Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Kadınlar kocalarıyla Mârufa uygun olarak
anlaştıkları zaman evlenmelerine engel olmayın.” (Bakara
2/232)
Âyetteki “kocaları” kelimesi, koca adayları anlamında mecazdır.
Çünkü kadın kocasıyla zaten evli olur.
Bir başka âyette
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“(Kocası ölen kadınlar) Bekleme süresinin
sonuna vardıklarında kendileri için Mârufa uygun olarak ne yaparlarsa
yapsınlar, onun size bir günahı yoktur.” (Bakara 2/234)
Bu kadının
yapacağı en önemli iş yeniden evlenmesidir.
Nikâh için kadın ile erkeğin anlaşmaları yeterli
görülmez. Bu konuda her toplum, kendi inancına, gelenek ve göreneklerine göre
kurallar koymuştur. Âyetlerdeki “Mâruf” bu anlamdadır. Eski Araplarda kız,
babasından veya velisinden istenir, mehri[1] verilir ve
nikâhı kıyılırdı[2]. Hıristiyanlar nikâhı
kilisenin, Yahûdi ler havranın gözetiminde kıyarlar. Laik
toplumlarda nikâh, yetkili makamın
izni ve gözetimi ile kıyılır.
Âyetler, kadının Mârufa
uygun kararına engel olmayı yasaklamaktadır. Mâruf; bilinen ve
malum olan şey demektir. Bu bilgi, ya gelenek ve göreneklerden ya da Kitap ve Sünnetten elde edilir. Gelenek ve
görenekten elde edilmişse Kitap ve Sünnete aykırı olmaması gerekir. Böyle bir
bilgiyi akıl ve din
güzel bilgi sayar. Kur’ân ve Sünnette konu ile ilgili hükümler vardır.
Allah’ın Elçisi
sallallahu aleyhi ve sellemin sözleri, Mârufa uygunluğu velinin denetleyeceğini
gösterir. O, şöyle demiştir:
“Velisiz nikâh olmaz[3].”
“Hangi kadın, velisinin izni olmadan
nikâhlanırsa onun nikâhı batıldır, onun nikâhı batıldır, onun nikâhı batıldır.
Erkek onunla ilişkiye girmişse bu ilişkiye karşılık kadının mehir alma
hakkı vardır. Eğer anlaşamazlarsa sultan (yetkili kişi) velisi olmayanın
velisidir[4].”
Veli, isteyip istemediğine bakmaksızın, bir
başkasını bağlayıcı karar alma ve uygulama yetkisini elinde bulunduran kişidir.
Bu yetkiye velâyet denir[5].
Hizam adında bir kişi, dul kızı Hansâ’yı nikâhlamıştı.
Kız bu evliliği istemiyordu. Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve selleme geldi
ve durumu anlattı. O da babasının kıydığı nikâhı geçersiz saydı. Sonra kadın
Ebû Lübâbe b. Abdi’l-munzir ile nikâhlandı[6].
Bir bakire kız Aişe’nin yanına
geldi. “Babam beni kardeşinin oğluyla evlendirdi ki, benimle kendi konumunu
yükseltsin. Ama ben bundan hoşlanmıyorum.” dedi. Aişe, “Allah’ın Elçisi gelinceye kadar otur.” dedi.
Allah’ın Elçisi geldi. Kız durumu ona anlattı. O, hemen babasına bir adam
gönderip çağırttı. O konudaki yetkiyi kıza verdi. Kız dedi ki:
“Ey Allah’ın Elçisi! Aslında ben babamın yaptığına
izin vermiştim ama bu konuda kadınların bir hakkı var mı, yok mu; öğrenmek
istedim[7].”
Bir çok yerde
kızlar, nikâh akdinin tarafı olmaktan hoşlanmazlar. Bazen
kızın, evliliğe onay verip vermediğini öğrenmek bile zor olabilir. Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellemin konu ile ilgili sözleri şöyledir:
“Dul kadın, kendisi ile ilgili olarak velisinden daha
çok hakka sahiptir. Bakirenin onayı alınır. Dendi ki, “Ey Allah’ın Elçisi, bakire konuşmaktan utanır.” Dedi
ki, “Onun susması onay vermesi demektir[8].”
“Dul, kendi ile ilgili açık konuşur.
Bakirenin susması onay vermesi demektir[9].”
