Cenazelerin Yıkanması (Gasledilmesi):
1. Günahlara
Keffâret Olan Hastalıklar
Salih Amel Sahibi
Kişiyi Yolculuk Veya Hastalığın Bu Amellerinden Alıkoyması
Hastaları Ziyarete
Yaya Olarak Gitmek
3. Hastayı (Abdestli
Olarak) Ziyaret Etmenin Fazileti
4. Bir Hastayı
Defalarca Ziyaret Etmek
5. Bir Kimseyi Göz
Ağrısından Dolayı Ziyaret Etmek
6. Tâûn'dan Dolayı
(Bir Memleketten) Çık(Ip Git)Mak
7. Ziyaret Sırasında
Hastaya Şifa Bulması İçin Dua Etmek
8. Ziyaret Esnasında
Hastaya Dua Etmek
9. Ölümü Temenni Etmek
İyi Değildir
11. Taun
Hastalığından Ölen Kimsenin Fazileti
11-12. Öleceği
Anlaşılan Hastanın Tırnakları Kesilir Ve Eteği Tıraş Edilir
12-13. Ölürken
Allah'a (Güvenerek) Hüsnü Zanda Bulunmak Müstehabtır
13-14. Ölüm Vakti
Yaklaşınca Hastaya Temiz (Ve Güzel) Elbiseler Giydirmek Müstehabdır
14-15. Hasta Ölürken
Yanında Söylenmesi Müstehab Olan Sözler
15-16.(Hastanın
Yanında La İlahe İllallah Sözünü Söyleyerek) Telkinde Bulunmak
16-17. Ölünün
Gözlerini Yumdurmak
17-18. (Musibete
Uğrayınca) İnna Lillahi Ve İnna İleyhi Raciun Demek
19-20. Ölmek Üzere Olan
Bir Kimsenin Yanında (Kur'ân) Okumak
Okunan Kur'ân'dan
Ölü Yararlanır Mı?
20-21. Musibet
Geldiği Zaman Oturmak
Abdullah B. Revaha'nın Ağlaması:
21-22. Yakını Ölen
Bir Kimseyi Teselli Vermek İçin Ziyaret Etmek (Ta'ziye). 37
Başsağlığı Dileme (Taziye)'nin Müddeti
Yakını Ölen Bir Kimsenin Gidip Mescitte Oturması
22-23. Sabır
(Felaketin İlk) Darbe(Sin)De (Olmalıdır)
24-25. (Ölüm
Karşısında) Yüksek Sesle Ağlamak
25-26. Ölünün Aile
Halkı İçin Yemek Hazırlamak
26-27. Şehid(ler)
Yıkanır (Mı?)
27-28. Cenaze
Yıkanırken Üzeri Örtülür
30-31. Haddinden
Fazla Pahalı Kefen Kullanmak Mekruhtur
Hazreti Mus'ab Bin Umeyr (r.a)
Hazreti Habbab Bin Eret (r.a.)
33-34. Cenazeyi
Definde Acele Etmek (Sebepsiz) Bekletmek, Mekruhtur
34-35. Cenaze
Yıkamaktan Dolayı Gusl Etmek
36-37. (Ölüyü)
Geceleyin Defnetmek
37-38. Ölüyü (Vetat
Ettiği) Memleketten Başka Memlekete Götürme (Nin Kerahati)
38-39. Cenaze
Üzerine Saf Bağlama Saflar(In Tertibi Ve Sayısı)
39-40. Kadınların
(Yürüyerek Kabre Kadar), Cenazeleri Takip Etmeleri
40-41. Cenaze Namazı
(Kılma)Nın (Ve Uğurlamanın) Fazileti
41-42. Cenazenin
Âteşle Uğurlanması (Caiz Midir?)
42-43. Cenaze İçin
Ayağa Kalkmak
43-44. Cenazeyi
Uğurlarken (Bir Hayvana Ve Bir Şeye) Binmek
44-45. Cenazenin
Önünde Yürümek
45-46. Cenazeyi
(Defnetmekte) Acele Etmek
46-47. İmam, İntihar
Eden Bir Kimsenin Namazını Kılar Mı?
47-48. Had
Cezasından Dolayı Öldürülen Bir Kimsenin Cenaze Namazı Kılınır Mı?
48-49. Çocuğun
Cenaze Namazını Kılmanın Hükmü
49-50. Cenaze
Namazını Mescidde Kılmak
50-51. Cenazeyi
Güneş Doğarken Ya Da Batarken Gömmenin Hükmü
51-53. İmam Namazını
Kılacağı Cenazenin Ne Tarafında Durur?
52-54. Cenaze Namazı
Kılarken Kaç Tekbir Alınır?
53-55. Cenaze
Namazında Ne Okunur?
55-57. Kabir Üzerine
Cenaze Namazı Kılmak (Caiz Midir?)
56-58. Küfür
Diyarında Ölen Bir Müslümanın Cenaze Namazi
57-59. Birden Fazla
Ölüyü Bir Kabre Kovmak Ve Kabirlere Alamet Koymak
58-60. Mezar Kazan
Kimse Kemik Bulunca Oradan Ayrılıp Mezarı Başka Bîr Yerde Kazması Mı Gerekir?
59-61. Kabrin Kıble
Tarafına Boydan Boya Çukur Açmanın Hükmü
60-62. Cenazeyi
Defnetmek İçin Kabre Kaç Kişi Girebilir?
61-63. Cenaze Kabre
Ayak Ucu Tarafından İndirilir
62-64. Cenaze Kabre
İndirilirken Kabrin Yanında Nasıl Oturulur?
63-65. Cenaze Kabre
Konurken Ona Dua Etmek
64-66. Müşrik Bir
Akrabası Ölen Kimse (Onun Teçhiz Ve Tekftniyle İlgilenmekle Mükellef Midir?)
66-68. Kabir(lerin
Yüksekliğini Ver Seviyesine İndirmek
67-69. (Cenazeyi
Defnettikten Sonra) Kabrin Yanında Ölü İçin İstiğfar Etmek
68-70. Kabrin
Yanında Kurban Kesmek Mekruhtur
69-71.
(Defnedildikten) Bir Süre Sonra Cenazenin Kabri Üzerine Namaz Kılma(nın Hükmü)
70-72. Kabir Üzerine
Bina Yapmak
71-73. Kabir Üzerine
Oturmak Mekruhtur
72-74. Kabirler
Arasında Ayakkabıyla Yürümenin Hükmü
73-75. Bir Hadiseden
Dolayı Cenazeyi Kabrinden (Çıkarıp) Başka Bir Kabre Nakletmek Caiz Midir?
74-76. Ölünün
İyiliklerini Anmanın Hükmü
76-78. Kadınların
Kabir Ziyareti
77-79. İnsan
Mezarlığı Ziyaret Ederken Veya Oradan Geçerken Ne Der?. 129
78-80. İhramlı İken
Ölen Bir Kimseye Nasıl Bir İşlem Yapılır?
Cenaze bölümünün namaz
bölümünden sonra yazılması, daha uygun olurdu. Ancak haraç bölümünün son babı
içinde gömülü bulunan cahiliyye dönemine ait kabirlerin açılmasıyla ilgili
olduğundan musannif Ebu Davud (r.a) sözü geçen bab ile cenaze bölümü arasında
bir ilgi görerek cenaze bölümünü haraç bölümünden sonra ele almıştır.
Cenaze:
"Ölü" demektir. Çoğulu cenaiz gelir. "Cinaze" ise Ölünün
üzerine konduğu tabut anlamına gelir. Ölen bir müslümanı yıkamak, kefenlemek
namazını kılıp defnetmek müslümanlar için farz-ı kifayedir. Bu vazifeyi hiç
kimse yapmazsa, o bölgedeki bütün müslümanlar mesuliyet altına girmiş olur.
Bir kısmı yaparsa diğerlerinden mesuliyet düşer.
Ölmek üzere olan bir
müslümanı -onun için eziyet değilse- kıbleye karşı sağ tarafına çevirmek
sünnettir. Yüzü mümkün olduğu kadar kıbleye gelmek üzere başı yükseltilerek
kıbleye doğru arka üzeri yatırmak da caizdir. Kelime-i tevhidi telkin etmek
sünnettir. Fakat "Sen de oku" diyerek zorlamamak gerekir. Telkin,
tevbeyi de içine alacak şekilde:
"Allah'dan
mağfiret diler ve ona tevbe ederim ki, ondan başka hak ma-bud yoktur, O diridir,
kayyumdur" denebilir. Bir hadis-i şerifte "Son sözü la ilahe illallah
olan kimse cennete girer" buyurulmuştur.[1]
Akrabasının,
arkadaşlarının, komşularının ölmek üzere olan kimsenin yanında bulunması müstehabdır.
Telkin, kıbleye çevirme gibi vazifeleri yerine getirirler, hastaya su
verirler.
Yine ölmek üzere olan
birisinin yanında Yasin ve Ra'd sûrelerinin okunması da müstehaptı-r.
Hasta ölünce ağzı
kapatılır, çenesi bağlanırve gözleri yumulur. Bunları yaparken ''Allah'ın
ismini zikir ile ve Rasulullah'ın milleti üzerine (ölmüş olsun) Ya ilahi işini
kolaşlaştır, ilerisini kolaylaştır, onu cemalinle mesut et. Yöneldiği âlemi
çıktığı âlemden hayırlı kıl" denir.
Sonra ölünün üzerine
bir örtü çekilir. Yanında güzel koku bulundurulup tütsü yakılır. Şişmemesi
için karnının üzerine demir parçası, ayna gibi bir şey konur. Elleri yanlarına
uzatılır, göğsüne konmaz. Yıkanmadıkça yanında Kur'ân okunması mekruhtur.
Yanında, cünüp, hayız ve nifas halinde olan kimse bulunamaz. Yıkanması ve defni
için mümkün olduğu kadar acele edilir.[2]
Ölü teneşir üzerine
ayakları kıbleye doğru gelmek üzere arka üstü yatırılır. Etrafı tütsülenir.
Göbeğinden dizlerine kadar olan avret mahalli örtüldükten sonra elbisesi
çıkarılır.
Cenaze yıkayan, yıkama
(gasl) farizasını yerine getirmeye niyet etmeli, besmele ile başlamalı ve gasl
bitinceye kadar “Ey rahman, ölü için mağfiretini dilerim" demelidir.
Yıkayıcı önce eline
bez sararak örtünün altından avret yerini yıkar, sonra abdest aldırır yüzünü
yıkar, yalnız dudaklarının içini, burun deliklerini, göbek çukurunu
siler,sonra elleriyle kollarını yıkar, başını meshedip ayaklarını yıkar. Küçük
çocuğa bu şekilde abdest aldırmak gerekmez.
Üzerine ılık su
dökülür. Başı ve varsa sakalı sabunlu su ile yıkanır. Sol tarafına çevrilerek
sağ tarafı bir defa sonra sağ tarafına çevrilerek sol tarafı da bir defa
yıkanır. Bu şekilde sağ ve sol tarafları üçer defa yıkanır. Sonra ölü
oturtularak karnı ezilir bir şey çıkarsa sadece o yıkanır.
Cenazeyi yıkamak için
su bulunmadığı vakit teyemmüm ettirilir. Cenaze yıkandıktan sonra kurulanıp
kefenlenir.
Ölüyü kendisine en
yakın birisi veya ahlâkı en iyi olan ve cenaze yıkamasını bilen birisi
yıkamalıdır. Erkeği erkek, kadım kadın yıkar. Bir kadın kocasını yıkayabilir.
Fakat, Hanefi mezhebine göre koca karısını yıkayamaz.[3]
Erkeğin kefeni yensiz,
yakasız, dikişsiz bir gömlek bir don ve eteklik bir de sargı yerini tutan üç
kat bezdir. Gömlek boyundan ayağa kadar olur. Baş ve ayak tarafından
düğümlenir.
Kadının kefeni bunlara
ilâve olarak bir baş örtüsü, bir de göğüs örtüsü olmak üzere beş kattır. Sünnet
olun kefen budur. Kefenlendikten sonra cenaze namazı kılınabilir.[4]
Cenaze namazı aslında
ölü için duadır ve farz-ı kifayedir. Şartı niyettir. Bu niyette ölünün erkek,
kadın, kız veya oğlan çocuğu olduğu belirtilir. Cenaze namazında cemaat şart
değildir. Bununla birlikte cemaatin üç saf olması daha sevaphdır. Namazı
kıldıracak imam da imamlık şartlarının bulunması lazımdır. Bütün namazlarda
şart olan taharet, setr-i avret (avret yerini örtmek) istikbal-i kıble
(kıbleye yönelmek) niyetten başka cenaze namazı için altı şart daha vardır:
1. Ölünün
müslüman olması,
2. Ölünün temiz
olması, yıkanıp kefenlenmiş olması,
3. Cemaatin
önüne konmuş olması,
4. ölünün
tamamı, bedenin çoğu 4eya hiç olmazsa baş ile beraber yarısının mevcut olması.
Buna uymayan ölüler bir beze sarılarak namaz kılınmadan gömülür.
5. Namazı
kılan kimsenin özürsüz olarak binekli veya oturur olmaması.
6. Cenazenin
yere konmuş olması. Namaz kılınmanın mekruh olduğu üç vakitten başka her zaman
cenaze namazı kılınır.
Cenaze namazının
rükünleri, dört tekbir ile kıyamdır. Kur'ân okumak, rüku ve secde yoktur.
Cenaze namazı şu
şekilde kılınır: İmam, ölünün göğsü hizasına durur.
Cenaze namazının
başına yetişmeyen kimse hemen iftitah tekbirini alıp imama uyar. Diğer
tekbirleri imam ile birlikte alarak geçirmiş olduğu tekbirleri imam selam
verdikten sonra ye cenaze kalkmadan önce birbiri ardına kaza eder. Cenaze
namazı dört tekbirden ibarettir. îlk tekbirde eller kaldırılır, ondan sonraki
tekbirlerde kaldırılmaz, ilk tekbirden sonra Allah Teâlâ'-ya hamd olarak
"sübhaneke" okunur. İkinci tekbirden sonra Hz. Peygambere selatü
selam = (Allahümme salli ve Allahümme barik) getirilir. Üçüncü tekbirden sonra
namaz kılan cenaze duasını veya Fatiha gibi kolayına gelen bir âyeti okur.
Dördüncü tekbirin akabinde de selam verilir.[5]
(Namazın üçüncü tekbirinden
sonra okunur.
"Allah'ım, bizim
dirimizi, ölümüzü, burada bulunanımızı, bulunmayanımızı, küçüğümüzü,
büyüğümüzü, erkeğimizi, kadınımızı, yarlığa, affet. Allah'ım içimizde
yaşattıklarını müslüman olarak yaşat, öldürdüklerini de mü'min olarak öldür.
Özellikle bu ölüye cennet kokusu, istirahat, af ve rıza nasib et.
Allah'ım bu ölü iyilik
işlemişse onun mükâfatını artır, kötülük işlemişse, ondan vazgeç onu affet ona
emniyet, müjde, kerem ve yüksek mertebe ver. Ey merhametlilerin en
merhametlisi.”[6]
Çocuğun namazında
üçüncü tekbirden sonra:
“ ”[7] diye
dua edilir.
Cenaze namazında
kıraat ve tahiyyata oturmak diye bir şey yoktur.
Doğan bir çocuktan ses
duyulursa ismi konulur. Yıkanır ve namazı kılınır.Ses duyulmazsa bir beze
sarılarak gömülür, namazı kılınmaz.[8]
Düşüğe, ölü doğan
çocuğa namaz kılınmaz. Sadece ad takılarak yıkanır ve bir beze sarılarak
gömülür. Doğar doğmaz ölen çocuk ise yıkanır ve namazı kılınır. İntihar eden,
idam olunan kimseler yıkanır, kefenlenir namazı da kılınır. Anne veya baba
katilinin, öldürülen yol kesici ve eşkiyanın namazı kılınmaz. Cenaze namazını
kabristanda kılmak mekruhtur.[9]
Cenaze taşımak
ibâbettir. Tabutu dört tarafından dört adamın omuzlaması sünnettir. Evvela
tabutun sol ön ve arka tarafından, sonra sağ Ön ve arka tarafından omuzlanır.
Böylece dört tarafından onar adım götürülmüş olur. Hz. Peygamber: "Bir
kimse cenazeyi kırk adım götürürse, din kardeşine ait vazifesini yerine
getirmiş olur, kendisinin kırk büyük günahı affolunur."[10]
buyurmuştur.
Cenaze biraz acele
götürülmelidir. Arkasından yürümek Önünde yürümekten daha sevaptır. Cenazeyi
gündüz gömmek müstehabtır. Cenaze kabre konulacağı zaman, bir kaç kişi
cenazeyi tabuttan alarak Kıbleye doğru kabre indirip, sağ tarafına yatırılır.
Yatırırken: "Bismillâhi ve billahi ve alâ milleti rasûlillah" denir.
Kefen baş ve ayak tarafından çözülür. Kadını kabre kendi mahreminin indirmesi
daha iyidir. Bundan sonra kabir örtülerek Yasin, Tebareke, îhlas, Muavvizeteyn,
Fatiha okunur. Daha sonra herkes işine gücüne dağılır. Cemaatten birisi
cenazeye telkin vermek üzere bir miktar kalır.
Ölü gömüldükten sonra,
ölünün hısım ve yakınlarına baş sağlığı dilemek müstehabdır. Bunun müddeti üç
gündür. Hz. Peygamber bir yakınını kaybeden müslümanı teselli etmenin büyük
sevabı olduğunu bildirmiştir. Müslümanların ölülerini hayırla anmak onların
iyi yanlarını konuşmak, fenalıklarını söylemekten kaçınmak müslümanların
vazifesidir. Zira bir hadis-i şerifte "ölülerinizin güzel hallerini yadediniz,
kötülüklerini söylemekten çekininiz,”[11]
buyurulmuştur.
Yüzünün kararması gibi
Ölüde hasıl olan kötü halleri söylemekte, -fasık birisi olarak tanınmamak
şartıyla- gıybetten sayılır.[12]
3089... Amir
er-Rami'den demiştir ki:
Ben memleketimizde
idim. Birdenbire bizim için bayrakların ve sancakların dikilmiş olduğunu gördüm
(ve) "Bu da nedir?" dedim. "Bu Rasûlullah (s.a)'in
sancağıdır" dediler. Bunun üzerine (Rasûlullah'ın) yanına vardım. Bir
ağacın altında kendisi için serilen bir elbisenin üzerinde oturuyordu.
Sahabileri etrafına toplanmışlardı. Ben de onlar (in arasın)a oturdum.
Rasûlullah (s.a) hastalıklardan bahsediyordu. Bu sırada...
"Bir mü'mine
hastalık isabet eder, sonra Allah bu mü'mini o hastalıktan kurtarırsa o,
hastalık, bu mü'minin günahlarına keffaret, ileride (başına) gelecek işler
hakkında ona bir öğüt olur. (Fakat) bir münafık hastalanır da sonra iyileşecek
olursa, tıpkı sahihlerinin bağlayıp da sonra salıverdiği bir deve gibi olur.
Kendisini niçin bağladıklarım da bilmez, niçin saldıklarını da bilmez."
buyurdu. Bunun üzerine orada bulunanlardan bir adam:
"Ey Allah'ın
Rasûlül (Bu sözünü ettiğin) hastalıklar da nedir? Vallahi ben (hayatta) hiç
hastalanmadım" dedi. Peygamber (s.a) de:
“Sen yanımızdan kalk.
(git) Çünkü sen bizden değilsin" (Kâmil bir mü'minin özelliği bela ve
musibetlere maruz kalmaktır. Sen bizim derdimizi anlayamazsın) dedi. Biz (Hz.
Peygamberin) yanında (böyle sohbet etmekte) iken oraya (elinin) üzerinde elbise
olan bir adam çıkageldi. Elinde bir şey (daha) vardı (ve elbise o şeyin)
üzerine sarılmıştı. O zat:
"Ey Allah'ın
Rasûlü: Ben seni görünce (huzuruna gelmek üzere) sana (doğru) yöneldim.
(Gelirken) ağaçlan sık olan bir yere uğradım. Orada (birtakım) kuş yavrusu sesleri
işittim. Onları alıp elbisemin içine koydum. Bunun üzerine anneleri gelip
başımın üstünde dolaş (maya başla)dı. Ben de onun için elbisemi yavruların
üzerinden kaldırdım. Bunun üzerine anneleri yavruların üzerine kondu. Bende
hepsini (birden) elbisemin içine sardım. îşte şu yanımdakiler onlardır"
dedi. (Hz. Peygamber de):
"Onları (yere)
bırak!" buyurdu. (Adam da) Onları (yere) bırakıverdi. Anneleri ise (yine)
onlardan ayrılmadı. Bunun üzerine Rasû-lullah (s.a)(orada bulunan) sahabilerine
(şu):
"Yavruların
annesinin yavrularına olan şefkatine hayret ediyor musunuz?" diye sordu.
(Onlar da):
“Evet ya
Rasûlullah" cevabım verdiler. (Hz. Peygamber de):
“Beni hak (din) ile
gönderen Zata yenlin olsun ki, Allah kullarına yavrularına karşı şefkatini
gördüğünüz şu yavruların annesinden daha merhametlidir. Onları geri götür ve
anneleri ile birliktelerken kendilerini yakaladığın yere koy." (o zat da)
onları geri götürdü.[13]
Rasûl-ü Zişan
Efendimiz, sahabilerinin başına gelen hastalık
ve musibetlerin hikmetinden şikayette
bulunmadan bunlara sabretmenin ahiretteki sevabından ve Allah'a ait
küçük büyük bütün günahlara keffaret olacağından bahsederken, orada
bulunanlardan biri söze karışarak kendisinin hiç hastalanmadığını ve hastalığın
ne olduğunu bilmediğini söylemiş, Hz. Peygamber de "Sen (bela ve
musibetlere tahammül eden ve bu sayede kemale eren kâmil mü'minlerin yoluna ve
onların sohbetine tamamen yabancısın" buyurarak onu meclisten
uzaklaştırmak suretiyle ona kalbinin katılığım tevbe ve taata daha çok devam
ederek bu durumdan kurtulması gerektiğini unutmayacağı bir şekilde
hatırlatmıştır. Eğer Rasûl-ü Zîşan Efendimiz o kimseye o mecliste kalması ve
musibetlerin müzminlere olan faydasıyla ilgili sohbeti dinlemesi için izin
verseydi, o kimse bu sohbetten bir şey anlamayacağı ve istifade edemeyeceği
gibi hem de konuşulanları yadırgayacak ve dolayısıyla zarar görecekti.
Netice olarak
mevzumuzu teşktil eden bu hadis-i şerifte, Allah'ın tnü'-min kullarına karşı
çok merhametli olduğu, onu bu dünyadaki günahlarından temizlemek ve cennetine
sokmak için, günahlarına keffaret olacak hastalık ve musibetlere maruz
bıraktığı ifade edilmektedir.
Kâmil mü'minler, bunu
bildikleri için Allah'tan gelen tüm musibetleri rıza ile karşılarlar ve bu
sayede varsa günahları affedilir, yoksa cennetteki makamları yükselir. Gafil
mü'minler ise, bu hikmeti bilmedikleri için başlarına gelen musibetleri kullara
şikayet ederek bu sevaba ermekten mahrum kalırlar. Sahibi tarafından bir süre
bağlandıktan sonra bırakılıvereri devenin hali ne ise, hastalıklar ve
musibetler, karşısında kâfirlerin hali de odur. Bu hususta duygusuzluk,
basiretsizlik, şuursuzluk yönünden deve ile kâfir arasında bir fark yoktur.
İkiside başlarına gelen bu sıkıntıdan bir ibret dersi ve bir manâ çıkaramazlar.
Sadece yiyecek ve içecek gibi dünya nazlarından mahrum kaldıklarına üzülürler.
Her ne kadar,
senedinde kimliği meçhul iki tane ravi bulunduğu için, bu hadis-i şerif zayıfsa
da şu hadis-i şerifler mana itibarıyla onu takviye ettiklerinden, zayıflıktan
kurtulup hasen dereceye yükselmiştir:
1.
"Mü'min rüzgarların bir yandan bir yana sallayıp bazan yere yatırıp bazan
da doğrulttuğu yeşil ekine benzer. Münafık da dimdik ayakta duran, kendisine
hiçbir arıza gelmeyen, fakat (vakti gelince) birdenbire kökünden koparılıp
sökülen pirinç fidanı gibidir."[14]
2.
"Aziz ve Celil olan Allah melaikelere emredip gidiniz, falanca kulumun
üzerine belâ ve musibetleri dökünüz, der. Onlar da gidip o kulun üzerine bela
ve musibetleri dökerler. Bunun üzerine o kul Allah'a şükretmeye başlar.
Melekler Allah'a dönüp gördüklerini anlatırlar. "Haydin geri gidiniz. Ben
o kulumun yalvarıp yakarmasından hoşlanıyorum" buyurur"[15]
3.
"Mii'min olan kişiye yorgunluktan, hastalıktan, meraktan, mahrum-luktan,
gamdan, ezadan, hatta kendisine batan bir dikenden mütevellid herhangi bir
musibet gelmeyedursun, ille cenâb-ı hak bunlar sebebiyle onun günahlarını
yarlığar."[16]
4.
"İnsanlar içinde belası en çetin olanlar peygamberlerdir. Onlardan sonra
da efdalden efdale teveccüh eder. Kişi dininin derecesine göre belala-nır.
Artık dininde selabet (ve kuvvet) varsa belası çetinledir. Dininde yufkalık
(za'f) varsa o da dini mikdarınca ibtila görür. Bu suretle kula ait bela
yeryüzünde üzerinde hiçbir günah kalmayarak yürüyeceği bir zamana kadar devam
eder, gider."[17]
5. Kendisini
sar'a tutan bir kız Rasûlullah (s.a)'e gelerek:
"Ey Allah'ın
Rasûlü: Benim için dua et de kurtulayım." dedi. Rasûl-ü Ekrem de:
"Eğer dilersen
dua edeyim de bu hastalıktan kurtul. Fakat dilersen sabret de hesaba çekilmeden
cennete gir." buyurdu. Kadın da "Dünyada bu hastalığa sabreder
ahirette hesaba çekilmeden cennete girerim." dedi.
6. "Kul
cennete Allah'ın kendisi için hazırladığı makama erişecek bir amel işleyemezse,
Allah onun bedenine, veya malına veya çoluk çocuğuna bir musibet verir. Kulda
ona sabretmek suretiyle cennetteki makamına eriştirir.[18]
Netice olarak hastalık ve musibetler, mü'minler için bir nimet, münafıklar
için büyük sıkıntıdır. Çünkü günahkâr mü'minlerin günahlarına keffaret olur,
salih mü'minlerin de cennetteki makamını yükseltir. Nitekim Cenâb-Hak Kur'ân-ı
Kerîminde "Sîzi çarpan her musibet, kendi ellerinizin (ihtiyarınızın)
işleyip kazandığı (günahlar) yüzündendir. Bununla beraber (Allah) birçoğunu da
affeder." (de musibete uğratmaz)[19]
buyurarak bu gerçeğe işaret etmiştir.
tbn Ata der ki:
"Kim başına gelen fitnelerin, musibetlerin kendi kusurundan neş'et
ettiğini, bununla beraber mevlasının bunlardan birçoğunu af-vetmiş bulunduğunu bilmezse
onun, Rabbının kendisine olan ihsanı hakkındaki nazar ve teemmülü cidden
kıttır." (Muhammed bin Hamid) de şöyle demiştir: "Kul her zaman
günahtan hali kalmaz. Onun taatı içindeki akisleri ise masiyet yolundaki
günahlardan daha çoktur. Zira masiyet günahı bir cihettendir. Taat günahı
birçok cihetlerdendir. Allah kulunu türlü türlü musibetlerle günâhlardan
temizler, tâ ki kıyamet gününde onun yükünü hafifletmiş olsun. Yoksa onun
afvi, rahmeti olmasaydı kul daha ilk adımda helaka uğrardı.[20]
3090...
İbrahim b. Mehdi'nin sahabi olan dedesinden (rivayet olur-muştur) dedi ki ben:
Rasûlullah (s.a)'i (şöyle) derken işittim:
"Bir kul kendisi
için (cennette) hazırlanmış olan makama ameliyle erişemeyecekse, Allah onun
bedenine veya malına veya çoluk çocuğuna bir bela verir." (de bu belaya
sabrı sebebiyle o makama eriştirilir.)
Ebû Dâvûd der ki:
(Ravi İbn Nüfeyl rivayetine devamla şunları) ilave etti "Sonra (Allah) 6
kulu bu musibete sabretmeye muvafak kılar. " (metnin buraya kadar olan
kısmından sonra (hadisin her iki (ravi) si de birleş (erek şu cümleyi rivayet
et) tiler. "Nihayet (Allah) o kulu kendi katından hazırlamış olan makama
eriştirir.[21]
Bir önceki hadis-i
şerif üzerinde yapmış olduğumuz açıklama bu hadis-i şerif için de geçerli
olduğundan burada yeni bir şerhe lüzum görmedik.[22]
3091... Ebû
Musa demiştir ki:
Ben Peygamber (s.a)*i
defalarca şöyle buyururken işittim:
"Bir kul salih
amel (ler işlemeye devam) ederken, hastalık ya da yolculuk (gibi bir engel
çıkarak) kendisim bu amel (ler) den alıkoyacak olursa sıhhatli ve mukim iken
işlemiş olduğu salih (amel) in aynısı (yine işliyormuş gibi) kendisine
yazılır.[24]
Sıhhatli ve mukim iken
güzel ameller işlerken hastalanan ya da meşru bir yolculuğa çıkan bir kimse bu
hastalığı veya yolculuğu sebebiyle işlemekte olduğu güzel amelleri işlemeye
muvaffak olamazsa, daha önce işlemiş olduğu amellerin sevabı yine eksiksiz
olarak yazılmaya devam eder. Çünkü o kimse bu amelleri işlemeye azimli idi.
Şayet hastalık veya yolculuk engel olmasaydı o amelleri işleyecekti. Bu
mevzuda gelen hadis-i şerifleri pek çoktur. Bunlardan bazılarının meali
şöyledir.
l.
"Gece namazına devam ettiği halde uykusunun ya da bir rahatsızlığın
baskın gelmesiyle buna muvaffak olamayan bir kul yoktur ki, kılamadığı gece
namazlarının sevabı yazılmış olmasın. Ve uykusu da kendisine sadaka
olmasın."[25]
2.
"Yüce Allah jnjislüman bir kulu (nu) bedenine verdiği bir bela ile imtihan
edecek olurşg, (görevli olan meleğe bu kulunun) daha önce işlemekte olduğu
salih amellerin aynısını (yine)
işliyormuş gibi yaz (maya devam et) diye emreder, (o melek de bu emri derhal
yerine getirir.) Eğer Allah bu kuluna şifa verecek olursa onu (n günahlarını)
yıkar (günahsız bir hale getirir. )Eğer canını alırsa onu(n günahlarını)
bağışlar ve rahmetine eriştirir.[26]
3.
"Mü'minin (kendisine isabet eden) bir hastalığa sabretmemesi şaşılacak
bir şeydir. Eğer o bu hastalıktan dolayı elde edeceği mükâfaatı bilseydi ömür
boyu hasta kalmayı arzu ederdi.”[27]
4. "Bir
kulun bedenine bir musibet gelecek olursa aziz ve celil olan Allah o kulu (n
amellerini) kaydeden meleklere emredip şimdi bu kuluma sıhhatli m anında benim emrimde iken gece ve gündür
işlemekte olduğu amellerin en hayırlısını yaz (maya devam edin) buyurur".[28]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifle şerhi sadedinde meallerini sunduğumuz hadis- şerifler,
meşru bir özür sebebiyle cemaate devam etmek, ya da cihada gitmek gibi hayırlı
işlerden geri kalan bir kimsenin bu mazereti sebebiyle, aynen o Hayırlı işi
yapmış gibi sevap alacağına delalet ettikleri gibi "Bu durumda olan bir
kimsenin mazereti onu sadece o hayırdan geri kalmanın vebajinden kurtarır, ona
sevap kazandırmaz " diyen kimselerin bu iddialarını da reddederler.[29]
3092...
Ümmü'l-Ala'dan demiştir ki: Rasûlullah (s.a) beni hasta iken ziyaret etti ve
"Ey Ümm'l-Ala sana
müjde (ler olsun) çünkü ateşin altın ve gümüşün paslarım giderdiği gibi bîr
müslümanın hastalığı da onun günahlarını giderir " buyurdu.[31]
Münzirî'nin hasen
olarak nitelendirdiği bu hadis-i şerif, şu hükümleri içine almaktadır:
1. Erkeklerin
hasta kadınları ziyaret etmeleri caizdir. Fakat bu ziyaretin caiz olması
mutlak değildir. Ancak bu cevaz o kadınla yabancı bir erkeğin yalnızca başbaşa
kalmamaları ve tesettüre tam manasıyla riayet gibi şartların gerçekleşmesine
bağlıdır. Bu şartların gerçekleşmemesi halinde bu ziyaret haram olur.
2.
Ziyaretçinin hastaya, hastalığının günahlarına keffaret olacağını hatırlatması
ziyaretin adabındandır. Çünkü bu hatırlatma hastanın gönlüne rahatlık verir ve
kendisine teselli eder.
3. Kaza ve
kadere teslim olmak gerekir.
4.
Hastalıklar hastanın günahlarına kefferat olur.
Bu mevzuda rivayet
edilmiş olan hadis-i şeriflerin meali şöyledir: a) Şeddad b. Evs, arkadaşıyla birlikte bir hastayı ziyaret ettiği
zaman ona "Bu sabah nasılsın?" diye sorduklarında "Bu sabah
Allah'ın nimeti üzerimdedir" diye cevap verdi. Şeddad da sana müjde (ler
olsun. Çünkü hastalıklar) Günahlara keffarettir. Hataları siler. Çünkü ben
Rasülullah (s.a)'i "Aziz ve Celil olan Allah (bir müslüman hastalandığı
zaman meleklerine şöyle) buyurur. Ben bir mü'min kulumu (hastalıkla) imtihan
ettiğimde (o kulum) bana hamdedecek olursa, o (kulum) yatağından anasından
doğduğu günkü gibi bütün günahlardan arınmış olarak tertemiz kalkar (ey
meleklerim) bu kulumu (ibadetlerine devam etmekten) ben alıkoydum ve onun
başına bu imtihanı ben getirdim. Binaenaleyh, sağlığında (ibadetlerine)
karşılık olarak onun için yazmış olduğunuz sevapların aynısını şimdi de
yazınız, buyurur" derken işittim, diye cevap verdi.[32]
b) Bir
defasında Rasülullah (s.a)'ın huzurunda hummadan bahsedildi. (Orada bulunan)
bir adam da hummaya sövdü. Bunun üzerine peygam-ber(s.a.s) (adama)...
"Hummaya sövme.
Çünkü ateş, demirin pasını giderdiği gibi humma (hastalığı) da günahları
giderir " buyurdu.[33]
c) Bir gün
peygambe/. (s.a) beraberinde Ebû Hûreyre olduğu halde humma (sıtma) ateşinin
şiddetinden dolayı hastalanan bir
kimsevi ziyaret etti ve hastaya:
"Sana müjdeler
olsun çünkü yüce Allah buyuruyor ki: Humma benim ateşinidir. Ben onu mü'min
kuluma dünyada musallat ediyorum ki o kulıf-mun ahiretteki ateşten payı
(dünyada çektiği humma ateşi) olsun11 buyurdu.[34]
3093... Âişe
(r.a)'dan demiştir ki: (Ben Rasûlullah (s.a)'e hitaben) "-Ey Allah'ın
Rasûlü, ben Kur'ân'da en şiddetli olan âyeti biliyorum" dedim.
"O hangi ayettir
ey Âişe" diye sordu (Ben de)
"Yüce Allah'ın
...kötülük yapan cezasını çeker sözüdür." diye cevap verdim. (Bunun
üzerine)
"Ey Âişe! Bir
mü'mine bir musibet -yahut da bir diken- isabet eder (o kul da buna sabreder)
se (bu musibete sabretmesi) onun (istemiş olduğu) amellerinin (kendisince) en
çirkin (ler) ine karşılık olur (da hesaba çekilmez. Kıyamet gününde
günahlarından dolayı) hesaba çekilen kimse (ler) ise (mutlaka) azab görür"
buyurdu.(Âişe de):
"Allah (Kur'ân-ı
Kerîm'inde) o kolay bir hesaba çekilecek."[35]
buyurulmuyor mu? diye sordu.
Rasûl-ü Ekrem de:
“O (amellerin Allah'ın
huzuruna) arzedilmesidir. (Kulun günahlardan hesaba çekilmesi değildir) Ey
Âişe! İnceden inceye hesaba çekilen kimse (mutlaka) azaba uğratılır/' buyurdu.
Ebû Dâvûd der ki: Bu
rivayet îbn Beşşar'indir (Beşşar bu hadisi) "Bize (bunu) îbn EbîMüleyke
haber verdi" diyerek (tahdis sigasıyla) rivayet etti.[36]
Hz. Aişe (r.a.) “Kim
kötülük yaparsa cezasını çeker."[37]
meâlindeki âyet-i kerîmenin metninde bulunan " =kim" kelimesinin
mü'min, münafık ve kâfir tüm insanları içine alan genel kapsamlı bir kelime
oluşuna ve nekre olan " =
kötülük" kelimesinin de şarttan sonra gelmiş olduğuna dikkat ederek, bu
âyet-i kerimeden mü'min olsun, kafir olsun her insanın, işlemiş olduğu
günahların tümünden ceza göreceği, hiçbirinin bağışlanamayacağı manâsını
çıkarmıştır. Gerçekten de âyet-i kerimenin zahirinden anlaşılması gereken
budur. Çünkü " o* " kelimesi, bir şart edatıdır ve genel kapsamlı bir
kelimedir. Şarttan sonra gelen nekre kelimeler de genellik kazanır ve
dolayısıyla kapsamları genelleşir. Bu kaideden hareket edince, âyet-i
kerimeden "büyük ya da küçük herhangi bir günah işleyen herhangi bir
kimsenin mutlaka bu günahın cezasını çekeceği ve bu kimsenin başına gelen
musibetlerin veya çekmiş olduğu hastalıkların onu bu cezadan
kurtaramayacağı" manası çıkar.
Fakat Hz. Peygamber,
Hz. Aişe'nin bu anlayışının yanlış olduğunu ve Allah'ın lutfu keremiyle
hastalıklara ve belalara maruz kalan kulların çektikleri bu sıkıntıların
sabretmeleri halinde günahlarına keffaret olacağını haber vermiştir. Nitekim
Rasûl-ü Zîşan Efendimizin şu hadisleri de bu gerçeğe ışık tutmaktadır.
"Her kim kötülük
işlerse onun sebebiyle ceza görür."[38]
âyet-i kerimesi inince müslümaniara pek şiddetli te'sir etti. Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a): "Orta yolu tutun, doğruyu arayın. Müslümanın başına
gelen her musibette bir keffaret vardır Hatta vücudundan sıyrılan her sıyrıkta
veya batan her dikende bile."[39]
Ebû Bekir es-Sıddık
(r.a)'den demiştir ki: Peygamber (s.a)'in yanında idim ve ona şu ayet
indirildi. "Bir kötülük işleyen onun cezasını çekecek ve kendisine Al
h'dan başka dost veya yardımcı bulamayacaktır."[40]
Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a):
"Ey Ebû Bekir,
bana indirilen bir âyeti sana okuyayım mı?" buyurdu. Ben de :
"Evet ya
Rasûlullah dedim. (Hz. Ebû Bekir sözlerine şöyle devam etti) "Sonra
Rasûl-ü Ekrem o âyeti bana okuttu ve ben farkında olmadan belimde bir burkulma
hissederek gerildim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a):
"Neyin var ya Ebâ
Bekr?" diye sordu. (Ben de)
"Ey Allah'ın
Rasûlü babam ve anam (varım yoğum) uğrunda feda olsun, hangimiz kötülük
yapmamıştır. Ve biz yaptıklarımızla cezalandırılacağız? dedim. Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a) (şöyle) buyurdu:
"Sana ve (diğer)
mü'minlere gelince, Ey Ebû Bekir, sizler bu kötülüğün cezasını dünyada
çekeceksiniz ve neticede Allah'a günahsız olarak kavuşacaksınız. Ötekiler
(kâfirler) ise bu kötülükler onlar için birikecek ve neticede bunun cezasını
kıyamet gününde çekeceklerdir.[41]
Ancak İmam Tirmizi bu hadis hakkında: "Bu hadis garibdir. İsnadında
söylenti vardır." demiştir.
Bu mevzuda Müslim'in
rivayet ettiği bir hadiste şu mealdedir: "Kafir, bîr hayır işlediği vakit,
onun sebebiyle kendisine dünyadan bir nimet verilir. Mü'mine gelince, şüphesiz
Allah onun hasenatını ahirette biriktirir, laatından dolayı dünyada da
akabinde rızık verir.[42]
Yine Müslim'den
rivayet edilen bir başka hadis-i şerifin meali de şöyledir: "Şüphesiz ki
Allah, hiçbir mü'mine işlediği hayrı mükâfatsız bırakmaz. O hayır sebebiyle,
hem dünyada dilediği verilir, hem de ahirette mükafatlandırılır.
Kâfire gelince,
dünyada Allah için yaptığı hayırlar karşılığında ona rızık verilir. Ahirete
vardığında onun kendisiyle mükâfatlandıracağı bir hayrı yoktur."[43]
Hasan-ı Basri (r.a)
Müslim'in rivayet ettiği bu ikinci hadis-i şerife bakarak "Kötülük yapan
cezasını çeker..."[44]
âyet-i kerimesinin kâfirler hakkında inmiş olduğunu, binaenaleyh onların
işlemiş oldukları büyük küçük tüm günahlardan hesaba çekilerek azaba
uğratılacaklarını, mü'minlerinse Allah'tan korkuları sebebiyle, gözlerinde
büyütmüş oldukları küçük günahlardan hesaba çekilmeyeceklerini, fakat ihlasları
sayesinde Allah katında en güzel bir iyilik mertebesine ulaşan salih
amellerinin mükafatım göreceklerini söylemiştir. Nitekim bu âyetin "...
ve kendisine Aİlah'dan başka ne dost ne de yardımcı bulamaz..."[45]
anlamındaki devamı da Hasan-ı Basri (r.a)'nin bu görüşünü desteklemektedir.
Çünkü Ahirette mü'minlerin dostları ve yardımcıları bulunacağına göre; âyet-i
kerimede kasdedilen kimselerin kâfirler olması icabeder. Âlimlerden bazılarına
göre, bu âyet-i kerime, mü'min veya kâfir günah işleyen tüm insanlar hakkında
inmiştir. Nitekim İbn Abbas'dan rivayet olunduğuna göre, bu âyet-i kerime
inince, müslümanlar bu âyetin.hükmünü çok ağır bularak Hz. Peygambere gelip
"Ey Allah'ın Rasûlü, senden başka günahtan sakınmaya hangimizin gücü yeter
ki? Her günahtan dolayı cezaya çarptırılmamız nasıl olacak?" diye
sormuşlar. Hz. Peygamber de:
"Bir iyilik
yapana, on sevap yazılır. Bu on sevabın bir tanesi bir günahı karşılar. Bir
günah bir sevabı azaltınca geriye dokuz sevap kalır. Bir kötülüğüne karşılık
bir günah bîr iyiliğine karşılık on sevap aldığı halde günahları sevabından
daha ağır gelen kimseye yazıklar olsun" buyurmuştur.
Bilindiği gibi
ahirette günah ve sevaplar karşilaştırılır.Günaru ağır gelen cehenneme, sevabı
ağır gelen de cennete gider.
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerif ve benzerleri, bir müslümana isabet eden hastalık ve musibet
gibi sıkıntıların onun günahlarına keffaret olacağını ifade ettiklerinden
âlimler hastalık ve musibetlerin günahlara keffaret olacağında ittifak
etmişlerdir. Âlimlerin Çoğunluğuna göre, bu sıkıntılar günahsız olması halinde
sahibinin amel defterine sevap olarak yazılır ve derecesini de yükseltir.[46]
Ancak sözü geçen mü'minin bu sıkıntılarının günahlarına keffaret olabilmesi
için kendisinin bu belalara sabretmesi ve şikayetçi olmaması gerekir. Aksi
takdirde bu sıkıntılar onun günahlarına keffaret olmaları bir yana günahlarına
yenilerinin ilavesine sebep olurlar.[47]
Metinde geçen " =
kötü" kelimesi birisi Zümer sûresinin otuz-beşinci diğeri de Fussilet
sûresinin kırkyedinci âyetinde olmak üzere, Kur'ân-ı Kerîm'de iki yerde
geçmekte ve sahip oldukları hassasiyet sebebiyle mü'min-lerin korku ve haşyetten
gözlerinde büyüttükleri zelle anlamında kullanılmaktadır.[48] Bu
bakımdan biz bu kelimenin geçtiği cümleyi tercüme ederken bu cümleye parantez
içerisinde bir "kendisince" kelimesini ilave ederek bu manâya işaret
ettik.
Nitekim Bezlü'l Mechud
yazarı da musibetlerle affedilen günahların küçük günahlar olduğunu
kaydetmiştir. Fakat burada geçen " îpi " kelimesiyle büyük
günahların kasdedilmiş olması da mümkündür. Çünkü bu kelimeyle küçük
günahların kasdedilmiş olduğa kabul edilse bile, Hz Aişe'den gelen "kul
başına gelen musibetler ve sıkıntılar sayesinde körük ateşinden çıkan kırmızı
altın gibi (günah kirlerinden arınmış olarak) çıkar." anlamındaki hadis-i
şerifle Beyhakî'nin rivayet ettiği "başağrısı ve üzüntüler mü'-mine
gelmeye devam ederler. Nihayet mü'm in bunlar sayesinde beyaz bir gümüş gibi
(tertemiz) kalır." anlamındaki hadis bu sıkıntıların, mü'minin büyük
günahlarına da keffaret olduklarını ifade etmektedir.[49]
Netice olarak
kelimesiyle büyük günahların kasdedilmiş olduğu kabul edilirse, o zaman ilgili
cümleye: "amellerinin en çirkinlerine bile karşılık olur. Küçük günahlar
ise evleviyyetle affedilmiş olur" manası vermek gerekir.
Aslında mevzumuzu
teşkil eden bu hadisin bab başlığıyla bir ilgisi olmadığından, bu hadisin yeri
burası değildir. Bir önceki ba'ıda zikredilmesi gerekirdi.[50]
1. Mü'minin
başına gelen musibetler onun günahla-rina Keffarettır.
2. Kıyamet
gününde inceden inceye hesaba çekilen bir kimse mutlaka azab görür. Kadı Iyaz'a
göre, "azab görür'* cümlesinin iki manâsı vardır:
a) Hesabın
derinleştirilmesi, günahların ortaya dökülerek kulun onlardan dolayı
bekletilmesidir. Kul için bu bir azab sayılır.
b) Cehenneme
sev kedi lmesidir. Nevevî'ye göre, sahih olan bu ikinci manâdır.
3. “O kolay
bir hesaba çekilecektir."[51]
âyet-i kerimesİndeki kolay hesaptan maksat, kulun inceden inceye hesaba
çekilmesi değil, amellerinin ortaya dökülmesidir. Kulun amellerinin ortaya
dökülmesi, onun için kolay bir hesaptır. Çünkü bunda kendisine bunları niçin
yaptığına dair bir soru yoktur. Sadece günahları ortaya dökülür Allah da
onların hesabını sormadan bağışlar ve sahibini de cennete koyar. Taberanî'nin
Hz. Aişe'den rivayet ettiği bir hadis-i şeriften anlaşıldığına göre, bu
şekilde hesap görenler, sevapları günahlarından fazla olanlar ya da şefaata
mazhar olanlardır. Nitekim bir hadis-i şerifte, Rasûlullah Efendimiz şöyle
buyuruyor:
"Kıyamet günü
mü'min Rabbi (Azze ve Celle) ne yaklaşacak o derece ki, üzerine Allah affını
indirecek ve ona günahlarını itiraf ettirecektir. Kendisine (filan günahını)
biliyor musun? diye soracak. Mü'min, "Ey Rabbim, biliyorum diyecek, yüce
Allah onu ben dünyada sana örtbas etmiştim. İşte bugün de onu sana
bağışlıyorum" diyecek. Bunun üzerine kendisine iyiliklerinin sahifesi
verilecektir."[52]
3094...
Üsame b. Zeyd'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a) Abdullah b. Übeyyi ölümüne
sebep olan hastalığı sırasında, ziyarete gitti. Yanına girince onda (bulunan)
ölüm (alametlerin)i tanıdı ve:
"Ben seni yahudileri
sevmekten nehyetmiştim" buyurdu, (O da): "Sus! Esad b. Zürare onlara
buğzetti de ne oldu?" (ölümüne mani olabildi mi?) dedi (Abdullah b. Ubeyy)
ölünce oğlu.Hz. Peygambere gelip "Ey Allah'ın peygamberi gerçekten
Abdullah b. Übeyy öldü. Sen (kendi) gömleğini bana ver (ir misin?) Onu onunla
kefenleyeyim?" dedi. Rasûlullah (s.a) de gömleğini çıkarıp ona verdi.[54]
Taberî ile
Abdürrezzak'ın rivayetlerine göre, Rasûl-ü Zişan Efendimiz İbn Übeyy'in yanına,
İbn Übeyy kendisini çağırdığından dolayı gitmiştir. İbn Übey Hz. Peygamberin
kendisi için istiğfarda bulunmasını rica ediyordu.
Metinden de
anlaşıldığı gibi Rasûl-ü Ekrem, İbn Übeyy'in yanına varınca ona, yahudilere
karşı beslediği sevginin kendisini münafıklığa ittiğini den ebedî hayatının
mahvolup gittiğini hatırlattığı halde, aklı gözünde olduğu için şu dünya
hayatından başka bir hayatı anlamaktan ve gerçek saadeti idrakten aciz olan
Abdullah bu ihtarla intibaha gelmeyip "Esad b. Zürare yahudilere buğzetti
de ne oldu, bu buğzu kendisini ölmekten kurtarabildi mi?" diye
karşılık'vererek basiretsizliğini ortaya koyduktan sonra
"Yâ Rasûlullah!
Bu kınama zamanı değildir. Bu ölümdür. Şayet ölürsem beni yıkamaya gel. Hem
bana teninedeğen gömleğini verde beni onunla kefenle, namazımı kıl, benim için
istiğfar et" dedi. Rasûl-ü Ekrem de onun dediklerini yaptı.
Oysa Hz. Peygamberin
bu ihtardan maksadı onu azarlamak değil, sadece onun intibaha gelip tevbe
etmesine vesile olmaktı.
Abdullah b. Übeyy'in
Rasûl-ü Ekremin ihtarına Hz. Esad b. Zürare'yi misal göstererek cevap
vermesinin sebebi, Hz. Esad'ın Medine'ye ilk hicret eden ve yahudilere karşı
nefret ve kini herkesçe bilinen bir müslüman olmasıdır. Siyer kitaplarının
kaydettiğine göre, Hz. Esad kendi kabilesi olan Neccar oğullarının başkanı idi
ve Rasûl-ü Ekrem Medine'ye gelmeden önce Medine'de ilk cuma namazı kılan kimse
de Hz. Esad'dı.
Abdullah b. Übeyy
ölünce oğlu Abdullah gelip Hz. Peygamberden gömleğini kendisine vermesini rica
etti. Bu gömleği babasına kefen yapmak istediğini bildirdi. Rasûl-ü Zîşan
Efendimiz de onun bu ricasını kabul etti.
İbn Übeyy'in oğlunun
adı "Habbab" idi. Taberî'nin eş-Şabi'den rivayet ettiği bir hadiste
bildirildiğine göre, Abdullah b. Übeyy komaya girince oğlu Habbab Hz.
Peygambere gelerek "Ey Allah'ın peygamberi babam komaya girdi. Ölümü
esnasında onun yanında bulunmanı ve cenaze namazını kılıvermeni arzu
ediyorum." demiş. Hz. Peygamber de: "-Senin ismin nedir?” diye
sormuş o da "Habbab" deyince Rasûl-ü Ekrem "Hayır senin ismin
Abdullah'dır." buyurmuş, bundan sonra da onun ismi "Abdullah" olmuştur.
Kendisi Bedir savaşı dahi! Hz. Peygamberin bütün savaklarına katılmıştır. Bir
ara babasının Hz. Peygamber hakkında ağzını bozup ileri geri laflar
sarfettiğini duyunca, Hz. Peygambere varıp babasını öldürmek için izin istemişti.
Hz. Peygamber buna izin vermediği gibi, tam tersine babasına son derece iyi
davranmasını tavsiye etti. Bunun üzerine babasına sağlığında ve Ölümünden sonra
iyilik yapmaya devam etti. Hatta ona iyilik yapmakta insanların en başta geleni
oldu.
İbn Übeyy ölünce
ailesi onu acele techîz edip, Peygamber (s.a) gelmeden defnetmişlerdİ.
Rasûlullah (s.a) gelince ona verdiği sözü yerine getirmek için onu kabrinden
çıkartarak namazını kıldı. Bunun üzerine Allah (c.c) "Onlardan ölen bir
kimsenin üzerine ebediyyen namaz kılma. Kabrinin başına da dikilme."[55]
âyet-i kerimesini indirdi.
Hz. Peygamberin kendi
gömleğini münafıkların reisi olan Abdullah b. Übeyy'e kefen yapılmak üzere İbn
Übeyy'in oğluna vermesinin hikmeti üzerinde beş görüş ileri sürülmüştür:
1. Hz. Peygamber,
İbn Übeyy'in oğlu Abdullah'ı çok sevdiği için, onun hatırına gömleğini
vermiştir.
2. Hz.
Peygamber'den bir şey istenince olma/ demezdi, ilinde olanı vermek âdetiydi.
3. Bedir
savaşında Hz. Abbas esir edildiği sırada üzerinde elbise yoktu. O zaman İbn
Übeyy Hz. Abbas'a bir gömlek vermişti. Rasûl-ü Ekrem de buna karşılık olmak
üzere kendi gömleğini İbn Übeyy'e verdi. Bu suretle ona olan borcunu Ödemiş
oldu.
4. Bu
gömleği verdiği sırada, yukarıda mealini sunduğumu kâfirlerin namazını kılmayı
yasaklayan tevbe sûresinin 84. âyeti henüz nazil olmamıştı.
5. İbn
Übeyy'in kabilesini İslâm'a ısındırmak İçin vermiştir. Nitekim Hz. Peygamber bu
gömleği verdikten sonra "Benim gömleğim şüphesiz Allah katında ona bir
fayda verecek değildir. Ama ben bu sebeple onun kabilesinden birçok kimselerin
İslâm'a gireceğini ümid ediyorum” buyurmuş ve gerçekten de bu hadiseden sonra
Hazrec kabilesinden bin kişi İslâm'a girmiştir.
Her ne kadar
mevzuumuzu teşkil eden bu Ebû Dâvûd hadisinde Hz. Peygamberin gömleğini İbn
Übeyy'in oğluna daha İbn Übeyy kabre konmadan verdiğini ifade ederken, bazı
rivayetlerde İbn Übeyy kabirden çıkarıldıktan sonra gömleğini ona giydirdiği
ifade edilmekte ise de[56] bu
durum iki rivayet arasında bir çelişki bulunduğu anlamına gelmez. Çünkü gerçekte
Hz. Peygamberin bu gömleği, ona kabre konmadan önce giydirilmiştir. Fakat
ikinci rivayetin ravisi Hz. Peygamber İbn Übeyy'i kabirden çıkarttığı zaman
onun üzerindeki gömleğin, o anda giydirildiğini zannetmiş, rivayetler
arasındaki farklılık buradan doğmuştur.[57]
1. Gömlekten
kefen yap.labilir
2. Bir
ihtiyaç veya maslahattan dolayı cenazeyi ka-
birden çıkarmak
caizdir.
3. Rasûl-ü
Zîşan Efendimiz en büyük düşmanlarının ricasını bite kabul edecek kadar yüksek
bir ahlâka sahiptir.
4. Münafık
hakkında İslâmî hükümler icra edilir.
5. Ölüm
haberini vermek caizdir.
6.
Salihlerin eşyasını teberrüken kullanmak caizdir.
7. Bir
müslümanın bir münafığı ziyaret etmesi caizdir.[58]
3095...
Enes'den (rivayet olunduğuna göre) yahudilerden bir çocuk hastalanmış,
Peygamber (s.a) de onu ziyaret için yanına varıp başucuna oturmuş, ona
"müslüman ol*' diye telkinde bulunmuş. Bunun üzerine (çocuk) başucunda
bulunan babasına bir göz atmış (babası da) ona (haydi) "Ebu'l-Kasım'a
itaat et" deyince müslüman olmuş. Peygamber (s.a) de "Benim
vasıtamla bu çocuğu ateşten kurtaran Allah'a hamdolsun" diye, şükrederek
(ayağa) kalk (ip oradan aynl)mış.[59]
Buhârî'nin rivayetine
göre, bu çocuk Hz. Peygambere hizmet ediyordu. İsmi Abdül-Kuddus idi.
Nesai'in rivayetine
göre, sözü geçen çocuk, babasının da teşvik ettiğini görünce "Eşhedü en la
ilahe illallah ve enne muhammed Rasulullah" diyerek İslam dairesine girmiş
ve müslüman olarak can vermiştir. Ancak adı geçen çocuğun aslında buluğa ermiş
bir genç olduğu halde burada kendisinden mecazen çocuk diye bahsedilmiş olması
da mümkündür.[60]
1.Müslümanların
idaresi altında yaşayan ve zimmi denilen enl-i kitabın hastalarını ziyaret
etmek caizdir. Çünkü, bunda İslâm'ın yüksek ahlakını izhar ve onları İslama
ısındırma imkânı vardır.
2. Bir
müslümanm, bir kâfiri hizmetçi olarak kullanması caizdir.
3. Kitab
ehli, İslâm dinine girmekle mükelleftirler. Çünkü Rasût-ü Ekrem, sözü geçen
yahudi çocuğunun İslama girmesiyle onun ateşten kurtulmuş olduğunu söyleyerek
Allah'a şükretti. Eğer ehl-İ kitap, İslama girmekle mükellef olmasalardı, bu
çocuk yahudi olarak kalmasından dolayı cehennemlik olmazdı.
4. Çocuklara
İslâmı arzedip onları İslâm dairesine girmeye ve İslâm dairesinde kalmaya
teşvik etmek caizdir. Mümeyyiz çocuklar şehadet getirmekle İslama girmiş
sayılırlar.
5. Küfür
üzerine ölen mümeyyiz kâfir çocuklar, cehennemliktir. Ancak bunun aksini ifade
eden deliller de mevcut olduğundan İmam Ebû Hanife (r.a) bu mevzuda sükutu
tercih etmiştir. Bu mevzu sünnet bölümünde ayrıntılı olarak tekrar ele
alınacaktır, inşaallah.
Ancak çocukla ilgili bütün
bu hükümler, bu çocuğun buluğ çağına ermediği kabul edilerek çıkarılmıştır.
Eğer bu çocuğun ergenlik çağında olduğu kabul edilirse, o zaman bu hadisten bu
hükümler çıkartılamaz.[61]
3096...
Cabir'den demiştir ki:
"Rasûlullah
(s.a), hastalandığım zaman katıra ve (ya) ata binmeden (gelir) beni ziyaret
ederdi.[63]
Bu hadis-i şerif,
hastaları yaya olarak ziyaret etmenin binitli olarak ziyaret etmekten daha
faziletli olduğunu ifade etmektedir.[64]
3097... Enes
b. Malik'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:
"Kim güzelce bir
abdest alır da (sevabını) Allah'dan umarak (hasta olan) bir mü'min kardeşini
ziyaret ederse, cehennemden yetmiş ha-
rif (sürecek bir)
mesafe (kadar) uzaklaştırılır." (Bu hadisi Enes'den nakleden Sabit,
rivayetine devam ederek şunları) söyledi: (Ben Enes'e)
"Ey Ebû Hamza
hartf nedir?" dedim. O da
“Yıldır" cevabını
verdi.
Ebû Dâvûd der ki:
(Başkaları rivayet etmeyip de) sadece Basrahlartn rivayet ettiklerinden biri de
kişinin bir hastayı abdestli olarak ziyaret etmesine dair (olan bu hadistir.[65]
Metinde geçen harif
kelimesi, sözlükte "sonbahar" anlamına gelir. Burada ise kül-cüz
alakasıyla mecazen "yıl" anlamında kullanılmıştır.
Hasta bir mUslümanı,
abdestli olarak ziyaret eden bir kimsenin cehennemden yetmiş sene sürecek
kadar uzaklaştırılmasından maksat, gerçek manada uzunluk ölçüleriyle
ölçülebilecek ve yetmiş sene sürecek bir uzaklık olabilir. Cehennemden bu
kadar uzaklaştırılmış olan kimse de artık cehennem ateşinin tesirinden
kurtulmuş olur. Fakat bu sözün kinaye yoluyla cehennemden kurtulup cennete
girmek anlamında kullanılmış olması da mümkündür.
Hastayı abdestli
olarak ziyaret etmenin faziletiyle ilgili olan bu hadisi sadece Basrahlar
rivayet etmişlerdir. Bunlar el-Fazl b. Belhem, Sabit el-Benani ve Enes b.
Malik'dir. Bilindifi gibi, bu şekilde sadece bir memleket halkı tarafından
rivayet edilen hadislere garib hadis ismi verilir. Bu hadiste olduğu gibi bu
şekildeki garib hadislerin ravileri güvenilir kimseler olunca hadisin
sıhhatine bir zarar gelmez.[66]
1. Hasta
ziyaret etmek isteyen bir kimsenin abdest alması mustehabdır.
2. Müslüman
bir hastayı ziyaret etmenin fazileti büyüktür.
3. Bütün
işlerde olduğu gibi, sadece Allah rızası için yapılan hasta ziyaretlerinin
ecri de kat kat verilir.[67]
3098... Ali
(b. Ebî Talib)'den demiştir ki: Geceleyin bir hastayı ziyaret eden kimseyle
birlikte mutlaka yetmiş bin melek (daha yola) çıkar. (Bu melekler) sabaha kadar
o ziyaretçi için (Allah'dan) af dilerler ve (ayrıca) onun için cennette
hazırlanmış meyveler vardır.[68]
Metinde geçen sabah;
gece yarısından gündüzün ortasına kadar olan süre, mesa (gece) kelimesi de öğle
vaktinden gecenin yarısına kadar olan süre anlamında kullanılmıştır.
Bu hadis-i şerifte,
vadedüen mükâfatlar, hastayı sadece Allah rızası için ziyaret edenler içindir.
Hastayı zenginliğinden veya şahsi nüfuzundan dolayı, ya da gösteriş için
ziyaret edenlerin bu mükâfattan bir nasibleri yoktur.
Bu mevzuda Ahmed b.
Hanbel'in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şu mealdedir: "Ebû Musa
el-Eş'ari, Hasan b. Ali'yi hastalığında ziyaret etmiştir. Ali ona:
"Hasta ziyareti
için mi geldin, yoksa görüşüp konuşmak maksadıyla mı geldin?” diye sordu. O da:
"Hasta ziyareti
için geldim" deyince:
"Bir müslüman
müslüman bir hastayı ziyarete çıkınca kendisiyle birlikte yetmiş bin melek
daha çıkar."[69]
dedi. Tirmizî'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şu mealdedir:
"Said bin Ilaka
el-Kufî'den rivayet edilmiştir; dedi ki: Ali (r.a) elimden tuttu ve "Yürü
bizimle beraber (oğlum) Hüseyin'e ıyadetde bulunalım.” dedi. Ebû Musa'yı
Hüseyin (r.a)'in yanında bulduk. Ali:
"Ey Ebû
Musa" dedi. "Iyadete (hastayı ziyarete) mi geldin, yoksa (mutlak)
ziyaret midir kasdın?" Ebu Musa
"Hayır, aksine
hastayı ziyarete geldim" dedi. Bunun üzerine Ali dedi ki:
"Rasûlullah
(s.a)'den işittim, şöyle buyurdu. "Bir müsiüman, bir müs-Iumana sabahleyin
iyadette bulunursa behemehal yetmiş bin melek, akşam oluncaya dek onun için
istiğfar ederler ve şayet akşamleyin iyadette bulunursa, behemehal yetmiş bin
melek sabah oluncaya kadar onun için istiğfar ederler ve kendisi için cennette
bir mergzar (bahçe) vardır."
Bu hadis
garib-h»sendir. Ali'den müteaddit verililerden rivayet edilmiştir. Kimi mevkuf
olarak rivayet ederek onu ref etmemiş (Rasul-i Ekrem'e çıkaramamıştır. Ebû
Fahite'nin adı Said b. Ilaka'dır.[70]
3099... Hz.
Ali, Peygamber (s.a) (bir önceki hadisin bir de) manasını rivayet etmiştir.
Fakat (bu rivayetinde bir önceki hadisin metninde bulunan) harif (kelimesin)i
zikretmemiştir.
(Ebû Dâvud der ki: Bu
hadisi, Şu 'benin rivayet ettiği şekilde Mansur da el-Hakem 'den (mevkuf
olarak) rivayet etmiştir.[71]
Bilindiği bir hadisi mana
olarak rivayet etmek demek, değişik fakat aynı manaya gelen lafızlarla rivayet
etmek demektir.
Bir önceki hadis-i
şerif, Hz. Ali, Peygamber (s.a)'den bir de onunla aynı manaya gelen fakat
kelimeleri değişik olan cümlelerle rivayet etmiştir. İşte bu rivayet şekli
hadisin mana olarak rivayetine bir misaldir. Bu hadisin sözü geçen bu
rivayetlerinin her ikisi de mevkuftur. Bir başka ifadeyle Hz.Peygambere
ulaşmayıp bir sahabi olan Hz; Ali'de kalmaktadır. Her ne kadar bu hadisi Hakim
Hz. Peygambere kadar ulaşan merfu bir senetle rivayet etmişse de, onun
rivayetinde sadece "Müslüman bir hastayı ziyaret eden bir müslümanla
birlikte yetmişbin meleğin daha bulunduğu" ifade edilmekte, o
ziyaretçinin cennet meyveleri arasında gezindiğinden bahsedilmemektedir.
Bu hadis4 şerifi
Beyhaki ile İmam Ahmed şu manaya gelen lafızlarla rivayet etmişlerdir:
"Bir kimse hasta olan bir müslüman kardeşini ziyaret ederse, oturuncaya
kadar cennet bahçelerinin meyveleri arasında gezinmiş olur. Oturunca kendisini
Allah'ın rahmeti sarar. Eğer sabah ziyaret etmişse akşama kadar yetmiş bin
melek onun için Allah'dan af dilerler. Eğer akşam ziyaret etmişse, yetmiş bin
melek sabaha kadar onun adına Allah'dan af dilerler."[72]
Bu hadisi, İbn Mace de
zayıf bir senetle şu manaya gelen cümlelerle rivayet etmiştir: "Hasta
ziyaretçisi olarak müslüman kardeşinin yanına varan bir kimse, hastanın yanında
oturuncaya kadar cennet meyvelerini kopara kopara cennet bahçeleri içinde
yürümüş olur.”[73]
Hurfe: Aslında
"dalından koparılmış meyve" demektir. Bu kelimenin "yol"
manasına geldiğini söyleyenler de vardır. Eğer bu kelimenin burada, dalından
koparılmış meyve anlamında kullanıldığı kabul edilirse, hadis-i şerifte
"Hasta ziyaretine giden bir kimsenin kazanmış olduğu sevabın dallarından
koparılıp bir yere yığılan meyvelere benzetildiği" anlaşılır. Fakat
"yol" manasında kullanıldığı kabul edilirse, o zaman "Hasta
ziyaret eden bir müslümamn hastanın yanına varıncaya kadarki yürüyüşünün cennet
yolunda yapılmış bir gezintiye benzetildiği" anlaşılır. Hakim de bu
hadis-i şerifi, Müslim ve Buhârî'nin şartlarına uygun olarak ve şu manaya
gelen lafızlarla rivayet etmiştir. "Rasûlullah (s.a) buyurdu ki:
"Kim bir hastayı geceleyin ziyaret ederse, beraberinde kendisi için
Allah'dan af dileyen yetmiş bin melek daha çıkar. Sabaha kadar onun adına
Allah'dan af dilerler ve kendisi için cennette toplanmış meyveler vardır. Kim
de bir hastayı sabahleyin ziyaret edecek olursa beraberinde kendisi için akşama
kadar Allah'dan af dileyecek yetmiş bin melek bulunur. Ve onun için cennette
derilmiş meyveler vardır."[74]
3100... Ebû
Ca'fer Abdullah b. Nafi'den demiştir ki: el-Hasen b. Ali'nin kölesi Nafi dedi
ki: Ebû Musa Hasan b. Ali'yi hasta iken ziyarete geldi.
Ebû Dâvud der ki:
(Daha sonra Ebu Ca'fer 3098 numaralı) Şu'be hadisinin manasını rivayet etti.
Yanlışlıkla bu hadisi Ati (r.a) Peygamber (s.aj'den rivayet etmiş gibi
gösterilmiştir.[75]
Her ne kadar musannif
Ebû Dâvud 3099 numaralı hadisin Hz. Ali b. Ebû Talib senediyle Hz. Peygamberden
rivayet edilmesinin sahih olmadığını söylemişse de aslında bu söz doğru
değildir. Çünkü bu hadisin Hz. Peygamberden (merfuan) rivayeti Hz. Ali'den
(mevkufen) rivayetinden daha fazladır. Fakat musannif bu hadisin merfu olarak
gelen rivayetlerinin sahih olduğunu kabul etmiyor. Ona göre merfu rivayetler sahih
değildir.
Fakat sözü geçen merfu
rivayetlerin musannıfa göre, sahih olmaması, musannifin dışındaki hadis
ulemasının yanında da sahih olmamasını gerektirmez. Nitekim İmam Ahmed (r.a)
bu hadisi merfu olarak rivayet ettiği gibi[76] İbn
Hibban da Sahihinde bu hadisi merfu olarak rivayet etmiştir. Hakim
en-Nisabûrî'de, bu hadisin merfu olarak rivayet edildiği senetlerin sahih
olduğunu söylemiştir. Ayrıca bu hadisi îbn Mace ile Tirmizî de merfu olarak
rivayet etmişlerdir.[77]
3101...
Aişe'den demiştir ki;
Sa'd b. Muaz; Hendek
(savaşı) günü bir adamın kolundaki can damarına attığı bir okla yaralanmıştı.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) onu (sık sık ve daha) yakından ziyaret edebilmek
için mescitte onun üstüne bir çadır
kur(dur)du.[78]
Sa'd b. Muaz b.
en-Nu'man b. tmrü'1-Kays b. Zeyd el-Ensari, Musa b. Umeyr'in delaletiyle
müslüman olmuştur. Bedir mücahidlerinin ve ensarın en ileri gelenlerindendi.
Muhacirler arasında Ebû Bekr es-Sıddık'ın makamı ne ise, ensar arasında Hz.
Sa'd'm makamı da o idi. Hendek savaşında, Kureyş kafilesinden Hıbban b. Arika
el-Amiri'nin attığı bir ok ile kolundan yaralanmış ve bu yaranın tedavisi
epeyce uzun sürmüştü. Yara iyileşmeye başladığı bir sırada, deşilmiş fakat bu
deşme onun şehadetine sebep olmuştur.
Hıbban b. Anka, oku
attığı sırada arapların adetine uyarak Al sana Benim de İbnü'l-Areka olduğumu
bil,demişti.Hz. Sa'd da -yahut bir rivayete göre Fahr-i Alem Efendimiz- Allah
yüzünü cehennemde terletsin,buyurmuşlardır."Arıka" "ter"
manasına gelen kökünden geldiği için "müşakele" tarzında böyle dua
buyurmuştur.
Hendek savaşı,
sırasında Benû Kureyza yahudileri müslümanlarla olan dostluk antlaşmasını bozup
İslâm düşmanlarıyla anlaşarak onları devamlı olarak müslümanlar üzerine
kışkırtıp müslümanlara çeşitli zararlar vermeyi başarmışlardı. Savaş
müslümanların lehine ve kâfirlerin aleyhine sonuçlandığından, Benû Kureyza da
mağlub duruma düşüp kayıtsız şartsız teslime razı olmuştu. Kureyza oğullan daha
önce Evs kabilesinin dostu olduklarından, harp sırasındaki ihanetlerine,
verilecek hüküm için hakim olarak Evslile-rin reisi olan Sa'd b. Muaz'ın
görevlendirilmesini istediler. Hz. Sa'd ise erkeklerin kati, mallarının
taksim, çocuklarıyla kadınlarının da esir edilmelerine hüküm ettikten sonra,
ilahi rahmete kavuştu. Rasul-ü Zişan Efendimiz bu hükümden dolayı Sa'd'e
"Yemin olsun ki Allah'ın yedi kat semavat üzerindeki hükmüne muvafık
olarak hüküm verdin. Bunun böyle olacağını seher vakti melek gelip hana haber
vermişti." buyurdu. Rivayete göre, yarası epeyce iyileştiği bir sırada,
hatta Benû Kureyza hakkında hakemlik yapma görevi kendisine verildiği günden
önceki gazada şöyle dua etmiş: "İlahi sen bilirsin ki, Rasûlünü tekzib
eden, vatanından çıkaran, kavm kadar kendilerine harp ve cihad etmek istediğim
hiç kimse yoktur. İlahi öyle zannediyorum ki, bizimle onların arasında artık
edilecek harp kalmamıştır. Şayet Ku-reyş ile başka bir harbimiz daha kaldıysa
senin yolunda onlarla cihad edebilmem için ömrümü uzat. Bir de Benû
Kureyza'dan intikam alarak mü'-minlerin gözlerini aydinlatmadıkca canımı
alma." Hz. Sa'd'ın bu duası dergah-ı ilahide makbul olmuş, Allah onu bu
isteklerine kavuşturmuştur.
Siyer ve hadis
kitaplarında açıklandığına göre, Fahr-i Kâinat Efendimiz, Sa'd'ın vefatı
esnasında yanında bulunmamışlar. Fakat vefatından hemen sonra, Cebrail
aleyhisselam gelip "Ey Muhammed, bu salih kul kimdir ki, ruhunun
bedeninden çıkıp alem-i ervaha yükselmesi için semanın bütün kapıları açıldı ve
kudümünden dolayı arş titredi." demiş, bunun üzerine Rasûlullah (s.a)
eteklerini sürükleyerek acele Sa'd'ın yanına çıkmış fakat onu ruhunu teslim
etmiş olarak bulmuştur.[79]
Hicretin beşinci
senesinde vefat eden, Hz. Sa'dın cenazesi, omuzlarda taşınmaya başlayınca
münafıklar "Bu cenaze amma da hafifmiş ha" demeye başlamışlar. Bunun
üzerine Peygamber (s.a) de "Onu melaikeler taşıyorlar" buyurmuştur.
Bir hadisi şerifinde de, "onun ölümünden arş titredi." demiştir.[80]
Metinde geçen Ekhal;
kelimesi kolda bulunan bir damardır. Bu damar kesildiği zaman, sahibi ölünceye
kadar kanı durmazmış. Bu bakımdan İmam Halim, bu damarın candamarı olduğunu
söylemiştir. Bu damarın vücudun her organında bir bölümü bulunduğu koldaki
bölümüne "ekhal" sirttakine "ebher" uyluktakîhe "nesa"
ismi verildiği söylenir. Hz. Sa'd kol damarından yaralanınca Rasûl-ü Ekrem
Efendimiz, yarayı ateşle dağlamış, bunun üzerine kanı kesilmiş ama bu sefer de
eli şişmiş. Rasûl-ü Zişan Efendimiz bunu görünce, yarayı tekrar dağlamış, fakat
eli yine şişmiş Hz. Sa'd bu durumu görünce "Benû Kureyza'dan intikam
alındığını görmeden canını almaması için Allah'a dua etmiş. Bu dua üzerine
kanı kesilmiş. Benû Kurayza hakkında hükmünü verip de erkeklerinin kati, kadın
ve çocuklarının esir, mallarının da taksim edildiğini görünceye kadar bir damla
bile kam akma-mıştır. Hz. Peygamber de "Bu hükmünle Allah'ın hükmüne uygun
bir hüküm vermiş oldun" buyurarak onu taltif etmiştir.
Kurayza oğullarının,
nüfusu dörtbin kişi kadardı. Hz. Sa'd'ın hükmü İle katledildiler. Öldürme işi sona
erince Hz. Sa'd'ın damarı çatladı ve bununla hayatı sona erdi.[81]
1. Bir
hastayı defalarca ziyaret etmek caizdir. Bilhassa hasta bunu arzu ettiği zaman,
bu ziyareti tekrarlamak daha da önem kazanır. Nitekim Rasûl-ü Zişan
Efendimizin Hz. Sa'd' için mescidde özel bir çadır hazırlatmaktan maksadı da
onu sık sık ziyaret etmekti.
2. Mescidde
hastaya bakmak ve mescidde çadır kurmak caizdir.[82]
3102... Zeyd
b. Erkam'dan demiştir ki: "Gözlerimde bulunan bir ağrıdan dolayı
Rasûlullah (s.a) beni ziyaret etti."[83]
Buhârî, bu hadisi
"el-edebü'l-müfred" isimli eserinde şu ma-naya gelen lafızlarla
rivayet etmiştir: "Gözüm ağrıdı da Peygamber (s.a) beni ziyarete geldi,
sonra
"Ey Zeyd şayet gözün
tamamen kaybolsa ne yaparsın?" buyurdu. Ben de
"Sabrederim,
Allah'dan sevap beklerim" dedim. Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Eğer gözün
kaybolur da sonra sabredersen ve Allah'dan sevap umarsan, senin sevabın cennet
olur."[84]
Mevzumuzu teşkil eden
Ebû Dâvud hadisi ile şerhi sadedinde meallerini sunduğumuz hadis-i şerif ve
benzerleri, göz ağrısından rahatsız olan bir hastayı ziyaret etmenin caiz
olduğunu ifade etmektedir. Binaenaleyh halk arasında yaygın olan "göz ve
diş ağrısı ile çıbandan rahatsız olan bir kimseyi ziyaret etmenin sünnete
aykırı olduğu" kanaati doğru değildir. Her ne kadar Taberânî ile Beyhâkî
"üç hasta vardır ki, onlar ziyaret edilmez. Göz ağrısından hasta olan,
çıbandan rahatsız olan, bir de diş ağrısından rahatsız olan" anlamında bir
hadis rivayet etmişlerse de, bu hadis delil olma nitelisinden uzaktır. Çünkü
Beyhâkî'nin açıkladığı gibi, bu hadis merfu değildir. Yahya b. Kesir'e ait
mevkuf bir hadistir. Şayet bu hadisin Hz. Peygambere kadar varan merfu bir
hadis olduğu kabul edilse, o zaman bu hadisin sözü geçen hastaları ziyaret
etmenin yasak olduğu anlamına değil, bu hastaları ziyaretin kuvvetli bir
sünnet olmadığı anlamına geldiği kabul edilir. Çünkü bu hastaları ziyaretin
meşru olduğuna dair pek çok hadis-i şerif vardır.[85]
3103...
Abdurrahman b. Avf dedi ki: Ben Rasûlullah (s.a)'ı (şöyle) derken işittim.
"Bir yerde taun
(bulunduğun)u işitirseniz oraya girmeyiniz. Bulunduğunuz yerde zuhur edecek
olursa ondan yani, taundan kaçarak (bulunduğunuz yerden dışarı)
çıkmayınız"[86]
Taun: Vücudun dirsek,
koltuk, el, parmak gibi yerlerinde çıkan ve şiddetli ağrılara şişkinliklere
sebep olan yaralardır.
Yaranın etrafı yeşil veya
menekşe renginde olur. Hastada kalp çarpıntısı ve kusmak gibi belirtiler
görünür.
Veba: Bazılarına göre
taundur. Muhakkik ulemaya göre ise, yeryüzünün bir tarafında alışılmışın
tersine zuhur ederek pek çok insanı etkileyen bir hastalıktır. Başka zamanlarda
hastalıklar muhtelif olduğu halde, vebada yalnız bir nevi olur. Bu zevata göre,
taunla veba arasında umum ve husus alâkası vardır. Her taun vebadır. Fakat her
veba taun değildir. Bu hadislerde taunun Beni İsrail'e azab olarak
gönderildiği bildirilmektedir. Müslümanlar için ise rahmettir. Nevevî:
"Taun bu ümmet için bir rahmet ve şe-hadettir. Buhari ile Müslim'in
rivayet ettikleri bir hadisde:
"Taundan ölen
şehiddir." denildiği gibi, başka bir'hadistede:
"Taun bir azab
idi. Allah onu dilediğinin üzerine gönderirdi. Nihayet onu müzminlere rahmet
yaptı. Eğer bir kul tauna tutulur da bulunduğu yerde sabrederek bekler,
Allah'ın takdirinden başka kendisine bir şey isabet etmeyeceğini bilirse, o
kimseye şehid ecri kadar sevab verilir" Duyurulmuştur" diyor.
Hadis-i şerifteki
riczden murad, da azabdır. Ravi ricz mi yoksa azab mı denildiğinde ve keza Beni
tsraile mi yoksa sizden Öncekilere mi buyurul-duğunda şüphe etmiştir.
Bu rivayetlerde, taun
hastalığı zuhur eden yere girmek ve taundan kaçmak için o yerden çıkmak, yasak
edilmektedir. Kaçmak için değil de arızî bir sebeple o yerden çıkmakta beis
yoktur. Cumhuru ulemanın kavli budur. Hatta Hz. Aişe (r.anha);
"Taundan kaçmak,
harbden kaçmak gibidir" demiştir. Âlimlerden bazıları, taun hastalığı
bulunan yere girmeyi de ondan kaçmak için o yerden çıkmayı da caiz
görmüşlerdir. Bu kavil Hz. Ömer ile Ebû Musa el-Eş'ari, Mesruk ve Esved İbn
el-Hilal'den rivayet olunmuştur. Hatta Amr b. As'ın: "Bu azabdan
geçitlere, vadilere ve 4ağ tepelerine kaçın" dediği rivayet olunur.
Bunlar hadisteki nehyi te'vil ederek: "RasûlüUah (s.a) taunlu beldeye
girip çıkmayı mukadder olmayan bir şey başa gelir korkusuyla yasak etmemiştir.
Lakin fitne çıkmasın, halk o yere gelen kimsenin helakini gelişine, kaçanın
selametini de kaçışına bağlamasın diye nehiy buyurmuştur..." derler.
Nevevî diyor ki:
"Sahih olan yukarda arzettiğimiz gibi, taun zuhur eden yere girmenin ve
taundan kaçmak için o yerden çıkmanın men edilmesidir. Çünkü sahih hadislerin
zahiri bunu gösterir."
Taundan kaçmak için
değil de herhangi bir iş veya meşguliyetle o yerden dışarı çıkmak, bütün
ulemaya göre caizdir.[87]
Netice olarak, bu
hadis-i şerifin birinci cümlesi, taunun zuhur ettiği yere dışarıdan gelinerek
hastalık alınmasını önleyici, ikinci cümlesi de hastalığın zuhur ettiği
bölgeden etrafa yayılmasını durdurucudur. Binaenaleyh bu iki cümlede emredilen
bugünün tıp dilindeki "karantina" uygulamasından başka bir şey
değildir.
Çünkü karantinanın
bugünkü tarifi şudur: Bulaşıcı bir hastalığın bulaşmasına maruz kalmış olan
veya maruz kaldığından şüphe edilen insan veya evcil hayvanların, hastalığın
en uzun kuluçka dönemi boyunca böyle olmayanlarla temasını önlemek için hareket
serbestliğinin smırlandırılmasıdır" Gerçekten bugünün tıbbında veba
hastalığından korunmak için vebalı hastalara izolasyon ve karantina mutlak
surette tatbik edilmelidir.
Vebalı hasta ve
şüpheli şahısların bulaşık yerden ayrılmasına müsaade edilmez. Bulaşık bölgeden
gelen yolcuların da doğrudan doğruya memleket içine girmesine izin verilmez.
Milton diyor ki: "Vebadan korunma kemirici hayvanlarla ve pirelerle
mücadele tedbirleri almakla ve hastanın kati surette tecriti ile olur.[88]
3104... Aişe
binti Sa'ddan (rivayet olunduğuna göre) Babası (şöyle) demiştir; Mekke'de
hastalanmıştım. Peygamber (s.a) beni ziyarete geldi. Ve elini alnıma koydu.
Sonra göğsümü ve karnımı sıvazlayıp:
“Ey Allah'ım Sa'da
şifa ver ve onun hicretini tamamla" diye dua etti.[89]
Hz. Peygamberin
ziyaretine giderek şifa bulması için dua ettiği zat Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a)
dır. Rasul-ü Ekreminziya-ret esnasında elini onun alnına koyup göğsünü
sıvazlaması, ona yalnızlığını, rahatsızlığını unutturmak ve hastalığının
şiddetini anlamak içindir.
Hz. Sa'd'm bu
rahatsızlığı haccetü'l-veda'ya yani hicretin onuncu yılına rastlar.
Rasul-ü Zlşan
Efendimizin şifa bulması için, Hz. Sa'd'a dua ettikten sonra, ayrıca bir de
"Onun hicretini tamamla" diye dua etmesinin sebebi, onun hicret
ettiği yerde (Mekke'de) vefat etmesinin, hicretinin kemaline noksanlık
getirmesi endişesidir. Bu sebeple Hz. Peygamber onun Mekke'de değil Medine'de
vefat etmesini arzu ediyordu. Ashab-ı kiram hicret edilen bir yerde ölmenin
hicretin kemaline eksiklik getireceğini bildiklerinden, hicret ettikleri yere
tekrar dönmekten çekinirlerdi.
Cenab-ı Allah Hz.
Peygamberin; Hz. Sa'd için yaptığı bu duayı kabul edip ona şifa verdi. Hz. Sa'd
bu hastalıktan sonra hicretin ellibeşinci senesine kadar yaşadı. Irak'ın
fethinden sonra o yıl rahmeti Rahman'a kavuştu.[90]
1. Bir
hastayı ziyaret eden kimsenin elini hastanın alnına koyup karnım ve göğsünü
sıvazlaması mustehaptır. Ancak ziyaret için hastanın alnına elini koyması,
göğsünü ve karnım sıvazlamasının cevazı hastanın ziyaretçiye haram olmaması şartına
bağlıdır.
2. Ziyaret
esnasında hastanın ismini anarak ona dua etmek müstehabtır.[91]
3105... Ebû
Musael-Eş'ari'den demiştir ki: Rasülüllah (s.a) (şöyle) buyurdu: "- Açı
doyurunuz, hastayı ziyaret ediniz, esiri hürriyetine kavuşturunuz." (Ravi)
Süfyan (metinde geçen) âni (kelimesi) esir (anlamına gehnekte) dir. Dedi.[92]
ama Metinde geçen
"açı doyurunuz'* emrinin hükmü, içinde buUmulan şartlara göre değişir.
Eğer, aç olan kimsenin açlığı, hayatını veya şuurunu kaybetmek gibi zaruret
derecesine varmamışsa, onu doyurmak menduptur. Eğer açlığı zaruret derecesine
varmış ve bu durum birden fazla kişilerce biliniyor ise, onu doyurmak, bilen
kimseler üzerine farz-ı kifayedir. Fakat aç olan kimsenin bu dereceye varan
açlığını sadece bir kişi biliyorsa, onu doyurmak bilen kimse üzerine farz-ı ayn
olur.
Hasta ziyareti de
cemiyette karşılıklı sevgi ve saygının doğup gelişmesine ve hastanın bir an
için bile olsa acısını unutup rahatlamasına sebep olur. Hasta ziyareti emrinin
hükmü; âlimler arasında ihtilaflıdır. Âlimlerden bir kısmı, onun farz-ı kifaye
olduğunu söylerken, bir kısmı da sünneti müekkede olduğunu söylemişlerdir.
Ulemanın büyük çoğunluğu bunun sünnet-i müekkede olduğu görüşündedir. Ed-Dâvudî
ise, farz-ı kifaye olduğunu iddia etmiştir. Bu mevzuda itimad edilen görüş,
âlimlerin büyük çoğunluğunun (cumhurun) görüşüdür. Ancak, eğer ziyaretin terki
ve onun ihtiyaçlarını temin etmenin ihmali, hastanın helakine sebep olacaksa,
o zaman onu ziyaret farz-ı ayn olur.
Metinde geçen
"elânî" kelimesi; Ravi, Süfyan-ı Sevri'nin de açıkladığı üzere
"esir" demektir. Ancak burada kasdedilen "müslüman esirdir"
Binaenaleyh hadisi şerifte gerek mal karşılığında gerekse savaşarak müslüman
esirlerin kafir elinden kurtarılmaları emredilmektedir. Cumhura (ulemanın büyük
çoğunluğuna) göre bu emrin hükmü farz-ı kifayedir. Âlimlerden bazılarının
görüşüne göre, bu esirlerin kurtarılması için, beytülmalden de yardım
ayrılabilir. Zulme uğrayarak hapse atılan kimseler hakkındaki hüküm de
böyledir.[93]
3106... îbn
Abbas'dan (rivayet olunduğuna göre) Peygamber (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"-Her kim eceli gelmedik bir hastayı ziyaret eder de onun yanında iken
yedi defa
Ulu Allah ve arşın
yüce Rabbinden sana şifa vermesini dilerim." diye dua ederse Allah o
hastayı kesinlikle bu hastalıktan kurtarır."[94]
Ecel: Hayatın sonu,
ölüm için tayin ve takdir edilmiş vakit demektir. Ehli sünnete göre ecel, Allah
tarafından ezelde tesbit edilmiş olup ne öne alınır ne de sonraya kalır.[95] Ecel
geldi mi ölüm de gelir. Olağandışı ölümler ecelin öne alındığı manasına
gelmediği gibi, tersi de ecelin tehir edildiğini göstermez. Çünkü Allah o
kimsenin ne zaman ne için öleceğini daha önceden bildiği için ecelini de bu
bilgisine göre tesbit etmiştir.[96]
Arş: Taht, çatı, tavan
gibi anlamlara gelir. Kur'an-ı Kerim ve hadislerde anlatıldığına göre, arş
yedi semanın ve kürsinin üzerinde bulunur. Bunların hepsini kuşatır. Kur'an-ı
Kerim de Allah'ın arşın sahibi ve Rabbi olduğu belirtilir. "Allah yüce
arşın sahibidir.[97] "Allah gökleri ve
yeri altı günde yaratmış ve sonra onun emri arş üzerinde hükümran
olmuştur."[98] "Alem yaratılmadan
önce arşı su üstünde idi."[99]
"Allah arş üstünde istiva etmiş, onun emri ve hükmü arşı kaplamıştır.”[100]
Ehl-i sünnet âlimleri,
Allah'ın arş üzerine istiva etmesinden, orada oturmasının ve mekâna muhtaç
bulunmasının gerekmeyeceğini söyleyerek, bu gibi ifadeleri müteşabih saymışlar
ve te'vili cihetine gitmişlerdir. Buna göre, arş; "Allah'ın mutlak hüküm
verme ve yürütme gücünün ifadesidir. Arş Allah'ın kudret ve saltanatının
tecelli yeridir. O, bir manâda bütün kâinatı ifade etmektedir.[101]
Bir hadis-i şerifte
şöyle buyurulmuştur: "Yedi semanın kürsideki durumu, bir halkanın içine
atılmış yedi para gibidir. Arşa göre, kürsi de büyük bir sahraya atılmış demir
halka gibidir."[102]
1. Hasta
zivareti meşrudur.
2. Eceli
gelen kimse ölümden kaçıp kurtulamaz.
3. Allah ve
Rasûlünün öğrettiği dualar şifa gibidir. Okundukları zaman müşkülen açarlar.[103]
3107... (Abdullah)
îbn Amr (b. As) dan demiştir ki: Peygamber (s.a) (şöyle) buyurdu: "Bir
adam bir hastayı ziyarete geldiği zaman:
Ey Allahım (bu) kuluna
şifa ver. Senin (nzan) için düşman (lann) la savaşır ve cenaze (namazı kılma)
ya gider." diye dua etsin.
(Ebû Dâvûd der ki:
Şeyhim İbnü 's-Serh (bu hadisin ikinci cümlesini bana "namaza"
(gider şeklinde) rivayet etti.[104]
Hazreti Fahr-i Kainat
Efendimiz, bizlere Öğretmiş olduğu bu hasta ziyareti duasında, cihad ile cenaze
namazı yanyana zikredilmektedir. Çünkü Allah'ın sana hastalık vermesinin
hikmeti, ya onun günahlarını bu hastalık sebebiyle affetmek ya cennetteki
derecesini yükseltmek ya da ona ölümü hatırlatmaktır. Kişinin sıhhatli iken
cihad etmiş ve cenaze namazına gitmesiyle, bu hususlar gerçekleşmiş olur. Fakat
cihaddan, cenaze namazından ve benzeri güzel amellerden uzak duran kimseler,
tamamen gaflete düştükleri zaman Allah isterse onları bu durumdan kurtarmak
için hastalıklar verir. Cihadla cenaze namazı, netice itibariyle aynı gayeye
hizmet ettiklerinden Hz. Peygamber, bu duada ikisini bir arada zikretmiştir.
Tıbî'ye göre, bu duada cihadla cenaze namazına gitmenin bir arada zikredilmesinin
sebebi, cihadın Allah düşmanlarına felaket ve azab getirmesine karşılık,,cenaze
namazının Allah dostlarına rahmet eriştirmesidir. Musannif Ebu Davud'un
talikteki ifadesine göre, her ne kadar şeyhi Yezid b. Halid bu duanın ikinci
cümlesini "cenazeye gider" şeklinde rivayet etmişse de diğer şeyhi
İbnü's-serah yani Ahmed b. Amr b. Abdullah, bu cümleyi "namaza gider"
şeklinde rivayet etmiştir.[105]
1. Hastaları
ziyaret etmek ve ziyaret esnasında onlara şifa bulmaları için dua etmek
meşrudur.
2. Cihad
etmek, cenaze namazı kılmak ve cenazeyi uğurlamak çok faziletlidir.[106]
3108... Enes
b. Malik'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a) (şöyle) buyurdu:
(Sizden) bîriniz
kendisine gelen bir sıkıntıdan dolayı ölümü istemesin. Fakat: "Ey Allahım
hayat benim için hayırlı olduğu sürece beni yaşat. Benim için ölüm daha
hayırlı olduğu zaman da canımı al" desin"[107]
Bir müslümanın
kendisine isabet eden hastalık, fakirlik gibi bir sıkıntıdan dolayı ölümü
temenni etmesi, o müslümanın Allah'ın kaza ve kaderine rıza göstermeyip
şikayette bulunması anlamına gelir.
Fakat dini hayata
gelen bir felaketten dolayı, Allah'a hakkıyla kulluk yapamamaktan acze düşerek
ölümü temenni etmek ise caizdir. Nitekim Hz. Ömer b. el-Hattab, ihtiyarlayıp da
kulluk görevlerini yapmakta acze düşünce "Ey Allah'ım, yaşlandım,
kuvvetten düştüm. Ülkem (İslam hudutları) genişledi. Eksik, fazla haksızlık
yapıp kusur işlemeden canımı al" diye dua etmiştir.[108]
Binaenaleyh, kişinin mutlak olarak ölümü temenni etmesi caiz değildir. Ancak
hayatında, dünyaya ve ahirete hayırlı olduğu sürece hayatta kalması, dünyaya ve
ahirete zararlı hale gelince hayatının sona ermesi için temennide bulunması, ya
da dua etmesi caizdir.
Kişinin güzel
amellerinin günahlarından, çok olduğu, fitne ve fesattan uzak kaldığı yılları,
hayatının hayırlı dönemleridir. Fakat günahlarının sevabından daha çok olduğu
zamanları, hayatının şerli olan yıllarıdır. İnsanın ileride nasıl bir hayat
süreceği kendisi için meçhul olduğundan, eğer ölüm temennisinde bulunulacaksa,
Allah'ın ilmine teslim olarak hadiste öğretildiği şekilde temenni etmesi
gerekir.
Rasûl-u Zişan
Efendimizin vefatı esnasında:
"Ey A İlahım beni
Refik-i A'Ia'ya eriştir." diye dua etmesi, mevzumu-zu teşkil eden hadis-i
şerife aykırı değildir. Çünkü Hz. Peygamber Efendimizin bu sözü, bir ölüm
temennisi değildir. Sadece o gün vefat edeceğini kesinlikle bildiğinden Refik-i
Alaya erişmek için yaptığı temenniden ibarettir.
Esasen, onun hem dünya
hem de ahiret için kamil manada bir hayata sahip ve bu hayatın vefatına kadar bu
şekilde süreceği kesin iken ölüm temennisinde bulunması düşünülemez.[109]
1. Dünyevi
bir sıkıntıdan dolayı ölümü temenni etmek caiz değildir.
2. Bir kulun
dua ederken duaların en hayırlısını seçmesi gerekir.
3.
İstikballe ilgili olarak yapılan dualarda kesin bir istekte bulunmayıp, işi
Allah'a havale ederek, hayırlı olanı halk etmesini talebetmek gerekir.[110]
3109... Enes
b. Malik'den (rivayet olunduğuna göre) Peygamber (s.a):
"Hiçbiriniz ölümü
asla temenni etmesin” buyurmuştur. (Katade bu hadisi Enes b. Malik'ten rivayet
etmiş ve bu hadisin) hemen arkasından da (bir önceki hadisin sonundaki duanın)
aynısını nakletmiştir.[111]
Bu hadis-i şerif, şu
manâya gelen lafızlarla Buhârî ve Müslim tarafından da rivayet edilmiştir.
