.

 İslam Düşüncesinde Tevhid ve Tefrika

 

Giriş

İslam Dini'nin özünü tevhid inancı oluşturur. Tevhid, herşeyden önce Allah Teâlâ’yı zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir kabul edip, zatında, sıfatlarında ve fiillerinde O'na bir baş­kasını denk, emsal ve ortak tutmamak demektir.[1] "De ki: O Allah bir tektir"(112/1). İnanan insana gerekli olan bu ayette vurgulandığı gibi Allah'ı isim ve sıfatlarıyla bilmesi ve O'na yürekten inanıp bağlanmasıdır.

 

Ferdin hem inanç hayatında ve hem de düşünce dünyasında istenen alt yapıyı oluşturan tevhid, sağlıklı ve itikadi alanda dengeli toplumların varlığının da ilk şartıdır. Hayatın her ala­nında tevhide dayalı bir bakış açısının net olarak belirmediği zihni yapıda ikilem ve parçalanma oluşur. İslami literatürde şirk adı verilen parçalanmanın tarifi, insanın Allah'a, kendisine ve kader birliği ettiği toplumunun değerlerine yabancılaşmasını beraberinde getirir. Zihni ve ruhi hayatta meydana gelen bu parçalanma, fert bazında tek bir insanla da sınırlı kalmaz, sosyal hayatta insanın "kan dökücü ve ayrılık çıkarıcı"(2/30) özelliğini de ön plana çıka­rır. Görüldüğü gibi parçalanmış bir düşünce yapısının faturası, kişinin kendi özel hayatıyla sınırlı kalmayıp, cemiyeti ve hatta kişinin statüsüne bağlı olarak dün­yayı bile sarsacak bir sonuca gidebilir. İşte bu yüzden İslam, mensuplarının hangi dile, hangi renge ve hangi bölgeye ait olurlarsa olsunlar -ki ırklar ve renkler mozaiği Allah'ın bir sünnetidir- birlik ve beraberlik ruhu içerisinde olmalarını tevhidin bir gereği olarak görür(bkz. 49/13). Tevhidi bozucu tüm davranış ve hareketler­den kaçınmamız gerektiğini her halükarda hatırlatır(bkz. 5/2). Zaten İslam düşünce ta­rihinde yüzlerce farklı görüş ve mezhebin bir arada varolması, İslam'daki çoğulcu anlayışın en açık göstergesini oluşturduğu söylenebilir. Önemli olan bu İslami kül­türel zenginliği yaşatmak ve tarafların birbirlerinden saygı ve hoşgörüyü esirgememeleridir. Zira hangi mezhep olursa olsun İslam ümmetinin geçmişte ürettikleri fikir ve düşünceler bizim için kültürel bir birikimdir.

 

Bütün ilahi kökenli dinlerin aşkın birliğini temsil eden tevhid inancı, İslâm'ın da vazge­çilmez temel şartıdır. Nitekim ayet-i kerimede: "Gerçek şu ki, bu (tevhid ve islam dini) bir tek din olarak sizin dininizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde başkasına değil, Bana kulluk edin"(22/92) buyurulur.

 

Tevhid inancı insana gönülde, dilde ve davranışlarda istikamet alışkanlığı kazandırır. Bu sebeple namazın her rekatında okuduğumuz Fatiha suresinde: "Bizi doğru yola ilet"(1/6) şeklinde geçen âyet insanın hakka, iyiye, güzele yönelmesinin ve her türlü sapık­lıktan uzak kalmayı isteme arzusunun bir yansımasıdır. Hz. Peygamber’in(s.) "Doğru yol"(es-Sırat'ul-Mustakim) ifadesini bir şekille sahabeye bizzat açıkladığını Cabir İbn Abdullah şöyle rivayet ediyor:[2]

 

"Rasûlüllah(s.)'ın yanında idik. O, yere bir çizgi çizdi. Bu çizginin sağına iki, soluna da iki paralel çizgi daha çizdi. Sonra elini ortadaki çizginin üzerine koydu ve dedi ki: Bu, Allah'ın yoludur. Sonra şu ayeti okudu: "Bu benim dosdoğru yolundur, ona uyunuz; başka yollara uymayınız ki, onlar sizi Allah'ın yolundan ayırır."(6/153). Sırat-ı Müstakim, ifrat ve tefritten uzak dengeli bir ümmetin yoludur. Yani, Allah Rasülü'nün ve onun ashabının izlediği yoldur. Buna Mezhepler Tarihi kitaplarında teâmül olduğu veçhile "ehl-i sünnet ve'l cemaat"[3] denmektedir. Kur'an-ı Kerim'de "Allah'ın yo­luna uymayı, topluca O'nun ipine sarılmayı, çözülüp parçalanmamayı, birlik ve beraberlik içinde yaşamayı" korumamız gerektiği dile getirilir. Bu ayetlerden birkaçı şöyledir:

 

“Hepiniz Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılmayın”(3/103).

 

"Allah'a ve Rasûlüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin, aksi taktirde zaafa düşer, kuvvet ve devletinizi elden kaçırırsınız"(8/46).