Meşhur mezhepler, âyet ve
hadislere önyargılı yaklaşmış ve farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Hanefî mezhebi, hürriyetçi yaklaşımla, velinin izni olmadan
evlenilebileceğini ileri sürmüştür[10]. Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezhepleri ise gelenekçi yaklaşımla veliyi
nikahı denetleme konumundan nikaha taraf olma konumuna çıkarmışlardır. Onlara
göre veli, kadın adına nikâha taraf olmazsa nikâh kıyılamaz.
Kadın nikâhta ne kendini, ne de başkasını temsil
edebilir. Velisinden başkasını vekil etme yetkisi de yokur. Baba bâkire
kızını, ona sormadan evlendirebilir[11]. Zahirî mezhebi de
hadisleri öne alan bir yaklaşım sergilemiştir. Buna göre “kadın ister bakire,
ister dul olsun, velisinin izni olmaksızın evlenemez. Velileri izin vermezse
onu yetkili bir kimse evlendirir. “Bakirenin nikahı, babayla kızın görüşlerinin
aynı kişi üzerinde birleşmesi halinde kıyılabilir[12].”
Şimdi bu
görüşlerin dayandırıldığı delillere bakalım:
Mezhepte Ebû
Hanîfe’nin görüşü esas
alınmıştır. Onun görüşü, şu üç âyete dayandırılmıştır:
“(Kocanın üçüncü kez boşadığı kadın) bir başka kocayla
nikâhlanıncaya kadar ilk kocaya helal olmaz.” (Bakara 2/230)
"(Kocası ölen kadınlar) Bekleme
süresinin sonuna vardıklarında kendileri için ne yaparlarsa yapsınlar, onun
size bir günahı yoktur[13]."
“...o
kadınların kocalarıyla nikâh kıymalarına engel olmayın[14]..."
Âyetlerde kadın,
nikâh fiilinin faili olduğu için Ebû Hanîfe onu, nikâhın tarafı saymış ama son iki âyetteki
Mârufa uygunluk şartını dikkate almamıştır. Bu da ilgili hadislerin
değerlendirme dışı kalmasına ve üçüncü âyet için şu yoruma yol açmıştır: “Âyetteki
engelleme, fiilî engelleme, yani kadını eve hapsedip evlenmesine engel olmadır.
Hitap kocalaradır. Çünkü âyetin başında, “Kadınları boşadığınız zaman...”
ifadesi geçmektedir[15].
Bazı kocalar,
boşadıkları kadınların evlenmelerine engel olmaya çalıştıklarından bu açıklama
doğru gözükmektedir. Ancak engelleme, bu kocaya karşı da olabileceğinden
değerlendirme eksiktir. Ayrıca iddetini tamamlayan kadının kocası ile
ilişkisi kesilir. Yapacağı yeni evliliği denetleme görevi de ona düşmez. Bu
sebeple Ebû Hanîfe’nin değerlendirmesine katılmak zordur.
Hanefîler, velisinin onayını almadan evlenen
kadınlarla ilgili şöyle derler: Kadın, izin almadan evlenmişse bakılır; kocası
kendine denk ve aldığı mehir kendi
seviyesindeki kadınların mehrinden (mehr-i misil[16]) az değilse
velilerin bu evliliğe itiraz hakları olmaz. Kadın, kendine denk olmayan bir
koca ile evlenirse velilerini sıkıntıya sokar. Sıkıntıdan kurtulmak için,
onların evliliğe itiraz hakları doğar. Bu, velilere tanınmış bir haktır. Kadın
onların bu hakkını düşüremez[17].
Kadının aldığı mehir, mehr-i mislinden azsa veliler; mehrin artırılmasını veya eşlerin ayrılmasını isteyebilirler. Çünkü onlar, mehrin fazlalığı ile övünür, azlığından utanırlar. Bir de bu, o kabilenin kadınlarını zarara sokar. Çünkü bundan sonra onlardan kim, mehir belirlemeden evlense, onun mehri bu kadının mehrine göre belirlenir. Kabilenin kadınlarının hakkını erkekler koruyacağından itiraz hakkı erkeklere tanınır[18].
Dikkat edilirse bu konuda dayandıkları bir
âyet veya hadisin olmadığı görülür.
