Birçok sure, “Bunlar o açık Kitab’ın âyetleridir[1]” diye başlar. Bir
âyet şöyledir:
وَنَزَّلْنَا
عَلَيْكَ
الْكِتَابَ
تِبْيَانًا
لِّكُلِّ
شَيْءٍ
وَهُدًى
وَرَحْمَةً
وَبُشْرَى
لِلْمُسْلِمِينَ
“Biz bu Kitab’ı sana indirdik ki; her şeyi
açıklasın, doğru yolu göstersin, ona bağlananlara bir ikram ve bir müjde olsun.” (Nahl 16/89)
Kur’ân’ın açık olması, Allah’ın rızık
vermesine benzer. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Sizi yaratan
Allah'tır; sonra rızkınızı vermiştir. Sonra canınızı alacak ve tekrar can
verecektir.” (Rum
30/40)
Rızık, insanın yararlandığı yiyecek, içecek,
barınak, evlat, yağmur ve ilim anlamlarına gelir. İhtiyacımız olan bazı şeyleri
hazır bulabiliriz. Ama rızkın bir bölümüne ulaşmak gayret ister. Bir parça
ekmek soframıza gelsin diye ne emekler harcanır! Ne ekip çalışmaları yapılır!
Allah; tohumu, suyu, güneşi, toprağı, kısaca rızık için gerekli her şeyi
yaratmıştır. Ama onları bir araya getirip rızık elde etmek insanın işidir. O,
şöyle buyurur: “Senin Rabbin rızkı, isteyen ve gücü yeten için
yayar[2]. O, kullarının içini bilir ve onları görür.” (İsrâ 17/30)
Kur’ân’dan yararlanmak, rızka ulaşmak
gibidir. Bir çok âyetin açıklamaya ihtiyacı yoktur. Ama bazı âyetlerin
açıklamasına ulaşmak gayret ister. Allah, Kur’ân’ı açıklamayı kendi üstlenmiş
ve o açıklamalara ulaşmanın yolunu da göstermiştir. Allah
Teâlâ şöyle buyurur:
“(Ya Muhammed!) Cebrail
sana Kur’ân'ı bildirirken, aceleyle dilini harekete geçirme.
Onu
toparlamak ve okutmak bizim işimizdir.
Biz okuduğumuzda onun okunuşunu takip et.
Sonra onu açıklamak da bizim işimizdir.” (Kıyâmet 75/16-19)
Geleneğimizde
Kur'ân; inanç, İbadet ve
ahlakla sınırlı hükümler koyan bir din kitabı sayılır. Ama bunlarla ilgili âyet
sayısı bini geçmez. Bunların her biri başka konularla da ilgili hükümler taşır.
Kur’ân her şeyi açıkladığını bildirdiğine göre ona sınır çizmek yanlış
olur.
Kur'ân’ın
açıklamalarına ulaşmak için
âyetler arası ilişkileri bilmek gerekir. Bu, rakamlar arası ilişkilere benzer.
0'dan 9'a kadar toplam 10 rakam vardır. Bütün hesaplar onlarla yapılır. İnsan,
rakamlar arası ilişkileri ne kadar bilirse o kadar hesap yapar. Kimi onu,
günlük hesaplarını tutacak kadar bilir. Kimileri de bilgisayarın, uzay teknolojisinin ve daha nice
şeylerin hesaplarını yapacak kadar bilir. Her insan o rakamlardan, kendi
bilgisi ölçüsünde yararlanır. Kur’ân’dan yararlanma da öyledir. Bazıları
Kur’ân’ı anlamadan, sadece seslendirir ve bir takım beklentilere girer. Kur’ân
bunlara ümmî adını verir. Bazıları onun açıklamalarına ulaşabilecek
donanımdadır. Onlar sağlam bilgi sahipleridir[3]. Bazıları da bu ikisi arasında bir yerde
bulunur.
Mesela, Süleyman aleyhisselam zamanında Kitap'tan bilgisi olan
bir kişi, Belkıs'ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar, Yemen'den Kudüs'e
getirmiştir.
Süleyman kuş dilini bilirdi. Kuşlara, cinlere, insanlara ve bunlardan
oluşan ordulara hükmeden büyük bir krallığı vardı. Saba Kraliçesi
Belkıs, ona karşı
konamayacağını anlamış, Kudüs'e gelmek ve Süleyman'a teslim olmak üzere
yola çıkmıştı. Onun, büyük ve gösterişli bir tahtı vardı. Bu haberi alan
Süleyman, önde gelen adamlarını topladı ve şöyle dedi:
“Ey
önderler! Onlar gelip teslim olmadan önce sizin hanginiz kraliçenin tahtını
bana getirebilir?
Cinlerden
bir ifrit dedi ki: Ben, onu sana sen makamından kalkıncaya kadar getiririm.
Bana güvenebilirsin, benim buna gerçekten gücüm yeter.
O
Kitap'tan bir bilgiye sahip olan kişi de: Ben onu sana gözünü açıp kapayıncaya
kadar getiririm dedi ve getirdi. Süleyman tahtı, yanına kurulu görünce dedi ki:
Bu beni denemek için rabbimin bir ikramıdır; şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük
mü? Kim şükrederse faydasını görür. Nankörlük eden etsin. Rabbimin kimseye
ihtiyacı yoktur, onun iyiliği boldur.” (Neml 27/38-40)
Tahtı, göz açıp
kapayıncaya kadar getiren kişinin bilgi aldığı kitap Tevrat’tır. İsrail
peygamberlerinden olan Süleyman’ın makamında “O Kitap = el-Kitab” diye bahsedilen kitap başkası olamaz.
"Kitabı
bilen" değil de "Kitap'tan bilgisi olan" ifadesi önemlidir.
Demek ki o kişinin Kitab'ın tamamını bilmesi gerekmemiş, kendi uzmanlık sahası
ile ilgili âyetleri bilmesi yeterli olmuştur. Bu, uzaktaki eşyayı getirme
bilgisidir. Bugün eşyanın ışınlanması
ile ilgili çalışmalar yapılıyor ama uzaktaki bir eşyayı getirmek hayal bile edilemiyor.
Kur’ân'ı, sadece
din kitabı sayanlar yukarıdaki âyetleri anlayamazlar. Bu sebeple tefsir bilginleri
bu konuda zorlanmışlardır. Kimisi bu olayı bir keramet, kimisi de Süleyman
aleyhisselamın mucizesi sanmış ve çelişkiye düşmüşlerdir.
Mucize, bir peygamberin peygamberlik belgesi;
keramet de Allah’ın bir kuluna ikramıdır. Kimse Allah adına söz veremeyeceği
için keramette de mucizede de iddia olmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Hiçbir
elçi, Allah'ın izni olmadan bir mucize getirme yetkisine sahip değildir.” (Ra’d
13/38)
Tahtın
getirilmesi olayında iddia vardır. Kitap'tan bir bilgiye sahip olan kişi,
Süleyman’a “Ben onu sana gözünü
açıp kapayıncaya kadar getiririm” demiştir. Dolayısıyla bu olay ne mucizedir, ne
keramet. Ayette belirtildiği gibi Allah’ın kitabından alınmış bir ilimdir. Bu
ilim Kur’ân’da da olmalıdır. Kur’ân’ın gösterdiği yöntemle hareket edilirse o
bilgiyi bulup çıkarmak mümkün olur.
