Allah Teâlâ şöyle buyurur;
“Faiz yiyenler, şeytanın peşine takılıp aklını çeldiği
kimsenin davranışından farklı bir davranış göstermezler. Bu onların, “alım
satım da tıpkı faizli işlem gibidir” demeleri sebebiyledir. Allah alım-satımı helal,
faizli işlemi haram kılmıştır. Her kime Rabbinden bir öğüt ulaşır da faize son verirse, geçmişte olan
kendinindir. Onun işi Allah’a aittir. Kim de devam ederse, onlar o ateşin
arkadaşı olur, sürekli orada kalırlar.” (Bakara
2/275)
Faiz, borçtan elde edilen gelire denir. Mallar ya
alım satım ya da ödünç şeklinde
değiştirilir. Değiştirilen iki malın birbirinden az çok farkı varsa alım satım
olur. Para verip ekmek almak öyledir. Onun peşini de olur, vadelisi de.
Aralarında fark bulunmayan mallar ancak vadeli olarak değiştirilebilir. Bir
ölçek buğday verip daha sonra aynı özellikleri taşıyan bir
ölçek buğday almak böyledir. Buna ödünç denir. Alım satımdan gelir
sağlanabilir. 75 liraya alınan ekmek, peşin 100 liraya satılırsa 25 lira kâr
edilir. Ödüncün peşini olmaz. Hiç kimse, karşılığını hemen ödemek üzere ödünç
almaz. Ödünçte ne verilmişse geriye onun dengi alınır. Fazla bir şey şart
koşmak faiz olur. Ödünç dışındaki
borçlarda da durum aynıdır. Allah'ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem “Faiz yalnızca borçta olur.[1]” demiştir.
Dolayısıyla borçtan gelir sağlamaya yönelik her işlem, faizli işlemdir.
Borçtan gelir
elde etme ayrı, mal alım satımı ayrıdır. “Alım satım da tıpkı faizli işlem gibidir." diyenler, şeytanın aklını çeldiği
kimse gibi davranır. Alım satım ile faizi aynı saymak, gerçekten tam bir
yanıltma olur.
100 altını, bir
ay vadeli 101 altına karşılık ödünç veren
onu, borçlunun malı içinde artsın diye verir. Bu, şu âyetin belirttiği işlemdir:
“İnsanların malları içinde artsın diye faize
verdiğiniz şey Allah’ın yanında artmaz.” (Rum
30/39)
Faiz olmaması
için ödünç verilen ana malı yani 100 altını almak, kalan
1 altını almamak gerekir. Bu, şu âyetin hükmüdür:
“..Eğer tevbe ederseniz ana mallarınız
sizindir. Böylece ne haksızlık edersiniz ne de haksızlığa uğrarsınız.” (Bakara, 2/279.)
İslam öncesi
Araplara Cahiliye Arapları denir. Onlar borç verdikleri zaman ana mala dokunmadan, her ay
belli bir gelir sağlamak şartıyla verirlerdi. Vadesi dolunca alacaklarını
isterler, eğer borçlu ödeyemezse, yeni bir faiz tespit
ederek vadeyi uzatırlardı[2]. Borç, vadeli
satıştan doğmuşsa, ödeme zamanı gelince borçluya, “Borcunu ödeyecek misin, yoksa artıracak mısın?”
diye
sorarlardı. Öderse öder, yoksa borca bir miktar ilave ile vade uzatırlardı[3].
