30. NİKAHIN DENETLENMESİ

 

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

 “Kadınlar kocalarıyla Mârufa uygun olarak anlaştıkları zaman evlenmelerine engel olmayın.” (Bakara 2/232)

Âyetteki “kocaları” kelimesi, koca adayları anlamında mecazdır. Çünkü kadın kocasıyla zaten evli olur.

Bir başka âyette Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“(Kocası ölen kadınlar) Bekleme süresinin sonuna vardıklarında kendileri için Mârufa uygun olarak ne yaparlarsa yapsınlar, onun size bir günahı yoktur.” (Bakara 2/234)

Bu kadının yapacağı en önemli iş yeniden evlenmesidir. 

Nikâh  için kadın ile erkeğin anlaşmaları yeterli görülmez. Bu konuda her toplum, kendi inancına, gelenek ve göreneklerine göre kurallar koymuştur. Âyetlerdeki “Mâruf” bu anlamdadır. Eski Araplarda kız, babasından veya velisinden istenir, mehri[1] verilir ve nikâhı kıyılırdı[2]. Hıristiyanlar nikâhı kilisenin, Yahûdi ler havranın gözetiminde kıyarlar. Laik toplumlarda nikâh, yetkili makamın izni ve gözetimi ile kıyılır. 

Âyetler, kadının Mârufa uygun kararına engel olmayı yasaklamaktadır. Mâruf; bilinen ve malum olan şey demektir. Bu bilgi, ya gelenek ve göreneklerden ya da Kitap  ve Sünnetten elde edilir. Gelenek ve görenekten elde edilmişse Kitap ve Sünnete aykırı olmaması gerekir. Böyle bir bilgiyi akıl ve din güzel bilgi sayar. Kur’ân ve Sünnette konu ile ilgili hükümler vardır. Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellemin sözleri, Mârufa uygunluğu velinin denetleyeceğini gösterir. O, şöyle demiştir:

Velisiz nikâh olmaz[3].”

Hangi kadın, velisinin izni olmadan nikâhlanırsa onun nikâhı batıldır, onun nikâhı batıldır, onun nikâhı batıldır. Erkek onunla ilişkiye girmişse bu ilişkiye karşılık kadının mehir alma hakkı vardır. Eğer anlaşamazlarsa sultan (yetkili kişi) velisi olmayanın velisidir[4].”

Veli, isteyip istemediğine bakmaksızın, bir başkasını bağlayıcı karar alma ve uygulama yetkisini elinde bulunduran kişidir. Bu yetkiye velâyet denir[5].

Hizam  adında bir kişi, dul kızı Hansâ’yı nikâhlamıştı. Kız bu evliliği istemiyordu. Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve selleme geldi ve durumu anlattı. O da babasının kıydığı nikâhı geçersiz saydı. Sonra kadın Ebû Lübâbe b. Abdi’l-munzir ile nikâhlandı[6].

 Bir bakire kız Aişe’nin yanına geldi. “Babam beni kardeşinin oğluyla evlendirdi ki, benimle kendi konumunu yükseltsin. Ama ben bundan hoşlanmıyorum.” dedi. Aişe, “Allah’ın Elçisi gelinceye kadar otur.” dedi. Allah’ın Elçisi geldi. Kız durumu ona anlattı. O, hemen babasına bir adam gönderip çağırttı. O konudaki yetkiyi kıza verdi. Kız dedi ki:

“Ey Allah’ın Elçisi! Aslında ben babamın yaptığına izin vermiştim ama bu konuda kadınların bir hakkı var mı, yok mu; öğrenmek istedim[7].”

Bir çok yerde kızlar, nikâh akdinin tarafı olmaktan hoşlanmazlar. Bazen kızın, evliliğe onay verip vermediğini öğrenmek bile zor olabilir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin konu ile ilgili sözleri şöyledir:

“Dul kadın, kendisi ile ilgili olarak velisinden daha çok hakka sahiptir. Bakirenin onayı alınır. Dendi ki, “Ey Allah’ın Elçisi, bakire konuşmaktan utanır.” Dedi ki, “Onun susması onay vermesi demektir[8].”

“Dul, kendi ile ilgili açık konuşur. Bakirenin susması onay vermesi demektir[9].”

