124-125. Kölenin (Efendisine Karşı) Samimi Olması Hakkında. 5

125-126. Köleyi Efendisine Karşı Kışkırtan Kimse Hakkında (Gelen Hadisler) 5

126-127. (Eve Girmek İçin) İstizan (İzin İsteme) Hakkında (Gelen Hadisler) 6

(Başkasının Evine Girmek İçin) Nasıl İzin İstenir?. 10

127-128. (Başkasının Evine Girmek İçin) İzin İsteneceğinde (Ev Sahibine) Kaç Defa Selam Verilir?  12

Kişinin Kapıyı Çalarak İzin İstemesinin Hükmü. 18

128-129. Kişinin (Bir Yere) Davetli Olması (Oraya Girebilmesi İçin) İzin (Sayılır) Mı?  20

129-130. Kişinin (Evinde Genellikle) Açık-Saçık Bulunduğu Üç Vakitte (Evine Girmek İçin) İzin İstemenin Önemi 21

130-131. Selamı Yaymak. 24

131-132. Selam Nasıl Verilir?. 27

132-133. Selamı Önce Veren Kimsenin Fazileti 30

133-134. Öncelikle Selam Vermek Kime Düşer?. 31

134-135. Bir Adam Yanından Ayrıldığı Adamla Karşılaşınca Selam Verir Mi?. 32

135-136. Çocuklara Selam Vermenin Hukmu. 35

136-137. Kadınlara Selam Vermenin Hükmü. 36

137-138. Müslüman Ülkesinde Yaşayan Azınlıklara Selâm Vermenin Hükmü. 36

138-139. Meclisten Kalkınca Selâm Vermenin Hükmü. 40

139-140. Selâmı "Aleykesselâm" Şeklinde Vermek Mekruhtur. 41

140-141. (Bir Cemaat Adına O) Cemaatten Bir Tek Kimsenin Selam Alması (Yeterlidir) 42

141-142. Musafaha (El Sıkışma) 42

Sabah Ve İkindi Namazlarından Sonra Müsafaha Yapmak (Caiz Midir?) 45

142-143. Kucaklaşma. 47

143-144. Ayağa Kalkma Hakkında (Gelen Hadisler) 50

144-145. Kişinin Kendi Oğlan Çocuğunu Öpmesinin Hükmü. 55

145-146. İki Gözün Arasından Öpmenin Hükmü. 56

146-147. Yanaktan Öpmenin Hükmü. 57

147-148. El Öpme Hakkında (Gelen Hadis) 58

148-149. Vücudu Öpmenin Hükmü. 58

149-150. "Allah Beni Sana Feda Etsin' Demenin Hükmü. 62

150-151 Bir Kimsenin (Diğer Bir Kimseye): "Allah Gözünü Aydın Etsin" Demesinin Hükmü  63

151-152. Bir Kimsenin Diğer Bir Kimse İçin Ayağa Kalkmasının Hükmü". 64

152- 153. Bir Adamın Diğer Bir Adama: "Allah Seni Korusun" Demesinin Hükmü. 68

153-154. Bir Adam (Kendisine): "Falan Adamın Sana Selamı Var" Diyen Kimseye Nasıl Karşılık Verir?  69

154-155. Bir Kimsenin Diğer Bir Kimseye 'Lebbeyk: Buyur Emrindeyim" Demesinin Hükmü  70

155-156. Bir Kimsenin Diğer Bir Kimseye: "Allah Sen(in Yüzünü) Güldür(Meye Devam Et)sin" Demesinin Hükmü. 71

156-157. Bina Konusunda (Gelen Hadisler) 72

İslamda Mesken. 72

1) Mesken Ve Kültür: 72

1- Mikro Plânda Mesken. 75

a- Genişlik. 75

b- Plân. 77

Hz. Peygamber'in Evinin Plânı 79

c- Evin Seyyâleti 80

d- Sabit Unsurlar. 81

Hela: 82

Banyo: 83

e- Dar Ev Ve Çocuk. 83

f- Mefruşat 87

Sergi: 87

Karyola: 88

Yatak : 88

Perde: 89

Leğen: 89

Kandil : 89

g- Mahremiyet 90

Dâhili Mahremiyet 91

h- Tezyin (Dekor) 92

Evlerin Kontrolü: 95

İ. Manevi Hava. 95

İ. Mesken Siyâseti 97

1. Fuzûli İnşaat Yasağı 97

2- Herkese Bir Ev: 99

3- Binaların Yüksekliği: 99

4- Müdâhale: 101

5-Mesken Telakkisi : 104

6- Şer'î Mesken: 105

157-158. Yüksek Kat Yaptırmanın Hükmü. 107

158-159. Arabistan Kirazı Ağacını Kesmenin Hükmü. 108

159-160. Yollardan (Gelip Geçeni) Rahatsız Eden Engelleri Kaldırmanın Fazileti 110

160-161. Geceleyin (Evlerde Yanmakta Olan) Ateş(Ler)İ Söndürme Hakkında (Gelen Hadisler) 113

161- 162. Yılanları Öldürme Hakkında. 114

162-163. Kertenkele'nin Öldürülmesi 121

163-164. Küçük (Kırmızı) Karıncaları Öldürmenin Hükmü. 124

164-165. Kurbağa Öldürmenin Hükmü. 127

165-166. Fiske Taşı (Atmanın Hukmu) 127

166-167. Sünnet Olmak. 128

Hitanın Sıhhî Yönden Faideleri: 129

167-168. Kadınların Erkeklerle Beraber Yolda Yürümeleri 129

168-169. İnsanın Dehre Sövmesi(Nin Hükmü) 131

 

 


 

124-125. Kölenin (Efendisine Karşı) Samimi Olması Hakkında

 

5169... Hz. Abdullah b. Ömer'den (rivayet edildiğine göre); Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Muhakkak ki köle efendisine karşı samimi olup Allah'a ibadetini de güzel yaparsa, onun için iki defa sevap vardır."[1]

 

Açıklama

 

"Samimiyet" diye tercüme ettiğimiz "nasaha" kelimesi "nasihat" kökünden alınma olup nasihat edilen kimseye hazz ve nasip toplamak manasına gelir ki bundan murad, halinin iyiliğini istemek, onu noksanlardan kurtarmak ve hilekârlıktan tasfiye etmektir.

Bu rivayetler, köleyi dürüst hareket ederek sahibinin malında samimâ-ne çalışmaya, onu korumaya teşvik etmektedir. Çünkü köle sahibinin ma­lında bir çoban mesabesindedir. Çoban sürüsünden nasıl mes'ulse o da sa­hibinin malından öyle mes'uldur.

İki ecir meselesine gelince, bunun biri sahibine canla başla hizmet et­tiği için, diğeri de Rabbine güzelce ibadet ettiğindendif. Burada "kölenin ecri sahibinin ecrinden fazla olmuyor mu?" diye bir sual hatıra gelebilir-se de Kirmanı bunda bir mahzur olmadığını bildirmiştir. Yahutta bir ci­hetten kölenin ecri fazla, başka cihetten de sahibinin ecri fazla olabilir.

Kölenin memlûk yani nıilk olmakla vasıflandırılması, her köle mem­lûk, yani milk olmadığı içindir. Çünkü köle sözü umumidir. Bütün insan­lar Allah'ın kullan, köleleridir. Fakat herbiri memlûk değildir.[2]

 

125-126. Köleyi Efendisine Karşı Kışkırtan Kimse Hakkında (Gelen Hadisler)

 

5170... Hz. Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Bir kimsenin karısını yahutta kölesini kendisine karşı kışkırtan kimse bizden değildir."[3]

 

Açıklama

 

"Habbebe" kelimesi bozmak ve aldatmak gibi  manalara gelir. Burada bir köleyi ya da bir kadını tahrik ederek kafasını bozmak suretiyle efendisiyle arasını açmak ve onun aleyhine geçirmek anlamında kullanılmıştır.

Metinde geçen "bizden değildir" cümlesi "İslam ahkâmı üzerinde de­ğildir" demektir.

 

Çünkü, hilekârlık, İslâm çizgisi üzerinde yürüyen kimsenin vasfı değil, bu çizgiden çıkan facirlerin vasfıdır.[4] Onların vasfı alçaklıktır ve böyle kimseler cennete (ilk) girenlerden de olamazlar.[5]

Kocasına kızarak evini terk eden bir kadını müsafir ederek kocasının hatırı için bile olsa ona bol bol ikramda bulunarak kocasının evini küçüm­semesine ve kocasından soğumasına yol açan kimse de bu hadisin hük­müne girer.[6]

 

126-127. (Eve Girmek İçin) İstizan (İzin İsteme) Hakkında (Gelen Hadisler)

 

İzin isteme (istizan): Yüce Allah Mü'min kullarını en yüce edeblerde edeblendirirken: "Ey iman edenler, kendi evlerinizden başka evlere sahipleriyle tanışıklık peyda etmeden ve selam vermeden girmeyin. Umulur ki iyice düşünür (hikmetini idrak eder)siniz."[7]

"Eğer orada bir kimse bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Şayet size geri dönün, derlerse hemen dönüp gidiniz. Bu sizin için daha temiz (bir davranışadır. Allah ne yaparsanız hakkıy­la bilendir."[8]

"Meskûn olmayan, içerisinde sizin için bir menfaat bulunan yerle­re girmenizde, sizin için bir günah yoktur. Açıklayacağınızı da gizle­yeceğinizi de Allah bilir."[9] buyurarak başkalarının evlerine izin olma­dan ve selam vermeden girmeyi yasaklamıştır.[10]

Ayet-i kerimede geçen istinas (tanışıklık peyda etme) kelimesi, "bir adamın yahut bir hayvanın vahşetinin gitmesiyle alışıp ülfet peyda etme­si,[11] ziyaretçilerin izin alması[12] gibi manalara gelir. Müfessirlerden bazılan "izin istemek" anlamındadır, derlerken bir kısmı da "ev sahibinin girmeye müsait olup olmadığını öğrenmek ve evde bir kimsenin olup ol­madığını anlamak" şeklinde tefsir etmişlerdir.[13]

Ahkâmü'l-Kur'ân sahibi Sabûnî der ki: "İstinas lafzından maksat, mücerred manada izin almak olmayıp, asıl maksat ev sahibinin ziyaretçi­yi kabule hazır olduğunu araştırıp tesbit etmek demektir."[14] Birçok me­deniyetsiz insanların yaptıkları gibi "baskın yaparcasına birdenbire ve vahşice girmeyip insaniyete layık ve hâle muvafık bir ünsiyet ibraz etmek demek olur.[15]

Bütün bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, her insanın kendi evinden baş­ka evlere girerken ev sahibini haberdar edip izin almadan ve selamdan sonra "buyurun" şeklinde hüsri-ü kabul gelmedikçe herhangi bir ev, da­ire v.s.'ye girmesi uygun bir hareket değildir. Allah teâlâ mü'minleri bun­dan men'etmiştir.

Akla şöyle bir soru gelebilir. "Acaba insanın kendi yakınları, dostları yanına girerken de izin alması gerekir mi?"

Bu âyetin hükmünün umûmî olduğunda bütün müfessirler ittifak etmiş olmaktan başka yüce mevla en yakın (küçük çocuklar ve hizmetçi) kim­seler hakkında bile bu konuda âyet inzal buyurmuş, ev halkının dahi biri-birlerinin odalarına girerken izin almalarını emretmiştir. Bu konuda is­tisnanın olmadığını İbn Abbas (r.a.)'den öğrenebiliriz. Atâ b. Ebi Rebah'ın naklettiğine göre İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: Rasulullah (s.a.)'a

Aynı evde oturduğumuz himayemdeki yetim kız kardeşimden de izin isteyecek miyim? dedim de bana:

Evet, dedi. Ben ruhsat vermesi için tekrar ettim. Kabul etmedi ve:

Sen-onları çıplak olarak görmek ister miydin? dedi. Ben:

Hayır, dedim.

O halde izin iste! buyurdu. Rasulullah (s.a.)'e tekrar müracaat etti­ğimde bana:

Allah'a itaati sever misin? buyurdu. Ben:

Evet dedim.

O halde izin iste! dedi.[16]

Bu hadis-i şeriften de anlaşılıyor ki bu konuda asla taviz yoktur. Her müslüman hoş görmeyeceği utanç verici hallerle karşılaşmamak için hem ev halkı bile olsalar birbirlerinden izin almadıkça birebirlerinin odalarına girmemelidirler. İster teklifsiz kabul ettiğimiz eş-dost ve akrabalar olsun, ister yabancı, hiç bir müslürnarun izin almadıkça kesinlikle girmemesi la­zımdır, "Adam sen de" dersek ya kovuluruz, ya da kovulmaktan da beter bir hale düşeriz. Öyleyse her mü'minin izzet-i nefsini koruması için yüce Allah'ın öğrettiği muaşeret esaslarına itina göstermesi icab eder.[17]

 

5171... Hz. Enes b. Malik'den (rivayet edildiğine göre, bir adam Pey­gamber (s.a.)'in odalarından birine başını uzatarak içeriye bakmış da Ra­sulullah (s.a.) bir mızrağın uc demiriyle veya bunlardan birkaç tanesiyle (buradaki şüphe raviye aittir) onun üzerine yürümüştü. (Ravi sözlerine devam ederek şöyle) dedi: Ben Rasulullah (s.a.)'m (elindeki bu temreni, o evinin içine bakan kimseye) saplamak için (Onun) üzerine saldırışını (hâlâ) görür gibiyim.[18]

 

5172... Hz. Ebu Hüreyre Rasulullah (s.a.)'i (şöyle) buyururken işittiği­ni söylemiştir:

"Kim bir cemaatin evin(in için)e izinleri olmadan bakar da (onlar da) onun gözünü çıkarırsa (o adamın bu) gözü heder olur."[19]

 

Açıklama

 

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifler izinsiz  olarak bir başkasının evine girmek şöyle dursun, bakmanın bile caiz olmadığım, böyle bir hareketin sahibinin gözünün he­der olmasına sebep olacak kadar ağır bir suç olduğunu ifade etmektedir­ler.

Bilindiği gibi heder; boşa gitmek demektir. Yani hakkında kısas ya da diyet davası açılamaması, kanının boşa akıp telef olması demektir. Binaenaleyh yabancı bir eve girmeden önce izin istemek farzdır. Bu hususta erkek ile kadın arasında bir fark olmadığı gibi sağlam ile kör arasında ve hür ile köle arasında da bir fark yoktur. Alimlerin cumhuru da bu görüş­tedir.[20]

Bir kimsenin yabancı bir evi gözetlemesinin haram olduğunda ittifak olmakla beraber bu suçu işleyen kimsenin men edilmesi, dövülmesi, göz­lerinin kör edilmesi halinde ne lazım geleceği hakkında ihtilâf vardır:

1. İmam Şafiî (r.a.) ile Ahmed b. Hanbel (r.a.)'e göre ev halkı evi izin­siz gözetleyen kimsenin gözünü kör etseler, kısas gerekmez. Ayrıca rönt­genci bir hak da taleb edemez.

Delileri ise mevzumuzu teşkil eden (5172) nolu hadisle: "Eğer evime muttali olmak için gözetlediğini bilsem şu demiri gözlerine sokardım. İçeri girmek için izin istemek ancak gözleri haramdan korumak için­dir."[21] mealindeki hadistir.

2. İmam Mâlik (r.a.) ile İmam Ebu Hanife (r.a.)'e göre ise röntgenci­nin gözünün kör edilmesi cinayettir. Dolayısıyla ya diyeti verilir, ya da kı­sas yapılır, delileri ise: "Cana can, göze göz buruna burun, kulağa ku­lak, dişe diş...(karşılıklıdır)"[22] âyetinin hükm-i umumisidir.

Buna göre, kim birinin gözünü -velev ki evini gözetlediği için olsa- kör etse, cani olur. Eğer kasden yapmışsa kısas yapılır. Hataen yapmışsa di­yetini verir...

Malikî ve Hanefî âlimleri Şafiî ve Hanbelilerin delil aldıkları "Her kim bir evi izinsiz olarak gözetlerse...” hadisini şöyle tevil ederler: Bir .

evin içini, o evdeki kadınları görmek için bakan kişi evvelâ menedilir. Tekrar gözetlerse o zaman zor kullanılır. İşte bu zor kullanma sırasında gözetleyenin gözü kör edilirse onun gözünün kanı heder olmuştur. Zira o adam zâlim ve haddi tecavüz etmiştir."

Bu mevzuda Cessâs şöyle der fakihler bu hadisin zahirinin hilafına hükmederler. Çünkü Ebû Hüreyre (r.a.)'nin rivayet ettiği bu hadis usûle muhalif olduğu için reddofunur. Usûle muhalif olduğu için reddolunan "zina çocuğu cennete girmez" ve "kim bir ölü yıkarsa kendisi de yı­kansın, kim bir cenazeyi taşırsa abdesti bozulması bile abdest alsın." hadisleri gibi reddolunur. Şüphe yok ki bir eve izinsiz giren kimsenin gö­zünü kör edene kısas lâzımdır."

Şafiî fakihlerinden iman Fahreddin Razî de şunları söyler: "Bilmiş olunuz ki "cana can, göze göz." âyeti bu hususta zayıf bir de­lildir. Zira onların "izinsiz bir eve girenin gözünü kör etmek caiz değil­dir" sözleri zayıftır. Çünkü içeri izinsiz girmekle gözetlemek ayrı şeydir. İçeri izinsiz giren adamı evde olanlar bilirler ve kaçarak örtünürler. Ama içeriyi gözetleyen! evde bulunanlar bilemezler, korunamazlar, dolayısıyla gözetleyici bir yabancının görmesi caiz olmayan şeyleri görebilir. Öy­leyse şer'î hükümde de gözetleyicinin bu davranışını önlemek için daha ağır bir ceza ile cezalandırılması icâb eder."

Bize göre Hanbeli ve Şafiîlerin delilleri daha kuvvetli ve bu bakımdan tercihe diğerlerinden daha şayandır.[23]

 

5173... Hz. Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"(Kişi evin içine baktı da) Bakış (eve) girdi mi, artık (eve girmek  için) izin (almaya lüzum) yoktur."[24]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif eve girmek için sahibinden izin. almanın hikmetini açıklamaktadır.Hadis-i şerifin açıklamasından anlaşılıyor ki, birisinin evine girmeden önce izin istemekten maksat, gözü ev halkının görülmesi haram olan yer­lerini görmekten korumak ve ev halkının görülmesini arzu etmedikleri özel hallerine muttali olmayı önlemektir.

Nitekim "Meskûn olmayan, içerisinde sizin için menfaat bulunan (ev ve) odalara girmenizde size bir vebal yoktur."[25] âyet-i kerimesi buna delalet ettiği gibi şu hadis-i şerif de bunu açıkça ifâde etmektedir:

1. Yesaroğlu Ata şunları anlatır: Bir adam Rasûlullah (s.a.)'a:

Ey Allah'ın Resulü! Annemin huzuruna girmek için izin isteyecekmiyim? diye sordu. O da:

Evet buyurdu. Adam:

Ben evde onunla beraber oturuyorum, deyince Rasûlullah (s.a.):

Ondan izin iste, dedi. Adam:

Ona ben hizmet ediyorum, dediğinde Rasûlullah (s.a.) yine:

Ondan izin iste, onu çıplak olarak görmek ister misin? dedi Adam:

Hayır, dedi Rasûlullah (s.a.) da:

O halde izin almadan yanına girme, buyurdu.[26]

Münzirî'nin açıklamasına göre bu hadisin senedinde Kesir b. Zeyd el-Eslemî vardır. Bu ravinin rivayet ettiği hadisler delil olamazlar.[27]

 

5174... Hüzeyl'den demiştir ki: Bir adam geldi -Osman (b. Ebî Şeybe bu adamın) Sa'd (b. Ebi Vakkas) olduğunu rivayet etti. Peygamber (a.s.)'ın kapısının önüne durup izin istedi ve kapının önüne dikildi.

Osman (b. Ebi Şeybe bu sözü) "kapıya karşı (dikildi)" diye rivayet et­ti.-

Peygamber (s.a.)'de ona: "Şöyle (dur kapı) senden (biraz sağda veya solda kalacak şekilde biraz sağa veya sola doğru çekil) yahutta şöyle (dur). Çünkü izin göz içindir" buyurdu.[28]

 

5175... (Bir Önceki hadisin) bir benzerini de Peygamber (s.a.)'den Sa'd (b. Ebi Vakkâs) rivayet etmiştir.[29]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerifler eve girmek için izin istemekten maksadın gözü ev halkının mahrem yerlerini görmekten korumak olduğu­nu açıkladıkları için izin istemek için kapıyı çaldıktan sonra ev sahibinin çıkmasını beklerken, kapı açılınca evin içini görecek şekilde kapının tam karşısında durmayıp sağa ya da sola çekilmek gerektiğini ifade etmekte­dirler.

Binaenaleyh içeri girmek için izin almak gayesiyle kapıyı çaldıktan sonra ev sahibinin çıkmasını beklerken içeriyi görmemek için kapının sağ veya sol tarafına çekilmek ve kapı açılınca derhâl içeriyi gözleri salma­mak yüce dinimizin arzu ettiği terbiyedendir.

Kapıyı çalmadan önce acaba içeride kimse var mı anlamında da olsa, kapıdan veya pencereden içeriye bakmamak, hem yüce Allah'ın: "Teces­süs etmeyiniz..."[30] âyet-i kerimesi ile hem de mevzumuzu teşkil eden babda yer alan hadislerle emr olunmuştur.[31]

 

(Başkasının Evine Girmek İçin) Nasıl İzin İstenir?[32]

 

5176... Kelede b. Hanbel'den (rivayet edildiğine göre) Safvan b. Ümeyye, kendisini (bir miktar) süt, bir ceylan yavrusu ve ufak cins birkaç salatalıkla Mekke'nin en yukarısında bulunan Peygamber (s.a.)'e gönder­miş.

(Kelede olayı şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber'in huzuruna) selâm ver­meden girdim. Bunun üzerine bana:

Geri dön ve esselâmü aleyküm (içeri girebilir miyim?) de! buyur­du.[33]

Bu (Olay) Safvan b. Ümeyye'nin müslüman oluşundan sonradır.

Amr (b. Ebî Süfyan) dedi ki: Bu hadisi bana (Ümeyye) b. Safvan Ke­lede b. Hanbel'den rivayet etti. (Fakat): "bunu ondan (kendi kulaklarım­la) işittim" demedi.

Ebu Davud dedi ki: (Her ne kadar hu hadis-i şerifi şeyhim İhn Beşşâr bana rivayet ederken Amr'dan sonra gelen ravinin ismini açıkça belirt­meden Ihn Safvan diye bildirmişse de bu hadisi hana rivayet eden ikinci şeyhim) Yahya b. Habib (o ravinin isminin) "Ümeyye b. Safvan' (olduğu­nu) rivayet etti. Ve yine (bu şeyhim) Yahya (h. Habih'in) haber verd(iği­ne göre) Amr b. Abdillah b. Safvan (bu hadisi) kendisine Kelede b. Han-bel'in bildirdiğini söylemiştir.[34]

 

5177... RibTden demiştir ki: Âmir oğullarından bir adamın bildirdiği­ne göre, kendisi Peygamber (s.a.) evde iken "Girebilir miyim?" diyerek izin istemiş de Peygamber (s.a.) hizmetçisine: "Şu adam(ın yanın)a çık ve ona izin istemeyi öğret, ona: "Esselâmü aleyküm girebilir miyim de(mesini) söyle!" buyurmuş.

Adam da bunu işitmiş ve: "Esselâmü aleyküm girebilir miyim?" de­miş. Bunun üzerine Peygamber (s.a.) ona (girmesi için) izin vermiş, (o da Hz. Peygamberin huzuruna girmiştir.[35]

 

5178... Ribîb. Hıraş'dan demiştir ki: Bana haber verildiğine göre Âmir oğullarından bir adam (huzuruna girmek için) Peygamber (s.a.)'den izin istemiş" (Daha sonra Hiraş, bir önceki hadisin manasını (rivayet etti).

Ebu Davud dedi ki: Aynı şekilde (bu hadisi, bize) Müsedde, Ebu Avâ-ne'den o Mahsur'dan, o da Rib'Tden rivayet etti. (Ancak bu rivayete gö­re Rib'î) -Âmir oğullarından birinden rivayet edilmiştir- (sözünü) söyle­miştir.[36]

 

5179... Âmir oğullarından bir adamdan (rivayet edildiğine göre) ken­disi Peygamber (s.a.)'den (huzuruna girmek üzere) izin istemiş, (sözü ge­çen adam hadisin bundan sonraki kısmında 5177 nolu hadisin) manasını (rivayet etmiş ve) şöyle demiştir: Ben Hz. Peygamberdin hizmetçisine: Çık da şu adama izin istemesini ve "esselâmü aleyküm girebilir miyim?" demesini öğret, dediğini) işittim de bunun üzerine "esselâmü aleyküm gi­rebilir miyim?" dedim ve (yanına girdim.)[37]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şeriflerin zahiri, yabancı bir eve girmeden önce izin istemenin ve selam vermenin lüzumuna delalet eder. Bütün fakihler bu görüştedirler. Nitekim: "Ey iman edenler, kendi (ev ve) odalarınızdan başka (evlere ve) odalara, sahip­leriyle alışkanlık peyda etmeden ve selâm vermeden girmeyin..."[38] âyet-i kerimesi de bunu ifade etmektedir. Ancak izin istemekle selam ver­mek aynı derecede değildir. İzin istemek farz, selam vermek ise sünnettir. Daha önce de açıkladığımız gibi, izin istemenin farz oluşu gözü ha­ramdan korumak içindir. Nitekim hadis-i şerifte "izin istemek ancak gözlerin haramdan korunması içindir." Duyurulmuştur.[39] Öyleyse izin istemek farz, selam vermek sünnettir. Hadis-i şerifte açıklandığı üze­re izin isteme "esselamü aleyküm, içeri girebilir miyim" şeklinde se­lamla başlamalıdır. Selamla başlamak şartıyla "içeri girebilir miyim" anlamına gelen başka sözler de kullanılabilir.[40]

 

127-128. (Başkasının Evine Girmek İçin) İzin İsteneceğinde (Ev Sahibine) Kaç Defa Selam Verilir?

 

5180... Ebû Said el-Hudrî'den demiştir ki:

Ensar'ın meclislerinden bir mecliste oturuyordum. Hz. Ebu Musa, korkmuş bir halde (yanımıza) çıkageldi. Kendisine:

Seni korkutan şey nedir? dedik. O:

Ömer, yanına varmam için bana emir vermişti. Ben de (kapısının) ya­nma varıp (içeri girmek için) üç defa izin istedim, (fakat) bana izin veril­medi. Ben de geri döndüm. (Bir de baktım Ömer hemen arkamdan yetiş­ti ve bana):

Yanıma (girip) gelmene engel olan nedir? dedi. Ben de:

Ben geldim. (İçeri girebilmem için) üç defa izin istedim. (Fakat) izin verilmedi. Rasûlullah (s.a.) de: "Sizin biriniz (içeri girmek için) üç defa izin ister de kendisine izin verilmezse geri dönsün" diye buyurmuştu, dedim. (Bunun üzerine Hz. Ömer):

Buna dair mutlaka bir delil getirmelisin! dedi. (Ravi Ebu Said sözle­rine şöyle devam etti:) Bunun üzerine (orda bulunan ben) Ebu Said (Hz, Ebu Musa'ya):

Seninle (buradan) kavmin en küçüğünden başkası kalkmaz diye ce­vap verdi(m) ve (ben) Ebu Said onunla beraber kalktı(m) ve o hadis(in doğruluğu) hakkında şahitlik etti(m).[41]

 

5181... Hz. Ebu Musa (el-Eşârî, yani Abdullah b. Kays)'dan (rivayet edildiğine göre) kendisi (birgün) Hz. Ömer'in (kapısının) yanma varmış (birincisinde): "Ebu Musa izin istiyor" (ikincisinde): "el Eş'arî izin isti­yor" (üçüncüsünde): "Abdullah b. Kays izizn istiyor" diyerek (içeri gir­mek için) izin istemiş de kendisine izin verilmemiş. Bunun üzerine geri dönmüş. Hemen arkasından Hz. Ömer ona (geri gelmesi için haber) gön­dermiş (de tekrar Hz. Ömer'in huzuruna gelmiş. Bunun üzerine Hz. Ömer, O'na): "Seni geri çeviren sebep nedir?" diye sormuş O da:

Rasûlullah (s.a.): "Biriniz üç defa izin ister de izin verilirse (içeri girsin), yoksa dönüp gitsin" buyurdu (da onun için dönüp gitmiştim) di­ye cevap vermiş, (Hz. Ömer de):

Bunun hakkında bana bir delil getir" demiş, bunun üzerine (Hz. Ebu Musa) hemen gitmiş ve (bir süre) sonra (yanında (Hz. Übeyy b. Ka'b ile birlik) dönmüş.

İşte Übeyy! (Söz konusu hadis hakkında şahitlik edecek) demiş. Hz. Ubey de:

Ey Ömer, Rasûlullah (s.a.)'ın sahabileri üzerinde bir işkence olma; demiş.

Ömer de:

Rasûlullah (s.a.)'ın ashabı üzerinde bir işkence olmayacağım, de­miş.[42]

 

Açıklama

 

İmam Nevevî'ye göre Hz. Ebu Said el-Hudrî, Ebu Musa'ya karşı söylediği: "Seninle buradan (bu ha­dise şahitlik etmek için) kavmin en küçüğünden başkası kalkmaz" sözüy­le Hz. Ömer'in Hz. Ebu Musa'ya karşı takındığı sert tavrı reddetmek is­temiştir. Çünkü Hz. Ebû Said el-Hudrî'nin meclisin yaşça en küçüğü ola­rak Hz. Ömer'in huzuruna varıp Hz. Ebu Musa lehine şahitlik etmesi:

Ey Ömer! Hz. Ebu Musa'nın söylediği bu söz meşhur bir hadistir. Bunu büyüklerimiz bildiği gibi, küçüklerimiz bile bilir. Bunun hadis ol­duğuna şahitlik etmek için büyüklerimizin bu işe kalkışmasına gerek yok­tur. Bunu bu cemaatin en küçüğü olan ben bile yapabilirim, demek anla­mına gelir.

Aslında Hz. Ömer 'in Hz. Ebu Musa'ya karşı bu kadar sert ve titiz dav­ranması onun yalan söylemesine ihtimal verdiği için olmadığı gibi habe­ri vahidi kabul etmediği için de değildir.

Hz. Ömer, Hz. Ebu Musa'ya .karşı takındığı bu tavırla rastgele, şahit­siz hadis rivayet etme çığırın açılmasına, yalancı ve münafıkların da bu­nu meslek haline getirmelerini imkân vermemek, bu yolun açılmasını önlemek istemiştir.

Nitekim Hz. Ubeyy:

Ey Ömer Rasûlullah (s.a.)'ın sahabilerine bir işkence olma, dediği vakit, Hz. Ömer'in:

Subhanallah, ben bir söz işittim, sadece onun aslı olup olmadığını an­lamak istedim,[43] diye cevap vermesi de bunu gösterir.

İmam Nevevî diyor ki "Ulema izin istemenin meşru olduğunda icma etmişlerdir. Bu hususta, Kur'an, Sünnet ve icma-i ümmetten birçok delil­ler vardır. Bu işin sünnet vechi, selam verip en çok üç defa izin istemek­tir. Nitekim bu cihet, Kur'an-i Kerimde tasrih buyurulmuştur. Ulema se­lamın mı önce verileceği, yoksa izinin mi önce isteneceği hususunda ihti­lâf etmiştir. Sünnetin ifade ettiği muhakkik ulemanın da kail olduğu sahih kavle göre, evvelâ selam verilir, sonra "gireyim mi?" diye izin istenir. Üçüncü bir kavle göre -ki bü kavil ulemamızdan Marûdî'nin mezhebidir. İzin isteyen kimse içeriye girmezden önce ev sahibini görürse, evvelâ se­lâm verir. Aksi takdirde evvelâ izin ister, selamın önce verileceği husu­sunda Peygamber (s.a.)'den iki sahih hadis rivayet olunmuştur.

Üç defa izin ister de kendisine izin verilmez ve hane sahibinin işitme­diğini zannederse bu hususta üç mezheb vardır: Bunların en meşhur ola­nına göre, oradan dönüp gider, izin istemeyi tekrarlamaz. İkinci kavle gö­re izin istemeye devam eder, üçüncü kavle göre izin kelimesiyle söze baş­lamışsa onu (bir daha) tekrarlamaz. Başka bir sözle izin istemişse tekrar­lar. Bu hususta en açık delille amel etmek isteyenin hücceti Rasûlullah (s.a.)'ın bu hadiste bildirilen: "Kendisine izin verilmezse geri dönsün" sözüdür.

Bu rivayetler kapıya gelen bir müslümanın sadece selam vermekle ye­tinmeyip kendisini ev sahibine bildirmesininin lüzumuna, ashab-ı kiramın hak uğrunda kimseden korkmadıklarına bir delildir.[44]

Her ne kadar (5180) nolu hadis-i şerifte, Hz. Ömer'e karşı Ebu Musa hadisi hakkında şahitlik eden kimsenin Hz. Ebu Said olduğunu ifade edi­lirken (5181) numaralı hadiste o kimsenin Hz. Übeyy b. Ka'b olduğu ifa­de ediliyorsa da bu durum iki hadis arasında bir uyuşmazlık olduğunu göstermez. Çünkü bu hadisin sıhhatine önce Hz. Ebu Said şahitlik etmiş, sonra da Hz. Übeyy şahitlik etmiş olabilir.[45]

 

Bazı  Hükümler

 

1. Başkasının evine girmek için izin istemek arz kılınmıştır.

2. İzinden önce selam verilir.

3. Selâm üçe kadar tekrarlanabilir.

4. Sedd-i Zerayi (kötülüğe giden yolları kapamak) İslamiyyette önem­li bir esastır.

5. İlk anda bu hadisten hareketle; haber-i vahid delil olamaz. Çünkü bu hadisi rivayet eden bir kişidir. O da yanılmış olabilir diye bir hükme varılabilirse de Hafız İbn Hacer'in açıklamasına göre bazı ilim adamları bu hadis-i şeriflerin zahirine sarılarak "haber-i vahitin delil olamayacağını" söylemişlerse de aslında bu hadis-i şeriflerde Hz. Ömer'in haberi vahidi reddettiğine ve dolayısıyla haber-i vahidin delil olamayacağına dair bir ifade veya delalet yoktur. Çünkü Hz. Ebu Musa'nın hadisini aynı şekilde Hz. Ebu Said'in rivayet etmesi onu haber-i vahidlikten çıkarıp tevatür de­recesine çıkaramaz."

Buna Hz. Ubeyy'in de şehadet etmesiyle bu haberin mütevatir olduğu anlaşılmıştır da Hz. Ömer ondan sonra bunu hüccet olarak kabul etmiş­tir." diye de itiraz edilemez. Çünkü Hz. Ömer bu hadisin sahihliğini ka­bul etmek için Hz. Ebu Said el-Hudri'nin şahitliğiyle yetinmişti. Hz. Ubeyy sonradan ve kendiliğinden bir şahidlik daha yaptı.

Ayrıca buraya kadar olan açıklamalarımızdan da anlaşılacağı üzere Hz. Ebû Musa'dan bu hadisin sıhhatine dair ısrarlı bir şekilde şahid getir­mesini istemesi, Hz. Ebu Musa'ya veya onun rivayet ettiği bu hadise gü­vensizliğinden değil, münafıkların ve yalancıların açacakları rastgele ha­disi rivayet etme çığırını kapamak içindir. Hz. Ömer'in hayatı boyunca haber-i ahadla amel etmiş olması da bunu gösterir.[46]

 

5182... Ubeyd b. Umeyr'den (rivayet edildiğine göre Hz. Ebu Musa (el-Eş'ârî) Hz. Ömer'den (yanına girmek için) izin istemiş; (Ubeyd bu ri­vayetine devam ederek) şu (bir önceki hadiste anlatılan) olayı (naklettti ve) bu rivayetinde (şunları da) söyledi:

Sonra (Hz. Ebu Musa) Hz. Ebu Said'le birlikte (Hz. Ömer'in huzuru­na) gitti ve hadis(in sıhhati) hakkında şahitlik etti. Bunun üzerine (Hz. Ömer, Hz. Ebu Musa'ya): "Demek Resul~i Ekrem'in emrinden olan bu (hadis) bana gizli kalmış. Beni (bunu öğrenmekten) pazarlarda (yaptığım) alışverişler alıkoydu. Fakat sen (bundan sonra benim yanıma girmek is­tediğin zaman) istediğin kadar selam ver. (Ama şahsımla ilgili olan bu meselede benden izin almana lüzum görmediğimden) izin istemezsin" de­di.[47]

 

5183... (Şu (bir önceki hadiste anlatılan) olay Hz. Ebu Musa el-Eş'ârî1-den bir de (oğlu) Ebu Bürde b. Ebi Musa kanalıyla (rivayet edilmiştir. Bu rivayete göre râvi Ebu Bürde şöyle) demiştir:

Bunun üzerine Hz. Ömer, (babam) Hz. Ebu Musa'ya şöyle dedi:

Şunu iyi bil ki, ben seni (bu hadisten dolayı) suçlamadım, Fakat Rasûlullah (s.a.)'dan hadis (nakletmek) çetin (bir iş)dir (de onun için üzerin­de böyle titizlikle durmak lüzumunu hissettim).[48]

 

5184... Rabi b. Ebi Abdirrahman ile onların bu konuda (bilgisi olan) birçok ilim adamlarından (rivayet edildiğine göre) Hz. Ömer, Hz. Ebu Musa'ya şöyle demiştir:

Şunu iyi bil ki ben (bu hadisten dolayı) Seni suçlamadım. Fakat hal­kın Rasûlullah (s.a) hakkında hadis uyduracağından endişe ettim.[49]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerifler, Hz. Ömer'in haber-i vahidle  amel  edilemeyeceği  görüşünde  olduğunu  iddia edenlerin aleyhine bir delildir. Çünkü bu hadis-i şerifler Hz. Ömer'in Ebu Musa el-Eş'ârî'nin rivayet ettiği (5180) ve (5181) nolu hadisleri kabul et­meyiş sebeplerinin ahad yolla rivayet edilmesi olmayıp, kötü niyetli kim­selerin şahidsiz olarak hadis rivayet etme çığırını açarak bu yolla İslama zarar vermeye çalışacaklarından endişe etmesi olduğunu ifade etmektedir.[50]

 

Bazı  Hükümler

 

1. Haber-i vahid (ahadla) amel etmek caiz  olmakla beraber, ahad yolla gelen hadisler üzerinde titizlik göstermek, İslam anlayışının gerektirdiği bir vecibedir.

2. Sedd-i zerayi' (kötülüğe giden yollan kapamak) kötülüğün derecesi nisbetinde önemli bir görevdir.

3. Büyük ilim adamlarının ve sahabilerin bile bir hadis-i şerifi işitme­miş veya öğrenmemiş olması mümkündür.

4. Bir kimsenin bir âlime tabi olurken onun bütün hadisleri bildiğine inanarak tabi olması ve körükörüne onu taklid etmesi caiz değildir.

5. Hadis rivayet etmek, çok dikkat isteyen bir iştir. Bu bakımdan hadis rivayet eden kimseden sened istemek, kendisini itham etmek anlamına gelmez.

6. Selam verildiği halde karşılık alınamadığı zaman, selam üç kereye kadar tekrarlanabilir.[51]

 

5185... Kays b. Sa'd (b. Ubade)'den demiştir ki:

(Birgün) Rasûlullah (s.a.) bizi ziyaret için evimize gelmişti:

Esselamü aleyküm ve rahmetullah, dedi (Babam) Sa'd de: Bu se­lamı sesini yükseltmeden hafifçe aldı. Bunun üzerine ben: "Rasûlullah (s.a.)'e (evimize girmesi için) izin vermiyor musun? dedim.

Sen O'nu bırak (biz selamı aldığımızı böyle hissettirmesek) bize se­lamı çoğaltır (biz de o selamlarla bereket buluruz), dedi. Hemen arkasın­dan Rasûlullah (s.a.) (ikinci defa olarak):

Esselamü aleyküm ve Rahmetullah, dedi (Babam) Sa'd (bu selamı da yine) alçak sesle aldı.

Sonra Rasûlullah (s.a.) (üçüncü defa olarak) "Esselamü aleyküm ve rahmetullah" dedi. Sonra da dönüp gitti ve (babam) Sa'd de arkasından varıp:

Ey Allah'ın Resulü! Ben senin selâmını işitiyordum, bize selâmı ço­ğaltman için (selâmını işittiğimi belli etmemeğe çalışarak) onu hafif bir sesle alıyordum, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) onunla dönüp gel­di. (Babam) Sa'd de (Onun yıkanmasını temin etmek maksadıyla) O'nun için su ve sabun (getirilmesini) emretti. (Bunlar derhal getirildi ve Hz. Peygamber de bunlarla) yıkandı. Sonra (babam) kendisine zâferanla veya alçehre ile boyanmış bir peştemal getirdi. (Hz, Peygamber de) ona sarın­dı. Sonra ellerini kaldırıp:

"Allahümme c'al salavâtike ve rahmeteke alâ âl-i Sa'd ibn Ubade! (Ey Allah, Sa'd b. Ubade ailesinin makamlarını yükselt ve onlara rahmet et!" diye dua etti. Sonra biraz yemek yeyip de ayrılmak isteyin­ce (babam) Sa'd kendisine üzeri kadife (palan) ile donatılmış bir merkep yaklaştırdı. Rasûlullah (s.a.) de ona bindi, (babam) Sa'd (bana): "Ey Kays! (evine kadar) Rasûlullah (s.a.)'e arkadaş ol" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.)'de bana: "Sen de bin!" buyurdu.

Ben de (Rasûlullah'ı rahatsız etmemek için) kabul etmedim. (Rasûlul­lah (s.a.):

Ya binersin yahutta (evine) dönersin, (benimle yaya olarak gelip de yorulma) dedi. Bunun üzerine (evime) dönüp gittim.

Hişam Ebu Mervân (bu hadisi) "Muhammed b. Abdurrahman b. Sa'd b. Zürare'den (şeklinde muan'an olarak rivayet etti.

Ebu Davüd dedi ki: Ömer b, Abdih Vâhid ile İbn Semaa da bu hadisi Kays b. Şadın ismini söylemeden Evzaî'den mürsel olarak rivayet etti­ler.[52]

 

Açıklama

 

Metinde geçen "g.s.l" kelimesi eğer gayın harının  fethasıyla "gasl" şeklinde okunursa "kendisiyle gusl edilecek su" anla­mına gelir fakat gayn harfinin kesresiyle "gisl" şeklinde okunursa, "gusul esnasında kullanılan ve temizliğin daha iyi yapılmasını sağlayan sabun, hatmi gibi maddeler" anlamına gelir.

Aslında zaferan kokusu sürünmek, yasaklandığı halde Hz. Peygambe­rin zâferanla boyanmış bir peştemala sarınması, iki şekilde yorumlanabi­lir.

a. Peştemaldan zaferemn kokusu çıkmış olduğu ve onda bu kokudan eser kalmadığı için bürünmüş olabilir.

b. Bu olay zâferan sürünmenin yasaklanmasından önce vukua gelmiş olabilir.

Aslında hayvanlara güçlerinin yetmediği bir yükü yüklemek caiz ol­madığı halde Hz. Peygamberin, hayvanın arkasına Hz. Kays'ı da bindir­meye kalkması, hayvanın ikisini de taşıyabilecek güçte olmasındandır. Hem de Hz. Kays'm o gün çocuk yaşta olduğu için hayvana bir yük teş­kil etmeyeceği içindir.

Hz. Peygamber'in evine girmek için izin istediği Hz. Sa'd b. Ubâde'ye selam verdiği halde onun Hz. Peygamberin selamına daha çok nail olmak ve bu selamlarla bereketlenmek ümidiyle bu selamları sessizce alması ve Hz. Peygamber'in de bu selâmı üç defa tekrarlaması, bir kimsenin selam verdiği kimseden selamına karşılık almaması halinde bu selamı üçe kadar tekrarlayabileceğine ve Peygamber varisi olan ulemanın ve salihlerin selamlarıyla teberrük etmenin önemine, ayrıca bir kimseden evine girmek için üç defa kapısı çalınarak izin istendiği halde cevap verilmediği takdir­de dönüp gitmek icap ettiğine delâlet etmektedir.[53]

 

5186... Hz. Abdullah b. Büşr'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) birinin kapısına geldiği zaman kapının tam karşısında durmazdı. Fakat sağa ya da sola çekilirdi ve (çıkan ev sahibine oradan): "Esselamü aleyküm, essela­mü aleyküm" derdi. Çünkü o günlerde evlere (in kapıları üzerinde per­deler yoktu.[54]

 

Açıklama

 

İzin istemek üzere varılan bir kapıyı çalarken, kapının biraz gerisinde durmak ve açıldığı zaman içeriyi görmeyecek şekilde kapının sağ ya da sol tarafına çekilmek, kapı açılınca derhal içeriye gözleri uzatmamak, Resulü Zişan efendimizin Sün­neti seniyyelerinden ve terbiye esaslarındandır.

Kapıyı çalmadan önce acaba içeride kimse var mı, anlamında da olsa kapıdan veya pencereden içeriye bakmamak hem yüce Allah'ın "tecessüs etmeyiniz..."[55] âyet-i kerimesine, hem de mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerife aykırıdır.

Doğrudan doğruya evin haremine açılan kapıların üzerine, kapı açılın­ca içerisinin görünmesine engel olacak şekilde perde tutmak icap eder. Fakat kapı açılınca içerisinin görünmesine engel teşkil edenicek bölme varsa o zaman buna luzüm olmadığı gibi, izin istemeye gelen kimsenin kapının sağına veya soluna çekilmesinde de lüzum yoktur. Bununla bera ber, sağa ya da sola çekilmek sünnete daha uygundur.[56]

 

Kişinin Kapıyı Çalarak İzin İstemesinin Hükmü[57]

 

5187... Hz. Câbir'den (rivayet edildiğine göre, babası Uhud savaşında şehid düşünce, babasının alacaklıları borçlarını almak için kapışma yığıl­dıkları gün) kendisi babasının borçları(nı erteletmek) için Peygamber (s.a.)'e gitti(ği bu olayı Hz. Câbir şöyle anlatıyor:)

Hz. Peygamberdin kapısına varınca kapıyı çaldım. (Hz. Peygamber):

Kim o? diye cevap verdi, (ben de):

Benim, dedim.

Sanki benim bu cevabımdan hoşlanmamış gibi:

Ben ben! dedi.[58]

 

5188... Nâfi Abdil Haris'den demiştir ki:

(Birgün) Rasûlüllah (s.a.)'le birlikte (Medine'nin bahçe aralarına) çık­mıştım. (Yine Rasûlüllah (s.a.)'le birlikte) bir bahçeye girdim. Bana "Ka­pıyı (içeriden sıkı) tut (da kimse izinsiz giremesin)" buyurdu. Hemen ar­kasından kapı çalındı. "Kim. o?" dedim. (Nâfi b. Abdil Haris sözlerine de­vam ederek bir önceki) hadisi rivayet etti.

Ebu Davud dedi ki: Ebu Musa el-Eş'arî hadisini[59] kast ederek dedi ki: Hz. Ebu Musa bu hadiste "kapıyı çaldı" kelimesini rivayet etti.[60]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şeriflerden anlaşılıyor ki ziyaretçiler,  misafir olarak gittikleri evin kapısını zamanın ve örfün gereği şekilde ya elle veya zil varsa zile basmak suretiyle çalarak izin istemelidirler. Asr-ı saadette, evler hurma dallarından ve çoğunlukla tek katlı basit yapılardan olduğu için o zaman halk birikirlerinin kapıları­nı ya elle çalarak veya evdelilerin duyabileceği bir sesle 'Aselâmün aleykum girebilir miyim" demek suretiyle ev sahibini haberdar ediyorlar­dı.[61] Zamanımızda binalar ve kapıları asr-ı saadettekine benzemediği ve o şekilde selamlayıp sesi işittirme mümkün olamayacağı için ''bugün de her yerde izin alma şekli aynıdır" demek mümkün değildir. Şu halde şart­lar neyi gerektiriyorsa o şekilde ve kimseyi rahatsız etmeyecek tarzda ev sahibini haberdar etmelidir.

Eve sahibi içerden "kim o?" diyecek olursa buna verilecek cevap da önemlidir. Sadece "ben" demek kendini tanıtmaya kafi gelmeyebilir. Bu nedenle Rasûlüllah (s.a.) bu şekildeki mücerred "ben" lafızıyla tanıtma şeklinden hoşlanmamiştır.[62]

Binaenaleyh kapıyı çalan kişinin "kim o" sorusuna sadece "ben" diye­rek cevap vermekle yetinmeyip bu kelimeye ismini, o da yetmezse künyesini veya lakabını da eklemesi gerekir. Aksi takdirde güya kendisini tanıtmak için söylenen "ben" kelimesi sahibini tanıtmaya yetmeyeceği için anlamsız bir kelime hükmünde kalır. Hz. Peygamberin bu cevabı beğen­memesinin sebebi de budur.

Gerçi bazan insan ev sahibiyle çok yakın bir tanışıklığı olduğu için ev sahibi onu sesinden tanıyabilir. Bu durumda sadece "benim" diye cevap vermek yeterli olabilir. Hz. Cabir'in Hz. Peygamber kendisini sesinden tanıdığı için böyle sadece "ben" kelimesiyle cevap vermiş olduğu düşü­nebilir.

Böyle olduğunu kabul ettiğimiz takdirde, Hz. Peygamberin onun bu cevabını beğenmemesi ona izin alma edebini öğretmek istemesine bağla­nabileceği gibi, Hz. Cabir'in "ben" cevabını vermeden önce selam ver­meyi terk etmesine de bağlanabilir.

Bu mevzuda İmam Nevevî şöyle diyor: "İnsanın kapısını çaldığı ev sa­hibine kendini tanıtmak için dışarıdan "ben" diye seslenmesi kendini ta­nıtıcı ve mübhemliği giderici hiçbir mana taşımadığından dışarıdan ken­dini tanıtmak için bu şekilde cevap vermek mekruhtur. Bu gibi durumlar­da insanın ismini söyleyerek "ben falancayım" şeklinde cevap vermesi gerekir. Bunu söyledikten sonra Hz. Ümmühani'in yaptığı gibi kendini künyesiyle tanıtmasında[63] bir sakınca olmadığı gibi, çok meşhur olan bir unvanıyla tanıtmasında da bir sakınca yoktur. "Ben rriüfti Ahrned'im", "Kadı Mehmedim." "Şeyh Ali'yim"... gibi.[64]

 

128-129. Kişinin (Bir Yere) Davetli Olması (Oraya Girebilmesi İçin) İzin (Sayılır) Mı?

 

5189... Hz. Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: Bir kimsenin diğer bir kimseye (davet için)el-çisi(ni göndermesi, o kimsenin evine girmesine) izin vermesi (de­mektir."[65]

 

5190... Hz. Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöy­le buyurmuştur:

"Biriniz bir yemeğe davet edilir de ( o davete ev sahibinin gönderdi­ği) elçiyle gelirse bu (eve girmek hususunda) kendisi için bir izindir."

Ebu Dâvûd dedi ki: Denildiğine göre Kaîâde, Ebû Rafı den hiçbir şey  gitmemiştir.

Ebu Alı el Lulüî dedi ki: Ben Ebu Davud'u şöyle derken işittim. "Katâde Ebu RafT den hiçbir şey işitmemiştir."[66]

 

Açıklama

 

Bir kimsenin diğer bir kimseyi bir dâvetçi ile evine dâyet etmesj halinde, davetlinin, davetli olduğu eve elçi ile birlikte gelmesi, içeri germesi için de bir izin anlamına geldi­ğinden içeri girmesi için ayrıca bir izin istemesine ihtiyaç yoktur.

Bununla beraber, ihtiyaten izin istemesi iyi olur. Özellikle ev, erkekler için ayrılmamışsa o zaman bu ihtiyata riâyet etmek daha iyi olur. Nitekim Rasulu Ekrem efendimiz, Suffa ashabını Hz. Ebu Hüreyre aracılığı ile da­vet ettiği zaman onlar kapıya Hz. Ebu Hüreyre ile birlikte geldikleri hal­de, yine içeri girmek için izin istediler. Beyhakî, "Bir kimse yanında dâ­vetçi olsa bile içinde ecnebi kadın bulunan bir eve kesinlikle giremez" de­miştir.

Davetlinin yanında dâvetçinin veya elçinin bulunmaması halinde ise izin istemeden içeri girmek asla caiz değildir.[67]

 

129-130. Kişinin (Evinde Genellikle) Açık-Saçık Bulunduğu Üç Vakitte (Evine Girmek İçin) İzin İstemenin Önemi

 

5191... Ubeydullah b. Ebi Yezid'den (rivayet edildiğine göre, kendisi) Hz. İbn Abbas'ı şöyle derken işitmiş:

(Bir âyet-i kerime vardır ki); insanların çoğu (sanki) onunla emr olun­mamışlar (gibi hareket ediyorlar. Bu âyet) izin âyetidir. Ben şu cariyeme dahi (sözü geçen âyetin emri uyarınca üç vakitte) yanıma izin alarak gir­mesini emr ediyorum.