"Biriniz başına gelen bir zarardan dolayı ölümü asla temenni etmesin. Eğer
mutlak temenni edecekse; Allah'ım benim için hayat hayırlı ise beni yaşat,
vefat daha hayırlı ise beni öldür, desin."[112] Bir
önceki hadisin şerhinde yapmış olduğumuz açıklama, bu hadis için de geçerli
olduğundan daha fazla açıklama yapmaya gerek görmüyoruz.[113]
3110...
Peygamber (s.a)'in sahabilerinden birisi olan Ubeydb. Ha-lid es-Sülemi'den
(rivayet olunmuştur).
Musannif Ebû Dâvud
diyor ki: Şeyhim Müsedded, bu hadisi bana) bir defasında (merfu olarak)
Peygamber (s.a)'den diye, sonra bir defasında da (mevkuf olarak) Ubeyd'den diye
rivayet etti.
(Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem ya da
Ubeyd): "Ansızın ölmek (Allah'ın ruhu) öfke ile almasıdır" buyurdu.[114]
İbn Ebî Şeybe'nin
Müsannefinde Aişe ve Abdullah b. Mes'ud (r.a)Man tahric edilen bir hadisi
şerifte "Ansızın ölüm, mü'm in için rahatlık, facir ve fasık için de gazap
alametidir" buyurulmuştur. Ahmed b. Hatibe!'-in Müsned'inde Rasûl-ü
Ekremin yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarın yanından geçerken süratlenip
"Ansızın ölümden hoşlanmam" buyurduğu rivayet edilmektedir.[115] Bu
haberlerin arasını telif için sarih, İbn Battal "Ani ölüm vasiyyet etme
imkanı bırakmadığı ve ahiret hazırlığı için tevbe ve istiğfar gibi güzel
amellere fırsat vermediği için iyi görülmemiştir. Yoksa aslında ani ölüm çirkin
değildir. Hatta ahiret için hazırlıklı bir mü'min için iyi bir sonuçtur."[116]
Hattabî'nin de ifade
ettiği gibi, her ne kadar mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif, Ubeydullah b.
Halid es-Sülemi'den mevkuf olarak rivayet edilmişse de, bu hadisin mevkuf oluşu
hadisin sıhhatine zarar vermez. Çünkü bu mevzu, bir ictihad meselesi olmayıp
doğrudan doğruya Hz. Peygamberin açıklamasıyla anlaşılabilecek bir mesele
olduğundan bu sözün-Hz. Ubeyd b. Halid'in kendi şahsi görüşünü yansıttığı
düşünülemez.
Ayrıca Hafız Münzirî
bu hadisin ravilerinin güvenilir kimseler olduğunu söylemiştir.[117]
3111...
Cabir b. Atik (in Atik b. el-Harise) bildirdiğine göre, Rasülullah (s.a) (bir
gün) Abdullah b. Sabit'i hasta iken ziyarete gelmiş te onu baygın bir halde
bulmuş, bunun üzerine Rasûlullah ona seslenmiş (fakat o baygın olduğu için)
karşılık ver(e)memiş. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a)
"İnnalillahi ve
inna ileyhi raciun. Ey Ebu'r-Rabi biz(im) senin yanında (yapabilecek bir
şeyimiz yok. Çünkü Allah'ın kaza ve kaderine) mağlub olduk" dedi. Bunun
üzerine kadınlar feryad edip ağlaş-tılar. tbn Atik de onları susturmaya çalıştı.
Derken Rasûlullah (s.a) "Onları (kendi hallerine) bırak. (Çünkü sesleri
fazla çıkmıyor. Fakat vacib olunca) hiçbir kadın ağlamasın" buyurdu.
(Orada bulunanlar) "Ey Allah'ın Rasûlü vacib olmak nedir?" dediler.
"Ölmektir" buyurdu. (O sırada Abdullah b. Sabit'in) kızkardeşi (onun
hakkında ey kardeşim):
"Ben senin şehit
olacağını ümidediyordum. Çünkü sen (ahiret için) gereken ihtiyaçlarını
hazırlamıştın." diye söylenmeye başladı. Rasûlullah (s.a) de
"Aziz ve celil
olan Allah ona niyyeti ölçüsünde şehid sevabı verecektir. (buyurdu ve) siz neyi
şehitlik sayıyorsunuz?" diye sordu. (Onlar da).
"Allah yolunda
öldürülmeyi" dediler. Rasûlullah (s.a)'da "Allah yolunda
öldürülmekten başka yedi (tane daha) şehidlik vardır. Taundan ölen şehiddir.
Boğularak ölen şehiddir. Karın ağrısıyla ölen şehiddir. Yanarak ölen şehiddir.
Göçük altında kalarak ölen şehiddir. Doğum üzerine ölen şehiddir."
buyurdu.[118]
İbn Mâce'nin
Sünen'inde Hz. Peygamberin, şehidlerin sayısıyla ilgili olan bu sözü, Hz. Cabir
b. Atik b. Kays'ı hastalığı esnasında ziyarete gittiği zaman söylediği ifade
edilmektedir.[119]
İbn Mâce'nin bu
rivayeti de gözönünde bulundurulursa, Hz. Peygamberin şehidlerle ilgili olan
bu hadisi hem Cabir'in hem de Abduİlah b. Sa-bit'in hastalığı esnasında söylemiş
olduğu anlaşılır. Menhel yazarına göre; Hz. Peygamberin Hz. Abdullah b.
Sabit'in komaya girmesinden dolayı ağlaşan kadınları susturmaya çalışan
Abdullah b. Atik'e "Onları (kendi hallerine) bırak (fakat Abdullah)
ölünce onların hiçbirisi ağlamasın" buyurması, bir kimsenin komaya
girmesiyle yakınlarının ağlamalarının caiz olduğunu fakat öldükten sonra,
ağlamalarının caiz olmadığını ifade eder. Fakat âlimlerden bu görüşte olan
hiçbir kimse olmadığı gibi, bu görüş bilhassa bu kitabın yirmidokuzuncu
babında bulunan hadis-i şeriflere aykırıdır. Bu sebeple biz Rasûl-ü Ekremin o
sırada ağlaşan kadınları susturmaya çalışan Abdullah b. Atik'e engel oluşunu
fazla yüksek olmayan bir sesle ağlamalarıyla açıklayan Bezlü'l-Mechud
yazarının görüşünü ..ercin ettik ve tercümede de parantez içerisinde bu görüşe
işaret ettik. Nitekim sözü geçen babda bulunan "Musibet zamanında saçını
başını yolan, yüksek sesle bağınp çağıran elbisesini yakan kimse bizden
değildir."[120]
mealindeki hadiste Müslim tarafından rivayet edilen "Rasûlullah vaveylacı
saçını yolan ve yakasını paçasını yırtan kadınlardan beridir."[121]
mealindeki hadisi şeriften anlaşılan da budur.
Rasûl-ü Zişan
Efendimizin Hz. Abdullah b. Sabit'i ziyareti esnasında orada bulunan cemaat
sadece Allah yolunda savaşırken hayatını kaybeden kimselerin şehid olacaklarını
zannediyorlardı.
Hz. Peygamber
şehidliğin sadece savaşırken ölmekten ibaret olmadığını ifade buyurup, bunun
dışında yedi çeşit daha şehitlik bulunduğunu açıklamıştır.
Şeyh Muhammed
Zekeriyya Kandehlevi Bezlü'l-Mechûd üzerine yaptığı talikte, şehidliğin burada
sayılan sekiz çeşit ölümden ibaret olmayıp aslında elli (50)'den fazla
şehitlik bulunduğunu ifade etmektedir.[122]
Bu mevzuda Hanefi
fukahasından İbn Abidin şunları söylüyor: ".... Veremden ölen şehiddir, verem
akciğer hastalığıdır. Bu hastalıktan beden erimeye ve sararmaya başlar.
Gurbette ölen, düşerek veya humma ile ölen, ailesi, malı ve canı uğrunda
savaşırken ölen, zulümle ölen, namuslu ve gizli olmak şartıyla aşktan ölen de
şehiddir. Velevki kötüsü haram olsun şiddetli öksürükten, yırtıcı hayvanın
parçalamasından, sultanın zulmen hapis etmesinden dayaktan ölenlerle
gizlenerek Ölen, akrep ve yılan sokmasından ölen, şer'i ilimler okunurken ölen,
sevabına müezzinlik yaparken ölenler, keza doğru iş görenler, tacirler, çoluk
çocuğunun rızkını kazanan kimseyi ve köleleri arasında Allah'ın emrini icra
edip onları helal lokma ile doyuranı Allah Tealâ kıyamet gününde muhakkak
şehidlerle beraber ve onların derecelerinde haşr edecektir. Seferde deniz tutup
kusacağı kalkan ve kusan kimseye de şehid sevabı vardır. Kıskançlığa sabır
edene şehid sevabı vardır.
Her gün yirmibeş
defa"Yarabbi bana ölümde ve ölümden sonra bereket ver" deyip sonra
döşeğinde ölen kimseye Allah şehid ecri verir. Kuşluk namazını kılarak her aydan
üç gün oruç tutan ve vitir namazını seferde hazarda terketmeyen kimseye şehid
ecri yazılır. Rasûlullah "Ümmetimin fesadı zamanında benim sünnetime sarılana
şehid ecri vardır." buyurur. Hastalığında kırk defa: diyerek ölen kimseye
şehid sevabı verilir. Düzelirse affedilmiş olarak düzelir.
"Abdestle yatıp
ölen kimse ile, iyi geçinerek yaşayan şehid olarak ölür."
Bu hadisi Deylemî
rivayet etmiştir. Peygamber (s.a)'e yüz kere salavat getiren de öyledir. Bunu
Taberânî rivayet etmiştir. "Bir kimse gerçekten Allah yolunda ölmeyi ister
de ölürse Allah ona şehid sevabı verir." Bu hadisi Hakim ve başkaları
rivayet etmiştir. "Bir kimse müslüman şehirlerinden birine yiyecek
celbederse şehid sevabı kazanır." Bu hadisi Deylemî rivayet etmiştir.
Yukarıda geçtiği vecihle Cuma günü ölen de öyledir.
İmam Hasan'a karla
yıkanarak soğuk alan ve ölen kimsenin hükmü sorulmuş da, "Hey gidi
şehidlik" cevabım vermiştir. Tirmizî'nin Ma'kîl b. Ye-sar'dan rivayet
ettiği bir hadiste Hz. Ma'kîl şöyle demiştir. Rasûlullah (s.a): "Bir kimse
sabahladığı vakit üç defa Euzubîllahi's-semîıl alimi Mine'ş-şeytani'r-Râcim der
de Haşır sûresinin sonundan üç âyet okursa, Allah ona yetmiş bir melek vekil
eder. Bunlar ona akşama kadar salat eylerler. O gün ölürse şehit gider. Bu
âyetleri gecelediği zaman okursa, sabah layıncaya kadar yine bu vaziyette
olur" buyurdular. Bu suretle şehitlerin sayısı kırkı geçmiştir. Bazıları
bunları elliye çıkarmışlardır. Rahmeti onları manzum olarak zikir etmiştir.[123]
Metinde şehid olduğu
ifade edilen kimseler şunlardır:
1. Allah
yolunda hayatını kaybeden kimse
2. el
-Mat'un: 3103 numaralı hadisi şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi Taun
denilen veba hastalığından ölen kimse.
3. el-Ğarık:
İstemeyerek suya düşüp boğulan kimsedir.
4. Sahibü-zatilcenb:
Zatülcenb denilen hastalıktan ölen kimsedir. Za-tülcenb insanın özellikle yan
taraflarında birtakım yaralar şeklinde kendini gösteren bir hastalıktır.
lbnü'1-Esİr, en-Nihaye
isimli eserinde bu hastalık hakkında şunları söylüyor: "Zatülcenb,
insanın yan kısımlarının iç taraflarında meydana gelen büyükçe bir yaradır.
Zamanla bu yara patlar ve sahibinin ölümüne sebep olur. Bu hastalığa tutulan
kimselerin kurtulması çok zordur. Pek az kişi bu hastalığın pençesinden
kurtulabilir. Bu hastalığın belirtileri devamlı bir sıtma ve nefes darlığıdır.
Daha ziyade kadınlarda görülür.
5.
el-Mebtûn: Suya kanmama ve ishal gibi karın ağrısı hastalıklarından biriyle
ölen kimse.
6. Cim:
Mecmu yani toplam demektir. Burada kasdedilen gebeliktir. Bakirelik manâsına da
gelir. Binaenaleyh hamile iken vefat eden kadın şehiddir.
7. Sahibu'I-Harik:
Yanarak Ölen kimse
8. Göçük
altında kalarak ölen kimse.
Bu sekiz sınıf insanın
hepsi de şehiddir. Yalnız bunların içerisinde en faziletli olanlar birinci
sınıfa giren i Allah yolunda hayatlarını kaybedenlerdir. Diğerleri ise
ölümleri esnasında çekmiş oldukları tahammül edilmez acı ve meşakkatlerden
dolayı Allah yolunda savaşırken öldürülen şehitlerin eriştiği bazı keramet ve
faziletlere erişirlerse de, her hususta onlara denk olamazlar. Allah yolunda
savaşırken öldürülenlerin cenazeleri yıkanmaz, Hanefilere göre, üzerlerine
namaz kılmış ve şehid oldukları kesinleşmiş olanlar elbiseleriyle gömülürler.
Diğer mezhep imamlarına göre, onların üzerine namaz* kılınmaz. Bu sekiz sınıfa şehid
denmesinin sebebi, Allah'ın cennette kendilerine görünmesi, rahmet
meleklerinin onun cenazesinde hazır bulunmaları ve ruhunu cennete
götürmeleridir. Bu kimseler kabir azabına maruz kalmadan hemen ölür Ölmez
cennete giderler ve orada Allah'ın kendileri için hazırlamış olduğu nimetlere
şahid olurlar. İşte bu gibi sebeplerden dolayı onlara şehid denmiştir. Allah
yolunda öldürülenlerin dışındaki şehitler, şehid sevabına ka-vuşmuşlarsa da
bunlar hakkında dünyada şehid muamelesi yapılmaz. Bunların cenazeleri yıkanır,
namazları kılınır teçhiz ve tekfinleri yapılır. Şehidler üç kısımdır:
1. Dünya ve ahiret şehidi: Bunlar Allah yolunda savaşırken kâfirler tarafından
Öldürülen kimselerdir. Bunlara dünyada şehid muamelesi yapılır.
2. Ahiret şehidi: Bunlar birinci maddenin dışında kalan diğer yedi sınıf şehidlerdir.
Bunlara dünyada şehid muamelesi yapılmaz.
3. Dünya şehidi: Bunlar münafık olduğu halde müslümanlar safında savaşırken
öldürülenlerdir. Bunlara da dünyada şehid muamelesi yapılır.[124]
1. Hasta
ziyareti meşrudur.
2. Hastanın
hayatından umıt kesilince “inna lıllahı ve inna ileyhi raciun" okumak
meşrudur.
3. Vefat
etmek üzere olan kişi, hakkında onu öven sözler söyleyip, onun imrenilecek bir
hayat sürdüğünü ifade etmek caizdir.
4. Bir
kimsenin komaya girmesiyle, yakınlarının haddi aşacak kadar yüksek olmayan
orta yükseklikte bir sesle ağlaması caizdir.
5. Bir
kimsenin vefatından sonra haddi aşacak derecede vüksek bir sesle ağlamak
yasaktır.
6. Kişi
hayırlı niyetlerinden dolayı da sevap alır. İsterse bu niyyetlerini tatbik
mevkiine koymuş olmasın.
7. Metinde
zikredilen sekiz sebebden biriyle ölen kimselerin Allah katındaki faziletleri
çok büyüktür.[125]
3112... Ebû
Hüreyre'den demiştir ki: el-Haris b. Amir b. Nevfel oğulları Hubeyb'i
Kureyşlilere köle olarak sattılar. (Çünkü) Hubeyb Bedir (savaşı) günü (Mekkeli
müşriklerden) el-Haris b. Amir'i öldürmüştü. (O vakit) Hubeyb Kureyşlilerin
yanında esir olarak kaldı. (Ku-reyşliler, saygı gösterdikleri haram aylar
çıkınca) onu öldürmeye karar verdiler. (Bunu anlayan Hubeyb) kasık kıllarını
kazımak için Ha-ris'in (Zeyneb ismindeki) kızından Ödünç olarak bir ustura
istedi (Zey-neb de) ona ödünç olarak (bir ustura) verdi. Derken (Zeyneb'in)
gafil bulunduğu bir sırada küçük*oğlu (Ebu Huseyn b. el-Haris b. Nevfel b. Abdi
Menaf, Hubeyb'in yanına) gitti (ve Zeyneb) onu elinde ustura olduğu halde
yalnız başına (Hubeyb'in) dizinde (otururken) buldu ve (Hubeyb'in çocuğu öldürerek
intikam almasından) korktu. (Hubeyb) ondaki bu korkuyu anlayıp (kadına)
"Çocuğu öldürürüm diye mi korkuyorsun? (korkma) ben bunu yapmam"
dedi.
Ebû Dâvud der ki: Bu
hadiseyi Şuayb b. Ebû Hamza Zühri'den rivayet etti. Dedi ki: Bana Ubeydullah b.
lyazfm) haber verdifğine göre), "Haris'in kızı fZeyneb) Kureyşlilerin
Hubeyb'i Öldürmeye karar verdikleri sırada (Hubeyb'in) kendisinden ödünç
olarak bir ustura istediğini Ubeydullah'a haber vermiş."[127]
Harisoğullannın Hz.
Hubeyb'i köle olarak satın almalarının sebebi şudur: (Uhud muharebesinden sonra
Adal ve Kare kabileleri Peygamber Efendimize adamlar göndererek müslümanlığı
kabul ettiklerini ve binaenaleyh İslâm mürşitlerine muhtaç olduklarını
bildirmeleri üzerine) Rasûl-i Ekrem Efendimiz (onlara) on zat gönderip bunların
üzerine (Medineli) Asım b. Sabit (r.a)*i memur etti. Bunlar Mekke ile Usafa
arasındaki Hudal mahalline vardıkları zaman, müşrikler tarafından Beni lihyan
denilen Huzeyl kabilesine haber verilmişti. Lihyaniler de yüze yakın tîr-endaz
asker gönderdiler. Bunlar müslümanları takibe koyuldular. Asım ile
maiy-yetindekiler, bunları hissedince yüksek bir yere sığındılarsa da
tîr-endazlar onların etrafını çevirdiler ve: Bize itaat edip teslim olun,
hiçbirinizi öldürmeyeceğimize söz veriyoruz, dediler. Bunun üzerine Asım:
Ey Kavm! Ben
müşriklerin zimmetine iltica edemem dedi ve:
"İlahi!
Halimizden peygamberin (s.a)'i haberdar et..., diye dua etti. Müşrikler
Müslümanlar üzerine ok yağdırdılar. Asım'ı (ve maiyetindekilerden altı zatı) öldürdüler.
Bunlardan Hubeyb, Zeyd b. ed-Desine, Abdullah b. Tarık müşriklerin sözlerine
inanarak teslim oldular. Bu suretle bunları ele geçirdikten sonra, yay
telleriyle ellerini sımsıkı bağlamaya kalkışınca üçüncü zat (Abdullah b.
Tarık): tşte bize birinci gadr budur. Vallahi size teslim olmam, bu şehidler
benim için bir numunedir, dedi. Bunun üzerine onu sürükleyip tazyik ettilerse
de onlarla gitmekten imtina ettiği için onu da şehid ettiler. Hubeyb ile Zeyd
b. ed-Desine'yi Mekke'ye götürüp Bedir vak'asın-dan sonra onları Mekke'de
sattılar. Bedir gazvesinde Hubeyb tarafından babası öldürülmüş bulunan Haris
b. Amir b. Nevfel b. Abdi Menaf oğulları Hubeyb'i satın aldılar.
O vakit Hubeyb,
Haris'in oğulları yanında esir kalmıştı. (Kureyşîlerce riâyeti lazım gelen
eşhür-u hurum çıkınca) Hubeyb'i öldürmeye karar verdiler. O vakit Hubeyb,
kasık kıllarını kazımak için Haris'in kızlarından (Uk-be'nin hemşiresi)
Zeyneb'den emanet bir ustura aldı. Zeyneb'in gafil bulunduğu bir zamanda
çocuğu, Hubeyb'in yanına yaklaştı. Zeynep Hubeyb'i çocuğunu dizinin üstüne
oturtmuş, usturada elinde olduğu halde görünce (intikam almak için çocuğu
boğazlar diye) telaş etmiş, çok korkmuştu. Kadının telaşını sezen Hubeyb ona:
"Çocuğu öldürürüm diye mi korkuyorsun? Korkma ben bunu yapmam." dedi.
Kadın şöyle anlatıyor:
Vallahi (ömrümde) Hubeyb'den daha hayırlı bir esir görmedim. Hatta zincir ile
bağlı olduğu halde bir salkım üzüm yediğini gördüm. O esnada ise Mekke'de zaten
üzüm yoktu. Bu da Hubeyb'e Allah tarafından verilmiş bir rızk idi.
Öldürmek için, onu
Harem-i şerifin haricindeki Hıll (tenim)e çıkardıklarında Hubeyb: İki rek'at
namaz kılmak için bana müsaade ediniz, dedi. Bıraktılar, iki rek'at namaz kıldı
ve sonra: Vallahi eğer hakkımda ölümden korktu da namazım onun için uzatıyor,
diye zannetmeyecek olsaydınız, namazımı daha ziyade uzatırdım, dedi ve:
"İlahi! Bunların hepsini mahvet, birer birer bunların canını al da hiç
birini sağ bırakma." diye dua ettikten sonra şu iki beyti okudu:
"Müslüman olarak
öldürüldükten sonra, ne suretle ölürsem öleyim, ehemmiyet vermem. Bunların
hepsi zat-ı kibriya uğrundadır. O isterse bu tarumar olan vücudumu feyzine
eriştirir."
O zamandan beri idam
olunacak her müslümanın iki rek'at namaz kılması müstahsen bir adet olmuştur.
Rasul-i Ekrem Efendimiz
Vahy-i ilahi ile Hubeyb'in uğradığı musibeti günü gününe Ashabına haber
vermişti.
Asım b. Sabit
Hazretlerinin katlolunduğunu haber alan Kureyş'den bazıları cesedinden onu
tanıtacak bir parça getirtmek üzere, şehidin yanına adam gönderdiler. Çünkü Asım
b. Sabit hazretleri Bedir'de Kureyş'in ileri gelenlerinden birini (Ukbe b. Ebî
Muayt'ı katletmişti. Cenabı Hak'kın Asım'ı hıfzu himaye için arı nev'inden kara
bir bulut halinde gönderdiği mahlukların müdafaaları karşısında yanına bile
sokulmadıklarından onun naşından bir şey kesip götürmeye kadir
olamadılar."[128]
1. Öleceğini
anlayan bir kimsenin kasığındaki kılları kazıması meşrudur. Her ne kadar Hz.
Hubayb in bu fiili sadece kendi görüşünün bir tezahürü gibi bir durum varsa da,
aslında Buhârî'nin rivayetine göre, Hz. Hubayb, Cebrail Aleyhisselam onun bu
fiilini Hz. Peygambere bildirmiştir. Hz. Peygamber de Hz. Hubeyb'e dua etmiştir.
2. Öleceğini
anlayan kimsenin tırnaklarım kesmesi meşrudur. Musannif Ebü Dâvud hadis-i
şeriften kıyas yoluyla bu hükmü çıkarmıştır.[129]
3113...
Cabir b. Abdullah'dan demiştir ki:
Ben Rasûlullah (s.a)M;
ölümünden üç (gün) önce (şöyle) derken işittim:
“(Sizden) Biriniz
Allah'a hüsnü zan etmekten başka bir halde ölmesin."[130]
Şafiî âlimlerinden
Nevevî'nin Şeriıü'l-Mühezzeb isimli eserin-deki açıklamasında, Allah'a hüsnü
zan beslemek "Allah'ın kıyamet gününde mü'm in kulları için hazırladığı
nimetlerini, onun merhametini, va'dini, affını, keremini bildiren âyetleri ve
sahih hadisleri düşünerek, onun kendisine merhamet ve lütufla muamele
edeceğini ummak" demektir. Nitekim yüce Allah bir hadisi kudsisinde:
"Ben kuluma bana olan zannına göre muamele ederim"[131]
buyuruyor. Ulemanın büyük çoğunluğuna göre, mevzumuzu teşkil eden hadis-i
şeriften kasdedi-len manâ budur.
Ancak Hattâbî Cumhurun
bu görüşünden ayrılarak bu"... Hadis-i şerife güzel amel işleyiniz ki,
Rabbınıza olan zannınız da güzelleşsin. Güzel ameller işleyenin Rabbine karşı
olan zannı da güzelleşir. Kötü ameller işleyen kimsenin Rabbine olan zannı da
kötüleşir-" diye manâ vermiştir. Gerçekten Hattâbî'nin bu te'vili yabana
atılamaz. Çünkü salih ameller imanı artırır, kalbi nurlandırır, şeytanın
hilelerini bozar. Neticede sahibine Allah'ın rahmeti için ümit verir. Allah'a
karşı hüsnü zan besletir. Nitekim bir hadiste "Allah'a en büyük hüznü
zannın ona güzelce ibadette bulunmak olduğu" bildiriliyor.[132]
RafTye göre, bu
hadis-i şerifte tevbeye ve her türlü zulmü terke teşvik vardır. Çünkü, her
türlü zulmü terkedip hakkıyla tevbe eden bir kimsenin kalbinde Allah'a karşı
hüsnü zan doğar ve onun rahmetine karşı içinde ümit ışıkları belirir.[133]
3114... Ebû Said
el-Hudri'den (rivayet edildiğine göre kendisine ölüm yaklaşınca yeni elbiseler
isteyip onları giymiş, sonra (şöyle) demiştir: "Ben
Rasûlullah(s.a)'i,(kişi) ölürken üzerinde bulunan elbiseler içerisinde
diriltilir- derken işittim.”[134]
Hz. Ebû Said el-Hudri,
bu hadis-i şerifin zahiriyle amel ederek ölümünden önce yeni elbiselerini
giyinmiş ve yeni elbiseleri içerisinde hayata gözlerini kapamıştır. Çünkü
hadis-i şerifin zahirinden anlaşılan, manâya göre, kişi ölürken üzerinde
bulunan elbiseler içerisinde diriltilerek kabrinden kalkacaktır.
Bu manâ "Ey
insanlar, hiç şüphe yok ki siz Allah(m huzurund)a yalınayak, çıplak ve
sünnetsiz olarak hasredileceksiniz.”[135]
mealindeki hadis-i şerife aykırı değildir. Çünkü ba's (dirilip kabirden
kalkma) ile haşr (arasat meydarımda toplanma) ayrı ayrı şeylerdir. Binaenaleyh,
insanlar ölürken giyinmiş oldukları elbiseler içerisinde kabirlerinden
kalkacaklar, fakat arasat meydanında çıplak olarak toplanacaklardır. Muhakkik
hadis âlimleri ise, mevzu m uzu teşkil eden ve bu hadis-i şerifte geçen
"siyab = elbiseler" kelimesine amel manâsı vermişler ve "İnsan
iyi veya kötü hangi ameli işleyerek ölürse, mezarından kalkarken de o ameli
işleyerek kalkar." demişlerdir. Gerçekten de Araplar, bir kimsenin
iyiliğini, temizliğini ve ayıplardan uzak olduğunu ifade etmek istedikleri
zaman; "Falan kimse temiz elbiselidir" derler. Bir kimsenin
kötülüğünü ifade edecekleri zaman da "Falan kimsenin elbiseleri
kirlidir." tabirini kullanırlar. Nitekim Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'-inde
"Elbiseni temizle"[136]
buyruğuyla güzel ameller yapmayı emretmiştir. Her ne kadar bazıları sözkonusu
siyab, kelimesine "kefen" manâsı vermişlerse de, bu manânın hiç bir
dayanağı yoktur. Çünkü burada ölmeden önce giyilecek olan elbise söz konusudur,
kefense Öldükten sonra giyilir. Bu bakımdan bu görüş Aynî ve Harevî gibi
muhakkik âlimler tarafından reddedilmiştir.[137]
3115... Ümmü
Seleme'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a):
"Ölen kimsenin
yanında bulunduğunuz zaman, hayır söyleyin. Çünkü melekler sizin
söylediklerinize -amin- derler." buyurdu.
Ebû Seleme vefat
edince ben:
“Ey Allah'ın Rasûlü
(şimdi) ne diyeyim?" diye sordum.
"Ey Allah'ım, onu
affet, bana onun arkasından güzel bir bedel ihsan eyle, de." buyurdu. (Hz.
Ümmü Seleme sözlerine devam ederek şunları) söyledi: (Ben de o şekilde dua
ettim). Bunun üzerine Yüce Allah onun yerine bana Muhammed (s.a)*i ihsan
etti."[138]
Metinde geçen
"Ölen kimsenin yanına vardığınız zaman” anlamındaki cümle, Müslim ile
Tirmizî'nin Sünenlerinde "hastanın veya ölen kimsenin yanında
bulunursanız” manâsına gelen lafızlarla rivayet edilirken, NesâTnin Sünen'inde
"Bir hastanın yanında bulunursanız..." manâsına gelen sözlerle
rivayet edilmiştir.
Bu rivayetler arasında
hiçbir çelişki yoktur. Çünkü Peygamber Efendimiz, ölen bir kimsenin yanına
varıldığında olduğu gibi, ölmek üzere olan bir kimsenin yanına varıldığı
zamanda, hayırlı sözler söylenmesini teşvik ederek onların yanında söylenecek
hayırlı sözlere ve dualara meleklerin amin diyeceklerini haber vermiştir. Hz.
Peygamberin ölen veya ölmek üzere bulunan kimseler hakkındaki bu emrine uymak
müstehabdır. Her ne kadar mutlak emir farziyyet ifade ederse de buradaki:
"Çünkü melekler sizin söylediklerinize amin derler.” sözüyle hayır söz
söylemekten maksadın, sadece meleklerin bu dualarına erişmekten ibaret olduğu
açıklandığından, bu emre uymanın farz değil, müstehab olduğu anlaşılır.
"Onlar hakkında
hayır söyleyiniz” cümlesinin "Onlar hakkında sadece hayır söyleyiniz,
sakın kötü söz söylemeyiniz.” anlamında kullanılıp bu cümleden asıl maksadın
"Onlar hakkında kötü söz söylemeyi nehyetmek olduğu" da
düşünülebilir. Nitekim "Ölülerinizin iyiliklerini anınız, onların
kötülüklerini anmaktan kaçınınız.” anlamındaki 4900 numaralı hadis-i şerif de
bu ihtimali kuvvetlendirmektedir. Ayrıca "Çünkü melekler, sizin sözlerinize
amin derler” cümlesinden esas maksadın; "Ziyaretçilerin hastaların ya da
ölülerin yanındaki sözlerinin tesbit edildiğini, ölülerin kesinlikle bu duaların
mükaafatını göreceklerini ifade etmek*' olduğu da düşünülebilir.[139]
1. Hasta
veya ölü yanına varan kimsenin ona hayır dua etmesi ve onun için istiğfarda
bulunması müstehabdır.
2. Hastalan ziyaret
eden kimselerle birlikte melekler de gezerler, onların dualarına amin derler.
3. Hz. Ümmü
Seleme, bu ümmetin en faziletli hanımlarından ve müminlerin annelerinden
biridir.
Mü'minlerin annesi
Ümmü Seleme, Hz. Peygamberin halasının oğlu ve süt kardeşi Abdullah b.
Abdilesed*le evli idi. Hz. Abdullah şehid olunca, Hz. Peygamberin ailesi olmak
şerefine nail oldu.
Bu mevzuda kendisinden
nakledilen bir hadis-i şerif şu mealdedir: Ben Rasûlullah (s.a)'ın şöyle
dediğini duydum: "- Hangi kula bir musibet gelir de -inna lillahi ve inna
ileyhi raciun- Allah'ım bu musibetimden dolayı beni mükafatlandır. Bana ondan
daha hayırlısını ver, derse. Muhakkak bu musibetinden dolayı Allah onu
mükafatlandırır ve ona eskisinden daha hayırlı bir sonuç bahşeder" (Ümmü
Seleme) dedi ki, Ebû Seleme vefat edince, ben Rasûlullah (s.a)'in bana
öğrettiklerini söyledim. Bunun üzerine Allah bana Ebû SelemeMen daha hayırlı
birini, Allah'ın Rasûlünü verdi.[140]
3116... Muaz
b. CebePden (rivayet olunduğuna göre), Rasûlullah (s.a) (şöyle) buyurmuştur:
"Son sözü la
ilahe illallah- olan kimse cennete gir(meyi hak et)miştir."[141]
Hadis-i şerifte,
"Dünyada son sözü la ilahe illallah olan bir kimsenin cennete girmiş
olduğu" bildirilmektedir.
Araplar, ileride
olacağı kesinlikle bilinen hadiseler hakkında "ileride kesinlikle böyle
olacaktır" diyecekleri yerde oldu derler. Bir başka ifadeyle bir hadisenin
kesinlikle meydana geleceğim ifade edebilmek için, istikbal siğası (gelecek
zaman kipi) yerine mazi (geçmiş zaman) sığası kullanırlar. Binaenaleyh,
metinde geçen cennete girdi" cümlesi "kesinlikle cennete girecektir.
Çünkü cennete girmeyi hak etmiştir." anlamında kullanılmıştır. Biz
tercümede parantez içerisine ilave ettiğimiz kelimelerle bu manâya işaret
ettik.
Bilindiği gibi, bazen
söz arasında herkesçe bijinen bir sözü ifade etmek istediğimiz zaman, bu sözün
sadece baş tarafını söylemekle yetiniriz. Çünkü baş tarafını hatırlatmakla
sözün tümünün hatırlanacağını biliriz. Mesela İh-las sûresinin tümünü ifade
etmek istediğimiz zaman deriz. Âyetü'l-kürsiyi ifade etmek için de "Allahü
la ilahe illa hu..." deriz.
İşte burada da La
ilahe illallah sözüyle bu cümlenin tamamı olan "La ilahe illallah
Muhammedün Rasûlullah" sözü kasdedilmiş olması ihtimali vardır. Nitekim
Hafız tbn Hacer "La ilahe illallahü" cümlesiyle "Eşbedii en la
ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdiihü ve Rasûlüh" cümlesinin
kasdedildiğini, binaenaleyh ölürken sadece La ilahe illallah demenin cennete
girmek için yeterli olamayacağını, hadis-i şerifteki müjdeye erişebilmek için,
son sözün bu cümlenin tamamı olması gerektiğini söylemiştir. Eğer sadece la
İlahe illallah demekle cennete girilseydi ehli kitabın tümünün cennetlik
olması gerekirdi. Çünkü onlar bu kelimeyi söylerler, "Muhammeden
Rasûlullah" cümlesini söylemezler. Fakat İbn Abidin mü'minlere sadece
"la ilahe illallah sözünü telkin etmenin yeterli olduğunu kâfirlere ise bu
cümlenin tümünü telkin etmek gerektiğini, çünkü kâfirlerin sadece la ilahe
illallah demekle müslüman olamayacaklarını söylemiştir.[142]
Münavi'ye göre, Ölürken bu kelimeyi söylemenin önemi, bu kimsenin dünyanın
bütün lezzetlerinden kesilmiş, bütün şehvani arzularından uzaklaşmış
olmasından ve dilinden dökülen sözlerinin tam bir sıdk ve ihlas ifadesi
olmasından ileri gelir. Sıhhatli kişilerin hepsinde bu durum yoktur. Fakat
sıhhatli iken nefsini riyazete tabi tutan kulların sözleri de ölmek üzere
bulunan kimselerin sözleri gibidir."[143]
Her ne kadar bu
hadisin senedinde çeşitli tenkitlere uğramış olan Salih b. Ebî Arib varsa da,
bu hadis Müslim'in rivayet ettiği "Her kim Allah'dan başka ilah olmadığını
bilerek ölürse cennete girer."[144]
hadisiyle takviye edilmiştir.
Ancak şurasını ifade
etmek isteriz ki, metinde geçen "Cennete gir(meyi hak et)miştir"
sözünden maksat "Her muvahhid müslüman ya affa uğrayarak derhal, ya da
cezasını çektikten sonra cennete girecek" demektir.[145]
1. La ilane
illallah sözünü fazlaca söylemek gerekir.
2. Bu
kelimeyi, özellikle Ölmek üzere bulunan, hastaların yanında söyleyerek, ona
telkinde bulunmak müstehabdır.[146]
3117...
Yahya b. Umare dedi ki: Ben Ebû Said el-Hudri'yi Rasûlullah (s.a)
"Ölülerinize La
ilahe illallah (sözünü) telkin ediniz." buyurdu, derken işittim.[147]
Telkin: Tekrarlanması
için, söz söylemek demektir. Bu hadis-i şerifte ölmek üzere olan bir kimsenin,
yanında onun da söylemesi için, "La ilahe illallah" kelimesini
söylemek tasvip edilmektedir. Bir önceki hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız
gibi, hadis-i şerifte telkini istenen "la ilahe illallah" sözüyle bu
cümlenin tümü olan "la ilahe illallah Mu-hammedün RasûluUah" cümlesi
veya "eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammedeh abdühü ve
rasûlüh" cümlesi kasdedilmiş ve sözü kısaltmak için sadece "la ilahe
illallah" cümlesiyle yetinilmiş olması ihtimali varsa da, tbn Abidin'e
göre mü'minlere sadece la ilahe illallah cümlesini telkin etmek yeterlidir.
Kâfirlere ise bu cümlenin tamamını telkin etmek gerekir. Çünkü kafir, bu
cümlenin tümünü-söylemedikçe müslüman olamaz.[148]
Metinde geçen
"mevta = ölüler" sözüyle ölmek üzere olan hastalar kas-dedilmiştir.
Nitekim bu babda rivayet edilmiş olan çeşitli hadis-i şeriflerle İbn Hibban'm
şu rivayeti de bu gerçeği isbatlamaktadır: "Ölülerinize kelime-i tevhidi
telkin ediniz. Çünkü öleceği zaman bu sözü söyleyen her müslümanı Allah
cehennem ateşinden kurtarır."
Buna göre, "ölmek
üzere bulunan bir hastanın yanında sadece kelime-i şehadet okunmak suretiyle
ona bu kelimeleri tekrarlaması hatırlatılmalı "fakat sen de söyle"
gibi bu sözler sarfedilerek ısrar etmekten kaçınılmalıdır. Çünkü, hasta son
nefesinde en sıkıntılı anlarını yaşar. Binaenaleyh o anda, ona kelime-i tevhid
okuması için ısrarda bulunmak, onun sıkıntısını iyice artırabileceği gibi,
Allah korusun bir anda iman halinin tamamen olumsuz yönde değişmesine bile
sebep olabilir. Bu bakımdan onun yanında kelime-i tevhidi veya şehadeteyni
sadece okumakla yetinmek ve ısrardan kaçınmak gerekir. Bütün mezhep imamları,
Ölüm döşeğinde bulunan hastalara, bu telkinin yapılabileceğini
hükmetmişlerdir. Maliki âlimlerinin meşhur olan görüşleri de böyledir.
Şafiî âlimlerinden
İmam Nevevî, Müslim Şerhinde, bu mevzuda şunları kaydetmiştir.
"Âlimler, metinde
geçen telkin ediniz emrinin "Farziyyet değil nedb ifade ettiğinde ittifak
etmişlerdir. Yalnız hastanın yanında sık sık şehadet getirmeyi ve bunu hastaya
söyletmeye çalışmayı mekruh görmüşlerdir. Çünkü, hastanın çektiği sıkıntının
şiddetinden bu ısrarlar karşısında canı sıkılıp uygun olmayan bir cevap
vermesi mümkündür. Bu bakımdan hasta bir defa şehadet getirdi mi. Bir daha
tekrarlatmaya çalışılmamalıdır. Fakat hasta şehadet getirdikten sonra
konuşacak olursa son sözünün kelime-i tevhid olmasını sağlamak için yanında
tekrar şehadet getirilir.”
Cumhura göre, ölmek
üzere olan hastalara bu telkini yapmak mendup-tur. Hadisin zahiri, bu telkinin
farz olmasını gerektirdiğinden âlimlerden bazıları, onun farz olduğuna
hükmetmişlerdir.
Aliyyü'l-Kari'nin
ifadesine göre, Malikilerden bazıları bu telkinin farz olduğunu söylemişlerdir.
Definden sonraki
telkine gelince, Şâfiîler metinde geçen "mevtakum = ölüleriniz"
kelimesinin zahirine ve bazı sahabe ve Tabiu'nun telkin yaptığını ifade eden
zayıf hadislere[149]
bakarak telkinin müstehab olduğunu söylemişlerdir. Şâfiîlere göre, ölünün
başucuna oturularak yapılan bu telkin, şu lafızlardan ibarettir.
Hanefilere göre,
metinde geçen telkini ölmek üzere olan hastalara değil, kabre konulan ölülere
yapılır. Çünkü metinde telkinin ölmek üzere olan hastalara değil, ölülere
yapılması emredilmektedir. Metinde geçen "mevtaküm = ölüleriniz"
kelimesini "ölmek üzere olan hastalarınız" diye te'vil etmek için bir
sebep veya karine mevcut değildir. Bu bakımdan sözkonusu kelimeye ehl-i sünnet
velcemaat, hiç te'vil etmeden "ölüleriniz" manâsı verirler. Onu
tevil edenlerse Mutezilelerdir.
Bu mevzuda İbn Abidin
şunları söylüyor: "Ehl-i Sünnete göre, "ölülerinize la ilahe
illallahı telkin edin" sözü hakikatine hamledilmiştir... Bazıları telkin
yapılır demişlerdir. Delilleri rivayet ettiğimiz hadistir. Bir takımları telkin
yapılmayacağını, bazıları da emir edilmediği gibi, yasak da edilemeyeceğini
söylemişlerdir. Birinci kavlin delilini gösterdiğine bakılırsa onu tercih
ettiği anlaşılıyor.[150]
Maliki âlimlerinden
İbnü'1-Hacc, el-Kurtubi gibi bazı ilim adamları, Ölüyü kabre koyduktan sonra,
telkin yapmanın müstehab olmadığını söylemişlerdir. Zerruk ise er-Risale
üzerine yazmış olduğu, şerhte İbn Urfe'nin, ölüye telkin yapmayı caiz
görmediğini İzzüddin'in de bu görüşte, olduğunu ve ölüye telkinde bulunmayı
bid'at saydığını, ancak ölmek üzere olan kimseler için telkini caiz gördüğünü
ifade etmiştir.
Menhel yazarının
açıklamasına göre, bu görüş son derece güzel ve isabetlidir. Çünkü seleften
ölüye telkinde bulunan tek bir kişiyi dahi göstermek mümkün değildir.
Metinde geçen telkin
kelimesi, ölmek üzere bulunan kimse hakkında hakikat, ölü hakkında ise mecaz
olarak kullanılır. îbn Hibban da bu görüştedir. Nitekim Beyhâkî'nin
Şuabü'1-İman isimli eserinde rivayet ettiği şu hadis-i şerifte bu görüşü te'yid
etmektedir: "Çocuklarınıza ilk sözünüz la ilahe illallah olsun, ölürken
de onlara la ilahe illallah sözünü telkin ediniz."
Hanbeli âlimlerinin
pek çoğu da bu görüştedir.
Büyük müctehid ve
hadis bilgini Ahmed b. Hanbel'e telkini sorduklarında şu cevabı vermiştir:
"Ebu'l-Muğire vefat edince, Şamlılar bunu yaptılar, bunlardan başka
telkin yapan birisini görmedim."
Bu mesele 3221 nolu
hadisi şerifte tekrar ele alınacaktır, inşaallah.[151]
3118... Ümmü
Seleme'den demiştir ki:
Rasûlullah (s.a)
(hayatını kaybeden) Ebû Seleme'nin yanına girdi (onun) gözü açık kalmıştı
(Efendimiz onun) gözünü kapadı. Derken onun ailesinden bazı kimseler feryat
etmeye başladılar. Bunun üzerine (Hz. Peyamber):
"Kendinize
hayırdan başka dua etmeyin. Çünkü melekler söylediklerinize dua eder"
buyurdu. Sonra (ona şöyle) dua etti: "Allah -im Ebû Seleme'yi bağışla,
derecesini hidayete erenler(in dereceleri) arasına yükselt. Arkasında
kalanları için de sen ona halef ol bizi de onu da affet (ey) Alemlerin Rabbİ,
onun kabrini genişlet ve orada kendisine nur halket."
Ebû Dâvud der ki:
Ölünün gözlerini yumdurmak, ruhun çıkmasından sonra olur. Ben Muhammed b.,
Muhammed b. en-Nu 'man el-MakrVnin (şöyle) dedi(ğini) işittim: Ben Abid bir
kimse olan Ebû Mey-sere'yi (şöyle) derken işittim. Ben Muallim (olan) Cafer'in
gözlerini ölmeden önce yumdurmuştum. (Kendisi) abid bir adamdı. Onu öldüğü
geceden kısa bir süre sonra rüyamda (bana şöyle) derken işittim: "Bana en
ağır gelen şey senin ben ölmeden önce gözlerimi yumdurman oldu."[152]
Metinde geçen Şekka
besarühü cümlesi, gözleri bir noktaya dikilip kaldı, anlamına gelir. Bu
bakımdan bu cümledeki "besar" kelimesini "şekka" fiilinin
faili olarak merfu okumak mümkün olduğu gibi, bu cümleye "gözünü bir
noktaya dikti" manâsı vererek "besar" kelimesini mafuliyyet
üzere mensub okumak da mümkündür.
Peygamber Efendimiz,
Hz. Ebû Seleme'nin öldükten sonra, gözlerinin açık kaldığını görünce, bunun
sebebini söyle açıklamıştır: "Gerçekten ruh kab/edildiği vakit göz de onu
takib eder."[153] Bu
sözleriyle "ruh cesedden ayrılınca göz arkasından bakarak onu takib
eder" demek istemiştir. Metinde geçen
kelimesi Müslim'in rivâyetinde "feryad etti" şeklinde rivayet
edilmişse de, manâ itibariyle bir fark yoktur.
Hadis-i şerifte
"vay helak oldum, mahvoldum" gibi cahiliyye döneminde kullanılan
sözler sarfederek bağırıp çağırmaların şer olduğu açıklanmış, bu şekil şerli
duaların yerine 'allahümme ecirna fi musibetina vehlufna hayran minha veğfir
lena ve razına bi Kâdake ve Kaderike' gibi hayırlı duaların yapılması tavsiye
edilmiş ve ölünün yanında yapılan dualara meleklerin amin dediği, meleklerin
dualarının da müstecab olduğu açıklanmıştır.
Tîbî'ye göre, ölünün
yanında feryadü figan etmek suretiyle onu rahat-, sız etmek "nefislerinizi
öldürmeyiniz"[154]
âyetinin yasağı içerisine girebilir,
Metinde geçen
"Hidayete erenler" sözünden maksat; Allah'ın kendilerine nimetini
ihsan ettiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salihlerdir,
"Arkasında kalanları
için de sen on hayırlı halef ol"-cümlesiyle kasde-dilen manâ şudur:
"Ey Allah'ım sen geride kalan çocukları ve torunları için onun halifesi
ol, onların rızıklarını ve hayatlarını tekeffül et." Ölen bir kimsenin
gözlerini yumdurma mevzuunda İbn Abidin şunları kaydetmiştir: Bir kimse öldüğü
zaman çenesi bağlanır ve güzelleştirmek için gözleri yumdurulur. Gözlerini
yumduran kimse; "Bismillah! ve ala milleti Rasulillahi Allahümme yessir
aleyhi emrahii ve sehhil aleyhi ma'bedatii veesidhü btlikaike vecal maharaceileyhi
hayran m i m m a harace anhü = Allah'ın adı ile ve Ra-sûlullah'ın dini üzere ya
rabbi bunun işini kolaylaştır. Sonunu asan eyle ve sana kavuşmakla kendisini
bahtiyar kıl, varacağı yeri çıktığı yerden daha hayırlı eyle" der.[155]
1. Ölen
kimsenin gözlerini yumdurmak müstehabdır.
2. Ölen
kimsenin yanında, onun çoluk çocuğunun dünya ve ahireti için hayırlı duada
bulunmak müstehabdır.
3. Ruhlar
cesedlerde bulunan latif cisimlerdir. Onların vücuttan çıkmasıyla hayat sona
erer.[156]
3119... Ümmü
Seleme'den (rivayet edildiğine göre), Rasûlullah (s.a) (şöyle) buyurmuştur:
"Birinize bir
musebet geldiği zaman inna lillahi ve inna ileyhi raciun. -Allahiimme indeke
ahtesibii musibeti feacirini fiha ve ebdil li biha hayran minha- desin."[157]
Hadis-i şerifte,
başına musibet gelen bir kimsenin metindeki "Biz Allah içiniz ve biz ona
döneceğiz. Ey Allahım (bu) musibetimin ecrini senden bekliyorum. Onun
karşılığında bana ecir ver. Bana bu bela karşılığında ondan daha hayırlısını
"er" anlamına gelen duayı okuması tavsiye edilmektedir.
Nitekim Yüce Rabbimiz
Kur'ân-ı Kerim'inde "Ki onlara bir bela eriştiği zaman,-biz Allah içiniz
ve biz ona döneceğiz- derler."[158]
buyurarak musibet zamanında bu duayı okumak suretiyle kendisine sığınanları
övmüştür. İmam Ahmed'in rivayet ettiğine göre, Ümmü Seleme (r.a) şöyle demiş:
Bir gün Ebû Seleme Rasûlullah (s.a)'ın yanından geldi ve dedi ki: "Ben
Rasû-lullah'tan öyle bir söz işittim ki, bundan dolayı sevinçle doldum.
Rasûlullah buyurdu ki: "Müslümanlardan herhangi bir kişiye bir musibet
isabet ettiğinde o esnada "inna lillahi ve inna ileyhi Raciun" der
ve sonra, Allah im bu musibetten dolayı bana mükafat ver, bana ondan daha
hayırlı bir sonuç çıkar, derse, mutlaka bu istediği kendisinin olur." Ümmü
Seleme dedi ki: Ben bunu Ebû Seleme'den sakladım Ebû Seleme vefat edince
"înna üllah ve inna ileyhi raciun" dedim. Sonra Allahım musibetimden
dolayı beni mükafatlandır ve bana ondan daha hayırlı bir sonuç çıkar, dedim.
Sonra kendi kendime benim için Ebû Seleme'den daha hayırlı kim olacak? dedim,
lddet sürem bitince Rasûlullah (s.a) bir deriyi tabakladığım sırada benden izin
istedi. Ben de elimi tabaklamak için sürdüğüm şeyden yıkayarak kendisine izin
verdim. Rasûlullah'a kılıfı lif olan bir minder serdim. Rasûlullah onun üzerine
oturdu ve beni kendisi için istedi. Sözünü bitirince dedim ki.
Ey Allah'ın Rasûlü,
istediğin neden olmasın? Ne var ki ben çok onurlu bir kadınım, benden Allah'ın
beni azablandırmasına vesile olacak bir şey duymandan korkarım. Ben yaşlanmış
bir kadınım ve çoluk çocuk sahibiyim. Rasûlullah buyurdu ki;
"Söz konusu
ettiğin onura gelince; Allah ilerde onu senin üzerinden alacaktır. Zikrettiğin
yaşlılığa gelince, senin yaşlılığın gibi ben de yaşlandım. Bahsettiğin
çoluk-çocuğa gelince, senin ailen benim ailemdir. Ümmü Seleme der ki: Ben
Rasûlullah (s.a)'a teslim oldum. Böylece Rasûlullah (s.a) benimle evlendi.
Ümmü Seleme daha sonra dedi ki: Allah Teâlâ bana Ebü Seleme'den daha hayırlı
birisini, Rasûlullah (s.a)'ı verdi.[159]
3120...
Aişe'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a) vefat ettiği zaman, (üzeri)
Hibera (denilen bir Yemen kumaşı) ile örtülmüştür.[160]
"Hibera:” Pamuktan
ya da ketenden yapılmış çizgili Yemen kumaşlarına verilen bir isimdir. Çoğulu
"Hiber" ve "hıberat" şekillerinde gelir. Bu kelime bazan
"Sevbün hiberatün" şeklinde sıfat olarak bazan da "sevbü
hıberatin" şeklinde isim tamlaması olarak kullanılır.
Hadis-i şerif, vefat
eden kimsenin üzerini bir örtüyle örtmenin müste-hab olduğuna delalet
etmektedir.
Bu mevzuda İmam Nevevî
diyor ki: "Vefat eden bir kimsenin üstünün örtüleceği hususunda âlimler
ittifak etmişlerdir. Çünkü bu örtü, o kimsenin vefatı ile cesedinde meydana
gelecek çirkin manzaraları ve avret mahallini gizler.'* Bizim âlimlerimize
göre, sözkonusu örtünün baştarafı toplanarak cenazenin başının altına, ayak ucu
da cenazenin ayaklarının altına konularak açılması Önlenir. Cenazenin
kokmaması için de elbiseleri çıkarıldıktan sonra örtülür.[161]
3121...
Ma'kıl b. Yesar'dan (rivayet olunduğuna göre) Peygamber (s.a)
"ölülerinizin üzerine yasin okuyun." buyurmuştur. Bu (lafız ravi)
İbnü'l-Ala'nın lafzıdır.[162]
Metinde geçen
"mevtâküm = ölüleriniz" kelimesinden mak-sat, ölmek üzere bulunan
hastalardır.
Nitekim Hanefi
âlimlerinden İbn Abidin de şöyle diyor: "Yanında yasin okumak menduptur.
Çünkü Peygamber (s.a) "Ölülerinizin üzerine yasini okuyun,"
buyurmuştur. İbn Hibban bundan murad ölmek üzere bulunan kimsedir,
demiştir."[163]
Bu mevzuda îbn
Ebû'd-Dünya ile Deylemi'nin rivayet ettikleri merfu bir hadis de şu mealdedir:
"Ölmek üzere olan hiç bir hasta yoktur ki, üzerine yasin okunsun da Allah
onun Ölümünü kolaylaştırmasın." Ölmek üzere olan bir kimse, ölü hükmünde
olduğundan hadis-i şerifte ölmek üzere olan kimselerden ölüler diye
bahsedilmiştir.
Ölmek üzere bulunan
kimse kuvvetini kaybedip zayıf düşmüş ve bütün kalbiyle de Allah'a yönelmiştir.
İşte böyle bir anda yasin sûresi okununca bunu işiten hastanın dini esaslara
olan inancı artar ve özellikle bu sûrede anlatılan Kıyamet halleriyle ünsiyet
ederek rahatlar.
Ölmek üzere olan
hastalara yasin okunmasının hikmeti hakkında et-Tibî şunları söylüyor: "Bu
sûrede imana davet, geçmiş milletlerin halleri, kaderin isbatı, kulların
fiillerinin Allah'a dayandığı tevhidin isbatı, şirkin reddi, kıyamet
alametleri, Öldükten sonra dirilme, haşr, arasat meydanında toplanma, hesap,
ceza gibi birçok dini esaslar ve önemli meseleler vardır. İşte ölmek üzere
bulunan bir hastanın başında yasin okunmasının hikmeti sûrenin bu gibi
mevzuları içerisinde toplamış olmasıdır."
Müteahhirin
âlimlerinden bazıları, mevzumuzu teşkil eden bu hadisin zahirine sarılarak,
yasin sûresinin cenaze üzerine ölümden sonra ve definden önce okunabileceğini
söylerken, diğer bir kısmı da îbn Adiyy'in Ebû Bekr (r.a)'den rivayet ettiği;
"Kim anne ve babasının ya da bunlardan birinin kabrini cuma günü ziyaret
ederek orada yasin okursa, Allah mutlaka o kabirde yatan kimseyi
bağışlar."[164]
mealindeki hadise dayanarak "Yasinin cenaze üzerine Ölümden sonra,
definden önce de sonra da okunabileceğini" söylemişlerdir.
Hanefî âlimlerinden
îbn Abidin, "Ama bizim alimlerimiz öldükten sonra, yıkanıncaya kadar
yanında Kur'ân okumayı mekruh saymışlardır." cümlesini naklettikten sonra
"Mümteka'mn ölünün yanında Kur'in okunabileceğini ifade eden sözü ölmezden
önceye hamledilmiştir. Kaldırılmaktan murat da ruhun kaldırılması olduğuna
işarette bulunmuştur." diyerek hasta öldükten sonra yıkanıncaya kadar
yanında Kur'ân okumanın mekruh olduğunu ifade etmiştir.[165]
Yasin sûresinin
fazileti hakkında, bazı hadisler varsa da bunların hepsi de sıhhatleri yönünden
tenkid edilmiştir. Bunlardan bazılarının meali şöyledir "Herşeyin bir
kalbi vardır. Kur'ân'ın kalbi de yasindir. Her kim yasin sûresini okursa, Allah
ona bu sûreyi okuması sebebiyle Kur'ân'ı on kere okumuş kadar sevap
yazar."[166] Tirmizî, bu hadisin
garip olduğunu, Süyutî de zayıf olduğunu söylemiştir. "Kim bir gecede
Allah'ın rızasını dileyerek yasin okuyacak olursa (günahları) bağışlanır"[167]
"Kim Allah'ın rızasını dileyerek yasin okursa, geçmiş günâhları
affedilir, onu ölülerinizin yanında da okuyunuz.[168] Kim
yasini bir defa okursa, Kur'an-ı iki defa okumuş gibi olur."[169] Bu
hadislerin birisinde yasin okuyan, Kur'an-ı on defa okumuş gibi sevap alır
denirken, diğer birinde iki defa okumuş gibi sevap alır denilmesi bu hadisler
arasında bir çelişki bulunduğunu göstermez. Çünkü bu sevab, okuyan kimsenin o
andaki samimiyet, ihlas ve diğer ruhî hallerine ve içinde bulunulan zaman ve
mekana göre değişebilir. Şevkanî "Bütün bu rivayetler biribirlerini
takviye ettiğinden bunlarla amel etmek faydalıdır" diyor.[170]
Hadis, Yasin sûresinin
okunmasının faziletine, Ölüm döşeğine düşen hastanın başında okunmasının,
matlub olduğuna, ikinci yoruma göre, definden önce ve sonra ölünün yanında
okunmasının matlub olduğuna ve gerek hasta gerek ölünün okunan Yasin sûresinden
yararlandıklarına delâlet eder.
ölünün dua ve
sadakadan da faydalandığı hususunda âlimlerin ittifakı vardır. Cumhura göre,
kişinin yaptığı nafile ibadetin sevabını bir ölüye veya diriye vermesi caizdir.
Yapılan ibadet; namaz, oruç, hac, sadaka, Kur'ân okumak ve başka ibadetler
olabilir. İbadeti yapan kişinin sevabından hiç bir şey noksan olmaksızın ölü
bundan yararlanır. İmam EbÛ Hanife ve Ahmed b. Hanbel de bununla hükmeden
âlimlerdendirler.
Cumhurun delillerinden
birisi, Taberanî ve Beyhakî'nin İbn Ömer (r.a)'den merfu olarak rivayet
ettikleri şu mealdeki hadistir: "Sizden birisi, nafile bir sadaka vereceği
zaman, sevabım baba ve annesine bağışlasın. Çünkü bu takdirde onlara sevap
verilir. Kendisinin sevabîft$an bir şey eksilmez."
Diğer bir delil: Ahmed,
Müslim, Nesâî ve Ibn Mace'nin Ebû Hüreyre (r.a)'den rivayet ettikleri şu
mealdeki hadistir:
"Bir adam
Peygamber (s.a)'e: Babam öldü. Vasiyet de etmedi. Onun yerine benim sadaka
vermem ona yarar mı? diye sordu. Efendimiz (s.a) "Evet" buyurdu.[171]
Allah: "Rabbim
bunlar beni küçükken nasıl acıyıp yetiştirdilerse sen de bunlara öyle
acı."[172] âyetinde baba ve anneye
dua etmeyi emretmiş ve "Melekler Rablerini hamd İle teşbih ederler.
Yerdekiler içinde mağfiret ederler.[173]
âyetinde meleklerin mü'minler için istiğfar ettiklerini haber vermiştir. Keza,
"Arşı taşıyanlar ve onun çevresinde bulunanlar, rablerini överek teşbih
ederler.”[174] âyeti Hamele-i Arş
meleklerinin müzminlere istiğfar ettiklerini bildirir.
Bir kısmı yukarıya
alınan deliller, başkasının amelinden yarar sağlanabildiğini kesinlikle
bildirirler. "Ve şüphesiz insan ancak çalıştığına erişecektir."[175]
âyeti yukarıdaki delillere aykırı değildir. Çünkü mü'min hayırlı bir amel
işleyip sevabını bir mü'min kardeşine bağışladığı zaman, sevab bağışlanana
ulaşır. Artık bağışlanan kendisi işlemiş gibi olur. Diğer taraftan bu âyet, bir
kısmı yukarıda zikredilen deliller muvacehesinde hususileşmiştir.
İkrime'den rivayet
edildiğine göre, bu âyet Musa (Aleyhisselam) ve İbrahim (Aleyhisselam)'ın
kavimlerine mahsustur. Ümmet-i Muhammed ise, birbirinin amelinden yararlanır.
Çünkü mezkûr deliller bunu gerektirir. Ayrıca Buhârî ve Müslim'in İbn Abbas
(r.a)'dan rivayet ettikleri bir hadiste me-alen şöyle buyuruluyor:
"Bir adam
Peygamber (s.a)'e:
Kızkardeşim Hacc
yapmayı adadı ve adağını yerine getirmeden öldü, dedi. Peygamber (s.a):
"Eğer kardeşinin
boynunda bir borç olsaydı, sen onun yerine borcunu ödeyecek miydin?** diye
sordu.
Adam: Evet diye cevap
verdi. Efendimiz:
"O halde
kardeşinin Allah Teâlâ'ya ait borcunu öde. O, ödenmeye daha layıktır"
buyurdu.”[176]
Müslim, Ebû Dâvûd,
Tirmizî, Nesâî ve İbn Mace*nin rivayet ettikleri şu mealdeki hadis de ayrı bir
delildir:
“İnsan öldüğü zaman
ameli kesilir. Ancak üç şeyden kesilmez: Sadaka-i cariye, yararlı ilim ve ona
dua eden salih bir evlat."[177]
Bazıları; "Mezkûr
delillere ters düştüğü sanılan âyetteki insan kelimesi ile kâfir kişi
kastedilmiştir." demişlerdir. Buna göre, âyetin yorumu şudur: Kâfir kişi
için amelinden başka hiç bir hayır yoktur. O, işlediği hayra karşılık dünyada
bol rızık ve sağlık gibi nimetlere kavuşturulur. Ahirette, onun için hiç bir
hayır yoktur.[178]
Menhel yazarı,
yukarıdaki bilgileri verdikten sonra bu hususta şöyle der: "Okunan
Kur'ân'ın sevabının Ölüye ulaşması hakkında alimler arasında ihtilaf olmuştur:
1. Eğer
ücretsiz olarak okunursa, tmam Ebû Hanife arkadaşları ve Ahmed b. Hanbel'e göre
ölü yararlanır. Zeylaî, el-Kenz'in Şerhinde: "başkasının yerine hac
yapmak hususunda Ehl-i sünnet mezhebine göre; namaz, oruç, hac, sadaka, Kur'ân
okumak, zikirler gibi her türlü nafile hayırların sevabının başkasına
bağışlanması caizdir. Bu sevap, ölüye ulaşır ve ölü ondan yararlanır,"
demiştir.
Mu'tezile mezhebine
göre; kişi, amelinin sevabını başkasına bağışlayamaz. Bağişlasa bile ilgiliye
ulaşmaz ve menfaat sağlamaz. Delilleri de:
âyetidir.[179] Bu
âyetin delil olmadığı yukarda be-
lirtildi.
İmam Malik ve
Şafiî'den meşhur rivayete göre Kur'ân okumanın sevabı, ölüye ulaşmaz. Fakat
İmam Malik ve Şafiî'nin bazı arkadaşlarının seçtikleri kavle göre, kıraatin
sevabı ölüye ulaşır. Ancak okuyucunun kıraatim bir dua ile ölüye bağışlaması
gerekir. Nevevî de el-Ezkar'da: Alimler duanın ölülere yararlı olduğuna ve
sevabının onlara ulaştığına icma etmişlerdir. Bunların delilleri, bu hükmü ifade
eden meşhur âyetler ve meşhur hadislerdir. Bunlardan birisi:
"Ve onlardan
sonra gelenler: Ey Rabbimiz! Bize ve bizden önce iman eden kardeşlerimize
mağfiret eyle, derler."[180]
âyetidir. Peygamber (s.a)'in:
"Allahim,
Bakiü'l-Ğarkad (mezarlığı) halkına mağfiret eyle" hadisi ile; 3201
numaralı "Allahım, bizim dirimize ve ölümüze mağfiret eyle." mealindeki
hadis-i şerifte bu konudaki delillerdendirler. Alimler, Kur'ân okuma sevabının
başkasına ulaşması hususunda, itjtilaf etmişlerdir. Şafiî'nin meşhur kavli ile
bir cemaatın kavline göre ulaşmaz. Ahmed b. Hanbel ile alimlerden bir cemmat
ve Şafiî'nin arkadaşlarından bir cemaat ulaşır, demişlerdir. En iyisi okuyucu
kıraatini bitirince Allahım, okuduğum Kur'ân'ın sevabını falan kişiye ulaştır,
şeklinde dua etmesidir.
2. Ücret
karşılığında okumaya gelince, Hanefî ve Hanbeli alimlerine göre, bunda sevap
yoktur. Ücret alan da veren de günah işlemiş olur.
Şafiî ve Maliki
alimlerine göre, Kur'ân okumak karşılığında ücret almak caizdir. Bunların
delili, Buhârî'nin îbn Abbas (r.a)'den rivayet ettiği Peygamber (s.a.)'in şu
hadisidir: "Karşılığında ücret aldığınız şeylerin ücret almaya en
liyakatli olanı Allah'ın kitabındadır"[181]
mealindeki hadis-î şeriftir.[182]
Ancak Şafiî ve
Malikilerin delilim teşkil eden bu hadis-i şerif, mutlak olduğundan, Kur'ân
okuma karşılığında ücret almanın caiz olmadığını savunan âlimler, bu hadisteki
cevazın sadece rukye (okuma ile tedavi)*ye ait olduğunu söyleyerek bu mevzudaki
hadislerin arasını te'lif etmişlerdir.[183]
3122...
Aişe'den demiştir ki:
Zeyd b. Harise ile
Ca'fer ve Abdullah öldürüldükleri zaman, Rasûlullah (s.a) mescide oturdu,
üzüntü(sü) yüzünden anlaşılıyordu. Bu hadisi Amre vasıtasıyla Hz. Aişe'den
nakleden Yahya b. Sfaid, rivâye-tine devam ederek Hz. Zeyd, Ca'fer ve
Abdullah'ın ölümü ile ilgili olayı anlattı.[184]
Hz. Zeyd ile Ca'fer ve
Abdullah b. Revaha (r.a) hazretlerinin ölümüne ve Fahr-i Kâinat Efendimizin son
derece üzülmesine sebep olan hadise Mute muharebesidir.
Bilindiği gibi Mute;
Şam sınırlarında Belka köylerinden bir köy, Şam meşreflerinden (yaylalarından)
bir yayla olup kılıçların en iyisi orada yapılır ve orada yapılan kılıca da
oraya izafetle meşarif yapısı kılıç denir.[185]
Mute Belka yakınındadır. Beytü'l-Makdis'e (Kudüs'e) iki merhaleliktir.
Mute, Kudüs'ün
güneyinde bir yer ismidir. Bizanslılarla müslümanların yaptığı ilk harp burada
olmuştur.
Hz. Peygamber,
hükümdarları İslama davet ettiği sırada, Busra emiri Şurahbile'de ashabtan Hars
b. Umeyr'i elçi olarak göndermişti. Fakat Şu-rahbil bütün insanî ve diplomatik
kaideleri bir tarafa bırakarak Hars'ı şehit ettirdi.
Hicretin sekizinci
yılı idi. (Miladi 629) Bu saldırıya çok üzülen Hz. Peygamber hemen üç bin
kişilik bir ordu hazırlayarak kumandanlığına Zeyd b. Harise'yi getirdi. Sonra:
"Savaşta şayet Zeyd şehid olursa kumandayı Cafer alsın, Cafer de şehid
düşerse, orduya Abdullah b. Revaha kumanda etsin" buyurdu. Sonra orduyu
geçirmek için Medine'nin dışındaki Seniyyetu'lveda tepesine kadar gitti.[186]
Abdullah b. Revaha,
yanındaki kumandan arkadaşları ile birlikte vedalaştıklan sırada ağladı.
Ona "Ey
Revaha'nın oğlu. Ne için ağlıyorsun?" diye sordular. Abdullah b. Revaha
"Vallahi ben ne dünya sevgisinden ne de sizleri özleyeceğimden ağlıyor
değilimdir.
Fakat ben yüce
Allah'ın kitabından, "İçinizden cehenneme uğramayacak yoktur. Bu Rabbınin
yapmayı üzerine vacip ve gerekli kıldığı bir gerçektir."[187]
âyetine okurken Rasülullah (s.a)'dan işitmişimdir.
Cehenneme uğradıktan
sonra oradan nasıl geri döneceğimi bilmiyorum ve bunun için ağlıyorum"
dedi.
Müslümanlar,
"Allah sizin yardımcınız olsun. Sizleri her tehlikeden korusun. Sağ salim
bize geri çevirsin." dediler.
Abdullah b. Revaha ise
onlara:
"Fakat ben Rahman
olan Allah'dan yarhğanarak kanları fışkırtıp köpürten bir kılıç darbesiyle,
yahut ciğer ve barsakları kasıp kavuran bir kargı saplamasıyla şehid olmak
isterim ki, kabrime uğrayanlar (Allah bu savaşçıya doğru yolu göstermiş o da
doğru yolu bulmuştur) desinler." mealli beyitleri okudu.[188]
Üç bin kişilik İslâm
ordusu, karşılarında yüz bin kişilik bir düşman kuvveti buldu. Bizans
İmparatoru Heraklius, ayrıca yüz bin kişilik bir kuvveti daha yedekte tutarak
ŞurahbiPin yardımına koşmuştu. İlk hücumda İslâm kumandanı Zeyd şehid oldu.
Onun ardından Hz. Peygamberin yeğeni Ca'-fer ve ensardan Abdullah b. Revaha
başkumandanlığı alıp biribirleri ardınca şehid düştüler. Müslümanlar
ümitsizliğe kapılmadan derhal Allanın kılıcı Halid b. Velid'i kumandan tayin
ettiler. Halid dağılan kuvvetleri topladı. Askerlerin yerlerini değiştirerek
tekrar hücuma geçti. Düşmana kayıp verdirdi ve hemen düzenli bir şekilde geri
çekilerek Medine'ye döndü. Düşman İslâm ordusunu takip edemedi.
Hz. Peygamber Medine
Mescidinde, zaman ve mesafe mefhumunu aşarak harbin safhalarını ve
kumandanlarının şehid oluşlarını gözlerinden yaşlar akarak anlatmıştı. Diğer
taraftan Hz. Peygamber orduya deniz yoluyla takviye birlikler de göndermişti.[189]
1. Bir
musibet gelince mescide gidip orada oturmak caizdir.
2. Başına musibet
gelen bir kimse peygamber (s.a)'e uyup feryad-u figan etmekten, saçını başım
yolmaktan üstünü başını yırtmaktan kaçınmalıdır.[190]
3123...
Abdullah b. Amr b. el-As’dan demiştir ki:
Rasûlullah (s.a)'le
bir ölüyü kabre koymuştuk. (Bu işi) bitirince Rasûlullah (s.a) (oradan)
ayrıldı. Kendisiyle birlikte biz de ayrıldık. Bir kapının karşısına varınca
(orada) durdu. Bir de baktık ki karşısında bir kadın var. O kadını tanıdığını
zannettim. (Oysa tanıyamamış ancak) kadın (kendisine doğru) yürüyünce bir de
baktı ki Fatıma (aleyhisselam) imiş. Ona
"Ey Fatıma, seni
evinden çıkaran (sebep) nedir?" diye sordu. Oda
"Ey Allah'ın
Rasûlü şu ev halkına geldim, onlara Ölüleri için rahmet okudum." Yahut da
"sabır tavsiye ettim" cevabını verdi. Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a):
"Herhalde onlarla
birlikte kabristana da gittin" buyurdu. (Hz. Fatıma da)
“Allah korusun,
gerçekten ben seni, bu mevzudaki söylediklerini söylerken dinle(miş)tim"
dedi (Hz. Peygamber de):
"Eğer sen onlarla
birlikte oraya gitmiş olsaydın" buyurdu ve bu mevzuda (çok) şiddetli
tehdidde bulundu. (Ravi Mufaddal) dedi ki:
Ben Rabia'ya (metinde
geçen) "Elkiidâ"yı sordum da zannedersem "kabirler” diye cevap
verdi.[191]
Metinde geçen "O
kadını tanıdığını zannettim" anlamına gelen cümle Nesâî'nin nüshalarında
üç şekilde bulunmaktadır.
1. Kadın,
Rasûlullah'ın kendisini tanıyamadığını zannetti, şeklinde
2.
Rasûlullah'ın o kadını tanıyamadığı zannediliyordu.
3. Biz,
Rasûlullah'ın o kadını tanıyamadığını zannediyorduk.
Her ne kadar Rasûl-ü
Zişan Efendimizin kadınların kabir ziyareti hakkındaki şiddetli tehditlerinin
nasıl olduğu metinde açıklanmışsa da, Nesâî'nin rivayetinde bu tehdit şu
manaya gelen lafızlarla açıklanmıştır: "Eğer onlarla beraber kabristana
gitseydin babanın dedesinden önce cenneti göremezdin."
Bu mevzuda İmam Nesâî
Süneninde şu görüşlere yer veriyor:
Bu hadiste kadınların
cenaze ile beraber kabristana gitmeleri meselesi mevzubahis ediliyor. Kadınları
cenaze ile mezarlığa gitmekten nehyeden daha başka hadisler de vardır. Fakat
sahih isnadlara dayanmadığı iddia edilmiştir. Âlimlerin bu husustaki görüşleri
de farklıdır. Bu hususta en kuvvetli ictihad tenzihen mekruh olduğudur.
Bazıları Rasûlullah (s.a)'tn son sözlerinin "bir daha cennet yüzü
göremezsin" manasına geldiği kanaatindedirler. Fakat bu doğru değildir.
Bir kadının, cenaze ile beraber kabristana gitmesi, ebediyyen cehennemde
kalmayı mucib küfür olamaz. Rasûlullah (s.a)'ın "Eğer onlarla beraber
kabristana gitseydin, babanın dedesinden önce cennet yüzü göremezdin."
buyurması, bu fiilin sahibinin azab görmesine sebep olacak büyük günahlardan
olduğunu gösterir. Ehl-i sünnet âlimleri, Rasûlullah'ın günahı kebair
işleyenler hakkında "Onlar cennete giremezler." Hadisini hiç azab
görmeden ilk önce cennete girenlerle beraber giremezler diye te'vü ediyorlar.
Yukarıdaki hadisde de bu kastedilerek "Cennete ilk girenlerle beraber
cenneti göremezdin. Daha önce işlediğin bu günah sebebiyle azab olunurdun."
buyuruluyor. Hadisteki babanın dedesi kelimesi ile Abdülmutta-lib kasdedilİyor.
Abdülmuttalib ise,
ehl-i fetrettendir. Fukaha nezdinde Fetret; Hz. isa ile Hz. Muhammed (s.a)
arasında geçen zamandır. Fetret döneminde yaşayanların durumu muhteliftir.
Şöyle ki, bir kısmı ne müşrik ne de muvahhit olmayıp, kendisi için bir şeriat
ve din icad etmeyenlerdir. Bunların ehl-i din ve İslâm oldukları kabul olunur.
Üçüncü grub ise şirki kabul edenlerdir. Rasûiullah (s.a)'m ecdadına gelince,
onlardan hiç biri müşrik değildir. Zira Rasûiullah (s.a) "Ben mütemadiyen
teiniz babaların sulbünden, temiz anaların rahmine nakloluna geldim."
buyuruyor. Kur'ân'da ise "Şüphesiz ki müşrikler necistir."[192]
buyurulduğuna göre ecdad-ı nebi müşrik değildir.[193]
1. Cenazeyi kabre
kadar uğurlayıp, defnedilinceye kadar başında bulunmak müstehabdır
2. Bir
kadının, başsağlığı dilemek için komşularına veya eşe-dosta gitmesi caizdir.
3. Kadının
cenazeyi kabre kadar takibetmesi caiz değildir.
4. Ölünün
yakınlarına başsağlığı dilemek müstehabtır.
Esasen ta'ziye:
Sözlükte "sabrettirmek, sabra teşvik etmek" demektir. Yakınını
kaybetmek gibi bir musibete uğrayan kimseye sabretmesini, Allah'ın sabrına
karşı ecir vereceğini, hepimizin Allah'a ait olduğumuzu ve tekrar ona
döneceğimizi söylemekle, bu vazife yerine getirilmiş olur. Taziye memleketimizde
"Başınız sağolsun, Allah geride kalanlara ömür versin. Allah ecir, sabır
versin" gibi sözlerle yapılır.
Aynı şehirde
bulunanlar için, ta'ziye müddeti üçgündür. Üç günden ziyade ta'ziye yapılamaz.
Çünkü bu acının tazelenmesine sebep olur. Ancak başka yerde bulunanlar üç gün
tahdidine tabi değillerdir.[194]
Başsağlığı dilemenin
fazileti hakkında pek çok hadis-i şerif vardır. Bunlardan bazılarının meali
şöyledir: "Bir musibetten dolayı din kardeşine ta'-ziyette bulunan bir
kimseye, yüce Allah, kıyamet gününde mutlaka keramet elbiselerinden bir elbise
giydirecektir."[195]
"Başına musibet gelen kimseye taziyene bulunana musibete uğrayan kimsenin
sevabı kadar sevab vardır."[196]
Rasûl-ü Zişan
Efendimiz, ta'ziye için belli bir sınır koymamıştır. Bu hususta kendisinden
nakledilen çeşitli rivayetler vardır. Bunlardan bazılarının meali şöyledir:
"Peygamber (s.a)'in yanında idik. Bir ara kızlarından birisi haber
göndererek Rasûiullah (s.a)'ı çağırdı ve kendisinin bir çocuğunun yahut bir
oğlunun vefat etmek üzere olduğunu ona haber verdi. Bunun üzerine Peygamber
(s.a) gönderilen zata:
"Dön de ona haber
ver ki; Allah'ın aldığı da verdiği de kendisinindir. O'nun n ezdin de herşeyin
belli bir eceli vardır. O'na söyle de sabretsin ve sevap umsun."
buyurdular. Müteakiben elçi, Rasûlü Ekrem'in kızının yanına gitti geldi ve
"O yemin etti. Mutlaka yanma gelmeliymişsin" dedi. Bunun üzerine
Peygamber (s.a) kalktı, onunla beraber Sa'd b. Ubade ile Muaz b. Cebel de
kalktılar. Ben de yanlarına takıldım, çocuğu peygamber (s.a)'e arz ettiler. Can
çekişiyordu. Sanki canı eski bir tulum içindeydi. (Bunu görünce) Rasûlullah
(s.a)'ın gözlerinden yaşlar boşandı. Said kendisine:
Bu ne ya Rasûlullah?
dedi. Rasûlullah (s.a) de:
"Bu bir rahmettir.
Allah onu kullarının kalplerine tevdi buyurmuştur. Allah ancak merhametli olan
kullarına rahmet eyler/' buyurdu.[197]
"Rahman ve rahim
olan Allah'ın ismiyle. Allah'ın Rasûl-ü Muhammed'-den Muaz b. Cebel'e; Allah'ın
selamı üzerine olsun. Kendisinden başka mabud-i hakiki bulunmayan Allah'a
hamdolsun. Gelelim mevzuya (oğlunu kaybettiğinden dolayı) Allah, sana büyük
ecir versin, sabır ilham etsin. Sana da bize de şükür nasibetsin. Muhakkak ki
mallarımız da canlarımız da aile ve çocuklarımız da Aziz ve Celil olan Allah'ın
bize ihsan ettiği nimetlerinden ve muayyen bir müddete kadar elimizde kalacak
olan emanetlerin-dendir. Bize bu nimetleri verdikten sonra üzerimize şükrü ve
bizi bunlarla denediği zamanda sabretmeyi farz kılmıştır. İşte oğlun da Allah'ın
seni kendisiyle mutlu kıldığı bu emanetlerden biri idi. Şimdi karşılığında bol
ecir, mağfiret, rahmet ve hidayet vermek üzere onu senden aldı. Eğer bu ecire
erişmek istiyorsan sabret. Yoksa arkasından ağlayıp sızlayarak sabırsızlık göstermen
ecrini yok eder de sonunda pişman olursun. Şunu iyi bil ki sabrı ter-kederek
Feryadü figan etmek hiç bir şeyi geri getirmez. Hiçbir üzüntüyü gideremez.
Başımıza gelecek olan gelecektir. Vesselam."[198]
Rasûlullah (s.a) bir adama ta'ziye için ziyaret etti de, Allah sana merhamet
etsin ve ecir ihsan etsin, dedi."[199]
Rasûlullah (s.a) vefat
edince, melekler geldiler. Sahabiler bu meleklerin seslerini işitiyorlar,
fakat kendilerini göremiyorlardı. Melekler -esselamü aleyküm, Allah katında her
musibet için bir sabır ve kaybedilen her şeyin yerini dolduracak bir bedel
vardır. Allah'a güveniniz ve ondan ümit kesmeyiniz. Gerçek, mahrum sevabdan
mahrum kalan kişidir. Selam ve Allah'ın rahmeti sizin üzerinize olsun, diyerek
başsağlığı dilediler.[200]
Enes (r.a) dedi ki:
Rasûlullah (s.a)'m ruhu kabzedilince ashab-ı kiram etrafında toplanıp ağlaşmaya
başladılar.
Bu sırada kırmızı
vebeyaza çalan sarı sakallı iri ve güzel yüzlü bir adam gelip, ashabın
omuzlarına basarak yürüdü ve ağlamaya başladı. Sonra onlara dönerek şöyle
dedi: "Allah katında her musibet için bir teselli.ve kaybedilen herşey
için onun yerini tutacak bir karşılık vardır. Binaenaleyh, bütün kalbinizle
O'na dönünüz. O'na rağbet ediniz. Başımıza gelen her belada Allah'ın nazarı
üstünüzdedir. Siz de gözünüzü O'ndan ayırmayınız. Musibete uğrayan kişi
(Allah'ın yardımından mahrum kaldığı için) ıslah olmayan ve Allah'dan uzaklaşan
kişidir, dedi. Bunun üzerine ashabın bir kısmı diğerlerine -bu adamı tanıyor
musunuz?- diye sordular. Hz. Ebû Bekir ile Ali de "Evet bu Rasûlullah (s.a)'in
kardeşi Hızırdır" diye cevap verdiler.[201]
1.
Malikilerle Hanefîlere ve İmam Ahmed (r.a)'le Şafiî âlimlerinin cumhuruna
göre, ta'ziyenin süresi, definden önce başlar definden sonra üç gün devam eder.
Binaenaleyh, ta'ziyenin bu süre içerisinde yapılması müstehab-dır. Bu süre
dolduktan sonra taziyede bulunmak ise mekruhtur. Çünkü taziyeden maksat
cenazenin yakınlarını teselli edip kalplerini rahatlatmaktır. Definden üç gün
sonra yapılan taziyeler ise, onların yaralarını deşip dertlerini tazelemeden
başka bir işe yaramayacağı cihetle taziyenin gayesine aykırıdır. Nitekim
Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Allah'a ve Rasûlüne iman eden, bir
kadının üç günden fazla yas tutması caiz değildir. Ancak kocası için dört ay on
gün yas tutabilir.[202]
Ancak ölüm vukubulduğu sırada başka yerde bulunanlar, üç gün tahdidine tabi
değillerdir.[203] Bu durumda olan kimseler
için, bu süre onların gelmesine kadar devam eder. Taberi, onlar için bu süre
bulundukları yerden gelmelerinden sonra üç gün daha devam eder, demiştir.
Ölümün vukubulduğu sırada hasta olduğu için taziyede bulunamayan ve vefat
haberini sonradan işitenler de bu hükme girerler. Şâfiîlerden bazılarına göre
de, taziye için belli bir süre yoktur. İmam Nevevî'nin Şerhu'l-Mühezzeb' deki
açıklamasına göre, İmamü'l-Haremeyn de taziye için belli bir süre olmadığını,
taziyeden maksat, sabır tavsiye etmek olduğuna göre, bunun hayat boyu
yapılabileceğini söylemiş, Ebu'l Abbas da kesinlikle bu görüşü benimsemiştir.[204]
Yakını ölen bir
kimsenin, taziyet için gelen ziyaretçileri kabul etmek maksadıyla, mescidde
veya bir evde beklemeleri mevzuunda âlimler ihtilaf etmişlerdir.
Hanbeli âlimleri ile
Şafiî âlimleri kadınların ya da erkeklerin bu maksatla evlerde veya
mescidlerde toplanıp ziyaretçi beklemeleri mekruhtur. Bilakis onlar, cenazenin
defninden sonra işlerini görmek üzere gitmeleri gereken yerlere giderler. Bu
arada karşılarından gelen kimselerin taziyelerini kabul ederler. Âlimler
Rasul-ü Ekrem'in Hz. Zeyd ile Ca'fer ve Abdullah (r.a)'in ölüm haberini alınca,
mescide gidip oturduğunu ifade eden ve mevzumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisi
hakkında da, "Bu hadis-i şerifte, Rasûl-ü Ek-remin ziyaretçilerinin
taziyesini kabul etmek üzere mescide gittiğine dair bir ifade yoktur. Hz.
Peygamber oraya tamamen ayrı bir maksatla gitmiştir." derler.
Nitekim İmam Şafiî,
el-Umm isimli eserinde şöyle diyor: "Ben taziye için özel toplantı
yerlerinin tahsis edilmesini mekruh görüyorum, isterse orada feryad-ü figan
bulunmasın. Çünkü bu gibi toplantılar üzüntüleri yeniler ve cenaze sahiplerine
külfet getirir."
Hanbeli âlimlerinden
Abdullah b. Kudame'nin el-Muğni isimli eserindeki açıklamasına göre,
Ebû'l-Hattab taziyeleri kabul için, belli bir yerde toplanmayı mekruh gördüğü
gibi, İbn Akil de ruh çıktığı andan itibaren, taziye için bir yerde toplanmanın
mekruh olduğunu söylemiştir.
Hanefi âlimlerine
göre, cenaze defnedildikten sonra, erkeklerin taziye için gelen ziyaretçileri kabul
etmek maksadıyla, üç gün süre ile mescidin dışında bir yerde toplanmaları
caizdir. Hafız Zeylâî'nin Kenz Şerhinde açıkladığı gibi, ancak Hanefi
âlimlerine göre, bu toplantıların caiz olabilmesi için neşe ve sevinç günlerine
mahsus olan evleri güzel sergilerle ve yemek sofra-larıyla donatmak gibi
hareketlerden kaçınmak gerekir.
İbn Abidin, (r.a)
Hanefi mezhebinin bu mevzudaki görüşlerini şöyle ifade ediyor:
"Musibet
zamanında, erkeklerin üç gün oturmasına izin verilmiştir. Kadınlar katiyyen
oturmazlar. Mescidde oturmak ise, mekruhtur... Ancak İmdatta beyan olunduğuna
göre, müteahhirin âlimlerimizden birçokları, cenaze sahiplerinin evinde
toplanmak mekruhtur. Onun dahi evinde oturarak taziye için gelenleri beklemesi
mekruhtur. Bilakis iş bitip, halk cenazeyi definden döndükten sonra,
dağılmahdırlar. Herkes işine gitmeli, ev sahibi de kendi işine bakmalıdır,
demişlerdi."[205] Bu
mevzuda, Menhel yazarı Muham-med Mahmut el-Hattab şöyle diyor: "Bu
meseledeki ihtilaflar, içerisinde mün-kerat bulunmayan taziye meclisleri
hakkındadır. İçerisinde münkerat bulunan taziye meclislerinin caiz olmadığında
ise ittifak vardır. Zâmammızdaki taziye meclisleri münkerattan hali değildir.
Günümüzdeki taziye meclislerinde görülen münkerattan bazıları şunlardır:
Taziye için cenaze
evinde toplanıldığı zaman, genellikle belli bir ücret karşılığında Kur'ân-ı
Kerim okutulmaktadır.
Bazan şehirlerde, bu
meclislerde izdiham çok fazla olduğundan halk dışarıya taşmakta, yolları işgal
etmekte ve seyr-ü seferi aksatmaktadır.
Çoğu zaman da ölünün
ruhuna Kur'ân-ı Kerim okunurken mecliste bulunanların bir kısmı gürültü
etmekte, ya da çay, kahve, sigara içmekle meşgul olup Kur'ân-ı Kerim'e
saygısızlık yapmaktadır. Meclise sonradan gelen kimselerin mecliste bulunanları
gayri tslâmi sözlerle selamlamaları da bu münkerat arasında görülen
hususlardandır. Bilindiği gibi bunların hepsi münke-rattandır. Resûlu Zişan
Efendimizin ve ashabının yoluna aykırıdır. Özellikle Kur'ân-ı Kerim'in
pislikten hali olmayan yollarda okunması ve sigara içilmesi bu münkeratın en
başta gelenlerindendir. Melaikeyi kiram ve akl-ı selim sahibi her insan
bunlardan rahatsız olur. Nitekim Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'inde "Kur'fln
okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size rahmet edilsin.”[206]
"Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri(nin) üzerinde kilitler mi
var?”[207] buyurarak, rahmet ve
ihsanının her tarafı sarması için Kur'ân-ı Kerim'in edeb ve huşu ile okunup
dinlenmesi ve tefekkür edilmesi gerektiğini, açıkça bildirmiştir. Tevrat'ta şu
manaya gelen hikmetli ve ibretli bir ibare mevcuttur: "Ey kulum sen
benden hiç haya etmez misin ki, sen yolda giderken eline arkadaşından bir
mektup geçecek olsa, onu daha dikkatli okuyup en iyi bir şekilde anlayabilmek
için bir tara/a çekilir bütün dikkatinle harf harf gözden geçirirsin. Oysa bu
kitap benim kitabımdır. Ben onu sana dikkatlice gözden geçirmen için indirdim.
Orada maksadımı ayrıntılı bir şekilde açıkladım, enine boyuna iyice düşünüp
anlayasın diye. Bazı sözleri kaç defa tekrarladım. Halbuki sen ondan yüz
çeviriyorsun ve ona arkadaşından gelen bir mektup kadar bile değer vermiyorsun.
Ey kulum, bir arkadaşın senin yanına geldiği zaman yüzünle tamamen ona
dönüyorsun, kulağını ona verip kalbini ona çeviriyorsun. Eğer bu sırada bir
başkası konuşup seni meşgul etmek istese, hemen ona engel olup arkadaşını
dinlemeye devam ediyorsun.
Oysa şimdi sana ben
konuşuyorum, sense benden yüz çeviriyorsun, kalbini ve gönlünü başka tarafa
veriyorsun. Beni arkadaşından daha önemsiz mi görüyorsun?"
Taziye meclislerinde
işlenen münkeratın en önemlilerinden biri de, sigara içmektir. Kur'ân
okunurken sigara içmenin kesinlikle haram olması bir yana, aslında bu
meclislerin dışında bile olsa sigara içmek başlı başına bir günahtır. Çünkü
doktorlann verdikleri bilgiye göre, sigara sağlığa zararlıdır. Sağlığa zararlı
olan bir maddeyi almanın haramlığında ise âlimler ittifak etmiştir. Ayrıca
sigara içildiği zaman içmeyen kimselere zarar verir. Özellikle namaz kılınan
yerlerde bu durum ayrı bir önem kazanır. Çünkü melekler sigaradan rahatsız
olurlar. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: ''Soğan ya da sarımsak
yiyen bir kimse bizden ve bizim meclisimizden uzak dursun. Evinde
otursun."[208]
Şurası muhakkak ki sigaranın kokusu soğan ve sarımsağın kokusundan hiç de aşağı
değildir.
Bir başka hadis-i
şerifte de şöyle buyuruluyor: "Gerçekten insanın rahatsız olduğu şeyden
melekler de rahatsız olurlar."[209]
Taberanî'nin el-Mu'cemu'l-Evsat isimli eserinde Hz. Enes'den, hasen bir
senetle, rivayet ettiği merfu bir hadiste de "Kim bir müslümana eziyet
ederse, bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet edense Allah'a eziyet etmiş
olur." buyurulmaktadır.
Ayrıca sigara içmekte
büyük bir israf vardır. İsrafın haramlığı ise, ak-len ve dinen sabittir. Bu
bakımdan fıkıh âlimlerinin ileri gelenlerinden pek çoğu, sigaranın haram
olduğuna fetva vermişlerdir. Nitekim Maliki âlimlerinden eş-Şeyh Mustafa
el-Bülaki'ye "Bizim evimize bir fıkıh alimi geldi ve orada Kur'ân okuyan
ve sigara içen bir toplulukla karşılaştı. Onları Kur'ân okurken sigara içmekten
men etti. Onlar da onun bu sözlerine uyup tevbe ettiler ve bir daha bu işi
yapmayacaklarına dair yemin ettiler. Kısa bir süre sonra Maliki âlimlerinden
olduğunu iddia eden başka bir adam geldi ve biraz önceki sigara içmeyi
yasaklayan kişiye atıp savurdu, öfkelendi onu yalanladı ve oradakilerin
hepsine sigara içirtti. Bunların hangisi haklıdır? diye bir soru soruldu. O da
şu cevabı verdi:
"Sigara mevzuunda
eski ilim adamlarımızdan bir söz nakledilmiş değildir. Çünkü onların devrinde
sigara yoktu. Sigaranın Mısır'da ortaya çıkması âlimlerden el-Lekkani ve
el-Echuri'nin hayatta bulundukları zamana rastlar. Bu iki alimden elrLekkani
sigaranın haramlığına fetva vermiş ve bu fetvayı eş-Şeyh Salim es-Senhurî*ye
nisbet etmiştir. Ayrıca sigaranın haram olduğuna dair bir de kitap yazmıştır.
el-Haraşî de bu mevzuda ona tabi olmuştur. Diğer bir cemaatte sigaranın israfa
sebep olduğundan hareket ederek yine onun haram olduğuna hükmetmişlerdir.
Sigaranın Mısır'da
ortaya çıktığı sıralarda hayatta olan diğer alim el-Echuri ise, onun haram olmadığına
fetva vermiş ve bu hususta bir de kitap yazmış, bu kitapta sigaranın haram
olduğunu söyleyen kimselerin sözlerini reddetmiştir. Sigara mübtelası olanların
bir kısmı da, bu görüşü benimsemişlerdir. Fakat şurası bir gerçektir ki,
sigaranın haramlığım ifade eden deliller daha kuvvetlidir. Helal olduğuna dair
söylenen sözlerin ise, hiçbir delil ve dayanağı yoktur.
Bu mevzudaki bütün bu
münakaşalar, mecsitler ve meclisler dışında içilen sigaralar hakkındadır.
Müslümanların toplandığı meclislerde ya da mescitlerde içilen sigaraların
haramlığında ise, hiçbir ihtilaf yoktur. Bilakis buralarda sigara içmenin
haram olduğunda âlimler ittifak etmişlerdir. Çünkü sigara da (özellikle
içmeyenleri rahatsız eden) çirkin bir koku vardır, el-Mecmu isimli eserin Cuma
bölümünde kendisinde çirkin koku bulunan bir şeyi mes-cid veya meclislerde
içmenin haram olduğu ifade edilmektedir. Bu yasak Kur'-ân okunan meclislerde
daha da önem kazanır. Çünkü Kur'ân-ı Kerim okunurken sigara içmek, Allah'ın
kitabına saygısızlıktan başka bir şey değildir. Bu gerçeği kabul etmeyen
kimselerin, kabü-i hitab olmayan inatçı ve katı kalpli kimseler olduğunda şüphe
yoktur. Binaenaleyh sizin evinize gelip de Kur'ân meclisinde sigara içmenin
haram olduğuna fetva veren kimse, bu fetvasında isabet etmiştir. Allah onu
cennetle mükâfatlandırsın. Onu yalanlayan diğer adamsa, bizzat kendisi
yalancıdır. Eğer bu adam unutkanlığı veya yanılması sebebiyle mazur
sayılabilecek bir durumu yoksa, yani bunu bile bile yapmışsa sapıktır.
Başkalarını hak yoldan saptırıcıdır. Dini meseleleri bu şekilde hafife almaktan
Allah'a sığınırız. Allah en iyisini bilendir."
