66. Bir Kimseye Hz.
Peygamberin Künyesi Olan Ebü'l-Kasım Künyesini Vermenin Hükmü
68. Hz. Peygamberin Hem
İsmini Hem De Künyesini Bir Adama Vermenin Caiz Olduğunu İfade Eden Hadisler
69. Çocuğu Olmayan Bir
Kimsenin Künye Alması Konusunda Gelen Hadisler
70. Çocuğu Olmayan Kadına
Da Künye Verilebilir
71. Ta'riz (Yoluyla
Konuşmanın Hükmü)
72. Bir Kimsenin:
"Bazı Kimseler Şöyle Bir İddiada Bulundular" Diyerek Konuşmasının
Hükmü
73. Hutbe Esnasında: “Emma
Ba'dü" Demenin Hükmü
74. Kerm (Kelimesi) Ve Dili
Koruma Hakkında Gelen Hadisler
75. Köle Efendisine
"Rabbim" Diyemez
76. İnsanın Kendisi İçin
"Nefsim Pis Oldu" Demesi Doğru Değildir
78. Yatsı Namazı (Nın İsmi
Nedir)?
80. Yalan Hakkında Gelen
Şiddetli Tehdidler
82. Va'detmek Konusunda
(Gelen Hadisler)
83. Kendisine Verilmemiş
Bir Şeyle (Sanki Verilmiş De Onunla) Doymuş Gibi Görünmenin Hükmü
84. Şaka Hakkında Gelen
(Hadisler)
85. Bir Kimsenin Malını
Haberi Olmadan Şaka Diye Almanın Hükmü
86. Güzel Konuşmaya
Özenerek Ağzı Doldura Doldura Konuşmak
87. Şiir Hakkında Gelen
Hadisler
88. Rüya Hakkında Gelen
Hadisler)
89. Esnemek Konusunda
(Gelen Hadisler)
90. Aksırma Hakkında (Gelen
Hadisler)
91. Aksırana Dua Etmek
(Teşmit) Hakkında
92. Aksıran Kimseye Kaç
Defa Yerhamükellah Diye Dua Edilir?
93. (Aksırdıkları Zaman)
Gayr-İ Müslim Vatandaşlara Nasıl Teşmît (Dua) Yapılır?.
94. Aksırıpda
"Elhamdülillah" Demeyen Kimse Hakkında
95. Yüzü Koyun Yatan Kimse
Hakkında (Gelen Hadisler)
96. Etrafı Çevrili Olmayan
Bir Dam Üzerinde Uyumak Hakkında (Gelen Hadisler)
96-97. Yatağa Abdestli
Halde Yatmak
(İnsan Yatağa Yatarken) Ne Tarafa Yönelir
97-98. İnsan Yatarken Hangi
Duayı Okur?
98-99. Geceleyin Uyanan
Kimse Hangi Duayı Okur?
99-100. Uyumadan Önce
Yapılacak Tesbihat (Zikirler)
100-101. Kişi Sabahladığı
Zaman Hangi Duayı Okur?
101-102. İnsan Yeni Ayı (Hilali)
Görünce Hangi Duayı Okur?
102-103. İnsan Evine
Girdiği (Çıktığı) Zaman Hangi Duayı Okur?
103-104. İnsan Rüzgar
Estiği Zaman Hangi Duayı Okur?
104-105. Yağmur Hakkında
(Gelen Hadisler)
105-106. Horoz Ve (Diğer)
Hayvanlar Hakkında (Gelen Hadisler)
Eşeğin Anırması Ve Köpeklerin Havlaması
106-107. Çocuk Doğunca
Kulağına Ezan Okunur
107-108. Kişinin Allah
İsmini Vererek Diğer Bir Kişiye Sığınması
108-109. (Kalbe
Gelen) Kuşkunun (Vesvesenin) Önlenmesi Hakkında (Gelen Hadisler)
109-110. Kişinin Nesebini
Kendi Velilerinden Başka Birine Nisbet Etmesi Hakkında (Gelen Hadisler)
110-111. Soy-Sop İle Övünme(Nin
Haramlığı) Hakkında Gelen Hadisler
111-112. Asabiyyet
(Kavmiyetçilik) Hakkında Gelen Hadisler
112-113. Kişinin Sevdiği
Bir Kimseye Sevgisini Bildirmesi (İyidir)
114-115. Hayra Kılavuzluk
Eden (Onu Bizzat İşlemiş Gibidir)
115-116..Nefsin Boş İstekleri
(Ne Kapılmak Caiz Değildir)
117-118. Mektup Yazarken
Kişi Önce Kendi İsminden Başlar
118-119. İslâm İdaresi
Altındaki Azınlıklara (Zimmîlere) Mektup Nasıl Yazılır?.
119-120. Anne Ve Babaya
İyilik Ve İtaat
Baba Veya Annenin Emri Üzerine Evlad Karısını Boşamaya
Mecbur Mu?
120-121. Yetimin Geçimini
Üzerine Alan Kimsenin Fazileti Hakkında (Gelen Hadisler)
121-122. Yetimi Bağrına
Basmanın Fazileti
4965... Hz. Ebu Hüreyre'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Benim adımla adlanınız,
fakat künyemle künyelenmeyiniz..."'
Ebu Dâvud dedi ki: Bu hadisi
aynı şekilde Ebu Hüreyre'den Ebu salih de rivayet etmiştir. Ebu Süfyan'ın
Cabir'den (olan) rivâyetiyle Salim İbn Ebu Ca'd'ın Cabir'den; Süleyman
el-Yeşkerf nin ve İbnü'l Münkedir'in Cabir'den rivayeti de böyle olduğu gibi,
ve Enes b. Mâlik'in rivayeti de (yine böyledir).[1]
Künye: Kamus tercümesinde
açıklandığına göre, bir kimseye anaı oğul kız kelimeleri muzaf kılınarak
isim vermektir. Bugünkü manada "soyadı" demektir. Bedrüddin Aynî
(r.a.) mevzumuzu teşkil
"Ulema, bu konuda
ihtilafa düşmüştür. İmam Tahavî, Şerhü Meâni'l Âsâr isimli eserinde bu konu
için özel bir bab açmış ve orada konuyla ilgili bir çok hadis-i şerif
zikretmiştir. İmam Tahavî'nin sözü geçen babda zikrettiği hadislerden biri Hz.
Ali'dendir ve şöyledir: "Hz. Ali diyor ki: Ben (birgün) Hz. Peygambere
varıp:
Ey Allah'ın Resulü, eğer bir
gün bir oğlum olursa O'na senin ismini ve künyeni verebilir miyim? diye sordum
da:
Evet verebilirsin, buyurdu.
Görülüyor ki bu hadis-i şerif bir
kimsenin Hz. Peygamberin künyesiy-le künyelenmekte bir sakınca olmadığım açıkça
ifade etmektedir.
İşte bu gibi Hz. Peygamberin
künyesiyle künyelenmeye izin veren bazı hadisler sebebiyle ulemadan bir
cemaat, bir kimsenin "Ebü'l-Kasım" künyesini ve Muhammed ismini
almasında bir sakınca görmemişlerdir. Delilleri ise İmam Tahavî'nin rivayet
ettiği bu Hz. Ali hadisidir.
Bu görüşte olan ulema Muhammed
İbn Hanefiyye ile İmam Malik ve bir rivayete göre İmam Ahmed'dir. Sonradan bu
görüşte olan ulema kendi aralarında ikiye ayrılmışlardır:
1. Bir kimsenin Hz. Peygamberin
künyesi olan Ebu '1-Kasım künyesiyle künyelenmesi asla caiz değildir. Bu
konuda kişinin isminin Muhammed olup olmaması da önemli değildir.
Muhammed İbn Şirin ile İbrahim
en-Nehai ve İmam Şafiî bu görüştedirler.
2. İsmi Muhammed olmayan
kimselerin bu künyeyi almalarında bir sakınca yoksa da ismi Muhammed olan
kimselerin bu künye ile künyelenmeleri asla caiz değildir. Zahirî uleması ve
bir rivayete göre İmam Ahmed bu görüştedir.
Nitekim Hz. Cabir'den rivayet
edilen hadis-i şerifte bir kimsenin Hz. Peygamberin ismiyle birlikte künyesini
de alması yasaklanmaktadır.
Bu yasağın Hz. Peygamberi
rahatsız edeceği için sadece O'nun sağlığında geçerli olup, vefatından sonra
geçerli olmadığını söyleyenler olduğu gibi, Hz. Peygamberin sadece ismini
almanın bile caiz olmadığını söyleyenler de vardır. Delilleri ise Salim İbn
Ebi'l-Ca'd'ın rivayet ettiği, Hz. Ömer'in Hz. Peygamberin ismini koymamaları
için Kûfelilere yazdığı mektup ile el-Hakern İbn Âtiy.ye'nin sabit yoluyla Hz.
Enes'den rivayet ettiği: "Çocuklarınıza Muhammed ismini koyuyorsunuz.
Sonra da onlara lanet ediyorsunuz" şeklindeki merfu hadistir.
Taberi'ye göre ise Hz.
Peygamberin künyesini almakla ilgili yasak ha-ramlık değil kerehat ifade eder.
Bu mevzuda gelen Haberlerin hepsi de sahihdir, aralarında bir çelişki olmadığı
gibi nesh de sözkonusu değildir. Hz. Peygamberin Hz. Ali'ye bu konuda ruhsat
vermesi, bunun kerahetle
caiz olduğunu ümmetine ilan
etmesi içindir.[2] Avnü'l-Mabud yazarının açıklamasına göre Hanefi ulemasından
İbn Melek "el Mebarik" isimli eserinde bu konuda şöyle demektedir:
"Hz. Peygamberin
künyesini almakla ilgili yasaklar kerahet-i tenzihiyye ifade etmektedirler.
Haram ifade ettiğini söyleyenler de vardır. Hadisin zahirinden anlaşılan şudur
ki; yasak olan, mutlak surette Hz, Peygamberin künyesini almak ya da
vermektir. Bu yasağı künyeyle ismi birleştirmeğe tahsis edenler de vardır. Bu
görüşlerin arasını şu şekilde birleştirmek mümkündür: Hz. Peygamberin sadece
künyesini almak mekruhtur. Künyesiyle birlikte ismini de almanın keraheti ise
daha da şiddetlidir. İmam Malik bu kerahetin Hz. Peygamberin sadece sağlığına
ait olduğunu söylerken İmam Şafiî vefatından sonra da geçerli olduğunu söylemiştir."[3]
Meseleyi özetlemek icab
ederse, diyebiliriz ki, Hz. Peygamberin künyesini almanın caiz olup olmaması
konusunda dört görüş vardır.
1. Mutlaka mekruhtur.
Delilleri (4965) nolu hadis-i şeriftir.
2. Mutlaka mubahtır. Delilleri
(4968) numaralı hadis-i şeriftir. Nitekim İbn Ebi Şeybe'nin rivayetine göre Hz.
Aişe'nin kız kardeşinin
oğlu Muhammed İbn Eş'as
Peygamberimizin ismini aldığı gibi künyesiyle de künyelenmiş ve kendisi bu
künyeyle çağrılmıştır. Ayrıca İbn Ebi Hayseme'nin Zühri'den rivayetine göre
Zühri şöyle demiştir:
"Resul-i Zişan
efendimizin sahabilerinin çocuklarından şu dört kişiye yetiştim ki dördünün de
ismi Muhammed, künyesi Ebü'l Kasım idi:
a. Muhammed İbn Talha İbn
Abdullah,
b. Muhammed İbn Ebi
Bekir.
c. Muhammed İbn Ali İbn Ebi
Talib.
d. Muhammed îbn Sa'd İbn Ebi
Vakkâs.
Bu görüşte olan ulemaya göre
Ebu'l-Kasım koymak, mutlak surette caizdir. Sözü geçen künyenin alınmasını
yasaklar mahiyetteki hadisler
nesh edilmiştir.
3. Hz. Peygamberin ismiyle
künyesini bir adamda birleştirmek caiz değilse de bir adama Hz. Peygamberin
sadece ismini ya da künyesini koymakta bir sakınca yoktur. Bu görüş Zahiri
ulemasının görüşüdür. Aynı zamanda İmam Ahmed'den de rivayet edilmiştir.
Delilleri ise (4966) numaralı hadistir.
4. Rasûlullah (s.a.) efendimizin
künyesiyle künyelenmek onun hayatında menedilmişti. Vefatından sonra bunda bir
sakınca yoktur. ,. Delileri ise (4967) numaralı Ebu Davud
hadisidir.'[4]
Bu konuda Merhum Kâmil Miras
da şöyle diyor: "Hulasa, hadis-i şe-nfte, ne emir buyurulan tesmiye vücub
içindir ne de nehyedilen tesmiye tahrime mevzudur. Bir de bu nehy Rasûl Ekremin
hal-i hayatında mucib-i iştibah olmamak gayesine matuf olması da vârid-i
hatırdır. Bu cihetle cumhuru ulema tesmiye ile tekniyenin ceminde hiçbir beis
görmemiştir."[5]
Bütün bu açıklamalarımızdan da
anlaşılıyor ki; bazılarına göre Hz. Peygamberin hem adını hem de künyesini
koymak caizdir. Bunu meneder mahiyetteki hadislere gelince, İmam Malik'in
dediği gibi, onlar, Peygamber (a.s.) efendimiz hayatta bulunduğu süreyle
sınırlıdırlar. Sebebi de Muhammed ya da Ebu'l-Kasım diye çağrıldığında
Rasûlullah (s.a.) efendimiz kendisi çağrılıyor diye dönüp sese yönelmesin ve
muhatabın şahsiyetiyle Peygamber (s.a) efendimizin şahsiyeti hitab anında
birbirine karışmasın diye böyle bir engel konulmuştur. Ama efendimizin
vefatından sonra artık sözü edilen bir iltibasa imkân kalmamıştır. Bu da onun hem
ismini, hem de künyesini bir çocuğa koymakta bir sakınca kalmadığını göstermektedir.
Bu bölümde açıklanan hadisleri
öğrendikten sonra ana-babaların yapması gereken şudur: Çocuklarına isim korken
en sağlıklı yolu tutmaları, çocukları küçük düşürecek, kişiliklerini
zedeleyecek, ad ve künyelerden sakınmaları, onlara şeref ve itibar verecek
kişiliklerini sağlam ayakta tutacak maneviyatlarına hep destek olacak isimleri
seçmeleridir. Bunun gibi küçük yaşta çocukların kulaklarına sevgili
Peygamberinin ismini ve künyesinin hoş gelmesini sağlamak, onları bu isim ve
künyelere âşinâ kılmak için onlara efendimizin isimlerinden birini koymaları
ve O'nun künyesiyle onları çağırmaları pek uygun olur. Çünkü bu durumda
çocuklar hem birbirlerine hitap ederken taşıdıkları isim ve künyeye saygılı
olurlar, hem de bu vesileyle sevgili peygamberini sık sık anma bahtiyarlığına
erişirler.[6]
4966... Hz. Câbir'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Benim
ismimle isimlenmiş olan kimse künyemi de almasın. Künyemi almış olan ismimi
almasın."
Ebu Dâvud der ki: Bu hadisin
manasım İbn Adan babası vasıtası ile Hz. Ebu Hür ey re den rivayet etti. Ebû
Zur'a vasıtasıyla da Ebû Hureyre'den rivayet edilmiştir. Ancak diğer iki
rivayetle arasında farklılık vardır. Abdurrahman fbn Ebi Amre'nin Ebû
Hureyre'den rivayeti de böyledir. (Bu rivayette) Abdurrahman'a muhalefet
edilmiştir.
Bu hadis-i şerifi, Es-Sevrî
ile Ibn Cüreyc, Ebu z-Zübeyr'in rivayeti gibi rivayet ettiler. Ma'kıl Ibn
Ubeydillah ise Ibn Şirin inki gibi rivayet etti. Bu hadisde Musa Ibn Yesar'm
Ebu Hureyre' den olan rivayeti iki farklı şekilde gelmiştir. Bu farklılığın
birisi Hammâd İbn Halid'e, diğeri de İbn Ebî Füdeyk' e aittir.[7]
Bu hadis-i şerif, Hz.
Peygamberin ismiyle künyesini bir adamda birleştirmenin caiz olmadığını, ancak
bunlardan sadece birini almakta bir sakınca bulunmadığını söyleyen Zahirî
ulemasının delilidir. Bu görüş, Ahmed İbn Hanbel (r.a.)'dan rivayet
edilmiştir. Nitekim bir önceki hadis-i şerifin şerhinde açıklamıştık.[8]
4967... Muhammed İbn
el-Hanefiyye'den (rivayet edildiğine göre) Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir:
Ben Resûlullah (s.a.)'e:
Eğer senden sonra bir çocuğum
dünyaya gelirse ona hem senin ismini hem de künyesini vereceğim, dedim de:
Evet (koyabilirsin) buyurdu.
(Ancak bu hadisi Ebu Davud a
nakleden hocalarından biri olan) Ebu Bekir (b. Ebf Şeybe hadisi rivayet
ederken, diğer ravi olan Osman b. Ebi Şeybe'nin rivayetinde bulunan ve bu
hadisi Muhammed İbn el-Hanefiy-ye'nin bizzat Hz. Ali'den aldığına delalet
eden): "Ben RasûlullaKa dedim (ki" sözünü) rivayet etmedi. (Bu
sebeple Ebu Bekir'in bu rivayetinde, Osman'ın rivayetinde bulunan sözü geçen
özellik yoktur. Ebu Bekir bu hadisi) Ali (a.s): "Peygamber (s.a.)'e dedi
ki..." şeklinde rivayet etti.[9]
Bu hadis-i şerif, "Hz.
Peygamberin hem ismini, hem de künyesini bir kimseye vermenin yasaklığı Hz.
Peygamberin sağlığında geçerli idi. Yasağı gerektiren sebeb, Hz. Peygamberin
vefatıyla kalkmış olduğundan, Hz. Peygamberin vefatiyle bu yasak da yürürlükten
kalkmıştır" diyen İmam Malik 'le cumhuru ulemanın delildir. Biz bu
mevzudaki görüşleri (4965) nolu hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada
tekrarla lüzum görmüyoruz.[10]
4968... Hz. Âişe
(r.anha)'dan demiştir ki:
Bir kadın Peygamber (s.a.)'e
gelerek:
Ey Allanın Resulü! Ben
gerçekten bir oğlan çocuğu dünyaya getirdim de ona Muhammed ismini ve
Ebu'l-Kasım künyesini verdim. Bunun üzerine bana senin bundan hoşlanmayacağın
haber verildi. (Ne buyurursun)? diye sordu.
(Hz. Peygamber de:)
"Benim ismimi (koymayı) helal künyemi (vermeyi de) haram kılan şey
nedir?" yahutta: "Benim künyemi (vermeyi haram, ismimi (koymayı da)
helal kılan şey nedir?" cevabını verdi.[11]
Bu hadis-i şerif Hz.Peygamberin
hem isminin hem de künyesinin bir şahısta toplanmasının mutlak surette caiz
olduğunu söyleyenlerin delilidir. Biz; bu mevzuyu (4965) numaralı hadisin
şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[12]
4969... Enes İbn Malik'ten
demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) (herkes gibi bizim aramıza da girerdi.Bir de
benim Ebu Umeyr künyesiyle anılan bir küçük kardeşim vardı. Kırmızı gagalı
serçe kuşuna benzeyen kuşuyla oynar dururdu. Bir süre sonra (bu kuş) öldü. Bir
gün Peygamber (s.a.) onun yanma giriverdi de onu üzgün bir halde gördü. Bunun
üzerine (Orada bulunanlara):
Bunun hali nedir? diye sordu
(onlar da:)
Kuşu öldü, dediler. (Hz.
Peygamber de:)
Ey Ebu Umeyr, kuşcağiz (a) ne
oldu? diye Onunla şakalaştı.[13]
Nugar: Serçe kuşuna benzer
kırmızı gagalı bir kuştur. Küçük gagah kırmızı başlı bir kuş türüdür" diyenler
olduğu gibi Medinelilerin "bülbül" dedikleri bir kuş türüdür,
diyenler de vardır. Nevevî'nin açıklamasına göre "Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif, çocuğu olmayan bir kimseye ve çocuğa künye vermenin, günah
teşkil etmeyen sözlerle şakalaşmanın, zorlamaksızın secîli konuşmanın,
çocuklarla şakalaşmanın ve arkadaşlık kurmanın caiz olduğuna Hazret-i
Peygamberin ahlâkının güzelliğine ve özellikle mütevaziliğine delâlet
etmektedir."[14]
Hafız İbn Hacer'in açıklamasına
göre Şafiî ulemasından İbn el-Kasım, Ahmed İbn Ebu Ahmed et-Taberanî bazı
kimselerin hadiscileri tenkid amacıyla, hadis kitaplarında faydasız rivayetler
bulunduğunu söylediklerini ve misal olarak da mevzumuzu teşkil eden bu hadisi
misal gösterdiklerini görünce bu hadis-i şerifin 60 tane ilmi ve edebi hüküm
ve incelik ihtiva ettiğini tesbit etmiş ve bunları teker teker zikrederek, sözü
geçen kişilerin bu iddialarının boşluğunu gerçekten isbat etmiştir.[15]
Hadis-i şerif, kuş beslemenin
cevazına delâlet etmektedir.[16]
4970... Âişe (r.anhâ)'dan
(rivayet edildiğine göre) kendisi (birgün Hz. Peygambere):
Ey Allah'ın Rasulii, benim her
arkadaşınım künyesi var. (Ben de bir künye alabilir miyim?) diye sormuş da,
(Hz. Peygamber: O'nun kızkarde-şinin oğlunu kast ederek):
Sen de oğlun (hükmüne olan)
Abdullah'la künyelen, buyurmuş. (Ravi) Müsedded (bu Abdullah kelimesini) "Abdullah
İbnü'z-Zübeyr"
diye rivayet etti. (Ravi Urve
hadisinin kalan kısmını şöyle) rivayet etti: "Bunun üzerine (Hz. Aişe)
"Ümmü Abdullah künyesini almıştı." Ebu Davud dedi ki: Bu hadisin
benzerini de yine aynı şekilde (yani Hi~ şanı Ibn Urve'nin, babası Urve yoluyla
Hz. Aişe'den rivayet ettiği gibi) Kurrân Ibn Temmam ile Ma'mer de Hişam'dan
rivayet ettiler.
Ebu Üsâme ise Hişam ve
Abbâdyoluyla Hamza'dan rivayet etti. Ham-mâd Ibn Seleme ile Mesleme Ibn Ka'nab
da Ebu Üsame gibi yine Hişam'dan rivayetti.[17]
Bu hadis-i şerif çocuğu
olmayan bir kadının da künye almasının caizliğini ıiade ve teyzenin anne
mesabesinde olduğuna delalet etmektedir.[18]
4971... Süfyan İbn Esîd
el-Hadramî'den demiştir ki: Ben Rasûlullah (s.a.)'ı şöyle derken işittim:
"Sana inandığı halde bir
(din) kardeşine kendisini kandıracak yalan bir söz söylemen ne kadar büyük bir
hıyanettir!"[19]
Edebiyatta "ta'riz"
"kapalıca itiraz etmek" demektir. Bunu "bir tarafı gösterip
diğer tarafı kast etmek" diye tarif ederler. "Kitabınızı o kadar muhafazaya
çalışıyorsunuz ki sahifeleri dağılmasın diye kenarlarını kesmiyorsunuz"
ibaresi bir tarizdir. Bundan maksûd olan "Ders çalışmadığınız
kitaplarınızın kenarlarını kesmeyişinizden belli" ifadesidir. O ise bir
itirazdır. Birinci fıkrada bir, taraf yani "kitapların kesilmediği"
gösterilmiş, fakat onunla dîğer taraf yani "çalışmamak" anlatılmak
istenmiştir.[20]
Fıkıh ulemasının dilinde ise
bu kelime biraz daha farklı bir anlamda kullanılmaktadır. Nitekim fıkıh
ulemasından İmam Nevevî, bu kelimeyi açıklarken şöyle diyor: "Tevriye ve
ta'riz sözü zahiri manasına değil de zahiri manasına ters düşen diğer manasını
kasd ederek söylemektir. Sözü bu şekilde kullanmak ise muhatabı aldatmaktan
başka birşey değildir. Alimler şöyle dediler: Muhatabı aldatma kötülüğünü,
üstün gelen seri bir maslahat veya yalandan başka çıkış yolu olmayan bir
ihtiyaç gerektirirse tariz yapmakta bir mahzur yoktur. Böyle bir durum yoksa
tariz mekruhtur. Fakat yine de haram değildir. Meğer ki bu yolla bir batıl
elde etmek veya bir hakkı çiğnemek gibi mahzur bulunsun. O takdirde tariz
yapmak haramdır. Mevzuun prensibi budur".
Bu konuda vârid olan eserlere
gelince; bunlardan bir kısmı tarizi mubah, bir kısmı da mahzurlu gösteriyor.
Bu değişiklik, zikrettiğimiz tafsilata göre olmaktadır. Tarizin men'ine dair
gelen hadislerden bir tanesini Süfyan İbn Esed (r.a.)'den rivayet ettik. Buna
göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:[21]
Onun seni tasdik edeceği ve senin
yalancı olacağın bir sözü (din) kardeşine söyleme.
ibn Şirin (r.a)'den de:
"Söz nükte ve incelik bilen bir insanı yalan söylemeye mecbur etmeyecek
kadar geniştir" dediğini rivayet ettik.
Mubah olan tarize bir misal
vererek en-Nehâî (r.a.) şöyle dedi:
"Hakkında söylediğin bir
söz adama ulaşır ve senden bunu sorarsa ne söylediğimi[22] Allah bilir" de! Sen:
Allah söylediğim şeyi bilir,
demek istediğin halde muhatabın senin bunu inkar ettiğini vehm edecektir. Yine
en-Nehâî şöyle dedi:
Çocuğuna, sana şeker alacağım
deme, sana şeker alsam güzel olur değil mi de ve birisi kendisini sorduğu zaman
en-Nehâî cariyesine:
Ona kendisini mescidde ara,
diye söyle, derdi. Bir başkası da (babasını) soran bir kimseye:
Babam bundan evvel bir vakitte
çıktı, dedi. Eşa'bî de bir daire çizer ve cariyesine:
"Parmağını bunun içine
koyarak o burada değildir" diye şöyle, derdi. Yemeğe davet edilenlerin
adet olarak söyledikleri "ben niyetliyim" sözü de bir tarizdir. Çünkü
onlar bununla "yemeğe niyyetliyim" demek istedikleri halde
muhatabları oruçlu olduğunu anlar.."[23]
İmam Nevevî mevzumuzu teşkil
eden hadisin zayıf olduğunu ifâde etmekle beraber Münavî'nin Ebu Davud'un
rivayet etiğine göre onun "ha-sen olması gerekir" dediğini zikrederek
bu görüşe katıldığını işaret etmek istemiş. Sonra bu görüşün doğruluğunu te'yid
için bu hadis-i İmam Ahmed ile Taberanî'nin de En-Nevvâs İbn Sema'an'dan
rivayet ettiklerini vurgulamıştır.[24]
4972... Ebû Kılabe'den
demiştir ki: Ebu Mesûd, Ebu Abdullah'a - ya-hutta -Ebu Abdullah, Ebu Mesûd'a:
"Rasûlullah (s.a.)'ı;
(Bazı kimseler) şöyle bir iddiada bulundular, sözü hakkında neler söylerken
işittin? demiş de (Ebu Abdullah, yahutta Ebû Mesûd) şöyle demiş:
Ben Rasûlullah (s.a.)'i (bu
söz hakkında) şöyle buyururken ısıttım: "Zeamû (iddia ettiler) kelimesi
kişinin ne kötü bir bineğidir!"
Ebu Davud dedi ki: (Sözü
geçen) bu Ebu Abdullah, Huzeyfe'dir.[25]
Zu'm: Kuru iddia demektir.
Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şedf kişinin maksadına erebilmek için bu iddialara
sarılıp onları delil getirmesinin ve dayanak edinmesinin çirkinliğini açıkça
ifâde etmektedir.
Gerçekten şuurlu bir
müsliimana yakışan savunduğu bir fikrin delilini ve sarıldığı delilin sıhhat
derecesini bilmek, şuursuz, bir taklidden sakınmaktır. Müslümanların ferdi ve
içtimaî yönden, terakkileri buna bağlı olduğu gibi kör taklitçiliğin
doğuracağı donukluk, tefrika ve zillet felâketlerinden kurtulmaları da buna
bağlıdır. Bir müslümâna asla yaraşmayan kör taklid hakkında büyük mafessir
Elmalılı Hamdi Yazır Bakara suresinin 170. âyet-i kerimesini tefsir ederken
şöyle demektedir:
"...âyet gösteriyor ki:
İcmali veya tafsili bir delili hakka isnad etmeyen taklid-i mahz din hakkında
memnu'dur. Belli bir cehalete, dalâlete ittiba ü taklid aklen batıl olduğu gibi
meşkuk olan hususatta da delilsiz taklid şer'an gayri caizdir. Bedaheten
(açıkça) ma'lum olmayan hususatta delilsiz söz söylemek o yolda hareket etmek,
bilmediği birşeyi Allah'a iftira olarak söylemek ve şeytana uyup cehl ile
hareket etmektir... binaenaleyh böyle taassub ve taklidçilik, müşriklerin ve
kâfirlerin şiarıdır."[26]
Resul-i zişan efendimiz bu
hadis-i şerifte hiçbir fikri cehd içerisine girmeksizin Ahmed'in ve Mehmed'in
temelsiz görüşlerine sarılarak hakika-ta erişmek isteyen kimseleri bir beldeye
gitmek için takib edeceği yolu ve ciheti tayin etmeden rastgele bir bineğe
biniverip de yolculuğa çıkan fikri bir cehd ve çileden uzak kişilerin
yolculuğuna benzetmiştir. Artık bu bineğin onu hangi semte doğru götüreceği
belli değildir.[27]
4973... Zeyd İbn Erkam'dan
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) kendilerine bir hutbe okumuş da
(hutbe esnasında) "Emmâ ba'd" tabirini kullanmıştır.[28]
Hadis-i şerif, Resul-ü zişan
efendimizin hutbe esnasında "emmâ ba'd" kelimesi kullandığını ifade
etmektedir.
Bilindiği gibi, Hz. Peygamber
bu kelimeyi Allah'a hamd-ü senadan ve şehadet kelimelerini okuduktan sonra
kullanmıştır. Otuz kadar sahabiden gelen rivayetler buna delalet etmekte ve Hz.
Peygamberin hutbelerinde bu kelimeyi bu şekilde kullanmaya devam ettiğini ifâde
etmektedir.
Binaenaleyh bu kelimeyi hutbe
esnasında bu şekilde okumaya devam etmek müstehabtır.[29]
"Ba'd" kelimesi
izafetten kesildiği için zamm üzere mebnî olan zarflardandır. Bü kelimeyi
önüne "emmâ" kelimesini getirerek okuduğumuz zaman "bundan sonra,
gelelim mevzumuza" gibi manalara gelir.[30]
4974... Hz. Ebu Hüreyre'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur: "(Sizden)
biriniz (üzüm çubuğuna) kernı demesin. Çünkü (hakiki) kerm müslüman kişidir,
fakat siz (üzüm çubuklarına) üzüm bağlan deyiniz."[31]
Bu babda mevzumuzu teşkil eden
bu hadisin dışında başka bir hadis yoktur. Görüldüğü gibi mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerif üzüm çubuğuna "kerm" denilmemesi ile daha doğrusu dili
İslam adabına aykırı sözleri sarf etmekten kaçınmakla ilgilidir. Hatta bu
babtan sonra gelen bablarda yer alan hadis-i şeriflerin ekserisi dili bu gibi
gayri İslami sözlerden korumakla ilgilidir. Bu bakımdan sözü geçen hadisler tek
bir bab altında toplanabilirdi.
Mevzumuzu teşkil eden hadis-i
şerif üzüm çubuğuna "kerm" demeyi yasaklamakta ve kerm isminin ancak
müslümana verilebileceğini ifade etmektedir. Çünkü araplar, içenlere cömertlik
kazandırdığına inandıkları için şaraba kerm (cömert) ismini verdikleri gibi
şarabın elde edildiği üzüme de üzüm kütüğüne de "kerm" ismini
vermişlerdi.
Bu mevzuda Bezlü'l Mechud
yazarı İbnu'l-Cevzî'den naklen şöyle diyor:
"Hz. Peygamberin üzüm
kütüğüne kerm denmesini yasaklamasının sebebi şudur: Cahiliyye döneminde
araplar üzüm kütüğüne cömert anlamına gelen "kerm" ismini
vermişlerdi. Çünkü onlar üzüm şarabını, içen kimselere cömertlik kazandırdığına
inanırlardı. Şarap yasaklandıktan sonra Resul-i zişan efendimiz üzüm kütüğüne
cömertlik ifâde eden "kerm" ismi verilmesini yasaklamakla şarabın
haramlığını ve kötülüğünü te'yid etmek ve bir defa daha vurgulamak ve bu ismin
kalbi iman nuru ile dolu olan mü'mine verilmesinin daha uygun olacağını ifade
etmek istemiştir."
Yine Bezlü'l-Mechud yazarının
açıklamasına göre hocası Muhammed Yahya merhum Sünen-i Ebu Davud üzerine
yazdığı notlarında bu mevzuda şöyle demiştir:
"Üzüm kütüğüne
"kerm" ismi verilmesinin yasaklanmasına sebeb câhiliyye araplarının
üzüm şarabını, içenlere cömertlik ve güzel ahlâk kazandırdığına olan
inançlardır. Hz. Peygamber ümmetini Cahiliyye araplarını bu inançlarından
korumak için müsebbebin sebebe isim olarak verilmesi kabilinden olan bu
isimlendirmeyi yasaklamıştır."
Hz. Peygamber kerm ismini üzüm
kütüğüne verilmesini yasaklamakla kalmamış, bu isme en lâyık olan yaratığın
kalbi iman nuru ile dolu mü'minler olduğuna dikkati çekmiştir. Çünkü aslında
üzümde mevcud olan hayır, bereket ve tatların hepsi gerçek mü'minde mevcuttur.
Mü'min hayırlıdır, bereketlidir, etrafına faydalar sağlar ve tatlıdır. Kerm
(cömert) ismini almaya üzümden daha da layık olan gerçek mü'minin vasıflarını
tanımaya yardım olacağı düşüncesiyle İbn Kayyim el-Cevziyye'nin üzümün
vasıfları hakkındaki açıklamalarını burada kaydetmekte fayda görüyoruz.
"Aslında üzüm çok faydalı
ve bereketlidir. Çünkü:
1. Meyveleri aşağıdadır, herkes
onu kolaylıkla alabilir.
2. Dikensizdir, meyvesini
alanları rahatsız etmez.
3. Başı yükseklerde değildir
isteyen ondan yararlanabilir.
4. Kökleri ve dallan çok da
kalın olmadığı halde kökleri ve dalları daha kalın olan ağaçlardan katkat
fazla olan üzüm yüklerini taşıyabilir.
5. Başı kesildiği zaman
diğer bazı ağaçlar gibi kuruyu vermez. Bilakis iyice kuvvetlenir ve erafa dal
budak salar.
6. Meyvesi daha olmadan önce
yenebildiği gibi olduktan ve kuruduktan sonra da yenebilir.
7. Kendisinden pekmez
ve sirke gibi hem tatlı hem de ekşi meşrubat elde edilebilir. Bu özellikler
diğer ağaçlarda yoktur.
8. Kurusu nzık, yiyecek ve katık
olarak saklanabilir.
9. Üzüm meyvelerde aranan itidal
özelliğine sahiptir. Yani kayısıda bulunan soğukluk özelliğiyle hurmada bulunan
sıcaklık Özelliğinden uzaktır. İkisinin arasındadır."
Bu gibi özellikleri taşımakla
birlikte bazı muamelelere tabi tutularak özünün değiştirilmesi sebebiyle
kendisinden şarap elde edildiği ve bu yüzden de kendisinde bulunan hayırların
unutulup sadece bir şarap kaynağı olarak görülmeye başlanması sebebiyle, Hz,
Muhammed ona kerm ismini vermeyi yasaklayıp, bu ismi almaya hakiki mü'minlerin
daha layık olduğunu ve gerçek hayır ve bereketin mü'minin kalbinde olduğunu ifade
buyurmuştur.
Bu itibarla mevzumuzu teşkil
eden bu hadis "hakiki pehlivan başkalarını yenen kimse değil öfkelendiği
zaman öfkesini yenebilen kimsedir"[32] hadis-i şerifine benziyor.[33]
4975... Hz. Ebû Hüreyre'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"(Sizden) biriniz sahibi
olduğu kimseye: Kulum, cariyem demesin, köle olan kimseler de (sahiplerine):
Rabbinı, demesin. Sahip olan (sahip olduğu kimseye): Oğlum, kızım diye hitap
etsin. Kendisine sahip olunan kimse de (sahibine): Efendim diye hitab etsin.
Çünkü sizler kölesiniz Rabb (rızık verip besleyip büyüten) de Aziz ve Celil
olan Allah'dır."[34]
Hakiki kulluk ancak Allah'a yapılır.
Çünkü kendine kulluk edilmeye müstehak olan yegâne varlık O'dur. Bu itibarla
bütün erkekler Allah'ın âzad kabul etmez kölesi bütün kadınlar da câriyesidir.
Bir kul için en tatlı hürriyet Allah'a kul, köle olmaktır.
Durum böyle olunca, kendisine:
Rabbim diye hitap edilmeye en layık olan varlık, herşeyin sahibi olan lutf-u
keremi ile herkesi besleyip büyüten yüce Allah'dır. Dolayısıyla bir kölenin ve
cariyenin sahibine: "Rabbim" diye hitab etmeyi alışkanlık haline
getirmesi caiz olmadığı gibi, efendinin de kölesine: Abdim, emem (kulum) diye
hitap etmesi caiz değildir, mekruhtur. Binaenaleyh caiz olan, cariyesine:
Kızım diye hitap etmesi köle ve cariyelerin de sahiplerine: Efendim diye hitap
etmeleridir.
Gerçi, Resul-i Zişan efendimiz
kıyamet alâmetlerini açıklarken "Cariyenin, rabbini yahut rabbesini
doğurmasidır.”[35] buyurmuştur. Fakat bu cevazı bildirmek içindir. Yasak olan,
bu sözün kullanılmasını âdet haline getirmektir. Nadir kullanılmasında ise bir
sakınca yoktur. Bir de bu kelimenin mutlak olarak kullanılması yasak
edilmiştir. Yoksa başka bir şeye izafetle kullanılmasında beis yoktur.
Binaenaleyh Rabbusselem, Rabbülmâl gibi terkibler hakkında sakınca yoktur.[36]
Bu mevzuda Avnü'l-Ma'bud
yazarı el-Azimâbadî şöyle diyor: "İmam Buhari kölenin sahibine,
"esseyyid" sahibin de kölesine abd (kul) demesinin caiz olduğunu
ifade eden hadisleri "köleye dil uzatmanın ve ona abdim (kulum), emem (kulum)
gibi sözlerle hitab etmenin keraheti" isimli özel bir babda[37] toplamıştır. Sözü geçen babda yedi tane
hadis rivayet etmiştir ki yedisi de kişinin kölesine "abdim"
cariyesine "emem" diye hitap etmesinin caiz olduğuna delalet
etmektedir. Nitekim Hafız İbn Hacer de "kölenin sahibine seyyidî:
(efendim) demesinin caiz olduğunu" söylemiş, Kurtubî ve daha başkalarının
da bu görüşte olduklarını fakat Rabb kelimesi Allah'ın isimlerinden olup
"seyyid" ismi gibi olmadığından kölenin efendisine
"rabbim" diye hitap etmesinin caiz olamayacağını söylediklerini
ifade etmiştir.[38]
Kölenin sahibine seyyid
(efendi) diye hitap etmesinin caiz olup olmaması konusunda ulema ihtilafa
düşmüşlerdir. Fakat şurası muhakkak ki: "Seyyid" kelimesinin Allah'ın
isimlerinden olduğuna dair Kur'an-ı Ke-rim'de bir âyet mevcut değildir. Bu
bakımdan seyyid kelimesinin Rabb kelimesine benzemediği kesindir ve dolayısıyla
kölenin efendisine: Sey-yidim diye hitap etmesinin sakıncası yoktur."[39]
Her ne kadar (4806) nolu
hadis-i şerifte "Seyyidin Allah olduğu" ifade ediliyorsa da orada da
açıkladığımız gibi Rasûlü Zişan efendimizin kendisine: Seyyidimiz diye hitap
edenlere böyle "seyyid Allah'dır" diye cevap vermesinin hikmeti
cahilliyyet döneminden yeni kurtulmuş olan müslümanlann o gün için cahiliyye
araplarınin "seyyid" diye çağırdıkları ağalarla Hz. Peygamber
arasında bir benzerlik görerek ağalıkla Peygamberliği karıştırmalarını
önlemektir.
Hattâbî'ye göre hadis-i
şeriflerde yasaklanmak istenen "seyyid" ve "mevlâ"
kelimelerinin bir yaratık hakkında mutlak olarak izafe edilmeksizin
kullanılması, yani bir kimseye "seyyid", "mevlâ" şeklinde
hitap edilmesidir. Fakat "seyyidî" "mevlaye" veya
"mevlânâ" şeklinde hitap edilmesinde ise hiçbir sakınca yoktur. Allah
hakkında kullanılması söz konusu olunca mutlak olarak kullanılmasıyla mukayyed
olarak kullanılması arasında bii" fark yoktur. Her ikisini de kullanmak
kerahetsiz olarak caizdir.
Binaenaleyh bu hadis-i şerif
(4976) kölenin sahibine mevlâye (efendim) diye hitap etmesinin kerahetsiz
olarak caiz olduğuna delalet etmektedir. Her ne kadar bu konuda gelen bir hadis[40] in sonunda: "Köle efendisine
mevlanı demesin, zira sizin mevtanız Allah'dır" anlamında bir ziyade varsa
da Kadı Iyaz bu ilâvenin hadisin aslında olmayıp raviler-den biri tarafından
eklendiğini, sonunda bu ilave bulunmayan rivayetlerin daha doğru olduklarını
söylemiştir. Kurtubî de bu görüştedir.[41]
4976... (Bir önceki
hadisi) Hz. Ebu Hüreyre'den Ebu Yunus da (rivayet etmiştir. Ancak (Hz. Ebu
Hüreyre) bu haberde Hz. Peygamber (s.a.)'i anmadı. (Yani hadisi kendi sözü olarak
zikretti)1 ve şöyle dedi: (Fakat köle efendisine) "seyyidi (efendim) ve
(yahutta) mevlâya (efendim) desin.[42]
Bu hadisle ilgili açıklama bir
önceki hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.[43]
4977... (Abdullah İbn
Büreyde'nin) babasından (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Münafığa seyyid (efendi)
demeyiniz. Çünkü eğer (siz ona böyle seyyid demeye devam ederken birgün
başınıza) seyyid oluverirse aziz ve celil olan Allah'ı öfkelendirmiş
olursunuz."[44]
Hadis-i şerifte müslümanların
münafıklara "efendi" diye nitap etmeyi alışkanlık haline getirmeleri
ya-saklanmakta ve müslümanlar bir münafığa böyle; "efendi efendi"
diye hitap ederlerken bu sayede onun birgün halk arasında nüfuzlu ve sayılan
bir kişi haline gelerek mal-mülk köle, cariye sahibi ve kavminin seyyidi
olu-vermesinin cenab-i Hakk'ın öfkesini celb edeceğini ifade etmektedir.
Çünkü müslümanlar bir münafığa
bir saygı ifadesi olan efendi hitabiyle hitap etmekle Allah katında saygıya hiç
de layık olmayan bir kimseye saygı göstermiş, onu aralarında itibarlı ve
sayılır bir kimse haline getirmiş olurlar. Bu münafık kendisine yapılan bu
sözlü iltifatlar sayesinde öyle itibarlı bir hale gelmemiş bile olsa,
müslümanlar ona karşı kullandıkları efendi sözünden dolayı yine de
sorumluluktan kurtulamazlar. Çünkü bu durumda hiç de kendisinde efendilik vasfı
bulunmayan kimseye karşı bu kelimeyle hitap etmekle yalancı ve münafık durumuna
düşmüş olurlar.
Bir müslümanın bir münafığa bu
kelimeyle hitap etmesinin Allah'ı öfkelendirmesinin sebebi ise gerçekten o münafığın
birgün müslümanların başına efendi (idareci) olması halinde, müslümanların onun
emirlerine boyun eğmek zorunda kalmalarıdır. Bir münafığın müslümanların başına
idareci olup da müslümanların onun emrine boyun eğmeleri ise elbette Allah'ın
hoşuna gitmez. Bilakis gazabına mûcib olur.
Bazılarına göre ise
"münafığa seyyid (idareci, efendi) demeyiniz" sözünün manası
"Onu başınıza idareci olarak getirip de efendim, efendim diye karşısında
küçülmeyin" demektir. Allah'ın gazabını mûcib olan budur. Yoksa onu cemiyette
hiçbir itibarlı mevkiye getirmeden kendisine sözle efendi demek değildir.[45]
4978... (Ebu Ümâme İbn
Sehl İbn Huneyf'in) babasından (rivayet edildiğine göre); Rasûlullah (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Sakın hâ!... Biriniz; nefsim pis oldu, demesin. Fakat;
nefsim kötüleşti, desin."[46]
4979... Aişe (ranha)'dan
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sakın biriniz içim
bulandı, demesin, fakat nefsim kötüleşti, desin."[47]
İmam Hattâbi'nin de açıkladığı
gibi aslında "lekise” ve “nabuse” fiilleri arasında mana bakımından bir
fark yoksa da, yani her ikisi de pis oldu, kötü oldu anlamına gelirlerse de
Resulü Zişan efendimiz "habüse" kelimesinin çirkinliği ve insan üzerindeki
nefret uyandırıcı olumsuz te'siri sebebiyle ümmetine bu kelimeyi bırakıp
yerine daha edebî ve nefret uyandırıcı yönü daha az olan "lakıset" kelimesini
kullanmalarını tavsiye etmiştir. Çünkü insanın kendi nefsi hakkında ya da belli
bir şahıs hakkında böyle nefret uyandıran bir kelime kullanması hiç de akıllıca
bir iş değildir.
"İçi dışına çıkacak,
kusacak hale geldi" demek olan "Câşe" fiilini terk edip yerine
"lakıset" fiili kullanmalarını tavsiye buyurması da yine aynı hikmete
mebnidir. Resul-ü zişan efendimizin ümmetine olan bu tavsiyesinde onları
sürekli edebli ve mantıklı olmaya, herşeyin güzelini kullanıp çirkinini terk
etmeye teşvik gayesi mevcuttur.[48]
4980... Hz. Ebu
Huzeyfe'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah ve falan kimse
diledi demeyiniz. Fakat (önce) Allah sonra falan diledi, deyiniz."[49]
"Allah ve falan kişi
diledi" cümlesinde bulunan «ve,, harfi birUk beraberlik ifade ettiğinden
bu cümlede dileme işinde, kulu Allah'a ortak yapmak manası vardır. Oysa kul,
hiçbir hususta Allah'a ortak olamaz, her ne kadar Allahu teâla hazretleri kulu
sorumlu tutmak için ona hür bir irade vermişse de kulun bir iradeye sahip olması
yine Allah'ın istemesiyle olmuştur. Binaenaleyh Allah O'na irade vermeyi
dilemeseydi, o irade sahibi olamaz ve hiçbir şeyi dileyemezdi.[50] Öyleyse kula düşen ilme ve hikmete
aykırı düşen bu sözü bırakmak, eğer mutlak surette bir kulun dilemesinden
bahsetmek gerekiyorsa önce Allah'ın dilediğini sonra bu sayede kulun da
dilediğini söylemektir. Yani "Allah diledi sonra da (Allah'ın izniyle)
falan diledi" demesi daha uygun olur. Çünkü bu cümlede-bulunan "sonra
(sümme)" kelimesi zaman itibariyle bir sırayı bildirir.
Görülüyor ki, bu hadis-i şerif
kulun iradesini inkâr eden Cebriyye mezhebi ile ona Allah'ın iradesine eş bir
bağımsızlık tanıyan Mu'tezÜe mezhebinin aleyhine, Allah'ın izn-ü iradesiyle
kulunda hür bir iradeye sahip olduğunu söyleyen ehl-i sünnet ulemasının da
lehine bir delildir.[51]
4981... Adiyy İbn
Hatem'den (rivayet edildiğine göre), bir hatip Peygamber (s.a.)'in huzurunda
bir hutbe okuyarak: "Her kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse doğru yolu
bulur, kim de onlara isyan ederse..." demiş de (Peygamber (s.a.) (o
hatibe): "Kalk" yahutta "git! Sen ne fena bir hatipsin"
buyurmuş.[52]
Bu hadisin tamamı Müslim'in
Sahih'inde şu manaya gden lafızlarla rivayet edilmiştir:
"Bir adam Peygamber
(s.a.)'in yanında hutbe okuyarak:
Her kim Allah ve Rasûlüne
itaat ederse muhakkak doğru yolu bulmuştur. Onlara isyan eden ise muhakkak
sapmıştır, demiş. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):
Sen ne fena hatipsin (onlara
isyan eden diyeceğine)- Allah ve Resulüne isyan eden- de!"buyurmuşlar.
Kadı Iyaz'ın beyânına göre
ulemadan bir cemaat, "Rasûlullah (s.a.)'ın hatibe itiraz etmesine sebep o
hatibin Allah ve Resulüne ait zamirleri birleştirerek bir tesniye zamiri
olarak kullanmasıdır. Çünkü Allah'a ait zamirle Rasûlüne ait zamirin
birleştirilerek böyle birlikte beraberce zikredilmesi, en azından uluhiyyet ile
nübüvvet arasındaki farkı kaldırıp ikisini birleştirmek gibi tehlikeli bir
mana kokusu taşımaktadır. Hz. Peygamber'in uğruna baş koyduğu ve hayatı
boyunca üzerine titrediği İslamın özünü teşkil eden tevhid akidesine böyle bir
gölgenin düşürülmesi karşısında tepkisiz kalması düşünülemez.
Hadis-i şerifte de açıklandığı
üzere Hz. Peygamber sözü geçen hutbeyi okuyan hatibe sert bir şekilde
çıkışarak, Allah ve Rasulünden bu şekilde bahsetmekten onu nehyetmiştir. Bu
mevzu (1099) numaralı hadisin şerhinde de geçtiğinden okuyucularımıza oraya da
müracaat etmelerini tavsiye ederiz.[53]
4982... Ebû'l-Melâh'dan
(rivayet edildiğine göre) bir adam şöyle demiştir: Ben (bifgün) Rasûlullah
(s.a.)'in terkisinde idim. Hayvanının ayağı sürçüverdi. Bunun üzerine ben
"Hay burnu sürtülesice şeytan" dedim. (Hz. Peygamber de:)
Burnu sürtülesice şeytan,
deme. Çünkü sen bunu söyleyince o, ev gibi oluncaya kadar büyür ve: "(Bu
iş) benim kuvvetimle (oluyor)" der. Fakat sen "Bismillah (Allah'ın
adıyla) de! Çünkü sen bunu söyleyince, o karasinek gibi kalıncaya kadar
küçülür."[54]
Bu hadis-i şerif, şeytana
kızarak ona kötü sözler savurup lanetler yağdırmanın, onun kötülüğüne engel
olmayıp bilakis, ona ümit ve kuvvet vereceğini, onu kibirlendireceğini, gücüne
güç katacağını, onun gücünü kuvvetini götürüp, sinek kadar küçültecek olan
yegâne silahın ise; "bismillah" demek olduğunu ifade etmektedir.
Şuurlu bir müslümana yakışan
her işine besmele ile başlayıp Allah'ın ismini ağzından düşürmemek, her işinde
gücü ve yardımı Allah'dan istemek, sıkıntılı işlerinde Allah'dan başka bir
sığınak bulunmadığım bilerek başka yollara tevessül etmemektir.[55]
4983... Hz. Ebu Hüreyre'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bir adamı:
'Artık insanlar helak oldular' derken işittiğinde... (bil ki) onların en çok
helakte olanı o adamdır."
Musa (İbn İsmail ise bu
cümleyi) şöyle rivayet etti: "Bir adam: 'Artık insanlar helak oldular'
dedi mi (bil ki) insanların en çok helak olanı o adamdır."
Ebu Davud dedi ki: (Bu hadisi
hocam el-Ka'nebî'ye rivayet eden) Mâlik bu konuda şöyle dedi: İnsan bu sözü
halkın dinî işlerindeki (gevsek) durumunu görüp de üzüldüğünden dolayı
söyleyecek olursa, ben bunda bir sakınca görmem, kendini beğenip de başkalarını
küçümseyerek bu sözü söylüyorsa o zaman bu yasaklanmış olan çirkin bir sözden
başka birşey değildir.[56]
Metinde geçen
"ehlek" kelimesini ism-i tafdil olarak «ehlekü" şeklinde
okumak mümkün olduğu gibi fiil-i mazi olarak "ehleke" şeklinde okumak
da caizdir. "Ehlekü" şeklinde okunduğu zaman -ki biz tercümemizi
buna göre yaptık- bu kelime "en çok helak olan" anlamına gelir.
Bu birinci okunuş şekline göre
"insanlar artık helak oldular" diyen kimse insanların en çok helak
olanıdır" demek olur. Çünkü böyle diyen kimsenin insanların helak
oldukları hükmüne varması onların kusurlarını ve ayıplarını teker teker
araştırması neticesinde olmuştur. Gerçekte, insanlar, kusurlarından ve
ayıplarından dolayı kendilerini cehennemlik olmaya, ve dolayısıyla manen helak
olmaya arz etmiş olsalar bile, onların bu durumu insanların ayıplarını teker
teker araştırıp da onların kesinlikle cehennemlik olduklarını söylemek kadar
tehlikeli değildir. Çünkü bu sözü söyleyen kimse önce kulların kusurlarını
araştırmakla sonra da Allah'ın onlara nasıl muamele yapacağını bilmediği halde
Allah adına kesin bir hüküm vermekle ve bu hükmü verirken de onları küçük görüp
kendini beğenmekle, kendini daha büyük bir tehlikeye atmıştır.
Söz konusu kelime fiil-i mazi
olarak "ehleke" şeklinde okunduğu zaman ise "helak etti"
anlamına gelir ve bu okunuş şekline göre; "İnsanlar helak oldu diyen
kimse insanları helak etmiştir" demek olur. Bir başka ifadeyle aslında Allah
onları hiç de helak etmiş değildir. Fakat bu sözü söyleyen kimse kendi karanlık
ve ümitsiz dünyasında, kendi düşünce ve arzularına göre insanları helake
mahkûm etmiştir. Oysa Allah, onları mahkûm ettiğini açıklamadığı için gerçek
onun verdiği hükmün tam tersine olabilir.
Fakat Allah'ın vasıflarını
açıkladığı ve helak olacaklarını bildirdiği insanları şahıs belirtmeden
mücerred vasıflarıyla açıklayarak insanları uyarmak böyle değildir. Tersine bu
iş, Allah'ın kullarına yüklediği bir görevdir.
Söz konusu kelime böyle fiil-i
mazi olarak okunduğu zaman bu kelimenin yer aldığı cümleden şöyle bir mana
anlaşılır: "İnsanlar artık helak olmuşlardır, diyen kimse insanların
Allah'ın rahmetine karşı olan ümitlerini kırdığı ve onları ümitsizliğe düşürüp
ibâdete karşı olan ilgilerini kestiği için onları cehenneme sürüklemiş ve helak
etmiştir."
Nitekim musannif Ebû Davud'un
da açıkladığı gibi bu hadisin râvilerinden Malik de bu görüştedir.[57]
4984... İbn Ömer (r.a.)'dan
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sakın çöl arapları (şu
yatsı) namazımızın ismi hususunda sizi tesir altına almasınlar, Uyanık olun! Bu
(namaz) yatsı (namazı)dır. Fakat onlar develeri yüzünden yatsıyı gecenin
karanlığına kadar geciktirirler."[58]
Sindî'nin açıklamasına göre
"Ateme, karanlık demektir." Çöl arapları develerinin sütlerini
sağmakla meşgul oldukları için yatsı namazını gecenin karanlığı iyice çökünceye
kadar geciktirdiklerinden yatsı namazına mecazen ateme (karanlık) ismini
vermişlerdir"
Oysa Müslim'in Sahih'inde
rivayet edildiğine göre "bu namaz Allah'ın Kitabında İşâ diye
isimlendirilmiştir. Araplar arasında bir işin veya bir şeyin ismi daha ziyade
kendi kavimlerinin ileri gelenlerinin ağzından çıkan kelimelerle belirlenip
şekillendiğinden, Resul-i zişan efendimiz çöl arapla-rının ileri gelenlerinin
yatsı namazına ateme ismini vermelerinin, bu ismin bütün araplar arasında
yaygınlaşarak, Allah'ın kitabında yatsı namazı için belirlenmiş olan
"işa" ismini unutturacağından korkmuş.ve bu endişeyle yatsı namazı
için ateme ismini kullanmayı âdet hâline getirmekten onları sakındırmıştır.
Çünkü yüce Allah bu namaz için bir ismi belirledikten sonra o ismi bırakıp da
O'na başka bir isim vermenin çirkinliği meydandadır.
Öyleyse uygun olan bu namaz
için Allah'ın kitabında belirlemiş olduğu ismi kullanmayı âdet hâline
getirmektir.Avnü'l-Ma'bud yazarının açıklamasına göre, "Hadis-i şerifte
yasaklanmak istenen, yatsı namazı için "ateme"yi âdet hâline
getirmekse tenzihen mekruhtur. İmam Nevevî bu görüştedir."[59]
4985... Salim İbn
Ebi'l-Ca'd'den (rivayet edildiğine göre râvi Mis'ar'in (hakkında) -O'nun Huzaa
(kabilesin)den olduğunu zannediyorum- dediği bir adam:
"Keşke şu namazı
kılsaydim da bir rahata erseydim" demiş. (Orada bu lunan) bazı kimseler bu
sözünden dolayı o adamı ayıplar gibi bir tavır ta kınmışlar, bunun üzerine
(sözü geçen adam:)
Ben Rasûlullah (s.a.)'i - Ey
Bilâl, kalk namaza (çağır da) bizi namazla rahatlat, derken işittim"
demiştir.[60]
4986,.. Abdullah İbn
Muhammed İbn el-Hanefiyye'den.demiştir ki: "Babamla birlikte ensardan olan
bir damadımıza hasta ziyaretine gitmiştim. (Biz orada iken) namaz (vakti)
geliverdi. Aile fertlerinden birine:
Ey Câriye, bana abdest suyunu
getir (de abdestimi alayını); belki namazı kılarım da rahatlarım, dedi biz de
onun bu sözünü tenkid ettik. Bunun üzerine (bize) şöyle dedi:
Ben Rasûlullah (s.â.)'ı
"- Ey Bilal! Kalk (ezan oku da), bizi namazla rahatlat" derken
işittim.[61]
Huzaa kabilesinden olduğu
tahmin edilen kimsen "keşke şu namazı kılsaydım da bir rahata
erseydim" anlamındaki sözleri orada bulunan sahabiler tarafından "şu
namazı kılmak çok zoruna gidiyor keşke bir kılsamda bu yükten bir
kurtulsam" şeklinde anlaşıldığı için o zatı bu sözünden dolayı ayıplar
gibi bir tavır takınmışlar ve bu sözü beğenmediklerini kendisine
hissettirmişlerdir.
Gerçi namazı bu şekilde bir
angarya ve yük telakki etmek ancak münafıklara yaraşan bir özelliktir.[62]
Fakat sözü geçen zatın bu sözü
"şu namazı vaktini geçirmeden bir kılsaydım da vaktinde kılamayacağım
endişesini kafamdan atıp bir rahata erseydim" ve "şu namazı bir
kılsaydım da Cenab-ı hakkın huzuruna varmanın ve O'na münacaatta bulunmanın
manevi zevkim tadarak dünyanın sıkıntısından kurtulup mânevi bir rahata
erseydim" gibi manalara da gelir.
Nitekim sözü geçen zat bu gibi
sözleri Resul-i zişan efendimizden de duyduğunu söyleyerek, sözünün yanlış
anlaşıldığını ifade etmeye çalıştığına göre, onun bu sözü olumsuz manada değil,
olumlu manada kullandığı anlaşılmaktadır. Esasen Hz, Peygamberin sohbetinde
bulunmak, O'nun mektebinde yetişip ondan doyasıya feyz almak bahtiyarlığına
eren ve namazın esrarına hakkiyle vakıf olan sahabiden, namazın angarya
olduğunu ifade eden bir sözün sudur etmesi mümkün değildir.
Yine bu sahabinin ve Abdullah
tbn Muhammed el Hanefi'nin Hz. Peygamberden naklettikleri "Ey Bilal kalk,
ezan oku da namazı kılalım, bu suretle bizi dinlendir" anlamındaki sözlerinin
manası da gayet açıktır. Efendimiz bu sözleriyle "namaza duralım ve
Rabbimizin huzuruna çıkalım da O'na münacatta bulunarak huzurunda bulunmanın
zevkini yaşayalım, gerçek huzura erelim" demek istemiştir. Nitekim
"En büyük huzurum namazdadır"[63] "namaz gözümün nurudur"[64] anlamındaki buyrukları da buna ışık
tutmaktadır, Son iki hadisin zahirde bab başlığıyla bir alakasını görmek mümkün
değildir.[65]
4987... Aişe (r.anhâ)'den
demiştir ki:
"Rasûlullah (s.a.)'in
herhangi bir kimseyi dinden başka birşeye nisbet ederken asla işitmedim"[66]
Hafız Münzirî'nin açıklamasına
göre, bu hadis munkati'dir. Çünkü bu hadisi Hz. Aişe'den naklettiği
ifâde edilen Zeyd îbn Eşlem aslında Hz. Aişe'den hadis işitmemiştir. Ayrıca bu
hadisin babla ilgisi yoktur. Fakat musannif Ebu Davud müslü-manların, her türlü
sözlerinin kitaba ve sünnete uygun olmasına gayret sarf etmeleri için, Hz.
Peygamberin ümmetinin isimlerine varıncaya kadar her türlü tutum ve
davranışlarını dinin emirlerine uydurmaya çalıştığını ifade eden bu hadisi bu
baba yerleştirmeyi uygun bulmuş ve bu maksatla bu hadisi de bu baba koymuştur.[67]
4988... Hz. Enes'den (rivayet
edilmiştir) demiştir ki:
Birgün Medine'de korkunç bir
olay olmuştu. Peygamber (s.a.) Ebu Talha'nın atına bin(ip hadisenin üzerine
doğru sür'atle git) di. Kısa bir süre sonra (yanımıza dönüp):
(Korkulacak) birşey görmedik,
-yahutta- korkulu bir şey görmedik (fakat) bu atı bir deniz (gibi akıcı)
bulduk," buyurdu.[68]
Bu hadis-i şerif İbn Mâce'nin
Sünen'inde şu manaya gelen ıafızıarıa rjVayet edilmiştir: "O insanların en
güzeli idi. İnsanların en cömerdi idi ve insanların en cesuru idi. Bir gece
Medine-i Münevvere halkı, bir düşman baskını korkusuyla sesin geldiği tarafa
doğru gittiler. Rasûlullah (s.a.) Ebû Talha'nın çıplak eğersiz bir atı üstünde
boyununda kılıç bulunduğu vaziyette ve herkesten önce sesin olduğu yere varmış
olarak (geri dönüp geldiğinde) onlara (yani sesin olduğu yere gitmekte olan
Medinenilere) rastladı ve onları geri çevirip:. - Ey insanlar,
korkutulmuyacaksınız, buyuruyordu. Sonra at için de: "- Biz onu bir derya
gibi (akıcı) bulduk" veya; "O bir derya gibi akıcıdır"
buyuruyordu."[69]
Aslında Peygamber efendimizin
yedi tane atı vardı. Bunlardan birini O'na Hz. Ebu Talha hediye etmişti.[70]
İşte mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifte, Peygamberin üzerine atlayıp da tehlikenin üzerine doğru
gittiğinden bahsedilen at bu "men-dub" isimli attır.
Görüldüğü gibi Resul-i zişan
efendimiz söz konusu atı sür'atli koşmasından dolayı onu sür'atli hareket eden
hareketli bir denize benzeterek ondan deniz, diye bahsetmiştir.
Bilindiği gibi teşbih edatı
ile benzetme yönü hafzedilerek yapılan bu gibi teşbihlere "teşbih-i
belîğ" denir.
İşte hadisin bab başlığıyla
ilgili olan tarafı da burasıdır. Yani karışıklığa meydana vermemek kayıt ve
şartıyla birşeyi teşbih veya mecaz yoluyla kendi isminin dışında başka bir
isimle anmanın caiz olduğuna delalet eden kısımdır.[71]
1- Resulü Ekrem (s.a) insanların
en cesuruydu.
2- Bir İslam beldesine
düşman baskın yaptığı zaman ona karşı koymak için cihada çıkmak gerekir. Devlet
adamları da bu cihada katılabilirler,
3- Cihada giden adam tedbirli ve
techizatlı olmalıdır.[72]
4989... Abdullah (İbn
Mesûd radiyallahü anh)'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Yalandan sakınınız!
Çünkü yalan (sahibini) fenalığa, fenalık ise cehenneme götürür. Gerçekten insan
yalanı söyleye söyleye ve yalanı araya araya (o hale gelir ki) nihayet Allah
katında en yalancı (kimse diye) yazılır. Doğruluktan ayrılmayanız. Çünkü
doğruluk (sahibini) iyiliğe iyilik de cennete götürür. Gerçekten insan doğruyu
söyleye söyleye ve doğruyu araya araya (o hâle gelir ki) nihayet Allah katında
en doğru (insan diye) yazılır."[73]
Birr: Halis amel-i salih
demektir. Bu kelime bütün hayırlara şamil bir isimdir. Bazıları
"birr" den muradın cennet olduğunu söylemişlerdir.
Fücur: Doğruluktan
ayrılmaktır. Günahlara dalmak manasına geldiğini söyleyenler.de vardır. Bu
kelime de bütün serlere şâmildir. Ve birr'in zıddıdır. Kişinin doğrucu veya
yalancı yazılmasından murad hakkında hüküm verilmesi ve kullara
bildirilmesidir.
Hadis-i şerif doğruluğu
araştırmaya yani daima doğru söylemeye teşvik etmekte, yalancılıktan ve bu
hususta müsamaha göstermekten sakındırmaktadır. Çünkü yalan hususunda müsamaha gösteren
yavaş yavaş yalana alışır ve nihayet yalan söylemeyi adet haline getirir ve
yalancı damgasını alır. Doğru söylemeyi adet edinen de Allah teâlâ nezdinde
doğrucu diye tescil edilir.[74]
Sıdk: Doğruluk altı şeyde
aranır ve bunlar bulunduğu takdirde sıdkm kemal mertebesi husule gelmiş olur.
Bu üstün dereceye sahip olan kimseye de "sıddîk" denir. Sıdk'ın altı
kimi şöyledir:
1. Sözde doğruluk:
Söylenen sözün gerçeğe uyması, vakıaya aykırı düşmemesi,
2. Niyyete doğruluk:
Bunun manası ihlâsdır ki, hayırlı bir işe kalb ile niyyet edib gafil olmaksızın
Allah'a yönelmekle olur.
3. Azimde niyyet: Hayırlı
olduğuna inanılan birşeyi yapmaya koyulmak ve bundan güçlenmek,
4. Vefa göstermekte
doğruluk: İşlemeye koyulduğu ve azmettiği hayırlı bir işi başarmakta sebat
gösterip onu tamamiyle yerine getirmek.
5. Amellerde doğruluk:
Gizli ve aşikâr yapılan bütün amelleri eşit tutup amellere riya
karıştırmaksızın hareket etmek.
6. Makamatta doğruluk:
Korku halinde ve emniyet halinde fark gözetmeksizin doğruluğa devam edip ondan
ayrılmamak.
İşte bu altı vasıfla
vasıflanan "sıddîk" olur. Bunlardan bir kısmı ile vasıflanan da
"sâdık" ismini alır. Doğruluktaki özellik insanı iyi amellere, birre
götürür. Esasen birrin manası Allah katında makbul olan ve kendine günah
karışmayan ameller ve ibadetlerdir. Böyle makbul ve iyi ameller de insanı
cennete götürür. Bu iyi ve güzel vasıfların zıddı olan yalan ise, insanı kötü
amellere ve günah işlere götürür. Günahlar da büyüdükçe insanı, cehenneme
iletir. Yalanın her çeşidini işleyip de bütün günahlara düşen kimseye
"kezzâb" büyük yalancı denir. Bu mertebeye düşenler yalancıların
cezasını çekerler.[75]
4990... (Hakim, ibn Muaviye
îbn Hayde'nin) babasından demiştir ki: Ben Rasûlullah (s.a.)'i şöyle derken
işittim: "Sözleriyle bir toplumu güldürmek için konuşup da yalan
söyleyen kimseye yazıklar olsun.
Yazıklar olsun, yazıklar
olsun."[76]
Bu hadis-i şerif insanları
güldürmek için yalan söylemenin vebalinin diğer yalanların vebalinden
daha büyük olduğuna delalet etmektedir. Çünkü metinde bulunan "veyl"
sözü akibeti son derece korkunç olan hâdiseler için kullanılır.
Esasen şu üç yalanın dışında
yalan söylemek asla caiz değildir:
a. Kocanın geçimsiz
eşini yatıştırmak için söylediği yalan,
b. Taktik olarak
harpte düşmana karşı söylenen yalan,
c. İki kişinin arasını düzeltmek
için söylenen yalan.[77] Bu konuda İmam Nevevî şöyle demiştir: Alimler mubah olan
yalanları tayin edip tesbit etmişlerdir. Gördüğüm kadarıyla bunları en iyi
zabt eden de imam Ebu Hamid el-Gazzalî'dir. O şöyle dedi: Söz maksatlara varma
vasıtasıdır. Doğru ve yalanın ikisiyle de ulaşılabilen bir maksat için yalana
ihtiyaç yoktur. Doğru söylemekle varılmayan ve ancak yalana ihtiyaç duyulan bir
maksadın tahsili mubah ise onda yalan söylemek mubah, tahsili vacib ise yalan
da vacibdir. Mesela bir müslüman bir zâlimden kaçıp saklandığı zaman zâlim,
onun yerini sorarsa yalan söyleyerek onu gizlemek vacibdir. Bunun gibi
kendisinin ya da başkasının yanında bir emanet bulunduğu zaman onu gasbetmek
isteyen bir zalim, onu veya yerini sorarsa onu saklamak ve korumak için yalan
söylemek vacibdir. Hatta yanındaki bir emaneti zalime söyler ve o da onu zorla
alırsa onun tazminatını ödemek kendisinin üzerine vacip olur. Yanında bir
emanetin olmadığını söylediği zaman zâlim yemin etmesini isterse, yemin etmesi
ve fakat tariz yapması (yani kendini yeminin vebalinden kurtaracak şekilde bir
söz söyleyip yemini doğru çıkaracak olan manayı kast etmesi) la-zımdıı'. Ta'riz
yapmadan yemin ederse sahih görüşe göre keffâret ödemesi gerekir. Kimi âlimler
de keffâret ödemesinin gerekmediğini söylediler ve yine harp maslahatı, arayı
bulmak veya kendisine cinayet işlenen kimseyi , hakkını affetmeye yanaştırmak
gibi maksatlar ancak yalanla hâsıl olursa onu söylemek haram değildir.
