki: Ey ileri
gelenler! Bu işte bana doğru bir çözüm getirin. Sizlerle görüşmeden bir işi
kesip atamam.” (Neml 27/17-32)
Bu âyetlerde,
kuşun ve karıncanın akıllıca yaptıkları konuşmalar ve değerlendirmeler vardır.
Bütün âyetler incelenince insanı
hayvandan ayıran temel farkın akıl olmadığı anlaşılır. İlgili âyetlerden biri
şudur:
“Cinlerden ve insanlardan bir çoğunu
gerçekten Cehennem için yaratmış olduk. Onların da kalpleri vardır, onunla
kavramazlar. Onların da gözleri vardır, onlarla görmezler. Onların da kulakları
vardır, onlarla işitmezler. Onlar; en’âm (koyun, sığır ve deve) gibidirler; hayır, daha da düşüktürler.
Gafiller işte onlardır.” (A’raf 7/179)
Karşılaştırmanın bütün hayvan çeşitleriyle değil de en’âm denen koyun,
sığır ve
deveyle yapılması ve görmezlik edip kâfir olanların daha düşük durumda
olduklarının bildirilmesi önemlidir. En’âm’dan düşüğü kargadır. Bu gibi
insanlar, esasen kargaya benzetilmişlerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Kâfirlik
edip gerçekleri görmezlikten gelenler, kavramadığı sese karşı öten karga
gibidirler; kavradığı sadece bağırtı ve çağırtıdır[1]. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler.
Onlar akıllarını kullanmazlar.” (Bakara 2/171)
En’âmın da kalbi vardır ama kanı vücuda pompalama dışında bir iş
yapmaz. İnsanın kalbi, aynı zamanda bir karar organı, vücudun ana kumanda
merkezidir. Akıl, doğruları
tespit eder. Kalp, menfaatlerin,
beklentilerin ve özentilerin etkisiyle onları ya kabul veya reddeder. Akıl,
kalbin yanında bir danışman gibidir. Kalp, akla uygun karar vermeyince onu
kullanmamış olur. İmanın, kalp ile
tasdik şartına bağlanması bunu gösterir. Yoksa peygamberlerin söylediklerinin
doğru olduğunu hiçbir akıl inkar edemez. Kur’ân’ın sürekli akla vurgu yapması
bundandır. Nitekim Firavun, Musa’nın elçiliğini kabul etmemişti ama aklı,
onun Allah’ın elçisi olduğundan
emindi. İlgili âyetler şöyledir:
“Belgelerimiz bütün açıklığı
ile onlara gelince: “Bunlar apaçık büyüdür” dediler.
Onları, içten kanasıya,
anlamışken zalimlikten ve büyüklük taslamadan dolayı, onlara karşı inkarcılık
yaptılar”. (Neml 27/13-14)
Cehennemlikleri anlatan aşağıdaki âyetler, onların bu suçu, bile bile
işlediklerini gösterir.
“Rablerini görmezlikten gelip kâfir olanlara
Cehennem azabı vardır. Ne kötü hale düşmedir o!
İçine atılınca homurtusunu işitirler. O,
kaynıyor olacaktır.
Öfkeden sanki çatlayacak gibi olur. Her bir
bölük içine atıldı mı cehennem bekçileri sorarlar: “Size bir uyarıcı gelmedi
mi?”
“Evet” derler, bize uyarıcı geldi; ama biz
yalana sarıldık. Allah hiç bir şey indirmiş değildir, siz büyük bir
sapkınlık içindesiniz” dedik.
Şöyle devam ederler: “Keşke onu dinlemiş
olsaydık, ya da aklımızı çalıştırsaydık şimdi bu kızgın ateşe arkadaş olanlar
arasında olmazdık.”
Suçlarını itiraf ettiler. Def olsunlar, o
kızgın ateşe arkadaş olanlar!” (Mülk 67/6-11)
En’âmda göz vardır, ama basiret yoktur. Âyetler basirete
vurgu yapar. Basiret, baktığı şeyi kavramadır. Eğer en’âm yani koyun sığır ve
deve, elinde bıçakla gelen kişinin kendini keseceğini kavrasaydı neler olurdu?
Yanındaki ineğin kesildiğini gören bir boğa, hiçbir şey olmamış gibi otlamaya devam eder
miydi? Ama insanlar, bir katilin elini kolunu sallayarak dolaşmasına razı
olmazlar.
İşitme, duyduğu sesleri sınıflandırıp anlamını kavramadır. En’âmda bu
da yoktur.
Yukarıda ana karıncanın uyarısı ve hüdhüd kuşunun değerlendirmesi,
onların insan gibi işitme ve basiret sahibi olduklarını gösterir. Ama onlarda
hayatlarına yön çizecek karar merkezi durumundaki kalp yoktur. Bu açıdan en’âm
ile aynı konumdadırlar.
İnsan farklıdır; o, duyularıyla elde ettiği bilgilere göre hayatına yön
verir. Önünde iki yol vardır; ya doğrulara uyacak, ya da doğruları kendine
uyduracaktır. Eğer bir düşünce ve anlayışa esir olmuşsa hür karar
veremez. Evrensel doğruların yerini kendi doğruları veya bağlı olduğu cemaatin
doğruları alır. Asıl körlük ve
sağırlık budur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Onlar yeryüzünde hiç gezip dolaşmadılar mı
ki kalpleri olsun, onunla düşünsünler; ya da kulakları olsun, onunla duysunlar.
