Allah Teâlâ şöyle
buyurur:
“Size
kim saldırırsa, siz de ona, size yaptığı saldırıya denk bir saldırı yapın.
Allah'tan sakının. Bilin ki, Allah sakınanlarla beraberdir.” (Bakara 2/194)
Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem Veda hutbesinde
şöyle seslendi:
- “Ey insanlar! Bugün hangi gün?”
- “Haram (dokunulmaz) gün” diye cevap verdiler.
-
“Bu şehir hangi şehir?” dedi;
-
“Haram (dokunulmaz) şehir” dediler.
-
“Bu ay hangi ay?” dedi;
-
“Haram (dokunulmaz) ay” dediler.
- Dedi ki: İşte sizin
kanlarınız, mallarınız ve özel hayatınız (ırzınız) da tıpkı bu gününüzün, bu
ayda ve bu şehirde dokunulmazlığı gibi dokunulmazdır. Bu sözü birkaç defa tekrarladı,
sonra başını kaldırdı ve “Allahım! Tebliğ ettim mi?” dedi[1].”
Can
dokunulmazlığı, mal dokunulmazlığı ve özel hayatın dokunulmazlığı... Bunlara
saldırı olursa, saldırgana karşı, yaptığına denk bir saldırı hakkı doğar.
Saldırı, verilen zararın giderilmesinden sonra gerçekleşir. Böylece saldırgan,
yaptığı suça denk bir cezaya çarptırılmış olur. İşte bu, ceza hukukunun temel
prensibidir. Şu üç âyet, bu prensibe vurgu yapmaktadır:
“Eğer
ceza vermek isterseniz size ne yapıldıysa onun dengiyle ceza verin. Katlanacak
olursanız kuşkusuz bu, katlananlar için daha iyidir.” (Nahl 16/126)
“Bu
böyledir; kim kendine yapılan saldırıya aynı ile karşılık verir, sonra yine
saldırıya uğrarsa, elbette Allah ona, yardım eder. Allah affeder ve bağışlar.” (Hac 22/60)
“Bir
kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür. Kim affeder ve arayı düzeltirse onun
ödülü Allah'a aittir. Allah yanlış davrananları sevmez.” (Şurâ 42/40)
Her suçun ahiret
boyutu da vardır. Ahirette ceza görmemek için tevbe gerekir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur:
“Kim bir
kötülük işler veya kendini kötü duruma sokar, sonra Allah'tan bağışlanma
dilerse, görür ki Allah'ın bağışlaması çok, ikramı boldur.” (Nisa 4/110)
Bu genel
prensiplerden sonra can, mal ve özel hayatın dokunulmazlığı ile ilgili âyetler
ve hadisler vardır. Bunlara karşı işlenen suçlara verilen cezalar, yukarıdaki
prensiplere uygundur.
Cana saldırı,
hata ile olmuşsa diyet ve keffaret; kasıtlı ise kısas ve ebedi cehennem cezası
gerekir.
Allah Teâlâ şöyle
buyurur:
“Bir
müminin bir mümini öldürmesi olacak şey değildir; hata ile olmuş başka. Kim bir
mümini hata ile öldürürse, mümin bir köleyi azad ve öldürülenin ailesine teslim
edilecek bir diyet gerekir; aile bağışlarsa başka. Öldürülen mümin,
size düşman bir toplumdan ise bir mümin köleyi azad gerekir. Sizinle antlaşmalı
bir toplumdan ise ailesine teslim edilecek diyet ve bir mümin köleyi azad etmek
gerekir. Köle bulamayan, Allah’a tevbe için peş peşe iki ay oruç tutar. Allah
bilir ve doğru karar verir.”
