124-125. Kölenin
(Efendisine Karşı) Samimi Olması Hakkında
125-126. Köleyi Efendisine
Karşı Kışkırtan Kimse Hakkında (Gelen Hadisler)
126-127. (Eve Girmek İçin)
İstizan (İzin İsteme) Hakkında (Gelen Hadisler)
(Başkasının Evine Girmek
İçin) Nasıl İzin İstenir?
127-128. (Başkasının Evine Girmek
İçin) İzin İsteneceğinde (Ev Sahibine) Kaç Defa Selam Verilir?
Kişinin Kapıyı Çalarak İzin
İstemesinin Hükmü
128-129. Kişinin (Bir Yere)
Davetli Olması (Oraya Girebilmesi İçin) İzin (Sayılır) Mı?
132-133. Selamı Önce Veren
Kimsenin Fazileti
133-134. Öncelikle Selam
Vermek Kime Düşer?
134-135. Bir Adam Yanından
Ayrıldığı Adamla Karşılaşınca Selam Verir Mi?
135-136. Çocuklara Selam
Vermenin Hukmu
136-137. Kadınlara Selam Vermenin
Hükmü
137-138. Müslüman Ülkesinde
Yaşayan Azınlıklara Selâm Vermenin Hükmü
138-139. Meclisten Kalkınca
Selâm Vermenin Hükmü
139-140. Selâmı
"Aleykesselâm" Şeklinde Vermek Mekruhtur
140-141. (Bir Cemaat Adına
O) Cemaatten Bir Tek Kimsenin Selam Alması (Yeterlidir)
141-142. Musafaha (El
Sıkışma)
Sabah Ve İkindi
Namazlarından Sonra Müsafaha Yapmak (Caiz Midir?)
143-144. Ayağa Kalkma
Hakkında (Gelen Hadisler)
144-145. Kişinin Kendi
Oğlan Çocuğunu Öpmesinin Hükmü
145-146. İki Gözün
Arasından Öpmenin Hükmü
146-147. Yanaktan Öpmenin
Hükmü
147-148. El Öpme Hakkında
(Gelen Hadis)
149-150. "Allah Beni
Sana Feda Etsin' Demenin Hükmü
150-151 Bir Kimsenin (Diğer
Bir Kimseye): "Allah Gözünü Aydın Etsin" Demesinin Hükmü
151-152. Bir Kimsenin Diğer
Bir Kimse İçin Ayağa Kalkmasının Hükmü"
152- 153. Bir Adamın Diğer
Bir Adama: "Allah Seni Korusun" Demesinin Hükmü
153-154. Bir Adam
(Kendisine): "Falan Adamın Sana Selamı Var" Diyen Kimseye Nasıl
Karşılık Verir?
154-155. Bir Kimsenin Diğer
Bir Kimseye 'Lebbeyk: Buyur Emrindeyim" Demesinin Hükmü
156-157. Bina Konusunda
(Gelen Hadisler)
157-158. Yüksek Kat
Yaptırmanın Hükmü
158-159. Arabistan Kirazı
Ağacını Kesmenin Hükmü
159-160. Yollardan (Gelip
Geçeni) Rahatsız Eden Engelleri Kaldırmanın Fazileti
160-161. Geceleyin (Evlerde
Yanmakta Olan) Ateş(Ler)İ Söndürme Hakkında (Gelen Hadisler)
161- 162. Yılanları Öldürme
Hakkında
162-163. Kertenkele'nin
Öldürülmesi
163-164. Küçük (Kırmızı)
Karıncaları Öldürmenin Hükmü
164-165. Kurbağa Öldürmenin
Hükmü
165-166. Fiske Taşı
(Atmanın Hukmu)
Hitanın Sıhhî Yönden
Faideleri:
167-168. Kadınların
Erkeklerle Beraber Yolda Yürümeleri
168-169. İnsanın Dehre
Sövmesi(Nin Hükmü)
5169... Hz. Abdullah b. Ömer'den
(rivayet edildiğine göre); Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki köle
efendisine karşı samimi olup Allah'a ibadetini de güzel yaparsa, onun için iki
defa sevap vardır."[1]
"Samimiyet" diye
tercüme ettiğimiz "nasaha" kelimesi "nasihat" kökünden
alınma olup nasihat edilen kimseye hazz ve nasip toplamak manasına gelir ki
bundan murad, halinin iyiliğini istemek, onu noksanlardan kurtarmak ve
hilekârlıktan tasfiye etmektir.
Bu rivayetler, köleyi dürüst
hareket ederek sahibinin malında samimâ-ne çalışmaya, onu korumaya teşvik
etmektedir. Çünkü köle sahibinin malında bir çoban mesabesindedir. Çoban
sürüsünden nasıl mes'ulse o da sahibinin malından öyle mes'uldur.
İki ecir meselesine gelince,
bunun biri sahibine canla başla hizmet ettiği için, diğeri de Rabbine güzelce
ibadet ettiğindendif. Burada "kölenin ecri sahibinin ecrinden fazla
olmuyor mu?" diye bir sual hatıra gelebilir-se de Kirmanı bunda bir mahzur
olmadığını bildirmiştir. Yahutta bir cihetten kölenin ecri fazla, başka
cihetten de sahibinin ecri fazla olabilir.
Kölenin memlûk yani nıilk
olmakla vasıflandırılması, her köle memlûk, yani milk olmadığı içindir. Çünkü
köle sözü umumidir. Bütün insanlar Allah'ın kullan, köleleridir. Fakat herbiri
memlûk değildir.[2]
5170... Hz. Ebu Hüreyre'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bir kimsenin karısını
yahutta kölesini kendisine karşı kışkırtan kimse bizden değildir."[3]
"Habbebe" kelimesi
bozmak ve aldatmak gibi manalara gelir. Burada bir köleyi ya da bir
kadını tahrik ederek kafasını bozmak suretiyle efendisiyle arasını açmak ve
onun aleyhine geçirmek anlamında kullanılmıştır.
Metinde geçen "bizden
değildir" cümlesi "İslam ahkâmı üzerinde değildir" demektir.
Çünkü, hilekârlık, İslâm
çizgisi üzerinde yürüyen kimsenin vasfı değil, bu çizgiden çıkan facirlerin
vasfıdır.[4] Onların vasfı alçaklıktır ve böyle kimseler cennete (ilk)
girenlerden de olamazlar.[5]
Kocasına kızarak evini terk
İzin isteme (istizan): Yüce
Allah Mü'min kullarını en yüce edeblerde edeblendirirken: "Ey iman
edenler, kendi evlerinizden başka evlere sahipleriyle tanışıklık peyda etmeden
ve selam vermeden girmeyin. Umulur ki iyice düşünür (hikmetini idrak
eder)siniz."[7]
"
"Meskûn olmayan,
içerisinde sizin için bir menfaat bulunan yerlere girmenizde, sizin için bir günah
yoktur. Açıklayacağınızı da gizleyeceğinizi de Allah bilir."[9] buyurarak başkalarının evlerine izin olmadan
ve selam vermeden girmeyi yasaklamıştır.[10]
Ayet-i kerimede geçen istinas
(tanışıklık peyda etme) kelimesi, "bir adamın yahut bir hayvanın
vahşetinin gitmesiyle alışıp ülfet peyda etmesi,[11] ziyaretçilerin izin alması[12] gibi manalara gelir. Müfessirlerden
bazılan "izin istemek" anlamındadır, derlerken bir kısmı da "ev
sahibinin girmeye müsait olup olmadığını öğrenmek ve evde bir kimsenin olup olmadığını
anlamak" şeklinde tefsir etmişlerdir.[13]
Ahkâmü'l-Kur'ân sahibi Sabûnî
der ki: "İstinas lafzından maksat, mücerred manada izin almak olmayıp,
asıl maksat ev sahibinin ziyaretçiyi kabule hazır olduğunu araştırıp tesbit
etmek demektir."[14] Birçok medeniyetsiz insanların yaptıkları gibi "baskın
yaparcasına birdenbire ve vahşice girmeyip insaniyete layık ve hâle muvafık bir
ünsiyet ibraz etmek demek olur.[15]
Bütün bu açıklamalardan anlaşılıyor
ki, her insanın kendi evinden başka evlere girerken ev sahibini haberdar edip
izin almadan ve selamdan sonra "buyurun" şeklinde hüsri-ü kabul
gelmedikçe herhangi bir ev, daire v.s.'ye girmesi uygun bir hareket değildir.
Allah teâlâ mü'minleri bundan men'etmiştir.
Akla şöyle bir soru gelebilir.
"Acaba insanın kendi yakınları, dostları yanına girerken de izin alması
gerekir mi?"
Bu âyetin hükmünün umûmî
olduğunda bütün müfessirler ittifak etmiş olmaktan başka yüce mevla en yakın
(küçük çocuklar ve hizmetçi) kimseler hakkında bile bu konuda âyet inzal
buyurmuş, ev halkının dahi biri-birlerinin odalarına girerken izin almalarını
emretmiştir. Bu konuda istisnanın olmadığını İbn Abbas (r.a.)'den
öğrenebiliriz. Atâ b. Ebi Rebah'ın naklettiğine göre İbn Abbas (r.a.) şöyle
demiştir: Rasulullah (s.a.)'a
Aynı evde oturduğumuz
himayemdeki yetim kız kardeşimden de izin isteyecek miyim? dedim de bana:
Evet, dedi. Ben ruhsat vermesi
için tekrar ettim. Kabul etmedi ve:
Sen-onları çıplak olarak
görmek ister miydin? dedi. Ben:
Hayır, dedim.
O halde izin iste! buyurdu.
Rasulullah (s.a.)'e tekrar müracaat ettiğimde bana:
Allah'a itaati sever misin?
buyurdu. Ben:
Evet dedim.
O halde izin iste! dedi.[16]
Bu hadis-i şeriften de
anlaşılıyor ki bu konuda asla taviz yoktur. Her müslüman hoş görmeyeceği utanç
verici hallerle karşılaşmamak için hem ev halkı bile olsalar birbirlerinden
izin almadıkça birebirlerinin odalarına girmemelidirler. İster teklifsiz kabul
ettiğimiz eş-dost ve akrabalar olsun, ister yabancı, hiç bir müslürnarun izin
almadıkça kesinlikle girmemesi lazımdır, "Adam sen de" dersek ya
kovuluruz, ya da kovulmaktan da beter bir hale düşeriz. Öyleyse her mü'minin
izzet-i nefsini koruması için yüce Allah'ın öğrettiği muaşeret esaslarına itina
göstermesi icab eder.[17]
5171... Hz. Enes b.
Malik'den (rivayet edildiğine göre, bir adam Peygamber (s.a.)'in odalarından
birine başını uzatarak içeriye bakmış da Rasulullah (s.a.) bir mızrağın uc
demiriyle veya bunlardan birkaç tanesiyle (buradaki şüphe raviye aittir) onun
üzerine yürümüştü. (Ravi sözlerine devam ederek şöyle) dedi: Ben Rasulullah
(s.a.)'m (elindeki bu temreni, o evinin içine bakan kimseye) saplamak için
(Onun) üzerine saldırışını (hâlâ) görür gibiyim.[18]
5172... Hz. Ebu Hüreyre
Rasulullah (s.a.)'i (şöyle) buyururken işittiğini söylemiştir:
"Kim bir cemaatin evin(in
için)e izinleri olmadan bakar da (onlar da) onun gözünü çıkarırsa (o adamın bu)
gözü heder olur."[19]
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifler izinsiz olarak bir başkasının evine girmek şöyle dursun,
bakmanın bile caiz olmadığım, böyle bir hareketin sahibinin gözünün heder
olmasına sebep olacak kadar ağır bir suç olduğunu ifade etmektedirler.
Bilindiği gibi heder; boşa
gitmek demektir. Yani hakkında kısas ya da diyet davası açılamaması, kanının
boşa akıp telef olması demektir. Binaenaleyh yabancı bir eve girmeden önce izin
istemek farzdır. Bu hususta erkek ile kadın arasında bir fark olmadığı gibi
sağlam ile kör arasında ve hür ile köle arasında da bir fark yoktur. Alimlerin
cumhuru da bu görüştedir.[20]
Bir kimsenin yabancı bir evi
gözetlemesinin haram olduğunda ittifak olmakla beraber bu suçu işleyen kimsenin
men edilmesi, dövülmesi, gözlerinin kör edilmesi halinde ne lazım geleceği
hakkında ihtilâf vardır:
1. İmam Şafiî (r.a.)
ile Ahmed b. Hanbel (r.a.)'e göre ev halkı evi izinsiz gözetleyen kimsenin
gözünü kör etseler, kısas gerekmez. Ayrıca röntgenci bir hak da taleb edemez.
Delileri ise mevzumuzu teşkil
eden (5172) nolu hadisle: "Eğer evime muttali olmak için gözetlediğini
bilsem şu demiri gözlerine sokardım. İçeri girmek için izin istemek ancak
gözleri haramdan korumak içindir."[21] mealindeki hadistir.
2. İmam Mâlik (r.a.) ile İmam
Ebu Hanife (r.a.)'e göre ise röntgencinin gözünün kör edilmesi cinayettir.
Dolayısıyla ya diyeti verilir, ya da kısas yapılır, delileri ise: "Cana
can, göze göz buruna burun, kulağa kulak, dişe diş...(karşılıklıdır)"[22] âyetinin hükm-i umumisidir.
Buna göre, kim birinin gözünü
-velev ki evini gözetlediği için olsa- kör etse, cani olur. Eğer kasden
yapmışsa kısas yapılır. Hataen yapmışsa diyetini verir...
Malikî ve Hanefî âlimleri
Şafiî ve Hanbelilerin delil aldıkları "Her kim bir evi izinsiz olarak
gözetlerse...” hadisini şöyle tevil ederler: Bir .
evin içini, o evdeki kadınları
görmek için bakan kişi evvelâ menedilir. Tekrar gözetlerse o zaman zor
kullanılır. İşte bu zor kullanma sırasında gözetleyenin gözü kör edilirse onun gözünün
kanı heder olmuştur. Zira o adam zâlim ve haddi tecavüz etmiştir."
Bu mevzuda Cessâs şöyle der
fakihler bu hadisin zahirinin hilafına hükmederler. Çünkü Ebû Hüreyre
(r.a.)'nin rivayet ettiği bu hadis usûle muhalif olduğu için reddofunur. Usûle
muhalif olduğu için reddolunan "zina çocuğu cennete girmez" ve
"kim bir ölü yıkarsa kendisi de yıkansın, kim bir cenazeyi taşırsa
abdesti bozulması bile abdest alsın." hadisleri gibi reddolunur. Şüphe yok
ki bir eve izinsiz giren kimsenin gözünü kör edene kısas lâzımdır."
Şafiî fakihlerinden iman
Fahreddin Razî de şunları söyler: "Bilmiş olunuz ki "cana can, göze
göz." âyeti bu hususta zayıf bir delildir. Zira onların "izinsiz bir
eve girenin gözünü kör etmek caiz değildir" sözleri zayıftır. Çünkü içeri
izinsiz girmekle gözetlemek ayrı şeydir. İçeri izinsiz giren adamı evde olanlar
bilirler ve kaçarak örtünürler. Ama içeriyi gözetleyen! evde bulunanlar
bilemezler, korunamazlar, dolayısıyla gözetleyici bir yabancının görmesi caiz
olmayan şeyleri görebilir. Öyleyse şer'î hükümde de gözetleyicinin bu
davranışını önlemek için daha ağır bir ceza ile cezalandırılması icâb
eder."
Bize göre Hanbeli ve
Şafiîlerin delilleri daha kuvvetli ve bu bakımdan tercihe diğerlerinden daha
şayandır.[23]
5173... Hz. Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"(Kişi evin içine baktı
da) Bakış (eve) girdi mi, artık (eve girmek için) izin (almaya lüzum)
yoktur."[24]
Bu hadis-i şerif eve girmek
için sahibinden izin. almanın hikmetini açıklamaktadır.Hadis-i şerifin
açıklamasından anlaşılıyor ki, birisinin evine girmeden önce izin istemekten
maksat, gözü ev halkının görülmesi haram olan yerlerini görmekten korumak ve
ev halkının görülmesini arzu etmedikleri özel hallerine muttali olmayı
önlemektir.
Nitekim "Meskûn olmayan,
içerisinde sizin için menfaat bulunan (ev ve) odalara girmenizde size bir vebal
yoktur."[25] âyet-i kerimesi buna delalet ettiği gibi şu hadis-i şerif de
bunu açıkça ifâde etmektedir:
1. Yesaroğlu Ata
şunları anlatır: Bir adam Rasûlullah (s.a.)'a:
Ey Allah'ın Resulü! Annemin
huzuruna girmek için izin isteyecekmiyim? diye sordu. O da:
Evet buyurdu. Adam:
Ben evde onunla beraber
oturuyorum, deyince Rasûlullah (s.a.):
Ondan izin iste, dedi. Adam:
Ona ben hizmet ediyorum,
dediğinde Rasûlullah (s.a.) yine:
Ondan izin iste, onu çıplak
olarak görmek ister misin? dedi Adam:
Hayır, dedi Rasûlullah (s.a.)
da:
O halde izin almadan yanına
girme, buyurdu.[26]
Münzirî'nin açıklamasına göre
bu hadisin senedinde Kesir b. Zeyd el-Eslemî vardır. Bu ravinin rivayet ettiği
hadisler delil olamazlar.[27]
5174... Hüzeyl'den
demiştir ki: Bir adam geldi -Osman (b. Ebî Şeybe bu adamın) Sa'd (b. Ebi
Vakkas) olduğunu rivayet etti. Peygamber (a.s.)'ın kapısının önüne durup izin
istedi ve kapının önüne dikildi.
Osman (b. Ebi Şeybe bu sözü)
"kapıya karşı (dikildi)" diye rivayet etti.-
Peygamber (s.a.)'de ona:
"Şöyle (dur kapı) senden (biraz sağda veya solda kalacak şekilde biraz
sağa veya sola doğru çekil) yahutta şöyle (dur). Çünkü izin göz içindir"
buyurdu.[28]
5175... (Bir Önceki
hadisin) bir benzerini de Peygamber (s.a.)'den Sa'd (b. Ebi Vakkâs) rivayet
etmiştir.[29]
Bu hadis-i şerifler eve girmek
için izin istemekten maksadın gözü ev halkının mahrem yerlerini görmekten
korumak olduğunu açıkladıkları için izin istemek için kapıyı çaldıktan sonra
ev sahibinin çıkmasını beklerken, kapı açılınca evin içini görecek şekilde
kapının tam karşısında durmayıp sağa ya da sola çekilmek gerektiğini ifade
etmektedirler.
Binaenaleyh içeri girmek için
izin almak gayesiyle kapıyı çaldıktan sonra ev sahibinin çıkmasını beklerken
içeriyi görmemek için kapının sağ veya sol tarafına çekilmek ve kapı açılınca
derhâl içeriyi gözleri salmamak yüce dinimizin arzu ettiği terbiyedendir.
Kapıyı çalmadan önce acaba
içeride kimse var mı anlamında da olsa, kapıdan veya pencereden içeriye
bakmamak, hem yüce Allah'ın: "Tecessüs etmeyiniz..."[30] âyet-i kerimesi ile hem de mevzumuzu
teşkil eden babda yer alan hadislerle emr olunmuştur.[31]
5176... Kelede b.
Hanbel'den (rivayet edildiğine göre) Safvan b. Ümeyye, kendisini (bir miktar)
süt, bir ceylan yavrusu ve ufak cins birkaç salatalıkla Mekke'nin en
yukarısında bulunan Peygamber (s.a.)'e göndermiş.
(Kelede olayı şöyle anlatıyor:
Hz. Peygamber'in huzuruna) selâm vermeden girdim. Bunun üzerine bana:
Geri dön ve esselâmü aleyküm
(içeri girebilir miyim?) de! buyurdu.[33]
Bu (Olay) Safvan b. Ümeyye'nin
müslüman oluşundan sonradır.
Amr (b. Ebî Süfyan) dedi ki: Bu
hadisi bana (Ümeyye) b. Safvan Kelede b. Hanbel'den rivayet etti. (Fakat):
"bunu ondan (kendi kulaklarımla) işittim" demedi.
Ebu Davud dedi ki: (Her ne
kadar hu hadis-i şerifi şeyhim İhn Beşşâr bana rivayet ederken Amr'dan sonra
gelen ravinin ismini açıkça belirtmeden Ihn Safvan diye bildirmişse de bu
hadisi hana rivayet eden ikinci şeyhim) Yahya b. Habib (o ravinin isminin)
"Ümeyye b. Safvan' (olduğunu) rivayet etti. Ve yine (bu şeyhim) Yahya (h.
Habih'in) haber verd(iğine göre) Amr b. Abdillah b. Safvan (bu hadisi)
kendisine Kelede b. Han-bel'in bildirdiğini söylemiştir.[34]
5177... RibTden demiştir
ki: Âmir oğullarından bir adamın bildirdiğine göre, kendisi Peygamber (s.a.)
evde iken "Girebilir miyim?" diyerek izin istemiş de Peygamber (s.a.)
hizmetçisine: "Şu adam(ın yanın)a çık ve ona izin istemeyi öğret, ona:
"Esselâmü aleyküm girebilir miyim de(mesini) söyle!" buyurmuş.
Adam da bunu işitmiş ve:
"Esselâmü aleyküm girebilir miyim?" demiş. Bunun üzerine Peygamber
(s.a.) ona (girmesi için) izin vermiş, (o da Hz. Peygamberin huzuruna
girmiştir.[35]
5178... Ribîb. Hıraş'dan
demiştir ki: Bana haber verildiğine göre Âmir oğullarından bir adam (huzuruna girmek
için) Peygamber (s.a.)'den izin istemiş" (Daha sonra Hiraş, bir önceki
hadisin manasını (rivayet etti).
Ebu Davud dedi ki: Aynı
şekilde (bu hadisi, bize) Müsedde, Ebu Avâ-ne'den o Mahsur'dan, o da Rib'Tden
rivayet etti. (Ancak bu rivayete göre Rib'î) -Âmir oğullarından birinden
rivayet edilmiştir- (sözünü) söylemiştir.[36]
5179... Âmir oğullarından
bir adamdan (rivayet edildiğine göre) kendisi Peygamber (s.a.)'den (huzuruna
girmek üzere) izin istemiş, (sözü geçen adam hadisin bundan sonraki kısmında
5177 nolu hadisin) manasını (rivayet etmiş ve) şöyle demiştir: Ben Hz.
Peygamberdin hizmetçisine: Çık da şu adama izin istemesini ve "esselâmü
aleyküm girebilir miyim?" demesini öğret, dediğini) işittim de bunun
üzerine "esselâmü aleyküm girebilir miyim?" dedim ve (yanına
girdim.)[37]
Bu hadis-i şeriflerin zahiri,
yabancı bir eve girmeden önce izin istemenin ve selam vermenin lüzumuna delalet
eder. Bütün fakihler bu görüştedirler. Nitekim: "Ey iman edenler, kendi
(ev ve) odalarınızdan başka (evlere ve) odalara, sahipleriyle alışkanlık peyda
etmeden ve selâm vermeden girmeyin..."[38] âyet-i kerimesi de bunu ifade etmektedir.
Ancak izin istemekle selam vermek aynı derecede değildir. İzin istemek farz,
selam vermek ise sünnettir. Daha önce de açıkladığımız gibi, izin istemenin
farz oluşu gözü haramdan korumak içindir. Nitekim hadis-i şerifte "izin
istemek ancak gözlerin haramdan korunması içindir." Duyurulmuştur.[39] Öyleyse izin istemek farz, selam vermek
sünnettir. Hadis-i şerifte açıklandığı üzere izin isteme "esselamü
aleyküm, içeri girebilir miyim" şeklinde selamla başlamalıdır. Selamla
başlamak şartıyla "içeri girebilir miyim" anlamına gelen başka sözler
de kullanılabilir.[40]
5180... Ebû Said
el-Hudrî'den demiştir ki:
Ensar'ın meclislerinden bir
mecliste oturuyordum. Hz. Ebu Musa, korkmuş bir halde (yanımıza) çıkageldi.
Kendisine:
Seni korkutan şey nedir?
dedik. O:
Ömer, yanına varmam için bana
emir vermişti. Ben de (kapısının) yanma varıp (içeri girmek için) üç defa izin
istedim, (fakat) bana izin verilmedi. Ben de geri döndüm. (Bir de baktım Ömer
hemen arkamdan yetişti ve bana):
Yanıma (girip) gelmene engel
olan nedir? dedi. Ben de:
Ben geldim. (İçeri girebilmem
için) üç defa izin istedim. (Fakat) izin verilmedi. Rasûlullah (s.a.) de:
"Sizin biriniz (içeri girmek için) üç defa izin ister de kendisine izin
verilmezse geri dönsün" diye buyurmuştu, dedim. (Bunun üzerine Hz. Ömer):
Buna dair mutlaka bir delil
getirmelisin! dedi. (Ravi Ebu Said sözlerine şöyle devam etti:) Bunun üzerine
(orda bulunan ben) Ebu Said (Hz, Ebu Musa'ya):
Seninle (buradan) kavmin en
küçüğünden başkası kalkmaz diye cevap verdi(m) ve (ben) Ebu Said onunla
beraber kalktı(m) ve o hadis(in doğruluğu) hakkında şahitlik etti(m).[41]
5181... Hz. Ebu Musa
(el-Eşârî, yani Abdullah b. Kays)'dan (rivayet edildiğine göre) kendisi
(birgün) Hz. Ömer'in (kapısının) yanma varmış (birincisinde): "Ebu Musa
izin istiyor" (ikincisinde): "el Eş'arî izin istiyor"
(üçüncüsünde): "Abdullah b. Kays izizn istiyor" diyerek (içeri girmek
için) izin istemiş de kendisine izin verilmemiş. Bunun üzerine geri dönmüş.
Hemen arkasından Hz. Ömer ona (geri gelmesi için haber) göndermiş (de tekrar
Hz. Ömer'in huzuruna gelmiş. Bunun üzerine Hz. Ömer, O'na): "Seni geri
çeviren sebep nedir?" diye sormuş O da:
Rasûlullah (s.a.):
"Biriniz üç defa izin ister de izin verilirse (içeri girsin), yoksa dönüp
gitsin" buyurdu (da onun için dönüp gitmiştim) diye cevap vermiş, (Hz.
Ömer de):
Bunun hakkında bana bir delil
getir" demiş, bunun üzerine (Hz. Ebu Musa) hemen gitmiş ve (bir süre)
sonra (yanında (Hz. Übeyy b. Ka'b ile birlik) dönmüş.
İşte Übeyy! (Söz konusu hadis
hakkında şahitlik edecek) demiş. Hz. Ubey de:
Ey Ömer, Rasûlullah (s.a.)'ın
sahabileri üzerinde bir işkence olma; demiş.
Ömer de:
Rasûlullah (s.a.)'ın ashabı
üzerinde bir işkence olmayacağım, demiş.[42]
İmam Nevevî'ye göre Hz. Ebu
Said el-Hudrî, Ebu Musa'ya karşı söylediği: "Seninle buradan (bu hadise
şahitlik etmek için) kavmin en küçüğünden başkası kalkmaz" sözüyle Hz.
Ömer'in Hz. Ebu Musa'ya karşı takındığı sert tavrı reddetmek istemiştir. Çünkü
Hz. Ebû Said el-Hudrî'nin meclisin yaşça en küçüğü olarak Hz. Ömer'in huzuruna
varıp Hz. Ebu Musa lehine şahitlik etmesi:
Ey Ömer! Hz. Ebu Musa'nın
söylediği bu söz meşhur bir hadistir. Bunu büyüklerimiz bildiği gibi,
küçüklerimiz bile bilir. Bunun hadis olduğuna şahitlik etmek için
büyüklerimizin bu işe kalkışmasına gerek yoktur. Bunu bu cemaatin en küçüğü
olan ben bile yapabilirim, demek anlamına gelir.
Aslında Hz. Ömer 'in Hz. Ebu
Musa'ya karşı bu kadar sert ve titiz davranması onun yalan söylemesine ihtimal
verdiği için olmadığı gibi haberi vahidi kabul etmediği için de değildir.
Hz. Ömer, Hz. Ebu Musa'ya
.karşı takındığı bu tavırla rastgele, şahitsiz hadis rivayet etme çığırın
açılmasına, yalancı ve münafıkların da bunu meslek haline getirmelerini imkân
vermemek, bu yolun açılmasını önlemek istemiştir.
