1. Yumuşak Huyluluk Ve
Peygamber (S.A.)'In Huyları Hakkında
8. (Dünya) İşler(İn)De
Üstünlük Taslamanın Çirkinliği
9. Yüze Karşı Övmenin
Çirkinliği
12. (Halkın Gelip Geçtiği)
Yollarda Oturmak
13. Gölge İle Güneş
Arasında Oturmak
14.Meclislerde Tek Bir
Halka Teşkil Edecek Şekilde Oturmak
Meclisin Ortasında Oturmanın Hükmü
15. Kişinin Başka Biri İçin
Yerinden Kalkması
16 Meclisinde Oturulması
Tavsiye Edilen Kimseler
18. Konuşurken Takib
Edilmesi Uygun Yol
20. İnsanları Toplumda
Layık Oldukları Yere Oturtmak
21. İki Kışı Arasına
İzinleri Olmadan Oturmanın Hükmü
23. Yatsıdan Sonra Sohbet
Etmek Yasaklanmıştır
İnşanın Oturduğu Bir Meclisten Hiç Allah'ı Zikretmeden
Kalkıp Gitmesinin Çirkinliği
26. Kişinin Bağdaş Kurarak
Oturması
28. Bir Meclisten
(Diğerine) Laf Taşımak
29. İnsanlar(In
Zararlarından Sakınmak
30. Yürürken Uyulması
Gereken Tutum Ve Davranışlar
31.Bacak Bacak Üzerine
Atarak Oturmanın Hükmü
36. Bir Müslümanın
Gıybetinin Yapılmasına Engel Olmak
Arkasından
Yapılan Çekiştirme Gıybet Sayılmayan Kimseler
Gıybetini Yapan Kimselere Hakkını Helal Eden Kimseler
Hakkında Gelen Hadisler
37. Tecessüs (Gizli
Kusurları Araştırma) Haramdır
38. Bir Müslümanın Ayıbını
Örtmek
39. Karşılıklı Olarak
Biribirlerine Şovenlerin Vebali
42. Ölüler Aleyhinde
Konuşmak Yasaklanmıştır
43. Azgınlık (Haddini
Aşmak) Yasaklanmıştır
47. Kişinin Müslüman
Kardeşine Küsmesinin Hükmü
48. (Müslümanlara Kötü) Zan
(Beslemenin Hükmü)
49. Müslümanların İyiliğine
Çalışma Ve Onları Kötülüklerden Korumak
50. Müslümanların Arasını
Düzeltmek
51. Şarkı Söylemek Yasaklanmıştır
Hendese Tu's-Savt
Tarzları Hiyerarşisi
52. Şarkı Söylemenin Ve
Nefesli Saz Çalmanın Keraheti
53. Kadınlaşan Erkekler
Hakkında Gelen Hadisler
54. Oyuncak Bebeklerle
Oynamanın Hükmü
56. Tavla Oyunu Oynamak
Yasaklanmıştır
57. Güvercinle Oynayan
Kimsenin Durumu
60. Müslümana Yardım
Etmenin Fazileti
61. (Çirkin) İsimleri
(Güzel İsimlerle) Değiştirmek
62. Kötü İsim(Ler)İ
Değiştirmek
64. Bir Kimsenin Ebu İsa
Künyesi Almasının Hükmü
65. Bir Kimsenin Başka
Birinin Oğlunu "Oğlum' Diye Çağırmasının Hükmü
Edeb: Kamus tercümesinin
beyanına göre "Zerâfet, usluluk, kavlen ve fiilen husn-i muamele"
manasınadır. Divanü Lügati't-Türk'te yazıldığı veçhile Türkçe karşılığı da
"erdem" lâfzıdır.
Edeb, bir kuvve-i râsiha-i
nefsiyedir ki muttasıf olanı mûcib-i şeyn-ü âr olan nesnelerden hıfz eder ve
edeb iki nevidir: Biri edebü'n-nefs ve birisi edeb'üd-ders dedikleridir.
Târifât'ta edeb; "cemî-i enva-ı hatâyadan mâbihi'l-ihtirâz olan nesneyi
bilmektir" diye tarif olunmuştur.
Kamus'un şu tarifinden
anlaşılıyor ki "edeb" lafzı her türlü yanlışlığa düşmekten ve
binnetice utanmaktan sahibini esirgeyen, keza sahibine güzellik ve zerafet
muamelesini öğreten bir meîekein adı imiş. Bu da nefsî ve dersî olmak üzere
ikiye ayrılıyor ki birincisi ahlâka ikincisi de muamelâta delâlet edermiş. Hz.
Mevlâna'nm "âyet âyet hemkî manâ-ı Kur'ân edebest: Kur'anm âyet âyet
manası edebden ibarettir." demiş olması, edebin nefsî kısmına,
"edeb-i kelâm" "âdâb-ı muaşeret" gibi tabirlerde ikincisine
mütedairdir.[1]
Fıkıh dilinde edeb "Bir
şeyi yerine koymak," diye tarif edilmiştir. İşlenmesi terkinden hayırlı
olan vera' (şüpheli şeylerden kaçınmak) ve takvadan ibarettir.
Hidaye Şerh'inde; "Nebî
(a.s.)'ın bir veya birkaç defa işledikleri fakat devam buyurmadıkları
şeydir" diye tarif olunmuştur. Farz üzerine ziyâde olduğu için
"Nafile" Sâri tarafından sevimli olduğu için "Müstehab", sevaba
davet olduğu için "mendub", işlenince teberru sayıldığı için
"tetavvu" denildiği gibi, Dürrü'l-Muhtar'a göre "fazilet"
de denir. Edebin hükmü, işlenmesi sevaba yol açar ve terki kınamaya yol açmaz.
Ama sünnet, Nebiyy (a.s.)'m
özürsüz olarak bir veya iki kere terk ile beraber devam ettikleri şeylerdir.
Bunun hükmü, ise işlenmesine
sevab, fakat terkine -ikab değil-itab (azarlama) terettüb eder. Lakin sünneti
terk etmeyi itiyâd haline getirirse vacibi terk günâhından biraz daha aşağı
günah işlemiş olur.[2]
4773... Hz. Enes(in şöyle)
dedi(ği rivayet edilmiştir):
Rasûlullah (s.a.) ahlâk
yönünden insanların en güzeli idi. (Ben çocukluğumda kendisine hizmet ettiğim
sıralarda) bir gün beni bir ihtiyâç (için bir yere) gönder(miş i)di. Ben de (o
günkü çocukluğun verdiği bir sorumsuzlukla):
Vallahi ben (bu işe) gitmem;
dedim, oysa içimde Allah'ın Peygamberinin emrettiği işe gitmek (niyyeti)
vardı. Derken çıktım (bu iş için yola koyuldum). Sokakta oynaşan çocuklara
tesadüf ettim (onlarla birlikte oyuna dalıp işimi unuttum. Bir süre sonra) bir
de baktım ki; Rasûlullah (s.a.) arkamdan başımı tutmuş gülümseyip duruyor.
(Bana):
Ey Enescik,
Evet ya Rasûlullah (şimdi)
gidiyorum, dedim. Hz. Enes (rivayetine devam ederek) dedi ki: "Allah'a
yemin olsun, ben kendisine yedi ya da dokuz yıl hizmet ettim. Yaptığım bir
işten dolayı -niye böyle yaptın-yapmadığım bir işten dolayı da -niye böyle
yapmadın?- dediğini bilmiyorum.[3]
4774... Hz. Enes'den
demiştir ki: Ben çocukken Peygamber (s.a.)'e Medine'de on yıl hizmet ettim. Her
işim efendimizin benden beklediği şekilde değildi. (Buna rağmen) bu süre
içerisinde daha bana öf bile demediği gibi; bunu niçin yaptın, ya da bunu
niçin yapmadın dahi demedi.[4]
Hilim: İntikam almak kudretine
mâlik iken herhangj bir kızgınlığa sebebiyet veren söze tahammül etmek,
kızmamak demektir. Kabahat sahibi, karşısındakini böyle görünce artık taarruza
devam etmez. Bu vasıf, en fazla Cenab-ı Hakk'a mahsustur. Hak teala kuvvet ve
kudret sahibi olmasına rağmen kullarının nice nice günahlarına göz yummakta,
görmezlikten gelmekte, intikam almamaktadır. Bunun içindir ki, kendisini hilim
sıfatı ile vasıflandırmıştır.
Buradan anlaşılıyor ki bu
hilim ve tehammül, hak tealanın zaifliğinden ve kudretsizliğinden değildir.
Belki onun Gaffârhk sıfatındandır. Nitekim bir âyet-i kerimesinde: "Allah,
gafurdur halimdir"[5] buyurarak bu gerçeği açıklamıştır. Yüce Allah
Kur'an-ı Kerimin'de: "Allah herşeyi hakkiyle bilir, hilim ve şefkati
galibdir"[6]; "Allah, alîm ve hakimdir"[7] "Allah ganî ve halimdir"[8] buyurmakla da insanların az bilgili, mahdut ilim
sahibi oldukları için, hilim ve tahammül göstermediklerini ortaya koymaktadır.[9]
Enbiyay-i kiram dahi hilim
sıfatı ile vasıflanmışlar. Muhakkak ki hilim sıfatının en fazla tecelli ettiği
kul Muhammed Mustafa (s.a.)dir. Onun bu meziyeti, Kur'an-ı Kerimde şöyle
anlatılır: "O vakit (Uhud savaşında) sen, Aliah'dan gelen bir merhamet
sayesindedir ki onlara (ashaba) yumuşak davrandın.
Resul-i zişan efendimizin
hilmi öven hadislerinden bazıları şöyledir:
"Hilim (yumuşaklık) öyle
bir şeydir ki, bulunduğu her şeyi güzelleştirir."[11]
"Hak teâlâ yumuşaklığı
sever, yumuşaklıkla birçok şeyler elde edilir. Sertlikle hiçbir şey elde
edilmez."[12]
"İlmin zineti, ilim
sahibinin hilmidir"[13]
İmam Buharı de bu mevzûdaki
hadisleri ayrı bir bölümde bir araya toplayarak nakletmiş tir. Orada, Hz.
Peygamberin: "Müslümanlara, hattâ zevcelerine dahi bazan sertlik
gösterdiği vakidir" denilmektedir. Hafız İbn Hacer, bu mevzûyu hülâsa
ederek şöyle diyor: "İmam-ı Buharı bu babda şu hususlara işaret etmek
istemiştir ki; Resulü Ekrem külfetlere sabretmiş-tir. Ancak, bunlar şahsına ait
hususlarıdır. Fakat Hak teâlâ'nın hakkı hususunda sert davranmışlardır.
Allah'ın verdiği hükmü icra etmişlerdir."[14]
Şurasını da unutmamak gerekir
ki; her ne kadar hilim, yumuşaklık, yumuşak huyluluk demekse de bunda fazla
ileriye gitmek demek değildir.
Mevzumuzu teşkil
Medine'de İslamiyetin doğduğu
sırada 8-9 yaşlarında bulunuyordu. Hz. Enes, Rasul-i Ekremin Medine'ye
teşriflerinden evvel İslamiyeti
Rasuî-i Ekrem'in Medine'ye
gelmesi üzerine Hz. Ebu Talha onu alarak Rasulü Ekrem'e götürmüş, O'na:
Ya Rasûlullah, bu çocuk size
mülazemet etsin, size hizmet etsin, de-miş Rasul-i Ekrem de onu
Hz. Enes, Rasul-i Ekremin
irtihaline kadar ona hizmet etmiş, her vakit onunla birlikte bulunmuş onun
yanından hiçbir vakit ayrılmamıştı.[16]
Hz. Enes, Rasul-i Ekremin
irtihaline kadar Medine'de on yıl yaşadığına göre, Hz. Enes'in Hz. Peygamber'e
onyıl hizmet etmiş olması gerekirken metinde bu hizmetin dokuz yıl olduğundan
bahsedilmesi hizmete başladığı yıldaki aylarla, hizmetin sona erdiği ayların
hesaba katılmamasından ileri gelmektedir. Münzirî'nin görüşü de budur.[17]
4775... Ebû Hüreyre (r.a.)
(şöyle) demiştir: Peygamber (s.a.) bizimle bir mecliste oturup bizimle sohbet
ederdi. (Meclisten) kalkınca biz de kalkardık, hanımlarından birinin evine
girdiğini görünceye kadar (kendisini takib ederdik.)
Bir gün (yine böyle) bizimle
sohbet etti. (Sohbet sona erip de) ayağa kalkınca (kendisiyle beraber) biz de
kalktık. (Bizden ayrıldıktan) bir süre sonra, bir bedevinin kendisine yetişip
kaftanını çekerek boynunu kızarttığını gördük. Hz. Ebu Hüreyre (sözlerine devam
ederek şöyle) dedi: Kaftan sert idi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber, kaftanına
asılmakta olan bedeviye doğru) döndü; bedevi de kendisine: (Şu yükleri) benim
için, şu iki devemin üzerine yükletiver. (Ne olacak) kendi malından ya da
babanın malından yükletecek değilsin ya! dedi. Peygamber (s.a.)de:
Hayır, estağfirüllah, hayır
estağfirüllah hayır, estağfirüllah elbette kendi malımdan ya da babamın
malından yükletecek değilim. Binaenaleyh, bu yükleri bu hayvanlara yükletmemde
bir sakınca yoktur. Fakat sen bu kaftanımı çekmenden dolayı bana kısas cezası
uygulatmadıkça ben (bu yükleri) senin için yükletivermeyeceğim" buyurdu.
Bedevî ise, bütün bu sözlere karşılık, Hz. Peygamber'e: "Vallahi ben
(Daha) sonra (Hz. Ebu Hüreyre)
hadisi (sonuna kadar) rivayet etti. (Hadis şu cümlelerle son buluyor):
Sonra, (Hz. Peygamber) bir
adam çağırıp ona: "Şu bedevinin iki devesinin birine arpayı diğerine de
hurmayı yükletiver" buyurdu. Sonra da bize dönüp: "Allah'ın
bereketiyle (yerlerinize) gidiniz" buyurdu.[18]
Nesâî'nin rivayetinden
anlaşıldığına göre, musannıf Ebu Davud, hadisin son tarafından bazı cümleleri
atlamıştır.
Bu atlanan cümleler şu manaya
gelen lafızlardan ibarettir:
"... Bedevi'nin sözlerini
duyunca hızla ona doğru yürüdük; bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) bize dönüp:
Sözümü işiten herkesin ben
izin verinceye kadar yerinden ayrılmamasına kesin karar verdim? dedi".
Mevzumuzu teşkil
Hadis, bereleme olaylarında
kısas yapmanın meşruluğuna delâlet ettiği gibi, aynı zamanda, Hz. Peygamber'in
kendisine yapılan kaba hareketler karşısındaki engin müsamaha ve
bağışlayıcılığma da delâlet etmekte ve bu hususta ümmeti için en güzel bir
örnek olduğunu göstermektedir. Hadiste, ayrıca, Hz. Peygamber'in cismine
bakmakta feyiz ve bereket olduğuna işaret bulunduğu gibi; bazılarına göre
büyüklere tazim için ayağa kalkmanın cevazına da delâlet vardır.
Resuli Zîşan efendimizin
yumuşak huyluluğunu ve engin müsamahasını ifade
1. "Hakiki pehlivan
tuttuğunu yenen kimse değil, öfkelendiği zaman kendisine sahip olabilen
kimsedir"[19]
2. Bir adam Rasûlullah (s.a.)'e
gelerek: "Bana birşey öğret ve az söyle ki hafızamda tutabileyim"
dedi. Rasûl-i ekrem de: "Kızma" buyurdu. Sonra adam bunu birkaç defa
tekrarladı, Hz. Peygamber her defasında "Kızma" cevabını verdi.[20]
3. "Utanmak hayırdan başka
birşey getirmez."[21]
4. "Haya da imanın bir
şubesidir."[22]
5. "Rasûlullah
(s.a.) örtüsü içindeki bakireden daha utangaçtı. Bir şeyden hoşlanmadı mı,
onun yüzünden anlardık."[23]
6. "AHahü Teâlâ kaba ve
ağzı bozuk kişiyi asla sevmez."[24]
7. "iyilik, ahlâk
güzelliğidir, günâh ise kalbine rahatsızlık veren ve başkalarının muttali
olmasını istemediğin şeydir."[25]
8. Rasûlullah (s.a.)'e insanları
cennete en çok girdiren amel sorulduğunda: "Allah'a karşı saygı ve güzel
ahlâk" buyurdu. Sonra kendisine insanları cehenneme en çok girdiren amel
sorulduğunda Hz. Peygamber: "Ağız ve ferctir"buyurdu.
9. "Kıyamet gününde bana en
sevimli ve meclis bakımından en yakın olanınız, ahlâkça en güzel
oJanlarınızdir, kıyamet gününde bana en sevimsiz ve benden en uzak olanınız da
geveze, boşboğaz mütefeyhiklardır" buyurdu. Ashab "geveze ve
boşboğazları bildik (fakat) bu mütefeyhıklar kimdir? dediler.
Rasûlullah (s.a.)'de:
"Büyüklük taslayanlardır"[26] buyurdu.
Tirmizî'nin açıklamasına göre,
Abdullah b. Mübarek şöyle demiş "Güzel ahlâk güler yüzlü olmak insanlara
iyilik yapıp onları rahatsız etmemektir".
Bu mevzudaki görüşleri bir
önceki hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[27]
4776... Hz. Abdullah b.
Abbas(m) haber verdiğine göre) Allah'ın elçisi (Hz. Muhammed (s.a.):
"Olumlu tutum ve davranış
ve ölçülü olmak, Peygamberliğin yer-mibeşte biridir" buyurmuştur.[28]
Bu hadis-i şerifte olumlu ve
ölçülü olmanın ve ağırbaşlılığın Peygamberlere verilen güzel ahlâklardan biri
olduğu ifâde edilmektedir.
Bilindiği gibi vakar:
Ağırbaşlılık demektir. Hafifliğin ve şahsiyetsizliğin zıddıdır.
Bu haslet korunur ve yaşanırsa
kişinin vazifesinde yükselmesini, şeref ve haysiyyetinin korunmasını ve
nüfuzunun yerinde olmasını sağlar. Ancak büyüklenmeye vardırılmaması da
gerekir. Tıpkı gibta ile hasedin farkı gibi, vakar ile kibir arasındaki fark da
korunmalıdır.[29]
Vakarın zıddı hafifliktir.
Hafiflik kalpte olarî bir haldir ki, alâmetleri başta, gözde ve kulakta zuhur
eder. Hafif kimseler her gelene-gidene bakar, her hareket
Vakarın alâmeti ise lüzumsuz
yere bakmaktan, konuşmaktan ve lüzumsuz hareketlerden sakınmaktır. Salih
kimselerin alameti olan bu haslet, ilim ve hilim kuvvetlerinden neş'et eder.
Fakat, vakarın, vakar
olabilmesi için, kibir ve riya duygularından uzak olması gerekir. Aksi halde,
vakar olmaktan çıkar.
Vakarın bu iki duygudan uzak
oluşu kişinin halk ile birlikte olmasıyla, yalnız bulunması hallerindeki tavır
ve hareketlerinin değişmemesiyle anlaşılır.[30] Binaenaleyh halk arasında vakur göründüğü halde
halktan ayrılınca kendisinde bu hasletten eser görülmeyen kimseler vakarlı
değillerdir. Gerçek Müslüman, her halinde vakarlıdır. Nitekim, Peygamber efendimiz,
cemaatle namaz kılmaya başlanmış bile olsa camiye giderken acele etmemeyi,
vakar ve sükûneti elden bırakmamayı tavsiye etmiştir.[31]
Yüce Allah da Kur'an-ı
Keriminde vakarlı kimseleri şöyle övmüştür: "Allah'ın has kulları onlardır
ki; yeryüzünde sükûnetle ve vakarla yürürler."[32]
Hz. Âişe validemizin
bildirdiğine göre; "kendisi Rasûlullah (s.a.)'ı bir defa bile küçük dili
görünecek şekilde gülerken görmemiştir."[33]
Gerçekten insanın şerefine
yakışan da İslamm tarif ettiği şekilde mute-vâzî (alçak gönüllü) ve yine
İslam'ın istediği şekilde vakarlı olmaktır. Böyle olanlar şüphe yoktur ki
herkes nazarında çok sevgili ve pek muhterem olanlardır.[34]
Mevzumuzu teşkil
Buradaki yirmibeş sayısı,
çokluktan kinayedir. Bir başka ifadeyle Peygamberlerde bulunan güzel
hasletlerin çokluğunu, vakarın da bunlardan sadece biri olduğunu ifade ve bu
ahlâk ile ahlâklanmanm lüzumuna işaret edilmektedir. Âyet-i kerimede "sen
de onların hidâyetine uy"[35] buyurulmuştur.
Hafız Süyûtî'nin ifadesine
göre bu sayı Taberî'nin rivayetinde, 45; başka bir rivayette de yetmiş olarak
ifade edilmektedir. Ancak, mevzumuzu teşkil
4777… Alil... (Sehl b.
Muaz'ın) babasından (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle)
buyurmuştur:
"Her kim (öfkesinin
gereğini) yerine getirmeye gücü yettiği halde öfkesini yenerse Allah, kıyamet
gününde onu bütün yaratıkların huzurunda çağıracak, hatta onu cennet
hurilerinden dilediğini (almakta) muhayyer bırakacaktır."[37]
Ebu Davud der ki: (Senette
bulunan) Ebu Merhum'un adı Ahdurrahman b. Meymûn'dur.[38]
4778... (Peygamber
(s.a.)'in s ah ahilerinden birinin) babasından da (Rasûlullah (s.a.)'in bir
önceki hadisinin) aynısını söylediği rivayet edilmiştir. Ancak şu farkla ki:
Bir önceki hadiste Hz. Peygamber*in "onu bütün yaratıkların huzurunda
çağıracaktır" dediği rivayet edilmişken, sözü geçen râvi burada (Hz.
Peygamber'in): "Allah onu güven duygusu ve imanla doldurur"
buyurduğunu (rivayet etmiş fakat); "Allah'ın onu çağıracağı" olayını
rivayet etmemiştir. (Buna karşılık Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu da) ilave
etmiştir: "Kimde giymeye gücü yettiği halde güzel bir elbiseyi giymeyi
terk ederse (Allah kıyamet gününde bütün yaratıkların huzurunda onu
çağıracak..) Bişr de (şöyle) dedi: "Öyle zannediyorum ki İbn Mansûr (bu
hadisi bana şöyle) rivayet etti: (Her kim de giymeye gücü yettiği halde) alçak
gönüllülükten dolayı (onu giymeyi terk ederse) Allah ona (kıyamet günü keramet
elbisesi giydirecektir.) Kim de (evlenmeye muhtaç olan birini) Allah için
evlendirirse padişahlık elbisesi giydirecektir."[39]
4779... Abdullah (b.
Mesud) (r.a.)'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (sahabilerine)
"Aranızda kime pehlivan dersiniz?" diye sormuş (onlar da):
"İnsanların yenemediği kimseye" demişler. (Bunun üzerine Hz. Peygamber
de: "Hayır, (Öyle değil); hakiki pehlivan öfke anında kendisine sahip
olabilen kimsedir" buyurmuştur.[40]
Öfke: Ahlâkî rezaletlerdendir.
İnsanda mevcud gazab kuvvetinin ifrat derecesi olan öfke bir afettir. Öfke
anında insan doğru düşünemez.[41]
İfrat derecesi böylesine bir
afet olan bu kuvvet, aslında insana başkalarına zulüm ve tehakküm etmek için
değil, dışarıdan gelecek tehlikeleri def etmek için Cenab-ı Hak tarafından
ihsan Duyurulmuştur.[42]
Eski ahlâk felsefesine vakıf
olanlar, pekâla bilirler ki ahlâkın esası iki şey üzerine dayanmaktadır:
a. Gazab (öfke) kuvveti,
b. Şehvet küveti.
Gazab sadece bir isimdir.
Nefsin karşılaştığı münasebetsiz işlere karşı müdafaa kuvvetinin adıdır.
Şehvet de sadece bir isimdir. Nefsin karşılaştığı ve hoşlandığı işlere karşı
nefsin meyletmesinin ismidir. Yani bu gibi işleri elde etmeğe çalışan iç
kuvvetin ismi. İşte bu iki kuvvetin ifrat ve tefritinden veya itidalinden
yüzlerce ahlâkî iyilikler ve fenalıklar ortaya çıkar. Bunların her bilinin de
ayrı ayrı ahlâkî isimleri vardır.
Gazab kuvveti ifrat ve
tefritten uzak kalıp, itidal derecesinde bulunursa o zaman "şecaat"
ismini alır.
Bu da ahvâl ve keyfiyyet
bakımından muhtelif şekillerde tezahür eder. Mesela, hiddeti yenmek,
kahramanlık, hürriyet, hak söylemek, himmet sahibi olmak, mütehammil bulunmak,
sebatkârhk, vakar, sabır, sükûnet. hakka taraftarlık, ciddiyet, çaltşıp-çabalamak.
minnet, cihad... gibi hususlar şeklinde belirir.
Fakat bu itidal ortadan kalkar
da ifrata doğru giderse, o zaman "tehevvür"olur. Bu arada gurur,
kendini beğenme, hod-binlik, kibir, dik kafalılık, başkalarını, alçak görme,
zufrîi, katıl gibi birçok fenalıkları doğurur.
Şehvet de tam itidal halinde
olmalıdır. O zaman, şehvete "İffet" denir. Bu sıfat da muhtelif takva,
cömertlik, eli açıklık, utanma (haya), sabır, şükür, kanaat, tama'sızlık,
tokgözlülük. iyi tabiat sahibi olmak, terakkiper-verlik, soy-sop, aile
severlik... gibi.
Sonra yine, bu sıfat da ifrat
ve tefrite uğrarsa o zaman hırs, tema, utanmazlık, israf, cimrilik, riya,
edebsizlik, dalkavukluk, kıskanma , haset gibi bir hayli kötü sıfatlar ortaya
çıkar.
Hristiyan taliminin esası,
insanın yukarıda geçen gazab ve şehvet kuvvetlerini tamamen ortadan
kaldırmaktır. İslamî talimin esası ise şehvet ve gazab kuvvetlerini ortadan
kaldırmak değil, bunların ifrat ve tefrit yollarına sapmalarını önlemek,
itidali bulmak, itidal üzere hareket ettirmektir.[43]
Binaenaleyh bir kişi akıl ve
hikmetin tedbirine uyarak yumuşaklık gereken yerde, yumuşaklık, şiddet gerekli
olan yerde de şiddet gösterirse övülen bir tutuma sahib olmuş olur. Bunun aksi
olarak ifrat-tefrit olacak davranışlara sürüklenirse çirkin durumlara düşer.
Aklın âfetleri içinde yer alan gazabın ifrat derecesine varması kadar aklı
giderici bir âfet yoktur. Çünkü bu en latif bir anlaşma aracı olan bir varlığı
mecnun haline getirip sahibini duygu ve ayırd etme gücünden soyunmuş hunhar bir
hayvana değiştirerek soyup çektiği akıl ve idrakin yerine, bir heyecan yükler. Hiddet,
arttığı zamanda insan artık dürüst söz söylemek gücünü yitirip, yal-nız bağırıp
çağırmaya başlar. Gözleri kimseyi görmez, kulakları duymaz olur.
Rengi atan yüzünden, kızaran
gözünden ve dehşetli bir hale varan nefsinden her türlü cinayeti işlemeye
hazır olduğu anlaşılır. O zaman bu kişiyi bu halden ne din ne kanun ne de
nasihatçıların sözleri alıkoyamaz.
Gazabın bir fenalığı da ev
idaresinde, iş idaresinde, çeşitli rahatsızlıklara ve yolsuzuklara sebep
olmasıdır. Çünkü aile fertlerine, arkadaşlarına, iş muhitinde emri
altındakilere sert davranırsa, onlar gönül hoşluğuyla iş göremezer. Zor ile
yaptırılan bir işte ise hiçbir hayır ve menfaat olamaz. İnsana seve seve iş
gördüren, güleryüz, tatlı dildir.
Hatta İmam Şafiî hazretleri
"kılınç ve
Nitekim, Hz. İsa
Aleyhisselam'a: "Alemde en zorlu şiddetli olan şey nedir? diye
sorduklarında:
Herşeyden şiddetli olan
Allah'ın gazabıdır, ondan cehennemler bile titreyerek, demiş; "Bundan
kurtuluş yolu nedir?" dediklerinde:
Kendi gazabını terk et,
cevabını vermiştir.[45]
Gazabdan kurtulmanın ilacı,
buna sebeb olan halleri gidermektir.
Ahlâk kitaplarında açıklandığı
üzere, gazaba sebep olan hâller on tanedir:
1. Ucub (kendini beğenme),
2. İftihar (övünmek)
3. Mira (kavgacılık)
4. Licâc (övüngeçlik)
5. Mizah (şakacılık)
6. Tekebbür (büyüklenme)
7. İstihza (alay)
8. Gadr (eza ve cefa
etmek)
9. Daym (çaresizlere eziyet etmek)
10. Münâfeset
(bencillik)[46]
Yüce Allah şu âyet-i
kerimesinde öfkesini yenenleri övmüştür: "(O takva sahipleri) bollukta ve
darlıkta harcayıp yedirenler, öfkelerini yutanlar, insanların kusurlarını
bağışlayanlardır. Allah da iyilik edenleri sever."[47]
Öfke anında Allah'a sığınmak
ve öfkenin geçmesini istemek gerekir. Resûl-i Zişan efendimiz görmüş olduğu
öfkeli bir adam hakkında: "Ben bir kelime biliyorum ki,
4780... Muâz b. Cebel'den
demiştir ki: Peygamber (s.a.)'in huzurunda iki kişi çekişti. (Onlardan) biri
(diğerine) öyle sert bir şekilde Öfkelendi ki bana (öfkesinden) burnu çatlayacak
gibi geldi.
Bunun üzerine Peygamber (sav):
"Ben bir söz biliyorum ki
Ey Allah'ın Resulü o söz
nedir? diye sordu (da Hz. Peygamber):
"Allahümme înnî eûzu bike
mineşşeytânirracîm: Ey Allahım, kovulmuş şeytandan
4781... Süleyman b. Surad
(r.a.)'den demiştir ki: Peygamber (s.a.)'in huzurunda iki kişi çekişti.
Onlardan birinin gözleri (öfkeden) kızarmaya ve boyun damarları kabarmaya
başladı. Bunun üzerine Resûlullah (sav):
"Ben bir söz biliyorum ki
(bu adam) onu söylerse (içinde) meydana gelen (bu öfke) kendisinden gider. (Bu
söz); "Eûzu billahi mineşşeytânirracîm: kovulmuş olan Şeytandan Allah'a
sığınırım" (sözü) dür" buyurdu.
(Adam bu sözü işitince)
"Yoksa bende bir delilik mi görüyorsun?" dedi.[51]
4782... Ebu Zer (r.a)'den
demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.) bize (şöyle)
buyurdu: "Biriniz ayakta iken öfkelenecek olursa hemen otursun, eğer
(oturunca öfkesi) gidecek olursa fme-sı-i î yoktur; fakat) eğer gitmezse o
zaman da (yere) yatsın."[52]
Ebu Dâvud der ki, (hu hadis bu
mevzuda gelen) iki hadisin en sahih olanıdır.[53]
4783... Beker'den (rivayet
edildiğine göre); Peygamber (s.a), Ebû Zerr'i (bir ihtiyacı dolayısıyla) bir
yere gönderdi (deyip) bir önceki hadisi aynennakletmiştir.[54]
4784... Ebu Vâil el Kâss,
dedi ki:
(Bir gün) biz Urve- b.
Muhammed b. es-Sa'dî'nin yanma girmiştik. (Orada) bir adam onunla konuşup onu
kızdırdı. Bunun üzerine (Urve b. Muhammed) kalktı, abdest aldı, sonra abdestli
olarak dönüp (yanımıza) geldi. Sonra babam Rasûlullah (s.a.)'m şöyle
buyurduğunu bana haber verdi:
"Muhakkak ki öfke
şeytandandır ve kuşkusuz şeytan ateşten yaratılmıştır. Ateşi de ancak su
söndürür. Binaenaleyh, biriniz öfkelendiği zaman abdest alsın."[55]
Bütün bu hadis-i şeriflerden
de anlaşılıyor ki; öfkeyi yenmenin yedi yolu ve taydaşı vardır:
1. Öfkesini yenene
Cennet hazırlanmış olur. Nitekim Yüce Allah: "Onlar bollukta Allah için
harcarlar, öfkelerini yutarlar, insanları affederler.."[56] âyet-i kerimesinde bunu va'detmiştir.
2. Cennet hurilerinden
istediğini seçip almak hakkına sahip olur (bk. 4777 numaralı hadis).
3. Büyük bir ecir ve sevaba nail
olur.
Nitekim hadisi şerifte:
"Allah katında, bir kulun sırf Allah rızası için yuttuğu öfke yudumundan
daha büyük sevabı olan bir yudum yoktur."[57]
4. Kendinden Allah'ın azabını
def eder. Hz. Enes'in şu rivayeti bunu açıkça ifade etmektedir." Kim
öfkesini yenerse, Allah da ondan azabını uzaklaştırır; kim dilini (lüzumsuz
sözlerden) uzak tutarsa Allah da onun günahlarını affeder,"[58]
5. Allahü teâla'nın hıfz ve
emanında olur.
6. Allahü teâla'nın rahmetine
nail olur.
7. Allahü teâlâ
hazretlerinin muhabbetini kazanır. Bu son üç maddenin delili ise şu hadis-i
şeriftir;
"Allah şu üç kişiyi
korur, onları sever ve onlara acır; Verilen nimete şükreden, kötülük
gördüğünde ona karşılık vermeye gücü yettiği halde affeden, kızınca sakin
olanlar."[59]
Bütün bu faydalar, öfkesini
yenenler içindir. Öfkesini yendiği gibi ayrıca bu öfkesine sebep olan kişiyi
affeden kimsenin sevabı ise, daha da büyüktür. Nitekim şu âyet-i kerime buna
delâlet etmektedir:"...affetsinler, geçsinler. Allah'ın sizi
bağışlamasını sevmez misiniz? Allah bağışlayan, esirgeyendir."[60]
Meymun'dan rivayet edildiğine
göre, bir gün cariyesi kendine yemek getirirken ayağı burkulup çorbâ'yı
Meymun'un üzerine dökmüş. Bundan canı yanan Meymun hemen kalkıp cariyeyi
cezalandırmak isteyince, cariye O'na:
"Cennet öfkelerini
yutanlar için hazilanmıştır."[61] ayet-i kerimesini hatırlatır. Meymun da hemen
öfkesini yenip onu düğmekten vazgeçer. Bunun üzerine cariye ona, bu âyetin
devamını da hatırlatarak ondan kendisini affetmesini ister. Ayetin devamını
hatırlayan Meymun, bu sefer cariyeyi affeder. Fırsattan yararlanan cariye bu
sefer de O'na: "...Allah ihsan sahihlerini sever.."[62] âyet-i kerimesini hatırlatır. Meymun da "O halde
Allah rızası için seni âzad ediyorum şu andan itibaren sen hürsün"[63] diyerek cariyeyi âzâd eder.
Ahlâk kitaplarında açıklandığı
üzere:
"Öfkenin sebebi nefsin,
elem duyduğu kimseden intikam almayı kast etmesidir. Bu istek nefiste
belirince, bedene de geçer ve gazab huyuna ait bir hararet galeyana gelir. Bu
dalgalanmadan buhar ve karartıcı bir duman yükselir. Dimağı ve cereyan etmekte
olan damarları, bir perde kaplar, bunun doğurduğu karanlıktan aklın nuru
kapanır, parıldayışı ve sıhhatli bir şekilde işleyişi durur. Akıl aynası
kirlenir, kuvvet-i nazariyenin doğuracağı fiiller zayıflar. Hekimler, insanın
bu halini, şuna benzetirler: Karanlık ve uzun bir mağara, büyük bir ateş ve
dumanla dopdolu. Bu haldeki ateşin alevlerini söndürmek gayet zordur ve ifrat
derecede gazablanmış bir insanı, Öğütle, tatlı sözle, nasihatle durdurmaya
çalışmak, mağaradaki ateşe bir yerden biraz su alıp söndürmeye çalışmak
gibidir ki azıcık su, yükselen ateşin alevlerini belki biraz daha
yükseltir."[64]
Ahlâk âlimleri, böylesine
büyük ve tehlikeli bir yangını söndürebilme-nin ameli olarak dört yolu olduğunu
söylemişlerdir.
1. Abdest almaktır. Nitekim
mevzumuzu teşkil eden (4784) numaralı hadis-i şerif de bunu tasviye
etmektedir.
2. Ayakta iken
oturmak, oturmakta iken yatmaktır.
Nitekim (4782) ve (4783) numaralı hadis-i şerifler bunu tavsiye etmektedirler.
Çünkü oturmakta olan ayakta olana nisbetle, yatan da oturana nisbetle daha az
hareket etme ve öfkenin tahrikinden daha çok emin olma şansına sahiptir.
3. Eûzu... çekmektir. Nitekim
(4781) numaralı hadis-i şerif de bunu tavsiye etmektedir.
4. Öfke duası olarak
bilinen şu özel duayı okumaktır:
"Allahım günahımı bana
bağışla, kalbimin kızgınlığını gider ve beni şeytandan koru.”[65]
5. Gazabın sebeplerini
gidermektir.
Bilindiği gibi gazabın
sebeplerini 4779 numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık.
Mevzumuzu teşkil eden hadis-i
şeriflerden (4780) numaralı hadis-i şerif hakkında Tirmizî şöyle demiştir:
"Bu hadis Mürseldir.
Abdurrahman b. Ebi Leyla, Muaz b. Cebel'den hadis dinlememiştir. Muaz, Ömer b.
el-Hattâb'in halifeliği devrinde vefat etmiştir. Ömer b. el-Hattab şehid
edildiği zaman Abdurrahman b. Ebi Leylâ altı yaşında bir çocuktu. Abdurrahman
İbn Ebî Leylâ, Ömer İbn El-Hattab'dan hadis rivayet etmiş ve onu görmüştür.[66]
Buharî'nin belirttiğine göre,
İbn Ebi Leylâ H.17'de doğmuştur. Hz. Muaz b. Cebel ise Amvas'da zuhur eden veba
salgınında hicretin 17. veya 18'nci yılında ölmüştür. Bu hadisi Nesâî de, yine
Abdurrahman b. Ebi Leyla yoluyla Ubey b. Ka'bMan rivayet etmiştir. Bu rivayet
muttasıldır.[67]
Her ne kadar munassıf Ebu
Dâvud, kendi teshillerine dayanarak (4783) numaralı hadisi, yine aynı mevzuyla
ilgili olan (4782) numaralı hadisten daha sahih olduğunu söylemişse de Hafız
Münzİri'nin açıklamasına göre Musannif Ebu Dâvud, (4783) numaralı hadisin
mürsel olmasına rağmen (4782) numaralı hadisten daha sahih olduğunu
söylemiştir. Daha başkaları ise musannifin bu sözünü şöyle açıklamışlardır:
Çünkü Ebu Harb bu hadisi amcasf vasıtasıyla Ebu Zerr (r.a.)'den rivayet
etmiştir. Halbuki amcasının Ebu Zerr'den hadis rivayet etmesinin tesbiıi mümkİn
değildir. Binaenaleyh (4782) numaralı haber munkati olduğu için (4783)
numaralı mürsel hadis ondan daha esahtır.
Bezi yazarına göre ise Ahmed
b. Hanbel'in Müsnedinde (4782) numaralı hadis, Ebu Muaviye -Davud b. Ebi Hind
- Ebu Harb b. Ebi'l Esved, Ebu'l Esved- Ebu Zerr zinciriyle Hz. Peygambere
ulaşmaktadır.[68] Bu sebeble (4782) numaralı hadis (4783) numaralı
hadisten daha sağlamdır.
(4781) numaralı hadiste, Hz.
Peygamberin öfkelenmiş bir kimseye "Eûzu" çekmesini tavsiye ettiği
halde, o kimsenin: "Ben deli miyim?" diye karşılık verdiğinden
bahsedilmektedir. Sözü geçen kimsenin Hz. Peygamberce böyle ters bir cevap
vermesi iki sebepten ileri gelebilir:
1. Yâ bu adam öfkenin
mahiyetini bilmediğinden dolayı, "eûzu" nun kızgınlığı nasıl
önleyeceğini kavrayamamıştır da onun için böyle hoş olmayan bir karşılık
vermiştir.
2. Ya da bu kimse aslında samimi
bir müsliiman olmayıp koyu bir münafık olduğu için böyle cevap vermiştir.[69]
4785... Âişe (r.anha)'dan
demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.), biri
diğerinden daha kolay iki şey arasında muhayyer bırakılırsa, günah olmaması
şartıyla, mutlaka onlardan en kolay olanını seçerdi, şayet günah ise insanlar
arasında ondan en uzağı olurdu. Rasûlullah (s.a.) kendisi için (kimseden) bir
intikam almazdı. Ancak Allah'ın haramlarının çiğnenmesi müstesna; (o zaman
bizzat kendisi) o çiğnenen ha-ramlardan dolayı Allah için intikam alırdı.[70]
4786... Aişe (r.anha)'dan
demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.), hayatta ne
bir kadın dövmüştür, ne de bir hizmetçi."[71]
4787... Abdullah b.
Zübeyr(in) "Sen af yolunu tut..."[72] (âyet-i kerimesi) hakkında (şöyle) dediği rivayet
edilmiştir:
"(Bu âyet-i kerimede)
Allah'ın elçisi insanların huylarından affa sarılmakla emr olunmuştur."[73]
Mevzurnuzu teşkil eden bu
babın hadislerinde, Hz.peygamberin, ümmeti için devamlı kolaylık düşündüğü,
müsamaha ve af ile muamelede bulunduğu, kendi şahsıyla ilgili meselelerde asla
intikam alma yoluna gitmediği, fakat Allah'ın haramlarının çiğnenmesi söz
konusu olunca, bu yasağı çiğnemenin intikamım Allah için mutlaka aldığı ifâde
edilmektedir.
Her ne kadar Ukbe b. Ebu Muayt
ve Abdullah b. Hatal gibi bazı müşriklerden intikam aldığı tarihten sabit ise
de, bu intikamların sadece Hz. Peygamberin şahsiyle ilgili oldukları
söylenemez. Çünkü sözü geçen kimseler, hayatları boyunca sadece Resulü Zişan
efendimize eziyet etmekle kalmamış, aynı zamanda hayatları boyunca her
fırsatta Allah'ın haramlarını çiğnemeyi bir adet haline getirmişlerdir.
Bazılarına göre, Hz.
Peygamberin kendi şahsına karşı yapılan haksızlık ve eziyetlerin intikamını
almaması, bu haksızlık ve eziyetlerin küfür sınırlarına varmamasıyla
kayıtlıdır. Bir başka ifadeyle şahsına karşı yapılan eziyetler, küfür
sınırlarına taşmadıkça, onların intikamını almayı düşünmemiş, fakat küfür
sınırlarına taştığı andan itibaren Allah için onun intikamı peşine düşmüştür.
(4775) numaralı hadis-i şerifte anlatılan kendi kaftanına, hızla asılarak
boynunda iz bırakan bedeviyi affetmesi olayı gibi.
Davudi ise Hz. Peygamberin
intikam almamasının malî davalarla ilgili olup namus davalarıyla ilgili
olmadığını ve namusla ilgili meselelerde intikam almaktan geri durmadığını
söylemiştir.[74]
1. Haram veya mekruh olmamak
şartıyla, iki şeyin en kolayını seçmek müstehabtır.
Kadı Iyaz diyor ki:
"İhtimâl Peygamber (s.a.)'in burada muhayyer bırakılması Allah
tarafmdandır. Onu iki ceza arasında, yahut kâfirlerle harbet-mek veya onlardan
cizye almak hususunda, yahut ümmetinin ibadette mücahede derecesine varıp
varmaması hususunda muhayyer bırakılmıştır. O bunların hepsinde kolay olanı
seçerdi.
Hz. Âişe'nin "günah
olmamak şartıyla" sözü, onu kâfirler yahut münafıklar muhayyer bıraktığı
zaman düşünülebilir. Muhayyerlik Allah'dan yahut müslümanlardan gelirse
ibaredeki istisna munkati olur."
2. Amirlerin, hakimlerin ve
diğer söz sahiplerinin şahısları adına intikam almayı terk etmeleri
müstehabtır. Kadı Iyaz diyor ki: "Ulema, hâkimin kendi lehine ve keza
lehine şehadeti caiz olmayacak kimse lehine, hüküm vermesinin caiz olmadığında
ittifak etmişlerdir.
3. Zevce, hizmetçi ve hayvanı
terbiye için döğmek mubah ise de döğmemek efdaldir.
4. Bu rivayetler aff-u safha,
eziyete tahammüle, haram bir şey işleyene karşı Allah'ın dinine yardımcı
olmaya teşvik etmektedirler.[75]
Esasen Ali İmran suresinin
(134) no'lu âyetinde öfkesini yutanların cennetlik oldukları haber verilirken,
onların öfkelerine hakim olma özellikleri yanında aynı zamanda Allah için
harcamalarından ve affediciliklerinden de bahsedilmesi, öfkeyi yenmenin tek
başına cennetlik olmaya yetmeyeceğine, Cennetlik olabilmek için öfkeyi yenme
sıfatının yanında affedicilik ve Allah için harcama sıfatlarının da bulunması
gerektiğine delalet eder.[76]
Esasen af, hak tealanın en
büyük sıfatların dan dır. Eğer böyle olmasa idi, dünyada taş taş üstünde
kalmazdı. Her lahza ve her an işlenen günahlarla taştığı halde, dünyanın
yıkılmayıp yine var olmaya devam etmesi, Allah'ın affedicilik sıfatının
tecellisinden başka bir şey değildir.[77]
El-Afuvv: Affedici ismi
Allah'ın güzel isimlerinden biridir. Kulun bu isimden alacağı hisse açıktır.
Allah'ın bu ahlâkı ile ahlâklanmış olan kimse kendisine zulmedenleri, kötülük
yapanları affeder. Hatta onlara iyilik eder.[78]
Bu konuyu (4835) numaralı
hadisin şerhinde tekrar ele alacağız, inşaallah.[79]
4788... Hz. Aişe'den
(rivayet edilmiştir:) Peygamber (s.a.)'e bir kimseden (hoşa gitmeyen) bir söz
erişecek olursa (onun ismini anmış olmamak için); "Falan (isimli) kişiye
ne oluyor da böyle diyor?" demezdi de; "bu insanlara ne oluyor da
böyle böyle konuşuyorlar?" derdi.[80]
4789... Hz. Enes'den
(rivayet edildiğine göre) (bir gün) üzerinde (kadınlara mahsus bir allık olan
ve zaferandan yapılan) bir sarı boya izi bu-lunan bir adam Rasûlullah (s.a.)'ın
yanına girdi. Rasûlullah (s.a.) de üzerinde insanın hoşlanmayacağı bir şey
bulunan insanın yüzüne az bakardı.
Adam çıkınca (Hz. Peygamber):
"Adama söyleseydiniz de üzerinden bu izi yıkasaydı (kendisi için daha
hayırlı olurdu)" buyurdu.
Ehu Dâvud der ki: Seîm Hz. Ali
evladından değildir. (Fakat o yükseklerde bulunan) yıldızlara bakardı. (Bu yüzden
yükseklere nishet edilerek kendisine alevî denildi, kendisi) Adiy b. Eriat'ın
yanında hilali gördüğüne dâir şahitlik etmişti de (Adiy onun bu) şahitliğini
geçerli saymamıştı.[81]
Bütün ahlakî faziletleri
kendisinde toplanmış olan A1lah Rasul hayatı boyunca insanların gönlünü hiçbir
zaman kırmadığı gibi, onların kusurlarını görmemezlikten gelmiş, kaba ve kırıcı
davranışlarına tahammül etmiş, onlarla iyi ilişkiler içinde olup güzel
geçinmeyi kendisine usul ittihaz etmiştir. Çünkü yüce Allah insanları bir
biriyle görüşüp tanışmaları için yaratmıştır.[82]
Nitekim kendisi de bir hadis-i
şeriflerinde: "Mü'min ülfet eden (dostluk kuran ve iyi geçinen) ve
kendisi ile ülfet edilendir. Ülfet etmeyen ve kendisi ile ülfet edilmeyen
kimsede hayır yoktur. İnsanların en hayırlısı insanlara yararlı olanıdır"[83] buyurmuştur.
Hz. Ali Hz. Peygamber'in
ahlâkını şöyle özetlemiştir:
Hz. Peygamber güler yüzlü,
güzel huylu, nazik kalpli idi. Hiçbir vakit sert ve kaba değildi. Onun ağzından
hiçbir müstehcen kelime çıkmazdı. Başkalarının hareket tarzını tenkid veya
takbih etmez, sevmediği bir hareket veya durum karşısında birşey söylemez, ona
göz yummakla iktifa ederdi. Şayet böyle bir harekette bulunan adam, kendi
hareket tarzının tasvibini isteyecek olursa Rasûlullah onu, kınamadan, kalbini
kırmadan bundan vazgeçirir, yahut susarak muhatabına memnun olmadığını
hissettirirdi.
Resul-i Ekrem kendi hesabına
üç şeyden sakınırdı:
1. Münakaşa ve
mücâdele,
2. Lüzumundan fazla söz
söylemek,
3. Kendisini alakadar etmeyen
işlerle meşgul olmak. Başkaları hesabına da üç şeyden uzak dururdu:
1. Kimseyi tenkid etmezdi.
2. Kimseye hakarette
bulunmazdı.
3. Başkalarının sırlarına
muttali olmak istemezdi.
Her ne kadar Resul-i Zişan
efendimiz insanların eziyetlerine katlanıp onların kaba davranışlarını,
müsamaha ve olgunluk ile karşılarsa da, bunu asla müdahene (yağcılık)
sınırlarına vardırmaz. Müdârâ (güler yüzlülük) sınırlarından dışarı çıkmaz ve
"güzel söz de sadakadır"[84] buyururdu. Hakkın çiğnenmesi söz konusu olduğu zaman
susmayı ise şeytanlık sayardı.[85]
Uygunsuz haller ve
davranışları düzeltirken de son derece ince ve hassas hareket eder, bu hususta
tenkid ve uyanlarını şahısların bizzat kendilerine yöneltme yerine, üslubu
hakimane denilen bir uslub ile fiillere yöneltir ve bu sayede şahısların
gönlünü kırmaktan uzak kalırdı.
Fakat dinî meselelerde
gösterilen laubali davranışlarda ise tam bir salâbet-i diniyye sahibi idi. Bu
hususta ".... Allah yolunda cihad ederler, hiçbir kınayıcının kınamasından
korkmazlar..."[86] emr-i ilâhisinden ayrılmazlardı. Binaenaleyh bir
kimsenin kendisine ya da başkasına erişmek üzere olan şiddetli bir zararı
önlemek için güler yüz göstermesi, hatta bazı yerlerde müstehab olmakla
beraber böyle şiddetli bir zararın erişmesi söz konusu olmayan yerlerde müdara
caiz değildir.
Şiddetli zarardan maksat,
şiddetli dayak, sürgün, görevden azil, öldürme gibi işlerdir.[87]
(4789) no'lu hadis hakkında
daha geniş açıklama için (4182) numaralı hadisin şerhine de bakılabilir.[88]
4790... Hz. Ebu
Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.): "Mü'min saf
ve kerem sahibidir. Bozguncu insan ise (daima) aldatıcı, alçak ve
cimridir" buyurmuştur.[89]
Girrun: Aldanan, aldatılan
anlamlarına gelir.
Kerîm: İyi, cömert, çok
affeden, kıymetli gibi manalara gelir.
Fâcir: Allah'ın emrinden
çıkan, günahkâr demektir. Hıbb: Aldatıcı manasına gelir. Leîm: Alçak ve cimri
demektir.
Hattabî (r.a.)'nin
açıklamasına göre: Hadis-i şerifin zahirinden anlaşılan şudur ki: Hakiki mü'min
aldatılmaya müsait, kötülüğü kavramaktan ve araştırmaktan uzak olur. Bu durum
onun cehaletinden değil, kereminden ve ahlâkının güzelliğinden, iyi niyetli ve
itimat sahibi oluşundan kaynaklanır.
Allah'ın emrinden çıkmış
bozguncu insanlar ise daima aldatıcı, alçak, cimri, kötülük planlarını
araştırmakla meşgul olur. Bu durum onun akıllılığından değil, kötülüğünden
kaynaklanır.
İbn Esir'in açıklamasına göre
bu hadisden anlaşılan şudur:
"Mü'min hilekâr ve
düzenbaz olmaz. Ancak yumuşaklığı ve itimat sahibi olması sebebiyle bazan
aldanıp tuzağa düşer."
Bu mevzuda Muhammed Zekeriyâ
b. Yahya el-Kândehlevî şöyle diyor:
Her ne kadar bu hadisin zahiri
"Mü'minin firasetinden sakınınız."[90] hadisine aykırı gibi görünüyorsa da aslında bu iki
hadisin arasını şu şekilde te'lif etmek mümkündür:
Bu hadis mü'minlerin avamı
hakkındadır. Diğer hadis ise basiret sahibi olan hassas müminler hakkındadır.
Bu iki hadisin arasını "Mü'minin aldatılır olması onun hüsn-i zan sahibi
olmasından neş'et eder. Bu durum ise, onun firaset sahibi olmasına mani
değildir" diyerek te'lif etmek de mümkündür. Bu hadis-i şerifin:
"Mü'min bir delikten iki defa sokulmaz."[91] hadisine aykırı olduğu da söylenemez. Çünkü bir defa
aldanmak başkadır, ikinci defa aldanmak daha başkadır.
Hafız Suyutî'in açıklamasına
göre mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif, Hafız Siracüddin el-Kazvinî'nin
mevzu olduğunu iddia ettiği hadislerdendir.
Hafız b. Hacer ise bu iddiayı
reddederek şöyle demiştir: "Bu hadis Hâkim tarafından muttasıl bir
senedle rivayet edildiği gibi, Sevrî'nin ashabı
ve Haccac tarafından da
rivayet edilmiştir. İbn Main, Haccac hakında müsbet düşünmektedir. Ancak Buharî
ile Müslim bu hadisin râvilerinden Bişr'e güvenilmeyeceğim söylemişlerdir...
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifte cimriliğin bozgunculuk sıfatı olduğuna da bir işaret vardır.
Görüldüğü gibi hadis-i şerifte
cimrilik, çirkin bir huy, sehâ (cömertlik) büyük bir bir fazilet olarak
değerlendirilmiştir.
Nitekim şu âyet-i kerimelerde
de cimriliğin çirkin bir huy olduğu cömertliğin büyük bir fazilet olarak
değerlendirilmiştir,
"Kim nefsini (mala olan)
hırsından ve cimriliğinden korunursa, işte muratlarına erenler onların tâ
kendileridir."[92]
"Allah'ın (fazl-u
kereminden) kendilerine verdiğini (sarf-ü intakta) cimrilik edenler, (asla)
bunun kendileri için bir hayır olduğunu sanmasınlar. Bilakis bu onlar için bir
serdir."[93]
Bu konuyla ilgili bir hadis-i
şerif de şu mealdedir: "Cimri asla cennete giremez."[94]
Cimriliğin çeşitli tarifleri
yapılmışsa da en doğru olan tarife göre cimrilik, şer'an vâcib veya mürüvvet
yönünden münâsib olanı gücü yettiği halde vermemektir.[95]
4791... Hz. Âişe'den
demiştir ki:
Bir adam Peygamber (s.a.)'in yanına
(girmek için) izin istedi, "Peygamber (s.a.)'de: "Aşiretin bu oğlu
ne kötüdür" yahut da; "Aşiretin bu adamı ne kötüdür" buyurdu.
Sonra: "Ona (girmesi için) izin verin" dedi.
(Adam içeriye) girince ona
yumuşak bir dille konuştu, bunun üzerine (ben) Âişe:
Ey Allanın Rasulü (yanına
girmeden Önce) onun hakkında söyleyeceğini söylediğin halde (bir de tutup)
onunla yumuşak bir dille konuştun dedi(m).
(Hz. Peygamber de: "Ey
Âişe) Kıyamet gününde Allah katında insanların en şerlisi insanların
kötülüğünden korkarak kendisinden uzaklaştığı ya da kendisini terk ettiği
kimsedir" buyurdu.[96]
4792... Âişe (r.anha)'dan
(rivayet edildiğine göre) bir adam Peygamber (s.a.)'iri yanına (girmek için)
izin istemiş, Peygamber (s.a.)'de; (bunu öğrenince o adam hakkında): "Bu
aşiretin kardeşi ne kötüdür!" demiş biraz sonra adam (içeri) girince onu
sıcak bir şekilde karşılamış (ve) onunla (tatlı tatlı) konuşmuş.
(Hz. Aişe
sözlerine devam ederek şöyle demiştir:
Adam) dışarı çıkınca:
Ey Allah'ın Rasulü, (adam
içeri girmek için) izin istediğinde (hakkında): "Bu aşiretin kardeşi ne
kötüdür" diye konuştun (içeri) girince de kendisini sıcak karşıladın,
dedim.
"Allah kötüyü ve kötülüğü
ortaya çıkarmaya çalışan kimseyi sevmez" buyurdu.[97]
Fuhş: Haddi aşmak demektir.
Fiilen ve kavlen işlenen kötülük anlamında kullanılır.
Fahiş: Haddi aşarak kötülük
işleyen kimse demektir.
İbn Esir'in
"En-Nihâye" isimli eserindeki açıklamasına göre "Fuhş" hem
sözde olan fiilen işlenen kötülükleri ifade eder.
Tefahhuş ise içinde kötülük
olmadığı halde kendini kötülüğe zorlama anlamına gelir."'
Bu bakımdan Bezlü'l-Mechud
yazarının da ifade ettiği gibi içindeki kötülüğü, sözüyle ve fiiliyle dışarı
çıkaran kimseye "fahiş", içinde kötülük olmadığı halde, kendisi
kötülük yapmaya zorlayan kimseye de "mütefahhiş" denir.
Binaenaleyh Resul-i Zişan
efendimiz (4792) numaralı hadiste Allah, kötü insanları sevmediği gibi, kötü
insanlardaki kötülüğün ortaya çıkmasına sebep olan kişileri de sevmediğini,
binaenaleyh kendisinin de böyle bir duruma düşmeyi asla arzu etmediğini ifade
etmek istemişlerdir.
Öyleyse bir müslümanın kötü
bir kimseye ayıplarını hatırlatarak onu kırıcı bir tavırla karşılaması caiz
değildir. Müslümanlara yakışan onu güler yüzle karşılamaktır. Bir önceki
hadisin şerhinde açıkladığımız gibi buna müdara (güler yüz) denir. Güler yüzlü
olmak, müdâhene (yağcılık)tan tamamen farklıdır.
Hz. Peygamber'in huzuruna
girmek isteyen kimsenin adını anmadan, kavminden bahsetmek suretiyle onun
kötülüğünü açıklaması "gıybet" değildir. Çünkü Hz. Peygamber'in onun
kötülüğünü ifade etmekten maksadı orada hazır bulunan müslümanları o kimsenin
kötülüğünden korumaktır. Bu bakımdan mevzumuzu teşkil eden bu hadisler,
müslümanlan uyarmak için kötülüğünden korkulan bir kimsenin kötülüğünü haber
vermenin caiz olduğuna delâlet etmektedir.
Yahutta bu adam açıktan
kötülük işliyordu da Hz. Peygamber bu yüzden onun kötülüğünü ifade etmekte bir
sakınca görmedi.
İmam Kurtubî'nin de dediği
gibi, fışkını ve fuhşunu açıktan işleyen bir kimsenin gıyabında konuşmak,
gıybet olmadığı gibi, zâlim idarecilerin ve halkı bid'ate davet eden
bid'atçılarm aleyhine konuşmak da gıybet değildir.
Onların gıyabında
kötülüklerini dile getirmek caiz olmakla beraber yüzyüze gelindiği vakit,
kendilerine güler yüz göstermek de caizdir.
İbn BattaPın beyanına göre Hz.
Peygamber'in huzuruna gelen adamın ismi Uyeyne b. Hisn el-Fezarî imiş,
kendisine "ahmak" denilirmiş. O gün henüz müslüman değilmiş, fakat
müslüman gorünürmüş. Peygamber (s.a.) herkesin bilmesi ve aldanmaması için onu
ashabına tanıtmak istemiştir. Bu adam, Peygamber (s.a.)'in sağlığında olsun,
vefatından sonra olsun, imanının zayıflığına delalet eden işler yapmış.
Mürtedlerle beraber o da dininden dönmüş ve esir edilerek Hz. Ebu Bekîr'e
getirilmiştir. Binaenaleyh, Peygamber (s.a.)'in onu: "Bu aşiretin kardeşi
ne fenadir"diye vasfetmesi nübüvvetine delalet eden mu'cizelerdendir.
Hadisteki aşiretten murat
kabiledir.[98]
4793... Şu (bir önceki
hadiste anlatılan) olay hakkında Hz. Aişe'den (gelen bir rivayete göre)
Peygamber (s.a.):
"Ey Aişe! Dilin (in
şerrin) den korunmak için kendilerine ikram edilen kimseler, şüphesiz
insanların en şerlılerindendir."buyurmuştur.[99]
4794... Hz. Enes'den
demiştir ki:
(Gizlice bir derdini açmak
üzere) ağzmı Peygamber (s.a.)'in kulağına yaklaştıran hiçbir adam görmedim ki o
adam başını (Hz. Peygamber'den) uzaklaştırmadıkça (Rasûlullah) başını (ondan)
uzaklaştırmış olsun.
Yine (Hz. Peygamber'in) elini
tutan hiç bir adam görmedim ki o adam (Hz. Peygamberin) elini bırakmadıkça (Hz.
Peygamber onun) elini bırakmış olsun.[100]
Bu hadis-i şeriflerde Rasul-i
zişan efendimizin son derece mütevazi, iyi kalpli olduğu, herkes için iyilik
düşünüp herkesin derdine deva olmak için elinden gelen çabayı sarf ettiği,
insanlara zararlı olan kimseleri her fırsatta uyarıp onları bu kötü huylardan
kurtarmaya çalıştığı, insanların en şerlisinin de insanların kötülüğünden
kurtulmak için kendisine saygı gösterip ikramda bulunduğu kişi olduğu ifade
Duyurulmaktadır.
