Ecel,
bir şey için belirlenmiş süredir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Biz gökleri, yeri ve o ikisi arasında
olanları ecel-i müsemmâsı olan gerçek varlıklar olarak yaratmışızdır.” (Ahkaf
46/3)
İnsanlar hakkında
da şöyle buyurulur: “Sizi tînden yaratan odur. Sonra bir ecel
belirlemiştir. Onun katında bir de ecel-i müsemmâ vardır.” (En’âm
6/2)
Göklerin ve yerin
tek bir eceli olduğu halde insan için iki ecelden bahsedilmesi önemlidir.
Bunlardan biri, diğer varlıklarda da olan ecel-i müsemmâ olduğuna göre diğeri
tabiî ecel olabilir. Tabiî ecel, vücudun dayanma süresidir. Süre bitince insan,
dalında kuruyan çiçek gibi olur. Tabipler ömür biçerken ona bakarlar. Ecel-i
müsemmâ. ise kişinin yaşayacağı süredir. Bu süre
sonunda insan, dalından koparılmış çiçek gibi ölür. Tabii eceli 100 sene olanın
ecel-i müsemmâsı 60 sene olabilir. Bu süreyi yalnız Allah bilir.
Tîn, su ile toprağın karışmış halidir[1]. Su toprağa
karışmazsa hayat olmaz. İnsan tohumu, topraktan gelen gıdalardan süzülen bir
özden oluşur. Ana rahminde, yine topraktan gelen gıdalarla gelişir. İnsan
ölünceye kadar topraktan beslenir. Ondan ayrılan her şey toprak olur. Allah Teâlâ
şöyle buyurur:
“Sizi
önce topraktan sonra meni parçasından, sonra rahime yapışık kan pıhtısından[2] yaratan odur. Sonra sizi bir bebek olarak
çıkarır, sonra kuvvetli çağınıza eresiniz, sonra da ihtiyarlar olasınız diye
yaşatır. Bundan önce vefat edeniniz de olur. Bunlar ecel-i müsemmâya ulaşmanız
içindir. Belki aklınızı kullanırsınız.” (Mümin 40/67)
Sonsuz hayat için
yaratılan ve ölümsüz bir ruh taşıyan insanın dünyada geçireceği süre onun
ecel-i müsemmâsıdır. Bu süre içinde ruh, vücudu bir ev gibi kullanır. Vücut
uykuya dalınca çıkar gider; uyanınca geri döner. Ölen vücut, yıkılan ev gibi olduğundan
yeniden yaratılıncaya kadar ruh ona dönmez.
Kıyâmet günü
yaratılacak yeni vücut, ihtiyarlamayan, yaşlanmayan, hastalanmayan ve ölmeyen
bir vücut olacaktır. Bunu âyetlerdeki (خالدين) = hâlidîn
kelimesinden anlıyoruz. Kelimenin kökü olan (الخلود) = el-hulûd; bir şeyin bozulmayacak özellikte olması ve
bulunduğu hal üzere kalması anlamınadır[3]. Allah Teâlâ
şöyle buyurur:
“İman
etmiş ve iyi iş yapmış olanlar cennetin arkadaşlarıdır. Onlar orada hâliddirler.”
(Bakara 2/82)
Cehennemlikler
de aynıdır. Onlarla ilgili olarak da şöyle buyurulur: “Görmezlik edip kâfir olan ve ayetlerimiz
karşısında yalan söyleyenler cehennemin arkadaşlarıdır. Onlar orada hâlidirler.”
(Bakara
2/39)
Cehennemliklerin
Ölümsüz bir ruh
taşıyan insanın dünyada geçireceği süre, vücudun canlı kaldığı süredir. İnsan
bazen kendi eliyle, bazen başkasının eliyle hayatını kaybedebilir. Bu, ona
verilen sürenin, yani ecel-i müsemmasının bitmesinden önce olur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Her ecelin yazıldığı bir belge (bir Kitap)
vardır. Allah dilediğini siler (kısaltır), dilediğini sabitleştirir. Ana Kitap
onun yanındadır.” (Ra’d
13/38-39)
“Yaşayanın yaşatılması ve ömrünün
kısaltılması bir deftere kesin olarak kayıtlıdır. Bu Allah’a kolaydır.” (Fâtır
35/11)
Ayetlere bakılanca
iki şeyin eceli kısalttığı görülür; biri yanlış davranışlar, diğeri kendini
Allah yolunda feda etmektir.
