38. KUR’ÂN'I AÇIKLAMADA  USUL

 

Birçok sure, “Bunlar o açık Kitab’ın âyetleridir[1] diye başlar. Bir âyet şöyledir:

وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِّكُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً وَبُشْرَى لِلْمُسْلِمِينَ

“Biz bu Kitab’ı sana indirdik ki; her şeyi açıklasın, doğru yolu göstersin, ona bağlananlara bir ikram ve bir müjde olsun.” (Nahl 16/89)

 Kur’ân’ın açık olması, Allah’ın rızık vermesine benzer. Allah Teâlâ şöyle buyurur:   

“Sizi yaratan Allah'tır; sonra rızkınızı vermiştir. Sonra canınızı alacak ve tekrar can verecektir.”  (Rum 30/40)

Rızık, insanın yararlandığı yiyecek, içecek, barınak, evlat, yağmur ve ilim anlamlarına gelir. İhtiyacımız olan bazı şeyleri hazır bulabiliriz. Ama rızkın bir bölümüne ulaşmak gayret ister. Bir parça ekmek soframıza gelsin diye ne emekler harcanır! Ne ekip çalışmaları yapılır! Allah; tohumu, suyu, güneşi, toprağı, kısaca rızık için gerekli her şeyi yaratmıştır. Ama onları bir araya getirip rızık elde etmek insanın işidir. O, şöyle buyurur: Senin Rabbin rızkı, isteyen ve gücü yeten için yayar[2]. O, kullarının içini bilir ve onları görür.” (İsrâ 17/30)

Kur’ân’dan yararlanmak, rızka ulaşmak gibidir. Bir çok âyetin açıklamaya ihtiyacı yoktur. Ama bazı âyetlerin açıklamasına ulaşmak gayret ister. Allah, Kur’ân’ı açıklamayı kendi üstlenmiş ve o açıklamalara ulaşmanın yolunu da göstermiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“(Ya Muhammed!) Cebrail sana Kur’ân'ı bildirirken, aceleyle dilini harekete geçirme.

Onu toparlamak ve okutmak bizim işimizdir.

Biz okuduğumuzda onun okunuşunu takip et.

Sonra onu açıklamak da bizim işimizdir.” (Kıyâmet 75/16-19)

Geleneğimizde Kur'ân; inanç, İbadet ve ahlakla sınırlı hükümler koyan bir din kitabı sayılır. Ama bunlarla ilgili âyet sayısı bini geçmez. Bunların her biri başka konularla da ilgili hükümler taşır. Kur’ân her şeyi açıkladığını bildirdiğine göre ona sınır çizmek yanlış olur.  

Kur'ân’ın açıklamalarına ulaşmak için âyetler arası ilişkileri bilmek gerekir. Bu, rakamlar arası ilişkilere benzer. 0'dan 9'a kadar toplam 10 rakam vardır. Bütün hesaplar onlarla yapılır. İnsan, rakamlar arası ilişkileri ne kadar bilirse o kadar hesap yapar. Kimi onu, günlük hesaplarını tutacak kadar bilir. Kimileri de bilgisayarın, uzay teknolojisinin ve daha nice şeylerin hesaplarını yapacak kadar bilir. Her insan o rakamlardan, kendi bilgisi ölçüsünde yararlanır. Kur’ân’dan yararlanma da öyledir. Bazıları Kur’ân’ı anlamadan, sadece seslendirir ve bir takım beklentilere girer. Kur’ân bunlara ümmî adını verir. Bazıları onun açıklamalarına ulaşabilecek donanımdadır. Onlar sağlam bilgi sahipleridir[3]. Bazıları da bu ikisi arasında bir yerde bulunur. 

Mesela, Süleyman aleyhisselam zamanında Kitap'tan bilgisi olan bir kişi, Belkıs'ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar, Yemen'den Kudüs'e getirmiştir.

Süleyman kuş dilini bilirdi. Kuşlara, cinlere, insanlara ve bunlardan oluşan ordulara hükmeden büyük bir krallığı vardı. Saba Kraliçesi Belkıs, ona karşı konamayacağını anlamış, Kudüs'e gelmek ve Süleyman'a teslim olmak üzere yola çıkmıştı. Onun, büyük ve gösterişli bir tahtı vardı. Bu haberi alan Süleyman, önde gelen adamlarını topladı ve şöyle dedi:

“Ey önderler! Onlar gelip teslim olmadan önce sizin hanginiz kraliçenin tahtını bana getirebilir?

Cinlerden bir ifrit dedi ki: Ben, onu sana sen makamından kalkıncaya kadar getiririm. Bana güvenebilirsin, benim buna gerçekten gücüm yeter.

O Kitap'tan bir bilgiye sahip olan kişi de: Ben onu sana gözünü açıp kapayıncaya kadar getiririm dedi ve getirdi. Süleyman tahtı, yanına kurulu görünce dedi ki: Bu beni denemek için rabbimin bir ikramıdır; şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü? Kim şükrederse faydasını görür. Nankörlük eden etsin. Rabbimin kimseye ihtiyacı yoktur, onun iyiliği boldur.” (Neml 27/38-40)

Tahtı, göz açıp kapayıncaya kadar getiren kişinin bilgi aldığı kitap Tevrat’tır. İsrail peygamberlerinden olan Süleyman’ın makamında “O Kitap = el-Kitab” diye bahsedilen kitap başkası olamaz.

"Kitabı bilen" değil de "Kitap'tan bilgisi olan" ifadesi önemlidir. Demek ki o kişinin Kitab'ın tamamını bilmesi gerekmemiş, kendi uzmanlık sahası ile ilgili âyetleri bilmesi yeterli olmuştur. Bu, uzaktaki eşyayı getirme bilgisidir. Bugün eşyanın ışınlanması ile ilgili çalışmalar yapılıyor ama uzaktaki bir eşyayı getirmek hayal bile edilemiyor.

Kur’ân'ı, sadece din kitabı sayanlar yukarıdaki âyetleri anlayamazlar. Bu sebeple tefsir bilginleri bu konuda zorlanmışlardır. Kimisi bu olayı bir keramet, kimisi de Süleyman aleyhisselamın mucizesi sanmış ve çelişkiye düşmüşlerdir.

Mucize, bir peygamberin peygamberlik belgesi; keramet de Allah’ın bir kuluna ikramıdır. Kimse Allah adına söz veremeyeceği için keramette de mucizede de iddia olmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: Hiçbir elçi, Allah'ın izni olmadan bir mucize getirme yetkisine sahip değildir.” (Ra’d 13/38)

Tahtın getirilmesi olayında iddia vardır. Kitap'tan bir bilgiye sahip olan kişi, Süleyman’a “Ben onu sana gözünü açıp kapayıncaya kadar getiririm” demiştir. Dolayısıyla bu olay ne mucizedir, ne keramet. Ayette belirtildiği gibi Allah’ın kitabından alınmış bir ilimdir. Bu ilim Kur’ân’da da olmalıdır. Kur’ân’ın gösterdiği yöntemle hareket edilirse o bilgiyi bulup çıkarmak mümkün olur.

Kur’ân’ı bizzat Kur’ân açıklamış, Allah’ın Elçisi, söz ve uygulamaları ile onların önemli bir kısmını bize göstermiştir. Kur’ân bize, önceki kitaplardan yararlanma yolunu da göstermiştir. İslam- fıtrat ilişkisine vurgu yapan âyetler, Kur’ân’ın anlaşılmasında fıtratın önemine işaret etmiştir. Kur’ân’ın Arapça olması da Arap dilinin önemini göstermektedir. İşte bu yöntemlerle âyetlerin açıklamalarına ulaşmak mümkün olur.