Fakat ihtiyat olarak (tevriye,
tariz) yapmalıdır... Kendisine veya başkasına ait sahih bir gayenin.bağlandığı
bir yalanın hükmü budur. Kendisine ait gayenin misali şudur: Bir zalim onu
yakalar ve almak için malını sorarsa o bunu inkâr edebilir veya kendisi ile
Allah arasında kalan bir günahı sultan sorarsa, inkâr edip "zina etmedim,
içki içmedim" diyebilir. Had gerektiren suçlarını söyleyenlerin
itiraflarından dönmelerini telkîn eden hadisler meşhurdur. Başkasına ait
gayenin mahalli ise; tıpkı kendisinden bir müslümanın sırrının sorulması ve
onun bunu inkar etmesi gibidir. Yalan söylemek durumunda olanın, yalanının
kötülüğü ile doğru söylemekten doğacak zararı karşılaştırması gerekir. Doğru
söylemekteki zarar daha büyükse yalan söyleyebilir. İş bunun aksi ise veya
hangi tarafın daha zararlı olduğunu kestiremiyorsa yalan söylemesi haramdır.
Yalanın caiz olduğu yerde onu mubah kılan maslahat kendi şahsına ait ise yalan
söylemesi müstehabdır. Fakat bu, başkası ile ilgili ise onun hakkının zayi
olmasına göz yumması caiz değildir. En sağlam hareket ise yalan söylemek vacib
olmadıkça onun mubah olduğu heryerde doğru söylemeyi tercih etmektir.[78]
4991... Abdullah İbn
Âmir'den demiştir ki: Birgün Resulullah (s.a.) evimizde otururken annem beni
çağırıp: "Gel sana vereceğim (şu şeyi) al" dedi. Bunun üzerine
Resul-ü Ekrem kendisine:
Ona ne vermek istiyorsun?
dedi. Annem:
Ona bir kuru hurma vereceğim,
cevabını verdi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) O'na şöyle buyurdu.
Dikkat et, eğer ona bir şey
vermemiş olsaydın (bu), senin hakkında bir yalan olarak yazılacaktı."[79]
Metinde geçen
"kezibe" kelimesini kef'in fethiyle «kezbe" şeklinde Masdar-ı
merre olarak okumak da caizdir.
Bu hadis-i şerif, ağlayan çocukları
dindirmek için birşey vermeyi vâd ederek onları kandırmanın ya da cin, peri,
hortlak gibi varlıklarla veya başka bir şekilde korkutmanın yalan hükmünde
olduğunu ifâde etmekte ve çocuklara bu türden asılsız sözler söylemenin de
haram olduğuna delâlet etmektedir. Binaenaleyh müslüman yalanın her çeşidinden
kaçınmalıdır.[80]
4992... Hz. Ebu Hureyre'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur.
"Kişiye günah olarak her duyduğunu
söylemesi yeter."
Ebu Davud dedi ki: (Bu hadisi
bana rivayet eden iki şeyhten biri olan) Hafs (bu hadisi rivayet ederken) Ebu
Hüreyre'yi zikr etmedi. (Yani Ebu Hüreyre'yi atlayarak hadisi doğrudan doğruya
Hz. Peygamberden rivayet etti.)
Hz. Ebu Hüreyre'yi senedde
sadece Ali b. Hafs el- Medâinî zikretti.[81]
İmam Nevevî'nin açıklamasına
göre "kişiye günâh olarak her duyduğunu söylemesi yeter" sözünden
maksat şudur: "İnsan genellikle doğruyu da yalanı da işitir. Bunları bir
ayırım yapmadan her duyduğunu söyleyince ister istemez yalan haberleri de
doğruymuş gibi nakletmiş olur. Dolayısıyla yalancı durumuna düşer. Çünkü yalan
gerçeğe aykırı olan birşeyi gerçekmiş gibi haber vermekten ibarettir. Bunda, bu
haberi veren kimsenin yalan söylemeyi kast edip etmemesi de neticeyi
değiştirmez. Yani onu yalan söylemiş olmaktan kurtarmaz."
Bu hadisi Musannif Ebu
Davud'un şeyhlerinden Hafs, mürsel olarak Muhammed İbn el Huseyn de muttasıl
olarak rivayet etmiştir. Her iki rivayet şekli de bulunduğuna göre, hadisin
muttasıl olduğunu kabul etmekte bir sakınca yoktur.[82]
4993... Hz. Ebu Hureyre'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"(Allah ve müslümanlar
hakkında) iyi zann beslemek ibadetlerin iyisindendir."
Ebu Davud dedi ki: (Ravi)
Mehne güvenilir bir râvidir ve Basrahdır.[83]
Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına
göre "Allah'a iyi zan beslemek, Allah için salih ameller işlemekle,
Allah'ın bu amelleri kabul edeceğine inanmakla ve Allah'a hakkıyla kul olmak
için elden gelen gayreti sarf ettikten sonra elde olmayan kusurları da
Allah'ın affedeceğine inanmakla bu hususta Allah'ın sonsuz affına güvenmekle
olur. İşte bu güven de ibadettir ve hatta ibadetlerin en güzellerindendir.
Müslümanlara iyi zan beslemek
ise onlara güven beslemek, haklanda iyi düşünmekle olur. Ancak bu güven
ellerine geçen bir mal hususunda olursa ihtiyata aykırı olduğundan ibadet
değildir."[84] Çünkü Peygamberimiz: "Her ümmet için bir imtihan
(sebebi) vardır. Benim ümmetimin imtihanı da (mal yüzünden olacak) dır"-[85] buyurmuştur.
Fakat böyle ihtiyata aykırı
düşmeyen hususlarda müslümanlara da hüsn-i zan beslemek ibadettir. Böylesi
durumlarda kötü zan beslemek ise haramdır, günahtır.-[86]
Nitekim: "Ey iman edenler!
Zannın bir çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır..."[87] buyurulmuştur.[88]
4994... Hz. Safiyye (bint
Huyey Validemiz)'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) Ramazanın son on gecesinde
i'tikâfta iken kendisini ziyaret için bir gece yanına varmıştım. Kendisiyle
(bir süre) konuştuktan sonra kalkıp (evime) döndüm. Beni uğurlamak için benimle
beraber o da kalktı. -(O sıralarda) Hz. Safiyye, Üsame İbn Zeyd'in evinde
kalıyordu.-
(Hz. Peygamberle birlikte evin
önüne vardığımız zaman) ensardan iki adam (yanımızdan) geçti. Peygamber
(s.â.)'i görünce hızlandılar. (Onların hızlandığını gören) Allah Rasulü onlara:
"(Bizi görünce böyle hızlanmanıza gerek yok, eski) haliniz üzere
(yürüyünüz). Çünkü bu yanımda bulunan (kadın yabancı değil) Safiyye bint
Huyyey'dir" buyurdu. (Onlar da):
Sübhanallah, (hâşa biz senin
hakkında başka türlü nasıl düşünebiliriz) ey Allah'ın Resulü? dediler.
(Hz. Peygamber de):
Şeytan insan(ın vücudu)nda
kanın dolaştığı heryerde dolaşır. Sizin kalplerinize (kötü) bir şüphe
atmasından korktum" buyurdu - yahutta-:
“Bir şer (atmasından
korktum)" dedi.[89]
Hattâbî'nin açıklamasına göre
bu hadis-i Şerif insanın iyi sonuç vermeyeceği belli olan işlerden ve kendisi
hakkında insanların kötü zann beslemelerine sebep olacak davranışlardan uzak
durmasının ve hüsn-i zan beslemelerine sebep olacak davranışlarda bulunarak
halkın kendine kötü zan beslemesi ihtimalini kaldırmasının müstehab olduğuna
delâlet etmektedir.
Bu hadisle ilgili fıkhı
açıklamalar 2470 no'lu hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum
görmüyoruz.[90]
4995... Zeyd İbn ErkamMan
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur; "Bir kimse
yerine getirmek niyetiyle bir (din) kardeşine bir va'dde bulunur da (bunu bir
mazereti sebebiyle) yerine getiremezse ... günahkâr olmaz.”[91]
Bezlü'l-Mechûd yazarının
açıklamasına göre bu hadis-i şerifin delalet ettiği mana şudur:
"Va'di yerine getirmek şer'an vâcib değildir. Fakat yerine getirmek
niyetiyle edilen bir va'di yerine getirmek İslam ahlâkının bir gereğidir. Bir
başka ifadeyle mekârim-i ahlâktandır.
Yerine getirmek niyeti olmadan
vaadde bulunmak ve bu niyyetin icabı olarak da va'di yerine getirmemek ise
münafıklık alâmetidir. Çünkü bu, hadis-i şerifte bir münafıklık alâmeti
sayılmıştır.[92]
Bazıları ise meşru bir mazeret
olmaksızın bir va'di yerine getirmenin haram olduğunu ve mevzumuzu teşkil eden hadis-i
şerifte ifade edilmekte olan hususun da bu olduğunu, ayrıca va'di yerine
getirmenin geçmiş dinlerde de dinî bir vecibe olduğunu söylemişlerdir."
Hanefi ulemasından
Aliyyu'l-Kâri'nin açıklamasına göre ise "bu hadis-i şerif yerine
getirmemek niyetiyle vâdde bulunan bir kimsenin bu va'dini yerine getirse de
getirmese de günahkâr olacağına delâlet etmektedir. Esasen bu şekilde vaadde
bulunmak münafıklık alâmetidir.
Yine bu hadis yerine getirmek
niyyetiyle va'dedip de meşru bir mazeret sebebiyle bu va'dini
gerçekleştiremeyen kimsenin bu halinden dolayı günahkâr olamayacağına delâlet
etmektedir.
Şurası da bir gerçektir ki,
va'di yerine getirmenin vâcib olmadığını söyleyen kimseler için bu hadisten bir
destek yoktur. Çünkü bu hadiste bu hususla ilgili en küçük bir beyan yoktur ve
hadiste bu hususa temas edil- . memektedir.
Bazılarına göre ise bu hadis
yerine getirmemiş bile olsa kişinin sâlih niyyetlerinden dolayı sevab alacağına
delalet etmektedir."[93]
İmam Nevevî'nin açıklamasına
göre; bir kimsenin va'dde bulunmasının caiz olduğunda icma vardır. Ancak vâdde
bulunan kimsenin bu va'dini yerine getirmesi gerekir.
Va'di yerine getirmenin hükmü
üzerinde ulemâ ihtilâfa düşmüştür. İmam Şafiî ile Ebû Hanife'ye ve cumhura göre
va'di yerine getirmek müstehabtir. Yerine getirmediği takdirde günahkar
olmamakla beraber çok çirkin bir iş yapmış olur.
Fakat eğer bu va'di
karşısındakini üzmek ya da zarara uğratmak için yerine getirmemişse günahkâr
olur.
Ulemadan bir cemaate göre ise
va'di yerine getirmek farzdır. Ömer İbn Abdülaziz (r.a.) de bunlardandır.
Bazılarına göre ise bir kimsenin va'dini yerine getirmemesinden de layı
günahkâr sayılması ve bu va'di yerine getirmenin far:; olabilmesi için bir
takım şartların bulunması gerekir. Bu şartların bulunmaması halinde bu va'din
yerine getirilmesi farz olmadığı gibi, bu va'di yerine getirmeyen kimse de
günahkâr olmaz. İhyada geçen "Hz. Peygamber hiçbir zaman kesin va'dde
bulunmazdı, va'dde bulunduğu zaman belki kaydını koyardı. Hz. İbn Mesud'da bir
söz verdiği zaman inşallah derdi"[94] mealindeki rivayetlerle (4996) numaralı
hadis-i şerif, verilen sözü yerine getirmenin farz olduğunu söyleyenlerin
görüşünün daha isabetli olduğunu göstermektedir.
Bütün bu açıklamalarımızdan da
anlaşıldığı gibi, meşru bir mazeret bulunmadıkça verilen sözü yerine getirmek
icab eder. Yerine getirmemek niyetiyle söz vermek ise münafıklık alâmetidir.[95]
4996... Abdullah İbn Ebi'l
Hamsa'dan; demiştir ki: Peygamber (s.a.)'le (Peygamber olarak) gönderilmeden
önce bir alış-veriş yapmıştım. Kendisine bir miktar vereceğim kalmıştı.
Borcumu kendisine (sözleşme) yerine getireceğime dair söz vermiştim. Ama ben
(bu sözümü) unuttum, (ancak) üç gün sonra hatırladım. Bunun üzerine hemen (yola
çıkıp kararlaştırdığımız yere) vardım. Bir de ne göreyim! O, (sözleştiğimiz
andaki) yerinde hâlâ duruyordu. (Beni görünce):
Delikanlı bana zahmet verdin.
Ben burada üç gündür seni bekliyorum, dedi.
Ebu Davud dedi ki: Muhammed
İbn Yahya (ravi Abdülkerim hakkında şöyle) dedi: Bize göre bu zat Abdülkerim
İbn Abdullah İbn Şakik'dir. Ebû Davud dedi ki: Bu zatın ismi bana Ali İbn
Abdullah'dan da bu şekilde erişti. Yine hana eriştiğine göre hu hadisi Bişr İbn
el-Strrt, Abdülkerim Ihn Abdullah ibn Şakik'den rivayet etmiştir.[96]
Söz verme konusunda İmam
Gazalî şöyle diyor:Dil va detmekte yaraşır. Fakat umumiyetle insanın nefsi
verilen sözde durmaz. O zaman verdiği sözde durmamış olur. Bu ise nifak
alâmetidir. Nitekim Allahü Teâla: "Ey iman edenler! Akidleri-nizi yerine
getirin"[97] buyurmuştur. Resul-i Ekrem de şöyle buyurmuştur. "Va'd
atiyyedir, verilmesi gerekir." Yine Resul-i Ekrem: "Va'd borç gibi ve
belki borçtan daha mühimdir." buyurmuştur. Allahü teâlâ İsmail
aîeyhisselamı övmek üzere; "O va'dinde sâdık idi"[98] buyurmuştur. Denildi ki: İsmail (a.s.)
bir yerde buluşmak üzere biriyle sözîeşmişti. Adam unuttu, İsmail aleyhisselam
yirmi gün adamı orada bekledi."[99]
Fıkıh ulemasının mevzumuzu
teşkil eden bu hadis hakkındaki açıklamaları bir önceki hadisin şerhinde geçtiğinden
burada tekrara lüzum görmüyoruz.[100]
4997... Esma bin Ebi Bekr'den
(rivayet edildiğine göre) bir kadın (Hz. Peygamberin huzuruna gelip) kumaşım
kasd ederek:
Ey Allah'ın Rasulu, benim bir
kadın komşum var; kocamın bana vermediği bir şeyle (sanki vermiş de onunla)
doymuşum gibi görünmemde bana bir günah var mıdır? diye sormuş da (Hz.
Peygamber):
"Kendisine verilmemiş
birşeyle doymuş görünen kimse iki yalan elbîssi giyen kimseye benzer,
buyurmuştur.[101]
Araplar, bir kimsenin
karısından.komşusu diye bahsederler, kumalara da komşu kadınlar ismini verirler
binaenaleyh (metinde geçen) "çâre (komşu)" kelimesi kuma, anlamında
kullanılmıştır. Biz de böyle tercüme ettik.
Müteşebbî': Tok görünen
demektir. Tok görünmek iki şekilde olur:
1- Yemek hususunda
israfa kaçarak zengin görünmekle olur.
2- Aç olduğu halde tok
görünmekle olur.
Burada bu kelimeyle istiare
yoluyla faziletli olmadığı halde faziletli, görünmeye çalışan kimseler de kasd
edilmiş olabilir.
Burada tok görünen kimsenin
sahte elbise giyen kimseye benzetilirken sadece "yalan elbisesi"
denmeyip "iki yalan elbisesi" denmesinden maksat, araplarm elbise
olarak biri belden yukarısına (kamis) diğeri de belden aşağısına olmak üzere
iki peştemal kulİanmalarındandır. Aslında bu iki parça elbise bir takım elbise
demektir.
İbn el-Esir'in en-Nihaye'de
açıkladığına göre, hadis-i şerifte kendisine verilmeyen bir şeyi sanki
verilmiş gibi görünen bir kimsenin iki sahte elbise giyen kimseye
benzetilmesine sebeb, böyle yapan bir kimsenin aslında bu davranışında iki
yalanın birden bulunmuş olmasıdır. Çünkü bu kimse böyle bir görüntü vermekle:
1- Kendisinde olmayan bir malı
varmış gibi göstermektedir,
2- Bir malı Allah
kendisine vermediği halde o Allah bu malı sadece kendisine vermiş gibi
görünmektedir.
Bu bakımdan böyle bir kimse
iki parça sahte elbise giyen kimseye benzetilmiştir.
Elbise aynı zamanda fazilet
anlamına da geldiğinden, buradaki elbiseye bu manayı verdiğimiz takdirdi
kendisinde böyle bir fazilet bulunduğu görüntüsü veren kimse yine:
1. Kendisinde olmadığı halde
varmış gibi göründüğünden,
2. Özellikle kendisine
böyle bir fazilet Allah tarafından sunulmuş gibi görünmeye çalıştığından, iki
sahte elbise giyen kimseye benzetilmiş olur.[102]
4998... Hz. Enes'den
(rivayet edildiğine göre) adamın biri (Hz. Peygamberin huzuruna
gelerek):
Ey Allah'ın Rasulu, beni bir
binek hayvanına bindir! demiş Peygamber (s.a.)’de:
"Biz seni bir dişi devenin
yavrusuna bindireceğiz" cevabım vermiş.(Adam):
Ey Allah'ın Rasulü.ben
dişi devenin yavrusunu ne yapacağım? deyince Peygamber
(s.a.):
Her deveyi bir dişi deve
doğurmuş değil mi? diye şaka yapmış.”[103]
Gerçekten, Hz. Peygamber son
derece mütevazi ve insanlarla olan temaslarında son derece tabiî, yapmacıktan,
gösterişten, yalandan uzak idi. Çevresiyle oturup sohbet etmekten, yeri geldiği
zaman şakalaşmaktan, nükte yapmaktan da geri kalmazdı. Ancak ne var ki onun
bütün şaka ve mükteleri de gerçeğe uygundu. Bir defasında yaşlı bir kadına
"ihtiyar kadın cennete girmeyecek" diye şaka yapmıştı. Gerçekten de
yaşlı kadınlar cennete ihtiyar olarak değil genç-leşerek gireceklerdir. Fakat
bu kadın o anda bunu düşünemediğinden çok üzülmüş, ağlayarak dönüp gitmişti.
Sonra Hz. Peyamber meselesinin aslını açıklayarak onu teskin etti.[104]
Binaenaleyh Hz. Peygamberin
latifeleri de, latif ve gerçeğe uygun idi, onun şakaları arasında yalana ve
kabalığa asla yer yoktu. Nitekim şu hadis-i şerif de bu gerçeği ifade
etmektedir. ".... Ben yalnız gerçeği söylerim."[105]
Nitekim, mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerif de bunun örneklerinden sadece bir tanesidir.
Hz. Peygamberin özel hayatında
şı kaya yer verdiğini ifade eden bu hadis-i şeriflerde "kardeşinle
münakaşa etme, onunla şakalaşma ve ona yerine getiremeyeceğin va'dde
bulunma"[106] mealindeki hadis-i şerif arasında bir çelişki olduğu
zannedilmemelidir. Çünkü Hz. Peygamberin yasaklamak istediği şaka, haddi aşan,
kaba, içinde yalan bulunan şakalardır ve şakayı adet haline getirmektir. Zira
şakayı adet hâline getirmek insanı Allah'ı zikretmekten, dini meseleleri
düşünmekten alıkoyar, kalbi katılaştınr, insanı kırıcılığa, kindarlığa
sürükler, heybet ve vakarı da giderir.
Bu gibi zararlardan arınmış
olan şakalar ise mubahtır, Karşıdakinin gönlünü hoş eden ve onun yalnızlığını
giderip rahatlatan şakalar yapmak ise müstehaptır.[107]
4999... en-Nu'mân ibn
Beşir'den demiştir ki: Ebu Bekir (s.a.) Peygamber (s.a.)'in yanına girmek
üzere izin istedi. Hemen arkasından (kızı) Aişe'njn. yükselen sesini işitti.
Bunun üzerine içeri girince hemen yüzüne tokat atmak için Aişe'yi yakaladı ve:
Bir daha seni (böyle-) sesini
Rasûlullah (s.a.)'in sesinden daha fazla çıkarırken görmeyeceğim (tamam mı)?
dedi. O sırada Peygamber (s.a.) kendisine engel oldu (da Aişeyi dövülmekten
kurtardı). Hz. Ebu Bekir de öfkeli olarak çıkıp gitti. Hz. Ebu Bekir, çıkınca
Peygamber (s.a.) (Hz. Aişe'ye):
Adam(ın dayağm)dan seni nasıl
kurtardım, gördün mü? diye şaka yaptı.
Hz. Ebu Bekir günlerce
durduktan sonra (tekrar gelip) Rasûlullah (s.a.)'m huzuruna girmek için izin
istedi ve Hz. Peygamber ile Hz. Aişe'yi barışmış olarak buldu. Bunun üzerine
onlara:
Beni kavganızın arasına
soktuğunuz gibi barışınıza da sokunuz! diye şaka yaptı, Peygamber de:
(Gel istediğin gibi) yaptık,
(kavgamızın içine soktuğumuz gibi barışımızın içine sokma işini de) yaptık,
cevabını verdi.[108]
Metinde geçen "elâ
eraki" kelimesi aslında "seni daha) görmeyecek miyim?" anlamına gelir.Çünkü
müzâri bir fiil olan "erâki" kelimesiyle başına gelmiş olan, nefy
(olumsuzluk) "lâ"sı ve istifham (soru) hemzesinden oluşmaktadır. Bu
haliyle bir kelime başında soru edatı bulunan olumsuz bir fiil-i müzari'dir.
Ancak bu kelime bu haliyle olumsuz fiili muzari kalıbında bir "nehy-i hazır"
da olabilir. Bu takdirde mana şöyle olur: "Seni (bir daha böyle) görmeyeceğim
e mi?" Hemzesinin istifham-i inkari için olup asıl yerinin de
"terfeîne" kelimesinin başı olduğu söylenebilir. Buna göre mana şöyledir:
"Seni bir daha böyle
görmeyeyim, demek sen sesini Rasûlullah'ın sesinden daha fazla çıkartıyorsun,
öyle mi?"
Tîbî (r.a.)'ye göre bu cümle
"sus sakın bana bir de sesini yükseltmene sebep olan şeyleri anlatmaya
kalkma”[109] anlamına gelir.
"Letama" kelimesi
yüze tokat attı demektir. Aslında yüze tokat vurmak dinen yasaktır.[110] Fakat, henüz o sıralarda bu yasak gelmediği
için Hz. Ebu Bekir buna yeltenmiş olabilir. Ya da aslında bu yasağı bildiği
halde öfkesinin şiddetinden bu yasağı bir anda hatırlayamamış fakat biraz sonra
hatırladığı için bundan vazgeçmiş olabilir. Çünkü metinde her ne kadar Hz. Ebu
Bekir'in Hz. Aişe'ye tokat atmaya teşebbüs ettiğinden bah-sediliyorsa da tokat
attığından söz edilmiyor. Gerçi Hz. Peygamberin Hz. Aişe'yi dövmesine engel
olduğundan söz ediliyor. Ama bu "eğer Hz. Peygamber araya girmeseydi
mutlaka yüzüne tokat atacaktı" anlamına gelmez. Kesin olan şu ki, Hz. Ebu
Bekir ona tokat vurmaya teşebbüs etmiş fakat her nasılsa bunu
gerçekleştirememiştir.
Hz. Peygamberin Hz. Aişe'ye:
"Gördün ya seni babanın elinden nasıl kurtardım demesi" gerekirken,
"Gördün ya seni adamın elinden nasıl kurtardım" diyerek şaka yapması
aslında bir şaka olmakla beraber aynı zamanda "Hz. Ebu Bekir'in Allah ve
Resulü için öfkelenen kâmil bir erkek olduğu, hakiki mertliğin en şaşmaz
ölçünün de sevdiğini Allah ve Rasulü için sevmek yerdiğini de Allah ve Rasulü
için yermek olduğu" gerçeklerini de ifade eden bir vecizedir. Binaenaleyh
bir önceki hadisin şerhinde de ayrıntılı biçimde açıkladığımız gibi Hz.
Peygamber özel hayatında kabalıktan, yalandan uzak, lâtif olan latifelere yer
verirdi. Fakat bunu sık sık yapmaz, tadında bırakırdı.[111]
5000... Avf İbn Malik el
Eşcaî'den (rivayet edilmiştir) dedi ki: Tebük savaşında Rasululiillah (s.a.)'ın
yanına vardım, deriden (yapılmış) bir çadırda (bulunuyor) idi. (Kendisine)
selam verdim. (Selâmımı) aldı ve: "Gir" dedi. (Ben de):
Her tarafıni(la rrii gireyim)
ey Allah'ın Resulü? dedim.
Her tarafınla, cevabını verdi.[112]
5001... Osman İbn
Ebi'l-Âtike'den (rivayet edilmiştir); dedi ki:
(Avf ibn Malik, bir önceki
hadiste sözkonusu edilen) "Her tarafımla mı gireyim" sözünü sırf
çadırın küçüklüğünden dolayı (şaka olsun diye) söyledi.[113]
5002... Hz. Enes den
(rivayet edilmiştir); dedi ki: Rasülullah (s.a.) (birgün) bana: "Ey iki
kulaklı!" diye şaka yaptı.[114]
Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber,
Özel hayatında lâtif şakalara yer vermiştir. Ashab-ı kiram da onun
şakalarındaki incelikleri ve özellikleri kavrayarak yerinde, tatlı ve latif latifler
yapmaktan geri durmamışlardır. (5000) numaralı hadis-i şerifle (5001) numaralı
hadis-i şerifler, sahabe-i kiramın bu nevi şakalarına bir misal teşkil ederken,
(5002) numaralı hadis-i şerif de Resulü Zişan efendimizin söz konusu
şakalarından birini teşkil etmektedir.
Bilindiği gibi herkes iki
kulaklıdır. Hz. Enes de herkes gibi iki kulaklıdır. Bu itibarla iki kulaklı
olmak bir özellik teşkil etmediği için zikre değmez gibi görülmekle beraber, bu
tabirle "söylenen sözleri çok dikkatlice dinleyip anlayan ve insanın iki
kulaklı bir ağızlı olarak yaratılmasındaki hikmeti kavrayarak dilini lüzumsuz
lakırdılardan koruyan, iki dinleyip bir söyleyen" gibi manalar kasd
edildiği düşünülürse, bu tabirin muhatabın gönlünü ne kadar hoş edeceği, onun
özelliklerini nasıl bir vecazetle ortaya koyacağı ve ne kadar lâtif bir şaka
olduğu kolayca anlaşılır.Biz Hz. Peygamberin şakalarındaki Özellikleri
(4998-4999) numaralı hadislerin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum
görmedik.[115]
5003... (Abdullah b.
es-Saib b. Zeyd b. Said'in) dedesinden rivayet edildiğine göre) kendisi
(birgün) Rasülullah (s.a.)'i şöyle buyururken işitmiş:
"Sizden biriniz (din)
kardeşinin herhangi bir malını şaka ve ciddî olarak almasın" Süleyman (b;
Abdurrahman bu hadisi); "şaka olsun diye de almasın ciddiyetle de
(almasın" şeklinde yukarıdaki metnin manasına uygun olarak) rivayet etti.
(Hadisin kalan kısmı şöyledir):
"Kim (din) kardeşinin
bastonunu (bile haberli veya habersiz olarak) almışsa onu derhal geri
versin"
Ebu Davud dedi ki; Bu hadisi,
bana rivayet eden iki râviden biri olan Muhammed b. Beşşâr, İbn Yezid'(in
isminji zikretmedi. (Yani onu atlayarak sanki hadisi, bizzat Hz. Peygamberin
ağzından dinlemiş gibi;
"Rasûlullah (s.a.)
buyurdu ki:..." diye rivayet etti.[116]
Metinde geçen; "şaka ve ciddî
olarak almasın" sözü şu manalara gelmektedir:
1. Sizden biriniz, din
kardeşinin malını, sahiplenmek gayesiyle şakaya tutturarak veya oyunla elinden
almasın.
2. Sizden biriniz sırf kardeşini
kızdırıp onunla eğlenmek maksadıyla onun malını ciddiymiş gibi görünerek
elinden almasın.
3. Sizden biriniz din kardeşinin
malını elinden her ne maksatla olursa olsun ciddî olarak da almasın şaka veya
oyunla da elinden almasın.
Bilindiği gibi değeri az bile
olsa her kesin malı kendi yanında kıymetlidir.
Bir müslüman maimı haksız
olarak elinden ciddî bir şekilde almanın haramhğı ve kötülüğü bellidir. Nitekim
bu husus; "Bir kimsenin sahibinin izni olmaksızın başka birinin malını
kullanması caiz değildir."[117]
ifadesiyle formüle edilmiştir.
Bu malı zahiren ciddi görünüp
de aslında geri vermek niyetiyle almakta ise malın sahibini korkutmaktan,
üzmekten başka birşey yoktur.
Bir müslümanı korkutmak ise
haramdır.[118] Sonradan vermek niyetiyle şaka olsun diye almanın ise
hiçbir anlamı yoktur.
Bu bakımdan bir kimsenin malım
bu yollardan biriyle elinden almak asla caiz değildir.[119]
5004... Abdurrahman İbn
Ebi Leylâ'dan demiştir ki: Rasûlullah (s.a.)'in sahabilerinin bize haber
verdiklerine göre, (kendileri birgün) Peygamber (s.a.)'le yolculuk ederlerken
içlerinden biri uyuyakalmış. Bunun üzerine onlardan birisi varıp o sahabinin
yanında bulunan ipi almış. (Adam uyanıp da yanında bulunan ipi göremeyince)
korkmuş. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):
"Bir müslümanın, bir
müslümanı korkutması helâl değildir" buyurmuş.[120]
Hadis-i şerif şakayla bile bir
müslümanı korkutmanın haram olduğuna delâlet etmektedir.[121]
5005... Abdullah ibn
Amr'den (rivayet olunmuştur) Rasûkıllah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah erkekler arasından
dilini, ineğin dilini (otlara) doladığı gibi (kelimelere) dolay(arak konuş)an
edebiyatçıya mığzeder."[122]
Hadis-i şerifte edebiyat gösterişi
yapmak için ağzını doldura doldura, dilini evire çevire konuşan erkekler,
dillerini dolaya dolaya ot yiyen ineklere benzetilmiştir.
Hadis-i şerifte sadece böyle
edebiyat gösterisi için ağzını doldura doldura konuşan erkeklerin yerilmesi ve
kadınlardan söz edilmemesi kadınların bu şekilde konuşmalarının caiz olduğunu
ifâde etmek için değil, bu tür gösteriler daha ziyade erkeklerde görüldüğü
içindir.[123] Binaenaleyh hadis-i şerifteki bu yerme hem erkekler, hem
de kadınlar için geçerlidir.
Edebiyat gösterisi yapmak için
hadis-i şerifte tarif edildiği şekilde konuşanların hayvanlar içerisinden
sığıra benzetilmesine sebep ise, diğer hayvanlar otları yerken dişleriyle
koparıp alırken sığırların dillerine dolayarak almalarıdır.[124] Bu bakımdan sözkonusu kimselerin
durumuna hayvanlanıı içerisinde en çok benzeyen hayvan türü sığırdır.[125]
5006... Hz. Ebû
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim, insanların
gönüllerini cezbetmek için lüzumundan fazla söz öğrenirse Allah kıyamet gününde
onun nafilesini de farzını da kabul etmez."[126]
Sarfü'I-Kelâm: Sözün fazlası,
yani maksadı ifâde için gerekli olan sözün dışında ihtiyaç fazlası sözdür.
Nitekim Hattâbî de; "Para bozdururken, iki paranın değişimi neticesinde
taraflardan birinde meydana gelen fazlalığa sarf ismi verilir" demiştir.[127]
Bu mevzuda Hidaye yazan
Burhaneddin Mergınânî de şöyle demiştir: "sarf, sözlükte artış anlamına
da gelir. İmam Halil böyle demiştir. Bu nedenledir ki nafile ibadete sarf adı
verilmiştir."[128]
İbnü'I Esir de
"en-Nihâye" isimli eserinde şöyle diyor: "Sarf: Tevbe ve nafile
anlamlarına geldiği gibi adi de: Fidye ve fariza anlamına gelir."
Rasulü Zişan efendimizin
ihtiyaçtan fazla sırf insanlar üzerinde te'sir yapabilmek, onların kalplerini
cezbedebilmek amacıyla edebiyat öğrenmeyi yermesinin sebebi, insanların
gönlüne hükmederek onları şahsî emellerine ajet etmek gibi bir bencillik
duygusundan kaynaklanmış olması ve sırf bu duygu ve düşüncelerle edebiyat
öğrenen kimselerin riya, yalan ve yapmacılıktan kurtulmasının mümkün
olmamasıdır. Fakat Allah için, hak yolda hakkın muzaffer olması için insanları
etkilemek ve onları halka iletmek gayesiyle ihtiyaç fazlası süslü yaldızlı,
edebî sözler öğrenmek ise makbuldür ve gözettiği gaye kadar ulvidir.[129]
5007... Abdullah İbn
Ömer'den demiştir ki: Doğu (tarafın) da iki adam gelip bir konuşma yaptılar.
Halk onların (bu konuşmalarını) (çok) beğendi, bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.):
"Gerçekten söz(ler) den
oluşan sihir (ler) de vardır" buyurdu. Yahutta (şöyle dedi):
"Gerçekten bazı sözler sihir (gibi büyüleyici)dir."[130]
Bezlü'l-Mechud yazarının
açıklamasına göre: Metinde konuşmaları beğenilen iki misafirden birisi,
ez-Züberkân İbn Ethemdir. Bunlardan Züberkân çok fasih bir dille kendi
faziletlerini sayıp dökmüş, Amr de çok edebi bir uslûbla onu kötülemiş, bunun
üzerine Züberkân, "Ey Allah'ın Rasulü, aslında bu zatın benim hakkımda
bildikleri, hakkımda sarfetmiş olduğu bu sözlerden ibaret değildir. Aslında bu
zat benim bir çok iyiliklerimi de bildiği halde sırf hasedinden dolayı onları
söylemiyor, sadece kendine göre kötü olan taraflarımı anlatıyor" dedi.
Amr ise ikinci defa söz alarak
birinci konuşmasından daha te'sirli bir söz söyledi. Bunun üzerine Resul-i
Zişan Efendimiz:
"Gerçekten bazı sözler
sihir (gibi büyüleyicidir" buyurdu İhyaü Ulûmi'ddin'de Resulü Zişan
efendimizin bu sözü söylemesinin sebebi şöyle anlatılıyor:
Amr ibn Bühtem bir gün
arkadaşını övdü. Ertesi gün de onu yerdi, Hz. Peygamber, kendisine bu çelişkili
hareketinin sebebini sorunca:
Ey Allah'ın Rasulü, bu adam
dün bana iyi davranıp beni memnun etmişti. Ben de hakkında bildiğim bütün
iyilikleri sayıp döktüm. Bugünse beni öfkelendirdi. Ben de onun hakkında
bildiğim bütün kötülükleri dile getirdim, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.): "Gerçekten sihir gibi büyüleyici sözler vardır," buyurdu.
Bir Önceki hadis-i şerifin şerhinde
de ifade ettiğimiz gibi böyle parlak ve büyüleyici sözler hakkın ortaya konması
uğrunda söylendiği zaman hakkın değeri nisbetinde makbul ve ulvi olmakla
beraber batıl davalar uğrunda sarf edildiği zaman da uğrunda kullanıldığı zulüm
ve batıl kadar merdûd ve değersizdir. Bunun için insan söylediği sözün nereye
varacağını iyice hesabetmeli, batılı veya haksızlığı müdafaadan son derece kaçınmalıdır.
Resulü Zişan efendimiz:
"Ben ancak bir beşerim.
Bazılarınızın ifadesi, bazılarınızdan daha inandırıcı olabilir. Bu bakımdan
beni kimin lehine, din kardeşi aleyhine bir hüküm verirsem, şüphesiz lehine
hüküm verdiğim kimseye ateşten bir parça kesmiş olurum"[131] buyurmakla bu hususa işaret etmiş,
özellikle mahkemelerde böyle yaldızlı konuşma ve savunmaların haksızlığın
hakka galebe çalmasında ne derece müessir olduğunu ve sahibini ne denli
korkunç akıbetlere sürükleyeceğini çok veciz bir şekilde haber vermiştir. Hz.
Peygamber bu hadisinde hakkı batıl, batılı da hak gösterebilen sözleri sihire
benzetmekle böylesi sözlerle daima batılın hizmetinde olan sihir arasındaki
benzerliği ortaya koymak istemiştir.[132]
5008... Ebû Zabye'den demiştir
ki: Bir gün bir adam ayakta, bir konuşma yapıp sözü uzatmıştı. Bunun üzerine
Hz. Amr ibn el-Âs şöyle dedi:
Eğer (bu adam) konuşmasını
fazla uzatmayıp yerinde kesse idi kendisi için daha hayırlı olurdu. (Nitekim)
ben Rasûlullah (s.a.)'ı şöyle buyururken işittim: "Ben özlü konuşmayı
bilirim -yahutta (bu şüphe raviye-aittir) -özlü konuşmakla emr olundum. Çünkü
özlü konuşmak daha hayırlıdır."[133]
Hadis-i şerif Rasulü Zişan
efendimizin özlü ve kısa konuşmayı sevdiğini ve bunu tavsiye ettiğini ifade
etmektedir. Gerçekten de bir konuşmanın sürçme ve noksanlıklardan sâlim
kalabilmesinin şartlarından biri sözü gerektiği kadar, konuşup, uzatmamaktır.[134]
Rivayet olunur ki, bir bedevi
arap Rasûlullah (s.a.)'in huzurunda konuştu ve sözü uzattı. Bunun üzerine
Peygamber efendimiz ona: "Dilin Önünde kaç perde vardır?" buyurunca,
bedevi arap:
Dudaklarım ve dişlerim vardır,
diye cevap verdi. Efendimiz (s.a.)'e
"Allah Teâlâ böyle uzun
konuşmaya dalanları sevmez. Onun için Çenab-ı Allah, ihtiyaç nisbetinde konuşup
sözü kısa kesen kimsenin yüzünü ak eylesin."dedi.
Bazı belagat ehli diyor ki:
"Kişinin sözü faziletinin
belgesi ve aklının tercümanıdır. Onun için sözü yerinde bırak ve azıyla yetin.
Sultanını kızdıracak ve kardeşlerini nefret ettirecek uzun konuşmalardan
sakın. Çünkü sultanını kızdıran ölüme maruz kalır ve kardeşlerini nefret
ettiren de hürriyetini yitirir."[135]
5009... Hz. Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre),RasûlulIah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Birinizin içinin irin
ile dolması şiirle dolmasından daha hayırlıdır."[136]
(Musannif Ehıı Davud'un
arkadaşlarından) Ebu Ali dedi ki: Bana ulaşan haberlere göfp Ebu Ubeyd şöyle
demiştir:
(Bu hadisin) manası (şudur:
Kişinin kafasında) Kur an{-ı Kerim) ve ilim daha fazla olunca bize göre bu
kişinin içi şiir/e dolu değildir. "Muhakkak ki sözlerin bazıları sihir
(gibi)dir." Sanki (bu cümle) deki mana şöyledir: (Bir kimsenin) diğer bir
insanı övmekteki ifadesi o hale erişir ki (dinleyen kimse) onu doğrular nihayet
(bu konuşan kimse) kalpleri kendi sözüne çevirir. Sonra (bu adam) daha önce övmüş
olduğu kimseyi kötüler nihayet (bu sefer de yine bütün) kalpleri bu seferki
sözüne çevirir (inandırır). Sanki bu haliyle dinleyenleri büyülemiş olur.[137]
Hafız el Münzirî'nin
açıklamasına "öre metinde geçen; "Muhakkak ki, sözlerin bazıları
sihir (gibi etkileyicidir." cümlesinin tesirli söz söylemenin ya da
öğrenmenin aleyhine mi, yoksa lehine mi, delalet ettiği konusunda ulema
ihtilâfa düşmüştür:
1. Bazılarına göre:
Hz. Peygamber, bu sözünde böyle etkili sözleri, kalpleri büyüleyip tesir altına
alan çirkini süsleyip güzel, güzeli de çirkin gösteren sihire benzettiğine
göre; elbette bu hadisiyle sihir gibi etkili sözleri kötülemek istemiştir.
İmam-i Malik'in bu hadisi söylenmesi mekruh olan sözler babında rivayet etmiş
olması onun da bu görüşte olduğunu ifade eder.
Bazıları da sihir ile bu türlü
sözler arasındaki benzerliği de sihirbazlar nasıl sihirleriyle insanları
kandırarak günah kazanırlarsa, bu tür sözleri söyleyen kimseler de kişileri sözleriyle
etkileyerek onlara hakkı batıl, batılı da hak göstermek suretiyle durmadan
günah kazanırlar, derler.
2. Bazılarına göre ise efendimiz
bu hadis-i şerifleriyle sihir gibi etkileyici sözleri övmek istemişlerdir.
Çünkü bu gibi sözlerle kalpler te'sir altına alınabildiği gibi, öfkeli
insanların öfkeleri de teskin edilebilir. İnsanlar bu gibi etkili sözlerin
te'siriyle zor işleri göze alıp büyük zorlukları yenip başarılı bir halâle
gelebilirler.
Nitekim sihir gibi etkili olan
sözlerle ilgili olan bu hadisin şiirin hikmet olduğunu açıklayan cümlelerle
birarada yanyana zikr edilmiş olması da buna delâlet eder. Çünkü biri övmek
diğeri de yermekle ilgili iki cümlenin bir arada zikredilmesi ihtimali oldukça
zayıftır.
3. Bazılarına göre de insanın
içini irinle doldurmasının şiirle doldurmasından daha hayırlı olduğunu ifade
eden cümlede yerilmek istenen şiir, kâfirler tarafından Hz. Peygamberi
zemmetmek için söylenmiş olan şiirlerdir. Fakat bu görüşün yanlışlığı açıktır.
Çünkü böyle bir şiirin kötü olması ve yerilmesi için insanın içini dolduracak
kadar çok öğrenilmesine gerek yoktur. Böyle bir şiirin bir mısrası bile insanı
küfre götürmek için yeterlidir.
Bütün bu görüşler birlikte
gözden geçirilince bu konuda en doğru olan görüşün, Hz. Peygamberin bu hadisiyle
insanları batıla yöneltme, hakkı batıl batılı da hak gösterme yolunda
kullanılan sihir gibi etkili sözleri yermek istediğini söyleyenlerin görüşü
olduğu kolayca anlaşılır.
4. İmam Ebu Hilal el-Askeri'ye
göre Hz. Peygamber bu hadisiyle sihir gibi etkili sözlere karşı duyduğu
hayranlığı dile getirmiştir. Bu ise sözü geçen sözleri öğmekten başka bir
anlama gelmez.
5. İmam Nevevî'ye göre şiir
genellikle insanı Kur'ân okumaktan ve diğer dinî ilimlerden alıkoyar. Bu sebeble,
Hz. Peygamber, bu gibi şartlar altında ekseriyetle şiirle meşgul olup şiir
öğrenmeyi yermiştir. Fakat, insanın kafasını ve gönlünü meşgul eden ilimlerin
çoğunluğunu Kur'an-ı Kerim ve diğer dinî ilimler olunca şiirle meşgul olmasında
bir sakınca yoktur. Çünkü bu durumda o kimsenin içini şiirle doldurduğu da
söylenemez.
6. Ebu Ubeyd el-Bekrî ise bu
konuda şunları söylemiştir: Ulemadan bazıları, bu hadis-i şerifin sihir gibi
tesirli sözleri övmek için söylenmiş olduğunu zannettiler ve kitaplarında bu
görüşe uzun uzun yer verdiler.
Bazıları da bu hadisin sihir
gibi etkileyici sözleri, yermek için söylenmiş olduğunu söylediler. Nitekim,
İmam Malik de bu görüşte olduğu için bu hadisi Muvatta'da "söylenmesi
mekruh olan sözler" babına yerleştirmiştir. En doğru olan görüş de budur.
Çünkü Yüce Allah'ın: "... yaptığınız sihirdir, fakat Allah onu boşa
çıkaracaktır. Allah bozguncuların işini elbette düzeltmez..."[138] mealindeki âyet-i kerimede sihre "fesat:
bozgunculuk" ismini vermesi de buna delâlet eder.
Süyutî'nin ifade ettiği gibi
musannif Ebu Davud'un bu konudaki görüşü de böyledir.[139]
Gerçek olan şudur ki; yapılan
işler, vasıta oldukları gayenin hükmüne tabi olduklarından batıla vasıta olan
şiir veya nesirlerle uğraşmak, batıl ve merdûd; hakka ve hikmete vasıta olan
nesir ve şiirlerle meşgul olmak, makbuldür.
Bu konuda Hanefî ulemasından
İbn Âbidin şöyle demiştir: ".... Mekruh olan ilim, Müvelledînin gazel ve
betalet şiirleridir. ... Binaenaleyh nükte yapmak, letafet göstermek, üstün
teşbihler ve ince manalar ifade etmek maksadıyla az miktarda şiir söylemekde
beis yoktur."[140]
5010... Hz. Ubey b.
Ka'b'da demiştir ki: Peygamber (s.a.) şöyle buyurrdu: "Şüphesiz ki bazı
şiirler hikmettir."[141]
Şiir, sözlükte bir şeyi zekâ
ve fatenetle iyice anlatmak, manasınadır ve bilmek anlamına gelen ilimden daha
özel bir manaya gelmektedir.
Istılahta ise kasden ve irade
ile söylenen vezinli, kafiyeli sözdür. Şiirde kast ve iradenin bulunması şart
olduğundan vezinli ve kafiyeli olarak gelen âyetlere ve hadislere şiir
denilemez.
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadisi açıklarken merhum Kâmil Miras şöyle demiştir: "Bundan sonra Buharî,
şiir ve recez inşâd eden şairlerin kötülüklerini ve iyiliklerini tarif eden
Şuarâ suresinin sonundaki dört âyeti zikretmiştir ki mealleri şöyledir:
"Şairler ki bunların
ardınca sapıklar, azgınlar giderler. Görmez misin onlar (söz sahasının) her
vadisinde dolaşırlar. (Hissin, lezzet ve nefret cihetlerini gıcıklarlar) ve
yapmayacakları şeyleri (yaparız diye yalan) söylerler. Ancak iman eden
(şair)ler ve hayır işleyenler ve Allah'ı çok zikredenler ve kendilerine
(müşrikler tarafından) zulüm edildikten sonra intikam alanlar başka. O zulüm
edenler hangi bir inkılab vakıasında yuvarlanacaklarını yakında
anlayacaklar."
Tefsir sahiplerinin beyanına
göre "Şairler ki, bunların ardınca sapıklar gider..."[142] âyeti nazil olunca, İslam şâirlerinden
Abdullah b. Revaha, Ka'b b. Malik, Hassan b. Sabit Rasûlullah'a gelmişler ve
ağlayarak:
Ya Rasûlllah! Allah Teâlâ bu
âyeti gönderdi. Allah bilir ki biz şairiz, diye şikâyet etmişlerdi. Rasulü
Ekrem de:
Âyetin alt tarafını,"...
ancak inanıp yararlı iş işleyenler Allah'ı çok çok ananlar... müstesna..."[143] kavl-i şerifini okuyunuz, buyurmuştur.
Bu âyetlerle, izanıyla meşgul
bulunduğunuz Ubeyy b. Ka'b hadisinin delâletleri veçhile şiirin, hayra fazilete
teşvik ve tergib eden menfaatleri olduğu gibi fuhşa, sefahete hizmet eden
zararlıları da vardır. Birinciler medih, ikinciler zemmedilmiştir."[144]
Nitekim Rasulü Zişan efendimiz
şair Lebid'in: "Dikkat et ki Allah'dan başka her şey batıldır..."
mealindeki şiirini en doğru söz olarak vasıflandırması[145] da hayra ve fazilete tevsik eden
hayırlı şiirlerin de olduğuna ve bunları Hz. Peygamberin takdir ettiğine
delâlet etmektedir. Bu konuda daha fazla bilgi için bir önceki hadis-i şerifin
şerhine de müracaat edilebilir.[146]
5011... İbn Abbas'dan demiştir
ki: Bir çöl arabı Peygamber (s.a.)'e gelerek (huzurunda çok fasih) bir dille
konuşma' yaptı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a):
"Kuşkusuz bazı sözler
sihir, bazı şiirler hikmettir” buyurdu.[147]
Bu hadisle ilgili açıklamalar
(5009) ve (5010) numaralı hadislerin şerhinde geçtiğinden burada tek-rara lüzum
görmüyoruz.[148]
5012... (Sahr b. Abdullah
İbn Büreyde'nin) dedesinden demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.)'i şöyle
buyururken işittim: "Kuşkusuz bazı sözler sihir (gibi tesirledir, bazı
ilimler cehalettir. Bazı şiirler, hikmettir, bazı sözler de vebaldir." (Bu
hadis-i şerif bu şekilde rivayet edilmiştir) bunun üzerine Sa'sa'a b. Sûhan
şöyle dedi: "Kuşkusuz bazı sözler sihir (gibi etkili) dir" sözüne
gelince (bunun manası şudur):
"Hak bir adamın aleyhine
olur. (fakat bu adam) delilleri dile getirmekte hak sahibinden daha güçlüdür.
(Bu adam) konuşmasıyla toplumu etkiler ve gerçeği alır götürür. "Bazı
ilimler de cehalettir" sözüne gelince (bunun da manası şudur:)
Bir âlim kendini bilmediği bir
konuda konuşmaya zorlar, bu da onun cahilliğini ortaya çıkarır.
"Bazı şiirler
hikmettir" sözüne gelince, bu hikmet olan şiirler ise (şiirlerden oluşan)
vaazlar ve halkın öğüt aldığı darb-i meselelerdir.
"Bazı sözler de (söyleyen
kimseler için) bir vebaldir" sözüne gelince (bu) sözünü kendisini
ilgilendirmeyen ve (dinlemek) istemeyen kimselere söylemendir."[149]
Bu hadis-i şerifi musannif Ebu
Davud, Sa'sa'a b. Suhan'ın anlayışına göre açıklamıştır. Sa'saVnın yaptığı bu
açıklama Ebu Davud (r.a)'ın anlayışına da uygundur.
Biz "Bazı sözler sihir
(gibi etkili)dir." sözünü (5009) numaralı hadisin şerhinde, "Bazı
şiirler de hikmettir" sözünü ise (5010) numaralı hadisin şerhinde
açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.
Biz burada ancak daha önce
izahı geçmeyen cümleleri tahlil etmeye çalışacağız.
1. "Bazı ilimler
cehalettir." sözüyle kasd edilen ilim, falcılık gibi, tarihin kesinlikle
tesbit edemediği karanlık devirlere ait İsrailiyyat kabilinden asılsız
haberler ve faydasız bilgiler yığınıdır. Bunları öğrenmek insana birşey
kazandırmadığı gibi hem faydalı bilgiler öğrenmek için son derece kıymetli olan
zamanın zayi olmasına sebep olacağı, hem de gerçekten lüzumlu olan bilgileri
Öğrenmeye fırsat bırakmayıp, onların yerini alacağı için, bu bilgiler cehaletle
özdeştir. Son derece kısıtlı olan ömrünü bunlarla geçiren kimse, gerçek ilmi
öğrenmeye imkan bulamayacağından cahil kalmaya mahkûmdur. Onun için efendimiz
bu tür bilgileri öğrenmenin insanın gerçek bilgileri öğrenmesine engel
olacağını haber vererek ümmetini bu hususta ikaz etmiştir.
Bu cümleyi daha farklı
şekillerde anlayanlar da vardır. Bazılarına göre bu cümle ile anlatılmak
istenen kişinin ilmiyle amel etmemesidir. Çünkü kişi bilgisiyle amel
etmeyince, hiç bilgisi olmadığı için amel edemeyen cahilden farkı kalmaz.
Bazılarına göre de bu cümle
ile kast edilen, bilmediği konularda konuşmaya kalktığı için çelişkili
tutarsız sözler söylemek durumuna düşen âlimdir. Çünkü her ne kadar diğer
konularda bilgisi varsa da bilmediği konularda konuşarak bilgi vermeye
kalktığı için onun vermeye çalıştığı bu sözde bilgiler aslında cehaletten başka
birşey değildir.
2. "Bazı sözler de
vebaldir." cümlesine gelince, bu cümle ile kast edilen: "Belanın
gelmesini temenni eder mahiyette veballi sözler söylemek ve karşıdakine
kendisini ilgilendirmeyen ya da seviyesinin üzerinde olan sözler söyleyerek onu
bıktırmaktır."
Metinde geçen "... delil
getirmekte hak sahibinden daha güçlü olur..." cümlesini (3583) numaralı
hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[150]
5013... Said b.
el-Müseyyeb de demiştir ki:
(Bir gün Hz.) Ömer mescidde
şiir söylemekte olan Hz. Hassan (b. Sabitle uğradı. (Onu şiir söyler vaziyette
görünce) O'na (şöyle göz ucuyla) bir baktı, bunun üzerine Hz. Hassan (O'na
hitaben):
Ben bu mescidde senden daha hayırlısı
var iken de şiir söylerdim." dedi.[151]
5014... Hz. Said b.
el-Müseyyeb Hz. Ebu Hüreyre'den de (bir önceki hadisin) manasını (rivayet
etmiştir. Ancak bu rivayette ravilerden Ma'mer bir önceki hadisten fazla olarak
şunu da) ilave etmiştir: (Hz. Ömer camide şiir okunuşuna karşı bakışlarıyla
gösterdiği tepkiye, Hz. Hassan'ın) Rasûlullah (s.a.)'in bu hususta vermiş
olduğu izne dayanmak suretiyle karşılık vereceğinden korktuğu için O'na
(mescidde şiir söylemesi hususunda) izin verdi.[152]
Hassan b. Sabit (r.a)'ın
kendisinden rivayet edilen eder. bir hadis-j şerifte açıklandığı üzere Rasûlullah
(s.a.) O'na: "Onları hicvet (korkma) Cibril seninle beraberdir."[153] buyurmuştur.
Aynı şekilde mü'minlerin
annesi, Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.), Hassan için
mescidde bir minber kurdurur, Hz. Hassan da o minberin üstüne çıkıp kâfirleri
hicv edermiş.[154]
Edebiyat meraklısı kimselerin
gerek kendilerinin gerek başkalarının şiirlerini söylemeleri caiz olup
olmadığı meselesi müctehidleri iki kısma ayırmıştır: Bir takımları şiir söylemenin
mutlak surette caiz olduğunu söylemişlerdir. Şa'bî, Amr ibn Sa'd Becelî,
Muhammed İbn Şirin, Said İbn el-Müseyyeb, Kasim, Sevrî, Evzâî, Ebu Hanife,
Malik, Şafiî, Ahmed b. Hanbel, Ebu Yusuf, Muhammed, İshak, Ebu Sevr, Ebu Ubeyd
(r.a.) bu görüştedirler. Sözü geçen fıkıh imamlarına göre, Hicivden, fuhuşdan,
müslümanlardan birinin şeref ve haysiyyetine taarruzdan uzak olan şiirleri
söylemekte bir sakınca yoktur. Delilleri ise "Ey Allahım, Hassan'i rû-hü'l
Kudüs ile te'yid buyur."[155] mealindeki hadis-i şerifle konumuzu
teşkil eden hadisin şerhi esnasında geçen hadislerdir.
Mesrûk ile, İbrahim Nehaî,
Salim İbn Abdullah, Hasan-ı Basrî ve Amr ibn Şuayb (r.a.) ise şiirin rivayetini
de söylenmesini de mekruh görmüşlerdir. Delilleri ise "Şairlere gelince;
onların ardınca ancak sapıklar gider."[156] mealindeki âyet-i kerime ile
"Birinizin içinin irin ile dolup harap olması şiirle dolu olmasından daha
hayırlıdır."[157] Mealindeki hadistir.
Şiir söylemekte bir sakınca
olmadığını söyleyen fıkıh imamlarınca buradaki nehy her şiire şâmil olmayıp
sadece fuhş-u kelâm ile karışık olan şiirlere şamildir.
Nitekim Rasulü Ekrem (s.a.)'in
çok kere şiir dinlemiş olmaları, veznini değiştirerek bile olsa başkalarının
şiirlerini okumaları ve Özellikle, Hz. Hassan'ı her fırsatta şiire teşvik
buyurmaları da bu görüşü te'yid etmektedir.
Her ne kadar müşriklere karşı
şiirle sebb ve hicivde bulunmak caiz ise de , kâfirlerin de buna karşılık
vererek, ehl-i İslama küfretmeleri ihtimal dairesine gireceğinden, bunu müslüm
anların başlatması caiz görülmemiştir. Fakat tecavüzü müşrikler, başlatırlar
da aynı silahla müdafaa zarureti hasıl olursa o zaman bunda bir sakınca yoktur.
Çünkü "müşriklerle, mallarınız, canlarınız ve dillerinizle mücadele
ediniz." buyurulmuştur.[158]
Mevzumuzu teşkil eden hadis-i
şeriften anlaşıldığına göre Hz. Ömer mescidde şiir söylemenin caiz olmadığı
görüşünde imiş. Hz. Hassan b. Sabit'i şiir söylerken görünce bunu tasvib
etmemiş ve tasvib etmediğini bakışlarıyla belli etmiş. Hz. Ömer'in
bakışlarındaki manayı sezen Hz. Hassan: "Ben'bu mescidde senden daha
hayırlısı varken de şiir söylerdim" diyerek Hz. Ömer'e karşı kendini
savunmaya başlamış. Hz. Ömer onun, kendisini savunmaya kararlı olduğunu ve bu
hususta Hz. Peygamberin kendisiai tasvib ettiğini ileri sürerek kendisine
cevap vermeye hazır olduğunu gördüğü için Hz. Peygamber'e dayanılarak kendisine
cevap verileceği ve neticesiz kalacağı belli olan bir münakaşaya girmek istememiştir.
Bezlü'l-Mechud yazarına göre
gerçekte bu konuda, Hz. Ömer'in görüşü daha isabetli idi. Çünkü Hz. Peygamber
devrinde mescidde şiir söylemeyi gerektiren sebepler vardı. Hz. Ömer devrinde
bu sebeplerden hiç birisi kalmamıştı.
Hassan b. Sabit el-Ensari
(r.a.) Muhadramindendir (yani hem cahi-liyyet döneminde hem de İslamiyet
döneminde yaşamıştır). 120 sene yaşamış bunun yarısını cahiliyye devrinde
yarısını da İslamda geçirmiştir. Babasıyla iki ceddinin de yüzyirmişer sene
yaşadıkları rivayet olunur. Künyesi Ebu'l-Velid, yahut Ebû Abdurrahman'dır.[159]
5015... Hz. Aişe'den
demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) Hassan b. Sabit için mescide bir minber
koy(dur)wuştu. (Hz. Hassan) o minberin üzerine çıkar, Rasûlullah (s.a.)
aleyhine konuşanları hicvederdi.
Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.): "Muhakkak ki, Allah'ın Resulünü savunduğu sürece, Ruhulkudus
Hassan ile beraberdir."[160] buyurdu.[161]
Hicviyye: Kusur ve aybın
teşbih ve teşhiri için yazılan şiirler hakkında kullanılan bir tabirdir. Bu
türlü nesir yazılara da o ad verilir. Birinin kusur ve ayıbını meydana koymak
manasına gelen Arapça "Hecv" kökünden gelmektedir. Üstat Tahir
Olgun'un dediği gibi "hiciv yahut hecv" maddesinin bu telaffuzu bizim
ağzımıza zor gelmiş olmalıdır ki inceltilmiş "hicv" yapılmıştır.[162]
Ruhulkudus: Cebrail
aleyhisselamdır.[163]
1. Hakkı ve hakikati ifade eden
ve içerisinde dinen yasaklanmış sözler bulunmayan şiirleri yazmak ya da okumak
caizdir.
2. Mubah şiirleri mescidde
okumak caizdir. (Bu madde ile ilgili fıkhı görüşleri bir önceki hadisin
şerhinde açıkladık).
3. Ruhulkudus, Cebrail
aleyhisselamdır.[164]
5016... Hz. İkrime'den
(rivayet edildiğine göre) Hz. Abbas: "Şairlere gelince onların ardınca
azgınlar gider."[165] âyetini okumuş ve şöyle demiştir: (Yüce Allah) âyetin
şairlerle ilgili olan bu hükümünden: "Ancak iman etmiş, salih amel
işlemiş ve Alah'ı çokça zikretmiş olanlar...
müstesna"[166] buyruğu ile (anılan kimseleri, bu
hükmün dışında tutarak) nesh istisna etmiş (onları hariç bırakmış)tır.[167]
Bu konuda İbn Kesir (r.a)
şöyle diyor: Muhammed b İshak'ın Yezid İbn Abdullah İbn Kusayt'dan, onun ta
Temim ed-Dari'nin kölesi Ebu'l-Hasan Salim el-Berrad'dan rivayetinde o, şöyle
anlatmış: "Şairlere gelince, onlara da azgınlar uyar."âyeti nazil
olduğunda, Hassan b. Sabit, Abdullah b. Revaha ve Ka'b b. Malik ağlayarak Allah
Rasulü (s.a.)'ne geldiler ve:
Bu âyeti indirdiği sırada
şüphesiz Allah Teâlâ bizim şair olduğumuzu biliyordu, dediler. Allah Rasulü
(s.a.):
"Ancak iman etmiş, salih
amel işlemiş olanları müstesnadır." âyetini okuyup: İşte bunlar
sizlersiniz, "Allah'ı çokça zikretmiş olanlar müstesnadır." ayetini
okuyup: İşte onlar sizlersiniz, "zulme uğratıldıktan sonra zafer
kazananlar müstesnadır."ayetini okuyup: İşte onlar sizlersiniz, buyurdu.[168]
5017... Hz. Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) sabah namazın(ı
kıldık)tan (sonra yüzünü cemaate doğru) dönünce (onlara):
Bu gece sizden biri(niz) rü'ya
gördü mü? diye sorar ve şöyle dermiş: "Muhakkak ki (artık) benden sonra
Peygamberlikten, sadık rüyadan başka bir şey kalmayacaktır."[169]
5018... Hz. Ubâde b.
Sâmit'ten (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Mü'minin rü'yası
Peygamberliğin kırkalti cüz'ünden bir cüz'dür."[170]
(5017) numaralı hadis-i
şerifte, Hz. Peygamberin vefatı ile peygamberlik görevinin sona erdiği ve
vahyin ebediyyen kesildiği, binaenaleyh artık bundan sonra sadık rü'ya-lardan
başka istikbalde olacak hadiselere dair haberleri alma yolunun kalmadığı ifâde
edilmektedir.
Buna göre, Hz. Peygamberin
dar-i bakaya irtihali ile Peygamberlik sona ermiş ve gayba ait haberleri bilme
hususunda ilham kabilinden olan rü'yadan başka bir yol kalmadığından artık
gaybı bilme konusunda elde nübüvvet gibi kesin bir delil kalmamıştır. Çünkü her
ne kadar rü'yayı sa-dıka ve ilham hak ise de bir kimsenin görmüş olduğu rüya ve
almış olduğu ilham kendisi için bir delil olsa da başkaları için delil olamaz.
Mevzu-muzu teşkil eden (5017) numaralı hadis ise sahibi için bir delil ve gayba
ait sağlam bir bilgi kaynağı olması bakımından sadık rü'ya vahye benzetilerek
Peygamberliğin kırkaltı cüz'ünden bir cüz sayıldığı ifade edilmektedir.
Bazılarına göre ise Peygamberlikten bir cüz olduğu söylenen sadık rü'yadan
maksat, Yusuf (a.s.)'a verilen rü'ya tabiri ilmidir.
Hafız İbn Hacer'in Fethü'l -
Bari'de açıkladığına göre sadık rü'yanıh Peygamberliğin kaç cüz'ünde bir cüz
olduğuna dair rivayetler çok farklıdır. Bunlar içerisinde en sahih olan
rivayetler sadık rü'yanın peygamberlikten; 1/26, 1/40, 1/45, 1/48, 1/47, 1/49,
1/50, 1/70, 1/76, cüz olduğuna dair rivayetlerdir. Peygamberlikten 1/24, 1/25,
1/27, 1/42, 1/72, cüz olduğuna ifade eden zayıf rivayetler de vardır.
Hattâbî'nin açıklamasına göre
mevzumuzu teşkil eden (5018) numaralı hadis-i şerifi, rüya mselesinin aslını
tahkik ve tetkik etmekte ve onun başkalarında değil de sadece peygamberlerde
peygamberliğin cüz'lerin-den bir cüz olduğunu ve peygamberlerin uyanık iken
vahy aldıkları gibi uyurken de rü'yalarmda vahy aldıklarını ifade etmektedir.
Yine Hattâbî'nin (r.a.)'in
haber verdiğine göre İbn el-Arabî Umeyr'den naklen: "Peygamberlerin
rü'yası vahiydir" mealinde bir hadis rivayet etmiş ve arkasından:
"... yavrum ben rü'yamda seni boğazladığımı görüyorum. Artık bak ne
düşünürsün? (çocuk ona şöyle) dedi:
Babacığım! Sana ne emr
ediliyorsa yap..."[171] âyet-i kerimesini okumuş."
Sadık rü'yanın peygamberliğin
cüzlerinden biri olarak bildirilmesi ve bu mevzudaki rivayetlerin farklı olması
meselesine gelince; bu hususta çeşitli açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan
bazıları şöyledir:
"Bab'ımız rivayetlerinde
salih rü'yanın peygamberliğin cüz'lerinden olduğu üç hadisle bildirilmektedir.
Bunların en meşhuruna göre rü'ya peygamberliğin kırk altı cüz'ünden bir
cüz'dür. İkinciye göre kırk beş, üçüncüye göre yetmiş cüz'ünden bir cüz'dür.
Müslim'den başkalarının rivayetlerinde cüz sayıları daha da değişmektedir.
Meselâ İbn Abbas (r.a) bir rivayetinde: "Elli cüz'ünden bir cüz'ü":
İbn Ömer rivayetinde: "Yirmi altı cüz'ünden bir
cüz'ü"; Ubade rivayetinde; "kırkdört cüz'ünden bir
cüz'üdür." denilmişir. Taberi bu ihtilâfın, rü'yayı görenlerin muhtelif
olmasından ileri geldiğine işaret etmiştir. Salih mü'minin rü'yası,
Peygamberliğin kırk altı cüz'ünden bir cüz, fasıkm rü'yasi ise yetmiş cüz'ünden
bir cüz olur. Bazılarına göre bu ihtilâftan murad: Gizli rü'yalar yetmiş
cüz'den bir cüz', aşikâr (açık) rü'yalar kırk altı cüz'den bir cüz'dür,
demektir. Bir takımları da şöyle demişlerdir: "Peygamber (s.a.)'e yirmi üç
sene vahy geldi. Bu yirmiüç senenin on üçü Mekke'de, onu Medine'de geçti. Daha
önceki, altı ayda vahyi rü'yada görmüştür. Bu altı ay kırk altı ayın bir
cüz'üdür.
Mâziri diyor ki:
"Ulemadan bazıları rü'yaların peygamberlikle hasıl olan ve o sayede temyiz
edilen şeylere kırk altıda bir cüz1 nisbetinde benzerliği olduğunu söylemişlerdir.
Bazıları birinciye (yani altı ay rü'ya meselesine) itiraz etmiş. Rasûlullah
(s.a.)'in peygamberlik gelmezden Önce, vahyi tam altı ay rü'yada gördüğü, tam
sabit olmamıştır. Bir de peygamber olduktan sonra birçok rü'yalar görmüştür.
Bunlar da altı aya katılınca nisbet değişir, demişlerdir. Bu ikinci itiraz
batıldır. Çünkü vahyden sonraki rü'yalar melek vasıtasıyla olmuştur ki, bunlar
da vahye dahil olur, ayrıca hesaba katılmazlar.[172]
Bu konuda İbn el Esir
En-Nihaye isimli eserinde şöyle diyor: "Sadık rü'yanm peygamberlik
cüz'lerinden bir cüz' olduğu açıklanırken Özellikle kırkaltı cüz'den bir cüz
olduğu üzerinde durulmasının manası şudur: Bilindiği gibi sahih rivayetlerin
ekserisine göre Hz. Peygam-ber'in peygamberlik görevi yirmiüç sene sürmüştür
Bunun altı ayı (yani yarım yıl) sâdık rü'ya ile geçmiştir. Bu altı aylık
dönemde Hz. Peygamber vahyi hep sadık rü1 yalarla almıştır. İşte bu altı ay
peygamberlik süresinin tümüne nisbetle kırk altıda bir cüz' eder. Hadis-i
şerifte anlatılmak istenen budur. Bu konuda gelen rivayetlerin kuvvetlisi de
budur. Rü'yayı sadıkanın peygamberliğin kırk altı cüz'ünden biri olduğunu ifade
eden rivayetler bir birbirlerini desteklemektedirler.
Ancak sadık rüya'mn peygamberliğin
kırkbeş cüz'ünden bir cüz' olduğunu ifade eden rivayetler bulunduğu gibi, kırk
cüzünden bir cüz' olduğunu ifade eden rivayetler de vardur. Bu rivayetlerin
manası da şudur:
Bilindiği gibi Hz. Peygamber
efendimiz vefat ettiği zaman tam 63 yaşını doldurmamıştı. Tam altmış iki buçuk
yaşında vefat ettiğini söyleyenlere göre peygamberlik dönemi yirmi iki buçuk
sene sürmüştür. Ki Hz. Peygamberin sadık rü'yalarla geçen altı aylık
peygamberlik dönemi, bu yirmi iki buçuk yılın kırkbeş cüz'ünden bir cüz' eder.
Hz. Peygamberin peygamberlik döneminin yirmi yıl sürdüğünü ifade eden
rivayetler nazar-ı itibâra alınırsa sözü geçen sadık rüya dönemi peygamberliğin
kırkta bir cüz'ü eder. Sadık rü'yanın peygamberliğin bir cüz'ü olduğu ifadesine
bakarak peygamberliğin bir takım cüz'lerden meydana geldiğini ve bu cüz'lerden
birine sahip olan kimsenin peygamberlikten bir cüz'e sahip olacağını zannetmek
doğru değildir. Bu sözün manası peygamberliğin bir takım hasletleri vardır.
Sadık rü'ya görmek de onların bu hasletlerinden biridir, demektir.