Ebu Davud der ki: Aynı şekilde Hz. İbn Abbas'dan bu hadisi (yani) üç vakitte evlere girerken izin istemeyi emrettiğini, Atâ da rivayet etti.[68]

 

5192... Hz. îkrime'den (rivayet edildiğine göre) Irak halkından bir ce­maatin Hz. İbn Abbas'a:

Ey Abbas'ın oğlu! İçinde bulunan emirlerle emrolunduğumuz halde, hiç kimsenin kendisiyle amel etmediği aziz ve celil olan Allah'ın şu: "Ey iman edenler, sağ elinizin mâlik olduğu (köle ve cariyeler) bir de siz­den olup da henüz bulûğ çağına girmemiş (küçük)ler (şu) üç vakitte, sabah namazından sonra (odanıza girecek olurlarsa) sizden izin istesin­ler. Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanma girip-çıkmakta size de onlara da ne sizin üzerine bir vebal yoktur..." buyruğu hakkında gö­rüşün nedir? diye sormuşlar.

El-Ka'nebî (yani râvi Abdullah b. Mesleme, bu âyet-i kerimeyi âye­tin sonunda yer alan): "Hakkıyla bilendir ve hikmet sahibidir" (kelime­lerin) kadar okudu.

Hz. İbn Abbas da şöyle demiş:

Allah mü'minlere karşı çok yumuşak ve merhametlidir. Örtünmeyi (bu nedenle onların sürekli örtünmelerini ister. Bu âyet-i kerime nazil ol­duğu sıralarda ise halkın) evlerinde perdeler ve özel hazırlanmış (kilitli) odalar da yoktu. Bazan hizmetçiler, çocuklar yahutta adamın (yanında, başkasından) öksüz kalmış kız çocuğu adam hanımı ile cinsi münasebet­te iken odasına giriverebiliyordu.

İşte bu yüzden (yüce) Allah bu açık saçıklık vakitlerinde onlara (oda­lara girmek için) izin istemeyi emretti. (Sonra da) onlara örtüyü ve hayrı getirdi. Ve ben (bu örtünme ve hayır geldikten sonra) bu âyetle amel eden

bir kimseyi görmedim.

Ebu Davud dedi ki: Ubeyduîlah ile Atâ rivayet ettikleri (bir Önceki) ha­dis, bu hadisi zayıflatmaktadır.[69]

 

Açıklama

 

Metinde "İzin âyeti" diye sözü seçen âyetin  tamamı şu mealdedir: "Ey İman edenler, ellerinizin altında olan (köle ve cariye)ler ve sizden henüz ergenlik çağına gelmemiş olanlar, sabah namazından önce, öğle sıcağında soyundu­ğunuz zaman ve yatsı namazından sonra yanınıza girecekleri vakit, üç defa izin istesinler. Bu vakitlerin dışında biribirinizin yanına girip çıkmakta size de onlara da sorumluluk yoktur. Allah size âyetleri böylece açıklar ve Allah (herşeyi) hakkıyla bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir."[70]

Yüce Allah "öğle sıcağında elbisenizi çıkaracağınız zaman" âyetiyle öğle öncesi uyku vaktinde elbiselerin çıkarılmasına sarahaten cevaz vermiştir. Bu vaktin az olduğuna da "hin" kelimesiyle işaret etmiştir. "Şafak vakti ile, yatsı namazı sonrası için elbisenizi çıkardığınız za­man" ifadesi kullanılmamıştır. Çünkü bu saatlerde herkes yatacağı için zaten elbiselerin çıkarılacağı bellidir. Öğle vaktinde hizmetçi ve cariyele­rin odalara girişi izne bağlanınca, elbetteki sabah namazı öncesi ve yatsı sonrası vakitlerdeki girişler de izne tabi olacaklardır. Zira bu vakitler so­yunma, istirahat ve uyku vakitleridir. Müfessirlerin açıklamalarına göre, bu âyetteki izin isteme, emri köle ve cariyelerle henüz baliğ olmayan hür çocuklar yani sabiler hakkındadır. Bir de bunların ki her defasında değil, yalnız şu üç vakittedir.

1. Sabah namazından önce. Çünkü yataktan kalkıp giyinmek zamanı­dır.                                                                                          

2. Yatsı namazından sonra. Yatmak için soyunulduğu zamandır.

3. Öğle sıcağında soyunulduğu zaman. Bu vakit kaylûle (öğle uykusu) vaktidir.[71]

Âyette geçen "sağ elinizin malik olduğu" sözüyle kasdedilenler köle ve cariyelerdir. Cumhurun görüşü budur.[72] Hz. İbn Ömer'le Mücâhid âyetin zahirine sarılarak bu emrin sadece erkek kölelere ait olduğunu söy­lemişlerdir.[73]

Ayetteki hitabın zahiri, henüz bulûğe ermemiş küçük çocuklara yöne­lik ise de aslında büyük çocukları da içine atmaktadır. Çünkü henüz bu­lûğ çağına gelmemiş çocukların adı geçen vakitlerde başkalarının odala­rına izinsiz olarak girmeleri yasaklandığına göre daha büyük yaşta olan­ların girmeleri evleviyetle yasaklanmış demektir.

Ayetteki "sizden izin istesinler" emrinin zahiri izin istemenin farz ol­duğuna delâlet eder. Bazı âlimler de âyetin zahiriyle amel etmişlerdir. Cumhur ise izin istemenin arz değil, müstehab olduğu görüşündedirler.[74]

Cumhur-i ulemaya göre bu âyet-i kerime neshedilmemiştir. Muhkem­dir. Bazıları ise bu âyetin neshedildiğini söylerler.[75]

Bu âyet-i kerime muhkem olup onun herhangi bir kısmı neshedilmediği halde, insanlar bununla gerçekten az amel etmektedirler.

Hz. Abdullah insanların bu durumunu hoş karşılamazdı. İbn Ebi Ha-tim'in Ebu Zür'a kanalıyla... Said ibn Cübeyr'den rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiş: "İnsanlar üç âyeti terk etmiş ve onlarla amel etmemişler­dir. Bunlar:

"Ey İman edenler, elleriniz altında olan köle ve cariyelerle, sizden henüz ergenlik çağına girmemiş olanlar... izin istesinler."[76] âyeti ile Nisa süresindeki: "Miras taksim olunurken yakınlar, yetimler ve miskinler de hazır bulunursa onları da rıziklandırın"[77] âyeti ve Hucurât süresindeki: "Gerçekten Allah katında en değerliniz, ondan en çok korkanımzdır."[78] âyetidir.[79]

Musannif Ebu Davud'un da ifade ettiği gibi mevzumuzu teşkil eden bu (5191) ve (5192) numaralı hadisler arasında zahiren bir çelişki görülmek­tedir. Çünkü (5191) numaralı hadis-i şerifte, halkın bu âyet-i kerimede ge­çen izin isteme emrine uymadıkları ifade edilirken (5192) numaralı hadis-i şerifte söz konusu vakitlerde halkın izin alarak odalara girme kuralını terk etmeleri, Allah'ın onlara evlerine kapılar takıp üzerlerini de perdeler­le örtmelerine ve yatmak için özel odalar tahsis edip odaların kapılarını kimsenin izinsiz olarak girmesine imkan vermeyecek şekilde kapamakla emr olunmalarına bağlanmaktadır. Bir başka ifadeyle halkın bu üç vakit­te evlere izinsiz olarak girme yasağını terk etmeleri halkın yüce Allah'ın örtünme emrine uyarak özel yatak odaları edinip kapılarını iyice örtmele­rine bağlanmaktadır. Metinde geçen "Sonra da onlara örtüyü ve hayrı getirdi" sözünden anlaşılan budur. Yani halk yatmak için özel yatak oda­ları edinip de kapılarını iyice örttükten sonra söz konusu vakitlerde her­hangi bir kimsenin evine girmek isteyen bir çocuk veya köle kapının ka­palı ve kilitli olduğunu görünce içerdekilerin yatmakta olduklarını görüp izin almaktan vazgeçip dönüp gitmiştir. Halk da bu yüzden bu meselele­rin  üzerinde durmaz olmuştur. Meseleye böyle baktığımız zaman ikinci hadis birincinin tefsiri gibi olur. Netikim, bazı nüshalarda ikinci hadisin birincinin tefsiri olduğu ifade edilmektedir. (Hadisin sonundaki Ebû Da­vud'un talikinden köşeli parantez içine aldığımız kelime buna işaret et­mektedir.) Ancak bazı nüshalarda birinci hadisin ikincisini ifsat ettiği ifâ­de edilmektedir. Fakat meseleye böyle bakınca bile bu iki hadisin arasını te'lif etmek mümkündür. Nitekim Fethü'l-Vedûd isimli eserde şöyle de­niyor: (5193) numaralı hadis (5192) numaralı hadise aykırı görülmekte­dir. Ancak bu hadisin arası şu şekilde telif edilebilir. (5191) nolu hadis, Hz. İbn Abbas'ın eski görüşünü (5192) numaralı hadis de sonraki görüşü­nü ifade etmektedir. Yahutta (5191) numaralı hadis, bu üç vakitte evlere girmek için izin istemenin mendup olduğuna, eğer evin kapısı ve perdesi yoksa, veya evde dışarıya tamamen kapalı özel yatak odası yoksa, sözü geçen vakitlerde evlere girmek için izin istemenin vacib olduğuna, erkek­lerin bulunduğu muhafazalı bir eve girmek için izin istemenin vacib ol­madığına delalet eder.

Günümüzde insanlar genellikle kapısı ve örtüsü bulunan evlerde, elbi­seli olarak bulunmaktadırlar. Kapısız ve perdesiz evlerde ikamet nâdir gö­rülen olaylardandır.[80] (5192) numaralı hadiste ise, halkın kapılara perde tutma emri geldikten sonra izin isteyerek evlere girme kuralına uymaya ihtiyaç kalmadığını zannederek bu âyetle amel etmeyi terk ettikleri ifade edilmektedir.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, cumhuru ulemâ herhâlükârda bu üç vakitte köle ve çocuklar da dahil olmak üzere evlere girerken izin isteme­nin mendup olduğunu söylemişlerdir.[81]

 

130-131. Selamı Yaymak

 

5193... Hz. Ebû Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Varlığım elinde olan zata yemin olsun ki siz iman etmedikçe cen­nete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de (gerçek manada) iman etmiş olmazsınız.

Ben size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir iş göstere­yim mi? Selâmı aranızda yayınız."[82]

 

Açıklama

 

Selam, "seleme" fiilinden masdar olup her türlü ayıp ve fenalardan uzak olmak manasınadır.[83] "Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız" sözünün manası "imanınızın kemal bulması ve halinizin düzelmesi ancak biribirinizi sev­mekle olur" demektir.

Nevevî'ye göre "İman etmedikçe cennete giremezsiniz" cümlesinden maksat zahirî manadır. Binaenaleyh cennete girmek için mü'min olmak şarttır. Velevki iman-ı kamil olmasın. Yani cennete girmek mutlaka ima­na bağlıdır: İman-ı kamil sahibi olmak ise mü'minlerin birbirini sevme­sine bağlıdır.

İbn Salah diyor ki: Bu hadisin manası "sizin imanınız ancak birbirinizi sevmekle kemâl bulur. Eğer böyle.iman etmediyseniz cennete ilk giren­lerden olamazsınız" demektir: Yani siz iman-ı kâmil ile iman etmedikçe cennete ilk girenlerden olamazsınız. Birbirinizi sevmedikçe de iman-ı kâmil sahibi olamazsınız.

İmam Nevevî, îbn Salâh'in bu açıklamasının doğru olabileceğini söy­lemiştir. "Selâmı ifşa edin!" cümlesinde geçen "ifşa etmek" sözünden maksat, onu dağıtmak ve yaymaktır. Bu da tanıdık olsun olmasın karşıla­şılan her müslümana selam vermekle olur.

Selam vermek, müslümanlar arasında birleşip kaynaşmanın ve sevgi celbinin en başta gelen sebeplerindendir. Müslümanların birbirleriyle ta­nışmaları ve kendilerini başka milletlerden ayıran şiarlarını meydana çı­karmaları, onun ifşası sayesinde mümkün olur...

"Lâ tü'minûne cümlesi ekseri nüshalarda "nûn" suz olarak rivayet edilmiştir. Fiil, nehyolmadığı halde sonundan nûn'un düşmesi tahfif için­dir.[84]

Selam mevzuunda "el-Muhtar" isimli eserde şöyle denmektedir:

"Selamı işiten herkesin selamı alması farzdır. Topluluktan biri selam alınca diğerlerinden farz düşer. Selam vermek ise sünnettir. Selâm vere­nin aldığı sevap ise alanınkinden daha çoktur. Gayr-i müslimlere selam vermek mekruhtur. Onlardan selam almakta ise bir mahzur yoktur."[85]

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif müslümanlara kendi aralarında selamı yaymalarını emretmektedir. Meşhur olan görüşe göre bu emri yeri­ne getirmek sünnettir. Hz. İbn Abbas ile en-Nehaî'nin görüşü de budur.[86]

Müslümanların aralarında selamı yaymalarını   emreden hadislerden bazıları şu mealdedir:

"Bize Rasûlullah (s.a.) yedi şeyi emr, yedi şeyi de yasak etti:

Bize hasta ziyaret etmeyi, cenaze arkasından gitmeyi, aksırana, "yerahmükellah: Allah sana merhamet etsin" demeyi, yemin edenin yemini­ni yerine getirmesini, mazluma yardım etmeyi, davete icabet etmeyi ve selamı (aramızda) yaymayı emretti. Altından yüzük takmayı, gümüş kaplardan birşey içmeyi, eğer yastıklarını, kass ipliklerini, ipek, kalın ipek ve ibirişim giymeyle yasak etti."[87]

"Ey Nas! Selarîn yayınız, yemek yediriniz, akrabanızı ziyaret edi­niz. İnsanlar uykuda iken namaz kılınız, selametle cennete girersi­niz.[88]

 

5194... Abdullah b. Âmir'den (rivayet edildiğine göre) bir adam Rasûlullah(s.a.)'a:

İslamın hangi hasleti daha hayırlıdır? diye sormuş da (Hz. Peygamber): "Yemek yedirmen, ve tanıdığına da tanımadığına da selâm verınendir" buyurmuştur.[89]

 

Açıklama

 

Bazı hadis sarihlerinin açıklamasına göre, metinde geçen Eyyü'l-İslâm" kelimesinde İslâm kelime­sinden önce gizli bir "hisar kelimesi mevcuttur.[90] Bilindiği gibi "hisâl"; 'hasletler' anlamına gelir. Haslet ise ahlâk, huy demektir. Bu takdirde bu kelimenin yer aldığı cümle "islâmm getirdiği ahlâk esaslarından en hayır­lı olanı hangisidir" manasına gelmektedir.

Bu hadisin bütün râvilerinin Mısır'lı ve herbirinin büyük birer imam olması ender rastlanan garaibdendir.

Rasûlullah (s.a.)'e sual soran zâtın kim olduğu katiyyetle malum değil­se de Hz. Ebu Zer el-Gıfarî olduğunu söyleyenler vardır.[91]

İnsanların birbirlerini sevip saymaları, İslam nizamının bir rüknü oldu­ğu için Rasûlullah (s.a.) mezkûr nizamın sebebini teşkil eden yemek ye­dirmek, selamı ifşa ve biribirine hediye gönderme gibi şeylere teşvik et­miş, bunların zıddı olan küsüşme, tecessüs, kovuculuk ve iki yüzlülük gi­bi şeylerden nehyetmiştir.

Resulü Zişan efendimizin burada en hayırlı huy olarak yemek yedir­mekle her müslümana selam vermekten bahsetmesi, gerçekten bu iki hu­yun en hayırlı huylar olduğundan değildir. Efendimizin bu soruyu soran kimsenin bunları hakkıyla ifa etmediğini bildiğindendir. Çünkü Fahr-i Kâinat efendimiz muhatabının durumuna göre cevap verirdi. Yoksa ye­mek yedirmekle herkese selam vermek mutlak surette en hayırlı iş sayıla­mazlar.[92]

 

Bazı  Hükümler

 

1. Hadis-i şerifte müslümanları yemek yedirmeye teşvik vardır. Çünkü yemek ye­dirmek cömertliğin ve güzel ahlâkın alâmetlerindendir. Ayrıca bunda muhtaçlara yardım ve Hz. Peygamber'in Allah'a sığındığı açlık belasını belli bir ölçüde önleme vardır.

2. Müslümanların biribirlerine selam vererek aralarında selamı yayma­ları emredilmiştir. Çünkü bu hem onların biribirlerini sevmelerine yar­dımcı olur, hem de tevâzuya delalet eder.

3. Selamı hiçbir ayırım yapmadan tanıdık olsun veya olmasın bütün müslümanlara vermek emredilmektedir. Her ne kadar müslümanlann yahudi ve Hıri.stiyanlara önce selam vermeleri yasaklanmış[93] ve fasıklara selam vermek mekruh sayılmışsa da[94] onlarla ilgili hükümlerin delili mevzumuzu teşkil eden hadis değildir. Bu hadis selamı hiç ayırım yapma­dan bütün müslümanlara vermeyi emretmektedir. Nitekim İmam Nevevî de bu hadise bakarak insanların sadece tanıdıklarına selam verip tanıma­dıklarına selam vermemesinin kıyamet alameti olduğunu söylemiştir. Ni­tekim Tahavî'nin rivayet ettiği bir hadis bunu açıkça ifade etmektedir.[95] Fakat işi icabı çarşı pazar gibi kalabalık yerlerde dolaşan kimsenin bazı şahıslara selam vermesiyle sünnet ifa edilmiş olur. Bu gibi yerlerde her karşılaşılan kimseye selam verme görevi yoktur.[96] Bununla beraber fasık ile salih kimseleri ayırt etmenin mümkün olmadığı hallerde de mevzumu­zu teşkil eden hadisle amel edip herkese selam vermek asıldır.[97]

İslamiyet selamın yayılmasını emretmekle beraber bazı hallerde de se­lâmı yasaklamıştır. Fahr-i Kainat Efendimizin selam vermeyi yasaklamış olduğu yerleri de şöylece sıralayabiliriz:

1. Selam Allah'ın güzel isimlerinden birisi olduğu için temiz olmayan yerlerde zikredilmesi edebe uygun olmayacağından def-i hacet yapan kimseye selam verilmez. O halde iken selam verene icabette de bulunul­maz.[98]

2. Hamamda bulunan kimseler tesettüre, riayet ediyorlarsa selam veri­lir, değilse verilmez.[99]

İmam Gazzâlî diyor ki: Hamama girerken selam vermek gerekmez.Ancak kendisine selam verilen kimse "selam" kelimesini kullanmadan se­lâm alabilir.[100]

3.  Günaha sebep olan yahut bizzat günahla meşgul olanlara da selam verilmemelidir.[101]

Tavla oynayan, kuş uçuran, içki içen, kumar oynayan kimselere selâm verilmez. Ebu Yusuf ve Şafiî hazretleri satranç zihni geliştiren bir oyun olduğu için günaha sebep olmadığı müddetçe mubahtır. Oynayanlara da selam verilir, kanaatindedirler.

4.  Kur'an okuyan, hadis rivayet eden ve ilim müzakeresinde bulunan, vaaz veren kimselere de selam verilmez. Hayırlı bir işin kesilmesine se­bep olacağı için uygun görülmemiştir.[102]

5. Ezan okuyan, kamet getiren ve namaz kılan kimselere de selam verilmez.[103]

6. Fitneye sebeb olacağı endişesiyle genç ve yabancı kadınlara da se­lam verilmemelidir. Yaşlı ve mahrem olan kadınlara verilebilir.[104]

7. Mevzumuzu teşkil eden hadisin İslamın ilk yıllarında insanların kalplerini İslama meylettirmek için vârid olduğunu daha sonra kâfirlere ondan önce davranarak selam vermeyi yasaklayan (5205) numaralı hadis­le kâfirlerin bu hükmün dışında bırakılmış olduğunu söylemek de müm­kündür.[105]

 

131-132. Selam Nasıl Verilir?

 

5195... İmrân b. Husayn'dan demiştir ki: Bir adam Peygamber (s.a.)'e gelip "Esselamii aleyküm" dedi (Hz. Peygamber de) onun selamına aynı şekilde karşılık verdi ve (selam veren şahıs) oturdu. Bunun üzerine (Pey­gamber efendimiz)

On (sevap kazandı), buyurdu.   Sonra bir başkası gelip "Esselamii aleyküm ve rahmetullah" diyerek selam verdi (Hz. Peygamber) bu selamı da aldı, (o adam da yerine) oturdu. (Hz. peygamber bu adam için de:)

Yirmi (sevab kazandı), buyurdu. Sonra bir başkası daha geldi. O da:

Esselâmü aleyküm ve rahmetullah ve berakatüh, diye selâm verdi. (Hz. Peygamber) onun selamını da aldı. (Adam da yerine) oturdu. (Hz. Peygamber bu adam için de):

Otuz (sevap kazandı) buyurdu.[106]

 

5196... (Bir önceki hadisin) manası da (Seni b. Muaz b. Enes'in) baba­sından (naklen) Peygamber (s.a.)'den (rivayet edilmiştir. Ancak Râvi Mu­az b. Enes hadise şu cümleleri de) ilave etti:

Sonra bir başkası daha geldi ve "Esselâmü aleyküm verahmetüllahi ve berakâtühü ve mağfiratühü" diyerek selam verdi. (Hz. Peygamber bu adam içip):

Kırk (sevap kazandı) işte (selam da bulunan fazla kelimeler için) se­vap artışı böyle olur," buyurdu.[107]

 

Açıklama

 

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte, selamın "esselâmü aleyküm" şeklinde verilebileceği gibi "esselâmü aleyküm verahmetüllahi ve berakâtühü" ile "Esselâmü aley­küm ve rahmetullahi ve berekatühü ve mağfiratühü" şekillerinde de verilbileceğini ve "aleyküm" kelimesinden sonra kelimelerden her birisi için on sevap yazılacağından "Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi" şeklinde verilen sevabın "Esselamii aleyküm" şeklinde verilen selamdan daha sevablı "Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berakâtühü" şeklinde sela­mın da "Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi" şeklindeki selamdan daha sevablı olduğunu ifâde etmektedir.

Bir başka ifadeyle mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif "esselâmü aleyküm" diyerek selam veren kimseye on sevap; "esselâmü aleyküm ve rahmetullahi" diyerek selâm veren kimseye yirmi sevap, "Esselâmü aley­küm ve rahmetullahi ve berakâtühü" diyerek selam verene otuz sevap "Esselamii aleyküm verahmetüllahi ve berakütüh ve mağfiretühü" diye­rek selam verene de kırk sevap verileceğini ifâde etmektedir.

Ancak Reddü'l-Muhtar'da bu konuda İbn Abidin şöyle demektedir: "Tatarhanîye" de dedi ki: Selam veren için en efdali "Esselâmü aley­küm ve rahmetullahi ve berekatühü (Selam sizin üzerinize olsun, Allah'ın rahmeti ve bereketi de sizin üzerinize olsun)" demektir ve "berakâtühü" den sonra birşey eklemek uygun değildir. Cevap veren de aleykümusse-lâm ve rahmetullahi ve berakâtühü diyecektir."[108]

Nitekim Fetavây-i Hidiyye'de de aynı görüşlere yer verilerek Hz. İbn Abbas'm da bu görüşte olduğu[109] ifâde edilmektedir. Gerçekten bu mev­zuda gelen birçok hadis-i şerifler de bunu ifade etmektedir.[110]

Müfessirlerimiz: "Bir selamla selamlandığınız vakit, siz ondan da­ha güzeli ile selamı alın, yahut aynısıyla karşılık verin. Şüphesiz ki Allah herşeyin hakkını gerektiği gibi arayandır."[111] âyetinin gereğinin şu şekilde yerine getirilebileceğini açıklamışlardır.

"Bir müslüman 'esselâmü aleyküm' derse cevabında rahmet lâfzı ziya­de edilerek 've aleyküm selam ve rahmetullahi' denilir. Yine bir müslü­man 'Esselamü aleyküm ve rahmetullah' derse "berekât" lafzı ziyade edi­lerek: 've aleykümesselâm ve rahmetullah veberekâtühü' denilir. Selam veren selam, rahmet ve berekât lafızlarının üçünü birden söylerse ona da aynıyla cevap verilir.[112] Onun için ziyade söz konusu değildir. Çünkü Ra-sûlullah kendisine selâm veren kimselerin selamını böyle almıştır.

"Allah'ın işine mi şaşıyorsun? Allah'ın rahmeti ve bereketleri si­zin üzerinize olsun ey ev halkı! O övülmeğe layıktır. İyiliği boldur"[113] mealindeki âyet-i kerime de buna delalet etmektedir.[114]

Selam verirken harf-i tarifli olarak es-selamü aleykiim demekle, harfli tarifsiz olarak Selamün aleyküm demek pratikte pek farklı sayılmaz. Her iki şekilde de Kur'anda vaki olduğu için[115] her ikisiyle de selam verilebi­lir.[116] Aleykümesselâm diyerek harf-i tarifli olarak selam almak, aleyküm­selam, diyerek harf-i tarifsiz olarak selam almakdan daha faziletlidir.[117]

Sadece işaretle selam vermek caiz değildir.[118] Selam verirken sesi yük­seltmek evlâdır. Cevabda ise Hanefilere göre cehre (yüksek sese) lüzum görülmezken, Şafiîlere göre kalplere surûr bahşedeceği için alırken de cehr sünnettir. Dolayısıyla cehren mukabelede bulunulmalıdır.[119]

Rivayet edildiğine göre, Hıristiyanların selamlaşması elini ağzına koy­makla, yahudilerinki parmakla işaretleşmek yahut başkesip kıç kırmak (reverans)la, mecûsilerinki eğilmek, iki büklüm olmakla araplarınki de "Allah uzun ömürler versin" anlamına gelen "hayyakellah" demekle idi.[120]

Selâm verirken dikkat edilmesi gereken hususları şu şekilde sıralaya­biliriz:

1.  Mü'minlerin bulunduğu herhangi bir yere giren kimsenin orada bu­lunanlara selam vermesi bu konudaki adabın birinci esasıdır, diyebiliriz. Allah teâlâ Kur'an-ı Keriminde bunu: "Ey iman edenler, kendi evleri­nizden başka evlere girerken oradakilerle ünsiyet kurup selam ver­meden girmeyiniz."[121] âyeti ile emretmektedir.

2. Herhangi bir topluluğun yanma girerken selam Verildiği gibi ayrılır­ken de selam vermek sünnettir.[122]

3.  Selam, mü'minlerin şiarından olduğu için bir İslam diyarında dola­şan kimsenin tanıyıp tanımadığı herkese selam vermesi, Hz. Peygamber tarafından emredilmiştir.[123]

4. Karşılaşan iki kimseden küçük olanın büyüğe, az olan cemaatin çok olanlara, yürüyenin oturana, biniîi olanın yaya olana selam vermesi Rasû-lullah (s.a.) tarafından tesbit edilmiş âdâbdandır.[124]

5. Kadınlara ve çocuklara da selam verilebileceği[125] gibi mektupla da selam vermek yahut almak sünnetin belirlediği adabdandır.

6. Gayr-i müslimlerle karşılaşıldığı zaman Rasûlullah'ın tavsiyesine uyarak onların selam vermesini bekleyip[126] selâmlarını alırken: "ve aleyke" demekle yetinmek gerekir.[127]

Şayet müslüman öncelikle selam vermek zorunda kalırsa, Rasûlullah (s.a)'ın özellikle gayr-i müslim de /let başkanlarına yazarken uyguladığı[128] ve Taha suresinde de zikrolunduğu veçhile "selam hidayete tâbi olanla­rın üzerine olsun"[129] şeklinde selamlamak uygundur.

Selamla ilgili olarak Fahreddin Razi'nin tefsirinde kaydettiği[130] birkaç hükmü de burada zikretmekte ..'ayda vardır:

1. Selam vermek vaciptir. -'Bir selamla selamlandığıniz vakit siz on­dan daha güzeli ile selamı alın, yahut aynıyla karşılayın."[131]

2. Selama icabet, topluluk içerisinde farz-ı kifayedir. İçlerinden birisi cevap verirse, diğerlerinden sakıt olur. Fakat ikram ve mübalağa kasdıy-la hepsinin icabet etmesi evlâdır.

3. Selama anında cevap verilmelidir. Aradan uzun müddet geçtikten sonra uygun değildir.

4. Mektupla selam gönderene yine mektupla selam vermek mezkûr âyet gereği vâcibtir.

5. Selama en güzeliyle mukabele edilmelidir.

6. İmam A'zama göre cevabda fazlaca cehre lüzum yoktur.

7. Yabancı bir kadın selam verince icabet etmek töhmeti gerektirecek olursa, ona cevap vermemek gerekir. Uygun olan bu şartlarda yabancı ka­dınlara selam vermemektir.[132]

 

132-133. Selamı Önce Veren Kimsenin Fazileti

 

5197... Hz. .Ebu Umame]den (rivayet edildiğine göre) Rasülullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"İnsanların Allah'a en yakın olanı, onlara ilk önce selam verenleridir."[133]

 

Açıklama

 

Hadis-i şerif Allah'ın affına ve rahmetine en yakın  olan kimsenin karşılaştığı kimselerin selam vermesini beklemeden onlardan önce selam veren ve bu hususta diğer insanları geçen kimse olduğunu ifade etmektir.

Bilindiği gibi, selamlaşmak müslümanlar arasındaki İslamî kardeşlik bağlarını kuvvetlendiren, mü'minleri birbirine sevdiren, yersiz endişe ve su-i zanları bertaraf eden hayırlı bir muaşeret esasıdır. Böyle bir hayırlı iş­te Allah teâla'nın: "Hayırda birbirinizle yarışınız."[134] emrine uyarak selam her­kesten önce vermekte yarışa girmek lazımdır. Fahreddin Razi bu âyet-i kelimeyi tef­sir ederken şöyle diyor: "İki insan karşılaştıkları zaman tevazulannı izhâr maksadıy­la selamı önce vennede birbiriyle yarışmalıdırlar."[135]

Selamı önce vermede yarışmak, Allah'a yakınlaşma vesilesi ve bir fa­zilet yarışı olmakla beraber, her konuda nizam ve ahengi arayan İslam, çı­kabilecek herhangi bir kargaşalığı önlemek için de selamlaşmada göz önünde bulundurulacak sırayı tesbit etmiştir.

Herkesin selam vermek için sırasını gözetleyip sırası gelince selam vermesi bir sorumluluk meselesi olduğu gibi, mevzumuzu teşkil eden ha­dise uyarak, sırasını beklemeden öncelikle selam vermekse bir fazilet me­selesidir. Yani sırası geldiği halde selam vermeyen selamı terk etme ve­balini yüklendiği gibi, selamı önce vermekten kaçınan da selamı önce vermenin faziletinden mahrum kalır.[136]

 

133-134. Öncelikle Selam Vermek Kime Düşer?

 

5198... Hz. Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasülullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Küçük büyüğe, yürüyen oturana, az çoğa selâm verir."[137]

 

Açıklama

 

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif yaşça  küçük olanla büyük olan, karşılaştıkları zaman selam vermenin küçüğe düştüğünü ifade ettiği gibi, oturanla yürüyen karşı­laştıkları zaman bu görevin yürüyene, topluluğun karşılaşması halinde de sayıca daha az olan topluluğa düştüğünü ifade etmektedir.

Ancak, böyle bir durumda yaşlı olanla, oturanın daha kalabalık olan topluluğun erken davranarak daha önce selam vermeleri ise bir önceki ha­dis-i şerifte ifade edilen dereceye eriştiren bir fazilettir. İki topluluğun bir­biriyle karşılaşması halinde bazısının selam vermesiyle bu vazife hepsin­den sakıt olur. Selam verilen kimse bir kişi ise, selamı alması farz-ı ayın bir cemaat iseler, selam almak farz-i kifaye olur. Efdal olan iki cemaat karşılaştığı zaman bütün cemaatin selam vermesi ve bütün cemaatin se­lam almasıdır. İmam Ebu Yusuf dan bir rivayete göre bütün cemaatin se­lam alması farzdır.[138]

İbn Battal'm açıklamasına göre, selam verme görevini küçüğe yüklen­mesinin sebebi, zaten küçüklerin büyükleri saymak ve onlara tevazu gös­termekle mükellef olmalarıdır.

Yürüyenlerin, oturanlara selam vermekle mükellef tutulmasının sebe­bi ise oturana nisbetle yürüyenin dışarıdan ev halkının yanına giren kim­seye benzemesi ve dolayısıyla; "Evlerinize girdiğiniz zaman Allah in-dinde bir tahiyye olarak kendinize selam veriniz."[139] âyetinin şümûlüne girmesidir.

Tatarhaniye isimli kitapta açıklandığı üzere "Arkadan gelen kişi, sa­na selam verecektir, yürüyen oturana, binen yürüyene, küçük büyüğe se­lam verecektir. İki kişi karşı karşıya geldiklerinde hangisi daha önce se­lam verirse o daha üstündür. Eğer ikisi birden selam verirse herbirisi ar­kadaşının selamına yeniden cevap verecektir."[140]

İki yürüyen ve iki binitlinin karşılaşmasında da durum böyledir.[141]

 

5199... Hz. Ebu Hüreyre, Rasûlullah (s.a.)'in: "Binitli olan yaya olana se­lâm verir." buyurduğunu söylemiş, sonra (bir Önceki) hadisi rivayet etmiş­tir.[142]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerifte biri binitli diğeri yaya olan iki kişi karşılaştıkları zaman, selam verme görevinin binitliye düştüğü ifade edilmektedir. İbn Battal'm açıklamasına göre, bu göre­vin binitliye verilmesindeki hikmet, biniti sebebiyle, yayaya karşı büyük­lük kompleksine kapılmasını önlemektir.

Bu hadisin tamamı hakkındaki açıklama bir Önceki hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.[143]

 

134-135. Bir Adam Yanından Ayrıldığı Adamla Karşılaşınca Selam Verir Mi?

 

5200... Hz. Ebû Hüreyre'den demiştir ki:

"Biriniz (din) kardeşiyle karşılaştığı zaman ona selâm versin. Eğer ara­larına bir ağaç, duvar, veya (büyükçe) bir taş girer (de onu kardeşinden ayırır) sonra da onunla karşılaşırsa ona yine selâm versin."

(Râvi) Muaviye (b. Salih) dedi ki "Bu hadisin aynısını bir de Abdul-vehhâb b. Buht bana Ebu'z-Zinad, el-A'rac, Hz. Ebu Hüreyre zinciriyle Rasûlullah'dan naklen rivayet etti."[144]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif müslümanlara, her yerde her karşılaşmalarmda selamlaşmalarını  aralarında selâmı yaymalarını emretmektedir (5193) numaralı hadisin şerhinde bu mevzuyu açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[145]

 

5201... Hz. Ömer'den (rivayet edildiğine göre) kendisi (birgün) Pey­gamber (s.a.)'in yanına varmış, Hz. Peygamber odasında bulunuyormuş.

Esselâmü aleyke ya Rasûlullah, esselamü aleyküm. Ömer, (huzuru­nuza) girebilir mi? defyerek izin iste)miş.[146]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerifle bab başlığı arasında açık bir ilgi  görülmemekle beraber, şöyle bir ilgi kurulabilirMusannif Ebu Davud, bu babı açmakla selamlaşma hususunda karşılaşı­labilecek şu dört duruma işaret etmek istemiştir:

1. Bir adam diğer bir adamia karşılaşıp selamlaştıktan sonra, birbirle­rinden ayrılırlar ve kısa bir süre sonra tekrar karşılaşırlarsa yine selam vermeleri gerekir mi gerekmez mi? Bu mevzuya açıklık getirmek için musannif Ebû Dâvûd bir Önceki hadisi bu baba yerleştirerek böyle bir du­rumda tekrar selâm vermenin .sünnet olduğunu açıklamıştır. Bilindiği gi­bi buna karşılaşma selâmı denir.

2. Bir adam diğer bil' adamın evine girmek için izin istemek üzere ka­pısına varıp selâm vererek izin ister de kabul edilmezse bir süre sonra yi­ne izin istemek üzere tekrar gelirse yine selâm vermesi gerekir mi, gerek­mez mi?

Musannif mevzumuzu teşkil eden bu baba bu hadisi yerleştirmekle, böyle bir durumda ikinci defa yine selâm vermek gerektiğine işaret etmek istemiştir.

3. Bir adamın diğer bir adamın evine girmek için İzin istemek üzere iki defa gelip iki defa selâm (istizan selâmı) verdikten sonra içeriye kabul edilmesi, haberli içeri girerken tekrar selâm (karşılaşma selâmı) vermesi gerekir mi?

Musannif mevzumuzu teşkil eden hadisi sevk etmekle tekrar selâm ver­mek gerektiğine işaret etmek istemiştir.

Aslında mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif Buharı ve Müslim'de geçen uzunca bir hadisin kısaltılmış şeklidir. Hadisin tamamı yukarıda ifâde edildiği gibi. musannifin açıklamak istediği hususları ayrıntılı bir şekilde dile getirmektedir. Bu hadisin, mevzumuza ışık tutan kısımları, Buharî'de şu manaya gelen lafızlarla rivayet etmiştir.

Hz. Ömer dedi ki: Sabah namazını Peygamber (s.a.)'te beraber kıldım. Peygamber (s.a.) namazdan sonra odasına çekildi. Bunun üzerine (kızım) Hafsa'nm yanına girdim. Bir de ne göreyim, (durmadan) ağlıyor. Kendi­sine:

Seni ağlatan nedir? Ben seni (daha önce) bundan men'etmemiş miy­dim? (Yoksa) Peygamber (s.a.) sizi boşadı mı? dedim.

Bilmiyorum, işte kendisi odasına çekilmiş duruyor, dedi. Hemen dı­şarı çıkıp (Hz. Peygamberin mescidinde bulunan) minberin yanma var­dım. Etrafına bir cemaat toplanmış, bir kısmı ağlamakla meşgul Onlarla birazcık oturdum. Fakat gördüklerim beni durultmadi. Doğru Hz. Peygamber'in bulunduğu odaya vardım ve (kapıda) bulunan siyahı hizmetçi­sine (içeri girmek için):

Ömer'e izin işte! dedim. Bunun üzerine siyahî hizmetçi (bana izin al­mak üzere) içeri girip Peygamber (s.a.)'le konuştu. Sonra yanıma dönüp:

Peygamber (s.a.)'le konuştum. Kendisine seni anlattım seslenmedi, dedi. Ben de minberin etrafında bulunan kimselerin yanına dönüp onlarla (bir süre) oturdum. Sonra gördüklerim beni durultmadı. Tekrar o siyahi hizmetçinin yanına gelip:

Ömer'e (içeri girmesi için) izin işte! dedim. Hizmetçi (benim için izin istemek üzere) hemen içeri girdi. Sonra geri döndü ve:

Kendisine seni anlattım (fakat) seslenmedi, dedi. Bunun üzerine tek­rar geri dönüp minberin etrafında bulunan kimselerle (bir süre daha) otur­dum. (Fakat) gördüklerim beni rahatlatmadı. Tekrar siyahi hizmetçiye geldim ve:

 İzin işte! dedim. (Siyahi hizmetçi) içeri girdi (bir süre) sonra yanıma döndü ve;

Seni kendisine anlattım cevap vermedi, dedi. Ben de (görüşmekten) vazgeçerek geri döndüm. Bir de baktım ki hizmetçi (arkamdan) beni ça­ğırıyor ve:

Peygamber (s.a.) sana izin verdi, diyor. Bunun üzerine hemen yanına girdim. Gördüm ki üzerinde sergi bulunmayan bir hasır üzerinde yatıyor. Hasır vücuduna iz yapmış, içi hurma lifi ile dolu olan bir yastığa da da­yanmış; hemen selâm verip yanına girdim..."[147]

Bilindiği gibi yukarıda geçen dört maddeden birincisi bir numara önce geçen Ebu Hüreyre hadisiyle açıklanmıştır. Kalan üç maddeye ise mevzu-muzu teşkil eden bu hadis-i şerifin tamamı delâlet etmektedir.

Ayrıca bu hadis-i şerif Hattabî'nin ifade ettiği gibi bir kimsenin evine girmek için izin isteyecek olan kimsenin ev sahibinin "Kim o?" sorusuna "Benim" gibi belirsizlik ifade eden kelimeler yerine selamla birlikte ismi­ni de açıkça bildirmesinin sünnetten olduğuna da delalet etmektedir.[148]

 

135-136. Çocuklara Selam Vermenin Hukmu

 

5202... Sabit'ten (rivayet edildiğine göre) Hz. Enes şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a.) (birgün) oynamakta olan çocukların yanından geçti de onlara selâm verdi."[149]

 

5203... Humeyd'den (rivayet edildiğine göre) Hz. Enes şöyle buyur­muştur: "(Birgün) Rasûlullah (s.a.) yanımıza geldi. Ben (o gün) çocuklar arasında (oynayan) bir çocuktum. Bize selâm verdi, sonra elimi tuttu, be­nimle bir haber gönderdi. Ben kendisine dönünceye kadar duvarın gölge­sinde oturdu. (Ravi Humeyd bu son cümleyi rivayet ederken şüphelendi de şöyle dedi): Yahutta (Hz. Enes) şöyle demişti: (Ben kendisine dönün­ceye kadar) duvarın yanında (oturdu).[150]

 

Açıklama

 

Hz Peygamberin çocuklara selâm vermesi onun  yüksek  ahlakına,  çocuklara  sevgisine,  özellikle mütev azil iği ne, bir de çocuklara selam vermenin müstehablığına delâlet eder. Aslında çocuklara selâm vermekte, onlara İslam adabını Öğretmek ve onları İslam âdabına göre eğitmek gibi yararlar vardır.

Bu mevzuda İbn Battal şöyle demiştir:

"Çocuklara selâm vermekte onları İslâm ahlakına göre eğitmek, onla­rı böbürlenme ve gururlanma gibi süfli duygulardan arındırıp alçak gönül­lülük, yumuşaklık gibi ulvi duygu ve hasletlerle bezeme ve bu istikamete yönlendirme gibi yararlar vardır."

Mevzumuzu teşkil eden bu iki hadis çocuklara ve tevazu göstererek ol­sun olmasın herkese selâm vermenin müstehap olduğuna delildir. Bu hu­susta bütün ulemâ müttefiktir.

İçlerinde çocuklar bulunan cemaatten bir çocuk selâm alsa diğerlerin­den borç sakıt olur mu, olmaz mı? meselesinde Şafiılerden iki kavil riva­yet olunmuştur. Esah kavle göre sakıt olur. Cumhura göre bir çocuk bir adama selâm verse alması lazım gelir.[151]

Bu mevzuda Hanefilerin görüşü de şöyledir:

"Eğer aklı eren bir çocuk, selamı alırsa diğerlerinden selâm alma göre­vi düşmüş olur. Çünkü akıllı bir çocuk az da olsa farzı ikame eden kim­selerdendir. Çünkü onun kestiği hayvanın eti yenir. Bazıları çocuğun se­lam almasıyla - selam alınmış olmaz- dediler"[152]

 

136-137. Kadınlara Selam Vermenin Hükmü

 

5204... Esma bint Yezid'den demiştir ki: (Biz) bir kadınlar topluluğu içerisinde iken Peygamber (s.a.) (yanımızdan geçti de) bize selâm verdi.[153]

 

Açıklama

 

Avnül Mabud, yazarı bu konuda şöyle diyor: «el-Halîmî;  Rasûlullah  (s.a.)  her türlü  fitneden emin ve günahsız idi. Artık kendi nefsine güvenen kimse kadınlara selam versin. Aksi takdirde selâm vermemek en selametti davranıştır, demiştir. İbn Battalda; bir fitne yani günaha girmek ve şehvet duygusunun uyan­ması tehlikesi yoksa, kadınların erkeklere ve erkeklerin kadınlara selâm vermeleri caizdir.

Malikîler, genç kadın ile yaşlı kadın arasında fark olduğunu söyleye­rek genç kadına selam vermeyi veya onun erkeklere selâm vermesini ya­sak saymışlardır.

Rabia ise; kadın genç olsun, yaşlı olsun onunla selamlaşmak haramdır, demiştir.

Küfe alimleri de; kadınların erkeklere selâm vermeleri, meşru değildir. Çünkü kadınlar, ezan okumaktan ve kamet getirmekten men'edilmiştir ve açıktan Kur'an okumaları yasaklanmıştır. Ancak, kadın mahremi olan er­keklere, yani babası, amcası, dayısı gibi aralarında nikah kıyılması ebedi olarak haram olan erkek akrabalarına selâm verilebilir, demişlerdir. Abdurrahman el-Cezerî de şöyle diyor:[154]

"Erkeğin kadına selâm vermesi mekruhtur. Ancak, kadın çok yaşlı olursa veya çok genç olmasına rağmen şehvet duyulmayacak derecede çok çirkin olursa ona selâm verilebilir. Erkek kendi çoluk çocuklarına se­lâm verdiği gibi mahremi olan kadınlara da selâm verebilir. Ve selâm ver­mesi sünnettir. Şafiîler demişler ki: Genç kadın ister şehvet duyulmaya­cak derecede çok çirkin olsun, ister şehvet duyulabilecek durumda olsun, bir yerde tek başına bulunduğu zaman, erkeğin ona selâm vermesi, onun erkeğin selamını alması, veya onun erkeğe selâm vermesi kesinlikle ha­ramdır."

Kadın bir grup erkekle veya bir kadın topluluğu ile beraber olduğu za­man selâm vermek ve selâm almak bakımından onun hükmü erkeğin hük­mü gibidir."[155]

 

137-138. Müslüman Ülkesinde Yaşayan Azınlıklara Selâm Vermenin Hükmü

 

5205... Süheyl b. Ebi Salih'den demiştir ki:

Babamla birlikte (bir kafile ile) Şam (yolculuğun)a çıkmıştım. (Yolcu­luğumuz esnasında kafilede bulunanlar) içerisinde Hıristiyan (rahip)lerin bulunduğu manastırların yanından geçerken onlara selam vermeye başla­dılar. Bunun üzerine babam, şöyle dedi:

Onlara selama (önce) siz başlamayınız. Çünkü Hz. Ebu Hüreyre, Ra­sûlullah (s.a.yuı: "Onlarla yolda karşılaştığınız zaman onları yolun en dar yerine sıkıştirın"buyurduğunu söyledi.[156]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerifte yolda İslam diyarında yaşayan ehl-i kitap  ile jçarşjiaşıldığı zaman, onlardan önce selâm vermek yasaklanmakta ve onların yolun ortasında rahat gitmeleri­ne izin vermeyip, yolun sağında veya solunda bulunan en dar yerine sıkış­tırılmaları emredilmektedir. Yolun en dar yerinden maksat, duvara bitişk olan bir yolun duvardan yana kalan kısmıdır. Eğer "yolun en dar kısmı" kelimesiyle yolun sağ veya sol tarafı kasdedilmiş olsaydı, onların hak yol olan İslâmın ortasında girmeyi terk edip sağ veya sol tarafına sapmaları­na bir ceza olmak üzere yolun ortasından gitmelerine izin vermeyip onla­rı yolun sağ veya sol kenarından gitmeye mecbur etmemiz emre di lirdi.

Aslında kâfirleri katletmek vâcibtir. Fakat ehl-i kitabın cizye vererek hayatlarını kurtarmaları, onlara bir hak olarak tanındığından cizye ödeyerek İslam diyarında yaşayan bir ehl-i kitabı öldürmek caiz değildir. Ancak bir hayrın tijmü ele geçirilemeyince ele geçirilmesi mümkün olanı da bi-rakıvermek, doğru olmadığı gerçeğinden hareket ederek, cizye karşılığın­da hayatlarını kurtarmış olan bu kâfirleri yollarda karşılaşıldığı zaman, hiç değilse yolun en dar yerine sıkıştırmak suretiyle manevi bir ölüme mahkûm etmek mümkün olduğundan, müslümanlar onlarla yolda karşı­laştıkları zaman bu şekilde muamele etmekle emrolunmuşiardır. İmam Nevevî Müslim Şerh'inde şöyle demektedir: "Her ne kadar bizim Şafiî ulemasından bazıları onlara, onlardan önce davranarak selâm vermenin haram değil mekruh'olduğunu söylemişlerse de bu görüş zayıftır. Çünkü bu hadisteki nehy (yasaklama), tahrim (haram kılma) için olduğundan, onlar, selâm vermeden önce onlara selâm vermek haramdır. Doğrusu budur. Kadı îyaz'ın açıklamasına göre, ulemadan ba­zıları bir zaruret veya bir ihtiyaç zuhur etmesi halinde onlar selâm verme­den Önce onlara selâm vermenin caiz olduğunu ve Alkame ile en-Ne-haî'nin bu görüşte olduklarını söylemişlerdir. İmam Evzâî de:

"Eğer onlarla selâmlaşmakta, onlardan önce davranirsan, şunu bilki sâlih-lerden de böyle yapanlar olmuştur. Fakat selâmlaşmakta onlardan Önce dav-ranmayıp önce onların selâm vermesini beklersen, şunu iyi bilki, salihbrden bir kısmı da böyle hareket etmişlerdir. Bununla beraber şunu da iyi bil ki bid'atçiye kendisinden Önce davranarak selâm vermek, bir mazeret ve t ^ılike sözkonusu olmadıkça caiz değildir.[157] Kişi selâm verdikten sonra, onun müslü-man olmadığını anlarsa onu tahkir için selamını geri istemesi müstehabiır."[158] Eğer bir yahudi, Hıristiyan veya bu mecûsi bir müslümana selâm verir­se onu almakta, bir sakınca yoktur. Fakat "ve aleyke"den başka bir ifade kullanmayacaktır. Hanefilerde de hüküm böyledir. Eğer böyle bir zımnîye (azınlığa) tebcil maksadıyla selâm verirse, küfre girmiş olur. Çünkü kâfiri tebcil ve tazim küfürdür. Eğer bir mecusiye tebcil niyetiyle "Ey usta;" de­se küfre girmiş olur. el-Eşbah'da da hüküm böyledir. el-Eşbah da gu hü­küm de vardır: Eğer bir azınlığa - Allah senin ömrünü uzatsın- derse ve kal­binden de, belki müslüman olur, diyorsa veya zelil olarak yaşadığı sürece müslümanlara haraç verir, diyorsa bu sözde bir sakınca yoktur.[159]

 

Bazı  Hükümler

 

1. İslâm ülkesinde yaşayan ehl-i kitaba onlardan önce davranarak selam vermek yasaklanmıştır. Çünkü onlara selamda onları tazim ve onları yüceltme vardır. Onları yüceltmek ve onlara selâm vererek sevgi gösterisinde bulunmak ise; "Allah'a ve âhiret gününe iman eden hiçbir kavmin babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah'a ve peygamberine düşman olanlara sevgi beslediğini göremezsin..."[160] âyet-i kerimesine aykırıdır.[161]

2. Onlara kalabalık yollarda rastlandığı zaman, yolun en dar yerinden geçmeye mecbur edilirler.[162]

 

5206... Hz. Abdullah b. Ömer'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Yahudilerden birisi, size selâm verdiği zaman sadece essâmü aleyküm (ölüm sizin üzerinize olsun) diyerek selâm verir. Siz de (onun bu sözde selamına karşılık olmak) üzere: ve aleyküm (sizin üzerinize de olsun) deyiniz."

Ehu Davud dedi ki: Bu hadisi aynı şekilde Malik, Abdullah b. Di­nar'dan rivayet etti. Aynı şekilde Abdullah b. Dinar'dan Sevri de rivayet etti. Abdullah b. Dinar da bu hadisde (geçen: "ve aleyküm" kelimesini vavlı olarak) "ve aleyküm" diye rivayet etti.[163]

 

Açıklama

 

"Essâm" kelimesi "erken ölüm" anlamına gelir."essâmü aleyküm" cümlesi ise, "erken ölüm ba­şınıza gelsin" demektir. Millî seciyyesinde bulunan korkaklık nedeniyle bütün melanet vs düşmanlıklarını sinsice yürüten yahudiler, asr-i saaddette Müs­lümanlarla karşılaştı ki arı zaman, selâm kelimesine çok yakın olan "sâm" ke­limesini kullanarak hem zehirlerini kusmuşlar, hem de selâm vermiş gibi gö­rünmeye çalışmışlardır. Fakat onların bu hali Hz. Fahr-i Kainatın gözünden kaçmamış, ümmetini yahudilerin bu entrikalarına karşı da uyararak onların bu sözde selâmlarına karşı nasıl mukabele edeceklerini kendilerine Öğretmiştir. Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-İ şeritte yahudilerin bu tutumlarına karşı müslümanların "ve aleyküm" diyerek cevap vermeleri emredümektedir.

Bu mevzuda gelen daha önceki hadislerin şerhlerinde de açıkladığımız gibi, ulema ehl-i kitab selam verdikleri vakit selâmlarının alınacağında it­tifak etmişlerdir.