Kur’ân, faizin her
çeşidini yasaklamış, borcunu zamanında ödeyemeyenlerle ilgili şöyle bir hüküm getirmiştir: “Borçlu, darlık içinde ise, rahata çıkıncaya
kadar beklenir. Bağışta bulunmanız sizin için daha hayırlıdır. Bunu bir bilseydiniz.” (Bakara
2/280)
Bu âyetlerin inişine
sebep sayılan olaylar şunlardır:
Sakîf
Kabilesi’nden ‘Amr b. ‘Umeyr’in dört oğlu Mes’ud, Abduyaleyl, Habîb ve
Rebîa, Mekke’de
bulunan Benî Mahzûn’dan Muğîre
oğullarına ödünç verirlerdi. Muhammed sallallahu aleyhi ve
sellem Taif’i fethedince
(Hicret’in 8. senesi) bu kardeşler müslüman oldular. Daha sonra Muğîre oğullarından
faiz alacaklarını istediler. Bu olay şu âyetin
inmesine sebep oldu:
“Müminler! Allah’tan korkun, faizden geriye ne kalmışsa
onu bırakın. Eğer inanan kişilerseniz."
Bunu yapmadınız mı, bilin ki, Allah ve
Elçisi tarafından bir savaşla yüz yüzesiniz. Tevbe ettiniz mi, ana mallarınız
sizindir. Ne haksızlık edersiniz, ne de haksızlığa uğrarsınız.” (Bakara
2/278-279)
Bunun üzerine bu
dört kardeş dediler ki: “Biz tevbe edip Allah’ın emrine uyuyoruz. Bizim Allah ve Resûlü
ile savaşa gücümüz yetmez.”
Faizden vazgeçerek yalnız ana mallarını
almaya razı oldular ve Muğîre oğullarından ana mallarını
istediler. Onlar darda olduklarını belirterek; “Ürünler yetişinceye kadar bize
süre tanıyın.” dediler. Dört kardeş, süre tanımaya yanaşmadılar. Bu olay da şu âyetin
iniş sebebi oldu: “Borçlu darlık
içinde ise genişliğe çıkıncaya kadar beklenir. Ama bağışta bulunmanız sizin
için daha hayırlıdır. Bunu bir bilseydiniz.” (Bakara 2/280)[4]
Allah’ın Elçisi altın, gümüş, arpa, buğday, hurma ve tuzun bazı satış şekillerini de
faizli işlem saymıştır. Ebû Saîd el-Hûdrî'nin (r.a.)
bildirdiğine göre o, şöyle demiştir: "Altına karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş, buğdaya karşılık buğday, arpaya karşılık arpa, hurmaya karşılık hurma ve tuza karşılık
tuz, misli misline ve peşin olur. Kim artırır ya da fazlasını isterse faize
girmiş olur. Bu konuda alan da veren de birdir[5].” Bir malın kendi
cinsiyle değişimi daha çok ödünçte olur. İnsanlar ödünce alım satım görüntüsü vererek faiz yasağını delebileceklerinden Allah’ın Elçisi’nin altı mal ile
ilgili sözleri faizin etrafında bir koruma çemberi oluşturmuştur. Çünkü o
malların tamamı, ödünç verilebilir mallardır.
Hadislerin
kapadığı faiz kapılarını ve oluşturduğu koruma çemberlerini
görmeye çalışalım.
Altın, gümüş, buğday, arpa, tuz ve hurmayı kendi cinsiyle değiştirirken
değişimin peşin olması şart koşulmuştur. Buna göre 10 altını, vadeli 11 altına
satmak, faizli işlemdir. Bu çok önemlidir; çünkü buna satış denseydi, faizli
ödünçler satış şeklinde verilmeye başlanırdı. Bu durumda 100 lirayı daha sonra
verilecek 110 liraya karşılık ödünç vermek
faiz; ama onu vadeli
110 liraya karşılık satmak ticari işlem sayılırdı.
Hadis, altı malı
kendi cinsiyle peşin değişirken miktarların eşit olmasını şart koşmuştur. Buna
göre 10 Âdet Reşat altını verip peşin 11 Âdet Reşat altını almak faizli işlem olur.
Allah'ın Elçisi, “Faiz sadece
borçta olur[6]” dediğine göre,
bununla faizli borç arasında ilgi kurunca yasağın önemi ortaya
çıkar.
