36. CEZA HUKUKU PRENSİPLERİ

 

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Size kim saldırırsa, siz de ona, size yaptığı saldırıya denk bir saldırı yapın. Allah'tan sakının. Bilin ki, Allah sakınanlarla beraberdir.” (Bakara 2/194)

Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem Veda hutbesinde şöyle seslendi:

- “Ey insanlar! Bugün hangi gün?”

- “Haram (dokunulmaz) gün” diye cevap verdiler.

     - “Bu şehir hangi şehir?” dedi;

     - “Haram  (dokunulmaz) şehir” dediler.

     - “Bu ay hangi ay?” dedi;

     - “Haram (dokunulmaz) ay” dediler.

     - Dedi ki: İşte sizin kanlarınız, mallarınız ve özel hayatınız (ırzınız) da tıpkı bu gününüzün, bu ayda ve bu şehirde dokunulmazlığı gibi dokunulmazdır. Bu sözü birkaç defa tekrarladı, sonra başını kaldırdı ve “Allahım! Tebliğ ettim mi?” dedi[1].”

Can dokunulmazlığı, mal dokunulmazlığı ve özel hayatın dokunulmazlığı... Bunlara saldırı olursa, saldırgana karşı, yaptığına denk bir saldırı hakkı doğar. Saldırı, verilen zararın giderilmesinden sonra gerçekleşir. Böylece saldırgan, yaptığı suça denk bir cezaya çarptırılmış olur. İşte bu, ceza hukukunun temel prensibidir. Şu üç âyet, bu prensibe vurgu yapmaktadır: 

“Eğer ceza vermek isterseniz size ne yapıldıysa onun dengiyle ceza verin. Katlanacak olursanız kuşkusuz bu, katlananlar için daha iyidir.” (Nahl 16/126)

“Bu böyledir; kim kendine yapılan saldırıya aynı ile karşılık verir, sonra yine saldırıya uğrarsa, elbette Allah ona, yardım eder. Allah affeder ve bağışlar.” (Hac 22/60)

“Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür. Kim affeder ve arayı düzeltirse onun ödülü Allah'a aittir. Allah yanlış davrananları sevmez. (Şurâ 42/40)

Her suçun ahiret boyutu da vardır. Ahirette ceza görmemek için tevbe gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Kim bir kötülük işler veya kendini kötü duruma sokar, sonra Allah'tan bağışlanma dilerse, görür ki Allah'ın bağışlaması çok, ikramı boldur.” (Nisa 4/110)

Bu genel prensiplerden sonra can, mal ve özel hayatın dokunulmazlığı ile ilgili âyetler ve hadisler vardır. Bunlara karşı işlenen suçlara verilen cezalar, yukarıdaki prensiplere uygundur.

 

36. 1. Can Dokunulmazlığına Saldırı

Cana saldırı, hata ile olmuşsa diyet ve keffaret; kasıtlı ise kısas ve ebedi cehennem cezası gerekir.

 

36.1.1. Diyet ve Keffaret Cezası

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Bir müminin bir mümini öldürmesi olacak şey değildir; hata ile olmuş başka. Kim bir mümini hata ile öldürürse, mümin bir köleyi azad ve öldürülenin ailesine teslim edilecek bir diyet gerekir; aile bağışlarsa başka. Öldürülen mümin, size düşman bir toplumdan ise bir mümin köleyi azad gerekir. Sizinle antlaşmalı bir toplumdan ise ailesine teslim edilecek diyet ve bir mümin köleyi azad etmek gerekir. Köle bulamayan, Allah’a tevbe için peş peşe iki ay oruç tutar. Allah bilir ve doğru karar verir.” (Nisa, 4/92)

Canı Allah verdiğinden suç, asıl ona karşı işlenmiştir. Köle, ölü gibidir. Onu özgürlüğüne kavuşturmak ölüyü diriltmek gibi olduğundan bir mümin köleyi özgürlüğe kavuşturmak, verilen zararın tazminidir. Mümin köle bulamayan, iki ay aralıksız oruç tutar. Çünkü Allah kimseye gücünün yetmediği yükü yüklemez. Bunlar keffarettir. Keffaret, günahın örtüsüdür. Suçu örter ve bağışlanmasına sebep olur. Böylece suçlu Ahirette sorumlu tutulmaz.