Ancak, Yahudiler selam yerine, selam kelimesine benzeyen fakat ger­çekte selâm kelimesiyle taban tabana zıt olan "sâm: erken ölüm" keli­mesini kullandıkları zaman onların bu sözüne nasıl bir karşılık verileceği meselesi büyük bir önem kazanmaktadır.

Eğer onlara mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte anlatıldığı şekilde "ve aleyküm: sizin üzerinize de olsun" diyerek karşılık verilirse o zaman yahudilerin bu bedduasına iştirak edilmiş ve bu erken ölümün hem yahu­dilerin hem de müslümanların basma gelmesi istenmiş olur. Çünkü bu du­rumda "ve aleyküm" kelimesinin başında bulunan "ve" atıf harfi olabilir. Atıf harfi ise, cem ve iştirak ifade ettiğinden yahudinin müslümanlar için ettiği erken ölüm duasının aynı şekilde yahudilere de şamil olmasından başka bir mana ifade etmez. Bu ise yahudilerin selâm suretindeki bu sin­si ihanetlerine yeterli bir cevap teşkil edemez.

Bu mevzuda İmam Nevcvî şöyle diyor: Bu hadis-i şerifte geçen "ve aleyküm" kelimesinin başındaki "vav" harfi rivayetlerin çoğunda bulun­makla beraber, bazılarında da yoktur. Rivayetlerin çoğunluğuna bakarak bu harfin bulunduğunu kabul edersek bu "ve aleyküm" cümlesini iki şe­kilde te'yfl edebiliriz:

1. Bu cümleyi zahirine göre te'vil edebiliriz. Şöyle ki "essâmü aley­küm" sözü "ölüm başınıza gelsin" demek olduğuna göre, bu söze "ve aleyküm" diyen kimse; "Gerçekten biz öleceğiz, siz de öleceksiniz, ölüm hususunda hepimiz aynı durumdayız. Hepimiz öleceğiz, demiş olur.

2. "Ve Aleyküm" kelimesinin başında bulunan "vav" harfinin iştirak ve cem ifade eden atıf vavi olmayıp başına geldiği cümlenin, kendinden önceki cümleyle ilgisini kesmeye yarayan istinaf vav'ı olması mümkün­dür. Buna göre "ve aleyküm" cümlesi:

Layık ve müstehak olduğunuz, kötülenme sizin başınıza gelsin, anla­mına gelir.

Eğer, bazı rivayetleri nazar-i itibara alarak "ve aleyküm" cümlesinin başında vav harfinin bulunmadığını kabul edersek o zaman bu "aley­küm" cümlesi, bilakis ölüm bizim üzerimize değil, sizin üzerinize olsun, anlamına gelir."

Hattabî'nin açıklamasına göre, bu mevzudaki rivayetlerin doğru olanı da vavsiz olarak gelen "aleyküm" şekildeki rivayettir[164] ki Tirmizî'nin ri-vâyetiyle Nesâinin rivayetinde[165] bu cümle, vavsız olarak rivayet edilmiş­tir.

Musannif Ebu Davud, metnin sonuna ilave ettiği talikte, İmam Ma-lik'le Sevrî'nin Abdullah b. Dinar'dan rivayet ettiklerini söylediği hadis­ten maksadı Muvatta'nm selam bölümünde bulunan 3 noiu hadisle, Buha-rî'nin istizan bölümünün 22. babında rivayet ettiği hadistir.[166]

 

5207... Peygamber (s.a.)'in sahabilerinden olan Hz. Enes'den (rivayet edildiğine göre sahabiler) Peygamber (s.a.)'e:

Kitab ehli (olan yahudiler ve hıristiyanlar) bize selâm veriyorlar, biz onlara nasıl karşılık verelim? demişler de (Onların selamına karşılık ola­rak):

"Ve aleyküm, deyiniz" buyurmuş.

Ebu Davud dedi ki: Hz. Aişe'nin rivâyetiyle Ebu Abdunahman el-Cü-heni ve Ebu Basra el-Gıfari'nin rivayeti de böyledir.[167]

 

Açıklama

 

Musannifin, metnin sonuna ilave ettiği talikte bahsettiği Hz. Aişe hadisinden maksat, Buharî'nin Sa-hih'inde istizan bölümünün 22. babında geçen hadisle Müslim'in Sahi-h'inde selam bölümünde geçen 10 numaralı hadis ve Tirmizî'nin istizan bölümünde 12. babda geçen hadistir. Ebu Basra el-Gifarî hadisinden mak­sat ise Nesâî'nin Amelülyevmi velleyle isimli eserinde 305. sayfada ge­çen 388 nolu hadistir. Ebu Abdurrahman el-Cüheni hadisinden maksat ise, İbn Mace'nin Sünenden edeb bölümünün 13. babında geçen hadistir. Bu hadislerin hepsinde ehl-i kitaba "ve aleyküm" şeklinde karşılık ve­rileceği ifade edilmektedir.

Biz bu mevzuyu bir önceki hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[168]

 

138-139. Meclisten Kalkınca Selâm Vermenin Hükmü

 

5208... Hz. Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Biriniz, bir meclise vardığı zaman selâm versin (meclisten) ayrı­lırken de selâm versin. Birinci (selâm) sonucundan daha önemli değil­dir."[169]

 

Açıklama

 

Bir meclise varıldığı zaman selâm vermek sünnet  olduğu gibi, o meclisten ayrılırken de selam ver­mek sünnettir. Alınması ise farzdır.

Nitekim metinde geçen; "Birinci selâm sonucundan daha önemli değildir" cümlesi de hüküm bakımından bu iki selâm arasında hiçbir fark olmadığını ifâde etmektedir.

Binaenaleyh, karşılaşma halinde selâm vermek nasıl sünnetse, ayrılma halinde selâm vermek de sünnettir ve alınması da farzdır. Meclisten kal­karken verilen selâm, geri dönme ihtimalini kaldırır. Geride kalanlara da güven verir ve onlar için bir rahmet dileği olur. Tirmizî bu hadisin hasen olduğunu söylemiştir.[170]

 

139-140. Selâmı "Aleykesselâm" Şeklinde Vermek Mekruhtur

 

5209... Ebu Cüreyl el-Hüceymî'den demiştir ki:

Rasûlullah (s.a.): "Aleykesselâm ey Allah'ın Resulü" diye selâm ver­dim.

"Aleykesselâm deme, çünkü aleykesselâm ölülerin selâmıdır" bu­yurdu.[171]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif "aleykesselâm"diyerek selâm vermenin mekruh olduğuna delalet etmektedir.Sünnet olan "Esselamü aleyküm" diyerek selam vermektir.

78. Bu hadis daha önce (4084) numarada geçmişti.

Bu mevzuda İbn Abidin meşhur Haşiye'sinde şu görüşlere yer ver­mektedir:

"Şürünbilâlî müsâfaha hakkındaki risalesinde dedi ki: , aleykesselâm, kelimesiyle söze başlanmaz. -Aleykümusselâm diye de selam verilmez. Çünkü Ebu Davud, Tirmizî ve başka hadis kitaplarında sahih senetlerle Câbir b. Süleym'den şu mealde bir hadis rivayet edilmiştir:

"Ben Allah'ın Resulüne vardım: "-Aleykümusselâm ya Rasûlullah de­dim Cenab-ı Peygamber:

Sakın aleykesselâm deme. Çünkü aleykümusselâm kelimesi ölü­lere verilen selamdır, buyurdu."

Tirmizî bu hadis hasen -sahihtir- demiştir. Bundan anlaşılıyor ki, "aleykesselâm" şeklinde selâm verenin cevabını iade etmek vacib değil­dir. Çünkü Allah'ın Rasûlünün böyle selama cevap verdiği değil, bilâkis böyle demekten men'ettiği hükmü vârid olmuştur."[172]

İmam Nevevî ise bu şekilde verilen selâmın da usûlüne göre alınma­ya müstehak olduğunu söylemiştir.[173]

 

140-141. (Bir Cemaat Adına O) Cemaatten Bir Tek Kimsenin Selam Alması (Yeterlidir)

 

5210... Hz. Ali b. Ebi Talib'in oğlu el-Hasen'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "(Bir topluluğa) uğrayan bir cemaatin yerine içlerinden birinin selâm vermesi yeterlidir ve otu­ranlardan birisinin de (kendilerine verilen) selamı (hepsi adına) alması yeterlidir."[174]

 

Açıklama

 

Bilindiği gibi selâm vermek sünnet-i kifâyedir.Binaenaleyh bir cemaat içerisinde bir kışı selam verecek olursa hepsi adına bu sünneti yerine getirmiş olur. Fakat hepsinin birden selam vermesi daha faziletlidir.Selam almak ise farz-ı kifâyedir.

Hadis-i şerifte oturan bir cemaat adına, içlerinden birinin selâm alma­sının yeterli olmasından bahsedilmesi, ayakta olan bir cemaat adına içle­rinden birinin selâm almasının yeterli olmayacağı anlamına gelmez.

Hadis-i şerifte oturan bir cemaatten bahsedilmesi, bu hükmün sadece oturan cemaat için geçerli olduğundan değildir. Ancak kendilerine selâm verilen ve selâm alma durumunda kalan kimselerin genellikle oturan kim­seler olduğundandır.[175]

Bir başka ifadeyle buradaki "oturur olma" kaydı, kayd-ı ihtirazı de­ğil, kayd-ı ekseridir.

Bu hadisin senedinde bulunan Said b. Halid, hadis âlimleri tarafından cerh edilmiştir.[176]

 

141-142. Musafaha (El Sıkışma)

 

5211... el-Berâ b. Azib'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İki müslünıan karşılaştıklarında el sıkışır, azîz ve celîl olan Allah'a hamd eder ve birbirlerine (günahlarının bağışlanma­sı için) af dilerlerse (günâhları) bağışlanır.[177]

 

5212... el-Berâ b. Azib'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"İki müslüman karşılaşırlar da el sıkışırlarsa daha ayrılmadan ön­ce (mutlaka) bağışlanmış olurlar."[178]

 

Açıklama

 

Musafaha: Esenleşmek için iki kişinin biribirlerinin g tutmalarıdır.[179]

Kamus Şerhi Tacü'l-Arus'da açıklandığı üzere, musafaha iki kişinin yüzyüze gelerek biribirlerinin ellerini tutmak suretiyle ellerinin iç tarafla­rını birbirlerine dokundurmalarıdır. Aliyyü'1-Kâri de Mirkat adlı eserin­de müsafahayı "elin ele temas ettirilmesidir" diye tarif etmiştir.[180]

Müsafahın nasıl yapılacağı hakkında Hz. Peygamber (s.a.)'den bir ta­rif nakledilmiş değildir. Bunun sebebi, tokalaşmanın örf ve âdetle bilinen malum bir fiil olmasıdır. Bilinen herşeyi Rasûlullah değisürmeyecekse bunun için bir tarif vermesi gerekmez.[181]

Musafahanın yukarıda naklettiğimiz sözlük manalarına bakılırsa mu­safaha tokalaşanların ellerinin iç taraflarının biribirine temas ederek kav­ranması ve yüzlerinin de biribirine dönük olması ile gerçekleşir.

Tek elle mi çift elle mi yapılacağına gelince, her ikisi hakkında da riva­yet bulunmakla beraber, birer el ile yapılacağını ifade eden hadis ve nakiller daha umumî ve yaygın tatbikatı aksettirmektedir. Nitekim İbn Abdil Berr'in et-Temhid isimli eserinde İbn Büsr'e dayanan bir senetle naklettiği sahih bir hadiste Abdullah İbn Büsr (r.a.)'in bir elini göstererek: "Şu elimi görüyor musunuz, bununla Rasûlullah (s.a.)'le tokalaştım" dediği rivayet edilmiş­tir.[182]

Bu mevzuda Hz. Ebu Umame'den rivayet edilen bir hadis-i şerif de şu mealdedir.

"Selamlaşmanın kemâli eli tutmakla gerçekleşir, musafaha (toka­laşma) da sağ elle olur."[183]

Buhârî'nin Hz. İbn Mesud'dan rivayet ettiği ve Hz. Peygamber'in O'na teşehhüdü (ettehiyyatü lillahi... duasını) öğrettiğini anlatan hadiste, Hz. İbn Mesud "benim iki elim, onun iki eli arasında olduğu halde...." demiş[184] ve yine Buharî'nin rivayetinde Hammâd b. Zeyd'in Abdullah b. Mübarek ile iki eliyle musafaha ettiği zikredilmiştir.[185]

Bütün bu anlatılanlardan anlaşılan şudur ki, iki elle yapılan müsafaha-lar bir âlimden veya ariften önemli bir meseleyi öğrenirken yapılan mü-safahalardır. Böyle iki elle musafaha yapmakla öğretilen meselenin öne­mine dikkat çekilmiş olur.

Nitekim, mealini sunacağımız şu hadis-i şerifler de buna delâlet eder: "Bedevilerden birinin yanına varmıştık. Bedevî dedi ki: Rasûlullah (s.a.) elimi tuttu ve Yüce Allah'ın kendisine öğrettiği şeylerden bana da öğret­meye başladı."[186]

"Peygamber (s.a.)'in huzuruna vardım ve: Ey Allah'ın Resulü, bana bir sığınmak duası öğret de onunla sığınayım, dedim. Bunun üzerine, Ra-sûlü Ekrem elimi tuttu ve şöyle buyurdu:

"Allahım kulağımın şerrinden, gözümün şerrinden, dilimin şerrin­den, kalbimin şerrinden, menimin şerrinden sana sığınırım, diye dua et.”[187]

Hanefi ulemasına göre, "Hz. Peygamber birisine böyle önemli bir me­seleyi öğretirken yaptığı müsahafada bazen karşısındakinin elini iki avucunun içine alırdı. Meselâ Hz. İbn Mesud'a teşehhüdü öğretirken yaptığı müsafahada, Hz. İbn Mesud'un eli Hz. Peygamber'in avuçları içindeydi. Binaenaleyh bu tür müsafahalar iki elle birden de yapılabilir. Binaenaleyh sünnet olan müsafahayı her iki tarafın da sağ elle yapmasıdır. Bu karşılaş­madan dolayı, yapılan müsafaha böyle olduğu gibi, bey'at için yapılan müsafahalarda da böyledir. Hanefi ulemasıyla Şafiî ve Hanbeli uleması­nın görüşü budur. Nitekim Hanefi fakihlerinden "İbn Abidin (rahmetullahi aleyh) Reddu'l-Muhtar, isimli eserinde bu konuda şöyle demiştir:

"Eğer (Hacı adayı), kimseye eziyet vermeden (Hacer-i Esvedi) öpemezse yahut mutlak surette öpme imkânını bulamazsa, ellerini Hacer-i Esved'in üzerine koyar sonra onları öper. Yahut bir elini Hacer-i Esvedin üzerine ko­yar; evlâ olan sağ elini koymaktır. Çünkü şerefli, işlerde sağ el kullanılır. Şu da var ki Bahr-i Amik'den nakledildiğine göre Hacer-i Esved Allah'ın ye­minidir. Kullarıyla onunla müsafaha eder, müsafaha sağ elle olur."[188]

"Yine sünnet olan müsafahada el içleriyle birlikte, başparmak da kav-ranmalıdır. Çünkü başparmakta bir damar vardır ki kalplerde sevgiyi ye­şertir. Hadiste böyle gelmiştir. Bunu Kuhistanî ve başkaları nakletmiştir."[189]

"Nitekim Gümüşhanevi hazretleri de "Müsafahada sünnet olanın sağ elle yapılmasıdır. Fitneden korkulduğu zaman, sakalı bitmemiş yakışıklı delikanlılarla müsafaha etmek haram olduğu gibi, cüzzam gibi bulaşıcı hastalığa mübtelâ kimselerle müsafaha etmek de mekruhtur."[190]

Eşşeyh Abdullah b. Süleyman ez-Zebidi müsafahayı sağ elle yapma­nın daha faziletli olduğunu söylediği gibi, Şeyh Alkami, İmam-i Nevevî, Abdurrauf Münavi, Ali b. Ahmed el-Azizi, İbn Raslan, Abdul Kadir Gey-lânî gibi âlimler de bu görüşü savunmuşlardır.[191]

Görülüyor ki, sünnete uygun olan tek elle ve sağ elle yapılan müsafahadır. Tek elle yapılmasında Allah'ın tekliğine işaret gibi manada bulunmalıdır.[192] Fakat Hanefî ulemasından, Eşref Ali el-Tehânevî müsafahanin tek elle yapıldığını, ifâde ettiği zannedilen hadislerdeki el kelimesinin cins için olduğu ve dolayısıyle iki el ile ihtimali olduğu gerekçesinden ha­reket ederek, müsafahanın kesinlikle iki elle yapılacağını söylemiş ve bu görüşünü çeşitli delillerle isbat etmiştir.[193]

Mevzumuzu teşkil eden bu hadisten (5211) numaralı hadis-i şerifte müsafaha edilirken "el-hamdülillahi yağfirüllahü lenâ ve Iekünı"diye-rek Allah'a hamd ve istiğfarda bulunulacağı da ifâde edilmektedir. Bu ha­diste yapılması istenen hamd ve istiğfar (5212) numaralı hadiste bulunan: "Daha onlar bir birinden ayrılmadan önce, Allah onları affeder" ifâ­desinin tecellisi için, istenmiş olabileceği gibi müsafahanın, iki tarafın da günahlarının affına vesile olabilecek derecede kemâle ermesi için de is­tenmiş olabilir.

Çünkü "iki müstüman karşılaşıp da bir diğerine selâm verince bunların Allah'a en sevimli olanı arkadaşına karşı daha güleryüzlü olanıdır. Bunlar bir de müsafaha edince Allah üzerlerine yüz rahmet indirir. Bunun doksanı müsafahaya ilk başlayan içindir. Onu da Öbü­rü içindir."[194]

 

Sabah Ve İkindi Namazlarından Sonra Müsafaha Yapmak (Caiz Midir?)

 

İmam Nevevî, "el-Ezkâr" isimli eserinde müsafaha konusunda şöyle diyor: "Şunu bil ki her karşılaşmada müsafaha yapmak müstehabtir. Hal­kın sabah ve ikindi namazlarından sonra âdet hâline getirdiği güzel müsa­fahanın ise şeriatle ilgisi yoktur. Ancak bunun zararı da yoktur. Çünkü prensip olarak müsafaha sünnettir. Ve halkın çoğu hallerde aşın giderek bunu kusurl'j halde yapmaları onu sünnet olmaktan çıkarmaz. Şeyh ve İmam Ebu Muhammed Abdusselâm rahmetullah "el-Kavaid"adh kita­bında şöyle demiştir.

Bidadlar beş kısımdır:

1. Vacib olan bidatlar

2. Haram olan bidatlar,

3. Mekruh olan bidatlar, .

4. Müstehab olan bidatlar,

5. Mubah olan bidatlar...

Mubah olan bidatlardan birisi de sabah ve ikindi namazlarından sonra tokalaşmaktır."[195]

Hanefi ulemasından Aliyyül Kâri, imam Nevevî (r.a.)'nin bu görüşüne itiraz ederek şöyle demiştir:

"İmam Nevevî'nin bir nevi çelişki içinde bulunduğu aşikârdır. Çünkü halkın bazı vakitleri işledikleri sünnete bid'at denilemeyeceği gibi, halkın bu sünneti sabah ve ikindi namazlarından sonra müstehab ve meşru olma­yan şekliyle yapmalarına da sünnet denilemez. Çünkü meşru olan müsa-fahanın zamanı ilk karşılaşma zamanıdır. Bazan halk karşılaştıkları halde müsafaha yapmadan uzun süre sohbet ve ilim müzakeresi yapıyorlar. Sonra namazı kılınca müsafaha ediyorlar. Nerede sünnet, nerede bunların yaptıkları. Onun için bizim Hanefî ulemasından bazıları, İmam Neve-vî'nin sözünü ettiği bidatin mekruh ve mezmum bidatlerden olduğunu açıkça ifade etmişlerdir."[196]

Bu mevzuda isabetli olan AHyyü'l-Kari'nin görüşüdür. İmam Nevevî hazretlerinin görüşü hatalıdır.

Sabah ve ikindi namazlarından sonra yapılan müsafahalar, mezmum bi­datlerden olduğu gibi bayram namazlarından sonra yapılan müsafha ve ku­caklaşmalar da aynı şekilde çirkin bidatlerdendir. Bu konuda İbn Abidin şöyle diyor: "Sadece namazlardan sonra müsafahaya devam etmek, bazı cahillerin bunun sünnet olduğunu ve diğer zamanlarda yapılan müsafaha-lardan daha faziletli olduğunu zannetmelerine yol açar. Oysa seleften hiç­bir kimse bu vakitlerde müsafaha etmemiştir. Binaenaleyh namazdan sonra müsafaha herhâlükârda mekruhtur ve Rafızîlerin sünnetlerindendir."[197]

Hafız Münzirî'nin açıklamasına göre 5211 numaralı hadisin senedinde Ebu Bele vardır. Bu sebeble hadisin senedi muzdariptir. Çünkü onun kimliği ve güvenilirliği konusunda ileri sürülen çelişkili tesbitlerin birini diğerine tercih etmek mümkün değildir.[198]

 

5213... Hz. Enes b. Malik'den demiştir ki: Yemenliler (Medine'ye Hz. Peygamberle görüşmek üzere) gelince, Rasûlulah (s.a.) (onlar hakkında ashabına) şöyle dedi:

"Size Yemen halkı geldi. Onlar ilk müsafaha ilk yapan kimseler­dir."[199]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif de musafahanın müstehab olduğuna (jejaıet etmektedir. Nitekim bütün ulema, musa­fahanın meşru ve güzel bir amel olduğunu söylemişlerdir. İmam Malik, önceleri musafahanın kerahetine kail iken sonradan o da bunun meşrulu­ğunu kabul etmiştir. Çünkü müsafaha müslümanlar arasındaki sevgi bağ­larını takviye eder.

Bunun için Hz. Peygamber müslümanları müsafahaya teşvik etmiş ve müsafaha, müslümanlar arasında yaygınlaşmıştır. Nitekim Hz. Ebu Kata-de'nin şu sözü musafahanın ashab-ı kiram arasında yaygın olduğunu ifâ­de etmektedir.

"Ben Enes b. Malik'e: Müsafaha Peygamber (s.a.)'in ashabı arasında yaygın mı idi? diye sordum da: Evet cevabını verdi."[200] Ayrıca: "Bir de baktım ki Rasûlullah (s.a.) mescidde oturuyor. Etrafında da insanlar var. Derken Talha b. Ubeydullah kalkarak süratle yanıma geldi. Benimle mü­safaha etti ve beni tebrikte bulundu"[201] mealindeki hadis-i şerif de musa­fahanın Hz. Peygamber zamanından beri müslümanlar arasında yaygın olduğu gerçeğini te'yid etmektedir.

Bütün bunlar, musafahanın Hz. Peygamber'in sağlığında, ta İslamın ilk yıllarından beri Medine'de yaygın olduğunu ifâde ederken, Hz. peygam­ber'in vefatı esnasında kendisini ziyarete gelen Yemenlilerden "Müsafa-hayi ilk yapanlar" diye bahsetmesini "müsafahayı yaygınlaştırmakta en çok emeği geçenler" şeklinde anlamak en isabetli bir te'vil olsa gerektir.[202]

 

142-143. Kucaklaşma

 

5214... Aneze (kabilesin) den (olan) bir adamdan (rivayet edildiğine göre) kendisi Hz. Ebu Zer'e Şam'dan sürgün edildiği zaman:

Ben sana Rasûlullah (s.a.)'in hadislerinden bir hadisi sormak istiyo­rum, demiş. Hz. Ebu Zer de:

(Hz. Peygamber'in) sır(ların)dan değilse ben de sana haber veririm, cevabım vermiş. (Aneze kabilesinden olan bu adam rivayetine şöyle de­vam etti:) Ben de:

O (Hz. Peygamberin sırlarından) bir sır değildir. Kendisiyle karşılaş­tığınız zaman, Rasûlullah (s.a.) sizinle müsafaha eder miydi? (Bunu sor­mak istiyorum), dedim.

Kendisiyle her karşılaştığımda benimle mutlaka müsafaha ederdi. Birgün (beni huzuruna çağırmak üzere) bana (bir adam) göndermiş. Ben de evimde yoktum. (Eve) gelince Rasûlullah'ın bana (bir adam) gönder­diğini haber aldım. Bunun üzerine (doğru) kendisine vardım. Makamında bulunuyordu. Beni (görünce) hemen kucakladı; bu çok, pek çok daha gü­zeldi.[203]

 

Açıklama

 

Hz. Ebu Zerr'in Şam'dan sürgün edilmesi hadisesi  kısaca şöyle olmuştur:

Hz. Osman'ın halifeliği zamanında Hz. Ebu Zer, Şam'da ikamet edi­yordu. O sırada Şam valisi de, Hz. Muaviye idi. İşte o dönemde, Hz. Ebu Zer ile Hz. Muaviye arasında: "... altın ve gümüşü biriktirip Allah yo­lunda sarf etmeyenleri ise can yakıcı bir azabla müjdele"[204] âyeti üze­rinde bir ihtilâf çıktı. Hz. Muaviye bu âyet-i kerimenin ehl-i kitap hakkın­da indiğini savunurken, Hz. Ebu Zer de hem onlar hakkında, hem de biz müslümanlar hakkında indiğini savunuyordu. Derken Hz. Muaviye bir mektubla Hz. Osman'a, Hz. Ebu Zer'den şikayette bulundu. Bunun üze­rine Hz. Osman Hz. Ebu Zerr'i Medine'ye celbetti. İşte metinde bahsi ge­çen Hz. Ebu Zerr'in Şam'dan sürgün edilmesi hâdisesinin hulasası budur. Tafsilatı Sahih-i Buhari'dedir.

İbn Melek'in açıklamasına göre metinde geçen "serîr" kelimesi mülk ve nimet manasına gelmekle beraber, burada Peygamberlik mülk ve ni­meti anlamlarında kullanılmış olması da mümkündür. Ayrıca karyola an­lamına geldiği de söylenmektedir.

Biz bu manaların hepsine şamil olması için, şerir kelimesini "makam" kelimesiyle tercüme ettik.

Metinde geçen "ecved: daha güzel" kelimesi, ism-i tafdil olması do-layısıyle kendisinden sonra başında "min" harf-i cerri bulunan bir müfad-dalün aleyh'e ihtiyacı vardır. Ancak üstün güzelliğin, sadece belirli bir şe­ye nisbetle kayıtlı olmayıp her nisbete şamil olabilmesi için bu mufadda-lüna aleyh hazf edilmiştir.

Buna göre "ecved" kelimelerinin geçtiği cümle "bu herşeyden çok da­ha güzeldi" anlamına gelir. Eğer bu kelimelerden sonra mutlak bir mufad-dalünaleyh takdir etmek gerekirse, o zaman en uygunu "minel müsafaha: müsahfadan" kelimesini takdir etmektir.

Bu taktirde cümlenin manası şudur: "Bu müsafahadan çok daha güzel­dir."

Bezlu'l-Mechud yazarının da ifade ettiği gibi "bir fitne sözkonusu ol­madıkça kucaklaşma caizdir.-Nitekim Zeyd b. Harise ve Cafer b. Ebi Ta-Hb'le ilgili meşhur iki olay[205] bunu açıkça ifade etmektedir. İmam Ebu Yusuf'un görüşü de budur.

İmam Ebu Hanife ile İmam Muhammed'e göre ise, bir kimsenin diğer bir kimsenin elini veya ağzını veya başka bir yerini öpmesi ya da onu ku­caklaması mekruhtur. Delilleri is Sünen-i Ebu Davud'da geçen (4049) nu­maralı hadis ile Hz. Enes hadisi[206]'dir.

Zahirde biribirine aykırı gibi görünen bu hadislerin arasım şu şekilde te'lif etmek mümkündür. Kucaklaşmanın kerahatine delâlet eden hadis­lerde, kasd edilen şehvetle olan kucaklaşmalardır. Ama şehvetten uzak ve iyi duygularla yapılan kucaklaşmalar, caizdir. Sıhhatli olan görüş bu­dur."[207]

Denildi ki, bu mevzudaki ihtilâf üzerinde sadece eteklik varken yapı­lan kucaklaşmalar hakkındadır. Üzerinde eteklikle birlikte gömlek de olan kimselerin kucaklaşmalarında, bir sakınca olmadığında icma vardır. Çünkü bakılması haram olan birşeye dokunmak da haramdır. Hatta doku­nulması daha da şiddetlidir."[208]

Biz bu konuyu Hanefi ulemasından et-Tahânevî'nin bir tahkik mahsu­lü, olduğuna inandığımız şu sözleriyle noktalamak istiyoruz:

"Öpmek ve kucaklaşmak bazan selamlaşmak ve tokalaşmak niyetiyle olur. Buna "tahiyye öpmesi" veya "tahiyye kucaklaşması" denir ki bu ca­iz değildir. Çünkü Hz. Peygamber: "Ey Allah'ın Resulü, içimizden biri karşılaştığı kardeşine veya dostuna eğilebilir mi? Onu kucaklayıp öpebi­lir mi?" sorusuna: "Hayır, fakat onun elini tutup onunla tokalaşabilir" ce­vabını vermesiyle[209] yasaklanmıştır. Binaenaleyh karşılaşmalarda meşru olan selamlaşmak ve tokalaşmaktır. Kucaklaşmak ve öpüşmek değildir.

Bu mevzuda, İmam Ebu Hanife ile İmam Muhammed de el-Camiussağır isimli eserinde böyle demiştir.[210]

Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere İmam Ebu Hanife'nin mekruh oldu­ğunu söylediği öpme ve kucaklaşmadan maksadı karşılaşıldığı zaman se­lamlama yerine yapılan, öpme ve kucaklamadır. Çünkü bu sünnet olan se­lamlaşmayı engellemektedir.

Öpme ve kucaklama bazan şehvetle olur ki, bunu hanefi imamlarından hiçbirisi caiz görmemiştir. Çünkü bunu Hz. Peyamber yasaklamıştır.[211]

Öpme ve kucaklama bazan da sırf karşılaşılan kişiyi görmenin sevinci ve ona duyulan özlem ve sevginin verdiği heyecanla olur ki, şehvet şaibe­sinden tamamen uzaktır. Bu tür Öpme ve kucaklamaların mubah olduğunda da hanefi imamları ittifak etmişlerdir. Çünkü bu tür kucaklaşma ve öp­meler, Hz. Peygamberde ve sahabilerinde görülmüş, yasaklığına delalet eden şer'i bir delile rastlanmamıştır. Bu mevzu, bundan ibarettir.

Hanefi imamlarından Tahavî bu mevzuda hanefi imamlarının arasında görüş ayrılığı bulunduğunu; İmam Ebu Yusuf'la İmam Muhammed'in bunu caiz görmediğini, söylemekle hata etmiştir. Çünkü aslında İmam Ebu Yusuf'un caiz gördüğü kucaklama ve öpme kaynağı sevgi ve özlem heyecanı olan kucaklama ve öpmedir. Selamlaşma ve tokalaşma niyyetiy-le yapılan kucaklama ve öpmek değildir. Maalesef, bu mevzuda hidaye ya­zarı da Tahavî'ye tabi olarak aynı hataya düşmüştür. Hidaye yazarı bu konu­da şehvetle olan kucaklaşmayı ve öpüşmeyi yasaklayan hadisleri[212] de Ebu Yusuf'un aleyhine değil göstermiştir ki o ayrı bir konudur. Burada sözkonusu olan selamlaşma yerine yapılan kucaklaşma ve öpüşmedir. İmam Ebu Yusuf ise, buna cevaz vermiş değildir. Eğer cevaz vermiş olsa, aleyhine delil olarak, bu hadis değil yukarıda geçen Tirmizî hadisi getirilir.

Bundan daha acaib olanı da şudur ki İmam Tahavî bu konuyu işlerken bazı fıkıh alimlerinin, bu konudaki ihtilâfın üzerinde elbise olarak sadece eteklik bulunan kimselerin yaptığı kucaklaşma ve öpüşme ile ilgili oldu­ğuna dair görüşlerine yer vermiştir. Oysa kucaklaşma ve Öpüşme, şehvet­le yapılmışsa üzerinde eteklikten fazla olarak bir de gömlek veya cübbe-nin bulunması, onu gayr-i meşruluktan çıkaramaz. Bazıları da hanefi imamlarına nisbet ederek âlim ve sultanın elinin öpülmesinin caiz olup başkalarının elinin öpülmesinin caiz olmadığını söylemişlerdir ki bu da garib bir iddiadır. Çünkü Hanefi imamları arasında böyle bir ayırım söz­konusu değildir. Onlara göre âlim ve sultanın elini öpmek caiz olduğu gi­bi, başkalarının elini öpmek de caizdir. Bu mevzudaki hüküm geneldir.

Bazan da kucaklaşma ve öpme sultanın önünde yer öpme, eşik Öpme, sarihlerin kabirlerini, ellerini ve ayaklarını öpme şeklinde teberrük ve ta­zim yoluyla olur ki, bu asla caiz değildir. Çünkü teberrük ve tazim yoluy­la, sadece Kabe ve Hacer-i - Esved için olabilir. Çünkü Selef-i salihinden Kabe ve Hacer-i Esved dışında böyle bir öpme sabit olmamıştır. Onlardan sabit olan öpme, muhabbet ve özlemden kaynaklanan öpmedir. Tazim ve teberrük öpmesi değildir.

Öpme ve kucaklama ile ilgili hadislerin hepsinde de cevaz verilen ku­caklama ve öpmeden maksat, muhabbet Özlem ve acıma ve takdir duygu­larından kaynaklanan öpmelerdir, diğer öpmeler değildir."[213]

 

143-144. Ayağa Kalkma Hakkında (Gelen Hadisler)

 

5215... Hz. Ebu Said el-Hudrî'den (rivayet edildiğine göre) Kurey-za'hlar Hz. Sa'd'ın hakemliğine (razı olarak kalelerinden inince) Rasûlul-lah (s.a.), (gelip hakemlik yapması için) Hz. Sa'd'a (bir haberci) gönder­di. Bunun üzerine Hz. Sa'd, bir eşek üzerinde oraya geldi. Peygamber (s.a.), (Hz. Sa'd'ın geldiğini görünce):

"Haydi kalkınız efendinize!" yahutta; "en hayırlınıza!" buyurdu. (Hz. Sa'd da) hayvanından indi ve Rasûlullah (s.a)'ın yanına gelip otur­du.[214]

 

5216... Şu (bir önceki hadis,) Şu'be'den de (rivayet edilmiştir). Bu ha­disi Şu'be şöyle rivayet etti: (Hz. Peygamber) mescidin yakınında idi. Ensara (hitaben):

"Haydi kalkınız efendinize" buyurdu.[215]

 

Açıklama

 

HZ. Sad b" Muaz EVS kabilesmdeııdir- Evs  kabilesi, Yahudî Beni Kureyza kabilesinin müttefki idi. Meşhur rivayete göre Evs'liler, Peygamber (s.a)'den Benî Kurey­za *nın affını istemişler, O da:

Beni Kureyza hakkında sizden bir adamın hakemliğine ne dersiniz? diye sormuştu. Yahudiler, Hz. Muâz'ın hakemliğini kabul ettiklerini söy­lemişler, bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) Hz. Sa'd'a haber göndermiş, Hz. Peygamber'in yanına ensardan bazı akrabası ile birlikte gelmiş ve Yahu­diler tarafından karşılanarak kendisine, yakınlarına iyilik et, denilmişti. O da kendilerine:

Gerçekten Sa'd için Allah uğrunda hiçbir kimsenin levmine (kınama­sına) aldırış etmeyeceği zaman gelmiştir" cevabını vermiş ve:

Kureyza oğullarının harbe yarayanlarının Öldürülmesine ve kızlarının da esir edilmesine hükmetmişti.[216]

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte, bir mecliste oturan kimsele­rin, oraya gelen bir kimse için ayağa kalkmaları söz konusu ediliyor.

Bezi yazarının açıklamasına göre, İmam Buhârî ile Müslim mevzumu­zu teşkil eden bu hadisi, delil getirerek, meclise yeni gelen bir kimse için ayağa kalkmanın mutlak surette caiz olduğunu söylemişlerdir. Müslim "Ben ayağa kalkma konusunda bu hadisten daha sağlam bir hadis bilmi­yorum" demiştir. Ancak İbn el-Hacc'ın da aralarında bulunduğu bazı ilim adamları, aslında mevzumuzu teşkil eden bu hadisin, İmam Buhârî ve Müslim'in zannettikleri gibi hiç de ayağa kalkmanın cevazına delalet et­mediğini söylemişlerdir. Bunlara göre Hz. Peygamber "Haydi efendini­ze kalkınız" buyurmakla "Haydi kalkınız, gidiniz de hasta olduğu için hayvanından inebilecek durumda olmayan efendiniz -veya en hayırlınız olan- Sa'd'e hayvanından inmesi için yardım ediniz" demek istemiştir. Nitekim Ahmed b. Hanbel'in rivayetinin sonunda yer alan "Onu (hayva­nından) indiriniz"[217] ifadesi de bunu açıkça ifade etmektedir. Eğer ger­çekten Hz. Peygamber onların, zannettikleri gibi, Hz. Sa'd için ayağa kal-kılmasını emretmek isteseydi, etrafındaki insanlara "Kümü ilâ seyyidi-küm (haydi) kalkınız efendinize" demez de "kumu liseyyidiküm: Efendiniz için (ayağa) kalkınız"deıdi. Sonra eğer gerçekten bir insan için ayağa kalkmak caiz olsaydı, Rasûlü Ekrem efendimiz, bunu sadece Hz. Sa'd'a tahsis etmez, herkese şâmil kılardı. Suyûtî'nin açıklamasına göre ise metinde geçen: "Kumu ilâ seyyidiküm:" ifâdesi "gidiniz, onu ik­ram olsun diye karşılayınız" anlamında kullanılmıştır. "Onun için ayağa kalkınız" anlamında kullanılmamıştır.

Bu mevzuda birçok görüşler ileri sürülmüştür. Bu hususta tutulacak en doğru yol, eğer bir yanlış anlaşılmaya yol açamayacaksa, ayağa kalkma­yı terk etmektir.

Bezi yazarının açıklamasına göre "el-Lemeât" isimli eserde bu mev­zuda şöyle denmektedir:

"Bazı ilim adamları bir meclise yeni gelen bir kimse için ayağa kalk­manın sünnet olduğunu iddia ettiler ve mevzumuzu teşkil eden bu hadisi de bu görüşleri için delil getirdiler. Bazıları da "bir adam: Ey Allah'ın Re­sulü içimizden biri (din) kardeşi veya bir dostu ile karşılaşıyor, ona eğile­bilir mi?" diye sordu da Rasulü Ekrem: Hayır, buyurdu.[218] mealindeki ha-dis-i şerife sarılarak bunun mekruh olduğunu söylediler. Sahih olan şudur ki; ilim ve fazilet ehline ayağa kalkarak saygı göstermek kesinlikle caiz­dir. Metalibu'l-Mü'minîn isimli eserde de "oturanların saygı için yanları­na gelen bir kimseye ayağa kalkmaları liaynihi mekruh değildir. Mekruh olan kendisine ayağa kalkılmaktan hoşlanan kişiler için kalkmaktır. Re­sulü Zişan efendimizin sahabilerinden bazılarının ayağa kalkmalarını hoş karşılamamış olması her gelene ayağa kalktıkları zaman kendileri için bü­yük bir meşakkatin doğması söz konusu olduğu yer ve zamanlarla ilgili­dir. Ayağa kalkmakla ilgili değildir."

İmam Nevevî'de "Hz. Peygamber zamanında ayağa kalkmanın günü­müzdeki gibi yaygın olmaması onun bidat olduğuna delalet etmez. Çün­kü o dönemde müslümanlar, mutlak surette ayağa kalkmakla emrolunma-dıkları gibi ayağa kalkmamakla da emrolunmuş değillerdi. Bu bakımdan ayağa kalkmama yönü daha ağır basmakla beraber, meselenin bid'at ol­duğunu söylemek asla mümkün değildir.

Bezi yazarının hocalarından merhum Muhammed Yahya'nın hadis notlanndaki açıklamasına göre, aslında insanlara ayağa kalkmak caiz ol­makla beraber, ayağa kalkan veya kendisi için ayağa kalkılan açısından arızî bir fesadın bulunması halinde, bu cevaz kerahete dönüşür. Kalkan açısından fesat riyakâr durumuna düşmesidir. Bazı kişilerin bazan hiç de hoşlanmadıkları bir kimse için cemaat içerisinde ayağa kalkmak duru­munda kalmaları gibi.

Kalkılan açısından fesat ise, kendisine gösterilen saygıdan dolayı bü­yüklük duygusuna kapılması gibi. Fakat kişi gelen bir kimseye ayağa kalkmadığı takdirde, uğrayacağı zarar, ayağa kalktığı takdirde, uğrayaca­ğı zarardan daha büyük olmak, düşmanlık ve kin kazanmak ve saldırıya uğramak gibi zararlara uğraması sozkonusu ise o zaman ayağa kalkar.

Fakat Musannif Ebu Davud'un rivayet ettiği bu hadiste sözü geçen kı­yam, cevazı ihtilaflı olan tazim kıyamı değildir. Yardım kıyamıdır. Yani Hz. Ebu Said el Hudrî'ye ayağa kalkanlar onu tazim için değil, hayva­nından inmesinde yardım etmek için kalkmışlardır.[219]

Bu mevzuda Hanefi ulemasında Eşref Ah et-Tehânevî de şöyle diyor:

"Kıyamın çeşitli şekilleri vardır:

1. "Kıyam" kelimesi "li" harf-i cerri ile kullanıldığı zaman ayağa kalkmak anlamına gelir.

2. "İla" harf-i cerri ile kullanıldığı zaman yürüyüp gitti, anlamına ge­lir.

3. "Beyne" kelimesiyle kullanıldığı zaman "önünde görünmek" an­lamına gelir.

4. "Alâ" harf-i cerri ile kullanıldığı zaman oturmakta olan bir kimse­nin arkasında dikilmek manasına gelir. Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte kıyam kelimesi "ilâ" ile kullanıldığı için "yürüyüp gitti" anla­mında kullanılmıştır. Bu çeşit kalkış ise ne tazim ne de ikram içindir. An­cak Hz. Sa'd'ın rahatsızlığıyla ilgili özel bir kalkıştır.[220]

Bu mevzuda en titiz davranış şudur: "Kişi duruma bir bakmalı, eğer kalktığında kerahet gerektiren bir durum ortaya çıkacağına kanaat getire­cek olursa kalkmamalı. Fakat bununla beraber kalkmadığı takdirde ken­disine karşı taraftan bir zarar gelmesi söz konusu ise o zaman kalkar.[221]

Bu mevzuya İbn Abidin'in şu sözleriyle son veriyoruz: "Hatta gelene tazim olsun diye ayağa kalkmak müstehabtir. Mescidde oturan bir kişinin yanına gelene tâzimen ayağa kalkması, Kur'an okuyanın, gelene tazim için ayağa kalkması, eğer gelen kişi tazime müstehak ise mekruh değildir."

Müşkilu'1-Âsâr adlı eserde, şu hüküm yer almaktadır: "Başkasının önünde, ayağa kalkmak, bizzat mekruh değildir. Mekruh ancak kendisi için ayağa kalkılan kişi kendisi için kalkılmayı severse, bahis konusu olur. Eğer kendisi için kalkılmasına kıymet vermeyen bir kimse için kalkarsa kerahet olur."

İbn Vehhab dedi ki: "Diyorum ki: Bizim asrımızda ayağa kalkmanın müstehab olması, uygundur. Çünkü ayağa kalkılmazsa kin ve nefret, düşmanlık oluşur, gelenin kalbinde hele ayağa kalkmanın adet haline gelmiş olduğu bir memlekette ayağa kalkmamak felâkettir.

"Bu hususta varid olan tehdidler ancak önünde ayağa kalkmayı vacib kılan kişi hakkındadır. Nitekim bazı Türk ve Acemler böyle yaparlar."

Derim ki: el-İnaye ve başka kitablarda eş-Şeyhü'1-Hakim Ebu'î-Kasım'dan rivayet edilen de bunu te'kid etmektedir. Bu zatın huzuruna bir zengin geldiği zaman, ayağa kalkar ona tazim eder. Fakat fakirlere, ilim talebelerine kalkmazdı. İtiraz kabilinden bunun sebebi soruldu. Dedi ki:

Zengin bir kimse benden tazim beklemektedir. Eğer ben bu tazimi bı­rakırsam, o zaman o zarar görecektir. Fakat talebelere gelince onlar ben­den sadece selamlarına cevap vermemi ve ilim hususunda kendileriyle sohbet etmemi beklerler.[222]

"Seyyid" kelimesiyle ilgili açıklamayı (4806) nolu hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrar lüzum görmüyoruz. Bu mevzuyu 5229 ve 5230 nolu hadislerin şerhinde tekrar ele alacağız. İnşallah.[223]

 

5217... Mü'mirilerin annesi Aişe(r.anhâ)'dan (rivayet edilmiştir): Dedi ki: "Rasûlullah (s.a.)'e şekil, davranış ve hal bakımından Hz. Fatima (k.v)'den daha çok benzeyen birini görmedim."

(Ebu Davud'un diğer şeyhi) ef-Hasen (b. Ali, bu cümleyi): - Söz ve ko­nuşma bakımından , (daha çok benzeyen birini görmedim, diye) rivayet etti. "Yol ve davranış bakımından" kelimelerini rivayet etmedi. (Bu hacli-si musannif Ebu Davud'a rivayet eden el-Hasen b. Ali ve İbn Beşşâr isimli şeyhleri hadisin kalan kısmını şu şekilde rivayet ettiler):

"Hz. Fatima, Hz. Peygamber'in yanma girdiği zaman (Hz. Peygamber) onun için ayağa kalkar, elinden tutar, onu öper ve kendi yerine oturturdu."

(Hz. Peygamber de) Hz. Fatima'nın yanına girdiği zaman Hz. Fatima hemen Onun ayağa kalkar, elinden tutar, O'nu öper, kendi yerine otur­du."[224]

 

Açıklama

 

Fethu'I-Vedud isimli eserde açıklandığına göre metinde geçen, semt, deli ve hedy kelimeleri; manaları biribirine yakın olan kelimelerdir. Şekli güzel hal ve davranış manala­rına gelirler. Râğıb'ın açıklamasına göre, deli kelimesi, şekil ve güzellik manasına gelir. Turpiştî'ye göre "sem." huşu ve tevazu anlamı­na geldiği gibi; hedy, iç huzuru ve ağırbaşlılık manasına, deli kelimesi de güzel huy ve hikmetli konuşma anlamına gelir.[225]

Metinde söz konusu edilen ayağa kalkmalar, ikram için olan ayağa kalkmalardır.[226] Binaenaleyh, mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif ik­ram için ayağa kalkmanın caiz olduğuna delalet etmektedir.

Nitekim, Hind ulemasından Eşref Ali et-Tehanevî de "ikram için olan ayağa kalkmada bir kerahet söz konusu değildir. Kerahet acemlerin kral­larına yaptıkları gibi olan kalkışlardadır" demektedir.[227]

Aliyyü'l-Kari'nin açıklamasına göre, buradaki Hz. Peygamberin kızı Hz. Fatimayı öpmesinden maksat alnından ve başından öpmesidir. Hz. Fatime'nin Hz. Peygamber'i öpmesinden maksat mübarek ellerinden öp­mesidir.

Hz. İbn Abbas'dan rivayet edilen merfû bir hadis-i şerifte açıklandığı­na göre "Kim annesini iki gözünün arasından öperse, bu öpüş kıya­met gününde onun için cehennem ateşine karşı bir perde olacaktır." İşte Hz. Peygamber, Hz. Fatima'yı annesi yerine koyarak.böyle iki gözle­rinin arasından Öpmüştür.[228]

El öpmekle ilgili dört mezhebin görüşü:

1. Hanefilere göre "teberrük yoluyla vera' sahibi âlimin ve âdil sulta­nın elini öpmekte beis yoktur, belki sünnettir."[229]

2. Malikî'ler "Mütekebbirin elini öpmek mekruh, din, ilim ve şerefin­den dolayı olursa caizdir."[230]

3. Şafiîler "zühd, salah ve dininden, ilim ve şerefinden dolayı el öp­mek müstehap; zenginlik, mevki ve mansıbından dolayı öpmekse mek­ruhtur.[231]

4. Hanbeliler "Şayet dindarlığından dolayı ise beis yoktur, çünkü Ebu Ubeyde, Ömer b. el-Hattab'ın elini öpmüştür. Dünyalık için ise makbul değildir.[232]

Ancak bu elin sahibi âlim ve âdil değilse, İslamın tazimini kasd etmek bahis konusu değilse icmaen mekruhtur.[233]

Hind ulemasından ve Hanefî fakihlerinden Eşref Ali et-Tehânevî'nin tahkikine göre "Muhabbet, özlem, takdir ve rahmet duygularından kay­naklanan öpmeler caizdir. Tazim ve selâmlama niyetiyle ve teberrük kas-diyle yapılan öpmeler caiz değildir."[234]

Meşhur İbn Abidin Haşiyesinde bu konuda şöyle deniyor:

"... Bazı câhillerin başkasıyla biraraya geldiklerinde, sanki onun eliy-miş gibi kendi elini öpmesi de mekruhtur. Karşılaşma anında arkadaşının elinin öpülmesinin mekruh olduğunda ise icrnâ vardır. Bazı kimselerin âlimlerin huzurunda, veya büyük insanların huzurunda, yer öpmeleri de böylece mekruhtur ve haramdır. Bunu yapan, yeri öpen ve rıza gösteren de günahkâr olur. Bu putlara tapmaya benzer. Bunu yapan ile razı olanlar ibadet ve tazim yoluyla olduğu takdirde kâfir olurlar. Eğer tahiyye yoluy­la yeni selamlaşma yoluyla olursa, kâfir olmaz. Fakat günahkâr ve büyük günâh işlemiş olur..

Öpmek beş vecih üzeredir:

1. Sevgi öpmesi: Çocukların yanaklarından öpülmesi gibi,

2. Merhamet öpmesi: Anne ve babanın başlarını öpmek.

3. Şefkat öpmesi: Kardeşlerin alnından öpülmesi.

4. Hanım ve câriye için şehvet öpmesi ki ağız üzerinde olur.

5.İkram öpmesi ki mü'minler için el üzerinde olur.[235]

Görülüyor ki, Hz. Peygamberin Hz. Fatima'yı öpmesi, sevgi Öpmesi-dir. Hz. Fatima'nın Hz. Peygamber'in elini öpmesi de ikram öpmesidir. Yukarıdaki açıklamalarımızdan anlaşılacağı üzere bu tür öpmelerin ikisi de caizdir. Çünkü mevzumuzu teşkil eden Hadis-i şerif buna delâlet et­mektedir.[236]

 

144-145. Kişinin Kendi Oğlan Çocuğunu Öpmesinin Hükmü

 

5218... Hz. Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) el~Akra S. Ha­bis Peygamber (s.a.)'ı (torunu) Hüseyin'i öperken görmüş de:

Benim on tane çocuğum var, bunu onlardan hiç birine yapr.iikurri, de­miş, Rasûlullah (s.a.)'da:

Merhamet etmeyene, merhamet olunmaz, buyurmuştur.[237]

 

Açıklama

 

Ulemanın beyânına göre çocuklara ve zayıflara merhamet meselesi, umumî olup, bulun insan ve hayvanlara şamildir. Yani, mü'min olsun, kâfir olsun bütün insanlara; kendinin olsun olmasın bütün hayvanlara acımayan, hayvanı doyurup sulamayan, yükünü hafifletmeyen ve insafsızca döven kimse, âhirette Al­lah'ın rahmetine nail olmayacaktır.

Bu rivayetteki rahmet cümleleri her iki fiilin ref'i ve ceni ile rivayet olunmuştur. Merfû okunduğuna göre cümle başındaki "n;en-i mevsûle" meczum okunduğuna göre ise "şartıyye" olur.[238]

İmam Nevevî'nin açıklamasına göre:

"Kişinin kendi çocuğunu yanağından öpmesi vâcibdir. Yüzünün dışın­da mesela parmaklarını şefkat, rahmet, babalık sevgisiyle Öpmesi ise sün­nettir. Bu hususta çocuğun erkek veya kız olması arasında bir fark yoktur.

Aynı şekilde kişinin bir arkadaşının çocuğunu da böyle temiz duygu­larla öpmesi de sünnettir. Fakat, şehvetle Öpmek ise haramdır. İsterse ba­ba olsun bu konuda ulema ittifak etmişlerdir."

Her ne kadar İmam Nevevî, kişinin kendi çocuğunu alnından öpmesi-nin vâcib olduğunu söylemişse de bu görüşün kabul görebilmesi için bu konuda gelen sahih bir hadise ya da sahih bir kıyasa dayanmış olması ge­rekir.[239]

 

5219... Âişe (r.anha)'den demiştir ki: Peygamber (s.a.):

"Müjde ya Aişe, gerçekten Allah senin suçsuzluğuna dair âyet in­dirdi" buyurdu.