Faizcinin asıl
isteği, verdiği 10 altına karşılık 11 altın alacaklı duruma gelmektir. Bu işlemi meşru
yoldan yapabilirse onu borca çevirmek zor olmaz. Meselâ önce 11 altın ödünç verir,
bunun için gerekli teminatları alır, sonra bir başka 10 altına karşılık
borçludaki 11 altını satın alır. Bu iki işlem sonunda o, 10 altın vermiş, 11 altın alacaklı
duruma geçmiş olur. İstenmeyen bir durumun doğmaması için bu işlem ya evrak
üzerinde yapılır, ya da faizcinin güvendiği bir kişi, borçluya vekil olup
işlemleri yürütürdü. Bunun kurumları da oluşurdu. Ama bu malların kendi
cinsleriyle değiştirilmesi hâlinde bedellerin eşit miktarlarda olması şartı bu
kapıyı kapamıştır.
Nitekim eskiden,
ödünç işlemlerinde alacaklıya yasal bir menfaat
sağlamak için muamele-i şer'iyye adı verilen göstermelik bir satış yapılırdı.
Meselâ ödünç alacak taraf bir malını, ödünç verecek kişinin önüne koyar ve
"Bunu sana 10 altına sattım." der, o da onu satın ve teslim alır ve
parayı öderdi. Sonra ona; "Bu malı, bedelini bir yıl sonra ödemem şartıyla
bana 11 altına sat." der, o da satardı. Böylece o, alım satım görüntüsü
altında, 10 altına karşılık bir yıl vadeli 11 altın borçlanmış olurdu. Bunun birçok usulü vardı.
Osmanlı döneminde
kurulan bankalardan Emniyet Sandığı'ndaki bir cep saati; kredi alanların ödeyecekleri faizi yasallaştırmak
için her gün defalarca satılır, sandığa hibe edilirdi[7]. Eğer yukarıdaki
yasak olmasaydı bu defa cep saati yerine bankada bir görevli bulundurulur, bu
görevli kredi alacak kişi adına daha önce belirtilen işlemleri tamamlar onu 11
altın borçlandırır, sonra ona 10 altın verirdi.
Allah'ın Elçisi şöyle demiştir:
“... Bu cinsler değişik olursa peşin olması
şartıyla istediğiniz gibi satabilirsiniz[8].”
İlgili
hadislerde, değişik cins olarak, aynı türden olan altın ile gümüş
ve
buğday ile arpa sayılmış, farklı türlerden olan hurma ile tuza
yer verilmemiştir. Allah'ın Elçisi şöyle
demiştir:
“Gümüşe karşılık altın elden
ele satıldığında gümüşün fazla olmasında bir zarar yoktur, fakat veresiyesi
olmaz. Arpaya karşılık buğday elden
ele satıldığında arpanın fazla olmasında bir zarar yoktur, fakat veresiyesi
olmaz[9].”
Altın ile
gümüş ve buğday ile
arpa birbirlerinin yerine konabilirler. Bunların
fiyatları arasında uzun süre önemli değişiklik göstermeyen oranlar bulunur.
Bu malların değişiminde peşinlik şartının olması, faize açılabilecek bir
kapıyı daha kapamıştır.
Meselâ 1 dinar 10 dirhem değerinde ise, 100 dinar[10] 1000 dirhem
değerinde olur. Bunları veresiye değiştirmek yasak olmazsa, faizci elindeki
1000 dirhemi bir yıl sonra ödenecek 120 dinara karşılık satar ve alım satım perdesi
altında %20 faizli ödünç işlemi yapabilir. Aynı şey arpa ve
buğday için de olabilir.
Bu hadis, Türk
lirası verip karşılığında vadeli döviz almanın yolunu da tıkamıştır. Meselâ
1000 Amerikan dolarının bugünkü değeri kadar Türk lirası verip bir yıl sonra
ödemek üzere 1200 Amerikan doları alınamaz. Çünkü bunlar birbirlerinin yerine
geçebilen şeylerdir. Yukarıdaki hadislerden bunun faiz olacağını anlamak zor değildir.