Bu üç, ilgili âyet
ve hadisleri, geleneğe göre yorumlamışlardır. Arap toplumunda kız, babasından
veya velisinden istenir, mehir verilir ve nikâh kıyılırdı[19]. Erkek nikâhın tarafı
olur ama kadın olamazdı. Onun yerine velisi otururdu. Onlar bu konuda şu âyete
dayanmışlardır:
“Kadınları
boşadığınızda bekleme sürelerinin sonuna varırlar sonra kocalarıyla Mârufa
uygun olarak anlaşırlarsa evlenmelerine engel olmayın[20].”
Diyorlar ki;
Âyette geçen (عضل
=adl, engel olma), (الإمتناع من
تزويجها = el-imtina’ min tezvîcihâ, kadını evlendirmekten kaçınma) anlamınadır. Bu
da kadını evlendirmenin veliye bırakıldığını gösterir[21]. Yukarıdaki ön
kabul olmasaydı âyeti böyle anlayamazlardı. Çünkü âyet, “... kocalarıyla nikâhlanmalarına engel
olmayınız[22]" şeklindedir. Engel olma, bir kişinin
yapabileceği bir konuda olur. Nikâh fiilinin faili kadındır. Bu, kadının
nikahın tarafı olması demektir. Bir işi engelleme başka, yapmaktan kaçınma,
başkadır. Engel olmayı, kaçınma diye tercüme etmek, âyetin anlamını değiştirmek
olur.
Bir de şöyle
diyorlar: “أن ينكحن
أزواجهن
= en yenkihne ezvâcehunne, kocalarıyla
nikâhlanmaları...” ifadesinde kadının fail olması, nikâha konu olmasından dolayıdır.
Kadın nikahın tarafı olamadığına göre, kadının veli
veya vekil olarak bir tek kişiyi bile evlendirmesi caiz olmaz[23].
Kadını nikâh fiilinin faili yapan Allah Teâlâ,
konusu yapan da Arap geleneğidir. Gelenek esas alındığı için Allah’ın açık sözü
mecaz sayılmış, yanlış üzerine yanlış yapılmıştır.
Kadını nikâhın
konusu sayanlar, alınan mehri onun bedeli gibi görmüş, evlenmeden boşanmaya
kadar bütün sistemlerini bu anlayış üzerine kurmuşlardır. Bu mezheplerden hiç
biri iftidâyı, yani kadının evliliği sona erdirme hakkını kabul etmemiş, onun
yerine, muhâlaa adını verdikleri bir sistem geliştirmişlerdir. Muhâlaa, kadının kocasına vereceği bir mal
karşılığında kocanın evliliği sona erdirmesidir. Muhâlaa ile ilgili görüşler, konunun daha iyi
anlaşılmasını sağlayacaktır. Şâfiîlerden Şirbînî şöyle diyor:
“Erkek, bir bedel karşılığı kadından yararlanma hakkına sahip
olunca bu hakkı bir bedel karşılığı elinden çıkarabilir. Muhâlaanın câiz
olmasının sebebi budur. Bu tıpkı alım-satım gibi olur. Nikâh, satın almaya, muhâlaa ise satmaya
benzer[24].”
İbn Teymiyye, muhâlaanın talak
olmadığını ispat için şöyle demiştir:
“Muhâlaa, kadının kendini kocasından kurtarmasıdır.
Tıpkı esirin kendini esaretten kurtarmasına benzer. Bu, üç talaktan sayılmaz...
Dört mezhebin imamlarına ve cumhura göre esir için fidye vermekte olduğu gibi bu işlemi kadının dışında
bir başkası yapabilir. Yabancı bir kişi, köleyi azat etmesi için köle sahibine onun bedelini verebilir. Bu sebeple
kişinin maksadı, esir için fidye öder gibi kadını, kocasının boyunduruğundan
kurtarmaksa ödeme yaparken bunu şart koşmalıdır... Çünkü muhâlaa bedeli, kadını kocasına köle olmaktan
kurtarmak ve onun kadın üzerindeki hakimiyetini ortadan kaldırmak için verilir.
Yoksa bu, kadının, kendi üzerindeki hakimiyeti kendi eline alması için değildir[25].
Bunlar kadına,
köle kadar bile değer vermemişlerdir. Çünkü köle
hürriyete kavuşunca kendi üzerinde hakim hale gelir. Ama onlara göre kadın,
kocanın hakimiyetinden çıkınca velinin hakimiyeti altına girer. Kadın, satılık mal olamayacağı için onu nikâhın
konusu sayıp mehrimal bedeli gibi görmek, kabul edilemez. Allah Teâlâ
şöyle buyurmuştur:
“…Mâruf ölçüler içerisinde o kadınların erkekler üzerindeki
hakkı, onların bunlara karşı olan hakkına denktir.” (Bakara
2/228)
Ayete göre kadın,
kocanın kölesi gibi görülemez. Çünkü köleyle efendi arasında denk haklardan
bahsedilemez.