 

38.1. Kur’ân’ın Kur’ân'ı Açıklaması

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

الر كِتَابٌ أُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِن لَّدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ

“Elif, Lâm, Râ. Bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri muhkem kılınmış, sonra hakîm olan ve her şeyin iç yüzünü bilen Allah tarafından açıklanmıştır.”  (Hûd 11/1)

Muhkem; sağlamlaştırılmış, lafız ve anlam açısından şüphe doğuracak bir yanı olmayan söze denir. Muhkem âyetler Allah tarafından açıklandığına göre açıklama diğer âyetlerle olur. Buna göre Kur’ân, muhkem âyetler ve onlarla ilgili tafsilat veren âyetler olmak üzere ikiye ayrılır. Konuyla ilgili ikinci âyet şudur:

اللَّهُ نَزَّلَ أَحْسَنَ الْحَدِيثِ كِتَابًا مُّتَشَابِهًا مَّثَانِيَ

“Allah sözün en güzelini, müteşâbih mesânî bir kitap olarak indirmiştir.”  (Zümer 39/23)

Birbirine benzeyen iki şeye müteşâbih denir.  Mesânî (مثَانِي) ise ikişer anlamına gelen mesnâ (مثَنى)’nın çoğuludur[4]. Demek ki, Kur’ân âyetleri birbirine benzer ikişerli kümelerden oluşmaktadır. Bu, bir âyetin bir çok âyetle benzeştiğini ve ikili ilişki içinde olduğunu gösterir. Benzer âyetleri herkes bulup çıkaramaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

كِتَابٌ فُصِّلَتْ آيَاتُهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لِّقَوْمٍ يَعْلَمُونَ

“Bu âyetleri, bilen bir kavim için Arapça okuyuş olarak açıklanmış bir kitaptır. (Fussilet 41/3)

Benzer âyetleri bulup çıkarmak bilen bir kavmin işidir. Kavim; erkekler topluluğu demektir ama Kur’ân genelinde erkek ve kadınlardan oluşan toplum anlamına kullanılmıştır[5]. Kur’ân'ın Arapça olması, içlerinde Arap dilini iyi bilenlerin olmasını gerektirir. Aşağıdaki âyette belirtildiği gibi bunlar sıradan uzmanlar değil; الرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ = er-râsihûne fi’l-ilm yani ilimde derinleşmiş, sağlam bir yer edinmiş ve bazı kesin sonuçlara ulaşmış kimselerdir. İşte Kur’ân'ın açıklamaları, böyle bir topluluk içindir.

Konuyu tam olarak ortaya koyan âyet şudur:

هُوَ الَّذِيَ أَنزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُّحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ في قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاء الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاء تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الألْبَابِ

“Sana bu Kitab’ı indiren odur. Onun bir kısmı muhkem âyetlerdir. Onlar Kitab’ın anasıdır. Öbürleri ise müteşâbihtirler. İçlerinde yamukluk olanlar, fitne çıkarma isteği ve onu tevîl isteği ile müteşâbih olanına uyarlar. Oysa onun tevîlini Allah’tan başkası bilmez. Sağlam bilgi sahipleri şöyle derler: “Biz buna inanırız. Hepsi de Rabbimiz katındandır.” Böyle düşünenler sadece içi temiz olan kimselerdir.” (Âl-i İmrân 3/7)

Tevîl, bir şeyi hedefine çevirmektir[6]. Müteşâbih âyetlerin hedefi muhkemlerdir. Onlardan birini diğerine çeviren ve birini diğeri ile açıklayan Allah Teâlâ’dır. Bunu başkası yapamaz. Ama “.. içlerinde yamukluk olanlar, fitne çıkarma isteği ve onu tevîl isteği ile müteşâbih olanına uyarlar.” Yani âyetler arası ilişkileri göz ardı edip onları istedikleri hedefe çevirmeye ve fitne çıkarmaya çalışırlar.

İyi niyetli olduğu halde âyetler arası ilişkiyi yanlış kuran alimler de olabilir. İçlerinde fitne çıkarma isteği ve âyetleri kendi arzularına göre tevîl isteği olmadığı için onlar, yukarıdakilerden sayılmazlar.  

 Sağlam bilgi sahipleri derler ki; biz buna inanırız, hepsi de Rabbimiz katındandır”. Yani âyetleri muhkem ve müteşâbih olarak indiren, onları birbirine bağlayıp tevîl yapan odur. Biz âyetleri tevîle değil, Allah’ın tevîlini bulmaya çalışırız.

Âyetler arası ilişkiler ağını göremeyenler; tevîl, müteşâbih ve mesânî kelimelerine farklı anlamlar yüklemişlerdir. Bu yüzden bir çok âyet yanlış tevîl edilmiş ve bu tevîller nice İslâmî kurumu, sıkıntı kaynağı haline getirmiştir. Talak, evlenmede velâyet ve faiz konuları[7] buna örnek olabilir. Açıklamasız kalan veya yanlış açıklanan çok sayıda âyet de vardır. Bunlara “işittik ve isyan ettik[8]âyeti ile Hac Suresi’nin 15. âyeti[9] örnek verilebilir.

Âyetler arası ilişkilerin görülememesi, Kur’ân - Sünnet bütünlüğünün kaybolmasına ve hadislerle Kur’ân arasındaki bağın, gereği gibi görülememesine yol açmıştır. Bu sebeple çoğunluk Sünneti, Kur’ân’ın yanında, ondan bağımsız, ikinci delil saymış ve kopukluğu derinleştirmiştir. Bu tavır, Kur’ân ile Sünnetin zıt anlamlar içerebileceği veya farklı sahaları düzenleyebileceği iddiasını beraberinde getirmiştir. Altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz satışlarını düzenleyen hadisin algılanışı ile faiz âyetleri arasındaki zıtlık buna örnek olabilir[10]. Bunlardan bazıları daha ileri giderek Sünnetin Kur’ân’ı nesh edebileceğini söylemişler, bazıları da Kur’ân, Kur’ân’ı, Sünnet Sünneti nesh eder; bunlardan biri diğerini neshedemez demişlerdir[11].

Kur’ân – Sünnet ilişkisinin yanlış kurulmasından doğan sıkıntılar sebebiyle kimi alimler, Sünneti dikkate almazken, kimileri de sıkıntının Kur’ân’dan kaynaklandığını sanarak “tarihselci” yaklaşımla Kur’ân'ı, indiği zamana ve indiği coğrafyaya veya dînî ve ahlâkî ilişkiler sahasına hapsetme gayretine girmişlerdir. Bu yaklaşımlar; hem yanlış tevîllerin sahasını genişletmiş, hem de bazı âyetleri görmeme veya tarihe hapsetme gibi ağır sonuçlar doğurmuştur. Çoğunluğun ortak hatası ise, güvendikleri alimlerin kitaplarında yer alan bilgileri, olduğu gibi doğru kabul ederek Kitap ve Sünnet açısından yeteri kadar eleştirememeleridir. Ama yukarıdaki âyetlerin ortaya koyduğu metot, yanlış tavırların tamamına engel olacak niteliktedir.

Şimdi muhkem, müteşâbih, mesânî ve tevîl kelimelerine, Kur’ân'ın verdiği anlam ile ulemanın verdiği anlamı karşılaştırmalı olarak görmeye çalışalım:

 

38.1.1. Muhkem

Muhkem; lafız ve anlam açısından şüphe doğuracak yanı olmayan söze denir[12]. Muhkem âyet, “şöyledir” veya “değildir” diye açık ve kesin hüküm bildirir. Bunun tanımında bir ihtilaf yoktur.