Aslında kör olan gözler değildir. Kör olan, göğüslerdeki kalplerdir.” (Hac
22/46)
Gözler ve kulaklar kalbin danışmanıdır. Göz
doğruları görür, kulak doğruları işitir ama, kalp bunları dikkate almayabilir.
O zaman görmenin ve iştimenin bir faydası olmaz. Hatta kalp, doğruları görmeye
ve işitmeye tahammül edemez hale de gelebilir. Asıl vurgunun, işitmeye ve
görmeye değil kalbe yapılması ve imanın kalp ile tasdik olması bundandır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Eski halkının çekilmesinden sonra o toprağa
yerleşenler için şu gerçek belli olmadı mı? Eğer istesek günahlarına karşılık
onları da çarpardık. Ama kalpleri üstünde yeni bir tabiat oluştururuz, artık
işitmezler.” (A’raf 7/100)
Demek ki, insanı hayvandan ayıran asıl özellik onun
konuşması, duyması veya düşünmesi değildir. Duyu organlarıyla elde ettiği
bilgileri değerlendirerek hayatına yön verecek durumda olmasıdır. Ama hür karar
verme özelliğini kaybeden, insan olma özelliğini de kaybeder. O, yaptığı
yanlışın farkında olduğu için doğruların baskısı altında kalır. İnsanda görülen
bunalım, huzursuzluk veya tersi duygular, kalbinin doğru veya yanlış kararlarıyla
ilgilidir. Bu sebeple çevreyi, insandan başka kimse bozamaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“İnsanların kendi elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde bozulma görüldü. Bunun
böyle olması, Allah onlara,
yaptıklarının bir kısmını tattırsın diyedir. Belki vazgeçerler.” (Rum 30/41)
Kendi doğrularına uyup fitne ve fesat çıkarmak
nasıl insana has ise evrensel doğrulara canı pahasına sahip çıkma da insana
hastır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“İnsanlardan
öylesi var ki, dünya hayatıyla ilgili sözleri seni hayran bırakır. İçinde olana
da[2]
Allah’ı
şahit tutar. O yaman bir düşmandır[3].
İş
başına geçti mi[4],
ortalığı karıştırmak, kaynakları yok etmek ve nesilleri bozmak için gayret
gösterir. Allah bozgunculuğu sevmez.
Ona:
"Allah'tan
kork!" denilince günahıyla övünmeye başlar[5].
Onun hakkından ancak cehennem gelir. Orası ne kötü bir yerdir!
İnsanlardan
öylesi de var ki, Allah’ın
rızasını kazanmak için canını verir. Allah kullarına karşı çok şefkatlidir.” (Bakara 2/204-207)
Bütün bu bilgiler ışığında insan şöyle tarif
edilebilir: “İnsan, duyu organlarıyla elde ettiği bilgileri değerlendirip davranışlarını
değiştirebilen canlıdır.”
[1]
Ayette geçen (نعق
ينعِق) sözlükte; hem karganın ötmesi; hem de çobanın davara bağırması
ve onu engellemesi anlamına gelir (Lisan’ul-Arab نعق mad.). Tefsirlerin tamamı kelimeye
ikinci anlamı vermişler ve kâfirlerin çobana benzetilmesi durumu ortaya
çıkmıştır. Bunu önlemek için çobana mecaz olarak davar denmiş, bu defa âyet,
metne uygun olmayan bir anlama çekilmiştir. Yukarıdaki meâl ise her bakımdan
yerinde olmuştur. Bu kitapta “Aklını Kullanmayanın Hali” başlıklı yazıya
bkz.
[2]
Sözlerinde samimi olduğuna.
[3]
Allah Teâlâ, bu iki yüzlülerle ilgili olarak şöyle
buyurur: “O münafıklar sana geldiklerinde şöyle
dediler: "Biz tanıklık ederiz ki, sen, gerçekten Allah'ın elçisisin" Allah biliyor ki,
sen elbette kendi elçisisin. Ama Allah tanıklık eder ki, o münafıklar kesinlikle
yalan söylüyorlar. Yeminlerini kalkan edip Allah yolundan çekildiler.
Ne kötü şey yapıp duruyorlar! Bu,
şundandır: Onlar önce inandılar. Sonra görmezlik ettiler. Sonra kalplerinde farklı bir
yapı oluştu. Artık anlamazlar. Onları gördüğün zaman yapıları seni imrendirir.
Konuşurlarsa konuşmalarını dinlersin. Sanki dayalı kütükler gibidirler. Her gürültüyü kendilerine karşı sanırlar. İşte düşman onlardır. Onlardan çekin.
Allah canlarını alsın, nasıl da yalana sürükleniyorlar!” (Münafikûn 63/1-4)
[4]
“Dönüp gitti mi” anlamı da verilebilir.
[5]
Yaptığı eğrilikleri, doğruymuş gibi gösterir.