Allame el-Acebi
el-Halebi el-Hanefi, Tenvirü'l-Ebsar şerhi *ed-Durrul-Muhtar şerhinde
"el-etime" bölümünde ed-Durrul-Muhtar, müellifinin sigaranın haram
olduğuna dair sözlerini naklettikten sonra, şöyle diyor: "Biz sigaranın
haram olduğunu şimdiye kadar bir misli görülmemiş özel bir risalemizde kitap,
sünnet, icma ve kıyasın ışığında açıkladık. Orada aksini savunan kimselerin
sözlerini kesin delillerle reddettik." Bu risaleyi şu şekilde özetlemek
mümkündür: "Günümüzde sigara Allah'ın korunduğu kimselerin dışında
herkesi sarmıştır. Halbuki sigara içmek, diğer dinlerde bile bid'-at ve münker
bir fiil sayılmaktadır. İmam el-Hafni şeyhlerinin birinden Kur'ân-ı Kerim
meclisinde sigara içen bir kimsenin suihatime ile gitmesinden korkulacağını
nakletmiştir. Gerçekte günümüzde tütün biri sigara, diğeri de pipo şeklinde
olmak üzere, iki şekilde içilmektedir. Her iki şekliyle de, tütün muhakkik ilim
adamlarının tahkikince sıhhat'e zararlı bir maddedir. İrfan sahiplerine göre,
sıhhata zararlı bir maddenin haramlığında şüphe yoktur. Allame şeyh el-Haskafi
ed-Durru'1-Muhtar isimli eserinin "el-etime" bölümünde, Şam'da 1015
senesinde ortaya çıkan tütünün içilmesinin haram olduğunu ve İmam Ahmed'in
Sahih senedle Hz. Ümmü Seleme'den naklettiği Rasûlullah (s.a): "Her
sarhoşluk veren ya da zayıflık ve vücuda kırgınlık getiren herşeyi
yasaklamıştır."[210]
anlamındaki hadisin buna delalet ettiğini söylemiştir.
Şeyh el-Haskafi'nin
bildirdiğine göre, Şeyh En-Necm, sigaranın bir veya iki defa içilmesi büyük
günahlardan sayılmasa bile, bunu devamlı ve ısrarla içmenin büyük günah
sayılması gerektiğini, çünkü küçük günahların ısrarlı ve devamlı işlenmeleri
halinde büyük günaha dönüşeceklerini, bir günahı üç defa yapmanın ısrar
olduğunu, ayrıca ululemr nehyettiği için de sigaranın haram sayılması
gerektiğini ifade etmiştir.
Allame Tahtâvi'de
ed-Durrul Muhtar'ın haşiyesinde: "Bu mevzuda Hane filerle Şafiîlerin aynı
görüşü paylaştıklarını, ululemr (Halife) tarafından yasaklandığı için,
sigaranın haram olduğunu ve bu hükmün muteber fıkıh kitaplarının pek çoğunda
yazılı olduğunu" açıklamıştır.
Gerçekten sigaranın
sıhhate zararlı olduğunu pek çok doktor, haram olduğunu da pek çok fıkıh alimi
haber vermiştir.
Şayet bazılarının
ic$ia ettiği gibi, sigaranın haram olmayıp mekruh olduğu kabul edilse bile,
mekruhtan kaçınmayanların cahillerden ve dini meselelerde gevşeklik
gösterenlerden başkaları olmadığını unutmamak gerekir. Akıllı kişiye gereken,
dini meselelerde ihtiyatlı hareket etmektir. Çünkü mekruhu işlemek insanı
haram işlemeye götürür bu sebeple Rasûl-ü Zişan Efendimiz "... Kim
şüpheli şeylerden kaçınırsa dinini ve ırzını korumuş olur. Kim de şüpheli
şeylerin içine girecek olursa, bir koru etrafında hayvanlarını otlatan bir
çobanın hayvanlarını orada otlatacağı zamanın yakın olduğu gibi o kimsenin de
harama düşeceği gün yakındır."[211]
buyurmuştur.
Rasul-ü Zişan
Efendimiz diğer bir hadisi şeriflerinde de "Size neyi nehyetmişsem ondan
(kesinlikle) kaçınınız. (Fakat) size neyi emretmişsem onu gücünüz yettiği kadar
yapınız."[212]
buyurmuştur. Bu hadis-i şeriften anlaşılıyor ki, yasaklanan bir şeyden ne
pahasına olursa olsun, derhal ve kesinlikle kaçınmak icabetmektedir. Emrin
kapsamı içerisine hem farz, hem vacib hem de mendup girdiği gibi, nehyin
kapsamı içerisine de hem haram hem mekruh girer. Bu bakımdan mendupları emrin
mekruhları da nehyin dışında imiş gibi düşünmek son derece yanlıştır. Şurasını
da unutmamak lazımdır ki küçük günahları hafife almak, büyük günahları işlemek
kadar tehlikelidir. Çünkü bu durumda olan kimselerin bu hallerinden kurtulmaları
pek az görülmüştür. Böyle kimseler işlemiş olduğu günahı basit görmektedir.
Nitekim İslâm âlimleri "istiğfar ile büyük günahlardan eser kalmaz. Hepsi
affolur. Fakat İsrar ile de küçük günah diye birşey kalmaz. Hepsi büyük günah
olur" buyurmuşlardır. Kurtuluş yolunda ilerlemek isteyen bir kimseye
yaraşan, şehvani arzulardan ve şüpheli işlerden tamamen uzaklaşıp ve daha önce
yaptığı bu gibi fiillerden dolayı da tevbe ve istiğfar etmektir.
İmam Şar'anî (r.a)de
el-Minenü'1-Kübra isimli eserinde bu mevzuda şöy le diyor: "İhtiyatlı
olmak, mekruhlardan haramdan sakınır gibi sakınmayı, sünnetlere de farzlar gibi
sarılmayı gerektirir. Çünkü Allah'ın emirlerine ve yasaklarına karşı saygının
gereği budur. Allah'ın rahmeti üzerine olsun şeyhim. Aliyyül Havass
hazretlerini şöyle derken işitmiştim: Kulun Allah'a karşı marifeti arttıkça
Allah'ın emirlerine ve yasaklarına karşı titizliği de artar. Allah'dan
uzaklaştıkça da Allah'ın emirlerine ve yasaklarına karşı ilgisi azalır ve
zayıflar. Timurtaşî'nin eseri olan Tenvirü'I-Ebsar isimli meşhur Hanefî fıkıh
kitabında açıklandığı üzere îmam Muhammed'e göre, "Her mekruh haramdır.
Bid'atta böyledir. îmam Ebû Hanîfe ile îmam Ebû Yusuf'a göre ise mekruh, harama
yakındır Bid'atta böyledir.
Taziye için yapılan
toplantılarda işlenen münkerattan biri de, cenazenin yakınlarının taziye için
gelen halka ölünün arta kalan mallarından ziyafet çekmeleridir. Çoğu zaman bu
mallarda yetim hakkı bulunduğundan, bu ziyafetlerde yetim hakkı yenmekte ve
dolayısıyla büyük günah işlenmektedir. Ayrıca buradaki harcamaların israf
derecesine vardığı da meselenin başka bir yönüdür.
Bütün bu günahları
işlerken güdülen gaye, gösteriş, şan ve şöhretten başka bir şey değildir. Bu
gibi işleri yapanlara, bu işlerden vazgeçmeleri söylenince "Biz bu işi
yapmazsak halk bizi ayıplar" diye cevap verirler. İşte onların bu cevabı
gayelerinin Allah'ın rızası olmayıp sadece gösteriş olduğunu ispatlamaya
yeter.
Maliki âlimlerinden
Şeyh Derdîr'e bu mevzu sorulunca, şu cevabı vermiştir: "Eğer cenazenin
varisleri, içerisinde yetim yoksa cenaze evinde cenazenin arta kalan malından
verilen ziyafet için toplanmak bid'attir, mekruhtur. Fakat eğer cenazenin
varisleri içerisinde yetim varsa, böyle bir ziyafet için toplanmak
haramdır."
Nitekim Maliki
âlimlerinden eş-Şeyh Muhammed Alişe, ortakların veya ortak olmayan kimselerin
ya da misafirlerin vasisi olmayan bir yetimin malından ziyafet veya tasadduk
yoluyla yemelerinin veya hayvanlarını kullanmalarının, hükmü soruldu da şöyle
cevap verdi:
Ortakların veya ortak
olmayan kimselerin yetim malını ziyafet ya da sadaka yoluyla yemeleri, caiz
olmadığı gibi, babasının sağlığındaki gibi gelen ziyaretçilerin onun malından
yiyip içmeleri veya hayvanlarını kullanmaları da caiz değildir. Bu şekillerden
biriyle yetim malı yemek büyük günahlardandır.
Bu günahı işleyenlerin
vebalden kurtulmak için yedikleri yemeklerin veya aldıkları sadakaların mislini
ya da kıymetini geri vermeleri icabeder. Ancak bayram, düğün ve sünnet
günlerinde, bir yetim tarafından israfa varmayacak şekilde verilen ve vasi
tarafından da davet edilen bir ziyafetten yemek caizdir. Bunun dışında yetim
malı yemek haramdır. Nitekim yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'inde "zulüm ile
öksüzlerin mallarını yiyenler, karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar.”[213]
buyurarak bu gerçeği haber vermiştir.
Hanefi âlimleri de
Ölünün sevab niyyetiyle arkasından yemek ziyafeti verilmesini, Kur'ân okutulup
Kur'ân okuyan kimselere para verilmesini vasiyyet etmesini, insanları yüzüstü
cehenneme sürükleyen batıl ve bid'at işlerden saymışlardır.
Hanbeli uleması da,
cenaze sahiplerinin definden sonra yemek vermesinin mekruh olduğunu ifade
etmişler. îmam Ahmed (r.a) de'cahiliyye adetlerinden olduğunu söyleyerek bunu
şiddetle reddetmiştir.[214]
3124...
Enes'den demiştir ki:
Peygamber (s.a) çocuğu
(nun ölümü) üzerine ağlamakta olan bir kadına rastladı (ve ona):
"Allah'tan kork,
sabret" buyurdu. Bunun Üzerine kadın: (Elbette):
"Sen benim
felaketime önem vermezsin" karşılığını verince kendisine "Bu
peygamber (s.a) denildi (kadın) hemen (yola düşüp) peygamber (s.a)’e
vardı.Kapısında (birtakım) kapıcılar (aradı fakat) bulamadı (Çünkü Rasûl-ü
ekrem kapısında kapıcı bulundurmuyordu. Rasûl-ü Ekrem dışarı çıkınca (kadın)
“Ey Allah'ın Rasûlü
ben seni tanı(ya)mamıştım" dedi. (Rasûl-ü Zişan Efendimiz de)
"Kâmil sabır
(felaketin) ilk darbe (sin) de -Yahut da darbenin başında- olur" buyurdu.[215]
Sabr: Sözlükte,
sıkıntılara tahammül etmek, sızlanmamak, dayanmak, kendini tutmak anlamlarına
gelir. Tasavvuf erbabına göre, sabır: Nefsi, iyi olmayan işlerden alakoyan,
nefsin salahı ve kıvamı kendisiyle mümkün olan bir huydur. Said b. Cübeyr (r.a)
sabrı "kulun kendisine gelen musibetlerin Allah'dan geldiğini itiraf
edip, ecir ve sevabını Allah'dan beklemesidir" diye tarif etmiştir. Sabır
1.
Musibetlere karşı sabır,
2. Taatm
yüklediği zorluklara karşı sabır,
3. Günah
işleme arzusuna karşı gösterilecek sabır olmak üzere üç kısma ayrılır.
Rasûl-ü Zişan
Efendimizin sözü geçen kadına, Allah'dan korkup sabretmesini tavsiye etme
lüzumunu hissetmesi, kadının yüksek sesle feryadü figan ederek ağlamasından
ileri gelmiş olabilir. Aslında, bu kadına sabır tavsiye etmek istediği halde,
birdenbire sabırdan söz etmemiş önce "Allah'dan kork" diyerek onu
sabra hazırlamış, ondan sonra "sabret" diyerek sabır tavsiyesinde
bulunmuştur. Yahya İbn Kesir'in mürsel olarak rivayet ettiği "Rasû-lullah
(s.a) hoşuna gitmeyen bir ağıt işitti ve "ey kadın, Allah'ın gazabından
kork. Feryad ü figanı bırak, sabırsızlık yapma ki ecre nail olasın." buyurdu.
Mealindeki hadis-i şerifte Hz. Peygamberin kadını yüksek sesle ağlarken
gördüğünden dolayı, bu tavsiyede bulunmuş olabileceği ihtimalini
kuvvetlendirmektedir. Sözü geçen kadın Hz. Peygamberin bu tavsiyesine "Sen
benim felaketime önem vermezsin" dedikten sonra, kendisine bu tavsiyeyi
yapan kimsenin Rasûlullah (s.a) olduğunu öğrenince "içine ölüm sancısı gibi
bir şey çökmüş bunun üzerine Rasûlullah (s.a)'in kapısına gelmişse de orada
kapıcı falan bulamamış.[216]
Çünkü fahr-i kâinat Efendimiz maddi imkanı müsaid olduğu halde kapısında kapıcı
bulundurmazdı.
Kadın, kendisini
tanıyamadığını söyleyerek Hz. Peygambere sarfettiği sözden dolayı Özür dilemek
isteyince Hz. Peygamber kadına öfkelenmediğini, Allah rızası sözkonusu olmadan
hiç bir şeye kızmadığını bildirmek ve kâmil manada ecir ve sevabı olan sabrın
felaketin ilk başa geldiği anda gösterilecek sabır olduğunu, felaketin
üzerinden bir süre geçtikten sonra, insan biraz teselli bulacağı için bundan
gösterilecek sabrın, ecir ve sevabının az olduğunu açıklamak için üslubu hakim
tarzıyla "Sabır musibetin ilk başa geldiği andadır" buyurmuştur.[217]
1. Rasulü
Zişan Efendimiz, son derece mütevazi, ca-nülere karşı son derece merhametli,
felaketzedelere fevkalade hoşgörü sahibi idi.
2. Allah
Rasûlü, iyiliği tavsiye edip, kötülükten sakındırmak hususunda son derece
titizdi. Bu görevi yapmaktan hiç bir zaman geri durmazdı.
3. Devlet
başkanlarının kapılarında muhafız bulundurmaları uygun değildir. Nitekim İmam
Şafiî ve başkaları bu görüştedirler. Bazı ilim adamlarına göre, lüzum hasıl
olduğu zaman, kapıda muhafız bulundurmak caizdir. Fakat kapıda lüzumlu lüzumsuz,
devamlı olarak, muhafız bulundurmanın mekruh olduğunda âlimler ittifak
etmişlerdir. Fakat bazı hallerde kapıda muhafız bulundurmak haram olur.
Nitekim "Allah her kime insanların işlerini görmek üzere idarecilik verir
de o kimse insanlarla kendisi arasına bir perde koyacak olursa Allahu Teâlâ da
kıyamet günü o kimse ile kendi arasına bir perde koyar."[218]
anlamındaki hadisi şerifte bunu açıkça ifade etmektedir.
4. Allah'dan
gelen bir musibet karşısında sabretmeyip feryadü figan etmek yasaklanmıştır.
5. Verilen
nasihati sabırla ve can kulağıyla dinlemek gerekir.
6. Bir
kimsenin tanımadığı bir şahsa hitab ederek ve şahsını kasdetmeyerek yaptığı
konuşmadan dolayı suçlanamaz. Bu bakımdan bazı ilim adamları, bir kimsenin
karısı Hind'i zannederek bir kadına "Ey Hind sen benden boşsun" dese
de sonra bu kadının Amre isimli karısı olduğunu anlasa Amre boş olmaz,
demişlerdir.[219]
3125...
Üsame b. Zeyd'den demiştir ki:
Rasûlullah (s.a)'in
bir kızı "Oğlum ya da kızım can vermek üzeredir (acele) yanımıza
gel" diye kendisine elçi gönderdi. (O sırada) Sa'd ile ben de yanında
(idik) zannedersem, Übeyy de (orada idi) Hz. Peygamber de (elçiye) "Ona
söyle, Allah'ın aldığı da verdiği de kendisinindir. Onun yanında her şey(in)
belli bir zamana kadar (ömrü vardır)*1 dedi ve (kızına) selam göndererek
elçiyi uğurladı. Kısa bir süre sonra (kızı, Hz. Peygambere gelmesi için yemin
vererek tekrar) elçi gönderdi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber) onun yanma vardı.
Çocuk hem Rasûlullah (s.a)'in kucağına kondu. Çocuk can çekiştiriyordu.
Rasûlullah (s.a)'in gözlerinden yaşlar boşandı. Sa'd kendisine; "Bu ne ya
Rasûlullah" dedi. (Rasûl-ü Zişan Efendimiz de): "Bu, bir rahmettir.
Allah onu kullarının kalplerine koymuştur. Allah, ancak merhametli olan
kullarına rahmet eyler." Buyurdu.[220]
İbn Ebî Şeybe'nin
rivayetinde açıklandığı üzere, çocuğu ölmek üzere iken Hz. Peygamberi çağıran
Rasûl-ü Zişan Efendimizin kızı ve Ebûl-As b- Er-Rebi'in zevcesi Hz.
Zeyneb'dir.
Buhârî ve Müslim'in
rivayetlerinde Hz. Zeyneb'in gönderdiği haberci Hz. Peygamber'in huzuruna
geldiği zaman, orada Üsame b. Zeyd'le birlikte Sa'd b. Ubade, Muaz b. Cebel,
Ubeyy b. Ka'b da hazır bulunuyorlardı.
Ravi, Usame b. Zeyd
veya bu hadisi ondan rivayet eden Ebû Osman, Hz. Zeyneb'in can çekiştiren
çocuğunun oğlan mı, yoksa kız mı olduğunu kesin bir şekilde hatırlayamadığı
için ilgili cümleyi "oğlum ya da kızım" şeklinde şüpheli bir ifade
ile nakletmiştir. Binaenaleyh buradaki şek ifadesi Hz. Zeyneb'e ait değil,
raviye aittir. Hafız Ibn Hacer'in açıklamasına göre, sözü geçen çocuk Hz.
Zeyneb'in Ebû'l-As'dan olan Ümame isimli kızı idi. Nitekim Taberanî'nin
el-MıTcemu'l-Kebir isimli eserinde, rivayet edilen bir hadis-i şerifte sözü
geçen çocuğun Ümame olduğu açıklanmıştır.
Her ne kadar
Buhârî'nin rivayetinde Hz. Zeyneb'in bir oğlunun can çekiştirdiği sözkonusu
ediliyorsa da, bu iki hadis arasında bir çelişki yoktur. Çünkü her iki hadiste
anlatılan olaylar ayrı ayrı olaylardır.
Hanefî âlimlerinden
Aynî ise, "Siyer âlimlerinden Hz. Zeyneb'in kızı Ümame'nin Hz. Peygamberin
vefatından sonra uzun süre yaşayıp Hz. Fatı-ma'nın vefatından sonra, Hz. Ali
ile evlendiğinde ve Hz. Ali'nin vefatından sonra da dul kaldığında ittifak
ettiklerini söyleyerek, bu çocuğun Hz. Zeyneb'in Ebû'l-As'dan olan Ali
ismindeki oğlu olduğunu söylemiştir. Fakat hadiste çocuğun bu hastalıktan
vefat ettiğine dair bir ifade olmadığından Hafız tbn Hacer'in görüşünü
reddetmek mümkün değildir.
Metinde geçen
"Allah'ın aldığı da verdiği de kendinindir" cümlesinden maksat
"Allah'ın almayı dilediği şey, daha önce vermiş olduğu şeydir. Binaenaleyh
eğer Allah onu alacak olursa, daha önce yine kendisine ait olan hir şeyi almış
olur. Onun verdiği bir şeyi geri almasından dolayı sabırsızlık göstermek, bağırıp
çağırmak doğru değildir. Emanet sahibinin emanetini geri almasından daha tabii
ne olabilir? demektir. Her ne kadar aslında Allah'ın çocuğu vermesi, almasından
daha önce olduğundan sözkonusu cümlede, vermenin almadan önce zikredilmesi
gerekir idiyse de, alma zamanı Rasûl-ü Eklemin bu sözü söylediği zamana
rastladığı için "alma" kelimesi "verme" kelimesinden önce
zikredilmiştir.
Allah Rasûlü,
teslimiyeti icabı, Hz. Zeyneb'in ilk davetine icabet etmek istememişse de, Hz.
Zeyneb babasının bereketiyle çocuğun şifa bulacağını ümid ederek çağırmakta
ısrar edince, Hz. Peygamber ikinci davete icabet etmeyi uygun görmüş ve kızının
yanına gitmiştir. Hz. Peygamberin ilk davete, düğün yemeğinin dışındaki
davetlere icabet etmenin vacib olmadığını vurgulamak için gitmemiş olması
ihtimali de vardır. Hz. Peygamberin bu teslimiyetinden dolayı Allah, sözü geçen
çocuğu bu hastalıktan kurtarmış daha sonra uzun seneler onu yaşatmış nihayet bu
çocuk Hz. Fatıma'nın vefatından sonra Hz. Ali'nin hanımı olmuştur.
Sessiz bir şekilde
ağlayıp gözyaşı dökmenin de haram olduğunu zanneden Hz. Sa'd, Rasûl-ü Ekremin
ağlayıp gözyaşı dökmesini görünce bunu yadırgayarak "Bu da nedir?"
sorusunu sormaktan kendisini alamadı. "Bu göz yaşlarınımn Allah'ın
kullarının kalplerine yerleştirdiği acıma duygusunun bir eseri ve neticesi
olduğunu feryadü figan etmeden, bu şekilde gözyaşı dökmekte bir sakınca
olmadığını, ancak sabırsızlık göstererek feryadu figanla ağlamanın sakıncalı
olduğunu, az veya çok merhamet eden kullara Allah'ın da merhamet
edeceğini" ifade buyurdu.[221]
1. Fazilet
sahibi kimselerin, ölüm döşeğinde olan kim-selerın yanma gitmeleri meşrudur.
Çünkü onların duası bereketiyle hastanın şifa bulması umulur.
2. Fazilet
sahibi kişilerin, gelmesini sağlamak için onlara yemin vermek caiz, bu yemine
riayet etmek te müstehabdır.
3. Elçiyle
bir haber gönderirken Önce selam götürmesini hatırlatıp, götüreceği haberi
ondan sonra bildirmek müstehabdır.
4. Hasta
sahiplerine, hastasını kaybetmeden önce teselli vermek ve sabır tavsiye etmek
meşrudur.
5. Küçük
bile olsalar, hastaları ziyaret etmek de meşrudur.
6. Cenaze
sahiplerinin sessizce ağlamaları caizdir.
7.
Büyüklerin dine aykırı gibi görünen hareketlerinin manasım kendilerine sormak
caizdir.
8. Allah'ın
yaratıklarına karşı, şefkatli ve merhametli davranmak icabeder.[222]
3126... Enes
b. Malik'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a):
“Bu gece bir oğlum
oldu. Ona babam İbrahim'in ismini verdim"
buyurdu. (Daha sonra Hz.
Enes) hadisi (n geri kalan kısmını da) rivayet etti. (Hz. Enes rivayetine
devamla şöyle) dedi: "Ben (bir süre sonra) o çocuğu Rasûlullah (s.a)'in
huzurunda can verirken gördüm. (O sırada) Rasûlullah (s.a)'in gözlerinden yaş
boşandı da (şöyle) buyurdu: "Göz yaşarır, kalp üzülür, fakat biz
Rabbimizin razı olacağı sözlerden başkasını söylemeyiz. Ey İbrahim biz senin
(ölümün)le gerçekten üzgünüz."[223]
Metinde sözkonusu
edilen çocuk, Hz. Peygamberin Hz. Mariye'den doğan oğludur. Hz. Peygamber, ona
İbrahim ismini vermişti. Siyer âlimlerinin verdikleri bilgilere göre, Hz.
İbrahim, hicretin sekizinci senesi zilhicce ayında dünyaya gelmiştir. Annesi
onu dünyaya getirirken Rasûlullah (s.a)'in azatlı kölesi Selma da ona ebelik
yapmıştı. Çocuk dünyaya gelince, Hz. Selma bunu Ebü Rafi'a bildirdi. Ebû Rafi
de gidip Hz. Peygamberi müjdeledi. Bu habere çok sevinen Hz. Peygamber, Hz. Ebû
Ra-fi'a bir köle hediye etti. Çocuğu da süt analık yapması için, bir rivayete
göre, "Ebû Seyf denilen demircinin karısı Ümmü Seyf e verdi"[224]
Diğer bir rivayete göre ise, el-Münzir'in kızı ve el-Bera b. Evs'in karısı Ümmü
Bür-de'ye vermiştir. Rasûlullah gider, onu sık sık ziyaret ederdi.[225]
Hz. Enes'in bu
rivayetinin kalan kısmı Müslim'in Sahihinde şu cümlelerle noktalanıyor:
"Sonra (Hz. Peygamber çocuğu) Ebû Seyf denilen demircinin karısı Ümmü
Seyf e verdi. Çocuğu getirmeye gitti. Ben de kendisini takip ettim Ebû Seyf e
vardık. Kendisi körüğünü üfürüyordu. Ev dumanla dolmuştu. Ben Rasûlullah'ın
önünde sür'atle yürüyerek:
“Ey Ebû Seyf, Dur!
Rasûlullah (s.a) geldi" dedim. O da durdu."[226]
Buhârî'nin rivayetinde
"Hz. İbrahim'in ölümü üzerine Rasûlü Zişan Efendimizin gözlerinden yaş
boşanınca, Hz. Abdurrahman b. Avf in bunu yadırgayarak
"Ya Rasûlullah
sen de (ağlıyorsun) ha" dediği, fahri kâinat Efendimizin de
"Bu senin bende
müşahade ettiğin hal, çocuğa karşı kalbimdeki incelikten doğan bir acıma
hissidir, senin zannettiğin gibi bir tahammülsüzlük ve sabırsızlık
değildir." buyurduğu ifade edilmektedir.
Hafız İbn Hacer'in
Fethu'l-Bari'de açıkladığına göre, Hz. Abdurrahman tbn Avf, Rasûl-ü Ekremin
gözyaşı döktüğünü görünce, "Ya Rasûlullah! Başkalarını nehyettiğin halde
kendin ağlıyor musun?" demiş de, Hz. Fahr-i kâinat "Ben sadece şu iki
ahmak sesten nehyettim. Birisi: Oyun, eğlence ve şeytanın çalgısından çıkan
ses, diğeri de bir musibetten dolayı yüzü tırmalayıp yaka yırtıp, şeytan
çığlığı atılarak çıkartılan sestir" cevabını vermiştir.
Bütün bu rivayetlerden
anlaşılıyor ki, Hz. ibrahim'in ölümü üzerine Rasûl-ü Ekrem'in gözyaşı dökmesi,
insan tabiatının icabı olan bir haldir, insan tabiatına tam anlamıyla uygun bir
özelliğe sahib olan tslâm dini, insanları bu gibi beşeri hallerden sorumlu
tutmamıştır.[227]
1. Son
nefesinde bulunan bir hastanın yanında bulunmak meşrudur.
2. Küçüklere
karşı merhametli ve şefkatli olmak gerekir.
3. Bir
kimsenin Allah'ın kaza ve kaderine teslimiyet göstermesi şartıyla üzüntüsünü
dile getirmesi veya gözyaşıyla ifade etmesi meşrudur.
4. Merhamet
duygusuyla bezenip, katı kalplilikten uzaklaşmak için çalışmak övülmüştür.
Sevdiği bir kimsenin ölümüne ağlamamak, katı kalplilik alametidir.
Bu mevzuda herkese
hakkı olan kalbi alakayı göstermek adalettir. Çocuklarından veya dostlarından
birini kaybeden kimsenin, o anda gülmesinin adaletle bir ilgisi yoktur. Bilakis
bu tutum, bir zulüm alametidir.
Bu mevzuda Bezlü'l
Mechud üzerine bir talik yazan Muhammed Zekeriyya b. Yahya el-Kandehlevi şöyle
diyor:
"Bana göre bir
kimsenin yakınlarının ölümü karşısındaki davranışlarını içinde bulunduğu
halet-i ruhiyeye göre değerlendirmek gerekir. Mesela yakınını kaybeden bir
kimsenin bunu sevinçle ve gülerek karşılaması, eğer kalp katılığından
kaynaklanıyorsa bu davranış mezmumdur, çirkindir. Fakat eğer Allah'ın takdirine
tam teslimiyetten neşet ediyorsa, o zaman bu tutum gözyaşı dökmekten daha
faziletlidir. Hz. Peygamberin, oğlu İbrahim'in vefatını, gözyaşlarıyla
karşılaması, haşa Allah'ın kaza ve kaderine tesiimiyet sizliğin den değil,
sadece yakınlarından birinin ölümü karşısında, sessizce gözyaşı dökmenin ve içten
üzülmenin caiz olduğunu göstermek içindir. Kalpteki üzüntü, zahirde alametleri
görülmeden bilinemeyeceğinden Rasûl-ü Ekrem bunu sözüyle ve gözyaşlarıyla izhar
etmiştir. Öğretme fiilinin fazileti ise herkesçe malumdur. Binaenaleyh ölüm
karşısında ağlamak, müstehab değil caizdir. Hanefî âlimlerinin görüşü de
budur.[228]
5.
Ruhsatlarla ameli terkedip azimetle amel etmek caizdir.[229]
3127... Ümmü
Atiyye'den demiştir ki:
Rasûlullah (s.a) bizi (ölüm
karşısında) yüksek sesle ağlamaktan nehyetmiştir."[230]
Niyaha: Türkcede ağıt
demektir. Bu hadis-i şerif ölü için onun iyiliklerini saya saya yüksek sesle
ağlamanın haram olduğunu ifade etmektedir. Günahlardan dolayı ağlamaksa
ibadettir. Ölüm karşısında feryadü figan ederek ağlamanın yasak olduğuna dair
pek çok hadis-i şerif vardır. Peygamber (s.a) kadınlardan bey'at aldığı zaman
(ölüm karşısında), feryad-ü figan etmemeleri için de bey'at almıştı. Kadınlar
Ey Allah'ın Rasûlü biz cahiliyyet devrinde ağıtlara iştirak ederdik, şimdi de
iştirak edebilir miyiz?" diye sordular da (Hz. Fahr-i Kâinat) islâm'da
ağıtlara katılmak yoktur, buyurdu.[231]
"Ümmetimde cahiliyyet adetlerinden kalma dört şey vardır ki onları terk
edemezler. (Bunlar) Asaleti ile öğünme, neseblere ta'n, yıldızlara yağmur
isteme ve ağıttır.
Yasçılık eden kadın,
ölmeden önce tevbe etmezse kıyamet gününde üzerinde katrandan bir elbise ve
uyuzlu bir gömlek olduğu halde (kabrinden) kaldırılır."[232]
"Ölü üzerine
feyradû figan etmek, cahiliyyet devrinin adetidir. Gerçekten ölü üzerine
feryada figan eden bir kadın, tevbe etmeden ölürse,, üzerinde katrandan bir
gömlek ve onun üstünde de ateşten bir gömlek bulunduğu halde kıyamet günü
diriltilir."[233]
Bu mevzuda Müslim'in
rivayet ettiği şu hadis-i şerif, ölü üzerine feryadü figanın yasaklanmasının
geçirdiği safhaları açıklama yönünde, ayrı bir önem taşır: "Ey peygamber!
Sana mü'min kadınlar gelerek Allah'a şirk koşmayacaklarına... ve sana asi
olmayacaklarına söz verirlerse, onlarla bey'atlas.”[234]
âyeti nazil olunca Rasûlullah (s.a)'ın kadınlardan aldığı bey'atta fer-yadü
figanla ağlamamak da vardı. Ben:
"Ya Rasûlullah,
yalnız fülan oğulları ailesine yapılacak ağıt müstesna, çünkü onlar cahiliyye
döneminde benim ağıtıma katılmışlardı. Binaenaleyh benim de onların ağıtına
katılmam gerekir. Öyle değil mi?" dedim. Bunun üzerine Rasûlulah (s.a)
"Peki filan
oğullarına yapılacak ağıt müstesna olsun." buyurdu.[235]
Müslim'in bu hadisi
hakkında İmam Nevevî, "Bu hadis, ölüm karşısında sesli bir şekilde ağlama
konusunda sadece Hz. Ümmü Atıyye'ye ruhsat verildiğine hamledilmiştir. Sari
hazretleri hadisin umum manasından dilediğini tahsis edebilir." diyor.[236]
İmam Nevevî'nin bu sözüne itiraz edenler olmuştur.
Ölüm karşısında yüksek
sesle ağlamaya izin veren bu gibi hadis-i şeriflere bakarak, Malikilerden
bazıları ölüm karşısında feryadü figanla ağlamanın caiz olduğuna kail olmuş:
"Haram olan niyfiha, cahili yet devrindeki gibi başını saçını yolarak
yapılandır." demişlerse de, doğrusu niyâha, yani ölünün arkasından bağıra
çağıra, yas tutup ağlamak, mutlak surette haramdır. Alimlerin yolu budur.
Aynî diyor ki:
"Bu hususta en güzel ve en doğru cevap şudur: Niyâha hususundaki nehiy,
evvela tenzih için varid olmuştur. Bilahare kadınların Peygamber (s.a)'e
beyatları tamam olunca niyâha haram kılınmıştır. Şu halde hadislerde zikri
geçen kadınlara verilen izin, birinci hale tesadüf etmiş, demektir. Sonra
niyâha haram kılınmış ve bu hususta bir çok hadislerde şiddetli tehditler
varid olmuştur."[237]
3128... Ebu
Said Hudri'den demiştir ki:
Rasûlullah (s.a)
ölünün iyiliklerini saya saya yüksek sesle ağlayan kadın(lar)a ve (onu)
dinleyen kadın(lar)a lanet etmiştir.[238]
Niyâha ölünün
iyiliklerini saya saya yüksek sesle ağlayan kadın demektir. Herhangi bir dünya
malının elden kaçırılması üzerine yüksek sesle ağlamaya da nevh veya niyahat
denilir. Müstemia ise bu ağıdı dinleyen kadın demektir.
Bu hadis-i şerifte,
sadece ölüler üzerine ağlayan kadınlardan bahsedilerek, erkeklerden hiç söz
edilmemesi, erkeklerin ölü üzerine ağlamasının caiz olduğu anlamına gelmez. Bu
ağıdın erkeklerden daha ziyade kadınlarda görülmesinden dolayı sadece ölü
üzerine ağlayan kadınlardan bahsedilmekle yetinilmiş, ayrıca erkeklerden
bahsetmeye lüzum görülmemiştir.
Ayrıca Nâiha
kelimesinin sonundaki yuvarlak ta'nın müenneslik ta'sı olmayıp mübalağa ta'sı
olması, binaenaleyh bu kelimenin "ağlayan kadın" anlamına gelmeyip,
hem kadına hem de erkeğe şamil olmak üzere "çok ağlayan kimse” anlamına
gelmiş olması ihtimali de vardır. Bu ihtimale göre, ölüm karşısında kendini
tutamayarak birazcık ağlayanlar, bu hadisin şümulü içerisine girmezler.
Lanet: Kelimesi ise
Allah'ın rahmetinden kovulmak ve uzak olmak anlamına gelir.
Binaenaleyh ölü
üzerine ağlamak büyük günahlardandır. Bu fiili işleyen kimseler, büyük günah
işlemiş olurlar ve Allah'ın rahmetinden mahrum kalırlar. Bu ağıda isteyerek
kulak veren kadınlar da bu günaha ve mahrumiyete iştirak etmiş olurlar. Ancak
senedinde Muhammed b. el-Hasen b. Atıy-ye el-Avfı' ile babası ve dedesi
olduğundan bu hadis zayıftır. Çünkü bu ravilerin üçü de zayıftır.[239]
3129... îbn
Ömer'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a):
"Şüphesiz ki ölü,
aile halkının kendisine ağlamasından dolayı azab görür." buyurdu. Bu (hadis
Hz.) Aişe'ye anlatılınca Ibn Ömer'i kasdederek (Bu sözü nakleden kişi)
"Yanılmıştır, çünkü Peygamber (s.a) bir kabre uğradı da gerçekten şunun
sahibi (küfrü sebebiyle) azab görmekte aile halkı da kendisine ağlamaktadır,
buyurdu." dedi. Sonra "Hiçbir günahkâr başkasının günahını
çekmez."[240] (mealindeki âyet-i
kerimeyi) okudu (Ravi Hennad Hz.Aişe'nin bu sözünü) Ebu Muaviye'den (Hz.
Peygamber) "Bir yahudinin kabrine uğradı" (şeklinde) rivayet etti.[241]
Bu hadis-i şerifin
zahirine göre, ölü aile halkının ağlamasın-dan dolayı azab görür. Ashab-ı
kiramdan tabiinden ve tebe-i tabiinden bir cemaat böyle demişlerdir. Hz. Ömer
b. Hattab ile oğlu Abdullah (r.a) bu görüştedirler. Daha sonraki âlimlerin
büyük çoğunluğu ise, bu hadisin manasını te'vil yoluna gitmişler ve te'vilinde
de ihtilafa düşmüşlerdir. Şafiî âlimlerinden İbrahim el-Harbî ile el-Müzenî ve
yine Şafiî âlimlerinden diğer bir kısım ilim adamları, bu hadisi
"sağlığında, ölünce kendisi için ağlamasını vasiyet eden bir kimse, aile
halkının ağlamasından dolayı azab görür” şeklinde te'vil etmişlerdir.
Hanefî âlimlerinden
Ebû Leys es-Semerkandî de "Genellikle âlimlerin bu hadisi bu şekilde tevil
ettiklerini" söylemişti:
İmam Nevevî de Müslim
Şerhinde Cumhur ulemasının bu görüşte olduğunu ve sahih olan görüşün de bu
olduğunu söylemiştir.
Bu görüşte olan
ulemaya göre, ölü sağlığında bu vasiyyeti yapmakla bu azabı hak etmiştir.
Sağlıklarında böyle bir vasiyette bulunmayan kimseler ise, yakınlarının
ağlamasından dolayı muazzeb olmayacaklardır. Nitekim "Hiçbir günahkar
başkasının günah yükünü taşımaz."[242]
mealindeki âyet-i kerimede buna delalet etmektedir. Dâvûd Zahiri ile ulemadan
bir cemaat de, "ölü sağlığında aile halkını ölüye yüksek sesle ağlamaktan
nehyetmeyi ihmal ettiği için, kendisi Ölünce onların ağlamasından dolayı azab
görür" demişlerdir.
Şevkânî'nin
Neylü'l-Evtar'da açıklandığına göre, Îbnü'l-Mürabıt; "Eğer bir kimse ölü
üzerine yüksek sesle ağlamanın yasakhğını bildiği ve aile halkının da kendi
ölümü için bu fiili işleyeceklerini tahmin ettiği halde, onları bu hususta ikaz
edip bu işin haram olduğunu onlara anlatmazsa, öldüğünde onların ağlamasından
dolayı azab görür.** İbn Hazm'e ve diğer bir cemaate göre ise, ölünün azab
görmesine sebep olan ağıttan maksat aile halkının o kimsenin sağlığında yapmış
olduğu bazı zulümleri, işlediği günahları ve ölçüsüz tasarrufları yüzünden
ağlamalarıdır. Bu görüşte olan ilim adamlarına göre şu "Rasülullah (s.a)
gerçekten Allah gözyaşı dökme sebebiyle veya kalbin hüzün duyması sebebiyle
herhangi bir kimseye azab etmez dedi. Sonra diline işaret ederek -fakat işte
şunun yüzünden azab eder veya merhamet eder-buyurdu."[243]
mealindeki hadis-i şerifte bu gerçeğe delalet etmektedir.
ismaüTye göre
"Araplar cahiliyye döneminde ani baskınlarla halkı öldürür veya esir ederler,
ellerindeki malları da gasbederlerdi. İçlerinden birisi ölünce de onun
sağlığında yapmış olduğu bu kötülükleri meziyetmiş gibi, bir bir sayarak
ağlarlardı. îşte onların iyilik diye saydığı bu fiiller, din nazarında çirkin
şeyler olduğundan bunlar sayıldıkça bunları işiten ölü azab duyar."
Bazılarına göre de, bu
ağıtlarla ölünün azab görmesinden maksat, me-laikelerin ölüyü yakınlarının
ağlamasından dolayı azarlamasıdır. Çünkü bu kimse sağlığında onlara bu işin
yasakhğını öğretmemiştir. Nitekim Ahmed b. Hanbel'in Ebû Musa'dan rivayet
ettiği şu hadisi şerif te buna delalet etmektedir: "Ölü yakınlarının
ağlamasıyla azab görür. Ağıtçı kadın:
Vay benim koruyucum,
vay benim yardımcım, vay benim giydiricim, diye feryada başlayınca ölü:
Sen bu kimsenin koruyucu,
yardımcısı ve giydiricisi misin? diye sorguya çekilir." Şu hadisi şerifte
bu gerçeği ifade etmektedir: "Herhangi bir kişi ölür de ağlayıcıları
kalkıp, vah desteğimiz, vah efendimiz veya buna benzer bir şeyder (de ağlar)
ise, kesinlikle o ölünün başına iki melek dikilir ve onu yumruklayarak, sen
böyle mi idin? derler"[244]
Bu mevzuda Buhârî'nin
rivayet ettiği bir hadisi şerifte şu mealdedir: "Abdullah b. Revaha (Ölüm
yatağında iken) bayılmıştı. Kızkardeşi Amr'e -vay sığmağım?- diye feryada
başladı. Hz. Abdullah kendine gelince, (kızkarde-şine hitaben)- sen ne
söylemişsen hepsi için bana- demek sen böylemiydin diye bir soru
yöneltildi."[245]
Mütekadimin
âlimlerinden Ebû Cafer et-Taberî ve Kadı Iyaz ile müteahhirin âlimlerden bir
cemaat da "Ölünün yakınlarının ağlaması yüzünden azab göreceğini"
söylemişlerdir.
Delilleri ise îbn Ebî
Şeybe ile Taberanî'nin Kayle binti Mahreme'den rivayet ettikleri şu hadis-i
şeriftir:
"Ey Allah'ın
Rasûlü, ben bir çocuk dünyaya getirdim, seninle birlikte Rebze'de (düşmana
karşı) savaştı. Sonra kendisine hastalık isabet etti de öldü. Bunun üzerine
bana bir ağlamak geldi, dedim. Rasûlullah (s.a) de: "Sizden birine dünyada
sevdiği kişiyle güzelce arkadaşlık edip, ölünce de inna lillahi ve inna ileyhi
raciun demesi zor mu geliyor. Allah'a yemin ederim ki sizden biriniz, ağlayınca
bu ağıttan ölen dostu da rahatsız olur. Ey Allah'ın kullan ölülerinize azab
etmeyiniz."
Taberanî'nin Sahih bir
senetle Ebû Hureyre'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şu mealdedir:
"Gerçekten kulların amelleri ahirete intikal eden akrabalarına arz
edilir."
Hafız îbn Hacer bu
görüşlerin arasım şöyle telif etmiştir: Bu mesele şahısların durumuna göre
değişir. Âdeti ölüm karşısında feryadü figan etmek olan bir kimse ölünce,
yakınlarının ağlamaları için vasiyyet etmişse, o kimse yakınlarının bu
ağıdından dolayı azab gördüğü gibi zalim olan bir kimse de yakınlarının
dünyadaki bu çirkin amellerini saya saya ağlamalarından dolayı azab görür.
Keza kendi ölümüne yakınlarının feryadü figan ederek ağlayacaklarını bilen bir
kimse, eğer sağlığında onları bu konuda ikaz etmeyi ihmal ederek ve onların bu
hareketinden hoşlanarak Ölürse, onların ağıtlarından dolayı azab görür. Fakat
onları ikaz etmeyi ihmal etmiş olmakla beraber sağlığında onların bu
hareketinden hoşlanmamışsa azab görmez. Fakat ihmalinden dolayı azarlanır.
Onların bu hallerinden hoşlanmayan bir kişi sağlığında onları gerektiği
şekilde ikaz ettiği halde onlar, bunu yine de yüksek sesle ağlayacak olurlarsa,
ölü bunların Allah'ın razı olmadığı bir işi yapmalarını görmekten dolayı yine
rahatsız olur.
Hz. Aişe "Hiçbir
günahkâr başkasının günahını çekmez."[246]
mealindeki âyeti delil getirerek mevzumuzu teşkil eden İbn Ömer hadisini
reddetmiş ve Hz. İbn Ömer'in yanıldığını söylemiştir. Nitekim Hz-. Ebü Hüreyre
Ebû Hamid ile Şafiî âlimlerinden bir cemaat bu görüşü benimsemiştir. Fakat Hz.
İbn Ömer'den pek çok sahabî de bu hadisi rivayet ederek ölünün yakınlarının
ağlamasıyla azab göreceğine kesinlikle hükmetmişlerdir. Ömer b. Hattab ile Ebû
Musa el-Eş'ari ve el-Muğire b. Şu'be (r.a) bunlardandır.
Hadisin bazı
rivayetlerinde "ailesinin ağlaması sebebiyle" buyurulması:
"Başkalarının ağlaması azaba sebeb olmaz" manasına alınmamalıdır.
Zira bu söz kayd-ı ihtirazı değil, kayd-ı ekseri'dir. Yani ekseriyyetle ölenin
arkasından aile efradı ağladığı için zikredilmiştir.[247]
3130...
Yezid b. Evs'den demiştir ki:
Ebû Musa, ağır (hasta)
iken yanına girmiştim. Karısı ağlamaya başladı. Yahut ta ağlamaya yeltendi.
Bunun üzerine (Ebû Musa) ona "Sen Rasûlullah (s.a)'i ve (bu mevzuda)
söylediklerini duymadın mı? dedi. (Karısı) evet (duydum) dedi (ve) ağıdı kesti.
(Bu hadisi Yezid ve Evs'den rivayet eden İbrahim dedi ki:) Ebû Musa ölünce,
Yezid (bana) dedi ki: (Ebû Musa öldükten sonra ben o) kadınla karşılaştım ve
kendisine "Ebû Musa'nın Rasûlullah'in sözünü işitmedin mi- diye sana
(söylediği) ve (işitince) sustuğun sözü neydi?" dedim.
Rasûlullah: "saç
yolan (musibet karşısında) feryad eden ve yaka yırtan bizden değildir."
buyurdu diye cevap verdi.[248]
Metinde geçen "Bizden
değildir" sözünün zahiri manası, "Bizim dinimizden değildir."
demekse de buradaki manası "Bizim mükemmel yolumuzdan ve sünnetimize
uyanlardan değildir." demektir. Bir başka ifadeyle bu sözle,
"Musibet karşısında saçını başını yolup, fer-yadü figan edip yakasını
paçasını yırtan kimseler, bizim mükemmel sünnetimize, kâmil yolumuza uyan
kimseler değildir." denmek istenmiştir. Bu gibi davranışlarda bulunanları,
ağır bir dille tenkid etmek ve şiddetli bir şekilde azarlamak için "Bizden
değildir." cümlesi kullanılmıştır. Nitekim çocuğunu azarlamak isteyen bir
baba da ben senden değilim sen de benden değilsin" der. Bu sözüyle
çocuğunun kendi yolunda olmadığını ifade etmek ister.
Binaenaleyh bu gibi
hareketler de bulunan bir kimse, İslamiyete uymayan bir davranışta bulunmuş
olursa da dinden çıkmış olmaz. Fakat haram olduğunu öğrendiği halde helal
olduğuna inanarak, ya da Allah'ın kaza ve kaderine isyan gayesiyle bu gibi
davranışlarda bulunan bir kimse İslâm dininden çıkmış olur.
İbn Münir'e göre, bu
gibi davranışlarda bulunanları te'dip için onlardan yüz çevirip bu hallerinden
vazgeçinceye kadar kendileriyle konuşmamak icab eder. Ebû Süfyan (r.a) de bu
hadisin gönüllerdeki etkisinin daha şiddetli olması için "Bizden
değildir" cümlesini zahiri manası üzerinde bırakıp tevili yoluna
gidilmemesini tavsiye ederdi.
Hafız İbn Hacer
"Bizden değildir" cümlesini "Ben (ondan) beriyim”[249]
cümlesiyle tefsir etmiş ve "Beri kelimesi; birşeyden ayrılmak, anlamına
geldiğine göre, bu cümlede sözü geçen davranışları yapan bir kimsenin Hz. Peygamberin
şefaatından mahrum kalacağı tehdidi vardır" demiştir.
Buhârî ile Müslim'in
bu mevzuda rivayet ettikleri hadisin tamamı şu mealdedir: "Ebû Musa ağır
bir şekilde hastalandı ve bayıldı. Başı kadınlardan birinin kucağında idi.
Kadınlardan biri bir çığlık attı. Fakat Ebû Musa ona bir şey söyleyemedi.
Ayıldığı vakit "Rasûlullah (s.a)'in beri olduğu bir şeyden ben de
beriyim. Rasûlullah (s.a) vaveylacı, saçını yolan ve elbisesini yırtan
kadınlardan beri idi" dedi.[250]
3131... (Hz.
Peygamberle) biatlaşan kadınlardan olan bir kadından (rivayet olunmuştur) ki:
Rasûlullah (s.a)'in iyilikte (kendisine itaat edeceğimize dair) bizden aldığı
söz içerisinde, iyilikte kendisine isyan etmeyeceğimize (özellikle musibet
karşısında) ytizü(müzü) tırmalamayacağımıza, vah vah diye feryad
etmeyeceğimize, yaka(mızı) yırtmayacağımıza, saç(larımızı) dağıtmayacağımıza
dair aldığı (söz) de vardı.[251]
Bir önceki hadisin
şerhinde de açıkladığımız gibi, metinde zikredilen fiiller, İslâm'ın çirkin gördüğü
ve yasakladığı işlerdir. Bu hadisi rivayet eden kadının kimliği hakkında, hadis
âlimleri bir açıklama yapmamışlar, sadece sahabiye olduğunu söylemekle
yetinmişlerdir. Bilindiği gibi sahabi olan bir ravinin kimliğinin bilinmemesi,
bu hadisin sıhhatine bir zarar vermez. Bu söz alma hadisesine Kur'ân-ı
Kerim'de şöyle işaret ediliyor: "Ey Peygamber, inanmış kadınlar sana gelip
Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık etmemeleri, zina etmemeleri,
çocuklarını öldürmemeleri, elleriyle ayaklan arasında bir iftira uydurup
getirmemeleri, iyi bir işte sana karşı gelmsfneleri hususunda sana biat
ederlerse onların biatlarını al..."[252]
Bu hadisi şerif, sözü
geçen fiillerin haram olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca bu fiillerin haram
olduğunu ifade eden daha pek çok hadis-i şerif vardır. Bunlardan bazıları şu
mealdedir: ''Yanaklarına vuran veya yakalarını yırtan yahut da cahiliyyet
davetiyle çağıran bizden değildir."[253]
Rasûlullah (s.a)
yüzünü tırmalayıp derisini yırtan kadına, yakasını yırtan kadına, mahvoldum,
helak oldum diye bağırıp çağıran kadına lanet etmiştir."[254]
3132...
Abdullah b. Cafer'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a):
"Caferin (ev)
halkına yemek hazırlayınız. Çünkü onlar (in ba-şın)a kendilerini meşgul eden
bir iş gelmiştir." Buyurdu.[255]
Hz. Peygamber bu sözü
hicretin sekizinci senesinde vukua gelen Muta muharebesinde, Hz. Cafer'in şehid
olduğu haberini aldığı zaman söylemiştir. Bilindiği gibi, sözü geçen savaşta
Hz. Cafer'le birlikte Hz. Abdullah b. Revaha ile Zeyd b. Harise de şehid
olmuşlardı. Bir kimse vefat ettiği zaman, o kimsenin ev halkı beşeriyetleri
icabı son derece üzgün ve zihinleri meşgul olacağından, kendileri için yemek
hazırlamayı düşünemedikleri gibi, açlıklarını bile fark edemezler. Bu bakımdan
fahr-i kâinat Efendimiz, ölen kimsenin komşularına ve yakınlarına ölünün aile
efradı için yemek hazırlamalarını emretmiştir.
1.
Hanefîlere göre; İbnü'l-Hümam Fethü'l-Kadir isimli eserinde, ölünün ev halkı
için, komşularının ve yakınlarının onlara geceli gündüzlü yetecek kadar, bir
günlük yemek hazırlamalarının müstehab olduğunu söylemiştir. Hattâbî'nin
açıklamasına göre, îmam Şafiî de bu görüştedir. Fakat ölünün aile efradı
tarafından halka ziyafet verilmesi
mekruhtur. Çünkü, ziyafetler sevinç ve neşe günleri için meşru kılınmıştır.
Böylesi matem günlerinde ziyafet vermek, ziyafetin gayesine aykırıdır ve
bid'attır. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: "Biz ölünün
ailesi yanında toplanmayı ve onların yemek hazırlamasını onun üzerine feryadü
figan ederek ağlamaya denk (bir günah) sacdık."[256]
2.
Malikilere göre, ölünün ev halkına yemek ikram etmek menduptur. Çünkü onlar
yemek hazırlayamazlar. Fakat ölünün ailesi, feryadü figan ederek ağlamakla
meşgul iseler, onlara yemek ikram etmek haramdır.
3.
HanbeUIere göre, üç günlük taziye müddeti içerisinde, ölünün ev halkına yemek
göndermek sünnettir. Fakat ev halkının yanında taziye için toplanan kimselere
yemek göndermek mekruh olur. Çünkü orada toplanmak mekruh olduğundan onlara
yemek göndermek mekruha yardımcı olmak anlamına gelir. İmam Ahmed (r.a) taziye
için ölü evinde toplanmanın cahiliyye adeti olduğunu söyleyerek bu toplantıya
şiddetle karşı çıkmıştır.
4. Şâfiîlere
göre; ölünün komşularının, ölünün aile efradına bir gün ve bir gece yetecek
kadar yemek hazırlayıp bunu yemeleri için onlara ısrarda bulunmalarının
müstehab olduğunu, fakat öiü için feryad eden ev halkına yemek hazırlamanın
ise haram olduğunu söylemişlerdir. Çünkü onlara yemek ikram etmek günaha
yardımcı olmak demektir. Ayrıca ölünün ev halkının yemek yapıp halkı davet
etmeleri de mekruhtur. Bu husustaki delilleri biraz önce tercümesini sunduğumuz
İbn Mace'nin rivayet ettiği hadis-i şeriftir, eş-Şeyh Zekeriyya el-Ensari'ye
göre, bu hadis-i şerif taziye için ölü evinde toplanan kimselere, ölünün ev
halkının yemek ikram etmesinin, kerahet ve bid'a-tin de ötesinde haram olduğuna
delalet etmektedir. Fakat uzaktan gelip de geceyi ölü evinde geçirmek mecburiyetinde
kalan kimselere, ölünün ev halkı tarafından yemek hazırlaması varisler arasında
yetim bulunmaması şartıyla caizdir. Varisler arasında yetim bulunması halinde,
ziyaretçilere yemek İkram etmek, köy ya da mahalle halkına düşer.[257]
3133...
Cabir'den demiştir ki:
(Bir savaş esnasında
müslümanlardan) birinin göğsüne veya bogazına bir ok atıldı (aldığı yarayla)
hemen öldü. Bunun üzerine elbisesiyle beraber, olduğu gibi (yıkanmadan)
gömüldü. Biz de Rasûlullal (s.a) ile beraberdik.[258]
Allah yolunda
savaşırken ölen bir kimsenin yıkanmadan elbisesiyle gömüleceğini söyleyenlerin
delilini teşkil eden, bu hadisi şerifte sözkonusu edilen hadisenin hangi
tarihte, hangi savaşta olduğu ve aldığı yaranın tesiriyle şehid olan sahabinin
kimliği konusunda hadis sarihleri bir açıklama yapmamışlardır.
Metnin sonunda bulunan
"Biz de Rasûlullah (s.a)'in yanında idik" cümlesi şehid olan zatın
üzerindeki elbiseyle yıkanmadan toprağa verilişinin Rasûl-ü Ekremin emriyle
olduğunu ve dolayısıyla bu hadisin merfu olduğunu ifade etmektedir.
Şehid kelimesinin
feilün vezninde ismi fail anlamına gelen bir sıfat-ı mü-şebbehe olması ihtimali
vardır. Bu ihtimale göre "şehid" kelimesi, şahid anlamına gelir.
Ölürken Allah'ın rahmetini bizzat gördüğü ve Rabbi katında diri olduğu için bu
ismi almıştır.
Bu kelimenin ism-i
mef'ul anlamında kullanılmış olan feilün vezninde bir sıfatı müşebbehe olması
ihtimali de vardır.
Bu ihtimale göre,
cennetlik olduğuna melekler tarafından şahidlik edildiği için bu ismi
almıştır. Gerçekten melekler ona ikram için onun cenazesine gelirler ve o
kişinin cennetlik olduğuna şahidlik ederler.
Şafiî âlimlerine göre;
şehid, düşmanla savaşırken ve savaş devam ederken ölen kimsedir. Savaş halinde
ölen bir kimsenin şehid sayılabilmesi için düşman tarafından öldürülmüş
olmasıyla, yanlışlık eseri olarak bir müslü-manın silahıyla veya kendi
silahının geri tepmesiyle ölmüş olması arasında bir fark olmadığı gibi, attan
düşerek ölmesiyle, müslümanların ya da düşmanın hayvanlarından birinin tekmesi
veya çiğnenmesiyle ölmesi arasında da bir fark yoktur.
Keza kendisine isabet
eden bir ok ya da mermi ile ölen bir müslüman, bu okun bir müslüman tarafından
mı yoksa kâfir tarafından mı atıldığı bilinmesi yine şehid sayıldığı gibi, harp
devam ederken, savaş meydanında Ölü olarak bulunan bir müslüman ölüm sebebi
bilinemese yine şehid sayılır. Bu hususta üzerinde kan bulunması ile
bulunmaması arasında da bir fark yoktur.
Savaş meydanında
aldığı bir yarayla derhal ölen bir kimse, şehid olduğu gibi, biraz yaşadıktan
sonra, hayatını kaybeden kişi de şehid sayılır. Aldığı yaradan bir süre sonra
ölen kimsenin şehid sayılabilmesi hususunda, aldığı yaradan sonra bir şeyler
yiyip içmiş olmasıyla, yiyip içmemiş olması arasında da bir fark olmadığı
gibi, ölen müslümanın kadın, erkek, hür, köle, çocuk, salih ya da fasik olup
olmaması da sözkonusu değildir.
Savaş sona erdikten
sonra, savaş meydanında yarı canlı olarak bulunan bir kimsenin hareketleri,
eğer can çekiştiren bir kimsenin hareketleri ise, bu kimse ittifakla şehid
sayılır. Fakat hareketleri iyileşme ve canlanma belirtileri taşıyorsa, ölünce
bu kimsenin şehid sayılmayacağı ittifakla kabul edilmiştir.
Şehidler yıkanmadan
elbiseleriyle gömülürler.
Maliki alimleri ile
Hanbeli alimleri de, şehidlik mevzuunda aynen Şafiîler gibi düşünmektedirler.
Ancak Hanbetilere
göre; savaş ülkesinde kendi kendine eceliyle veya kendi kılıcının geri
tepmesiyle ölen kimselerle, savaş meydanında üzerinde kan izleri olmadan, ölü
olarak bulunan, kimselerle, yaralı olarak bulunduktan sonra başka bir yere
taşınıp ta orada yiyip içen, yahut uyuyan veya abdest bozan, ya da konuşan veya
aksıran veya örfen uzun sayılabilecek bir süre yaşayan, sonra ölen bir kimse,
şehid sayılırsa da, yıkanmadan ve elbisesiyle birlikte gömülemez. Bu kimsenin
toprağa verilmeden önce yıkanması, üzerine namaz kılınması farzdır. Yine
Hanbelilere göre, savaş haricinde düşmanın eline geçerek, hedef yapılarak
öldürülen bir kimse şehid sayıldığı gibi, zulme uğrayarak ölen kimse de
şehiddir.[259]
Hanefilerc göre;
şehid, Allah yolunda yapılan bir muharebe esnasında öldürülen, veya eşkiyalar
ya da yol kesiciler ile savaşırken haksız yere öldürülen, baliğ ve tahir
bulunan herhangi bir müslimdir. Bu hem dünya, hem de ahiret ahkamı itibariyle
şehid olduğundan kendisine "şehid-i hükmi" denir. Bir de
"şehid-i hakiki" vardır ki, bu da garik (suda boğulan), harik (yanan)
veya garib olarak ölen veya tahsil yolunda veya, zatü'1-cenb gibi bir hastalık
neticesinde terk-i hayat eden, herhangi bir müslümandır. Bunlar şehid sevabına
nail olacakları cihetle yalnız ahiret ahkâmınca şehid sayılırlar. Fakat dünya
ahkâmınca şehid sayılmazlar.[260]
Şehidler:
1. Dünya
şehidi,
2. Ahiret
şehidi,
3. Hem
dünya, hem ahiret şehidi olmak üzere üç kısma ayrılır. Bunların üçüncüsüne
kâmil şehid denir. Birincisi, sadece dünyevi hüküm itibariyle, ikincisi de
yalnız ahirette verilecek ecir itibariyle şehidler kısmına katılmıştır.
Şehid-i kamil ile dünya şehidinin yıkanmadan üzerlerine namazları kılınabilmesi
için altı şart vardır: a) Akıl b) Buluğ c) Hades-i ekberden (cünüblükten)
temizlik, d) Haksız yere öldürülmek e) Ölüm muharebe dışında meydana gelmiş ise
onun kasden yapılmış olması, mürtes olmamak yani aldığı darbeden sonra tedavi,
yeme, içme gibi şeylerle araya fasıla girmiş olmamak.[261]
Ahiret şehidi ise her halükarda yıkanır.[262]
3134... Ibn
Abbas'dan demiştir ki:
Rasûlullah (s.a) Uhud
şehidlerinin (silahı, zırh gibi) demir(ler)in ve (kürk gibi) deri(den yapılmış madde)lerin
üzerlerinden soyularak kanları ve elbiseleriyle defn edilmelerim emretti."[263]
Bu hadis-i şerifte
Allah yolunda savaşırken vefat eden bir kimsenin, yıkanmadan kanıyla birlikte
gömüleceğini söyleyenlerin delilidir. Allah yolunda savaşırken vefat eden
kimselerin yıkanmadan üzerlerindeki kanla gömülmelerinin hikmetini Rasûl-ü
Zişan Efendimiz şöyle açıklamıştır: "Onları yıkamayınız. Çünkü (onların
Allah yolunda savaşırken aldıkları) her yara ve (bu yaralardan akan) her kan
kıyamet gününde misk gibi kokacaktır.”[264]
Yine mevzumuzu teşki1 eden bu Ebû Dâvûd hadisinde ifade edilen diğer bir husus
da, Rasûl-ü Zişan Efendimizin Uhud şehitleri defnedilmeden önce üzerlerinde
bulunan deriden ve demirden mamul eşyaların soyulup çıkartılmasını emretmesidir.
Hanefî âlimleri, bu
hadise ve îmam Ali (k.v)'İn "Şehidin üzerinden sarık, mest, fes gibi
giysiler çıkartılır" mealindeki sözünü esas alarak; "şehidin
üzerinde sadece kefen vazifesi görecek giysiler bırakılır, diğerleri çıkartılır.
Kürk, sarık, silah gibi eşyalar ise süslenmek, soğuktan ya da düşmandan
korunmak için dirilere lazım olan ihtiyaç maddeleridir. Ölülerin buna ihtiyacı
yoktur" demişlerdir.
Şâfiîler ise bu
mevzuda "Onları giysileriyle ve kanlarıyla beraber defnediniz. Çünkü
kıyamet gününde damarlarından kan renginde, fakat misk gibi kokan bir kan
fışkırır olduğu halde dirileceklerdir " hadisine dayanarak şehidlerin
üzerinden sözü gecen eşyalardan hiç birini çıkarmazlar[265]
demişlerdir. Hanefî âlimlerinden îbn Abidin, Hanefî âlimlerinin bu mevzudaki
görüşünü şöyle özetliyor: "Kefen olmaya yaramayan şeyler, gocuk, pamuk
dolgulu elbise, külah, mest, silah ve zırh gibi eşyadır. Don bunlardan
değildir. En muvafık kavle göre, o çıkarılmaz. Nitekim Hindiyye'de de
Hinduvani'den naklen böyle denilmiştir."[266]
3135... Enes
b. Malik’(in) haber verdiğine göre, Uhud şehidleri yıkanmadan ve üzerlerine
namaz kılınmadan kanlarıyla gömülmüşlerdir."[267]
Bu hadis-i şerif, harp
meydanında savaşırken şehid olan bir kimsenin, cünub bile olsa yıkanmadan ve
üzerine namaz kılınmadan defnedileceğini söyleyen Maliki âlimleri ile Şafiî
âlimlerinden bir kısmının ve Ata, Nehai, Süleyman b. Musa, el-Leys, Yahya
el-Ensarî, İbnü'l-Münzir, Ebû Sevr gibi mütekaddiminden olan ilim adamlarının
delilidir. Bu görüşte olan âlimler bu mevzudaki görüşlerine ayrıca Cabir
(r.a)'den rivayet edilen "Peygamber (s.a) Bedir şehidlerini yıkanmadan ve
üzerlerine namaz kılınmadan, kanlarıyla defnedilmesini emretti"[268]
Hanbeli âlimlerine göre, şehid, yıkanmadan ve üzerine namaz kılınmadan
defnedilir. Fakat, eğer cünüb iken şehid olmuşsa yıkanır. Şafiî ulemasından
bazıları da bu mevzuda Hanbeliler gibi düşünmektedirler. Delilleri ise, lbn
İshak'ın el-Meğazi İsimli eserinde nakletmiş olduğu şu hadis-i şeriftir:
"Hanzala b. er-Rahib Uhud'-da şehid edilmişti. Bunun üzerine Peygamber
(s.a) "Hanzalamn bu hali nedir? Ben onu melekler yıkarken gördüm"
buyurdu. Orada bulunanlar da "O karısıyla cima etmişti. Sonra savaş
ilanını işitince yıkanmadan savaşa çıkmıştı” cevabını verdiler. Sözü geçen alimlere
göre, cünüblük-ten dola, ı yıkanmak farz olduğundan ve ölmekle cünüblük zail
olmayacağından dolayı, cünüb iken şehid olan bir kimseyi kabre koymadan önce
yıkamak da farzdır.
O şehidin üzerine
namaz kılınıp kılınmayacağı mevzuunda İmam Ahmed'den iki görüş rivayet
edilmiştir.Bu görüşlerin en sahih olanı, kılınmaya-cağına dair olan görüştür.
el-Hallal ise İmam Ahmed'in diğer görüşünü tercih ederek kılınacağını
söylemiştir.
Hanbeli âlimlerinden
îbn Kudame, el-Muğni isimli eserinde İmam Ah-med (r.a)'in bu mevzudaki görüşüne
temas ederek şu neticeye ulaşıyor: "îmam Ahmed'in bu mevzudaki görüşünü
şehid üzerine namaz kılmak farz değildir, müstehabdır" şeklinde özetlemek
mümkündür.
îbn Müseyyeb ile
Hasan-ı Basri'ye göre ise, şehid yıkanır ve üzerine namaz kılınır. Çünkü
cenazeyi yıkamak ademoğluna bir ikramdır. Şehid ise bu keramete daha layıktır.
imam Ebû Hanİfe ile
ashabına ve imam Sevri, el-Müzenî, Hasan-ı Bas-ri İbn Müseyyeb gibi bazı
imamlara göre ise, şehid yıkanmadan üzerine namaz kılındıktan sonra
defnedilir. Ancak imam Ebû Hanife (r.a); Eğer şehid cünub iken ölmüş veya sabi
yahut da deli idiyse üzerine namaz kılmadan önce yıkanması icabeder. Delilleri
ise Beyhaki'nin mürsel ve bu mevzuda rivayet edilen hadislerin en sahihi
kaydıyla Ebû Malik el-Ğıfari'den rivayet ettiği "Peygamber (s.a) Uhut
şehidleri üzerine onar onar yetmiş defa namaz kılmıştır" mealindeki hadisi
şeriftir.
el-Hılafiyyat isimli
eserde açıklandığına göre, İmam Şâfü bu hadisi kusurlu bulmuş ve "zaten
Uhud şehidlerinin tümü yetmiş kişiden ibaretti. Hz. Peygamber onların namazını
onar kişilik gruplar halinde kıldırdıysa, nasıl olmuşta yetmiş defa namaz
kılmış" diyerek bu görüşü reddetmiştir. Menhel yazarı da bu mevzuda İmam
Şafiî (r.a)'in görüşünü tercih etmiştir.[269]
Hanefî ulemasından el-Kâsânî'nin
Bedayiü's-Sanayi isimli eserinde açıklandığına göre, Beyhaki'nin Hz.
Peygamberin Uhud şehitleri üzerine yetmiş defa namaz kıldığına dair rivayet
ettiği hadis sahihtir. Cabir (r.aî'in Hz. Peygamberin Uhud şehidleri üzerine
namaz kılmadığına dair rivayet ettiği hadis zayıftır. Çünkü o gün Cabir
(r.a)'in babası da şehid olmuştu. Onu Medine'ye nasıl götürebileceğini
anlayabilmek için Medine'ye gitmişti. Hz. Peygamber şehitlerin namazını Hz.
Cabir Medine'de iken kıldığından, Hz. Cabir'in bundan haberi olmadı. Bu yüzden
de orada bulunup da Rasûl-ü Ekrem'in Uhut şehitleri üzerine Cenaze namazı
kıldığım görenler, gördüklerini naklettiler, görmeyenler de kıhnmadığını
zannettiler.[270]
Bu mevzuda Halebi
Münye şerhinde şöyle der: "Hz. Peygamberin Uhut şehitlerinin üzerine namaz
kıldığına dair rivayet edilmiş olan hadislerden her-birinin sıhhat derecesine
yükselmediğini kabul etsek bile, hasen derecesinden aşağıya düşmez.[271]
3136... Enes
b. Malik'den -mana olarak- (rivayet edildiğine göre), Rasûlullah (s.a) (Uhud
savaşı sona erdikten sonra bazı) organları kesilmiş halde (yatan) Hamza'nın
(cesedi) yanına vardı. (Hz. Ham-za'yı o halde görünce) "Eğer (Hamzanın
kardeşi) Safiyye içinde bir üzüntü hissetmeyecek olsaydı, Hamza'yı kurtlar,
kuşlar yesin de kıyamet günü onların karınlarından hasredilsin diye
(defnetmeden) bırakırdım" buyurdu. Elbise azdı. (Buna karşılık) ölü çoktu,
(da bu yüzden) Bir, iki üç şehid (birden) bir elbise içerisine kondular. (Ravi)
Kuteybe (bu hadise şu sözleri de) ilave etti: "Sonra bir kabre defnedildiler.
Rasûlullah (s.a) -Kur'ân'ı -(ezberlemiş olma) bakımından bunların hangisi daha
ileridedir? diye soruyor. Kur'ân'ı ezberlemiş olma yönünde daha ileride olanı
Kıbleye doğru Öne geçiriyordu."[272]
Bu hadisi şerifte müslümanların
ellerinde ve üzerlerinde ke-fen olmaya elverişli, yeteri kadar elbise veya
kumaş bulunmadığından Hz. Peygamber, şehidlerin bir kısmını ikişer üçer
kişilik gruplar halinde bir kefen içine koyarak defnettiği ifade
buyurulmaktadır.
Bezlü'I-Mechud
yazarının ifade ettiğine göre, Rasûl-ü Ekrem'in iki veya üç şehidi bir kefene
koyması, büyükçe bir kefeni ikiye ya da üçe bölüp her parçaya bir şehidi
sarması şeklinde olabileceği gibi, zaruretten dolayı iki veya üç şehidi birden
bir kefene sarması şeklinde de olabilir. Ancak Aliyyü' Kari'nin açıklamasına
göre, birden fazla şehidin bir kefen içerisine konma sının caiz olabilmesi
için, tenlerinin birbirine temas etmemesi gerekir. Bir kefeı içerisine konan
birden fazla şehidin vücutlarının birbirine teması önleneme yeceğinden et-Tîbî
metinde geçen "iki veya üç şehid bir elbise içerisini kondular'* cümlesini
bir kabre kondular şeklinde te'vil etmiştir. Hanefî âlim lerinden İbn Abidin de
zaruretten dolayı birden fazla cenazeyi bir kabre koymak caizdir. Ancak bu
kabrin iki kabir hükmüne gelmesi için aralarına toprak yığılır veya kerpiç
konulur demiştir. Buhârî sarihlerinden Bedrüddin el-Aynî ile el-Kastâlânî de bu
meseleyi genişçe açıklamışlardır. ez-Zürkanî ise el-Muvaıta üzerine yazdığı
şerhte, birden fazla cenazeyi bir kabre koymanın caiz olduğunu, kesin bir dille
ifade etmiştir. Hattâbî ise, zaruret sebebiyle birden fazla ölünün bir kabre
konması caiz olduğu gibi bir kefene konmasının da caiz olduğunu ifade etmiş,
fakat metinde geçen "iki veya üç şehid bir elbise içerisine kondular"
cümlesine, "şehidlerden her birisi ayrı bir elbise içerisinde olduğu
halde bir kabre konmuştur." manasını vermiştir. Nitekim kabre koyarken
Kur'ân'ı daha iyi bileni kıbleye daha yakın koymak istemesi de onların ayrı
ayrı kefenlere sarılı olduklarını gösterir. Çünkü, eğer onları bir kefene
koymuş olsaydı, onların Kur'ân'ı hangisinin daha iyi bildiğini anlamak için
sorduğu bu soruyu kabre koyarken değil, kefene koyarken sorardı. Cenazesinin
defni ölünün yaşayanlar üzerindeki haklarından biri olduğu halde, Hz.
Peygamberin onu defnetmek istememesi Hz. Hamza'nın tüm vücudunun Allah yolunda
harcanmasını ve bu sayede ecir ve faziletinin doruk noktaya ulaşmasını temin
etmek gayesine matuftur. Rasûl-ü Zişan Efendimiz, işte bu düşünceyle Hz.
Hamza*nın hak yolunda serilen cesedinin çeşitli hayvanlar tarafından yenilip
kıyamet gününde, o hayvanların karınlarından haşredilmesini temenni etmiş,
ayrıca müşriklerin yaptıkları işkencelerin ona hiçbir zarar vermediğini de
göstermek istemiştir. Fakat onun bu şekilde bırakılmasının halası Safiyye'yi
üzeceğini bildiği için bundan vazgeçmiştir.
Hz. Peygamberin amcası
ve sütkardeşi Hz. Hamza, Hz. Peygamberin Peygamberliğinin üçüncü senesinde
müslüman olmuş, en tehlikeli anlarda Hz. Peygamberi ve diğer müslümanları
müşriklerden korumuştur. Bedir savaşında destanlaşan kahramanlıklar göstermiş
ve Uhud savaşında Vahşi'nin kurduğu pusuya düşerek şehid olmuştur. Buhârî'nin
rivayetinde Hz. Ham-za'nm şehadeti şöyle anlatılıyor: "Ubeydullah b. Adiy
b. Hıyar'dan rivayet edildiğine göre, Ubeydullah (Hazreti Hamza'nın katili)
Vahşiye. - Bize Hamza'nın katlini anlatır mısın?- diye sordu. O da: Evet
diyerek şöyle anlattı: Hamza, Bedir harbinde Tuayme b. Adiy b. Hıyar'ı
öldürmüştü. Efendim olan Cübeyr b. Mut'im bana: Eğer amcam Tuayme'ye bedel
Hamza'yı öldürürsen sen hürsün, dedi. Vahşi der ki: Ayneyn yılı halk Medine'ye
sefere çıkınca Ayneyn Uhud dağı canibinde bir dağdır. Bununla Uhud arasında
bir vadi vardır. Ben de halk ile beraber harbe çıktım. Harb nizamında sıralandığımızda
(Kureyş tarafından) Siba çıktı. Cenk edecek mübariz istedi. Buna karşı
Abdülmuttalib'in oğlu Hamza çıktı. Ey Siba, "muhalefet etmek mi istersin?
dedi. Vahşi der ki: Sonra Hamza, Siba üzerine yürüdü. Herif dünkü gün gibi
(yok) oldu. (Vahşi sözüne devam ederek) dedi ki: Bu sırada ben Ham-za'yi vurmak
için bir taş arkasına gizlendim ve bana yaklaşınca harbemi (kısa mızrağımı)
ona attım ve mızrağımı Hamza'nm kasığına yerleştirdim. Mızrak Hamza'nın ta iki
uyluk üstünün arasından çıkmıştı. İşte bu.mızrak Hamza'-yı olduğu yere çökertti
(öldü). Mekkeliler harbden dönerken ben de onlarla beraber geri döndüm. Ve
Mekke'de İslâm dini yayılıncaya kadar orada oturdum. (Mekke'nin fethi üzerine)
Taife kaçıp gitmiştim. O sırada Taifliler (toptan müslüman olduklarını
arzetmek üzere) Rasûlullah (s.a)'e bir heyet gönderdiler. Bana da (korkma git)
Rasûlullah elçiyi ürkütmez dediler.
Ben de heyetle beraber
yola çıktım. Ta Rasûlullah (s.a)'in huzuruna kadar vardım. Rasûlullah beni
görünce:
Sen Vahşi inisin?
buyurdu. Ben:
Evet dedim.
Rasûlullah, iki defa;
Hamza'yi sen mi
katletmiştin? buyurdu.
Bu iş size erişen
haber veçhile oldu, dedim. Rasûlullah.
Yüzünü benden
saklamaya gücün yeter mi? buyurdu. Vahşi dedi ki/ Ben de hemen huzardan çıktım.
Rasûlullah vefat edip de (Ebû Bekir zamanında) Museylemetü'l-Kezzab çıkınca
(kendi kendime) tam sırasıdır, muhakkak ben Müseyleme'ye karşı çıkarım. Umarım
ki, ben Müseyleme'yi tepelerim de bu hizmetimle Hamza'ya karşı irtikab ettiğim
cinayeti karşılarım! dedim. Ve Müseyleme üzerine sevk olunan ordu ile hareket
ettim. Bu muharebede galib, mağlub olan oldu. Bir de ne göreyim? Yıkık bir
duvarın karaltısında bir kişinin (Müseyleme'nin) durduğunu gördüm. Herifi
sanki esmer bir deve (benzi kül gibi) başının saçı dağınık bir halde. Vahşi der
ki: Hemen (Hamza'yı vurduğum) harbemi attım. Onun iki memesi arasına
yerleştirdim. (Bir halde ki:) Harbem herifin ta iki küreği arasından çıktı.
Bunun üzerine ensardan bir kişi maktule doğru koştu ve başına bir kılıç darbesi
indirdi.[273]
Bezzar ve Taberânî'nin
Hz. Ebû Hüreyre'den zayıf bir senedle rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte
açıklandığına göre, "Hz. Peygamber, Hz. Ham-za'nın cesedini burun ve
kulakları kesik bir halde görünce - Eğer geride kalanlar üzülmeseydi seni
kabre koymaz bu halinde bırakırdım da nihayet kıyamet günü seni yiyen muhtelif
hayvanların karınlarından haşredilirdin- demiş ve sonra kâfirlerin Hz. Hamza'ya
yaptıkları muamelenin aynısını onlardan yetmiş kişiye yapacağına dair yemin
etmiş, fakat bu esnada "Eğeı bir topluluğa azab edecekseniz, size yapılan
azabın eşiyle azab edin. Ams sabredersen, andolsun ki o sabredenler için daha
iyidir."[274] âyet-i kerimesi inmiş de
bu sözünü yerine getirmekten vazgeçip yeminine keffaret vermiş."[275]
1.
Zaruretten dolayı, birden fazla kimseyi bir kefene koymak caizdir.
2.
Zaruretten dolayı, birden fazla cenazeyi bir kabre defnetmek caizdir.
3. Kur'ân
hafızalarının fazileti çok büyüktür.[276]
3137... Enes
(r.a)'den (rivayet edildiğine göre), Peygamber (s.a) Hamza'nın organları
kesilmiş bir halde (yatan cesedinin) yanına varmış ve ondan başka (Uhud)
şehidleri(nin hiçbiri) üzerine namaz kılmamıştır.[277]
Darekutnî metinde
geçen "Ondan başka Uhud şehidlerinin hiçbiri üzerine namaz kılmadı''
sözünün zayıf olduğunu, aksini ifade eden rivayetlerin buna tercih edildiğini
ifade etmiştir. Yine Hafız Darekuöıî'nin açıklamasına göre, Tirmizî
Kitabü'l-ilel isimli eserinde bu hadisin senedini sıhhat derecesini tmam
Buhârî'ye sorduğunu îırıam Buhârî'-nin de ravi Usame'nin bu rivayetinde
yanılmış olduğunu söylediğini ifade etmiştir.
Bilindiği gibi
Musannif Ebû Dâvûd bu mevzuda Hz. Zeyd b. Üsame'den üç hadis rivayet etmiştir.
Bunlardan birincisi Hz. Peygamberin Uhud şehidlerinden istisnasız hiçbirinin
üzerine namaz kılmadığını ifade eden 3135 numaralı hadis-i şerif ikincisi, Hz.
Peygamberin Uhud şehidleri üzerine namaz kılıp kılmadığına temas etmeyen 3136
numaralı hadis-i şerif, biri de mev-zumuzu teşkil eden bu 3137 numaralı hadis-i
şeriftir. Hafız İbn Hacer bu rivayetlerden 3136 numaralı hadisi bir numara
sonra mealini sunacağımız
3138 numaralı hadis-i
şerife muvafık olduğu için 3135 ve 3137 numaralı hadislere tercih etmiştir.
Çünkü 3138 numaralı hadisi şerif basendir.
Biz mezheb imamlarının
bu mevzudaki görüşlerini 3135 numaralı hadisin şerhinde açıkladığımız için
burada tekrara lüzum görmüyoruz.[278]
3138...
Cabir b. Abdullah (şunları) anlatmıştır: Rasûlullah (s.a) Uhud şehidlerinden
iki kişiyi bir kabire yerleştiriyordu. Ve (bize) "Bunların hangisi
Kur'ân'ı daha çok öğrenmiş?" diye soruyordu. (Bu) iki (şer) kişiden birine
işaret edilince, onu kabirde (kıble tarafına doğru) öne geçiriyordu ve
"Kıyamet günü ben bunlara şahitlik edeceğim" bu-yuruyordu ve
(şehidlerin) yıkanmadan kanlarıyla defnedilmelerini emrediyordu.[279]
3139... Şu
(bir numara önceki) hadis-i şerif mana olarak el-Leys'den de (rivayet
olunmuştur. Ancak bir öncekinden farklı olarak Leys) Uhud şehidlerinden iki
kişiyi bir elbise içerisine yerleştirdi" demiştir.[280]
Her ne kadar bu
hadis-i şerifin zahirinden, Rasûl-ü Zişan Efendimizin, Uhud savaşı şehidlerini
ikişer ikişer bir elbiseye sardığı anlaşılıyorsa da, buradaki bir elbise
sözüyle kefen değil, kabir kasdedilmiş olabilir. Çünkü 3136 numaralı hadisi
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi- eğer Rasûl-ü Zişan Efendimiz bu
şehidlerin ikisini birden bir kefene koymuş olsaydı bu iki şehidden Kur'ân-i
Kerim'i daha iyi bileni, kabrin kıble tarafına doğru öne almak için sorduğu
"bunların hangisi Kur'ân-ı Kerim'i daha fazla bilir?" sorusunu,
kabre koyarken değil, kefene koyarken sorardı. Bu soruyu kefene koyarken değil
de kabre koyarken sorması, onları ayrı ayrı kefenlediğini, fakat ikisini
birden bir kabre koyduğunu Kur'ân-ı Kerim'i daha iyi bileni de kıbleye doğru
öne geçirdiğini gösterir.[281]
3140... Ali
(k.v)'den (rivayet olunduğuna göre), Peygamber (s.a) "uyluğunu açma,
dirinin de ölünün de uyluğuna bakma" buyurmuştur.[282]
Bilindiği gibi, insan
vücudunda başkası (namahrem) tarafın-dan görülmemesi için gizlenmesi gereken
yerlere avret veya avret mahalli (yeri) denir.
Rasûl-ü Zişan
Efendimiz, bu hadis-i şerifte Hz. Ali'ye uyluğun da avretten sayıldığını,
binaenaleyh, uyluklarını kendi mahremi dışında birisine göstermesinin haram
olduğunu ve dirinin avret mahalline bakmakla, ölünün avret mahalline bakmanın
haramhk cihetinden hiçbir farkı bulunmadığını, ifade buyurmuştur.
Bu hadis-i şerife
bakarak, İmam Malik ile İmam Şafiî İmam Ebû Hanîfe ve İmam Ahmed, uyluğun avret
mahallinden olduğuna hükmetmişlerdir.
Hanefi ulemasından
Bedrü'ddin Aynî'nin açıklamasına göre, Musannif Ebû Dâvûd mevzumuzu teşkil
eden bu hadisin münker olduğunu söylemiştir.[283]
3141...
Abbad b. Abdullah b. ez-Zübeyr'den demiştir ki:
Aişe'yi (şöyle) derken
işittim: (ashab-ı kiram) Peygamber (s.a)'i (n cenazesini) yıkamak istedikleri
zaman "vallahi (diğer) ölülerimizi soyduğumuz gibi Rasûlullah (s.a)'in de
elbiselerini soysak mı, yoksa onu elbiseleri üzerinde iken mi yıkasak?"
diye konuşmaya başladılar. (Bu mevzuda) ihtilafa düştükleri sırada, Allah onlara
bir uyku verdi. (Bu uyku) netice(sin)de içlerinden çenesi göğsünde olmayan
(uyumayan) bir kimse kalmadı. Sonra kim olduğunu bilmedikleri bir kimse
(içinde) bulundukları ev(in bir köşesin)den onlara (hitaben) "Peygamber
(s.a)'i elbiseleri üzerinde iken, yıkayınız" diye seslendi. Bunun üzerine
kalkıp Rasûlullah (s.a)'i elbisesi üzerinde olduğu halde gömleğin(in) üzerinden
su dökmek suretiyle ve vücudunu (Hz. Peygamberin üzerindeki ve) ellerinin
altındaki gömlekle ovarak yıkadılar, (sonraları Hz. Aişe "Şimdiki
bildiğimi daha önce bilgeydim (emir verirdim de) onu hanımlarından başkası
yıkamazdı" derdi.[284]
İbn Mace, bu hadis-i
şerifi şu manaya gelen lafızlarla rivayet etmiştir: "Ashab-ı Kiram vefat
eden peygamber (s.a)'i yıkamaya başlayacakları sırada (evin) dahil(in)den
birisi onlara (hitaben) Rasûlullah (s.a)'in gömleğini soymayınız diye seslendi.
Aslında hadis-i
şerifte anlatıldığı şekilde gaibden gelen bir sesle amel etmek caiz değildir.
Rasûl-ü Ek rem in cenazesini yıkamak üzere gelen ashabın kendilerine arız olan
uyku esnasında duydukları bu ses, onlara sadece Rasûl-ü Ekremin elbiseleri
çıkarılmadan yıkanacağına dair bilgilerini hatırlatma görevi yapmıştır. Bu
sesi duyan ashab-ı kiram derhal eski bilgilerini hatırlamışlar ve Hz.
Peygamberi elbiselerini soymadan yıkamışlardır. Binaenaleyh, ashab bu meselede
gaibden duydukları bir sesle değil, Rasûl-ü Ekremden öğrendikleri eski
bilgileriyle amel etmişlerdir. Bu bilgilerine dayanarak elbisesini üzerinden
çıkarmadan gömleğinin üzerine su döküp altına geçirerek ve vücudunu, üzerindeki
gömlekle ovarak yıkamışlardır. Çünkü cenazenin avret mahalline çıplak elle
dokunmak haramdır.
Her ne kadar
Beyhâkî'nin rivayetinde Hz. Peygamberin cesedini Hz. Ali'nin eline aldığı bir
paçavra ile gömleğin altını ovarak yıkadığı ifade ediliyorsa da, bu iki
rivayet arasında bir çelişki yoktu. Çünkü Hz. Ali eline aldığı bezle sadece
Rasûl-ü Ekremin avret mahallini yıkamıştır. Vücudu şerifinin kalan kısmını ise,
gömleğinin üzerinden yıkamıştır. Nitekim şu hadis-i şerif bu gerçeği açık bir
şekilde ifade etmektedir: "Ali (r.a) Peygamber (s.a)'i yıkadığı zaman
(diğer) ölü(ler) de aradığı (idrar ve gaitayı) onda aradı da bulamadı ve
-babam sana feda olsun sen çok temizsin, diri iken temizdin ölü iken de
temizsin- dedi."[285]
Beyhâkî'nin rivayetinden anlaşıldığına göre, Hz. Ali Peygamber Efendimizi,
"sidr" denilen Trabzon hurmasına benzer bir ağacın yapraklanyla
karıştırılmış ve “ğurs" denilen kuyudan getirilmiş bir suyla üç defa
yıkamıştır. Bu kuyu Sa’d b. Hayseme'ye aitti ve Hz. Peygamber sağlığında bu
kuyunun suyundan içerdi. Cenazenin alt kısmını Hz. Ali üst tarafını Fazl b.
Abbas yıkadı. Suyu da Hz. Abbas döktü. Ahmed b. Han-bel'in rivayetinden
anlaşıldığına göre, Hz. Peygamberi yıkayanlar arasında yukarıda ismi geçenlerden
başka, Üsame b. Zeyd, Kasım ve Efendimizin azatlı kölesi Salih de vardı. Hz.
Abbas, Fazl ve Kasım, cenazeyi sağa sola çevirerek Hz. Ali'ye yardım
ediyorlardı. Üsame b. Zeyd ile Salih de su döküyorlardı. Hz. Ali de Rasûl-ü
Ekremin cesedinde diğer ölülerde rastlanan nahoş durumlardan hiçbirini
görmediği için "Annem babam sana feda olsun sen ölüyken de diriyken de ne
kadar temizsin.** diyordu. Bezzar ile Beyhâkî'nin rivayetlerine göre, Rasûl-ü
Zişan Efendimiz Hz. Ali'ye "Beni senden başkası yıkamasın. Çünkü benim
avretimi gören kimsenin gözleri kör olur" buyurmuştur. Menhel yazarının
açıklamasına göre, Hz. Peygamber Hz. Ali'nin avret mahalline bakmamak
hususundaki titizliğini bildiği için, Hz. Ali'ye tahsis ettiği düşünülebilir.
Metinde geçen
"Şimdiki bildiğimi daha önce bilmiş olsaydım (emir verirdim de Hz.
Peygamber'in) cenazesini hanımlarından başkası yıkamazdı." cümlesi Hz.
Peygamber vefat ettiği sırada Hz. Aişe'nin, ölen bir kimsenin, karısının iddet
süresi içerisinde nikâh bağlarının devam ettiğini bilmediğini, fakat bunun
sonradan bir başkasından veyahut da şu hadis üzerindeki yaptığı kıyastan
öğrendiğini anlıyoruz. "Rasûlullah (s.a) Baki'den döndü, beni basımdaki
ağrıdan hasta olarak buldu. Ben o esnada: Vay başım! diyordum. O, Ey Aişe!
Bilakis ben vay başım demeliyim, buyurdu. Sonra:
Ya Aişe, eğer sen
benden önce ölmüş olsan da başında durup seni yıkasam, seni kefenlesem ve
senin cenaze namazını kıldırıp seni defnetsem, sana hiçbir şey zarar vermez,
buyurdu."[286]
Ancak Ulema bu konuda ihtilaf
etmişlerdir. Şöyle ki:
1. imam
Malik ile Şafiî ve arkadaşları eşlerin birbirinin cenazesini yıkamalarını caiz
görmüşlerdir. Ahmed'in meşhur kavli de budur. Erkeğin hanımının cenazesini
yıkamasının delili, bundan sonra gelen hadistir. Kadmın eşinin cenazesini
yıkamasının delili de mevzumuzu teşkil eden bu hadistir.
Beyhâkî ve
Darekutnî'nin Esma bnt Umeys (r.anh)'den rivayet ettiklerine göre, Peygamber
(s.a)*in kızı Fatıma (r. anh) vasiyet ederek kocası Ali (r.a)
tarafındanyıkanılmasınıistemiş ve Ali (r.a) ile Esma (r.anh) onu yıkamışlardır.
Keza Aişe (r.anh)'dan
rivayet edildiğine göre, Ebû Bekir (r.a) vefat edeceği zaman, hanımı Esma bint
Umeys (r.anh) tarafından yıkatılmasını vasiyet etmiş, Esma (r.anh) zayıf
olduğu için Abdurrahman (r.a) ona yardım etmiştir.
2. Ahmed'den
bir rivayete göre eşlerin, birbirlerinin cenazelerini yıkamaları yasaktır.
Kendisinden yapılan diğer bir rivayete göre, kadının eşinin cenazesini yıkaması
caizdir. Fakat erkeğin hanımının cenazesini yıkaması caiz değildir. Ebû Hanife
ve Sevrî'nin kavli de budur. Onların gösterdikleri gerekçe şudur. Kadının
ölümü, kızkardeşi ile evlenmeyi mubah kılan bir ayrılıktır. Keza, ölümü ile
kocası ondan başka dört kadınla evlenebilir. Baldız ile veya dört kadınla
evlenmesi için erkeğin, eşinin ölümünden sonra, bir süre beklemesi mecburiyeti
yoktur. Bütün bu durumlar, erkeğin ölen hanımıy-la irtibatının kesildiğini
gösterir.[287] Artık erkeğin ölen eşine
bakması ve elini dokundurması haramdır. Fakat kocası ölen kadının iddeti
bitmedikçe kocası ile olan evlilik bağı tamamen kopmuş sayılmaz. Bunun için
yıkayabilir.[288]
Bu âlimler, bundan
sonra gelen "Eğer sen benden önce ölmüş olsan da senin başında durup seni
yıkasam, seni kefenlesem ve senin cenaze namazını kıldırıp seni defnet sem,
sana hiç bir şey zarar vermez." buyurdu, mealindeki hadisi, Peygamber
(s.a)'e mahsus olarak yorumlamışlar, yine bu alimlere göre, Peygamber bu
sözüyle Aişe (r.anh)'yı bizzat yıkamayı değil de yıkama tedbirini yüklenmeyi
kastetmiş de olabilir.
Ali (r.a)'in Fatıma (r.anh)'yı
yıkamasına gelince, Ibn Mesud (r.a) buna karşı çıkmıştır.[289]
3142... Ümmü
Atıyye'den demiştir ki:
Rasûlullah (s.a) kızı
vefat ettiği sırada yanımıza geldi ve "Onu su ve sidr'le üç (defa) yahut
beş (defa) hatta lüzum görürseniz daha fazla yıkayınız. Sonuncu da kafur yahut
bir parça kafur da katın. Yıkamayı bitirdiğinizde bana bildirin" buyurdu.
(Yıkama işini) bitirdiğimizi kendisine haber verdik. Bize (kendi) Peştemalini
verdi. Ve "Bunu ona iç gömleği yapın" buyurdu.
Ebû Dâvûd dedi ki:
(Metinde geçen ve "peştemalini" manasına gelen "hak vehû"
kelimesi) (İmamı) Malik'ten (yine aynı manaya gelen) "izarahu "
(şeklinde rivayet olunmuştur.) Müsedded (metinde geçen) "yanımıza
geldi" (cümlesini) rivayet etmemiştir.[290]
Metinde gecen
"Kızı vefat ettiği sırada Rasûlullah (s.a) yanımıza geldi" cümlesi
Buhârî'nin Sahih'inde "Biz kızım yıkarken (Rasûlullah (s.a) yanımıza
geldi" şeklinde rivayet edilmiştir. Aslında bu iki rivayet arasında bir
fark yoktur. Çünkü mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifteki, sözü geçen cümlenin
"Rasûlullah (s.a) kızı vefat ettiği sırada yıkayıcı kadınlar, kızını
yıkamaya başladıkları sırada yanımıza geldi" anlamında kullanılmış olması
ihtimali vardır. Cümleye bu şekilde mana verildiği takdirde, iki hadis arasında
hiç bir fark kalmaz. Müslim'in rivayetinde açıklandığı üzere, burada vefatı
sözkonusu edilen kızından maksat hicretin sekizinci senesinde vefat eden Hz.
Zeyneb'dir."[291] Her
ne kadar, İbn Mace'nin rivayetinde burada vefatı söz konusu edilen Rasul-ü
Ekremin kızından maksadın Hz. Ümmü Gülsüm olduğu ifade ediliyorsa da[292] bu
iki rivayet arasında bir çelişki yoktur. Çünkü İbn Abdil Berr'in kesin bir
dille ifade ettiği gibi, bu hadisleri rivayet eden Ümmü Atıyye kadınların
cenazelerini yıkamakla görevli bir kadındı. Bu bakımdan hem Hz. Zeyneb'in hem
de Hz. Ümmü Gülsüm'ün cenazelerini yıkamış ve her ikisinin cenazesini yıkarken
de Hz. Peygamber onun yanına gelmiş olabilir. Bu bakımdan İbn Mace'nin
rivayetinde anlatılan hadise ile mevzumuzu teşkil eden hadise, iki ayrı
olaydır. Menhel yazarının açıklamasına göre, Ümmü Atıyye (r.a) Hz. Zeyneb'i
gaslederken yanında Esma binti Umeys ile Leylâ binf" Kanif de vardı.
Nitekim 3157 numaralı hadisi şerifte de bu husus açıklanmaktadır.
NesaTnin rivayetinde
açıklandığı üzere, sözü geçen kadınlar, Hz. Zeyneb'i Rasûl-ü Zişan Efendimizin
emriyle yıkamışlardır.