Adam öldürme suçuna denk ceza  ise, ölünün ailesine ödenecek kan bedeli, yani diyettir. Böylece aile, kaybettiği bir ferdinden dolayı bir mala kavuşmuş ve düşmanlık hisleri zayıflamış olur.

 

36.1.2. Kısas ve Ebedi Cehennem Cezası

Kasten adam öldürmenin cezası ebedi cehennem azabıdır. Bir müminin hayatına kasten son veren, kendi ebedi mutluluk hakkını kaybeder. Bu hüküm şu âyette geçer:

“Kim bir mümini kasten öldürürse artık onun cezası içinde sürekli kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap etmiştir, onu lanetlemiştir ve onun için pek büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisa, 4/93).

Katile ayrıca, işlediği suça denk bir ceza olmak üzere ölüm cezası verilir. Bu hüküm şu âyette geçer: Ey iman edenler! Adam öldürmelerde size kısas[2] farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. (Bakara 2/178)

 Katilin öldürülmesinde son söz, öldürülenin ailesine aittir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah’ın dokunulmaz kıldığı kimseyi öldürmeyin, hukuka uygunsa başka. Haksız yere kim öldürülürse onun velisine yetki verdik o da öldürme işinde taşkınlık etmesin.  Çünkü o, yardım görmüştür.” (İsrâ 17/33)

Öldürülenin ailesi katili bağışlayabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: 

Kim öldürülenin kardeşi tarafından bir bedel karşılığı bağışlanırsa, Mârufa uysun ve bedeli güzelce ödesin. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve ikramdır. Her kim düşmanlığı bundan sonra da sürdürürse, ona acı bir azap vardır. (Bakara 2/178)

Alınacak diyeti Peygamberimiz şöyle açıklamıştır:

Kim bir mümini kasten öldürürse öldürülenin velilerine teslim edilir. İsterlerse onu öldürürler, isterlerse diyetini alırlar. Diyet otuz hıkka yani dört yaşına girmiş dişi deve, otuz cezea yani beş yaşına girmiş dişi deve ve kırk halifa yani hamile devedir. Bu, kasten öldürmenin diyetidir. Taraflar karşılıklı olarak bir şey üzerinde de anlaşabilirler. Bu, diyet-i muğallazadır[3].”

Katil tevbe edebilir. Çünkü tevbe ile bağışlanmayacak suç yoktur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Aşırı giderek kendini tüketen kullarıma de ki; Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Onun bağışlaması çok, ikramı boldur. Siz Rabbinize yönelin; azap gelmeden önce ona teslim olun; sonra yardım görmezsiniz.(Zümer 39/53-54)

“Rahman’ın kulları… Allah ile beraber başka bir tanrıyı yardıma çağırmazlar. Haklı bir sebep yoksa Allahın dokunulmaz kıldığı canı öldürmezler; zina etmezler. Kim bunları yaparsa günaha girer.

Kıyâmet günü onun azâbı katlanır ve orada itibarsız olarak temelli kalır.

Ancak tevbe eden, inanan ve iyi iş yapan başka. Allah onların kötülüklerini iyiliğe çevirir. Allah bağışlar, ikram eder.” (Furkan 25/68-70)

 

36.2. Mal Dokunulmazlığına Saldırı

Buna hırsızlık suçu örnek olabilir. Hırsız, belli nisaba ulaşmış bir malı, saklandığı yerden gizlice çalarsa eli kesilir. Diğer hırsızların cezası farklıdır. 

36.2.1. Malı Saklandığı Yerden Çalmak

Saklandığı yerden çalınan mal sahibine iade edilir. Çünkü hırsızlık mal kazanma yolu değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin.” (Bakara 2/188)

Bir malı saklandığı yerden çalan, üç suç işlemiş olur. Biri mal sahibine, ikincisi topluma, üçüncüsü Allah’a karşı işlenmiştir. Bu üç suçun cezası suçlunun elini kesmektir. El kesme cezasının caydırıcı özelliği vardır. Eli kesilen hırsız, ölene kadar, bu konuda çevresine ders olur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Erkek olsun, kadın olsun hırsızların ellerini kesin ki, işlediklerine karşılık bir ceza, Allah tarafından bir nekâl olsun. Allah güçlüdür, doğru karar verir.” (Mâide 5/38)

Nekâl (النكال), başkasını zayıflatıp gücünü kıran şeye denir[4]. Bu da cezanın caydırıcı özelliğidir. Suçlu, yakalanmadan teslim olur ve iyi hal gösterirse nekâl’dan kurtulur, sadece ceza ödemekle yükümlü olur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Kim, yaptığı bu yanlıştan sonra tevbe  eder, düzelirse, Allah onun tevbesini kabul eder. Allah’ın bağışlaması çok, ikramı boldur.” (Mâide 5/39)

Onun cezası, çaldığı malın dengi bir mal vermesidir.  Bu husus bundan sonraki bölümde anlatılacaktır.