Burada geçen
"peygamberlik" sözüyle peygamberlerin getirip de ümmetini kabule
çağırdıkları esaslar da kast edilmiş olabilir. Buna göre hadisin manası şudur:
Sadık rü'ya peygamberlerin ümmetlerine tebliğ ettikleri kırk altı esasdan
biridir."[173]
1. İmamın selam verdikten sonra
cemaata karşı dönmesi müstehabtır.
2. Rü'ya gören olup olmadığını sormak
ve günün evvelinde acele edip te'viline koşmak müstehabtır. Çünkü bu vakitte
zihni henüz dünya işlerine dağılmamış, rü'yayı görende ara uzamadığı için
henüz rü'yayı karıştırmamışur. Rü'yada hayra teşvik gibi acelesi müstehab olan
şeyler de bulunabilir.
3. Sabah namazından sonra ilim
ve rü'ya tabiri gibi şeyler hususunda konuşmak mubahtır.
4. İlim veya başka birşey için
kıbleye arka çevirerek oturmak mubahtır.[174]
5. Sadık rü'ya peygamberlik
cüz'lerinden bir cüz'dür.[175]
5019... Hz. Ebu Hüreyre'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"(Kıyametin kopma)
zaman(ı) yakalaşmca müslümanın rü'yasi hemen hemen yalan çıkmayacaktır.
(Müslümanlar) rü'yası en doğru olanları, sözü en doğru olanlarıdır.
Rü'ya üç kısımdır: (Birincisi)
Allah'dan bir müjde olan sâlih rü'yadır, (ikincisi) şeytanın üzüntü vermesinden
ibaret olan rü'yadır. (Üçüncüsü de) kişinin kendi kendine içinden geçirdiği
düşüncelerden oluşan rü'yadır.
Biriniz uykusu içinde
hoşlanmadığı birşey görürse hemen kalksın namaz kılsın ve onu kimseye
söylemesin."
(Hz. Ebu Hüreyre yahutta ravi
Muhammed b. Şirin) dedi ki:
"(Rü'yada) köstek
(görme)yi severim. Bukağı (görmek) den hoşlanmam, (çünkü) köstek dinde sebat
demektir."
Ebu Davud Dedi ki: (Metinde
geçen) "zaman yaklaşınca" (sözü) gece ile gündüz(ün süreleri
birbirine) yaklaştığında yani eşit olduklarında anlamına gelmektedir.[176]
Bilindiği gibi
"rü'yet" uyanık iken görmek demektir. Uyurken görmek ise
"rü'yâ" kelimesi ile ifade edilir. Metinde geçen "zaman
yaklaştığında" sözüyle kasd edilen, kıyametin kopma vaktinin
yaklaşmasıdır. Buna göre kıyametin kopması yaklaştığı zaman müslümanların
rü'yaları hemen hemen tamamen sadık rüya olacaktır. Rü'yalarinda gördükleri
aynen çıkacaktır.
Bazılarına göre bu sözle
kasdedilen, gece ile gündüz sürelerinin birbirlerine yaklaşmalarıdır. Hadisin
sonundaki ilaveden de anlaşıldığı üzere Musannif Ebu Davud da bu görüştedir.
Bilindiği gibi gece süresi ile
gündüz süresinin birbirine en çok yaklaştıkları aylar eylül ve mart aylarıdır.
Bu sürelerin eşitleştiği tarihler ise sözü geçen ayların yirmibir ve yirmi
ikinci günleridir.
Bu bakımdan rü'ya tabircileri
en doğru rü'yaların bahar mevsimlerinde görülen rü'yalar olduğunu
söylemişlerdir.
Bazılarına göre de sözü geçen
"vakif'ten murad, kişinin ecelinin yaklaştığı vakittir, kişi bu çağda
olgunluk dönemini yaşadığı için rü'yalarinda da doğruluk vardır.
"Müslümanların rü'yası,
en doğru olanları; sözü, en doğru olanlarıdır" sözü ile anlatılmak
istenen de şudur: "Sadık rü'yaları en çok görenler sözü en doğru olan
kimselerdir." Çünkü sözüne yalan karışanların gönlü yalanla meşgul
olacağından onların rü'yalarına da yalan karışır.
İmam Gazali (r.a.)'nin
ifadesiyle yalan sözler, kalp aynasını lekelendireceğinden, yalan söyleyen
kimsenin rü'yası da kalbine Levh-i Mahfuzdan aksedecek görüntüler, açık seçik
bir şekilde netleşmeyecek, bilakis bulanık ve karışık olacaktır.
Merhum A. Davudoğlu mevzumuzu
teşkil eden hadis-i şerifi açıklarken şu görüşlere yer veriyor:
"Rü'yada köstek görmeyi
severim, bukağıdan hoşlanmam." cümlesi hakkında ulema şunları
söylemiştir: - Köstek görmeyi sevmesi, köstek ayaklara takıldığı içindir. Bu
da günahlardan, kötülüklerden ve bilumum batıl şeylerden vazgeçmeyi bildirir.
Bukağıya gelince onun yeri boyundur. Hem bukağı cehennemliklerin sıfatıdır.
Nitekim hak teâlâ hazretleri:
"Biz onların boyunlarına
bukağı vuracağız..."[177] "Boyunlarına bukağılar vurulduğu
vakit"[178] buyurmuştur. Tabiin uleması ise bu cümledeki iki sözü
derecelere ayırmış ve -uyuyan kimse mescidde veya hayırlı bir kalabalık içinde
yahut güzel bir halde ayaklarına köstek vurulduğunu görürse, bu onun iyi halde
sebatine delildir. Söz sahibi bir kimsenin rü'yasında kendisini bu şekilde
görmesi de iyi halde sebatına delildir. Kendisini ili'yasında bir hasta veya
mahbus, yahut müsafir veya felaketzede bir kimse halinde görürse, görenin
bulunduğu halde sabit olduğuna delildir.
Köstekle beraber bukağıda
bulunmak gibi sevilmeyen bir şey de görürse bu sefer netice sevimsiz çıkar.
Çünkü bukağı azab göreceklerin sıfatıdır.
Bukağıya gelince, boynuna
takılmış görürse kötüdür. Mamafih karine bulunduğu takdirde, büyük mertebelere
delalet eder. Elleri kelepçeli görmek iyidir. Onların kötülüğe
uzanmayacaklarına delaletdir. Bazan cimriliğine bazan niyet ettiği işi
yapamayacağına delil olur, demişlerdir."[179]
Rü'yalar konusunda merhum Ömer
Nasuhi Bilmen efendi şöyle diyor:
"Rü'ya uyku halindeki
görüş veya görülen şey demektir. Rü'ya ne suretle vuku buluyor ve kaç kısma
ayrılır? Bu bir nevi idrak midir? Yoksa hayalet ve evhamdan ibaret midir? Bu
hususa dair Hadis-i şerif kitaplarında, ilm-i kelâmda, psikolojide birçok
tezler vardır. Bunların hülasası şöyledir: Rü'yalar İbn Mâce, İbn Avf
Malik'den rivayet ettiği bir hadis-i şerife nazaran üç kısımdır:
1. İnsanları mahzun
etmek için şeytan tarafından; iîka edilen bazı korkunç rüyalardır. Yüksek bir
yerden düşmek, köpek tarafından ısırılmak gibi, bunlar esassız şeylerdir. İnsan
böyle bir rü'ya görünce Cenab-ı Hakka sığınmalı ve bunu başkalarına hikaye
etmemelidir.
2. İnsanın uyanıkken ehemmiyetle
meşgul olduğu şeylere ait gördüğü rü'yalardir. Bunlar da birer kuruntu veya
inhiraf-i mizaç neticesi olduğun--dan esassız şeylerdir.
3. Nübüvvet'in kırk altı
cüz'ünden bir cüz'ü addolunan rü'yalardır. Bunlar taraf-i ilâhiden birer
beşaret (müjde) veya inzar (korkutma) mahiyetinde olup bunların bir kısmını
melekler ilham ederler.
Birinci ve ikinci kısım
rüyalar, birer rüya'yı batıladır. Bunlara lisan-ı dinde "hulüm"
denir. Cem'i: "ahlâm"dır. Bunlar karma karışık şeyler olduğundan
"adğâsu ahlâm" da denir, adgâs, yaşı kurusuna karışmış ot demetleri
demektir. Üçüncü kısım rüyalara ise birer "rüya'-yi sadıka" denilir.
Bu sadık rüyalar, doğru sözlü, temiz yürekli, nezih itikatlı zatlara alel ekser
nasib olur ve bu halde bunlara "rü'yâyı saliha" da denir.
Resulü ekrem (a.s.) efendimize
yirmi üç sene vahy-i ilahi nazil olmuş ve bu vahy ilk altı ay zarfında
lihikmetin rü'yayı saliha suretiyle tecelli etmiştir. İşte bu itibar iledir ki
bu kabil rü'yalar birer hakikate tercüman olarak ilm-i nübüvvetin kırkaltı
cüz'ünden bir cüz sayılmıştır. Nitekim bir hâdis-i şerifte (Er
rü'yaü's-Salihatü cüz'ün min sittetin ve erbaine cüz'en minen-nüvveti)
buyurulmuştur."[180]
5020... Ebu Rezîn'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Rü'ya yorumlandığı
sürece bir kuşun ayağı üzerindedir. (Yani istikrarsızdır) Yorumlandığı zaman
(yorumlandığı şekilde) yerine
iner." (Ravi Ebu Rezin)
dedi ki Öyle zannediyorum ki (Rasûlullah (s.a.), sözlerine devam ederek şöyle)
buyurdu: "Sen onu (seni) seven ve (rü'ya tabirini) bilen kimseden
başkasına anlatma."[181]
Avnü'l-Mabud yazan bu hadisin izahı
bölümünde özetle şöyle Hattabî, "Rü'ya yorumlanmadikça bir kuşun ayağı
üzerindedir" ifadesinden maksat, yorumlanmadıkça rü'yanın istikrarsız ve
askıda oluşudur." demiştir. Maksad bu olunca mana şöyle olur: Rü'ya
yorumlanmadıkça kuşun ayağına takılı birş'ey gibidir, istikrarsızdır. Rü'ya
yorumlanınca da yorumlandığı şekilde vuku bulur.
Yani bir rü'ya birden fazla
yorumlanabildiği takdirde bu işiten anlayan bir kimse onu nasıl yorumlarsa o
şekilde gerçekleşir ve artık diğer ihtimallere göre vuku bulması beklenemez.
Bu itibarla bir kimse gördüğü rüyayı râstgele kişilere veya kendisini
sevmeyenlere anlatmamalıdır. Sevenlerinden birisine veya ilim ve dirayetine
güvendiği, ehil ve liyakatli bir zata yorumlatmalıdır ki, iyi biçimde bir yorum
alabilsin. en-Nihaye yazan böyle açıklama yapmıştır.
Hadisde geçen:
"Vâddin" seven demektir, "zîre'y" sözcüğü ise akıllı veya
alim manasına yorumlanmıştır, Zeccâc, bundan maksat rü'yayı yorumlama işinden
anlayan ve bu sahada bilgi sahibi olan kimse demektir. Çünkü böyle bir kimse rü
'yanın hakiki yorumunu veya buna yakın bir yorum yapar, demiştir.[182]
5021... Ebu Katâde (r.a.)
Rasûlullah (s.a.)'ı şöyle buyururken işittiğini söylemiştir:
"Rü'ya Allah'dandır. Hulm
ise şeytandadır. Biriniz, hoşlanmadığı bir rü'ya görürse sol tarafına üç defa
tükürüp sonra onun şerrinden Allah'a sığınsın. Çünkü ( o zaman ) o rü'ya
kendisine zarar vermez."[183]
Rü'ya ile hulm, ikisi de uyuyan
kimsenin gördüğü manasına gelirse de ekseriyetle güzel düşlere
"rü'ya", korkunç ve çirkin olanlarına "hulm" denilmek âdet
olmuştur. Bundan dolayı hadiste teşrif izafeti kabilinden rü'ya Allah'a izafe
edilmiş, hulm ise şeytana nisbet olunmuştur.
İmam Maziri diyor ki Ehl-i
sünnetin, rü'ya hakkındaki mezhebine göre Allah teâlâ uyanık kimsenin kalbinde
bazı hisler yarattığı gibi uyuyan kimsenin kalbinde de bir takım inançlar halk
eder. Allah dilediğini halk eder. Bütün görülenler, Allah'ın halk ettiği şeylerdir.
Lâkin rü'yayı ve başka şeylere sevinç alamet olarak yarattığı itikatları,
şeytanı orada bulundurmadan yaratır, zarariı şeylere alamet olanları şeytanın
huzurunda yaratır. Böylece bunlar mecazen şeytana nisbet edilirler. İşte
Peygamber (s.a.)'in: "Rü'ya Allah'dandır, hulüm ise şeytandadır"
sözünün manası budur. Yoksa "şeytan bir şey yapar" manasına
değildir. Binaenaleyh sevilen düşün adı rüya sevilmeyenin adı da hulm dür.
Rasûlullah (s.a.)'ın:
"Çünkü o düş kendisine asla zarar verecek değildir." sözünden murad
"Allah teâlâ üç defa sol tarafına tükürüp şerrinden Allah'a sığınmayı o
kimsenin korktuğundan kurtulup selâmete ermesine sebep kılmıştır. Nitekim
sadakayı da malı korumak ve belayı defetmek için sebep halk etmiştir"
demektir.
Binaenaleyh bu rivayetlerde
zikredilen hususları, toplayıp hepsiyle amel etmek gerekir. Bir kimse korkunç
bir rü'ya gördü mü, eûzu çekerek sol tarafına üç defa tükürmeli bulunduğu
taraftan öbür yana dönmeli, hatta iki rekat namaz kılmalıdır. Bu suretle rü'ya
hakkında rivayet edilen bütün hadislerle amel etmiş olur. Mamafih
hadislerdekinin bazısıyla amel etmek dahi biiznillah zararı defetmek için
kâfidir.
Kadı Iyaz diyor ki "Üç
defa üfürme emri gördüğü kötü rü'yada hazır bulunan şeytanı kovmak, onu tahkir ve
rezil etmek içindir. Sol tarafa tükürmek de solun sevilmeyen kir ve paslar
mahalli olmasındandır. Sağ bunun aksinedir..."[184]
Kadı Iyaz'ın sol tarafa
üflemekle, sol tarafa tükürmeyi ayrı ayrı zikretmesine bakarak bunların iki
ayrı fiil olduğu zannedilmemelidir. Çünkü-mevzumuzu teşkil eden hadiste geçen
"nefes" kelimesiyle kast edilen tükürükle birlikte üfürmektir.
Binaenaleyh tükrükle birlikte üfürmek birlikte yapılan iki fiildir. Kadı Iyaz
tükrüğün ve üfürmenin ifade ettikleri manaları ayrı ayrı izah edebilmek için
bunları ayrı zikr etmiştir.
Netice itibariyle hoşa
gitmeyen bir rü'ya gören kimsenin yapacağı işler şunlardır:
1. Uyandığı zaman derhal hafif
nefesle birlikte sol tarafına tükürür (Bkz. Mevzumuzu teşkil eden hadis-i
şerif)
2. Üç defa "Allahım, görmüş
olduğum bu rü'yanın şerrinden ve rahmetinden kovulmuş olan şeytanın şerrinden
sana sığınırım" diyerek Allah'a sığınır.[185]
3. Uyanınca öbür tarafına döner.[186]
4. Allah'ın bu rü'yayı hayırlara
getirmesi için dua eder.[187]
5. Bu rü'yayı kendisini seven ve
rü'ya tabiri ilmine vakıf olan kimselerden başkasına anlatmaz.[188]
6. Bu hususlara riayet eden
kimseye görmüş olduğu korkulu, rü'ya hiçbir zarar vermez.[189]
Hoşa giden güzel br rü'ya
gören kimse ise şu hususlara riâyet eder:
1. Görmüş olduğu bu güzel
rü'yadan dolayı Allah'a hamd eder.[190]
2. Bu rü'yayı Allah'tan bir
müjde olarak kabul eder ve bunu başkalarına anlatır.[191]
5022... Hz. Câbir'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Biriniz bir rü'ya
gördüğü zaman (uyanınca) hemen sol tarafına tükürsün ve üç defa şeytandan
Allah'a sığınsın, bir de üzerinde olduğu taraftan öbür tarafa dönsün."[192]
Bu hadisle ilgili açıklama bir
önceki hadisin şerhinde geçmiştir.[193]
5023... Hz. Ebu Hureyre
Rasûlullah (s.a.)'ı şöyle buyururken işittiğini söylemiştir:
"Kim beni rü'yada görürse
uyanıkken de görecektir. -Yahut da-: Sanki uyanık iken görmüş gibidir. (Çünkü)
şeytan benim şeklime giremez."[194]
Metinde geçen "uyanık
iken de görecektir.." sözü üzerinde çeşitli açıklamalar yapılmıştır... Bütün
bu görüşleri yedi maddede toplamak mümkündür:
1. Bu cümlede teşbih vardır.
"Beni rü'yada gören aynen uyanık iken görmüş gibidir. Binaenaleyh beni
rü'yada gören eğer uyanık iken görmüş olsaydı, uyanık iken görmesi aynen
rü'yada gördüğüne uygun olurdu" demektir.
Ancak bu izah Hz. Peygamberin
rü'yada aslî sıfatına uygun olarak görülmesiyle ilgilidir. Rü'yada asli
sıfatlarına aykırı biçimde görülürse o zaman bu rü'ya te'vile muhtaçtır.
Meselâ yüzü, gören kimseye dönük olarak görülmüşse bu hayra alamettir. Sırtı
dönük olarak görülmüşse şerre alâmettir.
2. "Beni rü'yasında gören
kesinlikle kıyamet gününde de görecek" demektir. Ancak bu görüş tenkid edilmiştir.
Çünkü Hz. Peygamberi kıyamet gününde ümmetinin hepsi görecektir. Binaenaleyh
Hz. Peygamberi kıyamet gününde görmeyi sadece onu rü'yada görenlere tahsis
etmenin bir anlamı yoktur.
3. "Beni rü'yasında gören
benim hakikatimi görmüş demektir." anlamına gelir. Ancak bu görüş Hz.
Peygamberin hakikatini görmek onu vefatından önceki cismi ve ruhuyla görmekle
mümkün olacağından Hz. Peygamberin, o anda vefatından önceki suretiyle o zatın
önüne gelip te-cessüm etmiş olmasını gerektirir ki; bir kimsenin Hz. Peygamberi
vefatından sonra bu şekilde görmesi mümkün olmayacağı gibi, kabri de boş kalacağından,
kabrini ziyarete gelenler boş bir mezarı ziyaret etmiş olacaklardır,
gerekçesiyle tenkid edilmiştir,
4. "Beni rü'yasında gören,
sağlığımdaki suretimle görmüştür" anlamına gelir. Bu görüşe göre Hz.
Peygamberi rü'yasında Şemail kitaplarında tarif edilen şekle aykırı olarak
görenlerin rü'yalarının sadık rü'ya olmayıp karışık rü'ya olması gerekir. Oysa
şurası bilinen bir gerçektir ki, Hz. Peygamberi rü'yasında Şemail kitaplarında
tarif edilen vasıflara aykırı olarak görmüş bile olsa onun rü'yası haktır.
Fakat te'vile muhtaçtır. Mesela bir kimsenin onu rü'yada evine girerken görmesi
evinin hayırlarla dolacağına alâmettir.
5. "Beni rü'yasında gören
beni sağlığımda kullandığım aynadan görebilecektir" anlamına gelir ve bu
mevzudaki görüşler içerisinde isabet derecesi en az olan görüş budur.
6. "Benim asrımda yaşadığı
ve bana iman ettiği ve beni rü'yasında gördüğü halde uyanık iken göremeyenler
mutlaka Medine'ye hicret etmek suretiyle uyanık iken de görmeye muvaffak
olacaklardır" anlamına gelir.
7. "Beni rü'yada
gören kimse uyanınca mutlak surette tâbir veya hakikat yoluyla bu rü'yanın
te'vilini anlayacaktır" demektir.[195]
8. "Beni rü'yada gören
benim manamı kavramaya yarayacak bir misal görmüştür, cesedimi
görmüş değildir" demektir.Bu görüş imam
Gazzali'nindir.[196]
Her ne kadar Hz. Peygamberi
vefatından sonra, uyanık iken görmenin mümkün olup olmadığı meselesi ulema
arasında ihtilaflı ise de aslında sa-lihlerden büyük bir cemaatin Resul-ü zişan
efendimizi rü'yalarında gördükten sonra uyanık iken de görüp müşkillerini
sorarak öğrendikleri rivayetleri meşhurdur. Bunlar evliyanın kerameti
nev'inden olaylardır.
İmam Şar'anî (r.a.) bu mevzuda
şöyle diyor: "Sallalahü aleyhi ve Sel-lemt/".fendimize çokça salat ve
selam getirmeye çalışmalısın böylece o çevreye girebilecek ve efendimizi
görecek bir yol bulmuş olursun..
.... Bu iz üzerinde yürüyen
herhangi bir kişi bütün kusur ve kabahatlerdendim cay a kadar Rasûlullah
(s.a.) efendimize salat ve selamı çoğaltırsa, artık o kişi uyanık bir halde
iken istediği an (s.a.)'le buluşabilir..."[197]
".... Şeyh Nureddin Şûnî
hazretleri günde onbinkez salat ve selam getirirdi. Ahmed Zehavî de kırkbin
salat okurdu. Birgün bana şöyle demişti:
Bizim yolumuz yüce Peygambere
salat ve selamı çokça getirmektir. Bu sayede Rasûlullah meclisimize uyanık
halde şeref verir, ashab-ı kiram gibi kendisiyle sohbet eder, dinimizin kapalı
yönlerini, şüpheli, zayıf olarak anlatılan hadislerin doğruluk derecesini
kendisinden öğrenir, sonra tavsiyeleriyle amel ederiz.."[198]
İmam Gazzalî hazretleri
el-Münkizu Mine'd-Dalâl isimli eserinde bu gerçeği şöyle ifade eder:
"Tarikatın başlangıcından
itibaren keşif ve müşahedeler başlar, hatta onlar uyanık halde bile melekleri
ve nebilerin ruhlarını görürler, onlardan sözler işitir ve faydalar temin
ederler."[199]
Yine İmam Gazzali hazretlerine
göre rü'yasında Hz. Peygamberi gören kimse aslında Hz. Peygamberin kendini
değil, misalini görmüştür. Tıpkı rü'yasmda Allah'ı gören kimse gibi. Gerçekten
hak teâlâ hazretlerinin temiz zâtı, suretten ve şekilden münezzehtir. Fakat o
görünen misal onu tanımaya bir vâsıta olabilir."[200]
Bezlü'l-Mechud haşiyesinde
açıklandığına göre bu konuda üç görüş vardır:
1. Rü'yasmda Hz. Peygamberi
Şemail kitaplarında tarif edilen şekliyle görmüşse bu kimse rü'yasmda
gerçekten Hz. Peygamberi görüştür. Metinde geçen "Çünkü şeytan benim
şeklime giremez" mealindeki cümlede anlatılmak istenen de budur. Buna
göre, her kim Hz. Peygamberi sakahndaki 21 adet beyaz kıldan bir tanesini dahi
eksik olarak görse Hz. Pey-gamber'i gerçek şekliyle görmemiştir. Nitekim
ashab-i kirâm'da Hz. Peygamberi rü'yalarında gördükleri zaman bunun doğru olup
olmadığını Hz. Peygamber'in bilinen sıfatlarına uygun olup olmadığına göre
değerlendirirlerdi.
2. Hz. Peygamberi rü'yasmda
gören bir kimse her ne surette görürse görsün mutlak surette Hz. Peygamberi
kalp gözüyle görmüştü.
3. Rü'yasmda Hz. Peygamber'i
temiz kimselerin şeklinde gören kimse de Hz. Peygamberi gerçekten görmüştür.
Hz. Peygamber, bir kimseye
rü'yasmda şarap içmesini emretse, bu emir o kimsenin günahkârlığını kinayeli
olarak dile getiren bir söz olarak kabul edilir. Bir kimsenin öfkelendiği zaman
karşısındaki ağzına pislik doldur, demesi gibi..."[201]
Bu konuyu
el-Mevâhibü'l-Ledünniyye'den aktaracağımız şu cümlelerle noktalıyoruz:
"Bir kimse Rasûlullah efendimizi gayet güzel bir suret üzre görse, gören
kimsenin dininde güzel olduğu delalet eder. Azasından birini noksan olarak
görse, gören kimsenin dininde bir noksan bulunduğuna delalet eder." Doğru
söz bu sözdür. Nice kere tecrübe edilip böyle bulunmuştur, dediler. Bu takdirde
Peygamber efendimizi rü'yada görmenin çok büyük faydası olur. Her kişi kendi
halini müşahede eder. Noksanı varsa tamamlamaya çalışır. Güzel hali varsa
onları daha da arttırmaya heves eder, şükür üzere olur. Velhasıl Rasûlullah
efendimiz hazretleri parlak bir ayna gibidir ki, onda asla bulanıklık ve keder
tozlan bulunmaz. Ona bakan kimse kendi suretini müşahede eder.
Rü'yada işitilen sözü hakkında
da böyle demişlerdir. Mesela bir kimse rü'yasmda Rasûlullah efendimizden bir
söz işitmiş olsa, sünnetine tatbik eder, eğer uygun düşerse haktır, eğer
aykırı gelirse o işitenin kendi bozukluğu yüzündendir. Şerefli zatını görmek
haktır. Aykırılık ve noksanlık olursa gören kimsenin kendi halinin öyle
olmasındandır. En iyisini Allah bilir.[202]
5024... İbn Abbas
(r.a.)'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş:
"Her kim bir suret yaparsa, Allah ona kıyamet gününde (yaptığı) o surete
ruh verinceye kadar azabedecektir ve o kimse o surete ruh vere(bile)cek (güce
sahip) değildir. Kim de görmediği bir rü'yayi gördüğünü iddia ederse, o kimse
bir arpa tanesini (iki ucunu bir araya getirmek suretiyle) düğümlemeye
zorlanır. (Bunu yapması ise imkânsızdır) ve her kim de kendisinden (işitmesini
istemedikleri için) söz kaçıran bîr cemaatin konuşmasına kulak verirse kıyamet
gününde onun kulağına saf kurşun eriği dökülecektir."[203]
Mevzumuzu teşkil eden hadis-i
şerifte üç önemli günah üzerinde durulmakta ve bu günahların kıyamet günündeki
cezalan haber verilmektedir:
1. Suret yapanlara kıyamet
gününde yaptıkları resmin canını vermeleri teklif edilecektir. Onlar bu emri
yerine getirinceye kadar kendilerine azab edilecektir. Allah'dan başka hiçbir kimsenin
can vermeye gücü yetmediğinden bu kimseler de asla kendilerinden istenen bu
can verme işini yerine getiremeyeceklerdir. Dolayısıyla bu azab Allah'ın affı
erişmediği takdirde sonsuza kadar sürüp gidecektir.
Biz, suretin ne manaya
geldiğini ve fıkıh ulemasının bu konudaki görüşlerini bu eserimizin birinci
cildinde, 227 numaralı hadisin şerhinde, açıkladığımızdan burada tekrara luzüm
görmüyoruz.
2. Görmediği bir rü'yayı,
gördüğünü iddia eden kimseye kıyamet gününde bir arpanın iki ucunu bir araya getirip
düğümlemesi emredilecek, bu yerine getirilmesi imkansız olan emri yerine
getirinceye kadar kendisine azab edilecektir. Bir başka ifadeyle eğer Allah'ın
affı yetişmezse sonsuza kadar azab edilecektir.
Bu hususta uyanık iken yaşanan
olaylar hakkında yalan söyleyen kimseye bu kadar ceza verilmezken rü'ya
hakkında yalan söyleyen kimseye niçin bu kadar ceza veriliyor, diye itiraz
edilirse, şöyle cevap verilir: "Çünkü rü'ya peygamberlikten bir
cüz'dür." Binaenaleyh böylesine Önemli bir hadiseye yalan karıştırmanın
cezası da o nisbette büyük olur.[204]
3. Konuştuklarının kendi
aralarında gizli kalmasını isteyen kimselerin konuşmalarını gizlice dinleyen
kimsenin kulağına kıjamet gününde.saf kurşun eriyiği dökülecektir. Bu kimse
kulağıyla böyle çirkin bir suçu işlediği için böyle büyük bir cezayı hakketmiş
olur. Ancak arzulan hilâfına konuşmalarını dinlemiş olduğu bu kimselerle
dünyada helalleşirse yahut-ta Allah'ın lütfü imdadına yetişirse o zaman bu
günahtan kurtulur.[205]
5025... Hz. Enes İbn
Malik'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bu gece rü'yamda (kendimizi) Ukbe İbn Râ-fi'in evinde imişiz gibi gördüm.
(Orada) bize İbn Tabe hurmasından hurma getirildi. (Ben de bu rü'yayı): Dünyada
yükselme, âhirette de (iyi) sonuç bizim içindir ve dinimiz kemâle ermiştir,
diye yorumladım."[206]
İbn Tab hurması: Araplar
arasında Rutabu b. Tab, temrü ibn Tâb azku ibn Tâb urcûnu ibn Tâb isimleriyle
anılan meşhur ve makbul bir hurma türüdür.
İbn Tâb ise Medine'de yaşamış
bir zattır. "Tâbe" fiili güzel oldu. Tamamlandı ve kemâle erdi
anlamlarına gelir. Hz. Peygamber, rü'yasında kendisini İbn Râfi'in evinde
görmesini tefe'ül yoluyla yükseklikle yorumlamıştır. Çünkü Râfi yüksek
demektir. İbn Râfi'in ismi olan Ukbe'den de yine tefe'ülen (yanı uğurlu sayma
yoluyla) iyi sonuç manasını çıkarmıştır. Çünkü Ukbe sonuç anlamına gelir.
Resulü Zişan efendimiz riT
yasında görmüş olduğu "İbn Tâb hurmalarım da îslâmiyetin güzelliğine ve
kemâline yorumlamıştır. Çünkü yukarıda da açıkladığımız gibi "tabe” güzel
oldu ve kemâle erdi manalarına geldiği gibi, iman da aslında tadh hurmaya
benzer.
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerif rü'yaları iyiye yorumlamak gerektiğine delâlet etmektedir.[207]
5026... (İbn Ebi Said
el-Hudrî'nin) babasından (rivayet ettiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Biriniz esnediği zaman
(eliyle) ağzını tutsun. Çünkü şeytan girer."[208]
5027.. Süheyl'in (yine
İbn Ebi Said el-Hudrî' ve onun babası yoluyla yaptığı) diğer bir rivayete göre
Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"(Birinizin) namazda
esne(mesi gel) diği vakit gücü yettiği kadar ona engel olmaya çalışsın."[209]
Esnemek: Vücuda gevşeklik
verir. Bu ise şeytanın işine yarar. Bu bakımdan esneyen bir kimse ister
istemez, hayırlı işlerden uzak kalır ve başarısızlığa düşer. Bu da netice
itibariyle şeytanın, o kimsenin içine girip kendisine hâkim olmasına denktir
hadisedir.
Namaz içerisindeki esneme ise
kişiye gaflet verip, onu namazın özü olan huşu ve hudû'dan alıkoyar. Şeytanın
namaz kılan bir kimseye yapabileceği en büyük kötülük budur.
Hadis-i şerifi bu noktadan ele
alarak açıklamamız mümkün olduğu gibi zahiri manasına alarak "esneyen bir
kimsenin ağzından içerisine şeytanlar girip, ona zarar verebilir"
şeklinde açıklamamız da mümkündür.
Binaenaleyh esnemesi gelen bir
kimse gücü yettiğince onu önlemeye çalışmalı, mideyi şişirmek, gaflet meclislerinde
bulunmak gibi esnemeye sebep olacak hallerden kaçınmalı ve eğer bütün gayretine
rağmen buna muvaffak olamamışsa elini ağzına koyarak esneme anında yüzünün
alacağı çirkin manzarayı gizleyerek şeytana fırsat vermemelidir. Hafız
Irakî'nin Tirmizi üzerine yazdığı şerhindeki açıklamasına göre, bu hadisin bazı
rivayetlerinde mutlak esnemeden bahsedilirken, bazılarında namazda esnemeden
bahsedilmesi "namazda esneme" payının "mutlak esnemeyi" de
kayıtladığını, binaenaleyh engellenmesi istenen esnemenin namazdaki esneme
olduğunu gösterir. Çünkü şeytan namazda insana her zamankinden daha fazla
zarar vermek ister. Ayrıca namazda esnemenin diğer zamanlardaki esnemeden daha
çirkin olduğunda şüphe yoktur. Bu namaz dışında esnemenin bir sakıncası olmadığı
anlamına gelmez. Çünkü ister namaz içerisinde olsun, ister namaz haricinde
olsun esnemek şeytandandır, (bk. 5028 no-lu hadis). Öyleyse her iki halde de
esnemek mekruhtur. Fakaz namaz içerisindeki o esnemenin keraheti daha da
şiddetlidir. İbn el-Arabî de bu görüştedir.[210]
5028... Hz. Ebu Hüreyre'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki Allah
aksırmayı sever, esnemekten hoşlanmaz. Binaenaleyh, biriniz esne(mesi gel)diği
zaman elinden geldiğince onu önlemeye çalışsın. (Esneyip de ) hâh... hââh...
diye ses çıkarmasın. Çünkü bu şeytandandır. Şeytan buna güler."[211]
Allah (c.c.) esnemeyi sevmez.
Çünkü esneme bejene arız olan ağırlıktan ve duyu organlarında meydana gelen
gevşeklikten doğar. İnsana gaflet, tenbellik verir. Anlayışı zayıflatır. Bu
yüzden Allah (c.c.) onu sevmez. Şeytansa işine yaradığı için onu çok sever.
Aksırmak ise, vücutta fazladan
olan lüzumsuz salgıların atılmasına, bu ifrazatın atılması neticesinde vücudun
ve dimağın hafiflik kazanmasına, ruhun zindeleşmesine, duyu organların
kuvvetlenmesine sebep olduğu için Allah onu sever, şeytansa sevmez. Ancak,
Allah'ın sevdiği aksırma nezle sebebiyle olan aksırma değildir. Nezle
sebebiyle meydana gelen aksırmalar bir nevi rahatsızlıktan doğduğu için makbul
değildir. Bununla beraber, imam Nevevî hangi sebeble olursa olsun aksıran bir
müslümana "yerhamükellah: Allah sana rahmet etsin" diye duada bulunmak
müstehabdir, demiştir.[212] Biz bu mevzudaki görüşleri (5030) numaralı
hadis-i
şerifin
şerhinde
açıklayacağız; inşallah.
"Hadis-i şerifte
esnemenin şeytandan olduğu haber verilmektedir. Esnemenin şeytandan olmasından
maksat, şeytanın bundan memnun olması ve bunu çok arzu etmesidir. Bir başka
ifadeyle esnemenin şeytana izafe edilmesindeki izafet, riza ve irade
izafetidir. Yani şeytanın rızası ve iradesi sebebiyle esneme, ona izafe ve
nisbet edilmiştir.
İbnü'l-Arabî'nin açıklamasına
göre aslında şeriat her çirkin işi şeytana nisbed eder. Çünkü şeytanın işi
insanın çirkin işler yapmasına vasıta olmaktır. Hayırlı işleri de meleğe nisbet
eder. Çünkü meleğin işi insanın hayırlı işler yapmasına vasıta olmaktır.."
Buharı sarihi Bedriiddin Aynî
de metinde geçen "Biriniz esn(mesi gel)diği zaman elinden geldiğince onu
önlesin" cümlesini açıklarken şöyle der:
"Esnemesi gelen kimse ya
eliyle ağzını kapatarak, dudaklarını kapatarak, esnemeyi önlemek suretiyle,
şeytanın esneme esnasında yüzde meydana gelen çirkinliği görerek gülüp
sevinmesine ya da şeytanın ağız boşluğundan sızarak içeri girmesine[213] fırsat vermemeli, esneme esnasında
çıkan sesini alçaltmalı, esnemenin en kısa zamanda sona ermesine çalışmalıdır.
Aksırmanın da kendine göre
edepleri vardır. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz:
1. Aksıran kimse elden
geldiğince sesini alçaltmalı,
2. Aksınnca elhamdülillah
demeli,
3. Yüzünü eliyle kapatarak,
ağzından ve burnundan saçılan salgıların sağa sola yayılmasını önlemeli,
4. Etrafında bulunan kişilerin
üzerine doğru aksırmaktan kaçınmalı dır."[214]
5029... Hz Ebıı
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) RasÛlullah (s a) aks'İracağ, zaman elini
ya da elbisesinin bir tarafını) yüzüne koyar, (böylece) aksırmayla (çıkan) sesi
alçaltır yahut da kısarmış. (Ravı) Yahya (rivayet ederken "alçaktı ve
kıstı" kelimelerinin hangisinin olduğunda) şüpheye düştü.[215]
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadiste aksıran kimseye tavsiye edilen bu hususlar, etrafında bulunan kimseleri
rahatsız etmemesi için, aksırmanın adabıyla ilgili hususlardır. Nitekim bir
önceki hadis-i şerifde açıklamıştık.[216]
5030... Hz Ebu Hüreyre'den
(rivayet edildiğine göre) RasÛlullah (s a.) şöyle buyurmuştur: "Bir
müslümamn (muslüman) kardeş» üzerinde (ki hakkı) beştir:
1. Selamı almak
2. Aksırana (elhamdülillah
demesi halinde) teşmît etmek (yerhamu-kallah: Allah sana merhamet etsin,
demek).
3. Davete icabet
etmek,
4. Hastayı ziyaret etmek,
5. Cenazeyi uğurlamak."[217]
Müslim'in rivayet ettiği diğer
bir hadis-i şerifte ise mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte sayılan
haklardan fazla olarak bir de: "Senden nasihat istediği zaman ona nasihat
et"[218] anlamında bir cümle daha yer almaktadır. Bu cümle ile bir
müslümanın bir müslüman üzerindeki hakkı altıya çıkmaktadır.
Netice itibariyle bu
haklardan:
1. Birinci hak selamını almaktır
ki biz bu konuyu 5193-5210 numaralı hadislerin şerhinde açıklayacağız,
inşaallah.
2. İkinci hak aksırana
"elhamdülillah: Allah'a hamd olsun" demesi halinde
"yerhamükellahü: Allah sana merhamet etsin" diye dua etmektir,
şeklinde teşmitte bulunmaktır.
Bilindiği gibi teşmît: Aksıran
kimseye "yerhamükellah: Allah sana merhamet etsin" diye dua etmektir.[219]
Teşmit ve tesmit kelimeleri
aslında hayır ve bereketle dua etmek anlamına gelir. Fakat bu mana teşmit
kelimesinde, tesmit kelimesinden da-hada fazladır. Bazıları teşmit "Allah
seni düşmanlarına gülünç duruma düşmekten korusun" anlamına gelir[220] demişlerdir.
Bu mevzuda Avnü'l-Mabud yazarı
şöyle diyor: "Teşmît, düşmanın sevinmesinden uzak kalmayı dilemektir. Tesmît
ise hidayetin en güzelini dilemektir." Aksıran kimseye teşmit'in nasıl
yapılacağı konusunda Hz. Ebu Hüreyre'den gelen bir hâdis-i şerif şu mealdedir:
"Biriniz aksırdığı vakit
"elhamdülillah" desin, din kardeşi veya arkadaşı da
"Yerhamükellah" diye mukabele etsin. O da bu sefer "Allah size
hidayet versin ve halinizi ıslah etsin" desin."[221]
Cumhuru ulema bu hadis-i
şerife dayanarak "aksırdıktan sonra "Elhamdülillah" diyen bir
kimseye "Yerhamükellah" diye dua edilir. Aksıran kimsenin de
kendisine bu şekilde dua eden kimseye "yehdikümüllah ve yüslihu belaküm1'
diye dua etmesi vacibdir" demişlerdir. Küfe ulemasına göre aksırınca
"Elhamdülillah1' dediği için kendisine "yerhamükellah: Allah sana
merhamet etsin" diye dua edilen kimse "Yağfirullahü lena ve le-küm
(Allah sizi de bizi de mağfiret buyursun)" diye mukabele eder. Delilleri
ise Taberanî'nin ibn Mes'ud (r.a.)'dan rivayet ettiği "yağfirullahü lenâ
ve leküm (Allah sizi de bizi de mağfiret buyursun)"[222] hadisidir.
Ulemadan bazıları, aksıran
kimse kendisine dua eden kimseye bu iki duadan biriyle mukabele edebilir,
derken bazıları da her ikisiyle birden mukabele etmesi gerektiğini
söylemişlerdir.
Zahirilerle, Malikilerden İbn
eî-Arabî, Müslim'in rivayet ettiği "Allah'a hamd ederse dua et.."[223] mealindeki hadisteki "dua
et", emrine dayanarak aksırdıktan sonra "elhamdülillah" diyen
kimseye dua etmenin vâcib olduğunu söylemişlerdir.
İmam Nevevî'nin açıklamasına
göre, ulema aksıran kimsenin: "elhamdülillah" demesinin müstehab
olduğunda ittifak etmişlerdir. Aksıran kimse hamdetmezse yanında bulunan
kimselerin bunu kendisine hatırlatmaları müstehaptir. Bu sebeple de ona... hamd
eder ve yanındakilerde ona tekrar dua etme fırsatı bulmuş olur. Bu emr-i
bilma'rûf kabilinden hayırlı bir iştir.[224] Bu mevzuda Tuhfe yazarı da şu görüşlere
yer vermektedir: "Hafız İbn Hacer'in açıklamasına göre mevzumuzu teşkil
eden hadiste geçen "aksırana dua eder" sözünün zahiri İbn
Dakiki'l-İ'd'e göre vücûb ifade eder. Nitekim Hz. Ebû Hüreyre'nin rivayet
ettiği "Biriniz aksınr da Allah'a hamdedecek olursa onu işiten her
müslümamn ona: "Rahimekallah: Allah sana merhamet etsin" diye dua
etmesi üzerine vacib olur"[225] mealindeki hadis de bu görüşü
desteklemektedir.
Ayrıca Maliki ulemasından İbn
Mezin ile Zahiri ulemasının büyük çoğunluğu da bu görüştedirler.
İbn Ebi Cemre:
"Ulemamızdan bir cemaat, aksırıp "elhamdülillah" diyen kimseye
dua etmenin farz-ı ayn olduğunu söylemişlerdir." demektedir. İbn el
Kayyım el-Cevzî de bu görüştedir. îbn Kayyım'e göre gerek aksırınca
"elhamdülillah" diyen kimseye dua etmeyi açıkça emreden hadisler ve
gerekse bu konudaki şahabı sözleri aksıran kimseye dua etmenin farz-ı ayn
olduğunu ifade etmektedir. Halbuki fıkıh uleması bazan bu kadar bol delili bir
arada bulamadıkları halde, daha az delille bazı hükümleri tesbit etmişlerdir.
Görüldüğü gibi bu mes'elede sözü geçen hükmün is* batı için pekçok delil bir
arada bulunmaktadır.
Ebu'l-Velid İbn Rüşd ve Ebu
Bekir İbn el-Arabî ile Hanefi ulemasına ve Hanbelîlerin büyük çoğunluğuna ve
Malikilerden bir cemaate göre ise müstehabtır. Ve bir topluluktan birinin bu
görevi yapmasıyla diğerleri sorumluluktan kurtulmuş olurlar.
Şafiî ulemasının görüşü de
budur.[226]
İbn el-Kayyim, Zâdü'I Meâd
isimli eserinde: "Muhakkak ki Allah aksırmayı sever, esnemektense
hoşlanmaz. Binaenaleyh aksırınca Allah'a hamdeden bir kimseyi işiten herkese
onun için dua etmek vacibdir."[227] mealindeki hadisi delil getirerek
aksırınca: "Elhamdülillah" diyen kimseye dua etmenin farz-ı ayn
olduğunu İbn Ebî Zeyd ile Malikilerden İbn el-Arabî'nin de aynı görüşü
paylaştığını[228] söylemiştir.[229]
Rivayete göre: "Ebu
Dâvud, bir gemide bulunuyormuş. Derken sahilde birinin akşınlığını işitmiş ve
hemen bir dirheme bir kayık kiralayarak ak-sıranın yanına gitmiş. Ona teşmiti
yaptıktan sonra tekrar geriye dönmüş. Kendisine neden tâ oraya kadar gittiği
sorulunca:
Olur ki o zat duası makbul bir
kimsedir. Diye cevap vermiş. Gemide-kiler o akşam uyudukları vakit bir ses
işitmişler, birisi onlara:
Hiç şüphe yok ki Ebu Davûd,
Allah'dan cenneti bir dirheme satın aldı, diyormuş.[230]
Aksıranın riâyet etmesi gereken
bazı edebler vardır ki onları şu şekilde özetlemek mümkündür:
Aksıracağı zaman elini ya da
elbisenin bir tarafını ağzına tutarak sesini kısmalıdır. (Bk. 5029 numaralı
hadis-i şerif)- Aksırınca hemen akabinde "Elhamdülillahi
rabbi'î-âlemin" demelidir. Nitekim bir hadis-i şerifte "Biriniz,
aksırır da: Elhamdülillah derse melekler: Rabbilâlemîn derler. O kimse:
Rabbilâlenıin de derse, melekler: Allah sana rahmet buyursun, derler"
buyurulmuştur.[231]
c. Aksırık üç defa tekerrür
ederse teşmit de tekrarlanır. Daha fazlası için teşmit yapılmaz. Çünkü daha
fazlası nezledendir. (Bk. 5034 nolu hadis).
d. Etrafında bulunan kimselerin
üzerine doğru aksırmaktan kaçınmalıdır.
3. Üçüncü Hak: Davete
icabet etmektir.
Mevzumuzu teşkil eden hadisin
zahiri, her davete icabet etmenin farz olduğunu ifade etmektedir. Ancak ulema:
"Sizden biriniz düğün yeme-ğine'çağrildiği zaman, ona mutlaka gitsin"[232] hadis-i şerifini gözönüne alarak, bu
farziyyeti düğün yemeğine tahsis etmişlerdir. Nitekim:
"Bu davete icabet etmeyen
kimse Allah'a ve Rasûlüne isyan etmiş olur"[233] hadisi de buna delalet etmektedir.
Çünkü Peygamber (s.a.)'in bu hadiste geçen davet sözüyle düğün yemeğini kast
ettiği bilinmektedir.
Hanefilerin el-İhtiyar isimli
fıkıh kitabında bu konuda şöyle deniyor:
"Eğer davetli oruçlu ise
davete gider ve dua eder, oruçlu değilse yemek yer ve dua eder, yemezse günaha
girer ve ev sahibine eziyet etmiş olur.
Çünkü bu tutum onunla alay
etmek demektir" düğüne davet edilenin bu davete uyması gerekir. Eğer
düğüne gitmezse günahkâr olur.[234]
San'anî'nin açıklamasına göre
bu mevzuda söylenecek en isabetli söz şudur: "Düğün yemeği dâvetine uymak
farz, diğer davetlere uymaksa menduptur."[235]
4. Dördüncü hak: Bir müslüman
nasihat istediği zaman kendisine nasihat etmektir.
Ulema mevzumuzu teşkil eden
hadîsin Müslim'in Sahih'inde yer alan rivayetindeki: "Senden
nasihat isterse nasihat et" emrine bakarak nasihat isteyene nasihat
etmenin ve onu asla aldatmamanın farz; nasihat istemeden nasihatta bulunmanın
da mendup olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu hayra ve iyiliğe önder olmlak
demektir.[236]
5. Beşinci hak ise, hastayı
ziyarettir. Mevzumuzu teşkil eden hadisin Müslim'in Sahih'inde bulunan
rivayetindeki: "Hastalandığı zaman ziyaret" anlamındaki emir bunu
ifade eder.
Buharî'ye göre söz konusu emir
farziyet ifade ettiğinden hastalanan bir müslümanı ziyaret etmek farzdır.
Farz-ı kifâye olduğunu söyleyenler de olmuştur. Cumhur-i ulemaya göre ise
mendubtur Şafiî ulemasından İmam Nevevî bu ziyaretin farz olmadığına dair icma
bulunduğunu söylemiştir. İbn Hacer el-Askalanî'ye göre İmam Nevevî bu sözüyle
bu rivayetin farz-ı ayn olmadığına dair icmâ olduğunu söylemek istemiştir.
Hastalanan bir müslümamn
ziyaret edilmesi konusunda, hastanın tanıdık olmasıyla tanıdık olmaması
arasında bir fark olmadığı gibi, hastanın yakınlardan olup olmaması arasında
da bir fark yoktur. Hatta hastalığın fazla acılı ve ağrılı olup olmaması da
önemli değildir. Her ne kadar bazıları göz ağrısına tutulan bir kimseyi
ziyaret etmek gerekmez diyerek, göz ağrısı hastalığını bu hükmden istisna etmek
istemişlerse de bu doğru değildir. O da bu hükmün şümulüne dahildir. Çünkü Hz.
Zeyd İbn Erkam: "Rasûlullah (s.a.) gözüm ağrıdığı için beni ziyaret
etti" (bk. Ebu Davud 3102 numaralı hadis) demiştir.
Mevzumuzu teşkil eden hadiste
yer alan: "Hastayı ziyaret" kelimesi ve bu hadisin Müslim'deki
rivayetinde yer alan "Hastalandığı zaman ziyaret et" cümlesi,
hastalanan bir müslümamn hastalığının ilk gününde bile ziyaret edilebileceğine
delalet etmektedir.
Her ne kadar "Peygamber
(s.a.) bir hastanın hastalığının üstünden üç-gün geçmedikçe onu ziyaret
etmezdi"[237] anlamında bir hadis-i şerif varsa da bu hadis sahih bir
hadis değildir. Çünkü senedinde güvenilmeyen bir râvi vardır.
Hadisin metninde geçen
"Müslüman üzerindeki hakkı" kelimesinden zimmilerin (gayr-i
müslimlerden olan vatandaşların) hastalandıkları zaman kendilerinin ziyaret
edilmelerini beklemeye haklan olmadığı gibi bir mana anlaşılmakla beraber, Hz.
Peygamber'in zimmî olan bir hizmetçisini hastalığı esnasında ziyaret ettiği ve
duası bereketiyle onun da müs-lüman olduğu bilinmektedir.
Yine bilinen bir gerçektir ki
Peygamber efendimiz ölüm döşeğinde yatmakta olan amcasını ziyaret edip onu
müslüman olmaya davet etmiştir.[238]
6. Bir müslümamn bir müslüman
üzerindeki haklarından biri de cenazesinin kaldırılıp uğurlanmasıdır.
Mevzumuzu teşkil eden hadisin son cümlesi bu görevin yerine getirilmesinin farz
olduğuna delalet etmektedir. Bu hususta cenazenin tanıdık olmasıyla olmaması
arasısında bir fark yoktur.[239]
Bilindiği gibi Hanefi
ulemasına göre, bir müslümamn cenaze namazım kıldırıp defnetmek farz-ı
kifâyedir. Müslümanlardan bazılarının bu görevi yapmasıyla diğerleri bu
görevden kurtulur.
Tirmizî'nin rivayetinde
müslümamn müslüman üzerindeki hakları sayılırken: "Kendisi için
sevdiğini, onun için de sevmektir"[240] şeklinde bir yedinci hak daha yer
almaktadır. Ancak iyi dikkat edilirse sözü geçen bu cümlenin yeni bir hüküm ve
hak getirmediği, ancak daha önce geçen altı maddeyi özetleyen ve altı maddeyi
de kapsayan kapsamlı bir cümle olduğu anlaşılır.[241]
5031... Hilâl b. Yesaf'dan
demiştir ki:
(Birgün) Salim b. Ubeyd'le
birlikte bulunuyorduk. (Orada bulunan) cemaatten biri aksirdı ve hemen
arkasından: "esselamü aleykum" dedi. Bunun üzerine Salim:
Sana da, anana da, (selam
olsun) diye mukabedele bulundu. (Bu mukabeleden) sonra (adamın bu mukabeleden
alındığını hissettiği için) "Her halde sen benim söylediğim (bu söz)den
alındın" dedi. (Adam da):
Annemin ismini hayırla da
şerle de anmamanı isterdim, karşılığını verdi. (Bunun üzerine Salim) şöyle
dedi:
Ben sana (bu hususta) sadece
Rasûlullah (s.a.)'in söylediğini söyledim. Biz (bir gün) Rasûlullah (s.a.)'in
yanında bulunuyorduk. Topluluktan birisi aksırmışti da akabinde "Esselâmu
aleykum" demişti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) (Ona):
"Sana da anana da"
diye karşılık vermişti ve sonra (bize hitab ederek):
"Sizden biriniz aksırdiğı
zaman Allah'a hamdetsin" (Ravi Hilal, Salim'in Hz. Peygamber'den naklettiği
hamd şekillerini hafızasında iyice muhafaza edemediği için) bir takım hamdler
rivayet etti. Sonra (rivayetine devam ederek, Salim'in Hz. Peygamber'den) şu
sözleri (naklettiğini) söyledi:
"... ve yanında bulunan
kimse de ona - Allah sana merhamet etsin-desin, (aksıran kimse de) onlara:
"Allah bize de size de mağfiret etsin" diye karşılık versin."[242]
Bu hadis-i şerif aksırınca
elhamdülillah dediği için kendisine dua edilen kimsenin "yağfirullahü
lenâ ve leküm: (Allah bize de size de mağfiret etsin" diye mukabele etmesi
gerektiğini söyleyen Küfe ulemasının delilidir. Nitekim bir önceki hadisin
şerhinde ayrıntılı bir şekilde açıklamıştık. Görüldüğü gibi hadis-i şerifte
ismi açıklanmayan bir kimse Hz. Peygamber'in huzurunda aksırınca
"elhamdülillah" demesi gerekirken "esselamü aleyküm" demiş,
Hz. Peygamber de ona bu yanlış duayı annesinin Öğretmiş olduğunu tahmin ettiği
için hem kendisinin hem de annesinin bu gibi yanlışlıklardan kurtulmak için
duaya ihtiyaçları olduğunu düşünerek ona: "Allah'ın selamı senin ve
annenin üzerine olsun" diye dua etmiştir. Bu durum gösteriyor ki aksıran
bir kimsenin "elhamdülillah" yerine "esselamü aleyküm" demesi
kötü bir bid'attir. Sünnete uygun olan aksıran kimsenin "elhamdülillah"
demesidir.
İmam Nevevî'nin açıklamasına
göre ulema aksıran bir kimsenin aksırmasından sonra "elhamdülillah"
demesinin vacib olmayıp müsteheb olduğunda ittifak etmişlerdir. Nitekim bir
önceki hadisin şerhinde açıklamıştık. Yine orada açıkladığımız gibi
"Elhamdülillahi Rabbil âlemin" demek daha da faziletlidir.
Bu hadis-i şerif, aksırmanın
aksıran kimseye Allah'ın büyük bir nimeti olduğuna delildir, Bu da aksırık
üzerine terettüb ettirdiği hamdden anlaşılmaktadır.
Ayrıca hadiste Allah'ın kuluna
olan fazl-u kereminin büyüklüğüne de işaret vardır. Şöyle ki:
1. Aksırık nimeti sayesinde
ondan zararı gidermiştir,
2. Aksırana hamdetmeyi meşru
kılmıştır.
3. Hamdedene yanındakilerin dua
etmesini meşru kılmıştır.
4. Aksırık sebebiyle, o kimseye
bir nimet ve menfaat hasıl olmuştur. Çünkü aksırık olmasa içerideki boğucu gaz
ve buharlar dışarıya çıkamaz ve belki de içeride kalmış olsa çeşitli
ihtilaflara, güçlüklere sebep olabilir. İşte yerin zelzelesine benzeyen bu
beden zelzelesi ile o gaz ve buharlar birden dışarıya atılır. Fakat bu müthiş
zelzeleden bedenin tek bir uzvunda en ufak bir arıza vuku bulmaz. Bu cidden
şâyan-i şükran bir şeydir. Onun için de aksırıktan sonra hamdetmek meşru
olmuştur.[243]
5032... Şu (bir Önceki)
hadisi Hilal b. Yesaf, Peygamber (s.a.)'dan bir de Halid b. Arface ve Salim İbn
Ubeyd el-Eşcaî yoluyla rivayet etmiştir.[244]
Bu hadisle ilgili açıklama bir
önceki hadisin şerhinde geçmiştir. Bu hadisi Nesâî iki ayrı senedle daha
rivayet etmiştir:
1. Mansur-bir adam- Halid b.
Arfece - Salim
2. Mansur - Hilâl ibn Yesaf-Bir
adam.
Nesâî'ye göre bu rivayetlerden
doğru olanı ikincisidir. Birinci rivayetin senedi yanlıştır.[245]
5033... Hz. Ebû
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Biriniz aksırdiği zaman
"elhamdülillah alâ külli hâl (her halükârda Allah'a hamd olsun)"
desin. (Onun bu hamdini işiten din) kardeşi veya arkadaşı (şüphe râvidendir):
"Yerhamükellah (Allah sana merhamet etsin)" desin. (Arkadaşının bu
duasına karşılık olarak) aksıran kimse de (ona:) "Yehdikümüllah ve yüslihu
bâleküm (Allah size hidayet versin ve halinizi ıslah etsin)" diye dua
eder."[246]
Bu hadis-i şerif aksıran
kimsenin kendisine "yerhamükellah" diye teşmitte bulunan (dua eden)
kimseye "yehdikümüHahü ve yüslihü bâleküm" diye mukabele etmesi gerektiğini
söyleyen cumhuru ulemanın delilidir.
Biz bu mevzuyu (5030) numaralı
hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[247]
5034... Hz. Ebu
Hüreyre'den şöyle de(diği rivayet edil)miştir:
"(Din) kardeşine
(aksırdığı zaman) üç defaya kadar (yerhamükelah diye) dua et. (Bundan)
daha fazla olan aksırmalar ise nezle(den)dir.
(Artık nezleden olduğu
anlaşılacağı için duaya devam etmek gerekmez.)"[248]
5035... Said b. Said'den
demiştir ki:
Benim kesin bildiğim şu ki;
Hz. Ebu Hüreyre bu (bir önceki) hadisi Hz. Peygamber'den (merfû olarak) mânası
ile rivayet etmiştir. (Lafızlarını rivayet ettiğini bilmiyorum).
Ebu Davud dedi ki: Sözü geçen
hadîsi (lafzıyla birlikte); Ebu Nuaym, Musa b. Kay s, Muhammed b. Adan, Said,
Ebu Hureyre - senediyle Peygamber (s.a.)'den (merfu olarak) rivayet etmiştir.[249]
5036... Ubeyd b.
Rifâe'z-Züraki'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Aksıran (bir müslüman)ı üç defa(ya kadar teşmit (etmeye
devam) edersin, (üç defadan fazlasına gelince) eğer teşmit (dua) etmeyi
istersen, teşmit (e devam) et. (Ama) istersen (bundan) vazgeç (e bilisin. Yani
teşmite devam edip etmemek senin isteğine bağlıdır.)[250]
5037... (İyas b.
Seleme'nin) babasından (rivayet edildiğine göre); Bir adam Peygamber (ş.a.)'in
yanında aksirmış da Peygamber (s.a.) ona: "Yerhamükellah (Allah sana
merhamet etsin)" diye dua etmiş. Sonra (adam yine) aksırmış. Bunun üzerine
Peygamber (s.a.):
"Bu adam nezledir"
buyurmuş (ve teşmitten vazgeçmiş.)[251]
Bu babda yer alan hadis-i
şerifler bir mecliste aksıran bir kimseye, üçüncü defa aksırana kadar
"yerhamükallah" diye dua etmeye devam edileceğini, dördüncü defa
aksırmasının ise onun nezle olduğuna delalet edeceğinden, yanında bulunan kimselerin
artık duaya devam edip etmemekte muhayyer olacaklarını, isterlerse bundan
sonrakiler için dua edebileceklerini, istemezlerse dua etmeyi
kesebileceklerini ifade etmektedir.
Hafız İbn Hacer, bu mevzuda
gelen rivayetleri ayrıntılı bir şekilde tetkik ettikten sonra "bir
mecliste üç defa aksıran bir kimsenin daha sonraki aksırmaları için dua etmek
mecburiyeti yoktur" demiştir. Tahavî, Merâ-ki'l-Felâh haşiyesinde, Kâsânî,
Bedayiüssanayi'de İbn Abidin, ed-Dur-rül Muhtar haşiyesinde, İbn Nüceym'de el-Bahrürâik'te
tilavet secdesini açıklarken "bir mecliste birden fazla okunan secde
ayeti için birden fazla secde etmek gerekmediği gibi, üçten fazla aksırmalar
için de teşmit gerekmez." demişlerdir.[252]
5038... (Ebû Bürde'nin)
babasından şöyle de(diği rivayet edil)miştir: Yahudiler kendilerine
"yerhamükellah (Allah size merhamet etsin)"
diye dua etmesi ümidiyle Peygamber
(s.a.)'in yanında aksırırlardı da (Hz. Peygamber onlara): "Allah size
hidâyet versin ve kalbinizi ıslah etsin" diye karşılık verirdi.[253]
Bab başlığında "gayr-i
müslim vatandaş" diye mana verdiğimiz lafzın karşılığı olarak îslâmî
ıstılahta; "zimnî" terimi kullanılır. Kısaca İslâm Devletinde,
kendisi için öngörülen hukukî çerçeve içerisinde yaşamayı kabul eden başka dine
mensup kişiler demektir.[254]
Hadis-i şerif, Hz. Peygamberin
zımmı vatandaşlar yanında aksırdığı zaman onlara sadece: Allah size hidayet
versin de inancınızı düzeltsin, diye dua etmekle yetinip müslü-manlar için
yaptığı "yerhamükellah (Allah size merhamet etsin)" duasını onlardan
esirgediğini ifade etmektedir.
Görüldüğü gibi Peygamber
efendimiz: "Allah size merhamet etsin" duasını sadece müslümanlara
tahsis etmiştir. Çünkü Allah'ın rahmeti kıyamet gününde sadece mü'minlere
mahsustur.
Ayrıca bu hadis-i şerif,
gayr-i müslim vatandaşlara (zımmîlere) aksırdıkları zaman metinde ifade
edildiği şekilde dua etmenin caiz olduğuna da delalet etmektedir.[255]
5039... Hz. Enes'den
demiştir ki:
İki adam Peygamber (s.a.)'in
yanında aksırdı da, onlardan birine dua etti, diğerine etmedi. Bunun üzerine:
Ey Allah'ın resulü (sen bu
adamların ikisi de aksırdığı halde bunlardan) birine dua ettin, diğerine ise
dua etmedin (bunun hikmetini açıklar mısınız)? diye soruldu da, (Hz.
Peygamber): "Çünkü bu Allah'a hamd etti (bu yüzden ben de kendisine dua
ettim). Diğeri ise Allah'a hamd etmedi" cevabını verdi.[256]
(Bu hadisi Ebu Davud'a rivayet
eden Şeyhlerden) Ahmed: Birine dua ettin (anlamına gelen: şemmette ehadehüma)
kelimesini yine aynı manaya gelen) "semette ehadehüma" şeklinde de
(işitmiş olabileceğim) söylemiştir.[257]
Taberânî'nin Mu'cem'indeki Sehl
b. Sa'd hadisinden aksîrdığı halde Allah'a hamd etmediği için Hz. Peygamberin
duasından mahrum kalan kimsenin, Amir b. Tufeyl b. Malik b. Cafer b. Kilâb
el-Faris olduğu anlaşılmaktadır.
Hadis-i şerif aksırdığı halde
hamdetmeyen kimseye dua etmek gerekmediğine delâlet etmektedir.
İmam Nevevî bu konuda
"aksırdığı halde hamdetmeyen kimseye dua etmek gerekmezse de hamdetmesinin
gereğini kendine hatırlatmak müs-tehabdır. Bu suretle hem o hamdetmiş olur, hem
de yanındakiler teşmitte bulunurlar. Bu emr-i bilma'ruf kabilindendir"
demiştir.[258]
Hafız İbn Hacer'in
açıklamasına göre mevzumuzu teşkil eden hadisin hükmü umumididir. Binaenaleyh
aksınnca Allah'a hamd etmeyen hiçbir kimseye dua etmek gerekmez. Nitekim bir hadis-i
şerifte: "Biriniz aksırdığı zaman Allah'a hamdederse teşmit yapın, hamd
etmezse ona teş-mitte bulunmayın"[259] buyurulmuştur.
Yine Hafız İbn Hacer'in
açıklamasına göre "Aksırdığı halde Allah'a hamd etmeyen kimseye teşmit
edilmeyeceği konusundaki yasağın haram mı yoksa kerahet-i tenzihiyye mi ifade
ettiği meselesinde ulema ihtilafa düşmüşlerdir. Cumhuru ulemaya göre bu yasak
kerâhet-i tenzihiyye ifade etmektedir.
Malikî ulemasından İbn
el-Arabî de teşmilin sadece aksırınca hamdeden kimseler için meşru kılındığını
söylemiştir."[260]
5040... Yaîş b. Tı'hfe b.
Kays el-Gıfârî'den demiştir ki: Babam Suffe ashabından idi. (Birgün) Rasûlullah
(s.a.); (bizim ev halkına): "Haydin bizimle beraber Aişe'nin evine siz de
gelin" dedi. Bunun üzerine (tuttuk, Hz. Aişe'nin evine) gittik. (Hz.
Peygamber):
Ey Aişe bizi doyur, dedi. (Hz.
Aişe) de içine et ve hurma katılmış ince bulgurdan yapılmış bir yemek getirdi
(onu) yedik, sonra (tekrar):
Ey Aişe bizi doyur, dedi. (Hz.
Aişe) de hurma, kavut, keş ve yağ karışımı güvercin (eti) kadar (az) bir yemek
getirdi. Onu da-yedik sonra:
Ey Aişe bizi sula, dedi. (Hz.
Aişe) de bir bardak süt getirdi. (Onu) içtik. Sonra (tekrar):
Ey Aişe bizi sula, dedi. Küçük
bir bardak (dolusu süt daha) getirdi. (Onu da) içtik. Sonra:
İsterseniz (burada) uyursunuz,
isterseniz mescide gidersiniz, dedi. Ben (mescidde) ciğer (ağrısın) dan dolayı
yüzü koyun uzanmış yatarken, bir de baktım ki; bir adam ayağıyla beni
dürtüklüyor. (Bana): "Bu yatış Allah'ın öfkelendiği bir yatıştır"
diyor. Baktım, bit de ne göreyim! Rasûlullah (s.a.) miş"[261]
Hz. Peygamberin Medine'deki
mescidinin sofasında yatıp kalkan arkadaşlarına "Ehlu's-Suffa" da
denir. Suffe veya Sofa, meskenlerde bulunan eyvan demektir.
Evi barkı olmayan fakir
sahabeler.[262] Medine camiisinin bitişiğindeki kapalı bir sofada yatar
kalkarlar, zamanlarını ilim ve ibadetle geçirirlerdi.[263] Ashabü's-Suffa çoğunlukla su taşımak,
odun kesmek gibi yollarla hayatlarını kazanırlardı. Bununla birlikte Hz.
Peygamber ve onun tavsiyesi üzerine bazı sahabiler tarafından kendilerine
yiyecek gönderilir.[264] dolayısıyla müslümanların müsafirleri sayılırlardı.[265] Bizzat Hz. Peygamber ve başka
muallimler burada ders verirlerdi. Ashabü's-Suffa esas itibariyle Kur'ân tahsil
eder ve Arabistanın muhtelif bölgelerine İslamı tebliğ etmek ve öğretmek için
gönderirlerdi. Kısa zaman sonra tebliğ ve öğretim faaliyetleri için Suffa,
artık kifayet etmemeye başlamış ve Hz. Peygamber Medine'nin çeşitli
semtlerinde mektepler açma mecburiyetini duymuştur.
Ashab-ı Suffa'nın sayısı
hakkında değişik rakamlar verilmektedir. Bazı rivayetlere göre doksanı aşan bu
sayı, diğer rivayetlerde daha yüksektir ve 400'e kadar çıkmaktadır. Bu fakir
sahabiler arasında 70 kişinin elbiselerinin son derece eskimiş ve kifayetsiz
olduğunu Ebu Hüreyre'den öğreniyoruz.[266] Ashabü's-Suffa hakkında Hz.
Peygamber'den nakledilen birçok hadis yanında, bizzat kendilerinin ve
muasırlarının da bir hayli hatıraları bize gelmiştir. Ashabü's-Suffa arasında
büyük hukukçular, Abdullah b. Mesûd, İbn Ömer, büyük hadisçi Ebu Hüreyre,
Müezzin Habeşli Bilâl, bir papaz oğlu Hanzale, büyük zâhid Ebû Zer, Suheyb,
İranlı Sel-man, Irak fatihi Sa'd b. Ebi Vakkas, gibi çok ünlü kişiler mevcuddu.
Yine bunlar arasında Arabistan'ın uzak bölgelerinde yaşayan kabilelere mensup
kimselerden bahsedilmektedir. Siyer, İslam tarihi, tabakât kitapları ve
sahablerin hal tercümelerinden bahseden eserlerde ashab-ı suffaya geniş yer
verilmiştir. Onlar hakkına müstakil hal tercümesi kitapları da vardır.
Ashabü's-Suffa tophıluğu,
İslâmın Medine döneminde, özellikle siyasi, askeri, içtimaî, iktisadi ve dini
sebeplerle ortaya çıkmıştı. Müslüman oldukları için kavimleri ve kabileleri
arasına yaşama imkânını bulamayanlar, yurtlarını terk ederek Medine'ye geliyor
ve burada kendilerine tahsis edilen mescidin Sofasında muhacir ve mülteci
hayatı yaşıyorlardı. Geçimlerini temin eden bir iş bulanlar veya memleketlerine
dönme imkânına kavuşanlar, kısa veya uzun süre Suffada kaldıktan sonra buradan
ayrılırlardı. Bu arada yerlerine yenileri gelirdi. Suffadaki sahabinin
sayılarının zaman zaman artmasının veya eksilmesinin sebebi budur.
Muhacir ve mülteci olarak
Medine'ye gelerek kısa veya uzun süre mesciddeki suffada kalanların en açık ve
ayırt edici özelliklerinin fakirlik ve yoksulluk olduğu tabidir. Ayrıca işi,
gücü bulunmayan bu şahısların ibadete ve dini bilgileri öğrenmeye diğer
sahabeden daha fazla zaman buldukları da muhakkaktır. Hz. Peygamber, komşuları
olan bu zatlarla daha fazla sohbet etmiş, İslamın neşir ve tebliğinde
kendilerinden faydalanmıştır.
Ayrıca İslamı yeni kabul etmiş
kabilelerden Medine'ye gelen temsilcileri, Suffada müsâfir edilir, İslam
dinini ana hatlarıyla öğrenene kadar burada ikamet ederlerdi.
Ashabü's-Suffa, eğitim ve
İslamı yaymak ve duyurmak için özel suretle planlanmış ve yetiştirilmiş bir
cemaat değildi. Nitekim, bu topluluğa vücut veren amiller ortadan kalktıktan
sonra, bu topluluk da İslamı neşr ve tebliğ işi devam ettiği halde, ortadan
kalkmıştı.