 

Allah Teala, birinci ayette geçen ilahi uyarıya kulak vermemenin neticesini, açıkça ikinci ayette beyan eder. Gökten yere uzatılmış olan kurtuluş ipi Kur'ân'a sarılıp tutunmadığımız zaman İslam milletinin çözülüp dağılacağını, kuvvet ve iktidardan olacağını vurgulamakta­dır. Bu ümmetin özünü yitirmesi, ecelinin gelmesidir. "Her ümmetin bir eceli vardır"(7/34) âyetinde geçen 'ecel'den, sadece ümmetin fiziki varlığının sona ermesi manasındaki helak değil, değerler bazında kimliğini kaybetmesi anlaşılmalıdır.[4] Demek ki İslam ümmetinin birliğini, bütünlü­ğünü bozucu, toplumun sosyal dokusunu parçalayıcı en büyük unsur "tefrika"dır.

 

Tefrika Nedir?

Tevhidin zıddı tefrikadır. Tefrika, iki varlığı birbirinden ayırmak ve parçalamaktır.[5] Kur'ân-ı Kerîm'de değişik türevleriyle birlikte "tefrika" kelimesinin geçtiği yaklaşık 77 ayet vardır.[6] Kur'ân'a göre "açık hükümler karşısında ayrılığa düşmek"(3/105); "dini ikame etmemek"(42/3); "Allah ve Rasûlünü birbirine rakip iki güç olarak karşı karşıya getirmek"(4/150); "peygamberler arasında ayrımcılık yapmak"(2/136,285; 3/84); "bireysel ve toplumsal hayatın düzenlenmesinde Kur'ân'a uygun davranışlarda bulunmamak"(3/103); "dini parçalamak"(6/159) gibi davranışların her biri dinde tefrika çı­karmaktır. Tefrikanın sonu rahmet değil, azap getirir.[7]

 

İhtilaf ve Tefrika Farkı

Lügatte ihtilaf, ayrılık, uymayış, uymama, anlaşmazlıklar, ayrılıklar[8] gibi manalara ge­lir. Istılahta ise, herhangi bir konunun varlığı kabul edildikten sonra, muhteva ve mahiyeti üze­rinde idrak ve anlayış yeteneğine göre değişik sonuçlar çıkarmak şeklinde tanımlamak müm­kündür. Bu fıtri olan bir ihtilaf çeşididir ki, İslam toplumunu parçalayıcı bir nitelik kazanma­dığı sürece, hiçbir sakıncası yoktur. Asıl tehlike tefrika manasına gelen dinde ihtilaf çıkarmaktır.

 

İnsanlar arasında fikri ihtilaf bazı sınırlar içinde doğal karşılanırsa da sosyal ayrılıklar toplumsal hayatın yapısını sarsacağı, Müslüman topluluğu parçalara ayırıp onların şevket ve kudretini zaafa uğratacağı için haramdır.[9] Bu sebeple Allah Teala: "Siz kendilerine apa­çık âyetler, deliller geldikten sonra parçalanıp dağılanlar gibi olmayın"(3/105) buyurarak, hakkında kesin delil bulunan konuların mevcudiyeti konusunda dinde ihtilaf edilemeyeceği belirtilmiştir. Yoksa dini hükümlerin anlaşılması ve yorumlanması konu­sunda delillere dayanılarak farklı görüşlerin beyanı tefrika değil, rahmet olarak telakki edilir.[10] Ben Müslümanım diyen ve kelime-i tevhidi ikrar eden herkes delile dayanarak yorum yapıyorsa hasmın onu sapık ve bidatçi sayması caizdir ama kafir olarak sayması asla doğru değildir.[11] Müslümanlar arasında ihtilaf konusu olarak ortaya çıkan ilmi bir mesele şayet onlar arasında düşmanlık, kin ve ayrılık doğurmuyorsa anlarız ki o, İslami bir meseledir. Eğer bir mesele Müslümanlar arasında düşmanlık kin ve tefrika meydana getiriyorsa anlarız ki o, dini ve meşrû sayılmaz.[12]

 

Tefrika ve İçtihad Farklılığı

Bağlı olduğumuz kültür kodlarımızda Hz. Peygamber'in vefatından önce sahabe­nin dinin asıl ilkeleri üzerinde ihtilafa düştükleri konusunda bir bilgi bize ulaşmamıştır.[13] Sahabe, şayet herhangi bir konuda açıkça bir nass bulamamışsa, Kur'an ve sünnet esprisine aykırı düşmeyecek tarzda farklı içtihatlara gitmişlerdir. Müçtehit sahabelere nasıl bir ictihadda bulunacakları yöntem bizzat Resul-i Ekrem tarafından sözlü uygulama örneği ile gösterilmiştir.[14] İslam bilginleri, İslami hayatta tıkanılan problemleri aşmada hakkında açık bir şer'i delil bulunmayan konularda fıkıh ilmindeki adı içtihat, Kelam ilmindeki adı istidlal olan yöntemlerle nebevi izin geleneğini sürdürmüşlerdir. Bugün hala İslam aktüel değerini koru­yorsa ilahi korumanın yanında, bir insan ürünü olan içtihat ve cihadın kaybolmamasından da kaynaklanmaktadır.

