96. Savaş Gününde Harpten Kaçmak. 8

97. Küfre Zorlanan Esirin Durumu. 11

98. (Kafirlerin Hesabına) Casusluk Yapan Kimsenin Müslüman Olduğu Ortaya Çıkınca Nasıl Muamele Yapılır?. 13

99. Zımmi Casusların Durumu. 17

100. Pasaportla İslam Ülkesine Girip Casusluk Yapan Kimselerin Durumu. 19

101. Düşmanla Karşılamak İçin En Uygun Olan Vakit Hangisidir?. 21

102. Düşmanla Savaşırken Sessiz Olmak Tavsiye Edilmiştir. 22

103. Kişi Savaşta Düşmanla Karşılaşınca (Orduyu Cesaretlendirmek İçin Hayvanından İnip Düşman Üzerine) Yürüyebilir. 23

104. Savaşta (Düşmana Karşı) Çalım Satmak Caiz Midir?. 24

105. İnsan Eline Düştüğü Düşmanın Kendisini Esir Etmesine Boyun Eğebilir Mi?. 25

106. Pusu Kuran Birlikler. 29

107. (Savaşta) Saflar(ın Düzeni) 30

108. Düşmanla Karşılaşınca Kılıç Çekmek. 31

109. (Savaştan Önce Taraflardan) İki Kişinin Vuruşması 31

110. El, Ayak, Kulak, Burun Keserek Cezalandırmak (Müsle) Yasaktır. 33

111. Harpte Kadınları Öldürmek (Yasaktır) 34

112. Düşmanı Ateşle Yakmanın Keraheti 39

113. Bir Kimsenin Diğer Bir Kimseye (Hayvanla Kazanacağı Kârın) Yarısı Karşılığında Yahut Da (Savaştan Elde Edeceği) Ganimet Karşılığında Hayvan Kiraya Vermesi Caizdir. 42

114. Esir Zincir Ve Bukağılarla Bağlanabilir. 44

115. Esirlere Sözlü Hakarette Bulunma, Onları Dövme Ve İtirafa Zorlama. 49

116. Esirin Müslümanlığı Kabule Zorlanması 50

117. İslâm'ı Telkin Etmeden Esîri Öldürmenin Hükmü. 53

118. Bir Esîri (Elini Kolunu Bağlayıp) Hedef Yaparak Öldürmenin Hükmü. 58

119. Esiri Okla Öldürmenin Hükmü. 60

120. Esir(Ler)i Karşılıksız Olarak Serbest Bırakmanın Hükmü. 61

121. Esirin Mal Karşılığında Serbest Bırakılması (Nın Hükmü) 63

Hevazin Temsilcilerin İsteklerini Dile Getirişleri: 69

Peygamberimizin Hevazin Temsilcilerine Teklif Ve Tavsiyesi: 69

Muhacirlerin Ensar'ın Hisselerini Peygamberimiz İçin Bağışlamaları 70

Akra B. Habis, Uyeyne B. Hısn Ve Abbas B. Mirdas'ın Hisselerini Bağışlamaktan Kaçınmaları 70

122. Ordu Kumandanı Yenmiş Olduğu Düşmanın Toprağında Bir Süre Kalabilir. 73

123. (İki) Esiri Birbirinden Ayırmak. 74

124. Ergenlik Çağına Gelmiş Olan Esirleri Birbirinden Ayırmak Caizdir. 76

125. Müslümanların Elinde Bulunan Bir Mal (Düşmanlarca Gaspedilip) Sonra Tekrar Ganimet Olarak Müslümanların Eline Geçerse Eski Sahibi O Malı Alabilir Mi?. 77

126. Müşriklere Ait Olup Da Müslümanlara Sığınarak Müslümanlığı Kabul Eden Kölelerin Durumu  79

127. (Harpten Sonra İslam Ülkesine Dönmeden Önce) Düşman Toprağında İken (Ganimetler Arasında Bulunan) Yiyecekleri Yemek Mubahtır. 81

128. Düşman Ülkesinde Yiyecek Az Olduğu Zaman Orada Yağma Yapmak Yasaktır  84

129. (Ganimet Olarak Ele Geçirilen) Yiyecek Maddelerini Düşman Ülkesinden (İslam Ülkesine) Götürmek  87

130. Düşman Ülkesinde (Ganimetlerden Artan) İhtiyaç Fazlası Yiyecekleri Satmanın Hükmü  88

131. Bir Mücahidin (Henüz Paylaşılmamış) Ganimet Mallarından Yararlanmasının Hükmü  89

132. Ganimetlerin Taksiminden Önce Ganimetler Arasında Bulunan Silahların Savaşta Kullanılması Caizdir  90

133. Ganimet Malını Çalmak Büyük Bir Günahtır. 91

134. Bir Kimsenin Ganimetlerden Çaldığı Malın Az Olması Durumunda Devlet Başkanının Onu Serbest Bırakacağı Ve Eşyasını Yakmayacağı 93

135. Ganimet Malı Çalan Kimsenin Cezası 95

Ganimetten Mal Çalan Bir Kimsenin Bu Suçunu Saklamak Yasaktır. 99

136. Seleb Düşmanı Öldürene Verilir. 100

137. Devlet Reisi Uygun Gördüğü Takdirde Bir Gaziye Öldürmüş Olduğu Kafirin Zati Eşyasını (Selebini) Vermeyebilir At Ve Silah Da Selebten Sayılır. 107

138. Selebden Hazine İçin Beşte Bir Hisse Ayrılmaz. 109

139. Çökertilmiş Yaralı Bir Düşmanı Öldüren Kimse Onun Selebinin Bir Kısmını Alabilir  110

140. Ganimetler Dağıtıldıktan Sonra Savaşa Gelen Kimse Ganimetten Bir Pay Alamaz  112

141. Ganimetten Kadınla Köleye De Pay Verilir. 118

142. (Müslümanların Safında Çarpışan) Bir Müşrike De (Ganîmet Mallarından) Pay Verilebilir (Mi?) 123

Açıklama. 124

143. Atlı Mücahitlerin Ganimetlerdeki Payları 125

143-144. (Savaşa Katılan) Bir At İçîn (Ganîmetlerden)Bîr Hisse Verileceğini Söyleyen Kimselerin Delilini Teşkil Eden Hadisi İhtiva Eden Bab. 127

144-145. Nefel (Gazilere Ganimet Hissesinden Fazla Olarak Verilen Mükafat) 130

145. Ordu İçerisinden Gönderilen Seriyye Birliklerine Nefel Verilmesi 135

146. Humusun Nefelden Önce (Ganimetlerden)Avrılması Gerekir Diyenlerin Delillerini Teşkil Eden Hadisler. 141

147. Seriyye (Baskından) Ele Geçirdiği Ganimetleri Orduya Gönderir. 145

148. Altın, Gümüş Ve (Harp Ülkesine Girince Daha Düşmanla Savaşmadan Önce) İlk (Ele Geçen) Ganimetlerden Nefel Vermenin Hükmü. 150

149. Devlet Başkanı Ele Geçen Ganimetlerin Bir Kısmını Kendisi İçin Ayırabilir. 152

150. Ahdi Yerine Getirmek. 154

151. Devlet Başkanı (Savaşta Ve) Barışta Kendisine Sığınılan Bir Kalkandır. 155

152. Düşmanla Sulh Yapan Bîr Devlet Başkanının Sulh Süresi Sona Erer Ermez Hemen Düşman Lkesine Erişmek Ve Düşmana Saldırmak Üzere, Daha Sulh Süresi Sona Ermeden Önce) Düşmana Doğru Yola Çıkması 157

153. Kendisiyle Antlaşma Yapılan Kimseye Karşı (Antlaşma Şartlarına) Uygun Hareket Etmek Ve Kendisine Verilen Söz Ya Da Emana Saygı Göstermek (Gerekir) 158

154. Elçiler. 158

155. Kadının Eman Vermesi 160

156. Düşmanla Barış Yapmak. 162

157. Kılıklarına Girilerek Ansızın Düşman Üzerine Yapılan Baskın (Hakkında Hadisler) 180

158. Yolculukta, (Çıkılan) Her Tepe Üzerine Tekbir Getirmek. 183

Açıklama. 183

159. Yasaktan Sonra (Allah Ve Rasûlü Tarafından, Yasaklanan   Fiile Tekrar) Dönme İzni (Verilebilir) 184

160. Müjdeci(Ler) Göndermek. 185

161. Müjde Vermek. 186

162. Şükür Secdesi 187

163. Yoldan Gelen Kimsenin (Evine) Geceleyin Girmesi (Mekruhtur) 192

164. (Seferden Dönenleri) Karşılamak. 194

165. Savaşta (Sarfetmek Üzere Hazırlanan) Bir Malzemeyi Vaz Geçilince Onu (Yine Allah Yolunda) Bir Savaşta Harcamak Müstehaptır. 195

166. Yolculuktan Dönünce Namaz Kılmak. 196

167. Hisselerin (Ayırdetme) Ücreti 197

168. Savaşta Ticaret Yapmak. 198

169. Düşman Ülkesine Silah Götürmek. 200

170. Şirk Ülkesinde İkamet Etmek. 201

 

 

 


96. Savaş Gününde Harpten Kaçmak

 

2646. ...îbn Abbas (r.a.)'dan demiştir ki: "...Eğer sizden sab­reden yirmi kişi olsa (onlar) ikiyüz kafiri yenerler..."[1] (ayeti) in­di (ğinde), Allah (bu ayetle) bir müslümanın on kafirden kaçmama­sını müslümanlara farz kılınca bu (durum) müslümanlara (çok) ağır geldi. Sonra (Allah'dan) hafifletmek (üzere başka bir ayet) geldi (Al­lah Teâlâ bu ayetinde); "Şimdi Allah sizden (yükü) hafifletti..."[2] buyurdu.

(Ravi) Ebû Tevbe (inen bu ayeti bildirmek maksadıyla başın­dan itibaren) "İkiyüz (kafiri) yenerler.”[3] cümlesine kadar okudu. (Ibn Abbas rivayetine devam ederek) dedi ki: "Allah, onlar (müslü-manlar)dan (yapmakla mükellef oldukları) harp hazırlığını hafifle­tince, kendilerinden hafifletilen (yük) kadar (göstermekle mükellef oldukları) sabr (in mikdannıda) azal(t)dı.[4]

 

Açıklama

 

Enfâl sûresinin 65. ayeti Bedir savaşında harp başlamadan önce Beydâ denilen yerde nazil oldu. Bu ayet-i kerime ile müslümanlar, kendilerinin on misli olan bir düşman kuvveti karşısında sebat edip yılmadan çarpışmakla emrediliyorlar ve kendilerinden on kat fazla olan bir düşman kuvveti karşısında harp sahasını terketmeleri halin­de sorumlu tutuluyorlardı. Bu yük onlara çok ağır geliyordu. Bunun üze­rine Yüce Allah, "Şimdi Allah sizden (yükü) hafifletti. Sizde zayıflık bu­lunduğunu bildi. Bundan böyle sizden sabreden yüz kişi olsa, ikiyüz (ka­fir)! yenerler ve eğer sizden bin kişi olsa Allah'ın izniyle iki bin (kafir)i yenerler. Allah sabredenlerle bareberdir."[5] mealindeki ayet-i kerimeyi indirerek mü'minlerin yükünü hafifletmiş oldu. Bu âyet-i kerîmeye göre, müslümanlar kendilerinin iki katı olan düşman kuvvetleri karşısında sa­vaşmakla mükellef tutulmuşlardır. Binâenaleyh harp sahasında müslüman kuvvetleri düşmanın yansı derecesinde az ve zayıf olsalar yine de düşman­la çarpışmak üzerlerine vacib olur. Böyle bir durumda korkuya kapılarak kaçmaları caiz olamaz. Fakat müslümanlar bundan da az ve zayıf bir du­ruma düşecek olurlarsa o zaman düşmana karşı saldırıya geçmek Üzerleri­ne vacib değildir. Belki düşmanın harp vesilesi olabilecek bazı tutumlarına göz yumarak harp tehlikesini atlatmaya çalışmaları kendileri için caiz olur.[6]

Bezlü'l-Mechûd yazarı eş-Şeyh Halil Ahmed'in açıklamasına göre, me­tindeki Enfâl sûresinin altmışaltıncı ayetinde geçen; "Allah sizde zayıflık olduğunu bildi" cümlesindeki "bildi" kelimesinden maksat, "Allah'ın ezel­den ebede mevcut olan ilminin taalluk etmesidir." Yoksa bu kelimeyi, "Allah daha önce bunu bilmiyordu da daha yem bildi" şeklinde anlamak son derece yanlış olur ve küfrü gerektirir.[7]

 

2647. ...Abdullah b. Ömer'den rivayet olunduğuna göre, ken­disi Rasûlullah (s.a.)'ın (düşmana baskın yapmak üzere gönderdiği) seriyyelerinden birinde imiş. (Hz. Abdullah bu seriyyede bulunduğu sırada başından geçen olayları) şöyle anlattı: "Askerler tamamen bozguna uğradılar. Ben de bu bozguna uğrayanlar arasında idim. (Bu kargaşalıktan kurtulup da bir kenara) çıkınca; "(şimdi) ne ya­pacağız? Biz harpten kaçtık (Allah'ın) gazab(ı) ile geri döndük" de­meye başladık ve; "Medine'ye girelim (gündüzün) orada kalalım, (geceleyin) bizi hiç bir kimse görmeden (evlerimize) gideriz." dedik. Ve (Medine'ye gir(meye kesinlikle karar ver)dik. (fakat) hemen ar­kasından da; "Eğer biz Rasûlullah (s.a.)'a (varıp da) durumumuzu arzetseydik, (daha hayırlı olurdu. O zaman) eğer bize tevbe gereki­yor idiyse (tevbe eder ondan sonra tevbekâr olarak Medine'de) ka­lırdık. Eğer bundan başka bir şey (yapmamız gerekiyor) idiyse (Me­dine'den) gider (o görevi yerine getirir)dik." dedik. Bunun üzerine sabah namazından Önce Rasûlullah (s.a.)(ı beklemek) için oturduk. (Evinden) çıkınca kendisine (doğru) ayağa kalktık ve; Biz (savaş­tan) kaçanlarız! dedik.

"Hayır! Bilakis siz tekrar savaşa dönen kimselersiniz." bu­yurdu. Biz de yaklaşıp elini öptük. Bunun üzerine;

"Ben de müslüman birliğinden bir kimseyim." buyurdu. [8]

 

Açıklama

 

kelimesi: Meyletmek, kaçmak için yer aramak maksadıyla sağa sola gidip gelmek,  geri  dönmek, hamle yapmak gibi manalara gelir. Eğer metinde geçen cümlesindeki dan maksat düşman askerleriyse o zaman kelimesi, "hamle yapti..." anlamına gelir. Ve bu cümleye, "düşman bizim üzerimize bir hamle yaptı biz de bozguna uğradık." şeklinde mana vermek icâbeder.

Fakat metnin daha aşağısında gelen, "harpten kaçtık" ve, "Hz. Pey­gamberin huzuruna vardık" mealindeki cümleler, sözü geçen cümledeki kelimesiyle, müslüman askerlerin kasdedildiğini ortaya koyuyor ki o zaman bu kelimeye, "kaçmak geri dönmek, düşman karşısında durma­yıp geri çekilmek" manası vermek gerekir. Nitekim "İşte onların varacağı yer cehennemdir. Oradan kaçacak bir yerde bulamazlar."[9] mealindeki âyet-i kerimede de "hasa" kelimesi bu mânâda kullanılmıştır. el-Cevherî'nin şu sözü de bu gerçeği ifâde etmektedir: "Hasa, kelimesi dost birliklerin yenilgisini anlatmak için kullanılır. "İnhezeme" kelimesi de düşman bir­liklerinin yenilgisini ifade etmek için kullanılır."[10]

Metinde geçen, "Ben de müslüman birliğinden bir kimse)yim" cüm­lesindeki kelimesi aslında cemaat, takım, birlik manalarına geldiği gibi: Ordunun bozulması halinde onu takviye etmesi ve hezimete uğrayan askerlere bir sığınak olması için ordunun arkasında bulundurulan özel bir­likler anlamına da gelir. Hz. Peygamber bu cümlede geçen kelimesi­ni ikinci manada kullanmış ve "Siz aslında savaştan kaçmadınız, tekrar savaşa dönmek için, müslüman birliklerin bozulmaları halinde onları ko­rumakla görevli olan özel bir birliğe sığınmış oldunuz. İşte ben o birliğin fertlerinden biriyim." demek istemiştir. Hadis sarihlerinin açıklamasına göre Hz. Peygamber bu sözüyle kendisine sığınan müslüman askerlerin kafasında doğan, "Acaba biz bu savaştan kaçmakla; "Kim o gün savaş­mak için bir tarafa çekilmek, ya da başka bir birliğe katılmak dışında arkasını döner (de savaştan firar eder)se o Allah'dan bir gazaba uğrar, onun yeri cehennemdir. O, ne kötü bir varılacak yerdir."[11] ayet-i keri-mesindeki tehdide hedef olma korkusunu gidermek istemiş ve onların bu hareketleriyle ayet-i kerimedeki, "savaşmak için bîr tarafa çekilen ve baş­ka bir birliğe katılan" cümleleriyle bu tehdidin dışında bırakılan kimsele­rin içine girmiş olduklarını ifade buyurmuştur.[12]

 

Bazı Hükümler

 

1. Harpten kaçmak büyük günahlardandır.

2. Abdullah b. Mes ud un açıklamasına göre ken­disinden üç misli fazla olan bir düşmandan kaçan bir askeri birlik harpten kaçmış sayılmaz. Fakat kendisinden iki misli fazla olan düşman kuvvetin­den kaçan bir birlik savaştan kaçmış sayılır. Dolayısıyla bu kaçış esnasın­da gayr-i meşru bir iş peşinde olduğundan bir nevi asi ve yol kesici durumuna düşeceği için ima ile namaz kılmak gibi seferin sağladığı ruhsatlar­dan yararlanamaz.

3. Savaş yapan müslüman askerlerin arkasında, onlardan hezimete uğrayanların sığınabilecekleri özel birlikler bulundurmak caizdir. Bu birli­ğe sığınan kimseler harpten kaçmış sayılmazlar.[13]

 

2648. ...Ebû Sâid (r.a.)'den demiştir ki:

"Kim o gün savaşmak için bir tarafa çekilmek ya da başka bir birliğe katılmak dışında arkasını döner (de savaştan firar eder)se"[14] (mealindeki ayet-i kerime) Bedir (savaşı) günü indi.[15]

 

Açıklama

 

Bazı kimseler bir önceki hadisin şerhinde mealini tüm olarak sunduğumuz ve mevzumuzu teşkil eden hadisin metninde geçen ayet-i kerîmedeki = bugün"kelimesine bakarak bu ayetin hükmünün sadece Bedir mücahidleri için geçerli olduğunu fakat daha son­ra bu ayetin hükmünün, "Şimdi Allah sîzden yükü hafifletti."[16] ayet-i kerimesiyle neshedildiğini, bu ayetin inmesinden sonra bir müslüman birli­ğin kendinin iki katından daha fazla olan bir düşman birliğinden kaçabil­mesine izin verildiğini söylemişlerdir. İmam Ebu Hanife (r.a.) ile Nafi, Hasen, Katade, Dahhak ve Yezid b. Ebi Habib bu görüştedirler.

Ulema'nın büyük çoğunluğuna göre, bu ayet-i kerimede geçen ke­limesiyle Bedir savaşı gününde değil,  )[17] ayet-i kerimesinde geçen ve kıyamete kadar müslümanların düşmanla karşılaşacakları tüm zamanları ifade eden, cümlesine işaret edildiğini söylemişlerdir. Bu ayetin Bedir savaşı günü savaş bittikten sonra inmiş olmasını da bu görüşlerine delil olarak göstermişlerdir. İmam Malik ile İmam Şafii, de bu görüştedirler.[18]

 

97. Küfre Zorlanan Esirin Durumu

 

2649. ...Habbab'dan elemiştir ki: Rasûlullah (s.a.) Ka'be'nin göl­gesinde çizgili bir kumaşı başının altına yastık olarak koymuş bir halde (dinlenir) iken (yanına) varıp kendisine (kafirleri) şikayet ettik.

"Sizden önceki (ümmetlerde) bir kimse (küfre zorlanırdı ka­bul etmeyince) tutulur ve kendisi için yerde bir çukur kazılır (sonra bu çukurun içine yatırılır) di. (Daha) sonra bir testere getirilip başı­nın üzerine konur (onunla) başı iki parça edilirdi de bu (işkence) onu dininden çeviremezdi. Kemiği üzerinde (bulunan) etten ve sinir­den (ne varsa hepsi) demir taraklarla taranırdı da (yine) bu (işkence) onu dininden çevir (e) mezdi. Allah'a yemin olsun ki Allah bu dini tamamlayacak. Öyle ki (Hayvanına) binen bir kimse Allah'tan (baş­ka) ve koyunları hakkında da kurttan başka hiç kimseden korkma­dan (yalnız başına) San'a ile Hadramevt arasında yolculuk yapabile­cektir. Fakat siz acele ediyorsunuz." buyurdu [19]

 

Açıklama

 

Hz.Peygamber bu sözleriyle, ashâb-ı kiramın çektikleri sıkıntıların acısını dindirmek, onları teselli etmek, karşılaşacakları sıkıntılara sabrettikleri takdirde huzurlu ve emniyetli günlere kavu­şacaklarını müjdelemek istemiştir.

Hafız İbn Hacer'in ifadesine göre: Arabistan çevresinde birisi Şam'da diğeri de Yemen'de olmak üzere iki tane San'a vardır. Hadramevt'te Yemende'dir. Bu hadis-i şerifte müslümanların gelecekte çok uzun mesafeli yolculukları yalnız başına yapabilecekleri bir güven ve huzur ortamına ka­vuşacakları müjdesi verilmek istendiğine göre, buradaki San'a'dan maksa­dın Şam'da bulunan San'a olması gerekir. Çünkü Hadramevt ile Şam'da bulunan San'a arasındaki mesafe Hadramevt ile diğer Sana arasındaki me­safeden daha uzundur ve hadis-i şerifte anlatılmak istenen uzun yolculuğa daha uygundur.

Sahabe-i Kiramdan bazılarının Rasûl-i Ekrem'e gelerek kendilerinin çekmiş oldukları sıkıntıların sona ermesi için dua etmesini rica ettikleri halde Hz.Peygamberin bu ricayı kabul etmemesinin sebebini Hafız îbn Hacer şöyle açıklıyor:

Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'inde "... Bana dua edin, duanızı kabul edeyim..."[20] "Hiç olmazsa kendilerine böyle şiddetimiz geldiği zaman yalvarsalardı!"[21] buyurduğu halde Hz.Peygamber ashâb-ı kiramın acı­larının sona ermesi için dua etmekten kaçınmasının sebebi Allahu Teâlâ'-nın diğer peygamberlerin ve sahabelerinin başına da gelmesini takdir ettiği belâların kendinin ve sahabelerinin başına da gelmesini takdir etmiş oldu­ğunu, diğer peygamberlerinin ümmetlerinin çektiği sıkıntılar sayesinde er­miş oldukları nimetleri ve yüksek makamları bilmesidir. İşte Hz. Peygam­ber haklarındaki Allah'ın takdirini ve Allah'ın bu takdiri sayesinde yük­sek derecelere erişeceklerini bildiğinden dolayı ümmetinin de başına gele­cek olan belaların dinmesi için dua etmedi. Allah'ın o takdirine razı oldu. Bu sayede umduğunu elde etti. Korktuğundan kurtuldu.

Ancak şurasını da unutmamak gerekir ki her ne kadar Allah'ın takdi­ri karşısında peygamberlerin bu şekilde davranması icab ediyorsa da, pey­gamberlerin dışındaki kimselerin başlarına gelen musibetler hakkında Al­lah'a el açıp bu belalardan kurtulmaları için dua etmeleri vaciptir. Çünkü peygamberlerin dışında kalanlar Peygamberlerin muttali oldukları kaza ve kaderle ilgili sırlara muttali olamazlar.

İbn Battal'ın açıklamasına göre: Ulema ölümle küfür arasında bir tercih yapmaya zorlanıp da Ölümü küfre tercih eden bir kimsenin ecrinin, küfür lafızlarını mecburen söylemeyi ölüme tercih eden kimsenin ecrinden daha fazla olduğunda ittifak etmişlerdir. Fakat domuz eti yemek, şarap içmek gibi bir günahı işlemekle küfretmek arasında bir tercih yapmaya zorlanıp da domuz eti yemeyi veya şarap içmeyi ölüme tercih eden kimse­nin sevabı, ölümü bu günahlardan birini işlemeye tercih eden kimsenin sevabından daha azdır. Maliki ulemasından bazılarına göre ölümle, leş yemek arasında bir tercih yapmaya zorlanan kimse eğer ölümü leş yemeye tercih ederse günahkâr olur. Bu mevzuda Hanefi ulemasının görüşü de şöyledir; Leş yemek, şarap içmek, domuz eti yemek gibi günahlardan biri­ni işlemekle hapsedilmek dövülmek, zincire vurulmak gibi işkencelerden birini tercihe zorlanan bir kimsenin, bu günahlardan herhangi birini işle­meyi hapsedilmeye veya dövülmeye ya da zincire vurulmaya tercih etmesi helal olmaz.

Fakat bu günahlardan biriyle ölüm arasında bir tercih yapmaya zor­lanan bir kimsenin, sözü geçen günahlardan birini öldürülmeye ya da or­ganlarından birinin kesilmesine tercih etmesi caizdir. Eğer ölümü yahut ta herhangi bir organının telef edilmesini bu günahlardan birine tercih edecek olursa günahkâr olur. Çünkü aslında domuz eti veya leş yemek gibi fiiller insan vücuduna zararlı oldukları için haram kılınmışlardır. Za­ruret durumlarında bunları yemekten kaçınmak ise vücudu büsbütün im­ha etmek demektir. Yine Hanefî ulemâsına göre Allah'ı veya Rasûlünü inkâr etmek ya da onlara sövmekle öldürülmek veya organlarından birini kaybetmek şıklarından birini tercih etmeye zorlanan bir kimse, zorlayan kimselerin bu tehdidi yerine getireceklerini kesinlikle anlarsa o zaman Al­lah'a ve Rasûlüne olan îmânını kalbinde saklayarak zahiren Allah'ı ve Rasûlünü inkâr ederek onların emrini yerine getirmek suretiyle kendisini kurtarır. Bundan dolayı asla günahkâr olmaz. Fakat ölümü tercih edecek olursa çok büyük ecre nail olur.[22]

 

98. (Kafirlerin Hesabına) Casusluk Yapan Kimsenin Müslüman Olduğu Ortaya Çıkınca Nasıl Muamele Yapılır?

 

2650. ...Ali b. Ebi Talib'in katibi olan Ubeydullah b. Ebi Rafi' dedi ki: Ben Ali (r.a.)'yi (şöyle) derken işittim: Rasûlullah (s.a.) benî Zübeyr ve Mikdad-ı;  "Haydin Hâh bahçesine gidin! Orada, yanında mektup bulunan bir câriye vardır. Mektubu ondan alın"

diyerek gönderdi. Atlarımızı koşturarak yola koyulduk. Bahçeye var­dık. Derken ansızın cariye karşımıza çıkıverdi. Bunun üzerine: Mek­tubu getir, dedik.

Bende mektup yok, cevabını verdi. Ben de: Ya mektubu çıka­rırsın, yahut da elbiseleri bırakırsın! dedim. Bunun üzerine örülü saçlarının arasından mektubu çıkardı. Biz de onu peygamber (s.a.)'e getirdik. Bir de ne görelim mektup Hatıb b. Ebi Beltea (tarafın)dan Rasûlullah (s.a.)'in bazı işlerini haber vermek üzere bazı müşriklere (hitaben yazılıp gönderilmiş) Rasûlullah (s.a.);

"Ey Hatıb! Bu nedir?" diye sordu. (Hatıb);

Ey Allah'ın Rasûlü! Benim hakkımda (hüküm vermekte) ace­le etme. Ben Kureyş'in müttefiki idim. Ama onlardan değildim. Şurası bir gerçek ki (Muhacirlerden) Kureyş (kabilesine mensup bazı kimseler) in Mekke'de hısımları vardır. (Bu akrabalar) hısımlıkları sebebiyle (muhacirlerin) Mekke'de bulunan ailelerini koruyorlar. Be­nim (Mekkelilerle olan hısımlığım) kalmayınca onlara bir iyilik yap­mayı ve bu iyilik sebebiyle (oradaki) akrabalarımı korumalarını (sağ­lamayı) arzu ettim. Allah'a yemin olsun ki ey Allah'ın Rasûlü ben­de küfürde yok, dinden dönme de yok dedi. Rasûlullah (s.a.)'de;

"(Bu adam), size doğru söyledi" buyurdu. Bunun üzerine Ömer;

Beni bırak ta şu münafığın boynunu vurayım, dedi. Rasûlul­lah (s.a.) de;

“Gerçekten o Bedir (muharebesin) de bulunmuştur. (O'nun katle layık olduğunu nereden biliyorsun. Allah onların durumuna muttali olduğu için Bedir ehli hakkında;

"İstediğinizi yapınız. Ben sizi affettim." buyurmuştur." ceva­bını verdi.[23]

 

Açıklama

 

Hz. Hâtıb'ın babası Ebu Beltea'nın ismi Amr b. Umeyr b. Seleme'dir. Hz. Hâtıb'ın başından geçen bu hadise üze­rine yüce Allah onun hakkında; "Ey iman edenler Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri veliler (dostlar) edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkar ettikleri, Rabbiniz Allah'a inandığınızdan dolayı Rasû­lü ve sizi (yurdunuzdan sürüp) çıkardıkları halde siz onlara sevgi (belirte­cek mektup) ulaştırıyorsunuz. Eğer benim yolumda savaşmak ve benim rızamı kazanmak için çıktınızsa içinizde onlara sevgi (mi) gizliyorsunuz? Oysa ben sizin gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz h erse yi bilirim. Sizden kim bunu yaparsa doğru yoldan sapmış olur."[24] mealindeki ayet-i keri­meyi indirdi. Müfessirlerden Ebü Ömer'e göre bu ayette geçen "Ey mü'-minler!..." hitabına Hz. Hatıb da dahil bulunduğundan Cenab-ı Hak bu ayet-i kerime ile Hz. Hâtıb'ın imanına şahitlik etmiştir. Aslında Hatıb mühim hizmetlerde bulunmuştur. Bunlardan en önemlisi hicretin altınca yılında Hudeybiye dönüşünde Peygamber efendimiz tarafından bir mek­tupla Mısır ve İskenderiye Meliki Mukavkıs'e elçi olarak gönderilmesidir. Bu elçiliğinde Hz. Hatıb Mukavkıs'm yanında beş gün kalmış ve bir takım hediyelerle dönmüş gelmiştir. Bu hediyeler Düldül adındaki meşhur beyaz katır, gufeyr adında bir merkep, elbise vesaire ile Peygamberimizin oğlu İbrahim'in anası Mariye ve hemşiresi "Şirin" idi. Rasûlullah Sirin'i Has­san b. Sabit'e hediye etti.

Hz. Hâtıb, Ebu Bekr Sıddık'ın hilafeti zamanında Mısır'a gönderil­miş ve Mısırlılarla sulh akdetmiştir. Bu sulh, Mısır'ın, hicretin 20. yılında Amr b. As tarafından fethi zamanına kadar yürürlükte kalmıştır. Hz. Hâ­tıb tacirdi. Vefatında dört bin dinar nakit ile birçok servet bıraktı. Hicre­tin otuzuncu yılında vefat etmiş ve namazı Hz. Osman tarafından kıldırılmıştır.[25]

Hz. Hatıb'ın sözü geçen mektubu gönderdiği kimseler, Mekkeli müş­riklerden Süheyl b. Amr ile Safvan b. Ümeyye ve İkrime b. Ebi'Cehl idi. Hz. Hatıb bu mektubunda Hz. Peygamberin bir savaş hazırlığı içinde bu­lunduğunu ve Mekke üzerine yürümesi ihtimalinin çok kuvvetli olduğunu yazmıştır. Hz. Ali'nin rivayetine göre Yüce Allah peygamberini bu mektup­tan haberdar etti ve Mekke'yi fethetme düşüncesinin Mekkeli müşriklere ulaş­masına engel oldu. Buhârî sarihlerinden Bedrüddin Ayni'nin bildirdiğine göre bu mektup şu mealde idi:

"... Ey Kureyş cemaatı! Rasûlullah (s.a.) size karşı mühim bir kuv­vetle varıyor ki gece karanlığı gibi korkunç olan bu ordu sel gibi akacak­tır. Allah'a yemin ederim ki, Rasûlullah üzerinize yalnız başına gelse bile Allah onu size galip kılacaktır ve verdiği va'di yerine getirecektir. Vaktin­de başınızın çâresine bakınız! vesselam."Sözü geçen mektubu Mekke'ye iletmek isterken yakalanan kadının ismi Sârâ'dır. Hatib bu kadını on di­nara tutmuştu. Hz.Peygamber bu kadının Ebu Süfyan'ın karısı Hind ile be­raber öldürülmesini emretmişti. Fakat bu kadın Abdülmuttalip oğullarının azatlı cariyelerinden bulunduğundan affolunması rica edilince affolunmuştur. Hz. Ömer'in hilafeti zamanına kadar yaşamış nihayet bir süvarinin atının ayak­ları altında çiğnenerek ölmüştür.[26] Metinde her ne kadar Hz. Peygam­ber, Hz. Hatıb'ın doğru söylediğini ifade ettikten sonra, Hz. Ömer'in Hz. Peygamberin bu açıklamasıyla yetinmeyip Hz. Hatıb'ın boynunu vurmak için izin istediği ifade ediliyorsa da, İbn Hacer'in bildirdiğine göre Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in emrine aykırı hareket eden bir kimsenin boynu­nun vurulacağını zannettiği için onu öldürmeye niyetlenmiş, fakat bu dü­şüncesinin isabetli olup olmadığını iyice kestiremediği için de Hz. Peygamber'den izin istemiştir. Yoksa Hz. Ömer'in Hz. Peygamberin sözü veya hükmünden kılpayı ayrılması bile düşünülemez. Tarih buna şahittir.

Ayrıca Halebî'nin siyerinde Hz. Ömer'in bu çıkışının aslında Hz. Pey­gamberin yaptığı açıklamadan önce olduğu, fakat ravilerden bazılarının yanlışlıkla takdim ve tehir suretiyle bu sırayı değiştirdikleri ifade edil­mektedir.

Yine Hafız İbn Hacer'in açıklamasına göre bazı kimseler, Rasûl-i zişan efendimizin metinde geçen, "İstediğinizi yapın sizi affettim*' anlamı­na gelen cümlesindeki, Bedir mücahidlerinin günahlarının affedilmesi ile ilgili müjdenin Bedir mücahidlerinin geçmiş günahlarıyla ilgili olduğunu, Bedir savaşından sonra işleyecekleri günahların da affın kapsamına girme­yeceğini iddia etmişlerse de aslında bu müjde, Bedir mücahidlerinin ölün­ceye kadar işleyecekleri günahları kapsamına almaktadır.

Binaenaleyh metinde geçen, "Affettim" kelimesinin geçmiş za­man sığasıyla (kipiyle) kullanılmasından maksat, Bedir mücahidlerinin sa­dece geçmiş günahlarının affedilmiş olduğunu bildirmek değil, Bedir mücahidlerinin günahlarının kesinlikle affedileceğini bildirmektir. Çün­kü istikbale ait bir haberin mazi siğasıyla bildirilmesi o haberin kesinlikle meydana geleceğini ifade eder. Nitekim Hz. Peygamberin, Hz. HatnVın, bu günahı Bedir savaşından sonra işlemesine rağmen, Bedir mücahidlerin­den olduğu için onun bu günahının affedilmiş olabileceğinden bahsetmesi de bu gerçeği tekid etmektedir.

Yine metinde geçen, "İstediğinizi yapınız." anlamındaki cümleyle Bedir mücahidlerinin şerefi, büyüklüğü ve işleyecekleri günahların affedildiği ifade edilmek istenmiştir. Yoksa, "size herşey helaldir her istediğinizi yapınız." gibi bir mânâ kasdedilmemiştir.[27]

 

Bazı Hükümler

 

1. Bir kimse te'vile müsait bir suç işlerse suçlu olması ihtimali kuvvetle muhtemel bile olsa bu du­rumda bu sanığın yapacağı açıklamaya itibar edilir. Zann-ı galibe itibar edilmez.

2. Düşman hesabına casusluk yaptığı tesbit edilen bir müslümanm Öldürülmesi caiz değildir. Böyle bir casusun ölüm cezasının dışında bir ceza ile cezalandırılıp cezalandırılmayacağı hususu ulema arasında ihti­laflıdır.

Rey taraftarlarına göre eğer bu kimse müslümanların sırlarını düşma­na bildirmişse şiddetli bir şekilde dövülür ve uzun zaman hapsedilir.

İmam Evzai'ye göre, eğer bu casus müslüman ise, devlet reisi veya onun vekîli bu casusu ibret teşkil edecek şekilde cezalandırır ve onu sür­gün eder. Eğer zımmî ise müslümanlarla olan antlaşması bozulmuş olur. İmam Mâlik kendisine bu mevzuda hiç bir hadis ulaşmadığını söylüyor ve bu gibi casusların devlet reisinin yapacağı içtihadla cezalandırılması ge­rektiğine inandığını ifade ediyor.

İmam Şafiî'ye göre ise, eğer bu casus müslümanlara hizmet etmiş ve hizmetiyle onların güvenini kazanmış biri olursa ve bu suçu yanlışlıkla yaptığı anlaşılırsa ona ceza verilmez. Eğer bu özellikleri taşımıyorsa ta'zir cezasıyla cezalandırılır.

3. Müctehid seviyesinde bulunan bir kimse kendi içtihadına dayana­rak bir kimsenin kâfir ya da münafık olduğunu söyleyecek olursa bu isna­dından dolayı cezalandırılması gerekmez.

4. Gerçeğin meydana çıkarılması hususunda lüzumlu belgeleri ele ge­çirmek üzere veya haddlerin infazı için kadınların kendiliğinden açılan yer­lerini gözden geçirmek caizdir.

5. Müşavirler hükümdara ve hâkimlere fikirlerini söyleyebilirler.

6. Casusların mektuplarını okuyarak sırlarını ortaya çıkarmak caizdir.

7. Bedir mücâhidlerinin geçmiş ve gelecekleri günahları affedilmiştir.[28]

 

2651. ...Şu (bir önceki hadis-i şerifte geçen) olay Ali (k.v.)'den de rivayet olunmuştur. (Ali r.a.) dedi ki: (Hz. Peygamberin Mekke üzerine yürümeyeceğini Öğrenen) Hatip (meclisten kalkıp) gitti ve Mekke halkına;

Muhammed sizin üzerinize bir sefer yapmak üzere kesin karar aldı diye bir mektup yazdı. (Ebu Abdirrahman) dedi ki; (Hz. Ali'­nin rivayet ettiği) bu hadiste şu (sözler) bulunmaktadır: (Mektubu götüren kadın yakalandığında);

"Benim yanımda herhangi bir mektup yoktur dedi.

Biz de onu (n devesini) çöktürdük. (Fakat) yanında herhangi bir mektup bulamadık. Bunun üzerine AH b. Ebi Talib;

"Kendisine yemin edilen zata yemin olsun ki seni öldürürüm. Yahut da (bu) mektubu çıkarırsın dedi. (Vehb b. Bakıyye bu sözlerden sonra bir önceki) hadisi (aynen) rivayet etti.[29]

 

Açıklama

 

Bu hadisle ilgili açıklama bir önceki hadisin şerhinde geçmiş olduğundan burada tekrara lüzum görülmemiştir.[30]

 

99. Zımmi Casusların Durumu

 

2652. ...Fürat b. Hayyan'dan rivayet edildiğine göre kendisinin öldürülmesi için Rasûlullah (s.a.) emir vermiş. Fürat o sırada Ebu Süfyan'ın casusu imiş ve Ensar'dan bir adamla da müttefik imiş. (Bir gün) Ensardan bir topluluğun yanına varıp; "Ben müslümanım demiş. Bunun üzerine (orada bulunan) Ensardan bir adam (Hz. Pey­gambere varıp);

Ey Allah'ın Rasûlü o adam ben gerçekten müslümanım, diyor demiş. Rasûlullah (s^a.) da;

Sizden bazı kimseler var ki, iman etmeleri konusunda biz on­lara güveniriz. Fürat b. Hayyan da onlardandır." buyurmuş.[31]

 

Açıklama

 

İbni'l-Esîr'in Üsdu'1-Gâbe isimli eserinde açıklandığına göre Hz. Peygamber, Fürat b. Hayyan'ın delaletiyle yolculuk yapan bir ticaret kervanını vurmak üzere Zeyd b. Harise'yi görevlendir­mişti. Bu baskında yakalanan Fürat, Rasûlü Ekrem'in huzuruna getiril­miş, Rasûl-i zîşan efendimiz de onu Öldürmemişti. Fürat o sıralarda En-sardan bir topluluğun yanına varıp kendisinin müslüman olduğunu kesin bir dille ifade edince Hz. Peygamber onun bu ikrarını kabul etmiş ve Fü-rât'ın kendisine güvendiği kimselerden biri olduğunu söylemiştir.

Fakat Sünen-i Ebû Davud'un bütün nüshalarında ve İmam Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde Hz. Peygamberin onun öldürülmesini emrettiği fakat sonradan onun müslüman olduğunu ifade etmesiyle onu serbest bı­raktığı ifade edilmektedir. Aynı şekilde, İbn Abdilberr'in, Elistiabı ile Ha­fız İbn Hacer'in el-İsabe* sinde de, Hz. Peygamberin onun öldürülmesi için emir verdiği fakat sonradan onun müslüman olduğunu öğrenmesiyle bu kararından vazgeçtiği kaydedilmektedir. Netice itibariyle istiabda, Fü­rat b. Hayyan'ın öldürüldüğünden bahsedilmediği gibi, el-Isabe'de de onun Ensardan bir adamın müttefiki olduğundan bahsedilmiyor. Görülüyor ki mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif bütün bu rivayetlerde gözden ka­çan kısımları tesbit etmekte ve bu mevzuda rivayet edilmiş olan tüm hadi­seleri içerisinde toplamaktadır.

Ancak müellif Ebu Davud bu hadîs-i şerifi, "Zımmî casusların durumu" başlığı altında rivayet ettiği halde bu hadis-i şerifte Hz. Fürat'ın zimmiliğine dair hiçbir kayıt yoktur.

Ancak bu hadisin Neylu'l-evtâr'da geçen lafızlarında, Hz. Fürat'ın zimmî olduğu ifâde ediliyor ve kaynak olarak da Ahmed b. Hanbel'in müsnedine dayanılıyor.[32] Avnü'l-Ma'bûd yazarı bu kaynağa dayanarak Hz, Fürat'ın zımmîliğine hükmetmiş ve mevzumuzu teşkil eden hadisle bab arasındaki İlgiyi kurmuştur. Aynı şekilde Tâc yazan da, bu hadisin Ahmed b. Hanbel'in Müsned'indeki lafızlarında Hz. Fürat'ın zımmî oldu­ğu ifâdesi bulunduğunu söylüyor.[33] Bezlû'l-mechûd yazan ise, bütün bu rivayetlerin kaynağı olarak gösterilen Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde, Hz. Fürat'ın zımmîliğine dâir bir ifâde bulunmadığını ve sözü geçen müs-nedde bu ifâdenin bulunduğu herhangi bir hadise rastlayamadığını, binâe­naleyh Hz. Fürat'ın o günkü haliyle zımmî bir casus değil harbî bir casus sayılması gerektiğini söylüyor ve bir müslümanla anlaşmış olan bir müşrik zımmi hükmüne girdiği için, Musannif Ebu Davud'un bu hadisi "zımmî casusların durumu" başlığı altında rivayet etmiş olması ihtimali üzerinde duruyor. Ahmed el-Bennâ'nın verdiği bilgiye göre, Hz. Fürat, Hendek savaşında Ebu Süfyân hesabına müslümanlar arasında casusluk yapmış, bu yüzden Hz. Peygamber onu ölüme mahkum etmiştir. Fakat sonradan müslüman olmuş, Hz. Peygamberin yanma göç etmiş Hz. Peygamberin vefatına kadar ondan ayrılmamış ve harplere iştirak etmiştir. Hz. Pey­gamberin vefatından sonra ise Kûfe'ye göçetmiş hayatının sonuna kadar orada yaşamıştır.[34]

Bu hadîs-i şerif casusluk yapan bir zımminin öldürülmesinin caiz ol­duğuna delalet etmektedir. Fethu'l-Bârî'de ifâde edildiğine göre casusluk yapan kafir bir harbînin öldürülmesinin caiz olduğunda ulema ittifak et­mişlerse de müslümanlarla antlaşması olan kimselerle zımmîler hakkında ihtilaf vardır. Bunlardan biri casusluk yaparsa imam Mâlik ile el-Evzâî'ye göre öldürülmez fakat antlaşması bozulmuş olur. Şafiîlere göre ise eğer antlaşmalarında casusluk yapmamak şart koşulmuş olursa bu şarta riayet etmediğinden antlaşması bozulmuş olur. Eğer böyle bir şart yok ise o tak­dirde mesele Şafiî ulemâsı arasında ihtilaflıdır. Münzîrî'nin açıklamasına göre bu hadîsin senedinde, kendisine güvenilmeyen Muhammed b. Mu-habbeb bulunduğundan bu hadis delil olma niteliğinden uzaktır.[35]

 

100. Pasaportla İslam Ülkesine Girip Casusluk Yapan Kimselerin Durumu

 

2653. ...İbn Seleme b. el-Ekvâ'mn babasından; demiştir ki: Pey­gamber (s.a.) (Huneyn) sefer(in) de iken huzuruna müşriklerden bir casus geldi ve ashabın yanında oturdu. Sonra çıkıp gitti. Bunun üze­rine Peygamber (s.a.);

"Onu arayıp bulun ve Öldürün" buyurdu. (Seleme) dedi ki; Ben (bazı sahabelerden) önce yetişip onu öldürdüm ve eşyasını al­dım.  (Hz.  Peygamber de) ganimet olarak  onun eşyasını bana verdi.[36]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif kısa bir şekilde rivayet edilmiştir. Hatta mevzubahis olan casusluk hadisesinin hangi seferde oldu

ğu bile açıklanmamıştır. 2654 numaralı hadisle Müslim'in rivayetinden bu hadisenin Huneyn seferinde cereyan ettiğini, casusun süvari olduğunu İs­lâm ordusu içinde dostça konuşup görüştüğü ve yiyip içtiği sırada inceden inceye ashabın halini gözden geçirdiğini anlayabiliyoruz.

Metinde geçen "Nefl" kelimesi lügatta ziyâde manasınadır. Gazilere, paylarına düşen ganimetten fazla olarak verilen mallara da Nefl denir.[37]

Yine metinde geçen Se'leb kelimesi Fıkhi bir terim olarak maktulün elbisesine, binitine, silahına, heybesine, hayvanı üzerinde yüklü olan malı­na denir. Maktulün bunlar haricindeki malı Seleb değildir. Yine böyle mak­tulün başka hayvan üzerinde bulunan kölesi ile hizmetçisi ve yüklü malı da selebten sayılamaz.

Bu, İbn-i Ekva' hadisini Buhâri, düşman diyarından emansız ve izin­siz olarak gelen bir harbî, islam memleketine girdiğinde bunun hükmünün ne olabileceğine dâir açtığı bir babında rivayet etmiştir. Fakat Buhâri: "Bu harbi öldürülür mü, öldürülmez mi? Bu konuda nefyen ve isbâten hiç hüküm bildirilmemiştir. Sebebi de meselenin mezheb sahibi âlimler arasın­da ihtilaflı olmasındandır. İmam Mâlik, İslam diyarına izinsiz gelen harbî hakkında tayin edilecek cezayı devlet reisinin ve hükümetin re'yine bırak­mıştır ve bu makule harbînin hükmü, diğer muhariplerin tabi oldukları hüküm gibidir," demiştir.

Evzâî ile îmam Şâfıî; "Eğer emansız ve izinsiz gelen harbî, elçilikle ve düşman tarafından siyâsi bir vazife ile geldiğini iddia ederse bu iddiası kabul olunur," demişlerdir. îmam Ebû Hanîfe ile İmam Ebû Yûsuf ve Ahmed İbn Hanbel; "Harbî'nin bu tür bir iddiası kabul olunmaz. Bu, müslümanlar için fey'dir kendisi esir ve selebi ganimettendir," demişler­dir. İmam Muhammed de: "Harbî ve mallan, onu yakalayan gaziye ait­tir," demiştir.

Eğer emansız ve izinsiz gelen harbî casus olursa mevzumuz olan İbni Ekvâ hadisinden istifâde edilen hükme göre bu casus öldürülür. Bu babda ulemânın icmâı vardır. Casus harbi olmaz da, muâhid bir devlete mensup, yahut zımmî veya haraca bağlanmış birisi olursa, Mâlikle Evzâi'ye göre bu casus, ahdini bozmuş sayılır. Devlet isterse onu köle yapar, dilerse katleder, katli caizdir; demişlerdir. Fakat ulemânın cumhuruna göre bu kimsenin ahdi bozulmuş olmaz. Fakat ahitnamede taraflardan birinin ca­susluk yapması halinde ahdinin bozulacağı zikredil m işse o zaman ahdi bozulur.[38]

 

2654. ...İyâs b. Seleme'nin babası Seleme'den; Rasûlullah (s.a.) ile birlikte Hevâzin'de savaşa katıldım. Kahvaltı yapıyorduk. Çoğu­muz yaya idi ve bizde  bir zayıflık hâli vardı. Ansızın kırmızı bir erkek deve üzerinde bir adam çikageldi. Devenin boşböğründen de­riden yapılmış bir ip çıkardı, onunla devesini bağladı, sonra geldi cemaatle birlikte kahvaltı yapmaya başladı. (Cemaatin) zayıflığım ve hayvanların cılızlığını görünce, (birdenbire) çıkıp devesine doğru koştu ve onu çözdü sonra çöktürüp üzerine oturdu, sonra da onu koşturmaya başladı. Boz bir dişi deve üzerinde Eşlem (kabilesin)den bir adam da onun ardına düştü. Bu deve cemaatin hayvanlarının en iyisiydi. Ben de koşarak çıktım ve o (birinci adamı takip eden) adama yetiştim. Dişi devenin başı erkek devenin kalçası hizasında idi. Ben de dişi devenin kalçası hizasında idim. Sonra ilerledim er­kek devenin kalçası hizasına geldim. Sonra daha da ilerledim, deve­nin yularını yakalayıp onu çöktürdüm. Deve dizini yere koyunca kılıcımı çekip (adamın) başına vurdum. Derhal (yere) düştü. Hayva­nı yüküyle birlikte çekip getirdim. Rasûlullah (s.a.) (yüzünü) döne­rek beni karşıladı ve

"Bu adamı kim öldürdü?" diye sordu. (Oradakiler);

Seleme b. el-Ekva (öldürdü) dediler. Bunun üzerine Rasûlullah;

"Bunun bütün eşyası onundur." buyurdu.[39]

Râvi Harun dedi ki; bu rivayet Hâşime aittir.[40]

 

Açıklama

 

Metinde geçen kelimesi, yan, böğür ve kemer gibi mânâlara gelir. Burada devenin böğrü anlamında kullanılmış­tır. Bu durumda sözü geçen kimsenin devenin böğründe sarih olan bir ipi çözüp aldığı anlaşılıyor. Bu kelime Müslim'in sahihinde şeklinde rivayet edilmiştir ise; "Develerin bağlanmasına yarayan deriden ya­pılmış ip" demektir.[41]

 

Bazı Hükümler

 

1. Harbden dönen bölükleri karşılamak, başarılı işler yapanlara, medh-u senada bulunmak müstehabdır.

2. Küfür diyarının kâfir casusu öldürülür. Bu hususta bütün ulemâ­nın ittifakı vardır. Hatta Nesaî'nin rivayetinde Peygamber (s.a.) in ashabı­na bu adamı arayıp öldürmelerini emir buyurduğu bildirilmektedir.

3. Tekellüfsüz olmak ve maksada halel getirmemek şartıyla cinaslı konuşmak caizdir.[42]

 

101. Düşmanla Karşılamak İçin En Uygun Olan Vakit Hangisidir?

 

2655. ...En-Nu'man b. Mukarrin dedi ki: Ben (bazı savaşlarda) Rasûlullah (s.a.) ile birlikte bulundum. Gündüzün evvelinden sava­şa başlamazsa güneşin (tepeden batıya) kayıp ta rüzgarlar esmeye ve (Allah'ın) yardım(ı) ininceye kadar savaşı ertelerdi.[43]

 

Açıklama

 

Hz. Peygamberin, savaşa girmek için güneşin tepe noktasıhdan batıya kayıp da öğle namazı vaktini ve rüzgarların esmesini beklemesinin sebebi Farz namazlarından sonra duaların kabul olmasıdır. Genellikle rüzgarlar, öğle namazından sonra esmeye başladığı için Hz. Fahr-i Kâinat efendimiz öğle namazını kıldıktan sonra zafer için dua ederdi. O sırada da rüzgarlar esmeye başlardı. Dolayısıyla sıcağın şid­deti de kaybolur mücahidler harbe daha canlı ve istekli olarak girmiş olurlardı.

Nitekim Hendek savaşında, Allah'ın yardımı rüzgarların esmeye baş­lamasıyla geldiğinden dolayı, Hz. Peygamber savaşa başlamadan önce rüz­garların esmeye başlamasını arzu eder ve bunu zafer alameti sayardı. Nite­kim Tirmizî'nin rivayet ettiği şu hadis-i şerif de bu gerçeği açık bir şekilde ifade etmektedir.

"...Hz. Peygamber fecir doğduğu zaman güneş doğuncaya kadar savaşı durdurur ve güneş doğunca savaşı başlatırdı. Gündüz yarılandığı va­kit, zeval vaktine kadar savaşı durdurur ve güneş tepe noktasından batıya kayınca savaşa başlar, ikindi vaktine kadar savaşırlardı. Sonra ikindi na­mazını kıhncaya kadar savaşı durdurur .namazdan sonra tekrar harbederdi. O (savaşı durdurduğu) sırada, "Zafer rüzgarları esiyor" denir ve müslü-manlar namazlarında ordularına dua ederlerdi."[44]

Ancak Tirmizi'nin bu hadisinin senedinde inkıta vardır. Çünkü Katâ-de, En-Nu'man b. Mukarrin'e ulaşmamıştır.[45]

 

102. Düşmanla Savaşırken Sessiz Olmak Tavsiye Edilmiştir.

 

2656. ...Kays b. Ubad'dan dedi ki: "Peygamber (s.a.)'irı saha­beleri (düşmanla) savaşırken ses çıkarmayı çirkin görürlerdi."[46]

 

Açıklama

 

ŞevkânFnin de ifâde ettiği gibi bu hadis, düşmanla savasırken lüzumsuz yere bağırıp çağırmanın, gürültü-patırdı yapmanın, feryâdü figân etmenin mekruh olduğuna delalet etmektedir. Çünkü savaşırken bağırıp çağırmak, düşmandan korkma ve paniğe kapıl­ma alâmetidir. Sessizlik ise azimlilik, kararlılık, cesaret ve metanet alâ­metidir.[47]

Ancak Aliyyü'l-kârî, savaş esnasında yüksek sesle Allah'ı zikretmeyi bundan istisna etmiştir. Bezlü'I-Mechüd yazarı, 1528 numaralı hadisi delil göstererek harpte yüksek sesle zikrin de uygun olmadığını söylemiştir. Nite­kim bir numara sonra gelecek olah hadiste bu görüşü te'yid etmektedir.[48]

 

2657. ...Şu (bir önceki) hadisin bir benzeri Ebû Bürde'nin ba­bası, Ebû Musa el-Eş'arî'den de rivayet olunmuştur.[49]

 

Açıklama

 

Bezlü'l-mechûd yazarına göre burada kasdedilen, Ebu Mûsâ  (r.a.)'dan rivayet edilen şu mealdeki hadis-i şeriftir:

"Biz Rasûlullah (s.a.) ile beraber (seferde) bulunurduk da her vadi üzerine çıktıkça sesimizi mutadından ziyade yükselterek tehlil ve tekbir ederdik. Bunun üzerine Nebi (s.a.):

"Ey Nâs canınıza acıyın, sesinizi yükseltmeyin. Şüphesiz siz ne sağın çağırıyor, ne de gaibe bağırıyorsunuz! Dua ettiğiniz O (Allah), mu­hakkak sizinle beraberdir. Hem o sesinizi çok iyi işitir. O, size (uzak değil) çok yakındır." buyurdu.[50]

Musannif Ebu Davud'a göre bu hadis-i şerifte bir önceki hadis-i şerif gibi düşmanla savaş esnasında bağırıp çağırmanın mekruh olduğuna delâ­let etmektedir.[51]

 

103. Kişi Savaşta Düşmanla Karşılaşınca (Orduyu Cesaretlendirmek İçin Hayvanından İnip Düşman Üzerine) Yürüyebilir

 

2658. ...el-Bera (r.a.)'dan; demiştir ki: Peygamber (s.a.) Huneyn gününde müşriklerle karşılaşınca müşrikler bozguna uğradılar. (Sonra Hz. Peygamber) katırından inip (düşman üzerine) yürüdü.[52]

 

Açıklama

 

Bu hadise Huneyn savaşında olmuştur. Buhari'nin rivayetinde hadise şöyle anlatılıyor. el-Bera' b. Azîb (r.a.) den

rivayet olduğuna göre kendisine, (Kays kabilesinden) bir kişi: "Huneyn günü Rasûlullah (s.a.)'ın yanından kaçtınız mı?" diye sormuştu. O da şöyle cevap verdi:

"Huneyn günü Rasûlullah (s.a.) kaçmadı (düşmanımız) Hevazin (hal­kı) iyi ok atan bir kabileden idiler. Biz (harp meydanında) bunlarla yüzyü-ze gelince bunların üzerine atıldık. Bunlar hemen perişan oldular. Bunun üzerine, müslüman askerler ganimete yöneldiler. Hevazin ise (bundan isti­fade ederek) bizi oklarla karşıladılar. (Biz kaçtık) Fakat Rasûlullah (s.a.) kaçmadı. Onu pek iyi gördüm ki, o beyaz katırın üstünde fütursuzca du­ruyordu. Ebu Süfyan da katırın gemini tutuyordu. Bu sırada peygamber (s.a.);

"Ben peygamberim yalan yok. Ben Abdulmuttalib oğluyum." diyor­du.[53] Bu savaşta Hz. Peygamberin yanında Ebû Süfyân oğlu Cafer, Ali b. Ebî Tâlib, Rebîa b. Haris, Fadl b. Abbâs, Üsâme b. Zeyd, Eymen b. Ümmü Eymen, Ebû Bekr ve Ömer (r.a.) dan başka kimse kalmamıştı.

Fakat Hz. Peygamberin bu metin azim ve iradesi ordunun sağ kana­dını bozguna uğramaktan kurtaramamıştı. Bu sırada gür sesli olan Abbas vasıtasıyla:

"Ey Akâbede bey'at eden Ensâr! Ey şecere-i rıdvân altında söz veren Aslı ab!" diye davet etti. (Lebbeyk) diyerek döndüler ve Rasûlullah'ın ya­nına gelip toplandılar.Bozulan asker bu sûr&le toplandı ve zafer kazanıldı.

Hadis sarihlerinin açıklamasına göre bu hadis-î şerif ordu kumanda­nının veya askerlerden birinin orduyu cesaretlendirmek maksadıyla hayva­nından inip düşmana piyade olarak saldırmasının caiz olduğuna delildir.[54]

 

104. Savaşta (Düşmana Karşı) Çalım Satmak Caiz Midir?

 

2659. ...Cabir b. Atik'den rivayet olunduğuna göre, Allah'ın peygamberi (Muhammed) (s.a.) şöyle buyururmuş:

"Allah kıskançlığın kimisini sever, kimisine de öfkelenir. Al­lah'ın sevdiği kıskançlık, şüphe (doğuran işler) hakkındaki kıskançhk(lar)dır. Allah'ın kızdığı kıskançlık ise şüphe (doğurmayan işle­rin) dışındaki kıskançlık(lar)dır.

Yine Allah büyüklük taslamaların kimisine kızar, kimisini de sever.

Sevdiği, büyüklük taslama kişinin savaş esnasında büyüklük tas­laması ile sadaka verirken büyüklük taslamasıdır. Allah'ın kızdığı büyüklük taslama ise zulümden büyüklük taslamadır.

(Bu hadisin ravilerinden) Musa (b. İsmail son cümleyi zulümde ve) övünmekte (büyüklük taslamadır, şeklinde) rivayet etti.[55]

 

Açıklama

 

Yüce Allah, insanın annesi, bacısı ve eşi hakkında duyduğu kıskançlık duygularının bir kısmını sevdiği halde bazı kıskançlıklardan hoşlanmaz ve bu tür kıskançlıkların sahibine buğzeder, öfkelenir.

Allah'ın hoşlandığı kıskançlıklar, kadınların kendilerine nikah düşen kimselerle şakalaşıp karşılıklı gülüşmelere kadar varan samimiyet kurma­ları karşısında duyulan kıskançlıklardır.

Yabancı bir kadınla erkek arasında kurulan ve karşıdan bakan, in­sanların kalbinde haklı olarak bir şüphe tevlid eden bu çeşit samimiyetler ve senli benli olmaları, karşısında duyulan kıskançlıklar Allah'ın hoşuna giden davranışlardır. Yüce Allah yabancı erkek ve kadınlar arasında kuru­lan bu gibi ahbablıklar için; "Allah'dan daha kıskanç kim olabilir? İşte Allah zinayı da bu kıskançlığından dolayı haram kılmıştır." buyurmaktadır.

Allah'ın hoşlanmadığı ve sahibine buğzettiği kıskançlıklar ise Allah'­ın caiz kıldığı meşru davranışlar ve muameleler karşısında duyulan kıs­kançlıklardır. Bir kimsenin, annesinin, kızkardeşinin veya yakını olan di­ğer kadınların evlenmeleri karşısında duyduğu kıskançlık gibi.

Müslümana yaraşan Allah'ın razı olduğu herşeye razı olmak, razı ol­madığı şeylere de razı olmamaktır.

Aynı şekilde büyüklük taslama, bir başka tabirle kibirlenme veya büyüklenme de iki kısımdır. Bunlardan Allah'ın sevdiği btiyüklenmeler; harpte düşmana karşı gösterilen buyüklenmeler, çalım satmalar ve kasılmalardır. Çünkü harpte düşmana karşı takınılan bu gibi tavırlar, müslümamn hey­betli görünmesini sağlayıp düşmanın moralini bozmaya yaradığı gibi, müslümanların da cesaretini yükseltir. Bu bakımdan harp esnasında büyüklük taslamak Allah'ın hoşuna gider. Harp esnasında düşmana karşı gösterile­cek tevazu ise, kibrin tam tersine düşmanın moralini yükseltmeye ve mtislümanın cesaretini kırmaya yarayacağından makbul değildir, mezmûmdur.

Allah'ın hoşlandığı büyüklenmelerden biri de sadaka verirken gösteri­len büyüklüktür. Bir başka ifadeyle sadaka veren kimsenin verdiği sada­kanın mikdarına hiç önem vermemesi ve verdiği sadakayı devamlı olarak küçük görüp kendisinin ona hiçbir ihtiyacı olmadığını içinde hissetmesi içten gelerek vermesi ve dolayısıyla hiçbir zaman verdiği sadakayı başa kakmamasıdır.

Allah'ın gazabettiği büyüklenmeler ise, kişinin yaptığı zulümlerle asa­let ve soy iddialarıyla övünmesi gibi, böbürlenme ve başkalarını küçük görmeleridir. Oysa şan, şeref, soy ve sopta değil takvadadır. Allah Teâlâ, insanların biribirlerine övünmeleri için değil biribirlerini rahatlıkla tanıya-bilmeleri için, onları ayrı ayrı kabileler halinde yaratmıştır.[56]

 

 

105. İnsan Eline Düştüğü Düşmanın Kendisini Esir Etmesine Boyun Eğebilir Mi?

 

2660. ...Ebû Hüreyre'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) (Mek­ke'ye) on (kişilik) casus göndermişti. Asım b. Sabit'i de onlara ko­mutan tayin etmişti. Huzeyl (kabilesi) de bunlar (ı takib) için yüze yakın okçu çıkardı (ve peşlerine taktı). Asım (r.a.) onları(n kendile­rini izlediğini) hissedince Karded (denilen yüksekçe bir yer)e sığındı-larsa da okçular (oradan) ininiz ve bize elinizdekile(süahla)rı teslim ediniz. Sizden hiçbir kimseyi öldürmeyeceğimize dair söz ve teminat veriyoruz, dediler. Bunun üzerine Asım:

Bana gelince ben bir kafirin sözüne güvenerek (buradan) in­mem (ve onlara teslim olmam) dedi. Bunun üzerine (kafirjer) müs-lümanlar üzerine ok yağdırıp Asımla birlikte yedi kişiyi şehid ettiler. (Geriye kalan) üç kişi ise (kafirlerin verdiği) söz ve teminattan dola­yı (bulundukları yerden) indiler. Bu üç kişiden (birisi) Hubeyb, (bi­risi) Zeyd b. ed-Desinne, (birisi de) başka bir adamdı. (Kâfirler) bunları ele geçirince oklarının tellerini çözüp o iplerle kendilerini (sımsıkı) bağladılar. Bunun üzerine üçüncü zat;

İşte (bize) ilk ihanet budur. Vallahi size teslim olmam. Bu şehidler benim için bir örnektir, dedi. Onu sürükledüerse de onlarla gitmeye razı olmadığı için onu da şehid ettiler. Hubeyb bir süre esir olarak kaldı. Nihayet (haram aylar çıkınca) onu da öldürmeye ittifakla karar verdiler. Bu jöldürme kararı üzerine Hubeyb ödünç olarak bir ustura aldı. Onunla bir etek tıraşı yaptı onu öldürmek için (harem-i şerif haricindeki tenim'e) çıkardılar. Hubeyb onlara;

Beni bırakınız da iki rekat namaz kılayım, dedi ve sonra:

Allah'a yemin olsun ki, eğer bende olan şu halin bir korku eseri olduğunu düşünmeyecek olsaydınız (bu namazı) daha da artı­rırdım. dedi.[57]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerifte casus olarak gönderildikleri halde muşrikler tarafından pusuya düşürülerek şehid edildiklerinden bahsedilen on kişinin, bazı rivayetlerde, Uhud muharebesinden sonra, Adal ve Kare kabilelerinin peygamber efendimize müracatları üzerine o kabile­lere dini tebliğle vazifeli mürşid ve muallim olarak gönderilen kişiler oldu­ğu açıklanmaktadır.

Ebu'I-esved'in Urve'den naklettiğine göre, Hz. Peygamber bu kimse­leri Kureyş hakkında haber toplamak üzere Mekke'ye göndermişti.

İbni Hacer'in de ifade ettiği gibi, İbn İshâk sözü geçen zatların altı kişi olduğunu ifade ettikten sonra isimlerini şu şekilde açıklıyor:

1. Âsim b. Sabit, 2. Mersed b. Ebî Mersed, 3. Hubeyb b. Adiyy, 4. Zeyd b. ed-Desinne, 5. Abdullah b. Târik, 6. Halîd b. El-Kebîr.

İbn Sa'd'da bunların on kişi olduğunu ve yedinci kişinin adının da Hatb. b. Ubeyd olduğunu söylemiştir. Ulemâdan bazılarının kanaatine göre on kişiden üç kişinin isminin açıklanmamasımn sebebi onların bu on kişi­ye tabi kişiler olmasıdır. Bu sebeble onların ismi üzerinde durulmamış ve açıklığa kavuşturulmamıştır. Bu zatların şehid edilmesi Beni Lihyan gaz­vesinin vuku bulmasına sebeb olmuştur.

Hz. Peygamberin, bu on kişilik cemaatin başına emir tayin ettiğinden bahsedilen Asım b. Sabit;Hz. Ömer'in oğlu, Âsım'ın ana tarafından dedesidir.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte, Huzeyl kabilesinden yüz kadar kişinin müşriklerin yardımına koştuğu ifade edilirken bazı rivayet­lerde bu yardımcı kuvvetin ikiyüz kişi olduğu ifâde edilmektedir.

Fakat îbn Hacer'in de açıkladığı gibi aslında bu ifâdeler arasında her­hangi bir çelişki yoktur. Çünkü Müellif Ebu Davud'un rivayet ettiği yüz kişi sadece okçulardır. Diğer yüz kişi okçuların dışında ayrı bir birlik oluş­turduğu için Ebu Davud onlardan bahsetmemiş, sadece Hz.Âsım'ı ok yağ­muruna tutan okçulardan bahsetmekle yetinmiştir.[58]

Buharî'nin rivayetine göre Hz. Âsim,  müşriklerin, Teslim olun!" çağrısını reddedikten sonra; "Ey Allahım halimizden pey­gamberin (Muhammed) (s.a.)i haberdar et" diye dua etmiş.

Tayalîsî'nin rivayetine'göre de Allah (c.c.) hazretleri, Hz. Âsım'in bu duasını kabul buyurarak Hz. Peygamberi Hz. Asım'ın ve arkadaşları­nın bu durumundan haberdar etmiş ve onların başlarına gelen musibeti o gün ashabına anlatmıştır.[59]

Büreyde'nin rivayetine göre, Hz. Âsim şehid olmadan önce Cenâb-ı Hakk'a, "Ey Allah'ım ben bugün senin dinini nasıl koruyorsam sen de benim vücudumu öylece koru." diye dua etmiştir. Buhârî'nin şu rivayeti yüce Allah'ın, onun da duasını kabul ettiğini ifâde ediyor: "Âsim b. Sabit hazretlerinin katledildiğini haber alan Kureyş'den bazıları, cesedinden onu tanıtacak bir parça getirmek üzere şehidin yanına haber gönderdiler. Çün­kü Âsim b. Sabit hazretleri Bedir'de Kureyş'in ileri gelenlerinden birini, Ukbe b. Ebi Muayt'ı öldürmüştü.

Cenab-ı Hakk'ın Âsım'ı hıfz-ü himaye için arı nevinden kara bir bu­lut halinde gönderdiği mahlukların müdafaaları karşısında kâfirler, Hz. Asım'ın yanına bile sokulmadıklarından onun naşından bir şey kesip gö­türmeye kadir olamadılar.[60]

Hz. Asım ile birlikte altı arkadaşı müşriklerin, "teslim olunuz" çağrı­sını reddederek şehid olduktan sonra geriye kalan üç kişi müşriklerin can güvenlikleri hususunda verdikleri söz ve teminata inanarak teslim olmuş­lardı. Bunlardan birisi Bedir savaşında müşriklerden Haris b. Amir'i öldü­ren Hubey o.Adiyy idi. Diğeri Zeyd b. ed-Desinne, öbürü de Abdullah b. Tarık idi.

Metinde açıklandığı gibi bunlardan Abdullah b. Tarık müşriklerin iha­netini görünce onlarla birlikte gitmeyi kabul etmemiş ve daha önce şehid olan arkadaşları gibi o da şehid olmuştu. Bunun üzerine müşrikler Hu­bey b ile Zeydi Mekkelilere esir olarak sattılar. Onları satın alanlar birik­miş intikam hislerini tatmin için almışlardı. Bir müddet hapse attılar. Hu-beyb, bilâhere müslüman olan Maviyye isimli hizmetçi kadının bulunduğu bir evde hapsedilmişti. Maviyye Hubeyb'in hapis hayatını şöyle anlatırdı:

i Yemin ederim ki Hubeyb'den daha hayırlı bir insanı ömrümde gör­medim. Bir gün kapı aralığından hücresine bakmıştım, zincirlere vurulmuş oturuyordu. Mevsimi olmadığı halde elindeki kocaman salkımı yiyordu. Bunun kudretten olduğuna şüphe yoktu. Geceleri yüksek sesle Kur'an okur­du. Kadınlar onun sesini duyar acıyarak ağlaşırlardı. Mukaddes aylar geç­tikten sonra onları öldürmeye karar verdiler. Ben hemen koştum, Hubeybe haber verdim. Hiç aldırış etmedi. Benden tıraş için keskin bir bıçak istedi. Bununla etek tıraşı yaptı.

Ertesi sabah Hubeyb ile arkadaşı Zeyd'i ölüm meydanına götürdüler. Kadın, erkek, köle... bütün Mekke halkı oradaydı. Kimi intikam hislerini tatmin etmek, kimi de seyretmek için gelmişti. Her ikisi için de bağlanıp öldürülebilecekleri birer kazık hazırlanmıştı. Hubeyb'i ölüm kazığına gö­türürlerken iki rek'at namaz kılmak için izin istedi kabul ettiler. Erkanına uyarak iki rekat namaz kıldı ve:

"Ölümden korktuğum için uzattığımı zannetmeseydiniz daha uzatır­dım." dedi.

İslam tarihinde öldürülmeden önce iki rek'at namaz kılma adetini ilk defa başlatan Hz. Hubeyb oldu.

Hz. Hubeyb'i kazığa bağladılar. İlim yolunun bu bahtiyar şehidinin son sözleri şunlardı: "...Allah'ım bu merhametsiz inkarcıların neslini tü­ket topluluklarını dağıtarak mahvet onlardan hiç kimseyi sağ bırakma."

Hafız îbn Hacer'in ifadesine göre bir yıl sonra Hz. Hubeyb'i şehid edenlerden bir kişi dahi hayatta kalmadı. Çünkü Allah Hz. Hubeyb'in bu duasını kabul etmişti.

Nihayet her ikisini de şehid ettiler. Bu acıklı hadiseden sonra Rasûlü Ekrem efendimiz, Mekke'ye gizlice iki komando casus gönderdi. Bunlar­dan Umeyye oğlu Amr Mekke müşriklerine gözdağı vererek bazı işler be­cerdikten başka hâlâ ölüm kazığında bağlı duran Hubeyb'in cesedini çöze­rek gömmeye de muvaffak oldu.[61]

 

Bazı Hükümler

 

1. İdama mahkum edilen bir kimsenin idam edilmeden önce iki rekat namaz kılması müstehabdır.

2. İdama mahkum edilen bir kimsenin idamdan önce etek tıraşı yap­ması sünnettir.

3. Bir müslümanın kendisini esir etmek isteyen düşman kuvvetlerine teslim olması caizdir. Hanefî ulemâsından   Bedrü'ddîn-i  Aynî, Hubeyb ve arkadaşlarının müşriklere teslim olmasının bu manaya geldiğini ifade etmiştir. Bu mevzu da el-MÜhelleb şunları söylüyor:

"Eğer insan kendisini öldürmek ya da esir etmek isteyen düşmandan canını kurtarmak için bir ruhsat yolu ararsa Hz. Hubeyb ve arkadaşlarını örnek alarak kendisini esir etmek isteyen kafirlere teslim olarak canını kurtarabilir."

Hasen el-Basri de bir müslümanın kendisine galip geleceğinden kork­tuğu düşmana teslim olmasında, herhangi bir sakınca olmadığını söylü­yor. İmam-ı Sevri ise, bir müslümanın mecbur olmadıkça kafire teslim

olmasının mekruh olduğu görüşündedir.

İmam-ı Evzâi bir müslümamn kafire köle olmamak için kendisinden daha güçlü düşman kuvvetleriyle Hz. Asım gibi şehid oluncaya kadar sa­vaşmasında bir sakınca olmadığını söylüyor.[62]

 

2661. ...(Şu bir önceki) Hadisi Ebû Hureyre'nin arkadaşların­dan Amr b. Ebî Sufyan b. Esîd b. Cariyetes-Sakafî de rivayet etmiştir.[63]

 

Açıklama

 

Bu hadisle ilgili açıklama bir önceki hadisin şerhinde yer aldığından açıklama için oraya bakılabilir.[64]

 

106. Pusu Kuran Birlikler

 

2662. ...el-Berâ'dan demiştir ki: Uhud (savaşı) günü Rasûlullah (s.a.) elli kişi (den ibaret) olan okçuların başına, Abdullah b. Cu-beyr'i koymuş ve (onlara);

"Bizi kuşların kaptığını bile görmüş olsanız ben size haber gön­deri nce> e kadar sakın şu yerinizi terketmeyiniz. Bizim onları bozgu­na uğratıp yendiğimizi görseniz bile ben size bir haberci iletinceye kadar (sakın şu bulunduğunuz yerden) ayrılmayınız." diye emretti. (el-Berâ b. Azîb) dedi ki: Allah müşrikleri bozguna uğrattı, ve Al­lah'a yemin olsun ki ben (müşriklerin safında bulunan) kadınları (korkularından) dağa tırmanırlarken gördüm. Bunun üzerine Ab­dullah b. Cübeyr'in arkadaşları:

Ey arkadaşlar ganîmet ganimet! Arkadaşlarınız galip geldi. Siz ne bekliyorsunuz?" dedi(ler) Bunun üzerine Abdullah b. Cübeyr;

Siz Rasûlullah (s.a.)'ın size ne dediğini unuttunuz mu? dedi. Onlar da;

Müslüman askerlerin yanına varacağız, biz de ganimetten pay alacağız! diye karşılık verdiler ve müslüman askerlerin yanına varır varmaz yüzgeri edildiler. Müslümanlar da bozulmaya başladı.[65]

 

Açıklama

 

tbn Aziz'e göre Uhud savaşı hicretin üçüncü yılında Şevval'in onbirine tesadüf eden Cumartesi gününde vâki olmuştur. Uhud Medine'ye bir fersahtan az bir mesafede bir dağdır. İslam tarihinde büyük bir yeri vardır. Rasûl-i zîşân efendimiz birçok vesilelerle "Uhud bir dağdır, o bizi sever biz de onu severiz." buyurmuştur. Uhud savaşı, Kur'an-ı Kerim'de Al-i İmran suresinin pek çok ayetlerinde tasvir edilmiştir. İbn İshak'a göre, ÂI-i İmrân suresinin altmışyedi âyeti Uhud savaşıyla ilgilidir. İbn Ebi Hatem'in rivayetine göre Abdurrahman b. Avf, "ÂI-i İmran sûresinin yüzyirminci âyeti Uhud savaşıyla ilgilidir" dermiş. Buharî bu hadisi tefsir bölümünde; "Hani sen (bir sabah) erkenden (Uhud'da) müminleri savaş üslerine yerleştirmek üzere ailen(Âişe'nin evin)den ayrılmıştın. Allah hakkıyla işiten ve bilendir."[66] başlığını taşıyan on numaralı babda rivayet etmiştir.

Hadisin metninden anlaşıldığına göre kafirlerle birlikte Kureyşli ka­dınlar da savaşa katılmışlardır.

tbn tshak bu kadınların kimliklerini açıklarken şu isimleri veriyor:

1. Hind Bint-i Utbe (Ebû Süfyân'ın karısı).

2. Ümmü Hâkim binti el-Haris b. Hişam (tkrime b. Ebu Cehrin karısı).

3. Fatımâ binti Velid b. Muğîre; (Haris b. Hişâm'ın karısı).

4. Berze binti Mes*ûd es-Şakafi (Safvan b. Ümeyye'nin karısı)

5. Reysâ binti Şeybe es-Sehmiyye (Amr b. As'ın karısı).

6. Sülâfe. binti Sa'd (Talha b. Ebi Talha el-Hacbi'nin karısı).

7. Hannâs binti Mâlik (Musab b. Umeyr'in annesi).

8. Umre binti Alkâme b. Kinâne

bazılarına göre, müşrikler safında Uhud savaşına katılan müşrik ka­dınların sayısı onbeş idi.

Yine bu hadisin metninde Hz. Peygamber, harp için büyük bir strate­jik Önemi haiz olan bir gediği tutmaları ve Kureyş'in arkadan yapacakları çevirme hareketini önlemeleri için elli kadar okçuyu görevlendirmiş ve baş­larına da Abdullah b. Cübeyr'i yerleştirmişti.

Her ne kadar îbn Kayyim el-Cevziyye, "Zâd'iil-meâd" isimli eserinde elli kişilik kuvvetin okçular değil süvariler olduğunu söylemişse de, tbn Hacer'in dediği gibi bu söz tamamen yanlıştır. Çünkü İslam tarihçilerinin açıklamalarına göre o gün müslümanlann elinde bulunan at sayısı yok denecek kadar azdı.[67]

 

Bazı Hükümler

 

1. Savaştan önce stratejik önemi haiz olan yerlerin belirlenip oralarda düşmana pusu kurulması zafe­rin kazanılması bakımından son derece önemlidir.

2. Harp halinde ordu içinde bir ihtilafın başgöstermesi ve ordu ku­mandanına veya onun vekiline isyan edip emirlerini dinlememek düşmana yenilmeye sebep olur. Nitekim Buharî de bu hadisi cihad bölümünde, "Harp halinde ordu içinde muhasame ve ihtilafın fenalığına ve başkumandana karşı isyankâr hareketin ukubeti ve hezimeti tevlid edeceğine dair" başlıklı 164 numaralı babda rivayet etmiştir.[68]

 

107. (Savaşta) Saflar(ın Düzeni)

 

2663. ...Hamza b. Ebî Useyd'in babası Ebû Useyd (Mâlik b. Rabîate'I-Ensâri's-Sâidi)'den; demiştir ki: Biz Bedir (savaşı) günün­de saf tuttuğumuz zaman, Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurdu: "(Düş­man askerleri) Size yaklaştıkları zaman yani sizi (iyice yakından) sardıkları zaman onlara ok atınız. (Ok menzilinin dışında kalacak kadar uzak oldukları zaman ise) oklarınızı (atmayınız, yanınızda) muhafaza ediniz.”[69]

 

Açıklama

 

Yüce Allah Kur'ân-ı Keiîm'de; "Allah kendi yolunda kurşunla kaynatılmış binalar gibi saf bağlayarak çarpışanları sever."[70] buyurarak kendi yolunda saf bağlayarak savaşanları övmüştür. Hz. Peygamber de Allah'ın bu emrine uyarak İslam mücâhidlerini harpte­ki görevlerine göre saflar halinde mevzilendirerek Allah'ın nzasına uygun bir harp düzeni kurduğu gibi, her saf için gerekli talimatı vermiş ve bu suretle Allah'ın yardımına kavuşup büyük zaferler kazanmıştır.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadîs-i şeriften anlaşılıyor ki, Hz. Pey­gamber Bedir savaşında da askerlerini saflar halinde harp düzenine sok­tuktan sonra, okçulara hitaben, "Ok menzili içine girmedikçe düşmana ok atmamalarına, çünkü uzakta bulunan düşmana atılan okların isabet etme ihtimallerinin zayıf olduğuna," dair bir konuşma yapmış ve, "Okların hedefini bulup zaferin kazanılması için sadece kendilerine yaklaşan ve ok menzili içine giren düşman askerlerine ok atmaları gerektiğini" ha­tırlatmıştır.[71]

 

108. Düşmanla Karşılaşınca Kılıç Çekmek

 

2664. ...Malik b. Hamza b. Ebî Üseyd es-Saidi'nin dedesi (Ma­lik b. Rabiâ el-Ensârîs-Sâîdî) den; demiştir ki: Peygamber (s.a.) Bedr (savaşı) gününde;

"Size yaklaştıklarında onlara ok atınız. Onlar sizi iyice yakın­dan sarıncaya kadar da kılıç çekmeyiniz/' buyurmuştur.[72]

 

Açıklama

 

Bir önceki hadis-i şerifte de açıklandığı gibi Hz. Peygamber her silahın kendi tesir sahası içerisinde kullanılması gerektiğini ifade etmiş ve buna riayet edilmediği takdirde malzeme ve enerji israfına yol açılacağı için harbin kaybedileceğine dikkati çekmiştir.[73]

 

109. (Savaştan Önce Taraflardan) İki Kişinin Vuruşması

 

2665. ...Ali (r.a.)'den; demiştir ki: Utbe b. Rabîa (düşman saf­larından çıkıp harp meydanına) ilerledi oğlu ile erkek kardeşi de onun arkasından yürüdüler. Utbe (Benimle) Kim savaşacak? diye haykırdı. Ensar'dan bazı gençler (biz savaşacağız, diye) ona cevap verdiler (Utbe);

Siz kinsiniz? dedi. Onlar da kendilerini ona bildirdiler. Bunun üzerine (Utbe);

Bizim sizinle (döğüşmeye) ihtiyacımız yok. Biz (kendileriyle vu­ruşmak için karşımıza) sadece amca oğullarımızı istiyoruz, dedi. Pey­gamber (s.a.) de;

"Ey Hamza kalk, ey Ali kalk, ey Ubeyde b. el-Hâris sen de kalk"buyurdu. Hamza Utbe'ye yöneldi. Ben de Şeybe'ye yöneldim. Ubeyde ile Velîd arasında karşılıklı iki darbe inip kalktı ve her ikisi de hasmını yaraladı. Sonra biz (Hamza ile ben) Velid'in üzerine çullanıp onu öldürdük, Ubeyde'yi de (yine birlikte) yüklendik (yakala­dık) geldik.[74]

 

Açıklama

 

Yapılan bunrabareze neticesinde Hz. Ali ile Hz. Hamza hasımlarım öldürmüşlerdi. Ancak Hz. Ubeyde hasmını ya-ralamışsa da hasmından gelen bir kılıç darbesi dizine isabet ettiği için kendi­si de yaralanmış ve yaranın tesiriyle "Safra" denilen yerde vefat etmiştir.[75]

 

Bazı Hükümler

 

1. Savaş başlamadan önce müslüman mucahıdlerden bazılarının er dileyerek ya da kafirlerden er di­leyen kimselerin karşısına çıkarak onlarla vuruşması caizdir.