Abdullah b. Ömer dedi
ki; Beqî'de deve satardım. Dinara karşılık satar yerine dirhem alırdım, dirheme karşılık satar yerine
dinaralırdım. Allah'ın Elçisi’ne
geldim, Hafsa’nın evindeydi;
“Ey Allah'ın Elçisi, müsaadenle bir şey sormak istiyorum; ben Beqi'de deve satıyorum;
dinara karşılık satıp yerine dirhem alıyorum. Dirheme karşılık satıp yerine
dinar alıyorum. Ona karşılık onu alıyor, buna karşılık
bunu veriyorum.” dedim. Dedi ki:
“Günün fiyatıyla almanda bir sakınca yoktur;
yeter ki, aranızda bir şey bırakarak ayrılmayın[11].”
Buna göre altın ile
gümüşü o günün fiyatıyla değişmek gerekir. Eğer böyle olmasaydı faiz yasağı
yine delinebilirdi. Meselâ 1 dinar, 10 dirhem değerinde iken faizci önce 11
dinar ödünç verir,
gerekli teminatları alır, sonra da elindeki 100 dirhemi, borçludaki 11 dinara
karşılık satardı. Bu iki işlem sonunda o, alım satım görüntüsü altında %10 faizli ödünç vermiş
olurdu. Bunun yasal kurumları da oluşturulabilirdi. Ama bedelleri günün fiyatı
ile değiştirme şartı bu kapıyı kapamıştır. Böylece hadisler, alım satım adı
altında faizli ödünce açılan tüm kapıları kapamış olmaktadır.
Meşhur dört
mezhep faizi, alım satımdan doğan ve borçtan doğan
faiz olarak ikiye ayırmış ve sistemlerini alım
satımdan doğan faiz, yani altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz
satışı ile ilgili hadisler üzerine kurmuşlardır. Borç faizini ise faiz ve sarf (kambiyo) bölümlerinde değil, karz ve
sulh bölümleri içinde çok kısa bir şekilde işlemişlerdir. Allah “alım-satımı helal, faizli işlemi haram”[12] kıldığı halde fakihlerin,
faizi neden alım satımın bir bölümü saydıklarını anlamak zordur.
Faizli işlemi
altı maddenin bazı alım satım şekillerine bağlı olarak sistemleştirenler
onun bu maddeler ile sınırlı olamayacağını gördükleri için, ilgili hadislerden
faizli işleme sebep olabilecek özellikler (riba illetleri) çıkararak kıyas yoluyla faizin
kapsamını genişletmişlerdir. Bu mezhepler, kendi sistemleri içinde de çelişkiye düşmüşlerdir.
Hanefiler iki şeyi
faiz illeti saymışlardır. Bunlar kadr ve cins’tir. Kadr, ölçek ve
tartıyı içerir. Cinsin faiz illeti olduğu, hadislerdeki “Altına karşılık altın, buğdaya karşılık buğday....” sözünden çıkarılmıştır. Kadr ise hadislerde
geçen “misli misline” ifadesinden çıkarılmıştır. Kadr’in
hadislerden nasıl çıkarıldığı şöyle açıklanmaktadır:
“Kadr, ölçeğe vurulan mallarda ölçek, tartılan
mallarda vezindir[13]. Hadiste geçen "buğdaya buğday"ın anlamı «buğdaya karşılık buğday satışı...»
dır. Bir buğday tanesi de buğdaydır. Onu hiç kimse satmaz, satsa da alan olmaz.
Çünkü bir işe yaramaz. O zaman bununla ister istemez işe yarayacak[14] ölçüde buğday
satışının kastedildiği anlaşılır. Bunun satılabilecek mal olduğu da ölçek
ile bilinebilir. Böylece bu mallardaki ölçeğe (kileye) vurulma özelliği
hadisin göstermesiyle belli olmuş olur.