Ashabü's Suffa'nm dinî yaşayış
itibariyle Öbür mü slü m ani ardan farklı ve onlara üstün hiçbir tarafı yoktur.
Hatta en büyük ve en faziletli sahabi-ler Ashabü's-Suffa'dan değillerdi...
Çoğu muhacir ve mülteci olduğu
için fakir, işi, gücü olmadığı için de fazla ibâdete daha çok zaman ayırabilen
Ashabü's-Suffa bu iki özelliği sebebiyle mutasavvıflar tarafından örnek alınmış
ve kendilerinin asr-i saadetteki temsilcileri saymışlardır. Hatta Sufî,
mutasavvıf ve tasavvuf kelimelerinin bile bu kökten geldiği öne sürülmüştür..[267]
Suffe ehli mescidde yatar
kalkarlardı. Onların orada yatıp kalkmaları mescidde uyumanın caizliğine
delâlet eder.
"Bizler genç iken
Rasûlullah (s.a.)'tn zamanında Mescidde uyurduk"[268] meâlindeki İbn Ömer (r.a.) hadisi de
buna delâlet etmektedir.
İlim adamlarının bu konudaki
görüşlerini şu şekilde özetlemek mümkündür:
1. Said b. Müseyyeb ile Hasan-i
Basrî, Atâ, Muhammed b. Şirin ve Şafiîlere göre mescidde uyumak orada namaz
kılanların yerlerini daraltmamak ve onların şaşırmalarına sebebiyet vermemek
şartıyla, kerâhetsiz olarak caizdir. Aksi taktirde haramdır. Delilleri ise
"Bizler Rasûlullah (a.s) zamanında mescidde uyurduk"[269] hadis-i şerifiyle "Hz. Peygamberin
Hz. Ali'yi mescidde yatarken görüp de onu bundan nehyetmeyip "kalk ey Ebu
Türab (toprağın babası)" diyerek[270] iltifatta bulunduğunu ifade eden
hadistir.
Şafiî ulemasından İmam Nevevî
de "Suffe ashabı ile sahabilerden bazılarının ve müslüman olmadan önce
Sümame b. Üsal'uı mescidde yatıp kalkmalarının bunun cevazına delalet ettiğini
ve imam Şafiî'nin de bu görüşte olduğunu söylemiştir:
Hanefi ulemasından Bedrüddin
Ayni'nin açıklamasına göre İbn el-Müseyyeb ile Süleyman b. Yesar'a mescidde
uyumanın hükmü sorulmuş da "Suffe ashabı mescidde uyuyorlardı. Onlar
meskenleri mescid olan bir cemaat idi. Durum böyleyken bunu bana niye
soruyorsunuz?" cevabını vermiş. Taberî de El-Hasan'ın: "Osman b. Affan'ı
başında nöbetçi falan olmadığı halde mescidde uyurken gördüm" dediğini
nakletmektedir.
İmam Malik'e göre evi olan bir
kimsenin mescidde gece veya gündüzün uyuması mekruhtur. Fakat yabancı bir
müsafirin uyumasında herhangi bir sakınca yoktur.
İbn Mesûd ile Tavus, Mücâhid
ve Evzaî de mescidde uyumayı mekruh görmüşlerdir. Nitekim 232 numaralı hadisin
şerhinde açıklamıştık. Ayrıca mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif, yüzü koyun
yere yatmanın Allah'ın hoşlanmadığı bir yatış olduğuna da açıkça delâlet
etmektedir.[271]
5041... (Abdurrahman ibn
Seyhan'ın) babasından rivayet edildiğine göre Rasülullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Kim etrafı çevrili
olmayan (açık olan) bir dam üzerinde uyur (da düşüp öliir)se (Allah'ın ona
yapılacak haksızlıklardan dolayı ilgilileri dünyada sorumlu tutacağına dair
vermiş olduğu) ahidden (sözden) kendini uzaklaştırmiş olur.”[272]
Zimmet: Lügatta hıfz ve
himayesi icab eden ahd, eman teahhud manalarına gelir ki, yerine getirilmemesi
kötülenmeyi gerektirir.[273] Fakihler bu kelimeyle insanın bu ahdleşme neticesinde doğan
sorumluluğu yüklendiği yeri, yani insanın kendisini kasdederler.
Kadı İmam Ebu Zeyd'in
açıklamasına göre, şeriat lisanında zimmet, bir vasıftır ki insanın onunla
lehine ve aleyhine olan hak ve vazifelere ehil olur. Yüce Allah insanı emaneti
yüklenmeye bir mahal olarak yaratjnca bunun karşılığında ona akzl ve beden
nimeti verdi de onu bir takım hak ve vazifeleri yüklenmeye ehil hale getirdi ve
bu sayede mal, can, ırz namus dokunulmazlığına sahib oldu.[274]
Bu ahidleşme A'raf suresinde
açıklandığı üzere ezelde Allah ile kullar arasında geçen: "Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?" diye buyurduğu vakit "Evet Rabbimizsûı. Şahid
olduk"[275] icab ve kabulü ile olmuştur. Kısaca zimmet hak ve vazife
ehliyetidir.[276]
Mevzumuzu teşkil eden hadis-i
şerifte geçen zimmet kelimesiyle kasd edilen Kak ehliyetidir. Binaenaleyh böyle
etrafı çevrili olmadığı için üzerinde yatan bir kimsenin herhangi bir hareket
neticesinde yuvarlanıp düşmesine müsait bir dam üzerinde yatan kimse, kendi
kendini helake arz etmiş olacağından onun kanı heder olmuştur. Onun ölümünden
kimse sorumlu tutulmaz.[277]
5042... Muaz b. Cebel'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Abdestli olarak ve
(Allah'ı) zikrederek yatıp da geceleyin uyanıp Allah'dan dünya ve âhiret
işlerinden bir hayır isteyen hiç bir müslü-man yoktur ki, Allah ona o
istediğini vermiş olmasın." Sabit el-Bunanî dedi ki: Ebu Zabye bizim
yanımıza gelmişti de bu hadisi bize Muaz b. Cebel yoluyla Peygamber (s.a.)'den
rivayet etmişti.
Falanca da (bana) şöyle dedi:
"Ben (bir gece) uykudan uyandığımda gece yapılacak olan bu duaları okumak
istedim de muvaffak olamadım."[278]
Bu hadis-i şerif, gece yatağa
Allah'ı zikrederek ve abdestli olarak yatıp da gecenin herhangi bir saatinde
uyanarak Allah'a el açıp dua eden bir müslümanın duasının kabul edileceğini
ifade etmektedir.
Hadis-i şerifte bu duanın
nasıl yapılacağına dair bir açıklama yoktur. Hadisin sonundaki ta'likten
aslında Hz. Peygamber'in bu duanın nasıl yapılacağını da Öğrettiği, fakat
raviler tarafından unutulduğu, hatta Sabit el Bunanî'nin bu duayı yapmak üzere
bir gece uyanıp yatağından kalktığı fakat duayı unutmuş olduğu için buna
muvaffak olamadığı anlaşılmaktadır. Biz bu konuyu (5060-5061) numaralı hadislerin
şerhinde tekrar ele alacağız, inşallah.[279]
5043... Ibn Abbas'dan
demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.) geceleyin
(yatağından) kalktı da ihtiyacını görüp elini yüzünü yıkadı. Sonra (tekrar
yatıp) uyudu.
Ebû Dâvud dedi ki: (Hz. İbn
Abbas ihtiyacını gördü derken) Küçük abdest bozdu, demek istiyor.[280]
Bu hadisin şerhinde imam
Nevevî şunları söylemiştir: Allahü a'lem kaza-i hacetten murad abdest bozmak
olacaktır. Kadı lyaz da aynı şeyi söylemektedir. Yüzü yıkamaktaki hikmet uyku
eserini gidermektir. El yıkamaya gelince Kadı lyaz "ihtimâl ellerine
bulaşan birşeyden dolayıdır" demiştir.”[281]
Bu hadis geceleyin uyandıktan
sonra tekrar uyumanın mekruh olmadığına delildir. Selefin bazı âbid zevatından
bunun mekruh olduğu nakledilmiştir. İhtimal onlar bundan vazifeye mani olacak
derecede uyumayı kasd etmişlerdir. Çünkü Rasûlullah (s.a.) efendimiz vazife ve
evradına mâni olacak derecede uykuya dalmazlardı.[282]
5044... Ümmü Seleme'nin aile
fertlerinin birinden (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.)'in yatağı(nın
konumu) insanın kabrine konulusu gibiymiş. Mescid de baştarafında (kalır) imiş.[284]
Hadis-i şerif, Resul-i Zişan
efendimizin yatağa yatarken aynen kabirde yatar gibi yüzü kıbleye gelecek
şekilde, sağ kolu üzerine yattığını, yatağının da buna göre konmuş olduğunu
ifade etmektedir.
Yine bu hadis-i şeriften
anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber yatağına bu şekilde yatınca Medine'deki Mescid-i
Nebevi, baştarafma düşermiş. Bu mevzuda Bezi yazan şunları söylüyor: "İşte
metinde geçen "mescid de baştarafında kalırdı" mealindeki cümle bunu
ifâde etmektedir.
Fakat bu cümlede geçen
"mescid" kelimesiyle Hz. Peygamberin medine'deki mescidi değil de
evinde nafile namazlarını kılmak için tahsis edip seccadesini serdiği yer kasd
ediliyorsa o zaman bu söz konusu cümleyle "Hazret-i Peygamber'in bütün
düşünce ve gayesinin Allah'a kulluktan ibaret olduğu, yatağına yatarken
geceleyin ilk fırsatta teheccüd namazına kalkmak niyyetiyle yattığı"
ifade edilerek, Hz. Peygamberin yatağına kabre'girer gibi girmesine ilaveten
aynı zamanda.teheccüd namazına kalkmaya niyyetlenmeden asla yatmadığı da
anlatılmak istenmektedir. İmam Gazzâlî (s.a.)'da bu konuda şöyle demektedir:
"İnsana gereken yatağına girerken kabre konulusunu ve oradaki ahvâlini
düşünmektir. Özellikle kabre tek başına gireceğini sadece amelleriyle başbaşa
kalacağını, bütün yaptıklarından hesaba çekileceğini düşünmek ve rahat yatağa
yatmak için kendini uykuya hazırlamaktan kaçınmaktır. Çünkü uyku bir bakıma
hayatın atalete uğraması demek olduğundan ölüme benzer."[285]
5045... Peygamber (s.a)'in
zevcesi Hafsa'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (a.s.) uyumak istediği
zaman sağ elini (sağ) yanağının altına koyup sonra üç defa: "Ey Allahım,
kıyamet günü kullarını (hesaba çekmek üzere tekrar) dirilttiğinde beni
azabından koru!" diye dua edermiş.[286]
"Şüphesiz ki göklerin ve
yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, selim akıl
sahipleri için ibret verici deliller vardır ki onlar ayakta iken, otururken ve
yanları üzerine yatarken, Allah'ı anarlar ve göklerin ve yerin yapısındaki
harikalar) hakkında inceden inceye düşünürler."[287] âyetinin en büyük mazharı Resul-i Zişan
efendimizdir. Onun Allah'ı hatırlamadan geçen bir anı dahi yoktu. Nitekim (30)
numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık.
Bu itibarla insanlığın hakka
ve kurtuluşa ermesinin ancak, Hz. Peygamberin sünnetini her an pusula
gibi önünde bulundurup ona göre hareket etmekle mümkün olabileceğinin idraki
içinde olan bir müslüman da her an tefakkür içerisinde olup malayaniden,
keyfilikten uzak durur. Kulluk icabı her zaman için onun kapısını çalıp
ihtiyaçlarını ona arz eder. Sadece ona el açıp ihtiyaçlarını ondan ister. Hangi
saatte hangi duaların yapılması lâzım geldiğini araştırır, ona göre hareket
eder. Bu hususta yegâne örnek Allah'ın Resulüdür.[288]
5046... Sa'd b. Ubeyde'den
(şöyle) dedi(ği rivayet edil)miştir: Berâ b. Âzib'in bana naklettiğine
göre;Rasûlullah (s.a.)'ın kendisine şöyle buyurmuştur:
"Yatağına gir(mek
iste)diğin zaman (eğer abdestin yoksa aynen) namaz için aldığın abdest gibi
bir abdest al, sonra sağ tarafının üzerine yat ve: "Ey Allahım, ben yüzümü
sana teslim ettim, işimi de sana havale ettim, (azabından) korkarak ve
sevabını umarak (bütün İşlerimde) sırtımı sana dayadım. Senden kurtulup
sığınılacak ancak sen varsın, indirmiş olduğun kitabına ve göndermiş olduğun
nebî'nc iman ettim, diye dua et. (Böyle yaptığın takdirde) ölürsen İslam üzere
ölürsün. Bunlar son sözlerin olsun."
el-Bera (b. Azib sözlerine
devam ederek) demiş ki: Ben (kendi kendime): "Bu sözleri (bir daha)
hatırlayayım" dedim. "Göndermiş olduğun Resulüne..." diye okudum
da (fahr-i kainat efndimiz): "Hayır (öyle değil), göndermiş olduğun
Nebine" buyurdu.[289]
5047... el Berâ b.
Âzib'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) kendisine: "Yatağına
abdestli olarak girince yastığı sağ tarafına al..." buyurmuş Hz. Berâ b.
Azib daha sonra (bir önceki hadisin) benzerini rivayet etmiştir.[290]
Bu hadis-i şerifte üç mühim
sünnet göze çarpmaktadır:
1. Uykuya yatacak kimsenin abdest
alması. Önceden abdestli ise yenilemesi şart değildir.
2. Sağ tarafına yatmak. Çünkü
Râsulullah (s.a) her işinde sağdan başlamayı severdi.
3. Allah'ı zikretmek. Müslümanın
son işi Allah'ı zikr olmalıdır. Rivayetlerdeki "yüz" kelimesinden
maksat bütün vücuddur, "sırtını dayamak," tabiri de Allah'a itimad
etmekten kinayedir.
Bu talimat dahilinde hareket
eden kimse o gece ölürse, fıtrat üzere, yani müslüman olarak ölecek, sabaha
sağ çıkarsa, hayra isabet edecek, yani bu sünnetlerin sevabını kazanacaktır.
Rasûlullah (s.a.)'m "Rasulu" kelimesini kabul etmeyip onun yerine
"Nebi" kelimesini kullanmasını emr buyurmasının sebebi, ulema
arasında ihtilaflıdır. Bazılarına göre bunun sebebi Rasul kelimesinin Peygamber
(s.a.)'den başkasına da ihtimali olduğu içindir. Mazirî ve başkaları "bu
bir zikir ve duadır, hangi sözlerle varid oldu ise harfiyyen onları okumak
gerekir. İhtimal mükafat o harflere mütealliktir. Belki Peygamber (s.a.)'e bu
harflerle okuması vahy edilmişti. Binaenaleyh aynı kelimelerle eda olunması
icab eder" demişlerdir. Nevevî bu kavli beğenmiştir. Ulemadan bazıları da
bu hadisle, istidlal ederek hadisi mana itibariyle rivayetin caiz olmadığını
söylemişlerdir. Cumhura göre manayı bilen kimsenin manen rivayeti caizdir.
Onlara göre burada mana muhteliftir. Böyle yerlerde ise mana itibariyle
rivayet bilittifak caiz değildir.[291]
5048... Şu (bir önceki
hadisi Sa'd b. Ubeyde ve el Berâ (b. Âzib) yoluyla A'meş ile Mansur da rivayet
etti. (Bu hadisi A'meş ile Mansur'dan nakleden) Süfyan (-i Sevrî):
(Ancak A'meş ile Mansur'dan)
birisi (sözü geçen hadisi): "Yatağına abdestli olarak girdiğinde"
şeklinde rivayet etmişken diğeri: "(Yatağına gireceğinde) namaz için
aldığın abdest gibi abdest al" şeklinde rivayet etmiştir, dedi ve (bir
önceki 5046 nolu) Mu'temir (hadisin)in manâsını rivayet etti.[292]
Mansur hadisi, Müslim'in
Sahih'inde: "Döşeğine yattığın vakit namaz için aldığın abdest gibi
abdest al. Sonra sağ tarafına yat, sonra: Ey Allah'ım kendimi sana teslim
ettim.. de..."anlamına gelen lafızlarla rivayet edilmiştir.[293]
5049... Huzeyfe (r.a.)'den
demiştir ki:
Peygamber (s.a.) uyu(mak
istedi)ği zaman: "Ey Allah'ım, senin isminle ölür, senin isminle
dirilirim" derdi. Uykudan uyanınca da "Bizi öldürdükten sonra
(tekrar) dirilten Allah'a hamd olsun. (Yaratıkları) öldükten sonra diriltmek de
ona (mahsus)tur" derdi..[294]
Metinde geçen
"diriltti" ve "Öldürdü" kelimeleri uyandırdı ve uyuttu
anlamlarında kullanılmıştır. İnsan uykuda tamamen hareketsiz kaldığı için uyku,
ölüme; uyanıklık da canlılığa benzetilmiştir.
o Metinde'geçen
"nüşûr" kelimesi de diriltmek ve yeniden hayata kavuşturmak
demektir.
Hadis-i şerif Fahr-i kâinat
efendimizin yatarken ve kalkarken nasıl hareket ettiğini açıkça ifade
etmektedir.[295]
5050... Hz. Ebu Hüreyre'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Biriniz yatağına gir(mek
iste)diği zaman yatağını (önce) gömleğinin iç ucuyla bir silksin.. Çünkü o
(daha önce o yataktan kalktığı zaman) yatak üzerinde kendi yerine (tozdan topraktan
ve haşerelerden) nelerin yerleştiğini bilemez. Sonra sağ tarafı üzerine yatsın
ve: (Ey Allahım!) 'Yanımı ancak senin isminle (döşeğe) koydum, onu ancak senin
isminle kaldırırım. Eğer nefsimi (öldürüp de yanında) tutarsan ona merhametle
muamele et. Eğer (öldürmez de tekrar bu âleme) gönderirsen salih (kul)ları(nı)
koruduğun şeylerle onu da koru' desin..."[296]
Hadis-i şerif, yatağa yatmadan
önce yatağı silkelemenin ve içinde bulunması muhtemel olan toz toprak ve
zararlı böceklerden temizlemenin ve metinde geçen duayı okumanın sünnet
olduğuna delâlet etmektedir. Yatağın içerisinde zararlı böcek bulunması
ihtimali, mevcut olduğundan onu çıplak elle silkelemek tehlikeli olabilir. Bu
nedenle eğer yatağı silkelemek için mutlaka eli kullanmak icab ediyorsa ele bir
bez parçası alıp bu işi o bezle yapmakta isabet vardır.
Fakat o anda ele bir bez
parçası da geçmiyorsa bu iş için gömlekten veya pijamadan da yararlanılabilir.
Fakat yatağı gömlek ya da-pijamanın dış tarafıyla silkelemek onları
kirletebilir. Bu bakımdan yatağı onların iç kısmıyla yani vücuda temas eden
yüzleriyle yapmakta fayda vardır.
İşte metinde geçen
"gömleğinin iç ucuyla silksin" cümlesiyle anlatılmak istenen budur.[297]
5051... Hz. Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) yatağına girdiği zaman
şöyle dua edermiş:
"Ey göklerin, yerin ve
herşeyin Rabbi olan, taneyi ve çekirdeği yaran, Tevratı, İncili ve Kur'ani
indiren Allahım! Her şerlinin şerrinden sana sığınırım. (Çünkü) onun alnı
senin elindedir. Evvel sensin, senden önce hiçbir varlık yoktur. Zahir
sensin(zuhur yönünden) senin üstünde, hiçbir varlık yoktur. Bâtın (gizli)
sensin, (gizlilik bakımından) senden ilerde hiçbir varlık yoktur. (Zahir
olduğun halde zuhurunun şiddetinden seni herkes göremez, zatını idrâk
edemez)" (Bu hadisin râvüerinden) Vehb (b. Bakiyye) rivayetine (şu sözleri
de) ekledi: "Benden borçlarımı öde ve beni fakirlikten kurtar."[298]
Metinde geçen "Onun alnı
senin elindedir" tabirincien murad, "herşey senin kudret ve
saltanatının altındadır" demektir. Hadis-i şerifteki "borç"
kelimesinin bütün kul ve Allah borçlarına şâmil olması ihtimali vardır.
Zahir ve bâtın kelimeleri,
Allah'ın isimlerindendir. Bazıları buradaki zahirin kudret-i kâmile sahibi
manasına geldiğini, birtakımları da zahirin "kat'î delillerle sabit
olan", bâtının ise "mahlûkatına görünmeyen" manasına geldiğini söylemişlerdir.
Bakıllanî'ye göre âhirin manası ilim, kudret vesâir sıfatlarıyla bakî olan
demektir. Yani Allah teâla ezelde nasıl bu sıfatlarla mevsûf ise, mahlûkatı
yok olup bittikten sonra da aynı sı-fatlarla müttasıftır..[299]
5052... Ali (r.a)'den
(rivayet edildiğine göre) Resûlullah (s.a.) yatağına yatarken şöyle dua
edermiş:
"Ey Aliahım, alnından
tuttuğun şeylerin şerrinden kerem sahibi olan zâtına ve tam olan kelimelerine sığınırım.
Allah'ım, borcu ve günahı sen giderirsin. Allah'ım, (Senin) askerin yenilmez,
va'dinin aksi yapılmaz ve zenginlik sahibine senden (gelecek azaba karşı)
zenginliği fayda vermez. Seni her türlü eksiklikten tenzih (ve takdis) ederim.
Sana hamd(-ü senalar) ederim."[300]
5053... Hz. Enes'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûllullah (s.a.) yatağına gir(mek üzere yatağının
üzerine otur)duğu zaman,- "Bizi doyurup sulayan, bize yeten ve bizi
sığındıran Allah'a hamdolsun! Nice kimseler vardır ki, onların ne işlerini
üzerine alıp kendilerine yeten(ler)i vardır, ne de barındıranları vardır"
demiştir.[301]
5054... Ebu'l-Ezheri'l-Enmarî'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) geceleyin yatağına yattığı zaman
şöyle dua edermiş:
"Allah'ım! Adınla yanımı
(yatağa) bıraktım. Ey Allah'ım! Günah(lar)ımı affet, şeytanımı (benden)
uzaklaştır. Rehinelerimi çöz, beni (mukarreb meleklerin toplandığı) yüksek
meclise koy!"
Ebu Davud der ki: Bu hadisi
Sevr'den Ebu Hammâm eî-Ehvâzî de rivayet etti. (AncakEbu Hemmâm, Ebu'I Ezher
el-Enmârî yerine): Ebu Züheyr el-Enmarî'yi zikretti.[302]
Hafız el-Münzirî'nin açıklamasına
göre 5052 numaraları hadisin senedinde bulunan el-Hâris el-A'ver sağlam bir
râvi değildir. Ancak sözü geçen hadis güvenilir bir râvi olan ve Ebu'l-Meysere
künyesiyle şöhret bulan Ömer b. Şürahbîl.el-Hemadânî el-Kûfî tarafından da
rivayet edildiği için delil olma niteliğini haiz bir hadistir.
(5053) numaralı hadis-i
şerifte geçen: "Bize yeten" sözü "bize her türlü sıkıntılardan
korunma gücü ve imkânı veren" anlamına geldiği gibi, "Bizi
sığındıran" sözü de "bizi ev, bark sahibi ederek bize ağır tabiat
şartlarına ve düşmanlara karşı koruma imkânı bahşeden" anlamına
gelmektedir. Bu sözlerin Allah'a şükür ve sena makamında ve kulluk aczini
itiraf gayesiyle söylendiği muhakkaktır. "Kendilerine yeten birisi de yok
kendilerini barındıran da yok" sözü, nice insanlar vardır ki kendilerine
yeten ve kendilerini barındıran Allah'dan haberleri yok, anlamına kullanılmış
da olabilir.[303]
(5054) numaralı hadiste
geçen "Rehinelerimi çöz" sözüyle "herkes kazancına bağlıdır"[304] âyet-i kerimesine işaret vardır.
Bilindiği gibi bu âyet-i kerimede herkesin kendi kazancı karşılığında rehin
olduğu, dolayısıyla kazancının hayır olması halinde azad olacağı, şer olması
halinde ise cehennemlik olacağı ifâde edilmektedir. İşte metinde geçen söz
konusu cümle ile cehennemlik olmaktan kurtularak cennetlik olmak istenmektedir.[305]
5055... (Ferve b.
Nevfel'in) babasından (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) Ferve'ye:
"(Yatağına yattığın zaman) “Kul yâ eyyühel kâ-firûn" suresini (bir
defa) oku; Bitirince uyu. Çünkü o, şirkten beraet etmektir" buyurmuştur.[306]
Her ne kadar İbn Abdil Berr bu
Hadis-i şerifin muzdarip olduğunu söylemişse de Hafız Ibn Hacer, İbn
Abdil Berr'in bu iddiasını tenkid ederek, bu hadisin sağlam olduğunu
söylemiştir. Tirmizî de Hafız İbn Hacer'in görüşündedir.[307]
5056... Aişe (r.anha)dan
rivayet edildiğine göre); Peygamber (s.a.) her gece yatağına girdiği zaman
avuçlarını birleştirir, sonra onlara üfürerek içlerine:
"kulhuvellahü ehad,"
"kule ûzu birabbil-felak" ve "kul eûzü birabbin-nâs"
sûrelerini okur, sonra ellerini cesedinden erişebildiği yerlere sürermiş. Önce,
onları başına yüzüne ve cesedinin ön kısmına (sürmekle işe) başlar ve bu işi üç
defa tekrarlarmış.[308]
Hadisin zahirinden fahr-i
kâinat efendimizin yatağına yatacağı zaman, önce ellerini
bitiştirdiği sonra onlara üfürdüğü, sonra onların içine İhlâs süresiyle
Muavvizeteyn surelerini okuyup ellerini başına, yüzüne ve vücudunun ön
tarafında bulunan kısmına sürmekle işe başlayıp, Ön tarafına meshetmeyi
bitirdikten sonra vücudunun arka tarafına geçtiği ve bunu üç defa tekrarladığı
anlaşılmaktadır.
Münzirî'nin Şerhü'I-Mesâbîh
isimli eserindeki açıklamasına göre "ellere okumadan Önce üfurmenin hiçbir
anlamı yoktur. Doğru olan önce ellere okumak daha sonra da ellere üfürmektir.
Bu sayede Kur'an'm bereketi ellere daha da fazla erişmiş olur. Esasen
üfurmenin okumadan önce olması gerektiğini söyleyen bir ilim adamı da
görülmemiştir. Bu bakımdan bu hadis-i şerifte üfurmenin okumadan Önce
olduğundan bahsedilmesi râvilerden birine ait bir yanlışlıktan kaynaklanmış
olsa gerektir." Tîbî'ye göre ise "hadis-i şerifte ifade edilen sıra
doğrudur. Esasen rivayeti doğru olan bir raviye hiçbir sebep yokken itiraz
etmek doğru değildir. Binaenaleyh Hz. Peygamber ellerine önce üfürmüş sonra da
okumuştur. Belki de bunu sihirbazlara muhalefet etmek için yapmıştır. Çünkü sihirbazlar
kendilerine gövo. önce bir çok put ismi ve kelimeler okurlar, sonra
üfürürler."[309]
Hz. Peygamberin, sözü geçen
sureleri okurken ellerini bitiştirmeleri, namazdan sonra yapılan dualarda da
ellerin bitiştirileceği anlamına gelmez. Çünkü, bunların yerleri ayrıdır.
Bunun içindir ki Kütüb-i Sitte sahiplerinin hiçbiri mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifi namaz bölümünde ya da namazdan sonra yapılacak dua bablannda
zikretmemişlerdir.
Kur'ân'ın faziletleri ve tıb
gibi bölümlerde zikretmişlerdir. Çünkü sözü geçen âlimlere göre Hz.
Peygamberin bu uygulaması, Kur'an-ı Kerimde bulunan bazı âyet ve surelerin
vücuda şifâ verdiğine delâlet eder. Namazdan sonra hangi duanın ve nasıl
yapılacağına delâlet etmez.[310]
5057... Hz. İrbâd b.
Sâriye'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) uyumadan önce el-Musebbihat
(denilen sureleri) okur ve:
"Bu surelerin içerisinde
bir âyet vardır ki bin âyetten daha faziletlidir" buyururdu.[311]
"el-Müsebbihât" ismi
verilen sureler, Kur'ân-ı Kerimde "Sübhane" "Sebbeha"
ve "Yusebbihu" kelimeleriyle başlayan surelerdir ki; bunlardan
birincisi, İsrâ, ikincisi Ha-did, Üçüncüsü Haşr, dördüncüsü Saff, beşincisi
Cum'a, altıncısı Teğabün, yedincisi A'lâ suresi olmak üzere yedi sureden
meydana gelmişlerdir.
Bu mevzuda Aliyyü'I-Kâri (ra.)
şöyle diyor: "Bazılarına göre bu âyetten murad Haşr suresinin sonunda
bulunan "Lev enzelnâ hâzel Kur'âne alâ cebelin.,." diye başlayan
âyet-i kerimelerdir. Bu âyetin diğer âyetler arasındaki yerini ism-i a'zamin
diğer esmaü'l-hüsna arasındaki yeri gibidir. Hafız İbn Kesir'e göre metinde
faziletinden bahsedilen âyet-i kerimeden maksat "-Huve'I evvelü ve'l
âhirü vezzahirü vel bâtın ve nüve bilkülli şey'in alîm" âyet-i
kerimesidir. Fakat en doğrusu şudur ki; söz konusu edilen âyet sadece bir âyetten
ibaret değildir. Bu âyetten maksat sözü geçen surelerin herbirindeki sübhane,
sebbaha, yüssebbihü kelimeleriyle başlayan yedi âyettir."[312]
5058... Hz. İbn Ömer'den (rivayet
edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) yatağına yattığı zaman şöyle dua edermiş:
"Bana yeten (ve halka
muhtaç etmeyen, verdiği ev bark ile) beni barındıran, yediren ve içiren, bana
iyilik edip iyiliğini arttıran, bana (nimetlerini) veren ve bollaştıran Allah'a
hamdolsun. Allah'a her hâl(im)de hamdolsun, herşeyin besleyip büyütücüsü ve
gerçek sahibi ve herşeyîn ma'bûdu olan Allah'ım! (Cehennem) âteş(in)den sana sığınırım."[313]
Metinde geçen "her
hâl(im)de Allah'a hamd olsun» mealindeki duada bolluk ve darlık, refah ve
sıkıntı hallerinin hepsi için Allah'a hamd manası bulunmakla beraber, aynı
zamanda cehennemlik olan küfür ehlinin halinden Allah'a sığınmak manası da
bulunmaktadır.
Çünkü müslümanm başına gelen
sıkıntılar, onun ya bir günahını örter, ya da Allah yanındaki derecesini
arttırır. Bu bakımdan şuurlu bir müslü-man her halinin kendisi için bir nimet
olduğunu bilir ve her haline şükür eder. Kâfir ise böyle değildir. O daima
isyan ve zarar içerisindedir. Müslüman bunun da şuurunda olduğu için kendisine
iman nimetini ihsan eden Allah'a her halinden dolayı hamd ederken, aynı zamanda
kâfirlerin hâline düşmekten de Allah'a sığınır.[314]
5059... Hz. Ebu Hüreyre'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim bir yatağa yatar da
orada Allah'ı zikretmezse (bu durum) kendisi için kıyamet gününde bîr hasret ve
nedamet olur.
Kim de bir mecliste oturur da
orada aziz ve celil olan Allah'ı zikretmezse (bu durum) kıyamet gününde
kendisi için hasret ve nedamet olur."[315]
Tiretün: Noksanlık, demektir.
Noksanlık ise hasret ve nedâmet getirir. Bu bakımdan biz "tire" kelimesini
hasret ve nedamet diye tercüme ettik.
İmam Gazalî (r.a.)'nin
açıklamasına göre, Allah'ı zikretmeden uyumak hayatın atalete uğraması
demektir. Bu itibarla, uyku ölüme çok benzer. Bazan da insanların uykuda iken
öldükleri görülmüştür. Kul hangi hal üzere olursa, o hal üzere
diriltileceğinden, abdestli ve Allah'ı zikrederek uyumaya çaba göstermek icab
eder. Kul bu halde uykuya varacak olursa ruhuyla Arşa yükselir ve uyanıncaya
kadar namaz kılmış sayılır. Eğer kul bu halde iken ölecek olursa namaz kılar
halde diriîtilecektir."[316]
5060... Ubâde b. Sâmit'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a,) şöyle buyurmuştur; "Her kim
geceleyin uyanır da uyandığı zaman: 'La ilahe illallahü vehdehû lâ şerike leh,
lehülmülkü ve lehül hamdu ve hüve alâ külli şey'in kadir, sübhanellahi vel
hamdülillahi velâ ilahe illallahü vellahü ekber, velâ havle velâ kuvvete illa
billah" (Al-lah'dan başka ilah yoktur, o tekdir ve ortağı yoktur. Mülk
onundur, hamd onundur ve o herşeye gücü yetendir. Ben Allah'ı hertürlü
noksanlıktan tenzih ederim Hamd, Allah'a mahsustur. Allah'dan başka ilah
yoktur. Allah en büyüktür, (günahlardan) dönüş ve (kulluk görevine) güç
(yetiriş) ancak Allah(ın izni ve inayeti) iledir) deyip sonra:
"Rabbiğfirlî (Ey Al-lahım, Rabbim! Beni bağışla) diye dua ederse (o
kimsenin günahları bağışlanır.)
el-Velîd (bu hadisi
naklederken tereddüde düşerek) dedi ki: - Yahutta-(Hz. Peygamber) şöyle
buyurdu: "Dua edecek olursa kabul edilir. Eğer kalkar da abdest alır sonra
namaz kılarsa namazı kabul edilir."[317]
Aslında her dua ve her namazın
kabul edilmesi Allah'dan umulur. İbn Melek'in açıklamasına göre bu hadis-i
şerifte söz konusu edilen dua ya da namazın kabul edilmesi ümidinin diğer dua
ve namazlardaki ümidin üzerinde olmasının kesinlik kazanmasıdır. Buna kesin
nazarıyla bakılabilir.
Bazı ilim adamlarına göre
burada anlatılmak istenen, sözü geçen dua ve namazın kesin bir şekilde kabulü
değildir. Fakat kabul edilmesi ümidinin diğer vakitlerdeki dua ve namazlardan
daha da fazla olmasıdır.
Metinde geçen
"te'ârra" kelimesi uyanmak ve uyanık iken birşeyler söylemek,
anlamlarına gelir. Eğer burada bu kelimenin uyanık iken bir şeyler söylemek
anlamına geldiği kabul edilirse o zaman bu kelimeyi takib eden
"fekale" kelimesinin başında bulunan fâ'nın "Tefsiriyye"
olması mümkündür. Bu durumda söz konusu "fâ" uyanınca söylenen
sözleri açıklamak için getirilmiş demektir. Öyleyse burada anlatılmak istenen
geceleyin uyanınca rasgele bir takım kelimeleri okumak değil, mevzumuzu teşkil
eden hadiste zikredilen kelimeleri okumaktır. Binaenaleyh daha sonra yapılacak
dua ve namazın kabulünün kesin bir şekilde ümit edilmesi de bu kelimelerden
sonra yapılmış olmasındandır. Öyleyse sut bu kelimelerdedir. Buna iyi dikkat
etmek gerekir.[318] Şurasını da iyi bilmek gerekir ki, bu babda gelen zikirler,
gece uyanıp da tekrar uyumak isteyen kimseler içindir. Uyandıktan sonra uyumak
istemeyen kimselerin yapacakları zikirler ayrıdır.[319]
5061... Aişe (r.anha)'dan (rivayet
edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) geceleyin (uykudan) uyanınca: "La ilahe
illâ ente, Allah hümme estağfi-ruke lizenbî ve eselüke rahmeteke, ÂUâhümme
zidnî ilmen, velâ tüziğ kalbî ba'de iz hedeytenî ve heb Iî minledünke rahmeten
inneke entel-vehhâb (: Senden başka ilah yoktur seni her türlü noksan
sıfatlardan tenzih ederim. Allahım, günâhlarım için senden af dilerim ve
rahmetini isterim Allah'ım! İlmimi artır, bana hidayet verdikten sonra kalbimi
saptırma ve kendi katından bana rahmet ver, şüphesiz ki sen çok
bağışlayıcısın)" diye dua edermiş.[320]
Bu dua gece uykusu kaçıp da
tekrar uyumak isteyen kjmse içinciir Gece uyandıktan sonra bir daha uyumak
istemeyen kimseler için değildir. Gece uyandıktan sonra tekrar uyumak isteyen
kimse için müstehab olan kendisini uyku tutuncaya kadar bu babda gelen duaları
okumağa devam etmektir.
Bu babda gelen okunması,
müstehab olan dualardan biri de şudur: "Nâ-metiluyûn ve gâretinnücûm ve
ente hayyun kayyum (gözler uyumuş, yıldızlar batmıştır, sen ise diri ve
yaratıkları devamlı gözetleyensin.)"[321]
5062... Hz. Ali (İbn Ebî
Tâlib) dedi ki: Hz. Fatıma değirmen taşından meydana gelen elindeki
rahatsızlıktan Peygamber (s.a.)'e acınmıştı. Bu sırada Peygamber bazı esirler
getirilmişti. Bunun üzerine Hz. Fatıma bir esir istemek üzere Hz. Peygamber'e
geldi (fakat evinde olmadığı için) kendisini göremedi. Bu geliş sebebini Hz.
Aişe'ye bildirdi. Peygamber (s.a.) gelince Hz. Aişe Hz. Fatıma'nın geldiğini
(ve sebebini) kendisine haber vermiş. Bunun üzerine (Hz. Peygamber) bize
çıkageldi. Biz yataklarımıza yatmıştık. Biz (kendisini karşılamak için
yataklarımızdan) kalkmaya davrandık.
Yerlerinizde durun, dedi ve
aramıza oturdu. Hattâ göğsümün üzerinde ayaklarının serinliğini hissettim.
Hemen arkasından:
Size istediğinizden daha
hayırlısını göstereyim mi? Yataklarınıza yattığınız zaman otuz üç defa
"Sübhanellah", otuz üç defa "elhamdülillah", otuzdört defa
da "Allahü ekber" deyiniz. Bu sizin için bir hizmetçiden daha
hayırlıdır.[322]
5063... Ebu'l Verd b.
Sümame'den (rivayet edildiğine göre, birgün Hz. Ali (b. Ebi Tâlib, Ali) b. A'bed'e
şöyle demiş:
Sana kendimden ve Rasûlullah
(s.a.)'ın kızı Fatima'dan bahsedeyim. O Hz. Peygamber'in aile fertleri arasında
en çok sevdiği kimse idi ve benim yanımda (fakir bir hayat sürüyor) idi. O
(eliyle) değirmen çekerdi hatta değirmen elinde iz bırakmıştı. Tulumla (eve) su
çekerdi, hatta (tulumun ipleri) boynunda iz yapmıştı. Ve evi (kendi elleriyle)
süpürürdü, öyle ki elbisesi toz toprak içinde kalmıştı. (Yemek) tencere (sinin
altında ateş) yakardı da elbiseleri işlenmişti. Bu sebeplerden dolayı onun
başına (birçok) sıkıntı (lar) gelmişti). Derken (birgün) Peygamber (s.a.)'e bir
takım kölelerin getirilmiş olduğunu işittik. Bunun üzerine ben (kendisine):
Babana gitsen de ondan (günlük
işlerinde) senin çalışmana gerek bırakmayacak bir hizmetçi istesen dedim. O da
(kalktı) Hz. Peygamber'e vardı. Hz. Peygamberin yanında onunla konuşan bir
takım insanları görünce (derdini anlatmaktan) utanıp geri döndü. (Ertesi günü)
kuşluk vakti (Hz. Peygamber) yanımıza çıkageldi. Biz yorganlarımızın içinde
idik. Hz. Fatıma'nın başı ucuna oturdu. Hz. Fatıma babasından utandığı için
başını yorganının içine çekti. Bunun üzerine (Hz. Peygamber) O'na:
Muhammed ailesine olan dünkü
ihtiyacın ne idi? diye (iki defa) sordu. (Hz. Fatıma da) her ikisinde de sükût
etti.
Bunun üzerine ben (söze
başladım):
Ey Allah'ın Resulü, Allah için
sana ben cevap vereyim: Bu (kadıncağız) benim yanımda (fakirlikten dolayı) un
öğütmek için kendi elleriyle değirmen çekmektedir. Öyle ki (değirmen) eline iz
yaptı. Tulum ile su taşıdı da (tulum) boynunda iz bıraktı. Ev süpürdü,
elbiseleri toz toprak içinde kaldı. (Yemek) tencere(sinin altında nefesiyle
ateş) yaktı da elbiseleri is içerisinde kaldı. Bu esnada bize, sana bir takım
kölelerin, ya da hizmetçilerin- geldiği (haberi) ulaştı. Ben de kendisine: Git
ondan (bir hizmetçi de) iste, dedim...." (daha sonra Ebu'l-Verd bir
önceki) el-Hakem hadisinin manasını daha uzun olarak rivayet etti.[323]
el-Muhalleb gibi bazı âlimler
mevzumuzu teşkil eden bu hadis-ı şeriflerin zahirinden yakın akrabaların
izinsiz olarak birbirlerinin evlerine girebilecekeri hükmünü çıkar-mışlarsa da
Hafız İbn Hacer -Darakutnî'nin Ilel'i ile Taberi'nin Tehzi-b'inden bu hadisin
bazı rivayetlerinde "Hz. Peygamberin içeri girmek için izin aldığı ve Hz.
AH ile Hz. Fatıma, Rasûlullah'ın içeriye girmesine izin vermeleriyle birlikte
yataktan kalkıp elbiselerini giymeye davrandıkları fakat Hz. Peygamberin
onları bu zahmete sokmak istemediği için yataklarında yatmalarını
istediği" ifade edilmektedir, diyerek Mühelleb'in bu görüşünü
reddetmiştir.[324]
Nitekim, Hafız ibn Hacer'in bu
rivayeti "Ey iman edenler, kendi evlerinizden başka evlere sahiplerinden
izin alıp selam vermeden girmeyin. Umulur ki iyice düşünür, (hikmetini
hissedensiniz,
"Eğer orada bir kimse
bulamazsanız, size izin verilinceye kadar, oraya girmeyin şayet size: Geri
dönün derlerse hemen dönüp gidiniz. Bu sizin için daha temiz (bir davramş)tır.
Allah ne yaparsanız hakkıyla bilendir."[325] âyet-i kerimelerinin ruhuna uygundur.
Çünkü, bu âyet-i kerimeden
anlaşılıyor ki hiçbir kimsenin ev sahibini haberdâr edip izin almadan ve
selamdan sonra "buyur" şeklindeki bir hüsn-ü kabul görmeden başka
birinin evine girmesi caiz değildir. Bu hususta yabancılar ile yakın akraba
arasında da bir fark yoktur. Çünkü bu âyetlerin hükmünün Umûmî olduğunda
bütün müfessirler ittifak
etmişlerdir.[326]
1. Hz. Ali nin Hz.
Peygamber yanında çok büyük yeri ve
manevi değeri vardır.
2. Kişinin, kendi ev halkından
olan birinin yanında hanımıyla birlikte bir yatağa yatması, tesettüre riâyet
etmek şartıyla caizdir.
3. Kişinin kendisi için daha
hayırlı gördüğü bir işi başkalarına da tavsiye etmesi caizdir.
4. Gece uykuya yatarken hadis-i
şerifte açıklanan tesbihatı okumanın fazileti çok büyüktür.
Bu tesbihat ile ilgili
açıklamamız (2988) numaralı hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum
görmüyoruz.[327]
5064... Şu (bir önceki)
haberi Peygamber (s.a.)'den Hz. Ali yoluyla Şebes b. ibî de (rivayet etmiştir).
Bu rivayete göre Hz. Ali şöyle demiştir: Ben (faziletlerini) Rasûlullah
(s.a.)'dan duyduğumdan beri, bu zikirleri Sıffîn gecesi dışında (hiçbir gecede)
terk etmedim. Bu zikirleri ancak gecenin son saatlerinde hatırladım da, hemen
onları söyleyiverdim.[328]
Hz. Ali, bir önceki hadiste
seçen uykudan önce okunması tavsiye edilen zikirleri Hz. Peygamberde duyduğu
günden itibaren hiç terk etmemiş, her gece uykuya yatarken okumuştur. Ancak Hz.
Muaviye ile aralarında geçen Sıffîn savaşı gecesi bu zikirleri tam zamanında
yapamamış biraz te'hirli olarak gecenin sonunda yapabilmiştir.
Mu'cemu'I-Büldân'da
açıklandığı üzere, Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasında geçen Sıffîn savaşı
hicretin 37. senesinde Safer ayında vuku bulmuştur.
Sıffîn Fırat nehrinin
batısında Rakka ile Bâlis arasında ve Fırat kıyısında bulunan bir yerdir.[329]
5065... Hz. Abdullah İbn
Amr'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
"İki zikir çeşidi vardır
ki, bunlara devam eden nıüslüman bîr kul mutlak cennete girer. Bunlar kolaydır.
Ama bunları yapanlar azdır. Her namazın ardında on defa:
"Sübhanellah", on defa: "elhamdülillah", on defa:
"Allahü ekber" der. (Böylece) bunlar (günde) yüz elli defa söylenmiş
olur. Mizanda ise binbeşyüz (eder).
Yatağına yattığında otuz dört
defa: "Allahü ekber" otuzüç defa "Elhamdülillah", Otuzüç
defa: "Sübhanellah" der. (Bu suretle) bunlar yüz defa dil ile
söylenmiş olur. Mizanda ise bin (kabul edilir. Ravi Abdullah b. Amr dedi ki):
Rasûlullah (s.a.)'i bunları
eli(nin parmakları) ile sayarken gördüm.
(Sahabe-i kiram):
Ey Allah'ın Resulü
bunlar kolay olduğu halde yapanlar neden az oluyor? diye sordular da (Hz.
Peygamber) şöyle cevap verdi:
Sizden biri yatağindayken
şeytan ona gelir. Bunu söylemeye fırsat vermeden uyutur. Namaz kılarken gelir.
(Namazın sonunda) bunları söylemeden önce ona bir ihtiyacını
hatırlatıverir..."[330]
Hadis-i şerifte iki zikir
çeşidinden söz edilmektedir:
1. Her vakit namazının sonunda
okunan zikirlerden onar adet, beş vakitte toplam 150 adet eder. "Kim bir
iyilik yaparsa on katı verilir."[331] âyet-i kerimesi gereğince her iyilik on
misliyle mükâfat-landırılacağından bu yüz elli zikir, kulun mizanına 1500 zikir
olarak konacaktır.
Aslında farz namazlardan her
birinin ardında yapılan zikirlerin sayısının 99 adet olacağına dair pekçok
sahih hadis vardır. Öteden beri yapıla gelen uygulama da bu hadislere göredir.
Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte ise söz konusu zikirlerin sayısının otuz
olduğundan söz edilmektedir ki, bu mikdar farz namazların sonunda yapılması
gereken yeterli zikrin en az olan sayısıdır.
2. Gece uykuya yatarken okunan
yüz adet zikirdir. Bunlar da yine mealini sunduğumuz âyet-i kerime gereğince
Mizana bin adet zikir olarak konacaktır.
Fakat yapılması kolay, sevabı
fazla, dile hafif, terazide ağır olan bu zikirler, şeytanın hased damarlarını
fazlasıyla tahrik ettiği için şeytan mutlaka bir yolunu bulup insanı bu
kazançlı işten mahrum etmek ister. Çoğu zaman da buna muvaffak olur. Bu
bakımdan bir müslüman, hiçbir zaman şeytana bu fırsatı vermemelidir.[332]
1. Farz namazlardan
sonra on defa "Sübhanallan" on defa "elhamdülillah", on
defa da "Allahü ekber" demek meşrudur.
2. Gece uykuya
yatarken 33 defa sübhanalîah, 33 defa elhamdülillah, 34 defa da Allahü ekber
demek meşrudur.
3. Her sevablı işe on
kat sevab verilir.
4. Yapılan zikirleri
parmaklarla saymak meşrudur.[333]
5066... (Hz. Peygamber
amcası Ebu Talib'in oğlu ez-Zübeyr'in kızlarından Ümmü Hakem'in yahut da
Dubaa'nm oğlundan rivayet edildiğine göre) bu iki kadından birisi şöyle
demiştir:
Rasûlullah (s.a.) birtakım
esirler ele geçirmişti. Bunun üzerine ben, kızkardeşim ve Peygamber (s.a.)'in
kızı Fatıma ile birlikte Peygamber (s.a.)'e gittik. Kendisine (hep birlikte) içinde
bulunduğumuz sıkıntılardan yakındık ve kendisinden esirlerden bir kısmının bize
verilmesi için emir buyurmasını istedik de:
Bedir (şehidlerinin) yetimleri
sizi geçtiler, cevabını verdi. Sonra (ravi) Fazl b. Hasen (bir önceki hadiste
anlatılan) teşbih hadisesini anlattı (ve bu teşbihlerin) her (farz) namazın
arkasında (çekileceğini) söyledi, (fakat) uyku (ya yatarken çekilecek
tesbihat)dan söz etmedi.[334]
Bu hadisle ilgili açıklama
(2987) numaralı hadisin şerhinde geçmiştir.[335]
5067... Hz. Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.) (Hz.
Peygamber'e):
Ey Allah'ın Resulü, sabaha ve
akşama çıktığım zaman okuyacağım bazı kelimeler emr et, demiş de (Hz.
Peygamber) şöyle buyurmuş:
Sabahladığın, akşamladığın ve
yatağa yattığın zaman şunları oku: "AHahümme fâtırassamâvati vel erdi.
Âlimelgaybi veşşehâdeti Rabbe külli şey'in ve melîkehü! Eşhadü en Iâilahe illa
ente. Eûzü bi-ke min şerri nefsî ve şerrişeytani ve şirkini (:Ey Göklerin ve
yerin yaratıcısı, gizliyi ve açığa bilen! Herşeyin Rabbi ve meliki olan Allah'ım!
Senden başka ilah olmadığına şahidlik ederim nefsimin şerrinden şeytanın şer
ve şirkinden sana sığınırım.)"[336]
Hadis-i şerifte, Allah'ın hıfz
ve himayesi için sabah vaktine ve akşam vaktine çıkan bir kimsenin söz konusu
duayı okuması tavsiye edilmektedir. Binaenaleyh sözü geçen vakitlerde bu duayı
okumak müstehabtir.
Sabah vaktinden maksat fecrin
doğuşundan, güneşin ufukta ikindi güneşinin batı ufkuna olan yüksekliği
nisbetinde yükselmesine kadar geçen zaman dilimidir.
Mesâ (akşam) vaktinden maksat
ise, ikindi vaktinden itibaren akşam . vaktine ya da gecenin ilk üçte birine
veya yarısına kadar olan zaman dilimidir.[337] Yatarken yerine getirilecek olan bu
sünnetin en kâmil şekli, bu Şuayı bir de yatağa yatınca okumakla gerçekleşir
ki, Fahr-i kâinat efendimiz faydanın en mükemmel şekilde gerçekleşmesi için
sormadığı halde, Hz. Ebu Bekr'e bunu da açıklamıştır.[338]
1. Metinde geçen
duaları sözü geçen zamanlarda okumak müstehabür.
2. Bir alimin kendisine soru
soran bir kimseye sorusuyla ilgili olmakla birlikte sormadığı kısımları da
açıklaması meşrudur.[339]
5068... Hz. Hüreyre'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) sabaha çıkınca: "AHahümme bike
emseynâ ve bike nahyâ ve bike Nemû-tü ve ileyke'nnüşûr (: AHahım senin hıfz ve
himayenle sabaha çıktık. Akşama da seninle çıktık, seninle yaşıyoruz seninle
öleceğiz, ölümden sonra kalkış sanadır)" diye dua edermiş. Akşama çıkınca
da:
"Allahümme bike emseyna
ve bike nahyâ ve bike nemûtü ve iley-kennüşûr (Allah'ım seninle akşamladık,
seninle yaşar, seninle ölürüz. Senin (iznin)le ölürüz. Ölümden sonra kalkış da
sanadır" diye dua edermiş.[340]
Hayata gelen her canlının
hayatı iki kısma ayrılır:
1. Dünya hayatı
2. Ahiret hayatı
Dünya hayatı da, iki safhadan
oluşur:
1. Uyku hali,
2. Uyanıklık hali.
Netice itibariyle bütün bu
durumlar, hep mutlak kudretin emir ve iradesiyle vücut bulur. Sabahın aydın ve
uyanık durumuna giren insan o gün başına ne işler geleceğini bilemez ve günlük
kaderini çizemez. Akşam olup gece karanlığına giren kimse de şuursuz ve
herşeyden habersiz olarak uykuya yatınca sağlam olarak sabaha çıkacağını
kestiremez. Yaşadıkça da dert ve musibetlerden sıyrılamaz ve akıbet ölümün
pençesine teslim olur.
Bütün bu haller karşısında
mü'min kula düşen vazife, hayatında ilâhi emirlere ilişkin görevlerini bilerek
yapmak ve tam bir teslimiyet içinde akşam ve sabah Allah'a iltica edip
Peygamber (s.a.)'in okumuş oldukları duaları okumaktır. Bu dualarda geçen
ifadeler yüce Allah'a karşı kulun acizliğini ve tevekkül ve teslimiyet
ihtiyacını itiraftan başka birşey değildir.
Bu itibarla samimi ve şuurlu
bir müslümanın bu gibi duaları ezberleyip kendine vird edinmesi son derece
lüzumlu ve kaçınılmaz bir görevdir.[341]
5069... Hz. Enes b.
Malik'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
Her kim sabaha ya da akşama
çıktığında "Allahümme innî esbah-tü üşhidüke ve üşhidü hamelete arşike ve
melâiketeke ve cemîe halkı-ke enneke entellahu İâ ilahe ifla ente ve enne
Muhammeden abdüke ve rasülüke (Allahım (senin izin ve inayetinle) sabah vaktine
eriştim, seni, arşını taşıyanları, (diğer) meleklerini ve yaratıklarının tümünü
şâhid tutuyorum ki, sen kendinden başka ilah olmayan yegâne Allansın, Muhammed
de senin kulun ve ekindir)" diye dua ederse Allah onun dörtte birini
Cehennemden azad eder. Her kim bu duayı iki defa okursa Allah onun yarısını
(cehennemden) azad eder. Üç defa okuyanın dörtte üçünü, dört defa okuyanın
bütün vücudunu azad eder.[342]
Fahr-i kâinat efendimiz,
hayatları boyunca sabah ve akşam çeşitli dualar okumuş ve sahabilerinin
herbirine hallerine, ihtiyaçlarına göre bunlardan uygun olan bir duayı öğretmiştir.
Bunların hepsini öğrenip okumağa ne hafıza müsaittir ne de zaman. Bu bakımdan
müslüman bunlardan haline ve ihtiyacına uygun düşenleri .seçip kendine vird
edinmelidir.
Bu hadisin şerhi için bir
önceki hadisin şarhine de bakılabilir.[343]
5070... (İbn Büreyde'nin) babasından
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Her kim sabaha yahut da
akşama eriştiğinde: 'AHahümme Rabbi lâ ilahe illa ente halaktenî ve ene abdüke
ve ene alâ ahdike ve va'dike mesteta'tü, eûzü bike min şerri mâ sana'tü ebû'u bi
ni'metîke ve ebû'ü bizenbt fağfirli innehü lâ yağfirüzzünûbe illâ ente (:
Allahım sen Rabbimsin, senden başka ilah yoktur, beni sen yarattın ben senin
kulunum ve gücüm yeterince ahdin ve va'din üzerindeyim. Yaptığım kötülüklerden
sana sığınırım (üzerimdeki) nimetlerini ve günahlarımı itiraf ederim. Beni
affet. Çünkü günahları ancak sen affedersin) der de (o günün) gündüzünde veya
gecesinde ölürse (mutlaka) cennete girer."[344]
Buharî'nin rivayetinde Resulü
Zişan efendimizin mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte
öğretilen istiğfar için "Seyyidül istiğfar (istiğfar dualarının
efendisi)" tabirini kullandığı ifade edilmektedir. Fahr-i kainat
efendimiz bu tabiriyle "nasıl ki bir kavmin reisi o kavmin her türlü
sıkıntılarında başvurduğu bir merci ise bu duada dünyada başı sıkılan, sırtında
taşıdığı günah yüklerinin ağırlığı altında duyduğu sıkıntıdan ve bunalımdan
kurtulmak isteyen kimselerin merciidir" demek istemiştir.
Kıymetli ilim adamlarımızdan
Kamil Miras efendi mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifi açıklarken şöyle diyor:
"Müellif Buharı, bu
hadisin başlığında Nuh sûresinin dokuzuncu âye-tiyle onu takib eden âyetleri ve
bir de Al-i İmran suresinin yüz otuzbeşin-ci âyetini zikretmiştir ki; Nuh
suresi âyetlerinin mealleri şöyledir:
"Sonra hem ilan ederek
onlara söyledim. Hem gizliden gizliye söy-ledinı onlara... Dedim ki: Gelin
Rabbinizin mağfiretini isteyin. Çünkü o Gaffardır (mağfireti çok boldur,
Rabbimizin mağfiretini dilediğiniz takdirde Allah) üzerinize bol bol yağmur
suyu verir.
Hem Mallarınızı, hem de
oğullarınızı çoğaltır ve size bahçeler yaratır size ırmaklar akıtır."[345]
Bu sure-i şerifede
bildirildiği üzere Nuh'un kavmi Vedd, Süva, Yegus, Ye'ûk, Nesr adlarında bir
takım hayvanları temsil eden putlara taparlardı. Hz. Nuh, kavmini bunlardan men
edip yalnız Allah'a ibadet ve ona itaat etmelerini tebliğ ve gece gündüz bu
da'vetle meşgul olduysa da bir türlü müessir (etkin) olamamıştı. Rivayete göre
bunun üzerine Cenab-ı Hak, Nuh'un kavminden kırk sene yağmuru esirgedi.
Kadınlarını da kısır bıraktı. Bunun üzerine Hz. Nuh tercümesini sunduğumuz
ayetlerde haber verildiği üzere kavmine istiğfar etmelerini ve bu suretle
kendilerine yağmur ve evlad ihsan olunacağını ve bu sayede refah ve saadete
kavuşacaklarını tebliğ etti. Bununla da uyanmadıklarından kendilerine tufan
alameti gönderildi.
Müellif Buhari, Hz. Nuh'un
isyankâr kavminin vaziyetine tercüme ettiğimiz âyetlerle işaret ettikten sonra
da Muhammed ümmetinin dua ve istiğfar hakkındaki mütaveatkârâne hallerini
tasvir eden Ali İmran suresinin şu mealdeki âyetini zikretmiştir:
"Ve bir günah işledikleri
veya nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı anarak hemen günahlarının
bağışlanmasını isterler, hem de işledikleri günahda bile bile ısrar
etmezler."[346]
Bu iki sureden meallerini
sunduğumuz âyetlerde istiğfarın yüksek fazileti tebliğ bu vurulmuş tur.
Bilhassa, Nuh suresinde istiğfarın herşeyin elde edilmesine vesile olduğu
bildirilmiştir.,
Sa'lebî'nin beyanına göre
Hasan-ı Basrî hazretlerine birisi gelerek fakirliğinden şikayet etmiş. Hazret
ona "Allah'a istiğfar et" diye cevap vermiş. Başka birisi de: Dua
buyursanız da Allah bir oğul verse diye rica etmiş. Hz. îmam buna da:
"Allah'a istiğfar et" demiş. Bir başkası daha gelerek kuraklıktan
bahçesinin kuruluğundan şikayet etmiş. Buna da: İstiğfar et, tavsiyesinde
bulunmuş.
Mecliste hazır bulunanların
Hasan-ı Basri Hazretlerine: "Ey Ustâd! Türlü şikayet ve başka başka
dileklerde bulunanların hepsine de aynı tavsiyede bulundun, demeleri üzerine
Hz. İmam - Ben bunu kafamdan atıp söylemedim. Nuh aleyhisselâm türlü âfet ve
zaruretlere müptela olan kavmine bunlardan kurtulmaları için "Rabbinize
istiğfar ediniz" dediği Kur'anda hikayet buyurulduğundan mülhem olarak ben
de bana müracaat edenlerin hepsine istiğfar etmelerini tavsiye ettim"
buyurmuştur ki; Hz. İmanın bu içtihadı bizim için de ibret alınmağa değer
mahiyettedir ve her türlü sıkıntılı zamanlarımızda istiğfar ederek arınmak ve
her çeşit maksadımızın husulü için Rabbimize müracaat etmek gerektir...
Pek ziyade mesûr olan bu
istiğfar duası vaktiyle taşraların büyük camilerinde perşembe gibi eyyam-i
mübarekede ikindi namazından sonra imam tarafından cemaatle birlikte okunurdu.
Ne güzel adet idi."[347]
Şârih İbn Battal'ın
açıklamasına göre metinde geçen "gücüm yettiğince ahdin ve va'din
üzerindeyim" cümlesindeki ahd'den maksat: "Alla-hın insan neslini yaratmadan
önce onları Adem aleyhisselamm sulbünden zerreler halinde çıkarıp: "Ben
sizin Rabbiniz değil miyim?"[348] şeklinde bir soru yönelterek onlardan:
"Evet Rabbimizsin" cevabını almak suretiyle kendinin Rabb; onların
da kullar olduğuna dair onları şahid tutup kendilerinin de bu şahidliklerinde
sabit kalacaklarına dair aldığı söz ve ahiddir. Yine aynı cümlede geçen
"va'd" sözünden maksat ise; Allah (c.c.) hazretlerinin Rasulü zişan
efendimizin diliyle kullarına verdiği "Şirk koşmadan farzlarını yerine
getiren kimseyi cennetine koyacağına"[349] dair verdiği sözdür.[350]
Hattabi'ye göre bu kelimelerle
kasd edilen, kulun Allah'a bütün samimiyetiyle inanıp bu inancına uygun olarak,
gücünün yettiğince kulluk görevini yerine getirmeye kararlı olduğunu itiraf
etmesidir.
Hadis-i şerifte istiğfar
duasının biri sabah biri de akşam olmak üzere günde iki vakitte okunacağı ifade
edilmektedir ki, hadisin bab başlığı ile ilgili kısmı burasıdır.
Fahr-i kâinat efendimiz,
ümmetine öğretmek üzere çok çok istiğfar etmiş ve: "Vallahi ben günde
yetmiş defadan fazla Allah'a tevbe ve istiğfar ederim"[351] "Amel defterinde bol bol istiğfar
bulunan kimseye müjdeler olsun"[352] buyurmuştur.[353]
5071... Abdullah (b. Mesûd
r.anh)'dan (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) akşam vaktine erişince
şöyle derdi: "Emseynâ ve emsel mülkü lillahi vahdehülâ şerikeleh (: Akşam
vaktine eriştik. Allah'a ait mülk de akşama erişti. Allah'a hamd olsun
Allah'dan başka ilah yoktur o tekdir ve ortağı yoktur.) (Cerir'in rivayetinde şu
ilave vardır. Zübleyd İbrahim İbn Süveyd'in şöyle dediğini söylerdi: Lâilâhe
illalla-hü vahdehü lâ şerike leh, lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli
şey'in kadir. Rabbi es'eluke hayra mafi hazıhilleyle ve hayra mâ ba'dehâ ve
eûzu bike min şerri ma fi hâzihilleyleti ve şerri ba'dehâ Rabbi eûzü bike
mine'I kese! ve min sûil kibr evilküfr. Rabbi eûzü bike min azabinnar ve
azabil kabr (: Allah'dan başka ilah yoktur, o tektir ve ortağı yoktur
mülk onundur hamd de ona mahsusdur, hem de o herşeye kadirdir. Allah'ım senden
bu gecenin ve ondan sonraki gecelerin hayrını dilerim bu gecenin ve ondan
sonraki gecelerin şerrinden de sana sığınırım. Ey AUahim, tenbellikten,
ihtiyarlığın kötülüğünden -yahut ta küfrün kötülüğünden- sana sığınırım.
Allah'ım, cehennem azabından ve kabir azabından sana sığınırım.)"
(Peygamber efendimiz) sabah
vaktine erişince de aynı şekilde: "Sabahladık Allah'a ait olmak üzere
mülk de sabahladı..."diye dua ederdi.
Ehu Davud dedi ki: Şu be bu
hadisi Seleme b. KüheyTden naklen: "İhtiyarlığın kötülüğünden'' diye
rivayet etti. "Küfür kötülüğünden"sözünü rivayet etmedi.[354]
Biri sabahleyin biri de
akşamleyin olmak üzere metinde geçen duaları yapmak müstehabtir.
Tekellüfsüz olarak seçili dua yapmak makbuldür. Seci'in çirkini zorlanarak ve
kasten yapılandır. Çünkü böyle bir seci' duanın huşûunu ve ihlâsını kaçırır.
Düşünmeden, tekeliüf yapmadan geliveren seci'de ise beis yoktur. Hatta
gü2eldir. Çünkü bu fesahatin kemalinden ileri gelir. Yahutta evvelce
ezberlendiği için böyle seci'li olur.[355]
5072... Ebû Sellâm'dan
(rivayet edildiğine göre); kendisi Hıms mescidinde iken mescide bir adam
gelmiş (Mescidde bulunan kimseler): "Bu adam (uzun süre) Peygamber
(s.a.)'e hizmet etti" demişler. Bunun üzerine (Ebu Sellâm) kalkıp da bu
adamın yanına varmış ve:
Bana Rasûlullah (s.a.)'dan
seninle onun arasına râvilerin girmediği (ve doğrudan doğruya) kendisinden
işittiğin bir hadis söyle, demiş.
(O adam da) şöyle demiş:
Ben Rasûlullah (s.a.a)'i şöyle
buyururken işittim: "Her kim sabaha ve akşam vaktine eriştiği zaman: Rabb
olarak Allah'dan, din olarak İslamdan ve peygamber olarak da Muhammed'den
razıyım, derse onu memnun etmek Allah üzerine bir hak olur."[356]
Sabah ve akşam vakitlerinde
mevzumuzu teşkil eden hadiste öğretilen duayı okumanın sevabı çok
büyüktür. Sözü geçen vakitlerde bu duayı okuyan kimse Allah'ın rızasını
kazanır.
Bu hadisin ravisi Ebu Sellâm
Memtûrü'l Habeşî'nin Hıms mescidinde karşılaştığı kişiden Hz. Peygamberden
araya bir ravi girmeden doğrudan doğruya Hz. Peygamberin kendi mübarek ağzından
işittiği bir hadis rivayet etmesini istemesi, araya girecek olan sahabilere
olan güvensizliğinden değildir. Çünkü o sahabilerin hepsinin de güvenilir
kişiler olduğunu bilmektedir. Bu nedenle o sahabilerin adalet bakımından
fevkalâde güvenilebilecek kişiler olmaları cihetiyle işittikleri hadisleri
mana olarak eksiksiz rivayet edeceklerinden emin olmakla beraber, beşer
olmaları sebebiyle lafızları naklederken onları aynıyla aktarmaya muvaffak
olamayip yanlışlıkla aynı manaya gelen kelimelerle değiştirerek rivayet etmiş
olabileceklerine de ihtimal vermektedir. İşte sözü geçen kimseden araya ravi
girmeyen bir hadis rivayet etmesini istemesinin sebebi budur.
Bezlu'l-Mechûd müellifi, (XX,
10'da) hadiste sözü edilen Peygamber Efendimiz'e hizmet etmiş kişinin adım
tespit edene rastlamadığını belirtmektedir.[357]
5073... Abdullah b.
Gannâmi'l-Beyâzî'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Kim sabahı ettiği zaman: Alla-hümme mâ esbaha bî min
ni'metin feminke vahdek, lâ şerike lek, fe-lekelhamdü velekeşşükrü (: Allahım,
benimle birlikte sabah vaktine erişen nimetlerin hepsi de tek olan sendendir.
Senin ortağın yoktur. Hamd de şükür de sana mahsustur), diye dua eder o gününün
şükrünü eda etmiş olur. Akşam vaktine erişince bunun gibi dua eden kimse de o
gecesinin şükrünü edâ etmiş olur."[358]
Bu hadis-i şerif hakiki şükrün
nimetin gerçek sahibini bilip bunu jütaf etmekten ve büyük, küçük bütün nimetleri
onun verdiğine inanmaktan ibaret olduğuna ve metinde geçen duayı akşam ve
sabah vakitlerinde okuyan kimsenin Allah'a karşı o günün şükrü, görevini yerine
getirmiş olacağına delâlet etmektedir.[359]
5074... Cübeyr b.
Ebî Süleyman b. Cübeyr b. Mut'ım'den demiştir ki:
Ben İbn Ömer'i şöyle derken
işittim:
"Rasûlııllah (s.a.) akşam
ve sabah vakitlerine eriştiği zaman şu duaları okumayı asla terk etmezdi:
"Allahümme inni
es'elkülâfiyete fiddünya velâhira. Alfahünıme inni es'elükelafve velâfiyete fî
dînî ve dünyaye ve ehli ve mâlî, Alla-hümmestür, avreti - (Osman bu
kelimeyi)avrâtî diye rivayet etti- ve âmin rav'âtî Aliahümmehfaznî min beyni
yedeyye ve min halfî ve an-yeminî ve an şimalî ve min fevkî ve eûzü bi azanıetike
en uğtâle min tahtı (: Allahım, senden dünya ve âhirette afiyet dilerim.
Allahım! Senden dinim, dünyam, aile fertlerim ve malım hakkında afv ve afiyet
dilerim, Allah'ım ayıbımı ört, korkularımdan emin kıl, Allahım beni önümden,
arkamdan, sağımdan solumdan ve üstümden (gelecek her türlü tehlikeden) koru.
Altımdan (gelecek belalarla) helak olmaktan senin büyüklüğüne
sığınırım.)"
Ebıı Davud dedi ki: Veki (Hz.
Peygamber' in hadisin sonunda geçen altımdan helak olmaktan - sözüyle) yere
batmayı kast ettiğini söyledi.[360]
Aslında insanın malı ve aile
fertleri, dünyasının bir parçasını teşkil eder. Bu bakımdan insan hadiste
öğretilen duayı okurken "dinim ve dünyam hakkında afv ve afiyet dilerim"
diyerek aynı zamanda aile fertleri ve dünyası hakkında da afv ve afiyet
istemesi aile fertleri ile malın insan hayatındaki fevkalâde önemlerindeııdir.
Bilindiği gibi afv, günahın
silinmesi demek, afiyet ise hastalık ve bela gibi insanın dünyevi huzurunu kaçıran
hadiselerden kurtulmak anlamına gelir.
Hz. Peygamber, bu duada altı
yönden gelecek tehlikelerden Allah'a sığınmıştır. Esasen insanın sağ-sol,
ön-arka, alt-üst olmak üzere altı yönü vardır. Gelecek olan bir felaket te
mutlaka bu yönlerden birinden gelir.