Devlet reisinin veya vekilinin izin vermesi halinde yapılacak olan bu vuruşmanın caiz olduğunda tüm ulemâ ittifak etmişlerdir. Hatta bâzıları; "Bunlar Rableri hakkında birbirlerine husûmet eden iki hasımdır.”[76] ayet-i kerîmesinin savaştan önce bu şekilde mübâreze yapan mücahidler hak­kında indiğini söyleyenler vardır.

Ancak devlet reisinin veya vekilinin izin vermemesi hâlinde yapılan mübârezenin caiz olup olmadığı ulemâ arasında ihtilaflıdır.

Hattâbî'nin açıklamasına göre, Süfyân-ı Sevrî, "devlet reisinin veya vekilinin izni olmadan yapılan mübârezenin mekruh olduğunu" söylemiş­tir. İmam Ahmedle İshâk (r.a.) da bu görüştedirler. İmam Mâlik ile İmam Şafiî (r.a.) ise devlet reislerinin veya vekilinin izni olsun veya olmasın sa­vaştan önce mübâreze yapmakta bir sakınca olmadığını söylemişlerdir.

2. Mübâreze yapan müslüman bir mücâhidin hasmı karşısında acze düşmesi halinde ona yardım etmek caizdir. Çünkü Hz. Ubeyde Velid kar­şısında yaralanıp acze düşmüş Hz. Ali ile Hamza (r.a.) onun imdadına koşmuşlardır. Ulemânın büyük çoğunluğu da bu görüştedirler.

Ancak İmam el-Evzâî bunun caiz olmadığını söylemiştir.[77]

 

110. El, Ayak, Kulak, Burun Keserek Cezalandırmak (Müsle) Yasaktır

 

2666. ...Abdullah (tbn Mes'ûd)dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) "Öldürme yöntemi yönünden insanlann en iffetlisi (merhamet­lisi) iman sahihleridir.[78]

 

Açıklama

 

kelimesi insanın kendisini, Allah'ın haram kıldığı fiillerden ve davranışlardan koruması  anlamına   gelir.Metinde gecen, kelimesi ise, en şefkatli ve en merhametli mânâsına veya yaratıkların organlarını kesmek ve dağlamak suretiyle onlara işkence etmekten en çok sakınan kimse mânâlarına gelir. Çünkü İslâmi­yet: "Şüphesiz Allah herşeyde iyiliği farz kılmıştır. O halde siz öldürdüğü­nüz vakit, öldürmeyi iyi yapın. Kestiğiniz zaman da kesmeyi iyi becerin. Her biriniz bıçağını bilesin ve kestiği hayvanı dinlendirsin.”[79] gibi buy­ruklarla müslümanların kalplerine merhameti ve şefkati yerleştirmiştir. Bi­nâenaleyh, gerçek müslümanlar bir şefkat ve merhamet timsali oldukları için harpte ellerine geçen düşmanları öldürürken dahi, onun organlarını keserek onu dayanılmaz işkencelere tabi tutmaktan son derece kaçınırlar. Kâfirler ise, duygulardan tamamen mahrumdurlar. Onlar ellerine ge­çirdikleri düşmanlarına en feci işkence metodlarını uygulamaktan geri kal­mazlar. Hatta bundan zevk alırlar. Bu eskiden beri böyle olmuştur, günü­müzde de böyledir.

İşte Hz. Peygamber bu hadis-i şerifte iman sahiplerinin en iffetli en merhametli kimseler olduğunu söylemekle gerçek mü'minlerin böyle ol­ması gerektiğini anlatmak istemiş ve mü'minleri böyle olmaya davet etmiştir.[80]

 

2667. ...el-Heyyac b. îmran'dan dedi ki: İmrân b. Havayn'ın bir kölesi kaçmıştı. Köleyi eline geçirdiği zaman onun elini keseceği­ne dair Allah için nezretti. Bunun üzerine beni (bu mes'eleyi) kendi adına sormam için (Hz. Peygamberin sahabelerine) gönderdi. Bende Semûre b. Cündüb'e gelip (meseleyi) ona sordum. O da;

"Rasûlullah (s.a.) bizi sadaka vermeye teşvik ederdi. Canlıla­rın organlarını keserek onlara işkence yapmaktanda nehyederdi." diye cevap verdi. Sonra İmran b. Husayn'a varıp bir de O'na sor­dum. O da;

"Rasûlullah (s.a.) bizi sadaka vermeye teşvik ederdi. Yaratık­ların organlarını keserek onlara işkence yapmaktan nehyederdi, ce­vâbım verdi.[81]

 

Açıklama

 

Bir önceki hadisin şerhinde, tslamda canlıları işkence yaparak organlarını keserek öldürmenin yasaklanmış oldu-

ğunu açıklamıştık.

Bu mevzuda Hanefî fıkhının meşhur kitaplarından Reddü'l-Muhtâr isimli eserde şöyle deniliyor: "Harp devam ederken burun ve kulaklar gibi azaların kesilmesinde beis yoktur... Fetihde zikredilmiştir ki: Harp sırasın da bir müslüman kılıcıyla bîr kafire vurup kulağını kesebilir, ikinci sefer vurup gözünü çıkarabilir. Üçüncü sefer vurup elini kesebilir. Bir müslü­man harp devam ederken bir kafiri yakaladığında onun azalarını kesme-yip doğrudan doğruya öldürür.[82]

Sahih-i Buhârî ile, Sahih-i Müslim'de ve diğer önemli kitaplarda harp halinde kafirlerin azalarının kesilmesi yasaklanmıştır.

Nitekim Hattabi de; "Müsle yasağı daha önce bir müslümanın her­hangi bir uzvunu kesmemiş olan kimseler hakkında geçerlidir. Fakat bir müslümanın herhangi bir organını kesen bir kimseye aynı cezayı vermekte sakınca yoktur. Nitekim Yüce Allah Kurân-ı Keriminde "Kim size saldı­rırsa, onun size saldırdığı kadar, siz de ona saldırın."[83] buyurarak, bu mânâya işaret etmiştir   buyurmaktadır.[84]

 

111. Harpte Kadınları Öldürmek (Yasaktır)

 

2668. ...Abdullah (b.Ömer) den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) in gazalarından birinde bir kadın ölü olarak bulunmuş, bu­nun üzerine Rasûlullah (s.a) kadınlarla çocukların öldürülmesini ya­saklamıştır.[85]

 

Açıklama

 

Bu hadis"i Şerifte, savaşta kadınlarla çocukları öldürmenin ya­sak olduğu ifade edilmektedir.

Bu mevzuda ed-Dürrü'1-muhtar yazarı şunları söylüyor: "Savaşta kadınlar, çocuklar, deliler, harpte bağırıp çağıramayacak ve (mürted bile olsalar) çocuğu olmayacak derecede yaşlı olanlar, körler, topal­lar, kötürümler,bunamışlar, insanlara karışmayan rahipler Ve kilise hade­mesi öldürülmez. Ancak bunlardan biri kral, yahut savaşabilir, yahut harpte rey sahibi olur, yahut mal sahibi olup, malıyla savaşa yardım ederse öldürü­lür.[86]

Peygamber efendimiz, Durey b.Sımne'nin harp işlerinde görüşünden is­tifade edilen bir kimse olduğu için yüzyirmi yaşında ve kör olduğu halde öl­dürülmesini emretmiştir. Çocuk ve deliller savaşırlarken öldürülürler. Ka­dınlar, rahipler vesaire esir edildikten sonra savaştıkları takdirde öldürülür­ler. Hükümdar olan kadın her ne kadar savaşamasa bile öldürülür. Keza hü­kümdar olan çocuk ta öldürülür. Çünkü hükümdarların öldürülmesinde karşı tarafın önemli bir dayanağı yıkılmış yıkılmış olur."[87]

 

2669. ...Rebâh b.Rebî'den, demiştir ki: Biz Rasülullah (s.a) ile bir savaşta idik. Halkı bir şeyin etrafında toplanmış halde görünce; "Bunlar neyin etrafında toplanmışlar, bak gel." diyerek (oraya) bir adam gönderdi. (Bu adam oraya bakıp) geldi ve;

Öldürülmüş bir kadının etrafında (toplanmışlar) dedi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber);

"Bu (kadın) öldürülmez " buyurdu. (Ravi devamla şöyle dedi) İleri birliğin başında da Halid b. el-Velid vardı. (Hz.Peygamber oraya tekrar) bir adam gönderip;

"Halid'e söyle hiç bir kadını ve (savaşın dışında bir iş için) kiralanmış (ve emir altında) olan bir kimseyi öldürmesin/' diye emir verdi.[88]

 

Açıklama

 

Bu hadisenin Mekke'nin fethi esnasında vuku bulmuş olması ihtimali kuvvetlidir.Nitekim Taberânî'ninlbn Ömer'den rivayet ettiği bir hadiste Hz.Peygamberin Mekke'ye girişinde böyle bir olayın meydana geldiğinden bahsedilmektedir.

Her ne kadar mevzûmuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte savaş esnasın­da hiç bir kadını öldürmenin caiz olmadığı ifade ediliyorsa da, İbn Mâce'nin rivayetinde geçen; "... Bu kadın savaşanlar içinde savaşmış değildi..." ifadesi, harpte öldürülmesi yasaklanan kadınların, sadece savaşa katılma­yan kadınlar olduğunu, bilfiil harbe katılmış olan kadınları öldürmekte bir sakınca bulunmadığını ifade etmektedir. Nitekim Musannif Ebû Dâvûd'un mürsellerinde, îkrime'den rivayet ettiği şu hadis-i şerifte bu gerçe­ği te'yid etmektedir: "Peygamber (s.a) Taif'te öldürülmüş bir kadın gör­dü. Bunun üzerine

"Ben sizi kadınları öldürmekten menetmedim mi? Bunun sahibi kim? dedi. Müteakiben bir adam:

Ya Rasûlallah, ben bu kadını terkime aldım, o ise beni yere vura­rak öldürmeye kalkıştı. Artık ben de onu öldürdüm, dedi. Rasûlullah (s.a.) kadının gömülmesini emir buyurdu."

Rasûlullah (s.a.)'in katile birşey demeyip onu takrir buyurması çar­pışmaya iştirak eden bir kadının öldürülebileceğine delâlet etmektedir.[89]

Hafız İbn Hacer el-Askalâni'nin açıklamasına göre, İmam Malik ile İmam Evzâî; düşman, müslümanlara karşı kalkan olarak kullansa bile yi­ne de savaşta kadın ve çocukların öldürülemeyeceği görüşündedirler.

İmam Şafiî ile Küfe ulemasına göre ise, savaşta savaşan kadınlarla münafık çocukları öldürmek caizdir.

Mevzûmuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisi İmâm-ı Şafiî ile Küfe ule­mâsının delilini teşkil etmektedir.

Yine mevzûmuzu teşkil eden bu hadisi şerifte savaşta harple ilgisi olmayıp ta, harple ilgisi olmayan işleri görmek üzere kiralanan kimseleri öldürmenin de yasak olduğu ifâde edilmektedir. Hanefî ulemâsından Aliy-yü'1-Kârî'nin açıklamasına göre bir kimsenin harple ilgisi olmayan ücretli bir kimse olduğunun alâmeti silahsız olmasıdır.[90]

 

2670. ...Semûra b. Cündüb'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.); "Müşriklerin yaşlılarını öldürün, çocuklarını bırakın” buyur­muştur.[91]

 

Açıklama

 

Henüz bulûğa ermeyen çocuklardır.Kendişinde yaşlılık alâmetleri beliren, yahut 50-51 yaşlarına va­ran kimsedir. Burada kastedilen, gücü kuvveti yerinde olup harbe yaraya­cak adamlardır. Yahut mutlak surette bulûğa erenler kasdedilmiştir. Yok­sa elden ayaktan düşmüş ihtiyarlar kasdedilmemiştir. Şu halde "Buluğa ermeyen çocuklarla işe yaramayan ihtiyarlar öldürülmeyecek," demek olur ve hadis, çocukların öldürülmesini yasaklayan hadise muvafık düşer.

Şerh sözünden, bıyıkları yeni terlemiş delikanlılar da kastedilmiş ola­bilir. Böyleleri müslüman olurlar ümidi ile öldürülmeyebilir. Nitekim İmam Ahmed b. Hanbel: "Yaşlılar hemen müslüman olmazlar; gençler İslâmi-yeti kabule daha yakındırlar" demiştir. Binâenaleyh bu hadis vergi karşılı­ğında kâfir olarak bırakılanlarla tahsîs edilmiş olur.[92]

 

2671. ...Âişe (r.anha) den demiştir ki; Kureyza oğullarının, bir tek kadınından başka hiçbir kadın öldürülmedi. Rasûlullah (s.a.) (Kureyza oğullarının) erkeklerini kılıçla öldürürken bu kadın benim yanımda, sarsıla sarsıla gülüyor ve (kendi kendine) söyleniyordu. Derken sahibini göremediğim bir ses

Falanca kadın nerededir? diye, kadının ismiyle çağırdı. Kadın da;

Benim! diye cevap verdi. (Hz. Âişe diyorki); "Ben (o kadına);

Bu hâlin ne? dedim.

Ben bir iş yaptım (da ondan dolayı aranıyorum), dedi ve he­men götürülüp boynu vuruldu. Ben o kadına olan şaşkınlığımı hala unutamıyorum. Çünkü öldürüleceğini bildiği halde sırtı ve karnıyla (sağa sola döne döne) gülüyordu.[93]

 

Açıklama

 

Bilindiği gibi, Benû Kureyza Medine'deki yahudi kabilelerindendi. Medine İslam devletine tabi idiler. Fakat hicretin beşinci, (milâdi 627) senesinde Hendek Savaşında düşmanla birleşerek İs­lam devletine ihanet ettiler.

Hz. Peygamber, Hendek savaşından sonra Benû Kureyza mahallesini kuşattı ve eli silah tutan tüm erkekleri idam etti. Kadınlardan da sâdece bir kadının boynunu vurdu.

Hattâbî'nin beyânına göre, kadının suçu Hz. Peygambere sövmekti. Hanefî ulemâsı da bu kadının suçunun Hz. Peygambere sövmek olduğuna hükmetmiş ve Peygamberlerden herhangi birine sövmenin cezasının ölüm olduğunu söylemişlerdir.

Ulemâ peygambere söven bir kimsenin had vurularak mutlaka öldü­rülmesi mi gerektiği, yoksa ceza vermeden kendisine tevbe etmesi için bir teklifte bulunmak mı gerektiği hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Bâzıları onun tevbesinin makbul olmadığı ve dolayısıyla hemen cezalandırılması lâzım geldiğini söylerken bir kısmı da bu kimsenin de mürted gibi tevbesinin makbul olduğunu binâenaleyh tevbe ettiği takdirde kendisine had vu­rulamayacağını söylemişlerdir.

Hanefî fıkıh kitaplarından ed-Dürrü'1-Muhtâr isimli eserde deniliyor ki: "Musannifin Fetavâsında zikredilmiştir Ki; Peygamber efendimize dil uzatma cür'etinde bulunan veya ona kalbiyle buğzeden müslüman hadden öldürülür. Nitekim yukarıda geçmiştir, fakat Kitabü'ş-Şifâ'da: "Peygam­ber Efendimize dil uzatma cür'etinde bulunan veya kalbiyle buğzeden müslümanın hükmü mûrted'in hükmü gibidir." diye zikredilmiştir. Bundan anlaşılmıştır ki, o müslümanın tevbesi kabul edilir yani hadden öldürül­mez. Nitekim akıl sahiplerine gizli değildir.

Musannif kendi şerhinde: "Ben Mısır'da Hanefi müftüsü Şeyhülis­lam İbnAbdülaFden işittim ki, kemal ve diğer fukaha, Bezzâziye sahibine tabi olmuşlar. Bezzâziye sahibi de es-Seyfu'1-MeslûI sahibine tabi olmuş. es-Seyfül-Meslûl sahibi Peygamber efendimize dil uzatan veya buğzeden müslümanın tevbesinin kabul edilmeyeceğini kendisine nisbet edip, kendi­sinden başka Hanefî âlimlerinden hiçbir kimseye nisbet etmemiştir." diye zikretmiştir. Netf, Muînu'l-hükkam, Şerhü't-Tahâvi, Haviz-Zâhidi ve di­ğer mu'teber fıkıh kitaplarında: "Peygamber efendimize dil uzatan müs­lümanın hükmü, mürtedin hükmü gibidir." diye açıklanmıştır.

Netf'in ibaresi şöyledir: Peygamber efendimize dil uzatan müslüman mürteddir. Hükmü mürtedin hükmü gibidir. Mürted'e tatbik edilen ceza ona da tatbik olunur. Bundan anlaşılmıştır ki; Peygamberimize dil uzatan kişinin tevbesi kabul edilir, hadden öldürülmez. Nitekim evvelce geçtiği vecihle Kitabü'şşifa'da da böyle zikredilmiştir.[94]

 

2672. ...es-Sa'b b. Cessâme'den rivayet olunduğuna göre; Kendisi (bir gün) Peygamber (s.a.)'e, (savaşta) üzerlerine gece baskını dü­zenlenen müşriklerin saldırıya uğrayan, kadın çocuk ve evlerinin du­rumunu sordu. Peygamber (s.a.)'de:

“Onlar da onlardandır'1 buyurdu. Amr b. Dinar (bu son cüm­leyi) “Onlar babalarındandır." diye rivayet ederdi.

ez-Zührî dedi ki; Daha sonra Rasûlullah (s.a.) (savaşta) kadınla­rın ve çocukların öldürülmesini yasakladı.[95]

 

Açıklama

 

Buhârî sarihlerinden Kastalânî'nin açıklamasına göre metinde geçen; "Onlar da onlardandır" cümlesinden maksat; "Sa­vaşta çocuklar ve kadınlar da mutlak surette müşrik erkekler gibi öldürülür" demek değildir. Ancak savaşta, gece baskını gibi müşriklerin kadın ve ço­cuklarını kendilerinden ayırdetmenin mümkün olmaması gibi hallerde ço­cuklar ve kadınlar da öldürülebilir. Bu gibi haller dışında çocuklar ve kadınlar Öldürülemez, demektir. Kastalânî'nin bu izahı bu mevzuda gelen hadisler-deki farklı ifadelerin arasını uzlaştırmaktadır.

Hattâbî de bu cümleyi açıklarken, "Müşriklerin çocukları ve kadınları din bakımından müşrikler gibidirler ve harpte onlar, ancak müşriklerden ayır-dedilemedikleri zaman öldürebilirler, aksi takdirde öldürülemezler" demek suretiyle Kastalânî'nin bu sözlerini te'yid etmiştir.

Biz mezheb imamlarının bu mevzudaki görüşlerini 2667-2669 numaralı hadislerin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz. Me­tinde geçen, "Onlar da onlardandır” cümlesi, Müslim'in Amr b. Dînâr'-dan naklettiği hadiste; "Onlar babalarindandır"[96] şeklinde geçmektedir.

Her ne kadar Zührî mevzuumuzu teşkileden bu hadisin neshedildiğini söylemişse de bu doğru değildir. Çünkü yukarıda da açıkladığımız gibi bu hadis müşriklerin kadınları ile çocuklarının öldürülmesini mutlak surette em­retmiş değildir. Müşriklerin Öldürülmesi cevazı gece baskını gibi çoklarla kadınları erkeklerden ayırdetmenin mümkün olmadığı hallerle ilgilidir ve bu hüküm kıyamete kadar geçerlidir.[97]

 

Bazı Hükümler

 

1. Düşmana gece baskını düzenlemek caizdir.

2. Daha önce dine davet edilen kafirlere, bılahere habersiz olarak baskın yapılabilir.

3. Kâfirlerin çocukları dünyevi muamelelerde babalarına tabidirler.Hadisin Âhiretle ilgili hükümleri hakkında ise üç görüş vardır:

a) Kâfirlerin çocukları ergenlik çağına varmadan ölürlerse cennetlik olurlar,

b) Cehennemliktirler,

c) Bu mevzuda birşey söylenemez.[98]

 

112. Düşmanı Ateşle Yakmanın Keraheti

 

2673. ...Muhammed b. Hamza el-EsIemî'nin babasından riva­yet olunduğuna göre, Rasûlullah (s.a.) onu bir seriyye'nin başına başkan tayin etmiş (Bu zat başından geçen hadiseyi) şöyle anlattı: Seriyyenin yanma vardım. Rasûlullah (s.a.);

"Eğer falan kimseyi bulursanız onu ateşle yakınız," buyurdu. Sonra ben (seriyyenin yanından) geri döndüm. (Rasûlü Ekrem) beni çağırdı. Huzuruna varınca;

"Falan kimseyi bulursanız onu öldürünüz. (Fakat) onu yak­mayınız. Çünkü ateşle ancak ateşin sahibi (olan Allah) azâbeder." Buyurdu.[99]

 

Açıklama

 

Şevkâni'nin açıklamasına göre ulemâ ateşle cezalandırma mevzuunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Hz. Ömer ile İbn Abbas (r.a.) bunun mutlak surette mekruh olduğunu söylemişlerdir. Hz. Ali (k.v. ile Halid b. Velîd'e göre ise mahlûkatı bu şekilde  cezalandırmak caizdir.

el-Mühelleb, bu hadis-i şerifte geçen yasağın tahrim ifade etmediğini ve canlıları bu şekilde cezalandırmanın da buna delâlet ettiğini söylemiştir. Mühelleb, Hz. Peygamberin Arenîlerin gözlerine mil çekmesini, Hz. Ebû Bekr'in bazı kimseleri sahabenin huzurunda yakmasını ve Halid b. Velîd'-in dinden dönen bazı kimseleri ateşle cezalandırdığı gibi Hz. Ali'nin de bu cezayı tatbik edişini delil olarak göstermiştir.[100]

Ateşle cezalandırmanın caiz olduğunu söyleyenler, Hz. Peygamberin, hadis uyduran bir kimse hakkında diri yakalandığı takdirde öldürülmesi, ölü olarak yakalandığı takdirde yakılması için emir verdiğini ve neticede, o kimsenin yılan sokması neticesinde ölü olarak bulunup cesedinin ateşte yakıldığını ifade eden hadis-i şerifle Buhari'nin rivayet ettiği şu hadisi de delil olarak gösterirler.[101]

"Nebilerden birini bir karınca ısırdı. O peygamber, karıncaların oca­ğının yakılması)nı emretti de (onların ocağı) yakıldı. Bunun üzerine Allah Teâlâ o peygambere:

"Seni bir karınca soktu değil mi? Ya sen Allah'ı teşbih eden ümmet­lerden bir ümmeti yakmadın mı?" diye hitâb etmiştir.[102]

Tirmiziyyü'l-Hâkim bu hadis hakkında, "Allah bir karıncanın yakıl­masına izin verdiğine göre bu karıncanın dışında kalan canlıları yakmanın da caiz olduğu ortaya çıkar." demiştir.[103] Canlıları yakmanın caiz olma­dığını söyleyen ulemaya göre, canlıları yakmanın caiz olduğuna dâir deli! ola­rak ileri sürülen hadislerin hiç birinde de böyle bir cevaza delâlet eden bir mânâ yoktur. Çünkü Hz. Peygamberin Arenîlerin gözlerine kızgın mil çekmesi bir kısas idi. Çünkü onlar daha Önce bâzı müslümanların gözleri­ne kızgın mil çekmişlerdi. Ayrıca bu uygulama sonradan neshedildi. Her ne kadar sahabilerden bazısı ateşle cezalandırmayı caiz görmüşlerse de, bâzıları bunun yasak olduğunu söylemiştir. Oysa bilindiği gibi sahabilerin bazılarının muhalefetiyle karşılanan bir sahabinin uygulaması delil olma niteliğinden mahrumdur. Ayrıca bu hadis canlıları ateşle cezalandırmanın haram olduğunu ifade etmekte, canlıları ateşle cezalandırmaya cevaz ve­ren baş taraftaki cümleler, son cümleyle neshedilmiş bulunmaktadır:[104]

Kâmil Miras bu hadisle ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır: "Hadiste adlan açıkça söylenmeyip kinaye târiki ile zikredilen bu iki şerirden birisi Hebbar İbn Esved'dir. Ve bunda ravilerin ittifakı vardır. Ötekini tayinde ihtilaf edilmiştir. İbn Hişam, Siyretinde Halid İbn Abdi Kays diye gösterir. Peygamberimizin bunlar hakkında ateşte yakmak gibi ağır bir ceza tayin buyurması, peygamberin kerimesi Zeyneb'in ölümüne sebeb olmaları ile suçlu olmalarındandır. Şöyle ki: Rasûlullah hicretten evvel kızı Zeynebi, Ebü'l-Âs îbn Rebi' ile evlendirmişti. Ebü'l-As müşrik olduğundan Zeyneb, peygamberimizle hicret edemeyip Mekke'de kalmıştı. Bedir harbinde, Ebû Cehil ordusunda, Ebu*l-As da bulunup esir düşmüş ve Zeynebi Medine'ye göndermek şartıyla bırakılmıştı. Ebu'l-As bu şarta bağlı kalarak Zeyneb'i rahat bir şekilde Medine'ye göndermek için mü­kemmel teçhiz ederek yolcu etmiş ve kendisine hizmet etmek üzere bu iki şahsı refakatine vermişti. Bunlar yolda Zeyneb'in bindiği deveye mü-dahele ederek o sırada hamile olan Hz. Zeynebi mahfesinden düşürmüşler ve karnındaki çocuğuyla birlikte ölümüne sebeb olmuşlardır. Bu ağır cina­yetin cezasının da o nisbette ağır olacağı tabii idi. O devirde ihrak (yak­ma) cezası da vahşet sayılmazdı. Bu cihetle Rasûlullah ilk önce böyle bir cezanın tatbikini emretmişken bunu, İslam dîninin tesis etmekte olduğu yüce medeniyetle bağdaştırmadığından bilahere ölüm cezasıyla cezalandı­rılmalarını emir buyurmuştur.[105]

 

Bazı Hükümler

 

1. Bir hükümle amel edilmeden önce, o hükmün neshedılmesı caizdir.

2. Hadlerde ateşle yakma cezası yoktur. Hadler kılıçla yerine getirilir. Küfe ulemâsıyla en-Nehâî, es-Sevrî, Ebû Hanîfe ve taraftarları ile Hicaz ulemâsından Atâ bu görüştedirler.

Ulemadan bir topluluk ta, Hz. Ali'nin görüşüne tabi* olarak dinden dönenleri yakmanın caiz olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da, ancak bir kimseyi yakmış olan kimselerin yakılabileceğini, bunların dışında kimse­nin yakılamayacağını söylemişlerdir. İmam Mâlik ile Medîneliler, Şafiî ule­mâsı İmam Ahmed ve îshak (r.a.)'de bu görüştedirler.

3. Bir müctehîdin kendi içtihadıyla vermiş olduğu bir hükümden dön­mesi caizdir.

4. Bir hüküm verdikten sonra delilini zikretmek müstehabdır.

5. Sünnet, sünneti neshedebilir. Bu mevzuda ittifak vardır.[106]

 

2674. ...Ebû Hüreyre (r.a.)'den demiştir ki: Rasûluliah (s.a.) bizi (bir miktar askerle birlikte savaşa) gönderdi ve gönderirken (şöyle) buyurdu: "Eğer, falan kimse ile falan kimseyi bulursanız...” (Hz. Ebû Hureyre rivayetinin bundan sonraki kısmında bir önceki hadî­sin) mânâsını nakletti.[107]

 

Açıklama

 

Bir önceki hadisin şerhinde bu hadisle ilgili açıklama bulunduğundan burada tekrara lüzum görülmemiştir.[108]

 

2675. ...Abdullah b. Mes'ûd'dan; demiştir ki: Rasûluliah (s.a.) ile bir seferde idik, bir ihtiyacından dolayı (yanımızdan) uzaklaşmış­tı. O sırada iki tane yavrusuyla birlikte bir kaya kuşu gördük ve yavrularını yakaladık. Bunun üzerine (anne) kuş gelip kanatlarını (onların üzerine) germeye başladı. Derken Peygamber (s.a.) geldi ve;

"Bunu yavrularıyla üzen kimdir? Onları kendisine geri veriniz!" buyurdu. Yine (Fahr-i kainat efendimiz) bizim yakmış oldu­ğumuz bir karınca yuvasını gördü de;

"Bunu kim yaktı" diye sordu. Biz de,

Biz dedik.

"Ateşle cezalandırmak, ateşin yaratıcısından başka hiçbir kim­se için uygun değildir," buyurdu.[109]

 

Açıklama

 

2673 numaralı hadis-i şerifin şerhinde açıkladığımız gibi bu hadis-i şerifte yaratıkları ateşle cezalandırmanın yasak olduğuna delalet etmektedir.

Metinde geçen hummare kelimesi başı ve gagası kırmızı olan ve Türkçede kaya kuşu diye bilinen bir kuş türü anlamına gelir.

Hattâbî'nin açıklamasına göre bu hadis eşek arılarının ocağını yak­manın mekruh olduğuna delalet etmektedir. Karıncalara gelince bunların ocağım yakmak için bir sebep yok gibidir. Çünkü bunların yuvalarım yak­madan da zararları önlenebilir.

Esasen karıncalar iki kısımdır. Bunlardan bir kısmı insanı rahatsız eder ve zararlıdır. Bunların zararını önlemek için ateşle yakma yoluna gi­dilmeden öldürülmeleri caizdir.

İkinci kısım karıncalar ise uzun bacaklıdırlar. Bunlar zararsız olduk­ları için Öldürülmeleri caiz değildir.[110]

 

Bazı Hükümler

 

1. Karıncaların yuvalarını ateşe vermek caiz değildir.

2. Hayvanların kendilerine muhtaç olan yavrularını yakalayarak onları rahatsız etmek yasaktır.[111]

 

113. Bir Kimsenin Diğer Bir Kimseye (Hayvanla Kazanacağı Kârın) Yarısı Karşılığında Yahut Da (Savaştan Elde Edeceği) Ganimet Karşılığında Hayvan Kiraya Vermesi Caizdir

 

2676. ...Vasile b. el-Eşkâ'dan demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) Tebûk savaşma (gidilmek üzere) çağrıda bulundu. Bunun üzerine ben hemen (harp için gerekli malzemeyi temin etmek için) ailemin yanı­na vardım. Geri döndüğümde Rasûlullah (s.a.)m sahâbilerinin ilki (savaş için yola) çıkmış bulunuyordu. Bunun üzerine Medîne'de

Bir adama (savaştan kazanacağı) ganimeti karşılığında kiralık at verecek kim vardır? diye bağırmaya başladım. Derken Ensardan yaşlı bir adam;

Savaştan kazanacağı ganimetin bizim olması şartıyla ona bi­zimle nöbetleşe bineceği bir hayvan veririz, yemesi de bizimledir di­ye haykırdı.

Ben de;

Kabul dedim. (Yaşlı adam);

Yüce Allah'ın bereketi üzere (savaş için) yürü dedi. Ben de (bu) hayırlı arkadaşla (yola) çıktım. Nihayet Allah bize (bu yolcu­luktan) bir fey nasibetti. Benim hisseme de birtakım genç develer isabet etti.Develeri sürüp ona getirdim. (Arkadaşım) çıkıp develerin (arkasına konan) heybelerinin birinin üzerine oturdu. Sonra;

Bunları geriye, doğru sür dedi. Sonra da;

İleri doğru sür dedi. Arkasından da;

Senin genç develerinin kıymetli olduklarım görüyorum, dedi. (Ben de ona);

Bu(nlar) benim sana şart koştuğum sana ait ganimet(Ier)dir dedi(m).

Ey kardeşim (bu) genç develerini al (götür). Bizim arzumuz (aslında) senin ganimetinden başka (Ahiret sevabı ve senin arkadaş­lığın) idi. cevâbını verdi.[112]

 

Açıklama

 

Bir fıkıh terimi olarak "fey", savaşmaksızın müslümanlann, düşmanlar dan ele geçirdikleri mal demektir.

Hadîs-i şerifte açıkça belirtildiğine göre bu hadise hicretin dokuzuncu yılında cereyan eden Tebûk seferinde geçmiştir.

Bilindiği gibi Tebûk seferi, Bizanslıların müslümanlara karşı besledik­leri düşmanca niyyetlerin bertaraf edilmesi maksadıyla yapılmıştı. Fakat bu sefer Bizanslıların harp sahnesinde görülmemeleri üzerine herhangi bir çatışma olmadan sonuçlanmıştı.

Ancak Halid b. Velid bu seferden sonra, DûmeCül-Cendel'e gidip orada Ukeydir'i esir etmiş ve onu iki bin deve sekizyüz at, dörtyüz zırh ve dörtyüz mızrak karşılığında serbest bırakmıştı. Hz. Vâsıla da Hz. Ha-lid'in birliğinde olduğu için kendisine bu fey'den birtakım genç develer isabet etti.

Her ne kadar Hz. Vâsılâ'nın elde edeceği ganimet karşılığında bir hayvan kiraladığından bahseden bu hadisin, bab başlığındaki, "Bir kimse­nin bir kimseye (savaştan elde edeceği) ganimet karşılığında hayvan kiraya vermesi" cümlesiyle ilgisi açıksa da bu hadisin, yine bab başlığındaki; "Bir kimsenin diğer bir kimseye (hayvanla kazanacağı kârın yarısı karşılığında) hayvan kiraya vermesi cümlesiyle bir ilgisi görülmemektedir.

Demek ki Musannif Ebû Dâvûd şu noktadan hareket ederek bu ha­disle başlıktaki sözkonusu cümle arasında şöyle bir ilgi kurmuştur: "Ma­dem ki miktarı meçhul olan bir ganimet karşılığında bir hayvanı kiraya vermek caiz oluyor o halde bu hayvanla kazanılacak miktarı meçhul bir kârın yarısı karşılığında hayvanı kiraya vermenin de caiz olması gerekir."

Fakat hadis sarihleri; "Hz. Peygamber, Hz. Vâsılâ'nın bu şartlarla hayvan kiraladığını, ne görmüştür ne duymuştur, ne de takrir veya emret­miştir. Binâenaleyh, Hz. Peygamberin böyle bir kiralama olayını tasvib ettiği sabit değildir. Hem de Hz. Vâsılâ'nın yaptığı bu kiralama, kiralamanın sıhhatinin şartlarına uygun olmadığından sahih değildir." gerekçesiyle Musannif Ebû Dâvûd (r.a.)'in bu görüşünü tenkid etmişlerdir.

Hadis ulemâsından Hattâbî (r.a.) bu mevzuda şunları söylüyor: "Bir kimsenin diğer bir kimseye savaşta kazanacağı ganimet karşılığında hay­vanını kiraya vermesinin caiz olup olmadığı mevzuunda ulemâ İhtilâfa düş­müşlerdir." Ahmed b. Hanbel (r.a.) bunda herhangi bir sakınca görmedi­ğini söylemiştir.

İmam Evzâî de bunu caiz görmektedir. Malik b. Enes'e göre hayvanı bu şartla kiraya vermek mekruhtur. İmam Şafiî de bunun caiz olmadığını, ancak hayvanını bu şekilde kiraya veren kimsenin işi bittikten sonra pa­zarlık ettiği kirayı değil de o gün için o hayvanın benzerlerinden alınan binme ücretini alabileceğini söylemiştir.[113]

 

114. Esir Zincir Ve Bukağılarla Bağlanabilir

 

2677. ...Ebû Hüreyre, Rasûlullah (s.a.)'ı şöyle buyururken işit­tiğini söylüyor:

"Azîz ve Celîl olan Allah bukağılarla bağlı olarak cennete sü­rüklenen bir toplumdan hoşnut olmuştur."[114]

 

Açıklama

 

Metinde geçen "acibe" kelimesi kıymet verdi, Önem verdi  memnun ve hoşnut oldu gibi mânâlara gelir.

Bu cümlede ise, değer ve önem verdi mânâsında kullanılmıştır. Buna göre, cümlesi; "Bukağılarla bağlanmış olarak cennete sürükle­nip götürülen kimselere Allah çok değer verir. Onların Allah yanındaki değeri büyüktür," mânâsına gelir. Bu cümlenin; "Allah bukağılar içeri­sinde cennete sürüklenen kimselerden memnun ve razı olur, onlara çok sevab verir," anlamına geldiği de söylenmiştir.

Hanefi ulemasından Alüyyü'l-kari'ye göre bu cümle ile övülmek iste­nenler savaşta esir edilerek zorla kelepçelenip tslam ülkesine getirilen, son­ra Allah'ın lütfuyla kendilerine îmân nâsib olan ve bu sayede cennete gir­meye hak kazanan kimselerdir. Binâenaleyh burada bukağılarla cennete sürüklenen kimselerden maksat elleri ve ayakları bağlı olarak, İslâm ülke­sine getirilen ve sonra da kendi arzularıyla "İslam dinine giren kimseler­dir". İslam insanı cennete götürdüğü için hadisi şerifte, "İslama girme" yerine, "Cennete girme" tabiri kullanılmıştır.[115]

Kirmânî ile Bermavî'ye göre ise bu hadîs-i şerifte övülmek istenenler, "Savaşta kafirlere esir düşerek elleri ayakları bağlanıp şehid edilen ve kı­yamet gününde de bu haliyle Allah'ın huzuruna çıkartılan müslüman mü-câhidlerdir."

Bu mevzuda Hafız Münziri de şunları söylüyor: "Aslında bu cümle ile övülmek istenen kimseler, zorla İslama sokulan esirlerdir. Ulemâdan bâzıları hayırlı bir işe zorlanan herkesi bu hadisin hükmü içerisine sok­muşlardır."[116]

AIiyyü'l-Kârî'nin açıklamasına göre, burada övülen kimselerin nefs-i emmârenin tuzaklarına düşüp elleri ayakları bağlanan, nevasının bataklık­larına saplanıp kalan fakat Allah'ın cezbesiyle hidâyet yoluna sürüklenen, sûflî duygulardan kurtulup ulvî duygulara ve dolayısıyla cennete yol bulan kimseler olması ihtimali de vardır.

Pranga ve kelepçelerle hastalık, fakirlik, musîbet gibi insanı dünyevi lezzetlerden ve günahlardan koruyup da Allah'a sığınmaya zorlayan haller de kasdedilebilir.[117]

Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki, Aliyyü'1-kârî (r.a.) bu hadisin zahiri ve batınî mânâsım en güzel ve doğru bir şekilde açıklamıştır. Buna göre harp esirlerinin ellerini ayaklarını bağlayarak İslam ülkesine sevket-mek caizdir.[118]

 

2678. ...Cündûb b. Mekis'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.), Abdullah b. Gâlib el-Leysî'yi bir seriyye ile (savaşa) göndermişti. Seriyye de ben de vardım. (Seriyyeyi oluşturan) askerlere el-Kedîd (denilen yer) de,bulunan el-Mülevveh oğullarına ayrı ayrı kollardan baskın yapmalarını emretti. (Yola) çıktım. el-Kedîd (denilen yer)e varınca el-Haris b. el-Bersa el-Leysi'yle karşılaştık ve onu yakaladık.

Ben (buraya) sadece Islamı isteyerek geldim ve ancak Rasûlul­lah (s.a.)'a (varmak) için (yola) çıktım, dedi. Biz de;

Eğer sen (gerçekten) müslüman isen bizim seni bir gün ve bir gece bağlamamız sana zarar vermez. Eğer bunun aksine ise biz de seni bağlıyoruz, dedik ve onu sıkıca bağladık.[119]

 

Açıklama

 

Bezlu'l-mechûd yazan, Eş-Şeyh Halil Ahmed es-Sehârenfûrî'nin ifadesine göre, Rasûl-i zîşân efendimizin sözü geçen seriyyenin başına kumandan olarak tayin ettiği kişinin adı me­tinde geçtiği gibi Abdullah b. Galib değil, Galib b. Abdillah'dır. Her ne kadar, bazı kayıtlarda bu kişinin ismi mevzumuzu. teşkil eden hadiste ol­duğu gibi Abdullah b. Gâlib şeklinde geçiyorsa da kayıtlara bir yanlışlık eseri olarak böyle geçmiştir. Doğrusu Gâlib b. Abdillah'dır. Siyer ulemâ­sının verdiği bilgilere göre mevzumuzu teşkîl eden hadîs-i şerifte anlatılan hadise hicretin beşinci yılında vuku bulmuş ve seriyye onbeş kişiden iba­retmiş.

Hattâbi'nin de ifade ettiği gibi bu hadis-i şerif, kâfir olan bir esîri, bukağı ve kelepçelerle bağlamanın caiz olduğuna delâlet etmektedir. Ser­best bırakıldığı takdirde şerrinden emin olunamayan veya kaçmasından korkulan tüm esir, cani ve mahbuslar da bu hükme girerler.[120]

 

2679. ...Sâid b. Ebi Said'den rivayet olunduğuna göre, kendisi Ebû Hüreyre'yi (şöyle) derken işitmiş; Rasûlullah (s.a.) Necid taraf­larına bir süvari birliği gönderdi. (Bu birlik) Hanife oğullarından olan ve Semâme b. Üsal diye anılan Yemâme halkının başkanını (yakalayıp) getirdi. Onu mescidin direklerinden birine bağladılar. Ra­sûlullah (s.a.) onun karşısına geçti ve;

"Ey Sümame içinde taşıdığın (gerçek düşünce) nedir?" dedi.

Ey Muhammed içimdeki hayırdır. Eğer öldürürsen kan sahibi birini öldürmüş olursun. Eğer bir iyilikte bulunursan (iyiliğe) şükre­den bir kimseye iyilik etmiş olursun. Eğer mal istiyorsan. îşte ondan sana istediğin kadar verilir. Cevabını verdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) onu öylece bıraktı. Ertesi gün olunca (Hz. Peygamber) ona;

“Ey Sümame içinde taşıdığın (gerçek düşünce) nedir?" diye (tekrar) sordu. O da (bir gün önceki) sözün aynısını tekrarladı. Rasûhıllah (s.a.) onu tekrar bırakıp gitti, ertesi gün olunca (burada ravi daha önce geçen) şu (yukarıdaki soru ve cevab)ların aynısını anlattı (ve rivayetine şöyle devam etti); Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):

"Sümame'yi serbest bırakınız" dedi (Serbest bırakılan Süma­me) Mescide yakın bir hurmalığa gitti. Orada yıkandı sonra mescide girip "Eşhedüenlâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdü-hû ve rasûluhu" diyerek şehadet getirdi (Bu) hadisi (bu şekliyle Ku-teybe) rivayet etti.

İsa (bu hadisdeki -Eğer öldürürsen kan sahibi birini öldürmüş olursun- cümlesindeki "kan sahibi'* lafzını); Bize el-Leys*in haber verdiğine göre, (Sümame Hz. Peygambere;)

Eğer öldürürsen söz sahibi birini (öldürmüş olursun) cevâbını vermiştir, diye rivayet etti.[121]

 

Açıklama

 

Beni Hanîfe Yemâme'de yaşayan meşhur bir kabiledir. Hz. Sümame bu kabilenin reîsi idi. Islâmiyeti kabulünden son­ra da sahabe-i kiramın büyüklerinden olmuştur. Kıssa, Mekke'nin fethin­den evvel geçmiştir. Onun için de "Sümame'yi esir edip getiren Abbas b. Abdi'l Muttalib'dir." diyenlerin sözüne itibar edilmemiştir. Çünkü Hz. Abbas o zaman henüz müslüman olmamıştı. O müslümanlığı Mekke'nin fethinde kabul etmiştir.[122]

Metinde geçen ve "...İçinde taşıdığın duygu nedir?" manasına gelen cümleye "Kalbinde İslama rağbet veya nefret hislerinden hangisi vardır?"

"Sana nasıl muamele yapacağımı zannediyorsun?" gibi değişik ma­nalar verilmiştir. Aslında bu cümlede bulunan istifhamiyye, ism-i mevsul, de sıla olur. Bununla beraber bu cümleyi daha başka şekillerde tahlil etmek te mümkündür. Şöyle ki: Hz. Üsame'nin bu soru­ya, "Ey Muhammed içimdeki hayırdır." diye cevap vermesi; "Sen Zalimlerden değilsin; afvını ve ihsanını umarım." manasınadır. Peygamber (s.a.) bu soruyu üç gün tekrarlamış, Sümame (r.a.) de üç gün aynı cevâbı ver­miş, "Eğer öldürürsen kan sahibi birini Öldürmüş olursun..." demiştir.

Kadı Iyâz'ın beyânına göre bundan maksat; "Öldüreceğin adam şe­refli bir reis olduğu için kanı dava edilecek ve katilinden öç alınacak bir adamdır..." demektir. Diğer ulemâ: "Sümame'nin bu sözü kanı heder olmaya lâyık, ölümü haketmiş birini öldürmüş olursun. Binaenaleyh onu öldürmekle mes'ûl olmazsın manasına gelir." demişlerdir.[123] "Zademin" kelimesinin "za zemmin" şeklindeki rivayeti nazar-ı itibara alınacak olur­sa o zaman bu cümleye "Eğer öldürürsen kendisine hürmet edilen, sayılan ve sözü dinlenen bir kimseyi öldürmüş olursun." şeklinde mânâ vermek gerekir.

Hz. Peygamberin aynı suali üç gün tekrar etmesi kalpleri İslâmiyete yatıştırmak ve müslüman olması ümit edilen eşrafa bir lütufkarlık göster­mek içindir. Zira bu gibi zevatın ardından onlara tabi bir çok kimselerin müslüman oldukları bilinen bir şeydir.[124]

 

Bazı Hükümler

 

1. Esiri bağlayıp hapsetmek ve kafiri mescide sokmak caizdir. Halife Ömer b. Abdılazız ile Katade ve İmam Malik'e göre kâfirin mescide girmesi caiz değildir.

İmam-ı Âzam, kitab ehli olanların girmesine cevaz vermiş, imam Şa­fiî ise müsİümanın izin vermesi şartı ile ehl-i kitap olsun, olmasın, bütün kâfirlerin mescide girebileceğini söylemiştir. Müşriklerin Mescid-i Harama girmelerini yasak eden âyete gelince, Şâfiîler bunu, Mescid-i Harama mahsus kabul etmiş ve oraya girmelerinin caiz olmadığını söylemişlerdir. Hanefî-lere göre bu âyetten murad, müşriklerin istila için yâhud kendi âdetleri olan çırılçıplak tavaf etmek maksadı ile girmeleridir. Ehl-i kitabın ziyaret için girmelerinde sakınca yoktur.

2. Esiri karşılık almadan serbest bırakmak caizdir.

3. Kâfir müslüman olunca yıkanması gerekir. Ancak bu kısım ihtilaf­lıdır. Hanefiler'den rivayet edilen bir kavle göre cünüb iken müslüman olan kâfirin yıkanması farz; diğer kavle göre, müstehaptır. Şâfiîlere göre müslüman olmak isteyen bir kâfirin hemen İslâmı kabul etmesi, şayet kü­für halinde cünüp oldu ise ondan sonra yıkanması icâb eder. Küfür halin­de iken yıkanması yeterli değildir. Bazıları yeterli olacağını söylemişlerdir. Yine Şâfiîlerden bazıları ile, Mâlikîler hiç gusul icâbetmeyeceğine kail ol­muşlardır; onlara göre cünüblük hükmü, müslüman olunca sükût etmiştir. Fakat bu kavil zâif görülmüştür.- Cünüb olmayan bir kâfir müslüman olursa, îmam Mâlik ile Şâfiîlere ve diğer ulemâya göre yıkanması müste-hâb olur.

İmam Ahmed'le bazı ulemâ: "Müslüman olan kâfirin mutlak surette yıkanması vacibtir." demişlefdir.[125]

 

2680. ...Yahya b. Abdillah b. Âbdirrahman b. Sa'd b. Zürâre'-den; demiştir ki: (Kureyşli) esirler (Medine'ye) getirildikleri zaman, Şevde binti Zem'a, Afrâ'nın (o anda) evlerinde bulunan Avf ve Muavvız isimli oğullarının yanında idi. Bu (hadise) Hz. Peygamber'in hanımları hakkında örtünme (emri) gelmeden önce (olmuş) idi. Şev­de (r.anha) diyor ki; Ben (o gün) onların yanında idim. (yanıma) gelindi ve (o anda Medine'ye getirilen esirlere işaret edilerek);

Şu esirler (Bedir'den) getirildiler, denildi. Ben de evime dön­düm. Rasûlullah (s.a.) evde idi. Bir de ne göreyim, Ebû Yezîd Sü­heyl b. Amr odanın bir köşesinde elleri bir iple boynuna bağlanmış bir halde duruyor: (Ravi Yahya rivayetine devam ederek) hadisi (so­nuna kadar) nakletti.

Ebû Dâvûd der ki; Avf ile Muavvız (Bedir'de) Ebû Cehl b. Hişâm'ı öldürdüler. Onunla karşılaştıklarında (onu) tanımamışlar bile. Her ikisi Bedir'de şehid edildiler.[126]

 

Açıklama

 

Ebû Abdillah el-Hakîm'in Müstedreki ile Zehebi'nin Telhîsinde de rivayet edilen bu hadisin devamı şöyledir: "Al

lah'a yemin olsun ki ben Ebû Yezid'i bu halde görünce;

Ey Ebû Yezid şerefle Ölmekten kaçtınız da kendi ellerinizle kendinizi teslim mi ettiniz? demekten kendimi alamadım. Ancak Rasûlullah (s.a.) in evden

"Ey Şevde! Bu sözü Allah'a ve Rasûlüne karşı mı söylüyorsun?" diye seslenmesiyle kendime gelebildim. Bunun üzerine;

Ey Allah'ın Rasûlü seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki: Ebû Yezid'i iple elleri boynunda kavuşturulmuş görünce kendime hakim olamadım da onun için bu sözleri söyledim, dedi.

Hakîm'in bu rivayeti Müslim'in şartlarına göre sahihtir. Her ne kadar musannif Ebû Dâvûd bu hadiste Ebu Cehl'in Afra isimli kadının oğullarından Muavviz ile Avf tarafından öldürüldüğü ifade edili­yorsa da aslında musannif Ebû Dâvûd'la İbn Sa'd'dan başka Ebu Cehli öldürenler arasında Hz. Avf'ın ismini zikreden yoktur. Bezlü'I-Mechûd yazarı, Ebu Cehli öldürenler Afra hatunun Muaz ve Muavviz isimli oğul­larıdır. Ancak Ebû Cehl'in Muaz b. Amr b. Cemûh ile Muaz b. Afra tarafından öldürüldüğüne dair rivayetler de vardır.[127]

Buhârî'de bu hadise şöyle anlatılıyor: Muâz b. Amr b. Cemûh ile Muaz b. Afra peygamberimizin huzuruna geldiler ve hadiseyi anlattılar. Peygamberimiz onlara;

“Kılıçlarınızı şildiniz mi?" diye sordu.

Hayır silmedik dediler. Bunun üzerine, peygamberimiz onların kılıç­larını gözden geçirdi.

"İkiniz de öldürmüşsünüz" dedi. Fakat Ebu Cehl'in kılıcını ve eşya­sını Muaz b. Amr b. Cemûh'a verdi."[128] doğrusu da budur.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadisi şerifte Bedir'de ele geçirilen esirle­rin Medine'ye getirildiği sırada, Hz. Muavviz b. Afra ile Avf b. Afra'nın Medine'de bulundukları ifâde edilmektedir. Oysa bazt haberlerde Muav­viz b. Afra ile Avf b. Afra'nın Bedir'de Ebu Cehil tarafından şehid edildiği ifade edilmektedir.[129] İşte mevzûmuzu teşkil eden hadîste geçen bu ifâ­denin tarihi gerçeklere aykırı olduğunu ifade etmek için musannif Ebû Dâvûd hadisin sonuna bir ta'lik ilâve ederek, "Avf ile Muavvız Bedir'de şehid edildiler." demek lüzumunu hissetmiştir. Bu hadis-i şerifte anlatıl­mak istenen şudur: "Bir esirin kaçmasını önlemek, ya da tehlikesinden emin olmak için ellerini, kelepçelemek veya bağlamak caizdir."[130]

 

115. Esirlere Sözlü Hakarette Bulunma, Onları Dövme Ve İtirafa Zorlama

 

2681. ...Enes'den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.) es-hâbını (Bedr'e gitmeye) davet etmiş, onlarda Bedr'e (doğru) yola çıkmışlar, (yolda) Kureyş'in su taşıyan develeriyle karşılaşıvermiş-ler, (develerin idarecisi olarak) başlarında da Haccac oğullarına ait siyah bir köle varmış, bunun üzerine Rasûlullah (s.a.)'ın ashabı onu yakalayıp

"Ebû Süfyân nerededir? diye köleyi sorguya çekmişler. O da;

"Vallahi benim, onun işi hakkında hiçbir bilgim yoktur. Fakat işte Kureyş geldi, içlerinde Ebû Cehîl, Râbiâ'nın iki oğlu Şeybe ile Utbe ve Umeyye b. Halef de vardır, diyordu. O bunu söylüyor (sahabe-i kiram da) onu dövüyordu. Bunun üzerine (köle korku­sundan);

Beni (dövmeyi) bırakınız, beni bırakınız, size (gerçeği) haber vereceğim." diyordu. Bıraktıkları zaman da;

Vallahi benim Ebû Süfyân hakkında hiçbir bilgim yok. Ama işte Kureyş (size doğru) yola çıktı içlerinde Ebu Cehil, Râbiâ'nın iki oğlu Utbe ile Şeybe ve Umeyye b.Halef de var. (Size doğru) yö­neldiler." diyordu. Peygamber (s.a) de namaz kılıyor ve bu konuş­mayı işitiyordu. Namazı bitince;

"Nefsim yedi elinde olan Zât'a yemîn olsun ki, siz onu doğru söylediği zaman dövüyürsunuz, yalan söylediği zaman da bırakıyor­sunuz. İşte Kureyş Ebu Süfyam (sizin saldırınızdan) korumak için (size) yönelmiş (üzerinize gelmektedir." buyurdu.

(Daha sonra) Enes şöyle devam etti; Rasûlullah (s.a.) (onlara bu ikazı yaptıktan sonra);

"Şurası yarın falanın düşeceği yerdir." deyip elini yere koydu "ve şurası da yarın falanın düşeceği yerdir." deyip elini tekrar (bir başka) yere koydu. "Şurası da yarın falanın düşeceği yerdir." deyip elini tekrar (bir başka) yere koydu. Şurası da yarın falancanın değe­ceği yerdir." deyip elini (bir başka) yere (daha) koydu. (Enes) dedi ki: Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki ertesi gün müşrikler­den hiçbiri Rasûlullah (s.a.)'m elini koyduğu yerden öteye geçeme­di. (Hepsi de işaret edilen yerlere düştüler). Bunun üzerine Rasûlul­lah (s.a.) onlar hakkında emir verdi ayaklarından tutulup çekilerek Bedr'in Kuleyb isimli kuyusuna atıldılar.[131]

 

Açıklama

 

Metinde geçen Ravâyâ kelimesi, Râviye kelimesinin çoğuludur. Râviye ise, "Su taşıyan deve" demektir. Bu hadis mürseldir. Fakat bilindiği gibi sahabinin mürsel haberi merfu' hükmündedir.[132]

 

Bazı Hükümler

 

1. Kendisine eman verilmeyen kâfir esir, fayda temın edileceğine inanıldığı zaman dövülebilir.

2. Hz. Peygamber bir mucize olarak istikbâle âit bâzı haberler verirdi ve bu haberler aynen onun ağzından çıktığı şekilde vukua gelirdi.[133]

 

116. Esirin Müslümanlığı Kabule Zorlanması

 

2682. ...İbn-i Abbas (r.a.)'den demiştir ki: (İslam'dan önce) ço­cuğu yaşamayan (bir) kadın çocuğu yaşadığı takdirde onu yahudi olarak yetiştireceğine dair adakta bulunurdu. İçlerinde Ensar çocuk­ları da bulunan (yahudilerden) Nâdir oğulları (Medine'den) sürgün edilince (Ensâr);

"Biz çocuklarımızı bırakmayız, dediler. Bunun üzerine Azız ve Celîl olan Allah;

"Dinde zorlama yoktur. Gerçek hak, bâtıldan iyice ayrılmış­tır...”[134] ayet-i (kerimesi)ni indirdi.

Ebû Dâvûd dedi ki; Miklât, çocuğu yaşamayan kadın demektir.[135]

 

Açıklama

 

Metinde geçen âyet-i kerîmenin iniş sebebi hakkında çeşitli rivayetlerden birine göre; İslâm'dan önce çocuğu yaşama­yan ensâr kadınları, çocuğu olduğu takdirde onu yahûdîler arasında yetiş­tirip yahûdî yapacaklarını adarlardı. Çünkü Yahudileri, din bakımından kendilerinden üstün görürlerdi. Böylece bazı ensar çocukları, yahûdîler arasında büyümüş ve yahûdî olmuşlardı. İslam gelip de yahudilerden, Na dır oğullan yurtlarından sürülünce Ensarlılar: "Biz çocuklarımızın onlarla beraber gitmesine izin vermeyiz" dediler ve çocuklarını müslüman olmaya zorlamak istediler. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Nitekim mevzûmuzu teşkil eden hadis-i şerifte de bu rivayete yer verilmiştir.

Diğer bir rivayete göre ise bu âyet yine ensârın bir kolu olan Salim b. Avf oğullarından el-Husayn hakkında inmiştir.

Bu zâtın iki oğlu vardı. Bunlar Şam'dan Medine'ye kuru üzüm götü­ren iki tüccarın telkiniyle hristiyan olmuşlardı. Bu çocuklar da o tüccarla beraber Şam'a gitmek isteyince babaları, bunları zorla İslama sokmak is­tedi ve Allah'ın Rasûlünden, arkadan adam gönderip bunları İslama dön­dürmesini rica etti. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

Bu iniş sebeplerine dayanarak bazı müfessirler bu ayetin ancak kitap ehlinden olan kimselerin müslüman olmaya zorlanamayacakları görüşünü ileri  sürmüşlerdir. Bâzılarına göre de âyet önce bütün insanlara şâmil olmak üzere inmiş, sonra kıtal âyetiyle müşriklerle olan ilişkisi neshedilmiş ve hükmü yalnız kitap ehline ilişkin olmak üzere baki kalmıştı.[136]

Şöyle ki Ehl-i kitap cizye vermeyi kabul etmeleri halinde dinleri üze­rinde bırakılırlar. İslama girmeleri için zorlanmazlar. Fakat arap müşrik­leri doğrudan doğruya İslam'a girmeye zorlanırlar. İslam'a girmedikleri takdirde 2640 numaralı hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, "La ilahe illallah" deyinceye kadar onlarla savaşılır. Cizye vererek kendilerini kurtaramazlar.[137] Ancak bu mesele mezhebler arasında ihtilaflıdır. Biz bu görüşleri 2612 numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan tekrara lüzum görmüyoruz. Müşrikleri bu şekilde İslama girmeye zorlayarak cihâd etmek aslında hak din olan İslâmın ulviyyetini fiilen isbât eden bir beyyine-i haktır. Çünkü aklî ve ilmî beyyineleri dinlemeyen kâfir ve zâlimlerin tecâvüzleri böyle fiili bir beyyine (açık delil) olmadan önlenemez. Ayrıca küffâra karşı ilân edilen bu savaş, ikrahın yasak olduğu İslâm ülkesi hâricinde cereyan ede­ceği için bunu, "İslam inançlara baskı yapıyor" şeklinde değerlendirmek yanlış olur. Aslında îslâmın bu baskıyı, insanlığın tek alternatifi ve kaçı­nılmaz hayat düzeni olan islâmı kabul etmeyip, hakkın kabul ve intişarına engel olmaya çalışan ve gücünün yettiği kadar başkalarının inancına baskı yapmaktan geri durmayan kâfirlere uyguladığını unutmamak gerekir.[138]

Binaenaleyh İslâmın bu mücadelesi, hakkın kabulüne zorla engel olan zorbalığa karşı, yapılan bir mücadeledir. Hadis ulemasından Hattabi'nin açıklamasına göre İslâmiyet gelmeden önce hrıstiyanlığa veya yahûdîliğe giren kimseler ehli kitaptan sayılırlarsa da islamiyet geldikten sonra hrısti­yanlığa ya da yahûdîliğe giren bir müşrik ehl-i kitap sayılamaz, yine müş­rik olarak kaldığına hükmedilir. Çünkü İslâmiyet geldikten sonra hrısti-yanlık ve yahûdîlik neshedilmiş olduğundan artık hrıstiyanlığa veya yahu-diliğe girmenin bir hükmü yoktur.

Binâenaleyh, islâmdan önce yahûdîlik veya hrıstiyanlığa giren bir kimse ehl-i kitaptan sayılacağı için cizye vermeyi kabul ettiği takdirde kendisine kılıç kaldırılmaz. Kendi dîni üzere kalmasına izin verilir, müslümanlar ta­rafından kızları alınabilir ve kestikleri yenilebilir.

Fakat İslamiyyet geldikten sonra hrıstiyanlığı veya yahûdîliği kabul eden bir müşrik böyle değildir. Onun yine müşrik olarak kaldığı kabul edilir ve hakkında müşriklik hükümleri uygulanır. Bazılarına göre de, "dinde zorlama yoktur' ayeti,  "Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaş.”[139] âyetinden sonra inmiş ve bundan son­ra hiçbir kimsenin zorla dine sokulamayacağını açıklamıştır. Fakat kıy­metli alimlerimizden Elmalık Muhammed Hamdi Efendinin de açıkladığı gibi müfessirlerden, Süddi; "Fitne kalmayıncaya kadar., onlarla savaş."[140] ayet-i kerîmesi, Arap müşriklerinin tslâmı kabul etmemeleri halinde kılıç­tan geçirmeleri icabettiğini açıklamak için; "Dinde zorlama yoktur."[141] âyet-i kerîmesi de cizye veren ehl-i kitabın İslama girmeye zorlanamayaca-ğtnı açıklamak üzere ve Arap Yarımadasındaki müşrikler tamamen müslü-man olduktan sonra nazil olmuştur." Fakat bu ayetlerin iniş tarihleri belli olmadığından birinin diğerini nesh ettiğini söylemek mümkün değildir. "Din­de zorlama yoktur." ayet-i kerimesini; "savaşarak müşrikleri İslama zor­lamak, İslam'a girmeyen hnstiyanları da vergiye bağlamak yoktur." şek­linde değilde; "genel olarak islamın daire-i hükmünde zorlama yoktur" şeklinde anlamak icâbeder. Binâenaleyh harp ve harbî mes'elesi esâs itiba­riyle bu âyetin hükmünden hâriç kaldığı gibi, zorlamaya karşı zor kullan­ma ve suça karşı ceza uygulama da bu hükmün dışında kalır. Ancak bu ayeti, "Fitne kalmayıncaya kadar ve din tamamen Allah'ın oluncaya ka­dar savaşın."[142] ayetiyle birlikte mütâlâa etmek gerekir. O zaman İslâm'ın daire-i hükmünde zorlama olmamasının fitnenin bulunmasına bağlı oldu­ğu, fitnenin ortaya çıkmasıyla gerekli zorlamanın yapılabileceği anlaşılır.[143]

 

117. İslâm'ı Telkin Etmeden Esîri Öldürmenin Hükmü

 

2683. ...Sâ'd'dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.), Mekke'nin fethi günü dört erkek iki kadının, dışında (Mekke'de bulunan tüm) halka eman verdi. (Ravi Mus'âb) bunların (hepsinin) isimlerini verdi ve (bu isimler arasında) İbn Ebî Şerhi de zikretti. Sonra hadisi (sonuna ka­dar) rivayet etti. (Ravi Sa'd rivayetine devam ederek) dedi ki:

İbn Ebi Şerh'e gelince o, Osman b. Affân'ın yanında gizlendi. Rasûlullah (s.a.), halkı kendisine beyat (etmeleri) için çağırınca (Os­man b. Affân) onu ta Rasûlullah (s.a.)'in yanına kadar getirdi ve;

"Ey Allah'ın elçisi Abdullah ile de bey'atlaş" dedi. Bunun üze­rine (Hz. Peygamber) başını kaldırıp (Abdullah'a) üç.defa baktı bu bakışların hiç birinde de (Osman r.a)'ın ba(sözü) nü kabule yanaş­madı ancak üçüncü (defa baktık)dan sonra onunla bey'atlastı. Son­ra ashabına dönüp:

"İçinizde Abdullah'ın (benimle) bey'atlaşmasın(ı istemedi­ğimden (dolayı) ellerimi sakındığımı görünce kalkıp da onu öldüre­cek anlayışlı birisi yok muydu?" buyurdu. (Orada bulunanlar da:)

Ey Allah'ın Rasûlü, biz senin içindekini ancak bize gözle işaret edersen (o zaman) anlayabiliriz dediler. (Hz. Peygamber de);

“Bir   peygambere   hain   gözlere   sahip   olmak   yakışmaz.'' buyurdu.[144]

Ebû Dâvûd der ki: Abdullah, Osman*in sütkardeşiydi, Velid b. Ukbe ise Osman Un anne bir kardeşiydi ve Osman ona şarap içtiğin­den dolayı hadd vurmuştu.[145]

 

Açıklama

 

Fahr-i kâinat efendimiz Mekke'ye girince Mekkelilere hitâben yaptığı bir konuşmada;

"Kim Ebû Süfyân'ın evine girerse o, emindir. Kim silahı bırakırsa o da emindir, kim kapısını kaparsa o da emindir." buyurmuş[146] ve isimlerini sa­yarak istisna ettiği kişilerin dışında tüm Mekkelilere emân vermiştir. Hadis ve siyer ulemâsının verdikleri bilgilere göre bu emân'ın dışında kalan kimse­lerden bazıları şunlardır:

1. Abdullah b. Sa'd b. Ebisserh; onu Hz. Osman evinde himaye etmiş­ti. Metinde de açıklandığı gibi daha sonra Hz. Peygamberin huzuruna gelip müslümân oldu.

2. Abdullah b. Hatal; Bunu da Ebu Berze öldürdü.

3. 1krime b. Ebî Cehl: İkrime gemiye binerek kaçtı. Bir ara gemi fırtına­ya tutuldu. Bunun üzerine gemide bulunan bazı kimseler;

Hak dînine ihlasla sarılın çünkü burada ilahlarınızın (putlarınızın) size hiç bir faydası olmaz, deyince îkrime;

Vallahi denizde beni ihlasdan başka bir şey kurtaramazsa burada da kurtaramaz. Allahım sana söz veriyorum, eğer beni bu tehlikeden kurtarır­san Muhammed'e gidip eline yapışacağım. Mutlaka beni affeder, dedi. Ge­miden kurtulunca gidip müslümân oldu.[147]

4. El-Huveyris b. Nakid: Bunu Hz. Ali öldürdü

5. Mekîs b. Subabe: Bunu da müslümanlar çarşıda yakalayıp öldürdü.

6. Hebbar b. Esved; Hz. Peygamberin kızı Zeyneb Medine'ye hicret eder­ken devesini ürküterek bir kayanın üstüne düşmesine ve karnındaki çocuğu­nun düşmesine sebeb olan kimsedir. Bu zat daha sonra müslümân oldu.

7. Ka'b b. Zübeyr: Bu zatta sonradan müslümân oldu.

8. Vahşi b. Harb: Bu da müslümanhkla müşerref oldu.

9. Safvan b.Ümeyye:, Bu zat da Umeyr b.Vehbel Cümehi'ye sığınarak onun delaletiyle Hz. Peygamberin huzuruna geldi ve müslüman oldu.

10. Haris b. Talatıle: Bu herif Hz. Peygamberi hicvederjji. Kendisini Hz. Ali öldürdü.

11. Abdullah b. ez-Zebâri; Bu zat kendisinin öldürüleceğini işitince Necrân'a kaçıp buraya yerleşti. Fakat bir süre sonra kalbine İslam sevgisi düştü. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in huzuruna gelip müslüman oldu.

Hz. Peygamberin emân vermediği kadınlar da şunlardı:

1. Ebû Süfyân'ın karısı Hind binti Utbe'dir. Bu kadın Unut savaşın­da Hz. Hamza'nın şehadetinden sonra, karnım yardırıp ciğerlerini çıkart­tırmış, ağzında çiğnemiş, yutamayınca da yere atmış, şehidlerin, burun ve kulaklarını kestirerek halhal ve gerdanlıklar yapmış ve böylece hıncını almıştı.[148]

Hind kocası Ebu Süfyan'a gelerek:

Ben gidip Muhammed'e bey'at etmek istiyorum deyince Ebu Süfyan;

Dün senin bu sözünü yalanlar bir şekilde davrandığını görmüştüm, dedi. Hind de;

Vallahi şu mescidde, bu geceden öncesine kadar Allah'a hakkıyla ibâdet olunduğunu görmedim. Vallahi onlar geceyi namaz kılarak geçiri­yorlar, dedi. Ebu Süfyan da;

Sen yapacağın şeyi muhakkak yaparsın kavminden bir adamı yanına al da bey'at etmeye onunla birlikte git, dedi. Hind tanınmamak için peçe-lenmiş, kılık değiştirmişti.[149]

Babam anam sana feda olsun. Sen bizi ne kadar güzel şeylere davet ettin, diyerek müslüman oldu.[150]

2. Fertena (veya Kureyna); Bu kadın, Fetih günü Mekke'den kaçmış­tı. Sonradan emân diledi. Kendisine eman verilince kılık kıyafet değiştire­rek gelip müslüman oldu.

3. Kureybe (veya erneb); Bu kadın fetih günü yakalanarak öldürüldü. Aslında bu iki kadın tbn Hatal'ın cariyesi idiler, tbn Hatal kafayı çeker, peygamberimizi hicv ve tahkir eden şiirler söyler onları bu cariyelere okuturdu.

Kureyş müşrikleri de İbn Hatal'ın ve bu şarkıcı karıların yanlarına gelirler, içki içerlerdi, İbn Hatal'ın söylediği hicv şiirleri okunurdu.[151]

Her ne kadar mevzumzu teşkil eden hadis-i şerifte bu kendisine eman verilmeyen kimselerin dördü erkek, ikisi kadın olmak üzere altı kişi oldukları rivayet edilmişse de, bu rivayet sözü geçen kişilerin daha fazla olamayacağı anlamına gelmez. Çünkü râvi hatırlayabildiklerini rivayet et­miştir.

Hz. Osman Abdullah b. Ebi Şerh'e eman verdiği halde Hz. Peygam­berin; "İçimizde... onu öldürecek anlayışlı biri yok muydu?" diyerek onun öldürülmesini arzu etmiş olması;"müslümanların-kısas ve diyet açısından-kanları müsâvîdir. Onların en azı veya en aşağı tabakadaki ferdi bile ahd ve emân verme hakkına sahiptir."[152] mealindeki hadis-i şerife aykırı de­ğildir. Çünkü Hz. Osman, ona eman vermeden önce Hz. Peygamber onun öldürülmesini istemiş ve kanını heder etmişti. Bilindiği gibi Hz. Peygam­berin kanını heder ettiği bir kimseye, başka birisi eman veremez. Metinde geçen; "Bir peygambere hain gözlere sahip olmak yakışmaz." sözü, "Bir peygamberin göz ederek konuşması ona yakışmaz." anlamında kullanıl­mıştır. Çünkü göz ederek konuşmak karşısındakileri aldatmaktır. Bu bir peygambere yakışmaz.[153]

 

Bazı Hükümler

 

1. Mekke-i Mükerreme'nin evlerini satmak ve kiraya vermek caizdir. Hanefılerle Şafiler ve bazı ule­ma bu görüştedir.

Çünkü bu hadiste Ebu Süfyân'ın ikâmet ettiği ev, Ebu Süfyân'a izafe edilmiştir. Bilindiği gibi bir insana izafe edilen bir şeyin o insanın mülkü olması kaidedendir. Bilindiği gibi bir insan mülkünde meşru çerçeve içeri­sinde olmak şartıyla istediği gibi tasarrufta bulunabilir.

2. Mekke'nin harple mi sulhla mı alındığı meselesi ihtilaflıdır. İmam Ebû Hânife ile İmam Mâlik ve Ahmed (r.a)'e göre ve ulemânın büyük çoğunluğuna göre harple alınmıştır. îmam-ı Şafiî'ye göre ise sulh yoluyla alınmıştır.

3. Bir esirin kendisine İslam telkin edilmeden öldürülmesi caizdir. Çün­kü harpten önce gereken davet yapılmıştır.

4. Hz. Peygamberin, huzurunda işlenen bir fiili sükutla karşılaması onu tasvib ettiği anlamına gelir.

5. Ebû Süfyân, İslam ile müşerref olmuş şerefli bir kimsedir.[154]

 

2684. ...Sâid b. Yerbu'dan rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.) Mekke'nin fethi günü (şöyle) buyurmuştur:

"Dört kişi vardır ki onlara harem dışında da harem içinde de eman vermiyorum." buyurmuş ve (onların) isimlerini vermiş. (Râvî) dedi ki; (Hz. Peygamber bu isimler arasında) Makîs'e ait şarkıcı iki cariye (nin isimlerini) de (yerdi). Bunlardan birisi öldürüldü, di­ğeri de (önce) kurtulup kaçtı. Bir süre^sonra da müslüman oldu.

Ebû Dâvûd der ki: Bu hadisin (Şeyhim) Ibnü'l-Ala'dan (gelen) isnadını iyice anlayamadım.[155]

 

Açıklama

 

Her ne kadar metinde sözü geçen cariyelerin Makyes'e ait oldukları ifade ediliyorsa da siyer ulemasının açıklamasına göre bu cariyeler İbn Hatal'a aittir. Bu iki cariyenin hayat hikayeleri bir önceki hadisin şerhinde geçtiği için burada tekrara lüzum görmüyoruz.[156]

 

2685. ...Enes b. Malik'den (rivayet olunduğuna göre) Rasûlullah (s.a.) fetih yılında Mekke'ye başında miğferle girmiş. Miğferi çıkarın­ca yanına bir adam gelip;

İbn Hatal Ka'be'nin örtüsüne sarılmış (duruyor), demiş. (Bunun üzerine Hz. Peygamber),

"onu öldürün'* diye emir vermiş.[157]

Ebû Dâvûd dedi ki: İbn-i Hatal'ın ismi Abdullah 'dır. O'nu Ebû Berze el-Eslemî öldürdü.[158]

 

Açıklama

 

İbn-i Hatal, Ka'be'nin örtüsü altına sığınmış olarak bulunsalar bile, öldürülmeleri emr ve kanlan heder edilen kişiler arasında idi.

Heder lügatta, lağv ve bâtıl anlamına gelir. Boşa gitmeye ve boşa gide­ne denir.

Devlet başkanınca, kanı heder edilip öldürülen kimse için, ne kısas ne de diyet gerekir.

İbn Hatal, BeniTeymülEdrem b. Galiplerden idi. Asıl adı, AbduFuzza b. Hatal idi. Bazı kaynaklara göre ismi, Hilâl b. Abdullah b. Abd-i Menafü'l-Edremî idi.

İbn Hatal, müslüman olmuş, Medine'ye hicret etmişti.

Peygamberimiz, onu, zekat ve sadaka toplayıcılığı vazifesine tayin et­mişti. İbn-i Hatal'ın hizmetini gören, azadlı, Müslüman bir kölesi vardı. Hu-zaalardandı. Peygamberimiz, bu köleyi de yanına katarak İbn Hatal'ı tahsilata yollamıştı. Köle, îbn Hatal'ın hizmetini görüyor, yemeğini yapıyordu.

Bunlar, bir konak yerinde konakladılar. İbn Hatal, kendisi için erkek bir davar kesip yemek yapmasını köleye emretti. Öğle vakti, yatıp uyudu. Uyandığı zaman kölenin kendisi için yapacağı yemeği yapmadığını gördü. Çünkü, köle de uyuya kalmıştı. İbn Hatal, son derece öfkelendi. Kölenin üzerine atıldı. Onu döve döve öldürdü. Öldürdüğü zaman "vallahi Muhammed'in yanma varırsam, bu suçumdan dolayı, muhakkak beni öldürür!*' dedi. İrtidad etti, islamiyetten müşrikliğe döndü. Topladığı zekat ve sadaka mal­larını da sürerek Mekke'ye kaçtı. Mekkelİler, İbn HataPa, "Seni bizim ya­nımıza geri çeviren nedir?" diye sordular.

îbn Hatal, "Sizin dininizden daha iyisini bulamadım" dedi. Müşrik kalmakta devam etti.

tbn Hatal, tepeden tırnağa kadar silahlanmış, uzun kuyruklu bir at üzerinde ve mızrağı elinde olduğu halde, Mekke'nin yukarısından çıkıp gelirken Said b. As'ın kızları, peygamberimizin, Mekke'ye girdiğini İbn-i HataFa haber verdiler.

Îbn Hatal onlara "Fakat, vallahi göreceksiniz ki: Vücudları kılıç darbelerinden, su tutmayan tulumların ağızlarına benzemedikçe, Mekke'­ye giremeyeceklerdir!" dedi. Handeme'ye kadar çıkıp gitti.

Handeme'de İslam süvarilerini ve yapılan çarpışmaları görünce içine korku düştü. Titremeye başladı. Ka'be'ye kadar gitti. Atından indi silah­larını çıkardı. Ka'be'nin örtüleri arasına girdi.

Beni Ka'b'dan birisi, tbn Hatal'in zırhını, zırh altına giydiği göm­leğini, miğferini, tulgasını, kılıcını aldı. Atına binip Hacûn'a Peygamberi­mizin yanına geldi.

İbn Hatal'ı Ebu Berzetü'l-Eslemî ile Said b. Hureys'ül Mahzumî'nin elbirliğiyle öldürdükleri bildirildiği gibi, Şerik bin AbdetüTadanî veya Am-mar b. Yasir'in öldürdüğü de, rivayet edilir.

Ebû Berzetü'l-Eslemî'nin öldürdüğü sabittir deniliyor.

Ebû Berzetü'l-Eslemî, onu, kendisinin öldürdüğünü açıklamış, "İbn Hatal'ı Kâ'be'nin örtüsüne sarılmış olduğu halde yakalayıp, Rükünle Ma­kam arasında boynunu vurdum" demiştir.[159] Hattabi'nin açıklamasına gö­re, Hz. Peygamberin fetih günü Mekke'ye başında miğferle girmesi teca­vüze uğrayacağından bir kimsenin ihramı terkederek zırh ve miğfer gibi kendisini koruyacak elbiseler giymesinin caiz olduğuna delalet ettiği gibi, hac veya umre niyyeti olmaksızın herhangi bir ihtiyacını görmek isteyen bir kimsenin de ihrama girmesi gerekmediğine delalet etmektedir. Biz fı­kıh ulemasının bu mevzudaki görüşlerini 1738 numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[160]

 

Bazı Hükümler

 

1. Mekke harp yoluyla fethedilmiştir. Ulemanın büyük çoğunluğu  bu görüşte olduğu gibi  mezheb imamlarından İmam-ı Ebû Hanîfe ile İmam Mâlik ve İmam Ahmed (r.a.) bu görüştedirler. İmam Şafiî (r.a.)'e göre ise sulh yoluyla alınmıştır.

2. Harem-i şerifde had ve kısas cezalarının uygulanabileceğini söyle­yenler bu hadisi şerifi delil getirirler.

3. Harpte miğfer giymek caizdir

4. Taarruza uğrayacağından korkan bir kimsenin harem sınırları içine ihramsız olarak girmesi caizdir.

5. Fesad çıkaranları, yetkili makam ve mercilere şikâyet etmek caizdir. Bu hareket gıybet veya koğuculuk olarak nitelendirilemez.[161]

 

118. Bir Esîri (Elini Kolunu Bağlayıp) Hedef Yaparak Öldürmenin Hükmü

 

2686. ...İbrahim en-Nehai'den; demiştir ki: Dahhak b. Kays, Mesrûk'u vali tayin etmek istediği zaman Umare b. Ukbe Dahhak'a;

Hz. Osman'ın katillerinden arta kalan birini mi vali tayin ediyor­sun? dedi. Mesrûk da, Umâre'ye:

Bizce sözüne güvenilir bir kişi olan Abdullah b. Mesud(un) bize haber verdi (ğine göre); Peygamber (s.a.) babanı öldürmek isteyince (baban Ukbe);

 (benim) çocuklara kim? (kefil olacak) diye sormuş. Rasûlullah sal-lallahü aleyhi ve sellem de:

"ateş (kefil olacak)! buyurmuş, cevâbını verdi (Bunu işiten mesrûk Umâre'ye):

Rasûlullah (s.a)'ın senin için hoş gördüğünü biz de hoş görürüz" dedi.[162]

 

Açıklama

 

Ukbe b. Ebi Muayt Mekke döneminde Hz.Peygambere zulmetmekten zevk alan ve bunu kendine görev edinen kimselerin başında gelenlerinden biri idi. Bir gün Rasûli zişân efendimiz, Kabenin yanında namaz kılarken secdede bulunduğu bir sırada yeni boğazlanmış olan bir devenin işkembesini getirerek onu kanlı kanlı peygamberimizin iki küreğinin arasına koymuştu.[163]

Bu yüzden, Bedir savaşında esir edilince, elinden bütün silahları ve ken­dini müdafaa imkanları alınarak öldürülmüştü.[164]

Bu hadise dayanarak ulemâdan bazıları, esirlerin ellerini ayaklarını bağ­layıp onları hedef yaparak Öldürmenin caiz olduğunu söylemişlerdir. İmam Buhari'ye göre ise herhangi bir canlıyı bu şekilde öldürmek mekruhtur.[165]

Hz.Peygamberin, Bedir savaşında bu şekilde öldürdüğü Ukbe ile arala­rında şöyle bir konuşma geçmiştir: Ukbe b. Muayt, peygamberimizin, Mek­ke'den Medine'ye hicreti üzerine:

Hicret edip bizden uzaklaştın ey Kasvâ adındaki devenin binicisi, Göreceksin pek yakında beni atlı olarak karşında!