Allah'ın Elçisi'nin “Altına karşılık altın” sözü de öyledir. Altın tozuna
da altın denir ama onu hiç kimse satmaz. Tartılabilen altın satılır. O zaman tartılma özelliği hadisin
delaletiyle sabit olmuş olur. Allah’ın elçisi sanki şöyle demiştir: «Tartılan
altına karşılık altın, ölçeğe vurulan
buğdaya karşılık buğday...[15]»
Hadislerde şu
ifade de yer alır: “Bu cinsler değişik olursa peşin olması şartıyla istediğiniz
gibi satabilirsiniz[16]. “Bundan da
cinsleri aynı olup ölçü birimleri farklı olan veya ölçek yahut tartı ile işlem
gördüğü halde cinsleri farklı olan iki malın birbiriyle değişiminin peşin
olmasının şart koşulduğunu anlamışlardır.
Buna göre hurda
demir verip çubuk demir almak istenirse her iki demirin aynı ağırlıkta olması
ve değişimin peşin olması gerekir, yoksa faizli işlem olur.
Demire karşılık bakır almak istenirse her iki bedeli peşin ödemek yeterli olur.
Çünkü bunların ikisi de tartıyla alınıp, satılan mallardır. Cinsleri farklı
olduğu için biri diğerinden fazla olabilir ama bu takas veresiye olamaz, yoksa
faizli işlem olur.
Bu prensibe göre
altın veya gümüşten basılı bir parayı (nükûd) verip
tartıyla satılan bir malı veresiye almak faizli işlem sayılmalıdır. Çünkü altın ve
gümüş tartıyla alınıp satılır. Ama Hanefîler bunu
caiz görür ve sebeplerini şöyle açıklarlar:
1- Altından ve
gümüşten basılı dinar ve dirhemlerle tartıyla alınıp satılan diğer mallar
arasında görünüşte (sureten) bir fark vardır. Çünkü dinar ve
dirhemler sancat[17] denen ağırlık
birimleriyle, diğer mallar da men[18] ile tartılırlar.
2- Bunlar
arasında görünmeyen (manen) bir fark daha vardır. Dinar ve dirhemler tayinle
taayyün etmezler. Ama diğer mallar tayinle taayyün[19] ederler.
3- Aralarında
değerlendirme yönünden (hükmen) de fark vardır. 1 dinara karşılık 12 men demir
alınsa, demiri satıcı, dinarı da alıcı, diğerinin görmediği yerde tartmış olsa,
teslim aldıktan sonra altınlar tekrar tartılmadan satılabilir[20] ama demiri
tartıyla satabilmek için müşterinin onu yeniden tartması gerekir.
Madem arada bu
kadar fark vardır, öyleyse tartılan diğer mallarla nakitler, tartıda her
yönüyle ortak olmamış olurlar[21].
Hem altın ve
gümüşün tartı ile satıldığına dayanarak tartıyı (vezn) faiz illeti
saymak hem de onları diğer mallarla değişirken bu illete riâyet etmemek tam
bir çelişkidir. Hanefilerin tartıyı faiz illeti saymayıp şöyle demeleri gerekirdi:
Altın ve gümüş her ne
kadar tartı ile alınıp satılıyor olsa da bunlar, tartıyla satılan diğer
mallardan sureten, manen ve hükmen farklı olduğu için vezin faiz illeti olamaz.
Vezn faiz illeti
olamayınca ister istemez ölçek de faiz illeti olamayacak ve iki illetten biri
sayılan kadr, faiz illeti olmaktan çıkacaktır. Bu da Hanefîlerin alım satıma
dayalı faiz sistemini tümüyle çökertecektir.
Aynı tenkit
Hanbeliler için de geçerlidir. Hanbeliler bir taraftan şöyle diyorlar: “Eğer
altın ve gümüşte faiz illeti
tartı (vezn) olsaydı tartı ile işlem gören malları bunlarla veresiye
almak caiz olmazdı. Çünkü veresiyenin haram olması için ribanın iki illetinden
biri yeterlidir.[22]”
Hem bunu
söylüyorlar hem de Hanefîler gibi vezn’i faiz illeti
olarak kabul ediyorlar. Ne büyük çelişki!