Allah Teâlâ
şöyle buyurmuştur: “Kadınlara mehirlerini gönül rızası ile
verin[26].” “Mehirler” diye tercüme edilen “Sadukât” “Saduka”nın çoğuludur. Kelimenin kökü sıdk, yani doğru sözlü olmak, sözü özüne
uymaktır[27]. Erkekler
evlendikleri kadınlara değer verdiklerini söylerler. Bir miktar malı mehir olarak
vermek, bu iddianın ispatı olur. Âyette bir de “gönül rızası” diye tercüme edilen “nihle” vardır. “Nihle” karşılıksız ikram anlamınadır[28]. Bütün bunlara
göre mehir, herhangi bir şeyin bedeli olamaz.
Âyetlere şartlı
yaklaşınca hadisler arasında ayırımcılık kaçınılmaz olmuş, şu hadis
görülmemiştir:
Bir bakire kız
Aişe’nin yanına geldi
ve “Babam beni kardeşinin oğluyla evlendirdi ki, benimle kendi konumunu
yükseltsin. Ama ben bundan hoşlanmıyorum.” dedi. Aişe, “Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem
gelinceye kadar otur.” dedi. Allah’ın Elçisi geldi. Kız durumu ona anlattı. O,
hemen babasına bir adam gönderip çağırttı. O konuda yetkiyi kıza verdi. Kız
dedi ki:
“Ey Allah’ın Elçisi! Aslında ben babamın yaptığına
izin vermiştim ama istedim ki, bu konuda kadınların bir hakkı var mı, onu
öğreneyim[29].”
Üç mezhebin
kendilerine delil aldıkları şu hadiste de nikah fiilinin faili kadındır.
“Hangi kadın,
velisinin izni olmadan nikâhlanırsa onun nikâhı batıldır, onun nikâhı batıldır,
onun nikâhı batıldır[30].”
Şu görüşleri
kabul etmek de imkansızdır: Mâlikî Mezhebine göre baba, bakire kızını zorla
evlendirebilir. Koca ister kör, ister şimdiki veya gelecekteki durumuna
bakılınca kızdan kötü olsun, ister çirkin bulunsun, isterse kızın mehri bir
kantar altın iken o, bir çeyrek dinarla evlendirmiş olsun
fark etmez. Kız, 60 veya daha yukarı yaşta ve evlenmesi velisi tarafından
engellenmiş de olabilir. Yeter ki koca, yumurtaları ve erkeklik organı kesilmiş
veya organı olmakla birlikte meni gelmeyecek şekilde yumurtaları çıkarılmış
olmasın. Sahih görüşe göre bu durumda baba, kızı zorlayamaz. Deli, alaca
hastalığına tutulmuş, cüzzamlı, erkeklik organı sertleşmeyen (ınnîn), hadım
veya güçsüz olan erkek için de zorlama yapılamaz[31].
Şafiîlere göre de bakireyi evlendirme
hakkı babaya aittir. Onlarla konuşup görüş ve onaylarını almak iyi olur ama
şart değildir. Kızın annesinin iznini almak da iyidir[32].
Bu mezhep, nikahın denetimi konusunda âyetlere değil,
yalnız hadislere yer vermiştir. Bu da hadislerin doğru anlaşılmasını
engellemiştir. Bu yaklaşımın mantığı şudur:
“Allah’ın, Elçisine yaptığı vahiy ikiye ayrılır; biri olduğu gibi kabul
edilen vahiy (vahy-i metluvv)[33], dizilişi insanı aciz bırakan bir telif, yani Kur’ân’dır. İkincisi, rivâyet edilen, nakledilen, telif edilmemiş, dizilişi
insanı aciz bırakmayan, olduğu gibi kabul edilmeyen (gayr-i metluvv)[34] ama okunan, Allah’ın Elçisi’nden bize ulaşan haberdir. O, Allah’ın
bizden ne istediğini açıklar. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: "...
kendilerine ne indirildiğini insanlara açıklayasın diye[35]." Allah, birinciye yani Kur’ân’a
uymayı farz kıldığı gibi, ikinciye yani
sünnete uymayı da farz kılmıştır, arada bir fark yoktur[36].