 

38.1.2. Müteşâbih

Müteşâbihin kökü, benzerlik anlamına gelen ‘şibh veya şebeh’tir. Birbirine benzeyen iki şeye müteşâbih, aradaki benzerliğe teşâbüh denir[13]. Aşağıdaki sekiz âyette kelime bu anlamdadır.

      a. “İnanan ve iyi işler yapanlara müjde ver; içinden ırmaklar akan cennetler onlar içindir. Onun her ürününden yararlandıkça “bu daha önce yararlandığımız şeydir” diyeceklerdir. Onlara orada müteşâbih şeyler verilecektir.” (Bakara 2/25) 

      b. "Bizim için Rabbine sor, o nasıl bir şeydir, bize açıklasın. Bize göre, sığır sığıra müteşâbihtir, Allah dilerse, hedefi tam tuttururuz" dediler.” (Bakara 2/70)

      c. “Kendini bilmezler derler ki: “Allah bizimle de konuşsa, yahut bize de bir belge gelse ya!. " Onlardan öncekiler de bu ağzı kullanmıştı. Kalpleri müteşâbih oldu.” (Bakara 2/118)

      d. “Gökten su indiren Allah'tır. O onunla her türlü bitkiyi çıkarır[14]. Yeşilliği ondan; üst üste binmiş taneleri de yeşillikten çıkarır. Hurmadan; onun tomurcuğundan sarkan salkımları, üzüm bağlarını, zeytini ve narı da müştebih ve gayri müteşâbih halde çıkarır.” (En'âm 6/99)

      e. “Çardaklı ve çardaksız bitkileri, yenmeleri farklı hurma ve ekini; zeytini ve narı, müteşâbih ve gayri müteşâbih halde var eden odur.” (En'âm 6/141)

      f. “Yoksa Allah’la ortak özellikte varlıklar oluşturdular ve onlar, Allah’ın yaratması gibi yarattılar da yaratılanlar kendilerine müteşâbih mi göründü? De ki, her şeyi yaratan Allah’tır. O tektir, her şeye hâkimdir.” (Ra’d 13/16)

        g. “Allah sözün en güzelini, müteşâbih ve mesânî bir kitap olarak indirmiştir.” (Zümer 39/23)

        h. “Sana bu Kitab’ı indiren odur. Onun bir kısmı muhkem âyetlerdir. Onlar Kitab’ın anasıdır. Öbürleri ise müteşâbihtir.” (Âl-i İmrân 3/7)

Alimler müteşâbihe, yukarıdaki yedi âyette “birbirine benzeyen iki şey” anlamı vermişler ama Al-i İmran 7. âyetteki müteşâbihi, hiçbir delile dayanmadan, şöyle tarif etmişlerdir: “Anlamı kapalı olan, Kitap ve Sünnette ne kesin ne de zannî herhangi bir delil bulunmadığından alimlerin aklının onu idrake yetmeyeceği âyettir[15].”

Muhkemler “Kitab’ın anası, geriye kalanı müteşâbiholduğundan, Kur’ân’ın büyük bir bölümünün müteşâbih olduğu açıktır. Çünkü “ana” her zaman az, diğerleri fazla olur. Bu sebeple yukarıdaki tarif, âyetlerin büyük bir kısmının anlaşılamayacağı iddiasını da taşımaktadır. Bunu kabul etmek mümkün olmadığından her alim, yine bir delile dayanmadan müteşâbih sayısını sınırlama gayretine girmiştir. Taberî’nin İbn Abbâs’tan nakline göre muhkem; Kur’ân’ın nâsihi, helâli, haramı, hadleri, farzları, inanılan ve amel edilen âyetleridir. Müteşâbih ise; Kur’ân’ın mensuhu, geçmiş ve gelecekle ilgili haberleri, yeminleri, örnekleri ile inanılan ama amel edilmeyen âyetleridir[16].

Ragıb el-İsfahanî’ye göre müteşâbih üçe ayrılır:

1-  Kıyâmetin vakti, dâbbet’ül-ard ve çıkış şekli gibi bilinmesi mümkün olmayan müteşâbih.

2- Garip lafızlar ve muğlak hükümler gibi insanların bir şekilde bilebilecekleri müteşâbih.

3- İlimde derinleşmiş alimlerin bilip onların dışında kalanların bilemeyeceği müteşâbih[17].

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır konuya bilimsel izah getirme gayretiyle şöyle demiştir:İki şeyin birbirine karşılıklı ve eşit olarak benzemesine teşâbüh, benzeyenlerden her birine müteşâbih denir ki, biri diğerinden seçilemez, zihin onları ayırt etmekten aciz kalır. Teşbih ve müşabehette bir taraf eksik ve ikinci derecede, diğer taraf tam ve esas olur. Teşâbühte[18] ise her iki taraf aynı kuvvette ve eşit benzerlikte olur, benzerlikler farklılıkları örter de şu âyetlerdeki gibi seçilemez olurlar: "Muhakkak ki, o inek bize teşâbühlü oldu." (Bakara, 2/70), "Kalpleri teşâbühlü oldu." (Bakara, 2/118), ".. ve  onun müteşâbihi kendilerine verilecek." (Bakara, 2/25) Demek ki teşâbüh seçilememeye sebeptir. Seçilememek bunun gerektirdiği bir anlamdır[19].”

Bu izahın ilmî bir yanı yoktur. Elmalılı bunu, Fahrettin Râzî’den almıştır[20]. Yukarıdaki âyetleri, kendi tefsir ederken aynı hataya düşmemiştir. Bakara 25. âyeti şöyle tefsir etmiştir: “Acaba iki âlemdeki bu meyveler gerçekte aynı çeşitten midir? Hayır aynı çeşitten değil, benzerdirler, birbirine karşılıklı olarak bir benzeyişleri vardır. Gerçekte ise aralarında büyük farklar vardır[21].” Yani bir karıştırma söz konusu değildir.

Bakara 70. âyetle ilgili tefsiri şöyledir: “Bu bakara bize müteşâbih geldi, hangi bakara olduğunu kestiremedik. Biz onun özelliklerini sordukça bize başkalarında da olan özellikler açıklanıyor[22]”. Başkalarında da olan özellikler, benzer özelliklerdir.

Elmalılı’nın Bakara 118 ile ilgili tefsiri ise şöyledir: “Görüyorsunuz, öncekilerle bunların kalpleri tamamen birbirine benzemiş, duygu ve düşünceleri sanki birbirinin aynı olmuştur[23].” Buradaki benzerlik de duygu ve düşünce benzerliğidir; yoksa onların birbirinden seçilememesi değildir.

Tefsir usülcüleri bir gariplik daha yapmış; Hûd suresinin ilk âyetini delil göstererek Kur’ân’ın hepsini muhkem, Zümer 23. âyeti delil göstererek hepsini müteşâbih, Al-i İmran 7. âyeti delil göstererek bazı âyetleri muhkem bazılarını da müteşâbih saymışlardır[24].

Peygamberimiz müteşâbihle ilgili açıklama yapmamıştır. Aişe annemiz dedi ki; Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem, Âl-i İmrân 7. âyeti okudu ve şöyle dedi: "Kur’ân'ın müteşâbih âyetlerine tâbi olanları gördüğünüzde bilin ki onlar Allah'ın âyette haber verdiği kimselerdir, onlardan sakının[25]."

Hadiste de müteşâbihin ne olduğu açıklanmadığı için ona, sözlük anlamını vermek gerekir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki, onlara iyice açıklasın.” (İbrahim 14/4)

Görüldüğü gibi ulemanın müteşâbih anlayışı, ne Kur’ân’a, ne Sünnete, ne Arap diline ne de bilimsel bir gerekçeye dayanır. Bu anlayış Kur’ân’ın, birkaç âyet dışında anlaşılmaz olmasını da gerektirir. Halbuki o, açık bir kitaptır. Bir çok sure “Bunlar o açık Kitab’ın âyetleridir[26] diye başlar. Bu sebeple bu anlayışın kabul edilebilecek bir yanı yoktur.

Müteşâbih, birbirine benzeyen iki şeye denir. Bu, teşbihten farklıdır. Teşbih, benzerliği göstermek için değil, güçlü ve etkili bir anlatım için yapılır. “Aslan gibi cesur adam” veya “tilki gibi kurnaz çocuk” derken adam cesarette aslana, çocuk kurnazlıkta tilkiye benzetilir. Aslında ne adam aslana, ne çocuk tilkiye benzer. Yani bunların müteşâbih olmaları gerekmez. Müteşâbih,  olan şeyler cinsleri, nevileri ve sınıfları oluşturur. Eşya ancak bu şekilde tanınır. İlimler bu şekilde oluşturulur ve yeni hedeflere ancak bu şekilde ulaşılır.