Saplayıp duracağım size mızrağımı, sulayacağım onu kanınızla

Kılıç da bırakmayacak sizin hiç bir örtülü yerinizi.” kıt'asını söylemiş­ti. Peygamberimiz onun bu sözlerini işitince:

"Allahım onu, yüzükoyun, burnunun üzerine düşür", diyerek bed­dua etmişti.

Ukbe b. Ebi Muayt, Bedir'de Kureyş ordusunun hezimete uğradığı sı­rada kaçıp kurtulmak isterken atı, hırçınlaşarak onu yere vurmuş, Abdullah b. Seleme de esir etmişti.

Peygamberimiz, Irkuz-Zubya'dan çıkıldığı sırada Âsim b. Sâbit'e, Uk­be b. Ebî Muayt'ınboynununvurulmasını emretti. Ukbe:

Yazıklar olsun sana ey Kureyş Cemaati. Şunlar arasında burada, ne­den bir tek ben öldürülüyorum dedi. Peygamberimiz;

"Allah'a ve Rasûlüne olan düşmanlığından dolayı" dedi. Ukbe:

Yâ Muhammed! Kavmimden, herkese yaptığım bana da yap, onları öldürürsen beni de öldür. Onlara, eman verirsen, bana da eman ver. Onlar­dan kurtulmalık akçesi alırsan, benden de onlar gibi kurtulmalık akçesi al!

Ya Muhammed! Sen beni öldürürsen, küçüklere kim bakacak?" dedi. Peygamberimiz;

"Ateş! Git, ey Asım! Vur onun boynunu!" dedi. Asım gidip Ukbe'nin boynunu vurunca Peygamberimiz;

"...Allah'a hamdolsun ki o seni öldürdü. Senin ölümünden dolavı eözünü aydınlattı." dedi.[166] Aliyyü'l-kari'nin ifadesine göre Ukbe'nin, "Benim çocuklara kim kefil olacak" sözüne Rasulullah'ın "ateş" diye cevap verme­si şu iki manaya da gelebilir:

1. Kimse kefil olmayacak. Onlar zayi olup gidecekler.

2. Sen kendini bekleyen ateşi düşün, onları düşünme çünkü yüce Allah;

"Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah'a ait olmasın...”[167] buyura­rak herkesin rızkına kefil olduğunu bildirmiştir. Binâenaleyh sen onları dü­şünme de kendini bekleyen cehennem ateşini düşün. Uygun olan da bu ikin­ci manadır.[168]

 

119. Esiri Okla Öldürmenin Hükmü

 

2687. ...İbn-i Ti'lî'den; Demiştirki; Abdurrahman b. Halid b. Ve-lid ile birlikte savaşa girmiştik. Dört düşman (askeri) getirildi. (Ab­durrahman) onlar hakkında (öldürülmeleri için) emir verdi. Bunun üzerine bir yere bağlanıp (üzerlerine ok atılmak suretiyle) öldürüldüler.

Ebû Dâvûd der ki; Said'den başka birisi bu hadisi bize, îbn-i Vehb'den, (rivayet eden Şeyhlerimizden) birisi (îbn Ti'UJ'nin şöyle dediğim rivayet etti -(onlar) bir yere bağlanıp (üzerlerine) ok (atılmak suretiy­le) öldürüldüler. Bu durum Ebû Eyyub el-EnsarVye ulaşınca;

Rasûluüah (s.a.)dan, eli kolu bağlı kişinin öldürülmesini neh-yettiğini duydum. Nefsim elinde olan zata yemin olsun (öldürmek is­tediğim canlı) bir tavuk bile olsa onu bağlayıpta hedef yaparak öldürmem dedi. (Ebû Eyyûb el-Ensâri'nin söylediği) bu (söz) Abdur-rahman b. Halid'e ulaşınca (bu cinayetine karşılık olmak üzere) dört tane köleyi azad etti.[169]

 

Açıklama

 

Sabr, bir canlıyı nişan alıp öldürmek için hapsetmek veya bağlayıp hedef yapmak anlamına gelir.Hareket halindeki bir

av hayvanını veya savaş alanındaki düşmanı öldürmek bu hükmün dışında­dır. Burada kasdedilen ise bir düşmanın elini kolunu bağlayıp iyice hareket­siz bir hale getirilerek atış hedefi yapmak ve ok yağmuruna tutarak öldürmektir. Bir canlıyı bu şekilde hedef alarak öldürmek İslamiyette ya­saklanmıştır. Nitekim mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte canlıları bu şekilde öldürmenin Hz. Peygamber tarafından yasaklandığı ifâde edil­mektedir.

Enes b.Malik hazretleri de bir tavuğu dikip atış yapan çocukları görün­ce "Rasulullah hayvanların hedef olarak dikilmesini yasaklamıştır" diyerek çocukları ikaz etmiştir. Aynı şekilde Îbn Ömer'in de bir ikazı sözkonusudur.

Canlıyı hedef alarak öldürmek ona işkencedir. İşkence ise yasaktır. İbn Ömer(r.a); "Nebi(s.a)hayvanaişkence veazabedene lanetetti" demektedir.

Öte yandan dinimizde her konuda, îhsan-iyilik ikram emredilmiştir. Şed-dad b. Evs, "Rasulullahtan iki haslet öğrendim" dedikten sonra Rasulul-lah'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Şüphesiz Allah herşeyde iyiliği farz kılmıştır. O halde siz öldürdüğünüz vakit, öldürmeyi iyi yapın. Kestiği­niz zaman da kesmeyi iyi becerin. Her biriniz bıçağını bilesin. Ve kestiği hay­vanı rahat ettirsin"[170]

 

120. Esir(Ler)i Karşılıksız Olarak Serbest Bırakmanın Hükmü

 

2688. ...Enes (r.a) den; demiştir ki: Sabah namazı vaktinde Mekkelilerden seksen kişi Tenim dağlarından Peygamber (s.a) in ve asha­bının üzerine, onları öldürmek için. (ansızın) indiler. Rasûlullah (s.a) onları esir olarak ele geçirdi. Sonra serbest bıraktı. Bunun üzerine Aziz ve Celil olan Allah, "Mekke'nin göbeğinde onlara karşı size zafer ver­dikten sonra, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çeken odur."[171] ayet-i kerimesini sonuna kadar indirdi.[172]

 

 

Açıklama

 

Tenîm, Mekke ile Şerif arasında, Mekke'ye üç ya da dört rriil uzaklıkta bir yerdir. Mekke'ye en yakın mikat burası olduğu için harem dairesi içerisinde bulunup da Umre yapmak isteyenler, ihrama girmek için buraya gelirler. Bu sebeple halk arasında burası "umre" ismiyle anılır.

Mekkeli müşriklerin Hudeybiye musalehası yılında müslümanlara sal­dırmak için sabah namazı vaktini seçmiş olmalarının sebebi, kendilerince müslümanları ansızın ve gafil olarak yakalamaktı. Fakat aslında gafil olan kendileri oldukları için müslümanlar tarafından kıskıvrak yakalandılar.

Metinde geçen kelimesi "selem" ve "silm" şeklinde okunabilir.

"Selem" şeklinde okunduğu zaman esir etmek, "silm" şeklinde okunduğu zaman da sulh yapma, uzlaşma anlamına gelir. Hattabi ile lbnü'1-esir bu ke­limeyi esir etme anlamına gelen "selm" şeklinde okumanın daha doğru ola­cağını söyledikleri için biz de tercümemizde bu manayı tercih ettik.

Bu hadisri şerif esiri karşılıksız olarak serbest bırakmanın caiz olduğu­nu söyleyen İmam-ı Şafiî'nin delilidir.

Hanefi ulemasına göre ise esiri meccânen serbest bırakmak caiz değil­dir. İsterse bu esir islamiyeti kabul etmiş olsun.

İmam Malik ile İmam Ahmed'e göre de esirleri serbest bırakmak caiz değildir.

İmam Şafiî (r.a)'e göre ise veliyyüM-Emr, göreceği bir gerekçeye bağlı olarak, esirleri bir bedel mukabilinde olmaksızın serbest bırakabilir.[173]

 

2689. ...Muhammed b. Cübeyr b. Mut'îm'in babasından-rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a.) Bedir esirleri hakkında; "Eğer Mut'îm b. Adiyy sağ olsaydı da şu kokmuşlar hakkında şefaatta bu­lunsaydı onun hatırına bunları serbest bırakırdım." buyurmuştur.[174]

 

Açıklama

 

Hz.Peygamber'in müşrik Mut'îm'i, oğlunun yanında bu şekilde saygıyla anması, Mut'îm'in oğlu Cübeyr'in gönlünü İslam'a ısındırma gayesine matuf olabileceği gibi, gerçekten mut'imin yaptığı iyilikleri dile getirmek için onu bu şekilde yadetmiş de olabilir.

Çünkü Mut'im b. Adiy aslında Hz. Peygamber'e kötülük eden müşrik­lerden biri olmakla beraber, müşriklerin müslümanları açlığa mahkum et­mek için uyguladıkları boykot kararının metnini yırtan kimsedir.[175]

Ayrıca Hz.Peygamber, taif seferinden sonra Nahle'ye gelip geceleyin namaza durmuştu. O sırada Nusaybin cinlerinden yedisi oradan geçerken Hz.Peygamberin okuduğu Kur'an-ı Kerim'i dinleyip müslüman oldular. Hz.Peygamber orada birkaç gün kaldıktan sonra Mekke'ye yöneldi. Fakat yalnız başına Mekke'ye girmesi çok tehlikeliydi. Mutlaka birisinin himaye­sine ihtiyacı vardı. İşte Mut'im bu görevi de yüklenerek Hz.Peygamberin Mek­ke'ye sağ-salim girmesini sağladı.[176]

Ulemâ, savaşçı esirlere yapılacak muamele hususunda ihtilâfa düşmüşler­dir. İmam Şafiî'ye göre devlet reisi esirleri isterse öldürtür, isterse karşılıksız olarak serbest bırakır, ister fidye karşılığında serbest bırakır, isterse köle ya­par. Hasan-ı Basri (r.a)'ye göre ise, esirleri öldürmek mekruhtur. Binâena­leyh, esir ya fidye karşılığında ya da karşılıksız olarak serbest bırakılır. Atâ (r.a) da bu görüştedir. Rivayete göre ıstaharın ileri gelenlerinden bir esir öl­dürülmek üzere Hz.İbn Ömer'e gönderilmişti .İbn Ömer (r.a), "...Ondan sonra artık (esirleri) ya lütfen bırakır veya karşılığında fidye alırsınız.”[177] ayet-i kerimesini okuyarak o esiri öldürmekten imtina etti. İbn Şîrîn ile Mü-câhid (r.a)'in esirleri öldürmenin mekruh olduğu görüşünü taşıdıkları riva­yet edilmektedir. Hanefi ulemâsının bu mevzudaki görüşü Ed-Durru'1-muhtar isimli eserde özetle şöyle açıklanıyor:

Hükümdar, esir aldığı kafirler, islamiyeti kabul etmezlerse muhayyer olup dilerse onları öldürür, dilerse köle olarak kullanır, dilerse müslüman-lara haraç ve cizye vermek üzere kendilerini hür ve zımmî olarak bırakır. Arap olan müşrikler ile mürtedler ehl-i zimmet olarak bırakılmaz (kılıçtan geçirilir)

Kafirleri yenip esir ettikten sonra, islamiyeti kabul ettikten sonra olsa bile meccanen salıverilmeleri haramdır. Çünkü gazilerin hakkı taalluk etmiştir. İmam Şafii Allahu Teâlâ'nın:

"Ya iyilik (karşılığında hiçbir şey almayarak azâd) edin, yahut fidye (alın)" nazm-ı cehlinin gereğince esirlerin meccanen bırakılmasını caiz görmüştür..

Hanefîler; İmam Şafii'ye, "bu ayet-i kerime, "Müşrikleri, nerede bu­lursanız öldürün" ayet-i kerimesiyle neshedilmiştir." diye cevap verirler, Harb ettikten sonra kafirlerden biraz mal alıp da esirlerini salıvermek şer'an haramdır. Ama harb bitmeden önce mal karşılığında esirlerin bırakıl­ması caizdir. Müslüman esir karşılığında caiz değildir. Imameyn'e göre ca­izdir. İmam-ı A'zam'ın iki rivayetinden kuvvetli olanı da budur.[178]

Bu mevzuda İbn Abidin de şöyle diyor; "Hatta (esirlerin) mal veya müs­lüman esir karşılığında bırakılmaları da caiz değildir, ihtiyaç zamanında mal karşılığında bırakılmaları caizdir. İmam Muhammed'e göre çocuğu olmayacak. derecede yaşlı olursa mal karşılığında bırakılması caizdir, tmameyn'e göre ise müslüman esir karşılığında bırakılması caizdir. Diğer üç mezheb imamlarının kavilleri de böyledir. Nitekim RasûM Ekrem Efendimiz, bir müş­rikle iki müslümanı değiştirmiştir. Bir müşrik kadınla Mekkelilerin esir etti­ği müslümanları değiştirmiştir."[179] Ben derim ki; Kâfir esirlerin mal karşılığında bırakılmalarının haram olması ihtiyaç olmadığına göredir. Ama ihtiyaç olursa mal veya müslüman esir karşılığında bırakılmaları caizdir."[180]

 

121. Esirin Mal Karşılığında Serbest Bırakılması (Nın Hükmü)

 

2690. ...Ömer b. el-Hattabdan; demiştirki: Bedir günü Peygam­ber (s.a.) (serbest bıraktığı esirler için) bir karşılık alınca, Aziz ve Celil olan Allah; “Yeryüzünde ağır bas (ip küfrün belini iyice kır) ıncaya kadar hiçbir peygambere esirler sahibi olmak yaraşmaz.”[181] ayetini "...Aldığınız (fidye) dan dolayı size mutlaka bir azab dokunurdu."[182] ayetiyle birlikte indirdi. Sonra Allah ganimetleri onlara helal kıldı. Ebu Dâvûd der ki; Ahmed b. Hanbeİ'e Ebu Nuh 'un isminden so­ruldu da onun; "Onun ismini ne yapacaksın? Onun ismi çirkin bir isimdir" diye cevap verdiğini duydum. Ebu Nûh 'un ismi "kuradadır. (Fakat onun isminin) doğrusu Abdurrahman b. Gazvan'dır.[183]

 

Açıklama

 

Bedir savaşı müslümanların zaferiyle neticelendikten sonra Hz.Peygamber esirler hakkında Hz.Ebûbekir ve Ömer ile istişare etti. Bu istişare Müslim'in rivayetinde şöyle anlatılıyor; "Müslüman­lar esirleri aldıktan sonra, Rasûlullah (s.a.) Ebû Bekir'le Ömer'e;

Bu esirler hakkında rey'iniz nedir?" diye sordu. Ebû Bekir:

Ya Nebiyyallah! Bunlar amca oğulları ve akrabadırlar; ben onlardan fidye almanın doğru olacağı fikrindeyim. Bu suretle, kafirler üzerinde kuv­vetimiz olur. Umulur ki Allah, onları İslâm'a hidâyet buyurur, dedi. Müte­akiben Rasûlullah (s.a.);

"Sen ne fikirdesin ey Hattâb oğlu?" diye sordu. Ömer diyorki; Ben:

Hayır, vallahi ya Rasûlullah, Ben Ebû Bekir'in fikrinde değilim. Lâ­kin ben, bize müsaade buyursan da şunların boyunlarını vuruversek fikrin­deyim. Ukay'le karşı Ali'ye müsaade buyurmalısın ki onun boynunu vursun! Bana da filana karşı müsaade buyurmalısın, ben de onun boy­nunu vurmalıyım. Zira bunlar küfrün imamları ve eşrafıdırlar, dedim. Bu­nun üzerine Rasûlullah (s.a.) Ebu Bekir'in söylediğine meyletti. Benim söylediğimi beğenmedi. Ertesi gün olunca ben geldim. Bir de ne göreyim Ra­sûlullah (s.a.) ile Ebû Bekir oturmuş ağlıyorlar! Bunun üzerine ben;

Ya Rasûlallah, bana haber ver; sen ve arkadaşın neden ağlıyorsunuz? Ağlayacak bir şey bulursam ben de ağlarım, ağlayacak bir şey bulamazsam siz ağladığınız için ben de ağlar görünürüm» dedim. Bunun üzerine Rasûlul­lah (s.a.);

"Bana senin arkadaşlarının teklif ettiği fidye alma meselesine ağlıyo­rum. Gerçekten onların azapları bana şu ağaçtan daha yakın bir şekilde arz olundu." dedi ve yakın bir ağaca işaret etti.[184]

Mevzumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisinden anlaşılıyor ki, Bedir esir­lerine uygulanacak muamele hakkında çıkan bu farklı görüşlerin ortaya çık­ması üzerine Yüce Allah, "yeryüzünde ağır bas (ip küfrün belini iyice kır) ıncaya kadar hiçbir peygambere esirler sahibi olmak yakışmaz. Siz, geçici dünya malım istiyorsunuz, Allah ise (sizin için) ahireti istiyor. Aliah daima üstün ve hikmet sahibidir.” (İslâm iyice yerleşip küfür ezilmedikce, sizin esir­leri tutup onlardan fidye almayı beklemekle uğraşarak vakit kaybetmeniz doğ­ru değildir)

"Eğer Allah'tan (yanılma ile verilen hükümlerden ötürü azabetmemek hakkında) bir yazı geçmemiş olsaydı, aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka büyük bir azab dokunurdu." (Ama Allah, islam için çarpışan sizleri destek­lemeye ve korumaya söz vermiştir. Bunun için size azab etmeyecektir)[185] ayet-i kerimesini indirmiştir.

Hz. Peygamberin Bedir esirleri hakkında böyle bir istişarede bulunma­sı bazı hadis kitaplarında şöyle anlatılıyor;

"Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Cebrail, kendisine inerek şöyle dedi: "On­ları -yani ashabını- Bedir esirleri hakkında muhayyer kıl; ya öldürülmelerini veya gelecek yıl kendilerinden onlar kadar öldürülmek şartı ile fidyeyi ihti­yar etsinler." Ashab, "fidyeyi ve bizden de öldürülmesini ihtiyar ediyoruz." Dediler.[186]

Görülüyor ki Tirmizi'nin rivayeti ile Müslim'in rivayeti arasında zahir­de bir çelişki mevcuttur. Şöyle ki, Allahu Teâlâ hazretleri, Cebrail (a.s) ara­cılığıyla müslümanları, esirleri öldürmekle fidye karşılığında serbest bırakmak arasında muhayyer bırakmışla bu tercihlerden her ikisinin de mubah olması gerekirdi ve dolayısıyla, esirleri fidye karşılığında bırakma yolunu tercih et­tiklerinden dolayı mesul tutulmamaları gerekirdi.

Oysa Müslim'in rivayetinde, bu yolu tercih eden müslümanların mes'ul oldukları ve bu yüzden hak ettikleri azabın Hz.Peygambere çok yakından gösterildiği ifâde edilmektedir. Ulemâ bu meseleyi şöyle açıklamışlardır. Bu tercihi yapmalarından dolayı azaba müstehak olanlar, bu tercihe katılanla­rın tümü değildir. Sadece dünya menfaati temin etmek gayesiyle bu tercihe katılanlardır. Fakat, esirleri ve onların nesillerini kazanmak, rahmet yoluna sarılmak, esirlerden alınacak mallarla müslümanları düşmana karşı daha güçlü hale getirmek gibi sebeplerle, bu tercihe katılanlar, tercihlerinden dolayı so­rumlu değillerdir. Metinde bu mevzu ile indiği ifade edilen; "...sîz, geçici dünya malını istiyorsunuz. Allah ise (sizin için) ahircti istiyor..."[187] ayet-i ke-rimesiyle kasdedilenler, dünya menfaati elde etmek gayesiyle bu tercihe ka­tılanlardır. Bedir savaşına katılanların büyük çoğunluğu bu sorumluluğun dışındadır. Hz.Fahr-i kainat ile, Ebû Bekr Sıddık'ın bu tercihe katılmala-rındar dolayı mesul olmaları ise asla sözkonusu değildir.

Hz. Pey amberin, bu tercihe katıldıklarından dolayı mesul olan kişiler hakkında ağlaması ise onların bu günahlarının bağışlanması için olmuştur ve Yüce Allah sevgili peygamberinin döktüğü gözyaşları neticesinde onları azaba çarptırmayacağını ve küfrün belini kırıp düşmanı tamamen mağlup etmeden hiçbir peygamberin elinde esirler bulundurarak bunların karşılığın­da fidye almasının doğru olmadığını, bunun ancak kafirleri zelil, müslümanlan aziz kıldıktan sonra meşru olacağını[188] bildirmiştir.

İbn Kayyım el-Cevziyye'nin ifâde ettiğine göre ulemâ Bedir esirlerini kı­lıçtan geçirme, ya da fidye karşılığında serbest bırakma şıklarından hangisi­nin daha isabetli olduğunda ihtilafa düşmüş, bir kısmı kılıçtan geçirilme şıkkını tercih ederken bir kısmı da fidye karşılığında serbest bırakılmaları şıkkını tercih etmeştir. Bu ikinci şıkkı tercih edenler, şu gibi sebeblerden dolayı bu görüşü tercih etmişlerdir:

1. Çünkü daha sonra hüküm bu görüş üzerinde karar kılmıştır.

2. Enfal suresinin 68. ayetinde ifade edilen, Allah'ın ezeli yazgısına uy­gun düştüğü ve bu uygulama müslümanlara helal kılındığı için,

3. Allah'ın gazabına galip gelen rahmet sıfatına uygun düştüğü için,

4. Hz.Peygamberin bu görüşü tercih eden Hz.Ebu Bekir'i Hz.İbrahim ve İsaya (a.s.) benzettiği için,

5. Sözkonusu esirlerin fidye karşılığında serbest bırakılmaları pek çok kimselerin  müslüman olmasına vesile olduğu için,

6. Elde edilen fidyelerle müslüman mücâhidler takviye edildikleri için,

7. Allah ve Rasûlü bu görüşü tercih ettikleri için.

Yine metinde geçen "...sonra Allah ganimetleri onlara helal kıldı..." cümlesiyle, daha önce yaşayan ümmetlere ve peygamberlere ganimetleri ye­menin haram olduğu, ganimet yemenin ancak ümmet-i Muhammed'e helal kılındığı İfade edilmek istenmiştir. Çünkü geçmiş ümmetler ele geçirdikleri ganimetleri yiyemezlerdi. Nitekim, "...Eğer Allah'dan bir yaa geçmemiş ol­saydı size mutlaka büyük bir azab dokunurdu..."[189] ayet-i kerimesiyle bu ger­çeğe işaret edilmiş ve; "...Artık elde ettiğiniz ganimetleri helal ve temiz olarak yeyin..."[190] ayet-i kerimesiyle ganimetlerin bu ümmete helal kılındığı açıkça ifade edilmiştir.

Esirlerin mal karşılığında bırakılması hakkında fıkıh ulemâsının görüş­lerini bir önceki hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum gör­müyoruz.[191]

 

2691. ...Ibn Abbas'dan rivayet edildiğine göre; Peygamber (s.a.), Bedir (savaşı) günü (fidyeyle serbest bıraktığı) her bir müşrik hakkın­da dört bin (dirhem para) takdir etmiştir.[192]

 

Açıklama

 

es-Sfretü'l-Halebiyye'de ifâde edildiğine göre, Bedir savaşında esirlere mali güçlerine göre fidye takdir edilmiştir. Binâenaleyh, takdir edilen fidyelerin miktarı 1000 dirhem ile 4000 dirhem arasında değişen mikdarlarda olmuştur. Takdir edilen bu mikdarı ödemeye gücü yet­meyenlerde, okuyup-yazma bilmeyen bir müslümana okuyup yazma öğret­meleri karşılığında serbest bırakılmışlardır. Hz.lbn Abbas sadece bildiği miktarı anlatmakla yetinmiştir. Aslında esirlerden alınan fidye mikdarı 2000-4000 dirhem arasında değişmektedir. Bu hadisle ilgili hükümler 2689 ve 2690 numaralı hadislerin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum gö­rülmemiştir.[193]

 

2692. ...Aişe (r.anha)'dan; demiştir ki: Mekkeliler (Bedir'de müs-lümanların eline geçen) esirlerine fidye olmak üzere (mal) gönderme­ye başlayınca (Hz.Peygamberin kızı) Zeyneb de kocası Ebu'İ-As'ın fidyesi olmak üzere (bir miktar) mal gönderdi. (Hz.Zeyneb'in gön­derdiği) bu mallar arasında kendisine ait bir de gerdanlık vardı. (As­lında) bu gerdanlık Hz. Hatice'nin idi ve Zeyneb'i Ebu'l-As ile evlendirirken bu gerdanlığı ona vermişti. Rasûlullah (s.a) gerdanlığı görünce Zeynep için çok üzüldü ve (yanındaki Müslümanlara);

"Eğer Zeyneb'in esirini serbest bırakmayı (uygun) görürseniz (onu şerbet bırakın) ve Zeyneb'e ait olan (mal) ı da kendisine iade ediniz" dedi. Onlar da;

Olur, diye cevap verdiler. Rasûlullah (s.a) Ebu'l-As'dan (Zey­neb'i kendisine göndereceğine dair) söz almıştı. -Yahut da- Ebu'l-Âs (Zeyneb'i Hz.Peygambere göndereceğine dair) söz vermişti. Bunun üze­rine Rasûlullah (s.a) Zeyd b. Harise İle ensardan bir adamı (Hz.Zey­neb'i getirmek üzere Mekke'ye) gönderdi, (gönderirken onlara) "Ye'cic (denen yer)in çukurunda bekleyin. Nihayet sizin yanınıza gelince be­raberce yola çıkar ve onu alıp getirirsiniz." buyurdu.[194]

 

Açıklama

 

Bedir esirleri arasında Peygamberimizin damadı ve Hz.Zeyneb'in kocası Ebu âs b.Rebi'de bulunuyordu.

Ebu'l-As; Mekke'de zengin, güvenilir ve ticarette sayılı kişiler­dendi. Annesi Hâle binti Huveylid, Hz.Hatice'nin kızkardeşi idi. Hz.Hati­ce, yeğenini, kızı Hz.Zeyneb'le evlendirmesini Peygamberimizden istemiş, Peygamberimiz de buna muhalefet etmemişti. Bu, peygamberimize, peygam­berlik ve vahiy gelmeden önce idi.

Peygamberimiz Hz.Zeyneb'i Ebu'1-As'a nikahladı. Hz.Hatice yeğeni Ebu'1-As'ı oğlu yerinde tutardı.

Yüce Allah, Peygamberimizi peygamberlikle şereflendirdiği zaman Hz.Hatice ile kızları peygamberimize iman ettiler. Peygamberimizin Allah'­tan getirip tebliğ ettiği şeyleri tasdik, peygamberimizin dinini kabul ettiler. Ebu'l-As ise, müşriklikte kaldı.

Peygamberimiz, kızı Hz.Rukiyye'yi veya Ümmü Külsüm'ü de Utbe b Ebî Leheb'e nikahlamıştı.

Kureyş müşrikleri, yüce Allah'ın emirlerine karşı koymaya ve düşman­lığa başladıkları zaman;

Siz Muhammed'in kızlarını almakla onu derdinden kurtardınız. Kızlan geri çevirip onlarla kendisini meşgul ediniz, dediler. Ebul As'a gittiler, ona,

Aileni kendinden ayır. Biz, seni Kureyş kadınlarından*hangisini ister­sen, onunla evlendiririz, dediler.

Ebu'l-As;

Hayır. Vallahi, ben zevcemden ayrılmam. Onun yerine Kureyş kadın­larından bir kadının, benim karım olmasını da istemem, dedi...

Müslümanların karşılıksız olarak serbest bıraktığı Ebu'l-As, Mekke'ye gidince, birkaç gece Mekke'de oturduktan sonra, bir gece, Hz.Zeyneb'le bir­likte Mekke'den yola çıktı. Onu, Zeyd b.Harise'ye ve arkadaşına teslim etti. Onlar da Zeyneb'i peygamberimize getirdiler.[195] Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte, "Esirleri mal karşılığında serbest bırakmak caizdir." diyen­lerin delilidir. Biz fıkıh ulemasının bu mevzudaki görüşlerini 2690 numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[196]

 

2693. ...Urve b. ez-Zübeyr (in) el-Misver b. Mahreme ile Mervan'dan naklettiğine göre; Rasûlullah (s.a) Hevâzin (kabilesi) elçileri müs-lümanlığı kabul ederek kendisine gelip de mallarının kendilerine geri verilmesini istedikleri zaman onlara (şöyle) konuştu:

Benim yanımda şu gördüğünüz (askerler) vardır." (onların hep­sinin de bu mallarda hakkı vardır) söz (ler)den en hoşuma gideni en doğru olanıdır. (Binaenaleyh) ya esir (leriniz)i tercih ediniz ya da malla­rınız)!" Bunun üzerine (Hevazin elçileri);

Biz esir(ler)imizi tercih ediyoruz dediler. Rasûlullah (s.a) de (on­lara bir hitabede bulunmak üzere ayağa) kalktı Allah'a (hamd-ü) se­nada bulunduktan sonra dedi ki:

"...Gelelim mevzumuza! Sizin şu (Hevazinli) kardeşleriniz (müslümanlığı kabul edip) tevbe ederek geldiler. Ben onlara esirlerini (kar­şılıksız olarak) geri vermeyi uygun görüyorum. Sizden kim kendi arzusuyla bunu yapmayı istiyorsa (bunu) yapsın. Kim de bizim kendi­sine Allah'ın bize vereceği ilk feyden (biraz mal) vermemize kadar (esir­ler üzerindeki) hakkını elinde tutmak istiyorsa (o da bunu) yapsın" (orada bulunan) halk;

Ey Allah'ın Rasûlü biz kendi gönlümüzle bu esirleri onlara (kar­şılıksız olarak) veriyoruz, dediler.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.)

"Biz (esirleri karşılıksız olarak bırakmamız hususunda bize) izin verenle vermeyeni biribirindcn ayırdedemiyoruz. Gidiniz başkanları­nıza (danışınız) sizin kararınızı bize onlar getirsinler." dedi. Halk da (başkanlarının yanına) gitti. Başkanları onlarla konuştular ve hepsi­nin de esirleri karşılıksız olarak bırakmayı gönülden istediklerini ve (buna) izin verdiklerini bildirdiler.[197]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerifte mevzuu bahis edilen olayın özeti şudur: Hz.Peygamber hicretin sekizinci yılında Mekke'yi fethedip de sonra Huneyn üzerine bir sefer düzenlemiş ve neticede Hevazinlerden pek çok kimseyi esir etmişti.[198] Bu seferi müteakip yapılan Taif gazasından sonra da zilkade ayının altıncı günü Cirâne'ye geldi ve orada on üç gece kaldı. Hevazinden alınan harp esirleriyle ganimet mallan da Cirane'de bulunuyordu.[199] Bir temsilci gelmeyince Hz. Peygamber, Hevazinden alınan ganimetleri mücahitler arasında taksim etti. Nihayet Hevazin temsilcileri pey­gamberimizin yanına gelip müslüman oldular ve gerilerdeki kavimlerinin de müslüman olduklarını haber verdiler.

Bunlar başlarında Ebu Sured Züheyr b. Sured olmak üzere ondört kişi idiler.

Peygamberimizin süt annesinden amcası olan Ebu Burkan da araların­da bulunuyordu.[200]

 

Hevazin Temsilcilerin İsteklerini Dile Getirişleri:

 

Hevâzin temsilcileri; Ya Rasûlullah! Biz, köklü bir kabileyiz.

Sana meçhul olmadığı üzre biz bu musibete uğramış bulunuyoruz. Allah'ın sana lutfu ihsanda bulunduğu gibi, sen de bize karşı lutufkâr ol! dediler.

Benî Sa'd b. Bekir oğullarından Ebû Sured Züheyr, ayağa kalktı.

Ya Rasûlallah! Şu gölgeliklerde bulunanlar, senin süt halaların, teyze­lerin ve sana süt emdirip bakmış olan kadınlardır. Eğer biz, Şam kralı Haris b. Ebi Şimr'i veya Irak kralı Numan b. Münzir'i emdirmiş ve şimdiki duru­ma düşüp te kendilerinin şefkat ve ihsanlarını dilemiş olsaydık, bize esirge­mezlerdi. Halbuki, sen süt emdirip bakılanların en hayırhsısın! dedi. Bu hususta bir de şiir söyledi.

Hevazin temsilcileri mallarının ve esirlerinin kendilerine geri verilmesi­ni istediler.[201]

 

Peygamberimizin Hevazin Temsilcilerine Teklif Ve Tavsiyesi:

 

Peygamberimiz;

"Ben, sîzin için gelmeyeceğinizi sanıncaya kadar -işi bekletmiş- gecik­tirmiştim. Fakat siz çok geç kaldınız. Esirler bölüşülmüş bulunu­yor. Bana sözün en sevimli, en güzel olanı, doğru olanıdır. Görüyorsunuz ki yanımda bunca müslümanlar var onların hepsini haklarından vazgeçir­mek zordur. Şimdi siz iki şıkkın birisini; ya esirleri, ya da malları tercih edi­niz! Size çocuklarınızla kadınlarınız mı daha sevgilidir, yoksa mallarınız mı?” buyurdu.

Temsilciler, Peygamberimizin ancak ikisinden birisini geri verebileceği­ni anlayınca,

Ya Rasûlallah! Sen bizi, mallarımızla, çoluk çocuklarımız arasında on­lardan birini seçmekte serbest bıraktın. Sen bize kadınlarımızı ve çocukları­mızı geri ver! Çünkü onlar bizim yanımızda maldan daha sevgilidir, dediler. Peygamberimiz:

"Benim hissemi ve Abdulmuttalip oğullarının hisselerine düşenleri si­ze bağışladım. Halka öğle namazını kıldırdığım zaman, sizler ayağa kalkıp:

("Biz çocuklarımız ve kadınlarımız hakkında Rasûlullah'ın müslüman-lar katında müslümanların da Rasûlullah katında şefaatini diliyoruz") deyiniz.

Bunun üzerine ben de (bana ve Abdulmuttalip oğullarına düşenleri size bağışladım) derim.

Müslümanlardan da sizin için istekte bulunurum." buyurdu.[202]

 

Muhacirlerin Ensar'ın Hisselerini Peygamberimiz İçin Bağışlamaları

 

Peygamberimiz, müslümanlara öğle namazını kıldırınca, Hevazin tem­silcileri Peygamberimizin kendilerine emrettiği üzre ayağa kalktılar;

Biz çocuklarımızla kadınlarımız hakkında Rasûlullah'ın, Müslüman­lar katında, Müslümanların da Râsulullah katında şefaatini diliyoruz dediler.

peygamberimiz;

"Benim hisseme ve Abdulmuttalip oğullarının hisselerine düşenler, si­zin olsun" buyurdu.

Bunun üzerine, muhacirler;

"Biz de hisselerimize düşenleri, Rasûlullah Aleyhisselam için bağışla­dık, dediler.

Ensar;

Biz de hisselerimize düşenleri, Rasûlullah Aleyhisselam için bağışla­dık dediler.[203]

 

Akra B. Habis, Uyeyne B. Hısn Ve Abbas B. Mirdas'ın Hisselerini Bağışlamaktan Kaçınmaları

 

Akra b. Habis;

Ben ve kabilem olan Temim oğulları adına hayır, bağışlamayız, dedi. Uyeyne bin Hısn,

Ben ve kabilem olan Fezare oğullan adına hayır, bağışlamayız, dedi. Abbas b. Mirdas ü's-sülemî;

Ben ve kabilem olan Beni süleymler adına; "hayır, bağışlamayız dedi. Fakat her iki kabile halkı, Akra ile Abbas'ın;

Hayır, bağışlamayız sözleri üzerine onlara;

Hayır, yalan söylüyorsun. Esirler, Rasûlullah Aleyhisselama bağışlan­mıştır, dediler. Süleymoğullan; Biz hissemize düşenleri Rasûlullah Aleyhis­selama bağışladık." dedikleri zaman, Abbas b. Mirdas, onlara  Siz, beni, zaif ve küçük düşürdünüz, diyerek çıkıştı.[204]

 

Bazı Hükümler

 

1. Ganimetler bölüşüldükten sonra, askerlerin özel mülJcü durumuna geçer.

2. Arap ırkından olan kâfir esirleri köleleştirmek caizdir.

3. Süresi belli olmayan bir zaman için borçlanmak caizdir. Çünkü Hz. Peygamber, esirleri fidye karşılığında bırakmak isteyenlere, fidyelerini Al­lah'ın nasibedeceği ilk feyden vermeyi vadetti. Allah'ın ilk feyi ne zaman nasibedeceği de belli değildi.

4. Ganimetler, müslümanlar arasında paylaştırıldıktan sonra düşman kuvvetleri müslümanlığı kabul ederek gelirler de mallarını isteyecek olurlar­sa devlet reisi veya vekili, bir yarar gördüğü takdirde ganimetleri geri verebilir.

5. Müslümanların güvendikleri kişileri kendilerine rehber edinip işlerini onlara danışmaları caizdir.

6. Haber-i vahide itimad etmek caizdir.

7. Vekilin müvekkili adına yaptığı ikrar makbuldür. İmam-ı Ebu Hanife (r.a)'ye göre ise vekilin müvekkil adına yapacağı ikrar sadece hakim hu­zurunda geçerlidir. Bunun dışında geçersizdir.[205]

 

2694. ...Amr b. Şuayb'ın dedesinden, demiştirki: Şu, (hevazin el-çileriyle ilgili) hadisede Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sellem;

“Onların kadınlarını (ve oğullarını) kendilerine geri veriniz (içi­nizden) her kim şu ganimetten bir hisse ele geçirir (de sonra onu geri verir) se (şunu bilsin ki iade edeceği) bu ganimet karşılığında ona Al­lah'ın bize vereceği ilk ganimetten altı deve vermek üzerimize borç­tur." buyurmuş sonra bir deveye yaklaşıp hörgücünden bir tüy kopararak:

"Ey insanlar benim için şu ganimetten ve şu (elimdeki)nden hiç bir pay yoktur" (demiş) ve (tüy tuttuğu) iki parmağını kaldırıp (sözle­rine devam ederek), "Ancak beşte biri müstesna. O beşte bir de (tara­fımdan) size geri verilmiştir. Binaenaleyh (ganimetten almış olduğunuz mallardan her şeyi hatta) iplik ile iğneyi (bile sahiplerine iade edilmek üzere geri) veriniz." buyurmuş. Bunun üzerine elinde kıldan yumak olan bir adam kalkıp;

Ben Devemin palanı altında bulunan çulu tamir etmek için (ga­nimet mallarından) şu yumağı almıştım dedi. Rasûlullah (s.a.)'da;

"Benim ve Abdulmuttalib oğulları için olan (ganimet) senindir" buyurdu. (O adam da bir yumak hukuki bakımdan şu)

Gördüğüm (hal)e erişmişse artık benim ona ihtiyacım yoktur de­di ve onu (elinden) atıverdi.[206]

 

Açıklama

 

Hevazin elçileriyle ilgili olayı bir önceki hadisin şerhinde açıklamıştık. Bilindiği gibi Hz.Peygamberin ganimetlerde üç hakkı vardır:

1. Ganimetlerin tümünün beşte birinin beşte biri. Yani ganemitlerin tü­münün beşte biri ayrılınca bu beşte bir de tekrar beşe ayrılıp şu beş sınıf arasında paylaştırılır:

a) Hz.Peygamber

b) Hz.Peygamberin yakınları

c) Öksüzler

d) Miskinler

e) Yolcular

2. Safiyy; Hz. Peygamberin bir peygamber olarak seçip alabileceği pay

3. Mücahidlerle birlikte onlardan birine denk olarak aldığı pay

Ancak Hz.Peygamber Hevazinlilerden elde edilen ganimetlerden sade­ce beşte birden düşen hakkını almış onu da geri vermiş ve ileri de eline gani­metten yada feyden geçecek olan payını da yine esirlerini karşılıksız olarak bırakmak istemeyen mücahidlere, bırakacakları esirler için fidye ola­rak vermeyi vadetmek suretiyle borçlanmıştır.

Biz bu hadisle ilgili hükümleri bir önceki hadisin şerhinde ve fıkıh ule­masının bu meseleyle ilgili görüşlerimde 2690 numaralı hadisin şerhinde açık­ladığımız için burada tekrara lüzum görmüyoruz.

Ancak şurasını ilâve etmek isteriz ki, bu hadis-i şerif "Hz.Peygamberin vefatıyla ganimetlerden aldığı payı ve dolayısıyla, akrabalarının payı yürür­lükten kalkmıştır. Bu paylar ayet-i kerimede hak sahibi oldukları Rasulü ek-remle birlikte zikredilen öksüzlere, miskinlere ve yolculara intikal etmiştir." diyen Hanefi ulemasının delilidir. Bazıfarına göre ise Hz.Peygamberin ve ak­rabalarının bu payı Rasûlüllah'ın hayatında harcadığı yerlere harcanmak şar­tıyla devlet reisine bırakılmıştır. Devlet reisi onu, islamm savunması için gerekli olan hazırlıkları yapmak için sarfeder. Metinde geçen "...İplik ile iğneyi (bile) veriniz." cümlesi, "ganimetler arasında bulunan az miktardaki malların da taksime tabi olduğuna delalet etmektedir. Ayrıca bundan yiyecek maddeleri müstesnadır." diyen İmam Şafii (r.a) in delilidir. îmam Malik ise ganimet malları arasında bulunan kıymetsiz şeylerin taksimden önce alınmasında bir sakınca görmemiştir.[207]

 

122. Ordu Kumandanı Yenmiş Olduğu Düşmanın Toprağında Bir Süre Kalabilir

 

2695. ...Ebû Talha'dan; Dedi ki: Rasûlullah (ş.a) bir kavmi yen­diği zaman (onlara ait olan) toprak (lar) da üç (gün) kalırdı. (Ebu Da­vud'un diğer şeyhi) İbnü'l-Müsenna (bu hadisi); "Bir kavmi yendiği zaman onların toprağında üç (gün) kalmayı severdi" diye rivayet et­miştir.

Ebû Dâvud der ki; Yahya b. Sâid bu hadisi tenkid ederdi. Çünkü bu hadis Said'in (Kaîade'den rivayet ettiği) ilk hadis (ler) den değil­dir. Oysa Said kırkbeş yaşında iken bunamıştır. Bu hadisi de ömrü­nün son zamanlarında rivayet etmiştir. (Fakat) Veki'in de Said'den bunak halinde iken (hadis) aldığı söylenir.[208]

 

Açıklama

 

Metinde, ömrünün son zamanlarında bunadığından bahsedilen Said, Said b. Ebi Urube'dir. Bu Said'den rivayet edilen hadislerin bazılarını tenkid eden Yahya ise; "Yahya b. Said el-Kattan"dır.

Ve bu hadisi rivayet eden kişilerin hepsi de Said b. Ebi Urube'den rivayet etmişlerdir. Kavilerden birisi Muaz b. Muaz, diğeri Ravh, öbürü de Abdü'l-A'la'dır Gerçi bunların hepsinin de bu hadisi Said'den rivayet ettiği doğru olmakla beraber bu hadisi Said'den bunaklığı döneminde aldıklarına dair bir delil yoktur. Ayrıca bu hadisi Buhari ile Müslim de hiçbir tenkide uğra­madan sahihlerine almışlardır. Binaenaleyh bu hadisi, Said b. Ebî Urube'-den rivayet edildiği gerekçesiyle reddetmek doğru olmaz.

el-Mühelleb'in açıklamasına göre Hz. Peygamberin, zafer kazandıktan sonra düşman topraklarında üç gün daha kalmasının hikmeti, savaşın ver­diği yorgunluğu gidermektir. Ancak orada böyle bir istirahatı göze almak için ortamın müsait olması ve düşmanın yeni bir saldırıya geçmesi ihtimali­nin olmaması gerekir. Bu istirahat süresinin üç günle kayıtlanması ise, bir yerde konaklayan bir yolcunun orada üç gün kalmakla misafirliğinin ika­mete dönüşeceğindendir. Bu bakımdan Hz.Peygamber fethettiği düşman top­raklarında üç günden fazla kalmamıştır.

Îbnü'l-Cevzi'ye göre Rasûlullah'ın zaferden sonra düşman topraklarında üç gün kalmasının hikmeti müslümanların güç ve kuvvetini küffara göster­mek, orada infaz edilecek ahkamı infaz etmek ve müslümanların, kafirlerin güç ve kuvvetine hiçbir değer vermediklerini bilfiil isbat etmek içindir.

İbnu'l-Munîs'e göre ise, Rasûlü ekremin düşman topraklarında zafer­den sonra üç gün kalması, o güne kadar isyana sahne olan o topraklar üze­rinde Allah'a taatta bulunarak ve Allah'ı zikrederek ziyafette bulunmak ve müslümanların şiarını izhar etmektir. Ziyafetin süresi en fazla üç gün oldu­ğu için de dördüncü gün orayı terketmeyi uygun bulmuştur.[209]

 

123. (İki) Esiri Birbirinden Ayırmak

 

2696. ...Ali (k.v) den rivayet olunduğuna göre, kendisi bir cariye ile çocuğunu birbirinden ayırmış da Rasûlullah (s.a) onu bu işten neh-yetmiş ve (yaptığı bu) satışı da reddetmiştir.

Ebu Davud der ki; (Bu hadisi Hz. Ali'den rivayet eden) Meymun Ali'ye kavuşmadı. Cemacim (savaşın) de öldürüldü. Cemacim (savaşı hicretin) yetmişüçüncü sene (sin) de oldu. Hine (savaşı da hicretin) altmışüçüncü sene (sin) de (olmuştur). îbn Zübeyrde (hicretin) yetmi­şüçüncü sene (sin) de katledildi.[210]

 

Açıklama

 

Tirmizî bu hadîs-i şerif hakkında şunları söylüyor; "Bu hadis hasen garibdir. Peygamber (s.a)'in ashabından ve sonrakilerden bazı ilim adamları akraba olan savaş esirlerini satışta biribirinden ayırmayı mekruh görmüşlerdir. Bâzı ilim adamları İslam diyarında dünyaya gelen akrabaları birbirinden ayırmayı caiz görmüşlerdir. Birinci kavi daha sahihdir. İbrahim'den, satışta anne ile çocuğunu birbirinden ayırdığı, bunun sebebi kendisine sorulunca –“Ben,o anneden bu hususta izin istedim de razı oldu-" dediği rivayet edilmiştir.[211]

Şevkanî'nin ifâdesine göre bu hadis harp esirlerinden anne ile çocuğu ya da kardeş olan iki çocuğu ayrı ayrı kimselere satmak suretiyle veya ben­zeri yollarla birbirinden ayırmanın haram olduğuna delildir. Anne ile çocu­ğu birbirinden ayırmanın haram olduğunda ittifak vardır. Anne ile çocuğun birbirinden ayrılmasına sebep olan bu satışın sahih olup olmadığı ihtilaflı­dır. İmam Şafii (r.a)'e göre bu satış sahih değildir. Ebu Hanife (r.a)'ye göre ise sahihdir. Diğer akrabaları birbirinden ayırmak da buna kıyasla haram sayılmıştır. İmam-ı Şafii'ye göre ise diğer akrabaları birbirinden ayırmak ha­ram değildir.

Hanefi fıkhının meşhur kitaplarından "Hidâye" isimli eserde bu mev­zuda şöyle deniliyor: "Biribirleriyle evlenmeleri haram olan iki küçük köleye sahip olan bir kimsenin bunları biribirinden ayırması caiz olmadığı gibi biribirleriyle evlenmeleri haram olan biri küçük diğeri büyük iki köleyi bir­birinden ayırmakda caiz değildir. Biribirinden ayrılmaları yasaklananlar, biribirlerine nikah düşmeyen ve aralarında akrabalık bulunan kölelerdir. Biribirleriyle akraba olduğu halde evlenmeleri caiz olan ya da evlenmeleri haram olduğu halde aralarında akrabalık bulunmayan köleler bu hükme gir­mezler. Onları biribirinden ayırmak caizdir. Binaenaleyh karı-koca olan iki köleyi satmakta bir sakınca yoktur.

Fakat aralarında hem akrabalık bulunan, hem de biribirleriyle evlen­meleri caiz olmayan ikisi de küçük ya da biri büyük diğeri küçük iki köleyi biribirinden ayırmak mekruhtur. Fakat cinayet ve bunlardan birinin ayıplı çıkması gibi hallerde birini diğerinden ayırmakta bir sakınca olmadığı gibi bunlardan birinin satılması halinde yapılan satış da sahihtir. İmam Ebu Yu­suf'a göre ise, iki köleyi biribirinden ayırmanın veya birini satmanın haram olması, sadece aralarında doğum sebebiyle akrabalık bulunan köleler için geçerli, bunların dışındaki akrabalıklar için geçerli değildir. Fakat araların­da doğum sebebiyle akrabalık bulunan köleleri, iki ayrı kişiye satarak birini diğerinden ayırmak mekruhtur ve yapılan satış fâsiddir. Çünkü Hz.Peygam­berin bu satışı reddetmesi onun fasit olduğunu ifade eder. Bu mevzuda İbn Abidin de şunları söylüyor: "Allame Nuh Dürer haşiyesinde Ebu Yusuf'tan bu konuda iki rivayetin olduğunu nakletmektedir. Bir rivayette ıralarında doğma akrabalığı olan ana, baba torun, dede gibi olanlar da caiz değil, di­ğerlerinde caiz olduğunu söylemektendir. Şafii mezhebinde sahih olan da bu­dur. Bir rivayete göre de akrabalık isterse doğum sebebiyle olsun hiç bir suret de caiz olmayacağı istikametindedir. Bu da aym zamanda İmam-ı Ahmed'-in görüşüdür. Zira hadis-i şerifin yasaklaması ancak böyle bir akdin fasid olmasını gerektirir, imam Malik ise anne ile çocuk arasında bir ayırma caiz değildir, bunun dışındakiler de caizdir demektedir..."[212]

Birbirlerinden ayırmanın yasak olduğu köleler hakkındaki bu hükmün ne zamana kadar devam edeceği hususu da ulema arasında ihtilaflıdır.

1. İmam Şafii'ye göre köle yedi yaşına girinceye kadar bu yasak devam eder.

2. İmam Evzai'ye göre babasına ihtiyacı kalmayıncaya kadar devam eder.

3. İmam Ebu Hanife ve arkadaşlarına göre baliğ oluncaya kadar de­vam eder. Ancak İmam Ahmed'e göre akraba olan köleleri ergenlik çağına varsalar bile biribirlerinden ayırmak caiz değildir.[213]

Ebu Dâvûd, metnin sonuna ilave ettiği ta'likte, bu hadisi Hz. Ali'den rivayet eden Meymun'un aslında Hz.Ali'ye yetişmediğini söylemekte, buna delil olarak da Meymun'un İbnü'l-Eş'as ile Haccac arasında vukubulan "Deyrül-cemacım" savaşında öldüğünü göstermektedir. Musannif Ebu Da-vud bu sözüyle hicretin yetmişüçüncü yılında vefat eden Meymun'un hicre­tin kırkıncı yılında vefat eden Hz.Ali ile görüşmesinin mümkün olamayacağını ifade etmektedir. Ancak Meymun'un hicretin yetmişüçüncü yılında vefat et­mesi aslında Hz.Ali ile görüşememiş olduğunu ifade etmez. Çünkü Meymun'­un Hz.Ali'nin vefatından yedi veya sekiz yıl önce dünyaya gelmiş olması görüşebilmeleri için yeterlidir. Musannif Ebu Dâvûd burada Meymun'un do­ğum yılını tesbit etmediği için delili yeterli değildir.

Yine sözü geçen ta'likte sözkonusu edilen Hirre savaşının ve İbn Zü-beyr'in hicretin yetmişüçüncü senesinde şehid edilmesinin bu hadisle hiçbir ilgisi yoktur. Musannif ebu Davud bu olayları sadece söz arasında zikretmiş olmak için sözkonusu etmiştir.[214]

 

124. Ergenlik Çağına Gelmiş Olan Esirleri Birbirinden Ayırmak Caizdir

 

2697. ...Selemeden; dedi ki: Biz Ebu Bekir'le birlikte (bir sefere) çıktık. Rasûlullah (s.a) onu bizim başımıza kumandan tayin etmişti. Fezâre (kabilesi) ile savaşa başladık. Süvarileri (hücum için) dağıttık sonra içlerinde çocuk(lar) ve kadınlar bulunan bir topluluğa bak (ma­ya başla) dım. (Onlara doğru) bir ok attım, (ok) onlarla dağm arasın­da düştü. (Okun düştüğünü görünce ileri gidemeyip orada) durdular. Ben de onları (alıp) Ebu Bekr'e getirdim. İçlerinde üzerinde deriden bir yaygı (elbise) bulunan Fezare (kabilesin) den bir kadın vardı. Ya­nında da bir kızı vardı ki arabın en güzel (ler) indendi. Ebu Bekir de bana o kadının kızını nefel (fazladan) olarak verdi. Bunun üzerine Me­dine'ye geldim. Derken Rasûlullah (s.a) bana rastladı ve;

"Ey Seleme! Bu kadını bana bağışla” dedi. Ben de;

Vallahi (o) benim hoşuma gitti. Ve daha elbisesini bile açmadım, dedim. Sükut etti. Ertesi gün olunca Rasûlullah (s.a) çarşıda (yine) bana rastladı ve;

"Ey Seleme! Bu kadını bana bağışla" dedi. Ben de;

Vallahi (o) benim hoşuma gitti. Ve daha elbisesini bile açmadım dedim. Sükut etti. Ertesi gün olunca Rasûlullah (s.a) çarşıda (yine) bana rastladı ve;

"Ey Seleme! Baban Allah'a emanet (Bu) kadını bana bağışla." dedi. Ben de;

Ey Allah'ın rasûlü ben henüz onun elbisesini bile açmadım. O se­nin olsun, dedim. Bunun üzerine o kızı Mekkelilere gönderdi. Mekkelilerin elinde (müslüman) esirler vardı. O esirleri de (Mekkelilerden) bu kadına karşılık olarak aldı.[215]

 

Açıklama

 

Metinde geçen "lillahi Ebûke" sözü, "senin baban tamamen Allaha emanettir. Bu bakımdan O Allah'ın izniyle senin gibi asil bir evlada sahib olmuştur." gibi manalara gelir ve karşıdakini övgü için kullanılır. Ebu'1-Baka bu tabirin yemin makamında kullanıldığını söylemiş­tir. "Ben henüz onun elbisesini bile açmadım" sözü ise, "daha onunla hiç cinsi münasebette bulunmadım." demektir.[216]

 

Bazı Hükümler

 

1. Askere nefel (yani harbe teSvik etmek için bahşiş) vermek caizdir.

2. Cinsi münâsebeti kinayeli sözlerle anlatmak müstehabdır.

3. Müslüman erkekleri kurtarmak için kâfir kadınları fidye olarak ver­mek caizdir.

4. Esir edilen bir anne ile yetişkin (akıl baliğ) çocuğunun arasını ayır­mak caizdir.

5. Kumandanın, askerinden bazı ganimet hisselerini isteyerek, onları bir müslümam kurtarmak için fidye vermesi, veya daha başka amme menfaatlarında kullanması caizdir. Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efen­dimiz bunu Huneyn savaşında da yapmıştır.

6. "Baban Allah'a emanet, ceddine rahmet... gibi sözleri söylemek caizdir.[217]

 

125. Müslümanların Elinde Bulunan Bir Mal (Düşmanlarca Gaspedilip) Sonra Tekrar Ganimet Olarak Müslümanların Eline Geçerse Eski Sahibi O Malı Alabilir Mi?

 

2698. ...İbn Ömer'den rivayet olunduğuna göre, kendisine ait bir köle düşman (tarafın) a kaçmış, bir süre sonra da müslümanlar düş­mana galip gelmişler. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) o köleyi îbn Ömer'e geri vermiş ve (o köle) taksime tabi tutulmamıştır.

Ebu Dâvûd der ki, bu hadisi Yahya'dan başka bir ravi de, "O, köleyi'Halid b. Velid, îbn Ömer*e geri Verdi" şeklinde rivayet etti.[218]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif, "İslam ülkesini istilâ eden müşrikler müslümanlardan ele geçirmiş oldukları mallara hiçbir zaman malik olamazlar” diyen ulemânın delilidir. Ancak İslam ulemâsı bu meselede ihti­lafa düşmüşlerdir. İmam Ahmed ile Hanefî ulemâsına göre, kâfirler istila et­tikleri İslam ülkelerindeki müslümanlara ait malları kendi ülkelerine götürmekle bu mallara malık olurlar. İmam Ahmed'den gelen ikinci rivaye­te göre ise, mâlik olamazlar.

İmam MahVe göre, Kafirler müslümanlar in ellerinde bulunan bir ül­keyi istila edip oradaki müslümanlara ait malları ele geçirmekle, o mallara sahip olurlar. Onlara sahip olabilmeleri için, kendi ülkelerine götürmüş ol­maları şart değildir. Delilleri ise, "Akil bize bir ev bıraktı mı da?" manasına-gelen 2010 numaralı hadis-i şeriftir. Bu görüşte olan kimselere göre; Hazreti Peygamber bu sözüyle, Mekke'yi ele geçiren müşriklerin oradaki mallara sahip olduklarını ifâde etmek istemiştir.

İmam Şafii'ye göre ise; Kafirler bir ülkeyi istila edip orada müslüman­lara ait mallan ele geçirmekle asla onlara malik olamazlar. Binâenaleyh müs­lümanlar bir küfür ülkesini istilâ edip de orada daha önce kafirlerin eline geçen mallarım tekrar ellerine geçirecek olurlarsa, İmam Şafii'ye göre bu mal­lar derhal ilk sahiplerine iade edilir. Mücâhidler arasında taksim edilmiş bile olsa yine hüküm böyledir. Hanefî ulemâsıyla İmam MahVe ve İmam Ah­med'den bir rivayete göre ise bu mal mücahidlere taksim edilmeden önce sa­hibinin eline geçerse meccanen ona verilir. Fakat taksimden sonra eline geçecek olursa değerini ödeyerek alır.

Kâfirlerin, savaşta müslümanlara galib gelerek ehl-i İslamdan hür ka­dın veya kızları ele geçirmeleri halinde onlara hiçbir zaman sahip olamaya­cakları hususunda müetehidler ittifak etmişlerdir. Kâfirlerin, Müslümanlara ait Müdebber Hükateb ve Ümmü veled denilen köle ve cariyeleri ellerine ge­çirmeleri halinde onlara sahip olup olamayacakları meselesi de ulema ara­sında ihtilaflıdır. Ulemanın pekçoğuna göre kafirler savaşta müslümanlardan ganimet olarak elde ettikleri sözü geçen köle ve cariyelere sahip olurlar. Ha­nefi ulemâsına göre sahip olamazlar.

Efendisinden kaçıp da küffarın eline geçen kölenin, onların mülkiyeti­ne girip girmeyeceği meselesi hanefi uleması arasında da ihtilaflıdır. İmam Ebû Hanife (r.a)'ye göre, bu köleye düşman sahip olamaz. İmam Ebû Yu­suf ve İmam Muhammed ile diğer üç mezheb imamına göre ise, bu köle düş­manın mülkü olur. Fakat mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte bu kölenin kafirlerin mülkiyetine geçemeyeceği açıkça ifade edilmektedir.

Sunuda belirtmek isterizki; "savaşçı bir topluluk müslümanların mal­larını, kadınlarını, çocuklarını elde ederek dar-ı harbe götürmek isterse ve böyle bir girişimde bulunursa buna engel olmaya çalışmak bütün müslümanlar için bir vecibedir."[219] Ebu Davud'un açıklamasına göre mevzumuzu teşkil eden hadiste geçen "Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) o köleyi İbn Ömer'e ge­ri verdi." anlamına gelen cümleyi Yahya b. Zaide'den başka bir ravi de; "O köleyi Halid b. Velid İbn Ömer'e geri verdi." anlamına gelen lafızlarla riva­yet etmiştir. 2699 numaralı hadis-i şeriften anlaşılıyor ki: Hadisi bu şekil­de rivayet eden ravi İbn Numeyr'dir.[220]

 

2699. ...İbn Ömer'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.) zamanın­da, kendisinin(Ibn.Ömerin) bir atı (düşman ordusu tarafına) kaçınca, düşman (lar) da onu yakalamıştı. Akabinde müslümanlar onları yen­mişler ve o (at) kendisine geri verilmiştir. Ve (yine) kendisine ait bir köle, Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellemin vefatından sonra kaçıp Rum topraklarına girmiş, bir süre sonra müslümanlar rumlara galib gelince Halid b.Velid o köleyi İbn-i Ömer'e geri vermiş.[221]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif, efendisinden kaçarak kafirlerin eline geçen bir kölenin, hiçbir zaman eline geçtiği kafirlerin mülkü olamayacağını ve o kölenin müslümanların eline geçtiği anda esas sahibine geri verilmesi icab ettiğini söyleyen İmam Ebu Hanİfenin ve bir müslüman ülke­sini istilâ eden kafirlerin orada ellerine geçirdikleri müslümanlara ait malla­ra sahip olamayacaklarını binaenaleyh, müslümanların tekrar o ülkeyi ellerine geçirmeleri halinde düşman elinden geri alınan malların eski sahiplerine ve­rilmesi gerektiğini söyleyen imam Şafiinin delilidir. Bu meselelerle ilgili ay­rıntılı bilgi bir önceki hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.[222]

 

126. Müşriklere Ait Olup Da Müslümanlara Sığınarak Müslümanlığı Kabul Eden Kölelerin Durumu

 

2700. ... Ali b. Ebi Talib'den; dedi ki: (Mekkeli müşriklere ait bir­takım) köleler Hudeybiye gününde, sulhtan önce Rasulullah (s.a)'ın yanına çıkageldiler. Bunun üzerine onların efendileri (Hz Peygambere),

Ey Muhammed Allah'a yemin olsun ki onlar sana senin dinine (karşı) bir istek duymuş değildirler. Onlar sadece kölelikten kaçmak için (sana) gelmişlerdir, diye bir mektup yazdılar (orada bulunan Ku-reyş'ten) bazı kimseler,

Ey Allah'ın Rasûlü (bu mektubu yazanlar) doğru söylemişler.

Binaenaleyh bu köleleri onlara geri'ver. dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) öfkelendi ve;

"Ey Kureyş topluluğu Allah şu tutumunuzdan dolayı boynunu­zu vuracak bir kimseyi gönderinceye kadar (bu hareketinizden) vaz­geçeceğinizi zannetmiyorum." dedi, onları geri vermeyi kabul etmedi ve

"Bunlar aziz ve celil olan Allah'ın hürriyete kavuşturduğu kim­selerdir." buyurdu.[223]

 

Açıklama

 

Müslümanlarla savaş halinde olan kâfirlere ait bir köle, müslümanlığı kabul ederek gelip müslümanlara sığınacak olursa, yahut da müslümanlar kafirleri yenerek müslüman olmuş bir köleyi ele geçirecek olurlarsa bu köle kölelikten kurtulmuş, hürriyetine kavuşmuş olur. Bu hüküm Hanefilerin fıkıh kitaplarından, Hidaye isimli eserde şöyle ifade edilmektedir; "İmam Ebu Hanife'ye ve taraftarlarına göre düşmana ait bir köle müslüman olarak gelip bize sığınacak olursa, yahut da kafirlerin ülkesi ele geçirilecek olursa bu köle hürriyetine kavuşmuş olacağı için serbest bıra­kılır. Düşmanlardan kaçarak müslüman karargahına sığınan bir köle de ay­nı şekilde hürriyetine kavuşmuş olur."

Düşmandan kaçarak müslümanlara sığınan köleler, sahibinin veya her­hangi bir şahsın yardımı ya da isteği olmadan, sadece Allah'ın emri icabı hürriyetine kavuşmuş olduklarından Rasûl-i zîşan efendimiz mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte bu köleler için, "Allah'ın hürriyete kavuş­turduğu kimseler" kelimesini kullanmıştır.

Aslında bu hadis-i şerifte sözkonusu edilen olay hicretin sekizinci yılı­nın şevval ayında cereyan edenTâif seferinde vukua gelmiştir. Fakat râviler-den birinin hatası yüzünden Ebu Davud'un Sünen'i ile Tirmizi'nin süneninde ve Hakim'in Müstedrekinde bu olayın Hudeybiye musalehasında meydana geldiği ifade edilmiştir. Oysa Bezlü'l-mechûd yazarının da ifade ettiği gibi, bu olayın Taif seferinde meydana geldiğinde siyer ulemasının tümü ittifak etmişlerdir.

Hafız Zeylai'nin tahrıc ettiği bir hadis-i şerifte bu olay şöyle anlatılı­yor; "Peygamberimiz,

"Ne zaman bir köle, kaleden iner ve yanımıza gelirse, o hürdür diyerek nida ettirdi.

Bunun üzerine kaleden bazı köleler inip müslüman olunca Peygamberi­miz, onları azâd etti.

Kaleden inen köleler 10-19 kadardı.Onlardan bazılarının isimleri şöyledir

1. Münbaas, ismi Muztaca iken müslüman olunca Peygamberimiz onun ismini Münbaas koydu. Münbaas, Osman b. Ammar b. Muattibin kölesi idi.

2. Ezrak b. Ukbe b. Ezrak, Benî Maliklerden Kaledetü's-Sakafînin kö­lesi idi. Sonra Benî Ümeyyelerin müttefiki oldu.

Beni ümeyyeler, Ezrâk'ı kendilerinden bir kadınla evlendirdiler.

3. Verdan, Abdullah b. Rebiatü's-Sakafînin kölesi idi.

4. Yuhannes ünnebbal, Yesar b. Malik'in kölesi idi. Sonradan Yesar Müslüman olunca, Yuhannes'i Peygamberimiz ona geri verdi

5. İbrahim b. Cabir Hareşetü's-Sakafînin kölesi idi.

6. Yesâr, Osman b. Abdullah'ın kölesi idi.

7. Ebû Bekre Nüfey b. Mesrûh, Haris b.Kelede'nin kölesi idi. Kendisi Makaradan yararlanarak kaleden indiği için Ebû Bekre diye anıldı.

Ebu Bekre Taifden Peygamberimizin yanına inen yirmi üç kölenin üçün­cüsü idi.

8. Nafi Ebü's-Sâib Gaylan b. Seleme'nin kölesi idi. Sonradan Gaylan müslüman olunca, Peygamberimiz, onu, Nafi'ye geri verdi.

9. Merzûk, Osman'ın kölesi idi.

Peygamberimiz, kaleden inen kölelerin hepsini azâd etti.[224] Hafız Zeylâi bu hadisi naklettikten sonra dört hadis daha zikretmiştiı ki dördü de bu hadisenin Taif savaşında cereyan ettiğini ifâde etmektedir.

Müslümanlara sığınan kölelerini istemeye gelen Kureyşli müşriklerin, Hz.Peygambere, bu kölelerin müslümanlara sığınmasının esas sebebinin kö­lelikten kaçmak olduğunu, aslında müslümanlığa hiç de rağbet etmedikleri­ni söylemeleri üzerine, orada hazır bulunanlardan bunları tasdik eden kimseler Hz.Peygamberin ashabından değillerdi. Bunlar fcureyş'ten orada hazır bu­lunan bazı müşriklerdi. Esasen ashab-ı kiramın Hz.Peygambere rağmen ku-reyş müşriklerinin iddialarını tasdik etmeleri düşünülemez.

Kureyş kâfirlerini tasdik eden bu kimselerin Rasûl-i zîşan efendimize, "Yâ Rasulallah" diye hitabetmeleri ise müslümanların Hz.Peygambere hi­tap tarzına riayet etmelerinden ileri gelmektedir. Yoksa onların Hz. Peygam­beri Allah'ın Rasûlü olarak tanımadıkları malumdur.

Ayrıca Kureyşli müşrikleri tasdik edenler eğer müslümanlar olsaydı, içtihadlanna dayanan yanlış kanaatlarından dolayı onları böyle ağır bir şekil­de azarlamazdı.

Nitekim Useyd b. Hudayr ile Abbad b. Bişr kendi ictihadlanna dayanarak, Hz.Peygambere gelip; "Ey Allah'ın Rasûlü biz kadınları hayızhiken nikahlamaz mıyız?"[225] demelerini ve Hz. Ömer'in Hudeybiye musalehâsın-daki sulh metnine itiraz etmesini müsamaha ile karşılaması da bunu göste­rir. Ancak müşrikleri tasdik eden bu kimselerin o anda orada bulunan müellefe-i kulûbden bazı kimselerin olması da düşünülebilir.[226]

 

127. (Harpten Sonra İslam Ülkesine Dönmeden Önce) Düşman Toprağında İken (Ganimetler Arasında Bulunan) Yiyecekleri Yemek Mubahtır

 

2701. ...İbn Ömer'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a) zamanında (yapılan bir savaşta) ordu ganimet olarak (bir mikdar) yi­yecek ve bal ele geçirmiş de onlardan beşte bir hisse alınmamıştır.[227]

 

Açıklama

 

Bilindiği gibi savaş esnasında düşmandan ele geçen ganimetlerin beşte biri Hz.Peygambere, yakın akrabalarına, öksüzlere, miskinlere ve yolda kalmışlara vermek üzere ayrılır. Geriye kalan beşte dördü de mücahidler arasında usulüne göre paylaştırılır.

Ancak ganimetler un, buğday gibi yiyecek maddelerinden ibaret olursa daha islam ülkesine taşınmadan önce mücahidler yiyip bitirirler. Yenmiş olan bu yiyecek maddeleri mücahidlere ödetilmez. Hanefi ulemasından Hafız Zeylâi de böyle demiştir. Hattabi'nin açıklamasına göre ise; "Mücahidlerin düş­man ülkesinde kaldıkları sürece düşmandan ganimet olarak ele geçirdikleri yiyecek maddelerini, ihtiyaçlarını giderecek kadar yiyebilirler. Bunlardan beşte bir hisse alınmaz. Çünkü ganimetlerden Allah'ın, Rasulullahın, Rasulullah'ın .yakınlarının, öksüzlerin, miskinlerin ve yolda kalmışların hakkı olarak beş­te bir hisse ayrılmasını emreden ayet-i kerime[228] nin genel hükmü dışında ka­lan özel bir durumdur. Bu sebeple ordunun ganimetten az mikdarda olmak üzere ihtiyaçlarını gidermek için tükettikleri yiyecek maddelerinden beşte bir hisse (humus) alınmaz. Aynı şekilde Hz.Peygambere ganimetlerden ay­rılan, mücahidük ve başkanlık paylarından da beşte bir hisse alınmaz. Ule­mânın büyük çoğunluğuna göre mücâhidlerin ganimet mallarından hayvanlarına yedirdikleri yiyeceklerde böyledir. İmam Şafii eğer hayvanla­rına ihtiyaç mikdanndan fazla yedirecek olurlarsa kıymetini öderler. Aynı şekilde yiyecek maddesinden sayılmayan meşrubat ve ilaçları içen kimseler de kıymetlerini öderler, demiştir. Bu mevzuda Hanefi fıkhının meşhur ki­taplarından Hidaye'de şöyle deniyor: "Askerlerin düşman topraklarında kal­dıkları sürece ganimet malları içiresinde bulunan yemleri hayvanlarına yedirmelerinde ve kendilerinin buldukları yemekleri yemelerinde bir sakınca yoktur. Çünkü Rasulullah (s.a), Hayber savaşında ele geçen yiyecekler hak­kında, "onları kendiniz yiyiniz, hayvanlarınıza da yediriniz fakat onları alıp götürmeyiniz. Odunları ve silahları kullanabilirsiniz.'* buyurmuştur. Fakat obütün bu izinler sözügeçen maddelere ihtiyaç duyulması halinde taksime tabi tutulmadan öncedir. Bu maddelerin satılmaları caiz olmadığı gibi taksim­den önce elbise gibi maddelerden ihtiyaç duyulmadan yararlanmak ta mek­ruhtur." Ancak bu hüküm kıyasa göredir. Siyer-i kebirde gazilerin taksim edilmedik ganimet malları içindeki yiyecek maddelerini yemelerinin istihsa-nen caiz olduğu ifade edilmektedir.[229]

 

2702. ...Abdullah b. Muğaffel'den; demiştir ki: Hayber (savaşı) günü atılmış (dolu) bir yağ tulumunu (gördüm) ve varıp onu aldım ve sırtıma attım. Sonra:

"Bugün bundan kimseye birşey vermem" dedim, derken (etrafı­ma) bakındım ve bir de ne göreyim Rasulullah sallallahü aleyhi ve sellem bana gülümseyip duruyor.[230]

 

Açıklama

 

Tîbî*nin açıklamasına göre yağ tulumunu bulan kimse, "Bu­gün bundan kimseye birşey vermeyeceğim" demekle o gün o yağa zaruret derecesinde muhtâc olduğunu ve bu zaruretin kendisini mü'min kardeşlerine tercih edecek kadar elzem olduğunu ifâde et­miştir. Her ne kadar böylesine ihtiyaç içinde bulunan bir kimsenin ihtiyaç duyduğu meselede kendisini mü'min kardeşine tercih etmesi caizse de sözü geçen zat, kendisini tercih ettiği için "...Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi (göç eden yoksul kardeşlerini) öz canlarına tercih ederler..."[231] ayet-i kerimesiyle övülen kimselerin faziletinden mahrum kalmıştır. Bununla beraber Rasulü zişan efendimiz onun bu yağa olan zaruri ihtiyacını bildiği için onun bu ha­lini tebessümle karşılamış ve Ebu Davud et-Tayalisi'nin rivayetinden anla­şıldığına göre yağ tulumunu ona vermiştir.[232]

 

Bazı Hükümler

 

1. Müslüman savaşçılar harp ülkesinde kaldıkları sürece ganimetler içerisinde bulunan yiyecek maddele­rinden ihtiyaç miktarı yiyebilirler. Bu mevzuda tüm ulemâ ittifak etmişler­dir. Bu cevazı kumandanın iznine bağlayan el-Ezher'den başka bir ilim ada­mı da yoktur. Sâdece Evzai bu cevaz için kumandanın iznini şart görmektedir.

2. Harb ülkesinden İslam ülkesine yiyecek götürmek caiz değildir. Şa­yet götüren olursa o yiyeceğe sahip olamaz. Mücahidler arasında usulüne göre taksime tabi tutulur. Cumhuru ulemâ bu görüştedirler. Evzâi'ye göre ise İslam ülkesine taşınan bu mal taşıyan kimsenin olur taksime tabi tutulmaz.

3. Yahudilerin kestiği hayvanları ve o hayvanların iç yağlarını yemek caizdir. îmam-ı Azam, Malik, Şafii ve Cumhur buna kaildirler. îmam-ı Azam'la Şafii'ye göre, bunda kerahet dahi yoktur. İmam Malik mekruh ol­duğunu söylemiştir. Hanbelilerden bazıları ile Malikilerden Eşheb ve tbni Kaâsim'e göre haramdır. Bu kavil İmam Malik'ten de rivayet olunmuştur.

4. Ehli kitabın kestikleri de yenir. Bu hususta ehl-i sünnet ulemâsı müt­tefiktir. Yenmez diyen yalnız Şiilerdir.

5. Hadis-i şerif sahabenin Peygamber (s.a.)*e karşı gösterdikleri saygı ve hürmete işaret etmektedir.[233]

 

128. Düşman Ülkesinde Yiyecek Az Olduğu Zaman Orada Yağma Yapmak Yasaktır

 

2703. ...Ebû Lübeyd'den; Dedi ki: Biz Abdurrahman b. Semure ile beraber Kabilde idik. Halk bir ganimete rastgeldi ve onu yağma ettiler. Derken (Abdurrahman) söze başlayıp; "Ben Rasûlullah sallalIahtt aleyhi ve sellemi, yağmacılığı yasaklarken işittim." dedi. Bunun üzerine (Halk da) aldıkları mallan geri verdiler ve (Abdurrahman) mal­ları onlara bölüştürdü.[234]

 

Açıklama

 

Nühbfc: Ganiroet mallarının gaziler arasında usûlüne uygun olarak taksim edilmeyip, gaziler tarafından yağma edilmesidir. Bu ise, askerlerden bir kısmı hakkından daha fazlasını alırken bir kıs­mının da hak ettiği ganimeti alamamasına sebep olduğundan ve adaletli bir taksimi engellediğinden Rasûlü zîşan efendimiz tarafından yasaklanmıştır. Bi­lindiği gibi ganimet mallan taksim edilirken piyadelere iki hisse süvarilere de bir hisse verilir .Yağmacılıkta ise bu şer'î ölçü kaybolduğu gibi piyadele­rin süvarilerden daha çok ganimet ele geçirmesi bile mümkündür. Bezlü'l-Mechûd yazarı Şeyh Halil Ahmet'in açıklamasına göre, bu hadis-i şerifte yağ­ma edildiğinden bahsedilen mallar, yiyecek maddeleridir. Çünkü yiyecek mad­delerinin taksim edilmeden yağma edilmesi caizdir. Ancak yiyecek maddesi az olup asker yiyecek sıkıntısı içinde bulunursa o zaman devlet yetkilisi tara­fından taksim edilmeden önce askerlerin ganimetler arasındaki yiyecek mad­delerini yağma etmeleri de yasaktır. Böyle bir durumda gaziler taksim edilmedik yiyecek maddelerinden sadece ihtiyaçları kadar alabilirler.

Fazla alamazlar. Nitekim Musannif Ebû Dâvud da bu görüşte olduğu için bu hadisi, "Düşman ülkesinde yiyecek az olduğu zaman, orada yağma yap­mak yasaktır" başlığı altında rivayet etmiştir. Diğer malları yağma etmenin hiçbir zaman caiz olamayacağı kesin olarak bellidir. O mallar burada söz-konusu değildir.[235]

 

2704. ...(Muhammed b. Ebu'l-Mücâhid) dediki:Ben Abdullah b. Ebi Evfaya;

Siz, Rasûlullah (s.a.) zamanında (ganimet olarak ele geçen) yi­yecek maddelerinden beşte bir hisseyi çıkanrmıydınız? diye sordum da;

Biz Hayber (savaşı) günü (ganimet olarak) yiyecek maddesi ele geçirmişdik. Adam gelip ondan kendisine yetecek kadarını alıyor sonra dönüp gidiyordu.[236]

 

Açıklama

 

Hz. Peygamber in Hayber savaşında ganimet olarak ele geçi-rilen yiyecek maddelerini nasıl bir işleme tabi tuttuğuna dâir soru soran kimse Muhammed b. Ebi'l-Mücâhid'dir.

Bu sorunun, yöneltildiği kimse de, Hz.Abdullah b. Ebî Evfâ; (r.a) haz­retleridir. Bu husus Ahmed b. Hanbel'in müsnedinde gayet açık bir şekilde ifâde edildiği halde Avnü'l-Ma'bud yazan bu meselede hata etmiş, Bezlü'l-Mechud yazarı da bu hataya işaret ederek tashihi cihetine gitmiştir.

Bu hadis-i şerifte ganimet olarak ele geçirilen yiyecek maddeleri dağıtıl­madan önce mücahidlerin onlardan faydalanmasının caiz olduğu ifade edil­mektedir. Hanefi ulemâsından Ibn Abidin bu mevzuda şunları söylüyor; "Gaziler, insan yiyeceği, odun,silah ve yağ kabilinden olarak ele geçen şeylerden dar-ı harpte taksim edilmeden istifâde edebilirler."[237]

"Bu yiyecek, yenilmek için hazırlanmış olsun veya olmasın, gazilerin alması caizdir. Hatta koyun sığır gibi hayvanları kesip yemeleri caizdir. An­cak, derilerini ganimet mallarına koyarlar. Gazilerin taksim edilmedik gani­met malı içindeki yenilecek maddelerden istifade edebilmeleri için bunlara muhtaç olmaları şart değildir."

"Ben derim ki; Mültekâ sahibi bu kavli tercîh etmiştir. Bilindiği gibi hak olan da budur."[238] "Velhasıl hükümdarın taksim edilmedik ganimet mal­ları İçerisinde bulunan silahdan hayvanlardan ve ilaçdan faydalanmayı menetmesi bunlara muhtaç olunmadığı takdirdedir.[239]

Ibn Abidin'in bu ifadesinden de anlaşılacağı üzere taksim edilmeyen mal­lar içerisinde bulunan silah, hayvan ve ilaçlardan gazilerin faydalanmaları­nın caiz olabilmesi için o anda sözü geçen mallara ihtiyaç duymuş olmaları şarttır. Yoksa o mallardan faydalanmaları caiz olmaz.[240]

 

2705. ...Ensar'dan bir adam dedi ki; Biz Rasûlullah (s.a) ilebir-likte bir yolculuğa çıkmıştık. Halka şiddetli bir açlık ve sıkıntı arız ol­du. Bir süre sonra bir koyun sürüsüne rastladılar ve onu yağma ettiler. Tencerelerimiz kaynıyordu. Derken Rasûlullah (s.a.) (elindeki) yayına dayanarak çıkageldi ve yayıyla (tüm) tencerelerimizi devirdi. (Ten-cerelerdeki) etleri de toprakla karıştırmaya başladı. Sonra (şöyle) buyurdu:

"Yağmacılıktan elde edilen bir mal(ı yemek) ölü (eti yemek) den daha helal değildir." Yahut da (şöyle buyurdu);

“Ölü (eti yemek) yağ­macılıktan elde edilen bir mal (ı yemek) dan daha helal değildir." (Bu­radaki) tereddüt (ravi) Hennâd'a aittir.[241]

 

Açıklama

 

Bir önceki hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi darü'l-harpte ganimet malları içerisinde bulunan koyun, sığır gibi hayvanları mücâhidlerin kesip yemelerinde herhangi bir sakınca yoktur. Hatta buna ihtiyaçları olmasa bile yine de bu hayvanları kesip yemeleri caizdir. Çün­kü bunlar, "yiyecek maddesi" hükmündedirler. Dört mezhep imamının gö­rüşü de budur. Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte ise, Hz.Peygamberin bir seferde iken kendilerine şiddetli bir açlık arız olan mücâhidlerin ganimet olarak ellerine geçirdikleri koyunları kendilerine taksim edilmediği halde, ke­serek etlerini pişirmek üzere tencereye koyduklarını görünce gelip kaynamakta olan tencereleri devirdiği etleri de kumlara buladığı ifâde edilmektedir. Mezheb imamlarımızın bu meseledeki görüşleriyle, mevzumuzu teşkil eden hadis ara­sında bir çelişki olduğu iddia edilemez. Çünkü Hanefi ulemasından Ayni (r.a) nin tahkikine göre hicretin sekizinci senesinde, Huneyn savaşında vukua gelen bu olay müstesna bir olaydır, bu sebeple bu olayı diğerleriyle kıyas etmemek icâbeder. Zira bu olayın vukua geldiği günlerde orada yiyecek kıtlığı vardı. Bu bakımdan o gün herkesin o koyunların etlerine aynı derecede ihtiyacı vardı. Aliyyü'l-kari'nin İbnü'l-Humam'dan naklettiği açıklamaya göre böyle bir durumda mücâhidlerin hazır yiyecek maddelerinden ya da bu hükümde olan koyun ve keçi gibi hayvanlardan taksim edilmeden önce faydalanamazlar. îşte Hz.Peygamber bu yüzden sözkonusu etlerin yenilmesine izin vermemiştir.