(Nisa, 4/92)
Canı Allah
verdiğinden suç, asıl ona karşı işlenmiştir. Köle, ölü gibidir. Onu özgürlüğüne
kavuşturmak ölüyü diriltmek gibi olduğundan bir mümin köleyi özgürlüğe
kavuşturmak, verilen zararın tazminidir. Mümin köle bulamayan, iki ay aralıksız
oruç tutar. Çünkü Allah kimseye gücünün yetmediği yükü yüklemez. Bunlar
keffarettir. Keffaret, günahın örtüsüdür. Suçu örter ve bağışlanmasına sebep olur.
Böylece suçlu Ahirette sorumlu tutulmaz.
Adam öldürme
suçuna denk ceza ise,
ölünün ailesine ödenecek kan bedeli, yani diyettir. Böylece aile, kaybettiği
bir ferdinden dolayı bir mala kavuşmuş ve düşmanlık hisleri zayıflamış olur.
Kasten adam
öldürmenin cezası ebedi cehennem azabıdır. Bir müminin hayatına kasten son
veren, kendi ebedi mutluluk hakkını kaybeder. Bu hüküm şu âyette geçer:
“Kim bir mümini kasten öldürürse artık onun
cezası içinde sürekli kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap etmiştir, onu
lanetlemiştir ve onun için pek büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisa, 4/93).
Katile ayrıca,
işlediği suça denk bir ceza olmak üzere ölüm cezası verilir. Bu hüküm şu âyette
geçer: “Ey
iman edenler! Adam öldürmelerde size kısas[2]
farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın.”
(Bakara 2/178)
Katilin öldürülmesinde son söz, öldürülenin
ailesine aittir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Allah’ın
dokunulmaz kıldığı kimseyi öldürmeyin, hukuka uygunsa başka. Haksız yere kim
öldürülürse onun velisine yetki verdik o da öldürme işinde taşkınlık
etmesin. Çünkü o, yardım görmüştür.” (İsrâ 17/33)
Öldürülenin
ailesi katili bağışlayabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Kim öldürülenin kardeşi tarafından
bir bedel karşılığı bağışlanırsa, Mârufa uysun ve bedeli güzelce ödesin. Bu,
Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve ikramdır. Her kim düşmanlığı bundan sonra
da sürdürürse, ona acı bir azap vardır.”
(Bakara 2/178)
Alınacak diyeti
Peygamberimiz şöyle açıklamıştır:
“Kim
bir mümini kasten öldürürse öldürülenin velilerine teslim edilir. İsterlerse
onu öldürürler, isterlerse diyetini alırlar. Diyet otuz hıkka yani dört yaşına
girmiş dişi deve, otuz cezea yani beş yaşına girmiş dişi deve ve kırk halifa
yani hamile devedir. Bu, kasten öldürmenin diyetidir. Taraflar karşılıklı olarak
bir şey üzerinde de anlaşabilirler. Bu, diyet-i muğallazadır[3].”
Katil tevbe edebilir. Çünkü tevbe ile bağışlanmayacak suç
yoktur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Aşırı
giderek kendini tüketen kullarıma de ki; Allah'ın rahmetinden umudunuzu
kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Onun bağışlaması çok, ikramı boldur. Siz Rabbinize yönelin; azap gelmeden önce
ona teslim olun; sonra yardım görmezsiniz.” (Zümer 39/53-54)
“Rahman’ın
kulları… Allah ile beraber başka bir tanrıyı yardıma çağırmazlar. Haklı bir
sebep yoksa Allahın dokunulmaz kıldığı canı öldürmezler; zina etmezler. Kim
bunları yaparsa günaha girer.
Kıyâmet günü onun azâbı katlanır ve orada itibarsız
olarak temelli kalır.
Ancak tevbe eden, inanan ve iyi iş yapan
başka. Allah onların kötülüklerini iyiliğe çevirir. Allah bağışlar, ikram eder.”
(Furkan 25/68-70)
Buna hırsızlık
suçu örnek olabilir. Hırsız, belli nisaba ulaşmış bir malı, saklandığı yerden
gizlice çalarsa eli kesilir. Diğer hırsızların cezası farklıdır.
