96. Savaş Gününde Harpten
Kaçmak
97. Küfre Zorlanan Esirin
Durumu
100. Pasaportla İslam
Ülkesine Girip Casusluk Yapan Kimselerin Durumu
101. Düşmanla Karşılamak
İçin En Uygun Olan Vakit Hangisidir?
102. Düşmanla Savaşırken
Sessiz Olmak Tavsiye Edilmiştir.
104. Savaşta (Düşmana
Karşı) Çalım Satmak Caiz Midir?
105. İnsan Eline Düştüğü
Düşmanın Kendisini Esir Etmesine Boyun Eğebilir Mi?
107. (Savaşta) Saflar(ın
Düzeni)
108. Düşmanla Karşılaşınca
Kılıç Çekmek
109. (Savaştan Önce
Taraflardan) İki Kişinin Vuruşması
110. El, Ayak, Kulak, Burun
Keserek Cezalandırmak (Müsle) Yasaktır
111. Harpte Kadınları
Öldürmek (Yasaktır)
112. Düşmanı Ateşle
Yakmanın Keraheti
114. Esir Zincir Ve
Bukağılarla Bağlanabilir
115. Esirlere Sözlü Hakarette
Bulunma, Onları Dövme Ve İtirafa Zorlama
116. Esirin Müslümanlığı
Kabule Zorlanması
117. İslâm'ı Telkin Etmeden
Esîri Öldürmenin Hükmü
118. Bir Esîri (Elini
Kolunu Bağlayıp) Hedef Yaparak Öldürmenin Hükmü
119. Esiri Okla Öldürmenin
Hükmü
120. Esir(Ler)i Karşılıksız
Olarak Serbest Bırakmanın Hükmü
121. Esirin Mal
Karşılığında Serbest Bırakılması (Nın Hükmü)
Hevazin Temsilcilerin
İsteklerini Dile Getirişleri:
Peygamberimizin Hevazin
Temsilcilerine Teklif Ve Tavsiyesi:
Muhacirlerin Ensar'ın
Hisselerini Peygamberimiz İçin Bağışlamaları
Akra B. Habis, Uyeyne B. Hısn
Ve Abbas B. Mirdas'ın Hisselerini Bağışlamaktan Kaçınmaları
122. Ordu Kumandanı Yenmiş
Olduğu Düşmanın Toprağında Bir Süre Kalabilir
123. (İki) Esiri
Birbirinden Ayırmak
124. Ergenlik Çağına Gelmiş
Olan Esirleri Birbirinden Ayırmak Caizdir
126. Müşriklere Ait Olup Da
Müslümanlara Sığınarak Müslümanlığı Kabul Eden Kölelerin Durumu
128. Düşman Ülkesinde
Yiyecek Az Olduğu Zaman Orada Yağma Yapmak Yasaktır
129. (Ganimet Olarak Ele
Geçirilen) Yiyecek Maddelerini Düşman Ülkesinden (İslam Ülkesine) Götürmek
130. Düşman Ülkesinde
(Ganimetlerden Artan) İhtiyaç Fazlası Yiyecekleri Satmanın Hükmü
131. Bir Mücahidin (Henüz
Paylaşılmamış) Ganimet Mallarından Yararlanmasının Hükmü
133. Ganimet Malını Çalmak
Büyük Bir Günahtır
135. Ganimet Malı Çalan
Kimsenin Cezası
Ganimetten Mal Çalan Bir
Kimsenin Bu Suçunu Saklamak Yasaktır
136. Seleb Düşmanı Öldürene
Verilir
138. Selebden Hazine İçin
Beşte Bir Hisse Ayrılmaz
139. Çökertilmiş Yaralı Bir
Düşmanı Öldüren Kimse Onun Selebinin Bir Kısmını Alabilir
140. Ganimetler
Dağıtıldıktan Sonra Savaşa Gelen Kimse Ganimetten Bir Pay Alamaz
141. Ganimetten Kadınla
Köleye De Pay Verilir
142. (Müslümanların Safında
Çarpışan) Bir Müşrike De (Ganîmet Mallarından) Pay Verilebilir (Mi?)
143. Atlı Mücahitlerin
Ganimetlerdeki Payları
144-145. Nefel (Gazilere
Ganimet Hissesinden Fazla Olarak Verilen Mükafat)
145. Ordu İçerisinden
Gönderilen Seriyye Birliklerine Nefel Verilmesi
147. Seriyye (Baskından) Ele
Geçirdiği Ganimetleri Orduya Gönderir
149. Devlet Başkanı Ele
Geçen Ganimetlerin Bir Kısmını Kendisi İçin Ayırabilir.
151. Devlet Başkanı
(Savaşta Ve) Barışta Kendisine Sığınılan Bir Kalkandır.
157. Kılıklarına Girilerek
Ansızın Düşman Üzerine Yapılan Baskın (Hakkında Hadisler)
158. Yolculukta, (Çıkılan)
Her Tepe Üzerine Tekbir Getirmek
159. Yasaktan Sonra (Allah
Ve Rasûlü Tarafından, Yasaklanan Fiile Tekrar) Dönme İzni
(Verilebilir)
163. Yoldan Gelen Kimsenin
(Evine) Geceleyin Girmesi (Mekruhtur)
164. (Seferden Dönenleri)
Karşılamak
166. Yolculuktan Dönünce
Namaz Kılmak
167. Hisselerin (Ayırdetme)
Ücreti
169. Düşman Ülkesine Silah
Götürmek
170. Şirk Ülkesinde İkamet
Etmek
2646. ...îbn Abbas
(r.a.)'dan demiştir ki: "...
(
Enfâl sûresinin 65. ayeti
Bedir savaşında harp başlamadan önce Beydâ denilen yerde nazil oldu. Bu ayet-i
kerime ile müslümanlar, kendilerinin on misli olan bir düşman kuvveti
karşısında sebat edip yılmadan çarpışmakla emrediliyorlar ve kendilerinden on
kat fazla olan bir düşman kuvveti karşısında harp sahasını terketmeleri halinde
sorumlu tutuluyorlardı. Bu yük onlara çok ağır geliyordu. Bunun üzerine Yüce
Allah, "Şimdi Allah sizden (yükü) hafifletti. Sizde zayıflık bulunduğunu
bildi. Bundan böyle sizden sabreden yüz kişi olsa, ikiyüz (kafir)! yenerler ve
Bezlü'l-Mechûd yazarı eş-Şeyh
Halil Ahmed'in açıklamasına göre, metindeki Enfâl sûresinin altmışaltıncı
ayetinde geçen; "Allah sizde zayıflık olduğunu bildi" cümlesindeki
"bildi" kelimesinden maksat, "Allah'ın ezelden ebede mevcut
olan ilminin taalluk etmesidir." Yoksa bu kelimeyi, "Allah daha önce
bunu bilmiyordu da daha yem bildi" şeklinde anlamak son derece yanlış olur
ve küfrü gerektirir.[7]
2647. ...Abdullah b.
Ömer'den rivayet olunduğuna göre, kendisi Rasûlullah (s.a.)'ın (düşmana baskın
yapmak üzere gönderdiği) seriyyelerinden birinde imiş. (Hz. Abdullah bu
seriyyede bulunduğu sırada başından geçen olayları) şöyle anlattı:
"Askerler tamamen bozguna uğradılar. Ben de bu bozguna uğrayanlar arasında
idim. (Bu kargaşalıktan kurtulup da bir kenara) çıkınca; "(şimdi) ne yapacağız?
Biz harpten kaçtık (Allah'ın) gazab(ı) ile geri döndük" demeye başladık
ve; "Medine'ye girelim (gündüzün) orada kalalım, (geceleyin) bizi hiç bir
kimse görmeden (evlerimize) gideriz." dedik. Ve (Medine'ye gir(meye
kesinlikle karar ver)dik. (fakat) hemen arkasından da; "
"Hayır! Bilakis siz
tekrar savaşa dönen kimselersiniz." buyurdu. Biz de yaklaşıp elini öptük.
Bunun üzerine;
"Ben de müslüman
birliğinden bir kimseyim." buyurdu. [8]
kelimesi: Meyletmek, kaçmak
için yer aramak maksadıyla sağa sola gidip gelmek, geri dönmek,
hamle yapmak gibi manalara gelir.
Fakat metnin daha aşağısında
gelen, "harpten kaçtık" ve, "Hz. Peygamberin huzuruna
vardık" mealindeki cümleler, sözü geçen cümledeki kelimesiyle, müslüman
askerlerin kasdedildiğini ortaya koyuyor ki o zaman bu kelimeye, "kaçmak
geri dönmek, düşman karşısında durmayıp geri çekilmek" manası vermek
gerekir. Nitekim "İşte onların varacağı yer cehennemdir. Oradan kaçacak
bir yerde bulamazlar."[9] mealindeki âyet-i kerimede de "hasa" kelimesi bu
mânâda kullanılmıştır. el-Cevherî'nin şu sözü de bu gerçeği ifâde etmektedir:
"Hasa, kelimesi dost birliklerin yenilgisini anlatmak için kullanılır.
"İnhezeme" kelimesi de düşman birliklerinin yenilgisini ifade etmek
için kullanılır."[10]
Metinde geçen, "Ben de
müslüman birliğinden bir kimse)yim" cümlesindeki kelimesi aslında cemaat,
takım, birlik manalarına geldiği gibi: Ordunun bozulması halinde onu takviye
etmesi ve hezimete uğrayan askerlere bir sığınak olması için ordunun arkasında
bulundurulan özel birlikler anlamına da gelir. Hz. Peygamber bu cümlede geçen
kelimesini ikinci manada kullanmış ve "Siz aslında savaştan kaçmadınız,
tekrar savaşa dönmek için, müslüman birliklerin bozulmaları halinde onları korumakla
görevli olan özel bir birliğe sığınmış oldunuz. İşte ben o birliğin
fertlerinden biriyim." demek istemiştir. Hadis sarihlerinin açıklamasına
göre Hz. Peygamber bu sözüyle kendisine sığınan müslüman askerlerin kafasında
doğan, "Acaba biz bu savaştan kaçmakla; "Kim o gün savaşmak için bir
tarafa çekilmek, ya da başka bir birliğe katılmak dışında arkasını döner (de
savaştan firar eder)se o Allah'dan bir gazaba uğrar, onun yeri cehennemdir. O,
ne kötü bir varılacak yerdir."[11] ayet-i keri-mesindeki tehdide hedef olma
korkusunu gidermek istemiş ve onların bu hareketleriyle ayet-i kerimedeki,
"savaşmak için bîr tarafa çekilen ve başka bir birliğe katılan"
cümleleriyle bu tehdidin dışında bırakılan kimselerin içine girmiş olduklarını
ifade buyurmuştur.[12]
1. Harpten kaçmak büyük
günahlardandır.
2. Abdullah b. Mes ud un
açıklamasına göre kendisinden üç misli fazla olan bir düşmandan kaçan bir
askeri birlik harpten kaçmış sayılmaz. Fakat kendisinden iki misli fazla olan
düşman kuvvetinden kaçan bir birlik savaştan kaçmış sayılır. Dolayısıyla bu
kaçış esnasında gayr-i meşru bir iş peşinde olduğundan bir nevi asi ve yol
kesici durumuna düşeceği için ima ile namaz kılmak gibi seferin sağladığı
ruhsatlardan yararlanamaz.
3. Savaş yapan müslüman
askerlerin arkasında, onlardan hezimete uğrayanların sığınabilecekleri özel
birlikler bulundurmak caizdir. Bu birliğe sığınan kimseler harpten kaçmış
sayılmazlar.[13]
2648. ...Ebû Sâid
(r.a.)'den demiştir ki:
"Kim o gün savaşmak için
bir tarafa çekilmek ya da başka bir birliğe katılmak dışında arkasını döner (de
savaştan firar eder)se"[14] (mealindeki ayet-i kerime) Bedir
(savaşı) günü indi.[15]
Bazı kimseler bir önceki
hadisin şerhinde mealini tüm olarak sunduğumuz ve mevzumuzu teşkil eden hadisin
metninde geçen ayet-i kerîmedeki = bugün"kelimesine bakarak bu ayetin
hükmünün sadece Bedir mücahidleri için geçerli olduğunu fakat daha sonra bu
ayetin hükmünün, "Şimdi Allah sîzden yükü hafifletti."[16] ayet-i kerimesiyle neshedildiğini, bu
ayetin inmesinden sonra bir müslüman birliğin kendinin iki katından daha fazla
olan bir düşman birliğinden kaçabilmesine izin verildiğini söylemişlerdir.
İmam Ebu Hanife (r.a.) ile Nafi, Hasen, Katade, Dahhak ve Yezid b. Ebi Habib bu
görüştedirler.
Ulema'nın büyük çoğunluğuna
göre, bu ayet-i kerimede geçen kelimesiyle Bedir savaşı gününde değil, )[17] ayet-i kerimesinde geçen ve kıyamete
kadar müslümanların düşmanla karşılaşacakları tüm zamanları ifade eden,
cümlesine işaret edildiğini söylemişlerdir. Bu ayetin Bedir savaşı günü savaş
bittikten sonra inmiş olmasını da bu görüşlerine delil olarak göstermişlerdir.
İmam Malik ile İmam Şafii, de bu görüştedirler.[18]
2649. ...Habbab'dan
elemiştir ki: Rasûlullah (s.a.) Ka'be'nin gölgesinde çizgili bir kumaşı
başının altına yastık olarak koymuş bir halde (dinlenir) iken (yanına) varıp
kendisine (kafirleri) şikayet ettik.
"Sizden önceki (ümmetlerde)
bir kimse (küfre zorlanırdı kabul etmeyince) tutulur ve kendisi için yerde bir
çukur kazılır (sonra bu çukurun içine yatırılır) di. (Daha) sonra bir testere
getirilip başının üzerine konur (onunla) başı iki parça edilirdi de bu
(işkence) onu dininden çeviremezdi. Kemiği üzerinde (bulunan) etten ve sinirden
(ne varsa hepsi) demir taraklarla taranırdı da (yine) bu (işkence) onu dininden
çevir (e) mezdi. Allah'a yemin olsun ki Allah bu dini tamamlayacak. Öyle ki
(Hayvanına) binen bir kimse Allah'tan (başka) ve koyunları hakkında da kurttan
başka hiç kimseden korkmadan (yalnız başına) San'a ile Hadramevt arasında
yolculuk yapabilecektir. Fakat siz acele ediyorsunuz." buyurdu [19]
Hz.Peygamber bu sözleriyle,
ashâb-ı kiramın çektikleri sıkıntıların acısını dindirmek, onları teselli
etmek, karşılaşacakları sıkıntılara sabrettikleri takdirde huzurlu ve emniyetli
günlere kavuşacaklarını müjdelemek istemiştir.
Hafız İbn Hacer'in ifadesine
göre: Arabistan çevresinde birisi Şam'da diğeri de Yemen'de olmak üzere iki
tane San'a vardır. Hadramevt'te Yemende'dir. Bu hadis-i şerifte müslümanların
gelecekte çok uzun mesafeli yolculukları yalnız başına yapabilecekleri bir
güven ve huzur ortamına kavuşacakları müjdesi verilmek istendiğine göre,
buradaki San'a'dan maksadın Şam'da bulunan San'a olması gerekir. Çünkü
Hadramevt ile Şam'da bulunan San'a arasındaki mesafe Hadramevt ile diğer Sana
arasındaki mesafeden daha uzundur ve hadis-i şerifte anlatılmak istenen uzun
yolculuğa daha uygundur.
Sahabe-i Kiramdan bazılarının
Rasûl-i Ekrem'e gelerek kendilerinin çekmiş oldukları sıkıntıların sona ermesi
için dua etmesini rica ettikleri halde Hz.Peygamberin bu ricayı kabul
etmemesinin sebebini Hafız îbn Hacer şöyle açıklıyor:
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'inde
"... Bana dua edin, duanızı kabul edeyim..."[20] "Hiç olmazsa kendilerine böyle
şiddetimiz geldiği zaman yalvarsalardı!"[21] buyurduğu halde Hz.Peygamber ashâb-ı
kiramın acılarının sona ermesi için dua etmekten kaçınmasının sebebi Allahu
Teâlâ'-nın diğer peygamberlerin ve sahabelerinin başına da gelmesini takdir
ettiği belâların kendinin ve sahabelerinin başına da gelmesini takdir etmiş
olduğunu, diğer peygamberlerinin ümmetlerinin çektiği sıkıntılar sayesinde ermiş
oldukları nimetleri ve yüksek makamları bilmesidir. İşte Hz. Peygamber
haklarındaki Allah'ın takdirini ve Allah'ın bu takdiri sayesinde yüksek
derecelere erişeceklerini bildiğinden dolayı ümmetinin de başına gelecek olan
belaların dinmesi için dua etmedi. Allah'ın o takdirine razı oldu. Bu sayede
umduğunu elde etti. Korktuğundan kurtuldu.
Ancak şurasını da unutmamak
gerekir ki her ne kadar Allah'ın takdiri karşısında peygamberlerin bu şekilde
davranması icab ediyorsa da, peygamberlerin dışındaki kimselerin başlarına
gelen musibetler hakkında Allah'a el açıp bu belalardan kurtulmaları için dua
etmeleri vaciptir. Çünkü peygamberlerin dışında kalanlar Peygamberlerin muttali
oldukları kaza ve kaderle ilgili sırlara muttali olamazlar.
İbn Battal'ın açıklamasına
göre: Ulema ölümle küfür arasında bir tercih yapmaya zorlanıp da Ölümü küfre
tercih eden bir kimsenin ecrinin, küfür lafızlarını mecburen söylemeyi ölüme
tercih eden kimsenin ecrinden daha fazla olduğunda ittifak etmişlerdir. Fakat
domuz eti yemek, şarap içmek gibi bir günahı işlemekle küfretmek arasında bir
tercih yapmaya zorlanıp da domuz eti yemeyi veya şarap içmeyi ölüme tercih eden
kimsenin sevabı, ölümü bu günahlardan birini işlemeye tercih eden kimsenin
sevabından daha azdır. Maliki ulemasından bazılarına göre ölümle, leş yemek
arasında bir tercih yapmaya zorlanan kimse eğer ölümü leş yemeye tercih ederse
günahkâr olur. Bu mevzuda Hanefi ulemasının görüşü de şöyledir; Leş yemek,
şarap içmek, domuz eti yemek gibi günahlardan birini işlemekle hapsedilmek
dövülmek, zincire vurulmak gibi işkencelerden birini tercihe zorlanan bir
kimsenin, bu günahlardan herhangi birini işlemeyi hapsedilmeye veya dövülmeye
ya da zincire vurulmaya tercih etmesi helal olmaz.
Fakat bu günahlardan biriyle
ölüm arasında bir tercih yapmaya zorlanan bir kimsenin, sözü geçen günahlardan
birini öldürülmeye ya da organlarından birinin kesilmesine tercih etmesi
caizdir. Eğer ölümü yahut ta herhangi bir organının telef edilmesini bu
günahlardan birine tercih edecek olursa günahkâr olur. Çünkü aslında domuz eti
veya leş yemek gibi fiiller insan vücuduna zararlı oldukları için haram
kılınmışlardır. Zaruret durumlarında bunları yemekten kaçınmak ise vücudu
büsbütün imha etmek demektir. Yine Hanefî ulemâsına göre Allah'ı veya Rasûlünü
inkâr etmek ya da onlara sövmekle öldürülmek veya organlarından birini
kaybetmek şıklarından birini tercih etmeye zorlanan bir kimse, zorlayan
kimselerin bu tehdidi yerine getireceklerini kesinlikle anlarsa o zaman Allah'a
ve Rasûlüne olan îmânını kalbinde saklayarak zahiren Allah'ı ve Rasûlünü inkâr
ederek onların emrini yerine getirmek suretiyle kendisini kurtarır. Bundan
dolayı asla günahkâr olmaz. Fakat ölümü tercih edecek olursa çok büyük ecre
nail olur.[22]
2650. ...Ali b. Ebi
Talib'in katibi olan Ubeydullah b. Ebi Rafi' dedi ki: Ben Ali (r.a.)'yi (şöyle)
derken işittim: Rasûlullah (s.a.) benî Zübeyr ve Mikdad-ı; "Haydin
Hâh bahçesine gidin! Orada, yanında mektup bulunan bir câriye vardır. Mektubu
ondan alın"
diyerek gönderdi. Atlarımızı
koşturarak yola koyulduk. Bahçeye vardık. Derken ansızın cariye karşımıza
çıkıverdi. Bunun üzerine: Mektubu getir, dedik.
Bende mektup yok, cevabını
verdi. Ben de: Ya mektubu çıkarırsın, yahut da elbiseleri bırakırsın! dedim.
Bunun üzerine örülü saçlarının arasından mektubu çıkardı. Biz de onu peygamber
(s.a.)'e getirdik. Bir de ne görelim mektup Hatıb b. Ebi Beltea (tarafın)dan
Rasûlullah (s.a.)'in bazı işlerini haber vermek üzere bazı müşriklere (hitaben
yazılıp gönderilmiş) Rasûlullah (s.a.);
"Ey Hatıb! Bu
nedir?" diye sordu. (Hatıb);
Ey Allah'ın Rasûlü! Benim
hakkımda (hüküm vermekte) acele etme. Ben Kureyş'in müttefiki idim. Ama
onlardan değildim. Şurası bir gerçek ki (Muhacirlerden) Kureyş (kabilesine mensup
bazı kimseler) in Mekke'de hısımları vardır. (Bu akrabalar) hısımlıkları
sebebiyle (muhacirlerin) Mekke'de bulunan ailelerini koruyorlar. Benim
(Mekkelilerle olan hısımlığım) kalmayınca onlara bir iyilik yapmayı ve bu
iyilik sebebiyle (oradaki) akrabalarımı korumalarını (sağlamayı) arzu ettim.
Allah'a yemin olsun ki ey Allah'ın Rasûlü bende küfürde yok, dinden dönme de
yok dedi. Rasûlullah (s.a.)'de;
"(Bu adam), size doğru
söyledi" buyurdu. Bunun üzerine Ömer;
Beni bırak ta şu münafığın
boynunu vurayım, dedi. Rasûlullah (s.a.) de;
“Gerçekten o Bedir
(muharebesin) de bulunmuştur. (O'nun katle layık olduğunu nereden biliyorsun.
Allah onların durumuna muttali olduğu için Bedir ehli hakkında;
"İstediğinizi yapınız.
Ben sizi affettim." buyurmuştur." cevabını verdi.[23]
Hz. Hâtıb'ın babası Ebu
Beltea'nın ismi Amr b. Umeyr b. Seleme'dir. Hz. Hâtıb'ın başından geçen bu
hadise üzerine yüce Allah onun hakkında; "Ey iman edenler Benim de düşmanım,
sizin de düşmanınız olan kimseleri veliler (dostlar) edinmeyin. Onlar size
gelen gerçeği inkar ettikleri, Rabbiniz Allah'a inandığınızdan dolayı Rasûlü
ve sizi (yurdunuzdan sürüp) çıkardıkları halde siz onlara sevgi (belirtecek
mektup) ulaştırıyorsunuz. Eğer benim yolumda savaşmak ve benim rızamı kazanmak
için çıktınızsa içinizde onlara sevgi (mi) gizliyorsunuz? Oysa ben sizin
gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz h erse yi bilirim. Sizden kim bunu yaparsa
doğru yoldan sapmış olur."[24] mealindeki ayet-i kerimeyi indirdi.
Müfessirlerden Ebü Ömer'e göre bu ayette geçen "Ey mü'-minler!..."
hitabına Hz. Hatıb da dahil bulunduğundan Cenab-ı Hak bu ayet-i kerime ile Hz.
Hâtıb'ın imanına şahitlik etmiştir. Aslında Hatıb mühim hizmetlerde
bulunmuştur. Bunlardan en önemlisi hicretin altınca yılında Hudeybiye dönüşünde
Peygamber efendimiz tarafından bir mektupla Mısır ve İskenderiye Meliki
Mukavkıs'e elçi olarak gönderilmesidir. Bu elçiliğinde Hz. Hatıb Mukavkıs'm yanında
beş gün kalmış ve bir takım hediyelerle dönmüş gelmiştir. Bu hediyeler Düldül
adındaki meşhur beyaz katır, gufeyr adında bir merkep, elbise vesaire ile
Peygamberimizin oğlu İbrahim'in anası Mariye ve hemşiresi "Şirin"
idi. Rasûlullah Sirin'i Hassan b. Sabit'e hediye etti.
Hz. Hâtıb, Ebu Bekr Sıddık'ın
hilafeti zamanında Mısır'a gönderilmiş ve Mısırlılarla sulh akdetmiştir. Bu
sulh, Mısır'ın, hicretin 20. yılında Amr b. As tarafından fethi zamanına kadar
yürürlükte kalmıştır. Hz. Hâtıb tacirdi. Vefatında dört bin dinar nakit ile
birçok servet bıraktı. Hicretin otuzuncu yılında vefat etmiş ve namazı Hz.
Osman tarafından kıldırılmıştır.[25]
Hz. Hatıb'ın sözü geçen
mektubu gönderdiği kimseler, Mekkeli müşriklerden Süheyl b. Amr ile Safvan b.
Ümeyye ve İkrime b. Ebi'Cehl idi. Hz. Hatıb bu mektubunda Hz. Peygamberin bir
savaş hazırlığı içinde bulunduğunu ve Mekke üzerine yürümesi ihtimalinin çok
kuvvetli olduğunu yazmıştır. Hz. Ali'nin rivayetine göre Yüce Allah peygamberini
bu mektuptan haberdar etti ve Mekke'yi fethetme düşüncesinin Mekkeli
müşriklere ulaşmasına engel oldu. Buhârî sarihlerinden Bedrüddin Ayni'nin
bildirdiğine göre bu mektup şu mealde idi:
"... Ey Kureyş cemaatı!
Rasûlullah (s.a.) size karşı mühim bir kuvvetle varıyor ki gece karanlığı gibi
korkunç olan bu ordu sel gibi akacaktır. Allah'a yemin ederim ki, Rasûlullah
üzerinize yalnız başına gelse bile Allah onu size galip kılacaktır ve verdiği
va'di yerine getirecektir. Vaktinde başınızın çâresine bakınız!
vesselam."Sözü geçen mektubu Mekke'ye iletmek isterken yakalanan kadının
ismi Sârâ'dır. Hatib bu kadını on dinara tutmuştu. Hz.Peygamber bu kadının Ebu
Süfyan'ın karısı Hind ile beraber öldürülmesini emretmişti. Fakat bu kadın
Abdülmuttalip oğullarının azatlı cariyelerinden bulunduğundan affolunması rica
edilince affolunmuştur. Hz. Ömer'in hilafeti zamanına kadar yaşamış nihayet bir
süvarinin atının ayakları altında çiğnenerek ölmüştür.[26] Metinde her ne kadar Hz. Peygamber, Hz.
Hatıb'ın doğru söylediğini ifade ettikten sonra, Hz. Ömer'in Hz. Peygamberin bu
açıklamasıyla yetinmeyip Hz. Hatıb'ın boynunu vurmak için izin istediği ifade
ediliyorsa da, İbn Hacer'in bildirdiğine göre Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in emrine
aykırı hareket eden bir kimsenin boynunun vurulacağını zannettiği için onu
öldürmeye niyetlenmiş, fakat bu düşüncesinin isabetli olup olmadığını iyice
kestiremediği için de Hz. Peygamber'den izin istemiştir. Yoksa Hz. Ömer'in Hz.
Peygamberin sözü veya hükmünden kılpayı ayrılması bile düşünülemez. Tarih buna
şahittir.
Ayrıca Halebî'nin siyerinde
Hz. Ömer'in bu çıkışının aslında Hz. Peygamberin yaptığı açıklamadan önce
olduğu, fakat ravilerden bazılarının yanlışlıkla takdim ve tehir suretiyle bu
sırayı değiştirdikleri ifade edilmektedir.
Yine Hafız İbn Hacer'in
açıklamasına göre bazı kimseler, Rasûl-i zişan efendimizin metinde geçen,
"İstediğinizi yapın sizi affettim*' anlamına gelen cümlesindeki, Bedir
mücahidlerinin günahlarının affedilmesi ile ilgili müjdenin Bedir
mücahidlerinin geçmiş günahlarıyla ilgili olduğunu, Bedir savaşından sonra
işleyecekleri günahların da affın kapsamına girmeyeceğini iddia etmişlerse de
aslında bu müjde, Bedir mücahidlerinin ölünceye kadar işleyecekleri günahları
kapsamına almaktadır.
Binaenaleyh metinde geçen,
"Affettim" kelimesinin geçmiş zaman sığasıyla (kipiyle)
kullanılmasından maksat, Bedir mücahidlerinin sadece geçmiş günahlarının
affedilmiş olduğunu bildirmek değil, Bedir mücahidlerinin günahlarının
kesinlikle affedileceğini bildirmektir. Çünkü istikbale ait bir haberin mazi
siğasıyla bildirilmesi o haberin kesinlikle meydana geleceğini ifade eder.
Nitekim Hz. Peygamberin, Hz. HatnVın, bu günahı Bedir savaşından sonra
işlemesine rağmen, Bedir mücahidlerinden olduğu için onun bu günahının
affedilmiş olabileceğinden bahsetmesi de bu gerçeği tekid etmektedir.
Yine metinde geçen,
"İstediğinizi yapınız." anlamındaki cümleyle Bedir mücahidlerinin
şerefi, büyüklüğü ve işleyecekleri günahların affedildiği ifade edilmek
istenmiştir. Yoksa, "size herşey helaldir her istediğinizi yapınız."
gibi bir mânâ kasdedilmemiştir.[27]
1. Bir kimse te'vile
müsait bir suç işlerse suçlu olması ihtimali kuvvetle muhtemel bile olsa bu durumda
bu sanığın yapacağı açıklamaya itibar edilir. Zann-ı galibe itibar edilmez.
2. Düşman hesabına casusluk
yaptığı tesbit edilen bir müslümanm Öldürülmesi caiz değildir. Böyle bir
casusun ölüm cezasının dışında bir ceza ile cezalandırılıp cezalandırılmayacağı
hususu ulema arasında ihtilaflıdır.
Rey taraftarlarına göre eğer
bu kimse müslümanların sırlarını düşmana bildirmişse şiddetli bir şekilde
dövülür ve uzun zaman hapsedilir.
İmam Evzai'ye göre, eğer bu
casus müslüman ise, devlet reisi veya onun vekîli bu casusu ibret teşkil edecek
şekilde cezalandırır ve onu sürgün eder. Eğer zımmî ise müslümanlarla olan
antlaşması bozulmuş olur. İmam Mâlik kendisine bu mevzuda hiç bir hadis
ulaşmadığını söylüyor ve bu gibi casusların devlet reisinin yapacağı içtihadla
cezalandırılması gerektiğine inandığını ifade ediyor.
İmam Şafiî'ye göre ise, eğer
bu casus müslümanlara hizmet etmiş ve hizmetiyle onların güvenini kazanmış biri
olursa ve bu suçu yanlışlıkla yaptığı anlaşılırsa ona ceza verilmez. Eğer bu
özellikleri taşımıyorsa ta'zir cezasıyla cezalandırılır.
3. Müctehid seviyesinde bulunan
bir kimse kendi içtihadına dayanarak bir kimsenin kâfir ya da münafık olduğunu
söyleyecek olursa bu isnadından dolayı cezalandırılması gerekmez.
4. Gerçeğin meydana çıkarılması
hususunda lüzumlu belgeleri ele geçirmek üzere veya haddlerin infazı için
kadınların kendiliğinden açılan yerlerini gözden geçirmek caizdir.
5. Müşavirler hükümdara ve
hâkimlere fikirlerini söyleyebilirler.
6. Casusların mektuplarını
okuyarak sırlarını ortaya çıkarmak caizdir.
7. Bedir mücâhidlerinin geçmiş
ve gelecekleri günahları affedilmiştir.[28]
2651. ...Şu (bir önceki hadis-i
şerifte geçen) olay Ali (k.v.)'den de rivayet olunmuştur. (Ali r.a.) dedi ki:
(Hz. Peygamberin Mekke üzerine yürümeyeceğini Öğrenen) Hatip (meclisten kalkıp)
gitti ve Mekke halkına;
Muhammed sizin üzerinize bir
sefer yapmak üzere kesin karar aldı diye bir mektup yazdı. (Ebu Abdirrahman)
dedi ki; (Hz. Ali'nin rivayet ettiği) bu hadiste şu (sözler) bulunmaktadır:
(Mektubu götüren kadın yakalandığında);
"Benim yanımda herhangi
bir mektup yoktur dedi.
Biz de onu (n devesini)
çöktürdük. (Fakat) yanında herhangi bir mektup bulamadık. Bunun üzerine AH b.
Ebi Talib;
"Kendisine yemin edilen
zata yemin olsun ki seni öldürürüm. Yahut da (bu) mektubu çıkarırsın dedi.
(Vehb b. Bakıyye bu sözlerden sonra bir önceki) hadisi (aynen) rivayet etti.[29]
Bu hadisle ilgili açıklama bir
önceki hadisin şerhinde geçmiş olduğundan burada tekrara lüzum görülmemiştir.[30]
2652. ...Fürat b.
Hayyan'dan rivayet edildiğine göre kendisinin öldürülmesi için Rasûlullah
(s.a.) emir vermiş. Fürat o sırada Ebu Süfyan'ın casusu imiş ve Ensar'dan bir
adamla da müttefik imiş. (Bir gün) Ensardan bir topluluğun yanına varıp;
"Ben müslümanım demiş. Bunun üzerine (orada bulunan) Ensardan bir adam
(Hz. Peygambere varıp);
Ey Allah'ın Rasûlü o adam ben
gerçekten müslümanım, diyor demiş. Rasûlullah (s^a.) da;
Sizden bazı kimseler var ki,
iman etmeleri konusunda biz onlara güveniriz. Fürat b. Hayyan da
onlardandır." buyurmuş.[31]
İbni'l-Esîr'in Üsdu'1-Gâbe
isimli eserinde açıklandığına göre Hz. Peygamber, Fürat b. Hayyan'ın
delaletiyle yolculuk yapan bir ticaret kervanını vurmak üzere Zeyd b. Harise'yi
görevlendirmişti. Bu baskında yakalanan Fürat, Rasûlü Ekrem'in huzuruna
getirilmiş, Rasûl-i zîşan efendimiz de onu Öldürmemişti. Fürat o sıralarda
En-sardan bir topluluğun yanına varıp kendisinin müslüman olduğunu kesin bir
dille ifade edince Hz. Peygamber onun bu ikrarını kabul etmiş ve Fü-rât'ın
kendisine güvendiği kimselerden biri olduğunu söylemiştir.
Fakat Sünen-i Ebû Davud'un
bütün nüshalarında ve İmam Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde Hz. Peygamberin onun
öldürülmesini emrettiği fakat sonradan onun müslüman olduğunu ifade etmesiyle
onu serbest bıraktığı ifade edilmektedir. Aynı şekilde, İbn Abdilberr'in,
Elistiabı ile Hafız İbn Hacer'in el-İsabe* sinde de, Hz. Peygamberin onun
öldürülmesi için emir verdiği fakat sonradan onun müslüman olduğunu
öğrenmesiyle bu kararından vazgeçtiği kaydedilmektedir. Netice itibariyle
istiabda, Fürat b. Hayyan'ın öldürüldüğünden bahsedilmediği gibi, el-Isabe'de
de onun Ensardan bir adamın müttefiki olduğundan bahsedilmiyor. Görülüyor ki
mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif bütün bu rivayetlerde gözden kaçan
kısımları tesbit etmekte ve bu mevzuda rivayet edilmiş olan tüm hadiseleri
içerisinde toplamaktadır.
Ancak müellif Ebu Davud bu
hadîs-i şerifi, "Zımmî casusların durumu" başlığı altında rivayet
ettiği halde bu hadis-i şerifte Hz. Fürat'ın zimmiliğine dair hiçbir kayıt
yoktur.
Ancak bu hadisin
Neylu'l-evtâr'da geçen lafızlarında, Hz. Fürat'ın zimmî olduğu ifâde ediliyor
ve kaynak olarak da Ahmed b. Hanbel'in müsnedine dayanılıyor.[32] Avnü'l-Ma'bûd yazarı bu kaynağa
dayanarak Hz, Fürat'ın zımmîliğine hükmetmiş ve mevzumuzu teşkil eden hadisle
bab arasındaki İlgiyi kurmuştur. Aynı şekilde Tâc yazan da, bu hadisin Ahmed b.
Hanbel'in Müsned'indeki lafızlarında Hz. Fürat'ın zımmî olduğu ifâdesi
bulunduğunu söylüyor.[33] Bezlû'l-mechûd yazan ise, bütün bu rivayetlerin kaynağı
olarak gösterilen Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde, Hz. Fürat'ın zımmîliğine dâir
bir ifâde bulunmadığını ve sözü geçen müs-nedde bu ifâdenin bulunduğu herhangi
bir hadise rastlayamadığını, binâenaleyh Hz. Fürat'ın o günkü haliyle zımmî
bir casus değil harbî bir casus sayılması gerektiğini söylüyor ve bir
müslümanla anlaşmış olan bir müşrik zımmi hükmüne girdiği için, Musannif Ebu
Davud'un bu hadisi "zımmî casusların durumu" başlığı altında rivayet
etmiş olması ihtimali üzerinde duruyor. Ahmed el-Bennâ'nın verdiği bilgiye
göre, Hz. Fürat, Hendek savaşında Ebu Süfyân hesabına müslümanlar arasında
casusluk yapmış, bu yüzden Hz. Peygamber onu ölüme mahkum etmiştir. Fakat
sonradan müslüman olmuş, Hz. Peygamberin yanma göç etmiş Hz. Peygamberin
vefatına kadar ondan ayrılmamış ve harplere iştirak etmiştir. Hz. Peygamberin
vefatından sonra ise Kûfe'ye göçetmiş hayatının sonuna kadar orada yaşamıştır.[34]
Bu hadîs-i şerif casusluk
yapan bir zımminin öldürülmesinin caiz olduğuna delalet etmektedir.
Fethu'l-Bârî'de ifâde edildiğine göre casusluk yapan kafir bir harbînin
öldürülmesinin caiz olduğunda ulema ittifak etmişlerse de müslümanlarla
antlaşması olan kimselerle zımmîler hakkında ihtilaf vardır. Bunlardan biri
casusluk yaparsa imam Mâlik ile el-Evzâî'ye göre öldürülmez fakat antlaşması
bozulmuş olur. Şafiîlere göre ise eğer antlaşmalarında casusluk yapmamak şart
koşulmuş olursa bu şarta riayet etmediğinden antlaşması bozulmuş olur. Eğer
böyle bir şart yok ise o takdirde mesele Şafiî ulemâsı arasında ihtilaflıdır.
Münzîrî'nin açıklamasına göre bu hadîsin senedinde, kendisine güvenilmeyen
Muhammed b. Mu-habbeb bulunduğundan bu hadis delil olma niteliğinden uzaktır.[35]
2653. ...İbn Seleme b.
el-Ekvâ'mn babasından; demiştir ki: Peygamber (s.a.) (Huneyn) sefer(in) de
iken huzuruna müşriklerden bir casus geldi ve ashabın yanında oturdu. Sonra
çıkıp gitti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.);
"Onu arayıp bulun ve
Öldürün" buyurdu. (Seleme) dedi ki; Ben (bazı sahabelerden) önce yetişip
onu öldürdüm ve eşyasını aldım. (Hz. Peygamber de) ganimet
olarak onun eşyasını bana verdi.[36]
Bu hadis-i şerif kısa bir
şekilde rivayet edilmiştir. Hatta mevzubahis olan casusluk hadisesinin hangi
seferde oldu
ğu bile açıklanmamıştır. 2654
numaralı hadisle Müslim'in rivayetinden bu hadisenin Huneyn seferinde cereyan
ettiğini, casusun süvari olduğunu İslâm ordusu içinde dostça konuşup görüştüğü
ve yiyip içtiği sırada inceden inceye ashabın halini gözden geçirdiğini
anlayabiliyoruz.
Metinde geçen "Nefl"
kelimesi lügatta ziyâde manasınadır. Gazilere, paylarına düşen ganimetten fazla
olarak verilen mallara da Nefl denir.[37]
Yine metinde geçen Se'leb
kelimesi Fıkhi bir terim olarak maktulün elbisesine, binitine, silahına,
heybesine, hayvanı üzerinde yüklü olan malına denir. Maktulün bunlar
haricindeki malı Seleb değildir. Yine böyle maktulün başka hayvan üzerinde
bulunan kölesi ile hizmetçisi ve yüklü malı da selebten sayılamaz.
Bu, İbn-i Ekva' hadisini
Buhâri, düşman diyarından emansız ve izinsiz olarak gelen bir harbî, islam
memleketine girdiğinde bunun hükmünün ne olabileceğine dâir açtığı bir babında
rivayet etmiştir. Fakat Buhâri: "Bu harbi öldürülür mü, öldürülmez mi? Bu
konuda nefyen ve isbâten hiç hüküm bildirilmemiştir. Sebebi de meselenin mezheb
sahibi âlimler arasında ihtilaflı olmasındandır. İmam Mâlik, İslam diyarına
izinsiz gelen harbî hakkında tayin edilecek cezayı devlet reisinin ve hükümetin
re'yine bırakmıştır ve bu makule harbînin hükmü, diğer muhariplerin tabi
oldukları hüküm gibidir," demiştir.
Evzâî ile îmam Şâfıî;
"Eğer emansız ve izinsiz gelen harbî, elçilikle ve düşman tarafından siyâsi
bir vazife ile geldiğini iddia ederse bu iddiası kabul olunur,"
demişlerdir. îmam Ebû Hanîfe ile İmam Ebû Yûsuf ve Ahmed İbn Hanbel;
"Harbî'nin bu tür bir iddiası kabul olunmaz. Bu, müslümanlar için fey'dir
kendisi esir ve selebi ganimettendir," demişlerdir. İmam Muhammed de:
"Harbî ve mallan, onu yakalayan gaziye aittir," demiştir.
Eğer emansız ve izinsiz gelen
harbî casus olursa mevzumuz olan İbni Ekvâ hadisinden istifâde edilen hükme
göre bu casus öldürülür. Bu babda ulemânın icmâı vardır. Casus harbi olmaz da,
muâhid bir devlete mensup, yahut zımmî veya haraca bağlanmış birisi olursa,
Mâlikle Evzâi'ye göre bu casus, ahdini bozmuş sayılır. Devlet isterse onu köle
yapar, dilerse katleder, katli caizdir; demişlerdir. Fakat ulemânın cumhuruna
göre bu kimsenin ahdi bozulmuş olmaz. Fakat ahitnamede taraflardan birinin casusluk
yapması halinde ahdinin bozulacağı zikredil m işse o zaman ahdi bozulur.[38]
2654. ...İyâs b.
Seleme'nin babası Seleme'den; Rasûlullah (s.a.) ile birlikte Hevâzin'de savaşa
katıldım. Kahvaltı yapıyorduk. Çoğumuz yaya idi ve bizde bir zayıflık
hâli vardı. Ansızın kırmızı bir erkek deve üzerinde bir adam çikageldi. Devenin
boşböğründen deriden yapılmış bir ip çıkardı, onunla devesini bağladı, sonra
geldi cemaatle birlikte kahvaltı yapmaya başladı. (Cemaatin) zayıflığım ve
hayvanların cılızlığını görünce, (birdenbire) çıkıp devesine doğru koştu ve onu
çözdü sonra çöktürüp üzerine oturdu, sonra da onu koşturmaya başladı. Boz bir
dişi deve üzerinde Eşlem (kabilesin)den bir adam da onun ardına düştü. Bu deve
cemaatin hayvanlarının en iyisiydi. Ben de koşarak çıktım ve o (birinci adamı
takip eden) adama yetiştim. Dişi devenin başı erkek devenin kalçası hizasında
idi. Ben de dişi devenin kalçası hizasında idim. Sonra ilerledim erkek devenin
kalçası hizasına geldim. Sonra daha da ilerledim, devenin yularını yakalayıp
onu çöktürdüm. Deve dizini yere koyunca kılıcımı çekip (adamın) başına vurdum.
Derhal (yere) düştü. Hayvanı yüküyle birlikte çekip getirdim. Rasûlullah
(s.a.) (yüzünü) dönerek beni karşıladı ve
"Bu adamı kim
öldürdü?" diye sordu. (Oradakiler);
Seleme b. el-Ekva (öldürdü)
dediler. Bunun üzerine Rasûlullah;
"Bunun bütün eşyası
onundur." buyurdu.[39]
Râvi Harun dedi ki; bu rivayet
Hâşime aittir.[40]
Metinde geçen kelimesi, yan,
böğür ve kemer gibi mânâlara gelir. Burada devenin böğrü anlamında kullanılmıştır.
Bu durumda sözü geçen kimsenin devenin böğründe sarih olan bir ipi çözüp aldığı
anlaşılıyor. Bu kelime Müslim'in sahihinde şeklinde rivayet edilmiştir ise;
"Develerin bağlanmasına yarayan deriden yapılmış ip" demektir.[41]
1. Harbden dönen bölükleri
karşılamak, başarılı işler yapanlara, medh-u senada bulunmak müstehabdır.
2. Küfür diyarının kâfir casusu
öldürülür. Bu hususta bütün ulemânın ittifakı vardır. Hatta Nesaî'nin
rivayetinde Peygamber (s.a.) in ashabına bu adamı arayıp öldürmelerini emir
buyurduğu bildirilmektedir.
3. Tekellüfsüz olmak ve maksada
halel getirmemek şartıyla cinaslı konuşmak caizdir.[42]
2655. ...En-Nu'man b.
Mukarrin dedi ki: Ben (bazı savaşlarda) Rasûlullah (s.a.) ile birlikte
bulundum. Gündüzün evvelinden savaşa başlamazsa güneşin (tepeden batıya) kayıp
ta rüzgarlar esmeye ve (Allah'ın) yardım(ı) ininceye kadar savaşı ertelerdi.[43]
Hz. Peygamberin, savaşa girmek
için güneşin tepe noktasıhdan batıya kayıp da öğle namazı vaktini ve
rüzgarların esmesini beklemesinin sebebi Farz namazlarından sonra duaların
kabul olmasıdır. Genellikle rüzgarlar, öğle namazından sonra esmeye başladığı
için Hz. Fahr-i Kâinat efendimiz öğle namazını kıldıktan sonra zafer için dua
ederdi. O sırada da rüzgarlar esmeye başlardı. Dolayısıyla sıcağın şiddeti de
kaybolur mücahidler harbe daha canlı ve istekli olarak girmiş olurlardı.
Nitekim Hendek savaşında,
Allah'ın yardımı rüzgarların esmeye başlamasıyla geldiğinden dolayı, Hz.
Peygamber savaşa başlamadan önce rüzgarların esmeye başlamasını arzu eder ve
bunu zafer alameti sayardı. Nitekim Tirmizî'nin rivayet ettiği şu hadis-i
şerif de bu gerçeği açık bir şekilde ifade etmektedir.
"...Hz. Peygamber fecir
doğduğu zaman güneş doğuncaya kadar savaşı durdurur ve güneş doğunca savaşı
başlatırdı. Gündüz yarılandığı vakit, zeval vaktine kadar savaşı durdurur ve
güneş tepe noktasından batıya kayınca savaşa başlar, ikindi vaktine kadar
savaşırlardı. Sonra ikindi namazını kıhncaya kadar savaşı durdurur .namazdan
sonra tekrar harbederdi. O (savaşı durdurduğu) sırada, "Zafer rüzgarları
esiyor" denir ve müslü-manlar namazlarında ordularına dua ederlerdi."[44]
Ancak Tirmizi'nin bu hadisinin
senedinde inkıta vardır. Çünkü Katâ-de, En-Nu'man b. Mukarrin'e ulaşmamıştır.[45]
2656. ...Kays b.
Ubad'dan dedi ki: "Peygamber (s.a.)'irı sahabeleri (düşmanla) savaşırken
ses çıkarmayı çirkin görürlerdi."[46]
ŞevkânFnin de ifâde ettiği
gibi bu hadis, düşmanla savasırken lüzumsuz yere bağırıp çağırmanın,
gürültü-patırdı yapmanın, feryâdü figân etmenin mekruh olduğuna delalet
etmektedir. Çünkü savaşırken bağırıp çağırmak, düşmandan korkma ve paniğe kapılma
alâmetidir. Sessizlik ise azimlilik, kararlılık, cesaret ve metanet alâmetidir.[47]
Ancak Aliyyü'l-kârî, savaş
esnasında yüksek sesle Allah'ı zikretmeyi bundan istisna etmiştir.
Bezlü'I-Mechüd yazarı, 1528 numaralı hadisi delil göstererek harpte yüksek
sesle zikrin de uygun olmadığını söylemiştir. Nitekim bir numara sonra gelecek
olah hadiste bu görüşü te'yid etmektedir.[48]
2657. ...Şu (bir önceki)
hadisin bir benzeri Ebû Bürde'nin babası, Ebû Musa el-Eş'arî'den de rivayet
olunmuştur.[49]
Bezlü'l-mechûd yazarına göre
burada kasdedilen, Ebu Mûsâ (r.a.)'dan rivayet edilen şu mealdeki hadis-i
şeriftir:
"Biz Rasûlullah (s.a.)
ile beraber (seferde) bulunurduk da her vadi üzerine çıktıkça sesimizi
mutadından ziyade yükselterek tehlil ve tekbir ederdik. Bunun üzerine Nebi
(s.a.):
"Ey Nâs canınıza acıyın,
sesinizi yükseltmeyin. Şüphesiz siz ne sağın çağırıyor, ne de gaibe
bağırıyorsunuz! Dua ettiğiniz O (Allah), muhakkak sizinle beraberdir. Hem o
sesinizi çok iyi işitir. O, size (uzak değil) çok yakındır." buyurdu.[50]
Musannif Ebu Davud'a göre bu
hadis-i şerifte bir önceki hadis-i şerif gibi düşmanla savaş esnasında bağırıp
çağırmanın mekruh olduğuna delâlet etmektedir.[51]
2658. ...el-Bera
(r.a.)'dan; demiştir ki: Peygamber (s.a.) Huneyn gününde müşriklerle
karşılaşınca müşrikler bozguna uğradılar. (Sonra Hz. Peygamber) katırından inip
(düşman üzerine) yürüdü.[52]
Bu hadise Huneyn savaşında
olmuştur. Buhari'nin rivayetinde hadise şöyle anlatılıyor. el-Bera' b. Azîb
(r.a.) den
rivayet olduğuna göre
kendisine, (Kays kabilesinden) bir kişi: "Huneyn günü Rasûlullah (s.a.)'ın
yanından kaçtınız mı?" diye sormuştu. O da şöyle cevap verdi:
"Huneyn günü Rasûlullah
(s.a.) kaçmadı (düşmanımız) Hevazin (halkı) iyi ok atan bir kabileden idiler.
Biz (harp meydanında) bunlarla yüzyü-ze gelince bunların üzerine atıldık.
Bunlar hemen perişan oldular. Bunun üzerine, müslüman askerler ganimete
yöneldiler. Hevazin ise (bundan istifade ederek) bizi oklarla karşıladılar.
(Biz kaçtık) Fakat Rasûlullah (s.a.) kaçmadı. Onu pek iyi gördüm ki, o beyaz
katırın üstünde fütursuzca duruyordu. Ebu Süfyan da katırın gemini tutuyordu.
Bu sırada peygamber (s.a.);
"Ben peygamberim yalan
yok. Ben Abdulmuttalib oğluyum." diyordu.[53] Bu savaşta Hz. Peygamberin yanında Ebû
Süfyân oğlu Cafer, Ali b. Ebî Tâlib, Rebîa b. Haris, Fadl b. Abbâs, Üsâme b.
Zeyd, Eymen b. Ümmü Eymen, Ebû Bekr ve Ömer (r.a.) dan başka kimse kalmamıştı.
Fakat Hz. Peygamberin bu metin
azim ve iradesi ordunun sağ kanadını bozguna uğramaktan kurtaramamıştı. Bu
sırada gür sesli olan Abbas vasıtasıyla:
"Ey Akâbede bey'at eden
Ensâr! Ey şecere-i rıdvân altında söz veren Aslı ab!" diye davet etti.
(Lebbeyk) diyerek döndüler ve Rasûlullah'ın yanına gelip toplandılar.Bozulan
asker bu sûr&le toplandı ve zafer kazanıldı.
Hadis sarihlerinin
açıklamasına göre bu hadis-î şerif ordu kumandanının veya askerlerden birinin
orduyu cesaretlendirmek maksadıyla hayvanından inip düşmana piyade olarak
saldırmasının caiz olduğuna delildir.[54]
2659. ...Cabir b.
Atik'den rivayet olunduğuna göre, Allah'ın peygamberi (Muhammed) (s.a.) şöyle
buyururmuş:
"Allah kıskançlığın
kimisini sever, kimisine de öfkelenir. Allah'ın sevdiği kıskançlık, şüphe
(doğuran işler) hakkındaki kıskançhk(lar)dır. Allah'ın kızdığı kıskançlık ise
şüphe (doğurmayan işlerin) dışındaki kıskançlık(lar)dır.
Yine Allah büyüklük
taslamaların kimisine kızar, kimisini de sever.
Sevdiği, büyüklük taslama
kişinin savaş esnasında büyüklük taslaması ile sadaka verirken büyüklük
taslamasıdır. Allah'ın kızdığı büyüklük taslama ise zulümden büyüklük
taslamadır.
(Bu hadisin ravilerinden) Musa
(b. İsmail son cümleyi zulümde ve) övünmekte (büyüklük taslamadır, şeklinde)
rivayet etti.[55]
Yüce Allah, insanın annesi,
bacısı ve eşi hakkında duyduğu kıskançlık duygularının bir kısmını sevdiği
halde bazı kıskançlıklardan hoşlanmaz ve bu tür kıskançlıkların sahibine
buğzeder, öfkelenir.
Allah'ın hoşlandığı
kıskançlıklar, kadınların kendilerine nikah düşen kimselerle şakalaşıp
karşılıklı gülüşmelere kadar varan samimiyet kurmaları karşısında duyulan
kıskançlıklardır.
Yabancı bir kadınla erkek arasında
kurulan ve karşıdan bakan, insanların kalbinde haklı olarak bir şüphe tevlid
eden bu çeşit samimiyetler ve senli benli olmaları, karşısında duyulan
kıskançlıklar Allah'ın hoşuna giden davranışlardır. Yüce Allah yabancı erkek ve
kadınlar arasında kurulan bu gibi ahbablıklar için; "Allah'dan daha
kıskanç kim olabilir? İşte Allah zinayı da bu kıskançlığından dolayı haram
kılmıştır." buyurmaktadır.
Allah'ın hoşlanmadığı ve
sahibine buğzettiği kıskançlıklar ise Allah'ın caiz kıldığı meşru davranışlar
ve muameleler karşısında duyulan kıskançlıklardır. Bir kimsenin, annesinin,
kızkardeşinin veya yakını olan diğer kadınların evlenmeleri karşısında duyduğu
kıskançlık gibi.
Müslümana yaraşan Allah'ın
razı olduğu herşeye razı olmak, razı olmadığı şeylere de razı olmamaktır.
Aynı şekilde büyüklük taslama,
bir başka tabirle kibirlenme veya büyüklenme de iki kısımdır. Bunlardan
Allah'ın sevdiği btiyüklenmeler; harpte düşmana karşı gösterilen buyüklenmeler,
çalım satmalar ve kasılmalardır. Çünkü harpte düşmana karşı takınılan bu gibi
tavırlar, müslümamn heybetli görünmesini sağlayıp düşmanın moralini bozmaya
yaradığı gibi, müslümanların da cesaretini yükseltir. Bu bakımdan harp
esnasında büyüklük taslamak Allah'ın hoşuna gider. Harp esnasında düşmana karşı
gösterilecek tevazu ise, kibrin tam tersine düşmanın moralini yükseltmeye ve
mtislümanın cesaretini kırmaya yarayacağından makbul değildir, mezmûmdur.
Allah'ın hoşlandığı
büyüklenmelerden biri de sadaka verirken gösterilen büyüklüktür. Bir başka
ifadeyle sadaka veren kimsenin verdiği sadakanın mikdarına hiç önem vermemesi
ve verdiği sadakayı devamlı olarak küçük görüp kendisinin ona hiçbir ihtiyacı
olmadığını içinde hissetmesi içten gelerek vermesi ve dolayısıyla hiçbir zaman
verdiği sadakayı başa kakmamasıdır.
Allah'ın gazabettiği
büyüklenmeler ise, kişinin yaptığı zulümlerle asalet ve soy iddialarıyla
övünmesi gibi, böbürlenme ve başkalarını küçük görmeleridir. Oysa şan, şeref, soy
ve sopta değil takvadadır. Allah Teâlâ, insanların biribirlerine övünmeleri
için değil biribirlerini rahatlıkla tanıya-bilmeleri için, onları ayrı ayrı
kabileler halinde yaratmıştır.[56]
2660. ...Ebû Hüreyre'den
demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) (Mekke'ye) on (kişilik) casus göndermişti. Asım
b. Sabit'i de onlara komutan tayin etmişti. Huzeyl (kabilesi) de bunlar (ı
takib) için yüze yakın okçu çıkardı (ve peşlerine taktı). Asım (r.a.) onları(n
kendilerini izlediğini) hissedince Karded (denilen yüksekçe bir yer)e
sığındı-larsa da okçular (oradan) ininiz ve bize elinizdekile(süahla)rı teslim
ediniz. Sizden hiçbir kimseyi öldürmeyeceğimize dair söz ve teminat veriyoruz,
dediler. Bunun üzerine Asım:
Bana gelince ben bir kafirin
sözüne güvenerek (buradan) inmem (ve onlara teslim olmam) dedi. Bunun üzerine
(kafirjer) müs-lümanlar üzerine ok yağdırıp Asımla birlikte yedi kişiyi şehid
ettiler. (Geriye kalan) üç kişi ise (kafirlerin verdiği) söz ve teminattan dolayı
(bulundukları yerden) indiler. Bu üç kişiden (birisi) Hubeyb, (birisi) Zeyd b.
ed-Desinne, (birisi de) başka bir adamdı. (Kâfirler) bunları ele geçirince
oklarının tellerini çözüp o iplerle kendilerini (sımsıkı) bağladılar. Bunun
üzerine üçüncü zat;
İşte (bize) ilk ihanet budur.
Vallahi size teslim olmam. Bu şehidler benim için bir örnektir, dedi. Onu
sürükledüerse de onlarla gitmeye razı olmadığı için onu da şehid ettiler. Hubeyb
bir süre esir olarak kaldı. Nihayet (haram aylar çıkınca) onu da öldürmeye
ittifakla karar verdiler. Bu jöldürme kararı üzerine Hubeyb ödünç olarak bir
ustura aldı. Onunla bir etek tıraşı yaptı onu öldürmek için (harem-i şerif
haricindeki tenim'e) çıkardılar. Hubeyb onlara;
Beni bırakınız da iki rekat
namaz kılayım, dedi ve sonra:
Allah'a yemin olsun ki, eğer
bende olan şu halin bir korku eseri olduğunu düşünmeyecek olsaydınız (bu
namazı) daha da artırırdım. dedi.[57]
Bu hadis-i şerifte casus
olarak gönderildikleri halde muşrikler tarafından pusuya düşürülerek şehid
edildiklerinden bahsedilen on kişinin, bazı rivayetlerde, Uhud muharebesinden
sonra, Adal ve Kare kabilelerinin peygamber efendimize müracatları üzerine o
kabilelere dini tebliğle vazifeli mürşid ve muallim olarak gönderilen kişiler
olduğu açıklanmaktadır.
Ebu'I-esved'in Urve'den
naklettiğine göre, Hz. Peygamber bu kimseleri Kureyş hakkında haber toplamak
üzere Mekke'ye göndermişti.
İbni Hacer'in de ifade ettiği
gibi, İbn İshâk sözü geçen zatların altı kişi olduğunu ifade ettikten sonra
isimlerini şu şekilde açıklıyor:
1. Âsim b. Sabit, 2. Mersed
b. Ebî Mersed, 3. Hubeyb b. Adiyy, 4. Zeyd b. ed-Desinne, 5.
Abdullah b. Târik, 6. Halîd b. El-Kebîr.
İbn Sa'd'da bunların on kişi
olduğunu ve yedinci kişinin adının da Hatb. b. Ubeyd olduğunu söylemiştir.
Ulemâdan bazılarının kanaatine göre on kişiden üç kişinin isminin
açıklanmamasımn sebebi onların bu on kişiye tabi kişiler olmasıdır. Bu sebeble
onların ismi üzerinde durulmamış ve açıklığa kavuşturulmamıştır. Bu zatların
şehid edilmesi Beni Lihyan gazvesinin vuku bulmasına sebeb olmuştur.
Hz. Peygamberin, bu on kişilik
cemaatin başına emir tayin ettiğinden bahsedilen Asım b. Sabit;Hz. Ömer'in
oğlu, Âsım'ın ana tarafından dedesidir.
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifte, Huzeyl kabilesinden yüz kadar kişinin müşriklerin yardımına
koştuğu ifade edilirken bazı rivayetlerde bu yardımcı kuvvetin ikiyüz kişi
olduğu ifâde edilmektedir.
Fakat îbn Hacer'in de
açıkladığı gibi aslında bu ifâdeler arasında herhangi bir çelişki yoktur.
Çünkü Müellif Ebu Davud'un rivayet ettiği yüz kişi sadece okçulardır. Diğer yüz
kişi okçuların dışında ayrı bir birlik oluşturduğu için Ebu Davud onlardan
bahsetmemiş, sadece Hz.Âsım'ı ok yağmuruna tutan okçulardan bahsetmekle
yetinmiştir.[58]
Buharî'nin rivayetine göre Hz.
Âsim, müşriklerin, Teslim olun!" çağrısını reddedikten sonra;
"Ey Allahım halimizden peygamberin (Muhammed) (s.a.)i haberdar et"
diye dua etmiş.
Tayalîsî'nin rivayetine'göre
de Allah (c.c.) hazretleri, Hz. Âsım'in bu duasını kabul buyurarak Hz.
Peygamberi Hz. Asım'ın ve arkadaşlarının bu durumundan haberdar etmiş ve
onların başlarına gelen musibeti o gün ashabına anlatmıştır.[59]
Büreyde'nin rivayetine göre,
Hz. Âsim şehid olmadan önce Cenâb-ı Hakk'a, "Ey Allah'ım ben bugün senin
dinini nasıl koruyorsam sen de benim vücudumu öylece koru." diye dua etmiştir.
Buhârî'nin şu rivayeti yüce Allah'ın, onun da duasını kabul ettiğini ifâde
ediyor: "Âsim b. Sabit hazretlerinin katledildiğini haber alan Kureyş'den
bazıları, cesedinden onu tanıtacak bir parça getirmek üzere şehidin yanına
haber gönderdiler. Çünkü Âsim b. Sabit hazretleri Bedir'de Kureyş'in ileri
gelenlerinden birini, Ukbe b. Ebi Muayt'ı öldürmüştü.
Cenab-ı Hakk'ın Âsım'ı hıfz-ü
himaye için arı nevinden kara bir bulut halinde gönderdiği mahlukların
müdafaaları karşısında kâfirler, Hz. Asım'ın yanına bile sokulmadıklarından
onun naşından bir şey kesip götürmeye kadir olamadılar.[60]
Hz. Asım ile birlikte altı
arkadaşı müşriklerin, "teslim olunuz" çağrısını reddederek şehid
olduktan sonra geriye kalan üç kişi müşriklerin can güvenlikleri hususunda
verdikleri söz ve teminata inanarak teslim olmuşlardı. Bunlardan birisi Bedir
savaşında müşriklerden Haris b. Amir'i öldüren Hubey o.Adiyy idi. Diğeri Zeyd
b. ed-Desinne, öbürü de Abdullah b. Tarık idi.
Metinde açıklandığı gibi
bunlardan Abdullah b. Tarık müşriklerin ihanetini görünce onlarla birlikte
gitmeyi kabul etmemiş ve daha önce şehid olan arkadaşları gibi o da şehid
olmuştu. Bunun üzerine müşrikler Hubey b ile Zeydi Mekkelilere esir olarak
sattılar. Onları satın alanlar birikmiş intikam hislerini tatmin için
almışlardı. Bir müddet hapse attılar. Hu-beyb, bilâhere müslüman olan Maviyye
isimli hizmetçi kadının bulunduğu bir evde hapsedilmişti. Maviyye Hubeyb'in
hapis hayatını şöyle anlatırdı:
i Yemin ederim ki Hubeyb'den
daha hayırlı bir insanı ömrümde görmedim. Bir gün kapı aralığından hücresine
bakmıştım, zincirlere vurulmuş oturuyordu. Mevsimi olmadığı halde elindeki
kocaman salkımı yiyordu. Bunun kudretten olduğuna şüphe yoktu. Geceleri yüksek
sesle Kur'an okurdu. Kadınlar onun sesini duyar acıyarak ağlaşırlardı.
Mukaddes aylar geçtikten sonra onları öldürmeye karar verdiler. Ben hemen
koştum, Hubeybe haber verdim. Hiç aldırış etmedi. Benden tıraş için keskin bir
bıçak istedi. Bununla etek tıraşı yaptı.
Ertesi sabah Hubeyb ile
arkadaşı Zeyd'i ölüm meydanına götürdüler. Kadın, erkek, köle... bütün Mekke
halkı oradaydı. Kimi intikam hislerini tatmin etmek, kimi de seyretmek için
gelmişti. Her ikisi için de bağlanıp öldürülebilecekleri birer kazık hazırlanmıştı.
Hubeyb'i ölüm kazığına götürürlerken iki rek'at namaz kılmak için izin istedi
kabul ettiler. Erkanına uyarak iki rekat namaz kıldı ve:
"Ölümden korktuğum için
uzattığımı zannetmeseydiniz daha uzatırdım." dedi.
İslam tarihinde öldürülmeden
önce iki rek'at namaz kılma adetini ilk defa başlatan Hz. Hubeyb oldu.
Hz. Hubeyb'i kazığa
bağladılar. İlim yolunun bu bahtiyar şehidinin son sözleri şunlardı:
"...Allah'ım bu merhametsiz inkarcıların neslini tüket topluluklarını
dağıtarak mahvet onlardan hiç kimseyi sağ bırakma."
Hafız îbn Hacer'in ifadesine
göre bir yıl sonra Hz. Hubeyb'i şehid edenlerden bir kişi dahi hayatta kalmadı.
Çünkü Allah Hz. Hubeyb'in bu duasını kabul etmişti.
Nihayet her ikisini de şehid
ettiler. Bu acıklı hadiseden sonra Rasûlü Ekrem efendimiz, Mekke'ye gizlice iki
komando casus gönderdi. Bunlardan Umeyye oğlu Amr Mekke müşriklerine gözdağı
vererek bazı işler becerdikten başka hâlâ ölüm kazığında bağlı duran Hubeyb'in
cesedini çözerek gömmeye de muvaffak oldu.[61]
1. İdama mahkum edilen bir
kimsenin idam edilmeden önce iki rekat namaz kılması müstehabdır.
2. İdama mahkum edilen bir
kimsenin idamdan önce etek tıraşı yapması sünnettir.
3. Bir müslümanın kendisini esir
etmek isteyen düşman kuvvetlerine teslim olması caizdir. Hanefî
ulemâsından Bedrü'ddîn-i Aynî, Hubeyb ve arkadaşlarının
müşriklere teslim olmasının bu manaya geldiğini ifade etmiştir. Bu mevzu da
el-MÜhelleb şunları söylüyor:
"Eğer insan kendisini
öldürmek ya da esir etmek isteyen düşmandan canını kurtarmak için bir ruhsat
yolu ararsa Hz. Hubeyb ve arkadaşlarını örnek alarak kendisini esir etmek
isteyen kafirlere teslim olarak canını kurtarabilir."
Hasen el-Basri de bir
müslümanın kendisine galip geleceğinden korktuğu düşmana teslim olmasında,
herhangi bir sakınca olmadığını söylüyor. İmam-ı Sevri ise, bir müslümanın
mecbur olmadıkça kafire teslim
olmasının mekruh olduğu
görüşündedir.
İmam-ı Evzâi bir müslümamn
kafire köle olmamak için kendisinden daha güçlü düşman kuvvetleriyle Hz. Asım
gibi şehid oluncaya kadar savaşmasında bir sakınca olmadığını söylüyor.[62]
2661. ...(Şu bir önceki)
Hadisi Ebû Hureyre'nin arkadaşlarından Amr b. Ebî Sufyan b. Esîd b. Cariyetes-Sakafî
de rivayet etmiştir.[63]
Bu hadisle ilgili açıklama bir
önceki hadisin şerhinde yer aldığından açıklama için oraya bakılabilir.[64]
2662. ...el-Berâ'dan
demiştir ki: Uhud (savaşı) günü Rasûlullah (s.a.) elli kişi (den ibaret) olan
okçuların başına, Abdullah b. Cu-beyr'i koymuş ve (onlara);
"Bizi kuşların kaptığını
bile görmüş olsanız ben size haber gönderi nce> e kadar sakın şu yerinizi
terketmeyiniz. Bizim onları bozguna uğratıp yendiğimizi görseniz bile ben size
bir haberci iletinceye kadar (sakın şu bulunduğunuz yerden) ayrılmayınız."
diye emretti. (el-Berâ b. Azîb) dedi ki: Allah müşrikleri bozguna uğrattı, ve
Allah'a yemin olsun ki ben (müşriklerin safında bulunan) kadınları
(korkularından) dağa tırmanırlarken gördüm. Bunun üzerine Abdullah b.
Cübeyr'in arkadaşları:
Ey arkadaşlar ganîmet ganimet!
Arkadaşlarınız galip geldi. Siz ne bekliyorsunuz?" dedi(ler) Bunun üzerine
Abdullah b. Cübeyr;
Siz Rasûlullah (s.a.)'ın size
ne dediğini unuttunuz mu? dedi. Onlar da;
Müslüman askerlerin yanına
varacağız, biz de ganimetten pay alacağız! diye karşılık verdiler ve müslüman
askerlerin yanına varır varmaz yüzgeri edildiler. Müslümanlar da bozulmaya
başladı.[65]
tbn Aziz'e göre Uhud savaşı
hicretin üçüncü yılında Şevval'in onbirine tesadüf eden Cumartesi gününde vâki
olmuştur. Uhud Medine'ye bir fersahtan az bir mesafede bir dağdır. İslam
tarihinde büyük bir yeri vardır. Rasûl-i zîşân efendimiz birçok vesilelerle
"Uhud bir dağdır, o bizi sever biz de onu severiz." buyurmuştur. Uhud
savaşı, Kur'an-ı Kerim'de Al-i İmran suresinin pek çok ayetlerinde tasvir edilmiştir.
İbn İshak'a göre, ÂI-i İmrân suresinin altmışyedi âyeti Uhud savaşıyla
ilgilidir. İbn Ebi Hatem'in rivayetine göre Abdurrahman b. Avf, "ÂI-i
İmran sûresinin yüzyirminci âyeti Uhud savaşıyla ilgilidir" dermiş. Buharî
bu hadisi tefsir bölümünde; "Hani sen (bir sabah) erkenden (Uhud'da)
müminleri savaş üslerine yerleştirmek üzere ailen(Âişe'nin evin)den
ayrılmıştın. Allah hakkıyla işiten ve bilendir."[66] başlığını taşıyan on numaralı babda
rivayet etmiştir.
Hadisin metninden
anlaşıldığına göre kafirlerle birlikte Kureyşli kadınlar da savaşa
katılmışlardır.
tbn tshak bu kadınların
kimliklerini açıklarken şu isimleri veriyor:
1. Hind Bint-i Utbe (Ebû
Süfyân'ın karısı).
2. Ümmü Hâkim binti el-Haris b.
Hişam (tkrime b. Ebu Cehrin karısı).
3. Fatımâ binti Velid b. Muğîre;
(Haris b. Hişâm'ın karısı).
4. Berze binti Mes*ûd es-Şakafi
(Safvan b. Ümeyye'nin karısı)
5. Reysâ binti Şeybe es-Sehmiyye
(Amr b. As'ın karısı).
6. Sülâfe. binti Sa'd (Talha b.
Ebi Talha el-Hacbi'nin karısı).
7. Hannâs binti Mâlik (Musab b.
Umeyr'in annesi).
8. Umre binti Alkâme b. Kinâne
bazılarına göre, müşrikler
safında Uhud savaşına katılan müşrik kadınların sayısı onbeş idi.
Yine bu hadisin metninde Hz.
Peygamber, harp için büyük bir stratejik Önemi haiz olan bir gediği tutmaları
ve Kureyş'in arkadan yapacakları çevirme hareketini önlemeleri için elli kadar
okçuyu görevlendirmiş ve başlarına da Abdullah b. Cübeyr'i yerleştirmişti.
Her ne kadar îbn Kayyim
el-Cevziyye, "Zâd'iil-meâd" isimli eserinde elli kişilik kuvvetin
okçular değil süvariler olduğunu söylemişse de, tbn Hacer'in dediği gibi bu söz
tamamen yanlıştır. Çünkü İslam tarihçilerinin açıklamalarına göre o gün
müslümanlann elinde bulunan at sayısı yok denecek kadar azdı.[67]
1. Savaştan önce
stratejik önemi haiz olan yerlerin belirlenip oralarda düşmana pusu kurulması
zaferin kazanılması bakımından son derece önemlidir.
2. Harp halinde ordu içinde bir ihtilafın
başgöstermesi ve ordu kumandanına veya onun vekiline isyan edip emirlerini
dinlememek düşmana yenilmeye sebep olur. Nitekim Buharî de bu hadisi cihad
bölümünde, "Harp halinde ordu içinde muhasame ve ihtilafın fenalığına ve
başkumandana karşı isyankâr hareketin ukubeti ve hezimeti tevlid edeceğine
dair" başlıklı 164 numaralı babda rivayet etmiştir.[68]
2663. ...Hamza b. Ebî
Useyd'in babası Ebû Useyd (Mâlik b. Rabîate'I-Ensâri's-Sâidi)'den; demiştir ki:
Biz Bedir (savaşı) gününde saf tuttuğumuz zaman, Rasûlullah (s.a.) (şöyle)
buyurdu: "(Düşman askerleri) Size yaklaştıkları zaman yani sizi (iyice
yakından) sardıkları zaman onlara ok atınız. (Ok menzilinin dışında kalacak
kadar uzak oldukları zaman ise) oklarınızı (atmayınız, yanınızda) muhafaza
ediniz.”[69]
Yüce Allah Kur'ân-ı Keiîm'de;
"Allah kendi yolunda kurşunla kaynatılmış binalar gibi saf bağlayarak
çarpışanları sever."[70] buyurarak kendi yolunda saf bağlayarak savaşanları övmüştür.
Hz. Peygamber de Allah'ın bu emrine uyarak İslam mücâhidlerini harpteki
görevlerine göre saflar halinde mevzilendirerek Allah'ın nzasına uygun bir harp
düzeni kurduğu gibi, her saf için gerekli talimatı vermiş ve bu suretle
Allah'ın yardımına kavuşup büyük zaferler kazanmıştır.
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadîs-i şeriften anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber Bedir savaşında da askerlerini
saflar halinde harp düzenine soktuktan sonra, okçulara hitaben, "Ok
menzili içine girmedikçe düşmana ok atmamalarına, çünkü uzakta bulunan düşmana
atılan okların isabet etme ihtimallerinin zayıf olduğuna," dair bir
konuşma yapmış ve, "Okların hedefini bulup zaferin kazanılması için sadece
kendilerine yaklaşan ve ok menzili içine giren düşman askerlerine ok atmaları
gerektiğini" hatırlatmıştır.[71]
2664. ...Malik b. Hamza
b. Ebî Üseyd es-Saidi'nin dedesi (Malik b. Rabiâ el-Ensârîs-Sâîdî) den;
demiştir ki: Peygamber (s.a.) Bedr (savaşı) gününde;
"Size yaklaştıklarında
onlara ok atınız. Onlar sizi iyice yakından sarıncaya kadar da kılıç
çekmeyiniz/' buyurmuştur.[72]
Bir önceki hadis-i şerifte de
açıklandığı gibi Hz. Peygamber her silahın kendi tesir sahası içerisinde
kullanılması gerektiğini ifade etmiş ve buna riayet edilmediği takdirde malzeme
ve enerji israfına yol açılacağı için harbin kaybedileceğine dikkati çekmiştir.[73]
2665. ...Ali (r.a.)'den;
demiştir ki: Utbe b. Rabîa (düşman saflarından çıkıp harp meydanına) ilerledi
oğlu ile erkek kardeşi de onun arkasından yürüdüler. Utbe (Benimle) Kim
savaşacak? diye haykırdı. Ensar'dan bazı gençler (biz savaşacağız, diye) ona
cevap verdiler (Utbe);
Siz kinsiniz? dedi. Onlar da
kendilerini ona bildirdiler. Bunun üzerine (Utbe);
Bizim sizinle (döğüşmeye)
ihtiyacımız yok. Biz (kendileriyle vuruşmak için karşımıza) sadece amca
oğullarımızı istiyoruz, dedi. Peygamber (s.a.) de;
"Ey Hamza kalk, ey Ali
kalk, ey Ubeyde b. el-Hâris sen de kalk"buyurdu. Hamza Utbe'ye yöneldi.
Ben de Şeybe'ye yöneldim. Ubeyde ile Velîd arasında karşılıklı iki darbe inip
kalktı ve her ikisi de hasmını yaraladı. Sonra biz (Hamza ile ben) Velid'in
üzerine çullanıp onu öldürdük, Ubeyde'yi de (yine birlikte) yüklendik (yakaladık)
geldik.[74]
Yapılan bunrabareze
neticesinde Hz. Ali ile Hz. Hamza hasımlarım öldürmüşlerdi. Ancak Hz. Ubeyde
hasmını ya-ralamışsa da hasmından gelen bir kılıç darbesi dizine isabet ettiği için
kendisi de yaralanmış ve yaranın tesiriyle "Safra" denilen yerde
vefat etmiştir.[75]
1. Savaş başlamadan önce
müslüman mucahıdlerden bazılarının er dileyerek ya da kafirlerden er dileyen
kimselerin karşısına çıkarak onlarla vuruşması caizdir.
Devlet reisinin veya vekilinin
izin vermesi halinde yapılacak olan bu vuruşmanın caiz olduğunda tüm ulemâ
ittifak etmişlerdir. Hatta bâzıları; "Bunlar Rableri hakkında birbirlerine
husûmet eden iki hasımdır.”[76] ayet-i kerîmesinin savaştan önce bu
şekilde mübâreze yapan mücahidler hakkında indiğini söyleyenler vardır.
Ancak devlet reisinin veya
vekilinin izin vermemesi hâlinde yapılan mübârezenin caiz olup olmadığı ulemâ
arasında ihtilaflıdır.
Hattâbî'nin açıklamasına göre,
Süfyân-ı Sevrî, "devlet reisinin veya vekilinin izni olmadan yapılan
mübârezenin mekruh olduğunu" söylemiştir. İmam Ahmedle İshâk (r.a.) da bu
görüştedirler. İmam Mâlik ile İmam Şafiî (r.a.) ise devlet reislerinin veya
vekilinin izni olsun veya olmasın savaştan önce mübâreze yapmakta bir sakınca
olmadığını söylemişlerdir.
2. Mübâreze yapan müslüman bir
mücâhidin hasmı karşısında acze düşmesi halinde ona yardım etmek caizdir. Çünkü
Hz. Ubeyde Velid karşısında yaralanıp acze düşmüş Hz. Ali ile Hamza (r.a.)
onun imdadına koşmuşlardır. Ulemânın büyük çoğunluğu da bu görüştedirler.
Ancak İmam el-Evzâî bunun caiz
olmadığını söylemiştir.[77]
2666. ...Abdullah (tbn
Mes'ûd)dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) "Öldürme yöntemi yönünden
insanlann en iffetlisi (merhametlisi) iman sahihleridir.[78]
kelimesi insanın kendisini,
Allah'ın haram kıldığı fiillerden ve davranışlardan koruması
anlamına gelir.Metinde gecen, kelimesi ise, en şefkatli ve en
merhametli mânâsına veya yaratıkların organlarını kesmek ve dağlamak suretiyle
onlara işkence etmekten en çok sakınan kimse mânâlarına gelir. Çünkü İslâmiyet:
"Şüphesiz Allah herşeyde iyiliği farz kılmıştır. O halde siz öldürdüğünüz
vakit, öldürmeyi iyi yapın. Kestiğiniz zaman da kesmeyi iyi becerin. Her
biriniz bıçağını bilesin ve kestiği hayvanı dinlendirsin.”[79] gibi buyruklarla müslümanların
kalplerine merhameti ve şefkati yerleştirmiştir. Binâenaleyh, gerçek
müslümanlar bir şefkat ve merhamet timsali oldukları için harpte ellerine geçen
düşmanları öldürürken dahi, onun organlarını keserek onu dayanılmaz işkencelere
tabi tutmaktan son derece kaçınırlar. Kâfirler ise, duygulardan tamamen
mahrumdurlar. Onlar ellerine geçirdikleri düşmanlarına en feci işkence
metodlarını uygulamaktan geri kalmazlar. Hatta bundan zevk alırlar. Bu eskiden
beri böyle olmuştur, günümüzde de böyledir.
İşte Hz. Peygamber bu hadis-i
şerifte iman sahiplerinin en iffetli en merhametli kimseler olduğunu söylemekle
gerçek mü'minlerin böyle olması gerektiğini anlatmak istemiş ve mü'minleri
böyle olmaya davet etmiştir.[80]
2667. ...el-Heyyac b.