Binaenaleyh, Hz. Peygamber'i
kendisine Örnek alıp İslam terbiyesiyle yetişmiş bir müslüman, toplumda
insanlara faydalı .olan şeyleri yapmaya ve insanlara zarar verecek şeyleri de
engellemeye gayret eder. Çünkü hak, hayır ve fazilet ilkeleriyle yetişmiş olan
bir müslüman, toplumda faydalı, faal ve yapıcı bir unsur olur. İyilik yapmaya
fırsat bulduğunda, onu değerlendirmeden edemez. Çünkü hayır işlemenin
kurtuluşa vesile olacağını bilir. "İyilik yapın ki saadete eresiniz."[101]
Hayır işi için attığı her
adımda Allah'ın kendisine sevap verdiğini bilir ve hayır yapmaya koşar...
Cabir (r.a.)'den de Nebi
(s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Her iyilik sadakadır..."[102]
"Allah, kendine teslim
olmuş kuluna iyilik yapınca sevap verebileceği gibi kötülükten çekindiği zaman
da iyilik yapmasa da sevap verir."[103]
Ebu Musa (r.a.)'dan Nebi
(s.a.)'in şöyle buyurduğu nakledilir: "Her müslümanın sadaka vermesi
gerekir." Bulmazsa ne yapar, denildi, şöyle buyurdu:
"Eliyle çalışır, kendine
fayda verir ve sadaka dağıtır." Buna da gücü yetmezse ne yapar? denildi.
Bu sefer: "Şiddetli
ihtiyaç sahibine yardım eder" dedi. -Buna da gücü yetmezse ne yapar?
denildiği zaman;
İyiliği veya hayrı enir eder,
cevabını verdi.
Buna da gücü yetmezse ne
yapar, denildi. Bunun üzerine.
Şerri terk eder, buyuruldu.
(Mütefekkünaleyh).[104]
4795... (Abdullah) b.
Ömer'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) kardeşine (fazla) utanma(ması)
hakkında öğüt vermekte olan ensardan bir zatın yanına uğramış da: "Onu
bırak! Çünkü utanmak imandandır"
buyurmuştur.[105]
"Haya: Utanmak demektir.
Kınamayı gerektiren bir söz ve davranıştan dolayı kışının Allah a ve insanlara
karşı mahcubiyet duyması (kısaca utanması), "haya" sözü ile ifade
edilmiştir.
Edeb, haya, insan ahlâkı için
en güzel bir ölçüdür. İnsanın haddini bilmesi, utanacak bir işten dolayı
sıkılıp yüzünün kızarması, büyük bir fazilettir. Bu fazilet, sahibini
kötülüklerden uzak tutar. Utanıp kınanmayacağı işler yapmasına da sebep olur.
Gerçek haya insanın yüce
yaratanına karşı duyacağı hayadır.[106]
"Haya" kabahatleri
işlemek korkusuyla nefsin ictinab edip geri durmasıdır[107] şeklinde de tarif edilmiştir.
Bilindiği gibi kabahatleri
aklî, şer'î ve örfî olmak üzere üç kısma ayırabiliriz.
Aklî kabahat (Çirkinlik):
Kötülüğü aklen bilinebilen kabahatlerdir ki işleyenlere "mecnûn"
denir.
Şer'î kabahat: Kötülüğü şer-i
şerifin açıklamasıyla bilinebilen kabahatlerdir ki, işleyenlere
"fâsık"denir.
Örfî kabahat: Çirkinliğini örf
ehlinin anlayabildiği kabahatlerdir ki, irtikâb edene "ebleh"denir.[108]
Utanmak: İnsanın yaratılışında
mevcut olduğu halde, mevzumuzu teşkil eden hadiste, utanmanın, imana
bağlanması, utanmanın yerini ve ölçüsünü dinin ve imanın tayin etmesidir.
Binaenaleyh burada din ve imanın belirlediği yerler ve ölçüler dışında görülen
utanmalar söz konusu değildir. İslâm ölçülerine uymayan utanmalar, gerçekte
utanma değildir. Yere düşen ekmeği almaktan utanmak, geçimini te'min için
rençberlik yapmaktan utanmak gibi....
Mevzumuzu teşkil eden hadis-i
şerifte, kardeşine utanmak hakkında öğüt verdiğinden bahsedilen ensarlı zata
göre, kardeşi utangaçlığı yüzünden çok zarar gördüğü için onun utanmayı
bırakması gerekiyormuş. Bu sebeble kardeşini utanmayı bırakmaya zorluyordu. Hz.
Peygamber ise, utanmanın İslâm inancı ile yakînen ilgili olduğunu, imandan
kaynaklanan utanmanın güzel huylardan olduğunu söyleyerek o Ensarîyî kardeşine
karşı yaptığı bu baskıdan men'etmiştir.
Haya en kâmil haliyle imanın
doruğunda olan Peygamber efendimizde tezahür etmiştir. Nitekim Ebu Said
el-Hudrî (r.a.)'de; "Resul-i zişan efendimizin bir kızdan daha utangaç
olduğunu" ifade etmiştir.[109]
Beyhaki'nin rivayetine göre,
Hz. Peygamber bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: "İzzet ve celal
sahibi Hak teala karşısında, her hangi bir kul, ellerini açıp dua ederek birşey
dilerse Cenab-ı Hak onu eliboş olarak çevirmekten haya eder."[110]
Hayanın fertler için olduğu
kadar cemiyetler için de büyük bir önemi vardır. İman Şairimiz Mehmet Akif
merhum şu mısralarıyla bu gerçeği ne güzel ifâde etmiştir:
"Göster Allahım, bu
millet kurtulur tek bir mu'cize.
Gaib hazinenden bir utanmak
hissi ver bize.
Haya sıyrılmış inmiş, öyle
yüzsüzlük her yerde.
Ne çirkin yüzler Örtermiş
meğer bir incecik perde."
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadiste hayanın imandan bir şube olduğundan bahsedilmesi imanın birçok
şubeleri olduğuna delâlet eder.
Biz imanın bu şubelerini
"4673" numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara
lüzum görmüyoruz.[111]
4796... Ebu Katede'den
demiştir ki:
Biz, İmran b. Husayn ile
birlikte idik. Orada Buşeyr İbn Ka'b da vardı. (Bir ara) İmran İbn Husayn (söze
başlayıp), Rasûlullah'm (s.a.): "Utanma tamamiyle hayırdır" dediğini
ya da "utanma(nın) hepsi de hayırdır" buyurduğunu söyledi.
Bunun üzerine Büşeyr İbn
Ka'b'm:
"Biz bazı kitaplarda bazı
hayaların vakar (ağırlık), bazısının sekînet (iç huzuru), bazısının da zayıflık
(kaynağı) olduğuna rastladık" dedi.
İmran hadisi tekrar rivayet
etti. Büşeyr de sözü(nü) tekrarladı; (hayanın bir takım zaafların kaynağı
olduğunu ifade eden Büşeyr'n bu sözlerini ikinci kez işiten) İmran öfkelenip
gözleri kıpkırmızı oldu ve (Büşeyr'e hitaben):
Görüyorum ki, ben sana
Rasûlullah (s.a.)'dan söz ediyorum, sen de bana kitaplarından bahsediyorsun,
dedi. (Biz bu durumu görünce İm-ran'ın daha fazla kızmasını önlemek için
kendisine):
Ey Ebu Nüceyd, (artık bu
kadarı) yeter! dedik.[112]
Bezlü'l-Mechûd yazarının da
ifade ettiği gibi, İslamın kabul ettiği, hayanın her çeşidinin hayır olduğunda;
İslâmî manada haya çeşitlerinde hayırdan başka bir şey olmadığında şüphe
yoktur.
Her ne kadar avam-ı nas
arasında bazı zayıflıklara ve zararlara yol açan bazı davranışlar, haya
sayılmakta ise de, aslında o tür davranışların haya ile bir ilgisi yoktur. Eğer
o davranışlar haya olsaydı, bu zararlı hareketleri terk etmek gerekeceğinden,
sünnetin bir kısmını terk etmek icab edecekti.
Büşeyr (r.a.); "Bazı
hayaların zaaflara sebep olduğunu" söylerken, Hz. İmran'ın zaaflara sebep
olan ve halk arasında haya olarak bilinen bu hallerin aslında haya olmadığını
açıklamasını ve halkı bu yanlış anlayıştan kurtarmasını istiyordu. Fakat bu
isteğini ortaya koyarken âyet ve hadisten değil de başka kitaplardan delil
getirmesi, Hz. İmran'ın öfkelenmesine sebep oldu.
Bilindiği gibi, gerçek haya
insanın dince, akılca ve örfçe çirkin sayılan şeyleri yapmaktan sıkılması,
üzüntü duyması ve yüzünün kızarmasıdır. Bunun dışındaki duygu ve düşüncelerden
kaynaklanan utanıp sıkılmalar ise, gerçek haya değildir. Nitekim, şu hadis-i
şerif bu gerçeği çok güzel bir şekilde ifade etmektedir:
"Hz. Peygamber, bir gün
ashabına: "Allah'dan hakkıyla haya ediniz" buyurdu. Ashab da:
Ey Allah'ın Rasulü,
elhamdülillah, haya ediyoruz, dediler. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.):
"Hakiki haya o değildir.
Fakat gerçek manasıyla haktan haya eden başını (yani baştaki duyu organlarını
ve başın içindeki düşüncelerini gayr-i meşru düşünce ve davranışlardan)
korusun. Karnı ve karnın ihtiva ettiğini (midesini) kontrol etsin. Böyle
yapanlar Allah'tan hakkıyla haya etmiş olurlar" buyurdu.[113]
4797... Ebu Mesûd
(r.a.)'dan (rivayet edildiğine göre) Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İnsanların ilk
Peygamberlikten beri duyageldikleri sözlerden biri; utanmazsan dilediğini yap!
sözüdür."[114]
İmam Hattâbî'nin açıklamasına
göre mevzumuzu eden bu hadisî hayanın ilk Peygamberden itibaren bütün
Peygamberler tarafından teşvik edildiğini ifâde etmektedir. Çünkü, Allah her
peygambere hayalı olmayı ve ümmetini hayalı olmaya teşvik etmeyi vahyetmiştir.
Haya bir taraftan vahy mahsulü olduğu gibi, diğer taraftan da güzelliği ve
fazileti açık olduğundan bütün akıl sahipleri onun güzel bir haya olduğunda
ittifak etmişlerdir. Bu özellikleri taşıyan bir hüküm hiçbir zaman nesh
edilmeyeceğinden haya da ilk peygambere vahy edildiği gibi, hiç neshe uğramadan
peygamberlerin tümünün şeriatinde yürürlükte kalmıştır.
Hadiste geçen;
"utanmazsan dilediğini yap" cümlesine ulemâ üç çeşit mana vermiştir:
a. Bu cümle emir kalıbında bir
haber cümlesidir. "Eğer haya duygusu sana engel olamıyorsa artık sen
nefsinin arzu ettiği bütün kötülükleri yaparsın" demektir. Hz. Ebu Ubeyd,
bu görüştedir.
b. "Dilediğinizi yapınız, o
yaptıklarınızı görmektedir" (Fussilet, (40) 41) âyet-i kerimesi gibi
tehdid ifâde etmektedir. Yani utanmıyorsan dilediğini yap, fakat şunu unutma ki
her yaptığının cezasını göreceksin, demektir. Ebu'j Abbâs bu görüştedir.
c. "Yapacağın bir işe
bakmalısın, eğer seni utandıracak bir işse ondan vazgeçmelisin, fakat yaptığın
takdirde seni mahcub duruma düşürmeyecekse onu yapabilirsin" anlamındadır.
Ebu İshak el-Mervezî de söz konusu cümleyi böyle açıklamıştır.[115]
4798... Aişe (r.anhâ)'dan
(rivayet edilmiştir); dedi ki: Rasûlulah (s.a.)'i (şöyle) derken işittim:
"Muhakkak ki mü'min, ahlâkının güzelliği sebebi île (gündüzleri) oruç
tutan (ve geceleri de) Allah'a ibâdetle geçiren kimsenin derecesine
ulaşır."[116]
Ahlâk: Hulk (huy) kelimesinin
çoğuludur.
Huy: Nefiste yerleşip fikir
yormaya muhtaç olmaksızın kendiliğinden meydana gelen heyet-i râsiha (yerleşmiş
bir şekildir. İşte buna huy denir. Kâtibin bir şeyi yazarken yazdığını harf
harf tefekkür etmediği ve mutribin saz çalarken ahengini nağme nağme düşünmediği
gibi, meleke haline gelen davranışlar da insandan hiç düşünmeden kolayca sudur
ederler. Meleke haline gelmeyen davranışlar insandan kolayca sudur etmedikleri
gibi, meleke haline gelmeyen davranışlara da huy denmez.
Bu suretle, kişide kendisinden
güzel davranış, ve ameller meydana gelecek bir şekilde bulunursa, ona
"hulk-ı hasen: güzel huy" ve eğer çirkin işler meydana gelecek
şekilde bulunursa, buna da "hulk-ı seyyi': kötü huy" denir.
Ahlâk bilginleri, insan
nefsinde üç kuvvetin varlığını belirtirler.
a. İdrâkin başlangıcı ve kaynağı
olan "kuvvet-i ilmiyye: ilmî kuvvet"
b. Zararları def
etmenin kaynağı olan "kuvve-i şeheviyye: şehvet kuvveti".
c. Kuvve-i gazabiyye: gazab
kuvveti.
Bu üç kuvvetten birincisi olan
ilim kuvveti, yalnız insan ruhuna aittir. Diğer ikisi ise sair hayvanlarda da
müşterektir.
Bunların her birinin i'tidal,
ifrat ve tefrit olarak üçer mertebesi olup, i'tidal merkezinde olanlar
övülmüştür, fazilettir. İfrat ve tefrit tarafları ise çirkindir, rezalettir.
Bunları geniş olarak tetkik etmek isteyenler ahlâk kitaplarına müracaat
buyursunlar.[117]
Mevzuumuzu teşkil eden hadis-i
şerifte; güzel ahlâk sahibi bir müslümanın ahlâkı sayesinde gündüzlerini oruçla
gecelerini de ibadetle geçiren bir müslümanın derecesine erişebileceği ifade
edilmektedir. Bu gerçeği anlamak çok kolaydır. Şöyle ki, gündüzlerini oruçla
gecelerini de Allah'a taatle geçiren bir kimse, aslında nefsiyle ve şehvanî
arzularıyla mücadele edip onlara galip gelmeye çalışıyor demektir. İyi
düşünülürse insanlar arasına katılıp onlarla olan, muamelesinde güzel ahlâkı
elden bırakmayan kimse ise/aslında aralarına katıldığı kişiler adedince
nefislere muhatab, bir çok nefse karşı mücahede ediyor demektir. Bu böyle
olunca, bu kimse gündüzleri oruçla geceleri de taatle geçiren kimselere
erişmesi ve hatta onları geçmesi hiç de yadırganacak bir durum değildir.
İşte bunun içindir ki
Rasûlullah (s.a.), sahabeyi güzel ahlâka teşvik eder, çeşitli yollarla onlara
güzel ahlâkı sevdirmeye çalışırdı. Çünkü nefislerin temizlenmesi ve insanların
kemale ermesinde bunun tesirini çok iyi biliyordu. Rasûlullah (s.a.) Ebu Zer'e
buyuruyor ki:
Ey Ebu Zer, sana yapılması
insana hafif gelecek, mizan(ın)da ağır basacak iki haslet söyleyeyim mi? Ebu
Zer:
Evet ya Rasûlullah, dedi.
Buyurdu ki:
Güzel ahlâkı ve sükûtu terk
etme. Nefsim kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki insanlar bu iki haslet
gibisiyle güzelleşmediler."[118]
"Güzel ahlâk nemadır,
kötü ahlâk uğursuzluktur. İyilik ömrü artırır, sadaka kötü ölümü
engeller."[119]
"Allahim, beni güzel
yarattın, ahlâkımı da güzelleştir."
Allah (c.c.) hazretleri:
"Sen yüce bir ahlâk üzeresin" buyurduğu halde Nebi (s.a.)'in
ahlakının güzelleşmesi için dua etmesi müslümanların daima ahlâkının
güzelleşmesini istemeleri, ne kadar yükselirlerse yükselsinler, Allah'dan bu
hususta yardımını eksik etmemesini dilemeleri icab ettiğini gösterir.[120]
4799... Ebu'd Derdâ
(r.a.)'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Terazide güzel huydan
daha ağır basacak olan bir şey yoktur."[121]
(Bu hadisin ravilerinden) Ebul
Velid (et-Tayâlisî, bu hadisi el Kasım b: Ebi Bezze'den) sema yoluyla, yani
ben, Ata el Keyharanî'yi (şöyle şöyle derken) işittim, (şeklinde) rivayet etti.
(Diğer râvi Hafs b. Ömer ise el-Kasım'dan an'ane tarikiyle rivayet etti.)
Ebu Dâvud der ki: (Sözü geçen)
o (Ata el Keyharhanf den maksat) Ata İbn Yakub'dur ve ibrahim Ibn Nafi'nin
dayısıdır. Keyharânî ve Gevharâ-nî (nisbeileriyle) anılır.[122]
4800... Ebû Umame'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.; 'şöyle) buyurmuştur:
"Ben, haklıyken bile
çekişmeye girmekten kaçınan kimse için cennetin kenarından; şakadan da olsa
yalan söylemeye yanaşmayan dmse için cennetin ortasından, huyunu güzelleştiren
kimse için de cennetin en yükseğinden bir "köşk (verilmesin)e
kefriim."[123]
4801... Hârice İbn
Vehb'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) jöyle) buyurmuştur:
"Çok şişman olup böbürlenerek yürüyen, kibirli, cimri ve hilekâr kimse
cennete girmez, kendini beğenmiş katı kalpli insan da giremez."[124]
Bu hadis-i şeriflerde cennette
en yüksek mevkilere erişecek olanların en yüksek ahlâka sahip kimseler olacağı
ve kötü ahlâklı kimselerin ise cennete ilk girenlerden olamayacakları ifade
buyurularak, güzel ahlâkın önemi vurgulanmaktadır.[125]
4802... Hz. Enes'den
(rivayet edilmiştir) dedi ki:
(Peygamber (s.a.)'in)
"el-adbâ" (isimli devesi)nin (yarışlarda) hiç önüne geçilmezdi.
(Birgün) bir bedevî kendisine ait bir yük devesinin üzerinde geldi ve Adbâ ile
yarışa girip onu geçti. Bu geçiş Rasûlullah (s.a.)'in sahabilerine ağır gelir
gibi oldu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):
"Dünyada her yükselen
şeyi (oradan tekrar) aşağı indirmek Allah'ın kanunudur" buyurdu.[126]
4803... (Yine) Hz.
Enes'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Dünyadakilerden her
yükselen şeyi (oradan tekrar) aşağı indirmek, aziz ve celil olan Allah'ın
kanunudur."[127]
Her yokuşun bir inişi olduğu
gibi her yükselişinde bir alçalışı vardır Bu yüce Allah'ın dünyada câri olan
bir kanunudur. Bu kanuna hiçbir eşya mukavemet edemez. Bunun içindir ki
göklere ser çeken genç dağlar bile, zamanla aşınarak ihtiyarlar ve yerle bir
olurlar.
Nice tümsekler kaybolduğu gibi
nice çukurlar da zamanla etraftan gelen çer-çöp ile dolup varlıklarını
kaybederler. Fertlerin hayatı, bu kanuna tabi olduğu gibi cemiyetlerin ve
milletlerin hayatları da bu kanuna tabidir.
Öyleyse aklı başında, feraset
sahibi bir insan, hiçbir zaman Allah huzurundaki hesabı çok uzun sürecek olan
dünya varlığıyla övünmemeli, bilakis zühd ve tevekkül yoluyla gitmeyi tercih
etmelidir. Nitekim cenab-ı Hak şu âyet-i kerimesinde bu gerçeği ne güzel ifade
buyurmuştur: "Sizin yanınızda bulunan tükenir, Allah'ın yanında bulunan
ise bakidir."[128]
Rasûl-i zişan efendimiz de şu
sözüyle bu gerçeğe işaret buyurmuştur:
"Şair (zümresi)nin
söylediği sözlerin en doğrusu Lebid'in söylemiş olduğu: Bilmiş olunuz ki
Allah'dan başka her şey bâtıl (fani)dir; sözüdür."[129]
4804... Hemmâm
(r.a.)"den (rivayet edilmiştir);
Bir adam gelip (Hz.
Peygamber'in huzurunda) Hz. Osman'ı yüzüne karşı övdü. (Orada bulunan) el
Mikdâd İbn el Esved de (yerden bir avuç) toprak alıp (öven kimsenin) yüzüne
saçtı ve:
Rasûlullah (s.a.):
"(Böyle yüze karşı) "medhedenlerle karşılaştığınız zaman yüzlerine
toprak saçınız, buyurdu" dedi.[130]
Hattâbi (r.a.)'nin
açıklamasına göre bu hadis-i, şerifte yerilmek istenen yüze methedicilerden
maksat, kişileri yüzlerine karşı överek onlardan menfaatlenmeyi âdet ve geçim
kaynağı hâline getirenlerdir. Kişileri, yaptıkları hayırlar veya güzel işlerden
dolayı başkalarını da bu gibi işlere teşvik maksadıyla yüzüne karşı öven
kimseler değildir. Her ne kadar, Hz. Mikdâd, bu hadisi zahirine hamlederek
kişileri dünyevi menfaat temin etmek gayesiyle yüzüne karşı öven kimselerin
yüzlerine toprak saçılması gerektiğine inanıp öyle amel etmişse de ulemâdan
bazıları bu hadisi: "O kimseye beklediği menfaati vermemek suretiyle, onu
bu dünyalık ümidinden mahrum ediniz, yüze karşı övgüsüne karşılık elini boş
çıkarınız" manasına yorumlamışlardır.
"Onun avucunu toprakla
doldur."[131] mealindeki hadiste geçen "toprak" kelimesiyle
"zina eden için taş vardır"[132] mealindeki "taş" kelimesinin
mahrumiyetle tefsir edildikleri gibi.
Nitekim araplar, elinde
avucunda hiçbir malı kalmayan kimse için, "ma lehü gayrü't türâb: elinde
topraktan başka bir şey yoktur" derler ki, "dünyalık namına hiçbir
şeyi yoktur" anlamına gelir.[133]
4805... (Abdurrahman İbn
Ebi Bekre'nin) babasından (rivayet edildiğine göre) bir adam, (diğer) bir
adamı, Peygamber (s.a.)'in huzurunda (yüzüne karşı) övmüştü de (Hz. Peygamber)
O'na üç defa: "(Bu sözlerinle) arkadaşının boynunu kestin" deyip
sonra da: "Biriniz arkadaşını mutlaka övecekse şöyle demelidir: "Ben
onun -söylemek istediklerini söyleyerek- şöyle şöyle olduğunu düşünüyorum;
(fakat kalbini bilemediğimden) Onun iyiliğine dair Allah'a karşı sahicilik
edemem"[134]
Hadis-i şerifte, bir kimsenin
yüzüne karşı medhedilmesi, yasaklanmakta, eğer mutlak övmek gerekiyorsa, onun
iyiliğine dair kesin ifadeler kullanmaktan kaçınıp "onun hakkında ben de
iyi düşünüyorum" "iyi olduğunu zannediyorum, fakat onu Allah'a karşı
tezkiye edemem, çünkü herkesin kalbini Allah bilir" gibi hüsn-i zann ifade
eden kelimeler kullanılması emredilmiştir. Oysa bazı hadis-i şeriflerde[135] kişinin yüzüne karşı övülebileceği
ifade edilmektedir. Ulemâ hadislerin arasını şöyle uzlaştırmalardır:
"Yasaklanmış olan yüze
karşı övmeden maksat, kişiyi, kendisinde bulunmayan vasıflarla överek haddi
aşan övgü ile ucba (kişinin kendisine beğenmesine) ve kibire kapılabilecek olan
kişilere karşı yapılan övgüdür. Olgun ve hazımlı kişilere karşı yapılan ve
haddi aşmayan övgüler ise bu yasağın dışındadırlar."
Metinde geçen "arkadaşının
boynunu kestin" cümlesi, Müslim'in Sahih'inde: "Yazık sana
arkadaşının boynunu kestin," anlamına gelen lafızlarla rivayet edilmiştir.
Bu ifadeler, yüze karşı
yapılan gereksiz ve haddi aşkın övgülerin, hem övenin, hem de övülenin helakine
sebep olacağına delalet eder.
İmam Gazali'nin açıklamasına
göre, söz konusu övgünün dördü, övene, ikisi de övülene olmak üzere altı
zararı vardır. Övene ait zararlar şunlardır:
a. Övgünün çokluğu, övenin
yalana sapması sonucunu doğurur.
Genellikle şairler, bu âfete
mübtelâdır. Belki bazılarında bu hal cehalet ve takva azlığı sebebiyle küfre
kadar varır. Arab şairlerinden Mütenebbî bu vartaya düşmüştür.
b. Riyadır: Zira Övmek, sevgi
davasında bulunmaktır. Gerçeğe uygun olmayınca riya olur.
c. Açıkça anlaşılması ve tahkiki
mükün olmayan vasıflarla medh etmek ise medhedeni yalancı durumuna
düşürebilir.
Binaenaleyh bir kişiyi, bu
gibi tahkiki mümkün olmayan vasıflarla tavsif ederek övmek, çok tehlikeli
olduğundan bir insanı bu gibi konularda, Tnütlaka övmek gerekiyorsa, kesin bir
dille övmekten kaçınıp onun hakında: "Hüsn-i zan besliyorum. Fakat Allahü
Teâlâya karşı kimseyi medhü tezkiye edemem" demelidir. Nitekim metinde
geçen "ben böyle olduğunu düşünüyorum" mealindeki cümle de bu gerçeğe
ışık tutmaktadır.
d. Bir fâsıkı övmek, onun ferah
ve sürûruna sebep olmaktır. Nitekim hadis-i şerifte: "Günaha dalıp giden
isyankâr kişiyi övene Allah teala gazab eder."[136]
Övülen kişi için doğan
âfetler:
a. Övülende, büyüklük
ve ucbun meydana gelmesidir.
b. Övülen kimsenin
hakkındaki övgüleri işitince, bunları kendisinde hakikaten var sanıp daha fazla
fazilet elde etmek için gayret sarf etmekten vazgeçip tembelliğe düşmesidir.[137]
4806... Mutamf (İbn
Abdullah İbn eş-Şıhhîr)dan demiştir ki: Babam dedi ki:
(Ben birgiin) Âmir
oğullarının elçileriyle birlikte (elçi olarak) Rasûlullah (s.a.)'in huzuruna
gitmiştim. (Orada Hz. Peygambere):
Sen bizim Seyyidimizsin, dedik
de, (Resulü Ekrem):
Seyyid Allah'dır, buyurdu.
Biz:
Sen bizim faziletçe en
faziletlimiz, (eşe, dosta iyilik elini) uzatma bakımından da en üstünümüz
sensin, dedik.
Bu sözünüzü söyleyiniz
-yahutta- (bu) sözünüzün bazısını (söyleyiniz; fakat bir kısmını bırakınız,
taki) şeytan sizi (bazı sözlerinizle kendi yoluna) sürüklemesin."[138]
Yaratıkları üzerinde mutlak
tasarruf sahibi olan muhakkak ki Allahu Teâlâ hazretleridir. Bu bakımdan
"seyyid", "mevlâ" gibi, insanlar üzerinde tasarruf
yetkisine delâlet eden lafızlara hakkiyle layık olan da yine yüce Allah'dır. Bu
lafızların, kullar için kullanılması ise mecazidir, izafidir, hakiki değildir.
Bu itibarla her ne kadar bu
lafızları mecazî ve izafî olarak, kullar için kullanmak caiz ise de Resulü
zişan efendimiz, İslamın ilk yıllarında cahiliyye döneminden yeni kurtulmuş
olan kavmini, cahili düşüncelerden tamamen kurtarmak amacıyla ve bazı
insanlarda ilahi güçlerin bulunduğu inancının nüksedeceği endişesiyle zaman
zaman ashabım bu nevî kelimeleri kullanmaktan nehyetmiştir, Fakat ulemâ bu
gibi tehlikelerin kalmadığı cemiyetlerde söz konusu kelimeleri mecazen
insanlara nisbet etmekte bir sakınca görmemişlerdir. Nitekim: "Ben Adem
oğuIIarının seyyidiyim" mealindeki (4673) numaralı hadis-i şerifte buna
delâlet eder.
Bu hadisin mevzumuzu teşkil
eden babla ilgisi, bir kimseye: "Seyyidimiz" diyerek hitab etmenin
onu yüzüne karşı övmek anlamına gelmesidir.
Biz bir kimseyi yüzüne karşı
Övmenin hükmünü, (4804-4805) numaralı hadislerin şerhinde açıkladığımızdan
burada tekrara lüzum görmüyoruz.[139]
4807... Abdullah İbn
Mugaffel'den (rivayet edildiğine göre): Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Muhakkak ki Allah
(kullarına karşı son derece) yumuşak muamele eder ve yumuşaklığı sever, şiddet
karşılığında vermediğini yumuşaklık karşılığında verir."[140]
Söz ve işlerimizde nâzik ve
yumuşak huylu olmak anlamma geıen "rıft" övülmüş sıfatlardandır.
Rıf-kın karşılığı kabalık ve sertliktir.
Allahü Teâlâ hazretleri,
kullarına karşı son derece merhametli ve lûtuf-kârdır. Kullarının da
birbirlerine karşı nâzik ve yumuşak davranmalarını, kabalık ve sertlikten
kaçınmalarını, hoşgörü ile hareket etmelerini ister.
Rıfk ile muamele insanları
dostluğa ve kardeşliğe götürür. Aralarındaki düşmanlıklar, bu sayede son
bulmuş olur. Binaenaleyh, kötülükler bile daima iyilikle karşılanmalıdır.
Nitekim, yüce Allah Kur'ân-ı Keriminde: "İyilikle kötülük eşit değildir.
Sen kötülüğü en güzel olan iyi hareketle önle. O vakit bakarsın ki seninle
aralarında bir düşmanlık bulunan yakın bir dost gibi olmuştur"[141] buyurmuştur.
Dinen, aklen ve hikmeten güzel
ve faydalı görünen şeylere muvafakat etmek de rıfk sayılır. Peygamber
efendimiz: "Allah Teâlâ ve tekaddes hazretleri bir ev halkını severse
aralarına rıfk verir" buyurdular. Bu yüce insan kendisine Peygamberliğinin
ilk yıllarında, birçok düşman, akla hesaba gelmez eza ve cefa ettikleri halde
yine hepsine rıfk ile davranırlardı.
Rıfk, sahibini her istediğine
ulaştırır, bütün münasebetlerden emin eyler. Dikkatle bakılınca, görülür ki
yumuşaklığın etkisi azarlamak ve şiddet göstermekten daha çoktur. Yumuşaklık
her zaman hiddetleri dindirip düşmanları dost edebilir. Fakat hiddet, şiddet
arttırmaktan ve dostu düşman etmekten başka bir işe yaramaz.[142]
Muhakkak diğer övülmüş
ahlâklarda olduğu gibi, rıfkın en kâmil manada tecelli ettiği kul, yine
Resul-i zişan efendimizdir. Kendisi, bir gün dahi kaba konuşmamış, şahsı
hislerine kapılarak bir müslümana kötü söz söylememiştir.
Hz. Enes, efendimizin bu
ahlâkını şöyle anlatıyor: "Resûlullah (s.a.) kötü konuşmaz, lanetçi,
küfürbaz biri değildi. Birisini ayıplamak istediği zaman, onun hakkında
sadece; O'na ne oluyor, alnı toprağa varası-ca; demekle yetinirdi."[143]
Bu sözüyle, efendimiz, kişinin
çok secde etmesi için dua etmiş olurdu.
Daima ümmetine yumuşaklığı
tavsiye eder; "yumuşaklık bulunduğu herşeyi süsler, yumuşaklık bir şeyden
de alınırsa onu lekeler."[144]
"Bir kimse yumuşak
davranmadan mahrumsa hayırdan da mahrumdur"[145] buyururdu.
Bu hadislerden, yumuşaklığın
herşeyde olabileceği anlaşılmakla beraber İslamda, şeriat, yahut cemaatin
maslahatının muktezası olan yerlerde sertlik göstermek caiz ve lüzumludur.[146]
4808... el-Mikdam İbn
Şüreyh babasından (rivayetle) demiştir ki: Hz. Aişe'ye (Rasûlullah (s.a.)'in)
kır gezisine çıkma (sın)dan sordum da: Rasûlullah (s.a.) yukarıdan aşağıya inen
şu (karşıdaki) su kanallarına
geziye çıkardı.
Bir defasında (böyle bir)
kırgezisine çıkmak istemişti de (bil yolculukta benim binmem için) bana zekat
develerinden olan ve binmek için kullanılmayan bir dişi deve göndermişti ve
bana:
"Ey Aişe! Şüphesiz ki
yumuşak davranmak bir şeyde bulunursa onu mutlaka süsler kendisinden uzak
kılındığı şeyi de mutlaka lekeler" buyurdu. (Râvi) İbn es-Sabbah
rivayetinde (metinde geçen); "Muharreme" kelimesini üzerine
binilmeyen (deve) diye açıkladı.[147]
Bu hadisle ilgili açıklama,
bir önceki hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.[148]
4809... Cerir (İbn
Abdullah el Becelî -r.anhuma- dan rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.)
(şöyle) buyurmuştur:
"Yumuşak huyluluktan
mahrum olan her hayırdan mahrum kalır."[149]
Hadis-i şerifte, yumuşak
huyluluğun, her hayrın,başı buğuna delalet, yumuşak huyluluktan mahrum olanın
her hayırdan mahrum kalacağını da ifade vardır.
Binaenaleyh, hakketmedikleri
halde insanlara sert ve kaba davranışlarda bulunup gönüllerini ve onurlarım
kırmak, son derece yanlış ve hatalıdır. Bu nevi tavırlar kâfirlere,
bidâtçılara ve zâlimlere karşı takınılabilir. Nitekim, yüce Allah Kur'an-ı
Keriminde: "Ey inananlar, kâfirlerden size yakın bulunanlarla savaşın.
(Onlar) sizde (kendilerine karşı) bir sertlik (ve şiddet) bulsunlar..."[150] buyurmuştur.
Ayrıca, kötülükten men etmek
için yumuşaklığın ve öğüdün fayda vermediği yerlerde sertliğe başvurulabilir.[151] Çünkü "Likülli makamın makal ve
likülli meydanın rical: Her yerin kendine mahsus sözü ve her meydanın kendine
has erleri vardır" buyurulmuştur.
Taberânî'nin Mikdâd İbn
Şüreyh'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte açıklandığı üzere Rasûlulîah
(s.a.), cennete girmeye vesile olan şeylerin Allah rızası için yedirmek, her
müslümana selam vermek, (kaba söz ve davranışlardan kaçınıp) tatlı konuşmak, gibi
davranışlar olduğunu söylemiştir.[152]
Binaenaleyh, şer'i bir
maslahat yokken keyfi olarak yumuşaklığı bırakıp kabalık ve sertlik yolunu
tutan kimse, bütün hayır kapılarını kendine kapamış olur. Nitekim, yüce Allah,
Kur'ân-ı Keriminde:
"Allah'ın rahmeti
sebebiyledir ki sen onlara yumuşak davrandm. Eğer kaba ve katı yürekli
davransaydın, çevrenden dağılır giderlerdi."[153] diye buyurmuştur.[154]
4810... A'meş dedi ki: Ben
o (akranım ola)nların Mus'ab b. Sa'd'ın babası (Sa'd b. Ebî Vakkas) dan rivayet
ettiklerini duyduğum; benim de ancak Peygamber'den geldiğini bildiğim bir
rivayete göre; Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Âhiret amel(ler)i
dışında (kalan) her işte teenni (elden bırakılmamalıdır.)"[155]
Teenni: Yavaş ve yumuşak
hareket etmek demektir. Büyüklük ve yüksekliğin ölçüsü olan pek değerli bir
alışkanlıktır. Bu huy ile ancak nefsini sabır ve sebata alıştırabilenler
huylanabilirler. Bu ahlâkı elde edebilirler.
Yavaş yavaş, yani acele
etmeksizin yapılan işe, hata ve pişmanlık yol bulamaz. Ceza vermekte acele
davranmamak, iyilik ve mükâfatta ise acele etmek gerektiği gibi, günlük
işlerde, davranışlarda, olaylarda da teenni lâzımdır.[156] Ancak, mevzumuzu teşkil eden hadis-i
şerifte de açıklandığı üzere, ahiretle ilgili olan hayırlı işlerde yavaş
davranmak söz konusu olamayacağı gibi, şer'î bir maslahatın söz konusu olduğu
yerlerde de yumuşaklık ve merhametten bahsedilemez. İşte bunun içindir ki
Resul-i zişan efendimiz: "Eğer kızım Fatıma hırsızlık yapsaydı elini
keserdim"[157] buyurmuştur.
Vakti gelip çatmış hayırlı bir
işte de yavaş olmak söz konusu değildir. Bunun içindir ki "Mekke'ye
gitmekte acele ediniz"[158] buyurulmuştur.
Fakat, henüz vakti gelmeyen
bir iş için acele etmek de doğru değildir. Zira, herşeyin bir zamanı vardır.
Meyveler bile olgunlaşmadan kopanlamaz. Bir işin vaktinden önce olmasını
istemek aceleciliktir, işte Hz. Peygamber'in: "Teeni Allah'dan, acele
şeytandandır."[159] mealindeki buyruğunu böyle anlamak gerekir. Bu bakımdan
kendi hür irademizle karar verip, hareket etme yetkisine sahip olduğumuz
dünyevi işlerde teenni ile ve gerektiğinde istişare, istihare yollarından
geçerek hareket lâzımdır.[160]
4811... Ebû Hureyre'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.): "İnsanlara teşekkür etmeyen,
Allah'a şükretmez."buyurmuştur.[161]
Şükür: Görülen nimet ve
ihsanın kadir ve kıymetini bilip sena ve duada bulunmak demek olan şükrün,
sufiyyeye ait eserlerdeki izahı şöyledir:
"Şükür, in'amatı
mahallinde sarf etmekten ibarettir. Ulemanın şükrü kavilde, âbidlerin şükrü
fiilde, ariflerin şükrü istikamet-i ahvaldedir." Abdulkadir Geylânî,
"Fütuhü'l Gayb"da Şükür için şöyle diyor: "Şükür nimetin Allah
Teâlâ'dan olduğunu itiraf ve halka izafeyi terk eylemektir. Ne kendine, ne kol
ve kuvvetine ve ne de kesene ne de senin dışında ellerinde cereyan edenlerin
hiçbirine isnat etmemek, çünkü sen de onlar da hep o nimet için esbab, aîât ve
edevatsınızdır. Onu kısmet eden, gönderen, icad eden onunla meşgul eyliyen,
müsebbib olan Allahü azze ve celledir. Kasım O, mu'ti O, mûcid O'dur, Şükre
ehak olan O'dur. Hediyeyi getiren uşağa bakılmaz, gönderen efendiye bakılır. Bu
bakışı bilmeyenler hakkındadır ki: "Dünya hayatından sadece (görünen) dış
yüzü bilirler, ahiretten ise onlar tamamen gafildirler"[162] Duyurulmuştur. Zahirî sebebe bakıp da
ilim ve marifeti ondan ilerisine geçmiyen cahildir.
Nakıstır, aklı kısadır.
Organlar ile şükre gelince,
bütün azalan, Allah Teâlanm taatinde- tahrik ve istimal eylemektir.."[163]
Şükrün Lügavî ve örfî olmak
üzere iki jfcisrm vardır:
a. Lügavî şükür:
Nimeti vereni verdiği nimetten dolayı tazim için yapılan iştir. Bu fiil ya
kalble olur, ya dille yahut ta diğer organlarla olur.
Ancak bu nevî şükür, kulun
Allah'a olan şükrünü ifade eder. Allah'ın kula olan şükrü ise onun taatini
kabul ederek bu taat karşılığında ona ikram ve ihsanda bulunmasıdır.[164]
b. Örfî şükür: Allah'ın vermiş
olduğu göz kulak, gibi bedenî nimetle ve diğer nimetleri yaratılış ve veriliş
gayesine uygun olarak kullanmak ve sarf etmektir. Görüldüğü gibi, bu ve bu
manadaki şükür, lügavî manadaki şükürden daha kapsamlı ve daha genel olduğu
için Allah'a yapılan şükürlere şamil olduğu gibi kullara yapılan teşekkürlere
de şâmildir.[165]
Binaenaleyh, mevzumuzu teşkil
eden hadiste geçen "insanlara yapılan teşekkür, sözüyle kast edilen
teşekkür işte bu örfi manadaki şükürdür." İmam Kuşeyrî, meşhur
Risale'sinde, şükür konusunu işlerken, sözü kulların birbirlerine karşı
teşekkürlerine, intikal ettirerek, örfî şükre ittisal teşkil eden şu ifâdelere
yer verir:
"Gözlerin şükrü,
arkadaşında gördüğün kusuru örtbas etmek, kulakların şükrü, arkadaşların
hakkında duyduğun kusur ve ayıpları gizlemek suretiyle olur."[166]
Görülüyor ki burada, mevzumuzu
teşkil eden hadis-i şerifteki ifadeye uygun olarak kula yapılan teşekkürle
Allah'a yapılan şükür, iç içe girmiştir. Şöyle ki göz, kulların ayıplarını
görmek için değil, Allah'ın kudretinin eserlerini görmek için, yaratılmıştır.
Kulak da yine böyle kulların ayıplarını dinlemek için değil, Allah'ın
emirlerini ve Allah kudretinin eserlerine delalet eden sözleri ve gerçekleri
dinlemek için yaratılmıştır. Bu organlar, yaratılış ve veriliş gayesinde
kullanıldıkları zaman, hem kullara teşekkür edilmiş hem de Allah'a şükr edilmiş
olur. Kullara bu manada teşekkür etmeyen kimse, Allah'a şükr etse de Allah
onun şükrünü kabul etmez.
Hadis-i şerifte zımnen ifade
edilen diğer bir husus da şudur ki; Allah'a teşekkür etmeyen bir kimse kullara
zaten teşekkür etmez. Etse de bu teşekkür içten değil, sadece dıştan olur.
Çünkü teşekkür etme duygusu
yapılan iyiliğin kadirini bilmeğe bağlıdır. Binaenaleyh lütuf ve ihsanı bütün
kainatı sarmış olan Allah'ın bunca lütuf ve ihsanını kavrayamamış ve takdir
edememiş olan bir insanın, kulların mecazi manadaki çok küçük, Allah'ın
ihsanlarına göre ise yok mertebesinde olan iyiliklerini takdir etmesi
düşünülemez.[167]
4812... Hz. Enes'den
(rivayet edildiğine göre); muhacirler (Hz. Peygambere):
Ey Allah'ın Rasulü Ensâr,
sevabın hepsini götürüp gittiler. (Bu hususta ne buyurursun)? diye sormuşlar
da (Hz. Peygamber):
Hayır, onlar (in size
yaptıkları iyilikler) için onlar hakkında Allah'a dua ettiğiniz ve (sizlere
yaptıkları hayırlardan dolayı) kendilerim övdüğünüz sürece, (onların yaptıkları
hayırların sevabına siz de ortak olursunuz)" buyurmuştur.[168]
Mekke müşriklerinin eziyet ve
hakaretlerine dayanamayarak doğmuş oldukları ana vatanlarından
mallarını bırakarak Habeşistan ve Medine gibi beldelere hicret (göç) eden,
ashâb-ı kirama "muhacir" denir.
Bütün maddi imkânlarından
mahrum olarak Medine'ye oradaki mûs-lüman kardeşlerinin yanına sığınan bu
muhacirler, dünya tarihinde görülmemiş bir ikram ve yakınlık görmüşlerdir.
Medineli a.shab tarafından, kendilerine üstün bir yardım yapıldığından bu yerli
ashaba "Ensâr" denir. Kendi evlerini misafirlere, terk etmişler,
mallarını vermişler ve bu kıymetli misafirlerini öz kardeşlerinden daha üstün
tutmuşlardır.
İşte Muhacirler, gördükleri bu
iyilik ve ikrama karşı verecek bir şeyleri olmadığından ve onlara bir
mukabelede bulunamadıklarından mahcub bir vaziyette:
"Ey Allah'ın Resulü!
Ensâr bütün sevablan aldı, götürdü. Bizim halimiz ne olacak? diye üzüntüye
düştüler.
Rasul-i zişari efendimiz de;
bunları teskin ve taltif için muhacirlere şu müjdeyi verdiler:
Siz, onlara dua edersiniz,
size ettikleri iyilikten dolayı onları översiniz, Allah'a şükretmiş olursunuz.
Böylece siz de sevap kazanırsınız.”[169]
Çünkü, iyilik edene teşekkürde
ve duada bulunmak, nimetin hakiki sahibinin Allah olduğu şuuruyle yapıldığı
zaman Allah'a şükür manasına gelir ki, şükür makamına kaim olur ve şükür sevabı
kazandırır.
Binaenaleyh bir önceki hadisin
şerhinde de açıkladığımız gibi nimete vasıta olan kula şükretmeyen, Allah'a da
şükr etmiş olmaz ve şükür sevabından mahrum kaldığı gibi, nimete karşı da
nankörlük etmiş olur.[170]
4813... Câbir İbn
Abdullah'dan (rivayet edildiğine göre); Rasülullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kime bir iyilik yapılır
da (bu iyiliğe iyilikle mukabelede bulunmak üzere maddi bir imkân) bulursa
hemen o iyiliği (iyilikle) karşılasın. Eğer (o iyiliğe) iyilikle mukabele etmek
için maddî bir imkân bulamazsa (kendisine yapılan) bu iyiliği övsün. (Kendisine
yapılan) bu iyiliği överi kimse onun şükrünü yerine getirmiş olur. Bu iyiliği
(kimseye söylemeyerek) gizleyen kimse de onu inkâr etmiş olur."[171]
Ebu Davud der ki; Bu hadisi
Yahya İbn Eyyüb da Umar e İbn Gaziyye vasıtasiyle Şurahbil' den, (Şurahbil de)
Câbir'den rivayet etmiştir. (Senedde): "Kavmimden bir adam" diye
bahsedilen râviden maksat, Şurahbil'dir. Her halde (bu hadîsi ondan rivayet
eden kimseler) ondan hoşlanmadıkları için onun ismini (açıkça) vermemişlerdir.[172]
Bu hadis-i şerifte, kendisine
iyilik yapılan kimsenin iyiliğin altından kalkmak için bir imkân bulur-bulmaz,
ilk fırsatta vakit geçirmeden bu iyiliğe karşılık vermesi gerektiği, bu iyiliğe
karşılık vermeğe imkân bulamaması halinde, söz konusu iyiliğin sahibini övmesi
gerektiği, aksi takdirde kendisine ikram edilen bu nimete karşı nankörlük
etmiş olacağı ifade edilmektedir.Çünkü "övmek, şükrün başıdır"
buyurulmuştur.[173] Binaenaleyh, hamd (övme), sadece dil ile, şükür ise kalb,
dil ve diğer organlarla nimet sahibinin iyiliğini ifade etmek demek olduğuna
göre hamd, şükrün bir parçasıdır. Fakat, iyilik yapanın iyiliğini kalben takdir
etmek dil ile ifade etmek gibi açık ve meydanda olmadığından, ayrıca iyiliği
diğer organlarla ifade etmek dil ile ifade etmek kadar kesin ve belirgin
olmadığından en kuvvetli şükür, dil ile yapılan kısmıdır. Yani hamd (övme)'dir.
Öyleyse övme (hamd), şükrün başıdır. Şükr görevini yerine getirmek için kalple
ve diğer organlarla yapılan şükürler, bulunmasa bile en azından mutlaka dil ile
yapılan şükrün (Hamdin) bulunması gerekir. Bu kadar da bulunmadığı takdirde ne
hamd ne de şükür bulunmamış olacağından iyilik inkâr edilmiş olur.[174]
Bu hadisin ravilerinden Şurahbil,
büyük hadis imamları tarafından cerh (menfi bir şekilde tenkid) edilmiştir.[175]
4814... Hz. Câbir'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.): "Kime bir nimet verilir de o
nimeti dile getirirse, onun şükrünü yerine getirmiş olur. Eğer onu (kimseye
söylemeyerek) gizlerse, onu inkâr etmiş olur."[176]
Belâ: Aslında imtihan ve keder
anlamına gelmekle beraber, genellikle, hayır, nimet ve şer manalarında
kullanılır. Münzirî'nin açıklamasına göre, mutlak olarak kullanıldığı zaman,
şer manasına gelir. Ancak hayır ve hasenat ifade eden kelimelerle mukayyed
olarak kullanıldığı zaman hayır ve nimet manasına gelir. "...mü'minleri
güzel bir imtihanla sınamak için (bunu yaptı)...”[177] âyet-i kerimesinde olduğu gibi.
Ebu'l Heysem'in açıklamasına
göre belâ hayırla ya da şerle denemek anlamlarına gelir. Binaenaleyh, Allah
kulunun şükrünü ortaya çıkarmak için bazan onu hayırla imtihan ettiği gibi,
bazan da sabrını ortaya çıkarmak için şerle dener. Bu denemelerin her ikisine
de "belâ" ismi verilir.
Hadis-i şerifte açıklandığı
üzere, bir kulun elinden herhangi bir nimete erişen kimse, bu nimeti kendisine
eriştiren kimseyi hayırla anmakla beraber ona teşekkür etmesi ve onu övmesi
gerekir. Bu, adabdandır. Kişi bunu yapmakla nimetin şükürünü de eda etmiş
olur, aksi takdirde nimete karşı nankörlük etmiş olur.
Nitekim bir önceki hadis-i
şerifin şerhinde açıklamıştık.[178]
4815... Ebu Said
el-Hudri'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.): "Yollarda
oturmaktan sakınınız" buyurmuştur da (orada bulunan sahabileri:
Ey Allah'ın Resulü, oralarda
oturup konuşmamız bizim için kaçınılmaz (bir ihtiyaçtır, demişler.
Rasûlullah (s.a.)'da:
"Eğer mutlaka orada
oturmamız gerekiyorsa (oturunuz; fakat) yola da hakkını veriniz"
buyurmuştur.
(Bu sefer sahabilef):
Ey Allah'ın rasulü yolun hakkı
nedir? diye sormuşlar. (Efendimiz de):
(Bakılması helâl olmayan
şeylere karşı) gözleri kapamak, (gelip geçenleri) rahatsız etmekten sakınmak,
selâm almak, iyiliğe çağırıp, kötülükten sakındırmaktır" buyurmuş.[179]
4816... Hz. Ebu Hureyre,
şu (bir önceki hadiste söz konusu edilen) hâdiseye ilaveten Peygamber
(s.a.)'den (şu sözü de) rivayet etmiştir: "(Yolun haklarından biri de
yolunu şaşıranlara): yol göstermektir."[180]
Bu hadis-i şerif, mecburiyet
hasıl olduğu zaman yolların hakkı olan hizmetler görülmek şartıyla yollarda
oturmanın caiz olduğunu, aksi takdirde yollarda oturmanın caiz olmadığını ifâde
etmektedir.
Hadis-i şerifte yolların
hakkı, şöyle sıralanmaktadır:
1. Gözü bakılması haram olan
şeylerden korumak. Bediüzzaman Said Nursî hazretlerinin de ifade ettiği gibi,
mânevi âlemimizden bu dünyaya açılmış pencereler durumunda olan gözler, harama
bakmakla kirlenir. Do-layısı ile manevi alemimizle bu dünyamız arasındaki
irtibatımıza gölge
düşmüş olur.
2. Gelip geçenleri rahatsız
etmekten sakınmak. Yoldan gelip geçenleri
rahatsız etmek, onlara
sataşmakla olabileceği gibi, trafiğin geçişini engellemek, insanları rahatsız
edecek şekilde yüksek sesle konuşmak, yollara kavun, karpuz v.b. kabuğu atmakla
da olur.
3. Selâm almak: Bilindiği gibi
selâm vermek sünnettir. Selam almak ise farzdır.
Her ne kadar genelde farzı
işlemek sünneti işlemekten faziletli ise de bu mevzuda sünneti işlemek farzı
işlemeten daha faziletlidir.
Aynı zamanda selamı almayan,
üzerine düşen bir farz görevini yerine getirmemiş olur. Dolayisıyle bir farz
görevini terk etmenin vebalini yüklenir.
4. İyiliğe çağırıp kötülükten
sakındırmaktır.
Yola oturan bir kimse yolun
hakkını verebilmek için mutlaka orada bu görevi yapmakla* mükelleftir. Ulema:
"İçinizden iyiliğe çağıran, kötülükten sakındıran bir ceaat
bulunsun."[181] âyet-i kerimesine dayanarak emr-i bilmaruf, nehy-i
anilmünker görevini yerine getirmenin farz-i kifaye olduğunu söylemişlerdir.[182]
Tirmizi'nin Ebu Huzeyfe
(r.a.)'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte ifade edildiğine göre, Resul-i
Zîşan efendimiz şöyle buyurmuşlardır: "Allah'a yemin ederim ki ya iyiliği
emredip kötülükten sakındırırsınız, yahut da Allah üzerinize, kendi katından
bir azab gönderir de sonra bir daha ettiğiniz dualar kabul edilmez."
Bu mevzu ile ilgili kitaplarda
açıklandığı üzere, genellikle yollarda karşılaşılan emr-i bilmaruf nehy-i
anilmünker konusu teşkil edecek hâdiseler şunlardır:
a. Gelip geçenleri
rahatsız edecek şekilde yolları tezgâh, yapı, yük v.s. ile işgal etmek,
b. Yol üzerinde hayvan
boğazlamak,
c. Hayvanlara fazla yük
versek.
d. Karpuz, kavun vb. kabuğu atmak,
e. Kanalizasyon akıntılarını,
pis su kanallarını yola tevcih etmek,
5. Yolu şaşırmış olan kimselere,
yol göstermek. Nitekim bir hadis-i şerifte: "Süt veya gümüş bağışında
bulunan, ya da yol gösteren kişiye köle âzad etmiş gibi ecir vardır"
buyurulmuştur.[183]
4817... İbn Huceyr
el-Adevî Ömer İbn el Hattab vasıtasıyla Peygamber (s.a)'den (şu (4815) numaralı
hadiste anlatılan) hadiseye ilaveten (şu sözleri de) rivayet etmiştir:
"(Yolların haklarından biri de oradan geçenlerden) yardıma muhtaç olan
müslümanlara yardım etmeniz ve yolunu şaşıranlara da yol göstermenizdir."[184]
Bu hadisin ravilerinden İbn
Huceyr el-Adevî'nin kimliği meçhuldür. Bu bakımdan hadis aslında zayıftır.
Ancak (4815) ve (4816) numaralı hadis-i şerifler tarafından te'yid edildiği
için zayıflıktan kurtulmuştur.
Hadisle ilgili açıklama bir
önceki hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.[185]
4818... Hz. Enes'den
(şöyle) dedifği rivayet edilmiştir): Bir kadın Rasûlullah (s.a.)'e geldi de:
Ey Allah'ın Resulü, benim sana
(arz etmem gereken) bir ihtiyacım var, dedi,
(Hz. Peygamber de) ona:
"Ey falancanın annesi!
(şu) sokağın arzu ettiğin tarafında otur. (Senin bu maruzatını dinlemek ve
ihtiyacını temin etmek üzere) seninle birlikte ben de oturacağım" buyurdu.
Bunun üzerine (kadın sokaktan arzu ettiği bir yere) oturdu (Ona yardımcı olmak
gayesiyle) yanına (Hz. Peygamber de) oturdu. Nihayet (Hz. Peygamberin
yardımıyla kadın) ihtiyacını karşıladı.
(Bu hadisi Musannif Ebu
Davud'a rivayet eden iki raviden birisi olan) İbn İsa (metinde geçen):
"İhtiyacını karşıladı" sözünü rivayet etmedi.
(Bu sözü diğer râvi Kesir Ihtı
Ubeyd rivayet eni. Ayrıca bu hadisi İbn Isa, Humeyd'den haddesena sözüyle
rivayet ettiği halde) Kesir: An Humayd an Enes tabiriyle (muan'an olarak)
rivayet etmiştir.[186]
Hadis-i Şerif Hz. Peygamberin
son derece mütevazi ve yardımsever olduğuna, ayrıca mazlumların imdadına,
muhtaçların yardımına koşmak gibi yolların haklarına riayet etmek şartıyla
yollarda oturmanın caiz olduğuna delâlet etmektedir. "Yolların haklan
"m bir önceki hadisin şerhinde açıkladığımız için burada tekrara lüzum
görmüyoruz.[187]
4819... Hz. Enes'den
(rivayet edildiğine göre); "Bir kadının aklında biraz (noksanlık)
varmış" (Hz. Enes hadisin bundan sonraki kısmında bir önceki hadisin)
manasını (rivayet etmiş.)[188]
Bu hadisle ilgili hususları
(4817) ve (4818) numaralı hadislerin şerhinde açıklamıştık. Ancak sözü geçen
açıklamalara ilaveten burada şu hususları da ifade etmekte fayda görüyoruz;
"Rasûlullah (s.a.)'den
fetva sormağa gelen kadın Hz. Hatice'nin baş tarayıcısı Ümmü Züfer'di. Kadının
hacetini gizli söylemek istediği anlaşılıyordu. Onun için Peygamber (s.a.) bir
yol seçmesini söyleyerek onunla yol üzerinde konuşup fetvasını verdi. Bu yabancı
bir kadınla başbaşa kalmak manasına gelmez. Çünkü herkesin gelip geçtiği bir
yol üzerinde, konuşmuştur. Yalnız, kadın söyleyeceğini gizli söylemek istediği
için sesi işitilmesin diye insanlardan bir kaç adım uzağa çekilmiştir....[189]
4820... Ebu Said el
Hudri'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.), şöyle buyurmuştur:
"Meclislerin en hayırlı
olanı (oturanlara nisbetle) en geniş olanıdır."
Ebu Davud der ki: (Senedde
geçen Abdurrahman b. Ebi Amra el-Ensari'den maksat), Abdurrahman İbn Amr İbn
Ebi Amra el-Ensarî'dir.[190]
Hadis-i şerifte, içinde
bulunan kişilerin sayısına nisbetle daha geniş olan meclislerin, daha dar olan meclislerden
daha hayırlı olduğu ifade edilmekte ve meclislerin geniş tutulması tavsiye
edilmektedir.
Çünkü, dar ve sıkışık
meclislerde kişiler birbirlerini ellerinde olmayarak sıkıştırıp, rahatsız
ederler ya da birbirlerinden rahatsız olurlar. Her iki halde de gönül
kırgınlığına sebep olurlar.
Geniş meclislerde ise sıkışık
değil, ferahlık ve huzur vardır.[191]
4821... Hz. Ebu Hureyre,
Rasûlullah (s.a.)'m (şöyle) buyurduğunu söylemiştir:
"Biriniz güneşte iken -
Mahled (bu cümleyi) gölgede iken, diye rivayet etti - kendisinden gölge çekilip
bir kısmı güneşte bir kısmı da gölgede kalacak olursa, hemen (oradan) kalksın
(Her tarafı güneş ya da her tarafı gölge olan yere gidip oraya otursun)."[192]
4822... Kays (İbn Abdi Avf
el Haris7 in) babasından (rivayet edildiğne göre bir gün) Rasûlullah (s.a.),
hutbe okurken bu zat gelmiş (biraz sonra yerini yavaş yavaş gölgeye terk edecek
olan) güneş(lik bir yer)e durmuş (ve Hz. Peygamberi dinlemeye başlamış. Hz.
Peygamber onu bu halde görünce biraz sonra güneşle gölge arasında kalacağını
anladığı için ona tamamen gölgeye çekilmesini) emretmiş, o zat da (bu emre
uyarak) gölgeye çekilmiştir."[193]
Bu hadis-i şeriflerde Rasul-i
zişan efendimizin, insanın vücudunun bir kısmım gölgeye alıp da bir
kısmını güneşte bırakmaktan
nehyettiği ifade edimektedir. Çünkü insan vücudunun bir kısmı gölgede iken bir
kısmının güneşte kalması vücudunun birbirine zıt iki müessirin etkisinde
kalmasına sebep olur. Vücut iki zıt tesir altında kalınca mizacı bozulur. Bu
bozulma neticesinde vücut sıhhatini kaybeder.
Hafız Münzirî (4821) no'lu
hadisi ravilerinden birinin kimliği belli olmadığı gerekçesiyle tenkid
etmiştir.[194]
4823... Câbir İbn
Semüre'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) bir gün mescide girdi. (Mescidde)
cemaat (ayrı ayrı) halka(lar) halinde (oturuyorlardı. Bunun üzerine:
Sizi niçin böyle dağınık halde
görüyorum" buyurdu.[195]
4824... Şu (bir Önceki
hadis ayrıca) A'meş'den de (rivayet edilmiştir.) Bu rivayete göre A'meş (ya da
Hz. Cabir bir önceki hadise ilaveten şunu da) söylemiştir: (Hz. Peygamber bu
sözü söylerken) birliği seviyor (ayrılıktan) nefret ediyor (intibaını vermek
istiyor) gibiydi.[196]
Metinde geçen
"hılak" kelimesi halka anlamındaki"halka" kelimesinin
çoğuludur.
Hadis-i şerif, bir mecliste
bulunan kişilerin birbirlerinin yüzünü görecek ve bir bütünlük teşkil edecek
şekilde oturmalarının müstehab olduğuna ve birbirlerinden kopuk ayrı cemaatler
halinde oturmalarının s a mekruh olduğuna delalet etmektedir.
Bir mecliste bulunan kişilerin
birbirlerinin yüzlerini, gözlerini görecek şekilde oturmaları ise en mükemmel
şekliyle ancak halka halinde oturmalanyla ve halkayı birbirlerine zarar vermeyecek
ve hepsini kapsayacak şekilde geniş tutmalarıyla mümkün olur.