Saklandığı yerden
çalınan mal sahibine iade edilir. Çünkü hırsızlık mal kazanma yolu değildir. Allah
Teâlâ şöyle buyurur:
“Mallarınızı
aranızda haksızlıkla yemeyin.” (Bakara 2/188)
Bir malı
saklandığı yerden çalan, üç suç işlemiş olur. Biri mal sahibine, ikincisi
topluma, üçüncüsü Allah’a karşı işlenmiştir. Bu üç suçun cezası suçlunun elini
kesmektir. El kesme cezasının caydırıcı özelliği vardır. Eli
kesilen hırsız, ölene kadar, bu konuda çevresine ders olur. Allah Teâlâ şöyle
buyurur:
“Erkek olsun, kadın olsun hırsızların
ellerini kesin ki, işlediklerine karşılık bir ceza, Allah tarafından bir nekâl
olsun. Allah güçlüdür, doğru karar verir.” (Mâide 5/38)
Nekâl (النكال),
başkasını zayıflatıp gücünü kıran şeye denir[4]. Bu da cezanın
caydırıcı özelliğidir. Suçlu, yakalanmadan teslim olur ve iyi hal gösterirse nekâl’dan
kurtulur, sadece ceza ödemekle yükümlü olur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Kim,
yaptığı bu yanlıştan sonra tevbe eder, düzelirse, Allah onun tevbesini kabul
eder. Allah’ın bağışlaması çok, ikramı boldur.” (Mâide 5/39)
Onun cezası,
çaldığı malın dengi bir mal vermesidir. Bu
husus bundan sonraki bölümde anlatılacaktır.
Allah’ın Elçisi
sallallahu aleyhi ve selleme ağaçtaki meyve soruldu, dedi ki: “İhtiyacı olduğu için ondan yiyen ama
eteğine koyup götürmeyene bir şey gerekmez. Kim bir şey alıp götürürse iki
katıyla öder ve ayrıca bir cezaya (ukubet’e) çarptırılır[5].”
Ağaçtaki meyveyi
eteğine koyup götüren üç suç işlemiş olur. Biri meyve sahibine, diğeri topluma,
üçüncüsü de Allah’a karşıdır. Meyve sahibine, çaldığı meyveyi ve bir o kadarını
öder. Yani iki kilo meyve çaldıysa iki kilo ile beraber iki kilo daha verir.
Bu şahıs, mal
güvenliğini ortadan kaldırdığı için topluma karşı suçludur. Bu suçun cezası,
yetkili makamın takdirine bırakılmıştır.
Allah’ın Elçisi
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle demiştir:
“Buluntu deve saklanırsa o deveyi, onun gibi
bir deve ile birlikte vermek gerekir[6].”
Burada suç, o
deveyi sahiplenme suçudur. Kaçmış deveyi yakalamak suç olmadığından bu kişiye başka
ceza verilmez[7].
Allah Teâlâ şöyle
buyurur:
“İffetli kadınlara zina suçu atan, sonra dört
şahit
getiremeyenlere seksener değnek vurun. Onların şahitliğini hiçbir zaman kabul
etmeyin. Onlar yoldan çıkmışlardır.” (Nur 24/4)
Zina cezası 100
değnektir. Bir kadının zina ettiğini iddia eden kişi, bu iddiasını ispatlayamasa
dahi kadın töhmet altında kalır ve eski konumunu kaybeder. Suçu gerçekten
işlemiş de olabilir. Bu durumda suçu ispatlansa, itibarı daha çok düşer. Dolayısıyla
namuslu bir kadına zina suçu atan kişiye, zina cezasından az bir ceza uygulanır
ve seksen değnek vurulur. Bu onun verdiği zararın tazmini gibidir. Çünkü dört
şahit bulabilseydi, kendisi ile beş olacaktı. Bulamadığı için 100 değnek beşe
bölünmüş ve şahitlerin payına düşen 80 değnek vurulmuştur. Zina cezasının beşte
biri olan 20 değnek toplam cezadan düşülmüştür.