 

Müslümanlar arasında ilk ayrılık Mezhepler ve Fırkalar tarihçilerine göre Hz. Peygamber’in vefatıyla başladı.[15] Nübüvvet nurundan Müslümanlar uzaklaştıkça buna ek olarak, itikadi konulara ilişkin dini metinlerin yorumu, siyasi ihtilaflar, fetihler sebebiyle Müslümanların farklı kültür ve inançlarla karşılaşması sonucu etkileşim ve Yunan felsefesinin temel kla­sikleri gibi eserlerin tercümesiyle[16] ayrılık çizgisi gittikçe daha geniş bir açı meydana getirdi. Hatta bu ayrılık çizgisi, İslam toplumunda gerçek yüzlerini gizleyen münafıkların nifak hare­ketleri sebebiyle de Müslüman toplumun arasında meydana getirdiği derin etki sayesinde -ki Cemel ve Sıffin vak'aları- günümüze kadar gelebilmiştir. Zamanla bu kanlı kavgaların neticesi, siyasi boyutları aşarak itikadi şekle büründü. Artık kitle haberleşme araçlarının baş döndürücü bir hızla geliştiği ve iletişim çağı adı verilen bir zaman diliminde bile, kökleri Cemel ve Sıffin savaşlarına dayanan anlaşmazlıkların hala canlı bir şekilde tartışmalara konu olması, "tefrika" boyutlu kopmanın bir göstergesi değil midir? Her ne kadar iki kampa ayrılan sahabe arasında meydana gelen bu anlaşmazlıkları "ictihad farklılığı" şeklinde anlasak bile tam bir çözüme ve ikna edici bir yoruma ulaşıldığı söylenebilir mi? Elbette bu soruya kapsamlı bir cevap bulmak Mezhepler Tarihçilerine kalmıştır.

 

Kur'an’da açıkça İslam ümmetini bölecek şekilde teknik bir terim olan tefrika manasına dinde ihtilaf çıkarmak şiddetle kınanmıştır; "Dinlerini parça parça edip grup­lara ayıranlar var ya, (Habibim) senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur"(6/159). Bu ayette geçen “dinlerini parça parça edenler” ifadesi, dinin bazı hükümlerini kendi hevâsını onaylatıcı bir tarzda okuyan işine gelmediği için bazı hükümleri tanımayan ya da manevi tahrife giderek Allah'ın ayetlerini kendi aşağılık arzularına alet ederek parçalayanlar, tevhid için değil de Müslümanların bölünüp parçalanması için çaba sarfedenler anlamına gelir.[17] Yine aynı âyetin devamında "gruplara ayıranlar" tabiri ise, her biri ayrı bir lidere uyarak vahye değil de bir sapma vesilesi olan heva duygusuna taraftarlık ederek fırka fırka olup tefrikaya düşenler manasınadır.[18] Peşinen irade ve arzularını İslâm milletinin birliğine, beraber­liğine değil de şahsi kaprislerine tabi kılarak tefrika yönüne çevirenler hakkında Allah Teala: "Kıyamete kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık"(5/14) buyurarak insa­nın seçimini bozgunculuk yönünde her zaman kullanabileceğine dikkatimizi çekerek, böylesi bir tavrın yeryüzünde düzeltici bir mü'min tavrı olmadığına işaret etmektedir. Halbuki erdemli mü'minlerden beklenen olgun davranış çeşidi, ellerin, toplumun birlik ve beraberliğini boz­maya uzatılması değil, aksine, ellerin hareket gücüne yön veren manevi bir merkez konumun­daki kalbi ıslaha yönelik tedbir almaktır. Bedenlerin birliğinin tabii olabilmesi için kalplerin birliğinin tesis edilmesi gerekir. Buna ön hazırlık olarak her mü'min "Rabbimiz, kalbi­mizde iman edenlere karşı kin bırakma"(59/10) diye dua eder, bu içten ve gön­lün ta derinliklerinden gelen samimi dualarını pratiğe aktararak hep birlikte elbirliğiyle Allah'ın yeryüzüne uzatılmış olan sağlam kulpu Kur'an'a sarılarak(3/103) pekala tefrika de­nilen ve toplumun sosyal dokusunu param parça eden nifak hastalığından kurtulunabilir.

 

Muharref din mensuplarının hayatında da aynı tefrika hastalığının varol­duğunu haber veren Allah (c.c), Müslümanları onların içine düştüğü bu kaostan ders almaya çağırırcasına Kur'an'da şöyle buyurur: "Yahudiler, Hıristiyanlığın bir temeli yoktur, dediler. Hıristiyanlar da Yahudiler bir şey üzerinde değiller, dediler"(2/113). Böylece her iki semavi din mensubu birbirlerinin davalarını, dinlerini kökünden çürüt­tüler ve tekfire gittiler. Üstelik onların, "hepsi de kitabı okuyorlardı"(2/113). Aynı kitabı okuyan insanlar birbirlerini tahkir değil tekmil etmeleri, birbirlerini tekfir değil tahkim etmeleri gerekirdi. Onlardan her fırka cenneti kendi tekellerinde görerek dinin füruunda değil, dinin asıllarında ihtilafa düştüler(43/65). Böylece bu ihtilaf onları, inanç esaslarını sorgulamaya ve inkara götürmüş oldu.