Kur’ân’ı bizzat
Kur’ân açıklamış, Allah’ın Elçisi, söz ve uygulamaları ile onların önemli bir
kısmını bize göstermiştir. Kur’ân bize, önceki kitaplardan yararlanma yolunu da
göstermiştir. İslam- fıtrat ilişkisine vurgu yapan âyetler, Kur’ân’ın
anlaşılmasında fıtratın önemine işaret etmiştir. Kur’ân’ın Arapça olması da
Arap dilinin önemini göstermektedir. İşte bu yöntemlerle âyetlerin
açıklamalarına ulaşmak mümkün olur.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
الر كِتَابٌ
أُحْكِمَتْ
آيَاتُهُ
ثُمَّ فُصِّلَتْ
مِن لَّدُنْ
حَكِيمٍ
خَبِيرٍ
“Elif, Lâm, Râ. Bu öyle bir kitaptır ki,
âyetleri muhkem kılınmış, sonra hakîm olan ve her şeyin iç yüzünü bilen Allah tarafından
açıklanmıştır.” (Hûd 11/1)
Muhkem; sağlamlaştırılmış, lafız ve anlam açısından şüphe doğuracak bir yanı
olmayan söze denir. Muhkem âyetler Allah tarafından açıklandığına göre açıklama
diğer âyetlerle olur. Buna göre Kur’ân, muhkem âyetler ve onlarla ilgili tafsilat
veren âyetler olmak üzere ikiye ayrılır. Konuyla ilgili ikinci âyet şudur:
اللَّهُ
نَزَّلَ
أَحْسَنَ
الْحَدِيثِ
كِتَابًا
مُّتَشَابِهًا
مَّثَانِيَ
“Allah sözün en
güzelini, müteşâbih mesânî bir kitap olarak indirmiştir.” (Zümer 39/23)
Birbirine benzeyen iki şeye müteşâbih denir. Mesânî (مثَانِي) ise ikişer anlamına gelen mesnâ (مثَنى)’nın çoğuludur[4]. Demek ki, Kur’ân âyetleri birbirine benzer
ikişerli kümelerden oluşmaktadır. Bu, bir âyetin bir çok âyetle benzeştiğini ve
ikili ilişki içinde olduğunu gösterir. Benzer âyetleri herkes bulup çıkaramaz.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
كِتَابٌ
فُصِّلَتْ
آيَاتُهُ
قُرْآنًا عَرَبِيًّا
لِّقَوْمٍ
يَعْلَمُونَ
“Bu
âyetleri, bilen bir kavim için Arapça okuyuş olarak açıklanmış bir kitaptır.” (Fussilet 41/3)
Benzer âyetleri bulup çıkarmak bilen bir
kavmin işidir. Kavim; erkekler topluluğu demektir ama Kur’ân genelinde erkek ve
kadınlardan oluşan toplum anlamına kullanılmıştır[5]. Kur’ân'ın Arapça olması, içlerinde Arap
dilini iyi bilenlerin olmasını gerektirir. Aşağıdaki âyette belirtildiği gibi
bunlar sıradan uzmanlar değil; “الرَّاسِخُونَ
فِي
الْعِلْمِ = er-râsihûne fi’l-ilm” yani ilimde derinleşmiş, sağlam bir yer
edinmiş ve bazı kesin sonuçlara ulaşmış kimselerdir. İşte Kur’ân'ın
açıklamaları, böyle bir topluluk içindir.
Konuyu tam olarak ortaya koyan âyet şudur:
هُوَ
الَّذِيَ
أَنزَلَ
عَلَيْكَ
الْكِتَابَ
مِنْهُ
آيَاتٌ مُّحْكَمَاتٌ
هُنَّ أُمُّ
الْكِتَابِ
وَأُخَرُ
مُتَشَابِهَاتٌ
فَأَمَّا
الَّذِينَ في
قُلُوبِهِمْ
زَيْغٌ
فَيَتَّبِعُونَ
مَا تَشَابَهَ
مِنْهُ
ابْتِغَاء
الْفِتْنَةِ
وَابْتِغَاء
تَأْوِيلِهِ
وَمَا
يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ
إِلاَّ
اللّهُ
وَالرَّاسِخُونَ
فِي
الْعِلْمِ
يَقُولُونَ
آمَنَّا بِهِ
كُلٌّ مِّنْ
عِندِ رَبِّنَا
وَمَا
يَذَّكَّرُ
إِلاَّ
أُوْلُواْ الألْبَابِ
“Sana
bu Kitab’ı indiren odur. Onun bir kısmı muhkem âyetlerdir. Onlar Kitab’ın
anasıdır. Öbürleri ise müteşâbihtirler. İçlerinde yamukluk olanlar, fitne
çıkarma isteği ve onu tevîl isteği ile müteşâbih olanına uyarlar. Oysa onun
tevîlini Allah’tan başkası bilmez. Sağlam bilgi sahipleri şöyle derler: “Biz
buna inanırız. Hepsi de Rabbimiz katındandır.” Böyle düşünenler sadece içi
temiz olan kimselerdir.” (Âl-i İmrân 3/7)
Tevîl, bir şeyi hedefine çevirmektir[6]. Müteşâbih âyetlerin hedefi muhkemlerdir.
Onlardan birini diğerine çeviren ve birini diğeri ile açıklayan Allah
Teâlâ’dır. Bunu başkası yapamaz. Ama “.. içlerinde yamukluk olanlar, fitne
çıkarma isteği ve onu tevîl isteği ile müteşâbih olanına uyarlar.” Yani âyetler
arası ilişkileri göz ardı edip onları istedikleri hedefe çevirmeye ve fitne
çıkarmaya çalışırlar.
İyi niyetli
olduğu halde âyetler arası ilişkiyi yanlış kuran alimler de olabilir. İçlerinde
fitne çıkarma isteği ve âyetleri kendi arzularına göre tevîl isteği olmadığı
için onlar, yukarıdakilerden sayılmazlar.
“Sağlam
bilgi sahipleri derler ki; biz buna inanırız, hepsi de Rabbimiz katındandır”. Yani âyetleri
muhkem ve müteşâbih olarak
indiren, onları birbirine
bağlayıp tevîl yapan odur. Biz âyetleri tevîle değil, Allah’ın tevîlini bulmaya
çalışırız.
Âyetler arası ilişkiler ağını göremeyenler;
tevîl, müteşâbih ve mesânî kelimelerine farklı anlamlar yüklemişlerdir. Bu
yüzden bir çok âyet yanlış tevîl edilmiş ve bu tevîller nice İslâmî kurumu,
sıkıntı kaynağı haline getirmiştir. Talak, evlenmede velâyet ve faiz konuları[7] buna örnek olabilir. Açıklamasız kalan veya
yanlış açıklanan çok sayıda âyet de vardır. Bunlara “işittik ve isyan ettik[8]” âyeti ile Hac Suresi’nin 15. âyeti[9] örnek verilebilir.
Âyetler arası ilişkilerin görülememesi, Kur’ân - Sünnet bütünlüğünün
kaybolmasına ve hadislerle Kur’ân arasındaki bağın, gereği gibi görülememesine
yol açmıştır. Bu sebeple çoğunluk Sünneti, Kur’ân’ın yanında, ondan bağımsız,
ikinci delil saymış ve kopukluğu derinleştirmiştir. Bu tavır, Kur’ân ile Sünnetin zıt anlamlar içerebileceği veya
farklı sahaları düzenleyebileceği iddiasını beraberinde getirmiştir. Altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz satışlarını düzenleyen hadisin
algılanışı ile faiz âyetleri arasındaki zıtlık buna örnek olabilir[10]. Bunlardan bazıları daha ileri giderek Sünnetin Kur’ân’ı nesh
edebileceğini söylemişler, bazıları da Kur’ân, Kur’ân’ı, Sünnet Sünneti nesh eder; bunlardan biri diğerini
neshedemez demişlerdir[11].
Kur’ân – Sünnet ilişkisinin yanlış
kurulmasından doğan sıkıntılar sebebiyle kimi alimler, Sünneti dikkate
almazken, kimileri de sıkıntının Kur’ân’dan kaynaklandığını sanarak
“tarihselci” yaklaşımla Kur’ân'ı, indiği zamana ve indiği coğrafyaya veya dînî
ve ahlâkî ilişkiler sahasına hapsetme gayretine girmişlerdir. Bu yaklaşımlar;
hem yanlış tevîllerin sahasını genişletmiş, hem de bazı âyetleri görmeme veya
tarihe hapsetme gibi ağır sonuçlar doğurmuştur. Çoğunluğun ortak hatası ise,
güvendikleri alimlerin kitaplarında yer alan bilgileri, olduğu gibi doğru kabul
ederek Kitap ve
Sünnet açısından yeteri kadar eleştirememeleridir. Ama yukarıdaki âyetlerin
ortaya koyduğu metot, yanlış tavırların tamamına engel olacak niteliktedir.
Şimdi muhkem, müteşâbih, mesânî ve tevîl kelimelerine, Kur’ân'ın verdiği
anlam ile ulemanın verdiği anlamı karşılaştırmalı olarak görmeye çalışalım:
Muhkem; lafız ve anlam açısından şüphe doğuracak yanı olmayan söze denir[12]. Muhkem âyet, “şöyledir” veya “değildir” diye
açık ve kesin hüküm bildirir. Bunun tanımında bir
ihtilaf yoktur.