îmran'dan dedi ki: İmrân b. Havayn'ın bir kölesi kaçmıştı. Köleyi eline
geçirdiği zaman onun elini keseceğine dair Allah için nezretti. Bunun üzerine
beni (bu mes'eleyi) kendi adına sormam için (Hz. Peygamberin sahabelerine)
gönderdi. Bende Semûre b. Cündüb'e gelip (meseleyi) ona sordum. O da;
"Rasûlullah (s.a.) bizi
sadaka vermeye teşvik ederdi. Canlıların organlarını keserek onlara işkence yapmaktanda
nehyederdi." diye cevap verdi. Sonra İmran b. Husayn'a varıp bir de O'na
sordum. O da;
"Rasûlullah (s.a.) bizi
sadaka vermeye teşvik ederdi. Yaratıkların organlarını keserek onlara işkence
yapmaktan nehyederdi, cevâbım verdi.[81]
Bir önceki hadisin şerhinde,
tslamda canlıları işkence yaparak organlarını keserek öldürmenin yasaklanmış
oldu-
ğunu açıklamıştık.
Bu mevzuda Hanefî fıkhının meşhur
kitaplarından Reddü'l-Muhtâr isimli eserde şöyle deniliyor: "Harp devam
ederken burun ve kulaklar gibi azaların kesilmesinde beis yoktur... Fetihde
zikredilmiştir ki: Harp sırasın da bir müslüman kılıcıyla bîr kafire vurup
kulağını kesebilir, ikinci sefer vurup gözünü çıkarabilir. Üçüncü sefer vurup
elini kesebilir. Bir müslüman harp devam ederken bir kafiri yakaladığında onun
azalarını kesme-yip doğrudan doğruya öldürür.[82]
Sahih-i Buhârî ile, Sahih-i
Müslim'de ve diğer önemli kitaplarda harp halinde kafirlerin azalarının
kesilmesi yasaklanmıştır.
Nitekim Hattabi de;
"Müsle yasağı daha önce bir müslümanın herhangi bir uzvunu kesmemiş olan
kimseler hakkında geçerlidir. Fakat bir müslümanın herhangi bir organını kesen
bir kimseye aynı cezayı vermekte sakınca yoktur. Nitekim Yüce Allah Kurân-ı
Keriminde "Kim size saldırırsa, onun size saldırdığı kadar, siz de ona
saldırın."[83] buyurarak, bu mânâya işaret etmiştir buyurmaktadır.[84]
2668. ...Abdullah
(b.Ömer) den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) in gazalarından birinde bir
kadın ölü olarak bulunmuş, bunun üzerine Rasûlullah (s.a) kadınlarla
çocukların öldürülmesini yasaklamıştır.[85]
Bu hadis"i Şerifte,
savaşta kadınlarla çocukları öldürmenin yasak olduğu ifade edilmektedir.
Bu mevzuda ed-Dürrü'1-muhtar
yazarı şunları söylüyor: "Savaşta kadınlar, çocuklar, deliler, harpte
bağırıp çağıramayacak ve (mürted bile olsalar) çocuğu olmayacak derecede yaşlı
olanlar, körler, topallar, kötürümler,bunamışlar, insanlara karışmayan
rahipler Ve kilise hademesi öldürülmez. Ancak bunlardan biri kral, yahut
savaşabilir, yahut harpte rey sahibi olur, yahut mal sahibi olup, malıyla
savaşa yardım ederse öldürülür.[86]
Peygamber efendimiz, Durey
b.Sımne'nin harp işlerinde görüşünden istifade edilen bir kimse olduğu için
yüzyirmi yaşında ve kör olduğu halde öldürülmesini emretmiştir. Çocuk ve
deliller savaşırlarken öldürülürler. Kadınlar, rahipler vesaire esir
edildikten sonra savaştıkları takdirde öldürülürler. Hükümdar olan kadın her
ne kadar savaşamasa bile öldürülür. Keza hükümdar olan çocuk ta öldürülür.
Çünkü hükümdarların öldürülmesinde karşı tarafın önemli bir dayanağı yıkılmış
yıkılmış olur."[87]
2669. ...Rebâh
b.Rebî'den, demiştir ki: Biz Rasülullah (s.a) ile bir savaşta idik. Halkı bir
şeyin etrafında toplanmış halde görünce; "Bunlar neyin etrafında
toplanmışlar, bak gel." diyerek (oraya) bir adam gönderdi. (Bu adam oraya
bakıp) geldi ve;
Öldürülmüş bir kadının
etrafında (toplanmışlar) dedi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber);
"Bu (kadın) öldürülmez
" buyurdu. (Ravi devamla şöyle dedi) İleri birliğin başında da Halid b.
el-Velid vardı. (Hz.Peygamber oraya tekrar) bir adam gönderip;
"Halid'e söyle hiç bir
kadını ve (savaşın dışında bir iş için) kiralanmış (ve emir altında) olan bir
kimseyi öldürmesin/' diye emir verdi.[88]
Bu hadisenin Mekke'nin fethi
esnasında vuku bulmuş olması ihtimali kuvvetlidir.Nitekim Taberânî'ninlbn
Ömer'den rivayet ettiği bir hadiste Hz.Peygamberin Mekke'ye girişinde böyle bir
olayın meydana geldiğinden bahsedilmektedir.
Her ne kadar mevzûmuzu teşkil
eden bu hadis-i şerifte savaş esnasında hiç bir kadını öldürmenin caiz
olmadığı ifade ediliyorsa da, İbn Mâce'nin rivayetinde geçen; "... Bu
kadın savaşanlar içinde savaşmış değildi..." ifadesi, harpte öldürülmesi
yasaklanan kadınların, sadece savaşa katılmayan kadınlar olduğunu, bilfiil
harbe katılmış olan kadınları öldürmekte bir sakınca bulunmadığını ifade
etmektedir. Nitekim Musannif Ebû Dâvûd'un mürsellerinde, îkrime'den rivayet
ettiği şu hadis-i şerifte bu gerçeği te'yid etmektedir: "Peygamber (s.a)
Taif'te öldürülmüş bir kadın gördü. Bunun üzerine
"Ben sizi kadınları
öldürmekten menetmedim mi? Bunun sahibi kim? dedi. Müteakiben bir adam:
Ya Rasûlallah, ben bu kadını
terkime aldım, o ise beni yere vurarak öldürmeye kalkıştı. Artık ben de onu
öldürdüm, dedi. Rasûlullah (s.a.) kadının gömülmesini emir buyurdu."
Rasûlullah (s.a.)'in katile
birşey demeyip onu takrir buyurması çarpışmaya iştirak eden bir kadının
öldürülebileceğine delâlet etmektedir.[89]
Hafız İbn Hacer
el-Askalâni'nin açıklamasına göre, İmam Malik ile İmam Evzâî; düşman,
müslümanlara karşı kalkan olarak kullansa bile yine de savaşta kadın ve
çocukların öldürülemeyeceği görüşündedirler.
İmam Şafiî ile Küfe ulemasına
göre ise, savaşta savaşan kadınlarla münafık çocukları öldürmek caizdir.
Mevzûmuzu teşkil eden Ebû
Dâvûd hadisi İmâm-ı Şafiî ile Küfe ulemâsının delilini teşkil etmektedir.
Yine mevzûmuzu teşkil eden bu
hadisi şerifte savaşta harple ilgisi olmayıp ta, harple ilgisi olmayan işleri
görmek üzere kiralanan kimseleri öldürmenin de yasak olduğu ifâde edilmektedir.
Hanefî ulemâsından Aliy-yü'1-Kârî'nin açıklamasına göre bir kimsenin harple
ilgisi olmayan ücretli bir kimse olduğunun alâmeti silahsız olmasıdır.[90]
2670. ...Semûra b. Cündüb'den;
demiştir ki: Rasûlullah (s.a.); "Müşriklerin yaşlılarını öldürün,
çocuklarını bırakın” buyurmuştur.[91]
Henüz bulûğa ermeyen
çocuklardır.Kendişinde yaşlılık alâmetleri beliren, yahut 50-51 yaşlarına varan
kimsedir. Burada kastedilen, gücü kuvveti yerinde olup harbe yarayacak
adamlardır. Yahut mutlak surette bulûğa erenler kasdedilmiştir. Yoksa elden
ayaktan düşmüş ihtiyarlar kasdedilmemiştir. Şu halde "Buluğa ermeyen
çocuklarla işe yaramayan ihtiyarlar öldürülmeyecek," demek olur ve hadis,
çocukların öldürülmesini yasaklayan hadise muvafık düşer.
Şerh sözünden, bıyıkları yeni
terlemiş delikanlılar da kastedilmiş olabilir. Böyleleri müslüman olurlar
ümidi ile öldürülmeyebilir. Nitekim İmam Ahmed b. Hanbel: "Yaşlılar hemen
müslüman olmazlar; gençler İslâmi-yeti kabule daha yakındırlar" demiştir.
Binâenaleyh bu hadis vergi karşılığında kâfir olarak bırakılanlarla tahsîs
edilmiş olur.[92]
2671. ...Âişe (r.anha)
den demiştir ki; Kureyza oğullarının, bir tek kadınından başka hiçbir kadın
öldürülmedi. Rasûlullah (s.a.) (Kureyza oğullarının) erkeklerini kılıçla
öldürürken bu kadın benim yanımda, sarsıla sarsıla gülüyor ve (kendi kendine)
söyleniyordu. Derken sahibini göremediğim bir ses
Falanca kadın nerededir? diye,
kadının ismiyle çağırdı. Kadın da;
Benim! diye cevap verdi. (Hz.
Âişe diyorki); "Ben (o kadına);
Bu hâlin ne? dedim.
Ben bir iş yaptım (da ondan
dolayı aranıyorum), dedi ve hemen götürülüp boynu vuruldu. Ben o kadına olan
şaşkınlığımı hala unutamıyorum. Çünkü öldürüleceğini bildiği halde sırtı ve
karnıyla (sağa sola döne döne) gülüyordu.[93]
Bilindiği gibi, Benû Kureyza
Medine'deki yahudi kabilelerindendi. Medine İslam devletine tabi idiler. Fakat
hicretin beşinci, (milâdi 627) senesinde Hendek Savaşında düşmanla birleşerek
İslam devletine ihanet ettiler.
Hz. Peygamber, Hendek
savaşından sonra Benû Kureyza mahallesini kuşattı ve eli silah tutan tüm
erkekleri idam etti. Kadınlardan da sâdece bir kadının boynunu vurdu.
Hattâbî'nin beyânına göre,
kadının suçu Hz. Peygambere sövmekti. Hanefî ulemâsı da bu kadının suçunun Hz.
Peygambere sövmek olduğuna hükmetmiş ve Peygamberlerden herhangi birine
sövmenin cezasının ölüm olduğunu söylemişlerdir.
Ulemâ peygambere söven bir
kimsenin had vurularak mutlaka öldürülmesi mi gerektiği, yoksa ceza vermeden
kendisine tevbe etmesi için bir teklifte bulunmak mı gerektiği hususunda
ihtilâfa düşmüşlerdir. Bâzıları onun tevbesinin makbul olmadığı ve dolayısıyla
hemen cezalandırılması lâzım geldiğini söylerken bir kısmı da bu kimsenin de
mürted gibi tevbesinin makbul olduğunu binâenaleyh tevbe ettiği takdirde
kendisine had vurulamayacağını söylemişlerdir.
Hanefî fıkıh kitaplarından
ed-Dürrü'1-Muhtâr isimli eserde deniliyor ki: "Musannifin Fetavâsında
zikredilmiştir Ki; Peygamber efendimize dil uzatma cür'etinde bulunan veya ona
kalbiyle buğzeden müslüman hadden öldürülür. Nitekim yukarıda geçmiştir, fakat
Kitabü'ş-Şifâ'da: "Peygamber Efendimize dil uzatma cür'etinde bulunan
veya kalbiyle buğzeden müslümanın hükmü mûrted'in hükmü gibidir." diye
zikredilmiştir. Bundan anlaşılmıştır ki, o müslümanın tevbesi kabul edilir yani
hadden öldürülmez. Nitekim akıl sahiplerine gizli değildir.
Musannif kendi şerhinde:
"Ben Mısır'da Hanefi müftüsü Şeyhülislam İbnAbdülaFden işittim ki, kemal
ve diğer fukaha, Bezzâziye sahibine tabi olmuşlar. Bezzâziye sahibi de
es-Seyfu'1-MeslûI sahibine tabi olmuş. es-Seyfül-Meslûl sahibi Peygamber
efendimize dil uzatan veya buğzeden müslümanın tevbesinin kabul edilmeyeceğini
kendisine nisbet edip, kendisinden başka Hanefî âlimlerinden hiçbir kimseye
nisbet etmemiştir." diye zikretmiştir. Netf, Muînu'l-hükkam,
Şerhü't-Tahâvi, Haviz-Zâhidi ve diğer mu'teber fıkıh kitaplarında:
"Peygamber efendimize dil uzatan müslümanın hükmü, mürtedin hükmü
gibidir." diye açıklanmıştır.
Netf'in ibaresi şöyledir:
Peygamber efendimize dil uzatan müslüman mürteddir. Hükmü mürtedin hükmü
gibidir. Mürted'e tatbik edilen ceza ona da tatbik olunur. Bundan anlaşılmıştır
ki; Peygamberimize dil uzatan kişinin tevbesi kabul edilir, hadden öldürülmez.
Nitekim evvelce geçtiği vecihle Kitabü'şşifa'da da böyle zikredilmiştir.[94]
2672. ...es-Sa'b b.
Cessâme'den rivayet olunduğuna göre; Kendisi (bir gün) Peygamber (s.a.)'e,
(savaşta) üzerlerine gece baskını düzenlenen müşriklerin saldırıya uğrayan,
kadın çocuk ve evlerinin durumunu sordu. Peygamber (s.a.)'de:
“Onlar da onlardandır'1
buyurdu. Amr b. Dinar (bu son cümleyi) “Onlar babalarındandır." diye
rivayet ederdi.
ez-Zührî dedi ki; Daha sonra
Rasûlullah (s.a.) (savaşta) kadınların ve çocukların öldürülmesini yasakladı.[95]
Buhârî sarihlerinden
Kastalânî'nin açıklamasına göre metinde geçen; "Onlar da onlardandır"
cümlesinden maksat; "Savaşta çocuklar ve kadınlar da mutlak surette
müşrik erkekler gibi öldürülür" demek değildir. Ancak savaşta, gece
baskını gibi müşriklerin kadın ve çocuklarını kendilerinden ayırdetmenin
mümkün olmaması gibi hallerde çocuklar ve kadınlar da öldürülebilir. Bu gibi
haller dışında çocuklar ve kadınlar Öldürülemez, demektir. Kastalânî'nin bu
izahı bu mevzuda gelen hadisler-deki farklı ifadelerin arasını
uzlaştırmaktadır.
Hattâbî de bu cümleyi
açıklarken, "Müşriklerin çocukları ve kadınları din bakımından müşrikler
gibidirler ve harpte onlar, ancak müşriklerden ayır-dedilemedikleri zaman
öldürebilirler, aksi takdirde öldürülemezler" demek suretiyle
Kastalânî'nin bu sözlerini te'yid etmiştir.
Biz mezheb imamlarının bu
mevzudaki görüşlerini 2667-2669 numaralı hadislerin şerhinde açıkladığımızdan
burada tekrara lüzum görmüyoruz. Metinde geçen, "Onlar da onlardandır”
cümlesi, Müslim'in Amr b. Dînâr'-dan naklettiği hadiste; "Onlar
babalarindandır"[96] şeklinde geçmektedir.
Her ne kadar Zührî mevzuumuzu
teşkileden bu hadisin neshedildiğini söylemişse de bu doğru değildir. Çünkü
yukarıda da açıkladığımız gibi bu hadis müşriklerin kadınları ile çocuklarının
öldürülmesini mutlak surette emretmiş değildir. Müşriklerin Öldürülmesi cevazı
gece baskını gibi çoklarla kadınları erkeklerden ayırdetmenin mümkün olmadığı
hallerle ilgilidir ve bu hüküm kıyamete kadar geçerlidir.[97]
1. Düşmana gece baskını
düzenlemek caizdir.
2. Daha önce dine davet edilen
kafirlere, bılahere habersiz olarak baskın yapılabilir.
3. Kâfirlerin
çocukları dünyevi muamelelerde babalarına tabidirler.Hadisin Âhiretle ilgili
hükümleri hakkında ise üç görüş vardır:
a) Kâfirlerin çocukları ergenlik
çağına varmadan ölürlerse cennetlik olurlar,
b) Cehennemliktirler,
c) Bu mevzuda birşey söylenemez.[98]
2673. ...Muhammed b.
Hamza el-EsIemî'nin babasından rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah (s.a.) onu
bir seriyye'nin başına başkan tayin etmiş (Bu zat başından geçen hadiseyi)
şöyle anlattı: Seriyyenin yanma vardım. Rasûlullah (s.a.);
"Eğer falan kimseyi
bulursanız onu ateşle yakınız," buyurdu. Sonra ben (seriyyenin yanından)
geri döndüm. (Rasûlü Ekrem) beni çağırdı. Huzuruna varınca;
"Falan kimseyi bulursanız
onu öldürünüz. (Fakat) onu yakmayınız. Çünkü ateşle ancak ateşin sahibi (olan
Allah) azâbeder." Buyurdu.[99]
Şevkâni'nin açıklamasına göre
ulemâ ateşle cezalandırma mevzuunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Hz. Ömer ile İbn Abbas
(r.a.) bunun mutlak surette mekruh olduğunu söylemişlerdir. Hz. Ali (k.v. ile
Halid b. Velîd'e göre ise mahlûkatı bu şekilde cezalandırmak caizdir.
el-Mühelleb, bu hadis-i
şerifte geçen yasağın tahrim ifade etmediğini ve canlıları bu şekilde cezalandırmanın
da buna delâlet ettiğini söylemiştir. Mühelleb, Hz. Peygamberin Arenîlerin
gözlerine mil çekmesini, Hz. Ebû Bekr'in bazı kimseleri sahabenin huzurunda
yakmasını ve Halid b. Velîd'-in dinden dönen bazı kimseleri ateşle
cezalandırdığı gibi Hz. Ali'nin de bu cezayı tatbik edişini delil olarak
göstermiştir.[100]
Ateşle cezalandırmanın caiz
olduğunu söyleyenler, Hz. Peygamberin, hadis uyduran bir kimse hakkında diri
yakalandığı takdirde öldürülmesi, ölü olarak yakalandığı takdirde yakılması
için emir verdiğini ve neticede, o kimsenin yılan sokması neticesinde ölü
olarak bulunup cesedinin ateşte yakıldığını ifade eden hadis-i şerifle
Buhari'nin rivayet ettiği şu hadisi de delil olarak gösterirler.[101]
"Nebilerden birini bir
karınca ısırdı. O peygamber, karıncaların ocağının yakılması)nı emretti de
(onların ocağı) yakıldı. Bunun üzerine Allah Teâlâ o peygambere:
"Seni bir karınca soktu
değil mi? Ya sen Allah'ı teşbih eden ümmetlerden bir ümmeti yakmadın mı?"
diye hitâb etmiştir.[102]
Tirmiziyyü'l-Hâkim bu hadis
hakkında, "Allah bir karıncanın yakılmasına izin verdiğine göre bu
karıncanın dışında kalan canlıları yakmanın da caiz olduğu ortaya çıkar."
demiştir.[103] Canlıları yakmanın caiz olmadığını söyleyen ulemaya göre,
canlıları yakmanın caiz olduğuna dâir deli! olarak ileri sürülen hadislerin
hiç birinde de böyle bir cevaza delâlet eden bir mânâ yoktur. Çünkü Hz.
Peygamberin Arenîlerin gözlerine kızgın mil çekmesi bir kısas idi. Çünkü onlar
daha Önce bâzı müslümanların gözlerine kızgın mil çekmişlerdi. Ayrıca bu
uygulama sonradan neshedildi. Her ne kadar sahabilerden bazısı ateşle
cezalandırmayı caiz görmüşlerse de, bâzıları bunun yasak olduğunu söylemiştir.
Oysa bilindiği gibi sahabilerin bazılarının muhalefetiyle karşılanan bir
sahabinin uygulaması delil olma niteliğinden mahrumdur. Ayrıca bu hadis
canlıları ateşle cezalandırmanın haram olduğunu ifade etmekte, canlıları ateşle
cezalandırmaya cevaz veren baş taraftaki cümleler, son cümleyle neshedilmiş
bulunmaktadır:[104]
Kâmil Miras bu hadisle ilgili
olarak şu açıklamayı yapmıştır: "Hadiste adlan açıkça söylenmeyip kinaye
târiki ile zikredilen bu iki şerirden birisi Hebbar İbn Esved'dir. Ve bunda
ravilerin ittifakı vardır. Ötekini tayinde ihtilaf edilmiştir. İbn Hişam,
Siyretinde Halid İbn Abdi Kays diye gösterir. Peygamberimizin bunlar hakkında
ateşte yakmak gibi ağır bir ceza tayin buyurması, peygamberin kerimesi
Zeyneb'in ölümüne sebeb olmaları ile suçlu olmalarındandır. Şöyle ki:
Rasûlullah hicretten evvel kızı Zeynebi, Ebü'l-Âs îbn Rebi' ile evlendirmişti.
Ebü'l-As müşrik olduğundan Zeyneb, peygamberimizle hicret edemeyip Mekke'de
kalmıştı. Bedir harbinde, Ebû Cehil ordusunda, Ebu*l-As da bulunup esir düşmüş
ve Zeynebi Medine'ye göndermek şartıyla bırakılmıştı. Ebu'l-As bu şarta bağlı
kalarak Zeyneb'i rahat bir şekilde Medine'ye göndermek için mükemmel teçhiz
ederek yolcu etmiş ve kendisine hizmet etmek üzere bu iki şahsı refakatine
vermişti. Bunlar yolda Zeyneb'in bindiği deveye mü-dahele ederek o sırada
hamile olan Hz. Zeynebi mahfesinden düşürmüşler ve karnındaki çocuğuyla birlikte
ölümüne sebeb olmuşlardır. Bu ağır cinayetin cezasının da o nisbette ağır
olacağı tabii idi. O devirde ihrak (yakma) cezası da vahşet sayılmazdı. Bu
cihetle Rasûlullah ilk önce böyle bir cezanın tatbikini emretmişken bunu, İslam
dîninin tesis etmekte olduğu yüce medeniyetle bağdaştırmadığından bilahere ölüm
cezasıyla cezalandırılmalarını emir buyurmuştur.[105]
1. Bir hükümle amel edilmeden
önce, o hükmün neshedılmesı caizdir.
2. Hadlerde ateşle yakma cezası
yoktur. Hadler kılıçla yerine getirilir. Küfe ulemâsıyla en-Nehâî, es-Sevrî,
Ebû Hanîfe ve taraftarları ile Hicaz ulemâsından Atâ bu görüştedirler.
Ulemadan bir topluluk ta, Hz.
Ali'nin görüşüne tabi* olarak dinden dönenleri yakmanın caiz olduğunu
söylemişlerdir. Bazıları da, ancak bir kimseyi yakmış olan kimselerin
yakılabileceğini, bunların dışında kimsenin yakılamayacağını söylemişlerdir.
İmam Mâlik ile Medîneliler, Şafiî ulemâsı İmam Ahmed ve îshak (r.a.)'de bu
görüştedirler.
3. Bir müctehîdin kendi
içtihadıyla vermiş olduğu bir hükümden dönmesi caizdir.
4. Bir hüküm verdikten sonra
delilini zikretmek müstehabdır.
5. Sünnet, sünneti neshedebilir.
Bu mevzuda ittifak vardır.[106]
2674. ...Ebû Hüreyre
(r.a.)'den demiştir ki: Rasûluliah (s.a.) bizi (bir miktar askerle birlikte
savaşa) gönderdi ve gönderirken (şöyle) buyurdu: "Eğer, falan kimse ile
falan kimseyi bulursanız...” (Hz. Ebû Hureyre rivayetinin bundan sonraki
kısmında bir önceki hadîsin) mânâsını nakletti.[107]
Bir önceki hadisin şerhinde bu
hadisle ilgili açıklama bulunduğundan burada tekrara lüzum görülmemiştir.[108]
2675. ...Abdullah b.
Mes'ûd'dan; demiştir ki: Rasûluliah (s.a.) ile bir seferde idik, bir
ihtiyacından dolayı (yanımızdan) uzaklaşmıştı. O sırada iki tane yavrusuyla
birlikte bir kaya kuşu gördük ve yavrularını yakaladık. Bunun üzerine (anne)
kuş gelip kanatlarını (onların üzerine) germeye başladı. Derken Peygamber
(s.a.) geldi ve;
"Bunu yavrularıyla üzen
kimdir? Onları kendisine geri veriniz!" buyurdu. Yine (Fahr-i kainat
efendimiz) bizim yakmış olduğumuz bir karınca yuvasını gördü de;
"Bunu kim yaktı"
diye sordu. Biz de,
Biz dedik.
"Ateşle cezalandırmak,
ateşin yaratıcısından başka hiçbir kimse için uygun değildir," buyurdu.[109]
2673 numaralı hadis-i şerifin şerhinde
açıkladığımız gibi bu hadis-i şerifte yaratıkları ateşle cezalandırmanın yasak
olduğuna delalet etmektedir.
Metinde geçen hummare kelimesi
başı ve gagası kırmızı olan ve Türkçede kaya kuşu diye bilinen bir kuş türü
anlamına gelir.
Hattâbî'nin açıklamasına göre
bu hadis eşek arılarının ocağını yakmanın mekruh olduğuna delalet etmektedir.
Karıncalara gelince bunların ocağım yakmak için bir sebep yok gibidir. Çünkü
bunların yuvalarım yakmadan da zararları önlenebilir.
Esasen karıncalar iki
kısımdır. Bunlardan bir kısmı insanı rahatsız eder ve zararlıdır. Bunların
zararını önlemek için ateşle yakma yoluna gidilmeden öldürülmeleri caizdir.
İkinci kısım karıncalar ise
uzun bacaklıdırlar. Bunlar zararsız oldukları için Öldürülmeleri caiz
değildir.[110]
1. Karıncaların yuvalarını ateşe
vermek caiz değildir.
2. Hayvanların kendilerine
muhtaç olan yavrularını yakalayarak onları rahatsız etmek yasaktır.[111]
2676. ...Vasile b.
el-Eşkâ'dan demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) Tebûk savaşma (gidilmek üzere)
çağrıda bulundu. Bunun üzerine ben hemen (harp için gerekli malzemeyi temin
etmek için) ailemin yanına vardım. Geri döndüğümde Rasûlullah (s.a.)m
sahâbilerinin ilki (savaş için yola) çıkmış bulunuyordu. Bunun üzerine
Medîne'de
Bir adama (savaştan
kazanacağı) ganimeti karşılığında kiralık at verecek kim vardır? diye bağırmaya
başladım. Derken Ensardan yaşlı bir adam;
Savaştan kazanacağı ganimetin
bizim olması şartıyla ona bizimle nöbetleşe bineceği bir hayvan veririz,
yemesi de bizimledir diye haykırdı.
Ben de;
Kabul dedim. (Yaşlı adam);
Yüce Allah'ın bereketi üzere
(savaş için) yürü dedi. Ben de (bu) hayırlı arkadaşla (yola) çıktım. Nihayet
Allah bize (bu yolculuktan) bir fey nasibetti. Benim hisseme de birtakım genç
develer isabet etti.Develeri sürüp ona getirdim. (Arkadaşım) çıkıp develerin
(arkasına konan) heybelerinin birinin üzerine oturdu. Sonra;
Bunları geriye, doğru sür
dedi. Sonra da;
İleri doğru sür dedi.
Arkasından da;
Senin genç develerinin
kıymetli olduklarım görüyorum, dedi. (Ben de ona);
Bu(nlar) benim sana şart
koştuğum sana ait ganimet(Ier)dir dedi(m).
Ey kardeşim (bu) genç
develerini al (götür). Bizim arzumuz (aslında) senin ganimetinden başka (Ahiret
sevabı ve senin arkadaşlığın) idi. cevâbını verdi.[112]
Bir fıkıh terimi olarak
"fey", savaşmaksızın müslümanlann, düşmanlar dan ele geçirdikleri mal
demektir.
Hadîs-i şerifte açıkça
belirtildiğine göre bu hadise hicretin dokuzuncu yılında cereyan eden Tebûk seferinde
geçmiştir.
Bilindiği gibi Tebûk seferi,
Bizanslıların müslümanlara karşı besledikleri düşmanca niyyetlerin bertaraf
edilmesi maksadıyla yapılmıştı. Fakat bu sefer Bizanslıların harp sahnesinde
görülmemeleri üzerine herhangi bir çatışma olmadan sonuçlanmıştı.
Ancak Halid b. Velid bu
seferden sonra, DûmeCül-Cendel'e gidip orada Ukeydir'i esir etmiş ve onu iki
bin deve sekizyüz at, dörtyüz zırh ve dörtyüz mızrak karşılığında serbest
bırakmıştı. Hz. Vâsıla da Hz. Ha-lid'in birliğinde olduğu için kendisine bu
fey'den birtakım genç develer isabet etti.
Her ne kadar Hz. Vâsılâ'nın
elde edeceği ganimet karşılığında bir hayvan kiraladığından bahseden bu
hadisin, bab başlığındaki, "Bir kimsenin bir kimseye (savaştan elde
edeceği) ganimet karşılığında hayvan kiraya vermesi" cümlesiyle ilgisi
açıksa da bu hadisin, yine bab başlığındaki; "Bir kimsenin diğer bir
kimseye (hayvanla kazanacağı kârın yarısı karşılığında) hayvan kiraya vermesi
cümlesiyle bir ilgisi görülmemektedir.
Demek ki Musannif Ebû Dâvûd şu
noktadan hareket ederek bu hadisle başlıktaki sözkonusu cümle arasında şöyle
bir ilgi kurmuştur: "Madem ki miktarı meçhul olan bir ganimet
karşılığında bir hayvanı kiraya vermek caiz oluyor o halde bu hayvanla
kazanılacak miktarı meçhul bir kârın yarısı karşılığında hayvanı kiraya
vermenin de caiz olması gerekir."
Fakat hadis sarihleri;
"Hz. Peygamber, Hz. Vâsılâ'nın bu şartlarla hayvan kiraladığını, ne
görmüştür ne duymuştur, ne de takrir veya emretmiştir. Binâenaleyh, Hz.
Peygamberin böyle bir kiralama olayını tasvib ettiği sabit değildir. Hem de Hz.
Vâsılâ'nın yaptığı bu kiralama, kiralamanın sıhhatinin şartlarına uygun
olmadığından sahih değildir." gerekçesiyle Musannif Ebû Dâvûd (r.a.)'in bu
görüşünü tenkid etmişlerdir.
Hadis ulemâsından Hattâbî
(r.a.) bu mevzuda şunları söylüyor: "Bir kimsenin diğer bir kimseye
savaşta kazanacağı ganimet karşılığında hayvanını kiraya vermesinin caiz olup
olmadığı mevzuunda ulemâ İhtilâfa düşmüşlerdir." Ahmed b. Hanbel (r.a.)
bunda herhangi bir sakınca görmediğini söylemiştir.
İmam Evzâî de bunu caiz
görmektedir. Malik b. Enes'e göre hayvanı bu şartla kiraya vermek mekruhtur.
İmam Şafiî de bunun caiz olmadığını, ancak hayvanını bu şekilde kiraya veren
kimsenin işi bittikten sonra pazarlık ettiği kirayı değil de o gün için o
hayvanın benzerlerinden alınan binme ücretini alabileceğini söylemiştir.[113]
2677. ...Ebû Hüreyre, Rasûlullah
(s.a.)'ı şöyle buyururken işittiğini söylüyor:
"Azîz ve Celîl olan Allah
bukağılarla bağlı olarak cennete sürüklenen bir toplumdan hoşnut
olmuştur."[114]
Metinde geçen
"acibe" kelimesi kıymet verdi, Önem verdi memnun ve hoşnut oldu
gibi mânâlara gelir.
Bu cümlede ise, değer ve önem
verdi mânâsında kullanılmıştır. Buna göre, cümlesi; "Bukağılarla bağlanmış
olarak cennete sürüklenip götürülen kimselere Allah çok değer verir. Onların
Allah yanındaki değeri büyüktür," mânâsına gelir. Bu cümlenin; "Allah
bukağılar içerisinde cennete sürüklenen kimselerden memnun ve razı olur,
onlara çok sevab verir," anlamına geldiği de söylenmiştir.
Hanefi ulemasından
Alüyyü'l-kari'ye göre bu cümle ile övülmek istenenler savaşta esir edilerek
zorla kelepçelenip tslam ülkesine getirilen, sonra Allah'ın lütfuyla
kendilerine îmân nâsib olan ve bu sayede cennete girmeye hak kazanan
kimselerdir. Binâenaleyh burada bukağılarla cennete sürüklenen kimselerden maksat
elleri ve ayakları bağlı olarak, İslâm ülkesine getirilen ve sonra da kendi
arzularıyla "İslam dinine giren kimselerdir". İslam insanı cennete
götürdüğü için hadisi şerifte, "İslama girme" yerine, "Cennete
girme" tabiri kullanılmıştır.[115]
Kirmânî ile Bermavî'ye göre
ise bu hadîs-i şerifte övülmek istenenler, "Savaşta kafirlere esir düşerek
elleri ayakları bağlanıp şehid edilen ve kıyamet gününde de bu haliyle
Allah'ın huzuruna çıkartılan müslüman mü-câhidlerdir."
Bu mevzuda Hafız Münziri de
şunları söylüyor: "Aslında bu cümle ile övülmek istenen kimseler, zorla
İslama sokulan esirlerdir. Ulemâdan bâzıları hayırlı bir işe zorlanan herkesi
bu hadisin hükmü içerisine sokmuşlardır."[116]
AIiyyü'l-Kârî'nin açıklamasına
göre, burada övülen kimselerin nefs-i emmârenin tuzaklarına düşüp elleri
ayakları bağlanan, nevasının bataklıklarına saplanıp kalan fakat Allah'ın
cezbesiyle hidâyet yoluna sürüklenen, sûflî duygulardan kurtulup ulvî duygulara
ve dolayısıyla cennete yol bulan kimseler olması ihtimali de vardır.
Pranga ve kelepçelerle
hastalık, fakirlik, musîbet gibi insanı dünyevi lezzetlerden ve günahlardan
koruyup da Allah'a sığınmaya zorlayan haller de kasdedilebilir.[117]
Netice olarak şunu
söyleyebiliriz ki, Aliyyü'1-kârî (r.a.) bu hadisin zahiri ve batınî mânâsım en
güzel ve doğru bir şekilde açıklamıştır. Buna göre harp esirlerinin ellerini
ayaklarını bağlayarak İslam ülkesine sevket-mek caizdir.[118]
2678. ...Cündûb b.
Mekis'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.), Abdullah b. Gâlib el-Leysî'yi bir
seriyye ile (savaşa) göndermişti. Seriyye de ben de vardım. (Seriyyeyi
oluşturan) askerlere el-Kedîd (denilen yer) de,bulunan el-Mülevveh oğullarına
ayrı ayrı kollardan baskın yapmalarını emretti. (Yola) çıktım. el-Kedîd
(denilen yer)e varınca el-Haris b. el-Bersa el-Leysi'yle karşılaştık ve onu
yakaladık.
Ben (buraya) sadece Islamı isteyerek
geldim ve ancak Rasûlullah (s.a.)'a (varmak) için (yola) çıktım, dedi. Biz de;
Eğer sen (gerçekten) müslüman
isen bizim seni bir gün ve bir gece bağlamamız sana zarar vermez. Eğer bunun
aksine ise biz de seni bağlıyoruz, dedik ve onu sıkıca bağladık.[119]
Bezlu'l-mechûd yazan, Eş-Şeyh
Halil Ahmed es-Sehârenfûrî'nin ifadesine göre, Rasûl-i zîşân efendimizin sözü
geçen seriyyenin başına kumandan olarak tayin ettiği kişinin adı metinde
geçtiği gibi Abdullah b. Galib değil, Galib b. Abdillah'dır. Her ne kadar, bazı
kayıtlarda bu kişinin ismi mevzumuzu. teşkil eden hadiste olduğu gibi Abdullah
b. Gâlib şeklinde geçiyorsa da kayıtlara bir yanlışlık eseri olarak böyle
geçmiştir. Doğrusu Gâlib b. Abdillah'dır. Siyer ulemâsının verdiği bilgilere
göre mevzumuzu teşkîl eden hadîs-i şerifte anlatılan hadise hicretin beşinci
yılında vuku bulmuş ve seriyye onbeş kişiden ibaretmiş.
Hattâbi'nin de ifade ettiği
gibi bu hadis-i şerif, kâfir olan bir esîri, bukağı ve kelepçelerle bağlamanın
caiz olduğuna delâlet etmektedir. Serbest bırakıldığı takdirde şerrinden emin
olunamayan veya kaçmasından korkulan tüm esir, cani ve mahbuslar da bu hükme
girerler.[120]
2679. ...Sâid b. Ebi
Said'den rivayet olunduğuna göre, kendisi Ebû Hüreyre'yi (şöyle) derken
işitmiş; Rasûlullah (s.a.) Necid taraflarına bir süvari birliği gönderdi. (Bu
birlik) Hanife oğullarından olan ve Semâme b. Üsal diye anılan Yemâme halkının
başkanını (yakalayıp) getirdi. Onu mescidin direklerinden birine bağladılar. Rasûlullah
(s.a.) onun karşısına geçti ve;
"Ey Sümame içinde
taşıdığın (gerçek düşünce) nedir?" dedi.
Ey Muhammed içimdeki hayırdır.
Eğer öldürürsen kan sahibi birini öldürmüş olursun. Eğer bir iyilikte
bulunursan (iyiliğe) şükreden bir kimseye iyilik etmiş olursun. Eğer mal
istiyorsan. îşte ondan sana istediğin kadar verilir. Cevabını verdi. Bunun
üzerine Rasûlullah (s.a.) onu öylece bıraktı. Ertesi gün olunca (Hz. Peygamber)
ona;
“Ey Sümame içinde taşıdığın
(gerçek düşünce) nedir?" diye (tekrar) sordu. O da (bir gün önceki) sözün
aynısını tekrarladı. Rasûhıllah (s.a.) onu tekrar bırakıp gitti, ertesi gün
olunca (burada ravi daha önce geçen) şu (yukarıdaki soru ve cevab)ların aynısını
anlattı (ve rivayetine şöyle devam etti); Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):
"Sümame'yi serbest
bırakınız" dedi (Serbest bırakılan Sümame) Mescide yakın bir hurmalığa
gitti. Orada yıkandı sonra mescide girip "Eşhedüenlâ ilahe illallah ve
eşhedü enne Muhammeden abdü-hû ve rasûluhu" diyerek şehadet getirdi (Bu)
hadisi (bu şekliyle Ku-teybe) rivayet etti.
İsa (bu hadisdeki -Eğer
öldürürsen kan sahibi birini öldürmüş olursun- cümlesindeki "kan sahibi'*
lafzını); Bize el-Leys*in haber verdiğine göre, (Sümame Hz. Peygambere;)
Eğer öldürürsen söz sahibi
birini (öldürmüş olursun) cevâbını vermiştir, diye rivayet etti.[121]
Beni Hanîfe Yemâme'de yaşayan
meşhur bir kabiledir. Hz. Sümame bu kabilenin reîsi idi. Islâmiyeti kabulünden
sonra da sahabe-i kiramın büyüklerinden olmuştur. Kıssa, Mekke'nin fethinden
evvel geçmiştir. Onun için de "Sümame'yi esir edip getiren Abbas b. Abdi'l
Muttalib'dir." diyenlerin sözüne itibar edilmemiştir. Çünkü Hz. Abbas o
zaman henüz müslüman olmamıştı. O müslümanlığı Mekke'nin fethinde kabul
etmiştir.[122]
Metinde geçen ve
"...İçinde taşıdığın duygu nedir?" manasına gelen cümleye
"Kalbinde İslama rağbet veya nefret hislerinden hangisi vardır?"
"Sana nasıl muamele
yapacağımı zannediyorsun?" gibi değişik manalar verilmiştir. Aslında bu
cümlede bulunan istifhamiyye, ism-i mevsul, de sıla olur. Bununla beraber bu
cümleyi daha başka şekillerde tahlil etmek te mümkündür. Şöyle ki: Hz.
Üsame'nin bu soruya, "Ey Muhammed içimdeki hayırdır." diye cevap
vermesi; "Sen Zalimlerden değilsin; afvını ve ihsanını umarım."
manasınadır. Peygamber (s.a.) bu soruyu üç gün tekrarlamış, Sümame (r.a.) de üç
gün aynı cevâbı vermiş, "Eğer öldürürsen kan sahibi birini Öldürmüş
olursun..." demiştir.
Kadı Iyâz'ın beyânına göre
bundan maksat; "Öldüreceğin adam şerefli bir reis olduğu için kanı dava
edilecek ve katilinden öç alınacak bir adamdır..." demektir. Diğer ulemâ:
"Sümame'nin bu sözü kanı heder olmaya lâyık, ölümü haketmiş birini
öldürmüş olursun. Binaenaleyh onu öldürmekle mes'ûl olmazsın manasına
gelir." demişlerdir.[123] "Zademin" kelimesinin
"za zemmin" şeklindeki rivayeti nazar-ı itibara alınacak olursa o
zaman bu cümleye "Eğer öldürürsen kendisine hürmet edilen, sayılan ve sözü
dinlenen bir kimseyi öldürmüş olursun." şeklinde mânâ vermek gerekir.
Hz. Peygamberin aynı suali üç
gün tekrar etmesi kalpleri İslâmiyete yatıştırmak ve müslüman olması ümit
edilen eşrafa bir lütufkarlık göstermek içindir. Zira bu gibi zevatın ardından
onlara tabi bir çok kimselerin müslüman oldukları bilinen bir şeydir.[124]
1. Esiri bağlayıp
hapsetmek ve kafiri mescide sokmak caizdir. Halife Ömer b. Abdılazız ile Katade
ve İmam Malik'e göre kâfirin mescide girmesi caiz değildir.
İmam-ı Âzam, kitab ehli
olanların girmesine cevaz vermiş, imam Şafiî ise müsİümanın izin vermesi şartı
ile ehl-i kitap olsun, olmasın, bütün kâfirlerin mescide girebileceğini
söylemiştir. Müşriklerin Mescid-i Harama girmelerini yasak eden âyete gelince,
Şâfiîler bunu, Mescid-i Harama mahsus kabul etmiş ve oraya girmelerinin caiz
olmadığını söylemişlerdir. Hanefî-lere göre bu âyetten murad, müşriklerin
istila için yâhud kendi âdetleri olan çırılçıplak tavaf etmek maksadı ile
girmeleridir. Ehl-i kitabın ziyaret için girmelerinde sakınca yoktur.
2. Esiri karşılık almadan
serbest bırakmak caizdir.
3. Kâfir müslüman olunca yıkanması
gerekir. Ancak bu kısım ihtilaflıdır. Hanefiler'den rivayet edilen bir kavle
göre cünüb iken müslüman olan kâfirin yıkanması farz; diğer kavle göre,
müstehaptır. Şâfiîlere göre müslüman olmak isteyen bir kâfirin hemen İslâmı
kabul etmesi, şayet küfür halinde cünüp oldu ise ondan sonra yıkanması icâb
eder. Küfür halinde iken yıkanması yeterli değildir. Bazıları yeterli
olacağını söylemişlerdir. Yine Şâfiîlerden bazıları ile, Mâlikîler hiç gusul
icâbetmeyeceğine kail olmuşlardır; onlara göre cünüblük hükmü, müslüman olunca
sükût etmiştir. Fakat bu kavil zâif görülmüştür.- Cünüb olmayan bir kâfir
müslüman olursa, îmam Mâlik ile Şâfiîlere ve diğer ulemâya göre yıkanması
müste-hâb olur.
İmam Ahmed'le bazı ulemâ:
"Müslüman olan kâfirin mutlak surette yıkanması vacibtir."
demişlefdir.[125]
2680. ...Yahya b.
Abdillah b. Âbdirrahman b. Sa'd b. Zürâre'-den; demiştir ki: (Kureyşli) esirler
(Medine'ye) getirildikleri zaman, Şevde binti Zem'a, Afrâ'nın (o anda) evlerinde
bulunan Avf ve Muavvız isimli oğullarının yanında idi. Bu (hadise) Hz.
Peygamber'in hanımları hakkında örtünme (emri) gelmeden önce (olmuş) idi. Şevde
(r.anha) diyor ki; Ben (o gün) onların yanında idim. (yanıma) gelindi ve (o
anda Medine'ye getirilen esirlere işaret edilerek);
Şu esirler (Bedir'den)
getirildiler, denildi. Ben de evime döndüm. Rasûlullah (s.a.) evde idi. Bir de
ne göreyim, Ebû Yezîd Süheyl b. Amr odanın bir köşesinde elleri bir iple
boynuna bağlanmış bir halde duruyor: (Ravi Yahya rivayetine devam ederek)
hadisi (sonuna kadar) nakletti.
Ebû Dâvûd der ki; Avf ile
Muavvız (Bedir'de) Ebû Cehl b. Hişâm'ı öldürdüler. Onunla karşılaştıklarında
(onu) tanımamışlar bile. Her ikisi Bedir'de şehid edildiler.[126]
Ebû Abdillah el-Hakîm'in
Müstedreki ile Zehebi'nin Telhîsinde de rivayet edilen bu hadisin devamı
şöyledir: "Al
lah'a yemin olsun ki ben Ebû
Yezid'i bu halde görünce;
Ey Ebû Yezid şerefle Ölmekten
kaçtınız da kendi ellerinizle kendinizi teslim mi ettiniz? demekten kendimi
alamadım. Ancak Rasûlullah (s.a.) in evden
"Ey Şevde! Bu sözü
Allah'a ve Rasûlüne karşı mı söylüyorsun?" diye seslenmesiyle kendime
gelebildim. Bunun üzerine;
Ey Allah'ın Rasûlü seni hak
ile gönderen Allah'a yemin ederim ki: Ebû Yezid'i iple elleri boynunda
kavuşturulmuş görünce kendime hakim olamadım da onun için bu sözleri söyledim,
dedi.
Hakîm'in bu rivayeti Müslim'in
şartlarına göre sahihtir. Her ne kadar musannif Ebû Dâvûd bu hadiste Ebu
Cehl'in Afra isimli kadının oğullarından Muavviz ile Avf tarafından öldürüldüğü
ifade ediliyorsa da aslında musannif Ebû Dâvûd'la İbn Sa'd'dan başka Ebu Cehli
öldürenler arasında Hz. Avf'ın ismini zikreden yoktur. Bezlü'I-Mechûd yazarı,
Ebu Cehli öldürenler Afra hatunun Muaz ve Muavviz isimli oğullarıdır. Ancak
Ebû Cehl'in Muaz b. Amr b. Cemûh ile Muaz b. Afra tarafından öldürüldüğüne dair
rivayetler de vardır.[127]
Buhârî'de bu hadise şöyle
anlatılıyor: Muâz b. Amr b. Cemûh ile Muaz b. Afra peygamberimizin huzuruna
geldiler ve hadiseyi anlattılar. Peygamberimiz onlara;
“Kılıçlarınızı şildiniz
mi?" diye sordu.
Hayır silmedik dediler. Bunun
üzerine, peygamberimiz onların kılıçlarını gözden geçirdi.
"İkiniz de
öldürmüşsünüz" dedi. Fakat Ebu Cehl'in kılıcını ve eşyasını Muaz b. Amr
b. Cemûh'a verdi."[128] doğrusu da budur.
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadisi şerifte Bedir'de ele geçirilen esirlerin Medine'ye getirildiği sırada,
Hz. Muavviz b. Afra ile Avf b. Afra'nın Medine'de bulundukları ifâde
edilmektedir. Oysa bazt haberlerde Muavviz b. Afra ile Avf b. Afra'nın
Bedir'de Ebu Cehil tarafından şehid edildiği ifade edilmektedir.[129] İşte mevzûmuzu teşkil eden hadîste
geçen bu ifâdenin tarihi gerçeklere aykırı olduğunu ifade etmek için musannif
Ebû Dâvûd hadisin sonuna bir ta'lik ilâve ederek, "Avf ile Muavvız
Bedir'de şehid edildiler." demek lüzumunu hissetmiştir. Bu hadis-i şerifte
anlatılmak istenen şudur: "Bir esirin kaçmasını önlemek, ya da
tehlikesinden emin olmak için ellerini, kelepçelemek veya bağlamak
caizdir."[130]
2681. ...Enes'den
rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.) es-hâbını (Bedr'e gitmeye) davet
etmiş, onlarda Bedr'e (doğru) yola çıkmışlar, (yolda) Kureyş'in su taşıyan
develeriyle karşılaşıvermiş-ler, (develerin idarecisi olarak) başlarında da
Haccac oğullarına ait siyah bir köle varmış, bunun üzerine Rasûlullah (s.a.)'ın
ashabı onu yakalayıp
"Ebû Süfyân nerededir?
diye köleyi sorguya çekmişler. O da;
"Vallahi benim, onun işi
hakkında hiçbir bilgim yoktur. Fakat işte Kureyş geldi, içlerinde Ebû Cehîl,
Râbiâ'nın iki oğlu Şeybe ile Utbe ve Umeyye b. Halef de vardır, diyordu. O bunu
söylüyor (sahabe-i kiram da) onu dövüyordu. Bunun üzerine (köle korkusundan);
Beni (dövmeyi) bırakınız, beni
bırakınız, size (gerçeği) haber vereceğim." diyordu. Bıraktıkları zaman
da;
Vallahi benim Ebû Süfyân
hakkında hiçbir bilgim yok. Ama işte Kureyş (size doğru) yola çıktı içlerinde
Ebu Cehil, Râbiâ'nın iki oğlu Utbe ile Şeybe ve Umeyye b.Halef de var. (Size
doğru) yöneldiler." diyordu. Peygamber (s.a) de namaz kılıyor ve bu konuşmayı
işitiyordu. Namazı bitince;
"Nefsim yedi elinde olan
Zât'a yemîn olsun ki, siz onu doğru söylediği zaman dövüyürsunuz, yalan
söylediği zaman da bırakıyorsunuz. İşte Kureyş Ebu Süfyam (sizin
saldırınızdan) korumak için (size) yönelmiş (üzerinize gelmektedir."
buyurdu.
(Daha sonra) Enes şöyle devam
etti; Rasûlullah (s.a.) (onlara bu ikazı yaptıktan sonra);
"Şurası yarın falanın
düşeceği yerdir." deyip elini yere koydu "ve şurası da yarın falanın
düşeceği yerdir." deyip elini tekrar (bir başka) yere koydu. "Şurası
da yarın falanın düşeceği yerdir." deyip elini tekrar (bir başka) yere
koydu. Şurası da yarın falancanın değeceği yerdir." deyip elini (bir
başka) yere (daha) koydu. (Enes) dedi ki: Nefsim elinde olan Allah'a yemin
ederim ki ertesi gün müşriklerden hiçbiri Rasûlullah (s.a.)'m elini koyduğu
yerden öteye geçemedi. (Hepsi de işaret edilen yerlere düştüler). Bunun
üzerine Rasûlullah (s.a.) onlar hakkında emir verdi ayaklarından tutulup
çekilerek Bedr'in Kuleyb isimli kuyusuna atıldılar.[131]
Metinde geçen Ravâyâ kelimesi,
Râviye kelimesinin çoğuludur. Râviye ise, "Su taşıyan deve" demektir.
Bu hadis mürseldir. Fakat bilindiği gibi sahabinin mürsel haberi merfu'
hükmündedir.[132]
1. Kendisine eman
verilmeyen kâfir esir, fayda temın edileceğine inanıldığı zaman dövülebilir.
2. Hz. Peygamber bir mucize
olarak istikbâle âit bâzı haberler verirdi ve bu haberler aynen onun ağzından
çıktığı şekilde vukua gelirdi.[133]
2682. ...İbn-i Abbas
(r.a.)'den demiştir ki: (İslam'dan önce) çocuğu yaşamayan (bir) kadın çocuğu
yaşadığı takdirde onu yahudi olarak yetiştireceğine dair adakta bulunurdu.
İçlerinde Ensar çocukları da bulunan (yahudilerden) Nâdir oğulları
(Medine'den) sürgün edilince (Ensâr);
"Biz çocuklarımızı
bırakmayız, dediler. Bunun üzerine Azız ve Celîl olan Allah;
"Dinde zorlama yoktur.
Gerçek hak, bâtıldan iyice ayrılmıştır...”[134] ayet-i (kerimesi)ni indirdi.
Ebû Dâvûd dedi ki; Miklât,
çocuğu yaşamayan kadın demektir.[135]
Metinde geçen âyet-i kerîmenin
iniş sebebi hakkında çeşitli rivayetlerden birine göre; İslâm'dan önce çocuğu
yaşamayan ensâr kadınları, çocuğu olduğu takdirde onu yahûdîler arasında yetiştirip
yahûdî yapacaklarını adarlardı. Çünkü Yahudileri, din bakımından kendilerinden
üstün görürlerdi. Böylece bazı ensar çocukları, yahûdîler arasında büyümüş ve
yahûdî olmuşlardı. İslam gelip de yahudilerden, Na dır oğullan yurtlarından
sürülünce Ensarlılar: "Biz çocuklarımızın onlarla beraber gitmesine izin
vermeyiz" dediler ve çocuklarını müslüman olmaya zorlamak istediler. Bunun
üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Nitekim mevzûmuzu teşkil eden hadis-i
şerifte de bu rivayete yer verilmiştir.
Diğer bir rivayete göre ise bu
âyet yine ensârın bir kolu olan Salim b. Avf oğullarından el-Husayn hakkında
inmiştir.
Bu zâtın iki oğlu vardı.
Bunlar Şam'dan Medine'ye kuru üzüm götüren iki tüccarın telkiniyle hristiyan
olmuşlardı. Bu çocuklar da o tüccarla beraber Şam'a gitmek isteyince babaları,
bunları zorla İslama sokmak istedi ve Allah'ın Rasûlünden, arkadan adam
gönderip bunları İslama döndürmesini rica etti. Bunun üzerine bu âyet-i kerime
nazil oldu.
Bu iniş sebeplerine dayanarak
bazı müfessirler bu ayetin ancak kitap ehlinden olan kimselerin müslüman olmaya
zorlanamayacakları görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bâzılarına göre de âyet
önce bütün insanlara şâmil olmak üzere inmiş, sonra kıtal âyetiyle müşriklerle
olan ilişkisi neshedilmiş ve hükmü yalnız kitap ehline ilişkin olmak üzere baki
kalmıştı.[136]
Şöyle ki Ehl-i kitap cizye
vermeyi kabul etmeleri halinde dinleri üzerinde bırakılırlar. İslama girmeleri
için zorlanmazlar. Fakat arap müşrikleri doğrudan doğruya İslam'a girmeye
zorlanırlar. İslam'a girmedikleri takdirde 2640 numaralı hadis-i şerifte ifade
edildiği gibi, "La ilahe illallah" deyinceye kadar onlarla savaşılır.
Cizye vererek kendilerini kurtaramazlar.[137] Ancak bu mesele mezhebler arasında
ihtilaflıdır. Biz bu görüşleri 2612 numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan
tekrara lüzum görmüyoruz. Müşrikleri bu şekilde İslama girmeye zorlayarak cihâd
etmek aslında hak din olan İslâmın ulviyyetini fiilen isbât eden bir beyyine-i
haktır. Çünkü aklî ve ilmî beyyineleri dinlemeyen kâfir ve zâlimlerin
tecâvüzleri böyle fiili bir beyyine (açık delil) olmadan önlenemez. Ayrıca
küffâra karşı ilân edilen bu savaş, ikrahın yasak olduğu İslâm ülkesi hâricinde
cereyan edeceği için bunu, "İslam inançlara baskı yapıyor" şeklinde
değerlendirmek yanlış olur. Aslında îslâmın bu baskıyı, insanlığın tek
alternatifi ve kaçınılmaz hayat düzeni olan islâmı kabul etmeyip, hakkın kabul
ve intişarına engel olmaya çalışan ve gücünün yettiği kadar başkalarının inancına
baskı yapmaktan geri durmayan kâfirlere uyguladığını unutmamak gerekir.[138]
Binaenaleyh İslâmın bu
mücadelesi, hakkın kabulüne zorla engel olan zorbalığa karşı, yapılan bir mücadeledir.
Hadis ulemasından Hattabi'nin açıklamasına göre İslâmiyet gelmeden önce
hrıstiyanlığa veya yahûdîliğe giren kimseler ehli kitaptan sayılırlarsa da
islamiyet geldikten sonra hrıstiyanlığa ya da yahûdîliğe giren bir müşrik
ehl-i kitap sayılamaz, yine müşrik olarak kaldığına hükmedilir. Çünkü
İslâmiyet geldikten sonra hrısti-yanlık ve yahûdîlik neshedilmiş olduğundan
artık hrıstiyanlığa veya yahu-diliğe girmenin bir hükmü yoktur.
Binâenaleyh, islâmdan önce
yahûdîlik veya hrıstiyanlığa giren bir kimse ehl-i kitaptan sayılacağı için
cizye vermeyi kabul ettiği takdirde kendisine kılıç kaldırılmaz. Kendi dîni
üzere kalmasına izin verilir, müslümanlar tarafından kızları alınabilir ve
kestikleri yenilebilir.
Fakat İslamiyyet geldikten
sonra hrıstiyanlığı veya yahûdîliği kabul eden bir müşrik böyle değildir. Onun
yine müşrik olarak kaldığı kabul edilir ve hakkında müşriklik hükümleri
uygulanır. Bazılarına göre de, "dinde zorlama yoktur' ayeti,
"Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaş.”[139] âyetinden sonra inmiş ve bundan sonra
hiçbir kimsenin zorla dine sokulamayacağını açıklamıştır. Fakat kıymetli
alimlerimizden Elmalık Muhammed Hamdi Efendinin de açıkladığı gibi müfessirlerden,
Süddi; "Fitne kalmayıncaya kadar., onlarla savaş."[140] ayet-i kerîmesi, Arap müşriklerinin
tslâmı kabul etmemeleri halinde kılıçtan geçirmeleri icabettiğini açıklamak
için; "Dinde zorlama yoktur."[141] âyet-i kerîmesi de cizye veren ehl-i
kitabın İslama girmeye zorlanamayaca-ğtnı açıklamak üzere ve Arap
Yarımadasındaki müşrikler tamamen müslü-man olduktan sonra nazil
olmuştur." Fakat bu ayetlerin iniş tarihleri belli olmadığından birinin
diğerini nesh ettiğini söylemek mümkün değildir. "Dinde zorlama
yoktur." ayet-i kerimesini; "savaşarak müşrikleri İslama zorlamak,
İslam'a girmeyen hnstiyanları da vergiye bağlamak yoktur." şeklinde
değilde; "genel olarak islamın daire-i hükmünde zorlama yoktur"
şeklinde anlamak icâbeder. Binâenaleyh harp ve harbî mes'elesi esâs itibariyle
bu âyetin hükmünden hâriç kaldığı gibi, zorlamaya karşı zor kullanma ve suça
karşı ceza uygulama da bu hükmün dışında kalır. Ancak bu ayeti, "Fitne
kalmayıncaya kadar ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar savaşın."[142] ayetiyle birlikte mütâlâa etmek
gerekir. O zaman İslâm'ın daire-i hükmünde zorlama olmamasının fitnenin
bulunmasına bağlı olduğu, fitnenin ortaya çıkmasıyla gerekli zorlamanın
yapılabileceği anlaşılır.[143]
2683. ...Sâ'd'dan;
demiştir ki: Rasûlullah (s.a.), Mekke'nin fethi günü dört erkek iki kadının,
dışında (Mekke'de bulunan tüm) halka eman verdi. (Ravi Mus'âb) bunların
(hepsinin) isimlerini verdi ve (bu isimler arasında) İbn Ebî Şerhi de zikretti.
Sonra hadisi (sonuna kadar) rivayet etti. (Ravi Sa'd rivayetine devam ederek)
dedi ki:
İbn Ebi Şerh'e gelince o,
Osman b. Affân'ın yanında gizlendi. Rasûlullah (s.a.), halkı kendisine beyat
(etmeleri) için çağırınca (Osman b. Affân) onu ta Rasûlullah (s.a.)'in yanına
kadar getirdi ve;
"Ey Allah'ın elçisi
Abdullah ile de bey'atlaş" dedi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber) başını
kaldırıp (Abdullah'a) üç.defa baktı bu bakışların hiç birinde de (Osman r.a)'ın
ba(sözü) nü kabule yanaşmadı ancak üçüncü (defa baktık)dan sonra onunla
bey'atlastı. Sonra ashabına dönüp:
"İçinizde Abdullah'ın
(benimle) bey'atlaşmasın(ı istemediğimden (dolayı) ellerimi sakındığımı
görünce kalkıp da onu öldürecek anlayışlı birisi yok muydu?" buyurdu.
(Orada bulunanlar da:)
Ey Allah'ın Rasûlü, biz senin
içindekini ancak bize gözle işaret edersen (o zaman) anlayabiliriz dediler.
(Hz. Peygamber de);
“Bir
peygambere hain gözlere sahip
olmak yakışmaz.'' buyurdu.[144]
Ebû Dâvûd der ki: Abdullah,
Osman*in sütkardeşiydi, Velid b. Ukbe ise Osman Un anne bir kardeşiydi ve Osman
ona şarap içtiğinden dolayı hadd vurmuştu.[145]
Fahr-i kâinat efendimiz
Mekke'ye girince Mekkelilere hitâben yaptığı bir konuşmada;
"Kim Ebû Süfyân'ın evine
girerse o, emindir. Kim silahı bırakırsa o da emindir, kim kapısını kaparsa o
da emindir." buyurmuş[146] ve isimlerini sayarak istisna ettiği
kişilerin dışında tüm Mekkelilere emân vermiştir. Hadis ve siyer ulemâsının
verdikleri bilgilere göre bu emân'ın dışında kalan kimselerden bazıları
şunlardır:
1. Abdullah b. Sa'd b. Ebisserh;
onu Hz. Osman evinde himaye etmişti. Metinde de açıklandığı gibi daha sonra
Hz. Peygamberin huzuruna gelip müslümân oldu.
2. Abdullah b. Hatal;
Bunu da Ebu Berze öldürdü.
3. 1krime b. Ebî Cehl:
İkrime gemiye binerek kaçtı. Bir ara gemi fırtınaya tutuldu. Bunun üzerine
gemide bulunan bazı kimseler;
Hak dînine ihlasla sarılın
çünkü burada ilahlarınızın (putlarınızın) size hiç bir faydası olmaz, deyince
îkrime;
Vallahi denizde beni ihlasdan
başka bir şey kurtaramazsa burada da kurtaramaz. Allahım sana söz veriyorum,
eğer beni bu tehlikeden kurtarırsan Muhammed'e gidip eline yapışacağım.
Mutlaka beni affeder, dedi. Gemiden kurtulunca gidip müslümân oldu.[147]
4. El-Huveyris b. Nakid: Bunu
Hz. Ali öldürdü
5. Mekîs b. Subabe: Bunu da
müslümanlar çarşıda yakalayıp öldürdü.
6. Hebbar b. Esved;
Hz. Peygamberin kızı Zeyneb Medine'ye hicret ederken devesini ürküterek bir
kayanın üstüne düşmesine ve karnındaki çocuğunun düşmesine sebeb olan
kimsedir. Bu zat daha sonra müslümân oldu.
7. Ka'b b. Zübeyr: Bu zatta
sonradan müslümân oldu.
8. Vahşi b. Harb: Bu da
müslümanhkla müşerref oldu.
9. Safvan b.Ümeyye:, Bu zat da Umeyr
b.Vehbel Cümehi'ye sığınarak onun delaletiyle Hz. Peygamberin huzuruna geldi ve
müslüman oldu.
10. Haris b. Talatıle:
Bu herif Hz. Peygamberi hicvederjji. Kendisini Hz. Ali öldürdü.
11. Abdullah b.
ez-Zebâri; Bu zat kendisinin öldürüleceğini işitince Necrân'a kaçıp buraya
yerleşti. Fakat bir süre sonra kalbine İslam sevgisi düştü. Bunun üzerine Hz.
Peygamber'in huzuruna gelip müslüman oldu.
Hz. Peygamberin emân vermediği
kadınlar da şunlardı:
1. Ebû Süfyân'ın karısı Hind
binti Utbe'dir. Bu kadın Unut savaşında Hz. Hamza'nın şehadetinden sonra,
karnım yardırıp ciğerlerini çıkarttırmış, ağzında çiğnemiş, yutamayınca da
yere atmış, şehidlerin, burun ve kulaklarını kestirerek halhal ve gerdanlıklar
yapmış ve böylece hıncını almıştı.[148]
Hind kocası Ebu Süfyan'a
gelerek:
Ben gidip Muhammed'e bey'at
etmek istiyorum deyince Ebu Süfyan;
Dün senin bu sözünü yalanlar
bir şekilde davrandığını görmüştüm, dedi. Hind de;
Vallahi şu mescidde, bu geceden
öncesine kadar Allah'a hakkıyla ibâdet olunduğunu görmedim. Vallahi onlar
geceyi namaz kılarak geçiriyorlar, dedi. Ebu Süfyan da;
Sen yapacağın şeyi muhakkak
yaparsın kavminden bir adamı yanına al da bey'at etmeye onunla birlikte git,
dedi. Hind tanınmamak için peçe-lenmiş, kılık değiştirmişti.[149]
Babam anam sana feda olsun.
Sen bizi ne kadar güzel şeylere davet ettin, diyerek müslüman oldu.[150]
2. Fertena (veya
Kureyna); Bu kadın, Fetih günü Mekke'den kaçmıştı. Sonradan emân diledi.
Kendisine eman verilince kılık kıyafet değiştirerek gelip müslüman oldu.
3. Kureybe (veya erneb); Bu
kadın fetih günü yakalanarak öldürüldü. Aslında bu iki kadın tbn Hatal'ın cariyesi
idiler, tbn Hatal kafayı çeker, peygamberimizi hicv ve tahkir eden şiirler
söyler onları bu cariyelere okuturdu.
Kureyş müşrikleri de İbn
Hatal'ın ve bu şarkıcı karıların yanlarına gelirler, içki içerlerdi, İbn
Hatal'ın söylediği hicv şiirleri okunurdu.[151]
Her ne kadar mevzumzu teşkil
eden hadis-i şerifte bu kendisine eman verilmeyen kimselerin dördü erkek, ikisi
kadın olmak üzere altı kişi oldukları rivayet edilmişse de, bu rivayet sözü
geçen kişilerin daha fazla olamayacağı anlamına gelmez. Çünkü râvi
hatırlayabildiklerini rivayet etmiştir.
Hz. Osman Abdullah b. Ebi
Şerh'e eman verdiği halde Hz. Peygamberin; "İçimizde... onu öldürecek
anlayışlı biri yok muydu?" diyerek onun öldürülmesini arzu etmiş olması;"müslümanların-kısas
ve diyet açısından-kanları müsâvîdir. Onların en azı veya en aşağı tabakadaki
ferdi bile ahd ve emân verme hakkına sahiptir."[152] mealindeki hadis-i şerife aykırı değildir.
Çünkü Hz. Osman, ona eman vermeden önce Hz. Peygamber onun öldürülmesini
istemiş ve kanını heder etmişti. Bilindiği gibi Hz. Peygamberin kanını heder
ettiği bir kimseye, başka birisi eman veremez. Metinde geçen; "Bir
peygambere hain gözlere sahip olmak yakışmaz." sözü, "Bir peygamberin
göz ederek konuşması ona yakışmaz." anlamında kullanılmıştır. Çünkü göz
ederek konuşmak karşısındakileri aldatmaktır. Bu bir peygambere yakışmaz.[153]
1. Mekke-i Mükerreme'nin evlerini
satmak ve kiraya vermek caizdir. Hanefılerle Şafiler ve bazı ulema bu
görüştedir.
Çünkü bu hadiste Ebu Süfyân'ın
ikâmet ettiği ev, Ebu Süfyân'a izafe edilmiştir. Bilindiği gibi bir insana
izafe edilen bir şeyin o insanın mülkü olması kaidedendir. Bilindiği gibi bir
insan mülkünde meşru çerçeve içerisinde olmak şartıyla istediği gibi
tasarrufta bulunabilir.
2. Mekke'nin harple mi sulhla mı
alındığı meselesi ihtilaflıdır. İmam Ebû Hânife ile İmam Mâlik ve Ahmed (r.a)'e
göre ve ulemânın büyük çoğunluğuna göre harple alınmıştır. îmam-ı Şafiî'ye göre
ise sulh yoluyla alınmıştır.
3. Bir esirin kendisine İslam
telkin edilmeden öldürülmesi caizdir. Çünkü harpten önce gereken davet
yapılmıştır.
4. Hz. Peygamberin, huzurunda
işlenen bir fiili sükutla karşılaması onu tasvib ettiği anlamına gelir.
5. Ebû Süfyân, İslam ile
müşerref olmuş şerefli bir kimsedir.[154]
2684. ...Sâid b.
Yerbu'dan rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.) Mekke'nin fethi günü (şöyle)
buyurmuştur:
"Dört kişi vardır ki
onlara harem dışında da harem içinde de eman vermiyorum." buyurmuş ve
(onların) isimlerini vermiş. (Râvî) dedi ki; (Hz. Peygamber bu isimler
arasında) Makîs'e ait şarkıcı iki cariye (nin isimlerini) de (yerdi). Bunlardan
birisi öldürüldü, diğeri de (önce) kurtulup kaçtı. Bir süre^sonra da müslüman
oldu.
Ebû Dâvûd der ki: Bu hadisin
(Şeyhim) Ibnü'l-Ala'dan (gelen) isnadını iyice anlayamadım.[155]
Her ne kadar metinde sözü
geçen cariyelerin Makyes'e ait oldukları ifade ediliyorsa da siyer ulemasının
açıklamasına göre bu cariyeler İbn Hatal'a aittir. Bu iki cariyenin hayat
hikayeleri bir önceki hadisin şerhinde geçtiği için burada tekrara lüzum görmüyoruz.[156]
2685. ...Enes b.
Malik'den (rivayet olunduğuna göre) Rasûlullah (s.a.) fetih yılında Mekke'ye
başında miğferle girmiş. Miğferi çıkarınca yanına bir adam gelip;
İbn Hatal Ka'be'nin örtüsüne
sarılmış (duruyor), demiş. (Bunun üzerine Hz. Peygamber),
"onu öldürün'* diye emir
vermiş.[157]
Ebû Dâvûd dedi ki: İbn-i
Hatal'ın ismi Abdullah 'dır. O'nu Ebû Berze el-Eslemî öldürdü.[158]
İbn-i Hatal, Ka'be'nin örtüsü
altına sığınmış olarak bulunsalar bile, öldürülmeleri emr ve kanlan heder
edilen kişiler arasında idi.
Heder lügatta, lağv ve bâtıl
anlamına gelir. Boşa gitmeye ve boşa gidene denir.
Devlet başkanınca, kanı heder
edilip öldürülen kimse için, ne kısas ne de diyet gerekir.
İbn Hatal, BeniTeymülEdrem b.
Galiplerden idi. Asıl adı, AbduFuzza b. Hatal idi. Bazı kaynaklara göre ismi,
Hilâl b. Abdullah b. Abd-i Menafü'l-Edremî idi.
İbn Hatal, müslüman olmuş, Medine'ye
hicret etmişti.
Peygamberimiz, onu, zekat ve
sadaka toplayıcılığı vazifesine tayin etmişti. İbn-i Hatal'ın hizmetini gören,
azadlı, Müslüman bir kölesi vardı. Hu-zaalardandı. Peygamberimiz, bu köleyi de
yanına katarak İbn Hatal'ı tahsilata yollamıştı. Köle, îbn Hatal'ın hizmetini
görüyor, yemeğini yapıyordu.
Bunlar, bir konak yerinde
konakladılar. İbn Hatal, kendisi için erkek bir davar kesip yemek yapmasını
köleye emretti. Öğle vakti, yatıp uyudu. Uyandığı zaman kölenin kendisi için
yapacağı yemeği yapmadığını gördü. Çünkü, köle de uyuya kalmıştı. İbn Hatal,
son derece öfkelendi. Kölenin üzerine atıldı. Onu döve döve öldürdü. Öldürdüğü
zaman "vallahi Muhammed'in yanma varırsam, bu suçumdan dolayı, muhakkak
beni öldürür!*' dedi. İrtidad etti, islamiyetten müşrikliğe döndü. Topladığı
zekat ve sadaka mallarını da sürerek Mekke'ye kaçtı. Mekkelİler, İbn HataPa,
"Seni bizim yanımıza geri çeviren nedir?" diye sordular.
îbn Hatal, "Sizin
dininizden daha iyisini bulamadım" dedi. Müşrik kalmakta devam etti.
tbn Hatal, tepeden tırnağa
kadar silahlanmış, uzun kuyruklu bir at üzerinde ve mızrağı elinde olduğu
halde, Mekke'nin yukarısından çıkıp gelirken Said b. As'ın kızları,
peygamberimizin, Mekke'ye girdiğini İbn-i HataFa haber verdiler.
Îbn Hatal onlara "Fakat,
vallahi göreceksiniz ki: Vücudları kılıç darbelerinden, su tutmayan tulumların
ağızlarına benzemedikçe, Mekke'ye giremeyeceklerdir!" dedi. Handeme'ye
kadar çıkıp gitti.
Handeme'de İslam süvarilerini
ve yapılan çarpışmaları görünce içine korku düştü. Titremeye başladı. Ka'be'ye
kadar gitti. Atından indi silahlarını çıkardı. Ka'be'nin örtüleri arasına
girdi.
Beni Ka'b'dan birisi, tbn
Hatal'in zırhını, zırh altına giydiği gömleğini, miğferini, tulgasını,
kılıcını aldı. Atına binip Hacûn'a Peygamberimizin yanına geldi.
İbn Hatal'ı Ebu
Berzetü'l-Eslemî ile Said b. Hureys'ül Mahzumî'nin elbirliğiyle öldürdükleri
bildirildiği gibi, Şerik bin AbdetüTadanî veya Am-mar b. Yasir'in öldürdüğü de,
rivayet edilir.
Ebû Berzetü'l-Eslemî'nin öldürdüğü
sabittir deniliyor.
Ebû Berzetü'l-Eslemî, onu,
kendisinin öldürdüğünü açıklamış, "İbn Hatal'ı Kâ'be'nin örtüsüne sarılmış
olduğu halde yakalayıp, Rükünle Makam arasında boynunu vurdum" demiştir.[159] Hattabi'nin açıklamasına göre, Hz.
Peygamberin fetih günü Mekke'ye başında miğferle girmesi tecavüze
uğrayacağından bir kimsenin ihramı terkederek zırh ve miğfer gibi kendisini
koruyacak elbiseler giymesinin caiz olduğuna delalet ettiği gibi, hac veya umre
niyyeti olmaksızın herhangi bir ihtiyacını görmek isteyen bir kimsenin de
ihrama girmesi gerekmediğine delalet etmektedir. Biz fıkıh ulemasının bu
mevzudaki görüşlerini 1738 numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada
tekrara lüzum görmüyoruz.[160]
1. Mekke harp yoluyla
fethedilmiştir. Ulemanın büyük çoğunluğu bu görüşte olduğu gibi
mezheb imamlarından İmam-ı Ebû Hanîfe ile İmam Mâlik ve İmam Ahmed (r.a.) bu görüştedirler.
İmam Şafiî (r.a.)'e göre ise sulh yoluyla alınmıştır.
2. Harem-i şerifde had ve kısas
cezalarının uygulanabileceğini söyleyenler bu hadisi şerifi delil getirirler.
3. Harpte miğfer giymek caizdir
4. Taarruza uğrayacağından
korkan bir kimsenin harem sınırları içine ihramsız olarak girmesi caizdir.
5. Fesad çıkaranları, yetkili
makam ve mercilere şikâyet etmek caizdir. Bu hareket gıybet veya koğuculuk
olarak nitelendirilemez.[161]
2686. ...İbrahim
en-Nehai'den; demiştir ki: Dahhak b. Kays, Mesrûk'u vali tayin etmek istediği
zaman Umare b. Ukbe Dahhak'a;
Hz. Osman'ın katillerinden
arta kalan birini mi vali tayin ediyorsun? dedi. Mesrûk da, Umâre'ye:
Bizce sözüne güvenilir bir
kişi olan Abdullah b. Mesud(un) bize haber verdi (ğine göre); Peygamber (s.a.)
babanı öldürmek isteyince (baban Ukbe);
(benim) çocuklara kim?
(kefil olacak) diye sormuş. Rasûlullah sal-lallahü aleyhi ve sellem de:
"ateş (kefil olacak)!
buyurmuş, cevâbını verdi (Bunu işiten mesrûk Umâre'ye):
Rasûlullah (s.a)'ın senin için
hoş gördüğünü biz de hoş görürüz" dedi.[162]
Ukbe b. Ebi Muayt Mekke
döneminde Hz.Peygambere zulmetmekten zevk alan ve bunu kendine görev edinen
kimselerin başında gelenlerinden biri idi. Bir gün Rasûli zişân efendimiz,
Kabenin yanında namaz kılarken secdede bulunduğu bir sırada yeni boğazlanmış
olan bir devenin işkembesini getirerek onu kanlı kanlı peygamberimizin iki
küreğinin arasına koymuştu.[163]
Bu yüzden, Bedir savaşında
esir edilince, elinden bütün silahları ve kendini müdafaa imkanları alınarak
öldürülmüştü.[164]
Bu hadise dayanarak ulemâdan
bazıları, esirlerin ellerini ayaklarını bağlayıp onları hedef yaparak
Öldürmenin caiz olduğunu söylemişlerdir. İmam Buhari'ye göre ise herhangi bir
canlıyı bu şekilde öldürmek mekruhtur.[165]
Hz.Peygamberin, Bedir
savaşında bu şekilde öldürdüğü Ukbe ile aralarında şöyle bir konuşma
geçmiştir: Ukbe b. Muayt, peygamberimizin, Mekke'den Medine'ye hicreti
üzerine:
Hicret edip bizden uzaklaştın
ey Kasvâ adındaki devenin binicisi, Göreceksin pek yakında beni atlı olarak
karşında!
Saplayıp duracağım size
mızrağımı, sulayacağım onu kanınızla
Kılıç da bırakmayacak sizin
hiç bir örtülü yerinizi.” kıt'asını söylemişti. Peygamberimiz onun bu sözlerini
işitince:
"Allahım onu, yüzükoyun,
burnunun üzerine düşür", diyerek beddua etmişti.
Ukbe b. Ebi Muayt, Bedir'de
Kureyş ordusunun hezimete uğradığı sırada kaçıp kurtulmak isterken atı, hırçınlaşarak
onu yere vurmuş, Abdullah b. Seleme de esir etmişti.
Peygamberimiz, Irkuz-Zubya'dan
çıkıldığı sırada Âsim b. Sâbit'e, Ukbe b. Ebî Muayt'ınboynununvurulmasını
emretti. Ukbe:
Yazıklar olsun sana ey Kureyş
Cemaati. Şunlar arasında burada, neden bir tek ben öldürülüyorum dedi.
Peygamberimiz;
"Allah'a ve Rasûlüne olan
düşmanlığından dolayı" dedi. Ukbe:
Yâ Muhammed! Kavmimden,
herkese yaptığım bana da yap, onları öldürürsen beni de öldür. Onlara, eman
verirsen, bana da eman ver. Onlardan kurtulmalık akçesi alırsan, benden de
onlar gibi kurtulmalık akçesi al!
Ya Muhammed! Sen beni
öldürürsen, küçüklere kim bakacak?" dedi. Peygamberimiz;
"Ateş! Git, ey Asım! Vur
onun boynunu!" dedi. Asım gidip Ukbe'nin boynunu vurunca Peygamberimiz;
"...Allah'a hamdolsun ki
o seni öldürdü. Senin ölümünden dolavı eözünü aydınlattı." dedi.[166] Aliyyü'l-kari'nin ifadesine göre
Ukbe'nin, "Benim çocuklara kim kefil olacak" sözüne Rasulullah'ın
"ateş" diye cevap vermesi şu iki manaya da gelebilir:
1. Kimse kefil olmayacak. Onlar
zayi olup gidecekler.
2. Sen kendini bekleyen ateşi
düşün, onları düşünme çünkü yüce Allah;
"Yeryüzünde hiçbir canlı
yoktur ki rızkı Allah'a ait olmasın...”[167] buyurarak herkesin rızkına kefil
olduğunu bildirmiştir. Binâenaleyh sen onları düşünme de kendini bekleyen
cehennem ateşini düşün. Uygun olan da bu ikinci manadır.[168]
2687. ...İbn-i
Ti'lî'den; Demiştirki; Abdurrahman b. Halid b. Ve-lid ile birlikte savaşa
girmiştik. Dört düşman (askeri) getirildi. (Abdurrahman) onlar hakkında
(öldürülmeleri için) emir verdi. Bunun üzerine bir yere bağlanıp (üzerlerine ok
atılmak suretiyle) öldürüldüler.
Ebû Dâvûd der ki; Said'den
başka birisi bu hadisi bize, îbn-i Vehb'den, (rivayet eden Şeyhlerimizden)
birisi (îbn Ti'UJ'nin şöyle dediğim rivayet etti -(onlar) bir yere bağlanıp
(üzerlerine) ok (atılmak suretiyle) öldürüldüler. Bu durum Ebû Eyyub
el-EnsarVye ulaşınca;
Rasûluüah (s.a.)dan, eli kolu
bağlı kişinin öldürülmesini neh-yettiğini duydum. Nefsim elinde olan zata yemin
olsun (öldürmek istediğim canlı) bir tavuk bile olsa onu bağlayıpta hedef
yaparak öldürmem dedi. (Ebû Eyyûb el-Ensâri'nin söylediği) bu (söz)
Abdur-rahman b. Halid'e ulaşınca (bu cinayetine karşılık olmak üzere) dört tane
köleyi azad etti.[169]
Sabr, bir canlıyı nişan alıp öldürmek
için hapsetmek veya bağlayıp hedef yapmak anlamına gelir.Hareket halindeki bir
av hayvanını veya savaş
alanındaki düşmanı öldürmek bu hükmün dışındadır. Burada kasdedilen ise bir
düşmanın elini kolunu bağlayıp iyice hareketsiz bir hale getirilerek atış
hedefi yapmak ve ok yağmuruna tutarak öldürmektir. Bir canlıyı bu şekilde hedef
alarak öldürmek İslamiyette yasaklanmıştır. Nitekim mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifte canlıları bu şekilde öldürmenin Hz. Peygamber tarafından
yasaklandığı ifâde edilmektedir.