Mâlikîler,
hadislerdeki arpa, buğday, hurma ve tuza bakarak faizin, sadece temel
gıda maddesi olup saklanabilen veya gıda maddelerini lezzetlendiren şeylerde
olacağını söylemişlerdir. Bunlar kendi cinsleriyle değiştirildiğinde miktarların
eşit ve mübadelenin peşin olması gerektiğini, farklı cins gıdalarla değiştirildiğinde
miktarlarda eşitlik aranmayacağını, yalnızca mübadelenin peşin olması gerektiğini
söylemişlerdir.
Bu görüş, her ne
kadar alım satım ile faizli işlemi birbirinden ayıran âyete
aykırı ise de kendi içinde tutarlıdır. Çünkü arpa, buğday ve hurma temel gıdalardandır ve saklanabilir
özellikleri vardır. Tuz da yiyecekleri tatlandırmaya yarar.
Biriktirilsin
veya biriktirilmesin bütün gıda maddelerinin veresiye takası ile her çeşit
eşyanın kendi cinsiyle veresiye, bire iki takası ribe’n-nesie[23] sayılmıştır.
İşte bunun, kendi sistemlerinde de bir dayanağı yoktur.
Şafiîlere göre
riba kelimesi mücmel yani kapalıdır; onu Allah'ın Elçisi açıklamıştır[24]. Açıklama dedikleri,
altı malın satışı ile ilgili hadislerdir.
Şafiîler şöyle derler: "Faiz, büyük günahların en büyüğüdür. Bütün
şeriatlarda faizin haram kılındığı söylenir. Allah kendi
kitabında faiz yiyen dışında bir isyankâra harp ilan
etmemiştir. Faizin haramlığı taabbüdîdir, faizli işlem sebebi
olarak gözüken her şey sadece onun hikmeti olur, illeti değil[25]."
Taabbüdî demek, illeti (asıl sebebi) anlaşılamayan ama kul olma
gereği uyulan emir veya yasak demektir[26]. İlleti anlaşılamayan
bir şey üzerine kıyas yapılamaz. Ama bu sözü sanki hiç söylememişler
gibi faizli işlemin iki illetinin olduğunu, bunların tu’miyet ve semeniyetten[27] ibaret bulunduğunu
belirtmiş ve sistemlerini bu iki illet üzerine kurmuşlardır. Bu mantığı anlamak
gerçekten zordur. Faizin haramlığı taabbüdî ise bu
illetler nereden çıkıyor? Eğer bu illetler varsa neden taabbüdî deniyor?
İbn Abbâs’ın rivâyetine
göre faizi yasaklayan âyetler Kur’ân-ı Kerim’in en son inen âyetleridir.
Peygamberimiz Veda Hutbesinde cahiliye faizinin kaldırıldığını ilan ettiğine
göre âyetler bu sırada inmiş olmalıdır.
Hac, kamerî yıl ın 12.
ayı olan Zilhiccede olur. Bu ayın 9. günü A’rafat'a çıkılır. Veda Haccı hicretin 10. senesinde olmuştur. Veda Hutbesi,
Peygamberimizin bu sırada A’rafat'ta yaptığı konuşmadır. O, Hicretin 11.
senesinin 3. ayı olan Rebiyülevvelin 12'sinde, Pazartesi sabahı vefat etmiştir[28]. Faizin
kalktığını ilan etmesinden vefatına kadar 3 kameri ay ve 3 gün geçmiştir. Allah'ın Elçisi Veda Hutbesinde şöyle demiştir:
“Cahiliye faizi kaldırılmıştır. İlk faizi kaldırıyorum,
bizim faizimizi, (amcam) Abbâs b. Abdulmuttalib'in faizini. Onun tamamı kaldırılmıştır[29].”