Nitekim Hz. Ubeyy:
Ey Ömer Rasûlullah (s.a.)'ın
sahabilerine bir işkence olma, dediği vakit, Hz. Ömer'in:
Subhanallah, ben bir söz
işittim, sadece onun aslı olup olmadığını anlamak istedim,[43] diye cevap vermesi de bunu gösterir.
İmam Nevevî diyor ki
"Ulema izin istemenin meşru olduğunda icma etmişlerdir. Bu hususta,
Kur'an, Sünnet ve icma-i ümmetten birçok deliller vardır. Bu işin sünnet vechi,
selam verip en çok üç defa izin istemektir. Nitekim bu cihet, Kur'an-i Kerimde
tasrih buyurulmuştur. Ulema selamın mı önce verileceği, yoksa izinin mi önce
isteneceği hususunda ihtilâf etmiştir. Sünnetin ifade ettiği muhakkik ulemanın
da kail olduğu sahih kavle göre, evvelâ selam verilir, sonra "gireyim
mi?" diye izin istenir. Üçüncü bir kavle göre -ki bü kavil ulemamızdan
Marûdî'nin mezhebidir. İzin isteyen kimse içeriye girmezden önce ev sahibini
görürse, evvelâ selâm verir. Aksi takdirde evvelâ izin ister, selamın önce
verileceği hususunda Peygamber (s.a.)'den iki sahih hadis rivayet olunmuştur.
Üç defa izin ister de
kendisine izin verilmez ve hane sahibinin işitmediğini zannederse bu hususta
üç mezheb vardır: Bunların en meşhur olanına göre, oradan dönüp gider, izin
istemeyi tekrarlamaz. İkinci kavle göre izin istemeye devam eder, üçüncü kavle
göre izin kelimesiyle söze başlamışsa onu (bir daha) tekrarlamaz. Başka bir
sözle izin istemişse tekrarlar. Bu hususta en açık delille amel etmek isteyenin
hücceti Rasûlullah (s.a.)'ın bu hadiste bildirilen: "Kendisine izin
verilmezse geri dönsün" sözüdür.
Bu rivayetler kapıya gelen bir
müslümanın sadece selam vermekle yetinmeyip kendisini ev sahibine
bildirmesininin lüzumuna, ashab-ı kiramın hak uğrunda kimseden korkmadıklarına
bir delildir.[44]
Her ne kadar (5180) nolu
hadis-i şerifte, Hz. Ömer'e karşı Ebu Musa hadisi hakkında şahitlik eden
kimsenin Hz. Ebu Said olduğunu ifade edilirken (5181) numaralı hadiste o
kimsenin Hz. Übeyy b. Ka'b olduğu ifade ediliyorsa da bu durum iki hadis
arasında bir uyuşmazlık olduğunu göstermez. Çünkü bu hadisin sıhhatine önce Hz.
Ebu Said şahitlik etmiş, sonra da Hz. Übeyy şahitlik etmiş olabilir.[45]
1. Başkasının evine girmek için
izin istemek arz kılınmıştır.
2. İzinden önce selam verilir.
3. Selâm üçe kadar
tekrarlanabilir.
4. Sedd-i Zerayi (kötülüğe giden
yolları kapamak) İslamiyyette önemli bir esastır.
5. İlk anda bu
hadisten hareketle; haber-i vahid delil olamaz. Çünkü bu hadisi rivayet eden
bir kişidir. O da yanılmış olabilir diye bir hükme varılabilirse de Hafız İbn
Hacer'in açıklamasına göre bazı ilim adamları bu hadis-i şeriflerin zahirine
sarılarak "haber-i vahitin delil olamayacağını" söylemişlerse de
aslında bu hadis-i şeriflerde Hz. Ömer'in haberi vahidi reddettiğine ve
dolayısıyla haber-i vahidin delil olamayacağına dair bir ifade veya delalet
yoktur. Çünkü Hz. Ebu Musa'nın hadisini aynı şekilde Hz. Ebu Said'in rivayet
etmesi onu haber-i vahidlikten çıkarıp tevatür derecesine çıkaramaz."
Buna Hz. Ubeyy'in de şehadet
etmesiyle bu haberin mütevatir olduğu anlaşılmıştır da Hz. Ömer ondan sonra
bunu hüccet olarak kabul etmiştir." diye de itiraz edilemez. Çünkü Hz.
Ömer bu hadisin sahihliğini kabul etmek için Hz. Ebu Said el-Hudri'nin
şahitliğiyle yetinmişti. Hz. Ubeyy sonradan ve kendiliğinden bir şahidlik daha
yaptı.
Ayrıca buraya kadar olan
açıklamalarımızdan da anlaşılacağı üzere Hz. Ebû Musa'dan bu hadisin sıhhatine
dair ısrarlı bir şekilde şahid getirmesini istemesi, Hz. Ebu Musa'ya veya onun
rivayet ettiği bu hadise güvensizliğinden değil, münafıkların ve yalancıların
açacakları rastgele hadisi rivayet etme çığırını kapamak içindir. Hz. Ömer'in
hayatı boyunca haber-i ahadla amel etmiş olması da bunu gösterir.[46]
5182... Ubeyd b. Umeyr'den
(rivayet edildiğine göre Hz. Ebu Musa (el-Eş'ârî) Hz. Ömer'den (yanına girmek
için) izin istemiş; (Ubeyd bu rivayetine devam ederek) şu (bir önceki hadiste
anlatılan) olayı (naklettti ve) bu rivayetinde (şunları da) söyledi:
Sonra (Hz. Ebu Musa) Hz. Ebu
Said'le birlikte (Hz. Ömer'in huzuruna) gitti ve hadis(in sıhhati) hakkında
şahitlik etti. Bunun üzerine (Hz. Ömer, Hz. Ebu Musa'ya): "Demek Resul~i
Ekrem'in emrinden olan bu (hadis) bana gizli kalmış. Beni (bunu öğrenmekten)
pazarlarda (yaptığım) alışverişler alıkoydu. Fakat sen (bundan sonra benim
yanıma girmek istediğin zaman) istediğin kadar selam ver. (Ama şahsımla ilgili
olan bu meselede benden izin almana lüzum görmediğimden) izin istemezsin"
dedi.[47]
5183... (Şu (bir önceki
hadiste anlatılan) olay Hz. Ebu Musa el-Eş'ârî1-den bir de (oğlu) Ebu Bürde b.
Ebi Musa kanalıyla (rivayet edilmiştir. Bu rivayete göre râvi Ebu Bürde şöyle)
demiştir:
Bunun üzerine Hz. Ömer,
(babam) Hz. Ebu Musa'ya şöyle dedi:
Şunu iyi bil ki, ben seni (bu
hadisten dolayı) suçlamadım, Fakat Rasûlullah (s.a.)'dan hadis (nakletmek)
çetin (bir iş)dir (de onun için üzerinde böyle titizlikle durmak lüzumunu
hissettim).[48]
5184... Rabi b. Ebi
Abdirrahman ile onların bu konuda (bilgisi olan) birçok ilim adamlarından
(rivayet edildiğine göre) Hz. Ömer, Hz. Ebu Musa'ya şöyle demiştir:
Şunu iyi bil ki ben (bu
hadisten dolayı) Seni suçlamadım. Fakat halkın Rasûlullah (s.a) hakkında hadis
uyduracağından endişe ettim.[49]
Bu hadis-i şerifler, Hz.
Ömer'in haber-i vahidle amel edilemeyeceği görüşünde
olduğunu iddia edenlerin aleyhine bir delildir. Çünkü bu hadis-i şerifler
Hz. Ömer'in Ebu Musa el-Eş'ârî'nin rivayet ettiği (5180) ve (5181) nolu
hadisleri kabul etmeyiş sebeplerinin ahad yolla rivayet edilmesi olmayıp, kötü
niyetli kimselerin şahidsiz olarak hadis rivayet etme çığırını açarak bu yolla
İslama zarar vermeye çalışacaklarından endişe etmesi olduğunu ifade etmektedir.[50]
1. Haber-i vahid (ahadla) amel
etmek caiz olmakla beraber, ahad yolla gelen hadisler üzerinde titizlik
göstermek, İslam anlayışının gerektirdiği bir vecibedir.
2. Sedd-i zerayi'
(kötülüğe giden yollan kapamak) kötülüğün derecesi nisbetinde önemli bir
görevdir.
3. Büyük ilim adamlarının ve
sahabilerin bile bir hadis-i şerifi işitmemiş veya öğrenmemiş olması
mümkündür.
4. Bir kimsenin bir
âlime tabi olurken onun bütün hadisleri bildiğine inanarak tabi olması ve
körükörüne onu taklid etmesi caiz değildir.
5. Hadis rivayet etmek, çok
dikkat isteyen bir iştir. Bu bakımdan hadis rivayet eden kimseden sened
istemek, kendisini itham etmek anlamına gelmez.
6. Selam verildiği
halde karşılık alınamadığı zaman, selam üç kereye kadar tekrarlanabilir.[51]
5185... Kays b. Sa'd (b.
Ubade)'den demiştir ki:
(Birgün) Rasûlullah (s.a.)
bizi ziyaret için evimize gelmişti:
Esselamü aleyküm ve
rahmetullah, dedi (Babam) Sa'd de: Bu selamı sesini yükseltmeden hafifçe aldı.
Bunun üzerine ben: "Rasûlullah (s.a.)'e (evimize girmesi için) izin
vermiyor musun? dedim.
Sen O'nu bırak (biz selamı
aldığımızı böyle hissettirmesek) bize selamı çoğaltır (biz de o selamlarla
bereket buluruz), dedi. Hemen arkasından Rasûlullah (s.a.) (ikinci defa olarak):
Esselamü aleyküm ve
Rahmetullah, dedi (Babam) Sa'd (bu selamı da yine) alçak sesle aldı.
Sonra Rasûlullah (s.a.)
(üçüncü defa olarak) "Esselamü aleyküm ve rahmetullah" dedi. Sonra da
dönüp gitti ve (babam) Sa'd de arkasından varıp:
Ey Allah'ın Resulü! Ben senin
selâmını işitiyordum, bize selâmı çoğaltman için (selâmını işittiğimi belli
etmemeğe çalışarak) onu hafif bir sesle alıyordum, dedi. Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.) onunla dönüp geldi. (Babam) Sa'd de (Onun yıkanmasını temin
etmek maksadıyla) O'nun için su ve sabun (getirilmesini) emretti. (Bunlar
derhal getirildi ve Hz. Peygamber de bunlarla) yıkandı. Sonra (babam) kendisine
zâferanla veya alçehre ile boyanmış bir peştemal getirdi. (Hz, Peygamber de)
ona sarındı. Sonra ellerini kaldırıp:
"Allahümme c'al
salavâtike ve rahmeteke alâ âl-i Sa'd ibn Ubade! (Ey Allah, Sa'd b. Ubade
ailesinin makamlarını yükselt ve onlara rahmet et!" diye dua etti. Sonra
biraz yemek yeyip de ayrılmak isteyince (babam) Sa'd kendisine üzeri kadife
(palan) ile donatılmış bir merkep yaklaştırdı. Rasûlullah (s.a.) de ona bindi,
(babam) Sa'd (bana): "Ey Kays! (evine kadar) Rasûlullah (s.a.)'e arkadaş
ol" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.)'de bana: "Sen de bin!"
buyurdu.
Ben de (Rasûlullah'ı rahatsız
etmemek için) kabul etmedim. (Rasûlullah (s.a.):
Ya binersin yahutta (evine)
dönersin, (benimle yaya olarak gelip de yorulma) dedi. Bunun üzerine (evime)
dönüp gittim.
Hişam Ebu Mervân (bu hadisi)
"Muhammed b. Abdurrahman b. Sa'd b. Zürare'den (şeklinde muan'an olarak
rivayet etti.
Ebu Davüd dedi ki: Ömer b,
Abdih Vâhid ile İbn Semaa da bu hadisi Kays b. Şadın ismini söylemeden
Evzaî'den mürsel olarak rivayet ettiler.[52]
Metinde geçen
"g.s.l" kelimesi eğer gayın harının fethasıyla "gasl"
şeklinde okunursa "kendisiyle gusl edilecek su" anlamına gelir fakat
gayn harfinin kesresiyle "gisl" şeklinde okunursa, "gusul
esnasında kullanılan ve temizliğin daha iyi yapılmasını sağlayan sabun, hatmi
gibi maddeler" anlamına gelir.
Aslında zaferan kokusu
sürünmek, yasaklandığı halde Hz. Peygamberin zâferanla boyanmış bir peştemala
sarınması, iki şekilde yorumlanabilir.
a. Peştemaldan
zaferemn kokusu çıkmış olduğu ve onda bu kokudan eser kalmadığı için bürünmüş
olabilir.
b. Bu olay zâferan sürünmenin
yasaklanmasından önce vukua gelmiş olabilir.
Aslında hayvanlara güçlerinin
yetmediği bir yükü yüklemek caiz olmadığı halde Hz. Peygamberin, hayvanın
arkasına Hz. Kays'ı da bindirmeye kalkması, hayvanın ikisini de taşıyabilecek güçte
olmasındandır. Hem de Hz. Kays'm o gün çocuk yaşta olduğu için hayvana bir yük
teşkil etmeyeceği içindir.
Hz. Peygamber'in evine girmek
için izin istediği Hz. Sa'd b. Ubâde'ye selam verdiği halde onun Hz.
Peygamberin selamına daha çok nail olmak ve bu selamlarla bereketlenmek
ümidiyle bu selamları sessizce alması ve Hz. Peygamber'in de bu selâmı üç defa
tekrarlaması, bir kimsenin selam verdiği kimseden selamına karşılık almaması
halinde bu selamı üçe kadar tekrarlayabileceğine ve Peygamber varisi olan
ulemanın ve salihlerin selamlarıyla teberrük etmenin önemine, ayrıca bir
kimseden evine girmek için üç defa kapısı çalınarak izin istendiği halde cevap
verilmediği takdirde dönüp gitmek icap ettiğine delâlet etmektedir.[53]
5186... Hz. Abdullah b.
Büşr'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) birinin kapısına geldiği zaman kapının
tam karşısında durmazdı. Fakat sağa ya da sola çekilirdi ve (çıkan ev sahibine
oradan): "Esselamü aleyküm, esselamü aleyküm" derdi. Çünkü o
günlerde evlere (in kapıları üzerinde perdeler yoktu.[54]
İzin istemek üzere varılan bir
kapıyı çalarken, kapının biraz gerisinde durmak ve açıldığı zaman içeriyi
görmeyecek şekilde kapının sağ ya da sol tarafına çekilmek, kapı açılınca
derhal içeriye gözleri uzatmamak, Resulü Zişan efendimizin Sünneti
seniyyelerinden ve terbiye esaslarındandır.
Kapıyı çalmadan önce acaba
içeride kimse var mı, anlamında da olsa kapıdan veya pencereden içeriye
bakmamak hem yüce Allah'ın "tecessüs etmeyiniz..."[55] âyet-i kerimesine, hem de mevzumuzu
teşkil eden hadis-i şerife aykırıdır.
Doğrudan doğruya evin haremine
açılan kapıların üzerine, kapı açılınca içerisinin görünmesine engel olacak
şekilde perde tutmak icap eder. Fakat kapı açılınca içerisinin görünmesine
engel teşkil edenicek bölme varsa o zaman buna luzüm olmadığı gibi, izin
istemeye gelen kimsenin kapının sağına veya soluna çekilmesinde de lüzum yoktur.
Bununla bera ber, sağa ya da sola çekilmek sünnete daha uygundur.[56]
5187... Hz. Câbir'den
(rivayet edildiğine göre, babası Uhud savaşında şehid düşünce, babasının
alacaklıları borçlarını almak için kapışma yığıldıkları gün) kendisi babasının
borçları(nı erteletmek) için Peygamber (s.a.)'e gitti(ği bu olayı Hz. Câbir
şöyle anlatıyor:)
Hz. Peygamberdin kapısına
varınca kapıyı çaldım. (Hz. Peygamber):
Kim o? diye cevap verdi, (ben
de):
Benim, dedim.
Sanki benim bu cevabımdan
hoşlanmamış gibi:
Ben ben! dedi.[58]
5188... Nâfi Abdil
Haris'den demiştir ki:
(Birgün) Rasûlüllah (s.a.)'le
birlikte (Medine'nin bahçe aralarına) çıkmıştım. (Yine Rasûlüllah (s.a.)'le
birlikte) bir bahçeye girdim. Bana "Kapıyı (içeriden sıkı) tut (da kimse
izinsiz giremesin)" buyurdu. Hemen arkasından kapı çalındı. "Kim.
o?" dedim. (Nâfi b. Abdil Haris sözlerine devam ederek bir önceki) hadisi
rivayet etti.
Ebu Davud dedi ki: Ebu Musa
el-Eş'arî hadisini[59] kast ederek dedi ki: Hz. Ebu Musa bu hadiste "kapıyı
çaldı" kelimesini rivayet etti.[60]
Bu hadis-i şeriflerden
anlaşılıyor ki ziyaretçiler, misafir olarak gittikleri evin kapısını
zamanın ve örfün gereği şekilde ya elle veya zil varsa zile basmak suretiyle
çalarak izin istemelidirler. Asr-ı saadette, evler hurma dallarından ve
çoğunlukla tek katlı basit yapılardan olduğu için o zaman halk birikirlerinin
kapılarını ya elle çalarak veya evdelilerin duyabileceği bir sesle 'Aselâmün
aleykum girebilir miyim" demek suretiyle ev sahibini haberdar ediyorlardı.[61] Zamanımızda binalar ve kapıları asr-ı
saadettekine benzemediği ve o şekilde selamlayıp sesi işittirme mümkün
olamayacağı için ''bugün de her yerde izin alma şekli aynıdır" demek
mümkün değildir. Şu halde şartlar neyi gerektiriyorsa o şekilde ve kimseyi
rahatsız etmeyecek tarzda ev sahibini haberdar etmelidir.
Eve sahibi içerden "kim
o?" diyecek olursa buna verilecek cevap da önemlidir. Sadece
"ben" demek kendini tanıtmaya kafi gelmeyebilir. Bu nedenle
Rasûlüllah (s.a.) bu şekildeki mücerred "ben" lafızıyla tanıtma
şeklinden hoşlanmamiştır.[62]
Binaenaleyh kapıyı çalan
kişinin "kim o" sorusuna sadece "ben" diyerek cevap
vermekle yetinmeyip bu kelimeye ismini, o da yetmezse künyesini veya lakabını
da eklemesi gerekir. Aksi takdirde güya kendisini tanıtmak için söylenen
"ben" kelimesi sahibini tanıtmaya yetmeyeceği için anlamsız bir
kelime hükmünde kalır. Hz. Peygamberin bu cevabı beğenmemesinin sebebi de
budur.
Gerçi bazan insan ev sahibiyle
çok yakın bir tanışıklığı olduğu için ev sahibi onu sesinden tanıyabilir. Bu
durumda sadece "benim" diye cevap vermek yeterli olabilir. Hz.
Cabir'in Hz. Peygamber kendisini sesinden tanıdığı için böyle sadece
"ben" kelimesiyle cevap vermiş olduğu düşünebilir.
Böyle olduğunu kabul ettiğimiz
takdirde, Hz. Peygamberin onun bu cevabını beğenmemesi ona izin alma edebini
öğretmek istemesine bağlanabileceği gibi, Hz. Cabir'in "ben"
cevabını vermeden önce selam vermeyi terk etmesine de bağlanabilir.
Bu mevzuda İmam Nevevî şöyle
diyor: "İnsanın kapısını çaldığı ev sahibine kendini tanıtmak için
dışarıdan "ben" diye seslenmesi kendini tanıtıcı ve mübhemliği
giderici hiçbir mana taşımadığından dışarıdan kendini tanıtmak için bu şekilde
cevap vermek mekruhtur. Bu gibi durumlarda insanın ismini söyleyerek "ben
falancayım" şeklinde cevap vermesi gerekir. Bunu söyledikten sonra Hz.
Ümmühani'in yaptığı gibi kendini künyesiyle tanıtmasında[63] bir sakınca olmadığı gibi, çok meşhur
olan bir unvanıyla tanıtmasında da bir sakınca yoktur. "Ben rriüfti
Ahrned'im", "Kadı Mehmedim." "Şeyh Ali'yim"... gibi.[64]
5189... Hz. Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: Bir
kimsenin diğer bir kimseye (davet için)el-çisi(ni göndermesi, o kimsenin evine
girmesine) izin vermesi (demektir."[65]
5190... Hz. Hüreyre'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Biriniz bir yemeğe davet
edilir de ( o davete ev sahibinin gönderdiği) elçiyle gelirse bu (eve girmek
hususunda) kendisi için bir izindir."
Ebu Dâvûd dedi ki: Denildiğine
göre Kaîâde, Ebû Rafı den hiçbir şey gitmemiştir.
Ebu Alı el Lulüî dedi ki: Ben
Ebu Davud'u şöyle derken işittim. "Katâde Ebu RafT den hiçbir şey
işitmemiştir."[66]
Bir kimsenin diğer bir kimseyi
bir dâvetçi ile evine dâyet etmesj halinde, davetlinin, davetli olduğu eve elçi
ile birlikte gelmesi, içeri germesi için de bir izin anlamına geldiğinden içeri
girmesi için ayrıca bir izin istemesine ihtiyaç yoktur.
Bununla beraber, ihtiyaten
izin istemesi iyi olur. Özellikle ev, erkekler için ayrılmamışsa o zaman bu
ihtiyata riâyet etmek daha iyi olur. Nitekim Rasulu Ekrem efendimiz, Suffa
ashabını Hz. Ebu Hüreyre aracılığı ile davet ettiği zaman onlar kapıya Hz. Ebu
Hüreyre ile birlikte geldikleri halde, yine içeri girmek için izin istediler.
Beyhakî, "Bir kimse yanında dâvetçi olsa bile içinde ecnebi kadın bulunan
bir eve kesinlikle giremez" demiştir.
Davetlinin yanında dâvetçinin
veya elçinin bulunmaması halinde ise izin istemeden içeri girmek asla caiz
değildir.[67]
5191... Ubeydullah b. Ebi
Yezid'den (rivayet edildiğine göre, kendisi) Hz. İbn Abbas'ı şöyle derken
işitmiş:
(Bir âyet-i kerime vardır ki);
insanların çoğu (sanki) onunla emr olunmamışlar (gibi hareket ediyorlar. Bu
âyet) izin âyetidir. Ben şu cariyeme dahi (sözü geçen âyetin emri uyarınca üç
vakitte) yanıma izin alarak girmesini emr ediyorum.
Ebu Davud der ki: Aynı şekilde
Hz. İbn Abbas'dan bu hadisi (yani) üç vakitte evlere girerken izin istemeyi
emrettiğini, Atâ da rivayet etti.[68]
5192... Hz. îkrime'den
(rivayet edildiğine göre) Irak halkından bir cemaatin Hz. İbn Abbas'a:
Ey Abbas'ın oğlu! İçinde
bulunan emirlerle emrolunduğumuz halde, hiç kimsenin kendisiyle amel etmediği aziz
ve celil olan Allah'ın şu: "Ey iman edenler, sağ elinizin mâlik olduğu
(köle ve cariyeler) bir de sizden olup da henüz bulûğ çağına girmemiş
(küçük)ler (şu) üç vakitte, sabah namazından sonra (odanıza girecek olurlarsa)
sizden izin istesinler. Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanma
girip-çıkmakta size de onlara da ne sizin üzerine bir vebal yoktur..."
buyruğu hakkında görüşün nedir? diye sormuşlar.
El-Ka'nebî (yani râvi Abdullah
b. Mesleme, bu âyet-i kerimeyi âyetin sonunda yer alan): "Hakkıyla bilendir
ve hikmet sahibidir" (kelimelerin) kadar okudu.
Hz. İbn Abbas da şöyle demiş:
Allah mü'minlere karşı çok
yumuşak ve merhametlidir. Örtünmeyi (bu nedenle onların sürekli örtünmelerini
ister. Bu âyet-i kerime nazil olduğu sıralarda ise halkın) evlerinde perdeler
ve özel hazırlanmış (kilitli) odalar da yoktu. Bazan hizmetçiler, çocuklar
yahutta adamın (yanında, başkasından) öksüz kalmış kız çocuğu adam hanımı ile
cinsi münasebette iken odasına giriverebiliyordu.
İşte bu yüzden (yüce) Allah bu
açık saçıklık vakitlerinde onlara (odalara girmek için) izin istemeyi emretti.
(Sonra da) onlara örtüyü ve hayrı getirdi. Ve ben (bu örtünme ve hayır
geldikten sonra) bu âyetle amel eden
bir kimseyi görmedim.
Ebu Davud dedi ki: Ubeyduîlah
ile Atâ rivayet ettikleri (bir Önceki) hadis, bu hadisi zayıflatmaktadır.[69]
Metinde "İzin âyeti"
diye sözü seçen âyetin tamamı şu mealdedir: "Ey İman edenler,
ellerinizin altında olan (köle ve cariye)ler ve sizden henüz ergenlik çağına
gelmemiş olanlar, sabah namazından önce, öğle sıcağında soyunduğunuz zaman ve
yatsı namazından sonra yanınıza girecekleri vakit, üç defa izin istesinler. Bu
vakitlerin dışında biribirinizin yanına girip çıkmakta size de onlara da
sorumluluk yoktur. Allah size âyetleri böylece açıklar ve Allah (herşeyi)
hakkıyla bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir."[70]
Yüce Allah "öğle
sıcağında elbisenizi çıkaracağınız zaman" âyetiyle öğle öncesi uyku vaktinde
elbiselerin çıkarılmasına sarahaten cevaz vermiştir. Bu vaktin az olduğuna da
"hin" kelimesiyle işaret etmiştir. "Şafak vakti ile, yatsı
namazı sonrası için elbisenizi çıkardığınız zaman" ifadesi
kullanılmamıştır. Çünkü bu saatlerde herkes yatacağı için zaten elbiselerin
çıkarılacağı bellidir. Öğle vaktinde hizmetçi ve cariyelerin odalara girişi
izne bağlanınca, elbetteki sabah namazı öncesi ve yatsı sonrası vakitlerdeki
girişler de izne tabi olacaklardır. Zira bu vakitler soyunma, istirahat ve
uyku vakitleridir. Müfessirlerin açıklamalarına göre, bu âyetteki izin isteme,
emri köle ve cariyelerle henüz baliğ olmayan hür çocuklar yani sabiler
hakkındadır. Bir de bunların ki her defasında değil, yalnız şu üç vakittedir.
1. Sabah namazından önce. Çünkü yataktan
kalkıp giyinmek zamanıdır.
2. Yatsı namazından sonra.
Yatmak için soyunulduğu zamandır.
3. Öğle sıcağında soyunulduğu
zaman. Bu vakit kaylûle (öğle uykusu) vaktidir.[71]
Âyette geçen "sağ
elinizin malik olduğu" sözüyle kasdedilenler köle ve cariyelerdir.
Cumhurun görüşü budur.[72] Hz. İbn Ömer'le Mücâhid âyetin zahirine sarılarak bu emrin
sadece erkek kölelere ait olduğunu söylemişlerdir.[73]
Ayetteki hitabın zahiri, henüz
bulûğe ermemiş küçük çocuklara yönelik ise de aslında büyük çocukları da içine
atmaktadır. Çünkü henüz bulûğ çağına gelmemiş çocukların adı geçen vakitlerde
başkalarının odalarına izinsiz olarak girmeleri yasaklandığına göre daha büyük
yaşta olanların girmeleri evleviyetle yasaklanmış demektir.
Ayetteki "sizden izin
istesinler" emrinin zahiri izin istemenin farz olduğuna delâlet eder.
Bazı âlimler de âyetin zahiriyle amel etmişlerdir. Cumhur ise izin istemenin
arz değil, müstehab olduğu görüşündedirler.[74]
Cumhur-i ulemaya göre bu
âyet-i kerime neshedilmemiştir. Muhkemdir. Bazıları ise bu âyetin
neshedildiğini söylerler.[75]
Bu âyet-i kerime muhkem olup
onun herhangi bir kısmı neshedilmediği halde, insanlar bununla gerçekten az
amel etmektedirler.