Halkanın teşekkül etmesiyle,
bu hadisin gereği yerine getirilmiş olursa da halkanın dar tutulması (4820)
no'lu hadise aykırı düşeceğinden hem sözü geçen hadisin hem de mevzumuzu teşkil
eden hadislerin gereğinin yerine getirilebilmesi için halkaların geniş
tutulması icab etmektedir.
Bilindiği gibi yaptığımız
işlerin kalp üzerinde, kalbimizde beslediğimiz niyyetlerimizin de fiillerimiz
üzerinde te'siri olduğundan kalıplarımızdaki ayrılığın zamanla kalplerimize
sirayetinden korkulur.
Resul-i Zişan efendimiz de
herhalde bu endişeyle ashabını meclislerde tek bir halka oluşturacak şekilde
oturmaya teşvik etmiştir.[197]
4825... Câbir İbn
Semüre'den demiştir ki: Peygamber (s.a.)'in huzuruna vardığımızda herbirimiz
(önüne) gelen (ilk boş) yere otururdu. (Yukarı geçmek için kimseyi rahatsız
etmezdi.)"[198]
Meclise sonradan gelen
kimseler için yapılması gereken genellikle meclisin aşağı kısımlarında
olan boş yerlere oturmak, ille de yukarıya geçmek için cemaatin üzerinden
atlayarak onları incitmekten kaçınmaktır. Bilindiği gibi kişilerin üzerinden
atlamakta onları incitme ihtimali vardır. Müslümanı incitmekse haramdır. Hz.
Peygamber sahabilerini böyle terbiye etmiş, meclis adabını onlara böyle
öğretmiştir. Müslümana düşen Hz. Peygamber'in ve onun mektebinde yetişen
sahâbilerin hayatını örnek almaktır.
İlle de meclisin yukarısına
çıkmak için cemaati yara yara ilerlemekde hem müslümanları incitme tehlikesi,
hem de nefsin hazz alması ve büyüklüğe kapılması tehlikesi vardır.[199]
4826... Hz. Huzeyfe'den
(rivayet edildiğine göre); Rasûlullah (s.a.), (meclis) halka(sı)nın ortasına
oturan kimselere lanet etmiştir.[200]
Bu hadis-i şerifte, Hz.
Peygamber'in meclisin ortasına oturan kişilere lanet ettiği ifade edilmektedir.
Meclisin ortasına oturan
kimsenin, bu lanete müstehak ve hedef olmasının sebep ve hikmeti meclise son
gelen kimselere, mecliste ilk karşılaşılan boş yere oturmayı emreden bir
önceki hadise muhalefet etmesidir.[201]
Hattâbî (r.a.)'e göre; bu
lanete sebep olarak, bu kişinin, müslümanların ortasına oturduğu için
biribirlerini görmelerini engel olmak suretiyle onları rahatsız etmiş olması da
gösterilebilir. Hattâbî'nin bu görüşünden hareket edilince orada bulunanları rahatsız
etmeyen faziletli kişilerin meclisin ortasında oturmalarında bir sakınca
yoktur.[202]
Turpuştî ise "söz konusu
lanete hedef olanlar meclisin ortasına maskaralık için oturanlardır.
Binaenaleyh böyle bir kötü niyyet taşımadan ve cemaati rahatsız etmeden bir
meclisin ortasına oturmakta herhangi bir sakınca yoktur" demiştir.
Nitekim, Bez! yazarı da bu
hadisi şerh ederken bu görüşe yer vermiş ve Tâberâni'nin Hz. Vâsile'den
naklettiği şu hadisi de delil getirmiştir.
"Bir gün Hz. Peygamberin
huzuruna varmıştım. Hz. Peygamber saha-be-i kiramdan oluşan bir toplulukla
birlikte oturuyordu. Ben de varıp meclisin ortasına oturdum.
Bazıları bana:
Ey Vasile oradan kalk, çünkü
biz orada oturmaktan nehyedildik, dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
Vasile'yi bırakınız. Çünkü ben
onu evinden neyin çıkardığım biliyorum, buyurdu. Ben de:
Ey Allah'ın Rasülü beni
evimden çıkaran nedir? diye sordum.
Sen evinden Berr ile Şekk
arasındaki farkı öğrenmek için çıktın, buyurdu.
Ben de:
Seni hak Peygamber olarak
gönderen zata yemin olsun ki, beni evden çıkaran bu dediğin şeyden başkası
değildir, dedim.
Bunun üzerine:
Berr nefiste yerleşen ve kalbe
huzur veren şeydir. Şekk ise nefiste yerleşmeyen şeydir, buyurdu.[203]
4827... Said İbn
Ebi'l-Hasen'den demiştir ki:
(Birgün) Ebû Bekre şahitlik
için yanımıza gelmişti de bir adam ona (yer vermek için) yerinden kalktı;
(fakat Hz. Ebû Bekre) oraya oturmayı kabul etmedi ve:
Peygamber (s.a.) bunu ve bir
kimsenin (kendi gönlüyle) giydirmediği kimsenin elbisesine el dokundurmayı
yasakladı, dedi.[204]
4828... İbn Ömer
(r.a.)'den demiştir ki: Bir adam, Rasûlullah (s.a.)'in huzuruna gelmişti,
(orada bulunan) Başka bir adam da ona (yer vermek üzere) yelinden kal^. Bunun
üzerine (adam kendisine verilmek istenen) bu yere oturmak üzere (oraya doğru)
yürüdü. (Fakat) Rasûlullah (s.a.), hemen onu (oraya oturmaktan) nehyeîti.[205]
Ebu Davud der ki: (Bu hadisi
Hz. ibn Ömer'den rivayet eden) Ebü'l- Hasib'in adı Ziyadlbn Ahdurrahmari dır.[206]
Bir kimsenin diğer bir
kimsenin elbisesine eliyle dokunması onu rahatsız edebilir. Özellikle
kirli ellerle dokunulduğu zaman rahatsız olacağında şüphe yoktur.
Binaenaleyh bir insanın başka
bir insanın malında izinsiz olarak tasarrufta bulunması caiz olmadığına göre[207] izni olmadan elbisesine dokunmak da
caiz olamaz. Çünkü izinsiz olarak bir kimsenin elbisesine dokunmak bir anlamda
o elbisede izinsiz olarak tasarrufta bulunmak demektir.
Bazı çocuklar ise elbiselerine
başkalarının dokunmasından memnun olurlar. Bu gibi çocukların ve elbisesine
dokunulmasından dolayı rahatsız olmayacağı bilinen kimselerin elbisesine
dokunmakta ise bir sakınca yoktur.
Metinde geçen "kişinin,
(kendi gönlüyle) giydirmediği kimsenin elbisesi" sözüyle kasd edilen
kişinin elbisesinin kendine ait özel bir malı olduğu ve o malda başka bir
kimsenin izinsiz olarak herhangi bir tasarrufta bulunmaya hakkı olmadığıdır.
Aynı şekilde bir mecliste, bir
yere oturan kimse de muvakkaten de olsa meclise devam ettiği sürece, orada
oturmaya hak kazanmıştır.
Fıkıh ulemasının açıklamasına
göre, meclise sonradan gelen bir kimsenin kendisine gönül rızasıyla yer veren
kimsenin yerine oturması caiz olmakla beraber oturmaması daha evlâdır. Çünkü:
a. O kimse utandığı için yerini
vermiş olabilir.
b. Yerinden kalkan
kimse meclisin feyzinden ve orada konuşulan ilim ve hikmetten mahrum edilmiş
olur. Bu bakımdan da vera ve takva yönünden oraya oturmamak daha isabetli ve
ihtiyata daha uygundur. Binaenaleyh hadisteki nehy tahrim için değil,
kerâhet-i tenzihiyye içindir. Fakat yerini veren kimsenin bu işi isteyerek
yaptığından emin olunduğu takdirde bu ricasını kabul etmekte bir sakınca
yoktur.
Fakat, bir kimsenin diğer bir
kimseyi kaldırarak yerine oturması haramdır. Asla caiz değildir.
Nitekim bu konuda:
"Herhangi biriniz bir (din) kardeşini oturduğu yerden kaldırıp sonra
ortaya oturmasın" buyurulmuştur.[208]
Netice itibariyle mevzumuzu
teşkil eden bu hadis-i şerif bir anlamda; "Hayvanın ön tarafına binmeye en
müstehak olan hayvanın sahibidir"153 mealindeki hadis-i şerife
benzemektedir.
Öyleyse, meclise sonradan
gelen bir müslüman başka birini yerinden kaldırıp oraya oturmaktan sakınmalı, o
meclise, önceden gelen kimseler de sonradan gelip de oturacak yer bulamayan
kimselere yanlarında yer açmalıdırlar. Bunun içindir ki yüce Allah Kur'an-ı
keriminde "Ey iman edenler, size meclislerde: Yer açın denilince, yer açın
ki Allah da size açsın, kalkın, denilince de kalkın ki Allah içinizden iman
etmiş olanları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah
yaptıklarınızdan haberdardır."[209]
4829... Hz. Enes'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
(Devamlı) Kur'ân okuyan
mü'min, kokusu hoş, tadı güzel bir portakal gibidir. (Devamlı) Kur'an okumayan
bir mü'min de tadı güzel olup da kokusu olmayan bir hurma gibidir. Kur'ân
okuyan günahkâr kimse kokusu güzel olup tadı acı olan fesleğen gibidir.
Kur'ân okumayan günahkâr kimse
ise tadı acı olup kokusu olmayan Ebû Cehil karpuzu gibidir.[210]
İyi arkadaş, güzel koku satan
kimse gibidir. Sana, ondan hiçbir şey isabet etmese bile (en azından) güzel kokusu
isabet eder. Kötü arkadaş da bir körükçüye benzer. Onun ise; is ve kokusundan
bir şey butaşmasa da (en azından) sana dumanı isabet eder.[211]
4830... Şu (bir Önceki
hadisin baş tarafında yer alan) ilk cümle (leri) "(kokusu için) ve tadı
acı (reyhane gibidir)" sözüne kadar, Peygamber (s.a)'den, Hz. Ebu Musa (el
Eş'arî) kanalıyla da (rivayet edilmiştir.) İbn Muaz (yukarıdaki hadise
ilaveten): "Hz. Enes biz iyi arkadaşın misalinden bahsediyorduk'1
(cümlesini de) rivayet etti ve (sonra bir Önceki hadisin) geriye kalan kısmını
nakletti.[212]
4831... Enes İbn Mâlik'den
(rivayet edildiğine göre): Peygamber (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"İyi Arkadaşın
benzeri..." deyip.(Hadisin bundan sonraki kısmında Hz. Enes 4829 no'lu
hadisin) bir benzerini rivayet etmiştir.[213]
Bu hadis-i şerif, Fatiha
suresi gibi beş vakit namazda okunması icab
eden surelerden fazla olarak her gün Kur'an-ı Kerim
okumayı kendisine prensip edinen bir mü'mini kokusu hoş, tadı güzel bir
portakala benzetmektedir.
Söz konusu mü'minin tatlılığı,
kalbinde imanın kökleşip yerleşmesinden, hoş kokulu oluşu da Kur'ân okumayı
i'tiyad hâline getirip Kur'ânı sık sık okumasından, Kur'ânı okurken hem
kendisini hem de dinleyenleri huzura ve sükûnete kavuşturmasından ve aynı
zamanda hem kendine hem de, dinleyenlere sevap kazandırmasından ve Kur'âmn
hikmetler hazinesinden nasib almaya vesile olmasından kaynaklanmaktadır.
Hadiste geçen: "yakrau:
okuyan" kelimesi tekrar ifade ettiğinden biz bu kelimeyi "devamlı
Kur'ân okuyan" şeklinde tercüme ettik.
Yine, bu hadis-i şerifte
sürekli Kur'ân okumayan mü'min tadı,güzel olup da kokusu olmayan bir hurmaya
benzetilmektedir. Çünkü her ne kadar mü'min iman sahibi olarak çok tatlı ise de
sürekli Kur'ân okumadığı zaman okunan Kur'ân'ın etrafa yaydığı, hoş koku
meselesindeki huzur, huşu, ilim ve hikmet nimetlerinden mahrum kalır. Bu
bakımdan tadı olup da etrafa hoş kokular yayamayan meyvelere dönüşür. Yine bu
hadis-i şerifte Kur'an-ı Kerim okuyan âsi bir kimse kokusu güzel, tadı acı
fesleğene benzetilirken Kur'ân okumayan âsi kimse de tadı acı olup kokusu olmayan
Ebu Cehil karpuzuna benzetilmiştir.
Çünkü isyan, neticesi itibariyle
Ebu Cehil karpuzu gibi acıdır. Bu bakımdan günahkâr bir insanın, Kur'ân-ı
Kerim okuyarak etrafa Kur'ân-ı Kerimin hayat bahşeden nurlarını, Cennet
kokusunu müjdeleyen nağmelerini saçıyorsa kokusu olmayan acı, Ebu Cehil
karpuzundan farkı kalmaz. Fakat, günahkârlığıyla birlikte Kur'ân okuyan bir
kimse günahkarlığı yönüyle sevimsiz ve tatsız olmakla birlikte okuduğu
Kur'an-ı Kerimle etrafa tatlı ve huzur verici kokular neşrettiği için tadı acı,
fakat kokusu hoş fesleğene benzetilmiştir.[214]
Hadis-i şerifte iyi arkadaş
misk taşıyana, kötü arkadaş da etrafa dumanlar ve isler saçarak çevresini
sisler içerisinde bırakan körükçüye benzetilmiştir. Durum böyle olunca is
yanına varan is, misk yanına varan da misk kokacağından, iyi arkadaş yanına
varan kimsenin arkadışının iyiliğinden, kötü arkadaş yanma varan kimsenin de
arkadaşının kötülüğünden etkileneceği muhakkaktır. Öyleyse insanlar
arkadaşlarım iyi huylu kimselerden seçmelidirler.[215]
1. Kur'an-ı Kerim okumanın
fazileti büyüktür.
2. Kur’an-ı Kerim
okumak ve dinlemek insanlara huzur verir.
3. Ahlâklı, mürüvvet sahibi,
hayır sever, ehl-i takva, âlim ve salih kimselerle düşüp kalkmak faziletli bir
iştir. Kötülerle düşüp kalkmak ise menedilmiştir.
4. Misk temizdir. Satması
caizdir. Bu hususda yalnız şiîler muhalefet etmiş, miskin, necis olduğunu
söylmişlerse de onların sözüne itibar yoktur. Ulemanın icmaı ve bu hadis, onun
temiz olduğuna delalet eder. Çünkü pis olsa satılmasına cevaz verilmezdi.
5. Misk kullanmak
müstehabdır. Rasûlullah (s.a) onu bedenine ve ba- sürer, onun en güzel koku
olduğunu söylerdi.[216]
4832... Hz. Ebu Said'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Mü'minden başkasıyla
arkadaşlık etme, yemeğini de (Allah'dan) korkan kimse (ler) den başkası
yemesin."[217]
Hadis-i şerifte arkadaşlığı
tavsiye edilen mü'minmünafıklıktan ve küfür korkusundan uzak, gerçek iman
sahibi müslümanlardır. Çünkü, bunların arkadaşlığı dünyada ve âhirette insana
fayda verir. İmandan yoksun olan kimselerin arkadaşlığının akıbeti,
düşmanlıktan ve ziyandan başka bir şey değildir. Nitekim dünyada kötü
insanlarla arkadaşlık edenlerin âhiretteki hâli, Kur'ânda şöyle
anlatılmaktadır.
"O gün zâlim ellerini
ısırıp; "no'laydı, keşke ben Peygamberle bir yol edineydim" der.[218]
Metinde geçen "yemeğini
(AUah'dan) korkan kimselerden başkası yemesin" cümlesi aslında
"yemeğini (Allah'dan) korkan kimselerden başkasına yedirme.!"
anlamında kullanılmıştır.
Aslında insanlara ikram edilen
yemek iki çeşittir:
a. Arkadaşlık ve
dostluk için verilen yemek ziyafetleri,
b. Aç ve muhtaçları doyurmak
için verilen yemek ziyafetleri. "Yoksula, yetime ve esire onun sevgisi
için yemek yedirirler."[219]
âyet-i kerimesinde açıklandığı
üzere, muhtaç ve aç durumda olan herkese mü'min ve kâfir ayırımı yapmadan yemek
yedirmek caiz olduğundan, mevzumuzu teşkil eden hadis-i
şerifte, müttekillerden başkasına yedirilmemesi tavsiye edilen
yemeklerin ikinci cinsten olan yemek ikramları değil birinci cinsten olan
yemek ikramları olması gerekir.[220]
4833... Hz. Ebu Hureyre'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kişi arkadaşının dini
üzeredir. Öyleyse her biriniz kiminle arkadaşlık ettiğine (iyi) dikkat
etsin."[221]
Bu hadis-i şerif, inancı ve
yaşayışı kitap ve sünnete uymayan kişilerle arkadaşlıktan sakınmayı
emretmekte ve bu hususta son derecede dikkatli davranmayı ihtar etmektedir.
Çünkü, bir önceki hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi, inancı ve
ameli kitap ve sünnete aykırı kişilerle arkadaşlık etmenin sonu hüsrandır. Şeyh
Sadi Şirâzî (r.a.) bir kıt'asında şöyle diyor:
"Bir gün hamamda
dostlardan biri bana güzel kokulu bir kil parçası verdi, kile sordum:
A mübarek sen misk misin,
anber misin, senin gönül çekici güzel kokunla mest oldum, dedim, kil bana
cevap verdi:
Ben basbayağı bir kil idim.
Lakin bir müddet gül ile arkadaş oldum, gül ile yaptığım o arkadaşlık bana
tesir etti. Onun güzel kokusu bana sindi. Yoksa ben o bildiğin âdi toprak
parçasından başka bir şey değilim."[222]
Her ne kadar Siracüddin el
Kazvinî bu hadis-i şerifin mevzu olduğunu söylemişse de İbn Hacer, Tirmizî'nin
bu hadisi hakkında "hasendir" dediğini delil getirerek bu iddayı
reddetmiştir.
Celaleddin Süyûtî de Hafız
Alaî'nin: "Bu hadise mevzu demek büyük bir cehalettir" dediğini
söylemiştir. Ayrıca İmam Nevevî bu hadisin is-nadlannin sahih olduğunu
söylerken, imam Ahmed, Ebu Hatem, Da-rekutnî... gibi hadis imamları da bu
hadiste bir illet olmadığını ifade etmişlerdir...[223]
4834... Hz. Ebu
Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Ruhlar bir araya gelmiş
topluluklardır. Onlardan (bu dünyaya gelmeden önce ruhlar âleminde) bir
birleriyle taniş(ıp anlaş) anlar (bu dünyada da) anlaşırlar. (Fakat) onlardan
(bu dünyaya gelmeden önce ruhlar âleminde) tanışmayanlar (bu dünyada da) tanış
(ip anlaş) mazlar."[224]
İmam Nevevî (r.a.)'nin
açıklamasına göre "Ruhlar bir araya gelmiş toplu cemaatlerdir. Yahut da
muhtelif nevilerden ibarettir. Allah'ın yarattığı bir hikmete mebni olarak, onlar
böyle farklı cemaatler oluşturmuşlardır. Bazılarına göre de, Allah onları,
birbirlerine uygun vasıflarda ve huylarda yaratmıştır. Bazılarına göre
aslında, Allah ruhları toplu halde yaratmıştır. Sonra onları ait oldukları
bedenlere girmek suretiyle birbirlerinden ayrılmışlardır. Binaenaleyh, bu
dünyada huyları birbirine uyan kimseler anlaşıp bir araya gelirler. Huyları
birbirlerini tutmayan kimseler biribirleriyle anlaşmayıp, biribirle-rine ters
düşerler. Hattâbî'ye göre ruhların anlaşması, başlangıçta onların şekavet ve
saadet yönünden birbirlerine benzer halde yaratılmalarından kaynaklanmaktadır.
Şaki olarak yaratılanlar birbirleriyle anlaşırlar. Binaenaleyh ruhlar iki
kısımdır Bunların cesetleri, dünyada karşılaştıkları zaman, aynı kısımdan olan
ruhları taşıyanlar anlaşırlar. Aynı cinsten olan ruh sahipleri ise anlaşamazlar.
Bir başka ifadeyle, hayırlı ruhlar, hayırlı ruhlara, şerliler de şerlilere
meylederler."
Bezi yazarının açıklamasına
göre ruhların böyle birbiriyle anlaşarak, farklı cemaatler haline gelmeleri,
dünyaya gelmelerinden önce ruhlar âleminde olmuş ve ruh cemaatlerindeki bu
farklılık, yaratılışlarındaki farklılıktan ileri gelmiştir. Fakat ruhlar
dünyaya geldikten sonra çeşitli tesirler altında kalarak kendilerinde
değişiklikler meydana gelmiş ve neticede söz konusu cemaatler arasında
karşılıklı kopmalar ve iltihaklar vuku bulmuştur.[225]
4835... Hz. Ebu Musa'dan
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) sahabelerinden birini (bir yere
görevli olarak) gönderdiği zaman ona: " Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.
Kolaylaşırınız, zorlaştırmayınız." diye emredermiş.[226]
Hz. Peygamber, idareci olarak
görevlendirdiği sahabileri görev yerlerine gönderirken kendilerine halka
devamlı surette ümit verip, onlara nefret ettirici ve soğutucu davranışlardan
kaçınmayı, zorluk çıkarmaktan kesinlikle uzak kalmayı ve kolaylık göstermeyi,
usul ittihaz etmeyi tavsiye edermiş. Çünkü, ümit verici hareketler, dünya
işlerinde insanların şevkini, gücünü ve maneviyatını artırdığı gibi, dinî
işlerinde de Allah'ın emirlerine daha sıkı sarılıp günahtan sakınma azmini,
günahkârlıktan tevbe edip yeni bir hamle yapma ruhunu kazandırır. Bir
idarecinin idaresi altındaki insanlara, kolaylık göstermesinin de böyle müsbet
tesirleri vardır. Nefret ettirici ve zorluk çıkarıcı tutumlar ise tam aksine
olumsuz, verimsiz ve tamiri imkânsız neticeler ortaya çıkarır. Bu bakımdan
cemiyette bütün başarıların ve verimli neticelerin hareket noktasında ümit
verici tutumlar vardır. Çünkü insanları harekete geçiren en büyük güç ümit ve
inançtır. Olumsuz davranışlar ise bu ümit ve inançları yıkmaktan başka bir işe
yaramaz. Ancak, düşmanların işine yarayabilir.
Rasül-i zişan efendimiz,
ümmetine böyle müsbet davranmalarını tavsiye etmekle, alemlere rahmet için
gönderilen bir rahmet Peygamberi olduğunu isbat etmiştir.
Esasen işleri zorlaştırmaya
kalbinde eğrilik, tabiatında şiddet ve terbiyesinde noksanlık olan kimselerden
başkası yaklaşmaz. İslam terbiyesiyle edeblenmiş bir kimse, zorlaştırmayı
bilmez. İşleri engellemeye ve insanların menfaatlerine halel getirmeye
çalışmaz. Bunları yaparken de Hz. Aişe'nin şu hadisini unutmaz ve ona tabi
olur:
"Rasûlulîah (s.a.) iki
şey arasında muhayyer bırakılınca günah değilse kolayını tercih ederdi. Eğer
onda bir günah varsa ondan en fazla o kaçardı. Rasûlulîah (s.a.) Allah'ın
haram kıldığı şeyler çiğnenince, Allah için intikam almanın dışında kendisi
için asla intikam almamıştır"[227]
Metinde geçen "zorluk
çıkarmayın" cümlesi üzerinde şöyle bir soru akla gelebilir: "Bir
şeyin emredilmesi o şeyin zıddının haram olduğunu gösterir. Şu halde kolaylık
gösterilmesi emredildikten sonra, bir de "güç-Ieştirmeyin"
buyurulmasının faydası nedir?"
Bu suale allâme Aynî şu cevabı
veriyor: "Biz bu kaideyi teslim etmiyoruz. Etsek bile burada maksat,
zımnen lâzım gelen mananın te'kîd için sarahatle irade edilmesidir. Zira,
yalnız "kolaylaştırın" buyursa idi, ne-kire olan bu emir, bir defa
kolaylık gösterip ekseri hallerde güçlük çıkaran kimseye de uygun düşerdi.
Fakat "güçleştirmeyin" buyurunca artık bütün hallerde güçleştirmenin
her yönü ile kaldırıldığı anlaşılmıştır. "Nefret ettirmeyin"
ifâdesinde de hal böyledir.
"Siyak-i nefide gelen
nekireler umum ifade ederler. Binaenaleyh burada sadece
"güçleştirmeyin", "nefret ettirmeyin" buyurmak yeterdi,
denilirse şöyle cevap verilir: Güçleştirmenin kaldırılmasından, kolaylaştırmanın
sübut bulması lazım gelmediği gibi, nefret ettirmekten de kolaylaştırmak lâzım
gelmez. İşte bu zıd manalı sözler, bunun için bir araya getirilmişlerdir.
Makamda izah icab eder, zira va'z ve irşada benzemektedir. Mana şudur:
"İnsanlara yahut
mü'minlere Allah'ın fadl-u keremini, sevabım, ihsanının çokluğunu, rahmetin
genişliğini müjdeleyin."
"Nefret ettirmeyin"
cümlesinin manası da şöyledir: Yani muhtelif vâ-îd ve korkutucu emir ve
nehiyleri söyleyip şiddet göstermeyin ki, yeni müslüman olanlar, buluğ çağına
yaklaşan çocuklar ve günahlarından tev-be etmiş bulunan âsiler İslama
yatışsınlar. Bunları lütf-u müJâyemetle, yavaş yavaş ibâdetlere alıştırın.
Nitekim, İslâmiyetin ilk zamanlarında bu tedrice riâyet olunuyordu. Çünkü yeni
müslüman olan bir kimseye gösterilen kolaylık, onun dine ısınmasına ve neşatmın
artmasına sebep oluyordu. Şiddet gösterilmiş olsa ya dini kabul etmez yahut
dînde sebat göstermeyip dönebilirdi...[228]
1. Cemaata Allah'ın
lütf-u kereminden,sevabının çokluğundan, ihsanının genişliğinden bahsederek
onları dîne ısındırmak gerekir. Allah'ın tebşirâtını söylemeyip sırf azabından
bahisle onları korkutmak bilhassa yeni muslu-man olanlar karşısında zararlı ve
memnu bir harekettir.
2. Bir işte söz sahibi olanlar
daima rıf ü" mülayemetle muamele etmeli, ortak iş yürütenler birbirleri
ile uyuşup anlaşmalıdır. Velevki fazilet sahibi insanlar olsun, çünkü
hatırlatma mü'minler için faydadan hâli değil.[229]
4836... Es-Saib'den demiştir
ki: "Ben (birgün) Peygamber (s.a.)'in huzuruna varmıştım, (Orada bulunan
sahabiler) beni medhetmeye ve benden bahsetmeye başladılar. Bunun üzerine
Rasûlulîah (s.a.)
Ben onu sizden daha çok
bilirim, buyurdu. Ben de:
Doğru söyledin (ey Allah'ın
Resulü)! Annem babarn sana feda olsun. (Gerçekten) sen (cahiliyye döneminde)
benim ortağımdın (hem de) ne güzel ortak! (Bana) ne muhalefet ederdin ne de
(benimle) çekişirdin" dedim.[230]
Râvi Saib'le Hz. Peygamberin
ortaklığının, Hz. peygamberin ticaret için çıktığı Şam seferinde olması
ihtimali oldukça kuvvetli görünmektedir.
Hadis-i şerif Resul-i zişân
efendimizin kendisine Peygamberlik verilmeden önceki dönemlerde de yüksek bir
ahlâk sahibi olduğuna delâlet etmektedir.
Hafız İbn Hacer'in İsabe'de
açıkladığına göre Es-Saib İbn Ebi's-Saib'in asıl adı Sayfî'dir. Abdullah İbn
es-Saib'in babasıdır. Kendisinden
Ebu Davud ve Neseî, Mücahid,
Kaidü's-Saib, Sâib kanalıyla hadis rivayet etmişlerdir. İbn Ebu Şeybe'nin
Yunus İbn Habbâb yoluyla müca-hid'den rivayet ettiği bir hadis şöyledir:
"Ben Saib'i elinden tutup gezdirirdim. (Gözleri göremediği için) bana:
Ey Mücâhid, güneş batıya kaydı
mı? diye sorardı. Ben
Evet, dedim mi öğleyi kılardı,[231]
Münzirî'nin açıklamasına göre
ise bazıları bu Saib'in Hz. Zübeyr İbn Avvâm tarafından Bedir savaşında kâfir
olarak öldürüldüğünü söylemiş- . lerdir. Bazıları da onun iyi bir müslüman
olduğunu söylemektedirler. Ki itimada lâyık olan da budur.
Bu hadisin isnadi hakkında da
çeşitli görüşler vardır. Ebu Ömer en Nemrî'ye göre bu hadis gerçekten
muzdaribdir. Bazılarına göre, bu hadisi es-Saib İbn es-Sâib rivayet etmiştir.
Bazılarına göre de Abdullah İbn es-Saib rivayet etmiştir. İşte bu izdırab
yüzünden hadis hüccet olma vasıfinı kaybetmektedir.
Es-Saib İbn Ebî Saib ise
müellefe-i kulûbdendir.[232]
4837... (Yusuf İbn Abdullah
İbn Selâm'ın) babasından (şöyle) dedi(ği rivayet edilmiştir):
Rasûlullah (s.a.)
(sahabileriyle) sohbete oturduğu zaman gözünü sık sık semaya (doğru) kaldırıp
baka)rmış.[233]
Bezlü'l Mechud yazarının
açıklamasına göre Hz.peygamberin sahâbileri ile sohbet ederken gözlen ile
devamlı semayı yoklayıp durmasının sebebi her ân yeni bir vahyin gelmesini
beklemekte olmasındandır. Çünkü onun esas görevi Peygamberlik olduğundan gerek
diğer işleri gerekse halk ile sohbetleri ona asla esas görevini unutturmaz,
her an için esas görevi olan Peygamberlik vazifesini en mükemmel şekilde yerine
getirmenin heyecan ve titizliği içerisinde bulunurdu.
Bir mü'mine yakışan da her an
mü'min olmanın şuurunu taşımak, her yerde ve her işinde Allah'a olan kulluk
borcunu yerine getirmek olmalı. Dostlarıyla sohbeti ve diğer işleri ona kulluk
görevini unutturmamalı. Bu şuur onda tabiat hâline gelmelidir.[234]
4838... Câbir İbn Abdullah
(şöyle) demiştir:
"Rasûlullah (s.a.)'in
konuşmasında (devamlı olarak bir) açıklık ve rahatlık vardı."[235]
Bu hadis-i şerif Hz.
Peygamberin kısa, manası anlaşılır sözlerle konuşup muğlak ve mübhem
kelimelerle konuşarak dinleyenleri yormaktan kaçındığını, konuşurken aceleci
olmaktan uzak ve son derece rahat olduğunu ifade etmektedir. Nitekim bir
sonraki hadisin şerhinde açıklanacaktır.
Münzirî'nin açıklamasına göre
bu hadisi Hz. Cabir'den rivayet eden râvi'nin kimliği meçhul olduğundan hadis
zayıftır.[236]
4839... Âişe (r.anha)'dan
demiştir ki:
"Rasûlullah (s.a.)
(gayet) açık ve tane tane konuşurdu. Kendisini her dinleyen konuşmasını
(rahatlıkla) anlayabilirdi."[237]
Bilindiği gibi iyi bir
hatîpden beklenen anlatacağı konuyu rahat, mu'tedil, bir konuşma şekliyle
anlat-masıdir. Konuşurken, takib edilemeyecek derecede hızlı ve acele konuşan
hatipler, dinleyenlerine fazla bir şey veremezler. Sözlerin doğru ve haklı,
kendilerinin samimi ve bilgili olması neticeyi fazla değiştirmez. Dinleyici
için acele yapılan bir konuşmada fikirler arasındaki bağ kopar.
Her hususta olduğu gibi
konuşma mevzuunda da en güzel örnek Resül-i zişan efendimizdir. Bu bakımdan
tebliğ ve irşad görevini yüklenen kişilerin başarılan da Hz. Peygamber'in bu
mevzuda takib ettiği konuşma üslubunu örnek almalarına bağlıdır.[238]
4840... Hz. Ebu Hureyre'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Allah'a hamd ile
başlamayan her söz (bereketten) kesiktir."[239]
Ebû Davud der ki; Bu hadisi
Yunus ile Ukayl, Şuayb ve Said b. Abdü-laziz ez-Zühıi vasıtasiyle Peygamber
(s.a.)'den mürsel olarak rivayet etmişlerdir.[240]
Hamd, lügatte irade ve ihtiyar
ile yapılan güzel bir şeyin güzelliğini -tazim maksadıyla- tavsif etmektir.
Buna göre bir hamdın hamd olabilmesi için şu üç unsurun bulunması gerekir:
a. Övgüye konu olan ihtiyari
güzellik (el mahmûdü aleyh),
b. İrade ve ihtiyarla yapılan
güzel işi övmek için sarf edilen sözler (el mahmûdü bih),
c. Övgünün tazim maksadıyla
yapılmış olması.
Binaenaleyh lügavî hamd,
sadece dille yapılır, nimetler karşılığında yapılan övgülere hamd denebileceği
gibi, nimet karşılığında olmayan övgülere de hamd denebilir.
Ayrıca bir güzelliği tasvir
için kullanılan kötüleyici ve aşağılayıcı sözlere lügatta hamd demlemeyeceği
gibi, bir çirkinliği övmek için kullanılan medhedici sözlere de hamd
denilemez. Tarifte geçen "irade ve ihtiyar iîe yapilan"ifadesinin
yaratıklarda bulunan kendi iradeleri dışındaki güzellikler için yapılan
övgüleri dışarda bırakması, bu tür güzellikler ve iyilikler karşısında
yaratıklar için yapılan övgülerin hamd olmadığına delalet eder.[241]
Kavlî hamd: Cenab-ı Hakki,
Peygamberlerinin dilinden kendini medh ettiği gibi methetmektir.
Fiilî hamd: Allah'ın rızasını
dileyerek bedenî ameller yapmaktır.
Hâlî hamd: Kalp ve ruhla
yapılan hamdlerdir.
İlmî ve amelî kemâlat ile
mücehhez olmak ve Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmak gibi.
Örfî hamd: Nimeti verene tazim
bildiren bir hamddir. Dil ile olabileceği gibi kalb ile ve diğer organlarla da
olabilir.[242]
Sena ise, tazim ifade eden
işlerdir.[243]
Şükr, nimet karşılığında,
elle, dille veya kalple yapılan iyiliktir.
Lügâvî şükür, bir nimetten dolayı,
tazim ve tebcil için dille kalple yada diğer organlarla yapılan medihtir.
Örfi şükür de kulun, Allah
tarafından kendisine verilen bütün nimetleri Allah yolunda sarf etmesidir.
Öyleyse lügavî şükür, ile örfî
şükür arasında umum-husus mutlak farkı olduğu gibi örfî hamd ile örfî şükür
arasında da yine umum-husus mutlak farkı vardır.
Lügâvî hamd ile örfî hamd
arasında ise umum-husus minvechin farkı olduğu gibi lügâvî hamd ile lügavî
şükür arasında da aynı fark vardır.
Örfî hamd ile örfî şükür
arasında ise umum-husus mutlak farkı olduğu gibi örfî şükür ile lügavi hamd
arasında da umum-husus minvech farkı vardır.
Lügavî şükür ile örfî hamd
arasında ise hiçbir fark yoktur.[244]
Mevzumuzu, teşkil-erfen bu
hadis-i şerif, bir işe besmele ya da hamdele gibi, Allah'ın ismini ihtiva eden
kelimelerle başlanmasının sünnet olduğuna ve böyle bir zikirle başlanmayan
işlerin bereketsiz ve sonuçsuz kalacağına delalet etmektedir.[245]
4841... Hz. Ebu
Hureyre'den demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurdu: "İçinde teşehhüd olmayan hutbe kesik el gibidir."[246]
Bilindiği gibi teşehhüd:
"Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Abdühû ve
Rasûlühü" cümlesini okumaktan ibarettir. Turpuştî bu görüştedir.
Hadis-i şerifte içerisinde
teşehhüd bulunmayan, yani teşehhüdle başlanmış olmayan bir hutbenin eli
olmayan bir insanın, vücudundaki eksiklik kadar eksik olduğu ifade
edilmektedir.
Eli olmayan bir insan, yaşayıp
hayatını devam ettirebildiği gibi içinde teşehhüd bulunmayan bir hutbe de
sıhhatini kaybetmez. Şahinliğini korur, fasit olmaz. Fakat faziletini ve
kemalini kaybeder.
Bu sebeble Hanefi uleması
teşehhüdü cuma hutbesinin sıhhatinin şartlarından değil, sünnetlerinden
saymışlardır.
Hanefi ulemâsından
Aliyyü'l-Kari'ye göre hadis-i şerifte "teşehhüd" kelimesiyle kasd
edilen Allah'a hamd-ü senadan ibarettir.
Sindî ise bu hadisi açıklarken
şöyle diyor:
Bazı âlimler hadisteki
hamdetmeyi, Allah'ın adını anmakla yorumlamışlardır. Çünkü bazı rivayetlerde
"besmele ile başlanmayan işlerin noksan veya bereketsiz" olduğu
bildirilirken bir kısım rivayetlerde de "Allah adı" ile başlanmayan
her şeyin noksan veya bereketsiz olduğu bildirilmiştir. Bütün bu rivayetlerin
arasını bulmak için "Allah tealayı" anmadan başlanan her iş noksan ve
bereketsiz kalmaya mahkumdur" şeklinde bir yorum yapmak en uygun olanıdır.
Bu babdaki hadisler, nikâh
akdinin ve diğer önemli işlerin başında hutbe okumanın müstehablığına delâlet
ederler. Çünkü yukarıdaki metin ve meali verilen hutbede Allah'a hamdetmek,
O'ndan yardım ve mağfiret dilemek, serlerden ona sığınmak, kelime-i şehadet ve
daha başka meziyetler ve hayırlar toplanmış durumdadır. Böyle meziyetleri
içine alan bir zikir manzumesi ile başlanılan işler bereketli ve tam olur.
Bunsuz yapılan işler, ise bereketsiz ve noksan olur. Zira Peygamber (s.a)'in
tavsiyesine riayet edilmemiş olur.
Tirmizî'de bildirildiği gibi
hutbesiz kıyılan nikâh akdi, bazı âlimlerce caiz sayılmıştır. Süfyan-i Sevri ve
başka âlimler böyle demişlerdir. Çünkü Ebu Davud ve Beyhakî'nin rivayet
ettiklerine göre, Beni Süleym kabilesinden (Abbâd isimli) bir adam (r.a.)
şöyle demiştir:
"Ben Abdulmuttalibin kızı
Ümame (r.anha) ile evlenmek istediğimi Peygamber (s.a.)'e arz ettim. O da hutbe
olmaksızın nikâhımızı akdetti."
Zahiriyye mezhebine mensup
âlimler nikah akdi için hutbe okumanın vacibliğine hükmetmişlerdir.
Cumhura göre nikâh akdinde
hutbe okumak, müstehabtir.[247]
Besmele hakkında gelen
hadisler, dört kısımdır:
1. Besmelenin;
"Bismillarirrahmanirrahim" şeklinde çekileceğini ifade eden hadisler;
a. “Bir tehlikeye
düştüğün zaman Bismillahirrahmanirrahim de" mealindeki İbn Sinnî'nin
Amelü'I Yevmi ve'Heyleti" isimli eserinde merfıı olarak zikrettiği Ali
(r.a.) hadisi.
b. Yine İbn Sinnî'nin Osman b.
Affan'dan rivayet ettiği: "Ben (birgün) hastalanmıştım, Rasûlullah (s.a.)
bana rukye yapardı. Bir defa rukiye yaparken;
Rahman ve Rahim olan Allah'ın
adıyla! Yakalanmış olduğun hastalığın şerrinden tek ve ihtiyaçsız olan,
doğurmayan doğmayan ve hiçbir dengi bulunmayan Allah'ın seni korumasını
dilerim; diye dua etti ve gitmek üzere ayağa kalktığı zaman da
Ey Osman! Bu kelimelerle
Allah'a sığın. Sığınmak için bunun bir benzerini daha bulamazsın,
buyurdu." mealindeki Osman İbn Affan hadisi.[248]
c. Ebu Hüreyre (r.a.)nin
arkasında namaz kıldım. Önce - Bismillahirrahmanirrahim- dedi. Sonra Fatiha'yı
veîeddalîne kadar okudu.
Sonra âmin, dedi (arkasında
bulunan) cemaat de -âmin- dedi"[249] mealindeki hadis gibi.
2. Besmelenin sadece
"Bismillah" sözünü söylemekle yerine getirilmiş olacağını ifade eden
hadisler:
a. Yemeğini Önüne koyduğum
zaman, Rasûlullah (s.a)'in: "Bismillah" dediğini ve yemekten sonra
da: "Allahım, yedirdin, içirdin, zengin ettin, razı ettin, hidâyet ettin
ve iyilik ettin. Verdiklerin üzerine sana hamd olsun" dediğini işitiyordum"[250] hadis-i şerifi. İmam Nevevî bu hadisin
hasen bir isnad ile rivayet edilmiş olduğunu söylüyor.
b. "Bismillah de ve sağınla
ye!"[251]
c. Hz. Peygamber, Usame b. Umeyr'e
şöyle dedi:
Böyle deme çünkü (böyle
dediğin zaman) şeytan büyür, büyür dev kadar olur. Fakat "Bismillah"
de (böyle dediğin zaman şeytan) küçülür küçülür de sinek gibi kalır."[252]
3. Besmelenin
"bismillah" kelimesiyle birlikte ona ilave edilen bazı kelimeleri de
okumakla yerine getirilmiş olabileceğini ifade eden hadisler:
a. "Ölülerinizi kabre
koyduğunuz zaman :bismillahi ve alâ milleti ResûHIlahi' deyiniz."[253] mealindeki Hz. îbn Ömer Hadisi.
b. "Her kim, her günün
sabahında ve her gecenin akşamında; "BismillahiIIezi lâ yedurru mea ismihi
şey'ün fi'I-erdı velâ fissemâi ve hüvvessemiü'Iralîm, derse..."[254] mealindeki Osman (r.a.) hadisi.
c. "Bir kimse ailesine
yaklaşacağı zaman "Bismillahi Allahümme cennibneşşeytane ve
cennibişşeytane mâ rezektane" derse..."[255] mealindeki İbn Abbâs (r.a.) hadisi.
d. "Peygamber (s.a.) iki
beyaz ve boynuzlu koçu kendi eliyle kesti. Besmele çekti ve tekbir getirdi.
(Onu bu koçu keserken) ayağını (koçun) boynuzlan üzerine koyup,
"bismillahi vellahü ekber," derken gördüm"[256] mealindeki Hz. Enes hadisi.
4. "Bismillahirrahmanirrahim"
kelimelerini söylemeden sadece "Allah" ismini zikirle besmelenin
getirilmiş olacağına delalet eden hadisler:
a. "Biriniz yemek, yiyeceği
zaman yemeğe başlamadan önce Allah'ın ismini ansın.[257]
b. "Abdesti olmayanın
namazı yoktur. Abdest alırken Allah'ın ismini anmayanm da abdesti
yoktur."[258]
c. "Geceleyin, köpek
havlaması ve eşek anırması işitecek olursanız, şeytandan Allah'a sığınınız ve Allah'ın
ismini anınız"[259] mealindeki Hz. Cabir hadisi gibi.
Bütün bu rivayetlerden
anlaşılıyor ki Besmele'nin "Bismillahirrahmanirrahim" kelimelerini
söylemekle gerçekleşebileceğini ifade eden rivayetlerde söz konusu edilen
işlerde, sünnet ancak bu kelimeleri eksiksiz olarak okumakla yerine getirilmiş
olur. Sadece "bismillah" veya "Bismillahirrahman"
kelimeleriyle yetinmekle sünnet yerine getirilmiş olmaz.
Besmele'nin;
"bismillah" sözüyle gerçekleşebileceğini ifade eden rivayetlerde söz
konusu edilen işlerde ise, sünnetin sadece; "bismillah" kelimesini
söylemekle yerine getirilmiş olacağı gibi "bismillahirrahmanirrahim"
kelimelerini tam olarak okumakla da yerine getirilmiş olur. Çünkü söz konusu
işler de: "Bismillahirrahmanirrahim sözü ile başlanmayan her önemli işin
sonu kesiktir" mealindeki hadis-i şerifin genel hükmü içerisine girerler.
Binaenaleyh bu gibi işlere
"bismillahirrahmanirrahim" kelimelerini tam olarak okumanın bid'ar
olacağını söyleyen kimselerin bu iddialarının bir değeri yoktur.
El-İhtiyaratü'I İlmiyye isimli
eserde açıklandığı üzere, Şeyh İbn Teymiyye, yemeğe başlarken
"bismillahirrahmanirrahim" demenin sadece "bismillah"
demeden daha faziletli olduğunu, fakat kurban keserkenki durumun ise bunun
aksine olduğunu söylemiştir.
Besmelenin
"bismillah" lafzı ile "Errahmanirrahîm" sözlerinin dışında
ona ilave edilen lafızları okumakla gerçekleşebileceğini ifade eden
rivayetlerde söz konusu edilen işlerde ise sünnet olan "bismillah"
sözüyle "Errahmanirrahim" sözünün dışındaki bir ziyâdeyi beraberce
okumaktır. Çünkü bismillah sözüyle bu ziyâdenin toplamı bir duadır ve
zikirdir. Hz. Peygamberden gelen bir duaya veya zikre kimsenin birşeyler ilâve
etme yetkisi yoktur. Binaenaleyh Kurban keserken "bismillahi Allahü
ekber" denileceği rivayet edilmişken hiçbir kimsenin
"Bismillahirrahmanir-rahim Allahü ekber" demeye salahiyeti yoktur.
Sadece Allah'ın ismini anmakla
besmelenin çekilmiş olacağını ifade eden rivayetlerde söz konusu edilen işlerde
ise "Bismillahirrahmanirrahim" demek daha faziletlidir. Çünkü:
1. Bu gibi yerlerde
"bismillahirrahmanirrahim" diyen kimse Allah'ın ismini anmış olacağı
için Allah'ın ismini amnanın sevabını kazanmış olacağı ve bu görevi yerine
getirmiş sayılacağı gibi, aynı zamanda "Bismillahirrahmanirrahim"
sözünü söylemenin faziletini de eksiksiz olarak kazanmış olur.
2.
"Bismillahirrahmanirrahim" sözünü söyleyen kimsenin, Allah'ın ismini
anmış olacağında şüphe yoktur. Fakat eğer "Allah ismini anmak"
sözüyle kast edilen "Bismillahirrahmanirrahim" sözünü söylemek ise ve
kişi de sadece "Allah, Rabb, Hâlık" gibi Allah'ın isimlerinden sadece
birini anmakla yetinirse o zaman görevini eksiksiz olarak yerine getirmiş
olamaz.
3. Allah'ın ismini
anma emrinin: "Başında besmele çekilmeyen her önemli işin sonu
kesiktir" hadisinin genel hükmünün şümulü içerisine girdiği düşünülürse,
söz konusu yerde de "bismillahirrahmanirrahim" sözünü söylemenin
daha faziletli ve isabetli olacağı anlaşılır.[260]
4842... Meymun İbn Ebi
Şebib'den (rivayet edildiğine göre bir gün) Hz. Aişe (r.anhâ)'ya bir dilenci
uğramış da o dilenciye bir (ekmek) parçacı) vermiş .(Daha sonra) yanına
üzerinde bir elbise ve iyilik alameti bulunan bir kimse daha uğramış. Bunun
üzerine o adamı (layık olduğu bir yere) oturtmuş (ve kendisine bir takım
yiyecekler ikram etmiş, adam da kendisine ikram edilen yiyecekleri) yemiş.
(Daha sonra oradan uzaklaşıp gitmiş. Adam oradan ayrılınca) bu durum Hz.
Aişe'ye sorulmuş (Hz. Aişe de):
Rasûlullah (s.a.):
"İnsanları (layık oldukları) makamlarına oturtunuz" buyurdu.
Cevabını vermiş.[261]
Ebû Davud der ki: Yahya'nın
rivayeti kısaltılmıştır. Meymun ise Hz. Aişe'ye erişmemiştir.[262]
Bu hadis-i şerif, fazilet
sahibi insanları toplumda layık oldukları mevkiye getirmekte kusur etmemeyi
emr etmektedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerimde de: "Her ilim sahibinin üstünde
daha âlim biri vardır."[263] Duyurulmuştur.
Münâvi'nin açıklamasına göre
mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif "herkese dindarlığına, ilmine,
irfanına ve şerefine uygun şekilde muamelede ve hürmette bulunmayı
emretmektedir."
Hadisteki bu emr, bütün
fertleri muhatap almış olabileceği gibi sadece idarecileri muhatap almış da
olabilir.[264] Binaenaleyh İslam, insanları toplumda layık oldukları yere
oturtmuştur.
İnsanları layık oldukları yere
koymak, onların kıymetlerini bilmek, âlimlere ve ilmiyle âmil olan hafızlara,
ileri görüşlü, akıllı kimselere, sanat ve marifet erbabına, kısacası tüm
hizmet ehline ve fazilet sahibi olanlara öncelik tanımak, onlara layık oldukları
değeri vermek gerekir.
Bilindiği gi'bi, âlimlerin
İslam toplumunda çok yüksek bir makamı vardır. Hadis-i şerifler, onlara
meclislerde saygı gösterilmesi ve Öncelik tanınması için imamlığı onlara
vermiştir.
"insanlara Allah'ın
kitabını, en iyi okuyanlar imamlık yapar, kı-raatta eşit iseler, sünneti en iyi
bilenleri, sünnette de eşit iseler, önce hicret edenleri, hicrette de eşit
iseler, en yaşlıları imamlık eder. Birisi, diğerine ait yerde izinsiz olarak
imamlık yapmasın; ona saygı için oturduğu yere oturmasın."[265]
"İhtiyar müslümana,
Kur'an tilavetini terk etmeyip onunla amel eden hafıza ve adaletli devlet
reisine ikram, Allah'a saygı göstermekten sayılır."[266]
Rasûlullah (s.a.) Ühud
şehitlerini ikişer ikişer dem ederlerken soruyordu:
"Hangisi daha çok Kur'ân
ezberliyordu? Birine işaret edilince onu kabre koymada öncelik tanıyordu."[267]
Rasûlullah (s.a.)'ın insanları
layık oldukları yere koymak hususunda, namazdan önce safları düzeltirken
buyurduğu şu hadiste O'nun öğütlerinden biridir:
"Benim arkama
faziletlileriniz dursun."
Bu öğüdün, mana yüklü hikmetli
birçok yönü vardır.
Bunların birincisi insanları
bulunduğu yer ve rütbelerine göre tasnif etmektir. Görüş sahibi insanların
namazda Peygamber (s.a.)'in arkasında bulunması onların müslümanlann çeşitli
işlerinde aday gösterildiğine bir işarettir.
Her birinin imkân, kudret ve
ihtisasına göre onları müslümanlann çeşitli işlerini yürütmeye aday
göstemıektir.
Bu yüzden Hasan'ın, babasından
rivayet ettiği gibi, Rasûlullah (s.a.) fazilet sahiplerini dindeki üstünlük
derecelerine göre saygıda ve payda tercih eder, Öne alırdı.
Her kavmin büyüğüne ikramda
bulunur ve onu kavmin reisi tayin ederdi. Rasûlullah (s.a.)'in meclisi,
mü'minlerin ileri gelen adalet sahipleri ve takva cihetiyle birbirlerine
üstünlüğü olan adil mü'minlerle doluydu. Bu seçkin insanlar, birbirlerini
ancak, takva ile üstün görürler, büyüklere hür-met eder, küçüklere şefkat
gösterirlerdi.[268]
Her ne kadar Musannif Ebû
Davud, mevzûmuzu teşkil eden bu hadisi Hz. Aişe'den rivayet ettiği söylenen
Meymun İbn Ebu Şebib'in gerçekte Hzi Aişe'ye yetişmediğini söylüyorsa da İmam
Nevevî musannifin bu görüşünü doğrulayan hiçbir delilin bulunmadığım
söylemiştir.[269]
4843... Ebu Musa el
Eş'arî'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki ihtiyar müslümana,
Kur'âni terk etmeyen ve yasaklarını çiğnemeyen Kur'ân hafızlarına ve adaletli
devlet başkanına hürmet etmek, Allah'a saygıdandır."[270]
Bu hadis-i şerif, Tirmizî'de:
"Bir genç bir ihtiyara, ihtiyarlığından dolayı hürmet etti mi, Allah teala
da ona bir mükâfat olmak üzere ihtiyarlığı çağında kendisine hürmet edecek bir
kimseyi mutlaka yaratır" anlamına gelen lafızla rivayet edilmiştir.
Biz bu mevzuyu bir önceki
hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[271]
4844... Amr b. Şuayb'den
(ya da dedesinden rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.):
"İzinleri olmadıkça
iki kişinin arasına oturulmasın" buyurmuştur.[272]
4845.... Abdullah İbn
Amr'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İzinleri olmadıkça (aralarına oturmak suretiyle) iki kişinin arasını ayırmak
hiçbir kimse için helâl değildir."[273]
Bu hadis-i şerifler,
aralarında genişçe bir açıklık kalmayacak şekilde, birbirlerine yakınca oturan
iki kişi arasına izinleri olmadıkça bir üçüncü şahsın oturmasının caiz olmadığını
ifade etmektedir.
Çünkü böyle birbirlerine yakın
oturan iki kişinin arasına girmek, onların yerlerinin daralmasına ve bu yüzden
de rahatsız olmalarına sebep olur. Müslümanı rahatsız etmekse haramdır. Bu
sebeple onların izni olmadan aralarına girmek caiz değildir.
Birbirlerine böyle yakın bir
şekilde oturan kişilerin aralarında sıkı bir arkadaşlık bağı ya da
konuşacakları bir sırlan vardır. Aralarına üçüncü bir şahsın girmesi onların bu
mahrem olan sohbetlerine engel olacağı için onları rahatsız edeceğinde şüphe
yoktur.
Binaenaleyh böyle birbirlerine
yakın olarak oturan iki arkadaşın aralarına oturarak onları rahatsız etmek,
haram olduğundan bir meclise varıldığı zaman öyle birbirlerine yakın oturan
iki kişinin arasına oturmaktan son derece kaçınmak icab eder. Bu kural İslâm
muaşeret kurallarından biridir.[274]
4846... Ebu Said
el-Hııdrî'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) oturduğu zaman
kalçaları üzerine oturarak dizlerini dikip el(ler)ini önden bağlarmış.
Ebu Davud der ki: Abdullah ibn
İbrahim, rivayet(!er)i kendisinden daha sağlam ravilere ve kendisi gibi olan
ravilere aykırı düşen bir râvidir.[275]
4847.... Kayle bint
Mahreme, Peygamber (s.a.)'i kalçaları üzerine oturup dizlerini dikerek
ellerini önden kavuşturmuş bir halde otururken gördüğünü söylemiş (ve şöyle
demiştir:) Rasûlullah (s.a.)'i (böyle) mütevazı bir halde otururken görünce
korkudan bana bir titreme geldi.[276]
Bu hadis-i şerifler dizleri
dikip elleri kavuşturarak öne eğilmiş bir halde oturmanın caiz olduğuna
deaâlet etmektedir.[277]
4848... Şerid İbn
Süveyd'den demiştir ki:
"Ben (birgün) sol elimi
arkama koymuş ve (sağ) elimin ayasına dayanmış bir halde, şu şekilde otururken,
Rasûlullah (s.a.) yanıma uğradı ve:
"Kendilerine gazab edilen
(yahudî)ler gibi mi oturuyorsun?" buyurdu.[278]
Her ne kadar müfessirler
Fatiha suresinde geçen:"el-mağdûbu aleyhim; üzerlerine azab edilen kimseler"
sözüyle kasd edilen kimselerin yahudiler olduğunu söylemişlerse de[279] mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif,
söz konusu kelimelerle kasd edilenlerin sadece Yahudiler veya tüm kâfirlerden
ibaret olmayıp edeb ve erkâna değer vermeyen oturuş ve kalkışında kibir ve ucub
kokan kimselerin de Allah'ın gazab ettiği kimselerden olduğunu ifade etmektedir.[280] İşte oturuşunda edeb ve erkân
dinlemeyen, kurula kurula, dört tarafına gerile gerile, sağına soluna dayana
dayana oturan kimseler, bu tutumlarıyla içlerinde taşıdıkları kibir, büyüklük
duygularını ortaya sermiş, bu duygularından kaynaklanan adetlerini sergilemiş
ve Allah'ın gazabını hakketmiş olurlar.[281]
4849... Ebû Berze (r.a.)
dedi ki:
"Rasûlullah (s.a.) yatsı
namazından önce (yatıp) uyumaktan da ondan sonra (oturup) konuşmaktan da
nehyederdi."[282]
Yatsı namazından önce uyumak,
tenzihen mekruhtur çun]Cy uyduya dalarak yatsı namazım geçirmek tehlikesi söz
konusudur. Ancak yanında kendisini yatsı namazına uyandıracak birisi varsa o
zaman söz konusu vakitte yatıp uyumakta herhangi bir sakınca yoktur.
Ayrıca yatsıdan sonra oturup
sohbete dalmak da mekruhtur. Çünkü bu da insanı taattan, gece namazından
alıkoyduğu gibi sabah namazının geçmesine de sebeb olabilir.
Fakat ilim öğrenmek, misafir
ağırlamak, aile fertleri ile görüşmek gibi hayırlı işlerden dolayı uykuyu bir
müddet geciktirmekte hiçbir sakınca yoktur.[283]
4850... Abdullah (İbn
Mesud) (r.a)'dan (rivayet edildiğine) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"İki kişi, üçüncü bir
kimsenin yanında gizli konuşmasın. Çünkü bu o şahsı üzer."[284]
4851... (Abdullah) İbn
Ömer (r.a.)'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (bir önceki
hadisin) bir benzerini ifade buyurmuştur. (Bu rivayetin ravilerinden) Ebu Salih
dedi ki:
İbn Ömer'e: (Bu iki kişinin
fısıldattığı kişilerin sayısı en az) dört (ise o. zaman da fısıldaşmak
sakıncalı mıdır?) diye sordum da: (O zaman) "Sana zarar vermez"
cevabını verdi.[285]
Bir kişiyi yalnız bırakıp,
ikisinin gizli konuşmalannın yasak edilmesindeki hikmet, ya kendisini o
konuşmaya katmamakla tahkir ettiklerini sandığından yahut aleyhinde
konuşuyorlar vehmine kapıldığı içindir, Kalabalık insanlar içinde böyle bir şey
hatıra gelmeyeceği için ikisinin konuşmasında beis yoktur. Bir kişiyi yalnız
bırakıp üç veya daha fazla kişinin gizli konuşmaları da aynı hükümdedir. Nevevî
burada nehyin tahrim için olduğunu söylüyor ve: "Aralarından birini
bırakıp gizlice konuşmak bir cemaate de haramdır. Meğer ki o bir kişi buna
izin vermiş ola. İbn Ömer (r.a.) ile İmam Malik'in, bizim ulemamızın ve
cumhurun mezhebine göre, buradaki nehy, her zamana hazar ve sefere amm ve
şâmildir. Ulemadan bazıları yasak edilen gizli konuşmanın, sefere mahsus
olduğunu söylemişlerdir. Çünkü sefer korku yeridir. Bazıları da bu hadisin
mensuh olduğunu söylemişlerdir. Bu hüküm, Lslamın ilk zamanlarında vardı.
İslamiyet yayılıp insanlar emniyete kavuşunca nehy sakit olmuştur. Bunu ilk
zamanlarda mü'niirrieri mahzun etmek için onların karşısında münafıklar
yaparlardı. Bir yerde dört kişi bulunup da ikisi gizli konuşursa bil ittifak
beis yoktur" diyor.[286]
4852... Süheyl İbn Ebi
Salih şöyle demiştir:
(Birgün) babamın yanında
oturuyordum. Yanında bir de çocuk vardı. (Bir ara)çocuk (yerinden) kalktı
(gitti de biraz) sonra geri döndü. Bunun üzerine babam, Ebu Hüreyre'den
Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etti:
"Bir adam yerinden kalkıp
da sonra (tekrar) oraya dönecek olursa oraya (oturmaya) en müstehak (olan) o
adam olur."[287]
Nevevî'ııin beyanına göre, bir
kimse mescidde namaz veya başka bir ibâdet için bir yere oturur da sonra abdest
almak veya ufak bir iş görmek maksadiyle oradan kalkar ve tekrar dönmeye niyet
ederse o yerdeki hakkı batıl olmaz. Oraya başkası oturmuş olsa bile kaldırmaya
hakkı vardır. Oturan kimsenin de kalkması icab eder. Delili bu hadistir.
Ulemâdan bazıları, yerine
oturan kimsenin kalkması vacib değil, müstehabtır, demişlerdir ki, İmam
Malik'in mezhebi budur.[288]
Bezlü'l-Mechûd yazarının
açıklamasına göre bir mecliste kalktığı yere tekrar dönen kimsenin, oraya
oturmaya herkesten daha müstehak olması o yerin âmmaye ait bir yer olması
halindedir. Orasının âmmeye ait bir yer olmayıp da bir şahsın Özel mülkiyeti
olması halinde ise oraya oturmaya.en müstehak olan o yerin sahibidir.[289]
4853... Ebu'd Derdâ (r.a.)
dedi ki:
Rasûlullah (s.a.), (bir yerde)
oturduğunda biz de etrafında oturduk muydu (Peygamber yerinden) kalkar da
(biraz sonra) yerine tekrar dönmek ister de ayakkabılarını ya da üzerinde
bulunan birşeyi çıkarır (kalktığı yere bırakır)sa (Hz. Peygamberin) sahabileri
(onun bu hareketinden) geriye döneceğini anlarlar ve yerlerinden ayrılmazlardı.[290]
Bu hadis-i şerif, biraz sonra
dönmek üzere oturduğu yerden kalkarken oraya bir eşyasını koyan kimsenin o yere
oturmaya herkesten daha çok müstehak olduğunu ifade etmektedir. Ancak bu
hadisin senedinde "Temmam İbn Necih" .vardır. Münzirî'nin
açıklamasına göre bu zatın Dımaşklı olduğunu söyleyenler olduğu gibi,
Malatya'da dünyaya gelip Haleb'e yerleştiğini söyleyenler de vardır.