(Yine Hz. Âişe'nin rivayetine göre Hz. Peygamber, bu müjdeyi verdik­ten sonra) kendisine (suçsuzluğunu bildiren) Kur'ân (âyetlerini) okumuştur.

(Hz. Aişe sözlerine şöyle devam etti):

Bunun üzerine annemle babam bana: "Kalk Rasûİullah'ın başından öp!" dediler Ben de:

Aziz ve celîl olan Allah'a hamdediyorum. Size değil" dedim.[240]

 

Açıklama

 

Hz. Âişe'nin manız kaldığı iftira olayından kendisinin masumluğuyla ilgili olarak inen âyet-i kerimeler, "Muhammed'in eşine o yalanı uyduranlar içinizden bir güruh­tur..."[241] âyet-i kerimesi ile onu takib eden dokuz âyettir.

Bilindiği gibi, Hz. Âişe'nin babası, Hz. Ebû Bekir (r.a.), anası ise Ümmü Rûmân'dır.

Bu hadis-i şerifte bir kadının eşini öpmesi, söz konusu ediliyor. Bir kimsenin çocuğunu Öpmesinden söz edilmiyor. Bu bakımdan bu hadisle bab başlığı arasında bir ilgi kurmak mümkün gibi görünmüyorsa da, Hz. Aişe'ye verilen emir, Peygamber Efendimizin başını öpmesi olduğunu düşünürsek; tavsiye edilen bu öpmenin, bir şefkat ve bir hürmet öpmesi olduğu anlaşılır. Bu yönüyle de babanın çocuğunu öpmesisne benzetile­bilir. Merhum musannifin bu inceliği göz önünde tutarak bu hadisi bura­da zikrettiğini söyleyebiliriz.[242]

 

145-146. İki Gözün Arasından Öpmenin Hükmü

 

5220... Şa'bî'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) Cafer b. Ebi Talib'i karşıladı da onu kucaklayıp iki gözünün arasından öpmüştür.[243]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif, Hz. Peygamberin Habeşistan'a hicret eden bazı müslümanlarla birlikte Mekke'ye dönen Hz. Cafer'i karşılayınca onu kucaklayıp iki gözünün arasından öp­tüğünü ifâde etmektedir. Hanefi imamlarına göre, Hz. Peygamber'in ha­yatında görülen kucaklama ve öpmeler sevgi, özlem, takdir ve merhamet duygularından kaynaklanan öpmelerdir.[244] Onun hayatında selamlaşma niyetiyle yapılan bir öpüşmenin yeri olmadığı gibi, bir kimsenin eşinin ya da cariyesinin dışında bir kimseyi şehvetle öpmesine de asla yer yoktur. Hafız Münzirî'nin açıklamasına göre, bu hadis-i şerif, mürseldir.[245]

 

146-147. Yanaktan Öpmenin Hükmü

 

5221... İyas b. Dağfel'den demiştir ki: "Ben Ebû Nadra'nın Hasan b. Ali (r.a)'nin yanağını Öptüğünü gördüm."[246]

 

Açıklama

 

Ebû Nadra tâbiundan Basrah Münzir b. Malik en-Avfî'dir. Ebu Davud'un bazı nüshalarında, Ebu Nadra'nın yanağından Öptüğü kimsenin, Hasen b. Ali olduğu, ifade edilmekle beraber, nüshaların çoğunda, sadece Hasen ismi geçmekte ve künye­sinden bahsedilmemektedir. Gerçi zaman itibariyle sözkonusu zâtın Hasan b. Ali olması mümkün olmakla beraber, Hafız Münzirî gibi bir hadis otori­te1i bu kimsenin Hasen Ebiî Hasen el-Basrî olduğunu ortaya koymuştur.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif, bir kimsenin bir çocuğu sev­gi ile yanağından öpmesinin meşru olduğuna delalet etmektedir. Nitekim 5218 numaralı hadisin şerhinde de açıklamıştık.[247]

 

5222... Hz. Berâ'den demiştir ki: Medine'ye geldiği ilk günlerde Hz. Ebu Bekir'le birlikte (evine) girmiştim. Bir de ne göreyim, kızı Hz. Aişe sıtmaya yakalanmış yatıyor. Hz. Ebû Bekir, hemen yanına varıp:

Nasılsın kızcağızım? deyip onu yanağından öptü.[248]

 

Açıklama

 

Bir önceki hadis-i şerif gibi bu hadis-i şerif de insanın sünnete riayet kastıyla ya da sevgi ve merhamet hisleriyle çocuğunun yanağından öpmesinin caiz olduğunu ifade etmektedir.[249]

 

147-148. El Öpme Hakkında (Gelen Hadis)

 

5223.. Hz. Abdullah b. Ömer (başından geçen) bir olayı Abdurrahman b. Ebî Leylâ'ya anlatmış (sonra) şöyle demiş:

"Bunun üzerine Peygamber (s.a.)'e yaklaşıp elini öptük."[250]

 

Açıklama

 

Hz. Abdullah b. Ömer'in Abdurrahman b. Ebî Leyla>ya anlattıgı olayf (2647) numaralı hadis-i şerifte anlatılan, Hz. Peygamber'irpgönderdiği bir akıncı birliğinin bozguna uğ­raması neticesinde, Hz. İbn Ömer'le arkadaşlarının akıncı birliğiyle irti­bat kuramamaları neticesinde, Medine'ye dönüp gelip de Hz. Peygam­berin huzuruna çıkarak elini öpmeleriyle ilgili olaydır.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif de yine el öpmenin caiz oldu­ğuna delalet etmektedir.

el-Ehberî'nin açıklamasına göre, İmam Malik, kibir ve gurura sebeb olan el öpmekle, kibirden dolayı el öptürmenin caiz olmadığını, dindarlı­ğından ve faziletinden dolayı, bir kimsenin elini öpmeninse caiz olduğu­nu söylemiştir.

İmam Nevevî de bir kimsenin zühd ve takvası ya da diğer faziletleri se­bebiyle elini öpmenin mekruh olmadığını, hatta sünnet olduğunu söyle­miştir.

Biz diğer fıkıh ulemasının bu konudaki görüşlerini (5217) ve (5214) numaralı hadislerin şerhlerinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[251]

 

148-149. Vücudu Öpmenin Hükmü

 

5224... Hz. Useyd b. Hudayr, ensardan bir adam(dı. Başından geçen bir olayı) şöyle anlattı: "Kendisi bir toplulukta konuşuyordu. Şakacı bir adamdı. Bir ara topluluğu güldürdü. Derken Peygamber (s.a.) (şaka ola­rak) bir çöpü onun böğrüne (hafifçe) dürttü. Bunun üzerine (Üseyd Pey­gamber efendimize):

Ey Allah'ın Resulü (bu çöpü bana dürttüğünden dolayı) sana kısas yapmama imkân ver! dedi.(Hz. Peygamber de):

(Haydi öyleyse) kısas yap, buyurdu. (Üseyd):

Fakat senin üzerinde gömlek var. (Çöpü bana dürttüğün zaman) be­nim üzerimde gömlek yoktu, dedi.

Hz. Peygamber de (onun bu isteğine uyarak kısas yapmasına imkân vermek için) gömleğini (yukarı doğru) kaldırdı. Bunun üzerine: Hemen Hz. Peygamber'i bağrına basıp onun böğrünü öpmeye başladı ve:

Ey Allah'ın Resulü, (işte) benim istediğim bundan ibaretti, dedi.[252]

 

Açıklama

 

Kısas: Öldüreni, öldürülen karşılığında öldürmek, veya yaralanan ya da kesilen bir organ karşılığında bu suçu işleyenleri aynısıyla cezalandırmaktır. Bu hadis: Tekme tokattan dolayı kısas lâzım gelmez, diyenlerin aleyhine delildir.[253]

Bazı  Hükümler

 

1. Bir kimsenin böğürünü öpmek caizdir.Nitekim Hanefî ulemasından Aynı Böyle­ce kişinin, elinin, ayağının, başının, böğrünün öpülmesinin mubah oldu­ğu bilindi" demiştir.[254]

2. Kamçı darbesi, tekme ve tokat gibi hakkında belli bir ceza tayin edilmiş olmayan tecavüzler için kısas cezası uygulanır.

Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (r.anhüm) bu görüş­tedirler. Delilleri de bu hadis-i şeriftir.

Ayrıca Şüreyh, Şa'bî ve İbn Şübrüme'de bu görüştedirler. Ashab-ı re'y (rey taraftarları) ile imam-ı Malik ve Şafiî (r.a.) ise sözü geçen filler­den dolayı kısas lâzım gelmeyeceğini söylemişlerdir. Bu fiillerden do­layı kısas yapılmasını bir takım şartlara bağlamışlardır. Hanefi ulemasının bu konudaki görüşü şöyledir:

"Bir kimsenin yüzüne haksız yere vurulan silleden dolayı kısas icab et­mez. Amde mükarin olunca (bile bile yapımiş olunca) te'dibi icab eder. Meğer ki bu silleden bir yara husule gelsin."[255]

 

5225... Ümmü Ebân bint el-Vazi b. Zari; (Hz.Peygamber'in huzuruna gelen) Abdulkays hey'eti arasında bulunan dedesi Zari'den demiştir:

Medine'ye vardığımız zaman hayvanlarımızdan acele inip Peygam­ber (s.a.)'in elini ve ayağını öpmeye başladık. el-Münzirü'1-Eşecc bir süre tekledikten sonra (içinde elbiseler bulunan) bavuluna vardı ve (içlerin­den, eteklik ve gömlekten oluşan) yeni bir takım elbiseyi giydi. Sonra Peygamber (s.a.)'e vardı. (Hz. Peygamber) ona:

Sende Allah'ın sevdiği iki haslet var, hilim ve vakar, buyurdu, el-Münzir de:

Ey Allah'ın Resulü! Ben bunları kendi çabamla mı elde ettim, yok­sa Allah beni bu iki huy üzerine mi yarattı? dedi. (Hz, Peygamber):

Elbette seni Allah bu iki huy üzerine yarattı, buyurdu. Bunun üze­rine o:

Beni Allah ve Rasûlünün sevdiği iki haslete sahip olarak yaratan Al­lah'a hamd olsun, diye şükretti.[256]

 

Açıklama

 

Hilm; Akıl, vakar, sabır manalarına gelir.

Enâet: Aceleye kapılmadan zamanında ve yerinde hareket etmektir.

Ebü'l Hasen eş-Şâzelî hazretlerinin rivayetine göre, bir gün Rasûlü Ek­rem efendimiz; rü'yasında görmüş de kendisine:

"Elbiselerini pisliklerden koru. Eğer böyle yaparsan her an Al­lah'ın yardımına nail olursun" buyurmuş. Bunun üzerine İmam Şazeli hazretleri:

"Ey Allah'ın Rasulü, benim elbiselerimden maksat nedir? diye sorun­ca; Hz. Fahr-i Kâinat şöyle buyurmuş:

Hak teâla hazretleri senin özerine beş kat elbise giydirmiştir:

1. Muhabbet elbisesi,

2. Marifet elbisesi,

3. Tevhid elbisesi,

4. İman elbisesi,

5. İslâm elbisesi,

1. Her kim muhabbet elbisesini giyerse (yani Allah'ı severse) Allah ona her işi kolay getirir.

2. Her kim de marifet elbisesini giyer de Allah'ı hakkıyla tanırsa onun nazarında Allah'ın rızası dışında herşey küçülür, değersiz kalır.

3. Her kim de Allah'ın yegâne Halik olduğunun şuuruna vararak tev­hid makamına ererse ona şirkin kokusu bile erişemez.  

4. Kim de iman elbisesi giymeye muvaffak olursa o herşeyden emin olur.

5. İslâm elbisesini giyen kimse ise Allah'a isyan etmez. Hasbelbeşer isyan etse bile özür dileyip tevbe eder. Tevbe edenin tevbesini de Allah kabul eder.[257]

"Eşecc" kelimesi "başı yarık" anlamına gelir. Hz. Münzir'in yüzünde kılıç veya bıçak yarasından kalma bir iz bulunduğu için Resulü Zişan efen­dimiz kendisine bu ismi vermiş, ondan sonra bu isimle meşhur olmuştur.

Hz. Münzir'in sahih ve meşhur olan ismi el-Münzir b. Aziz olmakla beraber[258] yine de ihtilaflıdır. Nitekim Avnü'l Mabûd yazarı O'nun is­minin "el-Münzir b. el-Hâris el-Abdî" olduğunu söylerken Bezi yazan el-Münzir b. Amr olduğunu söylemiştir.

Eşşeyh Abdülhak ed-Dehlevî'nin "el-Lemeât" isimli eserinde, Abdul-kays heyetinin Hz. Peygamberin huzuruna gelmeleri şöyle anlatılıyor:

"Abdülkays heyeti, Hz. Peygamber'in yanma gelince hemen hayvan­larından inip yerlere kapandılar. Hz. Peygamber bu hareketlerine engel olmadı. Bilakis onların bu hareketini takrir etti. Onların başkanı olan Eşecc ise onlara katılmadan doğru kendisine ayrılan eve indi. Orada gus­lettikten sonra beyaz elbiselerini giydi, sonra mescide girip iki rekat na­maz kıldı ve ardından dua edip huşu içerisinde vakar ve teenni ile Hz. Peygamberin huzuruna vardı. Hz. Peygamber onu bu edeb içerisinde görünce:

Sende (Allah ve Rasûlunun sevdiği) iki huy vardır, buyurdu.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte, Hz. Münzir b. Aziz başkan­lığında gelen Abdülkays heyetinin Hz. Peygamberin ellerini ve ayakları­nı öptükleri ifade edilmektedir. Biz el öpmenin hükmünü (5217) numara­lı hadis-i şerifin şerhinde açıkladığımız için burada sadece ayak öpmenin hükmünü açıklamakla yetineceğiz.

El ve ayak öpme, selamlama yahutta tazim kasdiyle yapıldığı zaman caiz değildir, haramdır. Fakat sevgi, özlem, istihsan (tebrik) duyguların­dan kaynaklanan el ve ayak öpmeler, caizdir. Nitekim mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte geçen, Abdülkays heyetinin Hz. Peygamber'in el ve ayaklarını öpmeleri olayı, sevgi ve özlem duygularından kaynaklandı­ğı gibi Resûl-ü Zişan efendimizin kendisine soru soran yahudilerin sorularını cevaplandırması neticesinde onların ellerini ve ayaklarını öpmelerine izin vermesi148 olayı da yahudilerin Hz. Peygamber'in el ve ayakları­nı öpmelerinin yine istihsan (tebrik etme) duygusundan kaynaklanmış­tır.[259]

Eğer Eşşeyh Abdulhak ed-Dehlevî'nin el-Lemeât isimli eserindeki Hz. Peygamber'in Abdulkays hey'etinin huzurunda secdeye kapanmasına izin verdiğini ifade eden hadisin sıhhatini kabul etsek bile, böyle selam­laşmak ve ikram kabilinden olan secdeler "Eğer bir kimseye başka bir kimse için secde etmeyi emretseydim kesinlikle kadına kocasına sec­de etmesini emrederdim"[260] hadisiyle neshedilmiştir. Böyle bir secde daha önceki şeriatlerde caizdir.[261]

Bu mevzuda Bedrüddin Aynî de şöyle demektedir. "Bu zamanda sul­tanlara yapılan tazim ve iclâl secdesi küfürden başka bir şey değildir. Ni­tekim el-Mahbubî de el-Camiüssagîr Şerhi'nde yüce Allah'dan başkası­na yapılan her secde zor karşısında kalmış olmamak kaydıyla küfürdür. Binaenaleyh bazı câhil sofilerin şeyhlerin önünde yaptıkları şeyler bid'atlerin en çirkinidir.

Efdal olan zor karşısında kaldığı zaman tahiyye (selâm) secdesi yap­maktır. Fakat tazim secdesi yapmamaktır. Çünkü tazim secdesi küfürdür. Takiyye secdesi ise küfür değildir.[262]

Ayrıca mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif, fitneye düşürmeyece­ğinden emin olmak şartıyla, bir kimseyi yüzüne karşı medhetmenin caiz olduğuna delalet etmektedir.

Aliyyü'l-Kârî'nin açıklamasına göre "Metinde Rasûlullah kelimesinin, Allah lâfzı üzerine atfedilerek zikredilmiş olması, Hz. Peygamber'in bir-şeyi sevmesinin Allah'ın sevmesine bağlı olduğunu belirtmek içindir. Bi­lindiği gibi Allah'ın sevdiği bir şeyi Rasûlünün sevmemesi, Allah'ın sev­mediği bir şeyi de sevmesi mümkün değildir."[263]

 

149-150. "Allah Beni Sana Feda Etsin' Demenin Hükmü

 

5226... Hz. Ebu Zer*den demiştir ki: Peygamber (s.a.) (bana); Ey Ebu Zer! diye seslendi ben de: "Buyur yâ Rasûlullah, emrine ica­bet edip geldim" cevabını verdim.[264]

 

Açıklama

 

Lebbeyk: Buyur, emrine icabet ettim, geldim, demektir. Bu kelime lisanımızda kullanılan bir kelime-i icabettir. Fi'l-i semai olarak hazf edilen ve tesniye sigasıyla kullanı­lan mefûlü mutlaklardandır.[265]

Sa'deyk, kelimesi de aynen lebbeyk kelimesi gibidir. Genelde lebbeyk kelimesinden sonra ve ona tabi olarak kullanılır.[266]

el-Ferrâ'nm açıklamasına göre el-feda kelimesi, fa'sı üstün okunduğu zaman; "feda" şeklinde elif-i maksure ile esre okunduğu zamansa; "fıdâ" şek­linde elif-i memdude ile yazılır. Ebû Ali'nin rivayetine göre bu kelimenin fa'sı esreli olarak okunduğu zaman, bir zaruret olmadıkça mutlaka elif-i memdude ile fiadâ? şeklinde yazılır, "feda" şeklinde maksûr (kısa) olarak yazılması ile sadece "fa"sınm fetha ile okunması haline mahsustur.- Cev-herî'ye göre ise "fa"smın esreli okunması halinde bu kelimenin "fidâ" şeklinde maksur olarak yazılması caiz olduğu gibi "fidâ"' şeklinde elif-i memdude ile yazılması da caizdir.

Ancak fa'sının üstünlü olarak okunması halinde sadece "feda" şeklin­de maksur olarak okunur veya yazılır.

Bir dua cümlesi olarak: "Allah beni sana feda etsin" cümlesi iki ma­naya gelir:

1. Allah, benim yapacağım harcamayla seni sıkıntı ve musibetlerden kurtarsın, anlamına gelir. Yani bu cümlede feda kelimesi insanın canını sıkıntılardan kurtarmak için harcadığı maldır.

Nitekim; "Oruca güç yetiremeyenlerin fidye vermesi, bir yoksulu doyurması lâzımdır."[267] âyet-i kerimesinde fidye bu manada kullanıl­mıştır.

Binaenaleyh âyetin manası "Oruca gücü yetmeyenlerin orucun sıkıntı­sından ve oruç tutmamanın azabından kendilerini kurtarmaları için bir miskini doyuracak kadar mal harcamaları gerekir" demektir. Bu görüş Ragıb-i İsfehanî'ye aittir.

2. Bir sıkıntıyı giderebilmek için bir şeyin yerine başka bir şeyi koy­mak anlamına gelir. "Ve fidye olarak ona büyük bir kurbanlık ver­dik"[268] âyet-i kerimesinde olduğu gibi...

Bu açıklamadan da anlaşılacağı gibi, bu âyet-i kerimenin manası "Biz Hz. İsmail'i kurban olma zorluğundan kurtarmak için onun yerine büyük bir kurbanlık gönderdik" demektir. Bu görüş de Ebu'l-Beka'ya aittir.

Bütün bunlar, gösteriyor ki bir kimsenin diğer bir kimseye "Allah be­ni sana feda kılsın" demesi caizdir. Nitekim İmam Buharî, Sahih'inde bu­nu ifade eden hadisler için özel bir bâb açmıştır.[269]

Hafız İbn Hacer'in açıklamasına göre, Ebu Bekir b. Ebi Asım, bu cüm­leyi kullanmanın caiz olduğuna delalet eden bütün haberleri toplamış ve; "kişinin, bir sultana, bir büyüğüne, bir âlime veya din kardeşlerinden sev­diği bir kimseye böyle demesi kesinlikle caizdir." demiştir.

Hatta onu ağırlamak ve gönlünü almak için söylemişse, bu sözden do­layı sevap da kazanır. Eğer bu sözü söylemek dinen sakıncalı olsaydı, Hz. Peygamber bu sözü söyleyen kimseyi bundan nehyederdi. Oysa Hz. Pey­gamber, bu sözü söyleyen kimseyi bundan nehyetmemiş; ayrıca ben bu sözü söylemenin caiz olmadığını söyleyen bir kişi dahi bilmiyorum" de­miştir."[270]

 

150-151 Bir Kimsenin (Diğer Bir Kimseye): "Allah Gözünü Aydın Etsin" Demesinin Hükmü

 

5227... Hz. İmran ibn Husayn'dan demiştir ki: "Biz cahiliyye döne­minde (biribirimize) Allah senin gözünü aydın etsin, iyi sabahlar, derdik. İslâm (dini) gelince bundan nehyolunduk."

Abdurrezzak dedi ki: Mamer, bir kimsenin: "En'amellahü bike aynen: (Allah seninle gözü(müzü) aydın etsin)" demesi mekruhtur, ama; "enâ-rnellahü ayneke: (Allah gözünü aydın etsin) demesinde ise bir sakınca yoktur" dedi...[271]

 

Açıklama

 

Aliyyü'l-Kârî'nin "Mirkatü'I-Mefatîh" isimli  eserindeki açıklamasına göre "enamellahü bike aynen" cümlesindeki "bi" harfi "ename" fiilindeki müteaddîliği (geçiş­liliği) te'yid (pekiştirmek) için gelmiştir, "ename" fiilinin mef ûlü "sen" anlamına gelen "ke" harfidir. Ayn göz kelimesi de "sen" kelimesinin  temyizidir.

Binaenaleyh, cümlenin manası "Allah (sevdiğin bir kimseye veya ni­mete kavuşturmak suretiyle) senin gününü aydın etsin" demektir. Ayrıca "Allah seni naim cennetine koysun" anlamında bir dua da olabilir.

Bu cümlede geçen "bi" harfinin sebebiyet ifade ettiğini ve dolayısıyle cümlenin "Allah, seninle karşılaştırmak suretiyle (yani seni sebeb kılarak) seni seven bir kimsenin gözünü aydın etsin" anlamına geldiğini söyleyen­ler de vardır. Tercüme buna göre yapılmıştır.

Bir kimsenin karşılaştığı bir kimseyi bu şekilde selamlaması yasaklan­dığı gibi "En'im sabahan: iyi sabahlar" diyerek selamlaması da yasaklan-

mıştır. Bu yasaklama olayının sebebi ise bu cümlelerle selamlaşmanın ca-hiliyyet âdeti olmasıdır. Fakat tamamen câhiliyye dönemine ait olan bu cümlelerin kalıpları değiştirilerek kullanıldığı takdirde, bu cümle ve ifade tarzları, câhiîiyye olmaktan çıkacağı için onu yine aynı manaya gelen de­ğişik cümle kalıplarına aktararak kullanmakta bir sakınca yoktur.

"Sabaha'î-Hayr, sabahannûr" demek gibi. Nitekim metinde de ifâde edildiği üzere Ma'mer de meseleye bu açıdan bakarak "en'amellahü bike aynen" demeyi hoş karşilamarmştır.

Bezlü'l-Mechud yazarının açıklamasına göre Ma'nier'in bu cümleyi mekruh görmesinin bir sebebi de "aynen" kelimesi böyle izafetten soyut­lanmış olarak kullanıldığı için, bu gözün Allah'a ait olduğu vehm edile­rek cümlenin "senin vasıtanla Allah'ın gözü aydın olsun" manasında kul­lanılmış olduğu zanmna yol açması ihtimali ile birlikte câhiliyye âdetle­rinden olmasıdır.

Fakat "en'im sabahan: iyi sabahlar" cümlesinde öyle bir yanlış anla­maya yol açma ihtimali yoktur, ama câhiliyyeye ait bir selamlaşmayı da simgelediğinden kullanılması yasaklanmıştır.

Ama: "En'amallahu aleyke ayneke: Alîah gözünü aydın etsin" cümle­sinde bu sakıncalara olmadığından bu cümleyi kullanmakta hiçbir mahzur görülmemiştir.

Nitekim Ma'mer de bu cümleyi kullanmada herhangi bir sakınca gör­memiştir.[272]

 

151-152. Bir Kimsenin Diğer Bir Kimse İçin Ayağa Kalkmasının Hükmü"

 

5228... Ebû Miclez'den demiştir ki: (Birgün) Hz. Muaviye, Hz. İbn Zübeyr'le Hz. Ibn Amir'in bulundukları yere girdi de Ibn Amir hemen ayağa kalktı, İbn Zübeyr ise oturmaya devam etti. Bunun üzerine Hz. Mu­aviye (İbn Amir'e hitaben):

Otur (ayağa kalkma)! Çünkü ben Rasûlullah (s.a.)'i: "İnsanların kendisi için ayağa kalkmasından hoşlanan kimse (cehennem) ateş(in) de yerini hazırlasın" derken işittim, dedi.[273]

 

Açıklama

 

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte, Hz. Muaviye için sadece İbn Amir'in ayağa kalktığı, ifade edilirken Tirmizî'nin rivayetinde İbn Safvân ile birlikte İbn Zübeyr'in de ayağa kalktığı ifade edilmektedir. Bu durum olayın iki defa tekerrür etti­ğini; birincide sözü geçen zatların ikisinin de ayağa kalktığını, ikincide ise sadece birinin (yani ilkinde hazır bulunan İbn Safvân'in yerini alan ve haliyle ilkinde bulunmayan İbn Âmir'in) kalktığını, diğerinin ise Hz. Mu-aviye'nin birinci tenbihini hatırlayarak kalkmadığını gösterir.

Aliyyü'l-Kârî'nin açıklamasına göre hadis-i şerifte yasaklanmış olan ayağa kalkma, karşıdakini tazim etmek ve yüceltmek için olan ayağa kalkmadır. O'na yardım veya hizmet etmek için olan ayağa kalkma değil­dir. Nitekim (5215) numaralı hadis de buna delalet etmektedir. Metinde geçen “felyetebevve: Hazırlansın” kelimesi emir kalıbında gelmiş  bir haber cümlesidir.Yani “Onun yeri cehennemde hazırlanmıştır.” Anlamında kullanılmıştır.

Bazı nüshalarda bu bab ile bundan sonraki bab, hadisler ile birlikte yer değiştirmiştir. Ancak Concordance'da sıralama bu şekilde olduğundan biz de ona riayet ettik.

geçen "felyetebevve: Hazırlansın" kelimesi emir kalıbında gelmiş bir haber cümlesidir. Yani "Onun yeri cehennemde hazırlanmıştır" anla-mmda kullanılmıştır.

Bazılarına göre, hadiste geçen bu tehdid, kibrinden dolayı kendisi için ayağa kalkılmasmı isteyen kimselere yöneltilmiştir. Cümlede geçen "Hoşlanan kimse" sözü de buna delalet eder. Fakat insan kendisi için ayağa kalkılıp kalkılmasma önem vermediği halde karşıdakiler tevazu ol­sun diye, yahutta sevap kazanmak ümidiyle kendiliklerinden ayağa kal­karlarsa bunda bir sakınca yoktur.

Beyhakî'nin es-Sünenu'1-Kübra'sında Hattabiden naklen yaptığı açıklamaya göre, hadis-i şerifteki tehdid, kibrinden dolayı veya iftihar et­mek gayesiyle insanların kendisine ayağa kalkmalarını isteyen kimselere yöneliktir.

Binaenaleyh bir kimsenin,, fazilet sahibi bir reis veya adaletli bir idare­ci için ayağa kalkması ya da br öğrencinin, öğretmen için ayağa kalkma­sı mekruh değildir. Tersine müstehabtir. (5215) numaralı Sa'd hadisi de buna delalet etmektedir. Çünkü bu çeşit ayağa kalkışlardan maksat, iyilik ve ikram etmektir. Tazim değildir.

Esasen hiçbir insaf sahibi (5215) numaralı hadiste sözü geçen ensarın Hz. Sa'd'a ayağa kalkmalarını Hz. Sa'd'm canü gönülden arzu etmekte olduğunu ve bundan dolayı kibre kapıldığını iddia edemez.[274]

Fethu'I-Bârî yazarının dediği gibi, her ne kadar îmam-ı Nevevî -bu hadis-i şerifte yasaklanmak istenen husus, kendisi için ayağa kalkılan kimsenin bundan hoşlanmasıdır. Ayağa kalkmakla ilgisi yoktur. Eğer kendisi için ayağa kalkılan kimse, kendisine ayağa kalkıldığından dolayı sevince veya kibre kapılmazsa bunda hiçbir sakınca yoktur. Eğer nefsini tatmin için bunu arzu ederse ayağa kalkmasalar bile günahkâr olur, de­mişse de bu iddia doğru değildir. İbn el-Hacc'm da dediği gibi bu hadis-i şerifte üzerinde durulan husus, kendisi için ayağa kalkılan kimseyi güna­ha düşürmesi ihtimali bulunan ayağa kalkmadır. Yani kendisine ayağa kalkılan kimse ile değil, ayağa kalkanla ve kalkmakla ilgilidir. Sahabe-i kiram da bu meseleyi böyle anlamışlardır.

İbn Kayyım eî-Cevziyye de bu hadis-işerifi böyle anlamıştır."[275] Gerçekten İbn el-Kayyim de hadisteki bu yasağın ayağa kalkan kimse­lerle ilgili olduğunu söylemekte ve bu görüşüne delil olarak da "Rasûlullah (s.a.) hastalandı biz de o oturduğu halde (ayakta) arkasında namaz kıldık...."

Rasûlullah (s.a.) bize bakarak ayakta namaz kıldığımızı gördü, hemen bize işaret etti, biz de oturduk ve namazımızı ona uyarak oturduğumuz yerden kıldık. Selam verince:

Demin neredeyse İranlılarla, Romalıların yaptığını yapıyordu­nuz. Onlar kralları otururken de ayakta dururlar, buyurdu"[276] me­alindeki hadisi gösterdikten sonra, sözlerini şöyle tamamlamaktadır: "Bu mevzuda gelen ayağa kalkmayı yasaklayıcı hadisleri sadece böyle oturan bir kimsenin arkasında ayakta namaz kılmaya hamletmek mümkün değil­dir. Çünkü bu mevzuda gelen hadisler meclise giren bir kimse için onu ta­zim kasdiyle ayağa kalkmayı yasakladığı gibi oturmakta olan bir kimse­nin yanında tazim kasdiyle dikilmeyi de yasaklamıştır.

Araplar bu tür ayağa kalkmayı bilmezlerdi. Bu tür ayağa kalkış, Acem ve Rumların âdetidir. Arapların âdeti olan ayağa kalkma ise meclise yeni gelen kimseyi karşılamak için yapılan kalkıştır ki, hadis-i şeriflerde cevaz verilen kalkış da bu kalkıştan ibarettir. Diğer kalkışlarla ilgisi yoktur.[277]

Ebu'l-Velid İbn Rüşd'ün tesbitine göre ayağa kalkma dört şekilde olur:

1. Haram olan kalkma: Kibrinden dolayı kendisine ayağa kalkılma-sını isteyen bir kimseye ayağa kalkmaktır.

2. Mekruh olan ayağa kalkma: Kibir, gurur gibi duygulardan uzak olduğu için kendisine ayağa kalkılmasmı arzu etmediği halde, kendisine ayağa kalkıldığında nefsine bazı haram duygu ve düşüncelerin gelmesin­den korkulan ve bir yönüyle de zâlimlere ayağa kalkmayı andıran kalkış­lardır.

3. Caiz olan ayağa kalma: Zalimlere ayağa kalkmayı andırmayan ve kendisi için ayağa kalkmasını istemeyen kimseler için iyilik ve ikram niy-yetiyle yapılan kalkışlardır.

4. Mendup Olan Ayağa Kalkma: Bir yolculuktan dönen kimse için sevinçten dolayı, istikbal için veya bir kimsenin eline geçen nimetten do­layı kendisini tebrik için, yahutta uğradığı bir felaketten dolayı taziye için ayağa kalkmak gibi.[278]

İbn Hacer ayağa kalkma konusunda bütün bu görüşleri naklettikten sonra, sözlerini şöyle tamamlıyor: "İmam Gazâlî tazim (yüceltme) gaye­siyle ayağa kalkmanınsa mekruh olmadığını söylemiştir ki, bu güzel bir açıklamadır."[279]

Biz bu konuyu tahkiki mahsulü olduğuna ve isabetine inandığımız et-Tehânevî'nin şu sözleriyle noktalamak istiyoruz:

"Hz. Muaviye'nin dışarı çıkarken kendisine ayağa kalkılması karşısın­da "cehennemdeki yerine hazırlansın" hadisini hatırlatmasının sebebi, kendisine, ayağa kalkanların bu kalkışını, krallarına tazim kasdiyle ayağa kalkan Acemlerin kalkışına benzetmesidir.

Binaenaleyh sadece ikram için ayağa kalkmada bir kerahet yoktur. Ke­rahet Acemlerin krallarına yaptıkları bir tazim ve edeb gösterisi şeklinde­ki kalkıştadır. Onların krallarına karşı ikram ve tazim gösterisi şeklindeki ayağa kalkmalar selefte asla görülmemiştir."[280]

İbn Hacer meclise gelen bir kimseye- ayağa kalkmasının hükmünü açıklarken dört hüküm zikretmiştir. Bu hükümlerden bazıları (yani 1, 2, ve 3. hükümler) tazim kasdiyle ayağa kalkmakla ilgilidir. Birisi de (yani dördüncü hüküm) istikbâl (karşılama) için ayağa kalkmakla ilgilidir.

Ama oturmakta olan bir kimsenin başı ucunda ayakta dikilmenin hük­münden bahsetmemiştir. Kanaatimize göre bu tür ayakta kalmalar eğer bir kimseyi düşmanların tecavüzünden korumak gibi bir maslahata meb-ni olarak yapılırsa bunda bir sakınca yoktur. Fakat beklenen kişinin şanı­nı ve ününü arttırmak gayesiyle yapılırsa mekruhtur.[281] Nitekim Hudey-biye'de Hz. Mugîre, Hz. Peygamberin başında düşmanların şerrinden ko­rumak amacıyla kılıcıyla beklemiştir. Ayrıca Hz. Peygamber hastalandığı zamanda da başında ayak üstü beklemişlerdir. Bu bekleyişler hiçbir za­man tazim ve ikram kasdıyla olmamıştır. Korumak niyetiyle olmuştur.

Hz. Peygamberin hastalığı esnasında oturduğu yerden namaz kılarken arkasında ayakta namaz kılanları görünce onları bundan men'etmesi, on­ların bu hareketleri, Acemlerin hareketine benzediğinden değildir. Çünkü ayakta namaz kılmak, Acemlerin davranışına benzetilemez. Ancak onla­rın bu davranışları ileride Acemler gibi davranmalarına yol açabileceği endişesiyle yani sedd-i zerayi kabilinden onları bundan men'etmiştir. Ni­tekim sözkonusu olayda: "neredeyse Acemler gibi hareket edecektiniz."[282] sözü geçen namazı ayakta kılmak olayının Acemlerin fiillerine benzemediğini ifade etmektedir.[283] Bu mevzu için (5125) numaralı hadi­sin şerhine de bakılabilir.[284]

 

5229... Hz. Ebu Ümame'den demiştir ki: (Birgün ) Rasûlullah (s.a.) bastonuna dayanarak yanımıza çıkageldi de biz hemen kendisine ayağa kalktık. Bunun üzerine (bize hitaben):

" Öyle tazim için bir kısmı bir kısmına ayağa kalkan Acemler gi­bi ayağa kalkmayinız"buyurdu.[285]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif, bir kimse için Acemler gibi tazim  maksadıyla ayağa kalkmanın caiz olmadığını ifade etmektedir.

Bir önceki hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi, Acemlerin ta­zim için biribirlerine ayağa kalkmaları, büyükleri otururken ayakta dikil­meleri şeklinde olmaktadır. Ancak Taberi ve İbn Hacer senedinde kimli­ği meçhul kimseler bulunduğu gerekçesiyle bu hadisi muzdarib hadis de­nilen zayıf hadislerden saymışlardır.

Konuyla ilgili açıklama bir önceki hadis-i şerifin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.[286]

 

152- 153. Bir Adamın Diğer Bir Adama: "Allah Seni Korusun" Demesinin Hükmü

 

5230... Hz. Ebu Katade şöyle demiştir: (Halk) susamışlardı. Bunun üzerine halkın öncü birlikleri (süratle) gittiler (ve gözden kayboldular). Ben de bu gece (süresince) Rasûlullah (s.a.)'den ayrılmadım. Bunun üze­rine bana: "Peygamberini koruduğundan dolayı Allah da seni koru­sun" buyurdu.[287]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif, bir kimsenin diğer bir kimseye "Hafazakallah: Allah seni korusun" diye dua et­mesinin caiz olduğunu ifade etmektedir. Bu hadisle ilgili açıklama (437) numaralı hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.[288]

 

153-154. Bir Adam (Kendisine): "Falan Adamın Sana Selamı Var" Diyen Kimseye Nasıl Karşılık Verir?

 

5231... Gâlib (b. Hattâf el-Basrî el-Kattân)'dan demiştir ki: Biz Hasen (el-Basri)'nin kapısı (Önün)de otururken bir adam gelip şöyle dedi: Ba­bam (in) bana anlattığına göre) dedem şöyle demiş "Babam beni Rasû­lullah (s.a.)'e göndererek Hz. Peygambere var, kendisine (benden) selam Söyle dedi. Ben de Hz. Peygamber'e varıp babamın sana selamı var, de­dim.

Aleyke ve alâ ebikesselamu (selam senin ve babanın üzerine üzeri­ne olsun), diyerek selamı aldı."[289]

 

5232... Aişe (r.anha)'dan (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) kendisine:

Cebrail (a.s.)'uı sana selamı var demiş de (Hz. Âişe):

Ve aleyhisselâmü ve rahmetüllahi, diyerek bu selamı almış.[290]

 

Açıklama

 

1. Mevzumuzu teşkil eden (5231) nolu hadis selam  alınırken sadece "ve aleykümüsselam" demekle farzın yerine getirilmiş olacağına delalet ederken, (5232) numaralı Hz. Aişe hadisi de selam alırken "ve aleykümus selam" cümlesine ve "ve rahmetüllahi" kelimesini ilave etmenin daha faziletli olduğuna delalet etmektedir.

2. Yine bu iki hadis bir kimseden diğer bir kimseye selam götürmenin müstehap olduğuna delalet eder.

İbn Abidin'in açıklamasına göre "bir kimse falana selam söyle, dediği zaman gidip o selamı söylemek, vâcib olur. Çünkü bu emaneti sahibine vardırmak kabilindendir. Zahire göre bu vücub hükmü, selamı götürenin rızasına bağlıdır.

Sonra Münavî'nin Şerhinde İbn Hacer'den naklederek şu ibareyi gör­düm: Tahkik şu ki: Eğer elçi "ben selamı götürürüm" diye iltizam etmiş ise o zaman (selamı tebliğ etmek) emanete benzemiş oluyor. Aksi takdir­de, vedia oluyor. Yani (vedia olunca) gidip tebiğ etmek, boynuna vacib olmuyor. Çünkü vediada hüküm böyledir.

Şürünbilalî dedi: Buna göre kendisine: Selamımı Rasûlullah'ın huzu­runa götür, diye emredenin selamını tebliğ etmek gerekir. Yine Şürünbi­lalî dedi ki: Selamı getirene de cevap vermek müstehabdir. "Senin de üze­rine olsun" diyecektir.

Bunun benzeri, musannifin "Tuhfetü'l-Akran"adlı kitabında da var­dır. İbn Abbas bunun vacib olduğu rivayetini ayrıca ekler.

Lâkin Tatarhani'ye dedi ki: İmam Muhammed bir hadis rivayet etti. Buna göre; kim bir insana başkasının selamını getirip tebliğ ederse, selam alan önce tebliğ edene cevap vermek, sonra da hazır olmayana cevap ver­mek zorundadır. Bu ibarenin zahirinden (selamı tebliğ edene cevap ver­menin) vacib olduğu hükmü anlaşılıyor"[291]

 

 

154-155. Bir Kimsenin Diğer Bir Kimseye 'Lebbeyk: Buyur Emrindeyim" Demesinin Hükmü

 

5233... Ebû Hemmâm Abdillah b. Yesar'den (rivayet edildiğine göre); Ebu Abdurrahman el-Fihrî şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a.)'le birlikte Huneyn'de bulundum. Şiddetli sıcağın iyice kızıştığı bir günde yolculuk ediyorduk. (Bir ara) bir ağacın gölgesi altına indik. Güneş (batıya) kayın­ca harp aletlerimi (teçhizatımı) kuşandım ve atıma bindim. (Doğru) çadı­rında bulunan Rasûlullah (s.a.)'ın yanına geldim: "Esselâmü aleyküm ya

Rasûlullah ve rahmetullahi ve berekâtühü: Ey Allah'ın Resulü Allahın selamı rahmeti ve bereketleri senin üzerine olsun, (savaş için) öğle sonu yola çıkma vakti geldi dedim.Evet, dedi, sonra (Hz. Bilâl'e):

Ey Bilal! haydi kalk, buyurdu. Bunun üzerine (Hz. Bilal) hemen:

"Lebbeyk ve sa'deyk ve ene fadâük (:Buyur ben sana feda olayım)" diye­rek ağacın altından (hızla) sıçradı. Sanki gölgesi bir kuş gölgesi gibi (kü­çük ve ince) idi. (Hz. Peygamber de:)

Bana atımı eğerle, buyurdu. (Hz. Bilal) hemen iki tarafı lifden olan böbürlenme ve gösterişten uzak bir eğer çıkardı (ve atı eğerledi). Hz. Pey­gamber de (ata) bindi. Biz de (atlarımıza) bindik (ve yola koyulduk). Son-- ra Ebu Abdurrahman hadisi (sonuna kadar) rivayet etti.

Ebû Davud dedi ki: Ebu Abdurrahman el-Fihrî'nin bu hadisten başka (rivayet ettiği) bir hadis yoktur. Bu hadis (kendi sahasında) çok mahir (bir kimse) olan (Yala b. Atâ)nındır. Onu (kendisinden talebesi) Hammâd b. Seleme rivayet etti.[292]

 

Açıklama

 

Olay, Mekke'nin fethinden sonra vuku bulan Huneyn savaşında geçmiştir.

Huneyn, Taif ile Mekke arasında Mekke'ye on mil kadar uzaklıkta olan bir yerdir. Bu savaş, İslam tarihinde çok meşhurdur. Mevzumuzu teşkil eden bu hadisin devamı meâlen şöyledir:

"O gece onlarla (düşmanlarla) karşılıklı saf hâlinde durduk. Atlar birbirine yaklaştı ve Allah'ın "Sonra siz gerisin geri dönüp gitmiştiniz"[293] buyurduğu gibi, müslümanlar gerisin geri dönüp gittiler. Allah'ın Resulü de:

Ey Allah'ın kulları! Ben Allah'ın kulu ve elçisiyim, dedi. Sonra atından indi ve bir avuç toprak aldı. O'na benden daha yakın olan birinin bana haber verdiğine göre toprağı (düşmanların) yüzlerine atmış ve: "Yüzleri çerkinleşsin" buyurmuştu. Allah Teâlâ'da onları bozguna uğ­rattı.

Ya'lâ b. Atâ der ki: Bana oğullarının babalarından rivayetine göre on­lar şöyle demişler:

Bizden hiç kimse kalmamacasına, gözleri ve ağızlan toprakla doldu, gökle yer arasında demirin yeni bir tasa sürülmesi gibi bir gümbürtü (ve­ya çınlama) işittik."[294]

 

155-156. Bir Kimsenin Diğer Bir Kimseye: "Allah Sen(in Yüzünü) Güldür(Meye Devam Et)sin" Demesinin Hükmü

 

5234... (Abdullah b. Kinane İbn Abbas b. Mirdas'ın) dedesinden de­miştir ki: Rasûlullah (s.a.) güldü de Ebû Bekir (r.a.) - yahutta- Ömer (r.a.) kendisine:

Allah sen(in yüzünü) güldür(meye devam et)sin, dedi.[295]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif İbn Mâce'de şu manaya gelen lafızıarla rivayet edilmiştir: Peygamber (s.a.) ümme­ti için Arafe günü akşamı (Arafat'da) mağfiret duasında bulundu. O'na (Allah tarafından) şöyle cevap verildi: "Zâlim müstesna onları bağışla­dım. Çünkü ben mazlumun hakkını zâlimden mutlaka alırım" Pey­gamber (s.a.):

"Ey Rabbim! Eğer dilersen mazluma (hakkını) cenneti verir, zâli­mi de bağışlarsın" diye dua etti. Fakat o akşam bu duası kabul olunma­dı. Sonra Rasul-i Ekrem (ertesi gün) Müzdelife'de sabahlayınca, anılan duayı tekrarladı ve duası kabul olundu. Abbas b. Mirdas, sonra Rasûlul­lah (s.a.) güldü, dedi veya gülümsedi, dedi. Bunun üzerine Ebu Bekir ve Ömer (r.nhuma) Resul-i Ekrem (s.a.)'e:

"Allah düşmanı İblis, Allah (Azze ve celle)'nin benim duamı kabul ettiğini ve ümmetimi bağışladığım bilince, toprağı alıp başına dökmeye ve mahvoldum, helak oldum, diye bağırıp dövünmeye başladı. Gördüğüm onun bu sabırsızlığı ve üzüntüsü beni güldürdü, buyurdu."

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif bir kimsenin diğer bir kimse­ye: "Allah seni ömür boyu güldürsün, Allah senin yüzünü güldürsün," gi­bi sözlerle dua etmesinin caiz olduğunu ifade etmektedir.

Her ne kadar İbnü'l-Cevzi hadisin mevzu olduğunu söylemişse de îbn Hacer buna karşı çıkarak "mevzu olduğu sabit değildir. Fakat zayıf oldu­ğu söylenebilir. Bu hadis, müteaddid senedlerle rivayet edildiği için bun­ların toplamından bir kuvvet meydana gelir. Ebu Davud bunun bir kısmı­nı rivayet etmiş. Beyhaki de bunu rivayet ettikten sonra "Bu hadisi te'yid eden hadisler vardır. Şevahid durumundaki hadisler sahih iseler bu hadis delil sayılır. Aksi takdirde şöyle söyleninAllah Teâlâ, şirk, yani zatına or­tak koşma günahını bağışlamaz. Bunun dışında kalan günahları dilediği kulları için bağışlar. Zulümler şirk günahı dışındadır, der."[296]

 

156-157. Bina Konusunda (Gelen Hadisler)

 

Bu bâbda gelen hadislere geçmeden önce muhterem Doç. Dr. İbrahim Canan'ın bu konuda hazırlamış olduğu önemli bir makalesini okuyucula­rımıza sunmakta yarar görüyoruz.[297]

 

İslamda Mesken

 

Mesken, aslî ihtiyaçlarımızdan biridir ve hayatımızın çoğu meskende geçmektedir. Mesken içtimaî, iktisadî, kültürel, terbiyevî çok yönü olan medenî bir müessesedir. Bilhassa günümüzde mesken, teknik ve mühen­dislik yönleri bir tarafa, sadece içtimaî yönüyle müstakil bir araştırma ko­nusu olmuştur. Mesken sosyolojisi denen bu yeni ilim dalı, her hayvanın ayrı bir yuvası olduğu gibi her inanç sisteminin, her kültür ünitesinin ken­disine has bir meskeni olduğunu söylemektedir.[298]

 

1) Mesken Ve Kültür:

 

Terbiye meselesinde mühim bir husus, meskendir: İnsanoğlunun, yarı ömründen fazlasını içerisinde geçirdiği mesken, tek zaviyeden değil, pek çok zahaviyelerden ehemmiyet taşır. Kur'ân-ı Kerîm*de geçmiş ümmet­lerin, gerek güç ve haşmetleri ve gerekse zulüm ve fesâdları ile mesken­leri arasında bir ilgi kurulmakta, meskenlerinin ahvâli üzerinde durulup ibret almaya teşvik edilmektedir.

Şu âyet Sebe' kavminin ulaştığı haşmetin meskenlerinden okunduğu­nu söyler: "Gerçekten (Yemen'de yaşamış olan) Sebe' kavmi için mes­kenlerinde bir âyet vardı. Sağ ve soldan iki taraflı bahçeler (...) (Se­be' 15). Keza Semûd kavminin kudretini tasvir zımmında: "Vadilerde kayaları oyarak" ev ve şehir kurdukları belirtilir (Fecr 8-9). Şu âyette de zulmün, neticede medeniyetleri yıkıp evleri, viraneye çevireceği bildirilir. Viraneler üzerinde tefekkür ve araştırmaya sevkedilir: "İşte zulümleri yüzünden çökmüş, ıpıssız kalmış evleri (nin enkazı). Şüphe yok ki bi­lecek bir kavm için bunda (ibret verici) bir nişane vardır" (Nemi 52.)

Şu âyette de maddi medeniyette ulaşılacak ileri bir seviye, meskenle­rin alacağı şa'şaa ile tasvir edilmekten başka, bu şa'şaa karşısında insan­ların kültürel değişikliğe uğrayıp bozulacaklarına da işaret edilmektedir: "Eğer bütün insanlar (küfre imrenecek), bir tek ümmet hâline gelmeyecek olsalardı o çok esirgeyen (Allah)'a küfreden kimselerin evleri­nin tavanlarını, üstünden çıkacakları merdivenleri, odalarının kapı­larım, üzerine yaslanacakları tahtları hep gümüşten yapardık. Onla­rın bu eşyalarını altın yaldızlı ve işlemeli kılardık. Bunların hepsi, an­cak bu dünya hayatının geçici menfaatleridir." (Zuhruf 33-35)..

Bu âyetlerde temas edilen beşer-mesken münâsebetleri, günümüzde müstakil bir ilim dalı olarak inceleme konusu hâlini almış durumdadır. Mesken sosyolojisi dediğimiz bu yeni disiplinin mensupları, araştırmalar ilerledikçe, tecrübî ilimlere has, objektif, her tarafta geçerli kanunlara ula­şacaklarını söylemektedirler.

Bugüne kadar yapılan araştırma ve katedilen mesafelere dayanarak şimdiden kesin bir dille meskeni "belli bir medeniyette kültürün bir teza­hürü" , "cemiyetin arz üzerine vurulmuş bir mührü, bir damgası" olarak tavsif etmektedirler. Onlara göre, bu damgada, o cemiyetin manevî duru­mu, iktisadî durumu, mâruz kaldığı "çeşitli problemleri ve müşkülen" okunabilir.

Dilimizde kısaca "aslan yatağından belli olur" diye ifâde edilen fikre, ilmî ve daha şümullü bir hüviyet verilerek "Ferd... Cemiyet... Ve hattâ medeniyet yatağından bellidir" denecek kadar ileri gidilerek bir cemiye­tin kültürü ile meskeni arasında tefriki gayr-i kaabil bir birlik ve beraber­likten ittifakla söz edilmiştir. Neticede ferdin oturduğu meskenin kendi kültürüne uygun olması gerektiği, aksi takdirde ya meskende bâzı tadilât­lar yaparak sakininin onu kendisine uyduracağı, yahut meskenin, içinde oturan kimsenin duygu, düşünce, telakki ve davranışlarında (yanî kültü­ründe) bâzı değişiklikler husule getirerek kendine uyduracağı ileri sürül­müştür. Bu hususun kesinliği, meselenin uzmanlarına: "Meskenlerimizi biz yaptığımızı zannederiz, aslında bizi yapan meskenlerimizdir" dedirt-miştir. Aynı fikir, bâzan da tıpkı cemiyetin, alt yapı (enfra-structure) de­nen ekonomik durumuna tâbi olarak üst yapı (süper-structure) denen din, hukuk, siyâset vs. nin değişeceğini iddia edenlere paralel bir uslûbla: "Mesken ve lojmanı, devam edecek bir değişikliğe tâbi tutmak, ancak ve ancak, aile ve cemiyeti değiştirmekle mümkündür" şeklinde ifâde edil­miştir. Ciddi bir terbiye sonucu kültür, teknik ve iktisâdi hayatta husule gelecek bir değişiklikle meskenin de kendiliğinden değişeceği böylece ifâde edilmiş oluyor.

Şüphesiz bu ifâdeler inkârı zor olan bir gerçeği dile getirmektedirler. Ibtidâîlerin meskenleriyle yüksek bir teknik seviyeye ulaşan ileri bir milletin inşaatlarını nazara alacak olsak söyleneni te'yîd eden müşahedelere varırız.