Tîbî'nin açıklamasına göre
Fahr-i kainat efendimiz bütün, bu yönlerden gelecek belalardan Allah'a
sığınırken, aşağıdan gelecek belalardan daha mübalağalı bir ifade ile Allah'a
sığınması, alttan gelen belaların daha tehlikeli olmasındandır. Mevzumuzu
teşkil eden bu hadis-i şerif metinde geçen duayı sabah ve akşam vakitlerinde
okumanın sünnet olduğunu ifade etmektedir.[361]
5075... (Hâşim oğullarının
azatlı kölesi Abdül-Hamid'in Hz. Peygam-ber'in kızlarından birine hizmette
bulunmuş olan annesinden rivayet edildiğine göre); Peygamber (s.a.) (sözü
geçen) kızına (lüzumlu duaları) öğreterek: "Sabah vaktine eriştiğin
zaman: SübhaneUahi ve bihamdihî lâ kuvvete illa billahi maşaallahü kâne ve mâ
lem yese' lem yekun, a'lemü ennelfahe ala külli şey'in kadir ve ennellahü kad
ehata bi külli şey'in ilmen (: Bana verdiği sayısız nimetlerinden' dolayı
Allah'a hamd ederek onu her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederim. (Allah'a
kulluğu) güç (yetirmek) ancak Allah'ın (yardımı) iledir. Allahın dilediği olur
dilemediği olmaz. (Şuna) inanıyorum ki, Allah'ın herşe-ye gücü yeter ve Allah
ilmiyle herşeyi kuşatmıştır) diye dua et. Çünkü bu kelimeleri sabahleyin
söyleyen bir kimseyi Allah akşama kadar korur, onları akşam vakti söyleyen
kimseyi de sabaha kadar korur" dediğini söylemiştir.[362]
Tîbî'nin açıklamasına göre:
Metinde geçen "Allahü Teâlanın herşeye gücu yeter ve o ilmiyle her şeyi
kuşatmıştır" mealindeki sözler, Allahın herşeyi kapsayan kudretini ve
herşeyi kuşatan hudutsuz ilmini ifade etmektedir ki, bu iki sıfat tevhidin
esasıdır. Binaenaleyh bu iki sıfata böylece inanan bir kimse inanç esaslarr
içerisinde en önemli yeri olan ölümden sonra dirilme, haşire neşr gibi inanç
esaslarına inanmış olduğu gibi, bu sıfatları burada ifade edildiği gibi
söyleyen kimse de ölümden sonra dirilmeyi, haşri ve neşri inkâr eden kâfirleri
reddetmiş olur."
Bu bakımdan bu duanın - Allah
yanında- büyük bir değeri vardır. Dolayısıyla duayı akşam ve sabah okuyan
kimse o günün gündüzünde ve gecesinde Allah'ın hıfz ve himayesinde olur.[363]
5076... Hz. İbn Abbas'dan
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her kim
sabaha eriştiğinde: "Akşama girerken ve sabaha ererken hepiniz Allah'ı
teşbih edin ve hamd O'nadır. Göklerde de yerde de günün sonunda da öğleye
eriştiğinizde de"[364] âyet-i kerimesini, "... İşte siz de böylece çıkarılacaksınız."[365] âyetine kadar okursa gündüzün kaçırmış
olduğu hayrı telafi etmiş olur. Kim de bunu akşam vaktine eriştiğinde okursa
gecesinde kaçırmış olduğu hayrı telâfi etmiş olur."
(Ebu Davud'un şeyhlerinden
Ahmed b. Said el-Hemdânî'nin bu hadisi Leys'den ihbar sigasiyle: ahberanî
diyerek rivayet etmesine karşılık, diğer şeyhi) er-Rebî (muanan olarak yani);
Leys'den diyerek rivayet etmiştir.[366]
Bu mevzuda İmam Ahmed'in Muaz
b. Enes el-Cühenî'den (rivayet ettiği) bir hadis-i şerif şu meâldedir:
"Yüce Allah'ın Hz. İbrahimi niçin vefakâr bir dost olarak isimlendirdiğini
size haber vereyim mi? Zira o: "Sabah ve akşamleyin akşama girerken ve
sabaha ererken Allah'ı teşbih ederim. Göklerde ve yerde hamd Onadır. Gündüzün
ardından öğle vaktine varınca da hamd ona mahsustur" derdi.[367]
5077... Ebû Ayyaş'dan
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her kim
sabaha eriştiğinde "lâ ilahe illâhü vahdehû Iâ-şerike leh lehül mülkü ve
lehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadir (: Allah'dan başka ilah yoktur, o
tekdir ve ortağı yoktur. Mülk onundur, hamd de O'na mahsustur ve o herşeye
kadirdir)" derse (bu zikir) onun için (sevab bakımından) İsmail
(Aleyhisselam)ın evladından bir köle âzad etmeye denk olur ve ayrıca o kimse
için on iyilik (sevabı) yazılır, on (küçük) günahı silinir. (Cennetteki yeri)
on derece yükseltilir. Akşama kadar şeytandan korunmuş olur. Eğer bu
kelimeleri akşamleyin söyleyecek olursa onun için aynı şeyler sabaha kadar da
o!ur."[368]
Bu hadisi Ebu Davud'a rivayet
eden Musa İbn İsmail kendisine) bu hadisin Ham m ad'd an gelen rivayetinde (şu
sözleri de) nakletti:
Bir adam rü'yasında Rasûlullah
(s.a.)'i gördü de "Ey Allah'ın Resulü Ebu Ayyaş senden şöyle şöyle bir
hadis rivayet etti (bu doğru mudur?)" diye sordu. (Hz. Peygamber de:)
Ebu Ayyaş doğru söylemiştir,
cevabını verdi.
Ebu Davud dedi ki; Bu hadisi
ismail b. Cû'fer ile Musa ez-Zem'î ve Abdullah b. Cafer de Süheyl ve
(Süheyl'in) babası zinciriyle b. Ai-ş(e)'den rivayet eîti(ler.)[369]
Hadis-i şerifte, İsmail aleyhisselamın
evladından bir köle azâd etmekten
bahsedilmesi, İsmail (a.s.)'in evladından bir köle azad etme sevabının
herhangi bir köle azad etme sevabından daha büyük olmasındandır. Hanefi
ulemasından Aliy-yü'1-Kârî'nin açıklamasına göre, İbn Haçer'in zannettiği gibi
bu hadis-i şerif İsmail Aleyhisselam'ın neslinden gelen kimselerin esir
edilebileceğine delalet etmediği gibi, aksine de delâlet etmez.[370]
Bilindiği gibi
Arapyarımadasında yaşayan arapların azad edilmesi İmam Şafiî'nin görüşüdür.
Hanefilere göre, onlar köle edilmezler ki, azad olsunlar. Dolayısıyla bu gibi
hadisler varsayıma hamledilir.[371] Daha Önce de açıkladığımız gibi, Hanefilere
göre müşrik araplara cizye ödeyerek ya da köle olarak yaşamak hakkı
tanınmamıştır, onlar ya müslüman olurlar ya da kılıçtan geçirilirler. Onlar
İslamın beşiğinde dünyaya geldikleri için kendilerine köle olarak bile olsa
müşrik olarak yaşama hakkı tanınmamıştır.
Aliyyü'l-Kârî'nin açıklamasına
ravinin rü'yadan bahsetmesi, işittiğini aynen aktarmak hususunda ihtiyatla
riayet etmiş olmak içindir. Rü'yanın delil olarak kabul edilmesi için değildir.
Çünkü rü'yanın delil olamayacağı hususunda icma vardır..[372]
5078... Enes b. Malik
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyururken işittiğini söylemiştir:
"Her kim sabaha
eriştiğinde: "Allahümme innî esbahtu üşhidüke ve üşhidü hamelete arşike ve
inelâiketeke ve cemîa halkike, enneke entellahü lâ illahe illa ente vahdeka lâ
şerike lek ve enne Muhanıme-den abdüke ve Resulük (: Ey Allahım ben (senin izin
ve iradenle) sabaha eriştim, senin kendisinden başka bir ilah olmayan tek
Allah olduğuna ve ortağın bulunmadığına (dair) seni, Arşının taşıyıcılarını,
meleklerini ve tüm yaratıklarını şahit tutuyorum)" derse o günde kazanmış
olduğu (küçük) günahları affedilir. Eğer bu kelimeleri akşamleyin söylerse
geceleyin kazanacağı bütün (küçük) günahları affedilir."[373]
Bu hadis-i şerifte ve
benzerlerinde geçen "bütün günahları affedilir" gibi ifadeler
kişileri teşvik için söylenmiş sözlerdir. Gerçekten bütün günahları affedilecek
demek değildir.[374]
Çünkü bilindiği gibi büyük
günahlar ancak tevbe ile, kul hakları ile ilgili günahlar da ancak
sahipleriyle helallaşmak suretiyle affedilirler.[375]
5079... Müslim b. el-Haris
et-Temimi'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) kendisine gizlice
şöyle demiştir:
Akşam namazını kıldığında yedi
defa "Allahümme ecirnî min-nennâri (: Ey Allahim beni cehennemden
kurtar)" diye dua et. Eğer bu duayı okuduktan sonra o gecede ölecek
olursan senin için (cehennemden) kurtuluş (beratı) yazılır. Sabah namazını
kılınca da aynı duayı oku. Çünkü eğer sen (sabah namazından sonra aynı duayı
okuduktan sonra) ölecek olursan o gün (akşama kadar) senin için kurtuluş (beratı)
yazılır. (Muhammed ibn Şuayb dedi ki:) Ebu Said'in bana bildirdiğine göre
el-Haris şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.) bu duayı bize gizlice söyledi. Biz
de bunu sadece (çevremizde bulunan) kardeşlerimize söyleriz.[376]
Bu hadisin ravilerinden
el-Haris b. Müslim ile Müslim b. el-Haris'in hangisinin sahabi
olduğu belli değildir. Bu konuda ihtilaf vardır. Aynı şekilde hangisinin
tabiûndan olduğu da belli değildir.
Buhârî ile Ebu Hâtem, Ebu
Zür'a, Tirmizî ve daha pek çok hadis âlimi, Müslim b. el-Haris'in sahabi
olduğunu söylemişlerdir. Darekutnî O'nun kimliği meçhul bir kimse olduğunu
söylemiştir. Hafız Münzirî ise bu hadis hakkında sükût etmiştir.
Hadis-i şerif söz konusu duayı
akşam ve sabah namazlarından sonra okumanın faziletinin büyük olduğunu ifade
etmektedir.
Hz. Peygamberin bu duayı
gizlice öğretmesinin hikmeti, onu başkalarından saklamak için değil, onun
öneminin iyice kavranması, kafalara ve gönüllere iyice yerleşmesi içindir.
Çünkü bir sır havası içinde gizlice ve fısıltı ile söylenen sözlerin kalpler
üzerindeki etkisi daha çok, bu sözlere gösterilen alaka ve dikkat da daha
fazla olur.[377]
5080... (Müslim b.
el-Haris b. Müslim et-Temimi'nin) babasından (rivayet edildiğine göre)
Peygamber (s.a.) (bir önceki hadisin) bir benzerini: "Ondan kurtuluş
(beratı yazılır)" sözüne kadar söylemiş; şu farkla; ki (akşam namazını
bitirince cümlesi ile sabah namazını bkirince anlamındaki) iki cümlenin
başında (bir de) "Hiçbir kimse ile konuşmadan" sözüne ilave etmiştir.
(Bu hadisi Musannif Ebû
Davud'a rivayet eden) Ali Ibn Sehl bu hadisi "Haris b. Müslim'in babası,
Haris'e haber verdi ki..." sözleriyle rivayet etti.
Ali (b. Sehl) ile (Muhammed)
b. el-Musaffa (Haris b. Müslim'in) şöyle dediğini rivayet ettiler:
""Rasûlullah (s.a.) bizi bir seriyye ile birlikte göndermişti. Baskın
yapılacak yere yaklaşınca ben atımı (olanca hızıyla) koşturup arkadaşlarımı
geçtim. Bunun (üzerine yaptığımız baskını gören) düşman askerleri, beni feryat
sesleri ile karşıladılar. Ben de onlara "Lâ ilahe illallah sözüyle
korununuz" dedim. Onlar da (hepsi) bu kelimeyi söylediler (ve dolayısıyla
müslümari oldular. Müslüman oldukları içinde hem canlarını hem de mallarını
kurtarmış oldular). Bunun üzerine arkadaşlarım: Bizi ganimetten mahrum ettin,
diye beni kına(maya başla)dılar. Rasûlullah (s.a.)'ın huzuruna gelince benim
yaptığım bu işi kendisine anlattılar, Rasûlullah (s.a.) beni çağırdı ve
yaptığım işi (çok) beğendi. "Şunu unutma ki (yüce) Allah (bu yaptığın
işten dolayı) sana (müslüman olan) o kimselerden her birine karşılık şu kadar
(sevap) yazmıştır" dedi. (Ravi) Abdurrahman da bu hadisi, (Hz. Peygamberin
bahsetmiş olduğu bu sevabıfn miktarını) unuttum-, şeklinde rivayet etti. (Bu
hadisi Ebu Davud'a aktaran Şeyh Ali b. Sehl rivayetine devam ederek el-Haris b.
Müslim'in sözlerine şöyle devam ettiğini söyledi): "Sonra Rasûlullah(s.a.)
(bana)
Sana benden sonra (yapmaya
devam edeceğin) bir vasiyet yazacağım, dedi ve (dediğini) yaptı. (Vasiyyetin)
üzerini mühürIcyip bana verdi ve bana dedi ki: (Hadisin bundan sonraki kısmında
Aîi b. Sehl, Ebû Davud'un diğer Şeyhlerinin bir önceki hadiste geçen: Ey
Allahım, beni cehennem ateşinden kurtar- anlamındaki dua ile ilgili)
hadislerinin manasını rivayet etti. (Muhammed) b. el-Musaffa ise ravi
Abdurrahman İbn Hassân'ın şöyle dediğini rivayet etti: "Ben el-Haris b.
Müslim b. el-Haris el-Temimi'yi babasından hadis rivayet ederken işittim."[378]
Bilindiği gibi bir önceki
hadis-i şerifte akşam ve sabah namazlarından sonra: "Allahümme
ecirnî minennar (: Ey Allah'ım! Beni cehennem azabından kurtar)" anlamındaki
duanın yedi defa okunması tavsiye edilmiştir. Fakat sözü geçen hadis-i şerifte
bu duanın sözü geçejı namazlardan sonra hiçbir kimse ile konuşmadan yapılması
şartından söz edilmemektedir. Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte ise
va'dedilen saadete erişmek için söz konusu duanın sözü geçen namazların
sonunda hiç dünya kelamı konuşmadan yapılması şart koşulmaktadır.
Binaenaleyh bu duadan
yararlanabilmek için bu şarta uyularak yapılması gerekmektedir.
Diğer râviler bu hadisin
"Müslim el-Haris'in babasından rivayet edilmiştir" şeklinde muanan
olarak rivayet ederken, Ali b. Sehl rivayet bakımından daha muteber ve makbul
olan tahdis yoluyla yani "babası ona haber verdi ki" şeklinde rivayet
etmiştir. Bilindiği gibi tahdis sigasiyle rivayet edilen hadisler "an"
kelimesiyle yani "muanan" olarak rivayet edilen hadislerden daha
makbuldür. Binanenaleyh Ali b. Sehl'in rivayeti Ebu Davud'un diğer şeyhlerinin
rivayetinden daha sağlam ve makbuldür.
Hadis-i şerifte izaha muhtaç
olan hususlardan biri de Haris b. Müslim'in bir akıncı birliği ile üzerlerine
baskın yaptığı düşman birliğine kendilerini kurtarmaları için kelime-i tevhid
okumalarını telkin etmesi üzerine, düşman askerlerinin bu teklife uyarak
şehadet getirmeleriyle müslüman akıncı birliğinin onların mallarına ve
canlarına dokunamamaları ve bu yüzden de akıncı müslüman askerleri: "Bizim
elde edeceğimiz ganimete engel oldun" diyerek el-Haris'e çıkışmalarıdır.
Bilindiği gibi "Lâilahe
ilallah Muhammedür Rasûlullah: diyen kimsenin canı da malı da taarruzdan korunmuştur.[379] Bu kelimeyi söyleyen kimse harp
meydanında bile olsa canını ve malını müslümanların taarruzlarından kurtarmış
olur. Onun canına taarruz edilemediği gibi esir de edilemez. Mallan da ganimet
olarak alınan işte bu sebepledir ki, müslüman akıncılar tevhid kelimesini
söyleyen düşman askerlerinin canlarına dokunamadıkları gibi mallarına da
dokunamamışlar ve onlardan ellerine geçecek olan ganimet mallarından mahrum
kalmışlardır.
İşte bu yüzden arkadaşları ona
çıkışmışlardır. Hz. Haris onların müslüman olarak gerçek hayata kavuşmalarını
istediği için böyle hareket etmiştir. Niyeti gayet halistir. Aslında ona
çıkışan arkadaşlarının niyetleri de onunki kadar halistir. Onların niyeti
düşmana sessizce baskın yaparak onları esir edip mallarını ele geçirmek ve
müslümanlara ganimet kazandırmak ve bu sayede aynı zamanda bu esirleri zamanla
müslümanlaştırarak esas gayeye ermektir. Çünkü onların kanaatine göre
müslümanların eline geçen esirler zamanla İslamiyeti tanıyacakları için ergeç
müslüman olacaklardır.
Hadis-i şerifte, Hz.
Peygamberin Hz. Haris'e bu hareketinden dolayı müslüman olan her asker
karşılığında pek çok sevap verileceğinden bahsedilmekle, beraber bu sevabın
miktarı açık olarak ifade edilmemektedir.
Fakat "... kim de onu
dir,. bırakırsa sanki bütün insanları diriltmiş gibidir."[380] âyet-i kerimesi bu sevabın derece ve
miktarını anlamak için yeterlidir.
Hz. Peygamberin Hz. Haris'e
yazdığı vasiyyet bir önceki hadis-i şerifte, akşam ve sabah namazlarından
sonra 7 defa okunması tavsiye edilen "Ey Allahım, beni cehennem ateşinden
kurtar" mealindeki duadır. Ancak Hafız İbn Hacer İsabe'de bu vas'yyetin
valilere hitaben yazılmış Hz. Haris'in lehine bir vasiyet olduğunu
söylemektedir.[381]
1. Lâilahe'.allah Muhammedür
rasulullan kelimesini söyleyen kimsenin malıda canı do emniyettedir. İsterse bu
kelimeyi harp meydanında söylemiş olsun.
2. Bir kimsenin
kelime-i tevhidi söylemesine sebep olmanın sevabı çok büyüktür.
3. Akşam ve sabah namazlarından
sonra hiç konuşmadan "Allahüm-me ecirnî duasını okumanın ecri büyüktür.
4. Ganimet almak
meşrudur.[382]
5081... Ebu'd-Derdâ
(r.a.)'dan demiştir ki:
Kim sabaha ve akşama erişdiği
vakitlerde yedişer defa: "Hasbiyella-hü lâ ilahe illa hüve aleyhi
tevekkeltü ve hüve Rabbü'1-arşi'l-azim (Ondan başka ilah yoktur. Ben O'na
tevekkül ettim. O ulu arşın da sahibidir") diye dua ederse Allah onu üzen
her şeye karşı ona yeter (bu kelimelere olan güveninde) ister sadık olsun,
ister (sadık olmayıp) yalancı olsun.[383]
Bu kelimeleri sabah ve akşam
vakitlerinde okumak, dünyevi ve uhrevi bütün sıkıntı ve üzüntülerden kurtarır.
Bu kelimeler öyle bereketlidir ki, onları tesirlerine inanarak okuyan kimseler
bir yana, onların yapacağı tesire güveni tam olmayan okuyan kimseleri bile
sıkıntılarından kurtarır.[384]
5082... (Muaz b. Abdullah
b. Huleyb'in) babasından demiştir ki:
Biz yağmurlu ve çok karanlık
bir gecede bize namaz kıldırması için Rasûlullah (s.a.)'i aramak üzere (dışarı)
çıkmıştık. Kısa bir süre sonra kendisini bulduk. (Bize): "Namazı kıldınız
mı?" diye sordu. (Ben kendisinin söze devam edeceğini zannederek) birşey
söylemedim. Bunun üzerine "Oku!" dedi. (Ben aynı düşünceyle yine)
bir şey söylemedim. Sonra (tekrar) "Oku!" dedi (ben aynı düşünceyle
yine) birşey söylemedim. Sonra (tekrar): "Oku!" dedi. Bunun üzerine:
"Ey Allah'ın Resulü ne söyleyeyim" dedim. "Akşama ve sabaha
eriştiğin zaman kulhüvallahü ehad (suresi) ile mutavvezeteyn (surelerini) üç
defa oku! Her türlü şerre karşı sana yeter" buyurdu.[385]
Bu hadis-i şerif sabah ve
akşam vakitlerinde Ihlâs suresi ile Felak ve Nas surelerini üçer defa
okumanın insanı her türlü serden koruyacağına delâlet etmektedir.
Ancak, kışın kar üzerinde ateş
yakmanın zorlaştığı gibi günahlarımızın ve özellikle haram lokmaların da
dualarımızın tesirini zayıflatacağından, okunan dua ve surelerin tesirininin
okuyana göre değişeceğini unutmamamız gerek.[386]
5083... Ebû Mâlik'den
demiştir ki: (Hz. Peygamber'e):
Ey Allah'ın Rasulü, bize sabah
ve akşam vakitlerine eriştiğimizde ve (uyumak için) yatağa yattığımızda
okuyacağımız bir dua öğret de okuyalım, dediler de onlara:
Allahümme fâtırassemavati
velerdi, âlimel gaybi veşşehadeti, ente Rabbü külli şeyin vel mclaiketü
yeşhüdüne enneke lâilahe illâ en-te, feinnâ neûzü bike min şerri enfüsinâ ve
min şerri'ş-şeytanirracimi ve şirkihi ve en nakterife sûen alâ enfüsinâ ev
necürrahü ilâ müsli-min: Ey göklerin ve yerin yatarıcısı, gizliyi ve aşikârı bilen
Allahim! Sen herşeyin Rabbisin senden başka ilah olmadığına melekler de şahitlik
ederler. Biz nefislerimizin şerrinden (Allah'ın rahmetinden) koğulmuş olan
şeytanın şerrinden ve (şeytanın bizi) şirke düşürmesinden, nefislerimiz
aleyhine (olacak) kötü (işler) yapmaktan yahut müs-lümana kötülük yapmaktan
sana sığınırız..." diye dua etmelerini (tavsiye) buyurdu.[387]
5084... Ehu Dâvud dedi ki:
Şu (bir önceki hadisteki) senetle Rasülullah (s.a.)'in şöyle buyurdu(ğu da
rivayet edilmiştir:)
Biriniz sabah vaktine eriştiği
zaman "esbahnâ ve esbehalmülkü lüla-hi Rabbil âlemin. Allahümme innî
es'elüke hayra hâzetyevmi fethahû ve nasrahû, nurahû ve bereketehû ve hüdahii
ve eûzü bike min şerri mâ fini ve şerri mâ ba'dehü. (: Biz sabah vaktine
eriştik. Mülk de âlemlerin
Rabbi olan Allah'ın (mülkü
olarak) sabaha erişti. Ey Allahım! Senden (bu günün) hayrını ve (düşmanlarıma
karşı) zaferini ve yardımım, nurunu, berelini, hakka uymada sebat etme
duygusunu isterim. Bugünün ve ondan sonraki günlerin şerrinden sana
sığınırım" desin, akşama erişince de bunun benzerini söylesin."[388]
(5083) numaralı hadis-i
şerifte geçen "ve şirkihi" kelimesini böyle harfinin kesrası ve
"fa" harfinin de sükûnu ile "şirkini" şeklinde okuduğumuz
zaman, bu kelimenin yer aldığı cümle "o şeytanın bizi şirke düşürmesinden
sana sığınırım" anlamına gelir. Fakat bu kelime "Şin" ve
"ra" harflerinin fethiyle "şerek" okuduğu zaman, sözü geçen
cümle, "O şeytanın hile ve tuzağından sana sığınırız" anlamına
gelir. Çünkü "şerek" kelimesi "şereke" kelimesinin
çoğuludur.[389] Hile ve tuzak anlamlarına gelir. Biz tercümemizi bu
kelimenin "şirk" şeklindeki okunuşuna göre yaptık.
(5083) ve (5084) numaralı
hadislerde öğretilen duaları sabah ve akşam vakitlerinde okumak tavsiye buyuru
I muştur. Ancak (5084) numaralı hadiste sabahleyin okunması tavsiye edilen
dua, akşamleyin aynısıyla okun-mayıp: "Emseynâ ve emsel mülkü ve Hayra
hazihilleyle" şeklinde yani "esbehnâ" kelimesi
"emseynâ" kelimesiyle "esbaha'l-mülkü" kelimesi de
"emelmülkü" kelimesiyle değiştirilerek ve müzekker zamirlerde
"hazihilleyle" şeklinde müennes, zamirlerle değiştirilerek
okunacaktır. Binaenaleyh (5084) nolu hadiste "akşamleyin de sabahki
duanın aynısını okuyunuz" buyrulmayıp da "sabahki duanın benzerini
okuyunuz" buyurması bundandır, Yani bu iki dua birbirinin aynısı
değildir. Biraz farklıdır.
Yine (5084) numaralı duada
"bugünden sonraki günlerin şerrinden sana sığınırını" demekle
yetinilip sözü geçen günlerin hayırlarının istenmeyişinin hikmeti "şerri
ve zararı önlemenin, hayır celbetmekten önde geldiğine" işaret etmek
içindir. Çünkü şerri önlemeye muvaffak olan kimse aslında hayırı elde etmeye
adaydır.
Şurasını da ifade etmek
isteriz ki: (1584) numaralı hadiste geçen "fet-hahû, nasrahû, nurahû,
bereketehû ve hüdâhü" kelimeleri kendilerinden önde geçmiş olan
"hayra hazelyevmi" kelimesinin tefsiri mahiyetindedir.
Hafız Münzirî'nin açıklamasına
göre mevzumuzu teşlal eden bu iki hadisin senedinde İsmail b. Ayyaş ile babası
Ayyaş bulunmaktadır. Bu iki ravi muhaddislerce tenkid edilmişlerdir.[390]
5085... Şerik el-Hevzenî
dedi ki: (Birgün) Aişe (radiyallahü anha)nın yanma girmiştim. Kendisine:
"Rasûlullah (s.a.) geceleyin uykudan uyanınca (duaya) hangi dua ile
başlardı?" diye sordum da:
Sen bana senden önce kimsenin
sormadığı bir soru sordun, dedi. O gece uyandığı zaman on defa: "AHahu
ekber (: Allah en büyüktür)" derdi ve on defa "elhamdülillah (: Hamd
Allah'a mahsustur)", on defa: "Sübhanellahi ve bihamidih (: Allah'ı
kendini tenzih ettiği şekilde bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim)" on
defa da, "Sübhanel me-likil kuddûs (: Her türlü noksanlıklardan) münezzeh
(olan) Malik(-i Hakikiy)i tenzih ederim)" derdi. On defa (Allah'dan) af
dilerdi'on defa:
"Lailahe ilallah"
derdi. Sonra da on defa: "Allahümme innî eûzu bike min dîkıddünya ve dîkı
yevmil kıyeme (: Ey Allahim dünyanın ve kıyamet gününün sıkıntısından sana
sığınırım) diye dua ederdi. Sonra (teheccüd) namaz(ın)a başlardı.[391]
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerif Hz. Peygamber efendimizin gece teheccüd namazına kalktığı zaman
önce sözü geçen duaları okuyup sonra teheccüd namazına durduğunu ifade
etmektedir.[392]
5086... Ebu Hüreyre'den
demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.) yolculukta
iken seher vaktinde (uykusundan) kalktığında şöyle dua ederdi.
"Semia sâmiun
bilhamdilllah ve nimetihi ve husni belâihi aleynâ. Allahümme sâhibnâ fefdil
aleyna Aizen billahi minennâri (: Nimetlerinden ve bizi tabi tuttuğu güzel
imtihanından dolayı (yüce) Allah'a (olan) hamdimizi bir dinleyen işitsin (ve
şahit olsun).
Ey Allahım, bize yardım et
bize nimetlerini bol bol ver. (Bunu) Ce-hennem'den Allah'a sığınarak
(söylüyorum)."[393]
Hattabî'nin açıklamasına göre
"eshara" kelimesi
1. “Seher vaktinde
uykudan kalktı"
2. “Seher vakti
yolculuk yapmak üztre hayvana binmek,
3. Yolculuk yaptığı yere seher
vakti vardı, gibi manalara gelir. Seher vakti ise gecenin son bölümüdür.
Biz bu kelimenin bu hadis-i
şerifte birinci manada kullanılmış olduğuna kanaat getirdiğimiz için tercümeyi
buna göre yaptık. Metinde geçen "semia" kelimesi Hattabî'ye göre
ihbar suretinde gelmiş inşaî bir kalıptır. Bu bakımdan bu
kelime"işitsin" anlamına gelir.
TurpuştFye göre bu kelime hem
sureten hem de manen bir ihbar siga-sidir. Bu bakımdan bu kelime "duydu,
duymuştur" anlamlarına gelir. Turpuştî'nin bu görüşüne göre söz konusu
kelimenin yer aldığı cümlenin manası şöyledir: "Allah'a olan hamdimizi
nimetlerini takdir ve tahsin ettiğimizi, nimetlerini bize bol bol ihsan
ettiğini dile getirdiğimizi işitme kabiliyeti olan herkes işitti."
Bazılarına göre, burada bu
kelimeyi mim harfini şeddeleyerek "sem-mea" veya "semmia"
şeklinde okumak da mümkündür. Bu okunuş şekillerine göre sözü geçen cümlelerin
manası şöyledir: "Üzerime bol bol nimetlerinden dolayı Allah'a olan
hamdimi duyan herkes başkalarına da duyursun."
Hadis-i şerif seher
vakitlerinde metinde geçen duayı okumanın müste-hab olduğuna delâlet
etmektedir.[394]
5087... Kasım (b. Muhammed)
den demiştir ki: Ebû Zer şöyle derdi:
"Her kim sabaha erişince:
"Allahümme mâ haleftü min halfin ev kultu min kavlin ev nezertü min
nezrin, femeşîetüke beyne yedey zâ-like küllini mâ şi'te kâne ve mia tem teşe'
lem yekûn. Allahümmeğfir Iî ve tecâvez lî anhü. Allahümme femen salleyte aleyhi
fealeyhi sa-lavâ'tî ve men leante fealeyhi la'netî kâne fistisnâ înyevmihî
zâlike (ev zâlikel yevmi (Ey Allahım. Ettiğim hiç bir yemin, konuştuğum hiçbir
söz, yaptığım hiçbir nezir yok ki, bunların tümünün önünde senin iraden bulunmasın.
Senin istediğin olur, istemediğinse olmaz. Ey Allahım beni affet, benim için
(bu yeminlerimin, söz ve nezirlerimin yapılmasında yada
yerlerine getirilmesindeki
hatalarımı) bana bağışla! Ey Allahım, senin rahmetin kime ise benim acımam da
onadır. Senin lanetin kime ise benim lanetim de onadır" derse (o kimse) bu
gününde (dil sürçmelerinden kurtulma hususunda) bir istisna içinde
olur.)"[395]
Bu hadisin ilk kaynağı Hz, Ebû
Zer'dir. Senedi Hz. Peygambere erışmemektedır. Luluı nın rivayetinde
bulunmadığından bu hadisi, Hafız Münzirî de kitabına almamıştır.
Hadis-i şerif metinde geçen
duayı sabahleyin okuyan kişiyi Allah'ın akşama kadar dil sürçmelerinden
koruyacağına delâlet etmektedir.[396]
5088... Hz. Osman b.
Affân, Rasûlullah (s.a,)1! şöyle buyururken işittiğini söylemiştir:
"Her kim (akşamleyin) üç
defa: "Bismillahillezi lâ yadurru mea ismini şey*ün fil ardi velâ fissemai
ve hüvessemîül alîm (: İsminin anılması) ile yerde ve gökte (bulunan belâ ve
musibet cinsinden) hiçbir şeyin zarar ver(e)mediği Allah'ın ismi ile
(korunuyorum). O (hem her sözü işiticidir, hem de (herşeyi) bilicidir"
dîyen kimseye (o gece) sabaha kadar ona ansızın bir musibet gelmez. Kim de bu
kelimeleri sabahleyin söylerse akşama kadar ona ansızın bir musibet
gelmez."
(Ebu Mevdud) dedi ki:
(Bu hadisi rivayet eden) Ebân b. Osman'a (bu hadisi rivayet ettikten sonra)
günlerden birgün (ansızın bir) felç geldi. Bunun üzerine hadisi (ondan bana)
rivayet etmiş olan kimse (Muhammed b. Ka'b) Ebân'a bakmaya başladı. (Bunu gören
Ebân): Niçin bana (böyle) bakıyorsun? Allah'a yemin olsun ki ben (Osman adına
yalan bir söz uydurmadım. Osman da Peygamber (s.a.)'ın adına yalan söz
uydurmadı. Fakat bugün benim başıma gelenler geldi. (Çünkü ben) öfkelenmiştim
de bu duayı okumayı unutmuştum.[397]
5089... (Yine Ebân b. Osman
ve Osman (b. Afvan) yoluyla Peygamber (s.a.)'den bir (önceki hadisin) bir
benzeri rivayet edilmiştir.) fakat ravi hadiste bir önceki hadiste zikredilen)
felç olayından bahsetmemiştir.[398]
Bu hadislerin râvilerinden
Ebân b. Osman Raşid halifelerden Hz. Osman b. Afvan'm oğludur. Bu hadis-i
şerif, söz konusu duayı sabah okuyan kimsenin akşama kadar, akşam okuyan
kimsenin de sabaha kadar ansızın gelen belâlardan emin olacağım ifade
etmektedir. Ancak duanın bu tesirinin görülebilmesi için sağlam bir inançla ve
iyi bir niyyetle okunması gerekir. İşte o zaman bu kimse süflî ve ulvî âlemden
malına ve canına gelecek olan bütün musibetlerden emin olur.
el-Camiüssağîr şerhindeki
Kurtubî'nin rivayetine göre bu hadis-i şerifte tavsiye edilen dua tecrübe
edilmiş ve doğruluğu tesbit edilmiştir. Kurtubî bu mevzuda şöyle demiştir:
"Ben bu duayı işittiğim günden beri onunla amel ederim. Onu okumayı
unutmadığım günlerde başıma asla ani bir felâket gelmedi. Bir gece Medine'de bu
duayı unutmuştu. O gece beni bir akreb soktu. Düşününce o akşam bu duayı
okumayı unuttuğumu bu yüzden akrebin sokmasından kurtulmadığımı anladım."
Kemalüddin ed-Dümeyri ,de bu mevzuda şöyle diyor: Fahrüddin Osman b- Muhammed
et-Tûzî'den rivayet edilmiştir: Dedi ki: Birgün Şeyhimle feraiz okuyordum. Bir
de baktım ki bir akreb yürüyerek geldi. Şeyh hemen onu avucuna alıp onunla
oynamaya başladı. Ben bu durumu görünce kitabı okumayı bırakıverdim. Şeyh:
Durma devam et, dedi ben de "Bu meselenin sırrını bana açıklamadıkça
okumam" dedim. Bu senin bildiğin birşeydir, deyip bu duayı bana öğretti.[399]
5090... Câer b. Meymûn'den
(rivayet edildiğine göre) Abdurrahman b. Ebi Bekre, babasına: Ey babacığım her
sabah seni: "Allahümme afiniı fi bedenî, Allahümme afini fi sem'i,
Allahümme afim fi basan lâ ila illa ente (: Ey Allahım. Sen benim vücudumda
(özellikle) kulağıma ve gözüme âiyet ver, senden başka ilâh yoktur)" diye
dua ederken duyuyorum. Sabahleyin ve akşamleyin üç(er) defa okuyorsun- (Bunun
hikmeti nedir?) diye sormuş da (babası):
-Çünkü ben Rasûlullah (s.a.)'i
bu duayı okurken işittim. Onun sünnetine uymayı (gönülden) arzu ettim, diye
cevap vermiş. (Hadisi Ebû Davud'a nakleden iki hocasin)dan biri olan Abbas
(b.Abdulazim) bu hadis-i şerife (şu sözleri de) ilave etmiştir: -Sen sabahleyin
ve akşamleyin üç(er) defa; "Allahümme innî eûzü bike minelküfri vel fakri,
AHahümme in-ni eûzü bike min azabilkabri lailahe illa ente (: Ey Allahım! Küfürden
ve fakirlikten sana sığınırım. Kabir azabından da sana sığınırım" diyorsun
(yüce Allah'a) bu kelimelerle dua ediyorsun (bunun hikmeti nedir)? diye sordum
da (bana): "Ben onun sünnetine uymayı (gönülden) arzu ediyorum da (onun
için böyle yapıyorum)" cevabını verdi ve (sözlerine devam ederek) şöyle
dedi: "Rasûlullah (s.a.) sıkıntıya düşenin duası şudur buyurdu.
"AHahümme rahmeteke crcû fela tekilnî ila nesî taraf-te aynin ve aslih li
şe'nî küllehü la ilahe illa ente (: Ey Allahım! Senin rahmetini umuyorum, beni
göz açıp kapayıncaya kadar (bile olsa) nefsime bırakma. Halimi tümüyle düzelt
senden başka ilâh yoktur.") Ebu Davud dedi ki: Bu hadisi bana naklen
şeyhlerimden) bazıları (bu hadisi bana rivayet ederken) arkadaşlarının
rivayetlerini (daha başka kelimeler) ekleyerek rivayet ettiler.[400]
Mevzumuzu teşkil eden hadis-i
şerif metinde geçen duayı sabahleyin ve akşamleyin üçer defa okumanın
sünnet olduğunu ifade etmektedir.
Hadis-i şerifte Rasulü Zişân
efendimizin fakirlikten Allah'a sığındığı iffade edilmektedir. Oysa Hz.
Peygamberin: "Allahım, beni miskin olarak yaşat, miskin olarak ruhumu al
ve beni miskinler zümresi içerisinde hasret".[401] "Fakirlik mü'min için atın
yanağından sarkan perçemden daha güzeldir."[402] diye dua ettiği de bilinmektedir. Bu bakımdan
zahirde bu dualar arasında bir çelişki varmış gibi görünmektedir. Bu mevzuda
Şaiî ulemasından İbn Kuteybe şöyle demektedir: ''Allah'a hamdolsun burada
herhangi bir ihtilaf yoktur. Onlar te'vilde yanıldılar ve haksız yere itiraz
ettiler. Çünkü onlar fakirlikle miskinliğin ikisi ayrı ayrı olduğu halde aynı
olduğunu zannetmişlerdir. Eğer: "Allah'ım, beni fakir olarak yaşat, fakir
olarak ruhumu al ve fakirler zümresinde hasret" demiş olsaydı q-zaman
delikleri gibi bir tenakuz olurdu.
"Allahım, beni miskin
olarak hasret" sözündeki miskinliğin manası tevazu ve boyun bükmektir.
Yani Rasûlullah Allah'dan kendisini cebbarlardan ve mütekebbirlerden
kılmamasını ve onların zümresinden kendisini haşr etmemesini istemiş
gibidir...[403]
"Fakirlik mü'min için
atın yağına sarkan perçemden daha güzeldir" sözüne gelince; şüphesiz
fakirlik, dünyanın musibetlerinden büyük bir musibettir ve dünyanın acılarından
büyük bir acıdır. Kim Allah nzası için musibete sabreder, kısmetine razı olursa
Allah bununla dünyada onu süsler ve âhirette sevabını çoğaltır...[404]
Bu hadisin senedinde bulunan Cafer
b. Meyimin sağlam değildir.[405]
5091... Hz. Ebu
Hureyre:den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Her kim sabahleyin yüz defa sübhanellahilazim ve bihamdih (: Ulu Allah'ı
hamdiyle beraber tenzih ederim), derse ve akşamleyin de aynı şekilde hareket
ederse onun elde ettiğinin bir benzerini yaratıklardan hiçbiri elde
edemez"[406]
Hadis-i şerite geçen yüz adedi
ziyadeyi iptal eden ve bu sebeple namaz rekatlarının sayısı gibi riayeti
gereken hudut değildir. Hadis mutlaktır, binaenaleyh duayı arka arkaya yüz defa
okumakla ayrı ayrı zamanlarda okunması arasında bir fark yoktur. Fakat duanın
tesirini gün boyu görebilmek için sabahleyin hepsini birlikte yapmak daha
faziletlidir.
Rivayetlerin zahirine
bakılırsa teşbihin (Sübhanellah demenin) tehlil-den (lâ ilaha illallah
demekten) daha faziletli olduğu anlaşılır. Fakat Kadı Iyaz tehlilin daha
faziletli olduğunu söylemiştir. Nitakim bu kavli te'yid eden rivayetler de
vardır. Bazıları tehlilin ism-i a'zam olduğunu söylemişledir.[407]
5092... Katade(nin) haber verdi(ğine
göre); kendisine Peygamber (s.a.)ın hilali (yine ayı) gördüğü zaman üç defa:
"Hilâle hayrın ve rüşdin âmentü billezî halekake. (Allah'ım! Bu ayı) hayır
ve düğruluk ayı kıl! Seni yaratana inandım" der, sonra:
"El-hamdülillahillezi zehebe bi şehri keza ve câe bişehri, keza (falanca
ayı götürüp falanca ayı getiren Allah'a hamd olsun)" diye hamdettiği
rivayeti ulaşmıştır.[408]
5093... Katade'den
(rivayet edildiğine göre) Rasulullah (s.a.).hilali (yine ayı) gördüğü zaman
yüzünü ondan çevirir (sonra dua eder) miş.
Ebu Davud der ki: Bu mevzuda
Peygamber (s.a.)'den (rivayet edilmiş ve) senedi (Hz, Peygambere) ulaştırılmış
sahih bir hadis yoktur.[409]
Hz. peygamberin yeni ayı
görünce dua ederken yüzünü aydan çevirmesinin sebebi, kendisini ayı görünce
dua ederken görenlerin aya dua ederek onu kutsallaştırdığını ve ondan birşeyler
istediğini zannetmemeleri içindir. Çünkü aya ve güneşe tapan kavimler aya ve
güneşe yönelerek onlara doğru dua ederlerdi.
Bilindiği gibi Resulü Zişan
efendimiz başkaları tarafından yanlış anlaşılacak hareketlerde bulunmaktan
titizlikle kaçınırdı.
Hafız Münzirî'nin açıklamasına
göre, Hz. Peygamberin hilâli görünce nasıl dua ettiğini ifade eden bu
hadislerin ikisi de mürseldir. Musannif "Ebu Davud'un (5093) numaralı
hadisin sonunda yaptığı "bu mevzuda Hz. Peygamberdendi vay et edilmiş
müsned ve sahih bir hadis yoktur" şeklindeki açıklamasıyla anlatmak
istediği de budur. Yine Hafız Münzirî'nin açıklamasına göre (5093) numaralı
hadisin ravilerinden Ebu Hilâl'in rivayet ettiği hadisler delil olma
niteliğinden mahrumdurlar.[410]
5094... Hz.Ürnrnü
Seleme'den demiştir ki: Rasulullah (s.a) benim evimden her çıktığında mutlaka
gözünü göğe dikip şu duayı okurdu:
"AUahümme innî eûzu bike
en edille ev udalle ev ezille ev üzelle ev ezlime ev uzleme ev echele ev
yüchele aleyye (: AHlah'ım! dalalete (sapıklığa) düşmekten veya (başkalarını
delalete düşürmekten, hataya düşmekten veya (başkasını) hataya düşürmekten,
zulmetmekten veya zulme uğramaktan cahillik etmekten ve bana câhilce muamele
edilmesinden sana sığınırım.)[411]
Dalâlet: Haktan, hidayetten ve
doğruluktan sapmak demektir. Türkçe karşılığı sapıklıktır.
Zelle: Sözlükte ayak kayması
demektir. Doğru yolda giderken kasıt olmadan işlenen küçük günahlara da zelle denir.
Kişi bu günahı farkında olmadan işlediği için bu hata yolda giden bir kimsenin
ayağının kayarak düşmesine benzetilmiş ve bu ismi alınıştır.
Zulüm: Adaletin zıddıdır.
Allah'ın koyduğu ölçüleri bırakıp ona aykırı olan ölçülerle muamele etmektir.
Cehalet: Allah ile kulları
arasındaki ve kullarının kendi aralarındaki ilişkileri ve bu ilişkilerle ilgili
hakları bilmemek demektir.
Resulü Zişan Eendimiz evinden
ayrılmak istediği zaman bir rnüslüma-na yakışmayan bu olumsuz davranışların
tümünden Allah'a sığınmadan evinden dışarı çıkmamıştır. Bir müslüman için
yegâne örnek Fahr-i kâinat Efendimiz olduğuna göre bir müslüman için bu hususta
güzel davranış, evinden çıkarken Hz. Peygamberin bu sünnetine uymaktır.[412]
5095... Enes b. Mâlik'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur;
"Bir adam evinden çıkınca
"Bismillah tevekkeltü alallah, lâ havle velâ kuvvete illa billah: Allah'ın
ismiyle (daşırı çıktım) Allah'a tevekk-kül ettim, güç ve kuvvet sadece
Allah'dandır" derse, o zaman kendisine (bir melek taramdan o adama:
"Sen bu duanın bereketiyle) doğru yola iletildin, serlere karşı koymakta
yeterli hale getirildin (ve onlardan) korundun" diye karşılık verilir.
Bunun üzerine şeytanlar ondan uzaklaşır. Diğer bir şeytan da ona: Senin için
doğru yola iletilen, yeterli hale getirilen ve korunulan bir kimseyi (yoldan
çıkarmak) nasıl (mümkün olur)? der."[413]
Bu hadis-i şeriften
anlaşılıyor ki, kişi evinde yalnız başına bulunduğu sürece fitnelerden ve
insan ve cinn şeytanlarının hazırladığı tuzaklardan uzak kalır. Evinden çıkınca
şeytanlar onun peşine düşerler ve sürekli olarak takip ederek onu kötülüklere
sürüklemeye çalışırlar. Fakat adam evinden çıkarken mevzumuzu teşkil eden
hadiste geçen duayı okuyacak olursa şeytanlar o kimseye zarar vermekten
ümitlerini keserek onun peşini bir akı verirler.[414]
5096... Ebu Malik
el-Eş'arî'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kişi evine girdiği
vakit: "Allahümme innî es'elüke hayralmevlici ve hayral mahreci bismillahi
velecnâ ve bismillahi haracnâ ve Alalla-hi Rabbena tevekkelnâ (: Ey Allahım,
senden giriş ve çıkışın en hayırlısını istiyorum. Allah'ın adıyla girdik ve
(yine) Allanın adıyla çıktı ve Rabbimiz olan Allah'a dayandık)" desin,
sonra (ev) halkına selâm versin."[415]
Mevlic: Kelime mimli masdar
zaman ve mekan ismi olarak girmek, girme zamanı, girilecek yer gibi
manalara gelir.
Mahreç: Kelimesi de yine aynı
şekilde bir mimli masdar, zaman ve mekan ismi olarak çıkmak, çıkma zamanı,
çıkılacak yer anlamlarına gelir.
Avnü'l-Ma'bûd yazarının
açıklamasına göre, hadis-i şerifte bu kelimelerin iade ettikleri üçer mananın
üçü de kast edilmektedir. Bu hadis-i şerifte "... Rabbim beni doğruluk
yerine koy ve doğruluk yerinden çıkar ve katında bana destekleyecek bir kuvvet
ver."[416] âyet-i kerimeşinin manasına işaret vardır.
Tîbî'ye göre Mevlic ve mahreç
kelimeleriyle burada kast edilen giriş ve çıkış olabileceği gibi girelecek ve
çıkılacak yer de olabilir.
Mîrek'e göre burada bu
kelimelerin sadece masdar manaları kast edilmiştir. Binaenaleyh söz konusu dua
"Ey Allahım senden girişten ve çıkıştan gelecek hayırları istiyorum"
anlamına gelmektedir.[417]
5097... Hz.Ebu Hüreyre,
Rasûlullah (s.a.)'i şöyle buyururken işittiğini söylemiştir: "Rüzgâr
Allah'ın rahmet(ler)inden bir rahmettir. (Mü'minlere) rahmet, (kâfirlere de)
azab getirir. Binaenaleyh onu görünce, ona sövmeyiniz de Allah'daiTonun
hayrını isteyiniz. Şerrinden de Allah'a sığınınız."[418]
Rüzgâr: Allah'ın emriyle yaz
günlerinde serinlik ve yağmur getirdiği gibi, kış günlerinde de bazan
lodos şeklinde eserek karları eritir, buzlan çözer; bazan da gerek yazın ve
gerekse kışın bir takım aşırı yağışları ve selleri, beraberinde getirerek
za-rarlı ve tehlikeli neticelerin doğmasına sebebiyet verir.
Geçmiş kavimlerde Allah
kâfirlerin toplu helâklannı rüzgarları vasıtasıyla almıştır. Âhir zamanda ise
yine rüzgârları vasıtasıyla mü'min kullarının canını tatlı bir şekilde1 almak
suretiyle onları kıyametin dehşetini görmekten koruyacak ve kıyamet geriye
kalan şerli insanların üzerine kopacaktır.
Görülüyor ki rüzgâr mü'minlere
genellikle rahmet getiren ve ancak Allah'ın emir ve iradesiyle esebilen bir
varlıktır. Öyleyse ona Ökelenmek, Allah'a kafa tutmak anlamına geleceğinden
akıl kârı bir iş değildir. Öyleyse onun esmesi zarar bile getirmiş olsa
Allah'ın rüzgâr vasıtasıyla bu zararı verdiğini, gafil kullarını te'dip ederek
onların uyanmasını sağlamak gibi bir çok hikmet ve maslahatlar dilediğini
düşünerek rüzgâra sövmek-ten kaçınıp Allah'dan onun hayrını istemek, şerrinden
de Allah'a sığınmak gerekir. Uyanık ve şuurlu bir miislümana yakışan da budur.
Hadis-i şerifte geçen
"rahv" kelimesi "... Allah'ın rahmetinden ümidinizi
kesmeyin"[419] âyet-i kerimesinde olduğu gibi "Rahmet" anlamına
gelmektedir. Bu hadis-i şerif rüzgâr estiği zaman onun hayrını isteyip şerlerinden
Allah'a sığınmanın müstehap olduğuna ve rüzgâra spymenin.se küfür olduğuna
delâlet etmektedir.[420]
5098... Heygamber (s.a.)'in
zevcesi Hz. Âişe'den demiştir ki: Ben Rasûlullah (s.a.)'i küçük dilini
görebileceğim şekilde gülerken asla görmedim. Çünkü o sadece gülümserdi. Bir
bulut yada rüzgâr gördüğü zaman bu(nun vediği sıkıntı) yüzünden belli olurdu.
Bu sebeple ben (birgüri kendisine):
Ey Allah'ın Resulü, halk bir
bulut gördükleri zaman onda yağmur bulunduğu ümidiyle sevinirler. Oysa onu
gördüğün zaman senin yüzünde bir rahatsızlık (alameti) görüyorum (bunun hikmeti
nedir?) diye sordum da:
Ey Âişe! O bulutta (helak edecek)
bir azab bulunmadığından beni hangi şey emin kılabilir? Oysa (geçmişte) bir
kavim rüzgârla helak edilmiştir, yine (geçmişte) başka bir kavim de azab
(taşıyan bulutları) görmüş de: Bu (ufukta beliren) bize yağmur getirici bir
buluttur" (Ah-kaf (46) 24) demişlerdi."[421]
Görülüyor ki Rasûlullah (s.a.)
şiddetli rüzgâr ile kesif buluttan hoşlanmaz, bunların umumi bir ceza olmak
üzere ümmetine bir musibet getireceğinden korkar ve bu hali yüzünden anlaşılıyormuş.
Burada şöyle bir sual vârid
olabilir: Hak Teâla hazretleri Kur'an-i Keriminde: "Sen onların
aralarında bulunduğun müddetçe Allah onlara azab edecek değildir"[422] buyururken, Rasûlullah (s.a.)'in bu endişesine
mahal var mıdır?
Cevap: Bu âyet-i kerime
hadis-i şerifte beyan buyrulan vukuattan sonra nazil olmuştur. Âyet nazil
olduktan sonra bir daha Resul-i Ekrem (s.a.)'in endişesi kalmamıştır.
Rasûlullah (s.a.) aralarında bulunduğu müddetçe ümmetini azab etmemek ve keza
onun veatmdan sonra ümmeti istiğfara devam ettikçe kendilerine azab ve musibet
göndermemek sırf Peygamber-i Zişan (s.a.) efendimizin yüzü suyu hürmetinedir.
Aslında bu, Allah teâla taraından Resulü Zişanına bir ikram ve derecesini terfi'dir.
Sûfiye bu hadis-i şerifle
istidlal ederek; Peygamber (s.a.)'in ümmeti arasında bulunması onların azab
edilmesine nasıl mani olmuşsa kalplerde bulunan iman da mü'minlerin bedenlerini
tazib etmeye öylece manidir, demişlerdir.[423]
Metinde rüzgârla helak
edildiklerinden bahsedilen kavimden maksat, Hud aleyhisselâmın ümmeti olan
"Ad" kavmidir.
Ufukta beliren bulutlan
görünce: "İşte bize yağmur getirecek bulutlar" diye sevinip de o bulutlardan
yağan azabla helak olduklarından bahsedilen kavim ise Salih aleyhisselâmın
ümmeti olan Semûd kavmidir, nitekim bu olay Kur'an-i Kerim'de şöyle
anlatılmaktadır: "O korkutuldukları azabı vadilerine doğru gelen bir
bulut halinde gördüklerinde: Bu ufukta beliren bir bulut, bize yağmur
yağdıracak, dediler."[424]
Bilindiği gibi mevzu muzu
teşkil eden hadiste "Kavm" kelimesinin tekrarlandığı gibi, nekre bir
kelime yine nekre olarak tekrarlanacak olursa, bu iki nekrenin medlulleri
(ifade ettikleri şeyler) birbirinden ayrı şeyler olur. Biz bu kaideden
hareketle metinde nekre olarak iki defa tekrarlanan kavim kelimesinin iki ayrı
kavme delâlet ettiğne kanaat getirdik. Bu konuda daha azla bilgi için Ahkaf
Suresinin 21-26, Fussilet suresinin 15 ve 16. âyetlerinin tesirlerine
bakılabilir.[425]
5099... Âişe (r.anhâ)'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a) ufukta belirmeye başlayan bir bulut
gördüğünde namazda bile olsa (yapmakta olduğu) işi bırakır, sonra:
"Allahümme innî eûzu bike min şerri* hâ (: Ey Allahim, (bunun) şerrinden
sana sığınırım" derdi. Eğer yağmur yağarsa (o zaman da): "AHahümme
sayyiben henîen (: Ey Allah'ım, (bu yağmuru) faydalı (bir şekilde inen (bir
yağmur) kıl" derdi.[426]
Metinde geçen
"sayyıb" kelimesi "sabe" fiilinden gelmektedir. Gökten inen
anlamına gelir. Bu kelime İbn Mace'nin Sünen'inde "Sin" ile
"Seyb" şeklinde rivayet edilmiştir. Netice itibariyle aralarında bir
fark yoktur.
Bu hadis-i şerif havada
beliren bir bulut görünce metinde geçtiği şekilde onun şerrinden Allah'a
sığınmanın ve yağmur yağmaya başladığını görünce de yine metinde geçtiği
şekilde dua etmenin müstehab olduğuna delâlet etmektedir.
İmam Şafiî (r.a.)'nin İbn
Abbas (r.a.)'den rivayetine göre; O şöyle dermiş "Rüzgâr estiği zaman
Râsûlullah (s.a.) dizleri üzerine oturur ve: "Allah'ım, onu rahmet kıl
azab kılma! Allah'ım, onu rahmet rüzgârı kıl, azab rüzgârı kılma" diye dua
edermiş.
"Nitekim o uğursuz günde
üzerlerine insanların sökülmüş hurma kütüğü gibi yere seren dondurucu bir
rüzgarı devamlı olarak gönderdik.”[427]
"Ad kavminin başından
geçende ibret vardır. Onların üzerine uğradığı herşeyi bırakmayıp toza çeviren
kuru bir rüzgâr gönderdik."[428]
"Rüzgârları aşılayıcı
olarak gönderdik de yukardan su indirdik ve sizi onunla suladık."[429]
"Rüzgârları müjdeciler
olarak göndermesi, O'nun varlığının alâ-metlerindendir."[430]
Şafiî Rahimetullah munkati'
hadis olarak bir adamdan şöyle bahsetti:
"O,Rasûlullah (s.a.)'e
fakirliğini şikâyet etti, Râsûlullah (s.a.)'de O'na:
Herhalde sen sürgâra
sövüyorsun dedi" Şafiî (r.a.):
Rüzgara sövmek kimseye caiz ve
uygun değildir. Çünkü o, Allah tealanın itaatkâr bir yaratığı ve askerlerinden
bir askeridir. İstediği zaman onu rahmet ve azab haline getirir, dedi.[431]
5100... Hz. Enes (İbn
Malik)'den demiştir ki: (Birgün) Râsûlullah ile birlikte iken yağmura tutulduk,
Râsûlullah (s.a.) hemen (yağmurun altına) çıkıp (vücudunun) bir kısmından
elbisesini sıvazladı, nihayet orası yağmurla ıslandı. Bunun üzerine biz:
Ey Allah'ın Resulü, bunu niçin
yaptın? diye sorduk.
Çünkü bu Rabbimin katından
yeni geliyor, buyurdu.[432]
Metinde geçen: "Çünkü bu
Rabbimin katından yeni geliyor" cümlesinden murad "yağmur bir
rahmettir. Allah teâlâ onu yeni yaratmıştır. Binaenaleyh bereketinden yararlanmağa
değer" demektir.
İmam Nevevî diyor ki:
"Bütün hadis-i şerifte yağmur yağmağa başladığı zaman avret yerlerinden
maada her. yerini açarak yağmurun ilk dam-lalarıyla ıslanmak müstehap olduğuna;
yine bu hadiste derecesi aşağı olan bir kimsenin üstün dereceli birinin
bilmediği bir şeyi yaptığını görünce onu öğrenmek amel etmek ve başkasına da
öğretmek için sorması gerektiğine delil vardır."
Burada şöyle bir sual hatıra
gelebilir: Yeni yaratılmış olmayı gerekçe göstermek, (var ediliş, yaratılış)
itibariyle değil, İslâmiyet itibariyle olan kıdeme göre yapılır.
Buradaki tercih ise yücud
itibari ile olan yakınlığa göredir.[433]
5101... Zeyd b. Halid'den
(rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Horoza
sövmeyiniz. Çünkü, o, (sizi) namaza uyandırır."[434]
Bu hadis-i şerifi açıklarken
Hafız Münavî şu görüşlere yer veriyor: "Horoz gece öttüğü için insanları
geceleyin uykudan uyandırarak gece namazına kalkmaların yardımcı olur.
Kuşkusuz ibadet ve taata yardımcı olan yaratıklar, sövülmeye değil, övülmeye
müstellaktırlar. Tayâlisî'nin bu konudaki rivayeti ise "Horoza sövmeyiniz,
çünkü o, namaz vakitlerini bildirir" meâlinde-dir. Halimi Tayalisî'nin
rivayet ettiği bu hadisi açıklarken diyor ki: "Bu hadis kendisinden hayır
görülen hiç birşeye sövülemeyeceğine ve onun küçük görülemeyeceğine, bilakis
onun ikram ve şükre müstehak olduğuna, ona iyilikle mukabele etmek gerektiğine
delalet etmektedir.
Horozun namaza çağırmasından
maksat, gerçekten onun açıkça, "Namaza kalkın" diyi nida etmesi
değildir. Sadece, onun yaratılışı icabı sabah namazı vakti ve öğle vakti
girerken peşi peşine öterek insanlara namaz vaktinin girmekte olduğunu
hatırlatmasıdır.
Ancak bir horozun ötüşünün hiç
şaşmadan namaz vakitlerine rastladığını iyice tecrübe etmedikçe sadece horozun
Ötüşüne dayanarak, namaz vakitlerini belirlemek caiz değildir."[435]
Horoz, ötüşüyle farz
namazların vakitlerinin girdiğini hatırlattığı gibi: geceleyin ötmeleriyle de
teheccüd namazına kalkmanın zamanının geldiğini bildirir. Bu bakımdan horozlar
sövülmeye değil, övülmeye layık yaratıklardır.[436]
5102... Hz. Ebu Hureyre'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Horoz
ötüşünü duyduğunuzda yüce AI-Iah'dan fazlını (bereket ve ihsanını)
isteyiniz. Çünkü o (anda) melek görmüştür. Eşek anırması işittiğiniz zaman ise
şeytandan Allah'a sığınınız. Çünkü o (o anda) şeytan görmüştür."[437]
Kadı Iyaz dualarımızı, horoz
öterken etmemizin emr olunması, meleklerin edilen duaya âmin demelerini
ve duacı mü'min hakkında şehadet ve istiğfar etmelerini ve bu suretle
dualarımızın icabete mazhar olmalarını temin içindir, demiştir. Sa'Icbî'nin
rivayetine göre Nebi (s.a.): "Üç sese, Allah muhabbet eder: Horoz sesi,
Kur'ân okuyan mü'mimn sesi, bir de seher vakti Allah'a isti-ğar edenlerin
sesi" buyurmuştur.
Bu hususta İbn Hibban'ın,
Bezzar'dan da şu rivayetleri vardır. îbn Hibban, Sahih'inde Rasûlullah
(s.a.)'in: "Horoza sövmeyiniz, ona seb etmeyiniz. O sizi namaza davet
eder" buyurduğunu tahric etmiştir. Bezzar'in rivayetinde de bir kere
Rasûlullah (s.a,) yakınında bir horoz ötmüş-tü de orada bulunanlardan bir kişi
horoza:
Allah lanet etsin! demişti,
bunun üzerine Peygamber efendimiz:
Hayır, sakın öyle söyleme, o
seni namaza davet ediyor, buyurdu. Görülüyor ki horozun sair hayvanlarda
bulunmayan müstesna bir hususiyeti vardır, ki o da, gecelerde fasıla ile zaman
zaman ötmesi kronometre gibi hiç şaşmaksızın ve gece ister uzasın, ister
kısalsın bu sayhaların şafaktan önce ve sonra muttarid bir halde tevsalî
eylemesidir. Bu sebepten Kadı Hüseyn, Rafiî gibi bir kısım fukaha namaz
vakitlerinin tecrübeli horozların sesiyle tayin ve ona itimad edilmesi caizdir,
demişlerdir.
Davudi demiştir ki: Horozda bu
hayvandan Öğrenilmeğe değer beş şey vardır ve şunlardır, güzel ses, seher vakti
erken kalkmak, cömertlik, cinsî kıskançlık, aile bereketi.
Horoz sesi ne kadar güzelse
merkep avazı da o derece çirkindir ve is-tâzeye layıktır. Ebu Musa
el-İsfehanî'nin Tcrğib'inde Ebu Rafi'den tah-ricine göre. Rasûlullah (s.a.)
merkep, şeytan görmedikçe anırmaz. Merkep amrınca siz Allah Teâlâ'yı zikredin.
Bana da salavat getiriniz, buyurmuştur.[438] Hadis-i şerif, salih insanların
bulunduğu yere rahmet indiğine ve bu gibi zamanlarda duanın müstehablığına,
masiyet ehlinin bulunduğu yere de Allah'ın gazabınının indiğine bu gibi
zamanlarda Allah'a sığınmanın müstehaplığına delalet eder.[439]
5103... Cabir b.
Abdullah'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: .
"Köpeklerin ulumasını ve
eşeğin anırmasını duyduğunuzda Allah'a sığınınız. Çünkü sizin göremediğinizi
görürler."[441]
Hadis-i şerif, köpeklerin ve
eşeklerin sezgi güçlerinin biz insanların sezgi ve güçlerinden daha fazla
olduğunu ve üzerimize inmekte olan felâket ve musibetleri bizden daha önce
sezip sesler çıkarmak suretiyle tepki gösterdiklerini ve bunların acı acı
sesler çıkarmağa başladıkları zaman üzerimize bir belânın yada musibetin
inmekte olduğunu düşünerek Allah'a sığınmamız gerektiğini ihtar etmektedir.
Bu bakımdan hadis-i şerifteki
ihtara kulak verip ona göre hareket etmek müstehaptir.[442]
5104... Câbir b. Abdullah
ile Ali İbn Ömer İbn Huseyn İbn Ali'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur:
"(Geceleyin yolda ve
sokakta) ayak sesleri kesildikten sonra (evlerden dışarıya) çıkmayı azaltınız.
Çünkü Yüce Allah'ın (geceleyin) yeryüzüne saldığı (birçok) canlı yaratıkları
vardır."
(Ebu Davud der ki: Diğer
şeyhim İbrahinı) b Mervan ise bu hadisi (bana): "Bu saatte Allah'ın (sokaklarda
doksan) yaratıkları vardır." (şeklinde) rivayet etti. Sonra da bir önceki
hadisteki gibi, köpek havlamasıy-la, eşeklerin anırmasısndan bahsetti ve
rivayetine şunu da ilâve etti: (Bir Önceki hadisin) bir benzerini de
Şurahbilü'l-Hacib, Cabir b. Abdullah zinciriyle Rasûlullah'a (s.a.)'den
naklen, İbn'ül-Hadi rivayet etti.[443]
Hadisin iki senedi olup,
bunlardan birinin ravilerinden Qİan Said b_ Ziyadî hayıftır. Ayrıca Ali b.Ömer,
sahabi değildir. Hadisi babasından nakletmiştir. Babası da sahabi olmadığına
göre bu hadis munkatidir. Buna karşılık, Câbir b. Abdullah sahabidir ve onun
senedi muttasıldır. Hadisin ravilerinden olan ve Ebu Davud'un metinden sonra
işaret ettiği Şurahbil b. Sa'd da sağlam değildir. Hadisleri delil olma
niteliğinden mahrumdur.
Ebû Davud, hadisin muhtelif
sened ve lafızlarına değinmekle bir taratan hadisteki "ızdırab" a
diğer taratan senedinin büsbütün zayıf olmadığına işaret etmek istemiş
olmalıdır.
Bu hadis-i şerif geceleyin
ayak sesleri kesildikten sonra Allah'ın yaratıklarından bilmediğimiz birçok
zararlı haşerelerin cin ve şeytanların sokaklara çıkabilecekleri ve
dolayısıyla yolda sokakta yalnız başına dolaşan kimselere zarar
verebileceklerini haber vermekte ve bu saatlerde ihtiyaç olmadıkça dışarı
çıkmaktan kaçınmayı ihtar etmektedir.
Hadis-i şerifteki ihtarı
itibara alıp ona göre hareket etmek müstehaptir.[444]
5105... (Ubeydullah b. Ebi
Rafi'in) babasından demiştir ki: "Ben Ra-sûlullah (s.a.)'i -Hasen b.
Ali'nin kulağına Hz. Fatima'nın onu dünyaya getirdiği zaman namaz için (okunan
ezan gibi) ezan okurken gördüm."[445]
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerif Hz. Peygambenn, torunu Hz. Hasan doğduğu zaman yaptığı ilk
telkinin kulağına ezan okumak olduğunu ifade etmektedir.
Bunun hikmeti başka bir
hadis-i şerifte şu manaya gelen lafızlarla ifade edilmektedir: "kimin bir
çocuğu olur da sağ kulağına ezan, kol kulağına ikamet okursa ona ümmü sıbyan
zarar vermez."[446]
Ancak bu hadis sened yönüyle
tenkid edilmiş, zayıf olduğu söylenmiştir.[447] Bununla beraber Hz. Ömer b. Abdil
Aziz'İn bu hadis-i şerifle amel ettiği bilinmektedir.[448]
İbn Kayyım el Cevziyye bu
konuda "Tuhfetü'I-Mevdûd" isimli eserinde şu görüşlere yer
mermektedir.
"İnsanın dünyaya
gözlerini açarken, kulaklarına çarpan ilk sesin, Allah'ın büyüklüğünü ve
yüceliğini iade eden sözler olması onun İslama girmesini sağlayan önemli bir
hadisedir, bir bakıma dünyaya ayak basan çocuğa İslam şiarını telkin etmek
anlamına da gelir. Tıpkı dünyadan ayrılırken de kelime-i tevhidin telkin
edilmesi gibi. Çocuk anlamasa da ezan onun kaininin dp.rinlikle.rine inip
tesir yapacağında şüphe yoktur.
Bununla beraber ezan ve ikamet
okunmasının, diğer bir faydası daha vardır; o da şeytanın ezam duyunca
uzaklaşıp beklemesidir. İlk anda şeytanı Öfkelendiren, onun gücünü kıran böyle
bir sesin yankı yapması şeytanın çocuğa musallat olacağı ilk anlarda çok
önemlidir.
Diğer bir ifadeyle çocuğun
kulağına ezan okunmakta çocuğu Allah'a davet etmek, İslam dinine çağırmak,
Allah'a kulluğa heveslendirmek, henüz şeytan bir dürtüş ve fısıltıda
bulunmadan bunları gerçekleştirmek gibi manalar vardır.[449]
5106... Âişe (r.anha)'dan
demiştir ki:
"(Yeni doğan) çocuklar
Rasûlullah (s.a)'e getirilirdi. (Hz. Peygamber de) onlara bereketle dua
ederdi."
Ebu Davud dedi ki: Bu hadisi
bana rivayet eden diğer şeyhim) Yusuf (İbn Musa bu rivayette): "Ve onlara
tahnikte bulunurdu" (cümlesini de) ekledi. Fakat (Osman b. Ebî Şeybe'nin
rivayetinde bulunan "Onlara bereketle (dua ederdi" cümlesini)
rivayet etmedi.[450]
Tahnîk: Hurma ve benzeri
birşeyi ağızda çiğnedikten sonra çocuğun damağını onunla ovmak demektir.[451] İbn Hacer tahnikin çocuğu yemeye
alıştırıp takviye etmek için yapıldığını, tahnikte en uygun olan gıdanın kuru
hurma olduğunu, yokluğu halinde taze hurma veya tatlı birşey tatlılar arasında
evleviyetle anbali, bunlar da yoksa ateş değmemiş birşey olması gerektiğini
kaydeder.
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerif, yeni doğan bir çocuğun, ağzına konacak ilk gıdaya çok önem
verip bu işle Hz. Peygamberin bizzat ilgilendiğini ifade etmektedir. Hz.