 

36.2.2. Saklı Olmayan Malı Çalmak

Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve selleme ağaçtaki meyve soruldu, dedi ki: “İhtiyacı olduğu için ondan yiyen ama eteğine koyup götürmeyene bir şey gerekmez. Kim bir şey alıp götürürse iki katıyla öder ve ayrıca bir cezaya (ukubet’e) çarptırılır[5].”

Ağaçtaki meyveyi eteğine koyup götüren üç suç işlemiş olur. Biri meyve sahibine, diğeri topluma, üçüncüsü de Allah’a karşıdır. Meyve sahibine, çaldığı meyveyi ve bir o kadarını öder. Yani iki kilo meyve çaldıysa iki kilo ile beraber iki kilo daha verir.

Bu şahıs, mal güvenliğini ortadan kaldırdığı için topluma karşı suçludur. Bu suçun cezası, yetkili makamın takdirine bırakılmıştır.

 

36.2.3. Buluntu Malı Sahiplenmek

Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle demiştir:

“Buluntu deve saklanırsa o deveyi, onun gibi bir deve ile birlikte  vermek gerekir[6].”

Burada suç, o deveyi sahiplenme suçudur. Kaçmış deveyi yakalamak suç olmadığından bu kişiye başka ceza verilmez[7].

 

36.3. Özel Hayatın Dokunulmazlığına Saldırı

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

 “İffetli kadınlara zina suçu atan, sonra dört şahit getiremeyenlere seksener değnek vurun. Onların şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin. Onlar yoldan çıkmışlardır.” (Nur 24/4)

Zina cezası 100 değnektir. Bir kadının zina ettiğini iddia eden kişi, bu iddiasını ispatlayamasa dahi kadın töhmet altında kalır ve eski konumunu kaybeder. Suçu gerçekten işlemiş de olabilir. Bu durumda suçu ispatlansa, itibarı daha çok düşer. Dolayısıyla namuslu bir kadına zina suçu atan kişiye, zina cezasından az bir ceza uygulanır ve seksen değnek vurulur. Bu onun verdiği zararın tazmini gibidir. Çünkü dört şahit bulabilseydi, kendisi ile beş olacaktı. Bulamadığı için 100 değnek beşe bölünmüş ve şahitlerin payına düşen 80 değnek vurulmuştur. Zina cezasının beşte biri olan 20 değnek toplam cezadan düşülmüştür.

İftiracıya verilen asıl ceza, hiçbir zaman şahitlik yapamamasıdır. İftiranın izi, nasıl ölünceye kadar kadının üstünde kalırsa şahitliğin kabul edilmemesinin izi de iftiracının üzerinde kalacaktır. Bundan sonra iyi hali gözlemlenen kadına karşı tutumlar, daha sonra değişeceğinden, iyi hali gözlemlenen iftiracının cezası da kaldırılabilir. Yani tevbe eder ve iyi hali sabit olursa o zaman şahitliği kabul edilebilir. Bunu şu âyetten anlıyoruz:

“Bundan sonra, tevbe eden ve kendini düzeltenler başka. Allah’ın bağışlaması çok, ikramı boldur.” (Nur 24/5)

 

36.4. Ceza Hukukunun Diğer Sahaları

Burada zina suçu ve dine saldırı örnek olarak verilecektir.