Rasûlullah (s.a)'in
cenazeyi üç veya beş lüzum görüldüğü takdirde daha fazla yıkamalarını emir
buyurması: Ya en az üç defa yıkanması lüzumuna, yahut "tek aded"
yıkamanın müstehab olduğuna işaret içindir.
Tek aded yıkamanın son
haddi yedidir. Nitekim bir rivayette "yedi" olduğu tasrih
buyurulmuştur. Yalnız Ebû Davud'un bir rivayetinde[293]
"Yedi defa yahut lüzum görürsen daha fazla yıka" buyurulmuştur.
Bundan da: Tek olmak şartıyla yediden fazla yıkamanın müstehab olduğu hükmü
çıkarılmıştır. Çünkü fazla yıkamak, daha fazla temizliğe sebeb olur.
İmam Ahmed b. Hanbel,
yediden fazla yıkamayı mekruh görmüştür.
İbn Abdilber dahi:
"Yediden fazla yıkanacağına kail olan kimse bilmiyorum" demiştir.
Marudî ise, yediden
fazla yıkamayı israf sayar. İbnü'l-Münzîr: "İşittim ki su vurulunca
ölünün cesedi gevşermiş. Onun için ben yediden ziyade yıkanmasını münasip
görmem" demektedir.
Sîdr: Nebg ağacı
demektir. Eskiden bu ağacın yaprakları temizlikte sabun yerine kullanılırmış.
Mamafih Tîybî'nin rivayetine göre, her yıkayışta suya "sidr" katmak
icab etmez. Müstehab olan, ilk yıkayışta sidr kullanmaktır.
İbn Tîh, cenaze
yıkarken sidr kullanmanın sünnet olduğunu, bu hususta "Hıtmî"
denilen otun da aynı vazifeyi gördüğünü; bunlar bulunmadığı takdirde onların
yerine "Üsnan" gibi güzel kokulu nebatlar kullanılacağını
söylemiştir.
Avamın yaptığı gibi,
sidr yaprağını suya atmanın bir manası yoktur.
İmam Ahmed b. Hanbel, bunu
doğru bulmamış ve kabul etmemiştir. Meyyİt'in cesedini sidrle ovarak, üzerine
su dökmek de böyledir.
Âlimlerden bazıları,
her yıkayışta suyla beraber sidr kullanılacağına kail olmuşlardır. İmam
Ahmed'in mezhebinde budur. Çünkü Rasûlullah (s.a)'i yıkarken üç defa gusül
tekrar edilmiş; üçünde de su ile beraber sidr kullanılmıştır.
Son defada suya
"kafur" katılmasının hikmeti: Kafur, cismi katılaştır-dığı, onun
kokusundan sinekler kaçtığı içindir. Ayrıca onu kullanmak me-laikeye ikram
sayılır.
Hadisde ravi
Rasûlullah (s.a)*in kafur mu yoksa kafurdan bir parça mı dediğinden şüphe
etmiştir.
Rasûlullah (s.a)'in
sırtındaki elbisesini vererek, kızının vücuduna sarılmasını emir buyurması,
asar-ı şerifesi ile teberrük olunmak içindir. Bunu bütün işler bittikten sonra
vermesi, elbise cesetten cesede geçerken araya fasıla girmemesi içindir.
Sulananın eserleri ile teberrük hususunda asıl olan budur.[294]
1. Ölüvü
yıkamak farz"ı Gayedir.
2. Oluyu en
az uç defa olmak üzere tek sayılarda yıkamak müstehabdır.
3. Ölüyü
yıkamak için hazırlanan suya, sidr ve benzeri maddeler karıştırmak
müstehabdır.
4. Ölünün
şon yıkanışında suya yeteri kadar kafur veya benzeri güzel kokular karıştırmak
müstehabdır.
5. Salihlerin
elbiselerinden, teberrük maksadıyla kefen yapmak caizdir.[295]
3143... Ümmü
Atıyye'den demiştir ki:
Biz (Hz. Peygamber
kızı Ümmü Gülsüm vefat ettiği zaman) saçını taradık (ve) üç örgü (yaptık)[296]
3144... Ümmü
Atıyye'den demiştir ki:
"Biz (Hz.
Peygamberin kızı Ümmü Gülsüm, vefat ettiği zaman) başını(n saçlarını) Üç Örgü
yaptık. Sonra bunları başının arka kısmına attık. Bunların birisini ön
tarafı(nın arka kısmı)na (diğer ikisini de) alnının (sağ ve sol) uçları(nın
arka kısmı)na (gelecek şekilde) bıraktık.[297]
Asr-ı saadette, vefat
eden kadınları yıkama görevini yürüten Hz. Ümmü Atıyye, Hz. Peygamberin kızı
Hz. Ümmü Gülsüm'in cenazesini de yıkamış ve yıkarken saçlarının daha iyi
temizlenmesini ve aralarına suyun daha iyi nüfuzunu sağlamak için, onları taramış,
yıkama işi sona erdikten sonra da birisi başının ön kısmında, ikisi de alnının
sağ ve sol taraflarında olmak üzere, bu saçlardan üç örgü yapıp üçünü de arka
tarafına bırakmıştır.
Hanbeli ve Şafiî
âlimleri bu hadis-i şerifle amel ederek, ölen bir kadının saçlarını tarayıp
onları üç Örgü halinde örmenin müstehâb olduğunu söylemişlerdir. Malikilerin
mutemed olan görüşleri de budur.
Hanefî îmam Evzâî'ye
göre, ölen bir kadının saçları taranmaz, fakat iki örgü halinde göğsüne ve
gömleğinin Üstüne konur. Bu görüşte olan âlimlere göre, Abdürrezzak'ın
Musannaf mda rivayet edilen bir hadisi şerifte Hz. Aişe'nin vefat eden bir
kadının saçlarını taramakta olan kimseleri bundan men etmesi, ölen bir kadının
saçlarını taramanın caiz olmadığına delalet eder, saç taramak aslında bir
süsleme işidir. Ölünün buna ihtiyacı yoktur. Hz. Ümmü Atiyye'nin Hz. Ümmü
Gülsüm'û, saçlarını taraması sadece Kurtubf-nin de ifade ettiği gibi, Ölüye
yapılan muamelede, şer'i bir izin olmadan içtihada dayanan bir tatbikatta
bulunmak caiz değildir. Kadının saçlarının taranacağına dair nas mevcut
değildir.[298]
3145... Ümmü
Atiyye'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a) (kızım yıkayacak olan)
kadınlara, kızının yıkanması hakkında "Bun(u yıkamayla sağdan ve abdest
yerlerinden başlayın." buyurmuştur.[299]
Bu hadis-i şerifte
cenazeyi yıkamaya cenazenin sağ tarafın-dan ve abdest organlanndan başlanması
emredilmektedir. Atıf harflerinden olan "vav" harfi mutlak cem ifade ettiğinden
cenaze yıkayacak olan kimsenin cenazeyi yıkamaya ölünün hem sağ tarafından,
hem de abdest organlarından başlamaya riayet etmesi nıüstehabdır.
İbn Hacer'in de ifade
ettiği gibi, yıkamaya cenazenin sağ tarafından başlamakla bu emir yerine
getirilmiş olur. tbn Münir ise, bu cümleyi açıklarken: "Abdest aldırırken
önce sağdaki abdest organlarından başlandığı gibi vücudun diğer kısımlarını
yıkarken de yine sağ taraflarından başlar" demiştir.
Ölüye abdest
aldırmanın hikmeti ise, ona mü'minlerin alameti olan ab-desti son bir defa daha
aldırarak, onun müslümanlığım bir defa daha izhar etmek ve abdest organlarının
ahirette daha çok parlamasını sağlamaktır.
Şafiî âlimleriyle
Maliki âlimleri bu hadisin zahirine sarılarak ve dirilere kıyas ederek ölüyü
yıkarken ağzına ve burnuna su vermenin müstehab olduğunu ve ağzını kolayca
yıkayıp karnına su kaçmaması için de, başını yavaşça öne eğmenin müstehab
olduğunu söylemişlerdir. Sözü geçen âlimlere göre, temiz bir bezle ölünün
dişlerini ve burnunu sıvazlamak da müstehabdır.
Hanefî âlimleriyle
Hanbeli âlimlerine göre, Ölünün ağzına ve burnuna su verilmez. Çünkü abdest
uzuvlarından maksat Kur'ân-ı Kerim'de zikredilen el, yüz, baş, ayaktır. Ağız
ve burunsa bunlardan değildir. Ancak sözü geçen mezbeh imamlarından bazılarına
göre, yıkayıcının parmaklarına bir bez dolayıp ölünün dişlerini, dudaklarını
burun deliklerini sıvazlaması müstehabdır.
Bütün bu
açıklamalardan anlaşılıyor ki, ölünün tüm vücudunu bir defa yıkamak farzdır.
Fakat ihtiyaca göre; üç, beş, yedi veya ihtiyaca göre daha fazla ve tek sayıda
yıkamak ve hazırlanan suya sidr karıştırmak, son yıkayışta da yeteri kadar
karıştırmak, yıkamaya başlarken ölünün avret mahallini önünden ve arkasından
bir bez parçasıyla yıkamak, sonra sağ tarafından başlayarak abdest aldırmak
sünnettir.[300]
3146... Şu
3142 numaralı hadisin bir benzeri (yine) Ümmü Atiyye (r.a)'dan (rivayet
olunmuştur. Ancak Ümmü Atiyye rahmetullahi aleyh) bu hadise ilave olarak (şu
sözleri de) rivayet etmiştir: Yahut da (lüzum) görürseniz (onu) yedi (defa)
veya bundan daha fazla (tek sayıda yıkayınız)[301]
Musannif Ebû Davud'un
3142 numarada bir benzeri geçen bu hadisi, burada tekrar zikretmekten maksadı
bu hadiste 3142 numaralı hadisten fazla olarak "Yahut da lüzum görürseniz
(onu) yedi (defa) veya bundan daha fazla" (sayıda yıkayınız) cümlesinin de
bulunduğunu ifade etmektedir. 3142 numaralı hadiste ise sadece "Onu üç
(defa) veya beş (defa) ya da (lüzum) görürseniz, bundan daha fazla (sayıda)
yıkayınız" sözleriyle yetinilmiştir. Bu ifade ise, ölünün icabında altı
defa yıkanabileceği gibi yanlış bir kanaatin doğmasına da müsaittir. Oysa
mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte ise, "beşten daha çok" ifadesi
yerine "yedi defa" kaydının kullanılmış olması ölüyü altı defa
yıkamanın sünnete uygun olmadığını müstehab olan yıkamanın üç, beş, yedi gibi
tek sayılarda yıkamak olduğunu açıkça ortaya koymuştur.
Şâfıî âlimlerinden
el-Maverdi cenazeyi yedi defadan fazla yıkamanın israf olduğunu söylerken,
İbnü'l-Münzir en uygun olan yıkamanın cenazenin kendisini salıncaya kadar
yıkamak olduğunu îbn Abdil-berr de "Cenazenin yediden fazla
yıkanabileceğim" caiz gören bir tek kimse dahi tanımadığını söylemiştir.
Ancak mevzumuzu teşkil eden, bu hadis-i şerif, onların bu görüşünü
reddetmektedir. Her ne kadar Hafız îbn Hacer, cenazenin yediden fazla sayıda
yıkanabileceğine dair Ebû Davud'un bu rivayetinden başka bir rivayet
bulunmadığını söylemişse de Bezi ve Avnu'l-mabud yazarları bu sözü
reddetmişlerdir.
Hanefi âlimlerinden
îbn Abidin bu mevzuda şunları söylemektedir: "Sünnet vehcile yıkamak,
bütün cesedi kaplamak şartıyla üç defa yıkamakla olur. Ama bundan ziyade veya
noksan yapması da caizdir. Yani ihtiyaç duyulursa yapılabilir. Lakin tek sayı
ile yıkamak gerekir. Bu Kerhî'nin Muhtasar Şerhinde beyan olunmuştur. (Münye
şerhi) caizdir tabirinden murat, sahih olur, demektir. Ama hacet yoksa
mekruhtur. Çünkü ziyade israf, noksan da taklil (eksik bırakmak) olur.[302]
3147...
Muhammed b. Sîrîn'den (rivayet olunduğuna göre) kendisi (cenaze) yıkamayı Ümmü
Atıyye'den öğrenmiştir. (Kendisi cenazeyi) iki (defa) sidrle (karıştırılmış
suyla) üçüncü(sünde) de su ve kafurla yıkardı.[303]
Bu hadis-i şerif
"Ölüyü ilk iki yıkayışta sidr karıştırılmış suyla yıkamak, üçüncüde de
kafur ve su kullanmak evladır." diyen, Hanefî âlimlerinin delilim teşkil
etmektedir. Hanefîlerin bu mevzudaki görüşü, tbn Abidin Haşiyesinde şöyle ifade
edilmektedir: "Fethul Kadir" de şöyle denilmiştir: Evla olan
Hidayeden anlaşıldığı vecihle ilk ikisini sidrle yıkamaktır. Zira Ebû Dâvüd'da
sahih bir senetle rivayet olunduğuna göre, Ümmü Atiyye iki defa sidrle
üçüncüde su ve kafurla yıkanır demiştir.”[304]
Hanbeli ve Hanefî
fukahasına göre, önce su, sidrle karıştırılır, bunun köpüğüyle ölünün başı ve
sakalı yıkanır, kalanıyla da bedeni yıkanır, sonra da üzerine temiz su dökülür.
İşte bu muameleyle ölü bir defa yıkanmış olur. îkinci yıkayışta bu şekilde
olur. Üçüncü yıkayış ise su ve kafurla olur.
Şafii âlimlerinden tbn
Hacer ise, birinci yıkamanın saf su ile, ikincisinin sidr karıştırılmış su
ile, üçüncüsünün de kafur karıştırılmış su ile olacağım söylemiştir. Mâl i
kilere göre, birinci yıkama saf su ile, ikinci yıkama sidr karıştırılmış suyla,
yahut da birinci sidr karıştırılmış suyla ikinci saf suyla, üçüncüsü ise
kafurla karışık suyla olur. Şâfiîlere göre ise, birincide ölüyü sidrle
karıştırılmış suyla; ikincide saf suyla sonuncuda ise, biraz kafur karıştırılmış
suyla yıkamak müstehabdır.[305]
3148...
Cabir b. Abdullah (in) haber verdiği (ğine göre) bir gün Peygamber (s.a.) hutbe
okumuş, (ve bu hutbesinde) ashabından'bir adamın vefat ederek yetersiz bir
kefene sarıldığını, geceleyin kabre konulduğunu anlatmış ve bir kimsenin
namazı kılınmadan geceleyin kabre konmasını yasaklamış, ancak insanın buna
mecbur kalmasını müstesna kılmış ve: "Biriniz (din) kardeşini kefenlediği
zaman, kefenini güzel yapsın" buyurmuştur.[306]
Bu hadisi şerifte
yasaklanmak istenen, namazı kılınmış olan bir ölünün geceleyin defnedilmesidir.
Namaz kılınmayan bir Ölünün ise geceleyin gömülmesinin yasak olduğu gibi,
gündüzün defnedilmesinin de yasak olduğu bilinen bir gerçektir. Binaenaleyh,
bu hadis-i şeriften "namazı kılınmayan bir ölünün geceleyin kabre
konulmasının yasak olup da gündüzün defnedilmesinin caiz olduğu" manâsını
çıkarmak doğru değildir.
Merhum Ahmed
Davudoğlu, bu hadis-i şerifi açıklarken şu görüşlere yer vermiştir:
"Geceleyin cenaze defnedilmesinin nehiy buyurulması, bazılarına göre:
Geceleyin onu teşyî'e ve namazını kılmaya pek az kimseler gelebileceği
içindir. Gündüzün defnedilîrse, bittabi cemaat kalabalık olur. Ulemâdan
bazıları, ashab-ı kiram işe yarayacak kefenlik bulamadıkları için cenazelerini
geceleyin defnedebildiklerini söylemişlerdir. Zira karanlık olduğu için geceleyin
kefenin iyisi kötüsü seçilemez.
Hadis-i şerifin evvel
ile ahiri bu kavli te'yid etmektedir. Onun için Kadî İyaz: "Her iki illet
sahihtir. Zahire bakılırsa, Peygamber (s.a) bunların ikisini de kastetmiştir.
Nitekim âlimlerden bunu söyleyenler vardır." diyor. Kadî Iyaz'ın iki
Ulet'den muradı: Geceleyin cenazeye iştirak edenlerin azlığı ile, işe yarayacak
kefenlik bulunamamasıdır.
Rasûlullah (s.a)'in
mecburiyet halini istisna etmesi, zaruret halinde geceleyin cenaze defninde
beis olmadığım gösterir. Bu mes'ele âlimler arasında itilaflıdır.
Hasan-ı Basrî bu
hadise istidlal ederek geceleyin cenaze defnini mekruh görmüştür. Yalnız
zaruret hali müstesnadır.
Cumhur ulema'ya göre:
Geceleyin cenaze defni mekruh değildir. Delilleri Hz. Ebû Bekir ile Selef*den
bir cemaatın geceleyin defnedilmeleri ve buna kimsenin itiraz etmemesidir.
Delilleri de: Mescid-i Mebevi'yi süpürüp temizleyen zatın geceleyin
defnedildiğini bildiren hadistir. Mezkûr hadiste Rasûlullah (s.a)'in o zatı
sorduğu, ashab-ı kiramın: "O geceleyin vefat etti de, biz de geceleyin
defnettik." cevabını verdikleri, bunun üzerine: "Bana da haber
etseydiniz ya...!" buyurduğu; ashabın karanlıktan dolayı haber veremedikleri
için, özür beyan ettikleri bildiriliyor.
Rasûlullah (s.a), ashâb'a
bir şey dememiş, yaptıklarına itirazda bulunmamıştır. Şayet geceleyin cenaze
defni mekruh olsaydı bunu beyan ederdi.
Cumhur, mevzubahis
hadis için: "Bu hadisdeki neyh, sırf geceleyin cenaze defnetmek için
değil, cenaze namazı kılınmadığı içindir. Yani geceleyin cenaze defnini ya
namazı kılınmadığı için, yahut namaz kılanların adedi az olacağı veya kefen
hususuna ihtimam gösterilemeyeceğindendir. Bunların hepsinden dolayı nehy
buyurmuş olması da ihtimal dahilindendir.
Kerahet vakitlerine
gelince: Güneş doğarken, zevalde iken ve batarken cenaze namazı kılmak ve
cenaze defnetmek alimler arasında ihtilaflı bir mes'eledir.
Hanefîlerle, Leys'e
göreKerahet vakitlerinde cenaze namazı kılmak ve cenazeyi defnetmek mekruhdur.
Şafiî'lere göre; mekruh değildir. Meğer ki hiç bir sebep yokken bu işi bile
bile kerahet vaktine bırakmış ola. O takdirde mekruh işlemiş olur.
tmam Mâlik'ten rivayet
olunduğuna göre, kerahet vakitlerinde cenaze namazı kılınamaz. Ancak bir
zaruret karşısında kılınabilir.
Âlimlerin beyanına
göre: Kefen mes'elesine ihtimam göstermek ve kefeni güzel yapmaktan murad:
"Kefenin en nefis ve pahalı kumaştan yapılması" değil, temizliği,
kesafeti ve vücudu örtmesidir. Zira pahalı kumaştan kefenlik yapmak israftır.
Bütün işlerin en hayırlısı, ortası olduğuna göre, kefenliği de orta kumaştan
seçmek, en doğru bir harekettir. Bir kimsenin sağlığında giydiği elbisesi,
hangi nevi kumaştan ise, kefenliği de o nev'iden olmalıdır. Çok pahalıya
malolmak veya pek ucuza indirmek doğru değildir.[307]
Menhel yazarı, hadis-i
şerifte geçen kefenle ilgili açıklamaları şu ifadelerle Özetliyor. Kefenler,
kumaşların en temizinden, beyazından seçilmeli, cenazeyi örtmeye yetecek
miktarda ve hayatta iken, giyilmesi mubah olan cinsten olmalıdır. Buna göre
pamuk, yün, keten kıl gibi derilerin kullanılması mubah maddelerden yapılan
kumaşlardan kefen biçmek caizse de, erkekler için kullanılması haram olan ipek
kumaştan kefen yapmak caiz değildir. Kadınlar için ipekten kefen yapmanın
mekruh olduğunu söyleyenler olduğu gibi, haram olduğunu söyleyenler de vardır.
İpekten kefen yapmanın pahalıya mal olduğu ve dolayısıyla israfa kaçtığı
düşünülürse, kadına ipek kumaştan kefen yapmanın haram olduğu görüşünün daha
isabetli olduğu anlaşılır.
İmam Nevevî, kefenin
kalite ölçülerinin tesbitinde ölünün sağlığındaki halinin esas alınmasını,
zengin bir kimsenin kefeninin üstün kaliteli kumaşlardan, orta halli bir
kimsenin kefeninin orta kalitedeki kumaşlardan, fakir kimselerin kefenlerinin
de mali durumlarıyla mütenasib kumaşlardan hazırlanmasını söylemiştir.[308]
1. Zaruret
olmadıkça ölüyü geceleyin defnetmek mekruhtur.
2. Cenaze
namazımda cemaatin çok olması iyidir.
3. Kefenin
evsafını haiz kumaşlardan ve yeteri kadar uzunluk ve genişlikte olması
müstehabdır.[309]
3149... Aişe'den
demiştir ki:
Peygamber (s.a) (vefat
edince cesedi) Hibera (denilen bir yemen) kumaşıyla örtüldü, sonra (o kumaş)
vücudundan soyulup çıkarıldı.[310]
Hibera; Ketenden ya da
pamuktan mamul, çizgili bir yemen kumaşıdır.
Hz. Peygamber, vefat edince
vücudunun gözlerden korunması için üzeri "Hibera" denilen kumaşla
örtülmüştür.
Müslim'in Hz. Aişe'den
rivayet ettiği bir hadis-i şerifte: "Bu kumaşın Abdullah b. Ebû Bekir'e
ait olduğu, sonra bu kumaşın, Hz. Peygamber'in mübarek vücudundan kaldırılarak
cesedinin üç adet pamuklu yemen kumaşı içerisine konduğu ve bunlar arasında
gömlek, sarık bulunmadığı, sonra Abdullah'ın bu (hibera denilen) kumaşı
kendisine kefen yapmak üzere aldığı, fakat bu fikrinden vazgeçerek onu
tasadduk ettiği" ifade edilmektedir.[311]
Hz. Peygamber'in
üzerine örtülen ve Hibera denilen kumaşın,sonradan üzerinden kaldırılmasının
hikmeti bu kumaşın O'na kefen olmaya müsait olmayışıdır.
Hanefî âlimlerinden
Bedruddin el-Aynî'ye göre, bu kumaş Hz. Peygamber yıkandıktan sonra vücudunu kurutmak
için örtülmüştü. Rasûlü Ekrem'in mübarek vücudu, kuruduktan sonra kaldırıldı
ve üç beyaz kumaştan meydana gelen kefenine kondu. Bu hadisin bir kısmı 3120
numaralı ha di s-i şerifte geçmişti.[312]
1.
Ölüyü yıkamaya götürürken
üzerini örtmek meşrudur.
2. Ölünün
vücuduna örtülen kumaşın bir ucu ölünün başının altına diğer ucu ayaklarının
altına gelecek şekilde örtülmesinde titizlik gösterilmelidir.
3. Cesedin
kokmasına meydan vermemek için ölür ölmez üzerindeki elbiseler çıkarılmalı ve
arkasından da üzeri bir kumaşla güzelce örtülmelidir.[313]
3150...
Cabir'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a):
"Sizden birisi
vefat ettiği zaman (ailesi sadece az bir malî) imkâna sahib olursa onu bir
hibera kumaşıyla kefenleyiversin."[314]
Bu hadis-i şerif,
ölünün ailesinin fakir olup da onu sünnet veçhile kefenlemeye güç
yetirememesi halinde, kefen olma
vasfını haiz tek bir kumaş içine sarıp defnetmesinin caiz olduğunu ifade etmektedir.
Bilindiği gibi buna zaruret kefeni denir. Bu bakımdan kefenlemede tek bir
kumaşla yetinme yoluna ancak zaruret halinde gidilir. Merhum fbn Abidin'in de
ifade buyurduğu gibi, "zaruretler kendi mikdarlarınca takdir
olunduklarından, zarurete düşen kimse ne kadar kumaş bulabilirse o kadarını
kefen yapmakla yetinir.”[315]
Zaruret hali dışında erkekler ve kadınlar için kullanılacak kefenlerin
miktarları, adetleri ve özellikleri aşağıdaki hadis-i şeriflerin şerhlerinde
tekrar ele alınacaktır.[316]
3151... Aişe
(r.a) dedi ki: Rasûlullah (s.a) üç (adet) beyaz Yemen kumaşı İle kefenlendi.
Bunların arasında gömlek ve sarık yoktu.[317]
Hz. Fahr-i âlem
sağlığında beyaz elbise giymeyi ve kefenleri beyaz kumaşlardan yapmayı tavsiye
ettiği için, ashab-ı kiram kendisini beyaz bir kefen içine koymuşlardır.
Rasûlü Zîşan Efendimizin beyaz elbise ve beyaz kefenlerin fazileti hakkındaki
hadislerinden biri, şu mealdedir: "Beyaz elbise giyiniz. Çünkü beyaz
elbise giysilerinizin en yarar-lılarındandir. Ölülerinizi de beyaz kumaşlarla
kefenleyiniz"[318]
1. Mevzumuzu
teşkil eden bu hadis-i şerif "erkekler için sünnet olan kefen, (ihramlı
iken ölen kimse hariç) ölünün tüm vücudunu kaplayan üç sargıdan oluşur. Efdal
olan bunlar arasında gömlek ve sarığın bulunmamasıdır. Fakat bunların arasında
gömlek ve sarık bulunmasında da bir kerahet yoktur. Çünkü Hz. Peygamber, kefen
olarak kullanılması için kendi gömleğini Abdullah b. Übeyy b. Selul'a
vermiştir.[319] diyen Şafiîlerin
delilidir. Üç adet kumaştan meydana gelen kefene, bir gömlek ile bir sarık
ilave etmekte kerahet olmadığını söyleyen Şafiîlerin bu konudaki dayandıkları
delillerinden biri de Beyhakî'nin rivayet ettiği şu mealdeki hadis-i şeriftir:
"İbn Ömer aile fertlerini beş parça kumaşla kefenleyerek defnederdi."
Binaenaleyh insanın sağlığında giydiği yeterli elbise sayısı iki don, iki
gömlek, aba ve sarıktan ibaret olmak üzere beş parçadan ibaret olduğundan, beş
parçadan fazla sayıda kefen hazırlamak israf ve dolayısıyla haram olur.
2. Han
beliler ise bu hadisin zahirine sarılarak "erkeğin sünnet olan kefeni üç
sargıdan ibarettir ve buna bir adet daha kefen ilave etmek mekruhtur"
derler. Onlara göre ölünün bir gömlek, bir eteklik, bir de sargı ile kefenlenerek
defnedilmesi de kerahetsiz olarak caizdir. Çünkü Peygamber Efendimiz Abdullah
b. Übeyy b. Selul'u kendi gömleğiyle kefenleyerek
defnetmiştir.[320]
3.
Mâlikîlere göre, mendup olan kefen bir gömlek iki sargı bir peşte-mal, bir de
yüze doğru sarkan bir zira uzunluğunda ucu bulunan bir sarıktan ibarettir.
Ölünün kefenleri
arasında bîr de gömlek bulunmasının sünnetten olduğunu söyleyen Malikiler ve
onlar gibi düşünen diğer fıkıh âlimleri, metinde geçen "Bunların arasında
gömlek ve sarık yoktu” cümlesine "Bunlar arasında gömlek ile sarık, asıl
kefen olarak değil, asıl kefene ilave olarak bulunuyorlardı.” manâsım
vermişlerdir. Ancak Hafız Irakî hadisin zahirine aykırı olduğu gerekçesiyle bu
tevili reddetmiştir.
4.
Hanefflere göre sünnet olan kefen bir İzar bir sargı ve iki omuzdan ayaklara
kadar uzanan bir gömlekten ibarettir. Bu mevzuda tbn Abidin şunları
kaydetmiştir: "Erkeğin kefeni için sünnet, izar, gömlek ve sargıdır. Esah
olan kavle göre, ölüye sarık sarmak mekruhtur. Müteahhirin âlimler eşraf ile
âlimlere sarık sarılmasını iyi görmüşlerdir. Bu Üç parçadan ziyade yapmakta
bir beis yoktur. Kuhistanî ise, ölüye sarık sarmanın müstehab olduğunu söylemiştir.”
tzar: Tepeden tırnağa
cesedi saran parçadır.
Gömlek: Boğazdan
ayaklara kadar yakasız ve kolsuz giydirilen bir elbisedir.
Sargı: Cenazeyi sarmak
için kullanılan izardan daha uzun parçadır. Üst ve alt kısımlarından bağlanır.[321]
Her ne kadar mevzumuzu
teşkil eden hadis-i şerifte, erkeğin sünnet kefenleri içerisinde bir de gömlek
olduğunu söyleyen Hanefiler için bir mesned yoksa da, Hanefilerin bu meseledeki
delilini "Rasûlullah (s.a) vefat ederken üzerinde bulunan gömlekle kefenlendi"
mealindeki 3153 numaralı hadis-i şerifle İbn Adiyy*in el-Kâmil isimli
eserindeki Cabir b. Semure*den rivayet ettiği aynı mealdeki hadisi şerif teşkil
etmektedir.[322]
3152... (Bir
önceki hadisin) bir benzeri de (Kuteybe b. Said, Hafs'. b. Gıyas, Hişam b.
Urve, Urve yoluyla yine hazret-i) Aişe'den (rivayet edilmiştir. Şu farkla ki
Hafs b. Ğıyâs bir önceki hadisten fazla olarak bu rivayete)
"ketenden" (kelimesini) ilave et(mek suretiyle bir önceki hadis-i
şerifte zikredilen Hz. Peygamberin kefenlerinin -ketenden-olduğunu ifade
et)miştir. (Bu hadisi Hz. Aişe'den nakleden Urve, rivayetine devam ederek)
dedi ki; (Halkın, -Hz. Peygamber) "iki elbise ile bir Yemen kumaşı içinde
kefenlendi." (ğine dair) sözleri, vHz.) Ai-şe'ye anlatıldı da (Hz. Aişe)
"Gerçekten bir
Yemen kumaşı getiril(miş)ti. Fakat (ashabı kiram) onu reddettiler ve Hz.
Peygamber'i onunla kefenlemediler." cevabını verdi.[323]
3153... İbn
Abbas'dan demiştir ki: "Rasûluilah (s.a) (birisi) iki kumaştan ibaret olan
bir elbise ve (diğeri de) içerisinde vefat ettiği gömleği (olmak üzere) üç
Necran kumaşıyla kefenlendi."
Ebû Dâvûd der ki: (Bu
hadisin râviierinden) Osman (b. EbtŞey-be, Rasûlullah (s.a) 'in birisi) kırmızı
bir elbise ve (diğeri de) içerisinde vefat ettiği gömleği olmak üzere üç kumaş
içerisinde (vefat ettiğini) rivayet etti.[324]
Rasûlü Zişan
Efendimizin kefenini teşkil eden kumaşların sayısı ve özellikleri hakkında
çeşitli hadisler rivayet edilmiştir. Ancak bu rivayetler arasındaki farklar,
sadece kelimelere aittir. Netice itibariyle bu rivayetler arasında esaslı bir
fark yoktur.
Mesela 3152 numaralı
hadis-i şerifte Rasûli Ekremin biri Yemen kumaşı olmak üzere üç kumaşla
kef«ilendiğinden bahsedilirken 3153 numaralı hadis-i şerifte üç Necran kumaşı
içerisinde kefenlendiğini ifade edilmekte, 3149 numaralı hadis ile 3150
numaralı hadislerde ise, sadece bir Yemen kumaşıyla kefenlendiği
kaydedilmektedir. Bu farklı rivayetler hakkında imam. Tirmizî "Peygamber
(s.a)'in kefeni hakkında muhtelif rivayetler gelmiş ve Hz. Ai-şe'nin rivayet
ettiği hadis bu mevzuda rivayet edilen hadislerin en sahihidir." diyerek[325]
yukarıda mealini sunduğumuz 3151 numaralı hadisin bu mevzu-daki hadislerin en
sahihi olduğunu açıklamıştır.
Bütün bu açıklamaları
ve 3152 numaralı hadis-i şerifteki açıklamayı göz önünde bulundurursak
"Rasûlü Zîşan Efendimizin ketenden mamul üç parça Yemen kumaşıyla
kefenlenmiş olduğunu" söyleyebiliriz. Fahr-i Kainat Efendimizin vefatı
esnasında üzerinde bulunan gömlekle kefenlendiğini ifade eden ve ölünün
kefenleri arasında bir de gömlek bulunmasının müstehab olduğunu söyleyen bazı
Hanefilerle, Malikilerin ve zeyd b. Ali ile el-Müeyyed bil-lah'ın delilini
teşkil eden 1353 numaralı hadis aksi görüşte olanlarca zayıftır. Çünkü sözü
geçen hadisin senedinde Yezid b. Ebî Ziyad vardır. Bu.ravi hadis ulemasınca
tenkid edilmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber'in vefatı esnasında giymekte olduğu
gömleğe sarılarak yıkanıp defnedildiğini kabuletmek çok zordur. İki kumaştan
meydana gelmiş bir elbise içerisinde kefenlendiği ifadesi ise son derece yanlıştır.
Nitekim şu hadis-i şerif bu yanlışı açıkça ortaya koymaktadır. "Rasûlullah
(s.a) Sehuliyye denilen pamuklu üç parça beyaz Yemen bezi içine kefenlendi.
Bunların içinde sarık yoktu. Hülleye gelince; bunun Rasûullah (s.a.)'e kefen
yapmak için satın alınıp alınmadığında halk şüpheye düştüğünden hülle (elbise)
terk olundu ve Rasûlullah (s.a) beyaz pamuklu üç sehuliyye bezi içine
kefenlendi. Hülleyi Abdullah b. Ebû Bekir aldı ve:
"Ben bu huüeyi
kendime kefen yapmak için muhafaza edeceğim." dedi. Sonradan:
"Buna aziz ve
celil olan Allah Peygamberi için razı olsaydı, O'na kefen yapardı."
diyerek hülleyi sattı; parasını da tasadduk etti."[326]
Nitekim İmam Nevevî de
Hz. Peygamberdin iki kumaştan oluşan bir hülle (elbise) içerisinde
kefenlendİğini ifade eden 3513 nolu hadisin zayıf olduğunu, çünkü senedinde
Yezid b. Ebî Ziyad bulunduğunu, dolayısıyla bu hadisin delil olma niteliğinden
mahrum olduğunu söylemiştir.[327]
3154... Ali b.
Ebû Talib (r.a) den demiştir ki:
Kefen (seçmek) te
pahalıcıhğa sapmayınız. Çünkü ben Rasûlullah (s.a)'i
"Kefen hususunda
pahalıcılık yapmayınız. Çünkü o, çabuk soyulur." derken işidim.[328]
Kefen seÇerken, gerek
kefenin sayısı, gerek ölçüleri ve gerekse fiatı hususunda Hz. Peygamberin ve
ashabının tatbikatını gözönünde bulundurmak, lükse kaçan ve sahibine ağır
külfetler yükleyen pahalı kumaşlar seçmekten kaçınmak gerekir. Çünkü Rasûlü
Zîşan Efendimizin tabiriyle, kefen ölünün vücudunda çok kısa bir zamanda eskir
ve lime lime olarak soyulup gider. Nitekim bir hadis-i şerifte buyurulduğu
Üzere "Ebû Bekir (r.a) vefat ederken kendi üzerinde bulunan zaferanla
lekelenmiş bir elbiseye bakarak -şu elbisemi yıkayın ve O’na iki elbise daha
katın da beni onlarla kefenleyin- demiştir." Hz. Aişe de kendisine O
eskidir deyince,
"Şüphesiz yeniyi
giymeye diri ölüden daha layıktır. O (kefen) ancak bedenden akan irin ve sarı
sular içindir.** cevabını vermiştir.[329]
Binaenaleyh, erkekler
için sünnet olan kefen; lifafe, izar ve kamisten ibarettir. İşte bu üç parça
bezin, temiz olmak şartıyla yeni veya kullanılmış olması arasında bir fark
olmadığı gibi[330] sünnet olan bu
kumaşların seçiminde pahalı kumaşlardan kaçınmaktır.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifin, "Biriniz kardeşini kefenlediği zaman, kefenini güzel
yapsın." mealindeki 3148 numaralı hadis-i şerifle, Deylemî'nin rivayet
ettiği "cenazelerinizin kefenini güzel yapın: Zira onlar biribirlerine
onunla iftihar ederler ve kabirlerinde birbirlerini onunla ziyaret
ederler." mealindeki hadis-i şerif arasında bir çelişki yoktur. Çünkü kefenin
güzel olmasından maksat, pahalı olması değil, temiz ve hayatta giyilebilen
kumaşlar cinsinden olması ondan daha pahalı ve daha düşük olmayıp orta kalitede
bir bezden olmasıdır ki bu da dinin koymuş olduğu ölçüleri aşmamakla
gerçekleşir.
Ancak mevzumuzu teşkil
eden bu hadisin senedinde Amr b. Hişam el-Cenbî vardır. Bu râvinin güvenilir
bir râvi olup olmadığı hakkında ihtilaf vardır. Sonra Sabi ile Hz. Ali arasında
bulunması gereken ravi de atlanmıştır. Bu bakımdan bu hadis munkati' dir.
Çünkü Darekutnî'nin açıklamasına göre Sa'bi Hz. Ali'den bir hadisten başka bir
hadis işitmemiştir. O hadiste bu hadis değildir.[331]
3155...
Habbab (b. Eret')ten demiştir ki:
Mus'ab b. Umeyr Uhut
(savaşı) günü şehid edilmişti. (Üzerinde) alaca yünlü kaftandan başka (bir
şeyi-de) yoktu. Başını örttüğümüz zaman, ayaklan dışarıda kalıyor, ayaklarını
örttüğümüz zaman da başı dışarıda kalıyordu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a)
"Başım örtünüz,
ayaklarının üzerine de (biraz) izhîr koyunuz" buyurdu.[332]
İzhir; Hicaz'da biten
ve kuruyunca beyazlaşan hoş kokulu meşhur bir ottur.
Bu hadis-i şerif,
ölünün bütün vücudunu örtecek büyüklükte bir kefen bulunamadığı zaman, mevcut
kefenle öncelikle ölünün baş tarafını örtmek gerektiğine, geri kalan kısmımnsa
izhir otuyla örtüleceğine delalet etmektedir. Çünkü baş taraf, aşağı taraftan
daha faziletlidir. .
İmam Nevevî'nin
açıklamasına göre, eğer mevcut kefen, Cenazenin başı ile birlikte avret
mahallini Örtmeye kâfi gelmiyorsa, onunla sadece avret mahalli örtülür. Çünkü
ölünün avret mahallini örtmekte, dirinin avret mahallini Örtmek gibi farzdır.
Ona bakmak ve dokunmak haramdır.
Yine bu hadis-i şerif,
ölünün tüm bedenini örtmenin farz olmayıp sadece avret mahallini örtmenin farz
olduğuna delalet etmektedir. Çünkü cenazenin bedeninin tümünü Örtmek, farz
olsaydı, Hz. Habbab'ın vücudunun tümü örtülür, ayak tarafı açık bırakılmazdı.
Her ne kadar ashab-ı kiramın fakru zaruret içinde olup ve güçleri yetmediği
için, Hz. Habbab'ı bu şekilde defnetmiş oldukları akla gelirse de, "ölünün
tüm bedenini örtmenin farz olması halinde mutlaka bu farzı yerine getirmenin
bir çaresini bulmaya çalışacaklarını ve bunu gerçekleştireceklerini de
unutmamak gerekir. Bilindiği gibi Hanefilere göre, ölünün tüm vücudu avret
değildir. Onun avret mahalli sağlığındaki avret mahallinden ibarettir.
Ayrıca bu hadis-i
şerif, ashab-ı kiramın ne derece fakir olduklarını açıkça ifade etmektedir.
Bilindiği gibi fakru zarurete sabretmek insanı "ebrar" derecesine
yükseltir.[333]
Namı ve Nesebi:
İsmi: Mus'ab, Künyesi:
Muhammed, babası: Umeyr, validesi Hannes bt. Malik, Nesebi: Mus'ab b. Umeyr b.
Haşim b. Abdimenaf b. Abduddar b. Kusay el-Kureşî...
islâmiyet i Kabulü:
Mus'ab, gerçekten yüzü
kadar kalbi de berrak, zevk sahibi ve akıllı bir gençti. O yaratılıştan putlara
karşı nefret doluydu. Bunun içindir ki, Mekke'de tevhid daveti yükselir
yükselmez, bu davet onun kulağına varmış, temiz kalbinde akisler yapmıştı.
Osman b. Talha'yı ibadet ederken gören Mus'-ab, doğruca Erkam'ın evine, Allah
Rasûlü'nün huzuruna koşmuş ve müslü-man olmuştu. Böylece içinde bulunduğu refah
ve saadeti bir anda.feda etmişti...
Allah Rasûlü'nün Göz
Yaşları:
Allah Rasûlü,
Mekke'den çıkarak Küba'ya geldiğinde, Medineli Müslümanlar kendisini
karşılamaya gelmişlerdi. Bu sırada, belinde bir koyun pos-tuyla yarı çıplak bir
vaziyette Hazreti Mus'ab gelmişti. Ayaklan çıplaktı. Onu bu durumda gören Allah
Rasûlü, onun Mekkede yaşadığı hayatı düşünerek üzülmüş ve mübarek gözlerinden
yaşlar akıtmıştı...
Hazreti Mus'ab'ın
Teçhiz ve Tekfini:
Allah Rasûlü, Hz.
Mus'ab'ın şehid olduğunu haber aldığı zaman şu âyet-i kerimeyi okumuşlardı:
"Mü'minler içinde öyle kimseler vardır ki, Allah'a karşı bütün
taahhütlerini samimiyetle yerine getirmişlerdi..."[334]
Hazret-i Mus'âb'ın
Fazilet ve Kemali:
Hazreti Mus'ab, son
derece zeki, fasih ve beliğ bir zattı. Onun Medine'de İslâmiyet'i yayma ve
telkin hususunda gösterdiği liyakat ve elde ettiği başarı, fazilet ve kemalinin
en büyük burhanıdır. Bundan başka şehit olduğu ana kadar Kur'ân-i Kerîm'in
bütün âyetlerini ezberinde tutardı.
Hazret-i Mus'ab'ıjı
Ahlâkı:
Hazret-i Mus'ab'ın
hayatı, onun ne kadar yüksek ve temiz ahlak sahibi olduğunu gösterir. O, kendi
arzu ve isteği ile kabul ettiği bir inanç için hayatının bütün debdebe ve
saltanatını feda etmiş; eza ve cefalara uğramayı hoş görmüş, Habeş diyarına
kadar gitmiş, her yerde ve zamanda İslâm'ı yaymakla meşgul olmuş ve nihayet bu
dava uğrunda canını feda etmişti.
Hazret-i Mus'ab'ın
İslâmiyet'ten önceki haliyle sonraki halini mukayese edecek olursak onun ne
denli bir mücahid olduğu hemen ortaya çıkar. Bu büyük mücahit, karanlık gözlere
ışık verecek, en mutaassıp ve donmuş kafalara nur akıtacak, hurafeler mahşeri
olan beyinlere hidayet huzmeleri ulaştıracak, kin,düşmanlık ve intikam
hislerinin mahzeni olan ruhlara hakiki insanlığın zevkini tattıracak bir
insandı. Bu yolda insan tahammülünün üstünde bir sabırla yürüyen bu büyük
mücahit, her felaket ve her mihnete göğüs gererek, zaferlerin en büyüğünü
kazanmıştı.[335]
İsmi: Habbab, künyesi:
Ebû Abdullah idi. Nesebi şöyledir: Habbab b. Eret, b. Cendele, b. Saad, b.
Huzeyme, b. Ka'b b. Saad, b. Zeyd, Menat, b. Temim.
Cahiliyyet devrinde
Mekke'de köle olarak satılmıştı.
îslâmiyeti Kabulü:
Hz. Habbab, İslâm'ın
ilk günlerinde islâmiyetle şereflenmişti. Rasûl-i EİWi, Zeyd b. Erkam'ın
hanesinde kaldığı zaman, Hz. Habbab islâmiyet şeref ve saadetine mazhar
olmuştu. Bu şerefe erenlerin arasında altıncı şahıs idi.
Gazaları:
Hz. Habbab, Medine'ye
geldikten sonra ömrünün sonuna kadar bütün savaşlara iştirak etmişti.
Hastalığı ve Vefatı
Hicretin 37. senesinde
Kufe'de hastalandı. Tedavi fayda vermedi. Vefat etti. Son nefeslerinde Hz.
Hamza'yı hatırlamış, onun gibi şahadet kefeni giymediğine üzülmüştü. Halk
hastalığında ziyaretine gelmişti. Hz. Habbab ölümden korkmadığını söylemiş:
"Dünyada iyi yaptı isem mükâfatını göreceğim, iyilik yapmamış isem
Cenâb-ı Hak gafur, rahimdir" demişti.
Yine bir gün,
mükâfatını dünyadayken aldığını, bunun için dünyadan hiç bir nasip almadan
Bedir'de şehit olanlara imrendiğini söylemişti. İpekten kefenini göstererek:
"Hamza'ya Uhud'da kefen bulamamıştık" diye ağlamıştı.
Serveti ve Maişeti:
Hz. Habbab, cahiliyyet
devrinden kurtulup İslâm devrine girdikten sonra kılıcının kuvveti ile geçimini
temin ederdi. Önceleri maişet hususunda hayli sıkıntı çekmişti. Fakat sonra
Cenâb-ı Hâk'kın inayeti ile vaziyeti düzelmiş, iş, güç sahibi olmuş, bir miktar
da servet edinmişti. Nitekim vefatında 40.000 dirhem miras bırakmıştı.
Fazilet ve Kemali:
Hz. Habbab, Rasûl-i
Ekrem'in hal ve fiillerini araştırıp soruşturur ona göre hareket ederdi. İbadet
ve harekatında bilmediği her şeyi Rasûl-i Ekrem'den sorup öğrenmeye çalışırdı.
Bir defa Rasûl-i Ekrem'e yatsı namazı hakkında bir sual sormuştu; Rasûl-i
Ekrem» anlatmıştı. Ertesi gün unutmuş, yine gelip sormuştu. Resûl-i Ekrem
"Bu namaz, ümit ve korku namazıdır. Bu namazda Cenab-ı Hak'dan üç şey dua
edilirse hiç olmazsa ikisi kabul edilir." buyurmuşlardır.
Hadis Rivayetleri:
Rivayet ettiği
hadislerin yekunu 33'dür. Bunlardan üçü müttefekuna-leyh, ikisi Buhari'de, biri
Müslim'de ayrıca rivayet olunmuştur.[336]
3156...
Ubade b. Samit'ten (rivayet olunduğuna göre) Rasûlüllah (s.a.)
"Kefen'in
hayırlısı hülledir. Kurban (lığ) in en hayırlısı da boynuzlu koçtur."
buyurmuştur.[337]
Hülle: Yemen
kumaşından dokunmuş, iki parçadan müteşekkil elbise demektir. Aynı cins
kumaştan dikilmiş olan ve iki parçadan oluşan elbiseyede hülle denir. Binaenaleyh
bir elbiseye hülle denilebilmesi için iki parçadan oluşması ve her iki
parçanındaraynı cins kumaştan dikilmiş olması gerekir. Bu hadis-i şerifte
hüllenin en hayırlı kefen olarak nitelendirilmesi bir parçadan ibaret olan
kefene nisbetledir. Üç parçadan oluşan bir kefense elbette hülleden daha
hayırlıdır.
Hadisi Şerifte,
zaruret olmadıkça bir parçadan oluşan kefenle yetinmenin uygun olmadığı
kasdedilmiş olması, kuvvetle muhtemeldir.
Hernekadar bazıları,
en hayırlı ve faziletli kefenin Yemen kumaşından yapılan kefen olduğunu
söylemişlerse de, bir hadis-i şerifte, açıklandığı üzere "en hayırlı kefen
beyaz elbiseden yapılan kefendir"[338] O
gün için halka temini en kolay olan kefenliğin Yemen kumaşından yapılan hülle
olduğu için Rasûl-i Ekrem'in kefenlik olarak hülleyi tavsiye etmiş olduğu ve
yine bu düşünceyle onun en hayırlı kefenlik olduğunu söylemiş olması da mümkündür.
Rasûl-ü Zîşan Efendimizin boynuzlu koçun en hayırlı kurbanlık olduğunu
söylemesi ise, genellikle boynuzlu koçların daha etli olmalarıyla açıklanabilir.[339]
3157...
Leyla Kanif es-Sekafi dedi ki: "Rasûlullah (s.a)'in kızı Ümmü Gülsüm vefat
ettiği zaman, onu yıkayan kadının yanında ben de vardım. Rasûlullah (s.a)'ın bize
verdiği ilk (kefenlik) peştemal, sonra gömlek, sonra başörtüsü sonra dâ çarşaf
oldu. (Hz. Ümmü Gülsüm) Bu elbiselerden sonra başka bir elbisenin içine daha
sarıldı. (Biz Hz.. Ümmü Gülsüm'ü yıkarken) Rasûlullah (s.a) yanında (Hz. Ümmü
Gülsüm'ün) kefeni olduğu halde, kapının yanında oturuyordu. Ve onları bize
parça parça veriyordu.[340]
1. Her ne
kadar burada Hz. Peygamberin vefat ettiğinden bahsedilen kızının Ümmü Gülsüm
olduğu anlatılıyorsa da 3142 nolu hadisin şerhinde açıkladığımız gibi, Hz. Peygamberin
burada söz konusu edilen kızı Hz. Ümmü Gülsüm değil, Hz. Zeynep'tir. Bu hadis-i
şerif kadının kefenini izar, gömlek, baş örtüsü, milhafe ve düre ta'bir edilen
iki sargıdan ibaret olmak üzere, beş kat halinde hazırlamanın müstehab olduğuna
delalet etmektedir. Nitekim Hanbeliler ile Şafiîler bu görüştedirler. Bilindiği
gibi sargıların tüm vücudu örtecek büyüklükte olması gerekir.
2.
Mâlikilere göre ise, kadın için müstehab olan kefen izar, gömlek, başörtüsü ve
dört sargı olmak üzere yedi parçadan meydana gelmir.
Maliki ulemasına göre,
hadis-i şerifte geçen kefenle ilgili sayılar kayıtlayıcı ve sınırlandırıcı bir
manâ ifade etmemekte, sadece kadının kefeni meselesinde adet bakımından bir
genişlik bulunduğunu ve dolayısıyla hadiste sayılan kefenlerden daha fazla
kefen kullanmanın caiz olduğunu ifade etmektedir.
3.
Hanefiiere göre kadın için sünnet olan kefen yensiz, yakasız, dikişsiz bir
gömlek, tepeden tırnağa bütün cesedi saran bir izar (don). İzardan daha uzun
olan alt ve üst kısımlarından bağlanan bir sargı, baş örtüsü ve göğüs örtüsü
olmak üzere beş parçadan meydana gelir. Bu suretle Hanefi alimleri mevzumuzu
teşkil eden hadise uygun olarak kadının sünnet olan kefenini beş adet olarak
belirlemişlerdir. Ancak iki lifâfenin birinin başa diğerinin de göğüse ait
olduğunu söylemişlerdir.
Bu meseleyi şu şekilde
özetleyebiliriz:
1. Cenazeyi
kefenlemek meşrudur.
2. Bütün
bedeni örten bir kefenden fazla kefen kullanmanın cazi olduğunda ittifak
olduğu gibi, birden fazla kefen kullanmanın vacib olduğunu iddia eden bir ilim
adamı da yoktur.
3. Kadınlar
için müstehab olan kefen sayısının beş veya yedi, erkekler için de üç veya beş
adet olabileceğine dâir görüşler vardır.
imam Nevevî'ye göre, ölünün
kefeni kendi malından temin edilir. Eğer kendi malı yoksa, nafakası kimin
üzerine düşüyorsa kefen o kimsenin malından temin edilir. Eğer o kimsenin de
malı yoksa, hazineden temin edilir. Hazinede de yeterli mal yoksa, bu kefeni
temin etmek bütün müslamanlara farz olur. Bu durumda devlet başkanı bu masrafı
müslümanların zenginlerine dağıtarak onlardan te'min eder.
Ancak Hanefi
imamlarından Ebû Yusuf (r.a) kadının malı olsa bile onun kefeninin kocasının
malından te'min edileceğini söylemiştir.[341]
3158... Ebû
Said el-Hudrî'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a)
"Kokularınızın en
güzeli misktir" buyurdu.[342]
Bu hadis-i şerifin
vürûduna sebep; ölüyü miskle kokulamanın sünnet olduğunu bilen ashab-ı kiramın
fahr-i kâinat Efendimize yönelttikleri "ölüyü kokulamak için en güzel koku
hangisidir?" şeklindeki bir soru olması ihtimali kuvvetlidir. Nesaî'nin
rivayetinde "Misk kokularınızın en güzelindendir" buyurulması da
Rasûl-ü Zîşan Efendimiz, bu sözü söylemeden önce kendisine "kokuların
hangisi güzeldir?" şeklinde bir soru sorulmuş olduğu ihtimalini
kuvvetlendirmektedir. Musannif Ebû Dâvûd'la Tirmizî ve Nesaî bu meselede böyle
düşündükleri için, bu hadisi cenaze bölümüne yerleştirmişledir. Binaenaleyh
Hz. Fahr-İ Kâinat Efendimiz "kokularınızın en güzeli misktir."
buyurmakla "ölülerinizi miskle kokulayınız" demek istemiştir. Çünkü
melekler cenazenin etrafında hazır olduklarından ölüden çıkması muhtemel olan
pis kokulardan rahatsız olabilirler. Cenaze miskle kokulandığı zaman, pu pis
kokular kaybolacağından, meleklerin rahatsız olaması tehlikesi ortadan kalkmış
olur. Nitekim Abdur-rezzak'ın Musannaf ında rivayet edildiği üzere Selman-ı
Farisî (r.a) ölmeden önce karısına bir misk emanet ederek "öldüğüm zaman
beni bununla kokulayınız! Çünkü o zaman benim yanıma Allah'ın yaratıklarından
yemeyen ve içmeyen bir cemaat gelecektir. Onlar bu miskin kokusunu duymuş
olurlar!" demiştir. Ebû Bekir b. Ebî Şeybe de Hz. Enes'in bu maksatla
Rasûl-ü Zîşan Efendimizin güzel misklerle kokulanmış saçlarını sakladığını
rivayet etmektedir.[343]
1. Kokuların
en güzel misktir.
2. Misk
temiz olduğundan cilde ve elbiseye sürülebilir. Bu mevzuda ilim adamları
ittifat etmişlerdir. Şiilerin miskin temiz olmadığına dair naklettikleri
haberlerin asılsız olduğu âlimlerin icmaı ve sahih hadislerin delaletiyle
merduttur. Bu bakımdan Şiilerin bu görüşleri kaideyi bozmayan bir istisna
teşkil etmektedir.[344]
3159...
Husayn b. Vahvah'dan (rivayet olunduğuna) göre;
Talha Îbnü'1-Bera
hastalanmış. Bunun üzerine Peygamber (s.a) ziyaret etmek üzere yanına varmış
da:
"Talha'yi, ölüm
kendisine yaklaşmış halde görüyorum. (Öle cek olursa) bunu bana habir veriniz.
(Teçhiz ve tekfin işlerinde de) acele ediniz. Çünkü bir müslümamn leşini
(cesedini) (ev) halkı arasında bekletmek gerekmez.” buyurmuş.[345]
İnsan cesedi bir yerde
bir süre kalınca, bozulmaya ve kokmaya başlar. Onun kokması etrafındaki
kişilerin ondan nefret edip kaçmasına sebep olur ki, bu ölünün kalanlar
üzerinde bıraktığı sevgi ve saygıyı kaldırır.
Aslında
"İeş" kelimesi ölmüş hayvanların cesetleri hakkında kullanıldığı
halde, Hz. Fahr-i Kainatın müslümanların cesetleri hakkında bu kelimeyi
kullanması, uzun süre bekletilen insan cesetlerinin de leş gibi koku neşredeceğini
anlatmak ve cenazeyi evde bekletmekten onları sakındırmak içindir. Binaenaleyh
Hz. Peygamberin bu ta'birinde ölünün pis olduğuna dair bir delâlet yoktur.[346]
1. Hasta
ziyaret etmek müstehabdır.
2. Halkın
gerekli ilgiyi göstermesi ve cenaze namazına iştirak etmesi için, bir kimsenin
öldüğünü ilan etmek müstehabdır.
3. Cenazeyi
bekletmeden, en kısa zamanda defnetmek için aceie etmek müstehabdır.
4. Cenazenin
saygınlığını korumak, onun insanların nefretini mucib hallere düşmesine meydan
vermemeye gayret etmek müstehabdır.
5. El Beğavî
bu hadisi Said b. Osman el-Belva'dan başka kimsenin rivayet etmediğini bu
bakımdan bu hadisin garib olduğunu söylemiştir.[347]
3160... Aişe
(r.a.) dan (rivayet olunduğuna göre), Peygamber (s.a) dört (şey) den dolayı
gusledermiş,
1.
Cünüplükten, 2. Cuma günü (gelince)
3. Kan aldırmaktan, 4. Ölü yıkamaktan.[348]
Bu hadis-i şerifle
ilgili gerekli açıklama, daha önce geçtiği için burada tekrardan kaçınarak
okuyucularımızı 348 numaralı hadis-i şerifin şerhine havale ediyoruz.[349]
3161... Ebû
Hüreyre'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a) "Cenaze yıkayan gusletsin, onu
taşıyan da abdest alsın."
buyurmuştur.[350]
Hadis-i Şerifin
zahirinden anlaşılan, cenaze yıkayan bir kimsenin gusletmesinin, cenaze taşıyan
bir kimsenin de abdest almasının farz oluşudur. İmamiyye mezhebi mensupları bu
hadisin zahirine sarılarak "cenaze yıkayan bir kimsenin gusletmesi cenaze
taşıyan bir kimsenin de abdest alması farzdır." demişlerdir. Hz. Ali
(k.v) ile Hz. Ebû Hürey-re (r.a) de bu görüştedirler.
İmam Malik ile İmam
Ahmed'e ve Şafiîlere göre, cenaze yıkayan bir kimsenin gusletmesi, cenaze
taşıyan bir kimsenin de abdest alması müstehabdır. Sözü geçen bu mezhep
imamlarına ve mensuplarına göre, metinde geçen "gusletsin ve abdest alsın”
emirleri vücub için değil, istihbab içindir. Çünkü Darekutnî ile Hakim'in İbn
Abbas (r.a) den rivayet ettikleri "bir cenazeyi yıkamanızdan dolayı
gusletmeniz gerekmez. Çünkü sizin ölünüz pis değildir. Sadece ellerinizi
yıkamanız yeter." mealindeki hadis, sözü geçen emirlerin istihbab ifade
ettiklerine delalet etmektedir. Darekutnî ile Hakim'in rivayet ettikleri bu
hadis-i şerifin bir benzerini de Beyhaki rivayet etmiş ve İbn Hacer de bunun
hasen olduğunu söylemiştir.
Hafız İbn Hacer
et-Telhis isimli eserinde de el-Hatib'in îbn Ömer'den naklettiği, "Biz
cenazeyi yıkardık, yıkama bittikten sonra kimimiz yıkanırdı, kimimiz de yıkanmazdi."
mealindeki hadisin senedi hakkında sahihtir demiştir. Hafız ibn Hacer İmam
Malik'in ivayet ettiği "Umeys'in kızı Esma, Hz. Ebû Bekir vefat ettiği
zaman, O'nu yıkadı. Daha sonra da orada bulunan muhacirlere:
Ben oruçluyum hava da
çok soğuk acaba yıkanmam gerekir mi? diye sordu onlar da:
Hayır! diye cevap
verdiler.[351] mealindeki hadis
hakkında da "Hz. Ebû Bekir'in vefatı büyük bir hadisedir. Böylesine büyük
bir hadisede muhacirlerle birlikte ensarın ileri gelenlerinin tümünün de hazır
bulunduğundan şüphe edilemez. Müslümanların ileri gelenlerinin tümünün
bulunduğu bir mecliste, cenaze yıkamakla ilgili bir farzı bilen bir kişinin
bulunmaması düşünülemez. Eğer cenaze yıkayan kimseye gusl lazım gelseydi, o
mecliste mutlaka bunu bilen bir kişi çıkardı." demiştir.
Bu mevzuda Hattâbî de
şöyle diyor: "Ben cenaze yıkayan bir kimseye gusül, cenaze taşıyan bir
kimseye de abdest lazım geldiğini söyleyen hiçbir fıkıh alimine rastlamadım.
Cenaze yıkayanın gusletmesi, cenazeyi taşıyanın da abdest almasıyla ilgili
emirlerin farziyyet için değil de, istihbab için olması mümkündür.
Bu mevzudaki gasletsin
emrinin üzerinde pislik bulunan bir ölüyü yıkayıp da, ölünün cesedinden
üzerine bir pislik sıçrayan, bu pisliğin neresine isabet ettiğini tesbit
edemediği için, vücudunun tümünü yıkaması icabeden kimselere ait olması
ihtimali vardır. Abdest alsın emrinin de "ölüyü yıkamayan kimse, cenaze
namazına yetişebilmek için abdestli bulunsun" şeklinde te'vil etmek de
mümkündür."
Her ne kadar
el-Hattâbî "Ben -cenaze yıkayan bir kimseye yıkanmak cenaze taşıyan bir
kimseye de abdest almak farz olur- diyen bir fıkıh alimine .astlamadım."
demişse de yukarıda zikrettiğimiz gibi, başta Hz. Ali ite Hz. Ebû Hüreyre olmak
üzere, bu görüşte olan ilim adamları da vardır.
İmam Ebû Hanife (r.a)
ile taraftarlarına ve el-Leys'e göre, cenazeyi yıkamaktan dolayı yıkanmak ne
farzdır ne de sünnettir. Ancak abdest almak menduptur.[352] Bu
mevzuda gelen hadislerdeki "gusletsin" sözünden maksat, yıkanmak
değil, sadece elleri yıkamaktır. Hattâbî'nin açıklamasına göre, bu hadisin
senedi tenkid edilmiştir. İbn Kattan da hadisin ravisi Amr b. Umeyr'in halinin
meçhul olduğunu söylerken İmam Tirmizî, bu hadisin hasen olduğunu söylemiştir.
Bu da İmam Tirmizi'nin bu hadisin sıhhati hakkında Hattâbî'nin bilmediği bazı
bilgilere sahip olduğunu gösterir. Bu hadis hakkında 348 nolu hadisin şerhinde
de açıklama vardır.[353]
3162... Ebû
Hureyre (r.a) Peygamber (s.a)'den (bir önceki hadisin bir de) manasını (rivayet
etmiştir).
Ebû Davûd der ki: Bu
hadis, neshedilmiştir. Ahmed b. HanbeVe, ölü yıkamadan dolayı gusletme(nin
hükmü) sorulduğunda "Ona abdest (almak) yeter" diye cevab verdiğini
(bizzat ağzından) işittim. (Ravi) Ebû Salih bu hadis(in senedin)e kendisiyle
Ebû Hureyre arasına (bir başka raviyi) yani Zaide'nin azatlı kölesi îshak'ı
sokmuştur. 3160 numaralı Mus'ab hadisi ise zayıftır. (Çünkü) onda kendisiyle
amel edil(e)meyen bir özellik vardır.[354]
Bir önceki Amr b.
Umeyr'in Ebû Hureyre'den rivayet ettiği hadisi, mana olarak Ebû Hureyre'den bir
de Zaide'nin azatlı kölesi İshak rivayet etmiştir.
Musannif Ebû Davud'a
göre, "Aynı manaya gelen iki ayrı lafızlarla rivayet edilen bu hadislerin
hükmü neshedilmiştir. İmam Ahmed'in "Ona abdest (almak) yeter" sözü
O'nun da bu görüşte olduğunu gösterir."
Her ne kadar mevzumuzu
teşkil eden bu hadisin senedinde Ebû salih ile Ebû Hureyre arasında Zaide lin
azatlı kölesi İshak bulunuyorsa da, Tirmizî ile İbn Mace ve Beyhakî'nin
Sünen'indeki senedlerinde Ebû Salih ile Ebû Hureyre (r.a) arasında ishak
yoktur.
Musannif Ebû Dâvûd
hadisin senedindeki bu farklılığa temas etmekle, bu hadisin aynı zamanda zayıf
olduğuna işaret etmek istemektedir.
Yine Musannif talikte
geçen "Mus'ab hadisi ise zayıftır..." sözüyle de 3160. numaralı
Mus'ab hadisinde kendisiyle amel edilmesi mümkün olma-van bir özellik
bulunduğundan, mevzumuzu teşkil eden Ebû Hureyre hadisini takviye
edemeyeceğine, dolayısıyla mevzumuzu teşkil eden hadisin zayıflıktan
kurtulamayacağına, dikkati çekmek istemektedir.
Ölüyü yıkayan kimsenin
yıkanması, taşıyan kimsenin de abdest alması gerektiğine dair gelen hadisler
konusunda Ali b. el-Medini ile İmam Ahmed "Bu babda gelen hadislerin
hiçbiri sahih değildir" demişlerdir. El-Hakim ile İbnül Münzir de aynı
görüştedirler. Fakat Hafız İbn Hacer "Bu hadisleri Tirmizî'nin hasen, îbn
Hibbân'ın sahih saydığını Darekutnî'nin de bunları güvenilir ravilerden oluşan
bir senetle rivavet ettiğini ve İbn Hazm'ın da bu hadislerin sahih olduğuna
inandığını" söylemiştir.
İmam Şafiî ise el-Ümm
isimli eserinde, bu hadislerin sıhhatine inana-madiği için onlarla amel
edemediğini ifade buyurmuştur.
Fakat M enhel yazarı,
bu hadislerin zayıf tarikle de olsa, pek çok yollardan rivayet
edildiklerini,'dolayısıyla bunların zayıflıktan kurtularak hasen derecesine
yükseldiklerini, binaenaleyh İmam Nevevî'nin İmam Tirmizî'yi bu hadise hasen
dediği için tenkid etmesinin doğru olmadığını, söyledikten sonra, bu hadisle
amel etmenin müstehab olduğunu ifade ederek bu meselede ileri sürülen
delillerin arasını telif etme yoluna gitmiş ve Neyl-ül Evtar sahibi Şevkani'nin
de bu görüşte olmakla beraber, sadece elleri yıkamakla da bu hadisle amelin
gerçekleşebileceğine ihtimal verdiğini kaydetmiştir.
Bu mevzuya İmam
Tirmizî'nin şu sözleriyle son veriyoruz: "Bu hadis Ebû Hureyre'den mevkuf
olarak da rivayet edildi. İlim adamları, cenazeyi yıkayan kişi hakkında ihtilaf
ettiler. Peygamber (s.a)'in ashabından ve sonrakilerden bazı ilim adamları,
"Cenazeyi yıkadığı vakit gusül alması gerekir" diyorlar. Kimi
de,"abdest almalıdır" diyor. Malik b. Enes, "Cenazeyi yıkamak
sebebiyle yıkanmayı müstehab görüyorum; bunun vacip olduğu kanaatinde
değilim" dedi. Şafiî de böyle söylüyor. Ahmed ise şöyle demektedir:
"Cenazeyi yıkayan kişiye yıkanmak vacip olmadığı ümidindeyim; ab-deste
gelince, bu hususta söylenenlerin en azı abdesttir." İshak, "abdest
mutlaka gereklidir" diyor. Abdullah b. El-Mübarek'den de şöyle dediği
rivayet edildi: "Cenaze yıkamak yüzünden ne yıkanır ne de abdest
alır!"[355]
3163... Aişe
(r.a) dan demiştir ki:
Rasûlullah (s.a)'ı
ölmüş olan Osman b. Maz'un'u öperken gördüm. Hatta (gözlerinden) yaşlar
akıyordu.[356]
Bu hadıs-ı şerif,
ölüyü öpmenin caiz olduğuna ve ölüye sessizce ağlamanın meşru luguna delalet
etmektedir. Tirmizi bu hadisin hasen-sahih olduğunu söylemiştir.
Metinde geçen:
"Hatta (gözlerinden) yaşlar akıyordu." sözü, Fahr-i Kâinat
Efendimizin Osman b. Maz'un için pekçok ağladığından kinayedir. Bey-hakî'nin
Süneninde bu hadis "Rasûlullah (s.a) ölmüş olan Osman b. Maz'-un'un yanına
girdi, yüzünü açtı, sonra üzerine kapanıp onu öptü ve ağladı. Hatta ben
gözyaşlarının yanağına akmakta olduğunu gördüm." anlamına gelen lafızla
rivayet edilmiştir.[357]
İsmi, Osman, Künyesi,
Ebû Said, babası Maz'un, validesi Sahile b inti Elabes, Nesebi, Osman b. Maz'un
b. Habib b. Vehb İbn Huzafe b. Cümh b. Amr b. el-Cümhî. İbn İshak'a göre,
İslâmiyete ilk girenlerin ondördün-cüsüdür.
Hz. Osman b. Maz'un
ailesi ile birlikte Habeşistan'a hicret edenler arasında idi. Bilahare
kendilerine bütün Kureyş'in müslüman olduğu şayiası erişince, Mekke'ye
dönmüşlerdi. Fakat Mekke'ye yaklaştıkları sırada aldıkları haberlerin yanlış
olduğunu ve Mekke'ye açıktan açığa girdikleri takdirde müthiş husumetlerle
karşılaşacaklarını ve en şiddetli intikamlara maruz kalacaklarını anlamışlar,
bu yüzden herbirisi müşriklerden bir dostuna iltica ederek onun himayesinde
şehre girmeye mecbur olmuşlardı. Hz. Osman b. Maz'un da ancak Velid b.
Muğire'nin himayesini te'min ettikten sonra, Mekke'ye girebilmişti. Fakat daha
sonra bir müşrikin himayesinde Mekke'ye girmenin ağırlığı altında ezilmeye
başladığından "bir müşrik'in himayesine lüzum hissetmediğini, Allah'ın
himayesinin kendisine kâfi geleceğini" ilave ederek kendini bir müşrik'in
minnet ve esaretinden kurtardı.
Rasûl-ü Ekrem'in süt
kardeşi olan Hz. Osman b. Maz'un bütün hayatını Allah yoluna vakfetmek, tam
bir zühd içinde yaşamak isteyen bir zattı. Hatta bunun için bütün şehvani
kuvvetlerini ta'diî etmek istemişti. Fakat Ra-sûlü Ekrem buna izin vermedi.
Rasûlü Ekrem buna muvafakat etmiş olsaydı, ashabdan birçokları bu hareketi
takibedecekti.
Hz. Osman Bedir
savaşında hasta idi, tedavisine gayret edilmekle beraber iyileşemedi.
Hicretten otuz ay sonra ebediyyet âlemeni göç etti.[358] Muhacirlerden
Medine'de vefat eden ve Baki' mezarlığına defnedilen ilk zat O'-dur.
Rahmetullahi aleyh.[359]
3164... Cabir
b. Abdillah demiştir ki:
(Medine'de) halk
mezarlıkta (yanmakta olan) bir ışık görmüşlerdi. Işığın yanına vardıkları
zaman, bir de ne görsünler (yeni kazılmış) bir kabrin içinde Rasûlullah (s.a)
var. Ve "Arkadaşınızı bana veriniz." (de onu kabre koyayım) diyor.
Bir de baktılar ki (Rasûlullah (s.a)'in kabre koymak istediği adam) sesini
yükselterek Kur'ân (okjumak)la (tanınan) adamdır.[360]
Bu hadis-i şerif,
cenazeyi geceleyin kabre koymanın caiz olduğuna delalet etmektedir. Halef ve
selef âlimlerinin cum huru bu hadis-i şerife dayanarak cenazeyi gece
defnetmenin caiz olduğunu söylemişlerdir. Cumhur ulemaya göre, Buhari'nin Hz.
Aişe'den rivayet ettiği "Gerçekten, Rasûlullah (s.a) geceleyin
defnedildi."[361]
mealindeki hadis-i şerifle, İbn Mâce'nin rivayet ettiği "Rasûlullah
(s.a)'ın ziyaret ettiği bir adam geceleyin vefat etti de, onu geceleyin
defnettiler. Sabah' olunca onun ölümünü Peygamber (s.a)'e haber verdiler.
(Efendimiz de)
Bana (geceleyin) haber
vermenizden sizi alıkoyan ne idi? buyurdu. Dediler ki;
Gece idi, karanlık
vardı. Seni meşakkate sokmak istemedik. Bunun üzerine (Efendimiz) adamın
kabrine vararak üzerine namaz kıldı."[362]
meâlindeki hadis-i şerif de cenazeyi geceleyin defnetmenin caiz olduğuna
delalet etmektedirler. Çünkü, eğer cenazeyi geceleyin defnetmek caiz olmasaydı,
Hz. Peygamber onların bu hareketini tasvib etmezdi. Oysa Hz.Peygamber onların
cenazeyi geceleyin defnetmelerini değil, sadece geceleyin o kimsenin öldüğünü
kendisine bildirmediklerini tenkit etmiştir.
Bu görüşte olan
cumhurun diğer bir delilleri de Buhari'nin rivayet ettiği Hz. Ebû Bekr'in
geceleyin defnedildiğine dair hadistir. Cumhur'a göre, Hz. Ebû Bekr'in
geceleyin defnedilmesine hiç bir şahabının itiraz etmemesi "geceleyin
ölüyü defnetmenin caiz olduğu hakkında sahabenin icma etmesi" an--lamına
gelir.
Hasan-i Basri ile Said
b.el-Müseyyeb'e göre, cenazeyi geceleyin defnetmek mekruhtur.
İbn Hazm'e göre,
zaruret olmadıkça ölüyü geceleyin "defnetmek caiz değildir.
Ölüyü.geceleyin
defnetmenin caiz olmadığını söyleyen, sözü geçen âlimlerin delilleri ise 3148
numaralı hadis-i şeriftir. Cumhur'a göre ise; Rasûl-ü Ekrem'in ölen bir kimseyi
zaruret olmadıkça geceleyin defnetmeyi yasakladığını ifade eden 3148 numaralı
hadis-i şerifte kasdedilen ölüyü geceleyin defnetmeyi yasaklamak değil,
gündüzün defnedilmesi halinde onun namazına daha çok kimsenin iştirak edeceğine
dikkati çekmektir. Yahut 3148 numaralı hadiste, geceleyin defnedilmesi Hz.
Peygamber tarafından tenkid edildiğinden bahsedilen kimse geceleyin, namazı
kılınmadan ya da kalitesi düşük bir kefenle gömülmüştür de Hz. Peygamber onun
geceleyin gömülmesini bu yüzden tenkid etmiştir. Yahut da bu tenkid sözü geçen
sebeplerin tümünden kaynaklanmıştır. Menhel yazarının da ifade ettiği gibi, bu
mevzuda cumhurun delilleri ve dolayısıyla görüşleri daha kuvvetli ve isabetli
görünmektedir.
Hz. Peygamberdin son derece
mütevazi olduğuna da delalet eden ve mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif,
Tirmizî'nin Sünen'inde şu manâya gelen lâfızlarla rivayet edilmiştir:
"İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edilmiştir. Ra-sûlullah (s.a) geceleyin kabre
indi. Kendisi için bir kandil yakıldı ve Rasûlü Ekrem, ölüyü kıble tarafından
alarak -Allah sana rahmet etsin! Gerçekten sen, Allah korkusundan devamlı
olarak inleyen ve bol bol Kur'ân okuyan bir kişi idin- buyurdu ve ölünün
üzerine dört defa tekbir getirdi."
Ebû Naim el-İsfehanî'nin
açıklamasına göre, bu hadiste geceleyin gömüldüğünden bahsedilen zat
"Abdullah zül Bicadeyn" isminde bir sahabidir.[363]
3165...
Cabir (b. Abdullah)'dan demiştir ki:
"Biz Uhud
(savaşı) günü ölüleri gömmek için (düştükleri yerlerden alıp Medine'ye)
taşımıştık. Bunun üzerine Peygamber (s.a)'in bir dellalı gelip "Rasûlullah
(s.a) size Ölüleri öldükleri yerlere gömmenizi emrediyor." dedi. Biz de o
ölüleri (eski yerlerine) iade ettik.[364]
Bu hadis-i şerif,
şehidlerin şehid edildikleri yerlerden başka yere taşınmalarının caiz
olmadığını, şehid edildikleri yerlere gömülmeleri gerektiğine delalet
etmektedir. Âlimler böyle hüküm vermişler. Ve buradaki emrin farziyyet ifade
ettiğini başka bir yere taşımanınsa, haram olduğunu söylemişlerdir.
Menhel yazarının
açıklamasına göre, ölünün vefat ettiği yere gömülmesiyle ilgili emir Uhud
şehidlerine ait özel bir emir olup Uhut savaşından sonraki şehidlere şumülü
yoktur. Çünkü Hz. Cabir'in Uhut'ta şehid edilen babası Abdullah'ı vefatından
altı ay sonra Uhut'tan Medine'ye getirerek "el-Bakî" mezarlığına
defnettiği rivayet edilmiştir.
Tıybî'ye göre ise
"Eğer zaruret varsa taşınır, yoksa taşınmaz. Çünkü Amr b. el-Cemûh ile
Abdullah b. Amr isminde iki sahabi bir kabre defne-dilmişlerdi. Kabirlerini sel
basınca oradan (başka bir yere nakledilmek üzere) çıkarıldılar. Cesedleri
sanki daha dün gömülmüş gibi idi. Hiç bozulmamıştı. Bunlardan yaralı olarak
gömülen kişinin eli aynen kabre konulurkenfti gibi yarasını tutuyordu. Elini
yarasının üstünden çektilerse de bırakınca gidip yine yarayı tutmaya devam
etti. Sözü geçen bu iki sahabinin Uhud'da şehid edilmeleriyle mezarlarından
başka bir yere nakli arasına kırkaltı (46) sene geçmişti."
Şehid olmayan kişileri
gömülmelerinden önce, öldükleri yerden götürüp başka bir yere gömmenin caiz
olduğunda ise icma vardır. Bunları öldükleri bir memleketten diğer bir
memlekete götürmek ise ihtilaflıdır. Şöyle ki:
1. Malikilere göre: Kokma ve çürüme gibi bir tehlike bulunmaması şartıyla, bir ölünün
defnedilmeden önce başka bir memlekete götürülüp defnedilmesinde bir sakınca
olmadığı gibi, sular altında kalma, yırtıcı hayvanlar tarafından yenme
tehlikesinin doğması ya da bir başka beldeye taşınması halinde oranın
bereketinden yararlanmasının ümit edilmesi veya yakınlarının kolayca ziyaret
imkânını bulması gibi bir maslahat varsa, defnedildikten sonra bile, başka bir
memlekete götürülmesinde bir sakınca yoktur. Yeterki taşınırken, kokma ve
çürüyüp dağılma gibi, ölünün hürmetini ihlâl edecek bir tehlike olmasın.
Çünkü İmam Mâlik
(r.a)'ın rivayet ettiği bir hadis-i şerifte "Sa'd b. Ebî Vakkas ile Sa'd
b. Zeyd'in Akik denilen yerde vefat ettikten sonra Medine'ye götürülüp ve
orada defnedildikleri" ifade edilmektedir.[365]
Yine Mâlikîlere göre, ölünün kuruyan kemiklerinin kırılması, onun hürmetini
ihlâl eden durumlardandır.
2. Şâfiîlere göre: Ölüyü bir yerden bir yere taşımak, onu bir nevi hürmetinin izalesi
tehlikesine maruz bırakmak ve aynı zamanda defni geciktirmektir. Bu bakımdan
cenazeyi bulunduğu memleketten başka bir memlekete taşımak haramdır. Diğer bir
kavle göre ise mekruhtur. Ancak Mekke, Medine, Mescid-i Aksa gibi, mukaddes
beldelere yakın bir memlekette vefat eden bir kimsenin bu beldelere naklinde
bir sakınca yoktur.
Yine Şafiî âlimlerine
göre; eğer sünni bir kimse küfür diyarında ölür de kabrini gizlemek mümkün
olmazsa, İslâm diyarına nakledilir. Aynı şekilde dârü'l-harpte vefat eden
devlet reisi de İslâm ülkesine nakledilir. Fakat defnedilmişlerse nakledilmezler.
Çünkü definden sonra nakil haramdır.
3. Hanbelilere göre: Şehidin dışındaki cenazeleri, şerefli bir memlekete gömmek, müstakil
bir kabre koymak, salihlere komşu yapmak gibi, iyi niyetlerle bir beldeden
diğer bir beldeye götürmekte bir sakınca olmadığı gibi, bu hususta ölünün
taşınmadan önce defnedilmiş olmasıyla, defnedilmemiş olması arasında da bir
fark yoktur. Yeter ki nakil esnasında cesedin çürüyüp dağılmasından emin
olunabilsin. Bu husustaki delilleri ise biraz önce tercümesini sunduğumuz İmam
Malik'in Muvatta'ında rivayet ettiği hadisi şeriftir.
4.
Hanefîlerin bu meseledeki görüşlerini şöyle özetleyebiliriz: "Defin
edilmezden önce, cenazeyi başka yere nakletmek bazılarına göre mutlak surette
caizdir. Bir takımları, sefer müddetinden aşağı bir yere nak ledilebileceğini
söylemişlerdir. İmam Muhammed, bunu bir veya iki mil di ye kayıtlamıştır. Çünkü
bir yerin kabristanı çok defa bu mesafeye ulaşır. Onur için fazlası mekruhtur.
Nehir sahibi, Ikdü'l-Ferid'den naklen, "zahir olar budur." demiştir.
Definden sonra nakli ise, mutlak surette caiz değildir Fethu'l-Kadir'de şöyle
denilmiştir: "Bütün âlimler ittifak etmişlerdir ki, biı kadın evde yok
iken oğlu ölür de kadının memleketinden başka bir yere de fin edilirse, kadın
sabır edemeyip naklini istediği takdirde bunu yapamaz Bazı müteehhirinin şaz
olanlarının buna cevaz vermesine kulak asılmaz. Haz reti Yakup ve Yusuf
(as.)'ın, ecdadının yanında olsun diye, Mısır'dan Şam'f nakledilmeleri ise,
bizden öncekilerin şeriatıdır. Bunun bizim için de şeriaı olması için şartlar
tamam değildir." (Bu ifade kısaltılarak alınmıştır.)[366]
3166...
Malik b. Hübeyre'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a):
"Üzerine
müslümanlardan (oluşan) üç saff (lık bir cemaatin) namaz kıldığı bir müslüman
ölüye (bu namaz Allah'ın cennet ve mağfiretini) vacib kılar" buyurdu.
(Ravi Mersed b.
Abdullah el-Yezenî rivayetine devamla) dedi ki; Mâlik (b. Hubeyre) cenaze için
(namaz kılmaya gelen) halkı az bulduğu zaman -bu hadisten dolayı- onları üç
safa ayırırdı.[367]
Aslında Allahu Teâlâ
üzerine hiç bir şey vacib değildir. O, herşeye kadirdir. İstediğini yapar,
yaptığı hiçbir şeyden kimseye karşı sorumlu değildir. Fakat sırf. lütuf ve fazlı
ile verdiği va'dlerden de dönmez.
.
Bu itibarla biz
"üç saflık bir cemaatin namazını kıldığı bir müslümanın, kesinlikle
cenneti ve Allah'ın mağfiretini kazandığına" inanırız. Bu inancımız,
Sadece Allah'ın üç saflık müslüman cemaatin, cenaze namazını kıldığı bir
mü'mini affedip cennetine koyacağına dair olan va'dine güvenimizden
kaynaklandığı için, bu inancımızla Allah Teâlâ üzerine bir şeyin vacip
.olmadığına dair inancımız arasında bir çelişki yoktur.[368]
1. Cenaze üzerine
namaz kılan cemaatin çok olması iyidir.
2. Cenaze
namazı kılacak cemaat az bile olsa onları üç safa ayırmak müstehabdır.
"Hatta cemaat
yedi kişiden ibaret bile olsa biri imam olup, diğer altı kişinin üçü birinci,
iki kişisi ikinci ve tek kişi de sonuncu olmak üzere üç saf doldurulur." [369]
3. Üzerine
üç saflık müslüman cemaatin namaz kıldığı bir müslüman inşaallah cennetliktir.[370]
3167... Ümmü
Atıyye'den demiştir ki:
"Biz (kadınlar) cenazenin
arkasından gitmekten nehyolunduk. (Ancak bu mesele) üzerimize kesin bir şekilde
haram kılınmadı.[371]
Hz. Peygamber'in bu
yasağı kadınlara bizzat kendinin koymuş olması ihtimali bulunduğu gibi, bir
elçi aracılığıyla koymuş olması ihtimali de vardır. Nitekim Beyhakî'nin Ümmü
Atıyye (r.a)'dan rivayet ettiği bir hadisi şerifte, "Rasûlü Ekrem'in
Medine'ye geldikten sonra; kadınların bir araya toplanmalarını emredip, Hz.
Ömer'i göndererek onları cenazenin ardından gitmekten menetmesini emrettiği"
ifade edilmektedir. Hz..Ümmü Atıyye'ye göre, mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i
şerifteki "kadınların cenazenin arkasından gitmeleriyle ilgili
yasak" kesin bir yasak olmayıp ancak kerahat-i tenzihiyye ifade eden bir
yasaktır. Çünkü, her ne kadar Rasülü Ekrem Efendimiz, kadınların cenazenin
ardından gitmesini yasaklamışsa da, bunun kesinlikle yasak olduğunu te'kid
edici bir açıklamada bulunmamıştır. Halbuki Hz. Peygamber diğer yasakların
yasak olduğunu açıkladıktan sonra, bir de onların haramhğım te'yid eden
beyanlarda bulunurdu.
Hz. Ümmü Atıyye'nin
Hz. Peygamber'in bu yasağının tahrim ifade ettiğini, başka karinelerden sezmiş
olması da mümkündür. Kerahet-i tenzihiyye ifade ettiğine dair bir karinesi
bulunmayan yasaklar ise, kesinlikle hürmet ifade eder.
İmam Kurtubi'ye göre
de mevzumuzu teşkil eden Ümmü Atıyye hadi-sindeki nehy tahrimiyye değil,
tenzihiyye ifade etmektedir. Çünkü Ebû Hu-reyre'den rivayet edilen "Hz.
Peygamber, Hz. Ömer'in bir cenaze merasiminde ağlayan bir kadını azarladığını
görünce -onu bırak ya Ömer! Çünkü göz yaş dökücüdür- buyurmuştur."[372]
mealindeki hadis-i şerif buna delalet etmektedir.
Dâvûdî'ye göre,
metinde geçen "Cenazenin arkasından gitmekten nehyolunduk" sözü,
kadınların cenazeyi uğurlamak için arkasından gitmelerinin haram olduğunu
ifade eder. Çünkü nehyde aslolan tahrimdir. Buradaki nehyin hükmünü haramhktan
çıkarıp kerahat-i tenzihiyyeye hamlettirecek bir karine yoktur.
Metinde geçen
"üzerimize -kesin bir şekilde- haram kılınmadı." cümlesi ise;
"ta'ziye için ölünün yakınlarına gitmemiz bize haram kılınmadı." anlamında
kullanılmıştır.
Davûdî'nin bu sözü
3123 numaralı hadis-i şerife uygun olmakla beraber, mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerifin zahirine aykırıdır.
Hadisin zahirinden,
kadınların cenazeyi takib etmelerinin mekruh olduğu anlaşılmaktadır. Bu mevzuda
Şafiîlerin görüşü de budur. İbnü'l-Münzir'den; İbn Mes'ud ile İbn Ömer, Ebû
Ümame, Hz. Aişe, Mesruk, Hasan-ı Basri, En-Nehâî, Evzâî, İmam Ahmed, İshak ve
es-Sevri'nin de bu görüşte oldukları rivayet edilmiştir.
İbn Hazm ile
Ebu'd-Derda, Zührî ve Rabia ise, ka dınların cenazeyi takibetmelerinin caiz
olduğunu söylemişlerdir.
Malikilere göre,
erkeklerin şehvet duymayacakları derecede yaşlı bir kadınla, babasını veya annesini,
kocasını, oğlunu veyahut kardeşini kaybedip te fitneye sebep olmasından
korkulmayan genç bir kadının cenazeyi ta'ki-betmesinde bir sakınca yoktur.
Fakat fitneye sebep olmasından korkulan genç kadınların cenazeyi takibetmeleri
ise mutlak surette haramdır.
Hanefilere göre,
kadınların cenazeyi takibetmeleri keraheti tahrimiyye ile mekruhtur. Çünkü bir
hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz, cenazeyi ta-kibeden kadınlara hitaben
"sevab kazanarak değil, günaha girmiş olarak dönün" buyurmuştur.[373]
Hanefi âlimlerinden
İbn Abidin, Hanefi mezhebinin görüşüne delil olarak İbn Mâce'nin bu hadisini
zikrettikten sonra şöyle diyor: Bu hadisi İbn Mâce zayıf bir senetle rivayet
etmiştir. Lakin zamanın değişmesiyle meydana gelen yeniliğin manâsı, bunu
te'yid etmektedir. Bu yeniliğe Hz. Aişe şu sözleriyle işaret etmiştir.
"Rasülullah (s.a) kendisinden sonra kadınların ne modalar çıkardıklarını
görse idi, Beni İsrail'in kadınları menedildiği gibi mutlaka onları
menederdi." Bu onun zamanındaki kadınlar hakkında söylenmiştir. Ya
zamanımızın kadınlarına ne demeli? Sahihayn'da Ümmü Atıy-ye'den rivayet olunan
"Biz cenazelerin peşinden gitmekten men olunduk, ama kati olarak bize
yasak edilmedi." Yani "Bu nehy tenzih içindir" hadisine
gelince, bu hadis o zamana mahsus olması gerekir. O zaman kadınları mescid ve
bayramlara çıkmaları mubah idi."[374]
İmam Nevevî de cumhur
ulemanın kadınları cenazenin peşinden gitmeyi menettiklerini, Kâdî Iyaz'dan
nakletmiştir.
Netice olarak şunu
söyleyebiliriz ki: Kadınların cenazenin peşinden gidip gitmeyecekleriyle
ilgili ihtilaf, örtünmeye dikkat edip, süslenmeksizin ve ağlayıp sızlamaksizm
cenazeyi takibeden Hz. Peygamber devrindeki kadınlar hakkındadır. Bu hususlara
dikkat etmeyen kadınların cenazenin peşinden gitmelerinin haram olduğunda ittifak
vardır.[375]
3168... Ebû
Hüreyre Hz. Peygamberden naklen demiştir ki: '-Kim cenazeye uya (rak musallaya
kadar gide)r de, üzerine namaz kılarsa ona bir kırat (ağırlığınca sevap)
vardır. Kim (namazdan sonra da) ona uyar (ak kabrine kadar gidip, defni) sona
erinceye kadar (başında durursa), ona en küçüğü Uhud dağı kadar -veyahut da
birisi Uhud dağı kadar- (olan) iki kırat (ağırlığında sevap) vardır."[376]
Metinde geçen
kelimesi, aslında bir şeyin arkasından gitmek anlamına gelir. Fakat Buharı'nın
rivayetinde Rasulu
Ekrem Efendimizin
"cenazenin arkasından yürümekle önünden, sağından veya solundan yürümek
arasında bir fark olmadığını" açıkladığı ifade edildiğinden[377] biz
bu kelimeyi tercüme ederken, cenazenin dört cihetine de şâmil olmak üzere
"kim cenazeye uya(rak musallaya kadar gider)se" diye tercüme ettik.
Nitekim bu kelimenin Buharî'nin Sahih'inde "uğurladı" şeklinde
geçmesi de bu kelimenin cenazenin dört cihetine de şâmil olarak kullanılmış
olduğunu göstermektedir.
Menhel yazarının
açıklamasına göre, "üzerine namaz kılarsa" cümlesinin başında bulunan
"fa" burada tertib ve ta'kib ifade etmediğinden, hem cenazeyi
evinden itibaren musallaya kadar uğurlayıp da namazını kılınca terkedip giden,
hem de cenazeyi evinden itibaren musallaya kadar uğurlamadığı halde, cenaze
namazına iştirak edip kabre kadar uğurlayan kimselerin bu sevaba erişecekleri
anlaşılmaktadır. Her ne kadar hadisin zahirinden anlaşılan manâ bu ise de,
ileride mealini sunacağımız 3169 numaralı hadis, bu sevabın cenazeyi evinden
itibaren musallaya kadar uğurlayıp, sonra namazını da kılan kimselere ait
olduğunu açıkça ifade etmektedir. Bu mevzuda Hafız İbn Hacer de şöyle diyor:
Her ne kadar, Müslim'in Sahih'inde "Her kim cenaze ile birlikte onun
evinden çıkar da namazını kılarsa..."[378]
buyurularak bu sevabı cenazeyi evinden itibaren musallaya kadar uğurlamakla
birlikte namazını da kılan kimseye ait olduğu açıklanıyor ve İmam Ahmed'-in Ebû
Said el-Hudrî (r.a)'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte de bu manâ te'yid
ediliyorsa da, benim anladığım manâya göre, sadece cenaze namazım kılan
kimseler bu sevaba nail olurlar. Çünkü namazdan önce cenazeyi yıkamak,
kefenlemek, musallaya götürmek gibi işlerin hepsi, namaz İçin bir hazırlık ve
vesile mahiyetindedir. Bütün bunları yapmaktan maksat, cenaze namazının
kılınmasını sağlamaktır. Bu bakımdan asıl gaye olan cenaze namazını kılan
kimse, bu sevaba erişir. Fakat sadece cenaze namazı kılmakla yetinen kimsenin
kazandığı sevab, hem cenaze namazı kılıp hem de cenazeyi uğurlayan kimsenin
sevabına nisbetle daha aşağı olur. Nitekim Müslim'in rivayet ettiği "Her
kim bir cenazenin namazını kılar da ardından gitmezse, o kimseye bir kırat
(sevap) vardır."[379]
mealindeki hadis-i şerifle İmam Ah-med'in Ebû Hüreyre (r.a)'den rivayet ettiği
aynı mealdeki hadis-i şerifte sadece cenaze namazını kılmakla yetinip, onu
uğurlamaya katılmayan kimselerin de bu sevaba erişeceklerini ifade etmektedir.
Muhibbu't-Taberi ve
bazı kimselere göre, bu sevaba erişebilmek için, sadece cenaze namazını kılmak
yetmez. Cenaze namazını kılmakla beraber, cenazeyi ya evinden musallaya ya da
musalladan kabre kadar uğurlamak da gerekir. Her ne kadar mütekaddimin
âlimlerden bir kısmı, metinde geçen "Kim ona uyarak kabrine kadar gidip
defni bitinceye kadar başında bulunursa1' anlamına gelen, cümlenin zahirinden
"cenazeyi kabre kadar uğurlayıp da gömülünceye kadar yanında duran bir
kimsenin, sadece bu uğurlama işinden dolayı iki kırat sevap alacağı, namaza
iştirakinden dolayı aldığı kıratın bunun dışında olduğu" hükmünü
çıkarmışlarsada Buhari ve Müslim'in Ebû Hüreyre'den rivayet ettikleri "Kim
sevabına inanarak bir müslümanın cenazesini uğurlar ve namazını kılıp
defnedilinceye kadar yanında durursa iki kırat sevapla döner. Kim de sadece
cenaze namazını kılıp defnedilmesini beklemeden dönerse bir kırat sevapla
döner."[380] mealindeki hadis-i
şerifte, cenaze namazında bulunan kimseye bir kırat ve defnedilinceye kadar
yanında bulunan kimseye de bir kırat sevap verilir. Her ikisini de yapan kimseye
ise iki sevap verilir buyurmuştur.
Mevzumuzu teşkil eden
Ebû Dâvûd hadisinin zahirinden ise "cenaze namazını kılana bir kırat, onu
kabre kadar uğurlayıp defnedilinceye kadar yanında duran kimseye de iki kırat
sevap verileceği" manâsı anlaşılmaktadır.
Bu iki hadisin arasını
şu şekilde te'lif etmek mümkündür. Ebû Dâvûd hadisinde "Cenazeyi kabre
kadar uğurlayıp da defnedilinceye kadar yanında duran kişiye verileceği"
va'dedilen iki kırat sevaba cenaze namazının sevabı da dahildir. Bir başka
ifade ile bu iki kırat sevabı sadece cenazeyi kabre kadar uğurlayıp gömülünceye
kadar yanında durmanın sevabı değil, cenaze namazıyla birlikte onu uğurlayıp
kabre konuncaya kadar yanında bulunmanın sevabıdır. Bu hadis:
"Her kim yatsıyı
cemaatla kılarsa, gecenin yarısını namazla geçirmiş gibi olur ve kim sabah
namazını cemaatle kılarsa bütün gece namaz kılmış gibi olur."[381]
hadisine benzer. Nasıl ki burada sabah namazını kılan kimse tüm geceyi ihya
etmiş olur sözüyle sabah namazıyla birlikte yatsı yi da kılan kimse kasdediliyorsa,
mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte de "cenazeyi kabre kadar uğurlayıp
gömülünceye kadar başında duran kimse" sözüyle de cenaze namazını kılıp
cenazeyi defnedilinceye kadar takibeden kimse kasdedilmektedir.