Ali'nin rivayet ettiği diğer bir hadis-i şerifte de "Hz. Peygamberin
torunu Hz. Hasan doğduğu zaman, onun ağzına Hz. Ali'nin tesbit edemediği bir
şey koyduğunu bu sebeple de Hz. Ha-san'm Hz. Hüseyn'e nazaran daha bilgili
olduğu ifade edilmektedir.[452]
İslam terbiyecileri bu sünneti
çocuğu bir âlime götürerek tahnik ettirmek suretiyle ibka
ettirmişlerdir."[453]
Bu sünnetteki hikmet çocuğun
ağız kaslarını, çene nahiyyelerini harekete geçirip kuvvetlendirmek ve böylece
anasının göğsnü daha çabuk tutmasını sağlamaktır. Ayrıca bunun ruh üzerinde
bir takım olumlu tesirleri düşünebilir. Bu bakımdan belirtilen sünneti, takva
ve salah ile bilinen, tanınan bir kişinin yerine getirmesi, böylece çocuğun
mübarek ve takva ile mevsuf bir kişilik kazanması bakımından daha uygun olur.[454]
5107... Hz. Âişe'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.): "İçinizde mugarrebler
görüldü mü?" buyurmuş, yahutta ("görüldü mü, kelimesi yerine) başka
bir kelime (söylemiş); Ben de: "Ey Allah'ın Resulü) "Mugarrabler
nedir? diye sordum; (Hz. Peygamber):
Kendilerine cinnileriiı ortak
olduğu kimselerdir, diye buyurmuştur.[455]
Hattâbî (r.a.)'nin
açıklamasına göre "mugarrab" aslından ve neslinden uzaklaşmış
kimseler dernektir.' Esasen bu kelimemin kökü olan "Gurb" kelimesi
uzaklık anlamına gelir.
İşlerine kendi cinslerinden kendi
yaratılışlarına ve şekillerine benzeyen kimselerin müdahale etmesinden dolayı,
kendilerinde bir yabancılık şaibesi ve şüphesi sezilen kimselere bu isim
verilir. İşte bu nedenle işlerine cin karışan kimselere de bu isim
verilmiştir.
Nihâye'de açıklandığına göre
"Mugarrabûn" kendilerinde yabancı bir' damar bulunan yahutta yabancı
bir nesebden gelen kimselerdir.
Bazılarına göre ise bu. kelime
ile işlerine şeytanın karışıp kendilerine zinayı caiz göstererek onu emrettiği
ve neslini de doğru yoldan uzaklaştırmaya muvaak olduğu kimselerdir. Nitekim
"mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol..."[456] âyet-i kerimesinde kasdedilen mana da
budur.[457]
BezhVl-Mechud yazarının açıklamasına
göre metinde geçen "mugarrabûn" kelimesinden maksat, besmelesiz
yapılan cima mahsûlü çocuklardır. Şeytan cima esnasında onlara ortak olduğu
için doğacak çocuk o kimsenin katıksız çocuğu olmayıp onda şeytanın da payı
olur. İbn Kayyım el-Cevziyye ise Fethü'l-Vedud isimli eserinde bu konuda şöyle
de-' mektedir: "Mugarrabûn" yüce Allah'ı zikretmeden cima eden ve
böyle hareket ettikleri için de çımalarına şeytan ortak olan kimselerdir.
Bazıları ise mugarrabûn insan menisi ile cin menisinden meydana gelen kimselerdir.
Yani damarlarına yabancı cinsten birinin kanı karışan kimsedir. Nitekim bir
hadis-i şerifte Rasulü Ekrem Efendimiz: "Hel tehıssü minkün-ne imraetün
ennel cinne tücâmiuhâ (Ey kadınlar, sizden bazı kadınlarla cinnilerin cima
ettiğini biliyor musunuz?") buyurmuştur. Resul-i Zişan efendimizi su
sözüyle bazı cinnilerin kadınlara aşık olup onlarla sık sık cima ettiğini ifade
buyurmuştur.[458]
Şir'atü'I-İslâm yazarının
Meâlimü't-Tenzil'den naklen yaptığı açıklamaya göre "şeytan erkeğin
zekerinin tepesine oturur, besmele çekmezse onunla birlikte hanımıyla temas
eder, aynı erkek gibi onda da o esnada inzal vuku bulur."[459]
Bütün bu açıklamalardan da
anlaşılacağı üzere galeyan halindeki şehvetin şeytani saptırmalarla harama
kanalize edilmesi pek mümkündür. Bu sebeble insan, cinsî münasebetten Önce
şeytanın tehlikesinden Allah'a na-sıl sığınılacağını Resulü Zişan efendimiz
bizlere şöyle açıklamıştır.
"Müzminlerden biri karısı
ile cinsî münasebette bulunmak istediği zaman: Bismillahi Allahümme
cennebişşeytane ve cennebişşeytane marazektenâ (: Bismillahi Allahım, bizi
şeytandan şeytanı da bize vereceğin çocuktan uzaklaştır) diye dua ederse
şeytan o çocuğa asla zarar veremez."122
Allah Rasûlünün aynı konudaki
diğer bir hadisinde; "Şeytan o çocuğa asla zarar veremez" cümlesi
"Allah o çocuğa şeytanı saldırtmaz."[460]
Fahr-i kâinat efendimizin
açıkladığı üzere: "İnsan oğluna şeytanın vesvesesi olduğu gibi meleğin de
ilhamı vardır. Bu sebeple kalpde hissedilen hayır, melekten şer de
şeytandandır."[461]
Kişi cinsî münasebette
bulunduğu zaman ona refaket eden meleklerde ondan ayrılırlar. Kişinin kendi
şeytanı da ona daha çok zarar verme imkânı bulur. Ancak yukarıda mealiyle
birlikte sunmuş olduğumuz duayı ci-madan önce okuyan kimseye şeytan bu konuda
zarar veremez.
Cimadan önce bu şekilde dua
okuyan bir kimseye şeytanın zarar veremeyeceği açıklığa kavuşturulmuş olmakla
beraber, şeytanın bu duayı okuyan kimseye nasıl ve ne ölçüde zarar veremeyeceği
açıklanmamıştır. Ancak İslam alimleri buna şu şekilde yorumlar getirmişlerdir:
"Şeytan besmelesiz ve
duasiz yapılan cima mahsulü çocuğa zarar verebildiği halde, besmele ve dua ile
yapılan cima mahsûlü çocuğa zarar veremez.
Şeytan, imandan saptırıp küür
bataklığına düşüremez. Şeytan onu büyük günahları işlemeye sevk edemez. Şeytan
dualı çocuğun bedenine zarar veremez. Şeytan işlediği günahlardan dolayı onun
tövbesine engel olamaz. Şeytan bu çocuk üzerinde sürekli hakimiyet
kuramaz."[462] Binaenaleyh nasıl ki çocuk yeni doğduğu zaman onun sağ
kulağına ezan, sol kulağına ikamet okumak o çocuğu şeytanın zararından korursa
(bk. 5105 nolu hadis) cimadan önce yukarıda mealini sunduğumuz duayı okumak da
şeytanın cimaya iştirak etmesini önler.
Musannı Ebu Davud işte bu
sebepten mevzumuzu teşkil eden hadisle yeni doğduğu sırada şeytanın şerrinden
korumak için kulaklarına ezan ve ikamet okunması arasında bir alaka gördüğü
için bu hadisi mevzumuzu teşkil eden "Çocuğun yeni doğduğu sırada kulağına
ezan okunacağına dair" olan baba yerleştirmiştir.
Buda Musannif Ebu Davud'un
"mugarrabun" kelimesiyle cimadan önce Allah'ı zikretmeyi terk eden
kimselerin kasd"edildiği görüşünde olduğunu gösterir.[463]
5108... Hz. İbn Abbas'dan
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her kim
Allah ismini vererek (size) sığınacak olursa ona yardım ediniz. Her kim sizden
Allah'(ın yüzü suyu) hürmetine (birşey) isterse ona (istediği şeyi)
veriniz."
(Ehû Davud dedi ki: Bu hadisi
bana rivayet eden şeyhlerimden biri olan) UheyduUah (hu son cümleyi bana):
"Sizden Allah için (birşey) isteyene (istediği şeyi) veriniz."
(seklinde) rivayet etti. (Diğer şeyhimin ri-vavetinde geçen yüzü suyu hürmetine
kelimesini rivayet etmedi.)[464]
5109... Hz. İbn Ömer'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her kim
Allah'ın ismini vererek size sığınırsa onu himayeniz altına alınız kim de
sizden Allah için birşey isterse ona (isteğini) veriniz."
(Ebu Davud dedi ki: Bu hadisi
bana rivayet eden üç şeyhden ikisi (Sehl ile Osman (bu cümleye ilave olarak):
"Sizi davet eden (in dâvetin)e icabet ediniz." (cümlesini de)
rivayet ettiler. Sonra (şu cümleyi rivayette üçüde birleştiler: "Kim size bir
iyilikte bulunursa siz de onu mükâat-landırınız." (Sözü geçen üç
şeyhimden) Müsedded ile Osman (yukarıdaki rivayetlere ilâve olarak: "Eğer
(onu mükâfatlandıracak birşey) bulamazsanız, onun iyiliğini karşıladığınıza
kanaat getirinceye kadar ona dua ediniz." (cümlesini de) rivayet
etti(Ier).[465]
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şeriften başına gelen bir musibetten veya zulümden yada bir tecavüzden
dolayı aciz kalıp da "Allah aşkına, Allah için" gibi sözlerle Allah
adına dileyen bir kimseye Allah'ın ismini tazim için elden geldiğince yardım
edip istediği-. ni yerine getirmenin farz olduğuna delâlet etmektedirler. Bazı
hadis sarihlerine göre Metinde geçen: "Her kim Allah ismi vererek sîze
sığınacak olursa onu koruyunuz." cümlesinin manası "Eğer bir
kimseden, üzerine arz olmayan birşey istenir de yapamaz ve size iltica ederek
özür dilerse onu kendi haline bırakın gidin" demektir.
Hadis-i şerifler artık böyle
bir kimseden o şeyin istenmeyeceğine, Aî-lah aşkına isteyen kimseye istediğini
vermek gerektiğine iyilik yapana mükâfat vermek lâzım geldiğine verilecek
mükâfat bulunamadığı takdirde kendisine duada bulunmak icab ettiğine delildir.
Ancak verilmesi veya istenilmesi memnu olan şeyleri vermek icab etmez. Bu babda
Taberânî Hz. Ebû Musa el-Eş'arî'den şu hadisi rivayet etmiştir. "Allah
aşkına isteyen (dilenci) mel'ûndur. Kendisinden kötü olmayan birşey Allah aşkına
istenildiği halde vermeyen kimse de mel'ûndur."
dilenciye lanet edilmesi,
bıktıracak derecede İsrar ettiği takdirdedir. Vermeyene lanet ise verilebilecek
bir şeyi vermediği zamana mahsustur. Ulema bu hadisi kerahete hamletmişlerdir.[466]
Mevzumuzu teşkil eden (5109)
numaralı hadis-i şerifte geçen "sizi davet edenin davetine icabet
ediniz." cümlesi de davete icabet etmek gerektiğini ifâde etmektedir,
bilindiği gibi, ulemadan bu davet düğün yemeği için olursa icabet etmek vacib,
diğer davetlere icabet ise menduptur.
Nitekim (5030) numaralı
hadisin şerhinde açıklamıştır. Mevzumuzu teşkil eden bu hadisler daha önce
1672 numarada da geçmişti. Daha fazla malumat için sözü geçen numaradaki
hadisin şerhine müracaat edilebilir.[467]
5110... Ebû Zümeyl'den
demiştir ki: "Ben Hz. İbn Abbas'a: "Benim kalbimde hissettiğim bu
duygu nedir? diye sordum."
Neymiş o! (Söyle de bilelim),
dedi.
Ben de: Vallahi onu söylemem,
dedim. Bunun üzerine bana:
Şüphe ile ilgili bir şey mi?
(Yoksa) dedi ve gülerek: "Bundan hiçbir kimse kurtulamamıştır, buyurdu.
Nihayet aziz ve celîl olan Allah: "Sana indirdiklerimizde şüphe ediyorsan,
senden önce indirdiğimiz kitapları okuyanlara sor..."[468] âyet-i kerimesini indirdi. Bunun
üzerine (Hz. İbn Abbas) bana:
Eğer içinde bir şüphe
hissedecek olursan: "O hem evveldir, hem âhirdir, hem zahirdir, hem
bâtındır ve o herşeyi bilendir."[469] de buyurdu.[470]
Bilindiği gibi, kalbe arız
olan duygular ya şeytandarıdır yada meleklerdendir. Şeytandan gelene vesvese
(kuşku), melekten gelene de ilham denir. Meîekden gelen ilhamlar, insanları
devamlı doğru yola götürüp imanlarını takviye ederek gözlerini ve gönüllerini
nurl andırdığı, ufuklarını aydınlattığı halde şeytandan gelen vesveselerin
onların gönüllerini ve yollarını karartıp şüphelerin ve tereddüdün karanlık
dehlizlerine sürükleyip huzurlarını kaçırır, azimlerini kırar ve onları
korkuya düşürür.
Esasen, mevzuimizu teşkil eden
bu hadis-i şerifte de açıklandığı gibi, bu vesveselerden insan kurtulamamıştır.
Binaenaleyh, insanların bu vesveseden kurtulması kendi elinde olmadığından
yüce Allah insanları kalplerine gelen bu vesveselerden dolayı sorumlu
tutmamıştır. Kullarına olan bu lütfunu; "... Allah kimseye gücünün
yeteceğinden azlasını yüklemez."[471] âyetiyle bildirerek kullarını büyük bir
sıkıntıdan kurtarmıştır.
Ancak, şurasını unutmamak
lazımdır ki, ihtiyarsız olarak insanın kalbinden geçen bu düşüncelerden
insanın sorumlu olmaması için onun doğruluğuna inanarak başkalarına anlatmış
olmaması gerekir. Nitekim bir hadis-i şerifte: "Şüphesiz ki dilleriyle
söylemedikçe yahut filen yapmadıkça Allah ümmetinin gönüllerinden geçirdikleri
şeyleri, onlara bağışlamıştır.”[472] Duyurulmuştur.
Bu mevzuda Bezi yazarı şöyle
diyor:
"Eğer metinde geçen Yunus
suresinin 94. ayeti Hz. Peygamberi muhatap alıyorsa bundan Hz. Peygamberin
bile vesveseden kurtulamadığı, vesvesenin insanlardan ayrılmayan beşeri bir
hadise olduğu ve insanın imanına bir zarar veremeyeceği anlaşılır. Fakat şübhe
mü'minin ayrılmaz vasfı değildir. Çünkü imanla şüphe bir arada barınamaz.
Bazılarına göre de bu âyetten murat-muhakkak ki insan şu nedir, şu nedir diye
(içinden kendi kendine) bir takım sorular sormakta devam edecektir. Nihayet haydi
yaratıkları Allah yarattı ya Allah'ı kim yarattı, diyecektir"[473] Mealindeki hadisde anlatılmak istenen
manadır, yani senin ümmetine şeytanlar vesvese vermeye devam edeceklerdir.
Hatta onların kafalarına: "Haydi yaratıkları Allah'ın yarattığını kabul
edelim ya Allah'ı kim yarattı" sorusunu dahi getireceklerdir. "İş bu
dereceye gelince o kimse, hemen Allah'a sığınsın ve (kafasından geçen bu
sorulara kulak vermekten) vazgeçsin."[474] demektedir.
Bezi yazarının bu
ifadelerinden anlaşılacağı üzere bu gibi vesveselere maruz kalan bir kimse
"Eûzü billahi mineşşeytanirracim" diyerek Allah'a sığındığı sürece
bu vesveseler ona hiçbir zarar veremeyecektir. Bu
vesveselerden
Allah'a sığınmak "Amentu
billahi (Allah'a inandım)"[475] demek suretiyle de olabilir.
Her ne kadar mevzumuzu teşkil
eden hadis-i şerifin zahirinden bu vesveselerden Hz. Peygamberin dahi
kurtulamadığı anlaşılıyoısa da onun nezih kalbi imana zarar veremeyen bu
vesveselerden de münezzehdir.
İsmail Hakkı Bursevi'nin de
ifaede ettiği gibi "Yüce Allah'ın ona "sana indirdiklerimizden şüphe
ediyorsan..." buyurması bir padişahın askerlere duyurmak istediği emri
onların kumandanına hitaben vermesi kabilindedindir. Çünkü askerlere verilecek
bir emri bu şekilde kumandana yönelterecek vermek, askerler üzerinde daha
tesirli olur. Yüce Allah'ın Rasulimün şahsında ümetine yönelttiği bu buyruğunda
ehl-i kitaba müracaat edilmesini istemesi, onların kitaplarında Hz.
Peygamberin geleceğinin ve vasıflarının açıkça bulunmasmdandır..."[476]
Çünkü, o zamanlarda Hz.
Peygamberin ümmeti arasında şüphe içerisinde bocalayan kimseler vardı. Bir
numara sonra mealini sunacağımız hadis-i şerifte de açılanacağı üzere şeytanın
insanın kalbine vesvese vermesi, neticesinde o insanın bundan rahatsız olup
zararından korunmaya çalışma,ı iman zayıflığının alameti değildir. Bilakis iman
alâmetidir. Bezi yazarının Ruhu'l-Beyan tefsirinden naklettiğine göre; Bir
yahudi Hz. Peygamberin müslümanlara şeytanların namazda bile vesvese verebileceğine
dair sözünü işitince kendilerine ibadet esnasında şeytanın asla vesvese
veremediğini söyleyerek itiraz etmiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber o yahudiye
cevap vermek üzere, Hz. Ebu Bekir'i görevlendirmiştir. Hz. Ebu Bekir yahudiye
''Bir hırsız girmek için içerisi altın gümüş ve mücevherlerle dolu bir evi mi
tercih eter, yoksa içi bomboş olan harab bir evi mi tercih eder?" diye
sormuş; o yahudi de "elbette içi altın ve gümüşlerle dolu mamur evi
tercih eder" deyince Hz. Ebu Bekir: "İşte insanın en büyük düşmanı
olan şeytan da kalbi böyle iman cevheriyle mamur olan insanların kalbine
girmeye çalışır. Kalbi harab olan kimselerin kalbine niçin girsin? diyerek onu
susturmuş.
Bu mevzuda Bediuzzaman Said
Nursi de şöyle diyor: "Tedâî-yi hayalet, tahattür-i faraziyyât bir nevi
irtisam-ı gayrî ihtiyaridir. İrtisam ise, eğer hayırdan ve nûrâniyyetten olsa,
hakikatin hükmü bir derece suretine ve misaline geçen, güneşin ziya ve
hararetinin ayinedeki misaline geçtiği gibi... eğer şerrden ve kesiften olsa
asim hükmü ve hassası, suretine geçmez ve timsaline sirayet etmez. Meselâ
necis ve murdar bir şeyin ayini-deki sureti ne necistir ne murdardır ve yılanın
timsâli ısırmaz.[477]
Öyleyse kalbini böyle
vesveseler gelen kimse telaşa kapılmadan bu vesveseleri defetmenin yolunu
aramalıdır. Bunun en sağlam yolu tevhid âlimlerinin eserlerini okuyup onlardan
en iyi şekilde yararlanmaktır.[478]
5111... Hz. Ebu Hüreyre'den
demiştir ki: (Hz. Peygamberin) sahabîle-rinden bazı kimseler (gelip): "Ey
Allah'ın Rasulü, biz içimizde söylenmesini (bile) büyük (bir suç) gördüğümüz
birşey(ler) hissediyoruz, bi onu söyleyince (dünyanın tümüyle) bizim olmasını
(bile) istemeyiz" dediler. (Bunun üzerine Hz: Peygamber):
Demek böyle birşey hissetiniz
öyle mi? dedi.
Evet, dediler. (Hz.
Peygamber):
İşte bu, açık bir imandır,
buyurdu.[479]
Hattabî (r.a)'nin açıklamasına
göre metinde geçen İşte bu açık bîr imandır" sözü "işte
şeytanın sizin kalbinize attığı vesveselerden rahatsız olup onları kabul
etmeyerek onları reddedişiniz imanın ta kendisidir. Artık şeytanın bu çabaları
sizin kalbinize erişemeyecek ve size bir zarar veremeyecek" anlamına
gelmektedir. "Vesvese açık bir imandır" manasına değildir. Nitekim bir
numara sonra gelecek hadis-i şerifte "şeytanın vesvese vermek için kurduğu
hilesini reddeden Allah'a hamdolsun" buyurulması da bunu gösterir.
Netice olarak şunu
söyleyebiliriz: Şeytanın vesvese vermek için imanlı kalpleri seçtiğinde şüphe
yoktur. Binaenaleyh şeytanın bir kemseye vesvese vermeye çalışması o kimsenin
iman sahibi olduğunun bir alâmeti olduğu gibi, şeytanın verdiği vesvese leri
gidermeye çalışmak da bir iman işidir. Mümin şeytandan gelen vesveseleri
gidermeye çalışmak da bir iman işidir. Mümin şeytandan gelen vesveselerden
allah'a sığınmalı ve endişeye kapılmadan o vesveseyi ilmi delilerle
gidermelidir. Nitekim bir önceki hadisin şerhinde açıklamıştık.[480]
5112... Hz. İbn Abbas'dan
demiştir ki: Bir adam Peygamber (s.a.)'e gelerek:
Ey Allah'ın Rasulü, birimiz
içinde kendisine (sıkıntı) veren (öyle) bir duygu hissediyor ki; onun (yanıp)
kömür olması kendisine onu (başkalarına) söylemesinden daha sevimlidir, dedi.
(Hz. Peygamber de:)
Allahu ekber, AUahü ekber,
Allahü ekber. (Şeytanın) vesvese vermek için (kurduğu) tuzağını bozan Allah'a
hamdolsun" cevabını verdi.
Ebu Davud dedi ki: (Bu hadisin
ravilerinden) İbn Kudâme (bu hadisi rivayet ederken) "tuzağını bozan"
kelimesi yerine "işini bozan" kelimesini rivayet etti.[481]
Bu hadisle ilgili açıklama
(5110) ve 5111 numaralı hadislerin şerhinde geçtiğinden burada tekrara
lüzum görmüyoruz.[482]
5113... Ebu Osman dedi ki:
Sa'd b. Malik bana dedi ki: Muhammed (s.a.)'in "Her kim babası olmadığını
bildiği halde babasından başkasını (babam diye) iddia ederse ona cennet haram
olur." dediğini kulaklarım duydu, kalbim iyi belledi. (Ebu Osman sözlerine
devam ederek) dedi ki: (Bu hadisi Sa'd'den duyduktan) kısa bir süre sonra Ebu
Bekre ile karşılaştım ve hadisi kendisine okudum da (bana ay-ren Sa'd'in dediği
gibi): "Bunu Muhammed (s.a.)'den kulaklarım duydu, kalbim de iyice
belledi" dedi.
(Ravi) Âsim dedi ki ben (Ebu
Osman'a)
Ey Ebu Osman! Senin yanında
(bu hadisin doğruluğuna dair) iki kişi şahidlik etmiştir. Bu iki adam kimdir?
dedim de:
Birisi Allah yolunda -yahut
İslam uğrunda- ilk ok atan kimsedir. Öbürü ise (Tai kalesi kuşatıldığı zaman)
Tai'ten yaya olarak (Hz. Peygambere) gelip (Müslümanların safına katılan)
yirmi küsur kişiden biridir" dedi ve (Ebu Bekre'yle ilgili bir takım)
fazilet(ler)i anlattı.[483]
(Ebu Davud dedi ki;)
Ennüeylî de: "Bu hadisi
(bana bizzat falan) haber verdi" sözünün geçtiği yerlerde (hadisin kesinlikle
ravisinin ağzından işitilerek alındığını ifade eden) haddesenâ (bize bizzat
kendisi haber verdi) ve haddesenî (bana bizzat kendisi haber verdi)
kelimelerini kast ederek "Allah'a yemin olsun ki bu söz(ler) bana baldan
daha tadıdır" derdi.
Ebû Ali dedi ki: Ben Ebu
Davud'u söyle derken işittim;
Ben Ahmed b, Hanbel'i
-Küfe'itlerin rivayeti açık değildir. (Bu hususta) Basralı'lar gibisini
görmedim. Onlar bu hadisi Şube'den rivayet ettiler, derken işittim.[484]
Sa'd b. Malik cennetle
müjdelenen on kişiden biri Qİan Rz SaM b Ebi VakkasMır.Hz. Ebu Bekre ise
Taif kalesinin kuşatıldığı sırada yirmi küsur arkadaşıyla beraber
mtislümanlara katılan mücahidlerdendir.
Ebu Osman'ın bu hadisi Ebu
Bekre'ye sormasının sebebi şudur: "Hz. Ebu Süfyan cahiliyye döneminde Ebu
Bekre'nin annesiyle zina etmiş, sonra da Ziyâd dünyaya gelmişti. Daha sonra Hz.
Muaviye, Ziyad'ı Hz. Ebu Süfyan'm gayrimeşru oğlu olduğuna ve kendisinin de
kardeşi olduğuna ikna ederek, onun nesebini bu şekilde tescil ettirmiş ve
kendisini de vali tayin ederek, Hz. Ali'ye karşı onun desteğini sağlamıştı. Hz.
Aişe ise Ziyad'ın Ebu Süfyan'ın oğlu olmayıp Ebu Bekre'nin babasının oğlu olduğuna
kani idi. Ravi Ebu Osman, Ziyad'ın nesebinin Ebu Süfyan'a nisbet edilmesini Hz.
Ebu Bekre'nin de tasvip ettiğini zannediyordu ve fırsatını bulup bu işin Islami
olmadığını ifade eden, mevzumuzu teşkil eden bu hadisi ona hatırlatmak
istiyordu. İşte bu maksatla bu hadisi ona sordu ve Hz. Ebu Bekre'nin bu hadisi
bizzat Hz. Peygamber'den duyduğunu ve kardeşi Ziyad'ın nesebini Ebu Süfyan'a
nisbet etmesini asla tasvip etmediğini bizzat kendi ağzından işitip öğrenmiş
oldu.
Hz. Ahmed b. Hanbel,
"Küfe halkının rivayeti açık değildir" demekle onların rivayetlerinde
hadisleri senetlerindeki an'ane, ihbar, tahdis gibi incelikleri
belirtmediklerini söylemek istemiştir.
Ancak, burada şunu belirtmek
isteriz ki Hz. Ahmed b. Hanbel'in kast ettiği Kufe'lerden maksat hanefi
fakihleri ve hadisçileri değildir. Çünkü onların içinde Hz. ali ve Hz. Abullah
b. Mesud'un talebeleri ve arkadaşları vardır ki, onlar rivayetlerinde
rivayetin bütün incelik ve ayrıntılarını titizlikle belirtirler.
Mucmu'l-Buldân'da Hz. Ali'den
nakledilen bir hadis-i şerifte onların iman hazinesi İslamın hücceti Allah'ın
kılıcı ve mızrağı oldukları, Hz. Selman-i Farisî'nin de onlar hakkında:
"Onlar ehlü'llah'dır, Küfe İslâmın
kılıcıdır. Her Müslüman onları
takdir eder" dediği ifade edilmektedir. Fakat İmam Ahmed, Kûfeliler için
sarf ettiği bu sözle kendi zamanında yaşayan Kuelileri kast etmiş olabilir.
el-Feth yazarının beyanına
göre İbn Battal bu hadis ile ilgili olarak şunları söylemiştir:
"Bu hadisten maksat, bir
kimsenin bile ble kendi öz nesebini bir tarafa bırakıp kendisinin başka
birinin oğlu olduğunu ve o kimsenin de kendi babası olduğunu iddia etmesidir.
Bu olay cahiliyye döneminde çok yaygındı ve hiç yadırganmazdı. Bir kimse bu
yolla başkasına ait bir çocuğu evlad edinirdi. O çocuk, bundan sonra artık
"Falancanın oğlu" diye çağırılmaya başlanırdı. Nihayet İslamın
gelmesiyle; "Evlâtlıkları babalarına nisbet ediniz. 8u, AEIah katında en
doğru olanıdır. Eğer babalarının kim olduğunu bilmezseniz bu takdirde onları
din kardeşleriniz ve dostlarınız olarak kabul ediniz."[485] âyet-i kerimesi inince bu çirkin uygulama
yürürlükten kaldırıldı ve artık herkes hakiki babasına nisbet edildi."[486]
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifte nesebini bile bile babasından veya efendisinden başka birine
nisbet eden kimseye cennetin haram olacağı ifade edilmektedir. Sebebi ise
şudur; bu kimseler bu hareketiyle ,ölümden doğan miras hakkının hakiki
sahiplerinin eline geçmesine engel olmuş olurlar. Bu haksız uygulamanın tüm
veballerini boyunlarına geçirmiş olurlar. Ancak burada "cennet
haramdır" sözünden maksadın ne olduğu iki şekilde açıklanabilir:
1. Hakikaten bu kimse asla
cennete giremeyecektir, anlamındadır. Ancak bu durum babasından başka birine
intisap etmeyi helal itikat edenler içindir.
2. Ehl-i necat olanlar cennete
girerken bunlar cennete giremezler. Ancak dünyadaki bu gayrimeşru
uygulamalarının cezasını çektikten sonra girebilirler, demektir.
Bu hadis-i şerifte bir
kimsenin kendisini bile bile babasından başka birine nisDet etmesinin haram
olduğuna işaret edildiği gibi bir kölenin kendisini bile bile başka bir
efendiye nisbet etmesinin de haram olduğuna delâlet eder. İşte bu hadisin bab
başlığıyla ilgili tarafı burasıdır.
İşte, bu sebeple Ebu Davud bu
hadisi bu babda yer aluı hadisler arasına koymuştur.[487]
5114... Hz. Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bir kimse kendini azad eden kimselerin izni olmaksızın bir kavmi kendisine
veli edinirse Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine
olsun! Kıyamet gününde onun farz,ve nafile hiçbir ibadeti kabul
edilmeyecektir."[488]
5115... Hz. Eıies İbn
Malik'den demiştir ki: Ben Rasûlullah (s.a.) şöyle derken işittim: "Her
kim babasından başka bir adamın kendi babası olduğunu- iddia ederse yahutta
(bir köle) kendisini efendilerinden başkasına nisbet ederse kıyamete kadar
Allah'ın laneti sürekli olarak onun üzerine olsun."[489]
Sarf: Farz olan ibadetler
demektir.
Adl: jsa nafüe
ibadetlerdir Ancak bunım aksini iddia edenler de vardır. Esmaî'ye göre sarf
tevbe, adi de fidye manasına gelir. Bazıları "Allah onun hiçbir ibadetini
kabul etmez" demek, onun ibadetini rızasıyla kabul etmez, demektir. Fakat
Allah ona yine de ibadetiyle hakkettiği mükafatı verir, demişlerdir.[490]
"Allah'ın laneti"
kelimesinden maksat, Allah'ın bir kimseyi rahmetinden uzaklaştırma ve kovması
demektir. Meleklerin ve insanların lanetinden maksat, bunların bir kimsenin
ilâhi rahmetinden uzaklaştırılması için dua etmeleridir.
Kadı îyaz: "Buradaki
lanet, kâfire olan lanetten farklıdır. Çünkü buradaki lanetten maksat bu suçu
işleyen kimsenin müstehak olduğu ceza ve azabı görmesidir. Ebedi olarak ilahi
rahmetten mahrum kalması anlamında değildir. Fakat kâfire yapılan lanet ise
ebedi olarak rahmetten mahrum kalması manasında kullanılır" demiştir.[491]
5116... Hz. Ebû
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"(Aziz ve Celil olan) Allah, cahiliyye (döneminin) kibrini ve övünme
adetini sizden giderdi. (İnsanlar iki kısımdır: Birincisi Allah katında
övülmüş olan) takva sahibi mü'min (kimseler, ikincisi de Allah katında
yerilmiş olan) bedbaht ve Allah'ın yolundan çıkmış (kimseler. Binaenaleyh) siz
(hepiniz) Ademoğlusunuz. Adem topraktan (yaratürmş)tır. (Allah'a yemin olsun
ki) insanlar (ya bu) kavimler(i) ile övünmeyi bırakırlar -ki o kavimler (böyle
cahiliyye adeti üzere yaşadıkları için şimdi) cehennem kömürlerinden bir
kömürdürler- yahud da Allah katında burnuyla dışkı yuvarlayan bokböceğinden
(mayıs böceğinden) daha değersiz bir hale düşerler."[492]
Şafiî ulemasından Kemalüddin
Dümeyrî'nin, Hayatü'I-Hayvanisimli eserindeki açıklamaya göre cual, (çoğulu;
ci'lân); kurumuş tersleri toplayıp yuvasında depo eden bir böcektir. Özellikle
hayvanların dışkılığında kalmış olan kurumuş dışkı kırıntılarını ararken
hayvanların ferclerini ısırıp kaçmakla meşhurdur. Karnında kırmızı bir nokta
olur. Daha ziyade sığır, camız ağıllarında ve tersliklerde yaşar. En büyük
özelliği pislik toplamaktır. Onun garip hallerinden birisi de gül kokusundan
ve benzeri güzel kokulardan ölmesi ve tekrar pislik üzerine konduğu zaman
canlanmasıdır. En büyük zevki ve gıdası pisliktir.
Ebû Davud et-Tayalisrnin
Müsned'i ile Şuabü'l-İman'da bu konuda İbn Abbas'dan rivayet edilen bir hadis-i
şerif de şu mealdedir: "Cahüiy-yet hali üzere ölmüş olan babalarınızla
övünüp durmayın. Varlığım elinde olan Allah'a yemin olsun ki, bok böceğinin
burnuyla yuvarlamış olduğu dışkı cahiliyye (adeti) üzere ölen babalarınızdan
daha hayırlıdır."
Bezzâr'ın Hz. Huzeyfe'den
rivayet ettiği bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır:
"Hepiniz Adem oğlusunuz.
Âdem ise topraktandır. Bir takım kavimler ya babalarıyla övünmeye son
vereceklerdir, ya da Allah yanında bok böceğinden daha aşağı
olacaklardır."
Aliyyü'l Kâri (r.a.)'nin
açıklamasına göre; mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte cahiliyye adeti
üzere ölen atalarıyla övünen kimseler bok böceklerinin burunlanyla
yuvarladıkları dışkıya benzetildiği gibi, övünmeleri de bok böceğinin dışkıyı
yuvarlamasına benzetilmiştir. Onlar ya bu övünmelerini bırakıp bu vahim
sonuçtan kurtulacaklardır ya da Allah yanında bok böceğinden daha aşağı bir
duruma düşeceklerdir.
Nitekim, yüce Allah Kur'an-ı
Keriminde bu mevzuyu şu âyet-i kerimesinde bizlere en veciz bir şekilde
açıklamıştır: "Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden (Âdem ile
Havva'dan) yarattık. Hem de sizi boylara ve kabilelere ayırdık ki, biribirinizi
taniyasınız. Biliniz ki Allah katında en iyiniz, takvası en ziyade
ölanınızdır.[493]
Asabiyyet: İsim" ve
masdar şekliyle birlikte kullanılan "asab" kökünden türetilmiş bir
ıstılahtır. İsim olarak âsâb, sinir ve sarmaşık manasına gelir. Masdarından
türetilmiş bir çok kelime daha vardır ki hepsi de bağlamak, sarmak, sarıp
bağlamak, toplanmak, birikmek, etrafını çevirmek, himaye etmek... gibi mana farklılıkları
taşır. Asabiyyet ise aynı kökten gelen "asabe'Yıin nisbî masdarıdır.
"Asaba" bir hukuk tâbiri oluşunun dışında, "bir kimsenin baba
taramdan olan akrabaları" manasına geldiği gibi, bir şahsırThimaye etme
ve yardım elini uzatma durumunda olduğu akrabası manasına gelmektedir. Bu
noktadan hareket edilerek "akrabası ve soydaşı durumunda olan kimselerin
yardımına koşma ve onları zulüm ve haksızlıktan koruma gayretinde olma"
işi de asabiyyet ıstılahı ile ifade edilmiştir.
Ancak bu ıstılah, Hz. Peygamberin
dilinde ayrı bir muhteva kazanmış ve tamamen özel bir durumu ifade etmek için
kullanılmıştır. Kur'an'da rastlanmayan "asabiyyet" en eski ve belki
de ilk olarak -kullanılışı hadis-i şeriflerde görülmektedir. Eldeki hadis
kaynaklarında asabiyetin geçtiği bir kaç rivayet vardır. Bunları, muhtevaları
bakımından iki ana grubta toplamak mümkündür. Daha Önce söylenmiş olduğu tahmin
edilen birinci grup hadisler asabiyyeti yasaklamaktadır.
Meselâ; ashabtan Cübeyr b.
Mutîm kanalıyla rivayet edilen hadis: "Halkı asabiyyet için toplanmaya
çağıran, asabiyyet uğrunda dövüşüp çarpışan ve asabiyyet yolunda ölen kimse
bizden değildir."[494]
Bu hadisin söylenişinden sonra
olmalıdır ki, ashabtan Vasile b. Aşka' (öl. 83/702) Asabiyyetin ne demek
olduğunu ve şümulünü Hz. Peygamber'den sorar:
Ya Rasûlullah! Bir kimsenin
kavmini sevmesi asabiyyetten sayılır mı? Hz. Peygamber:
Hayır, ancak kişinin, zulüm ve
haksızlık halinde olan kavmine yardım etmesi asabiyyettir"[495] buyurur. Buna göre yasaklanan
asabiyyet, bir kimsenin milletini sevmesi ve ona karşı özel ve meşru' bir ilgi
göstermesi değil, sırf akrabalık ve soydaşlık gayretiyle zalimane ve haksız
davranışları karşısında bile onları müdafaa ve himaye etme işidir. Öte yandan
İbn Haldun (öl 808/1406) Mukaddime'de asabiyyete geniş bir şekilde yer verir.
Ancak "Asabiyyetin yasaklanmasının sebebi, onun kötü ve yanlış işlerde
kullanılmasına engel olmaktır" diyen îbn Haldun bu ıstılahı vatan,
millet, memleket soy-sop akraba sevgisinin müsbet işlerde kullanılışı şeklinde
değerlendirir. Ona göre "milli birlik şuurunu canlı tutan ve devlet kurup
onu idare eden güç asabiyyet duygusudur." Asabiyyet duygusunun
bulunmadığı yerde ne millet vardır ne de devlet. O duygu olmadan dinin
yayılması ve devletin korunması mümkün değildir."[496]
Bütün bu açıklamalardan
anlaşılıyor ki, İslamiyyetin yasaklamış olduğu asabiyyet, bir kimsenin
milletini sevmesi ve ona karşı özel bir ilgi göstermesi değil, sırf, akrabalık
ve soydaşlık gayretiyle onlardan sudur eden zalimane ve haksız davranışları
dahi himaye etmeye kalkışma işidir.
Kişinin milletini sevmesinden dolayı
kınanması, hiçbir zaman doğru değildir. Çünkü İslâmi manada millet, din ve
şerifat kavramlarıyla eş anlamlıdır. Fakat kıymetli alimlerimizden merhum
müfessir Muhammed Hamdi Yazır Efendi'nin dediği gibi "... din, şeriat,
millet denilen şeyler vaki'de ve haddi zatında aynı şeydirler. Fakat itibaren
ve mefhumen her biri bir haysiyyetle diğerinden terik olunur. İ'tikad haysiyeti
ile din, amel haysiyyeti ile şeriat, içtima haysiyetiyle millet denilir.
Filvaki itikad edilen ne ise, esas itibariyle amel edilen odur. Amel edilen ne
ise esas itibariyle içtima edilen de odur. Binaenaleyh millet, bir heyeti
ictimaiyyenin etraında toplandığı ve üzerinde yürüdüğü tabiri aharle fuh-ı
içtimaisinin tabi olduğu ve cismi içtimaisinin merbut bulunduğu mebâdii hakime
ve tarikat-i meslûkedir. Hakkı hak, nâ hakkı nâ hak, eğrisi eğri, doğrusu doğrudur.
Şu kadar ki nâ hakları, hüsrana, hakkolan da hüsn-i akıbete götürür. Demek ki
millet hey'et-i ictimaiyyenin kendisi değildir, ona cemaat, kavm, ümmet veya
ehl-i millet denilir. Mesela Yahudiyet ve Nasraniyyet bir millettir ve fakat
Yehud ve Nasara ehl-i millet, sahib-i millettirler."[497]
5117... (Hz. Abdurrahman
b. Abdullah b. Mesud'un) babasından demiştir ki: Kavmine haksız yere yardım
eden kimse (bir kuyuya yüzüstü) düşüp de kuyruğundan çekil(erek kurtarılmaya
çalışd)an deve gibidir.[498]
Hattabî (r.a)'ye göre bu
hadisin manası şöyledir:"Haksız yere kavmine yardım eden kimse günah
kuyusuna düşerek helak olmuştur. Artık kurtarılması mümkün değildir. Bu haliyle
o kuyruğundan tutulup da yukarı çekilerek kurtarılmaya çalışılan bir deveye
benzer."
Aliyyü'l-Kari'nin açıklamasına
göre bazıları bu hadis-i şerifte şöyle marja vermişlerdir:
Haksız yere kavmine yardım
eden kimse zulme yardım ettiği için kendisini helak etmiştir. Gerçi o bu
yardımıyla kendini ve kavmini yükseltmek istemiştir. Ama yükseltmek amacıyla
koşarken günah kuyusunun dibine düşüp helak olmuştur.
Böyle bir kimsenin hali ise
kuyuya yüzüstü düşüp de kuyruğundan asılarak kurtarılmaya çalışılan bir deveye
benzer. Tabii ki bu deveyi bu şekilde kurtarmak mümkün değildir. Bazılarına
göre de bu hadis-i şerifte kuyuya düşerek helak olup da kuyruğundan çekilerek
kurtarılmaya çalışıldığı halde kurtarılamayan deveye benzetilen kinişe, haksız
durumda olan kavmidir. Çünkü batıl ve zulüm üzerine olan herkes Ölmüş demektir.
Bu kavme kavmiyetçilik
duygusuyla yardım etmek isteyen kimse de sözü geçen devenin kuyruğuna benzetilmiştir.
Nasıl ki kuyuya yüzüstü düşerek ölen bir deveyi tutularak yukarı doğru çekilen
kuyruğu kurtarmaya yetmezse bu adamın o kimseyi kurtarmak için devreye girmesi
de o deveyi kurtarmaya yetmeyecektir.[499]
Netice itibariyle mevzumuzu
teşkil eden Hadis-i şerif, bir kimsenin sırf akrabalık ve soy gayretiyle
yakınlarından sudur eden haksızlıklara yardım etmesi haramdır. Yukarıda bab
başlığının altında da açıkladığımız gibi buna "asabiyyet (kavmiyetçilik)"
denir. İslam bunu kökünden kaldırmıştır.[500]
5118... (Abdurrahman b.
Abdullah'ın) babasından demiştir ki; "Ben Rasûlullah (s.a.)'ın huzuruna
varmıştım. Kendisi deriden (yapılmış) bir çadırda bulunuyordu..."
(Abdurrahman *ın babası
Abdullah b. Mesud rivayetine devam ederek bir önceki hadisin) bir benzerini
rivayet etti.[501]
Bu hadis-i şerifle ilgili açıklama
bab başlığının al-tında ve bundan önceki hadisin şerhinde geçmiştir.[502]
5119... Vâsıla b.
el-Eska'nın kızından (rivayet edildiğine göre) kendisi babasını şöyle derken
işitmiş: (Ben Hz. Peygambere):
Ey Allah'ın Resulü asabiyet
nedir? diye sordum da:
Zulümde (haksızlıkta) kavmine
yardım etmendir, buyurdu.[503]
Bu babın giriş kısmında
"asabiyyet" kelimesinin ifade ettiği manaları genişçe
açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerif, zulümde yardımlaşmayı ve ırkçlığı yasaklamaktadır. Bu babın
başında da açıkladığımız gibi İslamiyet ırkçılık taassubunu kökünden
yıkmıştır. Kur'an-ı Kerim'de "Tebbet" suresi diye anılan bir surenin
Hz. Peygamberin en yakın akrabalarından amcası "Ebu Leheb" hakkında
inmiş olması bile bir müslümanın, İslam çizgisi dışında olan bir yakımyla
hiçbir bağı olamayacağını göstermek için yeterlidir.
Hele haksız bir işte ona yardım
etmeye kalkmanın İslamda hiçbir yeri yoktur. İslam kendi müstesiplerine bile
zulümde değil ancak iyilikte ve takvada yardımlaşmayı emreder.[504]
5120... Süraka b. Malik
Cü'şüm el-Müdiicî'den demiştir ki: (Bir gün) Rasûlullah (s.a.) bize bir hutbe
irad ederek şöyle buyurdu:
"Sizin en hayırlınız,
günaha girmemek şartıyla yakınlarını savunan(ınız)dır."
Ebu Davud dedi ki: (Bu hadisin
ravilerinden) Eyyûb b. Süveyd zayıftır.[505]
Gerçekten ilahı müjde yavaş
yavaş akan bir çeşmeve benzer. O önce çevresini ıslatır. Sonra, yavaş yavaş
etrafa yayılır. Önce yakınlar sonra çevre daha sonra da biraz daha uzak
olanlara ulaşır. Hz. Peygamber de tebliğ hususunda böyle bir metot takib
etmişlerdir. Önce' kendi evine, sonra kendi akrabasına ve nihayet halka, ilahi
tebliği bildirmiştir: "En yakın akrabanı korkut."[506]
Bu daire daha sonra gittikçe
büyümüştür. Bunun için de önce Mekke'ye ve nihayet bütün dünyâya tebliği
ulaştırmaya çalışmıştır.[507]
İlahî rahmet dalgalarının
tebliğde görülen en yakından çevreye doğru genişleyen bu yayılma hareketi,
İslamın sıla-ı rahim, sadaka ve zekat gibi diğer alanlardaki maddi-manevi
yardımlaşma anlayışında da kendini gösterir.
Mevzumuzu teşkil eden, bu
hadis-i şerif, İslamın bu anlayışına uymanın, hayırlılığm bir ölçüsü olduğunu
ifade etmektedir. Kişi bu anlayışa uygun hareket ettiği nisbette hayırlı
olacaktır. Ancak zulümde ve düşmanlıkta yardımlaşmanın İslamda yeri
olmadığından İslamî bir yasağı çiğneyen veya bir günahı işleyen bir kimseye
akraba bile olsa destek olmak asla caiz değildir. Böyle bir günaha destek
veren kimse o suçun vebalini ortak olacağı için bu yardımı hayır olmaktan
çıkar şerre dönüşür.
Ancak bu insanın, böyle
zulmeden veya günah işleyen bir akrabasına yardımı, onu bu günahtan
çevirmesiyle olur. Nitekim Hadis-i şerifte: "Kardeşine zâlim de olsa,
mazlum da olsa yardım et. Zâlime yardım etmen onu zulümden alıkoymandır."[508] buyurulmuştur. Fakat akrabalık
gayretiyle bir yakına haksızlıkta yardımcı olmanın İslamda asla yeri yoktur.[509]
5121... Cübeyrb.
Mut'imden (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
(Halkı) asabiyyet
(soy-sop) davasına çağıran bizden değildir. Asabiyyet (soy-sop) davası uğrunda
savaşan bizden değildir. Asabiyyet (soy-sop) davası uğruna ölen bizden
değildir.[510]
Asabiyyet kelimesinin ifade
ettiği manalar mevzumuzu teşkil eden babın giriş kısmında geçmişti.Mevzumuzu
teşkil eden bu hadiste geçen bu "asabiyyet" kelimesi bazı hadis
kitaplarında "asabe" olarak rivayet edilmiştir.
Bilindiği gibi
"asabe" baba taraından olan akrabadır. Sinirlerin bütün vücudu
kaplaması gibi bir kimsenin asabesi de onu her taraftan kuşattıkları için
kendilerine bu isim verilmiştir. Sırf asabe namına harbetmek, kızmak ve
propaganda yapmak, hakka ve dine yardım değil, bilakis heva ve hevese göre
harekettir. Bu da cahiliyyeî devri adetlerinden biridir, binaenaleyh böyle bir
harpte öldürülen de şehit değil asi olur.[511]
5122... Hz. Ebu Musa'dan
(rivayet edildiğine göre) Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bir kavmin kız
kardeşinin oğlu o kavimdendir."[512]
Bu hadis-i şerif bir kimsenin
kızkardeşinin oğlunun kendi yakınlarından sayıldığını ifade etmekte ve
diğer yakın akrabalarına yaptığı yardımı, gösterdiği yakınlık ve sevgiyi ondan
da esirgememesi gerekliğine, sarılıp sır verebileceğine ve meşverette bulunabileceğine
delalet etmektedir. Fakat vâris olacağına delalet etmemektedir. İbn Ebi
Hamza'nin açıklamasına göre, bu hadis-i şerifin söy-lenmesindeki hikmet,
Cahiliyye döneminde halkı kızlarının ve kızkardeş-lerinin çocuklarına karşı
takındıkları olumsuz tutumu önlemektir.[513] Nevevî'nin açıklamasına göre, bazıları,
bu hadis-i şerifin zevilerham (teyze, hala, gibi kadın akrabalarla, kızın oğlu,
ananın babası gibi kadın tarafından olan akrabaların varis olabileceğini
söylemişlerdir ki; İmam Ebu Hanife (r.a.) ile İmam Ahmed (r.a.) ve daha
başkaları bu görüştedirler. İmam Malik ile İmam Şafiî'ye göre ise bu hadis-i
şerifte anlatılmak istenen sadece bir insanın zevil erham ile arasında bir
bağın bulunmasıdır.[514]
Resulü Zişan efendimizin bu
hadis-i şerifi irad buyurmalarının sebebi, Hz. Enes'den gelen bir rivayette
şöyle anlatılıyor:
Bir kere Resulü Ekrem hususi
olarak ensarın meclisine davet etmişti. Ensar toplandığında "Aranızda
gizden başka kimse var mıdır? diye sordu. Ensar da:
Hayır yoktur, ancak
kızkardeşlerimizin oğulları vardır, diye cevap verdiler. Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.): bana bakarak:
Bir kavmin ve bir ailenin
kızkardeşinin oğulları o soydandır, buyurdu.[515]
5123... Farslı
(İranh)lardan azatlı bir köle olan Ukbe'den demiştir ki: Al bu da benden. Ben
Farslı bir gencim diyerek müşriklerden birine bir darbe indirdim. Bunun üzerine
Rasûlullah {s.a.): bana bakarak:
Al bu da benden, ben ensarlı
bir gencim, deseydin ya? buyurdu.[516]
Hafız İbn Hacer'in
"el-İsabe" isimli eserindeki açıklamasına göre "Ebû
Ukbe" ensarın azad ettiği Farslı bir köledir. Haşimoğullarının azadlısı
olduğunu söyleyenler varsa da bu doğru olamaz. Çünkü eğer bu zat gerçekten
Haşim oğullarının azatlısı olsaydı, Resulü Zişan efendimiz O'na: "Ben
ensarlı bir gencim" demesini değil, "Ben Haşim oğullarından bir
gencim" demesini telkin ederdi. Nitekim (5114) ve (5115) numaralı
hadislerle; "bir kavmin azatlısının onlardan olduğunu ifade eden hadis-i
şerif[517] de bu gerçeği ispat etmektedir.
Bilindiği gibi, Farslıların
savaşta düşmana kılıç sallarken "Al bu da benden ben Falancanın
oğluyum!" diyerek kavimleriyle övünmeleri adetleriydi, Sözü geçen azadlı
genç de darbesini indirirken kavminin bu eski adetine uyarak kendisinin Farsh
olmasıyla ifftihar etmişti. Oysa o sırada Fars halkı kâfir idi. Hz. Peygamber
bu gencin kendisini böyle kâfir bir kavme nisbet ederek öğündüğünü görünce onu
bu yanlışlıktan kurtarmak gayesiyle; "Eğer mutlaka bu savaş meydanında
darbeni indirirken mensup olduğun kavimle iftihar edeceksen, kâfir bir kavimle
değil, müslüman bir kavimle iftihar et. Bu müslüman kavim de ancak ensar
olabilir. Çünkü seni hürriyetine kavuşturanlar onlardır ve azatlı köle
kendisini azad eden kavimdendir" anlamında: "Ben ensarlı bir gencim
deseydin ya" buyurmuştur.[518]
5124... el-Mikdam b.
Ma'dikerib'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
Bir kimse (din) kardeşini sevdiği zaman kendisini sevdiğini ona bildirsin."[519]
5125... Hz. Enes b.
Malik'den (rivayet edildiğine göre) bir adam Peygamber (s.a.)'in yanında iken
oradan birisi geçmiş de (O adam):
Ey Allah'ın Resulü, ben bu
adamı seviyorum, demiş. Peygamber (s.a.) de ona:
(Peki sen bu sevgini)
kendisine bildirdin mi? demiş.(Adam da):
Hayır, cevabım vermiş.
Peygamber ona:
(Git) ona (sevdiğini) bildir,
demiş.
(Hz. Enes rivayetine devamla)
şöyle dedi: Bunun üzerine (bu adam) o kimseye varıp:
"Ben seni Allah için
seviyorum" dedi, (öbür adam da):
Beni kendisi için sevdiğin
Allah da seni sevsin, cevabını verdi.[520]
Bu hadis-i şeriflerde bir kimsenin
kendinde gördügü nayir(3an dolayı sevdiği bir kimseye bu sevgisini bildirmesi
tavsiye edilmektedir. Çünkü bu sevginin bildirilmesi hem onun kalbinde
kendisini sevdiğini bildiren bu kimseye karşı bir sevgnin doğmasına, hem de
sevgisini bildiren kimsenin kalbindeki sevginin artmasına yol açar.
Hattabî'nin açıklamasına göre,
bu hadis-i şeriften maksat, "müslümanları birbirlerini Allah için sevmeye
teşviktir. Gerçekten bir kimse karşısında bulunan bir kimsenin herhangi bir
çıkar olmaksızın ivazsız -garazsız, karşılıksız, sırf Allah rızası için
kendisini sevdiğini bilirse, onun nasihatlanm can kulağıyla dinler, onun
dediklerini rahatça kabul edip kendini düzeltebilir. Fakat karşıdakinin
kendisini sevdiğinden emin olmazsa, onun iyiniyetle yaptığı bütün tavsiyeleri
kötüye yorumlar, düşmanca söylenmiş bir söz olduğunu zanneder."
Kısaca müslüman toplumunda
emr-i bilmaruf (iyiliğe davet) nehy-i anilmünker (kötülükten sakındırma)
müessesesinin gayesine erişmesi büyük Ölçüde bu karşılıklı sevgi ve saygının
gönüllere yerleşmesine bağlıdır.
Müslümanlar arasında sevgiyi
tavsiye eden hadislerden bazıları şu mealdedir:
1. "Bir adamla kendi
arasında bir kardeşlik kuracak olursa ona adını, babasının adını ve kimlerden
olduğunu sorsun. Çünkü bu hareket samimiyet bağını daha da artırıcıdır."[521]
2. "Bir adam
Rasûlullah (s.a.)'e gelerek: "Ey Allah'ın Resulü kıyamet ne zaman
kopacaktır?" dedi. Rasûlullah (s.a.) hemen namaza kalktı ve namazını
bitirince: "Kıyametin ne zaman kopacağını soran kişi nerede?"
buyurdu. Adam: "Benim ya Rasûlullah!" dedi (Hz. Peygamber de:)
Kıyamet için ne hazırladın?
diye sordu, adam:
Ey Allah'ın Resulü, kıyamet
için fazla namaz veya fazla oruç hazırlayamadım, fakat ben Allah'ı ve onun
Peygamberini seviyorum, dedi. Bunun üzerine Rasûîullah (s.a.):
Kişi sevdiğiyle beraber (haşr
olunacak)tır ve sen de sevdiklerinle beraber (haşr edilecek)sin, buyurdu.
Müslümanlıktan sonra müslüman-lanh bu söze sevindikleri kadar (başka bir şeye)
sevindiklerini görmedim."[522]
3. Safvân b. Assai (r.a.)'den
demiştir ki: Tok sesli bir çöl arabı (Hz. Peygamberin huzuruna) geldi ve:
Ey Muhammed! İnsan bir cemaati
seviyor, fakat kendisi henüz onlara (nasib olan seviyeye) ulaşamamış bulunuyor
(ise ne olacak)?" dedi bunun üzerine Rasûlullah:
Kişi sevdikleriyle beraber
(haşr edilecek)tir" buyurdu.[523]
4. Hz. Ebu Hüreyre'den demiştir
ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdular: "Hiç şüphe yok ki kıyamet gününde
Allah:
Nerede benim azametim için
birbirini sevenler? Benim gölgemden başka hiçbir gölge bulunmayan bu günde ben
onları (kendileri için özel olarak hazırlamış olduğum) gölgemde
gölgelendireceğim, buyuracaktır."[524]
5. "... Allah
buyurdu ki: Benim azametim için birbirlerini sevenler için (kıyamet gününde)
nurdan minberler, vardır ki Peygamber ve şehidler onlara imrenirler."[525]
6. "Üç şey vardır ki,
bunlar kimde bulunursa o kimse imanın tadını bulur:
1. Kendisine Allah ve Rasulü
başkalarından daha sevimli olmak,
2. Sevdiğinizi yalnız Allah için
sevmek.
3. Allah kendisini
küfürden kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmekten ateşe atılmaktan tiksinir
gibi tiksinmek."[526]
7. "Allah (özel olarak
hazırlamış olduğu) kendi gölgesinden başka bir gölge bulunmadığı bir günde
(yani kıyamet gününde) yedi kişiyi gölgesinde gölgelendirecektir: a. Adaletli
hükümdar, b. Allah'a ibadetle yetişen genç, c. Mescidden çıktığı zaman
(tekrar) dönünceye kadar gönlü mescide asılı (bağlı) olan kişi, d. Allah için
biribirini seven ve bu sevgi üzerine toplanıp (bu sevgi üzerine) ayrılan
kişiler, e. Yalnız başına iken (veya riyasız olarak) Allah'ı zikredip gözleri
yaşla dolup taşan kişi, f. Güzel ve soylu bir kadının kendisini çağırması üzerine-
Ben Allah'dan korkarım- diyen kişi, g. Sağ elinin verdiği sadakayı sol eli
bilmeyecek kadar gizli sadaka veren kimse."[527]
8. "Siz iman etmedikçe
cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de (tam) iman etmiş olmazsınız.
Ben size birşey göstereyim mi onu yaparsanız sevişirsiniz, aranızda selamı
yayınız."[528]
9. Ebû İdris
el-Havlânî'den (rivyet edilmiştir): Dedi ki: Dımeşk Camisine girmiştim. Bir de
baktım ki halk dişleri parlayan güler yüzlü bir adamın etrafında toplanmışlar,
birşey hakkın-da ihtilaf edince ona müracaat ediyorlardı ve onun sözünü kabul
ediyorlardı. Onun kim olduğunu sorduğumda;
Bu Muaz b Cebel'dir, dediler.
Ertesi gün erkenden (mescide) gittim. Onu bulduğumda benden daha erken gelmiş,
namaz kılıyordu. Namazını bitirinceye kadar onu bekledim. Sonra huzuruna gittim,
selam verdim ve
dedim ki:
Vallahi ben seni Allah için
seviyorum,
Vallahi mi, dedi.
Vallahi, dedim tekrar:
Vallahi mi, dedi,
Vallahi dedim, yine:
Vallahi mi, dedi,
Vallahi dedim. Bunun üzerine
abamdan tuttu. Beni yanına çekti ve dedi ki:
Seni müjdelerim! -Ben
Rasûlullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu duydum. Yüce Allah buyurur ki: Benim
rızam için birbirini seven, benim rızanı için bir arada oturan, benim rızam
için birbirini ziyaret eden ve kendilerini benim rızama adayan kimselere benim
muhabbetim vâcibtir."[529]
10. Hz. Ebû Hüreyre'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur;
Bir adam başka bir köydeki
kardeşini ziyaret etmiş, bunun üzerine Allah onun için yoluna bir gözcü melek
oturtmuş. Adam meleğin yanına gelince (O'na):
Nereye gitmek istiyorsun? diye
sormuş. Adam:
Şu köydeki kardeşime gitmek
istiyorum, cevabını vermiş.
Onun yanında ıslahına
çalıştığın bir ni'metin var mı? diye sormuş. Adam:
Hayır şu kadar var ki ben onu
Allah (Azze ve celle) için sevdim, cevabını vermiş; Melek:
O halde ben senin o kardeşini
Allah için sevdiğin gibi Allah'ın da seni sevdiğini bildirmek üzere Allah'ın
sana gönderdiği elçiyim, demiş.[530]
5126... Hz. Ebu Zer'den
(rivayet edildiğine göre) kendisi (birgün kendisini kasdederek Hz.
Peygamber'e): "Ey! Allah'ın Rasulü bir cemaati(n yaptığı salih amelleri)
sevip onların amellerini yapamayan bir kimse (hakkında ne
buyururursunuz?)" diye sormuş da (Hz. Peygamber):
Ey Ebû Zer! Sen sevdiğin
kimseyle berabersin, buyurmuş, (Hz. Ebû Zer rivayetine devam ederek) şöyle
dedi:
Bunun üzerine, gerçekten ben
Allah'ı ve Resulünü seviyorum, dedim.
Kuşkusuz sen sevdiğinle
berabersin, buyurdu.
Daha sonra (Ebû Zer rivayetine
devam ederek şunları) söyledi: "Ebû Zer gerçekten ben Allah'ı ve Resulünü
seviyorum, sözünü tekrarladı. (Buna karşılık) Rasûlullah (s.a.) de (:
Kuşkusuz, sen sevdiğinle berabersin, sözünü) üç defa tekrarladı.[531]
5127... Hz. Enes b.
Malik'den demiştir ki:
Ben, Rasûlullah (s.a.)'ın
sahabilerinin (müslüman olduktan sonra) şu olaya sevindiklerinden daha azla
sevindikleri birşey görmedim:
Bir adam (Hz. Peygamberin
huzuruna gelip): "Ey Allah'ın Resulü, bir adam, işlediği hayırlı
amellerden dolayı bir adamı seviyor, fakat onun gibi amel edemiyor, dedi.
Rasûlullah (s.a.)'de:
"Kişi sevdiğiyle
beraberdir," buyurdu.[532]
Bu hadis-i şerifler,
miislümanlann cennette sevdileriyle beraber olacaklarını bildirmektedir. İbn
Battal:
"Bir kimse bir kulu Allah
için severse muhakkak Allah onları cennetinde bir araya getirecektir. Velev ki
ameli, sevdiği zatın amelinden az olsun. Bunun sebebi o zatın salihleri taat
ve ibadetinden dolayı sevmesidir. Allah teâlâ salihlere verdiği sevabı ona da
verir. Çünkü niyet asıldır. Âmel niyete bağlıdır. Allah "adlu insanını
dilediğine verir" demiştir.[533] Ancak şurasını iyi bilmek lazım gelir
ki kişi sadece "Allahı ve Rasulünü seviyorum" demekle bu iddiasında
sadık olamaz. Bu iddiasında sadık olabilmesi için dünyada Allah ve Rasulünün
emirlerine ve nehiylerine hakkıyla riayet etmesi gerekir. Aksi takdirde bu
sevgi iddiası asılsız bir davadan ibaret kalır. Esasen seven kimsenin kendini
sevdiği kimsenin yoluna kaptırmaktan, onun peşinde gitmekten alıkoyması mümkün
değildir.[534]
Ayrıca bu hadis-i şeriflerin
bir başka yönü de dünyada kötüleri dost edinenlerin ahirette onlarla beraber
olmasıdır. Nitekim şu âyet-i kerime de buna ifade etmektir: "Ve o gün
zâlim iki elini ısırıp iki elini ısırıp ne olurdu ben o peygamberler ile bir
yol edinip peşinden gideydim. Ne olaydı da alanı dost edinmeyeydim...
der."[535]
5128... Hz. Ebû Hüreyre'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kendisiyle istişare
edilen (yani bir mesele hakkında fikrini almak üzere kendisine başvurulan)
kimse güvenilen birisi (olmalı)dır."[536]
Tîbî'nin açıklamasına göre bu
hadis-i şerifte şunlara dikkat çekilmektedir. "Kendisiyle istişare edilen
kimsenin emin olması ve fikrine müracaat eden kimseye bildiğini dosdoğru
söylemesi, onu aldatmaması ve istişare esnasında istişare eden kimsenin
dünyevî ve uhrevî meselelerde kendisine başvuran kimseye en doğru yolu
göstermesi üzerine düşen bir görevdir. Bu esnada kendisine müracaat eden
kişiye ait öğrenmiş olduğu sırlar kendisine verilen bir emanettir. Bunları
ifşa ederek ihanette bulunmamalıdır.[537]
5129... Ebû Mes'ud
el-Ensarî'den demiştir ki; Bir adam Peygamber (s.a.)'e gelerek:
Ey Allah'ın Rasulü benim
hayvanım yola devam etmekten kesildi kaldı. Bana bir binek hayvanı ver, dedi.
(Hz. Peygamber de):
Ben sana verebilecek bir at
bulamam, fakat sen falan kimseye var, herhalde o sana bir binek hayvanı
verebilir, buyurdu. (Söz konusu adam) sözü geçen kimseye vardı; O kimse de
kendisine bir binek verdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):
Her kim bir hayra önderlik
ederse ona da hayrı işleyen kimsenin sevabı gibi (sevab) vardır, buyurdu.[538]
Hadis-i şerif, hayra delâlet
etmenin ve hayır yapmanın, yardımda bulunmanın, ilim öğretmenin
faziletine delildir.
Metinde geçen: "Ona da
hayrı işleyen kimsenin sevabı gibi sevab vardır." cümlesinden maksat
"hayrı yapana nasıl sevap verilirse o hayrın yolunu gösteren kimseye de
öyle sevap verilir" demektir. Bundan her iki sevabın da miktarca eşit olması
lazım gelmez.[539]
5130... Hz. Ebu'd-Derda'dan
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Birşeyi
(haddinden azla) sevmen (seni) kör ve sağır eder."[540]
Hadis-i şerif, birşeyi aşk
edercesine severek onun sevgisinde fani olmanın insanı kör ve sağır
durumuna düşürerek onun kusurlarını göremez ve işitemez hale getireceğini,
hatta sevdiği o şeyden başşka hiçbir şeyi göremez ve işitemez hale geleceğini
anlatmaktadır.
Her ne kadar Kazvinî bu
hadisin mevzu olduğunu, soylemişse de Hafız Münzirî bu görüşü yanlış olduğunu
ve aslında bu hadisin Bilal b. Ebidderdâ'ya kadar ulaşan mevkuf bir hadis olduğunu
söylemiştir.
Salahuddin.el-Alâî'ye göre ise
her ne kadar bu hadisin mevzu olduğu söylenemezse de, aslında bu hadis hasen
derecesine asla yükselemeyen zayi bir hadistir.
Nitekim, Hafız İbn Hacer de bu
hadisin ravilerinden Ebû Bekir b. Ebî Meryem'in hafıza yönüyle zayıf bir ravi
olduğunu söylemiştir.[541]
5131... Hz. Ebû Musa'dan
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: (Dünyevi ve
uhrevî müşkillerini hallettirmek için huzuruma gelip soru sormak isteyen
kimselerin) bana (gelebilmeleri için) aracı olunuz da sevaba erişiniz ve Allah
da (bu vesileyle) Peygamberinin dilinde dilediği hükmü versin."[542]
Hadisin manası şudur:
Birbirinize şefaatçi olun.Benden birşey istemeye gelen olur da sizde ona şefaatçilik
yaparsanız Allah teâla onun hacetini benim vasıtamla görür. Bu suretle hem
isteyen muradına erer, hem de siz sevap kazanırsınız.
Meşru istekler hususunda
aracılık yapmak; gerek hükümdar, kumandan, vali gibi büyükler huzurunda;
gerekse halkın birbirleri nezdinde şefaatta bulunmak müstehabtır. Fakat Hudud-ı
şer'iyye hakkında şefaat haramdır. Batılı tamamlamak bir hakkı ibtal etmek
gibi şeylerde dahi şefaat caiz değildir.[543]
5132... Hz. Muaviye'den
(şöyle dediği rivayet edilmiştir): Hayra aracı olunuz da sevaba eriniz.
Gerçekten biri işi yapmak istiyorum da sizin aracı olup da sevaba erişmeniz
için geciktiriyorum. Çünkü Rasûlullah (s.a.): "Hayırlı islere vesile
olunuz da sevaba erişiniz" buyurdu.[544]
5133... (Bir önceki
hadisin) bir benzeri de peygamber (s.a.)'den Hz. Ebu Musa yoluyla rivayet
edilmiştir.[545]
Bu hadislerle ilgili açıklama
5131 numaralı hadisin şerhinde yapılmıştır.[546]
5134... el-Alâ (b.
Hadremî)'nin çocuklarının birinden (rivayet edildiğine göre) el-Alâ b.
el-Hadremî Bahreyn'de Peygamber (s.a.)'in valisi imiş de Hz. Peygamber'e mektup
yazdığı zaman (her defasında da mektubuna "el-Alâ'dan Allah'ın
Resulüne" şeklinde) kendi ismiyle başlarmış.[547]
5135... el-Alâ b.
el-Hadremî'den (rivayet edildiğine göre) kendisi Peygamber (s.a.)'e mektup
yazmış da (sıra isminin zikrine gelince "el-Alâ'dan Allah'ın
Rasulüne" şeklinde önce) kendi isminden başlamış.[548]
Bu hadis-i şeriflerde el-Alâ
b. Hadramî'nin Bahreyn'de vali iken Hz. Peygambere yazdığı mektuplara
"Bismillahirrahmanirrahim, el-Alâ'dan Allah'ın Rasulüne" şeklinde Besmeleden
sonra, önce kendi ismini zikrederek başladığı, Hz. peygamberin de onun bu
uygulamasını iyi karşılanmasıyla kişinin yazdığı mektuplara besmeleden sonra
kendi ismiyle başlamasının takriri sünnet halinde yerleştiği ifade
edilmektedir.
Nitekim, Hz. Peygamberin
Bizans kralı Herakliyüs'e yazdığı mektupta "Rahman ve Rahim olan Allah'ın
adıyla! Allah'ın kulu ve Resulü Muhammed'den Rumların büyük reisi
Hekakliüs'e" şeklindedir.[549]
Hz. Peygamber'in bu
uygulamayı; "O, Süleyman'dan geliyor. Rahman ve Rahim olan Allah'ın
adıyla"[550] âyetinden aldığı şüphesizdir.
Hafız İbn Hacer'in Fethü'l
Bâri'deki açıklamasına göre mektuplara bu şekil başlamak sünnettir. Cumhuru
ulemanın görüşü budur. Her ne kadar en-Nehhas sahabenin bu konuda icmaı
bulunduğu söylemişse de bu iddia doğru değildir. Çünkü sayıları az da olsa bu
görüşe katılmayan sahabilerin bulunduğu bir gerçektir.[551]
Bazılarına göre, bu sünnet
seviye itibariyle yüksek olan kimseler için geçerlidir. Fakat oğlun babaya
mektup yazması gibi sıradan mektuplarda adaba uygun olan önce mektup yazılan
kimsenin ismini zikretmektir. Fakat mektubu yazanın kendi ismiyle başlaması da
caizdir. Nitekim mevzu-muzu teşkil eden hadis-i şerif de buna delâlet
etmektedir.[552]
5136... İbn Abbâs'dan
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) He-rakliüs'e (gönderdiği mektupla
ona selâmı şöyle) yazdı:
"Allah'ın Resulünden
Rum'un ulusu Herakl'e! Selam, hidayete uyan(lar)ın üzerine olsun"
(Muhammed) İbn Yahya'nın Hz. İbn Ab-bas'dan rivayetine göre Hz. Ebû Süfyan O'na
şöyle demiş:
Biz Herakl'ın yanına girdik.