İftiracıya
verilen asıl ceza, hiçbir zaman şahitlik yapamamasıdır. İftiranın izi, nasıl
ölünceye kadar kadının üstünde kalırsa şahitliğin kabul edilmemesinin izi de
iftiracının üzerinde kalacaktır. Bundan sonra iyi hali gözlemlenen kadına karşı
tutumlar, daha sonra değişeceğinden, iyi hali gözlemlenen iftiracının cezası da
kaldırılabilir. Yani tevbe eder ve iyi hali sabit olursa o zaman şahitliği
kabul edilebilir. Bunu şu âyetten anlıyoruz:
“Bundan
sonra, tevbe eden ve kendini düzeltenler başka. Allah’ın bağışlaması çok,
ikramı boldur.” (Nur 24/5)
Burada zina suçu ve
dine saldırı örnek olarak verilecektir.
Zina yapan kişi, namuslu biriyle evlenme hakkını
kaybeder. Bu, verilen zararın tazmini gibidir. Allah Teâlâ
şöyle buyurur:
“Zina eden erkek, ancak zina eden veya
müşrik olan bir kadınla evlenebilir. Zina eden
kadınla da, ancak zina eden veya müşrik olan bir erkek evlenebilir. Bunlar
müminlere haram kılınmıştır.” (Nur 24/3)
Zina
suçunun cezası ise 100 değnektir. Konu ile ilgili geniş bilgi aşağıda gelecektir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Zina eden
kadınla zina eden
erkekten her birine yüz değnek vurun. Eğer Allah’a ve o son güne inanıyorsanız, Allah’ın verdiği cezayı yerine
getirirken onlara karşı yumuşamayın. İnananlardan bir takım da onlara yapılan
azabı gözleriyle görsün.” (Nur 24/2)
Zinakara neden
100 değnek vurulduğunu kavramak mümkün olmadığından Allah Teâlâ bunun, kendi verdiği
ceza olduğunu söyleyerek tartışma kapısını kapamıştır.
Zina eden kişi
tevbe eder ve ıslah olursa namuslu mümin kadınlarla evlenebilir. Bu ayetlerin
devamında Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Bundan sonra tevbe edip ıslah olanlar
başka. Allah bağışlar, ikramı boldur.” (Nur
24/5)
Allah, bol ikramıyla böylelerinin
günahını sevaba çevirir. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: “Rahmân’ın
kulları Allah ile beraber bir başka tanrı çağırmazlar, Allahın dokunulmaz
kıldığı canı haklı bir sebep olmadan öldürmezler. Zinâ etmezler. Kim bunları
yaparsa cezasını bulur. Kıyâmet günü onun azâbı katlanır ve alçaltılmış bir
şekilde ebedi olarak azap içinde kalır. Ama tevbe eder, inanır ve iyi iş
yaparsa başka; Allah bu gibilerin kötülüklerini iyilikle değiştirir. Allah bağışlar,
ikramı boldur. Kim tevbe eder, iyi iş yaparsa o Allah’a tevbesi onanmış olarak
döner. ” (Furkan 25/68-71)
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Allah, din hususunda sizinle savaşmayan ve sizi yurdunuzdan çıkarmayan
kimselere iyilik etmenizi ve değer vermenizi yasaklamaz. Allah değer bilenleri
sever[8]. Allah sadece, din hususunda sizinle savaşmış, sizi yurdunuzdan
çıkarmış ve çıkarılmanıza destek vermiş kimselere yakınlık göstermenizi
yasaklar[9]. Onlara yakınlık gösterenler zalimlik etmiş olurlar.” (Mümtahine 60/8–9)
Ayetler, gayrimüslimler için üç kırmızıçizgi
belirlemiştir:
1-
Dinimizden dolayı bizimle savaşmaları,
2-
Bizi yurdumuzdan çıkarmaları,
3-
Yurdumuzdan çıkaranlara destek vermeleri.