Müteşâbihin kökü,
benzerlik anlamına gelen ‘şibh veya şebeh’tir. Birbirine benzeyen iki şeye müteşâbih, aradaki benzerliğe teşâbüh denir[13]. Aşağıdaki sekiz âyette kelime bu anlamdadır.
a.
“İnanan ve iyi işler yapanlara müjde ver; içinden ırmaklar akan cennetler onlar
içindir. Onun her ürününden yararlandıkça “bu daha önce yararlandığımız şeydir”
diyeceklerdir. Onlara orada müteşâbih şeyler verilecektir.” (Bakara 2/25)
b. "Bizim için Rabbine sor, o nasıl bir
şeydir, bize açıklasın. Bize göre, sığır sığıra müteşâbihtir, Allah dilerse, hedefi tam tuttururuz" dediler.” (Bakara 2/70)
c.
“Kendini bilmezler derler ki: “Allah bizimle de konuşsa, yahut bize de bir belge
gelse ya!. " Onlardan öncekiler de bu ağzı kullanmıştı. Kalpleri müteşâbih
oldu.” (Bakara 2/118)
d. “Gökten su indiren Allah'tır. O onunla
her türlü bitkiyi çıkarır[14].
Yeşilliği ondan; üst üste binmiş taneleri de yeşillikten çıkarır. Hurmadan;
onun tomurcuğundan sarkan salkımları, üzüm bağlarını, zeytini ve narı da
müştebih ve gayri müteşâbih halde çıkarır.” (En'âm 6/99)
e. “Çardaklı
ve çardaksız bitkileri, yenmeleri farklı hurma ve ekini; zeytini ve narı, müteşâbih
ve gayri müteşâbih halde var eden odur.” (En'âm 6/141)
f. “Yoksa Allah’la ortak özellikte
varlıklar oluşturdular ve onlar, Allah’ın yaratması gibi yarattılar da
yaratılanlar kendilerine müteşâbih mi göründü? De ki, her şeyi yaratan Allah’tır.
O tektir, her şeye hâkimdir.” (Ra’d 13/16)
g. “Allah sözün en güzelini, müteşâbih ve mesânî bir kitap olarak indirmiştir.” (Zümer 39/23)
h. “Sana bu Kitab’ı indiren odur. Onun bir
kısmı muhkem âyetlerdir. Onlar Kitab’ın anasıdır. Öbürleri ise müteşâbihtir.” (Âl-i İmrân 3/7)
Alimler
müteşâbihe, yukarıdaki yedi âyette “birbirine benzeyen iki şey” anlamı vermişler ama Al-i İmran 7. âyetteki
müteşâbihi, hiçbir delile dayanmadan, şöyle tarif etmişlerdir: “Anlamı kapalı olan, Kitap ve Sünnette ne kesin ne de zannî
herhangi bir delil bulunmadığından alimlerin aklının onu idrake yetmeyeceği âyettir[15].”
Muhkemler “Kitab’ın anası, geriye kalanı müteşâbih” olduğundan, Kur’ân’ın büyük bir bölümünün müteşâbih olduğu açıktır.
Çünkü “ana” her zaman az, diğerleri fazla olur. Bu sebeple yukarıdaki tarif,
âyetlerin büyük bir kısmının anlaşılamayacağı iddiasını da taşımaktadır. Bunu
kabul etmek mümkün olmadığından her alim, yine bir delile dayanmadan müteşâbih
sayısını sınırlama gayretine girmiştir.
Taberî’nin İbn Abbâs’tan nakline göre muhkem; Kur’ân’ın nâsihi, helâli,
haramı, hadleri, farzları, inanılan ve amel edilen âyetleridir. Müteşâbih ise;
Kur’ân’ın mensuhu, geçmiş ve gelecekle ilgili haberleri, yeminleri, örnekleri
ile inanılan ama amel edilmeyen âyetleridir[16].
Ragıb el-İsfahanî’ye göre müteşâbih üçe
ayrılır:
1-
Kıyâmetin vakti, dâbbet’ül-ard ve çıkış
şekli gibi bilinmesi mümkün olmayan müteşâbih.
2- Garip lafızlar
ve muğlak hükümler gibi insanların bir şekilde bilebilecekleri müteşâbih.
3- İlimde
derinleşmiş alimlerin bilip onların dışında kalanların bilemeyeceği müteşâbih[17].
Elmalılı Muhammed
Hamdi Yazır konuya bilimsel izah getirme gayretiyle şöyle
demiştir: “İki şeyin
birbirine karşılıklı ve eşit olarak benzemesine teşâbüh, benzeyenlerden her
birine müteşâbih denir ki, biri diğerinden seçilemez, zihin
onları ayırt etmekten aciz kalır. Teşbih ve
müşabehette bir taraf eksik ve ikinci derecede, diğer taraf tam ve esas olur.
Teşâbühte[18] ise her iki taraf
aynı kuvvette ve eşit benzerlikte olur, benzerlikler farklılıkları örter de şu
âyetlerdeki gibi seçilemez olurlar: "Muhakkak ki, o inek bize teşâbühlü
oldu." (Bakara, 2/70), "Kalpleri
teşâbühlü oldu." (Bakara, 2/118), "..
ve onun müteşâbihi kendilerine
verilecek." (Bakara, 2/25) Demek ki teşâbüh
seçilememeye sebeptir. Seçilememek bunun gerektirdiği bir anlamdır[19].”
Bu izahın ilmî
bir yanı yoktur. Elmalılı bunu, Fahrettin Râzî’den almıştır[20]. Yukarıdaki
âyetleri, kendi tefsir ederken aynı hataya düşmemiştir. Bakara 25. âyeti
şöyle tefsir etmiştir: “Acaba iki âlemdeki bu meyveler gerçekte aynı çeşitten
midir? Hayır aynı çeşitten değil, benzerdirler, birbirine karşılıklı olarak bir
benzeyişleri vardır. Gerçekte ise aralarında büyük farklar vardır[21].” Yani bir
karıştırma söz konusu değildir.
Bakara 70. âyetle
ilgili tefsiri şöyledir: “Bu bakara bize müteşâbih geldi, hangi bakara olduğunu
kestiremedik. Biz onun özelliklerini sordukça bize başkalarında da olan
özellikler açıklanıyor[22]”. Başkalarında
da olan özellikler, benzer özelliklerdir.
Elmalılı’nın
Bakara 118 ile ilgili tefsiri ise şöyledir: “Görüyorsunuz, öncekilerle bunların
kalpleri tamamen birbirine benzemiş, duygu ve düşünceleri sanki birbirinin aynı
olmuştur[23].” Buradaki
benzerlik de duygu ve düşünce benzerliğidir; yoksa onların birbirinden
seçilememesi değildir.
Tefsir usülcüleri
bir gariplik daha yapmış; Hûd suresinin ilk âyetini delil göstererek Kur’ân’ın
hepsini muhkem, Zümer 23. âyeti delil göstererek hepsini müteşâbih, Al-i İmran
7. âyeti delil göstererek bazı âyetleri muhkem bazılarını da müteşâbih saymışlardır[24].
Peygamberimiz
müteşâbihle ilgili açıklama yapmamıştır. Aişe annemiz dedi ki; Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem,
Âl-i İmrân 7. âyeti okudu ve şöyle dedi: "Kur’ân'ın müteşâbih âyetlerine tâbi olanları
gördüğünüzde bilin ki onlar Allah'ın âyette haber verdiği kimselerdir, onlardan
sakının[25]."
Hadiste
de müteşâbihin ne olduğu açıklanmadığı için ona, sözlük anlamını vermek
gerekir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki, onlara iyice
açıklasın.” (İbrahim 14/4)
Görüldüğü
gibi ulemanın müteşâbih anlayışı, ne Kur’ân’a, ne Sünnete, ne Arap diline ne de
bilimsel bir gerekçeye dayanır. Bu anlayış Kur’ân’ın, birkaç âyet dışında
anlaşılmaz olmasını da gerektirir. Halbuki o, açık bir kitaptır. Bir çok sure “Bunlar o açık Kitab’ın
âyetleridir[26]”
diye başlar. Bu sebeple bu anlayışın kabul edilebilecek bir yanı yoktur.