Meşhur mezhepler, âyet ve hadislere önyargılı yaklaşmış ve farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Hanefî mezhebi, hürriyetçi yaklaşımla, velinin izni olmadan evlenilebileceğini ileri sürmüştür[10]. Mâlikî, Şâfiî  ve Hanbelî  mezhepleri ise gelenekçi yaklaşımla veliyi nikahı denetleme konumundan nikaha taraf olma konumuna çıkarmışlardır. Onlara göre veli, kadın adına nikâha taraf olmazsa nikâh kıyılamaz. Kadın nikâhta ne kendini, ne de başkasını temsil edebilir. Velisinden başkasını vekil etme yetkisi de yokur. Baba bâkire kızını, ona sormadan evlendirebilir[11]. Zahirî mezhebi de hadisleri öne alan bir yaklaşım sergilemiştir. Buna göre “kadın ister bakire, ister dul olsun, velisinin izni olmaksızın evlenemez. Velileri izin vermezse onu yetkili bir kimse evlendirir. “Bakirenin nikahı, babayla kızın görüşlerinin aynı kişi üzerinde birleşmesi halinde kıyılabilir[12].”

Şimdi bu görüşlerin dayandırıldığı delillere bakalım:

 

30.1. Hanefî Mezhebinin Delilleri

Mezhepte Ebû Hanîfe’nin görüşü esas alınmıştır. Onun görüşü, şu üç âyete dayandırılmıştır:

(Kocanın üçüncü kez boşadığı kadın) bir başka kocayla nikâhlanıncaya kadar ilk kocaya helal olmaz.” (Bakara 2/230)

"(Kocası ölen kadınlar) Bekleme süresinin sonuna vardıklarında kendileri için ne yaparlarsa yapsınlar, onun size bir günahı yoktur[13]."

 “...o kadınların kocalarıyla nikâh kıymalarına engel olmayın[14]..."

Âyetlerde kadın, nikâh fiilinin faili olduğu için Ebû Hanîfe  onu, nikâhın tarafı saymış ama son iki âyetteki Mârufa uygunluk şartını dikkate almamıştır. Bu da ilgili hadislerin değerlendirme dışı kalmasına ve üçüncü âyet için şu yoruma yol açmıştır: “Âyetteki engelleme, fiilî engelleme, yani kadını eve hapsedip evlenmesine engel olmadır. Hitap kocalaradır. Çünkü âyetin başında, “Kadınları boşadığınız zaman...” ifadesi geçmektedir[15].

Bazı kocalar, boşadıkları kadınların evlenmelerine engel olmaya çalıştıklarından bu açıklama doğru gözükmektedir. Ancak engelleme, bu kocaya karşı da olabileceğinden değerlendirme eksiktir. Ayrıca iddetini tamamlayan kadının kocası ile ilişkisi kesilir. Yapacağı yeni evliliği denetleme görevi de ona düşmez. Bu sebeple Ebû Hanîfe’nin değerlendirmesine katılmak zordur.

Hanefîler, velisinin onayını almadan evlenen kadınlarla ilgili şöyle derler: Kadın, izin almadan evlenmişse bakılır; kocası kendine denk ve aldığı mehir kendi seviyesindeki kadınların mehrinden (mehr-i misil[16]) az değilse velilerin bu evliliğe itiraz hakları olmaz. Kadın, kendine denk olmayan bir koca ile evlenirse velilerini sıkıntıya sokar. Sıkıntıdan kurtulmak için, onların evliliğe itiraz hakları doğar. Bu, velilere tanınmış bir haktır. Kadın onların bu hakkını düşüremez[17].

Kadının aldığı mehir, mehr-i mislinden azsa veliler; mehrin artırılmasını veya eşlerin ayrılmasını isteyebilirler. Çünkü onlar, mehrin fazlalığı ile övünür, azlığından utanırlar. Bir de bu, o kabilenin kadınlarını zarara sokar. Çünkü bundan sonra onlardan kim, mehir  belirlemeden evlense, onun mehri bu kadının mehrine göre belirlenir. Kabilenin kadınlarının hakkını erkekler koruyacağından itiraz hakkı erkeklere tanınır[18].

Dikkat edilirse bu konuda dayandıkları bir âyet veya hadisin olmadığı görülür.