 

36.4.1. Zina Suçu

Zina  yapan kişi, namuslu biriyle evlenme hakkını kaybeder. Bu, verilen zararın tazmini gibidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Zina eden erkek, ancak zina eden veya müşrik  olan bir kadınla evlenebilir. Zina eden kadınla da, ancak zina eden veya müşrik olan bir erkek evlenebilir. Bunlar müminlere haram kılınmıştır.” (Nur 24/3)

Zina suçunun cezası ise 100 değnektir. Konu ile ilgili geniş bilgi aşağıda gelecektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Zina eden kadınla zina eden erkekten her birine yüz değnek vurun. Eğer Allah’a ve o son güne  inanıyorsanız, Allah’ın verdiği cezayı yerine getirirken onlara karşı yumuşamayın. İnananlardan bir takım da onlara yapılan azabı gözleriyle görsün.” (Nur 24/2)

Zinakara neden 100 değnek vurulduğunu kavramak mümkün olmadığından Allah Teâlâ bunun, kendi verdiği ceza olduğunu söyleyerek tartışma kapısını kapamıştır.

Zina eden kişi tevbe eder ve ıslah olursa namuslu mümin kadınlarla evlenebilir. Bu ayetlerin devamında Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Bundan sonra tevbe edip ıslah olanlar başka. Allah bağışlar, ikramı boldur.” (Nur 24/5)

Allah, bol ikramıyla böylelerinin günahını sevaba çevirir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Rahmân’ın kulları Allah ile beraber bir başka tanrı çağırmazlar, Allahın dokunulmaz kıldığı canı haklı bir sebep olmadan öldürmezler. Zinâ etmezler. Kim bunları yaparsa cezasını bulur. Kıyâmet günü onun azâbı katlanır ve alçaltılmış bir şekilde ebedi olarak azap içinde kalır. Ama tevbe eder, inanır ve iyi iş yaparsa başka; Allah bu gibilerin kötülüklerini iyilikle değiştirir. Allah bağışlar, ikramı boldur. Kim tevbe eder, iyi iş yaparsa o Allah’a tevbesi onanmış olarak döner.(Furkan 25/68-71)

 

36.4.2. Gayr-i Müslimlerle İlişkiler

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah, din hususunda sizinle savaşmayan ve sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik etmenizi ve değer vermenizi yasaklamaz. Allah değer bilenleri sever[8]. Allah sadece, din hususunda sizinle savaşmış, sizi yurdunuzdan çıkarmış ve çıkarılmanıza destek vermiş kimselere yakınlık göstermenizi yasaklar[9]. Onlara yakınlık gösterenler zalimlik etmiş olurlar.” (Mümtahine 60/8–9)

Ayetler, gayrimüslimler için üç kırmızıçizgi belirlemiştir:

1- Dinimizden dolayı bizimle savaşmaları,

2- Bizi yurdumuzdan çıkarmaları,

3- Yurdumuzdan çıkaranlara destek vermeleri.

Bu çizgileri çiğneyenlerle dostluk kuramayız. Bizimle savaşanlara karşı Allah Teâlâ şu emri vermiştir:

“Size savaş açanlarla Allah yolunda savaşın. Haksız saldırı yapmayın. Allah, haksız saldırı yapanları sevmez. Onları yakaladığınız yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, öldürmeden beterdir. Mescid-i Haram[10] yanında onlarla savaşmayın; kendileri savaş açarlarsa başka. Eğer savaşırlarsa, onları öldürün. O kâfirlerin cezası işte böyledir. Savaşa son verirlerse Allah bağışlar, ikram eder.  Onlarla savaşın ki, fitne ortadan kalksın; din Allah’ın dini olsun. Savaşa son verirlerse, zalimlerden başkasına düşmanlık edilmez.” (Bakara 2/190-193)

Müslümanlar, Bedir, Uhud ve Hendek’te kendilerine saldıran Mekkelilerle savaşmış ve başarılı olmuşlardı. Hicretin 6. yılında, bugünkü Mekke’nin yerleşim alanında olan Hûdeybiye’de 10 yıl sürecek bir barış anlaşması imzalamışlar ama Mekkeliler anlaşmayı bozmuşlardı. Bunun üzerine Peygamberimiz hicretin 8. yılında Mekke’yi fethetmiş, anlaşmayı bozan savaş suçlularına 15 ay dokunmamıştı. Hicretin 9. yılında Hac mevsiminde inen aşağıdaki âyetler, onlara verilmiş ültimatomdu.

“Antlaşma yaptığınız müşriklere, Allah ve Elçisi tarafından yapılan son uyarıdır:

Bu topraklarda dört ay daha dolaşın. Bilin ki, siz Allah’ı yıldıramazsınız. Ama Allah, kendini görmezlikten geleni rezil eder.