Şu hâlde, sâdece soğuk-sıcak ve emniyetsizliklere karşı ferdin iltica yeri olmakla kalmayan, aynı zamanda kültür ve manevî değerlerin de bir melcei durumunda olan meskenin sünnetteki yeri nedir? Terbiye bir yö­nüyle cemiyetin kültürünü ferde aktarmak, diğer bir yönüyle de ferdin dünyâ ve âhiret saadetini-te'minde ona yardımcı olmak olduğuna göre, kendisini bir muallim ve bir mürebbî olarak takdim eden dünyâ ve ahiret saadetinin yollarını gösteren Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselam), insanoğlunun hayâtında bu kadar ehemmiyetli bir yer tutan meskene na­sıl bir nazar atfetmiş, getirdiği sistem için nasıl bir meskeni uygun bul­muştur? Bunları bilmekte mevzûumuz için fayda ve belki de zaruret var­dır. Nitekim, geçmişte ciddî şekilde kaleme alınmış sistematik terbiye ve ahlâk kitaplarımızın çoğunda meskenle ilgili bölümlere de rastlamakta­yız. Buralarda ittifakla meskenin asli ihtiyâçlardan biri olduğu belirtilir. Meselâ Kınalızâde, evi: "İnsanların bekâ-yı nesil için muhtaç oldukları beş esâsı (anne, baba, evlâd, hadim ve gıda) muhafazaya mahsûs mahal ve me'vâ" olarak tarif ettikten sonra bunun, taştan, yünden, deriden vs. olabileceğini söyler. Ahlâk-ı Hâmide'de: "İndelhâce alıp kullanmak üzere havâic-i asliyesini hıfzetmek üzere yerler tedârikini" insanı hayvan­dan ayıran vasıflardan biri olarak kaydeder. Kâri inşâata kullanılacak malzeme ve takip edilecek inşâat usûlüne kadar inen-yapıcı tekniğiyle il­gili bazı teferruata da rastlayabildiği halde, terbiye için, asıl mühim olan plân meselesine, meskenin diğer te'sislerle olan münâsebetlerine, hıfzu sıhha şartlarına v.s. aynı ağırlıkla ve yeterince rastlamaz. Meselâ geniş ol­ması, yüksek olmaması gerektiği söylenir, ama tatmin edici açıklamaya yer verilmez. Halbuki terbiyenin mahalli olarak mesken, bilhassa taşıdığı plân ve beşeri ihtiyhaçlara uygunluğu ile büyük ehemmiyet taşır. Hele, meskeni tek başına ele almak son derece noksan bir davranış olur.

Öte yandan Kur'ân ve sünnette meskenin terbiyevî yönüyle alâkalı bir hayli teferruat yer aldığı gibi diğer te'sîslerle olan ilgisine de dikkat çekil­mektedir. Bilhassa sünnette meskene geniş yer verildiğini görürüz. Mü­kerrer rivayetlerde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam), meskeni, ki­şinin saadeti için şart olan üç ana unsurdan biri olarak tavsif eder: "Kişi­nin saadeti üç şeye bağlıdır: Sâliha kadın, sâlih mesken, iyi binek." Burada telaffuz edilen "sâlüYlik vasfı oldukça mutlak bir ifâdedir. Az sonra belirteceğimiz gibi, bâzı hadîslerde "sâlih olmanın şartlan" arasında bilhassa genişlik, komşularının, iyiliği, camiye yakınlık vs. bâzı vasıf­lar daha belirtilmişse de her devrin değişen şart ve gelişen telakkilerine göre ilâve edilecek başka vasıflara, aranacak başka hususiyetlere açıktır.

Hülâsa, biz burada Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in mes­kenle ilgili olarak tebliğ ve talimatını inceleyeceğiz. Temas edilecek me­seleler iki ana başlık altında toplanacaktır:

1- Mikro Plânda Mesken:

Bu kısımda meskeni tek başına ele alıp sünnette beyân edilen vasıfla­rını ve kısımlarını belirtip, İslâm'ın ideal mesken plânını ana hatlarıyla ortaya koymaya, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in mesken si­yâsetini açıklamaya çalışacağız.

2- Makro Plânda Mesken:

Bu kısımda ise meskeni şehir bütününün bir parçası olarak ele alıp, meskenin bir nevi hârice uzantısı olan ve tamamlayıcısı durumunda bulu­nan diğer içtimaî te'sîslerle olan münâsebeti üzerinde duracağız.[299]

 

1- Mikro Plânda Mesken

 

Terbiye nokta-i nazarından mesken ele alınınca, birinci plânda karşı­mıza çıkan, meskenin müstakil bir ünite olarak taşıması gereken vasıflar­dır. Bir başka deyişle bir meskenin sakinini mes'ûd edebilmesi için hâiz olması gereken vasıflar nelerdir? Genişliği, odalarının sayısı, mefruşat, dekor vs. nasıl olmalıdır? Bu meselelerde Sünnet'in tavsiye ettiği ölçüler var mıdır, varsa nelerdir? Şu hâlde biz burada, bu hususları belirtmeye ça­lışacağız ve önce bunlardan en mühimmi olan genişlikten söz edeceğiz.[300]

 

a- Genişlik

 

Sünnetin beyanında meskenin geniş olması kaçınılmaz, vazgeçilmez bir vasıftır. "Salih Mesken"\x\ evsâfını belirten çeşitli hadislerde, genişlik her seferinde birinci şart olarak tekrar edilmiştir. Bundan maksadın (istifâde edilen) odaların (rnerâfik) sayıca çokluğu olduğu, ayrıca tasrîh edilmiştir.

Sünnette meskenin genişliği üzerinde ısrarla durulduğunu te'yîd eden rivayetler çoktur. Kurtuluşun nasıl olacağını soran Ukbetu'bnu Amir'e Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam): "Diline hâkim ol, evini geniş­let, hatâlarına da ağla (tevbe et)" cevabını verir. Sevan'ın rivayetinde bu mânâ "Lisânına hâkim olan, evini genişleten ve hatasna ağlayana ne mutlu" şeklinde ifâde edilmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in: "Yâ Rabbî! Günâhımı affet, evimi genişlet, rızkımı mübarek kıl" diye dua ettiği de rivayetler arasındadır.

Bu bahse burada yer vcımcyeceğizlBir kısım rivayetlerde evin genişliği, evin uğuru olarak ifâde edildiği gibi, darlığı da uğursuzluğu olarak ifâde edilmiş[301] ve darlık kişiyi şekâve-te (betbahtlık) atan, üç âmilden biri olarak zikredilmiştir: "Ademoğlunun şekâveti üç şeydendir: Kötü hanım, kötü mesken ve kötü binek {....)". Meskenin kötülüğünden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in dar­lığını kastettiğini Hâkinim bir tahrîcinde görmekteyiz:

"(....) Meskenin kötülüğü darlığıdır (yâni, istifade edilen) bölümle­rinin azlığı." îbnıı Hacer'in Taberânî'ye atfen zikrettiği bir vecihte, bu darlık, "bölümlerinin azlığı" şeklinde değil "sahasının darlığı" şeklinde ifâde edilmiştir.

Bâzı rivayetlerde, Hicreti müteakip bir kısım muhacir kadınları, ev darlığından şikâyet etmeleri üzerine, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bu mesele ile ciddiyetle ilgilendiğini görürüz. Önce, Muhacirleri Ensâr'ın evlerine yerleştirmiş, (bilâhare de) Medine'de ev inşâ etmeleri için arsa taksim etmiştir. Kendilerine arsa verilenlerden bir çoğunun ismi­ni zikreden ve arsaların yerleriyle ilgili rivayetleri de zikreden es Semhû-dî, mezkur arsaların büyük ekseriyetinin Mescîd-i Nevevî etrafında yer aldığını ilâve eder.

Kötü meskenin başlıca vasfının darlık olduğu belirtilmiş olmakla bera­ber, bazı rivayetlerde ''komşusunun kötülüğü", "ezan ve kaamet işitil­meyecek derecede mescide uzaklığı" da zikredilmiştir. Gürânt, bunlara "havasının kötü olmasını" da. ilâve eder.

Diğer bâzı rivayetler bize sünnetin oturulan meskenden hoşlanılması-nı istediğini, hoşlanılmayan meskenin -hoşlanılacak şekle sokulmasını, mümkün olmuyorsa terkedilmesini emrettiğini göstermektedir. Hz. Enes (radıyallahu anlı)'in rivayet ettiğine göre (yeni yerleştiği evi uğursuz addederek) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e gelip: "Ya Rasûlullah! Biz bir evde idik, orada sayıca kalabalık, malca zengindik. Bir başka eve geçtik, bu yeni yerde sayımız da azaldı, malımız da (ne yapmamızı söylersin?)" diyen bir kimseye -ki bu, Muvattâ'nm rivayetinde kadındır:"Orayı zemîm olarak (kabul edin ve) terkedin" der. Hattâbî, buraya terk emrini, orda bizatihi uğursuzluk olduğu için değil, ev ve mesken se­bebiyle kendilerine böyle geldiğine dâir içlerinde doğan vehmi izâle et­mek için verdiğini belirtir.

Aynı şekilde ikamet etmekte oldukları, yerin şiddetli veba vakalarına sahne olduğundan şikâyet eden bir (Yemenliye) de: "Oraya gitmekten vazgeç, zira hastalığın bulaşması kırıma sebep olur"der. Keza evinin darlığından şikâyet eden Halid İbnu Velîd'e de! "Binayı göğe yükselt ve Allah'tan (fiili olarak) genişlik taleb ef'der.

Bu rivayetlerden evin gerek kapladığı saha ve gerekse oda sayısı yö­nünden geniş olması gerektiği anlaşılmakla beraber, ne mesaha ne de oda sayısı yönüyle bir rakama rastlanmamaktadır. Bunun sebebini, ailenin sa­bit olmayan hacmi ile izah edebiliriz. Zira aileler nüfusça kalabalık olabi­leceği gibi karı-kocadan müteşekkil iki kişi de olabilir. Binâenaleyh ev için sünnetçe tesbît edilecek kesin bir rakam olamazdı.[302]

 

b- Plân

 

Bir meskenin nasıl olması hususunda bâzı umûmî bilgiler verdikten sonra nassî ifâdelere dayanarak, acaba bu evin bütün kısımlarına şâmil kaba bir plân mümkün mü? diye bir sual akla gelebilir. Esasen bu husus bizzat Kur'an-ı Kerim'de işlenmiş olan bir mevzudur. Orada bir müslti-man ailesinin oturması gereken asgari ölçüleri havi normal bir evin planı bize verilmektedir. Kur'andaki bu bilgilere sünnetten bazı detaylar da ilâ­ve edilince İslam terbiyesine ve İslam dünyâ görüşüne uygun ev plânı ko­layca çıkmaktadır.

Daha önce de belirtildiği gibi meskenin ebadı herşeyden önce ailenin hacmine bağlıdır. Kur'ân'ın derpiş ettiği aile, günümüz sosyolojisinde nükleer (çekirdek) aile denen, anne-baba, çocuklar (ve hizmetçiden mü­teşekkil sınırları oldukça mahdûd bir aile tipidir. Diğer yakın akrabaların herbirinin evleri ayrı, sofraları ayrı olacaktır. Biz bunu şu âyetten anla­maktayız: "Size göre de (gerek) kendi evlerinizden, gerek babalarını­zın evlerinden, gerek annelerinizin evlerinden, gerek biraderlerinizin evlerinden, gerek kız kardeşlerinizin evlerinden, gerek amcalarınızın evlerinden, gerek halalarınızın evlerinden, gerek dayılarınızın evle­rinden, gerek teyzelerinizin evlerinden gerek (başkasına ait olup da) anahtarlarına mâlik (ve hazinedarı) bulunduğunuz (evler)den, yahut

da sâdık dostlar(ın evlerinden) yemenizde de (bir harec yoktur). Hep bir arada toplu olarak da, dağınık olarak da yemenizde dahi harec yok (...) (Nur 61.)

Ayetin sonunda beraber olmaya da cevaz vermekle birlikte esâs olan ayrılmaktır.

Şu âyetten çocuk veya hizmetçi bulunan bir evde en az iki odanın bu­lunması gerektiğini, günün (istirâhate tahsis edilen) belli saatlerinde aynı odada kalmayıp ayrı ayrı odalara geçmek icâbettiğini anlıyoruz: "Ey îman edenler, sağ elinizin mâlik olduğu (köle ve cariyeler), bir de siz­den olup da henüz bulûğ çağma girmemiş (küçük)ler, (şu) üç vakitte, sabah namazından önce, öğle sıcağından elbisenizi çıkaracağınız za­man, bir de yatsı namazından sonra (odanıza girecek olurlarsa) siz­den izin istesin(ler). (Bu) üç (vakit) sizin için avret (ve halvet vakitle­redir. Bunlardan sonra ise birbirinizi dolaşmanızda ne sizin üzerini­ze, ne de onların üzerine bir vebal yoktur. Allah âyetleri size böyle açıklar (....) Sizden olan (hür) çocuklar bulûğ çağına ulaştığı zaman kendilerinden evvelkilerin izin istediği gibi izin istesinler (....)" (Nur 58-59).

ibnu Abbâs ayetin iniş sebebini beyân zımnında o vakitte evlerde per­de olmadığını, erkek hanımı üzerinde iken "hadim veya çocuk veya evde bulunan yetîme"mn aniden çıkageldiklerini, bunun üzerine âyetin perde­yi emrettiğini bildirir. İbnu Kesîr, âyetin muhkem ve gayri mensûh olma­sına rağmen insanların bununla amele pek riayet etmedikleri için İbnu Abbâs'ın hayıflandığını kaydeder.

Şu hâlde bir müslümanın evi, biribirine kapı ile geçilen asgarî iki böl­me olmalıdır. Bölmeler ahşap kapı veya bez perde ile mutlaka ayrılmalı­dır.

Diğer taraftan sünnet yedi yaşından itibaren çocukların yataklarının ayrılmasını emretmektedir. Bu ayırma keyfiyyeti, hadîste oldukça mübhemdir. Henüz bulûğa ermeyenler için yataklarının aynı oda içeri­sinde ayrılması anlaşılsa bile bulûğa erdikten sonra odaların da ayrıl­ması, bilhassa erkek ve kız çocuklarının odalarının ayrılması, terbiye için daha muvafık gözükmektedir. Hadîsten bu mânayı çıkarmaya ma­nî bir sarahat de gözükmüyor.

Şu halde bu durumda asgari oda sayısının üç olması gerekmektedir:

1- Ebeveyn odası,

2- Kız çocukları için bir oda,

3- Erkek çocukları için bir oda.

Sünnet açısından bir müslüman, misafiri de nazara almak zorundadır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam): "Allah'a ve ahiret gününe inanan (...) misafirine ikram etsin", "Her şeyin bir zekâtı vartır, evin zekâtı da ziyafettir", gibi çeşitli beyanlarıyla evlerde misafir ağırlama­ya, onlara hizmet, yemek vs... yollarla ikramda bulunmaya teşvîk etmiş­tir. Hatta "Bir gün ve bir gece evde kalması, misafirin kesinlikle hak­kı" olarak beyân edildikten başka misafirliğin üç gün olduğu teyid edilir. Evi planlarken misafir unsurunun behemehal nazar-ı itibâra alınması ge­rektiğini te'yîd eden bir diğer hadîs de yatak sayısı ile ilgili olarak gelmiş­tir. "Bir kimsenin evinde üç yatak bulunmalıdır: Biri erkek için, biri hanım için, biri de misafir içindir, dördüncüsü ise şeytan'a aittir." Anlaşılacağı üzere buradan asıl maksat evde bulunması gereken yatak sa­yısını bildirmek değildir. Nitekim çocukların yatağından bahsedilmiyor. Hadîs karı ile kocanın ayrı ayrı yatağı (ve hattâ odaları) olabilir mi gibi bir tereddüt ve suale "evet" diyor, bir de ihmâli mümkün olan misafir ya­tağı (ve konması gereken odayı) hatırlatıyor. "Dördüncüsü şeytana ait­tir" tâbiri ise, sarihlerin de belirttiği gibi, "ihtiyaçtan fazla, gösteriş ve övünmektik için israf o/arak alman ev eşyasına şâmildir," Nitekim Ibnu Zübeyr, zevcesinin yanında üç yatak görünce: "Biri bana, biri de zevce­me ait, üçüncüsü ise şeytana aittir, çıkarın onu" der ve misafir yatağını söz konusu bile etmez.

Tatbikatta, bir evi plânlarken ilk müslümanlarm bu hususu nazara al­mış olacağını teyîd eden son bir delilimiz Şir'atu'l-İslâm'da yer eden şu cümledir: "Bina ile ilgili sünnetlerden biri de (....) evde ziyafet için bir odanın (misafir odası) inşâsıdır; zira hadiste "Her şey için bir zekât vardır, evin zekâtı da (evde) verilecek ziyafettir" bııyrulmuştur.

Bunlardan başka, Kur'ân-ı Kerîm yaşlanan anne ve babalara da bakıl­masını emreder ki, mesken inşâsında esas alınması gereken bir başka du­rum olmaktadır.

Şu hâlde asgarî iki oda olması gereken müslüman evinin azamî oda sa­yısı için bir hudûd konmamış, ihtiyâca ve maddî imkâna göre müslüman­larm insiyâtifine bırakılmış, ancak daha önce de belirttiğimiz gibi gerek kapladığı saha ve gerekse oda sayısı itibariyle geniş olması, yani az son­ra belirteceğimiz seyyaliyete imkân tanıması tavsiye edilmiştir.

Burada ev plânına dâhil edilmesi gereken diğer bir unsur bir evin av-îusudur. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şahsî evinin plânından bahsederken görüleceği üzere avlu evin ayrılmaz bir parçasıdır. Evin şartlarından bahseden birçok rivayetlerde avlunun da behemahal soz ko­nusu edildiğini görürüz. Bu durum müslümanlara: "Finâ-yı hâne'yi hane­nin müştemilâtından" telakkî ettirmiş, yakın zamana kadar şehirlerde bi­le evlerin bahçeli olarak inşâ edilmesini netice vermiştir. Ancak zamanı­mızın şartları, bilhassa büyük şehirlerde, avlu veya bahçe mefhumunu unutturmak istikâmetinde gelişmektedir.[303]

 

Hz. Peygamber'in Evinin Plânı

 

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in evi beher kenarı takriben 100 zira olan kare bir avlu etrafında sıralanan dokuz adet hücreden müte­şekkildi. Bunlaran iki adedi Mescid-i Nebevî'nin inşası sırasında yapıl­mış, diğerleri ihtiyâç hasıl oldukça bilâhare ilâve edilmiştir. Bu, bir avlu etrafında dışarı kapalı, hepsi avluya açılan odalardan müteşekkil ev tipi, "Halen Mısır, Suriye, Mezopotamya ve Arabistan Yarımadası'nın şehir­lerinde ikâmetgâh olarak kullanılmakta olan" ev tiplerine benzemektedir. Rivayetler, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in hücrelerinin takri­ben 10x10 zira ebadında kare şeklinde, duvarlarının da 7 veya 8 zira bo­yunda olduğunu haber verir. Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)nin hücresi ile il­gili tafsilâta göre kapısı dikenli ardıç (sâc) veya ur'ur (denen, Hindis­tan'da yetişen, abanoz ve çınara benzetilen bir ağaç)dandır. Tek kanatlı­dır ve Şam cihetine bakmaktadır. Bâzı rivayetler bu hücreye ikindi güne­şinin vurduğunu da kaydederler.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in meskeninin plân ve şümu­lü hususunda Kettânî oldukça mübalağalı bir tasvîr ve tahminde bulunur. Delile dayanmadığı için burada zikretmeyi uygun bulmadık.

Müteahhir kitaplarda inşâ edilecek bir binada odanın yüksekliği için verilen: "Sünnette bu, mikdârü'l-kifâye {yeterli miktarjdır, bu da altı zirâdır," ölçüsü buradan alınmış olabilir. Odanın genişliği hususundaki "mikdâru'l-kifâye" için "içinde oturanların durumuna bağlı olarak deği­şir" denmektedir.[304]

 

c- Evin Seyyâleti

 

Anlaşıldığı üzere, evin muhtaç olunan hacmi ve odalarının sayısı, her an değişmesi muhtemel olan ihtiyâca göre farklı olacaktır. Halbuki inşâat bir defa yapılır sabittir. Bu durumda ailenin ilerde muhtemelen alacağı en büyük vüsati nazarı itibâra alarak mı plân yapılmalı? Halbuki çocukların büyüdükten sonra evlenip ayrılmaları, ailenin hacmini tekrar düşürecek­tir. Her halükarda sünnette bu meseleyle de ilgili bazı rivayetlere rastla­maktayız ve bunlardan evin elastikî bir plâna sahib olması gerektiği sonucunu çıkarmaktayız. Mezkûr rivayetlerden bazıları Hz. Peygamber (aley­hissalâtu vesselâm)'in, evin içerisinde, bîr köşede, bulûğa ermiş kızların kalması için "hıdr" denen bir çadır kurduğunu haber verir. Hattâ evlendi­receği zaman çadırın önüne oturur ve: "Falanca, falancayı (kızın ve erke­ğin ismini söyleyerek) istiyor", der, eğer içerideki sükût ederse onu iste­yenle evlendirirdi, istemediği takdirde vururdu ve Hz. Peygamber (aley­hissalâtu vesselam) de istemediğini anlayarak ona vermezdi" denir.

Diğer bâzı rivayetlerden de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in bir hasırı olduğunu, gündüzleyin bunu (üzerine oturmak üzere) yaydığını, geceleyin de onunla (evin içerisinde kendisi ile başkaları arasında perde olmak üzere) bölme yaptığını öğrenmekteyiz. Zeyd Ibnu Sabit (radıyalla­hu anh)'ten gelen rivayette, hasırla bölme işinin mescidde yapıldığı tas­rîh edilir. Ancak bu evde de yapılmış olduğunu nefyetmez. Hz. Aişe (radı­yallahu anhâ)'den Müsned'ât tahrîc edilen rivayette aynen şöyle denir: "Bizim bir hasırımız vardı.Onu gündüzleri yayar, geceleri de (onunla) hücre yapardık (...)".

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hücrelerinde çadır kurup, bölme yaptığına delâlet eden daha sarîh başka rivayetler de mevcuttur. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in âzadlı cariyelerinden Ruzey-ne (adıyallahu anhâ)'nin rivayetine göre, "Hz. Aişe (radıyallahu an-hâ)'nin hücresinde (ihtiyâç halinde) içerisine girilerek saklanılan, hurma dallarından (sa'af) örülmüş bir çadır vardı." İçerisinde toz, toprak ve örümcek ağının bulunduğuna dâir gelen sarahat nazarı itibâra alınacak olursa bunun pek sık kullanılmadığı anlaşılmaktadır.

Hülâsa, muhtelif rivayetler nazara alınınca, Hz. Peygamber (aleyhissa­lâtu vesselâm)'in hücrelerinde, mahremiyyet vs. maksadlarla perde ger­mek, küçük çapta çadır kurmak gibi çeşitli tedbîrlere tevessül ederek evi genişletme imkânları aradığı ve evin de bu çeşit teşebbüslere imkân vere­cek durumda olduğu anlaşılmaktadır.

Burada son olarak şu noktayı da belirtelim ki; Hz. Peygamber (aleyhis­salâtu vesselam)'in evi zevcelerinden her birine birer oda isabet edecek şekilde idi. Üstelik, daha önce başka vesilelerle de belirttiğimiz üzere, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)in çocukları yanında kalmıyorlardı. Zâten Medine'de iken, sâdece Mısırlı cariyesi Mâriye (radıyallahu an-hâ)'den çocukları olmuştu. O da diğer zevceleri gibi mescidin yanındaki hücrelerden birinde değil, ayrı bir yerde kalıyordu. Nitekim daha Önceki bahislerimizde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in süt annesi (ra­dıyallahu anhâ)'nde olan çocuğu için sık sık.ziyarete gittiğini de zikret­miştik.[305]

 

d- Sabit Unsurlar

 

Evin mutfak, hela, gusülhâne.. gibi sabit unsurlarına gelince, bunlar­dan bir kısmının eskidenberi bütün evlerde mevcut olmasına rağmen bir kısmının îslâmî kültür ve terbiyenin bîr icâbı olarak sonrada ilâve edildi­ği anlaşılmaktadır ki bu durum, mesken sosyolojisinde "meskeni kültürün arz üzerine vurulmuş bir damgası kaba! edip, evdeki her bir inşâî unsu­run, içerisinde yaşayanların kültüründe mevcut zevk, inanç ve alışkanlık­larına tekabül ettiği" fikrini savunanları te'yîd etmektedir. Komşuların­dan biriyle müşterek -olan fırın, bâzı kereler -maddî darlık sebebiyle - iki ay boyunca ateş yıkılmadığı bildirilen mutfak, umumiyetle evlerin üst kısmında yer alıp, merdivenle çıkıldığı anlaşılan ve müstakil bir odadan müteşekkil meşrübe, içerisine eşya koymak için evin dâhilinde inşâ edi­len ve kapışma perde çekilerek örtülen, sofa, raf, duvarda eşya koymaya mahsus oyuk, ışık ve hava için açılan delik (kevve), evin bir kenarında al­tına eşya koymak için inşâ edilen üzeri Örtülü tariflere nazaran bugünkü dîvânı andıran sabit hücre-, vs. manâlarına da gelen sehve, büyük odala­rın içerisinde inşâ edilen küçük çaptaki dar mahdâ, câhiliye devrinde ko­cası ölen kadınların matem alâmeti olarak bir yıl boyu girdikleri tavam son derece basık, dar âdi hıfş gibi câhiliye evlerinde de bulunan unsurlar istisna edilirse, hela, güsûlhane, misafir odası, namazgah gibi bâzı kısım­lar İslâmî kültürün bir icabı olarak müslüman evlerin plânında hemen hemen umû­mî bir şekilde yer almıştır. Ahlâk kitaplarında "bina hususundaki sünnet­ler" meyânında: "Büyük ve küçük, abdest bozmaya mahsûs bir yer (hela), abdest ve gusül için bir yer (gusülhâne), ziyafet için bir yer (misafir oda­sı - ki ziyafet odası demek daha doğrudur-) zira hadiste vârid oldu ki: "Her şeyin bir zekâtı vardır, evin zekâtı da ziyafettir (.,.)" ifadesine hemen hemen eyni lâfızlarla yer verilmesi, bu plânın umumiliğini ifâdeye kâfi­dir. 

İslâmî inancın getirdiği mühim unsurları görelim.[306]

 

Hela:

 

Buhârî, Müslim ve diğer sünnet kitaplarında gelen rivayetler­den, İslâm'dan önceki Arap cemiyetinde, evlerde hela bulunmadığını an­lıyoruz, tıpkı yakın zamana kadar Avrupa evlerinde ve hattâ saraylarda bulunmadığı gibi. İhtiyâcı gelenler kazây-ı hacet için şehir dışına çıkmaktadır. Bidayette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) ve zevceleri de aynı geleneğe uymuşlardır. Ancak kadınların gece karanlığından bilistifa­de akşamdan akşama Medine'nin dışında Menâsf denen "husûsî yerler"e kazâ'yi hacet yaptıkları, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in de bu maksatla şehir dışına çıkarak "kimsenin göremiyeceği kadar uzaklaştığı" ve hattâ Muğammis denen ve Mekke'ye üçte iki fersah mesafede, (Tâif yolu üzerinde bulunan) bir yere kadar gittiği rivayetlerde tasrih edilir. Bu hal, tesettür âyetinin gelişine kadar devam etmiş, ancak ondan sonradır ki evlerde helalar inşa edilmiştir. Semhûdî'nin kaydettiği bir rivayetten Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in, hücreleri için inşâ ettirdiği kene­fin Hz. Aişe (radiyallahu anhâ)'nin hücresi ile kızı Fâtıma (radıyallahu anhâ)'nın hücresi arasındaki boşlukta yer aldığını anlamaktayız.

Dînin bu vecîbesi, evlerde hela ilâvesiyle inşaat plânlarım değiştirmek­le kalmamış, helanın yönüne de te'sîr etmiştir. Hz. Peygaber (aleyhissalâ­tu vesselâm)'den "Kazâ-yı hacet ve bevl sırasında ön ve arkanızı kıb­leye çevirmeyin (...)" mealindeki hadîsler müslüman evlerde helaların is­tikâmetine de yön vermiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) bu karan verdiği zaman kararını Mekke ahâlisine de duyurmak için Sehl İb-nu Hanîf i husûsî elçi olarak yollamıştır. Rivayetler, Mısır'a ve Şam'a ge­len müslümanlann orada yönü kıbleye müteveccih olarak eskiden inşa edilmiş olan helalarda bile imkân nisbeıinde bu emre riayet ettiklerini gösteriyor. Alimler bu yasağın kır gibi etrafı açık yerler için vârid oldu­ğu, kapalı yerler için olmadığı arka tarafın çevrilebileceği, ön tarafın çevrilemeyeceği, yasağın Kudüs cihetine de (yâni her iki kıbleye de) râci olduğu hususlarında sünnette gelmiş olan muhtelif rivayetlere dayanarak münakaşa etmişlerdir. Bundan başka helalarda su bulundurmak, suya imkân verecek şekilde inşâ etmek gibi hususiyetler, sünnetteki ilgili emir­lerden menşelerini almışlardır.[307]

 

Banyo:

 

Heladan sonra mühim bir unsur banyodur. Az önce söylediğimiz gibi İslâmdan önce de varlığı düşünülebilse de îslâmiyetten sonra evlerin vazgeçilmez bir unsuru olmalıdır. Hem abdest almak, hem de gus­letmek için ihtiyaç vardır. Hastalığı sırasında Hz, Peygamber (aleyhissa­lâtu vesselam)' in leğen içerisinde yıkandığına dâir rivayet olmakla bera­ber Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin Peygamber (aleyhissalâtu vesse­lam)'in guslünden sonra kardeşine, Rasûlullah (aleyhissalâtu vesse­lam)'in az su ile guslettiğini göstermek niyetiyle, perde gerisinde bir sa' su ile yıkandığına dâir rivayetler Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)nin hücresinde gusle mahsus husûsi bir mahallin varlığını ifâde eder. Nitekim az iler­de tasvirle ilgili olarak Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'dan rivayet edilen: "Hz.  Peygamber  (aieyhissalâtu  vesselam)  bir seferden  dönmüştü. (O'nun) yokluğu esnasında üzerinde (kanatlı at) timsâller(i) bulunan bir durnûku eve (sehve üzerine) asmıştım. Bana onu indirmemi emretti. İndir­dim. Ben ve Hz. Peygamber (aieyhissalâtu vesselam) bir tek kaptan su alarak yıkanıyorduk" hadîsinde Hz. Aişe'n'm perdeden söz ederken hiçbir sebep yokken gusle geçip, ondan söz etmeye başlamasını, Kirmanı, riva­yette üzerinde perde çekilen mezkûr sehve'nm güsulhâne (muğtesel) ola­bileceği ihtimâli üzerinde durmaktadır. Sehve hakkında ilerde kaydedece­ğimiz tasvirler de bu ihtimâli kuvvetlendirmektedir. Bu durumda Hz. Ai­şe'n'm hücresinde gusülhane olduğu hükmüne varılabilir. Bunu takviye eden diğer bir husus az önce temas ettiğimiz Hz. Peygamber (aleyhissalâ-tu vesselâm)'in hasta iken içerisinde yıkandığı leğenle ilgili: Rivayette bunun Hz. Hafsa'ya ait olduğu tasrîh edilmektedir. Hz. Aişe'n'm odasında bulunan Hz. Peygamber (aieyhissalâtu vesselam) hasta olması sebebiyle güsulhânede yıkanmıyor, daha kullanışlı olduğu için Hz. Hafsa'nm leğe­ninde yıkanıyor.[308]

 

e- Dar Ev Ve Çocuk

 

Hadiste dünyevî hayatın şekavet ve huzursuzluklarının baş amillerin­den biri olarak gösterilen fena mesken, içerisinde yaşayan her yaştaki sa­kinine zararlı olmakla beraber en büyük zararı çocuklara yapmaktadır. Meskenin çocuğun terbiye ve sıhhatli bir gelişme göstermesindeki ehem­miyetini ibraz sadedinde: "Lojmanda baş yeri çocuk almalıdır. Lojman çocuğun ihtiyaçları nazara alınarak plânlanıp inşâ edilmelidir" denil­mektedir. Günümüz araştırıcıları çocuk ölüm nisbetinin nâmüsâit evlerde müsait evlere nazaran daha önde olduğunu tesbît etmiştir. Sağ kalanlar içerisinde de çocuk suçlan işleyerek mahkemelere, çeşiti ruhî ve bedenî arazlarla hastanelere düşenlerin nisbeti yüksektir.

Bunlardan başka çocuk şahsiyetinin gelişmesinde de bu dar evlerin menfi rolü büyüktür. Hz. Peygamber (aieyhissalâtu vesselam)'in çocuk­larla münâsebetini incelerken çocuğa tam bir hürriyet tanımanın esâs ol­duğunu görmüş. Hz. Peygamber (aieyhissalâtu vesselâm)'in çocuklara aşırı sevgi göstermekten başka müdâheleden de kaçındığını belirtmiş, he­le dayağa hiç yer vermediğini misâllerle beyân etmiştik. Halbuki dar mes­kende, her'ailenin ulaştığını tetkik edip karıştırarak merakını tatmîn etme, her an hoplayıp zıplayarak eğlenme, gürültü yapma fıtratında olan çocukların mütemâdî müdâhale, azar, tekdir te'dip ve dayağa mâruz kalmaları için en iyi ortam hazırlanmış oluyor. Hz. Peygamber (aieyhissalâtu vesse-lâm)'in evinin sadeliği, mü si umanlara sadeliği tavsiye edip dikkat çekici, "dünyâya çekici" tezyinatı istihkar edişi de çocuk terbiyesi noktasından değerlendirilebilir. Zira, günümüzde olduğu gibi, bu çeşit câzib biblolar, tablolar, rengârenk ve parlak masa ve sehpa Örtüleri gibi hep çocukları kendine davet eden çeşitli süsleme unsurları çocuklara müdâhale imkân­larına sayılan nisbetinde arttırmaktadır. Hele bunlar ellerinin ulaşacağı seviyede, -darlık veya odaların düşüncesizce plânlamaları sebebiyle de -günlük cevelân sahasının içerisinde yer alıyorlarsa böyle bir ev, çocuklu bir aile için büyük küçük herkese, gerçekten büyük bir huzursuzluk kay­nağı olacaktır. Bu açıdan eski evlerimizi takdir etmemek elden gelmiyor. Bugünkü, üzerlerindeki tezyin unsurlarıyla çocukları kendine çeken, her an kırılıp dökülmeye hazır koltuk ve sehpâlara bedel, her bakımdan em­niyetli, çocuk ölçüleriyle de mütenasib kanapeler, minderler, çocukların ulaşamayacağı seviyede (raflarda, duvarlarda) yer alan tezyin unsurları, onların terbiyesinde, anne-babaya âdeta yardımcı durumundadırlar. Geniş ve iyi plânlanmış meskenler, bu yeni şartların zararlarını asgarî bir nisbe-te indirebilirse de dar evlerde -ki günümüzde iktisadî ve içtimaî bir sebep­lerle çoğunluğu teşkil etmektedirler mümkün değildir.

Darlığın çocuğun ruhî inkişâf ve terbiyesiyle olan menfî ilgisini araş­tırıcılardan dinleyelim: "Bir evde oda başına düşen ferd sayısı T den 2.5'a yükselirse çocuk çabuk sinirlenen, kırıp dökmeyi huy edinen bir tip

olur." Bu ifâde bir başka ekibin "Evin genişliği, adam başına ortalama sekiz - on metrekareden daha az bir yer isabet edecek şekilde dar olursa ebeveynle çocuklar arasıdaki münâsebetler son derece gergin olur, ebe­veyn çocuklara bağırıp çağırmaktan kendilerini alamazlar" hükmüne te­vâfuk etmektedir. Bu araştırmalardan bahsederken şunu belirtmek gerekir ki kalabalık ve dar meskenlerde çocuk, davranış bozuklukları göstermek tehlikesiyle haşhaşadır. Sonunda genç çocuğun ruhî gelişmesi önlenmiş olur ve böylece ortaya çıkan gecikme, şartlar değişmedikçe bir daha telâ­fi de edilemez. Çocukta meydana gelen "bir kısım ruhî bozuklukların, ço­cuğu anne-baba ile aynı odada yatıp kalmasından" ileri geldiği artık bi­linen bir husustur.

 

Ailede ferd sayısı

Bir lojmanda ikâmet edilebilir oda sayısı Geniş               Yeterli                Yeiersiz               Çok yetersiz   _

I

2

1

 

 

2

3

2

1

 

3

4

3

2

1

4.

4

3

2

1

5

5

4

3

2

6

5

4

3

2

7

fi

5

4

3

 

6

5

4

3

9

7

6

5

4

Fena Meskenlerin İçtimaî ve İktisadî Neticelen ve Bunları Telâfi Et­mek için gösterilen Gayretler:

"Bu seriye giren hâdiseler, beşeri ve ahlâki plânda tecâhülü imkânsız, insanı isyana sevkeden vahim bir durumu gözler önüne sermektedir. Fe­na mesken, bir yandan esâs sebebini îeşkîl eden içtimaî eşitsizlikleri tak­viye edip artırırken diğer yandan da ferd ve ailelerin bozulmalarının ye­gâne sebebi olmaktadır. (...)"

"Fena meskenler, gruplar teşkil edecek şekilde bir arada bulundukla­rı zaman, cemiyetin dışında kalan fertlerin bir araya gelmesine imkân ha­zırlayan yuvalar ortaya çıkmış olur. Böylece o fertlerin tekrar düzeltilmeleri iyice zorlaşır. Diğer taraftan, itisâdî imkânsızlıklar sebebiyle başka yerde yerleşmeyecek olan aileler de bozulmaya yüz tutacaklar. Bu durum, sâdece vahim ruhî neticelere müncer olmakla kalmıyor, aynı zamanda devlet için de çok pahalıya mal oluyor. Hattâ gecekondunun bir "lüks maddesi" olduğu söylenmiştir, içtimaî Muavenet Dâiresi gecekondularda oturan muhtelif ailelere hastalık ve hastaneye kaldırılmaları için yapılan masrafları rakamlara vurmayı denedi. Devletin karşıladığı yük, gerçek­ten ağır (....) Bâzan o kadar ağır ki, aile için mükemmel dayalı döşeli bir mesken inşâsı daha ucuza çıkıyor. Bu değerlendirmede ne komşulara da bulaştırma tehlikesi, ne hastalık sebebiyle kişinin kaybedeceği iş verimi, ne de ailenin çekeceği ızdırâb ve bozulmalar hesaba katılmamıştır. Mese­lâ A.B.D'de Cleve land şehrinin gecekondu mahalleleri ağır bir yüktür. Orada şehir halkının sâdece onda biri oturduğu halde, şehirdeki mevcut polis, itfaiye ve içtimaî muavenet hizmetlerinin %26'sı, bütün şehir sakin­leri için yapılan masrafların da %36'sı onlara gitmektedir. Bu nisbet bir çok Amerikan şehirlerinde mevcuttur."

Son araştırmalarla, mesken darlığının, bilhassa çocuk için bir yıkım ol­duğunu anlayan batılılar, iktisadî imkânlarına paralel olarak, mesken te­lakkilerini değiştirerek ferd başına bir odayı esâs alma görüşüne ulaşmış­lardır. Le Monde Gazetesinin bir haberinden Fransa'da 1976 yılı içerisin­de, sırf günlük vaktinin mühim bir kısmı mutfakta geçen anneyle, bu es­nada çocukların münâsebetlerini en iyi bir tarzda tanzim etmek gayesiy­le, bundan böyle inşâ edilecek meskenlerde mutfakların en az 12 m2 ol­ması için kanunî mecburiyet koyma cihetinde prensip kararına varıldığım öğreniyoruz.

Çocukların ihtiyacı nazar-i itibâra alınarak kanunlaştınlan diğer bir hu­sus, lojman dışı genişlikle ilgili. İslâmî meskenin plânını incelerken "ha­nenin müştemilâtından" olarak telakki edildiğini belirttiğimiz avlu unsu­runun modern "blok inşaatları" dediğimiz toplu meskenlerde ortadan kalkmasının husule getirdiği boşluk ve ızdıraplan telâfi etmeyi, -hiç olsun azaltmayı-, hedef edinen bu tedbîre göre Fransa'da- şimdilik resmî, blok inşaatlarında lojman başına asgarî, 0,75-1,000 m2'lik bir boş saha bırakı­lacaktır.

Bu tedbirlere ehemmiyet veren Fransa'da doğum nisbetinin düşüklüğü sebebiyle çocuk sayısının son derece az olması bir yana, kış mevsiminin oldukça mutedil ve nisbeten kısa geçtiğini, her şehirde mahalle aralarında sık sık irili ufaklı parklar, çocuk bahçeleri vs. olduğunu, çocuklar için ay­rıca ana okulları, kreşler bulunduğunu, kaldırımların oldukça geniş oldu­ğunu vs. nazara alırsak, yurdumuzda bu tedbirleri daha da çoğaltmaya, çocuk sayısı, kış süresi ve diğer bir kısım imkânsızlıklara muvâzî olarak değişik rakamlara yer vermeye mecbur olduğumuzu anlarız. İstanbul'un bahçelerden mahrum edilmiş, parklardan yoksun, kaldırımları -bazân hiç yok denecek kadar - dar, nüfûsça kalabalık yerlerinde çocuklar ömürleri­nin baharını yaşamaktan çok uzaktırlar. Bu talihsizlerin sağlıklı bir geli­şim göstermeleri, tesadüfe kalmış gibidir.

Bu fecî durumu bütün büyük şehirlere teşmil etmek gerekir. Hele Er­zurum gibi iklim îcâbı sekiz ay içeride kalmak zorunda olan çocukların durumu yeni inşaatlarda behemahal nazara alınmalıdır.[309]

 

f- Mefruşat

 

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in evinde yer alan malzeme, ile de ilgili bâzı rivayetler mevcuttur. Bunlar tezyîn işinde olduğu gibi tefrîş işinde de sadeliğin esâs olduğunu göstermektedir. Hz. Ömer îlâ hadi­sesiyle ilgili ziyaretinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in evini gözleriyle tedkîk ettiğini belirttikten sonra bize çok kıymetli bir tasvir su­nar. Anlattıklarına göre bu ziyarette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesse­lam) niçin ağladığını sorunca: "Nasıl ağlamayayım, şu hasır vücûdunda izler bırakmış, odada ise görülenlerden başka bir şey yok. Şu Kisrâ ve Kayser nehirler, meyveler içerisinde (altın tahtlar, ipek ve atlas yataklar üzerinde) olsunlar, sen ise Allah'ın Resulü (ol da böyle yokluk çek); sana da yatak yapsak olmaz mı? der. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesse-lâm)'in (bir rivayetteki) cevabı aynen şöyle: "Benim dünyâ ile ne alâ­kam var, ben dünyâda kendimi bir ağacın altında gölgelenip sonra bırakıp giden yolcu gibi görüyorum."

Böylece Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) nezdinde sadeliğin bir esâs olduğunu belirttikten sonra bazı ana malzemeden bahsedebiliriz.[310]

 

Sergi:

 

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in evinde sergi ola­rak umumiyetle, yukarıda da sözü geçtiği gibi, hurma yaprağından örül­müş hasır zikredilir. Daha önce de temas edildiği üzere gündüzleri alta ya­yılan bu hasır, geceleri de evi bölmek için perde olarak kullanılmaktadır.

Halı Araplarca bilinmekle beraber Hz. Peygamber (aleyhissalâtu ves-selâm)'in ve umumiyetle mülümanların kullanmadığı anlaşılıyor. Hattâ Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) kullanmadığı için Ashâb'dan bu­nun kerahetine zâhip olanlar da çıkmıştır. Ancak şu rivayet bunun kullanılmayışının maddî darlık sebebiyle olduğunu ve hattâ Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)Mn halıya cevaz da verdiğini göstermektedir. Hz. Câbir anlatıyor: "Evlendiğim zaman Hz. Peygamber bana: "Halılar da te'min ettin mi?" dedi. Ben de: "Halıyla da ne alâkamız var?" dedim. Bunun üzerine: "Fakat bil ki yakın bir gelecekte halılar da olacak" bu­yurdu. (Müslim, Libâs 39)

Buradaki cevazın daha ziyâde yere serilen halılara olduğu, sırf tezyîn kasdıyla duvara halı vs. asmanın hoş karşılanmadığı belirtilmektedir.

Müslim'in tahrîcinde, kapının üzerine halı asan Hz .Aişe (radıyallahu an-hâ)'ye Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselam)'in: "Allah taş ve toprağa el­bise giymeyi emretmemiştir" diyerek indirttiğini görmekteyiz. Buhâ-ri'nin bir tahrîcinde, îbnu Ömer (radıyallau anhüma) tarafından davet edi­len Ebû Eyyûb (radıyallahu anh) da duvarın bir örtü ile kaplanmış oldu­ğunu görünce (duraklar). İbnu Ömer (radıyallahu anhüma) "Bu meselede kadınlar bize galebe çaldı (söz dinletemedik)" der. Ebû Eyyûb (radıyalla­hu anh): "Başkastn(m evde böyle bir münkereyer vereceğin)den korksam da senden kormazdım" der ve geri döner. (Buhari, Nikâh 77) îbnu Hacer, başka rivâyeteıe dayanarak, bu davetin îbnu Ömer'in oğlu Sâlim'in düğü­nü vesilesiyle yapıldığını belirtir. Abdullah İbnu Yezîd oturup ağlar. Se­bebi sorulunca: "Nasıl ağlamayayım" der ve Hz. Peygamber (aleyhissalâ­tu vesselâm)'in " (...) Dünya size galebe çalacak (...) siz bir elbiseyle evden çıkıp, bir başka elbiseyle geri döneceksiniz, evlerinizi de Ka­be'yi örter gibi örteceksiniz" (...) dediğini duymuştum" der. (el-Metâli-bu'1-Âliye, II, 264.)

Hülâsa bu konuda muhtelif rivayetleri veren îbnu Hacer duvara halı vs. çekmenin hükmü husûsusunda "Ihülâf-ı kadim" var dedikten sonra cumhûr-ı Şâfiyyenin, kerahetine hükmettiğini belirtir. Hanefiler de bu çe­şit tezyinatta mübalağayı tavsiye etmezler.[311]

 

Karyola:

 

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ev malzeme­lerinden biri de bir karyoladır (şerir). Rivayetler Hz. Peygamber (aleyhis­salâtu vesselâm)'in torunu Hasanım oynamakta olduğu bir köpek yavru­sunun zaman zaman bunun altına girdiğini ve hattâ orada öldüğünü belir­tirler. Yerine göre leğen, evrak gibi bâzı eşyaların konduğu, küçük hay­vanların girebildiği bu karyolanın altı boştur.

Süheyli bu karyola hakkında şu bilgiyi verir: "Rasûlullah (aieyhissa-latu vesselam)7 in karyolası lifle çatılmış tahtalardan (mâmûl) dü. Benû Ümeyye zamanında satıldı. Bir adam. bunu 4.000 dirheme satın aldı.

Ebu Rifâ'a' (radıyallahu anh)'m rivayetinden Hz. Peygamber (aleyhis­salâtu vesselam)'in ayaklan demirden olan bir sandalyesi olduğunu, Hz. Ali (radıyallahu anh)'nin rivayetinde Hz.Peygamber (aleyhissalâtu vesse-lâm)'in kızı Fâtıma'nm el değirmeni kullanmaktan ellerinin yara ve nasır bağladığını öğreniyoruz.[312]

 

Yatak :

 

Evde zaruri olandan fazla yatak bulundurmayı yasaklamış bulunan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kendisinin tek yatağı olduğu, bunun da kılıfının deri, içerisinin ise hurma lifleriyle doldurulmuş bulunduğu belirtilir. Yastığı için de aynı tavsifde bulunulmuştur. Bu ha­liyle bir hayli sert olduğu soylenebilen bu yatak, Hz. Peygamber (aleyhis­salâtu vesselâm)'in hayat karşısındaki sadelik ve zühdünü ifâde etmekte­dir. Çocukların yatağı hususunda terbiye kitaplarında "sert olması" için yapılan tavsiyeler bu tavsiflerden alınmadı ise hükemâ ve ettibamn sözle­rinden alınmış olabilir. Zira bu konuda Hz.Peyegamber (aleyhissalâtu vesselam)'e nisbet edilen herhangi bir rivayete rastlamadık.[313]

 

Perde:

 

Bilhassa tesettür vâsıtası olması sebebiyle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in hücrelerinde yaygın bir şekilde perde kulla­nıldığı anlaşılmaktadır. Bttftâri'dt geçen "odasının perdesini açtı" cüm­lesinde kullanılan "es-Sicfu" isminin boydan boya ortadan bölünmüş per­deye ıtlak edildiğine bakılırsa Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in penceresinde (daha kullanışlı olan) iki kanatlı perde kullanmış olabilece­ğine hükmedilebilir.[314]

 

Leğen:

 

Bâzı rivayetler. " Hz, Peygamber (aleyhissalâtu vesse­lam)'in, evde hurma kütüğünden bir leğen bulundurduğunu, geceleyin bu­nu kullanıp karyolasının altına koyduğunu" haber verir. Bâzı âlimler "ev­de bevli bekletmeyin, zira melâike, bekletilmiş bevl olan eve girmez", "Evde leğen içerisinde bevl bekletilmesin (...)" (Kenzu'l-Ummâl,, IX, 209) gibi hadislere dayanarak bu iki hadisin tearuzundan bahsetmişse de Suyûti'nin belirttiği üzere yasaktan maksad uzun süre bekletme olabilir. Kaldı ki Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)in hastalığı sırasında (küçük abdest bozmak için) leğen istediğine ve yine hasta iken leğen içe­risinde guslettiğine dâir rivayetler gelmiştir. Şu hâlde eve seyyâliyyet ka­zandıran bir unsur olarak leğen, diğer ev eşyaları arasında mühim bir yer işgal etmiş olmalıdır:[315]

 

Kandil :

 

Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'den gelen, gece namazıyla il­gili bir rivayette geçen: " O sırada evlerde lâmba (mesâbih) yoktu" cüm­lesinden anlaşıldığına göre bidayette lamba Medine'de kullanılmamakta­dır, Zâten diğer bâzı rivayetler, bunun ilk defa hristiyânlıktan mühtedi Te-mimud-Dâh tarafından getirildiğini bildirmektedir. Her hâili kârda kan­dil Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) zamanında evlere girmiş ol­malıdır. Zira Buhari'nin  el-Edebü'1-Müfred'de yaptığı bir tahricten an-

lıyoruz ki, yanık bırakılan kandilin fitilini bir fare alıp tavana götürdüğü­nü, geceleyin uyanmış olan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)*in görüp muhtemel bir yangının önüne geçtiğini, Hâkim'in rivayetinde bu fi­tilin fare tarafından geri getirilip Peygamber (aleyhisselâtü vesselamdın yanma bırakıldığı, dirhem büyüklüğünde bir yerin yanmasına sebep oldu­ğu sarâhatına rastlarız. Muhtemelen bu hâdiseden sonra olacak ki yatar­ken kandillerin söndürülmesini Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâtu vesselam) sıkı sıkıya tavsiye etmiştir.[316]

 

g- Mahremiyet

 

Evde aranan diğer bir fonksiyon, içinde yaşayanlara mahremiyet im­kanlarını sağlamasıdır. Sünnet bu hususa da ehemmiyet vermiştir. Sünnet açısından ev, sâdece soğuğa sıcağa karşı bir iltica yeri değil, aynı zaman­da insanda fıtrî olan mahremiyeti sağlama yeridir. Bu sebeple eve "ha­ram" denmiş ve buraya sahibinin izni olmadan girilmesi yasaklanmıştır.

Sünnetin beyânlarına göre mahremiyeti ihlâl sâdece "girmek" fiiliyle tahakkuk etmez, "bakmak" la da vukua gelir. Bu sebeple, "hiç kimse izin almaksızın başkasının evinin içine bakmasın, kim izinsiz bakarsa aynen girmiş gibidir, denir ve bu fiil, "helâl olmayan fiiller" meyânında zikredi­lir. (Ebû Dâvûd, Taharet 43).

"İzin istemek (isti'zan) göz sebebiyle vaz edilmiş olduğu" için izin he­nüz tahakkuk etmeden gözün içeriye kaymamasına dikkat etmek gereke­cektir. Bu sebeple kapıyı çalarken, kapıya yüzünü dönerek değil, yan dö­nerek durmak emredilmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in de böyle hareket ettiği belirtilir. " Kim, bir başkasının evine ıttıla pey­da ederken gözü çıkarılır da diyet için müracaat etmeye kalkarsa bil­sin ki hiçbir hak talep etmeye hakkı yoktur"hükmü bu meselenin cid­diyet ve ehemmiyetini teyîd eder. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesse­lam) kendi evine pencereden izinsiz bakmış olan bir adama, elindeki ta­rağı göstererek: "Bilseydim ki içeri bakıyordun, şu tarağı gözüne so­kardım" der, İbnu Abbâs (radıyallahu anh)'ın bildirdiğine göre Hakem İbnu Ebîl Âsî (radıyallahu anh)'yi içeriye bakarken tesbît eden Hz. Pey­gamber (aleyhissalâtu vesselam) " Ben sağ olduğum müddetçe Medi­ne'de oturmayacaksın" diyerek Taife sürer. (Mecmau'z-Zevâid, VIII, 43)

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in: " Bir kimse kapısı açık bırakılmış (veya giriş kısmında perde olmayan) bir eve uğrar da (içe­riye) bakarsa kabahat onda değil, ev sahibindedir" (Tirmizî, İsti'zân 16) sözü, mahremiyeti bozmama hususunda sâdece yoldan geçenin veya eve uğrayan ziyaretçinin değil herkesin, bütün ev sahiplerinin dikkat et­mesi gerektiğini ifade etmektedir. Her aile dışarıya karşı mahremiyetin te'mini için gerekli tedbiri almalı, bunu te'min vâsıtası olan perde, kapı vs. ye dikkat etmelidir. Aksi takdirde mahremiyetin ihlâli vak'asında "ev sahibi kabahatlidir."