Enes b.Malik hazretleri de bir
tavuğu dikip atış yapan çocukları görünce "Rasulullah hayvanların hedef
olarak dikilmesini yasaklamıştır" diyerek çocukları ikaz etmiştir. Aynı
şekilde Îbn Ömer'in de bir ikazı sözkonusudur.
Canlıyı hedef alarak öldürmek
ona işkencedir. İşkence ise yasaktır. İbn Ömer(r.a);
"Nebi(s.a)hayvanaişkence veazabedene lanetetti" demektedir.
Öte yandan dinimizde her
konuda, îhsan-iyilik ikram emredilmiştir. Şed-dad b. Evs, "Rasulullahtan
iki haslet öğrendim" dedikten sonra Rasulul-lah'ın şöyle buyurduğunu
nakletmektedir: "Şüphesiz Allah herşeyde iyiliği farz kılmıştır. O halde
siz öldürdüğünüz vakit, öldürmeyi iyi yapın. Kestiğiniz zaman da kesmeyi iyi
becerin. Her biriniz bıçağını bilesin. Ve kestiği hayvanı rahat ettirsin"[170]
2688. ...Enes (r.a) den;
demiştir ki: Sabah namazı vaktinde Mekkelilerden seksen kişi Tenim dağlarından Peygamber
(s.a) in ve ashabının üzerine, onları öldürmek için. (ansızın) indiler.
Rasûlullah (s.a) onları esir olarak ele geçirdi. Sonra serbest bıraktı. Bunun
üzerine Aziz ve Celil olan Allah, "Mekke'nin göbeğinde onlara karşı size
zafer verdikten sonra, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan
çeken odur."[171] ayet-i kerimesini sonuna kadar indirdi.[172]
Tenîm, Mekke ile Şerif
arasında, Mekke'ye üç ya da dört rriil uzaklıkta bir yerdir. Mekke'ye en yakın
mikat burası olduğu için harem dairesi içerisinde bulunup da Umre yapmak
isteyenler, ihrama girmek için buraya gelirler. Bu sebeple halk arasında burası
"umre" ismiyle anılır.
Mekkeli müşriklerin Hudeybiye
musalehası yılında müslümanlara saldırmak için sabah namazı vaktini seçmiş
olmalarının sebebi, kendilerince müslümanları ansızın ve gafil olarak
yakalamaktı. Fakat aslında gafil olan kendileri oldukları için müslümanlar
tarafından kıskıvrak yakalandılar.
Metinde geçen kelimesi
"selem" ve "silm" şeklinde okunabilir.
"Selem" şeklinde
okunduğu zaman esir etmek, "silm" şeklinde okunduğu zaman da sulh
yapma, uzlaşma anlamına gelir. Hattabi ile lbnü'1-esir bu kelimeyi esir etme
anlamına gelen "selm" şeklinde okumanın daha doğru olacağını
söyledikleri için biz de tercümemizde bu manayı tercih ettik.
Bu hadisri şerif esiri
karşılıksız olarak serbest bırakmanın caiz olduğunu söyleyen İmam-ı Şafiî'nin
delilidir.
Hanefi ulemasına göre ise
esiri meccânen serbest bırakmak caiz değildir. İsterse bu esir islamiyeti
kabul etmiş olsun.
İmam Malik ile İmam Ahmed'e
göre de esirleri serbest bırakmak caiz değildir.
İmam Şafiî (r.a)'e göre ise
veliyyüM-Emr, göreceği bir gerekçeye bağlı olarak, esirleri bir bedel
mukabilinde olmaksızın serbest bırakabilir.[173]
2689. ...Muhammed b.
Cübeyr b. Mut'îm'in babasından-rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a.) Bedir
esirleri hakkında; "Eğer Mut'îm b. Adiyy sağ olsaydı da şu kokmuşlar
hakkında şefaatta bulunsaydı onun hatırına bunları serbest bırakırdım."
buyurmuştur.[174]
Hz.Peygamber'in müşrik
Mut'îm'i, oğlunun yanında bu şekilde saygıyla anması, Mut'îm'in oğlu Cübeyr'in
gönlünü İslam'a ısındırma gayesine matuf olabileceği gibi, gerçekten mut'imin
yaptığı iyilikleri dile getirmek için onu bu şekilde yadetmiş de olabilir.
Çünkü Mut'im b. Adiy aslında
Hz. Peygamber'e kötülük eden müşriklerden biri olmakla beraber, müşriklerin
müslümanları açlığa mahkum etmek için uyguladıkları boykot kararının metnini
yırtan kimsedir.[175]
Ayrıca Hz.Peygamber, taif
seferinden sonra Nahle'ye gelip geceleyin namaza durmuştu. O sırada Nusaybin
cinlerinden yedisi oradan geçerken Hz.Peygamberin okuduğu Kur'an-ı Kerim'i
dinleyip müslüman oldular. Hz.Peygamber orada birkaç gün kaldıktan sonra
Mekke'ye yöneldi. Fakat yalnız başına Mekke'ye girmesi çok tehlikeliydi. Mutlaka
birisinin himayesine ihtiyacı vardı. İşte Mut'im bu görevi de yüklenerek
Hz.Peygamberin Mekke'ye sağ-salim girmesini sağladı.[176]
Ulemâ, savaşçı esirlere
yapılacak muamele hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir. İmam Şafiî'ye göre devlet
reisi esirleri isterse öldürtür, isterse karşılıksız olarak serbest bırakır,
ister fidye karşılığında serbest bırakır, isterse köle yapar. Hasan-ı Basri
(r.a)'ye göre ise, esirleri öldürmek mekruhtur. Binâenaleyh, esir ya fidye
karşılığında ya da karşılıksız olarak serbest bırakılır. Atâ (r.a) da bu
görüştedir. Rivayete göre ıstaharın ileri gelenlerinden bir esir öldürülmek
üzere Hz.İbn Ömer'e gönderilmişti .İbn Ömer (r.a), "...Ondan sonra artık
(esirleri) ya lütfen bırakır veya karşılığında fidye alırsınız.”[177] ayet-i kerimesini okuyarak o esiri
öldürmekten imtina etti. İbn Şîrîn ile Mü-câhid (r.a)'in esirleri öldürmenin
mekruh olduğu görüşünü taşıdıkları rivayet edilmektedir. Hanefi ulemâsının bu
mevzudaki görüşü Ed-Durru'1-muhtar isimli eserde özetle şöyle açıklanıyor:
Hükümdar, esir aldığı
kafirler, islamiyeti kabul etmezlerse muhayyer olup dilerse onları öldürür,
dilerse köle olarak kullanır, dilerse müslüman-lara haraç ve cizye vermek üzere
kendilerini hür ve zımmî olarak bırakır. Arap olan müşrikler ile mürtedler
ehl-i zimmet olarak bırakılmaz (kılıçtan geçirilir)
Kafirleri yenip esir ettikten
sonra, islamiyeti kabul ettikten sonra olsa bile meccanen salıverilmeleri
haramdır. Çünkü gazilerin hakkı taalluk etmiştir. İmam Şafii Allahu Teâlâ'nın:
"Ya iyilik (karşılığında
hiçbir şey almayarak azâd) edin, yahut fidye (alın)" nazm-ı cehlinin
gereğince esirlerin meccanen bırakılmasını caiz görmüştür..
Hanefîler; İmam Şafii'ye,
"bu ayet-i kerime, "Müşrikleri, nerede bulursanız öldürün"
ayet-i kerimesiyle neshedilmiştir." diye cevap verirler, Harb ettikten
sonra kafirlerden biraz mal alıp da esirlerini salıvermek şer'an haramdır. Ama
harb bitmeden önce mal karşılığında esirlerin bırakılması caizdir. Müslüman
esir karşılığında caiz değildir. Imameyn'e göre caizdir. İmam-ı A'zam'ın iki
rivayetinden kuvvetli olanı da budur.[178]
Bu mevzuda İbn Abidin de şöyle
diyor; "Hatta (esirlerin) mal veya müslüman esir karşılığında
bırakılmaları da caiz değildir, ihtiyaç zamanında mal karşılığında
bırakılmaları caizdir. İmam Muhammed'e göre çocuğu olmayacak. derecede yaşlı
olursa mal karşılığında bırakılması caizdir, tmameyn'e göre ise müslüman esir
karşılığında bırakılması caizdir. Diğer üç mezheb imamlarının kavilleri de
böyledir. Nitekim RasûM Ekrem Efendimiz, bir müşrikle iki müslümanı
değiştirmiştir. Bir müşrik kadınla Mekkelilerin esir ettiği müslümanları
değiştirmiştir."[179] Ben derim ki; Kâfir esirlerin mal karşılığında
bırakılmalarının haram olması ihtiyaç olmadığına göredir. Ama ihtiyaç olursa
mal veya müslüman esir karşılığında bırakılmaları caizdir."[180]
2690. ...Ömer b.
el-Hattabdan; demiştirki: Bedir günü Peygamber (s.a.) (serbest bıraktığı
esirler için) bir karşılık alınca, Aziz ve Celil olan Allah; “Yeryüzünde ağır
bas (ip küfrün belini iyice kır) ıncaya kadar hiçbir peygambere esirler sahibi
olmak yaraşmaz.”[181] ayetini "...Aldığınız (fidye) dan dolayı size mutlaka
bir azab dokunurdu."[182] ayetiyle birlikte indirdi. Sonra Allah
ganimetleri onlara helal kıldı. Ebu Dâvûd der ki; Ahmed b. Hanbeİ'e Ebu Nuh 'un
isminden soruldu da onun; "Onun ismini ne yapacaksın? Onun ismi çirkin
bir isimdir" diye cevap verdiğini duydum. Ebu Nûh 'un ismi "kuradadır.
(Fakat onun isminin) doğrusu Abdurrahman b. Gazvan'dır.[183]
Bedir savaşı müslümanların
zaferiyle neticelendikten sonra Hz.Peygamber esirler hakkında Hz.Ebûbekir ve
Ömer ile istişare etti. Bu istişare Müslim'in rivayetinde şöyle anlatılıyor;
"Müslümanlar esirleri aldıktan sonra, Rasûlullah (s.a.) Ebû Bekir'le
Ömer'e;
Bu esirler hakkında rey'iniz
nedir?" diye sordu. Ebû Bekir:
Ya Nebiyyallah! Bunlar amca
oğulları ve akrabadırlar; ben onlardan fidye almanın doğru olacağı fikrindeyim.
Bu suretle, kafirler üzerinde kuvvetimiz olur. Umulur ki Allah, onları İslâm'a
hidâyet buyurur, dedi. Müteakiben Rasûlullah (s.a.);
"Sen ne fikirdesin ey
Hattâb oğlu?" diye sordu. Ömer diyorki; Ben:
Hayır, vallahi ya Rasûlullah,
Ben Ebû Bekir'in fikrinde değilim. Lâkin ben, bize müsaade buyursan da
şunların boyunlarını vuruversek fikrindeyim. Ukay'le karşı Ali'ye müsaade
buyurmalısın ki onun boynunu vursun! Bana da filana karşı müsaade buyurmalısın,
ben de onun boynunu vurmalıyım. Zira bunlar küfrün imamları ve eşrafıdırlar,
dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) Ebu Bekir'in söylediğine meyletti.
Benim söylediğimi beğenmedi. Ertesi gün olunca ben geldim. Bir de ne göreyim Rasûlullah
(s.a.) ile Ebû Bekir oturmuş ağlıyorlar! Bunun üzerine ben;
Ya Rasûlallah, bana haber ver;
sen ve arkadaşın neden ağlıyorsunuz? Ağlayacak bir şey bulursam ben de ağlarım,
ağlayacak bir şey bulamazsam siz ağladığınız için ben de ağlar görünürüm»
dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.);
"Bana senin
arkadaşlarının teklif ettiği fidye alma meselesine ağlıyorum. Gerçekten
onların azapları bana şu ağaçtan daha yakın bir şekilde arz olundu." dedi
ve yakın bir ağaca işaret etti.[184]
Mevzumuzu teşkil eden Ebû
Dâvûd hadisinden anlaşılıyor ki, Bedir esirlerine uygulanacak muamele hakkında
çıkan bu farklı görüşlerin ortaya çıkması üzerine Yüce Allah, "yeryüzünde
ağır bas (ip küfrün belini iyice kır) ıncaya kadar hiçbir peygambere esirler
sahibi olmak yakışmaz. Siz, geçici dünya malım istiyorsunuz, Allah ise (sizin
için) ahireti istiyor. Aliah daima üstün ve hikmet sahibidir.” (İslâm iyice
yerleşip küfür ezilmedikce, sizin esirleri tutup onlardan fidye almayı
beklemekle uğraşarak vakit kaybetmeniz doğru değildir)
"Eğer Allah'tan (yanılma
ile verilen hükümlerden ötürü azabetmemek hakkında) bir yazı geçmemiş olsaydı,
aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka büyük bir azab dokunurdu." (Ama
Allah, islam için çarpışan sizleri desteklemeye ve korumaya söz vermiştir.
Bunun için size azab etmeyecektir)[185] ayet-i kerimesini indirmiştir.
Hz. Peygamberin Bedir esirleri
hakkında böyle bir istişarede bulunması bazı hadis kitaplarında şöyle
anlatılıyor;
"Rasûlullah (s.a.) buyurdu
ki: Cebrail, kendisine inerek şöyle dedi: "Onları -yani ashabını- Bedir
esirleri hakkında muhayyer kıl; ya öldürülmelerini veya gelecek yıl
kendilerinden onlar kadar öldürülmek şartı ile fidyeyi ihtiyar etsinler."
Ashab, "fidyeyi ve bizden de öldürülmesini ihtiyar ediyoruz."
Dediler.[186]
Görülüyor ki Tirmizi'nin
rivayeti ile Müslim'in rivayeti arasında zahirde bir çelişki mevcuttur. Şöyle
ki, Allahu Teâlâ hazretleri, Cebrail (a.s) aracılığıyla müslümanları, esirleri
öldürmekle fidye karşılığında serbest bırakmak arasında muhayyer bırakmışla bu
tercihlerden her ikisinin de mubah olması gerekirdi ve dolayısıyla, esirleri
fidye karşılığında bırakma yolunu tercih ettiklerinden dolayı mesul
tutulmamaları gerekirdi.
Oysa Müslim'in rivayetinde, bu
yolu tercih eden müslümanların mes'ul oldukları ve bu yüzden hak ettikleri
azabın Hz.Peygambere çok yakından gösterildiği ifâde edilmektedir. Ulemâ bu
meseleyi şöyle açıklamışlardır. Bu tercihi yapmalarından dolayı azaba müstehak
olanlar, bu tercihe katılanların tümü değildir. Sadece dünya menfaati temin
etmek gayesiyle bu tercihe katılanlardır. Fakat, esirleri ve onların
nesillerini kazanmak, rahmet yoluna sarılmak, esirlerden alınacak mallarla
müslümanları düşmana karşı daha güçlü hale getirmek gibi sebeplerle, bu tercihe
katılanlar, tercihlerinden dolayı sorumlu değillerdir. Metinde bu mevzu ile
indiği ifade edilen; "...sîz, geçici dünya malını istiyorsunuz. Allah ise
(sizin için) ahircti istiyor..."[187] ayet-i ke-rimesiyle kasdedilenler,
dünya menfaati elde etmek gayesiyle bu tercihe katılanlardır. Bedir savaşına
katılanların büyük çoğunluğu bu sorumluluğun dışındadır. Hz.Fahr-i kainat ile,
Ebû Bekr Sıddık'ın bu tercihe katılmala-rındar dolayı mesul olmaları ise asla
sözkonusu değildir.
Hz. Pey amberin, bu tercihe
katıldıklarından dolayı mesul olan kişiler hakkında ağlaması ise onların bu
günahlarının bağışlanması için olmuştur ve Yüce Allah sevgili peygamberinin
döktüğü gözyaşları neticesinde onları azaba çarptırmayacağını ve küfrün belini
kırıp düşmanı tamamen mağlup etmeden hiçbir peygamberin elinde esirler
bulundurarak bunların karşılığında fidye almasının doğru olmadığını, bunun
ancak kafirleri zelil, müslümanlan aziz kıldıktan sonra meşru olacağını[188] bildirmiştir.
İbn Kayyım el-Cevziyye'nin
ifâde ettiğine göre ulemâ Bedir esirlerini kılıçtan geçirme, ya da fidye
karşılığında serbest bırakma şıklarından hangisinin daha isabetli olduğunda
ihtilafa düşmüş, bir kısmı kılıçtan geçirilme şıkkını tercih ederken bir kısmı
da fidye karşılığında serbest bırakılmaları şıkkını tercih etmeştir. Bu ikinci
şıkkı tercih edenler, şu gibi sebeblerden dolayı bu görüşü tercih etmişlerdir:
1. Çünkü daha sonra hüküm bu
görüş üzerinde karar kılmıştır.
2. Enfal suresinin 68.
ayetinde ifade edilen, Allah'ın ezeli yazgısına uygun düştüğü ve bu uygulama
müslümanlara helal kılındığı için,
3. Allah'ın gazabına galip gelen
rahmet sıfatına uygun düştüğü için,
4. Hz.Peygamberin bu görüşü
tercih eden Hz.Ebu Bekir'i Hz.İbrahim ve İsaya (a.s.) benzettiği için,
5. Sözkonusu esirlerin
fidye karşılığında serbest bırakılmaları pek çok kimselerin müslüman
olmasına vesile olduğu için,
6. Elde edilen fidyelerle
müslüman mücâhidler takviye edildikleri için,
7. Allah ve Rasûlü bu görüşü
tercih ettikleri için.
Yine metinde geçen
"...sonra Allah ganimetleri onlara helal kıldı..." cümlesiyle, daha önce
yaşayan ümmetlere ve peygamberlere ganimetleri yemenin haram olduğu, ganimet
yemenin ancak ümmet-i Muhammed'e helal kılındığı İfade edilmek istenmiştir.
Çünkü geçmiş ümmetler ele geçirdikleri ganimetleri yiyemezlerdi. Nitekim,
"...Eğer Allah'dan bir yaa geçmemiş olsaydı size mutlaka büyük bir azab
dokunurdu..."[189] ayet-i kerimesiyle bu gerçeğe işaret edilmiş ve;
"...Artık elde ettiğiniz ganimetleri helal ve temiz olarak yeyin..."[190] ayet-i kerimesiyle ganimetlerin bu
ümmete helal kılındığı açıkça ifade edilmiştir.
Esirlerin mal karşılığında
bırakılması hakkında fıkıh ulemâsının görüşlerini bir önceki hadisin şerhinde
açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[191]
2691. ...Ibn Abbas'dan
rivayet edildiğine göre; Peygamber (s.a.), Bedir (savaşı) günü (fidyeyle
serbest bıraktığı) her bir müşrik hakkında dört bin (dirhem para) takdir
etmiştir.[192]
es-Sfretü'l-Halebiyye'de ifâde
edildiğine göre, Bedir savaşında esirlere mali güçlerine göre fidye takdir
edilmiştir. Binâenaleyh, takdir edilen fidyelerin miktarı 1000 dirhem ile 4000
dirhem arasında değişen mikdarlarda olmuştur. Takdir edilen bu mikdarı ödemeye
gücü yetmeyenlerde, okuyup-yazma bilmeyen bir müslümana okuyup yazma öğretmeleri
karşılığında serbest bırakılmışlardır. Hz.lbn Abbas sadece bildiği miktarı
anlatmakla yetinmiştir. Aslında esirlerden alınan fidye mikdarı 2000-4000
dirhem arasında değişmektedir. Bu hadisle ilgili hükümler 2689 ve 2690 numaralı
hadislerin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum görülmemiştir.[193]
2692. ...Aişe
(r.anha)'dan; demiştir ki: Mekkeliler (Bedir'de müs-lümanların eline geçen)
esirlerine fidye olmak üzere (mal) göndermeye başlayınca (Hz.Peygamberin kızı)
Zeyneb de kocası Ebu'İ-As'ın fidyesi olmak üzere (bir miktar) mal gönderdi.
(Hz.Zeyneb'in gönderdiği) bu mallar arasında kendisine ait bir de gerdanlık
vardı. (Aslında) bu gerdanlık Hz. Hatice'nin idi ve Zeyneb'i Ebu'l-As ile
evlendirirken bu gerdanlığı ona vermişti. Rasûlullah (s.a) gerdanlığı görünce
Zeynep için çok üzüldü ve (yanındaki Müslümanlara);
"Eğer Zeyneb'in esirini
serbest bırakmayı (uygun) görürseniz (onu şerbet bırakın) ve Zeyneb'e ait olan
(mal) ı da kendisine iade ediniz" dedi. Onlar da;
Olur, diye cevap verdiler.
Rasûlullah (s.a) Ebu'l-As'dan (Zeyneb'i kendisine göndereceğine dair) söz
almıştı. -Yahut da- Ebu'l-Âs (Zeyneb'i Hz.Peygambere göndereceğine dair) söz
vermişti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) Zeyd b. Harise İle ensardan bir adamı
(Hz.Zeyneb'i getirmek üzere Mekke'ye) gönderdi, (gönderirken onlara)
"Ye'cic (denen yer)in çukurunda bekleyin. Nihayet sizin yanınıza gelince
beraberce yola çıkar ve onu alıp getirirsiniz." buyurdu.[194]
Bedir esirleri arasında
Peygamberimizin damadı ve Hz.Zeyneb'in kocası Ebu âs b.Rebi'de bulunuyordu.
Ebu'l-As; Mekke'de zengin,
güvenilir ve ticarette sayılı kişilerdendi. Annesi Hâle binti Huveylid,
Hz.Hatice'nin kızkardeşi idi. Hz.Hatice, yeğenini, kızı Hz.Zeyneb'le
evlendirmesini Peygamberimizden istemiş, Peygamberimiz de buna muhalefet
etmemişti. Bu, peygamberimize, peygamberlik ve vahiy gelmeden önce idi.
Peygamberimiz Hz.Zeyneb'i
Ebu'1-As'a nikahladı. Hz.Hatice yeğeni Ebu'1-As'ı oğlu yerinde tutardı.
Yüce Allah, Peygamberimizi
peygamberlikle şereflendirdiği zaman Hz.Hatice ile kızları peygamberimize iman
ettiler. Peygamberimizin Allah'tan getirip tebliğ ettiği şeyleri tasdik,
peygamberimizin dinini kabul ettiler. Ebu'l-As ise, müşriklikte kaldı.
Peygamberimiz, kızı
Hz.Rukiyye'yi veya Ümmü Külsüm'ü de Utbe b Ebî Leheb'e nikahlamıştı.
Kureyş müşrikleri, yüce
Allah'ın emirlerine karşı koymaya ve düşmanlığa başladıkları zaman;
Siz Muhammed'in kızlarını
almakla onu derdinden kurtardınız. Kızlan geri çevirip onlarla kendisini meşgul
ediniz, dediler. Ebul As'a gittiler, ona,
Aileni kendinden ayır. Biz, seni
Kureyş kadınlarından*hangisini istersen, onunla evlendiririz, dediler.
Ebu'l-As;
Hayır. Vallahi, ben zevcemden
ayrılmam. Onun yerine Kureyş kadınlarından bir kadının, benim karım olmasını
da istemem, dedi...
Müslümanların karşılıksız
olarak serbest bıraktığı Ebu'l-As, Mekke'ye gidince, birkaç gece Mekke'de
oturduktan sonra, bir gece, Hz.Zeyneb'le birlikte Mekke'den yola çıktı. Onu,
Zeyd b.Harise'ye ve arkadaşına teslim etti. Onlar da Zeyneb'i peygamberimize
getirdiler.[195] Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte, "Esirleri
mal karşılığında serbest bırakmak caizdir." diyenlerin delilidir. Biz
fıkıh ulemasının bu mevzudaki görüşlerini 2690 numaralı hadisin şerhinde
açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[196]
2693. ...Urve b.
ez-Zübeyr (in) el-Misver b. Mahreme ile Mervan'dan naklettiğine göre;
Rasûlullah (s.a) Hevâzin (kabilesi) elçileri müs-lümanlığı kabul ederek
kendisine gelip de mallarının kendilerine geri verilmesini istedikleri zaman
onlara (şöyle) konuştu:
Benim yanımda şu gördüğünüz
(askerler) vardır." (onların hepsinin de bu mallarda hakkı vardır) söz
(ler)den en hoşuma gideni en doğru olanıdır. (Binaenaleyh) ya esir (leriniz)i tercih
ediniz ya da mallarınız)!" Bunun üzerine (Hevazin elçileri);
Biz esir(ler)imizi tercih
ediyoruz dediler. Rasûlullah (s.a) de (onlara bir hitabede bulunmak üzere
ayağa) kalktı Allah'a (hamd-ü) senada bulunduktan sonra dedi ki:
"...Gelelim mevzumuza!
Sizin şu (Hevazinli) kardeşleriniz (müslümanlığı kabul edip) tevbe ederek
geldiler. Ben onlara esirlerini (karşılıksız olarak) geri vermeyi uygun
görüyorum. Sizden kim kendi arzusuyla bunu yapmayı istiyorsa (bunu) yapsın. Kim
de bizim kendisine Allah'ın bize vereceği ilk feyden (biraz mal) vermemize
kadar (esirler üzerindeki) hakkını elinde tutmak istiyorsa (o da bunu)
yapsın" (orada bulunan) halk;
Ey Allah'ın Rasûlü biz kendi
gönlümüzle bu esirleri onlara (karşılıksız olarak) veriyoruz, dediler.
Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.)
"Biz (esirleri
karşılıksız olarak bırakmamız hususunda bize) izin verenle vermeyeni
biribirindcn ayırdedemiyoruz. Gidiniz başkanlarınıza (danışınız) sizin
kararınızı bize onlar getirsinler." dedi. Halk da (başkanlarının yanına)
gitti. Başkanları onlarla konuştular ve hepsinin de esirleri karşılıksız
olarak bırakmayı gönülden istediklerini ve (buna) izin verdiklerini
bildirdiler.[197]
Bu hadis-i şerifte mevzuu
bahis edilen olayın özeti şudur: Hz.Peygamber hicretin sekizinci yılında
Mekke'yi fethedip de sonra Huneyn üzerine bir sefer düzenlemiş ve neticede
Hevazinlerden pek çok kimseyi esir etmişti.[198] Bu seferi müteakip yapılan Taif
gazasından sonra da zilkade ayının altıncı günü Cirâne'ye geldi ve orada on üç
gece kaldı. Hevazinden alınan harp esirleriyle ganimet mallan da Cirane'de
bulunuyordu.[199] Bir temsilci gelmeyince Hz. Peygamber, Hevazinden alınan
ganimetleri mücahitler arasında taksim etti. Nihayet Hevazin temsilcileri peygamberimizin
yanına gelip müslüman oldular ve gerilerdeki kavimlerinin de müslüman
olduklarını haber verdiler.
Bunlar başlarında Ebu Sured
Züheyr b. Sured olmak üzere ondört kişi idiler.
Peygamberimizin süt annesinden
amcası olan Ebu Burkan da aralarında bulunuyordu.[200]
Hevâzin temsilcileri; Ya Rasûlullah!
Biz, köklü bir kabileyiz.
Sana meçhul olmadığı üzre biz
bu musibete uğramış bulunuyoruz. Allah'ın sana lutfu ihsanda bulunduğu gibi,
sen de bize karşı lutufkâr ol! dediler.
Benî Sa'd b. Bekir
oğullarından Ebû Sured Züheyr, ayağa kalktı.
Ya Rasûlallah! Şu
gölgeliklerde bulunanlar, senin süt halaların, teyzelerin ve sana süt emdirip
bakmış olan kadınlardır. Eğer biz, Şam kralı Haris b. Ebi Şimr'i veya Irak
kralı Numan b. Münzir'i emdirmiş ve şimdiki duruma düşüp te kendilerinin
şefkat ve ihsanlarını dilemiş olsaydık, bize esirgemezlerdi. Halbuki, sen süt
emdirip bakılanların en hayırhsısın! dedi. Bu hususta bir de şiir söyledi.
Hevazin temsilcileri
mallarının ve esirlerinin kendilerine geri verilmesini istediler.[201]
Peygamberimiz;
"Ben, sîzin için
gelmeyeceğinizi sanıncaya kadar -işi bekletmiş- geciktirmiştim. Fakat siz çok
geç kaldınız. Esirler bölüşülmüş bulunuyor. Bana sözün en sevimli, en güzel
olanı, doğru olanıdır. Görüyorsunuz ki yanımda bunca müslümanlar var onların
hepsini haklarından vazgeçirmek zordur. Şimdi siz iki şıkkın birisini; ya
esirleri, ya da malları tercih ediniz! Size çocuklarınızla kadınlarınız mı
daha sevgilidir, yoksa mallarınız mı?” buyurdu.
Temsilciler, Peygamberimizin
ancak ikisinden birisini geri verebileceğini anlayınca,
Ya Rasûlallah! Sen bizi,
mallarımızla, çoluk çocuklarımız arasında onlardan birini seçmekte serbest
bıraktın. Sen bize kadınlarımızı ve çocuklarımızı geri ver! Çünkü onlar bizim
yanımızda maldan daha sevgilidir, dediler. Peygamberimiz:
"Benim hissemi ve
Abdulmuttalip oğullarının hisselerine düşenleri size bağışladım. Halka öğle
namazını kıldırdığım zaman, sizler ayağa kalkıp:
("Biz çocuklarımız ve
kadınlarımız hakkında Rasûlullah'ın müslüman-lar katında müslümanların da
Rasûlullah katında şefaatini diliyoruz") deyiniz.
Bunun üzerine ben de (bana ve
Abdulmuttalip oğullarına düşenleri size bağışladım) derim.
Müslümanlardan da sizin için
istekte bulunurum." buyurdu.[202]
Peygamberimiz, müslümanlara
öğle namazını kıldırınca, Hevazin temsilcileri Peygamberimizin kendilerine
emrettiği üzre ayağa kalktılar;
Biz çocuklarımızla
kadınlarımız hakkında Rasûlullah'ın, Müslümanlar katında, Müslümanların da
Râsulullah katında şefaatini diliyoruz dediler.
peygamberimiz;
"Benim hisseme ve
Abdulmuttalip oğullarının hisselerine düşenler, sizin olsun" buyurdu.
Bunun üzerine, muhacirler;
"Biz de hisselerimize
düşenleri, Rasûlullah Aleyhisselam için bağışladık, dediler.
Ensar;
Biz de hisselerimize
düşenleri, Rasûlullah Aleyhisselam için bağışladık dediler.[203]
Akra b. Habis;
Ben ve kabilem olan Temim
oğulları adına hayır, bağışlamayız, dedi. Uyeyne bin Hısn,
Ben ve kabilem olan Fezare oğullan
adına hayır, bağışlamayız, dedi. Abbas b. Mirdas ü's-sülemî;
Ben ve kabilem olan Beni
süleymler adına; "hayır, bağışlamayız dedi. Fakat her iki kabile halkı,
Akra ile Abbas'ın;
Hayır, bağışlamayız sözleri
üzerine onlara;
Hayır, yalan söylüyorsun. Esirler,
Rasûlullah Aleyhisselama bağışlanmıştır, dediler. Süleymoğullan; Biz hissemize
düşenleri Rasûlullah Aleyhisselama bağışladık." dedikleri zaman, Abbas b.
Mirdas, onlara Siz, beni, zaif ve küçük düşürdünüz, diyerek çıkıştı.[204]
1. Ganimetler bölüşüldükten
sonra, askerlerin özel mülJcü durumuna geçer.
2. Arap ırkından olan kâfir
esirleri köleleştirmek caizdir.
3. Süresi belli olmayan
bir zaman için borçlanmak caizdir. Çünkü Hz. Peygamber, esirleri fidye
karşılığında bırakmak isteyenlere, fidyelerini Allah'ın nasibedeceği ilk
feyden vermeyi vadetti. Allah'ın ilk feyi ne zaman nasibedeceği de belli
değildi.
4. Ganimetler, müslümanlar
arasında paylaştırıldıktan sonra düşman kuvvetleri müslümanlığı kabul ederek
gelirler de mallarını isteyecek olurlarsa devlet reisi veya vekili, bir yarar
gördüğü takdirde ganimetleri geri verebilir.
5. Müslümanların güvendikleri
kişileri kendilerine rehber edinip işlerini onlara danışmaları caizdir.
6. Haber-i vahide itimad etmek
caizdir.
7. Vekilin müvekkili adına
yaptığı ikrar makbuldür. İmam-ı Ebu Hanife (r.a)'ye göre ise vekilin müvekkil
adına yapacağı ikrar sadece hakim huzurunda geçerlidir. Bunun dışında
geçersizdir.[205]
2694. ...Amr b. Şuayb'ın
dedesinden, demiştirki: Şu, (hevazin el-çileriyle ilgili) hadisede Rasûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem;
“Onların kadınlarını (ve
oğullarını) kendilerine geri veriniz (içinizden) her kim şu ganimetten bir
hisse ele geçirir (de sonra onu geri verir) se (şunu bilsin ki iade edeceği) bu
ganimet karşılığında ona Allah'ın bize vereceği ilk ganimetten altı deve
vermek üzerimize borçtur." buyurmuş sonra bir deveye yaklaşıp hörgücünden
bir tüy kopararak:
"Ey insanlar benim için
şu ganimetten ve şu (elimdeki)nden hiç bir pay yoktur" (demiş) ve (tüy
tuttuğu) iki parmağını kaldırıp (sözlerine devam ederek), "Ancak beşte
biri müstesna. O beşte bir de (tarafımdan) size geri verilmiştir. Binaenaleyh
(ganimetten almış olduğunuz mallardan her şeyi hatta) iplik ile iğneyi (bile
sahiplerine iade edilmek üzere geri) veriniz." buyurmuş. Bunun üzerine
elinde kıldan yumak olan bir adam kalkıp;
Ben Devemin palanı altında
bulunan çulu tamir etmek için (ganimet mallarından) şu yumağı almıştım dedi.
Rasûlullah (s.a.)'da;
"Benim ve Abdulmuttalib
oğulları için olan (ganimet) senindir" buyurdu. (O adam da bir yumak
hukuki bakımdan şu)
Gördüğüm (hal)e erişmişse
artık benim ona ihtiyacım yoktur dedi ve onu (elinden) atıverdi.[206]
Hevazin elçileriyle ilgili
olayı bir önceki hadisin şerhinde açıklamıştık. Bilindiği gibi Hz.Peygamberin
ganimetlerde üç hakkı vardır:
1. Ganimetlerin tümünün beşte
birinin beşte biri. Yani ganemitlerin tümünün beşte biri ayrılınca bu beşte
bir de tekrar beşe ayrılıp şu beş sınıf arasında paylaştırılır:
a) Hz.Peygamber
b) Hz.Peygamberin yakınları
c) Öksüzler
d) Miskinler
e) Yolcular
2. Safiyy; Hz. Peygamberin bir
peygamber olarak seçip alabileceği pay
3. Mücahidlerle birlikte
onlardan birine denk olarak aldığı pay
Ancak Hz.Peygamber
Hevazinlilerden elde edilen ganimetlerden sadece beşte birden düşen hakkını
almış onu da geri vermiş ve ileri de eline ganimetten yada feyden geçecek olan
payını da yine esirlerini karşılıksız olarak bırakmak istemeyen mücahidlere,
bırakacakları esirler için fidye olarak vermeyi vadetmek suretiyle
borçlanmıştır.
Biz bu hadisle ilgili
hükümleri bir önceki hadisin şerhinde ve fıkıh ulemasının bu meseleyle ilgili
görüşlerimde 2690 numaralı hadisin şerhinde açıkladığımız için burada tekrara
lüzum görmüyoruz.
Ancak şurasını ilâve etmek
isteriz ki, bu hadis-i şerif "Hz.Peygamberin vefatıyla ganimetlerden
aldığı payı ve dolayısıyla, akrabalarının payı yürürlükten kalkmıştır. Bu
paylar ayet-i kerimede hak sahibi oldukları Rasulü ek-remle birlikte zikredilen
öksüzlere, miskinlere ve yolculara intikal etmiştir." diyen Hanefi
ulemasının delilidir. Bazıfarına göre ise Hz.Peygamberin ve akrabalarının bu
payı Rasûlüllah'ın hayatında harcadığı yerlere harcanmak şartıyla devlet
reisine bırakılmıştır. Devlet reisi onu, islamm savunması için gerekli olan
hazırlıkları yapmak için sarfeder. Metinde geçen "...İplik ile iğneyi (bile)
veriniz." cümlesi, "ganimetler arasında bulunan az miktardaki
malların da taksime tabi olduğuna delalet etmektedir. Ayrıca bundan yiyecek
maddeleri müstesnadır." diyen İmam Şafii (r.a) in delilidir. îmam Malik
ise ganimet malları arasında bulunan kıymetsiz şeylerin taksimden önce
alınmasında bir sakınca görmemiştir.[207]
2695. ...Ebû Talha'dan; Dedi
ki: Rasûlullah (ş.a) bir kavmi yendiği zaman (onlara ait olan) toprak (lar) da
üç (gün) kalırdı. (Ebu Davud'un diğer şeyhi) İbnü'l-Müsenna (bu hadisi);
"Bir kavmi yendiği zaman onların toprağında üç (gün) kalmayı severdi"
diye rivayet etmiştir.
Ebû Dâvud der ki; Yahya b.
Sâid bu hadisi tenkid ederdi. Çünkü bu hadis Said'in (Kaîade'den rivayet
ettiği) ilk hadis (ler) den değildir. Oysa Said kırkbeş yaşında iken
bunamıştır. Bu hadisi de ömrünün son zamanlarında rivayet etmiştir. (Fakat)
Veki'in de Said'den bunak halinde iken (hadis) aldığı söylenir.[208]
Metinde, ömrünün son
zamanlarında bunadığından bahsedilen Said, Said b. Ebi Urube'dir. Bu Said'den
rivayet edilen hadislerin bazılarını tenkid eden Yahya ise; "Yahya b. Said
el-Kattan"dır.
Ve bu hadisi rivayet eden
kişilerin hepsi de Said b. Ebi Urube'den rivayet etmişlerdir. Kavilerden birisi
Muaz b. Muaz, diğeri Ravh, öbürü de Abdü'l-A'la'dır Gerçi bunların hepsinin de
bu hadisi Said'den rivayet ettiği doğru olmakla beraber bu hadisi Said'den
bunaklığı döneminde aldıklarına dair bir delil yoktur. Ayrıca bu hadisi Buhari
ile Müslim de hiçbir tenkide uğramadan sahihlerine almışlardır. Binaenaleyh bu
hadisi, Said b. Ebî Urube'-den rivayet edildiği gerekçesiyle reddetmek doğru
olmaz.
el-Mühelleb'in açıklamasına
göre Hz. Peygamberin, zafer kazandıktan sonra düşman topraklarında üç gün daha
kalmasının hikmeti, savaşın verdiği yorgunluğu gidermektir. Ancak orada böyle
bir istirahatı göze almak için ortamın müsait olması ve düşmanın yeni bir
saldırıya geçmesi ihtimalinin olmaması gerekir. Bu istirahat süresinin üç
günle kayıtlanması ise, bir yerde konaklayan bir yolcunun orada üç gün kalmakla
misafirliğinin ikamete dönüşeceğindendir. Bu bakımdan Hz.Peygamber fethettiği
düşman topraklarında üç günden fazla kalmamıştır.
Îbnü'l-Cevzi'ye göre
Rasûlullah'ın zaferden sonra düşman topraklarında üç gün kalmasının hikmeti
müslümanların güç ve kuvvetini küffara göstermek, orada infaz edilecek ahkamı
infaz etmek ve müslümanların, kafirlerin güç ve kuvvetine hiçbir değer
vermediklerini bilfiil isbat etmek içindir.
İbnu'l-Munîs'e göre ise,
Rasûlü ekremin düşman topraklarında zaferden sonra üç gün kalması, o güne
kadar isyana sahne olan o topraklar üzerinde Allah'a taatta bulunarak ve
Allah'ı zikrederek ziyafette bulunmak ve müslümanların şiarını izhar etmektir.
Ziyafetin süresi en fazla üç gün olduğu için de dördüncü gün orayı terketmeyi
uygun bulmuştur.[209]
2696. ...Ali (k.v) den
rivayet olunduğuna göre, kendisi bir cariye ile çocuğunu birbirinden ayırmış da
Rasûlullah (s.a) onu bu işten neh-yetmiş ve (yaptığı bu) satışı da
reddetmiştir.
Ebu Davud der ki; (Bu hadisi
Hz. Ali'den rivayet eden) Meymun Ali'ye kavuşmadı. Cemacim (savaşın) de
öldürüldü. Cemacim (savaşı hicretin) yetmişüçüncü sene (sin) de oldu. Hine
(savaşı da hicretin) altmışüçüncü sene (sin) de (olmuştur). îbn Zübeyrde
(hicretin) yetmişüçüncü sene (sin) de katledildi.[210]
Tirmizî bu hadîs-i şerif
hakkında şunları söylüyor; "Bu hadis hasen garibdir. Peygamber (s.a)'in
ashabından ve sonrakilerden bazı ilim adamları akraba olan savaş esirlerini
satışta biribirinden ayırmayı mekruh görmüşlerdir. Bâzı ilim adamları İslam
diyarında dünyaya gelen akrabaları birbirinden ayırmayı caiz görmüşlerdir.
Birinci kavi daha sahihdir. İbrahim'den, satışta anne ile çocuğunu birbirinden
ayırdığı, bunun sebebi kendisine sorulunca –“Ben,o anneden bu hususta izin
istedim de razı oldu-" dediği rivayet edilmiştir.[211]
Şevkanî'nin ifâdesine göre bu
hadis harp esirlerinden anne ile çocuğu ya da kardeş olan iki çocuğu ayrı ayrı
kimselere satmak suretiyle veya benzeri yollarla birbirinden ayırmanın haram
olduğuna delildir. Anne ile çocuğu birbirinden ayırmanın haram olduğunda
ittifak vardır. Anne ile çocuğun birbirinden ayrılmasına sebep olan bu satışın
sahih olup olmadığı ihtilaflıdır. İmam Şafii (r.a)'e göre bu satış sahih
değildir. Ebu Hanife (r.a)'ye göre ise sahihdir. Diğer akrabaları birbirinden
ayırmak da buna kıyasla haram sayılmıştır. İmam-ı Şafii'ye göre ise diğer
akrabaları birbirinden ayırmak haram değildir.
Hanefi fıkhının meşhur kitaplarından
"Hidâye" isimli eserde bu mevzuda şöyle deniliyor:
"Biribirleriyle evlenmeleri haram olan iki küçük köleye sahip olan bir
kimsenin bunları biribirinden ayırması caiz olmadığı gibi biribirleriyle
evlenmeleri haram olan biri küçük diğeri büyük iki köleyi birbirinden
ayırmakda caiz değildir. Biribirinden ayrılmaları yasaklananlar, biribirlerine
nikah düşmeyen ve aralarında akrabalık bulunan kölelerdir. Biribirleriyle
akraba olduğu halde evlenmeleri caiz olan ya da evlenmeleri haram olduğu halde
aralarında akrabalık bulunmayan köleler bu hükme girmezler. Onları
biribirinden ayırmak caizdir. Binaenaleyh karı-koca olan iki köleyi satmakta
bir sakınca yoktur.
Fakat aralarında hem akrabalık
bulunan, hem de biribirleriyle evlenmeleri caiz olmayan ikisi de küçük ya da
biri büyük diğeri küçük iki köleyi biribirinden ayırmak mekruhtur. Fakat
cinayet ve bunlardan birinin ayıplı çıkması gibi hallerde birini diğerinden
ayırmakta bir sakınca olmadığı gibi bunlardan birinin satılması halinde yapılan
satış da sahihtir. İmam Ebu Yusuf'a göre ise, iki köleyi biribirinden
ayırmanın veya birini satmanın haram olması, sadece aralarında doğum sebebiyle
akrabalık bulunan köleler için geçerli, bunların dışındaki akrabalıklar için
geçerli değildir. Fakat aralarında doğum sebebiyle akrabalık bulunan köleleri,
iki ayrı kişiye satarak birini diğerinden ayırmak mekruhtur ve yapılan satış
fâsiddir. Çünkü Hz.Peygamberin bu satışı reddetmesi onun fasit olduğunu ifade
eder. Bu mevzuda İbn Abidin de şunları söylüyor: "Allame Nuh Dürer
haşiyesinde Ebu Yusuf'tan bu konuda iki rivayetin olduğunu nakletmektedir. Bir
rivayette ıralarında doğma akrabalığı olan ana, baba torun, dede gibi olanlar
da caiz değil, diğerlerinde caiz olduğunu söylemektendir. Şafii mezhebinde
sahih olan da budur. Bir rivayete göre de akrabalık isterse doğum sebebiyle
olsun hiç bir suret de caiz olmayacağı istikametindedir. Bu da aym zamanda
İmam-ı Ahmed'-in görüşüdür. Zira hadis-i şerifin yasaklaması ancak böyle bir
akdin fasid olmasını gerektirir, imam Malik ise anne ile çocuk arasında bir
ayırma caiz değildir, bunun dışındakiler de caizdir demektedir..."[212]
Birbirlerinden ayırmanın yasak
olduğu köleler hakkındaki bu hükmün ne zamana kadar devam edeceği hususu da
ulema arasında ihtilaflıdır.
1. İmam Şafii'ye göre köle yedi
yaşına girinceye kadar bu yasak devam eder.
2. İmam Evzai'ye göre babasına
ihtiyacı kalmayıncaya kadar devam eder.
3. İmam Ebu Hanife ve
arkadaşlarına göre baliğ oluncaya kadar devam eder. Ancak İmam Ahmed'e göre
akraba olan köleleri ergenlik çağına varsalar bile biribirlerinden ayırmak caiz
değildir.[213]
Ebu Dâvûd, metnin sonuna ilave
ettiği ta'likte, bu hadisi Hz. Ali'den rivayet eden Meymun'un aslında Hz.Ali'ye
yetişmediğini söylemekte, buna delil olarak da Meymun'un İbnü'l-Eş'as ile
Haccac arasında vukubulan "Deyrül-cemacım" savaşında öldüğünü
göstermektedir. Musannif Ebu Da-vud bu sözüyle hicretin yetmişüçüncü yılında
vefat eden Meymun'un hicretin kırkıncı yılında vefat eden Hz.Ali ile
görüşmesinin mümkün olamayacağını ifade etmektedir. Ancak Meymun'un hicretin
yetmişüçüncü yılında vefat etmesi aslında Hz.Ali ile görüşememiş olduğunu
ifade etmez. Çünkü Meymun'un Hz.Ali'nin vefatından yedi veya sekiz yıl önce
dünyaya gelmiş olması görüşebilmeleri için yeterlidir. Musannif Ebu Dâvûd
burada Meymun'un doğum yılını tesbit etmediği için delili yeterli değildir.
Yine sözü geçen ta'likte sözkonusu
edilen Hirre savaşının ve İbn Zü-beyr'in hicretin yetmişüçüncü senesinde şehid
edilmesinin bu hadisle hiçbir ilgisi yoktur. Musannif ebu Davud bu olayları
sadece söz arasında zikretmiş olmak için sözkonusu etmiştir.[214]
2697. ...Selemeden; dedi
ki: Biz Ebu Bekir'le birlikte (bir sefere) çıktık. Rasûlullah (s.a) onu bizim
başımıza kumandan tayin etmişti. Fezâre (kabilesi) ile savaşa başladık.
Süvarileri (hücum için) dağıttık sonra içlerinde çocuk(lar) ve kadınlar bulunan
bir topluluğa bak (maya başla) dım. (Onlara doğru) bir ok attım, (ok) onlarla
dağm arasında düştü. (Okun düştüğünü görünce ileri gidemeyip orada) durdular.
Ben de onları (alıp) Ebu Bekr'e getirdim. İçlerinde üzerinde deriden bir yaygı
(elbise) bulunan Fezare (kabilesin) den bir kadın vardı. Yanında da bir kızı
vardı ki arabın en güzel (ler) indendi. Ebu Bekir de bana o kadının kızını
nefel (fazladan) olarak verdi. Bunun üzerine Medine'ye geldim. Derken
Rasûlullah (s.a) bana rastladı ve;
"Ey Seleme! Bu kadını
bana bağışla” dedi. Ben de;
Vallahi (o) benim hoşuma
gitti. Ve daha elbisesini bile açmadım, dedim. Sükut etti. Ertesi gün olunca Rasûlullah
(s.a) çarşıda (yine) bana rastladı ve;
"Ey Seleme! Bu kadını
bana bağışla" dedi. Ben de;
Vallahi (o) benim hoşuma
gitti. Ve daha elbisesini bile açmadım dedim. Sükut etti. Ertesi gün olunca
Rasûlullah (s.a) çarşıda (yine) bana rastladı ve;
"Ey Seleme! Baban Allah'a
emanet (Bu) kadını bana bağışla." dedi. Ben de;
Ey Allah'ın rasûlü ben henüz
onun elbisesini bile açmadım. O senin olsun, dedim. Bunun üzerine o kızı
Mekkelilere gönderdi. Mekkelilerin elinde (müslüman) esirler vardı. O esirleri
de (Mekkelilerden) bu kadına karşılık olarak aldı.[215]
Metinde geçen "lillahi
Ebûke" sözü, "senin baban tamamen Allaha emanettir. Bu bakımdan O
Allah'ın izniyle senin gibi asil bir evlada sahib olmuştur." gibi manalara
gelir ve karşıdakini övgü için kullanılır. Ebu'1-Baka bu tabirin yemin
makamında kullanıldığını söylemiştir. "Ben henüz onun elbisesini bile
açmadım" sözü ise, "daha onunla hiç cinsi münasebette
bulunmadım." demektir.[216]
1. Askere nefel (yani harbe
teSvik etmek için bahşiş) vermek caizdir.
2. Cinsi münâsebeti kinayeli
sözlerle anlatmak müstehabdır.
3. Müslüman erkekleri kurtarmak
için kâfir kadınları fidye olarak vermek caizdir.
4. Esir edilen bir anne ile
yetişkin (akıl baliğ) çocuğunun arasını ayırmak caizdir.
5. Kumandanın,
askerinden bazı ganimet hisselerini isteyerek, onları bir müslümam kurtarmak
için fidye vermesi, veya daha başka amme menfaatlarında kullanması caizdir. Rasûl-i
Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz bunu Huneyn savaşında da
yapmıştır.
6. "Baban Allah'a emanet,
ceddine rahmet... gibi sözleri söylemek caizdir.[217]
2698. ...İbn Ömer'den
rivayet olunduğuna göre, kendisine ait bir köle düşman (tarafın) a kaçmış, bir süre
sonra da müslümanlar düşmana galip gelmişler. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.)
o köleyi îbn Ömer'e geri vermiş ve (o köle) taksime tabi tutulmamıştır.
Ebu Dâvûd der ki, bu hadisi
Yahya'dan başka bir ravi de, "O, köleyi'Halid b. Velid, îbn Ömer*e geri Verdi"
şeklinde rivayet etti.[218]
Bu hadis-i şerif, "İslam
ülkesini istilâ eden müşrikler müslümanlardan ele geçirmiş oldukları mallara hiçbir
zaman malik olamazlar” diyen ulemânın delilidir. Ancak İslam ulemâsı bu
meselede ihtilafa düşmüşlerdir. İmam Ahmed ile Hanefî ulemâsına göre, kâfirler
istila ettikleri İslam ülkelerindeki müslümanlara ait malları kendi ülkelerine
götürmekle bu mallara malık olurlar. İmam Ahmed'den gelen ikinci rivayete göre
ise, mâlik olamazlar.
İmam MahVe göre, Kafirler
müslümanlar in ellerinde bulunan bir ülkeyi istila edip oradaki müslümanlara
ait malları ele geçirmekle, o mallara sahip olurlar. Onlara sahip olabilmeleri
için, kendi ülkelerine götürmüş olmaları şart değildir. Delilleri ise,
"Akil bize bir ev bıraktı mı da?" manasına-gelen 2010 numaralı
hadis-i şeriftir. Bu görüşte olan kimselere göre; Hazreti Peygamber bu sözüyle,
Mekke'yi ele geçiren müşriklerin oradaki mallara sahip olduklarını ifâde etmek
istemiştir.
İmam Şafii'ye göre ise;
Kafirler bir ülkeyi istila edip orada müslümanlara ait mallan ele geçirmekle
asla onlara malik olamazlar. Binâenaleyh müslümanlar bir küfür ülkesini istilâ
edip de orada daha önce kafirlerin eline geçen mallarım tekrar ellerine
geçirecek olurlarsa, İmam Şafii'ye göre bu mallar derhal ilk sahiplerine iade
edilir. Mücâhidler arasında taksim edilmiş bile olsa yine hüküm böyledir.
Hanefî ulemâsıyla İmam MahVe ve İmam Ahmed'den bir rivayete göre ise bu mal
mücahidlere taksim edilmeden önce sahibinin eline geçerse meccanen ona
verilir. Fakat taksimden sonra eline geçecek olursa değerini ödeyerek alır.
Kâfirlerin, savaşta
müslümanlara galib gelerek ehl-i İslamdan hür kadın veya kızları ele
geçirmeleri halinde onlara hiçbir zaman sahip olamayacakları hususunda
müetehidler ittifak etmişlerdir. Kâfirlerin, Müslümanlara ait Müdebber Hükateb
ve Ümmü veled denilen köle ve cariyeleri ellerine geçirmeleri halinde onlara
sahip olup olamayacakları meselesi de ulema arasında ihtilaflıdır. Ulemanın
pekçoğuna göre kafirler savaşta müslümanlardan ganimet olarak elde ettikleri
sözü geçen köle ve cariyelere sahip olurlar. Hanefi ulemâsına göre sahip
olamazlar.
Efendisinden kaçıp da küffarın
eline geçen kölenin, onların mülkiyetine girip girmeyeceği meselesi hanefi
uleması arasında da ihtilaflıdır. İmam Ebû Hanife (r.a)'ye göre, bu köleye
düşman sahip olamaz. İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed ile diğer üç mezheb
imamına göre ise, bu köle düşmanın mülkü olur. Fakat mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerifte bu kölenin kafirlerin mülkiyetine geçemeyeceği açıkça ifade
edilmektedir.
Sunuda belirtmek isterizki;
"savaşçı bir topluluk müslümanların mallarını, kadınlarını, çocuklarını
elde ederek dar-ı harbe götürmek isterse ve böyle bir girişimde bulunursa buna
engel olmaya çalışmak bütün müslümanlar için bir vecibedir."[219] Ebu Davud'un açıklamasına göre
mevzumuzu teşkil eden hadiste geçen "Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) o
köleyi İbn Ömer'e geri verdi." anlamına gelen cümleyi Yahya b. Zaide'den
başka bir ravi de; "O köleyi Halid b. Velid İbn Ömer'e geri verdi."
anlamına gelen lafızlarla rivayet etmiştir. 2699 numaralı hadis-i şeriften
anlaşılıyor ki: Hadisi bu şekilde rivayet eden ravi İbn Numeyr'dir.[220]
2699. ...İbn Ömer'den;
demiştir ki: Peygamber (s.a.) zamanında, kendisinin(Ibn.Ömerin) bir atı
(düşman ordusu tarafına) kaçınca, düşman (lar) da onu yakalamıştı. Akabinde
müslümanlar onları yenmişler ve o (at) kendisine geri verilmiştir. Ve (yine)
kendisine ait bir köle, Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellemin vefatından
sonra kaçıp Rum topraklarına girmiş, bir süre sonra müslümanlar rumlara galib
gelince Halid b.Velid o köleyi İbn-i Ömer'e geri vermiş.[221]
Bu hadis-i şerif, efendisinden
kaçarak kafirlerin eline geçen bir kölenin, hiçbir zaman eline geçtiği
kafirlerin mülkü olamayacağını ve o kölenin müslümanların eline geçtiği anda
esas sahibine geri verilmesi icab ettiğini söyleyen İmam Ebu Hanİfenin ve bir
müslüman ülkesini istilâ eden kafirlerin orada ellerine geçirdikleri
müslümanlara ait mallara sahip olamayacaklarını binaenaleyh, müslümanların tekrar
o ülkeyi ellerine geçirmeleri halinde düşman elinden geri alınan malların eski
sahiplerine verilmesi gerektiğini söyleyen imam Şafiinin delilidir. Bu
meselelerle ilgili ayrıntılı bilgi bir önceki hadisin şerhinde geçtiğinden
burada tekrara lüzum görmüyoruz.[222]
2700. ... Ali b. Ebi
Talib'den; dedi ki: (Mekkeli müşriklere ait birtakım) köleler Hudeybiye
gününde, sulhtan önce Rasulullah (s.a)'ın yanına çıkageldiler. Bunun üzerine
onların efendileri (Hz Peygambere),
Ey Muhammed Allah'a yemin
olsun ki onlar sana senin dinine (karşı) bir istek duymuş değildirler. Onlar
sadece kölelikten kaçmak için (sana) gelmişlerdir, diye bir mektup yazdılar
(orada bulunan Ku-reyş'ten) bazı kimseler,
Ey Allah'ın Rasûlü (bu mektubu
yazanlar) doğru söylemişler.
Binaenaleyh bu köleleri onlara
geri'ver. dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) öfkelendi ve;
"Ey Kureyş topluluğu
Allah şu tutumunuzdan dolayı boynunuzu vuracak bir kimseyi gönderinceye kadar
(bu hareketinizden) vazgeçeceğinizi zannetmiyorum." dedi, onları geri
vermeyi kabul etmedi ve
"Bunlar aziz ve celil
olan Allah'ın hürriyete kavuşturduğu kimselerdir." buyurdu.[223]
Müslümanlarla savaş halinde
olan kâfirlere ait bir köle, müslümanlığı kabul ederek gelip müslümanlara
sığınacak olursa, yahut da müslümanlar kafirleri yenerek müslüman olmuş bir köleyi
ele geçirecek olurlarsa bu köle kölelikten kurtulmuş, hürriyetine kavuşmuş
olur. Bu hüküm Hanefilerin fıkıh kitaplarından, Hidaye isimli eserde şöyle
ifade edilmektedir; "İmam Ebu Hanife'ye ve taraftarlarına göre düşmana ait
bir köle müslüman olarak gelip bize sığınacak olursa, yahut da kafirlerin
ülkesi ele geçirilecek olursa bu köle hürriyetine kavuşmuş olacağı için serbest
bırakılır. Düşmanlardan kaçarak müslüman karargahına sığınan bir köle de aynı
şekilde hürriyetine kavuşmuş olur."
Düşmandan kaçarak müslümanlara
sığınan köleler, sahibinin veya herhangi bir şahsın yardımı ya da isteği
olmadan, sadece Allah'ın emri icabı hürriyetine kavuşmuş olduklarından Rasûl-i
zîşan efendimiz mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte bu köleler için,
"Allah'ın hürriyete kavuşturduğu kimseler" kelimesini kullanmıştır.
Aslında bu hadis-i şerifte
sözkonusu edilen olay hicretin sekizinci yılının şevval ayında cereyan
edenTâif seferinde vukua gelmiştir. Fakat râviler-den birinin hatası yüzünden
Ebu Davud'un Sünen'i ile Tirmizi'nin süneninde ve Hakim'in Müstedrekinde bu
olayın Hudeybiye musalehasında meydana geldiği ifade edilmiştir. Oysa
Bezlü'l-mechûd yazarının da ifade ettiği gibi, bu olayın Taif seferinde meydana
geldiğinde siyer ulemasının tümü ittifak etmişlerdir.
Hafız Zeylai'nin tahrıc ettiği
bir hadis-i şerifte bu olay şöyle anlatılıyor; "Peygamberimiz,
"Ne zaman bir köle,
kaleden iner ve yanımıza gelirse, o hürdür diyerek nida ettirdi.
Bunun üzerine kaleden bazı
köleler inip müslüman olunca Peygamberimiz, onları azâd etti.
Kaleden inen köleler 10-19
kadardı.Onlardan bazılarının isimleri şöyledir
1. Münbaas, ismi
Muztaca iken müslüman olunca Peygamberimiz onun ismini Münbaas koydu. Münbaas,
Osman b. Ammar b. Muattibin kölesi idi.
2. Ezrak b. Ukbe b. Ezrak, Benî
Maliklerden Kaledetü's-Sakafînin kölesi idi. Sonra Benî Ümeyyelerin müttefiki
oldu.
Beni ümeyyeler, Ezrâk'ı
kendilerinden bir kadınla evlendirdiler.
3. Verdan, Abdullah b.
Rebiatü's-Sakafînin kölesi idi.
4. Yuhannes ünnebbal,
Yesar b. Malik'in kölesi idi. Sonradan Yesar Müslüman olunca, Yuhannes'i
Peygamberimiz ona geri verdi
5. İbrahim b. Cabir
Hareşetü's-Sakafînin kölesi idi.
6. Yesâr, Osman b. Abdullah'ın
kölesi idi.
7. Ebû Bekre Nüfey b. Mesrûh,
Haris b.Kelede'nin kölesi idi. Kendisi Makaradan yararlanarak kaleden indiği
için Ebû Bekre diye anıldı.
Ebu Bekre Taifden
Peygamberimizin yanına inen yirmi üç kölenin üçüncüsü idi.
8. Nafi Ebü's-Sâib Gaylan b.
Seleme'nin kölesi idi. Sonradan Gaylan müslüman olunca, Peygamberimiz, onu,
Nafi'ye geri verdi.
9. Merzûk, Osman'ın kölesi idi.
Peygamberimiz, kaleden inen
kölelerin hepsini azâd etti.[224] Hafız Zeylâi bu hadisi naklettikten
sonra dört hadis daha zikretmiştiı ki dördü de bu hadisenin Taif savaşında
cereyan ettiğini ifâde etmektedir.
Müslümanlara sığınan
kölelerini istemeye gelen Kureyşli müşriklerin, Hz.Peygambere, bu kölelerin
müslümanlara sığınmasının esas sebebinin kölelikten kaçmak olduğunu, aslında
müslümanlığa hiç de rağbet etmediklerini söylemeleri üzerine, orada hazır
bulunanlardan bunları tasdik eden kimseler Hz.Peygamberin ashabından
değillerdi. Bunlar fcureyş'ten orada hazır bulunan bazı müşriklerdi. Esasen
ashab-ı kiramın Hz.Peygambere rağmen ku-reyş müşriklerinin iddialarını tasdik
etmeleri düşünülemez.
Kureyş kâfirlerini tasdik eden
bu kimselerin Rasûl-i zîşan efendimize, "Yâ Rasulallah" diye
hitabetmeleri ise müslümanların Hz.Peygambere hitap tarzına riayet
etmelerinden ileri gelmektedir. Yoksa onların Hz. Peygamberi Allah'ın Rasûlü
olarak tanımadıkları malumdur.
Ayrıca Kureyşli müşrikleri
tasdik edenler eğer müslümanlar olsaydı, içtihadlanna dayanan yanlış
kanaatlarından dolayı onları böyle ağır bir şekilde azarlamazdı.
Nitekim Useyd b. Hudayr ile
Abbad b. Bişr kendi ictihadlanna dayanarak, Hz.Peygambere gelip; "Ey
Allah'ın Rasûlü biz kadınları hayızhiken nikahlamaz mıyız?"[225] demelerini ve Hz. Ömer'in Hudeybiye
musalehâsın-daki sulh metnine itiraz etmesini müsamaha ile karşılaması da bunu
gösterir. Ancak müşrikleri tasdik eden bu kimselerin o anda orada bulunan
müellefe-i kulûbden bazı kimselerin olması da düşünülebilir.[226]
2701. ...İbn Ömer'den
rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a) zamanında (yapılan bir savaşta) ordu
ganimet olarak (bir mikdar) yiyecek ve bal ele geçirmiş de onlardan beşte bir
hisse alınmamıştır.[227]
Bilindiği gibi savaş esnasında
düşmandan ele geçen ganimetlerin beşte biri Hz.Peygambere, yakın akrabalarına,
öksüzlere, miskinlere ve yolda kalmışlara vermek üzere ayrılır. Geriye kalan beşte
dördü de mücahidler arasında usulüne göre paylaştırılır.
Ancak ganimetler un, buğday
gibi yiyecek maddelerinden ibaret olursa daha islam ülkesine taşınmadan önce
mücahidler yiyip bitirirler. Yenmiş olan bu yiyecek maddeleri mücahidlere
ödetilmez. Hanefi ulemasından Hafız Zeylâi de böyle demiştir. Hattabi'nin
açıklamasına göre ise; "Mücahidlerin düşman ülkesinde kaldıkları sürece
düşmandan ganimet olarak ele geçirdikleri yiyecek maddelerini, ihtiyaçlarını
giderecek kadar yiyebilirler. Bunlardan beşte bir hisse alınmaz. Çünkü
ganimetlerden Allah'ın, Rasulullahın, Rasulullah'ın .yakınlarının, öksüzlerin,
miskinlerin ve yolda kalmışların hakkı olarak beşte bir hisse ayrılmasını
emreden ayet-i kerime[228] nin genel hükmü dışında kalan özel bir durumdur. Bu
sebeple ordunun ganimetten az mikdarda olmak üzere ihtiyaçlarını gidermek için
tükettikleri yiyecek maddelerinden beşte bir hisse (humus) alınmaz. Aynı
şekilde Hz.Peygambere ganimetlerden ayrılan, mücahidük ve başkanlık
paylarından da beşte bir hisse alınmaz. Ulemânın büyük çoğunluğuna göre
mücâhidlerin ganimet mallarından hayvanlarına yedirdikleri yiyeceklerde
böyledir. İmam Şafii eğer hayvanlarına ihtiyaç mikdanndan fazla yedirecek
olurlarsa kıymetini öderler. Aynı şekilde yiyecek maddesinden sayılmayan
meşrubat ve ilaçları içen kimseler de kıymetlerini öderler, demiştir. Bu
mevzuda Hanefi fıkhının meşhur kitaplarından Hidaye'de şöyle deniyor:
"Askerlerin düşman topraklarında kaldıkları sürece ganimet malları
içiresinde bulunan yemleri hayvanlarına yedirmelerinde ve kendilerinin
buldukları yemekleri yemelerinde bir sakınca yoktur. Çünkü Rasulullah (s.a),
Hayber savaşında ele geçen yiyecekler hakkında, "onları kendiniz yiyiniz,
hayvanlarınıza da yediriniz fakat onları alıp götürmeyiniz. Odunları ve
silahları kullanabilirsiniz.'* buyurmuştur. Fakat obütün bu izinler sözügeçen
maddelere ihtiyaç duyulması halinde taksime tabi tutulmadan öncedir. Bu
maddelerin satılmaları caiz olmadığı gibi taksimden önce elbise gibi
maddelerden ihtiyaç duyulmadan yararlanmak ta mekruhtur." Ancak bu hüküm
kıyasa göredir. Siyer-i kebirde gazilerin taksim edilmedik ganimet malları
içindeki yiyecek maddelerini yemelerinin istihsa-nen caiz olduğu ifade
edilmektedir.[229]
2702. ...Abdullah b.
Muğaffel'den; demiştir ki: Hayber (savaşı) günü atılmış (dolu) bir yağ tulumunu
(gördüm) ve varıp onu aldım ve sırtıma attım. Sonra:
"Bugün bundan kimseye
birşey vermem" dedim, derken (etrafıma) bakındım ve bir de ne göreyim
Rasulullah sallallahü aleyhi ve sellem bana gülümseyip duruyor.[230]
Tîbî*nin açıklamasına göre yağ
tulumunu bulan kimse, "Bugün bundan kimseye birşey vermeyeceğim"
demekle o gün o yağa zaruret derecesinde muhtâc olduğunu ve bu zaruretin
kendisini mü'min kardeşlerine tercih edecek kadar elzem olduğunu ifâde etmiştir.
Her ne kadar böylesine ihtiyaç içinde bulunan bir kimsenin ihtiyaç duyduğu
meselede kendisini mü'min kardeşine tercih etmesi caizse de sözü geçen zat,
kendisini tercih ettiği için "...Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi (göç
eden yoksul kardeşlerini) öz canlarına tercih ederler..."[231] ayet-i kerimesiyle övülen kimselerin
faziletinden mahrum kalmıştır. Bununla beraber Rasulü zişan efendimiz onun bu
yağa olan zaruri ihtiyacını bildiği için onun bu halini tebessümle karşılamış
ve Ebu Davud et-Tayalisi'nin rivayetinden anlaşıldığına göre yağ tulumunu ona
vermiştir.[232]
1. Müslüman savaşçılar harp
ülkesinde kaldıkları sürece ganimetler içerisinde bulunan yiyecek maddelerinden
ihtiyaç miktarı yiyebilirler. Bu mevzuda tüm ulemâ ittifak etmişlerdir. Bu
cevazı kumandanın iznine bağlayan el-Ezher'den başka bir ilim adamı da yoktur.
Sâdece Evzai bu cevaz için kumandanın iznini şart görmektedir.
2. Harb ülkesinden İslam
ülkesine yiyecek götürmek caiz değildir. Şayet götüren olursa o yiyeceğe sahip
olamaz. Mücahidler arasında usulüne göre taksime tabi tutulur. Cumhuru ulemâ bu
görüştedirler. Evzâi'ye göre ise İslam ülkesine taşınan bu mal taşıyan kimsenin
olur taksime tabi tutulmaz.
3. Yahudilerin kestiği
hayvanları ve o hayvanların iç yağlarını yemek caizdir. îmam-ı Azam, Malik,
Şafii ve Cumhur buna kaildirler. îmam-ı Azam'la Şafii'ye göre, bunda kerahet
dahi yoktur. İmam Malik mekruh olduğunu söylemiştir. Hanbelilerden bazıları
ile Malikilerden Eşheb ve tbni Kaâsim'e göre haramdır. Bu kavil İmam Malik'ten
de rivayet olunmuştur.
4. Ehli kitabın
kestikleri de yenir. Bu hususta ehl-i sünnet ulemâsı müttefiktir. Yenmez diyen
yalnız Şiilerdir.
5. Hadis-i şerif sahabenin
Peygamber (s.a.)*e karşı gösterdikleri saygı ve hürmete işaret etmektedir.[233]
2703. ...Ebû Lübeyd'den;
Dedi ki: Biz Abdurrahman b. Semure ile beraber Kabilde idik. Halk bir ganimete
rastgeldi ve onu yağma ettiler. Derken (Abdurrahman) söze başlayıp; "Ben
Rasûlullah sallalIahtt aleyhi ve sellemi, yağmacılığı yasaklarken
işittim." dedi. Bunun üzerine (Halk da) aldıkları mallan geri verdiler ve
(Abdurrahman) malları onlara bölüştürdü.[234]
Nühbfc: Ganiroet mallarının
gaziler arasında usûlüne uygun olarak taksim edilmeyip, gaziler tarafından
yağma edilmesidir. Bu ise, askerlerden bir kısmı hakkından daha fazlasını
alırken bir kısmının da hak ettiği ganimeti alamamasına sebep olduğundan ve
adaletli bir taksimi engellediğinden Rasûlü zîşan efendimiz tarafından
yasaklanmıştır. Bilindiği gibi ganimet mallan taksim edilirken piyadelere iki
hisse süvarilere de bir hisse verilir .Yağmacılıkta ise bu şer'î ölçü kaybolduğu
gibi piyadelerin süvarilerden daha çok ganimet ele geçirmesi bile mümkündür.
Bezlü'l-Mechûd yazarı Şeyh Halil Ahmet'in açıklamasına göre, bu hadis-i şerifte
yağma edildiğinden bahsedilen mallar, yiyecek maddeleridir. Çünkü yiyecek maddelerinin
taksim edilmeden yağma edilmesi caizdir. Ancak yiyecek maddesi az olup asker
yiyecek sıkıntısı içinde bulunursa o zaman devlet yetkilisi tarafından taksim
edilmeden önce askerlerin ganimetler arasındaki yiyecek maddelerini yağma
etmeleri de yasaktır. Böyle bir durumda gaziler taksim edilmedik yiyecek
maddelerinden sadece ihtiyaçları kadar alabilirler.
Fazla alamazlar. Nitekim
Musannif Ebû Dâvud da bu görüşte olduğu için bu hadisi, "Düşman ülkesinde
yiyecek az olduğu zaman, orada yağma yapmak yasaktır" başlığı altında
rivayet etmiştir. Diğer malları yağma etmenin hiçbir zaman caiz olamayacağı
kesin olarak bellidir. O mallar burada söz-konusu değildir.[235]
2704. ...(Muhammed b.
Ebu'l-Mücâhid) dediki:Ben Abdullah b. Ebi Evfaya;
Siz, Rasûlullah (s.a.)
zamanında (ganimet olarak ele geçen) yiyecek maddelerinden beşte bir hisseyi
çıkanrmıydınız? diye sordum da;
Biz Hayber (savaşı) günü
(ganimet olarak) yiyecek maddesi ele geçirmişdik. Adam gelip ondan kendisine
yetecek kadarını alıyor sonra dönüp gidiyordu.[236]
Hz. Peygamber in Hayber
savaşında ganimet olarak ele geçi-rilen yiyecek maddelerini nasıl bir işleme
tabi tuttuğuna dâir soru soran kimse Muhammed b. Ebi'l-Mücâhid'dir.
Bu sorunun, yöneltildiği kimse
de, Hz.Abdullah b. Ebî Evfâ; (r.a) hazretleridir. Bu husus Ahmed b. Hanbel'in
müsnedinde gayet açık bir şekilde ifâde edildiği halde Avnü'l-Ma'bud yazan bu
meselede hata etmiş, Bezlü'l-Mechud yazarı da bu hataya işaret ederek tashihi
cihetine gitmiştir.
Bu hadis-i şerifte ganimet
olarak ele geçirilen yiyecek maddeleri dağıtılmadan önce mücahidlerin onlardan
faydalanmasının caiz olduğu ifade edilmektedir. Hanefi ulemâsından Ibn Abidin
bu mevzuda şunları söylüyor; "Gaziler, insan yiyeceği, odun,silah ve yağ
kabilinden olarak ele geçen şeylerden dar-ı harpte taksim edilmeden istifâde
edebilirler."[237]
"Bu yiyecek, yenilmek
için hazırlanmış olsun veya olmasın, gazilerin alması caizdir. Hatta koyun
sığır gibi hayvanları kesip yemeleri caizdir. Ancak, derilerini ganimet
mallarına koyarlar. Gazilerin taksim edilmedik ganimet malı içindeki yenilecek
maddelerden istifade edebilmeleri için bunlara muhtaç olmaları şart değildir."
"Ben derim ki; Mültekâ
sahibi bu kavli tercîh etmiştir. Bilindiği gibi hak olan da budur."[238] "Velhasıl hükümdarın taksim
edilmedik ganimet malları İçerisinde bulunan silahdan hayvanlardan ve ilaçdan
faydalanmayı menetmesi bunlara muhtaç olunmadığı takdirdedir.[239]
Ibn Abidin'in bu ifadesinden
de anlaşılacağı üzere taksim edilmeyen mallar içerisinde bulunan silah, hayvan
ve ilaçlardan gazilerin faydalanmalarının caiz olabilmesi için o anda sözü
geçen mallara ihtiyaç duymuş olmaları şarttır. Yoksa o mallardan faydalanmaları
caiz olmaz.[240]
2705. ...Ensar'dan bir
adam dedi ki; Biz Rasûlullah (s.a) ilebir-likte bir yolculuğa çıkmıştık. Halka
şiddetli bir açlık ve sıkıntı arız oldu. Bir süre sonra bir koyun sürüsüne
rastladılar ve onu yağma ettiler. Tencerelerimiz kaynıyordu. Derken Rasûlullah
(s.a.) (elindeki) yayına dayanarak çıkageldi ve yayıyla (tüm) tencerelerimizi
devirdi. (Ten-cerelerdeki) etleri de toprakla karıştırmaya başladı. Sonra
(şöyle) buyurdu:
"Yağmacılıktan elde
edilen bir mal(ı yemek) ölü (eti yemek) den daha helal değildir." Yahut da
(şöyle buyurdu);
“Ölü (eti yemek) yağmacılıktan
elde edilen bir mal (ı yemek) dan daha helal değildir." (Buradaki)
tereddüt (ravi) Hennâd'a aittir.[241]
Bir önceki hadis-i şerifin
şerhinde de açıkladığımız gibi darü'l-harpte ganimet malları içerisinde bulunan
koyun, sığır gibi hayvanları mücâhidlerin kesip yemelerinde herhangi bir
sakınca yoktur. Hatta buna ihtiyaçları olmasa bile yine de bu hayvanları kesip
yemeleri caizdir. Çünkü bunlar, "yiyecek maddesi" hükmündedirler.
Dört mezhep imamının görüşü de budur. Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte
ise, Hz.Peygamberin bir seferde iken kendilerine şiddetli bir açlık arız olan
mücâhidlerin ganimet olarak ellerine geçirdikleri koyunları kendilerine taksim
edilmediği halde, keserek etlerini pişirmek üzere tencereye koyduklarını
görünce gelip kaynamakta olan tencereleri devirdiği etleri de kumlara buladığı
ifâde edilmektedir. Mezheb imamlarımızın bu meseledeki görüşleriyle, mevzumuzu
teşkil eden hadis arasında bir çelişki olduğu iddia edilemez. Çünkü Hanefi
ulemasından Ayni (r.a) nin tahkikine göre hicretin sekizinci senesinde, Huneyn
savaşında vukua gelen bu olay müstesna bir olaydır, bu sebeple bu olayı
diğerleriyle kıyas etmemek icâbeder. Zira bu olayın vukua geldiği günlerde orada
yiyecek kıtlığı vardı. Bu bakımdan o gün herkesin o koyunların etlerine aynı
derecede ihtiyacı vardı. Aliyyü'l-kari'nin İbnü'l-Humam'dan naklettiği
açıklamaya göre böyle bir durumda mücâhidlerin hazır yiyecek maddelerinden ya
da bu hükümde olan koyun ve keçi gibi hayvanlardan taksim edilmeden önce
faydalanamazlar. îşte Hz.Peygamber bu yüzden sözkonusu etlerin yenilmesine izin
vermemiştir.
Bazıları da bu meseleyi şöyle
açıklamışlardır: Müslümanlara harp ülkesinde şiddetli bir açlık isabet edecek
olursa, o zaman ganimet malları içerisinde bulunan hazır yiyecek maddelerinden
ya da bu hükümde olan koyun, keçi gibi hayvanlardan, ganimet malları taksim
edilmeden önce ihtiyaçları nisbetinde faydalanabilirler. Daha fazlasından
faydalanamazlar. Oysa sözkonusu hadise de mücahidler ihtiyaç miktarını
gözününde bulundurmadan o malları yağma suretiyle rastgele paylaşmışlardı.
Kimisi ihtiyacı kadar et elde edememişken, kimisi ihtiyacından kat kat
fazlasını ele geçirmişti. Hz.Peygamber de bu yüzden onlara tencerelerini
devirmelerini emretti.
Bu hadis-i şerifte izaha
muhtaç olan diğer bir mesele de Hz.Peygamberin tencereleri devirmesi
meselesidir. Rasûlü zişan efendimiz tencereleri devirmekle ve tencerelerdeki
etleri kumlara bulamakla askerin fevkalade muhtaç olduğu yiyecek maddelerini
imha edip, aynı zamanda bir israfa mı yol açmıştır. Yoksa bunun bir başka
anlamı mı vardır?
Hiç şüphesiz ki Hz.Peygamberin
bu hareketiyle bir israfa yol açtığı söylenemez. Çünkü Hz.Peygamber
tencereleri devirmeyi emretmekle onların içinde bulunan suyu dökmelerini
emretmiş ve bununla onları yaptıkları gayr-i meşru işten dolayı cezalandırmak
istemiştir. Etlerin kumlara bulanmasını istemekle de onların taksimden önce
yenmesini önlemiştir. Yoksa etleri imha etmemiş bunları daha sonra usulüne göre
taksim ederek tekrar mücahidlerin istifadesine sunmuştur.[242]
2706. ...Peygamber sallallahü
aleyhi ve sellemin ashabından birisi (şöyle) dedi: "Biz savaşta iken
(ganimet malları içerisinde bulunan) kesilmiş deve (ve koyun) etlerini yerdik,
onları taksime tabi tutmazdık. Hatta yerlerimize (veya evlerimize)
heybelerimiz bu etlerle dolu olarak dönerdik."[243]
Metinde geçen
"rihâl" kelimesi ile mücahidlerin savaş esnasında konakladıkları
yerler kasdedilmiş olabileceği gibi, Medine'deki evleri de kasdedilmiş
olabilir.
Eğer burada bu kelimeyle
gazilerin savaş esnasında ikâmet ettikleri yerler kasdedilmişse o zaman
mücahidlerin ganimet malları arasında bulunan etleri ganimetler taksim
edilmeden önce ihtiyaçları kadar alıp istirahat ettikleri yerlerde yedikleri
anlaşılır. Daha önceki hadislerin şerhinde de açıkladığımız gibi savaş
meydanında kalındığı sürece ganimet mallan içerisinde bulunan yiyecek
maddelerini devlet reisi veya vekili tarafından yasaklanmamış olmak şartıyla
taksim edilmeden önce alıp yemek caizdir. Bu durumda meselede kapalı kalan bir
taraf yoktur. Fakat eğer bu kelimeyle mücahidle-rin Medine'deki evleri
kasdedilmişse o zaman mesele izaha muhtaçtır. Çünkü Aliyyü'l-Karinin de ifade
buyurduğu gibi Harp ülkesinde ganimetler arasındaki yiyecek maddelerin
taksimden önce yenmesinin caiz oluşunun sebebi orada bulunmanın verdiği
zaruret halidir. Fakat islam ülkesi sınırlarına girildiği andan itibaren bu
zaruret hali ortadan kalkmış olacağı cihetle, devlet reisi veya vekili
tarafından ganimet mallan taksim edilmedikçe onlardan hiçbir şey alınamaz ve
daha önce harp bölgesinde usulüne göre taksim edilmedik ganimet mallarından
alınan malların da tekrar yerine iadesi gerekir.59
Hadis-i şeriflerden anlaşılan
bu mana gözönünde bulundurulursa, mü-cahidlerin Medine'deki evlerine götürdükleri
et çuvallarını, ganimet mallan dağıtıldıktan sonra götürdüklerini kabul etmek
icâbeder. Bu mevzuda Hat-tabi (r.a) şöyle diyor: "Harb ülkesinde ganimet
malları dağıtılmaksızın ganimetler arasında bulunan yiyecek maddelerini İslam
ülkesine götürmenin caiz olup olmadığı meselesinde ulema ihtilafa düşmüşlerdir.