Bizi önüne oturttu. Sonra Rasûlullah (s.a.)'m (kendisine göndermiş olduğu)
mektubu istedi.
Bir de baktık ki mektupta (şu
sözler var)! "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla (başlarım)!
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla (başlarım)! Allah'ın Resulü
Muhammed'den Rum'un ulusu Hirakl'e. Selam hidayete uyanların üzerine olsun.
Gelelim mevzumuza..."[553]
Hz. Peygamber, kafir Rum kralı
Herakliüs'e yazdığı mektupta
selamlarını sunarken müslümanlar için kullandığı "esselamü
aleyküm" kelimelerini kullanmamış bu kelimelerin yerine "selâm
hidayete tâbi olan kimselerin üzerine olsun" anlamına gelen "selâmün
alâ mennittebeal hüda" kelimelerini kullanmıştır.
Bu durum, müslümanların
kâfirlerle olan ilişkilerini insanlık duygu ve şartlan muvacehesinde
sürdürmeleri gerektiğini gösterir.
Nitekim "... Yakın ve
uzak komşuya ihsanda bulununuz..."[554] âyet-i kerimesini tefsir eden Taberi,
Kurtubî ve Nesefî gibi müessirler, "uzak komşu"dan maksadın gayr-i
müslimler olduğunu beyan etmişlerdir.
Bir toplum içerisinde mü s lü
m ani ardan başka gayr-i müslimlerin de bulunması mümkündür. Hal böyle olunca
bir arada yaşama ve insanlığın gereği olarak onlarla da sosyal ilişkileri
insanî ölçüler içerisinde sürdürmek gerekir.
Onlarla karşılaştığı zaman
selamlaşmadan geçilmeyeceği de muhakkaktır. Binaenaleyh bu durumda
Rasûlullah'tn tavsiyesine uyarak öncelikle onların selam vermesini bekleyip
selamlarından sonra "ve âleyke" demekle yetinmek gerekir.[555]
Şayet öncelikle müslümanın
selam vermesi zoru ılu ise Rasûlullah (s.a.)'ın özellikle gayr-i müslim devlet
başkanlarına yazarken uyguladığı ve Taha suresinde zikr olunduğu üzere
"Esselamü alâ menittebealhüdâ"[556] şeklincıe selamlamak gerekir.
Mevzumuzu teşkil eden hadis-i
şeriften anlaşılan da budur. Çünkü bu selamlayış tarzı zahiren kâfirleri
selamlama gibi görünürse de aslında bu selam gayr-i Müslimlere verilen bir
selam değil gıyablannda müslüman-lara verilmiş olan bir selamdır. Çünkü
"hidayete uyanlar, ve hidayet üzerinde olanlar ancak
müslümanlardır."
Her ne kadar Rum kralı
Herakliüs, zimmî değilse de kâfir olduğu için zimmilerle bu noktada aralarında
bir yakınlık vardır. İşte mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifle bâb başlığı
arasındaki ilgi de burasıdır.[557]
1. Zimmilerle karşılaşınca, önce
onların selâm vermesı beLnir.
2. Yazışmalarda "emma
ba'd" ifadesini kullanmak müstehabtır.
3. Zimmilere önce selam vermek
zorunda kalınınca "esselamü alâ minttebealhüda" şeklinde kinayeli
selam verilir.
4. Bu hadis müslüman kâfire
selam vermez, diyenlerin delilidir. Buharı ve başkaları bu hadise dayanarak
bid'at sahipleriyle büyük günah işleyenlere selâm verilmez demişlerdir.[558]
5137... Hz. Ebû
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Hiçbir çocuk babasının
hakkını ödeyemez. Ancak onu köle olarak bulup da satın alıp azad etmesi
müstesna."[559]
Anne ve babayla ilgili hadis-i
şerifleri ve âyet-i kerimeleri gözden geçirecek olursak genellikle
"birr ve ihsan" lafızlarının kullanılmış olduğunu görürüz. Bu sebeple
lügat ve tefsirlerden bu kelimelerin anlam ve kullanılış şekillerini tesbit
edersek anneye ve babaya yapılması gereken iyiliğin nasıl olması gerektiğini
anlamış oluruz.
Birr: İyilik ve ihsanda
ziyadelik, manasmdadır ki, karşıdakini razı eden bütün fiilleri içine alır.[560] Ayrıca Ukûkun (hakka riayetsizlik ve
saygısızlığın zıddı olarak da tarif edilmiştir. Yani hakka riayet etmek ve saygı
duymak demektir.[561] Rasûlullah (s.a.)'ın "Birr, güzel ahlaktır"[562] mealindeki hadisinin şerhinde ulemanın
açıkladığı gibi "birr" sıla (akrabayı ziyaret etmek), lütuf, iyilik,
güzel geçinmek ve taat manalarına gelir ki, hadisteki "ahlâk
güzelliğidir" şeklindeki tarif bu manaların hepsini içine almaktadır.
İhsan ise, in'âm, ihlâs,
sözde, fiilde güzellik manalarına gelir. Şu halde birr ve ihsan isteyerek ve
samimiyetle iyilik etmek ve haklara riayet edip saygı göstermek anlamlarına
gelmektedir. Anne ve baba kişiye Al-lah'dan sonra en çok iyiliği olan kimseler
olarak evlât üzerinde pek çok haklara sahiptirler. Bu hakların ayniyle ödenmesi
ise imkân dahilinde değildir.[563]
Nitekim mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerif de buna delâlet etmektedir. Şöyle ki; mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerifte babanın hakkının onu ancak köle olarak bulup sonra onu satın
alıp sonra da azad etmekle ödenmiş olacağı ifade buyurulmaktadır. Oysa
Hattâbi'nin de ifâde ettiği gibi bir kimsenin köle olan babasını satın
almasıyla babası hürriyetine kavuşmuş olur. Dolayısıyla onu ayrıca azad etmek
fırsat ve sevabını elde edemez. Öyleyse bir kimse, hiçbir zaman köle olarak
bulacağı babasını hem satın alma hem de onu azat etme fırsatı bulamayacağından
babasının hakkını ödeyebilmesi için ona yapması gereken iyilikleri yapma
imkânını, hiçbir zaman bulamayacaktır.
Başka bir hadis-i şerifte de
bunun imkânsızlığı şöyle ifâde edilmektedir:
"Bir adam annesini
sırtına almış, Kabe'yi tavaf ettiriyordu. O esnada Rasûlullah (s.a.)'i gördü
ve:
Nasıl annemin hakkını
ödeyebildim mi? diye sordu. Hz. Peygamber de:
Hayır, seni karnında taşırken
bir nefes alma anındaki zahmetinin dahi hakkını ödeyemedin, buyurdu.[564]
Bu hadis-i şerifler,
gösteriyor ki anne ve babanın haklan ödenemeyecek kadar büyüktür; ne kadar
çalışırsa çalışsın, ödenmesi imkânsızdır. Bu nedenle bir kimse ancak onlarla
hüsnü muaşerette bulunmak suretiyle gönüllerini razı eder ve bu yolla Allah'ın
rızasını kazınırsa, o zaman anne ve babasının hakkını ödemiş.olabilir. Aksi
halde onların haklan ödenebilecek cinsten olmadığı için onları razı etmenin
dışındaki bir gayret fayda vermez.[565]
Anne ve babayı razı etmenin
yollarına gelince; bunu da yüce Allah Kur'an-ı Kerim'inde bizlere şöyle
açıklamaktadır: "Eğer onlardan birisi veya ikisi birden
ihtiyarlılıklannda senin yanında olurlarsa onlara "Öf deme, azarlama da...
güzel söz söyle merhametten dolayı tevazu kanatlarını ger ve: Ya Rabbi onlar
küçükken beni nasıl büyütüp beslemişlerse sen de onlara öyle merhamet et,
de"[566]
Binaenaleyh anne ve babadan
biri çocuklarına mubah veya adabdan olan işin yapılmasını enir ederlerse bu
emre itaat edip onu yerine getirmeleri üzerlerine farz olur.[567] Anne ve babanın emirleri itaatsizlik,
Hz. Peygamber tardından; "şirkten sonra en büyük günah" olarak
nitelendirilmiştir.[568]
Ancak bu emir ve yasaklar,
İslamın koyduğu helâl ve haramlar doğrultusunda olmalıdır. Değilse Şafiî
âlimlerinden İzzüddin b. Selam'in dediği gibi, onların her emrine itaat etmek
yasakladıklarının da hepsini terk etmek gerekmez, ancak mubah olan şeylerde,
ebeveynin emrine itaat edilir. Dinen yasak olan konularda değil, çünkü
"masiyette itaat yoktur" kaisdesi, İslamın genel prensiplerindendir.
Emredilenin haramlığı şüpheli
ise ona da itaat edilir mi, konusuna gelince, bu soruya Gazali "haram ve
helal olduğu kesin olmayan şüpheli şeylerde anne ve babaya itaat lazımdır.
Haramlığı kesin olarak biliniyorsa itaat gerekmez. Fakat, mubah ve şüpheli
şeylerde ise itaat vacibdir. Çünkü onlar buna layıktır" demiştir.[569]
1. Anne ve babaya itaat etmek
farzdır.
2. Onlann haklarını ödemek
imkânsızdır.
3. Babanın hakkını Ödemek ancak
onu köle olarak bulup satın alarak azat etmekle mümkündür.
Her ne kadar, hadisin zahirinden
kişinin köle olarak bulduğu babasını satın alınca onun kölelikten kurtulması
için azat edilmesine lüzum olduğu manası anlaşılırsa da ulemanın açıklamasına
göre hadis-i şerifte anlatılmak
istenen mana bu değildir.
Hadis-i şerifte anlatılmak istenen, yukarıda da açıkladığımız gibi, işinin anne
ve babasının haklarını ödemenin imkansızlığıdır. Köle iken satın alınan bir
babanın satın alınmakla hürriyetine kavuşmuş olup olmayacağı konusunda
ulemanın görüşlerini şu şekilde özetleyebiliriz:
Zahirîler, mevzumuzu teşkil
eden bu hadisin mefhumu ile istidlal ederek; "Mücerred satın almakla
hiçbir köle ve cariye, âzâd olmaz. Azâd etmek şarttır" demişlerdir.
Cumhur-u ulemaya göre ise usul
ve fürû denilen anne ve babalar ile çocuklar mücerred satın almakla âzâd
olurlar. Onları âzâd etmeye lüzum yoktur. Anne ve babalarla bütün ninelerle,
dedeler, çocuklar ve bütün torunlar bu hükme dahildir. Bu babda müslim, gayr-i
rriüslim uzak veya yakın hısım, mirasçı olan ve olmayan arasında fark yoktur.
Hulasa neseb çizgisi yukarıdan aşağı doğru herhalde âzâd olur. Bu cihet
ittifakıdır. Bunlardan maada akrabanın satın almakla âzâd olup olmayacağı
ihtilaflıdır. İmam Azam: "Nikâhı birbirine haram olan bütün akraba satın
almakla âzâd olur" demiştir. Şafiîlere göre usul ve fürû'dan başka hiçbir
akraba satın almakla âzâd olmaz. İmam Malik satın almakla usul ve füru ile birlikte
kardeşlerin de âzâd olacağına kaildir. İkinci bir rivayete göre Hz. Malik bu meselede
İmam Azamla, üçüncü bir rivayete göre de İmam Şafiî ile beraberdir.
Cumhur bu hadisi te'vil
etmişlerdir. Onlara göre akrabayı satın almakla azadına sebep olduğu için alan
kimse hakkında mecazen azad etmek tâbiri kullanılmıştır.[570]
5138... (Hamza b. Abdullah
b. Ömer'in) babasından demiştir ki: Nikâhımın altında bir kadın vardı.
Kendisini seviyordum. (Babam) Ömer ise ondan hoşlanmıyordu. Bana:
Onu boşa dedi. Ben kabul
etmedim. Bunun üzerine Ömer, Peygamber (s.a.)'e varıp bunu kendisine anlattı.
Peygamber (s.a.)'de (bana):
Onu boşa, diye emretti.[571]
Tuhfe yazarı bu hadisin
şerhinde şöyle diyor: "Baba oğluna karısını boşamasını emrettiği zaman oğlun
babasının emrine itaatla, karısını sevmesi, onu nikah altında tutması için bir
mazeret değildir. Bu hususta anne de baba hükmündedir. Çünkü annenin hakkının
babanın hakkından fazla olduğu sahih hadislerle sabittir."
Ebu'd Derdâ'nm hadisini
Tirmizî,, İbn Hibban, Hâkim ve Ebu Davud-i Tayalisî de rivayet etmişlerdir.
Hâkim bunun sahih olduğunu da söylemiştir. Zehebi de desteklemiştir.
Tirmizî'deki hadis meâlen şöyledir:
"Bir adam Ebu'd-Derda
(r.anhüma)'ya giderek: Benim bir karım vardır. Annem onu boşamamı emrediyor,
dedi. Bunun üzerine Ebu'd Derda: şu cevabı verdi:
Ben Rasûlullah (s.a.)'den
işittim, şöyle dedi:
Baba cennet kapılarının en
hayırlısından girmeye vesile)dir. Artık dilersen bu kapıyı zayi et veya
hıfzet."
Tirmizî'nin şârihi Tuhfe
yazarı bu hadisin izahı bölümünde şöyle der: "Kadı Iyaz bu hadisin
açıklaması hakkında şöyle demiştir. Yani Cennete girmeye ve en yüce makamlarına
erişmeye vesile olan en iyi hayır, babaya itaat ve hukukuna riayet etmektir.
Kadı Iyaz'dan başka bazı
âlimler ise; cennetin müteaddid kapıları bulunur, en iyi ve en üstünü ortadaki
kapıdır. Bu kapıdan girmeyi sağlayan şey babanın hukukuna riayettir,
demişlerdir. Hadisteki baba tâbiri umumî olup anneye de şümullüdür. Çünkü bu
kelime vâlid diye geçer, vâlid doğurucu demektir. Baba çocuğun doğmasına vesile
olduğu gibi, anne de vesiledir. Bir de şu var, annenin hukuku babanın
hukukundan daha önemlidir.
İbn Atiyye, baba ve anneye
itaat için şu umumi hükmü ve prensibi söylemiştir: Mubah işleri yapmak veya
yapmamak hususunda baba ve annenin emrine uymak vacibdir. Mendup ve farz-ı
kiayelerde onlara itaat müs-lehabtir. Evlâd iki vâcib arasında kaldığı zaman
yine baba ve anuesinin arzusu olan yönü tercih edecektir. Meselâ, anne
hastadır. Oğlunun onun yanında durup bakımı ile meşgul olmasını ister. Adam
orada durursa cemaatle namaz kılmayı kaçıracak veya namazı vaktinin son
zamanına tehir edecek, anasının arzusuna uymasa cemaate yetişecek veya namazını
ilk vaktinde eda edecektir. Bu durumda annenin yanında kalmayı tercih etmek gerekir.
Fakat annenin emrini ve arzusunu yerine getirmek bir farzın terkine sebebiyet
verirse ona itaat yoktur. Mesela annesinin bakımı ile meşgul olduğu takdirde
farz namazı kazaya bırakmak mecburiyeti doğacaksa, bu durumda Önce farz namazı
kılacak ve bunu tercih edecektir.[572]
Bu babdaki hadisler evladın
kayıtsız ve şartsız bu emre uymak mecburiyetinde olduğuna delalet etmezler.
Şöyle ki; İbn Ömer (r.a.) sevdiği karısını babasının emri üzerine Resul-i
Ekrem (s.a.)'in emri ile boşamış ise de bu olaydan umumî bir hüküm çıkarılamaz.
Çünkü Ömer (r.a.) gibi bir baba kendi gelininden hoşlanmamış ve oğlunun onu
boşamasını istemiş ise, muhakkak bu istek Allah yolunda.,bir istekdir. Dünya
ile ilgili bir istek değildir. Nitekim et-Tac el-Cami H'I-Usul adlı hadis
kitabının V. cildinin başında bulunan "birrin nevileri" babında
rivayet olunan bu hadisin haşiyesinde; "Ömer (r.a.)'in hoşlanmaması
üzerine oğlu Abdullah'ın karısını boşaması için, Peygamber (s.a.)'in emir
vermesi hükmü, Hz. Ömer ve onun gibi zatlara mahsus bir hükümdür. Çünkü Ömer'in
hoşlanmaması muhakkak Allah içindir ve din açısından hoşlanmamayı gerektiren
bir nedene dayanır. Bunun içindir ki, Peygamber (s.a.) Abdullah'a kadını boşamayı
emretmiştir. Böyle bir özel durum olmadıktan sonra kadını boşama hususunda
erkek kimseye itaat etmekle mükellef değildir. Ancak boşamayı gerektiren meşru
bir sebeb varsa, bu ayrı bir meseledir. Bilindiği gibi "boşama, Allah
katında en çirkin helâldir" mealinde sahih hadis vardır"
denilmiştir.
îbn Hacer Heytemi de
ez-Zevâcir kitabının "baba ve anneye itaat" babında, bu babdan önceki
babda, baba ve anneye itaatsizliğin ölçüsü hakkında geniş bilgi vermiştir.
Orada ezcümle ve özetle şöyle der: "Baba ve anneye ukuk diye ifade edilen
asilik ve itaatsizlik, onlara örf ve adette basit sayılmayacak derecede eziyet
etmek ve incitmektir. Eziyet ve incitme konusunda muteber olan şey baba ve
annenin durumudur. Yani baba ve anne bir şeyden inciniyorsa, evlâd bundan
sakınmalıdır. Lâkin baba ve annenin ikisinin veya birisinin aklı noksan olduğu
ve iyi ile kötüyü seçemediği için evlâdına bir şey emreder veya menederse, buna
muhalefet etmek de Örf ve adette asilik itaatsizlik sayılmazsa, evlad bu
durumda muhalefet edebilir ve bu muhalefetten dolayı fasık sayılmaz. Çünkü mazurdur.
Mesela adam, karısını seviyor ve ondan ayrılmak istemiyor, babası veya annesi
yahut ikisi de onun karısını boşamasını istiyorlar. Bu istek kadının
diyanetinin noksanlığından bile ileri gelse adam baba ve annesinin isteğine
uymaya mecbur değildir. Ebu Derdâ'nm hadisinden bu hüküm çıkarılır."
Yazar "baba cennet
kapılarının en hayırlısından girmeye vesiledir artık dilersen baba ve annenin
hukukunu iyice koru veya iyice korumayı terk et"[573] mealindeki hadisi kast ediyor,
"Çünkü Ebu'd-Derda (r.a.)
soru sahibini serbest bırakıyor. Ama babanın emrine uyulup boşamanın daha iyi olduğuna
işaret ediyor. İbn Ömer (r.a.) hadisi de böyle yorumlanır."
(Yazar 5138 numaralı Ebû Davud
hadisini kasd ediyor) "Baba ve annenin diğer emir ve yasaklan da böyledir.
Yani sırf akıllarının noksanlığı ve meseleyi kavrayamama medeni ile
verecekleri emir veya yasak, akıllı adamlara arz edildiği zaman bu noktada baba
ve anneye itaat etmemeyi eziyet ve incitmek saymazlarsa, evlât o işte
muhalefet edilebilir."
Şu halde, baba ve annenin
evlâdına kanlarını boşamaları için verecekleri emre uyma zorunluluğu yoktur ve
bu emri yerine getirmemekle evlâd, haram bir iş yapmış sayılmaz.[574]
5139... (Behz b. Hakîm'in)
dedesinden demiştir ki: (Hz. Peygambere):
Ey Allah'ın Rasulü kime iyilik
edeyim? diye sordum da,
Annene, sonra annene, sonra
(yine) annene, sonra babana sonra da sıra ile en yakınına ve en
yakımna"dedi ve şöyle buyurdu: "Bir adam (kendisini hürriyete
kavuşturan) efendisinden (yahutta yakınından) yanında bulunan ihtiyaç fazlası
o mal kıyamet gününde sahibinin yanına (zehirinin çokluğundan dolayı) başının
kılları dökülmüş (zehirli) bir yılan olarak çağn(lıp getiri)Iir."[575]
Ebu Davud der ki;
"Akra" tehirinden başının kılları dökülen demektir.[576]
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifle birlikte Allah'ın en çok sevdiği amelin vaktinde kılman
namazdan sonra anne ve babaya iyilik olduğunu ifade eden hadis-i şerif[577] ve Resulü Ekrem eendimzin cihada
katılmak isteyen bir sahabiye: "Git yaşlı anne ve babana hizmet et"[578] buyurması, ayrıca "Rabbin yalnız
kendisine ibadet etmenizi, anne ve babaya ihsanda bulunmanızı emretti."[579] ayet-i kerimesi gibi âyet-i kerimeler,
anne ve babaya iyilik ve ihsanın Allah'a itaattan sonra ikinci derecede gelen
büyük bir görev olduğunu açıkça ortaya koyan delillerdir. Özellikle mevzumuzu
teşkil eden hadis-i şerifte dayanarak Kurtubî (r.a) der ki:
"Bu hadis gösteriyor ki,
anneye yapılacak ihsan ve şefkatin, babaya yapılandan üç misli azla olması
gerekmektedir. Çünkü anne babadan fazla olarak, hamilelik, doğum ve emzirme
zahmetlerine katlanmıştır. Babanın bu üç konuda hiçbir yardımı
olmamıştır."[580]
Nitekim, şu âyet-i kerime de
bu gerçeği ifade etmektedir: "Biz insana anne ve babasını tavsiye ettik
(Çünkü) annesi kendisini (gebelik zahmeti, doğum sancısı ve emzirme) zaaf
üzerine zaafla taşımış, sütten ayrılması da iki yıl sürmüştür. Bana, anne ve
babana şükret. Dönüşünüz banadır."[581]
Hadis-i şerifte fakir düşüp de
kendisini azad eden ve elinde ihtiyaç fazlası mal bulunan efendisine veya
yakın akrabasına müracaat ettiği halde onu eli boş geri çeviren efendinin veya
yakın akrabanın karşısına o malın, zehrinin çokluğundan başının kılları
dökülmüş kel bir yılan suretinde çıkarılacağı haber verilmektedir. Binaenaleyh
ihtiyaç fazlası bir malı, özellikle el açmış olan yoksul bir yakından
esirgemenin vebali çok büyüktür.
Hadis-i şerifin sonundaki bu
tehdidin, kendisini azat ettikten sonra fakir düşerek kendisine el açan eski
efendisine, yanında bulunan ihtiyaç fazlası malı vermekten imtina eden kimse
hakkında olması da mümkündür.[582]
5140... (Kuleyb b.
Menfaa'nın) dedesinden (rivayet edildiğine göre) kendisi (birgün) Peygamber
(s.a.)'e gelip:
Ey Allah'ın resulü kime iyilik
edeyim? demiş de, (Peygamber efendimiz):
Annene, (sonra) babana,
(sonra) kizkardeşine, (sonra) erkek kardeşine ve (sözü geçen bu kimselerden)
sonra gelen yakınma (iyilik et). Bu (yapılması) gereken bir vazifedir. (Bunlar)
ilişkileri devam ettirilmesi gereken yakınlardır."[583]
Hadis-i şerif baştan
anııe-baba ve kardeşler olmak üzere bütün akrabaya karşı iyilikte
bulunmayı tavsiye etmekte, babadan önce annenin, erkek kardeşten önce de kizkardeşin
zikredilmesiyle de annenin iyiliğe babadan, kızkardeşin de erkek kardeşten
daha çok muhtaç olduklarına işaret edilmektedir.
Metinde geçen
"mevlâkellezî yelî" kelimesiyle de derece itibariyle sözü geçen
yakınlardan sonra gelen akrabalardır. Kızkardeşin oğlu, erkek kardeşin oğlu,
hala, amca, hala oğlu ve hala kızı gibi. Nitekim bir önceki hadis-i şerif de
buna delalet eder. Avnü'I-Mabud yazarının açıklamasına göre "bir adam
Rasûlullah (s.a.)'a gelerek:
Benim hüsnü sohbetime en layık
olan kimdir? diye sordu.
Annendir, buyurdular.
Sonra kimdir? dedi,
Sonra annendir, buyurdu.
Sonra kimdir? dedi,
Sonra annendir, buyurdu.
Sonra kimdir? dedi,
Sonra babandır, buyurdu"[584] mealindeki hadis mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerifte geçen "ve" harfinin "sümme (sonra)"
anlamında kullanıldığına, bu da "mevlâkellezî yelî" kelimesiyle sözü
geçen kimselerin kast edildiğine delalet eder.
Nitekim, Kur'an-i Kerim'in
muhtelif âyetlerinde sılâ-yi rahim (yakınlarla ilişkiyi sürdürmek) teşvik
edilmiştir.[585] Hz. Peygamber de çeşitli hadislerinde bunu ısrarla
emretmiştir.[586]
Bu mevzuda gelen hadis-i
şeriflerden biri şu mealdedir: "Şüphesiz Allah mahlukatı yaratmıştır.
Onlardan fariğ olduğu vakit, rahm ayağa kalkmış, bu katledilmekten sığınan bir
makamdır, demiş. Yüce Allah'da: Evet! Sana sıla yapana, benim de sıla yapmama,
senden ilgiyi kesene benim de ilgi kesmeme razı değil misin? buyurmuş, rahm:
Evet razıyım, demiş Yüce Allah
da:
Bu sana verilmiştir,
buyurmuştur."[587]
Sılanın hakikati; atiyye,
şefkat ve merhamet manalarına gelir ki, Al-lahın kullarına bir lütfü, ihsanı ve
bir rahmetidir. Daha açık tabirle sıla-i rahim akrabayı ziyaret ederek
hallerini sormak, gerekirse yardımlarına koşmak uzakta iseler mektuplaşmak,
selam göndermek suretiyle aradaki mânevi bağın kopmamasına dikkat etmektir.
Bağın kopmasına "kat-ı rahim" denir ki; büyük günahtır. Mamafih
süa-i rahimin dereceleri vardır.
En yüksek derecesi farzdır,
bunu terk eden günahkâr olur. En aşağı derecesi de selamı kelamı kesmektir.
Sılanın kimlere farz olduğuna gelince; taraflardan biri erkek, diğeri kadın
olsa birbirlerine nikâh düşmeyecek derecede yakın akrabaya farz olduğunu
söylemişlerdir. Bu takdirde amca-oğulları ile dayı oğullarına farz değildir.
Bir takımlarına göre miras babında zevil ehram denilen bütün akrabaya arzdır.
Nevevî bu ikinci kavlin daha doğru olduğunu söylüyor.[588]
5141... Abdullah b. Amr)dan
(rivayet edildiğine göre); Rasûlullah (s.a.); "Kişinin anne ve babasına
lanet etmesi en büyük günahlardandır" buyurmuş da (kendisine); "Ey
Allah'ın Resulü, insan anne ve babasına nasıl lanet eder? demiş. (Rasûlullah
(s.a.)'de): "Kişi bir adamın babasına lanet eder, o da onun babasına
lanet eder. O (bir başkasının) annesine lanet eder, o da (onun) annesine lanet
eder" buyurmuştur.[589]
Hz. Peygamber'in insanın kendi
babasına lanet etmesinden bahsedince sahabe-i kiramın bunu hayretle
karşılayarak: "Ey Allah'ın Rasulü, insan kendi babasına nasıl lanet
edebilir?" diye sormaktan kendilerini alamamaları, o devirde babaya isyan
ve lanet etme olaylarının İslâm cemaati arasında hiç kalmadığından tam tersine
cemiyette anne ve babaya saygının hakim olmasındandır.
Fakat günümüzde maalesef anne
ve babalar dövüp sövmeler, her günkü görülen olağan hadiselerden olmuştur.
Hadis-i şerif bir kimsenin anne veya babasına lanet etmek suretiyle onun da
aynı şekilde karşılık vermesine sebep olmanın, o kişinin yapmış olduğu bu
lanet günâhının altına girmeyi icabettireceğini ifâde etmektedir.
Nitekim bir âyet-i kerimede
de: "Allah'dan başka yalvardıklarına sövmeyin ki onlar da bilmeyerek,
aşırı gidip Allah'a sövmesinler..."[590]
1. Sebebe hüküm izafa
edilebiler.
2. Zflnn_ı galibe göre amd
edüir Çünkü babasına sövülen adam da şovenin babasına sövebilir. Fakat
sövmemesi de mümkündür. Ancak böyle hallerde çoğunlukla nasıl muamele görülürse
öyle muamele edilir. Öyleyse sövmenin karşı taraında sövmekle mukabele
etmesine sebep olması ihtimâli kuvvetli olduğundan bundan kaçınmak icabeder.
3. Anne baba hakkı pek büyük ve
onlara itaat farzdır.[591]
4. Anne ve babaya
sövmek en büyük günâhlardandır.
5. Sedd-i Zeray'i
(kötülüğe vasıta olan yolları kapatmak) ve feth-i zerayi (iyiliğe vasıta olan
yolları açmak) farzdır. Yerine göre vâcib, mendup mubah ve mekruh da olabilir.
Çünkü zeria vesile demektir. O halde harama vesile olan haramdır. Cuma
namazına gitmek gibi vacibe vesile olan vacibtir.[592]
5142... Ebû Üseyd Malik b.
Rabia'dan demiştir ki: Biz (birgün) Rasû-lullah (s.a.)'ın yanında iken huzuruna
Seleme oğullarından bir adam gelip:
Ey Allah'ın Rasulü, anne ve
babama ölümlerinden sonra da yapabileceğim iyilik kaldı mı? dedi.
Evet, onlara dua etmek, onlar
için Allah'dan mağfiret dilemek, ölümlerinden sonra (varsa) ahidlerini
(vasiyyetlerini) yerine getirmek, yakınlığı ancak onlar vasıtasıyla olan
akrabalarla ilgilenip onlara karşı üzerine düşeni yapmak ve (onların)
arkadaşlarına ikram ve hürmet etmek" buyurdu.[593]
Hadis-i şerif anne ve babanın
vefatlarından sonra da kendilerine iyilik yapmanın mümkün olduğunu ifade
etmekte ve bu iyilikleri beş maddede özetlemektedir:
1. Onlara dua etmek;
Aliyyül-Kari'nin açıklamasına göre cenaze namazı da bu duaya girer.
2. Onlar için istiğfar etmek,
yani günahlarının ve kusurlarının bağışlanması için Allah'a el açıp yalvarmak.
Bilindiği gibi "Ey
Allah'ım! Ben küçükken onlar beni nasıl büyütüp beslemiş, rıfkü mülâyemetle
muamele etmişlerse sen de onlara acı, nfk ve yumuşaklıkla muamele et."[594] âyetini dua maksadıyla okursa, mezkur
âyette kasd edildiği şekilde anne ve babası için dua etmiş olur.[595]
3. Vasiyyetlerini
yerine getirmek.
4. Dostlarına ikramda bulunmak.
5. Akrabaları ile
ilgilenmek, onlara sıla-i rahimde bulunmak. Bilindiği gibi sıla-i rahim, anne
ve baba, vesair akrabayı ziyaret edip
onlara gerekli yardımı yapmak,
demektir. Bunun aksine kat-ı rahm denir. Ibn Ebi Cemre demiştir ki: Sıla-i
rahim, akrabaya mali yardımda bulunmak, ihtiyaçlarını gidermek, başlarına
gelmesi muhtemel zararı defetmek, güler yüz göstermek ve dua etmekle olur.
Hulasa, mümkün olan her iyiliği yapmak ve şerri defetmek gayretini
göstermektir. Akraba kısmı dürst ve dindar olduğu sürece anılan iyi ilişkileri
devam ettirmelidir. Şayet kâfir veya fasık, yani kötülüklere dalan tiplerden
olursa, önce gerekli nasihat yapılır. Yollarının yanlış olduğu anlatılarak
doğru yola yönelmelerine gayret edilir. Buna göre akraba durumundaki kişi veya
kişiler kendilerine çeki düzen vermedikleri takdirde olumsuz tutum ve
davranışları gerekçe gösterilerek ve uyarıda bulunarak, onlarla münasebet veya
ilişki kesilir. Bu kesinti, Allah yolunda olduğu için sala-i rahim sayılır.
İlişki kesmekle beraber doğru yola yönelmeleri için Allah'a dua etmeye devam
edilir."[596]
(5140) numaralı hadisin
şerhinde de bu mevzuda malumat vermiştik.[597]
5143... İbn Ömer'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kişinin babası öldükten
sonra baba dostlarına sılada bulunması iyiliklerin en iyisindendir."[598]
Bu hadis-i şerif, baba
dostalarına sılada bulunmanın faziletine delildir. Sılada
bulunmaktan murad onların ziyaretlerine gitmek, kendilerine ihsan ve ikramda
bulunmak, gerekirse yardımlarına koşmaktır. Buna sebep baba olduğu için,
dostuna yapılan her nevi ihsan ve ikram babaya da yapılmış gibi olur. Annelerle
dedelerin, hocaların, karı ve kocaların dostlarına yapılan ikram da bu
hükümdedir.
Hadis-i şerif baba hakkının
pek büyük olduğuna da işaret etmektedir. Çünkü babanın dostlarına yapılan ikram
ve ihsan iyiliğin en faziletlisi olunca bizzat babaya yapılan ikramın
faziletini dille tarife imkân kalmaz.[599]
5144... Ebu't Tufeyl)den
demiştir ki: Ben Peygamber (s.a.)'i Ci'râne'de (ganimetler arasında bulunan)
etleri bölüştürürken gördüm. O gün ben (yeni yetişmiş) bir gençtim ve
(kesilmiş) deve kemikleri taşıyordum. O sırada karşıdan bir kadın çıkıverdi,
Peygamber (s.a.)'in yanma geldi. Hz. Peygamber de abasını ona serdi. O da
(abanın) üzerine oturdu. Ben (orada bulunanlara):
Bu da kim? diye sordum.
Kendisini emzirmiş olan süt
annesidir, dediler.[600]
5145... Ömer b. es-Sâib'in
haber verdiğine göre (birgün) Rasûlullah (s.a.) otururken süt babası
çıkagelmiş, bunun üzerine (Hz. Peygamber) onun için elbisesinin bir ucunu yere
sermiş, o da üzerine oturmuş, sonra süt annesi çıkagelmiş, (bu sefer de)
elbisesinin öbür tarafını yırtıp onun altına sermiş, o da bunun üzerine
oturmuş, sonra süt biraderi çıkagelmiş, Rasûlullah (s.a.) onun için ayağa
kalkmış ve onu önüne oturtmuş.[601]
Ci'râne: Haram sınırları
içerisinde bulunan bir hill dâiresidir. Mekke'de, yani Harem dahilinde bulunan
kimseler Umre için buradan ya da yine harem dahilinde bulunan bir hıll dairesi
olan "Ten'im" den ihrama girerler. Ten'im'den ihrama girmek daha
efdaldir.[602]
Ci'râne Mekke'ye bir merhale
uzaklıkta meşhur bir yerdir. Hz. Peygamber, Huneyn savaşından sonra
ganimetleri gazilere bölüştürmek için on günden daha fazla bir zaman süresince
burada kalmıştır.
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifler insanın süt annesi ve süt babası, süt hemşiresi ve süt
biraderinin öz annesi, babası, kizkardeşi ve erkek kardeşi gibi iyilik ve
sılaya lâyık olduklarına delâlet etmektedir. Hz. Peygamberin süt annesi
"Halime bint Abdullah b. el-Hâris b. Sa'd b. Bekr b. Hevâzin'dir. İbn
Abdil Berr'in açıklamasına göre Hz. Peygamberin küçükken emzirmiş ve
kendisinde Peygamberliğine delalet eden harikulade (olağanüstü) olaylar
müşahede etmiştir. Kendisi Hz. Peygamber'in peygamberliğini tasdik ederek
müslüman olmuş ve Hz. Peygamberden hadis rivayet etmiş, kendisinden de bu
hadisleri kızı Şeyma ve Abdullah b. Cafer nakletmiştir.
Hz. Peygamber'in süt babası
el-Hâris b. Abdi'1-Uzzâ b. Rifa es-Sa'dîdir.
Süt hemşiresi: eş-Şeymâ bint
el-Hâristir.
Süt biraderi ise Abdullah b.
Haris'tir. Hepsi de İslam ile müşerref olmuşlardır."
Münzirî'nin açıklamasına göre
Ömer b. es-Saib'in bu hadisi mu'daldir.[603]
5146... Hz. İbn Abbas'dan
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Her kimin bir kızı olur
da onu diri diri toprağa gömmez, hor görmez, çocuğunu, -yani erkek çocuğunu-
ona tercih etmezse, Allah onu cennete sokar."
(Bu hadisi rivayet eden iki
raviden biri olan Osman:) "Yani erkek çocuğunu" kelimesini rivayet
etmedi.[604]
Metinde geçen "Onu diri
diri toprağa gömmez, hor görmez ve erkek çocuğunu ona tercih etmezse"
cümleleriyle câhiliyye döneminde araplann kız çocuklarına reva gördükleri
yürekleri parçalayıcı ve yüz kızartıcı insanlık dışı vahşi uygulamaya işaret
edilmektedir.
Bilindiği gibi câhiliyye
dönemi arapları harbte ve soygunculukta işe yaramadıkları düşüncesiyle onları
hor gördükleri için küçükken diri diri toprağa gömerlerdi.
Nitekim: "Ve sorulduğu
zaman o diri diri toprağa gömülen kıza: Hangi günâh(ı) yüzünden öldürüldü?
diye"[605] âyet-i kerimesi de bu gerçeği ifâde etmektedir.
İslâmiyet araplann bu katı
kalplerini rahmet ve şefkatle doldurdu. Bütün bu vahşi ve acımasız uygulamalar
yerlerini sevgi ve adalete terk etti.
Darimî, Müsned'inin baş
tarafında der ki: Adamın birisi Hz. Peygambere geldi ve:
Ey Allah'ın Rasulü, biz cahiliyyet
ehli puta tapan kişilerdik. Çocuklarımızı öldürürdük. Benim bir kızım olmuştu.
Konuşacak yaşa gelmişti. Kendisini çağırdığımda, sesini duyunca sevinçle
dolardım. Bir gün onu çağırdım ve peşime taktım, birlikte yürüdük. Sonunda çok
uzak olmayan bir akrabamın kuyusunun başına geldik. Elimle tutup onu kuyuya
attım. Ondan hatırladığım son söz "-Babacığım, babacığım!...
çığlığıydı" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) ağladı...[606]
Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i
şerifte bir kız çocuğunu aynen erkek çocuğu gibi besleyip büyüten bir kimsenin
cennetlik olduğu ifade edilmektedir.
Kendi çocuklarını bu şekilde
hor görmeden terbiye edip yetiştirmenin sevabı cennet olduğuna göre, başkasına
ait bir çocuğu besleyip büyütmek daha zor olduğundan elbette onun sevabının
daha da çok ve büyük olması gerekir. İşte mevzumuzu teşkil eden hadisin
"yetimlerin geçimini üzerine alan kimsenin fazileti" isimli bab
başlığımızla ilgili tarafı da burasıdır. Bu ilgiden dolayı musannif bu hadisi
bu başlığın altına yerleştirmiştir.[607]
5147... Ebû Said
el-Hudrî'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Her kim üç kızın geçimini
üzerine alarak onları (İslam terbiyesi üzere), terbiye eder, evlendirir ve
(evlendirdikten sonra da) onlara (olan) iyiliğini sürdürürse onun için (mükâfat
olarak) cennet vardır...”[608]
Hadis-i şerifte, bu müjdeye
erişebilmek için yetiştirilen kızların insanın kendi kızı olması veya yetim
olması şartı aranmadığına göre; kendi üç kızını İslam terbiyesi üzere
yetiştirip evlendiren kimseler bu müjdeye nail olabilecekleri gibi, kimsesiz,
yetim kız çocuklarını İslâm terbiyesi üzerine yetiştirip evlendiren kimselerin
de bu müjdeye erişecekleri anlaşılmaktadır. Bu mevzuda gelen hadislerin
bazıları şu mealdedir:
"Birgün yanıma iki kız
çocuğu ile birlikte dilenen bir kadın girmişti. O sırada yanımda bir hurmadan
başka birşey yoktu. O hurmayı ona verdim. Kadın hurmayı iki çocuğu arasında
taksim etti ve kendisi ondan birşey yemedi. Sonra kalkıp çıktı (gitti).
Arkasından yanıma Peygamber (s.a.) girdi. Bu olayı kendisine anlattım.
1. "Her kim şu
kız çocukları yüzünden bir sıkıntı çekerse (bunu kendisi için bir hayır bilsin.
Çünkü) kız çocukları (kıyamet gününde) kendisi için cehennem ateşinden koruyan
birer perde olurlar."[609]
2. Rasûlullah (s.a.): "Üç
yetimin geçimini üzerine alan kimse gecelerin; ibadetle, gündüzlerini de
oruçla geçiren, kılıcını çekerek Allah yolunda cihâd eden kimse gibi (sevaba
erişmiş) olur. Ve benimle o şu iki kardeş (parmak) gibi cennete kardeş
oluruz" buyurdu. Ve Şehadet parmağıyla orta parmağını yapıştırdı.[610]
3. "Müslüman
toplumundaki evlerin en hayırlısı, kendisine iyilik edilen bir yetimin
bulunduğu evdir. Ve müslüman toplumundaki evlerin en şerlisi kendisine kötülük
edilen bir yetimin bulunduğu evdir."[611]
Hafız Münzirî'nin açıklamasına
göre mevzumuzu teşkil eden bu hadisin senedinde ihtilaf edilmiştir.
Musannif Ebu Davud bu hadisi
Süheyl b. Ebi Salih, Said b. Abdurrah-man b. Mükmil el-A'şâ, Eyyüb b. Beşir
el-Ensari el-Meâdî, Ebu Said el-Hudri kanalıyla rivayet ederken Tirmizî,
Süheyl, Said b. Abdurrahman, Ebu Said el-Hudrî kanalıyla rivayet etmiş ve
"Bazı raviler, bu hadisin senedine bir kişi daha ilave etmişlerdir"
demiştir.
İmam Tirmizî'nin bazı kişiler
tarafından bu hadisin senedine ilave edildiğinden bahsettiği kişi Said b.
Abdurrahman ile Ebu Said el Hudri arasında yer alan Eyyüb b. Beşîr'dir.[612]
5148... (Yine) aynı senetle
Süheyl (b. Ebi Salih)'den (bir de bir önceki hadisin) manası (rivayet
edilmiştir. Bu rivayete göre Hz. peygamber: "Her kim) üç kız kardeşin yada
üç kızın yahutta iki kızın veya iki kız kardeşin (geçimini üzerine alır da
onları büyütür ve evlendirirse onun mükafatı cennettir)" buyurmuştur.[613]
Bu hadis-i şerif, üç kız
çocuğu besleyip büyüttükten sonra evlendiren bir kimsenin cennetlik
olduğunu ifade etmektedir. Yetiştirilen kız çocuğun, insanın qz kızı veya kendi
kız kardeşi olması arasında fark yoktur. Sözü geçen müjdeye erebilmek
için herhangi bir üç kız çocuğun besleyip büyütülüp evlendirilmesi ve
evlendirildikten sonra da aradaki ilişkilerin devam ettirilmesi yeterlidir.
Nitekim bir önceki hadis-i şerif de bunu ifade etmektedir.[614]
5149... Avf b. Malik
el-Eşcaî'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Asil ve güzel olduğu halde kocasından dul kalıp da yetim çocukları için
(onlar ev bark sahibi olup kendisinden) ayrılıncaya kadar yahutta (onlar)
ölünceye kadar, kendini (kocaya varmaktan) alıkoyan (ve bu hususta
karşılaştığı sıkıntılar sebebiyle) yanakları kararan kadınla ben kıyamet
gününde (biribirimize yakınlıkta) şu ikisi gibiyiz."
(Ravi) Yezid, (bu hadisi
rivayet ederken Hz. Peygamber'in bu hadisi söylerken yaptığı hareketi aynen
göstermek için) orta parmağıyla şehadet parmağına işaret etti.[615]
Sa'fâ: rengin değişip
kararması veya bozarmasıdır.
Hadis-i şerifte bu kelimeyle,
kasd edilen dul kalıp da yetim çocuklarını düşünerek evlenmeyi bile terk edip
onları yetiştirmek için her türlü sıkıntıyı çeken ve bu sıkıntılar neticesinde
de tazeliğini ve güzelliğini kaybeden kadındır. Hadis-i şerif, yetim çocukları
koruyup gözetmenin onları İslam terbiyesi üzere yetiştirmek üzere gösterilen
çabaların ve bu hususta çekilen sıkıntıların mükafatının büyüklüğüne, yetim
çocukların yetişmesi hususuna bütün bu bir gençliğini feda eden yetim annelerin
cennetteki makamlarının yüksekliğine bir delildir.
Bu mevzuda gelen hadislerden
bazıları şu mealdedir:
1. "Cennetin kapısını ilk
açan ben olacağım, bununla birlikte bir kadının (cennetin kapısını açmak üzere)
beni geçmeye çalıştığını görünce:
Ne oluyor sen kimsin? diye
soracağım. O da:
Dünyadayken yetim kalan
çocuklarımın başını bekleyen bir kadınım" diye cevap verecek.[616]
2. Uz. Yâkub (a.s.)'a:
"Gözünü kör eden, belini
büken nedir?" dediler. Hz. Yakub:
Gözümü kör eden Yusuf'a
ağlamam, belimi büken ise kardeşi Bün-yamin'e olan üzüntümdür" dedi. Bu
sırada Yakub (a.s.)'a Cebrail geldi ve:
Allah'ı (kullara) şikayet mi
ediyorsun, dedi. Yakub aleyhisselam da:
Ben sadece' gam ve kederimi
Allah'a arz ediyorum, dedi. Cebrail (a.s.):
Söylediğin şeyi Allah senden
iyi bilir, dedi. Sonra Cebrail geçip gitti. Yakub (a.s) evine girdi ve:
Ya Rabbü... Yaşlı ihtiyara
merhamet etmez misin? Gözümü görmez ettin, belimi büktün, reyhan çiçeği, kokulu
iki oğlumu bana geri ver de onları bir defacık koklayayım, sonra bana ne
istersen yap dedi, arkasından Cebrail geldi ve:
Ey Yakub! Allah sana selam
ediyor ve buyuruyor ki: Müjdeler olsun, onlar ölü bile olsalardı, gözlerin
aydın olsun diye onları diriltirdim. Ey Yakub, biliyor musun, gözünü neden
görmez ettim ve belini niçin büktüm. Yusuf'a kardeşleri neden o yaptıkları işi
reva gördüler? Yakub (a.s.):
Hayır, dedi. Cenab-ı Hak da
(ona) şöyle buyurdu:
Sana oruçlu, karnı aç fakir
bir yetim gelmişti, ailenle bir koyun kesip yediniz ve ona yedirmediniz, ben
yarattıklarımın arasında yetim ve fakirleri sevdiğim gibi hiçbir şey sevmedim.
Bir yemek hazırla ve fakirleri davet et."
Enes dedi ki: Rasûlullah
(s.a.) şöyle devam etti. Bundan sonra her akşam Yakub (a.s.) adına bir kişi:
Oruçlu olan varsa Yakub'un
yemeğine buyursun diye çağırır, sabah olunca da:
Oruca niyet etmeyen Yakub'un
yemeğine buyursun, diye bağırırdı.[617]
5150... Hz. Sehl'den (rivayet
edildiğine göre) Peygamber (s.a.) orta parmağıyla baş parmağının yanında yer
alan şehadet parmağını bitiştirerek: "Yetimin geçimin üzerine alan ile
ben cennette işte böyleyiz." buyurdu.[618]
Hadis-i şerif, bir yetimi
İslam terbiyesi üzere yetiştirip büyüten bir kimsenin cennete orta
parmakla,şehadet parmağının beraberliği gibi Hz. Peygamberle beraber ve ona yakın
olacağını ifade etmektedir. Bu yakınlıktan maksat Cennetteki yerlerini yakınlığı
olabileceği gibi, derecelerinin yakınlığı yahut da hem yerlerinin hem de
derecelerinin yakınlığı olabilir. Cennete girerken öncelik hakkına sahip
olmadaki yakınlık da kast edilmiş olabilir.[619]
5151... Âişe (r.anha)'dan
(rivayet edildiğine göre); Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Cibril, komşu hakkında o
kadar tavsiyede bulundu ki sonunda (kendi kendine) onu mirasçı kılacak,
dedim."[620]
Metinde geçen "kesinlikle
onu bana mirasçı yapacak sandım" sözünden murad "Bana bu hususta
yakında Allah Man bir emir gelecek sandım" demektir. Bu cümle komşu
hakkının şiddetle riayet ve muhafazasını ifade için mübalağa mevkiine
çıkmıştır. Komşu ismi, müslüman, kâfir, âbid, fâsık, dost, düşman, yabancı,
hemşehri, faydalı zararlı, akraba ve ecnebi bütün çevre halkına şamildir.
Bunların hukuku en yakından başlamak üzere sırayla uzaklara doğru gider.
Komşuluğun hududu hakkında ihtilaf vardır. Hz. Ali'den bir rivayete göre;
birbirlerinin seslerini duyanlar komşudurlar. Bazıları sabah namazını mescidde
birlikte kılanlar komşudur, demişlerdir.
Bir rivayete göre[621] komşuluk hakkı evin her tarafından kırk
haneye kadar devam eder. Evzaaî'den de Öyle bir kavil rivayet edilmiştir.[622]
Komşuların hakkı her birine,
haline göre muamele yapmak, hayır dilemek, zarar vermemek, nasihat etmek, gibi
şeylerdir. Buradaki emir güzel ahlâka irşad ve nedb içindir.[623]
Hafız İbn Hacer el
Askalanî'nin açıklamasına göre sahâbiler: "Ey Allah'ın Resulü, komşunun
komşu üzerindeki hakkı nedir?" diye sormuşlar da Hz. Peygamber şöyle cevap
vermiş:
Komşu senden birşeyi ödünç
olarak isterse onu vereceksin. Senden yardım dilerse, yardım edeceksin.
Hastalanmışa ziyaret edeceksin. İhtiyacı olursa yardım edersin. Hayırlı bir
işi olursa tebrik edersin. Başına bir musibet gelirse taziyet ve tesellide
bulunursun. Öldüğü zaman cenazesine iştirak edersin. Evinin önüne izin almadan
hava almasına engel olacak şekilde evinden yüksek ev yapmazsın. Tencerenin
yayacağı yemek kokusuyla onu rahatsız etmezsin. Pişirdiğin yemekten ona da
gönderirsen o başka. Meyve alırsan ona da hediye edersin. Şayet hediye
etmeyeceksen meyveyi dışarı çıkarmazsın. Komşunun çocuğu da görmez."[624]
5152... Mücâhid'den
(rivayet edildiğine göre) Abdullah b. Amr, bir koyun kesmiş de (aile
fertlerine: "Bu koyunun etinden) yahudi komşuma da verdiniz mi? (Bundan
ona da vermeyi unutmayınız) Çünkü ben Rasû-lullah (s.a.)'i:
Cibril bana komşuyu o kadar
(çok) tavsiye etti ki; neticede ben onu (bana) varis kılacak zannettim, derken,
işittim." demiş.[625]
Şuurlu müslüman iyiliği
sadece, akraba veya müslüman olan komşularına değil, gayr-i müslim komşularına
da yapar. Çünkü İslamin hoşgörüsü, bütün insanlığı dinlerine ve mezheplerine
bakmaksızın içine alır. Bu yüzden de kitap ehli olanlar müslümanların yanında
can, mal, namus ve inançlarından emin vaziyette güven içinde yaşıyorlar ve iyi
komşuluk, güzel muamele ve inanç hürriyeti içinde hayatlarını sürdürüyorlardı.
Asırlar boyunca etrafında binlerce
müslümanın yaşadığı kiliselerin hala ayakta durması, bunun en bariz şahididir.
Müslümanlar, ehl-i kitaptan olan komşularını gözetiyorlar, onları koruyorlar ve
adaletle muamele ediyorlardı. Çünkü, dinleri bunu emrediyordu:
"Allah, din uğrunda
sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve
onlara karşı âdil davranmanızı yasak kılmaz. Doğrusu Allah âdil onları
sever."[626]
İnsanlığı her yerde sarmış
olan bedbahtlığın sebebi, gerçek müslüma-mn hayat sahnesinden çekilmesi,
İslamin insanî ve âdil ilkelerinin gözar-di edilmesidir. İnsanlık feza çağında,
uydular çağında fakirlik, sömürü, açlık ve çıplaklıkta yüzyüzedir. Birleşmiş
milletlere bağlı Uluslararası Gıda ve Ziraat Örgütü, 1975 senesinde Asya ve
Afrika'da yirmi ilâ yüzrnil-yon insanın açlık yüzünden ölüm tehlikesiyle karşı
karşıya olduğunu -açıkladı...
Afrika ve Asya'da açlık kol
gezerken dünyanın yüzde yirmisini oluşturan batı dünyası dünya servetinin
yüzde seksenini ellerinde bulundurmakta ve bu serveti muhafaza için delicesine
işler yapmaktadır. Asya ve Afrika açlıktan kıvranırken, ortak Pazar (AET)
ülkeleri fiyatların yüksek tutulmasını sağlamak amacıyla gıda ve ziraat
ürünlerinin fazlasını imha için, elli milyon dolar ödedi. Öte yandan medeni
ülke Amerika, fiyatların yüksek tutulması amacıyla fazla gıda maddesi
üretilmemesi için her sene üç milyon dolar tazminat ödemekte, yine et
fiyatlarını yüksek tutmak için Amerika'lı çiftçiler binlerce sığın öldürüp
toprağa gömmektedirler. Öte yandan ise Güney Amerika, Asya ve Afrika)da
onbinlerce insan açlıktan ölmektedir. Komşusunun yemek kokusundan etkilenmesine
rıza göstermeyen İslâm[627] medeniyeti ile milyonlarca insanı açlıktan ölümün pençesine
terkeden batı medeniyeti arasındaki fark işte budur.[628]
Bezlü'l-Mechud yazarının
açıklamasına göre mevzurnuzzu teşkil eden bu hadis-i şerifte: "Sizin
ışığınızla onların ışığı birbirini görmesin" gibi müslüman1arla
azınlıkların komşu olmasını nehyeden hadisler arasında bir çelişki olduğu
zannedilmemelidir. Çünkü kâfirle komşu olmak, haneler arasında birbirini
görmelerine engel olacak bir maninin olmaması anlamına gelmez.
Hadis-i şerifte anlatılan olayı
yaşayan Abdullah b. Hazretleri evinin, müslüman mahallesiyle azınlıklar
mahallesinde sınır teşkil eden ve sırtı azınlık mahallesine dönük bir ev olması
da mümkündür. Büyük ihtimalle bu olay Hz. Abdullah b. Amr, Şam'da veya Mısır'da
geçici olarak kaldığı sırada vukua gelmiştir. Çünkü Hz, Abdullah o sıralarda
oralarda geçici olarak kalmıştı. Geçici olarak, azınlıklar mahallesinde
kalmakta ise bir sakınca yoktur. Hadis-i şeriflerdeki nehyler ise devamlı
olarak kalmakla ilgilidir.[629]
5153... Hz. Ebû
Hüreyre'den demiştir ki: Bir adam, Peygamber (s.a.)'e gelerek komşusundan
acındı. (Hz. Peygamber de): Git ve ondan gelen sıkıntılara sabret! buyurdu.
Sonra (adam) iki veya üç defa daha geldi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber):
Git, eşyanı yola at! buyurdu.
Bunun üzerine (adam gidip) eşyasını yola attı. (Eşyayı yolda gören) halk ona
(bunun sebebini) sormaya başladı. (Adam da) olayı onlara anlatıyordu. (Olayı
Öğrenen kimseler de o kötülük yapan) komşuyu "Allah bunu onun da başına
getirsin!" diyerek lanet ediyorlardı. Derken o kötü komşu geldi ve
eşyalarını sokağa atan kimse: ("Artık evine) dön benden bir daha
hoşlanmayacağın bir davranış görmeyeceksin" dedi.[630]
Kalbi İslam nuruyla
aydınlanmış olan bir kimse komşusunun kötülüklerine kötülükle değil,
sabırla karşılık verir. Ondan zuhur edecek herhangi bir şen* ve fitneden
dolayı hemen öfkelenmez. Komşusunun düştüğü bir hatayı hemen yüzüne vurmaz,
onu affeder ve bağışlar. Bu af ve bağışının Allah nezdinde zayi olmayacağını
bilakis bu sayede Allah'ın muhabbet ve rızasını kazanacağını bilir. Resûl-i
Zişan efendimizin sahabeye komşusunun kötülüklerine kötülükle karşılık
vermemelerini, bilakis ezasında sabretmelerini Öğretmesi, bu dinin
yüceliklerinden biridir. Çünkü eza veren o kötü komşu kendisinin kötülüklerine
sabır gösteren komşusunun bu olgun hareketinden etkilenerek ona kötülük
etmekten vazgeçmesi mümkündür.[631]
5154... Hz. Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah'a ve ârihet gününe
iman eden kimse misafirine ikram etsin. Ulah'a ve ârihet gününe iman eden kimse
komşusuna eziyet etmesin. Vllah'a ve âhiret gününe iman eden kimse ya hayır
söylesin yada susun."[632]
Kadı Iyaz, bu hadis hakkında
şunları söylemiştir: "Hadisin manası şudur: İslamın semtlerini benimseyen
bir kimsenin komşusu ile misafirine ikram etmesi gerekir. Allah teâlâ
hazretleri de kitab-i keriminde bunu tavsiye etmiştir.[633]
Ziyafet, yani misair
ağırlamak, İslam adabından, Peygamberlerle salih-lerin ahlakındandır. Leys
müsafire bir günlük ziyafeti vacib saymıştır. Delili ise; "Müsafire bir
geceli gündüzlü bir günlüğüne ikram etmek her müslüman üzerine vacib olan bir
görevdir." anlamındaki (3749) numaralı Ebu Davud hadisiyle, "Eğer bir
kavme müsafir olur da sizin için misafirliğin hakkını yerine getirmek isterlerse,
onu hemen kabul edin, bunu yapmazlarsa üzerlerine düşen müsairlik hakkınızı
onlardan kendiniz alın." mealindeki (3752) nolu Ebu Davud hadisidir.
Umumiyetle fukahaya göre
müsafirperverlik güzel ahlaktan mâduttur. Delilleri ise; "Onun cizyesi
birgünle bir gecedir." mealindeki (3748) nolu Ebu Davud hadisidir. Caize
bahşiş, ihsan, armağan demektir. Armağan ise ancak ihtiyarî olur.[634]
Biz, fıkıh ulemasının bu
mevzudaki görüşlerini (3750) numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan,
burada tekrara lüzum görmüyoruz.
Müsafire ikramdan maksat, onu
güleryüzle karşılamak, onu ağırlamak ve hizmetini yerine getirmekte acele
etmektir.
Metinde geçen "komşusuna
eziyet etmesin" sözü ile yerine getirilmesi gereken komşuluk haklarının
en aşağı derecede olanı istenmektedir.
Nitekim bazı hadislerde;
"komşusuna iyilik etsin."[635] bazılarında "komşusuna ikram
etsin."[636] Duyurulması da bunu gösterir.
Cumhuru ulemaya göre müsafire
ikram hususundaki emr, nedb ifade eder. Bu bakımdan komşuya iyilik ulemanın
büyük çoğunluğuna göre menduptur.
İmam-i Şafiî ile İmam Ahmed'e
göre ise vâcibtir. İmam Ebu Hanife de mendup olduğu görüşündedir.[637]
İnsanın komşusuna eziyet
etmekten sakınması, İslam adabından önemli bir vazife olduğuna görre insan
komşusundan daha yakın olan koruyucu melekleri, rahatsız etmemek için nasıl
bir çaba sarfetmesi gerektiği ra-hatça anlaşılır.[638]
Müslümanın, son derece
dikkatli ve uyanık olması gereken hususlardan biri de bir mekruha veya bir
günaha veya bir fitnenin çıkmasına sebep olacağı korkusuyla ağzından çıkacak
sözlerdir; bunlara dikkat etmesi ve kesinlikle hayır olacağından emin olmadıkça
söylemek istediği sözü söylememesidir. Çünkü ağzından çıkacak bir söz, sebeb
olacağı neticeye göre hüküm alır. Harama sebep olmuşsa haram, sevaba sebeb
olmuşsa sevab hükmünü alır.
Nitekim, bir hadis-i şerifte
de: "Kişinin faydasız sözleri terk etmesi onun müslümanlığının
güzelliğindendir." buyurulmuştur.[639]
Bu mevzuda İmam Gazzali
hazretleri şöyle diyor: "Mubah olan sözlere gelince, bunları konuşmakta
dört tane mahzur vardır:
1. Kiramen kâtibin
melekleri, hayırsız ve faydasız şeylerle meşgul edilmiş olur.
Kişi, onlardan haya etmesi ve
onlara eziyet etmemesi ne kadar doğru bir harekettir. Cenab-ı Hak şöyle
buyurur: "O bir söz atmaya dursun, mutlak yanında hazır bir gözcü
vardır."[640]
2. Allah'ın huzuruna,
saçma-sapan ve boş sözlerden ibaret bir kitap gönderilmiş olur. O halde kul
bundan sakınsın. Ve Allah (c.c.)'de korkınsun.
3. İnsanların konuştuğu şeyler,
kıyamet günü şahidlerin yanında ve Allah'ın huzurunda, sözün sahibi, aç-susuz,
çıplak ve cennet nimetlerinden mahrum olduğu halde okunur.
4. Konuştuğun sözden dolayı
ayıplanır ve Allah'dan utanırsın. Bundan dolayı şöyle denmiştir: "Lüzumsuz
sözleri konuşmaktan sakın, çünkü onun hesabı uzun sürer."
Öğüt almak isteyen kimseler
için şu dört esas vaiz olarak yeter.[641] Hadis-i şerifte vurgulanmak istenen bu
üç önemli görevin yapılmasının Allah'a ve ahiret gününe imana dayandırılması,
bu işlerin önemine dikkati çekmek içindir. Yoksa bu görevleri yerine
getirmeyenlerin imansız olduğunu ifade etmek için değildir.
Bu tıpkı bir kimsenin kendi
çocuğunu kendine itaata teşvik için, "Eğer sen, benim çocuğumsan emirlerime
itaat et" demesine benzer.[642]
5155... Âişe (r.anhâ)'den
demiştir ki: Ben (Hz. Peygambere:)
Ey Allah'ın Resulü! Benim iki
tane komşum var. (Ziyaret etmem veya hediye vermem icab ettiği zaman bunların)
hangisinden başlayayım? dedim de,
Kapısı en yakın olandan,
buyurdu.[643]
Ebu Davuddedi ki: Şu'be bu
hadisi rivayetinde: "Talka Kureyş'ten bir adamdır" dedi.[644]
Bir semtte yaşayan kimselerin
kaç haneye kadar birbirlerine komşu sayıldıkları, komşuluk sınırının
nereye kadar uzandığını (5155) nolu hadisin şerhinde açıklamıştık.
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifte ise, komşuluk haklarından olan iyi geçinmek, içinde
bulundukları hale göre yardımlarına koşmak, kendileri için hayır dilemek
kendilerine gelecek zararları önlemeye çalışmak ve nasihat etmek gibi hakları[645] yerine getirirken öncelik hakkının kapısı
en yakın olan komşuya ait olduğunu ifade etmektedir.
Ulemadan bazılarına göre
mevzumuzu teşkil eden bu hadis: "Allah'a ibadet edin. Ona hiçbir şeyi
ortak koşmayın. Ana babaya, yakınlara, yetimlere düşkünlere, yakın komşuya,
uzak komşuya, yakın arkadaşa yolcuya ve elinizin altında bulunanlara iyilik
edin..."[646] ayet-i kerimesinde geçen "yakın komşu" tabirinin
bir tefsiridir. Buna göre yakın komşudan maksat kapısı en yakın olan komşudur.
Yine aynı ayet-i kerimede geçen "uzak komşu"dan maksat da kapısı
uzak olan komşudur ve her komşu, şuf'a hakkına sahiptir. Çünkü Hz. Peygamber:
"Komşu şuf asına (başlarından) daha çok müstehaktır" buyurmuştur.[647]
Fakat-mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerif, bu görüşte olan ulemanın aleyhing Pir rierüdir. ÇünKü mevzumuzu
teşkil eden hadis-i şerifte komşuluktan doğan haklara birinci derecede müstehak
olanların duvar duvara bitişik komşular olduğu ifade edilmektedir. İbn
el-Münzir'in açıklamasına göre bu hadis-i şerif komşuluğun duvar duvara
bitişik olmayan yakın çevre için de cari olduğuna delalet etmektedir. Ulemanın
büyük çoğunluğu da bu görüştedir. Binaenaleyh şüf'a hakkına en müstehak olan
en yakın komşudur. O bu hakkından feragat edince bu hak yakınlık sırasına göre
diğer komşulara intikal eder. Fakat İmam Ebu Hanife bu hususta ayrı bir görüş
ileri sürerek bitişik olan komşudan başka hiçbir kimsenin şuf'a hakkına sahip
olamayacağını söylemiştir.[648]
Hafız el-Münzirî'nin
açıklamasına göre mevzumuzu teşkil eden hadisin senedinde bulunan Talha'dan
maksat Talha b. Abdullah b. Osman b. Ubeydullah b. Ma'mer el-Kureşi
et-Teymî'dir.
Musannif Ebu Davud da metnin
sonuna ilave ettiği açıklama ile bunu ifade etmek istemiştir.[649]
5156... Ali
Aleyhisselam'dan demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.)'in son sözü:
"namaza (sarılın) namaza!... (Bir de) sağ ellerinizin sahip olduğu kimseler
hakkında Allah'dan korkun"oldu.[650]
Bu hadis-i şerifte Rasulü
zişan efendimiz son nefesini verirken beş vakit namaza devam edilmesini ve
müslümanlann ellerinde bulunan kölelerin haklarına eksiksiz bir şekilde riayet
edilmesini vasiyyet etmiştir.
Görüldüğü gibi mallar
genellikle el ile kazanıldığı ve alışverişlerde çoğunlukla sağ el kullanıldığı
için köleler "sağ ellerinizin malik olduğu" tabiriyle ifade
edilmiştir.
Efendimiz son nefesinde bu iki
hususu vasiyet etmekle bunların dindeki önemini son bir defa daha vurgulamak
istemiştir. Çünkü bilindiği gibi namaz dinin direği,[651] Cennetin anahtarı[652] gözlerin nuru,[653] mü'minlerin can ve tenlerinin rahatlama
yeri[654] bütün kötülüklerden alıkoyucudur.[655]
Köleler ise çaresiz ve zayıf
kimselerdir. İnsanların ellerinde esirdir.. Bu mevzuda gelen hadislerden
bazılarının meali şöyledir:
1. "Biriniz için hizmetçisi
yemeğini hazırlayıp da getirdiği zamanki o hizmetçi yemeğin sıcağına, dumanına
katlanmıştır; onu kendisi ile beraber oturtsun! O da sensin! Şayet yemek az
olursa eline ondan bir yudum yahut iki yudum koyuversin."[656]
2. ''Yiyeceği ve giyeceği
kölenin hakkıdır. Kendisine iş olarak da ancak gücünün yettiği şey
yüklenir."[657]
3. Hz. Ebu Bekir Sıddîk'ten
rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.): "Mülkiyet; altındaki (köle ve
cariye)lere kötü davranan kimse cennete girmeyecek" buyurmuş da
sahabiler:
Ey Allah'ın Resulü! Köle ve cariyeleriyle
yetimleri en çok bulunan ümmetin bu ümmet olduğunu bize sen haber vermedin mi?
demişler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):
Evet, artık evladınıza değer
verdiğiniz gibi onlara da ikramda bulununuz ve yediğiniz yemekten ona da
yediriniz, buyurmuştur. (Bu defa da) sahabiler:
Peki ama köle ve cariyeler
bize dünyada ne menfaat sağlar? demişler. Rasûlullah (s.a.)da:
Bağlayıp beslediğin bir at
üstünde Allah yolunda savaşırsın, senin memlûkünde senin ihtiyacını giderir.
Namaz kıldığı zaman artık o senin kardeşindir." buyurmuştur.[658]
4. "Köle Allah'ın hakkını
ve sahiplerinin hakkını eda ettiği vakit ona iki ecir verilir."[659]
5157... Ma'rur b.
Süveyd'den demiştir ki:
Ebu Zerr'i, Rebeze'de üzerinde
kalın bir aba olduğu halde gördüm. Kölesinin üzerinde de (o abanın) bir eşi
vardı. (Orada bulunan) cemaat:
Ey Ebû Zer! Kölenin üzerinde
bulunan abayı alsan da onun (senin üzerinde bulunan) şu abayla birleştirsen
(güzel) bir elbise olur. Kölene de başka bir elbise giydirsen (olmaz mı)? dedi.
Ebu Zer de şu cevabı verdi;
Ben annesi Acem olan (Arap
olmayan) bir kimseyle atışmış ve onu annesiyle ayıplamıştim. Bunun üzerine
(gidip) beni Rasûlullah (s.a.)'e şikâyet etti. Rasûlullah (s.a.)'da:
Ey Ebû Zer! Sen kendisinde
cahiliyyet (izleri) bulunan bir kişisin. Muhakkak ki bu köleler, sizin
kardeşlerinizdir, Allah (bazı dünyevi imkânlar vererek) sizi (dünyada) onlara
üstün kılmıştır. Eğer siz (in 2mirleriniz)e uygun hareket etmezlerse onları
satınız. (Fakat) Allah'ın yarattıklarına işkence etmeyiniz, buyurdu.[660]
5158... el-Ma'nir b.
Süveyd'den demiştir ki:
Biz Rebeze'de Ebu Zer.'in
yanına girmiştik. Bir de gördük ki üzerinde bir kumaş var ve aynısından
kölesinin üzerinde de var. Bunun üzerine (kendisine):
Ey Ebu Zer! Kölenin kumaşım
alıp da kendi kumaşına (ilave etsen sana bir takım) elbise olur. Kölene de
başka bir elbise giydirsen" dedik. (Bize) şöyle cevap verdi:
Ben Rasûlullah (s.a.)'i:
"(Köleleriniz) Allah'ın kendilerini sizin ellerinizin altına koyduğu
kardeşlerinizdir. Kimin kardeşi kendi elinin altına ise, ona yediğinden
yedirsin, giydiğinden giydirsin ve ona gücünü aşan bir iş yüklemesin. Şayet
ona gücünü aşan bir iş yüklerse kendisine yardım etsin" derken, işittim[661]
Ebu Davud dedi ki, hu hadisi
yine aynı şekilde İbn Numeyr de el A'meş'ten rivayet etti.[662]
5159... Ebû Mesud el-Ensarî'den
demiştir ki:
Ben bir kölemi dövüyordum.