Sünnet, eğer Allah’ın bizden ne istediğini açıklıyorsa, Kur’ân’a ihtiyaç
kalmaz. Kitap ile Sünnet arasında fark görmemeleri bundandır. Allah
Peygamber’e; "... kendilerine ne
indirildiğini insanlara
açıklayasın diye...[37]" demiştir. Yoksa, "... kendilerinden ne istendiğini açıklayasın diye…
" dememiştir. Bu yanlış, bir çok yanlışa yol açmıştır. İbn Hazm şöyle
diyor:
“Peygamberin söylediği; “Dul kadın kendisi ile ilgili olarak velisinden daha çok
hakka sahiptir[38].” sözü, onun
izni olmadan velinin bir şey yapamayacağı anlamına gelir. O, kiminle isterse
onunla evlenir ama velisinin izni olmadan nikâh kıyamaz. Eğer veli direnirse, burnu sürtülse
de kadını, yetkili kişi evlendirir[39].”
Madem velinin
itiraz hakkı yok, öyleyse varlığının anlamı nedir? Allah’ın dininde böyle anlamsız, hikmetsiz şey
olur mu?
Bir de şöyle
diyor: “Bakirenin nikahı, babayla kızın görüşlerinin aynı kişi üzerinde
birleşmesi halinde kıyılabilir[40].” Demek ki,
ikisinin görüşü aynı kişi üzerinde birleşmezse evlilik olmayacaktır. Mârufa uygunluk
kıstası aranmayınca bu sonuçlar kaçınılmaz olmaktadır.
İbn Hazm, hadislerin âyetleri
açıkladığını görse ve önce âyetlere sonra hadislere baksaydı, velinin iznine
başvurmanın bir anlamı olduğunu anlar ve sistemini ona göre kurardı. Onun böyle
bir metodu olmadığı için ilgili âyetlere yer vermemiştir:
Yukarıdaki
âyetler ve hadislere göre nikahı, Mârufa uygunluk açısından denetlemek gerekir.
Denetimi kızın velisi yapar. Bir anlaşmazlık olursa yetkili makam devreye girer.
Çiftlerin evlenmesinde sakınca görülmediği taktirde onlar, şahitler huzurunda
evlenme kararlarını açıklar ve nikahlanarak yeni bir aile kurarlar.
Mezheplerin
konuya farklı yaklaşması, çok sayıda sıkıntının doğmasına sebep olmuştur.
Hanefi mezhebi, iki şahitle kıyılan denetimsiz nikahı
geçerli saydığı için bu görüş; okullarda, iş yerlerinde ve bir çok mekanda
gizli nikahlara veya kız kaçırmalarına yol açmıştır. Kaçırılan kıza iki şahit
huzurunda evet dedirtilerek nikah kıyılmış ve kızın konumu meşrulaştırılmıştır.
Şafiî, Mâlikî ve
Hanbelî mezheplerinin görüşü, başlık parasına yol
açmıştır. Madem velinin taraf olmadığı nikah geçersizdir, öyleyse onu ikna
etmek gerekir. Bunun en kısa yolu başlık vermektir. Başlığı mehirle
karıştırmamak gerekir. Mehir kızın kendine verilir. Başlık ise babasına,
kardeşine, amcasına vs. verilir.
Âyet ve hadislere
uyulsa ne kız kaçırma olur, ne kadının duygusallığını kullanıp onu
sıkıntıdan sıkıntıya sokan evliliklere geçit verilir, ne de başlık parası
ortaya çıkardı.
[1]
Mehir, evlenme sırasında erkeğin eşine vermeyi üstlendiği maldır.
[2]
Buhari Nikâh 36.
[3]
Tirmîzî Nikâh; İbn Mâce Nikâh 15; Ahmed b. Hanbel, Müsned c. VI, s. 260.
[4]
Ebû Dâvûd Nikâh 20; Tirmîzî Nikâh 14; İbn Mâce Nikâh 15; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, c. VI, s. 66.
[5]
Şemsuddin es-Serahsî, el- Mebsût, c. XVI, s. 124, Bâbü men lâ tecûzü
şehâdetühü; Kasım b. Abdullah Ali, Enîsu’l-fukahâ fi
ta’rifâti’l-elfâzi’l-mütedâvile beyne’l-fukahâ, Thk. Ahmed b. Abdurrezzak el-Kubeysi,
Cidde, 1406/1986, s. 148.