Bu
çizgileri çiğneyenlerle dostluk kuramayız. Bizimle savaşanlara karşı Allah Teâlâ şu emri vermiştir:
“Size savaş açanlarla Allah yolunda savaşın. Haksız saldırı yapmayın.
Allah, haksız saldırı yapanları sevmez. Onları yakaladığınız yerde öldürün.
Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, öldürmeden beterdir.
Mescid-i Haram[10] yanında onlarla savaşmayın; kendileri savaş
açarlarsa başka. Eğer savaşırlarsa, onları öldürün. O kâfirlerin cezası işte
böyledir. Savaşa son verirlerse Allah bağışlar, ikram eder. Onlarla savaşın ki, fitne ortadan kalksın;
din Allah’ın dini olsun. Savaşa son verirlerse,
zalimlerden başkasına düşmanlık edilmez.” (Bakara 2/190-193)
Müslümanlar, Bedir, Uhud ve Hendek’te kendilerine saldıran Mekkelilerle savaşmış ve
başarılı olmuşlardı. Hicretin 6. yılında, bugünkü Mekke’nin yerleşim alanında
olan Hûdeybiye’de 10 yıl sürecek bir barış anlaşması imzalamışlar
ama Mekkeliler anlaşmayı bozmuşlardı. Bunun üzerine Peygamberimiz hicretin 8.
yılında Mekke’yi fethetmiş, anlaşmayı bozan savaş suçlularına 15
ay dokunmamıştı. Hicretin 9. yılında Hac mevsiminde inen aşağıdaki âyetler,
onlara verilmiş ültimatomdu.
“Antlaşma yaptığınız müşriklere, Allah ve Elçisi tarafından yapılan son
uyarıdır:
Bu topraklarda dört ay daha dolaşın. Bilin ki, siz Allah’ı
yıldıramazsınız. Ama Allah, kendini görmezlikten geleni rezil eder.
Bu büyük hac gününde Allah’ın ve Elçisi’nin bütün insanlara duyurusu
şudur: Allah’ın o müşriklerle bir ilişiği yoktur; Elçisinin de öyle. Ey
müşrikler, tevbe ederseniz hayrınıza olur. Sırt çevirirseniz bilin ki, siz
Allah'ı yıldıramazsınız. Görmezlik edenlere acıklı bir azabı müjdele.
Bu uyarı, sizinle antlaşma yapmış ve daha sonra bir kusur işlememiş,
size karşı kimseye destek vermemiş olanları kapsamaz. Onlara karşı olan
andınızı süresinin sonuna kadar koruyun. Allah korunanları sever.
(Dört) yasak ay[11] çıkınca o müşrikleri, bulduğunuz yerde öldürün. Onları yakalayın,
onları kuşatın, onlar için her gözetleme yerinde oturun. Ama tevbe ederler,
namaz kılarlar, zekat verirlerse serbest bırakın. Allah’ın bağışlaması çok,
ikramı boldur.” (Tevbe 9/1-5)
Ulemanın çoğunluğuna göre bu âyelerin
sonuncusu, yukarıda geçen Mümtahine 8 ve 9. âyetlerini neshetmiştir. Bu sebeple
müşriklerle ilişkide bu âyeti esas almışlardır[12].
Burada nesih mümkün değildir. Ayetler üzerinde düşünen herkes bunu kolayca
anlar. Bu iddia, siyasi baskılarla ortaya çıkmış olabilir. Sebep ne olursa
olsun, kabul edilebilecek bir yanı yoktur.