Müteşâbih, birbirine
benzeyen iki şeye denir. Bu, teşbihten farklıdır. Teşbih, benzerliği
göstermek için değil, güçlü ve etkili bir anlatım için yapılır. “Aslan gibi
cesur adam” veya “tilki gibi kurnaz çocuk” derken adam cesarette aslana, çocuk
kurnazlıkta tilkiye benzetilir. Aslında ne adam aslana, ne çocuk tilkiye benzer.
Yani bunların müteşâbih olmaları gerekmez. Müteşâbih, olan şeyler cinsleri, nevileri ve sınıfları
oluşturur. Eşya ancak bu şekilde tanınır. İlimler bu şekilde oluşturulur ve
yeni hedeflere ancak bu şekilde ulaşılır.
Al-i
İmran 7 ve Zümer 23. âyetler; Kur’ân âyetlerinin de müteşâbih olduğunu
gösterir. Bunlar birbirini açıkladığından
müteşâbih olmaları kaçınılmazdır. Öyleyse Kur’ân’ı öğrenirken, eşyayı öğrenir
gibi davranmak, müteşâbih âyetleri kümelere ayırıp Kur’ân’ın açıklamasına
ulaşmak gerekir. Benzerlik en az iki şey arasında olacağından Kur’ân’da ikili
ilişkiler ağı vardır. Bunu âyetlerdeki mesânî kelimesi kuvvetlendirmektedir.
Mesânî مثَانِي) ), mesnâ (مثَنى)'nın çoğuludur. Mesnâ,,
ikişer, mesânî de ikişerler anlamına gelir[27]. Kelime,
aşağıdaki dört âyette geçer:
a. “Yetim kızların haklarını
gözetemeyeceğinizden korkarsanız size helal olan diğer kadınlardan ikişer
(mesnâ), üçer veya dörder nikah edin. Eşit davranamayacağınızdan korkarsanız
bir kadınla veya sahip olduğunuz cariye ile yetinin. Böylesi, sıkıntıya
düşmemeniz için daha uygundur.” (Nisa
4/3)
b.
“De ki; size bir tek öğüdüm var: Allah için ikişer ikişer (mesnâ) ve
teker teker kalkın ve iyi düşünün;
arkadaşınızda bir delilik yoktur, o sadece şiddetli bir azâbın öncesinde sizi
uyaran biridir.” (Sebe 34/46)
c. “Gökleri ve yeri yaratan,
melekleri, ikişer (mesnâ) üçer ve dörder kanatlı elçiler kılan Allah,
neylerse güzel eyler...” (Fâtır
35/1)
d. “Allah
sözün en güzelini, müteşâbih ve mesânî bir kitap olarak indirmiştir.” (Zümer 39/23)
Muhkem ve onu
açıklayan müteşâbih âyet, iki
ayet eder. Bunları açıklayan iki ayet daha olur. Bazı konularda bu âyetler iki,
dört, altı, sekiz… şeklinde uzar gider. Bu âyetleri bulup ortaya çıkaranlar,
her konu ile ilgili en ince ayrıntıya ulaşabilirler. Birbirini açıklayan âyetler
arasındaki ikişerli ilişkiy i gösteren kelime mesânî kelimesidir.
Şu âyette de
mesânî geçer. “Sana
o mesânîden yedi tane ve yüce Kur’ân’ı verdik.” (Hicr 15/87) Burada kelime
el-mesânî şeklinde marife olduğu için Zümer suresindeki anlamdadır. Böylece
Hicr 87 ile Zümer 23. âyetleri bize, bütün âyetlerin mesânî olduğunu göstermiş
olur.
Hicr 87,
mesânîlerden yedisine dikkat çekmiştir ki, onlar Fatiha’nın âyetleridir. Bu
sebeple Fatiha, Kur’ân’dan süzülmüş bir öz ve surelerin en yücesi olmuştur. Ebû
Saîd el-Muallâ diyor
ki, Mescitte namaz kılıyordum, Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem seslendi cevap
vermedim. Sonra “Ey Allah’ın Elçisi, namaz kılıyordum” dedim. “Allah Teâlâ; size seslendiğinde Allah’a ve Elçisine
karşılık verin.” demiyor mu? Dedi ve devam etti: “Bu
Mescitten çıkmadan sana bir sure öğreteceğim, o Kur’ân’ın en yüce suresidir.”
Sonra elimden tuttu, mescitten çıkmak istedi; dedim ki, “Demedin mi, sana bir
sure öğreteceğim ki, o Kur’ân’ın en yüce suresidir, diye?” Dedi ki; “El-hamdu
lillah (Fatiha Suresi) bana verilmiş yedi mesânî ve yüce Kur’ân’dır[28]. Allah onun
gibisini ne Tevratt’a, ne İncil’de indirmiştir[29].”
Âyetler arası
ilişkiler doğru kurulamayınca mesânîye de doğru anlam verilememiştir. Ulemanın
önemli bir bölümü ona, tekrar etme, birkaç kere tekrarlama anlamı vermişler;
bunu Kur’ân’da kıssaların, öğütlerin, hükümlerin, geçmişle ilgili haberlerin ve
olayların tekrarlanması, rahmet âyetlerinin azap âyetlerine bitişik olması,
birbirine zıt şeylerden, cennetten, cehennemden, iyi ve kötü kişilerin
özelliklerinden bahsetmesi şeklinde açıklamışlardır[30]. Fahrettin Râzî şöyle
demiştir: “Kur’ân’da geçen her şey çifttir; emir-nehiy, amm-has,
mücmel-mufassal, yer ve göklerin durumu, cennet- cehennem, karanlık-aydınlık,
korku ve ümit gibi çifter çifterdir. Maksat Allah’ın dışındaki her şeyin çift
olduğunu açıklamaktır. Bu da her şeyin zıddıyla yani kendine ters gelenle
imtihan edildiğini gösterir. Tek olan sadece Allah Teâlâ’dır[31].”
Râzî’nin sözleri
güzeldir, ancak Kur’ân’ın açıklanmasına katkı sağlamamaktadır.
Tevîl sözlükte, (رد
الشيئ إلى
الغاية
المرادة منه) bir şeyi hedefine çevirmektir[32]. Kur’ân’da bu anlam, mesânî prensibine uygun olarak
dört yerde açıklanmıştır.
Musa aleyhisselam Hızır’la[33] yolculuk yapmış, bazı davranışlarına
dayanamamıştı. Çünkü Hızır,, önce bindikleri gemiyi delmiş, sonra bir erkek çocuğunu öldürmüş ve sonra da
kendilerini misafir etmek istemeyen bir
kasabada yıkılmak üzere olan bir duvarı doğrultmuştu. Ayrılmaya karar
verdikleri bir sırada Hızır;
سَأُنَبِّئُكَ
بِتَأْوِيلِ
مَا لَمْ تَسْتَطِع
عَّلَيْهِ
صَبْرًا
“... dayanamadığın işlerin tevîlini
sana anlatacağım." (Kehf, 18/78) diyerek şunları söylemişti:
"Gemi, denizde çalışan ve başka
işleri olmayan birkaç kişinindi; istedim ki onu kusurlu hale getireyim. Çünkü arkalarında
sağlam gemilere zorla el koyan bir hükümdar vardı."
"Oğlana gelince; ana babası
inanmış kimselerdi. Onun onları azdırmasından ve inkara sürüklemesinden
korktuk. İstedik ki Rableri onlara, daha temiz ve daha merhametli birini versin."
"Duvar ise, şehirde iki yetim
erkek çocuğa aitti. Altında onlara ait bir
hazine vardı. Babaları iyi insandı. Rabbin istedi ki; onlar reşit
olsunlar ve hazinelerini çıkarsınlar. Bu, Rabbinden bir ikramdır, bunları
kendiliğimden yapmış değilim. Dayanamadığın işlerin tevîli işte budur." (Kehf 18/79-82)
Her bir olayın tevîli, yani ana bağlantısı gösterilince Musa
aleyhisselamın şaşkınlığı geçmişti.
Rüya yorumuna tevîl denir. Yusuf aleyhisselam
zindanda iken hükümdar şöyle demişti:
"Ben,
yedi semiz ineği yedi zayıf ineğin yediğini; yedi yeşil başak ve bir o kadar da
kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Rüya yorumlamayı biliyorsanız rüyamı
doğru yorumlayın."