Burada kaldırılan, herkesin bildiği faizdir. Bu yüzden kimse bu konuda
soru sorma ihtiyacı duymamıştır. Peygamberimizin koyduğu, altı mal ile
ilgili yasağın, konunun özünü oluşturmadığı, faiz yasağının çevresinde bir
koruma duvarı oluşturduğu, bu hadisten de anlaşılabilir.
[1]
Dârimî, Büyu 42.
[2]
Fahrü'd-Din er-Râzi, et-Tefsirü'l-kebîr, c. VII, s. 91.
[3]
İbn Rüşd, Mukaddimât (el-Müdevvenetü'l-kübrâ ile birlikte), Matbaa-i Hayriyye,
1324/1906, c. III, s.18,; İbnü'l-Arabî, Ebû Bekr Muhammed b. Abdillah,
Ahkâmü'l-Kur’ân, Mısır 1976, c.I, s. 241. İbnü'l-Arabî burada veresiye alış
verişten doğan alacağı söz konusu etmektedir. Yukarıya bu yazılmıştır.
[4]
Burada anlatılan olay için bkz. Fahru’d-Din er-Râzî, c. VII, s. 106-110;
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, c. I. s. 972.
[5]
Müslim, Müsâkât 82.
[6]
Müslim, Müsâkât, 102; Nesâî, Büyu, 50.
[9] Ebû Davûd, Buyu’, 12.
[10]
Dinar altın paraya, dirhem ise gümüş paraya verilen addır.
[11]
Ebû Davûd, 14; Nesâî, Büyu, 50.
[12]
Bakara 2/275.
[13] es-Serahsî, el-Mebsût, c. XII, s. 113.
[14]
Serahsîde mütekavvim olarak geçen kelime “işe yarayan mal” diye tecüme
edilmiştir. Mütekavvim mal demek, kullanılması yasak olmayan ve elde edilmiş
bulunan mal demektir.
[15]
es-Serahsî, el-Mebsût, c. XII, s. 116.
[16]
Müslim, Müsâkât, 81.
[17]
Taştan yapılmış, tartı birimi.
[18]
Men, 260 dirhemlik bir ölçüdür. (Ö. N. Bilmen, Kamus, c. IV, s. 126) Bir şer’î
dirhem 2.975 gr. geldiğinden yaklaşık 774 grlık bir
ağırlık eder.
[19]
Tayinle taayyün, belirlenen şeyin kendisi demektir. Alıcı hangi malın
pazarlığını yapmışsa onu alır, onun yerine başkası verilemez. Çünkü mallar
tayinle taayyün eder. Ama alıcı satıcıya gösterdiği paranın yerine aynı değerde
başka para verebilir. Mesela satıcıya 10 liralık bir kağıt para gösterdiği
halde onun yerine 10 tane bir liralık verebilir. Satıcı onu, bu on lirayı
vermeye zorlayamaz.
[20]
Çünkü altın paralar basılı olacağı için ağırlık ve ayarı
bellidir.
[21]
Bkz. Hidaye, Fethü’l-kadîr ve Bâbertî’nin Hidaye şerhleri, c V, s. 274 vd.
[22]
İbn Kudâme, el-Muğnî c. IV, s. 138.
[23]
İbn Rüşd, Mukaddimât, c. III, s. 49-51.
[24]
Fahrü'd-Din er-Râzî, Tefsir, c. VII, s. 99.
[25]
İbn Hacer el-Heysemî, Havâşî eş-Şirvânî ve İbn Kâsım el-Abbâdî alâ
Tuhfeti’l-muhtâc bi şerhi’l-minhâc, İstanbul tarihsiz., c. IV, s. 272-278.
[26]
Bkz. Şirvânî, Tuhfetu’l-muhtâc haşiyesi, c. IV, s. 272, Riba bahsi.
[27]
İbn Hacer el-Heysemî, c. IV, s. 273.
[28]
Safiyyu’r-Rahmân el-Mubârekfûrî, er-Rahîk'ul-mahtûm, s. 431.
[29]
Ebû Dâvûd, Menâsik, 57.