Bazıları da bu meseleyi şöyle açıklamışlardır: Müslümanlara harp ülke­sinde şiddetli bir açlık isabet edecek olursa, o zaman ganimet malları içeri­sinde bulunan hazır yiyecek maddelerinden ya da bu hükümde olan koyun, keçi gibi hayvanlardan, ganimet malları taksim edilmeden önce ihtiyaçları nisbetinde faydalanabilirler. Daha fazlasından faydalanamazlar. Oysa söz­konusu hadise de mücahidler ihtiyaç miktarını gözününde bulundurmadan o malları yağma suretiyle rastgele paylaşmışlardı. Kimisi ihtiyacı kadar et elde edememişken, kimisi ihtiyacından kat kat fazlasını ele geçirmişti. Hz.Pey­gamber de bu yüzden onlara tencerelerini devirmelerini emretti.

Bu hadis-i şerifte izaha muhtaç olan diğer bir mesele de Hz.Peygamberin tencereleri devirmesi meselesidir. Rasûlü zişan efendimiz tencereleri de­virmekle ve tencerelerdeki etleri kumlara bulamakla askerin fevkalade muh­taç olduğu yiyecek maddelerini imha edip, aynı zamanda bir israfa mı yol açmıştır. Yoksa bunun bir başka anlamı mı vardır?

Hiç şüphesiz ki Hz.Peygamberin bu hareketiyle bir israfa yol açtığı söy­lenemez. Çünkü Hz.Peygamber tencereleri devirmeyi emretmekle onların için­de bulunan suyu dökmelerini emretmiş ve bununla onları yaptıkları gayr-i meşru işten dolayı cezalandırmak istemiştir. Etlerin kumlara bulanmasını is­temekle de onların taksimden önce yenmesini önlemiştir. Yoksa etleri imha etmemiş bunları daha sonra usulüne göre taksim ederek tekrar mücahidlerin istifadesine sunmuştur.[242]

 

129. (Ganimet Olarak Ele Geçirilen) Yiyecek Maddelerini Düşman Ülkesinden (İslam Ülkesine) Götürmek

 

2706. ...Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin ashabından biri­si (şöyle) dedi: "Biz savaşta iken (ganimet malları içerisinde bulunan) kesilmiş deve (ve koyun) etlerini yerdik, onları taksime tabi tutmaz­dık. Hatta yerlerimize (veya evlerimize) heybelerimiz bu etlerle dolu olarak dönerdik."[243]

 

Açıklama

 

Metinde geçen "rihâl" kelimesi ile mücahidlerin savaş esnasında konakladıkları yerler kasdedilmiş olabileceği gibi, Me­dine'deki evleri de kasdedilmiş olabilir.

Eğer burada bu kelimeyle gazilerin savaş esnasında ikâmet ettikleri yer­ler kasdedilmişse o zaman mücahidlerin ganimet malları arasında bulunan etleri ganimetler taksim edilmeden önce ihtiyaçları kadar alıp istirahat ettik­leri yerlerde yedikleri anlaşılır. Daha önceki hadislerin şerhinde de açıkladı­ğımız gibi savaş meydanında kalındığı sürece ganimet mallan içerisinde bulunan yiyecek maddelerini devlet reisi veya vekili tarafından yasaklanma­mış olmak şartıyla taksim edilmeden önce alıp yemek caizdir. Bu durumda meselede kapalı kalan bir taraf yoktur. Fakat eğer bu kelimeyle mücahidle-rin Medine'deki evleri kasdedilmişse o zaman mesele izaha muhtaçtır. Çün­kü Aliyyü'l-Karinin de ifade buyurduğu gibi Harp ülkesinde ganimetler arasındaki yiyecek maddelerin taksimden önce yenmesinin caiz oluşunun se­bebi orada bulunmanın verdiği zaruret halidir. Fakat islam ülkesi sınırları­na girildiği andan itibaren bu zaruret hali ortadan kalkmış olacağı cihetle, devlet reisi veya vekili tarafından ganimet mallan taksim edilmedikçe onlar­dan hiçbir şey alınamaz ve daha önce harp bölgesinde usulüne göre taksim edilmedik ganimet mallarından alınan malların da tekrar yerine iadesi gerekir.59

Hadis-i şeriflerden anlaşılan bu mana gözönünde bulundurulursa, mü-cahidlerin Medine'deki evlerine götürdükleri et çuvallarını, ganimet mallan dağıtıldıktan sonra götürdüklerini kabul etmek icâbeder. Bu mevzuda Hat-tabi (r.a) şöyle diyor: "Harb ülkesinde ganimet malları dağıtılmaksızın ga­nimetler arasında bulunan yiyecek maddelerini İslam ülkesine götürmenin caiz olup olmadığı meselesinde ulema ihtilafa düşmüşlerdir. Süfyan-ı Sevrî'ye göre, harp bölgesinde böyle bir malı alan kimsenin İslam ülkesi sınırla­rına girer girmez devlet reisine geri vermesi gerekir. İmam Ebû Hanife (r.a) de bu görüştedir. İmam Şafii'den bu mevzuda iki görüş rivayet edilmiştir.

İmam Evzâi (r.a)'ye göre ise böyle bir malı harp bölgesinde taksimden önce almış olan bir mücâhid İslam ülkesine döndükten sonra da o mala sa­hip olur. Devlet reisine iade etmesi icâbetmez. Ancak o malı satamaz. Çün­kü o mal sadece yemesi için o kimsenin mülkü olmuştur.[244]

 

130. Düşman Ülkesinde (Ganimetlerden Artan) İhtiyaç Fazlası Yiyecekleri Satmanın Hükmü

 

2707. ...Abdurrahman b.Ganm'den; demiştirki; Biz Şürahbil b. es-Simt ile birlikte Kinnasr'ın şehri (sınırı) nde (savaşmak üzere) hazır kıta olarak bulunuyorduk. (Şürahbil) orayı fethedince orada (düşman­dan bir mikdar) koyun ve sığır ele geçirdi. Bunun üzerine ganimetin bir kısmını bizlere bölüştürdü, kalanını da ganimetlerin toplandığı yere koydu. Kısa bir süre sonra ben Muaz b Cebel (r.a) ile karşılaştım ve bu durumu ona anlattım. Bunun üzerine Muaz (r.a):

Biz de Rasûlullah {s.a) ile birlikte Hayber'de savaşa katılmış ve orada (bir mikdar) ganimet ele geçirmiştik Rasûlullah (a.s.) (ganimet­lerin) bir kısmını bize bölüştürmüş, kalanını da ganimetlerin toplan­dığı yere koymuştu, diye cevap verdi.[245]

 

Açıklama

 

Musannif Ebû Davud'a göre bu hadis-i şerif, düşman ülkesinde ele geçirilen ganimet malları arasında bulunan ve zaru­ri ihtiyaca binâen, ganimetlerin taksiminden önce gazilere dağıtılan yiyecek maddelerinden ihtiyaç fazlasının, gaziler tarafından orada satılmasının caiz olduğuna delalet etmektedir. Çünkü aslında ganimet mallarının taksiminde gerçekten bir "değişim" manası vardır. Zira ganimet mallarının her birinde ayrı ayrı her gazinin hakkı vardır. Ganimet malları gaziler arasında taksim edilince, gaziler ganimet mallarının her birine yayılmış olan haklarını kendi aralarında değişmiş sayılırlar. Binaenaleyh aslında alış-veriş anlamı taşıyan böyle bir taksim neticesinde ele geçmiş olan yiyecek maddelerinin ihtiyaç faz­lasını henüz İslam ülkesine taşımadan düşman ülkesinde satmakta da bir sa­kınca olmaması gerekir.

Ancak Hattabi'nin de açıkladığı gibi ganimet mallarındaki Allah ve Ra-sûlünün beşte bir hakkı öncelikle ayrılmadan ganimet malları gaziler arasın­da bölüştürülemez. Fakat zaruretten dolayı yiyecek maddeleri bu hükmün dışındadır. Yiyecek maddeleri zaruretten dolayı daha ganimetler düşman ülkesinde iken ihtiyaç mikdan nisbetinde gazilere bölüştürülebilir. İhtiyaç mik-darından fazlası ise satılamaz. Yine ganimet mallan arasına konmak üzere geri verilir. Sonra İslam ülkesine nakledilerek usulüne göre bölüştürüıuı. Hadis-i şeriften anlaşılan da budur. Nitekim Hanefi fıkıh kitaplarından ed-Dürrü'l-Muhtar isimli eserde de bu mevzu şöyle açıklanıyor; "Dar-i harpte ganimet malı taksim edilemez. Ancak hükümdar ganimet malının gaziler ara­sında taksim edilmesinin faydalı olduğu içtihadında bulunur veya gazilerin ona ihtiyacı olursa bu takdirde taksim sahih olur..."[246]

"Gerek hükümdar gerekse başkası.mülk edinmek için ganimet malını taksim edilmeden önce satamaz. Ama yenilecek şey için ganimet malından bir mikdar satılsa caizdir. Satılması caiz olmadığı halde, ganimet malı satıl­mış olursa fesadı önlemek için geri alınır. Geri alınması mümkün olmazsa ganimete konulmak üzere parası alınır.”[247]

 

131. Bir Mücahidin (Henüz Paylaşılmamış) Ganimet Mallarından Yararlanmasının Hükmü

 

2708. ...Ruveyfi' b. Sâbiti'l-Ensarî'den; Peygamber (s.a.) in şöyIe buyurduğu rivayet olunmuştur: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kimse, müslümanların (henüz dağıtılmamış) ganimet mallarından olan bir hayvana, zayıflatıncaya kadar binip de onu, (bu haliyle) geri­sin geriye ganimet malları arasına bırakmasın. Vine Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kimse müslümanların (henüz dağıtılmamış) gani­met mallarından olan bir elbiseyi eksikitinceye kadar giyip de onu (bu haliyle) gerisin geriye ganimet malları arasına bırakmasın."[248]

 

Açıklama

 

Sübülu's-selâm yazarı bu hadisi açıklarken şöyle diyor; "Bu hadis-i şerif, ganimet olarak düşmandan alman hayvana bi-nilebileceğine, ganimet malları arasında bulunan elbiselerin giyilebileceğine delalet ediyor. Ancak yasak olan, hayvanı zayıflatmak ve elbiseyi eskit­mektir."[249]

Musannif Ebu Davud bu hadis-i şerifi delil getirerek harp bittikten son­ra yiyecek maddeleri ile hayvan yemi dışında henüz dağıtılmamış olan gani­met mallarının hiçbirinden yararlanmanın caiz olmadığını söylemiştir.

Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre Hanefi uleması harpten son­ra henüz paylaştırılmamış olan ganimet malları içerisinde bulunan yiyecek maddelerinden ve hayvan yemlerinden gazilerin ihtiyaçları nisbetin-de faydalanmaları caiz olduğu gibi, ganimet mallan içerisinde bulunan elbi­se, silah ve hayvanlardan da ihtiyaç nisbetinde faydalanıp, ihtiyaçları sona erdikten sonra onları tekrar ganimet malları arasına iade etmelerinin de caiz olduğunu söylemişlerdir.

Bu mevzuda imam-ı Malik'den iki görüş rivayet edilmiştir:

1. Harp sona erdikten sonra henüz dağıtılmamış olan ganimet mallan arasındaki yiyecek maddelerinden faydalanmak mutlak surette caizdir.

2. İkincisi sözü geçen maddelerden yararlanmak altın ve gümüş gibi ca­iz değildir.

İmam-ı Şafii (r.a)'ye göre ise harbin sonunda henüz dağıtılmamış olan ganimet mallarından istifade etmenin cevazı sadece silahlar içindir. Bunun dışındaki mallar için geçerli değildir. Şayet herhangi bir mücahid ganimet maddelerinden silahın dışında bir maldan yararlanmak isterse ücret karşılığında ondan yararlanır veya kendi payına düşecek olan eşyalardan yarar­lanma yoluna gider.

Fethü'l-bari sahibi İbn Hacer el-Askalanî*nin açıklamasına göre, "Harp süresince mücahidlerin ganimet olarak ele geçen hayvanlara binmelerinin ve elbiseleri giymelerinin, silahları kullanmalarının caiz olduğunda ulema itti­fak etmişlerdir."

tmam-ı Evzai ise bu cevazı devlet reisinin yahut da onun vekilinin izni­ne bağlamıştır. Harp halinde ganimetler arasında bu mallardan yararlanan bir mücahidin ihtiyacını gördükten sonra bu malı iade etmesi icâbeder. Harp sona erdikten sonra bu mallan kullanmaya devam etmek caiz değildir.[250]

 

132. Ganimetlerin Taksiminden Önce Ganimetler Arasında Bulunan Silahların Savaşta Kullanılması Caizdir

 

2709. ...Ebû Ubeyde, babası (Abdullah)dan; demiştir ki: (Bedir savaşı sona erince ölüler arasında) dolaşmaya başladım. Bir de ne gö­reyim Ebu Cehil ayaklan kesilmiş bir halde yere yıkılmış yatıyor. Bu­nun üzerine:

Ey Allah'ın düşmanı Ebu Cehl, gerçekten Allah hayırdan uzak olan (senin gibi) bir kimseyi (nihayet bu şekilde) rezil etti dedim ve bunu söylerken kendisinden (hiç) korkmadım. O, da

Bir kimseyi kavminin öldürmesinde şaşılacak ne vardır? diye ce­vap verdi. Bunun üzerine işe yaramaz bir kılıçla ona vurdum bu dar­beyi önleyemedi. Kılıcının elinden düşmesi üzerine kılıcıyla ölünceye kadar vurdum.[251]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i §erif, bir mücahidin henüz taksim edilmemiş olan ganimet  mallan  arasındaki  bir  silahı  düşmana  karşı kullanmak için almasının bir sakıncası olmadığına harp bittikten sonra da onu ganimet mallan arasına iade etmek gerektiğine delil teşkil ediyor. Her ne kadar Hz. Abdullah b. Mes'ud, Ebu Cehlin silahını alıptâ ona kendi sila­hıyla vurduğu zaman Hz. Peygamber orada yoktuysa da Hz. Abdullah'ın bu silahı Ebu Cehl'e karşı kullanmasından Rasulullah'ın habersiz olduğu ve dolayısıyla buna izin verip vermediğinin belli olmadığı anlamına gelmez.

Çünkü Rasûlullah (s.a.), taksim edilmemiş olan ganimet malları ara­sındaki silahları düşmana karşı kullanma hususunda izin vermemiş olsaydı veya bu silahları düşmana karşı kullanmanın hükmü üzerinde kesin bir açık­lama yapmamış olsaydı Hz. Abdullah bu kılıcı Ebu Cehl'e karşı kullanamazdı.

Ayrıca bu hadiseyi Hz. Peygamberin sonradan işitip de Hz. Abdullah*-ın bu davranışını tasvip etmiş olması da mümkündür.[252]

 

133. Ganimet Malını Çalmak Büyük Bir Günahtır

 

2710. ...Zeyd b. Halid el-Cüheni'den (rivayet olunduğuna göre) Hayber (savaşı) günü Peygamber (s.a.)'in sahabilerinden birisi vefat etmiş. (Sahabe-i Kiram) bunu Rasûlullah'a haber vermişler. (Fahri ka­inat efendimiz de):

"Arkadaşınızın üzerine (cenaze) namaz(ın)a durunuz. (Ben bu na­mazda bulunmayacağım)" buyurmuş. Bu sözden dolayı halkın yüzle­rinin fengi,değişmiş. Bunun üzerine (Hz. Peygamber)

"Gerçekten sizin (bu) arkadaşınız Allah yolunda (savaşılırken elde edilen) ganimet malından çalmıştır." buyurmuş (Ravi Zeyd b. Ha­lid dedi ki:) Bu açıklama üzerine biz o kimsenin eşyasını araştırdık ve iki dirhem bile etmeyen bir Yahudi boncuğu bulduk.[253]

 

Açıklama

 

Hz. Peygamberin "Arkadaşınızın cenaze namazını kılınız*' sözü    üzerine    sahabe-i    kiramın    yüzlerinin    kızarıp bozarmasının sebebi, onun sözü geçen kişinin cenaze namazım kıldırma­yacağını ve bu namaza katılmayacağını anlamış olmalarıdır.

Fıkıh âlimleri bu hadisi delil getirerek, "Halkın her hususta kendisini örnek kabul ettiği müslüman ilim adamlarının, günahta ısrar eden kimsele­rin cenaze namazlarını bizzat kıldırmaktan kaçınıp, halka onun cenaze na­mazını kılmalarını emretmesinin caiz olduğunu ve kafirlere ait bir boncu­ğun dahi savaşta müslümanların eline geçmesi halinde ganimetten sayılaca­ğını söylemişlerdir. Ayrıca bu hadis çok az bile olsa ganimet malını çalma­nın sorumluluğunun büyüklüğünü vurgulamaktadır.[254]

 

2711. ...Ebû Hureyre'den demiştir ki: Hayber yolunda Rasûlullah (s.a) ile birlikte (Hayber gazvesine) çıktık. (Allah'ın izniyle Hay-ber'i fethettik. Fakat) Ganimet olarak altın ve gümüş elde edemedik. Ancak giyecek yiyecek (birtakım) mallar aldık derken Rasûlullah (s.a) Vadi'1-Kura tarafına yöneldi ve (orada) kendisine Midam isimli siyah bir köle hediye edildi. Nihayet (tüm müslüman gaziler) Vadi'l-Kura'ya vardıkları zaman, (bu köle) Rasûlullah (s.a.)'in (hayvanının) palanını indirirken birden bir ok gelip köleyi öldürdü. Bunun üzerine halk

Ona cennet mübarek olsun, dedi(ler). Rasûlullah (s.a.) de

"Hayır, asla! Hayatım elinde olan Allah'a yemin olsun ki Hay­ber günü henüz paylaştırılmayan ganimetlerden aldığı hırka onun üze­rinde alev alev yanıyor." buyurdu. Halk bunu duyunca bir adam Ra­sûlullah sallallahü aleyhi ve selleme bir nalin tasması getirdi. Rasûlul­lah (s.a.)'da;

"Ateşten bir nalin parçası!" ya)ıut da "Ateşten iki nalin tasma­sı!" buyurdu.[255]

 

Açıklama

 

Metinde ismi geçen vadi Medine'ye yakın bulunan : “Vadi’l- kura ismiyle maruf koydur.

Rasûlullah (s.a.)'ın kölesinin ismi Mid'amdı. Bu köleyi Kifa'a b. Zeyd. Hudeybiye musalehasında bir cemaatla Hz. peygamber'e gelerek müslümanlığı kabul ettiği sırada hediye etmişti.

Rasûlullah (s.a.)'ın "Hırka ateş olmuş, onun üzerinde alev alev yan­maktadır." "Ateşten bir nalin tasması -yahud ateşten iki nalin tasması../* buyurması ganimet malları arasından bu malı çalan kimseye bu ihanetinden ötürü verilecek uhrevi cezadan kinayedir. Yani çalınan eşyanın ateş haline getirilerek çalanın bu ateşle azab edileceği anlatılmak isteniyor. Bununla bir­likte ibarenin böyle gelişiyle manâ şu şekilde de olabilir. "Hıyanet edenler, ganimetten çaldıkları eşya yüzünden cehennemde azab olunurlar."[256]

 

Bazı Hükümler

 

1. Ganimete ihanet edilerek o maldan birşey çalmak BAZI HÜKÜMLER   kesinlikle haramdır.

2. Bu babda çalınan eşyanın az veya çok olmasının farketmeyeceği be­lirtiliyor. İmam Ebû Hanife ile İmam Şafii ve İmam Ahmed (r.a) bu görüş­tedirler.

3. Hain harpde öldürülse bile ona şehid denilemez.

4. Kâfir olarak ölen bir kimse cennete giremez. Bu hususta islam ule­mâsının icmâı vardır.

5. Zaruret yokken de yemin edilebilir

6. Ganimetten çalınan bir malın tekrar ganimete geri verilmesi iade edil­diği takdirde de kabul edilmesi icâbeder.

7. Ganimet mallarına ihanet eden kimse çaldığı eşyayı iade etsin etme­sin kendi eşyası yakılamaz. İmam Ebû Hanife ile İmam Şafii ve İmam Ma­lik bu görüştedir.[257] Nitekim 2713 Nolu hadisin şerhinde de açıklanacaktır.

8.  Bir kimse hakkında cennetlik veya cehennemliktir diye kestirip at­mak doğru değildir.[258]

 

134. Bir Kimsenin Ganimetlerden Çaldığı Malın Az Olması Durumunda Devlet Başkanının Onu Serbest Bırakacağı Ve Eşyasını Yakmayacağı

 

2712. ...Abdullah b. Ömer'den Demiştirki: Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sellem (bir seferde) ganimet elde edince halkın ellerinde bu­lunan ganimetleri getirmelerini ilan etmesi için Bilal'e emir verdi. Bu­nun üzerine (Hz. Bilal ellerindeki ganimetleri getirmelerini) halka ilan etti. (Halk ellerinde bulunan) ganimetlerini getirince(Hz. Peygamber) bu ganimetlerin beşte birini (kendine) ayırıp (geri kalanını gazile­re) paylaştırdı. Taksimden hemen sonra bir adam kıldan bir yular ge­tirdi ve

Ey Allah'ın Rasûlü işte bizim ele geçirdiğimiz ganimet budur. dedi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber) üç defa:

"Sen Bilali ilan ederken duymadın mı?" dedi. (O zat da)

Evet (duydum) diye cevap verdi. (Hz. Peygamber de)

"Onu (zamanında) getirmene engel olan neydi?" diye sordu. Bu­nun üzerine (adam) Hz. Peygamber'den özür diledi ama Rasûlullah (s.a.)

"Sen bunu kıyamet gününde getirirsin (şimdi) bunu senden asla kabul etmeyeceğim." buyurdu.[259]

 

Açıklama

 

Hz. Peygamber her mücahidin yanında bulunan ganimet eş-yasım getirip ona teslim etmesini Hz. BilaFe ilan ettirdiği halde mücahidlerden birinin yanında bulunan ganimet mallarını, za­manında getirmeyip, ancak ganimetlerin taksiminden sonra getirdiği için bu mallan ondan teslim almayı reddetmesi ve ona "Sen bunu kıyamet gününde getirirsin" diyerek, onu tehdit etmesi sebebiyle, İslam ulemâsı, ganimet eş­yalarından mal çalmanın haram olduğuna ve bu hususta aşırıları malın az ile çoğu arasında bir fark olmadığı görüşüne varmışlardır. Şafii ulemâsın­dan Nevevi'nin açıklamasına göre ganimet mallarından çalmanın büyük gü­nahlardan olduğunda icma vardır.[260]

Nitekim Cenab-ı Hak Kur'an-ı Keriminde: "... kim böyle bir hainlik ederse, kıyamet günü hainlik ettiği şey ile gelir..."[261] buyurarak bu meseleyi açıkladığı gibi, Hz. Peygamber de "... sizden hiçbirinizle kıyamet gününde bir omuzunda meleyen bir koyun, diğer om uzunda da kişneyen bir at oldu­ğu halde karşılaşmayayım. O kimse bana ya Muhammed, yetiş, diye feryad eder ben de ona -Benim elimden birşey gelmez, ben sana bunu dünyada iken haber vermiştim- diye karşılık veririm."[262] buyurarak bu gibi kimselerin kı­yamet gününde düşecekleri acıklı durumu haber vermiştir.

Şevkanî'nin açıklamasına göre, bir kimse yanında bulunan ganimet malını zamanında getirmeyip de ganimet malları paylaştırıldıktan sonra getirirse bu malın devlet yetkilisi tarafından kabul edilip edilmeyeceği meselesi ulema ara­sında ihtilaflıdır.

İmam Mâlik ile İmam Sevrî, Evzâi ve el-Leys'e göre yanında bulunan ganimet malını zamanında teslim edemediği için pişman olup tevbe ederek teslim etmek üzere gelen bir kimsenin elindeki bu malın beşte birini devlet başkanı veya temsilcisi alır, geriye kalan kısmını da kendisi sadaka olarak fakirlere dağıtır. Ancak İmam Şafii; "Eğer bu mal gerçekten o kim­senin kendi malı ise başkasına sadaka olarak vermeye mecbur değildir. Yok eğer bu mal kendisine ait değilse o zaman sadaka olarak dağıtmasının hiçbir anlamı yoktur. Kanaatime göre bu kişinin, bu malı buluntu bir malmış gibi devlet yetkilisine teslim etmesi gereklidir." diyerek bu görüşe itiraz etmiştir.

Hanefilerin meşhur ve muteber fıkıh kitaplarından biri olan es-Siyeru'l-Kebîr şerhinde zikredilmiştir ki, ganimetten gizlice bir şey çalan kimse, piş­man olup ordu dağıldıktan sonra çalmış olduğu şeyi emir'e getirse, emir is­terse onu tekrar getirene verip hak sahiplerine vermesini emreder, istersede ondan alıp beşte birini hak sahiplerine verir. Geri kalan dört kısmı buluntu gibi olur. Hak sahiplerini bulamazsa onu ya tasadduk eder veya beytülmala koyup üzerine emrini yazar. Ganimete ihanet ederek birşey çalan kimse çal­dığı şeyi devlet başkanı veya kumandana getirmezse bakılır; eğer hak sahip­leri bulunmazsa tasadduk etmesi müstehabdır. Hak sahiplerini bulursa, on­dan beşte biri alınıp hak sahiplerine verilir. Bir mücahidin ganimet malı tak­sim edilmeden Önce kendi payım satması doğru değildir. Taksim edilmeden önce payından vazgeçmesi de doğru değildir.[263]

Kendisindeki ganimeti ganimetlerin taksiminden önce teslim etmek üzere getiren kimse için Münziri, o malın bu kimseden kabul edileceğinde ulemâ­nın ittifak ettiğini söylemiştir."[264]

Mevzûmuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte, bir rahmet peygamberi olan Hz. Muhammed'in ganimetlerin taksiminden sonra, yanındaki ganimet mal­larım taksime getiren bir kimseden getirdiği bu malı kabul etmeyerek, ceza­sını çekmek üzere o malla birlikte ahirete gelmesine razı olup onun bu müşkilini dünyada halletmeye yanaşmaması izaha muhtaç bir husustur. Tîbî'nin açıklamasına göre aslında, Hz. Peygamber böyle bir tavır takınmakla, onun Allah'ın huzuruna suçlu olarak çıkmasını arzu etmiş değildir. Bilakis ona yaptığı işin ne büyük bir suç olduğunu anlatarak bu malı sahiplerine teslim edip sonra da tevbe etmesini sağlamak istemiştir.

el-Muzhir'e göre ise bu kimsenin elindeki ganimet malında hakkı olan gaziler dağıldığı için bu malı hakkı olan kimselere dağıtması veya onlarla helalleşmesi imkansız olduğundan Hz. Peygamber o kimseyi günahıyla baş-başa bırakmaktan başka çare bulamamış ye ona böyle davranmak zorunda kalmıştır. Hanefî ulemâsından Aliyyü'1-Kâri de Muzhîr'in görüşünü desteklemiştir.[265]

 

Bazı Hükümler

 

1. Ganimetlerin beşte biri toplum yararına tahsis edilmıştır.Nitekim Yüce Allah (c.c); Biliniz ki ganimet olarak aldığınız şeylerin beşte biri Allah'a, peygambere, yakın akrabalara, öksüzlere, muhtaçlara ve yolculara aittir."[266] buyurmaktadır.

2. Ganimet mallarından bir eşya çalmak büyük günahlardandır.

3. Yanında bulunan bir ganimet malını ganimetler paylaştırıldıktan sonra getiren bir kimseden o mal kabul edilmez.[267]

 

135. Ganimet Malı Çalan Kimsenin Cezası

 

2713. ...Salih b. Muhammed b. Zaide'den, demiştirki; [Ebû Davud dediki; sâlih denen kişi Ebû Vakid'dir.

Mesleme ile Rum topraklarına girmiştik. (Ganimetten) mal çal­mış bir adam getirildi (Mesleme) Salim'e bu adamı (n nasıl cezalandı­rılması gerektiğini) sordu. ((Salim de)

Babamı, Ömer b. Hattab'dan naklen, Peygamber (s.a.)'in; "Ga­nimet eşyalarından mal çalan bir kimseyi ele geçirecek olursanız eşya­sını yakınız. Kendisini de dövünüz." buyurduğunu rivayet ederken işit­tim." diye cevap verdi. (Salih b. Muhammed sözlerine devam ederek) şöyle dedi: O esnada (sözü geçen) adamın eşyaları arasında bir Kur'ân-ı Kerim bulduk. Bunun üzerine (Mesleme) Salime bunu sordu. O da

Sen onu sat parasını da sadaka olarak dağıt diye cevap verdi.[268]

 

Açıklama

 

Hattabi (r.a)'nin açıklamasına göre, ganimet mallarından bir eşya çalan kimsenin bedeni üzerinde bir te'dip cezası uygulanmasının caiz olduğunda ulema ittifak etmişse de, malî bir ce­zaya çarptırılmasının caiz olup olmayacağı konusunda ayrı görüşleri vardır.

Hasan-ı Basri (r.a)'ye göre ganimetten mal aşıran bir kimsenin mallan elinden alınarak yakılır. Ancak hayvan ve Kur'an-ı Kerim bu hükmün dışın­dadır. Bunlar yakılamazlar. İmam Evzâi ile İmam Ahmed ve İshak da bu görüştedirler. Fakat bu imamlara göre o kimsenin şahsi mallan yakılırsa da ganimetten çaldığı mallar yakılamaz. Çünkü onlar gazilerin hakkıdır ve bu mallar gazilere dağıtılır.

İmam Kurtubî'nin açıklamasından anlaşıldığına göre, İmam Mâlik, İmam Şafiî, Ebû Hanife ve taraftarlarıyla el-Leys, "Böyle bir suçu işleyen kimsenin şahsi malları veya ganimet mallarından çalmış olduğu mallar asla yakılamaz. Ancak ganimetten aşırmış olduğu mallar o kimsenin elinden alı­nıp gazilere dağıtılır, kendisi de tazir cezasıyla cezalandırılır şeklinde görüş bildirmişlerdir. Ancak İmam Şafii ile el-Leys ve Davud'a göre, bu kimsenin sözkonusu suçtan dolayı tazir cezasına çarptırılabilmesi için işlediği bu su­çun cezayı gerektiren bir suç olduğunu bilmesi şarttır. Bu mevzuda İmam Evzâî'de şöyle diyor:

"Bu kimsenin silahı, üzerindeki elbisesi, hayvanı ve hayvan üzerinde bu­lunan eğerinin dışındaki tüm şahsi mallan ceza olarak yakılırsa da ganimet mallarından çalmış olduğu mallar yakılamaz. Nitekim İmam Ahmed ile İs­hak da bu görüştedirler. Hasan-ı Basrî (r.a) ise, o kişinin yakılması icabeden şahsi malları içerisinde Kur'an-ı Kerim ile hayvanları bu hükmün dışında­dır." görüşündedir.

İbn Adi'l-Berr'in bildirdiğine göre Mekhûl ile Said b. Abdul-Aziz de ganimet malı çalan bir kimsenin şahsi eşyasının yakılabileceğini söyleyenler­dendir."[269] Ganimet malı çalan bir kimsenin eşyasının yakılabileceğini söy­leyen ulemâ delil olarak konumuzu teşkil eden hadisi şerifi göstermişlerdir. Ancak bu hadis kendisinden daha kuvvetli hadis-i şeriflere aykırı olduğun­dan kendisiyle amel edilerek haram sınırları çiğnenemez ve ona dayanılarak kendisinden daha kuvvetli hadislerin hükmüne aykırı bir hüküm verilemez.[270]

Nitekim bu hadis hakkında İmam Tirmizî de şunları söylüyor: "Bu ha­dis garibdir. Onu yalnız bu vecihden bilmekteyiz. Bazı ilim adamları bu ha­dise göre uygulama yapmışlardır. el-Evzaî, Ahmed ve İshak'ın görüşü de budur. Muhammed Buharî'ye bu hadisi sordum, dedi ki: "Bu hadisi yalnız Salih b. Muhammed b. Zaide rivayet ediyor. Salih, Ebu Vâkıd el-Leysî'dir. Ve onun rivayeti miinkerdir." Muhammed (Buhari), "Ganimette hıyanet hak­kında Rasûlullah (s.a.)'den birden çok hadis rivayet edilmiş ve hadislerle hı­yanet edenin metaı (eşyası)nın yakılması emredilmemiştir." dedikten sonra "Bu hadis garibdir."[271] demiştir. Hanefi ulemâsından Tahavî ise, "Hadîs-i şerif sahihse, insanları mali cezaya çarptırarak cezalandırmanın Islamın ilk yıllarına ait olduğunu kabul etmek gerekir." diyerek bu hadisin mensuh ola­bileceği ihtimali üzerinde durmuştur.[272]

Hafız Şemsüddin İbn-i Kayyim (r.a.) de, bu hadisin ravisi Salih b. Muhammed'in güvenilir bir ravi olmadığından onun rivayet ettiği hadislerin her­hangi bir hükme delil olamayacağını Buhârî ve benzeri hadis alimlerinin de onun zayıf bir ravi olduğunu söylediklerini ifade etmiştir.[273]

Dârekutni ise, "Salih olan bu hadis aslında Sâlim'in Fetvalarından bi­ridir."[274] demiştir.[275]

 

2714. ...Salih b. Muhammed'den; demiştirki; Biz Velîd b. Hişam ile birlikte savaşıyorduk. Yanımızda Salim b. Abdillah b. Ömer'le, Ömer b. Abdilaziz de vardı. Bir adam (ganimet mallarından) bir eşya çaldı. Bunun üzerine Velid onun eşyasım(n getirilmesini) emretti. Ve (getirilen eşyayı) yaktı sonra o kimse (halk arasında) dolaştırılarak teşhir edilmek suretiyle cezalandırıldı. (Velid) ona (ganimetten payı­na düşecek olan) hissesini vermedi.

Ebû Dâvûd der ki: Bu hadis (Salih b. Muhammed'den rivayet edi­len 2713 ve 2714 numaralı) iki hadisin en sahihidir. Bu hadisi birçok ravi -Velid b. Hişam, Ziyad ibn Sa'd'ın çalmış olduğu eşyasını yaktı ve onu dövdü- şeklinde rivayet etti.[276]

 

Açıklama

 

Velîd b. Hişam, Emevi halifelerinden Velid b. Hişam b. Abdil Melik b. Mervan'dır.

Bilindiği gibi mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif 1713 numarada merfu' olarak rivayet edilmişti. Burada ise mevkuf olarak rivayet edilmiştir. Musannif Ebû Davud, konumuzu teşkil eden ve mevkuf olarak rivayet edi­len bu hadisin merfû' olarak rivayet edilen bir önceki hadisten daha sahih olduğunu ve bu hadisi daha birçok ravilerin de mevkuf olarak rivayet ettiği­ni söylüyor.

Bir Önceki hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi İmam Ahmed b. Hanbel ve arkadaşlarından ona tabi olanlar mevzumuzu teşkil eden bu hadisin zahirine göre fetva vermişler, İmam Ebû Hanife, İmam Mâlik, Şafiî (r.a) ve ulemânın büyük çoğunluğu bu görüşe karşı çıkarak; "Ganimet ma­lından çalanın eşyası yakılmaz, ancak çaldığı mikdardan dolayı ta'zir cezası verilir, demişlerdir. Buharı de; "Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sellem gani­met malından çalanın üzerine cenaze namazı kılmayı reddetmiş, fakat eşya­sını yakmamıştır" demiştir.[277]

 

Bazı Hükümler

 

1. Ganimet malı çalanı, devlet başkanı veya yardımcısı mallarını yakmak suretiyle cezalandırabilir.

2. Devlet yetkilisi sözügeçen kimsenin mallarını yaktıktan sonra ayrıca onu dövme yoluyla ikinci defa cezalandırabilir. Nitekim İmam Ahmed (r.a) ve taraftarları bu görüştedirler.

3. Bu suçtu ganimetlerdeki hissesinden de mahrum edilir. Ancak Muvaffık, bir kimsenin kazanmış olduğu haktan hiçbir zaman mahrum edile­meyeceğini ve bunun bir hadis-i şerifle de sabit olduğunu ifâde etmiştir.[278]

 

2715. ...Amr b. Şuayb'ın dedesi Abdullah b. Amr b. el-As'dan rivayet edildiğine göre; Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sellemle Ebu Bekr ve Ömer (r.a.) ganimetten mal çalan bir kimsenin eşyasını yak­mışlar ve onu dövmüşlerdir.

Ebû Dâvud der ki: "(Şeyhim) Ali b. Bahr'ın bu hadise ilave ola­rak Velid (b. Müslim) deh> (bazı cümleler rivayet ettiği söyleniyorsa da ilave (edildiği iddia) edilen "ona hissesini vermediler" cümlesini kendisinden duymadım."

Bu hadisi bize ayrıca el-Velid b. Udbe ile Abdullah b. Necde ri­vayet ettiler ve (şöyle) dediler: "Bize bu hadisi Velid (îbn Müslim) Zü-heyr b. Muhammed'den o da Amr b. Şuayb'dan (Amr b. Şuayb'ın) sözü olarak rivayet etti. " (Diğer şeyhim) Abdulvehhab b. Necdet el-Havtıyy ise (metinde geçen) -Ona hissesini vermedi(ler)- (Cümlesini) rivayet etmedi.[279]

 

Açıklama

 

Senedde de görüldüğü gibi bu hadis-i şerifi, Musannif Ebu Davud'a metinde geçtiği şekilde rivayet eden ravi, Musannifin Şeyhlerinden olan Muhammed b. Avf'dır. Bu zat Musannif Ebu Davud'a bu hadisi; "Rasûlullah (s.a.) ile Ebû Bekr ve Ömer (r.a.) ganimetten mal çalan bir kimsenin eşyasını yaktılar ve onu dövdüler." anlamına gelen iba­relerle rivayet etmiştir.

Ebu Dâvûd (r.a)un ifadesine göre, kendisi şeyhlerinden Ali b. Bahr'in bu hadise ilaveten "... Ve ona ganimetten payına düşen hissesini vermedi­ler." anlamına gelen bir cümle rivayet ettiğine dair bir söylenti duymuşsa da kendisi bu cümleyi Şeyhinden bizzat işitmemiştir. Ve yine musannif Ebu Davud'un ifade ettiğne göre, şeyhlerinden el-Velid b. Utbe ile Abdul Veh-hab b. Necde metinde geçen ".. Rasûlullah (s.a.) ile Ebû Bekr ve Ömer (r.a) ganimetten mal çalan bir kimsenin eşyasını yaktılar ve onu dövdüler." anla­mına gelen hadisi Amr b. Şuayb'ın bir sözü olarak bir başka ifadeyle mev­kuf hadis şeklinde rivayet etmişlerdir. Ancak bu iki şeyhin mevkuf olarak rivayet ettiği bu hadis-i şerifte, el-Velid b. Utbe'nin rivayetinde "Ve ona ga­nimetten payına düşen hissesini vermediler." anlamına gelen bir ilave de var­dır. Fakat bu ilave cümle Musannifin diğer şeyhi Abdülvehhab b. Necde'in rivayetinde bulunmamaktadır.

Fıkıh ulemasının bu hadisle ilgili görüşlerini ve yine bu hadisle ilgili fık­hı hükümleri bu babın daha önce gecen hadislerinde açıkladığımızdan bura­da tekrara lüzum görmüyoruz.

Hafız Şemsüddin b. Kayyim (r.a.)'in açıklamasına göre bu hadis illetli­dir. Çünkü senedinde Züheyr vardır. Züheyr ise zayıf bir ravidir. Beyhaki'-ye göre bu zatın kimliği meçhuldür.[280]

 

Ganimetten Mal Çalan Bir Kimsenin Bu Suçunu Saklamak Yasaktır[281]

 

2716. ...Semura b. Cündüb'den demiştir ki Rasûlullah (s.a.); "Gani­metten mal aşıran bir kimseyi saklayan kimse onun gibidir." buyurdu.[282]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerifin zahirinden anlaşıldığına göre ganimetten mal çalan kimsenin işlediği bu suçu bildiği halde onu yetkili mercilere haber vermeyen kimse de hırsızın bu suçuna ortak gibidir. Do­layısıyla ganimet hırsızına uygulanan ceza hırsızın suçunu saklayan kimseye de aynen uygulanacağı gibi, ahirette de bu hırsızın yaptığım saklamak su­çundan Allah'ın huzurunda hesaba çekilecektir.

Abdurrauf el-Münavi de; "Bazı ilim adamları bu kimsenin sadece ahi­rette, hırsız gibi hesaba çekileceğini, fakat dünyada ona hırsız muamelesi ya­pılamayacağım söylemişlerse de seleften bazı kimselerin o kimsenin hem dün­yada hem de ahirette aynen ganimetten mal çalan hnırsız gibi muamele gö­receğini söylediklerini" ifade etmektedir.[283]

Ancak Hafız ez-Zehebî, Mizanü'l-İtida) isimli eserinde, Musannif Ebû Davud'un süneninde, Semûra b. Cündüb isnâdıyla altı hadis rivayet ettiğni ve bunların hiç birinde de hükme medar olma niteliği olmadığını söylüyor.

Şurasını da belirtmek isteriz ki, "Her kim bir müslümanın dünya gus-salarından bir gussasını giderirse, Allah onun kıyamet günü gussalarından bir gussasını giderir. Kim başı sıkılan birine kolaylık gösterirse Allah ona dünya ve ahirette kolaylık ihsan eder. Kim bir müslümanın ayıbım örterse Allah onun hem dünyada hem de ahirette ayıbını örter. Kul din kardeşinin yardımında bulundukça Allah da onun yardımında bulunur."[284] anlamındaki hadis-i şerifle bu hadis-i şerif arasında bir çelişki olduğu zannedilmemelidir. Çünkü müslümanların günahlarını saklamayı emreden müslim hadisinin hük­mü vacib değil menduptur. Binaenaleyh, bir müslümanın gizli b ir suçunu bilen onu hakime haber verse günahkar olmaz. Ancak bu hüküm fitne ve fasetçılığıyla tanınmış kimseler hakkındadır. Bir defa bir suç işleyerek tevbe eden ve bir daha yapmayan kimsenin kusurunu gizlemek icabeder. Çünkü fesatçının kusurunu gizlemek, onu daha başka fitne ve fesatlar çıkarmaya teşvik olur. Bir defe suç işleyenin hali ise böyle değildir.

Buraya kadar verilen izahat suç işlendikten sonraya aittir. Onu işlerken görenin hükmüne gelince, menetmeye iktidarı olursa derhal müdahelede bulunarak menetmesi vaciptir. Çünkü bu müdahale münkeri yasaklamak de­mektir. MUdahale etmemekse helal değildir. Mesela hırsızı birinin malını ça­larken görenin mal sahibine haber vermesi icabeder aksi takdirde hırsıza yar­dım etmiş olur.[285]

 

136. Seleb Düşmanı Öldürene Verilir

 

2717. ...Ebû Katade'den; Dedi ki: Huneyn (harbi) yılında Rasû-Iullah (s.a) ile birlikte (savaşa) çıkmıştık. Biz düşmanla karşılaşınca müslümanlarda bir bozulma oldu. O sırada müşriklerden bir adamın müslümanlardan birini altına aldığını gördüm ve hemen arkasından dolanıp yanına vardım ve kılıçla boynuna vurdum. Bunun üzerine (o kafir) beni yakalayarak öyle bir sıktı ki onun bu sıkışından ölümün kokusunu duydum. Sonra (aldığı yaradan ötürü) ölünce beni bırakı­verdi.  Derken Ömer b. Hattab ile karşılaştım ve kendisine;

Bu insanlara ne oluyor (da böyle bozguna   uğruyorlar) dedim.

Allah'ın işidir, diye cevap verdi. Sonra (bozguna uğrayan) halk geri dönüp geldi. Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sellem de oturdu ve;

"Her kim birini öldürür de onu öldürdüğüne dair bir delili olursa Ölenin üzerindeki eşya ona aittir." buyurdu. Bunun üzerine ayağa kalk­tım ve;

Bana kim şahitlik edecek? dedim. Ve oturdum. Sonra (Fahr-i kainat efendimiz);

"Her kim birini Öldürür de onu öldürdüğüne dair bir şahidi bu­lunursa ölenin (üzerinde bulunan) eşyası öldürene aittir." (diyerek) bu sözünü ikinci defa tekrarladı. Bunun üzerine ben (tekrar ayağa) kalkıp;

Bana kim şahidlik edecek dedim ve tekrar oturdum. Sonra (Hz. Peygamber bu sözünü üçüncü defa (olarak tekrar) söyledi. Ben de (yine) ayağa kalktım. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sellem;

"Ey Ebu Katade sana ne oldu?" dedi ben de (başımdan geçen) olayı kendisine anlattım. Topluluktan bir adam;

Ey Allah'ın Rasulü (Ebu Katade) doğru söyledi. Bu Ölen kişinin zati eşyası da benim yanımdadır bu eşyadan (payına düşeni kendisine 'vererek gerisini de bana bırakarak onu razı et, diye seslendi. Bunun üzerine Ebu Bekr es-Sıddık:

Hayır vallahi bu olmaz. Hiç Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sel­lem, Allah ve Rasulünün yolunda savaşan Allah arslanlarından bir ars-lanın hakkını çiğneyerek onun eşyasını sana verir mi?   dedi. Rasûlul­lah salallahü aleyhi ve sellem de (Bana şahitlik eden Ebû Bekir'i tasdik ederek)

“Doğru söyledi. Bunu ona ver" buyurdu ve bana verdi. Sonra zırhı sattım da onunla beni Seleme (kabilesin) de bir bahçe aldım. İşte İslamda ilk edindiğim mal budur.[286]

 

Açıklama

 

Huneyn Mekke'ye üç mil uzaklıkta bir vadidir. Burada hicretin sekizinci yılında müşriklerle müslümanlar ara sında harb olmuş, müslümanlar çokluklarından dolayı gurura kapıldıkları için harbin başında bozulmuşlar, fakat sonra Allah üzerlerine sekinet ve yar­dımcı melekler indirerek kafirlerin cezasını vermişti. İşte Ebû Katade'nin "Bu insanlara ne oldu?" demesi bozulduklarına şaştığı içindir. Bazılarına göre bu sözün manası: "Etu bozgundan sonra acaba halleri ne olacak?" demek­tir. Buna mukabil Hz. Ömer'in: "Allah'ın emri" diye cevap vermesi "Al­lah'ın emri geldi" yahut: "Allah'ın emri galibtir, Netice Allah'tan korkan­ların lehinedir." manasınadır.

Bu gazada müslümanlar genel bir bozguna uğramadılar. Resûl-i Ekrem (sallalahü aleyhi ve sellem) ile mü'minlerden bir grup yerlerinden ayrılma­mışlardı. Bu hususta meşhur hadiseler vardır ki, yeri geldikçe görülecektir. Nevevi diyor ki: "Peygamber (s.a.) bozguna uğramıştır demenin doğru ol­madığında, müslümanların görüş birliğine vardıkları nakledilmiştir. Onun hiç bir yerde bizzat yenildiğini hiç bir kimse rivayet etmemiştir. Bilakis sa­hih hadisler daima ikdam ve sebatını isbat etmektedir.

ifadesi bütün rivayetlerde bu şekilde tesbît edilmiştir. Hat-tabî ile lisân ulemâsı ise, bunun raviler tarafından yanlışlıkla yapılmış bir değişiklik olduğunu, doğrusunun şeklinde olması gerektiğini ve bunun lâ vallahi manâsında yemin olduğunu söylemişlerdir.[287]

Cumhur; Selebi: Savaşçının yanında taşıdığı giyecek, silah ve diğer eş­yalarıdır, şeklinde tarif etmiştir. Ahmed'e göre savaşan kişinin hayvanı selebten'sayılmaz. Şafii'ye göre ise seleb, silahtan ibarettir. Yani savaşçının beraberinde bulunan diğer eşya selebe dahil değildir. Bu hadislere göre sa­vaşta müslüman mücahidin öldürdüğü düşman üzerinde ve beraberinde bu­lunan eşya selebe dahil değildir.

Bu hadislere göre savaşta müslüman mücahidin öldürdüğü düşman üze­rinde ve baraberin,de bulunan eşya ganimet malına dahil edilmeyip öldüren mücahide verilir;.

Tirmizi, Ebu Katade(r.a.)'nin hadisini rivayet ettikten sonra; "Peygamber (Aleyhi's-salatü ve's-selam)'in ashabından ve başkalarından teşekkül eden alimlerden bir grub bu hadisle amel etmişlerdir. Evzâî, Şafiî ve Ahmed'in fetvaları da böyledir. İlim adamlarından bazıları da, "Devlet başkanı Se-leb'den beşte bir hisseyi çıkarabilir, yani dilerse seleb'in beşte dördünü öl­düren mücahide verir ve kalan beşte birini uygun gördüğü yolda harcayabi­lir." demiştir. Tuhfe yazarının beyanına göre Hanefiler ile Malikiler: "kafi­ri öldüren mücahid, selebi alma hakkına sahip değildir. Ancak devlet baş­kanı selebin öldürene ait olduğunu söylemişse o zaman seleb öldürenin hakkı olur," demişlerdir.

Tuhfe yazarı bu arada şöyle der: "Cumhura göre öldüren mücahid, se­lebi alma hakkına sahiptir. Mücahidlerin başında bulunan kumandan sele­bin öldürene ait olduğunu önceden söylemiş olsun veya olmasın netice de­ğişmez. Cumhur bu görüşünde Ebû Katade (radıyallahü anh)'ın hadisine da­yanır. Açık olan hüküm de budur.[288]

 

Bazı Hükümler

 

1. "Seleb yani öldürülen kimsenin üzerindeki eşya, ganimetin aslındandır, beşte birden değildir, diyen­ler bu hadisle istidlal etmişlerdir. Çünkü Peygamber (s.a.)'in Hz. Ebû Kata-deye bu eşyayı vermesi, ganimetin taksiminden önce idi. Fakat Hanefilerle İmam Malik bu istidlale cevap vermiş: "Hadis size değil, bize hüccettir. Zi­ra bu konuşma harp bitip ganimetler toplandıktan sonra olmuştur ki, o hal­de gazilerin hakkı olan beşte birin dördü ayrılmış olur. Binaenaleyh selebin beşte birden sayılması icabeder." demişlerdir. Kurtûbî ise; "Bu hadis Malik ile Ebû Hanife'nin görüşlerinin sahih olduğuna en büyük delildir, "demiştir.

2. tabiri yemindir.

3. Kumandandan istenilen bir şeyi onun cevabını beklemeden yardım­cısı verebilir.   Nitekim Hz. Ebu Bekr böyle yapmıştır.

4. Öldürdüğü düşmanın üzerinden eşyayı almak isteyen gaziye bu eşya­nın beyyinesiz verilip verilemeyeceği hususunda görüş ayrılığı vardır. Bir grup ulema, beyyine. mutlaka lâzımdır. Delilleri bu hadistir. Leys, İmam Şafii ve cemaatin görüşü budur. Evzai ise beyyineye gerek olmadığını söylemiştir.

5. Seleb, düşmanı öldüren gazinin hakkıdır, velek ki, bir kadın öldür­sün. Başında bulunmak kafi değildir. Ebû Sevr ile ibnü'l-Münzîr'in görüşle­ri böyle. Cumhura göre ise, bunun şartı, öldürülen kimsenin harb eden as­ker olmasıdır. İbn Kudâme: "Öldürülenlerin üzerlerindeki eşya alınarak çıplak bırakılmaları caizdir" demiş  Sevri ile İbn Münzîr    bunu kerih görmüş­lerdir.[289]

 

2718. ...Enes b. Malik'den; dedi ki Rasûlullah (s.a.) Huneyn (sa­vaşı) günü;

"Kim bir kâfiri öldürürse eşyası onundur." buyurdu. O gün Ebû Talha yirmi kişi öldürdü ve onların (üzerlerinde) bulunan şahsi eşya­larını aldı. Ebû Talha (o gün orada karısı) Ümmü Süleym ile karşılaş­tı. Ümmü Süleym'in elinde bir hançer vardı. Ebû Talha ona:

Ey Ümmü Süleym yanındaki şey nedir? dedi. Ümmü Süleym de:

Allah'a yemin olsun ki eğer bana o düşmanlardan biri yaklaşa­cak olursa bununla karnını yarmak istiyorum,    diye karşılık verdi. Ebû Talhâ da bunu Rasûlullah (s.a.)'a haber verdi.[290]

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadis hasendir. Biz bu hadisle (savaşta) hançer kullanmanın caiz olduğunu belirtmek istedik.[291]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif, savaşta düşmanın silah, at, elbise gibi eşyasının,   onu  öldüren  gaziye  ait   olduğunu   söyleyen  ulemanın delilidir.

Hanefî ulemâsından îbn Abidin'in beyânına göre bu hadis-şerifte ge­çen kâfir kelimesinin kapsamına harpte öldürülmeleri caiz olan kâfirler girinektedir. Bu bakımdan bu ifâde içerisine kafirlerin kiraladıkları askerler,kafir olan tacirler, efendilerine hizmet eden köleler, dar-ı harbe kaçmış olan mürtedler veya zimmîler, harb edemese bile hasta ve yaralı olan kafirler, rey sa­hibi veya çocuğu olması umulan yaşlı kafirler girer. Çünkü bunların öldü­rülmeleri caizdir. Bir müslüman kafirlerin safında savaşan müslümanı öl­dürse, öldürülen müslümanın eşyası öldüren müslümanın olamaz. Çünkü her ne kadar kafirlerin safında savaşan müslümanın öldürülmesi caiz ise de eş­yası ganimet olmaz. Hükümdara isyan eden müslümanların malları ganimet olmadığı gibi ancak kafirlerin safında savaşan müslümanın eşyası kafirlerin blup o eşyayı müslümana ariyet olarak vermişler ise bu takdirde bu müslü­manın eşyası Öldüren müslümanın olur.[292]

Bu mevzuda Bidâyetü'l-Müctehid isimli eserde de şu satırlar yer almak­tadır: "İmamın ganimetten, istediği kimseye payından fazlasını vermesi ko­nusunda ulemâ caizdir görüşünde birleşmiştir. Fakat hangi şeyden ve ne ka­dar verebildiği, bu konuda savaştan önce herhangi bir kimseye söz verebilip veremeyceği bir kimsenin öldürdüğü kişinin üzerindeki eşyanın imam tara­fından kendisine verilmese bile bu eşya üzerinde hakkı olup olmadığı mev­zularında ayrılığa düşmüşlerdir ki, bunlar bu bab'ın dört ana meselesidir.

Birinci mesele:

Kimisi: İmam herhangi bir kimseye hissesinden fazla olarak ancak Beytül-mal'ın hissesi olan ganimetin beşte birinden verebilir" demiştir, tmam Ma­lik te buna kaildir. Kimisi: "Ancak kendi payı olan beşte birin beşte birin­den verebilir" demişlerdir. İmam Şafiî de bu görüşü seçmiştir.

Bazıları da; "Ganimetin mecmuundan çıkarır" demiştir. İmam Ahmed ile Ebu Ubeyd de bu görüşe sahiptirler. Ulemâdan kimisi de; "İmam isterse ganimetin hepsini istediği kimseye verebilir." demiştir. Bu ihtilâfın sebebi; "Biliniz ki ganimet olarak aldığınız şeylerin beşte biri Allah'a, peygambere, yakın arka balara, öksüzlere, muhtaçlara ve yolculara aittir."[293] ayet-i keri­mesi yle "Sana ganimetlerin hükmünü sorarlar. De ki: Ganimetler Allah'ın ve Paygamberinindir (istediklerine verebilirler).)Şu halde Allahtan korkun da bunun için aranızda bulunan gerginliği kaldırın."[294] ayeti arasında zıtlık var mıdır, yok mudur? diye ihtilaf etmeleridir.

Birinci ayet, ikinci ayeti neshetmiştir, diyenler: "Her hangi bir kimseye hissesinden fazla olarak verilen şey, ancak ganimetin beşte birinden veya beşte birinin beşte birinden verilebilir" demişlerdir.

Bu iki ayet arasında zıtlık yoktur ve ayetlerin ikisi de muhayyerliği ifa­de ederler, yani imam isterse, gamimetin hepsinden verir, isterse kimseye fazladan bir şey vermez de ganimetin beşte dördünün tamamını askerlere verir, diyenler: "Fazla olarak verilen şey ganimetin toplamından verilebilir" de­mişlerdir. Bu ihtilafın sebeplerinden biri bu mevzudaki hadîslerin çeşitli ol­masındandır. Zira bu mevzuda iki hadis bulunmaktadır. Biri; imam Malik'in İbn Ömer'den "Rasulullah (s.a.v) bizi Necit tarafına gönderdi, ganimet olarak bir çok develer ele geçirdik. Her birimize on iki deve düştü. Bundan başka her birimize ayrıca birer deve daha verildi." mealinde rivayet ettiği hadistir. Bu hadis fazladan ve/ilen develerin, ganimet taksim edildikten sonra kendi­lerine verildiğini göstermektedir. İkinci hadisde, Habip b. Mesleme'nin "Ra-sûlullah (s.a.)'in seriyelere savaşa çıkarken ganimetlerin beşte birini ayırdık­tan sonra, kalanın dörtte birini ve dönüşlerinde de beşte birini çıkardıktan sonra üçte birini verirdi" mealindeki hadisidir.

İkinci Mes'ele

Ganimetten hisselerden fazla vermenin cevazına inananlar, fazla ola­rak ne verilebilir? diye ihtilaf etmişlerdir. Kimisi: "Habib b. Mesleme'nin hadisinde geçtiği üzere ganimetin üçte ya da dörtte birinden fazla verilemez" demiştir. Kimisi de yukarıda geçen Enfal süresindeki ayetin mensuh olmadı­ğına ve âmm manasında olduğuna kail olup "imam seriyyeye ganimetin ta­mamını da verse caizdir" demiştir. Ayetin, Habip b. Mesleme'nin hadisi ile tahsis edildiğine inananlar ise: Üçte veya dörtte birinden fazla verilemez." demişlerdir.

Üçüncü Mesele

İmam, savaştan önce herhangi bir kimseye, ganimet vereceği vaadinde bulunup bulanamayacağı hususunda da ihtilaf edilmiştir.İmam Malik, bu­nu mekruh görmüş bir gurup ta caizdir demiştir. Bu ihtilafın sebebi, savaşın gayesinden anlaşılan mana ile hadisin zahiri arasında bulunan zıtlıktır. Çünkü savaştan gaye, Allah rızasını kazanmak ve Allah'ın dinini yüceltmek oldu­ğuna göre, İmam birisine ganimet vereceğini va'dettiği zaman, o adamın ka­nını dünyevi bir maksat uğruna heder edeceği endişesi başgösterir. Bunun cevazını gösteren hadis ise yukarıda geçen Habip b. Mesleme'nin hadisidir. Zira bu hadiste "Peygamber (s.a.v.) Efendimiz seriyelere ganimetlerin dört­te ya da üçte birini verirdi" denilmektedir. Bu ise savaşa teşvikten başka bir şey değildir..

Dördüncü Mesele:

Kişiye, öldürdüğü şahsın (seleb denilen) üzerindeki eşyasının (imam ver­mezse) düşüp düşmediğinde ihtilaf etmişlerdir. İmam Malik: "Savaş bittik­ten sonra maktulün selebini eğer İmam onu öldürene vermezse ona düşmez" demiştir. İmam Ebu Hanife ile Süfyan-ı Sevri buna kaildirler.

İmam Şafiî, İmam Ahmed, Ebu Sevr, İshak ve seleften bir grup: "İmam, kendisine verse de vermese de öldürdüğü kimsenin selebi ona aittir." demişlerdir. Ancak bunlardan kimisi, selebin kendisine düşmesi için, maktul sa­vaşırken maktulu öldürmesini şart koşmuş ve "Eğer maktulu, kaçarken öl­dürürse selebi ona düşmez" demiştir. İmam Şafii buna kaildir. Kimisi de, selebin kendisine düşmesi için maktulu savaş başlarken ya da biterken öl­dürmesini şart koşmuş ve: "Savaşın hengamesi sırasında öldürülen kimse­nin sebebi öldürene düşmez." demiştir. Bunu da Evzâî söylemşitir. Kimisi de : "Seleb öldürene aittir. Fakat imam Selebi çok görürse taksim edebilir' demiştir.

Bu ihtilafın sebebi, Peygamber (s.a.) Efendimizin Huneyn savaşının kar­gaşası dindiği sırada buyurduğu : "Kim bir kimseyi öldürüşe onun selebi onundur" hadisinin iki ihtimal mana taşımasındandır. Zira peygamber (s.a.) Efendimiz, bunu bir fetva olarak söylemiş olabildiği gibi, bir hüküm olarak da söylemiş olabilir. İmam Malik'e göre, hadisin bir hüküm olma ihtimali daha kuvvetlidir. Çünkü ona göre, Peygamber (s.a.) Efendimizin bunu baş­ka savaşlarda ne söylediği, ne de bununla hükmettiğ sabit olmamıştır. Eğer fetva olursa yukarıda geçen Mâide suresinin 41. ayet-i kerimesi ile çelişir. "Eğer ölenin çocuğu olmayıp da ana ve babası ona varis olurlarsa terekesin­den anasına üçtebir düşer.[295] ayet-i kerimesinden, nasıl terekenin geri kalan üçteikisinin ölünün babasına düşdüğü anlaşılıyorsa, bu ayetten de ganime­tin geri kalan beştedördünün ganimet ele geçiren askerlere düştüğü anlaşıl­maktadır. Ebû Ömer: Bu söz Peygamber (s.a.) efendimizden, Huneyn sava­şından başka Bedir savaşında da işitilmiştir." demiştir.

Hz. Ömer'den de: "Peygamber (s.a.) Efendimiz zamanında selebi tak­sim etmezdik" diye söylediği rivayet olunmuştur.

Ebu Davud da Avfb. Malik el-Eşcai ile Halid b. Velid'ten: "Peygam­ber (s.a.) Efendimiz maktulün selebini katile verirdi" diye rivayet etmekte­dir, îbn Ebi ŞeybedeEnes b. Malik'ten "Bera b. AzıpDaresavaşındaMer-zuban'ı atı üzerinde mızrakla öldürdü ve Merzubanın selebi otuzbin dirhe­mi buldu. Bunu öğrenen Hz. Ömer Ebû Talha'ya "Biz selebleri taksim et­medik. Fakat Merzubanın selebi büyük bir meblağ tuttuğundan taksim edil­mesinin gerektiği kanaatindeyim dedi." diye rivayet etmiştir.

İbn Ebî Şeybe, İbn Sîrîn'den: "Enes b. Malik bana: Bu, islamiyette ilk taksime tabi tutulan selebtir dedi" diye rivayet etmiştir. Miktarı çok ve az olan selepler arasında ayırım yapanlar, buna dayanmışlardır. Âlimler, sele­bin ne olduğu hakkında da ihtilaf etmişlerdir. Kimisi: "Maktulun üzerinde bulunan bütün şahsi eşyası selebtir" demiştir. Kimisi: "Eğer bu eşya arasın­da altun ve gümüş bulunursa bunlar selebe girmezler" demiştir.[296]

 

Bazı Hükümler

 

1. Kafir olan düşmanın silah, at ve elbise gibi zati eşyası; onu öldüren gaziye verilir.

2. Harpte hançer kullanmak caizdir.[297]

 

137. Devlet Reisi Uygun Gördüğü Takdirde Bir Gaziye Öldürmüş Olduğu Kafirin Zati Eşyasını (Selebini) Vermeyebilir At Ve Silah Da Selebten Sayılır

 

2719. ... Avf b. Malik el-Eşcaîden demiştir ki:

Zeyd b. Harise ile birlikte Mûte savaşına çık (mış) tim. Yemen halkından gönüllü bir asker de bana arkadaş olmuştu. Yanında bir de kılıcı vardı. Derken müslümanlardan bir asker bir deve kesti. Gö­nüllü asker de onun derisinden bir kısmını ondan istedi. O da isteğini ona verdi. O gönüllü de bu deriden bir nevi kalkan şeklinde bazı şey­ler yaptı. Yola koyulduk ve bir rum topluluğuyla karşılaştık. Onların arasında altın yaldızlı bir eğeri olan al bir at üzerinde birisi vardı. Bu rum askeri, müslümanlara müthiş bir şekilde saldırıyordu. O sırada gönüllü asker onu (vurmak) için bir kayanın arkasına oturdu. Rum askeri onun yanına varınca hemen (harekete geçip) atının ayaklarını kesti. Bunun üzerine rum askeri atından düştü. Gönüllü müslüman asker de üzerine çullanarak onu öldürdü ve atıyla silahım ele geçirdi. Aziz ve Celil olan Allah müslümanlara (zafer kapılarını) açınca Halid b. Velid, o gönüllüye (birisini) gönder (ip yanına çağır) di ve (elinde bulunan) selebin bir kısmını (ondan) aldı. (Daha sonra ravi) Avf (söz­lerine devam ederek şunları) söyledi. Bunun üzerine Halid'in yanına varıp "Ey Halid sen Rasûlullah (s.a.)in, selebin katile ait olduğuna dair hüküm verdiğini bilmiyor musun?” dedim. O da "Evet, (biliyo­rum) fakat ben bu (kadar) selebi (onun için biraz) fazla buluyorum" diye cevap verdi. Ben de:

Ya bunu ona geri verirsin ya da seni Rasûlullah (s.a.)'in yanında cezalandırırım." diye (onu) tehdid ettim (Fakat selebi) ona geri ver­meye yanaşmadı. Derken (ikimiz) Rasûlullah (s.a.) in yanında bir araya geldik. Ben Hz. Peygambere gönüllü askerin macerasını ve Halid'-in (ona) nasıl muamelede bulunduğunu anlattım. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.):

Ey Halid! Seni bu harekete sevkeden (sebep)nedir?" diye sordu (Hz. Halid de)

“Ey Allah'ın Rasulü bu (selebi onun için biraz) fazla buldum” cevabını verdi. Bunun üzerine Rasûlullah (Hz. Halid'e)

"Ey Halid ondan aldığını ona geri ver." buyurdu. Ben de (bu­nu duyunca Halid'e)

"Al işte(dediğimi) yaptım mı ey Halid" diye karşılık verdim. (Bu sözümü işiten) Rasûlullah (s.a.):

Bu nedir? dedi. Ben de 'Halidle aramızda geçen münakaşayı) kendisine anlattım. Rasûlullah (s.a) (bana) öfkelendi ve

"Ey Halid (bu selebi) ona iade etme (dedi ve bana hitaben)siz kumandanlarımı bana bırakır mısınız hiç?Oysa onların işlerinin en te­miz olanı sizin olur, bulanık oluna da kendi üzerlerinde kalır" buyurdu.[298]

 

Açıklama

 

Hadis âlimlerinden Hattâbî, bu hadisle ilgili olarak şunları söylüyor.Bu hadis-i şerifte  atın  da seleb sayılması gerektiği, az olsun veya çok olsun düşman askerinin üzerinde bulunan zati eşyanın (selebin) onu öldüren müslüman askere verilmesi lazım geldiği ve se-lebden, Rasûlullah (s.a.)'a akrabalarına, fakirlere, öksüzlere ve yolda kal­mışlara verilmek üzere beşte bir hissenin ayrılması icabetmediği ifade edil­mektedir. Çünkü Hz. Peygamberin; Hz. Halid'e Yemenli askerin, öldürmüş olduğu askerden aldığı zati eşyanın tümünü kendisine iade etmesini emret­mesi, bunu ifade eder. Fakat Hz. Peygamberin sonradan Hz. Avf b. Ma-lik'in Hz.Halid b. Velid'e karşı takındığı saygısızca tavrı öğrenince, hükmün­den dönüp Hz. Halide sözkonusu selebi, Yemenli askere iade etmemesini em­retmesi ise, hem Hz. avf b. Maliki te'dib etmek ve hem de halkın kuman­danlara karşı haksız bir şekilde saygısızlık yapmalarına imkan vermemek, kumandanlara isyan ve saygısızlık yolunu kapamaktır.

Esasen Hz. Halid b. Velid, bu mevzuda kendi içtihadıyla hüküm ver­mişti. Bu ictihad hatalı da olsa, Hz. Peygamber daha büyük hataları ve bü­yük tehlikeleri önlemek maksadıyla Hz. Halid'in bu içtihadını tasvib ederek içtihadının uygulanmasını emretti. Aynı zamanda Hz. Peygamber, bu tutu­muyla Hz. Avf b. MalikM de bir nevi cezalandırmış oldu.

Hz. Peygamber, bu hükmü vermeden önce, selebini elinden almak iste­diği Yemenli askere kendi hissesinden onu razı edecek kadar mal vermek su­retiyle onun gönlünü almış olması da düşünülebilir. Metinde geçen ,

"Oysa onların işlerinin en temiz olanı sizin olur, bulanık olanı da ken­di üzerlerinde kalır." cümlesiyle Hz. Peygamber, halk her şeyin iyisini ve hoş olanını yer, içer rahatına bakar, çileyi ise amirler çeker, ganimet malla­rını onlar toplar ve yerli yerince sarf ederler, halkı onlar korur, idare ederler sonra bu hususta bir soruşturma olursa hesaba yine onlar çekilir, demek is­temiş olabilir.[299]

 

Bazı Hükümler

 

1. At da selebden sayılır.

2. SeleD az olsun,   çok olsun,  sahibini öldüren müslüman askere aittir.

3. Bir hükmün hiç uygulanmaya konmadan önce neshedilmesi caizdir.

4. Hz. Peygamberin gazab halinde hüküm vermesi caizdir. Diğer insan­ların gazab halinde hüküm vermeleri, tenzihen mekruhtur.[300]

 

2720. ...(Musannif) Ebu Davud dedi ki: Bize Ahmed b. Hanbet (in) haber verdi (ğine göre) el- Velid (b. Müslim el-Kureşî şöyle) demiş­tir. : Ben, şu (bir numara önce geçen) hadisi Sevr (b. Yezid) 'e sordum. ( O da) Bana, Halid b. Ma "den Cübeyr b. Nüfeyr (Cüber ibn Nüfeyr'-in) babası Avf b. Malik el-Eşcaî kanalıyla bu hadisin bir benzerini nakletti.[301]

 

Açıklama

 

Bezlü'l-Mechûd müellifi Şeyh Halil Ahmed'in açıklamasına göre; bu hadisin senedinde Cübeyr b. Nüfeyr'den sonra geçen "babasından" kelimesi bazı nüshalarda yoktur. Gerçekten de bu kelimenin bulunmaması gerekir. Çünkü Cübeyr, babasından hiç hadis rivayet etmemiştir. Esasen bu kelime Sünen-i Ebu Davud'un Mısır nüsha­sında ve Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde yoktur. Bu ilave bazı katipler tarafından yazılmış olsa gerektir.

Bu hadisle ilgili diğer gerekli açıklamalar, bir önceki hadisin şerhinde geçtiği için burada tekrara lüzum görmüyoruz.[302]

 

138. Selebden Hazine İçin Beşte Bir Hisse Ayrılmaz

 

2721. ...Avf b. Malik el-Eşcaî ile Halid b. Velid'den rivayet edil­diğine göre Rasûlullah (s.a.) (maktulün) eşya (sı) nın (tümüyle onu) öldürene ait olduğuna ve bu eşyanın (beşte birinin hazineye konması için) beştebirinin ayrılmayacağına hükmetmiştir.[303]

 

Açıklama

 

Bilindiği gibi seleb; bir kimsenin üzerindeki elbisesi, silahı, parası   ve  bindiği   hayvan  ile  bunun  üzerindeki   eşyasıdır.[304]

Mevzumuzla ilgili bu hadis-i şerif, savaş esnasında bir kafiri öldüren mü­cahidin bu kafirin selebinin tümüne malik olacağını ve diğer ganimetlerden Allah'a peygambere yakın akrabalara, öksüzlere, muhtaçlara ve yolculara verilmek üzere ayrılan beştebir hissenin[305] selebden ayrılması gerekmediğini selebin olduğu gibi onun sahibini Öldüren mücahide verilmesi icabettiğini ifade etmekte ve dolayısıyla "Seleb bölünmeden olduğu gibi mücahide verilir" diyen Hanefi âlimlerinin görüşünü teyid etmektedir. Çünkü Hanefi ulema­sının görüşüne göre; bir kumandanın "Her mücahid harp sahasında Öldüre­ceği düşmanın selebine nail olsun" diye, askerleri harbe teşvik etmesi caiz­dir. Böyle bir emre uyarak düşman askerini öldüren bir mücahid, onun sele-binden sayılan mallarının tümüne sahip olur. Buna diğer gaziler iştirak ede­mezler."[306]

Ancak daha önce de açıkladığımız gibi , Maliki ve Hanefi ulemasına göre; mücahidin bu selebi hakkedebilmesi için kumandanın harp bitmeden önce herkesin ele geçirdiği selefin kendisine ait olacağını ilan etmesi gerekir. İmam-ı Malik'e göre; Devlet reisi isterse bu selebin tümünü mücahide verir, dilerse beşte birini beytü'l mal için alır. Kadı İsmail de bu görüştedir. İshak'tan rivayet edilen görüşe göre; eğer seleb çok ise devlet reisi beşte birini alabilir. Mekhûl ile es-Sevriye göre devlet reisi mutlak surette beşte birini alır. Bu hususda İmam Şafiî'den iki görüş rivayet edilmiştir. Seleb'in beşte birinin bö­lüneceğini söyleyenler, "Biliniz ki ganimet olarak aldığınız şeylerin beştebiri Allah'a, peygambere, yakın akrabalara, öksüzlere, muhtaçlara ve yolculara aHtir."[307] ayetinin genel hükmüne dayanmışlardır.[308] Bezlül Mechûd yazarı­nın açıklamasına göre İmam Ahmed'e ve İmam Şafii'nin meşhur olan görü­şüne göre de, selebden beytü'1-mal için beşte bir hisse bölünemez. İmam Ma­lik'e göre ise, mücahidin hak ettiği seleb, aslında ganimetten olmayıp hu­mustan verildiğinden ondan ayrıca bir humus ayırmak gerekmez.[309]

Şurasını da belirtmek isteriz ki; Avn'el-Ma'bûd yazarının ifadesine gö­re; bu hadis-i şerifin senedinde İsmail b. Ayyaş bulunmaktadır. Bu ravi; ha­dis âlimleri tarafından tenkid edilmiştir. Bu hadis senedi cihetiyle cerh edil m -kiştir.[310]

 

139. Çökertilmiş Yaralı Bir Düşmanı Öldüren Kimse Onun Selebinin Bir Kısmını Alabilir

 

2722. ...Abdullah b. Mes'ûd'dan rivayet olunduğuna göre: "Bedir (savaşı) günü Rasûlullah (s.a.) Ebu Cehl'in kılıcını neflolarak bana verdi." (bu hadis İbn Mes'ud'dan nakleden ravi der ki) Onu (Abdullah b. Mes'ûd) öldürdü, (ama onu esas yaralayarak çö­kertenler Muavviz İbn Afra ile Muaz b. Afra'dır)[311]

 

Açıklama

 

"Nefl" kelimesi; lugatta ziyade manasına gelir.

Fıkıhta  ise,   gazilere  ganimetteki  hisselerinden   faz­ladan verilen mala denir.

Bu hadis, bir kimsenin yaralayarak çökertmiş olduğu düşman askerini öldüren mücahidin o kafirin selebini alabileceğine delalet etmektedir. Bilin­diği gibi Ebû Cehl'in kafasını keserek ölümünü gerçekleştiren Abdullah b. Mes'ud (r.a.) ise de, aslında onu yaralayarak çökerten ve kendini müdafaa edemez hale getirenler; Muavviz b. Afra ile Muaz b. Afra isimli iki kardeş­tir. Rasûli zişan efendimiz, Ebû Cehl'in kılıcını İbn Mes'ûd (r.a.) e vermiş­tir. Bu hadisin sonunda bulunan "Onu (Abdullah b. Mes'ûd) öldürdü." cüm­lesinin bu hadisi Hz. İbn Mes'ud'dan rivayet eden Ebu Ubeyde'ye ait bir söz olmasi ihtimali bulunmakla beraber Hz. tbn Mes'ud'un yukarıdaki cüm­lelerinden ayrı olarak, başlıbaşına ilave ettiği veya iltifat yoluyla söylediği bir cümle olması ihtimali de vardır. Avnu'l-Ma'bud yazarının el-Münziri'den naklettiğine göre, Ebû Ubeyde, aslında babası İbn Mes'ud (r.a.)'den hiç ha­dis işitmemiştir. Binaenaleyh bu hadis münkatıdır.

Bu hadisi şerif, Müslim'in sahihinde geçen "...Onu ikiniz de öldürmüş­sünüz, buyurdu ve Ebû Cehl'in üzerindeki eşyanın Muaz b. Amr b. el-Cemuh'a verilmesine hükmetti."[312] mealindeki hadis-i şerife aykırıdır. Çün­kü mevzuumuzu teşkil eden hadis-i şerifte, Rasû!-ü Ekrem'in, Ebû Cehl'in kılıcını İbn Mes'ud'a verdiği ifade edilirken Müslim'in rivayet ettiği hadiste, Muaz b. Amr b. el-Cemuh'a verdiği ifade ediliyor.

Bezlü'l-Mechûd yazan bu mesele ile ilgili olarak şu açıklamayı yapıyor:

"Önce şurasını belirtmek isteriz ki, Ebu Davud hadisi münkatıdır. İkinci olarak; Zeylai'nin de Na,sbu'r-Raye'de ifâde ettiği gibi, eğer Ebû Dâvûd ha­disinde ifadeedildiği gibi maktulün selebi onu yaralayana verilmeyip de öl­dürenlere verilseydi, o zaman Hz. Peygamberin Ebû Cehl'in selebini Afra isimli bir kadının oğlu olan Muaz ile Muaz b. Amr arasında bölüştürmesi icabederdi. Çünkü Buhari ile Müslim'in rivayetlerinde, Ebû Cehl'i bu iki gen­cin öldürdüğü ifade ediliyor. Yine Müslim ile Buhari'nin rivayetlerinde Hz. Peygamberin Ebû Cehl'in selebinin tümünü Muaz b. Amr'e verdiği ifade edil­mektedir. Bu uygulama birkaç kişi tarafından öldürülmüş olan bir maktu­lün selebinin bunlardan hangisine verileceği hususunun devlet reisine bıra­kıldığını, binaenaleyh devlet reisinin bu selebi istediği kimseye vermekte muhayyer olduğunu ortaya koyar. Beyhaki ise el-Ma'rife adlı eserinde Hz. Pey gamberin bu tatbikatı Bedr muharebesinde ele geçen ganimetlerle ilgili özel bir tatbikattır. Çünkü yüce Allah, Bedr savaşında elde edilen ganimetlerin Hz. Peygambere ait olduğunu ve onu dilediği gibi taksim etmekte serbest bulunduğunu, Kur'ân-ı Kerim'in de açıkça bildirmişti. Hz. Peygamber Bedr ganimetlerini dilediği gibi dağıttı, hatta savaşa katılmayanlara bile ganimet­ten pay verdi. Sonra ganimetlerin nasıl taksim edileceğini belirleyen yeni ayetler nazil olunca, bu uygulama yürürlükten kaldırıldı ve Rasûlü Ekrem de sele-bin katile ait olacağına hükmetti. Daha sonra bu hüküm hiç değişmemek üzere yürürlükte kaldı[313] diyor.

Üçüncü olarak şunu belirtmek isteriz; aslında Ebû Cehl'in tüm selebi-nin Muaz b. Amr'in hakkı olduğu halde Hz. Peygamber onun gönlünü ya­parak sadece kılıcını, İbn Mes'ûd'a verilmesine onu ikna etmiş, sonra da kı­lıcı İbn Mes'ûd (r..a.)'a vermiş olabilir."[314] Her ne kadar yukarıda meali­ni sunduğumuz Müslim hadisinin sonunda Ebû Cehl'i Muaz b. Amr ile Mu­az b. Afra'nın öldürdükleri bildiriliyorsa da, Müslim ile Buhari'nin ittifakla rivayet ettikleri diğer bir hadis-i şerifte onun Afra isimli bir kadının iki oğlu öldürdüğü, Müslim'in diğer bir rivayetinde de Abdullah b. Mes'ûd (r.a.)'un başını kestiği kaydedilmektedir. Kadı Iyaz *'ekseriyetle siyer ulemasının kavli budur" diyor.

Nevevî, bu rivayetlerin arasını bulmuş ve Ebû Cehl'in katline, bunların hepsi iştirak etmiştir. Onu müdafaadan aciz hale getiren darbeyi Muaz b. Amr vurmuş, İbn Mes'ûd can çekişirken kafasını koparmıştır, demiştir.[315]

Selebin katile verilmesiyle ilgili görüşler 2712-2718 numaralı hadislerin şerhinde geçtiğinden, burada tekrara lüzum görmüyoruz. Ancak şu kadarı­nı ilave edilim ki, yaralı bir düşman askerini öldüren mücahid, İmam Ah-med ile İmam Şafiî'ye göre maktulün selebini alamaz. İmam Malik'e göre selebin kime verileceğini tayin etme yetkisi devlet reisine verilmiştir. Hanefi-lere göre ise, düşman askeri aldığı ilk yarayla kendini savunamaz bir duru­ma düşmüşse, onun selebini onu ilk yaralayan mücahid alır. Eğer aldığı ya­ra onu güçsüz duruma düşürmemişse, ona ikinci darbeyi indirerek onu öl­düren kimse alır.[316]

 

140. Ganimetler Dağıtıldıktan Sonra Savaşa Gelen Kimse Ganimetten Bir Pay Alamaz

 

2723. ...Ebu Hureyre (nin) Said b. elrAs'a anlattığına göre, Rasûlullah (s.a.) Eban b. Said b. el-As*ı bir seriyyenin başında Medine'­den Necid tarafına gönder (miş) di. Eban b. Said ve arkadaşları (Ne-cid'den dönerlerken) Hayberi fethettikten sonra (daha) Hayber'de (bu­lunan) Rasaûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin yanına geldiler. Atla­rının kemerleri lif (ten) idi. Eban:

"Ey Allah'ın Rasûlü (elinize geçen ganimetten) bize de bir pay ayır." dedi. Ebu Hureyre (sözlerine devam ederek hadiseyi şöyle) an­lattı: Ben de

"Ey Allah'ın Rasûlü (sakın onlara bir) pay ayırma" dedim. Eban da bana

"Ey tavşan kılıklı sen (bize) bunu (söylüyorsun) dağın tepesinden üzerimize sarkıyorsun ha? diye karşılık verdi. Peygamber Sallal-lahü aleyhi ve sellem de:

“Ey Eban otur" buyurdu ve onlara pay ayırmadı.[317]

 

Açıklama

 

Eban, Ebû Hureyre'ye "Ey tavşan kılıklı sen bize bunu söylüyorsun ha?" demekle Ebû Hureyre'nin Rasul-ü Ekrem'in huzurunda ganimetler hakkında hüküm vermek salahiyetini haiz olmadığım ve Rasul-ü Ekrem'in huzurunda onun bir hiç mesabesinde olduğunu ifade etmek ve onu haddini aşmamaya davet etmek istemiştir.