 

30.2. Mâlikî, Şafiî ve Hanbelîlerin Delilleri

Bu üç, ilgili âyet ve hadisleri, geleneğe göre yorumlamışlardır. Arap toplumunda kız, babasından veya velisinden istenir, mehir verilir ve nikâh kıyılırdı[19]. Erkek nikâhın tarafı olur ama kadın olamazdı. Onun yerine velisi otururdu. Onlar bu konuda şu âyete dayanmışlardır:

“Kadınları boşadığınızda bekleme sürelerinin sonuna varırlar sonra kocalarıyla Mârufa uygun olarak anlaşırlarsa evlenmelerine engel olmayın[20].

Diyorlar ki; Âyette geçen (عضل =adl, engel olma), (الإمتناع من تزويجها  = el-imtina’ min tezvîcihâ, kadını evlendirmekten kaçınma) anlamınadır. Bu da kadını evlendirmenin veliye bırakıldığını gösterir[21]. Yukarıdaki ön kabul olmasaydı âyeti böyle anlayamazlardı. Çünkü âyet, “... kocalarıyla nikâhlanmalarına engel olmayınız[22]" şeklindedir. Engel olma, bir kişinin yapabileceği bir konuda olur. Nikâh fiilinin faili kadındır. Bu, kadının nikahın tarafı olması demektir. Bir işi engelleme başka, yapmaktan kaçınma, başkadır. Engel olmayı, kaçınma diye tercüme etmek, âyetin anlamını değiştirmek olur.

Bir de şöyle diyorlar: “أن ينكحن أزواجهن = en yenkihne ezvâcehunne, kocalarıyla nikâhlanmaları...” ifadesinde kadının fail olması, nikâha konu olmasından dolayıdır. Kadın nikahın tarafı olamadığına göre, kadının veli veya vekil olarak bir tek kişiyi bile evlendirmesi caiz olmaz[23].

Kadını nikâh fiilinin faili yapan Allah Teâlâ, konusu yapan da Arap geleneğidir. Gelenek esas alındığı için Allah’ın açık sözü mecaz sayılmış, yanlış üzerine yanlış yapılmıştır.

Kadını nikâhın konusu sayanlar, alınan mehri onun bedeli gibi görmüş, evlenmeden boşanmaya kadar bütün sistemlerini bu anlayış üzerine kurmuşlardır. Bu mezheplerden hiç biri iftidâyı, yani kadının evliliği sona erdirme hakkını kabul etmemiş, onun yerine, muhâlaa adını verdikleri bir sistem geliştirmişlerdir. Muhâlaa, kadının kocasına vereceği bir mal karşılığında kocanın evliliği sona erdirmesidir. Muhâlaa  ile ilgili görüşler, konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Şâfiîlerden Şirbînî  şöyle diyor:

“Erkek, bir bedel karşılığı kadından yararlanma hakkına sahip olunca bu hakkı bir bedel karşılığı elinden çıkarabilir. Muhâlaanın câiz olmasının sebebi budur. Bu tıpkı alım-satım gibi olur. Nikâh, satın almaya, muhâlaa ise satmaya benzer[24].”

İbn Teymiyye, muhâlaanın talak olmadığını ispat için şöyle demiştir:

“Muhâlaa, kadının kendini kocasından kurtarmasıdır. Tıpkı esirin kendini esaretten kurtarmasına benzer. Bu, üç talaktan sayılmaz... Dört mezhebin imamlarına ve cumhura göre esir için fidye vermekte olduğu gibi bu işlemi kadının dışında bir başkası yapabilir. Yabancı bir kişi, köleyi azat etmesi için köle sahibine onun bedelini verebilir. Bu sebeple kişinin maksadı, esir için fidye öder gibi kadını, kocasının boyunduruğundan kurtarmaksa ödeme yaparken bunu şart koşmalıdır... Çünkü muhâlaa bedeli, kadını kocasına köle olmaktan kurtarmak ve onun kadın üzerindeki hakimiyetini ortadan kaldırmak için verilir. Yoksa bu, kadının, kendi üzerindeki hakimiyeti kendi eline alması için değildir[25].