Bu hadis müslümanları, evlerin planlanmasında mahremiyyet unsurla­rının yerleştirilmesinde itinâya davet etmektedir. Kapılar ve pencereler bu maksada en uygun şekilde yerleştirilmelidir. Umumiyetle giriş kapılarının arkasında yer alan aralık (antre) kısmı bu maksatla ihdas edilmiş olabilir. Şu hâlde bâzı yeni plânlamalarda bunun ihmali, bir eksiklik olarak değer­lendirilmelidir.[317]

 

Dâhili Mahremiyet

 

Meskenin şâmil olması gereken muhtemel plânını incelerken de belirt­tiğimiz üzere, plâna, sâdece aile dışındakilere karşı duyulan mahremiyet değil, " zevce ve sağ elin sahip olduğu (yani câriye) dışında kalan" bü­tün aile efradına karşı korunması emredilen mahremiyyet de te'sir etmek­tedir. Hz. Câbir'den: Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselam): " Kişi ço­cuğundan - ne kadar yaşlı da olsa- annesinden, erkek kardeşinden, kız kardeşinden ve babasından izin almalıdır" (el-Edebu'1-Müfred, s. 365; hadis no: 1062) dediği rivayet edildiğine göre, bunlarla beraber ya­şandığı takdirde, bu ferdlerden her birinin birbirlerine -en az Kur'ân'in belirttiği üç vakitte- isti'zânla gidip gelecekleri şekilde yerleştirilmeleri gerekecektir. Yukarıdaki hadisi "Burada zikredilen fertlerin ayrı ayrı ev­lerde yaşamaları hâline râcidir" diye yapılabilecek muhtemel bir îtirazı şu hadîsle cevaplandırabiliriz: "Atâ' İbnu Yesâr (radıyallahu anh) anlatı­yor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e bir adam gelerek sordu: ltYâ Rasûlullah annemin yanına girerken izin isteyeyim mi? " "Evet" ce­vâbını verince adam tekrâr;"£|er ben evde onunla berabersem?" Hz. Peygamber: "İzin iste" dedi. Adam itirazla: "Ben ona hizmet etmekte­yim' dedi. Bunun üzerine Rasûlullah: (Öfkeyle): " Annenden izin iste, onu üryan olarak görmekten hoşlanır mısın?" dedi. Adam: "Hayır" deyince: "Öyle ise (her seferinde yanına girerken) annenden izin iste" buyurdu." (Muvatta, İsti'zân 1)

Bilhassa bu son rivayette, hayâtının büyük bir kısmını geçirdiği evinde fertlerin, gönlünce ve kılık kıyafet bakımından da oldukça serbest ola­bilmesi için behemahal müsait, müstakil bir odaya muhtaç olduğu ifâde edilmektedir. Müslüman aile geçici darlıklar müstesna, devamlı dar yer­lerde kalmamalıdır.Bulûğ sahfasını aşan - ve hattâ bulûğa yaklaşan- aile ferdleri, anne baba dâhil, müstakil birer odaya sahip olmalıdır, sünnetin ulaşılmasını istediği ideal mesken tipi budur.

Burada bir kere daha tekrar edelim ki günümüz sosyologları dar mes­kenin zararları üzerinde ısrarla durmaktadırlar. Bunlar çok yönlü olarak mahzurludurlar. Ezcümle, dar meskenlerde ve bunların bir araya gelme­siyle teşekkül eden muhitlerde, zamanla, cemiyette hâkim bir kısım değer ölçülerinin kaybolduğu, bunların yerine, cemiyete ters düşen yeni değer­lerin çıktığı, binnetîce telakki ve davranışların da değişerek, yeni davra­nışların ortaya çıktığı tesbit edilmiştir. Bu sebeple gecekondu diye ifâde edilen dar ve nâmüsâid yerlerde kalanlar sosyal yönden "anormaller" olarak kabul edilmekte ve "cemiyetin kayıpları" nazarıyla bakılmaktadır. Araştırmalar, uzun müddet böyle dar yerlerde kalanların, müsâid mesken­lere geçtikleri zaman, buralara intibak edemedikleri, yeni ve normal hayat şartlarına intibak edebilmeleri için "bunların, her seferinde, takip edilme­leri" ve "yeniden terbiyeden geçirilmeleri" gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Bu meseleye ciddiyetle eğilen Hollanda, Belçika, İngiltere, A.B. Devlet­leri, Fransa gibi ileri memleketlerde "bu, sosyal yönden bozulmuşlar" & normal ev verilmezden önce, "yeniden terbiye edilerek" cemiyete kazan­dırılmak düşüncesiyle, husûsî surette inşâ edilmiş mutavassıt lojmanlarda belli bir müddet (10-12 ay civarında) oturmaya icbar edilmişlerdir.

Batı Medeniyeti'nin Zevali (Le Declin de FOçcident) adlı eseriyle ün yapan Spengler'in ifâdesinde, medeniyetlerin çöküş sebebi olarak göste­rilen "Medenînin kısırlığı (la sterilite du civilise) bir başka deyişle do­ğum azalması, sosyologlarca geniş ölçüde mesken şartlarına bağlanmış olması da bize enteresan gelmektedir. Muhtelif araştırmalardan: "Çok dar ve gayr-i müsâid meskenlerde, davranışlarda her çeşit kontrolün kaybol­maya yüz tutması sonucu doğumun, fizyolojik bir hâl alarak arttığı müsâ­id meskenlerde oturan ailelerde de tabî bir şekilde arttığı, bu ikisi arasın­da kalan nâmüsâid evlerde ise azalmaya yüz tuttuğu" sonucunun çıkarıl­dığı belirtilmiştir.[318]

 

h- Tezyin (Dekor)

 

Sünnette üzerinde titizlikle durulmuş olan diğer bir husus, içerisinde ikâmet edilen meskenin dekorudur. Ev içerisinde yer alan her bir eşya ve eşyada tezahür eden telkîn unsurları üzerinde Hz. Peygamber (aleyhissa-lâtu vesselam) hassasiyet göstermiştir. Gerek kendi evinde gerekse asha­bın evlerinde İslâm kültürüne muhalif düşen ve başka kültürleri temsîl eden unsurların ve şekillerin varlığına muttali olunca ya sözle, ya fiille, yahut da ahvâliyle istikrahını bildirerek müdâhele etmiştir.

Buhârî'nin Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'den yaptığı bir tahrîcte, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in evde, üzerinde haç bulunan her eşyanın haçını mutlaka bozduğu bildirilmektedir. (Ebû Dâvûd, Libâs 45)

Yasak sâdece haç şekillerini ihtiva eden eşyalara münhasır kalmayıp Allah'ı yaratma fiilinde taklîd mânâsı taşıyan tasvirlere de şamil kılınmış­tır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) bu mânâyı taşıyan tasvirlerin evde bulundurulma yasağını: "Tasvirin olduğu yere melek girmez", "En büyük azaba mâruz kalacak kimseler musavverlerdir", "Dünya­da suret yapana kıyamet günü haydi yaptığına ruh üfle, denecek ve üfleyenıeyecek" (Buhârî, Libâs 88, 97, BuyıV 40; Müslim, Libâs 81-103) gibi şiddet ifade eden çeşitli tâbirlerle dile getirmiştir. Bu hususla ilgili ri­vayetlerden birinde Hz. Aişe (radıyallahu anha) şöyle bir vak'a anlatır: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) bir seferden dönmüştü. (Onun yokluğu esnasında) üzerinde (kanatlı at) timsaller(i) bulunan bir durnûku (eve) asmıştım. Bana onu indirmemi emretti, indirdim (.,.)"Hadîsin bir başka vechinde "üzerinde timsaller bulunan bir kırantamı, sehve (denen duvardaki hücrenin) üzerine örtmüştüm. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) onu görünce çıkardı ve: "Kıyamet günü azabın en şiddetlisi­ne duçar olacak Allah'ın yarattıklarını taklîd edenlerdir" dedi. Ben de ondan bir veya iki yastık yaptım. Bir başka vechinde: "iki nümruka (minder) yaptım, bunlar evdeydi ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesse­lam) üzerine oturuyordu" der. (Buhârî, Mezâlim 32)

Bu hadîse müsteniden âlimlerin, gölgesi olmayan tasvirlerin üzerine oturmak, basmak gibi hakîr durumlarda kullanılan halı, döşek vs. eşya üzerinde bulunmasına cevaz verdiği belirtilir. Nevevî bu görüşün Sahabe ve Tabiîne mensüb Cumhûrı ulemânın görüşü olduğunu belirttikten son­ra bu meyânda Sevrı, Mâlik, Ebû Hanîfe ve Şafiî'nin ismini zikreder. Nesâi'mn bir tahrîcinde Hz. Peygamber'in yanına girmek için gelmiş olan Cibril girmez ve: "Nasıl gireyim, evinde tasvirler ihtiva eden bir örtü var. Ya suretlerin başım kopar, ya örtüyü üzerine basılan bir sergi yap. Biz melekler tasvirin bulunduğu bir eve girmeyiz" der. (Nesaî, Zînet 14)

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) Abdullah İbnu Ömer (radıyal­lahu anhümâ)'in rivayetinde ziyaret için gelmiş olduğu, Sefine Ebû Ab-durrahmân' in rivayetinde de beraber yemek için vâki'davet üzerine gel­miş olduğu kızı Fâtıma (radıyallahu anhâ)'nın evine, kapıya asılmış olan nakışlarla süslü perde sebebiyle girmeden geri döndüğü ifade edilir.

Abdurrezzak'm bir tahricinde de yemeğe davet edildiği eve geldiği va­kit, çeşitli renklerle tezyin edilmiş olduğunu görür, kapıda durup renkleri saydıktan sonra: "Keşke tek renk olsaydı" diyerek girmeksizin geri dö­ner. Aşağıdaki misallerin de te'yîd edeceği üzere, Hz. Peygamber (aley­hissalâtu vesselam), bu davranışla evin tezyininde sadeliğin esas olması­nı irşâd buyurmuştur.

İlim adamları bu rivayetlerden "İçerisinde muharremât bulunan eve girmek ve davete icabet etmek için önce izâlesine çalışılır, muktedir olun­mazsa girilmez, icabet edilmez' hükmünü vermişlerdir. Ancak Hz. Pey­gamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in son misâlde "keşke tek renk olsay­dı" dediği, birinci misâlde de geri dönüş sebebini soran Hz. Âlı ye "Dün­yâ benim neyime, nakış benim neyime?" cevâbını verdiği, keza yukarı­da zikrettiğimiz tasvirli perde vs. yi kaldırması için Hz. Aişe'ye verdiği emirle ilgili hadîsin bâzı vecihlerinde: "Zira bu bana dünyâyı hatırlatı­yor", "Zira üzerindeki tasvirler namaz esnasında dikkatimi dağıtı­yor", "Zira eve her girişimde bunu görüyorum, dünyâyı hatırlıyo­rum" vs. dediği tasrîh edilmektedir ki bunlar Hz. Peygamber (aleyhissa­lâtu vesselam)'in yeni teblîğ etmiş olduğu bir dînin tam yerleşmesine en­gel teşkîl edebilecek sebepler hususunda titizliğinin derecesini göster­mektedir. O, istiyordu ki insanlar bütün h i nimetleriyle Kui'ân'a yönelsin, onun hakîkatlarmı anlamaya, yaşamaya çalışsın. Hattâ bu sebeple kendi­sinden. Kür'ân dışında bir şey yazmayı da yasaklamış, bir nevî câhiliye perestişlerinden biri olan kabir ziyaretlerini de rnenetmişti. Diğer taraftan "İnsanların kalbi Allah'ın iki parmağı arasındadır, istediği gibi oyna­tır" cümlesinde ifâde ettiği beşer tabiafındaki istikrarsızlık sebebiyle îmân ve amellerine rağmen müşrikliğe âit hatıralar sebebiyle eski sapık­lıklarının tekrar şu veya bu şekilde tezahüründen korkmakta idi. Bu se­beple o hususlarda Hz. Peygamber {aleyhissalâtu vesselam) titizliği ileri götürmüş, açık kapı bırakmak istememiştir. Halkın esprisini nazara alışını gösteren en manidar misallerden biri Hz. Aişe'ye, cahiye devrinde yan­lış temele oturtulmuş olan Kabe'yi, yeniden aslî temeli üzere kurmaya te­şebbüs etmeyişinin sebebini izah sadedinde söylediği şu cümledir: "Kav­min Câhiliye devrine yakındır. Bu sebeple, (yapacağım tadilatın) kalplerinde nefret uyandıracağından korkuyorum..."

Şu hâlde "Câhiliye devrine yakın" olan insanlığın hâlet-i nahiyelerini nazarı itibara alan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselânf), o devre âit şirklere alâmet olan herşeye amansız bir mücâdele açmıştır. Bu, put ola­bilir, putların tasviri olabilir, o devreye âit bir yemin tarzı, selamlaşma şekli vs. olabilir, hepsi yasaklanmıştır.

Tasvîrle ilgili yasaklan, sarihlerin: "Kendisine ibâdet edilen zîruhlann hürmet ifâde eden tarzda konması haramdır, ayak altına atılması mubah­tır" diye formüle etmesi sünnette gelen yasağın terbiyevî yönünü ifâde _ eder. Bu yasaktan ağaç tasvîrleri istisna edilmiştir. Ancak Arapların o de­virde takdis ettikleri ağaçları Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in yıktırdığını rivayetler haber verir.[319]

 

Evlerin Kontrolü:

 

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Medine'yi baştan ayağa kontrol ettirerek "putları kırdırdığı, yüksek kabirleri düzlettiği, tasvîrleri de iptal ettirdiği" ne dâir rivayetler bu husustaki titizliğinin ne dereceyi bulduğunu gösterir. Bu rivayetlerden bâzılarında bu maksatla gönderilen "ensârâan bir adamın": "Yâ Rasûlullah, ben kavmimin evlerine girmek istemiyorum" diye itirazı - ve bunun üzerine Hz.Alî'nin gönderilmesi, devletin, (Müsned, 1, 87,138,139) bu hususla ilgili olarak koyduğu yasa­ğın uygulanmasını takip için evleri kontrolden bile geçirdiğini göstermek­tedir.

Söylediklerimizi hülâsa etmek gerekirse, evin dekor ve tezyininde yer alan tezyîn unsurları aynı zamanda bir telkin vâsıtası kabul edilmektedir. Müslümanın hayat görüşüne ters düşen unsurların yer almaması gerek­mektedir. Son olarak şunu da kaydedelim: Dehlevî'ye göre duvar ve elbi­senin resimlenmesi iki sebepten yasaktır: 1- Fuzûli israf ve iftiharı önle­mek,

2- Putperestlik kapısını açmamak.[320]

 

İ. Manevi Hava

 

Çocuğun terbiyesinden birinci derecede baba ve sonra anne mes'ul ol­ması hasebiyle evin başlıca fonksiyonlarından biri, çocuğun mânevi ve ruhî terbiyesinde de en önde yer almaktır. Bu sebeple daha yapılışı sısında onun maddî mânevi kirlerden temiz olması istenmekte ve: "binala­rınıza haram taş koymaktan sıkının. Zira bu harap olmanın esâsı (temeli sebebi)dir" (Feyzu'l-Kadir, I, 131) denmektedir. Bu mehalde olarak Vehb İbnu Münebbih'in "Tevratîa Okudum" kaydıyla yaptığı rivayette de: "Zayıfların gücü ile (zorla) yapılan binanın akıbeti harap olmaktır, ha-ramyolla kazanılan malın âkibeti de fakra düşmektir'7 (Ebu Nuaym, Hil-ye, I, 444) denir ki bu çeşit nasîhatlara ahlâk kitaplarımızın ilgili bahisle­rinde rastlanır.

Şüphesiz evi helâl kazançla inşa etmekle (veya helâl kazançtan kirası­nı ödemekle) mesele bitmiş olmuyor. Evin iyi bir terbiye yuvası olabilme­si için her çeşit menhiyattan sakınılması, farz ve vâcibâtın yerine getiril­mesi, bir başka deyişle, İslâm'ın fiilen yaşanması gerekmektedir. Bu se­beple yasak olan oyun âletleri, ipekten mamul döşek (halı, yastık, perde vs.) altın ve gümüşten mâmül kap kaçak vs.'nin evde bulundurulması ya­saklanmıştır.

Diğer mühim bir husus evin sâdece yatma, yeme, istirahat veya emni­yet yeri olarak düşünülmemesi, veya fiilen Öyle bir havanın hâkim kılm-mamasıdır. Bunu Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam): "Evlerinizi kabirlere çevirmeyin" sözüyle ifâde eder. Evleri kabir olmaktan kurta­racak şey, evlerde yapılacak ibâdet ve zikirlerdir, Kur'ân okumak, namaz kılmak, tefekkür ve nefsî murakabede bulunmak gibi. Bu sebeple: "Evle­rinizi kabirlere çevirmeyin, Kur'ân okuyun, Kur'ân okunan eve şey­tan girmez", "Kişi evinde Kur'ân okursa, ev, ehline karşı genişler ve melekler de orada hazır olur, şeytanlar kaçar, hayır artar. Kur'ân okunmayan eve gelince, o sahibine daralır, melekler orayı terkeder, şeytanlar istilâ eder, hayır da azalır". "Nafile namazarınızı evleriniz­de kılın, onları kabirlere çevirmeyin", "Kişinin evindeki namazı nur­dur, öyle ise evlerinizi (namazla) nûrlandınn", "Mescitte namazınızı eda edince eviniz için de bir nasîb ayırın, zira Allah bu namazdan do­layı eve (husûsî) bir hayır yapar", "Farzdan sonra en hayırlı namazı­nız evlerinizde kıldığınız namazdır" vs. mânevi tevatüre ulaşan pek çok tarîklerle gelen rivayetler kişinin behemehal evinde namaz kılmasını em­retmektedir.

Hattâ bâzı rivayetlerde bu teşvîklerin bir neticesi olarak evlerde husû­sî namazgahlar (mescidler) ittihâz edildiği anlaşılmaktadır. Buhârî'nin bir rivayetinden daha Mekke devresinde iken buna başlandığını ve (belki de ilk defa olarak) Hz, Ebû Bekir (radıyallahu anh)'in evinin avlusunda, bir köşede bir mescit ittihâz ettiğini görmekteyiz. Medine'de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)*e çeşitli mazeretlerle müracaat edip ev­lerinde mescit ittihâz etmek için müsâade talep ettiklerine rastlıyoruz. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) arzu üzerine evlere gidip "mescit yapmak istedikleri yerde" namaz kıldırmak suretiyle bu talepleri yerinde ve normal bulduğunu göstermiştir. İbnu Mes'ııd' (radıyallahu ahhj'dan gelen uzun bir rivayetin son kısmı "mescid"in husûsî bir hücre olabilece­ği ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Hadîste İbnu Mes'ııd (radıyallahu anh) fitne ânında ne yapması gerektiğini sorar. Hz. Peygamber (aleyhis­salâtu vesselam): "Darına (kabilesinin, akrabalarının kaldığı yere) gir" der. ibnu Mes'ııd tekrar sorar: "Oraya da gelirse?" Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in cevabı şu olur "O vakit mescidim; gir (...)"Keza bir başka rivayette de Zeyneb Bintu Cahş (Radıyallahu anhâ)'m Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'le eklenmezden önce evindeki "mescid" den bahsedilmektedir."

Hülâsa evlerde husûsî mescidi er ittihâzı için vâki teşvikten sonra, da­ha Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) devrinde, bir kısım müslü-. manlar meskenlerinde buna yer vermişler, alimler de bunu tecviz etmiş­tir.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in evlerden menhiyyâtın kal­dırılması, Kur ân okunması, namaz kılınması, hattâ mescidler ittihâz edil­mesi gibi dinin evde yaşanmasına müteallik ısrarlı tavsiyeleri, bir bakı­ma, evde yeni yetişmekte olan çocukların terbiyeleri içindir. Zira, böyle­ce onlar, büyüklerinden dini meseleleri kulaklarıyla işitmiş, gözleriyle görmüş, halleriyle de yaşamış olacaklardır.[321]

 

İ. Mesken Siyâseti

 

Evle ilgili rivayetler bize. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) tarafın­dan vaz edilen ve müteakip halîfelerce titizlikle takip edilen bir ''mesken siyâseti" nin varlığını göstermektedir. Bir başka deyişle meskenin kültür­le olan sıkı irtibatı sebebiyle bir kısım kültürel değerlerin hayatiyeti için devletin mesken inşâatını devamlı murâkebe altında tuttuğunu, kanun dı­şı inşâat tipleri ortaya çıkınca derhâl müdâhelc ederek bunları ortadan kal­dırttığını görüyoruz. Müteakiben vereceğimiz misâllerden, ferdler ve ai­lelerin mesken inşası meselesinde tamamen hür olmadıkları, devletin mü­dâhale hakkının her an mevcut olduğu fikrinin vicdanlara iyice yerleştiril­diği sonucu çıkarılabilir. Bizi bu hükme götüren bâzı misâlleri, müdaha­lenin yapıldığı sahalar çerçevesi içerisinde inceleyeceğiz.[322]

 

1. Fuzûli İnşaat Yasağı

 

Şunu belirtelim ki, meskende genişlik tavsiye edilmiş olmakla beraber israfa yer verilmemesi, fuzulî inşaatlar yapılmaması için ısrar edilmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam): "Nafakanın hepsi Allah yo­lundadır, bundan bina (yapmak için harcanan) hâriç, onda hayır yoktur"der. (Tirrnizî, Kıyâme 41) Başka rivayetlerde: "Kişinin ihtiyâcı hâricinde, yaptığı her bina sırtında bir vebaldir", "(Ebû Dâvûd, Edeb 160) Oturmayacağınız binayı yapmayın" (İbn Hamza el-Hüseynî, el-Beyân ve't-Ta'rif, II, 273), "Kim ihtiyacından fazla bina yaparsa kıya­met günü onu boynuna yüklenmeye zorlanir"(Mecmaıf z-Zevâid, IV, 70), "Allah bir kuluna kötülük murâd edince malını binaya infâk et­tirir" (İbn Hacer, Fetliu'1-Bârî, XIII, 336) vs. yasaklayıcı ifâdeler bulu­nur.

Mevzu ile ilgili bâzı hadîsleri vermek için, Buhâri'nin ayırdığı baba "Bina hakkında vârid olanlar babı" diye mutlak bir başlık atmasından da anlaşılacağı üzere yukarda verdiğimiz hadîslere istinâd eden bir kısım müsîüman âlimleri, bina yapmanın kerahetine kaanî olmuşlar, "inşaat için harcanacak parayı kerih addetmişlerdir", kerahete meyledenlerden İbrahim Nehâ'î mutedil bir ifâde ile ihtiyâç için yapılan binalardan dola­yı "Sevâb da günâh da terettüp etmez" demiştir. (Tirmizî, Kıyâme 40)

Ancak buradaki kerâhatin ihtiyâçtan fazla olarak, tefâhur ve gösteriş için yakılan inşaatlara râci olduğu, "ikâmet, soğuk ve sıcağa karşı korun­mak için yapılanlara şâmil olmadığı" da ayrıca belirtilmiştir. Esasen biz-,zat Hz.-Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'den: "Kim zulmetmeksi/Jn ve ilâhi hududu tecavüz etmeksizin bir bina yapacak olursa, bundan Cenab-ı Hakk'ın mahlûka ti istifâde ettiği müddetçe, ona komşuluk sevabı hâsıl olur" buyurur. (Mecmau'z-Zevâid, IV, 70)

Binaya para ve emek sarfetmenin kerahetine kaail olanların, kendileri­ne delil meyânırida zikrettikleri, Abdullah İbnu Amr hadîsini de muhkem kabul edemeyiz. Zira bu rivayet, evini çamurla tamir etmekte olan Abdul­lah İbım Amr (radıyallahu anh)'a Hz. Peygamber {aleyhissalâtu vesse­lam)'in: "(....) Ölümün gelmesi bu evin yıkılmasından daha süratli­dir" (Ebû Dâvûd, Edeb 160) diyerek, bu meşgûlışetten kerâhat izhâr etti­ğini göstermekte ise de Hahbetü'bnü Hâlid ve Sevâ İbnu Hâlid (radıyal­lahu anhy'm rivayetlerinde bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesse­lam)-in evini tamir işiyle meşgul olduğunu görmekteyiz. Üstelik Hz. Ömer {radıyallahu anh)'in de minberden: "Ey nâs, eylerinizi tamir edin

 (....)" diye uyarılarda bulunduğu da mervîdir. Şu hâlde sâdece bâzı hadîs­lerin zahirine bakarak: "Sünnet meskene yapılacak yatırımı kerih addet­miştir" diye hükmetmek, gerçeği aksettirmekten son derece uzak kala­caktır.

Semerkandî, inşaatta beis görmeyenlerin Kur'an'dan: "Allah sizi (...) yeryüzünde yerleştirdi, ovalarında (kışlık) köşkler ediniyor, dağla­rında (yazlık) evler oyup duruyorsunuz" (A'râf 74), "De ki, Allah'ın . kulları için çıkardığı zineti, temiz ve hoş nzıklari kim haram etmiş?" (A'râf 32), gibi âyetleri; hâdisden de: "Allah bir kuluna nîmet verince o nimetin eserini kulu üzerinde görmekten hoşlanır" mealindeki Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sözlerini delil getirdiklerini zik­rettikten sonra (kendini kastederek) fakih der ki: "Efdal olanı, malı âhi-ret için harcayıp dünyâ için sarf etmemektir. Buna rağmen, 1- Malı haram yoldan kazanmamış olmak, 2- Bir müslüman veya zimmîye (inşaat vesile­siyle) zulmetmemek, 3- (inşaat sebebiyle) Allah'a karşı olan farzlardan birini terketmemek şartıyla inşaat haram değildir" hükmüne va-rır.(Semerkandî, Bustan, 252-253)

el Hakîmu't-Tirmizî de, Hz Ömer (radıyallahu anh)'in bina hususun­daki bir müdâhalesini kaydettikten sonra şunu söyler: "Eğer bina muhtaç olunan miktarsa Allah' tan sevâb bekleyerek inşâ edilebilir. Zira meskene olan ihtiyâç aynen yiyecek, giyecek ve bineğe olan ihtiyâç gibi'.(Nevâdiru'lUsûl, 68)

Bina hususunda hadîslerde gelen bir kısım istikrahı, israfla îzah etmek çok yerinde olacak. Müslümanların bu konudaki kanaatlerini, bu mesele­ye bakışlarını Hârunu'r.Reşîd'e, yüksek bir saray yaptırdığı zaman, Mu-hammed İbnu's-Semmâk'ın cesaretle yüzüne haykırdığı şu sözlerde bula­biliriz: "Toprağı yükselttin, dini bıraktın. Eğer bu kendi paranla yapıldıy­sa, bilki sen müsriflerdensin, Allah ise müsrifleri sevmez. Yok bu başkası­nın malından ise bilki zâlimlerdensin. Allah ise zâlimleri sevmez" der. (Mefâtihu'l-linân, 305)

Mesken mevzuunda israftan zecirle ilgili talimat Ahlâk-ı Alâiyye'de şu ifâdeye ulaşır: "... İrtifa71 bina ve nakş ve zuhrufe'i sakfve cidarda mübalağadan hazer ede. Ahbârda vârid olmuştur ki, bir kimseye menzili­ni altı zira dan artık kaldırsa melâtke-i Asuman; ilâ eyne yâ meVun, der­ler.(Kınalizade, II, 6)

İtidalden bîrûn kadru malâbüdden efzûn hare memûmdur. Husûsan ki bozup düzmeye mûtâd ve bir suretten usanıp hey' et~i cedîd etmeğe müb-telâ olmak maraz-ı sa'b ve huluk-ı zeminidir..."[323]

 

2- Herkese Bir Ev:

 

Yukarıda verdiğimiz misâllerden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesse-lâm)'in her insan için zaruri olan, normal bir eve sahip olmasını hoş kar­şılamadığı hükmünü çıkarmak çok yanlış olur. Aksine bu husustaki siyâ­setin esâsı her aileyi "geniş" bir ev sahibi yapmaya dayanır. Vazifeli ola­rak tayın ettiği her memurun, bir ev edinme külfetini devlete tahmîl etme­si (Ebû Dâvûd, İmaret 10) kim olursa olsun, her müslümaria herhangi bir ev veya akarını, alacağı parayı tekrar ev veya akara yatırmadıkça, satma­yı hoş karşılamayıp "yerine yenisi konmazsa bu para hakkında hayırlı kı­lınmaz" (İbn Mâce, Ruhun 24) demesi gibi muhtelif rivayetler Hz. Peygam­ber (aleyhissalâtu vesselâm)'in "her müslüman için normal bir ev" siyâ­seti takîb ettiğinin inkâr edilmez delilleridir.[324]

 

3- Binaların Yüksekliği:

 

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) evlerin yüksek olmasına ka-tiyyen taraftar değildir. Rivayetlerin göstereceği üzere ev hususunda mü­dâhale ettiği cihetlerden biri de evlerin boyu ile ilgilidir. Hattâ Medîneye gelince Hz. Ebû Eyyûb-i'l Ensârî (radıyallahu anh)'nin yedi ay misafir kaldığı evinin alt katına yerleşmiş, bir müddet sonra Hz. Ebû Eyyûb (ra­dıyallahu anh)'un üste geçmesi için vâki müracaatına Rasûlullah (aleyhis­salâtu vesselam): "alt daha rahattır" (Müslim, Eşribe 171), "Bizim ve bizimle teması olanlar (ashâb) için altta olmamız daha uygundur" (Süheylî, Ravd, 236) gibi cevâplar vermiştir. Fakat Ebû Eyyûb hazretleri­nin (radıyallahu anh): "Senin, altında bulunduğun bir tavanın üstüne çıkamıyacağım" diye ısrarı üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesse­lam) mihmandarını memnun için (istemeyerek) üste geçer ve Ebû Eyyûb (radıyallahu ah) da aşağı iner. (Müslim, Eşribe 171)

Hatta Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in nezâret ve iştiraki ile yapılan ilk cami ve ailesine mahsûs etrafındaki hücrelerin de tavanı el de­ğecek kadar alçaktır.(Mecmau'z-Zevâid, VI, 197)

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) evlerin boyca yükselmesinde­ki istikrah ve memnuniyetsizliğini muhtelif, vesilelerle ifâde etmiş, bunu "kıyamet alâmetlerinden biri" olarak tavsîf etmiştir. Meşhur Cibril hadî­sinde kıyametin ne zaman kopacağına dâir suâle "Bilmiyorum" dedikten sonra alâmetlerinden olarak "Davar çobanları bina yükseltmekte, yanştikları zaman" der.[325] Keza bir rivayette de "binalar sivrilince" kıya­metin beklenmesi gerektiğini söylemektedir. Bu cümleden olarak kıya­mete yakın insanların evlerini (rengârenk) münakkaveş ve çizgili elbise­lere benzeteceklerini ifâde ederek, (el-Edebu'I-Müfred, 163) evin haricî tezyinatını da israf sınıfına sokarak kerahetini bildirmiştir.

Meskenlerin fazla yüksek olmasını tavsiye etmeyen Rasûlullah (aley-hissalâtu vesselam) şu rivayette takribi bir rakam da verir: "Bir kimse bi­nasını yedi (bir başka vecihte on) zirâ'dan fazla yükseltirse kendisine (semâdaki bir münâdi tarafından): "Ey fâsık (Ey Allah'ın düşmanı] nereye (gitmeyi arzu ediyorsun?) diye nida edilir." (Feyzu'l-Kadir, VI 97) Ibnu l-Arabî. "elem ferukeffe fenle Rabbuke bi Ad" âyetinin tefsirin­de bu âyetten, binayı yüksek ve iri yapmaktan tahzîr manasını da kayde der. (İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, IV, 1920

Yüksekten men sebepleri hadiste tavzih edilmediği halde şârihlerce is râf, tefâhur ve başkalarının avretine ıttıla gibi sebeplerle izah edilmekte dir. Bunlarla birlikte başka sebeplerin de olabileceğini hadîsin ıtlâkındaı çıkarmak mümkündür. Bu meyânda, husûsen zamanımızda anîaşılaı mahzurlardan biri, insan ölçüleriyle tenasübü son derece aşan inşâatları! insanda meydana getirdiği ruhî ve içtimaî bozukluklardır. Bugün "cehen­nemi makine", "'Umacı şehir" gibi vasıflarla tavsif edilmeye başlanan bü­yük şehirlerde hızla artmakta olan tecennün ve buna yakın ruhî hastalık­ların sebepleri arasında bu durum da kaydedilmektedir. Büyük inşâatlar azametleriyle insan ruhunu ezmekle kalmıyor, içinde yaşayanların tabiat­la ilgisini son derece azaltıyor ve ayrıca insanlar arası münâsebetlere te'sîr ederek menfî istikâmette geliştiriyor. Apartman hayatının huzursuz­lukları ve komşu seçme imkânı tanımayan şartlan nazara alınınca büyük-şehirlerde, kalabalığa rağmen insanın nasıl yalnızlığa itildiği anlaşılır. Sosyologlar, "Temaslar satıhta kaldığı müddetçe, mübaşeret ne kadar artarsa. artsın terdin kalabalık içerisinde yalnız kalacağını", yalnızlığı orta­dan kaldıran şeyin sâdece "görmek ve dinlemek" değil, aynı zamanda "görülmek ve dinlenilmek" olduğunu belirtmişlerdir. Bir İslâm feylesofu olan Fatâbf'de (v. 950) de değişik kelimelerle aynı şeyi buluruz. O. "el - Medînetü'I-Fâdıla" ile kasteddiği ideal şehri "saadeti elde etmede muh­taç olunan şeyleri teminde, teâviin maksadıyla toplanılan yer1' olarak kabul eder. Cemâat ve yardımlaşma şuurunu vermeyen, bugünün tabiriy­le kişiyi yalnızlığa iten şehir, ideal şehir değildir. Ona göre ideal şehir sıhhatli, her bakımdan tam ve mükemmel bir beden gibidir ki uzuvları bir­biriyle gayenin iemininde yardimlaşırlar."(Fârâbî, el-Medinetu'l-Fâdıla, 117-118)

Şunu da son olarak kaydedelim ki, ihtiyâçtan doğarak darlığı önleye­cek yükseltmelere müsâade edilmişe benziyor. Zira evinin darlığından şi­kâyet eden Hâlid İhni Velide Rasûlullah (aleyh i s sel âtu vesselam): "Evi semâya doğru yükselt ve Allah'tan genişlik iste" buyurmuştur. (Semhûdî, Vefâu'1-Vefâ, II, 730-731)[326]

 

4- Müdâhale:

 

Bazı rivayetler sünnetin meskenle ilgili bir kısım tavsiye ve nasîhatlar-da bulunmakla kalmayıp, tavsiye edilen evsâfa uyulmadığı hallerde mü-dâhele de edildiğini göstermektedir.

Enes'in rivayetine göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselam) bir çıkışında etrafındaki evlere nazaran çıkıntı teşkil eden (yüksekçe) bir kub­be görür ve "Bu da ne?" diye sorar. Ashabı kendisine "Bu Ensâr dan fa­lancanındır" derler. Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselam) manzaraya içinden kızarsa da sükût eder. Fakat inşaat sahibi, kendisine gelip selâm verince selâmını almaz ve yüzünü çevirir. Öbürü kaç sefer karşısına ge­çip selâm verse de Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselam) her defasında aynı şekilde davranıp selâmını almaz. Netîcede adamcağız Hz. Peygam­ber (aleyhissalâtü vesselâm)in kendisine kızdığını ve bu sebeple yüz çe­virdiğini anlar. Durumu arkadaşlarına açarak dert yanar. Ona: "Hz. Pey­gamber (aleyhissalâtü vesselam) dışarı çıktığı vakit kubbeni gördü (ye buna kızdı)" Ğeûer, Rasûlullah (aleyhissalâtü vesselam) bir başka gün kubbeyi yerinde görmeyince "Kubbeye ne oldu?" diye sorar. Olup bite­ni kendisine anlatırlar. Bunun üzerine "İhtiyâç fazlası her bina, sahibi üzerine bir vebaldir" buyurur. (Ebû Dâvûd, Edeb 160) Keza aynı muh­tevada bir müdâhale de amcası Abhâs'ın yaptırdığı gurfe'ye karşı olmuş­tur.  Hz.  Abbâs  (radıyallahu  anh)   ğurfe'nin  yıkılmasını  karşılığında

bedelince sadaka vermeyi teklif eder. Peygamber EFendimiz kabul etmez. Abbâs teklifinde sonuna kadar ısrar ederse de Rasûlullah (aleyhisselâtu vesselam) buna katiyyen yanaşmaz ve "yık onu" der, (İbn Hişam, II, 517)

İnşaat yıktırılır.

Süveylimu'l-Yahûdi'nin evinin yıkılmasıyla ilgili hâdise, Hz. Peygam­ber (aleyhisselâtu vesselâm)'in meskene olan müdâhalesine değişik bir misâl olarak zikre değer. İbnu tİişâm'm kaydına göre münafıklar, Tebük gazvesi için hazırlık yapıldığı sırada Yahûdî Süveylim'm evinde toplana­rak halkın sefere katılmasını Önleyici faaliyetlerde bulunuyorlardı. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) Taiha İbnu Ubeydillâh (radıyallahu anh) başkanlığında bir grup göndererek Süveylim1 in evini üzerlerine yık­malarını emreder. Talha (radıyallahu anh) emri aynen icra eder.

Burada müdâhale sebebi olarak devlet aleyhine cereyan eden menfî fa­aliyeti görmekteyiz ki az ilerde, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesse-lâm)'den sonra görülen bâzı benzer örnekler vereceğiz.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hayâtında rastlanan mühim bir müdahale örneği mâbedlerle ilgili Hâtırası Kur'ân'da ebedîleştirilen Mescid-i Dırâr hâdisesi mevzûrnuzu ilgilendirse gerek. Kaynaklarımızın bildirdiğine göre Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) Tebük seferin­de iken Medîne münafıklarından 12 kişilik, bir grup, müstakil bir mescid inşâ ederek kendi aralarında bir araya gelme imkânı düşünürler. Zira Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in onlara karşı takip ettiği başarılı bir siyâset sonucu bir araya gelemiyorlardı. Müslümanlar seferden dönüp, Medine yakınlarındaki Zi-Evân mevkiine gelince Hz. Peygamber (aley­hissalâtu vesselâm)'e adam yollayarak: "Ya Rasûlullah biz, hastalar, ih­tiyâç sahiplen, yağmurlu ve karanlık geceler için bir mescit yaptık, senin bize orada namaz kıldırarak (küşâdını yapmanı) istiyoruz" derler. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam): "Siz gidin, şu anda yolculuğum bitmiş değil, meşguliyetim de var, Medine'ye varınca inşallah geliriz (...)" diyerek müsbet cevâp verir.

Fakat bir müddet sonra gelen vahiy münafıkların gerçek gayesini Pey­gamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e bildirir: "Bir de (nıüslümanlara) za­rar vermek için, küfür için, mü'minlerin arasına ayrılık sokmak için ve daha evvel Allah ve Resulü ile harbeden(in gelmesini iştiyak ile) beklemek ve gözetmek için bir (bina yapıp onu) mescid edinenler ve (bununla) iyilikten başka bir şey kastedmedik" diye muhakkak ye­min edecek olanlar vardır. Allah şahitlik eder ki: Onlar seksiz şüphe-

siz yalancıdırlar. (Habîbim) onun içerisinde hiçbir vakit (namaza) durma (...) onların kurdukları bina, kalblerinde dâimi bir şek (ve ni­faka) sebep olacaktır. Meğer ki kalbleri ölümle parçalanmış olsun (....)" (Tevbe 107-110).

Vahiy üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) gönderdiği adamlarla "küfür, müslümanlara zarar ve nifak için" yapılmış olan ve "sağ kaldıkları müddetçe kalplerindeki şek ve nifakı besleyip artıra­cak" olan bu inşaatı yıktırıyor ve yaktırıyor.(İbn Hişam, II, 529-530)

Rivayetler, Mescid-i Dırâr'm yerinin çöplük ve mezbelelik yapıldığı­nı, oraya uğrayan yoldan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in hiç geçmediğini kaydederler. Taif mescidinin Taif'deki eski tapınağın bulun­duğu yere yapılması için verilen emirle bu sünnet karşılaştırılınca "bi-nâu l-müfsidîn"e karşı gösterilen aksülamel anlaşılır.

Rivayetler, Hz. Peygamber (aleyhissaîâtu vesselâm)'in sünnetinde rastlanan bu misâllere muvazi olarak müteakip devirlerde halîfeler tara­fından husûsî meskenlere ve hattâ amme için yapılmış inşaatlara, benzeri maksatlarla müdahalelerde bulunulduğunu göstermektedir. Müleyh İbnu Avfes-SülemTnin rivayetine göre Hz. Ömer Sa'd İbnu Ebt Vakkâs (radı­yallahu anhümâ)'nın evinin kapısına tahtadan işlemeli bir kapı, kasrına da kamıştan ilâve bir kulübe yaptırdığı haberi ulaşır. Hz. Ömer (radıyallahu anh) bu haber üzerine derhal Muhammed İbnu Mesleme (radiyallahu anh)'yi göndererek (israf olarak değerlendirilen) mezkûr kapı ve kulübe­yi yakmasını emreder. (Belâzurî, 391) el-Hakîmu t-Tirmizınin bir tahrî-cinde, Ebud Derdâ'mn Humus'daki evine bir kenîf ilâve ettiğini haber alan Hz. Ömer (radıyallahu anhfin, "Yâ Üveymir, dünyayı tezyin husu­sunda Fars ve Rûm'un inşaatları sana kifayet ederdi. Allah onları (israf­ları için) harâb etti. Mektubumu alır almaz Humus'u terket, Dımeşk'e git" diyerek ceza olarak onu bulunduğu yerden sürgün eder.(Hakîmu't-Tirmizî, Nevâdiru'1-Usûl, 68)

Hz. Ömer (radıyallahu anh), Humus emîrinin, evin üstünde "ılliyye" denen bir tenezzüh odası yaptırdığını duyunca derhal ona da bir mektup yazarak "odun toplayıp yakmasını" emreder. Benzeri bir olayı Hârice--tu'bnu Hüzâfe (radıyallahu anh)'nin Mısır'da yaptırdığını duyunca Mısır Valisi Amrİbnu'l-Âs (radıyallahu anh)'a yazarak "... Hârice, komşuların avretine ıttıla peyda etmek istiyor, mektubumu alınca yık onu" der. (el-Hâvî li'1-etâvâ, I, 184)

Temîmud-Dâri (radıyallahu anh)'nin bir rivayetinden "Hz. Ömer (ra-dıyallahu anh) zamanında halkın yüksek binalar yaptırdığım" öğreniyo­ruz. Abdullâhur-Rûmi'nin bahsettiği, Hz. Ömer (radıyallahu anh) tarafın­dan valilere: "Binalarınızı yükseltmeyin" diye yapılan tamim, (el-Edebu'I-Müfred, 161) bu yüksek yapma hareketlerinden sonra yapılmış olabilir. Belki de Hz. Ömer (radiyallahu anh)'in bu titizliğinin sonucu ola­rak Kûfe'de bulunan Sa'd îbnu Ehî Vakkâs oturmak için muhtaç olduğu evin Hz. Ömer fradiyallahu anh)'in mesken mevzuundaki titizliğini ifâde eden bir diğer misâl tezyinatla ilgili Abdurrezzâk'm bir tahrîcinde Hz. Ömer (radıyallahu anh)'e Basrali Hadrâ adında bir kadının evinin iç du­varlarını, örtüler çekerek tezyin ettiği haberi ulaşınca orada vali bulunan Ehû Musa El-Eş'ari (radiyallahu anh)'ye yazarak bu tezyinat perdelerini yırtmasını emreder. (Abdurrezzak, XI, 31) Keza kendisini İranlı bir çiftçi (dehkân) davet edecek olsa, önce sorar, eğer evinde tasvîr olduğunu öğre­necek olursa icabet etmezdi.(el-Metâlibu'l-Âliye, II, 210)

Hz. Ömer (radıyallahu anh) umûmî ahlâka menfî te'sir eden evlere de müdâhale etmiştir. Bu meyânda bir nevi içki imal ve satış yeri (hânût) du­rumunda olan Ruveyşidu' s-Sakafi'nvn evini yaktırır. (İbn Sa'd, III, 282) Sa'd îbnu ibrahim evi bir kor hâlinde gördüğünü kaydeder.(A.g.e., V, 56)

Hülâsa, gerek Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den gerek, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'den verdiğimiz bu misâller her çeşit inşaatların-ister yükseklik ve ebâd yönüyle, ister tezyînât ve kullanılış gayesi yönüy­le devletin murakabe ve kontrolü altında tutulduğunu göstermektedir. Bu durum, bilhassa ilk zamanlarda daha titizlikle uygulanmış gözükmekte­dir. Suyûtî, Halîfe Muktedir Billhah'ın Râfizîlerden bir grubun toplanıp namaz kıldığı. Sahabeye hakaret edip cuma kılmadıkları hususunda ule­mâya başvurup "Mescid-i Dırâf dır" diye fetva alıp yıktırdığım ve yeri­ni de mezarlık yaptırdığını kaydeder.

Cemiyet için zararlı faaliyetlerde bulunan, davranış ve yaşayışlarıyla ammenin ahlâkını bozucu kötü örnekler veren kimseleri barındıran "hi-nâu'l-müfsîdin'in" yıktırılması hususunda fetva veren Suyûti, bu mühim mesele için bir de müstakil sser vermiştir: ^Refu Menari'd-Din ve Hedmu Binâil-Müfsidin.(el-Hâvîli'l-Fetâvâ, I, 189-190)[327]

 

5-Mesken Telakkisi :

 

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in mesken siyâsetini belirt­mek sadedinde naklettiğimiz hususlar nazara alınınca her müslümanm şöy­le bir mesken telakkisine sahip olmasını arzu ettiği neticesi çıkarılabilir:

1- Mesken dünyevi (dolayısıyla uhrevî) saadetin baş âmillerinden biri­dir.

2- Meskenin iyi olması: Genişliğine, komşusuna, sosyal tesislere ya­kınlığına, yani yerinin havadar, güneşli vs. olmasına, civarında mescid, mektep, çarşı gibi kültürel ve iktisâdı tesislerin bulunmasına bağlıdır.

3- Meskenin genişliği, içinde oturanların adedine bağlı olarak oda sa­yısının çokluğu ve odalarının genişliği ile ölçülür.

4- Mesken sâde olmalı, inanç ve ahlâka zıt telkinlere sebep olan yaban­cı kültürü temsîl eden tezyin unsurlarına yer verilmemelidir.

5- Mesken gerek vüsat ve gerek tefrîş yönüyle ihtiyacı taşıp israfa yer vermemelidir.

6- Mesken yüksek olmamalıdır.

7- Her mesken gusülhane, hela, mutfak gibi unsurlara şâmil olmalıdır.

8- Kanuna uymayan meskene devlet müdâhale edebilir.

Böyle bir mesken telâkkisine her müslümanm sahip olması gerektiği­ni, bu vasıfların ufak tefek farklarla kısa bir şekilde terbiye kitaplarında umumiyetle yer almış olmasından da anlayabiliriz.[328]

 

6- Şer'î Mesken:

 

Sünnete göre bir evde bulunması gereken şartları ortaya koyup her müslümanm sahip olması gereken mesken telakkisini belirttikten sonra fukahanın, kocayı, karısına karşı teminle mükellef kıldığı meskenin tas­virini vermekte fayda var. Bu meskene ser'f mesken veya meşru mesken denebilir. Burada, fukahanın, normal bir İslâmî hayat için oturulacak meskende bulunmasını şart ve zarurî gördükleri asgarî evsâfı görmüş ola­cağız. Dikkat edilirse, burada, çocuk unsuru üzerinde durulmamıştır. Ev­lenme ânında, çocuksuz farzedilen bir kadına hazırlanması gereken mes­kenin zarurî şartları mevzubahistir. Çocuklar olunca durum ne olacak? Fı­kıh kitaplarında burası mübhemdir. Dr. Ruhi Özcanın "İslâm Hukukun­da Karı-koca Nafaka Mükellefiyeti"[329] adlı doktora tezinden aynen aldı­ğımız tasvir söyle:

1) Zevcenin din ve dünyâ işlerini görmesine müsaid olmalıdır,

2) Kocanın zevceye zulüm (haksızlık) etmek istediğinde bu zulümden onu men etmeye kudreti yeten sâlih komşular arasında yer almalıdır.

3) Zevceye can ve mal emniyeti sağlayabilmelidir.

4) Kocanın zevcesinden cinsen faydalanmasına imkân vermelidir.

5) Bütün ihtiyaçlarla birlikte su da meskene koca tarafından getirilmiş olmalıdır. Meskenin içinde sarnıç, kuyu, çeşme bulunmaması, bu mahal­lin meşru mesken olmasına engel değildir.

6) Zevce izin vermedikçe meskeninde, kocanın akrabası ikâmet ede­mezse de kocanın her türlü kadın kölelerinin, başka kadından olma cinsî münâsebeti anlamayacak kadar küçük çocuklarının bulunmasına mâni olamaz. Buna mukabil meskende zevce de kocanın izni olmadıkça, başka kocasından olma küçük çocuğunu, kendi akrabasını bulunduramaz. Mes­ken mülkiyetinin kocaya âit olması veya olmaması bu ahkâma müessir de­ğildir.

B- Mesken tenhâ, duvarları, yüksek, konak gibi geniş olup da, zevce­nin yalnızlıktan dolayı aklına bir bozukluk gelmesine sebep olacağı anla­şılır (malûm olur) sa kocanın zevceye bir yoldaş; (arkadaş, entse) temin etmesi lâzımdır.

C- Zevceye arkadaş te'mîn mecburiyeti, zevceden zevceye ve yerden yere değişir; farklıdır. Meselâ zevce yalnız başına odada ikâmet edip ge­celemekten korkan cinsten ise, iskân yeri küçük olsa bile, kocanın zevce­ye yoldaş te'min etmesi gerekir. Keza zevce küçük ve yalnız olarak ikâ­metten korkan bir insansa, zevceye yoldaş te'mfni icâbeder.

Ç-İskân yeri küçük, sâlih komşular arasında olup da, zevcenin korka-mayacağı anlaşılır (malum olur)sa> kocanın zevcesine yoldaş te'mîn et­mesi gerekmez.[330]

 

5235... Abdullah b. Âmir'den demiştir ki: "(Birgün) annemle birlikte bana ait duvarı çamurla tamir ederken Rasûlullah (s.a.) uğradı "Ey Ab­dullah bu nedir? dedi. Ben de:

Ey Allah'ın Rasulu tamirine uğraştığım birşeydir. Cevabını verdim. Bunun üzerine:

(Sana gelmekte olan ölüm) iş(i) buna gelecek olan yıkılma işinden daha da sür'atlidir, buyurdu.[331]

 

5236... Abdullah b. Âmir'den demiştir ki:

Biz (birgün annemle birlikte) yıkılmaya yüz tutmuş bize ait ahşap bir evi tamire çalışırken Rasûlullah (s.a.) yanıma uğrayıp:

Bu nedir, dedi, biz de:

Yıkılmaya yüz tutmuş bize ait bir evdir. Onu tamire çalışıyoruz de­dik. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) (sana gelmekte olan ölüm) "İş (in)in (bu binaya gelecek olan yıkılma) işinden daha da acele   (geleceğini) zannediyorum" buyurdu.[332]

 

Açıklama

 

Huss: Ahşap (tahta) bina demektir. Lmr: hcel anlamında kullanılmıştır.