Hz. Abdullah insanların bu
durumunu hoş karşılamazdı. İbn Ebi Ha-tim'in Ebu Zür'a kanalıyla... Said ibn
Cübeyr'den rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiş: "İnsanlar üç âyeti terk
etmiş ve onlarla amel etmemişlerdir. Bunlar:
"Ey İman edenler,
elleriniz altında olan köle ve cariyelerle, sizden henüz ergenlik çağına
girmemiş olanlar... izin istesinler."[76] âyeti ile Nisa süresindeki: "Miras
taksim olunurken yakınlar, yetimler ve miskinler de hazır bulunursa onları da
rıziklandırın"[77] âyeti ve Hucurât süresindeki: "Gerçekten Allah katında
en değerliniz, ondan en çok korkanımzdır."[78] âyetidir.[79]
Musannif Ebu Davud'un da ifade
ettiği gibi mevzumuzu teşkil eden bu (5191) ve (5192) numaralı hadisler
arasında zahiren bir çelişki görülmektedir. Çünkü (5191) numaralı hadis-i
şerifte, halkın bu âyet-i kerimede geçen izin isteme emrine uymadıkları ifade
edilirken (5192) numaralı hadis-i şerifte söz konusu vakitlerde halkın izin
alarak odalara girme kuralını terk etmeleri, Allah'ın onlara evlerine kapılar
takıp üzerlerini de perdelerle örtmelerine ve yatmak için özel odalar tahsis
edip odaların kapılarını kimsenin izinsiz olarak girmesine imkan vermeyecek
şekilde kapamakla emr olunmalarına bağlanmaktadır. Bir başka ifadeyle halkın bu
üç vakitte evlere izinsiz olarak girme yasağını terk etmeleri halkın yüce
Allah'ın örtünme emrine uyarak özel yatak odaları edinip kapılarını iyice örtmelerine
bağlanmaktadır. Metinde geçen "Sonra da onlara örtüyü ve hayrı
getirdi" sözünden anlaşılan budur. Yani halk yatmak için özel yatak odaları
edinip de kapılarını iyice örttükten sonra söz konusu vakitlerde herhangi bir
kimsenin evine girmek isteyen bir çocuk veya köle kapının kapalı ve kilitli
olduğunu görünce içerdekilerin yatmakta olduklarını görüp izin almaktan
vazgeçip dönüp gitmiştir. Halk da bu yüzden bu meselelerin üzerinde
durmaz olmuştur. Meseleye böyle baktığımız zaman ikinci hadis birincinin
tefsiri gibi olur. Netikim, bazı nüshalarda ikinci hadisin birincinin tefsiri
olduğu ifade edilmektedir. (Hadisin sonundaki Ebû Davud'un talikinden köşeli
parantez içine aldığımız kelime buna işaret etmektedir.) Ancak bazı nüshalarda
birinci hadisin ikincisini ifsat ettiği ifâde edilmektedir. Fakat meseleye
böyle bakınca bile bu iki hadisin arasını te'lif etmek mümkündür. Nitekim
Fethü'l-Vedûd isimli eserde şöyle deniyor: (5193) numaralı hadis (5192)
numaralı hadise aykırı görülmektedir. Ancak bu hadisin arası şu şekilde telif
edilebilir. (5191) nolu hadis, Hz. İbn Abbas'ın eski görüşünü (5192) numaralı
hadis de sonraki görüşünü ifade etmektedir. Yahutta (5191) numaralı hadis, bu
üç vakitte evlere girmek için izin istemenin mendup olduğuna, eğer evin kapısı
ve perdesi yoksa, veya evde dışarıya tamamen kapalı özel yatak odası yoksa,
sözü geçen vakitlerde evlere girmek için izin istemenin vacib olduğuna, erkeklerin
bulunduğu muhafazalı bir eve girmek için izin istemenin vacib olmadığına
delalet eder.
Günümüzde insanlar genellikle
kapısı ve örtüsü bulunan evlerde, elbiseli olarak bulunmaktadırlar. Kapısız ve
perdesiz evlerde ikamet nâdir görülen olaylardandır.[80] (5192) numaralı hadiste ise, halkın kapılara
perde tutma emri geldikten sonra izin isteyerek evlere girme kuralına uymaya
ihtiyaç kalmadığını zannederek bu âyetle amel etmeyi terk ettikleri ifade
edilmektedir.
Daha önce de ifade ettiğimiz
gibi, cumhuru ulemâ herhâlükârda bu üç vakitte köle ve çocuklar da dahil olmak
üzere evlere girerken izin istemenin mendup olduğunu söylemişlerdir.[81]
5193... Hz. Ebû Hüreyre'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Varlığım elinde olan
zata yemin olsun ki siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi
sevmedikçe de (gerçek manada) iman etmiş olmazsınız.
Ben size, yaptığınız takdirde
birbirinizi seveceğiniz bir iş göstereyim mi? Selâmı aranızda yayınız."[82]
Selam, "seleme"
fiilinden masdar olup her türlü ayıp ve fenalardan uzak olmak manasınadır.[83] "Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş
olmazsınız" sözünün manası "imanınızın kemal bulması ve halinizin
düzelmesi ancak biribirinizi sevmekle olur" demektir.
Nevevî'ye göre "İman
etmedikçe cennete giremezsiniz" cümlesinden maksat zahirî manadır. Binaenaleyh
cennete girmek için mü'min olmak şarttır. Velevki iman-ı kamil olmasın. Yani
cennete girmek mutlaka imana bağlıdır: İman-ı kamil sahibi olmak ise
mü'minlerin birbirini sevmesine bağlıdır.
İbn Salah diyor ki: Bu hadisin
manası "sizin imanınız ancak birbirinizi sevmekle kemâl bulur. Eğer
böyle.iman etmediyseniz cennete ilk girenlerden olamazsınız" demektir:
Yani siz iman-ı kâmil ile iman etmedikçe cennete ilk girenlerden olamazsınız.
Birbirinizi sevmedikçe de iman-ı kâmil sahibi olamazsınız.
İmam Nevevî, îbn Salâh'in bu
açıklamasının doğru olabileceğini söylemiştir. "Selâmı ifşa edin!"
cümlesinde geçen "ifşa etmek" sözünden maksat, onu dağıtmak ve
yaymaktır. Bu da tanıdık olsun olmasın karşılaşılan her müslümana selam
vermekle olur.
Selam vermek, müslümanlar
arasında birleşip kaynaşmanın ve sevgi celbinin en başta gelen
sebeplerindendir. Müslümanların birbirleriyle tanışmaları ve kendilerini başka
milletlerden ayıran şiarlarını meydana çıkarmaları, onun ifşası sayesinde
mümkün olur...
"Lâ tü'minûne cümlesi
ekseri nüshalarda "nûn" suz olarak rivayet edilmiştir. Fiil,
nehyolmadığı halde sonundan nûn'un düşmesi tahfif içindir.[84]
Selam mevzuunda
"el-Muhtar" isimli eserde şöyle denmektedir:
"Selamı işiten herkesin
selamı alması farzdır. Topluluktan biri selam alınca diğerlerinden farz düşer.
Selam vermek ise sünnettir. Selâm verenin aldığı sevap ise alanınkinden daha
çoktur. Gayr-i müslimlere selam vermek mekruhtur. Onlardan selam almakta ise
bir mahzur yoktur."[85]
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerif müslümanlara kendi aralarında selamı yaymalarını emretmektedir.
Meşhur olan görüşe göre bu emri yerine getirmek sünnettir. Hz. İbn Abbas ile
en-Nehaî'nin görüşü de budur.[86]
Müslümanların aralarında
selamı yaymalarını emreden hadislerden bazıları şu mealdedir:
"Bize Rasûlullah (s.a.)
yedi şeyi emr, yedi şeyi de yasak etti:
Bize hasta ziyaret etmeyi,
cenaze arkasından gitmeyi, aksırana, "yerahmükellah: Allah sana merhamet
etsin" demeyi, yemin edenin yeminini yerine getirmesini, mazluma yardım
etmeyi, davete icabet etmeyi ve selamı (aramızda) yaymayı emretti. Altından
yüzük takmayı, gümüş kaplardan birşey içmeyi, eğer yastıklarını, kass
ipliklerini, ipek, kalın ipek ve ibirişim giymeyle yasak etti."[87]
"Ey Nas! Selarîn yayınız,
yemek yediriniz, akrabanızı ziyaret ediniz. İnsanlar uykuda iken namaz
kılınız, selametle cennete girersiniz.[88]
5194... Abdullah b.
Âmir'den (rivayet edildiğine göre) bir adam Rasûlullah(s.a.)'a:
İslamın hangi hasleti daha
hayırlıdır? diye sormuş da (Hz. Peygamber): "Yemek yedirmen, ve tanıdığına
da tanımadığına da selâm verınendir" buyurmuştur.[89]
Bazı hadis sarihlerinin
açıklamasına göre, metinde geçen Eyyü'l-İslâm" kelimesinde İslâm kelimesinden
önce gizli bir "hisar kelimesi mevcuttur.[90] Bilindiği gibi "hisâl";
'hasletler' anlamına gelir. Haslet ise ahlâk, huy demektir. Bu takdirde bu
kelimenin yer aldığı cümle "islâmm getirdiği ahlâk esaslarından en hayırlı
olanı hangisidir" manasına gelmektedir.
Bu hadisin bütün râvilerinin
Mısır'lı ve herbirinin büyük birer imam olması ender rastlanan garaibdendir.
Rasûlullah (s.a.)'e sual soran
zâtın kim olduğu katiyyetle malum değilse de Hz. Ebu Zer el-Gıfarî olduğunu
söyleyenler vardır.[91]
İnsanların birbirlerini sevip
saymaları, İslam nizamının bir rüknü olduğu için Rasûlullah (s.a.) mezkûr
nizamın sebebini teşkil eden yemek yedirmek, selamı ifşa ve biribirine hediye gönderme
gibi şeylere teşvik etmiş, bunların zıddı olan küsüşme, tecessüs, kovuculuk ve
iki yüzlülük gibi şeylerden nehyetmiştir.
Resulü Zişan efendimizin
burada en hayırlı huy olarak yemek yedirmekle her müslümana selam vermekten
bahsetmesi, gerçekten bu iki huyun en hayırlı huylar olduğundan değildir.
Efendimizin bu soruyu soran kimsenin bunları hakkıyla ifa etmediğini
bildiğindendir. Çünkü Fahr-i Kâinat efendimiz muhatabının durumuna göre cevap
verirdi. Yoksa yemek yedirmekle herkese selam vermek mutlak surette en hayırlı
iş sayılamazlar.[92]
1. Hadis-i şerifte müslümanları
yemek yedirmeye teşvik vardır. Çünkü yemek yedirmek cömertliğin ve güzel
ahlâkın alâmetlerindendir. Ayrıca bunda muhtaçlara yardım ve Hz. Peygamber'in
Allah'a sığındığı açlık belasını belli bir ölçüde önleme vardır.
2. Müslümanların biribirlerine
selam vererek aralarında selamı yaymaları emredilmiştir. Çünkü bu hem onların
biribirlerini sevmelerine yardımcı olur, hem de tevâzuya delalet eder.
3. Selamı hiçbir
ayırım yapmadan tanıdık olsun veya olmasın bütün müslümanlara vermek
emredilmektedir. Her ne kadar müslümanlann yahudi ve Hıri.stiyanlara önce selam
vermeleri yasaklanmış[93] ve fasıklara selam vermek mekruh sayılmışsa da[94] onlarla ilgili hükümlerin delili
mevzumuzu teşkil eden hadis değildir. Bu hadis selamı hiç ayırım yapmadan
bütün müslümanlara vermeyi emretmektedir. Nitekim İmam Nevevî de bu hadise
bakarak insanların sadece tanıdıklarına selam verip tanımadıklarına selam
vermemesinin kıyamet alameti olduğunu söylemiştir. Nitekim Tahavî'nin rivayet
ettiği bir hadis bunu açıkça ifade etmektedir.[95] Fakat işi icabı çarşı pazar gibi
kalabalık yerlerde dolaşan kimsenin bazı şahıslara selam vermesiyle sünnet ifa
edilmiş olur. Bu gibi yerlerde her karşılaşılan kimseye selam verme görevi
yoktur.[96] Bununla beraber fasık ile salih kimseleri ayırt etmenin
mümkün olmadığı hallerde de mevzumuzu teşkil eden hadisle amel edip herkese
selam vermek asıldır.[97]
İslamiyet selamın yayılmasını
emretmekle beraber bazı hallerde de selâmı yasaklamıştır. Fahr-i Kainat
Efendimizin selam vermeyi yasaklamış olduğu yerleri de şöylece sıralayabiliriz:
1. Selam Allah'ın güzel
isimlerinden birisi olduğu için temiz olmayan yerlerde zikredilmesi edebe uygun
olmayacağından def-i hacet yapan kimseye selam verilmez. O halde iken selam
verene icabette de bulunulmaz.[98]
2. Hamamda bulunan kimseler
tesettüre, riayet ediyorlarsa selam verilir, değilse verilmez.[99]
İmam Gazzâlî diyor ki: Hamama
girerken selam vermek gerekmez.Ancak kendisine selam verilen kimse
"selam" kelimesini kullanmadan selâm alabilir.[100]
3. Günaha sebep olan yahut
bizzat günahla meşgul olanlara da selam verilmemelidir.[101]
Tavla oynayan, kuş uçuran,
içki içen, kumar oynayan kimselere selâm verilmez. Ebu Yusuf ve Şafiî
hazretleri satranç zihni geliştiren bir oyun olduğu için günaha sebep olmadığı
müddetçe mubahtır. Oynayanlara da selam verilir, kanaatindedirler.
4. Kur'an
okuyan, hadis rivayet eden ve ilim müzakeresinde bulunan, vaaz veren kimselere
de selam verilmez. Hayırlı bir işin kesilmesine sebep olacağı için uygun
görülmemiştir.[102]
5. Ezan okuyan, kamet getiren ve
namaz kılan kimselere de selam verilmez.[103]
6. Fitneye sebeb olacağı
endişesiyle genç ve yabancı kadınlara da selam verilmemelidir. Yaşlı ve mahrem
olan kadınlara verilebilir.[104]
7. Mevzumuzu teşkil
eden hadisin İslamın ilk yıllarında insanların kalplerini İslama meylettirmek
için vârid olduğunu daha sonra kâfirlere ondan önce davranarak selam vermeyi
yasaklayan (5205) numaralı hadisle kâfirlerin bu hükmün dışında bırakılmış
olduğunu söylemek de mümkündür.[105]
5195... İmrân b. Husayn'dan
demiştir ki: Bir adam Peygamber (s.a.)'e gelip "Esselamii aleyküm"
dedi (Hz. Peygamber de) onun selamına aynı şekilde karşılık verdi ve (selam
veren şahıs) oturdu. Bunun üzerine (Peygamber efendimiz)
On (sevap kazandı),
buyurdu. Sonra bir başkası gelip "Esselamii aleyküm ve rahmetullah"
diyerek selam verdi (Hz. Peygamber) bu selamı da aldı, (o adam da yerine)
oturdu. (Hz. peygamber bu adam için de:)
Yirmi (sevab kazandı),
buyurdu. Sonra bir başkası daha geldi. O da:
Esselâmü aleyküm ve
rahmetullah ve berakatüh, diye selâm verdi. (Hz. Peygamber) onun selamını da
aldı. (Adam da yerine) oturdu. (Hz. Peygamber bu adam için de):
Otuz (sevap kazandı) buyurdu.[106]
5196... (Bir önceki
hadisin) manası da (Seni b. Muaz b. Enes'in) babasından (naklen) Peygamber
(s.a.)'den (rivayet edilmiştir. Ancak Râvi Muaz b. Enes hadise şu cümleleri
de) ilave etti:
Sonra bir başkası daha geldi
ve "Esselâmü aleyküm verahmetüllahi ve berakâtühü ve mağfiratühü" diyerek
selam verdi. (Hz. Peygamber bu adam içip):
Kırk (sevap kazandı) işte
(selam da bulunan fazla kelimeler için) sevap artışı böyle olur,"
buyurdu.[107]
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifte, selamın "esselâmü aleyküm" şeklinde verilebileceği
gibi "esselâmü aleyküm verahmetüllahi ve berakâtühü" ile
"Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekatühü ve mağfiratühü"
şekillerinde de verilbileceğini ve "aleyküm" kelimesinden sonra
kelimelerden her birisi için on sevap yazılacağından "Esselâmü aleyküm ve
rahmetullahi" şeklinde verilen sevabın "Esselamii aleyküm"
şeklinde verilen selamdan daha sevablı "Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi
ve berakâtühü" şeklinde selamın da "Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi"
şeklindeki selamdan daha sevablı olduğunu ifâde etmektedir.
Bir başka ifadeyle mevzumuzu
teşkil eden bu hadis-i şerif "esselâmü aleyküm" diyerek selam veren
kimseye on sevap; "esselâmü aleyküm ve rahmetullahi" diyerek selâm
veren kimseye yirmi sevap, "Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve
berakâtühü" diyerek selam verene otuz sevap "Esselamii aleyküm
verahmetüllahi ve berakütüh ve mağfiretühü" diyerek selam verene de kırk
sevap verileceğini ifâde etmektedir.
Ancak Reddü'l-Muhtar'da bu
konuda İbn Abidin şöyle demektedir: "Tatarhanîye" de dedi ki: Selam
veren için en efdali "Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekatühü
(Selam sizin üzerinize olsun, Allah'ın rahmeti ve bereketi de sizin üzerinize
olsun)" demektir ve "berakâtühü" den sonra birşey eklemek uygun
değildir. Cevap veren de aleykümusse-lâm ve rahmetullahi ve berakâtühü
diyecektir."[108]
Nitekim Fetavây-i Hidiyye'de
de aynı görüşlere yer verilerek Hz. İbn Abbas'm da bu görüşte olduğu[109] ifâde edilmektedir. Gerçekten bu mevzuda
gelen birçok hadis-i şerifler de bunu ifade etmektedir.[110]
Müfessirlerimiz: "Bir
selamla selamlandığınız vakit, siz ondan daha güzeli ile selamı alın, yahut
aynısıyla karşılık verin. Şüphesiz ki Allah herşeyin hakkını gerektiği gibi
arayandır."[111] âyetinin gereğinin şu şekilde yerine getirilebileceğini
açıklamışlardır.
"Bir müslüman 'esselâmü
aleyküm' derse cevabında rahmet lâfzı ziyade edilerek 've aleyküm selam ve
rahmetullahi' denilir. Yine bir müslüman 'Esselamü aleyküm ve rahmetullah'
derse "berekât" lafzı ziyade edilerek: 've aleykümesselâm ve
rahmetullah veberekâtühü' denilir. Selam veren selam, rahmet ve berekât
lafızlarının üçünü birden söylerse ona da aynıyla cevap verilir.[112] Onun için ziyade söz konusu değildir.
Çünkü Ra-sûlullah kendisine selâm veren kimselerin selamını böyle almıştır.
"Allah'ın işine mi
şaşıyorsun? Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinize olsun ey ev halkı!
O övülmeğe layıktır. İyiliği boldur"[113] mealindeki âyet-i kerime de buna
delalet etmektedir.[114]
Selam verirken harf-i tarifli
olarak es-selamü aleykiim demekle, harfli tarifsiz olarak Selamün aleyküm demek
pratikte pek farklı sayılmaz. Her iki şekilde de Kur'anda vaki olduğu için[115] her ikisiyle de selam verilebilir.[116] Aleykümesselâm diyerek harf-i tarifli
olarak selam almak, aleykümselam, diyerek harf-i tarifsiz olarak selam
almakdan daha faziletlidir.[117]
Sadece işaretle selam vermek
caiz değildir.[118] Selam verirken sesi yükseltmek evlâdır. Cevabda ise
Hanefilere göre cehre (yüksek sese) lüzum görülmezken, Şafiîlere göre kalplere
surûr bahşedeceği için alırken de cehr sünnettir. Dolayısıyla cehren mukabelede
bulunulmalıdır.[119]
Rivayet edildiğine göre,
Hıristiyanların selamlaşması elini ağzına koymakla, yahudilerinki parmakla
işaretleşmek yahut başkesip kıç kırmak (reverans)la, mecûsilerinki eğilmek, iki
büklüm olmakla araplarınki de "Allah uzun ömürler versin" anlamına
gelen "hayyakellah" demekle idi.[120]
Selâm verirken dikkat edilmesi
gereken hususları şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Mü'minlerin bulunduğu
herhangi bir yere giren kimsenin orada bulunanlara selam vermesi bu konudaki
adabın birinci esasıdır, diyebiliriz. Allah teâlâ Kur'an-ı Keriminde bunu:
"Ey iman edenler, kendi evlerinizden başka evlere girerken oradakilerle
ünsiyet kurup selam vermeden girmeyiniz."[121] âyeti ile emretmektedir.
2. Herhangi bir
topluluğun yanma girerken selam Verildiği gibi ayrılırken de selam vermek
sünnettir.[122]
3. Selam, mü'minlerin
şiarından olduğu için bir İslam diyarında dolaşan kimsenin tanıyıp tanımadığı
herkese selam vermesi, Hz. Peygamber tarafından emredilmiştir.[123]
4. Karşılaşan iki kimseden küçük
olanın büyüğe, az olan cemaatin çok olanlara, yürüyenin oturana, biniîi olanın
yaya olana selam vermesi Rasû-lullah (s.a.) tarafından tesbit edilmiş
âdâbdandır.[124]
5. Kadınlara ve çocuklara da selam
verilebileceği[125] gibi mektupla da selam vermek yahut almak sünnetin
belirlediği adabdandır.
6. Gayr-i müslimlerle
karşılaşıldığı zaman Rasûlullah'ın tavsiyesine uyarak onların selam vermesini
bekleyip[126] selâmlarını alırken: "ve aleyke" demekle yetinmek
gerekir.[127]
Şayet müslüman öncelikle selam
vermek zorunda kalırsa, Rasûlullah (s.a)'ın özellikle gayr-i müslim de /let
başkanlarına yazarken uyguladığı[128] ve Taha suresinde de zikrolunduğu
veçhile "selam hidayete tâbi olanların üzerine olsun"[129] şeklinde selamlamak uygundur.
Selamla ilgili olarak
Fahreddin Razi'nin tefsirinde kaydettiği[130] birkaç hükmü de burada zikretmekte
..'ayda vardır:
1. Selam vermek vaciptir. -'Bir
selamla selamlandığıniz vakit siz ondan daha güzeli ile selamı alın, yahut
aynıyla karşılayın."[131]
2. Selama icabet, topluluk
içerisinde farz-ı kifayedir. İçlerinden birisi cevap verirse, diğerlerinden sakıt
olur. Fakat ikram ve mübalağa kasdıy-la hepsinin icabet etmesi evlâdır.
3. Selama anında cevap
verilmelidir. Aradan uzun müddet geçtikten sonra uygun değildir.
4. Mektupla selam gönderene yine
mektupla selam vermek mezkûr âyet gereği vâcibtir.
5. Selama en güzeliyle
mukabele edilmelidir.
6. İmam A'zama göre cevabda
fazlaca cehre lüzum yoktur.
7. Yabancı bir kadın selam
verince icabet etmek töhmeti gerektirecek olursa, ona cevap vermemek gerekir.
Uygun olan bu şartlarda yabancı kadınlara selam vermemektir.[132]
5197... Hz. .Ebu Umame]den
(rivayet edildiğine göre) Rasülullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İnsanların Allah'a en
yakın olanı, onlara ilk önce selam verenleridir."[133]
Hadis-i şerif Allah'ın affına
ve rahmetine en yakın olan kimsenin karşılaştığı kimselerin selam
vermesini beklemeden onlardan önce selam veren ve bu hususta diğer insanları
geçen kimse olduğunu ifade etmektir.
Bilindiği gibi, selamlaşmak
müslümanlar arasındaki İslamî kardeşlik bağlarını kuvvetlendiren, mü'minleri
birbirine sevdiren, yersiz endişe ve su-i zanları bertaraf eden hayırlı bir
muaşeret esasıdır. Böyle bir hayırlı işte Allah teâla'nın: "Hayırda
birbirinizle yarışınız."[134] emrine uyarak selam herkesten önce
vermekte yarışa girmek lazımdır. Fahreddin Razi bu âyet-i kelimeyi tefsir
ederken şöyle diyor: "İki insan karşılaştıkları zaman tevazulannı izhâr
maksadıyla selamı önce vennede birbiriyle yarışmalıdırlar."[135]
Selamı önce vermede yarışmak,
Allah'a yakınlaşma vesilesi ve bir fazilet yarışı olmakla beraber, her konuda
nizam ve ahengi arayan İslam, çıkabilecek herhangi bir kargaşalığı önlemek
için de selamlaşmada göz önünde bulundurulacak sırayı tesbit etmiştir.
Herkesin selam vermek için
sırasını gözetleyip sırası gelince selam vermesi bir sorumluluk meselesi olduğu
gibi, mevzumuzu teşkil eden hadise uyarak, sırasını beklemeden öncelikle selam
vermekse bir fazilet meselesidir. Yani sırası geldiği halde selam vermeyen
selamı terk etme vebalini yüklendiği gibi, selamı önce vermekten kaçınan da
selamı önce vermenin faziletinden mahrum kalır.[136]
5198... Hz. Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasülullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Küçük büyüğe, yürüyen
oturana, az çoğa selâm verir."[137]
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerif yaşça küçük olanla büyük olan, karşılaştıkları zaman selam
vermenin küçüğe düştüğünü ifade ettiği gibi, oturanla yürüyen karşılaştıkları
zaman bu görevin yürüyene, topluluğun karşılaşması halinde de sayıca daha az
olan topluluğa düştüğünü ifade etmektedir.
Ancak, böyle bir durumda yaşlı
olanla, oturanın daha kalabalık olan topluluğun erken davranarak daha önce
selam vermeleri ise bir önceki hadis-i şerifte ifade edilen dereceye eriştiren
bir fazilettir. İki topluluğun birbiriyle karşılaşması halinde bazısının selam
vermesiyle bu vazife hepsinden sakıt olur. Selam verilen kimse bir kişi ise,
selamı alması farz-ı ayın bir cemaat iseler, selam almak farz-i kifaye olur.
Efdal olan iki cemaat karşılaştığı zaman bütün cemaatin selam vermesi ve bütün
cemaatin selam almasıdır. İmam Ebu Yusuf dan bir rivayete göre bütün cemaatin
selam alması farzdır.[138]
İbn Battal'm açıklamasına
göre, selam verme görevini küçüğe yüklenmesinin sebebi, zaten küçüklerin
büyükleri saymak ve onlara tevazu göstermekle mükellef olmalarıdır.
Yürüyenlerin, oturanlara selam
vermekle mükellef tutulmasının sebebi ise oturana nisbetle yürüyenin dışarıdan
ev halkının yanına giren kimseye benzemesi ve dolayısıyla; "Evlerinize
girdiğiniz zaman Allah in-dinde bir tahiyye olarak kendinize selam
veriniz."[139] âyetinin şümûlüne girmesidir.
Tatarhaniye isimli kitapta
açıklandığı üzere "Arkadan gelen kişi, sana selam verecektir, yürüyen
oturana, binen yürüyene, küçük büyüğe selam verecektir. İki kişi karşı karşıya
geldiklerinde hangisi daha önce selam verirse o daha üstündür. Eğer ikisi
birden selam verirse herbirisi arkadaşının selamına yeniden cevap
verecektir."[140]
İki yürüyen ve iki binitlinin
karşılaşmasında da durum böyledir.[141]
5199... Hz. Ebu Hüreyre,
Rasûlullah (s.a.)'in: "Binitli olan yaya olana selâm verir."
buyurduğunu söylemiş, sonra (bir Önceki) hadisi rivayet etmiştir.[142]
Bu hadis-i şerifte biri
binitli diğeri yaya olan iki kişi karşılaştıkları zaman, selam verme görevinin
binitliye düştüğü ifade edilmektedir. İbn Battal'm açıklamasına göre, bu görevin
binitliye verilmesindeki hikmet, biniti sebebiyle, yayaya karşı büyüklük
kompleksine kapılmasını önlemektir.
Bu hadisin tamamı hakkındaki
açıklama bir Önceki hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum
görmüyoruz.[143]
5200... Hz. Ebû
Hüreyre'den demiştir ki:
"Biriniz (din) kardeşiyle
karşılaştığı zaman ona selâm versin. Eğer aralarına bir ağaç, duvar, veya
(büyükçe) bir taş girer (de onu kardeşinden ayırır) sonra da onunla
karşılaşırsa ona yine selâm versin."