Mezhepler, dinden dönen, Peygambere söven veya hakaret eden kişilerin
öldürülmesi konusunda
ittifak
etmişlerdir[13]. Peygambere
hakaret konusu bundan sonraki başlıkta incelenecektir. Dinden dönüp
kâfir olanlarla ilgili olarak şöyle buyrulmuştur:
“Ey imân edenler! Sizden kim dininden
dönerse, Allah onların yerine bir toplum getirir; o onları sever, onlar da onu
severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı sert olurlar. Allah yolunda
savaşa atılır, kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah'ın vergisidir,
onu dileyene verir. Allah’ın imkanları geniştir, her şeyi bilir..” (Mâide 5/54)
Mukatil b.
Süleyman’ın (öl. 150/767) bildirdiğine göre
12 kişi Müslüman iken kâfir olmuşlar, düşünceli bir şekilde Medine’den çıkmış,
Mekke yolunu tutmuşlar ve Mekke kâfirlerine karışmışlardı. Sonra içlerinden
Haris b. Süveyd pişman olup geri döndü ve kardeşi Cülâs’a haber gönderdi: “Ben tevbe ederek geri
döndüm, Peygamberden öğren bakalım, tevbeye hakkım var mı, yoksa Şam’a gideyim, dedi. Cülâs durumu Peygamberimize
bildirdi ama cevap alamadı. Sonra şu ayetler indi[14]:
“İnandıktan sonra kâfir olan bir toplumu, Allah hiç yola
getirir mi? Üstelik onlar o Elçi’nin doğru olduğuna şahit olmuşlar ve
kendilerine açık belgeler de gelmiştir. Allah zalimler topluluğunu yola
getirmez.
Onlar var ya, onların cezası; Allah'ın, meleklerin ve bütün
insanların lanetidir.
Sürekli o lanet içinde kalırlar. Sıkıntıları hafifletilmez;
onlara göz de açtırılmaz.
Olup bitenden sonra tevbe edip durumunu düzeltmiş olanlar
başka. Çünkü Allah çok bağışlar ve ikramı boldur.” (Al-i
İmran 3/86-89)
Demek ki, dinden
dönüp kâfir olanın cezası, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lanetidir.
Tevbe eden olursa lanetten kurtulur. Hüküm bu olduğu halde mezheplerin, dinden döneni öldürme konusunda ittifak etmeleri şaşırtıcıdır. Hanefilerin bu
konuda dayandıkları âyet şudur:
“Çöl araplarından geride bırakılanlara de
ki: “Siz çok güçlü bir topluma karşı çağrılacak, onlarla savaşacaksınız veya teslim
olacaklardır. Eğer emre boyun eğerseniz Allah size güzel bir karşılık verir.
Bundan önce yüz çevirdiğiniz gibi yine yüz çevirirseniz sizi acıklı bir azaba
uğratacaktır.” (Fetih 48/16)
Bu ayetin “onlarla savaşacaksınız veya teslim olacaklardır.
” bölümünü, dinden dönenin öldürülmesinin delili sayılmıştır[15]. Bu âyetten
böyle bir hüküm çıkarmak imkansızdır.
Din, ana imtihan
sahasıdır. İnsan, herhangi bir dini kabul veya reddedebilir. Yanlış din seçerse
sonucuna katlanır. Doğruyu tespit için tartışmak gerekir. Bu tür tartışmalar,
ceza hukuku sahasına girmez. Bunun doğuracağı sıkıntılara katlanmak icap eder. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Mallarınız
ve canlarınız konusunda yıpratıcı bir imtihandan geçirileceksiniz; bir de
sizden önce Kitap verilenlerden ve müşriklerden üzücü çok söz işiteceksiniz; bunlardan
kaçış olmaz. Eğer sabreder, korunursanız, işte bu kararlılık gerektiren
işlerdendir. (Ali-i İmran 3/186)
Üzücü söz ve
hakaret, kırmızı çizgilerden olmadığı için böylelerine karşı; sabırlı, tedbirli
ve kararlı olma dışında bir yol gösterilmemiştir.