Her ne kadar Yahya İbn Maîn bu
zatın güvenilir bir zat olduğunu söy-Iemişse de İbn Adiyy güvenilmez bir kimse
olduğunu, bu zatın hadis aldığı kimselerden, hiçbir güvenilir râvinin hadis
almadığım söylemiştir.
Ebu Hatem er-Razi'ye göre ise
bu zatın rivayetleri genellikle sağlam ravilerin rivayetlerine aykırıdır. İbn
Hıbbân da bu görüştedir. Hatta İbn Hıbben; bu zat güvenilir kimselerin ağzından
birçok hadis uydurmuştur ve mevzumuzu teşkil eden hadis de bunlardan biridir,
demiştir.[291]
4854... Ebu Hureyre'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a,), şöyle buyurmuştur:
"Allah'ı zikretmeden bir
meclisten kalkan topluluk, eşek leşi gibi (bir pislik)den kalkmış gibi olurlar
ve (bu meclis kıyamet gününde) kendileri için bir üzüntü (kaynağı) olur."[292]
Dünyada Allah'ın ismi
anılmadan sona eren meclisler kıyamet gününde orada oturanlar için en büyük
üzüntü kaynağı olacaktır. Çünkü genellikle Allah'ın zikredilmesinden mahrum
olan meclisler, gıybet ve dedikodudan uzak kalmaz. Bilindiği gibi müslümanlarm
gıybetini yapmak ölü eti yemek gibidir. Bu bakımdan böylesi meclislerden
kalkanların hâli, etrafına pis kokular neşr eden bir eşek leşinin etrafında
bir süre oturduktan sonra kalkanların haline benzer.
Bu kimseler, kıyamet gününde
zikir meclislerinde bulunan kimselerin eriştiği yüksek makamları gördükçe,
dünyada iken vakitlerini zikirden uzak yerlerde geçirip de cennetin daha yüksek
makamlarına erişemedikleri için üzüntü ve pişmanlık duyacaklar ve cennette
iken bile bu sıkıntı ve pişmanlıkları devam edecektir. Binaenaleyh cennet
halkının yegâne sıkıntısı bu olacaktır.
Allah'ın zikri bulunan
meclislerde ise küçük günahlar işlenmiş bile olsa bu zikir o günahlara
keffaret olur. Nitekim 4857 nolu hadisin şerhinde gelecektir.
BezlüM Mechud yazarının
açıklamasına göre; bu hadis-i şerifte açıklanmak istenen leş yeme hükmünde
olan gıybetin yapıldığı yerlerde bulunmanın çirkinliğidir. Çünkü gıybeti
dinleyenler de gıybeti yapan kimsenin günahına ortak olur.[293]
4855... Ebu Hüreyre'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim, bir mecliste oturur
da orada Allah'ı zikretmezse, onun hakkında Allah'ın bir intikamı olur. Kim de
bir yerde yatar da orada Allah'ı zikretmezse (bu halinden dolayı) o adam
hakkında Allah'ın bir intikamı olur."[294]
İbn Esir, en-Nihâye isimli
eserinde "tire" kelimesini noksanlık diye tercüme etmişse de Kamus
yazarı bu kelimeyi "öc ve intikam" diye tercüme etmiştir.[295] Biz de bu manayı tercih ettik.
Binaenaleyh, insanın Allah'ın
bunca nimetlerine bigane kalarak saatlerini Allah'ı ve emirlerini hatırlamadan
ve hatırlatmadan gâfîlane geçirmesi büyük bir sorumluluğu gerektirir.
Hadis-i şerif, Allah'ın bu
gibi kimseleri bu nankörlüklerinden dolayı hesaba çekip öç alacağına dair
tehdidi bulunduğunu ifade etmektedir.
Ancak Hafız Münzirî senedinde
Muhammed İbn Aclan bulunduğu gerekçesiyle bu hadisi tenkid etmiştir.[296]
4856... Câbir İbn Semûre
(r.a.) şöyle demiştir: Peygamber (s.a.), sabah namazını kıldıktan sonra yerinde
bağdaş kurup otururdu. Güneş doğup yükselinceye kadar (öylece kalırdı).[297]
Bilindiği gibi, kişinin sabah
namazını kıldıktan sonra güneş doğuncaya kadar yönünü kıbleden çevirmeden
namaz kıldığı yerde kalarak Allah'ı zikretmesinin fazileti çok büyüktür. Bu
hususu ifade eden hadislerden bazılarının meali şöyledir:
Kim sabah namazını cemaatle
kıldıktan sonra oturur da güneş doğuncaya kadar Allah'ı zikreder, sonra da
kalkar iki rekat namaz kılarsa bir hac ve umre sevabı almış olur."[298]
"Her kim sabah namazını
cemaatle kılar, sonra güneş doğuncaya kadar oturup Allah'ı zikr eder, sonra iki
rekat (namaz) kılarsa ona bir hac ve umre sevabı vardır."[299]
"Kim sabah namazını kılar
da, o namaz kıldığı yerde (kuşluk vaktine kadar) oturup sonra da dört rekat
kuşluk namazı kılarsa anasından doğduğu günkü gibi bütün günahlardan arınmış
olur."[300]
"Kim sabah namazını kıldıktan
sonra oturup güneş doğuncaya kadar Allah'ı zikrederse kesinlikle cennete
girer."[301]
"Kim, sabah namazını
kıldıktan sonra oturup güneş doğuncaya kadar Allah'ı zikr ederse bu onunla
cehennem arasına bir engel teşkil eder."[302]
4857... Abdullah İbn Amr
İbn Âs dedi ki:
(Bir takım) kelimeler vardır
ki bir kişi meclisinden kalkarken onları okuyacak olursa o kişiden (bu mecliste
sadır olan hatalar) bu kelimeler sebebiyle mutlaka affedilmiş olur. Bir kimse
bu kelimeleri bir hayır ya da zikir meclisinde okursa, bu meclis bu kelimeler
sebebiyle o kimse için hayırla sonuçlanmış olur. Tıpkı sayfa üzerinde mühür
basılır gibi (bu meclisin sonuna da hayır mührü basılmış olur. Sözü geçen
kelimeler şunlardır:) "Sübhanekellâhümme ve bihamdike; lâ ilahe illâ ente;
estağfiruke ve etûbu ileyk: Ey AHahım seni (noksan sıfatlardan) tenzih ederim.
Senden başka (hakiki) bir ilah yoktur, senden af diliyor ve sana tevbe ediyorum."[303]
4858... (Bir Önceki
hadisin) bir benzerini de Peygamber (s.a.)'den Hz. Ebu Hüreyre (rivayet
etmiştir).[304]
4859... Ebu Berze
el-Eslemî dedi ki:
Rasûlullah (s.a.) meclisten
kalkmak istediği zaman (meclisin sonunda "Sübhanekellâhümme ve bihamdik,
eşhedü enlâ ilahe illâ ente estağfiruke ve etûbe ileyk: Ey Allah'ım seni
(şanına yakışmayan her sıfattan) tenzih ederim. Senden başka (gerçek) bir ilah
olmadığına şahitlik ederim. Senden af dilerim ve sana tevbe
ediyorum."derdi.
(Bir gün Rasûlullah (s.a.)
meclisinden kalkarken bu kelimeleri okuyunca orada bulunan) bir adam:
Ey Allah'ın Rasulü, sen
(bugün) daha Önce söylemediğin bir söz söylüyorsun (bu sözü niçin
söylüyorsun?) dedi de:
(Rasûlullah) (s.a.):
Mecliste (geçen süre
içerisinde orada bulunanlardan sadır) olan hataları örter" (de onun için
bunları söylüyorum)" buyurdu.[305]
Bu babda gelen hadis-i
şeriflerde sözügeçen duaların, bir meclisten kalkarken okunması halinde okuyan
kimsenin o mecliste işlediği küçük günahlara keffaret olacağı, ifade
edilmektedir. Bu mevzuda Hz. Ali'den rivayet edilen bir hadis-i şerif de şu
mealdedir:
"Her kim (âhirette)
sevabının büyük ölçülerle ölçülebilecek kadar çok ol) masını isterse meclisin
sonunda: "Sübhane rabbike rabbil izzeti amme yesifûn ve selâmün alel
mürselîn ve'l hamdü lillahi rabbil âlemin"[306] desin.[307]
4860... Abdullah b.
Mesud'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sahabilerimden birisi bir kimseden bana (beni rahatsız edebilecek) bir
şey iletmesin. Gerçekten ben (evimden) size (uğramak için çıktığımda sizin
hakkınızda her türlü güvensizlikten tamamen) salim olan bir kalple çıkmayı arzu
ediyorum.[308]
Bilindiği gibi, koğuculuk, insanlar
arasında sevgi bağlarını kesen, toplum arasında düşmanlık duygularının
yayılmasına sebep olan ve toplumların zayıflayıp dağılmasını hazırlayan
korkunç bir hastalıktır. Bu sebepledir ki Resul-i zişan efendimiz çeşitli
vesilelerle ümmetini bu mevzuda uyarmıştır. Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-İ
şerif de efendimizin bu uyarılarından biridir. Bu mevzuda gelen hadis-i
şeriflerden bazıları da şu mealdedir:
1. Esmâbİnt Yezid'den (rivayet
edilmiştir): Rasûlullah (s.a.). şöyle buyurdu:
"Size en hayırlınızı
haber vereyim mi? Sahabe:
Evet Ya Rasûlullah, dediler.
Buyurdu ki:
Görülünce Allah'ı hatırlatan
kimselerdir" sonra şöyle devam etti: "Sizin şerlinizi haber vereyim
mi? Laf taşıyanlar, dostlar arasını
bozanlar, kusursuz insanlara
zulmedenlerdir."[309]
2. "Cennete kovuculuk
edenler giremez."[310]
3. Rasûlullah (s.a.)
sıcak bir günde Bakî'ul-Garkad kabristanına geli. Yeni defn edilmiş iki kişinin
kabriyle karşılaştı ve durdu:
Bugün buraya kimi defn
ettiniz?
Ey Allah'ın Rasülü, falan ve
falan kişileri defn etmiştik, acaba ne var ki?
"Biri idrardan
temizlenmezdi, biri de koğuculuk yapardı" dedi ve Yaş bir hurma çubuğu
aldı, onu ikiye böldü ve kabirlere dikti.
Ashab:
Niçin böyle yaptın ey Allah'ın
Resulü? dediler. -Azabları hafiflesin diye" buyurdu.[311]
4. "Koğuculuk ve kin
cehennemdendir; müslümamn kalbinde bu ikisi bir arada bulunamazlar."[312]
4861... (Abdullah b. Amr
İbn el-Feğvâ el Hıızaî'nin) babası şöyle demiştir:
Rasûlullah (s.a.) Fetih'ten
sonra (bir gün) beni çağırdı ve Mekke'de Kureyş arasında dağıtması için Ebu
Süfyan'a benimle (bir mikdar) mal göndermek istedi ve: "(Yolculuk için)
kendine bir arkadaş ara" buyurdu. Bunun üzerine Amr b. Umeyye ed-Damrî
yanıma gelip:
Senin (bir yolculuğa) çıkmak
istediğin ve (bu yolculuk için de) bir arkadaş aradığın (haberi) bana erişti.
(Bu haber doğru mudur?) dedi. Ben de:
Evet, dedim.
Öyleyse ben sana arkadaşım,
cevabını verdi. Bunun üzerine (doğru) Rasûlullah (s.a.)'e geldim ve: (Bu
yolculuk için kendime) bir arkadaş buldum, dedim.
Kimdir? diye sordu.
Amr İbn Ümeyye e'd Damrî'dir,
cevabını verdim.
"(Onunla birlikte): Onun
memleketine vardığın zaman O'na karşı ihtiyatlı davran. Nitekim (vaktiyle) biri
büyük biraderine bile güvenme? demiş" buyurdu. Kısa bir süre sonra (Amr
ile birlikte yolculuğa) çıktık ve nihayet Ebvâ denilen yere varınca
(arkadaşım) bana: "Bir ihtiyaçtan dolayı Veddan'da bulunan kavmime
(gitmek) istiyorum, beni (burada) bekle(yebilir) misin," dedi ben de:
"Selametle (git)" dedim. (Arkadaşım kavmine) dönüp gidince,
Peygamber (s.a.)'in sözünü hatırladım ve hemen deveme yükümü yükletip onu
koşturarak oradan ayrıldım.
Nihayet "Edâfir"
denilen yere vardığımda bir de baktım ki (arkadaşım) beş on kişilik bir
kalabalıkla önüme geçmeye çalışıyor. (Bunun üzerine) devemi (iyice) hızlandırıp
onu geride bıraktım. Kendisini geçtiğimi görünce (etrafında bulunan kalabalık)
dönüp gitti ve (Amr tek başına) yanıma geldi ve:
Kavmime ihtiyacım vardı da...
dedi. Ben de:
Evet, cevabını verdim, (sonra
yola) devam ettik.
Nihayet Mekke'ye doğru geldik
de (bana emanet edilen) malı Ebu Süf-yan'a ver(ebil)dim.[313]
Hattâbî (r.a.)'nin
açıklamasına göre; mevzumuzu teşkil eden bu hadis, "insanların şerlerinden
korunmak için onlardan sakınmanın ve onlara karşı tedbirli davranmanın lüzumunu
ve ihtiyatlı davranılması gerektiğini ifade etmektedir ve insanların
şerlerinden emin olabilmek için insanlar hakkında böyle kötü zan besleyerek
tedbir almakta hiçbir vebal yoktur."
Yine İmam Süfyan'ın
açıklamasına göre; "kulu günaha sokan zan, varlığını kabul edip konuştuğu
zandır. Hatırından geçeni söylemezse günaha girmez."[314]
Gerçi "insanlardan sû-i
zann ile korunun"[315] mealinde bir hadis-i şerif varsa da bu hadis senedinde
"tedlisçi" olduğu bilinen Bekiyy b. el-Velid bulunduğu için zayıftır.[316] Esasen Zemahşeri (4678-538) Zannı:
Vâcib, mendub, haram ve mubah olmak üzere dört kısma ayırmıştır.
Allah'a sû-i zanda bulunmak
haramdır. Zahiren adil görünen müslümanlara sû-i zanda bulunmak da haramdır.
Zahiren adil görünen müslümanlara hüsn-i zanda bulunmak mendup, aşikâr masiyet
işleyenlere sû-i zanda bulunmak mübahdır.[317]
Hadis-i şerifte, anlatılmak istenen,
insanların şerlerinden emin olmak için ihtiyatlı olmanın lüzumudur. Bilindiği
gibi "ihtiyat gerçekleşmesi beklenilen bir şeye karşı tedbirli ve
hazırlıklı bulunmak" demektir.
Şu halde herkese güvenmekle
görevli değiliz. İlişki kuracağımız ve kendisiyle bir iş yapacağımız kişi
hakkında iyi kişilerden olduğunu duymuş olsak bile "belki duyduklarım
yanlıştır inceleyeyim" demek günah sayılmaz."[318]
4862... Hz. Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.):
"Akıllı bir müslüman bir
delikten iki defa sokulmaz." buyurmuştur.[319]
Bir kişi tarafından iki defa
aldatılan bir kişiyi aynı delikte bir haşere tarafından iki defa ışınlan ya da
sokulan kişiye benzeten bu hadis-i şerif, şiirleriyle Hz. Peygamberi kötüleyen
şair Ebu Gurre hakkında vârid olmuştur. Şiirlerinde devamlı Hz. Peygamberi
hicveden söz konusu şâir, Bedir savaşında esir edilmişti. Bir daha Hz.
Peygamberi hicvetmemesi şartı ile serbest bırakıldığı halde kavmine dönünce
eskisi gibi hicvine devam etmişti. Sonra Uhud'da tekrar esir edilen bu dönek
insanın Hz. Peygamber'den yine aynı şartlarla serbest bırakılmasını istemesi
üzerine, Efendimiz kendisine bu hadisle karşılık vermişti.
Hadis-i şerifte geçen "lâ
yuldegu" kelimesindeki gayn harfini meksûr olarak okumak da caizdir. Bu
takdirde mana "akıllı bir müslüman (asla gafil davranıp da) bir delikten
iki defa sokulmamalıdır" şeklinde olur. Ancak bu aldanmayı sadece dünyevi
meselelerle ilgili olarak düşünmemeli hem dünyevî hem de uhrevi meselelerle
ilgili olarak düşünmelidir.[320]
4863... Hz. Enes dedi ki:
"Peygamber (s.a.)
yürürken sanki (önünde bulunan asasına) dayanı-yormuş gibi (önüne doğru,
eğilerek yürür) idi."[321]
4864... Said el-Cüreyrî
dedi ki: Ebu'tTufeyl:
Ben Rasûlullah (s.a.)'ı
gördüm, dedi. Ben:
Onu nasıl gördün? diye sordum,
Beyaz tenli, sevimli idi.
Yürürken sanki yokuş aşağı inermiş gibiydi, cevabını verdi.[322]
Fahr-i Kâinat efendimiz
hazretlerinin yolda yürüyüşleri hakkında Hz, Alı (kv.) efendimizin şöyle dediği
rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber önüne meylederek yürürdü." Ebu
Hüreyre hazretleri de: "Yere ayağını bastığı zaman ayağının tümü ile
basardı." (Yani kibarlık olsun diye ayağının ucuna basmaz, kibarlık
taslamazdi) demiştir.
Bir rivayette de şöyle
buyurulmuştur:
"Rasûlullah (s.a.)
hazretleri yürüdüğü zaman organlarını sıkıca tutardı, hiç gevşetmezdi."
Rivayete göre Veda Haccında yaya yürüyen ashab (r.anhum) Peygamber efendimize
hızlı yürüyüşünü hatırlatarak biraz yavaş yürümesini istediler de onlara
koşarak kendisine yetişmelerini tavsiye etti.[323]
Mübarek yüzlerinin rengi
hakkında ulu sahabelerin hepsi de "Beyaz idi" demişlerdir. Hz. Ali
"Mübarek yüzü beyaz idi ve kırmızılığı da vardı" derken Hz. Efıes;
"Alında katışık bulunduğu, beyaz idi" demiştir.[324]
4865... (Câbir (r.a.)
şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.) kişinin bacak bacak üzerine) koy(arak uzan)
masını yasaklamıştır.
Kuteybe (bu hadisi, Hz.
Peygamber): "Kişinin bacaklarından birini diğerinin üzerine atarak sırt
üstü yatması(nı yasakladı)" şeklinde rivayet etti.[325]
4866... Abbâd b.
Temirh'derî (rivayet edildiğine göre); amcası, Rasûlullah (s.a.)'ı sırtüstü
yatarken görmüştür. Ka'nebi ise bu hadisi) "Mescidde bir bacağını
diğerinin üzerine atmış vaziyette (sırtüstü yatarken görmüştür)" şeklinde
rivayet etti.[326]
4867... Said b. el Müseyyeb'den
(rivayet edildiğine göre); Hz. Ömer b. el-Hattâb ile Osman b. el Af fan'da
böyle yaparlarmış.[327]
Bacak bacak üstüne atarak
oturmayı yasaklayan hadisler avret mahallinin tamamı yada bir
kısmı açılacak şekilde sırtüstü uzanarak bacak bacak üzerine atmaya hami edilmiştir...
Ulemâ Rasûlullah (s.a.)'m
hiçbir yeri görünmeyecek şekilde her tarafı kapalı iken böyle bacak bacak
üstüne atarak sırt üstü yattığını ve bunda bir sakınca bulunmadığını
söylemişlerdir. Nitekim mevzumuzu teşkil eden (4866-4867) numaralı hadis-i
şerirler de bunu açıkça ifade etmektedir.
Kadı Iyaz, Rasûlullah
(s.a.)'ın bunu zaruret, ihtiyaç, yorgunluk veya istirahat arzusu gibi bir
sebeple yapmış olacağını söylemiş, aksi takdirde Peygamber (s.a.)'in kalabalık
yerlerde oturuşu bunun aksine idi. Bağdaş kurarak oturur, yahut dizlerini
dikerdi, ekseriyetle bu şekilde otururdu..." demiştir.
Nevevî, Rasûlullah (s.a.)'in
bu şekilde uzanıp yatmasının beyan ve talim için olabileceği ihtimali üzerinde
durmuştur. Ona göre bunun manası "sırt üstü uzanmak isterseniz bu şekilde
yatın, benim yasak ettiğim uzanma ise alelıtlak değil avret mahalli açıldığı
veya açılmaya yaklaştığı hale mahsustur" demektir.[328]
4868... Câbir b. Abdullah
(r.a.)'den (rivayet edildiğine göre) Rasûllul-lah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bir adam bir söz söyler
de sonra (o sözün, orada bulunmayanlar tarafından işitmesini istemezmiş gibi)
sağına soluna bakımrsa; o söz emânettir."[329]
4869... Câbir b.
Abdullah'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Üç meclisin dışında her
meclis (te konuşulan sözler, birer) emânettir, (ifşa edilemez bu üç meclis
şunlardır);
1. (Dökülmesi) haram (olan)
kanın döküldüğü (meclis),
2. Haram (olan) bir ırzın
çiğnendiği (meclis),
3. Bir malın haksız olarak ele
geçirildiği (meclis.)"[330]
4870... Ebu Said el Hudrî
(r.a.) Rasûlullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu
"iTmefgününde Al.ah
kaUnda (sorumluluğu) en büyük olan emânet, kişinin basbasa kald.ktan sonra ifşa
ettiğ. kar.smın simdır."[331]
Hadis-i Şerif, kişinin cinsî
münasebet esnasında muttali olduğu kansına ait sırları ifşa etmesinin,
ihanetlerin en büyüğü olduğunu ifade etmektedir. Binaenaleyh kansıyla arasında
geçen bu gibi halleri başkalarına anlatması haramd.Bu haller emanet olarak
kalması gereken sırlardır. Başkalarına anlatılma sı emanete hıyanet etmek
demektir
Gerçek müslüman sır saklamayı
bilir ve birinin kendisine emanet ettiği sırrı ifşa etmez. Sır saklamak,
kişinin mertliğinin, dinî salâbetinin, şah-siyet-İ imaniyye ve ahlâkiyyesinin
bir göstergesidir. Müslümanların seçkin erkek ve kadınlarının bu dini
kaynağından yudumlamış olanlarının ahlâkî yapılarının gereğidir.
Esasen sır saklamak, selefin
sadece erkeklerine mahsus bir meziyet değil, İslam nurunu almış, kalıp ve
kafaları bu nur ile aydınlanmış çocuklar dahi bu güzel ahlâkın gözle görülür
örnekleridir.
Sır ifşa etmek ise, insanların
mübtela olduğu âdetlerin en kötüsüdür. Hayatta bilinen her şey söylenmez. Bazı
şeyler vardır ki mürüvveti zedeler. Şeref ve şana halel getirir. Bu gibi
şeylerin gizli kalması gerekir. Bu sırlar evlilik hayatiyle ilgiliyse daha da
çok önem kazanırlar. Böylesi sırları aklından zoru olan şahsiyet ve ahlâk
düşkünü kimselerden başkası ifşa etmez. Ancak, haksız yere kan döküldüğünü,
ırza, mala ve cana tecavüz edildiğini gören kimselerin bu gördüklerini
saklaması gerekmez. Bilakis ilgili mercilere ulaştırması üzerlerine düşen bir
görev olur. Bu görevi yerine getirmedikçe sorumluluktan kurtulamaz.[332]
4871... Hüzeyfe'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.): "Koğucu cennete
gir(e)mez" buyurmuştur.[333]
Kattât: Birinin, bir kişi
hakkında ayıp ve eksiklikleriyle ilgili olarak söylediği sözü "filanca
senin hakkında şöyle dedi" diyerek o kişiye söylemektir.
Binaenaleyh Kattât ile Nemmâm
arasında mana olarak bir fark yoktur. Nitekim, Kamus yazarı da bu görüştedir.[334] Kadı İyaz'm görüşü de budur. Kamus
yazarına göre insanların konuşmalarını gizlice dinleyen kimseler de
"kattât" denir.
tbn Battal'in açjklmasma göre
bazı ügat âlimleri kattât ile nemmâm arasında fark bulmuşlardır. Hanefi
ulemasından Bedrüddin Aynî'ye göre nemmâm bir toplulukla birlikte iken onlarla
birlikte konuşup sonra bu konuşulanları ilgili kimselere aktarmadır.
Kattât ise bir topluluğun
haberi yok iken onları dinleyip sonra duyduklarını ilgililere ulaştırandır.
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerif koğuculuğun, sahibini cehenneme sürükleyeceğini ve onu Cennete
girmekten mahrum edeceğini haber vermektir. Binaenaleyh bu hadis-i şerif
koğucular için büyük bir teh-did ifade ediyor. Bu tehdide göre Allahu teâla'nm
affı ve lutfu erişmediği takdirde, hiçbir koğucu Cennete giremeyecektir. Ancak
Yüce Allah'ın lütfü ve bağışlaması imdada yetiştiği takdirde onun büyüklüğü
karşısında hiçbir büyük günah kalmaz. Fakat işlenen günahların Allah'a karşı
işlendiği düşünülürse hiçbir günahın da küçüklüğü kalmaz. Kişi her zaman kime
karşı günah işlediğini düşünmeli de günâhları küçük görmekten kaçınmalıdır.
Hattabî'nİH dediği gibi
işittiği sözleri ilgililere olduğu gibi aktaran kimsenin durumu böyle olunca
işittiklerine birşeyler ilave ederek aktaran kişi aynı zamanda yalancılık da
yapmış olacağından onun günahı ve sorumluluğu daha ağır. akıbeti daha
vahimdir.
Ulemâ gıybet ile koğuculuk
arasında bir fark olup olmadığı konusunda ihtilâf etmişlerdir. Gerçek olan
şudur ki gıybetin gıybet sayılabilmesi için mutlaka kişinin arkasından
yapılması gerekirken, koğuculukta böyle bir şart söz konusu değildir.
İkinci bir husus da şudur ki;
gıybette iki kişinin arasını açmak gayesi olmayabildiği halde koğııculukda
vardır. Bu bakımdan gıybetle nemime arasında Umum-Husus yönünden farkı vardır.
Bir müslümana yakışan şey,
böyle bir ayıp veya hata görüp işittiği zaman kimseye yaymayıp adeta
unutmasıdır.
Kendisine bir başka kişiden
söz getirilen kimseye yakışan da işittiği her sözü doğrulamamaktır.
Koğuculuk, büyük
günahlardandır. Kur'an-ı kerim'de "ötekini berikini daima ayıplayan, laf
getirip, götürmeye koşan... her kişiye itaat etme!"[335] Duyurulmuştur.
Hadis-i şerifte de şöyle
Duyurulmuştur: "Koğucu (kişi) cennete giremez." Ka'b rivayet eder
ki: İsrailoğullarına kıtlık gelmişti. Hazret-i Musa (a.s.) kaç kere yağmur
duasına çıkıp duaları kabul olmayınca, Cenab-ı Hak'tan: "İçinizde koğucu
vardır." Musa (a.s.) "Ya Rab! O kimdir?" diye müracaatta
bulununca "Ben kullanma koğuculuk yapmayı yasak korken, kendim mi
koğuculuk yapayım" diye vahy geldi. Bunun üzerine hepsi tevbe ettiler.
İstiğfardan sonra duaları kabul olundu.
Uyarma: Koğuculuk, sadece
lisana has değildir. Her birşey ki müslüman onun açıklanmasından üzülür. İşte
bunu söz, yazı veya sembol ve işaretle ya da bunların dışında akla gelebilen
herhangi bir yol ile başkasına bildiren, ulaştıran, böylece o müslümana zarar
veren ve üzüntüye sürükleyen kişi kovucudur.
Kovuculuğun sebebi ya
kovuculuğunu ettiği kişiye buğz ve düşmanlık, kovuculuğu götürdüğü kişiye sevgi
ve sadakat izhar etmektir. Yahut da bunu yapan kişinin tabiatında yaptığı
kovuculuktan dolayı duyduğu ha-bisâne bir lezzet vardır. Bu kişiler ettikleri
kovuculuktan kendilerinin zarar görmesi kesin iken, yine sabredemeyip, pislik
duygularım dile getirirler ve nicelerinin halını ifşa ederler.
İmanı Gazali, şöyle der:
"Kovucu sana bir kimseden kovu getirip, meselâ, filan kişi seni sevmez,
Senin hakkında şöyle dedi, böyle dedi, senin işini bozmak veya düşmanınla
işbirliği yapmak ister" derse şu altı şeye dikkat etmek lazımdır:
1. Onu tasdik etmemek,
zira o kişi kovuculuk etmekle fışkı kesinleşmiş, fasık olmuştur. Fasıkm sözü
reddolonur, kendisi kovulur. "Ey iman edenler, eğer bîr fâsik size bir
haber getirirse onu tahkik edin."[336]
2. Ona nasihat etmek ve
kovuculuktan men'etmek, sakındırmak tır. Zira Hak Teaiâ: "İyiliği emret,
kötülükten vazgeçirmeye çalış[337]" buyurur. Zira kovuculuk
kötülüktür.
3. Ona buğzetmektir. Zira kovucu
kişi Cenab-ı Hakk'ın buğzettiği kişilerdendir.
4. Onun kovuculuğu ile
o müslümana su-i zan etmemek gerek. Zira-Hak teâlâ şöyle buyurur: "Zannin
bir çoğundan kaçının."[338]
5. Onun sözü hak
mıdır, değil midir? araştırmak gerek. Zira bu tecessüstür. Hak Teala
tecessüsten nehyedip: "Birbirinizin kusurunu araştırmayın"[339] buyurmuştur.
6. Önün kovuşunu hiç kimseye
anlatmamak gerek. Eğer böyle yaparsa kendisi de kovuculuk etmiş olur ve kendi
nehyettiğini işlemek ardır. Ni-ketim şâir demiştir ki
"Benzerini yapageldiğin huylardan başkasını men'etme!
Zira kendin yaptığın halde bunu başkasına yasaklaman sana büyük ardır."
Filozoflardan birisine bir
dostu gelip "filan kimse sana şöyle dedi" deyince cevap verir:
Ey birader beni çoktandır
ziyarete gelmedin, şimdi geldin, ama üç türlü hıyanetle geldin, ilk önce benim
dostumu bana buğzedilecek bir hal-de gösterdin. Kalbim hür ve dinlenik iken
kederle, düşünce ile işgal ettin. Üçüncüsü de benim yanımda emin bir kişi iken
kendini lekeleyip güvensiz bir hale getirdin.
Bilginlerden birisini bir
Padişaha kovladılar. Padişah bilgini azarlayınca bilgin inkar etti. Padişah:
"Bana bunu itimad edilen bir kimse nakletti" deyince bilgin;
Ey Emir, kovcu itimada layık
olamaz, diye cevap verdi. O zaman Padişah:
Doğru söylersin, diyerek ondan
razı oldu. Kovcuyu da azarladı. Ömer b. Abdülaziz'e biri gelip bir başkasını kovulayınca,
Ömer b. Abdulaziz:
İstersen bu hususu
inceleyelim, yalancı çıkarsın. "Ey iman edenler, eğer bir fasık size bir
haber getirirse onu tahkik edin"[340] âyetinin işaretine giresin;
"Ötekini berikini daima ayıplayan, gammazlıkla laf getirip götürmeye
koşan..."[341] sözüne dahil olursun. İstersen seni affederim. Bunun
üzerine adam:
Ey müzminlerin emiri, affeyle,
bundan sonra benden kovuculuk sadır olmasın, dedi.
Arabın beliğlerinden Ziyad,
A'semi'yi bir kimse Süleyman b. Abdülmelik'e kovular. Süleyman emredip ikisini
bir araya getirince, Ziyad kovucunun yüzüne bakıp der:
Sen öyle bir adamsın ki gizli
olarak sana itimat ettim. Sense bu itimadımı altüst edercesine açıkça ihanet
ettin ve bu halinle hıyaneti ve günahı açık olan kişilerin konumuna
düştün."
Bazı filozoflar demişler ki
"Kovuculuk üç çirkin huy üzerine kurulur. Bunlar: Yalan, haset ve
nifaktır."
Hikâye ederler ki; bir kimse
bir köle satar, yalnız satarken de kusurunun kovuculuk olduğunu söyler. Buna
rağmen biri seçer, alır. Köle bir kaç gün sonra beyinin hanımına varır:
Efendim seni sevmiyor, bundan
dolayı bir cariye almak istiyor. Ama ben bundan kurtulma yolunu biliyorum, gece
yatarken boğazının altından ustura ile bir kaç kıl kes getir. Ben ona efsun
yaparım. O zaman sana itaatkâr bir köle gibi olur, der. Hanım kölenin sözlerine
kanar ve onun dediğini yapmaya karar verir. Köle, hanımı bu sözle kandırdıktan
sonra efendisine gider ve şöyle der:
Ben hanımının başkasına
meylettiğini anlamış bulunuyorum. Seni öldürmeyi düşünüyor. Gece uyur gibi ol
ki hakikati anlayasın. Efendi de böyle yapar. Gece uyur gibi olur, fakat
uyumaz. Hanımın elinde usturayı boğazına dayadığını gören adam derhal sıçrayıp
kalkar ve tereddüt etme-den hanımını öldürür. Ertesi gün, buna tahammül
edemeyen akrabaları, adamı öldürürler. Hiç yoktan iki kabile birbirine savaş
açar ve nice kimseler ölür.
Kovucunun bir sonu da şudur
ki; çoğunlukla o kimseler gerçeği anlayınca kovuculuk edenle aralarında
düşmanlık artar ve kovucu kişi hor ve hakir düşer.
Bilhassa devlet erkânının
mevki ve makam sahiplerinin kovucu kişiJe-re kulak asmamaları çok önemli bir
husustur. Zira bu kapıyı kapamaz ve münafıkların sözünü reddetmezse kovucıılar
güç kazanır, çoğalır, nifakçıların kuvvet bulması sonunda dost ve ahbab
arasına ayrılık doğar, saadet eşiğine düzensizlik girer, sonra da devlet sarayı
ile ikbal şerbeti yok olur gider.[342]
4872... Hz. Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İnsanların en şerlisi
bazılarına bir yüzle bazılarına da diğer bir yüzle varan iki yüzlü kimse(ier)
dir."[343]
Hadis-i şerifte geçen
"iki yüzHT'den maksat, araîan açık olan iki toplumdan ya da iki kişiden
birine varıp uım düşmanları hakkındaki kin ve düşmanlık duygularım okşayıcı ve
kabartıcı sözler söyledikten sonra, diğer topluma gidip onları da bu şekilde
kışkırtan, yahutta bir kimseyi yüzüne karşı medh-u sena ettikten sonra
arkasından aleyhine söylemediğini bıramayan, münafık kimsedir.
İmam Nevevî bu konuda şöyle
diyor: "Bu hadiste söz konusu edilen iki yüzlüden maksat, her topluluğa
varıp onların düşmanları hakkındaki düşüncelerini ve sırlarını öğrenmek ve
aralarındaki düşmanlıkları arttırmak gayesiyle onları övücü düşmanlarını da
yerici konuşmalar yapan kimsedir. Bu kimselerin yaptığı bu iş; münafıklıktan,
yalancılıktan hilekârlıktan ve yağcılıktan başka bir şey değildir.
Fakat bir kimsenin iki kişinin
ya da topluluğun yanma varıp onların aralarını bulmak maksadıyla onların
düşmanlıklarını giderici ve onları birbirine ısındırıcı konuşmalar yapmasında
ise; bu konuşmalar yalan bile olsa hiçbir sakınca yoktur. Aksine bu yaptığı iyi
bir harekettir.[344]
4873... Hz. Ammâr (b.
Yasir)'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Dünyada iki yüzlü olan
kimsenin âhirette (cehennemdeki) ateşten iki dili olacaktır."[345]
İki yüzlülük hastalığına
yakalanan kimselere "münaf! denn Ancak bu münafıklık inançta değil de,
sadece söz ye davranışlarda kalırsa buna "amelî münafıklık” denir ki,
imanda kendini gösteren ve kâfirlikten daha aşağı olan inanç münafıklığından
ayrılır. Amel münafığının iki yüzlülüğünün bir cezası olmak üzere âhirette
cehennem ateşinden iki dili olacaktır. Çünkü o dünyada insanlar arasında, iki
ayrı dil kullanmıştır. Cezalar, ameller cinsinden olduğu için kendisi bu
şekilde cezalandırılmayı haketmiştir. Allah'ın affı yetişmediği takdirde bu
cezayı çekecektir.
Bilindiği gibi münafıklığın en
korkuncu inançta kendini gösteren itikadı münafıklıktır.
Çünkü böyleleri müslüman
olmadıkları halde, kendilerini halka müslüman olarak gösterirler. Bunlar,
insanları kandırsalar bile şüphesiz Cenab-ı Hakk'ı kandıramazlar. Onların
kalbinde sakladıklarını Allah bilir, Kur'an-i Kerim de münafıkların kâfirlerle
beraber cezalandırılacakları, haber verilmiştir. Peygamber Efendimiz de yalan
söyleyen, sözünde durmayan ve kendisine birşey emanet edildiği zaman, hıyanet
eden kimselerin münafıklık belirtileri taşımış olacaklarını söylemiştir.
Cenab-ı Hakk, şöyle
buyurmuştur: "Muhakkak ki münafıklar, Cehennemin en aşağı
tabakasmdaiıdırlar. Asfa onların azabını kaldırıcı bir yardımcı bulamaz."[346]
"Şüphe yok ki Allah
münafıklarla kafirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır."[347]
"Münafık erkeklerle
münafık kadınlar birbirine benzerler. Onlar kötülüğü emreder, iyilikten
alıkoymaya çalışırlar. Ellerini sıkı tutarlar. (hayır yapmazlar), Allah'ı (ona
itaati) unuturlar. Allah da onları unuttu (hidayetinde mahrum etti). Doğrusu
münafıklar hep fasıklardır."[348]
“Kafirlere ve münafıklara
boyun eğme..."(Ahzâb (33), 48) Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
"Münafığın alâmeti üçtür:
Söz söylediği zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünde durmaz, kendisine
birşey emanet edildiğinde hıyanet eder."[349]
"Sizler, bunlara bir
yüzle, şunlara da başka bir yüzle gelen iki yüzlü (münafık) kişileri,
insanların en şerlilerinden bulursunuz."[350]
4874... Hz. Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.)'e:
Ey Allah'ın Rasulü gıybet
nedir? diye sorulmuş da, (Müslüman) kardeşini (gıyabında) hoşlanmayacağı
bir şeyle anmandır." buyurmuş, (sonra) "Eğer benim söylediğim (şeyler
o) kardeşimde varsa ne buyurursun?" denmiş.
Eğer söylediğin (şeyler) onda
(gerçekten) varsa gıybet etmiş olursun. Eğer söylediğin (şeyler) onda yoksa
iftira etmiş olursun." cevabını vermiştir.[351]
Gıybet, bir müslümam,
gıyabında işittiği takdirde incinebileceği şeylerle anmaktır. Bu şeyler ister o
müslümanın bedenine, nesebine, yaradılışına dair olsun, ister dinine, elbisesine,
eşya ve yiyip içeceklerine dair olsun. Söylenen şeyler o kimsede varsa gıybet
olur, yoksa iftira olur. Mevzûmuzu teşkil eden hadis-i şerifte ifade edilmek
istenen budur.
Gıybetin haram olduğuna dair
nass çoktur. Kur'an-ı Kerimde şu âyet-i kerimede: "Müslümanın gıybetini
yapmak onun ölü iken etini yemeye benzetilmiştir. "Kiminiz de kiminin
arkasından çekiştirmesin. Sizden herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten
hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz...."[352]
Lisan ile gıybet haram old.uğu
gibi, kalp ile de haramdır. Yani zanna dayanarak bir müslümanın bir takım
kabahatlerle muttasıf olduğunu kalpten geçirmek ve onu bu şekilde ayıplamak da
gıybettir. Fakat, bu kabahatlerle gerçekten muttasıf olduğu bilindiği halde bu
kusurların sadece kalpten geçirilmesi, dille.ifade edilmedikçe gıybet sayılmaz
ve kalbinden ge-Çiren kimseyi vebal altına sokmaz.
Bazı mazeretler sebebiyle
gıybet etmek caiz olur. Bu özürler İmam Gazzali hazretlerinin zikrettiği üzere
altı tanedir:
1. Zulme uğramış bir kişinin
zalimi hâkime şikayet ederken, onun kötülüklerini hâkime anlatması,
2. Aklen ve şer'an çirkin olan
bir şeyi değiştirip fesadı gidermekte yardımcı olmak. Mesela, "falan
şöyle bir fesat çıkarmak üzeredir, gelin bunu önleyelim..." demek gibi.
3. Fetva istemek, çözüm aramak:
"Falan bana şöyle yaptı, buna karşı ne yapayım? diye fetva istemek.
4. Müslümanları, bir zalimin
veya fesatçının şerrinden sakındırmak: "Falan kimse, bid'atçidir, onun
bid'atlerinden sakınınız..." demek gibi.
5. Ayıplamak gayesi taşımaksızın
ve başka bir yolla tarif etmek de mümkün olmadığı için bir kimseyi meşhur olan
kötü lakabıyla anmak gibi.
6. Fışkını ve zulmünü açıktan
işlemekten çekinmeyen kimselerin herkesçe de malum olan fısk ve zulmünü dile
getirmek.
Gıybetin ilacı,
"Gıybetten sakınınız. Muhakkak ki gıybet zinadan daha şiddetlidir."[353] gibi gıybet hakkında gelen tehdidleri
ve gıybetin dünyevi uhrevî zararlarını düşünmektir. Gerçekten gıybet zinadan
daha şiddetlidir. Çünkü zinanın tevbe neticesinde affa uğraması mümkündür,
fakat gıybet "kul hakkı" olduğundan bunu işleyen tövbe etse de gıybet
edilen kişi hakkını helal etmedikçe cenab-i hak affetmez.[354]
Gıybetin keffareti,
"Gıybetin keffâreti tevbe ve pişmanlıktır ve bir daha gıybet etmemeye
kesin karar vermektir. Gıybet ettiği kimseden helallik istemek, Hasan Basri'ye
göre gerekli değil, istiğfar kâfidir. Amma "Ata'ya göre "Sana
zulmettim, gıybet ettim, dilersen affeyle, dilersen hakkını al" demek
lâzımdır. İmam Gazzali -"bu görüş esahtır" der. Fakir derim ki:
Hellallık dilediği zaman daha çok incinme ihtimali varsa genel olarak
(istiğfar) ile helallik dilemek gerek."[355]
4875... Hz. Aişe'den
demiştir ki:
Peygamber (s.a.)'e;
Safiyye'nin şöyle şöyle (kusurlarının) olması (onun) sana (layık olmadığını
itiraf etmen için) yeter; dedim.
Müsedded'in dışındaki raviler
(bu cümleyi şu kelimeleri de ekleyerek) rivayet ettiler: (Hz. Aişe bu sözüyle
Hz. Safiyye'nin) kısa boylu olduğunu söylemek istiyordu.
Bunun üzerine (Hz. Peygamber
bana):
"Muhakkak ki sen öyle bir
söz söyledin ki eğer (o söz) deniz suyuyla karıştırılmış olsaydı kesinlikle
denizin suyuna galip gelir (onu ifsad eder) di." buyurdu.
(Rivayete göre yine, Hz. Aişe)
şöyle demiştir:
" Ben (yine bir gün) Hz.
Peygamber'e bir adamın taklidini yaptım da (Hz. Peygamber):
"Benim için şu kadar
(dünya malı verilmiş) olsa da ben bir insanın taklidini yapmayı sevmem"
buyurdu.[356]
Bu hadis-i şerif, kinaye
yoluyla da olsa bir kimsenin varatıişinda, boyunda, poşunda bulunan
bir kusuru işaret etmenin gıybet sayıldığı gibi, bir kimsenin herhangi bir hareketini
taklit etmenin de gıybet sayılacağına delâlet etmektedir.
İmam Nevevî'nin açıklamasına
göre metinde geçen "keza" kelimesi, ayıplanmanın üstüste iki defa
tekrarlandığına delalet ettiğinden, Hz. Aişe'nin Hz. Hafsa'mn iki kusurunu
birden anlatmak istediği, ancak bunlardan birini diliyle söylediği, diğerine
de "işte şu kadar" demek suretiyle eliyle işaret ederken de onun
boyunun çok kısa olduğunu söylemek istediği anlaşılmaktadır.
Hz. Peygambere, bir cümleden
oluşan bu sözün, aslında cinsleri ve türleriyle birçok yaratıkları içinde
bulunduran uçsuz bucaksız denizi bile bulandırabilecek ve onun suyunun
karakterini bile bozabilecek kadar manevi bir pisliğe ve acılığa sahip
olduğunu söyleyerek, bu sözün kötülüğünü en veciz bir şekilde dile getirmiştir.[357]
Hafız Münzirî'nin açıklamasına
göre yapılması haram olan taklid, hakaret kasdiyle yapılan takliddir. Çünkü
böylesi taklidlerle taklid edenin kendini beğenmesi, taklit ettiği kişinin
yaratılışını hakir görmesi ve ona eziyyet vardır. Bu ifadeden de anlaşıldığı
üzere bu taklit, kişinin boyu poşu gibi yaratılışıyla ilgili takliddir.
Kişinin, kendi iradesi
dahilinde olan fiilleri ile ilgili taklidlere gelince; eğer bu taklidler, onun
işlemiş olduğu bir takım masiyetlerle ilgili olur ve onu bu kötü işlerinden
vazgeçirmek kasdiyle yapılırsa, yapanın heybet ve vakararma helal getirmeyecek
şekilde olması kayıt ve şartıyla caizdir. Aksi takdirde caiz değildir. Tevbe
eden bir kişinin yaptığı günahlarla ilgili hareket ve davranışlarını taklit
etmek de asla caiz değildir. Kişinin taatleri ve diğer güzel halleri ile ilgili
hareket ve davranışlarını taklit etmekte ise de bir sakınca yoktur.[358]
4876... Said b. Zeyd'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki Ribanın en
şiddetlisi haksız yere bir müslümamn şerefine (dil) uzatmaktır."[359]
Bu hadis-i şerifte grybetin
haramlık bakımından ribadan daha şiddetli olduğu ifade edilmektedir.
Çünkü ribada kişinin haksız
yere malına tecavüz vardır. Gıybette ise kişinin şeref ve haysiyetine tecavüz
vardır. Şeref ve haysiyyetin ise maldan üstünlüğü aşikardır.
Metinde geçen "Haksız
yere" kaydı, bazı hallerde bazı kimseler hakkında gıybet etmek hakkının
doğduğuna ve bu durumda gıybet etmenin caiz olduğuna delalet etmektedir. Biz
hangi hallerde gıybet etme hakkının doğduğunu (4874) numaralı hadisin şerhinde
açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.
Ancak bazı hallerde dinler
hakkında gıybet etme hakkı doğarsa da, ölüler hakkında gıybet etme hakkı hiçbir
zaman doğmayacağı için onlar
hakkında gıybet etmek hiçbir
zaman caiz olmaz.
Tîbî'nin de ifâde ettiği gibi
bu hadis-i şerifte gıybet etme ribanın çeşitleri arasına sokulmuş ve ribanın
en şiddetlisi olarak gösterilmiştir. Bu durum mal değişiminden doğan meşhur
ribâ çeşitlerine halk arasında maruf olmayan bir ribâ çeşidi daha ilave
etmektedir.[360]
4877... Hz. Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Büyük günahların en
büyüğü kişinin haksız yere bir müslümamn şerefine dil uzatmasıdır. Bir sövmeye
karşılık iki defa sövmek de büyük günahlardandır."[361]
Hadis-i şerif, bir müslümamn
gıybetini yapmanm en büyük günahlardan olduğunu ifade ettiği gibi kötü bir söz
söyleyen kişiye aynı şekilde iki kötü sözle karşılık vermenin de büyük
günahlardan olduğunu ifade etmektedir.[362]
4878... Hz. Enes b.
Malik'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Miraca çıkarıldığım
zaman bakırdan tırnaklan olan bir topluluğa uğradım. (Bu tırnaklarıyla)
yüzlerini ve bağırlarını tırmalıyorlardı. (Cebrail'e:)
Bunlar da kimlerdir? dedim.
"(Gıybet etmek suretiyle)
halkın etlerini yiyenler ve şereflerine saldıranlardır, cevabını verdi."
Ebu Dâvud der ki: Bu hadisi
bize Bakıyye'den (mürsel olarak bir de) Yahya b. Osman rivayet etti. Yahya'nın
bi rivayetinde (senedde) Enes yoktur.[363]
4879... (Bir Önceki hadis)
İbnu'l-Musaffâ'nin (bize) dediği gibi, İsa b. Ebî ise es-Selihr tarafından
Ebû'l-Muğire yoluyla da rivayet edilmiştir.[364]
Tibî'nin açıklamasına göre
tırnaklara yüzü ve bağın tırnaklamak bir ölünün arkasından ağlayıp feryat
etmekte olan kadınlara mahsus bir sıfat olduğundan halkın yüzüne karşı
konuşmadığı için kadınlar gibi arkalarından konuşan kimselere kıyamet gününde
bu sıfat ceza olarak verilecektir. Bu kimselere ceza olarak verilmesi, dünyada
yaptıkları işin müslümanlığa yakışmadığı gibi mertliğe de yakışmadığını
bildirmek içindir.
Seyyid Süleyman Nedvî'nin
açıklamasına göre "Berzah âleminde insanın durumu dünyadaki durumu ile
uygunluk arz eder. Dünya amelleri onun göreceği ceza ve mükafata uygun olarak
onun gözünde değişik şekillere bürünürler. Hz. Peygamber'in bir rü'yasında
gördüğü gibi insanlar amellerinin cinslerine göre ceza görmektedirler."[365]
4880... Ebu Berze
el-Eslemî'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Ey diliyle iman edip,
kalbine iman girmeyen kimseler topluluğu!
Müslümanların gıybetini
yapmayınız ve onların ayıplarını araştırıp durmayınız. Çünkü her kim onların
ayıplarını araştırırsa Allah da onun ayıplarını araştırır. O (şunu iyi bilsin);
Allah kimin ayıbını araştırırsa (o ayıbı) evinde (en gizli bir köşede işlemiş
olsa dahi meydana çıkarmak suretiyle) o kimseyi (alemin gözleri önünde) kepaze
eder."[366]
Bu hadis-i şerifte gıybet
edenlere: "Ey dili ile iman edenler" sözüyle hitap edilmekle, gıybet
etmenin hakiki müminlerin alâmeti olmayıp münafıkların alâmeti olduğuna işaret
edilmek istenmiştir.
Binaenaleyh bu hadiste aklı
başında kimseler için büyük bir tehdit ve şiddetli bir ikaz vardır.
Bu itibarla, biz
rnüslümanların bu ikazlardan en iyi yekilde payımızı alıp; tezelden asrımız
müslümanları arasında yaygın olan, bu gıybet illetinden kendimizi kurtarmamız
gerekir. Cenab-ı Hak'tan müslümanlara bu hususta şuur ve basiret ihsan etmesini
ve en kısa zamanda bu illetten kurtulmaları için tevfik ve inayetini
esirgemesini niyaz ederiz.
Hadisin senedinde Ebu Berze'nin
azalth kölesi Said b. Abdullah b Cüreyc vardır. Ebu Hatemi'r-Razî bu kimsenin
kimliğinin meçhul olduğunu yani güvenilir bir ravi omadığıriı söylerken İbn
Maîn de ondan A'meş'den başka hadis nakleden bir kimseyi işitmediğini
söylemiştir.[367]
4881... Müstevrid'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Her kim (dünyada)
müslüman bir adam (in gıybetini etmesi) sebebiyle (onun ölü etinden) bir lokma
yiyecek olursa, Allah (kıyamet gününde) ona o yediği et kadar bir yiyeceği
cehennem (ateşin)den yedirecektir.
Kim (dünyada düşmanı yanında
gıybetini yaptığı) bir müslüman sebebiyle (o düşman tarafından) kendisine bir
elbise giydirilirse (bu ihanet elbisesinin) bir misli de kendisine cehennem
ateşinden giydirilecektir.
Kim de (dünyada) bir adamı
süm'a ve riya makamına oturtursa Allah da onu kıyamet gününde riya ve süm'a
makamına oturtur."[368]
Bilindiği gibi Kur'an-ı
Kerim'de bir mü'minin arkadan çekiştirilmesi onun ölüsünü çiğneyip yemeye
benzetilmiştir.[369]
Metinde geçen: "Her kim
bir müslüman sebebiyle bir lokma (et) yiyecek olursa" sözüyle kasd edilen
de budur. Yani "Her kim bir müslümanın gıybetini yapmak suretiyle onun
ölü etini çiğneyip yemek günahını irtikab ederse" demektir. Hadis-i
şerifin devamından da anlaşılıyor ki, bu günah işleyen kimseler Cehennem
ateşine girmeyi gerektiren büyük bir günahı işlemiş olurlar.
"El-cezaü min
cinsi'I-amel" kaidesince dünyada böyle gıybet etmek suretiyle müslümanlann
ölmüş etlerini yiyen kimselere, bu amellerinin cezası olarak ahiret gününde
ettikleri gıybet nisbetinde Cehennem ateşi yedirilecektir.
Hadis-i şerifte söz konusu
edilen ikinci mesele dünyada gıybetleri karşılığında mükâfat olarak
kendilerine menfaat verilen kimselere ahirette ceza olarak cehennem ateşinden
elbiseler giydirileceği meselesidir.
Hadis-i şerifte üçüncü mesele
olarak da riya (gösteriş) ve sum'a (işittirme) meselesi ele alınıyor. Bu
meseleyle ilgili cümlede geçen "küsiye" kelimesinin mefûlü
durumundaki "racülin" kelimesinin başında bulunan "bi"
harf-i cerri burada iki ayn manaya gelebilir:
1. "Ta'diye" için
olabilir. Bu ihtimale göre cümlenin manası şöyledir: "Her kim dünyevi
emellerine erişebilmek için bir adamı övmek, onu güzel vasıflarla
nitelendirmek" suretiyle o adamı meşhur eder, bu suretle onu mürailiğe ve
gösterişe sürüklerse, yani onu zorla riya ve suma makamına oturtursa Allah da
onu ahirette yalancılığını teşhir etmek suretiyle riyacı ve sümacı kişilere
mahsus azabiyle cehennemde cezalandırır.
2. "Sebebiyye"
olabilir. Bu ihtimale göre cümlenin manası şöyledir: Her kim mal ve makam
sahibi kimseler vasıtasıyle yüksek makamlara gelir de o makamda müttekilik ve
salihlik taslayarak halkın elindekileri cebine aktarma çabasına düşerse, yüce
Allah onu ahirette müraîler ve sumacılar makamına oturarak müraî ve sümacılara
mahsus olan azablara çarptırılacaktır.
Bu ikinci ihtimal daha
kuvvetli ve uygun görülmektedir. Hafız Münzirî'nin açıklamasına göre, bu
hadisin senedinde bulunan, Bakiyye b. Velid ile Abdurrahman b. Sabit b.
Sevban'ın ikisi de zayıftır.[370]
4882... Ebu Hüreyre'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Müslümanın müslümana
malı, ırzı ve kanı haramdır. Kişiye şer olarak müslüman kardeşini küçük görmesi
yeter."[371]
Bir müslümanın din kardeşini,
tahkir, rezil rÜsvay etmesinin ve müslümanın müslümana canının, malının haram
olduğunu ifade eden bu hadis-i şerif, gıybetin büyük günahlardan olduğunu
söyleyenlerin delilidir.
Bilindiği gibi gıybetin dinen
haram olduğunda ittifak varsa da büyük günahlardan mı, yoksa küçük günahlardan
mı olduğunda ihtilâf vardır.
Her ne kadar İmam Kurtubî
gıybetin büyük günahlardan olduğund ittifak olduğunu söylemişse de İmam Gazali
ile Şafiî'lerden "eI-Umde: adlı eserin sahibi gıybetin küçük günahlardan
olduğuna kaildirler.
İmam Evzaî "Bu iki zattan
başka gıybetin küçük günah olduğunu söy leyen görmedim" diyor. Zerkeşi de
şöyle demektedir: "Allah gıybete öli insan eti yemenin hükmünü vermişken;
ölü yemeyi büyük günah sayıp d; gıybeti öyle saymayanlara şaşarım."[372]
4883... (Seni İbn Muaz İbn
Enes el-Cühenî'nin) babasından (rivayet ettiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Kim bir müslümanı bir
münafığa karşı savunursa" (ravi rivayetine şöyle devam etti:) Öyle
zannediyorum.ki Peygamber (s.a.) (hadisin bundan sonraki kısmında) şöyle
buyurdu: "Allah (onun için) bir melek yaratır da (o melek) kıyamet gününde
o kimsenin vücudunu cehennem ateşinden korur.
Kim de (karalamak gayesiyle)
bir müslümana bir iftira ederse Allah o kimseyi bu söylediği sözler (in
vebâlin)den (tamamen temize) çıkıncaya kadar cehennem köprüsü (sırat) üzerinde
bekletir."[373]
Hadis-i şerifte, gıybet eden
kimseden "münafık" diye söz edilmiş olması gıybet eden kimsenin
görünüşte yaptığı gıybeti iyi bir niyetle yapmış gibi bir tavır takınmış olmasına
rağmen, aslında gıybetini yaptığı kimsenin iyiliğini istemeyip tersine onu
kepaze etmek niyetiyle bu gıybetini yapmış olmasındandır.
Yahut gıybetini yaptığı
kimsenin yanına varıp ayıplarını düzeltmesi için kendisini ikaz edeceği yerde
tersine yanına vardığı zaman yüzüne karşı onu beğendiğini söyleyip yanından
ayrıldıktan sonra gıyabında ayıplarını sayıp dökmesindendir. Bu halin, içi
başka dışı başka anlamına gelen münafıklıktan başka birşey olmadığı aşikardır.[374]
Allah'ın böyle müslümanların
gıyabında ayıplarını sayıp döken, onları karalamaya çalışan kimseleri
müslümanlar aleyhine söyledikleri sözün vebalinden kurtuluncaya kadar,sırat
üzerinde bekletmesi, Allah'ın gıybeti yapılan müslümanı kendisine cennetten
beklediği makamı vermek suretiyle, onu razı edip suçluyu bağışlamasını
sağlayacağı zamana kadar bek-letmesiyle olabileceği gibi, Hz. Peygamber'in
araya girerek şefaat edip onun bağışlanmasını sağlayacağı zamana kadar vücudunu
cehennemde bekletmesiyle veya hakettiği cezayı çekip bitirinceye kadar
bekletrnesiyle de olabilir.[375]
Bir müslümamn gıybetinin
yapılmasına engel olmanın faziletini de açık bir şekilde ifade eden bu hadisin
senedinde bulunan Sehl b. Muaz el-Cüheııî tenkid edilmiştir.[376]
4884... Câbir b. Abdullah
ile Ebu Talha b. Sehl el-Ensarî Rasûlullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet
etmişlerdir:
"Her kim bir müslümanı
saygınlığının kaybolması, şerefinin elden gitmesi söz konusu olan bir yerde
yardımsız bırakırsa, Allah da onu kendisine yardım edilmesini çok arzu ettiği
br yerde yalnız bırakır.
Kim de bir müslümana şerefinin
elden gitmesi ve saygınlığının yitirilmesi söz konusu olan bir yerde yardım
ederse, Allah da ona kendisine yardım edilmesini çok arzu ettiği bir yerde
yardım eder."
(Bu hadisin ravilerinden)
Yahya: Bunu (bu hadisi) bana Ubeydullah b. Abdullah b. Ömer'le Ukbe b. Şeddad
nakletti, şeklinde rivayet etti.
Ebu Dâvud der ki: (Hadisin
senedinde geçen) şu Yahya h. Suleym, Peygamber (s.a)'in azatlı kölesi Zeyd'in
oğludur, ismail b. Beştr ise Me-gale oğullarının azatlı kalesidir. Bazı
yerlerde Ukbe îbn Şeddad (ismi) Utbe (b. Şeddad) diye rivayet edilmiştir.[377]
Bir müslümanı yardıma en fazla
muhtaç olduğu bir zamanda yardımsız bırakarak şerefinin kırılmasına sebep olan
kimselere ait olan Allahu teala'nm bir tehdidi ile bir müslümana yardım etmek
suretiyle onun şerefinin kırılmasını önlemiş olan kimseye yardıma en fazla
muhtaç olduğu bir yerde "yardım edeceğine dair bir vaadini ihtiva eden bu
hadis-i şerifin, "bir ceza ki (işledikleri amellere) uygundur"[378] ve "Kim bir kötü iş yaparsa,
onunla cezalanır..."[379] âyet-i kerimelerinden iktibas edilmiş
olduğu söylenebilir.
Hadis-i şerifteki bu tehdid
ile va'd hem dünya işleri, hem de âhiret işleri için geçerlidir.[380]
4885... Cündüp şöyle
demiştir: Bir bedevi (Hz. Peygamberin mescidinin yanına) geldi, devesini
ıhtırdıktan sonra onu, bağlayıp mescide girdi ve Rasûlullah (s.a.)'ın arkasında
narnaz kıldı. (Sonra) devesine varıp onu çözdü ve üzerine binip yüksek sesle:
"Ey Allahım! Bana ve Muhanımed'e merhamet et ve ikimize olan bu rahmetine
hiçbir kimseyi ortak etme!" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):
"Söyler misiniz, bu adam
mı, yoksa devesi mi daha cahil? Ne dediğini duymadınız mı?" dedi.
(Orada hazır bulunanlar da:)
Evet (duyduk), cevabını
verdiler.[382]
Bu hadis-i şerif, halkı
hidayete eriştirmek için bazı kişilerîn kötü fiillerini misal olarak
göstermekte bir sakınca olmadığına ve bunun gıybet sayılmayacağına delâlet
etmektedir.