(Râvi) Muaviye (b. Salih) dedi
ki "Bu hadisin aynısını bir de Abdul-vehhâb b. Buht bana Ebu'z-Zinad,
el-A'rac, Hz. Ebu Hüreyre zinciriyle Rasûlullah'dan naklen rivayet etti."[144]
Bu hadis-i şerif müslümanlara,
her yerde her karşılaşmalarmda selamlaşmalarını aralarında selâmı
yaymalarını emretmektedir (5193) numaralı hadisin şerhinde bu mevzuyu
açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[145]
5201... Hz. Ömer'den
(rivayet edildiğine göre) kendisi (birgün) Peygamber (s.a.)'in yanına varmış,
Hz. Peygamber odasında bulunuyormuş.
Esselâmü aleyke ya Rasûlullah,
esselamü aleyküm. Ömer, (huzurunuza) girebilir mi? defyerek izin iste)miş.[146]
Bu hadis-i şerifle bab başlığı
arasında açık bir ilgi görülmemekle beraber, şöyle bir ilgi
kurulabilirMusannif Ebu Davud, bu babı açmakla selamlaşma hususunda karşılaşılabilecek
şu dört duruma işaret etmek istemiştir:
1. Bir adam diğer bir adamia
karşılaşıp selamlaştıktan sonra, birbirlerinden ayrılırlar ve kısa bir süre
sonra tekrar karşılaşırlarsa yine selam vermeleri gerekir mi gerekmez mi? Bu
mevzuya açıklık getirmek için musannif Ebû Dâvûd bir Önceki hadisi bu baba
yerleştirerek böyle bir durumda tekrar selâm vermenin .sünnet olduğunu
açıklamıştır. Bilindiği gibi buna karşılaşma selâmı denir.
2. Bir adam diğer bil'
adamın evine girmek için izin istemek üzere kapısına varıp selâm vererek izin
ister de kabul edilmezse bir süre sonra yine izin istemek üzere tekrar gelirse
yine selâm vermesi gerekir mi, gerekmez mi?
Musannif mevzumuzu teşkil eden
bu baba bu hadisi yerleştirmekle, böyle bir durumda ikinci defa yine selâm
vermek gerektiğine işaret etmek istemiştir.
3. Bir adamın diğer bir adamın
evine girmek için İzin istemek üzere iki defa gelip iki defa selâm (istizan
selâmı) verdikten sonra içeriye kabul edilmesi, haberli içeri girerken tekrar selâm
(karşılaşma selâmı) vermesi gerekir mi?
Musannif mevzumuzu teşkil eden
hadisi sevk etmekle tekrar selâm vermek gerektiğine işaret etmek istemiştir.
Aslında mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif Buharı ve Müslim'de geçen uzunca bir hadisin kısaltılmış
şeklidir. Hadisin tamamı yukarıda ifâde edildiği gibi. musannifin açıklamak
istediği hususları ayrıntılı bir şekilde dile getirmektedir. Bu hadisin,
mevzumuza ışık tutan kısımları, Buharî'de şu manaya gelen lafızlarla rivayet
etmiştir.
Hz. Ömer dedi ki: Sabah
namazını Peygamber (s.a.)'te beraber kıldım. Peygamber (s.a.) namazdan sonra
odasına çekildi. Bunun üzerine (kızım) Hafsa'nm yanına girdim. Bir de ne
göreyim, (durmadan) ağlıyor. Kendisine:
Seni ağlatan nedir? Ben seni
(daha önce) bundan men'etmemiş miydim? (Yoksa) Peygamber (s.a.) sizi boşadı
mı? dedim.
Bilmiyorum, işte kendisi
odasına çekilmiş duruyor, dedi. Hemen dışarı çıkıp (Hz. Peygamberin mescidinde
bulunan) minberin yanma vardım. Etrafına bir cemaat toplanmış, bir kısmı
ağlamakla meşgul Onlarla birazcık oturdum. Fakat gördüklerim beni durultmadi.
Doğru Hz. Peygamber'in bulunduğu odaya vardım ve (kapıda) bulunan siyahı
hizmetçisine (içeri girmek için):
Ömer'e izin işte! dedim. Bunun
üzerine siyahî hizmetçi (bana izin almak üzere) içeri girip Peygamber
(s.a.)'le konuştu. Sonra yanıma dönüp:
Peygamber (s.a.)'le konuştum.
Kendisine seni anlattım seslenmedi, dedi. Ben de minberin etrafında bulunan
kimselerin yanına dönüp onlarla (bir süre) oturdum. Sonra gördüklerim beni
durultmadı. Tekrar o siyahi hizmetçinin yanına gelip:
Ömer'e (içeri girmesi için)
izin işte! dedim. Hizmetçi (benim için izin istemek üzere) hemen içeri girdi.
Sonra geri döndü ve:
Kendisine seni anlattım
(fakat) seslenmedi, dedi. Bunun üzerine tekrar geri dönüp minberin etrafında
bulunan kimselerle (bir süre daha) oturdum. (Fakat) gördüklerim beni
rahatlatmadı. Tekrar siyahi hizmetçiye geldim ve:
İzin işte! dedim.
(Siyahi hizmetçi) içeri girdi (bir süre) sonra yanıma döndü ve;
Seni kendisine anlattım cevap
vermedi, dedi. Ben de (görüşmekten) vazgeçerek geri döndüm. Bir de baktım ki
hizmetçi (arkamdan) beni çağırıyor ve:
Peygamber (s.a.) sana izin
verdi, diyor. Bunun üzerine hemen yanına girdim. Gördüm ki üzerinde sergi
bulunmayan bir hasır üzerinde yatıyor. Hasır vücuduna iz yapmış, içi hurma lifi
ile dolu olan bir yastığa da dayanmış; hemen selâm verip yanına
girdim..."[147]
Bilindiği gibi yukarıda geçen
dört maddeden birincisi bir numara önce geçen Ebu Hüreyre hadisiyle açıklanmıştır.
Kalan üç maddeye ise mevzu-muzu teşkil eden bu hadis-i şerifin tamamı delâlet
etmektedir.
Ayrıca bu hadis-i şerif
Hattabî'nin ifade ettiği gibi bir kimsenin evine girmek için izin isteyecek
olan kimsenin ev sahibinin "Kim o?" sorusuna "Benim" gibi
belirsizlik ifade eden kelimeler yerine selamla birlikte ismini de açıkça
bildirmesinin sünnetten olduğuna da delalet etmektedir.[148]
5202... Sabit'ten (rivayet
edildiğine göre) Hz. Enes şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a.) (birgün)
oynamakta olan çocukların yanından geçti de onlara selâm verdi."[149]
5203... Humeyd'den (rivayet
edildiğine göre) Hz. Enes şöyle buyurmuştur: "(Birgün) Rasûlullah (s.a.)
yanımıza geldi. Ben (o gün) çocuklar arasında (oynayan) bir çocuktum. Bize
selâm verdi, sonra elimi tuttu, benimle bir haber gönderdi. Ben kendisine
dönünceye kadar duvarın gölgesinde oturdu. (Ravi Humeyd bu son cümleyi rivayet
ederken şüphelendi de şöyle dedi): Yahutta (Hz. Enes) şöyle demişti: (Ben
kendisine dönünceye kadar) duvarın yanında (oturdu).[150]
Hz Peygamberin çocuklara selâm
vermesi onun yüksek ahlakına, çocuklara
sevgisine, özellikle mütev azil iği ne, bir de çocuklara selam vermenin
müstehablığına delâlet eder. Aslında çocuklara selâm vermekte, onlara İslam
adabını Öğretmek ve onları İslam âdabına göre eğitmek gibi yararlar vardır.
Bu mevzuda İbn Battal şöyle
demiştir:
"Çocuklara selâm vermekte
onları İslâm ahlakına göre eğitmek, onları böbürlenme ve gururlanma gibi süfli
duygulardan arındırıp alçak gönüllülük, yumuşaklık gibi ulvi duygu ve
hasletlerle bezeme ve bu istikamete yönlendirme gibi yararlar vardır."
Mevzumuzu teşkil eden bu iki
hadis çocuklara ve tevazu göstererek olsun olmasın herkese selâm vermenin
müstehap olduğuna delildir. Bu hususta bütün ulemâ müttefiktir.
İçlerinde çocuklar bulunan cemaatten
bir çocuk selâm alsa diğerlerinden borç sakıt olur mu, olmaz mı? meselesinde
Şafiılerden iki kavil rivayet olunmuştur. Esah kavle göre sakıt olur. Cumhura
göre bir çocuk bir adama selâm verse alması lazım gelir.[151]
Bu mevzuda Hanefilerin görüşü
de şöyledir:
"Eğer aklı eren bir
çocuk, selamı alırsa diğerlerinden selâm alma görevi düşmüş olur. Çünkü akıllı
bir çocuk az da olsa farzı ikame eden kimselerdendir. Çünkü onun kestiği
hayvanın eti yenir. Bazıları çocuğun selam almasıyla - selam alınmış olmaz-
dediler"[152]
5204... Esma bint
Yezid'den demiştir ki: (Biz) bir kadınlar topluluğu içerisinde iken Peygamber
(s.a.) (yanımızdan geçti de) bize selâm verdi.[153]
Avnül Mabud, yazarı bu konuda
şöyle diyor: «el-Halîmî; Rasûlullah (s.a.) her türlü
fitneden emin ve günahsız idi. Artık kendi nefsine güvenen kimse kadınlara
selam versin. Aksi takdirde selâm vermemek en selametti davranıştır, demiştir.
İbn Battalda; bir fitne yani günaha girmek ve şehvet duygusunun uyanması
tehlikesi yoksa, kadınların erkeklere ve erkeklerin kadınlara selâm vermeleri
caizdir.
Malikîler, genç kadın ile
yaşlı kadın arasında fark olduğunu söyleyerek genç kadına selam vermeyi veya
onun erkeklere selâm vermesini yasak saymışlardır.
Rabia ise; kadın genç olsun,
yaşlı olsun onunla selamlaşmak haramdır, demiştir.
Küfe alimleri de; kadınların
erkeklere selâm vermeleri, meşru değildir. Çünkü kadınlar, ezan okumaktan ve
kamet getirmekten men'edilmiştir ve açıktan Kur'an okumaları yasaklanmıştır.
Ancak, kadın mahremi olan erkeklere, yani babası, amcası, dayısı gibi
aralarında nikah kıyılması ebedi olarak haram olan erkek akrabalarına selâm
verilebilir, demişlerdir. Abdurrahman el-Cezerî de şöyle diyor:[154]
"Erkeğin kadına selâm
vermesi mekruhtur. Ancak, kadın çok yaşlı olursa veya çok genç olmasına rağmen
şehvet duyulmayacak derecede çok çirkin olursa ona selâm verilebilir. Erkek
kendi çoluk çocuklarına selâm verdiği gibi mahremi olan kadınlara da selâm
verebilir. Ve selâm vermesi sünnettir. Şafiîler demişler ki: Genç kadın ister
şehvet duyulmayacak derecede çok çirkin olsun, ister şehvet duyulabilecek
durumda olsun, bir yerde tek başına bulunduğu zaman, erkeğin ona selâm vermesi,
onun erkeğin selamını alması, veya onun erkeğe selâm vermesi kesinlikle haramdır."
Kadın bir grup erkekle veya
bir kadın topluluğu ile beraber olduğu zaman selâm vermek ve selâm almak
bakımından onun hükmü erkeğin hükmü gibidir."[155]
5205... Süheyl b. Ebi Salih'den
demiştir ki:
Babamla birlikte (bir kafile
ile) Şam (yolculuğun)a çıkmıştım. (Yolculuğumuz esnasında kafilede bulunanlar)
içerisinde Hıristiyan (rahip)lerin bulunduğu manastırların yanından geçerken
onlara selam vermeye başladılar. Bunun üzerine babam, şöyle dedi:
Onlara selama (önce) siz
başlamayınız. Çünkü Hz. Ebu Hüreyre, Rasûlullah (s.a.yuı: "Onlarla yolda
karşılaştığınız zaman onları yolun en dar yerine sıkıştirın"buyurduğunu
söyledi.[156]
Bu hadis-i şerifte yolda İslam
diyarında yaşayan ehl-i kitap ile jçarşjiaşıldığı zaman, onlardan önce
selâm vermek yasaklanmakta ve onların yolun ortasında rahat gitmelerine izin
vermeyip, yolun sağında veya solunda bulunan en dar yerine sıkıştırılmaları
emredilmektedir. Yolun en dar yerinden maksat, duvara bitişk olan bir yolun
duvardan yana kalan kısmıdır. Eğer "yolun en dar kısmı" kelimesiyle
yolun sağ veya sol tarafı kasdedilmiş olsaydı, onların hak yol olan İslâmın
ortasında girmeyi terk edip sağ veya sol tarafına sapmalarına bir ceza olmak
üzere yolun ortasından gitmelerine izin vermeyip onları yolun sağ veya sol
kenarından gitmeye mecbur etmemiz emre di lirdi.
Aslında kâfirleri katletmek
vâcibtir. Fakat ehl-i kitabın cizye vererek hayatlarını kurtarmaları, onlara
bir hak olarak tanındığından cizye ödeyerek İslam diyarında yaşayan bir ehl-i
kitabı öldürmek caiz değildir. Ancak bir hayrın tijmü ele geçirilemeyince ele
geçirilmesi mümkün olanı da bi-rakıvermek, doğru olmadığı gerçeğinden hareket
ederek, cizye karşılığında hayatlarını kurtarmış olan bu kâfirleri yollarda
karşılaşıldığı zaman, hiç değilse yolun en dar yerine sıkıştırmak suretiyle
manevi bir ölüme mahkûm etmek mümkün olduğundan, müslümanlar onlarla yolda
karşılaştıkları zaman bu şekilde muamele etmekle emrolunmuşiardır. İmam Nevevî
Müslim Şerh'inde şöyle demektedir: "Her ne kadar bizim Şafiî ulemasından
bazıları onlara, onlardan önce davranarak selâm vermenin haram değil
mekruh'olduğunu söylemişlerse de bu görüş zayıftır. Çünkü bu hadisteki nehy
(yasaklama), tahrim (haram kılma) için olduğundan, onlar, selâm vermeden önce
onlara selâm vermek haramdır. Doğrusu budur. Kadı îyaz'ın açıklamasına göre,
ulemadan bazıları bir zaruret veya bir ihtiyaç zuhur etmesi halinde onlar
selâm vermeden Önce onlara selâm vermenin caiz olduğunu ve Alkame ile
en-Ne-haî'nin bu görüşte olduklarını söylemişlerdir. İmam Evzâî de:
"Eğer onlarla
selâmlaşmakta, onlardan önce davranirsan, şunu bilki sâlih-lerden de böyle yapanlar
olmuştur. Fakat selâmlaşmakta onlardan Önce dav-ranmayıp önce onların selâm
vermesini beklersen, şunu iyi bilki, salihbrden bir kısmı da böyle hareket
etmişlerdir. Bununla beraber şunu da iyi bil ki bid'atçiye kendisinden Önce
davranarak selâm vermek, bir mazeret ve t ^ılike sözkonusu olmadıkça caiz
değildir.[157] Kişi selâm verdikten sonra, onun müslü-man olmadığını
anlarsa onu tahkir için selamını geri istemesi müstehabiır."[158] Eğer bir yahudi, Hıristiyan veya bu
mecûsi bir müslümana selâm verirse onu almakta, bir sakınca yoktur. Fakat
"ve aleyke"den başka bir ifade kullanmayacaktır. Hanefilerde de hüküm
böyledir. Eğer böyle bir zımnîye (azınlığa) tebcil maksadıyla selâm verirse,
küfre girmiş olur. Çünkü kâfiri tebcil ve tazim küfürdür. Eğer bir mecusiye
tebcil niyetiyle "Ey usta;" dese küfre girmiş olur. el-Eşbah'da da
hüküm böyledir. el-Eşbah da gu hüküm de vardır: Eğer bir azınlığa - Allah
senin ömrünü uzatsın- derse ve kalbinden de, belki müslüman olur, diyorsa veya
zelil olarak yaşadığı sürece müslümanlara haraç verir, diyorsa bu sözde bir
sakınca yoktur.[159]
1. İslâm ülkesinde
yaşayan ehl-i kitaba onlardan önce davranarak selam vermek yasaklanmıştır.
Çünkü onlara selamda onları tazim ve onları yüceltme vardır. Onları yüceltmek
ve onlara selâm vererek sevgi gösterisinde bulunmak ise; "Allah'a ve
âhiret gününe iman eden hiçbir kavmin babaları, oğulları, kardeşleri veya
akrabaları da olsa, Allah'a ve peygamberine düşman olanlara sevgi beslediğini
göremezsin..."[160] âyet-i kerimesine aykırıdır.[161]
2. Onlara kalabalık
yollarda rastlandığı zaman, yolun en dar yerinden geçmeye mecbur edilirler.[162]
5206... Hz. Abdullah b.
Ömer'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Yahudilerden birisi, size
selâm verdiği zaman sadece essâmü aleyküm (ölüm sizin üzerinize olsun) diyerek
selâm verir. Siz de (onun bu sözde selamına karşılık olmak) üzere: ve aleyküm
(sizin üzerinize de olsun) deyiniz."
Ehu Davud dedi ki: Bu hadisi
aynı şekilde Malik, Abdullah b. Dinar'dan rivayet etti. Aynı şekilde Abdullah
b. Dinar'dan Sevri de rivayet etti. Abdullah b. Dinar da bu hadisde (geçen:
"ve aleyküm" kelimesini vavlı olarak) "ve aleyküm" diye
rivayet etti.[163]
"Essâm" kelimesi
"erken ölüm" anlamına gelir."essâmü aleyküm" cümlesi ise,
"erken ölüm başınıza gelsin" demektir. Millî seciyyesinde bulunan
korkaklık nedeniyle bütün melanet vs düşmanlıklarını sinsice yürüten yahudiler,
asr-i saaddette Müslümanlarla karşılaştı ki arı zaman, selâm kelimesine çok
yakın olan "sâm" kelimesini kullanarak hem zehirlerini kusmuşlar,
hem de selâm vermiş gibi görünmeye çalışmışlardır. Fakat onların bu hali Hz.
Fahr-i Kainatın gözünden kaçmamış, ümmetini yahudilerin bu entrikalarına karşı
da uyararak onların bu sözde selâmlarına karşı nasıl mukabele edeceklerini
kendilerine Öğretmiştir. Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-İ şeritte yahudilerin
bu tutumlarına karşı müslümanların "ve aleyküm" diyerek cevap
vermeleri emredümektedir.
Bu mevzuda gelen daha önceki
hadislerin şerhlerinde de açıkladığımız gibi, ulema ehl-i kitab selam
verdikleri vakit selâmlarının alınacağında ittifak etmişlerdir.
Ancak, Yahudiler selam yerine,
selam kelimesine benzeyen fakat gerçekte selâm kelimesiyle taban tabana zıt
olan "sâm: erken ölüm" kelimesini kullandıkları zaman onların bu
sözüne nasıl bir karşılık verileceği meselesi büyük bir önem kazanmaktadır.
Eğer onlara mevzumuzu teşkil
eden hadis-i şerifte anlatıldığı şekilde "ve aleyküm: sizin üzerinize de
olsun" diyerek karşılık verilirse o zaman yahudilerin bu bedduasına
iştirak edilmiş ve bu erken ölümün hem yahudilerin hem de müslümanların basma
gelmesi istenmiş olur. Çünkü bu durumda "ve aleyküm" kelimesinin
başında bulunan "ve" atıf harfi olabilir. Atıf harfi ise, cem ve
iştirak ifade ettiğinden yahudinin müslümanlar için ettiği erken ölüm duasının
aynı şekilde yahudilere de şamil olmasından başka bir mana ifade etmez. Bu ise
yahudilerin selâm suretindeki bu sinsi ihanetlerine yeterli bir cevap teşkil
edemez.
Bu mevzuda İmam Nevcvî şöyle
diyor: Bu hadis-i şerifte geçen "ve aleyküm" kelimesinin başındaki
"vav" harfi rivayetlerin çoğunda bulunmakla beraber, bazılarında da
yoktur. Rivayetlerin çoğunluğuna bakarak bu harfin bulunduğunu kabul edersek bu
"ve aleyküm" cümlesini iki şekilde te'yfl edebiliriz:
1. Bu cümleyi zahirine
göre te'vil edebiliriz. Şöyle ki "essâmü aleyküm" sözü "ölüm
başınıza gelsin" demek olduğuna göre, bu söze "ve aleyküm" diyen
kimse; "Gerçekten biz öleceğiz, siz de öleceksiniz, ölüm hususunda hepimiz
aynı durumdayız. Hepimiz öleceğiz, demiş olur.
2. "Ve
Aleyküm" kelimesinin başında bulunan "vav" harfinin iştirak ve
cem ifade eden atıf vavi olmayıp başına geldiği cümlenin, kendinden önceki
cümleyle ilgisini kesmeye yarayan istinaf vav'ı olması mümkündür. Buna göre
"ve aleyküm" cümlesi:
Layık ve müstehak olduğunuz,
kötülenme sizin başınıza gelsin, anlamına gelir.
Eğer, bazı rivayetleri nazar-i
itibara alarak "ve aleyküm" cümlesinin başında vav harfinin
bulunmadığını kabul edersek o zaman bu "aleyküm" cümlesi, bilakis
ölüm bizim üzerimize değil, sizin üzerinize olsun, anlamına gelir."
Hattabî'nin açıklamasına göre,
bu mevzudaki rivayetlerin doğru olanı da vavsiz olarak gelen
"aleyküm" şekildeki rivayettir[164] ki Tirmizî'nin ri-vâyetiyle Nesâinin
rivayetinde[165] bu cümle, vavsız olarak rivayet edilmiştir.
Musannif Ebu Davud, metnin
sonuna ilave ettiği talikte, İmam Ma-lik'le Sevrî'nin Abdullah b. Dinar'dan
rivayet ettiklerini söylediği hadisten maksadı Muvatta'nm selam bölümünde
bulunan 3 noiu hadisle, Buha-rî'nin istizan bölümünün 22. babında rivayet
ettiği hadistir.[166]
5207... Peygamber
(s.a.)'in sahabilerinden olan Hz. Enes'den (rivayet edildiğine göre sahabiler)
Peygamber (s.a.)'e:
Kitab ehli (olan yahudiler ve
hıristiyanlar) bize selâm veriyorlar, biz onlara nasıl karşılık verelim?
demişler de (Onların selamına karşılık olarak):
"Ve aleyküm, deyiniz"
buyurmuş.
Ebu Davud dedi ki: Hz.
Aişe'nin rivâyetiyle Ebu Abdunahman el-Cü-heni ve Ebu Basra el-Gıfari'nin
rivayeti de böyledir.[167]
Musannifin, metnin sonuna ilave
ettiği talikte bahsettiği Hz. Aişe hadisinden maksat, Buharî'nin Sa-hih'inde
istizan bölümünün 22. babında geçen hadisle Müslim'in Sahi-h'inde selam
bölümünde geçen 10 numaralı hadis ve Tirmizî'nin istizan bölümünde 12. babda
geçen hadistir. Ebu Basra el-Gifarî hadisinden maksat ise Nesâî'nin
Amelülyevmi velleyle isimli eserinde 305. sayfada geçen 388 nolu hadistir. Ebu
Abdurrahman el-Cüheni hadisinden maksat ise, İbn Mace'nin Sünenden edeb
bölümünün 13. babında geçen hadistir. Bu hadislerin hepsinde ehl-i kitaba
"ve aleyküm" şeklinde karşılık verileceği ifade edilmektedir.
Biz bu mevzuyu bir önceki
hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[168]
5208... Hz. Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Biriniz, bir meclise
vardığı zaman selâm versin (meclisten) ayrılırken de selâm versin. Birinci
(selâm) sonucundan daha önemli değildir."[169]
Bir meclise varıldığı zaman
selâm vermek sünnet olduğu gibi, o meclisten ayrılırken de selam vermek
sünnettir. Alınması ise farzdır.
Nitekim metinde geçen;
"Birinci selâm sonucundan daha önemli değildir" cümlesi de hüküm
bakımından bu iki selâm arasında hiçbir fark olmadığını ifâde etmektedir.
Binaenaleyh, karşılaşma
halinde selâm vermek nasıl sünnetse, ayrılma halinde selâm vermek de sünnettir
ve alınması da farzdır. Meclisten kalkarken verilen selâm, geri dönme
ihtimalini kaldırır. Geride kalanlara da güven verir ve onlar için bir rahmet
dileği olur. Tirmizî bu hadisin hasen olduğunu söylemiştir.[170]
5209... Ebu Cüreyl
el-Hüceymî'den demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.):
"Aleykesselâm ey Allah'ın Resulü" diye selâm verdim.
"Aleykesselâm deme, çünkü
aleykesselâm ölülerin selâmıdır" buyurdu.[171]
Bu hadis-i şerif
"aleykesselâm"diyerek selâm vermenin mekruh olduğuna delalet
etmektedir.Sünnet olan "Esselamü aleyküm" diyerek selam vermektir.
78. Bu hadis daha önce (4084)
numarada geçmişti.
Bu mevzuda İbn Abidin meşhur Haşiye'sinde
şu görüşlere yer vermektedir:
"Şürünbilâlî müsâfaha
hakkındaki risalesinde dedi ki: , aleykesselâm, kelimesiyle söze başlanmaz.
-Aleykümusselâm diye de selam verilmez. Çünkü Ebu Davud, Tirmizî ve başka hadis
kitaplarında sahih senetlerle Câbir b. Süleym'den şu mealde bir hadis rivayet
edilmiştir:
"Ben Allah'ın Resulüne
vardım: "-Aleykümusselâm ya Rasûlullah dedim Cenab-ı Peygamber:
Sakın aleykesselâm deme. Çünkü
aleykümusselâm kelimesi ölülere verilen selamdır, buyurdu."
Tirmizî bu hadis hasen
-sahihtir- demiştir. Bundan anlaşılıyor ki, "aleykesselâm" şeklinde
selâm verenin cevabını iade etmek vacib değildir. Çünkü Allah'ın Rasûlünün
böyle selama cevap verdiği değil, bilâkis böyle demekten men'ettiği hükmü vârid
olmuştur."[172]
İmam Nevevî ise bu şekilde
verilen selâmın da usûlüne göre alınmaya müstehak olduğunu söylemiştir.[173]
5210... Hz. Ali b. Ebi
Talib'in oğlu el-Hasen'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "(Bir topluluğa) uğrayan bir cemaatin yerine içlerinden
birinin selâm vermesi yeterlidir ve oturanlardan birisinin de (kendilerine
verilen) selamı (hepsi adına) alması yeterlidir."[174]
Bilindiği gibi selâm vermek
sünnet-i kifâyedir.Binaenaleyh bir cemaat içerisinde bir kışı selam verecek
olursa hepsi adına bu sünneti yerine getirmiş olur. Fakat hepsinin birden selam
vermesi daha faziletlidir.Selam almak ise farz-ı kifâyedir.
Hadis-i şerifte oturan bir
cemaat adına, içlerinden birinin selâm almasının yeterli olmasından
bahsedilmesi, ayakta olan bir cemaat adına içlerinden birinin selâm almasının
yeterli olmayacağı anlamına gelmez.
Hadis-i şerifte oturan bir
cemaatten bahsedilmesi, bu hükmün sadece oturan cemaat için geçerli olduğundan
değildir. Ancak kendilerine selâm verilen ve selâm alma durumunda kalan kimselerin
genellikle oturan kimseler olduğundandır.[175]
Bir başka ifadeyle buradaki
"oturur olma" kaydı, kayd-ı ihtirazı değil, kayd-ı ekseridir.
Bu hadisin senedinde bulunan
Said b. Halid, hadis âlimleri tarafından cerh edilmiştir.[176]
5211... el-Berâ b.
Azib'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İki müslünıan karşılaştıklarında el sıkışır, azîz ve celîl olan Allah'a
hamd eder ve birbirlerine (günahlarının bağışlanması için) af dilerlerse
(günâhları) bağışlanır.[177]
5212... el-Berâ b. Azib'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İki müslüman
karşılaşırlar da el sıkışırlarsa daha ayrılmadan önce (mutlaka) bağışlanmış
olurlar."[178]
Musafaha: Esenleşmek için iki
kişinin biribirlerinin g tutmalarıdır.[179]
Kamus Şerhi Tacü'l-Arus'da
açıklandığı üzere, musafaha iki kişinin yüzyüze gelerek biribirlerinin ellerini
tutmak suretiyle ellerinin iç taraflarını birbirlerine dokundurmalarıdır.