Bu büyük hac gününde Allah’ın ve Elçisi’nin bütün insanlara duyurusu şudur: Allah’ın o müşriklerle bir ilişiği yoktur; Elçisinin de öyle. Ey müşrikler, tevbe ederseniz hayrınıza olur. Sırt çevirirseniz bilin ki, siz Allah'ı yıldıramazsınız. Görmezlik edenlere acıklı bir azabı müjdele.

Bu uyarı, sizinle antlaşma yapmış ve daha sonra bir kusur işlememiş, size karşı kimseye destek vermemiş olanları kapsamaz. Onlara karşı olan andınızı süresinin sonuna kadar koruyun. Allah korunanları sever. 

(Dört) yasak ay[11] çıkınca o müşrikleri, bulduğunuz yerde öldürün. Onları yakalayın, onları kuşatın, onlar için her gözetleme yerinde oturun. Ama tevbe ederler, namaz kılarlar, zekat verirlerse serbest bırakın. Allah’ın bağışlaması çok, ikramı boldur.” (Tevbe 9/1-5)

Ulemanın çoğunluğuna göre bu âyelerin sonuncusu, yukarıda geçen Mümtahine 8 ve 9. âyetlerini neshetmiştir. Bu sebeple müşriklerle ilişkide bu âyeti esas almışlardır[12]. Burada nesih mümkün değildir. Ayetler üzerinde düşünen herkes bunu kolayca anlar. Bu iddia, siyasi baskılarla ortaya çıkmış olabilir. Sebep ne olursa olsun, kabul edilebilecek bir yanı yoktur.

 

36.4.3. Dinden Dönme (İrtidad)

Mezhepler, dinden dönen, Peygambere söven veya hakaret eden kişilerin öldürülmesi konusunda ittifak etmişlerdir[13]. Peygambere hakaret konusu bundan sonraki başlıkta incelenecektir. Dinden dönüp kâfir olanlarla ilgili olarak şöyle buyrulmuştur:

“Ey imân edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah onların yerine bir toplum getirir; o onları sever, onlar da onu severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı sert olurlar. Allah yolunda savaşa atılır, kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah'ın vergisidir, onu dileyene verir. Allah’ın imkanları geniştir, her şeyi bilir..” (Mâide 5/54)

Mukatil b. Süleyman’ın (öl. 150/767) bildirdiğine göre 12 kişi Müslüman iken kâfir olmuşlar, düşünceli bir şekilde Medine’den çıkmış, Mekke yolunu tutmuşlar ve Mekke kâfirlerine karışmışlardı. Sonra içlerinden Haris b. Süveyd pişman olup geri döndü ve kardeşi Cülâs’a haber gönderdi: “Ben tevbe ederek geri döndüm, Peygamberden öğren bakalım, tevbeye hakkım var mı, yoksa Şam’a gideyim, dedi. Cülâs durumu Peygamberimize bildirdi ama cevap alamadı. Sonra şu ayetler indi[14]:

“İnandıktan sonra kâfir olan bir toplumu, Allah hiç yola getirir mi? Üstelik onlar o Elçi’nin doğru olduğuna şahit olmuşlar ve kendilerine açık belgeler de gelmiştir. Allah zalimler topluluğunu yola getirmez.

Onlar var ya, onların cezası; Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lanetidir.

Sürekli o lanet içinde kalırlar. Sıkıntıları hafifletilmez; onlara göz de açtırılmaz.

Olup bitenden sonra tevbe edip durumunu düzeltmiş olanlar başka. Çünkü Allah çok bağışlar ve ikramı boldur.” (Al-i İmran 3/86-89)

Demek ki, dinden dönüp kâfir olanın cezası, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lanetidir. Tevbe eden olursa lanetten kurtulur. Hüküm bu olduğu halde mezheplerin, dinden döneni öldürme konusunda ittifak etmeleri şaşırtıcıdır. Hanefilerin bu konuda dayandıkları âyet şudur:

“Çöl araplarından geride bırakılanlara de ki: “Siz çok güçlü bir topluma karşı çağrılacak, onlarla savaşacaksınız veya teslim olacaklardır. Eğer emre boyun eğerseniz Allah size güzel bir karşılık verir. Bundan önce yüz çevirdiğiniz gibi yine yüz çevirirseniz sizi acıklı bir azaba uğratacaktır.” (Fetih 48/16)

Bu ayetin onlarla savaşacaksınız veya teslim olacaklardır. bölümünü, dinden dönenin öldürülmesinin delili sayılmıştır[15]. Bu âyetten böyle bir hüküm çıkarmak imkansızdır.