Süfyan-ı Sevrî'ye göre, harp bölgesinde böyle bir malı alan kimsenin İslam
ülkesi sınırlarına girer girmez devlet reisine geri vermesi gerekir. İmam Ebû
Hanife (r.a) de bu görüştedir. İmam Şafii'den bu mevzuda iki görüş rivayet
edilmiştir.
İmam Evzâi (r.a)'ye göre ise
böyle bir malı harp bölgesinde taksimden önce almış olan bir mücâhid İslam
ülkesine döndükten sonra da o mala sahip olur. Devlet reisine iade etmesi
icâbetmez. Ancak o malı satamaz. Çünkü o mal sadece yemesi için o kimsenin
mülkü olmuştur.[244]
2707. ...Abdurrahman b.Ganm'den;
demiştirki; Biz Şürahbil b. es-Simt ile birlikte Kinnasr'ın şehri (sınırı) nde
(savaşmak üzere) hazır kıta olarak bulunuyorduk. (Şürahbil) orayı fethedince
orada (düşmandan bir mikdar) koyun ve sığır ele geçirdi. Bunun üzerine
ganimetin bir kısmını bizlere bölüştürdü, kalanını da ganimetlerin toplandığı
yere koydu. Kısa bir süre sonra ben Muaz b Cebel (r.a) ile karşılaştım ve bu
durumu ona anlattım. Bunun üzerine Muaz (r.a):
Biz de Rasûlullah {s.a) ile
birlikte Hayber'de savaşa katılmış ve orada (bir mikdar) ganimet ele
geçirmiştik Rasûlullah (a.s.) (ganimetlerin) bir kısmını bize bölüştürmüş,
kalanını da ganimetlerin toplandığı yere koymuştu, diye cevap verdi.[245]
Musannif Ebû Davud'a göre bu
hadis-i şerif, düşman ülkesinde ele geçirilen ganimet malları arasında bulunan
ve zaruri ihtiyaca binâen, ganimetlerin taksiminden önce gazilere dağıtılan
yiyecek maddelerinden ihtiyaç fazlasının, gaziler tarafından orada satılmasının
caiz olduğuna delalet etmektedir. Çünkü aslında ganimet mallarının taksiminde
gerçekten bir "değişim" manası vardır. Zira ganimet mallarının her
birinde ayrı ayrı her gazinin hakkı vardır. Ganimet malları gaziler arasında
taksim edilince, gaziler ganimet mallarının her birine yayılmış olan haklarını
kendi aralarında değişmiş sayılırlar. Binaenaleyh aslında alış-veriş anlamı
taşıyan böyle bir taksim neticesinde ele geçmiş olan yiyecek maddelerinin
ihtiyaç fazlasını henüz İslam ülkesine taşımadan düşman ülkesinde satmakta da
bir sakınca olmaması gerekir.
Ancak Hattabi'nin de
açıkladığı gibi ganimet mallarındaki Allah ve Ra-sûlünün beşte bir hakkı
öncelikle ayrılmadan ganimet malları gaziler arasında bölüştürülemez. Fakat
zaruretten dolayı yiyecek maddeleri bu hükmün dışındadır. Yiyecek maddeleri
zaruretten dolayı daha ganimetler düşman ülkesinde iken ihtiyaç mikdan
nisbetinde gazilere bölüştürülebilir. İhtiyaç mik-darından fazlası ise
satılamaz. Yine ganimet mallan arasına konmak üzere geri verilir. Sonra İslam
ülkesine nakledilerek usulüne göre bölüştürüıuı. Hadis-i şeriften anlaşılan da
budur. Nitekim Hanefi fıkıh kitaplarından ed-Dürrü'l-Muhtar isimli eserde de bu
mevzu şöyle açıklanıyor; "Dar-i harpte ganimet malı taksim edilemez. Ancak
hükümdar ganimet malının gaziler arasında taksim edilmesinin faydalı olduğu
içtihadında bulunur veya gazilerin ona ihtiyacı olursa bu takdirde taksim sahih
olur..."[246]
"Gerek hükümdar gerekse
başkası.mülk edinmek için ganimet malını taksim edilmeden önce satamaz. Ama
yenilecek şey için ganimet malından bir mikdar satılsa caizdir. Satılması caiz
olmadığı halde, ganimet malı satılmış olursa fesadı önlemek için geri alınır.
Geri alınması mümkün olmazsa ganimete konulmak üzere parası alınır.”[247]
2708. ...Ruveyfi' b.
Sâbiti'l-Ensarî'den; Peygamber (s.a.) in şöyIe buyurduğu rivayet olunmuştur:
"Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kimse, müslümanların (henüz
dağıtılmamış) ganimet mallarından olan bir hayvana, zayıflatıncaya kadar binip
de onu, (bu haliyle) gerisin geriye ganimet malları arasına bırakmasın. Vine
Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kimse müslümanların (henüz dağıtılmamış)
ganimet mallarından olan bir elbiseyi eksikitinceye kadar giyip de onu (bu
haliyle) gerisin geriye ganimet malları arasına bırakmasın."[248]
Sübülu's-selâm yazarı bu
hadisi açıklarken şöyle diyor; "Bu hadis-i şerif, ganimet olarak düşmandan
alman hayvana bi-nilebileceğine, ganimet malları arasında bulunan elbiselerin
giyilebileceğine delalet ediyor. Ancak yasak olan, hayvanı zayıflatmak ve
elbiseyi eskitmektir."[249]
Musannif Ebu Davud bu hadis-i
şerifi delil getirerek harp bittikten sonra yiyecek maddeleri ile hayvan yemi
dışında henüz dağıtılmamış olan ganimet mallarının hiçbirinden yararlanmanın
caiz olmadığını söylemiştir.
Bezlü'l-Mechûd yazarının
açıklamasına göre Hanefi uleması harpten sonra henüz paylaştırılmamış olan
ganimet malları içerisinde bulunan yiyecek maddelerinden ve hayvan yemlerinden
gazilerin ihtiyaçları nisbetin-de faydalanmaları caiz olduğu gibi, ganimet mallan
içerisinde bulunan elbise, silah ve hayvanlardan da ihtiyaç nisbetinde
faydalanıp, ihtiyaçları sona erdikten sonra onları tekrar ganimet malları
arasına iade etmelerinin de caiz olduğunu söylemişlerdir.
Bu mevzuda imam-ı Malik'den
iki görüş rivayet edilmiştir:
1. Harp sona erdikten sonra
henüz dağıtılmamış olan ganimet mallan arasındaki yiyecek maddelerinden
faydalanmak mutlak surette caizdir.
2. İkincisi sözü geçen
maddelerden yararlanmak altın ve gümüş gibi caiz değildir.
İmam-ı Şafii (r.a)'ye göre ise
harbin sonunda henüz dağıtılmamış olan ganimet mallarından istifade etmenin
cevazı sadece silahlar içindir. Bunun dışındaki mallar için geçerli değildir.
Şayet herhangi bir mücahid ganimet maddelerinden silahın dışında bir maldan
yararlanmak isterse ücret karşılığında ondan yararlanır veya kendi payına
düşecek olan eşyalardan yararlanma yoluna gider.
Fethü'l-bari sahibi İbn Hacer
el-Askalanî*nin açıklamasına göre, "Harp süresince mücahidlerin ganimet olarak
ele geçen hayvanlara binmelerinin ve elbiseleri giymelerinin, silahları
kullanmalarının caiz olduğunda ulema ittifak etmişlerdir."
tmam-ı Evzai ise bu cevazı
devlet reisinin yahut da onun vekilinin iznine bağlamıştır. Harp halinde
ganimetler arasında bu mallardan yararlanan bir mücahidin ihtiyacını gördükten
sonra bu malı iade etmesi icâbeder. Harp sona erdikten sonra bu mallan
kullanmaya devam etmek caiz değildir.[250]
2709. ...Ebû Ubeyde,
babası (Abdullah)dan; demiştir ki: (Bedir savaşı sona erince ölüler arasında)
dolaşmaya başladım. Bir de ne göreyim Ebu Cehil ayaklan kesilmiş bir halde
yere yıkılmış yatıyor. Bunun üzerine:
Ey Allah'ın düşmanı Ebu Cehl,
gerçekten Allah hayırdan uzak olan (senin gibi) bir kimseyi (nihayet bu
şekilde) rezil etti dedim ve bunu söylerken kendisinden (hiç) korkmadım. O, da
Bir kimseyi kavminin
öldürmesinde şaşılacak ne vardır? diye cevap verdi. Bunun üzerine işe yaramaz
bir kılıçla ona vurdum bu darbeyi önleyemedi. Kılıcının elinden düşmesi
üzerine kılıcıyla ölünceye kadar vurdum.[251]
Bu hadis-i §erif, bir mücahidin
henüz taksim edilmemiş olan ganimet mallan arasındaki
bir silahı düşmana karşı kullanmak için almasının bir
sakıncası olmadığına harp bittikten sonra da onu ganimet mallan arasına iade
etmek gerektiğine delil teşkil ediyor. Her ne kadar Hz. Abdullah b. Mes'ud, Ebu
Cehlin silahını alıptâ ona kendi silahıyla vurduğu zaman Hz. Peygamber orada
yoktuysa da Hz. Abdullah'ın bu silahı Ebu Cehl'e karşı kullanmasından
Rasulullah'ın habersiz olduğu ve dolayısıyla buna izin verip vermediğinin belli
olmadığı anlamına gelmez.
Çünkü Rasûlullah (s.a.),
taksim edilmemiş olan ganimet malları arasındaki silahları düşmana karşı
kullanma hususunda izin vermemiş olsaydı veya bu silahları düşmana karşı
kullanmanın hükmü üzerinde kesin bir açıklama yapmamış olsaydı Hz. Abdullah bu
kılıcı Ebu Cehl'e karşı kullanamazdı.
Ayrıca bu hadiseyi Hz.
Peygamberin sonradan işitip de Hz. Abdullah*-ın bu davranışını tasvip etmiş
olması da mümkündür.[252]
2710. ...Zeyd b. Halid
el-Cüheni'den (rivayet olunduğuna göre) Hayber (savaşı) günü Peygamber
(s.a.)'in sahabilerinden birisi vefat etmiş. (Sahabe-i Kiram) bunu Rasûlullah'a
haber vermişler. (Fahri kainat efendimiz de):
"Arkadaşınızın üzerine
(cenaze) namaz(ın)a durunuz. (Ben bu namazda bulunmayacağım)" buyurmuş.
Bu sözden dolayı halkın yüzlerinin fengi,değişmiş. Bunun üzerine (Hz.
Peygamber)
"Gerçekten sizin (bu)
arkadaşınız Allah yolunda (savaşılırken elde edilen) ganimet malından çalmıştır."
buyurmuş (Ravi Zeyd b. Halid dedi ki:) Bu açıklama üzerine biz o kimsenin
eşyasını araştırdık ve iki dirhem bile etmeyen bir Yahudi boncuğu bulduk.[253]
Hz. Peygamberin
"Arkadaşınızın cenaze namazını kılınız*' sözü
üzerine sahabe-i kiramın
yüzlerinin kızarıp bozarmasının sebebi, onun sözü geçen
kişinin cenaze namazım kıldırmayacağını ve bu namaza katılmayacağını anlamış
olmalarıdır.
Fıkıh âlimleri bu hadisi delil
getirerek, "Halkın her hususta kendisini örnek kabul ettiği müslüman ilim
adamlarının, günahta ısrar eden kimselerin cenaze namazlarını bizzat
kıldırmaktan kaçınıp, halka onun cenaze namazını kılmalarını emretmesinin caiz
olduğunu ve kafirlere ait bir boncuğun dahi savaşta müslümanların eline
geçmesi halinde ganimetten sayılacağını söylemişlerdir. Ayrıca bu hadis çok az
bile olsa ganimet malını çalmanın sorumluluğunun büyüklüğünü vurgulamaktadır.[254]
2711. ...Ebû Hureyre'den
demiştir ki: Hayber yolunda Rasûlullah (s.a) ile birlikte (Hayber gazvesine)
çıktık. (Allah'ın izniyle Hay-ber'i fethettik. Fakat) Ganimet olarak altın ve
gümüş elde edemedik. Ancak giyecek yiyecek (birtakım) mallar aldık derken
Rasûlullah (s.a) Vadi'1-Kura tarafına yöneldi ve (orada) kendisine Midam isimli
siyah bir köle hediye edildi. Nihayet (tüm müslüman gaziler) Vadi'l-Kura'ya
vardıkları zaman, (bu köle) Rasûlullah (s.a.)'in (hayvanının) palanını
indirirken birden bir ok gelip köleyi öldürdü. Bunun üzerine halk
Ona cennet mübarek olsun,
dedi(ler). Rasûlullah (s.a.) de
"Hayır, asla! Hayatım
elinde olan Allah'a yemin olsun ki Hayber günü henüz paylaştırılmayan
ganimetlerden aldığı hırka onun üzerinde alev alev yanıyor." buyurdu.
Halk bunu duyunca bir adam Rasûlullah sallallahü aleyhi ve selleme bir nalin
tasması getirdi. Rasûlullah (s.a.)'da;
"Ateşten bir nalin
parçası!" ya)ıut da "Ateşten iki nalin tasması!" buyurdu.[255]
Metinde ismi geçen vadi
Medine'ye yakın bulunan : “Vadi’l- kura ismiyle maruf koydur.
Rasûlullah (s.a.)'ın kölesinin
ismi Mid'amdı. Bu köleyi Kifa'a b. Zeyd. Hudeybiye musalehasında bir cemaatla
Hz. peygamber'e gelerek müslümanlığı kabul ettiği sırada hediye etmişti.
Rasûlullah (s.a.)'ın
"Hırka ateş olmuş, onun üzerinde alev alev yanmaktadır."
"Ateşten bir nalin tasması -yahud ateşten iki nalin tasması../* buyurması
ganimet malları arasından bu malı çalan kimseye bu ihanetinden ötürü verilecek
uhrevi cezadan kinayedir. Yani çalınan eşyanın ateş haline getirilerek çalanın
bu ateşle azab edileceği anlatılmak isteniyor. Bununla birlikte ibarenin böyle
gelişiyle manâ şu şekilde de olabilir. "Hıyanet edenler, ganimetten
çaldıkları eşya yüzünden cehennemde azab olunurlar."[256]
1. Ganimete ihanet edilerek o
maldan birşey çalmak BAZI HÜKÜMLER kesinlikle haramdır.
2. Bu babda çalınan eşyanın az
veya çok olmasının farketmeyeceği belirtiliyor. İmam Ebû Hanife ile İmam Şafii
ve İmam Ahmed (r.a) bu görüştedirler.
3. Hain harpde öldürülse bile
ona şehid denilemez.
4. Kâfir olarak ölen bir kimse
cennete giremez. Bu hususta islam ulemâsının icmâı vardır.
5. Zaruret yokken de yemin
edilebilir
6. Ganimetten çalınan bir malın
tekrar ganimete geri verilmesi iade edildiği takdirde de kabul edilmesi
icâbeder.
7. Ganimet mallarına
ihanet eden kimse çaldığı eşyayı iade etsin etmesin kendi eşyası yakılamaz.
İmam Ebû Hanife ile İmam Şafii ve İmam Malik bu görüştedir.[257] Nitekim 2713 Nolu hadisin şerhinde de
açıklanacaktır.
8. Bir kimse hakkında
cennetlik veya cehennemliktir diye kestirip atmak doğru değildir.[258]
2712. ...Abdullah b.
Ömer'den Demiştirki: Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sellem (bir seferde) ganimet
elde edince halkın ellerinde bulunan ganimetleri getirmelerini ilan etmesi
için Bilal'e emir verdi. Bunun üzerine (Hz. Bilal ellerindeki ganimetleri
getirmelerini) halka ilan etti. (Halk ellerinde bulunan) ganimetlerini
getirince(Hz. Peygamber) bu ganimetlerin beşte birini (kendine) ayırıp (geri
kalanını gazilere) paylaştırdı. Taksimden hemen sonra bir adam kıldan bir
yular getirdi ve
Ey Allah'ın Rasûlü işte bizim
ele geçirdiğimiz ganimet budur. dedi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber) üç defa:
"Sen Bilali ilan ederken
duymadın mı?" dedi. (O zat da)
Evet (duydum) diye cevap
verdi. (Hz. Peygamber de)
"Onu (zamanında)
getirmene engel olan neydi?" diye sordu. Bunun üzerine (adam) Hz.
Peygamber'den özür diledi ama Rasûlullah (s.a.)
"Sen bunu kıyamet gününde
getirirsin (şimdi) bunu senden asla kabul etmeyeceğim." buyurdu.[259]
Hz. Peygamber her mücahidin
yanında bulunan ganimet eş-yasım getirip ona teslim etmesini Hz. BilaFe ilan
ettirdiği halde mücahidlerden birinin yanında bulunan ganimet mallarını, zamanında
getirmeyip, ancak ganimetlerin taksiminden sonra getirdiği için bu mallan ondan
teslim almayı reddetmesi ve ona "Sen bunu kıyamet gününde getirirsin"
diyerek, onu tehdit etmesi sebebiyle, İslam ulemâsı, ganimet eşyalarından mal
çalmanın haram olduğuna ve bu hususta aşırıları malın az ile çoğu arasında bir
fark olmadığı görüşüne varmışlardır. Şafii ulemâsından Nevevi'nin açıklamasına
göre ganimet mallarından çalmanın büyük günahlardan olduğunda icma vardır.[260]
Nitekim Cenab-ı Hak Kur'an-ı
Keriminde: "... kim böyle bir hainlik ederse, kıyamet günü hainlik ettiği
şey ile gelir..."[261] buyurarak bu meseleyi açıkladığı gibi, Hz. Peygamber de
"... sizden hiçbirinizle kıyamet gününde bir omuzunda meleyen bir koyun,
diğer om uzunda da kişneyen bir at olduğu halde karşılaşmayayım. O kimse bana
ya Muhammed, yetiş, diye feryad eder ben de ona -Benim elimden birşey gelmez,
ben sana bunu dünyada iken haber vermiştim- diye karşılık veririm."[262] buyurarak bu gibi kimselerin kıyamet
gününde düşecekleri acıklı durumu haber vermiştir.
Şevkanî'nin açıklamasına göre,
bir kimse yanında bulunan ganimet malını zamanında getirmeyip de ganimet
malları paylaştırıldıktan sonra getirirse bu malın devlet yetkilisi tarafından
kabul edilip edilmeyeceği meselesi ulema arasında ihtilaflıdır.
İmam Mâlik ile İmam Sevrî,
Evzâi ve el-Leys'e göre yanında bulunan ganimet malını zamanında teslim
edemediği için pişman olup tevbe ederek teslim etmek üzere gelen bir kimsenin
elindeki bu malın beşte birini devlet başkanı veya temsilcisi alır, geriye
kalan kısmını da kendisi sadaka olarak fakirlere dağıtır. Ancak İmam Şafii;
"Eğer bu mal gerçekten o kimsenin kendi malı ise başkasına sadaka olarak
vermeye mecbur değildir. Yok eğer bu mal kendisine ait değilse o zaman sadaka
olarak dağıtmasının hiçbir anlamı yoktur. Kanaatime göre bu kişinin, bu malı
buluntu bir malmış gibi devlet yetkilisine teslim etmesi gereklidir."
diyerek bu görüşe itiraz etmiştir.
Hanefilerin meşhur ve muteber
fıkıh kitaplarından biri olan es-Siyeru'l-Kebîr şerhinde zikredilmiştir ki,
ganimetten gizlice bir şey çalan kimse, pişman olup ordu dağıldıktan sonra
çalmış olduğu şeyi emir'e getirse, emir isterse onu tekrar getirene verip hak
sahiplerine vermesini emreder, istersede ondan alıp beşte birini hak
sahiplerine verir. Geri kalan dört kısmı buluntu gibi olur. Hak sahiplerini
bulamazsa onu ya tasadduk eder veya beytülmala koyup üzerine emrini yazar.
Ganimete ihanet ederek birşey çalan kimse çaldığı şeyi devlet başkanı veya
kumandana getirmezse bakılır; eğer hak sahipleri bulunmazsa tasadduk etmesi
müstehabdır. Hak sahiplerini bulursa, ondan beşte biri alınıp hak sahiplerine
verilir. Bir mücahidin ganimet malı taksim edilmeden Önce kendi payım satması
doğru değildir. Taksim edilmeden önce payından vazgeçmesi de doğru değildir.[263]
Kendisindeki ganimeti
ganimetlerin taksiminden önce teslim etmek üzere getiren kimse için Münziri, o
malın bu kimseden kabul edileceğinde ulemânın ittifak ettiğini
söylemiştir."[264]
Mevzûmuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifte, bir rahmet peygamberi olan Hz. Muhammed'in ganimetlerin
taksiminden sonra, yanındaki ganimet mallarım taksime getiren bir kimseden
getirdiği bu malı kabul etmeyerek, cezasını çekmek üzere o malla birlikte
ahirete gelmesine razı olup onun bu müşkilini dünyada halletmeye yanaşmaması
izaha muhtaç bir husustur. Tîbî'nin açıklamasına göre aslında, Hz. Peygamber
böyle bir tavır takınmakla, onun Allah'ın huzuruna suçlu olarak çıkmasını arzu
etmiş değildir. Bilakis ona yaptığı işin ne büyük bir suç olduğunu anlatarak bu
malı sahiplerine teslim edip sonra da tevbe etmesini sağlamak istemiştir.
el-Muzhir'e göre ise bu
kimsenin elindeki ganimet malında hakkı olan gaziler dağıldığı için bu malı
hakkı olan kimselere dağıtması veya onlarla helalleşmesi imkansız olduğundan
Hz. Peygamber o kimseyi günahıyla baş-başa bırakmaktan başka çare bulamamış ye
ona böyle davranmak zorunda kalmıştır. Hanefî ulemâsından Aliyyü'1-Kâri de
Muzhîr'in görüşünü desteklemiştir.[265]
1. Ganimetlerin beşte
biri toplum yararına tahsis edilmıştır.Nitekim Yüce Allah (c.c); Biliniz ki
ganimet olarak aldığınız şeylerin beşte biri Allah'a, peygambere, yakın
akrabalara, öksüzlere, muhtaçlara ve yolculara aittir."[266] buyurmaktadır.
2. Ganimet mallarından bir eşya
çalmak büyük günahlardandır.
3. Yanında bulunan bir ganimet
malını ganimetler paylaştırıldıktan sonra getiren bir kimseden o mal kabul
edilmez.[267]
2713. ...Salih b.
Muhammed b. Zaide'den, demiştirki; [Ebû Davud dediki; sâlih denen kişi Ebû
Vakid'dir.
Mesleme ile Rum topraklarına
girmiştik. (Ganimetten) mal çalmış bir adam getirildi (Mesleme) Salim'e bu
adamı (n nasıl cezalandırılması gerektiğini) sordu. ((Salim de)
Babamı, Ömer b. Hattab'dan
naklen, Peygamber (s.a.)'in; "Ganimet eşyalarından mal çalan bir kimseyi
ele geçirecek olursanız eşyasını yakınız. Kendisini de dövünüz."
buyurduğunu rivayet ederken işittim." diye cevap verdi. (Salih b.
Muhammed sözlerine devam ederek) şöyle dedi: O esnada (sözü geçen) adamın
eşyaları arasında bir Kur'ân-ı Kerim bulduk. Bunun üzerine (Mesleme) Salime
bunu sordu. O da
Sen onu sat parasını da sadaka
olarak dağıt diye cevap verdi.[268]
Hattabi (r.a)'nin açıklamasına
göre, ganimet mallarından bir eşya çalan kimsenin bedeni üzerinde bir te'dip
cezası uygulanmasının caiz olduğunda ulema ittifak etmişse de, malî bir cezaya
çarptırılmasının caiz olup olmayacağı konusunda ayrı görüşleri vardır.
Hasan-ı Basri (r.a)'ye göre
ganimetten mal aşıran bir kimsenin mallan elinden alınarak yakılır. Ancak
hayvan ve Kur'an-ı Kerim bu hükmün dışındadır. Bunlar yakılamazlar. İmam Evzâi
ile İmam Ahmed ve İshak da bu görüştedirler. Fakat bu imamlara göre o kimsenin
şahsi mallan yakılırsa da ganimetten çaldığı mallar yakılamaz. Çünkü onlar
gazilerin hakkıdır ve bu mallar gazilere dağıtılır.
İmam Kurtubî'nin
açıklamasından anlaşıldığına göre, İmam Mâlik, İmam Şafiî, Ebû Hanife ve
taraftarlarıyla el-Leys, "Böyle bir suçu işleyen kimsenin şahsi malları
veya ganimet mallarından çalmış olduğu mallar asla yakılamaz. Ancak ganimetten
aşırmış olduğu mallar o kimsenin elinden alınıp gazilere dağıtılır, kendisi de
tazir cezasıyla cezalandırılır şeklinde görüş bildirmişlerdir. Ancak İmam Şafii
ile el-Leys ve Davud'a göre, bu kimsenin sözkonusu suçtan dolayı tazir cezasına
çarptırılabilmesi için işlediği bu suçun cezayı gerektiren bir suç olduğunu
bilmesi şarttır. Bu mevzuda İmam Evzâî'de şöyle diyor:
"Bu kimsenin silahı,
üzerindeki elbisesi, hayvanı ve hayvan üzerinde bulunan eğerinin dışındaki tüm
şahsi mallan ceza olarak yakılırsa da ganimet mallarından çalmış olduğu mallar
yakılamaz. Nitekim İmam Ahmed ile İshak da bu görüştedirler. Hasan-ı Basrî
(r.a) ise, o kişinin yakılması icabeden şahsi malları içerisinde Kur'an-ı Kerim
ile hayvanları bu hükmün dışındadır." görüşündedir.
İbn Adi'l-Berr'in bildirdiğine
göre Mekhûl ile Said b. Abdul-Aziz de ganimet malı çalan bir kimsenin şahsi
eşyasının yakılabileceğini söyleyenlerdendir."[269] Ganimet malı çalan bir kimsenin
eşyasının yakılabileceğini söyleyen ulemâ delil olarak konumuzu teşkil eden
hadisi şerifi göstermişlerdir. Ancak bu hadis kendisinden daha kuvvetli hadis-i
şeriflere aykırı olduğundan kendisiyle amel edilerek haram sınırları
çiğnenemez ve ona dayanılarak kendisinden daha kuvvetli hadislerin hükmüne
aykırı bir hüküm verilemez.[270]
Nitekim bu hadis hakkında İmam
Tirmizî de şunları söylüyor: "Bu hadis garibdir. Onu yalnız bu vecihden
bilmekteyiz. Bazı ilim adamları bu hadise göre uygulama yapmışlardır. el-Evzaî,
Ahmed ve İshak'ın görüşü de budur. Muhammed Buharî'ye bu hadisi sordum, dedi
ki: "Bu hadisi yalnız Salih b. Muhammed b. Zaide rivayet ediyor. Salih,
Ebu Vâkıd el-Leysî'dir. Ve onun rivayeti miinkerdir." Muhammed (Buhari),
"Ganimette hıyanet hakkında Rasûlullah (s.a.)'den birden çok hadis
rivayet edilmiş ve hadislerle hıyanet edenin metaı (eşyası)nın yakılması
emredilmemiştir." dedikten sonra "Bu hadis garibdir."[271] demiştir. Hanefi ulemâsından Tahavî ise,
"Hadîs-i şerif sahihse, insanları mali cezaya çarptırarak cezalandırmanın
Islamın ilk yıllarına ait olduğunu kabul etmek gerekir." diyerek bu
hadisin mensuh olabileceği ihtimali üzerinde durmuştur.[272]
Hafız Şemsüddin İbn-i Kayyim
(r.a.) de, bu hadisin ravisi Salih b. Muhammed'in güvenilir bir ravi
olmadığından onun rivayet ettiği hadislerin herhangi bir hükme delil
olamayacağını Buhârî ve benzeri hadis alimlerinin de onun zayıf bir ravi
olduğunu söylediklerini ifade etmiştir.[273]
Dârekutni ise, "Salih
olan bu hadis aslında Sâlim'in Fetvalarından biridir."[274] demiştir.[275]
2714. ...Salih b.
Muhammed'den; demiştirki; Biz Velîd b. Hişam ile birlikte savaşıyorduk.
Yanımızda Salim b. Abdillah b. Ömer'le, Ömer b. Abdilaziz de vardı. Bir adam
(ganimet mallarından) bir eşya çaldı. Bunun üzerine Velid onun eşyasım(n
getirilmesini) emretti. Ve (getirilen eşyayı) yaktı sonra o kimse (halk
arasında) dolaştırılarak teşhir edilmek suretiyle cezalandırıldı. (Velid) ona
(ganimetten payına düşecek olan) hissesini vermedi.
Ebû Dâvûd der ki: Bu hadis
(Salih b. Muhammed'den rivayet edilen 2713 ve 2714 numaralı) iki hadisin en
sahihidir. Bu hadisi birçok ravi -Velid b. Hişam, Ziyad ibn Sa'd'ın çalmış
olduğu eşyasını yaktı ve onu dövdü- şeklinde rivayet etti.[276]
Velîd b. Hişam, Emevi halifelerinden
Velid b. Hişam b. Abdil Melik b. Mervan'dır.
Bilindiği gibi mevzumuzu
teşkil eden bu hadis-i şerif 1713 numarada merfu' olarak rivayet edilmişti.
Burada ise mevkuf olarak rivayet edilmiştir. Musannif Ebû Davud, konumuzu
teşkil eden ve mevkuf olarak rivayet edilen bu hadisin merfû' olarak rivayet
edilen bir önceki hadisten daha sahih olduğunu ve bu hadisi daha birçok
ravilerin de mevkuf olarak rivayet ettiğini söylüyor.
Bir Önceki hadis-i şerifin
şerhinde de açıkladığımız gibi İmam Ahmed b. Hanbel ve arkadaşlarından ona tabi
olanlar mevzumuzu teşkil eden bu hadisin zahirine göre fetva vermişler, İmam
Ebû Hanife, İmam Mâlik, Şafiî (r.a) ve ulemânın büyük çoğunluğu bu görüşe karşı
çıkarak; "Ganimet malından çalanın eşyası yakılmaz, ancak çaldığı
mikdardan dolayı ta'zir cezası verilir, demişlerdir. Buharı de;
"Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sellem ganimet malından çalanın üzerine
cenaze namazı kılmayı reddetmiş, fakat eşyasını yakmamıştır" demiştir.[277]
1. Ganimet malı
çalanı, devlet başkanı veya yardımcısı mallarını yakmak suretiyle
cezalandırabilir.
2. Devlet yetkilisi
sözügeçen kimsenin mallarını yaktıktan sonra ayrıca onu dövme yoluyla ikinci
defa cezalandırabilir. Nitekim İmam Ahmed (r.a) ve taraftarları bu
görüştedirler.
3. Bu suçtu
ganimetlerdeki hissesinden de mahrum edilir. Ancak Muvaffık, bir kimsenin
kazanmış olduğu haktan hiçbir zaman mahrum edilemeyeceğini ve bunun bir
hadis-i şerifle de sabit olduğunu ifâde etmiştir.[278]
2715. ...Amr b. Şuayb'ın
dedesi Abdullah b. Amr b. el-As'dan rivayet edildiğine göre; Rasûlullah
sallallahü aleyhi ve sellemle Ebu Bekr ve Ömer (r.a.) ganimetten mal çalan bir
kimsenin eşyasını yakmışlar ve onu dövmüşlerdir.
Ebû Dâvud der ki:
"(Şeyhim) Ali b. Bahr'ın bu hadise ilave olarak Velid (b. Müslim) deh>
(bazı cümleler rivayet ettiği söyleniyorsa da ilave (edildiği iddia) edilen
"ona hissesini vermediler" cümlesini kendisinden duymadım."
Bu hadisi bize ayrıca el-Velid
b. Udbe ile Abdullah b. Necde rivayet ettiler ve (şöyle) dediler: "Bize
bu hadisi Velid (îbn Müslim) Zü-heyr b. Muhammed'den o da Amr b. Şuayb'dan (Amr
b. Şuayb'ın) sözü olarak rivayet etti. " (Diğer şeyhim) Abdulvehhab b.
Necdet el-Havtıyy ise (metinde geçen) -Ona hissesini vermedi(ler)- (Cümlesini)
rivayet etmedi.[279]
Senedde de görüldüğü gibi bu hadis-i
şerifi, Musannif Ebu Davud'a metinde geçtiği şekilde rivayet eden ravi,
Musannifin Şeyhlerinden olan Muhammed b. Avf'dır. Bu zat Musannif Ebu Davud'a
bu hadisi; "Rasûlullah (s.a.) ile Ebû Bekr ve Ömer (r.a.) ganimetten mal
çalan bir kimsenin eşyasını yaktılar ve onu dövdüler." anlamına gelen ibarelerle
rivayet etmiştir.
Ebu Dâvûd (r.a)un ifadesine
göre, kendisi şeyhlerinden Ali b. Bahr'in bu hadise ilaveten "... Ve ona
ganimetten payına düşen hissesini vermediler." anlamına gelen bir cümle
rivayet ettiğine dair bir söylenti duymuşsa da kendisi bu cümleyi Şeyhinden
bizzat işitmemiştir. Ve yine musannif Ebu Davud'un ifade ettiğne göre,
şeyhlerinden el-Velid b. Utbe ile Abdul Veh-hab b. Necde metinde geçen "..
Rasûlullah (s.a.) ile Ebû Bekr ve Ömer (r.a) ganimetten mal çalan bir kimsenin
eşyasını yaktılar ve onu dövdüler." anlamına gelen hadisi Amr b. Şuayb'ın
bir sözü olarak bir başka ifadeyle mevkuf hadis şeklinde rivayet etmişlerdir.
Ancak bu iki şeyhin mevkuf olarak rivayet ettiği bu hadis-i şerifte, el-Velid
b. Utbe'nin rivayetinde "Ve ona ganimetten payına düşen hissesini
vermediler." anlamına gelen bir ilave de vardır. Fakat bu ilave cümle
Musannifin diğer şeyhi Abdülvehhab b. Necde'in rivayetinde bulunmamaktadır.
Fıkıh ulemasının bu hadisle ilgili
görüşlerini ve yine bu hadisle ilgili fıkhı hükümleri bu babın daha önce gecen
hadislerinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.
Hafız Şemsüddin b. Kayyim
(r.a.)'in açıklamasına göre bu hadis illetlidir. Çünkü senedinde Züheyr vardır.
Züheyr ise zayıf bir ravidir. Beyhaki'-ye göre bu zatın kimliği meçhuldür.[280]
2716. ...Semura b.
Cündüb'den demiştir ki Rasûlullah (s.a.); "Ganimetten mal aşıran bir
kimseyi saklayan kimse onun gibidir." buyurdu.[282]
Bu hadis-i şerifin zahirinden
anlaşıldığına göre ganimetten mal çalan kimsenin işlediği bu suçu bildiği halde
onu yetkili mercilere haber vermeyen kimse de hırsızın bu suçuna ortak gibidir.
Dolayısıyla ganimet hırsızına uygulanan ceza hırsızın suçunu saklayan kimseye
de aynen uygulanacağı gibi, ahirette de bu hırsızın yaptığım saklamak suçundan
Allah'ın huzurunda hesaba çekilecektir.
Abdurrauf el-Münavi de;
"Bazı ilim adamları bu kimsenin sadece ahirette, hırsız gibi hesaba
çekileceğini, fakat dünyada ona hırsız muamelesi yapılamayacağım söylemişlerse
de seleften bazı kimselerin o kimsenin hem dünyada hem de ahirette aynen
ganimetten mal çalan hnırsız gibi muamele göreceğini söylediklerini"
ifade etmektedir.[283]
Ancak Hafız ez-Zehebî,
Mizanü'l-İtida) isimli eserinde, Musannif Ebû Davud'un süneninde, Semûra b.
Cündüb isnâdıyla altı hadis rivayet ettiğni ve bunların hiç birinde de hükme
medar olma niteliği olmadığını söylüyor.
Şurasını da belirtmek isteriz
ki, "Her kim bir müslümanın dünya gus-salarından bir gussasını giderirse,
Allah onun kıyamet günü gussalarından bir gussasını giderir. Kim başı sıkılan
birine kolaylık gösterirse Allah ona dünya ve ahirette kolaylık ihsan eder. Kim
bir müslümanın ayıbım örterse Allah onun hem dünyada hem de ahirette ayıbını
örter. Kul din kardeşinin yardımında bulundukça Allah da onun yardımında
bulunur."[284] anlamındaki hadis-i şerifle bu hadis-i şerif arasında bir
çelişki olduğu zannedilmemelidir. Çünkü müslümanların günahlarını saklamayı emreden
müslim hadisinin hükmü vacib değil menduptur. Binaenaleyh, bir müslümanın
gizli b ir suçunu bilen onu hakime haber verse günahkar olmaz. Ancak bu hüküm
fitne ve fasetçılığıyla tanınmış kimseler hakkındadır. Bir defa bir suç
işleyerek tevbe eden ve bir daha yapmayan kimsenin kusurunu gizlemek icabeder.
Çünkü fesatçının kusurunu gizlemek, onu daha başka fitne ve fesatlar çıkarmaya
teşvik olur. Bir defe suç işleyenin hali ise böyle değildir.
Buraya kadar verilen izahat
suç işlendikten sonraya aittir. Onu işlerken görenin hükmüne gelince, menetmeye
iktidarı olursa derhal müdahelede bulunarak menetmesi vaciptir. Çünkü bu
müdahale münkeri yasaklamak demektir. MUdahale etmemekse helal değildir.
Mesela hırsızı birinin malını çalarken görenin mal sahibine haber vermesi
icabeder aksi takdirde hırsıza yardım etmiş olur.[285]
2717. ...Ebû Katade'den;
Dedi ki: Huneyn (harbi) yılında Rasû-Iullah (s.a) ile birlikte (savaşa) çıkmıştık.
Biz düşmanla karşılaşınca müslümanlarda bir bozulma oldu. O sırada müşriklerden
bir adamın müslümanlardan birini altına aldığını gördüm ve hemen arkasından
dolanıp yanına vardım ve kılıçla boynuna vurdum. Bunun üzerine (o kafir) beni
yakalayarak öyle bir sıktı ki onun bu sıkışından ölümün kokusunu duydum. Sonra
(aldığı yaradan ötürü) ölünce beni bırakıverdi. Derken Ömer b. Hattab
ile karşılaştım ve kendisine;
Bu insanlara ne oluyor (da
böyle bozguna uğruyorlar) dedim.
Allah'ın işidir, diye cevap verdi.
Sonra (bozguna uğrayan) halk geri dönüp geldi. Rasûlullah sallallahü aleyhi ve
sellem de oturdu ve;
"Her kim birini öldürür
de onu öldürdüğüne dair bir delili olursa Ölenin üzerindeki eşya ona
aittir." buyurdu. Bunun üzerine ayağa kalktım ve;
Bana kim şahitlik edecek?
dedim. Ve oturdum. Sonra (Fahr-i kainat efendimiz);
"Her kim birini Öldürür
de onu öldürdüğüne dair bir şahidi bulunursa ölenin (üzerinde bulunan) eşyası
öldürene aittir." (diyerek) bu sözünü ikinci defa tekrarladı. Bunun
üzerine ben (tekrar ayağa) kalkıp;
Bana kim şahidlik edecek dedim
ve tekrar oturdum. Sonra (Hz. Peygamber bu sözünü üçüncü defa (olarak tekrar)
söyledi. Ben de (yine) ayağa kalktım. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahü
aleyhi ve sellem;
"Ey Ebu Katade sana ne
oldu?" dedi ben de (başımdan geçen) olayı kendisine anlattım. Topluluktan
bir adam;
Ey Allah'ın Rasulü (Ebu
Katade) doğru söyledi. Bu Ölen kişinin zati eşyası da benim yanımdadır bu
eşyadan (payına düşeni kendisine 'vererek gerisini de bana bırakarak onu razı et,
diye seslendi. Bunun üzerine Ebu Bekr es-Sıddık:
Hayır vallahi bu olmaz. Hiç
Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Allah ve Rasulünün yolunda savaşan
Allah arslanlarından bir ars-lanın hakkını çiğneyerek onun eşyasını sana verir
mi? dedi. Rasûlullah salallahü aleyhi ve sellem de (Bana şahitlik
eden Ebû Bekir'i tasdik ederek)
“Doğru söyledi. Bunu ona
ver" buyurdu ve bana verdi. Sonra zırhı sattım da onunla beni Seleme
(kabilesin) de bir bahçe aldım. İşte İslamda ilk edindiğim mal budur.[286]
Huneyn Mekke'ye üç mil
uzaklıkta bir vadidir. Burada hicretin sekizinci yılında müşriklerle
müslümanlar ara sında harb olmuş, müslümanlar çokluklarından dolayı gurura
kapıldıkları için harbin başında bozulmuşlar, fakat sonra Allah üzerlerine
sekinet ve yardımcı melekler indirerek kafirlerin cezasını vermişti. İşte Ebû
Katade'nin "Bu insanlara ne oldu?" demesi bozulduklarına şaştığı
içindir. Bazılarına göre bu sözün manası: "Etu bozgundan sonra acaba
halleri ne olacak?" demektir. Buna mukabil Hz. Ömer'in: "Allah'ın
emri" diye cevap vermesi "Allah'ın emri geldi" yahut:
"Allah'ın emri galibtir, Netice Allah'tan korkanların lehinedir."
manasınadır.
Bu gazada müslümanlar genel
bir bozguna uğramadılar. Resûl-i Ekrem (sallalahü aleyhi ve sellem) ile
mü'minlerden bir grup yerlerinden ayrılmamışlardı. Bu hususta meşhur hadiseler
vardır ki, yeri geldikçe görülecektir. Nevevi diyor ki: "Peygamber (s.a.)
bozguna uğramıştır demenin doğru olmadığında, müslümanların görüş birliğine
vardıkları nakledilmiştir. Onun hiç bir yerde bizzat yenildiğini hiç bir kimse
rivayet etmemiştir. Bilakis sahih hadisler daima ikdam ve sebatını isbat
etmektedir.
ifadesi bütün rivayetlerde bu
şekilde tesbît edilmiştir. Hat-tabî ile lisân ulemâsı ise, bunun raviler
tarafından yanlışlıkla yapılmış bir değişiklik olduğunu, doğrusunun şeklinde
olması gerektiğini ve bunun lâ vallahi manâsında yemin olduğunu söylemişlerdir.[287]
Cumhur; Selebi: Savaşçının
yanında taşıdığı giyecek, silah ve diğer eşyalarıdır, şeklinde tarif etmiştir.
Ahmed'e göre savaşan kişinin hayvanı selebten'sayılmaz. Şafii'ye göre ise
seleb, silahtan ibarettir. Yani savaşçının beraberinde bulunan diğer eşya
selebe dahil değildir. Bu hadislere göre savaşta müslüman mücahidin öldürdüğü
düşman üzerinde ve beraberinde bulunan eşya selebe dahil değildir.
Bu hadislere göre savaşta
müslüman mücahidin öldürdüğü düşman üzerinde ve baraberin,de bulunan eşya
ganimet malına dahil edilmeyip öldüren mücahide verilir;.
Tirmizi, Ebu Katade(r.a.)'nin
hadisini rivayet ettikten sonra; "Peygamber (Aleyhi's-salatü
ve's-selam)'in ashabından ve başkalarından teşekkül eden alimlerden bir grub bu
hadisle amel etmişlerdir. Evzâî, Şafiî ve Ahmed'in fetvaları da böyledir. İlim
adamlarından bazıları da, "Devlet başkanı Se-leb'den beşte bir hisseyi
çıkarabilir, yani dilerse seleb'in beşte dördünü öldüren mücahide verir ve
kalan beşte birini uygun gördüğü yolda harcayabilir." demiştir. Tuhfe
yazarının beyanına göre Hanefiler ile Malikiler: "kafiri öldüren mücahid,
selebi alma hakkına sahip değildir. Ancak devlet başkanı selebin öldürene ait
olduğunu söylemişse o zaman seleb öldürenin hakkı olur," demişlerdir.
Tuhfe yazarı bu arada şöyle
der: "Cumhura göre öldüren mücahid, selebi alma hakkına sahiptir.
Mücahidlerin başında bulunan kumandan selebin öldürene ait olduğunu önceden
söylemiş olsun veya olmasın netice değişmez. Cumhur bu görüşünde Ebû Katade
(radıyallahü anh)'ın hadisine dayanır. Açık olan hüküm de budur.[288]
1. "Seleb yani öldürülen
kimsenin üzerindeki eşya, ganimetin aslındandır, beşte birden değildir, diyenler
bu hadisle istidlal etmişlerdir. Çünkü Peygamber (s.a.)'in Hz. Ebû Kata-deye bu
eşyayı vermesi, ganimetin taksiminden önce idi. Fakat Hanefilerle İmam Malik bu
istidlale cevap vermiş: "Hadis size değil, bize hüccettir. Zira bu
konuşma harp bitip ganimetler toplandıktan sonra olmuştur ki, o halde
gazilerin hakkı olan beşte birin dördü ayrılmış olur. Binaenaleyh selebin beşte
birden sayılması icabeder." demişlerdir. Kurtûbî ise; "Bu hadis Malik
ile Ebû Hanife'nin görüşlerinin sahih olduğuna en büyük delildir,
"demiştir.
2. tabiri yemindir.
3. Kumandandan
istenilen bir şeyi onun cevabını beklemeden yardımcısı verebilir.
Nitekim Hz. Ebu Bekr böyle yapmıştır.
4. Öldürdüğü düşmanın
üzerinden eşyayı almak isteyen gaziye bu eşyanın beyyinesiz verilip verilemeyeceği
hususunda görüş ayrılığı vardır. Bir grup ulema, beyyine. mutlaka lâzımdır.
Delilleri bu hadistir. Leys, İmam Şafii ve cemaatin görüşü budur. Evzai ise
beyyineye gerek olmadığını söylemiştir.
5. Seleb, düşmanı
öldüren gazinin hakkıdır, velek ki, bir kadın öldürsün. Başında bulunmak kafi
değildir. Ebû Sevr ile ibnü'l-Münzîr'in görüşleri böyle. Cumhura göre ise,
bunun şartı, öldürülen kimsenin harb eden asker olmasıdır. İbn Kudâme:
"Öldürülenlerin üzerlerindeki eşya alınarak çıplak bırakılmaları caizdir"
demiş Sevri ile İbn Münzîr bunu kerih görmüşlerdir.[289]
2718. ...Enes b.
Malik'den; dedi ki Rasûlullah (s.a.) Huneyn (savaşı) günü;
"Kim bir kâfiri öldürürse
eşyası onundur." buyurdu. O gün Ebû Talha yirmi kişi öldürdü ve onların
(üzerlerinde) bulunan şahsi eşyalarını aldı. Ebû Talha (o gün orada karısı)
Ümmü Süleym ile karşılaştı. Ümmü Süleym'in elinde bir hançer vardı. Ebû Talha
ona:
Ey Ümmü Süleym yanındaki şey
nedir? dedi. Ümmü Süleym de:
Allah'a yemin olsun ki eğer
bana o düşmanlardan biri yaklaşacak olursa bununla karnını yarmak
istiyorum, diye karşılık verdi. Ebû Talhâ da bunu Rasûlullah
(s.a.)'a haber verdi.[290]
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadis
hasendir. Biz bu hadisle (savaşta) hançer kullanmanın caiz olduğunu belirtmek
istedik.[291]
Bu hadis-i şerif, savaşta
düşmanın silah, at, elbise gibi eşyasının, onu öldüren
gaziye ait olduğunu söyleyen ulemanın
delilidir.
Hanefî ulemâsından îbn
Abidin'in beyânına göre bu hadis-şerifte geçen kâfir kelimesinin kapsamına
harpte öldürülmeleri caiz olan kâfirler girinektedir. Bu bakımdan bu ifâde
içerisine kafirlerin kiraladıkları askerler,kafir olan tacirler, efendilerine
hizmet eden köleler, dar-ı harbe kaçmış olan mürtedler veya zimmîler, harb
edemese bile hasta ve yaralı olan kafirler, rey sahibi veya çocuğu olması
umulan yaşlı kafirler girer. Çünkü bunların öldürülmeleri caizdir. Bir
müslüman kafirlerin safında savaşan müslümanı öldürse, öldürülen müslümanın
eşyası öldüren müslümanın olamaz. Çünkü her ne kadar kafirlerin safında savaşan
müslümanın öldürülmesi caiz ise de eşyası ganimet olmaz. Hükümdara isyan eden
müslümanların malları ganimet olmadığı gibi ancak kafirlerin safında savaşan
müslümanın eşyası kafirlerin blup o eşyayı müslümana ariyet olarak vermişler
ise bu takdirde bu müslümanın eşyası Öldüren müslümanın olur.[292]
Bu mevzuda Bidâyetü'l-Müctehid
isimli eserde de şu satırlar yer almaktadır: "İmamın ganimetten, istediği
kimseye payından fazlasını vermesi konusunda ulemâ caizdir görüşünde
birleşmiştir. Fakat hangi şeyden ve ne kadar verebildiği, bu konuda savaştan önce
herhangi bir kimseye söz verebilip veremeyceği bir kimsenin öldürdüğü kişinin
üzerindeki eşyanın imam tarafından kendisine verilmese bile bu eşya üzerinde
hakkı olup olmadığı mevzularında ayrılığa düşmüşlerdir ki, bunlar bu bab'ın
dört ana meselesidir.
Birinci mesele:
Kimisi: İmam herhangi bir
kimseye hissesinden fazla olarak ancak Beytül-mal'ın hissesi olan ganimetin
beşte birinden verebilir" demiştir, tmam Malik te buna kaildir. Kimisi:
"Ancak kendi payı olan beşte birin beşte birinden verebilir"
demişlerdir. İmam Şafiî de bu görüşü seçmiştir.
Bazıları da; "Ganimetin
mecmuundan çıkarır" demiştir. İmam Ahmed ile Ebu Ubeyd de bu görüşe
sahiptirler. Ulemâdan kimisi de; "İmam isterse ganimetin hepsini istediği
kimseye verebilir." demiştir. Bu ihtilâfın sebebi; "Biliniz ki
ganimet olarak aldığınız şeylerin beşte biri Allah'a, peygambere, yakın arka
balara, öksüzlere, muhtaçlara ve yolculara aittir."[293] ayet-i kerimesi yle "Sana
ganimetlerin hükmünü sorarlar. De ki: Ganimetler Allah'ın ve Paygamberinindir
(istediklerine verebilirler).)Şu halde Allahtan korkun da bunun için aranızda
bulunan gerginliği kaldırın."[294] ayeti arasında zıtlık var mıdır, yok
mudur? diye ihtilaf etmeleridir.
Birinci ayet, ikinci ayeti
neshetmiştir, diyenler: "Her hangi bir kimseye hissesinden fazla olarak
verilen şey, ancak ganimetin beşte birinden veya beşte birinin beşte birinden
verilebilir" demişlerdir.
Bu iki ayet arasında zıtlık yoktur
ve ayetlerin ikisi de muhayyerliği ifade ederler, yani imam isterse, gamimetin
hepsinden verir, isterse kimseye fazladan bir şey vermez de ganimetin beşte
dördünün tamamını askerlere verir, diyenler: "Fazla olarak verilen şey
ganimetin toplamından verilebilir" demişlerdir. Bu ihtilafın
sebeplerinden biri bu mevzudaki hadîslerin çeşitli olmasındandır. Zira bu
mevzuda iki hadis bulunmaktadır. Biri; imam Malik'in İbn Ömer'den
"Rasulullah (s.a.v) bizi Necit tarafına gönderdi, ganimet olarak bir çok
develer ele geçirdik. Her birimize on iki deve düştü. Bundan başka her birimize
ayrıca birer deve daha verildi." mealinde rivayet ettiği hadistir. Bu
hadis fazladan ve/ilen develerin, ganimet taksim edildikten sonra kendilerine
verildiğini göstermektedir. İkinci hadisde, Habip b. Mesleme'nin
"Ra-sûlullah (s.a.)'in seriyelere savaşa çıkarken ganimetlerin beşte
birini ayırdıktan sonra, kalanın dörtte birini ve dönüşlerinde de beşte birini
çıkardıktan sonra üçte birini verirdi" mealindeki hadisidir.
İkinci Mes'ele
Ganimetten hisselerden fazla
vermenin cevazına inananlar, fazla olarak ne verilebilir? diye ihtilaf
etmişlerdir. Kimisi: "Habib b. Mesleme'nin hadisinde geçtiği üzere
ganimetin üçte ya da dörtte birinden fazla verilemez" demiştir. Kimisi de
yukarıda geçen Enfal süresindeki ayetin mensuh olmadığına ve âmm manasında
olduğuna kail olup "imam seriyyeye ganimetin tamamını da verse
caizdir" demiştir. Ayetin, Habip b. Mesleme'nin hadisi ile tahsis
edildiğine inananlar ise: Üçte veya dörtte birinden fazla verilemez."
demişlerdir.
Üçüncü Mesele
İmam, savaştan önce herhangi
bir kimseye, ganimet vereceği vaadinde bulunup bulanamayacağı hususunda da
ihtilaf edilmiştir.İmam Malik, bunu mekruh görmüş bir gurup ta caizdir
demiştir. Bu ihtilafın sebebi, savaşın gayesinden anlaşılan mana ile hadisin
zahiri arasında bulunan zıtlıktır. Çünkü savaştan gaye, Allah rızasını kazanmak
ve Allah'ın dinini yüceltmek olduğuna göre, İmam birisine ganimet vereceğini
va'dettiği zaman, o adamın kanını dünyevi bir maksat uğruna heder edeceği
endişesi başgösterir. Bunun cevazını gösteren hadis ise yukarıda geçen Habip b.
Mesleme'nin hadisidir. Zira bu hadiste "Peygamber (s.a.v.) Efendimiz
seriyelere ganimetlerin dörtte ya da üçte birini verirdi" denilmektedir.
Bu ise savaşa teşvikten başka bir şey değildir..
Dördüncü Mesele:
Kişiye, öldürdüğü şahsın
(seleb denilen) üzerindeki eşyasının (imam vermezse) düşüp düşmediğinde
ihtilaf etmişlerdir. İmam Malik: "Savaş bittikten sonra maktulün selebini
eğer İmam onu öldürene vermezse ona düşmez" demiştir. İmam Ebu Hanife ile
Süfyan-ı Sevri buna kaildirler.
İmam Şafiî, İmam Ahmed, Ebu
Sevr, İshak ve seleften bir grup: "İmam, kendisine verse de vermese de
öldürdüğü kimsenin selebi ona aittir." demişlerdir. Ancak bunlardan
kimisi, selebin kendisine düşmesi için, maktul savaşırken maktulu öldürmesini
şart koşmuş ve "Eğer maktulu, kaçarken öldürürse selebi ona düşmez"
demiştir. İmam Şafii buna kaildir. Kimisi de, selebin kendisine düşmesi için
maktulu savaş başlarken ya da biterken öldürmesini şart koşmuş ve:
"Savaşın hengamesi sırasında öldürülen kimsenin sebebi öldürene
düşmez." demiştir. Bunu da Evzâî söylemşitir. Kimisi de : "Seleb
öldürene aittir. Fakat imam Selebi çok görürse taksim edebilir' demiştir.
Bu ihtilafın sebebi, Peygamber
(s.a.) Efendimizin Huneyn savaşının kargaşası dindiği sırada buyurduğu :
"Kim bir kimseyi öldürüşe onun selebi onundur" hadisinin iki ihtimal
mana taşımasındandır. Zira peygamber (s.a.) Efendimiz, bunu bir fetva olarak
söylemiş olabildiği gibi, bir hüküm olarak da söylemiş olabilir. İmam Malik'e
göre, hadisin bir hüküm olma ihtimali daha kuvvetlidir. Çünkü ona göre,
Peygamber (s.a.) Efendimizin bunu başka savaşlarda ne söylediği, ne de bununla
hükmettiğ sabit olmamıştır. Eğer fetva olursa yukarıda geçen Mâide suresinin
41. ayet-i kerimesi ile çelişir. "Eğer ölenin çocuğu olmayıp da ana ve
babası ona varis olurlarsa terekesinden anasına üçtebir düşer.[295] ayet-i kerimesinden, nasıl terekenin
geri kalan üçteikisinin ölünün babasına düşdüğü anlaşılıyorsa, bu ayetten de
ganimetin geri kalan beştedördünün ganimet ele geçiren askerlere düştüğü
anlaşılmaktadır. Ebû Ömer: Bu söz Peygamber (s.a.) efendimizden, Huneyn savaşından
başka Bedir savaşında da işitilmiştir." demiştir.
Hz. Ömer'den de:
"Peygamber (s.a.) Efendimiz zamanında selebi taksim etmezdik" diye
söylediği rivayet olunmuştur.
Ebu Davud da Avfb. Malik
el-Eşcai ile Halid b. Velid'ten: "Peygamber (s.a.) Efendimiz maktulün
selebini katile verirdi" diye rivayet etmektedir, îbn Ebi ŞeybedeEnes b.
Malik'ten "Bera b. AzıpDaresavaşındaMer-zuban'ı atı üzerinde mızrakla
öldürdü ve Merzubanın selebi otuzbin dirhemi buldu. Bunu öğrenen Hz. Ömer Ebû
Talha'ya "Biz selebleri taksim etmedik. Fakat Merzubanın selebi büyük bir
meblağ tuttuğundan taksim edilmesinin gerektiği kanaatindeyim dedi." diye
rivayet etmiştir.
İbn Ebî Şeybe, İbn Sîrîn'den:
"Enes b. Malik bana: Bu, islamiyette ilk taksime tabi tutulan selebtir
dedi" diye rivayet etmiştir. Miktarı çok ve az olan selepler arasında
ayırım yapanlar, buna dayanmışlardır. Âlimler, selebin ne olduğu hakkında da
ihtilaf etmişlerdir. Kimisi: "Maktulun üzerinde bulunan bütün şahsi eşyası
selebtir" demiştir. Kimisi: "Eğer bu eşya arasında altun ve gümüş
bulunursa bunlar selebe girmezler" demiştir.[296]
1. Kafir olan düşmanın silah, at
ve elbise gibi zati eşyası; onu öldüren gaziye verilir.
2. Harpte hançer kullanmak
caizdir.[297]
2719. ... Avf b. Malik
el-Eşcaîden demiştir ki:
Zeyd b. Harise ile birlikte
Mûte savaşına çık (mış) tim. Yemen halkından gönüllü bir asker de bana arkadaş
olmuştu. Yanında bir de kılıcı vardı. Derken müslümanlardan bir asker bir deve
kesti. Gönüllü asker de onun derisinden bir kısmını ondan istedi. O da
isteğini ona verdi. O gönüllü de bu deriden bir nevi kalkan şeklinde bazı şeyler
yaptı. Yola koyulduk ve bir rum topluluğuyla karşılaştık. Onların arasında
altın yaldızlı bir eğeri olan al bir at üzerinde birisi vardı. Bu rum askeri,
müslümanlara müthiş bir şekilde saldırıyordu. O sırada gönüllü asker onu (vurmak)
için bir kayanın arkasına oturdu. Rum askeri onun yanına varınca hemen
(harekete geçip) atının ayaklarını kesti. Bunun üzerine rum askeri atından
düştü. Gönüllü müslüman asker de üzerine çullanarak onu öldürdü ve atıyla
silahım ele geçirdi. Aziz ve Celil olan Allah müslümanlara (zafer kapılarını)
açınca Halid b. Velid, o gönüllüye (birisini) gönder (ip yanına çağır) di ve
(elinde bulunan) selebin bir kısmını (ondan) aldı. (Daha sonra ravi) Avf (sözlerine
devam ederek şunları) söyledi. Bunun üzerine Halid'in yanına varıp "Ey
Halid sen Rasûlullah (s.a.)in, selebin katile ait olduğuna dair hüküm verdiğini
bilmiyor musun?” dedim. O da "Evet, (biliyorum) fakat ben bu (kadar)
selebi (onun için biraz) fazla buluyorum" diye cevap verdi. Ben de:
Ya bunu ona geri verirsin ya
da seni Rasûlullah (s.a.)'in yanında cezalandırırım." diye (onu) tehdid
ettim (Fakat selebi) ona geri vermeye yanaşmadı. Derken (ikimiz) Rasûlullah
(s.a.) in yanında bir araya geldik. Ben Hz. Peygambere gönüllü askerin
macerasını ve Halid'-in (ona) nasıl muamelede bulunduğunu anlattım. Bunun
üzerine Rasulullah (s.a.):
Ey Halid! Seni bu harekete
sevkeden (sebep)nedir?" diye sordu (Hz. Halid de)
“Ey Allah'ın Rasulü bu (selebi
onun için biraz) fazla buldum” cevabını verdi. Bunun üzerine Rasûlullah (Hz.
Halid'e)
"Ey Halid ondan aldığını
ona geri ver." buyurdu. Ben de (bunu duyunca Halid'e)
"Al işte(dediğimi) yaptım
mı ey Halid" diye karşılık verdim. (Bu sözümü işiten) Rasûlullah (s.a.):
Bu nedir? dedi. Ben de 'Halidle
aramızda geçen münakaşayı) kendisine anlattım. Rasûlullah (s.a) (bana)
öfkelendi ve
"Ey Halid (bu selebi) ona
iade etme (dedi ve bana hitaben)siz kumandanlarımı bana bırakır mısınız
hiç?Oysa onların işlerinin en temiz olanı sizin olur, bulanık oluna da kendi
üzerlerinde kalır" buyurdu.[298]
Hadis âlimlerinden Hattâbî, bu
hadisle ilgili olarak şunları söylüyor.Bu hadis-i şerifte atın da
seleb sayılması gerektiği, az olsun veya çok olsun düşman askerinin üzerinde
bulunan zati eşyanın (selebin) onu öldüren müslüman askere verilmesi lazım
geldiği ve se-lebden, Rasûlullah (s.a.)'a akrabalarına, fakirlere, öksüzlere ve
yolda kalmışlara verilmek üzere beşte bir hissenin ayrılması icabetmediği ifade
edilmektedir. Çünkü Hz. Peygamberin; Hz. Halid'e Yemenli askerin, öldürmüş
olduğu askerden aldığı zati eşyanın tümünü kendisine iade etmesini emretmesi,
bunu ifade eder. Fakat Hz. Peygamberin sonradan Hz. Avf b. Ma-lik'in Hz.Halid
b. Velid'e karşı takındığı saygısızca tavrı öğrenince, hükmünden dönüp Hz.
Halide sözkonusu selebi, Yemenli askere iade etmemesini emretmesi ise, hem Hz.
avf b. Maliki te'dib etmek ve hem de halkın kumandanlara karşı haksız bir
şekilde saygısızlık yapmalarına imkan vermemek, kumandanlara isyan ve
saygısızlık yolunu kapamaktır.
Esasen Hz. Halid b. Velid, bu
mevzuda kendi içtihadıyla hüküm vermişti. Bu ictihad hatalı da olsa, Hz.
Peygamber daha büyük hataları ve büyük tehlikeleri önlemek maksadıyla Hz.
Halid'in bu içtihadını tasvib ederek içtihadının uygulanmasını emretti. Aynı
zamanda Hz. Peygamber, bu tutumuyla Hz. Avf b. MalikM de bir nevi
cezalandırmış oldu.
Hz. Peygamber, bu hükmü
vermeden önce, selebini elinden almak istediği Yemenli askere kendi
hissesinden onu razı edecek kadar mal vermek suretiyle onun gönlünü almış
olması da düşünülebilir. Metinde geçen ,
"Oysa onların işlerinin
en temiz olanı sizin olur, bulanık olanı da kendi üzerlerinde kalır."
cümlesiyle Hz. Peygamber, halk her şeyin iyisini ve hoş olanını yer, içer
rahatına bakar, çileyi ise amirler çeker, ganimet mallarını onlar toplar ve
yerli yerince sarf ederler, halkı onlar korur, idare ederler sonra bu hususta
bir soruşturma olursa hesaba yine onlar çekilir, demek istemiş olabilir.[299]
1. At da selebden
sayılır.
2. SeleD az olsun,
çok olsun, sahibini öldüren müslüman askere aittir.
3. Bir hükmün hiç uygulanmaya
konmadan önce neshedilmesi caizdir.
4. Hz. Peygamberin gazab
halinde hüküm vermesi caizdir. Diğer insanların gazab halinde hüküm vermeleri,
tenzihen mekruhtur.[300]
2720. ...(Musannif) Ebu
Davud dedi ki: Bize Ahmed b. Hanbet (in) haber verdi (ğine göre) el- Velid (b.
Müslim el-Kureşî şöyle) demiştir. : Ben, şu (bir numara önce geçen) hadisi
Sevr (b. Yezid) 'e sordum. ( O da) Bana, Halid b. Ma "den Cübeyr b. Nüfeyr
(Cüber ibn Nüfeyr'-in) babası Avf b. Malik el-Eşcaî kanalıyla bu hadisin bir
benzerini nakletti.[301]
Bezlü'l-Mechûd müellifi Şeyh
Halil Ahmed'in açıklamasına göre; bu hadisin senedinde Cübeyr b. Nüfeyr'den
sonra geçen "babasından" kelimesi bazı nüshalarda yoktur. Gerçekten
de bu kelimenin bulunmaması gerekir. Çünkü Cübeyr, babasından hiç hadis rivayet
etmemiştir. Esasen bu kelime Sünen-i Ebu Davud'un Mısır nüshasında ve Ahmed b.
Hanbel'in Müsned'inde yoktur. Bu ilave bazı katipler tarafından yazılmış olsa
gerektir.
Bu hadisle ilgili diğer
gerekli açıklamalar, bir önceki hadisin şerhinde geçtiği için burada tekrara
lüzum görmüyoruz.[302]
2721. ...Avf b. Malik el-Eşcaî
ile Halid b. Velid'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.) (maktulün)
eşya (sı) nın (tümüyle onu) öldürene ait olduğuna ve bu eşyanın (beşte birinin
hazineye konması için) beştebirinin ayrılmayacağına hükmetmiştir.[303]
Bilindiği gibi seleb; bir
kimsenin üzerindeki elbisesi, silahı, parası ve
bindiği hayvan ile bunun üzerindeki
eşyasıdır.[304]
Mevzumuzla ilgili bu hadis-i
şerif, savaş esnasında bir kafiri öldüren mücahidin bu kafirin selebinin
tümüne malik olacağını ve diğer ganimetlerden Allah'a peygambere yakın
akrabalara, öksüzlere, muhtaçlara ve yolculara verilmek üzere ayrılan beştebir
hissenin[305] selebden ayrılması gerekmediğini selebin olduğu gibi onun
sahibini Öldüren mücahide verilmesi icabettiğini ifade etmekte ve dolayısıyla
"Seleb bölünmeden olduğu gibi mücahide verilir" diyen Hanefi
âlimlerinin görüşünü teyid etmektedir. Çünkü Hanefi ulemasının görüşüne göre;
bir kumandanın "Her mücahid harp sahasında Öldüreceği düşmanın selebine
nail olsun" diye, askerleri harbe teşvik etmesi caizdir. Böyle bir emre
uyarak düşman askerini öldüren bir mücahid, onun sele-binden sayılan mallarının
tümüne sahip olur. Buna diğer gaziler iştirak edemezler."[306]
Ancak daha önce de
açıkladığımız gibi , Maliki ve Hanefi ulemasına göre; mücahidin bu selebi
hakkedebilmesi için kumandanın harp bitmeden önce herkesin ele geçirdiği
selefin kendisine ait olacağını ilan etmesi gerekir. İmam-ı Malik'e göre;
Devlet reisi isterse bu selebin tümünü mücahide verir, dilerse beşte birini
beytü'l mal için alır. Kadı İsmail de bu görüştedir. İshak'tan rivayet edilen
görüşe göre; eğer seleb çok ise devlet reisi beşte birini alabilir. Mekhûl ile
es-Sevriye göre devlet reisi mutlak surette beşte birini alır. Bu hususda İmam
Şafiî'den iki görüş rivayet edilmiştir. Seleb'in beşte birinin bölüneceğini
söyleyenler, "Biliniz ki ganimet olarak aldığınız şeylerin beştebiri
Allah'a, peygambere, yakın akrabalara, öksüzlere, muhtaçlara ve yolculara
aHtir."[307] ayetinin genel hükmüne dayanmışlardır.[308] Bezlül Mechûd yazarının açıklamasına
göre İmam Ahmed'e ve İmam Şafii'nin meşhur olan görüşüne göre de, selebden
beytü'1-mal için beşte bir hisse bölünemez. İmam Malik'e göre ise, mücahidin
hak ettiği seleb, aslında ganimetten olmayıp humustan verildiğinden ondan
ayrıca bir humus ayırmak gerekmez.[309]
Şurasını da belirtmek isteriz
ki; Avn'el-Ma'bûd yazarının ifadesine göre; bu hadis-i şerifin senedinde
İsmail b. Ayyaş bulunmaktadır. Bu ravi; hadis âlimleri tarafından tenkid
edilmiştir. Bu hadis senedi cihetiyle cerh edil m -kiştir.[310]
2722. ...Abdullah b.
Mes'ûd'dan rivayet olunduğuna göre: "Bedir (savaşı) günü Rasûlullah (s.a.)
Ebu Cehl'in kılıcını neflolarak bana verdi." (bu hadis İbn Mes'ud'dan
nakleden ravi der ki) Onu (Abdullah b. Mes'ûd) öldürdü, (ama onu esas
yaralayarak çökertenler Muavviz İbn Afra ile Muaz b. Afra'dır)[311]
"Nefl" kelimesi;
lugatta ziyade manasına gelir.
Fıkıhta ise,
gazilere ganimetteki hisselerinden fazladan verilen
mala denir.
Bu hadis, bir kimsenin yaralayarak
çökertmiş olduğu düşman askerini öldüren mücahidin o kafirin selebini
alabileceğine delalet etmektedir. Bilindiği gibi Ebû Cehl'in kafasını keserek
ölümünü gerçekleştiren Abdullah b. Mes'ud (r.a.) ise de, aslında onu
yaralayarak çökerten ve kendini müdafaa edemez hale getirenler; Muavviz b. Afra
ile Muaz b. Afra isimli iki kardeştir. Rasûli zişan efendimiz, Ebû Cehl'in
kılıcını İbn Mes'ûd (r.a.) e vermiştir. Bu hadisin sonunda bulunan "Onu
(Abdullah b. Mes'ûd) öldürdü." cümlesinin bu hadisi Hz. İbn Mes'ud'dan
rivayet eden Ebu Ubeyde'ye ait bir söz olmasi ihtimali bulunmakla beraber Hz.
tbn Mes'ud'un yukarıdaki cümlelerinden ayrı olarak, başlıbaşına ilave ettiği
veya iltifat yoluyla söylediği bir cümle olması ihtimali de vardır.
Avnu'l-Ma'bud yazarının el-Münziri'den naklettiğine göre, Ebû Ubeyde, aslında
babası İbn Mes'ud (r.a.)'den hiç hadis işitmemiştir. Binaenaleyh bu hadis
münkatıdır.
Bu hadisi şerif, Müslim'in
sahihinde geçen "...Onu ikiniz de öldürmüşsünüz, buyurdu ve Ebû Cehl'in
üzerindeki eşyanın Muaz b. Amr b. el-Cemuh'a verilmesine hükmetti."[312] mealindeki hadis-i şerife aykırıdır.
Çünkü mevzuumuzu teşkil eden hadis-i şerifte, Rasû!-ü Ekrem'in, Ebû Cehl'in
kılıcını İbn Mes'ud'a verdiği ifade edilirken Müslim'in rivayet ettiği hadiste,
Muaz b. Amr b. el-Cemuh'a verdiği ifade ediliyor.
Bezlü'l-Mechûd yazan bu mesele
ile ilgili olarak şu açıklamayı yapıyor:
"Önce şurasını belirtmek
isteriz ki, Ebu Davud hadisi münkatıdır. İkinci olarak; Zeylai'nin de
Na,sbu'r-Raye'de ifâde ettiği gibi, eğer Ebû Dâvûd hadisinde ifadeedildiği
gibi maktulün selebi onu yaralayana verilmeyip de öldürenlere verilseydi, o
zaman Hz. Peygamberin Ebû Cehl'in selebini Afra isimli bir kadının oğlu olan
Muaz ile Muaz b. Amr arasında bölüştürmesi icabederdi. Çünkü Buhari ile
Müslim'in rivayetlerinde, Ebû Cehl'i bu iki gencin öldürdüğü ifade ediliyor.
Yine Müslim ile Buhari'nin rivayetlerinde Hz. Peygamberin Ebû Cehl'in selebinin
tümünü Muaz b. Amr'e verdiği ifade edilmektedir. Bu uygulama birkaç kişi
tarafından öldürülmüş olan bir maktulün selebinin bunlardan hangisine
verileceği hususunun devlet reisine bırakıldığını, binaenaleyh devlet reisinin
bu selebi istediği kimseye vermekte muhayyer olduğunu ortaya koyar. Beyhaki ise
el-Ma'rife adlı eserinde Hz. Pey gamberin bu tatbikatı Bedr muharebesinde ele
geçen ganimetlerle ilgili özel bir tatbikattır. Çünkü yüce Allah, Bedr
savaşında elde edilen ganimetlerin Hz. Peygambere ait olduğunu ve onu dilediği
gibi taksim etmekte serbest bulunduğunu, Kur'ân-ı Kerim'in de açıkça
bildirmişti. Hz. Peygamber Bedr ganimetlerini dilediği gibi dağıttı, hatta
savaşa katılmayanlara bile ganimetten pay verdi. Sonra ganimetlerin nasıl
taksim edileceğini belirleyen yeni ayetler nazil olunca, bu uygulama
yürürlükten kaldırıldı ve Rasûlü Ekrem de sele-bin katile ait olacağına
hükmetti. Daha sonra bu hüküm hiç değişmemek üzere yürürlükte kaldı[313] diyor.
Üçüncü olarak şunu belirtmek
isteriz; aslında Ebû Cehl'in tüm selebi-nin Muaz b. Amr'in hakkı olduğu halde
Hz. Peygamber onun gönlünü yaparak sadece kılıcını, İbn Mes'ûd'a verilmesine
onu ikna etmiş, sonra da kılıcı İbn Mes'ûd (r..a.)'a vermiş olabilir."[314] Her ne kadar yukarıda mealini
sunduğumuz Müslim hadisinin sonunda Ebû Cehl'i Muaz b. Amr ile Muaz b.
Afra'nın öldürdükleri bildiriliyorsa da, Müslim ile Buhari'nin ittifakla
rivayet ettikleri diğer bir hadis-i şerifte onun Afra isimli bir kadının iki
oğlu öldürdüğü, Müslim'in diğer bir rivayetinde de Abdullah b. Mes'ûd (r.a.)'un
başını kestiği kaydedilmektedir. Kadı Iyaz *'ekseriyetle siyer ulemasının kavli
budur" diyor.
Nevevî, bu rivayetlerin
arasını bulmuş ve Ebû Cehl'in katline, bunların hepsi iştirak etmiştir. Onu
müdafaadan aciz hale getiren darbeyi Muaz b. Amr vurmuş, İbn Mes'ûd can
çekişirken kafasını koparmıştır, demiştir.[315]
Selebin katile verilmesiyle
ilgili görüşler 2712-2718 numaralı hadislerin şerhinde geçtiğinden, burada
tekrara lüzum görmüyoruz. Ancak şu kadarını ilave edilim ki, yaralı bir düşman
askerini öldüren mücahid, İmam Ah-med ile İmam Şafiî'ye göre maktulün selebini
alamaz. İmam Malik'e göre selebin kime verileceğini tayin etme yetkisi devlet
reisine verilmiştir. Hanefi-lere göre ise, düşman askeri aldığı ilk yarayla
kendini savunamaz bir duruma düşmüşse, onun selebini onu ilk yaralayan mücahid
alır. Eğer aldığı yara onu güçsüz duruma düşürmemişse, ona ikinci darbeyi
indirerek onu öldüren kimse alır.[316]
2723. ...Ebu Hureyre
(nin) Said b. elrAs'a anlattığına göre, Rasûlullah (s.a.) Eban b. Said b.
el-As*ı bir seriyyenin başında Medine'den Necid tarafına gönder (miş) di. Eban
b. Said ve arkadaşları (Ne-cid'den dönerlerken) Hayberi fethettikten sonra
(daha) Hayber'de (bulunan) Rasaûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin yanına
geldiler. Atlarının kemerleri lif (ten) idi. Eban:
"Ey Allah'ın Rasûlü
(elinize geçen ganimetten) bize de bir pay ayır." dedi. Ebu Hureyre
(sözlerine devam ederek hadiseyi şöyle) anlattı: Ben de
"Ey Allah'ın Rasûlü
(sakın onlara bir) pay ayırma" dedim. Eban da bana
"Ey tavşan kılıklı sen (bize)
bunu (söylüyorsun) dağın tepesinden üzerimize sarkıyorsun ha? diye karşılık
verdi. Peygamber Sallal-lahü aleyhi ve sellem de:
“Ey Eban otur" buyurdu ve
onlara pay ayırmadı.[317]
Eban, Ebû Hureyre'ye "Ey
tavşan kılıklı sen bize bunu söylüyorsun ha?" demekle Ebû Hureyre'nin
Rasul-ü Ekrem'in huzurunda ganimetler hakkında hüküm vermek salahiyetini haiz
olmadığım ve Rasul-ü Ekrem'in huzurunda onun bir hiç mesabesinde olduğunu ifade
etmek ve onu haddini aşmamaya davet etmek istemiştir.
Hadis-i şerif, harpte
bulunmayan kimselerin harpte elde edilen ganimetten bir pay alamayacaklarını
söyleyen ulemanın delilidir. Bu mevzuda Hattâbî şunları kaydetmiştir:
İmam Ebû Hanife (r.a.)'ye göre;
düşman ülkesinde iken, ganimetler dağıtılmadan önce, savaşmak üzere gelip de
mücahitlere katılan kimse ganimete ortak olur ve diğer gazilerle beraber ondan
pay alır, yoksa alamaz.
İmam Şafiîye göre; harbe
bizzat katılan ya da bilfiil mücahidlere yardım eden kimse, ganimetlerden pay
almaya hak kazanır. Aksi halde ganimetten pay almaya hakkı yoktur. İmam Ahmed
ile İmam Malik(r.a.)de bu görüştedirler.
İmam Şafiî; "Bir mücahid
harp bittikten sonra daha ganimetler taksim edilmeden ölecek olursa, onun ganimetteki
hissesi varislerine intikal eder." derdi.
İmam Evzâî, Allah yolunda
savaşmak üzere yola çıkan bir kimse harbe katılsa da, harbe katılmadan savaş
sona erse de ganimetlerden pay almaya hak kazanır, demiştir.[318]
2724. ...Ebû Hureyre'den
demiştir ki:
Ben Medine'ye geldiğim sırada,
Rasûlullah (s.a.) Hayber'i fethetmişti ve orada bulunuyordu. Bunun üzerine
(yanına varıp kendisinden, Hayber savaşında ele geçirdikleri ganimet
mallarından) bana da pay ayırmasını istedim. Said b. el-As'in çocuğunun biri
söze karışıp.
"Ey Allah'ın Rasûlü ona
pay verme" dedi. Ben de "Bu (adam) İbn Kavkal'ın katilidir."
(onun sözüne itibar edilmez) dedim. Said b. el-As (in oğlu Eban) da:
"Şu tavşan kılıklı kişiye
hayret ediyorum, hurma ağacının tepesinden üzerimize sarkıyor da yüce Allah'ın
ikramda bulunduğu, fakat beni onun önünde rezil olmaktan koruduğu müslüman bir
kişinin benim önümde ölmesinden dolayı beni ayıplıyor." diye karşılık
verdi.[319]
İbn Kavkal, en-Nu'man b.
Kavkale b. Ahram b. Fihr b. Sa'-lebe b. Ğanem b. Amr b. Avf'dır. Musa b. Ukbe
ile İbn İshak, onun Bedr savaşına katılıp Uhud savaşında şehid olduğunu, ifade
etmişlerdir. Beğavünin açıklamasına göre, İbn Kavkal savaş esnasında güneş
batmadan önce şehid olmayı arzu etmiş, güneş batmadan önce bu gayesine
ermiştir. Rasulü zişan efendimiz bu hadise üzerine "Onun cennette arzu
ettiği makamlara eriştiğini gözlerimle gördüm." buyurmuştur.
Ebû Hureyre'nin metinde geçen
sözlerinden anlaşılıyor ki, İbn Kavkal'ı Uhud'da Eban b. Said b. el-As şehid
etmiştir. O zaman Hz. Eban b. Said henüz müslüman olmamıştı. Kendisi Hz. İbn
Kavkal'ı şehid etmekle, onun şehitlik mertebesine erişmesine sebep olmuştur. Fakat
orada kendisi Hz. İbn Kavkal tarafından Öldürülmüş olsaydı, imansız olarak
gideceği için ebedi cehennemlik olacaktı. İşte Ebû Hureyre'nin "Bu (adam)
İbn Kavkal'ın katilidir." sözlerine karşılık olarak Hz. Eban"...
Yüce Allah'ın ikramda bulunduğu, fakat beni onun önünde rezil olmaktan
koruduğu müslüman bir kişinin benim önümde ölmesinden dolayı beni
ayıplıyor" demekle bunu ifade etmek istemiştir.