Aliyyü'1-Kâri de Mirkat adlı eserinde müsafahayı "elin ele temas
ettirilmesidir" diye tarif etmiştir.[180]
Müsafahın nasıl yapılacağı
hakkında Hz. Peygamber (s.a.)'den bir tarif nakledilmiş değildir. Bunun
sebebi, tokalaşmanın örf ve âdetle bilinen malum bir fiil olmasıdır. Bilinen
herşeyi Rasûlullah değisürmeyecekse bunun için bir tarif vermesi gerekmez.[181]
Musafahanın yukarıda
naklettiğimiz sözlük manalarına bakılırsa musafaha tokalaşanların ellerinin iç
taraflarının biribirine temas ederek kavranması ve yüzlerinin de biribirine
dönük olması ile gerçekleşir.
Tek elle mi çift elle mi
yapılacağına gelince, her ikisi hakkında da rivayet bulunmakla beraber, birer
el ile yapılacağını ifade eden hadis ve nakiller daha umumî ve yaygın tatbikatı
aksettirmektedir. Nitekim İbn Abdil Berr'in et-Temhid isimli eserinde İbn
Büsr'e dayanan bir senetle naklettiği sahih bir hadiste Abdullah İbn Büsr
(r.a.)'in bir elini göstererek: "Şu elimi görüyor musunuz, bununla
Rasûlullah (s.a.)'le tokalaştım" dediği rivayet edilmiştir.[182]
Bu mevzuda Hz. Ebu Umame'den
rivayet edilen bir hadis-i şerif de şu mealdedir.
"Selamlaşmanın kemâli eli
tutmakla gerçekleşir, musafaha (tokalaşma) da sağ elle olur."[183]
Buhârî'nin Hz. İbn Mesud'dan
rivayet ettiği ve Hz. Peygamber'in O'na teşehhüdü (ettehiyyatü lillahi...
duasını) öğrettiğini anlatan hadiste, Hz. İbn Mesud "benim iki elim, onun
iki eli arasında olduğu halde...." demiş[184] ve yine Buharî'nin rivayetinde Hammâd
b. Zeyd'in Abdullah b. Mübarek ile iki eliyle musafaha ettiği zikredilmiştir.[185]
Bütün bu anlatılanlardan
anlaşılan şudur ki, iki elle yapılan müsafaha-lar bir âlimden veya ariften
önemli bir meseleyi öğrenirken yapılan mü-safahalardır. Böyle iki elle musafaha
yapmakla öğretilen meselenin önemine dikkat çekilmiş olur.
Nitekim, mealini sunacağımız
şu hadis-i şerifler de buna delâlet eder: "Bedevilerden birinin yanına
varmıştık. Bedevî dedi ki: Rasûlullah (s.a.) elimi tuttu ve Yüce Allah'ın
kendisine öğrettiği şeylerden bana da öğretmeye başladı."[186]
"Peygamber (s.a.)'in
huzuruna vardım ve: Ey Allah'ın Resulü, bana bir sığınmak duası öğret de onunla
sığınayım, dedim. Bunun üzerine, Ra-sûlü Ekrem elimi tuttu ve şöyle buyurdu:
"Allahım kulağımın
şerrinden, gözümün şerrinden, dilimin şerrinden, kalbimin şerrinden, menimin
şerrinden sana sığınırım, diye dua et.”[187]
Hanefi ulemasına göre,
"Hz. Peygamber birisine böyle önemli bir meseleyi öğretirken yaptığı müsahafada
bazen karşısındakinin elini iki avucunun içine alırdı. Meselâ Hz. İbn Mesud'a
teşehhüdü öğretirken yaptığı müsafahada, Hz. İbn Mesud'un eli Hz. Peygamber'in
avuçları içindeydi. Binaenaleyh bu tür müsafahalar iki elle birden de
yapılabilir. Binaenaleyh sünnet olan müsafahayı her iki tarafın da sağ elle
yapmasıdır. Bu karşılaşmadan dolayı, yapılan müsafaha böyle olduğu gibi,
bey'at için yapılan müsafahalarda da böyledir. Hanefi ulemasıyla Şafiî ve
Hanbeli ulemasının görüşü budur. Nitekim Hanefi fakihlerinden "İbn Abidin
(rahmetullahi aleyh) Reddu'l-Muhtar, isimli eserinde bu konuda şöyle demiştir:
"Eğer (Hacı adayı),
kimseye eziyet vermeden (Hacer-i Esvedi) öpemezse yahut mutlak surette öpme
imkânını bulamazsa, ellerini Hacer-i Esved'in üzerine koyar sonra onları öper.
Yahut bir elini Hacer-i Esvedin üzerine koyar; evlâ olan sağ elini koymaktır.
Çünkü şerefli, işlerde sağ el kullanılır. Şu da var ki Bahr-i Amik'den
nakledildiğine göre Hacer-i Esved Allah'ın yeminidir. Kullarıyla onunla
müsafaha eder, müsafaha sağ elle olur."[188]
"Yine sünnet olan
müsafahada el içleriyle birlikte, başparmak da kav-ranmalıdır. Çünkü
başparmakta bir damar vardır ki kalplerde sevgiyi yeşertir. Hadiste böyle
gelmiştir. Bunu Kuhistanî ve başkaları nakletmiştir."[189]
"Nitekim Gümüşhanevi
hazretleri de "Müsafahada sünnet olanın sağ elle yapılmasıdır. Fitneden
korkulduğu zaman, sakalı bitmemiş yakışıklı delikanlılarla müsafaha etmek haram
olduğu gibi, cüzzam gibi bulaşıcı hastalığa mübtelâ kimselerle müsafaha etmek
de mekruhtur."[190]
Eşşeyh Abdullah b. Süleyman
ez-Zebidi müsafahayı sağ elle yapmanın daha faziletli olduğunu söylediği gibi,
Şeyh Alkami, İmam-i Nevevî, Abdurrauf Münavi, Ali b. Ahmed el-Azizi, İbn
Raslan, Abdul Kadir Gey-lânî gibi âlimler de bu görüşü savunmuşlardır.[191]
Görülüyor ki, sünnete uygun
olan tek elle ve sağ elle yapılan müsafahadır. Tek elle yapılmasında Allah'ın
tekliğine işaret gibi manada bulunmalıdır.[192] Fakat Hanefî ulemasından, Eşref Ali
el-Tehânevî müsafahanin tek elle yapıldığını, ifâde ettiği zannedilen
hadislerdeki el kelimesinin cins için olduğu ve dolayısıyle iki el ile ihtimali
olduğu gerekçesinden hareket ederek, müsafahanın kesinlikle iki elle
yapılacağını söylemiş ve bu görüşünü çeşitli delillerle isbat etmiştir.[193]
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadisten (5211) numaralı hadis-i şerifte müsafaha edilirken
"el-hamdülillahi yağfirüllahü lenâ ve Iekünı"diye-rek Allah'a hamd ve
istiğfarda bulunulacağı da ifâde edilmektedir. Bu hadiste yapılması istenen
hamd ve istiğfar (5212) numaralı hadiste bulunan: "Daha onlar bir birinden
ayrılmadan önce, Allah onları affeder" ifâdesinin tecellisi için,
istenmiş olabileceği gibi müsafahanın, iki tarafın da günahlarının affına
vesile olabilecek derecede kemâle ermesi için de istenmiş olabilir.
Çünkü "iki müstüman
karşılaşıp da bir diğerine selâm verince bunların Allah'a en sevimli olanı
arkadaşına karşı daha güleryüzlü olanıdır. Bunlar bir de müsafaha edince Allah
üzerlerine yüz rahmet indirir. Bunun doksanı müsafahaya ilk başlayan içindir.
Onu da Öbürü içindir."[194]
İmam Nevevî,
"el-Ezkâr" isimli eserinde müsafaha konusunda şöyle diyor: "Şunu
bil ki her karşılaşmada müsafaha yapmak müstehabtir. Halkın sabah ve ikindi
namazlarından sonra âdet hâline getirdiği güzel müsafahanın ise şeriatle
ilgisi yoktur. Ancak bunun zararı da yoktur. Çünkü prensip olarak müsafaha
sünnettir. Ve halkın çoğu hallerde aşın giderek bunu kusurl'j halde yapmaları
onu sünnet olmaktan çıkarmaz. Şeyh ve İmam Ebu Muhammed Abdusselâm rahmetullah
"el-Kavaid"adh kitabında şöyle demiştir.
Bidadlar beş kısımdır:
1. Vacib olan bidatlar
2. Haram olan bidatlar,
3. Mekruh olan bidatlar, .
4. Müstehab olan bidatlar,
5. Mubah olan bidatlar...
Mubah olan bidatlardan birisi
de sabah ve ikindi namazlarından sonra tokalaşmaktır."[195]
Hanefi ulemasından Aliyyül
Kâri, imam Nevevî (r.a.)'nin bu görüşüne itiraz ederek şöyle demiştir:
"İmam Nevevî'nin bir nevi
çelişki içinde bulunduğu aşikârdır. Çünkü halkın bazı vakitleri işledikleri
sünnete bid'at denilemeyeceği gibi, halkın bu sünneti sabah ve ikindi
namazlarından sonra müstehab ve meşru olmayan şekliyle yapmalarına da sünnet
denilemez. Çünkü meşru olan müsa-fahanın zamanı ilk karşılaşma zamanıdır. Bazan
halk karşılaştıkları halde müsafaha yapmadan uzun süre sohbet ve ilim
müzakeresi yapıyorlar. Sonra namazı kılınca müsafaha ediyorlar. Nerede sünnet,
nerede bunların yaptıkları. Onun için bizim Hanefî ulemasından bazıları, İmam
Neve-vî'nin sözünü ettiği bidatin mekruh ve mezmum bidatlerden olduğunu açıkça
ifade etmişlerdir."[196]
Bu mevzuda isabetli olan
AHyyü'l-Kari'nin görüşüdür. İmam Nevevî hazretlerinin görüşü hatalıdır.
Sabah ve ikindi namazlarından
sonra yapılan müsafahalar, mezmum bidatlerden olduğu gibi bayram namazlarından
sonra yapılan müsafha ve kucaklaşmalar da aynı şekilde çirkin bidatlerdendir.
Bu konuda İbn Abidin şöyle diyor: "Sadece namazlardan sonra müsafahaya
devam etmek, bazı cahillerin bunun sünnet olduğunu ve diğer zamanlarda yapılan
müsafaha-lardan daha faziletli olduğunu zannetmelerine yol açar. Oysa seleften
hiçbir kimse bu vakitlerde müsafaha etmemiştir. Binaenaleyh namazdan sonra
müsafaha herhâlükârda mekruhtur ve Rafızîlerin sünnetlerindendir."[197]
Hafız Münzirî'nin açıklamasına
göre 5211 numaralı hadisin senedinde Ebu Bele vardır. Bu sebeble hadisin senedi
muzdariptir. Çünkü onun kimliği ve güvenilirliği konusunda ileri sürülen
çelişkili tesbitlerin birini diğerine tercih etmek mümkün değildir.[198]
5213... Hz. Enes b.
Malik'den demiştir ki: Yemenliler (Medine'ye Hz. Peygamberle görüşmek üzere)
gelince, Rasûlulah (s.a.) (onlar hakkında ashabına) şöyle dedi:
"Size Yemen halkı geldi.
Onlar ilk müsafaha ilk yapan kimselerdir."[199]
Bu hadis-i şerif de
musafahanın müstehab olduğuna (jejaıet etmektedir. Nitekim bütün ulema, musafahanın
meşru ve güzel bir amel olduğunu söylemişlerdir. İmam Malik, önceleri
musafahanın kerahetine kail iken sonradan o da bunun meşruluğunu kabul
etmiştir. Çünkü müsafaha müslümanlar arasındaki sevgi bağlarını takviye eder.
Bunun için Hz. Peygamber
müslümanları müsafahaya teşvik etmiş ve müsafaha, müslümanlar arasında
yaygınlaşmıştır. Nitekim Hz. Ebu Kata-de'nin şu sözü musafahanın ashab-ı kiram
arasında yaygın olduğunu ifâde etmektedir.
"Ben Enes b. Malik'e:
Müsafaha Peygamber (s.a.)'in ashabı arasında yaygın mı idi? diye sordum da:
Evet cevabını verdi."[200] Ayrıca: "Bir de baktım ki
Rasûlullah (s.a.) mescidde oturuyor. Etrafında da insanlar var. Derken Talha b.
Ubeydullah kalkarak süratle yanıma geldi. Benimle müsafaha etti ve beni
tebrikte bulundu"[201] mealindeki hadis-i şerif de musafahanın Hz. Peygamber
zamanından beri müslümanlar arasında yaygın olduğu gerçeğini te'yid etmektedir.
Bütün bunlar, musafahanın Hz.
Peygamber'in sağlığında, ta İslamın ilk yıllarından beri Medine'de yaygın
olduğunu ifâde ederken, Hz. peygamber'in vefatı esnasında kendisini ziyarete
gelen Yemenlilerden "Müsafa-hayi ilk yapanlar" diye bahsetmesini
"müsafahayı yaygınlaştırmakta en çok emeği geçenler" şeklinde anlamak
en isabetli bir te'vil olsa gerektir.[202]
5214... Aneze (kabilesin) den
(olan) bir adamdan (rivayet edildiğine göre) kendisi Hz. Ebu Zer'e Şam'dan
sürgün edildiği zaman:
Ben sana Rasûlullah (s.a.)'in
hadislerinden bir hadisi sormak istiyorum, demiş. Hz. Ebu Zer de:
(Hz. Peygamber'in)
sır(ların)dan değilse ben de sana haber veririm, cevabım vermiş. (Aneze
kabilesinden olan bu adam rivayetine şöyle devam etti:) Ben de:
O (Hz. Peygamberin
sırlarından) bir sır değildir. Kendisiyle karşılaştığınız zaman, Rasûlullah
(s.a.) sizinle müsafaha eder miydi? (Bunu sormak istiyorum), dedim.
Kendisiyle her karşılaştığımda
benimle mutlaka müsafaha ederdi. Birgün (beni huzuruna çağırmak üzere) bana
(bir adam) göndermiş. Ben de evimde yoktum. (Eve) gelince Rasûlullah'ın bana
(bir adam) gönderdiğini haber aldım. Bunun üzerine (doğru) kendisine vardım.
Makamında bulunuyordu. Beni (görünce) hemen kucakladı; bu çok, pek çok daha güzeldi.[203]
Hz. Ebu Zerr'in Şam'dan sürgün
edilmesi hadisesi kısaca şöyle olmuştur:
Hz. Osman'ın halifeliği
zamanında Hz. Ebu Zer, Şam'da ikamet ediyordu. O sırada Şam valisi de, Hz.
Muaviye idi. İşte o dönemde, Hz. Ebu Zer ile Hz. Muaviye arasında: "...
altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenleri ise can yakıcı bir
azabla müjdele"[204] âyeti üzerinde bir ihtilâf çıktı. Hz. Muaviye bu âyet-i
kerimenin ehl-i kitap hakkında indiğini savunurken, Hz. Ebu Zer de hem onlar
hakkında, hem de biz müslümanlar hakkında indiğini savunuyordu. Derken Hz.
Muaviye bir mektubla Hz. Osman'a, Hz. Ebu Zer'den şikayette bulundu. Bunun üzerine
Hz. Osman Hz. Ebu Zerr'i Medine'ye celbetti. İşte metinde bahsi geçen Hz. Ebu
Zerr'in Şam'dan sürgün edilmesi hâdisesinin hulasası budur. Tafsilatı Sahih-i
Buhari'dedir.
İbn Melek'in açıklamasına göre
metinde geçen "serîr" kelimesi mülk ve nimet manasına gelmekle
beraber, burada Peygamberlik mülk ve nimeti anlamlarında kullanılmış olması da
mümkündür. Ayrıca karyola anlamına geldiği de söylenmektedir.
Biz bu manaların hepsine şamil
olması için, şerir kelimesini "makam" kelimesiyle tercüme ettik.
Metinde geçen "ecved:
daha güzel" kelimesi, ism-i tafdil olması do-layısıyle kendisinden sonra
başında "min" harf-i cerri bulunan bir müfad-dalün aleyh'e ihtiyacı
vardır. Ancak üstün güzelliğin, sadece belirli bir şeye nisbetle kayıtlı
olmayıp her nisbete şamil olabilmesi için bu mufadda-lüna aleyh hazf
edilmiştir.
Buna göre "ecved"
kelimelerinin geçtiği cümle "bu herşeyden çok daha güzeldi" anlamına
gelir. Eğer bu kelimelerden sonra mutlak bir mufad-dalünaleyh takdir etmek
gerekirse, o zaman en uygunu "minel müsafaha: müsahfadan" kelimesini
takdir etmektir.
Bu taktirde cümlenin manası
şudur: "Bu müsafahadan çok daha güzeldir."
Bezlu'l-Mechud yazarının da
ifade ettiği gibi "bir fitne sözkonusu olmadıkça kucaklaşma
caizdir.-Nitekim Zeyd b. Harise ve Cafer b. Ebi Ta-Hb'le ilgili meşhur iki olay[205] bunu açıkça ifade etmektedir. İmam Ebu
Yusuf'un görüşü de budur.
İmam Ebu Hanife ile İmam
Muhammed'e göre ise, bir kimsenin diğer bir kimsenin elini veya ağzını veya
başka bir yerini öpmesi ya da onu kucaklaması mekruhtur. Delilleri is Sünen-i
Ebu Davud'da geçen (4049) numaralı hadis ile Hz. Enes hadisi[206]'dir.
Zahirde biribirine aykırı gibi
görünen bu hadislerin arasım şu şekilde te'lif etmek mümkündür. Kucaklaşmanın
kerahatine delâlet eden hadislerde, kasd edilen şehvetle olan
kucaklaşmalardır. Ama şehvetten uzak ve iyi duygularla yapılan kucaklaşmalar,
caizdir. Sıhhatli olan görüş budur."[207]
Denildi ki, bu mevzudaki
ihtilâf üzerinde sadece eteklik varken yapılan kucaklaşmalar hakkındadır.
Üzerinde eteklikle birlikte gömlek de olan kimselerin kucaklaşmalarında, bir
sakınca olmadığında icma vardır. Çünkü bakılması haram olan birşeye dokunmak da
haramdır. Hatta dokunulması daha da şiddetlidir."[208]
Biz bu konuyu Hanefi
ulemasından et-Tahânevî'nin bir tahkik mahsulü, olduğuna inandığımız şu
sözleriyle noktalamak istiyoruz:
"Öpmek ve kucaklaşmak
bazan selamlaşmak ve tokalaşmak niyetiyle olur. Buna "tahiyye öpmesi"
veya "tahiyye kucaklaşması" denir ki bu caiz değildir. Çünkü Hz.
Peygamber: "Ey Allah'ın Resulü, içimizden biri karşılaştığı kardeşine veya
dostuna eğilebilir mi? Onu kucaklayıp öpebilir mi?" sorusuna:
"Hayır, fakat onun elini tutup onunla tokalaşabilir" cevabını
vermesiyle[209] yasaklanmıştır. Binaenaleyh karşılaşmalarda meşru olan
selamlaşmak ve tokalaşmaktır. Kucaklaşmak ve öpüşmek değildir.
Bu mevzuda, İmam Ebu Hanife
ile İmam Muhammed de el-Camiussağır isimli eserinde böyle demiştir.[210]
Bu ifadeden de anlaşılacağı
üzere İmam Ebu Hanife'nin mekruh olduğunu söylediği öpme ve kucaklaşmadan
maksadı karşılaşıldığı zaman selamlama yerine yapılan, öpme ve kucaklamadır.
Çünkü bu sünnet olan selamlaşmayı engellemektedir.
Öpme ve kucaklama bazan
şehvetle olur ki, bunu hanefi imamlarından hiçbirisi caiz görmemiştir. Çünkü
bunu Hz. Peyamber yasaklamıştır.[211]
Öpme ve kucaklama bazan da
sırf karşılaşılan kişiyi görmenin sevinci ve ona duyulan özlem ve sevginin
verdiği heyecanla olur ki, şehvet şaibesinden tamamen uzaktır. Bu tür Öpme ve
kucaklamaların mubah olduğunda da hanefi imamları ittifak etmişlerdir. Çünkü bu
tür kucaklaşma ve öpmeler, Hz. Peygamberde ve sahabilerinde görülmüş,
yasaklığına delalet eden şer'i bir delile rastlanmamıştır. Bu mevzu, bundan
ibarettir.
Hanefi imamlarından Tahavî bu
mevzuda hanefi imamlarının arasında görüş ayrılığı bulunduğunu; İmam Ebu
Yusuf'la İmam Muhammed'in bunu caiz görmediğini, söylemekle hata etmiştir.
Çünkü aslında İmam Ebu Yusuf'un caiz gördüğü kucaklama ve öpme kaynağı sevgi ve
özlem heyecanı olan kucaklama ve öpmedir. Selamlaşma ve tokalaşma niyyetiy-le
yapılan kucaklama ve öpmek değildir. Maalesef, bu mevzuda hidaye yazarı da
Tahavî'ye tabi olarak aynı hataya düşmüştür. Hidaye yazarı bu konuda şehvetle
olan kucaklaşmayı ve öpüşmeyi yasaklayan hadisleri[212] de Ebu Yusuf'un aleyhine değil
göstermiştir ki o ayrı bir konudur. Burada sözkonusu olan selamlaşma yerine
yapılan kucaklaşma ve öpüşmedir. İmam Ebu Yusuf ise, buna cevaz vermiş
değildir. Eğer cevaz vermiş olsa, aleyhine delil olarak, bu hadis değil
yukarıda geçen Tirmizî hadisi getirilir.
Bundan daha acaib olanı da
şudur ki İmam Tahavî bu konuyu işlerken bazı fıkıh alimlerinin, bu konudaki
ihtilâfın üzerinde elbise olarak sadece eteklik bulunan kimselerin yaptığı
kucaklaşma ve öpüşme ile ilgili olduğuna dair görüşlerine yer vermiştir. Oysa
kucaklaşma ve Öpüşme, şehvetle yapılmışsa üzerinde eteklikten fazla olarak bir
de gömlek veya cübbe-nin bulunması, onu gayr-i meşruluktan çıkaramaz. Bazıları
da hanefi imamlarına nisbet ederek âlim ve sultanın elinin öpülmesinin caiz
olup başkalarının elinin öpülmesinin caiz olmadığını söylemişlerdir ki bu da
garib bir iddiadır. Çünkü Hanefi imamları arasında böyle bir ayırım sözkonusu
değildir. Onlara göre âlim ve sultanın elini öpmek caiz olduğu gibi,
başkalarının elini öpmek de caizdir. Bu mevzudaki hüküm geneldir.
Bazan da kucaklaşma ve öpme
sultanın önünde yer öpme, eşik Öpme, sarihlerin kabirlerini, ellerini ve
ayaklarını öpme şeklinde teberrük ve tazim yoluyla olur ki, bu asla caiz
değildir. Çünkü teberrük ve tazim yoluyla, sadece Kabe ve Hacer-i - Esved için
olabilir. Çünkü Selef-i salihinden Kabe ve Hacer-i Esved dışında böyle bir öpme
sabit olmamıştır. Onlardan sabit olan öpme, muhabbet ve özlemden kaynaklanan
öpmedir. Tazim ve teberrük öpmesi değildir.
Öpme ve kucaklama ile ilgili
hadislerin hepsinde de cevaz verilen kucaklama ve öpmeden maksat, muhabbet
Özlem ve acıma ve takdir duygularından kaynaklanan öpmelerdir, diğer öpmeler
değildir."[213]
5215... Hz. Ebu Said
el-Hudrî'den (rivayet edildiğine göre) Kurey-za'hlar Hz. Sa'd'ın hakemliğine
(razı olarak kalelerinden inince) Rasûlul-lah (s.a.), (gelip hakemlik yapması
için) Hz. Sa'd'a (bir haberci) gönderdi. Bunun üzerine Hz. Sa'd, bir eşek
üzerinde oraya geldi. Peygamber (s.a.), (Hz. Sa'd'ın geldiğini görünce):
"Haydi kalkınız
efendinize!" yahutta; "en hayırlınıza!" buyurdu. (Hz. Sa'd da)
hayvanından indi ve Rasûlullah (s.a)'ın yanına gelip oturdu.[214]
5216... Şu (bir önceki hadis,)
Şu'be'den de (rivayet edilmiştir). Bu hadisi Şu'be şöyle rivayet etti: (Hz.
Peygamber) mescidin yakınında idi. Ensara (hitaben):
"Haydi kalkınız
efendinize" buyurdu.[215]
HZ. Sad b" Muaz EVS kabilesmdeııdir-
Evs kabilesi, Yahudî Beni Kureyza kabilesinin müttefki idi. Meşhur
rivayete göre Evs'liler, Peygamber (s.a)'den Benî Kureyza *nın affını
istemişler, O da:
Beni Kureyza hakkında sizden
bir adamın hakemliğine ne dersiniz? diye sormuştu. Yahudiler, Hz. Muâz'ın
hakemliğini kabul ettiklerini söylemişler, bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) Hz.
Sa'd'a haber göndermiş, Hz. Peygamber'in yanına ensardan bazı akrabası ile
birlikte gelmiş ve Yahudiler tarafından karşılanarak kendisine, yakınlarına
iyilik et, denilmişti. O da kendilerine:
Gerçekten Sa'd için Allah
uğrunda hiçbir kimsenin levmine (kınamasına) aldırış etmeyeceği zaman
gelmiştir" cevabını vermiş ve:
Kureyza oğullarının harbe yarayanlarının
Öldürülmesine ve kızlarının da esir edilmesine hükmetmişti.[216]
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifte, bir mecliste oturan kimselerin, oraya gelen bir kimse için
ayağa kalkmaları söz konusu ediliyor.
Bezi yazarının açıklamasına
göre, İmam Buhârî ile Müslim mevzumuzu teşkil eden bu hadisi, delil getirerek,
meclise yeni gelen bir kimse için ayağa kalkmanın mutlak surette caiz olduğunu
söylemişlerdir. Müslim "Ben ayağa kalkma konusunda bu hadisten daha sağlam
bir hadis bilmiyorum" demiştir. Ancak İbn el-Hacc'ın da aralarında
bulunduğu bazı ilim adamları, aslında mevzumuzu teşkil eden bu hadisin, İmam
Buhârî ve Müslim'in zannettikleri gibi hiç de ayağa kalkmanın cevazına delalet
etmediğini söylemişlerdir. Bunlara göre Hz. Peygamber "Haydi efendinize
kalkınız" buyurmakla "Haydi kalkınız, gidiniz de hasta olduğu için
hayvanından inebilecek durumda olmayan efendiniz -veya en hayırlınız olan-
Sa'd'e hayvanından inmesi için yardım ediniz" demek istemiştir. Nitekim
Ahmed b. Hanbel'in rivayetinin sonunda yer alan "Onu (hayvanından)
indiriniz"[217] ifadesi de bunu açıkça ifade etmektedir. Eğer gerçekten
Hz. Peygamber onların, zannettikleri gibi, Hz. Sa'd için ayağa kal-kılmasını
emretmek isteseydi, etrafındaki insanlara "Kümü ilâ seyyidi-küm (haydi)
kalkınız efendinize" demez de "kumu liseyyidiküm: Efendiniz için
(ayağa) kalkınız"deıdi. Sonra eğer gerçekten bir insan için ayağa kalkmak
caiz olsaydı, Rasûlü Ekrem efendimiz, bunu sadece Hz. Sa'd'a tahsis etmez,
herkese şâmil kılardı. Suyûtî'nin açıklamasına göre ise metinde geçen:
"Kumu ilâ seyyidiküm:" ifâdesi "gidiniz, onu ikram olsun diye
karşılayınız" anlamında kullanılmıştır. "Onun için ayağa
kalkınız" anlamında kullanılmamıştır.
Bu mevzuda birçok görüşler
ileri sürülmüştür. Bu hususta tutulacak en doğru yol, eğer bir yanlış
anlaşılmaya yol açamayacaksa, ayağa kalkmayı terk etmektir.