Binaenaleyh halkı bir
yanlıştan korumak için böyle misaller verilebileceği gibi; kendisi ehil
olmadığı halde örnek alınan bir kimsenin halkı fitneye düşürmesini Önlemek
için kendisinin liyakatsizliğini ve kusurlarını halka açıklamak da üzerine
vacib olur.
Bilindiği gibi büyüklüğüne
sınır olmayan yüce Allah'ın gücüne, kudretine ve rahmetine de sınır yoktur.
Güneşin ışığı ve ısısıyla herkese yettiği, herkesi ısıtıp yolunu aydınlattığı
ve bir kimsenin güneşin ısı ve ışığından yararlanmasının diğer kişilerin bu
nimetten yararlanmasına engel olmadığı ve bu yararlanmayı azaltmadığı gibi;
Allah'ın sınırsız olan rahmetinden bir kimsenin yararlanması da diğer
kimselerin yararlanmasını engellemez ve sınırlandırmaz.
Bu bakımdan insanın dua
ederken Allah'ın lütuf ve ihsanını sınırlı zannederek duayı sadece kendisine
tahsis etmesi, Allah zülcelal hazretlerinin büyüklüğünü, rahmetinin
sonsuzluğunu bilmemekten kaynaklanan bir durumdur.
İşte bu yüzden; Hz. Peygamber
rahmetini sadece kendisine ve Hz. Peygambere indirmesi için dua eden söz
konusu bedeviyi cahillikle nitelendirmiştir. Biz bu hadisi 380 numaralı
hadisin şerhinde de açıkladığımız için sayın okuyucularımıza oraya da müracaat
etmelerini tavsiye ederiz.[383]
4886... Katâde'nin şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Sizin herbiriniz Ebu Daygam yahut (Ebu) Damdam gibi
olmaktan aciz midir? (Burada ravi Muhammed) b. Ubeyd (söz konusu zatın isminin
Ebu Daygam mı, yoksa Ebu Damdam mı olduğunda) şüphe etti. (Hadisin kalan
kısmını da şöyle rivayet etti: Bu zat) her sabah şöyle dua ederdi:
"Ey Allah'ım', ben
(dilleriyle) şerefimi (düşüren) kullarına hakkımı bağışladım."[385]
4887... Abdurrahman b.
Aclân'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.): "Sizin herbiriniz,
Ebu Damdam gibi olmaktan âciz midir?"
demiş de (orada bulunan
sahabiler):
Ebu Damdam kimdir? diye
sormuşlar (Rasûlu Ekrem efendimiz de bir önceki hadisin) manasını ifade eden şu
cevabı vermiştir:
"Sizden önceki
(kavinı)ler içerisinde bulunan bir kimsedir. (O her sabah: Ey Allahım), ben
bana küfreden kimselere şerefimi (lekeleyen bu küfürlerinden dolayı üzerlerine
geçen hakkımı) bağışladım" (diye dua ederdi.)
Ebu Dâvud der ki: Bu hadisi
mana olarak Haşim Ibn el-Kasim da Muhammed İbn Abdullah el Ammî'den, o
Sabit'den o da Enes yoluyla Peygamber (s.a.)'den rivayet etmiştir. Hammâd' in
rivayeti ise daha sahihtir.[386]
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifler af ve hoşgörünün dinimizdeki önemini ifade etmektedirler.
Bilindiği gibi af, hataları
bağışlamak ve haklı olarak alması gereken şeyden kendi isteği ile vazgeçmek
demektir.
Cenab-ı Hak bu yüksek hasleti:
"Habibîm, sen güçlüğü değil, kolaylığı sağlayan yolu tut, iyiliği
emret."[387] ve; "Sizin bağışlamanız takvaya daha
yakındır..."[388] âyetleri ile övmüştür.
Afv, hasletlerin en
şereflilerindendir. Affın doğuracağı lezzet, intikam lezzetinden daha hoştur,
olgun kişilerin kalbine sevinç doldurur. Çünkü affın lezzeti, şeref ve
övülmeyi, intikam ise kötülenmeyi doğurur. Nitekim, yüce Allah Kur'ân-ı
Keriminde takva sahiplerini överken şöyle buyurmaktadır. "Takva sahipleri
bollukta ve darlıkta harcayıp yedirenler, öfkelerini yenenler, insanların
kusurlarını bağışlayanlardır. Allah da iyilik edenleri sever."[389]
Yine Cenab-ı Hak şu âyet-i
kerimesinde insanları bağışlayanları bağışlayacağını va'detmiştir:
"Bununla beraber affeder, kusurlarına bakmaz, günahlarını örterseniz,
şüphe yok ki Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir."[390] Tuzlu suyun susuzluğu artırdığı gibi öç
almanın da kin ve intikam duygularım artırmasına karşılık af, çoğu zaman
birbirlerine düşman olan, kin besleyen insanların kalplerini yumuşatır.
Aralarına dostluk ve sevgi bağlarının kurulmasına sebep olur. Yüce Allah
Kur'an-ı keriminde bu gerçeği şöyle haber verir:
"İyilikler ve kötülükler
bir değildir. Sen kötülüğü en güzel şekilde önlemeğe çalış! O zaman görürsün
ki; düşmanın bile seninle dost olmuştur."[391]
Affı öven hadislerden bazıları
da şu mealdedirler: "Kim öfkesini yenerse, Allah da ondan azabını
uzaklaştırır" "Öcünü almaya gücü olduğu halde öfkesini yenen kişiyi
Cenab-ı Allah yaratıklarının arasına çağırır ve huri kızlarından dilediğini
almakta serbest bırakır."[392]
4888... Hz. Muaviye'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.): "Eğer sen insanların gizli
kusurlarını araştıracak olursan onları (n ahlâkını) bozmuş olursun"
yahutta "neredeyse bozacak duruma gelirsin" buyurmuştur.
Ebu'd-Derdâ dedi ki: "Bu,
Muaviye'nin Rasûlullah (s.a.)'den işittiği (ve gereğince amel ettiği için
kendisinden) yararlandığı bir sözdür."[393]
Hz. Ebu'd Derdâ'nın Allah'dan
Muaviye'nin hakkiyle yararlanmasını niyaz ettiği bu hadis-i şerif, insanların
şahsî kusurlarını araştırmanın haramlığına delâlet etmektedir. Nitakim Kur'an-i
Kerimde yüce Allah: "Birbirinizin kusurunu araştırmayın"[394] buyurmuştur.
Yine hadis-i şerifte bir
kimsenin kusurlarını araştırmanın o kimsenin helakine sebep olabileceği ifade
buyuruluyor.
Gerçekten kusurları
araştırılıp ortaya çıkarılan bir insan, artık kusurlarının herkes tarafından
bilindiğini düşündükçe yavaş yavaş utanma duygusunu tamamen kaybedip herkesin
gözleri önünde kusur işlemekten çekinmez bir hale gelir. Çünkü utanma
duygusunu kaybeden insan, artık her kusuru işleyebilir. Nitekim bir hadis-i
şerifte "Utanmazsan dilediğini yap!.."[395] buyurulmuştur. Ebû'd-Derdâ'nın sözünün
tercemede gösterdiğiniz anlama geldiği, Bezlu'I-Mechûd'da o ibare ile ilgili
açıklamadan anlaşılmaktadır.[396]
4889... el-Mikdam b.
Ma'dikerib ile Ebu Umame'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Bir devlet yetkilisi,
halka su-i zan ile muamele yapmaya kalkışacak olursa onları yoldan çıkarmış
olur."[397]
Yetkili makamlarda bulunan
kimseler, idaresi altında bulunan kimselere şüphe ve su-i zanlarına dayanarak
muameleye kalkışacak olurlarsa haklarında su-i zan beslenen bu kimselerin
işledikleri zannedilen zararlı fiillerle birlikte daha başka zararlı fiilleri
de işlemeye itmiş olurlar.
İnsanlar haklarında kötü
niyetler beslendiğini hissettikleri zaman çok olumsuz tepkiler gösterirler.
Genellikle olumsuz bir şekilde kendini gösteren bu tepkiler çoğu zaman nefret,
kin ve intikam duygularını da beraber getirirler.
Bilindiği gibi karşılıklı
sevgi ve saygının yerini kin ve nefretin aldığı cemiyetlerde, huzur ve sükûndan
eser kalmaz. Huzur ve sükûnun yerini kargaşanın aldığı bir ortamda insanların
çok şeylerini kaybettiklerinde şüphe yoktur. Bu bakımdan yetkililer idaresi
altındaki insanlara zanla muamele etmekten son derece kaçınmalıdırlar.[398]
4890... Zeyd b. Vehb'den (rivayet
edildiğine göre); Hz. İbn Mes'ud'a (bir adam) getirilmiş de:
Bu adamın sakalından şarap
damlıyor, denmiş. Hz. Abdullah (b. Mes'ud da):
Biz (gizli) kusur
araştırmaktan nehyedildik, fakat bize bir suç açıkça görünecek olursa onu
cezalandırırız, cevabını vermiş.[399]
Bilindiği gibi, tecessüs daha
çok kötülükleri, kusurları araştırmada kullanılan bir tabirdir. Mevzumuzu
teşkil eden bu hadis-i şerif, bu manada tecessüsün yasaklanmış olduğunu ifade
etmektedir. Şu hadis-i şerif tecessüsün kötülüğünü ne güzel ifade etmektedir.
"Hz. Peygamberi gördüm,
Kabe'yi tavaf ediyor ve şöyle buyuru-yordu: Ne kadar temizsin, kokun ne kadar
hoş! Ne kadar büyüksün saygınlığın da ne kadar büyük, Muhammed'in varlığı elinde
olan Allah'a yemin ederim ki, mü'minin malının ve kanının hanımlığı Allah
katında senin haramhğından daha büyüktür. Onun hakkında ancak hüsn-ü zanda
bulunabilirler."[400]
4891... Ukbe b. Âmir'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.), (şöyle) buyurmuştur:
"(Bir müslümana ait)
herhangi bir kusuru görüp de onu saklayan kimse diri diri mezara gömülen bir
kız çocuğunu (o) mezardan .çıkararak hayata kavuşturan kimse gibidir."[401]
4892... Ukbe b. Âmir'in
katibi Dühayn dedi ki: "Bizim şarap içen bir takım komşularımız vardı. Ben
(birgün) kendilerini (şarap içmekten) men'ettim de vazgeçmediler. Bunun üzerine
Ukbe'ye varıp: "Ben şarap içen bu
komşularımızı (şarap içmekten)
nehyettiğim halde vazgeçiremedim. Ben
de onlar(ı bu işten vazgeçirmesi)
için polis çağıracağım" dedim. (Ukbe de bana:)
Onları bırak, cevabını verdi.
Sonra Ukbe'ye bir daha varıp:
Gerçekten komşularımız şarap
içmekten vazgeçmeye yanaşmıyorlar. Ben de kendilerini vazgeçirmesi) için polis
çağıracağım, dedim.
Yazık sana onları bırak! Çünkü
ben Rasûlullah (s.a.)ı şöyle buyururken) işittim; dedi ve (bir önceki) Müslim
(b. İbrahim) hadisinin manasını rivayet etti.
Ehû Dâvud der ki: Haşim ibn
el-Kasım bu hadise ilaveten Leys' den (şu sözleri de) rivayet etti. (Ukbe
sözlerini şöyle tamamladı: Bunu böyle) yapma; (fakat) önce onlara
(yumuşaklıkla) Öğüt ver. (Eğer vazgeçmezlerse o zaman) kendilerini tehdid et.[402]
Hadis-i şerif, bir müslümanın
gizli kalan bir kusuruna şahid olup da onu başkalarına açmadan gizleyen bir
kimsenin diri diri mezara gömülen bir kız çocuğunu mezardan çıkararak hayata
kavuşturmak kadar faziletli bir iş yapmış olacağını ifade etmektedir.
Çünkü, aslında Peygamberler
dışında gizli günahları bulunmayan kimse, hemen hemen yok denecek kadar azdır.
Kul kusursuz kalmaz. Bu gizli kusurlar kul ile Allah arasındadır. Kul bu kusurlarını
açığa vurmayıp tevbesi ile meşgul olmakla mükellef bulunduğu gibi, başkaları da
onları araştırmaktan kaçınmakla ve tesadüfen muttali olması halinde de onları
saklamakla mükelleftir.
Eğer insan mü'min kardeşinin
tesadüfen muttali olduğu kusurların! başkalarına açarsa, o kimse insanlar
arasında itibarını kaybederek, büyük bir boşluğa düşebileceği gibi, nasıl olsa
başkaları tarafından kötü tanındığı düşüncesine kapılarak artık aynı kusurları
açıktan işlemekten çekinmeyen hayasız bir insan haline de gelebilir. Bir
müslüman için böyle bir duruma düşmek ise diri diri mezara gömülmekten
farksızdır.
Muttali olduğu kusurları
saklayarak, kusur sahibi müslümanı böyle rezil ve rüsvay bir duruma düşürmekten
kaçınan kimsenin tutumu ise, elbette diri diri mezara gömülen bir kimseyi
mezardan çıkararak tekrar es ki hayatına kavuşturmaya denktir.
Ancak bu tutum gizliden günah
işleyen kimseler hakkında olunca makbul ve övgüye layıktır.
Açıktan günah işleyen ve
kusurlarını herkese ilan eden kimseler hakkında takınılacak tavır ve takib
edilecek yol ise bu değildir. Onların isyanlarına rastlandığı zaman kendilerine
elle, yahut dille müdâhele edilecek, fakat buna güç yetirilmediği takdirde
güvenlik kuvvetlerine haber verilecektir.
İbn Şahin bu hadisin garib
olduğunu, Ebu Said ibn Yunus da illetli olduğunu söylemiştir. Hadisin ravisi
İbrahim'in güvenilir bir râvi olup olmadığı konusunda ulemâ ihtilâfa
düşmüştür.[403]
4893... Salim'in, babası
(İbn Ömer) den (rivayet ettiğine göre) Peygamber (s.a.)'in buyurmuştur:
"Müslüman, müslümanın
(din) kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikeye atmaz. Kim din kardeşinin bir
ihtiyacının karşılanması için çalışır çabalarsa, Allah da onun ihtiyacını
karşılar. Her kim (dünyada) bir müslümanın bir sıkıntısını giderirse bu
sebeple Allah ondan kıyamet gününün sıkıntısından birini giderir. Her kim
(dünyada) bir müslümanın kusurunu gizlerse Allah da kıyamet gününde onu(n
kusurunu) gizler."[405]
Müslümanların kardeşliği
İslamiyet itibariyledir. Aralarında ittifak ve mutabakat bulunan iki şeye
Arapçada kardeş denilir.
Müslüman tabiri: Hür, köle,
baliğ ve mümeyyiz olan her ferde şamildir. Binaenaleyh müsllimanlıkta,
kölelerle sahipleri de kardeştirler.
Metinde geçen: "...ona
zulmetmez," cümlesi emir manasındadır ve te'kid kabilindedir. Binaenaleyh
müslümanın müslümana zulmetmesi haramdır.
İbn Battal "Mazluma
yardım etmek farz-ı kifâyedir; Sultana ise farz-ı ayndır" demiştir.
İbnu't-Tîn; "Müslümanın müslümana zulmetmekten kaçınması farz, onu
tehlikeye atmaktan kaçınması ise müstehabdır." demişse de Aynî bunların
hükümlerinin yerine göre değişebileceğini söylemiştir.
Müslümanın suçunu örtbas etmek
kendisine gizlice tenbih ve nasihatta bulunmaya mani değildir. Bu hüküm aşikâre
suç işlemeyenler hakkındadır. Zamanımızda olduğu gibi her suçu pervasızca
gözler önünde yapanlar bundan hariçtir. Bunlara "fâsik" denilir ki
gıybetleri mubahtır. Rasûlullah (s.a.) bu hususta:
"Fâciri alem bilip
dururken anmaktan çekmiyorsunuz. Onu kendisinde bulunan şeylerle anın ki,
insanlar onu tanısınlar" buyurmuştur.[406]
Kurbe: Gam, keder manasına
gelir. Bir kimsenin gam ve kederini sıkıntısını gidermek malla, canla veya
mevki ile olabilir. Nevevî diyor ki: "Burada mendup olan örtbas etme emri,
günahlarını açıktan işlemeyip gizleyen kimseler hakkındadır. Eziyet ve
şerrinden korkulmazsa kendisini uluemre şikayet etmek müsteh'ab olur. Çünkü
onun suçunu örtbas etmek ona daha ziyade eza cefaya, hürmetler çiğnemeye ve
daha başka suçları işlemeye cesaret kazandırır. Bütün bunlar olmuş bitmiş bir
suçu Örtbas etmek hakkındadır. Henüz yapılmakta olan bir suçu gören bir kimseye
ona itiraz etmesi ve elinden geliyorsa men etmesi vacibtir. Te'hiri helal
değildir. Men etmekten acizse meseleyi -bir mefsedet terettüb etmeyeceğinden
emin olmak şartiyle- uluemre şikayet etmesi lazımdır. Ravilerin, şahidlerin,
sadaka, vakıf ve yetim mallarına nezaret eden emin kimselerin ve emsalinin cerh
edilmelerine gelince; gerektiği zaman bunları cerh'etmek vacibdir.
Ehliyetlerine dokunan bir halleri görülürse onu Örtbas etmek helal değildir.
Bu hal haram olan gıybetten değil, vacib olan nasihattan maduttur. Ulema bu
hususta ittifak etmiştir."[407]
4894... Hz. Ebû
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Karşılıklı olarak
sövüşen her iki kişinin söyledikleri (kötü söz-leri)nin günahı, (kendisine
küfredilerek haksızlığa uğrayan) mazlum kimse (küfrü başlatan kimseden) daha da
ileri gitmediği sürece (küfre) ilk defa başlayan kimsenin üzerindedir."[408]
Hadis-i şerif bir müslümana
sövmenin günah oldugunu açıkça ifade etmektedir
Nitekim diğer bir hadis-i
şerifte de; "Müslümana sövmek fısktır.Onu öldürmekse küfürdür"
buyurulmaktadır.[409]
Karşılıklı olarak birbirlerine
söven iki kişiden sövüşmeyi ilk başlatanın günahı bellidir. Sövüşmeyi
başlattığı için bir günah işlemiş olduğunda şüphe yoktur.
Kendisine sövüldüğü için
karşısındakine küfürle karşılık veren öbür kimsenin verdiği bu karşılığın da
bir günah olduğu kesindir.
Önce kendisine sövüldüğü için
aynı şekilde karşılık vermek durumunda kalan şahıs karşılık verirken sövmede
karşısındakinden daha da ileri gitmediği sürece her ikisinin günahı da sövmeyi
ilk başlatanın üzerinde kalır. Saldırıya Önce uğramış olan kişi, bu günahlardan
kurtulur. Fakat bu kişi karşılık vereyim derken küfürde saldırıyı, ilk
başlatandan daha da ileri gidecek olursa dengeyi bozan kısmın günahı kendi
üzerinde kalır. Gerisinin günahı ise yine küfrü ilk başlatanın olur.[410]
4895... lyaz b. Hımar'dan
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Yüce Allah bana:
Mütevazi olunuz da kimse kimseye zulmetmesin ve büyüklük taslamasın! diye
vahyetti."[411]
Tevazu, müslümanın en belirgin
vasıflarından biridir.Azamet ve büyüklük ise Allah'ın sıfatlarındandır. Nitekim
yüce Allah bir hadis-i kudside şöyle buyurmuştur: "Azamet ve büyüklük,
benim iki sıfatımdir. Kim (bu iki sıfattan) birini takınarak bana ortaklığa
kalkışırsa şüphesiz ona azab ederim."[412] Binaenaleyh kibirlenip böbürlenen
kimseler Hanlık makamına tecavüz edip yüce yaratıcının sıfatlarının birinde ona
meydan okumuş olurlar.
Şu âyet-i kerimede
kibirlilerin âhirette hüsrana uğrayacakları belirtilerek müslümanlar
uyarılmaktadır: "Bu âhiret yurdunu, yeryüzünde böbürlenmeyi ve
bozgunculuğu istemeyenlere veririz. Sonuç Allah'dan korkanlarındır."[413] Diğer bir âyet-i kerimede de şöyle
buyurmuştur:
"İnsanları küçümseyip yüz
çevirerek, yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Şüphesiz ki Allah kendisini beğenip
övünen hiç bir kimseyi sevmez."[414]
Rasûl-i zişan efendimiz de bir
hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:
"Kalbinde zerre miktarı
kibir bulunan kimse cennete giremez."
Bir adam:
İnsan elbise ve ayakkabısının
güzel olmasını ister, dedi,
Bunun üzerine Efendimiz:
Allah güzeldir, güzelliği
sever, kibir hakkı örtmek ve insanları hakir görmektir, buyurdu.[415]
Kibirlileri en şiddetli azab
ile tehdid eden nasların yanısıra alçak gönüllülüğü öven naslar da vardır.
İşte mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif bu naslardan biridir. Mütevazı
insan kuruntu ve kibirden temizlenerek, Allah için tevazu gösterdikçe derecesi
yükselir.[416]
Rasûlullah (s.a.)'ın yaşantısı
her yönüyle örnek olduğu gibi tevâzuda da eşsiz bir örnek idi. Şefkat, yumuşak
huyluluk ve hoşgörüde bir nümü-ne-i imtisal idi. Hatta oynayan çocukların
yanından geçerken üzerinde bulunan Peygamberlik gibi yüksek bir makam dahi onu
çocuklara selam vermekten alıkoymazdı. Onlara selam verir, yumuşak davranır,
gönüllerini hoş ederdi. Hiçbir şeyi küçük görmezdi.
"Bir paçaya yahut buda
davet edilsem giderim. Bir paça yahut bud hediye edilse kabul ederim"
buyururdu.[417]
4896... Said İbn
el-Müseyyeb'den demiştir ki:
(Birgün) Rasûlullah (s.a.),
sahabilerile birlikte otururken bir adam Hz. Ebu Bekire diliyle sataştı ve onu
incitti. Hz. Ebû Bekirse ona karşılık vermedi. Biraz sonra (adam) onu ikinci
defa incitti. Hz. Ebu Bekir (yine) sessiz kaldı. Sonra adam Hz. Ebu Bekir'i
üçüncü kez rahatsız etti. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir de (ona gereken cevabı
vermek suretiyle) ondan intikam aldı.
Hz. Ebu Bekir intikam alma
yoluna gidince Rasûlullah (gitmek üzere) ayağa kalktı. Bunun üzerine Hz. Ebu
Bekir:
Ey Allah'ın Rasûlü, yoksa bana
kızdın mı? dedi. Rasûlullah (s.a.) de:
"(O adam sana atıp
tutmaya başlayınca senin adına ona cevap vermek üzere) gökten bir melek inip
onun sana karşı söylediği sözleri yalanlamaya başladı. Sen ona karşılık
vermeye başlayınca (araya) bir şeytan çıkıp geldi. Bense şeytanın bulunduğu
yerde oturmam" buyurdu.[418]
4897... (Said b. Ebi
Said'in) Hz. Ebu Hüreyre'den (naklettiğine göre); "Bir adam, Hz. Ebu
Bekir'e sövmüş..." (Hadisin kalan kısmında Said b. Ebi Said bir önceki
hadisin) bir benzerini rivayet etti.
Ebu Davud der ki; Bu hadisi
(aynen) Süfyan gibi Sapan Ibni Isa da ibn Adan dan rivayet etmiştir.[419]
"Kötülüğün cezası da ona
denk bir kötülüktür, fakat kim bağışlar ve (kendisiyle düşmanı arasını)
düzeltirse onun mükâfatı Allah'a aittir. Elbette o zalimleri sevmez"[420]
"Eğer bir ceza ile
mukabele edecek olursanız ancak size yapılan azab ve cezanın misli ile yapın
(daha fazla ileri gitmeyin); sabredersiniz and olsun ki bu tahammül edenler
için daha hayırlıdır"[421] âyeti kerimelerinde açıklandığı üzere
insanın kendisine zulmeden kimseye onun zulmüne denk olacak yani onu aşmayacak
şekilde mukabelede bulunarak intikam alması caiz olmakla birlikte, onun bu
zulmünü sabırla ve afla karşılaması kendisi için daha hayırlı ve sevabh olur.
Nitekim (2894) numaralı hadisin şerhinde de açıklamıştık.
Her ne kadar Hz. Ebu Bekir,
kendisine yapılan saldırının ikisini sabırla karşılayıp birine haddi tecavüz
etmeyecek şekilde karşılık vermek suretiyle, âyet-i kerimelerde açıklanan
ruhsat ve azimet yollarının her ikisiyle de amel etmiş ve kendisini haddi
tecavüz etmekten korumuş ise de, kendisi için daha hayırlı olacağı cihetle
Rasûl-i zişan efendimiz, bu hususta kendisine azimet yolunu tavsiye etmiş,
azimet yolunu tuttuğu sürece, kendisi adına bir meleğin cevap vereceğini,
ruhsat yolunu tutması halinde ise münakaşanın uzaması söz konusu olup bu
durumda şeytanların devreye gireceklerini haber vermiştir. Perde arkasını bilip
ona göre hareket etmenin değerini bilenler için ne güzel bir öğüt! Her ne
kadar bu rivayetler mürsel iseler de birbirlerini teyid ettikleri için
zayıflıktan kurtulmuşlardır.[422]
4898... (Abdullah) İbn Avn
dedi ki:
Ben (ilmine güvendiğim
kimselere): "Kim, kendisine edilen zulümden sonra hakkını alırsa artık
böyleleri üzerine (ceza için) bir yol yoktur"[423] (âyet-i kerimesinde sözü geçen) intikam
almanın hükmünü sorardım. Bana AH İbn Zeyd İbn Cud'ân, babasının hanımı olan
Ümmü Muhammed'den (bir hadis naklederek bu soruma cevap verdi)
İbn Avn dedi ki (bana bu
hadisi başkaları da rivayet etti. Ravilerin hepsi de şöyle) rivayet ettiler:
"Ümmü Muhammed,
Müminlerin annesi (Hz. Âişe')nin yanına girer (çıkar)dı. (Birgün) mü'minlerin
annesi (Hz. Aişe ona şöyle) demiş:
Bir defasında yanımda Zeyneb
bint Cahş varken Rasûlullah (s.a.) yanıma gelmişti. (Hz. Zeyneb'i görmeden)
eliyle (kan-koca arasında geçen bir hareket) yaptı. Ben de kendisine bir
işarette bulunarak kendisini Zeyneb'in varlığından haberdar ettim. Rasûlullah
da (bu hareketi) bıraktı ve (Hz. Aişe'nin verdiği bu habere göre) Hz. Zeyneb de
Hz. Aişe'ye (dönüp O'na) dili ile sataşmış, Hz. Peygamber onu (bundan)
nehyetmiş ise de Hz. Zeyneb sataşmasından vazgeçmemiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber,
Hz.Aişe'ye:
Sen de ona dil uzat, demiş o
zaman Hz. Aişe de Hz. Zeyneb'e dil uzatmış ve Hz. Zeyneb'in hakkından gelmiş.
Bunun üzerine Hz. Zeynep, Ali (r.a.)'e (şikayete gitmiş) ve: "Muhakkak ki
Aişe (r.anha) (bana hakaret etmekle Haşimoğullanndan olan) size (de) hakaret
etmiş oldu" demiş. (Aynı şekilde varıp Haşimoğullarına şikayet) etmiş,
derken Hz. Fatma (durumu arzetmek ve Hz. Zeyneb'in hakkını aramak üzere Hz.
Peygamber'in huzuruna) gelmiş (Hz. Peygamber de) O'na:
"Ka'be'nin sahibine yemin
olsun ki o, (Aişe) senin babanın sevgili eşidir. (O Haşimoğullarına dil
uzatmış bile olsa sakın onun aleyhinde birşeyler söyleme)" buyurmuş. Hz.
Fatma da dönüp gitmiş Haşimoğullarına varıp:
Gerçekten ben Hz. Peygambere
(varıp) şöyle şöyle dedim; o da bana şunları şunları söyledi, demiş; ayrıca Ali
(r.a.) Peygamber (s.a.)'e varıp O da bu mevzuda kendisiyle konuşmuş.[424]
Bir Önceki hadis-i şerifin
şerhinde de açıkladığımız gibi aslında (sözlü çekişmelerde) yapılan saldırıyı
ona denk olacak şekilde karşılamak caiz olmakla birlikte, tamamen sükût yolunu
tercih ederek çekişmenin uzamasını önlemek daha faziletli bir iştir, fazilet
erbabının yoludur.
Bir Önceki hadis-i şerifte söz
konusu edilen böyle bir çekişmede Hz. Peygamber, Hz. Ebu Bekir için sükûtu
tavsiye ederken mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte, Hz. Aişe'nin
kendisine saldıran Hz. Zeyneb'e karşılık vermesini tavsiye etmiştir. Bu husus
açıklanması gereken önemli bir meseledir.
Hadis sarihlerinin açıklamalarına
göre, Hz. Peygamber'in Hz. Ebu Bekir'e bir münakaşa esnasında sükûtu tavsiye
ederken, Hz. Aişe'ye cevap vermeyi tavsiye etmesi, Hz. Ebu Bekir'le, Hz.
Aişe'nin manevi makamlarının farklılığından kaynaklanmaktadır.
Hz. Ebu Bekir, makam itibariyle
daha yüksek ve hadiselere tahammül gücü daha fazla olduğu cihetle ona tahammülü
daha zor olan sükût yolunu tavsiye ederken, Hz. Aişe'ye tahammül gücünü
aşacağı için sükûtu tavsiye etmemiş, hasmının saldırısını dengeleyecek şekilde
bir cevap vermesini tavsiye etmiştir.
Eğer Hz. Ebu Bekir'e de bu
yolu tavsiye etseydi, evlayı terk demek olan bu yol, onun yüksek makamına uygun
düşmezdi.
Ayrıca bir önceki hadisede Hz.
Ebu Bekir'in hasmına cevap vermesinin münakaşanın uzamasına sebep olması
şeytanın da bu münakaşadan dolayı iki müslüman arasına fitne girmesi için
ümitlenmesine yol açması söz konusu idî.
Nitekim Hz. Ebu Bekir'in
sükûtu, Hz. Aişe'nin de cevap vermesi münakaşaların kısa zamanda sona
ermesinde müessir olmuştur.
Bu bakımdan münakaşada sükûtu
tercih etmek evla olmakla beraber münakaşanın sona ermesi ya da çıkması
muhtemel bir fitnenin önlenmesi hasma karşı tonlu bir cevabın verilmesine
bağlı ise o zaman tehlikenin durumuna göre cevap vermek bazan müstehab, bazan
da vacip olur.
Hz. Peygamberin Ebu Bekir'e
sükût tavsiye etmesi, bir meleğin O'nun namına hasmına cevap vermiş olması ile
açıklanabilir. Fakat Hz. Peygamber, Hz. Aişe adına Hz. Zeyneb'e böyle bir
meleğin cevap vermesine gönlü razı olmadığı için, Hz. Aişe'ye cevap vermeyi
tavsiye etmiş olabilir. Ayrıca Hz. Zeyneb'in Hz. Aişe'ye saldırısı Hz.
Peygamber'in bir hareketinden doğmuş olduğu için, bu saldın netice itibariyle
Hz. Peygamber'e yapılmış bir saldırı haline dönüşebilirdi. Hz. Peygamber, Hz.
Zeyneb için
böyle bir tehlikenin
doğmasından korktuğu ve bunun önlenmesinin de Hz. Aişe'nin vereceği cevapla
mümkün olacağına inandığı için Hz. Aişe'ye cevap vermeyi tavsiye etmiş
olabilir.
Bu hadisin ravisi Ali İbn Zeyd
güvenilir bir ravi değildir. Ümmü Muhammed ise Münzirî'nin zannettiği gibi Ümmü
Ced'ân değildir. Zeyd İbn Ced'ân'ın hanımıdır.[425]
4899... Âişe (r.anhâ)'dan
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"(Kendisiyle sohbet ettiğiniz
mü'min) bir arkadaşınız vefat ettiği zaman onu bırakınız. Hakkında kötü sözler
söylemeyiniz."[426]
4900... Hz. İbn Ömer'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (a.s.):
"Ölülerinizin
iyiliklerini anınız kötülüklerin (i zikretmek)den kaçınınız" buyurmuştur.[427]
Metinde geçen
"ölülerinizin iyiliklerini anınız" emri istihbab ifade eder. Bu
bakımdan müslümanların ölülerinin iyiliklerini anmak müstehabtır.
"Ölülerinizin
kötülüklerini anmaktan kaçının" emri ise farziyyet ifade ettiğinden
müslümanların ölülerinin kötülüklerini anmak haramdır. Çünkü bir müslüman,
öldükten sonra aleyhinde konuşmak, bir gıybettir. Hatta bir müslümamn
ölümünden sonra aleyhinde konuşmak, sağlığında aleyhine konuşmaktan daha da
çirkindir. Çünkü sağlığında aleyhinde konuşulan kimseyle helalleşmek mümkün
olduğu halde, ölü bir kimseyle helâlleşmek mümkün değildir. Fakat kâfirlerin ve
bidatçilerin sağlıklarında olduğu gibi ölümlerinden sonra da aleyhinde
konuşmakta bir sakınca olmadığı gibi, bazan halkı tehlikelerinden korumak için
kötülüklerini hatırlatmak dinî bir görev olur.
Ayrıca ulemâ, güvenilir
olmayan ravilerin kusurlarını sağlıklarında ve ölümlerinden sonra zikretmenin
cevazında ittifak etmişlerdir. Mevzumuzu teşkil eden (4900) no'lu hadisin
ravisi İmran İbn Enes, tenkid edilerek güvenilir bir ravi olmadığı
söylenmiştir.[428]
4901... Hz. Ebu Hüreyre'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İsrail oğullarının
içinde biri hayra diğeri de şerre yönelmiş iki kişi vardı. Birisi günah
işlemekle, diğeri de ibadetle meşguldü. İbadetle meşgul olan devamlı olarak
diğerini günah işlerken görür ve (her tefasında da ona): "Vazgeç"
derdi. (Yine) birgün (onu böyle) günah üzerinde bulup ona "vazgeç"
dedi o da:
Benim karşımdan çekil, benim
Rabbim seni benim üzerime bir gözetleyici olarak mı gönderdi? diye cevap verdi.
Bunun üzerine (beriki):
Allah'a yemin olsun ki (böyle
devam edersen) Allah seni affetmez yahutta seni cennete sokmaz, dedi. Bir süre
sonra ikisi de vefat ettiler ve alemlerin rabbi huzurunda bir araya geldiler.
(Yüce Allah) şu ibadete düşkün olana:
Sen beni (m kullarıma nasıl
muamele yapacağımı kesinlikle) biliyor muydun, yahut benim elimde olan
(tasarruf imkanın)a sahip miydin, (de kulum hakkında benim adıma böyle kesin
bir hüküm verebildin) dedi.
Günahkâr olana:
Git rahmetimle cennet(im)e
gir, buyurdu. Diğeri için de: "Bunu cehenneme götürün" emrini verdi.
Hz. Ebu Hüreyre dedi ki:
"Varlığım elinde olana zata yemin olsun ki (sözü geçen âbid adam diğeri
için böyle kesin bir hüküm vermekle) öyle bir söz söylemiş oldu ki, (bu kelime)
(kendi) dünyasını da âhiretini de helak etti."[429]
Bilindiği gibi "Hüküm
Allah'mdır.[430] "Kendine şirk koşu|msım affetmez"[431] "Şirkin dışındaki günahları
dilediği kimseye mağfiret buyurur"[432] "Dilediğini de azab eder."[433] Herşey onun elindedir, onun üstünde
hiçbir güç yoktur. Öyleyse Rasûlullah (s.a.)'ın dışında onun adına hiç
kimsenin hiçbir kimse hakkında hüküm verme hakkı olmadığı gibi, cennete ya da
cehenneme gönderme yetkisi de yoktur. Bir kimsede böyle bir yetki görmek ise
onu Allah'a ortak kılmak anlamına geleceğinden şirktir.
Nitekim şu âyet-i kerimede
ifade edilmek istenen de budur. "Onlar, âlimlerini ve rahiblerini AHah'dan
başka rabbler edindiler."[434]
Ancak Allah'ın Kur'an-ı
Keriminde ve Rasûlullah'm hadis-i şeriflerinde açıklamış oldukları hükümleri
halka açıklamak böyle değildir. Bu sadece Allah'ın ve Rasûlünün emirlerini yine
Allah'ın ve Rasûlunun bu mevzudaki emirlerine uyarak halka nakletmekten
ibarettir. Binaenaleyh bir kimsenin Allah adına kendi kafasından hüküm vermesi
onu dünya ve âhirette iflasa sürükler.[435]
4902... Ebu Bekre'den
(şöyle dediği rivayet edilmiştir): Rasûlullah (s.a) buyurdu ki:
"Ahirete ertelenecek
cezası ile beraber, sahibi için zulüm ve akrabayı ziyareti terk kadar,
Allah'ın cezalandırmayı çabuklandırmasına layık olan bir günah yoktur."[436]
Bağy: Zülüm etmek, haktan
ayrılmak, İslam devletine isyan etmek, yaratıklara karşı kötü davranmak ve
kibirli olmak gibi manalara gelir. Sindî, hadiste geçen bu kelimeyi zulüm ve
yaratıklara kötülük etmek şeklinde yorumlamıştır,
Katiat-i Rahim: Akraba ile
ilgiyi kesmek, onlara gerekli ilgiyi göstermemek ve onlara karşı üzerine
düşeni yapmamaktır. Sıla-i rahim ise bunun zıddı ve tersidir. Yani Akraba ile
iyi ilişki kurmak, onlara karşı üzerine düşeni yapmaktır.
Zulüm, haksızlık ve
yaratıklara kötülük etmek ile akraba ile ilgisizlik suçlarına karşı âhirette
verilece cezadan başka dünya hayatında da ceza verileceği, hem de diğer
günahların cezalarından önce verileceği, ilk iki hadiste bildirilmiştir.
Bilindiği gibi bazt suçların cezasının bir kısmı âhirete bırakılmakla beraber
bir kısmının cezası da dünyada verilir. İşte bu iki günah bu tür suçlardandır.[437]
4903... Ebu Hüreyre'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Hasedden (kıskançlıktan)
sakınınız. Çünkü ateşin odunu yediği gibi kıskançlık da iyi amelleri yer
bitirir." Yahutta: ("odunu" lafzı yerine) "otu"
(diye) buyurmuştur.[438]
Hased: Başkasında olan
nimetten (can, mal sıhhat) huzursuz olup, elem duyarak, o kişiden o nimetin
gitmesini istemektir. Cehalet ile tamahkârlığın birleşmesinden, kaynaşmasından
doğar. Akran ve akraba arasında çok olur.
Hased, çirkin ahlâkın en
zararlılanndandır. Şeytanın ebedî saadetten mahrumiyetine sebep de Hz. Adem'e
hased etmesi ve büyüklenmesi idi. Hased herkeste bulunur. Fakat derecesi
farklıdır. Kiminin hasedi hayalinden gelir, geçer, kiminin içinde biraz
kaldıktan sonra akıl ve insafın üstün gelmesiyle dağılır gider. Bazılarınınki
de nefiste yerleşir, gittikçe artar, işte asıl hased, buna derler.
İmam Gazzalî hasedi doğuran
yedi sebeb bulunduğunu söyler:
a. Düşmanlık,
b. Kuvvetli, üstün ve
yüce olma isteği,
c. Büyüklenme,
d. Kendini beğenme,
e. İsteklerini elinden
kaçırma korkusu,
f. Riyaset (başkanlık) sevgisi,
g. Kişinin tabiatının
alçaklığı ve pisliği.
Bunların hepsi hasede sebep olmakla
beraber en âdisi nefsin ve huyun pisliğinden kaynaklanan haseddir.
Rezil ve sefil kişilerin
çoğunun faziletli,ve değerli kişilere karşı olan çekemezlikleri bu nevidedir.
Böylesi bir nefse sahip olan
kişiler sürekli olarak azab içinde kalırlar, diğer kişiler yükseldikçe nimet
sahibi oldukça, bunlar alçalır ve azabdan kıvranırlar. Cenab-ı Hakk'ın sonsuz
kerem ve nimetlerinden kişilere isabet eden her mevki, mal, nimet karşısında
bunlar binbir mihnet ve sıkıntı içinde bulunurlar. Bu kısım hasedin ilacı zor
olduğundan böyle bir mizaca sahip olan kimselere kolay kolay şifa bulamazlar.
Zira kaynak dışarıda değil, nefsinin pisliğindendir.
Hasedçi çoğu zaman, içinde
bulunduğu tahammül edilmez. Sıkıntının şevkiyle hased ettiği kişinin gıybetini
yapmak zorunda kalır.
Gıybet, ise kıyamet gününde
kişinin salih amellerinin, gıybeti edilen kimseye gitmesine, gıybeti yapılan
kimsenin günahlarının da gıybet eden kimseye yükletilmesine sebep olur. Ayrıca
hasetçi çoğu zaman haset ettiği kimsenin elinde bulunan nimetlerin zevalini
ister. Bu ise Allah'ın kaza ve kaderine karşı gelmek demektir. İşte hased,
sahibini böyle amellerinin sevabını alamayan, müflis ve bedbaht bir duruma
düşürdüğünden, mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte, hasedin yaptığı bu
tahribat ateşin odunu ya da otu yakıp bitirişine benzetilmiştir.
Haset ettiği kişiye zarar
vermeye, gıybetini yapmaya götüren hasetler
haramsa da etrafına zulmeden,
eza ve cefa veren zâlim düşmanlar için ellerinde bulunan nimetlerin zevalini
temenni etmekte bir sakınca yoktur.[439]
İslâm terazisinde kefesi daima
ağırbasan insan, sadık, saf ve nefsi hile, ihanet, hased ve düşmanlıktan
temizlenmiş olan insandır. İbadeti az da olsa kefesi ağır basar bu insanın.
Göğsü kin ve hased dolu olan,
insanları rahatsız eden bir insan ise ibadeti çok da olsa kefesi hafif
kalacaktır. Çünkü o, duvardaki hafif, içi boş bir tuğlaya benzer ve onun
gibileri bu duvarın yıkılmasına sebep olur. İsIâmın istediği örnek müslüman,
güzel ibadet, temiz kalp ve iyi muamelenin kendinde toplandığı özü sözü uygun
bir kimsedir. İşte bu tip müslümanlarla İslam toplumunun yapısı kuvvetlenir ve
Rasûlullah'ın belirttiği şekilde birbirine kenetlenmiş duvar gibi olur. Böylece
bu temiz ve birbirine kenetlenmiş toplum, Allah'ın âyetini insanlara taşımaya
lâyık olur.[440]
4904... Sehl İbn Ebi Umame
şöyle demiştir:
"(Birgün) babamla
birlikte, Ömer İbn Abdulaziz'in Medine Valiliği zamanında, Medine'de Enes İbn
Malik'in yanma girdim. Bir de baktık ki Hz. Enes yolcu namazı gibi ya da ona
benzer (kısa) bir namaz kılıyor. Selam verince babam (O'na):
Allah sana rahmet etsin, söyle
bakalım bu (kıldığın) farz bir namaz mıdır yoksa kıla geldiğin nafile bir namaz
mıdır? dedi (O da:)
Bu farz namazdır
ve Rasûlullah'ın namazıdır. (Ben) unutarak yanıldığım
birşey dışında (bunda bile bile) hiçbir yanlışlık yapmadım. Muhakkak ki
Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "(Kendiliğinden) nefislerinize zorluk
çıkarmayınız. Sonra size (Allah tarafından) zorluk çıkartılır. Nitekim (geçmiş
ümmetlerden) bir kavim kendilerini zora koştular da Allah da onlara zorluk
çıkardı. İşte kiliselerde ve mabetlerde kalıntıları bulunan "ruhbanlığı
da onlar uydurmuşlardır."[441] Sonra ertesi günü (Ebu Umame)
sabahleyin (Hz. Enes'e) varıp:
(Bizimle beraber çöl
yolculuğuna katılman ve oradaki ibretli eserleri) görmen ve ibret alman için
(sen de hayvanına) binmez misin? dedi. (Hz. Enes de:)
Evet, cevabını verdi. Bunun
üzerine hepsi de (vasıtalarına) bindiler ve halkı helak olmuş, yıkılmış ve yok
olmuş, tavanları çökmüş bir diyara geldiler. (Ebu Umame Hz. Enes'e:)
Bu diyarı tanıyor musun? diye
sordu, (Hz. Enes de:)
Burayı ve halkını hem de nasıl
tanıyorum. Burası öyle bir kavmin diyarıdır ki, onları azgınlık ve kıskançlık
helak etti. Çünkü haset iyiliklerin nurunu söndürül-, azgınlık ise bunu ya
doğrular, ya da yalanlar. (Yanı azgınlık hasedin yapılmasını istediği kötü
fiilleri ya yerine getirip onun hükmünü icra eder. Ya da onun hükmünü icra
etmesine imkân vermez). Göz zina eder, Avuç, ayak, beden, dil ve mahrem yer de
bunu ya doğrular, ya da yalanlar.[442]
Dine, dinin aslında olmayan
unsurları sokarak dini güç yetirilmez bir ibadetler manzumesi haline getirmenin
ve hasedle zulmün, ülkelerin kısa zamanda yok olup gitmesine sebep olacaklarım
ifade eden bu hadis, İbn Kayyım el-Cevziyye'nin tahkikine göre, sahih
değildir. Çünkü çocuk ağlaması gibi namazı kısa kesmeyi gerektiren çok ciddi
bir sebep olmadıkça Hz. Peygamber'in farz namazları kısa kestiği
görülmemiştir.
Şayet, bu hadisin doğruluğu
kabul edilse bile, Hz. Enes'in kılmakta olduğu söz konusu namazın bir farz
namaz olduğu düşünülemez. Olsa olsa sabah namazının sünneti gibi revatip
sünnetlerden biri olabilir. Hz. Enes dinleri tahribten, ruhbanlıktan
bahsetmekle farz namazları âdabına ve erkânına riâyet ederek kılmayı kast etmiş
olamaz. Ancak, çocuk ağlaması gibi namazı kısaltmayı gerektiren çok önemli bir
sebep olduğu halde namazı uzatmamayı kast etmiş olabilir.
Hasedle ilgili lüzumlu
açıklamayı bir önceki hadisin şerhinde yapmış olduğumuzdan burada tekrara lüzum
görmüyoruz.[443]
4905... Hz. Ebu'd-Derdâ,
Rasûlullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu söylemiştin
"Kul bir şeye lanet
ettiği zaman o lanet semaya yükselir. Fakat (lanet çok korkunç bir hadise
olduğundan) gök kapıları (korkularından onu kabul etmek istemezler de) hemen
onun önünde kapanıverirler. Sonra yere iner; (fakat) onun önünde yer kapıları
da kapanır. Sonra (gidecek bir yer bulamadığından) sağa-sola meyletmeye başlar.
(Sağa ya da sola gitmek için de) bir izin bulamayınca (gerçekten lanet edilmeye
lâyık) ise lanet edilen kimseye döner. (Lâyık) değilse lanet edene döner."
Ebu Davud der ki, Mervan,
Muhammed, senedinde bulunan Velid h.
Rebah'ın aslında Rebah b.
Velid olduğunu ve bu hadisi Nemraridan işittiğini söyledi. Yahya İbn Hassan
(ondan Velid İbn Rebah diye) bahsetmekle yanılmıştır.[444]
Lanet etmek, dua yoluyla
birşeyin Allah'ın rahmetinden kovulmasını ve uzaklaştırılmasını istemektir.
Belli bir şahsa bu manada kesin bir şekilde lanet etmek asla caiz değildir.
Ancak, Ebu Cehil gibi küfür üzere öldüğü kesin olarak bilinen kimselere lanet
etmekte bir sakınca yoktur. Binaenaleyh, zina isnadından dolayı, eşler
arasında başvurulan lâneüeşme olayında, lanetin yöneltildiği eş kesin bir
şekilde belli olmadığından sözü geçen lanetleşmede bir sakınca bulunmadığı
gibi, ölüp gitmiş olan bir kafir ya da bid'atçi için: "Eğer küfür
üzerinde ya da bid'at üzerinde Ölmüş ise Allah ona lanet etsin" demekte
de bir sakınca yoktur. Çünkü bu nevi lanette bir kesinlik (kat'îlik) yoktur.
Sadece bir şarta bağlılık (ta'lik) vardır.
"Allah hüllecîye de hülle
yaptırana da lanet etsin"[445] "Allah ribayı, yiyene de yedirene
de lanet etsin."
"Allah rüşvet verene de
alana da lanet etsin"[446]
"Allah kendini kadınlara
benzeten erkeklerle, erkeklere benzeten kadınlara lanet etsin."[447]
"Allah anne ile çocuğunu
ayıranlara Iânet etsin"[448]
"Allah saçlarına,
başkalarının saçlarını ulayanlara Iânet etsin."[449]
Mealindeki hadislerdeki Iânet
ise muayyen bir şahsa yöneltilmemiştir. Bilakis kimlikleri meçhul kimselere
yöneltilmiş bir lanettir. Bu sebeple bu nevi lanetlerde bir sakınca yoktur.[450]
Ama müslümana yakışan, hiçbir
kimseye Iânet okumamaktır. Çünkü Cenab-ı Hak İblis dahil herhangi bir şeye
Iânet etmemizi bize vâcib kılmamıştır. Zira peygamber (s.a.): "Mü'min
sövüp sayıcı lanet edici, hayasızca konuşucu ve edepsiz değildir."[451]
"Şüphesiz ki lanet
ediciler kıyamet günü ne şâhid olurlar ne de şefaatçi.."[452]
"Müslümana sövmek
fasiklıktır. Onunla savaşmak ise küfürdür.”[453]
“Ben lânetçi olarak
gönderilmedim”[454] buyurmuştur.[455]
4906... Semure İbn
Cündüb'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Birbirinize Allah'ın
lânetiyie, gazabıyla ve cehennem ateşiyle lanet etmeyin"[456]
Hadis-i şerifde müslümanlann:
"Allah'ın laneti senin üzerine olsun, Allah'ın gazabı senin üzerine olsun,
Allah seni cehennemine soksun" gibi Allah'ın lanetini yada gazabını veya
cehennemini ihtiva eden sözlerle birbirlerine beddua etmeleri
yasaklanmaktadır.
Gerçek müslüman hiçbir zaman
Iânet kelimesine ağzını alıştırmamalıdır. Çünkü "Müslümana sövmek
fasıldık, onunla savaşmak ise küfürdür."[457]
"Allah Teala kötü sözü ve
kötü söz söyleyeni sevmez."[458]
Nitekim Fahr-i kâinat
efendimiz de: "Ben lânetçi olarak gönderilmedim, ancak rahmet
(peygamberi) olarak gönderildim"[459] buyurmuştur.
İslarmn temiz havasını
teneffüs etmiş bir müslümana lânetçilik ve küfürbazlık asla yakışmaz. O bu tür
vasıflardan çok, ama çok uzaktır.
Gerçek bir müslüman konuştuğu
her kelimenin hesabını vereceğini, kalbinin derinliklerinde hisseder. Hayat
şartlan onu bazı tartışmalara sürüklerse de öfkesini yenmeyi ve sinirlerine
hâkim olmayı bilir.[460]
4907... Ebu'd Derdâ
Rasûlullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Lânetçiler, kıyamet
gününde ne şefaatçi olabilirler, ne şâhid olabilirler"[461]
Bilindiği gibi şefaat aslında
Allah'a mahsus bir hak[462] olmakla beraber yüce Allah Rasulûne, kendisine şirk
koşmayan günahkâr mü'mirilere kıyamet gününde şefaat etme izni verecektir.[463] RasûIüne bahşetmiş olduğu bu yüksek
makama da "Makam-ı Mahmûd" denir.[464]
Hz. Peygambere tanınan bu ilk
şefaat yetkisinden sonra şefaat etme sırası, diğer peygamberlere, âlimlere ve
şehidlere verilecektir.[465] Yine meleklere ve bazı mü'mirilere de şefaat izni
verilecektir.[466] Fakat, mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte, lânetçi
kimselerin kıyamet gününde hiçbir şefaat etme yetkisine sahip olamayacakları
ifade edilmektedir. Bu hadis-i şerifte ayrıca: "Ey müslümanlar, böylece
sizi seçkin ve şerefli bir ümmet kıldık ki, bütün insanlar üzerine adalet örneği
ve hak şahidleri olasınız"[467] mealindeki âyet-i kerimede ve benzerlerinde
kıyamet gününde Hz. Muhammed ümmetine verileceği bildirilen diğer ümmetlere.
Peygamberlerin tebligatta bulunduklarına dair şahitlik etme yetkisinin de
lânetlilere verilmeyeceği bildirilmektedir. Metinde geçen "şahidlik"
kelimesi aslında üç manaya gelebilir.
a. Ahirette diğer ümmetler
hakkında ve peygamberlerin tebligatı hakkında şahitlik etmek,
b. Dünyada şahitlik etmek,
c. Allah yolunda şehid
olmak. Bunların içerisinde hadisin ruhuna en uygun olanı birinci mana
olduğundan biz bu manayı tercih ettik.[468]
4908... İbn Abbas'dan
(rivayet edildiğine göre); Bir adam rüzgâra lanet etti... (Bu hadisi Musannif
Ebû Davud'a rivayet eden diğer râvi) Müslim (ise bu hadisi) şöyle rivayet
etti: "Hz. Peygamber zamanında rüzgâr bir adamın etekliğini vücudundan
çekip aldı. Adam da rüzgâra lanet etti." Bunun üzerine Peygamber (s.a.):
"Ona, lanet etme! Çünkü o
emirle hareket eder ve bir kimse lâ-nete ehil olmayan bir şeye lanet edecek
olursa o lanet kendisine döner" buyurdu.[469]
Allah'ın emri seresi rüzgârlar
bazan esip insanlara bereketli yağmurlar getirip ekinlerin ve meyvelerin
olgunlaşıp tatlanmasına hizmet ederlerken, bazan da evlerin çatılarını uçurup,
ağaçlan ve ekinleri köklerinden söküp yeşillikleri kurutarak büyük felaketlere
ve zararlara sebep olurlar. Bu hadiselerin hiçbiri rüzgârın kendi irâde ve
arzusuyla olmuş değildir. Rüzgârın bu hâdiselere sebep olması, ancak ve ancak
yerlerin ve göklerin yegâne hâkimi olan yüce Allah'ın iradesiyle, insanların
imtihan hikmetine mebni olarak meydana gelmektedir. Rüzgârın irade ve ihtiyarı
olmadığına göre o bu zararların meydana gelmesinde sadece bir alet
hükmündedir. Bilindiği gibi alet, akıl ve irade sahibi olmadığından cezaî
ehliyete sahip değildir.
Binaenaleyh müslüman herşeyde
olduğu gibi; rüzgârın esip hayır ve şer getirmesi gibi tabiat olayları
karşısındaki tavrında da devamlı uyanık olmalı ve daima lanet etmekten uzak
durmalıdır:
"Hak kulundan intikamın
yine abdiyle alır.
Bilmeyen ilm-i ledünnü anı abd
etti sanır.
Her işin halikı O'dur, abd
elinde işlenir.
Sanma ansız Bahriyâ, âlemde
bir çöp deprenir."[470]
4909... Âişe (r.anha)'dan
(rivayet edildiğine göre birgiin); kendisinin bir şeyi çalınmış da çalan
kimseye beddua etmeye başlamış. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):
"(Böyle beddua ederek)
onun günahını hafifletme" buyurmuş.[471]
Fethü'l-Vedûd yazarının
açıklamasına göre Hz.Peygamber, Hz. Âişe'yi bir eşyasının çalınmış olmasından
dolayı öfkeli bir halde hırsıza beddua ederken görünce, ona bedduayı terk etmeyi
tavsiye etmiştir. Çünkü bir insanın bir insanı üzüp öfkelendirmesi,
öfkelendiren kimsenin kıyamet gününde cezaya çarptırılmasını gerektirir.
Öfkelenen kimsenin beddua etmesi ise bu günahı hafifletir. Öyleyse zarara
uğrayan kimsenin uğradığı zarardan dolayı kendisini zarara uğratan kimseye
beddua etmesinin hiçbir yararı yoktur.
Hz. Peygamberin, bu sözden
maksadı suçlunun günahının azalmasını önlemek ve kesinlikle azaba
çarptırılmasını sağlamak değil, beddua etmenin lüzumsuzluğunu açıklamaktır.[472]
4910... Enes İbn Malik'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Birbirinize düşmanlık
beslemeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah'ın
kulları! Kardeş olun! Bir müslümanın bir din kardeşine üç günden fazla küsmesi
helâl değildir."[473]
Hased: Bir nimetin din
kardeşinden alınıp kendisine verilmesini istemektir ki, pek çirkin bir şeydir.
Buğz: Sevginin zıddıdır.
Tedâbür: Birbirlerine sırt
çevirmek demektir. Kaadı Iyaz'a göre bundan murad, birbirinize düşmanlık
etmeyin, demektir. Birbirinizi terk etmeyin manasına geldiğini söyleyenler de
vardır.
Taberanî diyor ki: "Bu
gibi şeyler kazanmakla elde edilmez." Binaenaleyh onları teklif de doğru
değildir. Buradaki nehiy onların sebeplerine hamledilir; yani buğzu, hasedliği
ve küsüşmeyi icab eden işleri yapmayın, demektir.
Zührî'nin rivayetindeki dört
hasedden murad: Buğzetmemek, hasedlik etmemek, birbirine sırt çevirme ve kardeş
olmaktır.
Şafiîlere göre bu hadis, bir
müslümanın din kardeşi ile üç günden fazla dargın kalmasının haram; üç gün
dargınlığın ise mubah olduğuna delildir. Üçüncü günden fazla süren dargınlığın
haram olduğuna nass ile üç günlük dargınlığın mubah olduğuna ise mefhum-i
muhalifi ile delâlet etmektedir. Üç günlük dargınlığın affedilmesi, insanın
yaradılışında gadab ve kötü huyluluk bulunduğundandır.
Hanefilere göre, mefhum-i
muhalif sahih delil değildir. Onlarca üç eünden fazla dargınlığın haram
olduğunu beyan, üç gün dargınlığın helal olmasını iktizafnez.
Bazıları bu dargınlığın
dünyaya ait bir iş için üç gün olduğunu, âhiret için olursa üç günden fazla
dargın durmanın meşru kılındığını söylemiş, Peygamber (s.a.)'in Tebuk gazasına
iştirak etmeyen üç kişi ile elli gün konuşmadığını, ashabına da onlarla
konuşmamalarını emrettiğini, buna misal göstermişlerdir. Bu zevatın tevbeleri
kabul buyurulduğuna dair âyet inmiş ve müslümanlar kendileri ile konuşmaya
başlamışlardır.
Dargınlığın, sırf bir selamla
sona erip ermeyeceği ulema arasında ihtilaflıdır. Cumhura göre mücerred bir
selam vermek veya almakla dargınlık sona erer. Bir rivayette İmam Malik'in
kavli de budur. İmam Ahmed'e göre dostluk eski haline dönmedikçe dargınlık
geçmiş sayılmaz. Mâlikîlerden İbn Kaasim'ın kavli de budur.[474]
4911... Ebu Eyyûb el -
Ensarî'den (rivayet edildiğine göre);
Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Hiçbir müslümana kardeşini -karşılaştıklarında biri yüzünü
bir tarafa, diğeri Öbür tarafa çevirecek derecede- üçgünden fazla terk etmesi
helâl değildir. Hayırlıları ise daha önce selâm verenleridir.”[475]
4912... Hz. Ebu Hüreyre'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bir mü'minin bir mü'mine
üç günden fazla küsmesi helal olma/. Eğer küsen kimse (küs iken) üzerinden üç
gün geçecek olursa hemen ona varıp selam versin. Eğer selamını alırsa (her
ikisi de barışmanın) sev(abın)a ortak olurlar. Eğer selamı almazsa (küslüğün)
günah(ını) yüklenmiş olur." (Ravi Ahmed b. Said rivayete şu sözleri de)
ekledi: "Selam veren de küslük (günahın) dan kurtulmuş olur."[476]
4913... Âişe (r.anha)'dan
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bir müslümanın bir
müslümana üç günden fazla küsmesi (helal) olmaz. Binaenaleyh (din kardeşine
küsen kimse) onunla (her) karşılaştığında selam verir (ve bu karşılaşma ve
selamlaşma) üç defa (tekerrür ettiği halde o zat) bu selamların hiçbirini de
almazsa (küslüğün) günahını yüklenmiş olur."[477]
İyi günler kadar kötü günler,
sevinç kadar üzüntü; sukûnet kadar gürültü ve kızgınlık da bu hayatın tabiî
hallerindendir. Sevinmek bağışlamak hoş görmek gibi kırılmak, üzülmek ve
küsmek de beşerî davranışlar ve reaksiyonlardır.
Hadisimiz, sebebi ne olursa
olsun mü'min için din kardeşine küsme süresinin en çok üç gün olduğunu
belirlemektedir. "Hiç küsmeyin" dememekte küsme ihtiyacını tatmin
süresini oldukça kısaltarak müslüman toplumda köklü bir ülfet ve muhabbetin
devamını sağlamaya çalışmaktadır.
"Üç günlük dünyada",
"üç gün" ömrü olan bir hakkı, hiç kullanmamak yani küsmemeye çalışmak
belki daha da uygundur, en azından idealdir...
Karşılaşınca
"selam"!aşmaları bir vecibe olan iki müslümandan birinin bir tarafa
ötekinin bir başka tarafa başını çevirip birbirini görmezlikten gelerek geçip
gitmeleri kadar din kardeşliğine ters düşen bir başka davranış düşünülebilir
mi?
Bu yakışıksız duruma son
vermek büyük bir hayırdır. Mümkün olan en kısa zamanda son vermekse daha büyük
bir hayırdır. Tabiatiyle böyle bir teşebüsü ilk kez ortaya koyan, o kişilerin
en hayırlısı olacaktır.