Ancak cenazeyi
musalladan kabre kadar uğurlayan bir kimsenin bu bir kırat değerindeki sevabı
kazanabilmesi için mevzuumuzu teşkil eden hadise göre, cenaze kabre konuncaya
kadar yanında bulunması gerekmektedir. Nitekim "Cenaze kabre konuncaya
kadar onun arkasından gidene de"[382] mealindeki
hadisi şerifle Tirmizî'nin rivayet ettiği "... Her kim cenazeyi
takibederse ona iki kırat (ecir) vardır..."[383]
mealindeki hadisi şerif bunu ifade ederlerken Ebû Avane'nin rivayetinde de bu
sevaba erişebilmek için, ölünün üzerinin toprakla kapatılmasına kadar beklemek
gerektiği ifade edilmektedir. Bu mevzudaki en açık rivayet budur. Bu kayıt
sadece ölünün kabre indirilmesinin bu sevaba erişmek için yeterli olduğunu
ifade eden hadisleri de kayıtlamaktadır. Şevkanî de Neylü'I-Evtar isimli
eserinde böyle demiştir.
Metinde geçen kırat
kelimesi burada nasip manâsında kullanılmıştır. Aslında kırat, bir dirhemin
onikide biri (1/12) gibi küçük bir miktara tekabül eder. Fakat burada bu manada
kullanılmayıp çok büyük bir pay anlamında kullanıldığını açıklamak için Rasûl-ü
Zîşan Efendimiz bir kıratın, hakkında: "O, bir dağdır kî o bizi sever biz
de onu severiz."[384]
buyurduğu Uhud dağına benzetmiştir. Bu sözü işiten mü'niinler Uhud
büyüklüğündeki kıratın ne kadar büyük olduğunu ve cenazeyi uğurlayan, namazım
kılan kimsenin sevabının büyüklüğünü ve buna kıyasla da onu yıkayıp kefenleyen
kimsenin ecrini derhal anlarlar. Nitekim Bezzar'ın Ebû Hüreyre'den merfuan
rivayet ettiği bir hadis-i şerifte de "Cenaze evine gelen kimseye bir
kırat, onu uğurlayana bir kırat, namazını kılana bir kırat, defn edilinceye
kadar yanında durana bir kırat (sevap) vardır." buyurulmuştur. Bu da
gösteriyor ki, her ne kadar hadis-i şerifte cenaze merasimi ile ilgili fiiller
içerisinde gaye olmaları sebebiyle, sadece cenaze namazıyla cenazeyi uğurlamaktan
bahsedilmekle yetinilmişse de, aslında cenaze için yapılan diğer hizmetlerin
her biri, içinde meşakkati ve hizmet eden kimsenin ihlası nisbetinde büyük
sevaplar vardır.[385]
1. Bir
müslümanın cenazesi, Allah yanında çok muhteremdir.
2. Vefat
ettiği andan itibaren defnedilinceye kadar, cenazeye gerekli hizmetlerde
bulunmak çok faziletlidir.
3. Allah
Teala'nın cenazeye hizmet edenlere bol sevap vadetmesi, aslında cenazeye olan
fazlu ihsanının.büyüklüğünü gösterir.[386]
3169... Amir
b. Sa'd b. Ebî Vakkas'dan (rivayet olunduğuna göre); Kendisi (bir gün) İbn Ömer
b. el-Hattab'ın yanında iken (meclislerine içinde bulundukları) evin sahibi
Habbab çıkagelmiş ve "Ey Ömer'in oğlu Abdullah! Ebû Hüreyre'nin
söylediğini işitmiyor musun? (güya) o Rasûlüllah (s.a)ı kim cenazeyle birlikte
(cenazenin) evinden çıkarak onu musallaya kadar uğurlar) da, üzerine namaz
kılarsa..." (Habbab Ebû Hüreyre'den duyduğu bu hadisin bundan sonraki
kısmında bir önceki) Süfyan hadisinin manasını nakletmiş. Bunun üzerine İbn
Ömer, Hz. Aişe'ye (Ebû Hüreyre'nin bu hadisini sormak üzere birini) göndermiş,
(Hz. Aişe'de) "Ebû Hüreyre doğru söylemiş" demiştir.[387]
Müslim'in diğer bir
rivayetinde de, İbn Ömer (r.a) Hz. Habbab'in "Ebû Hüreyre'nin ne
söylediğini işitmiyor musun?" sorusu karşısında"Artık Ebû Hüreyre de
bize hadis rivayet etmekte çok oluyor" demekten kendini alamamıştır.[388]
Kirmanî'ye göre Hz. İbn Ömer'in Hz. Ebû Hüreyre hakkındaki "Ö da çok
oluyor, ileri gidiyor." sözü Hz. Ebû Hüreyre'nin sevapların çokluğunu
ifade etmesiyle ilgilidir, ya da çok hadis rivayeti ile ilgilidir. Hz. İbn
Ömer, bu sözüyle katiyyen Hz. Ebû Hüreyre'nin sorumsuzca hadis rivayet
ettiğini kasdetmiş ya da, Hz. Ebû Hüreyre'nin böyle bir sorumsuzluk ve
laubalilik içerisinde hadis rivayet edebilecek seciyyede bir kimse olduğunu
ima etmiş olamaz. Sadece çok hadis rivayet ettiği için, bu babda rivayet
ettiği hadislerde hasbelbeşer bir hata yapmış olmasından korktuğunu ifade
etmiştir.
Bu mevzuda merhum
Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih isimli kıymetli eserinde şunları kaydediyor:
Said İbn Mansur'un
rivayetine göre, Ebû Hüreyre meseleden haberdar olunca, İbn Ömer'e gelmiş, bu
defa birlikte Hz. Aişe'nin huzuruna gitmişlerdir. İbn Ömer Hazreti Aişe'ye
hitap ederek:
Ey ümmül mü'minin!
Allah sizden sorar, siz Rasûlüllah'tarr böyle bir şey söylediğini işittiniz mi?
diye mucibi ihtilaf olan meseleyi takrir eder. Hazreti Aişe:
Allahu alem işittim,
diye cevab verir.
Velid'in rivayetinde
bu hadisenin şöyle bir mabadi de bildirilmiştir: Bunun üzerine Ebû Hüreyre İbn
Ömer'e şöyle demiştir:
Beni, Rasûlüllah'tan
ne badiyyede ağaçgarsı, ne de çarşıda alış veriş meşgul etmemiştir. Benim bütün
işim gücüm Rasûlüllah'in verdiği bir lokmayı yemek, ne bildirirse onu bellemek
idi. İbn Ömer de:
Biz de Rasûlüllah
(s.a)'in huzurunu ihtiyar ettik. Bize de Rasûlüllah, hadisi şerifelerini
bildirdi, diye mukabele etmiştir.
İbn Ömer (r.a) ashab-i
kiramın en mümtaz ilmi simalarından birisi idi. Makasıdı şer'i ile nassları ve
Nebiyyi Zişanın, edebî üslubunu tamamiyle kavramış bir vaziyette bulunuyordu.
Fıkha intisabı olmayan her sahabenin rivayetleri gibi Ebû Hüreyre'nin
rivayetlerini de pederi Hz. Ömer gibi tahkik ve muhakeme etmek mevkiinde idi.
Ahkâmı diniyyenin zabtu nakli hususunun küçük, büyük her türlü şüphelerden
beraet ve masuniyyeti kendisi için dini bir vazife idi. Tekrar ediyoruz, İbn
Ömer'in bu hareketi Ebû Hüreyre hakkında bir şüpheye mebni değil idi. Ashab-ı
Kiramın hepsi ehl-i sıdk ve adildi. İbn Ömer'in en sonra yüksek bir edebi
zarafetle: Öyle ise biz, bir çok kıratları zayi ettik, demesi de son derece
insaflı olduğunu gösterir. Bu telmihe nazaran îbn Ömer hazretlerini Ebû
Hüreyre hadisi hakkında da tahkika sevkeden belki de bu kırat kelimesidir.[389]
3170... İbn
Abbas'dan demiştir ki: Ben Rasûlüllah (s.a)'i (şöyle) derken işittim:
"Hiçbir müslüman
yoktur ki: Ölünce (şöyle) üzerine Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayan kırk kişi
(namaz) kılsın da, Allah onların bu müslüman hakkındaki şefaatlarım (dualarını)
kabul etmesin".[390]
Bu hadis-i şerifte kırk
kişinin ihlaslı bir şekilde, bir müslümanın cenaze namazını kılmaları
neticesinde, Allah (c.c) hazretlerinin onların cenaze namazını kıldıkları
müslüman kardeşlen hakkında yaptıkları duaları kabul edeceği ifade
buyurulmaktadır. Dolayısıyla bu hadis-i şerif cenaze namazı kılacak cemaatin en
az kırk kişi olmasının müstehabliğına delalet etmektedir. Aliyy-ül-Kari'nin
açıklamasına göre, kırk kişinin duasının kabul edilmesinin hikmeti, "kırk
kişilik müslüman bir cemaatin içerisinde mutlaka bir velinin bulunmasıdır".[391]
Bu hadis-i şerif,
Müslim'in rivayet ettiği "Hiçbir cenaze yoktur ki, namazını m ü si ii m
anlardan yüz kişiye erişen bir cemaat kılarak, hepsi ona şefaat dilesinler de,
kendilerine o kimse hakkında şefaata izin verilmesin."[392]
mealindeki hadis-i şerifle üç saflık bir cemaatin üzerine namaz kıldığı bir cenazenin
günahlarının affedilip cennete gireceğini ifade eden 3167 numaralı hadise
aykırı değildir. Çünkü Nevevî'nin de açıkladığı gibi, "ihtimalki Peygamber
Efendimize önce bir cenaze üzerine namaz kılan yüz kişinin cenaze hakkındaki
dualarının kabul edileceği bildirilmiş, o da bunu ümmetine haber vermiştir.
Fakat bir süre sonra cenaze üzerine namaz kılan kırk kişilik bir cemaatin o
cenaze hakkındaki dualarının kabul edileceği kendisine bildirilince ümmetine
bunu da haber vermiş, daha sonra da kendisine sayıları az bile olsa üç saflık
bir cemaatin namazını kıldıkları bir cenaze hakkındaki dualarının kabul
edilecekleri haber verilince, ümmetine bu müjdeyi de eriştirmiştir."
Kâdî Iyaz, bu mevzu
ile ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır: "Cenaze üzerine namaz
kıldıkları için, dualarının kabul edileceği vadedilen cemaatin sayısı hakkında
değişik rakamlar ortaya koyan bu hadis-i şerifler, çeşitli zamanlarda sorular
soran kimselere cevap olmak üzere varid olmuş, Rasûli Ekrem herkese sualine
göre cevap vermiştir."
Hadis-i şeriflerde
zikredilen sözkonusu rakamların farklı oluşu hakkında şöyle diyenler de
olmuştur: "Bu söz mefhumu adettir. Usulü fıkıh âlimlerinin büyük
çoğunluğuna göre, mefhumu adet mu'teber değildir. Bu bakımdan bir hadis-i
şerifte yüz kişinin duasının kabul edileceğinden bahsedilmesi, yüz kişiden
daha az sayıda bir cemaatin duasının kabul edilemeyeceği anlamına gelmeyeceği
gibi, kırk kişinin duasının kabul edileceğinden bahsedilmesi de sayıları kırk
kişiden az olan üç saflık bir cemaatin de, o cenaze hakkındaki dualarının kabul
edilemeyeceği anlamına gelmez. Binaenaleyh bu mevzuda gelen hadislerin hepsiyle
amel edilebilir."[393]
3171... Ebû
Hüreyre'den (rivayet olunduğuna göre) Peygamber (s.a);
"Sesle ve ateşle
cenazenin peşinden gidilemez." buyurmuştur.
(Bu hadisi musannif
Ebû Davud'a rivayet eden) Harun (b. Abdullah bu rivayetine) şunları da ekledi:
"Cenazenin önünde de yürünmez."[394]
Feryad-u figan ederek
cenazenin peşinden gitmek mutlak surette caiz olmadığı gibi, meşaleler ve
benzeri ateşlerle cenazenin peşinden gitmek de caiz değildir.
Bu mevzuda Hanefi
fıkıh kitaplarından el-Bedayi isimli eserde şöyle deniyor: Peygamber (s.a),
bir cenaze kabre götürülürken bir kadının elinde bulunan bir buhurdanlıkla
cenazeyi takib ettiğini görünce, onu azarladı ve kovdu, kadın da oradan
uzaklaşarak, ileride bulunan tepelerin arkasına saklandı. Ebû Hüreyre (r.a) de
ölmeden önce "Benim arkamdan buhurdanlık taşımayınız. Çünkü bu ehl-i
kitabın adetlerindendir. Onlara benzemek çirkin bir iştir." diye
vasiyyette bulundu.
Bu hadislerdeki
yasağın şumülü içerisine 3127 numaralı hadiste söz konusu edilen ölünün
arkasından yüksek sesle ağlamak girdiği gibi, yüksek sesle Kur'an okuyarak,
zikrederek, davul veya boru çalarak, cenazeyi takibetmek de girmektedir.
Taberânî'nin Zeyd b.
Erkam'dan rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Gerçekten Allah üç yerde sükut etmeyi sever. Kur'an okunurken, harb
edilirken ve cenazenin yanında iken." İbn Mace'nin Ebû Bürde'den rivayet
ettiğine göre, Ebû Musa (r.a) ölümü yaklaşınca "Beni buhurdanlıklarla
takip etmeyiniz." diye vasiyyet etmiş. Etrafında bulunanlar da ona:
"Bu hususta (Hz. Peygamberden) bir şey mi işittin?" demişler. O da:
"Evet Rasûlüllah (s.a)'den işitmiştim" karşılığını vermiş.
Hz. Aişe (r.a) ile
Ubade b. es-Samit, Ebû Hureyre, Ebû Sâid-el-Hudri ve Esma bint Ebû Bekr (r.a)
in de bu şekilde vasiyyette bulundukları rivayet olunmuştur.[395]
1. Mevzumuzu
teşkil eden bu hadis-i şerif, cenazeyi kabre götürürken onu buhurdanlık, meşale
gibi ateşlerle uğurlamanın meşru olmadığına delalet etmektedir. Çünkü bu
putperestlerin adetlerindendir.
2. Cenaze
götürürken yüksek sesle Kur'an okumak, veya zikretmek caiz değildir. Tüm halef
ve selef imamları bu görüştedirler. Dört mezhebin imamı da bunun caiz
olmadığında ittifak etmişleridir.
a) Bu
mevzuda Hanefilerin "ed-Dürrü'1-Muhtar" isimli eserinde ve İbn Abidin
Haşiyesi'nde şöyle deniyor: "Nitekim cenazede yüksek sesle zikirde
bulunmak, veya Kur'an okumak da mekruhtur. Bazıları bu kerahatın tahri-mi,
bazıları da tenzihi olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Bahir'de Gaye'den naklen
böyle denilmiştir. Yine orada Gaye'den naklen şöyle denilmiştir: "Cenazenin
arkasından gidenin uzun zaman susması gerekir." Aynı eserde Za-hiriye'den
naklen de şunlar söylenmiştir: "Eğer Allah Tealayı zikretmek isterse, onu
içinden zikreder. Çünkü Allah Teala hazretleri "O haddi tecavüz edenleri
(yani sesli dua edenleri) sevmez." buyurmuştur". İbrahim Nehâî'den
rivayet olunduğuna göre, kendisi cenaze ile beraber giden bir kimsenin
"Bunun için afv dileyin ki Allah sizi de afvetsin!" demesini mekruh
sayarmış.
Ben derim ki: Dua ve
zikir hakkında hüküm bu olunca, şu zamanda ortaya çıkan musikiye ne
buyurursun."[396]
b) Şafiî
mezhebinin bu mevzudaki görüşlerini de İmam Nevevî şöyle ifade ediyor:
"Bil ki, cenaze
ile yürümek sırasında doğru ve beğenilen hal, selefin yaptığı gibi susmak ve
sükut etmektir. Bu esnada kıraat, zikir ve başka şeylerle ses yükseltilmez.
Bundaki hikmet açıktır. Çünkü sükunet, hayalin arınarak daha çok işlemesine ve
bu anda, istenen bir gaye olan tefekkürün toparlanarak bütünü ile cenazeye
dair hususlar üzerinde düşünmesine daha çok yarar. Hak ve doğru olan budur.
Cenaze merasiminde bu sükuneti ihlal ederek başka şeyler yapanların çokluğuna
aldanma. Ebû Ali Fudayl İbn Iyad (r.a) şu manada bir söz söyledi: "Hidayet
yollarında yürü. Yolcuların azlığı sana zarar vermez ve sapıklık yollarından
sakın. Helak onların çokluğuna aldanma." Beyhakî'in Sünen'inden yaptığımız
rivayetler de bu söylediğim sükuneti gerektirir. Cenaze üzerine temtıyt (aşın
nağme) ile okumak ve sözü mevzuundan çıkarmak gibi Şam'da cahillerin yaptıkları
şeyler, alimlerin ittifakı ile haramdır. Bu hareketlerin çirkinliğini, ağır
haram oluşunu ve yapabildiği halde bunları önlemeyenin fasıklaştığım
Adabü'l-Kurra isimli kitabımda söyleyip izah ettim. Yardım Allah'dan
dilenir."[397]
c) Maliki
âlimlerden İbnü'1-Hak el-Medhal isimli eserinde yüksek sesle zikr ederek ve
Kur'an okuyarak cenaze uğurlamanın meşru olmadığını ifade ettikten sonra sözü
kendi zamanında bu işi ücretle yapan ve âdet haline getiren kimselere intikal
ettirmiş ve bunları şiddetli şekilde tenkit etmiştir.
d) Hanbelilere
göre de cenazenin yanında feryadu figan etmek, yüksek sesle Kur'an okumak veya
zikretmek ve cenazeyi meşale ve buhurdanlıklarla uğurlamak mekruhtur.
Cahiliyye adetlerindendir. Halktan bazılarının da halka hitaben
"kardeşiniz için istiğfar ediniz." gibi sözler sarfetmesi İmam Ahmcd
(r.a) e göre bidattir. Ebû Hafs ise bu gibi hareketlerin haram olduğunu
söylemiştir.
4. Cenazenin
önünde yürümek mekruhtur. Nitekim Hanefî âlimleri metnin sonunda bulunan
"cenazenin önünde yürünmez" cümlesine dayanarak, bu hükme varmışlar
ve "cenazenin .arkasından yürümek menduptur. Zira cenaze metbudur. Bu emir
vücub değil, nedb içindir. Bu hususta icma' vardır." demişler ve Hz.
Ali'nin "Cenazeyi önüne koy, gözünü ondan ayırma; çünkü o ancak bir
meviza, bir hatıra ve bir ibrettir." dediğini söylemişlerdir.[398]
Biz bu meseleyi 49
numaralı babta yine ele alacağız inşallahu Teala.[399]
3172... Amir
b. Rabia'dan (rivayet edilen bir hadisi şerifte) Peygamber (s.a) şöyle
buyurmuştur:
"Bir cenazeyi gördüğünüz
zaman, ayağa kalkınız. Sizi (geçip) geride bırakıncaya ya da yere konuncaya
kadar (ayakta durunuz.")[400]
Bu hadis-i şerifte,
bir yerde otururken oradan bir cenazenin geçmekte olduğunu gören kimselerin,
hemen ayağa kaıkmalan ve cenaze yanlarından geçip gidinceye kadar, yahutta
onları geride bırakmadan önce omuzlardan indirilip yere konuncaya kadar,
ayakta durmaları emredilmektedir.
Metinde geçen
"Cenazenin sizi geçip geride bırakması" tabiri mecazdır. Bu sözle
cenazeyi taşıyanlar kasdedilmiştir. Nitekim şu hadis-i şerifler; bu tabirle
kasdedilen kimsenin cenaze olmayıp cenazeyi taşıyan kimseler olduğunu açıkça
ortaya koymaktadır:
1.
"Sizin biriniz bir cenaze gördüğünde onunla gitmek istemezse (cenaze
ilerleyip) cenazeden geri kalana kadar, yahut cenaze (yi götürenler) o kimseyi
geride bırakana kadar, yahut o kimseyi geride bırakmazdan evvel cenaze yere
indirilene kadar kıyam etsin."[401]
2.
"Biriniz cenazeyi gördü mü, şayet onun arkasından gitmiyorsa, gördüğü
andan itibaren, geçinceye kadar ayağa kalksın."[402]
3.
"Sizden biriniz bir cenaze namazı kılıp ta cenaze ile gitmezse cenaze
kendisinden uzaklaşınca oturabilir. Eğer cenaze ile giderse o zaman cenaze yere
indirilmedikçe oturmasın."[403]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte otururken yanından bir cenaze geçmekte olduğunu gören bir
kimsenin ayağa kalkmasının meşru olduğu ifade edilmektedir. Ancak bu ayağa
kalkış ölüyü ta'zim için değildir. Ölümün dehşetli ve korkunç bir hadise
olduğunu ortaya koymak içindir.
Hz. İbn Ömer'le İbn
Mes'ud, Ebû Musa el-Eşarî, Ebû Mes'ud el-Bedrî, Kays b. Sa'd, Sehl b. Hanif,
el-Misver b. Mahreme, el-Hasan b. Aliyy, Ka-tade, İbn Şîrîn, en-Nehâî, Şa'bî,
Salim b. Abdullah ve Malikilerden İbn Ha-bib ile İbn Macişun bu görüştedirler.
Delilleri ise, mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifle bir numara sonra
tercümesini sunacağımız hadis-i şeriftir.
İmam Malik (r.a) ile
Ebû Hanife ve Şafiî (r.a) hazretlerine göre cenaze için ayağa kalkmak İslâmın
ilk yıllarında meşru iken, sonradan neshedilmiştir. Delilleri ise, ileride tercümelerini
sunacağımız 3175 ve 3176 numaralı hadis-i şeriflerdir.
Ancak Menhel yazarının
açıklamasına göre, "Bu iki hadis cenaze için ayağa kalkılmasını emreden ve
mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifi ve ben-zerlerinijıeshedebilecek nitelikte
değillerd... Çünkü bu hadislerden 3175 numaralı hadis fiilî bir hadistir.
Bilindiği gibi fiilî hadis, bu ümmete has bir hükmü ihtiva eden kavli bir
hadisi neshedemez. 3176 numaralı hadis-i şerif zayıf olduğundan sahih
hadislerle sabit bir hükmü neshedemez- Her ne kadar İmam Ahmed'in Müsned'inde:
"Hz. Peygamber bize cenaze geçerken oturmamızı emretti." diye bir
rivayet varsa da, bu cümle aynı hadisi rivayet eden Müslim'in kitabında
bulunmadığı gibi, Tirmizî'nin rivayetinde ve 3175 numaralı hadiste de yoktur.
Eğer 3176 numaralı
hadisin sahihliğini kabul etsek bile, bu hadisin, kendisiyle çelişen hadisleri
neshettiği söylenemez. Çünkü, bu hadis-i şerifle, kendisine aykırı gibi
görünen hadis-i şeriflerin arasını te'lif etmek mümkündür. Bilindiği gibi,
tearuz halinde bulunan iki hadisin arasını telif mümkün iken, birinin diğerini
neshetmesi düşünülemez. Burada ise, hadislerdeki ayağa kalkmakla ilgili
emirleri nedbe, (mendupluk) oturmakla ilgili emirleri de cevaza hamlederek, bu
hadislerin arasını te'lif etmek mümkündür. Binaenaleyh cenaze için ayağa
kalkmayı neshettiği iddia edilen 3175 numaralı Hz. Ali hadisinde, bizzat
oturmayı emreden sözlü bir ifade bulunmadığından, bu hadisin kendisine aykırı
gibi görünen hadisleri neshettiği söylenemez. Nitekim İmam Nevevî ile İbn Hazm
da bu görüştedirler."
Ancak bilindiği gibi
Cumhur ulema cenaze için ayağa kalkılmasmı emreden hadis-i şeriflerin
neshedildiği görüşündedirler. Kıymetli ilim adamlarımızdan merhum Kâmil Miras
Efendi, Tecrid-i Sarih isimli eserinde, cumhurun bu görüşünün isabetine işaret
ederek, Buhari'nin rivayet ettiği şu hadis-i şerifin bu görüşün isabetine
delalet ettiğini söylüyor: "Makburî demiştir ki: Biz bir cenazede
bulunduk. Ebû Hüreyre (r.a) Mervan'ın elinden tuttu. Cenaze (omuzdan yere)
konulmazdan evvel oturdular. Bunun üzerine Ebû Sa-id el-Hudrî (r.a) geldi.
Mervan'ın elinden tuttu ve -Kalk Vallahi şu adam (Ebû Hüreyre) bilir ki Nebî
(s.a) bizi cenaze omuzdan yere indirilmedikçe oturmaktan nehyederdi- dedi. Ebû
Hüreyre de Said doğru söylüyor, diye tasdik etti.”[404]
Merhum Kâmil Miras
daha sonra şu görüşlere yer veriyor: "İzahı ile meşgul bulunduğumuz 650
numaralı Ebû Said Makbûrî hadisi de cenaze geçerken kıyamın mensuh olduğunu
iddia edenler için müstakil bîr delil olabilir. Tavzih'te deniliyor ki: Ebû
Said Makburî hadisinde bildirildiği üzere Ebû Hüreyre ile Mervan'ın oturmaları
bu cenaze geçerken kıyamın vacib olmadığına pekala bir delildir. Çünkü ashab
arasında kıyam bir adeti cariye olsaydı, bunlar oturmayacaklardı. Yalnız bu
Makburî hadisinde bir cihet hatırlan işgal ediyor ki, Ebû Hüreyre cenaze
geçerken kıyamın mensuh ve ter-kediîerek geride kalmış bir adet olduğuna kani
ise, neden Ebû Saidi Hudrî'-yi: Doğru söylüyorsun diye tasdik etmiştir?
Bu şüpheyi de sarih
Aynî şöyle kaldırıyor: Ebû Hüreyre'nin Ebû Said Hudrî'yi tasdik etmesi, Rasûlü
Ekremin vaktiyle cenaze geçerken oturmaktan nehyettiğini bildiğinden dolayı
doğru söylüyorsun, diye geçmiş zamana aid olan kıyam hükmünü tasdik etmiştir.
Aynı zamanda Ebû Hüreyre, Nebi (a.s)'ın
muahharen oturduğu ve bu oturmaktan nehyin mensuh ve metruk olduğunu da
biliyordu. Bundan dolayı da oturmuştu. Ve belki Ebû Said'in bu itirazına rağmen
kalkmamıştı."[405]
3173... Ebû
Said el-Hudrî'den (rivayet olunduğuna göre), Rasûlüllah (s.a)
“Bir cenazenin
arkasından gittiğiniz zaman, o cenaze (yere) konuluncaya kadar
oturmayınız." buyurmuştur.
Ebû Dâvûd der ki: Bu
hadisi (bir de) es-Sevri Süheyl'den, o da babasından, o da Ebû Hüreyre'den
rivayet etmiştir. Bu rivayette Ebû Hüreyre (cenaze yere) "konuncaya
kadar" (oturmayınız!) demiştir.
Bir de bu hadisi Ebû
Muaviye Süheyl'den (rivayet etmiş ve bu rivayette Süheyl) "kabre
konuncaya kadar" demiştir. (Ancak) Süfyan (es-Sevrî) Ebû Muaviye'den daha
belleyişlidir.[406]
Metinde geçen cenazenin
konulmasından ne kasdedildiği hususunda gelen rivayetler muhteliftir.Bazı
rivayetlerde "yere konuluncaya kadar" bazılarında da "Kabre
indirilinceye kadar" denilmiştir. Talikten de anlaşıldığı gibi, mevzumuzu
teşkil eden bu hadis-i şerifi Süfyan Sevrî ile Ebû Muaviye de rivayet
etmişlerdir. "Yere konma" rivayetini Süfyan Sevrî "Kabre
indirme" rivayetini de Ebû Muaviye nakletmiştir. Ancak musannif Ebû
Dâvûd, ta'lik te "Süfyan Sevri Ebû Muaviye'den daha belleyişlidir."
sözüyle Süfyan Sevrî'nin rivayetini Ebû Muaviye'nin rivayetine tercih ettiğini
açıkladığından, biz de tercümemizde musannif Ebû Davud'un bu tercihine uyarak
parantez içerisine "yere" kaydını koyduk ve söz konusu cümleyi
"Cenaze (yere) konuncaya kadar", şeklinde tercüme ettik.
Binaenaleyh, bu
hadis-i şerif, cenazeyi kabre kadar uğurlamak üzere peşinden giden kimselerin
kabre vardıklarında, cenaze yere konuncaya, yahutta kabre indilinceye kadar
oturmayip ayakta durmalarının mendup olduğuna delalet etmektedir. Hz. İbn
Ömer'le Hz. Ebû Hüreyre, İbn Zübeyr, Ebû Sa-id el-Hudrî, Ebû Musa el-Eşârî,
el-Evzâî, Ebû Hanife ve ashabı, İmam Ah-med ve İshak (r.a) bu görüştedirler.
Nitekim İbn Ebî Şeybe'nin rivayet ettiği "Ashab-ı Kiram cenaze; halkın
omuzlarından yere indirilinceye kadar oturmayı çirkin karşılardı."
anlamındaki hadis-i şerifle, Nesaî'nin rivayet ettiği "Biz Rasûlüllah'ı
hazır bulunduğu hiçbir cenazede yere konmadan oturduğunu asla görmedik."[407]
anlamındaki hadis-i şerif ve bir önceki hadis-i şerifte, bu görüşü
desteklemektedir. Cenazeyi yere koymadan oturmanın sakıncası "cenazeyi
uğurlamanın gayesine aykırılığından ileri gelmektedir. Çünkü cenazeyi
uğurlamak aslında cenazenin defnine önem vermek ve onun hakkına son derece
riayet etmektir."
Cenaze yere konmadan
oturmak ise, bu hususlara hiç önem vermemek anlamına gelir. Urve b. Zübeyr ile
Said b. el-Müseyyeb, el-Esved, Malik ve Şafiî'ye göre, cenazeyi yere koymadan
önce oturmakta bir sakınca yoktur.
Hanefi âlimlerinden
İbn Abidin de bu mevzuda şunları söylüyor: "Cenaze yere konmadan oturmak
yasak edilmiştir. Nitekim Sirac'da böyle beyan edilmiştir. Nehir'de ise; bunun
muktezası, buradaki kerahetin kerahet-i tahrimi olmasıdır, denilmiştir.
Remli: Cenazeyi
omuzlardan yere koyduktan sonra ayağa kalkmak da mekruhtur. Nitekim Haniye ile
İnaye'de de böyle denilmiştir.
Muhit'te ise, bunun
aksi ifade edilerek şöyle denilmiştir: "Efdal olan, kabrin üzerine toprağı
tesviye etmeden oturmamalıdır." Bahir sahibi, birinci, kavlin evla
olduğunu söylemiştir. Zira Bedayi'de şöyle denilmiştir: "Cenazeyi yere
koyduktan sonra oturmakta bir beis yoktur. Çünkü Ubade b. Samit'ten rivayet
olduğuna göre, Peygamber (s.a.v) meyyit lahde konulmadıkça oturmazmiş. Bir
defa Ashabı ile birlikte bir kabrin başında ayakta dururken, bir yahudi (gelerek)
ölülerimizi biz de böyle yaparız, demiş. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s)
oturmuş ve ashabına, "Bunlara muhalefet edin!" buyurmuşlardır. Yani
ayağa kalkmak hususunda demek istemişler. Onun için mekruh olmuştur. Bunun
muktezası kerahet-i tahrimiyedir." Bu söz hacet ve zaruret bulunmamakla
kayıtlıdır.[408]
3174...
Cabir b. Abdullah (r.a) dedi ki:
"Biz peygamber
(s.a) in yanında idik. O sırada yanımızdan bir cenaze geçti de (Hz. Peygamber
onu görünce) hemen ayağa kalktı (ona uyarak biz de ayağa kalkıp) onu omuzlamak
için (tabuta doğru) yürüdük. Bir de baktık ki, yahudi cenazesiymiş. Bunun
üzerine;
Ey Allah'ın Rasulü bu
bir yahudi cenazesiymiş- dedik. (Rasul-ü Ekrem de):
"Ölüm korkunç (ve
ibret alınacak) bir hadisedir, bîr cenaze görünce hemen ayağa kalkınız."
buyurdu.[409]
Bu hadis-i şerif, bir
cenazenin geçmekte olduğu görülünce, ayağa kalkmanın meşruluğunu, bir gayr-i
muslımın cenazesine bile ayağa kalkılabileceğini ifade etmektedir.
Buharî'nin
rivayetinde, cenazeyi görmek ayağa kalkmak için bir sebep olarak gösterilirken [410] Ebû
Dâvûd, Nesaî, Müslim ve İbn Mace'nin rivayetinde "ölümün korkunçluğu ve
ibret alınacak bir hadise oluşu" ayağa kalkmanın sebebi olarak
gösterilmiştir.
Bu bakımdan, ölüm
ibretli bir hadise olduğu için ibret alma hususunda kâfirin cenazesiyle,
müslimin cenazesi arasında bir fark olmadığından, her İnsanın cenazesi için
ayağa kalkmak intibaha vesile olabilir.
Sehl b. Hanif ile Kays
b. Sa'd'ın rivayetlerine göre, "Peygamber (s.a.) in yanından bir cenaze
geçmiş. Rasûlüllah (s.a) buna ayağa kalktığında, bunun bir yahudi cenazesi
olduğu kendisine bildirilmiş, Rasûlüllah da -Bu da (yaşayıp ölen) bir insan
değil mi?- cevabını vermiş."[411]
Ahmed b. Hanbel'in
Abdullah b. As'dan rivayet ettiği bir hadis-i şerif de şu mealdedir: "...Evet
kâfir cenazesine de ayağa kalkınız. Çünkü siz (aslında) o kâfir cenazesine
kalkmıyorsunuz. Ancak ruhları kabzeden yüce Allah'a ta'zim ederek ayağa
kalkıyorsunuz."
Hakim de, Enes b.
Malik'ten şu mealde bir hadis-i şerif rivayet etmiştir: "Rasûlüllah
(s.a)'in yanından bir cenaze geçti de, hemen ayağa kalktı. (Oradakiler) Ey
Allanın Rasûlü, bu bir yahudi cenazesidir, deyince -Ben melekler için ayağa
kalktım- cevabını verdi."
Tahavî'nin Abdullah b.
Şehbera'dan naklen rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şu mealdedir: "Biz,
Ali (r.a) ile bir cenazeyi intizar edip otururken, yanımızdan başka bir cenaze
geçti. Biz ayağa kalktık. Ali (r.a): Sizi bu cenazeye hangi bilgi ve duygunuz
kaldırıyor diye sordu. Dedik ki:
Biz ne biliyorsak
ancak siz ashabı Muhammed (s.a)'den duyduklarımıza, gördüklerimize medyunuz.
Hz. Ali;
Duyduğunuz nedir ki,
diye sordu. Biz de:
Ebû Musa, Rasûlüllah
(s.a)'in "Yanınızdan bir cenaze geçtiğinde müslim olsun, yahudi olsun veya
hıristiyan olsun ayağa kalkınız. Çünkü siz ona değil, onun yanındaki meleklere
kalkıyorsunuz" buyurduğunu söylüyor, diye cevap verdik.
Ahmed b. Hanbel'in
el-Hasen b. Ali'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, Hz. Peygamber'in
yanından geçen bir yahudi cenazesini görünce ayağa kalkması onun kokusundan
rahatsız oluşuna bağlanırken, Taberî ile Beyha-kî'nin el-Hasen'den rivayet
ettiği bir hadiste de Hz. Peygamberin yahudinin başının kendilerinden daha
yukarılarda bulunmasına tahammül edemediği için ayağa kalktığı ifade
edilmektedir.
Ancak, Hz. Peygamberin
ayağa kalkmasını yahudinin kokusundan ve onun başının yukarılarda olmasından
rahatsız olmasına bağlayan son iki hadis sıhhat yönünden daha önceki hadisler
derecesinde olmadıklarından ve bu hadisler Hz. Peygamberin kendi sözü olmayıp,
sadece ravilerin kanaatlerini yansıttıklarından, kendilerinden önce geçen ve
Hz. Peygamberin yahudi cenazesine ayağa kalkışını Allah'a ta'zim, meleklere
saygı ve cenazeden ibret alma gibi sebeplere bağlayan hadisler karşısında,
nazarı itibara alınacak 'bir önemi haiz değillerdir.
Bu ayağa kalkışı,
Allah'a ta'zim, meleklere saygı ve ölümden ibret gibi sebeplere bağlayan
hadisler arasında ise bir çelişki yoktur. Çünkü bunların hepsi neticede
Allah'ın emrine ta'zim noktasında birleşirler.[412]
3175... Ali b.
Ebû Talib'den (rivayet edildiğine göre); “Peygamber (s.a) (önceleri)
cenaze(ler) için ayağa kalkmış (ondan sonraları oturmuştur.[413]
Bu hadis-i şerif,
cenaze geçerken ayağa kalkmanın neshedildiğini söyleyen, cumhur ulemanın
delilidir. Biz bu mevzudaki görüşleri ve delillerin münakaşasını 3172 numaralı
hadis-i şerifin şerhinde açıkladığımızdan, burada tekrara lüzum görmüyoruz.[414]
3176...
Ubade b. es-Samit'ten demiştir ki:
Rasûlüllah (s.a)
cenaze kabre konuncaya kadar ayakta dururdu. (Birgün) bir yahudi alimi
kendisine uğrayıp -(Ya Muhammed) biz (de) böyle yaparız- dedi. Bundan sonra
Peygamber (s.a) (cenaze için ayakr ta durmayı terkedip) oturdu ve (bize);
"(Siz de)
oturunuz, yahudilere muhalefet ediniz! buyurdu."[415]
Rasul-i Zişan
Efendimizin İslâm'ın ilk yıllarında, katılmış olduğu cenaze teşyılerınde cenaze
kabre konuncaya kadar ayakta dururken, sonraları kendisine bir yahudi
aliminin, yahudilerinde böyle yaptığını haber vermesi üzerine, yahudilere
muhalefet için bu tatbikattan vazgeçip sahabilere de vazgeçmelerini ve cenaze
kabre indirilirken oturmalarını emrettiğini ifade eden bu hadis-i şerif, cenaze
kabre indirilinceye kadar ayakta durmanın neshedildiğini söyleyen Urve b.
Zübeyr ile Said b. el:Müseyyeb, el-Esved, İmam Malik ve Şafii'nin delilidir.
Fakat bu hadis-i
şerif, senedinde Ebu'l-Esbat, Abdullah b. Süleyman ve babası Süleyman gibi
zayıf raviler bulunduğu için, delil olma niteliğinden uzaktır.
Cenaze, kabre
konuncaya kadar ayakta durmayı emreden 3173 numaralı hadis-i şerifse, bu
hadis-i şeriften daha kuvvetli ve sağlamdır.
Biz bu mevzudaki
görüşleri ve delillerin münakaşasını sözü geçen hadis-i şerifin şerhinde
açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[416]
3177...
Sevban'dan (rivayet olunduğuna göre);
Rasûlullah (s.a) bir
cenazenin yanında iken (kendisine) bir hayvan getirilmiş te ona binmeyi kabul
etmemiş (Cenazeyi defnetme işini) bitirince bir başka hayvan getirilmiş de ona
binmiştir. (İlk getirilen hayvana binmediği halde ikinci hayvana binişinin
sebebi) kendisine sorulunca da (şöyle) cevap vermiştir:
“Gerçekten (cenaze ile
birlikte) melekler de yürüyordu. Melekler yürürken ben (hayvana) binecek
değilim. (Fakat cenazenin kabre konmasını müteakip melekler gidince (hayvana)
bin (mekte bir sakınca görme) dim."[417]
Rasûl-üZîşan Efendimiz
bir cenazeyi uğurlarken, binmesi için kendisine bir hayvan getirilince bunu
kabul etmemiş fakat dönüşte binmesi için kendisine getirilen hayvana
binmiştir. Giderken hayvana binmeyi red ettiği halde, dönüşte binmeyi kabul
edişinin hikmeti sorulunca "Giderken bizimle birlikte cenazeyi yaya olarak
takibeden görevli bir çok melek vardı onlar yaya olarak yürürken benim hayvana
binmem mümkün olmadığı için ona binmeyi reddettim. Cenazenin defninden sonra
melekler dağıldığından hayvana binmekte bir sakınca kalmadığı için de ona
bindim" cevabını vermiştir.
Bu hadis-i şerif,
Tirmizî ile İbn Mace'nin Sünen'Ierinde "Allah'ın melekleri yaya olarak yürürlerken,
siz hayvana binmekten utanmıyor musunuz?" anlamına gelen lâfızlarla
rivayet edilmiştir.[418]
3178...
Cabir b. Semure demiştir ki: Peygamber (s.a) İbn Dahdah'ın cenaze namazını
kıl(dir) mışti. (o namazda) biz de vardık. (Namazdan) sonra (cenaze kabre
götürülürken binmesi için kendisine) bir at getirildi de (ata binmedi orada)
bekletti. Nihayet (dönüşte ona) bindi ve atı şaha kaldırmaya başladı. Biz de
etrafında koşuyorduk.[419]
İbn Dahdah'ın ismi kesin bir şekilde bilinmiyor.
Bazıları ise, ondan. Ebû Da'hdah diye bahsetmektedirler.
Görülüyor ki, Hz.
Peygamber ölüyü kabre götürürken yaya gitmeyi tercih etmiş, binmesi için
kendisine getirilen hayvana binmeyi kabul etmemiş ona ancak dönüşte binmiştir.
Nitekim Tirmizî'nin
Sünen'indeki "Rasülullah (s.a) İbn Dahdah'ın cenazesi ardınca yaya yürüdü
ve (dönüşte) at üzerinde döndü." mealindeki hadis-i şerifle Müslim'in
rivayet ettiği "Peygamber (s.a)'e çıplak bir at getirdiler de İbn
Dahhah'ın cenazesinden dönerken ona bindi. Biz de Rasülullah (s.a)'in
etrafında yürüyorduk." anlamındaki hadis-i şerif bu gerçeği ifade
etmektedir.
Bu mevzuda Müslim'in
rivayet ettiği diğer bir hadis-i şerif de şu mealdedir: Rasülullah (s.a) İbn
Dahhah'ın cenaze namazını kıldı. Sonra kendisine çıplak bir at getirildi. Atı
bir adam tutarak Rasülullah (s.a) bindi, derken at şahlanmaya başladı. Biz de
onu takibediyor, arkasından koşuyorduk. Bu arada cemaatten biri şunları
söyledi: "Peygamber (s.a) -Çenette İbn Dahdah için asılmış nice hurma
salkımları vardır- buyurdu."[420]
Nevevî'nin
açıklamasına göre, ashab-ı kiramın, Rasûlullah'm İbn Deh-dah hakkında buyurduğu
"İbn Dahdah için cennette asılmış nice hurma salkımı vardır" sözünü
aralarında konuşmalarının sebebi şudur:
"Bir yetim Hz.
Ebû Lübabe ile bir hurmalık hakkında davaya düşmüş, Rasülullah (s.a) da Ebû
Lübabe'ye hurmalığı yetime vermesini tavsiye etmiş, fakat "Bu hurmalığa
karşılık çenette sana hurma salkim(lar)ı var" dediği halde, Ebû Lübabe
buna razı olmamış ve yetim ağlamış. O zaman Ebû Dahdah bunu işiterek Ebû Lübabe'ye
kendi bahçesini vermek suretiyle hurmalığı ondan satın almış, sonra Peygamber
(s.a)'e:
Ben bu bahçeyi bu
yetime verirsem, bana da çenette hurma var mı? diye sormuş Rasülullah (s.a) de:
"Evet Ebû Dahdah
için de çenette nice hurma salkımları vardır." buyurmuş. İşte cemaattan
bir zat bu hadiseyi hatırlayarak Ebû Dahhah'ın cenazesinden dönüşte
arkadaşlarına bahsetmiştir.[421]
1. Cenazeyi
yürüyerek uğurlamakmüstehab, bir hayvana veya bir vasıtaya binerek uğurlamak
mekruhtur.
İmam Malik ile İmam
Şafiî ve Ahmed b Hanbel (r.a) bu görüştedirler. Mezkûr mezheb imamlarına göre,
özür sahibi bir kimsenin cenazeyi binitli olarak uğurlamasında bir sakınca
yoktur.
Hanefilere göre,
cenazeyi uğurlarken cenazenin önünde bir vasıtayla yürümek mekruhsa da,
arkasından bir vasıtayla yürümekte bir sakınca yoktur.
Nitekim ileride
tercümesini sunacağımız 3180 numaralı hadis-i şerif de Hanefilerin bu görüşüne
bir delil teşkil etmektedir.
Hanefi âlimlerine
göre, 3177 numaralı hadisin şerhinde meallerini sunduğumuz cenazeyi hayvan
üzerinde takibederek uğurlamayı yasaklayan hadisi şerifler, Rasûlü Ekrem'in
bulunması sebebiyle meleklerin katıldığı cenazelere ya da özel olarak İbn
Dahdah'ın cenazesine ait özellik arzeden hadislerdir. Çünkü bu melaikelerin
herkesin cenazesine katılması gerekmez.
Cumhur ulemaya göre
ise 3180 numaralı hadiste cenazenin arkasından bir vasıtaya binerek yürümeye
verilen izin bu şekilde yürümenin haram olmadığı anlamına gelen bir izindir.
Binaenaleyh, bu izin cenazeyi arkadan bir vasıta üzerinde takibederek
uğurlamanın haram olmadığı anlamına gelirse de, mekruh olmadığı anlamına
gelmez.
2. Cenazeyi
defnettikten sonra, bir vasıtayla dönmek caizdir.
3.
Büyüklere, binmeleri için, hayvan hazırlamak, binerken yardım etmek mubahtır.[422]
3179...
(Salim'in) babasından demiştir ki: Peygamber (s.a) Ebû Bekir ve Ömer (r.a) yi
cenazenin önünde yaya olarak yürürlerken gördüm.[423]
Bu hadis-i şerif cenazeyi
uğurlarken önünde yürümenin müs-tehab olduğunu söyleyen İbn Ömer'le el-Hasen b.
Ali, Ebû Katade, Ebû Hureyre, İbnü'z-Zübeyr, el-Kasım b. Muhammed, Salim, İbn
Ebû Leyla, ez-Zührî, Şafiî, Malik ve Ahmed (r.a)'in delilidir.
Bu görüşte olan
âlimlere göre, cenazeyi uğurlamakta olan bir kimse, onun şefaatçisi
durumundadır. Şefaatçinin şefaatta bulunduğu kimsenin önünde olması gerekir.
İmam Ebû Hanife ile
taraftarları, İmam Evzaî ve İshak ise cenazeyi uğurlarken arkasından
yürümesinin önünden yürümekden daha faziletli olduğunu söylemişlerdir.
Delilleri ise ''Cenazenin önünde yürünmez" anlamındaki 3171 numaralı Ebû
Hüreyre hadisi ile Hakim'in Ebû Ümame'den naklettiği "Rasûlullan (s.a)
oğlu İbrahim'in cenazesinin arkasında sessizce yürüdü" anlamındaki hadis-i
şeriftir. Bu görüşte olan âlimlere göre "Rasûlullah (s.a) bize cenazeye
tabi olmamızı emretti"[424]
mealindeki hadis-i şerif de cenazenin arkasında yürümenin daha faziletli
olduğuna delalet eder. Bu hadis-i şerifte cenazeye tabi olmak emredilmektedir.
Cenazeye tabi olmaksa önünde değil arkasında yürümekle gerçekleşir ve ayrıca
sözü geçen âlimlere göre, mev-zumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisinde ifade
edilen, Hz. Peygamberle Ebû Bekir ve Ömer'in cenazenin arkasında yürümesi,
cenazenin önünden yürümenin faziletine delalet etmez. Sadece cenazenin önünden
yürümeninde caiz olduğuna delalet eder.
Nitekim Ebû Ca'fer
et-Tahavî'nin rivayet ettiği hadis-i şerifte ifade edildiğine göre, "Hz.
Ömer ile Hz. Ebû Bekir cenazenin önünde Hz. Ali de arkasında yürürmüş. Bunun
sebebi Hz. Ali'ye sorulunca, onlar cenazenin arkasında yürümenin önünde
yürümekten, farz namazlarının nafilelere üstünlüğü kadar üstün olduğunu
bilirler. Fakat (cenazenin arkasında yürümenin de caiz olduğunu öğretmek ve)
halka kolaylık sağlamak için, önde yürürler, cevabını vermiştir."
Hz. Ali'nin bu
açıklamasından anlaşıldığına göre, halk cenazenin önünden yürümenin caiz
olmadığını zannediyordu. Bu yüzden de hepsi cenazenin arkasından yürüdüğü için
izdiham oluyor, yollar daralıyor ve yürüme zorlaşıyordu. Hz. Ebû Bekir'le. Hz.
Ömer halka her ne kadar cenazenin arkasından yürümek daha faziletli ise de,
önde yürümenin de caiz olduğunu halka öğretmek ve cenazeleri uğurlarken
meydana gelen sıkışıklıktan onları kurtarmak için cenazenin Önünden yürümüşlerdir.
Bezlü'l-Mechud
yazarının açıklamasına göre, cenazeyi kabre götürürken ne tarafında yürümenin
daha faziletli olduğu mevzuunda beş görüş vardır.
1. Yaya
olsun binitli olsun kişinin cenazenin önünden yürümesi mutlak surette daha
faziletlidir,İmam Şafiî (r.a) bu görüştedir.
2. Yayaların
önden yürümesi, binitlilerin de arkadan yürümesi daha faziletlidir. İmam Ahmed
ile İmam Malik (r.a) bu görüştedirler.
3. İster
binitli, ister yaya olsun, cenazeyi uğurlayan bir kimsenin cenazesin
arkasından yürümesi daha faziletlidir. Hanefi âlimleri, bu görüştedirler.
4. Kişi
muhayyerdir. Dilerse cenazenin önünden, dilerse arkasından gider. İmam Sevrî
bu görüştedir.
5. Eğer
cenazede kadınlar varsa önden yürümek, kadınlar yoksa arkadan yürümek daha
faziletlidir. İmam Efaû Hanife (r.a) bu görüştedir.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadisin senedinde geçen Salim'in babasından maksad, Hz. Abdullah b.
Ömer'dir. Hz. Salim'i hürriyetine Hz. Abdullah b. Ömer kavuşturduğu için Hz.
Salim onun aile fertleri arasına girmiş, bu yüzden de Hz. Abdullah'ın oğlu
olarak anılmıştır.[425]
3180...
Ziyad (in) Peygamber (s.a)'e kadar ulaştırdığı merfu bir hadiste Hz. Peygamber
Efendimiz şöyle) buyuruyor:
"Binitli,
cenazenin arkasında yürür, yaya ise (cenazenin) önünden ve arkasından ona
yakın olarak sağından ve (ya) solundan yürüyebilir. Düşük üzerine namaz
kılınır anne ve babası için de (Allah'-dan) mağfiret ve rahmet istenir."[426]
Bu hadis-i şerif,
cenazeyi kabre götürürken bir vasıtaya binmenin caiz olduğuna delalet
etmektedir. Fakat bu cevaz, bir cenazeyi kabre kadar uğurlayabilmek için
kesinlikle bir vasıtaya binmeye muhtaç olan kişiler içindir. Çünkü Hz.
Peygamberin bir cenazeyi kabre götürürken binmesi için kendisine takdim edilen
bir hayvana binmeyi kabul etmediğini ifade eden 3177 ve 3178 numaralı hadis-i
şerifler buna delalet etmektedir. 3177 ve 3178 numaralı hadisi şeriflerdeki
cenazeyi uğurlamaya bir vasıtayla gitmekle ilgili yasak, cenazeyi uğurlarken
özürsüz olarak vasıtaya binmeye ait olduğuna göre, bu hadislerle mevzumuzu
teşkil eden hadis-i şerif arasında bir çelişki yoktur. Çünkü sözü geçen
hadislerdeki yasak, cenazeyi uğurlarken mazeretsiz olarak vasıtaya binmekle
ilgilidir. Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifteki cevaz ise, mazereti olan
kimselerle ilgilidir.
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerife dayanarak, Maliki âlimleri ile Hanefi, Hanbeli âlimleri ve
cumhur ulema cenazeyi uğurlarken mazeretinden dolayı bir vasıtaya binmek
durumunda kalan bir kimsenin cenazeyi arkadan ta'kibetmesinin daha faziletli olduğunu söylemişlerdi.
Şafiî âlimlerine göre,
efdal olan binitli kimselerin de yayalar gibi cenazenin arkasından
yürümeleridir. Fakat mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifin zahiri Şafiîlerin
aleyhine bir delildir.
Süfyan-ı Sevrî (r.a)
de bu hadisin zahirine dayanarak cenazeyi uğurlamaya çıkan kimsenin cenazenin
dört tarafında da yürüyebileceğini söylemiştir.
Buraya kadar
anlattığımız meseleleri şöylece özetlememiz mümkündür:
1. Cenazeyi
uğurlarken mazeretsiz olarak bir vasıtaya binmek mekruhtur.
2. Cenazeyi uğurlarken
dört tarafında da yürümek caiz olmakla beraber, önünde yürümenin mi yoksa
arkasında yürümenin mi daha faziletli olduğu mezheb imamları arasında
ihtilaflıdır.
İbn Hazm'a göre,
binitli olan kimseler, cenazenin arkasında yürürler, yayalarsa cenazenin
istedikleri tarafından yürüyecebilirler. Fakat arkasından yürümeleri daha
iyidir.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif, ayrıca düşük çocuk üzerine namaz kılmanın meşruluğuna
delalet etmektedir. Nitekim İmam-ı Ahmed ile Dâvud Zahiri bu hadisin zahirine
sarılarak doğunca ister ağlayıp ta ölsün isterse tamamen ölü olarak dünyaya
gelsin, düşük üzerine namaz kılınması gerektiğine hükmetmişlerdir. Bu görüş ,
Hz. İbn Ömer'le İbn el-Müseyyeb ve İbn Sîrîn'den de rivayet olunmuştur.
İmam Ebû Hanife ile
taraftarları, İmam Malik, el-Evzaî ve Şafiî (r.a)'e göre, düşük doğunca, sesi
işitildikten sonra Ölürse, cenaze namazı kılınır, fakat tamamen ölü olarak
dünyaya gelir de hiç sesi işitilmezse namazı kılınmaz. Çünkü "Çocuk canlı
olarak dünyaya gelmedikçe, ona cenaze namazı kılınmaz."[427]
meâlideki hadis-i şerif buna delalet eder.
Çocuğun sesinin
duyulmasından veya ağlamasından maksat, aksırıp, tıksırması, bağırıp-çağırması
gibi hayat belirtilerinden birinin onda görülmesidir.
Her ne kadar
Tirmizî'nin bu rivayetinin senedinde çeşitli yönlerden tenkide uğrayan İsmail
b. Müslim el-Mekkî varsa da aslında bu hadisi şerif Nesai, İbn Hibban ve Hakim
tarafından da rivayet edilerek takviye edilmiştir. İbn Mace, bu hadisi şu
manâya gelen lafızlarla rivayet etmiştir: "Çocuk doğarken istihlal ettiği
(hayat belirtisi gösterdiği) zaman üzerine cenaze namazı kılınır ve (kendisi)
mirasçı da olur."[428]
1. Cenazeyi
kabre götürürken bir vasıta üzerinde buIunan kimselerin cenazenin ardından yürümeleri
onunde ya da sağında veya solunda yürümelerinden daha faziletlidir.
2. Cenazeyi
kabre götürürken, onu yaya olarak takibeden kişiler, cenazenin dört tarafından
da yürüyebilirler.
3. Düşük
üzerine cenaze namazı kılınır, anne ve babası için rahmet ve mağfiret dilenir.[429]
3181... Ebû
Hüreyre'den (rivayet olunduğuna göre) Peygamber (s.a) (şöyle) buyurmuştur:
"Cenazeyi (kabre)
süratli götürünüz, eğer cenaze salih (bir kişi) ise (önünde) hayır (vardır) onu
hayra eriştirmiş olursunuz. Eğer cenaze böyle (salih bir kişi) değilse, şer
(bir kişi) dir. (Definde acele etmekle) onu omuzlarınızdan atmış
olursunuz."[430]
Hadis-i şerifteki
"süratli götürünüz" emrinden murat, hızlı hızlı yürümek değil, oluye
zarar vermeyecek, taşıyanları ve uğurlayanları meşekkata sokmayacak derecede
mu'tedil bir yürüyüştür. Nitekim Ebû Bekre'den rivayet edilen bir hadis-i
şerifte Rasûlü Ekremle saha-bilerinin cenazeleri mutedil bir yürüyüşle
götürdükleri ifade edilmektedir.[431]
Âlimlerden bazılarına göre, VCenazeyi kabre süratle götürmek" demek, onun
öldüğü kesinlikle anlaşıldıktan sonra, hiç beklemeden ve vakit geçirmeden,
hemen tekfin ve teçhizine başlamak demektir.
Fakat birinci görüşün
daha isabetli olduğu bir gerçektir. Çünkü Tabe-ranî'nin rivayet ettiği
"sizden birisi öldüğü zaman onu bekletmeyiniz, acele olarak kabrine
götürünüz." mealindeki hadisi şerifle Said el-Hudrî'den "Cenaze
tabuta konulup da, adamlar omuzlarına aldıklarında, eğer o adam salih bir kişi
ise -beni bir an. önce (mükafatıma) götürün. Beni bir an önce götürün- der.
Eğer kötü bir kişi ise -Eyvah! Beni nereye götürüyorsunuz?" der. Bu sesi
insandan başka herşey duyar. Eğer insanlar duysalardı, bayılıp düşerlerdi.[432]
anlamına gelen lafızlarla rivayet edilen hadis, birinci görüşün daha isabetli
olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Metinde geçen
kelimesindeki cemi müzekker muhatab (çoğul, ikinci şahıs) zamiri cenazeyi
kabre götürme görevinin erkeklere ait olduğuna delalet etmektedir.[433]
1. Cenazeyi kabre
götürürken, ölüye zarar verecek dereceye varmamak şartıyla biraz suratlı
yürümek mustehabdır. Hanbelî âlimlerinden İbn Kudame'nin açıklamasına göre, bu
mevzuda âlimler ittifak etmiştir. Ancak îbn Hazm, cenazeyi götürürken bu şekilde
acele etmenin farz olduğunu söylemekle şaz bir görüş ortaya koymuştun Gerçi;
"İbn Abbas ile birlikte Şerifte Peygamber (s.a)'in zevcesi Mey-mune'nin
cenazesinde bulunduk. İbn Abbas: Bu kadın Peygamber (s.a)'in zevcesidir, Şimdi
tabutunu kaldırdığınız zaman sarsmayın, sallamayın, hoş tutun..."[434]
anlamındaki hadisi şeriften selef-i salihinin bazılarının cenazeyi süratli
taşımayı kerih gördükleri anlaşılıyorsa da, onların bu meseledeki muhalefetleri
cenazenin zarar görmesine sebep olabilecek derecedeki süratli yürüyüşlerle ilgilidir.
2. Bir
kimsenin öldüğü kesinlikle anlaşılır anlaşılmaz, acele olarak defn işlerine
başlamak müstehabdır.
3.
Salihlerin sohbetine rağbet etmek, zararlı kimselerin sohbetinden de kaçınmak
gerekir.[435]
3182...
(Uyeyne b. Abdirrahman'ın) babasından (rivayet olunduğna göre), kendisi Osman
b. Ebi'l-As'ın cenazesinde bulunmuştur. (Kendisi bunu şöyle anlatıyor):
Biz (cenazeyi
götürürken) yavaş yavaş yürüyorduk. Derken Ebû Bekre (arkamızdan yetişip) bize
katıldı ve kamçısını kaldırıp "Ben Rasûlullah (s.a) ile birlikte bizi
(cenazeleri götürürken) biraz süratlice yürürken gördüm." dedi.[436]
Bu hadisi şerif,
cenazeyi kabre götürürken koşar adımla mutad yürüyüş arasında bir süratle, daha
doğrusu normal yürüyüşten biraz daha süratli bir şekilde, yürümenin müstehab
olduğuna delalet etmektedir.
Çünkü metinde geçen
"Remel" kelimesi omuzları oynatacak şekilde, fakat koşmadan biraz
süratlice yürümek demektir. Rasûlü Zişan Efendimizin ve ashabı kiramın
cenazeleri uğurlarken takibettikleri yürüyüş tarzı olarak, hadisi şerifte
cenazeyi götürenlerin uymaları istenen yürüyüş tarzı budur.
İbn Ebî Şeybe'nin
Abdullah b. Ömer'den tahric ettiği bir hadis-i şerifte açıklandığı üzere, Hz.
Ömer Hz. Abdullah'a kendisi ölünce cenazesini taşırken bu şekilde yürümesini
ve cenazenin önünde melekler, arkasında da ademoğulları bulunduğu için
cenazenin arkasından yürümesini vasiyyet etmiştir.[437]
3183... Şu
(bir numara önce) hadisi (Halid b. Haris ile İsa b. Yunus da) Uyeyne (b.
Abdirrahman) dan (naklettiler ve bir önceki hadisi şerifte anlatılan
hadisenin) Abdurrahman b. Semure'nin cenazesinde (meydana geldiğini ve Uyeyne
b. Abdurrahman'ın; Ebû Bekre sünneti terketmelerinden dolayı tehdid için
elindeki) kamçıyruzatarak ka-tırıyla halkın üzerine yürüdü dedi(ğini)
söylemişlerdir.[438]
Bu hadis, Nesaî'nin
Sünen'İnde şu manâya gelen lâfızlarla rivayet edilmiştir: "Abdurrahman b.
Semure'nin cenazesinde bulundum. Ziyad, tabutun önünden yürüyordu.
Abdurrahman'ın yakınlarından erkekler ve köleleri ise (tabutun önünde) tabuta doğru
dönüp gerisin geri gidiyorlardı ve "Yavaş yavaş (götürün) Allah ecrinizi
artırsın" diyorlardı ve ağır ağır yürüyorlardı. Bİz Mirbed yolunda iken
Ebû Bekre, katırıyla bize yetişti, onların yaptıklarını görünce katırıyla
üzerlerine gitti. Kırbacıyla, onlara işaret ederek:
"Açılın,
Ebu'l-Kasım'ı şereflendirene yemin olsun ki, biz Rasûlullah (s.a) ile
beraberken cenazeyi süratle götürdük." dedi. Bunun üzerine sıkışıklık
dağıldı.[439]
3184... İbn
Mes'ud'dan demiştir ki:
Peygamber (s.a)'e
cenazeyle yürümeyi sorduk, şöyle buyurdu: "Koşmanın altında (mutedil bir
süratle yürünür. Böyle yürümekle) eğer (ölen kimse) hayırlı (birisiyse)onu
hayra (eriştirmekte) acele etmiş olunur. Eğer böyle değilse (varsın) cehennem
halkı (bizden biran önce) uzak (laşıp, gitsin). Cenaze arkasından gidilendir,
(kendisi) arkadan giden değildir. (Cenazenin)önünden giden onunla beraber bulunmuş
olmaz."[440]
Ebû Dâvûd der ki: Bu
ravi (yani) Yahya İbn Abdullah zayıftır, Yahya el-Câbir (denilen kimse) de odur
ve Kûfelidir. Ebû Mâcide (ise) Basra'lıdır. Bu Ebû Mâcide (nin kimliği) ise
meçhuldür.[441]
Cenazeyi kabre
götürürken normal yürüyüşten biraz daha süratli adımlarla, fakat koşmadan,
götürmek müstehabdır. Cenazeyi bu şekilde biraz süratlice götürmekle; eğer o cenaze
hayırlı bir kimse ise, bir an önce kendisini bekleyen hayra erişmiş olur. Eğer
hayırsız bir kimse ise, müslümanlar onu bir an önce kendilerinden
uzaklaştırmış olurlar.
Metinde geçen
kelimesini biz "uzaklaşıp gitsin" diye tercüme ettik. Fakat bu kelimenin
"haksızlık yapan kavim yok olsun"[442]
mealindeki âyeti kerimedeki gibi beddua olarak kullanılmış olması da mümkündür.
O zaman bu cümleye "cehennem halkı yok olsun!" manâsı vermek mümkündür.
Cenazeyi kabre
götürürken arkasında yürümenin, sağında, solunda veya önnüde yürümekten daha
faziletli olduğunu söyleyenlerin delilini teşkil eden bu hadis-i şerif,
zayıftır. Çünkü Yahya b. Abdullah ile Ebû Macide vardır. Bilindiği gibi bu
ravilerin her ikisi de zayıftır.[443]
1. Bir
meseleyi bilmeyen kişi, onu bir bilene sormalıdır.
2. Cenazeyi
kabre götürürken normal bir süratle götürmek ve arkasından yürümek gerekir.
Cenazenin önünden yürüyen kimse, arkasından yürüyen kimse kadar sevap alamaz.[444]
3185... Câbir
b. Semure dedi ki:
Bir adam
hastalanmıştı. Bir süre sonra onun hakkında feryad-ü figan yükselmeye başladı.
Bunun üzerine (o hastanın) komşusu, Ra-sûlullah (s.a)'a gelip:
(Ey Allah'ın Rasûlü) O
(adam) öldü, dedi. (Hz. Peygamber de): "Ne biliyorsun?'* dedi. (O kimse
de);
Ben onu (ölmüş halde)
gördüm, dedi. Rasûlullah (s.a) de:
"O kimse
ölmedi" dedi. (Adam da) döndü (gitti). Derken (hastanın evinden tekrar)
onun için feryad-ü figanlar yükseldi. Bunun üzerine (hastanın komşusu tekrar)
Rasûlullah (s.a)'e geldi ve:
Ey Allah'ın Rasûlü o
kimse gerçekten öldü, dedi. Peygamber (s.a) de:
"O ölmedi"
buyurdu. (Adam tekrar) döndü (gitti. Fakat) (evden yine) o kimse için ağlanıp
sızlandığı işitilmeye başlandı. O sırada (hastanın) karısı (dışarı çıkıp o
adama)
Rasûlullah (s.a)'e git
ve (komşunun intihar ettiğini) kendisine haber ver dedi; (o adam da):
Ey Allah'ım, sen ona
Ia'net et! dedi. Sonra (bu) adam gitti ve o kimseyi yanındaki mızrak demiri ile
kendisini öldürmüş halde gördü. Ve hemen Peygamber (s.a)'e varıp onun öldüğünü
kendisine bildirdi. (Rasûl-ü Zîşan Efendimiz)
"Ne
biliyorsun?" (dedi) O da:
Onu yanındaki mızrak
demiriyle kendini öldürmüş halde gördüm, cevabını verdi. (Rasûl-i Zîşan
Efendimiz tekrar):
"Sen onu gördün
mü?" diye sordu (o adam da):
Evet, cevabını verdi.
(Bunun üzerine Peygamber Efendimiz):
"Öyleyse ben onun
namazını kılmam!" buyurdu.[445]
Mişkas: Okun ucuna
takılan ve temren ismi verilen sivri demirdir.
Hadis-i şerifte intihar
ettiğinden ve intihar ettiği için de Hz. Peygamber'in, namazım kılmadığından
bahsedilen şahsın kimliği, kesin olarak tes-bit edilememiştir.
Ancak bu kimsenin
intihar sebebi, İbn Mace'nin Sünen'inde şöyle anlatılıyor. "Peygamber
(s.a)'in ashabından bir adam yaralandı. Yara ona eziyet verdi. Bunun üzerine
yaralı, okların demir kısımlarının bulunduğu yere yavaş yavaş giderek bunlarla
kendini boğazladı. Peygamber (s.a) onun üzerine (cenaze) namaz(ı)
kılmadı."[446]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadisi şerife dayanarak Ömer b. Abdülaziz ile İmam-ı Evzâî intihar eden bir
kimsenin cenaze namazının kılınmadığına hükmetmişlerdir.
İmam Ebû Hanife ile
İmam Mâlik, Şafiî ve cumhur ulema ise, "intihar eden bir kimsenin cenaze
namazı kılınır." demişlerdir.
İmam Ahmed'e göre,
intihar eden kimsenin cenaze namazını devlet reisi kılmaz, fakat başkaları
kılar. Rasûl-ü Zîşan Efendimiz, intihar eden adama bir ceza olarak ve
başkalarını da intihardan men etmek için, onun namazını kılmamıştır. Nitekim
halka bir ibret teşkil etmesi için Rasûl-ü Ekrem'in bir borçlunun cenaze
namazını kılmadığı, fakat başkalarının kılmasına da mani olmadığı Nesaî'nin
Sünen' inde rivayet edilmiştir.[447]
Darekutnî'nin
müteaddit yollardan rivayet ettiğine göre, Rasûlü Zîşan Efendimiz "La
ilahe illallah diyen herkesin arkasında namaz kılınız ve la ilahe illallah
diyen herkesin cenaze namazını kılınız" buyurmuştur.
Ancak İmam Ebü Hanife
(r.a), İslâm devletine karşı isyan edenleri ve yol kesenleri bu hükmün dışında
bırakarak onların cenaze namazının kılınamayacağını söylemiştir.[448]
3186... Ebû
Berze el-Eslemi'den demiştir ki:
Rasûlullah (s.a) Maiz
b. Malik'in cenaze namazını kılmamış ve (fakat başkalarını) onun cenaze
namazını kılmaktan nehyetmemiştir.[449]
Bu hadis-i şerifte,
Hz. Peygamberin huzuruna gelerek zina ettiğini itiraf eden Maiz'in cenaze
namazını kılmadığı ifade edilirken, Müslim ile Buhari'nin bazı rivayetlerinde[450] Hz.
Peygamberin Maiz'in cenaze namazını kılıp kılmadığı hususunda bir açıklama
bulunmamaktadır.
Buhari'nin rivayet
ettiği bir hadis-i şerifte[451]
ise, Hz. Peygamberin Maiz'in cenaze namazını kıldığı ve onun hakkında hayır
dua ettiği ifade ediliyor. Hafız İbn Hacer'in de açıkladığı gibi, her ne kadar
Mahmud b. Gay-lan'ın Abdürrezzak'tan rivayet ettiği bu hadisi şerifte, Hz.
Peygamber'in Maiz'in cenaze namazını kıldığı ifade ediliyorsa da, başta
Muhammed b. Yahya ez-Züheylî olmak üzere, pek çok raviler, bu hadisin tam
aksine Hz. Peygamber'in, Maiz'in cenaze namazını kılmadığım ifade
etmektedirler.
Hafız Münzirî'ye göre,
Abdürrezzak'tan bu hadisi sekiz kişi rivayet etmiş, hiç birisi de Hz.
Peygamber'in Maiz'in cenaze namazını kıldığından bahsetmemiş, bilakis onun
cenaze namazını kılmadığını nakletmişlerdir.
Menhel yazarının
tesbitine göre* Mahmud b. Gaylan'ın Hz. Peygamber'in Maiz'in cenaze namazını
kıldığına dair rivayet ettiği hadise aykırı olarak rivayette bulunan râvilerin
sayısı, ondan fazladır. Bunların bir kısmı Mahmud b. Gaylan'ın bu rivayetinin
doğru olmadığını açıkça söylemişler, bir kısmı da sükut etmişlerdir.
Beyhakî ise, şöyle
der: "Abdürrezzak'm arkadaşlarının Hz. Peygaber'-in Maiz'in cenaze
namazını kılmadığı hususunda icma etmiş olmaları, bunun aksini ifade eden
Mahmud b. Gaylan'ın rivayet ettiği hadisin hatalı olduğunu gösterir."
Ayrıca ez-Zührî'nin ashabı da Hz. Peygamber'in Maiz'-in cenaze namazını
kılmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Her ne kadar bütün bunlar, Mahmud b.
Gaylan'ın bu rivayetinin şaz bir rivayet olduğunu gösterirse, de, usulü
hadisde rivayetine güvenilir bir ravinin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte
diğer rivayetlere nisbetle fazla ve onlara aykırı olarak gelen bir rivayetin
makbul olduğuna hükmedilir. Buna göre, sözkonusu hadisin, diğer tariklerden
gelen rivayetinde bulunmayıp da Mahmud b. Gaylan'ın rivayetinde bulunan
"Hz. Peygamber'in Maiz'in cenazesini kıldığı" ifadesinin bu rivayet
hakkında sükut eden ravilerin rivayetine tercih edilmesi gerekir. Bu fazlalığa
itiraz eden kimselerin rivayetine gelince, bu hadis-i şerifle onların arasını
şu şekilde te'lif etmek mümkündür: Hz. Peygamberin, Maiz'in cenaze namazını
kılmadığını ifade eden hadisler, Maiz'in recmedil-diği günle ilgilidir.
Gerçekten o gün, Hz. Peygamber Maiz'in cenaze namazını kilmamıştır.-Hz.
Peygamber'in Maiz'in cenaze namazını kıldığından bahseden Mahmud b. Gaylan
hadisi ise, Maiz'in recmedildiği günü takibeden günle ilgilidir. Çünkü Hz.
Peygamber onun namazını recmedildiğinin ertesi günü kılmıştır.
Nitekim Abdürrezzak'ın
Ebû Umame b. Sehl b. Hanif'ten rivayet ettiği bir hadisi şerifte, Rasûlü Zîşan
Efendimizin Hz. Maiz recmedildikten bir gün sonra ashabı kirama
"Arkadaşınızın namazını kılın" diye emir buyurduğu ve kendisininde
onun namazını kıldığı ifade edilmektedir.
Eğer bu rivayetlerin
arasını bu şekilde te'lif mümkün olmasa, o zaman Mahmud b. Gaylan'ın rivayetini
diğerlerine tercih etmek gerekir. Çünkü Mahmud b. Gaylan'ın rivayeti sahihtir.
Mevzumuzu teşkil eden
ve Mahmud b. Gaylan'ın rivayetine aykırı düşen hadis ise, isnadında kimliği
meçhul şahıslar bulunduğu için zayıftır.
Müslim'in rivayet
ettiği bir hadisi şerifle[452]
ileride tercümesini sunacağımız 4440 numaralı hadisi şerif de Mahmud b.
Gaylan'ın bu rivayetini te-yid etmektedir.
Binaenaleyh, bütün bu
rivayetler Hz. Peygamber'in had cezasından ölen bir kimsenin cenaze namazını
kıldığını gösterir. Nitekim İmam Ahmed (r.a) de "Hainliklerinin cezasını
çekerek ölenlerle, intihar ederek ölenlerin dışında Hz. Peygamberin cenaze
namazını kılmadığı bir kimse bilmiyoruz" demiştir.
Had cezasından dolayı
Ölen bir kimsenin cenaze namazının kılınıp kılınmayacağı meselesinde fıkıh
âlimlerinin görüşlerini şu şekilde özetleyebiliriz:
İmam Malik ile İmam Ahmed
(r.a); halkın had cezasını gerektiren suçlan işlemeye cesaret edememeleri
için, devlet reisinin ve faziletli kişilerin had cezasından ölen kimselerin
cenaze namazlarını kılmalarının mekruh olduğuna, ancak devlet reisinin ve
faziletli kişilerin dışındakilerin had cezasından ölen kimselerin cenaze
namazlarını kılabileceklerine hükmetmişlerdir.
İmam Ebû Hanife (r.a)
ile taraftarlarına ve İmam Şafiî (r.a)'ye göre, recmedilen bir kimse yıkanır ve
cenaze namazı kılınır. Cumhur ulemanın görüşü de budur. Kâdî Iyaz âlimlerin
tümünün had cezasından ya da recinden dolayı ölen yahut da intihar eden her
müslümanin cenaze namazının kılınacağı görüşünde olduğunu söylemiştir.
Ulemanın bu mevzudaki delilleri "... Yavaş ol yâ Halid! Nefsim elinde olan
zata yemin ederim. Bu kadın öyle bir tevbe etti ki, onu zulmen vergi alan bir
kimse yapsaydı mutlak affedilirdi buyurmuş, sonra kadının getirilmesini
emrederek cenaze namazını kılmış ve kadın defnedilmiş"[453]
mealindeki hadis-i şeriftir.
Her ne kadar İmam
Zührî, recm cezasıyla cezalandırılan bir kimsenin cenaze namazının
kılınamayacağım söylemişse de, bu mevzuda gelen hadis-i şerifler onun bu
görüşünü reddetmektedirler.[454]
3187... Aişe
(r.a)den (elemiştir) ki:
"Peygamber (s.a)'in
oğlu İbrahim onsekiz aylıkken öldü de Ra-sûlullah (s.a) onun cenaze namazını
kılmadı."[455]
Hadîs metninde geçen
"Onun cenaze namazını kılmadı” sözüyle "Onun cemaatle kılınan cenaze
namazına katılmadı" denmek istenmiş olması mümkündür. Hz. Peygamber'in
oğlu İbrahim'in başkaları tarafından cemaatle kılınan cenaze namazına iştirak
etmemesi, daha sonra onun namazını tek başına kılmış olmasına mani değildir.
Çünkü bilindiği gibi oğlu İbrahim vefat ettiği zaman, güneş tutulmuştu. O
sırada halk Hz. İbrahim'in cenaze namazını kılarken Rasûlü Zîşan Efendimizin
küsuf namazıyla meşgul olması, bu yüzden de cenaze namazına yetişememiş olması
ihtimali son derece kuvvetlidir. Fakat cenaze namazı cemaatle kılındıktan
sonra, Hz. Peygamber'in ayrıca bir cenaze namazı daha kılmaması için hiç bir
sebep yoktur.
Hattâbî'nin
açıkladığına göre, âlimlerden bazıları, Hz. Peygamber'in oğlu İbrahim'in cenaze
namazına katılmamış olmasını "Şehitlerin cenaze namazından müstağni
oldukları gibi bir peygamber çocuğu olarak Hz. İbrahim de cenaze namazından
müstağni olduğundan, Hz. Peygamber'in oğlu İbrahim'in cenaze namazına
katılmaması çocukların cenaze namazı kılınma-yacağı anlamına gelmez. Bu Hz.
İbrahim'e ait özel bir durumdur." şeklinde te'vil etmek istemişlerse de,
bu te'vile hiç lüzum yoktur. Çünkü bir numara sonra tercümesini sunacağımız
hadiste de ifade edildiği gibi, Rasûl-ü Zîşan Efendimiz aslında oğlu İbrahim'in
cenaze namazını kıldığı bir gerçektir. Gerçi sözünü ettiğimiz hadis mürseldir
fakat başka yollardan gelen hadislerle takviye edildiği için zayıflıktan
kurtulup hasen derecesine yükselmiştir.[456]
3188...
el-Behiyy (Abdullah b. Beşşar) dedi ki: Peygamber (s.a)'in oğlu İbrahim vefat
edince, Rasûlullah (s.a) oturmak için ayrılan bir yerde onun cenaze namazını
kıldı.
(Ebu Davud der ki: Ben
(bu hadisi) Ya'kub b. ei-Ka'ka'a okudum. (O sırada kendisine): {'İbnü"l
Mübarek size Ata'dan (naklen) Peygamber (s.a)'in yetmiş günlük iken (ölen) oğlu
İbrahim'in cenazesini kıldığını haber verdi mi?" diye soruldu (da -evet-
cevabını verdi).[457]
Metinde geçen
"el-mekaid" kelimesi, aslında çarşıda pazar-da halkın oturup sohbet
etmesi için ayrılmış özel yerler anlamına gelir. Burada kasdedilen ise Hz.
Osman'ın evinin yanında, yahut da Mescid-i Nebevi'nin yanında bulunan ve halkın
oturup sohbet etmesi ve ab-dest alması için ayrılan yerlerden birisidir.
Bir önceki hadis-i
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi, Hz. Peygamber, oğlu İbrahim'in cenaze
namazında bulunmamıştı. Çünkü o sırada güneş tutulması olduğundan, kendisi küsuf
namazı kılmakla meşguldü.
Durum böyleyken burada
"Hz. Peygamber, oğlu İbrahim'in namazını kıldı" denilmesi, bu iki
hadis arasında bir çelişki bulunduğunu göstermez. Çünkü buradaki
"kıldı" kelimesi, "kılınması için emir verdi" anlamında
kullanılmıştır. Bir başka ifadeyle Hz. İbrahim'in cenaze namazının kılınmasını
Hz. Peygamber emrettiği için bu namaz Hz. Peygambere nisbet edilerek
"Rasûllullah cenaze namazını kıldı" denmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber
küsuf namazını bitirdikten sonra, oğlu İbrahim'in cenaze namazını kendisinin
ayrıca kıldığı ve metindeki "cenaze namazını kıldı" sözüyle
kasdedilenin bu namaz olduğu da düşünülebilir. Bu düşünceden hareket edince,
bir önceki hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi, Hz. Peygamberin, oğlu
İbrahim'in namazını kılmadığını ifade eden bir önceki hadisle bu hadisin arası
te'lif edilmiş olur. Bu te'lifin mümkün olmadığı kabul edilirse, o zaman kaide
icabı bu hadis, bir öncekine tercih edilir. Çünkü bu hadis müsbettir. Bir
önceki ise menfidir. Müsbet olan rivayetler, menfi rivayetlere tercih edilir.
Musannif Ebû Dâvûd, metnin sonuna ilave ettiği ta'likle mevzumuzu teşkil eden
ve Hz. Peygamber'in oğlu İbrahim'in cenaze namazını kıldığını ifade eden
hadis-i şerifi takviye etmek istemiştir. Gerçekten İbn Mace'nin rivayet ettiği
Râsûlullah (s.a) oğlu İbrahim ölünce onun cenaze namazını kıldırdı ve "Şüphesiz
cennette onu emziren vardır" buyurdu[458]
mealindeki hadisi şerifle İmam Ahmed'in Bera'dan rivayet ettiği
"Râsûlullah (s.a) oğlu İbrahim'in cenaze namazını kıldı"[459]
mealindeki ve Beyhakî'nin rivayet ettiği, yine aynı meâldekfhadis-i şerif de
mevzumuzu teşkil eden hadisi takviye etmektedirler. Beyhaki, bu hadisi takviye
eden daha pek çok haberler rivayet ettikten sonra, bu haberlerin mürsel
olduklarını, fakat birbirlerini takviye ettikleri için zayıflıktan çıkıp
mevsul derecesine yükseldiklerini, dolayısıyla "Hz. Peygamber'in oğlu
İbrahim'in cenaze namazını kılmadığını" ifade eden hadis-i şeriflere
tercih edilecek dereceye geldiklerini söylemiştir.
Ancak mevzumuzu teşkil
eden bu hadisin sonuna ilave edilen talikte, Hz. İbrahim'in (70) yetmiş günlük
iken öldüğü ifade edilmektedir. Oysa bir önceki Hz. Aişe hadisinde, Hz.
İbrahim'in onsekiz aylıkken öldüğü ifade edilmektedir. İbn Hazm'ın da ifade
ettiği gibi, bu mevzuda Hz. Aişe'nin rivayeti daha sahih ve tercihe şayandır.
Çünkü Hz. Aişe'nin rivayetinde kesiklik yoktur. Senedi muttasıldır.[460]
3189... Hz.
Aişe (r.ha) dan demiştir ki:
"Allah'a yemin ederim
ki, Rasûlullah (s.a) Süheyl b. Beyza'nın cenaze namazını mescidden başka bir
yerde kılmadı."[461]
Hz. Aişe, Sa'd b. Ebî
Vakkas'ın cenaze namazının mescidde kılınması için emir verip cenazeyi mescide
getirttiği zaman orada bulunan sahabiler, cenaze namazını mescidde kılmanın
caiz olmadığını söyleyerek Hz. Aişe'nin bu hareketine karşı çıktılar. Bunun
üzerine Hz. Aişe, sözlerini yeminle te'yid ederek Hz. Peygamberin Süheyl'in
cenaze namazını mescidde kıldırdığını rivayet edip, onları bu hareketin
doğruluğuna inandırdı. Bu hadise Müslim'in Sahih'inde şöyle anlatılır:
"Hz. Aişe (r.a) Sa'd b. Vakkas'ın cezanesinin mescide getirilerek
namazının orada kılınmasını emretti. Fakat halk kendisine itiraz ettiler.
Bunun üzerine Hz. Aişe (r.a)- Bu insanlar Rasûlullah (s.a)'in Süheyl b.
Beyza'nın cenaze namazını mescidden başka bir yerde kılmadığını ne çabuk
unuttular-, dedi."[462]
Yine Müslim'in bu
mevzudaki rivayet ettiği bir hadis-i şerif de şu mealdedir: "Sa'd b. Ebî
Vakkas vefat edince, Peygamber (s.a)'in zevceleri cenazesinin mescide
getirilmesini ve kendilerinin de cenaze namazını kılmak İstediklerini
bildirmek için haber gönderdiler. Cemaat da Öyle yaptı. Derken cenazeyi
namazını kılmak için ümmühat-ı mü'minin hücreleri önünde durdurdular ve peykelere
bakan cenazeler kapısından çıkardılar. Müteakiben halkın bunu ayıpladıklarını
haber aldılar, halk:
Cenazeler mescide
sokulmamalı idi, diyorlardı. Aişe bunu duyunca:
Şu insanlar
bilmedikleri bir şeyi ayıplama hususunda ne de sürat gösterirler. Bir cenazenin
mescidden geçirilmesi hususunda bizi ayıplamışlar. Halbuki Rasûlullah (s.a)
Süheyl b. Bezda'nm cenaze namazını mescidin içinden başka bir yerde kılmadı
dedi.[463]
Hz. Süheyl'in babası
Vehb b. Rabia annesi de Da'd'dır. Beyza kelimesi annesinin sıfatıdır.
Hz. Süheyl İslâm'a ilk
girenlerden ve Habeşistan'a hicret edenlerdendir. Daha sonra Mekke'ye dönmüş,
orada müslümanlara yapılan işkencelerin devam etmekte olduğunu görünce,
Medine'ye hicret etmiş. Bedir savaşı başta olmak üzere, birçok savaşlarda
bulunmuş ve hicretin dokuzuncu yılında vefat etmiştir.[464]
1. Bu
hadis-i şerif, ölü insanın temiz olduğuna delildir. Nevevı: Bizim mezhebimize
göre, sahih olan kavil de budur" demektedir.[465]
2. Hadis-i
şerif "mescidde cenaze namazı kılınır" diyenlerin delillerin-dendir.
İbn Ebi'z-Zi'b, Ebû
Hanife ve meşhur kavline göre İmam Malik "Mes-cidde cenaze namazı
kılınamaz" demişlerdir. Hanefi mezhebinih bu meseledeki görüşünü şu
şekilde özetlemek mümkündür: "Cenazeyi cami içine alarak namazını kılmak
mekruhtur. Kerahet-i tenzihiyedir. Çünkü cami ve mes-cidler beş vakit namaza
bağlı şeyler için bina edilmiştir. Fakat cemaatin bir kısmı hariçte (cenazenin
olduğu yerde) diğer kısmı camide bulunarak cenaze namazı kılmalarında bir
kerahet olmadığı Şemsü'I-Eimme'den naklen Tah-tavî'de bildirilmiştir. Şu halde
esasen kerahet cenazenin camiye alınarak kalmasmdadır."[466]
Bu mevzuda İbn Abidin
de şu görüşlere yer veriyor:
"Mescide cenaze
namazına gelen bir kimse, onu cemaatle birlikte kılmazsa başka yerde kılma
imkanı yoktur. Bu suretle ömründe hiçbir cenaze namazı kılmaması lazım gelir.
Evet bazı yerlerde cenaze, mescidin dışında caddeye konur da namazı kılınır.
Bundan birçok kimselerin namazlarının bozulması lâzım gelir. Çünkü pislik
umumidir. Pislenen ayakkabılarını da çıkarmazlar. Halbuki biz, caddede kılmanın
mekruh olduğunu söylemiştik. Bir şey darahrsa genişler (bu bir kaidedir) şu
halde "kerahet-i tenzihiye ile mekruhtur." diye fetva vermek gerekir.
Keraheti tenzihiye evlanın hilafı manasınadır. Nitekim Muhakkik İbn Kemal bu
kavli tercih etmiştir. Bu söylediklerimiz özür olunca asla kerahet yoktur.
AIIah-u a'Iem."[467] Bu
mevzu bir sonraki hadisin şerhinde tekrar ele alınacaktır.[468]
3190...
(Hz.) Aişe'den demiştir ki:
"Allah'a yemin
olsun ki Rasûlullah (s.a) Beyza'nm iki oğlunun (yani) Süheyl ile kardeşinin
cenaze namazlarını mescitte kıldı."[469]
Bu hadis-i şerif,
cenaze namazını mescitte kılmanın caiz olduğunu söyleyen İmam Şafiî ile İmam
Ahmed, İshak ve Maliki âlimlerinden İbn Habib'in delilidir. İmam Malik ile Ebû
Bekr es-Sıddık, Ömer, Aişe ve Peygamber Efendimizin diğer hanımlarının da bu
görüşte oldukları rivayet edilmiştir. Fıkıh ulemasının pekçoğu da bu
görüştedir.
Nitekim Said b.
Mansur'un rivayet ettiği, Hz. Ebû Bekr'Ie Ömer'in cenaze namazlarının mescitte
kılındığını ifade eden hadis-i şeriflerle İbn Ebî Şeybe'nin, Hz. Ömer'in Ebû
Bekir'in cenaze namazını mescidde kıldığını ifade eden hadis-i şerifler de bu
görüşü teyid etmektedir. İmam Ebû Hanife (r.a) ile İbn Zi'b ve İmam Malik'in
meşhur olan görüşüne göre cenaze namazını mescidde kılmak mekruhtur.
Delilleri ise
"Cenaze namazını mescidde kılan kimseye bir şey yoktur." mealindeki
3191 numaralı hadisi şeriftir. Bu görüşte olan mezkur âlimlere göre, mescidler,
farz namazlar ile farz namazlara tabi olan namazları ve nafile namazları
kılmak, zikretmek ve ilim öğrenmek için yapılmışlardır. Cenazenin mescide
sokulması ise mescidin cenazeden çıkacak kan ve benzeri pisliklerle
kirlenmesine yol açacağından, cenaze namazının mescidde kılınması mekruhtur.
Kudûrî şerhi, Lübab'da açıklandığına göre, Hanefîlere göre, cenaze namazının
mescidde cemaatle kılınması mekruhtur. Zahirürriva-ye'ye göre, bu mevzuda
cenazenin mescid içinde olması ile dışında olması arasında da bir fark yoktur.[470] ..
Bu görüşte olan
âlimlere göre, Rasûl-ü Zîşan Efendimizin el-Beyza (r.ha)' nın oğullarının
cenaze namazını mescidde kılması, özel bir olaydır. Bu bakımdan hükmü tüm müslümanlara
şâmil değildir. Çünkü Hz. Beyza'nın oğulları vefat ettikleri zaman, Hz.
Peygamber mescidde itikafta bulunuyordu.
İbn Abidin, bu gibi
mazeretlerin bulunması halinde, cenaze namazını mescitte kılmakta asla kerahet
olmadığını söylerken, İmam Tahavî de cemaatin bir kısmının mescidde bir
kısmının da cenaze ile birlikte mescidin dışında bulunması halinde bunun, caiz
olduğunu şemsü'l-eimme'den iletmiştir. Nitekim bir önceki hadisin şerhinde
açıklamıştık.
Özürsüz olarak cenaze
namazını mescidde kılmak mekruh olduğu halde, Hz. Peygamberin bazı cenaze
namazlarını mescidde kılması, bunun kerahetle caiz olacağını öğretmek
istemesiyle açıklanabilir. Nitekim Beyza'nın oğullarının cenaze namazını da bu
maksatla mescidde kılmaş olabilir. Binaenaleyh, Hz. Peygamber'in bu cenaze
namazlarını mescidde kılması bu namazların mekruh olmasına mani değildir.
Eğer cenaze namazını
mescidde kılmak sünnet olsaydı, bu ashab-ı kiram arasında yerleşmiş
olacağından, onların Hz. Aişe'nin Hz. Sa'd b. Ebî Vakkas'ın cenazesinin
mescidde kılınması isteğine karşı çıkmamaları gerekirdi. Ayrıca 3189 numaralı
hadisin şerhinde ifade ettiğimiz gibi, Hz. Aişe'-nin cenaze namazının mescitte
kılınmasının caiz olduğuna örnek olarak .sadece Hz. Beyza'nın oğullarını
gösterebilmiş olması da Hz. Peygamber devrinde cenaze namazlarının genellikle
mescid dışında kılındığını ve sünnet olan uygulamanın da bu olduğunu gösterir.
Hz. Ebû Bekir ile
Ömer'in cenaze namazlarının mescidde kılındığına, dair olan rivayetlere
gelince, bu hadislerde cenazelerin mescidin içinde bulunduğuna dair bir ifade
yoktur. Cenazelerin dışarıya konularak namazlarının içeride kılınmış olması
ihtimali olduğu gibi, bu iki halife üzerine Hz. Peygamberin hanımlarının da
namaz kılmalarına imkân vermek için, özel olarak onların cenazelerini mescide
sokup namazlarının orada kılınmış olması ihtimali de mevcuttur.[471]
3191... Ebû
Hureyre'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a) (şöyle) buyurdu;
"Kim cenaze
namazını mescidde kılarsa ona (günahtan) hiçbir şey yoktur."[472]
Metinde gecen
"Ona (cenaze namazını mescidde kılmasından dolayı günahtan) hiçbir şey
yoktur" cümlesi Süneni Ebû Dâvûd nüshalarının pek çoğunda "Onun için
(sevaptan) hiç bir şey yoktur" şeklindedir. el-Hatib cümlenin bu şeklinin
diğer şeklinden de doğru ve asla uygun olduğunu söylemiştir. Nitekim İbn
Mace'nin rivayeti de böyledir. İbn Ebî Şeybe ise, bu cümleyi "Onun namazı
yoktur'* şeklinde rivayet etmiştir.
Cümlenin rivayet
edilen bu ikinci şekline göre, mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif, cenaze
namazını mescidde kılmanın mekruh olduğunu söyleyen Hanefilerle İmam Malik
(r.a) ve İbn Ebi Zi'b'in delilidir.
Şafiî âlimlerinden
İmam Nevevî ise, değişik nüshalarda değişik şekillerde bulunan metnin son
cümlesinin "Ona (günahtan) hiçbir şey yoktur" şeklindeki rivayetinin
daha doğru olduğunu söyleyerek bu hadisin cenaze namazını mescidde kılmanın
caiz olduğunu söyleyenlerin delili olduğunu söylemiştir.
Gerçekte bu hadisle
ilgili tüm nüshalar ve rivayetler karşılaştırılırsa, söz-konusu cümleyi
şeklinde kaydeden nüshaların ve rivayetlerin çoğunlukta olduğu ve nüshalarda
bulunan kelimesinin şeklinde yazılması gerekirken yanlışlıkla şeklinde
yazıldığı ve bu hadisin bazı rivayetlerinde geçen kelimesinin demanâsında
kullanıldığı anlaşılır.. Dolayısıyla sözü geçen nüshalar ve rivayetler
arasındaki ihtilaf da kalkmış olur.
Ancak bu hadisin
senedinde Tev'eme'nin azatlı kölesi Salih vardır. Bu kimse güvenilir bir ravi
olmadığından bu hadis zayıftır.[473]
3192... Ukbe
b. Amr dedi ki:
Üç vakit vardır ki,
Rasûlullah (s.a) bizi o vakitlerde namaz kılmaktan veya ölülerimizi
defnetmekten nehyederdi:
1. Güneş
doğmaya başladığından yükselinceye kadar,
2. (Güneş)
tam gökyüzünün ortasında iken (batıya) meyledince-ye kadar,
3. Güneşin
batmaya meylettiği andan batmasına kadar. (Ukbe son cümleyi bu şekilde ifade
etti) yahut da buna benzer bir şey söyledi.[474]
Hadis-i şerifte geçen
"Ölülerimizi defnetmekten" cümlesi âlimlerin çoğuna göre, zahiri
rhanâsında kullanılmıştır. Bu manâya göre, ölüleri sözü geçen üç zamanda kabre
koymak caiz değildir. Bu manâ ile amel eden İbn Hazm, bu zamanda cenazeyi
defnetmenin haram, Hanbeliler de mekruh olduğunu söylemişlerdir. Ancak
İbnü'I-Mübarek ile Hanefilere ve Şafiilere.göre ise bu cümle burada "ölülerimiz
üzerine cenaze namazı kılmaktan" manâsında kullanılmıştır. Binaenaleyh bu
hadis-i şerifte yasaklanan bu üç zamanda cenaze defnetmek değil cenaze namazı
kılmaktır.
Yine metinde geçen
"Yükselinceye kadar" cümlesinden maksat ise 1277 numaralı hadis-i
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi, güneşin göz kararıyla ufuk çizgisinden
bir mızrak boyu yükseldiği zamandır. Buna göre, güneşin doğmaya başladığı andan
itibaren güneşin ufukta göz kararıyla bir mızrak boyu yükselmesine kadar geçen
süre içerisinde; herhangi bir namazı kılmak ve cenazeyi defnetmek
yasaklanmıştır. Aslında güneşin bu noktaya geldiği an, yeryüzünde bulunduğumuz
nokta ile güneş arasındaki çizginin yerküresine göre beş derecelik bir açı
teşkil ettiği andır. Bizim memleketimize göre, güneşin doğmaya başladığı andan
itibaren bu ana kadar geçen zaman kırk ila elli dakika arasında değişen bir
zamandır.