Hadis-i şerif, harpte bulunmayan kimselerin harpte elde edilen ganimetten bir pay alamayacaklarını söyleyen ulemanın delilidir. Bu mevzuda Hattâbî şunları kaydetmiştir:

İmam Ebû Hanife (r.a.)'ye göre; düşman ülkesinde iken, ganimetler da­ğıtılmadan önce, savaşmak üzere gelip de mücahitlere katılan kimse gani­mete ortak olur ve diğer gazilerle beraber ondan pay alır, yoksa alamaz.

İmam Şafiîye göre; harbe bizzat katılan ya da bilfiil mücahidlere yar­dım eden kimse, ganimetlerden pay almaya hak kazanır. Aksi halde gani­metten pay almaya hakkı yoktur. İmam Ahmed ile İmam Malik(r.a.)de bu görüştedirler.

İmam Şafiî; "Bir mücahid harp bittikten sonra daha ganimetler taksim edilmeden ölecek olursa, onun ganimetteki hissesi varislerine intikal eder." derdi.

İmam Evzâî, Allah yolunda savaşmak üzere yola çıkan bir kimse harbe katılsa da, harbe katılmadan savaş sona erse de ganimetlerden pay almaya hak kazanır, demiştir.[318]

 

2724. ...Ebû Hureyre'den demiştir ki:

Ben Medine'ye geldiğim sırada, Rasûlullah (s.a.) Hayber'i fethetmişti ve orada bulunuyordu. Bunun üzerine (yanına varıp kendisin­den, Hayber savaşında ele geçirdikleri ganimet mallarından) bana da pay ayırmasını istedim. Said b. el-As'in çocuğunun biri söze karışıp.

"Ey Allah'ın Rasûlü ona pay verme" dedi. Ben de "Bu (adam) İbn Kavkal'ın katilidir." (onun sözüne itibar edilmez) dedim. Said b. el-As (in oğlu Eban) da:

"Şu tavşan kılıklı kişiye hayret ediyorum, hurma ağacının tepe­sinden üzerimize sarkıyor da yüce Allah'ın ikramda bulunduğu, fa­kat beni onun önünde rezil olmaktan koruduğu müslüman bir kişinin benim önümde ölmesinden dolayı beni ayıplıyor." diye karşılık verdi.[319]

 

Açıklama

 

İbn Kavkal, en-Nu'man b. Kavkale b. Ahram b. Fihr b. Sa'-lebe b. Ğanem b. Amr b. Avf'dır. Musa b. Ukbe ile İbn İshak, onun Bedr savaşına katılıp Uhud savaşında şehid olduğunu, ifade etmişlerdir. Beğavünin açıklamasına göre, İbn Kavkal savaş esnasında güneş batmadan önce şehid olmayı arzu etmiş, güneş batmadan önce bu ga­yesine ermiştir. Rasulü zişan efendimiz bu hadise üzerine "Onun cennette arzu ettiği makamlara eriştiğini gözlerimle gördüm." buyurmuştur.

Ebû Hureyre'nin metinde geçen sözlerinden anlaşılıyor ki, İbn Kavkal'ı Uhud'da Eban b. Said b. el-As şehid etmiştir. O zaman Hz. Eban b. Said henüz müslüman olmamıştı. Kendisi Hz. İbn Kavkal'ı şehid etmekle, onun şehitlik mertebesine erişmesine sebep olmuştur. Fakat orada kendisi Hz. İbn Kavkal tarafından Öldürülmüş olsaydı, imansız olarak gideceği için ebedi ce­hennemlik olacaktı. İşte Ebû Hureyre'nin "Bu (adam) İbn Kavkal'ın katili­dir." sözlerine karşılık olarak Hz. Eban"... Yüce Allah'ın ikramda bulun­duğu, fakat beni onun önünde rezil olmaktan koruduğu müslüman bir kişi­nin benim önümde ölmesinden dolayı beni ayıplıyor" demekle bunu ifade etmek istemiştir.

Her ne kadar metinde Rasulü-Ekrem'in huzurunda cereyan eden bu mü­nakaşa, Hz. Ebû Hureyre ile Hz. Eban b. Said b. el-As tarafından başla-tıldıysa da sonradan bu münakaşaya Said b. el-As'ın da katıldığı ifade edili­yor, aslında Said b. el-As bu münakaşaya karışmamıştır. Hafız İbn Hacer'-in el-Isabe isimli eserinde de ifade ettiği gibi, ravilerden birinin yaptığı bir yanlışlıktan dolayı, Eban b. Said b. el-Âs yerine Said b. el-As ismi rivayet edildiğinden bu hatalı durum ortaya çıkmıştır. Buharî'nin rivayetinde ise bu hata yoktur.

Yine Hafız İbn Hacer (r.a), bu hadisle ilgili olarak şu açıklamayı yapı­yor: "Bu hadis-i şerifte Hz. Peygamberden ganimet isteyenin Ebû Hureyre ve ona ganimet verilmesine engel olmak isteyenin de Eban (r.a) olduğu, ifa­de edilirken bir önceki hadis-i şerifte, tam tersine Hz. Peygamberden gani­met isteyenin Hz. Eban, ona ganimet verilmesine engel olmak isteyenin de Ebû Hureyre (r.a) olduğu ifade ediliyor. Bu durum hadisin senedinde isim­lerin yanlışlıkla yerlerinin değiştirildiğini, dolayısıyla bu hadisin maklub ha­dislerden olduğunu ortaya koyar. ez-Züheylî, bu duruma bakarak, bu iki hadisten doğru olanın bir önceki hadis olduğunu, ikinci hadisin de, ona gö­re düzeltilmesi gerektiğini söylüyor.

Aslında bu hadislerde böyle yanlışlıkla isimler arasında bir değişiklik yapılması sözkonusu olmayıp Ebû Hureyre ile Hz. Eban'ın her ikisinin de ganimetten pay istemesi ve ikisinin de biribirlerine mani olmaları da ihtimal dahilindedir. Nitekim Hz. Ebû Hureyre'nin "O İbn KavkaFın katilidir" de­mesi, buna karşılık Hz. Eban'ın da Hz. Ebû Hureyre'nin ganimette hiçbir hakkı bulunmadığını ifade etmek üzere onun hakkında"... Hurma ağacının tepesinden üzerimize sarkan tavşan..." gibi sözler sarfetmesi de bu ihtimali kuvvetlendirmektedir.[320]

Hanefi âlimlerden1 Şeyh Halil Ahmed, Bezlii'l-Mechûd isimli eserinde, bu hadisle ilgili olarak şu açıklamayı yapıyor; "Eğer sen Hz. Eban ile Ebû Hureyre daha ganimetler dağıtılmadan önce düşmanla savaşmak üzere Hay-ber'e vardıkları halde, niçin kendilerine ganimetten pay verilmedi?" diye so­rarsan ben de sana şu cevabı veririm: Hanefi ulemasına göre mücahidlere yardım için savaş alanına varıp onlara katılmak isteyen bir kişinin ganimet­lerden hisse alabilmesi için ganimetler daha harp ülkesinde iken ve İslam ül­kesine taşınmadan önce onlara katılmış olması gerekir. Halbuki sözü geçen sahabiler, Hayber'de savaşan mücahidlere katılmadan önce Hayber fethe­dilmiş, İslam topraklarına katılmış, harp ülkesi olmaktan çıkmıştı. Dolayı­sıyla ganimetler harp ülkesinde değil, İslam ülkesinde bulunuyordu. Bu bakımdan ganimetten pay almaya haklan yoktu. Şafiî ulemasına göre ise, mü-cahidlere sonradan katılan kimselerin ganimetten pay alabilmeleri için savaş bitmeden önce mücahidlere katılması gerekir. Ancak Hz. Peygamberin Hz. Ebû Musa el-Eş'arî gibi bazı zatlara savaşa katılmadıkları halde Hayber ga­nimetlerinden pay ayırması, ayrı bir meseledir. Çünkü Hz. Peygamber o pa­yı onlara ya kendi payından vermiştir ya da diğer gazilerin gönüllerini ala­rak onların payından vermiştir.[321]

 

2725. ...Ebû Musa (el-Eş'arî) den demiştir ki:

"Rasûlullah (s.a.) Hayber'i fethettiği sırada, biz de Yemen'den gelip yanına vardık. (Ganimet mallarından) bize de hisse verdi." Ya­hut da (Ebû Musa el-Eşârî şöyle) dedi: "Ganimetlerden bize de hisse verdi. (Fakat) Hayber savaşına katılmayan kimselere ganimet malla­rından hiçbir hisse vermedi. Ancak bizim gemi halkından olan Ca'fer ile arkadaşlarına (Hayber savaşma bilfiil katılan) kimselerle birlikte hisse verdi.[322]

 

Açıklama

 

Metindeki tereddüt ve şüphe ifadesi olan yahut kelimesi  metnin  aslından  değil  ravi  tarafından  ilave  edilmiş bir kelimedir. Ravi Hz. Ebû Musa el-Eş'arî'nin sözlerini kesin bir şekil­de hatırlayamadığı için bu şüphesini de ifade etmek maksadıyla bu kelimeyi de metine ilave etmek lüzumunu hissetmiştir.

Bir önceki hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi, aslında Şafiî ulemasına göre harp bitmeden önce, savaş alanına varıp mücahitlere katıla­madıkları için, Hanefi âlimlerine göre de ganimet malları henüz harp ülke­sinden İslam ülkesine taşınmadan önce mücahidlere katılamadıkları için, ga­nimet mallarından bir pay alamamaları gerekirdi. Onlar Hayber'e vardıkla­rı zaman orası harp ülkesi olmaktan çıkmış, İslam ülkesi haline gelmişti. Fakat

Hz. Peygamber, onlara verdiği bu hisseyi, ya kendi rızasıyla kendi hissesin­den vermiştir. Yahut da mücahidlerin rızasını alarak onların hakkından ver­miştir. Ayrıca gemi halkının Hayber'in fethinden önce oraya vardıkları için ganimetten pay almayı hak etmiş oldukları da düşünülebilir.[323]

 

2726. ...İbn Ömer'den demiştir ki:

Rasûlullah (s.a.) Bedir (savaşı) günü (ayağa) kalarak: "Gerçekten Osman, Allah'ın ve Rasulünün yolunda hizmette bulundu. Ben de onun adına biat ediyorum." deyip (ganimet malla­rından) ona da pay verdi. Oysa onun dışında, harbe katılmayan hiç­bir kimseye (ganimetten) pay vermemişti.[324]

 

Açıklama

 

Her ne kadar metinde Hz. Peygamberin Hz. Osmanın dışında   Bedir   savaşına  bilfiil   katılmayan   kimselerin  hiçbirine ganimetten hisse vermediği ifade ediliyorsa da aslında, es-Siyerü'1-Kebir isimli eserde açıklandığına göre, Hz. Peygamber bilfiil Bedir harbine katıl­mayan Hz. Osman'a Bedr ganimetlerinden pay verdiği gibi, Şam taraflarına giden Kureyş Kervanım takib etmek ve onun hakkında haber getirmekle gö­revlendirdiği Talha b. Ubeydullah ile Said b. Zeyd (r.a)'e ve Medine'den ge­len münafıklarla ilgili bir haberi tahkik etmek üzere, Medine'ye gönderdiği Ensar'dan beş mücahide de bilfiil savaşa katılmadıkları halde, Bedir gani­metlerinden hisse vermiştir. Bu mücahidler her ne kadar bilfiil savaşa katıl-mamışlarsa da aslında, bilfiil harp ülkesinde Rasul-i Ekrem'in ve tüm müs-lümanların hizmetinde bulunmuşlardır. Medine'ye gönderirken Hz. Talha ile Hz. Said'den Medine'de bulunduklarından dolayı harp ülkesinde değil, İslam ülkesinde bulundukları iddia edilemez.

Ayrıca bazı kimseler, "Allah Teâlâ hazretleri, Bedir ganimetlerinin pay­laştırılmasını Rasulünün arzusuna bırakmıştı. O ganimetlerde kimsenin hakkı yoktu. Bu sebeple Hz. Peygamber sözkonusu ganimetlerden istediği kadarı­nı istediği kimseye vermeye salahiyetli idi de onun için sözü geçen kimselere de Bedir savaşına katılmadıkları halde ganimetlerden pay verdi. Nitekim "... Ganimetler, Allah'ın ve Rasûliinündür..."[325] ayet-i kerimesi de bunu gös­terir." demişlerdir. Siyer-i Kebir şerhinden naklettiğimiz bu ifadelerden de anlaşılıyor ki aslında Bedir savaşına bilfiil katılmadığı halde Bedir ganimet­lerinden pay alan sadece Hz. Osman değildir. Fakat Hz. İbn Ömer bundan haberi olmadığı için "Savaşa katılmadığı halde ganimetlerden pay alan sa­dece Hz. Osman'dır..." diye rivayette bulunmuştur.

Hanefi âlimlerinden Ebû Ca'fer Tahavî, bu hadisle ilgili olarak şu açık­lamayı yapıyor: *'Hz. Osman Hz. Peygamberin emriyle Medine'de kalarak ailesi Rukiyye'nin hastalığıyla ilgilenmek üzere görevlendirildiği ve bu yüz­den de katılmayı çok istediği halde bilfiil katılamadığı, Bedir savaşının gani­metlerinden hisse aldığı gibi,devlet reisinin bir başka cephede savaşmak üze­re müslümanların işleriyle görevlendirildiği bir kimse de müslümanların eli­ne geçen ganimet mallarından pay almaya hak kazanır. Kumandan, harp mal­zemesi ikmal etmek üzere İslam ülkesine geri gönderdiği kimselerle, Harbe katılmayı çok arzu ettikleri halde devlet reisinin görevlendirdiği yeri terke-demeyen ve bu yüzden de savaşa katılmayan kimseler de ganimetten pay al­maya hak kazanırlar. Her ne kadar 2723 numaralı Ebû Hureyre hadisinde Hz. Ebanı, Necd taraflarına gitmek üzere bizzat Hz. Peygamber gönderdiği halde, dönüşte ona ve arkadaşlarına Hayber ganimetlerinden pay verilme-mişse de, aslında bunun sebebi Hz. Peygamberin Hz. Eban ile arkadaşlarını savaş başladıktan sonra değil de savaş başlamadan önce göndermiş olması­dır. Bir başka ifadeyle, Hz. Eban'ı Hayber savaşına katılmaktan alıkoyan sebep kendisine Hz. Peygamberin vermiş olduğu görev değildi. İstese idi Hay­ber savaşı sona ermeden önce arkadaşlarıyla birlikte Hayber mücahidlerine katılabilirdi.

Avnü'l-Ma'bûd yazarının ifade ettiğine göre, her ne kadar konumuzu ilgilendiren bu hadis-i şerifte Bedir muharebesinin sonunda Hz. Peygambe­rin, Hz. Osman'ın gıyabında onun adına bîat aldığı ifade ediliyorsa da, bu doğru değildir. Hadisin bu kısmını bazı raviler yanlış rivayet etmişlerdir. Hz. Peygamberin kendi sağ elini sol eli üzerine koyarak Hz. Osman'ın gıyabın­da, onunla biatlaşması hadisesi, Bedir savaşında değil, Hudeybiye gazvesin­de olmuştur. Nitekim Buharı ve Tirmizi'de zikredilen şu hadis-i şerifte bu gerçeği ifade etmektedir:

"Osman b. Abdullah b. Mevhibden rivayet edilmiştir ki, Mısır halkın­dan bir adam, Beytullah'ı haccetti ve (orada) oturmakta olan bir cemaat gördü.

"Bunlar kimlerdir?" diye sordu.

"Kureyşdir" dediler.

"Şu şeyh kimdir?" diye sordu.

İbn (i Ömer) dir." dediler. Yanına geldi ve:

"Sana birşey soracağım; şu ka'be'nin kutsiyeti hakkı için senden bana (gerçeği) söylemeni istiyorum. Uhud savaşı esnasında Osman'ın kaçtığını bilir misin?" dedi. Şeyh:

"Evet" diye cevap verdi. Adam:

"Rıdvan Matından geri kaldığını ve bu biate katılmadığını biliyor mu­sun?" diye sordu. Şeyh:

"Evet" diye cevap verdi. Adam:

"Bedir savaşından geri kaldığını ve bu savaşa da katılmadığım bilir mi­sin?" dedi. Şeyh:

"Evet" diye cevap verdi. Bunun üzerine adam "Allahü ekber" diye mu­kabele etti. İbn Ömer Ona:

"Gel" dedi "sorduğun hususları sana açıklayayım. Uhud günü esna­sında Osman'ın firar etmesi ise şehadet ederim ki; Osman, Allah tarafından affedilmiş ve bağışlanmıştır.[326] Bedir savaşından geri kalmasına gelince, çün­kü peygamber (s.a.)'in kerimesi Hz. Osman'ın yanında veya nikahı altında bulunuyordu. Peygamber, (s.a.v) ona "Bedir savaşına katılan kişinin seva­bına ve (ganimet) payına sahip olacaksın." buyurmuştu. Rıdvan bi'atinden geri kalması da Mekke içinde Osman'dan daha kıymetli bir kişi olsaydı Rasûlullah (s.a) Osman'ın yerine onu gönderirdi. Rıdvan biati Osman Mekke'­ye gittikten sonra oldu. Peygamber (s.a) sağ eli için "Bu Osman'ın elidir" buyurarak, onunla (so1 elinin üzerine vurdu ve (biat) Osman içindir- buyur­du." İbn Ömer, ona simdi bunu (izahı) da beraberinde   götür" dedi.[327]

 

141. Ganimetten Kadınla Köleye De Pay Verilir

 

2727. ...Yezid b. Hürmüz'den rivayet olunmuştur ki: (Haricilerin başkanı) Necdet (b. Amir el-Harûrî), İbn Abbas'a (bir mektup) yazarak ona bazı şeylerle birlikte kölenin de ganimette bir hakkı olup olmadığım, kadınların da peygamber (s.a)le birlikte (sava­şa) çıkıp çıkmadıklarını ve onların da ganimette bir hakkı bulunup bu­lunmadığını sordu. İbn Abbas (r.a) da:

(Eğer bu adamın) Ahmakça bir iş yapmayacağından emin olsay­dım, ona mektupla cevap vermezdim- dedi (ve mektubunda ona şun­ları yazdı) "Kölelere gelince (onlara da ganimetten pay) verilirdi. Ka­dınlarsa onlar yaralıları tedavi ederler ve su verirlerdi."[328]

 

Açıklama

 

Metinde geçen "Eğer (bu adamın) ahmakça bir iş yapmayacağından   emin   olsaydım   ona   mektupla   cevap   vermezdim." anlamındaki cümle, Müslim'de "... Bir ilmi gizlemiş olma duru­muna düşmesem buna (cevap) yazmazdım..."[329] anlamına gelen lafızlarla rivayet edilmiştir.

Yine Müslim'in rivayetinden öğrendiğimize göre, Haricilerin reislerin­den olan Necdet'in, îbn Abbas'a gönderdiği mektupta kendisine şu beş soru yöneltilmiştir:

1. Rasûlullah (s.a.) kadınlarla birlikte savaşa gider miydi?

2. Onlara da ganimetten hisse ayırır mı idi?

3. Çocukları öldürür müydü?

4. Yetimin yetimlik müddeti ne zaman sona erer?

5. Beştebir kimin hakkıdır?

Hz. İbn Abbas da ona şu cevabı vermiştir:

"Bana mektup yazarak; Rasûlullah (sallallahü Aleyhi ve sellem) kadın­larla birlikte gaza eder mi idi? diye sordun. (Evet) Onlarla birlikte gaza edi­yordu. Onlar da yaralıları tedavi ediyor; kendilerine ganimetten bir şeyler veriliyordu. Hisseye gelince; onlara hisse ayırmamışlar, şüphesiz Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sellem çocukları da öldürmezdi. O halde sen de çocukla­rı öldürme!

Bana yazarak; yetimin yetimlik müddeti ne zaman sona erer? diye sor­dun. Ömrüme yemin ederim ki adam vardır, sakalı biter de halâ kendi hak­kını almaktan zayıf, kendi namına vermekten acizdir. İşte kendisi için baş­kalarının aldığının elverişlisini almaya başladı mı artık ondan yetimlik gitti demektir.

Bana yazarak; beştebirin kime verileceğini sordun. Biz: Bu bizim hak­kımızdır, derdik, fakat kavmimiz bunu kabul etmedi." Aslında Hz. tbn Abbas Necdet'in bu mektubuna cevap vermek istememiştir. Çünkü bu zat, İslam. alemine saçtıkları fitne tohumları ve ortaya attıkları bid'atlerle, İslam daire­sinden çıkan ve sonu gelmez tartışma ve fitnelerin öncülüğünü yapan harici­lerin liderlerinden di.

Fakat, -'Kim bildiği bir meseleyi kendisine soran bir kimseye açıkla­maktan kaçınırsa kıyamet gününde onun ağzına ateşten gem vurulacak­tır.”[330] hadis-i şerifindeki tehdide hedef olmaktan korktuğu ve Necdet'in de açıkladığı gibi ahmakça bir uygulama yaparak, yeni birtakım bid'atlere yol açacağından çekindiği için, ona cevap vermeyi daha uygun görmüştür. Ko­numuzla ilgili bu hadis-i şerifte kölelere ganimetten bir şeyler verildiği ifade edilmekte ise de, bunun mikdarı ve mahiyeti hakkında kesin bir açıklama olmadığı gibi, kadınlar hakkında da bu hususta bir açıklama yoktur. Ancak yukarıda tercümesini sunduğumuz Müslim'in rivayetinde ise; kadınlara ga­nimetten hisse mikdarına erişmeyen birşeyler verildiği açıklanmaktadır. Da­ha sonra gelecek olan 2728 numaralı hadis-i şerifte, kadınlara ganimetten verilen bu mikdarın razh denilen bir miktar olduğu ifade edilmektedir.

Ömer Nasuhi Bilmen Razh kelimesini şöyle açıklıyor: "Harpte hizmet­leri görülen kadınlara, çocuklara, kölelere ve ziminilere ganimet malların­dan verilen bir mikdar maldır. Savaşanların paylarından eksiltilir. Bu mik-darı tayin veliyyü'1-emre aittir.

Razh kelimesi; lügatte az birşey vermek ve az bir mikdarda verilen şey manasındadır. Kendileri savaşçı ve mücahidlerden sayılmadıklan halde harpte, bazı hizmetleri görüldüğünde dolayı ganimet mallarından razh namıyla bi­rer mikdar mal alan kimselere de Ehl-i razh denilir.[331] Müslim'in rivayet et­tiği diğer bir hadis-i şerifte de "... Ganimet mallarının başında bulunan kö­lelerle kadınlara sade bir mikdar hediyye verileceği..."[332] ifade edildiğinden Hanefi âlimleri, ganimet mallarının başında bulunan kölelere, kadınlara ga­nimet mallarından bir hisse verilemeyeceğini, sadece "razh" adıyla bir he­diyye verilebileceğini söylemişlerdir. Burhaneddin el-Merğınani el-Hidaye isim­li eserinde, Hanefî âlimlerin bu meseledeki görüşünü şöyle ifade ediyor: "Köle ile kadına, çocuğa ve zimmiye ganimet mallarından bir hisse verilemez. On­lara ancak razh verilebilir. Razh'ın mikdarını da ancak devlet reisi tayin eder. Çünkü Hz. Peygamber, sözü geçen sınıflara, ganimetten bir hisse ayırma-mıştır. Zira cihad bir ibadettir. Zimmi ise ibadet ehlinden değildir. Çocukla kadına gelince, bunlar cihad etmekten acizdirler. Ancak köle savaşacak olursa, kadınlar da yaralıları tedavi edip hastalara bakacak olurlarsa, kendilerine razh denilen bir hediye verilir.[333] İbn Humam'm beyanına göre "Hanefi âlimleri bu Razh ganimetlerden Allah ve Rasulü için ayrılacak olan humus çıkarılmadan önce, sahiplerine verileceğini söylemişlerdir.

İmam Şafiî ile imam Ahmed (r.a) bu görüştedirler. İmam-ı Ahmed'den gelen diğer bir rivayete göre de, razh ganimetlerden humus çıkarıldıktan sonra kalandan alınır, tmam Şafiî'nin diğer bir görüşüne göre de humusun beşte birinden alınır.[334] İmam Malik'e göre ise bunlara nimetten hiçbir şey verilmez.[335]

 

Bazı Hükümler

 

1. Kadınlar harbe katılarak, yaralıların ve hastaların hizmetinde bulunabilirler.

2. Dar'ül-Harpte ganimetler dağıtılırken orada hazır bulunan kadınla­ra, ganimetten bir mikdar hediyye verilir, tmam Ebû Hanife ile es-Sevri, el-Leys, Şafii ve ulemanın büyük çoğunluğu bu   görüştedir. İmam   Evzâî'ye göre; eğer kadınlar hastaların veya yaralıların hizmetinde bulunmuşlarsa, mü-cahidler gibi ganimetten hisse alırlar, imam Malik'e göre, kadınlar ganimet­ten hiçbir şey alamazlar.[336]

 

2728. ...Yezid İbn Hürmüz'den demiştir ki:

Necdetü'l-Harûrî, îbn Abbas'a (bir mektup) yazarak ona "Ka­dınlar Rasûlullah (s.a)'le birlikte savaşa katılırlar mıydı? Rasûlullah (s.a) onlara (ganimetten) bir pay ayırır mıydı?" diye sordu. (Yezid b. Hürmüz rivayetine devam ederek şunları) söyledi: İbn Abbas'ın Nec­det'e (gönderdiği) mektubunu ben (bizat kendi ellerimle ve şu şekilde) yazdım: "Kadınlar da Rasûlullah (s.a.)'la birlikte savaşa katılırlardı. (Ganimetlerden) pay (ayıimay)a gelince (işte bu) yoktu, fakat onlara razh verilirdi.[337]

 

Açıklama

 

Harûra: Küfeye iki mil uzaklıkta bir yerdir. Hariciler ilk toplantılarını burada yaptıkları için daha sonra, buraya nışbet edilerek Harûralılar diye anılmışlardır. Hariciler, çeşitli fırkalara ayrılır. Fakat üzerinde ittifak ettikleri esaslardan biri, mutlak olarak Kur'ân'ın emrine uy­mak ve hadisin Kur'ân'da bulunmayan emrini reddetmektir.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifle ilgili açıklama bir önceki ha­disin şerhinde geçtiği için burada tekrara lüzum görmüyoruz.[338]

 

2729. ...Haşrec b. ZiyacTın baba annesi (Ümmü Ziyad el-Eşçiyye) nden demiştir ki; kendisi Rasûlullah (s.a.) ile birlikte (Hayber savaşı­na katılan) altı kadının altıncısı olarak Hayber savaşına çıkmıştır. (Hz. Ümmü Ziyad sözlerine) şöyle devam etti: Bizim de. erkeklerle birlikte savaşa çıktığımız haber olarak Rasûlullah (s.a.)'e erişince bize (emir) gönderip (yanına çağırdı) Biz de (emre uyup huzuruna) vardık. Ken­disinde öfke (alametleri) gördük. (Bu savaşa)

“Kiminle ve kimin izniyle çıktınız?" dedi. Biz de "Ey Allah'ın Rasûlü, biz yün eğirerek (savaşa) çıktık. Bununla Allah yolunda hiz­met edeceğiz. Ayrıca bizim yanımızda yaralıları(tedavi) için (birtakım) ilaçlar da var, (ganimetlerden) hisse alırız (halka buğday ve arpadan yapılmış) sevk (denilen bir şurup) içiririz" dedik, (bu hadisi Hz. Üm­mü Ziyad'dan nakleden Haşrec, sözlerine devam ederek şunları) söy­ledi (Bu konuşmadan sonra) "Kadınlar kalktılar" (gittiler, Hz. Üm­mü Ziyad sözlerine devam ederek bana) "Allah, peygamberine Hay-ber'i (n kapılarım) açınca bize de erkekler gibi (ganimetten) pay ver­di." dedi. Ben de ona: "Ey nineciğim (Hz. Peygamberin size verdiği) bu şey ne idi?" dedim. "Hurma" (idi) diye cevap verdi.[339]

 

Açıklama

 

Şevkanî'nin açıklamasına göre bu hadisin senedinde bulunan Haşrec kimliği meçhul bir kimsedir. Bu bakımdan onun rivayet ettiği hadisler delil olmaz. Hafız tbn Hacer Telhis isimli eserin­de bu ravi hakkında bu hükmü vermiştir. Hattâbî'nin bu hadisle ilgili açık­lamalarını şu şekilde özetlemek mümkündür: "Fıkıh ulemasının büyük ço­ğunluğuna göre kadınlarla, kölelere ve çocuklara ganimetten bir pay verile­mez. Ancak bunlara Razh denilen ve mikdarını kumandanın tayin edeceği, az bir hediyye verilir. Fakat imam Evzaî, savaşa katılan kadınlara da erkek­ler gibi ganimetten bir hisse verilmesi gerektiğini iddia etmiş. Kanaatimce imam bu hükmü verirken bu hadise dayanmıştır. Oysa bu hadis, delil olma niteliği taşımayan zayıf bir hadistir. Bilfiil savaşa katılan kadınların da er­kekler gibi ganimetten hisse alabileceklerini iddia edenler olduğu gibi, harbe gücü yeten mürahiklik çağına gelmiş çocukların da, buluğ çağına ermiş mücahidlere denk hisse alacaklarını söyleyenler de vardır." Hafız Şemsüddin b. el-Kayyim (r.a) de bu mevzuda şunları söylüyor: Her ne kadar bu hadis-i şerifte "Rasûlullah ganimet eşyasından erkeklere verdiği gibi bize de verdi" anlamında bir ifade varsa da, burada erkeklerle kadınlara, ganimetten aynı miktarda mal verildiği kasdedilmiyor. Bir başka ifadeyle burada miktar üze­rinde durulmuyor. Sadece ganimetten erkeklere verildiği gibi kadınlara da birşeyler verildiği ifade edilmek isteniyor."[340] Sözü geçen kadınlara ganimet­ten verilen bu malların, erkeklere verilen hisse gibi olmadığını anlamak için, onlara verilen bu malın, hurma olduğunu düşünmek yeterlidir. Çünkü hur­ma bir yiyecektir. Yiyecekler ise diğer mallar gibi değildir.[341]

 

2730. ...Âbîllahm'ın kölesi Umeyr demiştir ki:

Ben, efendilerimle birlikte Hayber savaşına katıl (mış) tim. On­lar benim hakkımda, Rasûlullah (s.a.) le konuştular. (Rasul-ü Ekrem de silahlanmam içip) bana emir verdi. Ben de bir kılıç kuşandım, bir de baktım ki (yaşımın küçüklüğü ve boynumun kısalığı sebebiyle)kılı­cı yerde sürüklüyorum. Benim köle olduğum (Hz. Peygambere) ha­ber verildi. Bunun üzerine bana (ganimetten) işe yaramaz ev eşyası (ve­rilmesini) emretti.

Ebû Dâvûd der ki: (Bu son cümlenin) manası "Hz. Peygamber ona (ganimetten) pay vermedi" (demektir). Ebû Ubeyd kendisine et yemeyi yasakladığı için abillahm diye isimlendirildi.[342]

 

Açıklama

 

Metinde geçen Âbîllahmi kelimesi kaçınan imtina eden ânlamına gelen Abi kelimesiyle et anlamına gelen el-lahm kelimesinden meydana gelmiş birleşik bir kelimedir ki "et yemekten kaçı­nan kimse" demektir. İşte bu isimle anılan kimse ev halkının ileri gelenleriy­le birlikte Hz. Peygamberin huzuruna vararak daha küçük yaşta ve dolayı­sıyla kısa boylu olan Umeyr'in de Hayber savaşına girip girmemesi husu­sunda istişarede bulunmuştur. Hz. Peygamber de bu çocuğun harp sanatını öğrenmesi için techizâtlanarak savaşa girmesini tavsiye etmiştir. Bunun üze­rine Hz. Umeyr, kılıcını kuşanmışsa da boyu kısa olduğu için kılıcın ucu ye­re değmiş ve etrafındakilerin dikkatini çekmiştir.

Savaştan sonra, ganimetler bölüşülmeden önce, Hz. Peygamber'e, Hz. Umeyr'in köle olduğu haber verilince ona diğer mücahidlere verdiği gibi bir hisse vermemiş, sadece tencere gibi kapkacak cinsinden döküntü bazı ev eş­yası vermiştir.

Bu hadis-i şerif, köleye ve çocuğa ganimetten hisse verilmez, ancak sa­dece razh denilen bir hediye verilir, diyen Ebû Hanife (r.a.)»üe tmam Şafiî'nin ve ulamenan büyük çoğunluğunun delili olduğu gibi, köleye ganimetten hiç­bir şey verilmez diyen İmam Malik ile "harbe iştirak eden köleye de diğer mücahidler gibi hisse verilir."diyen Hasan, İbn Şirin, Nehai ve Hakim'in aleyhine delildir.[343]

 

2731. ...Cabir'den demiştir ki:

Ben Bedr (savaşı) günü (orada bulunan ve tabanındaki su gayet az olduğu için içine atılan kova boş çıkan) bir kuyuya inip kovaya bizzat kendi ellerimle su doldurururdum (ve) arkadaşlarıma (dağıtırdım).[344]

 

Açıklama

 

Metinde geçen kelimesi ikinci babdan olan fiilinden gelen muzari bir fiildir.fiili tabanında su az olduğu için atılan kovanın, dolmadığı bir kuyuya inip kovayı elle doldur­mak anlamında kullanılır. Buna göre hadis-i şerifte Hz. Cabir'in Bedir sa­vaşında orada bulunan bir kuyuya inerek bizzat elleriyle doldurduğu kova­larla gazilere su taşıdığı.bu suretle hizmette bulunduğu ifade edilmektedir. Avnü'l-Ma'bud yazarının da ifade ettiği gibi, bu hadis-i şerifin mevzu-muzu teşkil eden "Kadınlarla kölelerin ganimet mallarından pay alıp almayacağı" mevzuundaki hadisleri ihtiva eden babla hiçbir ilgisi yoktur. Ancak bu hadis savaşta mucahidlere su dağıtarak da hizmet edilebileceğini ifade etmesi sebebiyle, savaşın bir ayrıntısını teşkil ettiğinden musannif Ebû Dâvûd onu da bu babdaki hadislerin sonuna ilave etmeyi uygun bulmuştur.[345]

 

142. (Müslümanların Safında Çarpışan) Bir Müşrike De (Ganîmet Mallarından) Pay Verilebilir (Mi?)

 

2732. ...Yahya (b. Meîn) Hz. Aişe'den naklen (şöyle) demiştir.

(Müslümanlar, Bedir savaşına çıktıklarında) Bir müşrik Hz. Pey­gamberle birlikte savaşmak için yanına vardı. (Hz. Peygamber de onun bu teklifini reddederek)

"geri dön" dedi. (Hadisin bundan) sonra (ki kısmını Yahya b. Main ile Müsedded) aynı lafızlarla rivayet ettiler. (Bu iki ravinin itti­fakla rivayet ettiklerine göre Uz. Peygamber o müşrike şöyle) buyur­muştur: - "Biz bir müşrikten yardım istemeyiz."[346]

 

Açıklama

 

Hanefi âlimlerinden Burhaneddin el-Merğaninî'nin açıklamasına göre; Hanefi  âlimleri;  "Müslümanlar   safında kafirlere karşı savaşan bir kafirin ganimetten bir hisse alamayacağını, çün­kü cihad bir ibadet olduğundan kafirlerin cihada katılmaya ve dolayısıyla ci-haddan elde edilen ganimetten pay almaya ehil olmadıklarını söylemişler­dir. Delilleri ise mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şeriftir. Bu hadisle ilgili olarak Hanefi ulemasından İbn Abidin şunları söylüyor: Cihadda kafirden yardım istemek caiz değildir. Zira peygamber Efendimiz, Bedir gazasına çık­tıklarında kendilerine bir kafir yetişip müslümanlar safında savaşmak için geldiğini söyledi. Peygamber Efendimiz kendisine

"Allah'a ve Rasûlüne iman ediyor musun?" diye sordu, o da: "Hayır" dedi. Bunun üzerine Rasul-i Ekrem efendimiz

"Öyle ise dön! Ben bir kafirden asla yardım istemem" buyurdu. Bu hadis-i şerifi, Müslim rivayet etmiştir.

İmam Şafiî demiştir ki; Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Bedir gazasında bir veya iki kafirin cihada katılmasını reddetmiştir. Sonra Peygamber Efendi­miz, Hayber gazasında Beni Kaynuka yahudilerinden yardım istemiştir. Hu-neyn gazasında, Saffan b. Umeyyeh'den, kafir olduğu halde yardım istemiştir. Buna göre Peygamber Efendimiz, kafirden yardım istemekle istememek ara­sında muhayyer olduğu için, Bedir gazasında kafirin yardımını reddetmiş ise de iki hadis arasında ihtilaf yoktur. Bedir gazasında o kimsenin kafir oldu­ğu için yardımını reddetmiş ise, sonra Hayber gazasında ve diğer gazalarda kafirlerden yardım istemesi hakkındaki hadis-i şerifleri Bedir gazasında ka­firden yardım istemediğine dair hadis-i şerifin hükmünü neshetmiştir.[347]

Yine Hanefi âlimlerinden İbnü'l-Humam'ın açıklamasına göre; Peygam­ber Efendimizin Hayber gazasında yahudilerden yardım istuneleri hakkın­daki hadis-i şerifin senedinde zayıflık vardır. Çünkü fukahadan bir çokları -cihadda kafirden yardım istemek caiz değildir- demişlerdir."[348]

Bezlü'l-Mechûd yazarının bildirdiğine göre İmam Şafiî ve diğer ulema­ya göre, müslümanlar hakkında iyi düşündüğüne inanılan bir kafirin, yardı­mına ihtiyaç duyulduğu zaman, ondan yardım istemek caizdir. Böyle bir ihtiyaç yokken, ondan yardım istemek ise tahrimen mekruhtur. Bu şekilde müs-lümanların kendine güvenmesi ve imamın da kendisine izin vermesi netice­sinde müslümanlar safında kafirlere karşı savaş veren bir kimse ganimetler­den pay alamaz sadece "razh" denilen az bir hediye alır. İmam Malik ile İmam Şafiî, İmam Ebû Hanife (r.a.) ve ulemanın büyük çoğunluğu bu gö­rüştedirler.

İmam Şa'rânî ise Mizan'ül-Kiibra isimli eserinde "İmam Malik ile İmam Ahmed'e göre kafirlerden asla yardım istenemez, İmam Şafiîye göre ise, ka­firden yardım istenebilmesi için iki şart vardır: Birincisi müslümanlar az ol­ması lazım, ikincisi de o kafirin müslümanlar hakkında iyi niyet beslediği­nin bilinmesi gerekir.

Nitekim Bahrü'r-Raik isimli eserde, kendisine verilen talimata uygun hareket ettikleri takdirde savaşta kafirlerden ve fasıklardan yardım istenebi­lir. Küffara karşı yapılan savaşlarda münafıklarla, fasıklardan yardım iste­nebileceğinde icma vardır. Bağilere karşı yapılan savaşta da fasıklardan yar­dım istemek Hanefi ulemasına göre caizdir. Çünkü Hz. Ali, bağilere karşı Eş'as'dan yardım istemiştir. Kâfirlere karşı yapılan savaşlarda, kafirlerden yardım istemenin cevazına delâlet eden bir hâdisede Hz. Peygamberin kâfir­lerle yaptığı bir savaşta kafir kısmına müslümanlar safında savaşması için izin vermesi ve sonra da

"Allah bu dinî facir kimselerle de kuvvetlendirir," buyurmasıdır.[349]

 

143. Atlı Mücahitlerin Ganimetlerdeki Payları

 

2733. ...İbn Ömer'den demiştir ki

Rasûlullah (s.a) mücahid ve atı için birisi kendisine ikisi de atma (olmak üzere ganimet mallarından) üç pay vermiştir.[350]

 

Açıklama

 

Ulema, bir mücahidin ganimet mallarından alması gereken  pay hakkında ihtilafa düşmüşlerdir.

Esasen bir mücahid, savaşta ya süvari olarak bulunur ya da piyade ola­rak bulunur.

Savaşa piyade olarak katılan bir mücahidin, ganimet mallarından sade­ce bir hisse alması gerektiğinde tüm ulema ittifak etmişlerdir.

Fakat, süvari olarak katılması halinde, alması gereken hissenin mikda-rı hakkında ihtilafa düşmüşlerdir. İmam Ebû Hanife (r.a) ile İmam Züfer (r.a)'e göre savaşa süvari olarak katılan bir mücahid, birisi kendisi, diğeri de hayvanı için olmak üzere ganimet mallarından iki hisse alır. Yine Hanefi imamlarından İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed (r.a.)'e göre; birisi ken­disi için, ikisi de hayvanı için olmak üzere üç hisse alır. İmam Şafii ile İmam Malik, Ahmed, İshak, İbn Abbas, Mücahid, el-Hasen, İbn Şîrîn, Ömer b. Abdülaziz, el-Evzâî, es-Sevri, Ebû Ubeyd, İbn Cerir ve diğer ulema da İmam Ebû Yusuf'un görüşündedirler.

Şafiî ulemasından Hafız İbn Hacer ise, Hz. Ali (r.a) ile Hz. Ömer (r.a)'in de bu mevzuda cumhurun görüşünde olduklarını söylemiştir.

Süvari olarak savaşa katılan bir mücahidin, birisi kendisi için, ikisi de hayvanı için olmak üzere ganimet mallarından üç hisse alacağını söyleyen cumhur ulemanın bu mevzudaki delili; konumuzu teşkil eden İbn Ömer ha­disi ile benzeri hadislerdir. İmam Ebû Hanife (r.a)'nin bu mevzudaki delili ise 2736 numaralı Mücemmi b. Cariye hadisidir. İmam Ebû Hanife (r.a) ken­disine göre tesbit ettiği bazı deliller sebebiyle mevzumuzu teşkil eden İbn Ömer hadisiyle amel etmeyi uygun görmemiştir.

Çünkü İbn Ömer hadisinde, sözü geçen ganimet taksiminin hangi sa­vaşta elde edilen ganimetlerle ilgili olduğu açıklanmamıştır. Bu ganimetlerin Hayber savaşından Önceki savaşlarda ele geçen ganimetlerle ilgili olması ih­timali vardır. Oysa Rasul-ü Zişan efendimizin Hayber savaşından önceki ga­nimetlerle ilgili uygulaması daha sonraki ganimetlerin taksimi için bir ölçü olamaz. Allahu Teâlâ Hayber ganimetlerini hiçbir ölçüye tabi olmaksızın is­tediği şekilde dağıtmak üzere Hz. Peygamberin arzusuna bırakmıştı. Ayrıca konumuzla ilgili bu hadis-i şerif te at için verildiği ifade edilen, iki hisseden birinin normal ganimet payı olarak diğerinin de tenfil olarak verilmiş olma­sı, savaşta kullanılan atlar için iki hisse değil bir hisse verilmiş olması, ihti­mal dahilindedir.

Buharî sahihinde, bu hadisi iki yerde rivayet etmiş. Bunlardan birisi ci-hâd bölümünde "Rasûlullah (s.a) Hayber günü at için iki, piyade için bir hisse verdi." anlamına gelen lafızlarla rivayet etmiştir. Ancak burada söz konusu ganimetlerin Hayber ganimetleri olduğu ifade edilmekle beraber, bu-•adaki at için verildiği ifade edilen iki hissenin sadece ata verilmiş olmayıp sahibiyle birlikte ata verilmiş olması ihtimali vardır. Bu durumda aslında ata ve sahibine birer hisse verilmiş demektir.

Ayrıca metinde geçen at anlamındaki Feres kelimesinin aslında atlı an­lamına gelen faris olduğu halde yanlışlıkla elifi düşerek metne "feres" şek­linde geçmiş daha sonraki devirlerde gelen raviler bu metne itibar ederek, "bir ata iki hisse bir piyadeye de bir hisse verildiğine göre bir atlıya üç hisse verilmesi icabeder." mantığından hareketle, bu mevzudaki hadisleri "Bir sü­variye üç hisse verilir" şeklinde rivayet etmiş olmaları kuvvetle muhtemel­dir. Nitekim İbn Ebî Şeybe'nin Musannafındaki "Rasulullah (s.a.) süvari­ler için iki piyadeler için de bir hisse verirdi." mealindeki hadis-i şerifle ben­zerleri bu gerçeği te'yid etmektedir.

Darekutnî'nin el-Mü'telif ve'l-Muhtelif isimli eserinde de bu hadiste geçen el-feres kelimesi el-far(is şeklinde rivayet edilmiştir. Bu kelimeyi, Faris şek­linde rivayet eden ravilerin tümünü görmek isteyen okuyucularımıza Bezlü'l-Mechûd isimli Sünen-i Ebu Davud şerhinin 335-336. sayfalarına bakmaları­nı tavsiye ederiz.

Şevkanî'nin bu mevzudaki görüşünden dolayı İmam Ebû Hanife'ye sal­dırması, kendisine yakışmayan bir tutumdur.[351]

 

2734. ...(Ebû Umre'nin) babasından rivayet etmiştir ki: Biz dört kişi, yanımızda bir(er) atla Rasulullah (s.'a.)'in yanına gelmiştik. Biz­den herkese bir hisse, her bir at için de iki hisse ayırdı."[352]

 

Açıklama

 

Münziri'nin açıklamasına göre, bu hadisin senedinde el-Mesudı vardır. Bu ravı çeşitli yönlerden tenkit edilmiş­tir. Fakat Buharı bu zatın rivayetlerini şahid getirmiştir. Bu durum Buhari'-nin ona güvendiğini gösterir. Bu hadisle ilgili açıklamalarımız bir önceki ha­disin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.[353]

 

2735. ...(Şu bir önceki hadis-i şerifin) manası Ebû Ömer'den de (rivayet olundu) Ancak Ebû Umre (bir Önceki hadisten farklı olarak Hz. Peygamberin ganimet verdiği atlıların) üç kişi (olduklarını) söyle­di (ayrıca) "Her bir atlı için üç hisse verildi" (cümlesini de) ilave etti.[354]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i Şerif, süvari olarak savaşa katılan bir mücahidin bir   hisse   kendisi   için,   iki   hisse   de   atı   için   olmak üzere ganimetlerden üç hisse alması gerektiğini söyleyen cumhur ule­manın delilidir. Biz fıkıh ulemasının bu mevzudaki görüşlerini 2733 numa­ralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[355]

 

143-144. (Savaşa Katılan) Bir At İçîn (Ganîmetlerden)Bîr Hisse Verileceğini Söyleyen Kimselerin Delilini Teşkil Eden Hadisi İhtiva Eden Bab

 

2736. ...Kur*an-ı (Kerim-i en güzel bir şekilde) okuyanlardan biri olan Mücemmi b. Cariyeti'l-Ensarî'den demiştir ki:

Rasûlullah (s.a.) ile birlikte Hudeybiye'de bulunduk. Oradan dön­düğümüz sırada, halk (Hz. Peygamber'in bulunduğu yere doğru) de­velerini koşturmaya başladı. Halkın bir kısmı, diğerlerine "Halka ne oluyor?" (da hayvanlarını böyle koşturuyor?) diye sormaya başladı­lar. Onlar da Rasûlullah (s.a.)'e vahy geldi." (de onu görmek için ko­şuyorlar) diye cevap verdiler. Bunun üzerine (bulunduğumuz yerden) koşarak çıktık ve peygamber (s.a.) Kürâf 1-Ğamîm (denilen yer) de de­vesi üzerinde dururken bulduk. Halk (tamamen) yanında toplanınca (Hz. Peygamber) onlara = Biz sana apaçık bir fe­tih verdik."[356] (ayet- kerimesini) okudu, (orada bulunan) bir adam "Ey Allah'ın Rasûlü bu (ayet-i kerimede va'dedilen) bir fetih midir?" dedi. (Hz. Peygamber de) "Muhammed'in hayatı kudret elinde olan zata yemin olsun ki bu(sulh) bir fetihdir." buyurdu. Kısa bir süre sonra da (Hayber fethedildi ve) Hayber (ganimetleri) Hudeybiye mücahid-leri arasında paylaştırdı. (Bu taksimde) Rasalullah (s.a.) (ganimetleri) onsekiz pay üzerinden bölüştürdü. Asker (in sayısı ise) binbeşyüz (kadar) idi. İçlerinde üçyüz de atlı vardı. Her bir atlıya iki hisse, her bir piyadeye de bir hisse verdi.

Ebû DâvûÜ der ki: (Bir önceki) Ebû Muaviye hadisi daha sahih­tir ve amel onunladır. Öyle zannediyorum ki MücemmVnin hadisin­de hata var-dır. Çünkü Mücemmi (orduda) üçyüz atı olduğunu söyle­miştir. Oysa (orduda) iki yüz atlı var idi.[357]

 

Açıklama

 

Bilindiği gibi, Hudeybiye sulhu görünüşte müslümanların aleyhine gibi idi. Bu sulh yürürlüğe girdiği andan itiba­ren, müslümanlığı kabul eden bir Mekkeli Medine'ye gelip müslümanlara sığınacak olursa, anlaşma gereği bu kimse Mekkeli müşriklere geri verile­cekti. Bunun yanında bir müslüman dininden dönüp Mekke'ye sığınacak olur­sa Medine'ye geri gönderilmeyecekti. İlk bakışta bu anlaşma müslümanla­rın aleyhine gibi görünüyordu. Hatta Hz. Ömer bu sulha itiraz eder gibi bir tavır takınmıştı. Fakat aslında bu sulh tamamen müslümanların lehine idi. Çünkü sözü geçen sulh maddeleri sayesinde, Müslümanlar Mekkeli müşrik­ler içinde kalma ve onlara İslâmı anlatma imkânı buldular. Dolayısıyla bu sulh Mekke'nin kapılarını müslümanlara açan bir anahtar vazifesi gördü.

İlk bakışta müslümanlar sulhun aleyhlerine olduğunu zannettikleri için, bu anlaşmanın Mekke'nin kapılarını kendilerine açacağını anlatmak çok zor­du. Bu yüzden Rasûl-i Zişan Efendimiz Allah' in kendilerine fethi müjdele­diğini bu anlaşmanın büyük bir fethin kapısını açacağını açıklarken sözleri­ni yeminle te'yid etmek lüzumunu hissetmişti.

Hazret-i Peygamberin feth hakkındaki kesin açıklamasından sonra, Sa-habilerden bazıları "ey Allah'ın Rasülü bu fetih sana mübarek olsun, peki Allah bizim için ne vahyetti diye sordular. Bunun üzerine de "O, imanları­na îman katsınlar diye mü* m ünlerin kalplerine huzur (ve sebat) indirdi...[358] mealindeki ayet-i kerimeyi indirdi.

İbn Kayyim'in Zâd'ül-Mead isimli eserinde belirttiğine göre, Hudeybi-ye'de Hz. Peygambere "Ey Allah'ın Rasûlü bu bir fetih midir?" sorusunu yönelten zat Hz. Ömer'dir.

Her ne kadar musannif Ebû Dâvûd (r.a), savaşta süvarilere ikişer hisse verilir, diyen İmam-ı Ebû Hanife (r.a)'nin delilini teşkil eden bu hadisi sene­dinde Mücemmi b. Yakub isimli kimliği meçhul bir ravi olduğu gerekçesiy­le, tenkid ederek Cumhurun bu mevzudaki delilini teşkil eden 2733 ve 2734 numaralı hadis-i şerifleri, bu hadise tercih etmişse de aslında, o tenkid isa­betli değildir. Çünkü Hafız Zeylaî'nin de belirttiği gibi musannif Ebû Dâ­vûd bu tenkidini isbatlayacak bir delil de göstermemiştir. İmam Şafiî de bu

hadisi aynı gerekçe ile tenkid etmiştir. Hafız Zeylânî'nin ifadesine göre her-ne kadar bu hadis, ravisi Ya'kub b. Mücemmî'nin kimliğinin meçhulluğu gerekçesiyle tenkid edilmişse de Ya'kub b. Mücemmî'den hem kendi oğlu hem de başkaları hadis rivayet etmişlerdir. Oysa Ya'kub'un oğlu Mücemmî güvenilir bir ravidir. Hafız ibn Hacer de şu sözleriyle Ya'kub'un güvenilir bir ravi olduğunu ifade etmektedir. "Ya'kub'dan oğlu Mücemmî hadis ri­vayet ettiği gibi, kardeşinin oğlu İbrahim b. İsmail b. Mücemmî ile Abdüla-ziz b. Ubeyd b. Süheyb de ondan hadis rivayet etmişlerdir. Ibn Hibban Ab-dülaziz'i güvenilir raviler arasında zikretmiştir. Bu durum onun kimliği meçhul bir ravi olmadığını, bilakis güvenilir bir ravi olduğunu gösterir."

Hafız İbn Hacer, İmam Şafii'nin bu hadise yönelttiği tenkitleri de ce­vaplandırırken şunları söylemiştir: "Ya'kub'dan Yunus b. Muhammed el-Müeddeb, Yahya b. Hassan, İsmail b. EbîÜveys, el-Ka'nebi, Kuteybe, Mu­hammed b. et-Tabba, gibi güvenilir raviler hadis rivayet etmişler. Böylesine sağlam ravileri olan bir kimsenin hüviyetinin meçhul olduğu nasıl iddia edi­lebilir. Sonra İbn Meîn, en-Nesâî, Ebû Hatim gibi hadis uleması, bu ravi-den hadis almakta bir sakınca olmadığını söyldikleri gibi, İbn Sa'd da onun güvenilir bir ravi olduğunu söylemektedir. İbnü'l-Katlan da İmam Ebû Ha-nife'nin delilini teşkil eden bu hadisin ravisi Ya'kub'un güvenilir bir ravi ol­duğunu ve bu hadisi Hakim'in de Müstedrek'inde rivayet ettiğini, senedi ci-hetiyle asla şüphe edilemeyecek sahih bir hadis olduğunu ortaya koy­muştur."[359]

 

144-145. Nefel (Gazilere Ganimet Hissesinden Fazla Olarak Verilen Mükafat)

 

2737. ...îbn Abbas'dan demiştir ki:

Bedir (savaşı) günü Rasûlullah (s.a.):

"Kim (savaşta) şöyle şöyle yaparsa, ona ganimet hissesinden fazla olarak, şu kadar mükafat var." buyurdu. Bunun üzerine gençler, ile­ri atıldılar, ihtiyarlar da bayraklara sarılıp onlardan ayrılmadılar. Al­lah, onlara fethi nasib edince, ihtiyarlar; (gençlere hitaben; bu savaş­ta) "Biz size yardımcı olduk, eğer siz bozguna uğrasaydınız (sizleri bay­rakların altında bekleyen) bize dönecektiniz. Binaenaleyh (biz eliboş) kalırken sizler ganemitler (in hepsin) i, alıp götürmeyin" dedi (ler).

Gençlerse "Rasûlullah (s.a.) ganimetleri bize va'detti" diyerek (on­ların bu teklifini) kabul etmediler.

Bunun üzerine Allah, "Sana savaş ganimetlerinden sorarlar."[360] (ayetini) "... Nitekim hak uğruna (savaşa gitmek için)) Rabbin seni evinden çıkardığı zaman, mü'mirilerden birtakımı bundan hoşlanmı­yorlardı...”[361] ayet-i kerimesine kadar indirdi. (İbn Abbas bunları an­latırken şöyle) diyor (du); "Bu (savaşa çıkmak) Bedir mücahidleri için çok daha hayırlı oldu . Ganimetlerin gençlerle ihtiyarlar arasında eşit olarak paylaştırılması da aynı şekilde (hayırlı oldu). Öyleyse (bu an­lattığım hususlarda şimdi) siz de bana uyun. Çünkü ben bu (ganimet­lerin paylaştırılması) işi (ni) sizden daha iyi bilirim."[362]

 

Açıklama

 

Kafirlerden ele geçen mallar hakkında üç tabir kullanılır:

1. Nefel: Gazilere, ganimet hissesinden fazla olarak ve­rilen mükafatlar. Bu kelime mutlak olarak kullanıldığı zaman ganimet anla­mına gelir.

2. Ganimet: Kafirlerden harp yoluyla ele geçirilen mallar için kullanılir. Çünkü nefl kelimesi ziyade anlamında kullanılır. Ganimetler, bizden ön­ceki ümmetlere haram olduğu haelde, bize helal kılındığı için "nefl" ismini almıştır.

3. Fey’: Kafirlerden savaşsız olarak ele geçirilen mallardır.

Bu hadis-i şerifle, ganimetlerin Allah'a ve Rasûlüne ait olduğu, onu pay­laştırma işinin de Allah tarafından Hz Peygambere havale edildiği, Allah ve Rasûlünün dışında hiçbir kimsenin, ganimetlerin taksimi hususunda herhangi bir söz söyleme yetkisi olmadığı ifade edilmektedir.

Metinde geçen "... Ganimetler, Allah'ın ve Rasûlünündür."[363] ayet-i kerimesinin    mensuh olup olmadığı konusunda ulema ihtilaf etmiştir.

Ulemanın büyük çoğunluğuna göre; bu ayet-i kerime ganimetlerin hük­münü icmali olarak açıklayan muhkem bir ayettir ve "...Bilin ki ganimet (olarak) aldığınız şeylerin beştebiri, Allah'a, Rasûlüne ve (Allah'ın rasulü ile) akrabalığı bulunan (lar)a, yetimlere, yoksullara ve yolcu(lar)a aittir. Al­lah her şeye kadirdir."[364] ayet-i kerimesi bu ayeti açıklamak üzere gelmiştir.

Bazılarına göre ise; sözkonusu ayet-i kerime mealini sunduğumuz En-fal suresinin 41. ayet-i kerimesiyle neshedilmiştir. Ulema, devlet başkanının veya devlet yetkilisinin mücahidlerden bazılarına hisselerinin dışında gani-

metmallarından bağışta bulunmasını caiz görmekle beraber,bunun zamanı hususunda ihtilafa düşmüşlerdir.

Ulemanın büyük çoğunluğuna göre, devlet yetkilisinin humus ayrılma­dan önce, gazilerden bazılarına hisselerinin dışında ganimet mallarından bir mikdarını bağış olarak vermesi caizdir. Delilleri ise; "Kim bir kafiri öldü­rürse ona şu kadar mükafaat vardır. Kim bir kafiri esir ederse ona da şu ka­dar mükafat vardır." mealindeki 2738 numaralı hadis-i şeriftir.

İmam Malik'e göre, nefel; caiz ve mekruh olmak üzere iki kısma ayrı­lır: Caiz olan nefel; savaş sona erdikten sonra verilen nefeldir. İmam Malik (r.a.)'in bu mevzudaki delili 2717 numaları hadis-i şeriftir.

Caiz olan nefel; savaş sona erdikten sonra verilen nefeldir. İmam-ı Ma­lik (r.a.)'in bu mevzudaki delili 2717 numaralı hadis-i şeriftir.

Mekruh olan nefel; savaştan önce kumandanın, savaşta şöyle hareket edene şu kadar mükafaat var, diye vaadde bulunması neticesinde verilen ne­feldir. Çünkü böyle bir mükafaata nail olmak için yapılan bir savaş dünya­lık için yapılmış olur. Nitekim Rasûl-i zişan Efendimiz, savaşın Allah yo­lunda yapılıp yapılmadığını tesbit etmenin ölçüsünü verirken "Allah kelimeşini yükseltmek için savaşan kimse Allah yolundadır." Buyurmuştur.[365] Ayrıca ulema, nefelin ganimet mallarından mı, yoksa ganimet mallarından humus çıkarıldıktan sonra geriye kalan kısımdan mı veya humustan mı, yoksa humusun beşte birinden mi? verileceğinde de ihtilafa düşmüşlerdir.

İmam Şafiî'nin bu husustaki üç görüşünden en sahih olanına göre ne­fel, humusun beşte birinden, İmam Malik'e göre humustan, İmam Ahmed'e göre ise; humus çıkarıldıktan sonra ganimetin geriye kalanından verilir. An­cak İmam Şafiî ile İmam Ahmed'in seleb hakkında görüşleri, buradaki gö­rüşlerinden farklıdır. Bu iki mezheb imamına göre seleb, ganimetlerdendir, dolayısıyla, seleb, daha humus ayrılmadan önce mevcud ganimetin tümün­den verilir. İmam Malik ile Hanefilere göre; nefel ile selebin taksimleri ara­sında bir fark yoktur. Hanefilere göre eğer, kumandan nefeli mevcud gani­metin tümünden değil de humus çıktıktan sonra, geriye kalan ganimetten vereceğini vadederse, nefeli bu kayda uyarak verir. Böyle bir şart koşma-mışsa; mevcut ganimetin tümünden verir.

Hanefi mezhebinin nefel hakkındaki görüşleri Durrü'l-Muhtar isimli eser­de şöyle özetlenmiştir. "Hükümdarın, savaş zamanında mücahidleri harbe tergib ve teşvik için tenfili (nefel vereceğini vadetmesi) menduptur."[366] Bu ibare er-Reddü'1-Muhtar isimli eserde şöyle açıklanıyor: Kuduri sahibi, ten-fil harp devam ederken caizdir, harp bittikten sonra hükümdarın tenfilde bulunması caiz değildir, demiştir. Bazı fukaha hükümdarın dar-ı harpte ol­duğu müddetçe, tenfilde bulunması caizdir, demiştir. Bunların sözünü Pey­gamber Efendimizin, Huneyn muharebesi bittikten sonra "her kim bir ka­firi öldürürse, eşyası öldürenin olacaktır” hadis-i şerifleri teyid etmektedir.

Ben derim ki; Bu söz şüphe götürür. Çünkü Peygamber efendimiz bu hadis-i şeriflerini, müslümanlar hezimete uğradıklarında onları tekrar sava­şa teşvik etmek için buyurmuşlardır."[367]

 

2738. ...İbn Abbas'dan demiştir ki: Rasûlullah (s.a) Bedir (savaşı) günü:

"Kim bir kafir öldürürse ona şu kadar (mükafat) vardır. Kim de bir kafiri esir ederse ona şu kadar (miikafaat) vardır." buyurmuştur. (Daha) sonra (Hz. İbn Abbas bir önceki hadisin) bir benzerini rivayet etti. (Ancak bir önceki) Halid'in hadisi (bundan) daha da uzundur.[368]

 

Açıklama

 

Siyer-i Kebir'de, açıklandığına göre Bedir (savaşı) günü Hz.Peygamberin münadilerinden bir münadi ortaya çıkıp "kim bir kafiri öldürürse, Selebi öldürenindir. Kim de bir kafir esir ederse bu esir onun olacaktır." diye haykırmıştır. Nihayet savaş sona erdikten sonra Ebû Cehrin selebini, onu öldüren kimse almış ve ganimetler de eşit olarak payla­şılmıştır. O gün herkes öldürdüğü kafirin selebini almıştır. Asım b. Ömer b. Katade'den rivayet olunduğuna göre; o gün el-Velid b. Ukbe'nin Selebini Ali (r.a.), Utbe'nin selebini Hamza (r.a.), Şeybe'nin Selebini de Ubeyde b'. el-Haris hak etmiş iken savaşta aldığı yara sonucu Medine'ye varmadan yarı yolda vefat ettiğinden bu selep onun varislerine intikal etmiştir.[369]

 

2739. ...Şu (bir önceki) hadisi (yine bir önceki) senediyle Davûd da rivayet etti. (Davud'un bu rivayetine göre Hz. İbn Abbas şöyle) demişti:

Rasûlullah (s.a.) (ele geçirilen) ganimetleri (yaşlı mücahidlerle genç mücahidler arasında) eşit olarak paylaştırdı. Halid'in(2736 nolu)hadi-si (bu hadisden) daha tafsilatlıdır.[370]

 

Açıklama

 

Daha önce tercümesini sunduğumuz 2736 numaralı hadis-i şerifte, Bedir savaşı sonunda elde edilen ganimetler, taksim edilmeden önce, ileri atılarak bu ganimetleri ele geçiren genç mücahidlerle, ordunun bayraklarını taşıyan ve bu sebeple de ileriye atılıp ganimet toplama imkanı bulamayan yaşlı mücahidler, arasında ihtilaf çıktığı ve neticede bu mevzuu ile ilgili, ayet-i kerimelerin nazil olmasıyla Rasûl-i Zişan Efendimi­zin ganimetleri, harbe iştirak eden tüm mücahidler arasında, yaş farkı gö­zetmeden eşit olarak dağıttığı ifade edilmişti. Mevzuumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte, yine aynı mevzu ile ilgilidir ve yine İbn Abbas (r.a.) den riva­yet olunmuştur.

Bezlü'l-Mechûd, yazarının açıklamasına göre "Esasen, Bedir savaşın­da ganimetlerin taksimi hususunda anlaşmazlığa düşen üç grup vardı:

Birinci gurup, bozguna uğrayan düşmanı takibe koyulanlardı. Bunlar düşmanı daha da perişan duruma getirerek tam bir hezimete uğratmak ve tekrar toplanmalarına fırsat vermemek için, düşmanın peşinden gittiklerin­den, ganimet toplamaya fırsat bulamadıkları gibi, bunu akıllarından bile geçirmemişlerdi.

İkinci grup , düşman bozguna uğrar uğramaz ganimet toplamaya ko­yulanlardı.

Üçüncü grup, da Hz. Peygamberi, düşmanın herhangi bir saldırı ve iha­netinden korumak için, onun etrafından ayrılmayanlardı.

Neticede ikinci grubu teşkil edenler, bütün harp ganimetlerini ele geçi­rince, bu ganimetlerin kendilerinin olması gerektiğini iddia ederek bunları diğer mücahidlerle paylaşmaya razı olmadılar. Bunun üzerine "Sana savaş ganimetlerinden sorarlar, de ki: "Ganimetler Allah'ın ve Rasûlünün-dür..."[371] ayet-i kerimesi indi de Hz. Peygamber ganimetleri Bedir Harbi­ne iştirak eden tüm mücahidler arasında eşit olarak taksim etti."[372]

 

2740. ... (Mus'abb. Sa'd'ın) Babasından (rivayet olunmuştur ki:)

Bedir (savaşı) günü, peygamber sallallahü aleyhi ve selleme, bir kılıç getirdim ve "Ey Allah'ın Rasûlü, bugün Allah, düşman (la sa­vaşmak) dan kalbime bir şifa verdi. Binaenaleyh şu kılıcı bana ver." dedim. "Bu kılıç benim de değildir. Senin de değil." buyurdu. Bende "Bugün bu kılıç (bugünkü) benim başıma gelenler, kendisinin başına gelmeyen bir kişiye verilecektir." diyerk (oradan uzaklaşıp) gittim.

Ben (böyle düşünüp durur) iken yanıma (Rasûlullah'ın gönder­miş olduğu) bir elçi çıkageldi ve (Rasûlullah seni çağırıyor) "Haydi emrine icabet et" dedi. Ben de (Biraz önceki) sözümle ilgili olarak, bir ayet indiğini zannetim. Ve derhal (Hz. Peygamberin huzuruna) gel­dim. Bunun üzerine Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem bana "Sen (biraz önce) bu kılıcı benden iste(miş)tin. (O zaman) bu kılıç ne be-nimdi ne de senindi, (şimdi ise)Allah onu bana verdi (Ben de sana ve­riyorum) Binaenaleyh şimdi o senindir." buyurdu. Sonra da Sana sa­vaş ganimetlerinden sorarlar, de ki: Ganimetler Allah'ın ve Rasûlü-nündiir...”[373] (ayetini) sonuna kadar okudu.[374]

Ebû Dâvûd der ki: İbn Mes'ud bu âyeti  şeklinde okudu.[375]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif, ganimet malından, kimseye bir şey vermenin helal olamayacağına delalet ediyorsa da Kadı lyaz:

"İhtimal bu hadis, ganimet ayeti inmezden ve ganimet helal kılınmazdan önce varid olmuştur. Doğrusu da budur. Hadis buna delalet ediyor. Zira hadisin tamamında peygamber sallallahü aleyhi ye sellemin ayet indikten sonra Hz. Sa'd'a:

"Al kılıcını! Sen onu istediğin vakit o ne benimdi ne senin. Şimdi Allah onu bana verdi, ben de sana veriyorum.'* buyurduğu rivayet olunmuştur." Diyor.[376] Bu mevzuda fazla tafsilat için 2740 numaralı hadisin şerhine de ba­kılabilir.

Konumuzla ilgili bu hadiste sözkonusu edilen Hz. İbn Mes'ud'un kıra­ati cumhurun kıraatından iki cihetten farklıdır:

a) Cumhur ulemanın; enfal şeklinde çoğul olarak okuduğu kelimeyi İbn Mes'ud tekil olarak "nefl" şeklinde okumuştur.

b) Cumhurun kıraatinde enfal kelimesinden önce harf-i cerri bu­lunduğu halde, İbn Mes'ûd'un kıraatinde ^   harf-i cerri yoktur.

Bu farklı iki kıraat tarzı, ayete iki ayrı mana vermeyi gerektirir.

Cumhur'un okuyuşuna göre âyete "Sana ganimetlerin hükmünü soru­yorlar." şeklinde mana vermek gerekirken, İbn Mes'ûd'un kıraati Halk senden ganimet istiyor" şeklinde mana vermeyi gerektirir.

Müslim'in rivayetinde ise; mevzumuzu teşkil eden bu hadis, şu manaya gelen lafızlarla rivayet edilmiştir. "Babam (ganimetin) beşte bir (in) den bir kılıç aldı. Ve onu peygamber (s.a.)'e getirerek bunu bana hibe et dedi. Fa­kat o razı olmadı. Bunun üzerine Allah (Azze ve Celle): "Sana enfalin hük­münü soruyorlar. De ki: Enfâl Allah ve Rasûlüne aittir..”[377] ayet-i kerime­sini indirdi."[378] Müslim'in bu rivayetinde bir kapalılık vardır. Çünkü Müs­lim'in bu rivayetinde "beşte bir" anlamına gelen "humus" kelimesi, bulun­maktadır. Oysa humusun hükmü ile ilgili olarak inen"... Bilin ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri Allah'a, rasûlüne ve (Allah'ın rasûlü ile) akraba­lığı bulunan (lar)a, yetimlere, yoksullara ve yolcu (lar)a aittir..."[379] mealin­deki ayet-i kerime, Bedir savaşından epey bir zaman sonra inmiştir. Hatta bu sebeple ulemadan bazıları, Enfal suresinin bu 41. ayet-i kerimesinin, yi­ne Enfal suresinin 1. ayetini neshettiğini söylemişlerdir. Müslim'in, Bedir sa­vaşı ganimetleriyle ilgili bu rivayetinde humustan bahsedilmesi izahı güç bir hususdur.

Bu hadis-i şerifte bulunan izahı güç meselelerden biri de, Bedir savaşın­da, daha ganimetlerin ve dolayısıyla selebin hükmüyle ilgili bir ayet inme­mişken, Rasûl-i Zişan Efendimizin gazileri harbe teşvik için, "Kim bir kafi­ri öldürürse selebi öldürene olur.”[380] ve buyurduğu halde, Sa-id b. el-As'ı öldüren ve onun kılıcını hakkeden Sa'd b. Ebi Vakkas hazretle­rini bu kılıcı almaktan menetmesidir.

Herhalde, buna şöyle cevap vermek mümkündür: Bilindiği gibi eski üm­metlere harp ganimetlerini yemek haramdı. Onlar, ganimetleri yakarlardı. Ateşin ganimetleri yakmasıganimetlerin Allah tarafından kabulünün alameti sayılırdı. Hz. Peygamber, İslâm dininin kolaylık dini olduğunu bildiği için, Allah'ın birgün bu ümmete ganimetlerden faydalanmayı helal kılacağını ümid ediyordu. Ayrıca, Allahü Teâlâ'nın indirmiş olduğu "Allah yolunda savaş. Sen yalnız kendinden sorumlusun! İnananları da (savaşa) teşvik et...”[381] "Ey Peygamber, mü1 m inler i savaşa teşvik et..."[382] gibi ayetleri de, mü'minleri savaşa teşvik etmeyi emrediyordu. Hz. Peygamber, bu ayetlerin tavsiyesine uyarak ve ele geçen ganimetlerin de helal kılınacağını ümid ederek "Kim bir kafiri öldürürse selebi onun olacaktır inşaallah" anlamındaki sözlerle, onlan harbe teşvik etti. Bir taraftan da ganimetlerin helal kılındığını haber ve­ren bir ayetin inmesini de dört gözle bekliyodu. Sa'd b. Ebî Vakkas hazret­leri öldürmüş olduğu Said b. el-As'ın kılıcını istediği sırada, henüz bu mevzuyu açıklığa kavuşturan bir ayet-i kerime gelmemişti. Fakat birz sonra AI-lahu Teâlâ "... Ganimetler Allah'ın ve Rasûlünündür..."[383] ayet-i kerime­sini indirip ganimetlerin taksimini Rasûlünün takdir ve arzusuna bıraktığını açıklayınca, hemen Hz. Sa'd b. Ebi Vakkas'ın isteğini hatırlayıp derhal o kılıcı, kendisine teslim ederek onun arzusunu yerine getirdi.[384]

 

145. Ordu İçerisinden Gönderilen Seriyye Birliklerine Nefel Verilmesi

 

2741. ...İbn Ömer'den demiştir ki:

Rasûlullah, (s.a.) bizi bir askeri birlik içerisinde (seriyye olarak) Necid taraflarına göndermişti. Seriyye ordudan ayrıldı (yaptığımız bas­kın sonunda bizim) seriyyenin (fertlerinin herbirinin) hisseleri onikişer deve idi. (Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sellem) seriyye askerleri ne nefel olarak birer deve daha verdi de onların hisseleri on üçer (de­ve) oldu.[385]

 

Açıklama

 

Seriyye; dörtyüze kadar olan askerî bir bölüktür. "Seriyye" lafzı geceleyin   yuruyuş   demek  olan  seradan alınmıştır.[386] Necd; Hicazın Irak tarafına düşen kısmıdır. Rivayete göre; Hz. Abdullah b. Ömer'in de iştirak ettiği bu seriyye, on kişiden ibaretmiş. Gani­met olarak 150 deve almışlar. Bunlardan otuz tanesini Peygamber (s.a.) al­mış. Kalan 120 deveyi, on kişi aralarında taksim etmişler. Kendilerine Peygamber (s.a.) tarafından birer deve de nefel olarak verilmiş. Ulemadan bazıları oniki devenin bütün gazilere verilen yekûn olduğunu söylemişlerse de Nevevî bunun hata olduğunu ifade etmiştir. Çünkü Ebû Davud'un bazı rivayetlerinde, oniki devenin bir gaziye isabet ettiği açıklanmıştır.

Rivayetlerin birinde oniki, yahut onbir denilerek şek edimiştir. İbn Ab-dilberr'in beyanına göre, *el Muvatta' ravilerinden Velid b. Müslim'den baş­kası onuşekk'li rivayet etmişlerdir. Nafi'in diğer ravileri ise "on ikişer" diye seksiz söylemişlerdir.

Bazı rivayetlerde: Nefel verildi" denirken bir rivayette de "Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem nefel olarak verdi" deniliyor. Bunların arası şöyle bulunur: Seriyye kumandanı arkadaşlarına nefeli taksim etmiş; paygamber sallallahü aleyhi ve sellem de buna cevaz ve izin vermiştir. Bu suretle bu işin ikisine de nisbeti sahih olmuştur.[387]

Hafız İbn Hacer'in beyanına göre, bu hadiste seriyyeye iştirak eden as­kerlere onikisi ganimet olarak bir de nefel olarak verildiği ifade edilen on üç devenin tümünün seriyye kumandanı tarafından mı Hz. Peygamber tara­fından mı yoksa bu develerden bir kısmının ganimet veya nefel olarak Hz. Peygamber tarafından, diğer bir kısmını da seriyye kumandanı tarafından mı verildiği hususunda, ganimet olarak verilenlerin de Hz. Peygamber tarafın­dan mı, verildiği hususunda gelen rivayetler oldukça farklıdır. îbn îshak'ın rivayetinde, nefel olarak verilen develerin, seriyye kumandanı tarafından, ganimet olarak verilenlerin de Hz. Peygamber tarafından, verildiği açıkça ifade edilmektedir. el-Leys'in rivayetinin zahirinden anlaşılan manaya göre ise; tüm develerin seriyye kumandanı tarafından verildiği Hz. Peygamberin de seriyye kumandanının bu taksimini tasvib ettiği anlaşılmaktadır.[388] el-Leys'in bu rivayeti, bu mevzudaki farklı rivayetlerin arasını te'lif etmektedir. Rivayetten anlaşılıyor ki, aslında bu taksimi yapan seriyye kumandanıdır. Hz. Peygamber de bu taksimi geçerli kılmıştır. Netice itibariyle» bu mevzudaki rivayetlerin hepsi doğrudur." İbn Hacer'in sözleri burada sona erdi.

Ayrıca şurasını da ifade etmek isteriz ki; siyer ulemasını verdikleri bil­gilere göre; sözkonusu seriyyenin bu baskında ellerine ikiyüz deve ile ikibin koyun geçmişti. îbn Abdil-Berr'in bildirdiğine göre; bu seriyye Necid taraf­larına gönderilmeden önce, îslâm ordusunda bulunan askerlerin sayısı dört bin kişi idi. Askerlerin içinden seriyye birliği olarak ayrılan askerler ise, on-beş kişiden ibaretti. Bu durumda seriyyenin ele geçirdiği, İkiyüz devenin dört-bin asker arasında bölüştürülüp, her birinin nasibine, onikişer deve düşmesi imkansız görülmektedir. Ancak bu meseleyi şu şekilde açıklamak mümkün­dür: Sözü geçen ikiyüz deve ile ikibin koyun sadece seriyyenin ele geçirdiği ganimetlerdir. Seriyye Necid taraflarına gittikten sonra îslâm ordusu da ba­zı ganimetler elde etmiştir. İşte, bu iki ganimet birleştirilince, ordunun fert­lerinden herbirine onikişer deve düşmesi ve fazladan seriyye fertlerine bir deve daha verilmiş olması, son derece mümkündür. Bu te'vil seriyyenin elde etti­ği develerin tüm ordu arasında dağıtıldığını ifade eden bazı rivayetler için­dir. Fakat seriyyenin elde ettiği ganimetlerin sadece seriyye fertleri arasında dağıtıldığı, sahih ve muteber rivayetler esas alınacak olursa o zaman bu tevile de lüzum yoktur.[389]

 

Bazı Hükümler

 

1. Seriyye göndermek müstehabdır.

2. Ordunun herhangi bir kısmı, görevli olarak ordu­dan ayrılacak olursa ordunun elde ettiği ganimete, görevli olarak ayrılan bir­lik de ortak olur. Ancak harple hiçbir ilgisi olmaksızın, harp sahası dışında, oturan kimselerin bu ganimette bir hakları yoktur. Bu şekilde ordudan ayrı­lan bir seriyyenin elde ettiği ganimetlerde de onları bekleyenin diğer ordu fertlerinin hakkı vardır. Ganimetler seriyye birliğiyle diğer ordu birlikleri ara­sında bölüştürülür.[390]

 

2742. ...Velid b. Müslim demiştir ki:

Ben (Abdullah) îbn el-Mubarek'e şu (bir önceki) hadisten bah­settim ve (bunu) "bize aynı şekilde îbn Ebî Ferve'de Nafi'den rivayet etti" dedim de (Bana) "Senin (Şuayb b. Ebî Hamza ve îbn Ebî Ferve diye) ismini zikrettiğin kimseler (adalet ve zapt yönünden) Malik b. Enes'e uymaz" (lar) şeklinde veya buna benzer şekilde bir cevap verdi.[391]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerifte, bu hadisin ravilerinden Îbn Ebî Ferve ile bir önceki hadisin ravisi Şuayb b. Ebî Hamza'nın ada­let ve zapt yönlerinden, Malik b. Enes'e denk olamadıkları, ifade edilmekte ve her ne kadar îbn Ebî Ferbe ile Şuayb'ın hadisleri birbirini teyid etse de, aslında Malik b. Enes'in rivayet ettiği hadisin daha sağlam ve muteber oldu­ğuna işaret edilmektedir. Bilindiği gibi, tbn Ebî Ferve ile Şuayb'ın rivayet ettikleri hadis-i şerifte, önce savaş için bir ordu gönderildiği, sonra da bu ordu içerisinde bir grubun da Neeid taraftarlarına gönderildiği neticede ise ele geçen ganimetlerden ordu ve seriyye fertlerin herbirine ganimet olarak onikişer deve düştüğü, taksim sonunda, seriyye fertlerinin her birine de oni-kisi ganimet, biri de nefel olmak üzerfe, onüç deve düştüğü ifade edilmektedir.

Malik b. Enes'den rivayet edilen hadis-i şerifte; savaşmak üzere gönde­rilen bir askerî birlikten ve bir seriyyeden bahsedilmekle beraber gönderilen bu seriyyenin, sözü geçen askeri birlik içerisinden ayrılıp gittiğinden söz edil­memektedir. Sadece bir seriyye gönderildiğinden ve ganimet mallarında bu seriyye fertlerinin eline geçen miktardan bahsedilmektedir o kadar.[392]

Bir Önceki hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi, Malik b. Enes hadisi, diğerlerine tercih edildiği takdirde "Seriyyenin ganimet olarak ele geçirdiği ikiyüz devenin dört bin kişilik ordu fertleri arasında dağıtılıp her birine oni-ki deve düşmesi nasıl mümkün olur?" diye bir müşkil ve bu müşkili hallet­mek için bazı te'villere ihtiyaç kalmaz.[393]

 

2743. ...İbn Ömer'den; demiştir ki:

Rasûlullah (s.a.) Necid'e bir seriyye gönderdi. Bu seriyye ile ben de (yola) çıktım. Derken (ganimet olarak) birçok deve ele geçirdik. Ku­mandanımız nefel olarak içimizden her askere birer deve verdi. Sonra Rasûlullah (s.a.)'e geldik, ganimetlerimizi aramızda paylaştırdı da biz­den her bir kişiye humus (çıktık)tan sonra (paylaştırılan bu ganimet­ten) onikişer deve düştü. Rasûlullah (s.a.) bize vermiş olduğu şeyler­den dolayı kumandanımızı hesaba çekmedi. Yaptığı bu işten dolayı onu ayıplamadı. Neticede (seriyyeye katılmış olan) her adamın (ku­mandandan almış olduğu) ganimetiyle birlikte (toplam) onüç devesi oldu.[394]

 

2144. ...Abdullah b. Ömer'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) içe­risinde Abdulah b. Ömer'in de bulunduğu bir seriyyeyi Necid tarafla­rına göndermiş ganimet olarak birçok deve ele geçirmişler. Kuman­danlarının bu develeri paylaştırması neticesinde paylarına düşen (ga­nimet mikdarı) oniki deve olmuş kendilerine birer deve de nefel ola­rak verilmiş.