Dediler
ki: "Bunlar karışık rüyalar; biz böyle rüyaların tevîlini
bilmeyiz".
(Yusuf ile zindanda iken) kurtulan iki kişiden biri,
nice zaman sonra Yusuf'u hatırladı ve: "Ben size onun tevîlini
bildireceğim, bana müsaade edin." dedi. Sonra, Yusuf, aleyhisselama geldi, o da rüyayı tevîl etti ve
dedi ki:
"Yedi
yıl sürekli ekim yapın, bütün hasadı başağında bırakın; yiyeceğiniz az bir
kısım başka. Sonra arkadan yedi kıtlık yılı gelir, bütün biriktirdiğinizi yer
tüketir; sakladığınız az bir kısım başka. Sonra arkadan, halkın rahat edeceği
bir yıl gelir, o zaman da sıkıp sağarlar". (Yusuf 12/43-49)
Rüya tevîli, günlük hayattaki olaylardan hangisinin,
rüyadaki sembole benzediğine bakılarak yapılır. Bu ilgiyi kuramayanlar, o
tevîli yapamazlar. Hükümdarın adamları bunu yapamamışlardı.
Dünya imtihan
yeridir. Buradaki her olayın ahiretle bağlantısı vardır. Doğru bağlantıyı
kuramayanlar umdukları cennete değil, istemedikleri cehenneme giderler. Allah
Teâlâ şöyle buyurur:
"Cehennem
halkı cennet halkına şöyle seslenecektir: “O sudan ve Allah'ın size verdiği rızıktan
bize de aktarın. Onlar diyecekler ki: Allah Teâlâ bunları kâfirlere haram kıldı.
Kâfirler,
oyunu ve eğlenceyi kendilerine bir din, bir hayat biçimi edinenlerdir. Dünya
hayatı onları aldattı. Bugün biz onları
unutacağız; zaten onlar da böyle bir günle karşılaşacaklarını unutmuşlar ve
âyetlerimizi bile bile inkâr etmişlerdi.
Biz
onlara bir kitap, göndermiş ve onu bilgiyle açıklamıştık. İman
edeceklere doğru yolu göstersin ve bir ikram olsun diye göndermiştik.
Onlar
onun tevîlinden başkasını mı bekliyorlar? Tevîli geldiği gün evvelce onu
unutmuş olanlar şöyle diyeceklerdir: “Rabbimizin elçileri gerçekten doğruyu
getirmişler. Bize şefaat edecek kimseler var mı ki şefaat etsinler. Ya da geri
gönderilsek de yapıp ettiğimiz işlerden başkasını yapsak.” Onlar kendilerini
tüketmiş kimselerdir. Uydurdukları şeyler de çekilip kaybolmuş olacaktır.” (A’raf
7/50-53)
Görüldüğü gibi dünyadaki davranışların âhiretle
bağlantısı da tevîl kelimesi ile ifade edilmiştir. Asıl ve kalıcı olan
âhirettir. Orada verilecek karşılık, burada yapılanların benzeri olacaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Kim bir iyilikle gelirse ona onun on katı verilir;
kim de bir kötülükle gelirse ona sadece onun dengi bir ceza verilir. Hiçbirine
bir haksızlık yapılmaz.” (En’am
6/160)
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Sana
bu Kitab’ı indiren odur. Onun bir kısmı muhkem âyetlerdir. Onlar Kitab’ın
anasıdır. Öbürleri ise müteşâbihlerdir. İçlerinde yamukluk olanlar, fitne
çıkarma isteği ve onu tevîl, isteği ile müteşâbih olanına uyarlar. Oysa
onun tevîlini Allah’tan başkası bilmez. Sağlam bilgi sahipleri şöyle
derler: “Biz buna inanırız. Hepsi de Rabbimiz katındandır.” Böyle düşünenler sadece
içi temiz olan kimselerdir.” (Âl-i İmrân 3/7)
Yukarıdaki üç olayda olduğu gibi bu âyette de tevîl ana unsura değil açıklamaya bağlanmış “... Onun tevîlini Allah’tan başkası
bilmez.” denmiştir. Burada ana unsur muhkem âyetler, onları
açıklayanlar ise müteşâbih olanlardır. Âyetler arasında ilişki kurarak birini
diğerine bağlayan Allah Teâlâ olduğu için onların tevîlini o yapmıştır. Araya benzerlik koymuş ki bağlantıları takip edip
onun tevîlini bulabilelim. Âyetler arasında Allah’ın kurduğu ilişkiye bakmadan
ulaşılan tevîl, Allah’ın tevîli olamaz. Bunu bilerek yapan, yoldan çıkar. Çünkü
bu tavır, âyetleri bağlantılarından koparmayı ve bazı âyetleri
görmemeyi zorunlu kılar. Dini kullanarak insanları yoldan çıkarmanın en kısa
yolu budur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“İndirdiğimiz açıklayıcı âyetleri ve ana
yolu bu Kitapta insanlara açıkladığımız halde, gizleyenler var ya, Allah işte onlara lanet eder. Lanet edecek
olanlar da lanet ederler.
Tevbe edip kendini düzelten ve onları açıklayanlar
başka. Onların tevbesini kabul ederim. Ben tevbeleri kabul ederim, ikramım
boldur.” (Bakara 2/159-160)
Tevîlde bir ana konu,
bir de onun açıklaması vardır. Hızır olayında ana konu, Musa aleyhisselamın bilmediği arka plandır. Gördüğü
olaylar ise onların açıklamasıdır.
Melik’in rüyası da ileride olacak olayların
açıklamasıydı. Onun adamları rüya ile o olaylar arasında ilgi kuramadıkları
için yorum yapamamışlardı.
Dünyadaki her olayın
ahiretle bağlantısı vardır. Bunlar ahirette kişinin başına gelecek şeylerin
habercisidir.
Demek ki tevîl;
benzerlikten yola çıkarak ana unsur ile açıklayıcı unsuru bulup açıklamaya
ulaşmaktır. Âyetlerin tevîli için de benzerlikten yola çıkarak ana (muhkem)
âyeti ve açıklayıcı (müteşâbih) âyetleri bulmak gerekir. Bu yol bizi, âyetlerin
açıklamasına götürür.
Alimler müteşâbihe “akılların onu idrake yetmediği
âyettir[34]” dedikleri için tevîle farklı anlam vermek zorunda kalmışlar ve Al-i İmran 7’deki şu bölümü anlamada
sıkıntıya düşmüşlerdir:
وَمَا
يَعْلَمُ
تَأْوِيلَهُ
إِلاَّ
اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ
فِي
الْعِلْمِ
يَقُولُونَ
آمَنَّا بِهِ
كُلٌّ مِّنْ
عِندِ
رَبِّنَا
Kendilerine “cumhur” adı verilen çoğunluk buna, şu anlamı vermiştir: “Onun tevîlini Allah’tan başkası
bilmez. Sağlam bilgi sahipleri şöyle derler: “Biz buna inanırız. Hepsi de
Rabbimiz katındandır”. Bunlara göre müteşâbihler, Allah’ın kendi bilgisine has olmak üzere
seçip ayırdığı âyetler olduğundan hiçbir âlim onların anlamını bilemez.
Azınlıkta kalan âlimler âyete şu anlamı vermişlerdir: “Onun
tevîlini Allah ile sağlam bilgi sahiplerinden başkası bilmez. Onlar şöyle
derler: “Biz buna inanırız. Hepsi de Rabbimiz katındandır.” Bunlara göre sağlam
bilgi sahipleri, müteşâbihi bilirler[35]. Onların bu bilgiye nasıl ulaşacakları, tevîl kelimesine verilen anlamda
gizlidir.
İmam Maturidî’ye göre tevîl: Kesinlik ve Allah’ı şahit tutma olmaksızın
lafzın muhtemel anlamlarından birini tercih etmektir[36].
Muhammed Ebû
Zehra’ya göre: “Lafzı görünen anlamından alıp,
başka anlam taşıyan ama görünmeyen anlamına hamletmektir[37].”
Zekiyyüddin
Şa’ban’a göre ise “Lafzın zahir manasında anlaşılmaktan
engellenmesi ve bir delile binaen zahir olmayan başka bir mananın
kastedildiğine hükmolunmasıdır[38].”
Bu tariflere göre
tevîl, bir sözü, görünen anlamından alıp, görünmeyen anlamına götürmektir.