Güneşin gökyüzünün
ortasına gelmesinden maksat, güneşin tam tepeye gelip de herşeyin gölgesinin
kaybolduğu zeval vaktidir. Metindeki bu cümleden ve bu cümleyi takibeden
"Batıya meyledinceye kadar" cümlesinden anlaşılıyor ki, Rasûl-ü
Zîşan Efendimiz, zeval vaktinden itibaren güneşin batıya meyledişine kadar
geçen süre içerisinde cenaze namazı kılmayı yasakladığı gibi, güneşin batmaya
yaklaşıp da sararmasından ve güneşin ışınları gözleri kamaştırmaz bir hale
geldiği andan battığı ana kadar geçen süre içerisinde cenaze namazı kılmayı da
yasaklamıştır.[475]
1. Metinde
belirtilen üç vakitte cenaze namazı kılmak ve cenaze defnetmek yasaktır. Ulema
bu mevzuda ihtilaf etmiştir.
a) İmam
Ahmed ile İshak, es-Sevrî, Ata, en-Nehâî ve el-Evzaî mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerife dayanarak sözkonusu vakitlerde cenaze namazı kılmanın mekruh
olduğunu söylemişlerdir.
Ibn Ömer (r.a)'in de
bu görüşte olduğu rivayet edrilmiştir. Hanefi âlimleri de bu görüştedir. Şu
farkla ki Hanefilere göre, bu vakitlerden biri girdikten sonra, yıkanıp
kefenlenerek namazının kılınması için hazırlanmış olan bir cenazenin namazını
kılıp defnetmekte hiç bir kerahet yoktur.
b)
Mâlikilere göre, güneş doğarken, batarken ve Cuma hutbesi okunurken, cenaze
namazı kılmak haramdır. Sabah namazından sonra güneşin doğmasına yakın bir
zamana kadar caizdir. Bundan sonra güneşin doğup bir mızrak boyu yükselmesine
ve ikindi namazından sonra güneşin batmasına kadar geçen süre içerisinde cenaze
namazı kılmak da mekruhtur.
c) Şafiîlere
göre, sözü geçen kerahet vakitlerinde cenaze namazı kılmak mekruh değildir.
Ancak bu vakitler kasden seçilerek namaz bu vakitlere denk getirilirse, o zaman
mekruh olur. Hadisteki nehy bu şekilde kasden mekruh vakitlerde kılınan cenaze
namazlarına aittir.
İbn Hazm da metinde
belirtilen üç vakitte cenaze namazı kılmanın mekruh olduğu görüşündedir. Ona
göre, mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifteki nehy kasıtlı ve özel olarak
sözü geçen vakitlere denk getirilerek kılınan nafile namazlara aittir.
2. Metinde
açıklanan üç vakitte cenazeyi defnetmek yasaktır. Ancak âlimler, bu yasağın
hükmü üzerinde ihtilafa düşmüşlerdir.
İbn Hazm, bu hadisin
zahirine dayanarak ölüyü bu vakitlerden birinde defnetmenin haram olduğunu
söylerken, Hanbeliler, mekruh olduğunu, Ha-nefilerle, Şafiîler de defn için bu
vakitler kasden seçilmiş olmamak şartıyla caiz olduğunu söylemişlerdir.
Fakat ölünün daha
fazla bekletilmesiyle çürüyüp dağılmasından korkulması halinde, bu vakitlerde
defnedilmesinin caiz olduğunda tüm âlimler ittifak etmişlerdir. Bu mevzunun
tamamı 1274 numaralı hadis-i şerifin şerhinde geçtiğinden okuyucularımız oraya
müracaat edebilirler.[476]
3193...
el-Haris b. Nevfel'in azatlı kölesi Ammar'ın haber verdiğine göre;
Kendisi (Ali b. Ebû
Talib'in kızı ve Hz. Ömer'in eşi) Ümmü Gül-süm'le (Ümmü Gülsüm'ün) oğlunun
cenazesinde hazır bulunmuş. Çocuk, imam tarafına (Ümmü Gülsüm de çocuğun arka
tarafına) konmuş (Ammar sözlerine devam ederek şöyle demiştir): Ben bu uygulamayı
yadırgadım. Cemaatin içinde İbn Abbas'Ia Ebû Said el-Hudrî, Ebu Katade ve Ebû
Hureyre (r.a) de vardı. (Onlar): "Sünnet (olan) budur" dediler.[477]
Hz. Ümmi Gülsüm; Hz.
Ali (k.v)'nin kızı Hz. Ömer (r.a)'in de zevcesi idi. Hz. Ömer'in Zeyd ismindeki
oğlu ondan dünyaya gelmişti. Hz. Ümmü Gülsüm'le oğlu Zeyd ikisi bir anda vefat
edip de hangisinin daha önce vefat ettiği anlaşılamadığından hiç biri diğerine
varis olamadı.
Hz. Ammar'ın ifade
ettiğine göre, Hz. Ümmü Gülsüm ile oğlu Zeyd namazlarının kılınması için
musallaya getirildikleri zaman çocuk imamdan tarafa, annesi de onun arka
tarafına konduğu için Hz. Ammar bu uygulamayı yadırgamış, kadının imam
cihetine, çocuğun da onun arkasına konması gerektiğini zannediyormuş. Fakat
orada bulunanlar bu uygulamanın sünnete uygun olduğunu ifade ederek, Hz.
Ammar'ın kanaatinin doğru olmadığını ortaya koymuşlardır. Beyhakî'nin
rivayetine göre, orada hazır bulunan cemaat içerisinde ayrıca el-Hasen,
Hüseyn, İbn Ömer ve Ebû Hurevre olmak üzere seksene yakın sahabi vardı. Bu
hadis-i şerif Nesaî'nin Sünen'-inde şu manâya gelen lâfızlarla rivayet
olunmuştur:
"Nafi (r.a)'den:
İbn Ömer (r.a) dokuz cenazeye birden namaz kıldı. Erkekleri ön tarafa -cemaat
tarafına- kadınları da arka tarafa, kıble tarafına koydu. Onları tek bir sıra
olarak dizdi. Hz. Ömer b. Hattab'ın zevcesi ve Ali (r.a)'nin kızı Ümmü Gülsüm
ile Zeyd adındaki oğlunun cenazesi de birlikte kondu. O gün İmam, Said b.
el-As idi..."[478]
1. Bir erkek
çocuk ile bir kadının cenaze namazları birlikte kılınmak istendiği zaman, çocuğun
cenazesi imam tarafında, kadının cenazesi de çocuğun kıble tarafına konur.
Âlimlerin açıklamasına
göre, buluğ çağma ermiş bir erkekle bir çocuk ve bir hünsa ve bir de kadının
cenazeleri birlikte kılınmak istenirse, imama en yakın buluğ çağına gelen erkek
konur. Onun arkasına çocuk, onun arkasına hünsa (erselik) onun arkasına da
kadın konur. İmam Şa'bi ile Said b. eP-Müseyyeb, Ata, en-Nehâî, ez-Zührî, Yahya
el-Ensarî, İmam Malik, Şafiî, es-Sevrî, Ahmed b. Hanbel, İshak ve Hanefi
âlimleri bu görüşte oldukları gibi, sahabe-i kiramdan Osman b. Afifan, Ali,
İbn Ömer, îbn Abbas, el-Hasan, el-Hüseyin, Zeyd b. Sabit, Ebû Hüreyre, Ebû Said
el-Hudrî (r.a) de bu görüştedirler. Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif, bu
görüşte olan âlimlerin delilidir.
Ancak Hasen-i Basri,
Kasım b. Muhammed ve Salim b. Abdullah'a göre, musallada kadın imamdan tarafa,
erkekler de kıble tarafına konarak namazları kılınır. Ancak bunların delili
akıldır. Birinci görüşte olanların delili de sünnettir.
2. Birden
fazla kişinin cenazesini birlikte kılmak caizdir.[479]
3194... Nafi
Ebû Galib'den demiştir ki:
Ben ağıl yolunda idim.
Etrafında kalabalık cemaat bulunan bir cenaze geçti. Abdullah b. Umeyr'in
cenazesidir, dediler. Bunun üzerine ben de onun arkasından gitmeye başladım.
Bir de baktım, karşımıza üzerinde ince bir kaftan, başında da kendisini
güneşten koruyan bir bez bulunan at üzerinde bir adam çıkıverdi. "Bu
kabile reisi de kimdir?" diye sordum. "Enes b. Malik'dir" cevabını
verdiler. Cenaze indirilince Enes kalkıp cenaze namazını kıl (dır)dı. Ben de
(hemen) arkasındaydım. Benimle onun arasında hiçbir şey yoktu. (Enes) cenazenin
başı hizasında durup dört tekbir aldı. (Namazı) ne uzattı ne de süratli
kıldırdı. (Namaz bittikten) sonra oturmak istedi. (O sırada kendisine);
Ey Ebû Hamza (şu
cenaze) Kureyş'İi bir kadındır, (onun da namazını kildınver), dediler. Kadını
(Enes'e) yaklaştırdılar. (Cenazenin) üzerinde yeşil bir örtü vardı. (Enes)
kalktı, cenazenin kalçası hizasında durup aynen erkeğin namazını kıldığı
şekilde onun da namazını kıl(dır)dı, sonra oturdu. Derken el-Alâ b. Ziyad:
Ey Ebû Hamza!
Rasûlullah (s.a) de cenaze namazını senin kıldırdığın gibi bu şekilde dört
tekbir alarak, erkeğin başı hizasında, kadinin da kalçası hizasında durarak mı
kıldırırdı? diye sordu. O da;
Evet, diye cevap
verdi. (Bunun üzerine el-Alâ b. Ziyad):
Ey Ebû Hamza; sen
Rasülullah (s.a)'la birlikte savaşta bulundun mu? diye sordu. (O da):
Evet, Huneyn'de onunla
birlikte savaştım. Müşrikler gelip üzerimize saldırdılar. Nihayet (biz
hezimete uğrayıp) kaçmaya başlamıştık. Atlarımızın da arkamızdan (hezimete
uğrayıp kaçışmakta) olduklarını gördük. (Müşrik) askerleri içerisinde bir adam
vardı ki, üzerimize saldırıyor ve bizi kırıp geçiriyordu. Derken'Allah onları
bozguna uğrattı. (Ele geçirilen) düşman askerleri getiriliyordu. Müslüman
kalmak üzere Hz.. Peygambere söz veriyorlardı. (O sırada) Peygamber (s.a)'in
sahabilerinden bir adam "Üzerime nezr olsun, eğer Allah bugün bizi kırıp
geçiren adamı buraya getirecek olursa, onun boynunu vuracağım" dedi.
(Bunu duyan) Rasülullah (s.a) sükut etti. (Derken sözü geçen) adam (müslüman
askerler tarafından oraya) getirili-verdi. (Adam) Rasülullah (s.a)'i görünce:
"Ey Allah'ın
Rasûlü, ben (küfürden kurtulup) Allah'a döndüm, dedi. Rasülullah (s.a); (o
nezreden) adam, nezrim yerine getirsin diye o adamla biatlaşmaktan uzak durdu.
(Nezreden) kişi adamı öldürmek için Rasülullah (s.a)'ın kendisine emir
vermesini beklemeye başladı. O kimseyi (müslüman olduktan sonra öldürmek
hususunda) Rasülullah (s.a)'den korkuyordu. Rasûlullah (s.a)"onun hiçbir
şey yapamayacağını anlayınca (müslüman olmak isteyen) adamla (müslüman olarak
kalması için) biatlaştı. Bunun üzerine (nezr eden) adam:
Ey Allah'ın Rasûlü,
benim nezrim (ne olacak?) dedi.
"Ben denlinden
beri sen nezrini yerine getiresin diye (onunla biatleşmekten) geri
durdum." buyurdu. (Adam da):
Ey Allah'ın Rasûlü,
bana işaret etseydin ya! dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a):
"Hiç bir
peygamber işaretle konuşmaz" buyurdu.
(Bu hadisin ravisi)
Ebü Galib dedi ki: "Ben Enes'in (cenaze namazını kıldırırken) kadının
kalçalarının hizasında durmasını(n sebebini ilim adamlarına sordum da bana
-çünkü (eskiden kadım gözlerinden korumak üzere üzerine örtülen) kubbe şeklindeki
örtüler yoktu. (Bu yüzden) imam onu cemaatten gizlemek üzere kalçalarının hizasında
dururdu. (Bu gün de onlara uymak için Hz. Enes kadının kalçaları hizasında
durdu)- diye cevap verdiler."
Ebû Dâvûd der ki:
Peygamber (s.a)'in "Ben insanlar -Lâ ilahe illallah- deyinceye kadar
onlarla savaşmakla emrolundum" (anlamındaki 2640 numaralı) hadisi,
(mevzumuzu teşkil eden) bu hadisin (bir müslümanın öldürmeyi nezrettiği bir
müşriğin) "Ben (artık küfürden) Allah'a döndüm"sözüyle (müslüman
olduğunu ifade ettikten sonra da, müslümanın) onu öldürerek nezri(ni) yerine
getirebileceğini ifade eden) kısmını neshetmiştir.[480]
Sikke: İki koldan
sıralanmış ağaçların arasında uzayıp giden.yol demektir. Mirbed;
"ağıl" demektir. Dolayısıyla bu iki kelime "ağıl yolu*' manâsına
gelen bir tamlama teşkil etmektedir. Bu isimle anılan biri Basra'da, diğeri de
Medine'de iki yol vardır.
Enes b. Malik Basra'da
ikâmet ettiğine göre, burada bu kelimeyle kasdedilen Basra'daki ağıl yolu olması
gerekir. Cenazesi söz konusu edilen Abdullah b..Umeyr'in Ümmü Fazl'ın azatlı
kölesi Ebû Muhammed olması ihtimali olduğu gibi, Abdullah b. Abbas (r.a)
olması ihtimali de vardır. Sonradan getirilen kadının burada Ensarî olduğu
ifade edilirken, Tirmizî'nin rivayetinde Kureyşli olduğu ifade edildiğine
bakılırsa, onun hem Kureyş'li hem de E-nsari olduğu anlaşılır. Çünkü bu
mümkündür.
Na'ş: Aslında boş
tabut demekse de burada halkın gözünden gizlemek için kadınların
cenazelerrüzerine kubbe şeklinde örtülen kumaş, manâsına gelmektedir. İbn
Abdil-Berr'in açıklamasına göre, bu Örtü ilk defa Hz. Fa-tima (r.ah)'nın
cenazesi üzerine örtülmüştür.
Beyhakî'nin bir
rivayetinde bu hadise şu mânaya gelen lafızlarla anlatılır. "Rasûlullah
(s.a) kızı Fatıma (bir gün Hz. Ebû Bekir'in kızı Esma'ya):
Ey Esma! Ben kadınlar
vefat ettiği zaman onlara uygulanan muameleden hoşlanmıyorum. Çünkü kadının
üstüne sadece bir kumaş örtülüyor. O kumaş kadının vücudunu dışarı
aksettiriyor- dedi. Hz. Esma da:
Ey Rasûlullah'ın kızı,
ben sana bu hususta Habeşistan'daki bir uygulamayı göstereyim mi?- dedi ve yaş
hurma dalları getirterek onları yontup tabuta yerleştirdi. Üzerlerine de bir
kumaş örttü. (Bu kumaş kubbe şeklini almıştı.) Hz. Fatıma:
Bu ne kadar güzel, hem
de cenazenin kadın cenazesi olduğunu simgeler (Ey Esma) ben öldüğüm zaman beni
Ali ile birlikte sen yıka. Yanıma başka hiçbir kimseyi sokma- dedi. Hz. Fatıma
vefat edince yânına Hz. Aişe girmek istediyse de Hz. Esma içeri almadı. Hz.
Aişe, Hz. Esma'yı Hz. Ebû Bekir'e şikayet etti. Hz. Ebû Bekir gelip Hz.
Esma'ya cenazenin üzerine niçin gelin hevdeci gibi bir kubbe yaptığını sorunca,
Hz. Esma bunu Hz. Fatıma'-nın vasiyyeti üzerine yaptığını ifade etti. Hz. Ebû
Bekir de:
Vasiyyeti yerine getir
buyurdu."
Müslüman olduğunu, küfürden
tevbe edip Allah'a döndüğünü ifade eden ve müslümanlara çok zayiat verdiren
kimse, müslüman olduğunu ifade ettiği halde, Hz. Peygamber'in onun
müslümanlığını derhal kabul etmeyip de, onu öldürmek için nezreden sahabinin
nezrini yerine getirebilmesi için onu öldürmesini beklemesi şüphesiz ki izahı
gereken-bir meseledir. Meııhcl yazarının açıklamasına göre, Hz. Peygamberin
onun müslümanlığını hemen kabul ve ilan etmeyişinin sebebi ağzından
"eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden rasûlullah"
sözünün işitilmemesidir. Yahutta bu nezir, o kimse müslüman olmadan önce
yapıldığı için, müslüman olduktan sonra da yerine getirilmesi gerekirdi. Çünkü
o anda nezir hakkında yürürlükte olan hüküm buydu. Rasûl-ü Ekrem bunun için
beklemişti. Fakat, Musannif Ebû Davud'un da ifade ettiği gibi, bu hüküm
sonradan 2640 numaralı hadisle neshedilmiştir.
İlim adamları, cenaze
namazını kıldıracak olan imamın cenazenin ne tarafında duracağı konusunda
ihtilafa-düşmüşlerdir. Bu mevzudaki görüşleri şu şekilde özetleyebiliriz:
1. Şafiîler,
Dâvud, İbn Hazm ve hadis ehline göre erkeklerin başı hizasına kadınlarınsa
kalçaları hizasına durur.
2.
Hanbeliler'e göre erkeğin göğsünün hizasına doğru durulur. Kadının ki birinci
görüşe göredir.
3. Hanefi
alimlerine göre imam, erkeğin ve kadının göğüslerinin hizasına doğru durur.
Ebû Hanife ve Ebû
Yusuf'tan bir rivayete göre, erkeğin başının ve kadının kalçasının hizasında
durur. Tahavî bu kavli seçmiştir. Bu görüş, birinci görüşün aynıdır. Hanefi
mezhebinin bu meseledeki görüşünün izahı için bir numara sonraki hadisin
şerhine müracaat edilebilir.
4.
Malikiler'e göre, imam.erkeğin kalçasının hizasına ve kadının omuzları
hizasına doğru durur.
Yukarıdaki ihtilaf
efdaliyet ile ilgilidir. Aslında imam erkek veya kadın cenazenin herhangi bir
uzvunun hizasına doğru namaz kıldinrsa sahihtir.[481]
1. Cenaze
namazı kıldırırken, imamın, cenazenin tam ortası hizasında durması müstehabdır.
2. Cenaze
namazında alınan tekbirlerin sayısı dörttür.
3. Esir
edilen bir kâfiri müslüman olmadan önce devlet reisi isterse öldürür, isterse
sağ bırakır.
4. Müslüman
olan bir esirin kanı dökülemez.
5. Bir
kimsenin adakta bulunup adağını yerine getirmesi meşrudur.
6. Bir
Peygamberin bildiğinin aksini söylemesi, ya da kaş göz işaretleriyle mecliste
bulunan bazı kimselere bir şeyler anlatıp bunu orada bulunan diğer kimselerden
gizlemeye çalışması caiz değildir.[482]
3195...
Semure b. Cündup'ten demiştir ki:
Peygamber (s.a)'in
ardında, nifash iken vefat eden bir kadının (cenaze) namazını kıl(mış)tım.
(Peygamber Efendimiz) o kadının cenaze namazını kılmak için (tam) ortası
(hizası)na durdu.[483]
Müslim ve Nesaî'nin
rivayetlerinde açıklandığına göre hadis-i şerifte nifash ikeri vefat ettiğinden
bahsedilen kadın Ümmü
Ka'b'dır. Metinde geçen
kelimesinden maksat ölünün kalçaları hizasıdır. Ancak Hanefî âlimlerine göre,
vücudun ortası göğüs olduğundan kelimesine "göğsü" manâsı
vermişlerdir. Çünkü göğüs vücudun ortasıdır. Esasen, baş ve ayaklar vücuddan
sayılamaz. Esas vücudu teşkil eden kısım, kasıklarla boyun kökü arasında kalan
kısımdır. Bu kısmın ortasının da göğüs olduğunda şüphe yoktur. Bu bakımdan hem
vücudun her tarafının namazdan payını eşit olarak alması için, hem de ilim ve
hikmet madeni olan kalbe yakın olmak için imam, cenaze namazını kılarken ölünün
göğsü hizasında durur.
Her ne kadar bir
Önceki hadis-i şerifte, Enes b. Malik'in erkeğin namazını kıldırırken
cenazenin baş tarafında, kadının cenazesini kıldırırken de, kalçaları tarafında
durduğu ifade ediliyorsa da, aslında bu farklılık ravinin yanılmasından
ibarettir. Şöyle ki, aslında Hz. Enes her iki cenazede de ölünün göğsü
hizasına durmuştur. Fakat erkeğin cenazesinde biraz baş tarafa doğru kadının
cenazesinde de biraz kalça tarafına doğru meylettiği için, ravi bu iki durumun
biribirinden tamamen farklı olduğunu zannetmiş ve kendi kanaatini rivayet
etmiştir.[484]
1. Nifastan
ölen kadın, her ne kadar şehidse de, cenaze namazı kılınmadan kabre konamaz.
Cenaze namazı kılınmadan kabre konulup konulamayacağı hususunda ihtilaf mevzuu
olan şehid, savaşta ölen şehiddir. Nifasdan ölen kadınsa savaşta ölmediğinden
cenaze namazı kılınmadan kabre konamaz.
2. İmam,
cenaze namazı kıldırırken, kadın cenazenin kalçaları hizasında durur.[485]
3196... (Ebû
İshâk'ın) Şa'bi'den (rivayetine göre);
Rasûlullah (s.a) (bir
gün sahabilerinden bazılarıyla birlücte mezarlıkta gezinirken toprağı) yaş
olan bir kabre uğramış (ashabıyla birlikte) o kabrin önünde saf bağla(yıp
namaz kılmışlar. (Hz. Peygamber) bu kabir üzerine (namaz kılarken) dört (defa)
tekbir almış.
(Ebû İshak diyor ki):
"Ben Şa'bi'ye; (bunu) sana kim söyledi?" diye sordum da:
"Güvenilir birisi (yani o anda) orada bulunan Abdullah b. Abbas
(söyledi)" diye cevap verdi.[486]
Bu hadis-i şerifte,
birisi; kabre konulmuş olan cenaze üzerine cenaze namazı kılmanın caiz olup
olmayacağı, diğeri de cenaze namazında kaç tekbir alınacağı meselesi olmak
üzere, iki mesele söz-konusu edilmekte ve cenaze namazında dört tekbir
alınacağı ifade edilmektedir. Bunlardan kabre konulan bir cenazenin kabri
üzerine yönelerek o cenazenin namazını kılmanın caiz olup olmayacağı meselesi
3203 numaralı hadis-i şerifin şerhinde açıklanacaktır.
İkinci meseleye gelince,
mezheb imamlarından İmam Ebû Hanife ile İmam Malik, Şafiî, Ahmed es-Sevrî,
İbnü'l-Mübarek, İshak, İbn Ebî Evfa, Ata, Muhammed b. el-Hanefiyye ve el-Evzâî
ile ashab-ı kiram'dan Ömer b. el-Hattab, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit, Hasen
b. Ali, el-Bcra b. Azib ve Ebû Hureyre'ye göre cenaze namazında dört tekbir
alınır. Delilleri ise, mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifle 3194 numaralı
hadisi şerif ve Buhârî ile Müslim'in Rasül-ü Ekrem'in Necaşi üzerine dört
tekbir alarak cenaze namazı kıldığına dair rivayet ettikleri hadis-i şerif ile
ileride meallerini sunacağımız 3204-3205 numaralı hadis-i şeriflerdir.
Tirmizî, mevzumuzu
teşkil eden hadis-i şerif hakkında, "İbn Abbas hadisi hasen sahihtir.
Peygamber (s.a)'in ashabından ve sonrakilerden ilim adamlarının çoğunun ameli
bu hadis üzerinedir." demiştir.
Bu mevzuyu
Bezlü'I-Mechûd yazarının, Şevkânî'den naklettiği şu satırlarla noktalıyoruz:
"Kâdî Iyaz'ın beyanına göre, sahabe-i kiram, cenaze namazında kaç tekbir
alınacağı konusunda İhtilafa düşmüş, "üç tekbirden dokuz tekbire kadar
değişen sayılarda tekbir alınabileceğine dair çeşitli görüşler ileri
sürmüşlerse de, İbn Abdi'l-Berr'in dediği gibi, sonradan dört tekbir
alınacağında icma vaki olmuş. Fıkıh âlimleri ile Bağdat, Basra, Küfe, Medine
gibi meşhur kültür merkezlerindeki fetva ehli de bu mevzuda ittifak etmişlerdir.
Çünkü bu mevzuda gelen sahih hadislerden elde edilen netice budur. Binaenaleyh
bu görüşün dışında kalan şaz görüşlere iltifat edilmemelidir. Önemli fıkıh
merkezlerindeki fıkıh alimleri içerisinde cenaze namazınir beş tekbirle
kılınacığını söyleyen sadece İbn Ebî Leyla vardır. Onun dışında bu âlimlerin
hiçbirisi cenaze namazındaki tekbirlerin beş olduğunu söylememiştir."[487]
3197... İbn
Ebî Leyla'dan demiştir ki:
Zeyd: -Yani (Zeyd) ibn
Erkam- bizim cenazelerimizin namazlarında dört tekbir alırdı. (Bir gün, by-
cenaze namazında) beş tekbir aldı. Bunu kendisine sordum da "Rasûlullah
(s.a) (böyle) beş tekbir alırdı" cevabını verdi.
Ebû Dâvûd der ki: (bu hadisi
bana rivayet edenlerden) İbn el-Musanna'nın rivayetini (Ebu Ve/id'in
rivayetinden) daha sağlam ezberledim.[488]
Bu hadis-i şerif,
cenaze namazını dört tekbirle kıldırmak caiz olduğu gibi, beş tekbirle
kıldırmanın da caiz olduğunu söyleyen Davud-u Zahiri'nin ve İbn Ebî Leyla'nın
delilidir.
Aslında İbn Ebî
Leyla'nın Zeyd b. Erkam'a cenaze namazını niçin beş tekbirle kıldırdığım
sorması selef-i salihin arasında cenaze namazını dört tekbirle kılmanın
yaygın, beş tekbirle kılmanınsa, nadirattan olduğunu gösterir. Bu düşünceyle
cumhur ulema metinde geçen "Rasûlullah (s.a) beş tekbir alırdı"
cümlesini "İslâm'ın ilk yıllarında böyle beş tekbir alırdı. Sonradan
devamlı surette dört tekbir almaya başladı da, bu son uygulama halk arasında
yerleşti." şeklinde anlamışlardır.
Musannif Ebû Davüd,
metnin sonuna ilave ettiği ta'likle, bu hadisin kendisine iki yoldan geldiğini
bunlardan İbnu'l-Musanna yoluyla gelen rivayeti Ebû Velid et-Tayalisî'den gelen
rivayetten daha iyi bellediğini söylemekle İbnu'I-Müsenna'dan gelen rivayetin
diğerinden daha kuvvetli olduğunu ve buna daha çok güvendiğini ifade etmek
istemektedir.[489]
3198... Talha
b. Abdullah b. Avf'dan demiştir ki:
"Ben İbn Abbas'Ia
beraber cenaze namazı kıldım (Namazda) Fatiha't-ül-kitabı okudu ve -bu
sünettendir- dedi."[490]
Bu hadis-i şerif,
cenaze namazında Fatiha okumanın meşru-luğuna delalet etmektedir. Ayrıca
Hakim'in Cabir'den rivayet ettiği "Rasûlullah (s.a) bizim cenaze namazlarımızda
dört tekbir alır ve ilk tekbirden sonra Fatiha sûresini okurdu.'1 mealindeki
hadis-i şerifle îmam Şafiî'nin Ebû Ümame'den rivayet ettiği Peygamber (s.a)'in
sahabilerinden birisinin: "Cenaze namazında imamın, birinci tekbirden
sonra gizlice Fatiha okuması sünnettendir. Diğer tekbirlerden sonra Peygamber
(s.a)'e sala-vat getirir ve ihlasla dua eder. Fakat başka bir şey okumaz. Sonra
gizlice içinden selam verir." dediğini ifade eden hadis-i şerif de cenaze
namazında Fatiha okumanın meşruluğuna delalet etmektedir. el-Misver b. Mahreme
ile el-Hadi, el-Kasım, el-Müeyyedbillah bu hadis-i şeriflerle, Buhârî'nin
Tarih'-inde Fudale b. Ebî Ümeyye'den rivayet ettiği, "İmamın Hz. Ebû
Bekir'le Hz. Ömer'in cenaze namazında Fatiha sûresini okuduğunu" ifade
eden hadis-i şerife dayanarak cenaze namazında Fatiha sûresini okumanın meşru
olduğunu söylemişlerdir.
İbn Mace'nin Ümmü
Şüreyk'den rivayet ettiği "Rasûlullah (s.a) cenaze üzerinde namaz
kıldığımızda) Fatiha sûresini okumamızı emretti."[491] mealindeki
hadisle Nesaî'nin rivayet ettiği Hz. Peygamberin cenaze namazında, Fatiha
okuduğunu ifade eden hadis-i şerif [492] de
bu görüşü te'yid etmektedir.
Mezheb imamlarının bu
mevzudaki görüşlerini şöylece özetleyebiliriz:
1. Şâfiîler,
yukarıda geçen hadis-i şeriflere dayanarak cenaze namazında Fatiha okumanın
farz olduğunu söylemişlerdir. Onlarca efdal olan Fati-ha'yı birinci tekbirden
sonra okumaktır. İkinci tekbirden sonra Peygamber (s.a)'e salavat getirmek farz
olduğu gibi, üçüncü tekbirden sonra ölüye dua etmek de farzdır. Dördüncü
tekbirden sonra ise kısa bir dua yapılıp selam verilir.
2.
Hanbeliler de bu mevzuda Şâfiîler gibi düşünmektedirler. Ancak Han-belilere
göre, Fatiha'y1 birinci tekbirden sonra okumanın hükmü farzdır.
İshak ile Davudu
Zahiri de, cenaze namazında Fatiha okumanın farz olduğunu söylemişlerdir.
İbn Münzir, İbn Mes'ud
ile İbn Zübeyr ve Ubeyd b. Umeyr (r.a)'in de bu görüşte olduklarım rivayet
ediyor. Delilleri ise, yukarıda mealini sunduğumuz İbn Mace'nin Ümmü
Şüreyk'ten rivayet ettiği hadisle mevzumuzu teşkil eden hadisi şeriftir. Çünkü
her ne kadar mevzumuzu teşkil eden hadis mevkuf ise de sahabinin mevkufu,
merfu hükmündedir. Nitekim metinde geçen Hz. İbn Abbas'm "Bu
sünnettendir" sözü bu hadisin merfu olduğuna açıkça delalet etmektedir.
Bu görüşte olan halef
ve selef âlimlerinin bu mevzudaki delillerinden biri de, daha önce tercümesini
sunduğumuz "Fatiha okumayan kimsenin namazı olmaz." anlamındaki 822
numaralı hadis-i şeriftir. Sözü geçen âlimlere göre, bu hadis-İ şerif cenaze
namazı için de geçerlidir. Çünkü cenaze namazı da bir namazdır. Diğer
namazlarda olduğu gibi orda da kıyam ve kıraatin bulunması gerekir.
Ebû Hüreyre (r.a) ile
Ebû Derda, İbn Mes'ud ve Enes (r.a) den rivayet edildiğine göre, kendileri
cenaze namazında ilk üç tekbirin her birisinden sonra Fatiha okurlar, dua
ederler, cenaze için istiğfar ederlermiş. Dördüncü tekbirden sonra ise, hiçbir
şey okumadan namazdan çıkarlarmış.
3. Tavus,
Ata, ibn Sırın, İbn Cübeyr, es-Şabî, Mücahid, Hammad, es-Sevrfise, cenaze
namazında Fatiha'nın okunmayacağı görüşündedirler. İbn Ömer'in de bu görüşte
olduğu rivayet edildiği gibi, Hanefi mezhebinin görüşü de budur. Hanefi
alimlerine göre, cenaze namazı dört tekbirle kılınır. Birinci tekbirden sonra,
sübhaneke ikinci tekbirden sonra salli barik duaları okunur. Üçüncü tekbirden
sonra, ölü için dua edilir. Dördüncü tekbirden sonra ise, iki tarafa selam
verilerek namazdan çıkılır. Namaz esnasında Kur'-an'dan bir sûre okumak
niyyetiyle Fatiha okunamaz.
Hanefi ulemasından
Tahavi'ye göre yukarıda geçen bazı hadisi şeriflerde ifade edilen Rasûlü Ekrem
Efendimizin cenaze namazında, Fatiha okuması da Kur'ân-i Kcrim'den bir sûre
okuma niyetiyle değil, sena kasdıyla olmuştur.
4.
Malikilere göre: Cenaze namazında Kur'ân'dan bir sûre okumak niyetiyle Fatiha
okumak mekruhtur. Bunlara göre her tekbirden sonra Allah'a sena edip Peygamber
(s.a)'e salavat getirmek müstehabtır, dua okumak ta vaciptir.
Malikilerin, cenaze
namazında Fatiha okumanın mekruh olduğuna dair delilleri, İmam-ı Malik'in
Nafî'den rivayet ettiği, "Abdullah İbn Ömer cenaze namazında, Kur'ân'dan
hiçbir şey okumazdı."[493]
mealindeki hadis-i şeriftir.
Bununla beraber
Malikilere göre; cenaze namazı kılan kimsenin cenaze namazında Kur'ân okumanın
farz olduğunu söyleyen imamlara ters düşmemek gayesiyle Fatiha okunmasında
hiçbir kerâhat yoktur. Hatta bu maksat
3199... Ebû
Hureyre'den; dedi ki:
Rasûlullah (s.a)'ı
"Cenaze üzerine namaz kıldığınızda, ona ihlasla duâ ediniz."
buyururken işittim.[495]
İhlas: Kalbin kinden,
garazdan, eğrilikten ve zandan arınmış olmasıdır.Alemlerin Efendisi sevgili
Peygamberimizden İhlasın ne olduğu sorulunca "Rabbim Allah'dır deyip,
sonra da o emrolundu-ğun istikamette yürümendir" buyurmuştur.[496]
Mevzûmuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte, bir müslüman vefat ettiği zaman, Allah'ın ona afv ve
mağfiretle muamele etmesi için, içtenlikle dua etmek tavsiye edilmektedir.
Menhel yazarının ifade ettiği gibi vefat eden bir müslümana dua etme hususunda
onun günahkâr mı yoksa salih bir kişi mi olduğuna bakmamahdır. Çünkü günahkâr
kişiler duaya ve şefaata daha çok muhtaçdırlar. Bu bakımdan, sadece salih
kullar için dua edipte günahkârlardan bu duayı esirgemek doğru değildir.
Esasen her cenaze duaya muhtaçtır da onun için sağ kalanların önüne
getirilmiştir.
Ölüye ihlasla dua
etmek, insanın tüm dünyevî uğraşılarını içinden atıp, bütün varlığıyla Allah'a
yöneldikten sonra, içtenlikle ve huşu içerisinde yal-varmasıyla olur.
Metinde geçen
"Ona ihlasla dua ediniz" cümlesine "duanızı ölüye tahsis
ediniz" şeklinde de manâ verilebilir, Şafiî ulemasının cumhuru bu cümleye
bu şekilde manâ vermişlerdir.
Fakat bu mevzuda gelen
hadisler, bu duayı tüm müslümanlara teşmil etmenin caiz olduğuna delâlet
ettiğinden fıkıh ulemasının çoğunluğu cenaze duasını diğer müslümanlara da
teşmil etmenin caiz olduğunu söylemişlerdir. Dolayısıyla bu hadis, Şâfiîlerin
görüşü için yeterli bir delil sayılmaz.[497]
1. Cenaze
namazında cenaze için dua etmek meşrudur.
2. Duada
önemli olan ıhlastır.[498]
3200... Ali
b. Şemmâh dedi ki: Ben Mervan'ı Ebû Hureyre'ye:
Sen Rasûlullah
(a.s.)'i, cenaze namazında hangi duayı okurken işittin? diye sorarken gördüm.
(Ebu Hûreyre de) ona:
(Aramızda geçen bunca
hadiseden sonra ve) benim (sana bunca kırıcı sözleri) söylediğim halde (yine de
bana geîip Hz. Peygamberin sünnetiyle ilgili soru soruyorsun öyle) mi?
karşılığını verdi. (Mervan da):
Evet! dedi. {Ravi Ali
b. Şemmâh) dedi ki (Hz. Ebû Hureyre ile Mervan arasında geçen) bu konuşmadan
önce aralarında bir münakaşa olmuşdu."
Ebû Hureyre de ona:
Rasûlullah (s.a):
"Ey Allah'ım (bu
cenazenin) Rabbı Sensin onu Sen yarattın, onu İslam'a Sen eriştirdin. Ruhunu
Sen aldın. Gizlisini kapalısını bilen Sensin. Biz Saria (ona) şefaatçi olarak
geldik. Onu bağışla" diye dua ederdi-cevabını verdi.
(Ebû Dâvud der
ki-Şu'be, Ali b. Şemmah'a Osman b. Şemmas, demekle onun isminde yanılmıştır.
Ahmedb. İbrahim El-Mevsıli, Ahmed b. Hanbel'le konuşurken ona şöyle) dediğini
işittim: Ben Hammad b. Zeyd'le bir mecliste oturupta (onun) o mecliste Abdü'l-Varis
ile Ca'fer b. Süleyman'dan (hadis rivayet etmeyi) yasaklamadığını görmedim).[499]
Su hadis-i şerif
cenaze namazında cenaze için dua etmenin meşruluğuna delalet etmektedir.
Metinde ki "Benim
(sana bunca kırıcı sözleri) söylediğim halde..." cümlesinde geçen kelimesini şeklinde okumak ve bu cümleye
"sen (bana bunca kırıcı sözleri) söylediğin halde (yine de bana soru
soruyorsun öyle)mi?" şeklinde manâ vermek te mümkündür.
Musannif Ebû Dâvud
metnin sonuna ilave ettiği ta'Iikte "Bu hadisi Bey-haki'nin de rivayet
ettiğini ancak bu rivayette ravi Şu'be'nin Ali b. Şemmah'ın isminden
yanlışlıkla Osman b. Şemmas diye bahsettiğini belirtiyor. Ayrıca Ahmed b.
İbrahim'in Abdul-Varis'i tenkid edip ondan hadis almayı yasakladığını
belirtmekle de bu hadisin ravilerinden Abd-ul Varis'in güvenilir bir ravi
olmadığını, dolayısıyla bu hadisin zayıf olduğunu söylemek istemiştir. Fakat
Menhel yazarı "hadis ulemasından birçok kişinin Abdul Varis'in güvenilir
bir ravi olduğuna şahidlik ettiğini" belirtmekte ve bu hadisin sahih
olduğunu savunmaktadır. Menhel yazarına göre Hammad b. Zeyd'in Abdu'l-Varis'ten
hadis almayı yasaklamasının sebebi onun güvenilir bir ravi olmayışı değil
Kaderiyye mezhebinden oluşudur.[500]
3201... Ebû
Hureyre'den; dedi ki: Rasûlullah (s.a.s) bir cenaze namazı kıldırdı ve:
"Allahım,
dirimizi - ölümüzü, küçüğümüz- büyüğümüzü, erkeğimizi- kadınımızı, burada
olanımızı, olmayanımızı, bağışla. Ey Allah'ım, bizden, yaşattığm iman üzerine
yaşat, öldürdüğünü de İslâm üzerine öldür. Ey Allah'ım! Bizi onun (ölümüne
sabretme ve cenazesinin defnine katlanma) ecrinden mahrum etme, ve on(ım vefatımdan
sonra bizi sapıttırma" diyerek dua etti.[501]
Bu hadis-i şerif,
"cenaze namazında dua ederken duanın sadece ölüye tahsis edilmeyip tüm
müslümanları kapsayıcı olması gerekir" diyen cumhûr'un delilidir. Çünkü
görüldüğü gibi bu hadis-i şerifte cenaze namazı içerisinde yapılan dua sadece
cenazeye tahsis edilmeyip kadına-erkeğe, ölüye-diriye, büyüğe-küçüğe ve cenaze
namazında hazır bulunup - bulunmayan, kısacası tüm müslümanları kapsamına
almıştır. Mutlak lâfız kemaline masruf olduğundan metindeki iman kelimesiyle
kâmil iman, İslâm kelimesiyle de kâmil İslâm kasdedilmiştir. Bilindiği gibi,
iman kalbin tasdik etmesi, İslâm da diğer organların bu tasdike uygun olarak
Allah'ın ve Rasûlünün emirlerini yerine getirmesi demektir. Bu bakımdan kâmil
iman ameli, kâmil İslâm da imanı gerektirdiği için metinde arkaya arkaya gelen
iki cümleden birinde imân diğerinde İslâm zikredilmiştir. Ancak burada önce
iman, sonra İslâm zikredilirken, Tirmizî'nin ve daha başkalarının rivayetlerinde
İslâm' imandan önce zikredilmiştir.
İslâmm zahiri ve
dünyada lâzım bir amel olması, imânın da kalbî bir amel olup ölürken kendisine
şiddetle ihtiyaç duyulması itibariyle Tirmizi'-nin bu rivayeti cenaze duasının
ruhuna daha uygun ve bu rivayet ulema yanında daha meşhurdur.[502]
1. Cenaze
namazında dua etmek meşrudur.
2. Cenaze
duasını sadece oluye tahsis etmeyip tüm müslümanlan kapsayıcı biçimde yapmak
meşrudur.
3. Cenaze
namazında cenaze duasını sesli olarak okumak caizdir. Çünkü Rasûlü Zîşan
Efendimiz bu duayı açıktan okumamış olsaydı. Ebû Hu-reyre onu işitemez ve bize
nakledemezdi. Cumhuru ulemaya göre bu duayı sesli olarak okumak caizse de gizli
olarak okumak müstehabdir. Nitekim Ahmed b. Hanbel'in Câbir'den rivayet ettiği
bir hadis-i şerifte Hz. Ebû Bekir'le Hz. Ömer'in Hz. Peygamber'in cenaze
namazında cenaze duasını gizli okudukları ifade edilmektedir. Cumhuru ulemâya
göre mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte ve benzerlerinde ifade edildiği gibi
Hz. Peygamber'in bazı cenaze namazlarında duayı sesli yaptığı bir gerçektir.
Fakat duayı bu şekilde yapmaktan maksadı duanın sesli yapılmasını telkin etmek
değil, ancak halkın duanın lafızlarını işitmesini ve öğrenmesini sağlamaktır.[503]
3202... Vasile
b. el-Eskâ'dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a) bize müslümanlardan bir adamın
cenaze namazını kıldırdı da onu (şu şekilde) dua ederken işittim:
"Ey Allâhim!
Falanın oğlu falan senin emanetindedir. Onu kabir sıkıntısından koru.”
(Bu son cümleyi)
Abdurrahman (Musannif Ebû Davud'a şu lafızlarla) rivayet etti: "Senin
himayendedir ve selâmete götüren ipine sarılmıştır. Onu kabir sıkıntısından ve
cehennem azabından koru, sen sözünü yerine getiren ve hainde lâyık olansın. Onu
bağışla, ona acı. Çünkü sen affedici ve merhametlisin."[504]
Metinde 2eçen
"zimmet" kelimesi, emniyet, hıfz ve himaye manalarına gelir.
Habl kelimesiyle
Kur'ân-ı Kerim kasdedilmiştir. Nitekim Hâkim'in Miis-tedrek'inde "Kur'ân,
Allah'ın sağlam ipidir" mealinde bir hadis-i şerif vardır.
"Civar" kelimesi ise, emniyet, "güven" anlamına gelir. Bu
bakımdan tamlamasını "senin güvenli ipin" şeklinde tercüme etmek
mümkündür. Cümlenin topluca anlamı da şöyledir: "Falanın oğlu senin
himayendedir. (çünkü o) senin güvenli ipin Kur'ân'a sarılmıştır."
Habl kelimesinin
burada istiare yoluyla and manâsında kullanılmış olduğunu söyleyenler de
vardır. O zaman terkibi kendisinden önceki kelimesinin tefsiri olur. İbn-ül
Esir Ennihâye isimli eserinde "Arap kabileleri yolculuğa çıkacakları
zaman düşmanlarının şerrinden emin olmak için her kabilenin reisinden bir
ahid-nâme alırlar, bu sayede emniyet içinde yolculuklarını sürdürürlerdi. îşte
burada habl-û'1-civâr kelimesi ile kastedilen bu ahidnamedir" demekle
civar kelimesinin ahd manâsına geldiğini bu şekilde bir ahidnâmesi olan
kimsenin emniyette olduğunu ifâde etmek istemiştir.
Hz. Peygamberin, sözü
geçen duasındaki kabir sıkıntısı Buhârî'nin sahih'inde şöyle anlatılıyor:
"Mü'min kul kabrine konulup ashâb ve yaram geri dönüp gittiklerinde -ki
meyyit bunlar yürürken ayakkabılarının sesini bile muhakkak işitir- ona
(münker-nekir adlı) iki melek gelir. Bunlar meyyiti oturturlar ve ona;
Hâ! Şu Muhammed (s.a)
denilen kimse hakkında (ki kanaatin nedir?) Ne dersin? diye sorarlar. O mü'min
de: (samimi olarak) "Bildiğim ve size de bildirirfek istediğim şudur ki,
Muhammed (s.a) Allah'ın kulu ve Allah'ın Rasûlüdür" diye cevap verir.
Bunun üzerine melekler tarafından:
Ey mü'min!
Cehennemdeki yerine bak! Allah Teâlâ bu azab yerini senin için cennetten
(yüce) bir makama tebdil eyledi denilir. Nebi (s.a) "O mü'min cehennem ve
cennetteki iki makamını birden görür." buyurmuştur. Fakat kâfir ve yahut
münafık olan meyyit (meleklerin bu sualine karşı):
Muhammed hakkında bir
şey bilmiyorum. Halkın ona (peygamber) dedikleri bir sözü (işitmiş) ben de
halka uyup söylerdim, diye cevap verir. Bu iki melek tarafından bu kâfir veya
münafığa:
Hay sen anlamaz ve
uymaz olaydın? denilir. Sonra bu kâfir veya münafığın iki kulağı arasına
demirden bir topuzla vurulur. O topuzu yiyen kâfir veya münafık şiddetli bir
sesle öyle bir bağırır ki, bu feryadı ins ve cinden başka bir ölüye yakın olan
herşey işitir."[505]
1. Cenaze
namazında ölü için okunan duayı halkın öğrenmesi için sesli olarak okumak
caizdir.
2. Namazda
ölüye dua ederken eğer babası biliniyorsa hem babasının ismini hem de kendi
ismini zikrederek duayı ona tahsis etmek müstehabdir. Eğer babası bilinmiyorsa
erkek için "Allah'ım! Bu, senin kulundur ve senin kulunun oğludur."
Kadın için de "Allah'ım! Bu senin cariyendir ve cariyenin kızıdır"
denir.[506]
3203... Ebû
Hureyre'den; (rivayet olunmuştur) demiştir ki: Siyah bir kadın -yahutta bir
erkek- mescidi süpürürdü. Peygamber (s.a) (bir gün) onu göremeyince (halka)
sordu; "öldü" denildi. Bunun üzerine (Peygamber (s.a):
" Bana haber
verseydiniz ya!" dedi, (sonra): "Beni onun kabrine götürünüz"
buyurdu. (Oradakiler) kendisini (o zâtın) kabrine götürdüler, kabir üzerine
cenaze namazı kıldı.[507]
Mescidin kayyımlığını
yaparken vefat eden zâtın siyah bir kadın mı, yoksa bir erkek mi olduğu kesin
değildir.
Bu meseledeki şüphe
hadisin râvisi Sâbit'e yahut ta Ebû Râfi'e ait rivayetteki tereddütten
kaynaklanmaktadır. Buhârî'nin bir rivayetinde ölen zatın siyahi bir erkek
olması ihtimalinden bahsedilirken[508]
diğer bir rivayetinde erkeğin siyâhiliğinden bahsedilmiyor.[509]
Buhârî'nin diğer bir rivayetinde, ravi Hammâd, bu zat'ın kesinlikle kadın
olduğunu söylüyor, Beyha kî'nin rivayetinde bu kadının Ümmü Mihcen olduğu, İbn
Mendeh'in rivayetinde Harkaa olduğu söyleniyor. Bu rivayetlerden vefat eden
kişinin Har-kaa ismiyle anılan Ummü Mihcen ismiyle tanınan bir kadın olduğu
anlaşılmaktadır. Müslim'in rivayetinde şu ilâveler de vardır: "Galiba
sahâbiler bu kadını önemsememişler (de onun için öldüğünü Hz. Peygambere haber
vermemişlerdi). Ashab, (zatın) kabrini gösterdiler. O da kabrin üzerine cenaze
namazını kıldı. Sonra "Şüphesiz ki bu kabirler, sahipleri için
karanlıklarla doludur. Allah (azze ve celle) benim namazım sebebiyle kabirleri
onlara aydınlatır" buyurdu."
Beyhaki'nin diğer bir
rivayetinde de Rasûlü Ekreme cevap veren kimsenin Ebû Bekir Sıddîk (r.a)
olduğu ifade ediliyor.
Bu mevzuda rivayet
edilen hadis-i şerifler cenaze namazında bulunmayan bir kimsenin cenazenin
kabrine giderek kabrin üzerine namaz kılmasının caiz olduğunu ifâde
etmektedir. İbn Sirin'le, Şâfiilerin görüşü de budur. Ancak bu müddetin ne
kadar devam ettiği mevzuunda ulema ihtilâfa düşmüştür. Bazıları "Rasûlullah
(s.a) (Medine'de) yok iken Sa'd'in annesi öldü ve gelince ona cenaze namazı
kıldırdı. Aradan bir ay geçmişti"[510]
mealindeki hadis-i şerifi delil getirerek bu sürenin bir ay devam ettiğini
söylemişlerdir. Hanbeliler de bu görüştedirler.
Bazılarına göre cenaze
tamamen çürümedikçe kabri üzerine cenaze namazı kılınabilir. Bazılarına göre
ise, bu süre için bir sınır yoktur, her zaman kılınabilir. Çünkü cenaze
namazından maksat ölüye duadır. Dua için sınırlı bir süre düşünülemez.
İshâk'a göre bu süre, cenaze
vukubulduğu zaman orada bulunamayıp ta başka bir memlekette bulunan kimseler
için bir ay, orada bulunduğu halde cenazeye katılamayan kimseler için de üçgün
devam eder.
Hanefilere göre ise,
namazı kılınmadan defnedilen bir kimsenin, henüz cesedinin çürüyüp
dağılmadığına zann-ı galib hasıl olursa, onun kabri üzerine namaz kılınır.
Fakat cesedin çürüdüğüne kanaat getirilirse kabri üzerine asla namaz kılınamaz.
İmâm Ebû Yûsuf'a göre
definden sonra üç gün kabir üzerine namaz kılınabilir. Ancak daha önce cenaze
namazına katılan bir kimse o cenazenin kabri üzerine namaz kılamaz. Fakat o
cenazenin namazını kıldırma hakkı olan veli bundan müstesnadır. Bu veli imamın
arkasında cenaze namazını kıldıktan sonra gidip ayrıca o cenazenin kabri
üzerine namaz kılınabilir. Fakat bu namazı kılarken kendisine uyulup arkasında
cemaat olunamaz.
Malikiler'e göre ise:
Namazı kılınmadan defnedilmiş olan bir cenazenin dağılacağından korkulmazsa
kabrinden çıkarılıp namazının kılınması farzdır. Eğer kabirden çıkarırken
vücudunun dağılacağından korkulmakla birlikte cesedin henüz çürüyüp
dağılmadığına hükmedilmişse kabri üzerine namaz kılınması yine farzdır. Namazı
kılanarak defnedilmiş olan bir cenazenin kabri üzerine namaz kılmaksa
mekruhtur.
Nehâi'ye göre kabir
üzerine asla namaz kılınamaz. Bu görüş İmâm Mâ-lik'den de rivayet olunmuştur.
Bu görüşte olan ulemaya göre; Hz. Fahr-i Kâinat Efendimizin bazı kimselerin
kabri üzerine namaz kılması O'na mahsus özel bir durumdur. Ve "şüphesiz
ki bu kabirler, sahipleri için karanlıklarla doludur. Allah (azze ve celle)
benim namazım sebebiyle kabirleri onlara aydınlatır.[511]
mealindeki hadiste geçen "Benim namazım sebebiyle" anlamındaki
lafızlar bu özelliğe delâlet etmektedirler.
Ancak kabir üzerine
namaz kılmanın Hz. Peygamber'e ait özel bir durum olduğu görüşü, "Bu
durumun Hz. Peygamber'e ait özel bir durum olmadığı, Hz. Peygamberin kabir
üzerine cenaze namazı kılan ashabını bundan men etmemesinden anlaşılmaktadır.
Çünkü eğer bu, Hz. Peygamberdin sadece kendisine ait özel bir durum olsaydı
ashabını kabir üzerine namaz kılmaktan nehyederdi." denilerek
reddedilmiştir. Nitekim 3196 numaralı hadis-i şerif Hz. Peygamber'in ashabını
kabir üzerine namaz kılmaktan menetmediğini açıkça ifade etmektedir.
Ayrıca Şevkani'nin
Neylü'l-Evtâr'da, Hafız İbn Hacer'den naklettiğine göre Müslim'in Sahih'inde
geçen ve kabir üzerine namaz kılmanın Hz. Peygamber'e ait özel bir durum
olduğunu söyleyenlerin delilini teşkil eden cümle Hz. Peygamber'in sözü değil
râvi Sabit tarafından bu hadise sokuşturulmuş (müdrec) bir cümledir.[512]
1. Rasûlü
Zişan Efendimiz son derece mütevazı idi.
2. Ümmetine
son derece şefkatli idi. Onların dünyası ve ahireti ile ilgili işlerini ve
menfaatlerini devamlı gözetir, bu hususta elinden gelen maddi ve manevi yardımları
asla esirgemezdi.
3.
Mescidlerin temizliğine son derece itina gösterirdi.
4. Definden
önce cenaze namazına yetişen kimselerin o cenazenin kabri üzerine namaz
kılmaları caizdir.
5. Bir
kimsenin ölümünü ilân etmek caizdir.[513]
3204... Ebû
Hüreyre'den (rivayet olunduğuna göre);
Rasûlullah (s.a)
Necaşi(nin ölümü)nü o gün halka haber verdi. Sonra cemaati musallaya çıkarıp,
onları saf düzenine soktu. Dört tekbir al(arak cenaze namazım kildir)dı.[514]
Na'y: Bir kimsenin
vefat ettiğini haber vermektir.
Necaşi: Habeş
Meliklerine verilen unvandır. İbn İshak Sîre'-sinde "Bu Necaşi'nin ismi
Ashame'dir. Atıyye manasınadır." diyor. Eb'ul-Ferecde "Ashameb.
Ebcerî'dir." demiş. İbn EbîŞeybe'nin Musannef inde Sahme, diye
zabdetilmiştir. Telvih'te ise, Habeşe lisancılanmn hâ-i mu'ce-me ile (Ashame)
şeklinde telaffuz ettikleri bildirilmiştir. İbn Sa'din Taba-kat'ında, bu
Necaşi'njn müslüman olması şöyle rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a) hicreti
seniyyelerinin altıncı yılında Hudeybiyye'den avdet buyurup yedinci hicret
yılının Muharreminde "Amr İbn Ümeyye Damrî (r.a) ile bir mektup gönderip
İslama davet buyurmuştu. Necaşi, Resul-i Ekremin mektubunu hürmetle alıp şöyle
karşısına gözü önüne koymuş ve izharı hürmet ederek tahtından inip yer üzerine
oturmuş ve sonra müslüman olmuştur. Ve dini mübini İslâmı kabul ettiğini bir
mektubla Rasûl-i Ekreme arzetmiştir. Necaşi'ye Ca'fer İbn Ebî Talib (r.a)
tarafından ta'limi din edildiği de İbn Sa'd'in rivayatı cümlesindendir.
Necaşi'nin vefatı;
Tebük seferinden dönüldüğü yedinci yılın Receb ayına tesadüf etmişti. Sahih-i
Müslim'de taraf-i risaletten kendisine mektub gönderilen Necaşi'nin cenazesine
namaz kıldığı Necaşi olmadığı zikrediliyor. Mektubun tarihi tahrir ve irsali
ile vefat tarihi arasında altı ay gibi kısa bir zaman geçmiş olması da,
Müslim'in bu rivayetini bir dereceye kadar te'yid edebilir. Fakat şârih Aynî,
bu haber, bazı ravilerin vehmidir, denildiğini haber veriyor. Caiz ki o ravi
ikinci derecede bazı Habeşe Melikleriyle asıl meliki kebirden tabir etmiştir.[515]
Metinde Necaşi'nin
cenaze namazının musalla'da kılındığından bahsedilmesi İbn Mace'nin,
Necaşi'nin cenaze namazının Baki'de kılındığını ifade eden rivayetine aykırı
değildir. Çünkü Medine'de birisi Bathan denilen yerde bayram namazlarına,
diğeri de Garkad denilen yerde cenaze namazlarına ait olmak üzere iki musalla
vardı. Bunlardan birincisine "Baki el-Bathan" ikincisine de
"Bakî el-Garkad" denilirdi. Bu bakımdan mevzumuzu teşkil ederi bu
hadis-i şerifteki "Musalla" kelimesiyle Baki ül-Bathan denilen musalla
kasdedildiği gibi, İbn Mace'nin rivayetindeki "Baki" kelimesiyle de
aynı musalla kasdedilmiştir. Her iki hadiste Bakî el-Garkad denilen musallanın
kasdedilmiş olması ihtimali de vardır.
Hadis-i şerif, başka
bir memlekette ölen bir müslümana gıyabında cenaze namazı kılmanın caiz
olduğuna delalet etmekte ve Hz. Peygamber'in Habeşistan'da vefat eden
Necaşi'nin cenaze namazını Medine'de dört tekbirle kıldırdığını ifade
etmektedir.
Başka bir ülkede vefat
eden, bir müslümanın gıyabında cenaze namazını kılmanın caiz olup olmadığı
meselesindeki görüşleri şu şekilde özetleyebiliriz:
1. Hanefiler
ile Malikiler: Gıyabî cenaze namazının kılınması meşru değildir, derler.
Bunlara göre, cenazenin defnedildiği beldede namazı kılınmış olsun, olmasın; o
belde namaz kılınmak istenen beldenin kıble yönünde olsun olmasın; farketmez.
İbn Abdi'I-Berr, alimlerinin ekserisinin böyle hükmettiklerini söylemişler.
Bunlar bu hadise şöyle cevap verirler: Peygamber (s.a)'in Necaşi (r.a)'nin
namazını kıldırması, Peygamber (s.a)'e mahsus bir şeydir. Necaşi (r.a)'in
cenazesi Allah tarafından Peygamber (s.a) önüne getirilmiş veya aradaki mesafe
kaldırılarak Peygamber (s.a) Necaşi (r.a)'yi görmüş ve ölüm haberini ashabına
verdiği gibi, definden önce namazım kıldır-mıştır. Nasıl ki, Mi'rac olayını
müteakip Mekke müşrikleri Mescid-i AkscT-nın şeklini tarif etmeyi Peygamber
(s.a)'e teklif edince Allah duvarı Mescid şekline sokmuştur. Bu itibarla Necaşi
(r.a)'nin namazı hazır olan cenazenin namazı gibidir.
Bu gruptaki alimler,
Peygamber (s.a)'in Necaşi (r.a)'nin namazını kıldırması ile ilgili başka
cevaplar da vermişlerdir. el-Menhel'de bunlar izah edilmiştir.
2. Şafiî,
Ahmed ve selefin cumhuruna göre, gıyabi cenaze namazını kılmak caizdir.
Kişinin ölüp defnedildiği beldede cenaze namazı kılınmış olsun, olmasın. Keza
defnedildiği şehir gıyabî namaz kılınacak şehrin kıble tarafında olsun olmasın
farketmez.
3. îbn
Hibban; Cenazenin beldesi, namaz kılınacak şehrin kıble tarafından olduğu
zaman, gıyabî cenaze namazı kılınabilir, aksi takdirde kılınmaz, demiştir.
Hattâbî: Necaşi (r,a),
Peygamber (s.a)'e inanan bir müslümandır. Fakat imanını gizli tutuyordu.
Kâfirler içerisinde öldüğünde, cenaze namazını kıldıracak kimse orada yoktu. Bu
sebeble Peygamber (s.a), onun namazını kildirmıştır. Peygamber (s.a)'in onun
namazının kıldırmasının sebebi, Allah bilir budur. Hal böyle olunca, bir
müslüman öldüğünde, cenaze namazı kılındıktan sonra, başka beldelerde
bulunanlar, onun namazım kıldırmazlar. Ancak onun namazının bir engel
dolayısıyla kılınmadığı bilinirse, mesafe ne kadar uzak da olsa, gıyabî
namazım kılmak sünnettir. Kılındığında kıbleye doğru durulur, demiştir.
Takiyyü'd Din de Hattâbî gibi söylemiştir, el-Menhel yazarı, onun da sözünü
naklettikten sonra şöyle der: Bu söze itiraz edilir. Çünkü tarihçilerin
zikrettiklerine göre, Necaşi (r.a), Peygamber (s.a)'e altmış kişilik bir heyet
göndermiş, heyetin içinde oğlu Ezha da vardı. Yola çıkan heyet Peygamber
(s.a)'in yanma ulaşmadan denizde boğulmuşlardır. Necaşi (r.a) altmış kişilik
bir hey'et gönderir durumda iken, öldüğü zaman yanında hiç bir müslümanın
kalmamış olması, cidden akıldan uzaktır. Öleri kişinin bulunduğu beldede namazı
kılınmadığı bilindiği zaman, başka bel-dedekiler onun gıyabî namazını kılarlar,
diyerek hadisin hükmünü mesnedsiz olarak hususileştirmek doğru bir hareket
değildir. Hattâbî ve Takiyyü'd-Din bu duruma düşmüşlerdir.[516]
1. Ölüm
haberini vermek meşrudur. Ancak haber ve-rilışmın teçhiz, namaz, dua, defin ve
vasiyetleri yerine getirmek için olması gerekir. Ölümü ilan etmeyi yasakladığı
belirtilen hadislerde[517]
bahsedilen ise gurur veren ve riya kokusu gelen ölüm ilanlarıdır.
2. Gıyabî
cenaze namazını kılmak meşrudur. Bu hususta âlimlerin görüşleri yukarıda
anlatıldı.
3. Cenaze
namazını mescidin dışında kılmak efdaldir.
4. Cenaze
namazını dört tekbirle kılmak meşrudur.[518]
3205... (Ebu
Bürde'nin) babasından demiştir ki: "Rasûlullah (s.a) bize Necaşi'nin
ülkesine gitmemizi emretti. (Ebû Bürde'nin babası rivayetine devam ederek,
Necaşi'nin müslümanlığı kabul edişi ile ilgili) macerasını (şöyle) anlattı:
"Necaşi: Ben (Muhammed'in) Allah'ın Rasûlü (s.a) olduğuna şehadet ederim.
O, Meryem'in oğlu İsa'nın, (kendisinden sonra geleceğini) müjdelediği kimsedir.
Eğer üzerimde meliklik görevi olmasaydı, kendisine varır, ayakkabılarını
taşırdım" dedi.[519]
Ebû İshak, Amr b.
Abdullah es-Sebîî'dir. Ebû Bürde'nin ismi, bazılarına göre Amir b. Ebî Musa el-Eşarî'dir.
Buna göre bu hadisin ravisi Ebû Musa el-Eşarî'dir.
Abdullah b.'Mes'ud,
Necaşi'nin müslümanlıği kabul edişini şöyle anlatır: "Rasûlullah (s.a)
bizi Necaşi'ye gönderdi. Biz aşağı yukarı seksen kişi idik. îçimizde Ca'fer,
Abdullah b. Urfuta, Osman b. Ma'zun ve Ebû Musa da vardı. Cemaat Necaşi'nin
ülkesine varınca, Kureyş onları istemek üzere Amr b. As'la İmare b. Velid'i
hediyelerle Necaşi'ye gönderdi. Bu iki elçi Necaşi'nin yanıma girince, ona
secde edip sağına soluna koşuşup:
"Bizim amcamızın
oğullarından bir cemaat bizden ve dinimizden yüz çevirip sizin ülkenize
geldiler (onları lütfen bize geri veriniz) dediler. Necaşi de:
"Onlar şimdi
neredeler?" diye sordu. Elçiler de:
"Senin
ülkendedir" karşılığını verdiler. Necaşi onları huzuruna çağırtınca, Hz.
Ca'fer arkadaşlarına:
"Bugün sizin
sözcünüz benim" dedi. Hepsi ona tabi olup Necaşi'nin sarayına gittiler.
(Hz. Ca'fer) Necaşi'ye selam verdi, secde etmedi. Necaşi'nin adamları Hz.
Ca'fer'e:
"Sen niçin
hükümdara secde etmiyorsun?" dediler. Hz. Ca'fer de:
“Biz Aziz ve Celil
olan Allah 'dan başkasına secde etmeyiz.'' cevabını verdi. Necaşi ona:
"Bu nasıl
olur?" diye sorunca Hz. Ca'fer de:
"Alİah bize
Rasülünü gönderdi. O da bize Allah'dan başkasına secde etmememizi, namaz kılmamızı
ve zekat vermemizi emretti." karşılığını verdi. (O sırada) Amr b. As
(söze karışıp Necaşi'ye hitaben):
"Onlar îsa b.
Meryem hakkında size muhalefet ediyorlar" deyince, Necaşi:
"Onlar Hz. İsa ve
annesi hakkında ne diyorlar?" diye sordu. (Oradaki müslümanlar da):
"Biz bu hususta
Allah'ın dediğini deriz. (Allah'ın Hz. İsa hakkındaki sözü ise) şudur: Hz. İsa
Allah'ın kuludur. Ve Allah'ın, kendisine hiç bir erkeğin temas etmediği,
sadece Allah'a bağlı bir bakire olan Meryem'e ilka ettiği ruhudur" dediler.
Bunun üzerine Necaşi yerden bir çöp alıp:
"Ey Habeş'liler,
ey keşişler, papazlar ve rahibler. Allaha yemin olsun ki, bunlar bizim Hz. İsa
hakkında söylediklerimize şu çöp kadarını bile, ilave etmiyorlar. Ey
müslümanlar, sizi ve yanından geldiğiniz zatı, tebrik ederim. Ben onun
Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadet ediyorum. Zaten biz onu İncil'de bulmuştuk. O
Rasülü, Meryem oğlu İsa da müjdelemişti. Ey misafirler (ülkemde) istediğiniz
yerde kalabilirsiniz. Allah'a yemin olsun ki üzerimde hükümdarlık görevi
olmasaydı, varır onun ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım."
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif, Habeşistan kralı Necaşi'nin müsIüman olduğuna, bu sebeple de
Hz. Peygamber'in onun gıyabında cenaze namazını kıldığına delalet etmektedir.[520]
3206...
El-Muttalib'den demiştir ki:
Osman b. Maz'un
ölünce, cenazesi (evinden) çıkarılıp (Bakî mezarlığına) gömüldü. Bunun üzerine
Rasûlüllah (s.a) (ashabdan) birisine (büyükçe) bir taşı getirmesini emr etti.
(Fakat) taşı kaldırmaya (adamın) gücü yetmedi. Derken Rasûlüllah (s.a) adamın
yanına varıp kollarını sıvadı. (Bu hadisi rivayet eden) El-Muttalib dedi ki:
Bu hadisi bana Rasûlüllah (s.a)'dan nakleden kimse -Rasûlüilah (s.a)'iıl kollarını
sıvadığı zaman kollarının beyazlığını sanki (hâlâ) görüyor gibiyim-dedi. Sonra
(Rasûl-i Zişan efendimiz) o taşı kaldırıp (cenazenin) ba-şucuna koydu. Ve:
"Kardeşimin
kabrini bu taşla tanırım ve ev halkından ölenleri de onun yanına defn
ederim." buyurdu.[521]
Osman b. Maz un:
Medine de vefat eden ve Bakı mezarlığına ilk konan muhacirdir.
Hakim'in, Abdullah b.
Ebî Rafi yoluyla Ebû Rafi'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte açıklandığına
göre, Rasûl-i Zişan Efendimiz, ashabının cenazelerini defn için uygun bir
mezarlık tayin etmeyi arzu etmiş. Bu maksatla Medine çevresini dolaştıktan
sonra mezarlık için en uygun yer olarak Bakî'-yi seçmiş. Sonra buranın mezarlık
olarak kullanılması için emir vermiş. Buraya ilk defn edilen de Hz. Osman b.
Maz 'un olmuş, Hz. Peygamber onu bizzat kendi elleriyle kabre koymuş. Başı
ucuna da (alamet olarak) büyükçe bir taş dikerek -işte Osman'ın kabri budur-
buyurmuş.
Bundan sonra
muhacirlerden biri ölünce, Rasûlü Ekrem, onun da Hz. Osman'ın bulunduğu kabre
konmasını istermiş.
Hz. Osman b. Maz'un
akran ve emsali arasında hiç içki içmemekle temayüz etmiş kadri yüce bir
zattı. Müslüman olduktan sonra, ağzına hiç içki koymadığı gibi, Cahiliyye
döneminde de içki içmemiş ve kendisine sunulan içki kadehlerini "Benden aşağı
olan kimseleri bana güldürecek olan bir şeyi içemem" diyerek reddetmiştir.
Hz. Peygamber "Ev
halkından ölenleri de onun yanına defn ederim." buyurmakla "Onun
bulunduğu kabre defn ederim" demek istememiş, "Onun bulunduğu kabrin
çevresine defn edeceğini" anlatmak istemiştir. Çünkü Rasul-i Ekrem
Efendimizin bizzat kendi uygulamasına bakılınca bir kabrin sadece bir ölüye ait
olduğu, o kabirde bulunan cenaze iyice çürüyüp yok olmadıkça, oraya ikinci bir
cenazeyi koymanın caiz olmadığı, ancak ölülerin çokluğu ve her birisi için ayrı
bir kabir tesis etmenin imkansızlığı gibi, zaruret hallerinde birden fazla
cenazenin bir kabre konulabileceği anlaşılır. Bu meselede âlimler ittifak
etmiştir. Nitekim 3136 numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık.
Hz. Peygamber, Hz.
Osman b. Maz'un'u şereflendirmek için yahutta, Hz. Osman da Kureyş'ten olduğu
için, O'ndan "kardeşim" diye söz etmiştir. Kuvvetli olan görüşe
göre, Hz. Osman, süt kardeşi olduğu için ondan "kardeşim" diye
bahsetmiştir.
Hz. Peygamber'in aile
efradından Bakî mezarlığına ilk defnedilen kimse de oğlu Hz. İbrahim'dir. Hz.
İbrahim vefat edince Fahr-i Kâinat Efendimiz "Sen de hayırlı selefimiz
Osman'a katıl!" demiş, bunun üzerine Hz. İbrahim de oraya defnedilmiş-.
Aynı şekilde, Hz. Peygamber'in kızı Zeyneb de Bakî mezarlığına defnedilmiştir.[522]
1.
Kabirlerin kime ait olduğunun tanınması için başlarına taş dikmek caizdir.
Fakat günümüzde olduğu gibi, onu fes ve sarıkla ve benzeri şekillerle süslemek
caiz değildir.
2. Yakın akrabaları
birbirlerinin yakınına gömmek müstehabdır. Çünkü o zaman hepsini birden
ziyaret etmek kolayca mümkün olur ve kabirleri kaybolmaktan kurtulur.
v Mevzumuzu teşkil
eden bu hadis-i şerif, mürseldir ve senedinde birçok hadis alimi tarafından
tenkide uğrayan Kesir b. Zeyd bulunduğu için zayıftır.[523]
3207... Hz.
Aişe'den demiştir ki: Rasûlüllah (s.a):
"Ölünün kemiğini
kırmak, onu diri iken kırmak gibidir." buyurmuştur.[524]
Cesedine verilen bir
zarardan dolayı ölü aynen sağlığındaki gibi acı duyar. Bu sebeple nasıl olsa
ölmüştür, düşüncesiyle, ölünün cesedine zarar vermek herhangi bir organını ya
da kemiğini kırmak asla caiz değildir.
Hafız İbn Hacer
el-Askalânî, İbn Ebî Şeybe'nin rivayet etmiş olduğu, "Mü'min'in ölüsüne
eziyet etmek, dirisine eziyet etmek gibidir" mealindeki hadis-i şerife
bakarak "mü'minin diri iken hoşlandığı şeylerden ölüsünün de
hoşlanacağı" hükmüne varmıştır.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte, "mü'minin ölüsünün bir kemiğini kırmanın, diri bir
mü'minin kemiğini kırmak gibi haram olduğu " ifade edilmek istenmektedir.
Suyutî (r.a)'nin
Derecatu's-Sııııd isimli Ebû Dâvud haşiyesinde açıkladığına göre, bu hadis-i
şerifin sebebi vurûdunu İbn Mes'ud, şöyle anlatmıştır:
"Bir gün
Rasûlüllah (s.a) ile birlikte, bir cenazeyi defnetmek üzere çıkmıştık. Bir ara
Peygamber (s.a) kabrin kenarına oturdu, O sırada kabir kazıcı kimse kabirden
ayak veya kol kemiği çıkardı ve onu kırmak istedi. Bunun üzerine Rasûlüllah
(s.a):
"Onu Kırma! Onu
bu şekilde ölü iken kırman, aynen diri iken kırman gibidir. Fakat onu kabrin
bir tarafına gömüver" buyurdu.[525]
1. Kabir
kazıcıların kabirden çıkan kemiklere karşı, aynen canlı kişilerin kemikleri
gibi dikkatli olmaları, onlara zarar vermekten sakınmaları, onları kırmadan
toprağa gömmeleri icabeder. Bu mevzuda zimmilerin kemikleri de müslümanların
kemikleri gibidir.
2. Müslüman
ölüsü de dirisi gibi muhteremdir, ikram ve saygıya layıktır.
3. Ölü,
cesedine verilen her zarardan diri gibi müteessir olur.[526]
3208... İbn
Abbas (r.a)'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:
"Lahd bizim için,
şakk da başkaları içindir."[527]
Lahd; yahut luht,
kabrin kıble tarafını cenazenin boyuna göre ve cenazeyi içine alacak şekilde
oymaktır. Cenaze buraya konduktan sonra üzeri kerpiçlerle örülür.
Lahd; aslında
meyletmek anlamına gelir. Bu oyuk kıble tarafına doğru meylettiği için bu ismi
almıştır.
Şakk: Kabrin dibini
ölüyü kapsayacak şekilde dere gibi oymaktır. Cenaze buraya konduktan sonra
dört tarafına kerpiçler konarak üzeri kapatılır.
Hadis-i şerifte,
lahdin müslüman cenazelerine, şakk'ın da gayr-i müs-limlerin ölülerine mahsus
olduğu ifade edilmektedir.
İbn Teymiyye'ye göre,
bu hadis-i şerifte günlük hayatımızdaki davranışlarımızdan, cenazeyi kabre
koymaya varıncaya kadar, her türlü davranışlarımızda, ehl-i kitabın alameti
olan davranışlardan kaçınmamız gerektiğine işaret vardır.
Bazıları bu hadise
"Şakk, daha önce geçen ümmetler içindi. Lahd ise Muhammed ümmeti
içindir." şeklinde mana verirken, bir kısmı da "Lahd, biz
peygamberlere, şakk da ümmetlere mahsustur." diye mana vermişlerdir. Her
ne kadar bu hadis-i şerif, cenazeyi lahde koymanın şakka koymaktan daha
faziletli olduğuna delalet etmekte ise de, hadis-i şerifte cenazeyi şakka
koymanın caiz olmadığına dair bir delalet yoktur. Hatta İbn Mace'nin rivayet
ettiği şu hadisten cenazeyi şakka koymanın caiz olduğu anlaşılıyor: "Peygamber
(s.a) vefat ettiği zaman, Medine'de lahit kazıcı bir adamla, şakk kazıcı diğer
bir adam vardı. Sahabiler: Biz Rabbimizden hayırlısını dileyerek ikisine de
haber gönderelim. Hangisi sonra gelirse onu bırakırız, dediler. Ve ikisine de
haber gönderildi. Lahid kazıcısı önce geldi. Bunun üzerine sahabiler,
Peygamber (s.a) için lahit kazdılar."[528] Bu
hadis, Rasûlu Ekremin sağlığında şakk kazılıp içine cenazelerin defnedilmesine
izin verdiğini ifade eder. Bu mevzuda İmam Nevevî Mühezzeb şerhinde
"Âlimler, cenazeleri lahde koymanın da, şakka koymanın da caiz olduğunda
ittifak etmişlerdir" demiştir. Ancak fıkıh âlimlerinin pekçoğuna göre,
yerin sert ve lahd kazmaya elverişli olması halinde, cenaze için lahd kazmak,
yumuşak olup lahde elverişli olmaması halinde de şakk hazırlamak daha
faziletlidir.
Dehlevî'ye göre, eğer
bu hadisteki "Iena = bizim için" kelimesindeki "nabiz"
zamirinden maksat müslümanlar, "liğayrına = başkaları için" kelimesinden
maksat da hıristiyan ve yahudilerse, o zaman cenazeler için "lahd"
kazmanın daha faziletli ve hatta "şakk" hazırlamanın mekruh olduğunda
şüphe yoktur.
Fakat "liğayrina
= başkaları için" kelimesinden maksat, geçmiş ümmetlerse, o zaman bu
hadiste sadece cenaze defnetmek için lahdin şakktan daha faziletli olduğuna
işaret vardır. Fakat bu takdirlerin hiçbirinde cenazeleri lahde koymanın vacib,
şakka koymanın da yasak olduğuna dair bir işaret mevcut değildir.[529]
1. Kabirleri
hazırlarken lahd (saptırma) yapmak müstehabdır. Lahd, şakk'dan daha
faziletlidir.
2. Ehl-i
kitabın sembolü olan işlerde, onlara uymak ya da benzemek yasaklanmıştır.
3.
Cenazeleri, şakka defnetmek caizdir. Bilhassa yer yumuşak olduğu zaman hiçbir
sakınca yoktur.[530]
3209...
Amir'den, demiştir ki;
Rasûlullah (s.a)'ı Ali
ile el-Fazıl ve Üsame b. Zeyd yıkadılar. Kabrine de onlar koydular. (Bu
hadisin ravisi Amir es-Şa'bi rivayetine devamla şunları) söyledi: Bana
Murahhab ya da İbn Ebî Murahhab (Ali ile el-Fazl ve Üsame'nin) kendileriyle
birlikte, Abdurrahman'ı da (Hz. Peygamberin kabrine) soktuklarını ve Hz. Ali
(defn işini) bitirince; Kişiyfle ilgili defn işlerin)i ancak ailesi üstlenir
dediğini haber verdi.[531]
Bu hadis-i şerif,
cenazeyi defn için kabrin içine birden fazla kışının girebileceğini ifade
etmektedir.
İbn Abdi'I-Berr'in
açıklamasına göre, Hz. Peygamberin kabrinde Hz. Ali ve Hz. Üsâme ile birlikte,
Hz. Abdurrahman'ın da bulunduğunu Amir es-Şa'bi'den başka rivayet eden yoksa
da, Amir güvenilir bir ravi olduğundan, bu hadis sahihtir. Hz. Peygamberin
defni sona erdikten sonra, Hz. Ali'nin "kişiyle ilgili defn işlerini
sadece aile halkı üstlenebilir" demesi kendinden daha yaşlı sahabiler
varken kendisinin kabre inmesinin sebebini ve başkalarının inmesine izin
vermemekteki mazeretini açıklamak içindir. Buna göre, kabre inmeye en layık
olanlar cenazenin en yakın akrabalarıdır.[532]
3210... Ebû
Murahhab'dan demiştir ki:
"Abdurrahman b.
Avf, Peygamber (s.a)'in kabrine indi. (Hz. Abdurrahman ile arkadaşları, Rasûlü Zişan
Efendimizi lahde yerleştirmek üzere kabre indikleri sırada ben de orada idim.
Şimdi) ben (hâlâ) onları dört kişi halinde görüyor gibiyim."[533]
Bu hadis-i şerif,
cenazeyi lahde yerleştirirken, lüzum hasıl olduğu zaman tek veya çift sayıda
yeteri kadar kişinin inmesinin caiz olduğunu ifade etmektedir. Nitekim Ebû
Bekir İbn Şeybe'nin rivayet ettiğine göre, İbrahim b. Nehâî "Kabre
istediğin kadar kişiyi indirebilirsin." diyerek kendisinin de bu görüşte
olduğunu açıklamıştır. Hasan-ı Basri'nin de "Kabre inenlerin sayısını tek
veya çift olmasının önemi yoktur" dediği rivayet olunmuştur.
Yine bu hadis-i şerif,
cenazeyi lahde yerleştirirken, kabre inecek kimseleri cenazenin yakın
akrabalarından seçmenin müstehab olduğunu ifade etmektedir. Çünkü Hz.
Abdurrahman b. Avf, Kureyş kabilesinden olduğu için, Hz. Peygamberin
akrabasındandır."[534]
Yine bu hadis-i şerif, cenazenin kadın olması halinde kabre inecek kişinin
gerek süt, gerekse neseb ve müsahere cihetiyle kendisine nikâh düşmeyen
kimselerden seçilmesinin de müstehab olduğuna delalet etmektedir.
Bu hadis-i şerifin bir
benzeri de İbn Mace'nin Sünen'inde şu manâya gelen lafızlarla rivayet
olunmuştur: (Ashabı kiram) Rasûlullah (s.a) için mezar kazmak istedikleri
zaman, Ebû Ubeyde b. el-Cerrah (r.a)'ın arkasına adam gönderdiler. Kendisi
Mekke halkı mezarı gibi şakk şeklinde mezar kazıyordu. Ebû Talha (r.a)'nın
arkasına da adam gönderdiler. O da Medine halkı için mezar kazıyordu. Kendisi
mezarı lahit şeklinde kazıyordu. Bunların ikisine de iki haberci göndererek:
Allah'ım! Kendi Rasûlün için (şakk ve lahit-ten) hayırlı olanı sen seç,
dediler. Ebû Talha (r.a)'yı bulabildiler. O getirildi. Ebû Ubeyde (r.a)
bulunamadı. Bunun üzerine.Ebû Talha (r.a) Rasûlullah (s.a.v) için lahit kazdı.
İbn Abbas (r.a) demiştir
ki: Sahabiler salı günü Peygamber (s.a.v)'in teçhiz işini bitirince, Efendimiz
kendi odasında na'şı üzerine konuldu. Sonra erkek cemaat gruplar halinde
Rasûluİlah (s.a)'in yanına girip üzerine namaz kıldılar. Erkekler bitince
sahabiler, kadınları gruplar halinde odaya dahil ettiler. (Onlar da namazım
kıldılar). Kadınlar bitince ergenlik çağma gelmeyen çocukları (yine gruplar
halinde) odaya dahil ettiler. Peygamber (s.a.v)'in cenaze namazını cemaata imam
olarak hiç kimse kıldırmadı. (Herkes kendi başına kıldı.)
Müslümanlar, Peygamber
(s.a) için kazılacak mezar yeri hususunda ihtilaf ettiler. Bazıları: Kendi
mescidinde defnedilsin, dediler. Bazıları: Ashabı yanında (Bakî'a) defnedilsin
dediler. Sonra Ebû Bekir (r.a) dedi ki:
Şüphesiz ben
Rasülullah (s.a.v)'den işittim. Buyurdu ki: "Ölen her peygamber, ancak
öldüğü yere defnedilmiştir." İbn Abbas (r.a) demiştir ki: Bundan sonra
üzerinde Rasülullah (s.a)'in vefat ettiği yatağı kaldırdılar ve (orada) ona
mezar kazdılar. Sonra çarşamba gecesi, gece yarısında Efendimiz defnedildi.
Onun mezarına Ali b. Ebî Talib, el-Fadl b. Abbas, kardeşi Kuşem ve Rasülullah
(s.a)'in mevlası (azatlı kölesi) Şükran (r.a) indiler. Ebû Leyla künyeli Evs b.
Havlî (r.a), Ali b. Ebî Talib (r.a)'e:
Allah Teala hakkı için
Rasülullah (s.a)'den bize payımızı vermeni senden diliyorum, dedi. (Kabre inip
hizmet etmek istedi.) Ali (r.a) ona:
(Kabre) in, diyerek
izin verdi. Şükran (r.a), Rasülullah (s.a)'in hayatta iken zaman zaman giydiği
bir hırkasını eline almış idi. Onu kabre defnetti ve: Vallahi bu elbiseyi
senden sonra ilelebed hiç kimse giymeyecektir, dedi. Bu hırka Rasülullah (s.a)
ile beraber defnedildi."[535]
3211... Ebû
İshak'tan demiştir ki:
El-Haris; cenaze namazını
Abdullah b. Yezid'in kıldırmasını vasiyet etmişti. (Bu vasiyyete uyarak) onun
cenaze namazını (Abdullah b. Yezid) kıldırdı. Sonra onu kabrin ayak ucu
tarafından kabre indirdi ve "Bu sünnettendir" dedi.[536]
Kabrin ayak ucundan
maksat, cenaze kabre konulunca kabrin, cenazenin ayak ucuna gelen tarafıdır. Bu
hadis-i şeriften anlaşılıyor ki, Abdullah b. Yezid (r.a)'e göre, sünnet olan
cenazeyi kabre kabrin ayakucu tarafından indirmektir. Bunun için tabut önce
cenazenin başı kabrin ayak ucuna gelecek şekilde omuzlardan yere indirilir.
Sonra cenaze geri çekilerek kabre indirilir. Sonra yönü kıbleye getirilerek
lahde yerleştirilip üzeri kerpiçlerle örülür. Alimlerin bu mevzudaki
görüşlerini şu şekilde özetlemek mümkündür:
1. İmam
Şafiî (r.a) ile İmam Malik ve İmam Ahmed (r.a) bu görüştedirler. Delilleri ise
Beyhakî ile İmam Şafiî'nin İbn Abbas'dan naklen rivayet
ettikleri
"Rasûlullah (s.a)'in baş tarafından geriye doğru çekilerek kabre
in-dirildiği"ni ifade eden hadis-i şeriftir.
İmam Şafiî, Hz. Ebû
Bekr (r.a)'in de kabre bu şekilde indirildiğini ve Şafiî âlimleri arasında bu
mevzuda ihtilaf bulunmadığını söylemiştir. Ayrıca İbn Ömer'le Hz. Enes,
Abdullah b. Yezid, en-Nehaî, eş-Şa'bî'nin de bu görüşte oldukları rivayet
olunmuştur..
2. Cenaze kabre
ayaklan tarafından indirilir ve ileri doğru çekilir. Bir başka ifadeyle,
birinci görüşün tam aksine bir uygulama yapılır. Bu görüş İbn Ömer'le Hz. Enes
(r.a)'dan rivayet edilmiştir. Delilleri ise, İbn Şahin'in Kitabül-Cenaiz isimli
eserinde Rasûlullah'ın "Cenaze kabre ayakları tarafından indirilerek
ileri doğru çekilir" buyurduğunu ifade eden ve Hz. Enes'-ten rivayet
edilen hadis-i şerif ile İbn Ebû Şeybe'nin Musannef'inde İbn Si-rîn'den
nakledilen, "Ben, Hz. Enes'le birlikte bir cenaze merasiminde bulundum.
Cenazenin getirilmesini istedi. (Cenaze getirilince) onu ayaklan tarafından
mezara indirdi" mealindeki hadis-i şeriftir.
3. Cenaze
kabrin kıble tarafına konur ve yan tarafından kabre indirilir. İmam Ebû Hanife (r.a)
de bu görüştedir. Bu görüş Ali (k.v) ile oğlu Mu-hammed ve İshak b. Râhûyeh'den
de rivayet olunmuştur. Delilleri ise, "Rasûlullah (s.a) kabre
indirileceği zaman, kabrin kıble tarafından alınarak karşılandı ve na'şın
üzerinden yavaşça çekilip çıkarıldı."[537]
mealindeki hadis-i şeriftir. Ancak bu hadisin senedinde Atıyyetü'1-Avfî vardır.
Hadis ulemasından birçokları onun zayıf olduğunu söylemişlerdir. Ebû Davud'un
Mera-siTinde Rasûl-i Zişan Efendimizin kabre kıble tarafından konulduğuna dair
olan bir hadis de bu görüşü te'yid ettiği gibi, îbn Ebî Şeybe'nin rivayet
ettiği "Hz. Ali, Yezid b. el-Mükefkef'i dört tekbirle kıble tarafından
kabre indirdi" mealindeki hadis de bu görüşü te'yid etmektedir. Ayrıca İbn
Abbas'ın kabre dört tekbirle kıble tarafından konulduğunu ifade eden hadis-i
şerifle Bey-hakî'nin rivayet ettiği İbn Abbas'la, îbn Mes'ûd ve Bureyde'nin
kabre kıble tarafından konduğunu ifade eden hadisi şerif te bu görüşte olan
âlimlerin delillerinden ise de Beyhaki'ye göre, bu görüşe delalet eden hadislerin
tümü zayıftır. Çünkü Rasûl-ü EJtremin kabrinin kıble ciheti duvara bitişik olduğundan
cenazeyi kabre oradan indirmek mümkün değildir.
Bu mevzuda gelen,
"Rasûlullah (s.a) geceleyin kabre indi, kendisi için bir kandil yakıldı ve
Rasûl-i Ekrem, ölüyü kıble tarafından alarak: Allah sana rahmet etsin! Sen,
Allah korkusundan devamlı inleyen ve bol bol Kur'-ân okuyan bîr kişi-idin!
buyurdu. Ve Ölüye dört defa tekbir getirdi.”[538] mealindeki
hadis hakkında İmam Tirmizî, "İbn Abbas'ın hadisi "hasendir"
demişse de Şafiî âlimlerinden İmam Nevevî Şerhul-Mühezzeb isimli eserinde İmam
Tirmizî'nin bu sözünü reddederek bu hadisin zayıf olduğunu, çünkü senedinde,
muhaddislerin zayıflığında ittifak ettikleri el-Haccac b. Ertat'in bulunduğunu
söylemiştir.
Mcnhel yazan, bu
mevzuda şunları söylüyor: "Herhalde Tirmizî -hasendir- sözüyle bu hadisin
manâ itibariyle hasen olduğunu söylemek istemiştir. Çünkü bu hadisin manâsı
birçok yollardan rivayet edildiğinden zayıflıktan kurtulup hasen derecesine
yükselmiştir.
Aslında bu meseledeki
ihtilaf fazilet cihetindendir. Cenazenin, kabrin şu veya bu cihetinden
konmasının caiz olup olmaması cihetinden değildir. Netice olarak şunu
söyleyebiliriz ki cenazeyi kabre kabrin ayak ucu tarafından koymak caiz olduğu
gibi kıble cihetinden koymak da caizdir. Ancak ayak ucu tarafından koymak daha
faziletlidir. Çünkü bu mevzuda gelen deliller daha kuvvetlidir.
Alimler cenaze kabre
indirilirken onu gözlerden saklamak maksadıyla kabrin ağzına bir örtü tutmanın
caiz olup olmadığı hususunda da ihtilaf etmişlerdir. Şâfiîler kadın olsun
erkek olsun herhangi bir cenaze defnedilirken kabrin ağzına bir örtü tutmanın
müstehab olduğunu söylemişler ve Beyha-kî'nin rivayet ettiği, "Hz. Sa'd
kabre konurken Hz. Peygamberin onun kabrinin ağzına bir perde tuttuğunu"
ifade eden hadisi delil getirmişlerdir. Ancak Beyhakî bu hadisin zayıf
olduğunu söylemiştir. Binaenaleyh bu hadis delil olma niteliği taşımaktan
uzaktır. Abdurrezzak da yine Sa'd b. Muaz'ın kabrinin ağzına bir perde
tutulduğunu rivayet etmişse de bu hadisin de senedinde kimliği meçhul bîr ravi
bulunduğundan sahih değildir. Şayet bu hadislerin sahih olduğu kabul edilse
bile bu tatbikatın Hz. Sa'd b. Muaz'a ait özel bir tatbikat olduğu
söylenebilir. Çünkü Hz. Sa'd kabre konurken yaralı idi. Yarasındaki kokunun
yayılmaması için kabrine perde tutulmuş olması kuvvetle muhtemeldir.
İmam Ebû Hanife ile
İmam Malik ve İmam Ahmed'e göre, kadınları defnederken kabrin ağzına bir perde
gererek onları gözlerden korumak caizse de, erkekler için bu caiz değildir.
Delilleri ise İbn Ebî Şeybe'nin Ebû İs-hak'tan rivayet ettiği: "Ben
el-Haris'in cenazesinde bulunmuştum. O sırada onun kabrine bir kumaş uzatıldı
da onu Abdullah b. Yezid hemen çekip aldı ve; bu kimsenin erkek olduğunu
unutma, dedi" anlamındaki hadis-i şeriftir. Bu görüş birinci görüşe
tercih edilmiştir.[539]
3212...
el-Bera b. Azib'den (rivayet olunmuştur) dedi ki:
Rasûlullah (s.a) ile
birlikte Ensardan bir adamın cenazesine gitmiştik. Kabre vardığımızda henüz
kabrin kazılması sona ermemişti. Bunun üzerine Peygamber (s.a) kıbleye dönerek
kabrin yanma oturdu. Onunla birlikte biz de oturduk.[540]
Açıklama
Bu hadis-i şerif
Nesaî'nin Sünen'inde şu manâya gelen lafılarla rivayet edilmiştir: "Rasûlullah
(s.a) ile birlikte bir cena-ze(yi defnetmek) için çıkmıştık. Kabre
vardığımızda, henüz kabrin kazılması sona ermemişti. Rasûlullah (s.a) oturdu.
Biz de başlarımızın üzerinde bir takım kuş(Iar) varmış gibi onun etrafına
oturduk." Nesaî'nin rivâyetindeki "Başlarımızın üzerinde kuş(lar)
varmış gibi onun etrafında oturduk" mealindeki cümle cenaze defnedilirken
aranan sükunet, sessizlik ve edepten kinayedir. Esasen ashab-ı kiram Rasûl-ü
Zişan Efendimiz her meclisinde bu adaba riayet ederlerdi. Bu mevzuda Mevlana
Şıbli şunları kaydediyor:
"Hz. Peygamberin
meclisi, hizmetçiler ve maiyet halkı ile çevrili bir saray değildi. Hatta
Peygamberin evinin kapısı bile yoktu. Fakat O'nun Peygamberlik vakarı herkesin
kalbine haşyet verirdi. O'nu gören her insan, kalbinde bir titreyiş
hissederdi. Hadis kitablarının ifadesine göre halk, Peygamberin huzurunda o
kadar sakin ve sessiz otururlardı ki, insan cemaattan her birini, başına konan
bir kuşu ürkütmek istemiyormuş zannederdi. Rasûl-i Ekrem'in huzurunda söz söylemek
isteyenlere söz verilirken haseb ve neseb, servet ve nüfuz itibariyle elde
ettikleri mevki değil, ancak ilim ve fazilet itibariyle haiz oldukları liyakat
nazar-ı itibare alınırdı. Rasûl-i Ekrem'in adeti, önce muhtaç ve fakir
olanları dinlemek, onların ihtiyaçlarını temin etmekti."
"Hz. Peygamber,
hiç bir kimsenin sözünü kesmez, şayet söylenen sözler O'nu memnun etmeyecek
bir mahiyette ise bu sözleri ihmal ederdi. Bir mesele bahis mevzuu olduğu zaman
Rasûl-i Ekrem de fikrini ileri sürer, münakaşa veya müzakere esnasında bir
nükte söylenirse o da neş'elenir, o da bu nüktelere mukabele ederdi."[541]
1. Cenazenin
defninden önce kabrin yanında oturmak caizdir.
2. Kıbleye
yönelerek oturmak müstehabdır.
3.
Büyüklerin huzurunda edebli ve mütevazi oturmak müstehabdır.[542]
3213... îbn
Ömer'den demiştir ki:
Ölü mezara konurken
Peygamber (s.a) "Bismillahi ve ala sünnet-i Rasûlillahi = Ey ölü, seni Allah'ın
adıyla (bu kabre indiriyoruz), Ra-sûlullah'ın yolu ve dini üzere (seni teslim
ediyoruz)" diye dua edermiş.
Ebû Dâvûd diyor ki: Bu
hadisi bana birisi Muhammed b. Kesir, diğeri de Müslim b. İbrahim olmak üzere
iki kişi nakletti. Benim burada naklettiğim şu (lafızlar) Müslim 'in
lafızlarıdır.[543]
Ölüyü kabre koyarken
Rasûl-ü Zişan Efendimiz, metinde geçen duayı okurdu çünj(a bu duada Allah'ın ismi ve
RasûIullah'ın sünneti kelimeleri geçmektedir. Bu kelimeler ölü için birer
muhkem kale hükmündedirler. Bu sayede ölü kabir ve azabından ve korkusundan korunmuş
olur.