(Bu rivayete) İbn Mevhib (şu cümleyi de) ilave etmiştir: Rasûlul­lah (s.a.) (huzuruna vardığımız zaman, kumandanımızın yapmış ol­duğu) bu taksimi değiştirmedi.[395]

 

2745. ...Abdullah b. Abbas'dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.)bir seriyye ile beraber bizi (düşman üzerine akın yapmak üzere) gönder­mişti. (Ganimetlerden ele geçen) paylarımız oniki deveye ulaştı. Bize nefel olarak birer deve de Rasûlullah (s.a.) verdi.

Ebû Dâvûd der ki: Bürd b. Sinan da (bu hadisi) aynen Ubeydul-lah hadisi gibi (yani mevzumuzu teşkil eden hadis gibi) Nafi'den riva­yet etmiştir. Bu hadisi Eyyub'da aynı şekilde Nafi'den rivayet etmiş­tir. Ancak (farklı olarak) Eyyub Peygamber (s.a.)'i hiç anmaksızın "bi­ze nefel olarak birer deve verildi." dedi.[396]

 

2746. ...İbn Ömer'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) (düşman üze­rine baskın yapmak üzere) gönderdiği seriyyeler içerisinden bazı kim­selere ordunun genel olarak hissesine düşen payın dışında özel olarak nefel verirdi. (İbn Ömer dedi ki): Ancak (ganimet payı ile nefelin) her ikisinin de (verilmesinden önce) humus (un ganimetlerden çıkarılma­sı) gerekir."[397]

 

Açıklama

 

Bilindiği gibi "nefel" gazilere ganimet hissesinden fazla olarak verilen mükafattır.

Humus: Yoksullara, muhtaçlara ve yolculara verilmek üzere ganimet­ten ayrılan beşte bir mikdardır. Bu husus Elimize geçen ganimetin beşte biri Allah'a, Peygambere, onun akrabalarına öksüzlere, yoksulara ve yolculara aittir.”[398] ayet-i kerimesine dayanmaktadır.

2741 numaralı hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi Mekke'nin fethinden önce hicretin sekizinci senesinde Şaban ayında, Ebû Katade baş­kanlığında Necid taraftarlarına baskına giden bu akıncı birliğine dağıtılan ganimet malları ile nefel olarak verilen mükafatların hepsinin seri yy e kuman­danı Hz. Ebû Katade tarafından mı yoksa Hz. Peygamber tarafından mı ve­ya birinin kumandan tarafından da diğerinin Hz. Peygamber tarafından mı verildiği hususundaki rivayetler oldukça farklıdırlar. Nitekim tercümesini sun­duğumuz ve mevzuumuzu teşkil eden 2745 ve 2746 numaralı hadislerde ga­nimetlerin kimin bölüştürdüğünden hiç bahsedilmeyip, sadece Hz. Peygam­berin nefel olarak verdiği mükafattan bahsedilirken, 2743 numaralı hadis-i şerifte de nefelin kumandan tarafından ganimetlerin de Hz. Peygamber ta­rafından dağıtıldığı ve seriyyeye iştirak eden askerlerden herbirinin eline top­lam olarak onüç deve düştüğü ifade edilmektedir. Bir başka ifadeyle riva­yetler arasındaki ihtilafları bu hadis-i şeriflerde de görmek mümkündür. An­cak konumuzu teşkil eden 2744 numaralı hadis-i şerif rivayetler arasın­daki ayrılıkları uzlaştıracak niteliktedir.

Bu hadis-i şerifte ganimetlerin ve nefel olarak verilen mükafatların as­lında seriyye kumandanı tarafından dağıtıldığı ve Hz. Peygamberin de onun bu uygulamasını tasdik ve takrir ettiği ifade edilmektedir. Bu ifade gerek ga­nimetlerin gerekse nefellerin hem seriyye kumandanının hem de Hz. Pey­gamberin eliyle dağıtıldığı anlamına gelir ki, bu mevzudaki rivayetlerin hep­sim de uygun düşer.

Ayrıca bu hadisler, sözkonusu seriyyenin elde ettiği ganimetlerin tüm ordu mensupları arasında değil sadece seriyyeye katılan onbeş kişilik asker­ler arasında dağıtıldığını ifade etmektedirler. Bu durum, bazı rivayetlerin ka­falarda doğurmuş olduğu "Acaba bu seriyyenin elde ettiği 200 deve 4000 kişilik ordu mensubu arasında dağıtıldığı halde nasıl olup ta herbirine oniki-şer deve düşüyor?" şeklindeki sorulan kafalardan sildiği gibi bu sorulara cevap aramaya da ihtiyaç bırakmıyor.

Ayrıca 2746 numaralı hadis-i şerifte ganimetler dağıtılmadan önce ga­nimetlerde bulunan Allah'ın ve peygamberin hakkı olan beşte bir (humus) un ganimetlerdan çıkarıp ayrılması icabettiği ifade ediliyor.

Avnu'l-Ma'bûd yazan el-Azimabadî'nin açıklamasına göre ganimetlerden öncelikle humus ayrılır sonra harpte fevkalade yararlılıklar gösterecek olan­lara vadedilmiş olan nefel ayrılır. Daha sonra da kalan ganimetler usulüne göre gaziler arasında paylaştırılır. Mezhep imamlarının bu mevzudaki gö­rüşlerini 2737 numaralı hadis-i şerifin şerhinde açıkladığımızdan burada bu kadarla yetiniyoruz.[399]

 

2747. ...İbn Ömer'den demiştir ki;

Rasûlullah (s.a.) Bedir (savaşı) günü üçyüz onbeş (kişi) ile (sava­şa) çıkmış ve;

“Ey Allahım bu askerler kendilerini taşıyacak bir binekten yok­sundur. Onları sen taşı, çıplaktırlar, onları sen giydir, açtırlar, sen do­yur." diye dua etmiş. Neticede Allah Bedir günü kendisine fetih nasi-betmiş (fetihden sonra harbe iştirak eden askerler) öyle bir değişikliğe uğramışlar ki onlardan herbiri mutlaka bir ya da iki deveyle elbiseli ve karınları tok olarak (Medine'ye) dönmüşlerdir.[400]

 

Açıklama

 

Metinde geçenHufâtünkelimesi sözlükte yalınayak, ayakkabısız  olarak  yürüyen  kimseler,  anlamına  geldiği  gibi binecek bir hayvanı veya vasıtası olmayan kimseler anlamına da gelir. Met­ne ikinci mana daha uygun düştüğü için biz de tercümemizde bu ikinci ma­nayı tercih ettik. Ayrıca bu hadis-i şerifte sözkonusu edilen Bedir savaşı hic­retin ikinci yılı Ramazan ayının onyedisinde cuma günü (Miladi Mart 624) vukubulan ikinci Bedir savaşıdır. Buna "Büyük Bedir" de denir. Harbi kı­saca şu şekilde özetlemek mümkündür: Hz. Peygamber Mekke'li müşriklerin ticaret kervanlarının geliş ve gidişlerini engellemek için tedbirler alıyor, bunun için komşu kabilelerle ittifaklar yapıyordu.

Yine Hz. Peygamber Suriye'den dönmekte olan böyle bir kervanı üç-yüzü aşkın bir kuvvetle zabdetmek istemişti. Bunu haber alan kervan reisi Ebû Süfyân yolunu değiştirerek Mekke'den yardım istedi. Mekkeliler bin ki­şilik silahlı kuvveti kervanın yardımına gönderdiler. Bunlar kervanın Mek­ke'ye kaçıp kurtulduğunu öğrenmekle beraber yollarına devam edip Bedir'e kadar geldiler. Daha önce Mekkeli müşriklerin hareketini öğrenen Hz. Pey­gamber ashabıyla müşavereden sonra kervanı takibetmeyip savaşmaya ka­rar verdi. Bunun üzerine İslam kuvvetleri Bedir'e gelmiş ve Hz. Peygamber harekat için en uygun yeri seçerek müşriklerin su ile de alakalarını kesmişti. Yine Hz. Peygamber îslam ordusunun savaş nizamını geceden tesbit etmiş­ti. O gece Hz. Peygamber Allah'a şöyle dua etmişti: "Yarabbi! Bana va-dediğin yardımı bugün lütfet. Yarabbi bu İslam cemaati bugün telef olursa yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmayacaktır."

Ayrıca Hz. Peygamber mevzumuzu teşkil eden hadiste ifade edildiği şe­kilde de Allah'a yalvarıp dua ve niyazda bulunmuştur.

Nitekim bu savaşta melekler müslümanlara yardım etmişlerdi. Savaşta düşman ağır bir yenilgiye uğradı. Yetmiş ölü ve bir o kadar da esir bıraka­rak kaçtılar.

Bu hadisin "Ordu içerisinden gönderilen seriyye birliklerine nefel verilmesi" anlamına gelen ve mevzuumuzu teşkil eden babla ilgisini şöyle açıklayabiliriz:

Bu hadis-i şerifte Bedir savaşına katılan mücahidlerin savaşa piyade ola­rak gittikleri halde dönerken düşmandan ele geçirdikleri ganimetten aldıkla­rı hisseleri sayesinde kimisinin bir, kimisinin de iki deveyle döndükleri ifade

edilmektedir.

Oysa harbe piyade olarak katılan askerlerin ganimetten eşit miktarda hisse almaları icabederdi. Burada kimisinin bir deve kimisinin de iki deveyle döndüğü ifade edildiğine göre, iki deve ile dönenlerin devenin birini gani­met hissesi olarak, ikinci deveyi de nefel olarak aldıkları ve bu kimselerin de seriyye birliklerine katılmak gibi yiğitlik gösteren müstesna kişiler olduğu ortaya çıkar.

İşte bu hadisin bab başlığı ile ilgisi burası olması gerekir.[401]

 

146. Humusun Nefelden Önce (Ganimetlerden)Avrılması Gerekir Diyenlerin Delillerini Teşkil Eden Hadisler

 

2748. ...Habib b. Meslem el-Fihrî'den, denilmiştir ki: Rasûlullah (s.a.) Humus (denilen beşte bir hisseyi ganimetlerden ayırdık) tan sonra (kalanın) üçte biri (ni) nefel olarak (müeahidlere) verirdi.[402]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerife iki türlü mana vermek mümkündür:

1. Rasûlullah (s.a.) seriyye birliklerine "Elde edilen ganimetlerden humus denilen beşte bir hiseyi ayırdıktan sonra kalanın üçte-b irin i de size mükafat olarak vereceğim" diye va'dederdi. Sonra bu va'dine uyarak önce ganimetlerden beşte bir hisseyi ayırırdı. Kalanının üçte birini de va'dde bulunduğu seriyye birliğine nefel olarak dağıtırdı. Kalanı da tüm müeahidlere bölüştürürdü. Hanefi ulemasına göre Hz. Peygamber ancak ve­receği nefeli bu şekilde kayıtladığı zaman bu şartlara uyardı. Aksi takdirde nefeli humusu ayırmadan önce vermekte sakınca görmezdi.

2. Rasûlullah (s.a.) savaştan sonra ganimet olarak elde bulunan mallar­dan öncelikle humus denilen beşte bir hisseyi ayırırdı, sonra geriye kalan ga­nimetlerin üçte birini de (kahramanlıklarıyla dikkatleri çeken kimselere) ne­fel olarak verirdi. Kalanı da mücahidler arasında bölüştürürdü. Hadis ule­masından Hattâbî: "Bu hadisten nefelin humus ayrılmadan önce de ayrıl­dıktan sonra da verilebileceği anlaşılmaktadır" demiştir.

Fıkıh âlimlerinin nefelle İlgili görüşlerini 1337 numaralı hadis-i şerifin şerhinde açıklamış olduğumuzdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[403]

 

Bazı Hükümler

 

1. Savaşta mücahidleri harbe teşvik için mükafat va'detmek mustehabdır.

2. Ganimetlerin taksiminde esas olan; önce ganimetlerden humus deni­len beşte bir hisse ayrılır. Kalanın üçte biri harpte kahramanlıklarıyla dik­katleri çeken yiğitlere nefel olarak verilebilir.

3. Ganimetlerin üçte birine kadar olan kısmı nefel olarak verilebilir. An­cak ganimet mallarının nefel olarak verilebilecek miktarı ulema arasında ih­tilaflıdır.

Ulamedan Mekhûl ile Evzâî'ye göre ganimetlerin üçte birinden fazlası nefel olarak verilemez. İmam Şafiî'ye göre ise nefel için bir sınır yoktur. Devlet reisi ganimetten istediği kadarını nefel olarak verebilir. Bunun takdiri devlet başkanının içtihadına bırakılmıştır.[404]

 

2749. ...Habib tbn Mesleme'den demiştir ki

Rasûlullah (s.a.) (bir seriyyeyi savaşa gönderirken) Humus (de­nilen beşte bir hisseyi ganimetlerden çıkardık) tan sonra (kalanın) dörtte birini nefel olarak vereceğini va'dederdi. (Seriyye savaştan) dönerken (bir nefel vadetmek isterse o zaman da) Humus (denilen beşte bir his­seyi ganimet mallarından çıkardık) tan sonra (kalanın) üçte biri(ni ne­fel olarak vereceğini va'dederdi).[405]

 

Açıklama

 

Hz. Peygamber; ordu içerisinden bazı kimselerden bir seriyye birliği ttşkil ederek düşman üzerine gönderirken, onlara ganimet paylarının dışında bir de nefel vereceğini vadettiğinde mevcut gani­metlerden Allah'ın ve Rasûlünün hakkı olan beşte bir hisse çıkarıldıktan sonra kalanın dörtte birini nefel olarak vereceğini va'dederdi. Fakat savaştan dö­nerken gösterilecek yeni bîr yiğitlik için bir nefel vadederse humus ayrıldık­tan sonra kalan ganimetlerin üçte birini nefel (bağış) olarak vereceğini va'­dederdi.

Hz. Peygamberin savaşa çıkan gazilere ganimet mallarından Allah'ın ve Rasûlünün beşte bir hissesi çıkarıldıktan sonra kalan ganimetin dörtte biri­ni va'detttiği halde harpten dönerken düşmana ikinci defa galebe çalması halinde, beşte bir hisse çıkarıldıktan sonra kalan ganimetin üçte birini ver­meyi va'detmesinin hikmetini İbnü'l-münzir şöyle açıklıyor: ".... Çünkü harbe girerken askerlerin hayvanları kuvvetli, harpten sonra ise daha yorgun ve zayıftırlar. Askerlerin kendi durumları da böyledir. Bu bakımdan mücahid-ler bir an önce, çoktandır kendilerinden uzak kaldıkları, ailelerine kavuş­mak isterler. Bu sebeple dönüşte kendilerine daha fazla vermeyi va'detmiş-tir. Hattabi, İbnü'l-Münzir'in yukarıdaki sözlerini naklettikten sonra şu gö­rüşlere yer veriyor:

"Bu söz vazih (açık) değildir. Çünkü hadisdeki dönüş tabirinin yurtla­rına dönüş manasına geldiği kanaatini uyandırıyor. Halbuki hadisin manası bu değildir. Hadisteki sefere çıkmak sözüyle kastedilen bir müfrezenin gaza için sefere çıkmasıdır. Bunlar düşmandan bir gruba üstünlük sağlarlarsa al­dıkları ganimetten dörttebiri kendilerine verilir. Geriye kalan kısmına da tüm ordu iştirak eder. O savaştan kendi birliklerine dönerlerken düşmanı ikinci defa daha yenilgiye uğratacak olurlarsa bu defa aldıkları ganimetten kendi­lerine üçte bir verilir. Zira düşman daha dikkatli ve uyanık olduğu için harpten sonra tekrar hezimete uğratmak daha güç olur." Hattâbî'nin bu görüşü da­ha çok kabul görmüştür. Hanefi ulemasına göre Hz. Peygamber seriyye men­suplarına ''ganimetlerden beşte bir hisseyi ayırdıktan sonra kalan ganimet mallarının dörtte birini veya üçtebirinî size nefel olarak vereceğim" diye şart koştuğu için onların nefelini ganimetlerden beşte bir hisseyi çıkardıktan sonra vermiştir. Eğer devlet reisi bu durumda olan askerlere "Size nefelinizi beşte bir hisseyi ayırdıktan sonra ganimet mallarının kalanından şu kadarını vereceğim" diye bir şart koşmazsa onların nefellerini ganimet mallarından beşte bir hisseyi çıkarmadan önce verebilir. Nitekim Hattâbî bunun da caiz olacağını söylemiştir. Hanefilerin meşhur kitabı Hidaye Haşiyesinde açık­landığına göre İmam-ı Ahmed "Ganimetler ele geçmeden önce va'dedilen nefelin ganimetlerden beştebir hisse ayrıldıktan sonra ganimet mallarının ka­lanından verilir. Fakat ganimetler ele geçtikten sonra vadedilen nefeller sa­dece ganimet mallarından ayrılan humustan (beşte bir hisseden) verilebilir." demiştir. İmam Malik ile İmam Şafiî'ye göre ise nefeller hiçbir zaman gani­metlerden verilemezler. Ancak ganimetlerden ayrılan beşte bir hisseden ve­rilirler. Hatta îmam-ı Şafiî'ye göre nefeller bu beştebir hissenin beşte birin­den verilir. Bu sebeple İbn Raslan metinde geçen "üçtebir" kelimesini "beş-tebirin, beştebirinin üçtebiri" şeklinde te'vil ettiği gibi "dörttebir" kelime­sini de" beşte birinin beşte bHnin dörtte biri" şeklinde te'vil etmiş­lerdir.[406]

 

2750. ...Mekhûl (şöyle) diyor: Ben Mısır'da Huzeyl oğullarından bir kadının kölesiydim. Beni hürriyetime kavuşturdu. Öyle zannedi­yorum ki, ben Mısır'da ilimden ne varsa hepsini alarak çıktım. Sonra Hicaza geldim. Orada da ilimden ne varsa hepsini aldım da öyle çık­tım. Sonra Irak'a vardım. Irak'ta bulunan ilmi de toplayıp çıktım. Son­ra Şam'a geldim. Şam (halkm)ı iyice inceledim ve hepsine nefel sor­dum. Bana nefel hakkında bilgi verecek kimse bulamadım. Nihayet Ziyad b. Cariye et-Temimî denilen bir ihtiyarla karşılaştım. Kendisi­ne hiç nefel hakkında birşey (ler) duydun mu? diye sordum. O da -evet Habib b. Mesleme el-Fihrî'yi "Ben Peygamber (s.a.)'in (harbe) başlarken (ganimetin) dörtte biri (ni) dönüşte de üçte biri (ni) verdiği­ni gördüm..." derken işittim, cevabını verdi.[407]

 

Açıklama

 

Metinde Bed'e ve Rac'a kelimeleri hakkında Hattâbî şunlan söylüyor: "Bede "savaş   yolculuğunun   başlangıcı demektir. Ordu savaş için yola çıktığı zaman içlerinden bir müfreze, ku­mandanın emriyle ordudan ayrılarak düşman kuvvetlerine saldırıp bir gani­met elde edecek olursa bunun dörtte biri müfrezeye ait olurdu. Geriye kalan kısım ise müfrezeyi teşkil eden askerlerle diğer ordu birlikleri ortak olurdu. Savaştan sonra eğer bu müfreze, kumandanın emriyle tekrar düşmana sal-rır da ikinci defa bir ganimet elde ederse üçte biri müfrezeye ait olup geri kalan kısım da müfreze fertleri ile geride bekleyen ordu mensupları arasında ortak olarak paylaşılırdı. İlk elde edilen ganimetlerden dörtte biri müfreze fertlerine verilirken ikinci ganimetlerin müfreze birliklerine daha fazlasının verilmesinin hikmeti; düşman üzerine ikinci defa saldırıya geçmenin ve on­ları ansızın yakalamanın birinciye nisbetle daha zor oluşudur."

Fıkıh âlimlerinin bu meseleyle ilgili görüşlerini bir önceki hadis-i şerifin şerhinde açıklamış olduğumuzdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[408]

 

147. Seriyye (Baskından) Ele Geçirdiği Ganimetleri Orduya Gönderir

 

2751. ...Abdullah b. Amr b. As'dan rivayet olunmuştur ki: Ra-sülullah (s.a.)

"Müslümanların kanları (kıymetçe) birbirlerine eşittir. Müslü­manların (sayıca)en azı(bile) onların zimmetleri uğrunda koşar. Müslümantarın en uzak olanı (dahi) onlar adına eman verebilir. Müslüman­lar kendilerinin dışındaki kimselere karşı bir el (hükmünde) dirler. On­ların kuvvetli olanı (elde ettiği ganimetleri ortaklaşa bölüşmek üzere) zayıf olana, gönderir. Seriyye olarak (düşman üzerine) giden(ler) de (ele geçirdikleri ganimetleri beraberce paylaşmak üzere, cephede ken­dilerini bekleyip) oturanlarına gönderirler. Bir mü'min, bir kafir kar­şılığında, öldürülemez. Ahdinde (sadık) olan bir zimmi de bir (harbi) kafir karşılığında öldürülemez" buyurdu. îbn îshak Kısası ve (kan­lardaki) eşitliği rivayet etmedi.[409]

 

Açıklama

 

Zimmet sözlükte, eman, zaman ve ahd manalarını ifade eder. Ahdi    bozmak,    zemmi    mucib    olduğu    için   ahde "zimmet   " denilmiştir. Çoğulu "zimem" dir.

İslâm zimmetini , ahd ve eman sahibi olan gayri müslimlere ehl-i zim­met denir. Bunların erkeklerinden her birine zimmî kadınlarından her birine de zımmiye denilir.[410]

Metinde geçen "müslümanların kanı biri birleri ne eşittir." cümlesinden maksat; kanları dökülen müslümanların diyetleri ve kısasları hususunda bi­rinin diğerinden farkı yoktur. Bir kabilenin öldürülen en şerefli kimsenin kı­sası ve diyeti ne ise cemiyette itibarı en az olan bir kimsenin kısası ve diyeti de odur. Ayrıca öldüren kimse şerefli de olsa kendisine kısas cezası uygula­nır. Cemiyetin en zayıf bir ferdi de olsa katili kısas cezasına çarptırılır. İs­lam gelmeden önce; cahiliye dönemi arapları kısası sadece zayıflara uygula­yıp, itibarlı kişileri bağışlarlardı. Ayrıca bazan öldürülen şerefli kişilerin kar­şılığında, karşı kabilelerden birden fazla sayıda insan öldürülerdi.

İslâmiyet gelince insanlar arasındaki bu adaletsiziği kaldırdı ve kan ci-hetiyle hiçbir kimsenin diğerinden farkı olmadığını ilan etti.

Yine metinde geçen "Müslümanların en aşağısı" sözü burada "sayıca en aşağısı" yani "en azı" anlamında kullanılmıştır ki, müslümanla­rın "tek bir tanesi" demektir. Bu kelimeyi "müslümanların en aşağısı olan bir köle" şeklinde anlamak doğru değildir.[411]

Metindeki kelimesine "Müslüman askerlerin derece itibarıyla en aşağısı olan, efendisinin harbe girmesine izin verdiği köle, diye mana ve­rilmişse de Hattâbî'ye göre bu kelime "müslümanların, İslam diyarından en uzak olanları" anlamında kullanılmıştır. Hattâbî'nin verdiği bu manaya göre bu kelimenin geçtiği cümleyi şöyle anlamak, gerekir. "Savaş alanında bulun­duğu için İslam ülkesinden uzak ve kafirlere yakınolan bir kimse bile bir ka­fire eman verecek olsa onun bu emanı geçerlidir. Hiçbir müslümanın bu emanı (emniyete nâiliyyet, hakkında düşmana verilen söz veya işareti) bozmaya hak­kı yoktur."

Ancak yine Hattâbî'nin beyanına göre bir müslümanın diğer müslüman-lar adına vermeye yetkili olduğu eman sınırlıdır. Bu emanı sadece kafirlerin bazılarına verebilir. Kafirlerin tümü için böyle bir eman veremez. Kafirlerin tümüne birden eman verme yetkisi sadece devlet reisine aittir. Hanefi ule­masından el-Kasânı'nin el-Bedayî isimli eserinde bildirdiğine göre müslümanın eman verme yetkisine sahip olabilmesi için akıl ve baliğ olması gerekir. Deli­nin ve çocuğun verdiği eman geçerli değildir. Genel olarak ilim adamlarının görüşü budur. Ancak İmam Muhammed'e göre buluğ şart değildir. İslamı idrak eden mürahik bir çocuk da eman verebilir. Eman verecek bir kimsede aranacak şartlardan biri de islamdır. Müslümanların safında çarşıpan bir-kafirin vereceği eman geçerli değildir.

Ancak Şafiî âlimlerinden Hafız İbn Hacer'in beyanına göre, el-Evzâî; "müslümanlar safında kafirlere karşı çarpışan bir zımminin verdiği emanın geçerli sayılıp sayılmaması devlet başkanının kararına bağlıdır. Devlet baş­kanı, isterse bu emanı geçerli kılar, isterse iptal eder.*' demiştir.

Verilen bir emanın geçerli sayılabilmesi için, bu emanı veren kimsenin hür olması şart değildir. Efendisi tarafından harbe katılmasına izin verilmiş olan bir kölenin verdiği emanın geçerli olmasında icma vardır. Fakat efen­disinin harbe girmekten men ettiği bir kölenin verdiği emanın geçerli sayılıp sayılmaması ulema arasında ihtilaflıdır. Ebû Hanife (r.a.) ile Ebû Yusuf (r,a.)e göre bu durumda olan bir kölenin verdiği eman sahih değildir. İmam Muhammed (r.a.) ile İmam Şafii (r.a.) e göre ise bu eman sahihdir. İmam Muhammed (r.a) ile İmam Şafii (r.a.) in bu mevzudaki delilleri mevzumuzu teş­kil eden hadiste geçen cümlesidir. Sözü geçen bu iki İmama göre hadiste geçen kelimesi "onların en aşağısı''anlamına gelir ki bun­dan maksat müslümanların köleleridir. Binaenaleyh, müslümanların kölele­rinden herbirinin verdiği eman geçerlidir. Bu hususta kendisine harbe gir­mesi için izin verilen köleyle verilmeyen köle arasında bir fark yoktur. Eman da zimmet gibi bir ahd olduğundan her kölenin verdiği eman geçerlidir.

Ebû Hanife ile Ebû Yusuf'a göre metinde geçen sözkonusu cümle efen­disinin harbe girmeye izin vermediği kölelere şamil değildir. Çünkü bu cüm­ledeki edna kelimesi birisi aşağılık, horluk, diğeri de yakınlık olmak üzere iki manaya gelir. Curada bu kelimeye aşağılık ve horluk manası vermek müm­kün değildir. Çünkü mü'minlerin hiçbirisi hor, hakir görülemez. Nitekim ha­disin müslümanların kanları (kıymetçe) biribirlerine eşittir" anlamındaki ilk cümlesi de edna kelimesine hor ve hakir manası vermeye engeldir. Bu bakımdan bu kelime burada "yakın" anlamında kullanılmıştır ki "düşmana en yakın olan, yani kendisine harbe katılması için izin verilen ve bizzat sava­şan köle manasına gelmektedir. Harbe girmesine izin verilmeyen kölenin ver­diği eman geçerli değildir.

Ancak Hafız İbn Hacer âlimlerin büyük çoğunluğuna göre her kölenin verdiği eman geçerli olduğunu, bu hususta savaşa katılan bir köleyle katıl­mayan bir köle arasında bir fark olmadığını söylemiştir. Yine metinde geçen "Müslümanlar kendilerinin dışındakilere karşı bîr el (hükmünde) dirler." cümlesi adeta bir nevi kendinden önce geçen cümlelerin bir açıklaması hük­mündedir. "Müslümanların birinin verdiği emanı hepsi kabul eder. Birine yapılan bir saldırıyı hepsi kendine yapılmş kabul eder. Bir anda hepsi sıkıl­mış bir yumruk haline gelirler/* anlamındadır.

"Müslümanların kuvvetli olanlarının ganimetleri zayıf olana göndermesi demek gerek vücut, gerekse mali cihetiyle daha kuvvetli olan askerlerle top­rakları, ganimetleri kendilerinden daha zayıf olan müslüman askerlere bö­lüşmeleri, demektir. Gerçekten savaşta müslüman askerlerin toplamış olduk­ları ganimetler bir yerde toplanır, sonra tüm askerler arasmdada usulüne göre paylaştırılır. Aynı şekilde seriyye olarak gönderilen askerler de ele geçirdik­leri ganimetleri kendilerini cephede beklemekte olan tüm müslüman asker­lerle paylaşırlar. Metinde geçen "seriyye olarak (düşman üzerine) giden(ler) de (ele geçirdikleri ganimetleri beraberce paylaşmak üzere cephede kendile­rini bekleyip) oturanlarına gönderirler." anlamındaki cümleden kasdedilen de budur. Rey taraftarlarına göre metinde geçen kelimesi ..." cümlesindeki "müminûn" kelimesi üzerine atfedilmiş-tir. Bir başka ifadeyle bu cümlenin aslı  = hiçbir mü'min ve ahdinde duran bir zimmi kafir karşılığında öldürülemez." şeklindedir. Bu bakımdan İmam Ebû Hanife'ye göre her ne kadar harbi bir kafir karşılığında bir mü'min kısas olarak öldürülemezse de bir zimmi kar­şılığında bir mü'min öldürülebilir. Çünkü hadiste mü'minle zimmi arasında bir ayırım yapılmamış, kafirin karşısında birlikte zikredilmişlerdir. Ancak imam Şafiî ile İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed (r.a.)e göre bir mü'­min kafir karşılığında öldürülemediği gibi ahdinde duran bir zımmî karşılı­ğında da öldürülemez. Çünkü  kelimesiyle cümlesi arasın­da bir ilgi yoktur. İkisi de müstakil iki ayrı cümledir. Bu ikinci cümle atıf olarak değil, ancak birinci cümleden sonra kafalarda doğacak olan "acaba zımmilerin kanını dökmek helal midir?" sorusuna Haramdır cevabını ver­mek ve her ne kadar bir zımmî karşılığında bir mü'min (kısas olarak) öldü­rülemezse de meşru bir sebep olmaksızın zimmilerin kanını dökmenin de ha­ram olduğunu açıklamak üzere gelmiştir.[412]

 

2752. ...Seleme'den (şöyle) dediği rivayet edilmiştir: Abdurrahman b. Uyeyne Rasûlullah (s.a.)in develerine baskın yapıp, çobanını öldürmüş ve yanındaki süverilerle o develeri sürüp git­mişti. Bunun üzerine ben yüzümü Medine'ye doğru çevirdim sonra üç defa "yetişin" diye feryad ettim ve onları takibe koyulup (onlara ok) atmaya ve onları yaralamaya başladım. (Onlardan) Bir atlı (beni öl­dürmek için) geriye dönecek olursa bir ağacın dibine oturuyor (ve on­lara ok atıyor) dum. Nihayet Allah'ın yaratmış olduğu develerden Pey­gamber (s.a.) e ait ne varsa onu (müşriklerin elinden kurtarıp) arka­ma almıştım. Otuzdan fazla mızrak ve otuz (kadar) elbise bıraktılar, hafiflemek istiyolardı. Sonra Uyeyne onlara yardımcı olarak geldi ve (onlara benim hakkımda) "Sizden bir grup onun yanına var (ip onun­la anlaş) sın" dedi. Bunun üzerine onlardan dört kişi bana doğru gel­meye ve dağa tırmanmaya başladılar (onların bana yaklaşmasıyla se­simi) kendilerine işittir (ebilecek bir duruma gel) ince "Beni tanıyor musunuz?" diye seslendim. Onlar da: "Sen kimsin?" dediler (Ben de): "Ben el-Ekvâ'nın oğluyum,Muhammed (s.a.) in yüzünü şereflendiren zata yemin olsun ki; sizden beni (yakalamak) isteyip de yakalayacak bir adam olmadığı gibi (içinizde) ben (yakalamak) isteyince elimden kurtulabilecek (bir kimse) de yoktur." diye cevap verdim (Onlarla ko­nuşmaya) devam ettim. Nihayet Rasûlullah (s.a.)'m süvarilerini ağaç­ların arasına girerlerken gördüm, onların başı(nda) el-Ahram ül Ese-di (var idi) ve Abdurrahman b. Uyeyne'nin üzerine varıyordu. Abdur-rahman b. Uyeyne'de onun üzerine çullandı. Karşılıklı vuruştular, der: ken el-Ahram Abdurrahmanı (n atını) yaraladı. Abdurrahman da el-Ahram'ı şehid etti ve onun atma geçti. Bu esnada Ebû Katâde de Ab-durrahman'ın karşısına çıktı. Karşılıklı olarak vuruşmaya başladılar. Derken (Abdurrahman) Ebu Katade' (nin atı) nı yaraladı. Ebû Kata-de de onu öldürdü ve el- Ahram'ın atına geçti. Sonra ben, onları kov­duğum suyun başında bulunan Rasûlullah (s.a.) in yanına geldim. (Bu su) zü kared (denilen su idi) Bir de ne göreyim Peygamber (s.a) beş-yüz kişi ile birlikte (orada bekliyor. O gün Rasûlullah) bana hem sü­vari hem de yaya hissesi verdi.[413]

 

Açıklama

 

Zûkarad Sam vom üzerinde Medine ile Hayber arasında Medine'ye bir beridlik (oniki millik) uzaklıkta bir sudur. Sel dağına sekiz mildir. Sık ağaçlı bir yerdir. İşte bu sudan, ismini alan Zalükarad gazvesi aynı zamanda Gazvetü'1-Ğâbe adıyla da anılır. Bu mevzuda siyer kitaplarında şöyle söylenmektedir: "Vakıdî, İbn Sa'd, îbn Kayyim ve daha başkalan bu gazayı Gâbe gazası diye andıkları gibi tbn İshak Ahmed b. Han-bel, Buhârî, Belâzurî, Taberî ve daha başkaları da Zûkarad gazası diye an-mışlardır. Hz. Peygamberin sağmal develerinin ğabe'de yağmalanıp, çoba­nın orada şehid edilmiş olması, Seleme b. Ekva ile ona yetişen tslam süvari­lerinin öâbe'den itibaren baskıncıların ardına düşerek onlarla çarpışa çarpı­şa Zûkarad'a kadar ilerlemiş bulunmaları, bu gazanın Gâbe gazası olarak anılmasına tslam karargahının Zûkarad'de kurulmuş olması da ayrıca Zû­karad diye adlandırılmasına yol açmış olabilir.

Gazanın sebebi; peygamberimizin Ğâbe (orman) yaylımında yayılmak­ta bulunan sağmal ve doğurmaları yaklaşmış yirmi devesini, Uyeyne b. Hısn el-Fezari'nin Gatafan ve Fezarilerden kırk atlı salarak baskıp yaptırıp sür­dürmesi ve Ebû Zerr el-Ğıfarî*nin oğlunu da $ehid ettirmesidir.[414]

Bu savaşın ne zaman yapıldığı hangi tarihte vukubulduğu meselesi ihti­laflıdır. Buhârî'nin rivayetine göre bu savaş Hayber savaşından üçgün önce vuku bulmuştur. Delili ise Seleme b. Ekva'nın "Biz bu savaştan döndükten sonra Medine'de ancak üç gün kaldık, üç gün sonra Hayber savaşına çık­tık.*' sözüdür. Siyer uleması ise bu savaşın hicretin altıncı yılında vuku bul­duğu noktasında birleşmektedirler.

Metinde geçen Ya sabâhahü (ey sabahım) sözü arapçada baskına uğra­yan kimselerin yardıma çağırmak için kullandıkları bir tabirdir. Genellikle baskınlar sabaha doğru yapıldığı için baskına uğrayan kimselerin bu tabirle başkalarını yardıma çağırması Araplar arasında adet olmuştur. Bu şekilde feryad eden bir kimse sanki "Düşman sabahleyin etrafımızı çevirdi yetişin" diye haykırmış ve başkalarını yardıma çağırmış olur.

Her ne kadar siyer kitaplarında bu olayda yağma edilen develerin yirmi kadar olduğu ve Hz. Seleme'nin bunlardan sadece on kadannı düşmanın elin­den kurtardığı ifade edilirse de metinde geçen "Nihayet Allah'ın yaratmış olduğu develerden peygamber (s.a.)'e ait ne arsa onu (müşriklerin elinden kurtarıp) arkama almıştım." sözü, Hz. Seleme'nin bu develerin tümünü düşman elinden kurtardığını ifade etmektedir.

Bu savaş hadis ve siyer kitaplarında çok ayrıntılı ve çok uzunca anlatıl­dığından okuyucularımıza oralara bakmalarım tavsiye ederiz.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadisin, "Serİyye, baskından ele geçirdiği ganimetleri orduya gönderir." anlamındaki bab başlığımızla ilgisi şöyledir "Hz. Seleme müşriklerden ele geçirdiği elbise, zırh gibi ganimetleri olduğu gibi cephede kendisini bekleyen İslam ordusuna göndermiş, Hz. Peygamber de ona bu ganimetlerden bir piyade hissesi vermiştir." Ancak Hz. Peygamber onun bu savaşta özel bir başarısı ve yiğitliği görüldüğü için ayrıca kendi­sine nefel olarak bir de süvari hissesi vermiştir. İşte bu hadisle bab başlığı arasındaki ilgi budur. 2737 ve 2738 numaralı hadislerin şerhinde de açıkla­dığımız gibi nefel humusdan yahut da humusun beşte birinden verilir. Gani­met payı ise humus çıkarıldıktan sonra, geriye kalan ganimet mallarından verilir. Bu duruma göre; Hz. Peygamberin, Hz. Seleme'ye nefel olarak verdiği bir süvari hissesi kadar olan mükafatı humustan veya humusun beş­te birinden ganimet payı olarak verdiği bir piyade hissesi kadar olan payı da humus çıkarıldıktan sonra geriye kalan ganimet mallarından vermiş olabileceği kolayca anlaşılır.[415]

 

148. Altın, Gümüş Ve (Harp Ülkesine Girince Daha Düşmanla Savaşmadan Önce) İlk (Ele Geçen) Ganimetlerden Nefel Vermenin Hükmü

 

2753. ...Ebû'l-Cüveyriyet'ü Cermi'den demiştir ki Muaviye'nin emirliği zamanında Rum ülkesinde, içirde dinarlar bulunan bir küpe rastlamıştım. Başımızda da Peygamber (s.a.)'in sahabilerinden Süleym oğullarından Ma'n b. Yezid adında bir adam vardı. Dinarları ona ge­tirdim (O da bunları) müslümanlar arasında paylaştırdı. Onlardan birine verdiği kadar bu dinarlardan bana da verdi. Sonra da "Eğer ben Rasûlullah (s.a.)ı “Nefel ancak humustan sonradır” derken işitmiş olmasaydım sana (nefel de) verirdim." dedi ve (kendi) payını bana ver­meye kalktı. (Fakat) ben kabul etmedim.[416]

 

Açıklama

 

Altın ile gümüşten ve daha düşman ülkesinde savaş başlamadan önce    harpsiz    düşmandan    ele    geçirilen    mallar­dan nefel vermenin caiz olup olmadığı; ulema arasında ihtilaflıdır.

Musannif Ebû Dâvûd bu mevzuya dair özel bir bab açmıştır. Bu mev­zuda Hanefi fıkhının meşhur kitaplarından olan Siyer-i Kebir şerhinde şöyle deniyor: "Eğer devlet reisi (veya temsilcisi) - Kim kafir bir askeri öldürürse onun şahsi eşyası öldürenin olacaktır.- diye harbe teşvik eder de bunun üze­rine bir mücahid bir düşman askerini öldürecek olursa; öldürülen askerin altın veya gümüş tüm şahsi malları öldüren mücahidin olur. Ancak Şam halkı altınla gümüş mallardan nefel verilemeyeceğini nefelin ancak; yiyecek, giye­cek, altın ve gümüşün dışındaki mallardan verilebileceğini söylemişlerdir.

Musannif Ebû Dâvûd mevzumuzun bab başlığında bulunan "min evvel-il-mağnem" tabiriyle îslam askerlerinin harp ülkesine girdiği sırada savaş­tan önce harpsiz olarak ele geçirdikleri mallan kasdetmiş olması ihtimali kuv­vetlidir. Bezlü'l-Mechûd sahibinin görüşü de budur. Bu durum Musannif Ebû Davud'un devlet reisi veya temsilcisinin ganimet malları içinde bulunan al­tın ve gümüşten nefel veremeyeceği gibi savaştan önce harp ülkesinde düş­mandan ele geçirilen mallardan da nefel veremeyeceği görüşünde olduğu ih­timalini ortaya koymaktadır.

Esasen bu görüş imam Evzâî'nin görüşüdür. Bu bakımdan Musannif Ebu Davud aslında kendisi bu görüşte olmadığı halde sadece imam Evzai'-nin görüşüne işaret etmek istediği için bu görüşe temas etmiş de olabilir. Hafız İbn Hacer'in de açıkladığı gibi îmam Evzai'nin bu görüşü cumhur'un (ule­manın büyük çoğunluğunun) bu mevzudaki görüşüne aykırıdır. Mevzumu-zu teşkil eden bu hadisin zahirinden anlaşıldığına göre Hz. Peygamberin sa-habilerinden olan Man b. Yezid'in, Ebû Cüveyriye'nin Rum diyarında ele geçirdiği ganimetlerden kendisine nefel vermeyişinin sebebi bu malların al­tın veya gümüş oluşu değil, henüz bunlardan humusun ayrılmamış olması­dır. Çünkü Ma'n b. Yezid Hz. Peygamberi humus ayrılmadıkça ganimet mal­larından; nefel verilemez" derken işitmiştir. Nitekim 2748-2749 numaralı hadis-i şeriflerde de ifade edildiği üzere nefel; ganimetlerden humus ayrıl­dıktan sonra, kalan ganimet mallarından verilir. Hadisin zahirinden anlaşı­lan mana bu olmakla beraber, Hz. Ebu'İ Cüveyriye'ye nefel verilmeyişinin sebebini; bu malların savaşsız olarak ele geçmesi nedeniyle fey hükmüne girmiş olmalarına bağlamak da mümkündür. Çünkü fey savaşsız ele geçirilen gani­met demektir ve feyden nefel verilemez. Kadı Iyaz'ın da ifade ettiği gibi Şa­fii ulemasından bazı Sarihler Hz. Ma'n, nefelin humus ayrıldıktan sonra kalan ganimetlerden verilebileceğine ve verilecek mikdann sadece devlet reisinin takdirine bırakılmış olduğuna inanıyordu. Kendisi kumandan olunca bu dü­şünceden hareket ederek Hz. Ebû Cüveyriye'ye bu mallardan nefel verme­di." demişlerdir. Bazıları da "Bu hadis yanlış rivayet edilmiştir. Hadisin aslı -humustan sonra nefel yoktur- yanı ganimetler İslam ülkesine taşındıktan ve ganimetler içerisinden Allah Rasûlünün hakkı olan humusu ayırmak ica-bettikten sonra artık nefel va'detmek yoktur anlamına gelen -la nefele ba'delhumusu-şeklindedir." demişlerdir.[417] el-Muvaffık'ın açıklamasına gö­re; eğer bir kimse küfür diyarında define bulur da bunu kendi başına eline geçirmeye gücü yetecek olursa bu define İslam ülkesinde bulunan definele­rin hükmüne girer. Dolayısıyla bu definenin beşte birini devlet alır, kalanı da bulan kimsenin olur. Eğer bu defineyi islam askerlerinin yardımı ile ele geçirecek olursa; o zaman bu define ganimet hükmüne girer, Ganimet taksi­mi esaslarına göre taksim edilir. İmam Malik ile el-Evzâî bu görüştedirler. İmam Şafiî'ye göre ise; bu define kafirlerin ölü arazisinde bulunmuşsa, İs­lam ülkesinde bulunan definelerin hükmüne tabi olur. Hanefi ulemasına göre ise, bu define ganimet hükmündedir. Gaziler arasında taksim edilir. Delille­ri, mevzuumuzu teşkil eden hadis-i şeriftir. "Altın ile gümüşten ve düşman ülkesine girince savaşsız olarak ele geçirilen mallardan da nefel verilebilir" diyen Cumhur ulemanın delilini teşkil eden bu hadisin senedinde Asım b. Küleyb vardır. Ali b. el-Medenfye göre, bu ravinin yalnız başına rivayet et­tiği hadisler delil olma niteliğinden mahrumdurlar. Ahmed b. Hanbel, Ebû Hatim er-Râzî, Nesâî gibi hadis alimleri ise onun rivayet ettiği hadislerde bir kusur görmemişlerdir.[418]

 

2754. ...(Bir Önceki hadisin) manası yine aynı senedle Asım b. Kü­leyb'den de (rivayet edilmiştir)[419]

 

Açıklama

 

Bu hadis mana itibariyle bir önceki hadisin aynısıdır. Bu bakımdan bir önceki hadis üzerinde yapmış olduğumuz acıklama bu hadis için de geçerlidir.[420]

 

149. Devlet Başkanı Ele Geçen Ganimetlerin Bir Kısmını Kendisi İçin Ayırabilir

 

2755. ...Amr b. Absete dedi ki; Rasûlüllah (s.a) ganimet olarak ele geçen develere doğru bize namaz kıldırmıştı. Selam verince, deve­nin yan tarafından bir kıl aldı. Sonra "Bana sizin ganimetlerinizden şu kadarı bile helal değildir (Bana helal olan) sadece humusdur. Hu­mus da size sarfedilir." Buyurdu.[421]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif mana olarak 2694 numaralı hadiste geçmiş-ti. Ancak 2694 numaralı hadis üzerinde yaptığımız açıklama bu hadis için geçerli değildir. Çünkü Resulü Ekremin 2694 numa­ralı hadiste geçen sözleri, sadece Hevazin kabilesinden alınan ganimetlerle ilgili idi. Ve sözü geçen hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi, Hz. Peygam­ber Hevazin kabilesinden alınan ganimetlerdeki haklarından sadece humus hakkını almış, peygamber olarak alabileceği safiyy hakkı ile bir mücahid ola­rak alabileceği ganimet payı hakkını almaktan feregat etmişti.

Hz. Peygamberin bu hadisteki ifadesi; belli bir ganimete tahsis edile­mez: Buradaki ifade tüm ganimetlerle ilgilidir. Çünkü bu hadisin metninde geçen   "sizin ganimetlerinizden" sözü tüm ganimetlere şamildir.

Fakat bu hadisin metninden bazı kısımlar atlanmıştır. Bu hadisin Ah-med b. Hanbel'in Müsnedindeki metnini incelediğimiz zaman, atlanan kısimIan orada görmemiz mümkündür. Sözü geçen Müsned'de bu hadisin ta­mamı şu manaya gelen lafızlarla rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a).bize bir gazvede -henüz takdim edilmemiş- bir deveye doğru namaz kıldırdı. Selam verince kalkıp (deveden) bir kıl aldı şu kıl sizin ganimetlerinizdendir. Benim bu ganimetlerde humusun dışında sizinle beraber alacağım paydan başka bir payım yoktur. Ancak (sizden fazla olarak bir humus alıyorum) humus'ta si­ze sarfedilir. Binaenaleyh yanınızda iğne-iplik (iğne-iplikten) daha büyük veya daha küçük (ganimet namına ne varsa) getirip teslim ediniz.” buyurdu.[422]

Buna göre, mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte, Hz. Peygamberin bir mücahid olarak, ganimetlerden diğer mücâhidler gibi bir pay alma hakkı yanında, devlet reisi olarak da humus (beştebir pay) alma hakkı olduğu ifa­de edilmektedir.

Bilindiği gibi Hz. Peygamberin peygamber olarak ganimetler taksim edilmeden önce alacağı bir pay daha vardır ki; buna "safiyy" denilir. Nite­kim şu manaya gelen lafızlarla rivayet edilen bir hadis bunu açıkça ifade et­mektedir: "Siz namazı kılıp, zekatı, ganimetlerin beştebirini ve peygambe­rin hakkı olan safiyyi peygambere verirseniz, Allah'ın ve Rasûlünün ema-mnda olursunuz.”[423] Hz. Peygamberin ganimetler dağıtılmadan önce, pey­gamber olarak Safiyy adıyla alacağı hisse, kendi seçimine bırakılmıştır. Şöyle ki; ganimetler dağıtılmadan önce bir köle, ya bir cariye veya bir at seçip alır. İşte safiyy budur.[424] Fakat mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte safiyyden bahsedilmemiş sadece bir devlet reisi olarak ganimetlerden alabileceği hu­mustan ve almış olduğu bu humusu (beşte bir hisseyi de) yine müslümanla-rın ortak menfaatlerine sarf ettiğinden bahsedilmiştir,

Hanefi âlimlerine göre ise Safiyy; Hz. Peygamberin, peygamber olarak ganimetlerin taksiminden önce onların içinden bir kılıç veya zırh ya da bir cariyeyi seçip alma hakkıdır. Hz. Peygamberin vefatıyla humustan alacağı beşte bir hisse ve safiyy hakkı düşmüştür.[425] Dolayısıyla Hz. Peygamberin, ganimetlerden ayrılan humustan, kendisi için aldığı beşte bir hisse de, yine ümmetine kalmıştır. Sağlığında ise ganimetler bölüşülmeden önce "... Bilin ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri Allah'a Rasulüne ve (Allah'ın Rasû-lüne) akrabalığı bulunan (lar) a, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir. Allah herşeye kadirdir."[426] ayet-i kerimesi emrince humusu şu şekilde beş kısma ayırırdı:

1. Hz. Peygamber için,

2. Hz. Peygamberin akrabaları için

3. (Fakir olan) öksüzler için

4. Yoksullar için

5. Yolcular için.

Ayet-i kerimede her ne kadar bir de Allah'ın hakkından bahsediliyorsa da bu, Hz. Peygamber'in humustan alacağı beştebir paydan başka bir pay değildir. Allah ismi aslında ayet-i kerimenin başında teberrüken zikredilmiştir. Ayrıca Allah'a bir hisse daha ayrılması için zikredilmiş değildir.

Görülüyor ki, Hz. Peygamber sağlığında humusun tümünü kendi ihti­yaçları için harcamamıştır. Humusun sadece beşte birini kendi ihtiyaçları için harcamış, vefatından sonra alınan ganimetlerdeki hakkı düşmüştür. Hz. Pey­gamberin yakınlarının humustaki haklan, sağlığında kendisine yaptıkları hiz­mete bağlıydı. Bu yüzden, hem cahilliyye döneminde hem de islamiyet gel­dikten sonra Hz. Peygambere yardımda geri durmadıkları için Abdulmutta-lib oğullarına humustan pay verdiği halde» kendisine onlardan daha yakın olan Ümeyye oğullarına vermemiştir.

Hz. Peygamberin vefatından sonra, yakınlarının ganimetlerden pay al­maları, fakir olmalarına bağlıdır. Eğer fakirlerse ganimetten pay alırlar, fa­kir değilseler alamazlar. Bir başka ifadeyle, Hz. Peygamberin vefatından sonra akrabalarının humustan beştebir hak alabilmeleri için, humustan beştebir hak alan diğer üç sınıftan birinin içine girmeleri gerekir. Yani ya yoksul, ya ök­süz vey4.yolcu olmaları gerekir. Netice olarak Hz. Peygamberin vefatından sonra humustan üç sınıf beştebir pay alma hakkına sahiptir. Bunlar yoksul­lar, yolcular, yoksul olan öksüzlerdir. Humusun geriye kalan kısmı ise sa­vaş malzemeleri gibi ümmetin ortak ihtiyaçlarına sarfedilir.[427]

 

150. Ahdi Yerine Getirmek

 

2756. ...İbn Ömer'den (r.a) demiştir ki: Rasûlullah (s.a) buyur­du ki; "Verdiği sözü tutmayan bir kimse için kıyamet günü, bir bay­rak dikilir (ve) bu (bayrak) falan oğlu falanın ahdini bozması (nın ala­meti) dir, denilir."[428]

 

Açıklama

 

Verdiği sözü tutmayıp onu bozan kimseyi teşhir suretiyle, onu insanlar huzurunda, rezil ve rüsvay etmek için kıyamet gününde arkasına bir bayrak dikilir ve bir münadi; işte bu verdiği sözü bo­zan kimsedir, diye yüksek sesle bağırır.

Hadis-i şerif, ahdini bozan kimseleri kıyamet gününde bekleyen bu kö­tü akıbeti haber vermektedir.

Hafız İbn Hacer'in el-Fethu'l-Barî isimli eserinde yaptığı açıklamaya göre İbn Ebû Cemre bu hadis hakkında şunları söylemiştir: Kıyamet gününde ah­dini bozan kimseler için, ahidlerini bozmaları sayısınca bayraklar dikilir. Bu kimselerin ahdi bozma işi dünyada genellikle gizli kaldığı için Allah, onları bu suçlarını teşhir etmek suretiyle cezalandırır. Aslında Araplar, bayrak dikme tabirini; bir işi en iyi şekilde teşhir etmek anlamında kullanırlar. Hadiste ge­çen "bayrak dikilir" sözünü "o kimse en iyi bir şekilde teşhir edilir/1 ma­nasında anlamak gerekir.[429]

 

151. Devlet Başkanı (Savaşta Ve) Barışta Kendisine Sığınılan Bir Kalkandır

 

2757. ...Ebû Hureyre'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a) şöyle bu­luştur: "Devlet başkam bir kalkandır, savaşa ancak onunla girilir."[430]

 

Açıklama

 

Devlet başkanı bir kalkan gibi müslü-manları düşmanın tehlikelerinden korur. Bu görevini hakkıyla yerine getirebilmek için icabında, bazan düşmanla sulh yapar. Bazan da düşmana karşı savaş ilan eder veya düşmanlardan bazılarına eman verir. Bu yetkiler, sadece dev­let başkanına verilmiştir. Devlet başkanı, tebaasını ileride zuhur edebilecek tehlikelerden korumak amacıyla, ilan ettiği harplere bizzat kendisi kuman­danlık edebileceği gibi, bu görevi uygun göreceği başka bir kimseye de vere­bilir. Binaenaleyh, bir devlet başkanının müslümanların istikbalini düşüne­rek hak, adalet ve takva ölçüleri içerisinde harp ya da sulh ilan etmek gibi, devletler arası siyasi kararlarına, her müslümanın uyması gerekir. Devlet baş­kanının bu nevi kararlarına uyan bir müslüman, bu itaatinden dolayı ecir ve sevaba nail olacaktır.

Düşmana karşı savaş ilan etmek, düşmanla sulh yapmak, eman vermek yetkisinin sadece devlet başkanına ait bir yetki olduğuna işaret eden bu ha­disle, "Müslüman tebeadan herhangi bir kimsenin bile eman verebileceğini" ifade eden (2751) numaralı hadis-i şerif arasında bir çelişki bulunduğu zan-nedilmemelidir. Çünkü müslüman tebeadan bir kimsenin, bütün müslüman-larca muteber sayılan emanı, o müslümanın bir köy, şehir veya kale halkı gibi kafirlerden bir gruba vermiş olduğu emandır. Fakat kafirlerin tümüyle ve bazı nesilleriyle ilgili büyük çapta eman verme hakkı ise sadece devlet rei­sine aittir.[431]

 

2758. ...Ebû Rafı dedi ki: Kureys (halkı) beni Rasûlullah (s.a)'e (elçi olarak) gönderdi. Rasûlullah (s.a)'i görünce kalbime İslam (a girme arzusu) düştü. Bunun üzerine "Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'a yemin ol­sun ki ben Kureyşlilere asla bir daha dönmeyeceğim" dedim. Rasû­lullah (s.a) "Ben ahdimi bozmam ve (bana gelen) elçilere baskı yap­mam. Fakat sen (Kureyşe) geri dön. Eğer şu anda kalbine gelen (İs­lam'a girme arzusu orada yine) kalbine gelecek olursa (o zaman bura­ya) dön gel" buyurdu. Bunun üzerine (gerisin geriye Mekke'ye) git­tim. Sonra Peygamber (s.a.)'e (tekrar) geldim ve müslüman oldum. (Bu hadisin ravilerinden) Bekir dedi ki: (Hasen b. Ali) bana Ebû Rafi nin   (islam'a girmeden önce) kipti olduğunu bildirdi.

Ebu Davud der ki: Bu (hüküm, Hz. Peygamberin yaşadığı) za­manda (geçerli) idi. Bu gün (için bu hüküm) uygun değildir.[432]

 

Açıklama

 

Devlet başkanına elçi olarak geldiği halde İslam ülkesinde müslümanlığı kabul eden bir kimsenin, İslam ülkesine sığınma isteğinin kabul edilmeyip onun gerisin geriye kendi ülkesine gönderil­mesi, sadece Hz. Peygamber zamanına ait bir uygulamadır. Hatta böyle bir uygulama sadece Hz. Peygambere ait özel bir uygulamadır.

Fakat günümüzde böyle bir uygulama geçerli ve doğru olamaz. Çünkü Hz. Peygamber, karşısında bulunan kimselerin durumunu Allah'ın bildir-mesiyle biliyordu. Nitekim sığınma hakkı isteyen Ebû Rafi'nin Kureyş'e döndükten sonra, İslam'a girme arzusuyla tekrar Medine'ye geleceğinden ke­sinlikle emindi. Bu nedenle onun sığınma hakkını reddederek Kureyş'e dön­mesini, isterse tekrar kendisine geri dönmesini tavsiye etti. Gerçekten de Hz. Ebû Rafi, Mekke'ye gittikten sonra bir süre sonra Medine'ye gelerek müslü­man oldu.

Eğer Hz. Peygamber, Hz. Ebû Rafi'nin sığınma isteğini kabul edip onu Mekke'ye göndermeseydi, bu uygulama düşmanların "Muhammed, elçilere baskı yapıyor, insan haklarını çiğniyor, inanç hürriyetine saygı duymuyor milletlerarası siyasi teamüllere uymuyor" şeklinde aleyhte propaganda yap­malarına sebep olur ve bu yüzden de İslamın geniş kitlelere yayılmasına bü­yük bir engel teşkil ederdi. Bu yüzden Hz. Fahr-i alem, bir elçi olarak huzu­runa gelen, Hz. Ebû Rafi'nin sığınma isteğini reddetmiştir. Musannif Ebu Davud'da bu görüştedir.

İbn Teymiyye Müntekâ'l-Ahbar   isimli eserinde, Hz. Ebû Rafi'nin bu sığınma talebinin Hudeybiye musalahasının yürürlükte olduğu zamana rast­ladığı için kabul edilmediğini iddia etmişse de bu doğru değildir. Çünkü Hz. Ebû Rafi, Bedir, savaşından önce müslüman olmuş Uhud savaşıyla ondan sonraki savaşların tümüne katılmıştır.[433]

 

152. Düşmanla Sulh Yapan Bîr Devlet Başkanının Sulh Süresi Sona Erer Ermez Hemen Düşman Lkesine Erişmek Ve Düşmana Saldırmak Üzere, Daha Sulh Süresi Sona Ermeden Önce) Düşmana Doğru Yola Çıkması

 

2759. ...Himyer (kabilesin) den olan Süleym b. Amir'den, de­miştir ki:

Muaviye ile Rum (lar) arasında bir (sulh) antlaşması vardı. (Muaviye bu antlaşma süresi sona ermeden önce) Rumların ülkesine doğ­ru yola çıkmıştı. Sulh (süresi) sona erince onlarla savaşacaktı. Derken "Allahü ekber, Allahü ekber (Hayret doğrusu size) hıyanet (etmeniz) değil (ahde) vefa" (etmeniz gerekir) diyerek, at üzerinde veya acematı üzerinde bir adam çıkageldi. Bir de baktılar ki (bu adam) Amr b. .Absete(imiş).Bunun üzerine Muaviye ona (birini) gönderdi (ve huzu­runa çağırttı) ve kendisine (bu meseleyi) sordu. (O da) :

Ben Rasûlullah (s.a)'ı

"Kimin herhangi bir kavimle arasında bir antlaşma varsa, süre­si sona erinceye kadar ya da karşılıklı olarak (antlaşmayı) bozduğunu onlara bildirinceye kadar bu bağı ne (yeniden) bağlasın ne de çözsün" buyururken işittim. dedi. Bunun üzerine (Muaviye seferden) geri döndü.[434]

 

Açıklama

 

Metinde geçen "birzevn" acem atı demektir. Çoğulu "Berazin" gelir. Anası arap âtı, babası acem atı olan ata Mukrif babası arap atı anası acem atı olan ata da "hecîn" denilir.

Metinde geçen Bu bağı ne yeniden bağlasın, ne de çözsün" anlamın­daki cümleden maksat, "oradaki antlaşmayı bozmamaya son derece dikkat et­sin." demektir. Bilindiği gibi böyle bir ahdi yenilemekte hiçbir sakınca yok­tur. Bu bakımdan ulema bu cümleye "aradaki ahdi bozmaktan son derece kaçınsın" manası vermişlerdir. Yine metinde geçen "ev yenbize ileyhim ala sevâin = Ya da karşılıklı olarak anlaşmayı bozduğunu onlara bildirsin" cüm­lesiyle "Her iki tarafta aralarındaki sulh antlaşmasının bozulduğunu bilmekte eşit olsunlar/' demek istenmiştir. Çünkü karşı tarafın haberi olmadan, sul­hu bozarak saldırıya geçme ahde riayet etmemek ve karşı tarafa ihanet et­mektir. Nitekim Allah'tı Teâlâ "Bir kavmin (antlaşmaya) hainlik yapmasın­dan korkarsan, sen de (onların seninle yaptıkları antlaşmayı) aynı şekilde onlara at. Çünkü Allah hainleri sevmez.”[435] buyurmakla sulhun bozuldu­ğunu karşı tarafa ilan etmeden onlara saldırıya geçmenin hainlik olduğunu haber vermiştir.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte, sulh süresi içerisinde sulh so­na erince hemen saldırıya geçmek üzere, düşman sınırına kuvvet gönderme­nin de ahde vefasızlık ve hainlik olduğu ifade ediliyor. Amr b. Absete (r.a)'in bu hadis-i şeriften çıkardığı manaya göre, sulh süresi sona erip de sulhun sona erdiğini karşı tarafa ilan etmedikçe saldırıya geçmek veya saldırıya geç­mek üzere yola çıkmak hainliktir. Bu bakımdan sulh süresi sona erince, sul­hun sona erdiğini ve savaşın başlayacağını karşı tarafa haber verilmeli, on­dan sonra eğer karşı taraf müslüman olmayı yahut da cizye vermeyi kabul etmezse, ancak o zaman saldırıya geçmelidir. Fakat karşı tarafın bir hıyane­ti görülünce onlara ansızın saldırmakta herhangi bir sakınca yoktur.[436]

 

153. Kendisiyle Antlaşma Yapılan Kimseye Karşı (Antlaşma Şartlarına) Uygun Hareket Etmek Ve Kendisine Verilen Söz Ya Da Emana Saygı Göstermek (Gerekir)

 

2760. ...Ebû Bekre Rasûlullah (s.a)'in:

"Her kim (kendisiyle) antlaşma yapan bir kimseyi (antlaşma sü­resi sona ermeden, yani savaş) vakti dışında öldürürse Allah ona cen­neti haram kılar.[437] Buyurduğunu rivayet etti.[438]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerifte sulh süresi sona ermeden, antlaşmalı bir kav-me, sulhu bozmayı gerektiren hiç bir meşru sebep yokken saldırıya geçip onları öldüren kimseler hakkında büyük bir tehdid vardır. Bu gibi kimseler cennete ilk önce girme saadetine erişen, büyük günahlar­dan kaçan bahtiyar kimselerle birlikte cennete giremeyeceklerdir. Ancak, iş­ledikleri bu günahın hesabını verdikten sonra cennete girebileceklerdir.[439]

 

154. Elçiler

 

2761. ...Nüaym b. Mes'ûd el-Eşceî'den demiştir ki:

Ben Rasûlullah (s.a) 'i (Müseylimenin elçileri, huzurunda) Mü-seylime'nin mektubunu okudukları zaman (Müseylime hakkında) siz ne diyorsunuz, derken işittim. (Onlar da) "Biz de (onun bu mektup­ta) dediği gibi (Peygamber olduğunu) söylüyoruz." diye cevap verdi­ler. Bunun üzerine (Hz. Peygamber) "Şunu iyi biliniz ki: Eğer elçi­ler öldürülseydi ikinizin de boynunu vururdum.” buyurdu.[440]

 

Açıklama

 

Bilindiği gibi Müseylime, Hz. Peygamber devrinde Peygamberliğini ilan eden ve Kezzab = yalancı ismiyle meşhur olan kimsedir. Hanife oğullarından birçok kimseleri de kendine inandırma­ya muvaffak olan bu kimse, Hz. Ebû Bekir es-Sıddık'ın halifeliği sırasında öldürülmüştür.

Şeyhü'l-islam İbn Teymiye'nin Musannafında Ahmed b. Hanbel (r.a)'e nisbet ederek rivayet ettiği bir hadiste Müseylime'nin Hz. Peygambere gön­derdiği elçilerden birinin İbnü'n-Nevvaha diğerinin de İbn Üsal isminde ol­duğu ifade ediliyor.

Bu iki elçi Hz. Peygamberin huzurunda Müseylime'nin peygamberlik iddiasını tasdik etmekle, İslam dininden çıkmış olduklarından ölüm cezasını hak etmiş oldular. Fakat elçilik görevleri, öldürülmelerine engel teşkil etti­ğinden onlara sadece "Şunu iyi biliniz ki: Eğer elçiler öldürülseydi ikinizin de boynunu vururdum." demekle yetindi.

Hz. Peygamberin bu sözü, küfür diyarından elçi olarak İslam ülkesine gelen bir elçinin, devlet başkanının veya diğer müslümanların huzurunda küfrü gerektiren bir söz söylemesi halinde bile öldürülemeyeceğini ifade etmekte­dir. Çünkü elçilik, taraflar arasında anlaşmayı sağlayan bir görev olduğun­dan, elçiler kendileriyle antlaşma yapılan taraflar hükmündedirler. Bu se­beple kendilerine saldırılamaz.

Ancak elçiler fevkalade hallerde (gözaltında) tutulabilirler. Bu sebep­ten peygamber (s.a) Mekke'de alıkonulan müslüman sefir, kendisinin ordu­gâh kurduğu Hudeybiye'ye sağ ve salim avdet edinceye kadar Mekkeli mu­rahhasları alıkoymuştu.[441]

 

2762. ...Harise b. Mudarrab'dan rivayet olunmuştur ki, Abdul­lah İbn Mes'ud (r.a) in yanına varıp "Bende hiçbir Araba karşı düş­manlık yoktur. Hanife oğullarının mescidine uğradım. Bir de ne gö­reyim, hepsi Müseyleme'ye. inanıyorlar." demiş. Bunun üzerine Ab­dullah (b. Mes'ûd) onlara haber gönder (ip huzuruna gelmelerini iste) di. Kısa bir süre sonra hepsi (huzuruna) getirildi. (Hz. Abdullah) İbnü'n-Nevvaha'dan başka hepsinden tevbe etmelerim istedi (ve) Îbnü'n-Nevvaha'ya dönerek -sen Müseyleme'nin elçisi olarak geldi­ğin zaman ben Rasûlullah (s.a)'ı (sana hitaben):

"Eğer sen elçi olmasaydın boynunu vururdum." derken işittim. Sen bugün (artık) elçi değilsin- dedi ve Karaza b. Ka'b'a (İbnü'n-Nevvaha'yı öldürmesi için) emir verdi. (Karaza da) Sokakta onun boy­nunu vurdu. Sonra (Hz. Abdullah veyahut Karaza) "Kim İbnti'n-Nevvaha'yı sokakta ölü olarak görmek istiyorsa" (Gitsin onu sokak­ta ölü olarak görsün) dedi.[442]

 

Açıklama

 

Hz. Harise b. Mudarrab'ın Abdullah b. Mes'ûd'un huzurunda "Bende hiçbir Arab'a karşı kin yoktur" demekten maksadı, herhangi bir düşmanlık ve kin tesiri altında konuşmadığını ve Hanife oğullan hakkında söyleyeceği sözlerde hissi olmadığını, anlatarak Hz. Ab­dullah'ın kendisine güvenini sağlamak ve söyleyeceği sözlerin doğruluğuna onu inandırmaktır.

Hz. îbn Mes'ûd, Rasûlü zişan efendimizin -"Eğer sen elçi olmasaydın, boynunu vururdum."sözünden İbn Nevvâha'nınöldürülmesi gerektiği hal­de elçilik görevinde bulunduğu için onu öldürmediği manasını çıkarmış, sonra da ondan elçilik görevi kalkınca, tevbeye davet etmeden onun boynunu vur­muştur.

Bu hadis-i şerif, küfrünü içinde gizleyip de tevbe etmediği anlaşılan bir kimseyi Öldürmenin caiz olduğunu söyleyen İmam Malik'in delilidir. Gerçi Hanife oğullarının bir îsjam ülkesi olan Kufe'de küfürlerini izhar etmeleri mümkün değildi. Hz. Harise b. Mudarrab onların içlerine girerek hallerine yakından vakıf olmuştu. O sırada Kufe'de vali bulunan Abdullah bin Mes'-ud (r.a) durumu öğrenince onları tevbeye davet etmişti. Hz. İbn Mes'ud'un bunların Müseyleme'ye kesin bir şekilde iman etmeyip de sadece kalplerinde Müseyleme'ye karşı bir meyil olduğunu, fakat ona kesin bir şekilde iman etmediklerini hissettiği için onları tevbeye davet etmiş ve tevbeleri sonunda serbest bırakmış olabilir. Fakat onların, Müseyleme'ye kesin bir şekilde ina­nıp İslam'dan döndüklerine inanmış olsaydı İbnü'n-Nevvaha gibi onları da öldürürdü. Hattâbî'nin açıklamasına göre; Hz. Abdullah'ın, İbnü'n-Nevvaha'yı öldürdüğü halde diğerlerini tevbeye davet ederek tevbeleri so­nunda onları serbest bırakmasının sebebi budur. İbnii'n-Nevvaha'yı ise tev­beye davet etmeye lüzum görmemiştir. Çünkü o küfrünü açıklıyor ve halkı açıkça Müseyleme'ye inanmaya davet ediyordu.[443]

 

155. Kadının Eman Vermesi

 

2763. ...İbn Abbas'dan demiştir ki:

Ebû Talib'in kızı Ümmü Hanî, kendisine (gelerek) -Fetih günü müşriklerden birini himayesine aldığını ve Peygamber (s.a)'e varıp bunu haber verdiğini (Hz. Peygamberin de)

"Senin himayene aldığın kimseyi biz de himayemize almışızdır. Senin eman verdiğin kimseye biz de eman vermişizdir." buyurduğunu-söylemiştir.[444]

 

Açıklama

 

Hz. Ümmü Hani'nin himayesine aldığı kimse Haris b. Hişam b. Muğire el-Mahzumi'dir.

Eman: Güvene ulaşması hususunda düşmana verilen söz veya yapılan işaretten ibarettir.[445] Emanın rüknü, emanı bildiren şeylerdir. Bu cihetten eman üç kısma ayrılır:

1. Eman-ı sarih (sarih eman): Bir kimseye karşı "Sana eman verdim", "Siz eminsiniz", "Size bir zarar yoktur" gibi bir tabirle verilen emandır.

2. Eman bilkitâbe (yazıyla verilen eman): Ehl-i harbe emanname gön­derilmek suretiyle verilen emandır.

Şu kadar var ki: Bu emannameyi gönderen zatın emin, müslüman, di­ğer şartlan taşıyan kimse olduğu malum olmalıdır. Bunlar delilleriyle bilin­medikçe eman tahakkuk etmiş olmaz.

3. Eman bilkinâye (kinaye ile eman) Emanı işrab ve ifnam eden bir ta­bir veya bir işaretle verilen emandır. "Geliniz" "korkmayınız" diye kendi­lerine hitabedilen şahıslar, bunun eman olduğuna zahib bulundukları tak­dirde emana nail olmuş olurlar.[446]

Bu mevzuda Dürrü'1-Muhtarda şöyle deniyor: "Hür erkeğin veya kadı­nın, her ne kadar fasık, yahut kör, yahut ihtiyar olsa bile, yahut cihad için kendilerine izin verilmiş çocuk veya köle de olsa, eman verdiği kafirler öldü­rülemez. Müslümanlar, emanı bildikten sonra her ne kadar kafirler o lisanı bilmeseler bile öldürülemezler. Ancak kafirlerin emanı müslümanlardan işit­meleri şarttır. Kafirler müslümanlardan uzak bir yerde oldukları için emanı işitmezlerse, bu emana itibar edilmez.[447]

 

Bazı Hükümler

 

1. Mekke harple fethedilmiştir. Eğer sulh ile fethedilmiş olsaydı, Mekkehlenn tumune eman verilmiş olur­du. Dolayısıyla Hz. Ümmü Hani'nin Mekkelilerden bir kişiye özel olarak eman verip ayrıca bu emanı Hz. Peygambere tasdik ettirmesine lüzum kalmazdı.

2. Kadının vermiş olduğu eman sahihtir. Nitekim ulemanın çoğuna gö­re kölenin vermiş olduğu eman da sahihtir. Ancak rey taraftarları, bu mev­zuda köleyi savaşa katılan köle ve savaşa katılmayan köle olmak üzere ikiye ayırırlar. Savaşa katılan kölenin verdiği emanı sahih, savaşa katılmayan kö­lenin verdiği emanı da geçersiz sayarlar.[448]

 

2764. ...Aişe (r.a)'den demiştir ki:

"Eğer (müslüman) bir kadın mü'minlere karşı (bir kafire) eman verecek olursa (bu eman) geçerlidir."[449]

 

Açıklama

 

Şevkanî'nin yaptığı açıklamaya göre İmam Malik (r.a)'in arkadaşlarından olan Abdü'l-Melik b. Mecişun'ün dışında ulemanın tümü kadının verdiği emanın geçerli olduğunda görüşbirliğine var­mışlardır. Ancak Abdülmelik b. Macişün eman verme yetkisinin sadece devlet başkanına ait olduğunu söylemiştir.

Hafız İbn Hacer'in Fethu'l-Bari sindeki açıklamasına göre bu mevzuda Sehnun'da İbn Mâcisün gibi düşünmektedir.[450]

 

156. Düşmanla Barış Yapmak

 

2765. ...Misver b. Mahreme'den demiştir ki:

Peygamber (s.a) Hudeybiye yılında ashabından bin küsur (kişi) ile (birlikte Medine'den Mekke'ye doğru yola çıktı.) Nihayet Zülhu-leyfe'ye vardıkları zaman kurbanlığına gerdanlık taktı, onu işaretledi ve umre (yapmak niyetiyle) ihrama girdi, (ravi) Hadisi (ayrıntılarıyla) sevk(e devam) etti (ve daha sonra şunları söyledi): Peygamber (s.a) üzerinden Mekkeliler (karargahın)a inilen Seniyye mevkiine gelmişti ki, burada (kasva isimli) devesi çöktü. Halk "Yürü, yürü" dedi (ler ve) iki defa "kasva huysuzlaşıp yürümez oldu." diye (bağırdılar). Bu­nun üzerine Peygamber (s.a) (kasva) -"Yürümemekte inatçılık etmez. Bu onun adeti değildir. Fakat onu (yürümekten) alakoyan (kuvvet) (Eb-rehe'nin) Fili (ni yürümekten) alakoyan (kuvvet) tir-" buyurdu. Ve (söz­lerine devam ederek) "Varlığım elinde olan zata yemin olsun ki; Mek­keliler bugün Allah'ın (haram dahilinde) muhterem kıldığı şeylere ta­zim kasdederek benden ne kadar müşkül talebde bulunurlarsa ben onu (mutlaka) onlara vereceğim" buyurdu, sonra deveyi (yürümeye) teş­vik etti. Bunun üzerine (hayvan) sıçra (yıp kalk)dı ve Mekkeliler (in bulunduğu yön) den (aksi istikamete) döndü. (Hudeybiye'ye doğru iler­lemeye başladı) Nihayet (Peygamber Efendimiz) Hudeybiye'nin suyu az olan Semed kuyusu üzerindeki son noktasında konakladı. Bu sıra­da yanına Büdeyl b. Verka el-Huzaî, sonra da Urve b. Mes'ûd geldi. (Urve Arapların adeti üzere Peygamber (s.a)'ın sakalından tutarak onunla konuşmaya başladı. Muğire b. Şu'be de başında miğfer ve ya­nında kılıç olduğu halde Peygamber (s.a)'in yanında bulunuyordu. Kı­lıcın sapıyla Urve'nin eline vurdu ve (Urve'ye): Elini onun sakalından geri çek!" diye haykırdı. Bunun üzerine (Urve) başını kaldırıp "Bu (da) kim?" dedi. (Oradakiler de kardeşinin oğlu) "Muğire b. Şu'be'dir" karşılığını verdiler. (Urve Muğire'ye hitaben): "Ey gaddar! Ben hala senin (cahiliyyetteki) hıyanetini ödemeye çalışmakla meşgul değil mi­yim?" dedi. Muğire (müslüman olmadan önce) cahiliyyette (Malik oğullarından) bazı kimselerle yol arkadaşlığı etmiş (ve yolda) bunları öldürüp mallarını almış, sonra (Medine'ye) gelip müslüman olmuştu. (Bu mallan getirip Hz. Peygambere arz edince) Peygamber (s.a) "Müs­lümanlığını kabul ediyoruz, fakat mala gelince, o hıyanet malıdır. Bi­zim ona ihtiyacımız yoktur." buyurdu (Ravi Misver bu) hadisi (tam olarak) rivayet etti (Fakat Musannif Ebu Davud onu kısaltarak nak­letti. Kureyş'in Hz. Peygamber ile sulh yapmak üzere gönderdiği Sü­heyl, müslümanların yanına gelince Hz. Peygamber onunla on senelik bir sulh akdi üzerinde anlaştı) Bunun üzerine Peygamber (s.a) (Ali b. Ebû Talib(r.a)'ı çağırıp ona hitaben ev Ah*)"Şu, Muhammed'in üze­rinde karar kıldığı hükümdür, diye yaz!" buyurdu. Süheyl'in, Allah'ın peygambere indirdiği kitapları inkar ettiğini, O'na anlattı (Hz. Ali Hz. Fahr-i Kainat'ın kabul ettiği sulh akdinin metnini (yazarken) Süheyl "Bizden bir kimsenin sana sığınamayacağına, (sana sığınmak için ya­nınıza gelen bu kimse) Senin dininde bile olsa (derhal) onu bize iade edeceğine dair." (anlaşmaya vardığımız da yazılsın) dedi. Hz. Peygam­ber (bu metnin) yazılmasını bitirdikten sonra sahabilerine "Kalkınız (hediyelik kurbanlarınızı) boğazlayınız, sonra da tıraş olunuz." bu­yurdu. Sonra mü'min muhacir kadınlar geldi(ler. Nitekim Yüce Al­lah, ey inananlar! mü'min kadınlar göç ederek size geldiği zaman, onları imtihan edin)[451] ayet (i kerimesinde bu olaya işaret buyurmuştur. Yüce Allah mü'min kadınların muhacir olarak Medine'ye gelmeleri üzerine indirdiği bu ayet-i kerimeyle) bu kadınların Kureyşlilere geri verilme­sini yasakladı ve kafir kocalarının bunlara sarfettikleri mehir kadarı­nı onlara, müslümanların da ver(ererek onlarla evlen) melerini emretti. Daha sonra (Rasûlullah (s.a) Medine'ye döndü. Bu sırada Kureyş'ten Ebû Basir (isimli) bir adam (müslüman olarak) Hz. Peygamberin yanına geldi (Kureyşliler) onu istemek üzere iki elçi gönderdiler (Rasûlü-Zîşan Efendimiz de sulh hükümlerine uyarak) Ebû Basir'i (bu) iki adama geri verdi. (Onlar da) Ebû Basir ile birlikte (yola) çıktılar. Nihayet Zülhuleyfe'ye vardıkları zaman (yanlarında bulunan) hurmadan birazını yemek için oraya indiler. Ebû Basir (bu) iki kişi­den birisine (yani Huneys'e): "Ey falanca vallahi ben senin şu kılıcını çok güzel zannediyorum." dedi (kılıcın sahibi olan) öbür kişi de kılıcı (kınından) çekerek: "Evet (öyledir) Ben de bu kılıcı (çok) denedim." diye karşılık verdi. Ebû Basir de "Onu bana göster de (iyice bir) bakayım" dedi (karşıdaki) ona bu imkanı verdi. (Ebû Basir, hemen) kılıcı ona vurdu. Nihayet (adam kılıcın darbesiyle) can verdi. (Ölü­nün yanında yol arkadaşı olarak bulunan) öbür adam kaçıp ta Medi­ne'ye vardı ve koşarak mescide girdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a) "Gerçekten şu adam bir korku görüp geçirmiştir." buyurdu, (o kim­se Hz. Peygambere iyice yaklaştıktan sonra) (Vallahi) "Arkadaşım (Ebû Basir tarafından) öldürüldü (Ona engel olmazsanız) kesinlikle ben de öldürüleceğim" dedi. Bu sırada Ebû Basir de çıka geldi:

(Ey Allah'ın Rasûlü vallahi) -"sana Allah ahdini yerine getirtti. Beni müşriklere geri gönderdin, sonra da Allah beni onlardan kurtar­dı." dedi. Peygamber (s.a)

"Harbi kızıştırması yönünden, Ebû Basir'a hayret doğrusu. Eğer onun yanında bir kişi daha olsa" (Kureyş ile aramızda olan sulhu bo­zup harbi yeniden başlatırdı) dedi. (Ebû Basir) Bu sözü işitince (Hz. Peygamber'in kendisini Kureyşlilere göndereceğini anladı ve hemen (Hz. Peygamberin) huzurundan) çıktı. (Yollara düştü) Nihayet deniz sahiline geldi. (Bu sırada) Ebû Cendel'de (müşriklerin elinden) kur­tulup Ebû Basir'e iltihak etti. Nihayet (Ebû Cendel'in yanında müş­riklerin elinden kurtularak kaçıp gelen) bir cemaat toplandı.[452]

 

Açıklama

 

Hudeybiye; Mekke yakınında bulunan bir köyün adıdır, is-mini burada bulunan bir kuyudan almıştır. Siyer ulemasının ihtilafsız beyanına göre, Hz. Peygamber Hudeybiye seferine hicretin altıncı yılı zilkade ayının ikisine tesadüf eden pazartesi günü çıkmıştır. Ramazanda hareket edipŞevval ayında Hudeybiye'ye vardığına dair Urve'den gelen bir haber varsa da sarih Aynî bu haberin garib olduğunu söylüyor. Metinde ge­çen Kurbanlığa gerdanlık takmak tabirinden maksat hacda kesilecek devele­rin, kurbanlık olduklarının bilinmesi için boyunlarına ip, nalın gibi birta­kım alametler takmaktır. Kurbanlığı işaretlemek ten maksat ise kurbanlık devenin hörgücünün sağ ya da sol tarafını kanatmaktır. Bu işaret hayvanın-kurbanlık olduğunun bilinmesine yarar. İbn İshak'ın rivayetine göre Hz. Pey­gamber bu sefere Umre, yani ka'be-i muazzamayı ziyaret ve tavaf niyetiyle çıkmıştı, katiyyen harp etmek istemiyordu. Yola bu maksatla çıktığına her­kesi inandırmak için sahabilerine harp malzemesi aldırmayıp sadece yolcu silahı olan birer kılıç taktırmıştı. Medine civarında bulunan, Müzeyne, Cü-heyne, Gifar, Eşca, Eşlem kabilelerini de birlikte hac etmek üzere davet et­mişti. Fakat bu kabileler, Kureyş'ten korkarak: "Rasulullah kendisini harp tehlikesine atıyor. Herhalde Kureyş kendisini Ka'be'yi ziyaretten men ede­cektir." diye çoğu bu sefere katılmaktan kaçındı. Hz. Peygamber muhacir­ler ile, ensardan ve bunlara iltihak eden diğer araplardan teşekkül eden bir sahabi topluluğuyla yola çıktı ve Medine'nin mikatı olan "Zülhuleyfe" mev­kiinde ihrama girdi, kurbanlık develerine gerdanlıklarım takıp şevketti.