Al-i İmran 7 ve Zümer 23. âyetler; Kur’ân âyetlerinin de müteşâbih olduğunu gösterir. Bunlar birbirini açıkladığından müteşâbih olmaları kaçınılmazdır. Öyleyse Kur’ân’ı öğrenirken, eşyayı öğrenir gibi davranmak, müteşâbih âyetleri kümelere ayırıp Kur’ân’ın açıklamasına ulaşmak gerekir. Benzerlik en az iki şey arasında olacağından Kur’ân’da ikili ilişkiler ağı vardır. Bunu âyetlerdeki mesânî kelimesi kuvvetlendirmektedir.

 

38.1.3. Mesânî

Mesânî  مثَانِي) ), mesnâ (مثَنى)'nın çoğuludur. Mesnâ,, ikişer, mesânî de ikişerler anlamına gelir[27]. Kelime, aşağıdaki dört âyette geçer:

a. “Yetim kızların haklarını gözetemeyeceğinizden korkarsanız size helal olan diğer kadınlardan ikişer (mesnâ), üçer veya dörder nikah edin. Eşit davranamayacağınızdan korkarsanız bir kadınla veya sahip olduğunuz cariye ile yetinin. Böylesi, sıkıntıya düşmemeniz için daha uygundur.” (Nisa 4/3)

b. “De ki; size bir tek öğüdüm var: Allah için ikişer ikişer (mesnâ) ve teker teker kalkın ve  iyi düşünün; arkadaşınızda bir delilik yoktur, o sadece şiddetli bir azâbın öncesinde sizi uyaran biridir.” (Sebe 34/46)

c. “Gökleri ve yeri yaratan, melekleri, ikişer (mesnâ) üçer ve dörder kanatlı elçiler kılan Allah, neylerse güzel eyler...”  (Fâtır 35/1)

d. “Allah sözün en güzelini, müteşâbih ve mesânî bir kitap olarak indirmiştir.” (Zümer 39/23)

Muhkem ve onu açıklayan müteşâbih âyet, iki ayet eder. Bunları açıklayan iki ayet daha olur. Bazı konularda bu âyetler iki, dört, altı, sekiz… şeklinde uzar gider. Bu âyetleri bulup ortaya çıkaranlar, her konu ile ilgili en ince ayrıntıya ulaşabilirler.                    Birbirini açıklayan âyetler arasındaki ikişerli ilişkiy i gösteren kelime mesânî kelimesidir.

Şu âyette de mesânî geçer. “Sana o mesânîden yedi tane ve yüce Kur’ân’ı verdik.” (Hicr 15/87) Burada kelime el-mesânî şeklinde marife olduğu için Zümer suresindeki anlamdadır. Böylece Hicr 87 ile Zümer 23. âyetleri bize, bütün âyetlerin mesânî olduğunu göstermiş olur.

Hicr 87, mesânîlerden yedisine dikkat çekmiştir ki, onlar Fatiha’nın âyetleridir. Bu sebeple Fatiha, Kur’ân’dan süzülmüş bir öz ve surelerin en yücesi olmuştur. Ebû Saîd el-Muallâ diyor ki, Mescitte namaz kılıyordum, Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem seslendi cevap vermedim. Sonra “Ey Allah’ın Elçisi, namaz kılıyordum” dedim. “Allah Teâlâ; size seslendiğinde Allah’a ve Elçisine karşılık verin.” demiyor mu? Dedi ve devam etti: “Bu Mescitten çıkmadan sana bir sure öğreteceğim, o Kur’ân’ın en yüce suresidir.” Sonra elimden tuttu, mescitten çıkmak istedi; dedim ki, “Demedin mi, sana bir sure öğreteceğim ki, o Kur’ân’ın en yüce suresidir, diye?” Dedi ki; “El-hamdu lillah (Fatiha Suresi) bana verilmiş yedi mesânî ve yüce Kur’ân’dır[28]. Allah onun gibisini ne Tevratt’a, ne İncil’de indirmiştir[29].”

Âyetler arası ilişkiler doğru kurulamayınca mesânîye de doğru anlam verilememiştir. Ulemanın önemli bir bölümü ona, tekrar etme, birkaç kere tekrarlama anlamı vermişler; bunu Kur’ân’da kıssaların, öğütlerin, hükümlerin, geçmişle ilgili haberlerin ve olayların tekrarlanması, rahmet âyetlerinin azap âyetlerine bitişik olması, birbirine zıt şeylerden, cennetten, cehennemden, iyi ve kötü kişilerin özelliklerinden bahsetmesi şeklinde açıklamışlardır[30]. Fahrettin Râzî şöyle demiştir: “Kur’ân’da geçen her şey çifttir; emir-nehiy, amm-has, mücmel-mufassal, yer ve göklerin durumu, cennet- cehennem, karanlık-aydınlık, korku ve ümit gibi çifter çifterdir. Maksat Allah’ın dışındaki her şeyin çift olduğunu açıklamaktır. Bu da her şeyin zıddıyla yani kendine ters gelenle imtihan edildiğini gösterir. Tek olan sadece Allah Teâlâ’dır[31].”

Râzî’nin sözleri güzeldir, ancak Kur’ân’ın açıklanmasına katkı sağlamamaktadır.

 

38.1.4. Tevîl

Tevîl sözlükte, (رد الشيئ إلى الغاية المرادة منه) bir şeyi hedefine çevirmektir[32]. Kur’ân’da bu anlam, mesânî prensibine uygun olarak dört yerde açıklanmıştır.

 
38.1.4.1. Musa ve Hızır Olayının Tevîli

Musa aleyhisselam Hızır’la[33] yolculuk yapmış, bazı davranışlarına dayanamamıştı. Çünkü Hızır,, önce bindikleri gemiyi delmiş, sonra bir erkek çocuğunu öldürmüş ve sonra da kendilerini  misafir etmek istemeyen bir kasabada yıkılmak üzere olan bir duvarı doğrultmuştu. Ayrılmaya karar verdikleri bir sırada Hızır;

سَأُنَبِّئُكَ بِتَأْوِيلِ مَا لَمْ تَسْتَطِع عَّلَيْهِ صَبْرًا

“... dayanamadığın işlerin tevîlini sana anlatacağım." (Kehf, 18/78) diyerek şunları söylemişti:

"Gemi, denizde çalışan ve başka işleri olmayan birkaç kişinindi; istedim ki onu kusurlu hale getireyim. Çünkü arkalarında sağlam gemilere zorla el koyan bir hükümdar vardı."

"Oğlana gelince; ana babası inanmış kimselerdi. Onun onları azdırmasından ve inkara sürüklemesinden korktuk. İstedik ki Rableri onlara, daha temiz ve daha merhametli birini versin."

"Duvar ise, şehirde iki yetim erkek çocuğa aitti. Altında onlara ait bir  hazine vardı. Babaları iyi insandı. Rabbin istedi ki; onlar reşit olsunlar ve hazinelerini çıkarsınlar. Bu, Rabbinden bir ikramdır, bunları kendiliğimden yapmış değilim. Dayanamadığın işlerin tevîli işte budur." (Kehf 18/79-82)

Her bir olayın tevîli, yani ana bağlantısı gösterilince Musa aleyhisselamın şaşkınlığı geçmişti.

 
38.1.4.2. Rüya Tevîli

Rüya  yorumuna tevîl denir. Yusuf  aleyhisselam zindanda iken hükümdar şöyle demişti:

"Ben, yedi semiz ineği yedi zayıf ineğin yediğini; yedi yeşil başak ve bir o kadar da kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Rüya yorumlamayı biliyorsanız rüyamı doğru yorumlayın."

Dediler ki: "Bunlar karışık rüyalar; biz böyle rüyaların tevîlini bilmeyiz".