Kişi, yanlış davranışlarla
kendi ecelini kısalttığı gibi suçsuz birinin ecelinin kısalmasına da yol
açabilir.
Yapılan
yanlışların eceli kısaltacağı konusunda en iyi örnek, Yunus aleyhisselam ve
kavmidir. Allah Teâlâ
şöyle buyurur:
“Yunus da elçilerden biridir. Bir gün dolu bir
gemiye kaçtı. Diğer yolcularla kur’a çekti ve kaybetti. Sonra onu bir balık
yutuverdi, o kendini kınayıp duruyordu. Eğer tesbih etmeseydi yeniden
dirilecekleri güne kadar balığın karnında eriyip gidecekti. Tesbih edince onu
boş bir yere attık; hasta bir haldeydi. Yanıbaşında kabakgillerden bir bitki
bitirdik. Halbuki onu yüz binlere, daha da çok kimselere elçi göndermiştik.
Nihayet onlar ona inandılar. Biz de onları bir süreye dek nimetlendirdik.” (Sâffât 37/139-148)
Sonra Yunus
aleyhisselam kavmine döndü. Daha önce ona inanmayan kavmi bu defa inandı ve
helaktan kurtuldu. Bunu da şu âyetler haber vermektedir:
“Azap gelip çatmadan imana gelip de imanı
kendine fayda vermiş bir tek kavim olsaydı keşke; Yunus kavmi başka, onlar iman
ettiler; biz de kendilerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azabını uzaklaştırıp
giderdik ve onları bir süre daha yaşattık.” (Yunus 10/98)
Allah Teâlâ
şöyle buyurur: “Elçiler,
toplumlarına dediler ki: “Allah hakkında şüphe mi olur; göklerin ve yerin
yaratıcısı hakkında? O, günahlarınızı bağışlamak ve ecel-i müsemmânıza kadar
yaşatmak için size çağrıda bulunmaktadır.” (İbrahim
14/10)
“Elif, Lâm, Râ. Bu öyle bir kitaptır ki,
âyetleri muhkem kılınmış, sonra hakîm olan ve her şeyin iç yüzünü bilen Allah tarafından
açıklanmıştır. Allah’tan başkasına kul olmayasınız diye. Ben onun tarafından
bir uyarıcı ve müjdeciyim. Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra ona dönün ki
sizi ecel-i müsemmâ gelinceye kadar güzel bir şekilde yaşatsın. Fazlasını
yapana, kendi katından daha fazlasını versin. Eğer yüz çevirecek olursanız, o
büyük günün azabına uğramanızdan korkarım.” (Hûd
11/1-3)
“Biz Nuh’u kavmine elçi gönderdik; kendilerini
acıklı bir azap çarpmadan önce onları uyar diye. Nuh dedi ki: “Kavmim! Ben sizi açıkça uyaran bir
kişiyim; Allah’a kul olun; ondan sakının, sözlerimi dinleyin ki Allah
günahlarınızı bağışlasın, sizi ecel-i müsemmânıza kadar yaşatsın. Çünkü Allah’ın
belirlediği ecel gelince artık geri bırakılmaz. Bunu bir bilseydiniz.” (Nuh
71/1-4)
Tevbe, hem Yunus
aleyhisselamın hem de kavminin kurtuluşunu sağlamıştı. Firavun da tevbe etmişti
ama boğulmaktan ve kâfir olarak ölmekten kurtulamamıştı. Bu sebeple burada bu konuya
değinmek gerekir.
Hem Yunus aleyhisselam hem kavmi, ölümle yüzyüze gelmeden
hatalarını anlamış, tevbe etmişlerdi. Allah Teâlâ
şöyle buyurur:
“Allah’ın kabul edeceği tevbe, cahilce
kötülük işleyen, sonra vakit varken tevbe edenlerin tevbesidir. Allah işte bu
gibilerin tevbesini kabul eder. Çünkü Allah bilir, doğru karar verir. Yoksa
kötülük işleyip duran, ölüm gelip çatınca da: “İşte ben şimdi tevbe ettim”
diyenler ile kâfir olarak ölenlerin
tevbesi tevbe değildir. Onlar için acıklı bir azap hazırlamışızdır.” (Nisa 4/17-18)
Yunus
aleyhisselamı balık yutmuştu ama o, karanlık bir yere girdiğini sanıyordu. Balığın
yuttuğunu bilseydi ölmek üzere olduğunu anlar, son pişmanlığın fayda
vermeyeceğini bilirdi. Çünkü bu, Allah’ın yukarıdaki ayette yer alan kanunudur.