Kureyş'in beyti ziyaret ve ta'zim maksadıyla yola çıkıldığından emin ol­malarını istiyordu. İbn îshak, yetmiş tane kurbanlık deve sevkedildiğini ve yediyüz kişi sefere katılıp, her on kişiye bir kurbanlık deve düştüğünü bil­dirmiş ise de İbn Ukbe'nin Hz. Cabir'den gelen rivayetinde her yedi kişiye bir deve alındığı ve bu sefere bin dörtyüz kişinin iştirak ettiği haber verilmiştir.

Bu kurbanlık develeri Huzaa'dan Naciye isminde biri sevketmiştir, Ku­reyş'in Hal ve harekatını anlayıp bildirmek üzere de Büsr b. Süfyan maiyeti­ne yeteri kadar kuvvet vererek gözcü gönderdi. Asfan mevkiine varınca Büsr b. Süfyan kendilerine yetişerek:

Ya Rasûlullah! Kureyş sizin hareketinizi işitmiş ve Mekke'den çıkıp Zîtuvâ mevkiine gelerek konaklamışlardır. Halid b. Velid de bir süvari müf­rezesiyle, Gamım mevkiinde bulunduğunu söyledi. Bunun üzerine Rasûl-ü Ekrem beraberindekilere yolun sağ tarafını tutmalarım emretti.

Musannif Ebû Davûd, "Ravi hadisi şevketti." sözüyle, ravi Misver'in aslında tam olarak rivayet ettiği bu hadisi kendisinin kısaltarak naklettiğini ifade etmek istemiştir. Gerçekten musannif, hadisi kısaltarak rivayet etmiş­tir. Kısaltırken mevzuya ışık tutan bazı kısımlarını atlamıştır.

Mevzunun tam olarak anlaşılması ve hadis-i şeriften tam olarak istifa­de edilebilmesi için atlanan kısımların zikredilmesinde fayda görüyoruz. Bu-hârî'nin sahihinde Hudeybiye seferi, şu manaya gelen lafızlarla rivayet edil­miştir: Rasûlullah (s.a) Hudeybiye seferinde (Medine'den hareket ederek yola) çıkmıştı. Yolun bir kısmına vardıklarında (yanındakilere): -"Halid b. Velid birtakım Kureyş süvarileriyle gözcü olarak Gamım mevkiinde bulunmakta­dır. Şimdi siz yolun sağ tarafını tutunuz!" buyurdu. Vallahi Halid (b. Ve­lid) Peygamber (s.a) ile maiyyetinin hareketini anlamadı. Nihayet Halid, or­dumuzun kaldırdığı kara tozu gördü de hayvanına ayağıyla vurup koştura­rak (Rasul-ü Ekremin geldiğini) Kureyş'e bildirmek üzere (süratle) gitti. Pey­gamber (fi,a) de orduyla yürüdü. Nihayet Seniyye tepesine gelmişti ki oradan Kureyş üzerine inilirdi. Burada Rasûlullah (s.a) in bindiği (Kasva) isimli deve çöktü. Halk "Kasva huysuzlaşıp yürümez oldu. Kasva huysuzlaşıp yü­rümez oldu." demeğe başladı. Hayvan (ı sevk ettilerse de) çökmekte İsrar etti. Yİne halk "Kasva huysuzlaşıp yürümez oldu, kasva huysuzlaşıp yürü­mez oldu." demişti. Bunun üzerine Peygamber (s.a):

"Kasva huysuzlaşıp da yürümezlik etmez. Onun çökme huyu da yok­tur. Fakat (vaktiyle Mekke'ye girmekten) Fili meneden (kuvvet şimdi de) Kasva'yi men'etti." buyurdu.

Bundan sonra Rasûlullah:

"Varlığım kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki Kureyş, Al­lah'ın (Harem dahilinde) muhterem kıldığı şeylere ia'zinı kasdederek ben­den ne kadar müşkil talepte bulunursa ben onu muhakkak onlara vereceğim" buyurdu. Sonra kasva'yı sürdü. Hayvan hemen sıçrayıp kalktı.

Ravi demiştir ki: Bu defa, Rasûlullah Kureyş tarafından dönerek niha­yet suyu az olan "Semed" kuyusu yolu üzerindeki Hudeybiye (mevkii) nin son bulduğu yere indi. (Daha önce oradan gelip geçen) halk bu az sudan bi­rer parça almış orada kalmaya yetecek kadar su bırakmayıp, kuyunun suyu­nu tamamen çekmişlerdi. Şimdi Rasûlullah (s.a) e susuzluktan şikayet olun­du. Bunun üzerine Rasûlullah ok torbasından bir ok çıkardı. Sonra onlara bu oku Semed kuyusuna koymalarım emretti.

Vallahi o anda kuyunun suyu coşmaya başladı. Suyun bu feveranı Hz. Peygamberin sahabileri oradan dönünceye kadar onları suya kandırmak için devam etti. (Orada bulunanlar kuyunun kenarında oturarak su kaplarını dol­dururlardı) Rasûlullah ile beraberindeki sahabiler bu halde iken Huzaa ka­bilesinden olan Büdeyl b. Verka kendi kabilesinden birkaç kişi ile çıkageldi (Mekke ve havalisindeki) Tihane kabileleri arasında Huzâiler, ötedenberi, Rasûlullah (s.a) in sırdaşı idi. (Müslim olsun, müşrik olsun bütün Huzâîler Mekke'de olup biten herşeyi Rasul-ü Ekrem'den saklamazlar, gizlice bildi­rirlerdi.)

Büdeyl gelince Hz. Peygambere:

-(Haberiniz olsun, Kureyş'in) Ka'b b. Süheyl ile Amr b. Lüey kabileleri Hudeybiye sularının en zengin menbalarına kondular. Sütlü ve yavrulu de­veleri (kadınları ve çocukları) da yanlarında bulunuyor. (Maişetleri yolun­dadır) Şimdi ben onları bu halde bıraktım, geldim. Bunlar muhakkak size karşı harbedecekler ve sizi beyt-i şerife girmekten men edeceklerdir" dedi. Rasûlullah da şöyle buyurdu:

"Fakat biz, hiçbir kimse ile harbetmek için gelmedik. Biz yalnız umre etmek niyetiyle geldik. Bununla beraber (Bedr ve Hendek)harbi,Kureyş'in mad­di ve manevi bütün kuvvetlerini za'fa ve onları hayli zarara uğratmıştır. Eğer Kureyş arzu ederse ben onlarla aramızda bir (sulh) müddeti tayin edeyim (şu

şartla ki bu müddet zarfında ben onlarla harbetmeyeyim); onlar da benimle diğer müşriklerin arasını serbest bıraksınlar, (karışmasınlar) Eğer ben, Arap­lara galip gelirsem, Kureyş müşrikleri de halkın girdiği bu (Hakka) itaat yo­luna girmek isterlerse (kendi arzularıyla) girebilirler. Şayet ben (müşriklerin sandıkları gibi) Araplara galip g elemezse m, bu ihtimale göre de müşrikler (benimle harbetmek zahmetinden kurtulup) rahata ererler.

Eğer Mekke'liler böyle bir sulhu kabul etmez, ve diğer Araplarla beni kendi halimize bırakmayıp müdahale etmek isterlerse, hayatım kudret elin­de olan Allah'a yeni in ederim ki; müdafaa ettiğim bu müslümanlık uğrun­da, başım vücudumdan ayrılıncaya kadar, Mekkelilere karşı cihad edeceğim, bu muhakkaktır. Şu da kesindir ki; (o zaman) Allah (Kur'an-ı Mübin'deki) yardım va'dini yerine getirecektir."

Bunun üzerine Büdeyl İbn Verka, Rasûlullah'a

Şimdi bu sözlerinizi ben herhalde Kureyş'e tebliğ ederim, dedi ve ravi-nin beyanına göre gidip Kureyş'(m karargahın)a vardı ve:

Şimdi ben yanınıza şu adamın (Nebî Sallallahü aleyhi ve sellem) ya­nından geliyorum. Şöyle bir söz söylediğini işittim; isterseniz anlatayım, de­di, (tkrime b. Ebî Cehl ve Hakem b. Ebî'l-Âs gibi) Kureyş'in sefihleri:

Senin bize ondan birşey haber vermene ihtiyacımız yoktur, diye karşı­lık verdiler. Fakat içlerinden rey sahibi olan birisi:

“Haydi işittiğin söz ne ise söyle bakalım, dedi. Budeyl: Onun (Rasû-lullah (s.a) in) şöyle dediğini işittim:" diyerek Peygamber (s.a)'in söyledik­lerini onlara birer birer anlattı. Bunun üzerine Urve b. Mes'ûd kalkıp Ku­reyş'e (karşı bir hutbe irad ederek):

"Ey kavm! Siz benim babam yerinde değil inisiniz?" diye sordu, Ku-reyşliler de:

"Evet!" diye tasdik ettiler.-Bunun üzerine:

"Ben de sizin oğlunuz mesabesinde değil miyim?" dedi. Onlar da:

"Evet!" diye tasdik ettiler. Sonra Urve:

"Beni bir şüphe ile itham eder misiniz?" diye sordu. Buna da:

“Hayır!" diye cevap verdiler. Bu defa Urve:

Ukaz halkını tam bir seferberlik halinde size yardıma çağırdığımı ve onların imtina etmeleri üzerine kendim ehl-ü iyalimi çağırdığımı ve bana ita­at eden etbaımla size yardıma koştuğumu pekala bilirsiniz değil mi? dedi. Onlar da (hep bir ağızdan:

Evet, biliriz diye tasdik ettiler. (Bu teminatı aldıktan sonra) Urve:

Bu adam (Nebi sallallahü aleyhi ve sellem) size hayrı, salah yolu gös­teriyor. O yola yöneliniz! Ve beni bırakınız. Ona gideyim, dedi. Mekkeliler:

Haydi git, diye izin verdiler. Urve geldi. Durumu Peygamber (s.a)'e arz etti. Hz. Peygamber de Urve'ye, BüdeyPe söylediği sözlere benzer şekilde bir fikir beyan etti. (Bu arada Hz. Peygamber'in Bir sulh antlaşmasını kabul etmezlerse Kureyş ile ölünceye kadar harbedeceğim- buyurması üzeri­ne) Urve:

"Ey Muhammed! Sen kaviminin kökünü kazırsan bana söyler misin, senden önce Arapdan kendi kavmini (toptan) helak eden bir kimse işittin mi? Ya mesele öbür türlü neticelenirse (Kureyşk'in size ne fena bir muame­lede bulunacakları belli değil midir?) Vallahi ben, (aranızda) eşraf ve ayan­dan bazı kimseler görüyorum.(Bu muhakkak olmakla beraber) yine ben bir takım kabilelerden toplanmış devşirme kimseler görüyorum ki; bunlar harp sırasında kaçıp seni yalnız bırakabilecek kabiliyettedirler." dedi.

Ebû Bekir (r.a) (Urve'nin, sahabileri Hz. Peygamberi harpte yalnız bı­rakıp kaçmakla itham etmesine dayanamayarak) Urve'ye:

"Haydi sen lât in kıçını yala!... Biz mi Rasûlullah'ı yalnız bırakıp ka­çacağız? (Hâşâ) diye çıkışarak onun(n bu sözlerini) reddetti Urve:

"Bu da kimdir?" diye sordu. Sahabiler

"Ebû Bekir'dir." dediler. Urve:

"Ah Ebû Bekir! Hayatım kudret elinde olan zata yemin ederim ki, eğer üzerinde -henüz ödeyemediğim- bir iyiliğin olmasaydı elbette ben de sa­na cevap verirdim." diye karşılık verdi.

Ravi diyor ki: Urve Peygamber (s.a)'e söz söylemeye devam etti ve (arapların adeti üzere) her söz söyledikçe eliyle Rasûlullah'ın sakalını okşa(yarak iltifatta bulunu)yordu ve Urve ne zaman Hz. Peygamberin sakalını okşama­ya başlasa derhal Muğire kılıcının kınının ucuyla Urve'nin eline vuruyor ve Urve'ye:

"Rasûlullah (s.a)'ın sakalından elini çek!" ihtarında bulunuyordu. Mu-ğire'nin bu ihtarları üzerine Urve başını kaldırarak:

"Bu da kimdir?" diye sordu. Sahabiler:

"Muğire b. Şu'be'dir." dediler. Bunun üzerine Urve:

"Ey gaddar! Ben hala senin (cahaliyyetteki) gadr-ü hıyanetini tazmi­ne çalışmakla meşgul değilmiyim?" dedi. Muğire (müslüman olmadan ön­ce) cahiliyyette (Malik oğullarından) bazı kimselerle yol arkadaşlığı etmiş ve yolda bunları öldürüp mallarını almış, sonra (Medine'ye) gelip müslüman olmuştu. (Rasul-û Ekrem'e bu malları arz ettiğinde) Nebi Sallallahü aleyhi ve sellem:

"Müslümanlığın bize kabule layıktır. Fakat bu mallar, (hıyanet mah­sulüdür) biz bunlardan hiçbirini kabul etmeyiz." buyurmuştu.

Sonra Urve Nebi (s.a)'ın sahabilerini gözleriyle tetkike başladı ve

“(Bu ne tazimdir?) Vallahi Rasûlullah (s.a) birşey emredince sahabi­leri derhal emrini yerine getirmeye koşuyorlardı. Abdest aldığı zaman da abdest suyu(nun fazlası)nı almak için biribirleriyle yarışıyorlardı, peygamber söz söylerken huzurundaki bütün sahabiler, seslerini alçalt(arak cevap ver)iyorlar ona saygılarından, yüzüne de dikkatle bakmıyorlar." dedi. Daha sonra Urve Kureyş'in yanına geldi de gördüklerini şöyle anlattı:

"Ey ahali! Vallahi ben vaktiyle birçok padişahların huzuruna sefir ola­rak çıktım. (Netice olarak Rum meliki) Kayserin, (Fars Meliki) Kisra'nın, (Habeşe Meliki) Necaşi'nin divanlarına sefaretle girdim. Vallahi bunlardan hiçbir padişahın tebaasını, MuhammedMn sahabilerinin Muhammed'e tazim ettikleri derecede padişahlarına asla tazim eder görmedim. Muhammed'in sahabileri onun tükrüğü ile bile teberrük ediyorlar. O birşey emredince onun ashabı derhal, emrini yerine getirmeye koşuyorlar. O abdest aldığı zaman da abdest suyu (nun fazlası) m aşırı bir istekle paylaşıyorlar. O söz söylerken sahabileri saygılarından yüzüne dikkatle bakmıyorlar.

Şimdi Muhammed güzel bir sulh teklifinde bulundu, bunu kabul edi­niz." dedi.

Bunun üzerine Kinane oğullarından birisi Kureyş'e hitaben "Beni bıra­kınız bir defa da Muhammed'in yanına ben gideyim" dedi. Onlar da:

"Pekala git" dediler. Kinane oğullarından olan bu zat Peygamber (s.a) ve ashabına doğru gelirken, Rasûlullah (s.a)

"Bu gelen, filan kimsedir. Öbür kabiledendir ki, onlar hac ve saygı kurbanlarına ta'zim ederler. Gerdanlıktı kurban develerini bu zatın gözü önüne salıveriniz!" buyurdu. Ashab bütün kurbanlık develeri (yayılmaları için) onun yolu üzerine salıverdiler ve yüksek sesle (Lebbeyk, Allahümme lebbeyk) di­yerek Kinaneliyi karşıladılar. Kinaneli zat kurban develerini ve halkın telbi-ye ile (kendisini) karşıladığını görünce hayret ederek:

"Sübhanallah! Bu zatı beyt-i şerifi ziyaretten men etmek bunlara kar­şı layık olmayan bir muameledir." dedi. Kureyş'in yanına döndüğünde de:

"Ben bunları um i için kesecekleri kurban develerini (boyunlarına) ger­danlık takılmış ve işartilenmiş bir halde gördüm. Doğrusu bunları beyti zi­yaretten men eımeyi uygun görmüyorum" dedi. Sonra Kureyşli-

ler arasından Mikrez İbn Hafs denilen birisi kalkıp izin veriniz de Muham­med'e bir de ben gideyim" dedi. Onlar da:

"Haydi git" dediler. Mikrez Hz. Peygamberle ashabına doğru gelir­ken, Peygamber (s.a):

"Şu gelen Mikrez'dir, gaddar bir kimsedir" buyurdu.

Mikrez, peygamber (s.a) ile görüşmeye başladı ve Rasulü ekreme (Ku­reyş'in) durumu (nu) arz etmek üzere iken Süheyl b. Amr çıkageldi (Süheyl gelince) Peygamber (s.a) (bu ismi hayra yorarak) sahabilerine karşı:

"Artık işimiz bir dereceye kadar kolaylaştı" buyurdu. Süheyl b. Amr gelince Rasûl-ü Ekrem'e:

"Haydi (hokka, kalem, kağıt) getir; sizinle aramızda (yazılması gere­ken) bir barış metni yaz!" dedi.

Bunun üzerine Peygamber (s.a) katibi (ki Ali b. Ebi Talİb'dir) çağırdı ve:

"Bismillâhirrahmânirrahîm diye yaz buyurdu. Bunun üzerine Süheyl (cahiliyyet kavmiyyetçüiği tesiriyle) Rasulü Ekrem'e:

"İyi ama ben Rahman kelimesinin mahiyeti nedir, bilmiyorum; fakat vaktiyle senin de yazdırdığın gibi (bismikellahümme = Allah'ım senin is­minle yazmaya başlarım) diye yaz!" dedi.[453] Müslümanlar da hep bir ağızdan:

"Vallahi biz onu yazmayız, ancak Bismillâhirrahmânirrahim yazılmasını isteriz." demişlerdi. Peygamber (s.a) (Hz. Ali'ye hitaben):

"Haydi "Bismikellahümme yaz!" buyurdu. Sonra da: "Bu metin Al­lah'ın Rasulü Mutıammed'in muhtevasına hüküm ve imza ettiği sulh-namedir" diye yazmasını emretti. Şimdi Süheyl (Buna da itiraz ederek):

"Vallahi biz senin Rasûlullah olduğunu bilmiş ve tasdik etmiş olsak se­ni beyt (i ziyaret) ten men etmez ve sana karşı savaşa kalkışmazdık. (Bura­ya) sadece Muhammed b. Abdullah yaz!" dedi. Bu teklif üzerine Rasulü Ekrem

“Vallahi siz yalanlasanız da ben Allah'ın Rasulüyüm." buyurdu ve Ali b. Ebî Talib'e,

"Haydi (Rasûlullah kelimesini sil de) Muhammed b. Abdullah yaz." diye emretti (Ali b. Ebi Talib):

"(Vallahi ben senin peygamberlik unvanını) katiyyen silemem!" dedi. Bunun üzerine Rasul-ü Ekrem yazıyı eline alıp Muhammed b. Abdullah yazdırdı.[454]

Sulhnamenin başlığı "Ya Rabb senin isminle başlarım. Bu yazı Muham­med b. Abdullah'ın muhtevasına hüküm ve imza ettiği bir sulh-namedir." şeklinde kararlaştırılıp yazıldıktan sonra Rasul-ü Ekrem antlaşma metninin şartlarım teklif ederek Süheyl b. Amr'e:

"Siz bizimle beytin arasını boş bırakın da biz beyti tavaf edelim" bu­yurdu. Süheyl, bu teklife de itiraz ederek,

"Vallahi sizinle beytin arasını boş bırakmayız. Çünkü Arap (milleti) Zorla ve kahren istila olunduk" diye hakkımda dedikodu eder; şu kadar ki bu beyt ile sizin aranızı boş bırakma meselesi gelecek seneden itibaren başlasın" dedi (ve anlaşma bu şekilde kabul olundu). Hz. Ali de (anlaşmayı böylece) yazdı. Şimdi de Süheyl b. Amr "Sana bizden bir erkek gelirse, o gelen kimse senin dininde olsa bile, onu bize geri vereceksin." diye yeni bir madde teklif etti. Bu teklife müslümanlar hayret ederek:

"Sübhanallah İslam camiasına sığman bir müslüman, müşriklere nasıl geri verilir? dedi (ler) Onlar bu halde iken Süheyl b. Amr'in oğlu Ebu Cen-del, ayaklan bukağılı seke seke geldi. (Ebu Cendel müslüman olmuştu ve bu cihetle habs olunmuştu. Bu sırada) Mekke'deki haps edildiği yerden kaç­mış (ve türlü müşkülat ile gelip) nihayet kendisini müslümanlar arasına at­mıştı. Bunun üzerine Süheyl:

"İşte ey Muhammedi Sana karşı imza edeceğim anlaşma metninin (pro­tokolün) birinci maddesine uyarak bunu bana geri vermelisin" dedi. Pey­gamber (s.a) de

"Biz bu anlaşma metnini henüz imza etmedik bile." buyurdu. Süheyl: "Şu halde vallahi ben de seninle hiçbir madde üzerinde sulh olmam."dedi. Peygamber (s.a) ise:

"Haydi bunu bana bağışlayıp imza et" diye karşılık verdi. Süheyl de: "Ben bunu sana bırakmayı asla uygun göremem" diye reddetti. Rasul-ü Ekrem:

"Hayır bu işi (hatırım için) yap," buyurdu. Süheyl (ısrar edip): "Asla yapamam" dedi. Mikraz (İbn Hafs ki bu da Kureyş elçisi idi. O da) Rasul-ü Ekrem'e hitaben:

"Haydi bunu senin için kabul ettik." dedi (fakat imza yetkisi kendi­sinde olan Süheyl buna razı olmadı)[455] Şimdi Ebu Cendel (babası Süheyl'in inadından ümitsizliğe düşerek):

"Ey müslüman topluluğu! müslüman olarak geldiğim halde şimdi ben müşriklere geri mi veriliyorum? Benim uğradığım şu felaketi görmüyor mu­sunuz?" diye haykırdı. Hakikaten zavallı Ebu Cendel Allah yolunda Kureyş'in en şiddetli işkencesiyle azab olunmuştu.

(İbn İshak şu rivayeti ziyade etmiştir: Rasûlullah (s.a):

"Ey Ebu Cendel! Sabret, Allah'dan ümidini kesme. Biz müslümanlar mağdur ve mağlub olmayız, Yüce Allah yakında sana da bir kurtuluş yolu nasibedecektir." buyurdu.)

Bu müşkül durumdan müteessir olan Ömer b. el-Hattab şöyle demiştir: Bunun üzerine ben Peygamber (s.a)'e varıp:

" Sen Allah'ın hak peygamberi değil misin?" dedim. Rasûlullah:

"Evet, hak peygamberiyim." buyurdu. Ben:

"Biz müslümanlar Hak, düşmanlarımız batıl üzere bulunmuyorlar mı?" dedim. Rasul-ü Ekrem:

"Evet öyledir" buyurdu. Ben:

"O halde dinimiz uğrunda bu alçaklığı niçin kabul edelim?" dedim. Rasul-ü Ekrem:

"Gerçekten ben Allah'ın peygamberiyim ve ben (bu maddeyi kabul etmekle Allah'a isyan etmiş değilim. Allah benim yardımcımdır." buyurdu. Ben yine:

"Vaktiyle sen bize; yakında Beyt(-i Şerif)'e varıp Beyt'i tavaf edeceğiz diye haber vermez mi idin?" dedim. Rasûlullah:

"Yok ben sana (vakit tayin ederek): Bu sene varıp tavaf edeceğiz diye haber verdim mi?" buyurdu. Ben de:

"Hayır" dedim. Rasul-ü Ekrem:

"Herhalde sen (yakın bir zamanda) Beyte' varıp tavaf edeceksin" buyurdu.

Ömer b. Hattab demiştir ki: Sonra ben Ebu Bekir'e vardım ve "Ey Ebu Bekir, bu adam Allah'ın hak Peygamberi değil midir?" de­dim o da:                                                                                '

"Evet öyledir" diye cevap verdi. Tekrar ben:

"Öyle ise niçin dinimizi küçük düşürüyoruz?*' dedim. O da:

"Be hey adam! Muhammed Allah'ın Peygamberidir. O rabbine asi değildir. Allah O'nun yardımcısıdır. Sen hemen onun emrine sarıl. Vallahi Muhammed hak üzeredir." dedi. Ben tekrar

"O bize Medine'de: Beyt-i şerife varacağız, tavaf edeceğiz." deme­dim mi?" diye sordum. Ebû Bekir:

"Evet öyledir. Fakat sana bu sene varıp tavaf edersin diye mi haber verdi?" dedi ben de:

“Hayır" dedim. Ebû Bekir:

"Dur bakalım, yakın bir zamanda sen beyte varıp onu tavaf edecek­sin! dedi. Ömer (r.a) bu itirazlarımdan dolayı keffaret olarak ileride bir çok salih ameller işledim." demiştir.

Ravi diyor ki: Rasûlullah (s.a) barış metninin yazılıp imza edilmesi so­na erince sahabilere hitaben:

"Haydi artık kalkınız, kurbanlarınızı kesip sonra başlarınızı tıraş edi­niz." buyurdu. Vallahi sahabilerden bir kişi olsun kalkmadı. Hatta Rasû­lullah bu emrini üç defa tekrarladı.[456] Ashab-ı kiramdan hiçbirisi kalkma­yınca (ezvac-tahirattan) Ümmü Seleme'nin yanına girdi ve (şu halkı görü­yor musun? Onlara emrediyorum da icabet etmiyorlar diye) halktan gördü­ğü kayıtsızlığı ona anlattı. Ümmü Seleme:

"Ey Allah'ın peygamberi! emrini yerine getirmek istiyor musun? O halde şimdi dışarı çık. Sonra kurbanlık develerini kesinceye ve berberini ça­ğırıp o seni tıraş edinceye kadar, ashabdan hiçbirisine bir kelime bile söyleme" dedi. (İbn İshak'ın rivayetine göre Ümmü Seleme (r.a) şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasulü sahabilerin emrinizi yerine getirmekte yavaş davranmala­rından dolayı onları azarlamayınız. Çünkü nefsinize ağır gelen şartlarla bir sulh akdi yapılması ve Mekke fethedilmeden Medine'ye geri dönülmesi on­lara çok güç gelmiştir. Onları mazur görünüz ve siz çıkın, kurbanınızı kesin tıraş olarak onlara örnek olunuz. Bunun üzerine Peygamber (s!a) Ümmü Se­leme'nin yanından çıktı ve sahabilerden hiçbirisiyle görüşmeyerek menasiki ifa etti. Kurbanlık develerini kesti (Kurbanlık develeri yetmiş tane idi. Bun­ların arasında Bedir'de Ebû Cehil'den ganimet olarak alınan bir deve de bu­lunuyordu, fiu devenin boynunda "Büre" denilen bir gerdanlık takılıydı. De­veleri kestikten sonra berberi (Huzaalı Hıraş b. Ümeyye'yi) çağırıp tıraş oldu.

Ashab, Hz. Peygamberi bu halde görünce hemen kalkarak kurbanları­nı kestiler, biribirlerini tıraş etmeye başladılar. Hatta (Hz. Peygambere uy­mak için gösterdikleri çaba ve aceleden doğan izdihamdan dolayı) biribirle­rini öldüreyazdılar. (îbn İshak'ın, İbn Abbas'a ulaşan bir senetle rivayetine göre, Hudeybiye'de, halkın bir kısmı tıraş olmuş, bir kısmı da saçlarını kes­tirmişti. Ve Rasûl-ü Ekrem - "Allah tıraş olanlara rahmet etsin** diye dua etmiştir. Bunun üzerine halk: Ya Rasûlullah, Allah saçını ki sal t anlara da rah­met etsin! demiş, fakat Rasûl-ü Ekrem - "Allah tıraş olanlara rahmet etsin"-diye duasını tekrarlamış. Ashab da ikinci defa saçlarını kısaltanlar hakkın­daki temennilerini tekrar edince, Rasûl-ü Ekrem de üçüncü defa - * 'Allah tıraş olanlara rahmet etsin*'- buyurup ashabın üçüncü temennisi üzerine -"haydi saçını kestirenlere de”- demiştir.)

Rasûl-ü Ekrem tıraş olduktan sonra huzuruna müslüman kadınlar gel­di.[457] Bu hususta tutulacak yolu öğretmek için de Cenab-ı Hak "Ey inanan­lar, mü'm in kadınlar göç ederek size geldiği zaman onları imtihan edin..."[458] âyet-i kerimesini "... Kâfir kadınlar (a gelince onlar) in da ismetlerine yapış­mayınız..." (ve onları nikahınızda tutmayınız.[459] Kavl-i kerimine kadar in­dirdi (ki âyet-i kerimenin tam olarak) meali şöyledir: "Ey mü'minler size mii'min kadınlar (müşrikler tarafından) hicret edip geldiklerinde imanlarını sınayınız. -Allah onların imanı (nın mahiyeti)ni pek iyi bilir ya- denediğiniz­de onları mü'mine sanırsanız artık o kadınları, kafir (zevç) lere geri çevir­meyin (çünkü) ne müslüman kadınlar kafir (zevç) lere helaldir, ne de kafir­ler müslüman kadınlara helal olur. Bununla beraber siz kafirlerin sarfettik-leri mehri (muacceli) kendilerine veriniz..! Bir de (İslamiyetin kocalarından ayırdığı) bu müslüman kadir lan nikahlamanız da size günah değildir. Kafir kadınlar (a gelince onların) da ismetlerine yapışmayınız.”[460] (ve onları ni­kahınızda tutmayınız)

Bu ayetin inmesi üzerine Hz. Ömer henüz müşrik olan iki karısını boşa­dı (Bunlardan birisi Ebû Ümeyye kızı Kureybe idi. Öbürü de Huzaalı Cer-vel'in kızı Ümmü Gülsüm'dü) Bunlardan birisini (Kureybe'yi) Muaviye b. Ebî Süfyan, öbürünü de Safvan b. Ümeyye nikahladı. (Bir rivayete göre de Ümmü Gülsümü Ebû Cahm nikahlamıştır.)

Sonra Peygamber (s.a) Medine'ye döndü. Kureyş'in kendisiyle antlaş­ma yaptığı Ebû Basir müslüman olarak (Medine'ye) geldi. Bunu istemek üzere de Kureyş iki kişi gönderdi. (Bunlardan birisi Huneys b. Cabir öbürü de Ez-her b. Abdi Avf idi) Bunlar Rasûl-ü Ekrem'e "Bize karşı imza ettiğin ant­laşmayı hatırlatırız." dediler. Rasûl-ü Ekrem de (anlaşma uyarınca) Ebû Ba-sir'i bu iki kişiye geri verdi. Bunlar Ebû Basir'le (yola) çıktılar. Nihayet Zul-huleyfe'ye eriştiler (Dağarcıklarmdaki) hurmadan bir mikdarını yemek için oraya indiler. Ebû Basir bu iki kişiden birisine (Humeys'e):

"Ey falanca! Vallahi şu kılıcını emin ol çok güzel zannediyorum." dedi (kılıcın sahibi olan) kimse de kılıcı (kınından) çekerek:

"Evet vallahi bu kılıç çok iyidir, onu ben defalarca denedim." dedi. Ebû Basir de:

"Müsaade et de bakayım" dedi. Ve bir fırsatını bulup elinden aldı ve hemen Huneys'e vurdu. Nihayet Huneys öldü. öbür arkadaşı (bir rivayete göre Huneys'in kölesi Kevser) kaçarak Medine'ye vardı, koşarak Mescid-i Saa­dete girdi. Rasûlullah (s.a) onun telaşla koşup mescide girdiğini görünce:

"Muhakkak şu adam bir korku görüp geçirmiştir." buyurdu. Kevser, peygamber (s.a) yaklaşınca:

"Vallahi efendim öldürüldü (engel olamazsanız) muhakkak ben de öldürüleceğim" dedi. Bu sırada Ebû Basir geldi ve:

"Ey Allah'ın Rasûlü, vallahi sana Allah verdiğin sözü yerine getirtti. Beni müşriklere geri verdin. Sonra Allah beni onlardan kurtardı." Dedi. Bu­nun üzerine Rasûlullah (s.a) sahabilere hitaben:

"Ebû Basir'e hayret doğrusu. Bu adam harbi kızıştırmaktadır. Eğer onun fikrine yardım eden bulunsa" (o fırın karıştırır gibi harbi ateşleyecek, sulhu bozacak) buyurdu. Ebû Basir Rasûl-ü Ekrem'in bu sözlerini işitince, kendisini müşriklere hemen teslim edeceğini anladı ve deniz sahiline kadar, firar etti. "îs" denilen yerde karar kıldı.[461]

Ravi der ki Süheyl'in oğlu Ebû Cendel de (yetmiş süvari ile birlikte)[462] müşrikler arasından kaçarak Ebû Basir'e katıldı. Şimdi artık müslüman olan herkes Kureyş arasından ayrılarak Ebû Basir'e iltihak etmeye başladı. Niha­yet Ebû Basir'in yanında mühim bir kuvvet toplandı. Vallahi bunlar, Kureyş'in Şam'a bir ticaret kafilesinin gittiğini duyar duymaz hemen onları çe­virirler, kendilerini öldürüp mallarını alırlardı.

Kureyş, kendisini tehdid eden bu vaziyet üzerine Rasûlullah (s.a)'e (Ebû Süfyan'ı hususi salahiyetle) gönderdi. Şimdi Kureyş, Rasûl-ü Ekrem'den Allah rızası için. ve aradaki akrabalık bağına hürmeten Ebû Basir (emrindeki) ce­maatın yaptığı soygunculuğa engel olunmasını ricaya başlamıştı. Artık bun­dan böyle Mekke'den Medine'ye kim giderse emindir, (iade edilmeyecektir) diye haber göndermişlerdi.

Peygamber (s.a) Ebû Basir Cemaatine (mektup) gönderdi (Medine'ye gelmelerini bildirdi)[463] Bunun üzerine yüce Allah "hüvvellezi keffe ey diye hûm an kûm, bibatni Mekkete min ba'di ezferaküm aleyhim" âyeti kerime­sini ta "el-hammiyete, hamiyyetelcahiliyyeti" âyetine kadar indirdi. (Bu üç âyet-i kerimenin yüce meali şöyledir: "Mekke'nin göbeğinde onlara karşı si­ze zafer verdikten sonra, onların ellerini sizden sizin ellerinizi de onlardan çeken odur. Allah yaptıklarınızı görmektedir. Onlar öyle kimselerdir ki, in­kar ettiler, sizi mescid-i haram (ı ziyaret) den ve bekletilen kurbanları yerle­rine varmaktan alakoydular. Eğer (orada) kendilerini bilmediğiniz için tepe­leyeceğiniz ve bilmeyerek tepelemenizden ötürü kendileri yüzünden bir bela­ya uğrayacağınız inanmış erkekler ve inanmış kadınlar olmasaydı (Allah, si­zin savaşmanıza engel olmazdı. Böyle yaptı) ki Allah, dilediğini rahmetine soksun. Şayet (inananlar ve inanmayanlar) birbirinden ayrılmış olsalardı, el­bette onlardan inkar edenleri aci bir azaba çarptınrdık.

O zaman inkar edenler, kalblerine kızgınlık ve gayreti o cahiliyye (çağı­nın) kızgınlık ve gayretini koymuşlardı. Allah da elçisine ve müzminlere hu­zur ve güvenini indirdi; onları takva kelimesine (sebata ve ahde vefaya) bağ­ladı. Zaten onlar, buna layık ve ehil idiler. Allah, her şeyi bilendir.[464]

Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifteki atlanan kısımları ve hadisin ta­mamını göstermek maksadıyla yukarıda tercümesini sunduğumuz Buharı ha­disi hakkında, merhum Kamil Mîras Efendi şunları söylüyor: Hudeybiye ha­disi ilmî rivayet bakımından hadisi mürseldir. Yani tabii, ravinin sahabiyi atlayarak doğrudan Rasul-i Ekrem'den rivayet etmesidir. Şöyle ki; Hudey­biye hadisinin iki ravisinden biri bulunan Mervan sahabi değildir ve Hudey­biye seferinde bulunmamıştır. Çünkü Mervan gayri mümeyyiz çocukluk ça­ğında iken babası Hakem, Hz. Peygamber tarafından taife sürüldüğünden o da babası ile Taife gitmiştir. Hazreti Osman'ın hilafet zamanına kadar Taif'te kalmış, Hz. Osman Halife olunca affa mazhar olarak baba, oğul Me­dine'ye gelmişlerdir. Binaenaleyh Mervan'ın Rasûl-i Ekrem'i ne görmesi ne de sohbeti sabit değildir.

Misver İbn Mahreme'ye gelince, gerçi Misver; sahabi oğlu şahabıdır. Rasûl-i Ekrem'den hadis işitmiş olması sahihtir. Fakat Misver de babası Mah­reme ile beraber Mekke'nin Fethinden sonra çocukluk çağında Medine'ye gelmiştir. Hudeybiye vakası ise, Mekke'nin fethinden iki sene evvel cereyan etmiştir. Binaenaleyh gerek Mervanın, gerek Misver'in bila vasıta Rasûl-i Ek­rem'den rivayette selahiyetleri yoktur.

Usuli rivayete göre; böyle olmakla beraber her iki ravi de Hudeybiye'-de hazır bulunmuş bir çok ashabı kirama mülaki olmuşlardır ki Ömer, Os­man, Ali, Muğire b. Şu'be, Sehl İbn Hanîf, Ümmü Seleme ve emsalidir. Her halde bunlardan işitmişlerdir. Nasıl ki Buharı Şurut bahsinin ihtidasında bu Hudeybiye hadisinin bir rivayet tarikinde bu noktayı tesbit eder mahiyette: Misver ile Mervan, Nebi (s.a)'in ashabından rivayet ederek haber vermişler­dir, diye tahric etmiştir. Biz de senede ait bu mühim noktayı tercememizde gösterdik.

Şimdi bir cihet kalıyor ki şudur: Bu suretde Misverle Mervan, sahabe ismini açıklamayarak meçhulden rivayet etmiş bulunuyorlar. Bu da bir se­bebi kadh olmaz mı? denilirse buna da: "Ashabı kiramın hepsi sahibi adalet bulunduklarından ravinin, sahabe isimlerini bilmemesi hadis hakkında vesi-lei kadh olamaz." diye cevap verilir.[465]

 

Bazı Hükümler

 

1. Vesikaların başına "Bu vesika falanca kişinin falan işiyle ilgilidir" gibi ibareler yazılabilir. Kadı Iyaz "Hadiste, vesikalarda ziyadeye hacet kalmaksızın, bir kimsenin meşhur olan adı ile yetinmenin caiz olduğuna delil vardır." diyor.

2. Hükümdar, müslümanlar için lüzumlu gördüğü bir sulhu bazı yakın­larına haber vermeden imza edebilir.

3. Büyük zararı önlemek veya büyük bir faydayı sağlamak için küçük zarara katlanmak caizdir. Hudeybiye antlaşmasını imzalamakla müslüman-ların zillete düştüklerini iddia etmek asla doğru olamaz. Her ne kadar Hu­deybiye antlaşması ile müslümanlara o sene hac yolu kapanmışsa da bu ant­laşmanın ardından, Mekke'nin fethi, insanların kitleler halinde müslüman oluşu gibi zaferler elde edilmiştir. Oysa bu antlaşmadan önce Araplar müs-lümanlann arasına karışmazlar, bu yüzden de peygamber (s.a)'ın yolunu taf­silatıyla bilmezlerdi. Sulh yapılıp karşılıklı temaslar başlayınca, onun muci­zelerini gördüler, getirdiği dinin hak olduğuna gönülleri yattı ve birçokları Mekke'nin fethinden önce müslümanlığı kabul etti. Mekkeliler, müslüman olunca, çöllerde onların müslüman olmasını bekleyen bütün Araplar da müs­lümanlığı kabul ettiler. Kıymetli ilim adamlarımızdan Kamil Miras efendi­nin beyanına göre, Hudeybiye sulhundan Mekke'nin Fethine kadar geçen bir sene zarfında İslam camiasına girenlerin sayısı bi'seti Muhammediye'-den sulh gününe kadar takriben yirmi seneye yaknf zaman zarfıncfâ-tnüslü-man olanlardan çok fazla idi... Haccetü'l-veda'da Rasûlü Ekrem'le hac eden­lerin sayısını, ehl-i siyerin yüzyirmi bin olarak bildirmeleri, îslam nurunun, yayılış hızını anlamak için herkesin anlayabileceği bir mikyas olabilir.[466]

4. Âlimlerden bazıları, bu hadisi delil getirerek Hudeybiye antlaşması­nı, Peygamber (s.a)'in kendi eliyle düzelttiğini söylemişlerdir. Bu zatlara göre bu ahitnameyi Hz. Peygambere Cenab-ı Hak yazdırmıştır. Bu da, ya Rasû-lullah(s.a)'in neyazdığınıbilmedenAllah'ın izni ve emriyle elindeki kalemin hareket edip yazmasıyla olmuştur. Ya da Allah o anda ona yazmayı öğret­miştir. Bu takdirde yazıyı bir anda Öğrenmesi ümmilik mucizesine bir ziyade olur. Okumayı hiç bilmezken Cenab-ı Hak onu birden nasıl okur yaptı ise, bu sefer de yazı bilmezken yazar yapmıştır. Hz. Peygamber (s.a)'in yazıyı öğrenmeden dünyadan gitmediğini bildiren bir çok eserlerle de delil çıkarıl­mıştır.

Alimlerin çoğu, bu söylenenleri kabul etmemişlerdir. Zira kabul edilir­se, Peygamber (s.a)'in ümmiliğinin batıl olması icabedecektir. Halbuki Al­lah Teâlâ Hazretleri Kur'an-ı Kerim'inde onu ümmilikle vasıflandırmıştır. Onlara göre buradaki "yazdı" sözünden murad: "Yazma emrini vermesi­dir." Bu hususta her iki taraf sözü bir hayli uzatmışlardır.

5. Medinelilerin mikatı Zülhuleyfedir.

6. Ka'be'ye sevkedilen Kurbanlık develere gerdanlık takmak ve hörgüç-lerini bıçak gibi bir aletle kanatarak onları işaretlemek sünnettir.

7. Toplu seferlerde, düşman tehlikesinden emin olmak için önden göz­cüler göndererek düşmanın halini gözetlemek müstehabdr.

8. Müslümanların, gerçekleştirmesi mümkün olmayan bazı casusluk ve gözetleme işlerinde, kendileriyle antlaşma yapılmış olan kafirlerden istifade etmek caizdir.

9. Önemli işlerde, ilim ve tecrübe sahipleriyle istişare etmek müstehabdır.

10. îhramlı bir kimsenin, kendisini beyt-i şerife girmekten, hac veya umre ibadetinden men eden bir kimseyle savaşması caizdir.

11. Hac ve umre yapmaktan men eden, bir kafirin elinden kurtulabil­mek için onlarla savaşa girmemek caizdir. Bazı ilim adamlarına göre, eğer hacc ya da Umre yapmaktan men eden müslümansa onunla savaşmamak, savaşmaktan daha evladır.

12. Düşman tehlikesi sözkonusu olursa, bir kumandanın etrafına mu­hafızlar yerleştirmesi caizdir. "Etrafına insanları saflar halinde dikenler, ce­hennemde yerlerini hazırlasınlar." mealindeki hadis-i şerif ise keyfi olarak, büyüklük ve ihtişamım sergilemek için etrafında nöbetçi bulunduran kimse­lerle ilgilidir.

13. Savaşta, müşriklerin elinden zorla alınan mallar, ganimet olarak müs-lümanlara helal ise de sulh halinde, onların elinden alınan mal haramdır. Bu mal, sahibine geri verilmesi gerekir. Nitekim Hz. Muğire, cahiliyye dö­neminde yol arkadaşlığı ettiği bazı kimseleri öldürerek mallarını gasbetmiş-ti. Sonra kendisi müslüman olarak Hz. Peygamber'in huzuruna gelmiş ve bu malları da beraberinde getirmişti. Rasûl-ü Ekremse, hıyanet mahsulü olduğu gerekçesiyle bu mallan kabul etmedi.

14. Abdestte kullanılmış olan su temizdir.

15. Güzel bir ismi, uğurlu saymak caizdir. Fakat herhangi bir ismi, uğur­suz saymaksa tahrimen mekruhtur.

16. İslama zarar getirmemek ve Allah'ın bir hakkını çiğnememek şar­tıyla, insanlara yumuşak davranmak ve güleryüz göstermek caizdir.[467]

17. Hz. Ebu Bekr'in, Ömer (r.a)e aynen Peygamber (s.a)'in cevabı gibi cevap vermesi, onun ilm-ü faziletinin büyüklüğüne ve bütün ashaba üstün­lüğüne delalet eder.

18. Kafirlerle barış yapmakta bir fayda mülahaza edilirse, barış akdi caizdir. Yalnız, bazı alimlere göre; İslam kumandanı muzaffer olmuşsa, küf-farla ancak dört aylık barış imzalayabilir. Bazı alimler ise bir seneden az ol­mak şartıyla da barış yapılabileceğini söylemişlerdir. îmam Malik'e göre, bu işin muayyen bir vakti yoktur.[468]

19. Herhangi bir vakitle kayıtlamadan "Şu işi yapacağım" diye yemin eden bir kimse, o işi ne zaman yaparsa yapsın, yemininin sorumluluğundan kurtulmuş olur. Bu işi yapmak için önünde, Ölünceye kadar vakit vardır.

20. Bu falancanın falan kimseden aldığı (mal)dır, şeklinde bir kayıt koy­mak caizdir. Tutanakların başına veya uygun bir yerine, böyle bir ibare yaz­manın caiz olmadığını söyleyen müteahhirin âlimlerinden bazıları yanılmış­lardır. Çünkü metinde geçen "Bu yazı Allah'ın Rasûlü Muhammed'in muh­tevasını imzaladığı bir yazıdır.*' anlamına gelen lafızlar da, bu görüşün yan­lış olduğunu gösterir.

21. Hac ya da umre için ihrama girerek düşmanla karşılaşan bir kimse, kurbanı Mekke'ye erişmeden önce bulunduğu yerde tıraş olup ihramdan çı­kabilir. Nitekim "Onlar öyle kimselerdir ki inkar ettiler. Sizi mescid-i Ha-ram(ı ziyaret) den ve bekletilen kurbanları yerlerine varmaktan alakoydular..."[469] âyet-i kerimesi de buna delalet eder.

22. Kadınlarla istişare etmek ve isabetli kararlarında onların görüşleri­ne uymak caizdir.[470]

 

2766. ...Mervan b. el-Hakem ile Misver b. Mahreme'den rivayet edilmiştir ki:

Halkın emniyetle yaşayacağı on sene süreyle savaşı bırakmak, içi­mizde (içerisine yaramaz eşyaların konulmadığı) kapalı bohça (gibi iti­matsızlığın giremediği güven dolu bir kalp taşımak) ve (aramazda) hır­sızlık ve hıyanet olmamak üzere (Hudeybiye'de müslümanlarla Mek­ke müşrikleri) barış yaptılar.[471]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif, harbî denilen, gayr-i müslim düşmanlarla lüzumunda savaş yapılabileceği gibi, icabederse barış da yapılabileceğine delalet etmektedir. Uzun süreli barışlarda, seran bir antlaşma metninin hazırlanması gerekir. Hudeybiye antlaşması, bunun en güzel bir örneğidir.

Barış süresi; görülen lüzuma göre uzun veya kısa olabilir. Bu (veliyyülemrin içtihadına ve) görülen lüzumun derecesine bağlıdır.

Şafiî fakihlerine göre; fazla bir zaruret görülmediği takdirde, dört aylık bir barış yapılması caizdir. Zaruret halinde ise yapılacak barışlar, nihayet Hudeybiye barışına müsavi bir müddetle olmalıdır ki, bu müddet, meşhur olan kavle göre on senedir.[472]

Yine Şafiî Fakihlerine göre, on senelik barış süresi sona erince lüzumu halinde, onar sene olmak üzere yeni antlaşmalarla uzatılabilir.[473]

 

2767. ...Hassan b. Atıyye'den demiştir ki:

Mekhûl ile İbn Ebû Zekeriyya (bir gün) Halid b. Ma'dan (in ya-nın)a gitti (ler). Onlarla birlikte ben de gittim. (Halid b. Ma'dan) bize Cübeyr b. Nüfeyr'den hadis nakletti. (Halid) dedi ki: Cübeyr (bir gün bana) -bizimle beraber gel (de) Zü Mihber'e gidelim- dedi. (Zü-Mihber) Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellemin sahabilerinden bir adam (idi). Kısa bir süre sonra yanına vardık. Cübeyr ona (ahir zamanda müslü-manlarla kafirler arasında yapılacak) barışı sordu (Zü-Mihber de şöy­le) cevap verdi: Ben Rasulullah sallallahü aleyhi ve sellemi (şöyle) der­ken işittim: “Sizler Rumlarla güvenli bir barış yapacaksınız. (Sonra) Siz ve onlar (birleşip) arkanızdan (saldıran başka) bir düşmanla sava­şacaksınız.[474]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif müşriklerle sulh yapmanın caiz olduğuna delildir. İbn Mace'nin Sünen'inde ve Ahmed b. Hanbel'in Müsnedinde hadîs şu manaya gelen lafızlarla tamamlanmaktadır. ".... ve zafer kazanıp, ganimet mallarını alarak (savaştan) salimen çıkacaksınız. Sonra sa­vaştan dönüp de tepeleri bulunan bir meraya varacaksınız (orada) haç ehlin­den bir adam, haçı yukarı kaldırarak -Hac (yani hrıstiyanhk) galip geldi- di­yecek, müslumanlardan bir adam da kızarak, kalkıp 6 haçı kıracaktır, tşte o zaman Rumlar, (aranızdaki) barışı bozarak (sizinle) büyük bir savaş yap­mak üzere toplanacaklardır.

Bu hadisi, rivayet eden sahabinin ismi burada Zû-Mihber olarak zikre­dilmiş olmakla beraber İmam Tirmizî bu ismin doğrusunun Zû Mıhyer ol­duğunu söylemiştir. İmam Evzaî de bu ismi aynen Musannif Ebu Davud gi­bi Zu-Mıhber şeklinde rivayet etmiştir. İbn Sa'd da, doğrusunun Zu minber olduğu görüşündedir.

Sözü geçen sahabi, Habeşistan Kralı Necaşi'nin erkek kardeşinin oğlu­dur. Müslümanlığı kabul ettikten sonra Medine'ye gelip Peygamber efendi­mizin özel hizmetinde bulunmuştur. Sonra, Şam'a gidip orada rahmet-i rah-man'a kavuşmuştur. Beş hadis rivayet etmiştir. Ravileri ise Cübeyr b. Nü-feyr ile Halid b. Ma'dan'dır.

Cübeyr bin Nüfeyr el-Hadrami Ebu Abdirrahman es-Şâmi (r.a): mu-hadramlardan; yani hem câhiliyet,hem İslamiyet devirlerine yetişenlerdendir. Ebu Bekr Sıddık (r.a), devrinde müslüman olmuştur. Kendisi Ubade, Muaz bin Cebel, Halid bin el-Velid, Ebu'd-Derda, Ebû Zer ve Zü Mıhmer (r.a)'dan hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de oğlu Abdurrahman, Halid bin Ma'dan, Mekhûl ve başka bir grup ta rivayette bulunmuştur. Müslim ve Sünen sahipleri, onun hadislerini rivayet etmişlerdir. H. 75. yılında vefat etmiştir.

Halid b. Ma'dan Ebu Abdillah (r.a) bir grup sahabiden mürsel rivayet­te bulunmuştur. Ayrıca Muaviye, Mıkdam b. Madikerib ve Ebû Ümame (r.a)'den de rivayette bulunmuştur. Kendisinden de Nur b. Yezid, Muham-med b. İbrahim et-Teymi, Hassan b. Atiyye ve Safvan b. Amr rivayet etmiş­lerdir. Bu zat, tabiilerin fıkıhçılarından ve seçkin simalarındandır. Yetmiş sahabiye yetiştiğini, söylediği kendisinden rivayet edilmiştir. Seleme b. Şe-bib: O günde kırk bin defa sübhanallah zikrini tekrarladı. Vefat edip cena­zesi yıkanacağı zaman, parmağını şöyle kımıldatmaya başladı, demiştir. H. 100 veya 104, ya da 108. yılında vefat etmiştir.

Hassan b. Atiyye el-Muhâribi Ebû Bekir ed-Dımeşkî, fikıhçı olup Ebû Umame (r.a)den mürsel rivayette bulunmuştur. Çünkü ondan hadis işitme-miştir. Ayrıca İbnü'l-Müseyyeb'den de rivayette bulunmuştur. Kendisinden de Evzaî ve Ebû Gassan Muhammed bin Ömer rivayet etmişlerdir. Ahmed ve İbn Main onun sıka, yani güvenilir olduğunu söylemişlerdir. Zehebî'nin dediğine göre H. 130. yıla yakın zamana kadar yaşamıştır.[475]

 

157. Kılıklarına Girilerek Ansızın Düşman Üzerine Yapılan Baskın (Hakkında Hadisler)

 

2768. ...Cabir'den şöyle dediği rivayet edilir ki: Rasûlullah (s.a) "Ka'b b. Eşrefe (karşı) kim çıkacak? Çünkü o, Allah'a ve Rasûlüne eza etmiştir." buyurdu. Muhammed b. M es­leme kalkıp "Ben (karşı çıkacağım) ya Rasûlullah! Onu öldürmemi ister misin?" dedi. (Hz. Peygamber de)  "Evet" (istiyorum) buyur­du. (Muhammed b. Mesleme) (onun hile ile öldürebilmek için ona siz­den yakınarak) "Bir şeyler söylemem için (lütfen bana) izin verin." Dedi (Hz. Peygamber "evet (sana bu hususta izin veriyorum ona be­nim hakkımda gerekeni) söyle" (yebilirsin) buyurdu. (Muhammed b. Mesleme, Ka'b b. Eşrefin) yanına gelip (Hz. Peygamberi kasdederek); "Bu adam bizden sadaka istedi ve bizi dara düşürdü." dedi. (Ka'b b. Eşref de) "Siz ondan daha çok bıkkınlık getireceksiniz." karşılığı­nı verdi. (Muhammed b. Mesleme de)

"Biz ona (bir defa) uy(muş bulun)duk. İşinin sonu nereye vara­cağını görünceye kadar, onu bırakmayı uygun görmüyoruz." Ve biz (senden) bize ödünç olarak bir vesk veya iki vesk (hurma) vermeni ri­ca ediyoruz." dedi. Ka'b da: "Bana (bu borç karşılığında) rehin ola­rak ne vereceksin?" dedi. (Muhammed b. Mesleme) "Sen bizden (re­hin olarak) ne istiyorsun?" diye sordu. (Ka'b):

"Kadınlarınızı" (istiyorum) dedi (Muhammed b. Esleme ile ya­nındakiler):

"Sübhanallah sen Arabın en yakışıkhsısın. (Böyleyken) biz sana kadınlarımızı (nasıl) rehin olarak vereceğiz (öyle mi?). Bu bizim için bir utanç (kaynağı) olur." dediler, (o da öyleyse), "çocuklarınızı re­hin verirsiniz." dedi (Muhammed b. Mesleme ile arkadaşları ise)

"Sübhanallah! Birimizin oğMna(birgün) sövülür de (kendisine bu) bir vesk -veya İki vesk (hurma) karşılığında rehin verildi, denir. Biz sana zırhı yani silahı rehin olarak verelim." dediler, (o da): "olur" dedi. (Muhammed b. Mesleme geceleyin Ka'b'm) yanına gelince ona seslendi, O da güzel kokular sürünmüş bir halde başı(ndan kokular) saçarak, karşısına çıktı. (Muhammed b. Mesleme) üç veya dört kişiyle ^irlikte gelip,  (Ka'b'ın) yanına oturunca ona (burunları­na gelmekte olan güzel bir kokudan) bahsetmeye başladılar. O da

"Üenim yanımda (nikahlım olarak) falanca kadın vardır. O, hal­kın en güzel kokulu kadınıdır." dedi. (Muhammed b. Mesleme)

"Bana izin verir misin (başındaki bu kokuyu) koklayım?" dedi (Ka'b da):

"Hv;t!" (izin veririm) dedi. Bunun üzerine (ibn Mesleme) elini (Ka'b'ın) başın(daki saçlarının arasın)a soktu ve (eline bulaşan koku­yu) kokladı. (Sonra Ka'b'a bu hareketini) "Tekrar edeyim mi?" diye sordu o da da "Evet" dedi. Bunun üzerine (İbn Mesleme tekrar) elini onun başın (daki saçların arasın)a soktu Ka'b (ona) bu imkanı verin­ce (îbn Mesleme) "Haydin!" (vurun!) diye bağırdı, onlar da hemen ona vurdular, nihayet onu öldürdüler.[476]

 

Açıklama

 

Ka'b b. Eşref, BenîKureyza yahudilerinin şairidir.Daima peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)le müslümanları hicveder, müsiuman lar aleyhine müşriklere yardımda bulunurdu. Bedir harbinde, mak­tul düşen müşriklere ağlamış ve haklarında şiirler yazmıştı. Zengindi. Hicre­tin üçüncü yılı Ramazanında öldürüldü.

Muhammed b. Mesleme (r.a.) Ashab-ı Kiramın büyüklerinden olup Bedr'de ve diğer gazaların hepsinde bulunmuş 43 veya 46 tarihinde Medi­ne'de vali bulunduğu sırada vefat etmiştir.

Ulema, Ka'b'ın bu şekilde hile ile öldürülmesinin sebebi ve cevabı hu­susunda ihtilaf etmişlerdir. İmam Mâzırî şöyle diyor: "İbn Mesleme'nin Ka'b'ı bu şekilde öldürmesi, Peygamber (s.a)'e verdiği ahdini bozduğu, ona hicve­derek sövdüğü içindir. Rasûlullah (s.a) aleyhine kimseye yardım etmeyece­ğine söz vermişti. Sonra onun aleyhine, düşmanlarla birleşerek onlara yardım etti..."

Kaadî Iyaz'ıh beyanına göre; ulemadan bazıları bu meseleye şöyle ce­vap vermişlerdir.

Muhammed b. Mesleme hiç bir sözünde Ka'b'a eman vermiş değildir. Onunla sadece alış-veriş hususunda konuşmuş bir de halinden şikayet etmiş­tir. Kendisine bir söz veya eman vermemiştir. Hiç bir kimsenin Onu gadren öldürdü demesi helal olamaz.

Ka'b b. Eşrefin katline bir rivayette dört, diğer rivayette beş kişi işti­rak etmiştir. Bunlar Muhammed b. Mesleme, Ebû Naile Silkan b. Selame, Abbad b. Bişr, Ebû Abs b. Cebr ve Haris b. Evs'tir.[477]

 

Bazı Hükümler

 

1. Bazıları, bu hadisle istidlal ederek: "Evvelce tslamı kabule davet olunmuş bir kafire hile yapmak ve baskında bulunmak caizdir" demişlerdir.

2. Ta'riz caizdir. Ta'riz: Manası sahih ve kapalı olan fakat, muhatabın ondan daha başka bir mana anlaması mümkün olan sözdür. Şer'i bir hakka mani olmamak şartı ile harplerde ve sair yerlerde bu caizdir. Mesela: Mu­hammed b. Mesleme'nin: "Bu adam sadaka istedi ve bizi dara düşürdü.'* sözü caiz hatta müstehab bir ta'rizdir. Çünkü kapalı manası; bizi içinde yor­gunluk ve darlıkla ve şeriat adabı ile te'dib ve terbiye etti. Ama bu yorgun­luk Allah'ın rızası uğrundadır; bizim için makbuldür; demektir. Fakat muhatab bundan makbul olmayan yorgunluk anlamıştır.[478]

 

2769. ...Ebu Hureyre'den demiştir ki:

Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "İman ihaneti bağlamıştır. Mü'min, ihanet etmez.”[479]

 

Açıklama

 

Yular. atın zararlı yerlere gitmesine engel olduğu gibi, iman  da mü'mini şanına yakışmayan hak ve adalet ölçülerine uymayan hareketlerden alıkoyar.

Bu cümleden olmak üzere iman; mü'minin arkadaşına veya kendisine güvenen bir kimseye ihanet etmesine engeldir. Bir müslüman, şanına yakış­mayan ihanet gibi çirkin bir işi yapamaz. Ona pusu kurarak, veya uygun bir ortamı bulunca zayıf bir anında karşısına çıkarak, üzerine saldırıp onu öl-düremez.

Metinde geçen "mü'min ihanet etmez." anlamına gelen cüm­lesini nehiy anlamında bir haber cümlesi olarak kabul etmek, müm­kün olabileceği gibi litfl şeklinde meczum okuyarak nahy-i gaib olduğunu ve cümlenin mü'min ihanet etmesin anlamına geldiğini kabul et­mek de mümkündür.

Her iki halde de, bu hadis-i şerifle, mü'minler, ihanetten men'edilmişlerdir. Dolayısıyla ihanet eden bir kimsenin, kamil bir mü'min olduğu söy­lenemez. Her ne kadar Ka'b b. Eşref ve İbn Ebî Hakik müslümanlar tarafından hile ile öldürülmüşlerse de, aslında bunlar Hz. Peygambere ve diğer müslümanlara dil uzatmakta çok ileri gitmiş kimselerdi ve müsrüman-larla onlar arasında herhangi bir anlaşma, sulh ve karşılıklı güven yoktu. Müslümanların, onlara verilmiş herhangi bir teminatı da yoktu. Bunlar ha­reketleriyle müslümanlan karşı bir harekete zorluyorlardı. Müslümanların da kendilerini onların zararından koruyabilmek için, onların vücudunu or­tadan kaldırmaktan başka bir çareleri kalmamıştı. İşte, bu gibi şartlar altın­da» müslümanların onları hile ile öldürmelerini, ihanetle vasıflandırmak mümkün değildir.

Ayrıca sözü geçen kimselerin, müslümanlar tarafından öldürülmeleri­nin İslamda ihanetin yasaklanmasından önceki bir tarihe rastlamış olması da düşünülebilir.[480]

 

158. Yolculukta, (Çıkılan) Her Tepe Üzerine Tekbir Getirmek

 

2770. ... Abdullah b. Ömer'den demiştir ki:

Rasûlullah (s.a) (herhangi bir) savaştan veya hacdan ya da umre­den döndüğü zaman, karada (rastlayıp da üzerine çıktığı) tepe üzerin­de üç defa tekbir getirir ve = Allah'dan başka hakiki ma'bud yoktur. O, birdir, ortağı yoktur. Mülk onundur, hamd (yalnız) O'nadır. O'nun herşeye gücü yeter. (Biz seferden memleketimize) dönenleriz, tevbe edenleriz, (sadece Allah'a) ibadet edenleriz, secde edenleriz ve (sadece) rabbımıza hamdedenle-riz. Allah va'dine sadıktır. Kuluna yardım etmiş bütün hizipleri tek başına o hezimete uğratmıştır." derdi.[481]

 

Açıklama

 

Metinde geçen "Allah va'dinde sadıktır" cümlesiyle, yüce Allah'ın "O, Rasûlunü hidayetle ve hak dinle gönderdi ki: (Al­lah'a) ortak koşanlar hoşlanmasa da, o (hak din) i bütün din(ler)in üstüne çıkarsın"[482] ayet-i kerimesindeki, yeryüzünde mevcut dinler arasında yega­ne hak din olan İslam dinini, bütün dinlere üstün kılacağına dair olan vadiy­le "Müminlere yardım etmek üzerimize borç idi."[483] ayet-i kerimesindeki vadini gerçekleştirdiği, dolayısıyla mü*mirilere zafer nasibettiği ifade ve kas-dedilmiştir. Şüphesiz ki yüce Allah va'dinden dönmez.

Metinde geçen "Kuluna yardım et!" cümlesindeki "kul" kelimesiyle kas-dedilen, bizzat Rasûl-ü Zişan efendimizin kendisidir.

Şafiî ulemasından İmam Nevevi'nin açıklamasına göre, "Metinde ge­çen "Bütün hizipleri tek başına o hezimete uğratmıştır." cümlesindeki hi­zipler kelimesiyle kasdedilen, Hendek harbinde toplanarak müslümanlara karşı birleşen müşriklerdir. Bunlar, müslümanlan topyekün imha etmek için Medine'yi kuşatınca Allahü Teâlâ onların üzerine geceleyin korkunç bir fır­tına ile birlikte göremedikleri birtakım melekler göndermekle, ateşlerini sön­dürmüş, yüzlerini gözlerini toz içinde bırakmış, onlara savaşı bırakıp kaçmaktan başka bir kurtuluş çaresi bırakmamıştır. Nitekim yüce Allah "Ey inananlar Allah'ın size olan nimetini hatırlayın, hani bir zaman size ordular gelmişti de biz onların üzerine bir rüzgar ve sizin göremediğiniz ordular gön­dermiştik. Allah yaptıklarınızı bilir.[484] ayet-i kerimesiyle bu gerçeği ifade bu­yurmuştur.

Yine Kadı Iyaz'ın ifadesine göre, sözkonusu cümlede geçen Ahzab keli­mesiyle, Hendek savaşına katılan kafir gruplarının yanısıra kıyamete kadar, müslümanların karşısında toplanacak olan grupların da kasdedildiğini söy­leyenler de vardır.

Bazıları, Rasûl-ü Ekrem'in başkalarını seçili konuşmaktan men ettiği halde kendisinin, burada seçili konuşmasını izah etmenin mümkün olmadı­ğını söylemişlerse de, kendilerine "Rasûlullah'ın menettiği seçili konuşma, kahinlerin yaptığı gibi özene bezene, yapılan seçili konuşmalardır. Tekellüf ve tasannu olmadan, ağızdan dökülüveren seçili konuşmaları ise yasaklama­mıştır. Kendisinin buradaki secileri de bu kabilden olan secilerdir." diye ce­vap verilmiştir.[485]

 

159. Yasaktan Sonra (Allah Ve Rasûlü Tarafından, Yasaklanan   Fiile Tekrar) Dönme İzni (Verilebilir)

 

2771. ...İbn Abbas'dan demiştir ki:

"Allah'a ve ahiret gününe inananlar -mallarıyla canlarıyla cihad etme hususunda- senden izin iste (yip geri kal)mazlar."[486] (mealinde ki) ayet-i (kerimenin hükmünü) Nûr (suresin)deki: (şüphesiz ki Allah) "... çok bağışlayan, çok merhamet edendir." sözüne kadar (devam eden) "mü'minler o kimselerdir ki; Allah'a ve peygamberine (gönül­den) inanmışlardır..."[487] (mealindeki) ayet(i kerime) yürürlükten kal­dırmıştır.[488]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerifte geçen, iki ayetin tefsirinde, ulema ihtilaf etmiştir. Hasan-ı Basrî ve İkrime'ye göre, metinde geçen Tevbe süresindeki ayet-i kerimenin hükmünü, Nur süresindeki ayet-i kerime yürür­lükten kaldırmıştır.

Sözü geçen alimlere göre; Tevbe süresindeki ayet-i kerimede meşru bir sebeple de olsa, mü'minlerin cihada çıkmamak için Hz. Peygamberden izin istemeleri yasaklanırken "Mü'minler o kimselerdir ki, Allah ve peygambe­rine (gönülden) inanmışlardır. İçtimai bir iş (görüşmek) üzere o, (Allah'ın Rasûlü ile) bulundukları zaman, ondan izin almadan gitmezler. (Ey Muhammed), senden izin alanlar, işte onlar, Allah'a ve Rasûlüne inanan kimseler­dir. Bundan dolayı bazı işler için senden izin istedikleri zaman, onlardan di­lediğine izin ver ve onlar için Allah'dan mağfiret dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.[489] mealindeki ayet-i kerimede ise, Haz­ret i Peygambere meşru mazaretleri olan mü'minlere, cihada çıkmamaları için izin vermesi emredilmektedir. Bu durum, Nur süresindeki ayet-i kerimenin yukarıda mealini sunduğumuz, Tevbe suresinin 44. cü ayet-i kerimesinin hük­münü yürürlükten kaldırdığını ortaya koymaktadır.

Mevzumuzu teşkil eden bab başlığından musannif Ebu Davud'un da bu görüşte olduğu anlaşılıyor.

Bazı ilim adamlarına göre ise; bu iki ayet-i kerimenin hükmü arasında bir çelişki olmadığından, birinin diğerinin hükmünü yürürlükten kaldırması da sözkonusu değildir.

Bu görüşte olan alimler; Tevbe suresinin 44. cü ayet-i kerimesi "Mü'­minler asılsız mazeretler ileri sürerek cihaddan geri kalmak için Hz. Peygam­berden asla izin istemezler. Ancak meşru bir mazaretleri çıkınca böyle bir izin isteme yoluna gidebilirler. Fakat münafıklar, birtakım uydurma maze­retler ileri sürerek harbe çıkmamak için Hz. Peygamberin huzuruna gelip izin isterler." anlamına gelir ki, Nur suresinin sözü geçen ayet-i kerimesinde buna aykırı bir hüküm bulunmadığı son derece açıktır. Hatta Nur suresinde mazereti olan mü'minlere yeteri kadar izin vermesi için, Hz. Peygambere emir vardır. Binaenaleyh sözkonusu iki ayetten, birinin diğerini neshetmesi düşü­nülemez.[490]

 

160. Müjdeci(Ler) Göndermek

 

2772. ...Cerir'den demiştir ki:

Rasûlullah (s.a) bana (hitaben ey Cerir) "Zülhalasa hakkında (hayırlı bir haber getirsen) de bizi rahatlatsan" dedi. (Ravi Kays riva­yetine şöyle devam etti) Bunun üzerine (Cerir yola düştü, Zülhalasa'-nın) yanma varıp onu parçaladı. Sonra Ahmes (kabilesin)den Ebû Er-tât künyesiyle anılan bir adamı müjde vermek üzere peygamber sal-lallahü aleyhi ve selleme gönderdi.[491]

 

Açıklama

 

Zülhalasa: Devs, Hasam ve Becile kabilelerine ait bir putun bulunduğu evin ismidir. Hafız İbn Hacr'in görüşü budur. Bir rivayete göre bu putun adı zülhalasa idi, bu putun içinde bulunduğu evin ismi de Halasa idi. Mekke'nin fethinden sonra, Hz. Cerir müslüman olarak Hz. Peygamberin huzuruna gelmişti. Hz. Peygamber onu Zülhalasa ismin­deki putu kırmaya teşvik edince, Hz. Cerir bu putu kırmak üzere yola çık­mış ve yanına, kendi kabilesi olan Ahmes oğullarını da alarak putu koru­yan, Hasam kabilesi üzerine yürümüş ve onlarla savaştıktan sonra putu kır­maya muvaffak olmuş.

Rasûl-ü Zişan efendimizi memnun etmek için de bu haberi vermek üze­re, Ebû Ertat künyesiyle anılan bir sahabiyi müjdeci olarak göndermiştir. Hz. Cerir'in bu hareketi ve Rasûl-ü Zişan efendimizin onun bu hareketini tasvib etmesi, Fetih ve zafer gibi hayırlı haberleri müslümanlara müjdele­menin, bu müjdeyi vermek için özel müjdeciler göndermenin, müstehab ol­duğunu gösterir.[492]

 

161. Müjde Vermek

 

2773 . ...Ka'b b. Malik demiştir ki:

Peygamber (s.a) bir yolculuktan geldiği zaman, ilk önce mescid-de iki rek'at namaz kılar, sonra da halkla otururdu. (Musannif Ebu Davud'un şeyhi) İbnü's-Serh (Ka'b b. Malik'in bu hadisini sonuna ka­dar) nakletti.[493] (Ka'b b. Malik konuşmasına devam ederek şöyle) dedi: Rasûlullah (s.a) müslümanlara, bizim üçümüzle konuşmayı yasak­ladı. Nihayet, (onların bu küskünlüğü) bana (iyice) uzayınca (birgün). Amcamın oğlu olan Ebû Katade'nin bahçesinin duvarına tırmandım ve kendisine selam verdim. Daha sonra ellinci gecenin sabahında, sa­bah Alamazını evlerimizden bir evin damında kıldım ve hemen arka­sından "Ey Malik'in oğlu Ka'b müjde sana!" diye bağıran birini işit­tim ve bana müjde vererek bağıran kimse yanıma gelince, (üzerimde­ki) iki (kat) elbisemi çıkarıp ona giydirdim (ve) he­men arkasından (Rasûlü Ekrem'in huzuruna varmak üzere) harekete geçtim. Nihayet mescide girdim. Bir de ne göreyim, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem (orada) oturuyor. Talha b. Ubeydillah kalktı, koşarak bana (geldi) benimle, müsafaha etti (elimi sıktı) ve beni teb­rik etti.[494]

 

Açıklama

 

Ka'b b. Malik (r.a) tamamı Buhari ve Müslim'de zikredilen bu uzun rivayetinde, Tebük seferine niçin iştirak edemediği­ni açıklarken, aynı zamanda bu şanlı seferin bir çok noktalarına da işaret etmiştir. Hz. Ka'b Ensardandır. Ebu Abdullah künyesini taşır. Akabe'de bu­lunan üç şairden biridir. Diğer iki şair de Abdullah b. Revaha ile Hassan b. Sabit'tir. Fahr-i kainat efendimizin bu güzide şairlerinden Hassan, şiirle­rinde Kureyş'in nesilerini hedef alır. Abdullah b. Revaha da küfürlerini ayıp­lardı, Hz. Ka'b ise Kureyş'i daima harb ile tehdid eden kahramanlık şiirleri söylerdi.

Hz. Ka'b'ın Tebük seferine iştirak etmediği bir gerçek olmakla bera­ber, Hz. Peygamberin bu ateşli şairi, Tebük seferinden korkaklığı nedeniyle geri kaldığı söylenemez. Aslında, kendisi Bedir'den başka bütün seferlere iş­tirak etmiş, Uhud harbinde onbir yara almıştı. Mevzumuzu teşkil eden bu hadisin Buhari'de tam olarak zikredilen rivayetinden anlaşıldığına göre; Te­bük savaşına katılmak için son derece istekli olduğu halde, savaş hazırlıkla­rını vaktinde yapamadığı için, müslümanlarla birlikte sefere çıkamamış ve daha sonraki günlerde de onlara yetişmemiştir.

Son ömründe gözleri görmez olmuştu. H. 50. tarihinde Muaviye'nin hi­lafeti zamanında, yetmişyedi yaşında vefat etmiştir. Medinelilerden sayılır. Tabiinden bir cemaat kendisinden hadis rivayet etmiştir.

Sarih Aynı: "Şair Ka'b'ın bu hadisi elliden ziyade hüküm ve faydayı muhtevidir" diyor ve birer birer bildiriyor. Bunlardan en mühimi nefiri âm (umumî seferberlik) ilanı üzerine devletçe vukubulan davete icabet edilmeyip, döneklik ve kaçaklık gösterilmesinin Allah Teâlâ ve Rasûlullah, ta­rafından en ağır nefret ve şiddetle karşılanmış olmasıdır. Dini ve milli bir mühimmeyi hiç bir izaha muhtaç olmaksızın hadis-i şerifin satırlarında ke-malî vuzuh ile okuyoruz.[495]

 

Bazı Hükümler

 

1. Hayırlı bir haberi ulaştırarak, müslümanian sevindırmek müstehabdır.

2. İkram için, faziletli bir kimseye karşı ayağa kalkmak mustehabdır.

3. Müslümanların birbirleriyle karşılaştıkları zaman musafaha yapma­ları ve büyüklerin tabilerini sevindiren bir habere sevinmeleri mustehabdır.

4. Devlet tarafından ilan edilen seferberliğe katılmak her müslümana farz-ı ayndır.[496]

 

162. Şükür Secdesi

 

2774. ...Ebû Bekre'den demiştir ki:

Peygamber sallallahü aleyhi ve selleme, sevindirici bir haber ula­şınca veya kendisine bir müjde verilince Allah'a secde-i şükr ederek yere kapanırdı.[497]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif, şükür secdesinin meşruluğuna bir delildir.Sübül'üs-Selam müellifi Sana'ni'nin beyanına göre; İmam Şafiî (r.a) ile İmam Ahmed (r.a) bu görüştedir. İmam Malik ile İmam Ebû Hanife'ye göre; şükür secdesinde bir kerahet olmadığı gibi mendup ta değildir. Şükür secdesi için, taharetin şart olup olmadığı hususunda ulema ihti­laf etmiştir. Bazıları, namaza kıyas ederek şükür secdesi için de taharetin şart olduğunu söylerken, bazıları da şart olmadığını söylemişlerdir. İmam Sammanî, taharetin şart olmadığı görüşündedir.

Neyl'iil-Evtar müellifi Şevkani; şükür secdesinde tekbir getirileceğine dair bir delilin bulunmadığını söylüyor.

Zad'ül-Mead müellifi İbn Cevzi; Hz. Ka'b b. Malik'in tevbesinin kabul edildiği haberini alınca, secdeye vardığım, bunun her hayırlı haberin gelme­sinde secdeye varmanın sahabenin adeti olduğuna delalet ettiğini ve bu sec­denin, yeni nimetlere erişilip, musibetlerden kurtulunca yapılan şükür sec­desinden başka bir şey olmadığını söylüyor. Yine İbn Kayyim'in ifadesine göre; Ebû Bekir es-Sıddık, Müseylemetü'l-kezab'ın ölüm haberini alınca; şü­kür secdesine vardığı gibi Hz. Ali, Haricilerden Züssedyi denilen kişi ölü olarak bulunduğu zaman, Hz. Fahr-i kainat efendimiz de Hz. Cebrail'in "Kendisi­ne bir defa salat okuyan bir kimseye, bu salatı karşılığında Allah'ın o kula on defa salatta bulunacağı" haberini getirdiği zaman ve ümmetine üç defa şefaatta bulunup da üçünün de kabul edildiğinde, şükür secdesine varmış­tır. Nitekim Hz. Peygamberin şefaat duasının kabul edilmesi meselesi, (2775) numarada sunacağımız hadis-i şerifte açıklanacaktır.

Şükür secdesi, konusunda Hanefilerin ed-Dürrü'l-Muhtar isimli meş­hur kitabında "Şükür secdesi müstehabdır. Bununla fetva verilir." diyor. Hanefî ulemasından, îbn Abidin de bu metni açıklarken şunları kaydetmiş­tir: Şükür secdesi, yeni bir nimete nail olan veya Allah Teâlâ kendisine mal, evlat ihsan eden, yahut bir musibetten kurtulan kimselere müstehaptır. Bu secde için kıbleye dönülür, Allah Teâlâ'ya şükür için secde edilir. Secdede Allah'a hamd ile teşbih ve tekbir getirilir. Ondan sonra secde-i tilavette ol­duğu gibi, secdeden baş kaldırılır. Sirâc sarihinin "bununla fetva verilir" sözü imameynindir.

İmam Azam'a gelince; Muhit'de onun "Ben bu secdeyi vacip görmü­yorum. Çünkü vacip olsa, her an vacip olurdu. Zira Allah Telâlâ'nın kulu­na verdiği nimetler, kesintisiz devam eder. Bunda; güç yetmeyecek şeyi tek­lif vardır." dediği rivayet olunmuştur. Zahire'de İmam Muhammed'den ri­vayet olunduğuna göre; İmam Azam, secde-i şükürü bir şey saymazmış. Mü-tekaddimin ulema bunun manası hakkında ihtilafa düştü; bazıları "Onu sün­net saymazdı" demek olduğunu; bazıları da "tam şükür olmaz" demek is­tediğini söylemişler. "Çünkü şükrün tamamı Mekke'nin fethi gününde Pey­gamber (s.a.)'in yaptığı gibi iki rek'at namazla olur" demişlerdir. İmam Azam, bu sözü ile secde-i şükür, vacip değildir, demek istemiştir, diyenler olduğu gibi, "Meşru değildir. Yapılması mekruhtur. Ondan dolayı sevap verilmez, bilakis terki evladır" manasına geldiğini söyleyenler de olmuştur. Musaffa sahibi, bu kavli ekser ulemaya nisbet etmiştir. Ekser ulemanın bu kavli, İmam Azam'dan sübut bulmuş bir rivayete dayanıyorsa mesele yoktur. Aksi tak­dirde, yukarıdaki iki ibaresinden her ikisi de ihtimallidir. En zahir mana müstehap olmasıdır. Nitekim bunu imam Muhammed nassan bildirmiştir. Bu hususta birçok hadisler varit olmuş. Bu işi, Ebû Bekir Ömer ve Ali (r.a) hazeratı yapmışlardır. Peygamber (s.a.)'in fiilinden mensuhtur diye, bahset­mek doğru olamaz. "Hılye'de böyle denilmiştir." ibaresi kısaltılmıştır. Sö­zün tamamı Hılye ile İmdat'dadır. Onlara müracaat edebilirsiniz.

Münye şerhinin sonunda şöyle denilmektedir: "Bu hususta peygamber (s.a.)'den bîr çok rivayetler varit olmuştur. Ondan (secde-i şükürden) mene-dilmez. Çünkü onda (secdede) tevazu vardır. Fetva buna göredir."

Eşbah'ın çeşitli meseleler bahsinde şu satırlar vadır: "Secde-i .şükür, İmam Azam'a göre, vacip değil, caizdir. Ondan rivayet edilen "Secde-i şükür va­cip olarak meşru değildir." sözünün manası da budur, ttimad edilen kavle göre, ihtilaf onun caiz olup olmadığında değil, sünnet olmasındadır."

"Lakin namazdan sonra yapılması mekruhtur." Münye şerhinde şöyle denilmiştir: "Sebebsiz dursa ibadet değildir. Ama mekruh da sayılmaz. Na­mazın ardından yapılan secde mekruhtur. Çünkü cahiller onun sünnet veya vacip olduğuna itikat ederler. Buna sebeb olan her mubah mekruhtur."

Hülasa şudur: Sebebsiz yapılan secde, cahillerin sünnet olduğuna itika­dına vesile olmazsa mekruh değildir. Ben, vitir namazından sonra bu secde­ye devam eden birini gördüm. Bunun aslının ve senedinin olduğunu söylü­yordu. Kendisine buradakini söyledim. Hemen secdeyi terketti.[498]

 

2775. ...(Amir b. Sa'd'ın) babasından demiştir ki:

Rasûlullah (s.a)'le birlikte Medine'ye gitmek üzere Mekke'den (yo­la) çıktık.