Aslında selam vermenin 90,
alanın 10 sevab kazanacağı, yani toplumda sulh ve sükûnun, emniyetin, devamını
sağlayıcı, başkalarının, iyiliğini
isteyici ve zararsızlığı
sembolize edici iik işareti verenin onda dokuz oranında üstünlüğü kabul
edilmiştir. Bu da ilk selamı verenin hayırlı olmasını bir başka açıdan ortaya
koymaktadır.
Ancak açık küfrü, bid'alı ve
günahkârlığı sebebiyle, kişiyi, bu halleri devam eliği sürece terketmek
caizdir. Yoksa böyle zann tevehhüm ederek herhangi bir müslümanı terk etmek asla
caiz değildir. Hele hele "bizim grubtan değil" gibi pek abes bir
gerekçe ile başka dini grublara selam vermemek cinsinden çiğlikler hiç kimseye
fayda getirmeyecektir. Hiç bir ciddî sebeb yokken, halk arasına çokça
söylendiği gibi "artık herşey bitti, ölürsem cenazeme gelmesin, ölürse
cenazesine gitmem" şeklinde uzlaşmaz, ve barışmaz bir tutum içine
girilmesini dinimiz asla tasvip etmemektedir. Zaten İslam toplumunun buna
tahammülü de yoktur.
"Üç günlük" küs
durma ruhsatı talim ve terbiye maksadına yöneliktir. Herhangi bir hata işleyen
müslümanın, hatasını anlaması için en fazla üç gün dargın durulabilecektir.
Ötesi haramdır. Daha kısa sürede barışılması ise çok daha güzel ve hayırlıdır.[478]
4914... Ebû Hüreyre'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah {s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Bir müslümanın (din)
kardeşine üç (gün)den fazla küsmesi helal olmaz. Kim (müslüman kardeşine) üç
günden fazla küser de (böyle küs haliyle) vefat edecek olursa cehenneme girmeyi
haketmiş olur."[479]
4915... Ebu Hıraş
es-Sülemî'den (rivayet edildiğine göre); kendisi Resûlullah (s.a.)'i şöyle
buyururken işitmiş:
"(Müslüman) kardeşine bir
sene küs duran kimse onun kanım dökmüş gibi (günah kazanmış) olur."[480]
Mevzumuzu teşkil eden (4914)
nolu hadis-i şerifteyir müslümanın bir müslümana üç günden fazla küs durmasının
ve böyle küs iken vefat etmesinin onun cehennemlik olmayı hakketmesine sebep
olacağını ifade etmekte ve bir müslümana bir sene küs durmayı ise onu öldürmeye
benzetmektedir. Bu benzetme, sözü geçen küslüğün her bakımdan bir müslümanı
öldürmeye denk olduğu anlamına gelmez. Binaenaleyh üç günü aşan ve sahibinin
ölümüne kadar da süren bu küslüğün bir müslümanı öldürmeye benzemesi sadece bu
kişinin cehenneme girmesine sebep olması yönündendir. Yoksa derece yönünden
değildir. Çünkü bilindiği gibi adam öldürmek Allah'a şirk koşmaktan sonra gelen
en büyük günahtır. Şirkten başka hiçbir günah ona denk olamaz.[481]
Sahibinin ölümüne kadar süren
küslük onun cehennemlik olmasına sebeb olması itibariyle bir müslümanın kanını
dökmeye benzemekle beraber, mutlaka sahibinin cehenneme girmesini gerektirmez.
Allah af ederse girmekten kurtulmuş olur.
Sonuç itibariyle bir müslümana
üç günden fazla küs durmak haramdır. Haramhğı gerektiren küslüğün asgari
haddidir. Küslük bir sene devam etmekle zaman itibariyle kötülükte en son
haddine ulaşmış olur. Bu sebeb-le (4915) numaralı hadis-i şerifte sahibini
cehennemlik eden küslüğün bir sene devam eden küslük olduğu ifade edilmiştir.
Belki de bu müddetin bir sene olarak belirlenmesine sebep çoğu zaman insanın
mizacının, bir sene içinde değişmesindendir. Çünkü dört mevsimin insan üzerinde
ayrı ayrı tesiri vardır. Bu mevsimler içerisinde insanın mizacı değişip
küslüğünden dönüp, hasmıyle helalleşebilir. Tevbe edip bu günahına son
verebilir. Nitekim hadis-i şerifte müddet olarak bir seneden bahsedilmesini
böyle açıklayanlar olmuştur.
Benzetmeden gaye, maksadı
çarpıcı ve mübalağalı bir şekilde anlatmak olduğu, ayrıca kendine
benzetilenin, benzetilenden üstünlüğünün bir teşbih kuralı olduğu düşünülürse
bu hadis-i şeriflerdeki bir müslümana küsmenin bir müslümanı öldürmeye benzeti
İme s indeki esas gayenin, küslüğün günah olarak gerçekte bir müslümanı
öldürmeye denk olduğunu ifade etmek değil, fakat onun günah olduğunu mübalağalı
bir şekilde anlatıp müslümanları ondan sakındırmak olduğu kolayca anlaşılır.[482]
Fıkıh ulemasının haram olan
küslüğün müddeti konusundaki görüşlerini (4910) numaralı hadisin şerhinde
açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[483]
4916... Ebu Hüreyre'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Cennet kapıları, her
pazartesi ve perşembe günleri açılır. Bu iki günde kendisiyle (din) kardeşi
arasında düşmanlık bulunan kimseden başka, Allah'a şirk koşmayan herkes
bağışlanır. (Aralarında düşmanlık bulunan bu iki kimse hakkında meleklere):
Bu ikisini birbirleriyle
barışincaya kadar bekletiniz" denir.[484]
Ebû Davud der ki: Peygamber
(s.a.) hanımlarından bazılarına kırk gün, İbn Ömer de oğlunun birine ölünceye
kadar küsmüştür.
Küslük Allah için olursa (o
zaman küsen kimseye hadiste geçen) bu tehdidden bir pay yoktur. (Nitekim
halife) Ömer ibn Abdtl-Aziz bir adam-a karşı (onu görmemek için) yüzünü
kapatmıştır.[485]
Şahnâ: Kin ve düşmanlık
anlamlarına gelir. Tîbî'nin açıklamasına göre metinde geçen
"bekletiniz" hitabına bir muhatab lâzımdır ki bu muhatab da Allahü
Teala'nın pazartesi ve perşembe günlerinde kulların bağışlandığı kendilerine
bildirilen meleklerdir. Yüce Allah bu meleklere, sözü geçen günlerde şirk
koşanların dışında, birbirlerine küs olanlardan başka herkesin bağışlandığı
bildirilince bu rahmet melekleri:: "Ey Allahım, bunları da affet, diye
Allah'a niyazda bulunurlar. Bunun üzerine Yüce Allah bu meleklere:
Onları, barışıncaya kadar
bekletiniz, buyurur.
Münâvî'ye göre cennet
halihazırda mevcut olduğundan, metinde geçen "Cennet kapılan açılır"
sözüyle, cennet kapılarının hakiki manada açılmalarının kasd edilmiş olması
mümkün olmakla beraber burada bu cümleyle, Allah'ın af ve mağfiretinin
çokluğu, müslüniahların cennetteki makamlarının yükselmesi, kullarına bol bol
sevab ve ecir ihsan etmesidir.[486] Bezlü'l-Mechud yazarının açıklamasına
göre ise metinde geçen "cennet kapıları açılır" sözünü diğer hadis-i
şeriflerin ışığında açıklamak icab eder. Buna göre bu cümle ile kast edilen
mana şöyle olur:
"Pazartesi ve Perşembe
günleri amellerin göğe yükselip kabul edildiği günlerdir. Göğe yükselen bu
amellerin iyi ve kötüleri tartıldıktan sonra, iyi amellerle kötü ameller eşit
olurlarsa kötü ameller affedilir. Fakat kötü ameller iyi amellerden daha fazla
gelecek olursa bu fazlalık, affedilmeden bekletilir." Eğer bu mevzuda
gelen diğer hadisler hesaba katılmadan sözü geçen cümleye "cennet
kapıları açılır da mü'minlerden küs olmayan herkes affedilir"şeklinde bir
mana verilecek olursa kabir azabı, amellerin tartılması, cehennem gibi
terimlerin hiç bir anlamının kalmaması gerekir.[487]
Nitekim "ameller
(Allah'a) pazartesi ve perşembe arz edilir. (Bu bakımdan) ben amellerimin
oruçlu iken arz edilmesini arzu ederim de bu sebeple bu iki günde oruçlu
olurum"[488] mealindeki hadis-i şerif de Bezi yazarının bu görüşünü
te'yid etmektedir.
Hadis-i şerif, şirk ve
müslümanlara kin beslemenin ne büyük bir vebal olduğunu açık bir şekilde ifade
etmektedir. Ancak Musannif Ebu Davud'un da açıkladığı gibi Allah için küsmekte
hiçbir sakınca yoktur. Hatta bir hadis-i şerifte Allah için sevmenin ve Allah
için kin beslemenin iman kuvvetinin alâmetinden olduğu ifâde buyurulduğu[489] gibi diğer hadis-i şerifte de:
"Allah'a en sevimli amel, Allah için sevmek ve Allah jçin buğz
etmektir."[490] Duyurulmuştur.
İşte bu sebepledir ki Hz.
Abdullah İbn Ömer oğluna ölünceye kadar küsmüş; Hz. Ömer İbn Abdülaziz de bir
adamdan yüz çevirmiştir.[491]
4917... Hz. Ebu
Hüryere'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullalı (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Zandan sakınınız. Çünkü
zan sözlerin en yalanıdır. Başkalarının (gizli) konuşmalarını dinlemeyin ve
tecessüsde bulunmayın."[492]
Sû-i zann; bir kişi hakkında
-aslına ermeden- kötü bir fikre sahip olmaktır.Kalbin duygularından,
özelliklerinden biridir. Ali cenab tabiatlarda nâdir bulunur.
Hattâbî'nin açıklamasına göre
su-i zandan maksat, hatırdan gelip geçen şeyler değil, hakikat kabul edilerek
kalben tasdik edilen zandır. Çünkü hatırdan gelip geçen şeylerin önünü almak
mümkün değildir.
Böyle aslına ermeden
hakikatmiş gibi kabul edilip kalben tasdik etmek anlamındaki zanna uyanları
cenab-i Hak Kur'ân-ı Kerim'in çeşitli sure ve âyetlerinde[493] kötülemiş böyle bir saplantıyı
mü'minlere nehy etmiştir.
Tecessüs: Bir şeyin iç yüzünü
araştırmak, demektir. Asayiş ve kişilerin selametinin korunması, bölgelerin ve
düşmanların durumunu tahkik için yapılan teftişler bir tarafa bırakılırsa bunun
dışında bir adamın ayıplarını teftiş ve tecessüse kalkışmak çirkin bir
davranıştır. Bu husus "Birbirinizin kusurlarını araştırmayın"[494] âyetiyle yasaklanmıştır. Sevgili
Peygamberimiz de: "Din kardeşinizin ayıbını araştırmayın. Eğer araştırırsanız
herşeyi bilen Cenab-ı Hak da sizin ayıplarınızı evinizin içinde bile olsa ifşa
ve sizi rüsvay eder"[495] buyurmuştur.
Tehassüs: Başkalarının sözünü
gizlice dinlemektir. Bazıları tecessüs bir sırrı başkaları için dinlemektir.
Tahassüs ise kendisi için dinlemektir, demiştir. Her ikisinin de aynı manaya
geldiğini ve her ikisinin de bilinmeyen hal ve haberleri öğrenmek istemek
anlamı da olduğunu söyleyenler de vardır.
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerif müslümanlar hakkında kötü zanda bulunmanın ve onların kusurlarını
araştırmanın haram olduğuna delâlet etmektedir.
Binaenaleyh bütünüyle sevgi,
şefkat ve kardeşlik dolu bu Peygamber tavsiyelerini düşünen müslüman, kalbinde
bir hastalık, fıtratında bir eğrilik yoksa buğz ve kini taşıyamaz.
Müslümana yakışan din
kardeşleri için iyi fikir ve güzel düşünce beslemektir. Bilindiği gibi
müslümanlar hakkında iyi düşünceler beslemeğe "hüsn-i zann1' denir. Bu
güzel bir huydur. Fakat hüsn-i zan besleyeceğim diye tedbiri elden bırakmak da
doğru değildir.
Nitekim 4861 numaralı hadisin
şerhinde açıklamıştık.[496]
Ebu Hureyre (r.a.)'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.):
4918... "Mümin
mü'minin aynasıdır ve mü'min, mü'minin kardeşidir. Onun geçimini muhafaza eder
ve onu arkadan da çepçevre sarıp (tehlike ve zararlardan) korur"
buyurmuştur.[497]
Nasihat: Kalbte hiçbir kötülük
bulunmamak şartıyla ilgili zat için hayır ve kemal değinde bulunmak veya
onun hayrına olan işi bizzat yapmaktır. Kısaca samimi düşüncelere sahip olup
samimi davranmak demektir.
Gerçek manada öğüt vermek de
böyle hayır ve kemal dileğinde bulunmanın, samimi düşüncelere sahip olup samimi
davranmanın bir neticesi olduğu için "nasihat" öğüt vermek anlamında
da kullanılır.
Kişi yüzünün kir ve lekesini
temiz bir ayna olmadan göremeyeceği gibi batını kusurlarını da görüp
temizleyebilmek için söz veya haliyle kendisine kusurlarım gösterecek iman,
amel ve ahlâk yönünden kendisinden daha olgun, üstün ve dürüst öğüt veren bir
zata ihtiyacı vardır. Bunun için Rasul-i zişan efendimiz, "mü'min mü'minin
aynasıdır" buyurmuştur. Bize düşen vazife bu aynaları incelemektir. Çünkü
ayna var ki kirli ve paslıdır, güzel göstermez. Şüphesiz doğru dürüst gösteren
temiz aynalar olduğu gibi küçük büyük, eğri-büğrü gösteren aynalar da vardır.
İşte bunun gibi arkadaş var
ki, insanı olduğu gibi göstermez de yüzüne karşı yalandan över, övülen kimse
de kendini kusursuz sanır. Böylece aldanıp kibire düşer. Arkadaş da var ki
bunun tam tersine insanı olduğundan daha aşağı göstererek ümitsizliğe ve
dolayısıyla başarısızlığa düşürür. Kâmil mü'min ise karşısındaki mü'mine hakiki
manada aynalık yapıp onun varsa kusurlarını ya da faziletlerini olduğu gibi,
eksiksiz olarak gösterip, ümitsizliğe veya kibire düşürmeden onu daha yüksek
hedeflere yöneltir. Bunlar kemâle ermek isteyen mü'minlerin rehberlikten
müstağni kalamadıkları kâmil mürşidlerdir. Nitekim şu âyet-i kerimede müslüman-ların
böylesi kâmil mü'minlere olan ihtiyaçlarına işaret edilmektedir: "De ki:
(Yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanları, size haber vereyim
mi? Onlar, kendileri iyi yapıyorlar sanarak dünya hayatında sa'y-ü gayretleri
boşa gitmiş olanlardır.”[498]
Muhakkak ki müsllimanlara en
mükemmel manada aynalık etmek kâmil mürşidle de gerçekleşmekle beraber, diğer
müsîümanlar da kemâlleri ve faziletleri nisbetinde diğer mü'minlere aynadarlik
ederler. Onlar hakkında samimi duygular besleyip sözleri ve davranışlarıyla
onların iyiliğine ve hayrına çalışıp onlara herhangi bir yerden ulaşabilecek
olan zararı önlemeye çalışırlar.
Binaenaleyh müslüman kendi
malını ve menfaatini koruduğu gibi mü'min kardeşininkilerini de aynen koruyup
gözetmelidir.[499]
4919... Ebudderdâ'dan
(rivayet edildiğine göre) Râsulullah (s.a.) (birgün) sahabelere;
"Size oruçtan da namazdan
da ve sadakadan da daha faziletli olan bir amel haber vereyim mi?"
demiş.(Onlarda):
Evet ya Rasûlullah (haber
ver), demişler. (Bunun üzerine Rasûlullah):
"(O) iki kişinin arasını
düzeltmektir. İki kişinin arasını açmak (ise usturanın kılı kazıdığı gibi dini
kökünden söken) bir kazıyıcıdır," buyurmuş.[500]
Hadis-i şerif müslümanlar
arasında sevgi ve saygı bağlarını geliştirmenin, onların aralarındaki kırgınlıkları
gidererek, aralarını bulmanın, namaz, oruç ve sadaka ibadetlerinden daha
faziletli olduğunu ifade etmektedir. Bazı âlimler, müslümaıüann aralarını
düzeltmenin sadece nafile ibadetlerden üstün olabileceğini, farz ibadetlerden
üstün olamayacağını söylemişlerse de, bazıları hadisi mutlak manaya hamlederek;
müslümanlann arasını düzeltmenin farz namazlardan da farz olan oruçlardan ve
sadakalardan da daha faziletli olduğunu söylemeye hiçbir şer'i nassın mâni
bulunmadığım söylemişlerdir. Çünkü çoğu zaman dargınlıklar ve kinler insanları
kan dökmeye ve iç savaşlara götürmüştür. Bu fesad ve bozuk ahvale engel olacak
çabaların derecesi de elbette temin etmiş olduğu neticenin büyüklüğü
nisbetinde fazla olacaktır.
Bu gerçeği anlayabilmek için
Rasûlullah (s.a.)'in mü'minlerin arasını bulmak gayesiyle söylenen yalanı,
yalan saymamış olmasını düşünmek bile yeter.
Bu mevzuda bir hadis-i şerif
şu mealdedir: "İnsanların arasını bulup hayır haber götüren veya hayır
söyleyen yalancı değildir."[501]
Müslim'in rivayetinde şu
fazlalık vardır: "Rasûlullah (s.a.)'i şu üç şey dışında insanların
söyledikleri şeyde (gerçek dışına çıkmaya) izin verdiğini duydum: Harp ve
insanların arasını bulmak, erkeğin karısına, kadının da kocasına söylediği
söz."[502]
4920... (Humeyd b.
Abdurrahman'in) annesinden (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"(İki müslümamn) arasını
düzeltmek için (onların birinden diğerine, düşmanlığı kaldırıp yerine dostluk
duygularını uyandırıcı asılsız haberler) taşıyan kimse yalancı değildir."
(Bu hadisi Ebu Davud'a rivayet
edenlerden) Ahmed h. Muhammed ile Müsedded (hu hadisi; gerçekte duymamış olduğu
halde, aralan açık olan iki kişinin birinden diğerine sanki duymuş gibi)
hayır(lı söz) aktararak yûhutta hayır(h söz) taşıyarak (o) iki kişinin arasını
düzelten kimse yalancı değildir" (şeklinde) rivayet ettiler.[503]
4921... Ümmü Gülsüm bint.
Ukbe dedi ki: Ben Rasûlullah (s.a.)'ın üç şeyden başka bir şeyde yalan
söylemeye izin verdiğini duymadım. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyururdu:
"Ara düzeltmek gayesiyle (asılsız) söz söyleyip de insanların arasını
düzelten kimseyi; (düşmanı mağlub etmek için) harbte (yalan) söyleyeni;,
karısına (yalan) söyleyeni, kocasına (yalan) söyleyen kadını, ben yalancı
saymam."[504]
Kadı Iyaz üç yerde yalan
söylemenin bil ittifak caiz olduğunu söylemiştir. Ancak bu yerlerde mubah olan
yalandan muradın ne olduğu ihtilaflıdır: Ulemâdan bir cemâate göre bir
maslahattan dolayı bu üç yerde yalan söylemek mutlak surette caizdir.
Yasaklanan yalan, zararlı olandır. Bir zalim, birinin yanında gizlenmekte olan
kimseyi öldürmek istese "nerede olduğunu bilmiyorum," diyerek yalan
söylemesi bilittifak vacib olur. Diğer bir takım ulemâya göre yalan söylemek
hiçbir hususta caiz değildir. Onlarca üç yerde yalan söylemenin caiz
olmasından maksat, tevriyeli yani kapalı ve ihtimâli! söz söylemektir. Meselâ
bir adam karısına iyi bakacağım, ona şöyle şöyle elbise giydireceğine vad eder
de kalbinden: "Allah takdir ettiyse yaparım" diye niyet ederse bu bir
tevriyedir. Dargın kimseleri barıştırmak için iki taraftan her birine güzel
sözler nakleder ve tevriye yapar. Harpte de ayrit şekilde hareket eder. düşmana
giderek "sizin en büyük kumandanınız öldü" der, fakat bununla onun
geçmişteki bir kumandanına niyet eder.
Karı-kocanın birbirlerine
yalan söylemelerine gelince; bundan murat birbirlerine sevgi göstermeleri ve
icrası lazım gelmeyen şeyleri vâdetmeleridir. Birbirlerine olan borçlarını
vermemek yahut hakkı olmayan şeyleri birbirlerinden istemek gibi hususlarda
yalan söylemeleri bil icma haramdır.[505]
4922... Muavviz İbn Afra
kızı Rubayyi' dedi ki: Rasûlullah (s.a.) zifaf gecemin sabahında yanıma girip
(şimdi) senin benimle oturuşun gibi o yatağımın üstüne oturdu. (O sırada
yanımda bulunan) kızlar(ımız) deflerine vurarak Bedir (savaşı) günü şehid olan
babalarımızın kahramanlıklarını dile getiriyorlardı. (Bu durum) içlerinden
birinin: "Aramızda yarın ne olacağını bilen bir Peygamber vardır"
(mısralarını) söylemesine (kadar) devam etti. Hz. Peygamber, (ancak Allah için
söylenebilecek olan bu son mısrayı işitince rahatsız olup bunu söyleyen kız
çocuğuna hitaben):
Sen bunu bırak da söylemekte
olduğun sözü söyle(meye devam et)" buyurdu.[506]
Bu hadis-i şerif bazı
ezgilerin helal olduğunu söyleyen imam Gazzâlî'nin ve bu görüşü paylaşan bazı
fıkıh alimlerinin delilidir.
Def: Kalbur şeklinde olup bir
yüzüne deri çekilerek diğer yüzü boş bırakılan çalgı aletidir.
'Cüveyriye: Henüz ergenlik
çağına gelmemiş küçük kız çocuğu. Metinde geçen bu kız çocuklarından maksat
ensarın hür kız çocuklarıdır. Kö-leleştirilmiş kız çocukları değildir.
Nüdbe: Ölünün, iyiliklerini
kahramanlıklarını sayıp dökmektir.
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifte sözkonusu edilen olay daha kadınların örtünmesini emr eden
hicab âyeti inmeden vukua gelmiştir, o sıralarda erkeklerin yabancı kadınların
yanına girip çıkmaları henüz yasaklanmamıştı.
Hz. Peygamberin:
"Aramızda yarın ne olacağını bilen bir peygamber vardır" mısralarını
duyunca bu mısraları söyleyen kıza: "Sen bu sözü bı rak da daha önce
söylemekte olduğunu, Bedir kahramanları ile ilgili hamaset şarkılarım söyleyip
çalmaya devam et" buyurması bu sözlerin: "Gaybı Allah'dan başkası
bilemez..."[507] ve "... kişi yarın ne kazanacağını bilemez."[508] gibi âyet-i kerimelere aykırı
olmasındandır.
Binâenaleyh Hz. Peygamber, bu
sözüyle gerçeği değil, batılı dile getiren şiir ve nağmeleri yasaklayıp hakkı
ve hakikati dile getiren şiir ve nağmelere izin vermek istemiştir.
Bu mevzuda Buharı'de geçen bir
hadis-i şerif de şu mealdedir: "Hz. Aişe dedi ki: Bir defa Mina günlerinde
(yani Kurban bayramının ilk üç günlerinden birinde) Rasûlullah (s.a.) yanıma
girdi. Karşımda "Buâs" ezgilerini (def çalarak) okuyan iki kız vardı.
(Hz. Peygamber bunları görünce) yatağına uzanıp (mübarek) yüzünü çevirdi.
(Derken) Ebu Bekir (r.a.) (oraya) giriverdi. "(Bu ne hal)? Rasûlullah
(s.a.)'ın yanında şeytan mizma-rı mı?" diyerek beni azarladı. (Bunun
üzerine) Rasûlullah (s.a.) ona dönüp: " Onlara ilişme" buyurdu.
Babamın zihni başka bir şeyle meşgul olunca kızlara işaret ettim, onlar da
çıktılar."[509]
İbn Kayyim el-Cezviyye'ye göre
Hz. Peygamber'in Hz. Ebû Bekir'in kızların söylediği ezgileri "şeytanın
mizmarı" diye isimlendirmesini reddetmemesi, onun haramlığına delalet
eder, kızların bu müziğe devam etmelerine izin vermesi ise onların henüz
mükellef olmayışlarındandır.
Şafiî ulemasından İmam
'Gazzali'ye göre bayram ve sevinç günleri içerisinde, haram olan ya da
insanları fitneye sürükleyen sözler veya fiiller bulunmayan ezgileri çalıp
söylemede bir sakınca yoksa da haram söz, ses ve fiilleri ihtiva eden ezgileri
söylemek ya da dinlemek haramdır.
Malikîlere göre def ve davul
gibi nikahı ilan etmeye yarayan müzik aletlerini çalıp 'dinlemek, üzerlerinde
ses çıkaran başka aletler bulunmamak şartıyla caizdir.
Hanbelilere göre, aslında
güzel ses bizatihi helaldir. Bu sebeple Kur’anı güzel sesle okumak müstehab
olmuştur. Fakat Kur1 anın harflerinin değişmesine sebep olan nağmeler haram
kılınmıştır. Yani önemli olan ezgilerin neye âlet olduğudur. Harama alet olanı
haram iyiye alet olanı da iyidir. Fakat çalgıların her çeşidi haramdır.
Hanefilere göre ise haramı
tasvir eden ezgiler haram, helali tasvir eden ezgiler ise helaldir.[510]
el Mühelleb'in açıklamasına
göre; mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i Şerif defle ve çalınması mubah olan
diğer çalgı aletleriyle nikahı ilan etmenin lüzumuna delalet etmektedir.
Müzik konusunda yapılan
araştırmaları bir değerlendirmeye tâbi tutarsak şunu söyleyebiliriz.
"Önce müzik yapmak veya dinlemek tıpkı lezzetli yiyecekler, yemek güzel
elbiseler giymek, kokuların güzelliğini hissetmek gibi Allah'ın kullarına
bağışladığı zevklerdendir.
Bütün bunlar insanda
rahatsızlığı dindirme, zihnî veya fizikî yorgunluğu giderme gibi etkiler
bırakırlar. Şeltût'a göre Allah insanlardaki bu duygulan, yüce amaçlar için
yaratmıştır. Bundan dolayı şeriat bunlara karşı değildir. Ancak içgüdülü
duyumları ve hisleri düzene sokma ve ahlâkî hedeflere erişebilmek için
yönlendirme görevi vardır bu kanunların.[511]
Şafiî ulemâsından İmanı
Gazzali, "İhyaü ulumiddin" isimli eserinde İslam ulemâsının bu
mevzudaki görüşlerini derinlemesine bir süzgeçten geçirir. Sonuçta ise
ahlâksızlığa yönlendirici ve gayr-i meşru olduğu tarzlar hariç, müziğin
yasaklığına dair bir açık delilin bulunmadığı fikrine varır. İlgili bölümde
şarkı söylemenin kabul edilebileceği yedi kategori belirlenmiştir:
a. Hacca dair,
b. Savaşlarda,
c. Cesaret aşılamak amacıyla,
d. Kötülükler
karşısında inleme,
e. Şevk uyandırmak.
f. İnsan sevgisi vermek için,
g. Tanrı sevgisi
amacıyla yapılan müzik,
Bunlara karşın, müziğin meşru
görülmediği haller de bulunur:
a. Günaha teşvik edici
duyguların tahrik edildiği ortamda.
b. İçki ve sefalıet
ile ilgili enstrümanlar eşliğinde olursa,
c. Şarkılarda baştan çıkarıcı
sözler geçiyorsa,
d. Dinleyicide şehvet
ve hırs uyan din yorsa,
e. Bu konuda çok zaman
harcanırsa, yapılan müzik kabul görmez.[512]
Bu mevzuda Amerikalı
müslüman yazar Lois Lamya Ferukî'nin "Hendese el Savt hiyerarşisi"
diye isimlendirdiği bir şekille noktalamak istiyoruz.[513]
(İslam Dünyasında Müzik ve
Statüsü)[514]
|
Kur'an Tilâveti (Kıraat) |
|
Ezan (İbadete çağrı) |
Müzik |
Hacc Nağmeleri (Telbiye) |
Dışı |
Övgü Nağmeleri (Medh, Nat, Tahmid) |
|
Makamlı Şiir |
|
Aile ve Kutlama müzikleri (Ninniler, evlilik şarkıları) |
|
İş - Meşguliyet müziği (Kervan, Çoban Nağmeleri)- |
|
Askeri Bando Müziği (Tabi hanah) |
Müzik |
Vokal /Enstıümental şiir (Taksim, îayâlî, kaside, avaz) |
|
Ritimli Şarkılar (Muvaşşah Devr, Tasnif, Balayı) |
|
İslâm Öncesi veya Gayr-i İslamî Müzik |
|
Zevk-Duyum Müziği |
Meşru (Helal)
GÖRÜLME YEN
ENGEL
İhtilaflı
{Helal,
mubah,
mekruh.
haram)
DONUK
ENGEL
Haram
Şekilde yer alan
"Görülmeyen engel" isimli çit İslâm toplumunda sürekli olarak helal
kabul edilmiş estetik yapımlardan, tartışmalı veya tehlikeli görülen ses -
sanatı tarzlarım ayırd edebilmek üzere kullanılmakladır.
Şekilde son olarak en alt
bölümde yer alan ve haram olarak görülen, icra edildiğinde ise içki, şehvet
gibi yasak duygulan tahrik eden zevk-duyum müziği yer almaktadır. Bu kategori
bütün diğer müzik dallarından "donuk engel" adını verdiğimiz bir
çizgi ile net bir şekilde ayrılmıştır. Zira hiçbir müslüman bu türleri tasvip
veya teşvik edemez.[515]
Doğrusu şu ki haram olan müzik
türlerinden kaçınıldığı gibi "şüpheli olanı bırak şüphesiz olanı al"[516] hadis-i şerifine uyarak, müziğin
ihtilaflı olan kısımlarından da kaçınmakta yarar vardır. Çünkü bu takvaya ve
ihtiyata daha uygundur. Günümüzde müziğin helâl olması için aranan şartları
bulmak hemen hemen imkansız denecek kadar zor olduğundan özellikle günümüzde
müzikten kaçınmak gerekir.[517] Günümüzde müzikle meşgul olanların
genellikle içki, uyuşturucu ve benzeri pek çok hastalıklara yakalandıklarını
ve avareliğe düşüp cemiyet üzerine yük olduklarını da gözden kaçırmamak
gerektir.[518]
4923... Hz. Enes'den
demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) Medine'ye gelince, Habeşliler (Hz.
Peygamberin bu) gelişine sevinerek nıızraklarıyla oynadılar."[519]
Bu mevzuda gelen hadislerden
bazıları şu meâldedir.Yine bir bayram günü idi kj (0 gün) siyahiler
kalkan-mızrak (oyunu) oynuyorlardı. (Bilmem) ya ben, Rasûlullah (s.a.)'den
(bakmağa) izin istedim (de muvafakat buyurdu) yahut (kendiliğinden):
"Bakmak istiyor musun?" diye sordu, "Evet" dedim. (Bunun
üzerine) beni arkasında, yanağım yanağına (değecek) şekilde ayak üstü durdurup
(Habeşilere): "Haydin (devam edin) Erfide Oğulları!" buyurdu.
Nihayet (seyretmekten) usandığımda:
Artık yeter mi? diye sordu,
Evet dedim,
(Öyle ise) git, buyurdu.[520]
Bu hadis-i şerif bazı ezgi
çeşitlerini helal sayan imanı Gazzali ve taraflarının delilidir.
Habeşilerin bu oyunlarında
müzik de bulunduğu halde Hz. Peygamber onların bu müzikli oyununa ve
başkalarının da bu oyunu seyretmelerine izin vermiştir. Çünkü müzik eşliğinde
yapılan bu eğlencede bir önce ki hadisin şerhinde açıkladığımız haram sayılan
bir müzikte bulunan un surlar yoktur.[521]
4924... Hz. Nâfi'den
demiştir ki: Hz. İbn Ömer (bir yolda giderken) bir kaval (sesi) işitti de
parmaklarını kulaklarına soktu ve yoldan uzaklaşıp bana:
Ey nâfi, (hala) bir şeyler
işitiyor musun? diye sordu.
Ben: Hayır (işitmiyorum),
deyince parmaklarını kulaklarından çıkarıp:
Ben (birgün) Peygmber
(s.a.)'le beraberdim. Aynen böyle birşey işitmisti de o da aynen böyle (benim
yaptığım gibi) yapmıştı, dedi.
(Sünen-i Ehû Davud'u Musannif
Ebu Davucldan rivayet edenlerden biri olan) Ehû AH el-üi'lüî dedi ki:
Ben Ebu Davud'u bu hadis
münkerdir, derken isinim.[522]
Bu hadis-i şerif ezgi ve çalgı
aletlerinin haram olduğunu söyleyen mezheb imamları ile cumhur-u ulemânın
delilidir. Metinde geçen "zemr" kelimesi ney, kaval ve düdük çalmak
demektir. Mizmar ise ney ve kaval demektir.[523]
Nitekim bir hadis-i şerifte:
"Çan şeytanın mizmandir" buyurulmuştur[524] ki şeytanın düdüğüdür, anlamına gelir.
Günümüzde bu tür çalgılara "nefesli sazlar" denilmektedir.
Her ne kadar hadis-i şerifte
Hz. îbn Ömer'in kendi işitmek istemediği seslere kulağını kaparken, yanında
bulunan Hz. Nâfî'ye "Sen bir şeyler duyuyor musun?" diyerek "etrafa
iyi kulak ver de birşeyler duyuyorsan bana da haber ver" demeye getirmesi
aslında bir tezat gibi görülürse de o sırada Hz. Nafi'nin bulûğ çağına ermemiş
mükellef olmayan bir çocuk olduğu düşünülürse böyle bir tezadın söz konusu
olmadığı kolayca anlaşılır.
Yahutta, Hz. İbn Ömer elinde
ve iradesi dahilinde olmadan kulağına çarpan bir sesi dinlemenin haram olmadığı
görüşünde olduğu için Hz. Nafi'nin o sesleri duymasına izin vermiş fakat
kendisi Hz. Peygamberin bir fiiline uymak için kulaklarını tıkamış olabilir.
Hz. Peygamberin duymuş olduğu
kaval sesine kulaklarını kapamasına gelince, bu kaval sesinin mutlak surette
haram olduğuna delâlet etmez. (4922) numaralı hadis-i şerifin şerhinde de
açıkladığımız gibi, Hz. Peygamberin bu fiili o sırada kulağına gelen bu
seslerin insan üzerinde bıraktığı tesirler ve uyandırdığı hislerle birlikte
değerlendirilmelidir.
Nitekim, İmam Gazzali bu
konuyu incelerken şöyle diyor: "Musiki ister ses ister alet ile olsun tek
hükme bağlı değildir. Haram, mekruh, mubah ve müstehab olabilir.
a. Dünya arzusu ve şehvet
hisleri ile dolup taşan'gençler için yalnızca bu duygulan tahrik eden müzik
haramdır.
b. Vakitlerinin çoğunu buna
veren, iştigali adet haline getiren kimse için mekruhtur.
c. Güzel sesten zevk alma
dışında bir duyguya kapılmayan kimse için müzik mubahtır, serbesttir.
d. Allah sevgisi ile dolup
taşan, duyduğu güzel ses kendisinde yalnızca güzel sıfatları tahrik eden kimse
için müstehabtır.[525]
Gazzalî incelemesini sürdürürken
müziğin duruma göre ya mubah veya mendup olduğunu, onu haram kılan şeyin
kendisi değil, dıştan arız olan beş sebepten ibaret bulunduğunu ifade ederek[526] şöyle devam ediyor:
1. Şarkı söyleyen kadın olur, dinleyen
de kadın sesinin şehvetini tahrik edeceğinden korkarsa dinlemek haramdır.
Burada haram hükmü müzikten değil, kadının sesinden gelmektedir. Aslında
kadının sesi haram değildir. Ancak şehveti tahrik ederse Kur'an okumasını bile
dinlemek haram olur.
g. Müzik âleti fısk
ehlinin sembolü olan haletlerden ise bunu kullanmak haram olur. Diğerleri
mubah olmakta devam eder. Mesela, def zilli de olsa mubahtır. Hanefi ulemâsına
göre zilsiz deften başkası mubah değildir.
3. Şarkı ve türkünün güftesi
bozuk, İslam inancına ve ahlakına aykırı ise bunu müzikli veya müziksiz
söylemek ve dinlemek de haramdır.
4. Gençliği icabı, şehvet
duygularının mahkumu olan bir kimse aşırı derecede müziğe düşer, birçok vaktini
bu yolda geçirirse sefih olur ve şahidliği kabul edilmez.[527]
Bu mevzuda 4922 numaralı
hadisin şerhine müracaat edilebilir.
Her ne kadar musannif Ebu
Davud mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifin münker olduğunu söylemişse de
Bezlü'l-Mechud yazarı: "Ben bu hadisin münkerliğine delalet eden hiçbir
alamet görmedim. Çünkü hadisin ravileri, güvenilir kimselerdir. Kendilerinden
daha güvenilir kimselerin rivayetine aykırı bir rivayette bulunmamışlardır.
Nitekim, Hafız Şemsuddin İbn el-Hadi de bu hadisi zayıf sayan kimselere karşı
çıkmıştır" diyerek musannif Ebu Davud'un bu görüşünü reddetmiştir.[528]
4925... Hz. Nafi:
"Ben Hz. İbn Ömer'in terkesinde (binüi) idim. (Yolda) kaval çalan bir
çobana rast geldik" dedi ve hemen arkasından da (bir önceki hadisin] bir
benzerini rivayet etti.
Ebu Davıtd der ki: Bu hadisi
rivayet edenlerden bazıları tarafından hadisin senedinde) Mut im ile Nâfi
arasına Süleyman Ibn Musa sokulmuştur.[529]
4926... Hz. Nâfi'den
demiştir ki:
Biz İbn Ömer'le birlikte (bir
yolculukta bulunuyor) idik. (Bir ara) bir kaval sesi işitti." (Hz. Nafi
hadisin bundan sonraki kısmında 4924 no'lu hadisin) bir benzerini nakletti.
Ebû Davud der ki: Bu rivayet
(bu hadise ait) rivayetlerin en münkerdir.[530]
Bu hadis-i şerifler ezginin ve
çalgı aletlerinin haram olduğunu söyleyen cumhuru ulema ile mezhep imamlarının
delilidir. Bu hadislerle ilgili açıklama (4924) nolu hadisin şerhinde
geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz. Ancak burada şunu eklemekte fayda
görüyoruz: Her ne kadar musannif Ebû Dâvud, 4926 no'lu hadisin münker olduğunu
söylemişse de, Avn'l Ma'bud yazan: "Bu hadisin münker sayılmasını icab
ettirecek hiçbir sebep mevcut değildir. Çünkü senedi sağlamdır ve hadis
güvenilir raviîerden hiçbirinin rivayetine aykırı değildir" demiştir.[531]
4927... Ebu Vail şöyle
demiştir: Ben Abdullah’ı şöyle derken işittim:
Ben Resulullah (s.a.) “Ezgi
kalpte münafıklık (duyguları) meydana getirir.” derken işittim.[532]
Bu hadis-i şerif şarkı türkü
ve çalgı aletlerinin haram olduğunu söyleyen cumhuru ulema ile mezhep
imamlarının delilidir.
Hanbelî ulemasından İbn el
Kayyım el-Cezviyye bu hadisle ilgili açıklamasında şöyle diyor:
Hz. Abdullah İbn Mesud
(r.a.)'den gelen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber: "Suyun ekini
yeşerttiği gibi ezgi de kalbte münafıklığı yeşertir. Yine suyun ekini
yeşerttiği gibi zikir de katbte imanı yeşertir" buyurmuştur.[533] İbn Ebi'd Dünya'nm Zemmü'l-Melâhî
kitabında Abdullah İbn Mesud (r.a)'den rivayet ettiği bu hadis-i şerif,
mevkuftur ve sahabe-i kiramın, kalp hallerine, kalbin hastalıklarına ve
tedavisine dair olan derin vu-kufiyetlerinin en kuvvetli delilidir. Gerçekten
sahabe-i kiramın herbiri kalplerin tedavisi hususunda çok maharetli birer
doktor idiler. Onlar Hz. Peygamberdin ezgiye "nifak yetiştiren" ismini
verdiğini çok iyi biliyorlar. Hz. Peygamber'in ezgiye bu ismi vermekten
maksadının ezginin kalp üzerindeki olumsuz tesirine işaret etmek olduğunu çok
iyi kavrıyorlardı.
Gerçekten şurasını iyi bilmek
gerekir ki; ezginin kendine mahsus bazı özellikleri vardır. Bunlardan birisi de
kalbi asli görevini yapmaktan alı-kpymak, Kur'an-ı Kerimi anlamaya, Kur'an
üzerinde düşünüp onunla amel etmeye engel olmaktır. Gerçekten ezgi ile Kur'an
bir kalpte birleşe-mezler. Çünkü aralarında zıtlık vardır. Kur'an-ı Kerim nefsin
boş arzularına uymayı yasaklayıp nefse hakim olmayı emrederken, ezgi bunun
zıd-dini emreder, nefsin isteklerini süsleyip onlan hoş gösterir.
Ariflerden bazıları bu hususta
şöyle demişlerdir: "Ezgi dinlemek bazı kimselerde münafıklık duygulan
doğururken bazılarında inatçılık, bazılarında da gerçekleri yalanlama,
bazılrında günah işleme arzusu doğurur. Ençok doğurduğu duygu da suretlere aşık
olmak, kötülükleri güzel görmek duygularıdır. İşte bu sebepledir ki ezgi
dinlemeye devam eden kimselere Kur'an-ı Kerim okumak çok ağır, Kur'an-ı Kerim
dinlemek ise çok
çirkin gelir.
Meselenin sırrı şudur;
aslında ezgi şeytanın kur'anıdır (okuduğu şeydir). Şeytanın kur'anıyla
Rahmanın Kur'an'ı bir kalpte birleşemez, işte ezginin kalpte yeşerttiği
münafıklık duyguları da bundan başka birşey değildir. Bilindiği gibi
münafıklığın aslı, için dışa aykırı olmasından ibarettir. Şimdi gönlünü ezgiye
kaptıran insan şu iki durumla karşı karşıyadır. Ya içinden geçen duyguları
dışarı çıkarıp halk nazarında fısk-u fücuru meydana çıkacak, yahutta bu
duyguları içerisinde gizleyip Kur'anın emirlerine uygun duygu ve düşünceler
sergileyerek münafık durumuna düşecektir. Çünkü dışarı karşı bu düşünce ve
davranışları sergilerken gerçekte içi bu düşünce ve davranışlara aykırı his ve
inançlarla doludur.
Münafıklık alametlerinden biri
de Allah'ı az zikretmek, namaza karşı tenbellik göstermek ve namazı kılarken
adab ve erkânına riayet etmemektir. Ezgiye düşkün olan kimselerde ise,
genellikle bu sıfatlar mevcuttur. Aslında münafıklar, herşeyi ifsat ettikleri
halde İslah edici olduklarını zannederler. Ezgi dinleme hastalığına yakalanan
kimseler de aynı şekilde kalplerini ezgi ile ıslah edeceklerini zannederek ezgi
dinlemeye devam ederler. Gerçekte ise kalplerini ıslâh değil, ifsad ederler.
İşte bu tutumla-rıyle münafıklara benzerler.
Ayrıca münafıkların insanların
kalplerine şüphe tohumları ekerek onları inançsızlığa davet ettikleri gibi
ezgi söyleyen insanlar da kalplere şehvet tohumları ekerek insanları
şehvetlerin fitnesine davet ederler. İşte bunun içindir ki Dahhak:"Ezgi
kalbi ifsad ve Allah'ın gazabını davet eder" demiştir.
Halife Ömer İbn Azilaziz
hazretleri de çocuğunun öğretmenine yazdığı bir mektupta şöyle demiştir:
"İlmine irfanına
güvenilir kimselerden bana erişen haberlere göre çalgı âletlerinin sesi
haramdır, suyun otları yeşerttiği gibi, ezgi dinlemek de kalpte münafıklık
duygusunu meydana getirir." İbn el-Kayyim el-Cev-ziyye'nin açıklaması
burada sona erdi.
Şevkanî ise bu mevzuda şöyle
demektedir: "İster çalgı âleti eşliğinde olsun, isterse çalgı aleti
eşliğinde olmasın ezgi söylemenin hükmünde ulema ihtilafa düşmüştür. Medine
halkıyla zahir ulemasından olanlara uyan bazı ilim adamları ve tasavvuf
ulemasından bir cemaat, kaval ve ud eşliğinde bile olsa ezgi söylemenin ve
dinlemenin caiz olduğunu söylerken, cumhuru ulema ezginin haram olduğunu
söylemişlerdir. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki; bu mevzudaki ihtilâf, haram
dairesi dışında ve şüphe dairesi içerisinde yer alan ezgi türleri üzerindedir.
Haram dairesi içerisinde yer alan müzik türlerinin haramlığı konusunda ihtilâf
söz konusu değildir. Gerçek müslüman ise "Kim şüpheli olanlardan
sakınırsa dinini ve namusunu korumuş olur."[534] hadisine uyarak şüphe dairesi etrafında
dolaşmaktan kesinlikle uzak durur.
Nitekim şu hadis-i şerifler de
bu gerçeğe delâlet etmektedirler:
1. "İleride
ümmetim içerisinden zinayı, ipekli elbiseler giymeyi, şarap içmeyi ve çalgı
âletlerini çalıp dinlemeyi helal sayan kimseler çıkacaktır."[535]
2. "Muhakkak ki ileride
ümmetimden bazı kimseler içkinin ismini değiştirerek onu içeceklerdir. Baş
uçlarında çalgılar çalınacak, şarkıcı kadınlar şarkı söyleyeceklerdir. Allah
onları yere batıracak ve maymunlar, domuzlar şekline çevirecektir."[536]
Şevkanî'nin açıklaması burada
sona erdi.
Çalgı aletlerini çalıp
dinlemenin yasaklığma delalet eden hadislerden bazıları da şü mealdedir:
1. "Muhakkak ki Allah
şarabı kumarı, trampeti ve gubeyrayı yasaklamıştır ve sarhoşluk veren herşey
haramdır.”[537]
Gübeyra kelimesi; tanbur, ud
ve gitar gibi manalara gelir. Maliki ulemasından İbn el-Arabî'ye göre; bizim
trampet diye tercüme ettiğimiz "kübe" kelimesi tavla oyunu anlamına
gelir.
2. Rasûlullah "Bu ümmette
yere batma, suret değiştirmesi (üzerine gökten taşların) yağdırılması (gibi
hadiseler) olacaktır" buyurdu da mü slü m anlardan biri:
Ey Allah'ın Rasulü! Bu ne
zaman olacaktır? diye sordu. (Hz, Peygamberde):
Şarkıcı kızlar ve çalgı
aletleri türediği ve şaraplar içildiği zaman" cevabını verdi.[538]
3. "Muhakkak ki Rabbim beni
âlemlere rahmet ve hidayet rehberi olarak gönderdi ve bana nefesli sazlarla
gitar, ud gibi yaylı ve telli sazları bir de cahiliyye döneminde tapılan
putları imha etmemi emretti."[539] Ancak bu hadis zayıftır.
İbn el-Kayyim,
İgâsetü'I-Lehfân isimli eserinde bu konuda şöyle diyor: "Çalgı aletlerine
"budala ses, cırtlak ses" isimlerini veren bizzat Allah'ın Rasûlüdür.
Çünkü o bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Ben ancak iki budala ve cırtlak
sesi yasakladım:
Birisi oyun ve eğlence
anındaki şeytanın dediklerinden çıkan sesi; Diğeri de musibet anındaki yüzlerin
tırmalanıp yakaların yirtilmasıyla birlikte çıkan şeytanın zırıltısı."[540]
Görülüyor ki efendimiz çalgı
aletlerine sadece "cırtlak ses" ismini vermekle kalmıyor, bir de
onlardan "şeytanın düdüğü" diye bahsediyor.
"Allah düşmanlarının,
ilimden, akıldan, dinden nasibi az olan insanları aldattığı, cahil sapıkların
kalplerini avladığı en önemli hile ve tuzak ıslık, alkış ve ezgi dinlemektir.
Hatta denebilir ki şeytanın düdüğü mahiyetinde olan bu sesleri dinlemek, sözü
geçen akıldan ve dinden nasipsiz olan câhil ve sapıklara Kur'an-i Kerim
dinlemekten daha sevimli gelir. Onların tek emeli fısk ve isyan olur. İslamın
hizmetkârları ve hidâyete erişmiş olan kimseler ise bunlardan ve bunların
yollarından süratle uzaklaşır. et-Turpuştî'nin açıklamasına göre, İmam Malik,
ezgi söyleme ve dinlemeyi yasaklar ve: "Bir kimse bir cariye satın alsa da
cariye şarkıcı çıksa, bu alışverişinden dönebilir. Çünkü şarkıcılık bir
kusurdur" dermiş.
Yine Turpuştî'nin açıklamasına
göre İmam Malik'e "Medine halkının ezgiye cevaz verişine ne dersiniz?
diye sorulmuş da:
Biz Medine1ilere göre de
şarkıya cevaz yoktur. Gerçekte bize göre şarkı söyleme ve dinleme işini sadece
fasıklar yapar." cevabım vermiştir.
İmam Ebû Hanife’ye gelince, o
da ezgiyi hoş karşılamaz ve günahlardan sayar. Küfe ulemasının görüşü de
böyledir. Süfyân, Hammâd, İbrahim ve Şa'bî, Küfe ulemasından bazılarıdır.
Basra uleması arasında da ezginin haramlığı konusunda bir ihtilâf yoktur.
Ezgi konusunda imamlar
içerisinde en sert davranan İmam Ebu Hanife'dir. İmam Hanife taraftarlarının
açıklamasına göre eğlenme kasdıyla söylenen ezgileri dinlemek haramdır. Bu
maksatla çalınan kaval ve defi dinlemek böyle olduğu gibi; bir sopayı ahenklf
bir şekilde vurarak düzenli bir ses çıkarmak ve onu dinlemek de böyledir. Bu
günahı irtikab edense fâsık olacağından şahitliği kabul edilmez. Hatta bu
haramı helal sayarak ondan zevk almak küfürdür. Binaenaleyh istemeyerek
kulağına böyle bir. ezgi gelen kimsenin onu duymamak için elinden gelen çabayı
sarf etmesi gerekir. İmam Ebu Yusuf'a göre bir evden çalgı ya da eğlence sesleri
işitilse sahiplerinden izin almadan o eve girip bu sesleri kesmek icab eder.
Çünkü nehy-i anilmünker (kötülüğü önlemek) farzdır.
İmam Şafiî'de "Kitabü'I
Kada" isimli eserinde ezginin mekruh olduğunu ve batıla benzediğini
söylemiştir. Onun ezgiyi haram saydığım çok yakından bilen taraftarları ise
onun ezgiyi helal saydığına dair yayılan haberlerin asılsız olduğunu
söylemişlerdir.
İmam-ı Ahmed'e göre ise ezgi
kalpte münafıklık duygularından başka bir duygu yeşertmez.[541]
İslam dinine göre düğün ve
sünnet gibi sevinçli hallerde ihtilat-erkek-kadın beraberliği- olmamak şartıyla
oynamak, kaval ve kudüm gibi aletler kullanılarak sevinç izhar etmekte bir
mazhur yoktur. Sevinmek fıtrî bir şeydir. İnsanoğlunun, sevincini gösterip,
sıkıntılarını geriye ittiği bu tür zamanlara ihtiyacı vardır.
Rasûlullah (s.a,) bir
hadislerinde şöyle buyurmaktadırlar: "Helal ile haramı birbirinden ayıran
şey kudüm çalmaktır" İmam Şafiî, "el-Aziz" adındaki kitabında
şöyle diyor: "Kaval çalınıp çahnamayacağıyla ilgili iki görüş vardır;
Bunlardan birisi Begavi'ye aittir ve kavalın haram olduğunu söyler, diğeri de
İmam Gazzali'ye aittir ki o da kaval çalmanın helâl olduğunu belirtir. Bu iki
görüşten Gazzali'ninki daha
doğrudur."
İbn Hacer ve Kurtubî gibi
alimler ise, tambur ve kemence gibi fasık, ayyaş ve sefihlerin kullandığı çalgı
aletlerini kullanmanın ve dinlemenin icma ile haram olduğu görüşündedirler.
£bu İshak eş-Şirazî de bu
hususta şunları söylüyor: "Ud ve tambur gibi çalgıları çalmak
haramdır" Peygamber (s.a.) şöyle buyuruyor: "Allah teâla ümmetime
içkiyi, kumarı ve darıdan yapılan içki île davul ve tamburu
yasaklamıştır."
Rasûlullah (s.a.) bir başka
hadislerinde de şöyle buyurmaktadırlar: "İçki içip davul ve çalgı
aletlerini kullanmak yüzünden ümmetimin bir kısmı mesh olunacaktır."
Demek oluyor ki; insanın
şehvet ve arzularını tahrik etmeyen, aksine hüzün ve benzeri duygulara yol açan
aletleri çalması ve dinlemesi caizdir. Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi
insanın şehvet arzularını tahrik eden ve müslümanı sefih ve ayyaşlara yaklaştıran
ve daha çok bu tip insanlar tarafından kullanılan alet ve çalgıları kullanmak,
haramdır. Bu konudaki delil ise Rasûlullah'ın bazı hadisleri ve icma-i
ümmettir. Bu konuda alimler ittifak halindedirler. İbn Haznı ve İbn Tahir'den
başka bu görüşe muhalefet eden olmamıştır. Bunların da sözlerine güvenilmez.
İbn Hazm zahirî ve ölçüsüzdür, İbn Tahir ise yalancıdır.
Buna rağmen bu tür yasaklara
riayet edilmediği ve herkesin evine girdiği görülmektedir.[542]
Binaenaleyh müslümana düşen
4922 numaralı hadisin şerhinde gösterildiği gibi meşru saha içerisinde kalan
müzik türlerinden yararlanmak, haram ve şüpheli sahada kalan müzik türlerinden
de son derece uzak kalmaktır.[543]
4928... Hz. Ebû
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.)'e elini ve ayaklarını
kınalamış, kadınlaşmış bir erkek getirmişler de Peygamber (s.a.):
Bu adamın hali nedir böyle?
demiş (kendisine):
(Ey Allanın Rasulü gördüğünüz
gibi bu) kadınlara benzemeye çalışan (bir adam)dır, diye cevap verilmiş.
Bunun üzerine (Hz. Peygamber);
onun hakkında (sürgün edilmesi için) emir vermiş de (adam): "En -
Nakî" denilen yere sürgün ecUlmiş. (Bu emri alan sahabiler ise):
Ey Allahin Rasulü onu (orada)
öldürelim mi? diye sormuşlar da;
(Rasûl-i zişan efendimiz):
Bana namaz kılanları öldürmek
nehy edildi, buyurmuştur.
(Bu hadisin ramilerinden) Ebu
Usame dedi ki: "Nakî Medine'nin bir nahiyesidir. Baki (mezarlığı)
değildir."[544]
4929... Hz. Ümmü
Seleme'den (rivayet edildiğine göre bir gün Pey-gamber'in hanımlarının)
yanında, kadın tabiatlı bir erkek varken Hz. Peygamber yanlarına gelivermiş. O
sırada (bu kadın tabiatlı erkek, Hz. Ümmü Seleme'nin) erkek kardeşi
Abdullah'a:
"Eğer yarın Allah size
Tâif'i fethetmeyi nasib ederse sana bir kadm göstereceğim. Dörtle gelir,
sekizle gider" demekteymiş. Bunun üzerine Peygamber (s.a.) hanımlarına
hitaben:
"Böylelerini evlerinizden
çıkanırız" buyurmuştur.[545]
Ebu Davud dedi ki: Bahsedilen
kadının karnında dört boğum vardı.[546]
Kadınlaşan erkekler lûtîliğin
fideliğidir. Bunun içindir. ki Allahım Rasûiü bu tipleri şöylece
lânetlemiştir:
"Erkeklere benzemeye
çalışan kadınlara ve kadınlara benzemeye çalışan erkeklere Allah lanet
etsin."
Erkeklerin kadına benzemesi
başlıca şu yollarla olmaktadır:
a. Allah'ın yarattığı
vücud düzenini değiştirerek kadınlaşmak,
aa. Hadımlaşmak ve
hadımlaştırmak.
b. Erkekliğin dışa dönük fizik
simgesi olan sakalı ve bıyığı traş etmek, İslâm bilginleri sakal ve bıyığın
beraberce kesilmesini benzemek amacı güdülmese de kadınlara benzemenin bir
şekli olarak değerlendirmektedirler.
Yaratılışları itibariyle
kadınımsı köseler, bu hükmün dışındadır.
Bir kadın gibi makyaj1anarak
süslenmek, kolye, bilezik ve küpe gibi kadınlara özgü, süs eşyası takmak.
Allah'ın Rasulü kadınlaştırıcı
bu tür uygulamaları yasaklamış, faillerini sürgünle cezalandırmıştır.
c. Kadın gibi konuşmak ve
davranmak,
Kadın gibi konuşan ve davranan
erkekleri İslâm bilginleri iki kasımda değerlendirmektedir:
1. Yaratılışlarında kadınımsılık
bulunanlar,
2. İradeleriyle
kendilerini benzetmeye çalışanlar,
İslam hukukuna göre
soruşturmaya ve cezaya uğratılabilecek olanlar, hiç şüphesiz ikinci kısma
girenlerdir.
d. Kadın gibi giyinmek:
Allah'ın Rasûlü bu uygulamayı
da şöylece yasaklamıştır:
"Kadın elbisesi giyen
erkeğe ve erkek elbisesi giyen kadına Allah lanet etsin."
Yukarıda açıklananlar
kadınlara benzeme yollarıdır.
Bu yollardan yürüyenler ve
çocuklarını yürütenler istemeyerek de olsa lûtiliğe hizmet etmiş, yol açmış
olurlar.[547]
Bu hadisle ilgili açıklamayı
(4107) numaralı hadisin şerhinde yaptığjmızdari burada tekrara lüzum
görmüyoruz.[548]
1. Namaz insanının
müslümanlıçına delâlet eder.
2. Kadmlaşmış erkekleri
kadınlardan ve erkeklerden tecrid ederek zararsız hâle gelinceye kadar göz
altında bulundurmak icâb eder. Aynı şekilde hayaları buruk kimselerle erkeklik
organf kesik olan kimseler için de kadınlarla bir arada bulunmalarıma izin
verilmemelidir.[549]
4930... İbn Abbas'dan
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) kadınlaşan erkeklerle, erkekleşen
kadınlara lanet etmiş ve kadınlaşan erkekleri kasd ederek: "Onları ve
falan falan isimli kimseleri evlerinizden çıkarınız" buyurmuştur.[550]
Biz bu hadisi bir Önceki
hadisin şerhiyle (4097) ve (4107) numaralı hadislerin şerhinde açıkladığımızdan
burada tekrara lüzum görmüyoruz.[551]
4931... Hz. Âişe'den dedi
ki: Ben kız (şeklinde yapılmış oyuncaklarla oynardım. Bazan (bu bebeklerle
oynarken) yanımda küçük kızlar da bulunurdu. Rasûlullah (s.a.) de yanıma
giriverirdi. O girince (beni yalnız bırakıp) dışarı çıkarlar. (Rasûlullah
yanımdan) çıkınca da, (içeri ) girerlerdi.[552]
Metinde geçen
"benât" kelimesi genellikle "kız çocuklar" şeklinde yapılan
oyuncak bebek demektir. Biz de bu kelimeyi böyle tercüme ettik! Bazıları ise bu
kelimenin "Kızlar" anlamına geldiğini kabul ederek metinde bu
kelimenin yer aldığı cümleye "ben kız çocuklarıyla oynardır'"
şeklinde bir mana vermişler ise de Hafız İbn Hacer, İbn Uyeyne'nin el-Câmi'de
rivayet ettiği "küçük kızlar gelirlerdi de onlar benimle oynarlardı"
mealindeki hadis ile Cerir'in Hişam'dan rivayet ettiği "Ben kızlarla yani
oyuncaklarla oynardım." anlamındaki hadisi delil getirerek bu manayı
reddetmiştir.[553]
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerif çocukların heykel şeklindeki oyuncaklarla oynamasının caiz
olduğuna delalet etmektedir. Çünkü bu oyunlar çocukların eğitimine yardımcı
olurlar. Bu sebeble cumhuru ulema bu oyuncakların alınıp satılmasını da caiz
görmüşlerdir.
Bazılarına göre oyuncak
bebekler hakkındaki bu cevaz, sonradan nesh edilmiştir. İbn Battal da bu
görüştedir. İbn Ebu Zeyd'den rivayet edildiğine göre İmanı Malik kişinin
kızlarına böylesi oyuncaklar satın almasını kerih görürmüş. Davudi bu
görüştedir.
Beyhakî'ye göre Hz.
Peygamber'in Hz. Aişe'ye bu oyuncaklarla oynamasına izin vermesi, bu mevzudaki
yasağın gelmesinden Önce idi. İbn Cevzî de bu görüştedir.[554]
Hz. Peygamber'in Hz. Aişe'ye
bu izin vermesini Hz. Aişe'nin o sırada henüz ergenlik çağma gelmemiş olmasına
bağlıyanlar da vardır. En ihtiyatlı olanı bu gibi şüpheli işlerden
kaçınmaktır. Bu mevzuda (227) no'-lu hadisin şerhine de müracaat edilebilir.[555]
4932... Hz. Aişe'den dedi
ki: Rasûlullah (s.a.) Tebük ya da Hayber savaşından gelmişti. (Aişe'nin)
sofasın(ın önünde) de bir perde vardı. (Tam o sırada) rüzgar esip Aişe'ye ait
oyuncak bebeklerin üzerin)den (sözü geçen) perdenin bir ucunu açıverdi. Bunun
üzerine (Hz. Peygamber:)
"Bu(nlar) da ne ey
Aişe?" dedi.