Ama o, nerede olduğunu bilmediği için tevbe etmiş, tesbihte bulunuyordu. Bunu
şu âyetlerden öğreniyoruz:
“Balığın yuttuğu Yunus’u da an. Bir gün
öfkelenmiş, başını alıp gitmişti. Dünyayı başına dar etmeyeceğimizi sanmıştı. Sonra karanlıklar içinden şöyle yakarmıştı: “Senden
başka ilah yoktur. Senin kusurun yok, ben yanlış yaptım.” Onun yakarmasına
karşılık verdik; onu üzüntü ve kederden kurtardık. İşte inananları böyle
kurtarırız.” (Enbiya
21/87-88)
Nuh aleyhisselam
da kurtulma ümidi varken, oğlunu tevbeye çağırmıştı. Allah Teâlâ
şöyle buyurur:
“Gemi, dağlar gibi dalgalar içinde onları
çalkalıyordu. Nuh, bir kenarda duran oğluna seslendi: "Yavrucuğum! Bizimle
birlikte bin, kafirlerle beraber olma" dedi. "Bir dağa sığınacağım, o
beni sudan korur" diye karşılık verdi: Nuh ise: "İkram ettikleri bir
yana, bugün Allah'ın bu işinden koruyacak biri yoktur" dedi. Aralarına
dalga girdi, o da boğulanlara karıştı gitti.” (Hûd
11/42-43)
Firavun da tevbe etmiş ama tevbeyi, ölümle yüzyüze
geldiği anda yaptığı için kabul edilmemişti. Allah Teâlâ
şöyle buyurur:
“İsrail oğullarını denizden geçirdik,
Firavun ve askerleri haksızca ve düşmanca onları takibettiler. Firavun boğulmayla
yüzyüze gelince dedi ki, "İsrail oğullarının inandığından başka tanrı
olmadığına inandım, artık ben ona teslim olanlardanım." "Şimdi mi? Az
öncesine kadar baş kaldırmış ve bozgunculardandın. Bugün senin cesedini bir
tepeye atacağız ki, senden sonrakiler için belge olsun. İnsanların çoğu
belgelerimizden gerçekten habersizdir.” (Yunus 10/90-92)
“Bunlar,
kendilerine meleklerin gelmesinden veya Rabbinin gelmesinden ya da Rabbinin
birkaç işaretinin gelmesinden başka ne bekliyorlar? Rabbinin işaretleri gelince, o zamana kadar
iman etmemiş veya imanlı olarak iyi iş yapmamış olanın o anki imanının faydası
olmaz. De ki:
“Bekleyin; biz de bekliyoruz.” (En’âm 6/158)
Firavun da tıpkı
Yunus aleyhisselam
gibi kendini kınamıştı. Ama Yunus aleyhisselam bunu, ölüm gelmeden önce,
Firavun ise ölüp denizin dibini boyladıktan sonra yapmıştı. Allah Teâlâ
şöyle buyurur:
“Firavun’u
ve ordularını
yakaladık, denizin dibine attık. Bu sırada o, kendini kınıyordu.” (Zâriyat 51/40)
Kendini kınama,
kafir olarak ölen her ruhun yapacağı iştir. Allah Teâlâ
şöyle buyurur:
“Onlardan birine ölüm gelince der ki: «Rabbim!
Beni geri çeviriniz. Belki terkettiğim dünyada iyi bir iş yaparım. Hayır; bu
onun söyleyip duracağı bir sözdür. Arkalarında yeniden dirilecekleri güne kadar
bir engel (berzah) vardır.” (Müminun
23/99-100)
Peygamberimiz şöyle demiştir: “Allah kulunun
tevbesini, can boğaza gelinceye kadar kabul eder[4].”