36.4.4. Dine Saldırı

Din, ana imtihan sahasıdır. İnsan, herhangi bir dini kabul veya reddedebilir. Yanlış din seçerse sonucuna katlanır. Doğruyu tespit için tartışmak gerekir. Bu tür tartışmalar, ceza hukuku sahasına girmez. Bunun doğuracağı sıkıntılara katlanmak icap eder. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Mallarınız ve canlarınız konusunda yıpratıcı bir imtihandan geçirileceksiniz; bir de sizden önce Kitap verilenlerden ve müşriklerden üzücü çok söz işiteceksiniz; bunlardan kaçış olmaz. Eğer sabreder, korunursanız, işte bu kararlılık gerektiren işlerdendir. (Ali-i İmran 3/186)

Üzücü söz ve hakaret, kırmızı çizgilerden olmadığı için böylelerine karşı; sabırlı, tedbirli ve kararlı olma dışında bir yol gösterilmemiştir. 

Peygamberimiz, önce Müslüman olan, sonra dinden dönen ve problem kaynağı olan ikiyüzlülerden çok çekmiş ama onları cezalandırmamıştır. Munafikun Suresi bu açıdan önemlidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

O münafıklar sana geldiklerinde: "Biz şahidiz ki, sen, gerçekten Allah'ın elçisisin" dediler. Allah biliyor ki, sen elbette onun elçisisin. Ama Allah şahit, o münafıklar kesinlikle yalancıdırlar. Yeminlerini kalkan edip Allah’ın yolundan çekildiler. Ne kötü davranıyorlar!.. Bu, şundandır: Onlar önce inandılar, sonra kâfir oldular. Sonra kalplerinde yeni bir yapı oluştu, artık anlamazlar. Onları gördüğün zaman kalıpları seni imrendirir. Konuşurlarsa konuşmalarını dinlersin. Sanki dayalı kütükler gibidirler. Her gürültüyü aleyhlerine sayarlar. İşte düşman onlardır. Onlara karşı dikkatli ol. Allah canlarını alsın, nasıl da yalana sürükleniyorlar!

Onlara: "Gelin; Allah'ın elçisi sizin için bağışlanma dilesin" dendiği zaman, başlarını çevirirler. Bakarsın ki; kendilerini büyük görerek geri çekiliyorlar. İster bağışlanmalarını dile, ister dilme; sonuç değişmez. Allah onları bağışlayacak değildir. Çünkü Allah karıştırıcılar takımını yola getirmez.

Onlar şu sözü bile söylediler: "Allah'ın elçisinin yanındakilere bir şey vermeyin, dağılıp gitsinler". Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır, ama o münafıklar anlamazlar. Şöyle dediler: "Hele Medine'ye dönelim, güçlü olan, güçsüz olanı, elbette sürüp çıkaracaktır." Oysa güç Allah'tadır, Elçisindedir ve inananlardadır, ama münafıklar bilmezler. (Münafikun 63/1–8)

Zeyd b. Erkam bu âyetlerle ilgili şunları anlatmıştır: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemle birlikte bir savaşa gitmiştik. Ordu sıkıntılar içine girmişti. Abdullah b. Ubeyy arkadaşlarına şöyle dedi: “Allah’ın Elçisi’nin yanındakilere nafaka vermeyin ki dağılsınlar. Hele Medine’ye dönelim, güçlü olan, güçsüz olanı oradan çıkaracaktır.” Bunu hemen Peygamber‘e haber verdim. Abdullah b. Ubeyy’i çağırtıp sorguladı. O da böyle bir şey söylemedim diye yemin etti. “Zeyd yalan söyledi” dediler. Bu bana çok ağır geldi. Sonra Allah Teâlâ Munafikun suresini indirdi[16]”.

Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR özetle şu bilgileri verir:

Abdullah’ın, kavmi içinde itibarı vardı; büyük sayılırdı. Üseyd b. Hudayr geldi. “Ey Allah’ın Elçisi!” dedi. “Ona aldırma, nazik davran. Vallahi, Allah seni gönderdiği sırada kavmi ona taç giydirmek için boncuk diziyordu. O seni, krallığını elinden almış görür”.