(Hz. Aişe de:)
Bunlar oyuncaklarım, cevabını
verdi. (O sırada Hz. Peygamber) bebekleri arasına bir de çaputtan (yapılmış)
kanatlı bir at gördü ve:
"Bebekler arasında
gördüğüm bu (oyuncak) da nedir?" dedi, Hz. Aişe:
Attır, cevabım verdi.
(Bunun üzerine) Hz. Peygamber:
"(Peki) bunun
üzerindeki(ler) nedir?" dedi,
(Hz. Aişe de):
Kanatlarıdır, karşılığını
verdi. (Hz. Peygamber):
"Atın kanatları olur
mu?" dedi, (Hz. Aişe:)
Sen Hz. Süleyman'ın kanatlı
atları olduğunu duymadın mı? cevabını verdi. (Hz. Aişe rivayetine devam ederek)
dedi ki:
Bunun üzerine (Hz. Peygamber
öyle bir) güldü (ki) azı dişlerini ble gördüm.[556]
Bilindiği gi6i Hayber'in fethi
hicretin 7. senesinde Tebûk gaivesi ise 9. senesinde vuku bulmuştur.
Eğer Hz. Aişe'nin bu hadis-i
şerifte anlattığı olay Hayber savaşından sonra olmuşsa, Hz. Aişe'nin o sırada
on altı yaşında, eğer Tebûk savaşından sonra olmuşsa onsekiz yaşınca olması
gerekir. Bu durumda onun bu yaşta da oyuncak bebeklere ilgi duyduğu ve Hz.
Peygamberin de "bu yaşta onun oyuncak bebeklerle oynamasına izin verdiği
anlaşılır.
Bu hadisle ilgili fıkhı
görüşler bir önceki hadisin şerhinde açıklanmıştır.[557]
4933... Hz. Aişe'den dedi
ki:
"Ben altı veya yedi
yaşımda iken Rasûlullah (s.a.) benimle nikahlandı. Medine'ye geldiğimiz zaman
kadınlar (bana) geldiler /(ravi) Bişr (hadisin bu kısmını);
Bana (annem) Ümmii Rurnan
geldi, ben saimgaç üzerinde bulunuyordum; beni kadınlara teslim etti; şeklinde
rivayet etti. (Ve kadınlar) beni alıp götürdüler. Rasûlullah (s.a.) benimle
zifafa girdi. Ben o sırada dokuz yaşımda idim. (Annem Ümmü Rûman beni
salmgaçtan indirdiği zaman) beni kapının yanına durdurdu. (Bense salıngaca bine
bine iyice nefesim kesildiğinden) hih, hih (diye zorla nefes alı)yordum.
(Nihayet bu yorgunluğum geçince beni tutup kadınlara teslim etti.)
Ebu Davud der ki: (Hih, hih
sözü) zorla nefes aldı, anlamına gelir. Bu hiih hiih sözünden sonra hadisin
devamı): "Ben rir eve sokuldum -yakutta- (annem) beni (bir eve) soktu. Bir
de baktım ki (evde) ensârdan bir takım kadınlar var. (Bana): Hayırlı ve mübarek
olsun dediler. Sonra da götürüp Rasûlullah (s.a)'e teslim ettiler seklinde
olması gerekir. Fakat (ravi Musa îbn İsmail le Bişr îbn Halid'in)
rivayetlerinin biri diğerine karışmıştır.[558]
Hadis-i şerif, çocukların
vücuuannın gelişmesine ve sıhhatlerine yardımcı olacak hareketli oyunların caiz
olduğuna delâlet etmektedir. Bu bakımdan spor tarafı ağır basan oyunların
oynanmasında, beraberinde bir haram bulunmaması kaydiyle, hiç bir sakınca
yoktur.
Ayrıca bu hadis-i şerif, Hz.
Aişe'nin Hz. Peygamberle altı yada yedi yaşında nişanlanıp dokuz yaşında zifafa
girdiğini ifade etmektedir.
Ancak merhum Ömer Rıza
Doğrul'un tahkikine göre, Hz. Aişe hicret esnasında 17 yaşında idi.[559] İslam alimleri arasında Hz.
Aişe'nin Hz. Peygamberle
evlendiği zaman kaç yaşında olduğu mesi tartışılmıştır. Bu konuda iki görüş
vardır:
1. Hz. Aişe evlendiği, zaman 8-9
yadlarında idi. Bu durumda doğum tarihi yaklaşık olarak 613 olmaktadır Bu
görüşte olanlar Arabistan'ın iklim şartlarını gözönüne alarak bu yaştaki bir
kızın evlenmesinde bedeni olarak bir mahzurun olmadığını savunmuşlardır.
.
2. Hz. Aişe evlendiği zaman
16-18 yaşlarında idi. Buna göre doğum tarihi de yaklaşık olarak 606 yıllarına
tesadüf etmektedir.
Bu görüşe göre bazı deliller
ileri sürülmüştür.
Bu delilleri şöylece
özetleyebiliriz: İlk önce Hz. Hatice vefat ettiği zaman geriye çocukları
kalmıştı. Hz. Peygamber’in alacağı hanımın bu çocuklara bakabilecek durumda
olması lâzım idi. Çocuk yaşta birisiyle evlenmesi bu bakımdan makul
görülmemektedir.
İkinci olarak, Hz. Aişe, Hz.
Peygamber vefat ettiği zaman hadis tefsir ve fıkıh ilimlerinde belirli bir
noktaya gelmişti. Dokuz yaşında evlendiği kabul edilirse, çocuk yaşta bir
hanımın dokuz sene gibi kısa bir zamanda bu ilimlerde belli bir noktaya
gelmesi imkansız görülmüştür.
Üçüncü olarak da yukarıda
işaret edildiği gibi Hz. Peygamber istemeden önce Hz. Aişe'nin Cübeyr b.
Mut'ım'le sözlü olmasıdır. Yaklaşık olarak iki sene Hz. Peygamberle sözlü
kaldıktan sonra dokuz yaşında evlenen Hz. Aişe'nin 6-7 yaşlarında Cübeyr'le
sözlü olması aynı şekilde imkansız görülmüştür.
İkinci görüşü savunan
bilginler, bu görüşlerini kuvvetlendirmek için Hz. Aişe'nin rivayet ettiği
hadisleri de[560] delil olarak kullanmışlardır.[561]
Bir kız çocuğunun kaç yaşında
zifafa girebileceği konumunda fıkıh ulemasının görüşlerini (2121) numaralı
hadisin şerhinde açıkladığımızdan okuyucularımıza sözü geçen hadisin şerhine
müracaat etmelerini tavsiye ederiz.[562]
1. Yeni evlenenlere hayır ve
bereket duasında bulunmak.
2. Gelini damada temiz, pak ve
süslü olarak takdim etmek,
3. Bu maksatla, kadınların
gelinin yanında toplanmaları müstehabtır. Çünkü geline zifaf adabını
öğretirler.
4. Zifaf gündüz dahi caizdir.[563]
4934... (Bir önceki
hadisin) bir benzerini de Hz. Ebu Üsame rivayet etti. (Hz. Ebû Üsmâme'nin
rivayetine göre) Hz. Aişe şöyle demiş:
(Annem beni bir odaya aldı.
Bir de ne göreyim; ensardan bir takım kadınların huzurundayım) bana "Çok
hayırlı olsun" (dediler, annem) beni onlara teslim etti. Başımı
yıkadılar, beni süslediler. Rasûlullah (s.a.) kuşluk zamanı çıkageldi. Beni
kendisine teslim ettiler.[564]
Bir önceki hadisle ilgili
olarak yaptığımız açıklamalar bu hadis-i şerif için de geçerlidir.[565]
4935... Hz. Âişe'den
(rivayet edilmiştir); dedi ki: Medine'ye geldiğimiz vakit ben salmgaç üzerinde
oynarken bana (ensardan) birtakım kadınlar geldiler. (Benimse Medine'de
saçlarım dökülmüştü. Bu rahatsızlıktan yeni kurtulmuştum. Saçlarım düzelmeye
başlamıştı da o sırada) kulaklarıma kadar inen saçlarım vardı. Beni (alıp)
götürdüler. (Zifaf için) hazırladılar ve süslediler. Sonra da Rasûlullah
(s.a.)'e götürdüler. (Hz. Peygamber) benimle zifafa girdi. Ben dokuz yaşımda
bir kızdım.[566]
4936... Şu (bir önceki
hadis bir de aynı senedle yine) Hz. İbn Urve'den (biraz farklı olarak rivayet
edilmiştir):
(Bu rivayete göre Hz. Aişe)
şöyle demiştir:
"Ben salmgaç
üzerindeydim, yanımda arkadaşlarım vardı. Beni bir odaya soktular. Bir de ne
göreyim! (Orada) ensardan bir takım kadınlar var. Bana "Hayırlı ve mübarek
olsun" dediler.[567]
4937... Yahya b.
Abdurrahman b. Hâtıb'dan (rivayet edildiğine göre) Aişe (r.a.) şöyle demiştir:
"Biz Medine'ye geldiğimiz
zaman el-Haris İbn el-Hazret oğullarına misafir olmuştuk. Allah'a yemin ederim
ki (o sırada) ben iki hurma ağacı arasında (kurulmuş) olan bir salıngaç
üzerinde idim. Annem yanıma gelip beni (salıngaçtan) indirdi ve (Medine'de
yakalandığım saç hastalığından yeni kurtulduğum için o sırada) benim
kulaklarıma kadar inen bir saçım vardı.
(Hadisin bundan sonraki
kısmında Hz. İbn Zübeyr) bir önceki hadisi (aynen) nakletti.[568]
Bu hadis-i şerifle ilgili
açıklama (4933) numaralı hadis-i şerifin şerhinde geçtiği için burada tekrara
lüzum görmüyoruz.[569]
4938... Ebu Musa
el-Eşârî'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Tavla oynayan kimse Allah'a ve Rasûlüne karşı gelmiş demektir."[570]
4939... Süleyman İbn
Büreyde'nin babasından (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Tavla oynayan kimse sanki elini domuz etine ve kanma batırmış
gibidir."[571]
Nerd ve Nerdeşir tavla zarı
demektir. Bu hadis-i sentler, tavla oynamanın haram olduğunu söyleyen cumhuru
ulemanın delilleridir. Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre;
a. Tarafların ya da taraflardan
birinin ortaya bir mal koymaması
b. Namaz vaktinin geldiğini
farkedemeyecek kadar oyuna dalıp da namazı geçirmemeleri,
c. Bir de bu oyunun helâl
olduğuna inanmamaları şartıyla bu oyunun oynanması mekruh, bu şartlardan
birinin bulunması hâlinde haramdır.
Bu oyun, oynayan kimsenin
mürüvvetini giderir. El-Mugnî'de açıklandığı üzere, işte bu nedenle bu oyuna
devam eden kimsenin şahidliği kabul edilmez. Mezhep imamlarının dördü de bu
görüştedirler.[572] Nitekim Hanefî ulemasının görüşü de budur.[573]
4940... Hz. Ebû
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) güvercin peşinde
dolaşan bir adam görmüş de: "(Bu adam) şeytan kovalayan bir
şeytandır" buyurmuştur.[574]
Hamam: Güvercin cinsi
demektir.
Hamâme: İse bir güvercin
anlamına gelir, hem erkek hem de dişi güvercin için kullanılır.
İmam Nevevî'nifı açıklamasına
göre, yumurtasını alarak kuluçkaya yatırmak, kendilerini seyrederek, üzüntüyü
dağıtmak, postacılıkta kullanmak gibi maksatlarla, güvercin beslemekte bir
sakınca yoksa da uçurmak için güvercin beslemek mekruhtur. Kumar için
beslemekse kesinlikle haramdır. Bu maksatla güvercin taşıyan kimsenin
şahitliği de reddedilir.[575]
İşte hadis-i şerifte güvercine
"şeytan" denilmesinin sebebi insanı böylesi zararlı işlerle meşgul
edip, onu esas vazifesinden ahkoymasmdandır. Onun peşinde gezen kimseye
"şeytan" denilmes ise kendini onun arkadaşlığına kaptırıp aslî
vazifelerini unutmasındandır.
Güvercin peşinde gezen
kimsenin şahitliğinin reddedilmesi, gözleriyle sürekli olarak güvercinleri
takib ettiği için çoğu zaman gözünün önünde cereyan eden hâdiseleri göremeyişi
ile açıklanabilir.[576]
4941... Abdullah İbn
Amr'den (rivayet edildiğine göre); Peygamber (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Merhametli olanlara,
Rahman (olan Allah) merhamet eder. (Öyleyse siz) yerde bulunanlara merhametti
davranınız da gökteki de size merhamet etsin."[577]
Müsedded (bu hadisi rivayet
ederken) Abdullah ibn Amfin "kölesi" (kelimesi) ile "bu hadisi
Hz. Peygambere ulaştırdı" cümlesini hiç zikretmedi. (Hadisi doğrudan
doğruya): "Peygamber (s.a.) buyurdu ki" (diyerek) rivayet etti.[578]
Âlemlerin rabbi ve yaratıcısı
olan yüce Allah, yeryüzünde bulunan her canlıya merhametle muamele eder. Ancak
yaratıklara zarar verenler yine Allah'ın yaratıklarına olan merhameti icabı
zarara uğratılırlar[579] ve gerektiğinde öldürülürler. Bu merhametin enginliğini
kavrayabilmek için tüm yaratıkların kalbinde besledikleri merhamet
duygularının, Allah'ın merhametinin sadece yüzde birini teşkil edebileceğini[580] düşünmek icâb eder.
Yüce Allah, uçsuz bucaksız bu
engin merhametinden dolayı Hz. Mu-hammed'i âlemlere rahmet olarak göndemiş[581] ve onun getirdiği din ile insanların
saadet ve selametlerinin yollarını göstermiş, selâmetle felâketin sınırlarım
belirlemiştir. Binaenaleyh din dairesi içerisinde kalmak rahmetin ta kendisi
olduğundan Allah ve Rasulünün emir ve yasaklarını çiğneme karşılığında kitap
ve sünnetçe belirlenmiş olan had cezalan Allah'ın rahmetine aykırı değildir.
Tersine suçluyu temizlediği ve bizatihi rahmet olan cimin sınırlarını da
çiğnenmekten koruduğu için aynıyla rahmettir.
Diğer bir hadis-i şerifte
"Yeryüzündekilere merhamet edin ki gök ehli c'e size merhamet etsin"[582] buyurulmaktadır.
Sözü geçen hadis-i şerifte
"gök ehli"nden maksat melâikedir. Melâ-ike'nin merhametinden
maksatsa, kullarına merhamet etmesi ve bağışlaması için Allah'a duada
bulunmaktır. "Melekler, Rabbierini hamd ile teshin ederler, yerdekiler
için de mağfiret dilerler."[583] âyet-i kerimesinde ifade edildiği
gibi.
Hadisin ravilerinden
Müsedded'in rivayetinde, Ebû Bekir İbn Ebî Şey-be'rin rivayeti, senedinde yer
alan Ebu Kabus'un, Abdullah İbn Amr'in kölesi olduğunu ifade eden "mevla
Abdullah İbn Amr" ibaresi yer almadığı gibi, Abdullah İbn Amr'in bu
hadisi Hz. Peygamber'e ulaştırdığını ifâde eden "yebluğu
bihinnebiyye" ibaresi de bulunmamaktadır. Sened itibariyle bu hadis
müselseldir. Tirmizi bu hadisin hasen-sahih olduğunu söylemiştir.[584]
4942... Ebû Hüreyre'den
(şöyle dediği rivayet) edilmiştir
"Ben, Şu odanın sahibi,
doğru sözlü, doğruluğuna şahitlik edilmiş olan Ebu'l-Kasım'j şöyle derken
işittim: "Merhamet ancak şakî birisin(in kalbin) den kaldırılır."[585]
Sâdık: işinde ve sözünde doğru
olan demektir ki; "Sözünde duran (tarafımızdan gönderilmiş) bir
peygamberdir."[586] âyet-i kerimesinde de bu manada kullanılmıştır.
Masdûk ise işinde ve sözünde
doğruluğuna şahitlik edilen dernektir. Nitekim şu âyet-i kerimede yüce Allah
Hz. Peygamber'in doğruluğuna şehâdet etmektedir: "O havadan konuşmaz,
O'(na inen Kur'an) kendisine vahyedilenden başka birşey değildir,"[587]
Allah'ın yaratıklarına karşı
duyulan merhamet hissinden yoksun olan kişiler, talihsiz kişilerden başkaları
değildir. Bir başka ifadeyle yaratıklara karşı merhamet duygusunu kaybeden
kimseler en bedbaht, en talihsiz kimselerdir. Başkalarına karşı merhamet
duygusunu kaybeden kimseler, çoğu zaman kendilerine karşı da merhametsiz ve
acımasızdırlar.
Esasen "Başkalarına
iyilik edersiniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz."[588] âyet-i kerimesi mucibince başkalarına
merhamet kapısını kapayan kimse başkalarından gelecek olan merhamet kapılarını
da kendine kapamış demektir. Bu durumun ise ne büyük bir mahrumiyet ne korkunç
bir talihsizlik olduğu ortadadır.
Hakiki müslümanm kalbi, şefkat
ve merhamet duygularıyla dopdolu-dur. Merhamet duygusundan yoksunluk, facirlik
ve kafirlik sıfatıdır, bedbahtlık alametidir. Böyle kimselerin âkibeti dünyada
yorgunluk, âhirette ise azab ve mahrumiyettir.[589]
4943... (Hadisi Ebû
Davud'a rivayet edenlerden biri olan) Ebu Bekir b. Ebi Şeybe ("Peygamber
buyurdu" demeden) Abdullah b. Amr'dan (diyerek) rivayet ettiği (halde;
diğer ravi olan İbnu's-Serh'in rivayeti ise şöyledir: ...Abdullah b. Amr'dan
Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Küçüğümüze acımayan ve
büyüğümüzün hakkını tanımayan bizden değildir."[590]
Hadis-i şerifte, küçüklere
merhametli, büyüklere saygılı olmayan kimselerin, Hz. Peygamberin sünnetini
terk etmiş oldukları ve Hz. Peygamberin sünnetinden kılpayı dahi ayrılmayan
hass kullar zümresine giremedikleri, ifade edilmektedir. Bilindiği gibi Hz.
Fahr-i âlem efendimiz, çocuklara karşı çok şefkatli idi. Yolda rastgeldiği
çocukları alır, devesine bindirir, onları sevindirir, çocuklara sevgisinden
onlara tesadüf ettikçe daima selamlardı.
Birgün Halid b. Said, Rasûlü
Ekrem-i ziyarete gelmiş, kızını da beraber getirmişti. Rasûl-i Ekrem onu Habeş
lisanında güzel manasına gelen bir deyimle çağırırdı. Çünkü Halid'in kızı
Habeşistan'da doğmuştu. Çocuk Rasul-i Ekrem ile oynamış, O'nun Peygamberlik
mührünü okşamış, babası onu bu hareketten men'etmek istemiş fakat Rasûl-i Ekrem
çocuğun bırakılmasını söylemişti. Birgün Rasûl-i Ekrem'e müteaddit kumaş
parçaları hediye edilmişti. Bunların arasında kenarları işlenmiş ve bir parça
vardı. Rasul-i Ekrem "Bunu kime vereyim" demiş ve herkes susmuştu.
Rasul-i Ekrem, "Halid'in kızını çağırınız" dedi ve bu parçayı ona vererek
çocuğu sevindirdi.
Rasul-i Ekrem, anne ve baba
ile çocuklara dair olaylardan son derece mütehassis olur ve bunları dinlemek
isterdi. Birgün fakir bir kadın, iki kızı ile Hz. Aişe'yi ziyaret etmiş ve Hz.
Aişe onlara ikram için bir hurmadan başka bir şey bulamamıştı. Hz. Aişe
hurmayı anneye vermiş, anne, hurmayı ikiye bölerek çocuklarına yedirmişti. Hz.
Aişe bu hadiseyi Rasul-i Ekrem'e anlatınca Rasul-i ekrem şu sözleri söyledi:
"Çocukları hakkıyla sevmek ve onları korumak cehennemden
kurtuluştur,"
Hz. Enes diyor ki: Rasul-i
Ekrem şöyle buyurdular: "Namazımı uzatmak niyetiyle namaza durduğum zaman
bir çocuğun ağladığını duyarsam namazımı kısaltırım. Çünkü çocuğun feryadı,
arkamda namaza durmuş olan annesini huzursuz eder."
Rasul-i Ekrem'in çocuklara
sevgisi, yalnız müslüman çocuklarına mahsus değildi. Kendisi müşriklerin
çocuklarına da aynı derecede sevgi ve şefkat gösterirdi. Bir savaş esnasında
birkaç çocuk iki tarafın arasında kalmış ve öldürülmüşlerdi. Rasul-i Ekrem, bu
faciadan haberdâr olunca derinden müteessir oldu. Askerler Peygamber'in
teessürünü görerek: -Ya Rasûlullah neden bu kadar müteessir oluyorsunuz? Bunlar
nihayet müşrik çocukları değil mi, dediler. Rasul-i Ekrem:
Bu çocuklar müşrik çocukları
da olsa masumdurlar, dikkat ediniz çocuk öldürmeyiniz. Zinhar çocuk
öldürmeyiniz! Her can ilk yaratılışta tertemiz olarak yaratılmıştır"
buyurmuştu.
Rasul-i Ekremin adeti,
turfanda meyveleri en küçük çocuklara vermekti. Kendisi çocukları sever, okşar
ve öperdi. Birgün Rasul-i Ekrem bir çocuğa seviyorken bir bedevî gelmiş ona:
Siz çocukları bu kadar
seviyorsunuz, benim on torunum olduğu halde bir defa bile kucağıma alıp
sevmedim, demiş.
O halde cenab-i hak seni
şefkat hissinden mahrum etmiş, cevabını almıştır.
Ashabtan Cabir bin Semure
diyor ki: "Bir gün Rasul-i Ekremle namazımı kıldım, namazdan sonra,
Rasul-i Ekrem, evine gidiyordu. Ben de kendisini takib ettim. Rasul-i Ekrem
yolda bazı çocuklara rast geldi. Hepsini okşadı. Beni de onlarla beraber okşadı.
Hicret esnasında Medine'ye
gidilirken Ensar'ın kızları Peygamberi karşılamağa çıkmışlar ve neşideler
okumuşlardı. Peygamber çocukları okşamış ve "Beni sever misiniz?"
diye sormuş. Onlar da "Severiz" demişler, Rasul-i Ekrem'de "Ben
de hepinizi severim" buyurmuştu.[591]
Büyüklere Saygı: İslam
insanları hakir görmeyi değil, onlara hürmet etmeyi emretmiştir. Özellikle de
takdir ve saygıya lâyık iseler. İslam büyüğe, âlime, fazilet sahiplerine
saygıyı İslam toplumunda müslümana şahsiyetini kazandıran temel ahlâkî
kurallardan saymıştır. Bu özelliğini kaybeden toplum kendisini ayakta tutan en
önemli değerlerden birini yitirmiş, asliyetinden sıyrılmış demektir.
Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
Büyüğümüze saygı göstermeyen,
küçüğümüze merhamet etmeyen ve âlimlerimizin hakkını bilmeyen benim ümmetimden
değildir.[592]
Bir toplumda büyüğe saygı
gösterilmesi, o toplum fertlerinin insanî ahlak kaidelerini anladıklarının bir
işaretidir. Nefislerinin yüceliği ve terbiyesinin bir alametidir. Bunun için
Rasûlullah (s.a.) bu manayı müslüman-ların nefislerine yerleştirmeye
çalışmıştır. Bunu yaparken de müslüman, İslam toplumunun temelini yükseltmiş ve
ahlak direklerini de yerine oturtmuştur...[593]
Görüldüğü gibi hadisi musannif
Ebû Dâvûd, biri Ebu Bekr b. Ebî Şeybe, diğeri Îbnu's-Serh diye bilinen iki
hocadan rivayet etmiştir. Ancak Ebu Bekr bunu, Peygamber'e nisbet etmeksizin
Abdullah b. Amr'a kadar ulaşan mevkuf bir rivayet olarak nakletmiş; İbnu's-Serh
ise açıkça Peygambere nisbet ederek, merfû' bir hadis olarak rivayet etmiştir.
Hadis âlimlerimizin hadis ilmindeki şu emanetine bakınız ki; merhum musannıb,
bunlardan yalnızca birini zikretmeyip her iki ravînin rivayet keyfiyetlerini
açıkça belirtmiştir.
Biz müslümanlar, böyle bir
ilmi mirastan dolayı kendimizi gerçekten bahtiyar kabul etmeliyiz.[594]
4944... Temimü'd Dâri'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.);
"Din nasihatten
ibarettir. Din nasihatten ibarettir. Din nasihatten ibarettir" buyurmuş.
(Orada bulunan sahâbiler)
Kim için (Ya Rasûlullah)?
demişler,
"Allah için, Kitabı için,
Rasulü için, mü'minlerin emiri için ve bütün mü'minler için". Yahutta:
"Müslümanların emiri için ve bütün müslümanlar için-" buyurmuştur.[595]
Nasihat, kalpte hiçbir kötülük
bulunmamak şartıyla jcarg1(ja bulunan kimse için hayır dileğinde bulunmak, ya
da onun hayrına olan işi bizzat yapmaktır. Bir başka ifadeyle karşıdaki insan
için samimi olarak iyilik ve hayır düşünüp onun hayrına çalışmaktır.
İmam Nevevî'nin açıklamasına
göre, her ne kadar bazı âlimler bu hadisin İslamın dörtte birini ifade ettiğini
söylemişlerse de aslında bu söz eksiktir. Çünkü İslamın dörtte biri değil, tümü
bu hadise dayanmaktadır. Dünya ve âhiret saadetini anlatmakta felah
kelimesinden daha kapsamlı kelime olmadığı gibi, arapçada "nasihat"
kelimesinden daha kapsamlı bir kelime yoktur.
Arapça'da bu kelime "balı
mumundan ayırmak" anlamında kullanılır. Bu yönüyle düşünülecek olursa,
nasihat kelimesinin nasıl ince, hassas ve hayırlı duygulan içine aldığı ve
nasihat eden kimsenin muhatabı hakkında ne kadar ince ve hayırlı duygular
beslediği anlaşılır.
Şimdi nasihatin kimler için ve
nasıl yapılacağını hadisteki sıraya göre açıklayalım:
1. Allah adına
nasihat: Allah'a iman etmek, ona hiçbir şeyi ortak koşmamak, onun bütün kemal
sıfatlarıyla muttasıf ve noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu tasdik edip, ona
hiçbir riyanın karışmadığı bir ihlâs, samimiyet ve teslimiyetle ibadet edip
isyandan kaçınmak, onun sevdiğini sevip yerdiğini yermek, dostunu dost bilip
düşmanını düşman bilmek, nimetlerini şükürle karşılayıp onun yolunda herşeyi
feda etmeyi göze almaktır.
2. Allah'ın kitabı
için nasihat: Onun Allah kelâmı olduğuna, Allah katından gelip içine insan sözü
karışmadığına, Allah'dan başka hiçbir kimsenin onun mislini meydana
getiremeyeceğine, insanlığın dünya ve âhiret saadetinin bu kitapta olduğuna
inanmak ve onu bu inançla ve adabına riâyet ederek okuyup tüm hükümlerini
hayata uygulamaktır."
3. Hz.Peygamberi için nasihat:
Onun Peygamber olduğuna, Allah'dan getirdiği herşeyin doğru olduğuna inanmak,
emrettiği herşeyi imkân nisbetinde yapmak, nehyettiği herşeyden kesinlikle
kaçınmak, hayatında ve vefatından sonra ona ve tebliğ ettiği dine yardım
etmek, onun sevdiklerini sevmek, düşmanlarını düşman kabul etmek, onun davetini
yaymak, sünnetini yaşatmak ve onu yegâne örnek bilmektir.
4. Müslümanların emirleri
hakkında nasihat: Hak olan her hususta onlara yardım ve onlarla beraber cihad
etmek, müslümanlara, reislerine, karşı olan görevlerini münasib bir dille
hatırlatarak, onun aleyhine haksız bir kıyamın oluşmasına engel olmaktır.
5. Müslümanların tümü için olan
nasihata gelince, onlara dünya ve âhiret hayatı hususunda hayır ve saadet
yollarını göstermek, onlara eziyet
vermemek, kusur ve ayıplarını
örtmek, iyiliğe çağırıp, kötülükten sakındırmak, büyüklerine hürmet
küçüklerine şefkat ve merhamet, kendi şahsı için sevip arzu ettiğini onlar için
de ayniyle istemek, onların mal, can ve namuslarını kendine ait olan kadar
mukaddes bilip korumak, dertlerine ortak olup gidermeğe çalışmak... Umum
müslümanlara karşı nasihat ve samimiyetin bir kısmıdır.[596]
6. Nasihat en geniş manasıyla
Peygamberde tecellî etmiş, en ağır şartlar altında, kendilerini en büyük
düşman olarak gören kavimlerine karşı, sırf hayır ye saadet olan hak yolunu
talim için çalışmış, hayatlarında tek gaye olarak ümmetinin hak yola
girmelerini hedef almış, bu yolda bir karşılık beklemeden, onlar kendilerini
taşlarken onların hidayeti için dua etmişlerdir. Kur'an-ı Kerim'de bir
Peygamber(s.a.)'den şu sözler nakledilir: "Ey Kavmim, and olsun ki, ben
size Rabbimin üzerime yüklediği risalet ve elçilik vazifesini tebliğ etmiş
durumdayım. Sizin hayrınıza olanı istemiş, hayrınız için çahşmışımdır. Fakat
siz hayrınızı isteyenleri sevtniyormusunuz.[597]
Türkçemizde
"nasihat" kelimesi, öğüt vermek, hayırlı olanı tavsiye etmek
anlamında kullanılır. Bu ise asıl manasından sadece bir kısmını ifade
etmektedir. Çünkü "nasihat" yukarıda da geçtiği üzere sözle olduğu
gibi, iş ile de olur, gönül ile de olur. Diğer Müslümanların iyilikleri, ıslah
edilmeleri, sıhhat ve afiyetlerinin devamı için Hak Teâlaya dua etmek
mü'minlere karşı nasihat çerçevesi içinde yer alır. Kur an-ı Kerimde has
mü'minlerin duası olarak nakledilen şu mübarek sözler, çok ince bir ruhun
Mevlayı zülcelâle yükselen niyazlarıdır: "Ey Rabbimiz, bizi ve bizden
önce geçen kardeşlerimizi mağfiret buyur, günahlarımızı bağışla. İman eden
kimselere karşı kalblerimizde hiçbir kin ve kötülük bırakma... Ey Rabbimiz,
şüphesiz ki şefkati, merhameti bol olan mevlamizsın sen."[598]
Nasihatin sözle öğüt verme
kısmında aranılan şartlarından biri hattâ en mühim olanı tavsiye edilen
iyiliğin, tavsiye eden tarafından bizzat yapılmasıdır. Kendisi yapmadığı halde
başkasına iyilik tavsiye eden kişi, şayet bu sözlerinde samimi ise neden kendi
yapmaz? Değilse neden böyle samimi olmayan bir davranış içine girer? Hiç bir
kimse bir başkasını şahsından daha ötede düşünemez. Düşünürse mutlaka manevî
yönden kendine geçecek bir ecir ve mükafatı hedef almış demektir. Halbuki işin
manevî yönünü düşünen insanın, bir iyiliği başkasına tavsiye ederken eli kolu
bağlanmış değildir. Kendinin de yapmasına bir engel yoktur. Ayrıca sözün
tesirli olması için, söyleyenin, söylediğini önce kendisi yapması şarttır.
Meyhanenin duvarlarına, meyhaneci tarafından yazılan "şarab içmeyiniz,
sarhoş olursunuz, başınıza musibet yağar" sözlerinin ne gibi bir kıymeti
vardır?
Cehennemde en şiddetli azaba
uğrayacaklardan birinin, başkasına iyiliği emrettiği halde kendi yapmayan,
nehyettiği kötülüğü de kendisi yapan kimse olduğu efendimizin bir hadis-i
şeriflerinde anlatılır.[599]
Büyükler, doğru ve iyi
olduğunu bildikleri sözleri: "kulağına küpe yap" diyerek küçüklere
aktarır, nasihatten anlamayanlara "kulağından pamuğu çıkar da dinle"
derlerdi. Ziya Paşa'nın darb-ı mesel haline gelen şu beyti, büyüklerin
sözlerine kulak asmayanlar hakkındadır:
Nush ile yola gelmeyeni etmeli
tekdir
Tekdir ile uslanmayanın hakkı
kötektir."[600]
4945... Ebu Zür'a İbn Amr
İbn Cerir'den (rivayet edildiğine göre) Cerir (İbn Abdullah el Becelî) (r.a.)
şöyle dermiş:
"Ben (kendisini) dinleyip
itaat etmek ve her müslüman için halis niyyet beslemek ve onlar hakkında
hayırlı davranışlarda bulunmak üzere Ra-sûlullah (s.a.) söz verdim. (Ebû Zür'a)
dedi ki: (Cerir birisine) birşey sattığı, ya da birşey satınaldığı zaman:
"Muhakkak ki bizim senden almış olduğumuz (bu mal), bizim için (bizim) size
verdiğimizden daha sevimlidir. (Binaenaleyh, vermiş olduğun malı) tercih
et(tiğin takdirde bizden geri alabilirsin)" derdi.[601]
Bey'at: Mübadele (alış-veriş)
akdi demektir. Sonraları Devlet Başkanına itaat ve sadakati bildiren ve el
sıkışma suretiyle yapılan ahitleşme anlamında kullanılır olmuştur. Mevzumuzu
teşkil eden bu hadis-i şerifte kasd edilen mana da budur.
Bilindiği gibi, Rasul-i zişan
efendimizin şahsında hem Peygamberlik, hem de devlet başkanlığı toplanmış
olduğundan, hadis-i şerifte söz konusu edilen mesele bir müslümanın, Hz.
Peygambere ve müslüman devlet başkanına herhangi bir dünyevi çıkar gayesi
olmaksızın sırf Allah rızası için ivazsız, garazsız, samimiyet ve ihlasla
bağlanmanın ve onların Allah'ın dinine hizmet yolunda verecekleri emirlere
uymanın lüzumu meselesidir.
Burada söz konusu edilen diğer
bir mesele de bir müslümanın diğer bir müslümam onun menfaatini kendi
menfaatine tercih edebilecek kadar samimi bir şekilde sevip sayması
meselesidir.
Hadis-i şerifte bir müslümanın
Allah için bir din kardeşine karşı besleyebileceği samimi sevgi ve saygı
duygulan anlatılmaktadır. Hz. Cerir'in alış-veriş yaptığı müslüman kardeşleri
karşısında duyduğu îsâr dediğimiz müslüman kardeşinin menfaatini kendi
menfaatini tercih edebilme (diğerkâmlık) duygusu ise, bir müslümanm din
kardeşlerine karşı beslemesi gereken sevgi, saygı, samimiyet duygularının en
idael bir örneğidir.
Hafız İbn Hacer'in
Taberâni'den rivayet ettiği bir haberde bildirdiğine göre, Hz. Cerir,
kendisine bir at satınalması için bir kölesine emr etmiş, o da pazardan 300
dirheme bir at alarak parasını da ödemek için atla birlikte sahibini de
Cerir'e getirmiş. Cerir atı beğenmiş. Ve ata biçilen 300 dirhemi az bulduğu
için atın sahibiyle yeniden pazarlığa girişmiş ve 800 dirhemde anlaşmış.
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifte sözkonusu edilen bütün bu samimi, temiz ve ulvî duygulara
"nasihat" denir ki; biz bu nasihatin çeşitlerini ve nasıl olacağını
bir önceki hadis-i şerifin şerhinde açıkladık.[602]
4946... Hz. Ebû
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Her kim bir müslümanı
dünya sıkıntılarının birinden kurtarırsa Allah da onu kıyamet gününde bir
sıkıntıdan kurtarır. Kim darda kalan bir kimseye kolaylık gösterirse Allah da
ona dünya ve âhirette kolaylık ihsan eder. Kim bir müslümanın ayıbını örterse
Allah da dünya ve âhirette, onun ayıbını örter. Kul (din) kardeşinin yardımında
oldukça Allah da o kulun yardımındadır."
Ebû Davudder ki: (Bu hadisin
ravilerinden olan) Osman, (metinde geçen); "Kim de darda kalan bir
kimseye kolaylık gösterirse" cümlesini Ebû Muaviye'den rivayet etmedi.[603]
Bu hadis-i şerif birkaç
meseleye delâlet
etmektedir:
1. Müslümanın dünyaya ait bir
sıkıntısını çözmenin faziletini bildiriyor. Bu da ya ona mal vermekle, ya da
ağırlığını koyarak onu zalimin zulmünden kurtarmaya çalışmakla olur.
2. Borçluya yardımda bulunmak ta
aslında bir müslümanın sıkıntısını gidermekten sayıldığı halde, hadis-i şerifte
bunun ayrı bir madde olarak sayılması borçlu olmanın dünyevi sıkıntıları içinde
ayrı bir yeri olduğu -içindir. Borçluya yardım ya kendisine uzun vade tanımak,
yahut borcunu affetmek gibi şeylerle olur. Alacaklı herhangi bir şekilde
borçlusuna kolaylık gösterirse, şüphesiz Cenab-ı Hakk da ona dünyevi uhrevi
bütün işlerinde kolaylık ihsan eder. Bu suretle her işi yolunda gittiği gibi,
âhirette de sıkıntı çekmez. İyilikleri kötülüklerine galebe çalar.
3. Bir kimse bir müslümanın
gizli bir kusurunu görür de başkalarına söylemezse me'cur olur, ecri de ameli
cinsindendir, yani onun kusurunu da Allah örter. Dünyada yaptığı bir kusuru
kimseye duyulmadığı gibi âhirette de kabahatini yüzüne vurmaz, affeder. Bundan
dolayıdır ki Peygamber (s.a.) müslümanlan birbirlerinin kusurlarını meydana
çıkarmamaya teşvik etmiştir.
Ulema, kusur gizlemenin vacib
değil mendub olduğuna kail olmuşlardır. Binaenaleyh bir müslümanın gizli bir
suçunu bilen onu hâkime haber verse günahkâr olmaz. Ancak bu hüküm fitne ve
fesatçılığı ile tanınmış kimseler hakkındadır. Bir defa bir suç işleyerek tevbe
eden ve bir daha yapmayan kimsenin o kusurunu gizlemek icab eder, çünkü
fesatçının kusurunu gizlemek, onu daha başka fitne ve fesatlar çıkarmaya
teşvik olur. Bir defa suç işleyenin hâli böyle değildir. Buraya kadar verilen
izahat ma-siyet işlendikten sonraya aittir. Onu işlerken görenin hükmüne gelince:
Men'etmeye iktidarı olursa
derhal müdahalede bulunarak men'etmesi vacibdir. Çünkü bu müdahale münkefi
inkâr demektir, müdahale etmemek helal olmaz. Meselâ hırsızı birinin malım
çalarken görenin mal sahibine haber vermesi icab eder, aksi takdirde hırsıza
yardım etmiş olur. Acaba hadis ravileri ile şahidlerin, evkaf ve zekat
memurlarının cerhi gıybet sayılmaz mı? Hayır, onların cerhi gıybet değil,
bilakis herkese vâcib olan bir nasihat ve dürüstlüktür. Böyle olduğu da
ittifakla kabul edilmiştir.
4. Kul din kardeşine yardım
ettikçe Allah da ona yardım eder. Bu suretle kazanmaya gayret gösterdiği
birşeyi kolayca elde eder. Vakıa her iş-de Allah kulunun muinidir: Fakat bu
avn-u inayet, din kardeşine yardım edene daha fazladır. Binaenaleyh müslümana
gereken, din kardeşini kendinden ileri tutmaktır. Zira Allanın kemal-i
inayetine nail olmanın yolu budur.[604]
4947... Hz. Huzeyfe'ten
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Her iyilik sadakadır."[605]
Hadis-i şerif, yapılan her
hayrın ve iyiliğin sadaka sevabı gibi sevabı olduğunu ifade etmektedir.
Bilindiği gibi maruf, münkerin
zıddıdır, iyilik demektir. İbn Ebu Cemre'ye göre "Adet olsun olmasın, iyi
amellerden olduğu şer'î delillerden anlaşılan şeye maruf adı verilir. Eğer o
iş iyi niyetle yapılırsa sahibi kafi olarak ecir kazanır. Niyetsiz yapıldığı
takdirde ecir işi ihtimalli kalır.
Sadaka: Allah rızası için
verilen maldır ve farz, mendup bütün sadakalara şamildir. İyiliği
"sadakadır" diye haber vermek, teşbih-i beliğ kabilindendir. Maksat,
sevap hususunda iyiliğin, sadaka hükmünde olduğunu binaenaleyh yapılacak
iyiliğin az da olsa hakir görülmemesi lâzım geldiğini bildirmektir. Bir hadis-i
şerifte "Her teşbih sadakadır"[606] buyurulmuştur. Zaten hadisimizdeki
"her iyilik" tabiri bütün salih amellere şamildir. İmam Tirrnizî,
Hz. Ebu Zerr (r.a.)'den merfu olarak şu hadis tahric etmiştir: "Din
kardeşinin yüzüne gülümsemen senin için bir sadaka; iyiliği emir, kötülüğü
nehyetmen senin için bir sadaka, delâlet diyarında bir adamı irşâd etmen senin
için sadaka, yoldan taşı dikeni ve kemiği atman senin için sadaka, kovandan din
kardeşinin kovasına suyu boşaltman da sadakadır."[607]
4948... Ebu'd-Derdâ'dan
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Siz kıyamet gününde
kendi isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. Öyleyse
isimlerinizi güzel koyunuz."[608]
Ebu Davud der ki; ibn Ebî
Zekeriyya, Ebu d-Derdâ'ya yetişmemiştir.[609]
Hadis-i şerifte, insanlar,
kıyamet gününde kendi isimleriyle birlikte babalarının da isimleriyle
çağrılacakları gerekçesiyle, müslümanların kendi çocuklarına, akraba ve hizmetçilerinin
çocuklarına güzel isimler vermeleri emr edilmektedir.
Binaenaleyh mevzumuzu teşkil
eden bu hadis, insanların kıyamet gününde annelerinin ismiyle çağrılacaklarını
ifade eden hadisi[610] reddetmektedir. Nitekim insanların kıyamet gününde
babalarının isimleriyle çağrılacağını ifade eden daha başka hadisler de
vardır.[611]
Her ne kadar insanların
"ey falancanın oğlu falan" şeklinde annesinin ismiyle çağıracağına
dair Taberanî'nin Mu'cem'inde Said İbn Abdullah el-Evdî'den rivayet edilen bir
hadis-i şerif[612] varsa da ulema sahih hadislere aykırı olduğu için bu
hadisin delil olamayacağını ittifakla kabul etmişlerdir. Eğer bu hadisin
şahinliği kabul edilirse "mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif babalan
belli olan kimseler hakkındadır. Annelerin ismiyle çağrılacağını ifade eden
hadislerde babalan olmayan, ya da belli olmayan kimseler hakkındadır"
denebilir. Yahutta mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte geçen babalarınız
tabirinden maksat anneler ve babalardır; tağlib yoluyla babalar, denmiştir
Mecazen "anneler ve babalar" anlamına gelir.
Bu te'vile itibâr etmek mümkün
olursa, o zaman kıyamet gününde insanlar bazan annelerinin ismiyle bazan da
babalarının ismiyle, bazı yerlerde annelerinin bazı yerlerde de babalarının
ismiyle çağrılacaklar demektir.
Hafız Münzirî'nın
-Musannifimiz Ebû Dâvûd ile aynı kanaati paylaştığını ortaya koyan-
açıklamasına göre, bu hadisin ravisi Abdullah İbn Zekeriyya, Ebu'd-Derda
(r.a.)'den hadis almadığından, mevzumuzu teşkil eden bu hadis munkatıdır.
Ayrıca, konumuzu teşkil eden bu hadisin bab başlığıyla bir ilgisi yoktur. Çünkü
bu hadiste isimleri değiştirmeden söz edilmemektedir. Ancak, bu hadis, ismini
dini bir mülahaza ile değiştirecek kimselere bir irşad olarak kabul edilirse;
bu yönden bab başlığı ile ilgili görülebilir.[613]
4949... (Abdullah) İbn
Ömer'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.):
"Yüce Allah'ın en hoşuna
giden isimler (Allah'a kulluk ifade eden) Abdullah ve Abdurrahman (gibi
adlar)dır"[614] buyurmuştur.[615]
4950... Sahabilerden olan
Ebu Vehb el-Cüşemî'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"(Çocuklarınızı)
Peygamberlerin isimleriyle isimlen(dir)iniz.İsimlerin Allah'a en hoş olanları
Abdullah ve Abdurrahman'dır. En doğru olanları Haris ile Hem mâm'dır. En
çirkin olanları da Harb ile Mürre'dir."[616]
Bilindiği gibi Abdullah,
Allah'ın kulu, Abdurrahman’a Rahmân'ın kulu, anlamına gelmektedir, Bu bakımdan
bu isimlerde Allah'ın rububiyetinin, bu ismi alan kimselerin de kulluklarının
itirafı vardır. Binaenaleyh bu isimleri taşıyan kimselerin her çağınlışlarında
bu iki gerçek dile getiriliş olur. Yüce Allah'ın Kur'an-i Keriminde Rasûlunden
"abd-kul" ismiyle bahsetmesi[617] de bu ismi ne kadar çok sevdiğinin bir
delilidir.
Sindî'ye göre, mevzumuzu
teşkil eden hadis-i şeriflerde anlatılmak istenen "Peygamberin
isimlerinden sonra Allah'a en sevimli gelen isimlerin Abdullah ve Abdurrahman
isimleri olmasıdır."
Netice itibariyle Allah'a en
sevimli gelen isimler, Peygamber isimleridir. Sonra Abdurrahman ve Abdullah
gibi Allah'a izafe edilmiş abd kelimesi taşıyan isimlerdir.
Metinde geçen
"esdaku" kelimesi en doğru anlamına gelir. Buna göre müsemmasını
(sahibini) ifade etmesi bakımından "en doğru" isim gerçekten Haris ve
Hemmâm isimleridir. Çünkü "Haris", kazanan demektir. Nitekim Hars
kelimesi, Şura suresinin 20. âyetinde de bu manada kullanılmıştır. İnsanın en
belirgin vasfı kazamcıhğıdır. Bilindiği gibi kul, kâsib (kazanıcı)dır. Allah
ise halik (yaratıcı)dır. Hiçbir kul, bu Özellikten ayrılamaz. Bütün
hareketlerinde, müsbet veya menfi olarak kazamcı olmaktan uzak kalamaz. Yani
ya hayır, ya da şerr kazanmış olur.
Harb, savaş anlamına gelir.
Mürre ise acılık demektir. Savaşın yüzü soğuk, acılığın yüzü ve sevimsiz
olduğundan bu isimler yüce Allah'ın hoşuna gitmemişlerdir.[618]
4951... Hz. Enes'den
demiştir ki:
Abdullah İbn Ebî Talha,
dünyaya geldiği zaman, Peygamber (s.a.)'e götürdüm. Peygamber (s.a.) bir
"aba içerisinde devesini katranlıyordu. (Bana):
Yanında kuru hurma var mı?
diye sordu.
Evet, dedim. Kendisine bir
miktar (kuru) hurma verdim. Onları ağzına atarak çiğnedi. Sonra çocuğun ağzını
açtı ve hurmayı ağzının ortasına yerleştirdi. Çocuk, (hoşlandığından dilini
dolandırmaya başladı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.):
"Ensarın hurmayı (ne de
çok) sevdiğine bakın!" buyurdu ve adını Abdullah koydu.[619]
"Ensarın hurmayı ne kadar
sevdiğine bakın!" cümlesinde geçen "hubb" kelimesini hâ'nın zammıyla
okumak caiz olduğu gibi kesriyle okumak da caizdir. Kesre ile okunduğu takdirde
mahbûb manasına gelir ve kelimenin sonu merfu okunarak bir mübteda haber
cümlesi meydana gelir ki, "ensarın sevgilisi hurmadır" demek olur. Bu
kelime hâ'nın zammı ile "hubb" şeklinde okunursa, masdardır. Bu
takdirde sonunu mansub ve merfu okumak caizdir. Mensub kıraati daha meşhurdur.
Mansup okunduğu takdirde cümle "ensarın sevdiği kuru hurmaya bakın"
diye takdir olunur ki, bizim verdiğimiz mana buna göredir. Temr kelimesi de
mansup okunur. Hubb kelimesini merfu okuyan onu mübteda yapmış olur. Haberi
mahfuztur. "Lazımdır yahut âdettir" gibi bir haber takdir olunur.[620]
1. Yeni doğan bir
çocuğa tatlı bir şey çiğneyerek yalatmak, bilittifak sünnettir. Bunu
salihlerden bir kimsenin yapması menduptur.
2. Tahniki (çocuğun damağına
tatlı çalma işini) kuru hurma ile yapmak müstehabtır. Gerçi kuru üzüm ve şeker
gibi her nevi tatlı ile tahnik yapmak caiz ise de efdal olan kuru hurmadır.
3. Aba giymek caizdir.
4. Büyük bir zatın tevazu
göstererek kendi işlerini kendi görmesi müstehabtır. Bu onun kıymetini
düşürmez.
5. Doğan çocuklara Abdullah ismi
vermek müstehabtır.
6. Çocuğun ismini salah ve takva
sahibi birine koydurmak müstehabtır.
7. Çocuğa doğduğu gün
isim koymak caizdir.[621]
4952... Hz. İbn Ömer'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) Âsiye (isimli bir kadının) ismini
değiştirmiş: "Sen Cemilersin" demiş.[622]
4953... Muhammed İbn Amr
İbn Ata'dan (rivayet edildiğine göre); Kendisine Zeyneb bint Ebi Seleme
kızının: "Kızının ismini ne koydun?" diye sormuş (O da): Ona Berre
ismini verdim, deyince,
(Zeyneb) şöyle demiş:
Rasûlullah (s.a) bu ismi
yasakladı. (Nitekim) bana da Berre ismi verilmişti de Peygamber (s.a.) (insanı
kusursuz gösteren böylesi isimlen vermek suretiyle); "Kendinizi temize
çıkarmayın, sizden kimin iyi olduğuna Allah daha iyi bilir" buyurdu.
Bunun üzerine (orada
bulunanlardan biri Hz. Peygambere: Peki onun) "İsmini ne koyalım?"
diye sordu. (Hz. Peygamber) de: "Ona Zeyneb ismini veriniz" dedi.[623]
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifler, Hz. Peygamberin "Âsiye" gibi isyan manası taşıyan
isimlerle "Berre" gibi insanın bütün suç ve günahlardan uzak olduğunu
ifade eden, insanı temize çıkaran isimleri yasaklayıp da onların yerine, sözü
geçen sakıncaları taşımayan isimleri verdiğini ifade etmektedirler.
Bilindiği gibi Asiye
"İsyankâr kadın" anlamına gelir. Cahiliyye araplan, hiçbir kusur ve
ayıbı kabule yanaşmayıp, her türlü kusur ve ayıba karşı çıkması temennisiyle
kızlarına bu ismi verirlerdi. İslamiyet gelince Hz. Fahr-i kainat efendimiz bu
isimleri yasaklamış fakat insanın nefsini temize çıkarıp nefis muhasebesinden
ve tevazudan uzaklaştıracağı korkusuyla Asiye isminin yerine "Mutîa:
itaatkâr kadın" ismini vermekten de çekinmiştir.
Yine nefsi tezkiye edip
sahibini nefis muhasebesinden uzaklaştırarak, sorumsuzluğa ve gurura
düşüreceği, endişesiyle "iyi kadın" anlamına gelen "Berre"
ismini de "kimin iyi olduğunu Allah daha iyi bilir." buyurarak
Zeyneb'e çevirmiştir. Zeyneb, zenb kökünden türemiştir. Kamusta açıklandığına
göre "zenb" kelimesi, semizleşti anlamına gelen "zenebe"
fiilinin mastarıdır. "Ezneb" ise "semiz kadın" demektir.
Zeyneb, ismi bu isimle meşhur olan manzarası ve kokusu güzel bir ağaçtan
alınmış olabileceği gibi "babanın zineti" anlamına gelen
"zeynüb" kelimesinin bozulmuş şekli de olabilir.[624]
4954... Üsame İbn
Ahderiyye'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.)'a gelen bir cemaat
içerisinde: "Esram" isimli bir adam varmış; Rasûlullah (s.a.) O'na:
Adın ne? diye sormuş da
(adam):
Ben Esramım, demiş; (bunun
üzerine Hz. Peygamber de):
Sen zûr'asm, buyurmuş.[625]
"Esram", kesmek
anlamına gelen "sarım" kökünden gelir. Biçilmiş ya da kırpılmış ekin demektir.
Dolayısıyla bu kelime
"kesiklik, kopukluk" gibi bereketsizlik ifade eden manalar
taşımaktadır.
Bu sebeble Resul-i zişan
efendimiz bu ismi tohum ve tohum ekecek yer gibi hayır ve bereket ifade eden
"zür'"a" kelimesiyle değiştirmiştir.[626]
4955... Hânı (İbn
Zeyd)'den (rivayet edildiğine göre) kendisi kavmiy-le birlikte Rasûlullah
(s.a.)'e gelince Rasûlullah (s.a.) kavminin onu "Ebulhakem"
künyesiyle çağırdığını duymuş da kendisini çağırarak:
Muhakkak ki gerçek hakem
Allah'dır. Hüküm (ondan çıkar, yine) ona (döner). Binaenaleyh sen niçin (böyle)
Ebu'l Hakem künyesiyle çağırılıyorsun? diye sormuş (da O da):
Benim kavmim bir anlaşmazlığa
düştükleri zaman bana gelirler, bende aralarında hüküm veririm. Her iki taraf
da (benden) razı olurlar, cevabını vermiş. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):
Bu (tarafları hoşnut edecek
hüküm vermek) ne kadar güzel! (Ama Hakem ismi Allah'a mahsus olduğu için kullar
bu isimle künyelendirile-mezler) Kaç çocuğun var? demiş.
(O da):
Benim Şüreyh, Müslim ve
Abdullah (isimli üç oğlum) var, demiş. Rasûlullah (s.a.):
(Yaşça) hangisi daha büyük?
diye sormuş. (Hâni de:)
Şüreyh, cevabını vermiş.
(Bunun üzerine Resulü Ekrem Efendimiz:)
Öyleyse sen Ebu Şüreyhsin,
buyurmuş.
Ebu Davud der ki Şüreyh
Zinciri kıran ve Tüster şehitte girenlerdendir. Bana ulaşan habere göre Şüreyh
(Tüster'e) gizli bir yoldan girdiği için Tüster'in kapısını kırmıştır.[627]
Bilindiği gibi "Eb"
kelimesi arapçada baba anlamına gelir Araplar, bir kimseyi künyelendirmek
istedikleri zaman bu kelimeyi o zatın en büyük oğlunun ismine izafe ederler.
Mesela bir adamın en büyük oğlunun ismi Şüreyh ise bu adamın künyesi "Ebu
Şüreyh" olur. Ayrıca bir işi çok yapan, icad eden ya da bir sıfata fazlasıyla
sahip olan kimseye o işin ya da sıfatın başına "eb" kelimesi getirilmek
suretiyle de künye verilebilir. Çok cahil bir adama Ebu Cehl, hikmet sahibi
bir adama da "Ebu'l-Hikme," ismi verilmesi gibi. İşte Hz. Hani İbn
Yezid'e kavmi tarafından Ebul-Hakem künyesinin verilmesi bu ikinci neviden
olan künyedir. Metinde de açıklandığı üzere Hz. Hani, kavmi arasında meydana
gelen olaylarda hakemlik yapması için kendisine müracaat edilen ve verdiği
hükümlerle de tarafları memnun edebilen bir kimse olduğundan kavmi ona bu
künyeyi vermişti. Fakat "Hakem" ismi Allah'ın güzel isimlerinden
olduğundan bu ismi alan, bu ismin ifâde ettiği manalarda Allah'a ortaklık etmiş
olacağından Hz. Peygamber bu künyeyi ondan almış ve O'nu en büyük oğlu Şüreyh'e
izafe ederek "Ebu Şüreyh" künyesiyle künyelendirmiştir.
Şerhü's-Sünne'de açıklandığına
göre "Elhakem" hükmüne karşı ko-nulamayan hakim demektir ki bu da
Allah'dan başkası olamaz.
Aliyyü'l-Kari'nin açıklamasına
göre "Hz. Peygamberin verdiği bu künyenin bereketiyle Hz. Şüreyh fazilette
en büyük sahabilerin makamına erişmiş ve sahabe döneminde müftilik yapmış, daha
sonra da Hz. Ali onu kadı tayin etmiş. Bu kadılığı sırasında mahkemeye intikal
eden bir davada Hz. Hasan'ın, Hz. Ali lehine yaptığı bir şahitliği kabul
etmemiştir."[628]
Hadisin sonunda musannifin da
açıklandığı gibi Hz. Şüreyh, Tüşter'in fethinde de bulunmuş, o gün birçok
kahramanlıklar göstermiş, zincirleri kırmış, gizli yollardan içeriye girerek
Tüster'in kapısını kırarak müslü-manların oradan şehre girmelerini sağlamıştır.
İbn Esir'in de tesbit ettiği
gibi, Hz, Şüreyh, birçok savaşlara katılmış, yüzyirmi sene yaşamış ve bunu
kendisi bir şiirinde çok veciz bir şekilde dile getirmiştir.[629]
4956... (Said İbn
el-Müseyyeb'in) babasından (rivayet edildiğine göre birgün) Peygamber (s.a.)
Ona:
Adın nedir? diye sormuş (O
da:)
Hazn'dır demiş. (Hz. Peygamber
de):
(Bundan sonra ) sen Sehl'sin,
buyurmuş. (Hz, Hazn ise babasının verdiği ismin değiştirilmesine razı
olmayarak);
Hayır olmaz. (Çünkü) Sehl
(ova), ayaklar altında çiğnenir ve horlanır cevabını vermiş, (Bu hadisin
ravisi) Said dedi ki:
(Dedem Hazn, Hz. Peygamberin
bu teklifini kabul etmeyince:) "Artık bundan sonra bize (devamlı olarak)
üzüntü isabet edecek zannetmiştim."[630]
Ebu davud dedi ki: Peygamber
(s.a) "el-As" "Aziz", "Atle", "Şeytan",
"Elhakem", "Ğurab", "Hubab", "Şihab"
isimlerini "Hişam" ismiyle değiştirdi.
"Harb" ismini
"Selm" ismiyle, "Elmuzdacı" ismini "Elmünbeis" ismiyle,
değiştirdi. "Afim" adıyla anılan araziye "Hadıra" ismini
vermiş, "Şa'b edrDalale" ismini "Şa'b el-Hudâ" ismiyle
"Benüzzinye" ismini "Benurrişde" ismiyle
"Benülmuğviye" ismini de (yine) "Benürrişde" ismiyle
değiştirmiştir.
Ebu Davud dedi ki: Kısaltmak
gayesiyle bu rivayetlerin senetlerini terk ettim.[631]
Bilindiği gibi
"Hazn" düşünce, üzüntü, keder anlamına gelir. Şeni ise, kolay,
yumuşak ve ova manalarına gelir. Bu bakımdan. Hz. Peygamber, Hz. Müseyyeb'e
üzüntü ifade eden bu ismi kolaylık ve yumuşaklık ifâde eden "Sehl"
ismiyle değiştirmeyi emretmiştir. Hz. Müseyyeb de Hz. Peygamberin bu emrinin
far-ziyyet ifade etmeyip bir tavsiye mahiyetinde olduğunu anladığı için, Sehl
ismini alan kimsenin bu ismin taşıdığı manadan dolayı hafife alınıp horlanacağı
korkusuyla bu ismi almağa gönlü razı olmadığından, bu emre uymamış, babasının
verdiği ismi taşımaya devam etmiştir.
Metinde geçen "artık
bundan sonra bize (devamlı olarak) üzüntü isabet edecek" cümlesi
Buhari'nin rivayetinde "bundan sonra bizim ailemizde üzüntü ve keder hiç
eksik olmamıştır" anlamına gelen lafızlarla rivayet edilmiştir.
Buharî'nin bu rivayetinden de anlaşılıyor ki Hz. Hazn, Hz. Peygamberin bu
tavsiyesini tutmadığı için, bir daha hayatı boyunca üzüntü ve kederden
kurtulamamıştır.
Musannif Ebû Davud'un
talikinden anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber "isyankâr" manasına geldiği
için "As" ismiyle Allah'ın güzel isimlerinden olan "Aziz"
ismini şiddet ifade eden "Atle" ismini, Allah'ın rahmetinden uzak
anlamına gelen "Şeytan" ismini hükmüne karşı gelinemez anlamına gelen
ve Allah'ın güzel isimlerinden olan el-Hakem" ismini, uzak ve karga
anlamına gelen "Gurab" ismini, ve "meteor
(göktaşı)"anlamına gelen "Şihab" ismini müslümana yakışan
isimlerle değiştirmiştir. Bu cümleden olarak Şihab ismini kırıklık, ufaklık,
zayıflık gibi kulluğa delalet eden manalar taşıyan Hişam ismiyle değiştirirken,
Harb (Savaş) ismini Silm (Sulh)la el-Muzdaci' (sırtüstü yatan) ismini,
e-Münbeis (Hamleci ve atılımcı) ismiyle, Afira (kuraklık) ismini, Hadıra
(yeşillik) ismiyle Şi'bü'da-lale (sapıklık yolu) ismini, Şı'bul-Hidâye (hidâyet
yolu) ismiyle, Benü'z Zinye (zina çocukları) ismini de yine Benü rişde (nikâh
çocukları) ismiyle değiştirmiş ve bu isimlerden uğur ve bereket ummuştur.