Her ne kadar metinde
Rasulü-Ekrem'in huzurunda cereyan eden bu münakaşa, Hz. Ebû Hureyre ile Hz.
Eban b. Said b. el-As tarafından başla-tıldıysa da sonradan bu münakaşaya Said
b. el-As'ın da katıldığı ifade ediliyor, aslında Said b. el-As bu münakaşaya
karışmamıştır. Hafız İbn Hacer'-in el-Isabe isimli eserinde de ifade ettiği
gibi, ravilerden birinin yaptığı bir yanlışlıktan dolayı, Eban b. Said b. el-Âs
yerine Said b. el-As ismi rivayet edildiğinden bu hatalı durum ortaya
çıkmıştır. Buharî'nin rivayetinde ise bu hata yoktur.
Yine Hafız İbn Hacer (r.a), bu
hadisle ilgili olarak şu açıklamayı yapıyor: "Bu hadis-i şerifte Hz.
Peygamberden ganimet isteyenin Ebû Hureyre ve ona ganimet verilmesine engel
olmak isteyenin de Eban (r.a) olduğu, ifade edilirken bir önceki hadis-i
şerifte, tam tersine Hz. Peygamberden ganimet isteyenin Hz. Eban, ona ganimet
verilmesine engel olmak isteyenin de Ebû Hureyre (r.a) olduğu ifade ediliyor.
Bu durum hadisin senedinde isimlerin yanlışlıkla yerlerinin değiştirildiğini,
dolayısıyla bu hadisin maklub hadislerden olduğunu ortaya koyar. ez-Züheylî,
bu duruma bakarak, bu iki hadisten doğru olanın bir önceki hadis olduğunu,
ikinci hadisin de, ona göre düzeltilmesi gerektiğini söylüyor.
Aslında bu hadislerde böyle
yanlışlıkla isimler arasında bir değişiklik yapılması sözkonusu olmayıp Ebû
Hureyre ile Hz. Eban'ın her ikisinin de ganimetten pay istemesi ve ikisinin de
biribirlerine mani olmaları da ihtimal dahilindedir. Nitekim Hz. Ebû
Hureyre'nin "O İbn KavkaFın katilidir" demesi, buna karşılık Hz.
Eban'ın da Hz. Ebû Hureyre'nin ganimette hiçbir hakkı bulunmadığını ifade etmek
üzere onun hakkında"... Hurma ağacının tepesinden üzerimize sarkan
tavşan..." gibi sözler sarfetmesi de bu ihtimali kuvvetlendirmektedir.[320]
Hanefi âlimlerden1 Şeyh Halil
Ahmed, Bezlii'l-Mechûd isimli eserinde, bu hadisle ilgili olarak şu açıklamayı
yapıyor; "Eğer sen Hz. Eban ile Ebû Hureyre daha ganimetler dağıtılmadan
önce düşmanla savaşmak üzere Hay-ber'e vardıkları halde, niçin kendilerine
ganimetten pay verilmedi?" diye sorarsan ben de sana şu cevabı veririm:
Hanefi ulemasına göre mücahidlere yardım için savaş alanına varıp onlara
katılmak isteyen bir kişinin ganimetlerden hisse alabilmesi için ganimetler
daha harp ülkesinde iken ve İslam ülkesine taşınmadan önce onlara katılmış
olması gerekir. Halbuki sözü geçen sahabiler, Hayber'de savaşan mücahidlere
katılmadan önce Hayber fethedilmiş, İslam topraklarına katılmış, harp ülkesi
olmaktan çıkmıştı. Dolayısıyla ganimetler harp ülkesinde değil, İslam
ülkesinde bulunuyordu. Bu bakımdan ganimetten pay almaya haklan yoktu. Şafiî
ulemasına göre ise, mü-cahidlere sonradan katılan kimselerin ganimetten pay
alabilmeleri için savaş bitmeden önce mücahidlere katılması gerekir. Ancak Hz.
Peygamberin Hz. Ebû Musa el-Eş'arî gibi bazı zatlara savaşa katılmadıkları
halde Hayber ganimetlerinden pay ayırması, ayrı bir meseledir. Çünkü Hz.
Peygamber o payı onlara ya kendi payından vermiştir ya da diğer gazilerin
gönüllerini alarak onların payından vermiştir.[321]
2725. ...Ebû Musa (el-Eş'arî)
den demiştir ki:
"Rasûlullah (s.a.)
Hayber'i fethettiği sırada, biz de Yemen'den gelip yanına vardık. (Ganimet
mallarından) bize de hisse verdi." Yahut da (Ebû Musa el-Eşârî şöyle)
dedi: "Ganimetlerden bize de hisse verdi. (Fakat) Hayber savaşına
katılmayan kimselere ganimet mallarından hiçbir hisse vermedi. Ancak bizim
gemi halkından olan Ca'fer ile arkadaşlarına (Hayber savaşma bilfiil katılan)
kimselerle birlikte hisse verdi.[322]
Metindeki tereddüt ve şüphe
ifadesi olan yahut kelimesi metnin aslından değil
ravi tarafından ilave edilmiş bir kelimedir. Ravi Hz. Ebû
Musa el-Eş'arî'nin sözlerini kesin bir şekilde hatırlayamadığı için bu
şüphesini de ifade etmek maksadıyla bu kelimeyi de metine ilave etmek lüzumunu
hissetmiştir.
Bir önceki hadis-i şerifin
şerhinde de açıkladığımız gibi, aslında Şafiî ulemasına göre harp bitmeden
önce, savaş alanına varıp mücahitlere katılamadıkları için, Hanefi âlimlerine göre
de ganimet malları henüz harp ülkesinden İslam ülkesine taşınmadan önce
mücahidlere katılamadıkları için, ganimet mallarından bir pay alamamaları
gerekirdi. Onlar Hayber'e vardıkları zaman orası harp ülkesi olmaktan çıkmış,
İslam ülkesi haline gelmişti. Fakat
Hz. Peygamber, onlara verdiği
bu hisseyi, ya kendi rızasıyla kendi hissesinden vermiştir. Yahut da
mücahidlerin rızasını alarak onların hakkından vermiştir. Ayrıca gemi halkının
Hayber'in fethinden önce oraya vardıkları için ganimetten pay almayı hak etmiş
oldukları da düşünülebilir.[323]
2726. ...İbn Ömer'den
demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.) Bedir
(savaşı) günü (ayağa) kalarak: "Gerçekten Osman, Allah'ın ve Rasulünün
yolunda hizmette bulundu. Ben de onun adına biat ediyorum." deyip (ganimet
mallarından) ona da pay verdi. Oysa onun dışında, harbe katılmayan hiçbir
kimseye (ganimetten) pay vermemişti.[324]
Her ne kadar metinde Hz.
Peygamberin Hz. Osmanın dışında Bedir savaşına
bilfiil katılmayan kimselerin hiçbirine
ganimetten hisse vermediği ifade ediliyorsa da aslında, es-Siyerü'1-Kebir
isimli eserde açıklandığına göre, Hz. Peygamber bilfiil Bedir harbine katılmayan
Hz. Osman'a Bedr ganimetlerinden pay verdiği gibi, Şam taraflarına giden Kureyş
Kervanım takib etmek ve onun hakkında haber getirmekle görevlendirdiği Talha
b. Ubeydullah ile Said b. Zeyd (r.a)'e ve Medine'den gelen münafıklarla ilgili
bir haberi tahkik etmek üzere, Medine'ye gönderdiği Ensar'dan beş mücahide de
bilfiil savaşa katılmadıkları halde, Bedir ganimetlerinden hisse vermiştir. Bu
mücahidler her ne kadar bilfiil savaşa katıl-mamışlarsa da aslında, bilfiil
harp ülkesinde Rasul-i Ekrem'in ve tüm müs-lümanların hizmetinde
bulunmuşlardır. Medine'ye gönderirken Hz. Talha ile Hz. Said'den Medine'de
bulunduklarından dolayı harp ülkesinde değil, İslam ülkesinde bulundukları
iddia edilemez.
Ayrıca bazı kimseler,
"Allah Teâlâ hazretleri, Bedir ganimetlerinin paylaştırılmasını Rasulünün
arzusuna bırakmıştı. O ganimetlerde kimsenin hakkı yoktu. Bu sebeple Hz.
Peygamber sözkonusu ganimetlerden istediği kadarını istediği kimseye vermeye
salahiyetli idi de onun için sözü geçen kimselere de Bedir savaşına
katılmadıkları halde ganimetlerden pay verdi. Nitekim "... Ganimetler,
Allah'ın ve Rasûliinündür..."[325] ayet-i kerimesi de bunu gösterir."
demişlerdir. Siyer-i Kebir şerhinden naklettiğimiz bu ifadelerden de
anlaşılıyor ki aslında Bedir savaşına bilfiil katılmadığı halde Bedir ganimetlerinden
pay alan sadece Hz. Osman değildir. Fakat Hz. İbn Ömer bundan haberi olmadığı
için "Savaşa katılmadığı halde ganimetlerden pay alan sadece Hz.
Osman'dır..." diye rivayette bulunmuştur.
Hanefi âlimlerinden Ebû Ca'fer
Tahavî, bu hadisle ilgili olarak şu açıklamayı yapıyor: *'Hz. Osman Hz.
Peygamberin emriyle Medine'de kalarak ailesi Rukiyye'nin hastalığıyla
ilgilenmek üzere görevlendirildiği ve bu yüzden de katılmayı çok istediği
halde bilfiil katılamadığı, Bedir savaşının ganimetlerinden hisse aldığı
gibi,devlet reisinin bir başka cephede savaşmak üzere müslümanların işleriyle
görevlendirildiği bir kimse de müslümanların eline geçen ganimet mallarından
pay almaya hak kazanır. Kumandan, harp malzemesi ikmal etmek üzere İslam
ülkesine geri gönderdiği kimselerle, Harbe katılmayı çok arzu ettikleri halde
devlet reisinin görevlendirdiği yeri terke-demeyen ve bu yüzden de savaşa
katılmayan kimseler de ganimetten pay almaya hak kazanırlar. Her ne kadar 2723
numaralı Ebû Hureyre hadisinde Hz. Ebanı, Necd taraflarına gitmek üzere bizzat
Hz. Peygamber gönderdiği halde, dönüşte ona ve arkadaşlarına Hayber
ganimetlerinden pay verilme-mişse de, aslında bunun sebebi Hz. Peygamberin Hz.
Eban ile arkadaşlarını savaş başladıktan sonra değil de savaş başlamadan önce
göndermiş olmasıdır. Bir başka ifadeyle, Hz. Eban'ı Hayber savaşına
katılmaktan alıkoyan sebep kendisine Hz. Peygamberin vermiş olduğu görev
değildi. İstese idi Hayber savaşı sona ermeden önce arkadaşlarıyla birlikte
Hayber mücahidlerine katılabilirdi.
Avnü'l-Ma'bûd yazarının ifade
ettiğine göre, her ne kadar konumuzu ilgilendiren bu hadis-i şerifte Bedir
muharebesinin sonunda Hz. Peygamberin, Hz. Osman'ın gıyabında onun adına bîat aldığı
ifade ediliyorsa da, bu doğru değildir. Hadisin bu kısmını bazı raviler yanlış
rivayet etmişlerdir. Hz. Peygamberin kendi sağ elini sol eli üzerine koyarak
Hz. Osman'ın gıyabında, onunla biatlaşması hadisesi, Bedir savaşında değil,
Hudeybiye gazvesinde olmuştur. Nitekim Buharı ve Tirmizi'de zikredilen şu
hadis-i şerifte bu gerçeği ifade etmektedir:
"Osman b. Abdullah b.
Mevhibden rivayet edilmiştir ki, Mısır halkından bir adam, Beytullah'ı
haccetti ve (orada) oturmakta olan bir cemaat gördü.
"Bunlar kimlerdir?"
diye sordu.
"Kureyşdir" dediler.
"Şu şeyh kimdir?"
diye sordu.
İbn (i Ömer) dir."
dediler. Yanına geldi ve:
"Sana birşey soracağım;
şu ka'be'nin kutsiyeti hakkı için senden bana (gerçeği) söylemeni istiyorum.
Uhud savaşı esnasında Osman'ın kaçtığını bilir misin?" dedi. Şeyh:
"Evet" diye cevap
verdi. Adam:
"Rıdvan Matından geri
kaldığını ve bu biate katılmadığını biliyor musun?" diye sordu. Şeyh:
"Evet" diye cevap
verdi. Adam:
"Bedir savaşından geri
kaldığını ve bu savaşa da katılmadığım bilir misin?" dedi. Şeyh:
"Evet" diye cevap
verdi. Bunun üzerine adam "Allahü ekber" diye mukabele etti. İbn
Ömer Ona:
"Gel" dedi
"sorduğun hususları sana açıklayayım. Uhud günü esnasında Osman'ın firar
etmesi ise şehadet ederim ki; Osman, Allah tarafından affedilmiş ve
bağışlanmıştır.[326] Bedir savaşından geri kalmasına gelince, çünkü peygamber
(s.a.)'in kerimesi Hz. Osman'ın yanında veya nikahı altında bulunuyordu.
Peygamber, (s.a.v) ona "Bedir savaşına katılan kişinin sevabına ve
(ganimet) payına sahip olacaksın." buyurmuştu. Rıdvan bi'atinden geri
kalması da Mekke içinde Osman'dan daha kıymetli bir kişi olsaydı Rasûlullah
(s.a) Osman'ın yerine onu gönderirdi. Rıdvan biati Osman Mekke'ye gittikten
sonra oldu. Peygamber (s.a) sağ eli için "Bu Osman'ın elidir"
buyurarak, onunla (so1 elinin üzerine vurdu ve (biat) Osman içindir- buyurdu."
İbn Ömer, ona simdi bunu (izahı) da beraberinde götür" dedi.[327]
2727. ...Yezid b.
Hürmüz'den rivayet olunmuştur ki: (Haricilerin başkanı) Necdet (b. Amir
el-Harûrî), İbn Abbas'a (bir mektup) yazarak ona bazı şeylerle birlikte kölenin
de ganimette bir hakkı olup olmadığım, kadınların da peygamber (s.a)le birlikte
(savaşa) çıkıp çıkmadıklarını ve onların da ganimette bir hakkı bulunup bulunmadığını
sordu. İbn Abbas (r.a) da:
(Eğer bu adamın) Ahmakça bir
iş yapmayacağından emin olsaydım, ona mektupla cevap vermezdim- dedi (ve mektubunda
ona şunları yazdı) "Kölelere gelince (onlara da ganimetten pay)
verilirdi. Kadınlarsa onlar yaralıları tedavi ederler ve su verirlerdi."[328]
Metinde geçen "Eğer (bu
adamın) ahmakça bir iş yapmayacağından emin
olsaydım ona mektupla cevap
vermezdim." anlamındaki cümle, Müslim'de "... Bir ilmi gizlemiş olma
durumuna düşmesem buna (cevap) yazmazdım..."[329] anlamına gelen lafızlarla rivayet
edilmiştir.
Yine Müslim'in rivayetinden
öğrendiğimize göre, Haricilerin reislerinden olan Necdet'in, îbn Abbas'a
gönderdiği mektupta kendisine şu beş soru yöneltilmiştir:
1. Rasûlullah (s.a.) kadınlarla
birlikte savaşa gider miydi?
2. Onlara da ganimetten hisse
ayırır mı idi?
3. Çocukları öldürür müydü?
4. Yetimin yetimlik müddeti ne
zaman sona erer?
5. Beştebir kimin hakkıdır?
Hz. İbn Abbas da ona şu cevabı
vermiştir:
"Bana mektup yazarak; Rasûlullah
(sallallahü Aleyhi ve sellem) kadınlarla birlikte gaza eder mi idi? diye
sordun. (Evet) Onlarla birlikte gaza ediyordu. Onlar da yaralıları tedavi
ediyor; kendilerine ganimetten bir şeyler veriliyordu. Hisseye gelince; onlara
hisse ayırmamışlar, şüphesiz Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sellem çocukları
da öldürmezdi. O halde sen de çocukları öldürme!
Bana yazarak; yetimin yetimlik
müddeti ne zaman sona erer? diye sordun. Ömrüme yemin ederim ki adam vardır,
sakalı biter de halâ kendi hakkını almaktan zayıf, kendi namına vermekten
acizdir. İşte kendisi için başkalarının aldığının elverişlisini almaya başladı
mı artık ondan yetimlik gitti demektir.
Bana yazarak; beştebirin kime
verileceğini sordun. Biz: Bu bizim hakkımızdır, derdik, fakat kavmimiz bunu
kabul etmedi." Aslında Hz. tbn Abbas Necdet'in bu mektubuna cevap vermek
istememiştir. Çünkü bu zat, İslam. alemine saçtıkları fitne tohumları ve ortaya
attıkları bid'atlerle, İslam dairesinden çıkan ve sonu gelmez tartışma ve
fitnelerin öncülüğünü yapan haricilerin liderlerinden di.
Fakat, -'Kim bildiği bir
meseleyi kendisine soran bir kimseye açıklamaktan kaçınırsa kıyamet gününde
onun ağzına ateşten gem vurulacaktır.”[330] hadis-i şerifindeki tehdide hedef
olmaktan korktuğu ve Necdet'in de açıkladığı gibi ahmakça bir uygulama yaparak,
yeni birtakım bid'atlere yol açacağından çekindiği için, ona cevap vermeyi daha
uygun görmüştür. Konumuzla ilgili bu hadis-i şerifte kölelere ganimetten bir
şeyler verildiği ifade edilmekte ise de, bunun mikdarı ve mahiyeti hakkında
kesin bir açıklama olmadığı gibi, kadınlar hakkında da bu hususta bir açıklama
yoktur. Ancak yukarıda tercümesini sunduğumuz Müslim'in rivayetinde ise;
kadınlara ganimetten hisse mikdarına erişmeyen birşeyler verildiği
açıklanmaktadır. Daha sonra gelecek olan 2728 numaralı hadis-i şerifte,
kadınlara ganimetten verilen bu mikdarın razh denilen bir miktar olduğu ifade
edilmektedir.
Ömer Nasuhi Bilmen Razh
kelimesini şöyle açıklıyor: "Harpte hizmetleri görülen kadınlara,
çocuklara, kölelere ve ziminilere ganimet mallarından verilen bir mikdar
maldır. Savaşanların paylarından eksiltilir. Bu mik-darı tayin veliyyü'1-emre
aittir.
Razh kelimesi; lügatte az
birşey vermek ve az bir mikdarda verilen şey manasındadır. Kendileri savaşçı ve
mücahidlerden sayılmadıklan halde harpte, bazı hizmetleri görüldüğünde dolayı
ganimet mallarından razh namıyla birer mikdar mal alan kimselere de Ehl-i razh
denilir.[331] Müslim'in rivayet ettiği diğer bir hadis-i şerifte de
"... Ganimet mallarının başında bulunan kölelerle kadınlara sade bir
mikdar hediyye verileceği..."[332] ifade edildiğinden Hanefi âlimleri,
ganimet mallarının başında bulunan kölelere, kadınlara ganimet mallarından bir
hisse verilemeyeceğini, sadece "razh" adıyla bir hediyye
verilebileceğini söylemişlerdir. Burhaneddin el-Merğınani el-Hidaye isimli
eserinde, Hanefî âlimlerin bu meseledeki görüşünü şöyle ifade ediyor:
"Köle ile kadına, çocuğa ve zimmiye ganimet mallarından bir hisse
verilemez. Onlara ancak razh verilebilir. Razh'ın mikdarını da ancak devlet
reisi tayin eder. Çünkü Hz. Peygamber, sözü geçen sınıflara, ganimetten bir
hisse ayırma-mıştır. Zira cihad bir ibadettir. Zimmi ise ibadet ehlinden
değildir. Çocukla kadına gelince, bunlar cihad etmekten acizdirler. Ancak köle
savaşacak olursa, kadınlar da yaralıları tedavi edip hastalara bakacak
olurlarsa, kendilerine razh denilen bir hediye verilir.[333] İbn Humam'm beyanına göre "Hanefi
âlimleri bu Razh ganimetlerden Allah ve Rasulü için ayrılacak olan humus
çıkarılmadan önce, sahiplerine verileceğini söylemişlerdir.
İmam Şafiî ile imam Ahmed (r.a)
bu görüştedirler. İmam-ı Ahmed'den gelen diğer bir rivayete göre de, razh
ganimetlerden humus çıkarıldıktan sonra kalandan alınır, tmam Şafiî'nin diğer
bir görüşüne göre de humusun beşte birinden alınır.[334] İmam Malik'e göre ise bunlara nimetten
hiçbir şey verilmez.[335]
1. Kadınlar harbe katılarak,
yaralıların ve hastaların hizmetinde bulunabilirler.
2. Dar'ül-Harpte ganimetler
dağıtılırken orada hazır bulunan kadınlara, ganimetten bir mikdar hediyye
verilir, tmam Ebû Hanife ile es-Sevri, el-Leys, Şafii ve ulemanın büyük
çoğunluğu bu görüştedir. İmam Evzâî'ye göre; eğer
kadınlar hastaların veya yaralıların hizmetinde bulunmuşlarsa, mü-cahidler gibi
ganimetten hisse alırlar, imam Malik'e göre, kadınlar ganimetten hiçbir şey
alamazlar.[336]
2728. ...Yezid İbn
Hürmüz'den demiştir ki:
Necdetü'l-Harûrî, îbn Abbas'a
(bir mektup) yazarak ona "Kadınlar Rasûlullah (s.a)'le birlikte savaşa
katılırlar mıydı? Rasûlullah (s.a) onlara (ganimetten) bir pay ayırır
mıydı?" diye sordu. (Yezid b. Hürmüz rivayetine devam ederek şunları)
söyledi: İbn Abbas'ın Necdet'e (gönderdiği) mektubunu ben (bizat kendi
ellerimle ve şu şekilde) yazdım: "Kadınlar da Rasûlullah (s.a.)'la
birlikte savaşa katılırlardı. (Ganimetlerden) pay (ayıimay)a gelince (işte bu)
yoktu, fakat onlara razh verilirdi.[337]
Harûra: Küfeye iki mil uzaklıkta
bir yerdir. Hariciler ilk toplantılarını burada yaptıkları için daha sonra,
buraya nışbet edilerek Harûralılar diye anılmışlardır. Hariciler, çeşitli
fırkalara ayrılır. Fakat üzerinde ittifak ettikleri esaslardan biri, mutlak
olarak Kur'ân'ın emrine uymak ve hadisin Kur'ân'da bulunmayan emrini
reddetmektir.
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifle ilgili açıklama bir önceki hadisin şerhinde geçtiği için
burada tekrara lüzum görmüyoruz.[338]
2729. ...Haşrec b.
ZiyacTın baba annesi (Ümmü Ziyad el-Eşçiyye) nden demiştir ki; kendisi
Rasûlullah (s.a.) ile birlikte (Hayber savaşına katılan) altı kadının
altıncısı olarak Hayber savaşına çıkmıştır. (Hz. Ümmü Ziyad sözlerine) şöyle
devam etti: Bizim de. erkeklerle birlikte savaşa çıktığımız haber olarak
Rasûlullah (s.a.)'e erişince bize (emir) gönderip (yanına çağırdı) Biz de (emre
uyup huzuruna) vardık. Kendisinde öfke (alametleri) gördük. (Bu savaşa)
“Kiminle ve kimin izniyle
çıktınız?" dedi. Biz de "Ey Allah'ın Rasûlü, biz yün eğirerek
(savaşa) çıktık. Bununla Allah yolunda hizmet edeceğiz. Ayrıca bizim yanımızda
yaralıları(tedavi) için (birtakım) ilaçlar da var, (ganimetlerden) hisse alırız
(halka buğday ve arpadan yapılmış) sevk (denilen bir şurup) içiririz"
dedik, (bu hadisi Hz. Ümmü Ziyad'dan nakleden Haşrec, sözlerine devam ederek
şunları) söyledi (Bu konuşmadan sonra) "Kadınlar kalktılar"
(gittiler, Hz. Ümmü Ziyad sözlerine devam ederek bana) "Allah,
peygamberine Hay-ber'i (n kapılarım) açınca bize de erkekler gibi (ganimetten)
pay verdi." dedi. Ben de ona: "Ey nineciğim (Hz. Peygamberin size
verdiği) bu şey ne idi?" dedim. "Hurma" (idi) diye cevap verdi.[339]
Şevkanî'nin açıklamasına göre bu
hadisin senedinde bulunan Haşrec kimliği meçhul bir kimsedir. Bu bakımdan onun
rivayet ettiği hadisler delil olmaz. Hafız tbn Hacer Telhis isimli eserinde bu
ravi hakkında bu hükmü vermiştir. Hattâbî'nin bu hadisle ilgili açıklamalarını
şu şekilde özetlemek mümkündür: "Fıkıh ulemasının büyük çoğunluğuna göre
kadınlarla, kölelere ve çocuklara ganimetten bir pay verilemez. Ancak bunlara
Razh denilen ve mikdarını kumandanın tayin edeceği, az bir hediyye verilir.
Fakat imam Evzaî, savaşa katılan kadınlara da erkekler gibi ganimetten bir
hisse verilmesi gerektiğini iddia etmiş. Kanaatimce imam bu hükmü verirken bu
hadise dayanmıştır. Oysa bu hadis, delil olma niteliği taşımayan zayıf bir
hadistir. Bilfiil savaşa katılan kadınların da erkekler gibi ganimetten hisse
alabileceklerini iddia edenler olduğu gibi, harbe gücü yeten mürahiklik çağına
gelmiş çocukların da, buluğ çağına ermiş mücahidlere denk hisse alacaklarını
söyleyenler de vardır." Hafız Şemsüddin b. el-Kayyim (r.a) de bu mevzuda
şunları söylüyor: Her ne kadar bu hadis-i şerifte "Rasûlullah ganimet
eşyasından erkeklere verdiği gibi bize de verdi" anlamında bir ifade varsa
da, burada erkeklerle kadınlara, ganimetten aynı miktarda mal verildiği
kasdedilmiyor. Bir başka ifadeyle burada miktar üzerinde durulmuyor. Sadece
ganimetten erkeklere verildiği gibi kadınlara da birşeyler verildiği ifade
edilmek isteniyor."[340] Sözü geçen kadınlara ganimetten verilen bu malların,
erkeklere verilen hisse gibi olmadığını anlamak için, onlara verilen bu malın,
hurma olduğunu düşünmek yeterlidir. Çünkü hurma bir yiyecektir. Yiyecekler ise
diğer mallar gibi değildir.[341]
2730. ...Âbîllahm'ın
kölesi Umeyr demiştir ki:
Ben, efendilerimle birlikte
Hayber savaşına katıl (mış) tim. Onlar benim hakkımda, Rasûlullah (s.a.) le
konuştular. (Rasul-ü Ekrem de silahlanmam içip) bana emir verdi. Ben de bir
kılıç kuşandım, bir de baktım ki (yaşımın küçüklüğü ve boynumun kısalığı sebebiyle)kılıcı
yerde sürüklüyorum. Benim köle olduğum (Hz. Peygambere) haber verildi. Bunun
üzerine bana (ganimetten) işe yaramaz ev eşyası (verilmesini) emretti.
Ebû Dâvûd der ki: (Bu son
cümlenin) manası "Hz. Peygamber ona (ganimetten) pay vermedi" (demektir).
Ebû Ubeyd kendisine et yemeyi yasakladığı için abillahm diye isimlendirildi.[342]
Metinde geçen Âbîllahmi
kelimesi kaçınan imtina eden ânlamına gelen Abi kelimesiyle et anlamına gelen
el-lahm kelimesinden meydana gelmiş birleşik bir kelimedir ki "et yemekten
kaçınan kimse" demektir. İşte bu isimle anılan kimse ev halkının ileri
gelenleriyle birlikte Hz. Peygamberin huzuruna vararak daha küçük yaşta ve
dolayısıyla kısa boylu olan Umeyr'in de Hayber savaşına girip girmemesi hususunda
istişarede bulunmuştur. Hz. Peygamber de bu çocuğun harp sanatını öğrenmesi
için techizâtlanarak savaşa girmesini tavsiye etmiştir. Bunun üzerine Hz.
Umeyr, kılıcını kuşanmışsa da boyu kısa olduğu için kılıcın ucu yere değmiş ve
etrafındakilerin dikkatini çekmiştir.
Savaştan sonra, ganimetler
bölüşülmeden önce, Hz. Peygamber'e, Hz. Umeyr'in köle olduğu haber verilince
ona diğer mücahidlere verdiği gibi bir hisse vermemiş, sadece tencere gibi
kapkacak cinsinden döküntü bazı ev eşyası vermiştir.
Bu hadis-i şerif, köleye ve
çocuğa ganimetten hisse verilmez, ancak sadece razh denilen bir hediye
verilir, diyen Ebû Hanife (r.a.)»üe tmam Şafiî'nin ve ulamenan büyük
çoğunluğunun delili olduğu gibi, köleye ganimetten hiçbir şey verilmez diyen
İmam Malik ile "harbe iştirak eden köleye de diğer mücahidler gibi hisse
verilir."diyen Hasan, İbn Şirin, Nehai ve Hakim'in aleyhine delildir.[343]
2731. ...Cabir'den
demiştir ki:
Ben Bedr (savaşı) günü (orada
bulunan ve tabanındaki su gayet az olduğu için içine atılan kova boş çıkan) bir
kuyuya inip kovaya bizzat kendi ellerimle su doldurururdum (ve) arkadaşlarıma
(dağıtırdım).[344]
Metinde geçen kelimesi ikinci
babdan olan fiilinden gelen muzari bir fiildir.fiili tabanında su az olduğu
için atılan kovanın, dolmadığı bir kuyuya inip kovayı elle doldurmak anlamında
kullanılır. Buna göre hadis-i şerifte Hz. Cabir'in Bedir savaşında orada
bulunan bir kuyuya inerek bizzat elleriyle doldurduğu kovalarla gazilere su
taşıdığı.bu suretle hizmette bulunduğu ifade edilmektedir. Avnü'l-Ma'bud
yazarının da ifade ettiği gibi, bu hadis-i şerifin mevzu-muzu teşkil eden
"Kadınlarla kölelerin ganimet mallarından pay alıp almayacağı"
mevzuundaki hadisleri ihtiva eden babla hiçbir ilgisi yoktur. Ancak bu hadis
savaşta mucahidlere su dağıtarak da hizmet edilebileceğini ifade etmesi
sebebiyle, savaşın bir ayrıntısını teşkil ettiğinden musannif Ebû Dâvûd onu da
bu babdaki hadislerin sonuna ilave etmeyi uygun bulmuştur.[345]
2732. ...Yahya (b. Meîn)
Hz. Aişe'den naklen (şöyle) demiştir.
(Müslümanlar, Bedir savaşına
çıktıklarında) Bir müşrik Hz. Peygamberle birlikte savaşmak için yanına vardı.
(Hz. Peygamber de onun bu teklifini reddederek)
"geri dön" dedi. (Hadisin
bundan) sonra (ki kısmını Yahya b. Main ile Müsedded) aynı lafızlarla rivayet
ettiler. (Bu iki ravinin ittifakla rivayet ettiklerine göre Uz. Peygamber o
müşrike şöyle) buyurmuştur: - "Biz bir müşrikten yardım istemeyiz."[346]
Hanefi âlimlerinden
Burhaneddin el-Merğaninî'nin açıklamasına göre; Hanefi âlimleri;
"Müslümanlar safında kafirlere karşı savaşan bir kafirin
ganimetten bir hisse alamayacağını, çünkü cihad bir ibadet olduğundan kafirlerin
cihada katılmaya ve dolayısıyla ci-haddan elde edilen ganimetten pay almaya
ehil olmadıklarını söylemişlerdir. Delilleri ise mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şeriftir. Bu hadisle ilgili olarak Hanefi ulemasından İbn Abidin
şunları söylüyor: Cihadda kafirden yardım istemek caiz değildir. Zira peygamber
Efendimiz, Bedir gazasına çıktıklarında kendilerine bir kafir yetişip
müslümanlar safında savaşmak için geldiğini söyledi. Peygamber Efendimiz
kendisine
"Allah'a ve Rasûlüne iman
ediyor musun?" diye sordu, o da: "Hayır" dedi. Bunun üzerine
Rasul-i Ekrem efendimiz
"Öyle ise dön! Ben bir
kafirden asla yardım istemem" buyurdu. Bu hadis-i şerifi, Müslim rivayet
etmiştir.
İmam Şafiî demiştir ki; Rasûl-i
Ekrem Efendimiz, Bedir gazasında bir veya iki kafirin cihada katılmasını
reddetmiştir. Sonra Peygamber Efendimiz, Hayber gazasında Beni Kaynuka
yahudilerinden yardım istemiştir. Hu-neyn gazasında, Saffan b. Umeyyeh'den,
kafir olduğu halde yardım istemiştir. Buna göre Peygamber Efendimiz, kafirden
yardım istemekle istememek arasında muhayyer olduğu için, Bedir gazasında
kafirin yardımını reddetmiş ise de iki hadis arasında ihtilaf yoktur. Bedir
gazasında o kimsenin kafir olduğu için yardımını reddetmiş ise, sonra Hayber
gazasında ve diğer gazalarda kafirlerden yardım istemesi hakkındaki hadis-i
şerifleri Bedir gazasında kafirden yardım istemediğine dair hadis-i şerifin
hükmünü neshetmiştir.[347]
Yine Hanefi âlimlerinden
İbnü'l-Humam'ın açıklamasına göre; Peygamber Efendimizin Hayber gazasında
yahudilerden yardım istuneleri hakkındaki hadis-i şerifin senedinde zayıflık
vardır. Çünkü fukahadan bir çokları -cihadda kafirden yardım istemek caiz
değildir- demişlerdir."[348]
Bezlü'l-Mechûd yazarının
bildirdiğine göre İmam Şafiî ve diğer ulemaya göre, müslümanlar hakkında iyi
düşündüğüne inanılan bir kafirin, yardımına ihtiyaç duyulduğu zaman, ondan
yardım istemek caizdir. Böyle bir ihtiyaç yokken, ondan yardım istemek ise
tahrimen mekruhtur. Bu şekilde müs-lümanların kendine güvenmesi ve imamın da
kendisine izin vermesi neticesinde müslümanlar safında kafirlere karşı savaş
veren bir kimse ganimetlerden pay alamaz sadece "razh" denilen az
bir hediye alır. İmam Malik ile İmam Şafiî, İmam Ebû Hanife (r.a.) ve ulemanın
büyük çoğunluğu bu görüştedirler.
İmam Şa'rânî ise
Mizan'ül-Kiibra isimli eserinde "İmam Malik ile İmam Ahmed'e göre
kafirlerden asla yardım istenemez, İmam Şafiîye göre ise, kafirden yardım
istenebilmesi için iki şart vardır: Birincisi müslümanlar az olması lazım,
ikincisi de o kafirin müslümanlar hakkında iyi niyet beslediğinin bilinmesi
gerekir.
Nitekim Bahrü'r-Raik isimli
eserde, kendisine verilen talimata uygun hareket ettikleri takdirde savaşta
kafirlerden ve fasıklardan yardım istenebilir. Küffara karşı yapılan
savaşlarda münafıklarla, fasıklardan yardım istenebileceğinde icma vardır.
Bağilere karşı yapılan savaşta da fasıklardan yardım istemek Hanefi ulemasına
göre caizdir. Çünkü Hz. Ali, bağilere karşı Eş'as'dan yardım istemiştir.
Kâfirlere karşı yapılan savaşlarda, kafirlerden yardım istemenin cevazına
delâlet eden bir hâdisede Hz. Peygamberin kâfirlerle yaptığı bir savaşta kafir
kısmına müslümanlar safında savaşması için izin vermesi ve sonra da
"Allah bu dinî facir
kimselerle de kuvvetlendirir," buyurmasıdır.[349]
2733. ...İbn Ömer'den
demiştir ki
Rasûlullah (s.a) mücahid ve
atı için birisi kendisine ikisi de atma (olmak üzere ganimet mallarından) üç
pay vermiştir.[350]
Ulema, bir mücahidin ganimet
mallarından alması gereken pay hakkında ihtilafa düşmüşlerdir.
Esasen bir mücahid, savaşta ya
süvari olarak bulunur ya da piyade olarak bulunur.
Savaşa piyade olarak katılan
bir mücahidin, ganimet mallarından sadece bir hisse alması gerektiğinde tüm
ulema ittifak etmişlerdir.
Fakat, süvari olarak katılması
halinde, alması gereken hissenin mikda-rı hakkında ihtilafa düşmüşlerdir. İmam
Ebû Hanife (r.a) ile İmam Züfer (r.a)'e göre savaşa süvari olarak katılan bir
mücahid, birisi kendisi, diğeri de hayvanı için olmak üzere ganimet mallarından
iki hisse alır. Yine Hanefi imamlarından İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed
(r.a.)'e göre; birisi kendisi için, ikisi de hayvanı için olmak üzere üç hisse
alır. İmam Şafii ile İmam Malik, Ahmed, İshak, İbn Abbas, Mücahid, el-Hasen,
İbn Şîrîn, Ömer b. Abdülaziz, el-Evzâî, es-Sevri, Ebû Ubeyd, İbn Cerir ve diğer
ulema da İmam Ebû Yusuf'un görüşündedirler.
Şafiî ulemasından Hafız İbn
Hacer ise, Hz. Ali (r.a) ile Hz. Ömer (r.a)'in de bu mevzuda cumhurun görüşünde
olduklarını söylemiştir.
Süvari olarak savaşa katılan bir
mücahidin, birisi kendisi için, ikisi de hayvanı için olmak üzere ganimet
mallarından üç hisse alacağını söyleyen cumhur ulemanın bu mevzudaki delili;
konumuzu teşkil eden İbn Ömer hadisi ile benzeri hadislerdir. İmam Ebû Hanife
(r.a)'nin bu mevzudaki delili ise 2736 numaralı Mücemmi b. Cariye hadisidir.
İmam Ebû Hanife (r.a) kendisine göre tesbit ettiği bazı deliller sebebiyle
mevzumuzu teşkil eden İbn Ömer hadisiyle amel etmeyi uygun görmemiştir.
Çünkü İbn Ömer hadisinde, sözü
geçen ganimet taksiminin hangi savaşta elde edilen ganimetlerle ilgili olduğu
açıklanmamıştır. Bu ganimetlerin Hayber savaşından Önceki savaşlarda ele geçen
ganimetlerle ilgili olması ihtimali vardır. Oysa Rasul-ü Zişan efendimizin
Hayber savaşından önceki ganimetlerle ilgili uygulaması daha sonraki
ganimetlerin taksimi için bir ölçü olamaz. Allahu Teâlâ Hayber ganimetlerini
hiçbir ölçüye tabi olmaksızın istediği şekilde dağıtmak üzere Hz. Peygamberin
arzusuna bırakmıştı. Ayrıca konumuzla ilgili bu hadis-i şerif te at için verildiği
ifade edilen, iki hisseden birinin normal ganimet payı olarak diğerinin de
tenfil olarak verilmiş olması, savaşta kullanılan atlar için iki hisse değil
bir hisse verilmiş olması, ihtimal dahilindedir.
Buharî sahihinde, bu hadisi
iki yerde rivayet etmiş. Bunlardan birisi ci-hâd bölümünde "Rasûlullah
(s.a) Hayber günü at için iki, piyade için bir hisse verdi." anlamına
gelen lafızlarla rivayet etmiştir. Ancak burada söz konusu ganimetlerin Hayber
ganimetleri olduğu ifade edilmekle beraber, bu-•adaki at için verildiği ifade
edilen iki hissenin sadece ata verilmiş olmayıp sahibiyle birlikte ata verilmiş
olması ihtimali vardır. Bu durumda aslında ata ve sahibine birer hisse verilmiş
demektir.
Ayrıca metinde geçen at
anlamındaki Feres kelimesinin aslında atlı anlamına gelen faris olduğu halde
yanlışlıkla elifi düşerek metne "feres" şeklinde geçmiş daha sonraki
devirlerde gelen raviler bu metne itibar ederek, "bir ata iki hisse bir
piyadeye de bir hisse verildiğine göre bir atlıya üç hisse verilmesi icabeder."
mantığından hareketle, bu mevzudaki hadisleri "Bir süvariye üç hisse
verilir" şeklinde rivayet etmiş olmaları kuvvetle muhtemeldir. Nitekim
İbn Ebî Şeybe'nin Musannafındaki "Rasulullah (s.a.) süvariler için iki
piyadeler için de bir hisse verirdi." mealindeki hadis-i şerifle benzerleri
bu gerçeği te'yid etmektedir.
Darekutnî'nin el-Mü'telif
ve'l-Muhtelif isimli eserinde de bu hadiste geçen el-feres kelimesi el-far(is
şeklinde rivayet edilmiştir. Bu kelimeyi, Faris şeklinde rivayet eden ravilerin
tümünü görmek isteyen okuyucularımıza Bezlü'l-Mechûd isimli Sünen-i Ebu Davud
şerhinin 335-336. sayfalarına bakmalarını tavsiye ederiz.
Şevkanî'nin bu mevzudaki
görüşünden dolayı İmam Ebû Hanife'ye saldırması, kendisine yakışmayan bir
tutumdur.[351]
2734. ...(Ebû Umre'nin)
babasından rivayet etmiştir ki: Biz dört kişi, yanımızda bir(er) atla
Rasulullah (s.'a.)'in yanına gelmiştik. Bizden herkese bir hisse, her bir at
için de iki hisse ayırdı."[352]
Münziri'nin açıklamasına göre,
bu hadisin senedinde el-Mesudı vardır. Bu ravı çeşitli yönlerden tenkit edilmiştir.
Fakat Buharı bu zatın rivayetlerini şahid getirmiştir. Bu durum Buhari'-nin ona
güvendiğini gösterir. Bu hadisle ilgili açıklamalarımız bir önceki hadisin
şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.[353]
2735. ...(Şu bir önceki
hadis-i şerifin) manası Ebû Ömer'den de (rivayet olundu) Ancak Ebû Umre (bir
Önceki hadisten farklı olarak Hz. Peygamberin ganimet verdiği atlıların) üç
kişi (olduklarını) söyledi (ayrıca) "Her bir atlı için üç hisse
verildi" (cümlesini de) ilave etti.[354]
Bu hadis-i Şerif, süvari
olarak savaşa katılan bir mücahidin bir hisse
kendisi için, iki hisse
de atı için olmak üzere ganimetlerden üç
hisse alması gerektiğini söyleyen cumhur ulemanın delilidir. Biz fıkıh
ulemasının bu mevzudaki görüşlerini 2733 numaralı hadisin şerhinde
açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[355]
2736. ...Kur*an-ı
(Kerim-i en güzel bir şekilde) okuyanlardan biri olan Mücemmi b.
Cariyeti'l-Ensarî'den demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.) ile birlikte
Hudeybiye'de bulunduk. Oradan döndüğümüz sırada, halk (Hz. Peygamber'in bulunduğu
yere doğru) develerini koşturmaya başladı. Halkın bir kısmı, diğerlerine
"Halka ne oluyor?" (da hayvanlarını böyle koşturuyor?) diye sormaya
başladılar. Onlar da Rasûlullah (s.a.)'e vahy geldi." (de onu görmek için
koşuyorlar) diye cevap verdiler. Bunun üzerine (bulunduğumuz yerden) koşarak
çıktık ve peygamber (s.a.) Kürâf 1-Ğamîm (denilen yer) de devesi üzerinde
dururken bulduk. Halk (tamamen) yanında toplanınca (Hz. Peygamber) onlara = Biz
sana apaçık bir fetih verdik."[356] (ayet- kerimesini) okudu, (orada
bulunan) bir adam "Ey Allah'ın Rasûlü bu (ayet-i kerimede va'dedilen) bir
fetih midir?" dedi. (Hz. Peygamber de) "Muhammed'in hayatı kudret
elinde olan zata yemin olsun ki bu(sulh) bir fetihdir." buyurdu. Kısa bir
süre sonra da (Hayber fethedildi ve) Hayber (ganimetleri) Hudeybiye
mücahid-leri arasında paylaştırdı. (Bu taksimde) Rasalullah (s.a.)
(ganimetleri) onsekiz pay üzerinden bölüştürdü. Asker (in sayısı ise) binbeşyüz
(kadar) idi. İçlerinde üçyüz de atlı vardı. Her bir atlıya iki hisse, her bir
piyadeye de bir hisse verdi.
Ebû DâvûÜ der ki: (Bir önceki)
Ebû Muaviye hadisi daha sahihtir ve amel onunladır. Öyle zannediyorum ki
MücemmVnin hadisinde hata var-dır. Çünkü Mücemmi (orduda) üçyüz atı olduğunu
söylemiştir. Oysa (orduda) iki yüz atlı var idi.[357]
Bilindiği gibi, Hudeybiye
sulhu görünüşte müslümanların aleyhine gibi idi. Bu sulh yürürlüğe girdiği
andan itibaren, müslümanlığı kabul eden bir Mekkeli Medine'ye gelip
müslümanlara sığınacak olursa, anlaşma gereği bu kimse Mekkeli müşriklere geri
verilecekti. Bunun yanında bir müslüman dininden dönüp Mekke'ye sığınacak olursa
Medine'ye geri gönderilmeyecekti. İlk bakışta bu anlaşma müslümanların
aleyhine gibi görünüyordu. Hatta Hz. Ömer bu sulha itiraz eder gibi bir tavır
takınmıştı. Fakat aslında bu sulh tamamen müslümanların lehine idi. Çünkü sözü
geçen sulh maddeleri sayesinde, Müslümanlar Mekkeli müşrikler içinde kalma ve
onlara İslâmı anlatma imkânı buldular. Dolayısıyla bu sulh Mekke'nin kapılarını
müslümanlara açan bir anahtar vazifesi gördü.
İlk bakışta müslümanlar sulhun
aleyhlerine olduğunu zannettikleri için, bu anlaşmanın Mekke'nin kapılarını
kendilerine açacağını anlatmak çok zordu. Bu yüzden Rasûl-i Zişan Efendimiz
Allah' in kendilerine fethi müjdelediğini bu anlaşmanın büyük bir fethin
kapısını açacağını açıklarken sözlerini yeminle te'yid etmek lüzumunu
hissetmişti.
Hazret-i Peygamberin feth
hakkındaki kesin açıklamasından sonra, Sa-habilerden bazıları "ey Allah'ın
Rasülü bu fetih sana mübarek olsun, peki Allah bizim için ne vahyetti diye
sordular. Bunun üzerine de "O, imanlarına îman katsınlar diye mü* m
ünlerin kalplerine huzur (ve sebat) indirdi...[358] mealindeki ayet-i kerimeyi indirdi.
İbn Kayyim'in Zâd'ül-Mead
isimli eserinde belirttiğine göre, Hudeybi-ye'de Hz. Peygambere "Ey
Allah'ın Rasûlü bu bir fetih midir?" sorusunu yönelten zat Hz. Ömer'dir.
Her ne kadar musannif Ebû
Dâvûd (r.a), savaşta süvarilere ikişer hisse verilir, diyen İmam-ı Ebû Hanife
(r.a)'nin delilini teşkil eden bu hadisi senedinde Mücemmi b. Yakub isimli
kimliği meçhul bir ravi olduğu gerekçesiyle, tenkid ederek Cumhurun bu
mevzudaki delilini teşkil eden 2733 ve 2734 numaralı hadis-i şerifleri, bu
hadise tercih etmişse de aslında, o tenkid isabetli değildir. Çünkü Hafız
Zeylaî'nin de belirttiği gibi musannif Ebû Dâvûd bu tenkidini isbatlayacak bir
delil de göstermemiştir. İmam Şafiî de bu
hadisi aynı gerekçe ile tenkid
etmiştir. Hafız Zeylânî'nin ifadesine göre her-ne kadar bu hadis, ravisi Ya'kub
b. Mücemmî'nin kimliğinin meçhulluğu gerekçesiyle tenkid edilmişse de Ya'kub b.
Mücemmî'den hem kendi oğlu hem de başkaları hadis rivayet etmişlerdir. Oysa
Ya'kub'un oğlu Mücemmî güvenilir bir ravidir. Hafız ibn Hacer de şu sözleriyle
Ya'kub'un güvenilir bir ravi olduğunu ifade etmektedir. "Ya'kub'dan oğlu
Mücemmî hadis rivayet ettiği gibi, kardeşinin oğlu İbrahim b. İsmail b.
Mücemmî ile Abdüla-ziz b. Ubeyd b. Süheyb de ondan hadis rivayet etmişlerdir.
Ibn Hibban Ab-dülaziz'i güvenilir raviler arasında zikretmiştir. Bu durum onun
kimliği meçhul bir ravi olmadığını, bilakis güvenilir bir ravi olduğunu
gösterir."
Hafız İbn Hacer, İmam
Şafii'nin bu hadise yönelttiği tenkitleri de cevaplandırırken şunları
söylemiştir: "Ya'kub'dan Yunus b. Muhammed el-Müeddeb, Yahya b. Hassan,
İsmail b. EbîÜveys, el-Ka'nebi, Kuteybe, Muhammed b. et-Tabba, gibi güvenilir
raviler hadis rivayet etmişler. Böylesine sağlam ravileri olan bir kimsenin
hüviyetinin meçhul olduğu nasıl iddia edilebilir. Sonra İbn Meîn, en-Nesâî,
Ebû Hatim gibi hadis uleması, bu ravi-den hadis almakta bir sakınca olmadığını
söyldikleri gibi, İbn Sa'd da onun güvenilir bir ravi olduğunu söylemektedir. İbnü'l-Katlan
da İmam Ebû Ha-nife'nin delilini teşkil eden bu hadisin ravisi Ya'kub'un
güvenilir bir ravi olduğunu ve bu hadisi Hakim'in de Müstedrek'inde rivayet
ettiğini, senedi ci-hetiyle asla şüphe edilemeyecek sahih bir hadis olduğunu
ortaya koymuştur."[359]
2737. ...îbn Abbas'dan
demiştir ki:
Bedir (savaşı) günü Rasûlullah
(s.a.):
"Kim (savaşta) şöyle şöyle
yaparsa, ona ganimet hissesinden fazla olarak, şu kadar mükafat var."
buyurdu. Bunun üzerine gençler, ileri atıldılar, ihtiyarlar da bayraklara
sarılıp onlardan ayrılmadılar. Allah, onlara fethi nasib edince, ihtiyarlar;
(gençlere hitaben; bu savaşta) "Biz size yardımcı olduk, eğer siz bozguna
uğrasaydınız (sizleri bayrakların altında bekleyen) bize dönecektiniz.
Binaenaleyh (biz eliboş) kalırken sizler ganemitler (in hepsin) i, alıp
götürmeyin" dedi (ler).
Gençlerse "Rasûlullah
(s.a.) ganimetleri bize va'detti" diyerek (onların bu teklifini) kabul
etmediler.
Bunun üzerine Allah,
"Sana savaş ganimetlerinden sorarlar."[360] (ayetini) "... Nitekim hak uğruna
(savaşa gitmek için)) Rabbin seni evinden çıkardığı zaman, mü'mirilerden
birtakımı bundan hoşlanmıyorlardı...”[361] ayet-i kerimesine kadar indirdi. (İbn
Abbas bunları anlatırken şöyle) diyor (du); "Bu (savaşa çıkmak) Bedir
mücahidleri için çok daha hayırlı oldu . Ganimetlerin gençlerle ihtiyarlar
arasında eşit olarak paylaştırılması da aynı şekilde (hayırlı oldu). Öyleyse
(bu anlattığım hususlarda şimdi) siz de bana uyun. Çünkü ben bu (ganimetlerin
paylaştırılması) işi (ni) sizden daha iyi bilirim."[362]
Kafirlerden ele geçen mallar
hakkında üç tabir kullanılır:
1. Nefel: Gazilere, ganimet
hissesinden fazla olarak verilen mükafatlar. Bu kelime mutlak olarak
kullanıldığı zaman ganimet anlamına gelir.
2. Ganimet: Kafirlerden harp
yoluyla ele geçirilen mallar için kullanılir. Çünkü nefl kelimesi ziyade
anlamında kullanılır. Ganimetler, bizden önceki ümmetlere haram olduğu haelde,
bize helal kılındığı için "nefl" ismini almıştır.
3. Fey’: Kafirlerden savaşsız
olarak ele geçirilen mallardır.
Bu hadis-i şerifle,
ganimetlerin Allah'a ve Rasûlüne ait olduğu, onu paylaştırma işinin de Allah
tarafından Hz Peygambere havale edildiği, Allah ve Rasûlünün dışında hiçbir
kimsenin, ganimetlerin taksimi hususunda herhangi bir söz söyleme yetkisi
olmadığı ifade edilmektedir.
Metinde geçen "...
Ganimetler, Allah'ın ve Rasûlünündür."[363] ayet-i kerimesinin
mensuh olup olmadığı konusunda ulema ihtilaf etmiştir.
Ulemanın büyük çoğunluğuna
göre; bu ayet-i kerime ganimetlerin hükmünü icmali olarak açıklayan muhkem bir
ayettir ve "...Bilin ki ganimet (olarak) aldığınız şeylerin beştebiri,
Allah'a, Rasûlüne ve (Allah'ın rasulü ile) akrabalığı bulunan (lar)a,
yetimlere, yoksullara ve yolcu(lar)a aittir. Allah her şeye kadirdir."[364] ayet-i kerimesi bu ayeti açıklamak
üzere gelmiştir.
Bazılarına göre ise; sözkonusu
ayet-i kerime mealini sunduğumuz En-fal suresinin 41. ayet-i kerimesiyle neshedilmiştir.
Ulema, devlet başkanının veya devlet yetkilisinin mücahidlerden bazılarına
hisselerinin dışında gani-
metmallarından bağışta
bulunmasını caiz görmekle beraber,bunun zamanı hususunda ihtilafa düşmüşlerdir.
Ulemanın büyük çoğunluğuna
göre, devlet yetkilisinin humus ayrılmadan önce, gazilerden bazılarına
hisselerinin dışında ganimet mallarından bir mikdarını bağış olarak vermesi
caizdir. Delilleri ise; "Kim bir kafiri öldürürse ona şu kadar mükafaat
vardır. Kim bir kafiri esir ederse ona da şu kadar mükafat vardır."
mealindeki 2738 numaralı hadis-i şeriftir.
İmam Malik'e göre, nefel; caiz
ve mekruh olmak üzere iki kısma ayrılır: Caiz olan nefel; savaş sona erdikten
sonra verilen nefeldir. İmam Malik (r.a.)'in bu mevzudaki delili 2717 numaları hadis-i
şeriftir.
Caiz olan nefel; savaş sona
erdikten sonra verilen nefeldir. İmam-ı Malik (r.a.)'in bu mevzudaki delili
2717 numaralı hadis-i şeriftir.
Mekruh olan nefel; savaştan
önce kumandanın, savaşta şöyle hareket edene şu kadar mükafaat var, diye vaadde
bulunması neticesinde verilen nefeldir. Çünkü böyle bir mükafaata nail olmak
için yapılan bir savaş dünyalık için yapılmış olur. Nitekim Rasûl-i zişan
Efendimiz, savaşın Allah yolunda yapılıp yapılmadığını tesbit etmenin ölçüsünü
verirken "Allah kelimeşini yükseltmek için savaşan kimse Allah
yolundadır." Buyurmuştur.[365] Ayrıca ulema, nefelin ganimet
mallarından mı, yoksa ganimet mallarından humus çıkarıldıktan sonra geriye
kalan kısımdan mı veya humustan mı, yoksa humusun beşte birinden mi?
verileceğinde de ihtilafa düşmüşlerdir.
İmam Şafiî'nin bu husustaki üç
görüşünden en sahih olanına göre nefel, humusun beşte birinden, İmam Malik'e
göre humustan, İmam Ahmed'e göre ise; humus çıkarıldıktan sonra ganimetin
geriye kalanından verilir. Ancak İmam Şafiî ile İmam Ahmed'in seleb hakkında
görüşleri, buradaki görüşlerinden farklıdır. Bu iki mezheb imamına göre seleb,
ganimetlerdendir, dolayısıyla, seleb, daha humus ayrılmadan önce mevcud
ganimetin tümünden verilir. İmam Malik ile Hanefilere göre; nefel ile selebin
taksimleri arasında bir fark yoktur. Hanefilere göre eğer, kumandan nefeli
mevcud ganimetin tümünden değil de humus çıktıktan sonra, geriye kalan
ganimetten vereceğini vadederse, nefeli bu kayda uyarak verir. Böyle bir şart
koşma-mışsa; mevcut ganimetin tümünden verir.
Hanefi mezhebinin nefel
hakkındaki görüşleri Durrü'l-Muhtar isimli eserde şöyle özetlenmiştir.
"Hükümdarın, savaş zamanında mücahidleri harbe tergib ve teşvik için
tenfili (nefel vereceğini vadetmesi) menduptur."[366] Bu ibare er-Reddü'1-Muhtar isimli
eserde şöyle açıklanıyor: Kuduri sahibi, ten-fil harp devam ederken caizdir,
harp bittikten sonra hükümdarın tenfilde bulunması caiz değildir, demiştir.
Bazı fukaha hükümdarın dar-ı harpte olduğu müddetçe, tenfilde bulunması
caizdir, demiştir. Bunların sözünü Peygamber Efendimizin, Huneyn muharebesi
bittikten sonra "her kim bir kafiri öldürürse, eşyası öldürenin
olacaktır” hadis-i şerifleri teyid etmektedir.
Ben derim ki; Bu söz şüphe
götürür. Çünkü Peygamber efendimiz bu hadis-i şeriflerini, müslümanlar hezimete
uğradıklarında onları tekrar savaşa teşvik etmek için buyurmuşlardır."[367]
2738. ...İbn Abbas'dan
demiştir ki: Rasûlullah (s.a) Bedir (savaşı) günü:
"Kim bir kafir öldürürse
ona şu kadar (mükafat) vardır. Kim de bir kafiri esir ederse ona şu kadar
(miikafaat) vardır." buyurmuştur. (Daha) sonra (Hz. İbn Abbas bir önceki
hadisin) bir benzerini rivayet etti. (Ancak bir önceki) Halid'in hadisi
(bundan) daha da uzundur.[368]
Siyer-i Kebir'de,
açıklandığına göre Bedir (savaşı) günü Hz.Peygamberin münadilerinden bir münadi
ortaya çıkıp "kim bir kafiri öldürürse, Selebi öldürenindir. Kim de bir
kafir esir ederse bu esir onun olacaktır." diye haykırmıştır. Nihayet
savaş sona erdikten sonra Ebû Cehrin selebini, onu öldüren kimse almış ve
ganimetler de eşit olarak paylaşılmıştır. O gün herkes öldürdüğü kafirin
selebini almıştır. Asım b. Ömer b. Katade'den rivayet olunduğuna göre; o gün
el-Velid b. Ukbe'nin Selebini Ali (r.a.), Utbe'nin selebini Hamza (r.a.),
Şeybe'nin Selebini de Ubeyde b'. el-Haris hak etmiş iken savaşta aldığı yara
sonucu Medine'ye varmadan yarı yolda vefat ettiğinden bu selep onun varislerine
intikal etmiştir.[369]
2739. ...Şu (bir önceki)
hadisi (yine bir önceki) senediyle Davûd da rivayet etti. (Davud'un bu
rivayetine göre Hz. İbn Abbas şöyle) demişti:
Rasûlullah (s.a.) (ele
geçirilen) ganimetleri (yaşlı mücahidlerle genç mücahidler arasında) eşit
olarak paylaştırdı. Halid'in(2736 nolu)hadi-si (bu hadisden) daha
tafsilatlıdır.[370]
Daha önce tercümesini
sunduğumuz 2736 numaralı hadis-i şerifte, Bedir savaşı sonunda elde edilen
ganimetler, taksim edilmeden önce, ileri atılarak bu ganimetleri ele geçiren
genç mücahidlerle, ordunun bayraklarını taşıyan ve bu sebeple de ileriye atılıp
ganimet toplama imkanı bulamayan yaşlı mücahidler, arasında ihtilaf çıktığı ve
neticede bu mevzuu ile ilgili, ayet-i kerimelerin nazil olmasıyla Rasûl-i Zişan
Efendimizin ganimetleri, harbe iştirak eden tüm mücahidler arasında, yaş farkı
gözetmeden eşit olarak dağıttığı ifade edilmişti. Mevzuumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifte, yine aynı mevzu ile ilgilidir ve yine İbn Abbas (r.a.) den
rivayet olunmuştur.
Bezlü'l-Mechûd, yazarının
açıklamasına göre "Esasen, Bedir savaşında ganimetlerin taksimi hususunda
anlaşmazlığa düşen üç grup vardı:
Birinci gurup, bozguna uğrayan
düşmanı takibe koyulanlardı. Bunlar düşmanı daha da perişan duruma getirerek
tam bir hezimete uğratmak ve tekrar toplanmalarına fırsat vermemek için,
düşmanın peşinden gittiklerinden, ganimet toplamaya fırsat bulamadıkları gibi,
bunu akıllarından bile geçirmemişlerdi.
İkinci grup , düşman bozguna
uğrar uğramaz ganimet toplamaya koyulanlardı.
Üçüncü grup, da Hz.
Peygamberi, düşmanın herhangi bir saldırı ve ihanetinden korumak için, onun
etrafından ayrılmayanlardı.
Neticede ikinci grubu teşkil
edenler, bütün harp ganimetlerini ele geçirince, bu ganimetlerin kendilerinin
olması gerektiğini iddia ederek bunları diğer mücahidlerle paylaşmaya razı
olmadılar. Bunun üzerine "Sana savaş ganimetlerinden sorarlar, de ki:
"Ganimetler Allah'ın ve Rasûlünün-dür..."[371] ayet-i kerimesi indi de Hz. Peygamber
ganimetleri Bedir Harbine iştirak eden tüm mücahidler arasında eşit olarak
taksim etti."[372]
2740. ... (Mus'abb.
Sa'd'ın) Babasından (rivayet olunmuştur ki:)
Bedir (savaşı) günü, peygamber
sallallahü aleyhi ve selleme, bir kılıç getirdim ve "Ey Allah'ın Rasûlü,
bugün Allah, düşman (la savaşmak) dan kalbime bir şifa verdi. Binaenaleyh şu
kılıcı bana ver." dedim. "Bu kılıç benim de değildir. Senin de
değil." buyurdu. Bende "Bugün bu kılıç (bugünkü) benim başıma
gelenler, kendisinin başına gelmeyen bir kişiye verilecektir." diyerk (oradan
uzaklaşıp) gittim.
Ben (böyle düşünüp durur) iken
yanıma (Rasûlullah'ın göndermiş olduğu) bir elçi çıkageldi ve (Rasûlullah seni
çağırıyor) "Haydi emrine icabet et" dedi. Ben de (Biraz önceki)
sözümle ilgili olarak, bir ayet indiğini zannetim. Ve derhal (Hz. Peygamberin
huzuruna) geldim. Bunun üzerine Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem bana
"Sen (biraz önce) bu kılıcı benden iste(miş)tin. (O zaman) bu kılıç ne
be-nimdi ne de senindi, (şimdi ise)Allah onu bana verdi (Ben de sana veriyorum)
Binaenaleyh şimdi o senindir." buyurdu. Sonra da Sana savaş
ganimetlerinden sorarlar, de ki: Ganimetler Allah'ın ve Rasûlü-nündiir...”[373] (ayetini) sonuna kadar okudu.[374]
Ebû Dâvûd der ki: İbn Mes'ud
bu âyeti şeklinde okudu.[375]
Bu hadis-i şerif, ganimet
malından, kimseye bir şey vermenin helal olamayacağına delalet ediyorsa da Kadı
lyaz:
"İhtimal bu hadis, ganimet
ayeti inmezden ve ganimet helal kılınmazdan önce varid olmuştur. Doğrusu da
budur. Hadis buna delalet ediyor. Zira hadisin tamamında peygamber sallallahü
aleyhi ye sellemin ayet indikten sonra Hz. Sa'd'a:
"Al kılıcını! Sen onu
istediğin vakit o ne benimdi ne senin. Şimdi Allah onu bana verdi, ben de sana
veriyorum.'* buyurduğu rivayet olunmuştur." Diyor.[376] Bu mevzuda fazla tafsilat için 2740
numaralı hadisin şerhine de bakılabilir.
Konumuzla ilgili bu hadiste
sözkonusu edilen Hz. İbn Mes'ud'un kıraati cumhurun kıraatından iki cihetten
farklıdır:
a) Cumhur ulemanın; enfal
şeklinde çoğul olarak okuduğu kelimeyi İbn Mes'ud tekil olarak "nefl"
şeklinde okumuştur.
b) Cumhurun kıraatinde enfal kelimesinden
önce harf-i cerri bulunduğu halde, İbn Mes'ûd'un kıraatinde ^
harf-i cerri yoktur.
Bu farklı iki kıraat tarzı,
ayete iki ayrı mana vermeyi gerektirir.
Cumhur'un okuyuşuna göre âyete
"Sana ganimetlerin hükmünü soruyorlar." şeklinde mana vermek
gerekirken, İbn Mes'ûd'un kıraati Halk senden ganimet istiyor" şeklinde
mana vermeyi gerektirir.
Müslim'in rivayetinde ise;
mevzumuzu teşkil eden bu hadis, şu manaya gelen lafızlarla rivayet edilmiştir.
"Babam (ganimetin) beşte bir (in) den bir kılıç aldı. Ve onu peygamber
(s.a.)'e getirerek bunu bana hibe et dedi. Fakat o razı olmadı. Bunun üzerine
Allah (Azze ve Celle): "Sana enfalin hükmünü soruyorlar. De ki: Enfâl
Allah ve Rasûlüne aittir..”[377] ayet-i kerimesini indirdi."[378] Müslim'in bu rivayetinde bir kapalılık
vardır. Çünkü Müslim'in bu rivayetinde "beşte bir" anlamına gelen
"humus" kelimesi, bulunmaktadır. Oysa humusun hükmü ile ilgili
olarak inen"... Bilin ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri Allah'a,
rasûlüne ve (Allah'ın rasûlü ile) akrabalığı bulunan (lar)a, yetimlere,
yoksullara ve yolcu (lar)a aittir..."[379] mealindeki ayet-i kerime, Bedir
savaşından epey bir zaman sonra inmiştir. Hatta bu sebeple ulemadan bazıları,
Enfal suresinin bu 41. ayet-i kerimesinin, yine Enfal suresinin 1. ayetini
neshettiğini söylemişlerdir. Müslim'in, Bedir savaşı ganimetleriyle ilgili bu
rivayetinde humustan bahsedilmesi izahı güç bir hususdur.
Bu hadis-i şerifte bulunan
izahı güç meselelerden biri de, Bedir savaşında, daha ganimetlerin ve
dolayısıyla selebin hükmüyle ilgili bir ayet inmemişken, Rasûl-i Zişan
Efendimizin gazileri harbe teşvik için, "Kim bir kafiri öldürürse selebi
öldürene olur.”[380] ve buyurduğu halde, Sa-id b. el-As'ı öldüren ve onun
kılıcını hakkeden Sa'd b. Ebi Vakkas hazretlerini bu kılıcı almaktan
menetmesidir.
Herhalde, buna şöyle cevap
vermek mümkündür: Bilindiği gibi eski ümmetlere harp ganimetlerini yemek
haramdı. Onlar, ganimetleri yakarlardı. Ateşin ganimetleri yakmasıganimetlerin
Allah tarafından kabulünün alameti sayılırdı. Hz. Peygamber, İslâm dininin
kolaylık dini olduğunu bildiği için, Allah'ın birgün bu ümmete ganimetlerden
faydalanmayı helal kılacağını ümid ediyordu. Ayrıca, Allahü Teâlâ'nın indirmiş
olduğu "Allah yolunda savaş. Sen yalnız kendinden sorumlusun! İnananları
da (savaşa) teşvik et...”[381] "Ey Peygamber, mü1 m inler i
savaşa teşvik et..."[382] gibi ayetleri de, mü'minleri savaşa
teşvik etmeyi emrediyordu. Hz. Peygamber, bu ayetlerin tavsiyesine uyarak ve
ele geçen ganimetlerin de helal kılınacağını ümid ederek "Kim bir kafiri
öldürürse selebi onun olacaktır inşaallah" anlamındaki sözlerle, onlan
harbe teşvik etti. Bir taraftan da ganimetlerin helal kılındığını haber veren
bir ayetin inmesini de dört gözle bekliyodu. Sa'd b. Ebî Vakkas hazretleri
öldürmüş olduğu Said b. el-As'ın kılıcını istediği sırada, henüz bu mevzuyu
açıklığa kavuşturan bir ayet-i kerime gelmemişti. Fakat birz sonra AI-lahu
Teâlâ "... Ganimetler Allah'ın ve Rasûlünündür..."[383] ayet-i kerimesini indirip ganimetlerin
taksimini Rasûlünün takdir ve arzusuna bıraktığını açıklayınca, hemen Hz. Sa'd
b. Ebi Vakkas'ın isteğini hatırlayıp derhal o kılıcı, kendisine teslim ederek
onun arzusunu yerine getirdi.[384]
2741. ...İbn Ömer'den
demiştir ki:
Rasûlullah, (s.a.) bizi bir
askeri birlik içerisinde (seriyye olarak) Necid taraflarına göndermişti. Seriyye
ordudan ayrıldı (yaptığımız baskın sonunda bizim) seriyyenin (fertlerinin
herbirinin) hisseleri onikişer deve idi. (Rasûlullah sallallahü aleyhi ve
sellem) seriyye askerleri ne nefel olarak birer deve daha verdi de onların
hisseleri on üçer (deve) oldu.[385]
Seriyye; dörtyüze kadar olan
askerî bir bölüktür. "Seriyye" lafzı geceleyin
yuruyuş demek olan seradan alınmıştır.[386] Necd; Hicazın Irak tarafına düşen
kısmıdır. Rivayete göre; Hz. Abdullah b. Ömer'in de iştirak ettiği bu seriyye,
on kişiden ibaretmiş. Ganimet olarak 150 deve almışlar. Bunlardan otuz
tanesini Peygamber (s.a.) almış. Kalan 120 deveyi, on kişi aralarında taksim
etmişler. Kendilerine Peygamber (s.a.) tarafından birer deve de nefel olarak
verilmiş. Ulemadan bazıları oniki devenin bütün gazilere verilen yekûn olduğunu
söylemişlerse de Nevevî bunun hata olduğunu ifade etmiştir. Çünkü Ebû Davud'un
bazı rivayetlerinde, oniki devenin bir gaziye isabet ettiği açıklanmıştır.
Rivayetlerin birinde oniki,
yahut onbir denilerek şek edimiştir. İbn Ab-dilberr'in beyanına göre, *el
Muvatta' ravilerinden Velid b. Müslim'den başkası onuşekk'li rivayet
etmişlerdir. Nafi'in diğer ravileri ise "on ikişer" diye seksiz
söylemişlerdir.
Bazı rivayetlerde: Nefel
verildi" denirken bir rivayette de "Rasûlullah sallallahü aleyhi
vesellem nefel olarak verdi" deniliyor. Bunların arası şöyle bulunur:
Seriyye kumandanı arkadaşlarına nefeli taksim etmiş; paygamber sallallahü
aleyhi ve sellem de buna cevaz ve izin vermiştir. Bu suretle bu işin ikisine de
nisbeti sahih olmuştur.[387]
Hafız İbn Hacer'in beyanına
göre, bu hadiste seriyyeye iştirak eden askerlere onikisi ganimet olarak bir
de nefel olarak verildiği ifade edilen on üç devenin tümünün seriyye kumandanı
tarafından mı Hz. Peygamber tarafından mı yoksa bu develerden bir kısmının
ganimet veya nefel olarak Hz. Peygamber tarafından, diğer bir kısmını da
seriyye kumandanı tarafından mı verildiği hususunda, ganimet olarak
verilenlerin de Hz. Peygamber tarafından mı, verildiği hususunda gelen
rivayetler oldukça farklıdır. îbn îshak'ın rivayetinde, nefel olarak verilen
develerin, seriyye kumandanı tarafından, ganimet olarak verilenlerin de Hz.
Peygamber tarafından, verildiği açıkça ifade edilmektedir. el-Leys'in
rivayetinin zahirinden anlaşılan manaya göre ise; tüm develerin seriyye
kumandanı tarafından verildiği Hz. Peygamberin de seriyye kumandanının bu
taksimini tasvib ettiği anlaşılmaktadır.[388] el-Leys'in bu rivayeti, bu mevzudaki
farklı rivayetlerin arasını te'lif etmektedir. Rivayetten anlaşılıyor ki,
aslında bu taksimi yapan seriyye kumandanıdır. Hz. Peygamber de bu taksimi
geçerli kılmıştır. Netice itibariyle» bu mevzudaki rivayetlerin hepsi
doğrudur." İbn Hacer'in sözleri burada sona erdi.
Ayrıca şurasını da ifade etmek
isteriz ki; siyer ulemasını verdikleri bilgilere göre; sözkonusu seriyyenin bu
baskında ellerine ikiyüz deve ile ikibin koyun geçmişti. îbn Abdil-Berr'in
bildirdiğine göre; bu seriyye Necid taraflarına gönderilmeden önce, îslâm
ordusunda bulunan askerlerin sayısı dört bin kişi idi. Askerlerin içinden
seriyye birliği olarak ayrılan askerler ise, on-beş kişiden ibaretti. Bu
durumda seriyyenin ele geçirdiği, İkiyüz devenin dört-bin asker arasında
bölüştürülüp, her birinin nasibine, onikişer deve düşmesi imkansız
görülmektedir. Ancak bu meseleyi şu şekilde açıklamak mümkündür: Sözü geçen
ikiyüz deve ile ikibin koyun sadece seriyyenin ele geçirdiği ganimetlerdir.
Seriyye Necid taraflarına gittikten sonra îslâm ordusu da bazı ganimetler elde
etmiştir. İşte, bu iki ganimet birleştirilince, ordunun fertlerinden herbirine
onikişer deve düşmesi ve fazladan seriyye fertlerine bir deve daha verilmiş
olması, son derece mümkündür. Bu te'vil seriyyenin elde ettiği develerin tüm
ordu arasında dağıtıldığını ifade eden bazı rivayetler içindir. Fakat
seriyyenin elde ettiği ganimetlerin sadece seriyye fertleri arasında
dağıtıldığı, sahih ve muteber rivayetler esas alınacak olursa o zaman bu tevile
de lüzum yoktur.[389]
1. Seriyye göndermek
müstehabdır.
2. Ordunun herhangi
bir kısmı, görevli olarak ordudan ayrılacak olursa ordunun elde ettiği
ganimete, görevli olarak ayrılan birlik de ortak olur. Ancak harple hiçbir
ilgisi olmaksızın, harp sahası dışında, oturan kimselerin bu ganimette bir
hakları yoktur. Bu şekilde ordudan ayrılan bir seriyyenin elde ettiği
ganimetlerde de onları bekleyenin diğer ordu fertlerinin hakkı vardır.
Ganimetler seriyye birliğiyle diğer ordu birlikleri arasında bölüştürülür.[390]
2742. ...Velid b. Müslim
demiştir ki:
Ben (Abdullah) îbn el-Mubarek'e
şu (bir önceki) hadisten bahsettim ve (bunu) "bize aynı şekilde îbn Ebî
Ferve'de Nafi'den rivayet etti" dedim de (Bana) "Senin (Şuayb b. Ebî
Hamza ve îbn Ebî Ferve diye) ismini zikrettiğin kimseler (adalet ve zapt
yönünden) Malik b. Enes'e uymaz" (lar) şeklinde veya buna benzer şekilde
bir cevap verdi.[391]
Bu hadis-i şerifte, bu hadisin
ravilerinden Îbn Ebî Ferve ile bir önceki hadisin ravisi Şuayb b. Ebî Hamza'nın
adalet ve zapt yönlerinden, Malik b. Enes'e denk olamadıkları, ifade edilmekte
ve her ne kadar îbn Ebî Ferbe ile Şuayb'ın hadisleri birbirini teyid etse de,
aslında Malik b. Enes'in rivayet ettiği hadisin daha sağlam ve muteber olduğuna
işaret edilmektedir. Bilindiği gibi, tbn Ebî Ferve ile Şuayb'ın rivayet
ettikleri hadis-i şerifte, önce savaş için bir ordu gönderildiği, sonra da bu
ordu içerisinde bir grubun da Neeid taraftarlarına gönderildiği neticede ise
ele geçen ganimetlerden ordu ve seriyye fertlerin herbirine ganimet olarak
onikişer deve düştüğü, taksim sonunda, seriyye fertlerinin her birine de
oni-kisi ganimet, biri de nefel olmak üzerfe, onüç deve düştüğü ifade
edilmektedir.
Malik b. Enes'den rivayet
edilen hadis-i şerifte; savaşmak üzere gönderilen bir askerî birlikten ve bir
seriyyeden bahsedilmekle beraber gönderilen bu seriyyenin, sözü geçen askeri
birlik içerisinden ayrılıp gittiğinden söz edilmemektedir. Sadece bir seriyye
gönderildiğinden ve ganimet mallarında bu seriyye fertlerinin eline geçen
miktardan bahsedilmektedir o kadar.[392]
Bir Önceki hadisin şerhinde de
açıkladığımız gibi, Malik b. Enes hadisi, diğerlerine tercih edildiği takdirde
"Seriyyenin ganimet olarak ele geçirdiği ikiyüz devenin dört bin kişilik
ordu fertleri arasında dağıtılıp her birine oni-ki deve düşmesi nasıl mümkün
olur?" diye bir müşkil ve bu müşkili halletmek için bazı te'villere
ihtiyaç kalmaz.[393]
2743. ...İbn Ömer'den; demiştir
ki:
Rasûlullah (s.a.) Necid'e bir
seriyye gönderdi. Bu seriyye ile ben de (yola) çıktım. Derken (ganimet olarak)
birçok deve ele geçirdik. Kumandanımız nefel olarak içimizden her askere birer
deve verdi. Sonra Rasûlullah (s.a.)'e geldik, ganimetlerimizi aramızda
paylaştırdı da bizden her bir kişiye humus (çıktık)tan sonra (paylaştırılan bu
ganimetten) onikişer deve düştü. Rasûlullah (s.a.) bize vermiş olduğu şeylerden
dolayı kumandanımızı hesaba çekmedi. Yaptığı bu işten dolayı onu ayıplamadı. Neticede
(seriyyeye katılmış olan) her adamın (kumandandan almış olduğu) ganimetiyle
birlikte (toplam) onüç devesi oldu.[394]
2144. ...Abdullah b.
Ömer'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) içerisinde Abdulah b. Ömer'in de
bulunduğu bir seriyyeyi Necid taraflarına göndermiş ganimet olarak birçok deve
ele geçirmişler. Kumandanlarının bu develeri paylaştırması neticesinde
paylarına düşen (ganimet mikdarı) oniki deve olmuş kendilerine birer deve de
nefel olarak verilmiş.
(Bu rivayete) İbn Mevhib (şu
cümleyi de) ilave etmiştir: Rasûlullah (s.a.) (huzuruna vardığımız zaman,
kumandanımızın yapmış olduğu) bu taksimi değiştirmedi.[395]
2745. ...Abdullah b.
Abbas'dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.)bir seriyye ile beraber bizi (düşman
üzerine akın yapmak üzere) göndermişti. (Ganimetlerden ele geçen) paylarımız
oniki deveye ulaştı. Bize nefel olarak birer deve de Rasûlullah (s.a.) verdi.
Ebû Dâvûd der ki: Bürd b.
Sinan da (bu hadisi) aynen Ubeydul-lah hadisi gibi (yani mevzumuzu teşkil eden
hadis gibi) Nafi'den rivayet etmiştir. Bu hadisi Eyyub'da aynı şekilde
Nafi'den rivayet etmiştir. Ancak (farklı olarak) Eyyub Peygamber (s.a.)'i hiç
anmaksızın "bize nefel olarak birer deve verildi." dedi.[396]
2746. ...İbn Ömer'den
demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) (düşman üzerine baskın yapmak üzere) gönderdiği
seriyyeler içerisinden bazı kimselere ordunun genel olarak hissesine düşen
payın dışında özel olarak nefel verirdi. (İbn Ömer dedi ki): Ancak (ganimet
payı ile nefelin) her ikisinin de (verilmesinden önce) humus (un ganimetlerden
çıkarılması) gerekir."[397]
Bilindiği gibi
"nefel" gazilere ganimet hissesinden fazla olarak verilen mükafattır.
Humus: Yoksullara, muhtaçlara
ve yolculara verilmek üzere ganimetten ayrılan beşte bir mikdardır. Bu husus
Elimize geçen ganimetin beşte biri Allah'a, Peygambere, onun akrabalarına öksüzlere,
yoksulara ve yolculara aittir.”[398] ayet-i kerimesine dayanmaktadır.
2741 numaralı hadis-i şerifin
şerhinde de açıkladığımız gibi Mekke'nin fethinden önce hicretin sekizinci
senesinde Şaban ayında, Ebû Katade başkanlığında Necid taraftarlarına baskına
giden bu akıncı birliğine dağıtılan ganimet malları ile nefel olarak verilen
mükafatların hepsinin seri yy e kumandanı Hz. Ebû Katade tarafından mı yoksa
Hz. Peygamber tarafından mı veya birinin kumandan tarafından da diğerinin Hz.
Peygamber tarafından mı verildiği hususundaki rivayetler oldukça farklıdırlar.
Nitekim tercümesini sunduğumuz ve mevzuumuzu teşkil eden 2745 ve 2746 numaralı
hadislerde ganimetlerin kimin bölüştürdüğünden hiç bahsedilmeyip, sadece Hz.
Peygamberin nefel olarak verdiği mükafattan bahsedilirken, 2743 numaralı
hadis-i şerifte de nefelin kumandan tarafından ganimetlerin de Hz. Peygamber tarafından
dağıtıldığı ve seriyyeye iştirak eden askerlerden herbirinin eline toplam
olarak onüç deve düştüğü ifade edilmektedir. Bir başka ifadeyle rivayetler
arasındaki ihtilafları bu hadis-i şeriflerde de görmek mümkündür. Ancak
konumuzu teşkil eden 2744 numaralı hadis-i şerif rivayetler arasındaki
ayrılıkları uzlaştıracak niteliktedir.