Bunlar kadına, köle kadar bile değer vermemişlerdir. Çünkü köle hürriyete kavuşunca kendi üzerinde hakim hale gelir. Ama onlara göre kadın, kocanın hakimiyetinden çıkınca velinin hakimiyeti altına girer. Kadın, satılık mal olamayacağı için onu nikâhın konusu sayıp mehrimal bedeli gibi görmek, kabul edilemez. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“…Mâruf  ölçüler içerisinde o kadınların erkekler üzerindeki hakkı, onların bunlara karşı olan hakkına denktir.” (Bakara 2/228)

Ayete göre kadın, kocanın kölesi gibi görülemez. Çünkü köleyle efendi arasında denk haklardan bahsedilemez.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Kadınlara mehir­lerini gönül rızası ile verin[26]. “Mehirler” diye tercüme edilen “Sadukât “Saduka”nın çoğuludur. Kelimenin kökü sıdk, yani doğru sözlü olmak, sözü özüne uymaktır[27]. Erkekler evlendikleri kadınlara değer verdiklerini söylerler. Bir miktar malı mehir olarak vermek, bu iddianın ispatı olur. Âyette bir de “gönül rızası” diye tercüme edilen “nihle vardır. “Nihle” karşılıksız ikram anlamınadır[28]. Bütün bunlara göre mehir, herhangi bir şeyin bedeli olamaz.

Âyetlere şartlı yaklaşınca hadisler arasında ayırımcılık kaçınılmaz olmuş, şu hadis görülmemiştir:

Bir bakire kız Aişe’nin yanına geldi ve “Babam beni kardeşinin oğluyla evlendirdi ki, benimle kendi konumunu yükseltsin. Ama ben bundan hoşlanmıyorum.” dedi. Aişe, “Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem gelinceye kadar otur.” dedi. Allah’ın Elçisi geldi. Kız durumu ona anlattı. O, hemen babasına bir adam gönderip çağırttı. O konuda yetkiyi kıza verdi. Kız dedi ki:

“Ey Allah’ın Elçisi! Aslında ben babamın yaptığına izin vermiştim ama istedim ki, bu konuda kadınların bir hakkı var mı, onu öğreneyim[29].”

Üç mezhebin kendilerine delil aldıkları şu hadiste de nikah fiilinin faili kadındır.

“Hangi kadın, velisinin izni olmadan nikâhlanırsa onun nikâhı batıldır, onun nikâhı batıldır, onun nikâhı batıldır[30].”

Şu görüşleri kabul etmek de imkansızdır: Mâlikî  Mezhebine göre baba, bakire kızını zorla evlendirebilir. Koca ister kör, ister şimdiki veya gelecekteki durumuna bakılınca kızdan kötü olsun, ister çirkin bulunsun, isterse kızın mehri bir kantar altın iken o, bir çeyrek dinarla evlendirmiş olsun fark etmez. Kız, 60 veya daha yukarı yaşta ve evlenmesi velisi tarafından engellenmiş de olabilir. Yeter ki koca, yumurtaları ve erkeklik organı kesilmiş veya organı olmakla birlikte meni gelmeyecek şekilde yumurtaları çıkarılmış olmasın. Sahih görüşe göre bu durumda baba, kızı zorlayamaz. Deli, alaca hastalığına tutulmuş, cüzzamlı, erkeklik organı sertleşmeyen (ınnîn), hadım veya güçsüz olan erkek için de zorlama yapılamaz[31]. 

Şafiîlere göre de bakireyi evlendirme hakkı babaya aittir. Onlarla konuşup görüş ve onaylarını almak iyi olur ama şart değildir. Kızın annesinin iznini almak da iyidir[32].

 

30.3. Zahiri Mezhebinin Delilleri

Bu mezhep, nikahın denetimi konusunda âyetlere değil, yalnız hadislere yer vermiştir. Bu da hadislerin doğru anlaşılmasını engellemiştir. Bu yaklaşımın mantığı şudur:

“Allah’ın, Elçisine yaptığı vahiy ikiye ayrılır; biri olduğu gibi kabul edilen vahiy (vahy-i metluvv)[33], dizilişi insanı aciz bırakan bir telif, yani Kur’ân’dır. İkincisi, rivâyet edilen, nakledilen, telif edilmemiş, dizilişi insanı aciz bırakmayan, olduğu gibi kabul edilmeyen (gayr-i metluvv)[34] ama okunan, Allah’ın Elçisi’nden bize ulaşan haberdir. O, Allah’ın bizden ne istediğini açıklar. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: "... kendilerine ne indirildiğini insanlara açıklayasın diye[35]." Allah, birinciye yani Kur’ân’a uymayı farz kıldığı gibi, ikinciye yani sünnete uymayı da farz kılmıştır, arada bir fark yoktur[36].