Görünmeyen anlam deyince ortaya belirsizlikler zinciri çıkar.
Ulemanın
tevîl anlayışının doğru gerekçelere dayanmadığı ortadadır.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
وَأَنزَلْنَا
إِلَيْكَ
الذِّكْرَ
لِتُبَيِّنَ
لِلنَّاسِ
مَا نُزِّلَ
إِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ
يَتَفَكَّرُونَ
“Sana
bu Zikri (Kur’ân’ı) indirdik ki, ne indirildiyse onu
insanlara açıklayasın.” (Nahl 16/44)
Bir âyet de şöyledir:
“Ey inananlar! Sizin için; Allah'a ve ahiret gününe umut bağlayan ve Allah'ı
çok anan (Allah’ın kitabını çok okuyan) herkes için Allah’ın Elçisi’nde güzel
bir örnek vardır.” (Ahzab 33/21)
Allah’ın Elçisi’nin açıklamasını âyetler
arası ilişkileri iyi bilenler de bulabilirler. Allah, alimlerin hatalarını
söylemediği için onlara her zaman güvenilmez. Elçi’nin açıklaması ise Allah tarafından
onaylanmış açıklamadır. Çünkü o, yanlış açıklama yapamaz. Allah Teâlâ şöyle
buyurur:
“Eğer o Elçi bize karşı bir takım sözler
uydursaydı, onu
en güçlü yerinden yakalardık, sonra da şah damarını koparırdık,
artık sizden hiçbiri bunun önüne geçemezdi.” (Hâkka 69/44-47)
“Ey
Elçi! Rabbinden sana her indirileni tebliğ et, etmezsen onun elçiliğini yerine
getirmiş olmazsın. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Allah kâfirleri yola getirmez.” (Mâide 5/67)
Teblîğ, görevi tam ve eksiksiz yerine
getirmektir. İnen âyetleri insanlara bildirmek tebliğ olduğu gibi açıklamak da
tebliğdir. Çünkü açıklama, görevin bir parçasıdır. Nitekim Peygamberimiz Veda
Hutbesinin her bölümünü, "dikkat edin, tebliğ ettim mi?" sözüyle
bitirmiş, bunu üç kere tekrarlamıştı. Dinleyenler de “evet tebliğ ettin”, diye
cevap vermişlerdi.
Allah’ın Elçisi’nin, hangi sünnetiyle hangi âyeti
açıkladığı hemen anlaşılmayabilir. Benzerlikten hareketle ilgili âyeti bulmak
gerekir. Kur’ân’a ters ya da kendi içinde çelişkili
görülerek kenara itilmiş çok sayıda hadis vardır. Ama hadisin hangi âyeti
açıkladığı tespit edilirse çelişki büyük ölçüde ortadan kalkar. Bu konuda şufa
yani önalım hakkı ile ilgili hadisi örnek verebiliriz:
Câbir b. Abdullah’ın bildirdiğine göre Allah’ın Elçisi, paylaşılmamış her şeyde şufa
kararı vermiştir. Sınırlar çizilip yollar ayrıldıktan sonra şufa olmaz[39].
Şufa Mecelle’de şöyle tarif edilir: Satın alınan
bir taşınmazı, müşteriye kaça mal olduysa o miktar ile kendine mal etmektir[40]. Bir arsada ortak iki
kişiden biri, diğerine sormadan kendi
payını satsa da diğeri bu satışa razı olmayıp arsadaki payı kendi almak istese,
şufa hakkını kullanarak alabilir. Müşteri ondan, sadece mal oluş fiyatını
isteyebilir. Müşteri, arsadaki payın yeni sahibi olacağından, onu ondan zorla
almayı şu âyet yasaklamıştır:
“Müminler, mallarınızı aranızda haksızlıkla
yemeyin; karşılıklı rızaya dayalı bir ticaretle olursa yiyebilirsiniz.” (Nisa 4/29)
Allah’ın Elçisi’nin, Kur’ân’a aykırı açıklaması olamaz. Öyle ise bu,
istisnai bir durum olmalıdır. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur:
وَقَدْ
فَصَّلَ
لَكُم مَّا
حَرَّمَ
عَلَيْكُمْ
إِلاَّ مَا
اضْطُرِرْتُمْ
إِلَيْهِ
“Allah size neyi yasaklamışsa açık açık bildirmiştir;
zor durumda kaldıysanız başka.” (En’am 6/119)
Demek ki Allah, zor durumda kalanın neleri yapacağını açıkça
bildirmemiştir. Öyleyse kimin zor durumda sayılacağı ve ne gibi şeyler yapacağı
hususunda Elçi’nin açıklamaları önem kazanır.
Taşınmazdaki bir payın başkasına satılması,
ortağı zora sokar. Şufa hakkı bu zorluğu giderme yoludur. Bu hakkın
varlığını bilerek o taşınmazı satın alan da sonucuna katlanır.
Sünnet, Kur’ân’dan ayrı bağımsız bir kaynak
değildir; Kur’ân’a tabidir. Allah Teâlâ Elçisi’ne şöyle buyurur: “De
ki: Ben sadece bana vahyolunana uyarım. Ben Rabbime karşı gelirsem, büyük günün
azabından korkarım.” (Yunus
10/15)
“(Ey
Elçi!) Rabbin'den sana ne vahyedildi ise ona uy. O'ndan başka ilah yoktur,
müşriklerden de yüz çevir.” (En’am
6/106)
Ayetlerin gösterdiği gibi Sünnet Kur’ân’a tabidir. Tabi olanı metbuundan (tabi
olduğu şeyden) ayırmak ve ona ayrı hüküm vermek olmaz. Bu sebeple Kur’ân önde, Sünnet
arkada olmak üzere her konu, Kur’ân ve Sünnet bütünlüğü içinde ele alınmalıdır.
O zaman, Peygamberimizin genel kurala aykırı veya çelişkili (gibi) gözüken söz
ve uygulamalarının farklı alanları açıkladığı ortaya çıkar. Sünnet konusunda
aceleci davranmamalı, onun ilgili olacağı âyeti mutlaka bulmalıdır. Bu metot, uydurma
hadisler için de kalkan görevi yapar. Örnek olsun diye evlenmede velâyet ve
faiz ile
ilgili açıklamalara bakılabilir[41].
Kur’ân, kendinden önceki ilahi kitapları kabul eder.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Allah sana
bu Kitab’ı, gerçekleri içeren ve kendinden
öncekileri kabul eden bir kitap olarak indirdi. Tevrat’ı ve İncil’i de o indirdi.
Onlar daha önce, insanlar için birer
rehberdi. Allah hep doğruyu yanlıştan ayıran kitaplar
indirmiştir. Allah'ın âyetlerini
görmezlik edenler… İşte onlar için ağır bir ceza vardır. Allah güçlüdür, öç alması da vardır.” (Al-i İmran 3/3-4)
İlk
peygamberden son peygambere kadar vahiyde bütünlük vardır. Kur’ân âyetlerinin büyük bir kısmı Nuh’a, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya vahyedilene denktir. Allah Teâlâ
şöyle buyurur:
“Allah Nuh'a
ne buyurmuşsa onu, sizin için bu dinin şeriatı yapmıştır. Sana vahyettiğimiz,
İbrahim’e,
Musa’ya
ve İsa’ya
emrettiğimiz şudur: Dini ayakta tutun ve o konuda ayrı düşmeyin. Senin
çağırdığın şey müşriklere ağır geldi. Allah isteyen kimseyi kendi tarafına alır
ve doğruya yöneleni de kendine yönlendirir.” (Şûrâ 42/13)
Kur’ân’ın bir kısmı da sadece Peygamberimize
vahyedilen ve hafifletici hükümler içeren âyetlerden oluşur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Bir âyeti nesheder veya unutturursak,
yerine ya daha hayırlısını, ya da dengini getiririz. Bilmez misin, Allah’ın gücü her şeye yeter.” (Bakara 2/106)
Kur’ân, önceki kitapları neshetmiştir. Çünkü nesih sözlükte; bir şeyi bir başka şeyle değiştirme,
onun yerine başkasını koyma demektir[42]. Kur’ân, ilahi kitapların, Allah tarafından
tasdik edilmiş son nüshasıdır. Kur’ân’a uymak; Tevrat’a, İncil’e ve peygamberlere inen tüm kitaplara
uymaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı bulacakları ümmi Peygambere uyanlara;
işte onlara o Peygamber iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar. İyi şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar. Sırtlarından ağır
yükleri, boyunlarından demir halkaları kaldırır atar. Kim ki ona inanır, onu
saygıyla destekler, ona yardım eder, onunla birlikte gönderilen o Nur’a uyarsa;
işte onlar umduklarına kavuşurlar.” (A’raf 7/157)
Önceki kitaplar, ehl-i kitapı tanımayı
sağlar ve onlarla ilişkilere yön verir. Allah Teâla
şöyle buyurur:
“De ki:
"Ey Ehl-i kitap!