Bu dua, hadis
kitaplarında muhtelif şekillerde rivayet edilmiştir. Bunlardan bazıları
şöyledir: "Ölü kabre indirildiği zaman Hz. Peygamber "Bismillahi ve
ala millet-i Rasûlillah" diye dua ederdi.[544]
"Rasûlullah (s.a)
ölü mezara konduğu zaman bir defasında - Bismülahi ve billahi ve ala milleti
Rasûlillah- diye, bir defasında da - Bismillahi ve billahi ve ala sünnet-i
Rasûlilahi- diye dua etti."[545]
Görülüyor ki bu
rivayetlerde, şekil itibariyle küçük farklılıklar varsa da, aslında netice
itibariyle aralarında bir fark yoktur, hepsi aynıdır.[546]
3214... Ali
(a.s)'dan demiştir ki: (Babam Ebû Talib ölünce) Peygamber (s.a)'e (vardım ve):
Senin dalalette olan
amcan öldü, dedim.
"Git babanı kabre
koy! Sonra yanıma gelinceye kadar (kimseye bununla ilgili) bir söz
söyleme" buyurdu. Bunun üzerine gidip onu kabre koydum ve (Hz.
Peygamberin) yanına geldim. Bana yıkanmamı emretti. Ben de yıkandım. Bana dua
etti.[547]
Hadis-i şerifte
Peygamberimizin küfür üzere öldüğünden bahsedilen amcasından maksat Ebû
Talib'dir. Asıl adı "Abdümenaf'tır. Fakat künyesi ile meşhur olduğu için
"Ebû Talib" diye anılır.
Kendisi Peygamber
Efendimizden 35 sene önce dünyaya gelmiştir. Hz. Peygamber sekiz yaşında iken
dedesi Abdülmuttalib'i kaybedince, Abdulmuttalib'in vasiyyeti üzere onun
bakımını amcası Ebû Talib üzerine aldı. Bu görevi en güzel bir şekilde yerine
getirdi.
Hz. Peygamber onun
evinde kaldığı sürece, o evde daha önce hiç görülmedik bir bereket hasıl
olmaya başladı. Ebû Talib'in aile efradı topluca veya ayrı ayrı bir şey
yiyecek olurlarsa doymazlardı. Fakat Peygamberimizle birlikte yedikleri zaman
yiyecek az da olsa doyarlardı.
Bu sebeple Ebû Talib,
bir şey yeneceği zaman aile efradına "durun, oğlum gelsin!" der,
Peygamberimiz gelince yenmeye başlanırdı.[548]
Hz. Peygambere karşı
kavmi zulme kalkıştıkları zaman, karşılarında en büyük engel olarak da Ebû
Talib'i buldukları gibi, Efendimiz Hz. Hatice ile evlenmeye karar verdiği zaman
da en büyük maddi desteği ondan görmüştü. Onun nişan merasimindeki şu hitabesi
bu evliliğe yaptığı maddi ve manevi desteği göstermek için kâfidir "...
Kardeşimin oğlu Muhammed b. Abdullah ki akrabanız olduğu malumunuzdur. Onunla
Kureyş'ten hiçbir genç tartılamaz, Ölçülemez! Bu, şeref ve asaletçe, akıl ve
faziletçe onların hepsinden üstün gelir!.
Gerçi malı azdır.
Fakat, mal dediğin nedir ki? Geçici bir gölge, bir perde alınır verilir iğreti
bir şey!
Allah'a yemin ederim
ki: Bundan sonra onun mertebesi daha çok büyüyecek, daha çok yükselecek!
Şimdi O, sizden
kızınız Hatice'yi zevceliğe istemekte, muaccel mehir olarak da oniki ûkiye
altın vermeyi teahhüd etmektedir."
Ebû Talib Peygamberliğin
onuncu yılında hicretten üç yıl önce vefat ettiği zaman 78 yaşında idi,
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadisi şerif îbn Sa'd'ın Tabakat'ında şu manâya gelen lafızlarla rivayet
olunmuştur:
"Hz. Ali dedi ki:
Ebû Talib'in öldüğünü Peygamber (s.a)'e haber verdiğim zaman Rasûlullah (s.a)
ağladı. Sonra bana -git onu yıka, kefenle, sonra da kabre koy- buyurdu. Ben de
bu emri yerine getirip yanına döndüm. Bana - git yıkan- buyurdu. Rasûlullah
(s.a) evinden çıkmadan onun için günlerce istiğfara devam etti. Bunun üzerine
Cebrail (a.s) kendisine şu âyet-i kerimeyi indirdi. "Akraba biie olsalar
cehennemin halkı oldukları belli olduktan sonra (Allah'a) ortak koşanlar için
mağfiret dilemek, ne Peygamberin ne de inananların yapacağı bir iş
değildir."[549]
Bu mevzuda İbn Ebî
Şeybe'nin Musannaf'ında rivayet edilen bir hadis-i şerif de şu mealdedir:
"Hz. Ali (Hz. Peygamber'e hitaben: Ey Allah'ın Ra-sûlü) ihtiyar amcan
öldü. Onun hakkında ne (yapmamızı uygun) görüyorsun? diye sordu. Hz. Peygamber
de -Onu yıkayıp kabre koymanı istiyorum-dedi ve ona (cenazeyi yıkadıktan sonra)
kendisinin de yıkanmasını emretti."
Mcvzumuzu teşkil eden
hadisin zahirinden Peygamber (s.a)'in Ebû Talib'in cenazesinin kabre
taşınmasına iştirak etmediği anlaşıhyorsa da Beyha-kî'nin de açıkladığı gibi
Ebû Davud'un el-Merasil isimli eserinde Hz. Peygamberin amcası Ebû Talib'in
cenazesini uğurladığı ve yol boyunca Allah'tan ona af ve ihsan talebinde
bulunduğu, fakat defnedilirken kabri başında bulunmadığı rivayet edilmektedir.
Ancak Hz. Peygamberin,
Ebû Talib'in yıkanmasına ve defnine iştirak etmediği, cenaze namazının
kılınmasını istemediği mevzuunda bütün rivayetler birleşmektedirler.
Hz. Peygamberin, Hz.
Ali'ye babasını yıkadıktan sonra kendisinin de yıkanmasını emretmesine gelince
bunun iki sebebi olabilir:
1. Bir ölüyü
yıkadığı için bunu istemiş olabilir.
2. Bir
kâfiri yıkadığı için emretmiş olabilir. Çünkü Cenab-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'inde:
"Ey inananlar (Allah'a) ortak koşanlar pisliktir..."[550]
buyurmuştur.
"Bir ölüyü
yıkayan kimse kendisi de yıkansın." mealindeki 3161 numaralı hadisin
genel hükmü gözönüne alınırsa, bir ölüyü yıkamış olduğu için bunu emrettiği
anlaşılır.[551]
1. Bir
mü'minin yakın akrabalarından birisi öldüğü zaman onun yıkanması, kefenlenmesi ve
defnedilmesiyle ilgilenmesi gerekir. Hanefi âlimleriyle Şâfiîler bu
görüştedirler.
Malikilerle
Hanbeliler'e göre ise cenazenin kokuşup parçalanacağından korkulmadığı müddetçe
bir müslümanın vefat eden kâfir akrabasının cenazesinin yıkanıp kefenlenmesi ve
defnedilmesi işini üzerine alamaz. Fakat böyle bir durum varsa o zaman onu bir
şeye sararak kabrine koyması üzerine farz olur. Çünkü Yüce Allah Kur'ân-ı
Kerim'inde: "Ey inananlar, Allah'ın gazabettiği kimselerle dostluk
etmeyin"[552] buyurmuştur. Bir kâfiri
yıkamak veya kefenlemek ona dostça muamele etmek anlamına gelir. Bu bakımdan
bir müslüman zaruret olmadıkça kâfir bir cenazenin teçhiz ve tekfiniyle
ilgilenemez.
2. Ebû Talib
kâfir olarak ölmüştür. Bu sebeble Hz. Peygamber onun cenaze namazını kılmamış ve
namazının kılınması için de emir vermemiştir. Nitekim şu hadis-i şerifte bu
gerçeği açıkça ifade etmektedir: "Ebû Talib'in ölümü yaklaşınca Peygamber
(s.a) onun yanına geldi ve orada Ebû Cehl ile Abdullah b. Ebî Ümeyye
el-Muğire'yi buldu. Sonra, "Ey Amca! Allah'tan başka ilah yoktur de. Bu
kelimeyi söyle ki onun sebebiyle huzuru ilahide senin lehine şahitlik
edeyim!" dedi.
Bunun üzerine Ebû Cehl
ile Abdullah b. Ebî Ümeyye:
Ya Ebû Talib,
Abdülmuttalib'in dininden dönmek mi istiyorsun? dediler. Rasûlullah (s.a) o
sözü amcasına arz etti durdu. Nihayet Ebû Talib onlara son söz olarak,
kendisinin Abdulmuttalib dini üzere bulunduğunu söyledi ve Allah'dan başka
ilah yoktur- demekten kaçındı. Rasûlullah (s.a) de: "Ey Amcacığım, vallahi
senin hakkında niyaz etmekten nehyolunmadığım müddetçe senin için mutlaka
istiğfara devam edeceğim." dedi. Hemen arkasından da Aziz ve Celil olan
Allah şu âyeti celileyi indirdi: "Müşriklerin cehennemlik oldukları
kendilerince anlaşıldıktan sonra akraba bile olsalar, Peygambere de mü'minlere
de onlar için istiğfar etmek gerekmez.”[553] Ayrıca
Yüce Allah Ebû Talib hakkında (özel olarak) bir âyet-i kerime indirerek
Rasûlullah (s.a)'e: "Şüphesiz ki sen sevdiğine hidayet veremezsin. Ama Allah
dilediğine hidayet verir. Hem O, hidayete erecekleri daha iyi bilir."[554]
buyurdu.[555] Bu gerçeği açıkça ortaya
koyan delillerden biri de şu hadis-i şeriftir: Hz. Abbas (Hz. Peygambere):
"Ey Allah'ın Rasûlü! Ebû Talib'e hiçbir faydan olabildi mi? Çünkü o, (her
zaman) seni korur ve senin namına düşmanlarına öfkelenirdi" diye sordu da
Rasûlullah (s.a):
"Evet (oldu) O
cehennemin sığ bir yerindedir. Eğer ben olmasaydım, cehennemin en derin yerinde
olurdu." buyurdu.[556]
Bu deliller mevcut
iken, Şiîlerin bazı zayıf hadisleri delil getirerek Ebû Talib'in mü'min olarak
öldüğünü isbata çalışmaları boşunadır. Bunların iddialarını isbat için
gösterdikleri kendilerince en kuvvetli delil İbn İshak'ın, İbn Abbas (r.a)'dan
rivayet ettiği bir hadistir. Bu hadise göre, "Ebû Talib'in vefatı
yaklaştığı zaman Rasûlullah (s.a) kendisine "Lailahe illallah" demesini
telkin etmiş, o da bundan imtina etmiş. Fakat orada bulunan Abbas (r.a) Ebû
Talib'in dudaklarının kıpırdadığını görerek ne söylediğini dinlemiş ve
Peygamber (s.a)'e dönerek: "Ey Kardeşimin oğlu! Allah'a yemin olsun ki
kardeşim Ebû Talib, senin emrettiğin kelimeyi söyledi" demiştir."
Hadis âlimlerinin değerlendirmelerine göre, Şiilerin delilini teşkil eden bu hadis,
senedinde ismi açıklanmayan bir ravi bulunduğu için zayıftır. Ayrıca yukarıda
mealini sunduğumuz Buhârî ve Müslim'in rivayet ettiği hadiste Hz. Abbas'm, Hz.
Peygamber'e yönelttiğinden bahsedilen, "Ey Allah'ın Rasû-lü Ebû Talib'e
hiç faydan olabildi mi?" sorusu da Şiilerin bu delilini çürütmektedir.
Eğer Hz. Abbas Ebû Talib'in ölürken kelime-i tevhidi söylediğini bizzat onun
ağzından kendi kulaklarıyla işitmiş olsaydı. Hz. Peygamber'e onun imanı
hakkında böyle bir soru yöneltmek ihtiyacını duymazdı.
Şayet Şiîlerin bu
delillerinin sahihliği kabul edilse bile, aksini isbat eden hadisler hem sayıca
ondan daha çok hem de daha kuvvetli ve sağlamdır.
Yine siyer
kitaplarının kaydettiği "Hz. Ebû Bekir (r.a)'in bir gün babası Ebû
Kuhafe'yi Kabe'de bulunan Rasûl-ü Ekremin huzuruna getirdiği ve Rasûlullah'ın
telkini ile Ebû Kuhafe (r.a)'nin müslüman olması üzerine Hz. Ebû Bekir'in -Ey
Allah'ın Rasûlü, seni Hak ile gönderen Allah'a yemin olsun ki Ebû Talib iman
etseydi daha çok memnun olurdum- dediğine ait rivayetler de Ebû Talib'in küfr
üzerine gittiğini isbatlayan delillerdendir. Ebû Talib'in, bazı şiirlerinde Hz.
Peygamberi ve dinini övmesine gelince, bu Kureyş kâfirlerinin ileri
gelenlerinden bazılarının Hz. Peygamberin hak yolda olduğunu bildikleri halde
inatları yüzünden onun dinine girmemekte direnmelerine benzer. Nitekim Cenab-ı
Hak Kureyş kâfirlerinin bu tutumunu Kur'ân-ı Kerim'de şöyle açıklıyor:
"Vicdanları on!arı(n doğruluğuna) kanaat getirdiği halde, sırf haksızlık
ve böbürlenme yüzünden onları inkâr ettiler...”[557]
Ayrıca Ebû Talib'in
"Eğer Kureyş'in beni ayıplayarak Ebû Talib'i buna ancak korku şevketti demeyeceklerini
bilseydim, seni mutlaka memnun ederdim."[558]
demesi de onun Hz. Peygamberin hak yolda olduğunu bildiği halde gururundan
dolayı iman etmediğini gösterir.[559]
3215...
Hişam b. Amir'den demiştir ki:
Ensar(dan bir topluluk)
Uhud (Savaşı) günü Rasûlullah (s.a)'e gelerek: (Ey Allah'ın Rasûlü, bir
taraftan bazılarımız şehid olurken sağ kalan) biz(Ier)e de yara ve yorgunluk
isabet ediyor. (Bu şartlar altında ölülerimize kabir kazma hususunda) bize ne
emredersin? dediler. (Hz. Peygamber de):
"Kabir kazınız ve
genişçe kazınız, (ölüleri) kabirler)e ikişer üçer (kişiler halinde)
koyunuz." buyurdu. (Bunun üzerine, kabre konurken) "Bunların hangisi
(kıbleye doğru) öne geçirilecek?" diye soruldu. (Efendimiz de):
"(Ezberinde)
Kur'ân en çok olanları" (kıbleye doğru öne geçirilecektir) karşılığım
verdi (Ravi Hişam):
"Babam Amir o gün
şehid edildi, iki kişinin arasına gömüldü" dedi. -Yahutta tek (başına
gömüldü) dedi.-[560]
Bu hadis-i şerif,
zaruret halinde birden fazla cenazeyi bir kabre defnetmenin caiz olduğuna
delalet etmektedir. Nitekim 3136numaralı hadis-i şerifin şerhinde de
açıklamıştık.
Fakat zaruret olmadığı
zaman birden fazla kişiyi bir kabre koymak mekruhtur.[561]
Yine bu hadis-i
şerifte, Kur'ân-ı Kerim'i hıfzeden kimselerin faziletine ve kabri genişçe
kazmanın müstehablığına işaret vardır.
Kabrin derinliğinin
mikdarı ise, âlimler arasında ihtilaflıdır. Fıkıh ulemasının bu meseledeki
görüşlerini şöylece özetlemek mümkündür:
1. Hanefiler
3216 numaralı hadiste geçen "kabri derince kazınız" emrine sarılarak
kabrin derince kazılmasının müstehab olduğuna hükmetmişlerdir. Hanefîlerin bu
mevzudaki görüşlerini İbn Abidin (r.a) şöyle özetliyor: "Kabir yarım boy
yahut göğüs hizasına kadar kazılır. Bir boy kadar fazla kazılırsa daha iyidir.
Nitekim Zahire'de böyle denilmiştir. Bundan anlaşılır ki: En azı yarım boy, en
çoğu bir boydur. Ortası ikisinin arasıdır. Münye şerhi. . Kuhistani de: Kabrin
uzunluğu meyyitin uzunluğu kadar, genişliği de uzunluğunun yarısı kadar olur, demiştir."[562]
2.
Malikilere göre, en azı ölünün kokusuna mani olacak ve yırtıcı hayvanlardan
koruyabilecek derinliktir. Derinliğin azamisi için bir sınır yoktur. Bazı
Ilanbcliler de böyle demişlerdir.
3.
Şafiîler'e ve Hanbeliler'in ekserisine göre derinliğin sınırı orta boylu bir
adam kabirde ayakta durup kollarını havaya kaldırdığı zaman parmak uçları yer
seviyesine denk gelecek miktardır. Ömer b. el-Hattab (r.a)'den de bu kavil
rivayet edilmiştir.[563]
3216... (Bir
önceki hadisin) manâsı yine aynı senetle Humeyd b. Hilal'den (bir kere daha
rivayet edilmiştir. Şu farkla ki) bu hadise (Humeyd; kabri) "derince
kazınız" (sözünü) ilave etmiştir.[564]
Bir önceki hadisin
şerhindeki açıklamalar bu hadis-i şerif için de geçerli olduğundan, burada
açıklama yapmaya lüzum görmüyoruz.[565]
3217... Şu
(bir önceki hadis-i şerif) Sa'd b. Hişam b. Amir'den de (rivayet olunmuştur).[566]
Bu hadis-ı şerif Nesai
nın Sünen inde şu manaya gelen lafızlana rivayet edilmiştir: Sa d b. Hışam b.
Amir in babasından (rivayet olunmuştur). Dedi ki: Uhud savaşında,
müslümanlardan birçoğu şehid oldu. Bir kısmı da yaralandı. Rasûlullah (s.a):
Çukur kazınız, genişçe kazınız. (Sonra) iki veya üçünü bir kabre koyunuz.
Kur'ân'ı en çok ezberleyenlerini kıbleye doğru öne alınız, buyurdu.[567]
3125 numaralı hadisle
ilgili açıklamalar bu hadis-i şerif için de geçerli olduğundan daha fazla
malumat için okuyucularımız sözü geçen hadis-i şerifin şerhine müracaat
edebilirler.[568]
3218... Ebu
Heyyac el-Esedi'den demiştir ki:
Ali (r.a) bana:
"Rasûlullah (s.a)'in beni (yerden) yüksek hiçbir kabir bırakmayıp yer
seviyesine indirmem ve hiçbir heykel bırakmayıp kırıp dökmem için gönderdiği
bir işe ben de seni göndereyim mi?" dedi.[569]
Hz. Peygamber Ali
(k.v)'yi, haddinden fazla yükseltilmiş olan kabirleri yer seviyesine indirmekle
görevlendirmiş Hz. Ali de bu görevi yerine getirdiği gibi, Hz. Peygamberin
vefatından sonra da bu görevi unutmamış ve devamlı olarak yerine getirilmesi
için gereken gayreti göstermiş, kendisi bizzat bu görevi yerine
getiremeyeceğini anladığı zaman başkalarını görevlendirerek bu mesuliyetten
kurtulmuştur.
İslâm âlimleri, Said
b. Mansur'un Sünen'i ile Beyhakî'nin Sünen-i Kübra'sındaki Ca'fer b.
Muhammed'in babasından rivayet ettiği Rasûlullah (s.a)'in, oğlu İbrahim'in
kabrinin başına çakıl taşı koyduğuna ve kabrin seviyesini yer seviyesinden bir
karış yükselttiğine dair olan hadis-i şerife dayanarak, kabrin bilinmesi,
kaybolup gitmekten korunması ve ziyaretçiler tarafından sahibine rahmet
okunmasına vesile olması için yerden bir karış yükseltilmesinin müstehab
olduğunda ittifak etmişlerdir. Ancak küfür ülkesinde ölen kimselerin mezarları
bu hükmün dışındadır. Kâfirlerin taarruzundan korumak için onların kabirleri tanınmalarına
yarayacak her türlü alametlerden arındırılır ve yer seviyesiyle bir edilerek
kâfirlerin dikkatlerinden gizlenir.
Günümüzdeki
müslümanların bir kısmının kabirleri süslemekle ve büyük masraflar
karşılığında kubbeli ve görkemli kabirler inşa etmekle İslâmi ölçülerin dışına
çıktıklarında şüphe olmadığı gibi, sahiplerinin tanınması için kabirlerin
başına dikilen alametleri dahi sökme yoluna gidenlerin de İslâmi ölçüler içinde
hareket etmediklerinde şüphe yoktur.
Nitekim İmam Ahmed ile
İmam Şafiî'nin ashabından bir kısmı ve İmam Malik kabirleri müsaade edilen
miktardan daha fazla yükseltmenin haram olduğunu söylemişlerdir.
Hanefilere göre ise,
kabrin kendi toprağı yerden en fazla bir karış yüksekliğinde sırt halinde
yükseltilir, düz olarak yığılmaz. Bir karıştan daha fazla yükseltilmesi
mekruhtur. Çünkü bu yükseklik bina hükmündedir.[570]
1.
Kabirlerin seviyesini bir karıştan fazla yükseltmek caiz değildir.
2. Kabrin
üzerine canlıların heykel ve suretlerini çizmek haramdır.
3. Bu özelliği
taşıyan Heykel ve suretleri mezarlardan söküp atmak farzdır.
Kabre yazı yazmaya
gelince, İbn Abidin meşhur haşiyesinde bu mevzuda şu görüşlere yer vermiştir:
"Yazı yazmakta da
beis yoktur. Zira yazı yazmak gerçekten yasak edilmişse de yazılabileceğine
ameli icma vaki olmuştur. Hakim yazının yasaklandığını muhtelif yollardan
tesbit etmiş; sonra şunları söylemiştir: "Bu isnatlar sahihtir. Ama
bunlarla amel edilmemektedir. Çünkü, doğudan batıya kadar bütün müslüman
imamlarının kabirleri üzerine yazı yazılmıştır. Bu halefin seleften aldığı bir
ameldir". Bu kavil Ebû Davud'un güzel bir isnatla tahric ettiği şu hadisle
kuvvet bulmaktadır: "Rasûlullah (s.a) bir taş getirerek onu Osman b.
Maz'un'un başı ucuna koydu. Ve "Bununla kardeşimin kabrini tanıyacağım ve
ailemden vefat edeni bunun yanına defnedeceğim"
buyurdular."[571]
Zira yazı, kabri tanımanın yoludur. Evet anlaşılıyor ki, bu ameli icmain ruhsat
yeri kısmen ona ihtiyaç duyulduğu zamandır. Nitekim Muhit'te buna şu ibare ile
işaret edilmiştir: "Kabrin eseri kayıp olmamak ve tahkir edilmemek için
yazıya ihtiyaç duyulursa bunda bir beis yoktur. Ama özürsüz yazı yazmak doğru
değildir." Hatta kabrin üzerine Kur'ân'dan veya şiirden yahut methiyeden
bir şey vazmak da mekruhtur. Bu ifade kısaltılarak Hilye'den alınmıştır.[572] Bu
konuda 2226 nolu hadisin şerhine de müracaat edilmesini tavsiye ederiz.[573]
3219... Ebû
Ali el-Hemedani dedi ki:
Biz Fudale b. Ubeyd'Ie
beraber Rum diyarında Rodos (adasın)da idik. (O sırada) bir arkadaşımız vefat
etti. Bunun üzerine Fudâle emir vererek kabri düz yaptırdı. Sonra (şöyle) dedi:
"Ben, Rasülullah (s.a)'i kabirlerin yer seviyesinde yapılmasını emrederken
işittim."[574]
Ebû Dâvud der ki:
Rodos (Ak) denizde bir adadır.[575]
Rodos: Hz. Muaviye'nin
saltanatı zamanında hicretin elliüçüncü (53) yılında fedhedilmiş, fakat oğlu
Yezid zamanında yine kâfirlerin eline geçmiştir. Daha sonra hicretin 927.
senesinde Sultan îl. Selim zamanında tekrar müslümanların eline geçmişse de
maalesef bugün Yunanistan'ın elindedir.
Hadis-i şerif
kabirlerin yer seviyesinden yüksek yapılmasının caiz olmadığına delalet
etmektedir. Bir önceki hadis-i şerifin şerhinde açıkladığımız gibi fıkıh
âlimleri bu mevzuda gelen hadis-i şeriflere dayanarak kabrin üstüne bir karış
yüksekliğinde toprak yığılmasında bir sakınca olmadığını söylemişlerdir.[576]
3220...
Kasım (b. Muhammed)'den demiştir ki: (Hz. Aişe'nin yanına girdim ve -Ey
anneciğim! Rasûlullah (s.a)'in kabrini bana açıp gösterseniz- diye rica ettim.
Hz. Aişe bana üç kabir gösterdi. (Bu kabirler) ne yüksekti ne de yer
seviyesinde idi, yassı ve basık idi ve zemini kırmızı çakılları ile kaplı idi.
(Musannif Ebû Davud'un
talebelerinden) Ebû Ali (Lü'lüî ya da bir önceki hadisin ravilerinden olan Ebu
Ali el-Hemedani) dedi ki -Rasûlullah (s.a)'in (kıble cihetine doğru) takdim
edildiği baş ucunda Hz. Ebû Bekr(in), ayak ucunda da, başı Rasûlullah (s.a)'in
ayağı ucunda olmak üzere Ömer(in gömülü olduğu)- söylenir.[577]
Bu hadis-i Şeride Hz.
Peygamberin kıbleye doğru biraz ileriye konduğu, başı ucuna da başı Hz.
Peygamberin omuzları arasına gelecek şekilde Hz. Ebû Bekr'in konduğu, ayak
ucuna da, başı Hz. Peygamberin ayaklarına gelecek şekilde Hz. Ömer'in konulmuş
olduğu ifade edilmektedir.
Beyhakî ile Hakim'in
İbn Ebî Füdeyk, Amr b. Osman, Kasım b. Mu-hammed vasıtasıyla naklettikleri
hadis-i şeriften anlaşılan da budur. Bu mevzuda kıymetli ilim adamlarımızdan
merhum Kamil Miras Efendi meşhur Tecrid-i Sarih Şerhî'nde şu rivayetleri
kaydetmiştir:
1.
"Ömerb. Abdü'1-Aziz zamanında mescid-i saadetin tamiri sırasında kabri
saadeti gördüm. Zeminden dört parmak yüksekliğinde idi. Ebû Bekir'in kabri,
kabr-i saadetin arkasında idi. Ömer'in kabri de Ebû Bckr'in alt tarafında
idi."
2. Amre de
Hz. Aişe'nin şu tarifini rivayet etmiştir: Rasûl-i Ekrem baş tarafı garba doğru
defnedilmiştir. Ebû Bekir'in başı kadem-i saadetin yanına müsadiftir. Ömer'in
başı da zahr-i saadetin arkasına tesadüf etmiştir.
3. Nafi b.
Abdurrahman b. Ebû Nuaym'ın "Kabr-i Nebevi kıbleye müteveccih olarak iki
halifesinin kabirleri önündedir. Ebû Bekir'in kabri Rasûl-ü Ekremin iki omuzu
hizasına müsadiftir. Ömer'in kabri de Ebû Bekr'in iki omuzu hizasından
başlar" dediği rivayet edilmiştir.
Merhum Kâmil Miras
sözlerine şöyle devam ediyor: "Muharrir aciz de bu babdaki merviyyatın en
sahihi bu rivayet olduğunu muhaddisinden bir zatın lisanından işittim. İbn
Akil, "Kabr-i Ebû Bekir, kabri saadetin ayak ucuna, Ömer'in kabri de Ebû
Bekir'in ayak ucuna müsadiftir" demiştir. Bu üç merkad-i mualla ve
mubarekin vaziyeti hakkındaki rivayetler arasında ehemmiyetli bir fark görmemek
mümkün değildir. Bunun yegane sebebi, tercemesi 655 rakamıyla geçen Aişe (r.a)
hadisinde görüldüğü üzere ashabı kiram tarafından kabr-i saadetin ibraz
edilmemesi ve Hz. Aişe'nin kabr-i saadetin mescid ittihaz edilmesinden endişe
ederek mahfuz bulundurulması olsa gerekir ki: Bu suretle Rasûlü Ekrem
Efendimizin tevhid-i Bari namına per-verde buyurdukları ali gaye ve arzuları
tamamiyle tahakkuk etmiş bulunuyor."[578]
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerife dayanarak İmam Şafiî ile taraftarlarından bazıları,
el-Müeyyedbillah ve el-Kasim b. Muhammed kabrin üstünü düz bir çatı halinde
örtmenin deve hörgücü şeklinde örtmekten daha faziletli olduğunu
söylemişlerdir. Nitekim 3218 ve 3219 numaralı hadis-i şerifler de, bunların bu
mevzudaki delillerindendir.
İmam Ebû Hanife ile
taraftarlarına, İmam Malik ile İmam Ahmed'e ve Şafiî âlimlerinden Müzeni ile
bazı Şâfiîlere göre ise, kabrin üstünü deve hörgücü şeklinde yığarak örtmek düz
bir satıh şeklinde örtmekten faziletlidir. Delilleri ise Buhârî'nin Süfyan
et-Temmar'dan Rasûlullah (s.a)'in kabrini deve hörgücü gibi yüksekçe gördüğüne dair rivayettir.[579]
Nitekim İbn Ebî
Şeybe'nin Süfyan'dan rivayet ettiği bir hadis-i şerif te bu mealdedir. Kabir
üzerine toprağı deve hörgücü şeklinde yığmanın daha faziletli olduğunu söyleyen
fıkıh âlimlerine göre, kabrin düz bir satıh halinde örtülmesinin meşruluğunu
ifade eden bu babdaki hadisler, aslında kabrin bu şekilde örtülmesi
gerektiğine açıkça delalet etmezler. Ancak kabrin bu şekilde örtülmesinin
cevazına delalet ihtimalleri olmakla birlikte, kabrin haddinden fazla
yükseltilen kısmını izale etmenin lüzumuna delalet etmeleri ihtimalleri vardır.
Bir de kabrin çakıl taşlarıyla kaplanmasının cevazına delaletleri de
mevcuttur.
Görülüyor ki kabrin
üzerine, ağılan toprağın şu veya bu şekilde olması meselesindeki ihtilaf asıl
üzerinde değil fazilet üzerinde meydana gelen bir ihtilaftır. Asıl olan kabrin
tamamen yer seviyesinde düz olmaması ve bir karıştan fazla yükseltilmemesidir.[580]
3221...
Osman b. Affan'dan (r.a) demiştir ki:
Peygamber (s.a)
cenazeyi defnetme işini bitirince, (cenazenin kabrinin) başında durup:
"Kardeşiniz için
(Allah'dan) af dileyiniz. Onun için (kabir sualine cevap vermekte)
muvaffakiyet isteyiniz. Çünkü o, şu anda sorguya çekiliyor." buyurdu.
Ebû Dâvud der ki:
Bahir, Reysan 'in oğludur.[581]
Taberanî'nin Ebû
Ümame'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, Hz. Peygamberin "Kardeşlerinizden
biri vefat ettiğinde, üstünü toprakla örttüğünüz zaman biriniz onun kabrinin
başında dursun" buyurduğu ifade edilmektedir. Kabrin başında durmaktan
maksat, cenazenin başının üzerine basacak şekilde kabrin üzerine çıkmak değil,
kabrin ba-şucuna yakınca durmaktır. Çünkü şu hadis-i şerifle Hz. Peygamber
kabirleri çiğnemeyi yasaklamıştır: "And olsun ki: Bir ateş parçası veya
bir kılıç üzerinde yürümem ya da ayakkabımı ayağımla dikmem bir müslümanın
kabri üzerinde yürümemden bana daha sevimlidir. Ha kabirlerin ortasına abdest
bozmuşum, ha çarşının ortasına. Bence bunlar arasında (çirkinlik yönünden) bir
fark yoktur."[582]
Taberanî'nin Evsat-i
Kebir'in'de hasen bir isnadla Abdullah b. Mes'ud'-dan rivayet ettiği bir
hadis-i şerif şu mealdedir: "Bir ateş parçası üzerine basmam bana bir
müslumanın kabrini çiğnememden daha sevimlidir,"
Metinde geçen
"Onun için muvaffakiyet isteyiniz" cümlesinden maksat: "Onun
kabir sorularına yanılmadan başarıyla cevap verebilmesi için Allah'a dua
ediniz." demektir. Nitekim bu cümlenin hemen arkasından gelen "Çünkü
o şu anda sorguya çekiliyor." cümlesi de bu manâya delalet etmektedir.
Bilindiği gibi kabirde
insana "Rabbinin kim olduğu, dini ve peygamberi" sorulur. Bu mevzuda
rivayet edilen bir hadis-i şerif şu mealdedir:
"Kul (ölüp de)
kabre konulduğunda ve yakınları onu yalnız bıraktıklarında o, gidenlerin
ayakkabılarının seslerini duyar. Daha sonra iki melek gelir, onu oturturlar ve
ona: Muhammed (s.a) için:
"Şu adam hakkında
ne dersin bakalım?" diye sorarlar. Eğer o kimse mü'minse:
"Şehadet ederim
ki: O Allah'ın kulu ve Rasûlüdür" der. Bunun üzerine melekler tarafından
ona:
"Ey mü'mift,
cehennemdeki yerine bak. Yüce Allah bunun yerine sana cennetten bir makam
verdi" denir. O da bu yerlerin ikisini birden görür. Fakat o kimse münafık
veya kâfirse (melekler tarafından ona):
"Bu adam hakkında
(dünyada) ne diyordun?" diye sorulur. O da: "Onun hakkında bir şey
bilmiyorum. Halkın onun hakkında söylediklerini (onlara uyarak) ben de
söylüyordum" der. Bunun üzerine (Bu iki melek tarafından ona) "Hay
anlamaz ve uymaz olaydın " denilir. Sonra ona demirden çekiçlerle
vurulur. O kimse öyle bir feryad eder ki bu feryadı insanlar ve cinlerden
başka ona yakın olan herşey duyar."[583]
Bazı haberlerde ifade
edildiği üzere, kişinin sağlığında işlediği güzel ameller kendisini kabir
azabından kurtarır. Taberanî'nin Evsafında, İbn Hib-ban'ın da Sahih'inde Ebû
Hureyre'den naklen rivayet ettikleri bir hadis-i şerif şu mealdedir: "Hz.
Peygamber (şöyle) buyurmuştur: Ölü kabre konulduğu zaman kabirden dönüp
gitmekte olan kimselerin ayak seslerini işitir. Eğer bu kişi mü'minse
(hayatında kılmış olduğu) namaz başına, (tutmuş olduğu) oruç sağma (vermiş
olduğu) zekat soluna (nafile olarak işlemiş olduğu) namaz, sadaka, insanlara
iyilik gibi güzel ameller ise ayak ucuna durur.
Bu kimseye baş
tarafından yaklaşılmak istenir. O zaman (orada bulunan) namaz, "Bu kişiye
benim bulunduğum taraftan yaklaşmak için bir geçit yoktur" der. Sonra sağ
tarafından yaklaşılmak istenir. O zaman da oruç dile gelerek: "Bu kişiye
benim bulunduğum taraftan yaklaşılmak istenir. O zaman zekat dile gelerek
"Bu kimseye yaklaşmak için benim tarafımdan bir geçit yoktur." der.
Sonra ayak tarafından yaklaşılmak istenir. O zaman da nafile olarak işlediği
sadaka, namaz ve halka iyilikte bulunma gibi hayırlar dile gelerek "Benim
bulunduğum tarafta bu adama yaklaşılacak bir geçit yoktur" derler. O zaman
bu adama "otur" denilir. Adam da oturur. O zaman kendisine güneş
batmaya yaklaşmış halde gösterilerek "Bu size (Peygamber olarak
gönderilen) kimsedir. Onun hakkında ne dersin ve nasıl şahitlik edersin"
denir. O da "Bırakın ben (ona) salavat getireyim" der. Ona "Sen
bunu yaparsın. Sen şimdi bize onun hakkında soracaklarımıza cevap ver."
denir ve "Size gönderilen bu adam hakkında ne diyorsun ve nasıl şa-hidlik
edersin?" diye sorulur.
O da "O
Muhammed'dir. Ben onun Allah'ın Rasûlü olduğuna ve bize Allah'dan doğruyu
getirdiğine şahitlik ederim." der. Bunun üzerine ona "Zaten sen bu
inançla yaşadın. Bu inançla öldün. İnşaallah bu inançla diriltileceksin."
denir. Sonra ona cennet kapılarından bir kapı açılır ve "İşte senin
cennetteki makamın ve Allah'ın cennette senin için hazırladığı yer burasıdır."
denir. Sonra ona cehennem kapılarından bir kapı açılır ve "İşte burası
senin cehennemdeki kalacağın yerdi. Allah cehennemde senin için burayı hazırlamıştı.
Eğer Allah'a isyan etseydin burada kalacaktın." denir. Adamın cennetteki
yerine kavuşma arzusu ve sevinci daha da artar. Sonra kabri seksen arşın
genişler ve kabri nurla dolar. Sonra cesedi (toprak olup) ilk haline dönerken
ruhu da cennetteki ağaçlara konmuş olan kuş şeklindeki bahtiyar ruhların
arasına konur. Nitekim Yüce Allah "Allah, inananları, dünya hayatında da,
ahirette de sağlam sözle tesbit eder (o sözden asla ayrılmazlar, daima o tevhid
sözüyle Allah'ın birliğini haykırırlar.) Allah, zalimleri de saptırır ve Allah
dilediğini yapar."[584]
buyruğuyla bu gerçeği dile getirir.
Eğer bu kişi kâfir ise
kendisine kabir sorusu sormak üzere baş tarafından veya sağından veya solunda
yahut da ayak ucunda kendisine yaklaşılmak istendiğinde etrafında buna mani
olacak hiç bir ameli bulunmaz ve kendisine kolayca yaklaşılarak
"otur" denir. Adam korkuyla oturur ve kendisine "Sizin içinizde
Peygamber olarak bulunan şahıs hakkında ne dersin ve hakkında nasıl şahitlik
edersin?" diye sorulur. O da "Hangi adam?" der ve ismini
bilemez. Bunun üzerine "Muhammed'den bahsediyoruz" denir.
Bu sefer o adam
"Bilmiyorum. Ama halkın onun hakkında bir şeyler söylediğini işitmiştim.
Ben de onun hakkında (halka uyarak) onların dediğini demiştim." der.
Bunun üzerine kendisine "Zaten sen böyle yaşamış ve böyle ölmüştün.
İnşaallah bu şekilde diriltileceksin" denir. Sonra kendisine cehennemden
bir kapı açılır ve "İşte senin cehennemdeki yerin burasıdır. Allanın cehennemde
senin için hazırladığı yer burasıdır." denir. Adamın hayreti son derece
artar. Sonra ona cennet kapılarından bir kapı açılır ve "Eğer Allah'a
itaat etseydin Allah'ın cennette senin için hazırladığı yer burasıydı."
denilir. Adamın hayreti daha da artar. Sonra kabir her tarafından daralarak onu
sıkmaya başlar. İşte yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerİm'inde "Ama kim beni anmaktan
yüz çevirirse onun için de dar bir geçim vardır."[585]
mealindeki âyeti kerimesinde bahsettiği "dar bir geçim"den maksat
budur. İnşaallah bu mevzu Sünnet bölümünün "azab-ul-kabr" babında
tekrar ele alınacaktır.[586]
1. Cenazeyi
defnettikten sonra kabrin başında durup cenaze için istiğfar etmek teşvik
edilmiştir.
2. Cenazeyi
definden sonra kabri başında durup onun kabir sorusuna doğru cevap vermeye
muvaffak olması için dua etmek meşru kılınmıştır.
3. Ölü
dirilerin duasından yararlanır.
4. Ölü
kabirde, sorguya çekilmek üzere dirilir.
5. Kabir
suali haktır.
6. Kabir
suali hemen defnden sonra başlar.[587]
3222... Enes
(r.a)'den demiştir ki:
Rasûlullah (s.a)
"İslâm'da (kabrin etrafında kurban) kesmek (meşru) değildir."
buyurdu. (Bu hadisin ravilerinden) Abdurrezzak dedi ki: (Cahiliyye devrinde
halk) kabir(lerin) yanında ya sığır veya başka bir hayvan keserlerdi.[588]
Akr: Devenin
bacaklarını ayakta iken kesmek demektir. Daha sonra bu kurban kesme anlamında
kutlanılır olmuştur.
Cahiliyye döneminde
halk; kurbanlarını, kabristanlarda veya ölü mezara götürüleceği sırada,
teneşir.tahtası altında kesmeyi adet edinmişlerdi.
Cahiliyye araplan bunu
daha ziyade hayatında cömertliğiyle tanınan kimselerin kabirleri etrafında
yaparlardı. "Bu adam sağlığında cömert idi. Misafirleri doyururdu. Bu
cömertliğinin ölümünden sonra da devam ettiğini göstermek için biz onun
kabrinin yanında bu kurbanları kesip kurdun ve kuşun bu kurbanın etinden
yemesini sağlıyor ve onun hayatındaki cömertliğini bu şekilde
mükâfatlandırıyoruz." derlerdi. Hattâbî'nin açıklamasına göre, cahiliyye
araplarının ahiret hayatına inananları "Ölünün geride bıraktığı devesi
kurban edilecek olursa, o ölü kıyamet gününde binitli olarak hasredilir. Eğer
devesi kurban edilmezse yaya olarak hasredilir" derlerdi.
Bu mevzuda Menhei
yazarı şunları söylüyor: "Günümüzde Mısır'da halk cenazeyi uğurlarken
kafesler içinde mezarlığa götürdükleri kuzuları defnden sonra keserek etlerini
yanlarında bulunan ekmeklerle birlikte halka dağıtmaktadırlar. Bu hareket bir
takım izdihamlara ve hatta kavgalara sebep olmaktadır. Bir takım haksızlıklara
da sebep olan bu hareket bid'attan başka bir şey değildir ve şu iki cihetten de
sünnete aykırıdır:
1. Çünkü bu
iş İslâm'ın kaldırmış olduğu cahiliyye adetlerindendir.
2. Bu harekette
riya, suma, başkalarına karşı üstünlük taslama vardır. Oysa hayır ve hasenat
işlerinde sünnet olan gizliliktir. Ayrıca sünnette ve selefi salihinin
hayatında kabristanda böyle bir ziyafet verildiği görülmemiştir. Hayır sünnete
ve selefi salihine uymakla gerçekleşir."
Türkiye'de bazı
bölgelerde türbeler etrafında kurban kesmek de bu bid'atlardan biridir.[589]
l. Kabristan'da
veya herhangi bir kabrin yanında kurban kesmek haramdır.
2. Cahiliyye
halkına benzemek yasaklanmıştır.[590]
3223... Ukbe
b. Amir'den (rivayet olunduğuna göre);
Rasûlullah (s.a) bir
gün (evinden) çıkıp (Unut şehitlerinin yattığı) kabristan'a varmış ve Uhut
şehitleri üzerine, cenazeye namaz kılar gibi namaz kılmış. Sonra geri
dönmüş."[591]
Menhel yazarının
açıklamasına göre, Hz. Peygamber Uhut şehıdlerıne kıldığı bu cenaze namazını,
Uhut şehitleri defnedildikten sekiz sene sonra kılmıştır. Nitekim 3224 numaralı
hadis-i şerifte de bu gerçek açıkça ifade edilmektedir.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif, "şehidler üzerine cenaze namazı kılmak
caizdir''diyenler ile "cenaze kabre konduktan sonra üzerine cenaze namazı
kılınabilir" diyenlerin hüccetidir. Ancak bazı fıkıh alimlerinin dediği
gibi bu hadiste geçen "salâ'? kelimesinin cenaze namazında okunan dua
anlamında kullanılmış olması da mümkündür. İbn Hibban da Sahih'inde bu görüşü
savunmuştur.
Bu mevzuda İmam Nevevî
de şunları söylüyor: "Bu hadis-i şerifte geçen "sala"
kelimesiyle kasdedilen cenaze namazı değil, cenaze duasıdır. Çünkü
"cenazeye namaz kılar gibi namaz kıldı" demek, adet-i veçhile
"ölülere dua ettiği gibi dua etti." demektir.
Söz konusu kelimeye
dua manâsı verildiği takdirde bu hadis-i şerifte "Cenaze kabre
defnedildikten sonra kabri üzerine cenaze namazı kılanabilir" diyenlere
bir dayanak bulunamaz. Biz bu meseleyi 31 numaralı babda açıkladığımızdan
burada tekrara lüzum görmüyoruz.[592]
3224... Şu
(bir önceki) hadis, Yezid b. Ebî Habib'den (de rivayet olunmuştur.
Ancak Yezid burada bir
önceki hadise ilâve olarak şunları da) rivayet etti: "Peygamber (s.a)
Unut şehidleri üzerine (kabre konmalarından) sekiz sene sonra ölülere ve
dirilere veda eder gibi namaz hldı."[593]
Beyhakî'nin Sünen-i
Kübra'sında bu hadis-i şerif şu manâya gelen kelimelerle rivayet olunmuştur:
"Rasûlullah (s.a) Uhud şehitlerine ölümlerinden sekiz sene sonra dirilere
ve ölülere veda edercesine bir namaz kıldı. Sonra (mescide gelip) minbere çıktı
ve: "Ben sizin önderinizim. Size (hak yolundaki hizmetlerinizden dolayı)
şahitlik edeceğim. Sizinle buluşacağımız yer (Kevser) havuz(u)dur. Ben şu
bulunduğum yerden o havzu görmekteyim. Ve emin olun ki ben sizin (tekrar) şirke
düşeceğinizden asla korkmuyorum. Fakat dünya için birbirinize düşeceğinizden
korkuyorum." (Ravi rivayetine devamla şunları) söyledi: Rasûlullah (s.a)'ı
son görüşüm (bu) oldu."
Bu hadisle ilgili kısa
açıklama için bir önceki hadisin şerhine müracaat edilebilir.[594]
1. Ölümünden
bir süre sonra şehid üzerine namaz kılmak caizdir.
2. Uhut
şehidlerinin fazileti son derece büyüktür.
3. Ölümünün
yaklaştığını anlayan bir devlet reisinin tebaasına dünya ve ahiret
saadetleriyle ilgili hususlarda nasihatta bulunması gerekir.[595]
3225... Cabir
(r.a) dedi ki:
Rasûlullah (s.a)'ı
kabir(ler) üzerine oturulmasını, (kabirlerin) kireçlenmesini ve (kabir)
üzerine bina yapılmasını yasaklarken işittim.[596]
İbn Hazm bu hadisin zahirine
sarılarak, buradaki yasağın hürmet ifade ettiğini, dolayısıyla kabirleri
kireçlemenin haram olduğunu söylemiştir.
Hanefilerle,
Malikilere, Şâfiîlere ve İmam Ahmed'le Davud'u Zahirî'ye ve daha birçok ilim
adamına göre ise, buradaki yasak kerahet içindir, dolayısıyla kabirleri
kireçlemek mekruhtur.
Bu mevzuda Menhel
yazarı şunları söylüyor: "Her ne kadar âlimlerin büyük çoğunluğu bu
hadis-i şerifteki yasağın hürmet ifade etmeyip, kerahet ifade ettiğini
söylemişlerse de, aslında ben hadisdeki bu yasağı asli manâsı olan haramlıktan
çıkarıp kerahete hamlettiren bir delile rastlamadım. Binaenaleyh kanaatimce
buradaki yasağın hükmü kerahet değil hürmettir. Öyle zannediyorum ki ölülerin
kabirlere, baki kalmaları için değil, bilakis çürümeleri için konuldukları
hikmetine bağlı olarak, kabirleri kireçlemek yasaklanmıştır. Çünkü kireç dünya
meskenlerinin zinetidir. Kabirdeki ölününse buna ihtiyacı yoktur."
Hadis-i şerifte kabir
üzerine bina yapmanın yasak olduğu da ifade edilmektedir.
Turtuşî'nin ifadesine
göre, kabir üzerine bina yapmak birisi taş veya benzer; malzemelerle bina
yapmak, diğeri de çadır ve benzeri malzemeleri kabrin üzerine yerleştirmek
suretiyle iki şekilde olur ki hadis-i şerifteki yasak her ikisine de şamildir.
Bu mevzuda fıkıh
âlimlerinin görüşünü şu şekilde özetlemek mümkündür:
1. İbn Hazm
bu hadis-i şerifin zahirine bakarak kabir üzerine bina yap-nanın haram olduğunu
söylemişlerdir. Şâfiîlerle, Hanbelilere göre ise, eğer nezar bu binayı yaptıran
kimsenin mülkü içerisinde bulunuyorsa o zaman ?u mekruh olur. Fakat, mezar,
halkın hayrına bağışlanmış bir arazi içerisinle bulunuyorsa o zaman haram
olur.
2. Şafiî
imamlarından Nevevî: "Bizim arkadaşlarımız umumi mezarlık üzerine yapılan
binanın yıkılması lazım geldiği hususunda ittifak etmişlerdir." diyor.
3.
Hanefilere göre ise, eğer bu bina mezarı süslemek için yapılmışsa haramdır.
Onu takviye için yapılmışsa mekruhtur.
el-Ezhar isimli
eserde; eğer mezar, bu binayı yaptıranın kendi mülkü içerisinde ise, bina
yaptırmak mekruh, kendi mülkü içerisinde değilse haram olur. Eğer bu bina,
mescitse yıkılması gerekir denilmektedir.
4.
Malikilere göre ise, kabir üzerine yapılan bina veya gerilen bir çatı eğer
ölünün mülkünde ise veya başkasının mülkünde olup da sahibi tarafından kabir
yapılması ve üzerine bina inşa edilmesi için izin verilmişse veya bu bina
gösteriş için yapılmamışsa, kubbeli olmasa bile mekruhtur. Fakat ölüleri defn
için vakfedilmiş, yani umuma ait olan mezarlıkta bulunan bir kabir üzerine bina
yapmak, yahutta her nerede olursa olsun herhangi bir kabir üzerine gösteriş
için bina yapmak haramdır. Çünkü bu hareket hem başkalarının bu kabristandaki
hakkını kısıtlamaktır, hem de Allah'ın yasaklamış olduğu kibirlenme veya
gösteriş için yapılmıştır.
Bu bina, mezarı bir
takım zararlardan korumak için yapılmış bile olsa, yapılan bu işin haramdan
başka bir şey olmadığında Malikilerce ittifak vardır . Kabir üzerine oturmanın
hükmü bu mevzuya hasredilen 71-73. numaralı babda ele alınacaktır. (İnşaallah)[597]
1. Kabir
üzerine oturmak yasaktır
2. Kabirleri
kireçle sıvamak yasaklanmıştır.
3. Kabir
üzerine bina yapmak caiz değildir.[598]
3226... Şu
(bir önceki) hadis Müsedded ile Osman b. Ebî Şeybe, Hafs b. Gıyas, İbn Cüreyc,
Süleyman b. Musa, Ebû Zübeyr (yoluyla) Cabir'den (de rivayet olunmuştur).
[Ebû Dâvud der ki:
(Ravi) Osman (b. Ebî Şeybe bu hadise ilâve olarak şu cümleyi) rivayet etti:
(Peygamber (s. a) kabir) üzerine (yapılan binanın yüksekliğini bir karıştan
fazla yapmayı ya da kabrin kendi toprağı üzerine dışarıdan toprak) ilâve
etmeyi de (yasaklamıştır). Süleyman b. Musa (ise bu hadise; kabir) üzerine yazı
yazılmasını da (yasakladı, cümlesini) ilâve etti, Müsedded (ise) rivayetinde
(kabir) üzerine (yapılan bina bir karıştan) fazla olamaz- (cümlesini)
zikretmedi. Belki de Müsedded'in bu cümlesi benim gözümden kaçmıştır.][599]
Her nekadar Musannif
Ebû Dâvud "Hz. Peygamberin kabir üzerine yazı yazmayı yasakladığını
Süleyman b. Musa danbaşka rivayet eden olmamıştır" demişse de aslında Hz.
Peygamberin kabirler üzerine yazı yazmayı yasakladığını Hakim en-Nisabûrî,
Cabir'den; birisi, Hafs b. Gıyas, İbn Cüreyc, Ebû Zübeyr yoluyla diğeri de,
Ebû Muaviye, İbn Cüreyc, Ebû Zübeyr yoluyla olmak üzere, iki ayrı yolla rivayet
etmiştir. Bu hadis-i şerifte, bir önceki hadis-i şeriften fazla olarak, Fahr-i
Kâinat Efendimizin kabirler üzerine gerek ölünün ismini, gerekse ölüm tarihini,
gerekse Kur'ân'dan bir âyeti veya Allah'ın isimlerinden birini yazmayı yasakladığı
ifade edilmektedir. Mezheb imamlarından dördünün görüşü de budur. Binaenaleyh
mezhep imamlarının dördüne göre de, kabir üzerine bir takım yazılar yazmak,
övünmeyi, başkalarına üstünlük taslamayı adet edinmiş kişiler tarafından
çıkarılmış bid'atten başka bir şey değildir. Ancak Hanefi alimlerinden
bazıları Rasûlü Zişan Efendimizin Osman b. Maz'un'un kabrinin başına bir taş
diktiğini ifade eden 3206 numaralı hadis-i şerife kıyas ederek "Süsleme
maksadıyla olmamak şartıyla ve kabrin bilinmesine vesile olması için kabrin
üzerine ölünün ismini yazmakta bir sakınca yoktur" demişlerdir. Ancak bu
hüküm hadisin genel hükmünü, kıyasla tahsis etmekten başka bir şey değildir.
Âlimlerin büyük çoğunluğunun görüşüne aykırıdır.
Hakim'in "Amel bu
hadis üzere değildir. Çünkü şarktan, garbe kadar müslümanların imamlarının kabir
taşlarının üzerinde yazılar vardır. Bu seleften halefe intikal eden bir
tatbikattan başka bir şey değildir" sözünü Zehebi "Herhalde, kabir
taşları üzerine yazı yazılmasına izin veren ilim adamları bu mevzudaki yasağı
görmemişler ve bunu yasaklayan hadisler onların eline geçmemiş olsa gerek.
Bunun seleften halefe intikal eden bir uygulama olduğu iddiası ise asla doğru
olamaz. Çünkü sahabe ve tabiinden birinin kabir üzerine yazı yazdırdığı
görülmemiştir" diyerek reddetmiştir. Bu konuda 3218 nolu hadisin şerhine
de müracaat edilmelidir.[600]
3227... Ebû
Hüreyre'den (rivayet olunduğuna göre); Rasülullah (s.a):
"Allah
yahudilerin canını alsın! Peygamberlerinin kabirlerini mescid edindiler."
buyurmuştur.[601]
Metinde geçen fiili
"canını alsın" yahutta "belasını versin, lanet etsin” manasında
kullanılmıştır.Lanet ise Allah'ın rahmetinden uzaklaştırmaktır.
Bu hadis-i şerif,
Müslim'in Sahihinde "Allah yahudilerle hristiyanlara la'net etsin.
Peygamberlerinin kabirlerini mescid yaptılar." şeklinde "lanet etsin"
tabiriyle ve yahudilerle birlikte hristiyanların da ismi zikredilerek rivayet
edilmiştir. Bazı hadis alimlerine göre, Rasûlü Zişan Efendimiz bâzan kabirleri
mescid yapanları lanetlerken yahudilerle hristiyanlan birlikte zikrettiği
halde bazan sadece yahudileri zikretmesinin sebebi, bu işi ilk defa yapanların
yahudiler olmasıdır. Binaenaleyh yahudiler daha zalim ve bu hususta daha
müfrittirler.
Alimlerden bazıları bu
hususta yahudilerle birlikte hristiyanlara da lanet buyurulmasını müşkil
saymışlardır. Çünkü Hz. İsa ile Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a) arasında
hristiyanların başka peygamberi yoktur.
İsa (a.s) ise diri
olarak göğe çekildiği için zaten kabri yoktur. Binaenaleyh bu mes'ele
müşkildir. Bazıları bu müşkili halletmek için, hristiyanların Hz. İsa'dan başka
bir takını peygamberleri bulunduğunu, yalnız o peygamberlerin mürsei
olmadıklarını söylemişlerdir. Fakat bu cevap tatminkâr görülmemiştir.
Bazıları: "Hadisten murad: Peygamberlerle onlara tabi olanların büyükleridir.
Yalnız hadisde tabi olanlar zikredilmemişdir" derler. Bu takdirde hadisin
manâsı şöyle olur: *'Allah yahudilerle, hristiyanlan rahmetinden ırak eylesin!
Çünkü onlar peygamberleri ile onlara tabi olan bazı büyüklerin mezarlarını
mescid ittihaz ettiler."
Müslim'in Cündeb tariki
ile rivayet ettiği son hadis de bu kavli te'yid etmektedir. Çünkü Cündeb
hadisinde: "Yahudilerle, hristiyanlar peygamberlerinin ve salihlerinin
kabirlerini mescid ittihaz ederlerdi." buyurulmuş-tur. Bu hususda daha
başka tevcih yapanlar da bulunmuştur.
Rasülullah (s.a)'in:
"Peygamberlerinin kabirlerini mescid ittihaz etliler." buyurması
mukadder bir suale cevabıdır. Sanki: "Yahudilerle hristiyanlara lanet
etmenin sebebi nedir?" diye sorulmuş da, bu.cevabı vermişdir. Ravinin:
"Rasülullah (s.a) ümmetini onların yaptıklarından sakındırmak için"
sözü dahi bu kabildendir. Yani sanki raviye: "Rasülullah (s.a)'in vefat
ederken bu sözü söylemesinin hikmeti nedir?" diye sorulmuş da bu cevabı
vermiş gibidir.
Buradaki nehyin
hikmeti bu işin zamanla tedricen putperestlik halini alması veya ona benzemesi
endişesidir.
Nevevî diyor ki:
"Âlimler şunları
söylemişlerdir: Peygamber (ş.a)'in kendi kabri ile başkalarının kabirlerini
mescid ittihaz etmekden nehy buyurması, kendisine ta'zim hususunda gösterilecek
mübalağadan ve bu sebeple vuku'a gelecek fitneden korktuğu içindir. Çünkü
mübalağalı ta'zim çok defa küfre müeddi olur. Nitekim geçmiş ümmetlerde hal
böyle olmuştur.'
Müslümanlar çoğalıp da
Mescid-i Nebevî'nin büyütülmesine ihtiyaç görülünce ümmehat-ı mü'minin ve bu
meyanda Rasülullah (s.a) ile iki yar-ı kadimi Ebû Bekir ve Ömer (r.a)'nın
kabirlerini ihtiva eden Hz. Aişe'nin odası dahi mescidin içinde kaldı. Bu hal
karşısında-ashab-ı kiram mezkur kabirlerin etrafına yüksek duvarlar çevirerek
kabirlerin mescidden görünmesini ve dolayısı ile avam tabakasının onlara karşı
dönerek namaz kılmalarını önlediler."[602]
3228... Ebû
Hüreyre'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a) (şöyle) buyurdu:
"Birinizin kor
üstüne oturup da (o korun) elbisesini yakıp ta tenine kadar işlemesi, kabir
üstüne oturmasından daha hayırlıdır."[603]
Abdest bozmak için
olmayıp sadece dinlenmek maksadıyla bile olsa kabir üzerine oturmak doğru
değildir. Çünkü kabir üzerine oturmak, orada yatan müslümanin hakkına riayet
etmemek.ve onu rahatsız etmektir. Nitekim Said b. Mansur'un İbn Mes'ud'dan
rivayet ettiği bir haberde bu husus şöyle ifade buyuruluyor: "İbn Mes'ud'a
kabirleri çiğnemenin hükmü soruldu da (şöyle) cevap verdi: Bir mü'minin
cesedine hayatında yapılan işkence ile, ölümünden sonra yapılan işkence
arasında bir fark yoktur."
Bazıları bu hadis-i
şerifte yasaklanmak istenen kabir üzerindeki oturmaktan maksadın orada yas
tutmak gayesiyle oturmak olduğunu söylemişlerdir. Metinde geçen
"kabr" kelimesinin nekre olması, kabir üzerine oturma yasağının
sadece müslüman kabirlerine mahsus olmayıp, zımmilerin kabrine de şamil
olduğunu belirtmek içindir. Bu "kabir" kelimesinin İbn Mâ-ce'nin
Sünen'inde "müslüman kabri" şeklinde mukayyed olarak rivayet edilmiş
olması ise sözkonusu yasağın sadece müslüman kabirlerine mahsus olduğunu ifade
etmek için değil, kabrin şerefini ve saygıya layık olduğunu ifade içindir.
Binaenaleyh bu yasak hem müslüman kabirleri hem de zımmi kabirleri için
geçerlidir.
Kabir üzerine oturma
yasağının hükmü âlimler arasında ihtilaflıdır. Bu mevzudaki, görüşleri şu
şekilde özetlemek mümkündür:
1. Zahiri
âlimlerinden İbn Hazm, mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifin zahirine
dayanarak kabir üzerinde oturmanın haram olduğunu söylemişlerdir.
2. Cumhur
ulemaya göre, büyük yada küçük abdest bozmamak şartıyla kabir üzerine oturmak
haram değil, mekruhtur. Fakat abdest bozmak için kabir üzerine oturmanın haram
olduğunda ittifak vardır.
Cumhura göre, kabirler
üzerinde yürümek ve onlara yaslanmak da hüküm bakımından kabir üzerine oturmak
gibidir. Çünkü İbn Mace'nin rivayet ettiği "Yemin olsun ki, bir ateş
parçası veya bir kılıç üzerinde yürümem yahut da ayakkabımı ayağımla dikmem
bana bir müslümanın kabri üzerinde yürümemden daha sevimlidir."[604]
mealindeki hadis-i şerif kabir üzerinde yürümenin kerahetine delalet ettiği
gibi Ahmed b. Hanbel'in sahih senedle Amr İbn Hazm'dan rivayet ettiği
"Rasûlullah (s.a) beni bir kabre dayanmış halde görünce - Bu kabrin
sahibine eziyet etme- buyurdu" mealindeki hadis-i şerif de kabirlere
dayanmanın kerahetine delalet eder. Ancak zaruret halinde kabir üzerine
oturmakta bir sakınca yoktur.
3.
Malikilere göre, kabir üzerine oturmakta hiçbir sakınca yoktur. Delilleri ise
"Ali b. Ebi Talib mezarlara başını koyar ve üzerine uzanırdı"[605]
mealindeki hadis-i şeriftir. Bu hadis-i şerifi sahih bir senetle Hanefi imamlarından
Ebû Ca'fer et-Tahavî de rivayet etmiştir.
Malikilerin bu
mevzudaki delillerinden biri de Nafi'nin "İbn Ömer kabirler üzerine
otururdu" mealindeki sözüyle Ebû Ca'fer et-Tahavi'nin Muhammed b. Ka'b
el-Kurazî yoluyla Ebû Hureyre'den rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir:
"Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: Küçük veya büyük abdest bozmak için bir
kabrin üzerine oturan kimse, ateş üzerine oturan kimse gibidir."
Ebû Ca'fer
et-Tahavi'nin açıkladığı gibi, İmam Malik bu hadis-i şeriflere dayanarak
"Büyük ya da küçük abdest bozmamak şartıyla kabirler üzerine oturmakta
hiçbir sakınca olmadığını" söylemiştir. Ancak Menhel yazarının beyanına
göre, Maliki mezhebinin meşhur olan görüşüne göre, üzerine tavan şeklinde yahut
da deve hörgücü şeklinde toprak yığılmış olup, önünden yol geçen ve ilk
bakışta içinde cenaze kemikleri bulunduğu anlaşılan bir kabrin üzerine oturmak
mekruhtur. Bu özellikleri taşımayan bir kabrin üzerine otufmakta ise bir
sakınca yoktur.
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerifteki kabirler üzerine oturmayla ilgili yasağı, sadece kabirler
üzerine abdest bozmak için oturmaya inhisar ettirmek asla doğru değildir.
Çünkü, kabirler üzerine abdest bozmak için oturmanın yasaklanmış olması,
kabirler üzerine başka bir maksatla oturmanın da yasaklanmış olmasına mani
değildir. Bu mevzuda gelen hadislerdeki hadislerin genel ifadeleri abdest
bozmadan kabir üzerine oturmanın da mekruh olduğunu ifade eder. Kabir üzerine
abdest bozmak üzere oturmanın mekruh olduğunu ifade eden hadislerse sözü geçen
genel ifadeleri tahsis etmeye elverişli değildir.[606]
3229... Ebû
Mersed el-Ganemi dedi ki: RasûluIIah (s.a) (şöyle) buyurdu:
“Kabirlerin üzerine
oturmayınız ve onlara doğru namaz kılmayınız."[607]
Bir önceki hadis-i
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi, ölünün cesedine yapılacak bir baskı
aynen ölünün hayatında bedenine yapılan baskı gibi ızdırap verdiğinden
kabirleri çiğnemek ya da üzerlerine oturmak yasaklanmıştır.
Namazda, sadece
Allah'ın hakkı olan ta'zim bulunduğundan, kabirlere karşı namaz kılmak da
yasaklanmıştır. Eğer ölüye tazim kasdı yoksa, kabre karşı namaz kılmak haram
olur tazim kasdıyla kılmaksa küfür olur.[608]
3230...
Cahiliyye devrinde ismi Zalim b. Ma'bed iken Rasûlullah (s.a) (in bulunduğu
Medine')ye hicret edince (Rasûlullah'ın kendisine) "İsmin nedir?"
diye sorması üzerine "Zalim" cevabını veren (Bunun üzerine Rasûl-ü
Ekremden) "Hayır sen Beşîr'sin" cevabını alan Rasûlullah (s.a)'ın
azatlı kölesinden (rivayet olunmuştur). Dedi ki:
Ben Rasûlullah (s.a)
ile birlikte yürürken (bir ara Rasûl-ü Ekrem) müşriklerin kabirleri üzerine
uğradı da üç defa "Bunlar daha önce çok hayır(lar)la karşılaştılar (da
ondan yüz çevirdiler)" buyurdu. Sonra müslümanlarm kabirlerine uğradı ve
"Bunlar da çok hayırlara eriştiler" buyurdu. Sonra Rasûlullah
(s.a)'dan (bir) bakış (onlara doğru) bir süre devam etti. Bir de baktık ki
ayağında ayakkabıları ile kabirler arasında gezinen bir adam karşımıza
çıkıverdi. Bunun üzerine (Rasûîullah ona) "Ey, sibt (denilen tabaklanmış
sığır köselesin)den yapılmış ayakkabı giyen kimse, yazık sana (çabuk)
ayakkabılarını (ayağından çıkarıp) at." buyurdu. Adam Rasûlullah (s.a) tanıyınca
(hemen) onları çıkarıp attı.[609]
Sıbtiyye: Selem
ağacıyla tabaklanmış sibt denilen sığır derisinden yapılan ayakkabıya denir.
Sığır derisi, selem ağacıyla tabaklanınca kılları tamamen döküldüğü ya da
yumuşadığı için sibt ismini alır.
Rasûl-ü Ekrem
Efendimiz, kabirlere gösterilmesi gereken saygıyı Öğretmek ve kabirler
arasında, kabirlere saygıya aykırı olarak ayakkabılı olarak gezen kimseyi
kabirlere gereken saygıyı göstermesini sağlamak için ona ayakkabılarını
çıkarmasını emretmiştir. Fıkıh âlimlerinin bu mevzudaki görüşlerini şu şekilde
özetlemek mümkündür:
1. İmam
Ahmed'le Şafiî âlimlerinden el-Havî yazan, mezarlıkta ayakkabı ile yürümenin
mekruh, ayağa pislik bulaşma diken batma korkusu, yerin ayakları yakacak
şekilde sıcak olması gibi zaruretler bulunmadıkça, mezarlığa girince
ayakkabıları çıkarmanın sünnet olduğunu söylemişlerdir.
2. Cumhura
göre, mezarlıkta ayakkabı ile yürümenin hiçbir sakıncası yoktur. Delilleri ise
"Kul mezara konulup da arkadaşları geri döndükleri zaman arkadaşlarının
ayakkabılarının sesini duyar." mealindeki 3231 numaralı hadis-i şeriftir.
Cumhura göre, Rasûl-ü
Zişan Efendimizin mezarlıkta gördüğü kişiye ayakkabılarını çıkarmasını
emretmekten maksadı, mezarlıkta ayakkabı giymenin sakıncalı olduğunu belirtmek
değildi. Sadece o kimse bu ayakkabılarla gurur ve kibire kapıldığı için
bunları çıkarmasını emretmişti. O günlerde bu ayakkabıları zenginler ve
üstünlük taslamak isteyen kimseler giyerlerdi. Bu yüzden Hz. Peygamber
kabristana girerken mütevazi bir kıyafetle girilmesini arzu ederdi.
Yine cumhur'a göre,
Rasûl-ü Ekremin sözü geçen kimseye ayakkabılarını çıkarmasını emretmesi,
onların altında pislik bulunmasıyla ilgili de olabilir. Binaenaleyh eğer bu
adam mezarlığa mütevazi ve temiz bir ayakkabıyla girmiş olsaydı, Hz. Peygamber
ona ayakkabılarını çıkarmasını asla emretmezdi.
3. İbn
Hazm'a göre, "Bir kimsenin sibtiyye denilen ayakkabılarla mezarlığa
girmesi helal değildir. Delili ise mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifle bir
numara sonra gelecek olan Enes hadisidir. Çünkü bu hadisler kıyamete kadar
devam edecek bir gerçeği haber vermektedir. Bilindiği gibi haberler de nesh
olamaz."
Eğer İbn Hazm'ın
dediği gibi mezarlığa ayakkabıyla girmek gerçekten helal olmasaydı, bu yasak
ashab-ı kiram arasında yayılırdı. Ashab-ı Kiram arasında böyle bir yasağın
yaygınlığı söz konusu olmadığına göre, bu mevzuda delil bakımından en kuvvetli
ve tercihe şayan olan görüş cumhurun görüşüdür.[610]
3231... Enes
İbn Malik'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a) (şöyle) buyurmuştur:
"Gerçekten kul
kabre konulup da arkadaşları kendisinden uzaklaşıp gittikleri sırada onların
ayakkabılarının seslerini işitir.”[611]
Bir önceki hadis-i
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi, mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif
mezarlıkta ayakkabı ile yürümenin caiz olduğunu söyleyen cumhurun delilidir.
Hattâbî cumhurun bu hadis-i şerifle ilgili görüşlerini açıklarken şunları
söylüyor:
"Hz. Enes'in
rivayet ettiği bu hadis-i şerif, mezarlığı ziyaret etmek ve kabirler arasında
dolaşmak isteyen bir kimsenin ayakkabı giymesinin caiz olduğuna delalet
etmektedir. Fakat, Hz. Peygamberin sıbtiyye denilen tabaklanmış deriden mamul
ayakkabılarla mezarlıkta dolaşan bir kimseye, bu ayakkabıları çıkarmasını,
emrettiğini İfade eden 3230 numaralı hadise gelince, öyle zannediyorum ki
Rasûl-i Ekrem Efendimizin o kimseye ayakkabılarını çıkartmasının sebebi, sözü
geçen deriden yapılan ayakkabıların sahibine kibir ve gurur vermesidir. Çünkü
bu ayakkabıları o zamanlar zengin ve keyfine düşkün kimseler giyerlerdi.
Rasûl-ü Ekrem o kimsenin kendisini gurura kaptırmasını, tüm müslümanların kabre
mütevazı elbiselerle ve huşu içinde gelmelerini sağlamak için o ayakkabıları
çıkarmasını emretmiştir."[612]
1. Cenaze
defnedilince ruh kendisine iade edilir.
2. Dinlerin
duyduğu seslen cenaze de duyar.[613]
3232... Cabir
(r.a)'den, demiştir ki:
(Uhud savaşında şehid
düşen) bir adam (yine orada şehid düşen) babamla birlikte (bir kabre)
defnedilmişti. Bu yüzden içimde bir rahatsızlık hasıl oldu. Bunun üzerine o
kimseyi (kabre konduğu günden) altı ay sonra (kabirden) çıkardım. Sakalından
yere gelen çok az sayıdaki kılların dışında onun cesedinden bozulmuş hiçbir
şey görmedim.[614]
Hz. Cabir'in babasıyla
birlikte bir kabre defnedilen zat, Amr b. el-Cümuh b. Zeyd b. Haram
el-Ensarfdir. Çünkü bu zat, Hz. Cabir'in babası Abdullah b. Amr'ın samimi
arkadaşı idi. Bu sebeple Hz. Peygamber, Uhud savaşında şehid düşen bu iki
arkadaşın bir kabre konulmalarını emretmiş ve bu emir üzerine de ikisi bir
kabre defn edilmişlerdi. Buhârî ile Nesâî'nin rivayetlerinde ifade edildiği
üzere, Hz. Cabir zamanla babasının bir kabre yalnız başına konulmayıp başka
bir adamla beraber defnedilmesinden rahatsızlık duymaya başlamış ve defnden
altı ay sonra babasını o kabirden çıkararak müstakil bir kabre nakletmiştir.
İbn İshak'ın el-Meğazi İsimli eserinde Hz. Cabir'in babasının sözü geçen
şehidle birlikte bir kabre konmasının Hz. Peygamberin emriyle olduğundan
bahsedilirken Hz. Cabir'in babası Abdullah'ı o kabirden çıkarıp başka pir kabre
taşımasını, Hz. Peygamberin emrine aykırı bir hareket olarak değerlendirmek
doğru olamaz. Çünkü Hz. Peygamber, Uhut şehidlerini ikişer, üçer kişilik
gruplar halinde defnederken, bunu isteyerek yapmamış, zaruretlerin zorlamasıyla
yapmıştır. O gün gömülmesi gereken şehid sayısı hayli kabarık olmasına rağmen
onları defnetmek için hazırlanmış kabir olmadığı gibi, sarmak için yeterli
kefen de yoktu. Bu sebeple onları ikişer, üçer kişilik gruplar halinde defnetmek
mecburiyeti hasıl oldu. Ancak zamanla şartlar değişti, bu zaruret ortadan
kalktı, her şehidi müstakil bir kabre koyma imkanı doğdu, dolayısıyla gruplar
halinde defnedilen şehitleri eski kabirlerinde tutmayı gerekli kılan hiç bir
şey kalmadı. Eğer Hz. Peygamber Uhut şehitlerini isteyerek bu şekilde gruplar
halinde defnetmiş olsaydı o zaman Hz. Cabir'in babasını eski kabrinden yeni
bir kabre nakletmesi Hz. Peygamberin emrine muhalefet sayılırdı. Fakat burada
böyle bir durum yoktur.
Hz. Cabir'in ilk
kabrine defnedilmesiyle ikinci kabrine defnedilmesi arasından altı ay geçtiğini
ifade eden ve mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifle, iki defin arasında
geçen sürenin 46 sene olduğunu ifade eden hadis[615] arasında
zahiren bir çelişki görülüyorsa da aslında bunun önemi yoktur. Çünkü
Muvatta'daki bu hadis mevzumuzu teşkil eden hadis kadar sağlam olmadığından
mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif karşısında dikkate alınacak bir ehemmiyeti
haiz değildir. Çünkü söz konusu kabir nakledilme hadisesinin, Muvatta hadisinin
ravisi Abdurrahman'ın kulağına erişmesi, hadiseden ne kadar zaman sonra olduğu
meçhuldür. Bir hadiseyi yıllarca sonra duyup da rivayet eden bir kimsenin
rivâyetiyle bizzat hadisenin içinde yaşayan kimsenin rivayetinin bir
tutulamayacağı muhakkaktır.[616]
1.
Çocukların babalarına hayatlarında ve vefatlanndan sonra ıyıhk etmeleri tavsiye
edilmiştir.
2. Toprak
şehidlerin cesedini yemez.
3. Zaruret
halinde birden fazla cenazeyi bir kabre defnetmek caizdir.
4. İhtiyaç
duyulduğu zaman bir cesedi eski kabrinden çıkarıp yeni bir kabre defnetmek de bir
sakınca yoktur.[617]
3233... Ebû
Hureyre'den demiştir ki;
(Halk) Rasûlullah (s.a)'in yanından bir cenaze
geçirdiler (o sırada, orada bulunan bazı kimseler) ölüyü hayırla andılar.
Bunun üzerine (Rasûl-ü Ekrem Efendimiz):
"Vacib oldu"
buyurdu. (Bir süre) sonra (halk Rasûl-ü Zişan Efendimizin yanından) başka (bir
cenaze daha) geçirdiler. (O sırada orada bulunan bazı kimseler) de bu ölüyü
şerle andılar. Bunun üzerine (Peygamber Efendimiz yine):
"Vacib oldu"
dedi. Sonra "Siz(ler) birbirinize şahitlersiniz" buyurdu.[618]
Bu hadis-i şerif
Hakim'in Müstedrek'inde şu manâya gelen lafızlarla rivayet edilmiştir:
"Enes'den rivayet
edilmiştir: Dedi ki: Ben (bir gün) Peygamber (s.a)'in yanında oturuyordum.
Oradan bir cenaze geçti. "Bu cenaze kimindir?" diye sordu.
"Falan kabileden falancanın cenazesidir. Allah'ı ve Rasûlünü (çok)
severdi. Allah'a taat yolunda çaba sarfederdi" dediler. (Onun cennete girmesi
ve Allah'ın mağfiretine erişmesi) "kesinleşti" buyurdu. (Sonra) yanından
bir cenaze daha geçti. Rasûlullah (s.a) "Bu cenaze kimindir?" diye
sordu, (oradakiler) "Falan kabileden falancanın cenazesidir. Allah'a ve
Rasû-lüne (devamlı) buğz eder ve bu yolda çaba sarfederdi" cevabını
verdiler. Rasûlullah (s.a) de: (Cehenneme girmesi) "kesinleşti"
buyurdu. Ashab-ı Kiram "Ey Allah'ın Rasûlü cenaze ve ona yapılan sena
hakkında ne buyurursun? Birinci cenaze hayırla, ikincisi de şerle anıldı. Sen
ikisi hakkında da "kesinleşti" buyurdun, dediler. Rasûlullah (s.a)
de:
"Evet ya Eba
Bekir! Gerçekten Allah'ın birtakım melekleri vardır ki bunlar Ademoğullarının
dilinde onda bulunan hayır ve şer (le) ri söylerler." buyurdu.
Metinde geçen
"vecebe" kelimesi "sübut buldu, kesinlik kazandı" manâlarında
kullanılmıştır. Yoksa "farz oldu" manâsında kullanılmış değildir.
Çünkü herhangi bir kulu cennete veya cehenneme sokmayı Allah üzerine farz
kılacak hiçbir kuvvet yoktur. Aslında yüce Allah kullarını cennete veya
cehenneme sokmaya mecbur değildir. İstediğini adaletle cehenneme koyar,
istediğini de lütfuyla cennete koyar. Bu sebeple biz bu kelimeyi
"kesinleşti" şeklinde tercüme ettik.
Hakim'in bu
rivayetinde ashab-ı kiramın sözü geçen ölüler hakkında hayır ve şer olarak sarf
ettikleri sözler açıklanmıştır. Burada-, Rasûlullah (s.a), ''Ölülerinizin
iyiliklerini anınız, kötülüklerini anmayınız."[619]
"Bir arkadaşınız vefat ettiği zaman onu (kendi haline) bırakınız, onun
üzerine düşmeyiniz."[620]
buyurduğu fialde, nasıl olmuş dayanından geçmekte olan bir cenazenin
kötülüklerinin sayılmasına izin vermiş diye bir soru akla gelebilir. Buna şöyle
cevap verilmiştir:
Hz. Peygamberin
kötülüklerinin zikredilmesini yasakladığı ölüler, kâfir, münafık, günahları
açıktan işleyen ve bi'dat ehli olmayan ölülerdir.
Bu özellikleri taşıyan
ölülerin kötülüklerini zikretmekte bir sakınca yoktur. Çünkü bu ölülerin
kötülükleri arkalarından anılınca müslümanlar bundan ibret alır ve kendilerini
onların kötü akıbetinden korumak imkânı bulurlar. Nitekim "Ölülerinize
sövmeyiniz."[621]
mealindeki hadis-i şerifte geçen kelimesinin başında bulunan ve ahd için olan
"el" takısı, kötülüklerinin sayılması yasaklanan .ölülerin her ölü
olmayıp, belli ölüler olduğunu ortaya koyduğu gibi tercümesini sunduğumuz
Tirmizî hadisinde geçen "ölüleriniz", terkibindeki
"mevta-ölüler" kelimesinin "kum = siz" kelimesine izafe
edilişi de bu ölülerin müslümanların ölüleri olduğunu ortaya koyar. Ayrıca
mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifin yukarıda tercümesini sunduğumuz hadis-i
şeriflerle tahsis edilmiş olduğu da söylenebilir. Cumhur ulemaya göre, bir
fasıkın ölmeden önce tevbe etmiş olması ihtimali mevcut olduğundan fasık bile
olsa hiçbir müslümanın ölümünden sonra kötülüklerini zikretmek caiz değildir.
Hz. Peygamberin,
kötülüklerinin sayılmasına engel olmadığı cenaze yukarıda tercümesini
sunduğumuz Hakim'in rivayetinde açıklandığı üzere mü'min değil münafık idi.
Metinde geçen
"siz(ler) birbirinize şahitlersiniz" cümlesi Buhârî'nin Sa-hih'inde
"Sizler Allah'ın yeryüzündeki şahitlersiniz." manâsına gelen lafızlarla
rivayet olunmuştur. Bu cümle "Allah'ın mü'minlerin birbirleri hakkında
yapacakları şahitliği kabul edeceği" manâsına gelir. Ancak Allah'ın yeryüzünde
şahidi olan kimselerin tüm müslümanlar olmayıp sadece sahabiler olması ihtimali
de vardır. Çünkü, sahabe-i kiramın hepsi adaletli idi, her zaman doğruyu
söylerler ve hikmetle konuşurlardı. Bu bakımdan Allah'ın yeryüzünde şahidi
olmaya en layık kimseler bunlardır. Onların yolunda gidip onların sıfatını
taşıyan takva sahibi müslümanların da aynen onlar gibi Allah'ın yeryüzündeki
şahidleri olduklarında şüphe yoktur. İslâm ulemasının bu mevzuda itimad
ettikleri görüş şudur: Allah'ın yeryüzünde şahidleri olan kimseler
müslümanlardan ehl-i fazl, ehl-i salah ve ehl-i emanet olan kimselerdir.
Müslümanların fasıklarına gelince, bunların dünyada fasıkları öğüp, salihleri
yerdikleri bilinen bir gerçek olduğundan, Allah'ın yeryüzündeki şahitleri
olmaları düşünülemez. Çünkü "Böyle sizi orta (ifrat ve tefrite düşmeyen
herşeyde mutedil olan, hak ve adaletten ayrılmayan) bir ümmet yaptık ki
insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun..."[622]
mealindeki âyet-i kerimede bu ümmet için şahitlik vasfı olarak hak, adalet,
ifrat ve tefritten uzak olma anlamlarına gelen 'Vasat = orta" özelliği
zikredilmiştir.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şeriften Hz. Peygamberin bu ümmeti tezkiye ettiği, onların
şahitliklerinin lehinde veya aleyhinde şahitlik yaptıkları kimseler için geçerli
ve makbul olduğu anlaşılmaktadır. Rasûl-ü Ekrem Efendimizin yanından geçmekte
olan bir cenazenin kötülüklerini sayan sahabileri "vecabet^
kesinleşti" sözüyle tasdik ettiği gibi diğer bir cenazenin iyiliklerini
zikreden sahabileri de yine "vecebet = kesinleşti" sözüyle tasdik
etmesi de bunu ifade eder. Nitekim Rasûlullah (s.a):
“Herhangi bir müslüman
ölür de dört kişi onun hakkında hayırla şahitlik ederse, Allah onu cennete
sokar." buyurdu. Biz de:
"Ey Allah'ın
Rasûlü, üç kişi şahidlik ederse yine böyle midir?" diye sorduk. Rasûl-ü
Ekrem:
Üç kişi şahitlik
ederse yine böyledir," buyurdu. Sonra iki kişi şahitlik ederse de böyle
midir? diye sorduk:
"İki kişi
şahitlik ederse de böyledir" buyurdu. Bundan sonra biz, kendisinden bir
şahidin durumunu sormadık."[623]
mealindeki hadis-i şerif de bu gerçeği teyid etmektedir.
Mirkat yazarının
rivayet ettiği bir hadis-i şerif şu mealdedir: "Halk bir cenazenin
iyiliklerini dile getirdiler de o sırada Cebrail aleyhisselam gelip: Ey
Muhammedi Ölen bu arkadaşın halkın dedikleri gibi (iyi bir insan) değildi.
Onun açıktan işlediği iyi amelleri olduğu gibi gizlice işlediği kötü amelleri
de vardı. Fakat Allah bu arkadaşlarını bağışlayarak onları tasdik etti."
Mirkat yazarı bu
hadis-i şerifi naklettikten sonra şu görüşlere yer veriyor: "Yüce Allah
insanlarla ilgili gerçekleri insanların diliyle açıklar bu- cenaze hakkında
sadece kendisinin bildiği bazı sırları da bu şekilde kullara söyletir.
Binaenaleyh bu hadis-i şerifte aslında cehennemlik olan bir kimsenin kulların
lehindeki şehadetlerinden dolayı, cennetlik olacağı cennetlik olan bir
kimsenin de kulların aleyhinde şahitlik etmelerinden dolayı cehennemlik olacağı
ifade edilmek istenmiyor. Sadece
kulların cenaze hakkındaki
lehte veya aleyhteki
şahitliklerinin genellikle o kişinin ahiretteki haline tercüman olduğu
ve ona muvafık düştüğü ifade edilmek isteniyor. Aslında halk genellikle
sağlığında iyiliğim gördükleri kişilerin lehinde, kötülüğünü gördükleri
kişilerin de aleyhinde şahitlik ettikleri için onların bir cenaze hakkındaki
şahitlikleri genellikle gerçeğin ifadesinden başka bir şey değildir."[624]
İmam Nevevî de bu
mevzuda şöyle diyor: "Âlimlerden bazıları, müslümanların lehinde şahitlik
ettiği bir cenazenin cennetlik olması hükmü bütün müslüman cenazeleri için
geçerlidir. Yüce Allah insanlara yahut insanların ekserisine ölen bir kimsenin
lehinde şehadet etmeyi ilham etmişse bu onun cennetlik olduğuna delildir. Bu
hususta onun amellerinin şöyle veya böyle olması arasında bir fark yoktur.
Amelleri cennetlik olmasını gerektirmese bile bu böyledir. Çünkü Allah
fiillerinden dolayı onu cezalandırmaya mecbur değildir. Binaenaleyh Allah
halka bir cenaze hakkında medhü senada bulunmayı ilham etti mi? Biz o kulun
günahlarının bağışlanacağım anlarız."
Hafız İbn Hacer, Fethu'1-Bari
isimli eserinde İmam Ahmed'in Hz. Enes'-ten rivayet ettiği "Müslüman bir
kul Ölür de yakın komşularından dört kişi onun lehinde şahitlik ederse Allahü
Teâlâ onlara hitaben -Ben sizin (bu kulum hakkındaki) şahitliğinizi kabul
ettim. Onun bilmediğiniz günahlarım da bağışladım" mealindeki merfu
hadisi, ölünün lehine yapılan şahitliklerin kabul edileceğine dair bir delil
olarak zikrettikten sonra şöyle diyor: "Ölünün aleyhine yapılan
şahitliklere gelince; bunlar, Allafi katında her ölü için geçerli değildir.
Sadece kötülükleri iyiliklerinden daha çok olan kimseler için geçerlidir."[625]
1. Ölünün
ardından iyiliklerini veya kötülüklerini zikretmek caizdir.
2. Salih
kulların lehinde şahitlik yaptığı ölüler cennetliktir. Ancak bu kişinin lehinde
yapılan şahitlikle cennetlik olabilmesi için şahitlik yapan kimselerin onun
sağlığındaki amellerinin zahirine göre şahitlik etmeleri gerekir. Günümüzde
halkın cenaze lehine şahitlik etmelerini sağlamak amacıyla cenaze namazı
kılındıktan sonra "Bu kişiyi nasıl tanırsınız?" diye sorulması ve
orada bulunan kimselerin de onun lehinde şahitlik etmeleri meselesine gelince,
eğer orada bulunan kişilerin bu şahitlikleri ölünün gerçek haline uygun
değilse bu şahitlik halkı yalancı şahitliğe sürükleyen bid'attan başka bir şey
değildir. Böyle bir şahitliği fasıklardan başkası yapmaz.
3. Salihlerin kendi bilgi ve kanaatlerine uygun
olarak bir ölünün aleyhinde şahitlik etmeleri o kimsenin cehennem azabına
müstehak olduğuna delildir.[626]
3234... Ebû
Hüreyre'den demiştir ki:
Rasûlullah (s.a)
(ziyaret için) annesinin mezarına geldi de ağladı ve etrafındakileri de
ağlattı. Sonra (şöyle) buyurdu:
"Onun için af
dilemek üzere yüce Rabbimden izin istedim de bana izin vermedi. Bunun üzerine
kabrini ziyaret etmem için izin istedim. (Bu sefer) bana izin verdi. Kabirleri
(siz de) ziyaret ediniz. Çünkü bu (ziyaret) ölümü hatırlatır."[627]
Hz. Peygamberin
annesi, Amine binti Vehb b. Abdi Menaf b. Zühre, Peygamber (s.a) altıyaşında
iken Mekke ile Medine arasındaki Ebva denilen yerde vefat etmiştir. Oğlu
Muhammed (s.a)'i dayıları olan Adiy b. en-Neccar oğullarını ziyaret için
Mekke'den Medine'ye getirmişti. Dönüşte sözü geçen yerde vefat etti.
Kadı lyaz'ın
açıkladığı gibi, Rasûl-ü Zişan Efendimiz annesinin kabrini ziyareti sırasında
onun azapta olduğunu gördüğünden dolayı ağlamış değildir. Sadece, annesinin
kendi peygamberlik günlerine yetişemediği ve peygamberliğini göremediği için
ağlamıştır.
Hz. Peygamber
Efendimiz, annesHçin istiğfarda bulunmak üzere Cenab-i Hak'tan izin istediği
halde kendisine bu iznin verilmemiş olması annesinin küfür üzere öldüğü
anlamına gelmez. Belki de Hz. Amine fetret devrinde, bir başka ifadeyle
insanları hakka çağıran bir peygamber sesinin duyulmadığı bir devirde, yaşamış
olması sebebiyle, işlemiş olduğu günahlardan dolayı sorumlu tutulamayacağı
için, onun hakkında istiğfara lüzum olmadığından buna izin vermemiştir.
Nitekim Cenabı Hak İslam'ın ilk yıllarında Hz. Peygamberi, borçlu olarak ölen
müslümanlann cenaze namazını kılmaktan ve onlar için istiğfar etmekten de men
etmişti. Fakat bu nehyin sebebi borçlu olarak ölen kişilerin küfür üzere
ölmeleri değildi. Gerçek şudur ki Hz. Peygamberin duası makbul olduğundan
borçlu olarak ölen bir kimse hakkında yapmış olduğu bir dua hemen anında kabul
edilip, hakkında dua ettiği kişinin de derhal bu duadan faydalanması
gerekirdi. Diğer taraftan borçlunun sevapları borcunu ödeyinceye kadar
kendisine fayda vermeyip belli bir yerde bekletilmesi de Anan'ın kanunudur.
Böyle bir izin kendi kanununa aykırı düşeceği için Cenabı Hak Rasûlünün borçlu
olarak ölen kimselerin cenaze namazını kılmasına ve onlar için istiğfarda
bulunmasına izin vermemiştir. Binaenaleyh "Hz. Amine kâfir olarak öldüğü
için Cenabı Hak Rasûlünün onun hakkında istiğfarda bulunmasına izin
vermemiştir" diyen kimselerin sözlerinin asılsızlığı son derece açıktır.
Fahr-i Kâinat
Efendimizin anne ve babasının cehennemlik olmayıp, cennetlik olduklarına dair pek
çok ilim adamı kıymetli eserler vücuda getirmişlerdir. Bunlar arasında uslub
itibariyle en güzeli Hafız Suyutî (r.a)'in Meslekü'I-Hunefa fi
valideyi'l-Mustafa sallallahü aleyhi ve sellem isimli eserdir.
Bu eserde Peygamber
Efendimizin anne ve babasının küfür üzere ölmediklerine ve cennetlik
olduklarına dair pek çok hadis-i şerif zikredilmiştir. Bunlardan bazıları şu
mealdedir:
1. "Ben
kendi sulbünden geldiğim şu sülaleye kadar Adem oğullarının en hayırlı
sülalesinden nesilden nesile intikal ederek gönderildim."[628] Her
ne kadar Hz. Peygamberin dedeleri arasında Hz. İbrahim'in babası Azer gibi bir
putperest varsa da onun putperestliği Hz. Peygamberdin nuru Hz. İbrahim'in
annesine intikal ettikten sonra başlamıştır.
2. "Allah,
İbrahim oğullarından İsmail'i seçti; İsmail oğullarından, Ki-nane oğullarını
seçti, Kinane oğullarından Kureyş'i seçti. Kureyş'ten Haşini oğullarını seçti.
Haşim oğullarından da beni seçti."[629]
3. Müslim'in
rivayet ettiği "... Benim babam da senin baban da cehennemdedir."[630]
mealindeki hadis-i şerife gelince, bu hadisi Hammad b. Seleme, Sabit'ten
rivayet etmiştir. Ancak bunu Ma'mer b. Raşid de Sabit'ten rivayet etmiştir.
Ma'mer'in rivayetinde "Benim babam da şenin baban da cehennemdedir."
cümlesi yoktur. Bu cümlenin yerinde "Eğer bir kâfirin mezarına uğrayacak
olursan onu cehennemle müjdele" ibaresi bulunmaktadır. Hadis âlimlerince
Hammad, zabt yönünden pek çok tenkid edilmiş olmasına rağmen, Ma'mer hiç bir
tenkide uğramamış ve rivayet ettiği hadisler Bu-hârî ve Müslim tarafından
tasvib edilmiştir. Binaenaleyh Hammad'ın rivayetinin Ma'mer'in rivayeti
karşısında hiçbir önemi yoktur. Nitekim bu hadisi Bezzar ile Taberanî ve
Beyhakî de Ma'mer'den rivayet etmişlerdir. Ayrıca İbn Mace de bu hadisi
Ma'mer'in lafızlarının aynı olan şu manâdaki lafızlarla rivayet etmiştir:
"Bir a'rabi Peygamber (s.a)'e gelerek:
Ya Rasûlullah, babam
gerçekten yakınlarıyla gerektiği gibi ilgilenirdi. Şöyle idi, böyle idi
(diyerek babasını övdü ve:) babam nerededir? diye sordu, Efendimiz:
"Ateştedir"
buyurdu. Abdullah (r.a) demiştir ki: Bana öyle geliyor ki; adam bu cevaptan
dolayı içlenerek:
Ya Rasûlullah, senin
baban nerdedir? diye sordu. Rasûlullah (s.a): "Sen nerede bir müşrikin
kabrine uğrarsan onu ateşle müjdele" buyurdu. Abdullah (r.a) demiştir ki:
Bu a'rabi, bilahare müslüman oldu ve dedi ki: Rasûlullah (s.a) bana cidden
yorucu bir görev yükledi. Ben yanından geçip de onu cehennemle müjdelemediğim
hiç bir kâfirin kabri yoktur."[631]
Bu da gösteriyor ki,
Hammad'ın rivâyetindeki "Benim babam da senin baban da cehennemdedir"
cümlesi hadisin aslında yoktur. Bu cümleyi Hammad b. Seleme, Sabit'ten o da
Enes b. Malik'ten rivayet etmiştir. Bu rivayeti de Müslim Sahih'ine almıştır.
Halbuki hadisi Ma'mer b. Reşid de Sabit'ten rivayet etmiştir ve Hammad b.
Seleme'ye muhalefet ederek bu cümleyi zikretmemiştir. Neticede kesinlikle şunu
öğrenmiş oluyoruz ki "Hammad rivayetinde, ravi kendi fehm ve idrakine
göre hadisi manâ cihetiyle naklederken hadiste tasarruf etmiştir,"[632]
Kıymetli ilim
adamlarımızdan merhum Kâmil Miras Efendi Tecrid-i Sarih isimli eserinde bu
mevzuyu incelerken Hz. Peygamberin anne ve babasının müşrik olmayıp ehli
necattan olduklarını isbat sadedinde şu delilleri zikrediyor:
1. "Biz
elçi göndermedikçe (hiçbir kavme) azab edecek değiliz."[633]
2. "Biz
bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman onun varlıklılarına emir ederiz, orada
fısk yaparlar. Böylece o ülkeye söz(ümüz) hak olur. Biz de orayı darmadağın
ederiz,"[634]
3. "Bu
böyledir. Çünkü Rabbin halkı habersiz iken ülkeleri zulüm ile helak edici
değildir.”[635]
4. "Kendi
elleriyle yaptıkları (günahlar) yüzünden başlarına bir felaket geldiği zaman
"Ey Rabbimiz, bize bir elçi göndersen de âyetlerine uyup müzminlerden
olsaydık" diyecek olmasalardı (seni göndermezdik. Bu bahanelerine fırsat
vermemek için seni gönderdik)."[636]
5.
"Şayet onları ondan önce bir azab ile helak etseydik Rabbimiz, bize bir
elçi gönderseydin de böyle alçak ve rezil olmadan önce senin âyetlerine
uysaydik, derlerdi."[637]
6.