Allah, cezayı hemen
vermez. Yoksa yer yüzünde kimse kalmazdı. Allah Teâlâ
şöyle buyurur:
“Senden azabı çarçabuk getirmeni isterler. Eğer ecel-i müsemmâ olmasaydı,
ne olursa olsun, bu azap gelip onları yakalardı. Yine de bu azap farkında
olmadan, onlara birdenbire gelecektir.” (Ankebut 29/53)
“Eğer
Allah insanları yaptıkları yanlışlardan dolayı hemen sorumlu tutsaydı,
yeryüyüzünde tek bir canlı bırakmazdı. Ama
Allah onları ecel-i müsemmâya kadar ertelemektedir. Ecelleri gelince ne
bir an geri kalabilirler, ne de bir an ileri geçebilirler.” (Nahl
16/61)
“Her ecelin yazıldığı bir belge (bir Kitap)
vardır. Allah dilediğini siler, dilediğini
sabitleştirir. Ana Kitap Onun yanındadır.” (Ra’d 13/38-39)
“Yaşayanın yaşatılması ve ömrünün
kısaltılması bir deftere kaydedilmesin olmaz. Bu, Allah’a göre kolaydır.” (Fâtır
35/11)
İnsanlar ve toplumlar,
yaptıkları davranışlarla ecellerinin kısaltılmasına, ecel-i müsemmâlarının bir kısmının
silinmesine sebep olurlar. Mesela bir kişinin veya toplumun ecel-i müsemmâsı
100 yıl olsa, yaptığı davranışlarla bu eceli 80 yıla indirilmiş bulunsa 80 yıl
dolduğu an ömür biter. Artık bu anda onlar, ne bunun önüne geçebilir, ne de
Firavun gibi kendilerine süre tanınmasını isteme
hakkına sahip olabilirler. Ama 80 yıl
dolmadan kısa bir süre önce hatalarını anlayıp tevbe etse, ömrü 100 yıla
çıkabilir.
Allah Teâlâ
şöyle buyurur: “Yeryüzünde
veya kendinizde meydana gelen bir tek olay yoktur ki, onu yaratmamızdan evvel
bir deftere yazılmış olmasın. Bu, Allaha göre kolaydır.” (Hadid
57/22)
Olayın olması,
bir kararın uygulanması gibidir. Mesela mahkemenin yazılı kararı olmadan bir
ceza infaz edilemeyeceği gibi Allah’ın yazılı kararı olmadan da bir olay
meydana gelmez. Bunu bir başka şekilde açıklayan âyet şudur:
“Allah'ın izni olmadıkça hiçbir olay meydana
gelmez.” (Teğâbün
64/11)
Tevbe ile ilgili âyetlerden, Nuh aleyhisselamın oğlunun ve Firavun’un başına
gelenlerden, bir de Yunus aleyhisselam ile kavminin ikrama mazhar
olmalarından anlıyoruz ki, bir olayın yazılması, meydana gelmesinin öncesine
rastlamaktadır. Yukarıdaki âyette geçen; “onu (yani olayı) yaratmamızdan evvel” ifadesi, bunu desteklemektedir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Allah'ın
izni olmadan hiç kimseye ölüm yoktur. Onun eceli yazılı olarak belirlenmiştir.
Kim dünyalık isterse ona ondan veririz. Kim ahiret nimeti isterse ona da ondan
veririz. Biz teşekkür edenleri ödüllendireceğiz.” (Al-i İmran
3/145)
Allah’tan onay çıkar, yazı yazılırsa yapılacak bir
şey kalmaz. Şu âyet bunu gösterir.
“ (Uhud savaşında içine düştüğünüz) o kederden sonra sizi güven duygusu
sardı, üzerinize tatlı bir uyku çöktü. İçinizden bir takımı böyleydi. Bir
takımı ise kendi derdine düşmüş, Allah hakkında, gerçek dışı kuruntuya,
cahiliye kuruntusuna kapılmıştı. Şöyle diyorlardı: "Bu işten elimize ne
geçti?" De ki: "Bu iş, tamamıyla Allah rızası içindir". Onlar,
sana açmadıkları bir şeyi içlerinde gizliyor "bu işte bir faydamız
olsaydı, burada öldürülmezdik" diyorlardı. De ki: "Siz evlerinizde
bile olsaydınız, öldürülecekleri yazılmış olanlar çıkar, yatacakları yere kadar
giderlerdi". Bu, Allah'ın içinizde olanı denemesi, kalplerinizde olanı
iyice temizlemesi içindir. Allah içinizde ne olduğunu bilir.” (Al-i İmran 3/154)
Toplumların da eceli vardır. Allah Teâlâ
şöyle buyurur:
“Her topluluk için bir ecel vardır. Ecelleri
gelince, ne bir an geri bırakılmalarını isteyebilirler, ne önüne geçebilirler.” (A’raf 7/34)
“De ki : Allah dilemedikçe benim kendime ne bir zararım ne de bir yararım
olabilir. Her topluluk için bir ecel vardır. Ecelleri gelince, ne bir an geri
bırakılmalarını isteyebilirler, ne önüne geçebilirler.” (Yunus 10/49)
Yunus. kavmi gibi, ecel gelmeden hatasını anlayıp
dönüş yapan toplumlar, kalan süreyi tamamlarlar. Mesela 200 yıllık ömrü 150
yıla düşürülse, süre dolmadan hatasını anlayıp dönüş yapsa 200 yıllı
tamamlamayı hak etmiş olur. “Bu
şundandır: Bir toplum kendinde olanı değiştirmedikçe Allah ona verdiği nimeti
değiştirmez. Allah işitir, bilir.”