Azver'e yaklaştığıız zaman (hayvanından) indi, sonra ellerini kal­dırıp Allah'a bir süre dua etti, sonra secdeye kapandı, uzun bir süre (secdede) kaldı, sonra kalktı, ellerini kaldırıp bir süre daha Allah'a dua etti(kten), sonra (tekrar) secdeye varıp uzun süre (secdede) kaldı. Sonra (tekrar) secdeden kalktı, ellerini kaldırıp bir süre Allah'a dua ettikten sonra (yine) secdeye vardı. (Bu hadisi Musannif Ebu Davud'a nakleden) Ahmed İbn Salih Rasûlullah, ellerini kaldırıp bir süre Al­lah'a dua etti. Sonra secdeye vardı, anlamındaki) cümleyi üç defa zik­retti  ve sonra rivayetine şöyle devam etti:

Rasûlü Ekrem bu duaları ve secdeleri bitirdikten sonra) buyurdu ki:

"Ben Rabbimden (rahmet) diledim ve ümmetim (in günahları­nın affolması, derecelerinin yükselmesi) için, şefaatte bulundum da ba­na ümmetimin üçtebirini bağışladı. Bunun üzerine Rabbime bir şükür olmak üzere secdeye vardım. Sonra başımı kaldırıp ümmetim için (tek­rar) Rabbimden dilekte bulundum. Bana üçtebirini (daha) bağışladı. Bunun üzerine Rabbime şükür olmak üzere (ikinci defa) secdeye var­dım. Sonra başımı kaldırıp ümmetim için Rabbimden (üçüncü defa olmak üzere bir) dilekte (daha) bulundum. Bunun üzerine bana (üm­metimin) son üçtebirini bağışladı. Rabbime şükür olmak üzere (üçün­cü kez) secdeye vardım."

Ebû Dâvûd der ki: (Şeyhim) Ahmed b. Salih bu hadisi bize nakle­derken (bu hadisin sened zincirinde bulunan) Eş'âs b. İshâk'ı (zincirden) düşürmüştür, (Fakat) bu hadisi bana Ahmed b. Salih'ten, Musa b. Sehl er-Remli'de rivayet etti.) Onun rivayet senedinde ise, Eş'as b. İshak zikredilmiştir.[499]

 

Açıklama

 

Musannif Ebu Davud'un metnin sonuna ilave ettiği ta'likte  mevzumuzu teşkil eden bu hadisin senedinde, Esas b. İshak'ın atlandığını ifade edilmektedir. Bilindiği gibi senedinden bir ravinin atlandı­ğı bu gibi hadislere "munkatı" hadis denir. Ve munkatı hadisler zayıf ha­dislerdendir.

Ancak musannif kendisine bu hadisi aynı zamanda Musa b. Sehl'in de rivayet ettiğini ve Musa b. Sehl'in rivayet senedinde Esas b. İshak'ın da bu­lunduğunu ifade etmektedir. Merhum Musannif bu ifadesiyle mevzumuzu teşkil eden ve kendisine Ahmed b. Salih yoluyla gelen bu hadisin başka bir yoldan takviye edildiği için zayıflıktan kurtulup Hasen derecesine yükseldi­ğini ifade etmek istemektedir.

Tîbî'nin ifadesine göre; Hz. Peygamberin Mekke'den Medine'ye gider­ken Azver denilen yere yakın bir yerde inip de orada ümmetine dua etmesi, oranın bir hususiyetinden değil, sadece orada kendisine inen bir vahiyden dolayıdır. Hanefi ulemasından Aliyyü'l-Kariye göre; ümmetin avamı ve ha­vası için böylesine dua edilen bir yer hususiyetten uzak olamaz.

Konumuzla ilgili hadis-i şerifte Rasûl-ü Zişan Efendimizin daha dünya­da iken, ümmeti için şefaatta bulunduğu ve bu şefaatinin kabul edildiği, üm­meti hakkındaki bu isteğinin kabul edildiğini görünce, şükür secdesine var­dığı ifade edilmektedir.

Şefaat; birisi için ricacı, istirhamcı yalvarıcı ve aracı olmak demektir. Istılahta şefaat; Peygamber Efendimizin ve diğer büyük zatların ahifet gü­nünde, bir kısım, günahkar mü'minlerin affedilmeleri ve itaatli mü'minlerin de yüksek mertebelere ermeleri için, Allah Teâlâ'dan niyaz ve istirhamda bu­lunmalarıdır.

Şefaat aslında Allah'a mahsus bir haktır.[500] Diğer insanların şefaatçi olmaları ancak onun izni iledir.[501] Kafirler şefaatten mahrum kalacaklar­dır.[502] Bir rahmet kapısı olan şefaatten istifade edemeyeceklerdir.

Ahirette, bütün insanlara muhakeme ve muhasebenin bir an evvel ya­pılması için, en büyük şefaatte bulunacak olan Peygamber Efendimizdir. Yani şefaat kapısını o açacaktır. Onun, bu şefaatine şefaat-i uzma (büyük şefaat) denir.Onun bu şekilde sahip olduğu yüksek makam ve imtiyaza da Makam-ı Mahmud denir.[503]

Allah Teâlâ bu şefaati kabul buyurup ahiret muameleleri için emir bu­yuracaktır.

İlk şefaatten sonra, diğer peygamberlere, alimlere, şehidlere şefaat et­mek için izin verilecektir.[504] Yine meleklere ve bazı müminlere de şefaat et­meleri için müsaade edilecektir.[505] Yine kişinin tuttuğu oruç ve okuduğu Kur'an, Kıyamet gününde kendisine şefaatçi olacaktır.[506]

Rasûl-i Zişan efendimizin şefaatinden istifade etmeyecek bir kul bile yok­tur. Az da olsa her kul onun şefaatinden istifade edecektir.

İmam Nevevi'nin açıklamasına göre; şefaat beş mertebede olacaktır.

1. Haşirde olan korkulardan kurtarmak için şefaat. Nitekim, bütün in­sanlar haşirde hesaba çekilmek üzere korkulu anlar geçirirken, önce Hz. Adem'e daha sonra sıra ile Hz. Nuh, İbrahim, Musa, İsa (a.s) hazretlerine şefaat etmeleri ricasıyla başvurup da bu ricalarından olumlu bir netice ala­madıklarını görünce, Hz. Peygamber efendimize     başvururlar    ve onun ricasıyla hepsi oradan kurtulurlar.[507]

2. Bir topluluğu hesapsız olarak cennete koymak için şefaat.[508]

3. Hesabı görülmüş ve azaba müstehak olmuş bir topluluğu cehenneme girmekten kurtarmak için yapılacak olan şefaat.

Nitekim İmam Müslim'in naklettiği "Sizin peygamberiniz -Ya Rabb se­lamet ver- der." anlamındaki hadis-i şerif buna delalet eder.[509]

4. Asilerin cehenneme girenlerini cehennemden çıkarmak için yapacağı şefaat.. Nitekim Buhari'nin rivayet ettiği, "Muhammedîn şefaatiyle bir top­luluk ateşten çıkarılıp cennete konur. Bunlar cehennemlikler diye isimlendi­rilmiş olanlardır"[510] anlamındaki hadis buna delalet eder,

5. Dereceleri yükseltmek için olacak şefaat; İmam Nevevi Ravza isimli eserinde bu şefaatin sadece peygamberimize has bir şefaat olduğunu zikret­mekle yetinmiş, delilini zikretmemiştir.

Kadı Iyaz, bu şefaatlere bir altıncısını da ilave ederek "Rasûlullah efen­dimizin amcası Ebû Talib'e azabının hafifletilmesi için ettiği şefaat altıncı şefaattir" demiştir. Hz. Peygamber, şerefli kabrini ziyaret edenlere de şefa­at edeceği gibi, ayrıca müezzine icabet edene ve salihlerin kusurlarım gördüğü halde onları görmezden gelenlere de şefaat edecektir. Ancak bu zümre­ler, yukarıda geçen beş sınıfın dışında değillerdir.[511]

et-Tâc musannifinin açıklamasına göre, yukarıda beş maddede zikretti­ğimiz şefaat çeşitlerinden, birinci ile ikinci sadece Fahr-i kainat efendimize aittir.[512]

Bezlü'l-Mechûd yazarı eş-Şeyh Halil Ahmed'in beyanına göre, mevzu-muzu teşkil eden hadis-i şerifte Rasûl-ü zişan efendimizin ilk duasında, ba­ğışlananların (icabet) ümmetinin üçtebirini teşkil ettiğinden bahsedilen zümre, sabikun denilen ve İslamî hakikatleri öğretmek için canla başla çalışan ve hayırda yarışı kazanan müslümanlardır. İkinci duadan sonra bağışlananlar-sa, Allah'ın kitabından ayrılmayarak ömürlerinin ekserisini adalet üzerine geçiren müslümanlardır. Üçüncü duadan sonra bağışlananlarsa nefislerine zulmedenlerdir.

Hz. Peygamberin bu üç zümreden birincisiyle, ikincisine şefaati, onla­rı haşirde beklemekten kurtarma şeklinde olacaktır. İlk iki zümreye şefaa­tin onların makam ve derecelerinin yükselmesi şeklinde olabileceği düşünü­lebilir. Çünkü bu iki zümre cennete Rasûl-ü ekremin şefaatıyla değil Al­lah'ın rahmetiyle gireceklerdir. Nitekim Taberani'nin İbni Abbas'dan mev­kuf olarak naklettiği bir hadis-i şerifte "Önce hesabı olmayanlar, adalet eden­ler, Allah'ın rahmetiyle cennete girerler. Sonra kendine zulmedenler ve Araf ehli Rasûlullah (s.a)'in şefaatıyla cennete girerler.[513] buyurmuştur.[514]

 

Bazı Hükümler

 

1. Sevindirici bir olayla karşılaşınca şükür secdesine varmak caizdir.

2. Şefaat haktır.[515]

 

163. Yoldan Gelen Kimsenin (Evine) Geceleyin Girmesi (Mekruhtur)

 

2776. ...Cabir b. Abdillah'dan demiştir ki: "Rasûlullah (s.a) (yoldan gelen) bir kişinin ailesinin yanına (ge­celeyin) girmesini çirkin görürdü."[516]

 

Açıklama

 

Turûk: Geceleyin gelmek demektir. Bu hadis-i şerifte uzun bir yolculuğa çıktığı için, uzun zaman ailesinden ayrı kalan bir kimsenin dönüşte ansızın evine gelmesi mekruhtur. Çünkü böyle uzun zaman ailesinden uzakta kalan bir kimse ailesinin yanına ansızın girecek olur­sa, onu çirkin bir kıyafetle, temizliğini ihmal etmiş ve kocası için gerekli te­mizliği yapmamış bir halde bulması mümkündür. Böyle bir hal ise o kimse­nin karısından nefret etmesine yol açacaktır.

Nitekim ashabdan Abdullah b. Revana geceleyin bir seferden dönüp an­sızın evine girmek isteyince, bir kadının karısının saçlarını taramakta oldu­ğunu gördü, onu öldürmek için kılıcına sarıldı'. Fakat gerçeği anlayınca bundan vazgeçti. Durumu Hz. Peygambere anlatınca, Rasulü Ekrem, geceleyin se­ferden dönen bir kimsenin ansızın karısının yanına girmesini yasakladı.

Durum böyle olunca, geceleyin yoldan gelen bir kimsenin ansızın ailesi­nin yanına girmesi uygun değildir.

Fakat yolcu yakın bir yere gitmiş karısı gelmesini bekliyorsa, evine gece dönmesinde beis yoktur. Keza askerde veya benzeri kalabalık bir cemaat içinde seferde bulunur da dönmekte oldukları ve şimdi şehre girecekleri haber veri­lirse, istediği zaman evine girmesinde beis yoktur.[517]

 

2777. ...Cabir'den demiştir ki:

Peygamber (s.a) (şöyle) buyurmuştur. "Seferden dönen kişinin ailesinin yanına gireceği vaktin en güzeli gecenin başlangıç zamanıdır."[518]

 

Açıklama

 

Metinde geçen ahsene kelimesinin başında bulunan ma kelimesi bazılarına göre ismi mevsuldur ve sıla cümlesinde bulunması gereken aid zamiri hazf edilmiştir. Bu takdirde hadise "seferden dö­nen bir kimsenin ailesinin yamna gireceği vakitlerin en güzeli, gecenin ilk vak­tidir." şeklinde mana vermek icabeder.

Bazılarına göre ise bu "ma" masdariyyedir. Bu takdirde hadis: "Se­ferden dönen kişinin ailesinin yanına girmesinin en güzeli, gecenin ilk zama­nındaki girişidir" anlamına gelir. Tîbîye göre, bu "ma" ile ilgili tevcihlerin en güzeli "ma"nın mevsufe olduğunu kabul eden tevcihtir. Bu tevcihe göre hadisin manası: "Seferden dönen kişinin ailesinin yanına girme vakitleri­nin en güzeli gecenin başlangıcıdır" şeklindedir.

Görüldüğü gibi bu takdir ve tevcihlerin belirlediği manalar arasında önemli bir fark yoktur. Netice itibariyle hepsi de birdir.

Bir önceki hadis-i şerifte, seferden dönen birkimsenin, geceleyin ailesi­nin yanına ansızın girivermesi yasaklandığı halde bu hadis-i şerifte, seferden dönen bir kimsenin karısının yanına girebileceği en uygun vaktin; gecenin ilk saatleri olduğu ifade edilmektedir. Zahiren bu iki hadis arasında, bir çe­lişki bulunduğu kanaati uyanıyorsa da aslında bu iki hadis arasında bir asla bir çelişki yoktur. Hadiste "Seferden dönen kişinin karısının yanına gel­mesinden maksat onun yanına ansızın girmek değil, onunla cinsî münase­bette bulunmaktır."

Oysa bir önceki hadisi şerifte "geceleyin seferden dönen kişinin yanına girmesi” sözünden maksat; yerinde de açıklandığı üzere onun yanma ansızın girmektir.

Seferden dönen kimsenin ailesiyle cinsî münasebette bulunacağı en uy­gun saat, gecenin ilk saatleridir. Yolculuk sebebiyle karısından uzun süre ayrı kalan kimse, şehvetini teskin etmeye son derece muhtaçtır. Şehvetini gider­meden sakin bir uykuya varıp yorgunluğunu gidermesi, mümkün değildir. Bu bakımdan, daha gecenin ilk saatinde cima ederek uykuya varması tavsi­ye edilmiştir.[519]

 

2778. ...Cabir b. Abdillah'dan demiştir ki:

Rasûlullah (s.a) ile birlikte bir yolculukta idik (seferden dönüp ailelerimizin yanına) girmeye kalkıştığımızda (Rasûl-i Zişan Efendimiz):

"Yavaş olunuz, (kadınlarınızın yanına) geceleyin (yatsı vaktin­de) girelim, dağınık saçlı olan (kadınlar) taransın, kocası gurbette olan (lar) da usturasını kullansın." buyurdu.[520]

Ebû Dâvûd der ki: Zühri "Geceleyin girmekten maksat yatsıdan sonra girmektir" dedi. Akşamdan sonra girmekte de sakınca yoktur.[521]

 

Açıklama

 

2776 numaralı hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi, geceleyin yoldan dönen bir kimsenin, ansızın ailesinin yanına girmesi mekruhtur. Çünkü kadın, kocası için gerekli temizliği ve süslen­meyi yapmamıştır. Kişi, karısını bu halde görünce; ondan soğuyabilir. Bu sebeple, yoldan dönen bir kimsenin karısının yanına varmadan önce, onu geldiğinden haberdar ederek gerekli temizliği yapmasına imkan verecek ka­dar yanına varmakta, geç davranmalıdır.

Bu hadisin sonundaki ta'likten anlaşıldığına göre; musannif Ebû Dâ­vûd "Seferden dönünce ev halkına haber vermeden ansızın eve girmekle il­gili bu yasağın, seferden yatsıdan sonra dönen kimselerle ilgili olup, akşamdan sonra seferden dönen bir kimsenin yatsıdan önce ailesinin yanına ansızın gir­mesinde bir sakınca olmadığı" görüşündedir. Çünkü akşamdan sonra ve yat­sıdan önce, evine dönen bir yolcunun karısı, gerekli temizliği yapma fırsatına sahiptir.[522]

 

164. (Seferden Dönenleri) Karşılamak

 

2779. ... es-Saib b. Yezid'den demiştir ki:

Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem Tebük gazvesinden döndüğü zaman, kendisini halk (yolda) karşıladı çocuklarla birlikte ben de onu Veda tepesinde karşıladım.[523]

 

Açıklama

 

Tebük; Medine ile Şam arasında bir yerin adıdır. Karayolu ile hacca gidenler, Tebük'ten geçerler. Tebük gazvesi, miladın 630. senesinde, (hicretin 9. senesinde) vuku bulmuştur.

Seniyyetü'l-veda: Medine'nin dışında bulunan bir tepedir. Cahiliyye dev­rinde, Medine'den taşraya gitmek isteyenler buradan uğurlandığı için bu te­peye Uğurlama tepesi anlamına Seniyyetü'l-veda ismi verilmiştir.

Çocukları, savaştan veya hacdan dönen kimseleri karşılamaya gönder­mekte onları güzel ahlaklara alıştırmak ve onlara seferden dönenlerin duası­nı kazandırmak gibi faydalar vardır. el-Mihleb'in beyanına göre hacıları ve gazileri yolda sevinçle karşılamakta emr-i maruf manası vardır. Bu iyi amel­lerden biridir.[524]

 

165. Savaşta (Sarfetmek Üzere Hazırlanan) Bir Malzemeyi Vaz Geçilince Onu (Yine Allah Yolunda) Bir Savaşta Harcamak Müstehaptır

 

2780. ...Enes b. Malik'den demiştir ki:

Eşlem (kabilesin)den biri (Hz. Peygamberin huzuruna gelip):

"Ey Allah'ın Rasûlü ben (Allah yolunda) savaşmak istiyorum, (fakat) benim savaş hazırlığı yapacak malım yoktur." demiş. (Hz. Pey­gamber de):

"Ensardan olan falan kimseye git (harp malzemelerini ondan iste). Çünkü b, gerekli hazırlığı yaptı ve hastalandı. Ona -Rasûlullah (s.a.)'in sana selamı var (harp için) hazırladığın malzemeleri bana ver (eceksin) de." buyurmuş. Bunun üzerine o (genç, gidip) Ensarlı zata bu sözü söylemiş, o zat da karısına "ey kadın harp için bana vermiş olduğun malzemeyi bu adama ver, onlardan hiçbir şeyi (yanında) bı­rakma. Allah aşkına ondan hiçbir şey bırakma ki Allah onun hakkın­da sana bereket versin." demiş.[525]

 

Açıklama

 

Şafiî alimlerinden Nevevî'nin açıklamasına göre; bir kimse malını Allah yolunda sarfetmek üzere ayırır, buna imkan bu­lamazsa, onu başka bir hayra sarfetmesi müstehabdır. Nezr etmedikçe, bu malı ilk niyyet ettiği yere sarfetmesi gerekmez. Fakat o malı ayırırken belli bir yere sarfetmek için nezretmişse, onu mutlaka nezrettiği yere sarfetmesi icabeder. Başka yere sarf edemez.

Hafız el-Münziri'ye göre; sözü geçen Ensarlı şahabının bu malzemeyi ayırırken Allah yolunda yapacağı savaşta sarfetmek üzere ayırdığı halde, has­talığı yüzünden buna muvaffak olamadı, yine Allah yolunda sarfetmiş ol­mak gayesiyle Eslemli gence verdiği düşünülebileceği gibi, Rasûlü zişan efendimiz, emrettiği için verdiği de düşünülebilir.

Ayrıca bu hadis, hayra delalet etmenin faziletini de ifade etmektedir.[526]

 

166. Yolculuktan Dönünce Namaz Kılmak

 

2781. ...Ka'b b. Malik'den demiştir ki

Hz. Peygamber, yolculuktan ancak gündüzün dönerdi. Hasan (b. Ali ise Hz. Peygamberin seferden ancak)kuşluk vakti(dönerdi dediği­ni) ve seferden dönünce (de ilk iş olarak doğruca) mescide varıp ora­da iki rek'at namaz kıldıktan sonra, (Müslümanlarla görüşmek üzere orada bir süre) oturduğunu söylemiştir.[527]

 

Açıklama

 

Bu mevzuda, ed-Dürrü'l-Muhtar'da şöyle deniyor: "Menduplardan bazıları da, yola çıkılacağı zaman kılınan iki rek'at ile, yoldan dönüldüğü zaman kılınan iki rek'at namazdır.1' Bu metinle ilgili olarak merhum İbn Abidin şu açıklamayı yapmıştır:   'Mukattam b. Miktam'dan rivayet edilmiştir ki, Rasûlullah (s.a.):

"Hiç bir kimse sefere çıkacağı zaman ailesine onların yanında kılaca­ğı iki rek'at namazdan daha faziletli bir şey bırakmaz." buyurmuştur. Bu hadisi Taberanî rivayet etmiştir. Ka'b b. Malik'den de şu hadis rivayet olun­muştur: Rasûlullah (s.a) ancak gündüzleyin kuşluk zamanında seferden dö­nerdi. Dönüşte mescidde iki rek'at namaz kılardı. Sonra orada otururdu.

Bundan anlaşılan, sefer namazının eve, dönüş namazının da mescide mahsus olmasıdır. Şafiiler bunu açıkça söylemişlerdir.[528]

Görülüyor ki, bu hadis-i şerif, sefere çıkan bir kimsenin memleketine gündüzün kuşluk vakti girmesinin ve ilk iş olarak mescide girip orada iki rek'at namaz kılmasının müstehab olduğunu ifade etmektedir.[529]

 

2782. ...îbn Ömer'den demiştir ki:

Rasûlullah (s.a) (veda) haccından döndüğü zaman, Medine'ye gir­miş, mescidinin önünde devesini çöktürmüş, mescide girip orada iki rek'at namaz kılmış, sonra evine girmiştir.

(Bu hadisi Îbn Ömer'den rivayet eden) Nafi; "îbn Ömer de böy­le yapardı" dedi.[530]

 

Açıklama

 

Bu nacusi §erif» yoldan gelen bir kimsenin evine varmadan önce, mahalle mescidine uğrayarak orada iki rek'at namaz kılıp evine ondan sonra dönmesinin sünnet olduğuna delalet etmektedir.

Bir önceki hadisin şerhinde de açıkladığımız; bu dönüş namazı kılının­ca, aynı zamanda sahibinin seferden döner dönmez ansızın eve girme gibi yasak bir işi işlemekten alıkoyar ve hanımına da kocasının dönüş haberini alarak onu karşılamak üzere gerekli hazırlığı yapma imkanı verir.[531]

 

167. Hisselerin (Ayırdetme) Ücreti

 

2783. ...Ebû Said el-Hudri(nin) haber verdiğine göre: Rasûlullah (s.a.) "Yaptığınız bir taksimden dolayı kendinize de bir pay ayırmaktan sakınınız." buyurdu. (Ebû Said sözlerine devam ederek) dedi ki: Biz (ey Allah'ın Rasûlü) "Kusame nedir?" diye sor­duk. Rasûlullah:

"Bir şey, bazı kimseler arasında müşterek olur (Birisi de onu pay­laştırmak üzere) gelir. (Bir kısmını kendisine ayırarak) onu eksiltir." (İşte Kusame budur) buyurdu.[532]

 

Açıklama

 

Bab başlığında bulunan mukasim kelimesi Bölüştürücü anlamına gelir. Eğer bu kelime başında bulunan "mim” harfinin fethasıyla mekasim şeklinde okunursa o zaman, bir mimli masdar olan ve kısmet anlamına gelen maksim kelimesinin çoğulu olur. Bilindiği gibi kıs­met, (taksim) ortaklığa son vermek, birden fazla kimsenin bir maldaki karı­şık ve orantılı hisselerini birbirinden ayırdetmek demektir.

Taksimin meşruiyeti; kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Kur'an-ı Kerim'de de "Biliniz ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin mutlaka beştebiri Allah'ın, Rasûlünün, hısımlarının, yetimlerin, yoksulların, yolcunundur. Allah herşeye hakkı ile kadirdir.”[533] Duyurulmaktadır ki bu da taksimden ibarettir.

Hz. Muhammed de, ganimet ye mirasları taksim etmiştir. Hayber ara­zisini, sahabe arasında paylaştırdı. Hz. Ali de Abdullah b. Yahya'yı hane ve arazileri taksim etmekle vazifelendirmişti. Abdullah bu işin karşılığında bir ücret te alıyordu.[534]

Hattâbî'nin açıklamasına göre, hadis-i şerifte yasaklanan husus, bilir kişi olarak bir toplumun müşterek olan mallarını paylaştırma vazifesini üze­rine alan bir kişinin, bu görevi yerine getirirken o malın bir kısmını kendisi­ne ayırmasıdır. Fakat herhangi bir kimsenin, ortaklarla anlaşarak yapacağı taksim karşılığında belirli bir ücret isteyip onu almasında bir sakınca yok­tur. Nitekim bu husus bir sonraki tercümesini sunacağımız hadis-i şerifte de açıklanmaktadır.

Fakat böyle bir anlaşma olmadığı halde, hisseleri ayırdeden bir kimse­nin, o maldan bir kısmını kendisine ayırmasının haram olduğunda alimler ittifak etmiştir. Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte, yasaklanan da bu mu­ameledir, îbn Şîrîn, ortak bir malı, hissedarlar arasında paylaştıran kimse­nin bu emeğine karşılık ücret almasında bir sakınca görmezdi. Ancak Hafız Îbn Hacer'in beyanına göre; İmam Malik (r.a) bu ücreti almanın mekruh olduğunu söylemiştir.[535]

 

2784. ...Peygamber (s.a.)'den (bir önceki hadisin) benzerini (miirsel olarak) Ata b. Yesar da (rivayet etmiştir. Ata b. Yesar) Bir kimse, bir topluluk üzerinde (bilir kişi olarak görevli) olur da bir şunun bir de bunun hissesinden alır. (İşte hadiste yasaklanan budur) dedi.[536]

 

Açıklama

 

Gerek bu hadis-i şerifte, gerek bir önceki hadis-i şerifte bilir-kişi veya başkan olarak bir toplumun müşterek mallarım da­ğıtma görevini üzerine alan bir kimsenin, mal sahiplerinin hisselerinden ken: dişine birşeyler ayırarak az da olsa, onların haklarını ellerinden almasının yasak olduğu, ifade edilmektedir. Fakat bir kimsenin müşterek bir malı, his­sedarları arasında dağıtması karşılığında ücret almasında herhangi bir sakınca yoktur. Hadis-i şerifte bunu yasaklayan bir ifade de yoktur.[537]

 

168. Savaşta Ticaret Yapmak

 

2785. ...Peygamber (s.a.) sahâbîlerinden bîr adam, Ubeydullah b. Süleyman'a (şöyle) demiştir: Biz, Hayber'i fethettiğimiz zaman (mü-câhidler) mal ve esirden (ele geçirdikleri tüm) ganimetlerini (ortaya) çıkar(ıp paylaş)tılar. Bunun üzerine halk ganimetlerini değişmeye baş­ladı. Derken (Hz. Peygamberin huzuruna bir) adam geldi ve "Ey Al­lah'ın Rasûlü! Bugün ben şu vadi halkından hiçbirinin benzerini kazanmadığı bir kazanç elde ettim." dedi. (Hz. Peygamber de): "Vay, yazıklar olsun sana! Sen ne kazandın?" dedi. (O zat ta) "Alış­verişe devam ettim. Nihayet üçyüz okka kazanç elde ettim" cevabını verdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a): "Ben sana kişinin kazandığı kazancın en hayırlısını haber vereyim mi? buyurdu (O zat ta):

" O nedir ey Allah'ın Rasûlü?" diye sordu. (Hz. Peygamber de): (Farz olan) namazdan sonra (kılınan) iki rekat (nafile namaz) dır buyurdu.[538]

 

Açıklama

 

Ukiyye: 7 mıskal (33,6 gr) altın veya 40 dirhem (128 gr) gümüş demektir.

Bu hadis-i şerifte, savaşta ahş-veriş meselesi işlenmektedir.

Şafiî alimleri, bu hadisin zahirine bakarak, savaş alanında alışveriş yap­manın caiz olduğunu söylemişlerdir. Bu hadis-i şerifte, her ne kadar iki rekat nafile namaz kılmanın, savaş alanında alışveriş yoluyla elde edilecek en büyük maddi kazançtan daha kârlı olduğu ifade ediliyorsa da, bu alışverişin caiz olmadığına dair bir ifade yoktur.

Nitekim Musannif Ebû Dâvûd da bu görüşü tercih etmiştir.

Hanefilere göre; savaş alanında yapılan alışveriş sahihse de, bu fiili iş­lemek mekruhtur. Bu hadis-i şerifte, sözkonusu edilen alışveriş, Hayber ga­nimetleri ile ilgilidir. Bu husus metinde açıkça ifade edilmektedir. Ayrıca hadis-i şerifte, bu alışverişin ganimet mallarının mücahidler arasında taksim edilmeden ya da orası İslâm ülkesi haline gelmeden Önce yapılan başka bir alışveriş olduğuna dair bir ifade yoktur.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, Hayber fethedildikten sonra orası harp ülkesi olmaktan çıkıp, islâm ülkesi olmuştu. Bu sebeble, orada ele geçmiş olan ganimetler, gaziler arasında paylaştırılmıştı. Artık bu ganimetlere tam manasıyla sahip olan gaziler, bu malları kendi aralarında değişiyorlardı. Bu bakımdan Hz. Peygamber onları bundan menetmedi. Sadece farzlardan sonra kılınacak iki rekatlık bir nafile namazın, cihadın ruhuna daha uygun ve ga­nimet mallarının değişiminden elde edilecek kârdan daha hayırlı olduğunu ifade buyurmakla yetindi. "Gerçi dar-ı harp'te ganimet malı taksim edilmez. Ancak hükümdar, ganimet malının gaziler arasında taksim edilmesinin fay­dalı olduğu içtihadında bulunur veya gazilerin ona ihtiyacı olursa bu takdir­de taksim sahih olur.[539] Hz. Peygamber de, askerlerin ganimete muhaç olduklarını gördüğü için, ganimetleri Medine'ye nakletmeden mücahitler ara­sında paylaştırmış, gazilerde artık tamamen kendi mülkleri haline gelen bu mallan, Hayber tamamen fethedilip İslâm diyarı haline geldikten sonra, kendi aralarında değişmiş olabilirler.

Hanefi alimlerine göre; ganimetlerin mülk haline gelebilmesi paylaştı-rılmaları sonucu gazilerin eline geçmesiyle olur.[540]

Şafiîlere göre; ganimetler sadece kafirlerin elinden müslümanların eline geçmesiyle mülk haline gelir. Üzerinde alışveriş gibi tasarruflarda bulunabi­lirler. İşte, savaş alanında ganimetlerin taksimi ve satış meselesinin caiz olup olmaması meselesinde Hanefi alimleri ile Şafiî alimleri arasında ihtilafın as­lı, ganimet mallarının ne zaman mülk haline geleceği meselesindeki bu anla­yış farkından kaynaklanmaktadır.[541]

 

169. Düşman Ülkesine Silah Götürmek

 

2786. ...Dıbâb (oğulların)dan Zülcevşen lakabıyla anılan bir adam­dan rivayet olunmuştur ki:

Ben (müşrik iken) Peygamber (s.a.), Bedir mücâhidlerinin işleri­ni bitirdikten sonra, kendisine bana ait Karha diye anılan bir kısrağın tayını götürdüm ve:

"Ey Muhammed sahiplenmen için sana, karhâ'nın erkek yav­rusunu getirdim." dedim.

“Benim Ona ihtiyacım yok. Eğer sen onu Bedr'in zırhlarından seçilmiş bir zırhla değiştirmemi istersen (onu) yaparım" buyurdu. Ben de:

"Ben bugün onu (değil bir zırh) bir atla bile değiştirecek değilim" dedim. (Bunun üzerine)

"Benim (de) ona ihtiyacım yok" buyurdu.[542]

 

Açıklama

 

Metinde kendisinden Zülcevşen diye bahsedilen zatın ismi ihtilaflıdır. Bazıları bu zatın isminin Evs olduğunu bazıları da Osman olduğunu söylemişlerdir. Bu rivayetler arasında en meşhur olanı, bu zatın isminin Şurahbil olduğunu ifade eden rivayettir. Bu zât vaktiyle İran'a gidip Kisra'nın huzuruna varmış, kisra da ona bir zırh giydirmişti,

Bu hadiseden sonra araplar arasında, ilk defa zırh giyen bir kimse ola­rak bu zata zırh sahibi anlamına gelen Zülcevşen ismi verildi. Kendisi iyi bir binici ve şairdi.

Ahmed b. Hanbel'in rivayetinde bu zatın, bir tay hediye etmek üzere Hz. Peygamberin yanına geldiği zaman, henüz müşrik olduğu ve Hz. Pey­gamber kendisini, islam'a davet ettiği halde İslâmı kabul etmediği ve Mek­ke'nin fethine kadar küfür üzerinde kaldığı ifade edilmektedir.

Konumuzla ilgili hadisin ifadesinden anlaşıldığına göre; Hz. Peygam­ber, küfür diyarında yaşayan bir kimseye Bedir ganimetleri içerisinde bulu­nan harp malzemelerinden bir zırhı seçip vermek istemiş, fakat o müşrik buna ihtiyacı olmadığını belirtince bundan vazgeçmiştir. Bu durum, küfür diyarı­na düşmanın işine yarayacak bir silah götürmenin caiz olduğunu ifade eder. Eğer bu caiz olmasaydı, Hz. Peygamber, Bedir ganimetleri arasında bulu­nan güzel bir zırhı o müşriğe vermeye teşebbüs etmezdi. Hanefi alimlerine göre; bir müslüman, düşman ülkesine at, silah, esir, demir gibi düşmanın harpte işine yarayacak şeyler götürmesi caiz değildir. Nitekim İbrahim En-Neha Ata b. Ebî Rebah, Ömer b. Abdül-Aziz (r.a) de bu görüştedirler.

Sözü geçen alimlere göre, düşman ülkesine götürülen harp malzemele ri, düşmanın eline geçmekle onları müslümanlara karşı daha güçlü hale geti­receğinden, bu malzemelerin düşman ülkesine götürülmesi caiz olamaz. Çünkü müslümanlar düşmanın kuvvetlerini takviye ile değil onu kırmakla ve fitne­lerine son vermekle mükelleftirler. Nitekim yüce Allah Kuran-ı Keriminde "Onlarla savaşın ki: Fitne ortadan kalksın, din yalnız Allah'ın dini ol­sun."[543] buyurarak bu mevzudaki hükmünü açıkça ortaya koymuştur. Aye­tin sübutu ve hükmü daha kesin ve açıktır. Konumuz olan hadise tercih edilir.

Bir esir, düşmanın işine bilfiil yardımcı olacağından düşman ülkesine götürülmesi caiz olmadığı gibi, silah olarak kullanılabileceği için, düşman ülkesine demirin götürülmesi de mekruhtur. Bu hususta işlenmiş demirle ham demir arasında bir fark yoktur. Çünkü işlenmiş demirin aslı ham demirdir. Aynı asıldan çıkan şey hakkında sabit olan hüküm onun aslı hakkında da sabittir, geçerlidir.

Her ne kadar Hz. Peygamberin, düşman ülkesine yiyecek maddesi gön­derdiğine dair Şemame b. Esan El-Hanefi'den rivayet edilmiş bir hadis var­sa da, hadis munkati olduğundan, delil olma niteliğinden mahrumdur.[544]

 

170. Şirk Ülkesinde İkamet Etmek

 

2787. ... Semüre b. Cündüb'ten demiştir ki:

Rasûlullah (s.a) "kim müşrikle beraber olur ve (müşrik diyarında) Onunla beraber ikamet ederse o da müşrik gibidir." buyurmuştur.[545]

 

Açıklama

 

Hadis-i şerifte, kafirlerle beraber olup, her hususta onlarla anlaşarak arkadaşlık ve dostluk kurduktan sonra, onlarla birlikte, onların ülkesinde kalan kimselerin, onlardan sayılacağı ifade edil­mektedir.

Avnu'Mna'bûd yazarının açıklamasına göre; metinde geçen müşrik ke­limesiyle kasdedilen kafirlerdir. Kafirler genellikle müşrik oldukları için, me­tinde kafir yerine müşrik kelimesi kullanılmıştır.

Abd-ür-rauf El-munavi'nin Feyzüi-Kadir'indeld ifadesine göre, metinde geçen câmea kelimesi evlendi anlamınadır. Bu hadis, müşrik bir kadınla ev­lenip te onunla birlikte yaşayan kimsenin kafirlerden sayılacağını ifade et­mektedir.

Yine Avnu'l-Ma'bud yazarının açıklamasına göre, müşriklerle beraber ikamet etmekten maksat küfür ülkesine yerleşmek ve orada ölünceye kadar, onlarla beraber yaşamaya niyet etmektir.

Çünkü Allah düşmanlarına yönelmek ve onlarla dost olmak, Allah'dan yüz çevirmeye sebep olur. Allah'dan yüz çeviren kimseyle de şeytanlar dost olur ve onu küfre götürürler.

Zemahşeri'nin dediği gibi, bu kaçınılmaz bir sonuçtur: Zira dostu dost edinmekle, düşmanı dost edinmek birleşmesi mümkün olmayan iki zıttır.

Nitekim yüce Allah; "müminler, inananları bırakıp kafirleri dost edin­mesin. Kim böyle yaparsa, Allah ile dostluğu kalmaz.”[546] buyurarak bu ger­çeği açıkça bildirmiştir.

Müminlerin dostluğuna layık olanlar, yine müminlerdir. Fakat bir mü­min, bir kafiri dost edinecek olursa, bu dostluk o müminin imanının zayıf­layarak yok olmasına sebep olur. Bu sebeple, Cenab-ı Hak: "Ey inananlar, eğer inkâr edenlere itaat ederseniz, sizi gerisin geri (küfre) çevirirler. O za­man büsbütün kaybedersiniz."[547] buyruğuyla mümin kullarına, bu tehlike­yi açıkça haber vermiştir. Ahmed b. HanbeFin İbn Dinar'dan naklettiği bir hadis-i şerifte şu mealdedir: "Allahu Teala peygamberlerden birine Vahy edip: -Kavmine söyle düşmanlarımın girdikleri yerlere girmesinler, onların giydiklerini giymesinler, bindiklerine binmesinler (Eğer bunları yapacak olur­larsa) onlar da diğerleri gibi düşmanım olurlar- buyurmuştur.

Alkami Elcâmiu's-sağır üzerine yazdıği'(Elkevkebü'l-münir" isimli eserde, mevzumuzu teşkil eden hadisin hasen hadis olduğunu kaydettikten sonra, bu hadisin kafir diyarında yaşayıp ta İslam ülkesine göç etmeye gücü yeten fakat orada dinini açıklamaya gücü yetmeyen bir müminin İslam ülkesine göç etmesinin farz olduğuna delâlet ettiğini ve bir müslümamn kâfirler arasında herzaman aciz duruma düşmeye mahkum olduğunu söylüyor. Nitekim Ta-beranî'nin rivayet ettiği bir kudsi hadiste de: "Ben müşriklerle beraber olan her ntüslümandan beriyim." buyuruluyor.

Bezl-ül-mechûd yazarının açıklamasına göre, sözkonusu hadis-i şerifte, müminlerin sakındırılmak istendiği mesele, adette, merasimlerde kılık ve kı­yafette müşriklere benzemekten ibarettir. Onlarla beraber olmak, dostluk kurup sohbet etmek zamanla onlara benzemeye sebep olduğundan hadis-i 'şerifte "Onunla beraber olursa" Cümlesi bu benzemenin sebebi olarak zik­redilmiştir. Bu izaha göre hadis-i şerifin meali şöyledir: Kim müşriklerle bir­likte ikamet ederek onlar gibi yaşarsa, tamamen onlardan olması yakındır."[548]


 


[1] el-Enfâl (8) 65.

[2] el-Enfâl (8) 66.

[3] el-Enfâl (8) 66.

[4] Buhârî, Tefsirü'l-Kur'ân suretü'l-Enfâl 6,7.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/180.

[5] el-Enfal (8) 66.

[6] Miras Kâmil, tecrîd-i sarih VIII, 348 1.baskı.

[7] Bezlü'l-Mechûd, VII, 158.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/181.

[8] Tirmizî, cihâd 36; Ahmed b.Hanbel, 11,70,86,100,111.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/181-182.

[9] en-Nisa (4), 121.

[10] Aliyyü'1-kârî, Mirkatü'l-Mefâtîh IV, 238.

[11] el-Enfâl (8) 16.

[12] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/182-183.

[13] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/183-184.

[14] el-Enfâl (8) 16.

[15] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/184.

[16] el-Enfâl (8) 66.

[17] el-Enfâl (8) 15.

[18] Kurtûbi, el-Câmiu'l-ahkâm, VII, 381-382.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/184.

[19] Buhari, menâkıb 25, ikrah 1; Ahmed, b.Hanbel, V,109-110.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/185.

[20] el-Mü'min (40), 60.

[21] el-En'âm (6), 43.

[22] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/186-187.

[23] Buhari, cihâd 141; Tefsir sûre (60), 1; Meğazi 46; Müslim, Fezailu's-sahâbe 161; Tirmizi, Tefsir sûre, (60),l;Ahmed b.Hanbel 1,79.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/187-189.

[24] el-Mümtehine (60), 1.

[25] Miras Kâmil, Tecrid-i sarih, X, 324.

[26] bk. Miras Kâmil, Tecrîd-i sarih, X, 322.

[27] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/189-191.

[28] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/191-192.

[29] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/192-193.

[30] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/193.

[31] Ahmed b.Hanbel IV, 236.         

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/193.           

[32] Bk. Şevkâni, Neylü'levlâr, VIII, 9.

[33] Mansûr Ali Nâsûh, Et-Tâc, IV, 401.

[34] Bk. A. el-Bennâ, el-Fethurrabbânî, XIV,  112.

[35] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/193-195.

[36] Buhârî, cihâd 173; İbn Mâce, cihâd 29.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/195-196.

[37] Bilmen Ö.N. Hukuku İslâmiyye, III. 347.

[38] Miras Kâmil,Tecrid-i Sarih, VIII, 475, 476.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/196-197.

[39] bk. Müslim, cihâd 45.

[40] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/197-198.

[41] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/198.

[42] bk. Davudoğlu A. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi VIII, 497.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/198.

[43] Buhârî, cizye 1; Tirmîzi, siyer 46; Ahmed b.Hanbel, 445.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/199.

[44] Bk. Tirmizî, siyer 46.

[45] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/199-200.

[46] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/200.

[47]  Şevkâni, Neylu'l-evtâr VII, 276

[48] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/200-201.

[49] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/201.

[50] Bu hadis için bk. 1528 numaralı hadis; Miras Kâmil Tecrid-i Sarih, 1254 numaralı hadis.

[51] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/201.

[52] Buhârî, cihâd 167; Müslim, cihâd 78-80.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/202.

[53] Ayrıntılı bilgi için bk. 1213 no'lu hadis.

[54] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/202-203.

[55] Nesâî, zekât 66; Ahmed b.Hanbel, V,63, 445-446.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/203-204.

[56] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/204-205.

[57] Buhârî, cihâd 170, meğazi 28.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/205-206.

[58] İbn Hacer el-Askalânî, Fethu'1-bârî, VII, 382-383.

[59] bk. Erdem H.H. Rıyaztı's-Sâlih'in 1 erce m esi, III, 101.

[60] Riyazu's-Sâlihin Terce m esi, III, 101.

[61] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/207-209.

[62] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/209-210.

[63] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/210.

[64] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/210.

[65] Buhârî, Tefsir III, 10; Buhârî, cihâd 164; Ahmed b.Hanbel, IV, 293,294; Buhârî, Meğazî 17.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/210-211.

[66] Âl-i İmrân (3),  121.

[67] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/211-212.

[68] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/212.

[69] Buhârî, cihâd 78; Megâzî 10; Ahmed b.Hanbel, III, 98.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/213.

[70] es-Saff (61), 4.

[71] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/213-214.

[72] Buhârî, Megâzî 10; Ahmed b.Hanbel III, 98.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/214.

[73] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/214.

[74] Buharı, meğâzi 8, 23; tefsir 22/3; Ahmed, I, 117. Hakka, (69), 19.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/215-216.

[75] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/216.

[76] el-Hacc (22), 19.

[77] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/216.

[78] Ibn Mâce, diyet 30; Ahmed b.Hanbel, I, 393.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/217.

[79] bk. 2815 numaralı hadis

[80] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/217-218.

[81] Buhârî, meğazî 36; Müslim, ilim 15; Ebû Dâvûd, zekât 39; Nesaî, cum'â 26; Tahrim 10; Darimî, mukaddime 44; Ahmed b.Hanbel, II, 471, 560; III, 314, 318; IV, 361, 362.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/218.

[82] bk. Davudoğlu Ahmed, tbni Abidîn, VIII, 387.

[83] el-Bakara (2), 194.

[84] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/218-219.

[85] Buhârî, cihâd 147, 148; Müslim, cihâd 25, 26; Tirmizi, siyer 19; lbn Mâce, cihâd 30; Dârimi, siyer 24; Muvatta, cihâd 9; Ahmed b.Hanbel II, 22, 23, 76, 91, 100,  115,122,123.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/219.

[86] Davudoğlu Aıımed, İbn Abidin, VIII, 384.

[87] Davudoğlu Ahmed, İbn Abidin, VIII, 387.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/220.

[88] İbn Mâce, cihâd 30; Ahmed b.Hanbel, III, 488; IV, 178.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/220-221.

[89] bk.Davudoğlu A.Selâmet Yollan IV, 110.

[90] Aliyyü'1-Kâri, Mirkâtü'l-Mefâtih, IV, 237.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/221-222.

[91] Tirmizi, siyer 28; Ahmed b. Hanbel, V,  12, 20.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/222.

[92] Davudoğlu Ahmed, Selamet Yollan, IV, 111.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/222.

[93] Ahmed b. Hanbel, VI, 277.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/222-223.

[94] Davudoglu Ahmed, İbn Âbidin, IX, 26, 27.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/223-224.

[95] Buhârî, cihâd 146; Müslim, cihâd 26-28; İbn Mâce, cihâd 30.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/224-225.

[96] Müslim, cihâd 28.

[97] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/225.

[98] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/226.

[99] Buhârî, cihâd 107, 149; Tirmizi, siyer 20; Dârimî, siyer 23; Ahmed b. Hanbel, II, 307, 338, 452.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/226.

[100] Şevkânî, Neylü'l-evtâr, VII, 283.

[101] Aynî, Umdetü'1-kâri, XIV, 220.

[102] bk. Miras kamil, Tecrid-i sarih, VIII, 449.

[103] Aynî, Umdetü'l-kârî, XIV, 220.

[104] Aynî, Umdetü'l-kârî, XIV, 220.

[105] Miras Kâmil, Tecrîd-i sarih, VIII, 400.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/227-228.

[106] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/228.

[107] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/229.

[108] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/229.

[109] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/229-230.

[110] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/230.

[111] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/230.

[112] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/230-232.

[113] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/232-233.

[114] Buhârî, cihâd 144; Ahmed b. Hanbel II, 302, 406, 448, 457; V, 249.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/233.

[115] bk. Aliyyü'1-kari, Mirkatü'l-mefâtih, IV, 238.

[116] Sünen-i Ebû Dâvûd, III,  127, 128.

[117] Aliyyü'1-kâri, Mirkâtül-Mefâtih, IV, 240.

[118] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/233-234.

[119] Ahmed b. Hanbel III, 468.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/235.

[120] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/235-236.

[121] Buhârî, Salât 76; el-Husumat 7; Müslim, cihad 59, 60.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/236-237.

[122] bk. Davudoğlu, Ahmed, Sâhih-i Müslim tercüme ve şerhi, VIII, 524.

[123] Davudoğlu A., Sahih-i Müslim, tercüme ve Şerhi, VIII, 525.

[124] Bk. A.g.e.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/237-238.

[125] bk. A.g.e. s,526

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/238-239.

[126] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/239-240.

[127] İbn Hişam, Sîre 1,11,634,635; İbn Abdilberr, el-tstiâb III, 410.

[128] Buhari, IV, 57; V,  11; Müsned,  1673. hadis; Müslim V,  149.

[129] İbn Sa'd, Tabakat, III, 492-493; Vakidî, Meğâzî, 65.            

[130] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/240-241.

[131] Müslim, cihâd 83.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/241-243.

[132] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/243.

[133] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/243.

[134] Bakara (2), 256.

[135] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/243-244.

[136] Ateş Prof. Dr. Süleyman, Kurân-ı Kerîm'in Yüce Mefilî ve Çağdaş Tefsiri, I, 304.

[137] bk. Taberi, Câmiü'l-beyân III, 16.

[138] Yazır Muhammed Hamdi, Hak dini Kur'an Dili, II, 864.

[139] el-Enfâl (8), 39.

[140] el-Enfâl (8), 39.

[141] el-Bakarâ (2), 256.

[142] el-Enfâl (8), 39.

[143] Yazır M.Hamdi, Hak Dîni Kuran Dili, II, 868.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/244-246.

[144] Nesâî, Tahrîmu'd-dem 14.

[145] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/246-248.

[146] Müslim, cihâd 86.

[147] Nesâî, tahrimü'd-dem 14.

[148] bk. Koksal A. İslam Târihi, VIII, 304.

[149] bk. A.g.e., 305.

[150] bk. A.g.e., 308.

[151] Koksal M. Asım, İslam Tarihi VIII, 258

[152] bk.-Nesâî, Kasâme 10, 13; îbn Mâce, diyat 31; Ebû Dâvûd, 4530 numaralı hadîs.

[153] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/248-250.

[154] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/250.

[155] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/250-251.

[156] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/251.

[157] Buhârî, cezaü's-sayd 18, cihâd 169, el-Meğâzî47 libâs 17; Müslim, hac 450; Tirmizi, cihâd 18; Nesâi, menâsık 107; ibn Mâce, cihâd 8; Dârimî, menâsık 88; siyer 20; Mu-vatta', hac 247; Ahmed b. Hanbel, III, 109, 163, 180, 186, 224, 231, 232, 240.

[158] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/251-252.

[159] bk. Koksal M. Asım, İslam Tarihi, VIII, 255-257.

[160] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/252-253.

[161] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/253-254.

[162] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/254.

[163] Koksal M.Âsim, İslam Tarihi Mekke Devri s. 189; Meylânî A, Peygamber ve Ashabının Yaşadığı Hayat I, 334-335.

[164] bk. el-Benna A.A, el-Fethu'r-Rabbani XIV, 107.

[165] bk. Buhâri, sayd 25.

[166] bk. Koksal M.Âsim, İslam Tarihi, II, 140.

[167] Hud (11), 6.

[168] Aliyyü'1-kâri, Mirkatü'l-mefâtih, IV, 351.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/254-256.

[169] Ahmed b.Hanbel, V, 422; Darimi, edahi 35.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/256-257.

[170] Müslim, sayd 57.      

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/257.

[171] el-Fetih(48), 24.

[172] Müslim, cihad 133; Tirmizi, tefsir 48,24; Ahmed b.Hanbel III, 125, 290.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/258.

[173] Bilmen Ö.Nasuhi, Hukuki İslâmiyye, III. 403.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/258-259.

[174] Buhârî, hums 16; meğazi 12.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/259.

[175] bk. Koksal M.A., İslam Tarihi, Mekke Devri, 281.

[176] bk. Koksal MA.. Ulam Tarihi, Mekke Devri, 318.

[177] Muhammed (47), 4.

[178] Davudoğlu Ahmed, İbn Abidin Tercemesi ve şerhi, VIII, 399.

[179] Müslim, nezr 8.

[180] Bak Davudoğlu A. İbn-i Abidin Terceme ve şerhi, VIII, 401.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/259-261.

[181] el-Enfâl (8) 67.

[182] el-Enfâl (8) 68.

[183] Müslim, cihâd 58; Ahmed b.Hanbel, I, 31.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/261-262.

[184] Müslim, cihad 58.

[185] el-Enfâl (8) 67,68.

[186] Tirmîzi, siyer 18.

[187] el-Enfâl (8) 67

[188] bk. Yazır M.Hamdi, Hakdini kuran Dili, IV, 2432.

[189] el-Enfâl (8), 68.

[190] el-Enfâl (8), 69.

[191] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/262-264.

[192] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/265.

[193] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/265.

[194] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/265-266.

[195] Koksal M.Asım, İslam Tarihi, II, 167-169.

[196] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/266-267.

[197] Buhârî, el-vekâle 7, hums 15, ıtk 13, hîbe 10,24, meğazi 54; Ahmed b.Hanbel, IV, 327.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/267-268.

[198] Koksal M.Âsim, islam Tarihi, VIII, 433.

[199] Bk. A.g.e., s.483.

[200] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/268-269.

[201] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/269.

[202] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/269-270.

[203] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/270.

[204] Bak Koksal M.A., İslam Tarihi, V- 485-86.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/270-271.

[205] Ayni, Umdetü'l-kari, XII, 138.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/271.

[206] Ahmed b.Hanbel, II, 184.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/271-272.

[207] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/272-273.

[208] Buhârî, cihad 185; meğazİ 8; Tirmizi, siyer 3; Dârimi, siyer 21; Ahmed b.Hanbel, 145; IV, 129.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/274.

[209] el-Mubarekfûri, luhfelü'l-Ahvezi V, 157.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/274-275.

[210] Tirmizi, büyü, 52; siyer 17; Ibn Mâce, ticara 46; Darİmî, siyer 38; Ahmed b.Hanbel, V, 413,414.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/275-276.

[211] Molla Mehmetoğlu, O.Z.Sünen-i Tirmizi tercümesi, II, 413.

[212] Bk. Davudoğlu, A. İbn Abidin Terceme ve Şerhi X, 440.

[213] Bk. el-Mübarekfuri, tuhfetü'l-Ahvezi IV, 504.

[214] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/276-278.

[215] Müslim, cihad 40.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/278-279.

[216] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/279.

[217] Bk. Davudoğlu A. Sahih-i Müslim, Terceme ve Şerhi, VIII, 499.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/280.

[218] Muvatta, cihâd 17; Ahmed b.Hanbel, IV, 428, 432.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/280-281.

[219] Bk. Bilmen Ö.N. Hukuk-u İslamiyye, III, 405; Davudoğlu A. Ibn-i Abidin Terceme ve Şerhi, VIII, 428.

[220] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/281-282.

[221] Buhari, cihâd 187, İbn Mâce, cihâd 33.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/282.

[222] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/282-283.

[223] 23 kişi oldukları da rivayet edilir.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/283-284.

[224] bk. Zeylâî, Nasbu'r-Râye, III, 281.

[225] bk. 258. hadis.

[226] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/284-286.

[227] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/286.

[228] el-Enfal (8) 41.

[229] Bk. Davudoglu Ahmed, tbn-i Abidin Terceme ve Şerhi VIII, 409.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/286-287.

[230] Buhârî, Farzu'l-Humûs 20; el-Meğazi 38; ez-Zebâih 22; Müslim, cihâd 72,73; Ahmed b.Hanbel, IV, 86; V,56.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/287.

[231] Haşr (59), 9.

[232] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/288.

[233] Bk. Davudoğlu A. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VIII, 546.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/288.

[234] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/289.

[235] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/289-290.

[236] Ahmed b.Hanbel IV, 354.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/290.

[237] bk. Davudoğlu Ahmed, İbn-i Abidin Terecine ve Şerhi, VIII, 408.

[238] Bk. A.g.e. s.409.

[239] Bk. A.g.e. s.409.

[240] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/290-291.

[241] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/291-292.

[242] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/292-293.

[243] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/293.

[244] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/293-294.

[245] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/294-295.

[246] Davudoğlu A. İbn-i Abidin Terceme ve Şerhi VII, 402.

[247] Davudoğlu A.  İbn-i Abidin Terceme ve Şerhi VIII, 403.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/295-296.

[248] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/296-297.

[249] Davudoğlu A. Selamet Yolları, IV, 133.

[250] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/297-298.

[251] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/298-299.

[252] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/299.

[253] İbn Mace, cihad 34.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/299-300.

[254] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/300.

[255] Buharı, eymân 33; el-Meğâzî, 38; Müslim, el-İmân 183; Nesâî, eymân 38; Muvatta, cihad, 25.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/300-301.

[256] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/301.

[257] bk. Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, I, 441; Bezlu'l-mechûd, XII, 287.

[258] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/302.

[259] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/302-303.

[260] bk. Şevkaııî, Neylü'l-evtâr, VII, 342.

[261] Âl-i İmrân, 3/161.

[262] Buhârî, cihâd 189; zekât 3, hibe 17, ahkâm 24; Müslim, imare 24; Nesâî, zekât 6, 61; Ahmed b. Hanbel, II, 462.

[263] bk, Davudoğlu A. İbn Abidîn, VIII, 426.

[264] Şevkânî, Neylii'l-Evtâr, VII, 342.

[265] Aliyyü'1-kari, MirkatiH-Mefâtih, IV, 279.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/303-305.

[266] el-Enfâl, 8/41.

[267] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/305.

[268] Tirmizî, hudûd 28; Dârimî, siyer 49.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/305-306.

[269] bk. Kurtubî, el-Cami'li Ahkami'l-Kur'ân, IV, 260.

[270] bk. el-Cami'li Ahkami'l-Kur'ân, IV.

[271] Sünen-i Tirmizi tercemesi, III, 64.

[272] el-Azîmabâdî, Avnu'l-ma'bûd, VII, 381.

[273] el-Azîmabâdî, Avnu’I-ma'bûd, VII, 381.

[274] İbn kesir Hadislerle Kur'an-ı Kerîm Tefsiri, IV, 1410.

[275] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/306-307.

[276] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/307-308.

[277] İbn Kesir Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsiri, IV, 1410.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/308.

[278] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/308-309.

[279] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/309.

[280] Azımabadî, Avnü'l-ma'bûd, VII, 384.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/310.

[281] Bu bab'a, Concordance numara vermemiştir.

[282] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/310-311.

[283] Bk. el-Münâvî, Feyzu'l-kadir, VI, 212.

[284] Müslim, ez-Zikr ve'd-duâ 38.

[285]bk, Davudoğlu Ahmed, Selâmet Yollan, IV, 355.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/311-312.

[286] Buhârî, hums 18; Meğâzî 54; Müslim, cihad 41; Muvatta, cihad 18; Tirmizî, siyer 13; İbn Mâce, cihad 29; Ahmed b. Hanbel V, 12, 295, 306.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/312-314.

[287] Sahih-i Müslim Terçeme ve şerhi, VIII, 489.

[288] Hatipoğlu Haydar, Sünen-i İbn Mace Terceme ve Şerhi, VII, 568.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/314-315.

[289] Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, VIII, 490.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/315.

[290] Müslim, cihad 134; Darımı, siyer 43; Ahmed b. Hanbel II, 114, 123, 190, 198, 279; IV, 46, 50; V, 295, 306.

[291] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/316.

[292] İbn Âbidin, VIII, 421-422.

[293] Enfâl (8), 41.

[294] Enfâl (8), 1.

[295] Nisa, 4/11.

[296] bk. Meylânî Ahmed, Bidayetü'l-Müctehid, I, 594, 597.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/316-319.

[297] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/320.

[298] Müslim, cihâd, 43, 44.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/320-322.

[299] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/322-323.

[300] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/323.

[301] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/323.

[302] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/323.

[303] Ahmed b. Hanbel, IV, 90; VI, 26.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/324.

[304] Hukuk-u İslamiyye Kamusu, Bilmen Ömer Nasuhi, III, 350.

[305] bk. el-Enfâl8/41.

[306] A.g.e. 375.

[307] el-Enfâl, 8/41.

[308] bk. Şevkânî Neylii'l-Evtâr, VII, 299.

[309] Bezlü'l-Mechûd, XII, 313.

[310] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/324-325.

[311] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/325-326.

[312] Müslim, cihâd 42.

[313] Zeylaî, Nasbu'r-Raye, III, 432.

[314] bk. Bezlii'l-Mechûd c. 12, s. 315.

[315] Davudoğlu A. Sahih-i Müslim, Tercemc ve Şerhi, VIII, 492-493.

[316] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/326-327.

[317] Buhârî, el-Meğazî 38.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/328-329.

[318] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/329.

[319] Buhari, el-meğazi, 38.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/329-330.

[320] İbn Hacer, Fethu’I-Bârî, IX,33.

[321] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/330-332.

[322] Buhârî, meğazî 38; Tirmİzî, siyer 10.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/332.

[323] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/332-333.

[324] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/333.

[325] el-Enfâl 8/1.

[326] bk. Âl-i İmrân, 3/155.

[327] bk. Mollamehmetoğlu O. Zeki Sünen-i Tirmizî Tercümesi, VI, 261-262.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/333-335.

[328] Ahmed b. Hanbel, I, 294-308; Müslim, cihâd 137-139.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/336.

[329] Müslim, cihâd 137.

[330] bk. Ebû Dâvûd, ilim 9; Tirmİzi, ilim 3; İbn Mâce, mukaddime 24; Ahmed b. Hanbel II, 263, 305, 344, 353, 490.

[331] bk. Hukuk-u İslamiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, III, 349.

[332] bk. Müslim, cihad 139.

[333] İbn Humam, Fethu'l-Kadir, IV, 326-327.

[334] Ibnü'l-Humam, Fethu'l-Kadir, IV, 326.

[335] Bezlü'l-Mechûd, XII, 324.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/336-338.

[336] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/338-339.

[337] Ahmed b. Hanbel I, 224, 352.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/339.

[338] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/339.

[339] Ahmed b. Hanbel, V, 271; VI, 371.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/340.

[340] Avnu'l-Ma'bûd, VII, 400.

[341] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/341.

[342] Tirmizi, siyer 9; İbn Mâce 37; Darimi, siyer 37; Ahmed b. Hanbel V, 223.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/341-342.

[343] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/342.

[344] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/342-343.

[345] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/343.

[346] Müslim, cihâd 142, 150; Tirmizî, siyer 10; İbn Mace, cihâd 27; Darimî, siyer 53; Ah-med b. Hanbel VI, 68, 149.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/343-344.

[347] bk. İbn Abidin Terceme ve Şerhi, VIII, 415-416.

[348] bk. A.g.e., 415.

[349] Bezlü'l-Mechûd, XII, 332, 333.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/344-345.

[350] Buhârî, cihâd 51; meğazi 38; Müslim, cihâd 57; Tirmizi, siyer 6, 8; Muvatta, cihâd. 21; Ahmed b. Hanbel.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/345.

[351] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/346-347.

[352] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/347.

[353] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/347.

[354] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/348.

[355] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/348.

[356] el-Fetih 48/1.

[357] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/348-350.

[358] el-Feth, 48/3.

[359] Bezlü'l-Mechûd, Şeyh Halil Ahmed, XII, s. 342.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/350-351.

[360] el-Enfâl 8/1.

[361] el-Enfâl 8/5.

[362] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/351-352.

[363] el-Enfâl 8/1.

[364] el-Enfâl 8/41.

[365]  bk. Revaiu'l-Beyân, Sabunî Muhammed Ali, I. 592, 593.

[366] bk. İbn Abidin Terceme ve Şerhi, VIII, 419.

[367] bk. İbn Abidin, VIII 420.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/352-354.

[368] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/354-355.

[369] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/355.

[370] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/355.

[371] el-Enfâl 8/1.

[372] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/355-356.

[373] el-Enfâl 8/1.

[374] Müslim, cihad 33, 34; Tirmizi, tefsir Enfal (8), 7.

[375] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/356-357.

[376] bk. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, VIII, 481.

[377] el-Enfâl 8/1.

[378] Müslim, cihad 33.

[379] el-Enfâl 8/41

[380] bk. 2738 no'lu hadis ve şerhi.

[381]   Nisa (4), 84.

[382] el-Enfâl 8/65.

[383] el-Enfâl 8/1.

[384] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/357-359.

[385] Buharı, meğazi 58; Müslim, cihad 37; Darimi, siyer 41; Muvatta, cihad 51; Ahmed b Hanbel, II, 156.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/359-360.

[386] bk.İbn-i Abidin Terceme ve Şerhi, VIII, 421.

[387] bk. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VIII, 485.

[388] bk. Müslim, cihad 36.

[389] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/360-361.

[390] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/361.

[391] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/361-362.

[392] Malik b. Enes hadisi için bk. Müslim, cihad 35.

[393] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/362.

[394] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/362-363.

[395] Buharı, farzu'l-humûs 6, meğazi 57; Müslim, cihad 35-37; Muvatta, cihad 15.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/363.

[396] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/364.

[397] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/364-365.

[398] Enfâl8/41.

[399] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/365-366.

[400] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/366.

[401] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/366-367.

[402] İbn Mace, cihâd 35.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/368.

[403] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/368-369.

[404] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/369.

[405] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/369.

[406] bk. Bezlü'l-Mechûd XII, 363-364.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/369-370.

[407] İbn Mâce, cihad 35.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/371.

[408] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/371-372.

[409] İbn Mâce, Diyât 31; Ebû Dâvûd, diyat ll;Nesâî,kasamelO; Darimî, siyer 58; Ahmed b. Hanbel, II, 365; IV, 197, V, 650; VI, 180, 210.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/372-373.

[410] Hukuk-u İslamiyye Kamusu, Bilmen Ömer Nasuhi III. 422-423.

[411] bk. Bezlü'l-Mechûd.

[412] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/373-375.

[413] Buharî, cihad 166, meğazî 37; Müslim, cihad 131-132; Ahmed b. Hanbel, IV, 48.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/376-377.

[414] İslam Tarihi, Koksal M. Asım, VI 19-20.

[415] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/377-379.

[416] Ahmed b. Hanbel, III, 470.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/379-380.

[417] Mirkatü'l-Mefatİh Aliyyü'1-Kari IV, 277.

[418] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/380-381.

[419] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/381.

[420] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/381-382.

[421] Nesaî, fey 8; İbn Mace, cihad 34; Ahmed b. Hanbel, IV 127-128.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/382.

[422] bk. el-Fethu'r Rabbanî Benna A.A. XIV, 74.

[423] bk. A.g.e., 78

[424] bk. A.g.e., 12.

[425] bk. el-îhtiyar, el-Mevsilî IV, 131

[426] Enfâl (8), 41

[427] el-İhtiyar, Mevsıli IV, 131-132.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/382-384.

[428] Buharî, cizye 22, edeb 99, hayl 9; Tirmizî, siyer 27, fiten 26; İbn Mace, cihad 42; Ahmed b. Hanbel II, 96, 103, 112 .

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/384-385.

[429] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/385.

[430] Buhari, cihad 109, Müslim, imare 43; Nesâî, beyat 30.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/385.

[431] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/386.

[432] Ahmed b. Hanbel, VI, 8.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/386-387.

[433] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/387-388.

[434] Tirmizî, siyer 26; Ahmed b. Hanbel, IV, 386.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/388-389.

[435] Enfâl (8), 58.

[436] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/389.

[437] Nesaî, kasame 14; Darimî, siyer 61; Ahmed b. Hanbel, V, 36, 38.

[438] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/390.

[439] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/390.

[440] Ahmed b. Hanbel, 111, 487.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/390-391.

[441] İslam'da Devlet İdaresi Hamidullah Muhammed 120-121.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/391-392.

[442] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/392.

[443] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/393.

[444] Buharî, cizye 9, Salat 21, edeb 94; Müslim, müsafirin 82; Tirmizî, siyer 25; Darimî, salat 151, siyer 58; Muvatta sefer 28; Ahmet b. Hanbel, VI, 341, 343, 423, 425.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/393-394.

[445] bk. Hukuk-u İslamiye Kamusu, Bilmen Ömer Nasuhi III, 336.

[446] A.g.e.

[447] bk. İbn Abidin, Terceme, Davudoğlu, A. VIII, 391.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/394.

[448] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/395.

[449] Tirmizi, siyer 25.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/395.

[450] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/395.

[451] bk. el-Mümtehine, (60), 10.

[452] Buharı, cihad 59, şürût 15; Ahmed b. Hanbel, IV, 323, 329, 330.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/395-399.

[453] Gerçekten Hz. Peygamber tslamiyetin ilk günlerinde Arapların cahiliyyet devrinde yaz­dıkları gibi yazıların başlıklarında "Bismikellahümme" kelimesini kullanırdı. Daha sonra tnnehii min siileymane ve înnehii bismİIlahirrahmanirrahim" ayet-i kerimesi nazil ol­duktan sonra yazıların başında BismiHahirrahmanirrahim" kelimesini kullanmaya baş­lamıştır.

[454] Bu hadisin ravilerinden Zühri'nin açıklamasına göre, Hz. Peygamberin, gerek besme­lenin, gerekse sulh-namenin yazılış şekli hakkında Süheyl b. Amr'ın tekliflerine uyma­sı, daha önce "Kureyş Allah'ın haremi içerisinde muhterem kıldığı şeylere saygı kasdederek benden ne kadar müşkil talebde bulunursa bulunsun ben onu mutlaka onlara vereceğim." şeklindeki verdiği kararının bir tecellisidir.

[455] İslam tarihinin mühim bir dönüm noktası olan Hudeybiye, antlaşmasını, Kureyş adı­na imzalayan Süheyl b. Amr'in tarihî simasını da burada açıklamakta fayda görüyo­ruz: Süheyl b. Amr Kureyş kabilesindendir ve Kureyş'in en beliğ ve hakim hatiplerin­den sayılır. Mekke'nin fethi sırasında müslüman olmuş ve Rasûlü Ekrem tarafından kendisine Huneyn ganimet malından bir hisse verilmiştir. Hz. Süheyl Mekke'de kafir İken Rasûl-ü Zişan Efendimiz aleyhine hutbe irad ederdi. Bedir muharebesinde de Ku­reyş ile birlikte gelerek esir düşmüştü. Hz. Ömer bu fırsattan istifade ederek Rasûl-ü Ekrem'e:

"Ey Allah'ın Rasûlü! İzin veriniz de aleyhinizde söylediği sözlerin cezası olarak Sü­heyl'in iki ön dişlerini sökeyim. Aleyhinizde bir daha hutbe söyleyenlesin." dedi. Ra­sûlü Ekrem:- "Ey Ömer, Süheyl'i bırak! Belki o bir gün gelir bir hutbe irad eder de senin tak­dir ve şükranını kazanır." buyurdu. Hakikaten Rasûlü Ekremin bu sözleri vefatından sonra ortaya çıkan arapların dinden dönmeleri sırasında gerçekleşti. Bu dinden dön­me olaylarının ortaya çıkardığı karışıklık sırasında,Kureyş'in iman ve iradesi de Mek­ke'de sarsılmaya başlamıştı. Hatta Mekke valisi Utabe b. Useyd kaçıp gizlenmeye mec­bur olmuştu. Halkın iradesinin sarsıldığı böyle karışık bir zamanda iman ve kanaatine tamamıyle bağlı kalan Süheyl (r.a) mühim bir halk kitlesi karşısında beliğ bir hutbe irad ederek kısaca:

Ey Kureyş topluluğu, sakın siz iman edenlerin sonu dinden dönenlerin de ilki olmayınız! Vallahi bu İslam dini, güneşle ayın doğuşundan batışına kadar dünyayı ay­dınlattıkları gibi insanlığı aydınlatmaya devam edecektir." dedi.

Mekke'nin fethi sırasında müslüman olan Kureyşliler arasında Süheyl b. Amr (r.a) derecesinde metanet gösteren hiçbir kimse bulunmamıştır. Aynı zamanda Süheyl haz­retleri Kur'an-ı Kerim karşısında son derece hassas bir kalbe sahipti. Kur'an-ı Kerim okunurken rengi sararır ve kendinden geçerek gözyaşı dökerdi.

Hz. Ömer'in halifeliği sırasında bütün akrabasıyla Şam'ın fethine katılmış, hepsi de bu gazada şehid olmuşlardır. Kendisi de Yermuk harbinde şehid düşmüştür. Bir rivayete göre de Taun'da vefat etmiştir. Vefatından sonra kızı Hİnd ile oğlu Utbe'nin kızı Fahte berhayat olup Fahte, Hz. Ömer tarafından Haris b. Hişam'ın oğlu Abdur-rahman'a nikahlanmıştır.

[456] Ashab-ı Kiram'm peygamberin emrine uymakta ağır davranmaları şartlarını ağır bulduk) vahy ile İbtal olunması ve bu yıl umre menasikinİ ifa etmenin kendiler  plması, ümidinden kaynaklanıyordu. Hiç şüphesiz Rasûlü Ekrem'e karşı muhalif bir hareket değildi. Rasûl-ü Ekrem'in bu emri mutlaktı, bu emri anında yerine getirmek ;icabetmediği (fevrî olmadığı) ashabı kiramca malum idi.

[457] Hadisin metninde, Buharî'nin metninde "Sümme câe nisvetiin, mü'minatiin = Bun­dan sonra mii'min kadınlar geldi" denilmekte olup, hafız tbn Hacer Fethu'l-Barî'de:

Bu kavlin zahirine göre Rasul-ü Ekrem henüz Hudeybiye'de iken müslüman kadınla­rın huzuruna geldiği anlaşılırsa da gerçek böyle değildir. Müslüman kadınlar; Hz. Pey­gamberin huzuruna sulh müddeti İçerisinde ve Medine'de gelmişlerdir- diyor. Sarih Kas-talani de bu meselede Hafız İbn Hacer gibi düşünmektedir.

Şarİh Aynî ise, bu kadınlar Rasûl-ü Ekremin huzuruna sulh antlaşmasını mütea­kip kendisi daha Hudeybiye'de iken gelmişlerdi. Nitekim Buhari'nin rivayet ettiği "Sonra mü'min kadınlar da muhacir olarak getdi(ler). Ve Ukbe b. Ebî Muayt'ın kızı ÜmmÜ Gülsüm de kadınlık çağını idrak etmiş olduğu halde, o gün Rasûlullah'a gelenlerden­di. Müteakiben de aile halkı gelerek Ümmü Gülsüm'ün kendilerine geri verilmesini is­tediler. Fakat gelen bu kadınlar hakkında Yüce Allah "Ey inananlar, mii'min kadın­lar göç ederek size geldiği zaman onları imtihan edin." (Mümtehine, 10) ayet-İ keri­mesini indirdiği için, Rasûlü Ekrem, Ümmü Gülsüm'ü ailesine vermemiştir. (Bak Bu-hârî, Şurût, 15) mealindeki hadis-i şerif de Sarih Aynî'nin bu görüşünü te'yid etmektedir.

[458] el-Mümtehine, (60) 10.

[459] El-Mümtehine, (60) 10.

[460] Müntehine, (60) 10.

[461] İs; Şam'a giden Mekkelilerin yolu üstünde bulunan bir yerdir.

[462] Ebû'l-Esved'İn Urve'den gelen bir rivayet tarikinde, Ebû Cendel'in beraberinde kaçan müslümanların yetmiş kişi olduğu ifade edilmektedir. Süheyli İse bunların üçyüz kişi olduğunu iddia etmektedir. Kırk kişiden ibaret olduğunu söyleyenler de vardır. Yine Zühri'nin açıklamasına göre, Hudeybiye'de, Ebû Cendel'in babasına teslim edilmesi­ne itiraz edenler tesliminden dolayı ortaya çıkan neticeyi gören Kureyşlilerin, sulh met­ninin bu mesele ile ilgili maddesinin kaldırılması için Rasûl-ü Zişan Efendimize geldik­lerine şahid olunca Rasûl-ü Ekrem'e itaatin, kendi reylerine uymaktan daha hayırlı ol­duğunu anlamış oldular.

İbn-i Hacer, "Ebu Bâsır kıssasından ilmî birtakım hükümler çıkartılabilir" diye­rek "Mütecaviz bir müşriki hile ile öldürmenin caiz olduğunu" bildiriyor ve Hz. Ebû Basır'm müşriki hile ile öldürmesinin asla bir hıyanet sayılamayacağını iddia ederek, şöyle isbat ediyor: Ebu Basir, Rasûl-ü Ekremle kureyş arasındaki antlaşmada bulun­mamıştı. Çünkü Ebu Basir, o zaman Mekke'de mahbus İdi. Sonra Mekke'ye götürü­lüp müşriklere teslim edilince kendisini öldürecekleri kesindi. Bunlardan başka Rasû-lü Ekrem'e "Ey Allah'ın Rasûlü siz ahdinize vefa ettiniz ve beni Kureyş'e geri verdi­niz,,fakat Allah beni Kureyş'in zulmünden kurtardı." dediğinde Rasûl-ü Ekrem, Ebû Bask'ın bu düşüncesini red etmemişti.

tbn-i Hacer (r.a)'e göre bu hadisten çıkarılacak hükümlerden biri de Ebû Basir'in kendisini Mekke'ye götürmekte olan iki kureyşliyi öldürmesinden dolayı kendisine bir kısas cezası lazım gelmediğidir. Nitekim Ibn îshak'ın rivayetine göre, Amİrî'nin öldü­rüldüğü haberi Mekke'de duyulunca maktul, Süheyl b. Amr'ın kabilesinden olduğu için Süheyl onun diyetini taleb etmek istemiş fakat Ebû Süfyan: *'Bu diyeti kimden isteyeceksin?" Bunu Muhammed'den istemek doğru değildir. Çünkü o, sözünü yerine getirmiş ve Ebû Basir'i adamımıza teslim etmiştir ve Ebû Basir maktulü Muhammed'-in emriyle öldürmemiştir." demiştir..

[463] Sarih Ibn Hacer Musa b. Ukbe'nin Zühri'den naklen şöyle btr açıklamada bulundu­ğunu bildiriyor: Rasûl-ü Ekrem, Ebû Basir'e mektup yazdı. Fakat mektup kendisine eriştiği sırada bu ateşli mücahid ölmek üzere idi. Okudu ve mektup elinde olduğu hal­de teslim-i ruh etti. Ebû Cendel, bu kahraman reisini, öldüğü yere defnetti ve kabrinin yanma bir mescid inşa etmek suretiyle son görevini yerine getirdi.

Zührî, sonra Ebû Cendel'in masiyetiyle birlikte Medine'ye geldiğini ve mücahid olarak Şam'a gidinceye kadar, Medine'den ayrılmadığını ve Hz. Ömer'in hilafeti za­manında Şam'ın fethi esnasında şehid olduğunu rivayet etmektedir.

[464] Feth, (48) 24, 25,26 (Bu hadisin metni, tercümesi ve açıklamaları için bk. Miras Kamil Sahih-i Buharı, VII. Hadis No. 1164  edenler.

[465] bk. Sahih-iBuhari, Miras Kamil, VIII, 208, 1. Baskı, 1941.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/399-413.

[466] bk. A.ğ.e., 215.

[467] bk. Sünen-i Ebû Dâvûd, III; 3, 199-203.

[468] bk. Sahih-İ Müslim Tercüme ve Şerhi, VIII, 592.

[469] Feth, (48) 25.

[470] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/413-415.

[471] Ahmed b. Hanbel, IV, 325.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/415-416.

[472] bk. Hukuk-u İslamİyye Kamusu, Bilmen Ö. Nasuhi, III, 387.

[473] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/416.

[474] Ebû Dâvûd, melahim 2; İbn Mace, fiten 35; Ahmed b. Hanbel, IV-91; V-372, 409.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/416-417.

[475] Sünen-i İbn Mace Tercemesi ve Şerhi, Hatipoğlu H, X, 354.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/417-418.

[476] Buhârî, cihad 158, errehn 3, el-Meğazi 15; Müslim, cihad 119.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/418-420.

[477] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/420-421.

[478] bk. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Davudoğlu A, VII, 621-622.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/421.

[479]  Ahmed b. Hanbel, I, 166-167; IV, 92.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/421.

[480] bk. Feyzül-Kadir, el-Münavi, Abdur'rauf, III, 186.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/421-422.

[481] Buhârî, umre 12, meğazi 29; Tirmizi, hac 104; Muvatta, hac 243; Ahmed b. Hanbel, II, 5, 10, 15, 63, 105.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/422-423.

[482] Tevbe, (9) 33.

[483] Rûm, (30)47.

[484] Ahzab, (33) 10.

[485] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/423-424.

[486] Tevbe, (9)44.

[487] Nur, (24) 62.

[488] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/424-425.

[489] Nur, (24) 62.

[490] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/425-426.

[491] Buhârî, cihad 154, 192; meğazi 62; Tirmizi, davat 18; Ahmed b. Hanbel, IV 360, 363, 365.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/426.

[492] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/426-427.

[493] Bu hadisin tüm metninin tercümesi için bkz. Miras Kamil Sahih-i Buhari muhtasarı, X, 474-485 (1. B) 1659 no'lu hadis.

[494] Buhârî, meğazi 79, İstizan 27; Müslim, Tevbe 53, Ahmed b. Hanbel III 459.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/427-428.

[495] bk. Miras Kamil Sah ili-i Buharı Muhtasarı X, 48S (1. B).

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/428-429.

[496] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/429.

[497] Tirmizi, siyer 24; İbn Mace, İkame 192.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/429.

[498] bk Davudoğlu tbn Abidİn III, 246-247.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/429-431.

[499] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/431-433.

[500] Zümer, (39) 44.

[501] Yunus, (10) 3.

[502] En'am, (6) 70.

[503] Ahmed b. Hanbel, II 444.

[504] İbn Mace, Zühd 7.

[505] Buhârî, tevhid 24.

[506] Ahmed b. Hanbel, II 74.

[507] Müslim, iman 326, 327, birr 55; Buharı, enbiya 3, 9.

[508] Buhârî, Enbiya 3, 9.

[509] bk. Şerh ale'l-mevahib, Zürkani, VIII, 380.

[510] bk. A.g.e.

[511]  bk. A.g.e., 381.

[512] bk et-Tâc, eş-Şeyh Mansur Ali Nasıf V, 383.

[513] bk Şerh ale'l-mevahib, Zerkani, VIII, 381.

[514] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/433-435.

[515] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/435.

[516] Buhârî, nikah 120; Müslim, imare 182-183; Tirmizi, istizan 19; Ahmed b. Hanbel, III 299, 314, 355, 395, 399.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/435-436.

[517] Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi IX, 147.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/436.

[518] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/436.

[519] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/437.

[520] Buhârî.cihad 196, nikah 10, 121, 122; Müslim, reda' 58, imare 181, 182; Darimi, ni­kâh 32; Ahmed b. Hanbel, III, 298, 303, 355.

[521] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/437-438.

[522] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/438.

[523] Buhârî, cihad 196; Tirmizî, cihad 39.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/438-439.

[524] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/439.

[525] Müslim, imare 134.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/439-440.

[526] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/440.

[527] Buhari, meğazi 79, cihad 198; sala 59, tefsir sure 9/18; Müslim, tevbe 53, salatü'l-Müsafirin 74; Nesai, mesacid 38; Ahmed, VI, 386, 388.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/440-441.

[528] Tere. Davudoğlu A. İbn Abidin, III, 48, 49.

[529] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/441.

[530] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/441-442.

[531] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/442.

[532] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/442-443.

[533] Enfâl, 41.

[534] bk. el-lbtiyar metni -el-Muhlar li'l-Fetva tercümesi 107.

[535] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/443.

[536] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/444.

[537] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/444.

[538] İbni Mâce, Cihad 23.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/444-445.

[539] bk. İbn-i Abidin, VIII, 402.

[540] bk. el-Mevsili el-İhtiyar, IV, 126.

[541] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/445-446.

[542] Ahmed b. Hanbel, III-484, IV-68.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/446-447.

[543] el-Bakara 2/193.

[544] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/447-448.

[545] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/448.

[546] Al-i İmran, 3/28.

[547] Al-i İmran, 3/149.

[548] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/449-450.