Peygamberimiz,
önce Müslüman olan, sonra dinden dönen ve problem kaynağı olan ikiyüzlülerden
çok çekmiş ama onları cezalandırmamıştır. Munafikun Suresi bu açıdan önemlidir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“O münafıklar sana
geldiklerinde: "Biz şahidiz ki, sen, gerçekten Allah'ın elçisisin"
dediler. Allah biliyor ki, sen elbette onun elçisisin. Ama Allah şahit, o
münafıklar kesinlikle yalancıdırlar. Yeminlerini kalkan edip Allah’ın yolundan
çekildiler. Ne kötü davranıyorlar!.. Bu, şundandır: Onlar önce inandılar, sonra kâfir oldular. Sonra kalplerinde
yeni bir yapı oluştu, artık anlamazlar. Onları gördüğün zaman kalıpları seni
imrendirir. Konuşurlarsa konuşmalarını dinlersin. Sanki dayalı kütükler
gibidirler. Her gürültüyü aleyhlerine sayarlar. İşte düşman onlardır. Onlara karşı dikkatli ol. Allah
canlarını alsın, nasıl da yalana sürükleniyorlar!
Onlara: "Gelin;
Allah'ın elçisi sizin için bağışlanma dilesin" dendiği zaman, başlarını
çevirirler. Bakarsın ki; kendilerini büyük görerek geri çekiliyorlar. İster
bağışlanmalarını dile, ister dilme; sonuç değişmez. Allah onları bağışlayacak
değildir. Çünkü Allah karıştırıcılar takımını yola getirmez.
Onlar şu sözü bile söylediler:
"Allah'ın elçisinin yanındakilere
bir şey vermeyin, dağılıp gitsinler". Oysa göklerin ve yerin hazineleri
Allah'ındır, ama o münafıklar anlamazlar. Şöyle dediler: "Hele Medine'ye
dönelim, güçlü olan, güçsüz olanı, elbette sürüp çıkaracaktır." Oysa güç
Allah'tadır, Elçisindedir ve inananlardadır, ama münafıklar bilmezler. (Münafikun 63/1–8)
Zeyd b. Erkam bu âyetlerle ilgili
şunları anlatmıştır: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemle birlikte bir
savaşa gitmiştik. Ordu sıkıntılar içine girmişti. Abdullah b. Ubeyy arkadaşlarına şöyle dedi: “Allah’ın Elçisi’nin
yanındakilere nafaka vermeyin ki dağılsınlar. Hele Medine’ye dönelim, güçlü olan, güçsüz olanı oradan çıkaracaktır.”
Bunu hemen Peygamber‘e haber verdim. Abdullah b. Ubeyy’i çağırtıp sorguladı. O da
böyle bir şey söylemedim diye yemin etti. “Zeyd yalan söyledi”
dediler. Bu bana çok ağır geldi. Sonra Allah Teâlâ Munafikun suresini indirdi[16]”.
Elmalılı
Muhammed Hamdi YAZIR özetle şu bilgileri verir:
Abdullah’ın,
kavmi içinde itibarı vardı; büyük sayılırdı. Üseyd b. Hudayr geldi. “Ey Allah’ın
Elçisi!” dedi. “Ona aldırma, nazik davran. Vallahi, Allah seni gönderdiği
sırada kavmi ona taç giydirmek için boncuk diziyordu. O seni, krallığını
elinden almış görür”.
Abdullah b. Ubeyyin oğlu Abdullah temiz bir
mümin idi. Babasının yaptıklarını öğrenince Allah’ın Elçisi’nin huzuruna geldi
«Ey Allah’ın elçisi! İşittim ki Abdullah b. Ubeyy’i size ulaşan sözünden dolayı
öldürmek istiyormuşsunuz. Eğer yapacaksanız bana emredin, başını getireyim.