 Abdullah b. Ubeyyin oğlu Abdullah temiz bir mümin idi. Babasının yaptıklarını öğrenince Allah’ın Elçisi’nin huzuruna geldi «Ey Allah’ın elçisi! İşittim ki Abdullah b. Ubeyy’i size ulaşan sözünden dolayı öldürmek istiyormuşsunuz. Eğer yapacaksanız bana emredin, başını ge­tireyim. Vallahi, bütün Hazrec bilir ki içlerinde babasına benden saygılısı yoktur. Korkarım ki, başka birine emredersiniz, o babamı katleder, ben de babanım katilinin halk içinde gezmesine tahammül edemem, tutar onu vururum. Bir mümini bir kâfire karşılık öldürmüş olur bu sebeble ateşe girerim“ dedi. Allah’ın Elçisi şöyle dedi:

“Hayır. Biz ona nazik davranırız. Aramızda olduğu müddetçe iyi­ davranırız[17].“

Abdullah’ın davranışı her ne kadar çok kötü ise de üç kırmızıçizgiden birini çiğnemediği için yukarıdaki âyetler gereğince Peygamberimiz ona iyi davranmıştır. Bu gibileri en çok rahatsız eden, doğruların söylenmesidir. Ayetlerde olduğu gibi yanlış davranışlarını sayıp döktükten ve cezayı hak ettikleri konusunda kamu oyu oluşmasını sağladıktan sonra iyi davranılması, onları yanlızlığa sükrükler ve yandaşları dahi kendilerini terk etmeye başlar. Nitekim peygamberimizin iyi davranışı, Abdullah’ın çevresindekilerini İslam’a kazandırmıştır.

 



[1] Buhari, Hacc, 132.

[2] Kısas, işlenen suç ile verilen ceza arasında denkliği ifade eder.

[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. II, s. 217. Diyet-i muğallaza, ağırlaştırılmış diyet demektir.

[4] Müfredat, نكل  mad.

[5] Ebû Davûd, Lukata, 1.  

[6] Ebû Davûd, Lukata, 1.

[7] Ömer b. el-Hattâb'ın bu hadisi uyguladığı, Ahmed b. Hanbel'in de bu görüşte olduğu bildirilmiştir. Diğer fakihler bu görüşte değillerdir. Bkz. Hattâbî, Meâlimu’s-Sünen, c.II. s. 339.

[8] Sözü edilen yasak, Mumtahine 1. âyetteki  “sevgi gösterme” yasağıdır. Şartlar ortadan kalkınca yasak da kalktığından bu âyeteki أن تقسطوا ifadesi, “onlara sevgiden pay vermeniz” anlamına olur. Tercümeyi “değer vermeniz” şeklinde yapmamız bundandır.

[9] Müslümanlardan başkasını veli edinmeyi Maide 57. âyet yasakladığı için buradaki (onları veli edinmeniz = أن تولوهم ) ifadesi bir önceki âyette geçen iyilik ve sevgi ile sınırlı olur. Bunun için meâl, “onlara yakınlık göstermeniz…” şeklinde yapılmıştır.

[10] Mescid-i Haram, Mekke’de Kabe’nin bulunduğu yerin adıdır.

[11] Yukarıdaki uyarı, haram aylarının sonuncusu Zilhicce ayında yapılmıştı. Buradaki haram aylar (el-eşhuru’l-hurum) bilinen haram aylar değil, ikinci ayette belirtilen dört aydır. Haram denmesi, bu süre içinde muhatapların dokunulmaz sıyılmasından dolayıdır.

[12] Ebûbekr el-Cessas, Ahkâmu’l-kur’ân, c. III, s. 437.

[13] Vehb’ez-Zuhaylî, el-Fıkh’ul-islâmî ve edilletuh, 3. bas. Dımaşk 1409/1989, c. VI, s. 184, hadd’ur-riddeh.

[14] Tefsîru Mukatil b. Süleyman, Tahkik: Ahmed Ferîd, Beyrut 1424/2002, c. 1, s. 180-181.

[15] el-Kâsânî, el-Bedâiu’s-sanâi’, c. VII, s. 111.

[16] - Buhârî, Tefsir Münâfikûn Suresi. 4.

[17]  Muhammed Hamdi YAZIR, Hak Dini Kur’an Dili, Cilt, VI,  s. 5005–5008.