Bu hadis-i şerifte
ganimetlerin ve nefel olarak verilen mükafatların aslında seriyye kumandanı
tarafından dağıtıldığı ve Hz. Peygamberin de onun bu uygulamasını tasdik ve
takrir ettiği ifade edilmektedir. Bu ifade gerek ganimetlerin gerekse
nefellerin hem seriyye kumandanının hem de Hz. Peygamberin eliyle dağıtıldığı
anlamına gelir ki, bu mevzudaki rivayetlerin hepsim de uygun düşer.
Ayrıca bu hadisler, sözkonusu
seriyyenin elde ettiği ganimetlerin tüm ordu mensupları arasında değil sadece
seriyyeye katılan onbeş kişilik askerler arasında dağıtıldığını ifade
etmektedirler. Bu durum, bazı rivayetlerin kafalarda doğurmuş olduğu
"Acaba bu seriyyenin elde ettiği 200 deve 4000 kişilik ordu mensubu
arasında dağıtıldığı halde nasıl olup ta herbirine oniki-şer deve
düşüyor?" şeklindeki sorulan kafalardan sildiği gibi bu sorulara cevap
aramaya da ihtiyaç bırakmıyor.
Ayrıca 2746 numaralı hadis-i
şerifte ganimetler dağıtılmadan önce ganimetlerde bulunan Allah'ın ve
peygamberin hakkı olan beşte bir (humus) un ganimetlerdan çıkarıp ayrılması
icabettiği ifade ediliyor.
Avnu'l-Ma'bûd yazan
el-Azimabadî'nin açıklamasına göre ganimetlerden öncelikle humus ayrılır sonra
harpte fevkalade yararlılıklar gösterecek olanlara vadedilmiş olan nefel
ayrılır. Daha sonra da kalan ganimetler usulüne göre gaziler arasında
paylaştırılır. Mezhep imamlarının bu mevzudaki görüşlerini 2737 numaralı
hadis-i şerifin şerhinde açıkladığımızdan burada bu kadarla yetiniyoruz.[399]
2747. ...İbn Ömer'den
demiştir ki;
Rasûlullah (s.a.) Bedir
(savaşı) günü üçyüz onbeş (kişi) ile (savaşa) çıkmış ve;
“Ey Allahım bu askerler
kendilerini taşıyacak bir binekten yoksundur. Onları sen taşı, çıplaktırlar,
onları sen giydir, açtırlar, sen doyur." diye dua etmiş. Neticede Allah
Bedir günü kendisine fetih nasi-betmiş (fetihden sonra harbe iştirak eden
askerler) öyle bir değişikliğe uğramışlar ki onlardan herbiri mutlaka bir ya da
iki deveyle elbiseli ve karınları tok olarak (Medine'ye) dönmüşlerdir.[400]
Metinde geçenHufâtünkelimesi
sözlükte yalınayak, ayakkabısız olarak yürüyen
kimseler, anlamına geldiği gibi binecek bir hayvanı veya
vasıtası olmayan kimseler anlamına da gelir. Metne ikinci mana daha uygun
düştüğü için biz de tercümemizde bu ikinci manayı tercih ettik. Ayrıca bu
hadis-i şerifte sözkonusu edilen Bedir savaşı hicretin ikinci yılı Ramazan
ayının onyedisinde cuma günü (Miladi Mart 624) vukubulan ikinci Bedir
savaşıdır. Buna "Büyük Bedir" de denir. Harbi kısaca şu şekilde
özetlemek mümkündür: Hz. Peygamber Mekke'li müşriklerin ticaret kervanlarının
geliş ve gidişlerini engellemek için tedbirler alıyor, bunun için komşu
kabilelerle ittifaklar yapıyordu.
Yine Hz. Peygamber Suriye'den
dönmekte olan böyle bir kervanı üç-yüzü aşkın bir kuvvetle zabdetmek istemişti.
Bunu haber alan kervan reisi Ebû Süfyân yolunu değiştirerek Mekke'den yardım
istedi. Mekkeliler bin kişilik silahlı kuvveti kervanın yardımına gönderdiler.
Bunlar kervanın Mekke'ye kaçıp kurtulduğunu öğrenmekle beraber yollarına devam
edip Bedir'e kadar geldiler. Daha önce Mekkeli müşriklerin hareketini öğrenen
Hz. Peygamber ashabıyla müşavereden sonra kervanı takibetmeyip savaşmaya karar
verdi. Bunun üzerine İslam kuvvetleri Bedir'e gelmiş ve Hz. Peygamber harekat
için en uygun yeri seçerek müşriklerin su ile de alakalarını kesmişti. Yine Hz.
Peygamber îslam ordusunun savaş nizamını geceden tesbit etmişti. O gece Hz.
Peygamber Allah'a şöyle dua etmişti: "Yarabbi! Bana va-dediğin yardımı
bugün lütfet. Yarabbi bu İslam cemaati bugün telef olursa yeryüzünde sana
ibadet edecek kimse kalmayacaktır."
Ayrıca Hz. Peygamber mevzumuzu
teşkil eden hadiste ifade edildiği şekilde de Allah'a yalvarıp dua ve niyazda
bulunmuştur.
Nitekim bu savaşta melekler
müslümanlara yardım etmişlerdi. Savaşta düşman ağır bir yenilgiye uğradı.
Yetmiş ölü ve bir o kadar da esir bırakarak kaçtılar.
Bu hadisin "Ordu
içerisinden gönderilen seriyye birliklerine nefel verilmesi" anlamına
gelen ve mevzuumuzu teşkil eden babla ilgisini şöyle açıklayabiliriz:
Bu hadis-i şerifte Bedir
savaşına katılan mücahidlerin savaşa piyade olarak gittikleri halde dönerken
düşmandan ele geçirdikleri ganimetten aldıkları hisseleri sayesinde kimisinin
bir, kimisinin de iki deveyle döndükleri ifade
edilmektedir.
Oysa harbe piyade olarak
katılan askerlerin ganimetten eşit miktarda hisse almaları icabederdi. Burada
kimisinin bir deve kimisinin de iki deveyle döndüğü ifade edildiğine göre, iki
deve ile dönenlerin devenin birini ganimet hissesi olarak, ikinci deveyi de
nefel olarak aldıkları ve bu kimselerin de seriyye birliklerine katılmak gibi
yiğitlik gösteren müstesna kişiler olduğu ortaya çıkar.
İşte bu hadisin bab başlığı
ile ilgisi burası olması gerekir.[401]
2748. ...Habib b. Meslem
el-Fihrî'den, denilmiştir ki: Rasûlullah (s.a.) Humus (denilen beşte bir
hisseyi ganimetlerden ayırdık) tan sonra (kalanın) üçte biri (ni) nefel olarak
(müeahidlere) verirdi.[402]
Bu hadis-i şerife iki türlü
mana vermek mümkündür:
1. Rasûlullah (s.a.) seriyye
birliklerine "Elde edilen ganimetlerden humus denilen beşte bir hiseyi
ayırdıktan sonra kalanın üçte-b irin i de size mükafat olarak vereceğim"
diye va'dederdi. Sonra bu va'dine uyarak önce ganimetlerden beşte bir hisseyi
ayırırdı. Kalanının üçte birini de va'dde bulunduğu seriyye birliğine nefel
olarak dağıtırdı. Kalanı da tüm müeahidlere bölüştürürdü. Hanefi ulemasına göre
Hz. Peygamber ancak vereceği nefeli bu şekilde kayıtladığı zaman bu şartlara
uyardı. Aksi takdirde nefeli humusu ayırmadan önce vermekte sakınca görmezdi.
2. Rasûlullah (s.a.) savaştan
sonra ganimet olarak elde bulunan mallardan öncelikle humus denilen beşte bir
hisseyi ayırırdı, sonra geriye kalan ganimetlerin üçte birini de
(kahramanlıklarıyla dikkatleri çeken kimselere) nefel olarak verirdi. Kalanı
da mücahidler arasında bölüştürürdü. Hadis ulemasından Hattâbî: "Bu
hadisten nefelin humus ayrılmadan önce de ayrıldıktan sonra da verilebileceği
anlaşılmaktadır" demiştir.
Fıkıh âlimlerinin nefelle
İlgili görüşlerini 1337 numaralı hadis-i şerifin şerhinde açıklamış
olduğumuzdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[403]
1. Savaşta mücahidleri harbe
teşvik için mükafat va'detmek mustehabdır.
2. Ganimetlerin taksiminde esas olan;
önce ganimetlerden humus denilen beşte bir hisse ayrılır. Kalanın üçte biri
harpte kahramanlıklarıyla dikkatleri çeken yiğitlere nefel olarak verilebilir.
3. Ganimetlerin üçte birine
kadar olan kısmı nefel olarak verilebilir. Ancak ganimet mallarının nefel
olarak verilebilecek miktarı ulema arasında ihtilaflıdır.
Ulamedan Mekhûl ile Evzâî'ye
göre ganimetlerin üçte birinden fazlası nefel olarak verilemez. İmam Şafiî'ye
göre ise nefel için bir sınır yoktur. Devlet reisi ganimetten istediği kadarını
nefel olarak verebilir. Bunun takdiri devlet başkanının içtihadına
bırakılmıştır.[404]
2749. ...Habib tbn
Mesleme'den demiştir ki
Rasûlullah (s.a.) (bir
seriyyeyi savaşa gönderirken) Humus (denilen beşte bir hisseyi ganimetlerden
çıkardık) tan sonra (kalanın) dörtte birini nefel olarak vereceğini va'dederdi.
(Seriyye savaştan) dönerken (bir nefel vadetmek isterse o zaman da) Humus
(denilen beşte bir hisseyi ganimet mallarından çıkardık) tan sonra (kalanın)
üçte biri(ni nefel olarak vereceğini va'dederdi).[405]
Hz. Peygamber; ordu
içerisinden bazı kimselerden bir seriyye birliği ttşkil ederek düşman üzerine
gönderirken, onlara ganimet paylarının dışında bir de nefel vereceğini
vadettiğinde mevcut ganimetlerden Allah'ın ve Rasûlünün hakkı olan beşte bir
hisse çıkarıldıktan sonra kalanın dörtte birini nefel olarak vereceğini
va'dederdi. Fakat savaştan dönerken gösterilecek yeni bîr yiğitlik için bir
nefel vadederse humus ayrıldıktan sonra kalan ganimetlerin üçte birini nefel
(bağış) olarak vereceğini va'dederdi.
Hz. Peygamberin savaşa çıkan
gazilere ganimet mallarından Allah'ın ve Rasûlünün beşte bir hissesi
çıkarıldıktan sonra kalan ganimetin dörtte birini va'detttiği halde harpten
dönerken düşmana ikinci defa galebe çalması halinde, beşte bir hisse
çıkarıldıktan sonra kalan ganimetin üçte birini vermeyi va'detmesinin
hikmetini İbnü'l-münzir şöyle açıklıyor: ".... Çünkü harbe girerken
askerlerin hayvanları kuvvetli, harpten sonra ise daha yorgun ve zayıftırlar.
Askerlerin kendi durumları da böyledir. Bu bakımdan mücahid-ler bir an önce,
çoktandır kendilerinden uzak kaldıkları, ailelerine kavuşmak isterler. Bu
sebeple dönüşte kendilerine daha fazla vermeyi va'detmiş-tir. Hattabi,
İbnü'l-Münzir'in yukarıdaki sözlerini naklettikten sonra şu görüşlere yer
veriyor:
"Bu söz vazih (açık)
değildir. Çünkü hadisdeki dönüş tabirinin yurtlarına dönüş manasına geldiği
kanaatini uyandırıyor. Halbuki hadisin manası bu değildir. Hadisteki sefere
çıkmak sözüyle kastedilen bir müfrezenin gaza için sefere çıkmasıdır. Bunlar
düşmandan bir gruba üstünlük sağlarlarsa aldıkları ganimetten dörttebiri
kendilerine verilir. Geriye kalan kısmına da tüm ordu iştirak eder. O savaştan
kendi birliklerine dönerlerken düşmanı ikinci defa daha yenilgiye uğratacak
olurlarsa bu defa aldıkları ganimetten kendilerine üçte bir verilir. Zira
düşman daha dikkatli ve uyanık olduğu için harpten sonra tekrar hezimete
uğratmak daha güç olur." Hattâbî'nin bu görüşü daha çok kabul görmüştür.
Hanefi ulemasına göre Hz. Peygamber seriyye mensuplarına ''ganimetlerden beşte
bir hisseyi ayırdıktan sonra kalan ganimet mallarının dörtte birini veya
üçtebirinî size nefel olarak vereceğim" diye şart koştuğu için onların
nefelini ganimetlerden beşte bir hisseyi çıkardıktan sonra vermiştir. Eğer
devlet reisi bu durumda olan askerlere "Size nefelinizi beşte bir hisseyi
ayırdıktan sonra ganimet mallarının kalanından şu kadarını vereceğim" diye
bir şart koşmazsa onların nefellerini ganimet mallarından beşte bir hisseyi
çıkarmadan önce verebilir. Nitekim Hattâbî bunun da caiz olacağını söylemiştir.
Hanefilerin meşhur kitabı Hidaye Haşiyesinde açıklandığına göre İmam-ı Ahmed
"Ganimetler ele geçmeden önce va'dedilen nefelin ganimetlerden beştebir
hisse ayrıldıktan sonra ganimet mallarının kalanından verilir. Fakat
ganimetler ele geçtikten sonra vadedilen nefeller sadece ganimet mallarından
ayrılan humustan (beşte bir hisseden) verilebilir." demiştir. İmam Malik
ile İmam Şafiî'ye göre ise nefeller hiçbir zaman ganimetlerden verilemezler.
Ancak ganimetlerden ayrılan beşte bir hisseden verilirler. Hatta îmam-ı
Şafiî'ye göre nefeller bu beştebir hissenin beşte birinden verilir. Bu sebeple
İbn Raslan metinde geçen "üçtebir" kelimesini "beş-tebirin,
beştebirinin üçtebiri" şeklinde te'vil ettiği gibi "dörttebir"
kelimesini de" beşte birinin beşte bHnin dörtte biri" şeklinde
te'vil etmişlerdir.[406]
2750. ...Mekhûl (şöyle) diyor:
Ben Mısır'da Huzeyl oğullarından bir kadının kölesiydim. Beni hürriyetime
kavuşturdu. Öyle zannediyorum ki, ben Mısır'da ilimden ne varsa hepsini alarak
çıktım. Sonra Hicaza geldim. Orada da ilimden ne varsa hepsini aldım da öyle
çıktım. Sonra Irak'a vardım. Irak'ta bulunan ilmi de toplayıp çıktım. Sonra
Şam'a geldim. Şam (halkm)ı iyice inceledim ve hepsine nefel sordum. Bana nefel
hakkında bilgi verecek kimse bulamadım. Nihayet Ziyad b. Cariye et-Temimî
denilen bir ihtiyarla karşılaştım. Kendisine hiç nefel hakkında birşey (ler)
duydun mu? diye sordum. O da -evet Habib b. Mesleme el-Fihrî'yi "Ben
Peygamber (s.a.)'in (harbe) başlarken (ganimetin) dörtte biri (ni) dönüşte de
üçte biri (ni) verdiğini gördüm..." derken işittim, cevabını verdi.[407]
Metinde Bed'e ve Rac'a
kelimeleri hakkında Hattâbî şunlan söylüyor: "Bede "savaş
yolculuğunun başlangıcı demektir. Ordu savaş için yola çıktığı
zaman içlerinden bir müfreze, kumandanın emriyle ordudan ayrılarak düşman
kuvvetlerine saldırıp bir ganimet elde edecek olursa bunun dörtte biri
müfrezeye ait olurdu. Geriye kalan kısım ise müfrezeyi teşkil eden askerlerle
diğer ordu birlikleri ortak olurdu. Savaştan sonra eğer bu müfreze, kumandanın
emriyle tekrar düşmana sal-rır da ikinci defa bir ganimet elde ederse üçte biri
müfrezeye ait olup geri kalan kısım da müfreze fertleri ile geride bekleyen
ordu mensupları arasında ortak olarak paylaşılırdı. İlk elde edilen
ganimetlerden dörtte biri müfreze fertlerine verilirken ikinci ganimetlerin
müfreze birliklerine daha fazlasının verilmesinin hikmeti; düşman üzerine
ikinci defa saldırıya geçmenin ve onları ansızın yakalamanın birinciye
nisbetle daha zor oluşudur."
Fıkıh âlimlerinin bu meseleyle
ilgili görüşlerini bir önceki hadis-i şerifin şerhinde açıklamış olduğumuzdan
burada tekrara lüzum görmüyoruz.[408]
2751. ...Abdullah b. Amr
b. As'dan rivayet olunmuştur ki: Ra-sülullah (s.a.)
"Müslümanların kanları
(kıymetçe) birbirlerine eşittir. Müslümanların (sayıca)en azı(bile) onların
zimmetleri uğrunda koşar. Müslümantarın en uzak olanı (dahi) onlar adına eman
verebilir. Müslümanlar kendilerinin dışındaki kimselere karşı bir el
(hükmünde) dirler. Onların kuvvetli olanı (elde ettiği ganimetleri ortaklaşa
bölüşmek üzere) zayıf olana, gönderir. Seriyye olarak (düşman üzerine)
giden(ler) de (ele geçirdikleri ganimetleri beraberce paylaşmak üzere, cephede
kendilerini bekleyip) oturanlarına gönderirler. Bir mü'min, bir kafir karşılığında,
öldürülemez. Ahdinde (sadık) olan bir zimmi de bir (harbi) kafir karşılığında
öldürülemez" buyurdu. îbn îshak Kısası ve (kanlardaki) eşitliği rivayet
etmedi.[409]
Zimmet sözlükte, eman, zaman
ve ahd manalarını ifade eder. Ahdi bozmak,
zemmi mucib olduğu
için ahde "zimmet " denilmiştir. Çoğulu
"zimem" dir.
İslâm zimmetini , ahd ve eman sahibi
olan gayri müslimlere ehl-i zimmet denir. Bunların erkeklerinden her birine
zimmî kadınlarından her birine de zımmiye denilir.[410]
Metinde geçen
"müslümanların kanı biri birleri ne eşittir." cümlesinden maksat;
kanları dökülen müslümanların diyetleri ve kısasları hususunda birinin
diğerinden farkı yoktur. Bir kabilenin öldürülen en şerefli kimsenin kısası ve
diyeti ne ise cemiyette itibarı en az olan bir kimsenin kısası ve diyeti de
odur. Ayrıca öldüren kimse şerefli de olsa kendisine kısas cezası uygulanır.
Cemiyetin en zayıf bir ferdi de olsa katili kısas cezasına çarptırılır. İslam
gelmeden önce; cahiliye dönemi arapları kısası sadece zayıflara uygulayıp,
itibarlı kişileri bağışlarlardı. Ayrıca bazan öldürülen şerefli kişilerin karşılığında,
karşı kabilelerden birden fazla sayıda insan öldürülerdi.
İslâmiyet gelince insanlar
arasındaki bu adaletsiziği kaldırdı ve kan ci-hetiyle hiçbir kimsenin
diğerinden farkı olmadığını ilan etti.
Yine metinde geçen
"Müslümanların en aşağısı" sözü burada "sayıca en aşağısı"
yani "en azı" anlamında kullanılmıştır ki, müslümanların "tek
bir tanesi" demektir. Bu kelimeyi "müslümanların en aşağısı olan bir
köle" şeklinde anlamak doğru değildir.[411]
Metindeki kelimesine
"Müslüman askerlerin derece itibarıyla en aşağısı olan, efendisinin harbe
girmesine izin verdiği köle, diye mana verilmişse de Hattâbî'ye göre bu kelime
"müslümanların, İslam diyarından en uzak olanları" anlamında
kullanılmıştır. Hattâbî'nin verdiği bu manaya göre bu kelimenin geçtiği cümleyi
şöyle anlamak, gerekir. "Savaş alanında bulunduğu için İslam ülkesinden
uzak ve kafirlere yakınolan bir kimse bile bir kafire eman verecek olsa onun
bu emanı geçerlidir. Hiçbir müslümanın bu emanı (emniyete nâiliyyet, hakkında
düşmana verilen söz veya işareti) bozmaya hakkı yoktur."
Ancak yine Hattâbî'nin
beyanına göre bir müslümanın diğer müslüman-lar adına vermeye yetkili olduğu
eman sınırlıdır. Bu emanı sadece kafirlerin bazılarına verebilir. Kafirlerin
tümü için böyle bir eman veremez. Kafirlerin tümüne birden eman verme yetkisi
sadece devlet reisine aittir. Hanefi ulemasından el-Kasânı'nin el-Bedayî
isimli eserinde bildirdiğine göre müslümanın eman verme yetkisine sahip
olabilmesi için akıl ve baliğ olması gerekir. Delinin ve çocuğun verdiği eman
geçerli değildir. Genel olarak ilim adamlarının görüşü budur. Ancak İmam
Muhammed'e göre buluğ şart değildir. İslamı idrak eden mürahik bir çocuk da
eman verebilir. Eman verecek bir kimsede aranacak şartlardan biri de islamdır.
Müslümanların safında çarşıpan bir-kafirin vereceği eman geçerli değildir.
Ancak Şafiî âlimlerinden Hafız
İbn Hacer'in beyanına göre, el-Evzâî; "müslümanlar safında kafirlere karşı
çarpışan bir zımminin verdiği emanın geçerli sayılıp sayılmaması devlet
başkanının kararına bağlıdır. Devlet başkanı, isterse bu emanı geçerli kılar,
isterse iptal eder.*' demiştir.
Verilen bir emanın geçerli
sayılabilmesi için, bu emanı veren kimsenin hür olması şart değildir. Efendisi
tarafından harbe katılmasına izin verilmiş olan bir kölenin verdiği emanın
geçerli olmasında icma vardır. Fakat efendisinin harbe girmekten men ettiği
bir kölenin verdiği emanın geçerli sayılıp sayılmaması ulema arasında
ihtilaflıdır. Ebû Hanife (r.a.) ile Ebû Yusuf (r,a.)e göre bu durumda olan bir
kölenin verdiği eman sahih değildir. İmam Muhammed (r.a.) ile İmam Şafii (r.a.)
e göre ise bu eman sahihdir. İmam Muhammed (r.a) ile İmam Şafii (r.a.) in bu
mevzudaki delilleri mevzumuzu teşkil eden hadiste geçen cümlesidir. Sözü geçen
bu iki İmama göre hadiste geçen kelimesi "onların en aşağısı''anlamına
gelir ki bundan maksat müslümanların köleleridir. Binaenaleyh, müslümanların
kölelerinden herbirinin verdiği eman geçerlidir. Bu hususta kendisine harbe
girmesi için izin verilen köleyle verilmeyen köle arasında bir fark yoktur.
Eman da zimmet gibi bir ahd olduğundan her kölenin verdiği eman geçerlidir.
Ebû Hanife ile Ebû Yusuf'a
göre metinde geçen sözkonusu cümle efendisinin harbe girmeye izin vermediği
kölelere şamil değildir. Çünkü bu cümledeki edna kelimesi birisi aşağılık,
horluk, diğeri de yakınlık olmak üzere iki manaya gelir. Curada bu kelimeye
aşağılık ve horluk manası vermek mümkün değildir. Çünkü mü'minlerin hiçbirisi
hor, hakir görülemez. Nitekim hadisin müslümanların kanları (kıymetçe)
biribirlerine eşittir" anlamındaki ilk cümlesi de edna kelimesine hor ve
hakir manası vermeye engeldir. Bu bakımdan bu kelime burada "yakın"
anlamında kullanılmıştır ki "düşmana en yakın olan, yani kendisine harbe
katılması için izin verilen ve bizzat savaşan köle manasına gelmektedir. Harbe
girmesine izin verilmeyen kölenin verdiği eman geçerli değildir.
Ancak Hafız İbn Hacer
âlimlerin büyük çoğunluğuna göre her kölenin verdiği eman geçerli olduğunu, bu
hususta savaşa katılan bir köleyle katılmayan bir köle arasında bir fark
olmadığını söylemiştir. Yine metinde geçen "Müslümanlar kendilerinin
dışındakilere karşı bîr el (hükmünde) dirler." cümlesi adeta bir nevi
kendinden önce geçen cümlelerin bir açıklaması hükmündedir.
"Müslümanların birinin verdiği emanı hepsi kabul eder. Birine yapılan bir
saldırıyı hepsi kendine yapılmş kabul eder. Bir anda hepsi sıkılmış bir yumruk
haline gelirler/* anlamındadır.
"Müslümanların kuvvetli
olanlarının ganimetleri zayıf olana göndermesi demek gerek vücut, gerekse mali
cihetiyle daha kuvvetli olan askerlerle toprakları, ganimetleri kendilerinden
daha zayıf olan müslüman askerlere bölüşmeleri, demektir. Gerçekten savaşta
müslüman askerlerin toplamış oldukları ganimetler bir yerde toplanır, sonra
tüm askerler arasmdada usulüne göre paylaştırılır. Aynı şekilde seriyye olarak
gönderilen askerler de ele geçirdikleri ganimetleri kendilerini cephede
beklemekte olan tüm müslüman askerlerle paylaşırlar. Metinde geçen "seriyye
olarak (düşman üzerine) giden(ler) de (ele geçirdikleri ganimetleri beraberce
paylaşmak üzere cephede kendilerini bekleyip) oturanlarına gönderirler."
anlamındaki cümleden kasdedilen de budur. Rey taraftarlarına göre metinde geçen
kelimesi ..." cümlesindeki "müminûn" kelimesi üzerine
atfedilmiş-tir. Bir başka ifadeyle bu cümlenin aslı = hiçbir mü'min ve
ahdinde duran bir zimmi kafir karşılığında öldürülemez." şeklindedir. Bu
bakımdan İmam Ebû Hanife'ye göre her ne kadar harbi bir kafir karşılığında bir
mü'min kısas olarak öldürülemezse de bir zimmi karşılığında bir mü'min
öldürülebilir. Çünkü hadiste mü'minle zimmi arasında bir ayırım yapılmamış,
kafirin karşısında birlikte zikredilmişlerdir. Ancak imam Şafiî ile İmam Ebû
Yusuf ve İmam Muhammed (r.a.)e göre bir mü'min kafir karşılığında
öldürülemediği gibi ahdinde duran bir zımmî karşılığında da öldürülemez.
Çünkü kelimesiyle cümlesi arasında bir ilgi yoktur. İkisi de müstakil
iki ayrı cümledir. Bu ikinci cümle atıf olarak değil, ancak birinci cümleden
sonra kafalarda doğacak olan "acaba zımmilerin kanını dökmek helal
midir?" sorusuna Haramdır cevabını vermek ve her ne kadar bir zımmî
karşılığında bir mü'min (kısas olarak) öldürülemezse de meşru bir sebep
olmaksızın zimmilerin kanını dökmenin de haram olduğunu açıklamak üzere
gelmiştir.[412]
2752. ...Seleme'den
(şöyle) dediği rivayet edilmiştir: Abdurrahman b. Uyeyne Rasûlullah (s.a.)in develerine
baskın yapıp, çobanını öldürmüş ve yanındaki süverilerle o develeri sürüp gitmişti.
Bunun üzerine ben yüzümü Medine'ye doğru çevirdim sonra üç defa
"yetişin" diye feryad ettim ve onları takibe koyulup (onlara ok)
atmaya ve onları yaralamaya başladım. (Onlardan) Bir atlı (beni öldürmek için)
geriye dönecek olursa bir ağacın dibine oturuyor (ve onlara ok atıyor) dum.
Nihayet Allah'ın yaratmış olduğu develerden Peygamber (s.a.) e ait ne varsa
onu (müşriklerin elinden kurtarıp) arkama almıştım. Otuzdan fazla mızrak ve
otuz (kadar) elbise bıraktılar, hafiflemek istiyolardı. Sonra Uyeyne onlara
yardımcı olarak geldi ve (onlara benim hakkımda) "Sizden bir grup onun
yanına var (ip onunla anlaş) sın" dedi. Bunun üzerine onlardan dört kişi
bana doğru gelmeye ve dağa tırmanmaya başladılar (onların bana yaklaşmasıyla
sesimi) kendilerine işittir (ebilecek bir duruma gel) ince "Beni tanıyor
musunuz?" diye seslendim. Onlar da: "Sen kimsin?" dediler (Ben
de): "Ben el-Ekvâ'nın oğluyum,Muhammed (s.a.) in yüzünü şereflendiren zata
yemin olsun ki; sizden beni (yakalamak) isteyip de yakalayacak bir adam
olmadığı gibi (içinizde) ben (yakalamak) isteyince elimden kurtulabilecek (bir
kimse) de yoktur." diye cevap verdim (Onlarla konuşmaya) devam ettim.
Nihayet Rasûlullah (s.a.)'m süvarilerini ağaçların arasına girerlerken gördüm,
onların başı(nda) el-Ahram ül Ese-di (var idi) ve Abdurrahman b. Uyeyne'nin
üzerine varıyordu. Abdur-rahman b. Uyeyne'de onun üzerine çullandı. Karşılıklı
vuruştular, der: ken el-Ahram Abdurrahmanı (n atını) yaraladı. Abdurrahman da
el-Ahram'ı şehid etti ve onun atma geçti. Bu esnada Ebû Katâde de
Ab-durrahman'ın karşısına çıktı. Karşılıklı olarak vuruşmaya başladılar. Derken
(Abdurrahman) Ebu Katade' (nin atı) nı yaraladı. Ebû Kata-de de onu öldürdü ve
el- Ahram'ın atına geçti. Sonra ben, onları kovduğum suyun başında bulunan
Rasûlullah (s.a.) in yanına geldim. (Bu su) zü kared (denilen su idi) Bir de ne
göreyim Peygamber (s.a) beş-yüz kişi ile birlikte (orada bekliyor. O gün
Rasûlullah) bana hem süvari hem de yaya hissesi verdi.[413]
Zûkarad Sam vom üzerinde
Medine ile Hayber arasında Medine'ye bir beridlik (oniki millik) uzaklıkta bir
sudur. Sel dağına sekiz mildir. Sık ağaçlı bir yerdir. İşte bu sudan, ismini
alan Zalükarad gazvesi aynı zamanda Gazvetü'1-Ğâbe adıyla da anılır. Bu mevzuda
siyer kitaplarında şöyle söylenmektedir: "Vakıdî, İbn Sa'd, îbn Kayyim ve
daha başkalan bu gazayı Gâbe gazası diye andıkları gibi tbn İshak Ahmed b.
Han-bel, Buhârî, Belâzurî, Taberî ve daha başkaları da Zûkarad gazası diye
an-mışlardır. Hz. Peygamberin sağmal develerinin ğabe'de yağmalanıp, çobanın
orada şehid edilmiş olması, Seleme b. Ekva ile ona yetişen tslam süvarilerinin
öâbe'den itibaren baskıncıların ardına düşerek onlarla çarpışa çarpışa
Zûkarad'a kadar ilerlemiş bulunmaları, bu gazanın Gâbe gazası olarak anılmasına
tslam karargahının Zûkarad'de kurulmuş olması da ayrıca Zûkarad diye
adlandırılmasına yol açmış olabilir.
Gazanın sebebi; peygamberimizin
Ğâbe (orman) yaylımında yayılmakta bulunan sağmal ve doğurmaları yaklaşmış
yirmi devesini, Uyeyne b. Hısn el-Fezari'nin Gatafan ve Fezarilerden kırk atlı
salarak baskıp yaptırıp sürdürmesi ve Ebû Zerr el-Ğıfarî*nin oğlunu da $ehid
ettirmesidir.[414]
Bu savaşın ne zaman yapıldığı
hangi tarihte vukubulduğu meselesi ihtilaflıdır. Buhârî'nin rivayetine göre bu
savaş Hayber savaşından üçgün önce vuku bulmuştur. Delili ise Seleme b.
Ekva'nın "Biz bu savaştan döndükten sonra Medine'de ancak üç gün kaldık,
üç gün sonra Hayber savaşına çıktık.*' sözüdür. Siyer uleması ise bu savaşın
hicretin altıncı yılında vuku bulduğu noktasında birleşmektedirler.
Metinde geçen Ya sabâhahü (ey
sabahım) sözü arapçada baskına uğrayan kimselerin yardıma çağırmak için
kullandıkları bir tabirdir. Genellikle baskınlar sabaha doğru yapıldığı için
baskına uğrayan kimselerin bu tabirle başkalarını yardıma çağırması Araplar
arasında adet olmuştur. Bu şekilde feryad eden bir kimse sanki "Düşman
sabahleyin etrafımızı çevirdi yetişin" diye haykırmış ve başkalarını
yardıma çağırmış olur.
Her ne kadar siyer
kitaplarında bu olayda yağma edilen develerin yirmi kadar olduğu ve Hz.
Seleme'nin bunlardan sadece on kadannı düşmanın elinden kurtardığı ifade
edilirse de metinde geçen "Nihayet Allah'ın yaratmış olduğu develerden
peygamber (s.a.)'e ait ne arsa onu (müşriklerin elinden kurtarıp) arkama
almıştım." sözü, Hz. Seleme'nin bu develerin tümünü düşman elinden
kurtardığını ifade etmektedir.
Bu savaş hadis ve siyer
kitaplarında çok ayrıntılı ve çok uzunca anlatıldığından okuyucularımıza
oralara bakmalarım tavsiye ederiz.
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadisin, "Serİyye, baskından ele geçirdiği ganimetleri orduya
gönderir." anlamındaki bab başlığımızla ilgisi şöyledir "Hz. Seleme
müşriklerden ele geçirdiği elbise, zırh gibi ganimetleri olduğu gibi cephede
kendisini bekleyen İslam ordusuna göndermiş, Hz. Peygamber de ona bu
ganimetlerden bir piyade hissesi vermiştir." Ancak Hz. Peygamber onun bu
savaşta özel bir başarısı ve yiğitliği görüldüğü için ayrıca kendisine nefel
olarak bir de süvari hissesi vermiştir. İşte bu hadisle bab başlığı arasındaki
ilgi budur. 2737 ve 2738 numaralı hadislerin şerhinde de açıkladığımız gibi
nefel humusdan yahut da humusun beşte birinden verilir. Ganimet payı ise humus
çıkarıldıktan sonra, geriye kalan ganimet mallarından verilir. Bu duruma göre;
Hz. Peygamberin, Hz. Seleme'ye nefel olarak verdiği bir süvari hissesi kadar
olan mükafatı humustan veya humusun beşte birinden ganimet payı olarak verdiği
bir piyade hissesi kadar olan payı da humus çıkarıldıktan sonra geriye kalan
ganimet mallarından vermiş olabileceği kolayca anlaşılır.[415]
2753.
...Ebû'l-Cüveyriyet'ü Cermi'den demiştir ki Muaviye'nin emirliği zamanında Rum
ülkesinde, içirde dinarlar bulunan bir küpe rastlamıştım. Başımızda da Peygamber
(s.a.)'in sahabilerinden Süleym oğullarından Ma'n b. Yezid adında bir adam
vardı. Dinarları ona getirdim (O da bunları) müslümanlar arasında paylaştırdı.
Onlardan birine verdiği kadar bu dinarlardan bana da verdi. Sonra da "Eğer
ben Rasûlullah (s.a.)ı “Nefel ancak humustan sonradır” derken işitmiş
olmasaydım sana (nefel de) verirdim." dedi ve (kendi) payını bana vermeye
kalktı. (Fakat) ben kabul etmedim.[416]
Altın ile gümüşten ve daha
düşman ülkesinde savaş başlamadan önce
harpsiz düşmandan ele
geçirilen mallardan nefel vermenin caiz olup olmadığı; ulema
arasında ihtilaflıdır.
Musannif Ebû Dâvûd bu mevzuya
dair özel bir bab açmıştır. Bu mevzuda Hanefi fıkhının meşhur kitaplarından
olan Siyer-i Kebir şerhinde şöyle deniyor: "Eğer devlet reisi (veya
temsilcisi) - Kim kafir bir askeri öldürürse onun şahsi eşyası öldürenin
olacaktır.- diye harbe teşvik eder de bunun üzerine bir mücahid bir düşman
askerini öldürecek olursa; öldürülen askerin altın veya gümüş tüm şahsi malları
öldüren mücahidin olur. Ancak Şam halkı altınla gümüş mallardan nefel
verilemeyeceğini nefelin ancak; yiyecek, giyecek, altın ve gümüşün dışındaki
mallardan verilebileceğini söylemişlerdir.
Musannif Ebû Dâvûd mevzumuzun
bab başlığında bulunan "min evvel-il-mağnem" tabiriyle îslam
askerlerinin harp ülkesine girdiği sırada savaştan önce harpsiz olarak ele
geçirdikleri mallan kasdetmiş olması ihtimali kuvvetlidir. Bezlü'l-Mechûd
sahibinin görüşü de budur. Bu durum Musannif Ebû Davud'un devlet reisi veya
temsilcisinin ganimet malları içinde bulunan altın ve gümüşten nefel
veremeyeceği gibi savaştan önce harp ülkesinde düşmandan ele geçirilen
mallardan da nefel veremeyeceği görüşünde olduğu ihtimalini ortaya koymaktadır.
Esasen bu görüş imam Evzâî'nin
görüşüdür. Bu bakımdan Musannif Ebu Davud aslında kendisi bu görüşte olmadığı
halde sadece imam Evzai'-nin görüşüne işaret etmek istediği için bu görüşe
temas etmiş de olabilir. Hafız İbn Hacer'in de açıkladığı gibi îmam Evzai'nin
bu görüşü cumhur'un (ulemanın büyük çoğunluğunun) bu mevzudaki görüşüne
aykırıdır. Mevzumu-zu teşkil eden bu hadisin zahirinden anlaşıldığına göre Hz.
Peygamberin sa-habilerinden olan Man b. Yezid'in, Ebû Cüveyriye'nin Rum
diyarında ele geçirdiği ganimetlerden kendisine nefel vermeyişinin sebebi bu
malların altın veya gümüş oluşu değil, henüz bunlardan humusun ayrılmamış
olmasıdır. Çünkü Ma'n b. Yezid Hz. Peygamberi humus ayrılmadıkça ganimet mallarından;
nefel verilemez" derken işitmiştir. Nitekim 2748-2749 numaralı hadis-i
şeriflerde de ifade edildiği üzere nefel; ganimetlerden humus ayrıldıktan
sonra, kalan ganimet mallarından verilir. Hadisin zahirinden anlaşılan mana bu
olmakla beraber, Hz. Ebu'İ Cüveyriye'ye nefel verilmeyişinin sebebini; bu
malların savaşsız olarak ele geçmesi nedeniyle fey hükmüne girmiş olmalarına
bağlamak da mümkündür. Çünkü fey savaşsız ele geçirilen ganimet demektir ve
feyden nefel verilemez. Kadı Iyaz'ın da ifade ettiği gibi Şafii ulemasından
bazı Sarihler Hz. Ma'n, nefelin humus ayrıldıktan sonra kalan ganimetlerden
verilebileceğine ve verilecek mikdann sadece devlet reisinin takdirine
bırakılmış olduğuna inanıyordu. Kendisi kumandan olunca bu düşünceden hareket
ederek Hz. Ebû Cüveyriye'ye bu mallardan nefel vermedi." demişlerdir.
Bazıları da "Bu hadis yanlış rivayet edilmiştir. Hadisin aslı -humustan
sonra nefel yoktur- yanı ganimetler İslam ülkesine taşındıktan ve ganimetler
içerisinden Allah Rasûlünün hakkı olan humusu ayırmak ica-bettikten sonra artık
nefel va'detmek yoktur anlamına gelen -la nefele
ba'delhumusu-şeklindedir." demişlerdir.[417] el-Muvaffık'ın açıklamasına göre; eğer
bir kimse küfür diyarında define bulur da bunu kendi başına eline geçirmeye
gücü yetecek olursa bu define İslam ülkesinde bulunan definelerin hükmüne
girer. Dolayısıyla bu definenin beşte birini devlet alır, kalanı da bulan
kimsenin olur. Eğer bu defineyi islam askerlerinin yardımı ile ele geçirecek
olursa; o zaman bu define ganimet hükmüne girer, Ganimet taksimi esaslarına
göre taksim edilir. İmam Malik ile el-Evzâî bu görüştedirler. İmam Şafiî'ye
göre ise; bu define kafirlerin ölü arazisinde bulunmuşsa, İslam ülkesinde
bulunan definelerin hükmüne tabi olur. Hanefi ulemasına göre ise, bu define
ganimet hükmündedir. Gaziler arasında taksim edilir. Delilleri, mevzuumuzu
teşkil eden hadis-i şeriftir. "Altın ile gümüşten ve düşman ülkesine
girince savaşsız olarak ele geçirilen mallardan da nefel verilebilir"
diyen Cumhur ulemanın delilini teşkil eden bu hadisin senedinde Asım b. Küleyb
vardır. Ali b. el-Medenfye göre, bu ravinin yalnız başına rivayet ettiği
hadisler delil olma niteliğinden mahrumdurlar. Ahmed b. Hanbel, Ebû Hatim
er-Râzî, Nesâî gibi hadis alimleri ise onun rivayet ettiği hadislerde bir kusur
görmemişlerdir.[418]
2754. ...(Bir Önceki
hadisin) manası yine aynı senedle Asım b. Küleyb'den de (rivayet edilmiştir)[419]
Bu hadis mana itibariyle bir
önceki hadisin aynısıdır. Bu bakımdan bir önceki hadis üzerinde yapmış
olduğumuz acıklama bu hadis için de geçerlidir.[420]
2755. ...Amr b. Absete
dedi ki; Rasûlüllah (s.a) ganimet olarak ele geçen develere doğru bize namaz
kıldırmıştı. Selam verince, devenin yan tarafından bir kıl aldı. Sonra
"Bana sizin ganimetlerinizden şu kadarı bile helal değildir (Bana helal
olan) sadece humusdur. Humus da size sarfedilir." Buyurdu.[421]
Bu hadis-i şerif mana olarak
2694 numaralı hadiste geçmiş-ti. Ancak 2694 numaralı hadis üzerinde yaptığımız
açıklama bu hadis için geçerli değildir. Çünkü Resulü Ekremin 2694 numaralı
hadiste geçen sözleri, sadece Hevazin kabilesinden alınan ganimetlerle ilgili
idi. Ve sözü geçen hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi, Hz. Peygamber
Hevazin kabilesinden alınan ganimetlerdeki haklarından sadece humus hakkını
almış, peygamber olarak alabileceği safiyy hakkı ile bir mücahid olarak
alabileceği ganimet payı hakkını almaktan feregat etmişti.
Hz. Peygamberin bu hadisteki
ifadesi; belli bir ganimete tahsis edilemez: Buradaki ifade tüm ganimetlerle
ilgilidir. Çünkü bu hadisin metninde geçen "sizin
ganimetlerinizden" sözü tüm ganimetlere şamildir.
Fakat bu hadisin metninden
bazı kısımlar atlanmıştır. Bu hadisin Ah-med b. Hanbel'in Müsnedindeki metnini
incelediğimiz zaman, atlanan kısimIan orada görmemiz mümkündür. Sözü geçen
Müsned'de bu hadisin tamamı şu manaya gelen lafızlarla rivayet edilmiştir:
Rasûlullah (s.a).bize bir gazvede -henüz takdim edilmemiş- bir deveye doğru
namaz kıldırdı. Selam verince kalkıp (deveden) bir kıl aldı şu kıl sizin
ganimetlerinizdendir. Benim bu ganimetlerde humusun dışında sizinle beraber
alacağım paydan başka bir payım yoktur. Ancak (sizden fazla olarak bir humus
alıyorum) humus'ta size sarfedilir. Binaenaleyh yanınızda iğne-iplik
(iğne-iplikten) daha büyük veya daha küçük (ganimet namına ne varsa) getirip
teslim ediniz.” buyurdu.[422]
Buna göre, mevzumuzu teşkil
eden bu hadis-i şerifte, Hz. Peygamberin bir mücahid olarak, ganimetlerden
diğer mücâhidler gibi bir pay alma hakkı yanında, devlet reisi olarak da humus
(beştebir pay) alma hakkı olduğu ifade edilmektedir.
Bilindiği gibi Hz. Peygamberin
peygamber olarak ganimetler taksim edilmeden önce alacağı bir pay daha vardır
ki; buna "safiyy" denilir. Nitekim şu manaya gelen lafızlarla
rivayet edilen bir hadis bunu açıkça ifade etmektedir: "Siz namazı kılıp,
zekatı, ganimetlerin beştebirini ve peygamberin hakkı olan safiyyi peygambere
verirseniz, Allah'ın ve Rasûlünün ema-mnda olursunuz.”[423] Hz. Peygamberin ganimetler dağıtılmadan
önce, peygamber olarak Safiyy adıyla alacağı hisse, kendi seçimine
bırakılmıştır. Şöyle ki; ganimetler dağıtılmadan önce bir köle, ya bir cariye
veya bir at seçip alır. İşte safiyy budur.[424] Fakat mevzumuzu teşkil eden hadis-i
şerifte safiyyden bahsedilmemiş sadece bir devlet reisi olarak ganimetlerden
alabileceği humustan ve almış olduğu bu humusu (beşte bir hisseyi de) yine
müslümanla-rın ortak menfaatlerine sarf ettiğinden bahsedilmiştir,
Hanefi âlimlerine göre ise
Safiyy; Hz. Peygamberin, peygamber olarak ganimetlerin taksiminden önce onların
içinden bir kılıç veya zırh ya da bir cariyeyi seçip alma hakkıdır. Hz.
Peygamberin vefatıyla humustan alacağı beşte bir hisse ve safiyy hakkı
düşmüştür.[425] Dolayısıyla Hz. Peygamberin, ganimetlerden ayrılan
humustan, kendisi için aldığı beşte bir hisse de, yine ümmetine kalmıştır. Sağlığında
ise ganimetler bölüşülmeden önce "... Bilin ki ganimet aldığınız şeylerin
beşte biri Allah'a Rasulüne ve (Allah'ın Rasû-lüne) akrabalığı bulunan (lar) a,
yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir. Allah herşeye kadirdir."[426] ayet-i kerimesi emrince humusu şu
şekilde beş kısma ayırırdı:
1. Hz. Peygamber için,
2. Hz. Peygamberin akrabaları
için
3. (Fakir olan) öksüzler için
4. Yoksullar için
5. Yolcular için.
Ayet-i kerimede her ne kadar bir
de Allah'ın hakkından bahsediliyorsa da bu, Hz. Peygamber'in humustan alacağı
beştebir paydan başka bir pay değildir. Allah ismi aslında ayet-i kerimenin
başında teberrüken zikredilmiştir. Ayrıca Allah'a bir hisse daha ayrılması için
zikredilmiş değildir.
Görülüyor ki, Hz. Peygamber
sağlığında humusun tümünü kendi ihtiyaçları için harcamamıştır. Humusun sadece
beşte birini kendi ihtiyaçları için harcamış, vefatından sonra alınan
ganimetlerdeki hakkı düşmüştür. Hz. Peygamberin yakınlarının humustaki haklan,
sağlığında kendisine yaptıkları hizmete bağlıydı. Bu yüzden, hem cahilliyye
döneminde hem de islamiyet geldikten sonra Hz. Peygambere yardımda geri
durmadıkları için Abdulmutta-lib oğullarına humustan pay verdiği halde»
kendisine onlardan daha yakın olan Ümeyye oğullarına vermemiştir.
Hz. Peygamberin vefatından
sonra, yakınlarının ganimetlerden pay almaları, fakir olmalarına bağlıdır.
Eğer fakirlerse ganimetten pay alırlar, fakir değilseler alamazlar. Bir başka
ifadeyle, Hz. Peygamberin vefatından sonra akrabalarının humustan beştebir hak
alabilmeleri için, humustan beştebir hak alan diğer üç sınıftan birinin içine
girmeleri gerekir. Yani ya yoksul, ya öksüz vey4.yolcu olmaları gerekir.
Netice olarak Hz. Peygamberin vefatından sonra humustan üç sınıf beştebir pay
alma hakkına sahiptir. Bunlar yoksullar, yolcular, yoksul olan öksüzlerdir.
Humusun geriye kalan kısmı ise savaş malzemeleri gibi ümmetin ortak
ihtiyaçlarına sarfedilir.[427]
2756. ...İbn Ömer'den
(r.a) demiştir ki: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki; "Verdiği sözü tutmayan
bir kimse için kıyamet günü, bir bayrak dikilir (ve) bu (bayrak) falan oğlu
falanın ahdini bozması (nın alameti) dir, denilir."[428]
Verdiği sözü tutmayıp onu
bozan kimseyi teşhir suretiyle, onu insanlar huzurunda, rezil ve rüsvay etmek
için kıyamet gününde arkasına bir bayrak dikilir ve bir münadi; işte bu verdiği
sözü bozan kimsedir, diye yüksek sesle bağırır.
Hadis-i şerif, ahdini bozan
kimseleri kıyamet gününde bekleyen bu kötü akıbeti haber vermektedir.
Hafız İbn Hacer'in
el-Fethu'l-Barî isimli eserinde yaptığı açıklamaya göre İbn Ebû Cemre bu hadis
hakkında şunları söylemiştir: Kıyamet gününde ahdini bozan kimseler için,
ahidlerini bozmaları sayısınca bayraklar dikilir. Bu kimselerin ahdi bozma işi
dünyada genellikle gizli kaldığı için Allah, onları bu suçlarını teşhir etmek
suretiyle cezalandırır. Aslında Araplar, bayrak dikme tabirini; bir işi en iyi
şekilde teşhir etmek anlamında kullanırlar. Hadiste geçen "bayrak
dikilir" sözünü "o kimse en iyi bir şekilde teşhir edilir/1 manasında
anlamak gerekir.[429]
2757. ...Ebû Hureyre'den
demiştir ki: Rasûlullah (s.a) şöyle buluştur: "Devlet başkam bir
kalkandır, savaşa ancak onunla girilir."[430]
Devlet başkanı bir kalkan gibi
müslü-manları düşmanın tehlikelerinden korur. Bu görevini hakkıyla yerine
getirebilmek için icabında, bazan düşmanla sulh yapar. Bazan da düşmana karşı
savaş ilan eder veya düşmanlardan bazılarına eman verir. Bu yetkiler, sadece
devlet başkanına verilmiştir. Devlet başkanı, tebaasını ileride zuhur
edebilecek tehlikelerden korumak amacıyla, ilan ettiği harplere bizzat kendisi
kumandanlık edebileceği gibi, bu görevi uygun göreceği başka bir kimseye de
verebilir. Binaenaleyh, bir devlet başkanının müslümanların istikbalini düşünerek
hak, adalet ve takva ölçüleri içerisinde harp ya da sulh ilan etmek gibi,
devletler arası siyasi kararlarına, her müslümanın uyması gerekir. Devlet başkanının
bu nevi kararlarına uyan bir müslüman, bu itaatinden dolayı ecir ve sevaba nail
olacaktır.
Düşmana karşı savaş ilan
etmek, düşmanla sulh yapmak, eman vermek yetkisinin sadece devlet başkanına ait
bir yetki olduğuna işaret eden bu hadisle, "Müslüman tebeadan herhangi
bir kimsenin bile eman verebileceğini" ifade eden (2751) numaralı hadis-i
şerif arasında bir çelişki bulunduğu zan-nedilmemelidir. Çünkü müslüman
tebeadan bir kimsenin, bütün müslüman-larca muteber sayılan emanı, o müslümanın
bir köy, şehir veya kale halkı gibi kafirlerden bir gruba vermiş olduğu
emandır. Fakat kafirlerin tümüyle ve bazı nesilleriyle ilgili büyük çapta eman
verme hakkı ise sadece devlet reisine aittir.[431]
2758. ...Ebû Rafı dedi
ki: Kureys (halkı) beni Rasûlullah (s.a)'e (elçi olarak) gönderdi. Rasûlullah
(s.a)'i görünce kalbime İslam (a girme arzusu) düştü. Bunun üzerine "Ey
Allah'ın Rasûlü, Allah'a yemin olsun ki ben Kureyşlilere asla bir daha
dönmeyeceğim" dedim. Rasûlullah (s.a) "Ben ahdimi bozmam ve (bana
gelen) elçilere baskı yapmam. Fakat sen (Kureyşe) geri dön. Eğer şu anda
kalbine gelen (İslam'a girme arzusu orada yine) kalbine gelecek olursa (o
zaman buraya) dön gel" buyurdu. Bunun üzerine (gerisin geriye Mekke'ye)
gittim. Sonra Peygamber (s.a.)'e (tekrar) geldim ve müslüman oldum. (Bu
hadisin ravilerinden) Bekir dedi ki: (Hasen b. Ali) bana Ebû Rafi
nin (islam'a girmeden önce) kipti olduğunu bildirdi.
Ebu Davud der ki: Bu (hüküm, Hz.
Peygamberin yaşadığı) zamanda (geçerli) idi. Bu gün (için bu hüküm) uygun
değildir.[432]
Devlet başkanına elçi olarak
geldiği halde İslam ülkesinde müslümanlığı kabul eden bir kimsenin, İslam ülkesine
sığınma isteğinin kabul edilmeyip onun gerisin geriye kendi ülkesine gönderilmesi,
sadece Hz. Peygamber zamanına ait bir uygulamadır. Hatta böyle bir uygulama
sadece Hz. Peygambere ait özel bir uygulamadır.
Fakat günümüzde böyle bir
uygulama geçerli ve doğru olamaz. Çünkü Hz. Peygamber, karşısında bulunan
kimselerin durumunu Allah'ın bildir-mesiyle biliyordu. Nitekim sığınma hakkı
isteyen Ebû Rafi'nin Kureyş'e döndükten sonra, İslam'a girme arzusuyla tekrar
Medine'ye geleceğinden kesinlikle emindi. Bu nedenle onun sığınma hakkını
reddederek Kureyş'e dönmesini, isterse tekrar kendisine geri dönmesini tavsiye
etti. Gerçekten de Hz. Ebû Rafi, Mekke'ye gittikten sonra bir süre sonra
Medine'ye gelerek müslüman oldu.
Eğer Hz. Peygamber, Hz. Ebû
Rafi'nin sığınma isteğini kabul edip onu Mekke'ye göndermeseydi, bu uygulama
düşmanların "Muhammed, elçilere baskı yapıyor, insan haklarını çiğniyor,
inanç hürriyetine saygı duymuyor milletlerarası siyasi teamüllere uymuyor"
şeklinde aleyhte propaganda yapmalarına sebep olur ve bu yüzden de İslamın
geniş kitlelere yayılmasına büyük bir engel teşkil ederdi. Bu yüzden Hz.
Fahr-i alem, bir elçi olarak huzuruna gelen, Hz. Ebû Rafi'nin sığınma isteğini
reddetmiştir. Musannif Ebu Davud'da bu görüştedir.
İbn Teymiyye Müntekâ'l-Ahbar
isimli eserinde, Hz. Ebû Rafi'nin bu sığınma talebinin Hudeybiye musalahasının
yürürlükte olduğu zamana rastladığı için kabul edilmediğini iddia etmişse de
bu doğru değildir. Çünkü Hz. Ebû Rafi, Bedir, savaşından önce müslüman olmuş
Uhud savaşıyla ondan sonraki savaşların tümüne katılmıştır.[433]
2759. ...Himyer
(kabilesin) den olan Süleym b. Amir'den, demiştir ki:
Muaviye ile Rum (lar) arasında
bir (sulh) antlaşması vardı. (Muaviye bu antlaşma süresi sona ermeden önce)
Rumların ülkesine doğru yola çıkmıştı. Sulh (süresi) sona erince onlarla
savaşacaktı. Derken "Allahü ekber, Allahü ekber (Hayret doğrusu size)
hıyanet (etmeniz) değil (ahde) vefa" (etmeniz gerekir) diyerek, at
üzerinde veya acematı üzerinde bir adam çıkageldi. Bir de baktılar ki (bu adam)
Amr b. .Absete(imiş).Bunun üzerine Muaviye ona (birini) gönderdi (ve huzuruna
çağırttı) ve kendisine (bu meseleyi) sordu. (O da) :
Ben Rasûlullah (s.a)'ı
"Kimin herhangi bir
kavimle arasında bir antlaşma varsa, süresi sona erinceye kadar ya da karşılıklı
olarak (antlaşmayı) bozduğunu onlara bildirinceye kadar bu bağı ne (yeniden)
bağlasın ne de çözsün" buyururken işittim. dedi. Bunun üzerine (Muaviye
seferden) geri döndü.[434]
Metinde geçen "birzevn"
acem atı demektir. Çoğulu "Berazin" gelir. Anası arap âtı, babası
acem atı olan ata Mukrif babası arap atı anası acem atı olan ata da
"hecîn" denilir.
Metinde geçen Bu bağı ne
yeniden bağlasın, ne de çözsün" anlamındaki cümleden maksat, "oradaki
antlaşmayı bozmamaya son derece dikkat etsin." demektir. Bilindiği gibi
böyle bir ahdi yenilemekte hiçbir sakınca yoktur. Bu bakımdan ulema bu cümleye
"aradaki ahdi bozmaktan son derece kaçınsın" manası vermişlerdir.
Yine metinde geçen "ev yenbize ileyhim ala sevâin = Ya da karşılıklı
olarak anlaşmayı bozduğunu onlara bildirsin" cümlesiyle "Her iki
tarafta aralarındaki sulh antlaşmasının bozulduğunu bilmekte eşit olsunlar/'
demek istenmiştir. Çünkü karşı tarafın haberi olmadan, sulhu bozarak saldırıya
geçme ahde riayet etmemek ve karşı tarafa ihanet etmektir. Nitekim Allah'tı
Teâlâ "Bir kavmin (antlaşmaya) hainlik yapmasından korkarsan, sen de
(onların seninle yaptıkları antlaşmayı) aynı şekilde onlara at. Çünkü Allah
hainleri sevmez.”[435] buyurmakla sulhun bozulduğunu karşı tarafa ilan etmeden
onlara saldırıya geçmenin hainlik olduğunu haber vermiştir.
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifte, sulh süresi içerisinde sulh sona erince hemen saldırıya geçmek
üzere, düşman sınırına kuvvet göndermenin de ahde vefasızlık ve hainlik olduğu
ifade ediliyor. Amr b. Absete (r.a)'in bu hadis-i şeriften çıkardığı manaya
göre, sulh süresi sona erip de sulhun sona erdiğini karşı tarafa ilan etmedikçe
saldırıya geçmek veya saldırıya geçmek üzere yola çıkmak hainliktir. Bu
bakımdan sulh süresi sona erince, sulhun sona erdiğini ve savaşın
başlayacağını karşı tarafa haber verilmeli, ondan sonra eğer karşı taraf
müslüman olmayı yahut da cizye vermeyi kabul etmezse, ancak o zaman saldırıya
geçmelidir. Fakat karşı tarafın bir hıyaneti görülünce onlara ansızın
saldırmakta herhangi bir sakınca yoktur.[436]
2760. ...Ebû Bekre
Rasûlullah (s.a)'in:
"Her kim (kendisiyle)
antlaşma yapan bir kimseyi (antlaşma süresi sona ermeden, yani savaş) vakti
dışında öldürürse Allah ona cenneti haram kılar.[437] Buyurduğunu rivayet etti.[438]
Bu hadis-i şerifte sulh süresi
sona ermeden, antlaşmalı bir kav-me, sulhu bozmayı gerektiren hiç bir meşru
sebep yokken saldırıya geçip onları öldüren kimseler hakkında büyük bir tehdid
vardır. Bu gibi kimseler cennete ilk önce girme saadetine erişen, büyük
günahlardan kaçan bahtiyar kimselerle birlikte cennete giremeyeceklerdir.
Ancak, işledikleri bu günahın hesabını verdikten sonra cennete
girebileceklerdir.[439]
2761. ...Nüaym b. Mes'ûd
el-Eşceî'den demiştir ki:
Ben Rasûlullah (s.a) 'i
(Müseylimenin elçileri, huzurunda) Mü-seylime'nin mektubunu okudukları zaman
(Müseylime hakkında) siz ne diyorsunuz, derken işittim. (Onlar da) "Biz de
(onun bu mektupta) dediği gibi (Peygamber olduğunu) söylüyoruz." diye
cevap verdiler. Bunun üzerine (Hz. Peygamber) "Şunu iyi biliniz ki: Eğer
elçiler öldürülseydi ikinizin de boynunu vururdum.” buyurdu.[440]
Bilindiği gibi Müseylime, Hz.
Peygamber devrinde Peygamberliğini ilan eden ve Kezzab = yalancı ismiyle meşhur
olan kimsedir. Hanife oğullarından birçok kimseleri de kendine inandırmaya
muvaffak olan bu kimse, Hz. Ebû Bekir es-Sıddık'ın halifeliği sırasında
öldürülmüştür.
Şeyhü'l-islam İbn Teymiye'nin
Musannafında Ahmed b. Hanbel (r.a)'e nisbet ederek rivayet ettiği bir hadiste
Müseylime'nin Hz. Peygambere gönderdiği elçilerden birinin İbnü'n-Nevvaha
diğerinin de İbn Üsal isminde olduğu ifade ediliyor.
Bu iki elçi Hz. Peygamberin
huzurunda Müseylime'nin peygamberlik iddiasını tasdik etmekle, İslam dininden
çıkmış olduklarından ölüm cezasını hak etmiş oldular. Fakat elçilik görevleri,
öldürülmelerine engel teşkil ettiğinden onlara sadece "Şunu iyi biliniz
ki: Eğer elçiler öldürülseydi ikinizin de boynunu vururdum." demekle
yetindi.
Hz. Peygamberin bu sözü, küfür
diyarından elçi olarak İslam ülkesine gelen bir elçinin, devlet başkanının veya
diğer müslümanların huzurunda küfrü gerektiren bir söz söylemesi halinde bile
öldürülemeyeceğini ifade etmektedir. Çünkü elçilik, taraflar arasında
anlaşmayı sağlayan bir görev olduğundan, elçiler kendileriyle antlaşma yapılan
taraflar hükmündedirler. Bu sebeple kendilerine saldırılamaz.
Ancak elçiler fevkalade
hallerde (gözaltında) tutulabilirler. Bu sebepten peygamber (s.a) Mekke'de alıkonulan
müslüman sefir, kendisinin ordugâh kurduğu Hudeybiye'ye sağ ve salim avdet
edinceye kadar Mekkeli murahhasları alıkoymuştu.[441]
2762. ...Harise b.
Mudarrab'dan rivayet olunmuştur ki, Abdullah İbn Mes'ud (r.a) in yanına varıp
"Bende hiçbir Araba karşı düşmanlık yoktur. Hanife oğullarının mescidine
uğradım. Bir de ne göreyim, hepsi Müseyleme'ye. inanıyorlar." demiş.
Bunun üzerine Abdullah (b. Mes'ûd) onlara haber gönder (ip huzuruna
gelmelerini iste) di. Kısa bir süre sonra hepsi (huzuruna) getirildi. (Hz.
Abdullah) İbnü'n-Nevvaha'dan başka hepsinden tevbe etmelerim istedi (ve)
Îbnü'n-Nevvaha'ya dönerek -sen Müseyleme'nin elçisi olarak geldiğin zaman ben
Rasûlullah (s.a)'ı (sana hitaben):
"Eğer sen elçi olmasaydın
boynunu vururdum." derken işittim. Sen bugün (artık) elçi değilsin- dedi
ve Karaza b. Ka'b'a (İbnü'n-Nevvaha'yı öldürmesi için) emir verdi. (Karaza da)
Sokakta onun boynunu vurdu. Sonra (Hz. Abdullah veyahut Karaza) "Kim
İbnti'n-Nevvaha'yı sokakta ölü olarak görmek istiyorsa" (Gitsin onu sokakta
ölü olarak görsün) dedi.[442]
Hz. Harise b. Mudarrab'ın
Abdullah b. Mes'ûd'un huzurunda "Bende hiçbir Arab'a karşı kin
yoktur" demekten maksadı, herhangi bir düşmanlık ve kin tesiri altında
konuşmadığını ve Hanife oğullan hakkında söyleyeceği sözlerde hissi olmadığını,
anlatarak Hz. Abdullah'ın kendisine güvenini sağlamak ve söyleyeceği sözlerin
doğruluğuna onu inandırmaktır.
Hz. îbn Mes'ûd, Rasûlü zişan
efendimizin -"Eğer sen elçi olmasaydın, boynunu vururdum."sözünden
İbn Nevvâha'nınöldürülmesi gerektiği halde elçilik görevinde bulunduğu için
onu öldürmediği manasını çıkarmış, sonra da ondan elçilik görevi kalkınca,
tevbeye davet etmeden onun boynunu vurmuştur.
Bu hadis-i şerif, küfrünü
içinde gizleyip de tevbe etmediği anlaşılan bir kimseyi Öldürmenin caiz
olduğunu söyleyen İmam Malik'in delilidir. Gerçi Hanife oğullarının bir îsjam
ülkesi olan Kufe'de küfürlerini izhar etmeleri mümkün değildi. Hz. Harise b.
Mudarrab onların içlerine girerek hallerine yakından vakıf olmuştu. O sırada
Kufe'de vali bulunan Abdullah bin Mes'-ud (r.a) durumu öğrenince onları tevbeye
davet etmişti. Hz. İbn Mes'ud'un bunların Müseyleme'ye kesin bir şekilde iman etmeyip
de sadece kalplerinde Müseyleme'ye karşı bir meyil olduğunu, fakat ona kesin
bir şekilde iman etmediklerini hissettiği için onları tevbeye davet etmiş ve
tevbeleri sonunda serbest bırakmış olabilir. Fakat onların, Müseyleme'ye kesin
bir şekilde inanıp İslam'dan döndüklerine inanmış olsaydı İbnü'n-Nevvaha gibi
onları da öldürürdü. Hattâbî'nin açıklamasına göre; Hz. Abdullah'ın,
İbnü'n-Nevvaha'yı öldürdüğü halde diğerlerini tevbeye davet ederek tevbeleri sonunda
onları serbest bırakmasının sebebi budur. İbnii'n-Nevvaha'yı ise tevbeye davet
etmeye lüzum görmemiştir. Çünkü o küfrünü açıklıyor ve halkı açıkça
Müseyleme'ye inanmaya davet ediyordu.[443]
2763. ...İbn Abbas'dan
demiştir ki:
Ebû Talib'in kızı Ümmü Hanî,
kendisine (gelerek) -Fetih günü müşriklerden birini himayesine aldığını ve
Peygamber (s.a)'e varıp bunu haber verdiğini (Hz. Peygamberin de)
"Senin himayene aldığın kimseyi
biz de himayemize almışızdır. Senin eman verdiğin kimseye biz de eman
vermişizdir." buyurduğunu-söylemiştir.[444]
Hz. Ümmü Hani'nin himayesine
aldığı kimse Haris b. Hişam b. Muğire el-Mahzumi'dir.
Eman: Güvene ulaşması
hususunda düşmana verilen söz veya yapılan işaretten ibarettir.[445] Emanın rüknü, emanı bildiren şeylerdir.
Bu cihetten eman üç kısma ayrılır:
1. Eman-ı sarih (sarih eman):
Bir kimseye karşı "Sana eman verdim", "Siz eminsiniz",
"Size bir zarar yoktur" gibi bir tabirle verilen emandır.
2. Eman bilkitâbe (yazıyla
verilen eman): Ehl-i harbe emanname gönderilmek suretiyle verilen emandır.
Şu kadar var ki: Bu emannameyi
gönderen zatın emin, müslüman, diğer şartlan taşıyan kimse olduğu malum
olmalıdır. Bunlar delilleriyle bilinmedikçe eman tahakkuk etmiş olmaz.
3. Eman bilkinâye (kinaye ile
eman) Emanı işrab ve ifnam eden bir tabir veya bir işaretle verilen emandır.
"Geliniz" "korkmayınız" diye kendilerine hitabedilen
şahıslar, bunun eman olduğuna zahib bulundukları takdirde emana nail olmuş
olurlar.[446]
Bu mevzuda Dürrü'1-Muhtarda
şöyle deniyor: "Hür erkeğin veya kadının, her ne kadar fasık, yahut kör,
yahut ihtiyar olsa bile, yahut cihad için kendilerine izin verilmiş çocuk veya
köle de olsa, eman verdiği kafirler öldürülemez. Müslümanlar, emanı bildikten
sonra her ne kadar kafirler o lisanı bilmeseler bile öldürülemezler. Ancak
kafirlerin emanı müslümanlardan işitmeleri şarttır. Kafirler müslümanlardan
uzak bir yerde oldukları için emanı işitmezlerse, bu emana itibar edilmez.[447]
1. Mekke harple fethedilmiştir.
Eğer sulh ile fethedilmiş olsaydı, Mekkehlenn tumune eman verilmiş olurdu.
Dolayısıyla Hz. Ümmü Hani'nin Mekkelilerden bir kişiye özel olarak eman verip
ayrıca bu emanı Hz. Peygambere tasdik ettirmesine lüzum kalmazdı.
2. Kadının vermiş olduğu eman
sahihtir. Nitekim ulemanın çoğuna göre kölenin vermiş olduğu eman da sahihtir.
Ancak rey taraftarları, bu mevzuda köleyi savaşa katılan köle ve savaşa
katılmayan köle olmak üzere ikiye ayırırlar. Savaşa katılan kölenin verdiği
emanı sahih, savaşa katılmayan kölenin verdiği emanı da geçersiz sayarlar.[448]
2764. ...Aişe (r.a)'den
demiştir ki:
"Eğer (müslüman) bir
kadın mü'minlere karşı (bir kafire) eman verecek olursa (bu eman)
geçerlidir."[449]
Şevkanî'nin yaptığı açıklamaya
göre İmam Malik (r.a)'in arkadaşlarından olan Abdü'l-Melik b. Mecişun'ün
dışında ulemanın tümü kadının verdiği emanın geçerli olduğunda görüşbirliğine
varmışlardır. Ancak Abdülmelik b. Macişün eman verme yetkisinin sadece devlet
başkanına ait olduğunu söylemiştir.
Hafız İbn Hacer'in
Fethu'l-Bari sindeki açıklamasına göre bu mevzuda Sehnun'da İbn Mâcisün gibi
düşünmektedir.[450]
2765. ...Misver b.
Mahreme'den demiştir ki:
Peygamber (s.a) Hudeybiye
yılında ashabından bin küsur (kişi) ile (birlikte Medine'den Mekke'ye doğru
yola çıktı.) Nihayet Zülhu-leyfe'ye vardıkları zaman kurbanlığına gerdanlık
taktı, onu işaretledi ve umre (yapmak niyetiyle) ihrama girdi, (ravi) Hadisi
(ayrıntılarıyla) sevk(e devam) etti (ve daha sonra şunları söyledi): Peygamber
(s.a) üzerinden Mekkeliler (karargahın)a inilen Seniyye mevkiine gelmişti ki,
burada (kasva isimli) devesi çöktü. Halk "Yürü, yürü" dedi (ler ve)
iki defa "kasva huysuzlaşıp yürümez oldu." diye (bağırdılar). Bunun
üzerine Peygamber (s.a) (kasva) -"Yürümemekte inatçılık etmez. Bu onun
adeti değildir. Fakat onu (yürümekten) alakoyan (kuvvet) (Eb-rehe'nin) Fili (ni
yürümekten) alakoyan (kuvvet) tir-" buyurdu. Ve (sözlerine devam ederek)
"Varlığım elinde olan zata yemin olsun ki; Mekkeliler bugün Allah'ın
(haram dahilinde) muhterem kıldığı şeylere tazim kasdederek benden ne kadar
müşkül talebde bulunurlarsa ben onu (mutlaka) onlara vereceğim" buyurdu,
sonra deveyi (yürümeye) teşvik etti. Bunun üzerine (hayvan) sıçra (yıp kalk)dı
ve Mekkeliler (in bulunduğu yön) den (aksi istikamete) döndü. (Hudeybiye'ye
doğru ilerlemeye başladı) Nihayet (Peygamber Efendimiz) Hudeybiye'nin suyu az
olan Semed kuyusu üzerindeki son noktasında konakladı. Bu sırada yanına Büdeyl
b. Verka el-Huzaî, sonra da Urve b. Mes'ûd geldi. (Urve Arapların adeti üzere
Peygamber (s.a)'ın sakalından tutarak onunla konuşmaya başladı. Muğire b. Şu'be
de başında miğfer ve yanında kılıç olduğu halde Peygamber (s.a)'in yanında
bulunuyordu. Kılıcın sapıyla Urve'nin eline vurdu ve (Urve'ye): Elini onun
sakalından geri çek!" diye haykırdı. Bunun üzerine (Urve) başını kaldırıp
"Bu (da) kim?" dedi. (Oradakiler de kardeşinin oğlu) "Muğire b.
Şu'be'dir" karşılığını verdiler. (Urve Muğire'ye hitaben): "Ey
gaddar! Ben hala senin (cahiliyyetteki) hıyanetini ödemeye çalışmakla meşgul
değil miyim?" dedi. Muğire (müslüman olmadan önce) cahiliyyette (Malik
oğullarından) bazı kimselerle yol arkadaşlığı etmiş (ve yolda) bunları öldürüp
mallarını almış, sonra (Medine'ye) gelip müslüman olmuştu. (Bu mallan getirip
Hz. Peygambere arz edince) Peygamber (s.a) "Müslümanlığını kabul
ediyoruz, fakat mala gelince, o hıyanet malıdır. Bizim ona ihtiyacımız yoktur."
buyurdu (Ravi Misver bu) hadisi (tam olarak) rivayet etti (Fakat Musannif Ebu
Davud onu kısaltarak nakletti. Kureyş'in Hz. Peygamber ile sulh yapmak üzere
gönderdiği Süheyl, müslümanların yanına gelince Hz. Peygamber onunla on
senelik bir sulh akdi üzerinde anlaştı) Bunun üzerine Peygamber (s.a) (Ali b.
Ebû Talib(r.a)'ı çağırıp ona hitaben ev Ah*)"Şu, Muhammed'in üzerinde
karar kıldığı hükümdür, diye yaz!" buyurdu. Süheyl'in, Allah'ın peygambere
indirdiği kitapları inkar ettiğini, O'na anlattı (Hz. Ali Hz. Fahr-i Kainat'ın
kabul ettiği sulh akdinin metnini (yazarken) Süheyl "Bizden bir kimsenin
sana sığınamayacağına, (sana sığınmak için yanınıza gelen bu kimse) Senin
dininde bile olsa (derhal) onu bize iade edeceğine dair." (anlaşmaya
vardığımız da yazılsın) dedi. Hz. Peygamber (bu metnin) yazılmasını
bitirdikten sonra sahabilerine "Kalkınız (hediyelik kurbanlarınızı)
boğazlayınız, sonra da tıraş olunuz." buyurdu. Sonra mü'min muhacir
kadınlar geldi(ler. Nitekim Yüce Allah, ey inananlar! mü'min kadınlar göç
ederek size geldiği zaman, onları imtihan edin)[451] ayet (i kerimesinde bu olaya işaret
buyurmuştur. Yüce Allah mü'min kadınların muhacir olarak Medine'ye gelmeleri
üzerine indirdiği bu ayet-i kerimeyle) bu kadınların Kureyşlilere geri verilmesini
yasakladı ve kafir kocalarının bunlara sarfettikleri mehir kadarını onlara,
müslümanların da ver(ererek onlarla evlen) melerini emretti. Daha sonra
(Rasûlullah (s.a) Medine'ye döndü. Bu sırada Kureyş'ten Ebû Basir (isimli) bir
adam (müslüman olarak) Hz. Peygamberin yanına geldi (Kureyşliler) onu istemek
üzere iki elçi gönderdiler (Rasûlü-Zîşan Efendimiz de sulh hükümlerine uyarak)
Ebû Basir'i (bu) iki adama geri verdi. (Onlar da) Ebû Basir ile birlikte (yola)
çıktılar. Nihayet Zülhuleyfe'ye vardıkları zaman (yanlarında bulunan) hurmadan
birazını yemek için oraya indiler. Ebû Basir (bu) iki kişiden birisine (yani
Huneys'e): "Ey falanca vallahi ben senin şu kılıcını çok güzel
zannediyorum." dedi (kılıcın sahibi olan) öbür kişi de kılıcı (kınından)
çekerek: "Evet (öyledir) Ben de bu kılıcı (çok) denedim." diye
karşılık verdi. Ebû Basir de "Onu bana göster de (iyice bir) bakayım"
dedi (karşıdaki) ona bu imkanı verdi. (Ebû Basir, hemen) kılıcı ona vurdu.
Nihayet (adam kılıcın darbesiyle) can verdi. (Ölünün yanında yol arkadaşı
olarak bulunan) öbür adam kaçıp ta Medine'ye vardı ve koşarak mescide girdi.
Bunun üzerine Peygamber (s.a) "Gerçekten şu adam bir korku görüp
geçirmiştir." buyurdu, (o kimse Hz. Peygambere iyice yaklaştıktan sonra)
(Vallahi) "Arkadaşım (Ebû Basir tarafından) öldürüldü (Ona engel
olmazsanız) kesinlikle ben de öldürüleceğim" dedi. Bu sırada Ebû Basir de
çıka geldi:
(Ey Allah'ın Rasûlü vallahi)
-"sana Allah ahdini yerine getirtti. Beni müşriklere geri gönderdin, sonra
da Allah beni onlardan kurtardı." dedi. Peygamber (s.a)
"Harbi kızıştırması
yönünden, Ebû Basir'a hayret doğrusu. Eğer onun yanında bir kişi daha
olsa" (Kureyş ile aramızda olan sulhu bozup harbi yeniden başlatırdı) dedi.
(Ebû Basir) Bu sözü işitince (Hz. Peygamber'in kendisini Kureyşlilere
göndereceğini anladı ve hemen (Hz. Peygamberin) huzurundan) çıktı. (Yollara
düştü) Nihayet deniz sahiline geldi. (Bu sırada) Ebû Cendel'de (müşriklerin
elinden) kurtulup Ebû Basir'e iltihak etti. Nihayet (Ebû Cendel'in yanında müşriklerin
elinden kurtularak kaçıp gelen) bir cemaat toplandı.[452]
Hudeybiye; Mekke yakınında
bulunan bir köyün adıdır, is-mini burada bulunan bir kuyudan almıştır. Siyer
ulemasının ihtilafsız beyanına göre, Hz. Peygamber Hudeybiye seferine hicretin
altıncı yılı zilkade ayının ikisine tesadüf eden pazartesi günü çıkmıştır.
Ramazanda hareket edipŞevval ayında Hudeybiye'ye vardığına dair Urve'den gelen bir
haber varsa da sarih Aynî bu haberin garib olduğunu söylüyor. Metinde geçen
Kurbanlığa gerdanlık takmak tabirinden maksat hacda kesilecek develerin,
kurbanlık olduklarının bilinmesi için boyunlarına ip, nalın gibi birtakım
alametler takmaktır. Kurbanlığı işaretlemek ten maksat ise kurbanlık devenin
hörgücünün sağ ya da sol tarafını kanatmaktır. Bu işaret hayvanın-kurbanlık
olduğunun bilinmesine yarar. İbn İshak'ın rivayetine göre Hz. Peygamber bu
sefere Umre, yani ka'be-i muazzamayı ziyaret ve tavaf niyetiyle çıkmıştı,
katiyyen harp etmek istemiyordu. Yola bu maksatla çıktığına herkesi inandırmak
için sahabilerine harp malzemesi aldırmayıp sadece yolcu silahı olan birer
kılıç taktırmıştı. Medine civarında bulunan, Müzeyne, Cü-heyne, Gifar, Eşca,
Eşlem kabilelerini de birlikte hac etmek üzere davet etmişti. Fakat bu
kabileler, Kureyş'ten korkarak: "Rasulullah kendisini harp tehlikesine
atıyor. Herhalde Kureyş kendisini Ka'be'yi ziyaretten men edecektir."
diye çoğu bu sefere katılmaktan kaçındı. Hz. Peygamber muhacirler ile,
ensardan ve bunlara iltihak eden diğer araplardan teşekkül eden bir sahabi
topluluğuyla yola çıktı ve Medine'nin mikatı olan "Zülhuleyfe" mevkiinde
ihrama girdi, kurbanlık develerine gerdanlıklarım takıp şevketti.
Kureyş'in beyti ziyaret ve
ta'zim maksadıyla yola çıkıldığından emin olmalarını istiyordu. İbn îshak,
yetmiş tane kurbanlık deve sevkedildiğini ve yediyüz kişi sefere katılıp, her
on kişiye bir kurbanlık deve düştüğünü bildirmiş ise de İbn Ukbe'nin Hz.
Cabir'den gelen rivayetinde her yedi kişiye bir deve alındığı ve bu sefere bin
dörtyüz kişinin iştirak ettiği haber verilmiştir.
Bu kurbanlık develeri
Huzaa'dan Naciye isminde biri sevketmiştir, Kureyş'in Hal ve harekatını
anlayıp bildirmek üzere de Büsr b. Süfyan maiyetine yeteri kadar kuvvet
vererek gözcü gönderdi. Asfan mevkiine varınca Büsr b. Süfyan kendilerine
yetişerek:
Ya Rasûlullah! Kureyş sizin
hareketinizi işitmiş ve Mekke'den çıkıp Zîtuvâ mevkiine gelerek
konaklamışlardır. Halid b. Velid de bir süvari müfrezesiyle, Gamım mevkiinde
bulunduğunu söyledi. Bunun üzerine Rasûl-ü Ekrem beraberindekilere yolun sağ
tarafını tutmalarım emretti.
Musannif Ebû Davûd, "Ravi
hadisi şevketti." sözüyle, ravi Misver'in aslında tam olarak rivayet
ettiği bu hadisi kendisinin kısaltarak naklettiğini ifade etmek istemiştir.
Gerçekten musannif, hadisi kısaltarak rivayet etmiştir. Kısaltırken mevzuya
ışık tutan bazı kısımlarını atlamıştır.