(Yusuf ile zindanda iken) kurtulan iki kişiden biri, nice zaman sonra Yusuf'u hatırladı ve: "Ben size onun tevîlini bildireceğim, bana müsaade edin." dedi. Sonra, Yusuf,  aleyhisselama geldi, o da rüyayı tevîl etti ve dedi ki:

"Yedi yıl sürekli ekim yapın, bütün hasadı başağında bırakın; yiyeceğiniz az bir kısım başka. Sonra arkadan yedi kıtlık yılı gelir, bütün biriktirdiğinizi yer tüketir; sakladığınız az bir kısım başka. Sonra arkadan, halkın rahat edeceği bir yıl gelir, o zaman da sıkıp sağarlar". (Yusuf 12/43-49)

Rüya tevîli, günlük hayattaki olaylardan hangisinin, rüyadaki sembole benzediğine bakılarak yapılır. Bu ilgiyi kuramayanlar, o tevîli yapamazlar. Hükümdarın adamları bunu yapamamışlardı.

 
38.1.4.3. Dünyanın Tevîli

Dünya  imtihan yeridir. Buradaki her olayın ahiretle bağlantısı vardır. Doğru bağlantıyı kuramayanlar umdukları cennete değil, istemedikleri cehenneme giderler. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Cehennem halkı cennet halkına şöyle seslenecektir: “O sudan ve Allah'ın size verdiği rızıktan bize de aktarın. Onlar diyecekler ki: Allah Teâlâ bunları kâfirlere haram kıldı.

Kâfirler, oyunu ve eğlenceyi kendilerine bir din, bir hayat biçimi edinenlerdir. Dünya hayatı onları  aldattı. Bugün biz onları unutacağız; zaten onlar da böyle bir günle karşılaşacaklarını unutmuşlar ve âyetlerimizi bile bile inkâr etmişlerdi.

Biz onlara bir kitap,  göndermiş ve onu bilgiyle açıklamıştık. İman edeceklere doğru yolu göstersin ve bir ikram olsun diye göndermiştik.

Onlar onun tevîlinden başkasını mı bekliyorlar? Tevîli geldiği gün evvelce onu unutmuş olanlar şöyle diyeceklerdir: “Rabbimizin elçileri gerçekten doğruyu getirmişler. Bize şefaat edecek kimseler var mı ki şefaat etsinler. Ya da geri gönderilsek de yapıp ettiğimiz işlerden başkasını yapsak.” Onlar kendilerini tüketmiş kimselerdir. Uydurdukları şeyler de çekilip kaybolmuş olacaktır.” (A’raf 7/50-53)

Görüldüğü gibi dünyadaki davranışların âhiretle bağlantısı da tevîl kelimesi ile ifade edilmiştir. Asıl ve kalıcı olan âhirettir. Orada verilecek karşılık, burada yapılanların benzeri olacaktır. Allah  Teâlâ şöyle buyurur: Kim bir iyilikle gelirse ona onun on katı verilir; kim de bir kötülükle gelirse ona sadece onun dengi bir ceza verilir. Hiçbirine bir haksızlık yapılmaz.” (En’am 6/160)

 
38.1.4.4. Âyetlerin Tevîli

Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Sana bu Kitab’ı indiren odur. Onun bir kısmı muhkem âyetlerdir. Onlar Kitab’ın anasıdır. Öbürleri ise müteşâbihlerdir. İçlerinde yamukluk olanlar, fitne çıkarma isteği ve onu tevîl,  isteği ile müteşâbih olanına uyarlar. Oysa onun tevîlini Allah’tan başkası bilmez. Sağlam bilgi sahipleri şöyle derler: “Biz buna inanırız. Hepsi de Rabbimiz katındandır.” Böyle düşünenler sadece içi temiz olan kimselerdir.” (Âl-i İmrân 3/7)

Yukarıdaki üç olayda olduğu gibi bu âyette de tevîl ana unsura değil açıklamaya bağlanmış “... Onun tevîlini Allah’tan başkası bilmez.” denmiştir. Burada ana unsur muhkem âyetler, onları açıklayanlar ise müteşâbih olanlardır. Âyetler arasında ilişki kurarak birini diğerine bağlayan Allah Teâlâ olduğu için onların tevîlini o yapmıştır. Araya benzerlik koymuş ki bağlantıları takip edip onun tevîlini bulabilelim. Âyetler arasında Allah’ın kurduğu ilişkiye bakmadan ulaşılan tevîl, Allah’ın tevîli olamaz. Bunu bilerek yapan, yoldan çıkar. Çünkü bu tavır, âyetleri bağlantılarından koparmayı ve bazı âyetleri görmemeyi zorunlu kılar. Dini kullanarak insanları yoldan çıkarmanın en kısa yolu budur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“İndirdiğimiz açıklayıcı âyetleri ve ana yolu bu Kitapta insanlara açıkladığımız halde, gizleyenler var ya,  Allah işte onlara lanet eder. Lanet edecek olanlar da lanet ederler.

Tevbe  edip kendini düzelten ve onları açıklayanlar başka. Onların tevbesini kabul ederim. Ben tevbeleri kabul ederim, ikramım boldur.” (Bakara 2/159-160)

Tevîlde bir ana konu, bir de onun açıklaması vardır. Hızır olayında ana konu, Musa  aleyhisselamın bilmediği arka plandır. Gördüğü olaylar ise onların açıklamasıdır.

Melik’in rüyası da ileride olacak olayların açıklamasıydı. Onun adamları rüya ile o olaylar arasında ilgi kuramadıkları için yorum yapamamışlardı.

Dünyadaki her olayın ahiretle bağlantısı vardır. Bunlar ahirette kişinin başına gelecek şeylerin habercisidir. 

Demek ki tevîl; benzerlikten yola çıkarak ana unsur ile açıklayıcı unsuru bulup açıklamaya ulaşmaktır. Âyetlerin tevîli için de benzerlikten yola çıkarak ana (muhkem) âyeti ve açıklayıcı (müteşâbih) âyetleri bulmak gerekir. Bu yol bizi, âyetlerin açıklamasına götürür.  

Alimler müteşâbihe “akılların onu idrake yetmediği âyettir[34] dedikleri için tevîle farklı anlam vermek zorunda kalmışlar ve Al-i İmran 7’deki şu bölümü anlamada  sıkıntıya düşmüşlerdir:

وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا

Kendilerine “cumhur” adı verilen çoğunluk buna, şu anlamı vermiştir: “Onun tevîlini Allah’tan başkası bilmez. Sağlam bilgi sahipleri şöyle derler: “Biz buna inanırız. Hepsi de Rabbimiz katındandır”. Bunlara göre müteşâbihler, Allah’ın kendi bilgisine has olmak üzere seçip ayırdığı âyetler olduğundan hiçbir âlim onların anlamını bilemez.

Azınlıkta kalan âlimler âyete şu anlamı vermişlerdir: “Onun tevîlini Allah ile sağlam bilgi sahiplerinden başkası bilmez. Onlar şöyle derler: “Biz buna inanırız. Hepsi de Rabbimiz katındandır.” Bunlara göre sağlam bilgi sahipleri, müteşâbihi bilirler[35]. Onların bu bilgiye nasıl ulaşacakları, tevîl  kelimesine verilen anlamda gizlidir.

İmam Maturidî’ye göre tevîl: Kesinlik ve Allah’ı şahit tutma olmaksızın lafzın muhtemel anlamlarından birini tercih etmektir[36].

Muhammed Ebû Zehra’ya göre: “Lafzı görünen anlamından alıp, başka anlam taşıyan ama görünmeyen anlamına hamletmektir[37].”

Zekiyyüddin Şa’ban’a göre ise “Lafzın zahir manasında anlaşılmaktan engellenmesi ve bir delile binaen zahir olmayan başka bir mananın kastedildiğine hükmolunmasıdır[38].”

Bu tariflere göre tevîl, bir sözü, görünen anlamından alıp, görünmeyen anlamına götürmektir. Görünmeyen anlam deyince ortaya belirsizlikler zinciri çıkar.

Ulemanın tevîl anlayışının doğru gerekçelere dayanmadığı ortadadır.  