Bezlu'l-Mechud yazarının açıklamasına göre bu hadis-i şeriften gaye insanları eskimiş binaları tamir etmekten nehyetmek değil, ölümü hatır­latmak ve dünya işlerinin ölümü âhiret hazırlığını unutturmaması husu­sunda bir ikazdır.[333]

 

5237... Hz. Enes b. Malik'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) birgün dışarı çıkıp yüksek bir kubbe görmüş de: "Bu (da) ne? (böy­le)? demiş. (Orada bulunan) sahâbîler de kendisine: "(Bu kubbe) ensardan falanca kişiye aittir, demişler, Rasûlullah (s.a) hoşlanmadığı bu işi içinde saklayarak sükût etmiş. Nihayet (bu kubbenin) sahibi Rasûlullah (s.a.)'e gelip halkın içinde selâm vermiş. Rasûlullah (s.a.) de ondan yüz çevirmiş. (Adam selamının alınmadığını anlayınca) bu selam verme işini defalarca tekrarlamış. Nihayet adam (her defasında da selamının alınmadığını gö­rünce) Hz. Peygamberdeki öfkeyi ve kendinden yüz çevirdiğini sezmiş ve durumu arkadaşlarına (açarak) dert yanmış ve: "Vallahi ben Rasûlullah

 (s.a.)'i(n bu davranışını) yadırgadım" demiş, onlar da: "(Rasûlullah (s.a.) dışarı çıktı senin bu kubbeni (yüksek bir halde) gördü (de ondan böyle yaptı)" demişler. Bunun üzerine adam hemen kubbesini dönüp yıkmış, yerle bir etmiş. Derken Rasûlullah (s.a.) birgün (yine) dışarı çıkmış bu

kubbeyi göremeyince (oradakilere):

Kubbeye ne oldu? diye sormuş (onlar da:)

Onun sahibi bize senin kendisinden yüz çevirdiğinden sızlandı. (Gi­dip) onu yıktı" demişler (Hz. Peygamber de:)

İhtiyaç fazlası her bina sahibi üzerine bir vebaldir" buyurmuş.[334]

 

Açıklama

 

Hadis-i şerifte bina yapımında israfa kaçan masraflann ^jret gününde sahibinin boynuna bir yük ola­cağı ifade edilmekte, binaenaleyh lüks ve fanteziye varan her türlü harca­malardan kaçınılması gerektiği, icabında israfa kaçan harcama ve yaptı­rımlara devlet eliyle müdahale edilebileceği vurgulanmaktadır.

Nitekim "la hayra fil israf ve lâ israfa fil hayr- israfta hayır olmadığı gibi hayırda israf da yoktur" Duyurulmuştur.[335]

 

157-158. Yüksek Kat Yaptırmanın Hükmü

 

5238... Dükeyn b. Said el-Müzeynî'den demiştir ki:

Biz (dört yüz kişi kadar bir topluluk) Peygamber (s.a.)'e varıp kendi­sinden yiyecek istedik. (Peygamber (s.a.)'de Hz. Ömer b. Hattab'a:)

Ey Ömer! git bunlara (yemek) ver" buyurdu.

Bunun üzerine, Ömer bizi (alıp) yüksek bir kata çıkardı ve kemerinin altından bir anahtar alıp (onunla bize içi çeşitli erzak dolu bir odanın kapı­sını) açtı.[336]

 

Açıklama

 

Metinde geçen ve "kemerinin altından" diye ter- cüme ettiğimiz«hücze" kelimesi, Sünen-i Ebi Da­vud'un bazı nüshalarında "Hucre=oda"  olarak geçmektedir. Bu nüshalar esas alındığı takdirde sözkonusu kelimenin geç­tiği cümleyi "odadan bir anahtar aldı." şeklinde tercüme etmemiz gerekir. Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif ihtiyaç duyulduğu zaman ev­lerin üzerine ikinci ve daha yüksek katlar yapmanın caiz olduğuna delâlet etmektedir.

Bir önceki hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi bina yapımında ya­sak olan, ihtiyaç fazlası ve israfa kaçan masraflardır. îhtiyaç duyulan bi­na ve katların yapılmasında ise herhangi bir sakınca yoktur.[337]

 

158-159. Arabistan Kirazı Ağacını Kesmenin Hükmü

 

5239... Abdullah b. Hubşiyy'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her kim arabistan kirazı ağacını keserse, Allah onu başı üzeri cehenneme atsın."

Ebu Davud'a bu hadisin manası soruldu da: "Bu hadis muhtasardır (kı­saltılmıştır); her kim çölde yolcuların ve hayvanların gölgelendiği bir Arabistan kirazı ağacını boş yere, haksız olarak keserse Allah onun başı­nı cehenneme atsın, manasına gelmektedir" cevabını verdi.[338]

 

Açıklama

 

hadis-i şerif, Taberânî'nin Mu'cern'inde "Her kim Harem sınırları içinde bulunan Arabistan kirazı ağaçlarından birini keserse..." şeklinde rivayet edilmiştir. Tabe­rânî'nin bu rivayeti mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte geçen arabistan kirazı ağacıyla, Mekke'nin Harem sınırları içerisinde bulunan arabistan kirazı ağaçlarının kastedilmiş olduğunu açıklığa kavuşturmaktadır. 

Musannif Ebu Davud'a göre ise bu hadis-i şerifte kesilmesi yasaklanan Arabistan kirazı ağacından maksat, çölde bitip de yolcuların ve hayvanla­rın gölgesinde dinlendikleri için onları kesmek yasaklanmıştır.

Bazıları da "bu kelimeyle çölde yetişip de yolcuların ve hayvanların gölgesinde dinlendikleri arabistan kirazı ağaçlan kasdedilmiş olabileceği gibi, herhangi bir şahsın mülkiyetinde olan arabistan kirazı ağaçları da kasd edilmiş olabilir" demişlerdir.

Fakat şurası bir gerçek ki, bu hadis muzdaribdir. Çünkü Urve b. ez-Zü-beyr'den rivayet edilen birçok hadis-i şeriften, O'nun arabistan kirazı ağaçlarını kesip kapı yaptığı anlaşılmaktadır. Urvet b. Zübeyr'in oğlu Hi-şam ise bu konuda şöyle demiştir:

"İşte bu kapılar var ya bunlar babamın kestiği arabistan kirazı ağacın­dan yapılmıştır ve ilim erbabı onu kesmenin caiz olduğunda ittifak etmiş­lerdir. "[339]

Mirkatü's-Süûd isimli eserde ise şöyle denilmektedir: "Ebu Sevr de­di ki: Ben Ebu Abdullah Eş-Şafiî'ye arabistan kirazı ağacını kesmenin hükmünü sordum da;

Bunda bir sakınca yoktur, dedi ve Hz. Peygamber'in: "Onu arabis­tan kirazı ağacıyla karıştırılmış olan su ile guslettiriniz"[340] hadisini de­lil getirdi"

Hattabî'nin özel notlarında da bu mevzuda şu açıklama vardır. "Müzenî'ye Arabistan kirazı ağaçlarını kesmenin hükmü soruldu da şu cevabı verdi:

Öyle zannediyorum ki Hz. Peygamberin arabistan kirazı ağacım ke­senlerin cehenneme gitmesi için yaptığı bu beddua, bir şahsın ya da bir yetimin özel arabistan kirazı ağaçlarını kesen kimselerle ilgilidir. Fakat meclise sonradan gelen bir kimse Hz. Peygamber'in bu bedduayı niçin yaptığını anlayamadığı için hadisi noksan aktarmıştır."

Bütün bu açıklamalardan anlaşılıyor ki: Mekke veya Medine haremi sınırları dışında olan, yahutta başkasının mülkünde bulunmayan bir ara-bistan kirazı ağacını kesmekte herhangi bir sakınca yoktur.[341]

 

5240... Bir önceki hadisin (senedi) Hz. Peygamber'e kadar ulaştırıldı­ğı gibi Ureve b. ez-Zübeyr de bu hadisi(n senedini) Peygamber (s.a.)'e kadar ulaştırmıştır.[342]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerifle ilgili açıklama bir önceki hadisi  şerifin senedinde geçmiştir.

Ancak burada şunları da ilave etmek isteriz. Her ne kadar metinde bu hadisin senedinin Hz. Peygamber'e kadar ulaşan merfu bir hadis olduğu ifade ediliyorsa da Hafız Münzirî bu hadisin mürsel olduğunu söylemiş­tir. Beyhakî de bu görüşü tercih etmiştir.[343]

 

5241... Hassan b. İbrahim dedi ki: "Ben Hişam b. Urve'ye (babası) Urve'nin köşküne dayanmış bir halde iken arabistan kirazı ağaçlarını kesme­nin hükmünü sordum da (bana):

Şu kapıları ve kanatlan görüyor musun? İşte onlar(ın maddesi) Urve'nin arabistan kirazı ağaçlarıdır. Urve onu kendi arsasından keser ve bunda bir sakınca yoktur- derdi.

(Musannif Ebu Davud'a bu hadisi rivayet eden) Humeyd (b. Mesade bu rivayete şunları da) ekledi: Bunun üzerine (Hişam bu soruyu kendisi­ne soran Hassan'a):

Ey Iraklı! Sen (bana bid'at (bir mesele) getirdin" dedi. (Hadisin kalan kısmını Hassan) şöyle anlattı.  Ben de Hişam'a

"Bid'at sizin tarafınızdan (geldi); (çünkü) ben Mekke'de bir kimseyi Ra-sûlullah (s.a.): "Arabistan kirazı ağacını kesen kimseye lanet etti" derken işittim (sizse onu kesmenin caiz olduğunu söylüyorsunuz)" dedim. Sonra (Hassan bir önceki hadisin) manasını rivayet etti.[344]

 

Açıklama

 

Bu hadisle, ilgili açıklama (5239) nolu hadisin şerhinde geçmiştir. Münzirî'nin açıklamasına göre, bu

hadis Muzdaribtir. Çünkü Hişam'dan rivayet edilen bazı hadislerde bu hadisin tersine olarak Urve'nin arabistan kirazı ağaçlarını kestiği ifade edilmektedir. Bu zıt rivayetlerden birini diğerine tercih etmek mümkün olmuyor.[345]

 

159-160. Yollardan (Gelip Geçeni) Rahatsız Eden Engelleri Kaldırmanın Fazileti

 

5242... Abdullah b. Büreyde dedi ki: Ben babam Büreyde'yi şöyle derken işittim: "Ben Rasûlullah (s.a.)'i şöyle buyururken işittim:

İnsanda 360 eklem vardır. (Bu nedenle insan oğlunun) üzerine (hergün için) kendisinde bulunan her eklem karşılığında sadaka ver­mek borçtur."

(Hz. Büreyde sözlerine şöyle devam etti. Orada hazır bulunanlar):

Ey Allanın elçisi, buna kim güç yettirebilir? diye sordular. (Hz. Peygamber de:)

Mesciddeki balgamı toprağın altına gömersin. (Bu bir sadakadır. Gelip geçenleri) rahatsız edici şey (leri) yoldan kaldırırsın. (Bu da-bir sadakadır). Eğer (sadaka yerine geçen böyle yapılacak başka bir iyilik) bulamazsan (bu eklemlere karşılık bir sadaka olmak üzere) iki rekat bir kuşluk namazı (kılman) sana yeter.[346]

 

5243... Hz. Ebu Zer'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Âdemoğlunun her eklemine karşı (üzerine düşen) bir sadaka (bor­cu) vardır. (Bununla beraber Âdemoğlunun) karşılaştığı bir kimseye vermiş olduğu selam sadakadır, iyiliğe çağırması bir sadakadır, kö-tülük(ler)den men'etmesi bir sadakadır. Eşiyle cinsi münasebette bu­lunması bir sadakadır" (Hz. Ebu Zer, sözlerine devam ederek şunları . söyledi): Orada bulunanlar:

Ey Allah'ın Resulü (bir insanın) şehvetine uyması da mı, onun için sadaka oluyor?" diye sordu da (Hz. Peygamber):

Pekiyi onu gayr-i meşru bir yerde tatmin etseydi günah işlemiş ol­mayacak mıydı? Ne dersin? (Bununla beraber) bu eklemlerin hepsine birden (sadaka olarak sadece) iki rekat kuşluk namazı da yeter" buyur­du.[347]

Ebu Davud dedi ki: Hammad bu hadisi (rivayet ederken) iyiliğe çağır­ma ile kötülükten men etmeyi zikretmedi.[348]

 

Açıklama

 

Biz bu hadisle ilgili açıklamayı bir eserimizin beşinci cildindeki (1295) numaralı hadisin şerhin açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[349]

 

5244... Hz. Ebu Zer'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şu (bir önceki) hadisi (yaptığı bir konuşmanın) arasında dile getirmiştir.[350]

 

Açıklama

 

Muhammed İshak ed-Dehlevî'ye göre, metinde seçen “fi vesatjhi” kelimesinin sonundaki "hü" za­miri metinde gizli olarak bulunan "Hz. Peygamberin yaptığı bir konuş­ma" sözüne dönmektedir. "Zekere" fiilinin faili de "ennebiyyü" kelime­sidir.

Nitekim Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde Hz. Ebu Zer'den rivayet edilen şu hadis-i şerif de bu görüşün doğruluğunu te'yid etmektedir.

"Sahabe-i kiramdan bazıları Hz. Peygambere: Ey Allah'ın Resulü, ser* vet sahipleri (malî ibadetleri sayesinde) bütün sevapları alıp gittiler. On­lar bizim gibi namaz kılıyorlar, bizim tuttuğumuz gibi oruç da tutuyorlar. (Bizden fazla olarak bir de) mallarının fazlasını sadaka olarak veriyorlar; (dolayısıyle sevapta bizi geçiyorlar), dediler. Bunun üzerine Hz. Peygam­ber:

Sanki Allah (c.c) sizin için de sadaka olarak verebileceğiniz bir şeyler yaratmadı mı da (böyle diyorsunuz? Yapacağınız) her teşbih si­zin için bir sadakadır. Her hamdetmeniz bir sadakadır. (Eşinizle yap­tığınız) her cinsi münasebet bir sadakadır" buyurdu.

(Bunun üzerine): "Ey Allah'ın Resulü, birimizin (böyle) şehvetini(n gereğini) yerine getirmesinde kendisi için sadaka (sevabı) olur mu?" de­diler. (Hz. Peygamber):

Pekiyi o adam şehvetini haram yollardan tatmin etseydi bundan dolayı günahkâr olmayacak mıydı? (Elbette olacaktı). İşte yine aynı şekilde şehvetini helâl yoldan tatmin ettiği için sevaba nail olacaktır" buyurdu ve (sonra) şöyle dedi:

"Onun kelime-i tevhid getirmesi bir sadakadır, tekbir getirmesi bir sadakadır. İyiliğe çağırması bir sadakadır, kötülükten sakındır­ması bir sadakadır."[351]

Görülüyor ki, bir önceki hadis mealini sunduğumuz bu hadiste Hz. Peygamber'in kendine sorulan bir soryu cevaplandırması esnasında söz arasında geçmişti. Bu durum bir önceki hadisin böyle söz arasında geçti­ğini ve dolayısıyla mevzumuzu teşkil eden hadiste geçen "fi vesatihî" ke­limesinin sonundaki "hu" zamirinin bu söze döndüğünü gösterir.

Yine Ebu Zer (r.a)'den rivayet edilen şu hadis-i şerif de bu gerçeği teyid etmektedir:

"Peygamber (s.a.)'e: Mal sahipleri (olanca) sevabı alıp gitti, denildi de Peygamber (s.a.): Sende (verebileceğin) pek çok sadaka vardır. Kulağı­nın büyük bir nimet olduğunu zikretmen bir sadakadır. Gözünün fa­ziletini dile getirmen bir sadakadır. Ailen ile cinsî münasebette bu­lunman bir sadakadır, buyurdu. Bunun üzerine Ebu Zer: Birimiz Şeh­vetinden dolayı da mükâfatlandırılır mı? diye sordu da (Hz. Peygamber): Pekiyi şehvetini haram yolda harcamış olsa günahkâr olmayacak mıydı? dedi (Ebu Zer): Evet-cevabını verdi. Hz. Peygamber de:

Şerri hesaba katıyorsunuz. Fakat hayrı hesaba katmıyorsunuz. buyurdu.[352]

Avnü'l-Mabud yazarının açıklamasına göre arzetmiş olduğumuz bu görüş, tamamen doğru olmakla beraber, metinde geçen "zekere" fiilinin faili, bu hadisin ravisi Ebü'l-Esved'dir. Mef'ulü de "ennebiyy" kelimesi olabilir. Bu durumda "fi vesatihi" kelimesinin sonundaki "hû" zamirinin mercii de mevzumuzu teşkil eden hadistir. Bu ihtimale göre hadisin ma­nası şöyledir:

"Râvi Ebu'l-Esved "Peygamber" kelimesini hadisin başında Ebû Zer kelimesinden sonra zikretmedi de hadisin ortasında zikretti" bu takdire göre mevzumuzu teşkil eden hadis Hz. Ebu Zer'e kadar ulaşıp Hz. Pey­gambere ulaşmayan "mevkuf bir hadistir.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif Müslim'in Sahih'inde şu ma­naya gelen lâfızlarla zikredilmiştir: "Her birinizin, her bir mafsalına karşı bir sadaka vardır. Her teşbih, bir sadakadır. Her tahmid bir sa­dakadır. Her tehlîl bir sadakadır. Her tekbir bir sadakadır. İyiliği emretmek, kötülükten nehyde bulunmak da birer sadakadır. Bütün bunlar namına kişinin kılacağı iki rekat kuşluk namazı, kâfidir."[353]

 

5245... Hz. Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"(İman etmekten başka) hiçbir hayır işlememiş olan bir adam bir di­ken dalını yoldan kaldırdı. Bu diken ya bir ağaçta idi de (gelip geçe­ni rahatsız edeceği için) onu çekip (zarar vermeyeceği bir yere) atmıştı. Yahutta (yol üzerine) konulmuştu da onu (yoldan) kaldırdı. Bu yüz­den (yüce) Allah onu affedip cennete koydu."[354]

 

Açıklama

 

"Allah'ın şükür veya teşekkür etmesi"nden murad, verdiği ihsanını meleklerine bildirmesi yahut sevab vermesidir.

Bu hadisler, yol üzerinden gelip geçenlere eziyet veren diken, ağaç, taş, pislik ve İaşe gibi şeyleri giderip temizlemenin faziletine delildir. Ezi­yet veren şeyleri giderip temizlemenin imanın dallarından biri olduğunu evvelce görmüştük. Übbi diyor ki:

"Anlaşılan bu ağaç, o zatın rnilki değilmiş. Birinin milki olup dallan yola sarkan ve gelip geçenlere eziyet veren ağacın dallarını yolcular ke­sebilir. Yahut sahibine dava açabilirler."

Bu hadislerde müslümanlara fayda veren her işin faziletine ve onlara zarar veren her şeyin giderilmesine tenbih vardır.[355]

 

160-161. Geceleyin (Evlerde Yanmakta Olan) Ateş(Ler)İ Söndürme Hakkında (Gelen Hadisler)

 

5246... Salim'in babasından rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.): "Uykuya yatarken evlerinizde (açıkta yanan) ateş bırakmayınız" buyurmuştur.[356]

 

Açıklama

 

Hadis-i şerifte uykuya yatarken açıkta yanmakta  olan ateşlerin söndürülmesi tavsiye edilmektedir.

İmam Nevevî'nin açıklamasına göre, evlerde kullanılan lambalar da bu tavsiyenin kapsamına girmektedir.

Mescidlerde, asüi bulunan kandillere ve benzeri aydınlatma araçlarına gelince, eğer gerçekten yangına sebebiyet yermelerinden korkulursa, on­ları söndürmek de bu tavsiyenin kapsamına girer. Dolayısıyla yatarken onları da söndürmek gerekir. Eğer bir yangına sebep olmayacaklarından emin olunursa o zaman bütün bir gece boyunca yanar halde bırakılmala­rında bu yönden bir sakınca yoktur.[357]

 

5247... Hz. İbn Abbas'dan demiştir ki: Bir fare gelip (yanmakta olan) bir fitili sürümeye başladı ve onu getirip Rasûlullah (s.a.)'nın Önüne (yani) üzerinde oturmakta olduğu küçük bir hasırın üzerine attı da hasır­da dirhem büyüklüğünde bir yer yandı. Bunun üzerine (Hz. Peygamber): "Yatacağınız zaman lambalarınızı söndürünüz. Çünkü şeytan bu fa­re gibilerine böyle işler işlemeye önderlik eder de (o fare gibi şeylerle) sizi yakar" buyurdu.[358]

 

Açıklama

 

Humre : Bir kişinin, üzerine ancak secde edebileceği kadar bir boyu olan hasırdır. Yahutta diğer bitkilerden örülmüş küçük bir seccadedir.

Metinde, sözü geçen fareden maksat, ev faresidir. Buna insanlara yap­tığı zarardan dolayı "füveysika:fasıkçık" denir.

Bilindiği gibi fasık; "doğru yolun dışına çıkan" demektir. Söz konusu ev fareleri de insanlara verdikleri bu zararlarından dolayı bu ismi almışlardır.

Fahr-i kâinat efendimiz, bu zararlardan dolayı onların Harem sınırları içinde de Harem sınırları dışında da öldürülmelerini emretmiştir.

Kemâleddin Dümeyrî'nin Hayatü'l-Hayvan isimli kitabında rivayet ettiğine göre "Peygamber (s.a.) bir gece uyanmış da bir farenin lambanın yanmakta olan fitilini sürükleyerek bu fitille evi ateşlemek istediğini gör­müş, bunun üzerine kalkıp onu öldürmüş, sonra da Harem sınırları içinde ve dışında onu öldürmeyi helâl kılmış." Ancak Münzirî'nin açıklamasına göre senedinde Amr b. Talha isimli kimliği meçhul bir ravi bulunduğu

için bu rivayet zayıftır.

Bu mevzuda Buhari'nin Hz. Câbir b. Abdillah'dan rivayet ettiği bir ha­disin meali şöyledir: "Muhakkak ki şu küçük fasıklar bazan (yanmak­ta olan) bir fitili sürükleyerek bütün bir ev halkını yakar."[359]

Buhari'nin bu hadisini Müslim de şu manaya gelen lâfızlarla rivayet etmiştir: "Muhakkak ki küçük fasık ev sakinlerinin üzerine evlerini yakar.[360]

Taberî'nin açıklamasına göre, Hz. Peygamber'in bu tavsiysine uyma­yan bir kimsenin evinde çıkacak bir yangın sebebiyle malına ya da canı­na bir zarar gelecek olursa sorumlusu ancak kendisi olur.[361]

 

161- 162. Yılanları Öldürme Hakkında

 

5248... Hz. Ebu Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Biz kendileriyle savaştığımızdan bu yana yılanlarla hiç barış yap­madık, (Binaenaleyh intikam alacakları) korkusuyla onlardan birini (öldürmeyi) bırakan kimse benden değildir."[362]

 

5249... Hz. İbn Mesud'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Yılanların hepsini öldürünüz. Onların intikamın­dan (ve bu korkusundan dolayı onları Öldürmekten kaçman) kimse ben­den değildir."[363]

 

Açıklama

 

İnsanoğlu ile yılanlar arasında yaratılışlarından gelen ezeli bir düşmanlık vardır Yaratılışlarında bu­lunan bu düşmanlık sebebiyle her zaman yılanlar insanları, insanlar da yı­lanları öldürmek isterler.

Bazılarına göre ise, bu düşmanlık tâ cennette Adem Aleyhisselamla şeytan arasında geçen malum ve meşhur olaya kfidar uzanır. Rivayete gö­re şeytan, Adem aleyhisselam'a, cennette kendisine yasaklanmış olan

meyveyi[364] yedirerek onu cennetten çıkarmayı kafasına koyunca, bu tasa­rısını gerçekleştirmek için cennete girip Hz. Adem'le buluşmak istemişse de cennetin bekçileri onu içeriye bırakmamışlardır. Bunun üzerine bir yı­lan, şeytanı ağzının içine alarak onun cennete girmesini ve bu ihanetini ic­ra etmesini sağlamıştır.[365]

İşte yılanlarla insanlar arasında süregelmekte olan bu ezeli ve cibili düşmanlık sebebiyle İslam dini insanlar için tehlikeli bir düşman olan yı­lanların öldürülmesini emretmiştir. Bazı müfessirlere göre: "... kiminiz, kiminize düşman olarak ininiz..."[366] ayet-i kerimesinde söz konusu edi­len düşmanlık Hz. Adem ve Havva ile onların karşısında bulunan şeytan ve yılan arasındaki düşmanlıktır.[367]

Hanefi ulemasından Bedrüddin Aynî'nin açıklamasına göre mevzumu-zu teşkil eden hadis-i şerifin zahiri bütün yılanları hiçbir ayırım yapma­dan ve hiçbir ihtarda bulunmadan öldürülmelerini emretmektedir. İmam Malik'e göre ise, Abdullah b. Ömer'in rivayet ettiği evlerde yaşayan yı­lanları öldürmenin yasaklandığını ifade eden hadis[368] mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif tahsis ettiğinden Medine'nin evlerinde yaşayan yı­lanları bu hükmün dışında bırakmıştır. Binaenaleyh üç defa ihtarda bulun­madan onları öldürmek caiz değildir. Bazılarına göre evlerde yaşayan hiç­bir yılan ihtar edilmeden öldürülemez. Delilleri ise yine Buharî'nin riva­yet ettiği sözü geçen Abdullah b. Ömer hadisidir.[369] Ayrıca Hanefiler 5261 numaralı hadise dayanarak küçük ve beyaz yılanları öldürmeyip sağ bı­rakmanın evlâ olduğunu söylemişlerdir.

Şafiî ulemasından Kemalüddin Dümeyrî'nin açıklamasına göre metin­de geçen bu yılanları Öldürme emri "nedb" ifade eder. Bir başka ifadey­le bu emre uymak farz değil menduptur. Evlerde bulunan yılanları öldür­mek için ise üçgün yahutta üç defa mühlet verilir. Dördüncüsünde öldürü­lür. Cumhuru ulemaya göre, ev yılanlarına üç gün mühlet verilir. Üçgün sonra evi terketmedikleri takdirde öldürülürler. Onlara mühlet vermek "Ünaşidükünne bil ahdillezi ehazehü aleykünne Nuh ve Süleyman en lâ tebdü lenâ velâ tü'zûnâ: Bize görünmeyeceğinize ve eziyet etmeye­ceğinize dair Hz. Nuh'a ve Hz. Süleyman'a verdiğiniz söz hakkı için" (evimizi terk ediniz)" cümlelerini söylemekle olur. Bu sözleri söyledikten sonra da eğer evi terk etmezlerse o zaman Öldürülürler."[370]

Mazirî'ye göre "sair beldelerin ve evlerin yılanlarını ihtarsız olarak öl­dürmek mendupsa da, Medine yılanları ihtar verilmeden öldürülemez. Fa­kat ihtar verilir de yine gitmezlerse öldürülürler. Çünkü cinlerden bir ta­ife Medine'de müslürnanlığı kabul ettiğinden[371] Medine'deki çinililerin o taifeden olması ihtimali vardır.[372]

Muhterem okuyucularımıza bu konuda 5256 numaralı hadisin şerhine de müracaat etmelerini tavsiye ederiz.

İmam Tahavî'ye göre ise istisnasız olarak tüm yılanlara mühlet vermek evlâ olmakla beraber, bu mühlet bittikten sonra hiçbir ayırım yapmadan hepsi öldürülebilir. Çünkü metinde bulunan "yılanların hepsini öldürün cümlesi" bunu ifade eder. Hanefilerin "Eddüru'l-Muhtar" isimli fıkıh kitaplarında ise beyaz yılanları sağ bırakmanın evlâ olduğu ifade edilmek­tedir. Nitekim "beyaz yılanları öldürmeyiniz, onlar cinnîdir" mealin­deki (5261) nolu hadis-i şerif de bunu ifade etmektedir.

Metinde, yılanları öldürmekten kaçınmakla ilgili olan: "Onların inti­kamından korkan benden değildir" mealindeki tehdid "yılanların sa­hiplerinin ve eşlerinin onları öldürenlerden intikam alacağı" yolundaki câhiliyye devrindeki bir inancı hedef almaktadır. Resulü zişan efendimiz bu sözüyle câhiliyye dönemi insanlarının bu batıl inancını yıkmış ve yı­lanları öldürmeyi bu düşünceyle terk edenleri kendinden saymamıştır.

Binaenaleyh yılanları öldürmeyi bu düşünceyle terketmek tamamen bir câhiliyye adetidir. Gücü yettiği halde onları öldürmeyi terk etmekse mendubu terk etmek demektir.[373]

 

5250... Hz. İbn Abbas'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Yılanların kendisini takib edecekleri korkusuyla onları öldürmeyi terk eden kimse bizden değildir. Biz onlara savaşa girdiğimizden beri onlarla hiç barış yapmadık."[374]

 

Açıklama

 

Bu hadisle ilgili açıklama bir Önceki hadisin şer- hinde geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyo­ruz.[375]

 

5251... Hz. Abbâs b. Abdilmuttalib'den (rivayet edildiğine göre) ken­disi (birgün) Rasûlullah (s.a.)'e:

Biz Zemzem kuyusunu(n içine düşen şeyleri çıkarmak suretiyle) te­mizlemek istiyoruz. (Fakat) onun içinde küçük (ince ve beyaz) yılanlar­dan da var" demiş. Peygamber (s.a.)'de onların öldürülmesini emretmiş.[376]

 

Açıklama

 

Her ne kadar (5261) numaralı hadis-i şerifte beyaz  yılanların öldürülmesi yasaklandığı halde mevzu-muzu teşkil eden bu hadis-i şerifte Zemzem kuyusundaki tüm yılanların hiçbir ayırım yapmadan öldürülebileceği gibi, bir mana anlaşılıyorsa da aslında burada öldürülmeleri emredilen Zemzem kuyusundaki yılanların hepsi değil, ince ve beyaz yılanların dışndaki yılanlardır. Esasen metinde geçen "Onun içinde küçük ve beyaz yılanlardan da var" cümlesi bu yılanların bir kısmının beyaz yılan, çoğunluğunun da diğer yılanlardan meydana geldiğini gösterir. Bundan da anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber'in Zemzem kuyusunun temizlenmesi için öldürülmelerini emrettiği yılanlar­dan maksat, küçük beyaz yılanların dışındaki yılanlardır. Küçük beyaz yı­lanlar cinnî olabileceği için onlarla ilgili hükümler ayrıdır.

Münzirî'ye göre bu hadisin ravilerinden Abdurrahman b. Sabit'in Hz. Abbas'dan hadis aldığı kesin değildir. Dolayısıyla bu hadis mürseldir.[377]

 

5252... (Salim b. Abdullah b. Ömer'in) babasından (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Yılanları, (özellikle) iki çiz­gili ve kısa kuyruklu olanları öldürünüz, çünkü bunlar gözü alır ve cenini düşürür."

(Bu hadisin ravisi Salim) dedi ki: Abdullah (b. Ömer) bulduğu her yı­lanı öldürürdü. (Birgün) O'nu Ebu Lübabe yahut da (amcası) Zeyd b. el Hattab bir yılanı kovalarken gördü de:

Gerçek şu ki; öldürülmeleri yasak olan yılanlar, evlerde yaşayanlar­dır" dedi.[378]

 

5253... Hz. Ebu Lübabe'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) evlerde bulunan küçük (ve ince) yılanların öldürülmesini yasaklamıştır. Ancak (evlerde yaşayan) bu yılanlardan iki çizgili ve kısa kuyruklu olan­lar öldürülebilir. Çünkü bunlar gözü alırlar ve kadınların karnında olan cenini düşürürler.[379]

 

Açıklama

 

Zü't-Tufyeteyn, iki tufyeli demektir. Tufye, mukl denilen yemişin yaprağıdır. Bu yemişin yaprağı üzerinde iki çizgi bulunurmuş. Yılanın da sırtında iki çizgi bulunduğu için benzetme suretiyle ona tufyeli yılan denilmiştir. Biz çizgili yılan demek­le iktifa ettik.

Ebter: Kısa kuyruklu, son derece zehirli bir yılandır. Gebe bir kadın bu yalana bakar bakmaz çocuğunu düşürürmüş. İhtimal bunun sebebi ka­dının birden bire korkmasıdir. Mamafih Hattabî ile diğer bazı ulemanın beyanına göre, gerek çizgili yüanın, gerekse ebterin gözlerinde Cenab-i Hak öyle bir hassa halketmiştir ki bir bakışta insanı kör ederlermiş.

Cânn: Küçük yılan demektir. Bazıları ince hafif, bir takımları da in­ce beyaz yılan demek olduğunu söylemişlerdir.[380]

Yılanları öldürmenin hükmünü 5249 nolu hadisin şerhinde açıkladığı­mızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[381]

 

5254... Hz. Nafi'den (rivayet edildiğine göre) şu bir önceki hadiste ge­çen) Hz. Ebu Lübabe'nin anlattığı olaydan sonra Hz. (Abdullah) İbn Ömer, evinde bir yılan bulmuş da onun (evden çıkarılmasını) emretmiş. Bunun üzerine (o yılan evden) Baki mezarlığına çıkarılmıştır.[382]

 

5255... (Bir önceki hadisi) Hz. Nafi'den Hz. Üsame de rivayet etti. (Üsame'nin rivayet ettiği) bu hadiste (bir önceki hadisten fazla olarak şu cümle de bulunmaktadır:)

Nafi dedi ki: "Sonra ben o yılanı (tekrar Hz. Abdullah b. Ömer'in) evinde gördüm."[383]

 

Açıklama

 

(5253) numaralı hadisin şerhinde de açıkladığımız  üzere, Hz. Peygamber iki çizgili kısa kuyruklu olanların dışında evde bulunan yılanları öldürmeyi yasaklamıştır. Çünkü (5237) nolu hadis-i şerifte açıklandığı üzere asr-ı saadette, Medine'de cinnilerdert bir cemaat Hz. Peygamberin huzuruna gelerek müslüman ol­muşlardır.

Cinniler, bazan yılan kılığına girerek insanlar arasında dolaşıp evlere sokulduklarından, evlerde bulunan yılanların müslüman cinnilerden ol­maları mümkündür.

Hz. Abdullah b. Ömer, bu hadiseyi öğrenmeden önce rastladığı her yı­lanı öldürürdü.[384] Fakat Hz. Lübabe, kendisine bu gerçeği hatırlatınca her yılanı öldürmekten vazgeçti. Evinde gördüğü yılanları sadece evinden çı­karmakla yetinir oldu.[385]

Mevzumuzu teşkil eden hadislerden (5254) numaralı hadis-i şeriften anlaşılan budur. Mevzumuzu teşkil eden hadislerden (5255) numaralı ha­dis-i şerifte ise, Hz. Abdullah b. Ömer'in evinden çıkartıp Baki kabrista­nına gönderdiği bir yılanın, sonra yine gelip Hz. Abdullah b. Ömer'in evi­ne girdiği ifade edilmektedir. Bu cinnî Hz. Abdullah'ın evine ev halkına zarar vermek için dönmüş olabileceği gibi, müslüman olduğu için ev hal­kının yanında bulunmaktan manevi bir kazanç ve bereket umduğundan dolayı dönmüş de olabilir.

Hafız Münzirî bu hadis hakkında sükût etmiştir.[386]

 

5256... Muhammed b. Ebu Yahya'dan; demiştir ki: Babam(ın) bana haber verdi(ğine göre birgün) arkadaşıyla birlikte, Hz. Ebu Said'i ziyarete gitmişler. (Babam olayın devamını şöyle anlattı): Arkadaşımla beraber (Ebu Said'in) yanından çıktık. Bir arkadaşımızla karşılaştık, O da hasta­lıktan yatmakta olan Ebu Said'in yanına girmek istiyordu. (Biz onun ya­nından ayrılıp) mescide doğru yöneldik ve (varıp) mescide oturduk. Der­ken (bu arkadaşımız da mescide) geldi ve bize Hz. Ebu Said'i şöyle der­ken işittiğini söyledi:

Rasûlullah (s.a.): "Muhakkak ki yılanlar çinililerdendir. Her kim evinde (onlardan) birini görürse, üç defa (bu evde size yer yoktur, eğer bir daha sizi burada görürsem bu evi başınıza dar getiririm, Benden söy­lemesi, Artık olacak olan şeylerden dolayı bir daha da beni suçlamayın(derriek suretiyle) onu sıkıştırsın.

(Buna rağmen yine de eve) gelirse onu öldürsün. Çünkü o şeytan­dır" buyurdu.[387]

 

Açıklama

 

Cinn, hakkında bu eserimizin birinci cildinde (17-20) sahifelerde lüzumlu açıklama yapılmıştır. Evlerde görülen yılanları hemen öldürmeye kalkışmayıp onlara üç gün mühlet verileceğini ve bu mühletin mahiyetini de (5249) numaralı hadis­te açıkladık. Bu nedenle aynı konuları burada tekrar etmekten kaçınıyoruz.

Hafız Münziri'nin açıklamasına göre, bu hadisin senedinde kimliği meçhul bir râvi vardır.[388]

 

5257... Ebu Saıb den; demiştir ki:

Ebu Said'in yanına varmıştım. Onun yanında otururken, sedirinin al­tında bir şeyin kıpırtısını işittim ve hemen (ona doğru bir) baktım. Bir de ne göreyim, bir yılan. Bunun üzerine hemen ayağa kalktım. Ebu Said:

Sana da ne oluyor (öyle), dedi.

Şurada bir yılan var, dedim.

Ne yapmak istiyorsun, dedi.

Onu öldüreceğim, dedim. Evinde kendi odasının karşısında bulunan bir odayı göstererek:

Şu odada amcamın oğlu vardı. Hendek savaşı günü ailesine (gitmek üzere Hz. Peygamber'den) izin istemişti. Kendisi daha yeni evlenmişti. Rasûlullah (s.a.)'de (ailesinin yanma gitmesi için) kendisine izin verdi. Ve ona silahıyle gitmesini emretti. (Kendisi) evine varınca, hanımını evin kapısı önünde ayakta dikili bir halde buldu. Bunun üzerine (kıskançlığı tuttu da) süngüsü(nü) karısına çevirdi. (Süngünün kendisine çevrildiğini gören kadın) "Acele etme! (Eve bir gir de) beni dışarı çıkaran şeyi (sen de) gör!" dedi. (Aldığı bu cevap üzerine) hemen eve girdi. Bir de ne gör­sün; büyük bir yılan. Hemen süngüyü ona sapladı, sonra (yılan) süngü kendisine saplanmış olduğu halde hareket etmekte iken onu (süngünün ucunda) dışarı çıkardı. (Yılan bir ara süngüden kurtulup hasmının üzerine saldırdı uzun bir boğuşmadan sonra her ikisi de öldüler.) Onlardan hangisi, yılan mı yoksa adam mı erken öldü, bilemiyorum. Bunun üzeri­ne onun kavmi Rasûlullah (s.a.)'e gelerek: "Ey Allanın Resulü): "Allah'a dua et de arkadaşımızı (yeniden) diriltsin!" dediler. (Hz. Peygamber de:)

Arkadaşınız için istiğfar ediniz." dedi. Sonra "cinlerden bir top­luluk Medine'de müslüman oldular. Onlardan birini (evinizde) gör­düğünüz zaman onu üç defa korkutunuz. Onu öldürmek istediğiniz halde öldürmekten vazgeçip sadece korkutmakla yetindikten sonra yine de size (evinizde) görünecek olursa üç(üncü defaki tehdidinizden sonra onu öldürünüz" buyurdu.[389]

 

Açıklama

 

Metinde geçen "entaktülûhu" cümlesinin "in bedâ,, f,jf jnjn fajjj oıması da mümkündür. Bu takdir­de bu kelimelerin yer aldığı cümlenin anlamı şöyledir: "Eğer kendisini üç defa tehdit ettikten sonra siz de onu Öldürmeniz (gerektiğine dair bir ka­naat) doğacak olursa (o zaman) onu öldürün."

Yine metinde geçen "istiğfirû lisâhibiküm" cümlesi aslında "arkada­şınız için af dileyiniz" anlamına gelmekle beraber burada "onun cenaze namazını kılınız" anlamında kullanılmış olabilir.

Bununla beraber, burada hakiki manası olan "af dileyiniz" anlamında kullanılmış da olabilir. Çünkü bu olayın başından geçtiği zat, bu yılana gerekli olan ikazı yapmadan ve yeterli mühleti vermeden öldürdüğü için istiğfarı gerektiren yanlış bir iş yapmıştır.

Evde görülen yılanları öldürmeden yapılması gereken tehdidin ve ve­rilmesi gereken mühletin sadece Medine'deki evlerde görülen yılanlar için mi yoksa evlerde görülen tüm yılanlar için mi arandığı ihtilaflıdır. Biz bu konuyu (5249) numaralı ve (5253) nolu hadislerin şerhinde açıkladığı­mızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[390]

 

5258... Şu (bir önceki) hadis kısa olarak İbn Aclân'dan da (rivayet edilmiştir. Bu rivayete göre Hz. Peygamber) şöyle buyurmuştur:

"Ona üfç (defa) izin versin. (Bu izin kullanıldıktan) sonra (yılan) yi­ne de (evde) kendisine görünecek olursa hemen onu öldürsün. Çünkü o şeytandır."[391]

 

5259... Hişam b, Zühre'nin azadlı kölesi Ebu's-Saib (in) rivayet ettiği­ne göre kendisi (birgün) Ebu Said el-Hudrî'nin yanına girmiş... (Hişam) bu rivayetinde (bir önceki hadisin) bir benzerini ondan daha geniş bir şe­kilde anlattı. (Bu rivayete göre Hz. Peygamber) şöyle buyurmuş:

Ona üç gün izin verin. Bu üçgünlük izinden sonra (evinizde) size yine de görünecek olursa (o zaman) onu öldürünüz. Çünkü o şeytan­dır.[392]

 

5260... (Abdurrahman b. Ebi Leylâ'nın) babasından (rivayet edildiği­ne göre) Rasûlullah (s.a.)'e evlerde bulunan yılanlar sorulmuş da şöyle buyurmuş:

Onlardan birini evlerinizde gördüğünüz zaman "ünşidikünnel ahdellezi ehaze aieykünne Nuh, üncidü künel ahdellezî ehaze aleykünne Süleyman enlâ tü'zûna: Bizi rahatsız etmeyeceğinize dair Hz. Nuh ile Hz. Süleyman'a vermiş olduğunuz söz aşkına (evimizi terk ediniz)" deyiniz. Eğer (buna rağmen yine de evinize) gelirlerse (o za­man) onları öldürünüz.[393]

 

5261... Hz. (Abdullah) b. Mesûd (r.a.)'den demiştir ki:

"Gümüşden bir dal gibi bembeyaz (küçük ve ince) yılanların dışında tüm yılanları öldürünüz."

Ebû Davud dedi ki; Adamın birisi bana (metinde geçen ve gümüşten bir dal gibi bembeyaz, küçük ve ince yılan anlamına gelen) cânn (hakkın­da): "O yürürken (vücudu sağa .sola hiç) eğrilmez" dedi. Gerçekten bu (söz) doğruysa onun hakkında (en belirgin) alâmet budur.[394]

 

Açıklama

 

İnce, küçük ve beyaz yılanları sağ bırakmanın evlâ  olduğunu söyleyen Hanefilerin delilini teşkil eden bu hadis hakkındaki açıklamalar (5249) ve (5243) nolu hadislerin şerhin­de ve o şerhlerde bulunan atıflarda geçtiğinden burada tekrara lüzum gör­müyoruz.

Yalnız burada, şunu belirtmek isteriz ki, bu hadisin ravileri arasında bulunan İbrahim b. Yezid en-Nehaî, Hz. Abdullah b. Mesud'dan hadis işitmemiştir. Bu bakımdan bu hadis münkatı'dır.[395]

 

162-163. Kertenkele'nin Öldürülmesi

 

5262... Amir b. Sa'd'in babasından demiştir ki: Rasûlullah (s.a.), zehirli kertenkelenin öldürülmesini emretti ve ona Füveysik: fasıkcık adını verdi.[396]

 

5263... Hz. Ebû Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (sa.) şöyle buyurmuştur:

Her kim zehirli kertenkeleyi bir vuruşta öldürürse ona şu ve şu kadar sevap vardır. Kim de onu ikinci vuruşta öldürürse ona birinci­den aşağı olmak üzere şu ve şu kadar sevap vardır. Kim üçüncü vu­ruşta öldürürse ona da ikinciden aşağı olmak üzere şu ve şu kadar se­vap vardır.[397]

 

5264... Hz. Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Zehirli kertenkeleyi) İlk vuruşta (öldüren kimse için) yetmiş sevap vardır."[398]

 

Açıklama

 

el-Vezeğa: "Sâmm abraş" da denilen alaca ve zehidi kertenkeIelerdir.[399]

Halk onun zararlı böceklerden olduğunda ittifak etmişlerdir.[400] Bu ha­şere hakkında Şafiî ilimlerinden Kemalüddin Dümeyrî "Hayatü'1-Hay-van" isimli eserinde şöyle diyor: "Zehirli keler, sağırdır derler. Sağır ol­masına sebeb İbrahim aleyhisselâm üzerine ateşi üfürüp alevlendirirdi. Bu sebepten sağır ve abraş (alaca) oldu. Zehirli kelerin (kertenkelenin) tabiatı böyledir ki içinde zaferan kokusu olan eve girmez. Yılan ile arasında ülfet vardır. Akrep ile dokuzlan böceğinin arasında ülfet olduğu gibi."[401]

Ahmed b. Hanbel'in Hz. Aişe'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöy­le deniliyor. "Hz. Aişe'nin evinde dayalı bir süngü vardı. Bu kendisine so­ruldu da şunları söyledi:

"Biz onunla kertenkele öldürürüz. Çünkü Peygamber (s.a.) haber ver­di ki: İbrahim (a.s.) ateşe atıldığı vakit yeryüzündeki bütün hayvanlar onu söndürmeye çalışmış, yalnız kertenkele buna katılmamıştır. Çünkü o ate­şi üfürmüştür. Bu sebepten Peygamber (s.a.) onun öldürülmesini emir bu­yurmuştur."[402]

Yine Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre Beyt-i Makdis (Kudüs) yan­dığı vakit kertenkeleler ateşi üfürmüşlerdir.[403]

Bütün bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, zehirli keler, zehirli ve zararlı olduğu için, Hz. Fahr-i Kainat efendimiz onu yoldan çıkan anlamına ge­len "fasık" sıfatıyla sıfatlandırmış, vücud itibariyle küçük olduğu için de-ona "küçük fasık" anlamına gelen "füveysika" ismini vermiş ve bu özel­liğinden dolayı da onun öldürülmesini emretmiştir.

Kevkeb isimli eserde açıklandığı üzere bu hayvanın girdiği sulardan insana büyük zararlar gelir. Özellikle bu hayvan tuzu bulduğu zaman içi­ne girip yuvarlanır, onun temas ettiği tuzlarda insanlara alaca hastalığı ve­ren bir madde oluşur. ' Bu hayvan, tuza erişme imkânı bulmadığı zaman, tuzun bulunduğu odanın çatısında tırmanıp oradan tuzun üzerine pisler.[404]

Bilindiği gibi, mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şeriflerden (5264) nolu hadis-i şerifte zehirli kertenkeleyi bir vuruşta öldürene yetmiş sevap verileceği ifade edilirken, (5263) numaralı hadis-i şerifte de ikinci vuruş­ta öldürene, ilk vuruşta öldürenden daha az sevap verildiği, üçüncü vuruş­ta öldürene de ikinci vuruşda öldürenden daha az sevap verileceği ifade edilmektedir. Bu ifade görünüşte "ibadetlerin en faziletlisi en meşakkatlisidif"[405] hadisine ters gibidir. Çünkü kertenkeleyi ikinci vuruşta öldüren ilk vuruşta Öldüren kimseden daha çok zahmet çeker, üçüncü vuruşta öldürense daha da çok yorulmuş olur. Ancak, yüce Allah'ın kullarından is­tediği yorgunluk ve meşakkat değildir. İhlâsdır. Hiç zahmet çekilmeden yapılan amellerden, nefis zevk alıp kendisine pay çıkarır. Nefsin kendisi­ne pay çıkarması ise ihlâsı giderir. Binaenaleyh meşakkatli işlerdeki fazi­let bizzatihi meşakkatten değildir. Meşakkat sebebiyle korunmuş olan ihlâsdandır.

Kuşkusuz, zehirli kertenkeleyi, bir vuruşta öldüren kimse Hz. Peygam­berin zehirli kertenkelelerin öldürülmesi hususundaki emrine daha ihlâslı sarılarak kertenkeleye darbesini daha dikkatli indirerek onu bir vuruşta öl­dürebilir ve bu ihlâsının karşılığında büyük bir sevaba erişebilir. Ancak onu ikinci vuruşta öldüren muhakkak ki vuruşunda birinci vuruşta öldü­ren kadar dikkatli olamadığı gibi, üçüncü vuruşta öldüren de ikinci vuruş­ta öldüren kadar dikkatli olamamıştır. Buradaki dikkat bu husustaki İhla­sın bir ölçüsü durumunda olduğundan kertenkeleyi bir iki ya da üç vuruş­da öldüren kimselerin bu dikkatleri nisbetinde farklı sevaplar almaları, se­vap almadaki ölçünün ihlâs olması esasına uygundur. Binaenaleyh mev­zumuzu teşkil eden hadis-i şeriflerle, sözü geçen hadis-i şerif arasında herhangi bir çelişki sözkonusu değildir.

İzzüddin b. Abdisselâm'ın "Emâli" isimli eserindeki şu açıklamasına göre de söz konusu zehirli kelerleri bir vuruşta öldürenin ikinci vuruşta öldürmekten daha faziletli olması; "şüphesiz Allah herşeyde iyiliği farz kılmıştır. O halde siz öldürdüğünüz vakit öldürmeyi iyi yapın..."[406] hadisinin kapsamı içine girebileceği gibi., "Siz hayır işlerde yarı­şın..."[407] âyet-i kerimelerinin kapsamlarına da girebilir. Ayrıca "kerten­keleyi ilk vuruşta öldürene yetmiş sevab vardır" mealindeki (5264) nolu hadis-i şerifle, Müslim'in rivayet ettiği: "Her kim bir vuruşta bir kertenkele öldürürse ona yüz sevap yazılır"[408] mealindeki hadis-i şerif arasında da bir çelişki yoktur. Çünkü:

1. Usulda ma'lum olduğu üzere bir meselede belli bir sayının zikredil­miş olması daha fazlasının hak edilmiş olmasına mâni değildir. Bu itibar­la bir kimseye yetmiş sevabın verileceğinden bahsedilmesi o kimsenin yetmişden fazla sevap almasına mani değildir.

2. Önceden yüce Allah kertenkeleyi bir vuruşta öldürene amelinin kar­şılığı olarak yetmiş sevap verileceğini bildirmişken, sonradan otuz sevap daha ihsan ederek kertenkeleyi bir vuruşta öldürene toplam yüz sevap ve­rileceğini Rasûlüne bildirmiş olabilir.

3. Kertenkeleyi ilk vuruşta öldüren kimselerin ihlâsları farklı olacağın­dan onlara verilecek sevapların da ihlâsları nisbetinde yetmiş ila yüz se­vap arasında değişmesi mümkündür.[409]

 

163-164. Küçük (Kırmızı) Karıncaları Öldürmenin Hükmü

 

5265... Hz. Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a. şöyle buyurmuştur:

"Peygamberlerden birisi bir ağaç altına indî de kendisini (orada) bir karınca ısırdı. Bunun üzerine (yanında bulunan kimselerden eşya-sı)nı (oradan çekmelerini) istedi. Bu emir üzerine (eşyası) ağacın al­tından çıkarıldı. Sonra o karınca hakkında emir verdi de derhal (yu­vası) yakıldı. Bunun üzerine (yüce) Allah kendisine; *o birtek karın­calı) yaksaydin ya?' diye vahy buyurdu."[410]

 

5266... Hz. Ebu Hüreyre'nin Rasûlullah (s.a.)'dan (rivayet ettiğine gö­re) Peygamberlerden birini bir karınca ısırmış da emir vererek karıncanın yuvasını yaktırmış. Bunun üzerine Allah O'na: "Seni bir karınca ısırdı diye ümmetlerden teşbihte bulunan bir ümmeti helak mi ettin?" diye vahy buyurmuştur.[411]

 

Açıklama

 

Zerr: Küçük ve kırmızı karınca demektir. Nitekim yüce Allah; “şüpnesîz ki Allah, hiç kimseye zer­re kadar zulmetmez..."[412] âyet-i kerimesinde zerr bu manada kullanıl­mıştır.[413]

Kelebâzî'nin Meâni'l-Âsâr'daki, el-Hakimü't-Tirmizî'nin Nevadiru'l Usûl'deki Kurtubinin de Tefsirindeki açıklamasına göre söz konusu karınca yuvasını yakan Peygamber Musa aleyhisseîânıdır.

Ulemanın beyanına göre bu hadis o peygamberin şeriatında karınca Öl­dürmenin caiz olduğuna ve yakmak suretiyle öldürmenin de meşru bulun­duğuna hamledilmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak o peygamberi öldürmek ve yakmak işini neden yaptı diye muaheze etmemiş, bir karıncadan fazlasını yaktığı için mesul tutmuştur.

"Bir tek karınca yaksaydın ya!" cümlesinden murad, yalnız seni ısı­ran karıncayı yaksaydın ya! cinayeti işleyen oydu, diğerlerinin kabahati yoktu, demektir.

Bizim şeriatımızda diri diriye bir hayvanı diri diri yakmak caiz değil­dir. Çünkü, Peygamber (s.a.):

"Ateşle Allah'dan başka kimse azab edemez" buyurmuştur. Bu ha­dis meşhurdur. Karıncayı yakmadan öldürmek de caiz değildir.