(Enfâl 8/53)
Buraya kadar
kişinin ve toplumun kendi ecelini kısaltması ile ilgili âyetleri gördük. Şimdi
de kişinin başkasının ecelini nasıl kısaltabileceği ile ilgili âyetleri göreceğiz.
Musa aleyhisselam ile Hızır, bir erkek çocuğun, arkadaşlarıyla
oynadığını görürler. Hızır, çocuğu öldürür. Musa hemen: “Bir cana karşılık olmadan
suçsuz bir canı öldürdün ha? Çok kötü bir şey yaptın” diye çıkışır. Hızır bunun
sebebini şöyle açıklar:
“Oğlanın
ana babası inanmış kimselerdir. Onun onları azdırmasından ve inkara
sürüklemesinden korktuk. İstedik ki Rableri onlara, daha temiz ve daha
merhametli birini versin. Bunları kendiliğimden yapmış değilim...” (Bkz. Kehf 18/65-82)
Çocuğun eceli gelmiş olsaydı Musa aleyhisselam
Hızır’a karşı çıkamaz, o da böyle bir gerekçe
ileri süremezdi.
Bu konuda Peygamberimizden gelen bir nakil vardır.
Sahabeden Cabir başından geçen bir olayı şöyle anlatmıştır: “Yolculuktaydık,
bir kişiye taş vurdu, başı yarıldı. Sonra ihtilam oldu ve arkadaşlarına “benim
teyemmüm etmeme ruhsat var mı” diye sordu. Dediler ki, senin için bir ruhsat
göremiyoruz; su kullanabilirsin.” Adam yıkandı ve öldü. Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellemin yanına vardık. Durum ona haber verilince dedi ki:
“Allah
canlarını alsın, adamı öldürdüler. Bilgisizliğin ilacı sorup öğrenmektir.
Teyemmüm etmesi veya yarasına bez bağlayıp meshetmesi ve bedeninin geri
kalanını yıkaması yeterdi.”[5]
Adam öldürmelerde
de durum aynıdır. Mesela bir mümini kasten öldürene kısas uygulanır. Allah
Teâlâ şöyle buyurur:
“Ey
iman edenler! Adam öldürmelerde size kısas farz kılındı. Hüre hür, köleye köle,
kadına kadın. Kim öldürülenin kardeşi[6] tarafından
bir bedel karşılığı bağışlanırsa, Mârufa[7]
uysun ve bedeli güzelce ödesin. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve bir
ikramdır. Kim düşmanlığı bundan sonra da sürdürürse, ona acı bir azap vardır.” (Bakara 2/178)
Kısas, öldüreni
öldürme ve yaralayanı yaralama anlamına gelir[8]. O tıpkı kırdığı
camı taktırmak gibi, suçlunun verdiği zararı gidermektir. Öleni diriltmek
mümkün olmadığından suçluya kısas uygulanır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Biz onlara Tevrat'ta şunu yazdık: «Cana
can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralar, işte bunların
hepsi kısastır. Kim hakkından vazgeçerse, bu onun için keffaret olur. Kimler de
Allah Teâlâ'nın indirdiği ile hükmetmezlerse işte onlar yanlış yapmış olurlar.” (Mâide
5/45)
Yaşatan ve
öldüren Allah’tır. Onun verdiği hayata kasten son veren kişi suçu Allah’a karşı
işlemiş olur. Birinin camını kasten kıran, camı taktırmakla cezadan kurtulamayacağı
gibi kasten adam öldüren de kısasla kurtulamaz. Allah, bu suçun asıl cezasını
ebedi cehennem olarak belirlemiş ve şöyle buyurmuştur:
“Kim bir mümini kasten öldürürse cezası
Cehennemde sürekli kalmaktır. Allah ona gazap etmiş; onu lanetlemiş ve ona büyük
bir azap hazırlamıştır.”