38.2. Kur’ân’ı Allah’ın Elçisinin Açıklaması

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ

“Sana bu Zikri (Kur’ân’ı) indirdik ki, ne indirildiyse onu insanlara açıklayasın.” (Nahl 16/44)

Bir âyet de şöyledir:

“Ey inananlar! Sizin için; Allah'a ve ahiret gününe umut bağlayan ve Allah'ı çok anan (Allah’ın kitabını çok okuyan) herkes için Allah’ın Elçisi’nde güzel bir örnek vardır. (Ahzab 33/21)

Allah’ın Elçisi’nin açıklamasını âyetler arası ilişkileri iyi bilenler de bulabilirler. Allah, alimlerin hatalarını söylemediği için onlara her zaman güvenilmez. Elçi’nin açıklaması ise Allah tarafından onaylanmış açıklamadır. Çünkü o, yanlış açıklama yapamaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Eğer o Elçi bize karşı bir takım sözler uydursaydı,   onu en güçlü yerinden yakalardık, sonra da şah damarını koparırdık, artık sizden hiçbiri bunun önüne geçemezdi.” (Hâkka 69/44-47)

“Ey Elçi! Rabbinden sana her indirileni tebliğ et, etmezsen onun elçiliğini yerine getirmiş olmazsın. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Allah kâfirleri yola getirmez.” (Mâide 5/67)

Teblîğ, görevi tam ve eksiksiz yerine getirmektir. İnen âyetleri insanlara bildirmek tebliğ olduğu gibi açıklamak da tebliğdir. Çünkü açıklama, görevin bir parçasıdır. Nitekim Peygamberimiz Veda Hutbesinin her bölümünü, "dikkat edin, tebliğ ettim mi?" sözüyle bitirmiş, bunu üç kere tekrarlamıştı. Dinleyenler de “evet tebliğ ettin”, diye cevap vermişlerdi.

Allah’ın Elçisi’nin, hangi sünnetiyle hangi âyeti açıkladığı hemen anlaşılmayabilir. Benzerlikten hareketle ilgili âyeti bulmak gerekir. Kur’ân’a ters ya da kendi içinde çelişkili görülerek kenara itilmiş çok sayıda hadis vardır. Ama hadisin hangi âyeti açıkladığı tespit edilirse çelişki büyük ölçüde ortadan kalkar. Bu konuda şufa yani önalım hakkı ile ilgili hadisi örnek verebiliriz:

Câbir b. Abdullah’ın bildirdiğine göre Allah’ın Elçisi, paylaşılmamış her şeyde şufa kararı vermiştir. Sınırlar çizilip yollar ayrıldıktan sonra şufa olmaz[39]. 

Şufa  Mecelle’de şöyle tarif edilir: Satın alınan bir taşınmazı, müşteriye kaça mal olduysa o miktar ile kendine mal etmektir[40]. Bir arsada ortak iki kişiden  biri, diğerine sormadan kendi payını satsa da diğeri bu satışa razı olmayıp arsadaki payı kendi almak istese, şufa hakkını kullanarak alabilir. Müşteri ondan, sadece mal oluş fiyatını isteyebilir. Müşteri, arsadaki payın yeni sahibi olacağından, onu ondan zorla almayı şu âyet yasaklamıştır:

“Mümin­ler, mallarınızı aranızda hak­sızlıkla ye­meyin; karşılıklı rızaya dayalı bir ticaretle olursa yiyebilirsiniz.”  (Nisa 4/29)

Allah’ın Elçisi’nin, Kur’ân’a aykırı açıklaması olamaz. Öyle ise bu, istisnai bir durum olmalıdır. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur:

وَقَدْ فَصَّلَ لَكُم مَّا حَرَّمَ عَلَيْكُمْ إِلاَّ مَا اضْطُرِرْتُمْ إِلَيْهِ

“Allah size neyi yasaklamışsa açık açık bildirmiştir; zor durumda kaldıysanız başka.” (En’am 6/119)

Demek ki Allah, zor durumda kalanın neleri yapacağını açıkça bildirmemiştir. Öyleyse kimin zor durumda sayılacağı ve ne gibi şeyler yapacağı hususunda Elçi’nin açıklamaları önem kazanır.

Taşınmazdaki bir payın başkasına satılması, ortağı zora sokar. Şufa  hakkı bu zorluğu giderme yoludur. Bu hakkın varlığını bilerek o taşınmazı satın alan da sonucuna katlanır.

Sünnet, Kur’ân’dan ayrı bağımsız bir kaynak değildir; Kur’ân’a tabidir. Allah Teâlâ Elçisi’ne şöyle buyurur: “De ki: Ben sadece bana vahyolunana uyarım. Ben Rabbime karşı gelirsem, büyük günün azabından korkarım.” (Yunus 10/15)

“(Ey Elçi!) Rabbin'den sana ne vahyedildi ise ona uy. O'ndan başka ilah yoktur, müşriklerden de yüz çevir.” (En’am 6/106)

Ayetlerin gösterdiği gibi Sünnet  Kur’ân’a tabidir. Tabi olanı metbuundan (tabi olduğu şeyden) ayırmak ve ona ayrı hüküm vermek olmaz. Bu sebeple Kur’ân önde, Sünnet arkada olmak üzere her konu, Kur’ân ve Sünnet bütünlüğü içinde ele alınmalıdır. O zaman, Peygamberimizin genel kurala aykırı veya çelişkili (gibi) gözüken söz ve uygulamalarının farklı alanları açıkladığı ortaya çıkar. Sünnet konusunda aceleci davranmamalı, onun ilgili olacağı âyeti mutlaka bulmalıdır. Bu metot, uydurma hadisler için de kalkan görevi yapar. Örnek olsun diye evlenmede velâyet ve faiz ile ilgili açıklamalara bakılabilir[41].

  

38.3. Kur’ân'ı, Önceki Kitapların  Açıklaması

Kur’ân, kendinden önceki ilahi kitapları kabul eder. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah sana bu Kitab’ı, gerçekleri içeren  ve kendinden öncekileri kabul eden bir kitap olarak indirdi. Tevrat’ı ve İncil’i de o indirdi.

Onlar daha önce, insanlar için birer rehberdi. Allah hep doğruyu yanlıştan ayıran kitaplar indirmiştir. Allah'ın âyetlerini görmezlik edenler… İşte onlar için ağır bir ceza vardır. Allah güçlüdür, öç alması da vardır.” (Al-i İmran 3/3-4)

İlk peygamberden son peygambere kadar vahiyde bütünlük vardır. Kur’ân âyetlerinin büyük bir kısmı Nuh’a, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya vahyedilene denktir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah Nuh'a ne buyurmuşsa onu, sizin için bu dinin şeriatı yapmıştır. Sana vahyettiğimiz, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimiz şudur: Dini ayakta tutun ve o konuda ayrı düşmeyin. Senin çağırdığın şey müşriklere ağır geldi. Allah isteyen kimseyi kendi tarafına alır ve doğruya yöneleni de kendine yönlendirir.” (Şûrâ 42/13)

Kur’ân’ın bir kısmı da sadece Peygamberimize vahyedilen ve hafifletici hükümler içeren âyetlerden oluşur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Bir âyeti nesheder veya unutturursak, yerine ya daha hayırlısını, ya da dengini getiririz. Bilmez misin, Allah’ın gücü her şeye yeter. (Bakara 2/106)

Kur’ân, önceki kitapları neshetmiştir. Çünkü nesih sözlükte; bir şeyi bir başka şeyle değiştirme, onun yerine başkasını koyma demektir[42]. Kur’ân, ilahi kitapların, Allah tarafından tasdik edilmiş son nüshasıdır. Kur’ân’a uymak; Tevrat’a, İncil’e ve peygamberlere inen tüm kitaplara uymaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı bulacakları ümmi Peygambere uyanlara; işte onlara o Peygamber iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar. İyi şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar. Sırtlarından ağır yükleri, boyunlarından demir halkaları kaldırır atar. Kim ki ona inanır, onu saygıyla destekler, ona yardım eder, onunla birlikte gönderilen o Nur’a uyarsa; işte onlar umduklarına kavuşurlar.” (A’raf 7/157)

Önceki kitaplar, ehl-i kitapı tanımayı sağlar ve onlarla ilişkilere yön verir. Allah Teâla şöyle buyurur:

“De ki: "Ey Ehl-i kitap! Aramızda eşit seviyede olan bir söze gelin; Allah'tan başkasına kul olmayalım. Ona bir şeyi ortak koşmayalım. Bizden biri diğerini Allah ile kendi arasına rab olarak koymasın". Eğer yüz çevirirlerse deyin ki: "Tanık olun, biz  ona teslim olmuşuzdur". (Al-i İmran 3/64)

Eski ilahî kitaplardan, önceki toplumlarla ilgili bilgiler alabiliriz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Onlardan önce yok etmiş olduğumuz kasabaların halkı inanmamıştı. Şimdi bunlar mı inanacak?