İbn Abbas (r.a.)'dan rivayet olunan bir hadiste: "Peygamber (s.a.) dört hayvanın öldürülmesini yasak etti: Bunlar karınca, an, hüdhüd ve göçmen kuşudur" denilmiştir. Mezkur hadisi Ebu Davud, Buharî'nin şartı üzere sahih bir isnadla rivayet etmiştir.

Hadis-i şerif karıncanın ve bütün hayvanların teşbih ettiğine delildir. İbnu'1-Tin: "Bu da karıncayı yakmak caiz değildir diyenlere delildir" di­yor. İbn Habib, karınca yakmayı caiz görülmüştür. Karınca ve diğer can­lıları yakmak ancak zaruret icab ettiği takdirde caiz olabilir. Bugün birçok yerlerde tarlalarda anızın yakılması dinen düşünülecek bir meseledir. Zi­ra yanan anızla birlikte milyonlarca karınca ve sair haşeratın da telef ol­duğunda şüphe yoktur. İşittiğimize göre, bundan elde edilen faide cüz'i bir gübre yerini tutması imiş. Binaenaleyh, zaruret derecesini bulmayan bu işe dinen cevaz verilmez.[414]

BezIü'I-Mechud yazarının açıklamasına göre "Begavî" zerr denilen küçük kırmızı karıncaları öldürmenin caiz olduğunu söylemiştir. Kadı lyaz'da "mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif, insana eziyet veren her hayvanı öldürmenin caiz olduğuna delalet eder" demiştir.[415]

Şafiî ulemasından Dümeyrî'nin açıklamasına göre mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şeriflerde anlatılan olayın şöyle bir sebebi varmış: "Musa aleyhisselâm, Allahü teâlâ hazretlerine, âsî kulların günahları yüzünden onlarla beraber itaatkâr kulları da helak etmesinin sebebini sormuş, ondan sonra çıkmış olduğu bir yolculukta maruz kaldığı aşırı bir sıcak yüzünden bir ağacın altına sığınmış. Orada uykuya dalmış. Uyurken bir karınca ken­disini ısırarak tatlı uykusundan uyandırmış. Bunun üzerine, o ağacı ateşe vererek onun altında bulunan karınca yuvasındaki karıncaların hepsini ce­zalandırmıştır. Allah teâlâ hazretleri de: "Niçin karıncaların hepsini ce­zalandırdın? Onlardan sadece birini cezalandırsaydin" buyurarak Hz. Musa'nın sorusunu cevaplandırmış. Yüce Allah bu cevabıyîa işlenen gü­nahlardan dolayı inen umumî musibetlerin kıyamet gününde itaatli kullar için rahmet, bereket ve taharet, asi kullar için de bir şerr, hikmet ve azab olduğunu açıklamıştır. Metinde: "Ne olur bu karıncaların hepsini değil de sadece seni ısıran karıncayı öldürseydin ya?" buyurulması insana eziyeti dokunmuş olsun olmasın kırmızı küçük karıncaları öldürmenin caizliğine delalet eder."[416]

 

5267... (Hz. Abdullah) ibn Abbas (r.a.)'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) hayvanlardan dördünü öldürmeyi yasaklamıştır: "Ka­rınca, balansı, çavuşkuşu ve göçeğen kuşu."[417]

 

Açıklama

 

Şafiî alimlerinden Dümeyrî'nin açıklamasına göre,bu jjg^jş.j şerifte öldürülmesi yasaklanmış olan ka­rıncadan maksat, Hattabî'nin ve Begavî'nin dediği gibi "Süleymanî" denilen büyük karıncalardır. Bir önceki hadis-i şerifte geçen küçük kırmızı karıncalar değildir. Bilindiği gibi onları öldürmek caizdir.

İmam Malik'e göre karıncayı öldürmek mekruhtur. Ancak zararından kurtulmak için öldürmekten başka çare kalmazsa o zaman öldürülebilir,

İbn Ebi Zeyd'e göre ise zarar verdikten sonra karıncayı öldürmekte bir sakınca yoktur.[418]

Balansını öldürmenin yasaklanmasının sebebi ise ondaki yarardır. Gö­çeğen kuşu ile çavuşkuşunun öldürülme yasağının sebebine gelince bu iki kuşun etini haram kılmaktır. Çünkü bir hayvanı öldürmek yasaklandığı ve bu yasaklama zarar ve yararla ilgili olmadığı zaman etini haram kılmak için olur.[419]

 

5268... (Abdurrahman ibn Abdillah'm) babasından; demiştir ki: Rasû-lullah (s.a.)'le birlikte bir seferde idik. Bir ihtiyacını gidermek için (biz­den) ayrılmıştı. (O sırada) iki yavrusuyla birlikte bir serçe kuşu gördük ve iki yavrusunu da yakaladık. (Ana) kuş geldi ve üzerimizde kanatlarını ge­rerek uçmaya başladı. Derken Peygamber (s.a.) geldi ve: "Bu hayvanı yavrusu sebebiyle bu musibete kim uğrattı? Haydi yavrusunu ona geri verin" dedi ve (bir de) Bizim yakmış olduğumuz bir karınca yuvası gördü. Bunun üzerine:

Bunu kim yaktı? diye sordu.

Biz (yaktık), cevabını verdik.

Ateşle cezalandırmak ateşin rabbinden başkasına yakışmaz, bu­yurdu.[420]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif de bir önceki hadis gibi canlıları ateşle azabetmenin ve kuş yavrularını yakalayarak annelerini üzmenin caiz olmadığını ifade etmektedir.

Bu hadis daha önce cihad bölümünde, düşmanı yakarak cezalandırma­nın keraheti babında da geçmişti.[421]

 

164-165. Kurbağa Öldürmenin Hükmü

 

5269... Abdurrahman b. Osman'dan (rivayet edildiğine göre) doktorun biri, Peygamber (s.a.)'e kurbağayı ilaç olarak kullanmayı sordu da Pey­gamber (s.a.) onu kurbağayı öldürmekten nehyetti.[422]

 

Açıklama

 

Kurbağa'nın pek çok çeşitleri vardır. Bazıları çiftleşme sonucu meydana gelir. Durgun sularda ya­şar. Bazıları da yağmurdan meydana gelir ki, çokluğundan dolayı halk bu­luttan yağdığım zanneder.

Kemiksiz bir hayvandır. Hz. Cabir'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.): "Men katele difda'an, fealeyhi şâtün. Muharremen kâne ev helâlen: Kurbağa öldüren kimseye bir koyun kesmek borçtur. İs­ter ihramlı olsun, ister ihramsız olsun" buyurmuştur.

Zira Süfyan-ı Sevrî rahmetullahı aleyh "hayvanlar içerisinde kurbağa­dan ziyade Allah'ı zikreden yoktur. Ayrıca Hz. İbrahim ateşe atıldığı za­man Nemrûd'in yaktığı bu ateşi söndürmek için ağzıyla su çekmiştir. Öl­dürülmesi yasaklandığı için eti de haram kılınmıştır" demiştir.[423]

 

165-166. Fiske Taşı (Atmanın Hukmu)

 

5270... Abdullah b. Mugaffel'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) fiske taşı atmayı yasakladı ve: "O av avlamaz. Düşmanı yaralamaz, ancak göz çıkarır, diş kırar" buyurdu."[424]

 

Açıklama

 

İbn Mâce'nin rivayetinde, bu hadisin sonunda «Ben S£ma Rasûlullah (s>a.)'m fiske taşı atmayı ya­sakladığım söylüyorum, sen yine de atıyorsun. Artık bundan sonra senin­le koruşmayacağım" sözleri yer almaktadır.

Bu da gösteriyor ki, Rasûlullah (sa.)'in sünnet-i seniyyesine muhalefet­te ısrar eden kişiye küsmek caizdir. "Mümin kişinin, din kardeşine üç-günden fazla küs durması caiz değildir." mealindeki (4910) numaralı hadis-i şerifin böyle bir dini meseleden dolayı küs kalmaya şümulü yoktur. Hadis-i şerifin ihtiva ettiği diğer bir şer'i hükm de fisketaşı ile vurulan av hayvanının etinin yenmemesidir. Metinde geçen "o avlamaz" cümle­si... bu taşlarla vurulan hayvanların Maide suresinin üçüncü âyetinde ge­çen "mevkûze (sopa ve benzeri şeylerle vurulup Öldürülen hayvan)" ke­limesinin kapsamına girdiğine delâlet eder.[425]

 

166-167. Sünnet Olmak

 

5271... Ümmü Atiyye el-Ensariyye'den (rivayet edildiğine göre) Me­dine'de kızları sünnet eden bir kadın varmış da Peygamber (s.a.) ona:

"Çok derinden kesme, çünkü bu kadına daha çok tat verir. Koca­sı için de daha hoştur" buyurdu.

Ebu Davud dedi ki: Bu hadisin manası aynı senetle Ubeydullah b. Amr vasıtasıyla Abdülmelik'den de rivayet edilmiştir. Bu hadis sağlam değil­dir. Mürsel olarak da rivayet edilmiştir, {Kavilerden) Muhammed b. Has­sanın kimliği) meçhuldür. (Binaenaleyh) bu hadis zayıftır.[426]

 

Açıklama

 

Hitan: Kız ve erkeği sünnet etmek anlamına geldiği gibi, sünnet edilen yerlere ad olarak da bilinmekte­dir. Örfte ise erkek çocukların tenasül organının "haşefe" denilen uç kıs­mının üzerini kaplayan ve "gulfe" adı verilen deriyi yedi günlükten itibaren bulûğ çağına kadar geçen zaman arasında kestirme işlemine "(hıtân) sünnet ettirme" adı verilir.

Sünnet ameliyesi, tarihin başlangıcından beri insanların bilip, İslam di­ni gelinceye kadar yapageldikleri eski bir ameliyedir. İbrahim aleyhisselam'ın ilk sünnet olan kimse olarak bilinmesi bu ameliyyenin ne kadar es­ki bir sünnet olduğunu ortaya koymaktadır.[427]

Sünnet olmak vacib midir, sünnet midir? Kelime-i şehâdette olduğu gi­bi müslümanla kâfiri birbirinden ayıran bir alamet olarak telakki edilen sünnet ameliyesi bazı alimlerce vâcib[428] ve hattâ farz[429] denecek kadar mü­him dini bir emir kabul edilmiştir. Şafiîler "bulûğ yaşına ermezden önce çocuğu sünnet etmek velisine vacibdir" derler.[430]

Bir kısım alimler de sünnet olmadıkça mühtedinin müslümanlığınm, nakıs olacağına, sünnetsizin namazının caiz olmayacağına, kestiğininin yenilmeyeceğine, Kabe'yi tavaf edemeyeceğine hükmetmişlerdir.[431]

Hadis de bu hususta "İslama girince küfür tüyünü at, sonra sünnet ol"[432] diye emreder.[433]

Biz fıkıh alimlerinin bu mevzudaki görüşlerini bu eserimizin birinci cildinde 54 nolu hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.

Kızların Sünnet Edilmesi: Kızların da sünnetinden bahs eden bir hadis-i şerifte "Hitan (sünnet olmak) erkekler için sünnet, kadınlar için

mekrume (şeref verici)dir."[434] denmektedir. Senedindeki zayıflığa rağ­men hükmüyle amel eden Ebu Hanife hadisin zahirine bakarak, sünnet erkekler için mendup Şafiî ise her ikisi için de vacib olduğu hükmünü çı­karmıştır. Her halükarda sünnet mevzuunda kadınlarla ilgili olarak da İs­lam alimleri farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısmı bu meyanda meş-rık kadınları ile mağrib kadınlarının fizyolojik bakımından farklı oldukla­rını kabul ederek maşrık kadınlarındaki yaratılışdan gelen fazlalık sebe­biyle, sünnetle yükümlü olduklarına, öbürlerinde ise böyle bir fazlalığın bulunmayışı sebebiyle sünnetle yükümlü olmadıklarına hükmetmişler­dir.[435]

Hafız İbn Hacer'in açıklamasına göre müstehab olan erkeklerin sünne­tini aşikâre kızlannkini ise gizli yapmaktır.[436]

 

Hitanın Sıhhî Yönden Faideleri:

 

Hitan sahibini birçok hastalık ve ihtilaftan koruyan büyük bir sıhhî tedbirdir. Dr. Fritz Kalın, Tenasül Hayatımız adlı eserinde sünnet olmanın faidelerini şu şekilde sıralamıştır.

1. Yağ ifraz eden gulfenin çıkartılmasıyla, bu rahatsız edici ifrazat da ortadan kalkmış olur.

2. Gulfe sürtünmelerin ve phimoslerin önüne geçilmiş olur.

3. Tenasül hastalıklarının, bilhassa frenginin bulaşması güçleşir. Çün­kü uçdaki hassas deri parçası hastalık mikroplan için başlıca giriş teşkil etmektedir.

4. Uzvun ucunda derinin bulunmayışı tenasülü uyandıran teharrüşleri de ortadan kaldırır ve çocuklarda istimna hevesi azalır.

5. Kanser hastalığının isabetini azaltır. Çünkü gulfelerini daraltan kim­selerde, kanser illeti çok fazla görüldüğü tesbit edilmiştir. Şeriatı sünnet olmayı emreden topluluklarda ise daha az görülmektedir.

6. Çocuklar ne kadar erken yaşta sünnet ettirilirse yatağa işemeleri de o nisbette azalmış olur.[437]

 

167-168. Kadınların Erkeklerle Beraber Yolda Yürümeleri

 

5272... (Hamza b. Ebi Üseyd el-Ensarî'nin) babasından (rivayet edil­diğine göre) kendisi (birgün) Rasûlullah (s.a.)'i mescidin dışında konu­şurken işitmiş (ve orada Hz. Peygamberin konuşmakta olduğunu gören) erkekler (Hz. Peygamberi daha yakından dinleyebilmek için) yolda (Hz. Peygamber'in etrafında) bulunan kadınlarla karışmışlar. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) kadınlara (hitaben): "Geri çekilin, sizin yolun ortasın­dan gitmeniz (doğru) olmaz. Size gereken yolun kenarı (ndan yürümeniz)dir" buyurdu.

Bunun üzerine kadınlar duvara sürtünerek yürür oldular. Hatta (yolun kenarında bulunan) duvar(lar)a sürtünürcesine yürümelerinden dolayı el­biseleri (zaman zaman) duvar(lar)a takılıyordu.[438]

 

5273... Hz. İbn Ömer'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) bir erkeğin (kendisine nikâh düşen) iki kadın arasında yürümesini yasak­lamıştır.[439]

 

Açıklama

 

Bir erkeğin kendisine nikah düşen yabancı bir kadınla birlikte yollarda gezip dolaşması asla caiz de­ğildir. Çünkü Yüce Allah Kur'an-i Kerim'inde: "Ey Muhammedi Mü'min erkeklere söyle, gözlerini zinadan korusunlar"[440] "Ey Mu-hammed! mü'min kadınlara söyle gözlerini zinadan sakınsınlar...”[441] buyurmuştur.

Kendisine nikâh düşen bir kadınla gezip dolaşan bir erkeğin o kadına bakıp, onunla konuşup hatta gülüşmesi ise kaçınılmaz bir olaydır. Çünkü göz herşeyi kalbe ulaştıran en büyük kapıdır.

Bu sebeple insan göz yoluyla bir çok günahlara düşer. Çünkü bakış te­bessüme, tebessüm selama, selam konuşmaya, konuşma anlaşmaya, an­laşma da gayr-i meşru bir şekilde bir araya gelmeye vesile olabilir.[442] Ni­tekim bir hadisi şerifte: "Adem oğluna zinadan nasibi yazılmıştır. Bu­na kesinlikle erişecektir. Gözlerin zinası bakmak, kulakların zinası da dinlemek, dilin zinası konuşmak elin zinası tutmak, ayağın zinası da yürümektir" Duyurulmuştur.[443]

Bir erkeğin kendine nikah düşen bir kadınla gezip dolaşmasından do­ğacak önemli sakıncalardan biri de başkalarının onun hakkında kötü zan-da bulunmalarına yol açmaktır. Nitekim "başkalarının itham etmeleri­ne sebep olacak yerlerden kaçınınız"[444] hadis-i şerifi de bu gerçeği ifa­de etmektedir. Ayrıca yabancı kadınlarla gezmek haya duygusunu ve mü­rüvveti yitirmeye de sebep olur.

Mevzumuzu teşkil eden (5273) nolu hadis zayıftır. Çünkü ravilerinden Davud b. Ebi Salih güvenilir bir ravi değildir. Buhari ve İbn Hıbbân gibi hadis âlimleri onun güvenilmez bir kimse olduğunu söylemişlerdir.[445]

 

168-169. İnsanın Dehre Sövmesi(Nin Hükmü)

 

5274... Hz. Ebu Hüreyre'nin Peygamber (s.a.)'den (rivayetine göre) Aziz ve Celil olan Allah şöyle buyurmaktadır: "Ademoğlu dehre söve­rek bana eziyet etmektedir. Oysa dehri (yaratan) Benim; geceyi ve gündüzü Ben idare ederim.

İbn es-Serc (bu hadisi rivayet ederken, Muhammed b. es-Sabah'ın ri­vayetinden farklı olarak) Said (den rivayet edildi) yerine "İbn el-Müseyyeb'den (rivayet edildi)"[446] dedi.[447]

 

Açıklama

 

Hattâbî (r.a.) bu hadis-i şerifin şerhinde şu görüşlere yQy vermektedir: «Bu hadis-i Şerif, Cahüiyye dönemi araplarının başlarına gelen musibetleri dehre izafe etmelerinin yanlış olduğunu, aslında dehre izafe edilen bütün olayların gerçek yaratı­cısının kendisi olduğunu ifade etmektedir."

Müfessir, Elmalüı M. Hamdi efendinin açıklaasına göre "Eddehr, âle­min yaratılışından, kıyamete kadar geçen müddet yani zaman-i küldür"[448]

Hattabî (r.a)'nin de açıkladığı gibi hadis âlimleri metinde geçen "ed­dehr" kelimesinin son harfim zamme olarak okumayı asla caiz görme­mişlerdir ve gerçekte bu harf zamme okunduğu zaman "ed-dehr" kelime­sinin Allah'ın isimlerinden biri olması lâzım geleceğini söylemişlerdir. Oysa "ed-dehr" kelimesi burada zarf durumunda olduğu için harekesi feta olması gerekir. Buna göre de cümlenin manası şöyledir. "Tüm zaman-ir boyunca gece ve gündüzü idare eden benim, ben."

Hafız el -Münziri'ye göre ise hadis-i şerifte geçen "Allah denirdir" ümlesinde mecaz vardır. Yani "Allah dehrin yaratıcısıdır. Onu idare ien de yine Allah'dir" demektir. Bu mevzuda Bezlü'I-Mechud yazarı a şöyle demektedir: Netice itibariyle "Allah dehrdir" cümlesi üzerinde:

1. Bu cümledeki "ed-dehr; müdebbir idareci" demektir. Yani bütün işdn ve olayların idarecisi ve yaratıcısı Allah teâlâ hazretleridir.

2. "Ed-ehr" kelimesinden önce hazfedilmiş bir "mukallib" kelimesi vardır. Bu-î göre bu cümlenin manası şöyledir: "Allah bu dehri evirip çevirendir" te "ed-dehr" kelimesinden önce bir "mukallib: çevirip çeviren" kelimesi alunduğuna işaret için hemen bu cümleden sonra "ukallibülleyle venne-âr (geceyi ve gündüzü ben evirip çeviririm)" cümlesi getirilmiştir.

Ehl-i Tahkike göre "kainatta meydana gelen olayları gerçek manada îhre izafe eden bir kimse kâfir olur. Fakat ağzından yanlışlıkla bu mana-i söz çıkan bir kimse kâfir olmazsa da ehl-i küfre ait olan bir sözü aldı-

için bir kerahet işlemiş olur.

Kadı Iyaz da "Dehrin Allah'ın isimlerinden olduğunu söyleyenlerin ı sözlerinde hikkatten bir eser yoktur" demiştir.

Metinde geçen "Ademoğlu bana eziyet ediyor" sözünden maksat, ıdemoğlu benim gazabını mûcib bir iş yapmış oluyor" demektir. Çünkü ice Allah eziyet edilmekten münezzehtir. Binaenaleyh bu sözde "kim >yle dehre. söverse Allah'ın gazabına maruz olur" manasında bir mecaz irdir.

Binaenaleyh başa gelen musibetler karşısında mü'min bir insana düşen emleketimizde bazı şuursuz insanların yaptığı gibi feleği suçlamak de-1, kâinatın yegane yaratıcısının Allah olduğunu ve bütün olayların onun lgi ve iradesi altında vukua geldiğini düşünmek ve: "De ki: Ey Allahim ty) mülkün sahibi, sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mül-i alırsın, dilediğini yükseltirsin, dilediğini alçaltırsın, iyilik senin indedir. Sen herşeye kadirsin."[449] mealindeki âyet-i kerimenin ve benrlerinin sırrına ermektir.[450]

 

Bütün aczimize rağmen lütfü inayetiyle bu mübarek eseri tercüme ve şerh etmeye bizleri muvaffak eden Rabbimize son­suz hamd ve şükürler olsun. Bizim bu nâçiz çabamızı nezd-i ilâhisinde makbul olan hizmetlerden kılıp, gözümüzden kaçan hatalarımızı düzeltmeye de hâlis kullarının samimi ihtarlarını vesile kılsın. Gaffar ismiyle hatalarımızı bağışlayıp Resul-ü zi-şan efendimizin şefaatine mazhar etsin. Âmin.

Karaman 6.XM988.

 

 

 

 


 


[1] Buhari, ıtk 17; Müslim, eyman 43; Ahmed II, 20, 102, 142.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/457.

[2] A. Davudoğlu, a.g.e, VIII, 269.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/458.

[3] Ahmed b. Hanbel, V, 352, 355.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/458.

[4] Ebu Davud, edeb 5.

[5] Tirmizî, Birr 41; Ahmed b: Hanbel, I, 4,7.

[6] Münavi, Feyzü'l-Kadir, VI, 123.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/458-459.

[7] Nûr (24), 27.

[8] Nûr (24), 28.

[9] Nûr (24), 29.

[10] Taberi, Camiü'l-Beyan, XVIII. 213.

[11] Asım Efendi, Kamus, II, 873.

[12] Mücemu'l-Vasit, I, 29.

[13] Zemahşeri, Keşşaf, III, 59.

[14] Sabûnî, Ayâtü'l-Ahkâm, II, 131.   

[15] Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3498.

[16] Buhârî, el-Edebü'l-Müfred, 490, 1063, h.s. 365.

[17] Duman M. Zeki, Kur'ân-ı Kerimde Adab-i Muaşeret, 346-348.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/459-461.

[18] Buharı, istizan 11: diyat 23; Müslim, edeb 42; Tirmizi, istizan 17; Ahmed b. Hanbel, III, 239,242.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/461.

[19] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/461.

[20] Sabûnî, a.g.c. II, 156-157.

[21] Buhârî, istizan 11.

[22] Maide (5), 45.

[23] Sabûnî, a.g.e. II, 158-159.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/462-463.

[24] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/463.

[25] Nûr(24), 29.

[26] Muvatta, istizan 1.

[27] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/463-464.

[28] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/464.

[29] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/464-465.

[30] Hucurât (49), 12.

[31] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/465.

[32] Concordance bu baba numara vermemiştir.

[33] Tirmizî. istizan 18.

[34] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/465-466.

[35] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/466-467.

[36] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/467.

[37] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/467.

[38] Nûr(24), 27.

[39] Buharı, istizan 11; Ebû Davud, hadis no: 5174.

[40] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/468.

[41] Buharî, istizan 12; Müslim, edeb 33; Tirmizî, istizan 3; Muvatta istizan 2-3, Ahmed b. Hanbel, III, 2, 19.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/468-469.

[42] Müslim, edeb 34.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/469-470.

[43] Müslim, adab 37.

[44] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 555.

[45] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/470-471.

[46] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/471-472.

[47] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/472-473.

[48] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/473.

[49] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/473.

[50] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/474.

[51] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/474.

[52] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/474-476.

[53] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/476-477.

[54] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/477.

[55] Hucurat (49), 12.

[56] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/477-478.

[57] Concordance'da bu baba numara verilmemiştir.

[58] Buharî, istizan 17: Müslim,edeb 39, Tirmizî, İstizan IX; Ibn Mace, edeb 17; Ahmed b. Hanbel, III, 363.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/478.

[59] Müslim, Fedail 29.

[60] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/478-479.

[61] Buharî, ebedül Müfred bab 500, hadis no. 1080,11-444.

[62] Duman dr. M. Zeki, a.g.e.,s. 348-349.

[63] Buhârî, istizan 17.

[64] Nevevî, Şerhu Müslim, XIV. 135.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/479-480.

[65] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/480.

[66] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/481.

[67] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/481.

[68] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/482.

[69] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/482-484.

[70] Nur (24), 58.

[71] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3538-3539.

[72] Sabûnî, Kur'an-ı Kerim'in Ahkâm Tefsiri, II, 211.

[73] Fahreddin Razî, Tefsirü'l-Kebir. XXIV, 29.

[74] Sabûnî, a.g.e. 11,212.

[75] Taberî, Camiül-Beyan, XVIII, 163.

[76] Nur (24), 58.

[77] Nisa (24), 8.

[78] Hucurat (49), 13.

[79] Karlığa Dr. Bekir ve Çetiner Dr. Bedreddin, Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsiri, XI, 5963.

[80] Bezlü'l-Mechud, XX,131.

[81] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/484-486.

[82] Buhârî. iman 20, istizan 8; Müslim, iman 93; Tirmizî, sıfatül-Kıyame 54; istizan I; İbn Mace, mukaddime 9; edeb 11, Ahmed b. Hanbel, 1,65, 167, II, 391, 446, 446, 477, 495, 512.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/487.

[83] Âsim efendi, Kamus Tercemesi, IV, 339.

[84] Dâvudoğlu, A., Sahih Müslim, I. 297-298.

[85] Yeniçeri, Celal el-İhtiyar Tercemesi, 304.

[86] er-Razî, Tefsirü'l-Kebir, X, 211.

[87] Buharı, istizan 8; Müslim, libas 3.

[88] Tirmizî, kıyame 43; İbn Mâce, ikame 174; Darimî, sala 156, istizan 4; Ahmed b. Hanbel V, 451.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/487-488.

[89] Buhârî, istizan 9, iman 6, 20; Müslim, iman 63; İbn Mâce, et'ime 1; Nesaî, iman 12; Ahmed b. Hanbel, 11,169-170, 196,295, 323,324,391,442,495,512.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/489.

[90] Aynî, Umdetü'l-Kari, I, 135-136; M. İbn Allan, Delilü'l-Fatihin, II, 330.

[91] Aynî, a.g.e. 1-137.

[92] Davudoğlu. A., Sahih-i Müslim, I, 255.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/489.

[93] Ebû Davud, 5206 nolu hadis.

[94] er-Razî a.g.e. X, 214, el-Makdisî, Adabüşşeria fil, 389; Bilmen, Ömer Nasuhî, Büyük İslam İlmihali, 470.

[95] Avnu'l-Mabud XVI, 102.

[96] Buharı, el-Edebu'1-Müfred, terc. A-Fikri Yavuz II. 273.

[97] Aynî,a.g.e. I, 138.

[98] Ebu Dâvud, tahare 8,17.

[99] Râzî, a.g.e. X, 214; Kurtubî, el-Cami V, 204.

[100] Gazalî, İhya, I, 139.

[101] Bursevî. Ruhu'l-Beyan, II, 252.

[102] Razî, a.g.e., X, 241; Kurtubî, a.g.e. III, 409.

[103] Râzî, a.g.e. ve Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, aynı yer.

[104] Duman Dr. Z. a.g.e. 323-324.

[105] İbn Abidin, Reddü’I-Muhtar V, 265 Beyrut.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/490-491.

[106] Tirmizî, istizan 2.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/491-492.

[107] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/492.

[108] İbn Abidin, Reddü'l-Muhtar, V, 266.

[109] Fetavây-i Hindiyye, V, 325.

[110] Heytemî, Mecmeuzzevâid, VIII, 30-31.

[111] Nisa (4), 86.

[112] Bursevî, a.g.e. II, 251; Râzî, a.g.e., X. 211; Kurtubî, el-Cami, V, 299.

[113] Hûd (1l), 73.

[114] Razi a.g.e. X, 212; Kurtubî, a.g.e. IX, 70.

[115] Harf-i tarifsizlere misal: er-Ra'd (3), 24; es-Saffat (37), 17; Harf-i tarifliye de; Tâha (20), 47 ile Meryem (19), 33 âyetleri gösterilebilir.

[116] Râzî, a.g.e. X-212.

[117] İbn Abidin, Red dü'l-Muhtar. V, 266; Fetavay-i Hindiyye, V, 325.

[118] Tirmizî, istizan 7.

[119] Duman M. Zeki a.g.e. 319.

[120] Duman M. Zeki a.g.e. 319.

[121] Nur (24), 62.

[122] Tirmizî, istizan 15.

[123] Sünen-i Ebu Davud, 5196 nolu hadis.

[124] Buhari, istizan 5; Ebu Davud 5198, 5199 nolu hadisler.

[125] Müslim, selam 5.

[126] Ebû Davud, 5205 nolu hadis.

[127] Ebû Davud,.5205 nolu hadis.

[128] Buharı, istizan 24.

[129] Taha (20). 47.

[130] Razî, et-Tefsir-i Kebir, X, 215-216.

[131] en-Nisa (4), 86.

[132] Duman M. Zeki, a.g.e. 320-323.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/492-495.

[133] Tirmizî, istizan, 6.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/496.

[134] Mâide (5), 48; Bakara (2), 148.

[135] Razî, a.g.e. X-2l4.

[136] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/496.

[137] Buhari, istizan 4-7. Müslim, selam 1, edeb 42; Tirmizî, istizan 14; Ahmed b. Hanbel, III. 44. VI-19- 20.11-325, 510; Darimî, istizan 6; Muvatta selam 1.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/497.

[138] Davudoğlu, A.. Sahih-i Müslim, IX, 564.

[139] Nur (24), 61.

[140] İbn Abidin, XV, 521 terc, Mazhar Taşkesenlioğlu.

[141] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/497-498.

[142] Buharî, istizan 4-7; Tirmizi, istizan 14; Darimî istizan 6; Muvatta, selam; Ahmed b. Hanbel.II, 325,510, VI,19-20.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/498.

[143] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/498.

[144] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/499.

[145] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/499.

[146] Buhari, savm 11, eyman 20, mezalim, 25, nikah 83, 9J, talak 21, libas 31; Müslim, talak 30-31, 34.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/499-500.

[147] Buharı, nikah 83, 91; Müslim. Ulak 34.

[148] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/501-502.

[149] Buharî, istizan 15; Müslim, selâm 15; Tirmizi, istizan 8; İbn Mace, edeb 14; Darimî, isti­zan 8; Nesâi, Amelu'l-Yevmi, s. 286.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/502.

[150] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/502.

[151] Davudoğlu, a.g.e. IX, 576.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/502.

[152] İbn Abidin, Reddü'l-Muhtar, V, 265 Beyrut.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/503.

[153] Tirmizî. istizan 8; İbn Mace edeb 14.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/503-504.

[154] el Cezerî, Kitabül Fikh ala'l-Mezahibi'l-Erbea, II, 51.

[155] Hatipoğİu. H. Sünen-i İbn Mâce Terceme ve Şerhi, IX, 489-490.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/504.

[156] Müslim, selâm 13; Tirmizî, istizan !2, siyer 41; Ahmed b. Hanbel. II-263. 459, 525.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/505.

[157] Aliyyü'l Kari, Mirkatu'i-Mefatih, IV, 556.

[158] a.g.e ve yer.

[159] İbn Abidin, Reddu’l-Muhtar. V, 265, Beyrut.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/505-506.

[160] Mücadele (58), 22.

[161] Aliyyü'l Kari, a.g.e., IV, 556.

[162] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/506-507.

[163] Buharî, istizan 22, mürteddin 4; Müslim, selâm 6-8; Muvatta, selam 3; Tirmizî, siyer 40; İbn Mâce. cdeb 13; Ahmed b. Hanbel, II, 9, 19,58, 114,111, 192,289.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/507.

[164] Tirmizî. siyer 40.

[165] Nesaî, amelül yevmi hadis nu. 378, 379, 381-382, 286 Beyrut.

[166] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/507-509.

[167] Buharı, İstizan 22; Müslim, selam 6-8; İbn Mâcc, edeb 13.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/509.

[168] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/510.

[169] Tirmizî, isiizan 15; Ahmcd b. Hanbel, II, 230, 287, 439.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/510.

[170] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/511.

[171] Tirmizî, istizan 28; Nesâî. Amelülyevmi ve'1-leyleti, 280-281; hadis nu: 317-318. Beyrut 1985.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/511.

[172] İbn Abidin, XV, 520 Şamil Yayınları.

[173] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/511-512.

[174] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/512-513.

[175] Aliyyü'l-Kârî, Mirkatu'l-Mefatih, IV. 561.

[176] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/513.

[177] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/514.

[178] Tirmizi, istizan 31; Ahmed b. Hanbel, IV, 289, 303; İbn Mâce, edeb 15.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/514.

[179] Mütercim Asını, Kamus Tercümesi, I, 490.

[180] A. Kâri, Mirkatu'l-Mefatih, IV, 574.

[181] a.g.e.

[182] Bezlu'I-Mechud, XX, 148; Azimâbadî, Avnu'l-Mabud, XIV, 118-119; Ahmed b. Hanbel, IV, 189.

[183] el Müttakî. Kenzu'l-Ummal, IX, 131, hadis nu. 25347.

[184] Buharı, istizan 28.

[185] a.g.e.

[186] Ahmed b. Hanbel, V, 78-79.

[187] Tirmizî, deavât 74.

[188] İbn Abidin. Reddu'l-Muhtar, II, 166.

[189] İbn Âbidin, V,244.

[190] Gümüşhanevî, Ziyaüddin, Levamiu'1-Ukul, I, 233.

[191] Tuhtefül Ahvezî, VII, 518-520.

[192] Bezlu'l-Mechud, XX,147.

[193] Tanavî, İ'lâu's-Sünen, XVII,432.

[194] Aliyyü'l Kâri, Mirkatu'l-Mefatih, IV, 576; Hakimii't-Tirınizî, Nevâdirü'I Usûl, 245.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/514-517.

[195] Muhammed İbn Allan, el-Futuhatürrabbaniyye, V, 397-399.

[196] Aliyyü'l Kari, Mirkalül Mefatih 1V-574-575.

[197] İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar, V, 244.

[198] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/517-518.

[199] Buharî, megazî 74; Müslim, iman 82, 84, 89; Tirmizî menakıb 71; Darimî, mukaddime 14; Ahmed b. Hanbel, II, 235, 252,258, 267,277, 380, 474, 480, 488, 502,541, III, 105, 155, 18, 212,223,251,262, IV-154.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/519.

[200] Buharı, istizan 27.

[201] Buharı, megüzi 79; istizan 27; Müslim, tevbe 53; Ebu Davud, cihad 16; Ahmed b. Han­bel, III, 459.

[202] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/519.

[203] Ahmed b. Hanbel, V, 162, 168.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/520.

[204] Tevbe(9), 34.

[205] Hz. Zeyd'in olayı için bk. Tirnıizî, istizan 32; Hz. Gâfer'ihki için de bk. Müstedrek, I, 319, II, 211; Aynî, Binaye IX, 318-320; İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar, V, 244.

[206] Tirmizî, istizan 31: Ahmed b. Hanbel. V, 162.

[207] İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar, V, 244, Aynî, Binaye, IX, 322.

[208] Bezl, XX, 151.

[209] Tirmizî, istizan 31.

[210] Aynî, el-Binaye, IX, 317.

[211] Ebû Dâvud, libas 8.

[212] Ebû Dâvud, libas 8.

[213] et-Tahanevî, İ'laüssünen, XVII, 426, özetle.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/521-523.

[214] Buhârî, ıtk 17, istizan 26; Ahmed b. Haııbcl, III, 22, 71, V1-I42; Müslim, cihad. 64.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/524.

[215] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/524.

[216] Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim Terceıne ve Şerhi, VIII, 532.

[217] Müsned, VI, 142.

[218] Tirmizî, istizan 31; Ahmed b. Hanbel, V, 162.

[219] Bezlu'l-Mechud, XX, 154.

[220] İ'laüssünen, XVII, 427-428.

[221] a.g.e.s. 430.

[222] İbn Abidin.Reddu'l-Muhtar, V, 246.

[223] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/524-528.

[224] Buharı Fezailüssahabe 27, edeb 70; Tirmizî, menakıb 37, 60.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/528-529.

[225] el-Mübârekfûrî, Tuhfetu'l-Ahvezi, X, 373.

[226] a.g.e.

[227] İ'laü's-Sünen, XVII, 429.

[228] Aliyyü'i Kârî, Miftahu'l-Mefatih, IV, 579.

[229] İbn Abîdin, Reddu'i-Muhtar, V, 245.

[230] Askalanî, Fethu'1-Bâri, XIII, 296.

[231] a.g.e. ve yer.

[232] Gızau'l-Elbâb Şerh Manzumeti'1-Âdab, I, 287.

[233] İbn Abidin, V, 245.

[234] İ'laüsünen, XVII. 426.

[235] Taşkesenlioğlu, Mazhar, İbn Abidin, XV, 430.

[236] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/529-530.

[237] Buharî, edeb 17, 27; Müslim, fedail 65; Tirmizî, birr 12; Ahmed b. Hanbei, II, 228, 241, 269,514.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/531.

[238] Davudoğlu, Ahmed, Sahih Müslim Terceme ve Şerhi, X, 100-101.

[239] Aliyyü'l Kâri, Mirkatu'l-Mefatih, IV, 575.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/531-532.

[240] Buharî, tefsir Nur 24/5, II; Müslim, tevbe 56; Ahmed b. Hanbel, VI, 60, 103, 197.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/532.

[241] Nûr(24), II.

[242] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/532.

[243] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/533.

[244] et-Tehânevî, Ali Eşref, İ'laüssiinen, XVII, 426.

[245] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/533.

[246] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/533.

[247] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/533-534.

[248] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/534.

[249] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/534.

[250] Tirmizi, cihad 36; İbn Mâce, edeb 16; Ahmed b. Hanbel. 11,7, 86, III.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/535.

[251] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/535.

[252] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/536.

[253] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/536.

[254] Aynî, Binaye, IX, 326.

[255] Bilmen Ö. N. Hukuku Islamiyye Kamusu, III, 83.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/537.

[256] Müslim, iman 25-26; Tirmizî, birr 66; Ahmed b. Hanbel, III, 23.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/537-538.

[257] Bursevî, İ. Hakkı Ruhu'l-Beyan, X, 226.

[258] A. Kâri, Mirkatu'l-Mefatih, IV, 279.

[259] Et Tehânevî A. Eşref, İ'lamüssünen, XVII, 426.

[260] Ebû Dâvûd, 2140 nolu hadis.

[261] Taşkesenlioğlu, Mazhar, İbn Abidin, XV, 435.

[262] Aynî, el-Binaye, IX, 328; Darül Fikir 1981.

[263] Mirkatu'l-Mefatih, IV, 729.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/538-540.

[264] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/541.

[265] M. Zihni, el-Muktazab, 164.

[266] M. Zihnî, el-Müntehab, 436.

[267] Bakara (2). 184.

[268] Saffat (37), 107.

[269] Buharı, edeb 104.

[270] İbn Hacer,Fethu'l-Bari, XIII, 188-189, Mısır 1959.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/541-542.

[271] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/543.

[272] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/543-544.

[273] Tirmizî, edeb 13; Ahmed b. Hanbel. IV, 91, 93.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/545.

[274] Mirkat'l-Mefatih, IV, 583.

[275] İbnü'l Hacer, Fethu’I-Bâri. XIII, 293.

[276] Müslim, sala 84.

[277] Avnü'l - Mâbud, XIV, 143.

[278] Fethu'l-Bâri, XIII, 290. Mısır 1959.

[279] a.g.e. XIII-293.

[280] İ'laussünen. XVII. 429.

[281] İ'lâussünen, XVII. 430.

[282] Müslim, sula 84.

[283] İ'laüssünen, XVII, 428.

[284] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/545-549.

[285] Müslim, sahi 84; İbn Mâce, Dua 2; Ahmed b. Hanbel, V, 253-256.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/549.

[286] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/549.

[287] Müslim, mesacid 311: Ebu Davud, sala 11; Nesâi. mevakit 53; tbn Mâce, sala 10; Tirmizi. mevakit 16; Ahmed b. Hanbel, V, 298.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/550.

[288] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/550.

[289] Nesaî, Amelül yevmi velleyleti, 300.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/550-551.

[290] Buharı, istizan 19; Müslim, fedail 90; Tirmizî, istizan 5; İbn Mâce, edeb 12; Nesaî, Amelülyevmi, 301.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/551.

[291] Taşkesenlioğlu Mazhar, İbn Abidin Tercemesi, XV, 518, (Şamil Yayınevi).

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/551-552.

[292] Ahmed b. Hanbel. V, 286.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/553-554.

[293] Tevbe(9),25.

[294] Ahmed ibn Hanbel, V, 286.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/554.

[295] İbn Mâce, menasik, 56.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/555.

[296] Hatipoğlu Haydar, İbn Mace Tercümesi ve Şerhi, VIII, 263.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/555-556.

[297] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/557.

[298] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/557.

[299] Bu bahse burada yer vermeyeceğiz.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/557-560.

[300] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/560.

[301] Hz. Peygamber bazı sahih hadislerde, uğursuzluk addetmeyi, (teşâum) reddettiği halde (bak. Müslim. Selâm 110-1 14 (4. 1745-46, 2223-2224 HI.) burada uğursuzluktun bahsetme­si âlimler arasında münâkaşa vesilesi olmuştur. Hatifi Hattâbî ve diğer birçokları, bu üç şeyde uğursuzluk çıkarmanın nehycdildiğini (Mealim IV. 236) anlamışlardır. Onlara .göre bu üç nesneden sahiplerinin memnuniyetsizlikleri söz konusu olabilir. Bu durumda talak ve satış yoluyla halâs olması gerekir. Bâzılarına göre de kadının uğursuzluğu kısır oluşu; kötü dilli oluşu: bineğin uğursuzluğu huysuz, oluşu üzerinde cihâd edilmemesi vs. dir.

[302] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/560-562.

[303] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/562-565.

[304] Evin genişliği, bugünkü sosyologlara göre sâdece içerisinde yaşayanların sayısına değil, yaşayanın ikîisâdî durumuna da bağlıdır. Meselâ Fransa'da bekar yaşıyan bir kimse için 14m2'dir. Keza Amerika'da iki kişi için 67 m2, üç kişi için 90 m2 dört kişi için 103 m2 Ees-bit edilmiştir. (Famillc ei Habitation.l, 108), Oda sayısının tesbîti için de: "Eveveyn için bir yatak odası, -ailenin durumuna göre- evde kalan diğer nüfustan her ikisi (veya her biri) için birer oda. Diğer kısımların (oturma odası, gusulluıne, mutfak, hela...) sayı ve genişliği evde kalanların sayısına göre değişir" denmektedir, (a.e. 1.109.)

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/566.

[305] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/566-567.

[306] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/568.

[307] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/568-569.

[308] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/569-570.

[309] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/570-574.

[310] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/574.

[311] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/574-575.

[312] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/575.

[313] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/576.

[314] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/576.

[315] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/576.

[316] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/576-577.

[317] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/577-578.

[318] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/578-579.

[319] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/580-582.

[320] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/582.

[321] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/582-584.

[322] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/584.

[323] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/585-586.

[324] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/587.

[325] İbn Hacer'in Kuhubî'deh "Nebaf (ehlinin) kibarlaşması ve şehirlerde kasırlar edinme leri dînin inkılâba duçar olmasıdır" hadisi üzerine naklettiği .şu İzahı, enteresan olduğu için aynen naklediyoruz: "Hatİîsdcn maksûd ehl-i bûdiyçnın (köylülerin) amme işlerini (el-emr) istilâ etmeleridir. Memlekete zorla hâkini olurlar. Bunların (böylece) malları çoğalır. himmetleri (yüksek apartmanlar insansıyla) bina yarışma ve bununla tefâhura yönelir. Bu duruma içinde bulunduğumuz şu devir, şehâdcl etmekledir; (F.B. I. 131). Merhum Prof. Hamdı Râgıh Atadcınir bir vesile ile Cibril hadisinde geçen "lelavüiü'I-Bünyan" tabiriyle günümüzün demokrasi sistemine ve bunun manızı laral'ma delâlcî etliğini söylemiştir. Aynı hadîsi Mubâreklıirî de: "Bu hadis köylü ve benzeri ihtiyâç sahiplerinin dünyalık yönüyle zenginleşerek binalar yaptırmak sureliyle birbirlerine karşı böbürleneceklerine delâlet eder" der.

[326] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/587-589.

[327] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/589-592.

[328] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/593.

[329] A. Meşru meskende aranan şartlar şunlardır:

[330] Cânân Doç. Dr. İbrahim, Kütüb-i Sitte Muhtasarı, III, 179-216.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/593-594.

[331] Tirmizî, zühd 25; İbn Mâce, zühd 13; Ahmed b. Hanbel, II, 161.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/595.

[332] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/595.

[333] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/596.

[334] Tirmizî, kıyame 39; İbn Mâce, zühd 13.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/596-597.

[335] Beziüzzaman Said Nursî, Lem'alar, 134.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/597.

[336] Ahmed b. Hanbel, V, 445.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/598.

[337] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/598.

[338] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/599.

[339] İbn Esir, en-Nihaye, II, 353-354 ve biraz sonra gelecek olan 5241 no'Iu hadis.

[340] Buharı, cenâiz 8-9, 13, 15, 18 20-21, sayd 20-21; Müslim, Hacc 93, 94, 96-97, 99, 100-102 Ebû Davud, tahare 129-130, cenaiz 29, 80; Tirmizî, cenaiz 15.

[341] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/600-601.

[342] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/601.

[343] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/601.

[344] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/601-602.

[345] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/602.

[346] Müslim, zekat 54; Ahmed b. Hanbel; V, 354, 359.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/603.

[347] Buharî, sulh II, cihad 72, 128; Müslim, müsafirin 84, zekât 56; Ebu Davud, tetavvu 12; Ahmed b..Hanbel, 11,316,328.

[348] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/604.

[349] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/604.

[350] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/605.

[351] A.g.e.V, 178.

[352] A.g.e. V, 178.

[353] Müslim, salatül müsafirin 84.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/605-606.

[354] Müslim, birr 127.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/607.

[355] Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, X, 583-584.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/607.

[356] Buharı, istizan 49; Müslim, eşribe 100; Tirmizî, et'ime !5; İbn Mace, edeb 46; Ahmed b.Hanbel, II, 7-8,44, 78.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/608.

[357] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/608.

[358] Buharı, eşribe 22, beclu'1-halk 11, 16; Müslim, eşribe 96-97; Tirmizi, et'ime 15; İbn Mace,eşribel6; Muvatta, sıfatünnebiyy 21; Ahmed b. Hanbel, II, 363, II, 301, 374, 386, 395, V, 82, 262.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/608-609.

[359] Buharı, bedu'l-halk 16, istizan 49; Tirmizî, edeb 74, Ahmed b. Hanbel, II, 388.

[360] Müslim, eşribe 96.

[361] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/609.

[362] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/610.

[363] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/610.

[364] Bakara (2), 19.

[365] Aliyyül Kâri, Mirkatül-Mefatih, IV, 349.

[366] A'raf (7), 24.

[367] Karlığa. Dr. Bekir, Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, VI, 2925.

[368] Buharî, Bedu'l-halk 14.

[369] Umdetu'1-Kari, XV, 189.

[370] 5260 nolu hadis-i şerife bakınız.

[371] Medine'de Müslümanlığı kabul eden cinniler için bk. 5258 nr. Hadise.

[372] Davudoğlu, A., Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 693.

[373] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/610-612.

[374] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/612-613.

[375] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/613.

[376] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/613.

[377] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/613.

[378] Buharı, bedû'1-halk 14; Müslim, selam 128-129; Tirmizi, sayd 15; Ahmed b. Hanbel, II, 9, 121; III, ,452, 453, VI, 157,230.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/614.

[379] a.g. kaynaklar.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/614.

[380] Davudoğlu, A., Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 693.

[381] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/614-615.

[382] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/615.

[383] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/615.

[384] Bknz. 5253 nolu hadis.

[385] Aynî, Umdetü'l-Kari, XV, 189.

[386] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/616.

[387] Ahmed b. Hanbel, III, 27.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/616-617.

[388] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/617.

[389] Müslim, selam 139; Tirmizî sayd 15; Ahmed b. Hanbel, II, 41.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/617-619.

[390] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/619.

[391] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/619.

[392] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/620.

[393] Tirmizî sayd 15.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/620.

[394] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/621.

[395] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/621.

[396] Buharî, bedü'l-halk 15, enbiya 8; Müslim, selam 142. 144; Nesâî, men'asik 115; İbn Mace. sayd" 12; Darımı, edahi 72; Ahmed b. Hanbel, I. 176. VI. 421. 426.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/622.

[397] Müslim, selam 146; Tirmizî, sayd 12; Ahmed b. Hanbel, I, 420, II, 355.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/622.

[398] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/622-623.

[399] Mütercim Asım, Tercümetu'l-Kamus, II, 722; el-Mu'cemu'l-Vasit s. 1029., Çağrı Yayınla­rı, 1986.

[400] Abdurrahman ibn İbrahim eterdi, tere. Hayatu'l-Hayvan, II, 308.

[401] a.g.e. 11,310.

[402] İbn Mâce, .sayd 12; Ahmed b. Hanbel, VI, 83, 109, 217.

[403] A.b. İbrahim tere. Hayatu'l-Hayvan, II, 308.

[404] es-Seharenfuri, Bezlü'I-Mechud, XX, 202.

[405] Azimabadî. Avnü'l-Mabud, XIV, 174.

[406] Müslim, sayd 57, Ebu Davud, edahi 11; Tirmizî diyat 14; Nesâî, Dahaya 22, 26-27,45, 51-54, İbn Mâce, zebaih 3; Darımı, edahi 10.

[407] Bakara (2), 148; Ali İmran (3), I 14.

[408] Müslim, selam 147.

[409] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/623-625.

[410] Müslim, selam 149.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/626.

[411] Buharî, cihad 153, Nesaî, sayd 38, İbn Mâce, sayd 10; Ahmed b. Hanbel, II, 403.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/626.

[412] Nisa (4), 40.

[413] İbn İbrahim tere, Hayatu'l-Hayvan, II, 9.

[414] Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 699.

[415] Bezlu'l-Mechud, XX, 206.

[416] A. İbn İbrahim, a.g.e. 11,258.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/627-628.

[417] İbn Mâce, sayd 10; Darimî, edahi 26; Ahmed b. Hanbel, I, 332, 347.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/628.

[418] A. İbn İbrahim, a.g.e. II, 259.

[419] Hatipoğlu, H., Sünen-i İbn-i Mace Terceme ve Şerhi, VIII, 583.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/628-629.

[420] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/629-630.

[421] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/630.

[422] Nesaî, sayd 36.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/630.

[423] A. İbn İbrahim, a.g.e. II, 120-121.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/630.

[424] Buharî, edeb 122, teftir sure 48/5; Müslim, sayd 54; Ebû Davud, diyat 19; Nesaî, kasame 40; İbn Mace, sayd 11, mukaddime 2; Darimî, mukaddime 40; Ahmed b. Hanbel, IV, 86, V, 46, 54-57.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/631.

[425] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/631.

[426] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/632.

[427] Duman M. Zeki, Adabı Muâşere, 383.

[428] Nevevî, Şerhü Müslim.

[429] Aynî, Umdetü'1-Kari, XXII, 45.

[430] Nevevî, Şerhu Müslim, III, 148.

[431] el-Mubarekfurî, Tuhfetu'l-Ahvezi, VIII, 35.

[432] Sünen-i Ebu Davud, tahare 128.

[433] Cana, Doç. Dr. İbrahim, Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye, 89-90.

[434] Aliyyül Kâri, Şerhu Ayni'I-İIim, I, 245.

[435] Canan. İbrahim, a.g.e. s. 91.

[436] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/632-634.

[437] Duman Dr.  M. Zeki, Kur'an-ı Kerimde Adabı Muaşeret, s. 385.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/634.

[438] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/635.

[439] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/635.

[440] Nur (24), 30.

[441] Nur (24), 31.

[442] M.A Sâbûnî, Kur'an-i Kerim'in Ahkam Tefsiri, (Çeviren, M.Taşkesentioğlu) II, 165.

[443] Buharî, istizan 12, kader9, kader20-201; Ebu Davud, nikah 2152 ve 2153 nolu hadisler.

[444] Aclunî, Keşfü'l-Hafa, I, 44.

[445] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/636.

[446] Buharî, tefsir 45/1, tevhid 35, Müslim, elfaz 2, 3; Ahmed b. Hanbel, II, 238, 272.

[447] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/637.

[448] Yazır M. Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, V, 4322, VIII, 5492.

[449] Ali İmran (3), 26.

[450] Hafız İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihâye, 1, 23.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/637-638.