"Rabbin, şehirlerin anası (olan Mekke) de onlara âyetlerinizi okuyan bir
elçi göndermedikçe ülkeleri helak edici değildir..."[638]
7.
"İşte bu (Kur'ân) da mübarek kitaptır. Onu biz indirdik. Ona uyun ve
(Allah'dan) korkun ki size rahmet edilsin. (Onu size indirdik ki) -Kitap yalnız
bizden önceki topluluğa (yahudilerle hristiyanlara) indirildi. Biz ise onların
okunmasından habersizdik demeyesiniz."[639]
8.
"Bizim helak ettiğimiz her memleket halkının mutlaka uyarıcıları vardı.
(Onlara) ihtar (ederler, gidişlerinin nereye varacağını hatırlatırlardı). Biz
zulmetmiş değiliz."[640]
9.
"Onlar orada Rabbimiz bizi çıkar, (önce) yaptığımızdan başkasını yapalım?
dîye feryad ederler. (Biz de onlara) (Biz sizi) öğüt alacak olanın, öğüt
alacağı kadar yaşatmadık mı? Size uyarıcı da geldi (fakat inanmadınız). Öyle
ise tadın (azabı). Zalimlerin yardımcısı yoktur, (cevabını veririz)."[641]
Bütün bu âyeti
kerimelerin fetret devrinde yaşayıp ölen bir kimsenin cehennemlik olmayacağına
Hz. Peygamberin anne ve babasının da fetret devrinde yaşayıp fetret devrinde
öldükleri için, cehennemlik olmamaları gerektiğine delalet ettiklerini
söyleyen merhum Kâmil Miras Efendi fetret devri hakkında da şu bilgileri
veriyor:
"Zaman-ı
fetret" nedir? Fukaha fetret deyince İsa aleyhisselam ile Rasül-ü Ekrem
arasındaki zamanı kasdederler. Bu altı yüz küsur sene zarfında gelip geçenlere
ehl-i fetret denilir. Ehl-i fetret üç kısımdır:
1. Cenabı
Hakkın birliğini zekası ile düşünüp bulan ve bilen kimselerdir.Bunlardan bir
kısmı hiç. bir şeriate dahil olmamıştır. Kus İbn Saide, Zeyd İbn Amr İbn Nüfeyl
gibi. Bir kısmı bir şeriate dahil olmuştur. Tübba ve kavmi gibi.
2. Tevhidi,
tebdil ve tağyir edip şirki kabul eden ve kendisi için bir şeriat uydurup
tahlil ve tahrimedenlerdir.Amr İbn Luhay gibi ki araplar arasında
putperestliğin vazııdir. Yukarıda izah olunduğu üzere bahire, şaibe, vasile,
hâm gibi putları teşri etmiştir. Arablardan cinlere, meleklere ibadet edenler
vardı. Kız çocuklarını yüz karası addedenler, diri diri toprağa gömenler bulunuyordu.
3. Ne müşrik
ne de müvahhid olup bir peygamberin şeriatine dahil olmayan ve kendisi için ne
bir şeriat ne bir din icad ve ihtiyar etmeyip bütün ömrünü gafletle geçiren ve
zihni böyle metafizik düşüncelerden tamamiyle hali bulunan kimselerdir.
Cahiliyyet devrinde böyle üçüncü bir sınıf halk da vardı.
Ehl-i Fetret'in bu üç
sınıf, halktan ikinci sınıfın ta'zib olunacakları küfürleri muktezası
muhakkaktır. Üçüncü sınıf, hakiki ehli fetrettir. Bunların da muazzeb
olmadıkları yukarıda asıllarını ve tercemelerini zikrettiğimiz nas-ların
şehadetleri ile sabit bir hakikattir.
Birinci kısımda zikrettiğim
Kus îbn Saide ile Zeyd, ümmeti vahide olarak ba's olunacaklardır. Tübba ve
emsali hakkında ilmin vereceği hüküm de bunlardan devri İslâmı idrak edip de
müslüman olanlardan başka idrak edememiş bulunanların ehli din ve sahibi iman
olduklarıdır.[642]
Şu hadis-i şerif de,
fetret devrinde yaşayan dört sınıf insanın ahirette imtihana tabi
tutulacaklarım, imtihanı kazananın cennete kazanamayanın da cehenneme
gideceğini ifade etmektedir:
"Dört sınıf insan
vardır ki bunlar kıyamet gününde kendilerinin cehenneme gitmeye müstehak
olmadıklarını iddia ederler.
1. Hiçbir
şey işitmeyen sağır,
2. Ahmak ve
aklı kıt olan kimse,
3. Bunak,
4. Fetret
devrinde ölenler. Sağır: Ya Rabbi gerçi ben devri İslâmı idrak ettim, fakat müslümanlık
nedir, ne gibi ahkâmı ihtiva eder? Benim için işitip öğrenmek mümkün
olmamıştır, der. Ahmak ve bön kimse de: Ya Rabbi, müslümanlık geldiğinde aklım
kıt idi. Çocuklar beni deve kığına tutarlardı, der. Bunak ihtiyar da: Ya Rabbi,
gerçi ben müslümanlık devrini idrak ettim. Fakat benim için onun ahkânlı
aliyesini idrak ve ihata etmek mümkün değil idi. Fetret zamanında vefat eden
kimse de: Ya Rabbi benim yaşadığım sırada müslümanlığı bana talim edecek bir
peygamber gelmemiştir ki onun ahkâmını öğrenip ona muti ve münkad olayım, der.
Sonra bu dört sınıf
insanlar imtihan için cehenneme şevk olunur ve bunlara; cehenneme giriniz!
denilir. Bunlardan itaap edip girenlere cehennem bir berdü selam olur.
Cehenneme girmeyenler de cehenneme çekilirler."[643]
Görülüyor ki, fetret
devrinde yaşayıp ölen kimseler yukarıda da açıkladığımız gibi akıllarıyla
Allah'ın varlığını ve birliğini, gücünü, kudretini idrak etmeyip şirk
içerisinde ölüp gitmişlerse, ahiretteki itirazları kendilerini
kurtaramayacaktır.
İçlerinde Fahreddin
Razi gibi büyük İslâm mütefekkirlerinin de bulunduğu bazı ilim adamları da Hz.
Peygamber'in anne ve babasının cennetlik olduklarını, kâfir ölmediklerini isbat
hususunda ikinci bir yol takib etmişlerdir.
Bunlara göre, ne Hz.
Muhammed'in ne de diğer peygamberlerin anne ve babaları içerisinde bir kâfir
vardır. Bu iddialarını çeşitli yönlerden isbat etmişlerdir. Delillerinden
birisi de, "O ki (gece namaza) kalktığın zaman seni görüyor secde edenler
arasında dolaşmanı da (görüyor)."[644]
âyet-i kerimesidir. Bazı müfessirler; bu âyet-i kerimeleri ta Hz. Adem ve
Havva'dan Abdullah ve Âmine (r.a)'ye gelinceye kadar Hz. Muhammed'in nuru dedelerinden
ninelerine intikal ede ede nihayet Abdullah'dan Âmine'ye gelmiş ve ondan da
asıl sahibi olan fahr-i âlem Muhammed Mustafa (s.a)'ya intikal etmiştir
şeklinde anlamışlardır.
Bu tefsire göre,
âyet-i kerimenin manası, "Habibim, Allah senin namaz kıldığını ve bundan
evvel de senin nurunun bir sacidden öbür sacide intikal ettiğini görür"
demektir. Bu tefsire göre Hz. Adem'den Abdullah'a gelinceye kadar babaları ve
dedeleri arasında Allah'a secde etmeyen, kimse yoktu. Her ne kadar H"z.
Peygamber'in dedelerinden Hz. İbrahim'in babası Azer'in putperest olduğu kesin
ise de, onun putperestliği alnındaki Hz. Mu-hammed'e ait olan nübüvvet nurunun
Hz. İbrahim'in annesine intikal ettikten sonraki zamana tesadüf ettiğinden bu
gerçeği değiştiremez ve Azer'in Hz. İbrahim'in babası olmayıp amcası olduğunu
isbat için bir te'vile de ihtiyaç bırakmaz.
Âlimlerden bazıları da
Hz. Peygamber'in anne ve babasının müşrik olmadığını isbat için üçüncü bir yol
takib etmiş ve Cenab-ı Hakk'ın Hz. Peygamber'in anne ve babasını vefatlarından
sonra diriltip, iman etmelerini nasib ettiğine dair bazı zayıf haberleri
rivayet etmişlerdir. Hz. Âmine'nin hayatta iken söylediği iddia edilen iman
dolu "şiirleri de bu iddialarına delil olarak göstermişlerse de bu
rivayetlerde zayıflık bulunduğundan nakletmeye lüzum görmüyoruz.
Bu mevzuda Hulvânî'nin
Mevâkıb isimli eserinde şöyle deniyor:
"Rasûlullah
(s.a)'in ebeveyninin (neûzü billah) küfürlerine hükmetmek, akıllı kimseden
olabilecek ağır bir zelledir. Böyle bir hükmün ağızdan kaçırılması küfre kadar
varır. Çünkü böyle bir söz sarfetmek Rasûl-i Ekrem'e eza vermektir.
Taberanî'nin rivayetine göre Ebû Cehl'in oğlu, İslâm bahadırlarından İkrime
(r.a) bir kere Nebi (s.a)'e gelip babasına sebbedildiğin-den bahisle şikâyet
ettiğinde, Rasûl (a.s): "Ölülere sebbii şetm ederek dirilere eza
vermeyiniz" buyurmuştu. Hiç şüphesiz ki Rasûlullah kabri şeriflerinde
diridir, ümmetinin amelleri kendilerine arzolunur. Nasıl ki İkrime (r.a),
babası Tfakkında cehennemlik denilmesinden sıkıntıya uğruyor ve bu yasaklanıyorsa,
Rasûl-i Ekrem Efendimizin yüksek hatırına riayet etmek daha evlâdır ve
vacibdir.
Bir keresinde de Ebû
Leheb'in kızı Dürre denilmekle maruf olan Sebia (r.a) Rasûl-i Ekrem'e gelmiş
ve: Ya Rasûlallah, halk bana, "Ey cehennem odununun kızı" diye
çağırıyorlar, şeklinde şikâyet etmişti. Bunun üzerine Rasul-i Ekrem büyük bir
kızgınlıkla kalkıp: "Bazı kimselerin benim nesebimle uğraşmaya ne hakkı
vardır?" buyurmuş ve: "Kim ki benim nesebimle uğraşırsa emin olunuz
ki o kimse bana eza verir. Kim ki bana eza eder, o kimse Allah TeâJâ'ya eza
verir." buyurmuştur.[645]
Bu mevzuya Fahreddin
Razi'nin şu sözleriyle son veriyoruz:
"Fahr-i Kâinat
Efendimiz'in ana ve babalarının müşrik olmadıklarının bir delili de Rasûl-i
Ekrem'in; "Ben devamlı surette, temiz babaların sulbünden, temiz anaların
rahmine nakl oluna geldim" buyurmuş olmasıdır.
Yüce Allah Kur'ân-i
Kerim'inde, "Ey inananlar, (Allah'a) ortak koşanlar pisliktir."[646]
buyurarak müşriklerin pis olduğunu bildirdiğine ve Rasûl-i Zişan Efendimiz'in
sulbünden ve rahminden geldiği kimselerin de temiz kişiler olduğuna göre,
anneleri ve babalan arasında hiçbir müşriğin bulunmadığını kabul etmek icab
eder."[647]
1. Kabir
ziyareti meşrudur. İsterse mezarlık fetret devrinde ölen kişilere ait olsun.
2.
Mezarlıkta ağlamak caizdir.
3. Hz.
Peygamber, anne ve babasına son derece şefkatli idi.[648]
3235... (İbn
Büreyde'nin) babasından, demiştir ki: Rasûlullah (s.a): "Ben sizi kabir
ziyaretinden men etmiştim, artık onları ziyaret ediniz. Çünkü kabirleri
ziyarette tezkire (öğüt, ölümü hatırlatma ve ibret) vardır" buyurmuştur.[649]
İslâm'ın ilk yılları,
müslümanların cahiliye âdetlerinden yeni kurtulmaya çalıştıkları bir dönem
olduğu için Rasûl-i Zi-şan Efendimiz müslümanları kabir ziyareti esnasındaki
İslâm dışı davranışlardan korumak amacıyla, İslâm'ın onların kalplerine ve içtimai
hayatlarına yerleşip onlara tam manasıyla hâkim olmasına kadar kabir
ziyaretini yasaklamıştı. İslâmî hükümler onların hayatına iyice hâkim olduktan
sonra, kabir ziyareti için gereken âdab ve erkâna riayet etmek şartıyla,
"İsteyen (kabirleri) ziyaret etsin (fakat ziyaret esnasında sakın) kötü
söz söylemeyiniz."[650]
buyurarak bu yasağı kaldırmıştır.
Her ne kadar Zahiriyye
imamlarından İbn Hazm, metinde geçen "... kabirleri ziyaret
ediniz..." emrinin farziyyet için olduğunu, binaenaleyh kabirleri ziyaret
etmenin farz olduğunu söylemişse de, cumhur bu emrin men-dupluk için olduğunu
ve dolayısıyla kabirleri ziyaret etmenin mendub olduğunu söylemiştir.
Bu hadis-i şerif İbn
Mâce'nin Sünen'inde: "Ben sizi kabirleri ziyaretten menetmiştim. Artık siz
onları ziyaret ediniz. Çünkü şüphesiz kabir ziyareti insanı (kendisini) dünyaya
kaptırmaktan kurtarır ve âhireti hatırlatır." mealindeki lafızlarla;
Hâkim'in Enes'ten naklettiği hadiste de: "Kabirleri ziyaret ediniz, çünkü
bu ziyaret kalpleri inceltir, gözleri yaşartır ve âhireti hatırlatır. (Fakat
ziyaretiniz esnasında) uygunsuz söz söylemeyiniz." anlamına gelen
lafızlarla rivayet edilmiştir.
Bütün bu hadis-i
şerifler, kabir ziyaretinin meşruluğuna ve bunun Hz. Peygamber tarafından
teşvik edilmiş olduğuna delâlet etmektedir. İslâm âlimleri erkeklerin
kabirleri ziyaret etmesinin sünnet olduğunda ittifak etmişlerse de kadınların
kabirleri ziyaret etmelerinin hükmü üzerinde ihtilâfa düşmüşlerdir. İnşaallah
bir sonraki hadis-i şerifin şerhinde bu mevzuyu ele alacağız.[651]
3236... îbn
Abbas'dan, demiştir ki:
"Rasülullah (s.a)
kabirleri ziyaret eden kadınlara, kabirleri mescid edinen ve oralarda kandil
yakanlara lanet etti."[652]
Bir kimseye lanet
etmek demek, o kimsenin Allah'ın rahmetinden kovulması için onun hakkında
beddua etmek demektir.
Rasûl-ü Zişan
Efendimiz, kabir ziyaretine giden bazı kadınların ziyaret esnasında cahiliyye
âdetlerinin tesiriyle feryad-ü figân ettiklerini, yakalarım yırtıp yüzlerini
dövdüklerini, hatta oralarda süslü elbiseler içerisinde arz-ı endam ederek
salına salına gezip, kocalarının haklarına riayet etmediklerini görmüş ve
onları bu çirkin hareketlerinden alıkoymak için, böyle yapmaya devam eden
kadınların Allah'ın rahmetinden kovulmaları için beddua etmiştir.
Hz. Peygamber'in bu
bedduasına hedef olanlar arasında, kabirlere saygı göstermek gayesiyle oralarda
mescidler yapan kimselerle, lüzumsuz yere kandiller yakıp israfa yol açan
kimseler de vardır. Bu hadis-i şerif; kadınların kabirleri ziyaret etmelerinin
haram olduğuna delâlet etmektedir.
Nitekim Şâfiîler,
Mâlikîler ve Hanefîlerden bazıları, bu hadis-i şerifi delil getirerek,
kadınların kabirleri ziyaret etmelerinin haram olduğunu söylemişlerdir.
Şâfiîlerin ekseriyyeti ile Hanefîlerin bazısı ise, yine bu hadis-i şerife
dayanarak kadınların mezarları ziyaret etmelerinin mekruh olduğunu söylemişlerdir.
Hanbelîlerin meşhur
olan görüşü de budur.
Hanbelîlere göre, daha
önce tercümesini sunduğumuz 3167 numaralı hadis-i şerif, mevzumuzu teşkil eden hadis-i
şerifteki yasağın hükmünü ha-ramlıktan çıkarıp kerahete çevirmiştir. Hanefî
âlimlerin ekserisinin görüşüne göre, kadınların kabirleri ziyaret etmeleri
caizdir. Mâlikîler ile Ahmed b. Hanbel (r.a)'den rivayet edilen görüşlerden
biri de budur. Hanefî âlimlerinden merhum İbn Âbidin meşhur haşiyesinde bu
mevzuda şu görüşlere yer veriyor:
"Bazıları
kadınlara kabir ziyaretinin haram olduğunu söylemişlerdir. Doğru olan, ruhsatın
onlar hakkında da sübut bulmuş olmasıdır.
Miiiıye şârihi,
kadınlara kabir ziyaretinin kesinlikle mekruh olduğuna kaildir.
Hayreddin Remlî diyor
ki: "Eğer bu ziyaret, kadınların âdetleri vecihle gam ve kederi, ağlamayı
tazelemek için olursa caiz değildir. "Allah kabirleri ziyaret eden
kadınlara lanet etsin." hadisi bu manaya yorumlanır. İbret almak,
ağlamadan rahmet dilemek, sâlihlerin kabirlerini ziyaretle teberrükte bulunmak
için ise ihtiyar kadınlar hakkında beis yok, gençler hakkında mekruhtur.”[653]
Kabir ziyaretinin
kadınlar için de caiz olduğunu söyleyen âlimlere göre; kadınların
ziyaretlerinin yasaklığı, kabirleri ziyaretin kadm-erkek herkese yasaklandığı
ve bu yasağın yürürlükte olup da ziyareti teşvik eden 3235 numaralı hadisin
henüz varid olmadığı dönemlere aittir. Ancak bu hadis varid olduktan sonra,
kadınlar da erkeklerle beraber, tağlîb yoluyla, "Fezûru = ziyaret
ediniz" emrinin şümulüne girmişler ve bu mevzuda erkeklerin tabi olduğu
hükme girmişlerdir. Çünkü kadınlar erkeklerin bir parçası olduğundan onlardan
ayrı olarak düşünülemezler.
Gerçekten İbn
Abdilberr'in Temlıîd isimli eserinde Abdullah b. Ebî Müleyke tarikiyle Hz.
Âişe'deri rivayet ettiği şu hadis-i şerif de bu görüşü teyid etmektedir:
"Hz. Âişe mezarlıktan dönüyordu. Kendisine:
Ey mü'minlerin annesi,
nereden geliyorsun? diye sordum.
Kardeşim
Abdurrahman'ın kabrinden, cevabını verdi.
Rasûlullah (s.a)
kabirleri ziyareti yasaklamamış mıydı? dedim.
Evet yasaklamıştı.
Fakat sonradan kabir ziyaretini emretti, cevabını verdi."
Kadınların mezarları ziyaret
etmelerinin caiz olduğunu söyleyen âlimlerin diğer delilleri de, Müslim'in
rivayet ettiği, "(Ey Âişe, mezarlığı ziyaret ettiğin zaman orada
yatanlara:) "Selâm, mii'min ve mü si umanlardan bu diyarda yatanlara
(olsun) de!”[654] mealindeki hadis-i şerifle,
daha önce mealini sunduğumuz 3124 numaralı hadis-i şeriftir. Çünkü bu hadis-i
şeriflerde Hz. Peygamber'in kadınları kabir ziyaretinden menetmediği ifade
ediliyor.
Bu mevzuda Menhel
yazarı şunları söylüyor: "Kadınların kabirleri ziyaret etmelerini yasaklayan
delillerle, buna cevaz veren delillerin arasını şu şekilde te'lif etmek
mümkündür. Bu izin, İslâmî esas ve ölçülere göre kapanıp ibret almak üzere
kabir ziyaretine giden hanımlar içindir. Yasaklar ise, İslâmî tesettüre riayet
etmeyen, ziyaret esnasında bağırıp çağırmak, elbisesini yırtmak, yüzlerini
darbelemek gibi hareketlerle, İslâmî kuralları çiğneyen kadınlar içindir."[655]
3237... Ebû
Hureyre'den (rivayet olunduğuna göre), Rasûlullah (s.a) (bir gün) mezarlığa
gitmiş (oraya varınca):
"Selâm size ey
mü'minler diyarı, iiışaallalı biz de size katılacağız" demiş.[656]
Bu hadis-i şeriften,
ölülere selâmın aynen dirilere verildiği gibi, "Es-selâmü aleyküm"
şeklinde verileceği anlaşılmaktadır. Aslında her hayırlı dua bu şekilde
yapılır. Yani önce dua kelimesi zikredilir, sonra kendisine dua edilen kimsenin
ismi veya o ismin yerini tutan kelime zikredilir. Nitekim şu âyet-i kerimelerde
de böyle olmuştur:
1. "Allah'ın
rahmeti ve bereketleri sizin üzerinize olsun, ey ev halkı."[657]
2.
"İlyas'a selâm olsun."[658]
Selâm da hayırlı bir
dua olduğundan bu şekilde verilmesi icab eder. Fakat beddualar bunun aksinedir.
Önce üzerine beddua yapılan şahsın ismi veya bu ismin yerini tutan kelime
zikredilir, sonra beddua için kullanılan kelime zikredilir: "Ta ceza
gününe kadar lanetim üzerindedir."[659]
âyet-i kerimesinde olduğu gibi. Bu hususta selâm verilen kimsenin ölü olmasıyla
diri olması arasında bir fark yoktur. İleride edeb bölümünde gelecek olan
"Aleykesselâm diye selâm verme, çünkü bu ölülerin selâmıdır"
mealindeki 4084 numaralı hadis bu gerçeğe aykırı değildir. Çünkü bu hadiste
ifade edilmek istenen şudur: "Aleykesselâm" kelimesi ölülerin kendi
aralarındaki selâmlarıdır. Esselâmü aleyküm kelimesi ise böyle değildir.
Diriler; ölülere de dirilere de selâm verirken bu kelimeyi kullanırlar.
Metinde geçen
cümlesinin aslı, dîr. Fakat "ehl" kelimesi hazf edilmiştir. 'Dâr'
kelimesi ev, yurt, ülke gibi manâlara gelir, Arap dilinde meskun evlere dâr
denildiği gibi, harebelere de dar denilir. Hattâbî'nin de ifade ettiği gibi
hadis-i şerif, mezarlığa da "dâr" denilebileceğini ifade etmektedir.
Menhel yazarına göre,
diriler evlerde toplandığı gibi, ölüler de mezarlarda toplandığından, burada
evlere benzetilerek mezara "dar = ev" denilmiştir.
"Her canlı ölümü
tadacaktır."[660]
ilâhî hükmünce, her canlının ölüp kendinden önce Ölenlere katılacağı halde
hadis-i şerifte, "İnşaallah biz de size katılacağız." gibi, Allah'ın
Ölümü dilememesi ihtimali de varmış da, dilememesi halinde ölüm olmayacakmış
gibi bir ifade kullanılması; ölümün vuku bulmasının şüpheli olduğunu anlatmak
değil, sadece Allah ismini anarak bir berekete nail olmak içindir. "Allah
dilerse güven içinde (kiminiz) başlarınızı tıraş ederek ve (kiminiz saçlarınızı)
kısaltarak korkmadan Mescid-i Haranı'a gireceksiniz.,”[661]
âyet-ı kerimesinde olduğu gibi.
"İnşaallah"
kelimesi burada cümleyi "Allah" lafzıyla süslemek için kullanılmış
da olabilir. Çünkü Cenab-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'inde: "Hiçbir şey için bunu yarın
yapacağım deme. Ancak Allah dilerse (yapacağım) de..."[662]
buyurarak her yapacağı iş için "inşaallah" tabirini kullanmasını
emretmiştir.
Ayrıca bu kelime,
imanla ölmek kesin olmadığına işaret için kullanılmış da olabilir.
Hattâbî'ye göre;
Rasül-ü Ekrem'in mezarlığı ziyareti sırasında yanında bazı münafıklar da
bulunuyordu. Onların iman edip mü'min olarak ölmeleri ve müslüman kabristanına
gömülmeleri son derece şüpheli idi. Rasûlü Zişan Efendimiz
"inşaallah" kelimesiyle onların bu şüpheli durumuna işaret etmek
istemiş de olabilir.
Bu hadis-i şerif,
mezarlığı ziyaret eden bir kimsenin ziyaret esnasında, "esselâmii aleyküm
dara kavmin mli'minîn ve inşaallahü biküm lâhikûıı" demesinin meşru
olduğunu ifade eder.
Kabir ziyareti
esnasında bu cümleyi okumanın meşruluğuna delâlet eden daha pek çok hadis-i
şerif vardır. Bunlardan bazılarının meali şöyledir:
1.
"Rasûlullah (s.a) kabristana çıktığımız vakit ne söyleyeceğimizi bize
öğretirdi. İçimizden birimiz: Selâm size ey bu diyarın mii'min ve müslim olan
halkı! Bizler de inşaallah size katılacağız, derdi."[663]
2. "Ey
bu kabirlerin sakinleri, Allah'ın selâmı üzerinize olsun. Allah bizi de sizi de
afv etsin. Siz, bizim selefimizsiniz; biz de yoldayız."[664]
3.
"Selâm size ey mü'minler diyarı. Size yarın verileceği va'd olunan şey
verilmiştir. Sizler bekletilmezsiniz. İnşaallah biz de size katılacağız. Allah'ım,
Baki Ğarkat'da yatanlara mağfiret buyur."[665]
4. "Hz.
Âişe (bize): Size Peygamber (s.a)'den ve kendimden bir şeyler söyleyeyim mi?
dedi. Biz de, hay hay dedik. Bunun üzerine bize şunları söyledi;
Yanımda bulunduğu bir
gece, Rasûlullah (s.a) (elbisesini) değişti, cüb-besini yere koydu. Kaftanının
bir tarafını döşeğinin üzerine yayarak uzandı. Çok geçmeden benim uyuduğumu
zannederek yavaşça cübbesini aldı, ayakkabılarını giydi ve kapıyı açarak
çıktı. Sonra yavaşça kapıyı kapadı. Ben, hemen entarimi başıma geçirdim, baş
bezimi sarındım, çarşafıma burundum sonra onun peşinden yola düştüm. Baki'a
varınca durdu, hem de epeyi durdu.
Sonra üç defa ellerini
kaldırdı, sonra geri döndü. Ben de döndüm. O süratle yürüdü ben de süratle
yürüdüm, o eşkin gitti, ben de eşkin gittim, o koştu ben de koştum. Neticede
onu geçerek eve girdim. Ben yatar yatmaz o da girdi ve:
“Sana ne oluyor ya
Âişe? Heyecanlanmışsın..." buyurdu. Ben:
Bir şey yok, dedim.
Rasûlullah (s.a):
"Ya söylersin,
yahut latîfül-habîr olan Allah bana mutlaka haber verir" dedi. Ben:
Ya Rasûlallah, anam
babam sana feda olsun, dedim ve olanları kendisine haber verdim,
"Ya! Önümde
gördüğüm karaltı sen miydin?" dedi.
Evet, cevabını verdim.
Bunun üzerine beni göğsümden öyle bir itti ki, canımı yaktı. Sonra şunları
söyledi:
"Allah ve Rasûlü
sana zulüm mü edecekler sandın? İnsanlar neyi gizlerse gizlesin, Allah onu
bilir. (Rasûlullah sözüne devamla):
Senin gördüğün zaman
bana Cibril geldi de nida etti. Ama nidasını senden gizledi. Ben kendisine
cevap verdim. Fakat ben de cevabımı senden gizledim. Sen soyunmuş bir vaziyette
iken yanma girecek değildi ya. Ben senin uyuduğunu zannettim de, uyandırmak
istemedim. Korkacağından şüphe ettim. Cibril şunları söyledi:
Rabbin, Baki'de
yatanların yanına giderek onlar için istiğfarda bulunmanı sana emrediyor. Ben:
Onlara ne diyeyim ya
Rasûluliah? dedim. Peygamber (s.a):
"Selâm, mii'min
ve müsliimanlardan bu diyarda yatanlara. Allah bizim geçmişlerimize de
geleceklerimize de rahmet eylesin. Bizler de inşaallah sizlere katılacağız, de
buyurdular,"[666]
5. Âişe
(r.a)'dan, şöyle demiştir:
Ben bir defa onu yani
Peygamber (s.a)'i evde bulamadım da (aradım). Baktım ki Baki mezarhğındadır.
Şöyle buyurdu:
"Selâm sizlere ey
mü'min bir kavmin kabristan (halk)i, siz bizim için öncülersiniz ve biz
muhakkak size iltihak edeceğiz. Allah'ım, bizi onların sevabından mahrum etme
ve bizi onlardan sonra hak yoldan saptırma."[667]
Meşru bir kabir ziyaretini
İmam Nevevî şöyle tarif ediyor: ' 'Kabir ziyaretçisi; alçak gönüllü, Allah'ın
azametini düşünücü, kendisinden önce ölenlerden ibret alıcı olarak ve Allah
rızası için .nezarhğa gitmelidir. Kabrin yanına vardığı zaman sırtını kıbleye
verip yüzünü kabre döndürerek selâm verir ve dua eder. Hadislerde varid olan
selâm ve dua şeklini tercih etmelidir. Peygamber (s.a) Baki'a gittiği zaman
yaptığı gibi, bir özrü varsa oturmakta beis yoktur. Kabrin çevresinde tavaf
etmek, kabir sahibinden dilekte bulunmak sakıncalıdır."
Kabrin başında Kur'ân
okumaya gelince:
1. Ebû
Hanîfe, bu konuda sahih bir hadis bulunmadığı gerekçesiyle mekruh görmüşse de
Hanefî mezhebinin tercih edilen kavline göre Kur'ân okumak müstehabtır. Çünkü
bu konuda eserler vardır. Ziyaretçi bilhassa Yasin sûresini okumalıdır.
Hanefîlerin Dürrü'l-Muhtar adlı fıkıh kitabında; kabir ziyaretinde Yasin sûresi
okunur, denilmiştir. İbn Âbidin de bu sözle ilgili olarak: Çünkü,
"Kabristana girip Yasin sûresini okuyan olursa, Allah o gün için azabtaki ölülerin
azabını hafifletir ve okuyucu için ölü sayısınca hasenat olur."
mealindeki hadis varid olmuştur, der.
el-Lübâb şerhinde:
Ziyaretçi; Fatiha, Bakara'nın ilk sahifesini, Âyetü'I-Kürsî'yi, Âmene'r-Resûlu,
Yasin, Mülk, Tekâsür sûrelerini ve oniki, onbir, yedi veya üç defa İhlâs
sûresini okur; sonra, Allah'ım şu okuduğumun sevabını falana veya şunlara
ulaştır diye dua eder, denilmiştir.
2. Şâfiîlere
göre; ziyaretçinin Kur'ân okuması müstehabtır. Nevevî, el-Mecmu'da:
Ziyaretçinin kabristana selâm vermesi ziyaret ettiği Ölüye ve bütün
kabristandakilere dua etmesi, Kur'ân okuması ve sonra ölülere dua etmesi
müstehabtır. Şafiî'nin bu hususta nassı vardır. Arkadaşları da müttefi-kan
te'yid etmişlerdir, demektedir.
3.
Hanbelîlere göre, Kur'ân okunmalıdır. el-Mtığnî'de şöyle denilir: İmam
Ahmed'den rivayet edildiğine göre: "Kabristana girdiğin zaman üç defa
Âyetü'l-Kürsî ve İhlâs sûresini oku. Sonra de ki: Allah'ım, bunun sevabı şu
kabristan ehlinedir." demiştir.
Ölülere; dua,
istiğfar, sadaka ve hac gibi hayratın sevabının bağışlanmasında bir ihtilâf
bilemiyoruz. Ahmed; ölüye hayrın her çeşidi ulaşır. Çünkü bu hususta varid olan
nasslar vardır, demiştir.
4.
Mâlikîlere göre, kabir üzerine Kur'ân okumak mekruhtur. Çünkü selefin böyle
bir tatbikatı yoktur. Selefin yaptığı şey, sadaka ve duadır. Mâli-kîlerin
bazılarına göre, Kur'ân okuyup sevabını ölüye bağışlamakta beis yoktur.
İnşaallah ölüye sevab hasıl olur.[668]
3238... İbn
Abbas'dan; dedi ki: Peygamber (s.a)'e, hayvanının yere çarpmasıyla ihramlı iken
boynu kırılıp ölen bir adam getirdiler. Bunun üzerine (Rasûlullah) şöyle
buyurdu:
“Onu (omuzunda ve
eteğinde bulunan) iki elbisesi içerisinde kefenleyiniz, su ve sidrle yıkayınız.
(Sakın) başını örtmeyiniz. Çünkü Allah, kıyamet gününde onıHebbeyk duası
okuduğu halde diriltecektir."
Ebû Dâvûd dedi ki: Ben
Ahmed b. HanbeVi (şöyle) derken işittim: "Bu hadiste beş sünnet vardır:
(Birincisi): "Onu iki elbisesi içerisinde kefenleyiniz. " Yani
ölünün iki elbisesi içerisinde iken kefenlenmesi. (İkincisi): "Onu su ve
sidrle yıkayınız-" Yani (suyla) her yıkayışta mutlaka sidrle
(deyıkanması). (Üçüncüsü): "Başını örtmeyiniz". (Dördüncüsü):
"Ona koku yaklaştırmayınız. " (Beşincisi de): Kefenin (ölünün geride
bıraktığı) malların tümünden (yapılacak harcamayla temin edilir) olmasıdır.
"[669]
İhramlı iken vefat
eden bir kimse, beline sardığı izar denilen eteklikle omuzuna aldığı rida
denilen peştemali içerisinde kabre konur. Kefen için bu iki elbise yeterlidir,
başka bir kefene ihtiyaç yoktur. Çünkü esasen ihram hali ölmekle sona
ermediğinden, ihramlı olarak ölen bir kimsenin ihramlıhğı devam eder.
Dolayısıyla üzerine izar ve ridanın dışında kefen ismiyle de olsa başka bir
elbise giyemez, başı örtülemez. Çünkü şehidler kıyamet gününde, şehİd edildiği
andaki halleriyle Allah'ın huzuruna gelecekleri gibi ihramlı iken vefat eden
bir kimse de Allah'ın huzuruna ihramlı olarak ve telbiye okuyarak gelecektir.
Hadisin zahirinden
anlaşılan manâ budur.
İmam Şafiî ile İmam
Ahmed ve İshak (r.a), bu hadis-i şerifin zahirine dayanarak, ihramlı iken ölen
bir kimsenin sadece izar ve rida ile kefenlene-ceğini, başka bir kefene lüzum
olmadığını söylemişlerdir. Hz. Osman, Hz. Ali, İbn Abbas, Atâ, Sevrî ve İshak
da bu görüştedirler.
İmam Ebû Hanîfe ile
İmam Mâlik, Tâvûs ve Evzaî'ye göre ise, ihramlı kimse ölünce ihramhlık hali
sona erdiğinden aynen diğer cenazeler gibi kefenlenir, başı örtülür, üzerine
güzel kokular sürülebilir. Hz. Âişe ile İbn Ömer'in de bu görüşte oldukları
rivayet edilmiştir. Hatta İbn Ömer (r.a), oğlu Vakıd, ihramh iken ölünce onu
diğer cenazeler gibi kefenlemiş, başım ve yüzünü de kefenle örtmüş ve: "Ey
Vakıd, eğer biz ihramh olmasaydık seni hannût denilen güzel kokuyla kokulardık."
demiştir.[670]
Abdürrezzak'm Musannef
inde hasen bir senedle rivayet edildiğine göre; "ihramh iken ölen bir
kimsenin başı örtülür mü?" diye Atâ'ya sorulmuş, Ata, "İbn Ömer
örttü, başkaları ise örtmedi" diye cevap vermiştir.
Âlimlerden Tâvûs ile
Hasan Basrî de ihramh iken vefat eden bir kimsenin kefenlenirken başının
örtüleceği görüşündedirler. Zahirî âlimlerinden İbn Hazm, Hz. Âişe'den rivayet
edilen: "Kişi öldüğü zaman ihramdan çıkmış olur." mealindeki sahih
bir hadisin mevcut olduğunu; binaenaleyh, ihramın da namaz ve oruç gibi bir
ibadet olduğu cihetle ölümle sona ermesi gerektiğini ve dolayısıyla ihramh
iken ölen bir kimsenin başının kapatılacağını ve cesedinin güzel kokularla
kokulanacağını, söylemiştir.
Bu görüşte olan
âlimlere göre; ihramhyken ölen bir kimsenin ihramıyla birlikte, başı
kapatılmadan kabre konacağını ifade eden hadisin hükmü sadece adı geçen şahsa
aittir. Başkaları için geçerli değildir. Zira hadisteki: "Çünkü Allah
kıyamet gününde onu lebbeyk duası okur olduğu halde diriltecektir."
cümlesi bunu ifade etmektedir. Bu zatın haccı kabul edildiği için Hz. Peygamber
onun hakkında özel bir muamele yapmıştır. Daha sonra ihrama giren kişilerin
haclarının Allah katında kabul edilip edilmediğini biz bilemeyeceğimiz için bu
muameleyi onlar için yapamayız.
Diğer taraftan;
"İnsan ölünce sadakay-ı cariye, kendisinden faydalanılan ilim ve kendisi
için dua eden hayırlı bir evlattan başka, bütün amelleri kesilir."[671]
mealindeki hadis-i şerifin hükmü gereğince, ihramh iken ölen kimsenin ihramhhk
halinin ölümle sona ermesi ve bu hususta diğer insanlardan bir farkı kalmaması
icabeder. Ayrıca, eğer ihramh iken ölen bir kimsenin ihramhhk hali ölümüyle
sona ermeseydi, Hz. Peygamber sözü geçen kimsenin cenazesinin sidrle
yıkanmasını emretmezdi. Çünkü ihramh bir kimsenin sidrle yıkanması caiz
değildir.
Menhel yazan ise;
mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifin hükmünün genel olduğunu söylemiş ve bu
görüşünü isbat için şu delilleri ileri sürmüştür:
Hadis-i şeriflerde
asıl olan, hükümlerinin özel olmayıp genel oluşudur. Binaenaleyh ihramlıyken
ölen her insan kıyamet gününde telbiye okuyarak haşredilecektir.
Nitekim, "İhramh
iken öleni ihram olarak giydiği iki parça ihram içinde su ve sidrle yıkayınız.
Onu (ihram olarak giydiği) iki'parça elbisesi ile kefenleyiniz. Ona koku
sürmeyiniz. Başını da örtmeyiniz. Çünkü o kıyamet gününde ihramlı olarak haşr
edilecektir."[672]
mealindeki hadis-i şerif de bunu ifade etmektedir. Hadisin bir şahıs hakkında
varid olması hükmünün umumiliğine mani değildir.
Aksini iddia edenlerin
iddialarını isbat için, "İnsan ölünce üç şey hariç bütün amelleri
kesilir..." hadis-i şerifini delil göstermeleri de isabetli bir tutum
değildir. Çünkü cenazeyi kefenlemek ölünün amellerinden değil, dirilerin
amelîerindendir.
Hele bunların,
"Eğer ölen kimsenin ihramlı hali ölümüyle sona ermeseydi haccının da
tamamlanması gerekirdi" demeleri son derece yersizdir. Çünkü bu hadis
genel kaidelere aykırı olarak gelmiştir. Bu gibi durumlarda asıl olan hadisin
hükmüne itibar etmek ve ona sarılmaktır.[673]
1. îhramlı
bir kimsenin su ve sidrle yıkanması caizdır. imam Şam ile Ata, Ibnu'l-Munzır,
Mucahıd ve Tâvûs bu görüştedirler.İmam Ebû Hanîfe ile İmam Mâlik ve diğer bazı
fıkıh âlimleri bunun mekruh olduğunu söylemişlerdir.
2. Kefen
masrafı ölünün geriye bıraktığı malların tümünden karşılanır. Bir başka
ifadeyle, kefen masrafları karşılanmadan ölünün mirası üzerinde hiçbir
tasarrufa gidilemez. Hatta borçları dahi ödenemez.
3. İhramlı
iken ölenin kefeni, üzerinde bulunan iki parça peştemalden ibarettir.
4. Kefen
sayısının tek olması şart değildir. Sadece efdaldir.
5. İhramlı
iken ölen kimsenin ihramlı hali hükmen bakidir.
6. îhramlı
iken ölen bir kimse için dikişli kumaşlardan kefen biçilemez ve erkek ise başı
örtülemez.
7. îhramlı iken
ölmenin fazileti çok büyüktür.[674]
3239... (Şu
bir önceki hadisin) bir benzen, (bir de Hammâd b. Zeyd, Amr b. Dînâr ile Eyyûb
es-Sahtiyanî, Saîd b. Cübeyr, vasıtasıyla yine) İbn Abbas'dan (rivayet
olunmuştur. Bu hadisi Hammâd şöyle) rivayet etti: "Onu (yani ihramhyken
ölen kimseyi) iki (parça) elbise ile kefenleyiniz."
Ebû Dâvûd dedi ki:
Eyyûb (es-Sahtiyanî ise bu hadisi, onu ihram olarak giydiği) "İki
(parçadan oluşan) elbisesiyle kefenleyiniz" şeklinde; Amr (b. Dînâr ise),
"İki (parçadan oluşan) elbise ile (kefenleyiniz)" şeklinde rivayet
etti. İbn Ubeyd (ise bu hadisi), Eyyûb 'un da "İki (parça) elbise ile
(kefenleyiniz)" diye rivayet etti (ğini); Amr' (in ise, onu ihram olarak
giydiği) "İki (parça) elbisesiyle (kefenleyiniz)" diye rivayet ettiğini
söyledi. Sadece Süleyman (b. Harb bu hadise şu cümleyi) eklemiştir: "Onu
hannût denilen kokuyla kokulamayınız."[675]
Musannif Ebû Davud'a
bir önceki hadisi, Süleyman b. Harb ile Muhammed b. Ubeyd rivayet etmişlerdir.
Ancak bunların rivayetleri lafız yönünden bir önceki hadisin aynısı değildir.
Sadece manâ yönünden bir önceki hadise benzemektedir.
Sözü geçen iki ravinin
ikisi de bir defa aynen bir önceki hadisin ravileri-nin yaptıkları gibi bu
hadisi Hammâd, Amr b. Dînâr, Saîd b. Cübeyr kanalıyla İbn Abbas'tan; bir defa
da Hammâd, Eyyûb es-Sahtiyanî, Saîd b. Cübeyr kanalıyla yine İbn Abbas
(r.a)'dan rivayet etmişlerdir.
Ancak şurası var ki,
Süleyman b. Harb'in Eyyub'tan gelen rivayeti: "İhramlı iken öleni ihram
olarak giydiği iki kat elbisesiyle kefenleyiniz." manâsını ifade ederken;
Amr b. Dinar'dan gelen rivayeti, "îhramlıyı iki kat olmak şartıyla
herhangi bir elbiseyle kefenleyiniz" manâsını ifade etmektedir. Çünkü
Eyyub'dan gelen rivayetteki "sevbeyn" kelimesi ihramlıya muzaf olarak
"sevbeyhi- onun iki kat elbisesi" şeklinde zikredilirken, Amr b.
Dî-nâr'dan gelen rivayette bu kelime izafetsiz ve nekre olarak "sevbeyn =
'iki kat elbise" şeklinde zikredilmiştir.
Bu hadisi Ebû Davud'a
rivayet eden ikinci ravi Muhammed b. Ubeyd'in rivayetine gelince; bunun
naklettiği hadiste Süleyman b. Harb'in rivayetinin tersine olarak Eyyûb
kanalıyla gelen rivayette "sevbeyn" kelimesi izafetsiz ve nekre
olarak zikredilirken Amr b. Dînâr kanalıyla gelen rivayette ise bu kelime
ihramlıya muzaf olarak "sevbeyhi" şeklinde zikredilmiştir.
Bu hadisin sadece
Süleyman b. Harb.'den gelen rivayetinde, "Sakın ölünrn kefenini
"hannût" denilen güzel kokuyla kokularnayımz" anlamında bir
cümle bulunmaktadır. Fakat bu cümle bu hadisin başka yollardan gelen
rivayetlerinde yoktur.
Bir önceki hadisin
şerhinde de açıkladığımız gibi, Hanefî âlimlerine göre ihramh iken ölenin
hükmü ile ihramsız iken ölenin hükmü arasında bir fark yoktur. Bu mevzuda İbn
Âbidin (r.a) şöyle diyor: "İhramh ihramsız gibidir. Yani başı örtülür,
kefenleri kokulanır. Şâfü (r.a) buna muhaliftir."[676]
3240... (Bir
önceki, ihramh iken öleni) iki kat elbise içerisinde (kefenleyiniz mealindeki)
Süleyman (b. Harb hadisinin) manasını (Musannif Ebû Davud'a) bir de Müsedded
rivayet etmiştir. (Müsedded'e bu hadisi) Hammâd; Eyyûb (es-Sahtiyanî)'den,
(Eyyûb) Saîd b. Cü-beyr'den, (Saîd b. Cübeyr de) İbn Abbas'tan (rivayet
etmiştir).
Müsedded'in Hammâd'dan
naklettiği bu hadiste "sevbeyn = iki kat elbise" kelimesi, bir önceki
hadiste geçen Muhammed b, Ubeyd'in, Eyyub es-Sahtiyanî'den yaptığı rivayete
uygun olarak nekre olarak zikredilmiştir. Bilindiği gibi, "sevbeyn"
kelimesinin bu şekilde nekre olarak zikredilmesiyle ihramlıya muzaf olarak
"sevbeyhi" şeklinde zikredilmesi arasında önemli fark vardır. Bu
kelimeyi nekre olarak zikreden rivayete itibar edildiği takdirde, ihramh
olarak ölen kimsenin herhangi bir iki kat elbise ile kefenlenebileceği hükmü
ortaya çıkar. Fakat bu kelimenin ihramhya muzaf olarak zikredildiği rivayete
itibar edildiği takdirde; ihramh iken ölen bir kimsenin sadece ihram olarak
giydiği iki kat peştemal ile kefenlenebileceği, bunun yerini hiçbir elbisenin
veya kumaşın tutamayacağı hükmü ortaya çıkar. Biz fıkıh âlimlerinin, ihramh
iken ölen bir kimsenin nasıl kefenleneceği konusundaki görüşlerini 3238
numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[677]
3241... îbn
Abbas'dan; dedi ki: İhramlı bir adamı devesi yere atıp boynunu kırarak
öldürmüştü. Onu Rasûluliah (s.a)'a getirdiler. Bunun üzerine (Rasûlullah şöyle)
buyurdu;
"Onu yıkayınız ve
başım örtmeden ve kentlisini güzel koku ile kokulmadan kefenleyiniz. Çünkü o
(kıyamet gününde)telbiye getirirken diriltilecektir."[678]
Bu hadisle ilgili açıklama
3238 numaralı hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.[679]
[1] Buharı, iman 26, 40.
[2] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/433-434.
[3] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/434.
[4] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/434.
[5] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/434-435.
[6] Debbağoğlu Ahmed, Ansiklopedik Büyük tslâm İlmihali,
97-100.
[7] Manası şöyledir: "Allahım onu bize işlenmiş ve
saklanmış bir sevap kıl, şefaatçi yap, şefaati kabul olanlardan eyle."
[8] Bak. Yeniçeri Celal, el-lhtiyar, 50-51.
[9] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/435-436.
[10] Ebû Dâvud, cenaiz, 41.
[11] Tirmİzi, cenaiz, 34.
[12] Debbağoğlu Ahmed, Ansiklopedik Büyük İslâm İlmihali,
101.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/436-437.
[13] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/437-439.
[14] Buhârî, merza 1; tevhid 31; Müslim, münafikin 59, 60;
Darimî, rikak 36; Ahmed b. Hanbel, 11,523; III, 454, V,I42; VI,386.
[15] Taberâni.
[16] Buhârî, merza 3; Müslim, birr 36-38; Tirmizi, cenaiz
1; Muvatta, ayn 6; Ahmed b. Hanbel 1,441; 111,23; IV-23; VI,39, 42, 43, 160,
173, 175, 203, 215, 255, 257, 278, 279.
[17] Tirmizi, zühd 57; İbn Mace, fiten 23; Darimî, rikak
67; Ahmed b. Hanbel 1,172, 174, 180, 185.
[18] Ahmed b. Hanbel V.272.
[19] Şûra (42) 30.
[20] Çantay H.B.Kur'ân-ı Hakim ve Meal-i Kerim , 11,840,
872.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/439-441.
[21] Ahmed b. Hanbel V-272.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/441-442.
[22] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/442.
[23] Concordance'de bu baba numara verilmemiştir.
[24] Buhârî, cihâd 134; Nesâî, kıyamü'1-leyl 2; Ahmed b.
Hanbel, VI-54.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/442-443.
[25] Nesâi, kıyamü'1-leyl 2.
[26] Ahmed b. Hanbel, 111-148, 238.
[27] Menhel, VI1I-219.
[28] Ahmed b. Hanbel 11-159.
[29] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/443-444.
[30] Concordance'da bu baba numara verilmemiştir.
[31] İbn Mace, tıb 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/444.
[32] Ahmed b. Hanbel, IV,123.
[33] Tirmizî, tıb 18.
[34] Tirmizî, tıb 35; İbn Mace, tıb 18, Ahmed b. Hanbel,
11,440.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/444-445.
[35] İnşikak, (84), 8.
[36] Buharı, ilim 35, rikak 49, 51; Müslim, cenne 79;
Tirmizî, tefsîr, 742; Ahmed b. Han-bel
VI, 49, 91, 108, 167.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/445-446.
[37] Nisa (4) 123.
[38] Nisa, (4) 123.
[39] Müslim, Dirr 52; Tirmizî, tefsîr 4, 24; Ahmed b.
Hanbel 11,248; VI,167.
[40] Nisa.{4), 123.
[41] Tirmizî tefsîr (4) 25.
[42] Müslim, sıfatu'l-münâfikun, 57.
[43] Müslim, sıfatu'l-münâfikun, 56.
[44] Nisa (4) 123.
[45] Nisa (4) 123.
[46] Âlusi, Ruhu'l-Meani, Vl-152, 153.
[47] el-Meraği A. Mustafa, Tefsiru’l-Meragi, V.166,
[48] Âlusi Ruhu'l-Meani, XXIV,4.
[49] Âlusi, Ruhu'l-Meani, VI,152; 153.
[50] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/446-449.
[51] İnşikak, (84) 8.
[52] Buhârî, tefsîr II, 4, edeb 20, tevhid 36; Müslim,
tevbe 52.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/450.
[53] Corcordance'de bu baba numara verilmemiştir.
[54] Buhârî, cenaiz 23, libas 8, tefsir 9, 12; Müslim,
münafikun 4; el-fedail 25; Tirmizî, tef-sîr
913; Nesâî, cenaiz 40; Ibn Mace, cenaiz 3.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/450-451.
[55] Tevbe (4) 84.
[56] Müslim, münafıkun 2.
[57] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/451-453.
[58] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/453.
[59] Buhârî, cenaiz 80, merza 11; Ahmed b. Hanbel III, 228,
280.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/453-454.
[60] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/454.
[61] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/454-455.
[62] Concordance'de bu baba numara verilmemiştir.
[63] Buharı, cenaiz 2, nâfakat 1; Tirmizî, menakıb 36.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/455.
[64] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/455.
[65] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/455-456.
[66] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/456.
[67] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/457.
[68] Ibn Mace, cenaiz 2; Tirmizî, cenaû 2, tıb 32; Ahmed b.
Hanbef 1-91, 118, 121, 229.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/457.
[69] Ahmed b. Hanbel 1,121.
[70] Tirmizî, cenaiz 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/457-458.
[71] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/458.
[72] Ahmed b. Hanbel, 1,81, 91, 138.
[73] İbn Mace, cenaiz 2.
[74] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/458-459.
[75] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/459-460.
[76] Ahmed b. Hanbel 1,138, V.376.
[77] İbn Mace, cenaiz 2; Tirmizî, cenaiz 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/460.
[78] Buhârî, megazi 30; Müslim, cihad 65; Nesâî, mesacid
18; Ahmed b. Hanbel 111,313, 386, VI.56.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/460-461.
[79] Ahmed Naim, Tecrid-i sarih, 11,335, 336 hadis no: 289.
[80] Buhârî, menakibu'l-ensar 12.
[81] Tirmizî, siyer 28; Darimî. siyer 65; Ahmed b. Hanbel
111,350.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/461-463.
[82] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/463.
[83] Ahmed b. Hanbel IV.61, 375.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/463.
[84] Buhârî, el-Edebi'1-Müfred (Ahlâk Hadisleri), 542 (Çev.
F. Yavuz).
[85] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/463-464.
[86] Buhârî, tıb 30; Müslim, selam 92, 93, 94, 98,
100;^hmed b. Hanbel, 1,178, 180, 186, 111,416, IV.177, 186, V-206, 208, 210,
373.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/464.
[87] Davudoglu A. Sahİh-İ Müslim, Terceme ve Şerhi, IX,655.
[88] Denizkuşlan, Mahmud, Peygamberimiz ve Tıp, 70,72.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/465-466.
[89] Buhârî, merza 13; Müslim, vesaya S; Ahmed b. Hanbel
1,168-171.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/466-467.
[90] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/467.
[91] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/467.
[92] Buhârî, ahkâm 23, cihad 171, nikâh 71, et'ime 1, merza4;
Darimî 26; Ahmed b. Han-bel IV.394-406.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/467-468.
[93] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/468.
[94] Tirmizî, tıb 32; Ahmed b. Hanbel, 1,375, 382, 414,
430.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/468-469.
[95] Yunus, 49, Münafikûn, 63.
[96] Debbağoğlu Ahmed, Ansiklopedik Büyük İslam İlmihali,
133.
[97] Nemi, (27) 26.
[98] A'raf, (7) 54; Yunus, (10)/3.
[99] Hud, (11) 7.
[100] Taha, (20) 5; Secde (22) 4; Hadid, (57) 4.
[101] Debbagoğlu Ahmed, Ansiklopedik Büyük İslâm İlmihali
58-59.
[102] Islâmi Bilgiler Ansiklopedisi, Bergâh yayınlan 1981,
I, 239.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/469-470.
[103] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/470.
[104] Ahmed b. Hanbel 11,172.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/470.
[105] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/470-471.
[106] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/471.
[107] Buhârî, merza 19, davat 29; Müslim, zikir 10; Tirmizî,
cenaiz 3, Zühd 31, 37; Nesâî, sehv 62, cenaiz 1, Ahmed b. Hanbel 111,101, 104,
171, 195, 208, 247, 281; V.264.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/471.
[108] el-Muvatta, hudud 10.
[109] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/472.
[110] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/472.
[111] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/472-473.
[112] Müslim, zikir, 10.
[113] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/473.
[114] Ahmed b. Hanbel 111,424; IV.219.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/473-474.
[115] Ahmed b. Hanbel, 11,356.
[116] Miras Kamil, Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, IV, 762.
[117] el-Benna A.A, el-Fethurrabbani VII.70, 71.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/474.
[118] Nesâî, cihad 36, 48; Buhârî, cihad, 30; ezan 73;
Müslim, imare 164,165; Tirmizi, cenaiz 65; İbn Mace, cihad 17; Darİmî, cihad
21, Muvatta, cemaat 6; Ahmed b. Hanbel 11,31; III- 400, 401, 489; V-3I4, 317; VI-465, 466.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/474-476.
[119] İbn Mace, cihad 17.
[120] 3130 nolu hadis.
[121] Müslim, İman 167; Nesâî, cenaiz 18, 20, 21; İbn Mâce,
cenaiz 52; Ahmed b. Hanbel IV- 396, 397,
404, 405, 411, 416.
[122] Bezlü'I-Mechud, XIV-5.
[123] Davudoglu A., İbn Abidin, III, 523,524.
[124] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/476-479.
[125] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/479.
[126] Bazı nüshalarda bu bâb başlığı yani: "Hasta
(Gerektikçe) Tırnaklarını Keser ve Etçginî Tıraş Eder" şeklindedir.
[127] Buhârî, el-meğazi 28.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/479-481.
[128] Erdem Hasan Hüsnü, Riyazü's-Salih'in tercümesi,
111,99,101.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/481-482.
[129] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/482.
[130] Müslim, cenne 81; İbn Mâce, zühd 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/483.
[131] Buhârî, tevhid 15, 35; Müslim, zikr 2, 19.
[132] Tirmizi, davat 115; Ahmed b. Hanbel 11-297, 304, 359,
408, 491.
[133] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/483-484.
[134] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/484.
[135] Buhârî, sûre 8, 38; tefsir sûre (5), 14 (21), 2;
Müslim, cennet 56; Tirmizî, kıyame 3, tefsir sûre (80), 2; Nesâî, cenaiz 118, 119;
Ahmed b. Hanbel 1-223, 229, 235; III-495, Vl-53.
[136] Müddessir, (74) 4.
[137] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/484-485.
[138] Müslim, cenaiz 6; Tirmizi, cenaiz 7; Nesâî, cenaiz, 3;
İbn Mâce, cenaiz 4;Muvatta, cenaiz 42; Ahmed b. Hanbel VI, 291-306.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/485-486.
[139] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/486.
[140] Müslim, cenaze 3,5; Ahmed b. Hanbel VI-309, 313, 321.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/486-487.
[141] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/487.
[142] Davudoğlu A, İbn Abidin, 111,395.
[143] Münavî, Feyzü'I-kadır, VI, 106.
[144] Müslim, iman 43.
[145] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/487-489.
[146] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/489.
[147] Müslim, cenaiz, 1, 2; Tİrmizi, cenaiz 7; Nesâî, cenaiz
4; İbn Mâce, cenaiz 3; Ahmed b. Hanbel 111,2.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/489.
[148] Davudoğlu A, tbn Abidin, III, 395.
[149] el-Benna Â.A, el-Fethu'r-Rabbani, VIII-, 65,66.
[150] Davudoğlu A., İbn Abidin, III, 389,399.
[151] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/489-491.
[152] Müslim, cenaiz 7, 8; İbn Mâce, cenaiz 6; Ahmed b.
Hanbel VI.297.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/492-493.
[153] Müslim, cenaiz, 7.
[154] Nisa, (4), 29.
[155] Davudoğlu A, İbn Abidin, III, 400.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/493-494.
[156] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/494.
[157] Müslim, cenaiz 3, 4; Tirmizi, da'vat 83; İbn Mace, cenaiz
55; Muvatta, cenaiz 42; Ah-med b. Hanbel IV, 27; VI, 309, 313, 321.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/494.
[158] Bakara, (2), 156.
[159] Karlığa Dr. Bekir, İbn Kesir Hadislerle Kur'ân-ı Kerim
Tefsiri, III-635.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/494-495.
[160] Buhârî, libas 18; Müslim, cenaiz 45; Ahmed b. Hanbel
VI, 153, 269.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/495-496.
[161] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/496.
[162] İbn Mâce, cenaiz, 4.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/496-497.
[163] Davudoğlu A, tbn Abidin, III, 397.
[164] Camius-Sagir 11,178.
[165] Davudoğhı A., Ibn Abidin, III, 402,403.
[166] Tirmizi, Şevabü'l-Kur'ân 7; Darimî, fedailü'l-Kur'ân,
21.
[167] Süyuti el-Camiü's-Sagir, II, 184.
[168] Beyhakî, Sevab'ül-Kur'ân.
[169] Suyutî, el-Camiu's-Sagir, II, 184.
[170] Şevkani, Neylii'I-Evtar, IV, 24.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/497-498.
[171] Müslim, zekat 51; İbn Mâce, siyam 51.
[172] Isra, (9) 24.
[173] Şura, (42), 5.
[174] Mü'min, (40), 7.
[175] Necin, (53), 39.
[176] Buhârî, eyman 30.
[177] Müslim, vasiyye 14; Ebû Dâvud, vesaya 14; Tirmizi,
ahkâm 36; Nesâî, vesaya 8.
[178] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/498-500.
[179] Necin, (53) 39.
[180] Haşr, (59) 10.
[181] Buhârî, tıb 34.
[182] Hatiboğlu Haydar İbn Mace tercümesi, IV, 272; 277.
[183] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/500-501.
[184] Buhârî, cenaiz 41; Müslim, cenaiz 30; Nesâî, cenaiz
14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/501-502.
[185] Koksal M. Asım, İslam Tarihi, VIII-47.
[186] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/502.
[187] Meryem, (19), 71.
[188] Koksal M. Asım, İslam Tarihi VIII-54.
[189] Debbağoğlu A. Ansiklopedik Büyük İslam İlmihali, 430.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/502-503.
[190] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/503.
[191] Nesaî, cenaiz. 27.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/503-505.
[192] Tevbe, (9) 28.
[193] Büyükçınar A. Muhtar, "Sünen ün-Nesâî,"
IV-420, 421.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/505-506.
[194] Şevkani, Neylü'l-Evtar IV, 151, Ibn Kudame, el-Mugni,
11-405.
[195] îbn Mace, cenaiz 56.
[196] İbn Mace, cenaiz 56.
[197] 3125 nolu hadis ve Müslim, cenaiz 11.
[198] Hakim'den naklen, Menhel, VIII, 266.
[199] Menhel, VIII, 267.
[200] Hakim'den naklen Menhel VIII, 267.
[201] Hakim'den ve Şafiî'nin müsnedinden naklen, Menhel, VIII, 167.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/506-508.
[202] Buhârî, cenaiz 31, hayız 12, talak 46, 49; Müslim, reda
125, 126, 129, 133; Ebû Dâ-vûd, talak 43, 36; Tirmizî, talak 18; Nesâî, talak
58, 59; İbn Mace, talak 35; Darimî, talak 12,13; Muyatta, 101, 102; Ahmed b.
Hanbel I, 37, 184, 249, 281, 282, 287, 324, 325, 326, 408, 426.
[203] Şevkani, Neylü-evtar, IV, 151.
[204] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/508.
[205] Davudoğlu Ahtned, İbn Abidin, 111-499.
[206] A'raf, (7) 204.
[207] Muhammed, (47) 24.
[208] Buhârî, ezan 160, etime 49, itisam 64; Ebû Dâvüd,
etime 40; Tirmizi, etime 13; Nesâî, mesacid, 16, 17, Ahmed b. Hanbel III, 65,
85, 374, 387, 397, 400, IV, 194.
[209] Müslim, mesacid, 72, 74; Nesâi, mesacid 16; Ibn Mace,
etime 59.
[210] lbnü'1-Esir, en-Nihaye, III-408.
[211] Buhârî, iman, 39; Müslim, müsakat, 107; Ebû Dâvûd,
büyü 3; İbn Mace, fiten 14; Darimî, büyü 1.
[212] Buhârî, itisam 2; Müslim, fezail 20; Nesâi, hacc 1;
Ahmed b. Hanbel 11-258, 313, 448.
[213] Nisa, (4) 10.
[214] Mahmud Muhammed, el-Hattab, el-Menhel,VIII-266, 273.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/508-515.
[215] Buhârî, cenaiz 32, 34, ahkâm 11; Müslim, cenaiz 14,
15; Tirmizî, cenaiz 13; Nesâİ, cenaiz 22, Ahmed b. Hanbel III-130, 143, 217.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/515-516.
[216] Müslim, cenaiz 15.
[217] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/516-517.
[218] 2948 nolu hadis.
[219] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/517.
[220] Buhârî, cenaiz 32, 43, merza 9, eyman 9, tevhid 2;
Müslim cenaiz, 11; Nesâî, cenaiz, 13, 22; İbn Mace, cenaiz 53; Ahmed b. Hanbel
1-268, 273; V-204, 205, 207, VI-3.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/517-518.
[221] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/518-520.
[222] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/520.
[223] Buharı, cenaiz 43; Müslim, fedail 62; İbn Mace, cenaiz
53; Ahmed b. Hanbe! 111-237, 250.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/520-521.
[224] Müslim, fedait, 62.
[225] Müslim, fedail, 62.
[226] Müslim, fedail 63.
[227] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/521-522.
[228] Halil Ahmed es-Seharenfûrî, Bezlü'l-Mechûd, XIV-93,
94.
[229] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/522.
[230] Buhârî, cenaiz 46, tefsir sûre (60) 3, Ahkam, 49;
Nesâî, zine 25; İbn Mace, cenaiz 51; Müslim cenaiz, 35; Ahmed b. Hanbel 1-87,
107, 121, 133, 150, 159; V-85.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/523.
[231] Ahmed b. Hanbel III-197.
[232] Müslim, Cenaiz, 29, iman 121; Buhârî, menakibü'l-ensar
27; Tirmizî, cenaiz 23; Ahmed b. Hanbel 11-291, 337, 342, 343, 415, 441, 455,
496, 531; V-342-343.
[233] İbn Mace, cenaiz 51.
[234] Müntehine, (60) 12.
[235] Müslim, cenaiz 33.
[236] Davudoğlu A. Sahih-i Müslim, terceme ve şerhi V-160.
[237] Davudoğlu A. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi V-161.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/523-524.
[238] Ahmed b. Hanbel 111-65.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/524-525.
[239] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/525.
[240] İsra, (17), 15.
[241] Buhârî, cenaiz 32, 33, 44, Megazi 8; Müslim, cenaiz
16, 18, 19, 22, 23, 25, 27, 28; Tirmizî, cenaiz 22, 24; Nesaî, cenaiz 13,15;
Ibn Mace, cenaiz 54, 58; Muvatta, cenaiz 37; Ahmed b. Hanbel, 1-36, 38, 41, 42,
45, 47, 54; 11-31, 38, 34; IV-437.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/525-526.
[242] İsra, (17): 15.
[243] Buhârî, cenaiz 44, talak 24; Müslim, cenaiz 12.
[244] Tirmizî, cenaiz 24.
[245] Buhârî, meğazi, 44.
[246] İsra, (17) 15.
[247] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/526-529.
[248] Müslim, iman 167; Nesâî, cenaiz 18, 20, 21; İbn Mace, cenaiz
52, Ahmed b. Hanbel IV-396, 397, 404, 405, 411, 416.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/529.
[249] Müslim, iman 167.
[250] Müslim, iman 167; Buhârî, cenaiz 38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/529-530.
[251] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/530-531.
[252] Müntehine, (60) 12.
[253] Müslim, iman 165; İbn Mace, cenaiz 52.
[254] İbn Mace, cenaiz 52.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/531.
[255] Tirmizî, cenaiz 21; İbn Mace, cenaiz 59; Ahmed b.
Hanbel VI,380.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/531-532.
[256] Ibn Mace, cenaiz 60.
[257] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/532-533.
[258] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/533.
[259] Menhel, VIII,288,289.
[260] Bitmen Ömer Nasuhi, Hukuku İslâmiyye ve Istılahatı
Fıkhiyye Kamusu 111,351.
[261] M. Zihni, Nimet-i İslâm, 489, 490.
[262] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/533-535.
[263] Ibn Mace, cenaiz 28; Muvatta, cihad 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/535-536.
[264] Ahmed b. Hanbel, 111,299.
[265] Bezlü'l-Mechud, XIV,102.
[266] Davudoglu Ahmed, İbn Abidin, 111,519.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/536.
[267] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/537.
[268] lbn Mace,
cenaiz 28; Buhârî, cenaiz 73.
[269] Menhel VIII.290.
[270] Bezlü'l-Mechud, XIV,103.
[271] Davudoğlu, A. İbn Abidin, 111,519.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/537-538.
[272] Tirmizî, cenaiz 31; Ahmed b. Hanbel 111,128.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/539.
[273] Miras Kâmil, Tecrid-i Sarih X,217 vd. Hadis no: 1585
Buhârî, el-Meğazi 23.
[274] Nahl, (16) 126.
[275] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/539-542.
[276] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/542.
[277] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/542.
[278] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/542-543.
[279] Buhârî, cenaız 75, 78, meğazi 26; Tirmizî; cenaiz 46;
Nesâî, cenaiz 62; İbn Mace, cenaiz 28.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/543.
[280] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/543.
[281] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/544.
[282] İbn Mace, cenaiz 8; Ahmed b. Hanbel 1,146.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/544.
[283] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/544-545.
[284] İbn Mace, cenaiz, 10; Muvatta, cenaiz 27; Ahmed b.
Hanbel 11,267.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/545-546.
[285] İbn Mace, cenaiz 10.
[286] İbn Mace, cenaiz 9.
[287] İbn Mace cenaiz, 9.
[288] Hatipoglu Haydar, Sünen-i İbn Mace, IV,295.
[289] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/546-548.
[290] Buhârî, iman 21, cenaiz 13,15,18; nikâh 88, 89; Müslim,
cenaiz 36, 40; Tirmizî, cena-iz 15; Nesâî, cenaiz, 32, 34, 36, İbn Mace, cenaiz
8; Muvatta, cenaiz 2; Ahmed b. Hanbel V.84; VI.407, 408.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/548-549.
[291] Müslim, cenaiz 40.
[292] İbn Mace, cenaiz 8.
[293] 3146 numaralı hadis.
[294] Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim, V, 169,170.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/549-551.
[295] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/551.
[296] Buhârî, cenaiz 9; Müslim, cenaiz 37; Nesâî, cenaiz,
30, 32, 35; İbn Mace, cenaİz 8; Ahmed b. Hanbel V.84.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/551.
[297] Buhâri, cenaiz 13, 14, 16; Müslim, cenaiz 41; Tirmizî,
cenaiz 15; Nesâî, cenaİz 30, 35; Ahmed b. Hanbel VI.407, 408.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/551-552.
[298] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/552.
[299] Buhârî, vudu 31; Müslim, cenaiz 42, 43; Tirmizî,
cenaiz 15; Nesâî, cenaiz 31; Ibn Ma-ce, cenaiz 8; Ahmed b. Hanbel VI.408.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/552.
[300] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/553.
[301] Buharı, cenaiz 13; Müslim, cenaiz 39; Nesâî, cenaiz
34.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/553-554.
[302] Davudoğlu A., Îbn Abidin, Terceme ve şerhi, 111,410.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/554.
[303] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/555.
[304] Davudoğlu Ahmedlbn Abidin tercüme ve şerhi, III, 409.
[305] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/555.
[306] Müslim, Cenâiz 49; Tirmizî, cenaiz 19; Nesaî, Cenaiz
37; tbn Mâce, cenaİz 12; Anmed b. Hanbel III- 295, 329, 349, 372.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/555-556.
[307] Davudoğlu, Ahmed, Sahih-i Müslim, Terceme ve Şerhi V,
181, 182.
[308] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/556-558.
[309] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/558.
[310] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/558.
[311] Müslim, Cenaiz/46.
[312] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/558-559.
[313] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/559.
[314] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/559.
[315] Davudoğlu, Ahmed tbn Abidin tercüme ve şerhi III, 423.
[316] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/559-560.
[317] Buharı, cenaiz 18, 19, 23, 24; Müslim, cenaiz 45, 46;
Tirmizî, cenaiz 20; Nesaî, cenaiz 39; İbn Mace, cenaiz 11; Muvatta, cenaiz 5;
Ahmed b. Hanbel 1-94, 102, 222, 253, 313, VI-40, 132, 165, 192, 204, 214, 231,
262.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/560.
[318] Tirmizî, cenaiz 20; tbn Mace, cenaiz 12.
[319] 3094 nolu hadis-i şerif.
[320] 3094 nolu hadis-i şerif.
[321] Davudoğlu, Ahmed, İbn Abidin tercüme ve şerhi III,
419-420.
[322] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/560-561.
[323] Nesaî, cenaiz 39; Tirmizî, cenaiz 20; İbn Mâce, cenaiz
11.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/562.
[324] İbn Mace, cenaiz 11.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/562-563.
[325] Tirmizî, cenaiz 20.
[326] Müslim, cenaiz 46.
[327] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/563-564.
[328] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/564.
[329] Buharı, cenaiz 94; Muvatta, cenaiz 6; Ahmed b. Hanbel
VI-45, 132.
[330] Miras Kâmil, Sahih-i Buhaıi terceme ve şerhi IV- 426,
427.
[331] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/564-565.
[332] Buhari, cenaiz 28, menakıb-ül-ensar, 45, Meğazi 17,
26, rikak 16; Müslim, cenaiz 44; Tirmizî, menakıb 53; Nesaî, cenaiz 40; Ahmed
b. Hanbel V-109, 112, VI- 395.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/565-566.
[333] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/566.
[334] Ahzab (33),23.
[335] Genceli Ali, Asrı Saadet 11-195,202.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/566-567.
[336] Genceli Ali, Asrı saadet, II- 419,422.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/568-569.
[337] İbn Mace, cenaiz 12.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/569.
[338] İbn Mace, cenaiz 12; Tirmizî, cenaiz 20
[339] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/569.
[340] Ahmed b. Hanbel VI, 380.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/7.
[341] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/8.
[342] Müslim, elfazmineledeb 19; Tirmizî, cenâiz 16; Nesâi,
cenâiz42; Ahmed b. Hanbel, III, 36, 40, 46, 62.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/9.
[343] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/9.
[344] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/10.
[345] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/10.
[346] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/10-11.
[347] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/11.
[348] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/11.
[349] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/11.
[350] Tirmizî, cenâiz 16; İbn Mace, cenâiz 8; Ahmed b.
Hanbel 11-280, 433, 454, 472, IV-246.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/11-12.
[351] Muvatta, cenâiz 3.
[352] Bilmen Ö. Nasuhi Büyük İslâm İlmihali, 81.
[353] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/12-13.
[354] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/13-14.
[355] Mollamehmetoğlu Osman Zeki, Sünen-i Tirmizî, II-
200-201.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/14-15.
[356] İbn Mace cenâiz 7; Tirmizî, cenâiz 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/15.
[357] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/16.
[358] Genceli Ali, Asr-ı Saadet, II- 209,212.
[359] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/16.
[360] Tirmizî, cenâiz 62; İbn Mace, cenâiz 30.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/17.
[361] Buhari, cenâiz 55.
[362] İbn Mace, cenâiz 32.
[363] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/17-18.
[364] Tirmizi, cihad 38; Nesaî, cenâiz 83; İbn Mace, cenâiz
28; Darİmî, mukaddime 1; Ahmed b. Hanbel III-297.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/19.
[365] Muvatta, cenâiz 31.
[366] Davudoğlu, A. İbn Abidin, III- 496.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/19-21.
[367] Tirmizî, cenâiz 40; İbn Mace, cenâiz 19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/21-22.
[368] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/22.
[369] M. Zihni Efendi, Nimet-i İslâm, 472.
[370] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/22.
[371] Buhari, cenâiz 29, İ'tisam 27; Müslim, cenâiz 34, 35;
İbni Mâce, cenâiz 50; Ahmed b. Hanbel VI- 408.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/22-23.
[372] İbn Mace, cenâiz 53.
[373] İbn Mace, cenâiz 50.
[374] Davudoğlu A. İbn Abidin, III- 480, 481.
[375] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/23-24.
[376] Buharı, cenâiz 58, 59; Müslim, cenâiz 52, 57; Nesaî,
cenâiz 54, 79; Tirmizî, cenâiz 49; İbn Mace, cenâiz 34; Ahmed b. Hanbel U- 2,
3, 31, 144, 233, 246, 280, 383, 475, 480, 498, 503, III- 20, IV-86, 294, V-57,
277, 282, 284.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/25.
[377] Buharı, cenâiz 51.
[378] Müslim, cenâiz 56.
[379] Müslim, cenâiz 53.
[380] Müslim, cenâiz 54; Buhari, cenâiz 59.
[381] Müslim, cenâiz 54; Buhari, cenâiz 59.
[382] Müslim, cenâiz 52.
[383] Molla Mehmedoğlu O.Z., Sünen-i Tirmizi Tercemesi, II-
230.
[384] Buhari, i'tisam 16, cihad 16, 74, etime 28, zekât 54,
enbiya 10; Müslim, fedail 10, hacc 462, 503, 544.
[385] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/25-28.
[386] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/28.
[387] Müslim, cenâiz 56.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/28-29.
[388] Müslim, cenaiz 55.
[389] Kâmil Miras, Tecridi Sarih, IV, 588, 589, 590. Birinci baskı.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/29-30.
[390] Müslim, cenâiz 59; Tirmizî, cenâiz 40; Nesaî, cenâiz
78; Ahmed b. Hanbel III- 266, VI- 32, 40, 97, 231.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/30.
[391] Aliyyü'1-Kari, Mirkatü'l Mefalih, XXIV- 359.
[392] Müslim, cenâiz 58.
[393] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/30-31.
[394] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/31-32.
[395] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/32.
[396] Davudoğlu Ahmed, İbn Abidîn, III-481, 482.
[397] Duran Abdülhalık, el-Ezkar, 196.
[398] Davudoğlu, A, Ibn Abidin III- 480.
[399] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/33-34.
[400] Buhari, cenâiz 47, 48, 50; Müslim, cenâiz 73, 78;
Tirmizî, cenâiz 51, 52; Nesaî, cenâiz 44, 45, 46, 80; İbn Mace, cenâiz 35;
Ahmed b. Hanbel III- 25, 41.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/34.
[401] Miras Kâmil, Sahih-i Buhari Muhtasarı, IV- 556, Hadis
No: 649.
[402] Müslim, cenâiz 75.
[403] Tahavi'den naklen Tecrid-i Sarih Tercümesi IV- 56),
Birinci baskı.
[404] Tecrid-i Sarih, IV- 558, Hadis No. 650.
[405] Miras Kâmil, Tecrid-i Sarih IV- 566, 567.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/34-37.
[406] Buhari, cenâiz 48; Tirmizî, cenâiz 35, 51; Nesaî,
cenâiz 44, 45, 54; Ahmed b. Hanbei II- 2, 3, 16, III- 48, 51, 85, 97, IV- 294,
V- 131, VI- 402.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/37.
[407] Nesâi, cenâiz 45.
[408] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/37-38.
[409] Buharı, cenâiz, 50; Müslim, cenâiz 78; Nesaî, cenâiz
46; İbn Mace, cenâiz 35; Ahmed b. Hanbel II- 287, 343, III- 319, 335, 354.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/39.
[410] Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih IV- hadis no 651.
[411] Buharı, cenâiz 50.
[412] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/39-40.
[413] Müslim, cenâiz 83; Tirmizî, cenâiz 51; Nesaî, cenâiz
47; İbni Mace, cenâiz 35.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/41.
[414] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/41.
[415] Tirmizî, cenâiz 35; İbn Mace, cenâiz 35.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/41.
[416] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/42.
[417] Tirmizî, cenâiz 28; İbn Mace, cenâiz 15.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/42-43.
[418] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/43.
[419] Müslim, cenâiz 89; Tirmizî, cenâiz 29.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/43.
[420] Müslim, cenâiz, 89.
[421] Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi,
V-238.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/43-44.
[422] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/44-45.
[423] Tirmizi, cenâiz 26; Nesaî, cenâiz 56; İbn Mace, cenâiz
1,6; Muvatta, cenâiz 8; Ahmed b. Hanbel II- 8, 122.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/45.
[424] Buhari, merza 4, cenâiz 2, mezalim 5, nikah 71, eşribe
28, libas 36, 45, edeb 126, istizan 80; Müslim, libas 2, selam 5, 6; Tirmizî,
edeb 45.
[425] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/45-47.
[426] Tirmizi, cenâiz 42; Nesaî, cenâiz 55, 56, 59 İbn Mace,
cenâiz 15; Ahmed b. Hanbel IV-247, 248, 249, 252.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/47.
[427] Tirmizi, cenâiz 43.
[428] İbn Mace, cenâiz 26.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/47-48.
[429] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/49.
[430] Buhari, cenâiz5I; Müslim, cenâiz 50-51; Nesaî, cenâiz
44; İbn Mace, cenâiz 15; Mu-vatta, cenâiz 58; Ahmed b. Hanbel II- 240, 280,
488.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/49.
[431] 3182 no'lu hadis.
[432] Buhari, cenâiz 50, 52, 90; Nesaî, cenâiz 44; Ahmed b.
Hanbel III- 41, 58.
[433] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/49-50.
[434] Buhari, nikâh 4; Müslim, rida 51; Ahmed b. Hanbel, I-
231, 348.
[435] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/50.
[436] Nesaî, cenâiz 44; Ahmed b. Hanbel V-36, 37, 38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/50-51.
[437] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/51.
[438] Nesaî, cenâiz 44; Ahrned b. Hanbel, V- 38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/51.
[439] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/52.
[440] Tirmizi, cenâiz 27; Ahmed I, 395, 415, 419.
[441] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/52.
[442] Hûd, (11) 44.
[443] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/53.
[444] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/53.
[445] Müslim, cenâiz 107; Nesaî, cenâiz 68; Tirmizî, cenâiz
69; İbn Mace, cenâiz 31; Ahmed b. Hanbel V- 78, 92, 94, 97.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/53-55.
[446] İbn Mace, cenâiz 31.
[447] Nesai, cenâiz
67.
[448] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/55.
[449] Buhari, ahkâm 19, talak 11, hudud 22, 25, 28; Müslim,
hudud 16, 22; Ebû Dâvûd, hudud 23; Tirmizî, hudud 5; Nesaî, cenâiz 63; Ahmed b.
Hanbel II- 453; III- 323.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/56.
[450] Müslim, hudud 16; Buhari, hudud 28.
[451] Buhari, hudud 25.
[452] Müslim, hudud 23.
[453] Müslim, hudud 23.
[454] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/56-58.
[455] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/58.
[456] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/59.
[457] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/59-60.
[458] İbn Mace, cenâiz 27.
[459] Ahmed b. Hanbel IV- 283.
[460] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/60-61.
[461] Müslim, cenâiz 99, 101; Tirmizî, cenâiz 44; Nesaî,
cenâiz 70; İbn Mace, cenâiz 29.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/61.
[462] Müslim, cenâiz 99.
[463] Müslim, cenâiz 100.
[464] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/61-62.
[465] Davudoğlu A., Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi V- 249.
[466] Muhammed Zihni, Nimet-i İslâm, 475.
[467] Davudoğlu Ahmed,İbn Abidin Terceme ve Şerhi, III- 469.
[468] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/62-63.
[469] Müslim, cenâiz 101.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/63.
[470] Abdü'1-Gani el Ganimi, el-Lübâb, I- 133.
[471] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/63-64.
[472] İbn Mace cenâiz 29.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/65.
[473] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/65.
[474] Müslim, salatü'l-müsafirin 293; Tirmizî, cenâiz 41;
Nesaî, mevakıt 31, 34; cenâiz İbn Mace, cenâiz 30; Darimî, salat 142; Ahmed b.
Hanbel IV- 152.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/66.
[475] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/66-67.
[476] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/67-68.
[477] Nesai, cenâiz 75.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/68.
[478] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/69.
[479] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/69.
[480] Tirmizî, cenâiz 45; İbn Mace, cenâiz 21.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/70-73.
[481] Hatiboğiu Haydar, Sünen-i İbn Mace .Tercemesi, IV-393.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/73-74.
[482] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/74.
[483] Buhari, cenâiz 63, 64; Müslim, cenâiz 87, 88, Tirmizi,
cenâiz 45; İbn-i Mace, cenâiz: 21;'Ahmed b.Hanbel V-14, 19.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/75.
[484] el-Kâsânî, Bedayiu's-Sanayi, 1-312.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/75.
[485] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/75-76.
[486] Tirmizî, cenâiz 47; Buhari, cenâiz 67; Müslim, cenâiz
69.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/76.
[487] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/76-77.
[488] Müslim, cenâiz 72; Termizî, cenâiz 37; Nesâi, cenâiz
76; İbn Mace, cenâiz 65; Ahnıcd b. Hanbel fV-367, 370, 371, 372, V-406.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/77-78.
[489] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/78.
[490] Buhari, cenâiz 65; Tirrnizî, cenâiz 39; Nesaî, cenâiz
77.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/78.
[491] İbn Mace, cenâiz 22.
[492] Nesâi, cenâiz 77.
[493] Muvatta, cenâiz 20.
[494] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/79-80.
[495] İbn Mâce, cenâiz 23.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/81.
[496] Ahmed Rifat, Tasvir-i Ahlâk, 147.
[497] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/81-82.
[498] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/82.
[499] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/82-83.
[500] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/83.
[501] Tirmizi cenâiz 38; İbn Mâce, ceılSiz23; Ahmed b.
Hanbel, II, 368; IV, 170, V, 299-308; Nesâî, cenâiz 177.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/83-84.
[502] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/84-85.
[503] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/85.
[504] İbn Mâce, cenâiz 23.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/85-86.
[505] Buhârî, cenâiz 67; Kamil Miras, Tecrid-i Sarih
Tercemesi, IV, 633 (Hadis no. 658).
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/86-87.
[506] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/87.
[507] Buhârî, sala, 72, cenâiz 5, 56, 67; Müslim cenâiz 71;
İbn Mâce, cenâiz 37-32; Nesâi, cenâiz43, 76; Muvatta cenâiz 15; Ahmed b. Hanbel, II, 353,-388;
III, 444; IV, 388; V, 406.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/87-88.
[508] Buhârî, salâ, 72.
[509] Buhârî, cenâiz 5.
[510] Tirmizi, cenâiz 47.
[511] Müslim, cenâiz 71.
[512] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/88-89.
[513] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/90.
[514] Buhari, cenâiz4, 5, 61, 65; menakib'ül-ensar 38;
Müslim, cenâiz 63, 64; Nesai, cenâiz 27, 72, 76, 103; İbn Mace, cenâiz 33.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/90.
[515] Miras, Kâmil, Tecrid-i Sarih, IV-384, 385, I. Baskı..
[516] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/90-92.
[517] İbn Mace, cenâiz 14; Tirmizî, cenâiz 12; Ahmed b.
Hanbel, V-385, 406.
[518] Hatiboğlu Haydar, Sünen-i İbn Mace Tercemesi ve Şerhi,
I V-385, 386.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/92-93.
[519] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/93.
[520] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/93-94.
[521] İbn Mace, cenâiz 41.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/94-95.
[522] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/95-96.
[523] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/96.
[524] İbn Mace, cenâiz 63; Muvatta, cenâiz45; Ahmed b.
Hanbel VI-58, 100, 105, 169,200, 264.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/97.
[525] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/97.
[526] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/98.
[527] Tirmizî, cenâiz 53; Nesaî, cenâiz 85; İbn Mace, cenâiz
39; Ahmed b. Hanbel IV-357, 359, 363.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/98.
[528] İbn Mace, cenâiz 40.
[529] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/98-99.
[530] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/99.
[531] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/100.
[532] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/100.
[533] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/101.
[534] Genceli Ali, Asr-ı Saadet, 1-400.
[535] Bk. İbn Mace, cenâiz 65.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/101-102.
[536] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/102.
[537] İbn Mace, cenâiz 38.
[538] Bk. Tirmizî, cenâiz 62.
[539] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/102-105.
[540] Ebû Dâvud, 24; Nesaî, cenâiz 81; İbn Mace, cenâiz 37;
Ahmed b. Hanbel IV-287, 288, 297.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/105.
[541] Doğrul, Ömer Rıza, Asr-ı Saadet, 11-23.
Sünen-i Ebu Davud Terceme
ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/105-106.
[542] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/106.
[543] Tirmizî, cenâiz 54; İbn Mace, cenâiz 38; Ahmed b.
Hanbel II-27, 40. V-254.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/106.
[544] Bk. İbn Mace, cenâiz 38.
[545] Bk. Tirmizî, cenâiz 54.
[546] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/107.
[547] Nesaî, tahare 128, cenâiz 84.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/107.
[548] Koksal M. Asım, İslam Tarihi, Mekke Devri, 73.
[549] Tevbe, (9) 113.
[550] Tevbe, (9), 28.
[551] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/108-109.
[552] Mümtehine (60), 13.
[553] Tevbe (9), 113.
[554] Kasas, (28), 56.
[555] Bk. Müslim, iman 39; Buhârî, cenâiz 81; tevbe 9/16.
[556] Bk. Buhârî, menakib-ül-ensar 40, edeb 115; Müslim,
iman 357, 358; Ahmed b. Han-bel 1-207, 210.
[557] Neml, (27), 14.
[558] Müslim, iman 42.
[559] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/109-111.
[560] Nesaî, cenâiz 86, 87; Tirmizî, cenâiz 46; İbn Mace,
cenâiz 41.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/111-112.
[561] Davudoğlu Ahmed, İbn Abidin Tercüme ve Şerhi, III-482.
[562] Bk. A.g.e. III-483-484.
[563] Bk. Hatipoğlu Haydar, Siinen-i İbn Mace Tercüme ve
Şerhi, IV-416.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/112-113.
[564] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/113.
[565] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/113.
[566] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/113.
[567] Bk. Nesâi, cenâiz 87.
[568] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/114.
[569] Müslim, cenâiz 93; Tirmizî, cenâiz 56; Nesaî, cenâiz
99; Ahmed b. Hanbel 1-87, 96, 129, 138, 145.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/114.
[570] Bk. el-Lübab Ii'1-Meydanî bihamiş-il cevhere e. I,
141; Davudoğlu A, İbn Abidin Tercüme ve Şerhi, III-489.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/114-115.
[571] Bk. Davudoğlu Ahmed, İbn Abidin, III, 492.
[572] Bk. 3206 numaralı hadis.
[573] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/115-116.
[574] Müslim, cenâiz 92; Nesaî cenâiz 99.
[575] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/116.
[576] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/116-117.
[577] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/117.
[578] Miras Kâmil, Tecridi Sarih Tercümesi, IV- 773, 774, 1. Baskı.
[579] Buhârî, cenâiz 96.
[580] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/117-119.
[581] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/119.
[582] İbn Mace, cenâiz 45.
[583] Buhârî, cenâiz 68, 87; Müslim, cenne 70; Ebû Dâvud,
sünne 24; Nesaî, cenâiz 108, 110; Ahmed b. Hanbel III-126.
[584] İbrahim, (14), 124, 27.
[585] Taha, (20), 124.
[586] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/119-122.
[587] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/122.
[588] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/122-123.
[589] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/123.
[590] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/123.
[591] Buharı, cenâiz 73, Menâkıb 25, Meğazi 17, 27, Rıkak 7,
35; Müslim, fezail 30, 31; Nesaî, cenâiz 61; Ahmed b. Haribel IV-149, 153, 154.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/124.
[592] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/124.
[593] Buhârî, cenâiz 73, menakib 25, meğazi 17, 27, rikak 7,
35; Müslim, fedail 30, 31; Nesaî, cenâiz 61; Ahmed b. Hanbel IV-I49, 153, 154.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/125.
[594] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/125.
[595] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/125.
[596] Müslim, cenâiz 95; Nesai, cenâiz 97, 98; Tirmm, cenâiz
58; İbn Mâce, cenâiz 43; Ah-med b. Hanbel III-332, 399.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/126.
[597] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/126-127.
[598] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/127.
[599] Tirmizî, cenâiz 58; Nesaî, cenâiz 96; ibn Mâce, cenâiz
43.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/127-128.
[600] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/128-129.
[601] Buhârî, sala 48, cenâiz 62, 96, enbiya 50, megazi 83;
Müslim, mesacid 19, 23; Nesaî, mesacid 13, cenâiz 106; Darimî, sala 120;
Muvatta medine 17; Ahmed b. Hanbel I, 218, II, 260, 284, 285, 366,454,518, V,
184, 186, 204, VI, 34, 80, 121, 146, 229, 252.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/129.
[602] Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim, III, 374-375.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/129-130.
[603] Müslim, cenâiz 96; Nesaî, cenâiz 105; İbn Mâce, cenâiz
45; Ahmed b. Hanbel 11-311, 389, 444, 528.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/131.
[604] İbn Mâce, cenâiz 45.
[605] Muvatta, cenâiz 34.
[606] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/131-133.
[607] Müslim, cenâiz 97, 98; Tirmizî, cenâiz 57; Nesaî,
kıble 1l.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/133.
[608] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/133.
[609] Nesaî, cenâiz 107; İbn Mâce, cenâİz 46; Ahmed b.
Hanbel V, 83, 84, 224.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/133-134.
[610] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/134-135.
[611] Buhârî, cenâiz 68, 87; Müslim, cenâİz 70; Ebû Dâvud,
sünne 24; Nesaî, cenâiz 108, 110; Ahmed b. Hanbel III, 126.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/135-136.
[612] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/136.
[613] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/136.
[614] Buharı, cenâiz 78; Nesâî, cenâiz 93.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/136-137.
[615] Muvatta, cihad 49.
[616] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/137-138.
[617] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/138.
[618] Buharı, cenâiz 86, şehâdât 6; Müslim, cenâiz 60;
Tirmizî, cenâiz 63; Nesâî, cenâiz 50; İbn Mâce, cenâiz 20; Ahmed b.Hanbel I,
23, 30, 45, 46, 54, II, 261, 466, 470, 498, 528, III, 179, 186, 197, 211, 245,
286.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/138-139.
[619] Tirmizî, cenâiz 34.
[620] 4899 numaralı hadis.
[621] Buharı, cenâiz 96.
[622] Bakara, (2), 143.
[623] Buhârî, cenâiz 85, şehadat 6; Nesaî, cenâiz 50; Ahmed
b. Hanbel I, 22, 30, 46.
[624] Aliyyü'l-Karî, Mirkatü'l-Mefatih, 11-360.
[625] İbn Hacer, Fethu'1-Bari, III, 474 Mısır 1959.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/139-142.
[626] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/142.
[627] Müslim, cenâiz 108; Ebû Dâvud, edeb 128; Nesaî, cenâiz
101; İbn Mâce, cenâiz 48; Ahmed b. Hanbel 11-441.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/143.
[628] Buhârî, menakıb 23; Ahmed b. Hanbel II, 373-417.
[629] Tirmizî, menakıb, 1; Müslim, fedail 1; Ahmed b. Hanbel
IV-107.
[630] Müslim, iman 347; Sünen-i Ebû Dâvud 4718 nolu hadis;
Ahmed b. Hanbel III, 119, 268.
[631] ibn Mâce, cenaiz 148.
[632] Kâmil Miras, Saîıih-i Rııhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih
Tercemesi, IV, 685.
[633] İsra, (17) 15.
[634] İsra, (17) 16.
[635] En’am, (7) 131.
[636] Kasas, (17) 47.
[637] Taha, (20) 134.
[638] Kasas, (28) 59.
[639] En'am (7), 155, 156.
[640] Şuara, (26) 208, 209.
[641] Fatır, (26) 17.
[642] Tecrid-i Sarih, Kâmil Miras, IV, 693, 694 1. baskı.
[643] Bk. Ahmed b. Hanbel, IV, 24.
[644] Şuara, (26), 218, 219.
[645] Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, 701.
[646] Tevbe (9), 28.
[647] Fahrü'r-Razî, Tefsirü'l-Kebir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/143-149.
[648] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/149.
[649] Müslim, cenâİz 106, edahi 37; Ebû Dâvûd, eşribe 7;
Tirmizî, cenâiz 7; Nesâî', cenâiz 100, dahâya 39, eşribe 40; İbn Mâce, cenâiz
47; Ahmed b. Hanbel, 145, 452, III, 38, 63, 66, 237, 250, V, 350, 355-357, 359,
361.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/149-150.
[650] Nesâî, cenâiz 100.
[651] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/150.
[652] Tirnıizî, salât 121, cenâiz 6l; Nesâî, cenâiz 104; İbn
Mâce, cenâiz 49; Ahmed b. Han-bel, I, 229, 287, 324, 337, II, 337, 356, III,
442, 443.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/151.
[653] Davudoğlu A. İbn Abidin Tercüme ve Şerhi, III, 502.
[654] Bk. Müslim, cenâiz 103.
[655] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/151-153.
[656] Müslim, tahâre 39, cenâiz 103, 104; Nesâî, tahâre 109,
cenâiz 103; İbn Mâce, cenâiz 36, zühd, 36; Ahmed b. Hanbel, II, 300, 375, 408,
V, 353, 360, VI, 71, 76, 111, 180, 221.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/153.
[657] Hûd, (11) 73.
[658] Saffat, (37) 130.
[659] Sâd, (38) 78.
[660] Âl-i İmran, (3) 185.
[661] Fetih, (48) 27.
[662] Kehf, (18) 23, 24.
[663] Müslim, cenâiz 104.
[664] Tirmizî, cenâiz 59.
[665] Müslim, cenâiz 102.
[666] Müslim, cenâiz 103.
[667] İbn Mâce, cenâiz 36.
[668] Bk. Hatipoğlu Haydar, Süneni İbn Mâce Tercemesi ve
Şerhi, IV, 400-401.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/153-157.
[669] Buharî, sayd 20, 21, cenâiz 19-21; Müslim, hacc 93,
94, 96, 98, 100; Tirmizî, hac 103; Nesâî, cenâîz 41, hac 47, 97-99, 101; İbn
Mâce, menâsik 89; Dârimî, menâsik 35; Ahmed b. Hanbel, I, 215, 221, 286, 328,
333, 346.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/157-158.
[670] Muvatta, hac 13.
[671] Bk. Müslim, vasıyye, 14; Tirmizî, ahkâm 36; Nesâî,
vesâya 7; Ahmed b. Hanbel, 372.
[672] Nesâî, cenâiz 41.
[673] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/158-160.
[674] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/160.
[675] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/160-161.
[676] Bk. Davudoğlu, A, İbn Âbidin Tercemesi ve Şerhi, III,
424.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/161-162.
[677] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/162.
[678] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/162-163.
[679] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/163.