Vallahi, bütün Hazrec bilir ki içlerinde babasına benden saygılısı
yoktur. Korkarım ki, başka birine emredersiniz, o babamı katleder, ben de babanım
katilinin halk içinde gezmesine tahammül edemem, tutar onu vururum. Bir mümini
bir kâfire karşılık öldürmüş olur bu sebeble ateşe girerim“ dedi. Allah’ın
Elçisi şöyle dedi:
“Hayır.
Biz ona nazik davranırız. Aramızda olduğu müddetçe iyi davranırız[17].“
Abdullah’ın
davranışı her ne kadar çok kötü ise de üç kırmızıçizgiden birini çiğnemediği
için yukarıdaki âyetler gereğince Peygamberimiz ona iyi davranmıştır. Bu
gibileri en çok rahatsız eden, doğruların söylenmesidir. Ayetlerde olduğu gibi
yanlış davranışlarını sayıp döktükten ve cezayı hak ettikleri konusunda kamu
oyu oluşmasını sağladıktan sonra iyi davranılması, onları yanlızlığa sükrükler
ve yandaşları dahi kendilerini terk etmeye başlar. Nitekim peygamberimizin iyi
davranışı, Abdullah’ın çevresindekilerini İslam’a kazandırmıştır.
[1]
Buhari, Hacc, 132.
[2]
Kısas, işlenen suç ile verilen ceza arasında denkliği ifade eder.
[3]
Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. II, s. 217. Diyet-i muğallaza, ağırlaştırılmış diyet
demektir.
[4]
Müfredat, نكل mad.
[5]
Ebû Davûd, Lukata, 1.
[6]
Ebû Davûd, Lukata, 1.
[7]
Ömer b. el-Hattâb'ın bu hadisi uyguladığı, Ahmed b. Hanbel'in de bu görüşte
olduğu bildirilmiştir. Diğer fakihler bu görüşte değillerdir. Bkz. Hattâbî,
Meâlimu’s-Sünen, c.II. s. 339.
[8] Sözü edilen yasak,
Mumtahine 1. âyetteki “sevgi gösterme”
yasağıdır. Şartlar ortadan kalkınca yasak da kalktığından bu âyeteki أن تقسطوا ifadesi, “onlara sevgiden pay vermeniz” anlamına
olur. Tercümeyi “değer vermeniz” şeklinde yapmamız bundandır.
[9] Müslümanlardan başkasını veli edinmeyi Maide 57. âyet
yasakladığı için buradaki (onları veli edinmeniz = أن تولوهم ) ifadesi bir önceki âyette geçen
iyilik ve sevgi ile sınırlı olur. Bunun için meâl, “onlara yakınlık göstermeniz…” şeklinde yapılmıştır.
[10]
Mescid-i Haram, Mekke’de Kabe’nin bulunduğu yerin adıdır.
[11]
Yukarıdaki uyarı, haram aylarının sonuncusu Zilhicce ayında yapılmıştı.
Buradaki haram aylar (el-eşhuru’l-hurum) bilinen haram aylar değil, ikinci
ayette belirtilen dört aydır. Haram denmesi, bu süre içinde muhatapların
dokunulmaz sıyılmasından dolayıdır.
[12]
Ebûbekr el-Cessas, Ahkâmu’l-kur’ân, c. III, s. 437.
[13] Vehb’ez-Zuhaylî,
el-Fıkh’ul-islâmî ve edilletuh, 3. bas. Dımaşk 1409/1989, c. VI, s. 184,
hadd’ur-riddeh.
[14] Tefsîru Mukatil b. Süleyman,
Tahkik: Ahmed Ferîd, Beyrut 1424/2002, c. 1, s. 180-181.
[15]
el-Kâsânî, el-Bedâiu’s-sanâi’, c. VII, s. 111.
[16] - Buhârî, Tefsir Münâfikûn Suresi. 4.
[17] Muhammed Hamdi YAZIR, Hak Dini Kur’an Dili,
Cilt, VI, s. 5005–5008.