Mevzunun tam olarak
anlaşılması ve hadis-i şeriften tam olarak istifade edilebilmesi için atlanan
kısımların zikredilmesinde fayda görüyoruz. Bu-hârî'nin sahihinde Hudeybiye
seferi, şu manaya gelen lafızlarla rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a)
Hudeybiye seferinde (Medine'den hareket ederek yola) çıkmıştı. Yolun bir
kısmına vardıklarında (yanındakilere): -"Halid b. Velid birtakım Kureyş
süvarileriyle gözcü olarak Gamım mevkiinde bulunmaktadır. Şimdi siz yolun sağ
tarafını tutunuz!" buyurdu. Vallahi Halid (b. Velid) Peygamber (s.a) ile
maiyyetinin hareketini anlamadı. Nihayet Halid, ordumuzun kaldırdığı kara tozu
gördü de hayvanına ayağıyla vurup koşturarak (Rasul-ü Ekremin geldiğini)
Kureyş'e bildirmek üzere (süratle) gitti. Peygamber (fi,a) de orduyla yürüdü.
Nihayet Seniyye tepesine gelmişti ki oradan Kureyş üzerine inilirdi. Burada
Rasûlullah (s.a) in bindiği (Kasva) isimli deve çöktü. Halk "Kasva
huysuzlaşıp yürümez oldu. Kasva huysuzlaşıp yürümez oldu." demeğe
başladı. Hayvan (ı sevk ettilerse de) çökmekte İsrar etti. Yİne halk
"Kasva huysuzlaşıp yürümez oldu, kasva huysuzlaşıp yürümez oldu."
demişti. Bunun üzerine Peygamber (s.a):
"Kasva huysuzlaşıp da
yürümezlik etmez. Onun çökme huyu da yoktur. Fakat (vaktiyle Mekke'ye
girmekten) Fili meneden (kuvvet şimdi de) Kasva'yi men'etti." buyurdu.
Bundan sonra Rasûlullah:
"Varlığım kudret elinde
bulunan Allah'a yemin ederim ki Kureyş, Allah'ın (Harem dahilinde) muhterem
kıldığı şeylere ia'zinı kasdederek benden ne kadar müşkil talepte bulunursa
ben onu muhakkak onlara vereceğim" buyurdu. Sonra kasva'yı sürdü. Hayvan
hemen sıçrayıp kalktı.
Ravi demiştir ki: Bu defa,
Rasûlullah Kureyş tarafından dönerek nihayet suyu az olan "Semed"
kuyusu yolu üzerindeki Hudeybiye (mevkii) nin son bulduğu yere indi. (Daha önce
oradan gelip geçen) halk bu az sudan birer parça almış orada kalmaya yetecek
kadar su bırakmayıp, kuyunun suyunu tamamen çekmişlerdi. Şimdi Rasûlullah
(s.a) e susuzluktan şikayet olundu. Bunun üzerine Rasûlullah ok torbasından
bir ok çıkardı. Sonra onlara bu oku Semed kuyusuna koymalarım emretti.
Vallahi o anda kuyunun suyu
coşmaya başladı. Suyun bu feveranı Hz. Peygamberin sahabileri oradan dönünceye
kadar onları suya kandırmak için devam etti. (Orada bulunanlar kuyunun
kenarında oturarak su kaplarını doldururlardı) Rasûlullah ile beraberindeki
sahabiler bu halde iken Huzaa kabilesinden olan Büdeyl b. Verka kendi
kabilesinden birkaç kişi ile çıkageldi (Mekke ve havalisindeki) Tihane
kabileleri arasında Huzâiler, ötedenberi, Rasûlullah (s.a) in sırdaşı idi.
(Müslim olsun, müşrik olsun bütün Huzâîler Mekke'de olup biten herşeyi Rasul-ü
Ekrem'den saklamazlar, gizlice bildirirlerdi.)
Büdeyl gelince Hz. Peygambere:
-(Haberiniz olsun, Kureyş'in)
Ka'b b. Süheyl ile Amr b. Lüey kabileleri Hudeybiye sularının en zengin
menbalarına kondular. Sütlü ve yavrulu develeri (kadınları ve çocukları) da
yanlarında bulunuyor. (Maişetleri yolundadır) Şimdi ben onları bu halde
bıraktım, geldim. Bunlar muhakkak size karşı harbedecekler ve sizi beyt-i
şerife girmekten men edeceklerdir" dedi. Rasûlullah da şöyle buyurdu:
"Fakat biz, hiçbir kimse
ile harbetmek için gelmedik. Biz yalnız umre etmek niyetiyle geldik. Bununla
beraber (Bedr ve Hendek)harbi,Kureyş'in maddi ve manevi bütün kuvvetlerini
za'fa ve onları hayli zarara uğratmıştır. Eğer Kureyş arzu ederse ben onlarla
aramızda bir (sulh) müddeti tayin edeyim (şu
şartla ki bu müddet zarfında
ben onlarla harbetmeyeyim); onlar da benimle diğer müşriklerin arasını serbest
bıraksınlar, (karışmasınlar) Eğer ben, Araplara galip gelirsem, Kureyş
müşrikleri de halkın girdiği bu (Hakka) itaat yoluna girmek isterlerse (kendi
arzularıyla) girebilirler. Şayet ben (müşriklerin sandıkları gibi) Araplara
galip g elemezse m, bu ihtimale göre de müşrikler (benimle harbetmek
zahmetinden kurtulup) rahata ererler.
Eğer Mekke'liler böyle bir
sulhu kabul etmez, ve diğer Araplarla beni kendi halimize bırakmayıp müdahale
etmek isterlerse, hayatım kudret elinde olan Allah'a yeni in ederim ki;
müdafaa ettiğim bu müslümanlık uğrunda, başım vücudumdan ayrılıncaya kadar,
Mekkelilere karşı cihad edeceğim, bu muhakkaktır. Şu da kesindir ki; (o zaman)
Allah (Kur'an-ı Mübin'deki) yardım va'dini yerine getirecektir."
Bunun üzerine Büdeyl İbn
Verka, Rasûlullah'a
Şimdi bu sözlerinizi ben
herhalde Kureyş'e tebliğ ederim, dedi ve ravi-nin beyanına göre gidip Kureyş'(m
karargahın)a vardı ve:
Şimdi ben yanınıza şu adamın
(Nebî Sallallahü aleyhi ve sellem) yanından geliyorum. Şöyle bir söz
söylediğini işittim; isterseniz anlatayım, dedi, (tkrime b. Ebî Cehl ve Hakem
b. Ebî'l-Âs gibi) Kureyş'in sefihleri:
Senin bize ondan birşey haber
vermene ihtiyacımız yoktur, diye karşılık verdiler. Fakat içlerinden rey
sahibi olan birisi:
“Haydi işittiğin söz ne ise
söyle bakalım, dedi. Budeyl: Onun (Rasû-lullah (s.a) in) şöyle dediğini
işittim:" diyerek Peygamber (s.a)'in söylediklerini onlara birer birer anlattı.
Bunun üzerine Urve b. Mes'ûd kalkıp Kureyş'e (karşı bir hutbe irad ederek):
"Ey kavm! Siz benim babam
yerinde değil inisiniz?" diye sordu, Ku-reyşliler de:
"Evet!" diye tasdik
ettiler.-Bunun üzerine:
"Ben de sizin oğlunuz
mesabesinde değil miyim?" dedi. Onlar da:
"Evet!" diye tasdik
ettiler. Sonra Urve:
"Beni bir şüphe ile itham
eder misiniz?" diye sordu. Buna da:
“Hayır!" diye cevap
verdiler. Bu defa Urve:
Ukaz halkını tam bir
seferberlik halinde size yardıma çağırdığımı ve onların imtina etmeleri üzerine
kendim ehl-ü iyalimi çağırdığımı ve bana itaat eden etbaımla size yardıma
koştuğumu pekala bilirsiniz değil mi? dedi. Onlar da (hep bir ağızdan:
Evet, biliriz diye tasdik
ettiler. (Bu teminatı aldıktan sonra) Urve:
Bu adam (Nebi sallallahü aleyhi
ve sellem) size hayrı, salah yolu gösteriyor. O yola yöneliniz! Ve beni
bırakınız. Ona gideyim, dedi. Mekkeliler:
Haydi git, diye izin verdiler.
Urve geldi. Durumu Peygamber (s.a)'e arz etti. Hz. Peygamber de Urve'ye,
BüdeyPe söylediği sözlere benzer şekilde bir fikir beyan etti. (Bu arada Hz.
Peygamber'in Bir sulh antlaşmasını kabul etmezlerse Kureyş ile ölünceye kadar
harbedeceğim- buyurması üzerine) Urve:
"Ey Muhammed! Sen
kaviminin kökünü kazırsan bana söyler misin, senden önce Arapdan kendi kavmini
(toptan) helak eden bir kimse işittin mi? Ya mesele öbür türlü neticelenirse
(Kureyşk'in size ne fena bir muamelede bulunacakları belli değil midir?)
Vallahi ben, (aranızda) eşraf ve ayandan bazı kimseler görüyorum.(Bu muhakkak
olmakla beraber) yine ben bir takım kabilelerden toplanmış devşirme kimseler
görüyorum ki; bunlar harp sırasında kaçıp seni yalnız bırakabilecek
kabiliyettedirler." dedi.
Ebû Bekir (r.a) (Urve'nin,
sahabileri Hz. Peygamberi harpte yalnız bırakıp kaçmakla itham etmesine
dayanamayarak) Urve'ye:
"Haydi sen lât in kıçını
yala!... Biz mi Rasûlullah'ı yalnız bırakıp kaçacağız? (Hâşâ) diye çıkışarak
onun(n bu sözlerini) reddetti Urve:
"Bu da kimdir?" diye
sordu. Sahabiler
"Ebû Bekir'dir."
dediler. Urve:
"Ah Ebû Bekir! Hayatım kudret
elinde olan zata yemin ederim ki, eğer üzerinde -henüz ödeyemediğim- bir
iyiliğin olmasaydı elbette ben de sana cevap verirdim." diye karşılık
verdi.
Ravi diyor ki: Urve Peygamber
(s.a)'e söz söylemeye devam etti ve (arapların adeti üzere) her söz söyledikçe
eliyle Rasûlullah'ın sakalını okşa(yarak iltifatta bulunu)yordu ve Urve ne
zaman Hz. Peygamberin sakalını okşamaya başlasa derhal Muğire kılıcının
kınının ucuyla Urve'nin eline vuruyor ve Urve'ye:
"Rasûlullah (s.a)'ın
sakalından elini çek!" ihtarında bulunuyordu. Mu-ğire'nin bu ihtarları
üzerine Urve başını kaldırarak:
"Bu da kimdir?" diye
sordu. Sahabiler:
"Muğire b.
Şu'be'dir." dediler. Bunun üzerine Urve:
"Ey gaddar! Ben hala
senin (cahaliyyetteki) gadr-ü hıyanetini tazmine çalışmakla meşgul
değilmiyim?" dedi. Muğire (müslüman olmadan önce) cahiliyyette (Malik
oğullarından) bazı kimselerle yol arkadaşlığı etmiş ve yolda bunları öldürüp
mallarını almış, sonra (Medine'ye) gelip müslüman olmuştu. (Rasul-û Ekrem'e bu
malları arz ettiğinde) Nebi Sallallahü aleyhi ve sellem:
"Müslümanlığın bize
kabule layıktır. Fakat bu mallar, (hıyanet mahsulüdür) biz bunlardan hiçbirini
kabul etmeyiz." buyurmuştu.
Sonra Urve Nebi (s.a)'ın
sahabilerini gözleriyle tetkike başladı ve
“(Bu ne tazimdir?) Vallahi
Rasûlullah (s.a) birşey emredince sahabileri derhal emrini yerine getirmeye
koşuyorlardı. Abdest aldığı zaman da abdest suyu(nun fazlası)nı almak için
biribirleriyle yarışıyorlardı, peygamber söz söylerken huzurundaki bütün
sahabiler, seslerini alçalt(arak cevap ver)iyorlar ona saygılarından, yüzüne de
dikkatle bakmıyorlar." dedi. Daha sonra Urve Kureyş'in yanına geldi de
gördüklerini şöyle anlattı:
"Ey ahali! Vallahi ben
vaktiyle birçok padişahların huzuruna sefir olarak çıktım. (Netice olarak Rum
meliki) Kayserin, (Fars Meliki) Kisra'nın, (Habeşe Meliki) Necaşi'nin
divanlarına sefaretle girdim. Vallahi bunlardan hiçbir padişahın tebaasını,
MuhammedMn sahabilerinin Muhammed'e tazim ettikleri derecede padişahlarına asla
tazim eder görmedim. Muhammed'in sahabileri onun tükrüğü ile bile teberrük
ediyorlar. O birşey emredince onun ashabı derhal, emrini yerine getirmeye
koşuyorlar. O abdest aldığı zaman da abdest suyu (nun fazlası) m aşırı bir
istekle paylaşıyorlar. O söz söylerken sahabileri saygılarından yüzüne dikkatle
bakmıyorlar.
Şimdi Muhammed güzel bir sulh
teklifinde bulundu, bunu kabul ediniz." dedi.
Bunun üzerine Kinane
oğullarından birisi Kureyş'e hitaben "Beni bırakınız bir defa da
Muhammed'in yanına ben gideyim" dedi. Onlar da:
"Pekala git"
dediler. Kinane oğullarından olan bu zat Peygamber (s.a) ve ashabına doğru
gelirken, Rasûlullah (s.a)
"Bu gelen, filan
kimsedir. Öbür kabiledendir ki, onlar hac ve saygı kurbanlarına ta'zim ederler.
Gerdanlıktı kurban develerini bu zatın gözü önüne salıveriniz!" buyurdu.
Ashab bütün kurbanlık develeri (yayılmaları için) onun yolu üzerine
salıverdiler ve yüksek sesle (Lebbeyk, Allahümme lebbeyk) diyerek Kinaneliyi
karşıladılar. Kinaneli zat kurban develerini ve halkın telbi-ye ile (kendisini)
karşıladığını görünce hayret ederek:
"Sübhanallah! Bu zatı
beyt-i şerifi ziyaretten men etmek bunlara karşı layık olmayan bir
muameledir." dedi. Kureyş'in yanına döndüğünde de:
"Ben bunları um i için
kesecekleri kurban develerini (boyunlarına) gerdanlık takılmış ve işartilenmiş
bir halde gördüm. Doğrusu bunları beyti ziyaretten men eımeyi uygun
görmüyorum" dedi. Sonra Kureyşli-
ler arasından Mikrez İbn Hafs
denilen birisi kalkıp izin veriniz de Muhammed'e bir de ben gideyim"
dedi. Onlar da:
"Haydi git" dediler.
Mikrez Hz. Peygamberle ashabına doğru gelirken, Peygamber (s.a):
"Şu gelen Mikrez'dir,
gaddar bir kimsedir" buyurdu.
Mikrez, peygamber (s.a) ile
görüşmeye başladı ve Rasulü ekreme (Kureyş'in) durumu (nu) arz etmek üzere
iken Süheyl b. Amr çıkageldi (Süheyl gelince) Peygamber (s.a) (bu ismi hayra
yorarak) sahabilerine karşı:
"Artık işimiz bir
dereceye kadar kolaylaştı" buyurdu. Süheyl b. Amr gelince Rasûl-ü Ekrem'e:
"Haydi (hokka, kalem,
kağıt) getir; sizinle aramızda (yazılması gereken) bir barış metni yaz!"
dedi.
Bunun üzerine Peygamber (s.a)
katibi (ki Ali b. Ebi Talİb'dir) çağırdı ve:
"Bismillâhirrahmânirrahîm
diye yaz buyurdu. Bunun üzerine Süheyl (cahiliyyet kavmiyyetçüiği tesiriyle)
Rasulü Ekrem'e:
"İyi ama ben Rahman
kelimesinin mahiyeti nedir, bilmiyorum; fakat vaktiyle senin de yazdırdığın
gibi (bismikellahümme = Allah'ım senin isminle yazmaya başlarım) diye
yaz!" dedi.[453] Müslümanlar da hep bir ağızdan:
"Vallahi biz onu
yazmayız, ancak Bismillâhirrahmânirrahim yazılmasını isteriz." demişlerdi.
Peygamber (s.a) (Hz. Ali'ye hitaben):
"Haydi
"Bismikellahümme yaz!" buyurdu. Sonra da: "Bu metin Allah'ın
Rasulü Mutıammed'in muhtevasına hüküm ve imza ettiği sulh-namedir" diye
yazmasını emretti. Şimdi Süheyl (Buna da itiraz ederek):
"Vallahi biz senin
Rasûlullah olduğunu bilmiş ve tasdik etmiş olsak seni beyt (i ziyaret) ten men
etmez ve sana karşı savaşa kalkışmazdık. (Buraya) sadece Muhammed b. Abdullah
yaz!" dedi. Bu teklif üzerine Rasulü Ekrem
“Vallahi siz yalanlasanız da
ben Allah'ın Rasulüyüm." buyurdu ve Ali b. Ebî Talib'e,
"Haydi (Rasûlullah
kelimesini sil de) Muhammed b. Abdullah yaz." diye emretti (Ali b. Ebi
Talib):
"(Vallahi ben senin
peygamberlik unvanını) katiyyen silemem!" dedi. Bunun üzerine Rasul-ü
Ekrem yazıyı eline alıp Muhammed b. Abdullah yazdırdı.[454]
Sulhnamenin başlığı "Ya
Rabb senin isminle başlarım. Bu yazı Muhammed b. Abdullah'ın muhtevasına hüküm
ve imza ettiği bir sulh-namedir." şeklinde kararlaştırılıp yazıldıktan
sonra Rasul-ü Ekrem antlaşma metninin şartlarım teklif ederek Süheyl b. Amr'e:
"Siz bizimle beytin
arasını boş bırakın da biz beyti tavaf edelim" buyurdu. Süheyl, bu
teklife de itiraz ederek,
"Vallahi sizinle beytin
arasını boş bırakmayız. Çünkü Arap (milleti) Zorla ve kahren istila
olunduk" diye hakkımda dedikodu eder; şu kadar ki bu beyt ile sizin
aranızı boş bırakma meselesi gelecek seneden itibaren başlasın" dedi (ve
anlaşma bu şekilde kabul olundu). Hz. Ali de (anlaşmayı böylece) yazdı. Şimdi
de Süheyl b. Amr "Sana bizden bir erkek gelirse, o gelen kimse senin
dininde olsa bile, onu bize geri vereceksin." diye yeni bir madde teklif
etti. Bu teklife müslümanlar hayret ederek:
"Sübhanallah İslam
camiasına sığman bir müslüman, müşriklere nasıl geri verilir? dedi (ler) Onlar
bu halde iken Süheyl b. Amr'in oğlu Ebu Cen-del, ayaklan bukağılı seke seke
geldi. (Ebu Cendel müslüman olmuştu ve bu cihetle habs olunmuştu. Bu sırada)
Mekke'deki haps edildiği yerden kaçmış (ve türlü müşkülat ile gelip) nihayet
kendisini müslümanlar arasına atmıştı. Bunun üzerine Süheyl:
"İşte ey Muhammedi Sana
karşı imza edeceğim anlaşma metninin (protokolün) birinci maddesine uyarak
bunu bana geri vermelisin" dedi. Peygamber (s.a) de
"Biz bu anlaşma metnini henüz
imza etmedik bile." buyurdu. Süheyl: "Şu halde vallahi ben de seninle
hiçbir madde üzerinde sulh olmam."dedi. Peygamber (s.a) ise:
"Haydi bunu bana
bağışlayıp imza et" diye karşılık verdi. Süheyl de: "Ben bunu sana
bırakmayı asla uygun göremem" diye reddetti. Rasul-ü Ekrem:
"Hayır bu işi (hatırım
için) yap," buyurdu. Süheyl (ısrar edip): "Asla yapamam" dedi.
Mikraz (İbn Hafs ki bu da Kureyş elçisi idi. O da) Rasul-ü Ekrem'e hitaben:
"Haydi bunu senin için
kabul ettik." dedi (fakat imza yetkisi kendisinde olan Süheyl buna razı
olmadı)[455] Şimdi Ebu Cendel (babası Süheyl'in inadından ümitsizliğe
düşerek):
"Ey müslüman topluluğu!
müslüman olarak geldiğim halde şimdi ben müşriklere geri mi veriliyorum? Benim
uğradığım şu felaketi görmüyor musunuz?" diye haykırdı. Hakikaten zavallı
Ebu Cendel Allah yolunda Kureyş'in en şiddetli işkencesiyle azab olunmuştu.
(İbn İshak şu rivayeti ziyade
etmiştir: Rasûlullah (s.a):
"Ey Ebu Cendel! Sabret,
Allah'dan ümidini kesme. Biz müslümanlar mağdur ve mağlub olmayız, Yüce Allah
yakında sana da bir kurtuluş yolu nasibedecektir." buyurdu.)
Bu müşkül durumdan müteessir
olan Ömer b. el-Hattab şöyle demiştir: Bunun üzerine ben Peygamber (s.a)'e
varıp:
" Sen Allah'ın hak peygamberi
değil misin?" dedim. Rasûlullah:
"Evet, hak
peygamberiyim." buyurdu. Ben:
"Biz müslümanlar Hak,
düşmanlarımız batıl üzere bulunmuyorlar mı?" dedim. Rasul-ü Ekrem:
"Evet öyledir"
buyurdu. Ben:
"O halde dinimiz uğrunda
bu alçaklığı niçin kabul edelim?" dedim. Rasul-ü Ekrem:
"Gerçekten ben Allah'ın
peygamberiyim ve ben (bu maddeyi kabul etmekle Allah'a isyan etmiş değilim.
Allah benim yardımcımdır." buyurdu. Ben yine:
"Vaktiyle sen bize;
yakında Beyt(-i Şerif)'e varıp Beyt'i tavaf edeceğiz diye haber vermez mi
idin?" dedim. Rasûlullah:
"Yok ben sana (vakit
tayin ederek): Bu sene varıp tavaf edeceğiz diye haber verdim mi?"
buyurdu. Ben de:
"Hayır" dedim.
Rasul-ü Ekrem:
"Herhalde sen (yakın bir
zamanda) Beyte' varıp tavaf edeceksin" buyurdu.
Ömer b. Hattab demiştir ki:
Sonra ben Ebu Bekir'e vardım ve "Ey Ebu Bekir, bu adam Allah'ın hak
Peygamberi değil midir?" dedim o
da:
'
"Evet öyledir" diye
cevap verdi. Tekrar ben:
"Öyle ise niçin dinimizi
küçük düşürüyoruz?*' dedim. O da:
"Be hey adam! Muhammed
Allah'ın Peygamberidir. O rabbine asi değildir. Allah O'nun yardımcısıdır. Sen
hemen onun emrine sarıl. Vallahi Muhammed hak üzeredir." dedi. Ben tekrar
"O bize Medine'de: Beyt-i
şerife varacağız, tavaf edeceğiz." demedim mi?" diye sordum. Ebû
Bekir:
"Evet öyledir. Fakat sana
bu sene varıp tavaf edersin diye mi haber verdi?" dedi ben de:
“Hayır" dedim. Ebû Bekir:
"Dur bakalım, yakın bir
zamanda sen beyte varıp onu tavaf edeceksin! dedi. Ömer (r.a) bu
itirazlarımdan dolayı keffaret olarak ileride bir çok salih ameller
işledim." demiştir.
Ravi diyor ki: Rasûlullah
(s.a) barış metninin yazılıp imza edilmesi sona erince sahabilere hitaben:
"Haydi artık kalkınız,
kurbanlarınızı kesip sonra başlarınızı tıraş ediniz." buyurdu. Vallahi
sahabilerden bir kişi olsun kalkmadı. Hatta Rasûlullah bu emrini üç defa
tekrarladı.[456] Ashab-ı kiramdan hiçbirisi kalkmayınca (ezvac-tahirattan)
Ümmü Seleme'nin yanına girdi ve (şu halkı görüyor musun? Onlara emrediyorum da
icabet etmiyorlar diye) halktan gördüğü kayıtsızlığı ona anlattı. Ümmü Seleme:
"Ey Allah'ın peygamberi!
emrini yerine getirmek istiyor musun? O halde şimdi dışarı çık. Sonra kurbanlık
develerini kesinceye ve berberini çağırıp o seni tıraş edinceye kadar,
ashabdan hiçbirisine bir kelime bile söyleme" dedi. (İbn İshak'ın
rivayetine göre Ümmü Seleme (r.a) şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasulü
sahabilerin emrinizi yerine getirmekte yavaş davranmalarından dolayı onları
azarlamayınız. Çünkü nefsinize ağır gelen şartlarla bir sulh akdi yapılması ve
Mekke fethedilmeden Medine'ye geri dönülmesi onlara çok güç gelmiştir. Onları
mazur görünüz ve siz çıkın, kurbanınızı kesin tıraş olarak onlara örnek olunuz.
Bunun üzerine Peygamber (s!a) Ümmü Seleme'nin yanından çıktı ve sahabilerden
hiçbirisiyle görüşmeyerek menasiki ifa etti. Kurbanlık develerini kesti
(Kurbanlık develeri yetmiş tane idi. Bunların arasında Bedir'de Ebû Cehil'den
ganimet olarak alınan bir deve de bulunuyordu, fiu devenin boynunda
"Büre" denilen bir gerdanlık takılıydı. Develeri kestikten sonra
berberi (Huzaalı Hıraş b. Ümeyye'yi) çağırıp tıraş oldu.
Ashab, Hz. Peygamberi bu halde
görünce hemen kalkarak kurbanlarını kestiler, biribirlerini tıraş etmeye
başladılar. Hatta (Hz. Peygambere uymak için gösterdikleri çaba ve aceleden
doğan izdihamdan dolayı) biribirlerini öldüreyazdılar. (îbn İshak'ın, İbn
Abbas'a ulaşan bir senetle rivayetine göre, Hudeybiye'de, halkın bir kısmı
tıraş olmuş, bir kısmı da saçlarını kestirmişti. Ve Rasûl-ü Ekrem -
"Allah tıraş olanlara rahmet etsin** diye dua etmiştir. Bunun üzerine
halk: Ya Rasûlullah, Allah saçını ki sal t anlara da rahmet etsin! demiş,
fakat Rasûl-ü Ekrem - "Allah tıraş olanlara rahmet etsin"-diye
duasını tekrarlamış. Ashab da ikinci defa saçlarını kısaltanlar hakkındaki
temennilerini tekrar edince, Rasûl-ü Ekrem de üçüncü defa - * 'Allah tıraş
olanlara rahmet etsin*'- buyurup ashabın üçüncü temennisi üzerine -"haydi
saçını kestirenlere de”- demiştir.)
Rasûl-ü Ekrem tıraş olduktan
sonra huzuruna müslüman kadınlar geldi.[457] Bu hususta tutulacak yolu öğretmek için
de Cenab-ı Hak "Ey inananlar, mü'm in kadınlar göç ederek size geldiği
zaman onları imtihan edin..."[458] âyet-i kerimesini "... Kâfir
kadınlar (a gelince onlar) in da ismetlerine yapışmayınız..." (ve onları
nikahınızda tutmayınız.[459] Kavl-i kerimine kadar indirdi (ki âyet-i kerimenin tam
olarak) meali şöyledir: "Ey mü'minler size mii'min kadınlar (müşrikler
tarafından) hicret edip geldiklerinde imanlarını sınayınız. -Allah onların
imanı (nın mahiyeti)ni pek iyi bilir ya- denediğinizde onları mü'mine
sanırsanız artık o kadınları, kafir (zevç) lere geri çevirmeyin (çünkü) ne
müslüman kadınlar kafir (zevç) lere helaldir, ne de kafirler müslüman
kadınlara helal olur. Bununla beraber siz kafirlerin sarfettik-leri mehri
(muacceli) kendilerine veriniz..! Bir de (İslamiyetin kocalarından ayırdığı) bu
müslüman kadir lan nikahlamanız da size günah değildir. Kafir kadınlar (a
gelince onların) da ismetlerine yapışmayınız.”[460] (ve onları nikahınızda tutmayınız)
Bu ayetin inmesi üzerine Hz.
Ömer henüz müşrik olan iki karısını boşadı (Bunlardan birisi Ebû Ümeyye kızı
Kureybe idi. Öbürü de Huzaalı Cer-vel'in kızı Ümmü Gülsüm'dü) Bunlardan
birisini (Kureybe'yi) Muaviye b. Ebî Süfyan, öbürünü de Safvan b. Ümeyye
nikahladı. (Bir rivayete göre de Ümmü Gülsümü Ebû Cahm nikahlamıştır.)
Sonra Peygamber (s.a)
Medine'ye döndü. Kureyş'in kendisiyle antlaşma yaptığı Ebû Basir müslüman
olarak (Medine'ye) geldi. Bunu istemek üzere de Kureyş iki kişi gönderdi.
(Bunlardan birisi Huneys b. Cabir öbürü de Ez-her b. Abdi Avf idi) Bunlar
Rasûl-ü Ekrem'e "Bize karşı imza ettiğin antlaşmayı hatırlatırız."
dediler. Rasûl-ü Ekrem de (anlaşma uyarınca) Ebû Ba-sir'i bu iki kişiye geri
verdi. Bunlar Ebû Basir'le (yola) çıktılar. Nihayet Zul-huleyfe'ye eriştiler
(Dağarcıklarmdaki) hurmadan bir mikdarını yemek için oraya indiler. Ebû Basir
bu iki kişiden birisine (Humeys'e):
"Ey falanca! Vallahi şu
kılıcını emin ol çok güzel zannediyorum." dedi (kılıcın sahibi olan) kimse
de kılıcı (kınından) çekerek:
"Evet vallahi bu kılıç
çok iyidir, onu ben defalarca denedim." dedi. Ebû Basir de:
"Müsaade et de
bakayım" dedi. Ve bir fırsatını bulup elinden aldı ve hemen Huneys'e
vurdu. Nihayet Huneys öldü. öbür arkadaşı (bir rivayete göre Huneys'in kölesi
Kevser) kaçarak Medine'ye vardı, koşarak Mescid-i Saadete girdi. Rasûlullah
(s.a) onun telaşla koşup mescide girdiğini görünce:
"Muhakkak şu adam bir
korku görüp geçirmiştir." buyurdu. Kevser, peygamber (s.a) yaklaşınca:
"Vallahi efendim öldürüldü
(engel olamazsanız) muhakkak ben de öldürüleceğim" dedi. Bu sırada Ebû
Basir geldi ve:
"Ey Allah'ın Rasûlü,
vallahi sana Allah verdiğin sözü yerine getirtti. Beni müşriklere geri verdin.
Sonra Allah beni onlardan kurtardı." Dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a)
sahabilere hitaben:
"Ebû Basir'e hayret
doğrusu. Bu adam harbi kızıştırmaktadır. Eğer onun fikrine yardım eden
bulunsa" (o fırın karıştırır gibi harbi ateşleyecek, sulhu bozacak)
buyurdu. Ebû Basir Rasûl-ü Ekrem'in bu sözlerini işitince, kendisini müşriklere
hemen teslim edeceğini anladı ve deniz sahiline kadar, firar etti.
"îs" denilen yerde karar kıldı.[461]
Ravi der ki Süheyl'in oğlu Ebû
Cendel de (yetmiş süvari ile birlikte)[462] müşrikler arasından kaçarak Ebû Basir'e
katıldı. Şimdi artık müslüman olan herkes Kureyş arasından ayrılarak Ebû
Basir'e iltihak etmeye başladı. Nihayet Ebû Basir'in yanında mühim bir kuvvet
toplandı. Vallahi bunlar, Kureyş'in Şam'a bir ticaret kafilesinin gittiğini
duyar duymaz hemen onları çevirirler, kendilerini öldürüp mallarını alırlardı.
Kureyş, kendisini tehdid eden
bu vaziyet üzerine Rasûlullah (s.a)'e (Ebû Süfyan'ı hususi salahiyetle)
gönderdi. Şimdi Kureyş, Rasûl-ü Ekrem'den Allah rızası için. ve aradaki
akrabalık bağına hürmeten Ebû Basir (emrindeki) cemaatın yaptığı soygunculuğa
engel olunmasını ricaya başlamıştı. Artık bundan böyle Mekke'den Medine'ye kim
giderse emindir, (iade edilmeyecektir) diye haber göndermişlerdi.
Peygamber (s.a) Ebû Basir
Cemaatine (mektup) gönderdi (Medine'ye gelmelerini bildirdi)[463] Bunun üzerine yüce Allah
"hüvvellezi keffe ey diye hûm an kûm, bibatni Mekkete min ba'di ezferaküm
aleyhim" âyeti kerimesini ta "el-hammiyete,
hamiyyetelcahiliyyeti" âyetine kadar indirdi. (Bu üç âyet-i kerimenin yüce
meali şöyledir: "Mekke'nin göbeğinde onlara karşı size zafer verdikten
sonra, onların ellerini sizden sizin ellerinizi de onlardan çeken odur. Allah yaptıklarınızı
görmektedir. Onlar öyle kimselerdir ki, inkar ettiler, sizi mescid-i haram (ı
ziyaret) den ve bekletilen kurbanları yerlerine varmaktan alakoydular. Eğer
(orada) kendilerini bilmediğiniz için tepeleyeceğiniz ve bilmeyerek
tepelemenizden ötürü kendileri yüzünden bir belaya uğrayacağınız inanmış
erkekler ve inanmış kadınlar olmasaydı (Allah, sizin savaşmanıza engel
olmazdı. Böyle yaptı) ki Allah, dilediğini rahmetine soksun. Şayet (inananlar
ve inanmayanlar) birbirinden ayrılmış olsalardı, elbette onlardan inkar
edenleri aci bir azaba çarptınrdık.
O zaman inkar edenler,
kalblerine kızgınlık ve gayreti o cahiliyye (çağının) kızgınlık ve gayretini
koymuşlardı. Allah da elçisine ve müzminlere huzur ve güvenini indirdi; onları
takva kelimesine (sebata ve ahde vefaya) bağladı. Zaten onlar, buna layık ve
ehil idiler. Allah, her şeyi bilendir.[464]
Mevzumuzu teşkil eden hadis-i
şerifteki atlanan kısımları ve hadisin tamamını göstermek maksadıyla yukarıda
tercümesini sunduğumuz Buharı hadisi hakkında, merhum Kamil Mîras Efendi
şunları söylüyor: Hudeybiye hadisi ilmî rivayet bakımından hadisi mürseldir.
Yani tabii, ravinin sahabiyi atlayarak doğrudan Rasul-i Ekrem'den rivayet
etmesidir. Şöyle ki; Hudeybiye hadisinin iki ravisinden biri bulunan Mervan
sahabi değildir ve Hudeybiye seferinde bulunmamıştır. Çünkü Mervan gayri
mümeyyiz çocukluk çağında iken babası Hakem, Hz. Peygamber tarafından taife
sürüldüğünden o da babası ile Taife gitmiştir. Hazreti Osman'ın hilafet
zamanına kadar Taif'te kalmış, Hz. Osman Halife olunca affa mazhar olarak baba,
oğul Medine'ye gelmişlerdir. Binaenaleyh Mervan'ın Rasûl-i Ekrem'i ne görmesi
ne de sohbeti sabit değildir.
Misver İbn Mahreme'ye gelince,
gerçi Misver; sahabi oğlu şahabıdır. Rasûl-i Ekrem'den hadis işitmiş olması
sahihtir. Fakat Misver de babası Mahreme ile beraber Mekke'nin Fethinden sonra
çocukluk çağında Medine'ye gelmiştir. Hudeybiye vakası ise, Mekke'nin fethinden
iki sene evvel cereyan etmiştir. Binaenaleyh gerek Mervanın, gerek Misver'in
bila vasıta Rasûl-i Ekrem'den rivayette selahiyetleri yoktur.
Usuli rivayete göre; böyle
olmakla beraber her iki ravi de Hudeybiye'-de hazır bulunmuş bir çok ashabı
kirama mülaki olmuşlardır ki Ömer, Osman, Ali, Muğire b. Şu'be, Sehl İbn
Hanîf, Ümmü Seleme ve emsalidir. Her halde bunlardan işitmişlerdir. Nasıl ki
Buharı Şurut bahsinin ihtidasında bu Hudeybiye hadisinin bir rivayet tarikinde
bu noktayı tesbit eder mahiyette: Misver ile Mervan, Nebi (s.a)'in ashabından rivayet
ederek haber vermişlerdir, diye tahric etmiştir. Biz de senede ait bu mühim
noktayı tercememizde gösterdik.
Şimdi bir cihet kalıyor ki
şudur: Bu suretde Misverle Mervan, sahabe ismini açıklamayarak meçhulden
rivayet etmiş bulunuyorlar. Bu da bir sebebi kadh olmaz mı? denilirse buna da:
"Ashabı kiramın hepsi sahibi adalet bulunduklarından ravinin, sahabe
isimlerini bilmemesi hadis hakkında vesi-lei kadh olamaz." diye cevap
verilir.[465]
1. Vesikaların başına
"Bu vesika falanca kişinin falan işiyle ilgilidir" gibi ibareler
yazılabilir. Kadı Iyaz "Hadiste, vesikalarda ziyadeye hacet kalmaksızın,
bir kimsenin meşhur olan adı ile yetinmenin caiz olduğuna delil vardır."
diyor.
2. Hükümdar, müslümanlar için
lüzumlu gördüğü bir sulhu bazı yakınlarına haber vermeden imza edebilir.
3. Büyük zararı önlemek veya
büyük bir faydayı sağlamak için küçük zarara katlanmak caizdir. Hudeybiye
antlaşmasını imzalamakla müslüman-ların zillete düştüklerini iddia etmek asla
doğru olamaz. Her ne kadar Hudeybiye antlaşması ile müslümanlara o sene hac
yolu kapanmışsa da bu antlaşmanın ardından, Mekke'nin fethi, insanların
kitleler halinde müslüman oluşu gibi zaferler elde edilmiştir. Oysa bu
antlaşmadan önce Araplar müs-lümanlann arasına karışmazlar, bu yüzden de
peygamber (s.a)'ın yolunu tafsilatıyla bilmezlerdi. Sulh yapılıp karşılıklı
temaslar başlayınca, onun mucizelerini gördüler, getirdiği dinin hak olduğuna
gönülleri yattı ve birçokları Mekke'nin fethinden önce müslümanlığı kabul etti.
Mekkeliler, müslüman olunca, çöllerde onların müslüman olmasını bekleyen bütün
Araplar da müslümanlığı kabul ettiler. Kıymetli ilim adamlarımızdan Kamil
Miras efendinin beyanına göre, Hudeybiye sulhundan Mekke'nin Fethine kadar
geçen bir sene zarfında İslam camiasına girenlerin sayısı bi'seti
Muhammediye'-den sulh gününe kadar takriben yirmi seneye yaknf zaman
zarfıncfâ-tnüslü-man olanlardan çok fazla idi... Haccetü'l-veda'da Rasûlü
Ekrem'le hac edenlerin sayısını, ehl-i siyerin yüzyirmi bin olarak
bildirmeleri, îslam nurunun, yayılış hızını anlamak için herkesin
anlayabileceği bir mikyas olabilir.[466]
4. Âlimlerden
bazıları, bu hadisi delil getirerek Hudeybiye antlaşmasını, Peygamber (s.a)'in
kendi eliyle düzelttiğini söylemişlerdir. Bu zatlara göre bu ahitnameyi Hz.
Peygambere Cenab-ı Hak yazdırmıştır. Bu da, ya Rasû-lullah(s.a)'in
neyazdığınıbilmedenAllah'ın izni ve emriyle elindeki kalemin hareket edip
yazmasıyla olmuştur. Ya da Allah o anda ona yazmayı öğretmiştir. Bu takdirde
yazıyı bir anda Öğrenmesi ümmilik mucizesine bir ziyade olur. Okumayı hiç
bilmezken Cenab-ı Hak onu birden nasıl okur yaptı ise, bu sefer de yazı
bilmezken yazar yapmıştır. Hz. Peygamber (s.a)'in yazıyı öğrenmeden dünyadan
gitmediğini bildiren bir çok eserlerle de delil çıkarılmıştır.
Alimlerin çoğu, bu
söylenenleri kabul etmemişlerdir. Zira kabul edilirse, Peygamber (s.a)'in
ümmiliğinin batıl olması icabedecektir. Halbuki Allah Teâlâ Hazretleri
Kur'an-ı Kerim'inde onu ümmilikle vasıflandırmıştır. Onlara göre buradaki
"yazdı" sözünden murad: "Yazma emrini vermesidir." Bu
hususta her iki taraf sözü bir hayli uzatmışlardır.
5. Medinelilerin mikatı
Zülhuleyfedir.
6. Ka'be'ye sevkedilen
Kurbanlık develere gerdanlık takmak ve hörgüç-lerini bıçak gibi bir aletle
kanatarak onları işaretlemek sünnettir.
7. Toplu seferlerde, düşman
tehlikesinden emin olmak için önden gözcüler göndererek düşmanın halini
gözetlemek müstehabdr.
8. Müslümanların, gerçekleştirmesi
mümkün olmayan bazı casusluk ve gözetleme işlerinde, kendileriyle antlaşma
yapılmış olan kafirlerden istifade etmek caizdir.
9. Önemli işlerde, ilim ve
tecrübe sahipleriyle istişare etmek müstehabdır.
10. îhramlı bir
kimsenin, kendisini beyt-i şerife girmekten, hac veya umre ibadetinden men eden
bir kimseyle savaşması caizdir.
11. Hac ve umre
yapmaktan men eden, bir kafirin elinden kurtulabilmek için onlarla savaşa
girmemek caizdir. Bazı ilim adamlarına göre, eğer hacc ya da Umre yapmaktan men
eden müslümansa onunla savaşmamak, savaşmaktan daha evladır.
12. Düşman tehlikesi
sözkonusu olursa, bir kumandanın etrafına muhafızlar yerleştirmesi caizdir.
"Etrafına insanları saflar halinde dikenler, cehennemde yerlerini
hazırlasınlar." mealindeki hadis-i şerif ise keyfi olarak, büyüklük ve
ihtişamım sergilemek için etrafında nöbetçi bulunduran kimselerle ilgilidir.
13. Savaşta,
müşriklerin elinden zorla alınan mallar, ganimet olarak müs-lümanlara helal ise
de sulh halinde, onların elinden alınan mal haramdır. Bu mal, sahibine geri
verilmesi gerekir. Nitekim Hz. Muğire, cahiliyye döneminde yol arkadaşlığı
ettiği bazı kimseleri öldürerek mallarını gasbetmiş-ti. Sonra kendisi müslüman
olarak Hz. Peygamber'in huzuruna gelmiş ve bu malları da beraberinde
getirmişti. Rasûl-ü Ekremse, hıyanet mahsulü olduğu gerekçesiyle bu mallan
kabul etmedi.
14. Abdestte
kullanılmış olan su temizdir.
15. Güzel bir ismi,
uğurlu saymak caizdir. Fakat herhangi bir ismi, uğursuz saymaksa tahrimen
mekruhtur.
16. İslama zarar
getirmemek ve Allah'ın bir hakkını çiğnememek şartıyla, insanlara yumuşak
davranmak ve güleryüz göstermek caizdir.[467]
17. Hz. Ebu Bekr'in,
Ömer (r.a)e aynen Peygamber (s.a)'in cevabı gibi cevap vermesi, onun ilm-ü
faziletinin büyüklüğüne ve bütün ashaba üstünlüğüne delalet eder.
18. Kafirlerle barış
yapmakta bir fayda mülahaza edilirse, barış akdi caizdir. Yalnız, bazı alimlere
göre; İslam kumandanı muzaffer olmuşsa, küf-farla ancak dört aylık barış
imzalayabilir. Bazı alimler ise bir seneden az olmak şartıyla da barış
yapılabileceğini söylemişlerdir. îmam Malik'e göre, bu işin muayyen bir vakti
yoktur.[468]
19. Herhangi bir vakitle
kayıtlamadan "Şu işi yapacağım" diye yemin eden bir kimse, o işi ne
zaman yaparsa yapsın, yemininin sorumluluğundan kurtulmuş olur. Bu işi yapmak
için önünde, Ölünceye kadar vakit vardır.
20. Bu falancanın
falan kimseden aldığı (mal)dır, şeklinde bir kayıt koymak caizdir.
Tutanakların başına veya uygun bir yerine, böyle bir ibare yazmanın caiz
olmadığını söyleyen müteahhirin âlimlerinden bazıları yanılmışlardır. Çünkü
metinde geçen "Bu yazı Allah'ın Rasûlü Muhammed'in muhtevasını imzaladığı
bir yazıdır.*' anlamına gelen lafızlar da, bu görüşün yanlış olduğunu
gösterir.
21. Hac ya da umre
için ihrama girerek düşmanla karşılaşan bir kimse, kurbanı Mekke'ye erişmeden
önce bulunduğu yerde tıraş olup ihramdan çıkabilir. Nitekim "Onlar öyle
kimselerdir ki inkar ettiler. Sizi mescid-i Ha-ram(ı ziyaret) den ve bekletilen
kurbanları yerlerine varmaktan alakoydular..."[469] âyet-i kerimesi de buna delalet eder.
22. Kadınlarla istişare
etmek ve isabetli kararlarında onların görüşlerine uymak caizdir.[470]
2766. ...Mervan b.
el-Hakem ile Misver b. Mahreme'den rivayet edilmiştir ki:
Halkın emniyetle yaşayacağı on
sene süreyle savaşı bırakmak, içimizde (içerisine yaramaz eşyaların
konulmadığı) kapalı bohça (gibi itimatsızlığın giremediği güven dolu bir kalp
taşımak) ve (aramazda) hırsızlık ve hıyanet olmamak üzere (Hudeybiye'de
müslümanlarla Mekke müşrikleri) barış yaptılar.[471]
Bu hadis-i şerif, harbî
denilen, gayr-i müslim düşmanlarla lüzumunda savaş yapılabileceği gibi,
icabederse barış da yapılabileceğine delalet etmektedir. Uzun süreli
barışlarda, seran bir antlaşma metninin hazırlanması gerekir. Hudeybiye
antlaşması, bunun en güzel bir örneğidir.
Barış süresi; görülen lüzuma
göre uzun veya kısa olabilir. Bu (veliyyülemrin içtihadına ve) görülen lüzumun
derecesine bağlıdır.
Şafiî fakihlerine göre; fazla
bir zaruret görülmediği takdirde, dört aylık bir barış yapılması caizdir.
Zaruret halinde ise yapılacak barışlar, nihayet Hudeybiye barışına müsavi bir
müddetle olmalıdır ki, bu müddet, meşhur olan kavle göre on senedir.[472]
Yine Şafiî Fakihlerine göre,
on senelik barış süresi sona erince lüzumu halinde, onar sene olmak üzere yeni
antlaşmalarla uzatılabilir.[473]
2767. ...Hassan b.
Atıyye'den demiştir ki:
Mekhûl ile İbn Ebû Zekeriyya
(bir gün) Halid b. Ma'dan (in ya-nın)a gitti (ler). Onlarla birlikte ben de
gittim. (Halid b. Ma'dan) bize Cübeyr b. Nüfeyr'den hadis nakletti. (Halid)
dedi ki: Cübeyr (bir gün bana) -bizimle beraber gel (de) Zü Mihber'e gidelim-
dedi. (Zü-Mihber) Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellemin sahabilerinden bir
adam (idi). Kısa bir süre sonra yanına vardık. Cübeyr ona (ahir zamanda
müslü-manlarla kafirler arasında yapılacak) barışı sordu (Zü-Mihber de şöyle)
cevap verdi: Ben Rasulullah sallallahü aleyhi ve sellemi (şöyle) derken
işittim: “Sizler Rumlarla güvenli bir barış yapacaksınız. (Sonra) Siz ve onlar
(birleşip) arkanızdan (saldıran başka) bir düşmanla savaşacaksınız.[474]
Bu hadis-i şerif müşriklerle
sulh yapmanın caiz olduğuna delildir. İbn Mace'nin Sünen'inde ve Ahmed b.
Hanbel'in Müsnedinde hadîs şu manaya gelen lafızlarla tamamlanmaktadır.
".... ve zafer kazanıp, ganimet mallarını alarak (savaştan) salimen
çıkacaksınız. Sonra savaştan dönüp de tepeleri bulunan bir meraya varacaksınız
(orada) haç ehlinden bir adam, haçı yukarı kaldırarak -Hac (yani hrıstiyanhk)
galip geldi- diyecek, müslumanlardan bir adam da kızarak, kalkıp 6 haçı
kıracaktır, tşte o zaman Rumlar, (aranızdaki) barışı bozarak (sizinle) büyük
bir savaş yapmak üzere toplanacaklardır.
Bu hadisi, rivayet eden
sahabinin ismi burada Zû-Mihber olarak zikredilmiş olmakla beraber İmam
Tirmizî bu ismin doğrusunun Zû Mıhyer olduğunu söylemiştir. İmam Evzaî de bu
ismi aynen Musannif Ebu Davud gibi Zu-Mıhber şeklinde rivayet etmiştir. İbn
Sa'd da, doğrusunun Zu minber olduğu görüşündedir.
Sözü geçen sahabi, Habeşistan
Kralı Necaşi'nin erkek kardeşinin oğludur. Müslümanlığı kabul ettikten sonra Medine'ye
gelip Peygamber efendimizin özel hizmetinde bulunmuştur. Sonra, Şam'a gidip
orada rahmet-i rah-man'a kavuşmuştur. Beş hadis rivayet etmiştir. Ravileri ise
Cübeyr b. Nü-feyr ile Halid b. Ma'dan'dır.
Cübeyr bin Nüfeyr el-Hadrami
Ebu Abdirrahman es-Şâmi (r.a): mu-hadramlardan; yani hem câhiliyet,hem
İslamiyet devirlerine yetişenlerdendir. Ebu Bekr Sıddık (r.a), devrinde
müslüman olmuştur. Kendisi Ubade, Muaz bin Cebel, Halid bin el-Velid,
Ebu'd-Derda, Ebû Zer ve Zü Mıhmer (r.a)'dan hadis rivayet etmiştir. Kendisinden
de oğlu Abdurrahman, Halid bin Ma'dan, Mekhûl ve başka bir grup ta rivayette
bulunmuştur. Müslim ve Sünen sahipleri, onun hadislerini rivayet etmişlerdir.
H. 75. yılında vefat etmiştir.
Halid b. Ma'dan Ebu Abdillah
(r.a) bir grup sahabiden mürsel rivayette bulunmuştur. Ayrıca Muaviye, Mıkdam
b. Madikerib ve Ebû Ümame (r.a)'den de rivayette bulunmuştur. Kendisinden de
Nur b. Yezid, Muham-med b. İbrahim et-Teymi, Hassan b. Atiyye ve Safvan b. Amr
rivayet etmişlerdir. Bu zat, tabiilerin fıkıhçılarından ve seçkin
simalarındandır. Yetmiş sahabiye yetiştiğini, söylediği kendisinden rivayet
edilmiştir. Seleme b. Şe-bib: O günde kırk bin defa sübhanallah zikrini
tekrarladı. Vefat edip cenazesi yıkanacağı zaman, parmağını şöyle kımıldatmaya
başladı, demiştir. H. 100 veya 104, ya da 108. yılında vefat etmiştir.
Hassan b. Atiyye el-Muhâribi
Ebû Bekir ed-Dımeşkî, fikıhçı olup Ebû Umame (r.a)den mürsel rivayette
bulunmuştur. Çünkü ondan hadis işitme-miştir. Ayrıca İbnü'l-Müseyyeb'den de
rivayette bulunmuştur. Kendisinden de Evzaî ve Ebû Gassan Muhammed bin Ömer
rivayet etmişlerdir. Ahmed ve İbn Main onun sıka, yani güvenilir olduğunu
söylemişlerdir. Zehebî'nin dediğine göre H. 130. yıla yakın zamana kadar
yaşamıştır.[475]
2768. ...Cabir'den şöyle
dediği rivayet edilir ki: Rasûlullah (s.a) "Ka'b b. Eşrefe (karşı) kim
çıkacak? Çünkü o, Allah'a ve Rasûlüne eza etmiştir." buyurdu. Muhammed b.
M esleme kalkıp "Ben (karşı çıkacağım) ya Rasûlullah! Onu öldürmemi ister
misin?" dedi. (Hz. Peygamber de) "Evet" (istiyorum) buyurdu.
(Muhammed b. Mesleme) (onun hile ile öldürebilmek için ona sizden yakınarak)
"Bir şeyler söylemem için (lütfen bana) izin verin." Dedi (Hz.
Peygamber "evet (sana bu hususta izin veriyorum ona benim hakkımda
gerekeni) söyle" (yebilirsin) buyurdu. (Muhammed b. Mesleme, Ka'b b.
Eşrefin) yanına gelip (Hz. Peygamberi kasdederek); "Bu adam bizden sadaka
istedi ve bizi dara düşürdü." dedi. (Ka'b b. Eşref de) "Siz ondan
daha çok bıkkınlık getireceksiniz." karşılığını verdi. (Muhammed b.
Mesleme de)
"Biz ona (bir defa)
uy(muş bulun)duk. İşinin sonu nereye varacağını görünceye kadar, onu bırakmayı
uygun görmüyoruz." Ve biz (senden) bize ödünç olarak bir vesk veya iki
vesk (hurma) vermeni rica ediyoruz." dedi. Ka'b da: "Bana (bu borç
karşılığında) rehin olarak ne vereceksin?" dedi. (Muhammed b. Mesleme)
"Sen bizden (rehin olarak) ne istiyorsun?" diye sordu. (Ka'b):
"Kadınlarınızı"
(istiyorum) dedi (Muhammed b. Esleme ile yanındakiler):
"Sübhanallah sen Arabın
en yakışıkhsısın. (Böyleyken) biz sana kadınlarımızı (nasıl) rehin olarak
vereceğiz (öyle mi?). Bu bizim için bir utanç (kaynağı) olur." dediler, (o
da öyleyse), "çocuklarınızı rehin verirsiniz." dedi (Muhammed b.
Mesleme ile arkadaşları ise)
"Sübhanallah! Birimizin
oğMna(birgün) sövülür de (kendisine bu) bir vesk -veya İki vesk (hurma)
karşılığında rehin verildi, denir. Biz sana zırhı yani silahı rehin olarak
verelim." dediler, (o da): "olur" dedi. (Muhammed b. Mesleme
geceleyin Ka'b'm) yanına gelince ona seslendi, O da güzel kokular sürünmüş bir
halde başı(ndan kokular) saçarak, karşısına çıktı. (Muhammed b. Mesleme) üç
veya dört kişiyle ^irlikte gelip, (Ka'b'ın) yanına oturunca ona
(burunlarına gelmekte olan güzel bir kokudan) bahsetmeye başladılar. O da
"Üenim yanımda (nikahlım
olarak) falanca kadın vardır. O, halkın en güzel kokulu kadınıdır." dedi.
(Muhammed b. Mesleme)
"Bana izin verir misin (başındaki
bu kokuyu) koklayım?" dedi (Ka'b da):
"Hv;t!" (izin
veririm) dedi. Bunun üzerine (ibn Mesleme) elini (Ka'b'ın) başın(daki
saçlarının arasın)a soktu ve (eline bulaşan kokuyu) kokladı. (Sonra Ka'b'a bu
hareketini) "Tekrar edeyim mi?" diye sordu o da da "Evet"
dedi. Bunun üzerine (İbn Mesleme tekrar) elini onun başın (daki saçların
arasın)a soktu Ka'b (ona) bu imkanı verince (îbn Mesleme) "Haydin!"
(vurun!) diye bağırdı, onlar da hemen ona vurdular, nihayet onu öldürdüler.[476]
Ka'b b. Eşref, BenîKureyza
yahudilerinin şairidir.Daima peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)le
müslümanları hicveder, müsiuman lar aleyhine müşriklere yardımda bulunurdu.
Bedir harbinde, maktul düşen müşriklere ağlamış ve haklarında şiirler
yazmıştı. Zengindi. Hicretin üçüncü yılı Ramazanında öldürüldü.
Muhammed b. Mesleme (r.a.)
Ashab-ı Kiramın büyüklerinden olup Bedr'de ve diğer gazaların hepsinde bulunmuş
43 veya 46 tarihinde Medine'de vali bulunduğu sırada vefat etmiştir.
Ulema, Ka'b'ın bu şekilde hile
ile öldürülmesinin sebebi ve cevabı hususunda ihtilaf etmişlerdir. İmam Mâzırî
şöyle diyor: "İbn Mesleme'nin Ka'b'ı bu şekilde öldürmesi, Peygamber
(s.a)'e verdiği ahdini bozduğu, ona hicvederek sövdüğü içindir. Rasûlullah
(s.a) aleyhine kimseye yardım etmeyeceğine söz vermişti. Sonra onun aleyhine,
düşmanlarla birleşerek onlara yardım etti..."
Kaadî Iyaz'ıh beyanına göre;
ulemadan bazıları bu meseleye şöyle cevap vermişlerdir.
Muhammed b. Mesleme hiç bir
sözünde Ka'b'a eman vermiş değildir. Onunla sadece alış-veriş hususunda
konuşmuş bir de halinden şikayet etmiştir. Kendisine bir söz veya eman
vermemiştir. Hiç bir kimsenin Onu gadren öldürdü demesi helal olamaz.
Ka'b b. Eşrefin katline bir
rivayette dört, diğer rivayette beş kişi iştirak etmiştir. Bunlar Muhammed b.
Mesleme, Ebû Naile Silkan b. Selame, Abbad b. Bişr, Ebû Abs b. Cebr ve Haris b.
Evs'tir.[477]
1. Bazıları, bu hadisle istidlal
ederek: "Evvelce tslamı kabule davet olunmuş bir kafire hile yapmak ve
baskında bulunmak caizdir" demişlerdir.
2. Ta'riz caizdir. Ta'riz:
Manası sahih ve kapalı olan fakat, muhatabın ondan daha başka bir mana anlaması
mümkün olan sözdür. Şer'i bir hakka mani olmamak şartı ile harplerde ve sair
yerlerde bu caizdir. Mesela: Muhammed b. Mesleme'nin: "Bu adam sadaka
istedi ve bizi dara düşürdü.'* sözü caiz hatta müstehab bir ta'rizdir. Çünkü
kapalı manası; bizi içinde yorgunluk ve darlıkla ve şeriat adabı ile te'dib ve
terbiye etti. Ama bu yorgunluk Allah'ın rızası uğrundadır; bizim için
makbuldür; demektir. Fakat muhatab bundan makbul olmayan yorgunluk anlamıştır.[478]
2769. ...Ebu Hureyre'den
demiştir ki:
Peygamber (s.a) şöyle
buyurmuştur: "İman ihaneti bağlamıştır. Mü'min, ihanet etmez.”[479]
Yular. atın zararlı yerlere
gitmesine engel olduğu gibi, iman da mü'mini şanına yakışmayan hak ve
adalet ölçülerine uymayan hareketlerden alıkoyar.
Bu cümleden olmak üzere iman;
mü'minin arkadaşına veya kendisine güvenen bir kimseye ihanet etmesine
engeldir. Bir müslüman, şanına yakışmayan ihanet gibi çirkin bir işi yapamaz.
Ona pusu kurarak, veya uygun bir ortamı bulunca zayıf bir anında karşısına
çıkarak, üzerine saldırıp onu öl-düremez.
Metinde geçen "mü'min
ihanet etmez." anlamına gelen cümlesini nehiy anlamında bir haber cümlesi
olarak kabul etmek, mümkün olabileceği gibi litfl şeklinde meczum okuyarak
nahy-i gaib olduğunu ve cümlenin mü'min ihanet etmesin anlamına geldiğini kabul
etmek de mümkündür.
Her iki halde de, bu hadis-i
şerifle, mü'minler, ihanetten men'edilmişlerdir. Dolayısıyla ihanet eden bir
kimsenin, kamil bir mü'min olduğu söylenemez. Her ne kadar Ka'b b. Eşref ve
İbn Ebî Hakik müslümanlar tarafından hile ile öldürülmüşlerse de, aslında
bunlar Hz. Peygambere ve diğer müslümanlara dil uzatmakta çok ileri gitmiş
kimselerdi ve müsrüman-larla onlar arasında herhangi bir anlaşma, sulh ve
karşılıklı güven yoktu. Müslümanların, onlara verilmiş herhangi bir teminatı da
yoktu. Bunlar hareketleriyle müslümanlan karşı bir harekete zorluyorlardı.
Müslümanların da kendilerini onların zararından koruyabilmek için, onların
vücudunu ortadan kaldırmaktan başka bir çareleri kalmamıştı. İşte, bu gibi
şartlar altında» müslümanların onları hile ile öldürmelerini, ihanetle
vasıflandırmak mümkün değildir.
Ayrıca sözü geçen kimselerin,
müslümanlar tarafından öldürülmelerinin İslamda ihanetin yasaklanmasından
önceki bir tarihe rastlamış olması da düşünülebilir.[480]
2770. ... Abdullah b.
Ömer'den demiştir ki:
Rasûlullah (s.a) (herhangi
bir) savaştan veya hacdan ya da umreden döndüğü zaman, karada (rastlayıp da
üzerine çıktığı) tepe üzerinde üç defa tekbir getirir ve = Allah'dan başka
hakiki ma'bud yoktur. O, birdir, ortağı yoktur. Mülk onundur, hamd (yalnız)
O'nadır. O'nun herşeye gücü yeter. (Biz seferden memleketimize) dönenleriz,
tevbe edenleriz, (sadece Allah'a) ibadet edenleriz, secde edenleriz ve (sadece)
rabbımıza hamdedenle-riz. Allah va'dine sadıktır. Kuluna yardım etmiş bütün
hizipleri tek başına o hezimete uğratmıştır." derdi.[481]
Metinde geçen "Allah
va'dinde sadıktır" cümlesiyle, yüce Allah'ın "O, Rasûlunü hidayetle
ve hak dinle gönderdi ki: (Allah'a) ortak koşanlar hoşlanmasa da, o (hak din)
i bütün din(ler)in üstüne çıkarsın"[482] ayet-i kerimesindeki, yeryüzünde mevcut
dinler arasında yegane hak din olan İslam dinini, bütün dinlere üstün
kılacağına dair olan vadiyle "Müminlere yardım etmek üzerimize borç
idi."[483] ayet-i kerimesindeki vadini gerçekleştirdiği, dolayısıyla
mü*mirilere zafer nasibettiği ifade ve kas-dedilmiştir. Şüphesiz ki yüce Allah
va'dinden dönmez.
Metinde geçen "Kuluna
yardım et!" cümlesindeki "kul" kelimesiyle kas-dedilen, bizzat
Rasûl-ü Zişan efendimizin kendisidir.
Şafiî ulemasından İmam
Nevevi'nin açıklamasına göre, "Metinde geçen "Bütün hizipleri tek
başına o hezimete uğratmıştır." cümlesindeki hizipler kelimesiyle
kasdedilen, Hendek harbinde toplanarak müslümanlara karşı birleşen
müşriklerdir. Bunlar, müslümanlan topyekün imha etmek için Medine'yi kuşatınca
Allahü Teâlâ onların üzerine geceleyin korkunç bir fırtına ile birlikte
göremedikleri birtakım melekler göndermekle, ateşlerini söndürmüş, yüzlerini
gözlerini toz içinde bırakmış, onlara savaşı bırakıp kaçmaktan başka bir
kurtuluş çaresi bırakmamıştır. Nitekim yüce Allah "Ey inananlar Allah'ın
size olan nimetini hatırlayın, hani bir zaman size ordular gelmişti de biz
onların üzerine bir rüzgar ve sizin göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah
yaptıklarınızı bilir.[484] ayet-i kerimesiyle bu gerçeği ifade buyurmuştur.
Yine Kadı Iyaz'ın ifadesine
göre, sözkonusu cümlede geçen Ahzab kelimesiyle, Hendek savaşına katılan kafir
gruplarının yanısıra kıyamete kadar, müslümanların karşısında toplanacak olan
grupların da kasdedildiğini söyleyenler de vardır.
Bazıları, Rasûl-ü Ekrem'in
başkalarını seçili konuşmaktan men ettiği halde kendisinin, burada seçili
konuşmasını izah etmenin mümkün olmadığını söylemişlerse de, kendilerine
"Rasûlullah'ın menettiği seçili konuşma, kahinlerin yaptığı gibi özene
bezene, yapılan seçili konuşmalardır. Tekellüf ve tasannu olmadan, ağızdan
dökülüveren seçili konuşmaları ise yasaklamamıştır. Kendisinin buradaki
secileri de bu kabilden olan secilerdir." diye cevap verilmiştir.[485]
2771. ...İbn Abbas'dan
demiştir ki:
"Allah'a ve ahiret gününe
inananlar -mallarıyla canlarıyla cihad etme hususunda- senden izin iste (yip
geri kal)mazlar."[486] (mealinde ki) ayet-i (kerimenin hükmünü) Nûr (suresin)deki:
(şüphesiz ki Allah) "... çok bağışlayan, çok merhamet edendir."
sözüne kadar (devam eden) "mü'minler o kimselerdir ki; Allah'a ve
peygamberine (gönülden) inanmışlardır..."[487] (mealindeki) ayet(i kerime) yürürlükten
kaldırmıştır.[488]
Bu hadis-i şerifte geçen, iki
ayetin tefsirinde, ulema ihtilaf etmiştir. Hasan-ı Basrî ve İkrime'ye göre,
metinde geçen Tevbe süresindeki ayet-i kerimenin hükmünü, Nur süresindeki
ayet-i kerime yürürlükten kaldırmıştır.
Sözü geçen alimlere göre;
Tevbe süresindeki ayet-i kerimede meşru bir sebeple de olsa, mü'minlerin cihada
çıkmamak için Hz. Peygamberden izin istemeleri yasaklanırken "Mü'minler o
kimselerdir ki, Allah ve peygamberine (gönülden) inanmışlardır. İçtimai bir iş
(görüşmek) üzere o, (Allah'ın Rasûlü ile) bulundukları zaman, ondan izin
almadan gitmezler. (Ey Muhammed), senden izin alanlar, işte onlar, Allah'a ve
Rasûlüne inanan kimselerdir. Bundan dolayı bazı işler için senden izin
istedikleri zaman, onlardan dilediğine izin ver ve onlar için Allah'dan
mağfiret dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.[489] mealindeki ayet-i kerimede ise, Hazret
i Peygambere meşru mazaretleri olan mü'minlere, cihada çıkmamaları için izin
vermesi emredilmektedir. Bu durum, Nur süresindeki ayet-i kerimenin yukarıda
mealini sunduğumuz, Tevbe suresinin 44. cü ayet-i kerimesinin hükmünü
yürürlükten kaldırdığını ortaya koymaktadır.
Mevzumuzu teşkil eden bab
başlığından musannif Ebu Davud'un da bu görüşte olduğu anlaşılıyor.
Bazı ilim adamlarına göre ise;
bu iki ayet-i kerimenin hükmü arasında bir çelişki olmadığından, birinin
diğerinin hükmünü yürürlükten kaldırması da sözkonusu değildir.
Bu görüşte olan alimler; Tevbe
suresinin 44. cü ayet-i kerimesi "Mü'minler asılsız mazeretler ileri
sürerek cihaddan geri kalmak için Hz. Peygamberden asla izin istemezler. Ancak
meşru bir mazaretleri çıkınca böyle bir izin isteme yoluna gidebilirler. Fakat
münafıklar, birtakım uydurma mazeretler ileri sürerek harbe çıkmamak için Hz.
Peygamberin huzuruna gelip izin isterler." anlamına gelir ki, Nur
suresinin sözü geçen ayet-i kerimesinde buna aykırı bir hüküm bulunmadığı son
derece açıktır. Hatta Nur suresinde mazereti olan mü'minlere yeteri kadar izin
vermesi için, Hz. Peygambere emir vardır. Binaenaleyh sözkonusu iki ayetten,
birinin diğerini neshetmesi düşünülemez.[490]
2772. ...Cerir'den
demiştir ki:
Rasûlullah (s.a) bana (hitaben
ey Cerir) "Zülhalasa hakkında (hayırlı bir haber getirsen) de bizi
rahatlatsan" dedi. (Ravi Kays rivayetine şöyle devam etti) Bunun üzerine
(Cerir yola düştü, Zülhalasa'-nın) yanma varıp onu parçaladı. Sonra Ahmes
(kabilesin)den Ebû Er-tât künyesiyle anılan bir adamı müjde vermek üzere
peygamber sal-lallahü aleyhi ve selleme gönderdi.[491]
Zülhalasa: Devs, Hasam ve
Becile kabilelerine ait bir putun bulunduğu evin ismidir. Hafız İbn Hacr'in
görüşü budur. Bir rivayete göre bu putun adı zülhalasa idi, bu putun içinde bulunduğu
evin ismi de Halasa idi. Mekke'nin fethinden sonra, Hz. Cerir müslüman olarak
Hz. Peygamberin huzuruna gelmişti. Hz. Peygamber onu Zülhalasa ismindeki putu
kırmaya teşvik edince, Hz. Cerir bu putu kırmak üzere yola çıkmış ve yanına,
kendi kabilesi olan Ahmes oğullarını da alarak putu koruyan, Hasam kabilesi
üzerine yürümüş ve onlarla savaştıktan sonra putu kırmaya muvaffak olmuş.
Rasûl-ü Zişan efendimizi
memnun etmek için de bu haberi vermek üzere, Ebû Ertat künyesiyle anılan bir
sahabiyi müjdeci olarak göndermiştir. Hz. Cerir'in bu hareketi ve Rasûl-ü Zişan
efendimizin onun bu hareketini tasvib etmesi, Fetih ve zafer gibi hayırlı
haberleri müslümanlara müjdelemenin, bu müjdeyi vermek için özel müjdeciler
göndermenin, müstehab olduğunu gösterir.[492]
2773 . ...Ka'b b. Malik
demiştir ki:
Peygamber (s.a) bir
yolculuktan geldiği zaman, ilk önce mescid-de iki rek'at namaz kılar, sonra da
halkla otururdu. (Musannif Ebu Davud'un şeyhi) İbnü's-Serh (Ka'b b. Malik'in bu
hadisini sonuna kadar) nakletti.[493] (Ka'b b. Malik konuşmasına devam ederek
şöyle) dedi: Rasûlullah (s.a) müslümanlara, bizim üçümüzle konuşmayı yasakladı.
Nihayet, (onların bu küskünlüğü) bana (iyice) uzayınca (birgün). Amcamın oğlu
olan Ebû Katade'nin bahçesinin duvarına tırmandım ve kendisine selam verdim.
Daha sonra ellinci gecenin sabahında, sabah Alamazını evlerimizden bir evin
damında kıldım ve hemen arkasından "Ey Malik'in oğlu Ka'b müjde
sana!" diye bağıran birini işittim ve bana müjde vererek bağıran kimse
yanıma gelince, (üzerimdeki) iki (kat) elbisemi çıkarıp ona giydirdim (ve) hemen
arkasından (Rasûlü Ekrem'in huzuruna varmak üzere) harekete geçtim. Nihayet mescide
girdim. Bir de ne göreyim, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem (orada)
oturuyor. Talha b. Ubeydillah kalktı, koşarak bana (geldi) benimle, müsafaha
etti (elimi sıktı) ve beni tebrik etti.[494]
Ka'b b. Malik (r.a) tamamı
Buhari ve Müslim'de zikredilen bu uzun rivayetinde, Tebük seferine niçin
iştirak edemediğini açıklarken, aynı zamanda bu şanlı seferin bir çok
noktalarına da işaret etmiştir. Hz. Ka'b Ensardandır. Ebu Abdullah künyesini taşır.
Akabe'de bulunan üç şairden biridir. Diğer iki şair de Abdullah b. Revaha ile
Hassan b. Sabit'tir. Fahr-i kainat efendimizin bu güzide şairlerinden Hassan,
şiirlerinde Kureyş'in nesilerini hedef alır. Abdullah b. Revaha da küfürlerini
ayıplardı, Hz. Ka'b ise Kureyş'i daima harb ile tehdid eden kahramanlık
şiirleri söylerdi.
Hz. Ka'b'ın Tebük seferine
iştirak etmediği bir gerçek olmakla beraber, Hz. Peygamberin bu ateşli şairi,
Tebük seferinden korkaklığı nedeniyle geri kaldığı söylenemez. Aslında, kendisi
Bedir'den başka bütün seferlere iştirak etmiş, Uhud harbinde onbir yara
almıştı. Mevzumuzu teşkil eden bu hadisin Buhari'de tam olarak zikredilen
rivayetinden anlaşıldığına göre; Tebük savaşına katılmak için son derece
istekli olduğu halde, savaş hazırlıklarını vaktinde yapamadığı için,
müslümanlarla birlikte sefere çıkamamış ve daha sonraki günlerde de onlara
yetişmemiştir.
Son ömründe gözleri görmez
olmuştu. H. 50. tarihinde Muaviye'nin hilafeti zamanında, yetmişyedi yaşında
vefat etmiştir. Medinelilerden sayılır. Tabiinden bir cemaat kendisinden hadis
rivayet etmiştir.
Sarih Aynı: "Şair Ka'b'ın
bu hadisi elliden ziyade hüküm ve faydayı muhtevidir" diyor ve birer birer
bildiriyor. Bunlardan en mühimi nefiri âm (umumî seferberlik) ilanı üzerine
devletçe vukubulan davete icabet edilmeyip, döneklik ve kaçaklık
gösterilmesinin Allah Teâlâ ve Rasûlullah, tarafından en ağır nefret ve
şiddetle karşılanmış olmasıdır. Dini ve milli bir mühimmeyi hiç bir izaha
muhtaç olmaksızın hadis-i şerifin satırlarında ke-malî vuzuh ile okuyoruz.[495]
1. Hayırlı bir haberi
ulaştırarak, müslümanian sevindırmek müstehabdır.
2. İkram için, faziletli bir
kimseye karşı ayağa kalkmak mustehabdır.
3. Müslümanların birbirleriyle
karşılaştıkları zaman musafaha yapmaları ve büyüklerin tabilerini sevindiren
bir habere sevinmeleri mustehabdır.
4. Devlet tarafından
ilan edilen seferberliğe katılmak her müslümana farz-ı ayndır.[496]
2774. ...Ebû Bekre'den
demiştir ki:
Peygamber sallallahü aleyhi ve
selleme, sevindirici bir haber ulaşınca veya kendisine bir müjde verilince
Allah'a secde-i şükr ederek yere kapanırdı.[497]
Bu hadis-i şerif, şükür
secdesinin meşruluğuna bir delildir.Sübül'üs-Selam müellifi Sana'ni'nin
beyanına göre; İmam Şafiî (r.a) ile İmam Ahmed (r.a) bu görüştedir. İmam Malik
ile İmam Ebû Hanife'ye göre; şükür secdesinde bir kerahet olmadığı gibi mendup
ta değildir. Şükür secdesi için, taharetin şart olup olmadığı hususunda ulema
ihtilaf etmiştir. Bazıları, namaza kıyas ederek şükür secdesi için de
taharetin şart olduğunu söylerken, bazıları da şart olmadığını söylemişlerdir.
İmam Sammanî, taharetin şart olmadığı görüşündedir.
Neyl'iil-Evtar müellifi
Şevkani; şükür secdesinde tekbir getirileceğine dair bir delilin bulunmadığını
söylüyor.
Zad'ül-Mead müellifi İbn
Cevzi; Hz. Ka'b b. Malik'in tevbesinin kabul edildiği haberini alınca, secdeye
vardığım, bunun her hayırlı haberin gelmesinde secdeye varmanın sahabenin
adeti olduğuna delalet ettiğini ve bu secdenin, yeni nimetlere erişilip,
musibetlerden kurtulunca yapılan şükür secdesinden başka bir şey olmadığını
söylüyor. Yine İbn Kayyim'in ifadesine göre; Ebû Bekir es-Sıddık,
Müseylemetü'l-kezab'ın ölüm haberini alınca; şükür secdesine vardığı gibi Hz.
Ali, Haricilerden Züssedyi denilen kişi ölü olarak bulunduğu zaman, Hz. Fahr-i
kainat efendimiz de Hz. Cebrail'in "Kendisine bir defa salat okuyan bir
kimseye, bu salatı karşılığında Allah'ın o kula on defa salatta
bulunacağı" haberini getirdiği zaman ve ümmetine üç defa şefaatta bulunup
da üçünün de kabul edildiğinde, şükür secdesine varmıştır. Nitekim Hz.
Peygamberin şefaat duasının kabul edilmesi meselesi, (2775) numarada
sunacağımız hadis-i şerifte açıklanacaktır.
Şükür secdesi, konusunda
Hanefilerin ed-Dürrü'l-Muhtar isimli meşhur kitabında "Şükür secdesi
müstehabdır. Bununla fetva verilir." diyor. Hanefî ulemasından, îbn Abidin
de bu metni açıklarken şunları kaydetmiştir: Şükür secdesi, yeni bir nimete
nail olan veya Allah Teâlâ kendisine mal, evlat ihsan eden, yahut bir
musibetten kurtulan kimselere müstehaptır. Bu secde için kıbleye dönülür, Allah
Teâlâ'ya şükür için secde edilir. Secdede Allah'a hamd ile teşbih ve tekbir
getirilir. Ondan sonra secde-i tilavette olduğu gibi, secdeden baş kaldırılır.
Sirâc sarihinin "bununla fetva verilir" sözü imameynindir.
İmam Azam'a gelince; Muhit'de
onun "Ben bu secdeyi vacip görmüyorum. Çünkü vacip olsa, her an vacip
olurdu. Zira Allah Telâlâ'nın kuluna verdiği nimetler, kesintisiz devam eder.
Bunda; güç yetmeyecek şeyi teklif vardır." dediği rivayet olunmuştur.
Zahire'de İmam Muhammed'den rivayet olunduğuna göre; İmam Azam, secde-i şükürü
bir şey saymazmış. Mü-tekaddimin ulema bunun manası hakkında ihtilafa düştü;
bazıları "Onu sünnet saymazdı" demek olduğunu; bazıları da "tam
şükür olmaz" demek istediğini söylemişler. "Çünkü şükrün tamamı
Mekke'nin fethi gününde Peygamber (s.a.)'in yaptığı gibi iki rek'at namazla
olur" demişlerdir. İmam Azam, bu sözü ile secde-i şükür, vacip değildir,
demek istemiştir, diyenler olduğu gibi, "Meşru değildir. Yapılması
mekruhtur. Ondan dolayı sevap verilmez, bilakis terki evladır" manasına
geldiğini söyleyenler de olmuştur. Musaffa sahibi, bu kavli ekser ulemaya
nisbet etmiştir. Ekser ulemanın bu kavli, İmam Azam'dan sübut bulmuş bir
rivayete dayanıyorsa mesele yoktur. Aksi takdirde, yukarıdaki iki ibaresinden
her ikisi de ihtimallidir. En zahir mana müstehap olmasıdır. Nitekim bunu imam
Muhammed nassan bildirmiştir. Bu hususta birçok hadisler varit olmuş. Bu işi,
Ebû Bekir Ömer ve Ali (r.a) hazeratı yapmışlardır. Peygamber (s.a.)'in
fiilinden mensuhtur diye, bahsetmek doğru olamaz. "Hılye'de böyle denilmiştir."
ibaresi kısaltılmıştır. Sözün tamamı Hılye ile İmdat'dadır. Onlara müracaat
edebilirsiniz.
Münye şerhinin sonunda şöyle
denilmektedir: "Bu hususta peygamber (s.a.)'den bîr çok rivayetler varit
olmuştur. Ondan (secde-i şükürden) mene-dilmez. Çünkü onda (secdede) tevazu
vardır. Fetva buna göredir."
Eşbah'ın çeşitli meseleler
bahsinde şu satırlar vadır: "Secde-i .şükür, İmam Azam'a göre, vacip
değil, caizdir. Ondan rivayet edilen "Secde-i şükür vacip olarak meşru
değildir." sözünün manası da budur, ttimad edilen kavle göre, ihtilaf onun
caiz olup olmadığında değil, sünnet olmasındadır."
"Lakin namazdan sonra
yapılması mekruhtur." Münye şerhinde şöyle denilmiştir: "Sebebsiz
dursa ibadet değildir. Ama mekruh da sayılmaz. Namazın ardından yapılan secde mekruhtur.
Çünkü cahiller onun sünnet veya vacip olduğuna itikat ederler. Buna sebeb olan
her mubah mekruhtur."
Hülasa şudur: Sebebsiz yapılan
secde, cahillerin sünnet olduğuna itikadına vesile olmazsa mekruh değildir.
Ben, vitir namazından sonra bu secdeye devam eden birini gördüm. Bunun aslının
ve senedinin olduğunu söylüyordu. Kendisine buradakini söyledim. Hemen secdeyi
terketti.[498]
2775. ...(Amir b.
Sa'd'ın) babasından demiştir ki:
Rasûlullah (s.a)'le birlikte
Medine'ye gitmek üzere Mekke'den (yola) çıktık.
Azver'e yaklaştığıız zaman
(hayvanından) indi, sonra ellerini kaldırıp Allah'a bir süre dua etti, sonra
secdeye kapandı, uzun bir süre (secdede) kaldı, sonra kalktı, ellerini kaldırıp
bir süre daha Allah'a dua etti(kten), sonra (tekrar) secdeye varıp uzun süre
(secdede) kaldı. Sonra (tekrar) secdeden kalktı, ellerini kaldırıp bir süre
Allah'a dua ettikten sonra (yine) secdeye vardı. (Bu hadisi Musannif Ebu
Davud'a nakleden) Ahmed İbn Salih Rasûlullah, ellerini kaldırıp bir süre Allah'a
dua etti. Sonra secdeye vardı, anlamındaki) cümleyi üç defa zikretti ve
sonra rivayetine şöyle devam etti:
Rasûlü Ekrem bu duaları ve
secdeleri bitirdikten sonra) buyurdu ki:
"Ben Rabbimden (rahmet)
diledim ve ümmetim (in günahlarının affolması, derecelerinin yükselmesi) için,
şefaatte bulundum da bana ümmetimin üçtebirini bağışladı. Bunun üzerine
Rabbime bir şükür olmak üzere secdeye vardım. Sonra başımı kaldırıp ümmetim
için (tekrar) Rabbimden dilekte bulundum. Bana üçtebirini (daha) bağışladı.