Senden önce kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başka elçi göndermedik. Bilmiyorsanız ehl-i zikre (o kitapları bilenlere) sorun.” (Enbiya 21/6-7)

Tevrat Kur’ân’dan hacimlidir. Kur’ân’da kısa geçen bazı konular, Tevrat’ta genişçe yer alır. Bundan yararlanılarak ilgili âyetler açıklanabilir. Mesela Tevrat’ın bildirdiğine göre, ilk Yahûdi lerin bulunduğu toplumda Apis adı verilen bir boğaya tapılırdı. Bakara Suresinde de Yahûdi lere, bir boğa kesmelerinin emredildiği ama kesmemek için bahane aradıkları bildirilmektedir[43]. Bu iki bilgi birleşince onları anlamak mümkün olur. Musa aleyhisselamın bir süre ayrılmasını fırsat bilerek neden buzağı heykeli yapıp taptıkları da anlaşılır[44]. Buradan hareketle kurban bayramı kurbanında, hayvanın kanını akıtmanın şart olmasının sebebi de anlaşılır.

Buna şu âyet örnek verilebilir:

“Bir gün sizden kesin söz almıştık. Tur’u da tepenize kaldırmıştık. “Size verdiğimiz şeye sıkı sarılın; dinleyin!” demiştik. “Dinledik ve sıkı sarıldık” demiştiniz. Halbuki, görmezlikten gelmeniz sebebiyle o buzağı tutkusu içinize işlemişti. De ki: “İmanınız size ne kötü emir veriyor!.. Eğer inanmış kimselerseniz.” (Bakara 2/93)

“Dinledik ve sıkı sarıldık diye tercüme edilen (سمعنا و عصينا = semi’nâ ve asaynâ) cümlesidir. Bütün tefsir ve meallerde ona “Dinledik ve isyan ettik anlamı verilmiştir. “İsyan ettik” diyenler söz vermiş olamayacağı için tefsirciler bu âyeti açıklayamamışlardır. Tevrat’a bakınca buradaki (عصينا = asaynâ)’nın “sıkı sarıldık” diye anlaşılması gereği ortaya çıkar. Bu, kelimenin sözlük anlamlarından biridir. Geniş bilgi "Sıkı Tutma/İsyan" başlığı altında verilmiştir.

Eski ilahi kitaplardan yararlanmanın en önemli tarafı, Kur’ân’ın onları nasıl tasdik ettiğini görmektir. Bu sayede, o kitaplara karışan insan sözleri ayıklanabilir.

 

38.4. Arap Dilinden Yararlanma

Allah Teâlâ şöyle buyurur: Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki, onlara iyice açıklasın. Bundan sonra Allah dileyeni sapıklıkta bırakır, dileyeni de yola getirir. Güçlü olan o, doğru karar veren odur.” (İbrahim 14/4)

“Kur’ân, gerçekten varlıkların sahibinin indirmesiyle inmiştir. Onu güvenilir Ruh, Cebrail indirdi. Senin kalbine… Uyarıcılardan olasın diye. Apaçık Arap diliyle. (Şuarâ 26/192-195)

Kur’ân Arapça olduğu için onu anlamada Arap dilinin önemi açıktır. Ama bugün bir çok tefsir ve mealde dil kurallarına aykırı uygulamalar vardır. Meâlini verdiğimiz İbrahim 4. âyet buna örnek olabilir. Ulaşabildiğimiz tefsir ve mealler âyete şöyle anlam vermişlerdir:

“Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki, onlara iyice açıklasın. Bundan sonra Allah dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini de yola getirir. Güçlü olan o, doğru karar veren odur.

Allah dilediğini yola getirecek ve dilediğini saptıracaksa neden elçi göndersin? Bu durumda elçinin, o toplumun dili ile açıklama yapmasının ne anlamı olur? Böyle anlamsız bir iş “doğru karar veren” Allah’a yakıştırılabilir mi? İçinde ciddi çelişkiler olan ifadeler, Allah’ın sözü olabilir mi?

Çelişkiler يَشَاء = ister” fiilinin faili olan “o” zamirinin, Arap dili kurallarına aykırı olarak, Allah lafzını gösterir sayılmasından kaynaklanmıştır. Halbuki zamir, yanı başında bulunan مَن = men, kim’i gösterir. Uzağı göstermesi için karine yani geçerli bir sebep gerekir. Burada böyle bir karine yoktur. Âyetin doğru anlamı şöyledir: ... Bundan sonra Allah dileyeni sapıklıkta bırakır, dileyeni de yola getirir...Bu anlam ile her şey yerine oturmaktadır. Yoksa yanlış, yanlışı doğurmakta ve bir yanlışlar zinciri oluşmaktadır. Bunlar tefsir ve meallerde çoktur.

  

38.5. Kur’ân - Fıtrat İlişkisi

Fıtrat, varlıkların temel yapısını ve bu yapıyı oluşturan yaratılış, değişim ve gelişimin ilke ve kanunlarını ifade eder. Göklerin, yerin, insanların, hayvanların, bitkilerin yani her şeyin yapısı ve işleyişi buna göredir. Bilimin, teknolojinin ve insan ilişkilerinin temel kanunları bunlardır. Fıtrata aykırı davranışlar dengeleri bozar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“İnsanların kendi elleriyle yaptıkları yüzünden  karada ve denizde bozulma görüldü. Bunun böyle olması, Allah onlara, yaptıklarının bir kısmını tattırsın diyedir. Belki vazgeçerler.” (Rum 30/41)

İnsanı fıtrata aykırı davranışa iten; menfaatleri, beklentileri veya özentileridir. O, önce bundan rahatsızlık duyar, sonra alışır ve zevk almaya başlar. Ama içinde gizlenen rahatsızlık, zaman zaman ortaya çıkar. Bunlar hatalarının farkında olduklarından iç muhasebesi yapmaktan kaçınırlar.

Fıtrat, Allah'ın âyetlerinden öğrenilir. Çünkü âyetler Allah'ın kitabı ile sınırlı değildir; onlar her yerde vardır[45]. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Biz onlara âyetlerimizi, hem çevrelerinde hem de kendi içlerinde göstereceğiz, sonunda onun gerçek olduğu onlar açısından iyice anlaşılacaktır.” (Fussilet 41/53)

İç ve dış dünyadaki âyetlerden edinilen bilgileri zihne yerleştirmek ve kullanıma hazır halde tutmak gerekir. Bu tür bilgiye zikir denir. Onu kalbe ve dile getirme ve hatırlama da zikirdir[46]. Bu bilgilerle Allah’ın kitabı arasında tam bir uyum olur. Bu sebeple Kur'ân'ı okuyan her insanın içinde ona karşı bir güven ve tatmin duygusu oluşur.

Peygamberler tezekkür e çağırmışlardır. Tezekkür, zihinde olan bilgiyi harekete geçirmektir. İbrahim aleyhisselam puta tapanlara “tezekkür etmez misiniz[47]?” derken “Fıtrattan edindiğiniz bilgilerle benim sözlerimi karşılaştırıp yaptığınız yanlışı görmez misiniz?” demiş olmaktadır. Bu onları, iç muhasebesi yapmaya çağırmadır.