Bezi yazarının açıklamasına
göre "el-Lemeât" isimli eserde bu mevzuda şöyle denmektedir:
"Bazı ilim adamları bir
meclise yeni gelen bir kimse için ayağa kalkmanın sünnet olduğunu iddia
ettiler ve mevzumuzu teşkil eden bu hadisi de bu görüşleri için delil
getirdiler. Bazıları da "bir adam: Ey Allah'ın Resulü içimizden biri
(din) kardeşi veya bir dostu ile karşılaşıyor, ona eğilebilir mi?" diye
sordu da Rasulü Ekrem: Hayır, buyurdu.[218] mealindeki ha-dis-i şerife sarılarak
bunun mekruh olduğunu söylediler. Sahih olan şudur ki; ilim ve fazilet ehline
ayağa kalkarak saygı göstermek kesinlikle caizdir. Metalibu'l-Mü'minîn isimli
eserde de "oturanların saygı için yanlarına gelen bir kimseye ayağa
kalkmaları liaynihi mekruh değildir. Mekruh olan kendisine ayağa kalkılmaktan
hoşlanan kişiler için kalkmaktır. Resulü Zişan efendimizin sahabilerinden
bazılarının ayağa kalkmalarını hoş karşılamamış olması her gelene ayağa
kalktıkları zaman kendileri için büyük bir meşakkatin doğması söz konusu
olduğu yer ve zamanlarla ilgilidir. Ayağa kalkmakla ilgili değildir."
İmam Nevevî'de "Hz.
Peygamber zamanında ayağa kalkmanın günümüzdeki gibi yaygın olmaması onun
bidat olduğuna delalet etmez. Çünkü o dönemde müslümanlar, mutlak surette
ayağa kalkmakla emrolunma-dıkları gibi ayağa kalkmamakla da emrolunmuş
değillerdi. Bu bakımdan ayağa kalkmama yönü daha ağır basmakla beraber,
meselenin bid'at olduğunu söylemek asla mümkün değildir.
Bezi yazarının hocalarından
merhum Muhammed Yahya'nın hadis notlanndaki açıklamasına göre, aslında
insanlara ayağa kalkmak caiz olmakla beraber, ayağa kalkan veya kendisi için
ayağa kalkılan açısından arızî bir fesadın bulunması halinde, bu cevaz kerahete
dönüşür. Kalkan açısından fesat riyakâr durumuna düşmesidir. Bazı kişilerin
bazan hiç de hoşlanmadıkları bir kimse için cemaat içerisinde ayağa kalkmak
durumunda kalmaları gibi.
Kalkılan açısından fesat ise,
kendisine gösterilen saygıdan dolayı büyüklük duygusuna kapılması gibi. Fakat
kişi gelen bir kimseye ayağa kalkmadığı takdirde, uğrayacağı zarar, ayağa
kalktığı takdirde, uğrayacağı zarardan daha büyük olmak, düşmanlık ve kin
kazanmak ve saldırıya uğramak gibi zararlara uğraması sozkonusu ise o zaman
ayağa kalkar.
Fakat Musannif Ebu Davud'un
rivayet ettiği bu hadiste sözü geçen kıyam, cevazı ihtilaflı olan tazim kıyamı
değildir. Yardım kıyamıdır. Yani Hz. Ebu Said el Hudrî'ye ayağa kalkanlar onu
tazim için değil, hayvanından inmesinde yardım etmek için kalkmışlardır.[219]
Bu mevzuda Hanefi ulemasında
Eşref Ah et-Tehânevî de şöyle diyor:
"Kıyamın çeşitli
şekilleri vardır:
1. "Kıyam" kelimesi
"li" harf-i cerri ile kullanıldığı zaman ayağa kalkmak anlamına
gelir.
2. "İla"
harf-i cerri ile kullanıldığı zaman yürüyüp gitti, anlamına gelir.
3. "Beyne" kelimesiyle
kullanıldığı zaman "önünde görünmek" anlamına gelir.
4. "Alâ"
harf-i cerri ile kullanıldığı zaman oturmakta olan bir kimsenin arkasında
dikilmek manasına gelir. Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte kıyam
kelimesi "ilâ" ile kullanıldığı için "yürüyüp gitti" anlamında
kullanılmıştır. Bu çeşit kalkış ise ne tazim ne de ikram içindir. Ancak Hz.
Sa'd'ın rahatsızlığıyla ilgili özel bir kalkıştır.[220]
Bu mevzuda en titiz davranış
şudur: "Kişi duruma bir bakmalı, eğer kalktığında kerahet gerektiren bir
durum ortaya çıkacağına kanaat getirecek olursa kalkmamalı. Fakat bununla
beraber kalkmadığı takdirde kendisine karşı taraftan bir zarar gelmesi söz
konusu ise o zaman kalkar.[221]
Bu mevzuya İbn Abidin'in şu
sözleriyle son veriyoruz: "Hatta gelene tazim olsun diye ayağa kalkmak
müstehabtir. Mescidde oturan bir kişinin yanına gelene tâzimen ayağa kalkması,
Kur'an okuyanın, gelene tazim için ayağa kalkması, eğer gelen kişi tazime müstehak
ise mekruh değildir."
Müşkilu'1-Âsâr adlı eserde, şu
hüküm yer almaktadır: "Başkasının önünde, ayağa kalkmak, bizzat mekruh
değildir. Mekruh ancak kendisi için ayağa kalkılan kişi kendisi için kalkılmayı
severse, bahis konusu olur. Eğer kendisi için kalkılmasına kıymet vermeyen bir
kimse için kalkarsa kerahet olur."
İbn Vehhab dedi ki:
"Diyorum ki: Bizim asrımızda ayağa kalkmanın müstehab olması, uygundur.
Çünkü ayağa kalkılmazsa kin ve nefret, düşmanlık oluşur, gelenin kalbinde hele ayağa
kalkmanın adet haline gelmiş olduğu bir memlekette ayağa kalkmamak felâkettir.
"Bu hususta varid olan
tehdidler ancak önünde ayağa kalkmayı vacib kılan kişi hakkındadır. Nitekim
bazı Türk ve Acemler böyle yaparlar."
Derim ki: el-İnaye ve başka
kitablarda eş-Şeyhü'1-Hakim Ebu'î-Kasım'dan rivayet edilen de bunu te'kid
etmektedir. Bu zatın huzuruna bir zengin geldiği zaman, ayağa kalkar ona tazim
eder. Fakat fakirlere, ilim talebelerine kalkmazdı. İtiraz kabilinden bunun
sebebi soruldu. Dedi ki:
Zengin bir kimse benden tazim
beklemektedir. Eğer ben bu tazimi bırakırsam, o zaman o zarar görecektir.
Fakat talebelere gelince onlar benden sadece selamlarına cevap vermemi ve ilim
hususunda kendileriyle sohbet etmemi beklerler.[222]
"Seyyid" kelimesiyle
ilgili açıklamayı (4806) nolu hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrar
lüzum görmüyoruz. Bu mevzuyu 5229 ve 5230 nolu hadislerin şerhinde tekrar ele
alacağız. İnşallah.[223]
5217... Mü'mirilerin
annesi Aişe(r.anhâ)'dan (rivayet edilmiştir): Dedi ki: "Rasûlullah
(s.a.)'e şekil, davranış ve hal bakımından Hz. Fatima (k.v)'den daha çok
benzeyen birini görmedim."
(Ebu Davud'un diğer şeyhi)
ef-Hasen (b. Ali, bu cümleyi): - Söz ve konuşma bakımından , (daha çok
benzeyen birini görmedim, diye) rivayet etti. "Yol ve davranış
bakımından" kelimelerini rivayet etmedi. (Bu hacli-si musannif Ebu Davud'a
rivayet eden el-Hasen b. Ali ve İbn Beşşâr isimli şeyhleri hadisin kalan kısmını
şu şekilde rivayet ettiler):
"Hz. Fatima, Hz.
Peygamber'in yanma girdiği zaman (Hz. Peygamber) onun için ayağa kalkar,
elinden tutar, onu öper ve kendi yerine oturturdu."
(Hz. Peygamber de) Hz.
Fatima'nın yanına girdiği zaman Hz. Fatima hemen Onun ayağa kalkar, elinden
tutar, O'nu öper, kendi yerine oturdu."[224]
Fethu'I-Vedud isimli eserde
açıklandığına göre metinde geçen, semt, deli ve hedy kelimeleri; manaları
biribirine yakın olan kelimelerdir. Şekli güzel hal ve davranış manalarına
gelirler. Râğıb'ın açıklamasına göre, deli kelimesi, şekil ve güzellik manasına
gelir. Turpiştî'ye göre "sem." huşu ve tevazu anlamına geldiği gibi;
hedy, iç huzuru ve ağırbaşlılık manasına, deli kelimesi de güzel huy ve
hikmetli konuşma anlamına gelir.[225]
Metinde söz konusu edilen
ayağa kalkmalar, ikram için olan ayağa kalkmalardır.[226] Binaenaleyh, mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerif ikram için ayağa kalkmanın caiz olduğuna delalet etmektedir.
Nitekim, Hind ulemasından
Eşref Ali et-Tehanevî de "ikram için olan ayağa kalkmada bir kerahet söz
konusu değildir. Kerahet acemlerin krallarına yaptıkları gibi olan
kalkışlardadır" demektedir.[227]
Aliyyü'l-Kari'nin açıklamasına
göre, buradaki Hz. Peygamberin kızı Hz. Fatimayı öpmesinden maksat alnından ve
başından öpmesidir. Hz. Fatime'nin Hz. Peygamber'i öpmesinden maksat mübarek
ellerinden öpmesidir.
Hz. İbn Abbas'dan rivayet
edilen merfû bir hadis-i şerifte açıklandığına göre "Kim annesini iki
gözünün arasından öperse, bu öpüş kıyamet gününde onun için cehennem ateşine
karşı bir perde olacaktır." İşte Hz. Peygamber, Hz. Fatima'yı annesi
yerine koyarak.böyle iki gözlerinin arasından Öpmüştür.[228]
El öpmekle ilgili dört
mezhebin görüşü:
1. Hanefilere göre
"teberrük yoluyla vera' sahibi âlimin ve âdil sultanın elini öpmekte beis
yoktur, belki sünnettir."[229]
2. Malikî'ler "Mütekebbirin
elini öpmek mekruh, din, ilim ve şerefinden dolayı olursa caizdir."[230]
3. Şafiîler
"zühd, salah ve dininden, ilim ve şerefinden dolayı el öpmek müstehap;
zenginlik, mevki ve mansıbından dolayı öpmekse mekruhtur.[231]
4. Hanbeliler
"Şayet dindarlığından dolayı ise beis yoktur, çünkü Ebu Ubeyde, Ömer b. el-Hattab'ın
elini öpmüştür. Dünyalık için ise makbul değildir.[232]
Ancak bu elin sahibi âlim ve
âdil değilse, İslamın tazimini kasd etmek bahis konusu değilse icmaen
mekruhtur.[233]
Hind ulemasından ve Hanefî
fakihlerinden Eşref Ali et-Tehânevî'nin tahkikine göre "Muhabbet, özlem,
takdir ve rahmet duygularından kaynaklanan öpmeler caizdir. Tazim ve selâmlama
niyetiyle ve teberrük kas-diyle yapılan öpmeler caiz değildir."[234]
Meşhur İbn Abidin Haşiyesinde
bu konuda şöyle deniyor:
"... Bazı câhillerin
başkasıyla biraraya geldiklerinde, sanki onun eliy-miş gibi kendi elini öpmesi
de mekruhtur. Karşılaşma anında arkadaşının elinin öpülmesinin mekruh olduğunda
ise icrnâ vardır. Bazı kimselerin âlimlerin huzurunda, veya büyük insanların
huzurunda, yer öpmeleri de böylece mekruhtur ve haramdır. Bunu yapan, yeri öpen
ve rıza gösteren de günahkâr olur. Bu putlara tapmaya benzer. Bunu yapan ile
razı olanlar ibadet ve tazim yoluyla olduğu takdirde kâfir olurlar. Eğer
tahiyye yoluyla yeni selamlaşma yoluyla olursa, kâfir olmaz. Fakat günahkâr ve
büyük günâh işlemiş olur..
Öpmek beş vecih üzeredir:
1. Sevgi öpmesi: Çocukların yanaklarından
öpülmesi gibi,
2. Merhamet öpmesi:
Anne ve babanın başlarını öpmek.
3. Şefkat öpmesi: Kardeşlerin
alnından öpülmesi.
4. Hanım ve câriye
için şehvet öpmesi ki ağız üzerinde olur.
5.İkram öpmesi ki mü'minler için
el üzerinde olur.[235]
Görülüyor ki, Hz. Peygamberin
Hz. Fatima'yı öpmesi, sevgi Öpmesi-dir. Hz. Fatima'nın Hz. Peygamber'in elini
öpmesi de ikram öpmesidir. Yukarıdaki açıklamalarımızdan anlaşılacağı üzere bu
tür öpmelerin ikisi de caizdir. Çünkü mevzumuzu teşkil eden Hadis-i şerif buna
delâlet etmektedir.[236]
5218... Hz. Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) el~Akra S. Habis Peygamber (s.a.)'ı
(torunu) Hüseyin'i öperken görmüş de:
Benim on tane çocuğum var,
bunu onlardan hiç birine yapr.iikurri, demiş, Rasûlullah (s.a.)'da:
Merhamet etmeyene, merhamet
olunmaz, buyurmuştur.[237]
Ulemanın beyânına göre
çocuklara ve zayıflara merhamet meselesi, umumî olup, bulun insan ve hayvanlara
şamildir. Yani, mü'min olsun, kâfir olsun bütün insanlara; kendinin olsun
olmasın bütün hayvanlara acımayan, hayvanı doyurup sulamayan, yükünü hafifletmeyen
ve insafsızca döven kimse, âhirette Allah'ın rahmetine nail olmayacaktır.
Bu rivayetteki rahmet
cümleleri her iki fiilin ref'i ve ceni ile rivayet olunmuştur. Merfû okunduğuna
göre cümle başındaki "n;en-i mevsûle" meczum okunduğuna göre ise
"şartıyye" olur.[238]
İmam Nevevî'nin açıklamasına
göre:
"Kişinin kendi çocuğunu
yanağından öpmesi vâcibdir. Yüzünün dışında mesela parmaklarını şefkat,
rahmet, babalık sevgisiyle Öpmesi ise sünnettir. Bu hususta çocuğun erkek veya
kız olması arasında bir fark yoktur.
Aynı şekilde kişinin bir
arkadaşının çocuğunu da böyle temiz duygularla öpmesi de sünnettir. Fakat,
şehvetle Öpmek ise haramdır. İsterse baba olsun bu konuda ulema ittifak
etmişlerdir."
Her ne kadar İmam Nevevî,
kişinin kendi çocuğunu alnından öpmesi-nin vâcib olduğunu söylemişse de bu
görüşün kabul görebilmesi için bu konuda gelen sahih bir hadise ya da sahih bir
kıyasa dayanmış olması gerekir.[239]
5219... Âişe (r.anha)'den
demiştir ki: Peygamber (s.a.):
"Müjde ya Aişe, gerçekten
Allah senin suçsuzluğuna dair âyet indirdi" buyurdu.
(Yine Hz. Âişe'nin rivayetine
göre Hz. Peygamber, bu müjdeyi verdikten sonra) kendisine (suçsuzluğunu
bildiren) Kur'ân (âyetlerini) okumuştur.
(Hz. Aişe sözlerine şöyle
devam etti):
Bunun üzerine annemle babam
bana: "Kalk Rasûİullah'ın başından öp!" dediler Ben de:
Aziz ve celîl olan Allah'a
hamdediyorum. Size değil" dedim.[240]
Hz. Âişe'nin manız kaldığı
iftira olayından kendisinin masumluğuyla ilgili olarak inen âyet-i kerimeler,
"Muhammed'in eşine o yalanı uyduranlar içinizden bir güruhtur..."[241] âyet-i kerimesi ile onu takib eden dokuz
âyettir.
Bilindiği gibi, Hz. Âişe'nin
babası, Hz. Ebû Bekir (r.a.), anası ise Ümmü Rûmân'dır.
Bu hadis-i şerifte bir kadının
eşini öpmesi, söz konusu ediliyor. Bir kimsenin çocuğunu Öpmesinden söz
edilmiyor. Bu bakımdan bu hadisle bab başlığı arasında bir ilgi kurmak mümkün
gibi görünmüyorsa da, Hz. Aişe'ye verilen emir, Peygamber Efendimizin başını
öpmesi olduğunu düşünürsek; tavsiye edilen bu öpmenin, bir şefkat ve bir hürmet
öpmesi olduğu anlaşılır. Bu yönüyle de babanın çocuğunu öpmesisne benzetilebilir.
Merhum musannifin bu inceliği göz önünde tutarak bu hadisi burada zikrettiğini
söyleyebiliriz.[242]
5220... Şa'bî'den (rivayet
edildiğine göre) Peygamber (s.a.) Cafer b. Ebi Talib'i karşıladı da onu
kucaklayıp iki gözünün arasından öpmüştür.[243]
Bu hadis-i şerif, Hz.
Peygamberin Habeşistan'a hicret eden bazı müslümanlarla birlikte Mekke'ye dönen
Hz. Cafer'i karşılayınca onu kucaklayıp iki gözünün arasından öptüğünü ifâde
etmektedir. Hanefi imamlarına göre, Hz. Peygamber'in hayatında görülen
kucaklama ve öpmeler sevgi, özlem, takdir ve merhamet duygularından kaynaklanan
öpmelerdir.[244] Onun hayatında selamlaşma niyetiyle yapılan bir öpüşmenin
yeri olmadığı gibi, bir kimsenin eşinin ya da cariyesinin dışında bir kimseyi
şehvetle öpmesine de asla yer yoktur. Hafız Münzirî'nin açıklamasına göre, bu
hadis-i şerif, mürseldir.[245]
5221... İyas b. Dağfel'den
demiştir ki: "Ben Ebû Nadra'nın Hasan b. Ali (r.a)'nin yanağını Öptüğünü
gördüm."[246]
Ebû Nadra tâbiundan Basrah
Münzir b. Malik en-Avfî'dir. Ebu Davud'un bazı nüshalarında, Ebu Nadra'nın
yanağından Öptüğü kimsenin, Hasen b. Ali olduğu, ifade edilmekle beraber,
nüshaların çoğunda, sadece Hasen ismi geçmekte ve künyesinden bahsedilmemektedir.
Gerçi zaman itibariyle sözkonusu zâtın Hasan b. Ali olması mümkün olmakla
beraber, Hafız Münzirî gibi bir hadis otorite1i bu kimsenin Hasen Ebiî Hasen
el-Basrî olduğunu ortaya koymuştur.
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerif, bir kimsenin bir çocuğu sevgi ile yanağından öpmesinin meşru
olduğuna delalet etmektedir. Nitekim 5218 numaralı hadisin şerhinde de
açıklamıştık.[247]
5222... Hz. Berâ'den
demiştir ki: Medine'ye geldiği ilk günlerde Hz. Ebu Bekir'le birlikte (evine)
girmiştim. Bir de ne göreyim, kızı Hz. Aişe sıtmaya yakalanmış yatıyor. Hz. Ebû
Bekir, hemen yanına varıp:
Nasılsın kızcağızım? deyip onu
yanağından öptü.[248]
Bir önceki hadis-i şerif gibi
bu hadis-i şerif de insanın sünnete riayet kastıyla ya da sevgi ve merhamet
hisleriyle çocuğunun yanağından öpmesinin caiz olduğunu ifade etmektedir.[249]
5223.. Hz. Abdullah b.
Ömer (başından geçen) bir olayı Abdurrahman b. Ebî Leylâ'ya anlatmış (sonra)
şöyle demiş:
"Bunun üzerine Peygamber
(s.a.)'e yaklaşıp elini öptük."[250]
Hz. Abdullah b. Ömer'in
Abdurrahman b. Ebî Leyla>ya anlattıgı olayf (2647) numaralı hadis-i şerifte
anlatılan, Hz. Peygamber'irpgönderdiği bir akıncı birliğinin bozguna uğraması
neticesinde, Hz. İbn Ömer'le arkadaşlarının akıncı birliğiyle irtibat
kuramamaları neticesinde, Medine'ye dönüp gelip de Hz. Peygamberin huzuruna
çıkarak elini öpmeleriyle ilgili olaydır.
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerif de yine el öpmenin caiz olduğuna delalet etmektedir.
el-Ehberî'nin açıklamasına
göre, İmam Malik, kibir ve gurura sebeb olan el öpmekle, kibirden dolayı el
öptürmenin caiz olmadığını, dindarlığından ve faziletinden dolayı, bir
kimsenin elini öpmeninse caiz olduğunu söylemiştir.
İmam Nevevî de bir kimsenin
zühd ve takvası ya da diğer faziletleri sebebiyle elini öpmenin mekruh
olmadığını, hatta sünnet olduğunu söylemiştir.
Biz diğer fıkıh ulemasının bu
konudaki görüşlerini (5217) ve (5214) numaralı hadislerin şerhlerinde
açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[251]
5224... Hz. Useyd b.
Hudayr, ensardan bir adam(dı. Başından geçen bir olayı) şöyle anlattı:
"Kendisi bir toplulukta konuşuyordu. Şakacı bir adamdı. Bir ara topluluğu
güldürdü. Derken Peygamber (s.a.) (şaka olarak) bir çöpü onun böğrüne
(hafifçe) dürttü. Bunun üzerine (Üseyd Peygamber efendimize):
Ey Allah'ın Resulü (bu çöpü
bana dürttüğünden dolayı) sana kısas yapmama imkân ver! dedi.(Hz. Peygamber
de):
(Haydi öyleyse) kısas yap,
buyurdu. (Üseyd):
Fakat senin üzerinde gömlek
var. (Çöpü bana dürttüğün zaman) benim üzerimde gömlek yoktu, dedi.
Hz. Peygamber de (onun bu
isteğine uyarak kısas yapmasına imkân vermek için) gömleğini (yukarı doğru)
kaldırdı. Bunun üzerine: Hemen Hz. Peygamber'i bağrına basıp onun böğrünü
öpmeye başladı ve:
Ey Allah'ın Resulü, (işte)
benim istediğim bundan ibaretti, dedi.[252]
Kısas: Öldüreni, öldürülen
karşılığında öldürmek, veya yaralanan ya da kesilen bir organ karşılığında bu
suçu işleyenleri aynısıyla cezalandırmaktır. Bu hadis: Tekme tokattan dolayı
kısas lâzım gelmez, diyenlerin aleyhine delildir.[253]
1. Bir kimsenin böğürünü öpmek caizdir.Nitekim
Hanefî ulemasından Aynı Böylece kişinin, elinin, ayağının, başının, böğrünün
öpülmesinin mubah olduğu bilindi" demiştir.[254]
2. Kamçı darbesi, tekme ve tokat
gibi hakkında belli bir ceza tayin edilmiş olmayan tecavüzler için kısas cezası
uygulanır.
Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer,
Hz. Osman, Hz. Ali (r.anhüm) bu görüştedirler. Delilleri de bu hadis-i
şeriftir.
Ayrıca Şüreyh, Şa'bî ve İbn
Şübrüme'de bu görüştedirler. Ashab-ı re'y (rey taraftarları) ile imam-ı Malik
ve Şafiî (r.a.) ise sözü geçen fillerden dolayı kısas lâzım gelmeyeceğini
söylemişlerdir. Bu fiillerden dolayı kısas yapılmasını bir takım şartlara
bağlamışlardır. Hanefi ulemasının bu konudaki görüşü şöyledir:
"Bir kimsenin yüzüne
haksız yere vurulan silleden dolayı kısas icab etmez. Amde mükarin olunca
(bile bile yapımiş olunca) te'dibi icab eder. Meğer ki bu silleden bir yara
husule gelsin."[255]
5225... Ümmü Ebân bint
el-Vazi b. Zari; (Hz.Peygamber'in huzuruna gelen) Abdulkays hey'eti arasında
bulunan dedesi Zari'den demiştir:
Medine'ye vardığımız zaman
hayvanlarımızdan acele inip Peygamber (s.a.)'in elini ve ayağını öpmeye
başladık. el-Münzirü'1-Eşecc bir süre tekledikten sonra (içinde elbiseler
bulunan) bavuluna vardı ve (içlerinden, eteklik ve gömlekten oluşan) yeni bir
takım elbiseyi giydi. Sonra Peygamber (s.a.)'e vardı. (Hz. Peygamber) ona:
Sende Allah'ın sevdiği iki
haslet var, hilim ve vakar, buyurdu, el-Münzir de:
Ey Allah'ın Resulü! Ben
bunları kendi çabamla mı elde ettim, yoksa Allah beni bu iki huy üzerine mi
yarattı? dedi. (Hz, Peygamber):
Elbette seni Allah bu iki huy
üzerine yarattı, buyurdu. Bunun üzerine o:
Beni Allah ve Rasûlünün
sevdiği iki haslete sahip olarak yaratan Allah'a hamd olsun, diye şükretti.[256]
Hilm; Akıl, vakar, sabır
manalarına gelir.
Enâet: Aceleye kapılmadan
zamanında ve yerinde hareket etmektir.
Ebü'l Hasen eş-Şâzelî
hazretlerinin rivayetine göre, bir gün Rasûlü Ekrem efendimiz; rü'yasında
görmüş de kendisine:
"Elbiselerini
pisliklerden koru. Eğer böyle yaparsan her an Allah'ın yardımına nail
olursun" buyurmuş. Bunun üzerine İmam Şazeli hazretleri:
"Ey Allah'ın Rasulü,
benim elbiselerimden maksat nedir? diye sorunca; Hz. Fahr-i Kâinat şöyle
buyurmuş:
Hak teâla hazretleri senin
özerine beş kat elbise giydirmiştir:
1. Muhabbet elbisesi,
2. Marifet elbisesi,
3. Tevhid elbisesi,
4. İman elbisesi,
5. İslâm elbisesi,
1. Her kim muhabbet elbisesini giyerse
(yani Allah'ı severse) Allah ona her işi kolay getirir.
2. Her kim de marifet
elbisesini giyer de Allah'ı hakkıyla tanırsa onun nazarında Allah'ın rızası
dışında herşey küçülür, değersiz kalır.
3. Her kim de Allah'ın yegâne
Halik olduğunun şuuruna vararak tevhid makamına ererse ona şirkin kokusu bile
erişemez.
4. Kim de iman
elbisesi giymeye muvaffak olursa o herşeyden emin olur.
5. İslâm elbisesini
giyen kimse ise Allah'a isyan etmez. Hasbelbeşer isyan etse bile özür dileyip
tevbe eder. Tevbe edenin tevbesini de Allah kabul eder.[257]
"Eşecc" kelimesi
"başı yarık" anlamına gelir. Hz. Münzir'in yüzünde kılıç veya bıçak
yarasından kalma bir iz bulunduğu için Resulü Zişan efendimiz kendisine bu
ismi vermiş, ondan sonra bu isimle meşhur olmuştur.
Hz. Münzir'in sahih ve meşhur
olan ismi el-Münzir b. Aziz olmakla beraber[258] yine de ihtilaflıdır. Nitekim Avnü'l
Mabûd yazarı O'nun isminin "el-Münzir b. el-Hâris el-Abdî" olduğunu
söylerken Bezi yazan el-Münzir b. Amr olduğunu söylemiştir.
Eşşeyh Abdülhak ed-Dehlevî'nin
"el-Lemeât" isimli eserinde, Abdul-kays heyetinin Hz. Peygamberin
huzuruna gelmeleri şöyle anlatılıyor:
"Abdülkays heyeti, Hz.
Peygamber'in yanma gelince hemen hayvanlarından inip yerlere kapandılar. Hz.
Peygamber bu hareketlerine engel olmadı. Bilakis onların bu hareketini takrir
etti. Onların başkanı olan Eşecc ise onlara katılmadan doğru kendisine ayrılan
eve indi. Orada guslettikten sonra beyaz elbiselerini giydi, sonra mescide
girip iki rekat namaz kıldı ve ardından dua edip huşu içerisinde vakar ve
teenni ile Hz. Peygamberin huzuruna vardı. Hz. Peygamber onu bu edeb içerisinde
görünce:
Sende (Allah ve Rasûlunun
sevdiği) iki huy vardır, buyurdu.
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifte, Hz. Münzir b. Aziz başkanlığında gelen Abdülkays heyetinin
Hz. Peygamberin ellerini ve ayaklarını öptükleri ifade edilmektedir. Biz el
öpmenin hükmünü (5217) numaralı hadis-i şerifin şerhinde açıkladığımız için burada
sadece ayak öpmenin hükmünü açıklamakla yetineceğiz.