 

 

“Fırka-i Nâciye” (Kurtuluşa Ulaşan Grup) Adlandırması

Kur'an, daima mü'minleri, hidayete uymaya, iyilik ve takvada yardımlaşmaya, ayrılığa düşmemeye ve varolmak için birlikte hareket gücünün korunmasını pekiştirmeye pek çok ayette teşvik ederken, buna rağmen Müslümanların fırkalara ayrılacağına dair bir hadis nak­ledilmektedir. Allah Rasûlü(s.): "İsrailoğullarının başına gelen şey, ümmetimin de başına gelecektir. İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya ay­rıldı; ümmetim de onlardan bir fazlasıyla yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır ve biri dışında diğerleri cehenneme gidecektir. Dediler ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Ateşten kurtulacak bu fırka hangisidir? O, benim ve ashabımın üzerinde bu­lunduğu fırkadır" buyurdu.[19]

 

Bu nebevi haberden yola çıkan birçok makâlât yazarı, İslam tefekkür tarihi geli­şim seyri içerisinde mezheplerin tasnifini kitaplarında yetmiş üç fırka şeklinde belli bir kalıba oturtmaya çalışmışlardır.[20]

 

Mezhep ve fırkalarla ilgili bu rivâyet, bir taraftan İslam düşünce hayatında özgür dü­şünce geleneğinin varolma gerekçeliğine bir delil teşkil etmesi açısından övünülecek bir ko­rumu yansıtırken, diğer taraftan bir başka problemi de beraberinde getirmiştir. O da, her zaman istismara müsait bir yönünün olmasıdır. Her ne kadar "sevâd-ı azam" (Ehl-i sünnet ve'l-cemaat)'a dahil olmanın ilkeleri Kelam, Mezhepler Tarihi ve Akaid kitaplarında kategorik olarak belirlenmişse de nihayet bu bir yorumdur. Tarih boyunca Müslümanlar arasında fırkalarla ilgili bu rivâyet genel kabul gördüğüne göre biraz da her fırkanın işine gelmiş olmasından da ileri gel­diği söylenebilir. Herhalde aşırı derecede mutaassıp bir cemaat, diğer yetmiş iki fırka cehen­neme giderken kendilerinin fırka-i naciye'den olduklarını savunmakla mutlu olmuş da olabilir­ler.

 

Fırkaları konu alan bu rivâyetlerin sübûtu hakkında el-Milel ve'n- Nihal yazarları içinde İbn Hazm (ö. 456/1064) bu hadisin sıhhatine karşı çıkarak isnat bakımından kesinlikle sahih olmadığı yo­lunda görüş beyan etmekle birlikte İslam'ın ruhuna da aykırı bulur.[21] Bir başka açıdan haydi İbn Hazm'ın görüşünü şaz olarak kabul ettiğimizi düşünelim; acaba Hicri 2.asırdan itibaren günü­müze kadar geçen sürede mezhep ve fırkaları ana gövdeleri teşkil etmeleri açısından yetmiş üçte dondurmak mümkün müdür? Gerçi bu soruya efendim, bugün için her ne kadar resmi mezhep hüviyetini kaybetmiş bazı fırkalar marjinal bir tarzda -örneğin Mu'tezile ve Haricilik vb. gibi- hala dağınık bir vaziyette görüşlerini sürdürüyorlar denilirse de bu cevabın tutarlı olup olmadığı tartışılabilir.

 

Bu konudaki farklı varyantları bulunan rivayetlerin sıhhat ve yorumu çerçevesinde yapılan tartışmalar[22] bir yana, ko­nuya Kur'ân’ın hedef ve istikameti noktasında da bakmakta yarar vardır. Bana göre bu rivâyette geçen seb'un (70) kelime ve rakamı, kesin bir sayıyı göstermekten ziyade çokluğu ifade etmektedir. Kur'ân’da ge­çen yedi, yetmiş ve yedinin katları olan rakamlar tefsir alimleri tarafından hakiki sayı olarak kabul edilmemiş, çokluk ve mübalağa olarak yorumlanmıştır.[23] Dolayısıyla bu hadisin isnadı zayıf değil, sahih kabul edilse bile birçok mezhebin ve fırkanın ortaya çıkması her zaman için mümkündür. İnsanoğlu bu dünyada varoldukça görüş ve yorum farklılığına sınır çekmek mümkün değildir.