Sünnet, eğer Allah’ın bizden ne istediğini açıklıyorsa, Kur’ân’a ihtiyaç kalmaz. Kitap ile Sünnet arasında fark görmemeleri bundandır. Allah Peygamber’e; "... kendilerine ne indirildiğini insanlara açıklayasın diye...[37]"  demiştir. Yoksa, "... kendilerinden ne istendiğini açıklayasın diye… " dememiştir. Bu yanlış, bir çok yanlışa yol açmıştır. İbn Hazm şöyle diyor:

 “Peygamberin söylediği; “Dul kadın kendisi ile ilgili olarak velisinden daha çok hakka sahiptir[38].” sözü, onun izni olmadan velinin bir şey yapamayacağı anlamına gelir. O, kiminle isterse onunla evlenir ama velisinin izni olmadan nikâh kıyamaz. Eğer veli direnirse, burnu sürtülse de kadını, yetkili kişi evlendirir[39].”

Madem velinin itiraz hakkı yok, öyleyse varlığının anlamı nedir? Allah’ın dininde böyle anlamsız, hikmetsiz şey olur mu?

Bir de şöyle diyor: “Bakirenin nikahı, babayla kızın görüşlerinin aynı kişi üzerinde birleşmesi halinde kıyılabilir[40].” Demek ki, ikisinin görüşü aynı kişi üzerinde birleşmezse evlilik olmayacaktır. Mârufa uygunluk kıstası aranmayınca bu sonuçlar kaçınılmaz olmaktadır.

İbn Hazm, hadislerin âyetleri açıkladığını görse ve önce âyetlere sonra hadislere baksaydı, velinin iznine başvurmanın bir anlamı olduğunu anlar ve sistemini ona göre kurardı. Onun böyle bir metodu olmadığı için ilgili âyetlere yer vermemiştir:

 

30.4. Değerlendirme

Yukarıdaki âyetler ve hadislere göre nikahı, Mârufa uygunluk açısından denetlemek gerekir. Denetimi kızın velisi yapar. Bir anlaşmazlık olursa yetkili makam devreye girer. Çiftlerin evlenmesinde sakınca görülmediği taktirde onlar, şahitler huzurunda evlenme kararlarını açıklar ve nikahlanarak yeni bir aile kurarlar.

Mezheplerin konuya farklı yaklaşması, çok sayıda sıkıntının doğmasına sebep olmuştur.

Hanefi mezhebi, iki şahitle kıyılan denetimsiz nikahı geçerli saydığı için bu görüş; okullarda, iş yerlerinde ve bir çok mekanda gizli nikahlara veya kız kaçırmalarına yol açmıştır. Kaçırılan kıza iki şahit huzurunda evet dedirtilerek nikah kıyılmış ve kızın konumu meşrulaştırılmıştır.

Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî  mezheplerinin görüşü, başlık parasına yol açmıştır. Madem velinin taraf olmadığı nikah geçersizdir, öyleyse onu ikna etmek gerekir. Bunun en kısa yolu başlık vermektir. Başlığı mehirle karıştırmamak gerekir. Mehir  kızın kendine verilir. Başlık ise babasına, kardeşine, amcasına vs. verilir.

Âyet ve hadislere uyulsa ne kız kaçırma olur, ne kadının duygusallığını kullanıp onu sıkıntıdan sıkıntıya sokan evliliklere geçit verilir, ne de başlık parası ortaya çıkardı.

 



[1] Mehir, evlenme sırasında erkeğin eşine vermeyi üstlendiği maldır.

[2] Buhari Nikâh 36.

[3] Tirmîzî Nikâh; İbn Mâce Nikâh 15; Ahmed b. Hanbel, Müsned c. VI, s. 260.

[4] Ebû Dâvûd Nikâh 20; Tirmîzî Nikâh 14; İbn Mâce Nikâh 15; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. VI, s. 66.

[5] Şemsuddin es-Serahsî, el- Mebsût, c. XVI, s. 124, Bâbü men lâ tecûzü şehâdetühü; Kasım b. Abdullah Ali, Enîsu’l-fukahâ fi ta’rifâti’l-elfâzi’l-mütedâvile beyne’l-fukahâ, Thk. Ahmed b. Abdurrezzak el-Kubeysi, Cidde, 1406/1986,  s. 148.