Bunun üzerine Rabbime şükür olmak üzere (ikinci defa) secdeye vardım. Sonra
başımı kaldırıp ümmetim için Rabbimden (üçüncü defa olmak üzere bir) dilekte
(daha) bulundum. Bunun üzerine bana (ümmetimin) son üçtebirini bağışladı.
Rabbime şükür olmak üzere (üçüncü kez) secdeye vardım."
Ebû Dâvûd der ki: (Şeyhim)
Ahmed b. Salih bu hadisi bize naklederken (bu hadisin sened zincirinde
bulunan) Eş'âs b. İshâk'ı (zincirden) düşürmüştür, (Fakat) bu hadisi bana Ahmed
b. Salih'ten, Musa b. Sehl er-Remli'de rivayet etti.) Onun rivayet senedinde
ise, Eş'as b. İshak zikredilmiştir.[499]
Musannif Ebu Davud'un metnin
sonuna ilave ettiği ta'likte mevzumuzu teşkil eden bu hadisin senedinde,
Esas b. İshak'ın atlandığını ifade edilmektedir. Bilindiği gibi senedinden bir
ravinin atlandığı bu gibi hadislere "munkatı" hadis denir. Ve
munkatı hadisler zayıf hadislerdendir.
Ancak musannif kendisine bu
hadisi aynı zamanda Musa b. Sehl'in de rivayet ettiğini ve Musa b. Sehl'in
rivayet senedinde Esas b. İshak'ın da bulunduğunu ifade etmektedir. Merhum
Musannif bu ifadesiyle mevzumuzu teşkil eden ve kendisine Ahmed b. Salih
yoluyla gelen bu hadisin başka bir yoldan takviye edildiği için zayıflıktan
kurtulup Hasen derecesine yükseldiğini ifade etmek istemektedir.
Tîbî'nin ifadesine göre; Hz.
Peygamberin Mekke'den Medine'ye giderken Azver denilen yere yakın bir yerde
inip de orada ümmetine dua etmesi, oranın bir hususiyetinden değil, sadece
orada kendisine inen bir vahiyden dolayıdır. Hanefi ulemasından Aliyyü'l-Kariye
göre; ümmetin avamı ve havası için böylesine dua edilen bir yer hususiyetten
uzak olamaz.
Konumuzla ilgili hadis-i
şerifte Rasûl-ü Zişan Efendimizin daha dünyada iken, ümmeti için şefaatta
bulunduğu ve bu şefaatinin kabul edildiği, ümmeti hakkındaki bu isteğinin
kabul edildiğini görünce, şükür secdesine vardığı ifade edilmektedir.
Şefaat; birisi için ricacı,
istirhamcı yalvarıcı ve aracı olmak demektir. Istılahta şefaat; Peygamber
Efendimizin ve diğer büyük zatların ahifet gününde, bir kısım, günahkar
mü'minlerin affedilmeleri ve itaatli mü'minlerin de yüksek mertebelere ermeleri
için, Allah Teâlâ'dan niyaz ve istirhamda bulunmalarıdır.
Şefaat aslında Allah'a mahsus
bir haktır.[500] Diğer insanların şefaatçi olmaları ancak onun izni iledir.[501] Kafirler şefaatten mahrum kalacaklardır.[502] Bir rahmet kapısı olan şefaatten
istifade edemeyeceklerdir.
Ahirette, bütün insanlara
muhakeme ve muhasebenin bir an evvel yapılması için, en büyük şefaatte
bulunacak olan Peygamber Efendimizdir. Yani şefaat kapısını o açacaktır. Onun,
bu şefaatine şefaat-i uzma (büyük şefaat) denir.Onun bu şekilde sahip olduğu
yüksek makam ve imtiyaza da Makam-ı Mahmud denir.[503]
Allah Teâlâ bu şefaati kabul
buyurup ahiret muameleleri için emir buyuracaktır.
İlk şefaatten sonra, diğer
peygamberlere, alimlere, şehidlere şefaat etmek için izin verilecektir.[504] Yine meleklere ve bazı müminlere de
şefaat etmeleri için müsaade edilecektir.[505] Yine kişinin tuttuğu oruç ve okuduğu
Kur'an, Kıyamet gününde kendisine şefaatçi olacaktır.[506]
Rasûl-i Zişan efendimizin
şefaatinden istifade etmeyecek bir kul bile yoktur. Az da olsa her kul onun
şefaatinden istifade edecektir.
İmam Nevevi'nin açıklamasına
göre; şefaat beş mertebede olacaktır.
1. Haşirde olan korkulardan
kurtarmak için şefaat. Nitekim, bütün insanlar haşirde hesaba çekilmek üzere
korkulu anlar geçirirken, önce Hz. Adem'e daha sonra sıra ile Hz. Nuh, İbrahim,
Musa, İsa (a.s) hazretlerine şefaat etmeleri ricasıyla başvurup da bu
ricalarından olumlu bir netice alamadıklarını görünce, Hz. Peygamber
efendimize başvururlar ve onun
ricasıyla hepsi oradan kurtulurlar.[507]
2. Bir topluluğu hesapsız olarak
cennete koymak için şefaat.[508]
3. Hesabı görülmüş ve azaba
müstehak olmuş bir topluluğu cehenneme girmekten kurtarmak için yapılacak olan
şefaat.
Nitekim İmam Müslim'in
naklettiği "Sizin peygamberiniz -Ya Rabb selamet ver- der."
anlamındaki hadis-i şerif buna delalet eder.[509]
4. Asilerin cehenneme
girenlerini cehennemden çıkarmak için yapacağı şefaat.. Nitekim Buhari'nin
rivayet ettiği, "Muhammedîn şefaatiyle bir topluluk ateşten çıkarılıp
cennete konur. Bunlar cehennemlikler diye isimlendirilmiş olanlardır"[510] anlamındaki hadis buna delalet eder,
5. Dereceleri
yükseltmek için olacak şefaat; İmam Nevevi Ravza isimli eserinde bu şefaatin
sadece peygamberimize has bir şefaat olduğunu zikretmekle yetinmiş, delilini
zikretmemiştir.
Kadı Iyaz, bu şefaatlere bir
altıncısını da ilave ederek "Rasûlullah efendimizin amcası Ebû Talib'e
azabının hafifletilmesi için ettiği şefaat altıncı şefaattir" demiştir.
Hz. Peygamber, şerefli kabrini ziyaret edenlere de şefaat edeceği gibi, ayrıca
müezzine icabet edene ve salihlerin kusurlarım gördüğü halde onları görmezden
gelenlere de şefaat edecektir. Ancak bu zümreler, yukarıda geçen beş sınıfın
dışında değillerdir.[511]
et-Tâc musannifinin açıklamasına
göre, yukarıda beş maddede zikrettiğimiz şefaat çeşitlerinden, birinci ile
ikinci sadece Fahr-i kainat efendimize aittir.[512]
Bezlü'l-Mechûd yazarı eş-Şeyh
Halil Ahmed'in beyanına göre, mevzu-muzu teşkil eden hadis-i şerifte Rasûl-ü
zişan efendimizin ilk duasında, bağışlananların (icabet) ümmetinin üçtebirini
teşkil ettiğinden bahsedilen zümre, sabikun denilen ve İslamî hakikatleri
öğretmek için canla başla çalışan ve hayırda yarışı kazanan müslümanlardır.
İkinci duadan sonra bağışlananlar-sa, Allah'ın kitabından ayrılmayarak
ömürlerinin ekserisini adalet üzerine geçiren müslümanlardır. Üçüncü duadan
sonra bağışlananlarsa nefislerine zulmedenlerdir.
Hz. Peygamberin bu üç zümreden
birincisiyle, ikincisine şefaati, onları haşirde beklemekten kurtarma şeklinde
olacaktır. İlk iki zümreye şefaatin onların makam ve derecelerinin yükselmesi
şeklinde olabileceği düşünülebilir. Çünkü bu iki zümre cennete Rasûl-ü ekremin
şefaatıyla değil Allah'ın rahmetiyle gireceklerdir. Nitekim Taberani'nin İbni
Abbas'dan mevkuf olarak naklettiği bir hadis-i şerifte "Önce hesabı
olmayanlar, adalet edenler, Allah'ın rahmetiyle cennete girerler. Sonra
kendine zulmedenler ve Araf ehli Rasûlullah (s.a)'in şefaatıyla cennete girerler.[513] buyurmuştur.[514]
1. Sevindirici bir olayla
karşılaşınca şükür secdesine varmak caizdir.
2. Şefaat haktır.[515]
2776. ...Cabir b.
Abdillah'dan demiştir ki: "Rasûlullah (s.a) (yoldan gelen) bir kişinin
ailesinin yanına (geceleyin) girmesini çirkin görürdü."[516]
Turûk: Geceleyin gelmek
demektir. Bu hadis-i şerifte uzun bir yolculuğa çıktığı için, uzun zaman
ailesinden ayrı kalan bir kimsenin dönüşte ansızın evine gelmesi mekruhtur.
Çünkü böyle uzun zaman ailesinden uzakta kalan bir kimse ailesinin yanına
ansızın girecek olursa, onu çirkin bir kıyafetle, temizliğini ihmal etmiş ve
kocası için gerekli temizliği yapmamış bir halde bulması mümkündür. Böyle bir
hal ise o kimsenin karısından nefret etmesine yol açacaktır.
Nitekim ashabdan Abdullah b.
Revana geceleyin bir seferden dönüp ansızın evine girmek isteyince, bir
kadının karısının saçlarını taramakta olduğunu gördü, onu öldürmek için
kılıcına sarıldı'. Fakat gerçeği anlayınca bundan vazgeçti. Durumu Hz.
Peygambere anlatınca, Rasulü Ekrem, geceleyin seferden dönen bir kimsenin
ansızın karısının yanına girmesini yasakladı.
Durum böyle olunca, geceleyin
yoldan gelen bir kimsenin ansızın ailesinin yanına girmesi uygun değildir.
Fakat yolcu yakın bir yere
gitmiş karısı gelmesini bekliyorsa, evine gece dönmesinde beis yoktur. Keza
askerde veya benzeri kalabalık bir cemaat içinde seferde bulunur da dönmekte
oldukları ve şimdi şehre girecekleri haber verilirse, istediği zaman evine
girmesinde beis yoktur.[517]
2777. ...Cabir'den
demiştir ki:
Peygamber (s.a) (şöyle)
buyurmuştur. "Seferden dönen kişinin ailesinin yanına gireceği vaktin en
güzeli gecenin başlangıç zamanıdır."[518]
Metinde geçen ahsene
kelimesinin başında bulunan ma kelimesi bazılarına göre ismi mevsuldur ve sıla
cümlesinde bulunması gereken aid zamiri hazf edilmiştir. Bu takdirde hadise
"seferden dönen bir kimsenin ailesinin yamna gireceği vakitlerin en
güzeli, gecenin ilk vaktidir." şeklinde mana vermek icabeder.
Bazılarına göre ise bu
"ma" masdariyyedir. Bu takdirde hadis: "Seferden dönen kişinin
ailesinin yanına girmesinin en güzeli, gecenin ilk zamanındaki girişidir"
anlamına gelir. Tîbîye göre, bu "ma" ile ilgili tevcihlerin en güzeli
"ma"nın mevsufe olduğunu kabul eden tevcihtir. Bu tevcihe göre
hadisin manası: "Seferden dönen kişinin ailesinin yanına girme vakitlerinin
en güzeli gecenin başlangıcıdır" şeklindedir.
Görüldüğü gibi bu takdir ve
tevcihlerin belirlediği manalar arasında önemli bir fark yoktur. Netice
itibariyle hepsi de birdir.
Bir önceki hadis-i şerifte,
seferden dönen birkimsenin, geceleyin ailesinin yanına ansızın girivermesi yasaklandığı
halde bu hadis-i şerifte, seferden dönen bir kimsenin karısının yanına
girebileceği en uygun vaktin; gecenin ilk saatleri olduğu ifade edilmektedir.
Zahiren bu iki hadis arasında, bir çelişki bulunduğu kanaati uyanıyorsa da
aslında bu iki hadis arasında bir asla bir çelişki yoktur. Hadiste
"Seferden dönen kişinin karısının yanına gelmesinden maksat onun yanına
ansızın girmek değil, onunla cinsî münasebette bulunmaktır."
Oysa bir önceki hadisi şerifte
"geceleyin seferden dönen kişinin yanına girmesi” sözünden maksat; yerinde
de açıklandığı üzere onun yanma ansızın girmektir.
Seferden dönen kimsenin
ailesiyle cinsî münasebette bulunacağı en uygun saat, gecenin ilk saatleridir.
Yolculuk sebebiyle karısından uzun süre ayrı kalan kimse, şehvetini teskin
etmeye son derece muhtaçtır. Şehvetini gidermeden sakin bir uykuya varıp
yorgunluğunu gidermesi, mümkün değildir. Bu bakımdan, daha gecenin ilk saatinde
cima ederek uykuya varması tavsiye edilmiştir.[519]
2778. ...Cabir b.
Abdillah'dan demiştir ki:
Rasûlullah (s.a) ile birlikte
bir yolculukta idik (seferden dönüp ailelerimizin yanına) girmeye
kalkıştığımızda (Rasûl-i Zişan Efendimiz):
"Yavaş olunuz,
(kadınlarınızın yanına) geceleyin (yatsı vaktinde) girelim, dağınık saçlı olan
(kadınlar) taransın, kocası gurbette olan (lar) da usturasını kullansın."
buyurdu.[520]
Ebû Dâvûd der ki: Zühri
"Geceleyin girmekten maksat yatsıdan sonra girmektir" dedi. Akşamdan
sonra girmekte de sakınca yoktur.[521]
2776 numaralı hadis-i şerifin
şerhinde de açıkladığımız gibi, geceleyin yoldan dönen bir kimsenin, ansızın
ailesinin yanına girmesi mekruhtur. Çünkü kadın, kocası için gerekli temizliği
ve süslenmeyi yapmamıştır. Kişi, karısını bu halde görünce; ondan soğuyabilir.
Bu sebeple, yoldan dönen bir kimsenin karısının yanına varmadan önce, onu
geldiğinden haberdar ederek gerekli temizliği yapmasına imkan verecek kadar
yanına varmakta, geç davranmalıdır.
Bu hadisin sonundaki ta'likten
anlaşıldığına göre; musannif Ebû Dâvûd "Seferden dönünce ev halkına haber
vermeden ansızın eve girmekle ilgili bu yasağın, seferden yatsıdan sonra dönen
kimselerle ilgili olup, akşamdan sonra seferden dönen bir kimsenin yatsıdan
önce ailesinin yanına ansızın girmesinde bir sakınca olmadığı"
görüşündedir. Çünkü akşamdan sonra ve yatsıdan önce, evine dönen bir yolcunun
karısı, gerekli temizliği yapma fırsatına sahiptir.[522]
2779. ... es-Saib b.
Yezid'den demiştir ki:
Peygamber sallallahü aleyhi ve
sellem Tebük gazvesinden döndüğü zaman, kendisini halk (yolda) karşıladı çocuklarla
birlikte ben de onu Veda tepesinde karşıladım.[523]
Tebük; Medine ile Şam arasında
bir yerin adıdır. Karayolu ile hacca gidenler, Tebük'ten geçerler. Tebük
gazvesi, miladın 630. senesinde, (hicretin 9. senesinde) vuku bulmuştur.
Seniyyetü'l-veda: Medine'nin
dışında bulunan bir tepedir. Cahiliyye devrinde, Medine'den taşraya gitmek
isteyenler buradan uğurlandığı için bu tepeye Uğurlama tepesi anlamına
Seniyyetü'l-veda ismi verilmiştir.
Çocukları, savaştan veya
hacdan dönen kimseleri karşılamaya göndermekte onları güzel ahlaklara
alıştırmak ve onlara seferden dönenlerin duasını kazandırmak gibi faydalar
vardır. el-Mihleb'in beyanına göre hacıları ve gazileri yolda sevinçle
karşılamakta emr-i maruf manası vardır. Bu iyi amellerden biridir.[524]
2780. ...Enes b.
Malik'den demiştir ki:
Eşlem (kabilesin)den biri (Hz.
Peygamberin huzuruna gelip):
"Ey Allah'ın Rasûlü ben
(Allah yolunda) savaşmak istiyorum, (fakat) benim savaş hazırlığı yapacak malım
yoktur." demiş. (Hz. Peygamber de):
"Ensardan olan falan
kimseye git (harp malzemelerini ondan iste). Çünkü b, gerekli hazırlığı yaptı
ve hastalandı. Ona -Rasûlullah (s.a.)'in sana selamı var (harp için)
hazırladığın malzemeleri bana ver (eceksin) de." buyurmuş. Bunun üzerine o
(genç, gidip) Ensarlı zata bu sözü söylemiş, o zat da karısına "ey kadın
harp için bana vermiş olduğun malzemeyi bu adama ver, onlardan hiçbir şeyi
(yanında) bırakma. Allah aşkına ondan hiçbir şey bırakma ki Allah onun hakkında
sana bereket versin." demiş.[525]
Şafiî alimlerinden Nevevî'nin
açıklamasına göre; bir kimse malını Allah yolunda sarfetmek üzere ayırır, buna
imkan bulamazsa, onu başka bir hayra sarfetmesi müstehabdır. Nezr etmedikçe,
bu malı ilk niyyet ettiği yere sarfetmesi gerekmez. Fakat o malı ayırırken
belli bir yere sarfetmek için nezretmişse, onu mutlaka nezrettiği yere
sarfetmesi icabeder. Başka yere sarf edemez.
Hafız el-Münziri'ye göre; sözü
geçen Ensarlı şahabının bu malzemeyi ayırırken Allah yolunda yapacağı savaşta
sarfetmek üzere ayırdığı halde, hastalığı yüzünden buna muvaffak olamadı, yine
Allah yolunda sarfetmiş olmak gayesiyle Eslemli gence verdiği düşünülebileceği
gibi, Rasûlü zişan efendimiz, emrettiği için verdiği de düşünülebilir.
Ayrıca bu hadis, hayra delalet
etmenin faziletini de ifade etmektedir.[526]
2781. ...Ka'b b.
Malik'den demiştir ki
Hz. Peygamber, yolculuktan
ancak gündüzün dönerdi. Hasan (b. Ali ise Hz. Peygamberin seferden ancak)kuşluk
vakti(dönerdi dediğini) ve seferden dönünce (de ilk iş olarak doğruca) mescide
varıp orada iki rek'at namaz kıldıktan sonra, (Müslümanlarla görüşmek üzere
orada bir süre) oturduğunu söylemiştir.[527]
Bu mevzuda,
ed-Dürrü'l-Muhtar'da şöyle deniyor: "Menduplardan bazıları da, yola
çıkılacağı zaman kılınan iki rek'at ile, yoldan dönüldüğü zaman kılınan iki
rek'at namazdır.1' Bu metinle ilgili olarak merhum İbn Abidin şu açıklamayı
yapmıştır: 'Mukattam b. Miktam'dan rivayet edilmiştir ki,
Rasûlullah (s.a.):
"Hiç bir kimse sefere
çıkacağı zaman ailesine onların yanında kılacağı iki rek'at namazdan daha
faziletli bir şey bırakmaz." buyurmuştur. Bu hadisi Taberanî rivayet
etmiştir. Ka'b b. Malik'den de şu hadis rivayet olunmuştur: Rasûlullah (s.a)
ancak gündüzleyin kuşluk zamanında seferden dönerdi. Dönüşte mescidde iki
rek'at namaz kılardı. Sonra orada otururdu.
Bundan anlaşılan, sefer
namazının eve, dönüş namazının da mescide mahsus olmasıdır. Şafiiler bunu
açıkça söylemişlerdir.[528]
Görülüyor ki, bu hadis-i
şerif, sefere çıkan bir kimsenin memleketine gündüzün kuşluk vakti girmesinin
ve ilk iş olarak mescide girip orada iki rek'at namaz kılmasının müstehab
olduğunu ifade etmektedir.[529]
2782. ...îbn Ömer'den
demiştir ki:
Rasûlullah (s.a) (veda)
haccından döndüğü zaman, Medine'ye girmiş, mescidinin önünde devesini
çöktürmüş, mescide girip orada iki rek'at namaz kılmış, sonra evine girmiştir.
(Bu hadisi Îbn Ömer'den
rivayet eden) Nafi; "îbn Ömer de böyle yapardı" dedi.[530]
Bu nacusi §erif» yoldan gelen bir
kimsenin evine varmadan önce, mahalle mescidine uğrayarak orada iki rek'at
namaz kılıp evine ondan sonra dönmesinin sünnet olduğuna delalet etmektedir.
Bir önceki hadisin şerhinde de
açıkladığımız; bu dönüş namazı kılınınca, aynı zamanda sahibinin seferden
döner dönmez ansızın eve girme gibi yasak bir işi işlemekten alıkoyar ve
hanımına da kocasının dönüş haberini alarak onu karşılamak üzere gerekli
hazırlığı yapma imkanı verir.[531]
2783. ...Ebû Said
el-Hudri(nin) haber verdiğine göre: Rasûlullah (s.a.) "Yaptığınız bir
taksimden dolayı kendinize de bir pay ayırmaktan sakınınız." buyurdu. (Ebû
Said sözlerine devam ederek) dedi ki: Biz (ey Allah'ın Rasûlü) "Kusame
nedir?" diye sorduk. Rasûlullah:
"Bir şey, bazı kimseler
arasında müşterek olur (Birisi de onu paylaştırmak üzere) gelir. (Bir kısmını
kendisine ayırarak) onu eksiltir." (İşte Kusame budur) buyurdu.[532]
Bab başlığında bulunan mukasim
kelimesi Bölüştürücü anlamına gelir. Eğer bu kelime başında bulunan "mim”
harfinin fethasıyla mekasim şeklinde okunursa o zaman, bir mimli masdar olan ve
kısmet anlamına gelen maksim kelimesinin çoğulu olur. Bilindiği gibi kısmet,
(taksim) ortaklığa son vermek, birden fazla kimsenin bir maldaki karışık ve
orantılı hisselerini birbirinden ayırdetmek demektir.
Taksimin meşruiyeti; kitap,
sünnet ve icma ile sabittir. Kur'an-ı Kerim'de de "Biliniz ki ganimet olarak
aldığınız herhangi bir şeyin mutlaka beştebiri Allah'ın, Rasûlünün,
hısımlarının, yetimlerin, yoksulların, yolcunundur. Allah herşeye hakkı ile
kadirdir.”[533] Duyurulmaktadır ki bu da taksimden ibarettir.
Hz. Muhammed de, ganimet ye
mirasları taksim etmiştir. Hayber arazisini, sahabe arasında paylaştırdı. Hz.
Ali de Abdullah b. Yahya'yı hane ve arazileri taksim etmekle vazifelendirmişti.
Abdullah bu işin karşılığında bir ücret te alıyordu.[534]
Hattâbî'nin açıklamasına göre,
hadis-i şerifte yasaklanan husus, bilir kişi olarak bir toplumun müşterek olan
mallarını paylaştırma vazifesini üzerine alan bir kişinin, bu görevi yerine
getirirken o malın bir kısmını kendisine ayırmasıdır. Fakat herhangi bir
kimsenin, ortaklarla anlaşarak yapacağı taksim karşılığında belirli bir ücret
isteyip onu almasında bir sakınca yoktur. Nitekim bu husus bir sonraki
tercümesini sunacağımız hadis-i şerifte de açıklanmaktadır.
Fakat böyle bir anlaşma
olmadığı halde, hisseleri ayırdeden bir kimsenin, o maldan bir kısmını
kendisine ayırmasının haram olduğunda alimler ittifak etmiştir. Mevzumuzu
teşkil eden hadis-i şerifte, yasaklanan da bu muameledir, îbn Şîrîn, ortak bir
malı, hissedarlar arasında paylaştıran kimsenin bu emeğine karşılık ücret
almasında bir sakınca görmezdi. Ancak Hafız Îbn Hacer'in beyanına göre; İmam
Malik (r.a) bu ücreti almanın mekruh olduğunu söylemiştir.[535]
2784. ...Peygamber
(s.a.)'den (bir önceki hadisin) benzerini (miirsel olarak) Ata b. Yesar da
(rivayet etmiştir. Ata b. Yesar) Bir kimse, bir topluluk üzerinde (bilir kişi
olarak görevli) olur da bir şunun bir de bunun hissesinden alır. (İşte hadiste
yasaklanan budur) dedi.[536]
Gerek bu hadis-i şerifte,
gerek bir önceki hadis-i şerifte bilir-kişi veya başkan olarak bir toplumun
müşterek mallarım dağıtma görevini üzerine alan bir kimsenin, mal sahiplerinin
hisselerinden ken: dişine birşeyler ayırarak az da olsa, onların haklarını
ellerinden almasının yasak olduğu, ifade edilmektedir. Fakat bir kimsenin
müşterek bir malı, hissedarları arasında dağıtması karşılığında ücret
almasında herhangi bir sakınca yoktur. Hadis-i şerifte bunu yasaklayan bir
ifade de yoktur.[537]
2785. ...Peygamber
(s.a.) sahâbîlerinden bîr adam, Ubeydullah b. Süleyman'a (şöyle) demiştir: Biz,
Hayber'i fethettiğimiz zaman (mü-câhidler) mal ve esirden (ele geçirdikleri
tüm) ganimetlerini (ortaya) çıkar(ıp paylaş)tılar. Bunun üzerine halk
ganimetlerini değişmeye başladı. Derken (Hz. Peygamberin huzuruna bir) adam
geldi ve "Ey Allah'ın Rasûlü! Bugün ben şu vadi halkından hiçbirinin
benzerini kazanmadığı bir kazanç elde ettim." dedi. (Hz. Peygamber de):
"Vay, yazıklar olsun sana! Sen ne kazandın?" dedi. (O zat ta)
"Alışverişe devam ettim. Nihayet üçyüz okka kazanç elde ettim"
cevabını verdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a): "Ben sana kişinin
kazandığı kazancın en hayırlısını haber vereyim mi? buyurdu (O zat ta):
" O nedir ey Allah'ın
Rasûlü?" diye sordu. (Hz. Peygamber de): (Farz olan) namazdan sonra
(kılınan) iki rekat (nafile namaz) dır buyurdu.[538]
Ukiyye: 7 mıskal (33,6 gr)
altın veya 40 dirhem (128 gr) gümüş demektir.
Bu hadis-i şerifte, savaşta
ahş-veriş meselesi işlenmektedir.
Şafiî alimleri, bu hadisin zahirine
bakarak, savaş alanında alışveriş yapmanın caiz olduğunu söylemişlerdir. Bu
hadis-i şerifte, her ne kadar iki rekat nafile namaz kılmanın, savaş alanında
alışveriş yoluyla elde edilecek en büyük maddi kazançtan daha kârlı olduğu
ifade ediliyorsa da, bu alışverişin caiz olmadığına dair bir ifade yoktur.
Nitekim Musannif Ebû Dâvûd da
bu görüşü tercih etmiştir.
Hanefilere göre; savaş
alanında yapılan alışveriş sahihse de, bu fiili işlemek mekruhtur. Bu hadis-i
şerifte, sözkonusu edilen alışveriş, Hayber ganimetleri ile ilgilidir. Bu
husus metinde açıkça ifade edilmektedir. Ayrıca hadis-i şerifte, bu alışverişin
ganimet mallarının mücahidler arasında taksim edilmeden ya da orası İslâm
ülkesi haline gelmeden Önce yapılan başka bir alışveriş olduğuna dair bir ifade
yoktur.
Daha önce de ifade ettiğimiz
gibi, Hayber fethedildikten sonra orası harp ülkesi olmaktan çıkıp, islâm
ülkesi olmuştu. Bu sebeble, orada ele geçmiş olan ganimetler, gaziler arasında paylaştırılmıştı.
Artık bu ganimetlere tam manasıyla sahip olan gaziler, bu malları kendi
aralarında değişiyorlardı. Bu bakımdan Hz. Peygamber onları bundan menetmedi.
Sadece farzlardan sonra kılınacak iki rekatlık bir nafile namazın, cihadın
ruhuna daha uygun ve ganimet mallarının değişiminden elde edilecek kârdan daha
hayırlı olduğunu ifade buyurmakla yetindi. "Gerçi dar-ı harp'te ganimet
malı taksim edilmez. Ancak hükümdar, ganimet malının gaziler arasında taksim
edilmesinin faydalı olduğu içtihadında bulunur veya gazilerin ona ihtiyacı
olursa bu takdirde taksim sahih olur.[539] Hz. Peygamber de, askerlerin ganimete
muhaç olduklarını gördüğü için, ganimetleri Medine'ye nakletmeden mücahitler
arasında paylaştırmış, gazilerde artık tamamen kendi mülkleri haline gelen bu
mallan, Hayber tamamen fethedilip İslâm diyarı haline geldikten sonra, kendi
aralarında değişmiş olabilirler.
Hanefi alimlerine göre;
ganimetlerin mülk haline gelebilmesi paylaştı-rılmaları sonucu gazilerin eline
geçmesiyle olur.[540]
Şafiîlere göre; ganimetler
sadece kafirlerin elinden müslümanların eline geçmesiyle mülk haline gelir.
Üzerinde alışveriş gibi tasarruflarda bulunabilirler. İşte, savaş alanında
ganimetlerin taksimi ve satış meselesinin caiz olup olmaması meselesinde Hanefi
alimleri ile Şafiî alimleri arasında ihtilafın aslı, ganimet mallarının ne
zaman mülk haline geleceği meselesindeki bu anlayış farkından
kaynaklanmaktadır.[541]
2786. ...Dıbâb
(oğulların)dan Zülcevşen lakabıyla anılan bir adamdan rivayet olunmuştur ki:
Ben (müşrik iken) Peygamber
(s.a.), Bedir mücâhidlerinin işlerini bitirdikten sonra, kendisine bana ait
Karha diye anılan bir kısrağın tayını götürdüm ve:
"Ey Muhammed sahiplenmen
için sana, karhâ'nın erkek yavrusunu getirdim." dedim.
“Benim Ona ihtiyacım yok. Eğer
sen onu Bedr'in zırhlarından seçilmiş bir zırhla değiştirmemi istersen (onu)
yaparım" buyurdu. Ben de:
"Ben bugün onu (değil bir
zırh) bir atla bile değiştirecek değilim" dedim. (Bunun üzerine)
"Benim (de) ona ihtiyacım
yok" buyurdu.[542]
Metinde kendisinden Zülcevşen
diye bahsedilen zatın ismi ihtilaflıdır. Bazıları bu zatın isminin Evs olduğunu
bazıları da Osman olduğunu söylemişlerdir. Bu rivayetler arasında en meşhur
olanı, bu zatın isminin Şurahbil olduğunu ifade eden rivayettir. Bu zât
vaktiyle İran'a gidip Kisra'nın huzuruna varmış, kisra da ona bir zırh
giydirmişti,
Bu hadiseden sonra araplar
arasında, ilk defa zırh giyen bir kimse olarak bu zata zırh sahibi anlamına
gelen Zülcevşen ismi verildi. Kendisi iyi bir binici ve şairdi.
Ahmed b. Hanbel'in rivayetinde
bu zatın, bir tay hediye etmek üzere Hz. Peygamberin yanına geldiği zaman,
henüz müşrik olduğu ve Hz. Peygamber kendisini, islam'a davet ettiği halde
İslâmı kabul etmediği ve Mekke'nin fethine kadar küfür üzerinde kaldığı ifade
edilmektedir.
Konumuzla ilgili hadisin
ifadesinden anlaşıldığına göre; Hz. Peygamber, küfür diyarında yaşayan bir
kimseye Bedir ganimetleri içerisinde bulunan harp malzemelerinden bir zırhı
seçip vermek istemiş, fakat o müşrik buna ihtiyacı olmadığını belirtince bundan
vazgeçmiştir. Bu durum, küfür diyarına düşmanın işine yarayacak bir silah
götürmenin caiz olduğunu ifade eder. Eğer bu caiz olmasaydı, Hz. Peygamber,
Bedir ganimetleri arasında bulunan güzel bir zırhı o müşriğe vermeye teşebbüs
etmezdi. Hanefi alimlerine göre; bir müslüman, düşman ülkesine at, silah, esir,
demir gibi düşmanın harpte işine yarayacak şeyler götürmesi caiz değildir.
Nitekim İbrahim En-Neha Ata b. Ebî Rebah, Ömer b. Abdül-Aziz (r.a) de bu
görüştedirler.
Sözü geçen alimlere göre,
düşman ülkesine götürülen harp malzemele ri, düşmanın eline geçmekle onları
müslümanlara karşı daha güçlü hale getireceğinden, bu malzemelerin düşman
ülkesine götürülmesi caiz olamaz. Çünkü müslümanlar düşmanın kuvvetlerini
takviye ile değil onu kırmakla ve fitnelerine son vermekle mükelleftirler.
Nitekim yüce Allah Kuran-ı Keriminde "Onlarla savaşın ki: Fitne ortadan
kalksın, din yalnız Allah'ın dini olsun."[543] buyurarak bu mevzudaki hükmünü açıkça
ortaya koymuştur. Ayetin sübutu ve hükmü daha kesin ve açıktır. Konumuz olan
hadise tercih edilir.
Bir esir, düşmanın işine
bilfiil yardımcı olacağından düşman ülkesine götürülmesi caiz olmadığı gibi,
silah olarak kullanılabileceği için, düşman ülkesine demirin götürülmesi de
mekruhtur. Bu hususta işlenmiş demirle ham demir arasında bir fark yoktur.
Çünkü işlenmiş demirin aslı ham demirdir. Aynı asıldan çıkan şey hakkında sabit
olan hüküm onun aslı hakkında da sabittir, geçerlidir.
Her ne kadar Hz. Peygamberin,
düşman ülkesine yiyecek maddesi gönderdiğine dair Şemame b. Esan El-Hanefi'den
rivayet edilmiş bir hadis varsa da, hadis munkati olduğundan, delil olma
niteliğinden mahrumdur.[544]
2787. ... Semüre b. Cündüb'ten
demiştir ki:
Rasûlullah (s.a) "kim
müşrikle beraber olur ve (müşrik diyarında) Onunla beraber ikamet ederse o da
müşrik gibidir." buyurmuştur.[545]
Hadis-i şerifte, kafirlerle
beraber olup, her hususta onlarla anlaşarak arkadaşlık ve dostluk kurduktan
sonra, onlarla birlikte, onların ülkesinde kalan kimselerin, onlardan
sayılacağı ifade edilmektedir.
Avnu'Mna'bûd yazarının
açıklamasına göre; metinde geçen müşrik kelimesiyle kasdedilen kafirlerdir.
Kafirler genellikle müşrik oldukları için, metinde kafir yerine müşrik
kelimesi kullanılmıştır.
Abd-ür-rauf El-munavi'nin
Feyzüi-Kadir'indeld ifadesine göre, metinde geçen câmea kelimesi evlendi
anlamınadır. Bu hadis, müşrik bir kadınla evlenip te onunla birlikte yaşayan
kimsenin kafirlerden sayılacağını ifade etmektedir.
Yine Avnu'l-Ma'bud yazarının
açıklamasına göre, müşriklerle beraber ikamet etmekten maksat küfür ülkesine
yerleşmek ve orada ölünceye kadar, onlarla beraber yaşamaya niyet etmektir.
Çünkü Allah düşmanlarına
yönelmek ve onlarla dost olmak, Allah'dan yüz çevirmeye sebep olur. Allah'dan
yüz çeviren kimseyle de şeytanlar dost olur ve onu küfre götürürler.
Zemahşeri'nin dediği gibi, bu
kaçınılmaz bir sonuçtur: Zira dostu dost edinmekle, düşmanı dost edinmek
birleşmesi mümkün olmayan iki zıttır.
Nitekim yüce Allah;
"müminler, inananları bırakıp kafirleri dost edinmesin. Kim böyle
yaparsa, Allah ile dostluğu kalmaz.”[546] buyurarak bu gerçeği açıkça
bildirmiştir.
Müminlerin dostluğuna layık
olanlar, yine müminlerdir. Fakat bir mümin, bir kafiri dost edinecek olursa,
bu dostluk o müminin imanının zayıflayarak yok olmasına sebep olur. Bu
sebeple, Cenab-ı Hak: "Ey inananlar, eğer inkâr edenlere itaat ederseniz,
sizi gerisin geri (küfre) çevirirler. O zaman büsbütün kaybedersiniz."[547] buyruğuyla mümin kullarına, bu tehlikeyi
açıkça haber vermiştir. Ahmed b. HanbeFin İbn Dinar'dan naklettiği bir hadis-i
şerifte şu mealdedir: "Allahu Teala peygamberlerden birine Vahy edip:
-Kavmine söyle düşmanlarımın girdikleri yerlere girmesinler, onların
giydiklerini giymesinler, bindiklerine binmesinler (Eğer bunları yapacak olurlarsa)
onlar da diğerleri gibi düşmanım olurlar- buyurmuştur.
Alkami Elcâmiu's-sağır üzerine
yazdıği'(Elkevkebü'l-münir" isimli eserde, mevzumuzu teşkil eden hadisin
hasen hadis olduğunu kaydettikten sonra, bu hadisin kafir diyarında yaşayıp ta
İslam ülkesine göç etmeye gücü yeten fakat orada dinini açıklamaya gücü
yetmeyen bir müminin İslam ülkesine göç etmesinin farz olduğuna delâlet
ettiğini ve bir müslümamn kâfirler arasında herzaman aciz duruma düşmeye mahkum
olduğunu söylüyor. Nitekim Ta-beranî'nin rivayet ettiği bir kudsi hadiste de:
"Ben müşriklerle beraber olan her ntüslümandan beriyim." buyuruluyor.
Bezl-ül-mechûd yazarının
açıklamasına göre, sözkonusu hadis-i şerifte, müminlerin sakındırılmak
istendiği mesele, adette, merasimlerde kılık ve kıyafette müşriklere
benzemekten ibarettir. Onlarla beraber olmak, dostluk kurup sohbet etmek
zamanla onlara benzemeye sebep olduğundan hadis-i 'şerifte "Onunla beraber
olursa" Cümlesi bu benzemenin sebebi olarak zikredilmiştir. Bu izaha göre
hadis-i şerifin meali şöyledir: Kim müşriklerle birlikte ikamet ederek onlar
gibi yaşarsa, tamamen onlardan olması yakındır."[548]
[1] el-Enfâl (8) 65.
[2] el-Enfâl (8) 66.
[3] el-Enfâl (8) 66.
[4] Buhârî, Tefsirü'l-Kur'ân suretü'l-Enfâl 6,7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/180.
[5] el-Enfal (8) 66.
[6] Miras Kâmil, tecrîd-i sarih VIII, 348 1.baskı.
[7] Bezlü'l-Mechûd, VII, 158.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/181.
[8] Tirmizî, cihâd 36; Ahmed b.Hanbel, 11,70,86,100,111.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/181-182.
[9] en-Nisa (4), 121.
[10] Aliyyü'1-kârî, Mirkatü'l-Mefâtîh IV, 238.
[11] el-Enfâl (8) 16.
[12] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/182-183.
[13] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/183-184.
[14] el-Enfâl (8) 16.
[15] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/184.
[16] el-Enfâl (8) 66.
[17] el-Enfâl (8) 15.
[18] Kurtûbi, el-Câmiu'l-ahkâm, VII, 381-382.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/184.
[19] Buhari, menâkıb 25, ikrah 1; Ahmed, b.Hanbel,
V,109-110.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/185.
[20] el-Mü'min (40), 60.
[21] el-En'âm (6), 43.
[22] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/186-187.
[23] Buhari, cihâd 141; Tefsir sûre (60), 1; Meğazi 46;
Müslim, Fezailu's-sahâbe 161; Tirmizi, Tefsir sûre, (60),l;Ahmed b.Hanbel 1,79.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/187-189.
[24] el-Mümtehine (60), 1.
[25] Miras Kâmil, Tecrid-i sarih, X, 324.
[26] bk. Miras Kâmil, Tecrîd-i sarih, X, 322.
[27] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/189-191.
[28] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/191-192.
[29] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/192-193.
[30] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/193.
[31] Ahmed b.Hanbel IV,
236.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/193.
[32] Bk. Şevkâni, Neylü'levlâr, VIII, 9.
[33] Mansûr Ali Nâsûh, Et-Tâc, IV, 401.
[34] Bk. A. el-Bennâ, el-Fethurrabbânî, XIV, 112.
[35] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/193-195.
[36] Buhârî, cihâd 173; İbn Mâce, cihâd 29.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/195-196.
[37] Bilmen Ö.N. Hukuku İslâmiyye, III. 347.
[38] Miras Kâmil,Tecrid-i Sarih, VIII, 475, 476.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/196-197.
[39] bk. Müslim, cihâd 45.
[40] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/197-198.
[41] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/198.
[42] bk. Davudoğlu A. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi
VIII, 497.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/198.
[43] Buhârî, cizye 1; Tirmîzi, siyer 46; Ahmed b.Hanbel,
445.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/199.
[44] Bk. Tirmizî, siyer 46.
[45] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/199-200.
[46] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/200.
[47] Şevkâni, Neylu'l-evtâr VII, 276
[48] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/200-201.
[49] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/201.
[50] Bu hadis için bk. 1528 numaralı hadis; Miras Kâmil
Tecrid-i Sarih, 1254 numaralı hadis.
[51] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/201.
[52] Buhârî, cihâd 167; Müslim, cihâd 78-80.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/202.
[53] Ayrıntılı bilgi için bk. 1213 no'lu hadis.
[54] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/202-203.
[55] Nesâî, zekât 66; Ahmed b.Hanbel, V,63, 445-446.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/203-204.
[56] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/204-205.
[57] Buhârî, cihâd 170, meğazi 28.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/205-206.
[58] İbn Hacer el-Askalânî, Fethu'1-bârî, VII, 382-383.
[59] bk. Erdem H.H. Rıyaztı's-Sâlih'in 1 erce m esi, III,
101.
[60] Riyazu's-Sâlihin Terce m esi, III, 101.
[61] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/207-209.
[62] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/209-210.
[63] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/210.
[64] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/210.
[65] Buhârî, Tefsir III, 10; Buhârî, cihâd 164; Ahmed
b.Hanbel, IV, 293,294; Buhârî, Meğazî 17.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/210-211.
[66] Âl-i İmrân (3), 121.
[67] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/211-212.
[68] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/212.
[69] Buhârî, cihâd 78; Megâzî 10; Ahmed b.Hanbel, III, 98.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/213.
[70] es-Saff (61), 4.
[71] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/213-214.
[72] Buhârî, Megâzî 10; Ahmed b.Hanbel III, 98.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/214.
[73] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/214.
[74] Buharı, meğâzi 8, 23; tefsir 22/3; Ahmed, I, 117.
Hakka, (69), 19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/215-216.
[75] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/216.
[76] el-Hacc (22), 19.
[77] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/216.
[78] Ibn Mâce, diyet 30; Ahmed b.Hanbel, I, 393.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/217.
[79] bk. 2815 numaralı hadis
[80] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/217-218.
[81] Buhârî, meğazî 36; Müslim, ilim 15; Ebû Dâvûd, zekât
39; Nesaî, cum'â 26; Tahrim 10; Darimî, mukaddime 44; Ahmed b.Hanbel, II, 471,
560; III, 314, 318; IV, 361, 362.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/218.
[82] bk. Davudoğlu Ahmed, tbni Abidîn, VIII, 387.
[83] el-Bakara (2), 194.
[84] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/218-219.
[85] Buhârî, cihâd 147, 148; Müslim, cihâd 25, 26;
Tirmizi, siyer 19; lbn Mâce, cihâd 30; Dârimi, siyer 24; Muvatta, cihâd 9;
Ahmed b.Hanbel II, 22, 23, 76, 91, 100, 115,122,123.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/219.
[86] Davudoğlu Aıımed, İbn Abidin, VIII, 384.
[87] Davudoğlu Ahmed, İbn Abidin, VIII, 387.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/220.
[88] İbn Mâce, cihâd 30; Ahmed b.Hanbel, III, 488; IV,
178.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/220-221.
[89] bk.Davudoğlu A.Selâmet Yollan IV, 110.
[90] Aliyyü'1-Kâri, Mirkâtü'l-Mefâtih, IV, 237.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/221-222.
[91] Tirmizi, siyer 28; Ahmed b. Hanbel, V, 12, 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/222.
[92] Davudoğlu Ahmed, Selamet Yollan, IV, 111.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/222.
[93] Ahmed b. Hanbel, VI, 277.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/222-223.
[94] Davudoglu Ahmed, İbn Âbidin, IX, 26, 27.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/223-224.
[95] Buhârî, cihâd 146; Müslim, cihâd 26-28; İbn Mâce, cihâd
30.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/224-225.
[96] Müslim, cihâd 28.
[97] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/225.
[98] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/226.
[99] Buhârî, cihâd 107, 149; Tirmizi, siyer 20; Dârimî,
siyer 23; Ahmed b. Hanbel, II, 307, 338, 452.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/226.
[100] Şevkânî, Neylü'l-evtâr, VII, 283.
[101] Aynî, Umdetü'1-kâri, XIV, 220.
[102] bk. Miras kamil, Tecrid-i sarih, VIII, 449.
[103] Aynî, Umdetü'l-kârî, XIV, 220.
[104] Aynî, Umdetü'l-kârî, XIV, 220.
[105] Miras Kâmil, Tecrîd-i sarih, VIII, 400.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/227-228.
[106] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/228.
[107] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/229.
[108] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/229.
[109] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/229-230.
[110] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/230.
[111] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/230.
[112] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/230-232.
[113] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/232-233.
[114] Buhârî, cihâd 144; Ahmed b. Hanbel II, 302, 406, 448,
457; V, 249.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/233.
[115] bk. Aliyyü'1-kari, Mirkatü'l-mefâtih, IV, 238.
[116] Sünen-i Ebû Dâvûd, III, 127, 128.
[117] Aliyyü'1-kâri, Mirkâtül-Mefâtih, IV, 240.
[118] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/233-234.
[119] Ahmed b. Hanbel III, 468.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/235.
[120] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/235-236.
[121] Buhârî, Salât 76; el-Husumat 7; Müslim, cihad 59, 60.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/236-237.
[122] bk. Davudoğlu, Ahmed, Sâhih-i Müslim tercüme ve
şerhi, VIII, 524.
[123] Davudoğlu A., Sahih-i Müslim, tercüme ve Şerhi, VIII,
525.
[124] Bk. A.g.e.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/237-238.
[125] bk. A.g.e. s,526
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınevi: 10/238-239.
[126] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/239-240.
[127] İbn Hişam, Sîre 1,11,634,635; İbn Abdilberr, el-tstiâb
III, 410.
[128] Buhari, IV, 57; V, 11; Müsned, 1673.
hadis; Müslim V, 149.
[129] İbn Sa'd, Tabakat, III, 492-493; Vakidî, Meğâzî,
65.
[130] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/240-241.
[131] Müslim, cihâd 83.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/241-243.
[132] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/243.
[133] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/243.
[134] Bakara (2), 256.
[135] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/243-244.
[136] Ateş Prof. Dr. Süleyman, Kurân-ı Kerîm'in Yüce Mefilî
ve Çağdaş Tefsiri, I, 304.
[137] bk. Taberi, Câmiü'l-beyân III, 16.
[138] Yazır Muhammed Hamdi, Hak dini Kur'an Dili, II, 864.
[139] el-Enfâl (8), 39.
[140] el-Enfâl (8), 39.
[141] el-Bakarâ (2), 256.
[142] el-Enfâl (8), 39.
[143] Yazır M.Hamdi, Hak Dîni Kuran Dili, II, 868.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/244-246.
[144] Nesâî, Tahrîmu'd-dem 14.
[145] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/246-248.
[146] Müslim, cihâd 86.
[147] Nesâî, tahrimü'd-dem 14.
[148] bk. Koksal A. İslam Târihi, VIII, 304.
[149] bk. A.g.e., 305.
[150] bk. A.g.e., 308.
[151] Koksal M. Asım, İslam Tarihi VIII, 258
[152] bk.-Nesâî, Kasâme 10, 13; îbn Mâce, diyat 31; Ebû
Dâvûd, 4530 numaralı hadîs.
[153] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/248-250.
[154] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/250.
[155] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/250-251.
[156] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/251.
[157] Buhârî, cezaü's-sayd 18, cihâd 169, el-Meğâzî47 libâs
17; Müslim, hac 450; Tirmizi, cihâd 18; Nesâi, menâsık 107; ibn Mâce, cihâd 8;
Dârimî, menâsık 88; siyer 20; Mu-vatta', hac 247; Ahmed b. Hanbel, III, 109,
163, 180, 186, 224, 231, 232, 240.
[158] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/251-252.
[159] bk. Koksal M. Asım, İslam Tarihi, VIII, 255-257.
[160] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/252-253.
[161] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/253-254.
[162] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/254.
[163] Koksal M.Âsim, İslam Tarihi Mekke Devri s. 189;
Meylânî A, Peygamber ve Ashabının Yaşadığı Hayat I, 334-335.
[164] bk. el-Benna A.A, el-Fethu'r-Rabbani XIV, 107.
[165] bk. Buhâri, sayd 25.
[166] bk. Koksal M.Âsim, İslam Tarihi, II, 140.
[167] Hud (11), 6.
[168] Aliyyü'1-kâri, Mirkatü'l-mefâtih, IV, 351.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/254-256.
[169] Ahmed b.Hanbel, V, 422; Darimi, edahi 35.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/256-257.
[170] Müslim, sayd 57.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/257.
[171] el-Fetih(48), 24.
[172] Müslim, cihad 133; Tirmizi, tefsir 48,24; Ahmed
b.Hanbel III, 125, 290.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/258.
[173] Bilmen Ö.Nasuhi, Hukuki İslâmiyye, III. 403.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınevi: 10/258-259.
[174] Buhârî, hums 16; meğazi 12.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/259.
[175] bk. Koksal M.A., İslam Tarihi, Mekke Devri, 281.
[176] bk. Koksal MA.. Ulam Tarihi, Mekke Devri, 318.
[177] Muhammed (47), 4.
[178] Davudoğlu Ahmed, İbn Abidin Tercemesi ve şerhi, VIII,
399.
[179] Müslim, nezr 8.
[180] Bak Davudoğlu A. İbn-i Abidin Terceme ve şerhi, VIII,
401.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/259-261.
[181] el-Enfâl (8) 67.
[182] el-Enfâl (8) 68.
[183] Müslim, cihâd 58; Ahmed b.Hanbel, I, 31.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/261-262.
[184] Müslim, cihad 58.
[185] el-Enfâl (8) 67,68.
[186] Tirmîzi, siyer 18.
[187] el-Enfâl (8) 67
[188] bk. Yazır M.Hamdi, Hakdini kuran Dili, IV, 2432.
[189] el-Enfâl (8), 68.
[190] el-Enfâl (8), 69.
[191] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/262-264.
[192] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/265.
[193] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/265.
[194] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/265-266.
[195] Koksal M.Asım, İslam Tarihi, II, 167-169.
[196] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/266-267.
[197] Buhârî, el-vekâle 7, hums 15, ıtk 13, hîbe 10,24,
meğazi 54; Ahmed b.Hanbel, IV, 327.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/267-268.
[198] Koksal M.Âsim, islam Tarihi, VIII, 433.
[199] Bk. A.g.e., s.483.
[200] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/268-269.
[201] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/269.
[202] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/269-270.
[203] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/270.
[204] Bak Koksal M.A., İslam Tarihi, V- 485-86.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/270-271.
[205] Ayni, Umdetü'l-kari, XII, 138.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/271.
[206] Ahmed b.Hanbel, II, 184.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/271-272.
[207] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/272-273.
[208] Buhârî, cihad 185; meğazİ 8; Tirmizi, siyer 3;
Dârimi, siyer 21; Ahmed b.Hanbel, 145; IV, 129.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/274.
[209] el-Mubarekfûri, luhfelü'l-Ahvezi V, 157.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/274-275.
[210] Tirmizi, büyü, 52; siyer 17; Ibn Mâce, ticara 46;
Darİmî, siyer 38; Ahmed b.Hanbel, V, 413,414.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/275-276.
[211] Molla Mehmetoğlu, O.Z.Sünen-i Tirmizi tercümesi, II,
413.
[212] Bk. Davudoğlu, A. İbn Abidin Terceme ve Şerhi X, 440.
[213] Bk. el-Mübarekfuri, tuhfetü'l-Ahvezi IV, 504.
[214] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/276-278.
[215] Müslim, cihad 40.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/278-279.
[216] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/279.
[217] Bk. Davudoğlu A. Sahih-i Müslim, Terceme ve Şerhi,
VIII, 499.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/280.
[218] Muvatta, cihâd 17; Ahmed b.Hanbel, IV, 428, 432.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/280-281.
[219] Bk. Bilmen Ö.N. Hukuk-u İslamiyye, III, 405; Davudoğlu
A. Ibn-i Abidin Terceme ve Şerhi, VIII, 428.
[220] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/281-282.
[221] Buhari, cihâd 187, İbn Mâce, cihâd 33.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/282.
[222] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/282-283.
[223] 23 kişi oldukları da rivayet edilir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/283-284.
[224] bk. Zeylâî, Nasbu'r-Râye, III, 281.
[225] bk. 258. hadis.
[226] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/284-286.
[227] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/286.
[228] el-Enfal (8) 41.
[229] Bk. Davudoglu Ahmed, tbn-i Abidin Terceme ve Şerhi
VIII, 409.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/286-287.
[230] Buhârî, Farzu'l-Humûs 20; el-Meğazi 38; ez-Zebâih 22;
Müslim, cihâd 72,73; Ahmed b.Hanbel, IV, 86; V,56.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/287.
[231] Haşr (59), 9.
[232] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/288.
[233] Bk. Davudoğlu A. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi,
VIII, 546.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/288.
[234] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/289.
[235] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/289-290.
[236] Ahmed b.Hanbel IV, 354.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/290.
[237] bk. Davudoğlu Ahmed, İbn-i Abidin Terecine ve Şerhi,
VIII, 408.
[238] Bk. A.g.e. s.409.
[239] Bk. A.g.e. s.409.
[240] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/290-291.
[241] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/291-292.
[242] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/292-293.
[243] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/293.
[244] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/293-294.
[245] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/294-295.
[246] Davudoğlu A. İbn-i Abidin Terceme ve Şerhi VII, 402.
[247] Davudoğlu A. İbn-i Abidin Terceme ve Şerhi
VIII, 403.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/295-296.
[248] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/296-297.
[249] Davudoğlu A. Selamet Yolları, IV, 133.
[250] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/297-298.
[251] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/298-299.
[252] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/299.
[253] İbn Mace, cihad 34.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınevi: 10/299-300.
[254] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/300.
[255] Buharı, eymân 33; el-Meğâzî, 38; Müslim, el-İmân 183;
Nesâî, eymân 38; Muvatta, cihad, 25.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/300-301.
[256] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/301.
[257] bk. Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi,
I, 441; Bezlu'l-mechûd, XII, 287.
[258] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/302.
[259] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/302-303.
[260] bk. Şevkaııî, Neylü'l-evtâr, VII, 342.
[261] Âl-i İmrân, 3/161.
[262] Buhârî, cihâd 189; zekât 3, hibe 17, ahkâm 24;
Müslim, imare 24; Nesâî, zekât 6, 61; Ahmed b. Hanbel, II, 462.
[263] bk, Davudoğlu A. İbn Abidîn, VIII, 426.
[264] Şevkânî, Neylii'l-Evtâr, VII, 342.
[265] Aliyyü'1-kari, MirkatiH-Mefâtih, IV, 279.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/303-305.
[266] el-Enfâl, 8/41.
[267] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/305.
[268] Tirmizî, hudûd 28; Dârimî, siyer 49.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/305-306.
[269] bk. Kurtubî, el-Cami'li Ahkami'l-Kur'ân, IV, 260.
[270] bk. el-Cami'li Ahkami'l-Kur'ân, IV.
[271] Sünen-i Tirmizi tercemesi, III, 64.
[272] el-Azîmabâdî, Avnu'l-ma'bûd, VII, 381.
[273] el-Azîmabâdî, Avnu’I-ma'bûd, VII, 381.
[274] İbn kesir Hadislerle Kur'an-ı Kerîm Tefsiri, IV,
1410.
[275] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/306-307.
[276] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/307-308.
[277] İbn Kesir Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsiri, IV,
1410.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınevi: 10/308.
[278] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/308-309.
[279] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/309.
[280] Azımabadî, Avnü'l-ma'bûd, VII, 384.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/310.
[281] Bu bab'a, Concordance numara vermemiştir.
[282] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/310-311.
[283] Bk. el-Münâvî, Feyzu'l-kadir, VI, 212.
[284] Müslim, ez-Zikr ve'd-duâ 38.
[285]bk, Davudoğlu Ahmed, Selâmet Yollan, IV, 355.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/311-312.
[286] Buhârî, hums 18; Meğâzî 54; Müslim, cihad 41;
Muvatta, cihad 18; Tirmizî, siyer 13; İbn Mâce, cihad 29; Ahmed b. Hanbel V,
12, 295, 306.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/312-314.
[287] Sahih-i Müslim Terçeme ve şerhi, VIII, 489.
[288] Hatipoğlu Haydar, Sünen-i İbn Mace Terceme ve Şerhi,
VII, 568.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/314-315.
[289] Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi,
VIII, 490.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/315.
[290] Müslim, cihad 134; Darımı, siyer 43; Ahmed b. Hanbel
II, 114, 123, 190, 198, 279; IV, 46, 50; V, 295, 306.
[291] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/316.
[292] İbn Âbidin, VIII, 421-422.
[293] Enfâl (8), 41.
[294] Enfâl (8), 1.
[295] Nisa, 4/11.
[296] bk. Meylânî Ahmed, Bidayetü'l-Müctehid, I, 594, 597.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/316-319.
[297] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/320.
[298] Müslim, cihâd, 43, 44.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/320-322.
[299] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/322-323.
[300] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/323.
[301] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/323.
[302] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/323.
[303] Ahmed b. Hanbel, IV, 90; VI, 26.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/324.
[304] Hukuk-u İslamiyye Kamusu, Bilmen Ömer Nasuhi, III,
350.
[305] bk. el-Enfâl8/41.
[306] A.g.e. 375.
[307] el-Enfâl, 8/41.
[308] bk. Şevkânî Neylii'l-Evtâr, VII, 299.
[309] Bezlü'l-Mechûd, XII, 313.
[310] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/324-325.
[311] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/325-326.
[312] Müslim, cihâd 42.
[313] Zeylaî, Nasbu'r-Raye, III, 432.
[314] bk. Bezlii'l-Mechûd c. 12, s. 315.
[315] Davudoğlu A. Sahih-i Müslim, Tercemc ve Şerhi, VIII,
492-493.
[316] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/326-327.
[317] Buhârî, el-Meğazî 38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/328-329.
[318] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/329.
[319] Buhari, el-meğazi, 38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/329-330.
[320] İbn Hacer, Fethu’I-Bârî, IX,33.
[321] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/330-332.
[322] Buhârî, meğazî 38; Tirmİzî, siyer 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/332.
[323] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/332-333.
[324] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/333.
[325] el-Enfâl 8/1.
[326] bk. Âl-i İmrân, 3/155.
[327] bk. Mollamehmetoğlu O. Zeki Sünen-i Tirmizî
Tercümesi, VI, 261-262.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/333-335.
[328] Ahmed b. Hanbel, I, 294-308; Müslim, cihâd 137-139.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/336.
[329] Müslim, cihâd 137.
[330] bk. Ebû Dâvûd, ilim 9; Tirmİzi, ilim 3; İbn Mâce,
mukaddime 24; Ahmed b. Hanbel II, 263, 305, 344, 353, 490.
[331] bk. Hukuk-u İslamiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen,
III, 349.
[332] bk. Müslim, cihad 139.
[333] İbn Humam, Fethu'l-Kadir, IV, 326-327.
[334] Ibnü'l-Humam, Fethu'l-Kadir, IV, 326.
[335] Bezlü'l-Mechûd, XII, 324.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/336-338.
[336] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/338-339.
[337] Ahmed b. Hanbel I, 224, 352.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/339.
[338] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/339.
[339] Ahmed b. Hanbel, V, 271; VI, 371.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/340.
[340] Avnu'l-Ma'bûd, VII, 400.
[341] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/341.
[342] Tirmizi, siyer 9; İbn Mâce 37; Darimi, siyer 37;
Ahmed b. Hanbel V, 223.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/341-342.
[343] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/342.
[344] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/342-343.
[345] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/343.
[346] Müslim, cihâd 142, 150; Tirmizî, siyer 10; İbn Mace,
cihâd 27; Darimî, siyer 53; Ah-med b. Hanbel VI, 68, 149.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/343-344.
[347] bk. İbn Abidin Terceme ve Şerhi, VIII, 415-416.
[348] bk. A.g.e., 415.
[349] Bezlü'l-Mechûd, XII, 332, 333.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/344-345.
[350] Buhârî, cihâd 51; meğazi 38; Müslim, cihâd 57;
Tirmizi, siyer 6, 8; Muvatta, cihâd. 21; Ahmed b. Hanbel.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/345.
[351] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/346-347.
[352] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/347.
[353] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/347.
[354] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/348.
[355] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/348.
[356] el-Fetih 48/1.
[357] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/348-350.
[358] el-Feth, 48/3.
[359] Bezlü'l-Mechûd, Şeyh Halil Ahmed, XII, s. 342.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/350-351.
[360] el-Enfâl 8/1.
[361] el-Enfâl 8/5.
[362] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/351-352.
[363] el-Enfâl 8/1.
[364] el-Enfâl 8/41.
[365] bk. Revaiu'l-Beyân, Sabunî Muhammed Ali, I.
592, 593.
[366] bk. İbn Abidin Terceme ve Şerhi, VIII, 419.
[367] bk. İbn Abidin, VIII 420.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/352-354.
[368] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/354-355.
[369] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/355.
[370] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/355.
[371] el-Enfâl 8/1.
[372] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/355-356.
[373] el-Enfâl 8/1.
[374] Müslim, cihad 33, 34; Tirmizi, tefsir Enfal (8), 7.
[375] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/356-357.
[376] bk. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, VIII, 481.
[377] el-Enfâl 8/1.
[378] Müslim, cihad 33.
[379] el-Enfâl 8/41
[380] bk. 2738 no'lu hadis ve şerhi.
[381] Nisa (4), 84.
[382] el-Enfâl 8/65.
[383] el-Enfâl 8/1.
[384] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/357-359.
[385] Buharı, meğazi 58; Müslim, cihad 37; Darimi, siyer
41; Muvatta, cihad 51; Ahmed b Hanbel, II, 156.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/359-360.
[386] bk.İbn-i Abidin Terceme ve Şerhi, VIII, 421.
[387] bk. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VIII, 485.
[388] bk. Müslim, cihad 36.
[389] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/360-361.
[390] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/361.
[391] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/361-362.
[392] Malik b. Enes hadisi için bk. Müslim, cihad 35.
[393] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/362.
[394] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/362-363.
[395] Buharı, farzu'l-humûs 6, meğazi 57; Müslim, cihad
35-37; Muvatta, cihad 15.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/363.
[396] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/364.
[397] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/364-365.
[398] Enfâl8/41.
[399] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/365-366.
[400] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/366.
[401] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/366-367.
[402] İbn Mace, cihâd 35.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/368.
[403] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/368-369.
[404] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/369.
[405] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/369.
[406] bk. Bezlü'l-Mechûd XII, 363-364.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/369-370.
[407] İbn Mâce, cihad 35.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/371.
[408] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/371-372.
[409] İbn Mâce, Diyât 31; Ebû Dâvûd, diyat
ll;Nesâî,kasamelO; Darimî, siyer 58; Ahmed b. Hanbel, II, 365; IV, 197, V, 650;
VI, 180, 210.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/372-373.
[410] Hukuk-u İslamiyye Kamusu, Bilmen Ömer Nasuhi III.
422-423.
[411] bk. Bezlü'l-Mechûd.
[412] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/373-375.
[413] Buharî, cihad 166, meğazî 37; Müslim, cihad 131-132;
Ahmed b. Hanbel, IV, 48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/376-377.
[414] İslam Tarihi, Koksal M. Asım, VI 19-20.
[415] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/377-379.
[416] Ahmed b. Hanbel, III, 470.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/379-380.
[417] Mirkatü'l-Mefatİh Aliyyü'1-Kari IV, 277.
[418] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/380-381.
[419] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/381.
[420] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/381-382.
[421] Nesaî, fey 8; İbn Mace, cihad 34; Ahmed b. Hanbel, IV
127-128.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/382.
[422] bk. el-Fethu'r Rabbanî Benna A.A. XIV, 74.
[423] bk. A.g.e., 78
[424] bk. A.g.e., 12.
[425] bk. el-îhtiyar, el-Mevsilî IV, 131
[426] Enfâl (8), 41
[427] el-İhtiyar, Mevsıli IV, 131-132.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/382-384.
[428] Buharî, cizye 22, edeb 99, hayl 9; Tirmizî, siyer 27,
fiten 26; İbn Mace, cihad 42; Ahmed b. Hanbel II, 96, 103, 112 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/384-385.
[429] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/385.
[430] Buhari, cihad 109, Müslim, imare 43; Nesâî, beyat 30.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/385.
[431] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/386.
[432] Ahmed b. Hanbel, VI, 8.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/386-387.
[433] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/387-388.
[434] Tirmizî, siyer 26; Ahmed b. Hanbel, IV, 386.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/388-389.
[435] Enfâl (8), 58.
[436] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/389.
[437] Nesaî, kasame 14; Darimî, siyer 61; Ahmed b. Hanbel,
V, 36, 38.
[438] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/390.
[439] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/390.
[440] Ahmed b. Hanbel, 111, 487.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/390-391.
[441] İslam'da Devlet İdaresi Hamidullah Muhammed 120-121.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/391-392.
[442] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/392.
[443] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/393.
[444] Buharî, cizye 9, Salat 21, edeb 94; Müslim, müsafirin
82; Tirmizî, siyer 25; Darimî, salat 151, siyer 58; Muvatta sefer 28; Ahmet b.
Hanbel, VI, 341, 343, 423, 425.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/393-394.
[445] bk. Hukuk-u İslamiye Kamusu, Bilmen Ömer Nasuhi III,
336.
[446] A.g.e.
[447] bk. İbn Abidin, Terceme, Davudoğlu, A. VIII, 391.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/394.
[448] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/395.
[449] Tirmizi, siyer 25.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/395.
[450] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/395.
[451] bk. el-Mümtehine, (60), 10.
[452] Buharı, cihad 59, şürût 15; Ahmed b. Hanbel, IV, 323,
329, 330.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/395-399.
[453] Gerçekten Hz. Peygamber tslamiyetin ilk günlerinde
Arapların cahiliyyet devrinde yazdıkları gibi yazıların başlıklarında
"Bismikellahümme" kelimesini kullanırdı. Daha sonra tnnehii min
siileymane ve înnehii bismİIlahirrahmanirrahim" ayet-i kerimesi nazil olduktan
sonra yazıların başında BismiHahirrahmanirrahim" kelimesini kullanmaya başlamıştır.
[454] Bu hadisin ravilerinden Zühri'nin açıklamasına göre,
Hz. Peygamberin, gerek besmelenin, gerekse sulh-namenin yazılış şekli hakkında
Süheyl b. Amr'ın tekliflerine uyması, daha önce "Kureyş Allah'ın haremi
içerisinde muhterem kıldığı şeylere saygı kasdederek benden ne kadar müşkil
talebde bulunursa bulunsun ben onu mutlaka onlara vereceğim." şeklindeki
verdiği kararının bir tecellisidir.
[455] İslam tarihinin mühim bir dönüm noktası olan
Hudeybiye, antlaşmasını, Kureyş adına imzalayan Süheyl b. Amr'in tarihî
simasını da burada açıklamakta fayda görüyoruz: Süheyl b. Amr Kureyş
kabilesindendir ve Kureyş'in en beliğ ve hakim hatiplerinden sayılır.
Mekke'nin fethi sırasında müslüman olmuş ve Rasûlü Ekrem tarafından kendisine
Huneyn ganimet malından bir hisse verilmiştir. Hz. Süheyl Mekke'de kafir İken
Rasûl-ü Zişan Efendimiz aleyhine hutbe irad ederdi. Bedir muharebesinde de Kureyş
ile birlikte gelerek esir düşmüştü. Hz. Ömer bu fırsattan istifade ederek
Rasûl-ü Ekrem'e:
"Ey Allah'ın Rasûlü! İzin
veriniz de aleyhinizde söylediği sözlerin cezası olarak Süheyl'in iki ön
dişlerini sökeyim. Aleyhinizde bir daha hutbe söyleyenlesin." dedi. Rasûlü Ekrem:-
"Ey Ömer, Süheyl'i bırak! Belki o bir gün gelir bir hutbe irad eder de
senin takdir ve şükranını kazanır." buyurdu. Hakikaten Rasûlü Ekremin bu
sözleri vefatından sonra ortaya çıkan arapların dinden dönmeleri sırasında
gerçekleşti. Bu dinden dönme olaylarının ortaya çıkardığı karışıklık
sırasında,Kureyş'in iman ve iradesi de Mekke'de sarsılmaya başlamıştı. Hatta
Mekke valisi Utabe b. Useyd kaçıp gizlenmeye mecbur olmuştu. Halkın iradesinin
sarsıldığı böyle karışık bir zamanda iman ve kanaatine tamamıyle bağlı kalan
Süheyl (r.a) mühim bir halk kitlesi karşısında beliğ bir hutbe irad ederek
kısaca:
Ey Kureyş topluluğu, sakın siz
iman edenlerin sonu dinden dönenlerin de ilki olmayınız! Vallahi bu İslam dini,
güneşle ayın doğuşundan batışına kadar dünyayı aydınlattıkları gibi insanlığı
aydınlatmaya devam edecektir." dedi.
Mekke'nin fethi sırasında
müslüman olan Kureyşliler arasında Süheyl b. Amr (r.a) derecesinde metanet gösteren
hiçbir kimse bulunmamıştır. Aynı zamanda Süheyl hazretleri Kur'an-ı Kerim
karşısında son derece hassas bir kalbe sahipti. Kur'an-ı Kerim okunurken rengi
sararır ve kendinden geçerek gözyaşı dökerdi.
Hz. Ömer'in halifeliği
sırasında bütün akrabasıyla Şam'ın fethine katılmış, hepsi de bu gazada şehid
olmuşlardır. Kendisi de Yermuk harbinde şehid düşmüştür. Bir rivayete göre de
Taun'da vefat etmiştir. Vefatından sonra kızı Hİnd ile oğlu Utbe'nin kızı Fahte
berhayat olup Fahte, Hz. Ömer tarafından Haris b. Hişam'ın oğlu Abdur-rahman'a
nikahlanmıştır.
[456] Ashab-ı Kiram'm peygamberin emrine uymakta ağır
davranmaları şartlarını ağır bulduk) vahy ile İbtal olunması ve bu yıl umre
menasikinİ ifa etmenin kendiler plması, ümidinden kaynaklanıyordu. Hiç
şüphesiz Rasûlü Ekrem'e karşı muhalif bir hareket değildi. Rasûl-ü Ekrem'in bu
emri mutlaktı, bu emri anında yerine getirmek ;icabetmediği (fevrî olmadığı)
ashabı kiramca malum idi.
[457] Hadisin metninde, Buharî'nin metninde "Sümme câe
nisvetiin, mü'minatiin = Bundan sonra mii'min kadınlar geldi" denilmekte
olup, hafız tbn Hacer Fethu'l-Barî'de:
Bu kavlin zahirine göre Rasul-ü
Ekrem henüz Hudeybiye'de iken müslüman kadınların huzuruna geldiği anlaşılırsa
da gerçek böyle değildir. Müslüman kadınlar; Hz. Peygamberin huzuruna sulh
müddeti İçerisinde ve Medine'de gelmişlerdir- diyor. Sarih Kas-talani de bu
meselede Hafız İbn Hacer gibi düşünmektedir.
Şarİh Aynî ise, bu kadınlar
Rasûl-ü Ekremin huzuruna sulh antlaşmasını müteakip kendisi daha Hudeybiye'de
iken gelmişlerdi. Nitekim Buhari'nin rivayet ettiği "Sonra mü'min kadınlar
da muhacir olarak getdi(ler). Ve Ukbe b. Ebî Muayt'ın kızı ÜmmÜ Gülsüm de
kadınlık çağını idrak etmiş olduğu halde, o gün Rasûlullah'a gelenlerdendi.
Müteakiben de aile halkı gelerek Ümmü Gülsüm'ün kendilerine geri verilmesini istediler.
Fakat gelen bu kadınlar hakkında Yüce Allah "Ey inananlar, mii'min kadınlar
göç ederek size geldiği zaman onları imtihan edin." (Mümtehine, 10) ayet-İ
kerimesini indirdiği için, Rasûlü Ekrem, Ümmü Gülsüm'ü ailesine vermemiştir.
(Bak Bu-hârî, Şurût, 15) mealindeki hadis-i şerif de Sarih Aynî'nin bu görüşünü
te'yid etmektedir.
[458] el-Mümtehine, (60) 10.
[459] El-Mümtehine, (60) 10.
[460] Müntehine, (60) 10.
[461] İs; Şam'a giden Mekkelilerin yolu üstünde bulunan bir
yerdir.
[462] Ebû'l-Esved'İn Urve'den gelen bir rivayet tarikinde,
Ebû Cendel'in beraberinde kaçan müslümanların yetmiş kişi olduğu ifade
edilmektedir. Süheyli İse bunların üçyüz kişi olduğunu iddia etmektedir. Kırk
kişiden ibaret olduğunu söyleyenler de vardır. Yine Zühri'nin açıklamasına
göre, Hudeybiye'de, Ebû Cendel'in babasına teslim edilmesine itiraz edenler
tesliminden dolayı ortaya çıkan neticeyi gören Kureyşlilerin, sulh metninin bu
mesele ile ilgili maddesinin kaldırılması için Rasûl-ü Zişan Efendimize geldiklerine
şahid olunca Rasûl-ü Ekrem'e
itaatin, kendi reylerine uymaktan daha hayırlı olduğunu anlamış oldular.
İbn-i Hacer, "Ebu Bâsır
kıssasından ilmî birtakım hükümler çıkartılabilir" diyerek
"Mütecaviz bir müşriki hile ile öldürmenin caiz olduğunu" bildiriyor
ve Hz. Ebû Basır'm müşriki hile ile öldürmesinin asla bir hıyanet
sayılamayacağını iddia ederek, şöyle isbat ediyor: Ebu Basir, Rasûl-ü Ekremle
kureyş arasındaki antlaşmada bulunmamıştı. Çünkü Ebu Basir, o zaman Mekke'de
mahbus İdi. Sonra Mekke'ye götürülüp müşriklere teslim edilince kendisini
öldürecekleri kesindi. Bunlardan başka Rasû-lü Ekrem'e "Ey Allah'ın Rasûlü
siz ahdinize vefa ettiniz ve beni Kureyş'e geri verdiniz,,fakat Allah beni
Kureyş'in zulmünden kurtardı." dediğinde Rasûl-ü Ekrem, Ebû Bask'ın bu
düşüncesini red etmemişti.
tbn-i Hacer (r.a)'e göre bu
hadisten çıkarılacak hükümlerden biri de Ebû Basir'in kendisini Mekke'ye
götürmekte olan iki kureyşliyi öldürmesinden dolayı kendisine bir kısas cezası
lazım gelmediğidir. Nitekim Ibn îshak'ın rivayetine göre, Amİrî'nin öldürüldüğü
haberi Mekke'de duyulunca maktul, Süheyl b. Amr'ın kabilesinden olduğu için
Süheyl onun diyetini taleb etmek istemiş fakat Ebû Süfyan: *'Bu diyeti kimden
isteyeceksin?" Bunu Muhammed'den istemek doğru değildir. Çünkü o, sözünü
yerine getirmiş ve Ebû Basir'i adamımıza teslim etmiştir ve Ebû Basir maktulü
Muhammed'-in emriyle öldürmemiştir." demiştir..
[463] Sarih Ibn Hacer Musa b. Ukbe'nin Zühri'den naklen
şöyle btr açıklamada bulunduğunu bildiriyor: Rasûl-ü Ekrem, Ebû Basir'e mektup
yazdı. Fakat mektup kendisine eriştiği sırada bu ateşli mücahid ölmek üzere
idi. Okudu ve mektup elinde olduğu halde teslim-i ruh etti. Ebû Cendel, bu
kahraman reisini, öldüğü yere defnetti ve kabrinin yanma bir mescid inşa etmek
suretiyle son görevini yerine getirdi.
Zührî, sonra Ebû Cendel'in
masiyetiyle birlikte Medine'ye geldiğini ve mücahid olarak Şam'a gidinceye
kadar, Medine'den ayrılmadığını ve Hz. Ömer'in hilafeti zamanında Şam'ın fethi
esnasında şehid olduğunu rivayet etmektedir.
[464] Feth, (48) 24, 25,26 (Bu hadisin metni, tercümesi ve
açıklamaları için bk. Miras Kamil Sahih-i Buharı, VII. Hadis No. 1164
edenler.
[465] bk. Sahih-iBuhari, Miras Kamil, VIII, 208, 1. Baskı,
1941.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/399-413.
[466] bk. A.ğ.e., 215.
[467] bk. Sünen-i Ebû Dâvûd, III; 3, 199-203.
[468] bk. Sahih-İ Müslim Tercüme ve Şerhi, VIII, 592.
[469] Feth, (48) 25.
[470] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/413-415.
[471] Ahmed b. Hanbel, IV, 325.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/415-416.
[472] bk. Hukuk-u İslamİyye Kamusu, Bilmen Ö. Nasuhi, III,
387.
[473] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/416.
[474] Ebû Dâvûd, melahim 2; İbn Mace, fiten 35; Ahmed b.
Hanbel, IV-91; V-372, 409.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/416-417.
[475] Sünen-i İbn Mace Tercemesi ve Şerhi, Hatipoğlu H, X,
354.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/417-418.
[476] Buhârî, cihad 158, errehn 3, el-Meğazi 15; Müslim,
cihad 119.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/418-420.
[477] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/420-421.
[478] bk. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Davudoğlu A,
VII, 621-622.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/421.
[479] Ahmed b. Hanbel, I, 166-167; IV, 92.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/421.
[480] bk. Feyzül-Kadir, el-Münavi, Abdur'rauf, III, 186.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/421-422.
[481] Buhârî, umre 12, meğazi 29; Tirmizi, hac 104; Muvatta,
hac 243; Ahmed b. Hanbel, II, 5, 10, 15, 63, 105.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/422-423.
[482] Tevbe, (9) 33.
[483] Rûm, (30)47.
[484] Ahzab, (33) 10.
[485] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/423-424.
[486] Tevbe, (9)44.
[487] Nur, (24) 62.
[488] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/424-425.
[489] Nur, (24) 62.
[490] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/425-426.
[491] Buhârî, cihad 154, 192; meğazi 62; Tirmizi, davat 18;
Ahmed b. Hanbel, IV 360, 363, 365.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/426.
[492] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/426-427.
[493] Bu hadisin tüm metninin tercümesi için bkz. Miras
Kamil Sahih-i Buhari muhtasarı, X, 474-485 (1. B) 1659 no'lu hadis.
[494] Buhârî, meğazi 79, İstizan 27; Müslim, Tevbe 53,
Ahmed b. Hanbel III 459.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/427-428.
[495] bk. Miras Kamil Sah ili-i Buharı Muhtasarı X, 48S (1.
B).
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/428-429.
[496] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/429.
[497] Tirmizi, siyer 24; İbn Mace, İkame 192.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/429.
[498] bk Davudoğlu tbn Abidİn III, 246-247.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/429-431.
[499] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/431-433.
[500] Zümer, (39) 44.
[501] Yunus, (10) 3.
[502] En'am, (6) 70.
[503] Ahmed b. Hanbel, II 444.
[504] İbn Mace, Zühd 7.
[505] Buhârî, tevhid 24.
[506] Ahmed b. Hanbel, II 74.
[507] Müslim, iman 326, 327, birr 55; Buharı, enbiya 3, 9.
[508] Buhârî, Enbiya 3, 9.
[509] bk. Şerh ale'l-mevahib, Zürkani, VIII, 380.
[510] bk. A.g.e.
[511] bk. A.g.e., 381.
[512] bk et-Tâc, eş-Şeyh Mansur Ali Nasıf V, 383.
[513] bk Şerh ale'l-mevahib, Zerkani, VIII, 381.
[514] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/433-435.
[515] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/435.
[516] Buhârî, nikah 120; Müslim, imare 182-183; Tirmizi,
istizan 19; Ahmed b. Hanbel, III 299, 314, 355, 395, 399.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/435-436.
[517] Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi IX, 147.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/436.
[518] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/436.
[519] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/437.
[520] Buhârî.cihad 196, nikah 10, 121, 122; Müslim, reda'
58, imare 181, 182; Darimi, nikâh 32; Ahmed b. Hanbel, III, 298, 303, 355.
[521] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/437-438.
[522] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/438.
[523] Buhârî, cihad 196; Tirmizî, cihad 39.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/438-439.
[524] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/439.
[525] Müslim, imare 134.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/439-440.
[526] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/440.
[527] Buhari, meğazi 79, cihad 198; sala 59, tefsir sure
9/18; Müslim, tevbe 53, salatü'l-Müsafirin 74; Nesai, mesacid 38; Ahmed, VI,
386, 388.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/440-441.
[528] Tere. Davudoğlu A. İbn Abidin, III, 48, 49.
[529] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/441.
[530] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/441-442.
[531] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/442.
[532] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/442-443.
[533] Enfâl, 41.
[534] bk. el-lbtiyar metni -el-Muhlar li'l-Fetva tercümesi
107.
[535] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/443.
[536] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/444.
[537] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/444.
[538] İbni Mâce, Cihad 23.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/444-445.
[539] bk. İbn-i Abidin, VIII, 402.
[540] bk. el-Mevsili el-İhtiyar, IV, 126.
[541] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/445-446.
[542] Ahmed b. Hanbel, III-484, IV-68.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/446-447.
[543] el-Bakara 2/193.
[544] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/447-448.
[545] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/448.
[546] Al-i İmran, 3/28.
[547] Al-i İmran, 3/149.
[548] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/449-450.