Bütün bu rivayetlerden de
anlaşılıyor ki, bir çocuğun anne ve baba üzerindeki ilk hakkı ileride kendisi
için utanç vesilesi olmayacak güzel bir isim vermeleridir.[632]
4957... Mesrûk'tan
demiştir ki:
Ömer İbn el Hattab (r.a.) ile
karşılaşmıştım. (Bana):
Sen kimsin? diye sordu. Ben
de:
Mesrûk İbn el Ecdâ(ım) dedim.
Bunun üzerine Hz. Ömer:
Ben Rasûlullah (s.a)'ı:
"Ecdâ şeytandır" derken işittim, dedi.[633]
Bu hadis-i şerif, Ecda',
isminin şeytânlardan birimn özel ismi olduğunu ifade etmektedir. Bu bakımdan
çocuklara sözü geçen ismi koymak kerahetten hali değildir. Esasen organ
kesmek, hapsetmek ailesini darlık içinde geçindirmek gibi bir mü'mine
yakışmayan manalara geldiği de düşünülürse, bu ismi koymanın çirkinliği daha da
kolay anlaşılabilir.[634]
4958... Semura îbn
Cündüb'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
Sakın kölenin ismini Yesâr,
Rebhah, Necîh, Efiâh koyma. Çünkü (olur ki) sen (kendine bu isimlerden birini
verdiğin köleni kasd ederek):
O orada mı? diye sorarsın
(karşıdaki de):
(Semure dedi ki:) Hayır
cevabını verir."
Böylesi isimler dörttür, benim
adıma onları fazlalaştirmayın.[635]
4959... Hz. Semura'dan
demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.) kölelerimize
şu dört isim(den birin)i vermemizi bize yasakladı: Eflah, Yesar. Nafi,
Rebâh."[636]
4960... Hz. Cabir'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "inşallah,
eğer ömrüm olursa ümmetime Nâfi, Eflah ve bereket isimlerini koymalarını
yasaklayacağım."
(Bu hadisin ravilerinden)
A'meş (burada bir parantez açarak -bu hadisi bana naki eden Ebu Süfyan
gerçekten) Nâfi ismini de zikretti mi, zikretmedi mi, (iyice) bilmiyorum,
dedi.
(Câbir'in rivayetine göre Hz.
Peygamber şöyle sözlerini tamamlamıştır:) . "Çünkü (kölesini
sormak üzere) geldiği zaman:
Bereket burada mı? diye sorar.
(Orada bulunanlar da:)
Hayır! cevabını verirler.
Ebû Dâvud der ki: (Bu hadisin)
bir benzerini Hz. Câbir yoluyla Ebu Zübeyr de rivayet etti. (Fakat) Bereket
ismini rivayet etmedi.[637]
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifler çocuklara Yes&r (kolaylık Rebah (üretmek), Necih (gayesine
ermeye muvaffak olan), Eflah (gayesine erişen), nâfi (faydalı) bereket (artma,
fazlalaşma mutluluk) isimlerini koymanın caiz olmadığını ifade etmektedir.
Yine bu hadis-i şerifler,
çocuklara sözü geçen isimleri vermenin uygunsuzluğunun sebebini şöyle
açıklamaktadırlar: Çünkü kolaylık, kâr, muvaffakiyet, bereket ifade eden bu
isimleri alan kimselerin bir mecliste olup olmadığı sorulduğu zaman orada
bulunanlar, yanlarında bulunmadığını ifade etmek için "burada başarı,
bereket, kâr... yoktur" diye cevap vereceklerdir. Tabii ki o mecliste
hayır ve bereket olmadığını dile getiren bu ifâde, o mecliste bulunanların
hoşuna gitmeyeceği gibi aynı zamanda buna bu isimlerden birini taşıyan
kimsenin sebep olduğunu düşünerek, onun hakkında kötü düşünmeye ve hatta onun
uğursuz olduğuna, inanmaya
başlayacaklardır.
Binaenaleyh bir müslüman,
çocuğunun şahsiyetini zedeleyecek ve onu toplum arasında küçük düşürecek
isimler vermekten kaçındığı gibi, onun karakterine, halet-i ruhiyesine
(psikolojisine) olumsuz yönde te'sir edecek, ondaki isyankârlık duygusu,
küçüklük ya da büyüklük kompleksi doğuracak isimler koymaktan da sakınmalı,
Allah ve Rasûlünün tavsiye ettiği kulluk, Allah yolunda hizmet gibi ulvi
duygular ilham eden isimler koymalıdır. Musannif Ebu Davud'un mevzumuzu teşkil
eden (4960) numaralı hadisin sonuna ilave ettiği talikin tamamı, Müslim'in Sahih'inde
şu manaya gelen lafızlarla rivayet edilmiştir:
Bize Muhammed b. Ahmed b. Ebi
Halef rivayet etti (dedi ki:)
Bize Rahv rivayet etti (dedi
ki:) Bize İbn Cüreyc rivayet etti (dedi ki): Bana Ebu'z-Zübeyr haber verdi; ki
kendisi Cabir b. Abdullah'ı şöyle derken işitmiş: Peygamber (s.a.) Ya'la,
Bereket, Eflah, Yesar, Nafi ve buna benzer isimler koymaktan nehyetmek istedi.
Sonradan bunlardan sükût buyurduğunu gördüm. Artık hiçbir şey söylemedi. Sonra
Rasûlullah (s.a.) bundan nehyetmeden dünyadan gitti. Bilahere Ömer bunları
yasak etmek istedi. Sonra o da bıraktı.[638]
Bu mevzuda İmam Nevevî:
"Bundan dört isme kıyas ve onlara kendi manalarında ki bazı isimlen katmak
men'edilmiş değildir. Ulemamız diyor ki: Bu hadiste zikredilen isimleri ve o
manada başka isimleri koymak mekruhtur. Kerahet yalnız bu dört isme mahsus
değildir. Hem bu kerahet, kerahet-i tahrimiyye değil kerahet-i tenzihiyyedir.
Kerahetin illetini Peygamber (s.a.)'ûı: "Çünkü sen orada mı, dersin o da
hayır der" kavliyle beyan buyurmuş, bu cevaptaki çirkinliği kerih
görmüştür.Çok defa bu cevap bazı insanları teşe'üme sevk eder" demiştir.
Peygamber (s.a.)'in bu
isimleri koymaktan men'etmek isteyip sonra vazgeçmesinin manası: Haram kılmak
istemiş, sonra bundan vazgeçmiş demektir. Kerahet-i tenzihiyye ifade eden,
başka hadislerde de vardır.[639]
4961... Ebu Hüreyre'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kıyamet
gününde Allah yanında en aşağılık isim (sahibi dünyada) Melikü'l-emlâk
(padişahlar padişahı) ismiyle çağrılan adam (olacak)dır."
Ebu Davud der ki: Bu hadisi
aynı senedle Şuayb ibn Ebi Hamza da Ebu'z-Zinad'dan: "(Kıyamet gününde)
isim(ler)in en çirkini" diye rivayet etmiştir.[640]
Bu hadisin manası kıyamet
gününde en hakir, en zelil a(jam "melikül-emlâk" adını taşıyan
kimsedir. Maksat isim değil, ismin sahibidir. Kadı Iyaz: Bu hadisle isimle
müsemmanın bir şey olduğuna istidlal edilir.
Melikü'l-emlâk bütün mülklerin
sahibi manasına gelir. Bütün mülklerin sahibi de Allah'dır, Allah'dan başka
malik yoktur. Bu husustaki hilaf meşhurdur, der. Binaenaleyh doğan çocuğa bu
ismi takmak, haram olduğu gibi Allah'a mahsus rahman, kuddus, müheymin, halik
ve emsali isimleri şahin şah, sahan şah şahanül-Mülk gibi acem mübalağası
sayılan unvanları takmak da haramdır. Çünkü onların hepsinde kula yakışmayan
bir büyüklük vardır.[641]
4962... Ebû Cebîre İbn
Dahhâk demiştir ki:
"Birbirinizi kötü
lakablarla çağırmayın, İmandan sonra fasıldık ne kötü addır..."[642] âyeti biz Seleme oğulları hakkında
nazil oldu. Rasûlullah (s.a.) bize (yani Medine'ye) geldi. (O zaman) bizden iki
ya da üç ismi olmayan hiçbir adam yoktu. Peygamber (s.a.) (İçimizden birini bu
isimlerden biriyle): "Ey falanca!" diye çağırınca (bunu işiten
kimseler): "Ey Allah'ın Rasulüî (Onu bu isimle çağırmaktan) vazgeç. Çünkü
o bu isimden dolayı kızıyor" demeye başladılar. Bunun üzerine şu
"Biribirini-ze (kötü) lakablar takmayın" âyeti indirildi.[643]
Lügat âlimlerinin açıklamasına
göre kişilere verilen özel isimler ikiye ayrılır.
1. Övme ya da yerme, (medh veya
zemm) ifade eden isimlerdir. Bunlara "lakab" denir ki bunlar kişinin
esas ismine ilâveten sonradan verilen isimlerdir.
2. a. Kişiye babasına ya
da oğluna nisbet edilerek verilen falanın oğlu, falanın babası gibi isimlerdir.
Bunlara künye denir. Bu tür isimler de kişilerin yine esas isimlerine ilâveten
sonradan aldıkları isimlerdir.
b. Kişiye babasına ya da oğluna
nisbet edilmeksizin verilen isimlerdir. Buna da sadece "isim" denir.
Bu tür isimler ise kişilerin doğdukları zaman aldıkları göbek isimleridir.
Burada mevzumuzu teşkil eden
isimler birinci kısma giren yani kişilere göbek isimlerine ilaveten onların
medh veya zemm için verilen isimlerdir.
Metinde geçen
"Birbirinize kötü lakablar takmayınız.." âyet-i kerimesi kişiye
hoşlanmayacağı lakablar takmanın ya da onu hoşlanmayacağı lakablarla
çağırmanın çirkinliğine delalet etmektedir. Çünkü bu, kişiye sövmek
kabilindendir.[644] Oysa bilindiği gibi rnüslümana sövmek fasiklıktan başka
birşey değildir.[645]
Nitekim bazılarına göre sözü
geçen âyet-i kerimenin devamı da bunu ifade etmektedir.[646]
Fakat kişilere memnun
olacakları güzel lakablar takmak sünnettendir. Nitekim Hz. Peygamber, Hz. Ebu
Bekir'e Atik ve Sıddîk lakablarım verdiği gibi, Hz. Ömer'e Faruk, ismini
vermiştir. Hz. Hamza'nın lakabı Ese-düllah (Allah'ın arslanı), Hz. Halid'in
lakabı da Seyfullah (Allah'ın kılıcı) idi. Binaenaleyh bu manada lakab
takmakta bir sakınca söz konusu değildir. Hz. Ömer de böylesi lakabların
yaygınlaştırılmasını emretmiştir.
Bunlarda bir sakınca asla söz
konusu olamaz. Her ne kadar kişiyi topal, kambur gibi halk arasında meşhur
olan ismiyle anmakta bir sakınca yoksa da bir hadis-İ şerifte de belirtildiği
gibi; "Mü'mİnin mü'min üzerindeki hakkı onu kendisine en hoş gelen
ismiyle çağırmak" olduğundan kişi mü'min kardeşini en güzel ismiyle
çağırmalıdır.[647]
İmam Nevevî'nin açıklamasına
göre bir kişiyi kendisinde ya da annesinde veya babasında bulunan bir vasıfdan
dolayı hoşlanmadığı lakablarla anmanın haram olduğunda İslam uleması ittifak
etmişlerdir.[648]
4963... (Zeyd b. Salim'in)
babasından (rivayet edildiğine göre) Ömer ibn El-Hattâb (r.a.) Zeyd İbn
Sabit'in kendi kendisine Ebu İsa künyesini veren oğlunu dövdü. El Mugîre İbn
Şu'be de kendisine "Ebu İsa" diye künyelenmişti. Hz. Ömer O'na:
Sana Ebu Abdullah künyesini
alman yetmiyor mu? diye çıkıştı. Bunun üzerine Mugîre, "Bu künyeyi feana
Rasûlullah (s.a.) verdi" dedi. Hz. Ömer de:
Onun gelmiş, geçmiş hataları
affedilmiştir. (Bize gelince) biz kendi başımızayız. (Allah'ın bize nasıl
muamele yapacağını bilmiyoruz)" diye çıkıştı. Bunun üzerine (Mugîre)
ölünceye kadar Ebu Abdullah künyesini taşımaya devam etti.[649]
Bezlül-Mechud yazarı Hz.
Ömer'in metinde geçen: “O'nun gelmiş geçmiş hataları affedilmiştir. (Bize
gelince) biz kendi başımızayız" mealindeki sözlerini açıklarken şu görüşlere
yer veriyor: "Allah daha iyisini bilir ya, bazı işler haddizatında kerahetten
hali olmadığından bu gibi işleri yapmak aslında çirkindir. Fakat haram
değildir. İnsanlar bu tür işlerdeki çirkinliği anlayınca, bu işleri yapmanın
haram olduğunu zannederler. Halbuki bu fiili irtikab etmek haram değil
mekruhtur.
Hz. Peygamber bu gibi mekruh
işleri yapmanın haram olmadığını göstermek için onları işleyebilir. Bu
fiilinden dolayı da günahkâr olmaz. Bilakis bir gerçeği açıkladığı için sevab
kazanmış olur. Bu Hz. Peygamberin şahsına ait Özel bir durumdur. Binaenaleyh
başkaları aynı fiili işleyecek olurlarsa günahkâr olurlar. Öyleyse bir insan
birisine Ebû İsa (İsa'nın babası) ismini verecek olursa zihinlerde sanki Hz.
İsa'nın bir babası varmış gibi gerçeğe aykırı bir fikir uyandırmış olacağından
çirkin bir fiil işlemiş olur.
Her ne kadar Sünen-i Tirmizî
musannifi imam Tirmizî'nin künyesi "Ebu İsa (İsanın babası)" ise de
bu ismi ona kendisi değil de başkaları vermiş olabilir. Kendisi vermiş olsa
bile şu iki ihtimâlin dışında değildir:
1. Kendisi bu künyeyi seçtiği
zaman, henüz, kendisine mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif ulaşmamış olabilir.
2. Hz. Peygamberin Mugîre İbn
Şu'be'ye Ebu İsâ künyesini verdiğini düşünerek bu künyeyi almanın sünnet
olduğuna inandığı için bu künyeyi seçmiş olabilir.
Fakat şurasını unutmamak
gerekir ki eğer bu künyeyi almak sünnet olsaydı Hz. Ömer bu künyeye müdahale
etmez ve bu künyeyi başkalarına da verirdi."[650]
4964... Enes İbn Mâlik'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) Ona:
Ey Oğulcuğum, diye hitap
edermiş.
Ebu Davud der ki: "Ben
Yahya İbn Maîrii, Ibn Mahbûb çok hadis rivayet eden bindir" diye överken
işittim.[651]
Bu hadis-i şerif, bir kimsenin
başka birisinin oğluna “çocuğum oğlum, yavrum..." gibi şefkat ifade den
kelimelerle hitap etmesinin caiz olduğunu ifade etmektedir. Çünkü çocuğa karşı
yöneltilen bu hitap "Ey sevgili yavrucağız, sen benim yanımda kendi
çocuğum gibi kıymetli ve sevgilisin. Gerçekten de seni kendi çocuğum gibi
seviyorum, sana karşı sevgi ve şefkat hisleriyle doluyum" gibi manalar
taşıdığından bu hitabta; "Çocukları babalarına nisbet ederek
çağırın..."[652] emrine muhalefet etme söz konusu değildir.
Nitekim İbn Kesir de bu
hitabın sözü geçen âyet-i kerimeye aykırı düşmediğini ifade ettiği gibi söz
konusu âyet-i kerimeyi tefsir ederken mevzumuzu teşkil eden hadisi de
zikretmiştir.[653]
[1] Tahirü'I-Mevlevî, Edebiyat Lügati, s. 38-39.
[2] M. Zihni, Nimet-i İslam, 57.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/598.
[3] Müslim, Fedâil 54.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/599.
[4] Müslim, fedâil 51; Dârimî, mukaddime 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/600.
[5] İsrâ (17), 44, Fatır (35), 41.
[6] Hac (22), 59.
[7] Nisa (4), 7, 92, 104; Ahzab (33) I; Fetih (48). 4.
[8] Bakara (2), 263.
[9] Eşref edib, Asr-ı Saadet, VI, s. 511-512, Şamil
Yayınları.
[10] Ali İmrân(3), 59.
[11] Müslim, birr 78.
[12] Müslim, birr 77.
[13] Darimî mukaddime 48.
[14] Eşref edib. Asr-ı Saadet.Vİ, 521-522, Şamil Yayınevi.
[15] Turgut Ali. Kur'an-i Kerim'e Göre Ahlâk Esasları s.
101-103.
[16] Eşref edeb, a.g.e., III, 1, 187-189.
[17] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/600-602.
[18] Buharı, libas 17-18, edeb 68; Müslim, zekât 128;
Nesâî, kasâme 22; Ahmed b. Hanbel, II 153,310,224.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/602-603.
[19] Buharî, edeb 76, Müslim, birr 107-108, Muvatta,
hüsnü'l-huluk 12; Ahmed b. Hanbel II. 236, 268, 507.
[20] Buharî edeb 76, Tirmizî, Birr 73; Muvatta, hüsnü'l-huluk
11; Ahmed, II, 175, 362, 366, 484, V, 34, 370.
[21] Müslim, iman 60; Buharı edeb 77.
[22] Buharî, iman 3 16, edeb 77; Müslim, iman 57-59: s.
Ebû Davud, hd. 4795.
[23] Buhari, edeb 72, 77: menakıb 23; Müslim, fedai! 67;
İbn Mâce, zühd 17; Ahmed b. Hanbel II, 71, 79, 88,91-92.
[24] Tirmizî, birr 61.
[25] Tirmizî, birr 52, Müslim, birr 14-15; Darimî, rikak
73; Ahmed b. Hanbel, IV, 182.
[26] Tirmizî, birr 71; Ahmed b.Hanbel, IV, 193-194.
[27] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/603-604.
[28] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/605.
[29] Rıfat Ahmed, Tasvir-i Ahlâk. 366.
[30] Vedâdî Efendi, Tekmile-i Tarikat-ı Muhammediyye, s.
232.
[31] Buharî, ezan 21; Müslim mesâcid 154.
[32] Furkan (25) 63.
[33] Buhârî edeb 68; Müslim istiska 16.
[34] Ahmed Hamdi Aksekili, Ahlâk Dersleri, 164.
[35] En'âm (6), 90.
[36] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/605-606.
[37] Tirmizî, Birr 74, kıyâme 48; İbn Mâce, zühd 18; Ahmed
b. Hanbel, III, 438, 440.
[38] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/606-607.
[39] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/607-608.
[40] Müslim, birr 107.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/608.
[41] Saim Kılavuz. Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi 556.
[42] Ahmed Rifat, Tasvir-i Ahlâk 88.
[43] Eşref'Edib. Asrı Saadet. VI. 215-216, Şamil Yayınevi.
[44] Ahmet Rifat, Tasvir-i Ahlâk, 88-90.
[45] a.g.e. 89.
[46] Hüseyin Algül, Ahlâk, Tercüman 71000 Temel eser I,
182.
[47] Ali İmran (3), 134.
[48] Müslim, Birr 109.
[49] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/608-611.
[50] Buhari edeb 44, 76. bedü'l-halk M; Müslim, birr
109-110; Tirmizî. devât 51; Ahmed b. Hanbel, V. 240, 244.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/611-612.
[51] Buharı, edeb 44, 76, bedü'l-halk 11, Müslim, birr
109-110; Tirmizî, deavât 51; Ahmed b. Hanbel. V. 24. 244.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/612.
[52] Ahmed b. Hanbel. V 152.
[53] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/613.
[54] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/613.
[55] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/613-614.
[56] Ali îmran (3). 134.
[57] İbn Mâce, zühd, 18.
[58] el Heytemî, Mecmau'z-Zevâid, VII, 70.
[59] Essuyûtî, el-Câmiussagîr, I, 137.
[60] Nur (24), 22; Vedadi Efendi, Tarikat-ı Muhammediye
tere, 143-144.
[61] Ali îmran (3), 134.
[62] Bakara (2), 195.
[63] Hâdimî, Berîka, 11,341.
[64] Kınalızade Ali Efendi, Ahlâk-r Alâî, 1,178.
[65] Muhammed b. Allan. el-Futuhatü'r Rabbaniyye, VI. 182:
Vedadî Elendi. Tarikat-ı Muhammediyye tercümesi. tekmile 144: Hadimi, Berîka,
11.346.
[66] O. Zeki Mollamehmetoglu. Sünen-İ Tirmizî Tercümesi,
VI, 69.
[67] A. Muhtar Büyükçınar, Hadislerle İslam, V, 335.
[68] Ahmed b. Hanbel, Müsned.
[69] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/614-617.
[70] Buharı, menâkıb 27. edeb 80. hudud 10: Müslim. Mail
77-7S, Muvatta, hüsnü'1-hulk 6: Ahmed b. Hanbel, VI. 85. 114. 130. 162, 182.
191, 209, 223, 229, 232, 262. 281.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/617.
[71] Müslim, fedail 79; İbn Mace, nikah 51; Dârîmî, nikâh
34, Ahmed b. Hanbel, V,32, 206, 229,232,281.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/618.
[72] Araf (7), 199.
[73] Buharî, tefsir VII-5.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/618.
[74] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/618-619.
[75] Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi V,
111-112.
[76] Hâdimî, Berika, II, 241.
[77] Eşref Edip, Asr-ı Saadet Talimat ve Tebligat, VI,
503, Şamil Yayınevi.
[78] Yaman Arıkan. Esmau'l-Husna, 237.
[79] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/619-620.
[80] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/620.
[81] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/620-621.
[82] Hucurat (49). 13.
[83] Ahmed b. Hanbel, II, 4-5. 334.
[84] Ahmed b. Hanbel, II, 400.
[85] Vedadi Efendi Tarikat-ı Muhammediye Tercemesi,
Tekmile, 230.
[86] Maide (5), 54.
[87] Vedadi efendi, Taikat-ı Muhammediye Tercemesi,
Tekmile, 230.
[88] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/621-622.
[89] Tirmizî, birr 41. Ahmed b. Hanbel, 11-394.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/622-623.
[90] Essuyûtî, el-Caimü's-Sagîr, I, 8.
[91] Sünen-i Ebû Davud, 4862 nolu hadis.
[92] Haşr (59), 9.
[93] Ali liman (3) 180.
[94] Tirmizî, Bir 41. Ahmed b. Hanbel, I. 4. 7.
[95] Kınalizade Ali efendi. Ahlâk-ı Âlaî I. 297-298.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/623-624.
[96] Müslim, birr 73; Muvatta, hüsnü'l-hulk 7; Ahmed b.
Hanbel, VI, 38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/624-625.
[97] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/625.
[98] Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi X,
544.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/626-627.
[99] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/627.
[100] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/627.
[101] Hacc 522), 77.
[102] Bk. 4947 no'lu hadis.
[103] Buhari.
[104] M. Ali Haşimî (Prof. Dr.), Kur'ân ve Sünnette
Müslüman Şahsiyeti, s.203-205.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/627-628.
[105] Buharı, iman 3, (6, edeb 77; Müslim, iman 57-59; Ebu
Davud, sünne 14; Tirmizî, birr 56, 80, iman 7, Nesâî, iman 16, 27; İbn Mâce,
mukaddime 9; zühd 17; Muvatta, hüsnü'l-hulk 10; Ahmed b. Hanbel, 11-56, 147,
392, 414, 442, 501, 533, V, 269.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/628.
[106] Kılavuz Dr. Saim, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi, 510.
[107] Muhammed Said, Ahlâk-ı Hamide s. 29.
[108] a.g.e.
[109] Buharı, edeb 77.
[110] Eşref Edip, Asr-ı Saadet VI, 463.
[111] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/629-630.
[112] Müslim, iman 60-61.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/630-631.
[113] Tirmizî, kıyâme, 24; Ahmed b. Hanbel, I, 387.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/631-632.
[114] Buharı, enbiya 54, edeb 78; İbn Mâce, zühd 17;
Muvattâ, sefer 46; Ahmed b. Hanbel, IV, 121-122, V, 273.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/632.
[115] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/632-633.
[116] Muvatta; husnu'l-huluk.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/633.
[117] Ahmed Rifat, Tasvir-i Ahlâk, 129. Tercüman.
[118] Ebu Ya'lâ, Taberânî.
[119] Ahmed b. Hanbel.
[120] M. Ali Haşimî, Kur'ân ve Sünnette Müslümanın Şahsiyeti,
161-162.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/633-635.
[121] Tirmizî, Birr 61; Ahmed b. Hanbel, VI, 442, 446, 448,
451.
[122] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/635-636.
[123] Tirmizî, birr 158; Nesâî, cihad 19; İbn Mâce,
mukaddime 7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/636.
[124] Buharî, tefsir sure 68/1, edeb 6, eyman 9; Müslim,
cenne 46-47; Tirmizî, cehennem 13; İbn Mâce, zühd 4; Ahmed b. Hanbel, IV, 227,
II, 169, 214, III, 145, IV, 175, 306.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/636.
[125] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/637.
[126] Buharı, cihad 59; rikâk 38, Nesâî hayl 14, 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/637.
[127] Buharı, cihad 59. rikak 38; Nesâi, hayl 14, 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/637.
[128] Nahl (16),96.
[129] Buharı, menakıb u'1-ensar 26, Edeb 90, rikâk 29; İbn
Mâce, edeb 41.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/637-638.
[130] Müslim, zühd 68-69, Ebu Davud, hudûd 36; Tirmizî,
zühd 55; İbn Mâce, edeb 36; Ahmed b. Hanbel. VI ,5.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/7.
[131] Sünen-i Ebu Davud, Buyu 63; Ahmed b. Hanbel, I,
278-279, 350.
[132] a.g.e., talak 34.
[133] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/7-8.
[134] Buharî, şehâdat 16, edeb 54, Müslim, zühd 65-66; Ahmed
b. Hanbel, V, 41,46,51.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/8.
[135] Bk. 5124-5127 no'lu hadisler.
[136] Gazzâlî, İhya, 111,159-160.
[137] Ahlâk-ı Alaî, 1,286.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/8-9.
[138] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/10.
[139] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/10-11.
[140] Buharî, istîtâbe 4, istizan 22, davât 59, edeb 35;
Müslim, birr 77, selâm 10;Tirmizî, istizan 12; İbn Mâce, edeb 9; Dârimî rikâk
75; Muvattâ, isti'zan 38; Ahmed b. Hanbel, 1,112, IV, 87, VI, 37, 85, 199.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/11.
[141] Fussilet (41), 34.
[142] Ahmed Riffat, Tasvir-i Ahlâk 257.
[143] Buharî, edeb 38.
[144] Müslim, birr 78.
[145] Müslim, birr 76.
[146] Eşref edip, Asr-ı Saadet, VI, 520.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/11-12.
[147] Müslim birr 78; Ahmed b. Hanbel, VI, 58, 116, 125,
171,206,222.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/12-13.
[148] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/13.
[149] Müslim, birr 74-76, İbn Mace, edeb 9; Ahmed b.
Hanbel, IV, 362, 366.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/13.
[150] Tevbe(2), 123.
[151] Vedadi efendi, Tarikat-ı Muhammideyye Tere. ve
Tekmile s. 302.
[152] El-Hadimi, Berika, II, 313.
[153] Ali İmrân(3), 159.
[154] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/13-14.
[155] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/14.
[156] Ahmed Rifat, Tasvir-i Ahlâk, 312.
[157] Sünen-i Ebu Davud, Hudud 4.
[158] Suyûtî, el-Camiüs.sagîr, II, 62.
[159] Tirmizî, birr 65.
[160] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/15.
[161] Tirmizî, birr 35; Ahmed b. Hanbel, II-258, 295, 303,
388, 461, 492, III, 32, 74, IV, 278, 375, V, 211,212.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/16.
[162] Rum (30), 7.
[163] M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri
Sözlüğü, III, 361.
[164] Cürcâni, Tarifat 86;, et-Tehâvevî, Muhammed Ali,
Keşşâfü İstilahatil-Funûn, I, 737.
[165] a.g.e.
[166] Kuşeyrî Risalesi, (Çeviren; Süleyman Uludağ), s. 272.
[167] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/16-18.
[168] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/18.
[169] Buharı, el-Edebu'I-Müfred-Ahlâkı Hadisler, terceme;
A. Fikri Yavuz, 1-230-231.
[170] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/18-19.
[171] Buhari, el-Edebu'l-Müfred-Ahlâkî Hadisler, terceme;
A. Fikri Yavuz, 1-230-231.
[172] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/19-20.
[173] Süyûtî, el-Camiüssagîr, I, 57.
[174] el Münavî. Feyzü'l Kadir, II, 418.
[175] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/20.
[176] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/20-21.
[177] Enfâl (8), 17.
[178] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/21.
[179] Buharı istizan 2; Müslim, libas 1 14, selam V3, Ahmed
b. Hanbel. 111-36-47.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/22-23.
[180] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/23.
[181] Ali imran (3), 104.
[182] Gazzali, İhya, 1,303.
[183] Tirmizî, birr 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/23-24.
[184] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/24-25.
[185] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/25.
[186] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/25-26.
[187] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/26.
[188] Müslim, fedail 76.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/26.
[189] A. Davudoğlu, Sahili Müslim ve Terceme ve Şerhi, X,
109.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/26.
[190] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/27.
[191] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/27.
[192] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/28.
[193] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/28.
[194] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/28.
[195] Müslim, sala l19;Darimî, sala 19; Ahmed b: Hanbel,
11,377, 416, 526, 537, V,93, 101, 107.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/29.
[196] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/29.
[197] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/29-30.
[198] Tirmizî, isti'zan 29; Ahmed b. Hanbel, V, 91, 98,
108.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/30.
[199] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/30.
[200] Tirmizî, edeb 12.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/31.
[201] Avnu'l-Ma'bûd, XIII, 173.
[202] Mansur Ali Nasıf, et-Tac V, 265.
[203] Halil Ahmed eS-Sehar enfûri. Bezi, XIX, 76.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/31-32.
[204] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/32.
[205] Ahmed b. Hanbel. 11. 85, 89, 102, 121, 124. 126, 149.
[206] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/32-33.
[207] Mecelle, madde 96.
[208] Buharı, İsti'zan 31-33, cuma 20, Müslim, selam 27,
27-31; Tirmizî, edeb, Dârimî, isti zan 24-25; Ahmed 11,17, 45, 338, 438, 523,
V, 48.
[209] Mücâdele: (58) II.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/33-34.
[210] Sünen-i Ebû Davud, cihad 58.
[211] Buharı, et'ime 30, Fedâilü'l-Kur'ân 17,36, tevhid 57;
Müslim, müsafirin 243; Tirmizî, edeb 79, Nesâî, iman 32; İbn Mâce, mukaddime
16; Dârimî, Fedailü'1-Kur'ân 8; Ahmed b. Han bel, IV, 397, 404, 408.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/35.
[212] Buharî, et'ime30,FedâUü'l-Kur'ân 17. 36. tevhid 57;
Müslim, Müsafirin 243; Tirmizî, edeb 79.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/36.
[213] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/36.
[214] Muhammed b. Allan. Delilü'l-Fâlihin, 111,490-491.
[215] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/36-37.
[216] A. Davudoğlu , Sahih-i Müslim Terecine ve Şerhi X,
594.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/37-38.
[217] Tirmizî züh56; Darimî, et'ime 23; Ahmed b. Hanbel,
III, 38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/38.
[218] Furkan (25), 27.
[219] Nisa (4), 8.
[220] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/38-39.
[221] Tirmizî, zühd 45; Ahmed b. Hanbel, II, 303, 334.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/39.
[222] Yakub Kenan Necefzâde, Gülistan, 20-21.
[223] Muhammed İbn Allan, Delilü'I Fâlihin, II, 233-234.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/39.
[224] Buharı, enbiya 2; Müslim, birr 159-160; Ahmed b.
Hanbel, II, 295, 527. 537.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/40.
[225] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/40.
[226] Buharı, ilim II, cihad 164. meğâzi 60, edeb 80, Ahkâm
22: Müslim, cihad 5; Ahmed b. Hanbel, I, 239, 283, 365, IV, 399, 412, 417.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/41.
[227] Buharı menâkıb 23, edeb 80, hudud 10; Müslim, fedâil
77-78; Ebu Dâvud, edeb4; Tirmizî, menâkıb, 34; Muvatta, hüsnü'l-hulk 2; Ahmed
b. Hanbel, VI, 85, 113-114,116, 130, 162, 182, 189, 191,209,223,232,262.
[228] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/41-43.
[229] A. Davudoğlıı, Sahih Müslim Terceme ve Şerhi, VIII,
460-461.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/43.
[230] İbn Mâce, ticare 63; Ahmed b. Hanbel, III, 425.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/43.
[231] el-Askalanî, İbn Hacen el-İsabe, II, 10.
[232] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/43-44.
[233] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/45.
[234] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/45.
[235] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/45.
[236] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/45-46.
[237] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/46.
[238] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/46.
[239] İbn Mâce, nikâh 19.
[240] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/46-47.
[241] et Tahavî, Keşşâfü Istılâhâti'l-Fünûn, I, 288.
[242] el Cürcânî, Ta'rifât, 64.
[243] a.g.e. s. 50.
[244] a.g.e..86-87.
[245] Birgivî, Şerhü'l-Ehadisi'l-Erbaîn, 43.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/47-48.
[246] Tirmizî nikah, 17: Ahmed h. Hanbel, II, 302, 434.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınevi: 16/48.
[247] H. Hatipoğlu, Sünen-i İbn Mâce Tercemesi ve Şerhi, V,
31.
[248] Muhammed b. Allan, el-Fatûhhatü'r-Rabbaniyye, IV, 72.
[249] Nesaî, iftitah, 21.
[250] Ahmed b. Hanbel. IV, 62, 337, V, 375.
[251] Sünen-i Ebu Davud, et'ime 19.
[252] Nesaî, amelü'l yevmi ve'n-nar 373, hadis no:555.
[253] Ahmed İbn Hanbel, II, 27, 40, 59, 69, I28.
[254] Sünen-i Ebu Davud, 5088 nolu hadis.
[255] a.g.e. 2161 no'lu hadis.
[256] Buharı Edahi 9, 14, Tevhid 13; Müslim, Edahi 17.
[257] Ebu Davud, 3767 nolu hadis.
[258] a.g.e. tahare 48.
[259] a.g.e. hadis no 5103.
[260] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/48-52.
[261] Müslim, mukaddime I, 6.
[262] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/53.
[263] Yusuf (1)25.
[264] Feyzu'l Kadir, 111-57.
[265] Müslim.
[266] Ebu Dâvud, 4843 nolu hadis.
[267] Buharı.
[268] Haşimi M. Aİi, Kur'ân ve Sünnete göre Müslüman
Şahsiyeti, 200-201.
[269] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/53-55.
[270] Tirmizî, birr 75.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/55.
[271] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/55.
[272] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/56.
[273] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/56.
[274] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/56-57.
[275] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/57.
[276] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/57-58.
[277] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/58.
[278] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/58.
[279] Taberi, Cami'ül-Beyân, I, 79-80.
[280] Aliyyü'l Kari, Mirkatü'l Mefatih, IV,590.
[281] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/58.
[282] Buharî, mevfıkilü's-sala; Tirmizî, mevakit 11-12; İbn
Mâce, sala 12; Ahmed b. Hanbel, 1,389,410.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/59.
[283] A. Naim, Tarid-i Sarih Tercümesi, II, 401, birinci
baskı.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/59.
[284] Buhari, istizan 47; Müslim, selâm 137-138; Tirmizî.
edeb 59; İbn Mâce, tahâre 24; edeb 50; Dârimî, istizan 28; Muvatta, kelam
13-14. Ahmed b. Hanbel, I, 431. 460, 464, II, 9, 123, 126. 141, 146.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/59-60.
[285] Buharı, istizan 47; Ahmed b. Hanbel, II, 9, 43. 45,
430. 438.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/60.
[286] A. Davudoğlu, Sahih-ı Müslim Terceme ve Şerhi, IX,
603.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/60.
[287] Müslim, selam 31: Tirmizî edeb 10; İbn Mâce, edeb 22;
Ahmed b. Hanbel, 111, 32.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/61.
[288] a.g.e., 594.
[289] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/61.
[290] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/62.
[291] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/62.
[292] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/62-63.
[293] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/63.
[294] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/63-64.
[295] Mütercim Âsim, Okyanus, II, 138.
[296] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/64.
[297] Müslim. mesâcid 286-287; Nesâî, sehv 99; Tirmizî.
safa 409; İbn Mace, ikâme 109; Ahmed b. Hanbel. I. 85, V, 91. 97, 100-101, 105,
131.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/64.
[298] Mecmauzzevâid, X. 104.
[299] O.Z. Mollamehmetoğlu, Sünen-i Tirmizî Tercümesi, I,
397.
[300] Mecmauzzevâid, X. 105.
[301] a.g.e.
[302] a.g.e.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/64-65.
[303] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/65-66.
[304] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/66.
[305] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/66-67.
[306] Saffet (37), 180, 181, 182.
[307] Muhammed b. Allan, el-Fütühatü'r Rabbâniyye, VI,
170-171.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/67.
[308] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/67.
[309] Ahmed b, Hanbel. VI. 459.
[310] Ebû Dâvud 487l nolu hadis.
[311] İmam Münzirî. et-Tergib ve Terhib, Tercümesi:
Hadislerle İslam A.M. Büyükçınar ve arkadaşları, V, 387, 388.
[312] a.g.e. V, 388.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/68.
[313] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/69-70.
[314] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi X, 507.
[315] Heytemî, Mecmuûzzevaid, VIIII, 89.
[316] aynı yer.
[317] A. Davudoğlu, Selamet Yolları IV, 393.
[318] Ahmed Rifat, Tasvir-i Ahlâk, 145-146.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/70.
[319] Buharı, edeb 83; Müslim zühd 63; İbn Mace, fiten 13;
Darimî, rikak 65; Ahmed, II, 115, 379.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/70-71.
[320] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/71.
[321] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/71.
[322] Müslim, fedail 99; Ahmed b. Hanbel, V. 454.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/71-72.
[323] Zürkanî, Şerhti Mevahibî'l-Ledünniyye IV 217-218.
[324] a.g.e. IV, 220-221.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/72.
[325] Müslim, libas 72; Tirmizî, edeb 20; Ahmed b. Hanbel,
III, 299.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/73.
[326] Buhari, salat 85. istizan 44; Müslim, libas 75;
Tirmizî, edeb 19; Nesaî mesacid 28: Dârimî, istizan 27; Muvatta, sefer 87;
Ahmed b. Hanbel, IV,39-40.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/73.
[327] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/73.
[328] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi IX,
470-471.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/74.
[329] Tirmizî birr 39; Ahmed, III, 324, 352, 380, 394.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/74.
[330] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/75.
[331] Müslim, nikâh 123; Ahmed b. Hanbel, III, 69.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/75.
[332] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/75-76.
[333] Buharî edeb 50, Müslim, iman 169-170; Tirmizî, edeb
79: Ahmed b. Hanbel, V, 382,389, 392. 397. 402, 404.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/76.
[334] Mütercim Asım, Okyanus, I, 318.
[335] Kalem (68) 11.
[336] Hucurat (49), 6.
[337] Lokman (72). 17.
[338] Hucurat (49). 12.
[339] Hucûrât (49), 12.
[340] Hucurât(49),7.
[341] Kalem (68). 1l.
[342] Kınalızade Ali Efendi, Ahfak-ı Alâî, 1, 279-283.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/76-80.
[343] Buhari menakıb 1. edeb 52, ahkam 27: Müslim, birr
98-99 Tirmizi. birr 78; Muvatta, kelam 21: Dârimî, rikak 51-52; Ahmed b.
Hanbel, II, 245, 307. 336, 455. 465, 495. 517. 525.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/80.
[344] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/80-81.
[345] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/81.
[346] Nisa (4), 145.
[347] Nisa (4), 140.
[348] Tevbe (9), 67.
[349] Müslim, iman 107.
[350] Buharî, edeb 50; Müslim birr ve .sıla 100.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/81-82.
[351] Müslim. birr 70; Tirmizi, birr 23; Darimi, rikak 6;
Ahmed b. Hanbel, II, 230, 384, 386.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/82-83.
[352] Hucurât (49) 12.
[353] İmam Münzirî, Hadislerle İslam (et-Terğib ve't-Terhîb
Tercümesi), Çevirenler: A.M. Büyükçınar ve arkadaşları, V, 241.
[354] Ahmed Rıfat, Tavsir-i Ahlak, s. 93.
[355] Kınalızade Ali Efendi, Ahlâk-i Alaî, I, 279.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/83-84.
[356] Tirmizî, kıyâme 51; Ahmed b. Hanbel, VI, 189.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/84-85.
[357] Aliyyü'l Kari, Mirkatü'- Mefatih, IV, 638.
[358] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/85-86.
[359] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/86.
[360] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/86-87.
[361] Ahmed b. Hanbel, VI, 189.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/87.
[362] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/87.
[363] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/87-88.
[364] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/88.
[365] Seyyid Süleyman en-Nedevî, Asr-ı Saadet, V, 59.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/88.
[366] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/88-89.
[367] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/89.
[368] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/89-90.
[369] Hucurat (19), 12.
[370] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/90-91.
[371] Müslim, birr 32, Tirmizî, birr 18; İbn Mâce, zühd 23.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/91.
[372] A. Davudoğlu, Selamet Yolları. IV. 400.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/91-92.
[373] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/93.
[374] Aliyy'ül Kari, Mirkatü'l-Mefâtîh, IV, 698.
[375] a.g.e. IV. 699.
[376] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/93-94.
[377] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/94-95.
[378] Nebe, (48), 26.
[379] Nisa (4) 123.
[380] Aliyyü'1-Kari, Mirkatü'l Mefâtih, IV, 696.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/95.
[381] Bu bab'a Concordance'de numara verilmemiştir.
[382] Ahmed b. Hanbel, IV, 312.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/96.
[383] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/96-97.
[384] Bu bab'a Concordance'de numara verilmemiştir.
[385] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/97.
[386] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/97-98.
[387] A'raf (7) 199.
[388] Bakara (2) 237.
[389] Ali İmran (3) 134.
[390] Teğâbün (4), 14.
[391] Fussilet (37), 34-35.
[392] İmam Münzirî, Tergib ve Terhib Tercümesi Hadislerle
İslâm, Çevirenler: A,M. Büyükçınar ve arkadaşları V, 332-333.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/98-99.
[393] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/99-100.
[394] Hucurât (4), 12.
[395] Buhari, Edeb 78.
[396] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/100.
[397] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/100.
[398] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/100-101.
[399] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/101.
[400] İbn Mace, fiten 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/101.
[401] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/102.
[402] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/102-103.
[403] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/103-104.
[404] Concordance'da bu bab'a numara verilmemiştir.
[405] Buharı, mezâlim. 3, ikrah 7; Müslim, birr58, zikr 38;
Tirmizî, Hudud 3, birr 19, Kur'an 10;İbn Mace, mukaddime 17; Ahmed b. Hanbel,
II, 91,252, 296. 500, 514, IV. 104.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/104.
[406] el-Müttakî, Kenzü'l-Unmâl, III, 870.
[407] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, X,
530-531.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/104-105.
[408] Müslim, birr 69; Tirmizî, birr51; Ahmed b. Hanbel,
11,235, 488, 517, IV, 162, 166, VI. 266.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/106.
[409] Buharî, iman 32, edeb 44. fiten 8, Müslim, iman 116,
Tirmizî, birr ,51; Nesâî, tahrim 27; İbn Mâce, fiten 4, mukaddime 7,9; Ahmed b.
Hanbel, I, 76, 178, 385. 431. 433, 454, 439.
[410] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/106.
[411] Müslim, cenne 64: İbn Mâce, zühd 16, 23.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/107.
[412] Müslim, birr 138.
[413] Kasas (28), 83.
[414] Lokman (31), 8.
[415] Müslim, iman 148.
[416] Ahmed b. Hanbel, III, 76.
[417] Buharı, hibe 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/107-108.
[418] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/108-109.
[419] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/109.
[420] Şûra (42), 40.
[421] Nahl (l6) 126.
[422] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/109-110.
[423] Şûra (42), 41.
[424] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/110-111.
[425] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/111-113.
[426] Buharı, cenâiz 97. rikâk 42, fedâilü, sâhabinnebiyy
5; Müslim. Fedâilussahabe 221-222; Ebu Davud, şiirine 10; Tirmizî Birr5l;
menâkıb 58; Nesâî. cenâiz 52, kasâme 23:; Darimî, siyer 67; Ahmed b. Hanbel,
1-300-111-11,54, IV-252, IV-I80.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/113.
[427] Tirmizî. cenâiz 34.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/113.
[428] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/113-114.
[429] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/114-115.
[430] En'am (6) 57, 62, Yusuf (12), 67.
[431] Nisa (4), 48, 116.
[432] Nisa (4), 116.
[433] Bakara (2), 284.
[434] Tevbe(9), 31.
[435] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/115-116.
[436] İbn Mâce. zühd 23; Tirmizî. kıyame 57.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/116.
[437] H. Hatipoğlu, Sünen-i İbn Mâce Terceme ve Şerhi,
X-486.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/116.
[438] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/117.
[439] Kınalızade Ali Efendi, Ahlâk-i Alâî, I, 342-343.
[440] Muhammed Ali Haşimî, Kur'ân ve Sünnette Müslümanın
Şahsiyeti, s. 155-156.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/117-118.
[441] Hadid (57), 27.
[442] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/119-120.
[443] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/120-121.
[444] Tirmizî, birr 48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/121-122.
[445] Ebû Davud, nikah 15.
[446] a.g.e. akdiye 4.
[447] a.g.e.
[448] a.g.e. libas 28, edeb 53.
[449] îbn Mâce, ticâret 46.
[450] Ebû Said Muhammed el-Hadimi, Berika, III, 241.
[451] Tirmizî birr 48; Ahmed b. Hanbel, I, 405, 416.
[452] Ebû Dâvud, 4907 nolu hadis.
[453] Müslim, iman 116.
[454] Müslim birr 87.
[455] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/122-123.
[456] Tirmizî, birr 48; Ahmed b. Hanbel, V, 15.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/123.
[457] Müslim, iman 116.
[458] Ahmed b. Hanbel, V, 202.
[459] Müslim, birr 87.
[460] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/123.
[461] Müslim, birr 84.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/123-124.
[462] Zümer(4)44.
[463] İbn Mâce. zühd 37.
[464] Ahmed b. Hanbel, II, 444.
[465] İbn Mâce, zühd 7.
[466] Buhari, tevhid 24.
[467] Bakara (2), 143.
[468] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/124.
[469] Tirmizî, birr 48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/125.
[470] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/125.
[471] Ebu Davud, vitr 23; Ahmed b. Hanbel. VI, 45, 136,
215.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/126.
[472] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/126.
[473] Buharı, nikah 45, edeb 57-58,62, ferâiz 2; Müslim birr
23-24, 28, 30-32; Tirmizi, birr 24, İbn Mâce. dua 5, Muvatta, husnu’l-huluk
14-15; Ahmed b. Hanbel, I, 3,5, II, 277, 288 312, 342, 360, 389, 393, 394,444,
465, 469,470,480, 482, 492, 501, 412, 517, 539, III, 110,199,209,225,277,253.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/126-127.
[474] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi X.
502-503.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/127-128.
[475] Buharı. el-Edeb'ül-Müfred, I. 416; Müslim, birr 25.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/128.
[476] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/128-129.
[477] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/129.
[478] İ. Lütfi Çakan, Eyüp Sultan Hazretlerinden Kırk
Hadis, s. 156-158.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/129-130.
[479] Ahmed b. Hanbel. III. 468.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/130.
[480] Ahmed b. Hanbel, V, 220.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/130-131.
[481] İbn Hacer el Heytemî. ez-Zevâcir, II, 281, tere. A.
Serdaroğlu-Şentürk Lütfi.
[482] Aliyyü’l Kari, Mirkatü'l-Mefatih, IV, 721.
[483] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/131-132.
[484] Müslim, birr 35.
[485] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/132.
[486] el-Münavî, Feyzu'l-Kadir. III, 259.
[487] Bezlü'l-Mechud, XIX. 157.
[488] Et, Tebrinî, Mişkât, I. 637. hadis no: 2056.
[489] Tebrîzî, Mişkât, II, 1396, hadis no:5014.
[490] a.g.e. 11, 1397, Hadis no: 5021.
[491] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/132-134.
[492] Buhari, vesaya 8, nikâh 45, icraiz 2. edeb 57-59;
Müslim, birr 28; Tirmizi, birr 56; Muvatta, husnu'l-hulk 15; Ahmed b. Hanbel,
II, 245, 287, 312, 342, 470, 482, 492, 504. 517,539.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/134.
[493] En'am (6), 116; Yunus (10)36; Hucurat (49), 12.
[494] Hucurat (19), 12.
[495] Ahmed b. Hanbel, V, 279; IV, 421, 424.
[496] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/134-135.
[497] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/135.
[498] Kehf (18), 104.
[499] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/135-136.
[500] Buharı, sulh 1,11; Muvatta, hüsnü'I huluk 7; Ahmed,
b. Hanbel, VI. 445; Tirmizî, kıyâme 56.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/137.
[501] Bkz. 4920 ve 4921 numaralı hadisler.
[502] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/137-138.
[503] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/138.
[504] Buharı, sulh 2; Müslim, birr 101; Tirmizî, birr 26;
Ahmed b. Hanbel, VI, 403. 404,459,461.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/138-139.
[505] A. Davudoğlu. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, X,
564.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/139.
[506] Buharî, Meğâzi 12. Nikah 48; Tirmizi, Nikah 6 ibn
Mâce, Nikâh 21; Ahmed b. Hanbel II-359-360.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/140.
[507] En'am (6).
[508] Lokman (34). 34.
[509] Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, III,
202-203; Hadis no. 5137.
[510] Abdurrahman el Cezirî. el-Fıkh ale'l Mezâhibi'l-Erbaa,
II, 42-44.
[511] Faruki, Lois Lamia, İslama göre Müzik ve
Müzisyenler, s. 39.
[512] â.g.e.s. 47-48.
[513] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/140-142.
[514] Lois L. Farûkî. İslama göre Müzik ve Müzisyenler
Çağdaş bir Değerlendirme, 18, Akabe Yayınları.
[515] Lois L. Farikî. İslama Göre Müzik ve Müzisyenler...
s. 19-20.
[516] Buharı, buyu 3; Tirmizî, kıyame 60.
[517] Evhadî Etendi. Tarikat-i Muhammediye Terceınesi, s.
286. 288.
[518] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/143-144.
[519] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/144.
[520] Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, III.
203; Bulları, salat 69, ideyn 2, cihad 81-82; Müslim, ideyn 19. 22; Ahmed b.
Hanbel, II, 308. III, 16!, VI, 166, 247.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/144.
[521] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/145.
[522] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/145.
[523] Mütercim Asım, Okyanus, I, 877-878.
[524] Ebû Dâvud, Cihad 46.
[525] Hayreddin Karaman, Haramlar-Helaller, 138-139.
[526] İmam Gazzalî, İhyâu Ulumiddin, II, 306.
[527] Kınalızade Ali Efendi, Ahlak-ı Alaî, I, 261,
sadeleştiren: Hüseyin Algül.
[528] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/146-147.
[529] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/147-148.
[530] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/148.
[531] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/148.
[532] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/148-149.
[533] el-Camiü's-Sagir, 11,77.
[534] Ebû Dâvud, buyu 3.
[535] a.g.e. libas 6; Buharı, libas 6.
[536] İbn Mâce, fiten 22.
[537] Ebû Davud, eşribe 5; Ahmed b. Hanbel, II, 158.
[538] Tirmizî, fiten 38.
[539] Ahmed b. Hanbel, V, 257.
[540] Tirmizî cenâiz 25.
[541] Ebu't-Tayyib Muhammed Şemsulhak Azimabâdî,
Avnu'l-Mabud, XIII, 269-275.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/149-153.
[542] Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, III, 183-184.
[543] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/153-154.
[544] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/154-155.
[545] Buharı, nikâh 62, 113 megazi 56; Ebu Davud, libas 32,
İbn Mâce, nikâh 22, hudud 58.
[546] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/155.
[547] Ali Rıza Demircim, İslâm'a göre Cinsel Hayat, M.
31-33.
[548] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/155-156.
[549] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/156.
[550] Buharı, libas, 61, megazi 56; Ebu Davud, libas 27;
Tirmizî. edeb 34: İbn Mace, nikâh 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/157.
[551] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/157.
[552] Buharı edeb. XI; Müslim, fedail XI; İbn Mace, nikâh
50.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/157.
[553] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XIII, 143.
[554] İbn Hacer, Fethü'l Bari, XIII, 143.
[555] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/157-158.
[556] Buharı, edeb 81; İbn Sa'd, VII, 40-45.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/158-159.
[557] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/159.
[558] Buharı, menakibü'l-enşar 44; Müslim, nikah 69; İbn
Mace, nikah 13; Dârimi. nikah 56. Ahmed b. Hanbel, VI, 211; 280.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/160-161.
[559] Ö.R. Doğrul. Asr-ı Saadet, II, 149, Eser yayınları.
[560] Bu hadislerden birisi şu mealdedir: "...
Kur'andan iîk inen uzun surelerden biridir ki cennet ve cehennemi anlatır.
İnsanlar müslümanlığı kabul ettikten sonra haram ve helala dair âyetler indi.
İlk evvel "içki içmeyiniz" tarzında âyet inseydi "içkiyi terk
edemeyiz" diyecek, yahut ilk evvel "zina etmeyiniz" tarzında
ayet inseydi herkes "zinayı terk edemeyiz" diyecekti. Hz. Muhammed,
Mekke'de iken ben henüz oynayan bir çocuk idim ki "Onların va'dedilen
kıyamettir. Kıyamet ne dehşetli ne acıdır" (Kamer (54), 46) âyet-i
kerimesi inmişti. Bakara ile Nas sureleri ise ben O'nun yanında iken nazil
olmuştur..." (81, Buharı, Telif ut-Kur'an 6)
Bu hadis-i şerif Hz. Aişe'nin
Hz. Muhammed'in Peygamberliğinin dördüncü senesinde dünyaya geldiği iddiasını
kökünden çürütmektedir. Çünkü Hz. Aişe Kur'anın Mekkî ayetleri inerken oynayan
bir çocuk olduğunu Kamer suresinin 6. âyet-i kerimesinde kendisi sokakta
oynayacak yaşta iken indiğini söylüyor.
Buna göre Hz. Aişe'nin Kamer
suresi indiği sırada dört beş yaşında oiduğu farz edilirse, Hz. Peygamber ile
evlendiği sırada en az ondöri, onbeş yaşında olması icab eder. Çünkü sözü geçen
âyet-i kerime Peygamberliğin dördüncü senesinde inmiştir. Hz. Aişe, bu
sıralarda oynayan bir kız olduğuna göre en azından beş altı yaşında olması icab
eder. O sırada dört beş yaşında olduğunu kabul edersek onun Hz. Peygamberle
evlendiği sırada ondört-onbeş yaşında olması icabeder.yrıca Hz. Aişe'nin kız
kardeşi Esma, yüz yaşında ve hicretin 73. senesinde vefat ettiğine ve on yaş
küçük olduğuna göre 17 yaşında olması icab eder. Yukarıda Sahih-i Buhari'den
naklettiğimiz hadis-i şerife uygun düşer. (Ö. Rıza Doğrul, Asr-i Saadet, II,
147-479)
[561] İslâmî Bilgiler Ansiklopedisi, Dergah Yayınları,
Aişe, I, 135.
[562] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/161-163.
[563] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/163.
[564] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/163.
[565] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/163.
[566] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/163-164.
[567] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/164.
[568] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/164.
[569] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/165.
[570] İbn Mace, edeb 43; Muvatta, rü'ya 6; Ahmed İbn
Hanbel, IV, 394, 397. 400.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/165.
[571] Müslim, şi’r 10; İbn Mace, edeb 43; Ahmed b. Hanbel
V, 352, 357,361.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/165.
[572] Bezlü'l-Mechud, XIX, 176-17.
[573] Celal Yenieçeri, el-İhtiyar tere. s. 30.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/165-166.
[574] İbn Mâce, edeb 44.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/166.
[575] Aliyyül Kâri, Mirkatü'l-Mefatîh, IV, 490.
[576] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/166.
[577] Tirmizî, birr 16.
[578] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/167.
[579] Ebû Dâvud, akdiye 31.
[580] Buhâri, edeb 19; Müslim, tevbe 17, 19; Tirmizî,
dea'vât 99; İbn Mâce, zühd 35.
[581] Enbiya (21), 107.
[582] Avnü'l-Mabud, XIII, 285.
[583] Şûra (42), 5.
[584] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/167-168.
[585] Tirmizî, Birr 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/168-169.
[586] Meryem (19), 54.
[587] Necm (53), 3-4.
[588] İsrâ (l7).
[589] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/169.
[590] Tirmizî, Birr 15.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/169-170.
[591] Ö.R. Doğrul, Asr-i Saadet, II, 125-26. Eser
yayınları.
[592] Ahmed, Taberanî.
[593] Hadimi, M. Ali, Kur'an ve Sünnette Müslüman
Şahsiyeti, 198-200.
[594] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/170-172.
[595] Buhari. iman 42, Müslim, iman 95; Tirmizî, birr 17;
Nesâî, bey'at 31; Darimî. rikak 41; Ahmed b. Hanbel. 1, 351, II. 297, IV,
102-103.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/173.
[596] Nevevî, Müslim Şerhi, II, 37-38.
[597] A'raf (7), 79.
[598] Haşr (59), 10.
[599] Kıvameddin Burslan -H. Hüsnü Erdem, Rıyazüssalihin
Terceınesi, I, 240.
[600] İmam Nevevî, Kırk Hadis (ire.), A. Lütfi Kazancı,
Nübüvvet Pınarından, 99-105'ten özetle.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/173-176.
[601] Buhârî. iman 42; Müslim, iman 97-99; Nesai Bey'a 6;
Ahmed b. Hanbel. IV, 264.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/176.
[602] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/177.
[603] Müslim, zikr 38; Tirmizi, hudud 3, birr 19, Kur'an
10; İbn Mâce, mukaddime 17; Ahmed b. Hanbel, 11-252,414,500.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/178.
[604] A. Davudoğlu, Bülûgu'l-Meram Terceme ve Şerhi, IV,
355-356.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/178-179.
[605] Buharı edeb 33; Müslim, zekat 52; Tirmizi, birr 45:
Ahmed b. Hanbel, III, 344. 360. IV. 307, V, 387-3KK, 405.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/180.
[606] Ebû Davud, tetavvu 12.
[607] Tirmizî, birr 36.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/180.
[608] Darimî, istizan 59; Ahmed b. Hanbel, V, I94.
[609] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/181.
[610] Azmabadi, Avnü'l-Mâbud, XIII, 291.
[611] Buhari, cizye 22, edeb 99, hıyel 9, fiten 21; Müslim,
cihad 10-17; Ebû Davud, cihad 150.
[612] Azimâbadî, Avnü'l-Mâbud, XIII, 292.
[613] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/181-182.
[614] Müslim, adab 2; Buharı, edeb 105-106; İbn Mace, edeb
30; Tirmizî, edeb 64; Darimî, istizan 20; Ahmed b. Hanbel, II. 24, 128.
[615] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/182.
[616] Buhârî, edeb (05-106. Müslim, adab 2, Tirmizî, edeb
64; Darimî, istizan; 20 Ahmed b. Hanbel, II, 24, 128, İbn Mâce, edeb 30.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/182-183.
[617] İsrâ (17), 1.
[618] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/183.
[619] Müslim, adab 22-23.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/183-184.
[620] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/184.
[621] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terecme ve Şerhi, IX,
540-541.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/184.
[622] Müslim, edeb 14; Tirmizi, edeb 26; İbn Mace, edeb 32;
Darimi, istizan 62; Ahmed b. Hanbel, II, 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/185.
[623] Müslim, edeb 17-19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/185.
[624] Mütercim Âsim, Okyanus, I, 156.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/186.
[625] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/186.
[626] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/187.
[627] Ebû, Davud, sünne 5; Tirmizî, devât 82; Nesâî, kudat
7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/187-188.
[628] Mirkatü'l-Mefatih, IV, 605.
[629] İbn Esir. Üsdü'l-Gabe, II, 520.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/188-189.
[630] Buhâri, edeb 107.
[631] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/189-190.
[632] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/190-191.
[633] İbn Mâce, edeb 31.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/191.
[634] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/191.
[635] Müslim, edeb 11-12; Tirmizî edeb 65; Ahmed b. Hanbel,
11-385. V-7, 10-11,21.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/192.
[636] Müslim, edeb II. İbn Mace, edeb 31.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınevi: 16/192.
[637] Müslim, edeb 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/192-193.
[638] Müslim, edeb 13.
[639] A. Davudoğlu, Sâhih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX,
532.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/193-194.
[640] Buharı edeb I 14: Müslim edeb, 20; Tirmizî edeb 66;
Ahmed b. Hanbel, II, 244.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/194-195.
[641] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, X,537.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/195.
[642] Hucûrât, (49) II.
[643] Tirmizî tefsir 49, İbn Mace, edeb 35.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/196.
[644] Cessas, Ahkâmü'l-Kur'ân, III, 405.
[645] Buharî, iman 36. edeb 44, filen 8, Müslim, iman i 16;
Tirmizî, birr 51 iman 15,Nesâî tabiim 27; İbn Mace, mukaddime 7, 9, fiten 4;
Ahmed b. Hanbel, I, 176, 178, 385, 411, 433,454,417,439,446,460.
[646] Kurtubî, el-Camiü'l Ahkamı'1-Kur'ân, XVI, 328.
[647] Aynı eser, XVI, 329-330.
[648] Alûsî, Ruhü'l-Meanî, XXVI, 154.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/196-197.
[649] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/198.
[650] Bezlu'l-Mechûd, XIX, 198.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/198-199.
[651] Müslim, adab 31i; Tirmizî edeb 62.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/200.
[652] Ahzab (33), 5.
[653] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/200.