[6] Ebû Dâvûd Nikâh 26; İbn Mâce Nikâh 12; Nesâî Nikâh 35; (Metin İbn Mace’nindir. Hansâ ismi Ebû Davûd ve Nesâî’de geçmektedir.)

[7] Nesâî Nikâh 36; İbn Mâce Nikâh 12; Ebû Dâvûd Nikâh 26; Ahmed b. Hanbel, Müsned c. VI, s. 136. (Metin Nesâî’den alınmıştır.)

[8] Müslim Nikâh 66, 67, 68; Ebû Dâvûd Nikâh 26; İbn Mâce Nikâh 11; Nesâî Nikâh 33, 34.

[9] İbn Mâce Nikâh 1872.

[10] Serahsî, el-Mebsût, c. V, s. 13. Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, İst. 1967, c. II, s. 49. Paragraf 175 (Bilmen burada veliyy-i akreb ifadesini kullanmaktadır. Baba ve dedenin veliyy-i akreb olduğu açıktır.)

[11] İbn Kudâme, el-Muğnî, c. VII, s. 5.

[12] İbn Hazm, Ali b. Ahmed b. Said, Beyrut 1988, el-Muhallâ, c. IX, s. 25-38.

[13] Bakara 2/234.

[14] Bakara 2/232.

[15] Serahsî, el-Mebsût, c. V, s. 11-12.

[16] Mehr-i misil, kendine denk kadınların aldığı mehirdir.

[17] Serahsî, el-Mebsût, c. V, s. 13.

[18] Serahsî, el-Mebsût, c. V, s. 14.

[19] Buhari Nikâh, 36.

[20] Bakara 2/232.

[21] İbn Kudâme, el-Muğnî, c. VII, s. 338.

[22] Bakara 2/232.

[23] İbn Kudâme, el-Muğnî, c. VII, s. 338.

[24] eş-Şirbînî, Muhammed el-Hatib, Muğni’l-muhtac ilâ ma’rifeti maânî elfâzi’l-minhâc, Mısır 1958, c. III, s. 262.

[25] İbn Teymiyye, Mecmûu’l-fetâvâ, Haz: Abdurrahman b. Muhammed b. Kasım el-Âsımî, Suûdî Arabistan, 1398/1978  c. XXXII, s. 306-307.

[26] Nisa 4/4.

[27] İsfehâni, Müfredât, صدق mad.

[28] Müfredât, نحل mad.

[29] Nesâî Nikâh 36; İbn Mâce Nikâh12; Ebû Dâvûd Nikâh 26; Ahmed b. Hanbel Müsned c. VI, s. 136. (Metin Nesâî’den alınmıştır.)

[30] Ebû Dâvûd Nikâh 20; Tirmîzî Nikâh 14; İbn Mâce Nikâh 15; Ahmed b. Hanbel Müsned c. VI, s. 66.

[31] Seydi Ahmed ed-Derdîr, eş-Şerhu’l-kebîr, Thk: Muhammed Ali, Beyrut, c. II, s. 221 – 223.

[32] Muhammed b. İdris eş-Şafiî, el-Um, Beyrut 1393, c. V, s. 13-15.

[33] Yani Cebrail’in Peygamber’e getirdiği kelimelerle bize aktarıldığı için metni, tartışmasız doğru sayılır ve uyulur.

[34] Yani Peygamberin ağzından çıkan kelimelerle değil, anlamı ile bize aktarıldığı için metni, tartışmasız doğru sayılmaz.

[35] Nahl 16/44.

[36] İbn Hazm, Ali b. Ahmed b. Said el-Endelüsî, el–İhkâm fî usûli’l-ahkâm, (Bir ilim adamları heyeti tarafından tahkik edilmiştir) Daru’l-Hadîs, Kahire 1404/1984, c. I, s, 93.

[37] Nahl 16/44.

[38] Müslim Nikâh, 66, 67, 68; Ebû Dâvûd Nikâh 26; İbn Mâce Nikâh 11; Nesâî Nikâh 33, 34.

[39] İbn Hazm, el-Muhallâ, c. IX, s. 25-38.

[40] İbn Hazm, el-Muhallâ, c. IX, s. 25-38.