(Birden bire) arkamdan: "(Şunu) bilki (ey) Ebû Mesûd! diye bir ses
işittim. -İbn el Müsennâ (bu sesi) iki defa (işittim) diye rivayet etti.-
(Sonra bu ses): "Allah'ın gücünün sana olan üstünlüğü, senin gücünün bu
köleye karşı olan üstünlüğünden daha fazladır" (diye devam etti). Bunun
üzerine hemen (sesin geldiği tarafa doğru) dönüp baktım bir de ne göreyim;
Peygamber (s.a.)!
Hemen: "Ey Allah'ın
Rasulü, yüce Allah'ın rızası için bu köle hürdür" dedim.
Şunu iyi bil ki, eğer sen (bu
azad etme işini) yapmasaydın (kölene yaptığın bu işkenceden dolayı) cehennem
ateşi seni saracaktı, dedi.
(Ravi bu son cümlede tereddüd
etti de sonra şöyle dedi:) Yahutta: "Sana cehennem ateşi
dokunacaktı" dedi.[663]
5160... (Bir önceki
hadisin) manası aynı şekilde ve aynı senedle A'meş'den de (rivayet edilmiştir.
Bu rivayete göre Ebû Mes'ûd):
" Ben kendime ait siyah
bir köleyi kamçıyla dövüyordum..." demiş (fakat bir önceki hadiste geçen)
azad etme olayını anlatmamıştır.[664]
5161... Hz. Ebu Zerr'den
demiştir ki:
RasÛlullah (s,a.) şöyle
buyurdu: "Kölelerinizden, siz(in emirlerinizle uygun hareket edenlere, yediklerinizden
yedirin, giydiklerinizden de giydirin, onlardan siz(in emirleriniz)e uygun
hareket etmeyenleri ise satınız. Allah'ın yarattıklarına işkence
etmeyiniz."[665]
Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i
şeriflerde:
1. Bir kimseyi
annesinin veya babasının milliyetinden ya da renginden dolayı ayıplamanın
cahiliyye adetlerinden olduğu açıklanmakta,
2. Köleleler dayak atılması veya
işkence edilmesi yasaklanmakta, kölelere yapılan haksız muamelelerin insanı
cehenneme sürükleyeceği haber verilmekte,
3. Onların din kardeşlerimiz
olduğu ifade edilerek Allah'ın köle sahiplerine verdiği bazı imkânların
kendilerine emanet olarak verildiği hatırlatılmakta ve bu nimetlerin kölelerin
aleyhine kullanılmaması, efendinin, yediğinden kölesine de yedirmesi,
giydiğinden ona da giydirmesi emre-dilmektedir. Ayrıca, kölelere efendilerinin
meşru emirlerini yerine getirdikleri sürece kendilerine bu şekilde muamele
etmeye devam edilmesine rağmen verilen emirleri yerine getirmemeye başlamaları
halinde ise, işkence ve sopaya başvurmadan satılmaları istenmekte,
4. Takat getiremeyecekleri
şeyleri onlara yüklemek haram kılınmakta, onlara böyle bir yük yüklendiği
takdirde onlara yardım etmek icabettiği açıklanmaktadır.
Kadı Iyaz'ın açıklamasına göre
mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şe-riflerdeki kişinin yediği yemekten kölesine
de yedirmesi ve giydiğinden kölesine de giydirmesi ile ilgili emirler farziyyet
için değil, istihbab içindir. Öyleyse kişinin kölesine karşı bu emirleri
yerine getirmesi farz değil, müstehabtir. Ve "min ma'ye külü', "min
mâ yelbesü" cümlelerinin başında bulunan "min" kelimesi
"temyiz" için olduğundan kişinin müstehabbi yerine getirmiş olması
için her yediğinden ona yedirmesi, her giydiğinden önada giydirmesi gerekmez.
Ona yedirdiğinin kendi yediklerinden giydirdiğinin de kendi giydiklerinden
olması yeterlidir."[666]
Metinde "felyüt'im min ma
ye'külü (yediğinden tattırsın)" Duyurulup da "fel yü'kil mimma
ye'kül: Yediğinden yedirsin" denmesi efendinin yediğinden kölesine karnını
doyuruncaya kadar olmasa bile bir miktar tattırmakla görevini yerine getirmiş
olacağına delâlet ettiği gibi "fel yut'im mimmâ yet'umu: Tattığı herşeyden
tattırsın" denmemesi ise kişinin tattığı her nefis yemekten yedirmesi
gerekmediğine delalet eder. Çünkü "taame" tattı, "et'ame"
de "tattırdı" anlamına gelir.[667]
Binenaleyh, insan çırağa, çobana,
hizmetçiye ve köleye yediğinden yedirmeli, giydiğinden giydirmeli, onlara hoş
muamelede bulunmalı, yapamayacakla ı işi teklif etmemeli; gönüllerini
kırmamalıdır. Bir evin yemeğini pişiren hizmetçi elbette o yemeğin kokusunu
duyacaktır, pişirdiği yemeği yemekten ona da yedirmek) hele sofraya çağırarak
onu ayrı tutmamak ahlâkın en güzellerinden ma'dûddur ki, bu hadislerin ifade
ettiği mana da budur
İşte esir ve köle denilince
gözlerinin önüne eziyet, işkence tahkirden başka birşey gelmeyen din düşmanları
bu hadisleri ve müslümanlann bu husustaki muamelelerini bilseler herhalde kıyas
binnefs yapmakla müthiş yanıldıklarını anlar, biraz olsun yüzleri kızarırdı!
Müslümanlar, hiçbir vakit
aldıkları esirlerin gözlerini çıkarmamış, onlara işkence ederek
öldürmemiştir... Fakat bu işi şimdi bize yalandan çeşitli suçlar isnad ederek
ayıplayan, Avrupalı'lar yapmışlardır.
Müslümanların ellerindeki esir
ve kölelere gösterdikleri evlad ve kardeş muameleleri her tarif ve tasavvurun
üstündedir. Bu sayede İslam âfa-kını güneşler gibi aydınlatan nice benam ulema
kölelerden yetişmiştir. Bunlar saymakla bitmez. Biz yalnız bir misal verelim.
İmam Şafiî'nin hadiste altın silsile diye isim verdiği, İmam Malik, Nafi ve
İbn Ömer (r.a) üç kişiden ibaret olup bunlardan Hz. Nafi kölelikten yetişmedir.[668]
Hz. Ebu Zer'in, kendisini
"siyah kadının oğlu" diye ayıpladığı köle Hz. Bilal-i Habeşî'dir.
Hz. Ebu Zer hakkında bilgi
için bu eserimizin ikinci cildinin 34. sayfasına, Hz. bilal için ise birinci
cildin 280. sahifesine bakılabilir. Rebeze, Medine'ye üç konak uzaklıkta bir
köydür.[669]
5162... Peygamber
(s.a.)'le birlikte Hudeybiye'de bulunmuş olan Rafi b. Mekîs'den (rivayet
edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Elinin altındakilere iyi
muamele etmek uğurdur. Kötü ahlâklı olmak ise uğursuzluktur."[670]
5163... Cüheyne'den olan
ve Rasûlullah (s.a.)'le birlikte Hudeybiye'de bulunmuş olan Rafi b. Mekîs'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Elinin
altındakilere iyi muamele etmek uğurdur. Kötü ahlâklılık ise
uğursuzluktur."[671]
Bir kimsenin idaresi
altındakilere iyi muamele edip onlara güler yüzlü ve tatlı sözlü olması
işlerinin uğurlu ve bereketli ve verimli olmasına sebep olduğu gibi, insanın
kötü ahlâklı olup etrafına sert ve kırıcı davranması işlerinin bozulmasına, sonuçsuz
ve bereketsiz kalmasına sebep olur.
Hafız Münzirî'nin açılamasına
göre (5162) numaralı hadisin senedinde meçhul bir ravi vardır. Binaenaleyh
sözü geçen hadis zayıftır ve (5163) nolu hadisin senedinde bulunan Haris b.
Rafi de tabiin olduğundan Hz. peygamber'den hadis alması mümkün olamayacağına
göre bu hadis de mürseldir.[672]
5164... el-Abbas b.
Ciileyd el-Hacrî'den demiştir ici: Ben Abdullah b. Ömer'i şöyle derken işittim:
"Bir adam Peygamber (s.a.)'e gelerek:
Ey Allah'ın Resulü hizmetçiyi
kaç defa affedelim? dedi.
(Hz. Peygamber) sükût etti.
Sonra (adam) bu soruyu Hz. Peygambere tekrar sordu. (Hz. Peygamber yine) sükût
etti. Bu sözü üçüncü kez tekrarlayınca: "Onu günde yetmiş defa
affediniz" buyurdu.[673]
Hz. Peygamber aslında
hizmetçinin suçunu bağişlamak mendup olmakla beraber bu bağışlamanın kaç defa
olacağına dair bir sınır tayin etmeye lüzum olmadığı cihetle bu soruyu beğenmediği
için sözü geçen birinci ve ikinci soruları sükûtla karşılamış olabileceği
gibi, bu mevzuda bir vahyin gelmesini beklediği için de susmuş olabilir.
Yetmiş rakamı, burada tayin ve
tahdid için değil, çpklıık içindir. Çünkü bir hizmetçinin veya kölenin hergün
yetmiş defa suç işlemesi düşünülemeyeceğine göre buradaki yetmiş kelimesinden
maksat çokluktan başka birşey olamaz. Bir başka ifadeyle bu hadis-i şerifte
"Hizmetçilerinizi çok affediniz!" denilmek istenmektedir.[674]
5165... Hz. Ebu
Hüreyre'den demiştir ki:
(Günde yetmiş defa tevbe eden,
tevbe için huzuruna pek çok insan gelen) Tevbe Peygamberi Ebü'l-Kasim bana
şöyle dedi:
Her kim kölesine hakkında
söylediği sözden beri olduğu halde zina isnad ederse kendisine kıyamet gününde
hadd (cezası) olarak celde yapılır.
Müemmel bu hadisi rivayet
ederken şöyle dedi: (Bu hadisi) bize İsa, el-dayl b. Gazvan'dan rivayet etti.[675]
Celd: Lügatta deri üzerine
vurmaktır. Her bir vuruşa «ce» denir Deri üe yani kamçı gibi deriden yapılmış
birşey ile vurmak manasına da gelir.
Fıkıh ıstılahmca celd,
"muhsan olmayan mükelle zânî veya zâniye-nin muayyen uzuvlarına vech-i
mahsus üzere değnek veya kamçı vurmaktır" Bu ceza mücrimin cildi yani
derisi üzerine tatbik edildiği cihetle celde adını almıştır.[676]
"Namuslu ve hür kadınlara
(zina isnadıyla) iftira atan sonra (bu hususta) dört şahit getiremeyen
kimselerin (herbirine) de seksen deynek vurunuz. Onların ebedi olarak
şahitliklerini kabul etmeyiniz. Onlar fasıklarııı ta kendileridir."[677] âyet-i kerimesi bu cezasının yüz deynek
olduğunu açıklamaktadır. Bu âyet-i kerimede bu cezanın kadınlara zina iftirası
atanlara verileceğinden bahsedilmesi, bu iftiraya daha ziyade kadınların maruz
kalmasındandir. Aslında bu iftirayı namuslu ve hür erkeklere yapanlar da aynı
cezaya müstehakk olurlar.[678]
Mealini sunduğumuz âyet-i
kerimeden de anlaşılacağı üzere iftiracının bu konuda cezaya çarptırılabilmesi
için iftiraya uğrayan kimsenin muhsan, yani namuslu olması gerekir. Bir
kimsenin namuslu sayilabilmesi için de âkil, baliğ, hür müslüman ve iffetli
olması gerekir.
Binaenaleyh köle hürriyetine
sahip olmadığından köleye zina isnadında bulunan kimse, dünyada tazir cezasına
çarptırılırsa da celde cezasına çarptırılmaz."[679] Bu hususta kölenin tam köle, müdebber
veya Ürrimu-veled olması neticeyi değiştirmez.
Mevzumuzu teşkil eden hadis bu
gerekçelere işaret ettiği gibi, aynı zamanda herhangi bir köleye zina
iftirasında bulunan bir kimsenin dünyada tazir cezasıyla kurtulsa bile ahirette
mutlaka celde cezasına çarptırılacağını da ifade etmektedir.
İnsanlar kölenin iffetli
olduğundan emin olamadıkları için ona bu konuda iffetli bir insan muamelesi
yapmamakta mazurdurlar. Ama âhirette hakikatler, bütün çıplaklığıyla ortaya
çıkacağı için o günde dünyada namuslu bir köleye iftira eden kimse de bu
suçunun cezasını çekecektir.[680]
5166... Hilal b. Yesafdan
demiştir ki: Biz Süveyd b. Mukarrin'in evine inmiştik. İçimizde öfkeli bir
ihtiyar vardı, yanında da cariyesi vardı. (Derken ihtiyar cariyesinin) yüzüne
bir tokat vurdu. Süveyd'i o günkünden daha gazablı görmemiştim. (Süveyd bu
kızgınlığıyla ihtiyara) şöyle dedi:
Sen, tokatlamak için bula bula
onun korunmuş olan yüzünü mü buldun? Vallahi ben bizi(m herbirimizi) Mukarrin
oğullarından yedi kardeşin yedincisi olarak gördüm de bizim sadece bir tane de
cariyemiz vardı. En küçüğümüz onun yüzüne bir tokat vurdu da (ceza olarak)
Peygamber (s.a.) bize (onun) azad edilmesini emretti.[681]
İmam Nevevî metinde geçen
"aceza aleyke illa hiirrü vechihâ" cümlesine "yüz kısmından
başka vuracak bir yer bulamadın mı?" manasını vermiştir. "Hurr"
kelimesi
"yüzey" anlamına
gelir. Yani "yüz düzlemi, yüz kısmı" demektir. Çünkü "hurr"
diye birşeyin en faziletlisine ve en yükseğine denir. İnsan vücudu için bu
yüzdür.
Hurr kelimesinin burada
korunmuş ve masum anlamında kullanılmış olması da mümkündür. Nitekim biz de
tercümeyi buna göre yaptık. Her iki manaya göre de bu cümle ile "Biriniz
kardeşiyle dövüştüğü zaman yüzüne vurmaktan sakınsın."[682] mealindeki yüze tokat vurmayı yasaklayan
hadis-i şerife işaret edilmek istenmiştir.
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerif, köleye karşı işlenen bir suçun keffâretinin onu azad etmek
olduğuna delâlet etmektedir. Nitekim (5168) numaralı hadis-i şerif de bunu
ifade etmektedir.
Metinde geçen "ben bizi
yedi kardeş olarak gördüm bizim bir tane de hizmetçimiz vardı" sözüyle
"Biz yedi kardeştik. Bu yedi kardeşin sadece bir tane hizmetçisi vardı.
Ona çok ihtiyacımız vardı. Böyleyken, ona küçük kardeşimiz tokat vurduğu için
Hz. Peygamber ceza olarak onu azad etmemizi emretti" denilmek istenmiştir.
Burada "madem ona tokatı
vuran en küçük kardeşleriydi de Hz. Peygamber sadece tokadı vuranı
cezalandırmakla kalmayıp niçin kölenin tümüyle azad edilmesini isteyerek
hepsini cezalandırdı?" diye bir soru yöneltilebilir. Bu soruya birkaç
şekilde cevap verilebilir:
1. Köleyi döven kimsenin öteki
kardeşleri de onun köleyi dövmesini tasvib etmek suretiyle, onun dövmesine
yardımcı oldukları için, Hz. Peygamber böyle emretmiş olabilir.
2. Aslında, Hz. Peygamber,
sadece köleyi döven kimsenin köle üzerindeki payının azad edilmesini emretmek
istediği halde, köle bolünemediği için kölenin tümünün azadım istemek durumunda
kalmış olabilir. Belki de sonunda, diğer hisse sahipleri hisselerini köleyi
döven kardeşlerine bağışlamışlardır. Yahut da ondan hisselerinin bedelini
almışlardır. Ancak Bezlü'l-Mechud yazarının açıklamasına göre sözü geçen yedi
kardeş Hz. Peygamber o gün kendilerine bu köleyi azad etmelerini emredince
kendisine bu köleye çok ihtiyaçları olduğunu arz etmişlerler, bunun üzerine
Hz. Peygamber de zenginleşinceye kadar onu ellerinde tutmalarına izin verip
zenginleşince azad etmelerini emretmiştir. Nitekim bir numara sonra gelen
hadis-i şerif de bunu ifade etmektedir.[683]
5167... Muaviye b. Süveyd
b. Mukarrin'den demiştir ki: Ben bir kölemize bir tokat atmıştım. Bunun
üzerine babam onu ve beni çağırıp (ona beni göstererek): "Bunun sana
yaptığının aynısını sen de buna yap!" dedi.
Biz Mukarrin oğullan -
Peygamber (s.a.) zamanında sadece bir cariyeye sahiptik. İçimizden birisi ona
bir tokat attı da bunun üzerine Rasûlul-lah (s.a.):
Onu azadediniz, buyurdu. (Bu
emri alan kardeşlerim Hz. Peygambere):
Bizim bundan başka bir
cariyemiz yok, diye mazeret beyan ettiler. (Hz. Peygamber de:)
Öyleyse zenginleşinceye kadar
(bu cariye) kendilerine hizmet etsin. Zenginleştikleri zaman onu azad
etsinler, buyurdu.[684]
5168... Zâzân'dan demiştir
ki: Ben (Abdullah) b. Ömer'in yanına varmıştım. Kendisine ait bir köleyi azat
etmişti. Yerden bir çöp -yahutta- bir-şey (buradaki şüphe raviye aittir) alıp:
(Bu azad işinde) benim için şu
(yerden aldığım) şey kadar bile sevap yoktur. (Çünkü ben) Rasûlullah (s.a.)'ı
(şöyle) buyururken işittim:
Kim köleye bir tokat atarsa
yahut da onu döverse keffâreti onu azat etmesidir.[685]
îbn Ömer Hazretleri, kölesini
tokatladığı için bu yaptığına keffâret olmak üzere onu azat
etmişti.Buradaki sözünden maksat da bunu anlatmaktır. Yani "ben köleyi
azad etmekle teberrük suretiyle yapılan köle azad etme sevabını kazanamam, ben
bunu ancak vurduğum tokada keffâret olsun diye âzâd ettim" demek
istemiştir.
Bu hadisler kölelere ve
hizmetçilere iyi muamele edilmesi lazım geldiğine delildir.
Ulema bu kadarcık dövmekle
köleyi âzâd etmenin vâcib değil, mendup olduğunda ittifak etmişlerdir. Bunun
yapılan hatâya keffâret olacağı ümid edilir. Fakat sebepsiz olarak fazlaca
dövüp bir yerini kırmak veya koparmak bir tarafını yakmak gibi ağır tecziyeler
hususunda ihtilâf edilmiştir.
Malikîlerle İmam Leys'e göre
böyle bir köle, sahibine rağmen azad olur. Ve sahibi hükümet tarafından
cezalandırılır. Diğer ulema kölenin azad olunacağına kail olmuşlardır.[686]
[1] Buharî, ilim 38, menakib 20, edeb 106, 109; Müslim,
edeb 1, 3-5, 8; Tirmizî, edeb 68; İbn Mace, edeb 33; Darimî, istizan 58.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/201.
[2] Aynî, Umdetü'1-Kâri, XXII, 206-207.
[3] el-Azimâbadî, Avnü'l-Ma'bûd, XIII, 305.
[4] A. Nâsıh Ulvan, İslamda Aile Eğitimi, Çeviren, Celâl
Yıldırım, 1-103.
[5] Kamil Miras, Tecrid-i Sarih, V, 525, birinci baskı.
[6] A. Nasıh Ulvan, İslamda Aile Eğitimi, çeviren, Celal
Yıldırım I. 103-104.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/201-204.
[7] Tirmizî edeb 68; Ahmed b. Hanbel, 1,95, II, 312,
455,433, 111,450, V-364.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/205-206.
[8] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/206.
[9] Tirmizî, edeb 68.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/206-207.
[10] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/207.
[11] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/207-208.
[12] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/208.
[13] Buhâri, edeb 81,112, Müslim, edeb 30, Tirmizî, sala
131, birr 57; İbn Mâce, edeb 24; Ahmed b. Hanbel, IH, 115, 119, 171, 188, 190,
201, 212 ,223, 278, 288.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/208.
[14] Eş-Şerkavî. Fethü't Mübd-i bişerhi Muhtasarizzebidî,
III, 346.
[15] İbn Hacerel-Askalânî, Fethü'l Bârı, XIII, 205-208.
Mısır 1959.
[16] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/208-209.
[17] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/209-210.
[18] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/210.
[19] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/211.
[20] Tahirü'l-Mevlevî, Edebiyat Lügati, s. 161.
[21] Ebû Dâvud.
[22] Arapçada "ma" kelimesi fiilin başında bazen
şey manasını, bazan da olumsuzluk ifade eder. Söylemek fiilinin başına
"ma" getirerek bu cümleyi kullanan adam "ma"dan şey
kastederken dinleyici bunun olumsuzluk edatı olduğunu zanneder, ve böyle anlar.
[23] Abdulhâlik Duran, el-Ezkâr Tere. s. 443-444.
[24] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/211-213.
[25] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/213.
[26] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I,
586-587.
[27] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/213-214.
[28] Müslim Fedailüssahabe 36.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/215.
[29] Itr Nüreddin, Diraselun Tatbikıyye, 15.
[30] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/215.
[31] Buhârî edeb 101, Müslim elfz 6-10-12, Darimi, eşribe
16; Ahmed, 11-239, 259. 272, 316, 464,476,509.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/215-216.
[32] Buharî, edeb. 102, Müslim, birr 106-108; Muvatta,
hüsnü'l-huluk 12; Ahmed b. Hanbel, I, 382,11,236,368,517.
[33] Azimâbadî, Avnü'l-Mabud XIII, 318-319.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/216-217.
[34] Müslim, elfaz 13-15.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/218.
[35] Buharî, iman 37. ıtk 8, tefsir sure 31/2; Müslim,
iman 1, 5-6; Ebû Davud, sünne 16; Tirmizî, iman 4, Nesâî, İman 5-6.
[36] A. Davudoğlu , Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX,
711.
[37] Buharı, ıtk, 17.
[38] İbn Hacer, Fethü'1-Bâri, VI, 105, Mısır 1959.
[39] el-Azîmabâdî, Avnü'l-Ma'bud, XIII, 322.
[40] Müslim, elfâz 14.
[41] el-Azimâbâdî, Avnü'l-Ma'bûd, XIII, 322-323;
Fethu'l-Bârî, VI, 105.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/218-220.
[42] Buharı, ıtk 17; Müslim, elfaz 14-15; Ahmed b. Hanbel,
II, 316, 423, 444, 496.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/220.
[43] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/220.
[44] Nesâî, Amelü'l yevmi velleyleti, 248, hadis nu. 244.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/220.
[45] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/221.
[46] Buharı, edeb 100; Müslim, elfaz 17; Ahmed b. Hanbel,
VI, 51, 66,209,231,281.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/221-222.
[47] Buhari ,edeb 100; Müslim, elfaz 17: Ahmed b. Hanbel.
VI. 51.66. 209. 231, 281.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/222.
[48] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/222.
[49] Ahmed b, Hanbel, V, 384, 394, 398; Nesâî, Amelülyevmi
ve'n-Nehâr, 544, hadis no. 985.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/222-223.
[50] Tekvîr (81), 29.
[51] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/223.
[52] Müslim, cumua 48: Ebü Davud, hadis no. 1099.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/223.
[53] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/223-224.
[54] Ahmed b. Hanbel, V, 59, 71, 365.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınevi: 16/224-225.
[55] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/225.
[56] Müslim, birr (39; Muvatta, kelâm 2; Ahmed b. Hanbel,
11-272, 342, 465, 517.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/225-226.
[57] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/226.
[58] Müslim, mesâcid 228-229; Nesâî, mevakît 23; îbn Mâce,
sala 13; Ahmed b. Hanbel, II, 10, 19,49, 144.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/227.
[59] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/227.
[60] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/228.
[61] Ahmed b. Hanbel, V, 364, 371.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/228.
[62] Nisa (4), 142.
[63] Nesâî, Nisa 1; Ahmed III, 128, 199, 285.
[64] Ahmed b. Hanbel, 11-340.
[65] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/229.
[66] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/229-230.
[67] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/230.
[68] Buhârî, cihâd 46, 50, edeb 116, hibe 33; Müslim,
fedai! 99; İbn Mace, cihad 9; Tirmizî cihad 14; Ahmed b. Hanbel, III; 171, 180,
185, 274, IV; 203.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/230.
[69] İbn Mace, Cihâd 9.
[70] Aynî, Umdetü'l-Kûrî, XIII, 178.
[71] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/230-231.
[72] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/231.
[73] Buhârî, edeb 69; Müslim, birr 103-105; Tirmizi, birr,
46; İbn Mâce. mukaddime 7; Darimî, nikah 7; Muvatta, kelam 17; Ahmed b.
Hanbel, I, 384, 405, 432.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/231-232.
[74] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, X,
568.
[75] Buharî, el-Edebu'1-Müfred (tercümesi), Ahlak
Hadisleri, A.Fikri Yavuz, I, 399-400.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/232-233.
[76] Darimî, istizan 66; Ahmed, V, 3, 5, 7; Tirmizî, zühd
8.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/233.
[77] Tebrizî, Mişkâtu'l-Mesabih, II, 400, hadis no 5033;
Tirmizî, Birr 26; Ahmed b. Hanbel, VI, 459, 461.
[78] Durad Abdulhalik, el-Ezkar Tercümesi, 441-442.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/234-235.
[79] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/235.
[80] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/235-236.
[81] Müslim, Mukaddime bab/3 hadis no. 5, 1-10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/236.
[82] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/236-237.
[83] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/237.
[84] Bezlü'l-Mechud, XIX. 231.
[85] El-Mübarekfûrî, Tuhfetü'l-Ahvezî, VI, 630; Süyûti,
el-Camiüssâgîr, I, 98.
[86] Bezlu’l-Mechud, XIX-231.
[87] Hucurât (49), 12.
[88] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/237-238.
[89] Buharî, ahkâm 21, bed'ü'1-halk II, i'tikaf 11-12; Ebû
Dâvud, savm 78, sürme 17; İbn Mâce, siyam 65; Darimî, rikak 66; Ahmed b.
Hanbel, III, 156.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/238-239.
[90] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/239.
[91] Tirmizî iman 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/239.
[92] Tirmizî, iman 14.
[93] Aliyu'1-kâri, Mîrkatü'l-Mefatih, IV, 647.
[94] Gazzali, İhyaü UIûmi'd-Din, 111,133.
[95] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/239-241.
[96] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/241-242.
[97] Maide (5), 1.
[98] Meryem (19), 54.
[99] A. Serdaroğlu, İhyaü Ulûmi'd-Din, (tercemesi), II,
2961 Bedir Yayınevi.
[100] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/242.
[101] Buharı, nikah 106; Müslim, libas 126-127; Tirmizî,
birr 87; Ahmed b. Hanbel, VI, 167, 345, 348,353.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/242-243.
[102] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/243-244.
[103] Tirmizî, birr 57; Ahmed b. Hanbel. III, 267.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/244.
[104] Zürkanî, el-Mevâhibü'l-Ledünniyye, IV, 274.
[105] Tirmizî, birr 57.
[106] Tirmizi, birr 58.
[107] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/244-245.
[108] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/245-246.
[109] Aliyyu'l-Kürî, a.g.e., IV.452.
[110] Ebû Davud, nikah 41, hudud 38.
[111] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/246-247.
[112] Buharî cizye 51; İbn Mâce, fiten 25.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/247-248.
[113] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/248.
[114] Tirmizî, Birr57.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/248.
[115] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/248-249.
[116] Tirmizî fiten 3; Ahmed b. Hanbel, IV, 221.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/249.
[117] Mecelle 96. Madde; Hadimi Melâmi1, 370-371.
[118] Bk. 5004 numaralı hadis-i şerif.
[119] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/250.
[120] Ahmed b. Hanbel, V, 362; Tirmizî, fiten 3.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/250-251.
[121] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/251.
[122] Tirmizî, Edeb 72; Ahmed b. Hanbel, II, 165, 187.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/251.
[123] el-Mübârekfûrî, Tuhfetu'l-Ahvezî, VIII, 146.
[124] Azimâbadî, Avnü'l Ma'bûd XIII, 348.
[125] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/251-252.
[126] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/252.
[127] Azimâbadî. Abnü'l-Ma'bud, XIII, 348.
[128] Aynî, el-Binaye VI, 687-688.
[129] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/252.
[130] Buharî, tıbb 51, nikâh 48; Müslim, cuma 47; Ebu
Davud, edeb 86-87; Tirmizî, Biri 79; Darimî, sahi 199; Muvatta. kelam 7; Ahmed
b, Hanbel. I. 269, 273. 303. 309, 313. 323, 332. 397. 454. II, 16, 59, 62, 94.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/252-253.
[131] Bkz. 3583. numaralı hadis-i şerif.
[132] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/253-254.
[133] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/254.
[134] İslamda Dünya ve Din Edebi, (Çeviren: Ali Akın), 446.
[135] İslamda Dünya ve Din Edebi, (Çeviren: Ali Akın),450.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/254-255.
[136] Buharî edeb 92: Muslini, şiir 7-9; İbn Mace, edeb 42;
Tirmizî. edeb 71: Darimî, istizan 69: Ahmed b. Hanbel. I. 17-1 177. 181. II.
39, 96, 288. 331. 355, 391. 478. 486.
[137] Buharî edeb 92: Muslini, şiir 7-9; İbn Mace, edeb 42;
Tirmizî. edeb 71: Darimî, istizan 69: Ahmed b. Hanbel. I. 17-1 177. 181. II.
39, 96, 288. 331. 355, 391. 478. 486.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/255-256.
[138] Yunus (10), 81.
[139] Avnu'l-Mabud, XIII, 349-353.
[140] İbn Âbidin, İbn Âbidin Terceme ve Şerhi, I, 47-48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/256-258.
[141] Buharı, edeb 90; Tirmizî edeb 69; İbn Mâce, edeb 41;
Darimî, istizan 68; Ahmed b. Hanbel, I, 269, 273, 303, 309, 313, 327, 332, III,
456, V, 125.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/258.
[142] Şuara(26), 224.
[143] Şuara (26). 227.
[144] Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, XII,
169-170 birinci baskı.
[145] Müslim, şiir 2-5.
[146] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/258-259.
[147] Buharî, edeb 90; Tirmizî, edeb 69; İbn Mâce, edeb 41;
Darimi, istizan 68; Ahmed b. Hanbel. 1. 269, 273, 303, 309, 313, 327, 332, II,
456, V, 125.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/259.
[148] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/259.
[149] Buharı, şehadat 27, hiyel 10; ahkâm 20; Müslim,
akdiye 4; Ebu Davud, akdiye 7: Tirmizî, ahkâm 11, 18; Nesâî, kada 12, 33; İbn
M-3ce, ahkam 5; Muvatta, afediyye 1; Ahmed b. Hanbel, II, 332, VI. 203, 290,
307, 308, 320.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/260-261.
[150] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/261.
[151] Nesâî, mesacid 24; Müslim, tedailüssahâbe 151; Ahmed
V, 222; Buharî, edeb 91.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/262.
[152] Buharî, edeb 91; Müslim, fedailüssahâbe 151; Nesâî,
mesacid 24; Ahmed b. Hanbel, V, 222.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/262.
[153] Buharî, edeb 92; Müslim, Fedailüssahabe 153.
[154] Sünen-i Ebû Dâvud, hadis nu. 5015; Ahmed Naim,
Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, II,326-327. Birinci baskı.
[155] Buharî, sala 68, bed'ül-halk 6; Müslim,
fedailüssahâbe 151-152, 157; Nesâî mesacid 24; Ahmed b. Hanbel, V, 222.
[156] Şuarâ (26), 224.
[157] Ebu Davud, hadis nu. 5009.
[158] A. Naim, Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, II,
327-328.
[159] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, X,
387-388.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/262-264.
[160] Tirmizî, edeb 70.
[161] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/264.
[162] M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri
Sözlüğü, I, 814.
[163] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/264-265.
[164] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/265.
[165] Şuara(26), 224.
[166] Şuara (26),227.
[167] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/265.
[168] Bekir Karlığa, Hadislerle Kur'an-i Kerim Tefsiri İbn
Kesir, XI, 6115.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/265-266.
[169] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/266.
[170] Buharı, tabir 2, 4, 10, 26; Müslim, rü'ya
6-9;Tirmizî, rü'ya 1-2, 6, 10; İbn Mâce, rü'ya 1,3, 6, 9; Darimi, rü'ya 2;
Muvatta, rü'ya 1, 3;Ahmed b. Hanbel, II, 18, 50, 219, 232, 233,
269,314,342,369,438,495,507, IV, 10-13 V, 316, 319.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/266.
[171] Saffat (37), 102.
[172] A. Davudoğlu, Sahih- Müslim Terceme ve Şerhi, X, 23.
[173] İbn el-Esir, en-Nihâye, I, 265-266.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/266-269.
[174] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terecine ve Şerhi, X.
40.
[175] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/269.
[176] Buharı, tabir 26, Müslim rü'ya 6; Tirmizî, rü'ya, 1,
7, 10, İbn Mâce, rü'ya 3, 9, Darimî, rü'ya 6-7; Ahmed II, 395.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/269-270.
[177] Yasin (36), 8.
[178] Gâfir (40),71.
[179] Sahih-i Müslim Tercenıe ve Şerhi, X, 24.
[180] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/270-273.
[181] Tirmizî rü'ya 6; İbn Mâce, rü'ya 6; Darimî, rü'ya 11;
Ahmed b. Hanbel IV, 10-13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/273.
[182] H. Hatipoğlu, ibn Mâce Terceme ve Şerhi, X, 108.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/273-274.
[183] Buharı, tabir 3-4, 10, 14, bedu'1-halk 11, tıbb 39;
Müslim, rüya i; İbn Mâce, rüya 4; Darimî rü'ya 5; Muvatta, rü'ya 4; Ahmed, V,
296, 300, 305, 310.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/274.
[184] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, X, 17.
[185] Sünen-i Ebu Davud hadis no. 5022; İbn Mâce, rüya 4;
Buharı, tıbb 39.
[186] Ebû Davud, hadis nu, 5022.
[187] İbn Mâce, abirü rü'ya 4.
[188] Ebu Davud, hadis nu. 5020.
[189] Ebu Davud, hadis nu. 5021.
[190] Buhârî, ta'bir 3.
[191] Buharî,ta'bir 3.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/274-275.
[192] Buharî, ta'bir 4, 14, bedii'1-halk II buyu I ,5; İbn
Mace Rü'ya 4; Darimî, rü'ya 5.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/276.
[193] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/276.
[194] Buharî, ilim 38, edeb 109, ta'bir 10; Müslim, rü'ya
10-11; Tirmizi, rü'ya 4,7; İbn Mâce, rü'ya 2; Darimî rü'ya 4; Ahmed b. Hanbel,
I. 375, 400, 440, II, 232, 41 I, 442, 463, III, 269, 530.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/276.
[195] İbn Hacer, Fethü'l Bari, XVI, 39-40.
[196] Zürkanî, Şerhü'l-Mevahibi'l-Ledünniyve, V, 293.
[197] Şar'anî, el-Uhûd'ul-Kübra, 16.
[198] Şarânî, Levâkihu'l-Envâri’l-kudsiyye, s.284.
[199] A. S. Furat, Dalaletten Hidayete (el-Munkızu...
tercemesi) 75 Şamil Yayınevi.
[200] Zürkani, ŞerhuM-Mevâ'hibi'I-Ledunniyye, V, 293.
[201] Bezlü'l-Mechud, XIX. 260.
[202] Mevahib-i Ledünniyye, Sadeleştiren H. Rahmi Yananlı,
I, 731-732.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/276-279.
[203] Buharî, tabir 45; Tirmizî, libas 19, rü'ya 8; İbn
Mâce, rü'ya 8; Darimî. rikak 3; Ahmed b. Hanbel, I, 246, 359, II, 504.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/279-280.
[204] İbn Esîr, en-Nihâye, I, 443.
[205] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/280-281.
[206] Müslim, rü'ya 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/281.
[207] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/281.
[208] Müslim, zühd 58.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/282.
[209] Müslim, zühd 59.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/282.
[210] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/282-283.
[211] Buharı, edeb 125, 128; Tirmizî, edeb 7; Ahmed b.
Hanbel, II, 265, 428, 517.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/283.
[212] Aynî. Uıııdetü'1-Kârî, XXII, 227.
[213] Bknz. 5026 numaralı hadis-i şerif.
[214] Aynî, a.g.e., XXII, 227.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/283-284.
[215] Tirmizî,edeb 7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/285.
[216] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/285.
[217] Buhârî cenaiz 2; Müslim, selam 4; Tirmizî, edeb I;
Nesâî, cenaiz53; İbn Mâce, cenaiz 1; Darimî, istizan 5; Ahmed b. Hanbel, I, 89,
II, 68, 332, 388, 412, 540, V. 272.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/285-286.
[218] Müslim; selâm 5.
[219] Tuhfetu'l-Ahvezî. VIII, 4.
[220] en-Nihaye, II, 499-500.
[221] Buharî, edeb 126; Tirmizî, edeb 3; İbn Mâce, edeb 20;
Ahmed b. Hanbel, I, 120. 122, II, 353, V, 419, 422, VI, 8; Ebû Dâvud, 5033
no'lu hadîs.
[222] F. Yavuz, Ahlâk Hadisleri, (Buharı,
el-Edebu'1-Müfret, tercemesi), II, 295-296; Heytemî, Mecmeuzzevaid, VIII, 57;
Ebû Dâvud 5031 numaralı hadis-i şerif.
[223] Müslim, selam 5.
[224] Kahtan Abdurrahman ed-Durî, Safvetü'l-Ahkâm min
Neyli'l-Evtar ve Sübül'is Selam, 232-233.
[225] Buharî, edeb 125; Müslim, selam 5; Ebû Dâvud, sala
167.
[226] İbn Hacer el-Askalanî. Fethü'l-Barî, XIII. 226, Mısır
1959.
[227] Buharı edeb 125. 128; Tirmizî, edeb 7; Ahmed b.
Hanbel, II, 265. 428, 517.
[228] İbn Kayyım el-Cevzî, Zadü'l-Meâd, II, 29-30, Mısır
1972.
[229] Mübârekfûri, Tuhfetü'l-Ahvezi, VIII, 6-7.
[230] A. Davudoğlu, Selamet Yolları, IV, 316.
[231] Heytemî, Mecmeuzzevâid, VIII. 57; Eddûrî Kahtan
Abdurrahman, Safvetü'l-Ahkâın inin Neyli'I Evtar ve Sübüli's Selam 234.
[232] Buhari, nikah 7i; Müslim, nikah 96-98; Ebu Davud,
et'ime 1; İbn Mace, nikah 25; Darimî, nikah 23; Muvatta. nikah 49; Ahmed b.
Hanbel. II, 20. 22. 37.
[233] Buharı, nikah 72, Müslim, nikah 107, 110;; Ebu Dâvud.
et'ime I; Darimî, et'ime 28; Muvatta, nikah 50; Ahmed b. Hanbel, 11-61.
[234] Meysılı. el-lhtiyar, IV, 176.
[235] ed-Düri Kahtan. Abdurrahman, a.g.e., 232.
[236] A. Davudoğlu, Selâmet Yolları, IV, 315.
[237] İbn Mâce, cenaiz I.
[238] Eddürî Kahtan, Safevetü'l-Ahkâm, 235.
[239] Aynı yer.
[240] Tirmizî, edeb 35.
[241] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/286-291.
[242] Tirmizî edeb, 3.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/291-292.
[243] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/292-293.
[244] A. Davudoğlu, Selamet Yolları, IV, 317-318.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/293.
[245] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/293.
[246] Buhârî, edeb 126; Tirmizî, edeb 3; İbn Mâce, edeb 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/294.
[247] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/294.
[248] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/294-295.
[249] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/295.
[250] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/295.
[251] Müslim, zühd 55: Tirmizî, edeb 5; İbn Mace, edeb 20,
Darimî, istizan 32; Ahmed b. Hanbel IV, 46, 50.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/296.
[252] İbn Nüceym, Bahru'r-Râik II, 135; İbn Abidin,
Reddü'l-Muhar, I, 522 Beyrut.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/296.
[253] Buharı, edeb 126; Tirmizî, edeb 3.
[254] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/296-297.
[255] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/297.
[256] Buharı, edeb 123. 127; Müslim, zühd 53; Tirmizî, edeb
4; İbn Mâce, edeb 20; Darimî istizan 31; Ahmed b. Hanbel, III, 100, 117, 176.
[257] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/297-298.
[258] ed-Durî Kahtan, a.g.e., 233.
[259] Müslim, Zühd 53, 54.
[260] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/298-299.
[261] Tirmizî edeb 21; İbn Mace, mesâcid 6, edeb 27; Ahmed
b. Hanbel, II. 287, 304, III, 430, IV, 426, 427.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/300-301.
[262] Buharı, sahi 58, mevakit 41, menakıb 25; Tirmizî,
tefsir 2/34.
[263] Ebû Davud, buyu 36; İbn Mace, tîcare 8.
[264] Müslim, İmare 147: Tirmizi. tefsir 2/34.
[265] Buhari, rikak 17; Tirmizî, kıyame 36.
[266] Buhari, sala 58.
[267] İslâmî Bilgiler Ansiklopedisi, Dergah Yayınları I,
251-252.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/301-302.
[268] Tirmizî, sala 122; İbn Mace, mesâcid 6; Ahmed b.
Hanbel, II, 12.
[269] Tirmizî, sala 122; İbn Mâce, mesâcid 6.
[270] Buhârî, sala 58; Müslim, fedailüssahabe 38.
[271] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/303.
[272] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/304.
[273] M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2664.
[274] M. Ali İbn et Tehânevi, Keşşafü İstilahati'I-Fünun,
11,516.
[275] A'raf (7), 172.
[276] Yazır M. Hamdi, a.g.e., IV, 2465.
[277] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/304-305.
[278] İbn Mâce. dua 17.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/305.
[279] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/305-306.
[280] Buhârî, Dea'vât 10; Müslim, Hayz 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/306.
[281] Nevevî, Şerhü Müslim, III. 215.
[282] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/306.
[283] Bu babın Concordance'da numarası yoktur.
[284] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/307.
[285] el Münâvî, Feyzü'l-Kadir, V, 172.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/307.
[286] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/308.
[287] Al-i İmran (3), 190-191.
[288] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/308.
[289] Buharî, vudü75, de'va. 7,9 tevhid 34, Müslim, zikr
56-57;Tirmizi, deavat 16, 32, 116; İbn Mâce, dua 15; Darimî, istizan 5 i; Ahmed
b. Hanbel, IV, 285,290, 292, 296, 299, 300, 302.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/308-309.
[290] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/309-310.
[291] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, XI,
48-49.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/310.
[292] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/310-311.
[293] Müslim, zikr 56-57.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/311.
[294] Buhârî, Dea'vât 7, 16; îbn Mâce, dua İ6; Tirmizî,
dea'vat, 28; Darimî, istizan 53; Ahmed b. Hanbel, IV, 294, 302, V, 154, 385,
387, 397, 399, 407.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınevi: 16/311.
[295] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/311.
[296] Buhârî, tevhid 13, dea'vât 12 Tirmizî, dea'val, 20;
İbn Mâce, dua 15; Darimî, istizan 51; Ahmed b. Hanbel, II, 246, 283, 295, 422,
432.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/312.
[297] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/312.
[298] Müslim, zikr 60; Tirmizî, dua 19; 67; İbn Mâce, dua
15; Ahmed b. Hanbel. 11-281, 404, 536.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/313.
[299] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, XI,
53.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/313.
[300] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/314.
[301] Müslim, zikr 65; Tirmizî daavat 16;Ahmed b. Hanbel,
II, 17,111, 153, 167,253.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/314.
[302] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/314-315.
[303] Aliyyü'I Karî, Miftahü'l-Mefatih, III, 97.
[304] Tur (52) 21.
[305] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/315-316.
[306] Tirmizî, Daavât 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/316.
[307] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/316.
[308] Buhârî, tıbb fedailü'l-Kur'an 14, Tıbb 39; Da'vât 11;
Tirmizî Dua 21; İbn Mâce, dua 15: Ahmed b.Hanbel.Vl-l 16, 154.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/316-317.
[309] Aynî, Umdetü'l Kari, XX,35; Şerkavi, Fethü'l Mübdî,
IV.120.
[310] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/317.
[311] Tirmizî, sevâbü'l Kur'an.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/317-318.
[312] Aliyyü'I Kârı, Mirkatü'I-Mefâtih, II, 598.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/318.
[313] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/318-319.
[314] Aliyyü'l Kâri, a.g.e., 111,110.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/319.
[315] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/319-320.
[316] el Münâvî. Feyzü'l-Kadir, VI, 70.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/320.
[317] Buhârî, teheccüd 21; Tirmizî, daavat 26; İbn Mâce,
dua 16: Darimî istizan 53; Ahmed h. Hanbe.1, V, 313.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/320-321.
[318] el Mübarekfûrî, Tuhfetü'l-Ahvezî, IX,360.
[319] Allan, el-Fütûhatü'r-Rabbaniyye, III, 173.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/321.
[320] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/321-322.
[321] Muvatta, Kur'ân 43; Allan, el-Futuhatü'r-Rabbaniyye,
111,176.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/322.
[322] Buharî, nefakat 6, fedailüsaahabe 9, daavât 11;
Müslim, zikr 80-81.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/322-323.
[323] Buharî, nakafat 6, fedailülashâb 9, Daavât 11;
Müslim, zikr 80-81.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/323-325.
[324] İbn Hacer, Fethü'1-Bâri, XIII, 372, Mısır 1959.
[325] Nûr (24), 27.
[326] M. Zeki Duman, Kur'an-i Kerim'de Adab-ı Muaşeret,
Görgü Kuralları, 347.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/325-326.
[327] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/326.
[328] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/326.
[329] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/326-327.
[330] Ahmed ibn Hanbel. I, 147, II, 160-161, 205.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/327-328.
[331] En'âm (6). 160.
[332] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/328.
[333] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/328.
[334] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/328-329.
[335] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/329.
[336] Tirmizi, Daavat 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/329-330.
[337] el-Futûhatü'r-Rabbaniyye, III, 74.
[338] a.g.e.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/330.
[339] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/330.
[340] Tirmizî, Deavât 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/330-331.
[341] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/331.
[342] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/331-332.
[343] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/332.
[344] Buharı, Daavat 2, 15; Tirmizî, Daavât 15; Nesaî,
istiâze 57; İbn Mâce, dua 14; Ahmed b. Hanbel IV. 122, 125, V. 356.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/332-333.
[345] Nuh (71), 9-12.
[346] Ali İmran (3), 135.
[347] K. Miras, Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, XII,
364-365. Birinci baskı ist.
[348] A'raf(7), 172.
[349] Buharî, cenaiz 1, istikraz 3, bedu'l-haik 6, rikak
13-14, istizan 30, tevhid 33; Müslim, iman 150-151, 153, zekat 32-33; Tirmizî
iman 18; Nesâî, eihad 18, İbn Mâce, zühd 37; Ahmed b. Hanbel, II, 426, IV, 345,
346, V, 152, 159, 161-162, 240-241, 416, 419, 423.
[350] Aynî, Umdetül Kâri, XXII, 278.
[351] Buharî Daavât 3.
[352] İbn Mâce, edeb 57.
[353] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/333-335.
[354] Müslim, zikr 74-75; Tirmizi, Daavât 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/336-337.
[355] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceıne ve Şerhi XI,
62.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/337.
[356] Tirmizî, Daavât 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/337-338.
[357] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/338.
[358] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/338-339.
[359] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/339.
[360] Nesâî, istiaze 60; İbn Mâce, dua 14; Ahmed b. Hanbel,
II, 25, III, 3.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/339-340.
[361] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/340.
[362] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/341.
[363] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/341-342.
[364] Rûm (30), 17-18.
[365] Rûm (30), 19.
[366] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/342.
[367] Ahmed b. Hanbel, 111,439.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/342-343.
[368] İbn Mâce, dua 14; Nesâî Amelu'l-yevmi ve'n-Nehâr,
s.149, hadis nr. 27.
[369] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/343-344.
[370] Aliyyül Kâri, Mirkatü'I-Mefatih, 111,102.
[371] M. Zihnî. Ni'met-i İslâm, s. 159 Sönmez Neşriyat.
[372] Aliyyü'l Kâri. Mirkât, III. 103.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/344.
[373] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/344-345.
[374] Aliyyü'l Kâri. Mirkatü'l-Mefâtîh, 111,104.
[375] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/345.
[376] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/345-346.
[377] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/346-347.
[378] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/347-348.
[379] Buhârî liân 17, i'tisam 2X; Müslim, iman 34-36;
Tirmizî, İman I, Teftir Sure 77; Nesaî.cihad I, tahrim I; İbn Maca fiten 1;
Ahmed b. Hanbel III, 19,36.48. II,314.377.423.439.475, 482,502.528,111. 295,
300, 332, 394. V, 246.
[380] Mâide (5), 32
[381] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/348-350.
[382] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/350.
[383] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/350.
[384] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/351.
[385] Nesaî, İstiâze 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınevi: 16/351.
[386] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/351-352.
[387] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/352.
[388] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/352-353.
[389] el-Azimâbadî. Avnü'l-Mabûd, XIII, 428.
[390] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/353-354.
[391] Nesâî, istiâze 63.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/354-355.
[392] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/355.
[393] Müslim, zikr 68.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/355.
[394] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/355-356.
[395] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/356-357.
[396] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/357.
[397] Tirmizi, Daavât 12; İbn Mâce, Duâ; II; Ahmed b.
Hanbel, I, 62, 66, 72.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/357-358.
[398] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/358.
[399] Allan, el-Fühuhatürrabbaniyye, III, 100, 101.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/358-359.
[400] Nesaî. Amelu'l-Yevmi Ve'1-Leyle 146, hadis nu. 22;
Ahnıed b. Hanbel, V, 42.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/359-360.
[401] Suyûtî, el-Leaü el-Masnûa. II. 324. 25, Lisan, XVII. 79, Tâcu'u-Arus, IX, 238.
[402] Tacü'l-Arus. III, 387.
[403] İbn Kuteybe, Hadis Mudaası, (Çeviren: M. Hayri Kırbasoğlu),
223.
[404] Aynı eser, s. 225.
[405] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/360-361.
[406] Buharı, daeva 65; Muslin, zikir 28-29; Tirmizî daevât
59; İbn Mace. edeb 56: Muvalla, Kur'ân 21; Ahmet b. Hanbel, II, 302.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/361.
[407] A. Davudoglu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, XI,
30; Nevevî, Şerhü Müslim, XVII, 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/361.
[408] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/362.
[409] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/362.
[410] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/362-363.
[411] Tirmizi, Daevât 28; İbn Mace, Daevât 28; Nesaî,
istiâze 30, 65; Ahmed b. Hanbel. II, 306, 318,322.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/363.
[412] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/363-364.
[413] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/364.
[414] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/364-365.
[415] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/365.
[416] İsra (17), 80.
[417] Aliyyü’l-Kârî, Mirkatü'İ Meatih III, 129.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/365-366.
[418] îbn Mâce, edeb 29; Ahmed b. Hanbel, II, 26K,
408, 518; Nesaî, Amelü'l Yevmi ve'l-Leyleti, 519 hadis, nu. 929.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/366.
[419] Yusuf (12), 87.
[420] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/366-367.
[421] Buharı, tefsir XI. VI. 2: Müslim, isiiska 15-16;
Ahmed h. Hanhcl, VI. 66; Tiımizi. Tefsir XI-VI, 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/367-368.
[422] Enfal (8), 33
[423] A. payudoğlıi. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, V.
56-57.
[424] Ahkaf (46), 24.
[425] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/368-369.
[426] Buharı, istiska 23; Nesaî, İstiska 15; İbn Mâce, dua
21; Ahmed b. Hanbel. VI, 41. 90. 119, 129, 138, 166, 190,223.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/369.
[427] Kamer (54), 19-20.
[428] Zâriyât (5), 41-42.
[429] Hıcr (15), 22.
[430] Rum (30), 46.
[431] Abdulhalik Duran, el Ezkâr Tercemesi, 220-211.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/369-370.
[432] Müslim, istiska 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/370-371.
[433] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, V,
53-54.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/371.
[434] Ahmed b. Hanbel. V. 193. 195, Ne.saî, amelü'l-Yevmi
ve'I-Levltiti, 525. hadis nu. 945-946.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/371-372.
[435] el-Münâvi. Feyzü'l-Kadir, VI, 399.
[436] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/372.
[437] Buharı. bedü"l-Halk 15p Müslim, zikr 82;
Tirmizî. Daavat 56: Ahmed b. Hanbel, II, 306, 321, 364.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/372-373.
[438] K. Miras. Tecrid-i Sarih Terecine ve Şerhi, IX. 76-77
birinci baskı.
[439] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/373.
[440] Concordance'da bu baba numara verilmemiştir.
[441] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/374.
[442] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/374.
[443] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/374-375.
[444] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/375.
[445] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/376.
[446] İbn Hacer, el Askalanî. el-Metalihü'l Âliyye, II-289;
d-Heysemî. Mecmeıızzevaid, IV, 59; el Münâvi, Feyzül-Kadir, VI. 238.
[447] Aynı yerler.
[448] Azimâbadî, Avnü'l-Mabûd, XIV. 9; el Mübarekfuri.
Tuhfetu'l-Ahvazi, V. 107.
[449] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/376-377.
[450] Müslim. Uilıare 101; Ahmed b. Hanbel. VI, 212.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/377.
[451] İbn Kesir. en-Nihaye, 1. 541: İbn Hacer. Fethu'l-Bârî,
XII. 4. Mısır 1959.
[452] Heybemi. Mecmeuzzevaid, IX, 175; el-Mülteki.
Kenzu'l-Ummal, XVI, 284.
[453] İ. Canan (Doç. Dr.), Hz. Peygamberin Sünnetinde
Terbiye, 81.
[454] Abdullah Nasırı Ulvân, İslanıda Aile Eğitimi,
(Çeviren: C. Yıldırım), I, 85.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/377-378.
[455] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/378.
[456] İsrâ (17) 64.
[457] İbn Esir, en-Nihâye, III, 349.
[458] Avnü'l-Mabud, XIV, II.
[459] Naim Erdoğan, Tam Şia'atü'l-lslâm, 841.
[460] Ibn Mace. nikah 27.
[461] Tirmizî. Tesirül Kur'an 2991.
[462] el-Münâvî, Feyzü'l-Kadir, V, 307; Aynî,
Uındetü'l-Kari, II. 266.
[463] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/378-380.
[464] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/381.
[465] Ebû Davud, zekât 38; Ne.saî, zekat 72; Ahmed b.
Hanbel, II, 68, 96, 99, 127.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/381-382.
[466] A. Davudoğlu, Selamet Yolları, IV, 357-358.
[467] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/382-383.
[468] Yunus (10), 94.
[469] Hadid (57)3.
[470] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/383.
[471] Bakara (2). 286.
[472] Müslim iman 201;Buharî iman 15, talak 11; Ebu Davud,
talak 15.
[473] Müslim, iman 136: Buharî, bcd'u'l-halk 11.
[474] Müslim, iman 134 (214).
[475] Müslim, iman 134 (212).
[476] İsmail Hakkı Bursevî, Ruhu'l-Beyan, IV. 80.
[477] Mektubat, Onbirinci mekfub s. 36.
[478] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/384-386.
[479] Müslim, iman 132.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/386.
[480] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/386-387.
[481] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/387.
[482] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/387.
[483] Buharî, megazi 56. feraiz 29; Müslim, iman 114-115;
İbn Mace, hudud 36; Darimî, siyer 82; Buyü 62, feraiz 2; Ahmed b. Hanbel, I,
l69, 174, 170, V. 38, 46.
[484] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/388-389.
[485] Ahzâb(33), 5.
[486] İbn Hacer el-Askalanî, Fethü'I-Bâri, XV, 57, Mısır
1959.
[487] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/389-391.
[488] Müslim. Itk 18-19; Tırmizî, Vesaya5; Darimî, siyer
83; Ahmed b. Hanbel, IV, 238, V, 267.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/391.
[489] Müslim, Itk 18-20; Tirmizî, Vesaya 5; Darimî, siyer
83: Ahmed b. Hanbel, IV,187, 238, V, 267.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/391-392.
[490] Davudoğlu, Sahih-i Müslim, VII, 580.
[491] H. Hadipoğlu, Sünen-i İbn Mâce Terceme ve Şerhi, VII,
248.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/392.
[492] Tirmizî. menakıb 74; Ahmed b. Hanbel, II, 361, 524.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/392-393.
[493] el Hucurat (49), 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/393-394.
[494] Ebû Davud, edeb 5121; Müslim, imare 57; Ahmed İbn
Hanbel, II, 488; İbn Mâce, iten 3948; Abdurrezzak, el-Musannef 20707.
[495] İbn Mâce, iten 3949; İbn Hanbel, IV, 117, 160; Ebû
Davud, edeb 5119.
[496] İslamî Bilgiler Ansiklopedisi, I, 243, Asabiyye md.,
Dergah yayınları.
[497] Hak Dini Kur'an Dili, I, 484.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/394-396.
[498] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/396.
[499] Mirkatü'l-Mefâtîh, IV, 661.
[500] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/396-397.
[501] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/397.
[502] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/397.
[503] İbn Mâce, fiten 7;Ahmed b. Hanbel, IV. 107, 160.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/397-398.
[504] Mâide (5), 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/398.
[505] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/398.
[506] Şuara(26), 214.
[507] Eşref Edip, Asr-ı Saadet, IV, 317, Şamil Yayınevi
Neşri.
[508] Buharı, mezâlim 4, ikrah 7, Müslim, birr 62; Tirmizî,
fiten 68; Darirni, rikak 40; Ahmed b. Hanbel, 111,99, 201,324.
[509] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/398-399.
[510] Müslim, imare 57; Nesaî tahrim 28; İbn Mace, fiten 7;
Ahmed b. Hanbel, II, 306, 488.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/399-400.
[511] A. Davudoğlu, Suhih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX,
19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/400.
[512] Buharî, feraiz 24; Tirmizi, mcnakıb 65; Nesaî zekat
96; Darimi siyer. 81.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/400.
[513] el Munavî. Abdurrauf. Fevziı'l Kadir, I, 87-88.
[514] el Mubarekfûrî, Tuhfetü'l-Ahvezî, X, 402.
[515] Buharı, feraiz 24; Tirmizî, menâkıb 65; Nesaî, zekat
96; Dârimi, diyet 81.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/400-401.
[516] İbn Mâce, hadis no: 2784.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/401.
[517] Buharı, eraiz 24.
[518] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/401-402.
[519] Tirmizî, zühd 54; Ahmed b. Hanbel, IV, 130.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/402.
[520] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/403.
[521] Tirmizî, zühd 54.
[522] Buharı, edailü aşna bin nebi yy 6, edeb 95-96, akkanı
10; birr 161-164; Tirmizi, Zühd 50; Ahmed b. Hanbel, III, 104, 110, 165,
167-168, 172-173, 178, 192,200,202,207-208,213, 226, 228, 255, 276, 283, 288.
[523] Ebû Davud, 5127 nolu hadis; Tirmizî, zühd 50.
[524] Müslim, birr 37.
[525] Tirmizi, zühd 53.
[526] Buhari,iman 9, 14, ikrah I, edeb 42; Müslim,, iman
67; Ebû Davud, zekat 5; Nesai, iman 2-4, İbn Mace. iten 23; Ahmed b. Hanbel,
II, 103, 114, 172, 174, 230, 248, 275 288.
[527] Buharî. ezan 36, zekât 16. rikak 24, hudud 19;
Müslim, zekât 9l;Tirmizî, Zühd 53; Nesai kudât 2; Muvatta, şea'r 4; Ahmed b. Hanbel,
II, 439.
[528] Ebû Davud, edeb 131.
[529] Muvatta, şear 16; Ahmed b. Hanbel, V, 229, 233, 237,
239, 328.
[530] Müslim, birr 38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/403-406.
[531] Buhârî, edeb 95-96. ahkâm 10, edailüssahabe 6; Müslim
birr 161-161-164, Tirmizî, zühd 50;Darimî, rikak 71; Ahmed b. Hanbel, III, 104,
110, 165, 167-168, 172-173. 178, 192, 197, 200, 202-203, 207-208, 226-228, 255,
276, 283, 288, V, 154, 166.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/406-407.
[532] Buharı, edeb 96; Müslim, birr 165; Tirmizî, zühd 50;
daavat 98; Darimî, rikak 71; Ahmed b. Hanbel, 1,392, III, 104, 110, 159, 165,
167-168, 172-173, 178, 102^ 198,200,202,207-108, 2İ3, 222, 226-228, 336, 394,
IV, 107, 239-241, 392, 395, 398, 405.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/407.
[533] Davudoğlu Ahmed. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, X,
610-611.
[534] Münâvî, Feyzü'l-Kadir, VI, 265-266.
[535] Furkan (25), 27-29.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/407-408.
[536] Tirmizî, zühd 39, edeb 57; İbn Mâce. edeb 37; Darimî,
siyer 13; Ahmed b. Hanbel, V, 274.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/408.
[537] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/408-409.
[538] Müslim, imare 133; Tirmizî, ilim 14; Ahmed b. Hanbel,
IV, 120, V, 274, 357.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/409.
[539] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX,
92.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/409-410.
[540] Ahmed b. Hanbel, V, 194, VI, 450.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/410.
[541] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/410.
[542] Buhârî, zekât 21; edeb 36-37, tevhid 31; Müslim, birr
145; Tirmizî, ilim 14,65; Ahmed b. Hanbel, IV, 400, 403, 409.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/411.
[543] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, X,
593.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/411.
[544] Nesaî, zekat 65.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/411.
[545] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/412.
[546] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/412.
[547] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/412.
[548] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/412.
[549] Ebû Davud, 5136 nolu hadis; M. Hamidullah, İslam
Peygamberi, I, 219.
[550] Neml (27), 30.
[551] El Askalanî, İbn Hacer, Fethü'l Bârî, I, 455, Mısır
1959.
[552] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/412-413.
[553] Buharî, bedü'1-vahy 6, cihad 102, tesir süre 3/4;
Müslim, cihad 73; Ahmed b. Hanbel. I, 263, VI, 58.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/413-414.
[554] Nisa (4), 36.
[555] Buharî, edeb 35.
[556] Taha (20), 47.
[557] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/414-415.
[558] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/415.
[559] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/415.
[560] Mütercim Asım, Kamus, II, 152.
[561] Muhammed er-Razi, es-Sihah, 38.
[562] Müslim, birr 14.
[563] Duman Dr. M. Zeki. Kur'an-ı Kerim'de Adabı Muaşeret,
174.
[564] Buhârî, el-Edebu'1-Müfred Tercemesi, A. Fikri Yavuz,
1, 15.
[565] Duman, M. Zeki, a.g.e.s. 175.
[566] İsra (17), 23-24.
[567] Kurtubî, el-Cami, X, 209.
[568] Buharı, istizan 35.
[569] Duman M-Zeki. a.g.e.s 170-171.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/416-417.
[570] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VII,
586.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/418.
[571] Ebu Davud. talak 10; Tirmizî talak 36; İbn Mâce,
talak 36; Ahmed b. Hanbel, IV, 33, 211.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/418-419.
[572] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/419-420.
[573] İbn Mâce, talak 36.
[574] H. Hadiboğlu, Sünen-i İbn Mâce Terecine ve Şerhi, VI,
24-26.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/420-421.
[575] Tirmizî, birr 1, İbn Mâce, edeb 1; Ahmed b. Hanbel, V,
3, 5.
[576] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/421-422.
[577] Buharî, edeb 3.
[578] a.g.e.
[579] İsrâ (16), 23.
[580] Kurtubî, el-Câmi, X, 209.
[581] Lukman (31), 14.
[582] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/422-423.
[583] Müslim, birr 1; İbn Mâce, edeb 1; Ahmed b. Hanbel, V,
3, 5.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/423.
[584] Müslim, birr I.
[585] Ra'd (13),21.
[586] Buharı, edeb 10, bed'ül-Vahy 6; Müslim, cihad 73;
Ahmed b. Hanbel, 1,81, 202.
[587] Müslim, birr 16.
[588] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, X,
496.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınevi: 16/424-425.
[589] Buharî, edeb 4; Müslim, iman 146; Tirmizî, birr 4;
Ahmed b. Hanbel II, 216.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/425.
[590] En'âm (6), 108.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/425-426.
[591] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, I,
380.
[592] M. Ebu Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi, (Çeviren: A.
Şener), 278.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/426.
[593] İbn Mâce, edeb 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınevi: 16/426-427.
[594] İbrahim (14), 41.
[595] Cemel, Şerhü'I Cemel, III, 405.
[596] el Mübarekfûrî, Tuhfetü'l-Ahvezî, IV, 315.
[597] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/427-428.
[598] Müslim, birr 11-13; Tirmizî, birr 5; Ahmed b. Hanbel,
II, 88, 91, 97.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/428.
[599] A, Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, X,
493.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/428.
[600] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/429.
[601] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/429.
[602] A. Davudoğlu, İbn Âbidin Tercemesi, IV, 464.
[603] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/429-430.
[604] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/430-431.
[605] Tekvir (8l).8-9.
[606] Bekir Karlığa,, Çetiner Bedreddin, Hadislerle
Kur'an-i Kerim Tefsiri, XV, 8326.
[607] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/431-432.
[608] Tirmizî, birr 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/432.
[609] Buharı, zekat 10; Müslim, birr 147; Tirmizî, birr 13;
Ahmed b. Hanbel, IV, 33, 88, 166, 243.
[610] İbn Mâce, edeb 6, hadis nu. 3578.
[611] İbn Mace. edeb 6, hadis nu. 3679.
[612] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/432-433.
[613] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/433.
[614] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/433-434.
[615] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/434.
[616] Münzirî, et-Tergib ve't-Terhib, III, 249.
[617] a.g.e III, 300.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/434-435.
[618] Buhari, takık 25, edeb 24; Müslim, zühd 42; Tirmizî,
biır 14; Muvatta, şea'î 5; Ahmed b. Hanbel, II, 375, V, 333.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/435-436.
[619] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/436.
[620] Buharı, edeb 28, Müslim bin. 140- 141; Tirmizî, birr
28; İbn Mace. edeb 4; Ahmed b. Hanbel, 11,85, 160, 259, 305, 445,458, 514. V,
32, 365. VI, 52.91, 125, 187,238.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/436.
[621] Heytemî, Mecmeuzzevaid, V1Iİ, 168; el Münziri,
et-Tergib, XIII, 353.
[622] Aynî, Umdetü'1-Kari, XXII, 108.
[623] A Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, X,
591-592.
[624] İbn Hacer d-Askalanî, Fethul Bari, XIII, 5X Kahire
1959; Heytemî, Mecmeuzzevaid, VIII, 165.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/437.
[625] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/437-438.
[626] Mümtehine (60), 8.
[627] Heytemî. Mecmeuzzevâid, VIII, 165.
[628] Prof. Dr. M. Ali Haşimî, Kur'an ve Sünnette
Müslümanın Şahsiyeti, s. 112. Risale
[629] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/438-439.
[630] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/439-440.
[631] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/440.
[632] Buharı, edeb 31, 85, rikak 23; Müslim, lukata 14,
iman 74-75, 77; Ebû Davud, el'ime 5; Tirmizi, bin; 43, kıyame 50: İbn Mace,
edeb 5; Darimî, et'ime 11; Muvatta, sıfatüinnebiy 22; Ahmed b. Hanbel, II,
1/4,267,269,463, III. 76, IV, 31. V, 412, VI. 69, 384, 385.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/440.
[633] Bk. Nisa (4), 36.
[634] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, I,
271-272.
[635] Müslim; iman 76.
[636] a.g.e. 74.
[637] Kamil Miras, Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, VII,
549-551. Birinci baskı.
[638] Es Serkavî, Fethu'l-Mübdi, III, 329.
[639] Tirmizî, zühd il; Ibn Mace fiten 12; Muvatta,
hüsnü'l-huluk 3; Ahmed b. Hanbel, I, 201.
[640] Kaf (50), 18.
[641] Çöğenli M. Sa'di, Bayram Ali, Abidler Yolu, s.
107-108.
[642] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/441-442.
[643] Buharı, edeb 32, şüf a 3, hibe 16.
[644] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/442-443.
[645] Aynî, Umdetü'l, Kari, XXII, 108.
[646] Nisa (4), 35.
[647] Buharı, hiyel 14-15; Ahmed, VI, 390.
[648] Kurtubi, el Cami li âhkami'l-Kur'an, V, 184-185.
[649] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/443-444.
[650] İbn Mace, vesaya I.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/444.
[651] Aclûnî. Keşfü'l-Hafâ, II. 31.
[652] Ahmed b. Hanbel.II. 340.
[653] Nesaî, işretü'n-nisa 1.
[654] Ebu Davud 4985 nolu hadis.
[655] Ankebût (29), 45.
[656] Ebu Davud, et’ime 50.
[657] Müslim, eymân 41.
[658] İbn Mace, edeb 10.
[659] Müslim, eymân 45.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/444-445.
[660] Buhari. iman 22, cdeb44; Müslim, eyman 38,40:
Tirmizî, birr 29, tefsir 22/1; Ahmed b. Hanbel, V, 161, İbn Mace. edeb 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/446.
[661] Buharı, iman 22, edeb 44; Müslim, eyman 38, 40,
Tîrmizî, birr29. Ahmed b. Hanbel. V, 161, İbn Mace. edeb 10.
[662] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/446-447.
[663] Müslim, eyman 35; Tirmizi birr 30.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/447-448.
[664] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/448.
[665] Ahmed b. Hanbel; V, 168, 173.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/448-449.
[666] Aynî, Umdetü'I-Kari, XXII, 208.
[667] a.g.e.
[668] A. Davudoğlu. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VIII,
265-266.
[669] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/449-450.
[670] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/450-451.
[671] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/451.
[672] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/451.
[673] Tirmizi, bîrr 31.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/451-452.
[674] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/452.
[675] Buharı, hudud 45; Müslim, eyman 37; Tirmizî, birr 30;
Ahmed b. Hanbel, II, 431, 500.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/452-453.
[676] Bilmen, Ö. Nasuhi, Hukuk-ı İslamiyye ve İstilahat-ı
Fıkhiyye Kamusu, II, 10.
[677] Nur (24), 4.
[678] es-Sabûnî, Kur'an-i Kerim'in Ahkâm Tefsiri, (Çeviren:
Mazhar Taşkesenlioğlu), II, 97.
[679] Bilmen, Ö.N.a.g.e., 111,231.
[680] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/453-454.
[681] Müslim, eyman 31-33.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/454.
[682] Buharı, ıtk 20; Müslim, birr 112-116; Ebu Davud,
hudud 38.
[683] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/454-455.
[684] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/455-456.
[685] Müslim, eyman 29.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/456-457.
[686] A Davudoğlu Sahih-î Müslim Terceme ve Şerhi, VIII,
253.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/457.