 

Bilindiği gibi Hz.Peygamber'in irtihalinden bu yana tarihi süreç içerisinde kesin bir sayıda karar kılmaksızın birçok mezhep ve fırkanın batıp çıktığı, kaybolduğu ve yaşadığı gerçektir. Ama bu hercümerce rağmen, bütün çalkantılı dönemler, karışık itikadi ve siyasi gö­rüş ve anlayışlar içerisinde saf İslam inancı ve takipçileri hep galip olarak çıkmıştır. Nasıl ki helak edici fırtınalar yaşadığımız bu dünyada sünnetullah'a bağlı olarak cereyan ediyorsa, bazen de saf İslam inancını bulandırmaya yönelik fikir rüzgarları toplumlarda şok etkisi meydana getire­rek gaflet uykusundan uyanmaya sebep olabiliyor. İmam Eş'ari'nin dediği gibi, bütün farklı ve çoğulcu mezhebi anlayışlara rağmen İslam topyekün fırkaları içinde toplamış ve hepsine de şamil olmuştur.[24]

 

Hz.Peygamber’in yetmiş üç fırkayı belirten hadisinde dünya ve ahirette gerçek manada kurtuluşa erecek fırkanın "benim ve ashabımın üzerinde bulunduğu" fırka diye tanımla­nan ve Müslüman ümmetin çoğunluğunu oluşturan "ehl-i sünnet ve'l cemaat" topluluğu hep orta bir yol izlemiş her türlü ifrat ve tefritten uzak kalmıştır. Namaz kılarken kıbleye yönelen ehl-i bid'at fırkalarını bile tekfir etmemiştir. Aslında "ehl-i sünnet ve'l-cemaat" bir fırkanın öte­sinde bütün bir cumhurun yoludur.

 

Ehl-i sünnet anlayışı, dinin rükünleri bağlamında derli toplu bir biçimde İmam Gazali'nin (ö.505-1111) tespitiyle şu üç maddede toplanabilir: 1) Allah'a, 2) Nübüvvete ve 3) Ahirete iman.[25] Buna üç temel ilke denir ki, imanın şartlarını ihtiva eder. Kitaplara, Meleklere, hayır ve şerre iman bu üç rüknün tali bölümlerini oluşturur. Bunlar bir Müslümanın inanması gereken inanç esaslarıdır. Bu esaslara yürekten inanan, tasdik eden herkes mümin ola­rak adlandırılır, vefatına da Müslüman muamelesi yapılır. İmanın temel ilkelerinden en az biri­sini inkar eden kimse, hakikati örten manasında kafir işlemine tabi tutulur. Ehl-i kıble farklı yorumlarından dolayı tekfir edilemez ama bid'atçı olduğu söylenebilir. İnanç esaslarının inkarı zemininde değil de ümmetin ihtilafına yol açan keyfiyeti konularında farklı anlayış ve görüşler kişiyi İslam dairesinin dışına çıkarmaz. Meselâ, ‘Allah'ın sıfatları zatının aynı mıdır yoksa gayrı mıdır? İnsan fiillerinde hür müdür değil midir? Allah (c.c) akılla mı yoksa nakille mi bilinir? Kadınlardan peygamber olur mu olmaz mı? Allah dünyada görülür mü görülmez mi?’ vs. gibi konular...

 

Ehl-i sünnet fakih ve kelamcıları çoğunluk itibariyle dine aidiyeti zaruri olarak bilinen şeylerin dışında, itikadi ihtilaflara ait problemler yüzünden fırkaların tekfir olunamayacağı husu­sunda ittifak etmişlerdir.[26] Esasen Kur'an, "Size Müslüman olduğunu bildi­rene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek ‘Sen Mü'min değilsin’ demeyin"(4/94) buyurmuş, Hz. Peygamber de İslam dininin evrensel yönünü ve hoşgörü anlayışını bizzat kendi hayatında somutlaştırmış ve tekfirden özellikle uzak durmuştur. Nitekim O, şehadet getirip "ben müslümanım" diyen birini, münafık ve hatta bu sözü isteksiz de söylemiş olsa: "Hayır, sen Müslüman değilsin" diye dışlamadığı gibi, onu İslam toplumunun bir üyesi saymış ve öylece muamele etmiştir.[27] İslam’ın Medine döneminde Hz. Peygamber'in münafıklarla ilişkisi hep bu İslamlaşma siyaseti yönünde yoğunlaşmıştır. İslam'a göre kişi dili ile açıkça Allah'ın ayetlerini inkar etmedikçe bize düşen o kimseyi İslam cemaatinden dışlamamaktır. Kişilerin kalbine ancak Allah muttali olur, biz olamayız. Hele bir de İslam'ın otoriter olmadığı toplumlarda Müslümanların kendile­rini davetçi değil de yargıç rolü oynayıp insanları inanç bazında değişik sınıflandırmalara git­meleri, olayın vahameti açısından kayda değer bir hatadır. Bu hatalı gidişin izalesi için de dini konularda toplumu aydınlatma açısından din bilginlerine ve eğitimcilerine büyük sorumluluklar düşmektedir.

 

İslam'ın temel hedefi, toplumu kafirleştirmek değil, İslamlaştırmaktır. Bu nedenle Allah'ın sağlam ve doğru yolunun tek olması; ayrı ayrı metot izleyen Müslüman cemaat ve grupların aynı yolda birlikte yürümesine hiçbir şekilde engel değildir. Ama gel-gör ki, İslam ümmetinin ekseriyeti tarafından ehl-i bid'at olarak tanımlanmış hariciliğin "rijit/aşırı yoruma dayalı" bakış açısıyla hareket eden itici bir İslam anlayışına sahip gruplar tarafından kimi zaman İslam ahla­kının o güzelim cezbedici ve hoşgörü anlayışı, maalesef, ucuz çıkarlar için feda edilmektedir. Bu tip bedevi çıkışlardan da İslam'ın yayılıp gelişmesi, kitleleşmesi zarar görmektedir.