Aramızda eşit seviyede olan bir söze gelin; Allah'tan
başkasına kul olmayalım. Ona bir şeyi ortak koşmayalım. Bizden biri diğerini Allah ile
kendi arasına rab olarak koymasın". Eğer yüz çevirirlerse deyin ki:
"Tanık olun, biz ona teslim
olmuşuzdur". (Al-i İmran 3/64)
Eski ilahî
kitaplardan, önceki toplumlarla ilgili bilgiler alabiliriz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Onlardan
önce yok etmiş olduğumuz kasabaların halkı inanmamıştı. Şimdi bunlar mı inanacak?
Senden
önce kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başka elçi göndermedik.
Bilmiyorsanız ehl-i zikre (o kitapları bilenlere) sorun.” (Enbiya 21/6-7)
Tevrat Kur’ân’dan hacimlidir. Kur’ân’da kısa geçen bazı konular,
Tevrat’ta genişçe yer alır. Bundan yararlanılarak ilgili âyetler açıklanabilir.
Mesela Tevrat’ın bildirdiğine göre, ilk Yahûdi lerin bulunduğu toplumda Apis adı
verilen bir boğaya tapılırdı. Bakara Suresinde de Yahûdi lere, bir boğa kesmelerinin emredildiği ama kesmemek için
bahane aradıkları bildirilmektedir[43]. Bu iki bilgi birleşince onları anlamak
mümkün olur. Musa aleyhisselamın bir süre ayrılmasını fırsat
bilerek neden buzağı heykeli yapıp taptıkları da anlaşılır[44]. Buradan hareketle kurban bayramı kurbanında, hayvanın kanını akıtmanın
şart olmasının sebebi de anlaşılır.
Buna şu âyet
örnek verilebilir:
“Bir gün sizden kesin söz almıştık. Tur’u da
tepenize kaldırmıştık. “Size verdiğimiz şeye sıkı sarılın; dinleyin!” demiştik.
“Dinledik ve sıkı sarıldık” demiştiniz. Halbuki, görmezlikten gelmeniz
sebebiyle o buzağı tutkusu içinize işlemişti. De ki: “İmanınız size ne kötü emir
veriyor!.. Eğer inanmış kimselerseniz.” (Bakara 2/93)
“Dinledik
ve sıkı sarıldık” diye tercüme edilen (سمعنا و
عصينا = semi’nâ ve
asaynâ) cümlesidir. Bütün
tefsir ve
meallerde ona “Dinledik ve isyan ettik” anlamı verilmiştir. “İsyan ettik” diyenler söz vermiş olamayacağı için
tefsirciler bu âyeti açıklayamamışlardır. Tevrat’a bakınca buradaki (عصينا = asaynâ)’nın
“sıkı sarıldık” diye anlaşılması gereği ortaya çıkar. Bu, kelimenin sözlük
anlamlarından biridir. Geniş bilgi "Sıkı Tutma/İsyan" başlığı altında
verilmiştir.
Eski ilahi
kitaplardan yararlanmanın en önemli tarafı, Kur’ân’ın onları nasıl tasdik ettiğini görmektir.
Bu sayede, o kitaplara karışan insan sözleri ayıklanabilir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Biz, her
elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki, onlara iyice açıklasın. Bundan
sonra Allah dileyeni sapıklıkta bırakır, dileyeni de yola getirir. Güçlü olan
o, doğru karar veren odur.” (İbrahim 14/4)
“Kur’ân, gerçekten varlıkların
sahibinin indirmesiyle inmiştir. Onu güvenilir Ruh, Cebrail indirdi. Senin kalbine… Uyarıcılardan olasın
diye. Apaçık Arap diliyle.” (Şuarâ 26/192-195)
Kur’ân Arapça
olduğu için onu anlamada Arap dilinin önemi açıktır. Ama bugün bir çok tefsir ve
mealde dil kurallarına aykırı uygulamalar vardır. Meâlini verdiğimiz İbrahim 4.
âyet buna örnek olabilir. Ulaşabildiğimiz tefsir ve mealler âyete şöyle anlam
vermişlerdir:
“Biz,
her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki, onlara iyice açıklasın.
Bundan sonra Allah dilediğini
sapıklıkta bırakır, dilediğini de yola getirir. Güçlü olan o, doğru karar veren
odur.”
Allah dilediğini yola getirecek ve dilediğini
saptıracaksa neden elçi göndersin? Bu durumda elçinin, o toplumun dili ile açıklama
yapmasının ne anlamı olur? Böyle anlamsız bir iş “doğru karar veren” Allah’a
yakıştırılabilir mi? İçinde ciddi çelişkiler olan ifadeler, Allah’ın sözü
olabilir mi?
Çelişkiler “يَشَاء = ister” fiilinin faili olan “o” zamirinin,
Arap dili kurallarına aykırı olarak, Allah lafzını gösterir sayılmasından
kaynaklanmıştır. Halbuki zamir, yanı başında bulunan “مَن
= men, kim’i gösterir.
Uzağı göstermesi için karine yani
geçerli bir sebep gerekir. Burada böyle bir karine yoktur. Âyetin doğru anlamı
şöyledir: “... Bundan sonra Allah dileyeni sapıklıkta bırakır,
dileyeni de yola getirir...” Bu anlam ile her
şey yerine oturmaktadır. Yoksa yanlış, yanlışı doğurmakta ve bir yanlışlar
zinciri oluşmaktadır. Bunlar tefsir ve
meallerde çoktur.
Fıtrat, varlıkların temel yapısını ve bu yapıyı
oluşturan yaratılış, değişim ve gelişimin ilke ve kanunlarını ifade eder.
Göklerin, yerin, insanların, hayvanların, bitkilerin yani her şeyin yapısı ve
işleyişi buna göredir. Bilimin, teknolojinin ve insan ilişkilerinin temel
kanunları bunlardır. Fıtrata aykırı davranışlar dengeleri bozar. Allah Teâlâ
şöyle buyurur:
“İnsanların kendi
elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve
denizde bozulma görüldü. Bunun böyle olması, Allah onlara,
yaptıklarının bir kısmını tattırsın diyedir. Belki vazgeçerler.” (Rum 30/41)
İnsanı
fıtrata aykırı davranışa iten; menfaatleri, beklentileri veya özentileridir. O,
önce bundan rahatsızlık duyar, sonra alışır ve zevk almaya başlar. Ama içinde
gizlenen rahatsızlık, zaman zaman ortaya çıkar. Bunlar hatalarının farkında
olduklarından iç muhasebesi yapmaktan kaçınırlar.
Fıtrat, Allah'ın âyetlerinden öğrenilir. Çünkü âyetler Allah'ın kitabı ile
sınırlı değildir; onlar her yerde vardır[45]. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Biz
onlara âyetlerimizi, hem çevrelerinde hem de kendi içlerinde göstereceğiz,
sonunda onun gerçek olduğu onlar açısından iyice anlaşılacaktır.” (Fussilet 41/53)
İç ve dış
dünyadaki âyetlerden edinilen bilgileri zihne yerleştirmek ve kullanıma hazır
halde tutmak gerekir. Bu tür bilgiye zikir denir. Onu kalbe ve dile getirme ve
hatırlama da zikirdir[46]. Bu bilgilerle Allah’ın kitabı arasında tam
bir uyum olur. Bu sebeple Kur'ân'ı okuyan her insanın içinde ona karşı bir
güven ve tatmin duygusu oluşur.
Peygamberler
tezekkür e
çağırmışlardır. Tezekkür, zihinde olan bilgiyi harekete geçirmektir.