(Nisa 4/93)
Öldürülenin ömrü
bitmiş olsaydı katili cezalandırmak anlamsız olurdu. O zaman, adam öldürmeyi
yasaklamanın da bir anlamı olmazdı. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Allah’ın
dokunulmaz kıldığı kimseyi öldürmeyin, hukuka uygunsa başka. Haksız yere kim
öldürülürse onun velisine yetki verdik o da öldürme işinde taşkınlık
etmesin. Çünkü o, yardım görmüştür.” (İsrâ 17/33)
Bunlar, öldürülen kişinin eceli ile ölmediğini
gösterir.
İnsanlar, canlarını Allah yolunda feda ederek de
ecel-i müsemmâlarının kısalmasına yol açabilirler. Allah, bunun karşılığını kat
kat verir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Hele
Allah yolunda öldürülün veya ölün; görürsünüz ki, Allah’ın bağışı ve ikramı
dünyada kalıp biriktireceğiniz şeylerden daha iyi olacaktır.” (Al-i İmran 3/157)
Ölen kişi, ecel-i müsemmasının dolmasıyla ölür. Ama
Allah yolunda öldürülen, canını Allah için feda ettiğinden canına karşılık Allah
ona yeni can verir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Allah yolunda öldürülenlere «ölüler»
demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ama siz bunu fark edemezsiniz.” (Bakara 2/154)
“Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma.
Onlar Rableri katında diridirler; kendilerine rızık verilir. Allah'ın onlara yaptığı
ikram ile mutlu olurlar. Henüz aralarına katılmamış olanlara şu müjdeyi vermek
isterler: “Üstlerinde ne bir korku olur, ne de üzülürler.” Allah'ın nimetini ve
ikramını da müjdelemek isterler. Allah, müminlerin alacağı karşılığı azaltmayacaktır.” (Al-i
imran 3/169-171)
Allah yolunda
öldürülenler, verdikleri ömrün kat kat fazlasını alırlar. Allah Teâlâ
şöyle buyurur:
“Kim bir iyilikle gelirse ona onun on katı vardır.” (En’âm 6/160)
Bu iyilik, Allah
yolunda malını harcama şeklinde olursa 700 katına, hatta daha fazlasına çıkar.
Allah Teâlâ
şöyle buyurur:
“Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu,
yedi başak bitiren bir taneye benzer. Her başakta yüz tane vardır. Allah,
dilediğine kat kat verir.” (Bakara
2/261)
Allah yolunda öldürülenin ömrü ise Kıyâmete
kadar uzar. Onun ömrü bitmiş olsaydı fedakarlık yapmış ve böyle bir karşılığı
hak etmiş olmazdı. Bu da Allah yolunda ölen ile öldürülenin farkıdır.
İbnu Mes'ud’un bildirdiğine
göre, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem yere bir dörtgen çizdi. Sonra, onun
ortasını boydanboya keserek dışarı çıkan bir hat çizdi. Bu hattın içte kalan
kısmına doğru bir çok küçük hatlar çizdi ve dedi ki:
“Şu hat insandır. Şu onun
ecelidir; kendini çepeçevre sarmıştır. Şu dışarı uzanan bölüm onun emelidir. Şu küçük hatlar
da başa gelenlerdir. Şu hat onu alt etmezse bu eder. Bu da alt etmezse bu eder[9].”
Peygamberimizin
çizdiği çizgiyi şu şekilde gösterebiliriz.
Allah Teâlâ, sağdan ve soldan gelen bela oklarına
karşı insanları korumaktadır. Bir âyet şöyledir:
“Kişinin önünde ve arkasında Allah'ın
emriyle onu koruyan takipçiler (melekler) vardır. Bir toplum kendinde olanı
değiştirinceye kadar Allah, onlarda olanı değiştirmez. Allah bir topluma
kötülük diledi mi, artık onun için geri çevrilmesi diye bir şey yoktur. Onların
Allah'tan başka yardımcıları da yoktur.” (Ra’d
13/11)
[1]
Ragıp el-İsfahani, Müfredât طين mad.
[2]
Alak (علق) bulaşan ve yapışan nesne anlamına gelir.
Bulaşıp yapıştığı için kızıl kana, koyu kana veya pıhtılaşmış kana da alak ya
da alaka denir.
[3]
Müfredat خلد
mad.
[4]
Tirmizi, Daavat 98; İbn Mace, Zühd 30; Ahmed b. Hanbel, 2/132, 153.
[5]
Ebû Davûd, Taharet, 127.
[6]
Mirasçı yakınları.
[7]
Maruf; kısaca güzelliği akıl veya din yoluyla anlaşılan şey şeklinde tarif
edilmiştir.
[8]
Lisan’ul-arab قصص mad.
[9]
Buharî, Rikâk, 4.