 

Bir başka aymazlık örneği de şöyledir: Bazı Müslüman cemaat ve grupların kendi ko­numlarını mensuplarına "fırkak-ı nâciye" olarak ilan etmesi, aynı İslam yolunda yürüyen, ama değişik metot izleyen bir başka Müslüman cemaat ve grubu geliştirdikleri zihni tasavvur­lara ters düştüğü için ehl-i bid'at olarak dışlamaları hangi mantığın ve aklın ürünü­dür? Halbuki böylesi çarpık ve dar anlayışın, hoşgörüden yoksun bir hareketin İslami bir tavır olmadığının bilinmesi gerekirdi. Çünkü böylesi bir üslup birleştirici değil, parçalayıcıdır. Kur'an, "ben Müslümanlardanım" diyen bir bireyin istikamet sahibi olması gerektiğini şöyle beyan eder: "Yalnız O'na yönelin ve O'ndan korkun; namazı kılın ve Allah'a ortak koşanlardan olmayın (O, ortak koşanlar ki) dinlerini parçaladı­lar ve bölük bölük oldular. Her hizip kendi yanındakiyle sevinip övünmek­tedir"(30/30-31).

 

Ayrıca mealini arzettiğimiz bu ayetin bize anlattığı bir gerçek de şudur. Her Müslüman, Müslümanın kardeşi olduğunu bilir. Öyleyse dini bir, kitabı bir, peygamberi bir, kıblesi bir olan çağın bu güzel insanları hangi renkten, hangi bölgeden olursa olsunlar ve hangi dili konu­şursa konuşsunlar, hangi alimin görüşlerini rehber edinirlerse edinsinler aslolan birbirlerini muhabbetle kucaklamalarıdır. Ağyara tanıdıkları hoşgörü anlayışını biraz da kendilerine tanıma­ları gerekir. Bugünkü İslam dünyasının parçalanmışlığını işte burada aramak durumundayız. Şu cümlenin altını çizerek ifade etmek istiyorum ki, bütün İslam-sevmezler, Müslümanların tefrika kaynaklı bölünmüşlüğünden azami derecede istifade edeceklerdir. Merhum Mehmet Akif'in dediği gibi:

 

"Girmeden tefrika bir millete düşman giremez,

 

 Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez."

 

Tefrikanın Başlıca Sebepleri

Tefrikanın temelinde yatan nedenlerden birisi, zihin tekelciliğidir. Halbuki Kur'ân cadde­sinde olmak şartıyla; yürüyüşü, metodu ve anlayışı ne olursa olsun, bütün mü'minler birbiri­nin kardeşidir(49/10). Dolayısıyla aynı caddede her mü'min yürüme hakkına sahiptir. Bizim yolumuz ve metodumuz en doğru demek, diğerlerine o yolu kapatmak anlamına gelir. İşin doğrusu, bir Müslüman bizim metodumuz haktır diyebilir, ama bizim metodumuz ehaktır diyemez. Her Müslüman kendi gruplarından olmayan ve sadece kendi grubunu ve cemaatini ehl- i tevhid olarak gören grup ve anlayışlara "Müslümanların Allah'a en yakın olanları selamı önce verenlerdir"[28] Peygamber sözünü hatırlatmalıdırlar.

 

Tefrikaya düşmenin bir diğer sebebi de grupların başlarındaki liderleri, hatasız ve masum görmeleridir. Böyle bir inanç beraberinde itikadi bir sapmayı meydana getirir. eş-Şatibi'nin (ö.790/1388) belirttiği gibi, “kim de kendisi hakkında ismet iddia ederse, peygamberliğini iddia eden yalancının yaptığını yapmış olur.”[29] Aslında hiç kimse doğrudan kendisi hakkında ismet nitelemesi yapmaz, ona aşırı derecede sevgi besleyenler yapar. Çünkü aşırı sevgi gözü kör eder, sevgilinin eksik ve kusurlarını görmez. Aşırı nefret de gözü kör eder. Kişi, sevmediği kimsenin hep olumsuz taraflarını görür. Bunun ikisi de yanlıştır. Ortasını bulmak gerekir.

 

Ayrıca İmam Gazali tahkike dayalı bir kabulle değil de kör bir taklide dayalı ka­bulle mezhep taassubu göstermenin de bir tefrika unsuru olduğunu zikrederek, böyle kimselerin bilgisiz ve ahmak kimseler olduğunu söyler.[30]

 

 

Sonuç

Elbette her hastalığın bir tedavi yöntemi ve bir ilacı vardır. Müslümanları zillete düşü­ren, birlik ruhunu zaafa uğratan ve sosyal bünyemizde derin yaraların açılmasına kaynaklık ede­cek olan tefrika hastalığından kurtulmanın yegane yolu, Müslümanların dinin asıllarında aynı inanç esaslarını paylaştıklarını unutmamaları, birbirlerini iman kardeşliğinin verdiği cesaretle içten sevmeleri ve aralarında hoşgörü erdemini birbirlerine karşı asla esirgememeleridir.