El ve ayak öpme, selamlama
yahutta tazim kasdiyle yapıldığı zaman caiz değildir, haramdır. Fakat sevgi,
özlem, istihsan (tebrik) duygularından kaynaklanan el ve ayak öpmeler,
caizdir. Nitekim mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte geçen, Abdülkays
heyetinin Hz. Peygamber'in el ve ayaklarını öpmeleri olayı, sevgi ve özlem
duygularından kaynaklandığı gibi Resûl-ü Zişan efendimizin kendisine soru
soran yahudilerin sorularını cevaplandırması neticesinde onların ellerini ve
ayaklarını öpmelerine izin vermesi148 olayı da yahudilerin Hz. Peygamber'in el
ve ayaklarını öpmelerinin yine istihsan (tebrik etme) duygusundan kaynaklanmıştır.[259]
Eğer Eşşeyh Abdulhak
ed-Dehlevî'nin el-Lemeât isimli eserindeki Hz. Peygamber'in Abdulkays
hey'etinin huzurunda secdeye kapanmasına izin verdiğini ifade eden hadisin
sıhhatini kabul etsek bile, böyle selamlaşmak ve ikram kabilinden olan
secdeler "Eğer bir kimseye başka bir kimse için secde etmeyi emretseydim
kesinlikle kadına kocasına secde etmesini emrederdim"[260] hadisiyle neshedilmiştir. Böyle bir
secde daha önceki şeriatlerde caizdir.[261]
Bu mevzuda Bedrüddin Aynî de
şöyle demektedir. "Bu zamanda sultanlara yapılan tazim ve iclâl secdesi
küfürden başka bir şey değildir. Nitekim el-Mahbubî de el-Camiüssagîr
Şerhi'nde yüce Allah'dan başkasına yapılan her secde zor karşısında kalmış olmamak
kaydıyla küfürdür. Binaenaleyh bazı câhil sofilerin şeyhlerin önünde yaptıkları
şeyler bid'atlerin en çirkinidir.
Efdal olan zor karşısında
kaldığı zaman tahiyye (selâm) secdesi yapmaktır. Fakat tazim secdesi
yapmamaktır. Çünkü tazim secdesi küfürdür. Takiyye secdesi ise küfür değildir.[262]
Ayrıca mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif, fitneye düşürmeyeceğinden emin olmak şartıyla, bir kimseyi
yüzüne karşı medhetmenin caiz olduğuna delalet etmektedir.
Aliyyü'l-Kârî'nin açıklamasına
göre "Metinde Rasûlullah kelimesinin, Allah lâfzı üzerine atfedilerek
zikredilmiş olması, Hz. Peygamber'in bir-şeyi sevmesinin Allah'ın sevmesine
bağlı olduğunu belirtmek içindir. Bilindiği gibi Allah'ın sevdiği bir şeyi
Rasûlünün sevmemesi, Allah'ın sevmediği bir şeyi de sevmesi mümkün
değildir."[263]
5226... Hz. Ebu Zer*den demiştir
ki: Peygamber (s.a.) (bana); Ey Ebu Zer! diye seslendi ben de: "Buyur yâ
Rasûlullah, emrine icabet edip geldim" cevabını verdim.[264]
Lebbeyk: Buyur, emrine icabet
ettim, geldim, demektir. Bu kelime lisanımızda kullanılan bir kelime-i
icabettir. Fi'l-i semai olarak hazf edilen ve tesniye sigasıyla kullanılan
mefûlü mutlaklardandır.[265]
Sa'deyk, kelimesi de aynen
lebbeyk kelimesi gibidir. Genelde lebbeyk kelimesinden sonra ve ona tabi olarak
kullanılır.[266]
el-Ferrâ'nm açıklamasına göre
el-feda kelimesi, fa'sı üstün okunduğu zaman; "feda" şeklinde elif-i
maksure ile esre okunduğu zamansa; "fıdâ" şeklinde elif-i memdude
ile yazılır. Ebû Ali'nin rivayetine göre bu kelimenin fa'sı esreli olarak
okunduğu zaman, bir zaruret olmadıkça mutlaka elif-i memdude ile fiadâ?
şeklinde yazılır, "feda" şeklinde maksûr (kısa) olarak yazılması ile
sadece "fa"sınm fetha ile okunması haline mahsustur.- Cev-herî'ye
göre ise "fa"smın esreli okunması halinde bu kelimenin
"fidâ" şeklinde maksur olarak yazılması caiz olduğu gibi
"fidâ"' şeklinde elif-i memdude ile yazılması da caizdir.
Ancak fa'sının üstünlü olarak
okunması halinde sadece "feda" şeklinde maksur olarak okunur veya
yazılır.
Bir dua cümlesi olarak:
"Allah beni sana feda etsin" cümlesi iki manaya gelir:
1. Allah, benim yapacağım
harcamayla seni sıkıntı ve musibetlerden kurtarsın, anlamına gelir. Yani bu cümlede
feda kelimesi insanın canını sıkıntılardan kurtarmak için harcadığı maldır.
Nitekim; "Oruca güç
yetiremeyenlerin fidye vermesi, bir yoksulu doyurması lâzımdır."[267] âyet-i kerimesinde fidye bu manada kullanılmıştır.
Binaenaleyh âyetin manası
"Oruca gücü yetmeyenlerin orucun sıkıntısından ve oruç tutmamanın
azabından kendilerini kurtarmaları için bir miskini doyuracak kadar mal
harcamaları gerekir" demektir. Bu görüş Ragıb-i İsfehanî'ye aittir.
2. Bir sıkıntıyı
giderebilmek için bir şeyin yerine başka bir şeyi koymak anlamına gelir.
"Ve fidye olarak ona büyük bir kurbanlık verdik"[268] âyet-i kerimesinde olduğu gibi...
Bu açıklamadan da anlaşılacağı
gibi, bu âyet-i kerimenin manası "Biz Hz. İsmail'i kurban olma zorluğundan
kurtarmak için onun yerine büyük bir kurbanlık gönderdik" demektir. Bu
görüş de Ebu'l-Beka'ya aittir.
Bütün bunlar, gösteriyor ki
bir kimsenin diğer bir kimseye "Allah beni sana feda kılsın" demesi
caizdir. Nitekim İmam Buharî, Sahih'inde bunu ifade eden hadisler için özel
bir bâb açmıştır.[269]
Hafız İbn Hacer'in
açıklamasına göre, Ebu Bekir b. Ebi Asım, bu cümleyi kullanmanın caiz olduğuna
delalet eden bütün haberleri toplamış ve; "kişinin, bir sultana, bir
büyüğüne, bir âlime veya din kardeşlerinden sevdiği bir kimseye böyle demesi
kesinlikle caizdir." demiştir.
Hatta onu ağırlamak ve gönlünü
almak için söylemişse, bu sözden dolayı sevap da kazanır. Eğer bu sözü
söylemek dinen sakıncalı olsaydı, Hz. Peygamber bu sözü söyleyen kimseyi bundan
nehyederdi. Oysa Hz. Peygamber, bu sözü söyleyen kimseyi bundan nehyetmemiş;
ayrıca ben bu sözü söylemenin caiz olmadığını söyleyen bir kişi dahi
bilmiyorum" demiştir."[270]
5227... Hz. İmran ibn
Husayn'dan demiştir ki: "Biz cahiliyye döneminde (biribirimize) Allah senin
gözünü aydın etsin, iyi sabahlar, derdik. İslâm (dini) gelince bundan
nehyolunduk."
Abdurrezzak dedi ki: Mamer,
bir kimsenin: "En'amellahü bike aynen: (Allah seninle gözü(müzü) aydın
etsin)" demesi mekruhtur, ama; "enâ-rnellahü ayneke: (Allah gözünü aydın
etsin) demesinde ise bir sakınca yoktur" dedi...[271]
Aliyyü'l-Kârî'nin
"Mirkatü'I-Mefatîh" isimli eserindeki açıklamasına göre
"enamellahü bike aynen" cümlesindeki "bi" harfi
"ename" fiilindeki müteaddîliği (geçişliliği) te'yid (pekiştirmek)
için gelmiştir, "ename" fiilinin mef ûlü "sen" anlamına
gelen "ke" harfidir. Ayn göz kelimesi de "sen"
kelimesinin temyizidir.
Binaenaleyh, cümlenin manası
"Allah (sevdiğin bir kimseye veya nimete kavuşturmak suretiyle) senin
gününü aydın etsin" demektir. Ayrıca "Allah seni naim cennetine
koysun" anlamında bir dua da olabilir.
Bu cümlede geçen
"bi" harfinin sebebiyet ifade ettiğini ve dolayısıyle cümlenin
"Allah, seninle karşılaştırmak suretiyle (yani seni sebeb kılarak) seni
seven bir kimsenin gözünü aydın etsin" anlamına geldiğini söyleyenler de
vardır. Tercüme buna göre yapılmıştır.
Bir kimsenin karşılaştığı bir
kimseyi bu şekilde selamlaması yasaklandığı gibi "En'im sabahan: iyi
sabahlar" diyerek selamlaması da yasaklan-
mıştır. Bu yasaklama olayının
sebebi ise bu cümlelerle selamlaşmanın ca-hiliyyet âdeti olmasıdır. Fakat
tamamen câhiliyye dönemine ait olan bu cümlelerin kalıpları değiştirilerek
kullanıldığı takdirde, bu cümle ve ifade tarzları, câhiîiyye olmaktan çıkacağı
için onu yine aynı manaya gelen değişik cümle kalıplarına aktararak
kullanmakta bir sakınca yoktur.
"Sabaha'î-Hayr,
sabahannûr" demek gibi. Nitekim metinde de ifâde edildiği üzere Ma'mer de
meseleye bu açıdan bakarak "en'amellahü bike aynen" demeyi hoş
karşilamarmştır.
Bezlü'l-Mechud yazarının
açıklamasına göre Ma'nier'in bu cümleyi mekruh görmesinin bir sebebi de
"aynen" kelimesi böyle izafetten soyutlanmış olarak kullanıldığı
için, bu gözün Allah'a ait olduğu vehm edilerek cümlenin "senin vasıtanla
Allah'ın gözü aydın olsun" manasında kullanılmış olduğu zanmna yol açması
ihtimali ile birlikte câhiliyye âdetlerinden olmasıdır.
Fakat "en'im sabahan: iyi
sabahlar" cümlesinde öyle bir yanlış anlamaya yol açma ihtimali yoktur,
ama câhiliyyeye ait bir selamlaşmayı da simgelediğinden kullanılması
yasaklanmıştır.
Ama: "En'amallahu aleyke
ayneke: Alîah gözünü aydın etsin" cümlesinde bu sakıncalara olmadığından
bu cümleyi kullanmakta hiçbir mahzur görülmemiştir.
Nitekim Ma'mer de bu cümleyi
kullanmada herhangi bir sakınca görmemiştir.[272]
5228... Ebû Miclez'den demiştir
ki: (Birgün) Hz. Muaviye, Hz. İbn Zübeyr'le Hz. Ibn Amir'in bulundukları yere
girdi de Ibn Amir hemen ayağa kalktı, İbn Zübeyr ise oturmaya devam etti. Bunun
üzerine Hz. Muaviye (İbn Amir'e hitaben):
Otur (ayağa kalkma)! Çünkü ben
Rasûlullah (s.a.)'i: "İnsanların kendisi için ayağa kalkmasından hoşlanan
kimse (cehennem) ateş(in) de yerini hazırlasın" derken işittim, dedi.[273]
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifte, Hz. Muaviye için sadece İbn Amir'in ayağa kalktığı, ifade
edilirken Tirmizî'nin rivayetinde İbn Safvân ile birlikte İbn Zübeyr'in de
ayağa kalktığı ifade edilmektedir. Bu durum olayın iki defa tekerrür ettiğini;
birincide sözü geçen zatların ikisinin de ayağa kalktığını, ikincide ise sadece
birinin (yani ilkinde hazır bulunan İbn Safvân'in yerini alan ve haliyle
ilkinde bulunmayan İbn Âmir'in) kalktığını, diğerinin ise Hz. Mu-aviye'nin
birinci tenbihini hatırlayarak kalkmadığını gösterir.
Aliyyü'l-Kârî'nin açıklamasına
göre hadis-i şerifte yasaklanmış olan ayağa kalkma, karşıdakini tazim etmek ve
yüceltmek için olan ayağa kalkmadır. O'na yardım veya hizmet etmek için olan
ayağa kalkma değildir. Nitekim (5215) numaralı hadis de buna delalet
etmektedir. Metinde geçen “felyetebevve: Hazırlansın” kelimesi emir kalıbında
gelmiş bir haber cümlesidir.Yani “Onun yeri cehennemde hazırlanmıştır.”
Anlamında kullanılmıştır.
Bazı nüshalarda bu bab ile
bundan sonraki bab, hadisler ile birlikte yer değiştirmiştir. Ancak
Concordance'da sıralama bu şekilde olduğundan biz de ona riayet ettik.
geçen "felyetebevve:
Hazırlansın" kelimesi emir kalıbında gelmiş bir haber cümlesidir. Yani
"Onun yeri cehennemde hazırlanmıştır" anla-mmda kullanılmıştır.
Bazılarına göre, hadiste geçen
bu tehdid, kibrinden dolayı kendisi için ayağa kalkılmasmı isteyen kimselere
yöneltilmiştir. Cümlede geçen "Hoşlanan kimse" sözü de buna delalet
eder. Fakat insan kendisi için ayağa kalkılıp kalkılmasma önem vermediği halde
karşıdakiler tevazu olsun diye, yahutta sevap kazanmak ümidiyle
kendiliklerinden ayağa kalkarlarsa bunda bir sakınca yoktur.
Beyhakî'nin
es-Sünenu'1-Kübra'sında Hattabiden naklen yaptığı açıklamaya göre, hadis-i
şerifteki tehdid, kibrinden dolayı veya iftihar etmek gayesiyle insanların
kendisine ayağa kalkmalarını isteyen kimselere yöneliktir.
Binaenaleyh bir kimsenin,,
fazilet sahibi bir reis veya adaletli bir idareci için ayağa kalkması ya da br
öğrencinin, öğretmen için ayağa kalkması mekruh değildir. Tersine müstehabtir.
(5215) numaralı Sa'd hadisi de buna delalet etmektedir. Çünkü bu çeşit ayağa
kalkışlardan maksat, iyilik ve ikram etmektir. Tazim değildir.
Esasen hiçbir insaf sahibi
(5215) numaralı hadiste sözü geçen ensarın Hz. Sa'd'a ayağa kalkmalarını Hz.
Sa'd'm canü gönülden arzu etmekte olduğunu ve bundan dolayı kibre kapıldığını
iddia edemez.[274]
Fethu'I-Bârî yazarının dediği
gibi, her ne kadar îmam-ı Nevevî -bu hadis-i şerifte yasaklanmak istenen husus,
kendisi için ayağa kalkılan kimsenin bundan hoşlanmasıdır. Ayağa kalkmakla
ilgisi yoktur. Eğer kendisi için ayağa kalkılan kimse, kendisine ayağa
kalkıldığından dolayı sevince veya kibre kapılmazsa bunda hiçbir sakınca
yoktur. Eğer nefsini tatmin için bunu arzu ederse ayağa kalkmasalar bile
günahkâr olur, demişse de bu iddia doğru değildir. İbn el-Hacc'm da dediği
gibi bu hadis-i şerifte üzerinde durulan husus, kendisi için ayağa kalkılan
kimseyi günaha düşürmesi ihtimali bulunan ayağa kalkmadır. Yani kendisine
ayağa kalkılan kimse ile değil, ayağa kalkanla ve kalkmakla ilgilidir. Sahabe-i
kiram da bu meseleyi böyle anlamışlardır.
İbn Kayyım eî-Cevziyye de bu
hadis-işerifi böyle anlamıştır."[275] Gerçekten İbn el-Kayyim de hadisteki bu
yasağın ayağa kalkan kimselerle ilgili olduğunu söylemekte ve bu görüşüne
delil olarak da "Rasûlullah (s.a.) hastalandı biz de o oturduğu halde
(ayakta) arkasında namaz kıldık...."
Rasûlullah (s.a.) bize bakarak
ayakta namaz kıldığımızı gördü, hemen bize işaret etti, biz de oturduk ve
namazımızı ona uyarak oturduğumuz yerden kıldık. Selam verince:
Demin neredeyse İranlılarla,
Romalıların yaptığını yapıyordunuz. Onlar kralları otururken de ayakta
dururlar, buyurdu"[276] mealindeki hadisi gösterdikten sonra, sözlerini şöyle
tamamlamaktadır: "Bu mevzuda gelen ayağa kalkmayı yasaklayıcı hadisleri
sadece böyle oturan bir kimsenin arkasında ayakta namaz kılmaya hamletmek
mümkün değildir. Çünkü bu mevzuda gelen hadisler meclise giren bir kimse için
onu tazim kasdiyle ayağa kalkmayı yasakladığı gibi oturmakta olan bir kimsenin
yanında tazim kasdiyle dikilmeyi de yasaklamıştır.
Araplar bu tür ayağa kalkmayı
bilmezlerdi. Bu tür ayağa kalkış, Acem ve Rumların âdetidir. Arapların âdeti
olan ayağa kalkma ise meclise yeni gelen kimseyi karşılamak için yapılan
kalkıştır ki, hadis-i şeriflerde cevaz verilen kalkış da bu kalkıştan
ibarettir. Diğer kalkışlarla ilgisi yoktur.[277]
Ebu'l-Velid İbn Rüşd'ün
tesbitine göre ayağa kalkma dört şekilde olur:
1. Haram olan kalkma: Kibrinden
dolayı kendisine ayağa kalkılma-sını isteyen bir kimseye ayağa kalkmaktır.
2. Mekruh olan ayağa kalkma:
Kibir, gurur gibi duygulardan uzak olduğu için kendisine ayağa kalkılmasmı arzu
etmediği halde, kendisine ayağa kalkıldığında nefsine bazı haram duygu ve
düşüncelerin gelmesinden korkulan ve bir yönüyle de zâlimlere ayağa kalkmayı
andıran kalkışlardır.
3. Caiz olan ayağa
kalma: Zalimlere ayağa kalkmayı andırmayan ve kendisi için ayağa kalkmasını
istemeyen kimseler için iyilik ve ikram niy-yetiyle yapılan kalkışlardır.
4. Mendup Olan Ayağa
Kalkma: Bir yolculuktan dönen kimse için sevinçten dolayı, istikbal için veya
bir kimsenin eline geçen nimetten dolayı kendisini tebrik için, yahutta
uğradığı bir felaketten dolayı taziye için ayağa kalkmak gibi.[278]
İbn Hacer ayağa kalkma
konusunda bütün bu görüşleri naklettikten sonra, sözlerini şöyle tamamlıyor:
"İmam Gazâlî tazim (yüceltme) gayesiyle ayağa kalkmanınsa mekruh
olmadığını söylemiştir ki, bu güzel bir açıklamadır."[279]
Biz bu konuyu tahkiki mahsulü
olduğuna ve isabetine inandığımız et-Tehânevî'nin şu sözleriyle noktalamak
istiyoruz:
"Hz. Muaviye'nin dışarı
çıkarken kendisine ayağa kalkılması karşısında "cehennemdeki yerine
hazırlansın" hadisini hatırlatmasının sebebi, kendisine, ayağa kalkanların
bu kalkışını, krallarına tazim kasdiyle ayağa kalkan Acemlerin kalkışına
benzetmesidir.
Binaenaleyh sadece ikram için
ayağa kalkmada bir kerahet yoktur. Kerahet Acemlerin krallarına yaptıkları bir
tazim ve edeb gösterisi şeklindeki kalkıştadır. Onların krallarına karşı ikram
ve tazim gösterisi şeklindeki ayağa kalkmalar selefte asla görülmemiştir."[280]
İbn Hacer meclise gelen bir
kimseye- ayağa kalkmasının hükmünü açıklarken dört hüküm zikretmiştir. Bu
hükümlerden bazıları (yani 1, 2, ve 3. hükümler) tazim kasdiyle ayağa kalkmakla
ilgilidir. Birisi de (yani dördüncü hüküm) istikbâl (karşılama) için ayağa
kalkmakla ilgilidir.
Ama oturmakta olan bir
kimsenin başı ucunda ayakta dikilmenin hükmünden bahsetmemiştir. Kanaatimize
göre bu tür ayakta kalmalar eğer bir kimseyi düşmanların tecavüzünden korumak
gibi bir maslahata meb-ni olarak yapılırsa bunda bir sakınca yoktur. Fakat
beklenen kişinin şanını ve ününü arttırmak gayesiyle yapılırsa mekruhtur.[281] Nitekim Hudey-biye'de Hz. Mugîre, Hz.
Peygamberin başında düşmanların şerrinden korumak amacıyla kılıcıyla
beklemiştir. Ayrıca Hz. Peygamber hastalandığı zamanda da başında ayak üstü
beklemişlerdir. Bu bekleyişler hiçbir zaman tazim ve ikram kasdıyla
olmamıştır. Korumak niyetiyle olmuştur.
Hz. Peygamberin hastalığı
esnasında oturduğu yerden namaz kılarken arkasında ayakta namaz kılanları
görünce onları bundan men'etmesi, onların bu hareketleri, Acemlerin hareketine
benzediğinden değildir. Çünkü ayakta namaz kılmak, Acemlerin davranışına
benzetilemez. Ancak onların bu davranışları ileride Acemler gibi
davranmalarına yol açabileceği endişesiyle yani sedd-i zerayi kabilinden onları
bundan men'etmiştir. Nitekim sözkonusu olayda: "neredeyse Acemler gibi
hareket edecektiniz."[282] sözü geçen namazı ayakta kılmak
olayının Acemlerin fiillerine benzemediğini ifade etmektedir.[283] Bu mevzu için (5125) numaralı hadisin
şerhine de bakılabilir.[284]
5229... Hz. Ebu Ümame'den
demiştir ki: (Birgün ) Rasûlullah (s.a.) bastonuna dayanarak yanımıza çıkageldi
de biz hemen kendisine ayağa kalktık. Bunun üzerine (bize hitaben):
" Öyle tazim için bir
kısmı bir kısmına ayağa kalkan Acemler gibi ayağa kalkmayinız"buyurdu.[285]
Bu hadis-i şerif, bir kimse
için Acemler gibi tazim maksadıyla ayağa kalkmanın caiz olmadığını ifade
etmektedir.
Bir önceki hadis-i şerifin
şerhinde de açıkladığımız gibi, Acemlerin tazim için biribirlerine ayağa
kalkmaları, büyükleri otururken ayakta dikilmeleri şeklinde olmaktadır. Ancak
Taberi ve İbn Hacer senedinde kimliği meçhul kimseler bulunduğu gerekçesiyle
bu hadisi muzdarib hadis denilen zayıf hadislerden saymışlardır.
Konuyla ilgili açıklama bir
önceki hadis-i şerifin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.[286]
5230... Hz. Ebu Katade
şöyle demiştir: (Halk) susamışlardı. Bunun üzerine halkın öncü birlikleri
(süratle) gittiler (ve gözden kayboldular). Ben de bu gece (süresince)
Rasûlullah (s.a.)'den ayrılmadım. Bunun üzerine bana: "Peygamberini
koruduğundan dolayı Allah da seni korusun" buyurdu.[287]
Bu hadis-i şerif, bir kimsenin
diğer bir kimseye "Hafazakallah: Allah seni korusun" diye dua etmesinin
caiz olduğunu ifade etmektedir. Bu hadisle ilgili açıklama (437) numaralı
hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.[288]
5231... Gâlib (b. Hattâf
el-Basrî el-Kattân)'dan demiştir ki: Biz Hasen (el-Basri)'nin kapısı (Önün)de
otururken bir adam gelip şöyle dedi: Babam (in) bana anlattığına göre) dedem
şöyle demiş "Babam beni Rasûlullah (s.a.)'e göndererek Hz. Peygambere
var, kendisine (benden) selam Söyle dedi. Ben de Hz. Peygamber'e varıp babamın
sana selamı var, dedim.
Aleyke ve alâ ebikesselamu
(selam senin ve babanın üzerine üzerine olsun), diyerek selamı aldı."[289]
5232... Aişe (r.anha)'dan
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) kendisine:
Cebrail (a.s.)'uı sana selamı
var demiş de (Hz. Âişe):
Ve aleyhisselâmü ve
rahmetüllahi, diyerek bu selamı almış.[290]
1. Mevzumuzu teşkil eden (5231)
nolu hadis selam alınırken sadece "ve aleykümüsselam" demekle
farzın yerine getirilmiş olacağına delalet ederken, (5232) numaralı Hz. Aişe
hadisi de selam alırken "ve aleykümus selam" cümlesine ve "ve
rahmetüllahi" kelimesini ilave etmenin daha faziletli olduğuna delalet
etmektedir.
2. Yine bu iki hadis
bir kimseden diğer bir kimseye selam götürmenin müstehap olduğuna delalet eder.
İbn Abidin'in açıklamasına
göre "bir kimse falana selam söyle, dediği zaman gidip o selamı söylemek,
vâcib olur. Çünkü bu emaneti sahibine vardırmak kabilindendir. Zahire göre bu
vücub hükmü, selamı götürenin rızasına bağlıdır.
Sonra Münavî'nin Şerhinde İbn
Hacer'den naklederek şu ibareyi gördüm: Tahkik şu ki: Eğer elçi "ben
selamı götürürüm" diye iltizam etmiş ise o zaman (selamı tebliğ etmek)
emanete benzemiş oluyor. Aksi takdirde, vedia oluyor. Yani (vedia olunca)
gidip tebiğ etmek, boynuna vacib olmuyor. Çünkü vediada hüküm böyledir.
Şürünbilalî dedi: Buna göre
kendisine: Selamımı Rasûlullah'ın huzuruna götür, diye emredenin selamını
tebliğ etmek gerekir. Yine Şürünbilalî dedi ki: Selamı getirene de cevap
vermek müstehabdir. "Senin de üzerine olsun" diyecektir.
Bunun benzeri, musannifin
"Tuhfetü'l-Akran"adlı kitabında da vardır. İbn Abbas bunun vacib
olduğu rivayetini ayrıca ekler.
Lâkin Tatarhani'ye dedi ki:
İmam Muhammed bir hadis rivayet etti. Buna göre; kim bir insana başkasının
selamını getirip tebliğ ederse, selam alan önce tebliğ edene cevap vermek,
sonra da hazır olmayana cevap vermek zorundadır. Bu ibarenin zahirinden
(selamı tebliğ edene cevap vermenin) vacib olduğu hükmü anlaşılıyor"[291]
5233... Ebû Hemmâm
Abdillah b. Yesar'den (rivayet edildiğine göre); Ebu Abdurrahman el-Fihrî şöyle
demiştir: "Rasûlullah (s.a.)'le birlikte Huneyn'de bulundum. Şiddetli
sıcağın iyice kızıştığı bir günde yolculuk ediyorduk. (Bir ara) bir ağacın
gölgesi altına indik. Güneş (batıya) kayınca harp aletlerimi (teçhizatımı)
kuşandım ve atıma bindim. (Doğru) çadırında bulunan Rasûlullah (s.a.)'ın
yanına geldim: "Esselâmü aleyküm ya
Rasûlullah ve rahmetullahi ve berekâtühü:
Ey Allah'ın Resulü Allahın selamı rahmeti ve bereketleri senin üzerine olsun,
(savaş için) öğle sonu yola çıkma vakti geldi dedim.Evet, dedi, sonra (Hz.
Bilâl'e):
Ey Bilal! haydi kalk, buyurdu.
Bunun üzerine (Hz. Bilal) hemen:
"Lebbeyk ve sa'deyk ve
ene fadâük (:Buyur ben sana feda olayım)" diyerek ağacın altından (hızla)
sıçradı. Sanki gölgesi bir kuş gölgesi gibi (küçük ve ince) idi. (Hz.
Peygamber de:)
Bana atımı eğerle, buyurdu.
(Hz. Bilal) hemen iki tarafı lifden olan böbürlenme ve gösterişten uzak bir
eğer çıkardı (ve atı eğerledi). Hz. Peygamber de (ata) bindi. Biz de
(atlarımıza) bindik (ve yola koyulduk). Son-- ra Ebu Abdurrahman hadisi (sonuna
kadar) rivayet etti.