[6]
Ebû Dâvûd Nikâh 26; İbn Mâce Nikâh 12; Nesâî Nikâh 35; (Metin İbn Mace’nindir.
Hansâ ismi Ebû Davûd ve Nesâî’de geçmektedir.)
[7]
Nesâî Nikâh 36; İbn Mâce Nikâh 12; Ebû Dâvûd Nikâh 26; Ahmed b. Hanbel, Müsned
c. VI, s. 136. (Metin Nesâî’den alınmıştır.)
[8]
Müslim Nikâh 66, 67, 68; Ebû Dâvûd Nikâh 26; İbn Mâce Nikâh 11; Nesâî Nikâh 33,
34.
[9]
İbn Mâce Nikâh 1872.
[10]
Serahsî, el-Mebsût, c. V, s. 13. Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiyye ve
Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, İst. 1967, c. II, s. 49. Paragraf 175 (Bilmen
burada veliyy-i akreb ifadesini kullanmaktadır. Baba ve dedenin veliyy-i akreb
olduğu açıktır.)
[11]
İbn Kudâme, el-Muğnî, c. VII, s. 5.
[12]
İbn Hazm, Ali b. Ahmed b.
Said, Beyrut 1988, el-Muhallâ, c. IX, s. 25-38.
[13]
Bakara 2/234.
[14]
Bakara 2/232.
[15]
Serahsî, el-Mebsût, c. V, s. 11-12.
[16]
Mehr-i misil, kendine denk kadınların aldığı mehirdir.
[17]
Serahsî, el-Mebsût, c. V, s. 13.
[18]
Serahsî, el-Mebsût, c. V, s. 14.
[19]
Buhari Nikâh, 36.
[20]
Bakara 2/232.
[21]
İbn Kudâme, el-Muğnî, c. VII, s. 338.
[22]
Bakara 2/232.
[23]
İbn Kudâme, el-Muğnî, c. VII, s. 338.
[24]
eş-Şirbînî, Muhammed el-Hatib, Muğni’l-muhtac ilâ ma’rifeti maânî
elfâzi’l-minhâc, Mısır 1958, c. III, s. 262.
[25]
İbn Teymiyye, Mecmûu’l-fetâvâ, Haz: Abdurrahman b. Muhammed b. Kasım el-Âsımî,
Suûdî Arabistan, 1398/1978 c. XXXII, s.
306-307.
[26]
Nisa 4/4.
[27]
İsfehâni, Müfredât, صدق mad.
[28]
Müfredât, نحل mad.
[29]
Nesâî Nikâh 36; İbn Mâce Nikâh12; Ebû Dâvûd Nikâh 26; Ahmed b. Hanbel Müsned c.
VI, s. 136. (Metin Nesâî’den alınmıştır.)
[30]
Ebû Dâvûd Nikâh 20; Tirmîzî Nikâh 14; İbn Mâce Nikâh 15; Ahmed b. Hanbel Müsned
c. VI, s. 66.
[31]
Seydi Ahmed ed-Derdîr, eş-Şerhu’l-kebîr, Thk: Muhammed Ali, Beyrut, c. II, s.
221 – 223.
[32]
Muhammed b. İdris eş-Şafiî, el-Um, Beyrut 1393, c. V, s. 13-15.
[33]
Yani Cebrail’in Peygamber’e
getirdiği kelimelerle bize aktarıldığı için metni, tartışmasız doğru sayılır ve
uyulur.
[34]
Yani Peygamberin ağzından çıkan kelimelerle değil, anlamı ile bize aktarıldığı
için metni, tartışmasız doğru sayılmaz.
[35]
Nahl 16/44.
[36]
İbn Hazm, Ali b. Ahmed b.
Said el-Endelüsî, el–İhkâm fî usûli’l-ahkâm, (Bir ilim adamları heyeti
tarafından tahkik edilmiştir) Daru’l-Hadîs, Kahire 1404/1984, c. I, s, 93.
[37]
Nahl 16/44.
[38]
Müslim Nikâh, 66, 67, 68; Ebû Dâvûd Nikâh 26; İbn Mâce Nikâh 11; Nesâî Nikâh
33, 34.
[39]
İbn Hazm, el-Muhallâ, c.
IX, s. 25-38.
[40]
İbn Hazm, el-Muhallâ, c.
IX, s. 25-38.