 

Her Müslüman grup dinde zaruri olan noktalarda ittifak edip aralarında fer'i mes'eleleri anlaşmazlık sebebi yapmamalıdır. Çünkü asıl temel esas iman olup, ahkam ise usûl-i fürûa ait konulardır. Nasıl ki, içtihada dayalı olarak fürû-i dinde ihtilaf kabul edilmişse, usûl-i dinde de ihtilafın ve farklı yorumların olmasını kabulde hiçbir beis olmaması gerekir. Gerek fıkhi ve gerekse itikadi mezhepler Kur'an ve Sünnet'ten çıkarılan pratik yorumlardır ve ümmet için dini yaşamada bir kolaylıktır.

 

Etnik temele dayalı farklılıklar, Allah'ın bir âyetidir. Asla bir ayrıcalık olarak nitelendi­rilemez. Çünkü renklerin ve dillerin farklılığı akidemize göre üstünlük ve alçaklığın bir ölçüsü olmayıp bir nev'i güzellik unsurudur. Gerçek üstünlük İslam'ın belirlediği ilahi ölçüler doğrul­tusunda hayatımızı anlamlandırmaya gayret göstermemizdir(49/13).

 

Unutmayalım ki birlikte kuvvet, hizipçilikte azap vardır.

 

 

KAYNAKLAR

 

-          Abdulbaki. M. Fuat, el-Mucemu'1-Müfehres li el-Fâzi'l- Kur'ani'l-Kerim, İstanbul, el-Mektebü'l- İslamiyye, 1984.

-          Aclunî, İsmail b. Muhammet, Keşfu'1-Hafa, Kahire, 1351.

-          Asım Efendi, Okyanus, İstanbul 1220.

-          Bağdadi, Abdulkahir, el-Fark beyne'I-Fırak (tahk. M.Muhyiddin Abdulhamid), Beyrut: el-Mektebu'l-Asriyye, 1990.

-          Beyâzî, Kemalüddin Ahmed, İşârâtü'I-Meram min İbârâti'l-İmam, İstanbul 1949.

-          Beyzavî, Kadı, Envaru't-Tenzil ve Esrarıı't-Te'vil, Mısır, ts.

-          Cevdet Said, Bireysel ve Toplumsal Değişimin Yasaları, (çev. İlhan Kutluer), İst. İnsan Yayınları 1984.

-          Cürcânî, Seyyid Şerif, et-Ta'rifat, İstanbul, ts.

-          Develioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara, 1962.

-          Eş'ari, Ebu'l-Hasan, Makalatü'l-İslamiyyin (neşr.H. Ritter), Wiesbaden, 1980.

-          Eş'ari, Ebu'l-Hasan, Risale fi İstihzani'l-Havzı fi ilmi'l-Kelam, Haydarabad, 1344.

-          Fığlalı, Ethem Ruhi, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, Ankara : Selçuk Yayınlan 1990,

-          Gazzali, Ebu Hamid, Faysalu't-Tefrika Beyne'I-İslam ve'z-Zendeka, (çev. A.T. Arslan) İstanbul Risale, 1992.

-          Heras, M.Halil, Şerhu'l-Akideti'I-Vasıtiyye, Medine, ts.

-          İbn Abdilber,Ebu Ömer, Camiu'1-Beyani'l-İlm ve Fadlih, Mısır, el-Müniriyye, 1346.

-          Ibn Hazm, Ebu Muhammed, el-Fasl fi'l-Milel, Bağdat ts.

-          İbn Kudame, Ebu Muhammed, Lum'atü'l-İtikad, (neşr. Bekir Topaloğlu), İstanbul 1981.

-          İbn Mace, Muhammed b. Yezid, Sünen, Kahire , 1372.

-          İrfan Abdulhamid, İslam'da İtikadi Mezhepler ve Akaid Esasları, (çev.M.S.Yeprem) İst. Marifet Yay. 1983.

-          İsferayinî, Ebu'l-Muzaffer, et-Tebsir Fi'd-Din, (tahk. K. Yusuf el-Hut), Beyrut: Alemu'l-Kutüb, 1983.

-          Şatıbî, Ebu İshak, el-İ'tisam, Mısır, ts.

-          Teftazanî, Ebu'1-Vefa, Kelam İlminin Belli Başlı Meseleleri, (çev. Şerafeddin Gölcük), İst. Kayıhan Yay. 1990.

-          Teftazanî, Mes'ud b.Öıner, Şerhu'l-Akaid, İst. 315.

-          Tirmizi Ebu İsa, Sünen, Kahire 1356.

-          Topaloğlu, Bekir, Kelam İlmi-Giriş, İstanbul, Damla Yayınları, 1981.

-          Topaloğlu Bekir, "İman ve Küfür Arasındaki Sınır", Diyanet Gazetesi, sene5,c.4 sayı 80-83.