İlâhî kitapların ortak adı da zikirdir[48]. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Bilin ki kalplerin yatışıp rahatlaması Allah’ın zikri ile olur.” (Ra’d 13/28)

Allah Teâlâ Kur’ân ile ilgili olarak şöyle buyurur: “O Zikri biz indirdik. Ne olursa olsun onu koruyacak olan da bizleriz.” (Hicr 15/9)

Sonuç olarak Kur’ân, fıtratın Allah tarafından bildirilmiş şeklidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Sen yüzünü dosdoğru bu dine, Allah’ın fıtratına çevir. O, insanları ona göre yaratmış­tır. Allah’ın yarattığının yerini tutacak bir şey yoktur. İşte sağlam din bu dindir. Ama in­sanların çoğu bunu bilmez­ler.” (Rum 30/30)

İç ve dış dünyadaki âyetlerin bir kısmını yalnız uzmanları bilebilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Sağlam bilgisi olanlar için yeryüzünde âyetler vardır. Kendinizde de vardır; onları görmez misiniz?” (Zâriyat 51/20-21)

Fen ve teknik bilimciler, bu âyetleri en iyi okuyanlardır. Onlar kanun koymaz, âyetlerde var olan kanunları keşfe çalışırlar. Bu onların fıtrata uymasıdır. Sosyal bilimcilerden de o âyetleri okuyarak kanunlar keşfedenler vardır. Ama onların bir çoğu kanun koymayı tercih eder ve topluma şekil vermeye kalkışırlar. Bu tavır, sosyal alanda fıtrata aykırı kanun ve uygulamalara yol açar. Bunun kötü etkisi zamanla ortaya çıkar ve dengeler bozulur. Zarar, oldukça büyük ve uzun süreli olur.

Fen ve teknik bilimlerle ulaşılan sonuçları, fıtrata aykırı kullanıp insanı ve çevreyi bozmak da mümkündür. Nitekim asrımızda dünya böyle bir felaket yaşamaktadır. Fıtrata uymak için Kur’ân’ın koyduğu sınırları aşmamak gerekir.

Kur’ân’ın hiçbir hükmü fıtratla çelişmez; çünkü fıtrat İslâm’dır. Fıtratı anlamak için Kur’ân’dan, Kur’ân’ı anlamak için de fıtrattan yararlanmak gerekir. Eğer bir çelişki görülürse, Kur’ân’a gereği gibi uyulmamasındandır. Örnek olarak talak konusu ile ilgili açıklamaya bakılabilir[49].

 



[1] Yusuf 12/1; Hicr 15/1, Şuarâ 26/2; Kasas 28/2; Duhân 44/2.

[2]  Bkz: "İsteyen / İstediği" başlıklı açıklama.

[3] Bkz: Müteşâbih ve tevîl başlıkları.

[4] el-Beydâvî, Tefsîr’ul-Beydâvî, c. II, s. 323.

[5] Ragıb el-İsfahânî, Müfredât, قوم  mad.

[6]رد الشيئ إلى الغاية المرادة منه  Ragıb el-İsfahânî, Müfredât, اول  mad.

[7] Bkz: Talak, İftidâ ve Nikahın Denetlenmesi başlıklı yazılar.

[8] Bkz: Sıkı Tutma/İsyan başlıklı yazı.

[9] Bkz: Müşrikin Din Anlayışı (Hac Suresi 11-16. Ayetler) başlıklı yazı.

[10] Bkz: "Faiz" başlıklı yazı.

[11] Bkz: Nesih ve Zina Cezası” başlıklı yazı.

[12] Müfredat حكم mad.

[13] Lisanu’l-arab, شبه mad.; el-Halil b. Ahmed el-Ferahidi, Kitabu’l-Ayn,  شبه mad; Müfredat شبه mad.

[14] Türkçe'de iltifat sanatı olmadığından ayetin doğru anlaşılması için bu sanat ihmal edilerek tercüme yapılmıştır.

[15] Muhammed Ebû Zehra, Usulü’l-fıkh, İstanbul, tarihsiz. s. 134

[16] Taberi, Tefsir, c. 3, s. 172 vd.

[17] Ragıp el-İsfahani, Müfredat, شبه  mad.

[18] Müteşâbih konusunda.

[19] Elmalılı, c. II, s. 1037.

[20] Fahru’d-Din er-Razi, et-Tefsîru’l-kebîr, c. III, s. 138.

[21] Elmalılı, c. I, s. 276.

[22] Elmalılı, c. I, s. 383.

[23] Elmalılı, c. I, s. 481.

[24] Ragıp el-İsfahani, Müfredat, شبه  mad; Fahru’d-Din er-Razi, c. IX, s: 446.

[25] Buhârî, Tefsir Âl-i İmrân, 1; Müslim, İlim, 1; Tirmizî, Tefsir Âl-i İmrân, (2996); Ebû Davûd, Sünne, 2.

[26] Yusuf, 12/1; Hicr, 15/1, Şuarâ, 26/2; Kasas, 28/2; Duhân,  44/2.

[27] el-Beydâvî, Tefsîru’l-Beydâvî, c. II, s. 323.

[28] Buhârî, Tefsir, 1; Nesâî, İftitah, 26.

[29] Tirmizi, Fedâil’ul-Kur’ân, 1.

[30] Taberi, Tefsir, c. X, s. 628-629; Kurtubi, el-Cami’ li ahkami’l-Kur’ân, c. VIII, s. 162 ve c. IV, s. 8-14.

[31] Razi, Tefsiru’l-kebir, c. IX, s. 446.

[32] Rağıb el-İsfahânî, Müfredât, اول mad.

[33] Kur’ân’da Hızır adı geçmez. Bu şahsın Hızır olduğu hadiste yer alır. Bkz. Buhârî, İlim, 44.

[34] Muhammed Ebû Zehra, Usulü’l-fıkh, s.134.

[35] en-Nesefî, Abdullah b. Ahmed b. Mahmud, Medâriku’t-tenzîl ve hakâiku’t-te’vîl, Beyrut 1989, c. I, s. 203.

[36] Kesinlik ve Allah’a karşı şehadet olmaksızın lafzın ihtimalatından birini tercih eylemektir. Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Mukaddime, c. 1, 28.

[37] A.g.e. s. 135.

[38] Zekiyyuddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Trc. İbrahim Kâfi Dönmez, Ankara, 1990, s. 320.

[39] Buhârî, Şüf’a, 2.

[40] Mecelle m, 950. Madde sadeleştirilmiştir, aslı şöyledir: Şüf’a, bir mülk-i müşterayı, müşteriye her kaça mal oldu ise ol mikdar ile temellük etmektir.

[41] Bkz. Nikahın Denetlenmesi ve Faiz başlıklı yazılar.

[42] İbn Manzûr, Lisanu’l-arab, نسخ   mad.

[43] Bkz. Bakara 67-71.

[44] Bkz. Bakara 51, 54, 92 ve 93.

[45] İlgi duyanlar şu ayetleri inceleyebilirler: Bakara, 2/164; Ali İmrân 3/190; En’am 6/97, 99; A’raf 7/26, 58; Yunus 10/5, 6, 67, 92, 101; Yusuf 12/7, 35; Ra’d 13/2, 3, 4; Nahl 16/13, 65, 66, 67, 68, 69, 79; İsrâ 17/12;  Kehf 18/9; Meryem 19/10; Tâhâ 20/128; Ankebût 29/ 24, 33, 34, 35; Rum 30/21, 22, 23, 24, 28; Lokman 31/31, 32; Secde 32/26; Sebe’ 34/15; Zümer 39/42, 52; Mümin 40/13; Câsiye 45/3, 4, 5, 6; Zariyât 51/22, 23, 35, 36, 37; Kamer 54/12, 13, 14, 15.

[46] Ragıb el-İsfahânî, Müfredât,ذكر  mad.

[47] En’am 6/80.

[48] Bkz. Al-i İmran 3/58, A’raf 7/63, Hicr 15/6,9; Nahl 16/44, Enbiya 21/2,50,105; Furkân 25/18, Yasin 36/11, Sad 38/8, Kamer 54/25. 

[49] Bkz. Talak başlıklı yazı.