İbrahim aleyhisselam puta tapanlara “tezekkür etmez
misiniz[47]?” derken “Fıtrattan edindiğiniz bilgilerle
benim sözlerimi karşılaştırıp yaptığınız yanlışı görmez misiniz?” demiş
olmaktadır. Bu onları, iç muhasebesi yapmaya çağırmadır.
İlâhî
kitapların ortak adı
da zikirdir[48]. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Bilin
ki kalplerin yatışıp rahatlaması Allah’ın
zikri ile olur.” (Ra’d
13/28)
Allah Teâlâ
Kur’ân ile ilgili olarak şöyle buyurur:
“O Zikri biz indirdik. Ne olursa olsun onu koruyacak olan da bizleriz.” (Hicr 15/9)
Sonuç olarak Kur’ân, fıtratın Allah tarafından
bildirilmiş şeklidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Sen
yüzünü dosdoğru bu dine, Allah’ın
fıtratına çevir. O, insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yarattığının
yerini tutacak bir şey yoktur. İşte sağlam din bu dindir. Ama insanların çoğu
bunu bilmezler.” (Rum 30/30)
İç ve dış
dünyadaki âyetlerin bir kısmını yalnız uzmanları bilebilir. Allah Teâlâ
şöyle buyurur:
“Sağlam bilgisi olanlar için
yeryüzünde âyetler vardır. Kendinizde de vardır; onları görmez misiniz?” (Zâriyat 51/20-21)
Fen ve teknik bilimciler, bu âyetleri en iyi okuyanlardır. Onlar
kanun koymaz, âyetlerde var olan kanunları keşfe çalışırlar. Bu onların fıtrata
uymasıdır. Sosyal bilimcilerden de o âyetleri okuyarak kanunlar keşfedenler
vardır. Ama onların bir çoğu kanun koymayı tercih eder ve topluma şekil vermeye
kalkışırlar. Bu tavır, sosyal alanda fıtrata aykırı kanun ve uygulamalara yol
açar. Bunun kötü etkisi zamanla ortaya çıkar ve dengeler bozulur. Zarar,
oldukça büyük ve uzun süreli olur.
Fen ve teknik bilimlerle ulaşılan sonuçları, fıtrata aykırı kullanıp
insanı ve çevreyi bozmak da mümkündür. Nitekim asrımızda dünya böyle bir
felaket yaşamaktadır. Fıtrata uymak için Kur’ân’ın koyduğu sınırları aşmamak gerekir.
Kur’ân’ın hiçbir hükmü fıtratla çelişmez; çünkü
fıtrat İslâm’dır. Fıtratı anlamak için Kur’ân’dan,
Kur’ân’ı anlamak için de fıtrattan yararlanmak gerekir. Eğer bir çelişki
görülürse, Kur’ân’a gereği gibi uyulmamasındandır. Örnek olarak talak konusu ile ilgili açıklamaya bakılabilir[49].
[1]
Yusuf 12/1; Hicr 15/1, Şuarâ 26/2; Kasas 28/2; Duhân 44/2.
[2] Bkz: "İsteyen / İstediği" başlıklı
açıklama.
[3]
Bkz: Müteşâbih ve tevîl başlıkları.
[4]
el-Beydâvî, Tefsîr’ul-Beydâvî, c. II, s. 323.
[5]
Ragıb el-İsfahânî, Müfredât, قوم mad.
[6]رد
الشيئ إلى
الغاية
المرادة منه Ragıb el-İsfahânî,
Müfredât, اول mad.
[7]
Bkz: Talak, İftidâ ve Nikahın Denetlenmesi başlıklı yazılar.
[8]
Bkz: Sıkı Tutma/İsyan başlıklı yazı.
[9] Bkz: Müşrikin Din Anlayışı (Hac
Suresi 11-16. Ayetler) başlıklı yazı.
[10]
Bkz: "Faiz" başlıklı yazı.
[11] Bkz: “Nesih ve Zina Cezası” başlıklı yazı.
[12]
Müfredat حكم mad.
[13]
Lisanu’l-arab, شبه mad.; el-Halil b. Ahmed
el-Ferahidi, Kitabu’l-Ayn, شبه mad; Müfredat شبه mad.
[14]
Türkçe'de iltifat sanatı olmadığından ayetin doğru anlaşılması için bu sanat
ihmal edilerek tercüme yapılmıştır.
[15]
Muhammed Ebû Zehra, Usulü’l-fıkh, İstanbul, tarihsiz. s. 134
[16]
Taberi, Tefsir, c. 3, s. 172 vd.
[17]
Ragıp el-İsfahani, Müfredat, شبه mad.
[18]
Müteşâbih konusunda.
[19]
Elmalılı, c. II, s. 1037.
[20]
Fahru’d-Din er-Razi, et-Tefsîru’l-kebîr, c. III, s. 138.
[21]
Elmalılı, c. I, s. 276.
[22]
Elmalılı, c. I, s. 383.
[23]
Elmalılı, c. I, s. 481.
[24]
Ragıp el-İsfahani, Müfredat, شبه mad; Fahru’d-Din er-Razi, c. IX, s: 446.
[25]
Buhârî, Tefsir Âl-i İmrân, 1; Müslim, İlim, 1; Tirmizî, Tefsir Âl-i İmrân,
(2996); Ebû Davûd, Sünne, 2.
[26]
Yusuf, 12/1; Hicr, 15/1, Şuarâ, 26/2; Kasas, 28/2; Duhân, 44/2.
[27]
el-Beydâvî, Tefsîru’l-Beydâvî, c. II, s. 323.
[28]
Buhârî, Tefsir, 1; Nesâî, İftitah, 26.
[29] Tirmizi,
Fedâil’ul-Kur’ân, 1.
[30]
Taberi, Tefsir, c. X, s. 628-629; Kurtubi, el-Cami’ li ahkami’l-Kur’ân, c.
VIII, s. 162 ve c. IV, s. 8-14.
[31]
Razi, Tefsiru’l-kebir, c. IX, s. 446.
[32]
Rağıb el-İsfahânî, Müfredât, اول mad.
[33]
Kur’ân’da Hızır adı geçmez. Bu şahsın Hızır olduğu hadiste yer alır. Bkz.
Buhârî, İlim, 44.
[34]
Muhammed Ebû Zehra, Usulü’l-fıkh, s.134.
[35]
en-Nesefî, Abdullah b. Ahmed b. Mahmud, Medâriku’t-tenzîl ve hakâiku’t-te’vîl,
Beyrut 1989, c. I, s. 203.
[36]
Kesinlik ve Allah’a karşı şehadet olmaksızın lafzın ihtimalatından birini
tercih eylemektir. Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Mukaddime, c. 1,
28.
[37]
A.g.e. s. 135.
[38]
Zekiyyuddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Trc. İbrahim Kâfi Dönmez, Ankara,
1990, s. 320.
[39]
Buhârî, Şüf’a, 2.
[40]
Mecelle m, 950. Madde
[41]
Bkz. Nikahın Denetlenmesi ve Faiz başlıklı yazılar.
[42]
İbn Manzûr, Lisanu’l-arab, نسخ
mad.
[43]
Bkz. Bakara 67-71.
[44]
Bkz. Bakara 51, 54, 92 ve 93.
[45]
İlgi duyanlar şu ayetleri inceleyebilirler: Bakara, 2/164; Ali İmrân 3/190;
En’am 6/97, 99; A’raf 7/26, 58; Yunus 10/5, 6, 67,
92, 101; Yusuf 12/7, 35; Ra’d 13/2, 3, 4; Nahl 16/13, 65, 66, 67, 68, 69, 79;
İsrâ 17/12; Kehf 18/9; Meryem 19/10; Tâhâ 20/128; Ankebût 29/ 24, 33, 34,
35; Rum 30/21, 22, 23, 24, 28; Lokman 31/31, 32; Secde 32/26; Sebe’ 34/15;
Zümer 39/42, 52; Mümin 40/13; Câsiye 45/3, 4, 5, 6; Zariyât 51/22, 23, 35, 36,
37; Kamer 54/12, 13, 14, 15.
[46]
Ragıb el-İsfahânî, Müfredât,ذكر mad.
[47]
En’am 6/80.
[48]
Bkz. Al-i İmran 3/58, A’raf 7/63, Hicr 15/6,9; Nahl 16/44, Enbiya 21/2,50,105;
Furkân 25/18, Yasin 36/11, Sad 38/8, Kamer 54/25.
[49]
Bkz. Talak başlıklı yazı.