-          Yavuz A.Saim, İman-Küfür Sınır, İstanbul, Marifet Yayınları, 1990.

-          Yazır, M.Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, İst. Eser Neşr. 1979.

 

--------------------------------------------------------------------------------

Dipnotlar

 

[1] Heras, M. Halil, Şerhu’l-Akîdeti’l-Vâsıtiyye, Medine, ts., s. 33.

[2] İbn Mace, Muhammed b. Yezid, Sünen, Kahire, 1372, Mukaddime 1, c. 1, s. 6.

[3] bk. el-Bağdadi, Abdülkahir, el-Fark beyne'l-Fırak (tahk. M. Muhyiddin Abdulhamid), Beyrut: el-Mektebu'l-Asriyye, 1990, s. 313: el-Isferâyînî, Ebu’l-Muzaffer, et-Tebsir fî'd-Din, (tahk. K. Yusuf el-Hut), Beyrut: Alemu'l-Kutüb, 1983, s. 153.

[4] bk. Cevdet Said, Bireysel ve Toplumsal Değişimin Yasaları, (çev. İlhan Kutluer) İst. İnsan Yay., 1984, s. 44.

[5] Cürcânî, Seyyid Şerif, et-Ta'rifat, İstanbul, ts. s. 213; Asım Efendi, Okyanus, İstanbul, 1220, III, 41.

[6] bk. Abdülbaki, M. Fuad, el-Mu'cemu'l-Müfehres li-Elfazi'1-Kur'ani'l-Kerim, İstanbul, el-Mektebü'l-İslamiyye, 1984, s. 517-518.

[7] İbn Kudame, Ebu Muhammed, Lum'atü'l-İ’tikad, (neşr. Bekir Topaloğlu), İstanbul, 1981, s. 38.

[8] DeveIioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara, 1962, s. 501.

[9] Topaloğlu, Bekir, Kelam İlmi-Giriş, İstanbul: Damla Yayınevi, 1981,.s. 100.

[10] İbn Kudame, a.g.e., s. 38.

[11] Gazzali, Ebu Hamid, Faysalu’t-Tefrika beyne'l-İslam ve'z-Zendeka, (çev. A.T.Arslan), İstanbul: Risale. 1992, s. 151-165.

[12] eş-Şatıbi, Ebu İshak, el-İ'tisam, Mısır, ts. III, 200-202.

[13] el-lsferâyîni, a.g.e., s. 19.

[14] bk. Ibn. Abdilber, Ebu Ömer, Câmiu'l-Beyani'l-İlm ve Fadlih, Mısır, el-Müniriyye, 1346, II, 72. (Meşhur Muaz Hadis'i).

[15] el-Bağdadî, a.g.e., 14; Şehristânî, el-Milel, s. 23.

[16] et-Teftazani, Ebu'l-Vefa, Kelam İlminin Belli Başlı Meseleleri, (çev. Şerafeddin Gölcük), İst. Kayıhan Yay., 1990, s. 12-13.

[17] Beyzavî, Kadı, Envâru't- Tenzil ve Esrâru’t-Te’vîl, Mısır, ts. I, 382.

[18] Yazır, M.Hamdi, Hak Dini Kur'aıı Dili, İstanbul, Eser Neşriyat, 1979, III, 2110.

[19] bkz. et-Timirzi, Ebu İsa, Sünen, Kahire, 1356 İman 18; İbn Mace, Sünen, Fiten 17 .

[20] Örneğin bu tasnif şeklini Şehristanî'nin el-Milel'inde, Isferayî'nin et-Tebsıra'sında, Bağdadî'ni el Fark'ında, Eş'ari'nin Makalat'ında görmek mümkündür.

[21] İbn Hazm, Ebu Muhammed, el-Fasl Fi'l-Milel, Bağdat, ts. III, 248

[22] bk. el-Aclûnî, İsmail b. Muhamıned, Keşfu'l-Hafâ, Kahire, 1351, (Ifterakat mail.); el-Beyadî, Kemalüddin Ahmed, İşârâü'l-Meram min İbârâi'l-İmam, İstanbul. 1949. ss.50-51; Topaloğlu, a.g.e., s.88.

[23] bk. Yazır, a.g.e. VII, 5161.

[24] el-Eş'ari, Makâlât, s.2.

[25] Gazali, Faysalu't-Tefrika, s. 173.

[26] Gazali, a.g.e. ss. 173-174; Beyazi, a.g.e., s. 51.

[27] bk. Topaloğlu, Bekir, “İman ve Küfür Arasındaki Sınır”, Diyanet Gazetesi, Sene 5, c.4, Sayı: 80-83: Klavuz A. Saim, İman-Küfür Sınırı, İstanbul, Marifet Yayınları, 1990 s.310; Fığlalı, Ethem Ruhi, Çağımızda İtikadı İslam Mezhepleri, Ankara: Selçuk Yayınları, 1990, s.21.

[28] Ebu Davut, Sünen, Sünnet I, c.4, s. 198.

[29] eş- Şatibi, a.g.e. II, 97.

[30] Gazâli, a.g.e., s. 148.

 

Kaynak: Umran dergisi, 03/2005
 

.