Ebû Davud dedi ki: Ebu
Abdurrahman el-Fihrî'nin bu hadisten başka (rivayet ettiği) bir hadis yoktur.
Bu hadis (kendi sahasında) çok mahir (bir kimse) olan (Yala b. Atâ)nındır. Onu
(kendisinden talebesi) Hammâd b. Seleme rivayet etti.[292]
Olay, Mekke'nin fethinden sonra
vuku bulan Huneyn savaşında geçmiştir.
Huneyn, Taif ile Mekke
arasında Mekke'ye on mil kadar uzaklıkta olan bir yerdir. Bu savaş, İslam
tarihinde çok meşhurdur. Mevzumuzu teşkil eden bu hadisin devamı meâlen
şöyledir:
"O gece onlarla
(düşmanlarla) karşılıklı saf hâlinde durduk. Atlar birbirine yaklaştı ve
Allah'ın "Sonra siz gerisin geri dönüp gitmiştiniz"[293] buyurduğu gibi, müslümanlar gerisin
geri dönüp gittiler. Allah'ın Resulü de:
Ey Allah'ın kulları! Ben
Allah'ın kulu ve elçisiyim, dedi. Sonra atından indi ve bir avuç toprak aldı.
O'na benden daha yakın olan birinin bana haber verdiğine göre toprağı
(düşmanların) yüzlerine atmış ve: "Yüzleri çerkinleşsin" buyurmuştu.
Allah Teâlâ'da onları bozguna uğrattı.
Ya'lâ b. Atâ der ki: Bana
oğullarının babalarından rivayetine göre onlar şöyle demişler:
Bizden hiç kimse
kalmamacasına, gözleri ve ağızlan toprakla doldu, gökle yer arasında demirin
yeni bir tasa sürülmesi gibi bir gümbürtü (veya çınlama) işittik."[294]
5234... (Abdullah b.
Kinane İbn Abbas b. Mirdas'ın) dedesinden demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) güldü
de Ebû Bekir (r.a.) - yahutta- Ömer (r.a.) kendisine:
Allah sen(in yüzünü)
güldür(meye devam et)sin, dedi.[295]
Bu hadis-i şerif İbn Mâce'de
şu manaya gelen lafızıarla rivayet edilmiştir: Peygamber (s.a.) ümmeti için
Arafe günü akşamı (Arafat'da) mağfiret duasında bulundu. O'na (Allah
tarafından) şöyle cevap verildi: "Zâlim müstesna onları bağışladım. Çünkü
ben mazlumun hakkını zâlimden mutlaka alırım" Peygamber (s.a.):
"Ey Rabbim! Eğer dilersen
mazluma (hakkını) cenneti verir, zâlimi de bağışlarsın" diye dua etti.
Fakat o akşam bu duası kabul olunmadı. Sonra Rasul-i Ekrem (ertesi gün)
Müzdelife'de sabahlayınca, anılan duayı tekrarladı ve duası kabul olundu. Abbas
b. Mirdas, sonra Rasûlullah (s.a.) güldü, dedi veya gülümsedi, dedi. Bunun
üzerine Ebu Bekir ve Ömer (r.nhuma) Resul-i Ekrem (s.a.)'e:
"Allah düşmanı İblis,
Allah (Azze ve celle)'nin benim duamı kabul ettiğini ve ümmetimi bağışladığım
bilince, toprağı alıp başına dökmeye ve mahvoldum, helak oldum, diye bağırıp
dövünmeye başladı. Gördüğüm onun bu sabırsızlığı ve üzüntüsü beni güldürdü,
buyurdu."
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerif bir kimsenin diğer bir kimseye: "Allah seni ömür boyu
güldürsün, Allah senin yüzünü güldürsün," gibi sözlerle dua etmesinin
caiz olduğunu ifade etmektedir.
Her ne kadar İbnü'l-Cevzi
hadisin mevzu olduğunu söylemişse de îbn Hacer buna karşı çıkarak "mevzu
olduğu sabit değildir. Fakat zayıf olduğu söylenebilir. Bu hadis, müteaddid
senedlerle rivayet edildiği için bunların toplamından bir kuvvet meydana
gelir. Ebu Davud bunun bir kısmını rivayet etmiş. Beyhaki de bunu rivayet
ettikten sonra "Bu hadisi te'yid eden hadisler vardır. Şevahid durumundaki
hadisler sahih iseler bu hadis delil sayılır. Aksi takdirde şöyle söyleninAllah
Teâlâ, şirk, yani zatına ortak koşma günahını bağışlamaz. Bunun dışında kalan
günahları dilediği kulları için bağışlar. Zulümler şirk günahı dışındadır,
der."[296]
Bu bâbda gelen hadislere
geçmeden önce muhterem Doç. Dr. İbrahim Canan'ın bu konuda hazırlamış olduğu
önemli bir makalesini okuyucularımıza sunmakta yarar görüyoruz.[297]
Mesken, aslî ihtiyaçlarımızdan
biridir ve hayatımızın çoğu meskende geçmektedir. Mesken içtimaî, iktisadî,
kültürel, terbiyevî çok yönü olan medenî bir müessesedir. Bilhassa günümüzde
mesken, teknik ve mühendislik yönleri bir tarafa, sadece içtimaî yönüyle
müstakil bir araştırma konusu olmuştur. Mesken sosyolojisi denen bu yeni ilim
dalı, her hayvanın ayrı bir yuvası olduğu gibi her inanç sisteminin, her kültür
ünitesinin kendisine has bir meskeni olduğunu söylemektedir.[298]
Terbiye meselesinde mühim bir
husus, meskendir: İnsanoğlunun, yarı ömründen fazlasını içerisinde geçirdiği
mesken, tek zaviyeden değil, pek çok zahaviyelerden ehemmiyet taşır. Kur'ân-ı
Kerîm*de geçmiş ümmetlerin, gerek güç ve haşmetleri ve gerekse zulüm ve
fesâdları ile meskenleri arasında bir ilgi kurulmakta, meskenlerinin ahvâli
üzerinde durulup ibret almaya teşvik edilmektedir.
Şu âyet Sebe' kavminin ulaştığı
haşmetin meskenlerinden okunduğunu söyler: "Gerçekten (Yemen'de yaşamış
olan) Sebe' kavmi için meskenlerinde bir âyet vardı. Sağ ve soldan iki taraflı
bahçeler (...) (Sebe' 15). Keza Semûd kavminin kudretini tasvir zımmında:
"Vadilerde kayaları oyarak" ev ve şehir kurdukları belirtilir (Fecr
8-9). Şu âyette de zulmün, neticede medeniyetleri yıkıp evleri, viraneye
çevireceği bildirilir. Viraneler üzerinde tefekkür ve araştırmaya sevkedilir:
"İşte zulümleri yüzünden çökmüş, ıpıssız kalmış evleri (nin enkazı). Şüphe
yok ki bilecek bir kavm için bunda (ibret verici) bir nişane vardır"
(Nemi 52.)
Şu âyette de maddi medeniyette
ulaşılacak ileri bir seviye, meskenlerin alacağı şa'şaa ile tasvir edilmekten
başka, bu şa'şaa karşısında insanların kültürel değişikliğe uğrayıp
bozulacaklarına da işaret edilmektedir: "Eğer bütün insanlar (küfre
imrenecek), bir tek ümmet hâline gelmeyecek olsalardı o çok esirgeyen (Allah)'a
küfreden kimselerin evlerinin tavanlarını, üstünden çıkacakları merdivenleri,
odalarının kapılarım, üzerine yaslanacakları tahtları hep gümüşten yapardık.
Onların bu eşyalarını altın yaldızlı ve işlemeli kılardık. Bunların hepsi, ancak
bu dünya hayatının geçici menfaatleridir." (Zuhruf 33-35)..
Bu âyetlerde temas edilen
beşer-mesken münâsebetleri, günümüzde müstakil bir ilim dalı olarak inceleme
konusu hâlini almış durumdadır. Mesken sosyolojisi dediğimiz bu yeni disiplinin
mensupları, araştırmalar ilerledikçe, tecrübî ilimlere has, objektif, her
tarafta geçerli kanunlara ulaşacaklarını söylemektedirler.
Bugüne kadar yapılan araştırma
ve katedilen mesafelere dayanarak şimdiden kesin bir dille meskeni "belli
bir medeniyette kültürün bir tezahürü" , "cemiyetin arz üzerine
vurulmuş bir mührü, bir damgası" olarak tavsif etmektedirler. Onlara göre,
bu damgada, o cemiyetin manevî durumu, iktisadî durumu, mâruz kaldığı
"çeşitli problemleri ve müşkülen" okunabilir.
Dilimizde kısaca "aslan
yatağından belli olur" diye ifâde edilen fikre, ilmî ve daha şümullü bir
hüviyet verilerek "Ferd... Cemiyet... Ve hattâ medeniyet yatağından
bellidir" denecek kadar ileri gidilerek bir cemiyetin kültürü ile meskeni
arasında tefriki gayr-i kaabil bir birlik ve beraberlikten ittifakla söz
edilmiştir. Neticede ferdin oturduğu meskenin kendi kültürüne uygun olması
gerektiği, aksi takdirde ya meskende bâzı tadilâtlar yaparak sakininin onu
kendisine uyduracağı, yahut meskenin, içinde oturan kimsenin duygu, düşünce,
telakki ve davranışlarında (yanî kültüründe) bâzı değişiklikler husule
getirerek kendine uyduracağı ileri sürülmüştür. Bu hususun kesinliği,
meselenin uzmanlarına: "Meskenlerimizi biz yaptığımızı zannederiz, aslında
bizi yapan meskenlerimizdir" dedirt-miştir. Aynı fikir, bâzan da tıpkı
cemiyetin, alt yapı (enfra-structure) denen ekonomik durumuna tâbi olarak üst
yapı (süper-structure) denen din, hukuk, siyâset vs. nin değişeceğini iddia
edenlere paralel bir uslûbla: "Mesken ve lojmanı, devam edecek bir
değişikliğe tâbi tutmak, ancak ve ancak, aile ve cemiyeti değiştirmekle
mümkündür" şeklinde ifâde edilmiştir. Ciddi bir terbiye sonucu kültür,
teknik ve iktisâdi hayatta husule gelecek bir değişiklikle meskenin de
kendiliğinden değişeceği böylece ifâde edilmiş oluyor.
Şüphesiz bu ifâdeler inkârı
zor olan bir gerçeği dile getirmektedirler. Ibtidâîlerin meskenleriyle yüksek
bir teknik seviyeye ulaşan ileri bir milletin inşaatlarını nazara alacak olsak
söyleneni te'yîd eden müşahedelere varırız.
Şu hâlde, sâdece soğuk-sıcak
ve emniyetsizliklere karşı ferdin iltica yeri olmakla kalmayan, aynı zamanda
kültür ve manevî değerlerin de bir melcei durumunda olan meskenin sünnetteki
yeri nedir? Terbiye bir yönüyle cemiyetin kültürünü ferde aktarmak, diğer bir
yönüyle de ferdin dünyâ ve âhiret saadetini-te'minde ona yardımcı olmak
olduğuna göre, kendisini bir muallim ve bir mürebbî olarak takdim eden dünyâ ve
ahiret saadetinin yollarını gösteren Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselam),
insanoğlunun hayâtında bu kadar ehemmiyetli bir yer tutan meskene nasıl bir
nazar atfetmiş, getirdiği sistem için nasıl bir meskeni uygun bulmuştur?
Bunları bilmekte mevzûumuz için fayda ve belki de zaruret vardır. Nitekim,
geçmişte ciddî şekilde kaleme alınmış sistematik terbiye ve ahlâk
kitaplarımızın çoğunda meskenle ilgili bölümlere de rastlamaktayız. Buralarda
ittifakla meskenin asli ihtiyâçlardan biri olduğu belirtilir. Meselâ
Kınalızâde, evi: "İnsanların bekâ-yı nesil için muhtaç oldukları beş esâsı
(anne, baba, evlâd, hadim ve gıda) muhafazaya mahsûs mahal ve me'vâ"
olarak tarif ettikten sonra bunun, taştan, yünden, deriden vs. olabileceğini
söyler. Ahlâk-ı Hâmide'de: "İndelhâce alıp kullanmak üzere havâic-i
asliyesini hıfzetmek üzere yerler tedârikini" insanı hayvandan ayıran
vasıflardan biri olarak kaydeder. Kâri inşâata kullanılacak malzeme ve takip
edilecek inşâat usûlüne kadar inen-yapıcı tekniğiyle ilgili bazı teferruata da
rastlayabildiği halde, terbiye için, asıl mühim olan plân meselesine, meskenin
diğer te'sislerle olan münâsebetlerine, hıfzu sıhha şartlarına v.s. aynı
ağırlıkla ve yeterince rastlamaz. Meselâ geniş olması, yüksek olmaması
gerektiği söylenir, ama tatmin edici açıklamaya yer verilmez. Halbuki
terbiyenin mahalli olarak mesken, bilhassa taşıdığı plân ve beşeri ihtiyhaçlara
uygunluğu ile büyük ehemmiyet taşır. Hele, meskeni tek başına ele almak son
derece noksan bir davranış olur.
Öte yandan Kur'ân ve sünnette
meskenin terbiyevî yönüyle alâkalı bir hayli teferruat yer aldığı gibi diğer
te'sîslerle olan ilgisine de dikkat çekilmektedir. Bilhassa sünnette meskene
geniş yer verildiğini görürüz. Mükerrer rivayetlerde Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam), meskeni, kişinin saadeti için şart olan üç ana
unsurdan biri olarak tavsif eder: "Kişinin saadeti üç şeye bağlıdır:
Sâliha kadın, sâlih mesken, iyi binek." Burada telaffuz edilen
"sâlüYlik vasfı oldukça mutlak bir ifâdedir. Az sonra belirteceğimiz gibi,
bâzı hadîslerde "sâlih olmanın şartlan" arasında bilhassa genişlik,
komşularının, iyiliği, camiye yakınlık vs. bâzı vasıflar daha belirtilmişse de
her devrin değişen şart ve gelişen telakkilerine göre ilâve edilecek başka
vasıflara, aranacak başka hususiyetlere açıktır.
Hülâsa, biz burada Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in meskenle ilgili olarak tebliğ ve
talimatını inceleyeceğiz. Temas edilecek meseleler iki ana başlık altında
toplanacaktır:
1- Mikro Plânda Mesken:
Bu kısımda meskeni tek başına
ele alıp sünnette beyân edilen vasıflarını ve kısımlarını belirtip, İslâm'ın
ideal mesken plânını ana hatlarıyla ortaya koymaya, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in mesken siyâsetini açıklamaya çalışacağız.
2- Makro Plânda Mesken:
Bu kısımda ise meskeni şehir
bütününün bir parçası olarak ele alıp, meskenin bir nevi hârice uzantısı olan
ve tamamlayıcısı durumunda bulunan diğer içtimaî te'sîslerle olan münâsebeti
üzerinde duracağız.[299]
Terbiye nokta-i nazarından
mesken ele alınınca, birinci plânda karşımıza çıkan, meskenin müstakil bir
ünite olarak taşıması gereken vasıflardır. Bir başka deyişle bir meskenin
sakinini mes'ûd edebilmesi için hâiz olması gereken vasıflar nelerdir?
Genişliği, odalarının sayısı, mefruşat, dekor vs. nasıl olmalıdır? Bu
meselelerde Sünnet'in tavsiye ettiği ölçüler var mıdır, varsa nelerdir? Şu
hâlde biz burada, bu hususları belirtmeye çalışacağız ve önce bunlardan en
mühimmi olan genişlikten söz edeceğiz.[300]
Sünnetin beyanında meskenin
geniş olması kaçınılmaz, vazgeçilmez bir vasıftır. "Salih Mesken"\x\
evsâfını belirten çeşitli hadislerde, genişlik her seferinde birinci şart
olarak tekrar edilmiştir. Bundan maksadın (istifâde edilen) odaların (rnerâfik)
sayıca çokluğu olduğu, ayrıca tasrîh edilmiştir.
Sünnette meskenin genişliği
üzerinde ısrarla durulduğunu te'yîd eden rivayetler çoktur. Kurtuluşun nasıl
olacağını soran Ukbetu'bnu Amir'e Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam):
"Diline hâkim ol, evini genişlet, hatâlarına da ağla (tevbe et)"
cevabını verir. Sevan'ın rivayetinde bu mânâ "Lisânına hâkim olan, evini
genişleten ve hatasna ağlayana ne mutlu" şeklinde ifâde edilmiştir. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in: "Yâ Rabbî! Günâhımı affet, evimi
genişlet, rızkımı mübarek kıl" diye dua ettiği de rivayetler arasındadır.
Bu bahse burada yer vcımcyeceğizlBir
kısım rivayetlerde evin genişliği, evin uğuru olarak ifâde edildiği gibi,
darlığı da uğursuzluğu olarak ifâde edilmiş[301] ve darlık kişiyi şekâve-te (betbahtlık)
atan, üç âmilden biri olarak zikredilmiştir: "Ademoğlunun şekâveti üç
şeydendir: Kötü hanım, kötü mesken ve kötü binek {....)". Meskenin
kötülüğünden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in darlığını kastettiğini
Hâkinim bir tahrîcinde görmekteyiz:
"(....) Meskenin kötülüğü
darlığıdır (yâni, istifade edilen) bölümlerinin azlığı." îbnıı Hacer'in
Taberânî'ye atfen zikrettiği bir vecihte, bu darlık, "bölümlerinin
azlığı" şeklinde değil "sahasının darlığı" şeklinde ifâde
edilmiştir.
Bâzı rivayetlerde, Hicreti
müteakip bir kısım muhacir kadınları, ev darlığından şikâyet etmeleri üzerine,
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bu mesele ile ciddiyetle
ilgilendiğini görürüz. Önce, Muhacirleri Ensâr'ın evlerine yerleştirmiş,
(bilâhare de) Medine'de ev inşâ etmeleri için arsa taksim etmiştir. Kendilerine
arsa verilenlerden bir çoğunun ismini zikreden ve arsaların yerleriyle ilgili
rivayetleri de zikreden es Semhû-dî, mezkur arsaların büyük ekseriyetinin
Mescîd-i Nevevî etrafında yer aldığını ilâve eder.
Kötü meskenin başlıca vasfının
darlık olduğu belirtilmiş olmakla beraber, bazı rivayetlerde ''komşusunun
kötülüğü", "ezan ve kaamet işitilmeyecek derecede mescide
uzaklığı" da zikredilmiştir. Gürânt, bunlara "havasının kötü
olmasını" da. ilâve eder.
Diğer bâzı rivayetler bize
sünnetin oturulan meskenden hoşlanılması-nı istediğini, hoşlanılmayan meskenin
-hoşlanılacak şekle sokulmasını, mümkün olmuyorsa terkedilmesini emrettiğini
göstermektedir. Hz. Enes (radıyallahu anlı)'in rivayet ettiğine göre (yeni
yerleştiği evi uğursuz addederek) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e
gelip: "Ya Rasûlullah! Biz bir evde idik, orada sayıca kalabalık, malca
zengindik. Bir başka eve geçtik, bu yeni yerde sayımız da azaldı, malımız da
(ne yapmamızı söylersin?)" diyen bir kimseye -ki bu, Muvattâ'nm rivayetinde
kadındır:"Orayı zemîm olarak (kabul edin ve) terkedin" der. Hattâbî,
buraya terk emrini, orda bizatihi uğursuzluk olduğu için değil, ev ve mesken sebebiyle
kendilerine böyle geldiğine dâir içlerinde doğan vehmi izâle etmek için
verdiğini belirtir.
Aynı şekilde ikamet etmekte
oldukları, yerin şiddetli veba vakalarına sahne olduğundan şikâyet eden bir
(Yemenliye) de: "Oraya gitmekten vazgeç, zira hastalığın bulaşması kırıma
sebep olur"der. Keza evinin darlığından şikâyet eden Halid İbnu Velîd'e
de! "Binayı göğe yükselt ve Allah'tan (fiili olarak) genişlik taleb
ef'der.
Bu rivayetlerden evin gerek
kapladığı saha ve gerekse oda sayısı yönünden geniş olması gerektiği
anlaşılmakla beraber, ne mesaha ne de oda sayısı yönüyle bir rakama rastlanmamaktadır.
Bunun sebebini, ailenin sabit olmayan hacmi ile izah edebiliriz. Zira aileler
nüfusça kalabalık olabileceği gibi karı-kocadan müteşekkil iki kişi de
olabilir. Binâenaleyh ev için sünnetçe tesbît edilecek kesin bir rakam
olamazdı.[302]
Bir meskenin nasıl olması
hususunda bâzı umûmî bilgiler verdikten sonra nassî ifâdelere dayanarak, acaba
bu evin bütün kısımlarına şâmil kaba bir plân mümkün mü? diye bir sual akla
gelebilir. Esasen bu husus bizzat Kur'an-ı Kerim'de işlenmiş olan bir mevzudur.
Orada bir müslti-man ailesinin oturması gereken asgari ölçüleri havi normal bir
evin planı bize verilmektedir. Kur'andaki bu bilgilere sünnetten bazı detaylar
da ilâve edilince İslam terbiyesine ve İslam dünyâ görüşüne uygun ev plânı kolayca
çıkmaktadır.
Daha önce de belirtildiği gibi
meskenin ebadı herşeyden önce ailenin hacmine bağlıdır. Kur'ân'ın derpiş ettiği
aile, günümüz sosyolojisinde nükleer (çekirdek) aile denen, anne-baba, çocuklar
(ve hizmetçiden müteşekkil sınırları oldukça mahdûd bir aile tipidir. Diğer
yakın akrabaların herbirinin evleri ayrı, sofraları ayrı olacaktır. Biz bunu şu
âyetten anlamaktayız: "Size göre de (gerek) kendi evlerinizden, gerek
babalarınızın evlerinden, gerek annelerinizin evlerinden, gerek
biraderlerinizin evlerinden, gerek kız kardeşlerinizin evlerinden, gerek
amcalarınızın evlerinden, gerek halalarınızın evlerinden, gerek dayılarınızın
evlerinden, gerek teyzelerinizin evlerinden gerek (başkasına ait olup da)
anahtarlarına mâlik (ve hazinedarı) bulunduğunuz (evler)den, yahut
da sâdık dostlar(ın
evlerinden) yemenizde de (bir harec yoktur). Hep bir arada toplu olarak da,
dağınık olarak da yemenizde dahi harec yok (...) (Nur 61.)
Ayetin sonunda beraber olmaya
da cevaz vermekle birlikte esâs olan ayrılmaktır.
Şu âyetten çocuk veya hizmetçi
bulunan bir evde en az iki odanın bulunması gerektiğini, günün (istirâhate
tahsis edilen) belli saatlerinde aynı odada kalmayıp ayrı ayrı odalara geçmek
icâbettiğini anlıyoruz: "Ey îman edenler, sağ elinizin mâlik olduğu (köle
ve cariyeler), bir de sizden olup da henüz bulûğ çağma girmemiş (küçük)ler,
(şu) üç vakitte, sabah namazından önce, öğle sıcağından elbisenizi
çıkaracağınız zaman, bir de yatsı namazından sonra (odanıza girecek olurlarsa)
sizden izin istesin(ler). (Bu) üç (vakit) sizin için avret (ve halvet vakitleredir.
Bunlardan sonra ise birbirinizi dolaşmanızda ne sizin üzerinize, ne de onların
üzerine bir vebal yoktur. Allah âyetleri size böyle açıklar (....) Sizden olan
(hür) çocuklar bulûğ çağına ulaştığı zaman kendilerinden evvelkilerin izin
istediği gibi izin istesinler (....)" (Nur 58-59).
ibnu Abbâs ayetin iniş
sebebini beyân zımnında o vakitte evlerde perde olmadığını, erkek hanımı
üzerinde iken "hadim veya çocuk veya evde bulunan yetîme"mn aniden
çıkageldiklerini, bunun üzerine âyetin perdeyi emrettiğini bildirir. İbnu
Kesîr, âyetin muhkem ve gayri mensûh olmasına rağmen insanların bununla amele
pek riayet etmedikleri için İbnu Abbâs'ın hayıflandığını kaydeder.
Şu hâlde bir müslümanın evi,
biribirine kapı ile geçilen asgarî iki bölme olmalıdır. Bölmeler ahşap kapı
veya bez perde ile mutlaka ayrılmalıdır.
Diğer taraftan sünnet yedi
yaşından itibaren çocukların yataklarının ayrılmasını emretmektedir. Bu ayırma
keyfiyyeti, hadîste oldukça mübhemdir. Henüz bulûğa ermeyenler için
yataklarının aynı oda içerisinde ayrılması anlaşılsa bile bulûğa erdikten
sonra odaların da ayrılması, bilhassa erkek ve kız çocuklarının odalarının
ayrılması, terbiye için daha muvafık gözükmektedir. Hadîsten bu mânayı
çıkarmaya manî bir sarahat de gözükmüyor.
Şu halde bu durumda asgari oda
sayısının üç olması gerekmektedir:
1- Ebeveyn odası,
2- Kız çocukları için bir oda,
3- Erkek çocukları için bir oda.
Sünnet açısından bir müslüman,
misafiri de nazara almak zorundadır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam):
"Allah'a ve ahiret gününe inanan (...) misafirine ikram etsin",
"Her şeyin bir zekâtı vartır, evin zekâtı da ziyafettir", gibi
çeşitli beyanlarıyla evlerde misafir ağırlamaya, onlara hizmet, yemek vs...
yollarla ikramda bulunmaya teşvîk etmiştir. Hatta "Bir gün ve bir gece
evde kalması, misafirin kesinlikle hakkı" olarak beyân edildikten başka
misafirliğin üç gün olduğu teyid edilir. Evi planlarken misafir unsurunun behemehal
nazar-ı itibâra alınması gerektiğini te'yîd eden bir diğer hadîs de yatak
sayısı ile ilgili olarak gelmiştir. "Bir kimsenin evinde üç yatak
bulunmalıdır: Biri erkek için, biri hanım için, biri de misafir içindir,
dördüncüsü ise şeytan'a aittir." Anlaşılacağı üzere buradan asıl maksat
evde bulunması gereken yatak sayısını bildirmek değildir. Nitekim çocukların
yatağından bahsedilmiyor. Hadîs karı ile kocanın ayrı ayrı yatağı (ve hattâ
odaları) olabilir mi gibi bir tereddüt ve suale "evet" diyor, bir de
ihmâli mümkün olan misafir yatağı (ve konması gereken odayı) hatırlatıyor.
"Dördüncüsü şeytana aittir" tâbiri ise, sarihlerin de belirttiği
gibi, "ihtiyaçtan fazla, gösteriş ve övünmektik için israf o/arak alman ev
eşyasına şâmildir," Nitekim Ibnu Zübeyr, zevcesinin yanında üç yatak
görünce: "Biri bana, biri de zevceme ait, üçüncüsü ise şeytana aittir,
çıkarın onu" der ve misafir yatağını söz konusu bile etmez.
Tatbikatta, bir evi plânlarken
ilk müslümanlarm bu hususu nazara almış olacağını teyîd eden son bir delilimiz
Şir'atu'l-İslâm'da yer eden şu cümledir: "Bina ile ilgili sünnetlerden
biri de (....) evde ziyafet için bir odanın (misafir odası) inşâsıdır; zira
hadiste "Her şey için bir zekât vardır, evin zekâtı da (evde) verilecek
ziyafettir" bııyrulmuştur.
Bunlardan başka, Kur'ân-ı
Kerîm yaşlanan anne ve babalara da bakılmasını emreder ki, mesken inşâsında
esas alınması gereken bir başka durum olmaktadır.
Şu hâlde asgarî iki oda olması
gereken müslüman evinin azamî oda sayısı için bir hudûd konmamış, ihtiyâca ve
maddî imkâna göre müslümanlarm insiyâtifine bırakılmış, ancak daha önce de
belirttiğimiz gibi gerek kapladığı saha ve gerekse oda sayısı itibariyle geniş
olması, yani az sonra belirteceğimiz seyyaliyete imkân tanıması tavsiye
edilmiştir.
Burada ev plânına dâhil
edilmesi gereken diğer bir unsur bir evin av-îusudur. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in şahsî evinin plânından bahsederken görüleceği üzere
avlu evin ayrılmaz bir parçasıdır. Evin şartlarından bahseden birçok
rivayetlerde avlunun da behemahal soz konusu edildiğini görürüz. Bu durum
müslümanlara: "Finâ-yı hâne'yi hanenin müştemilâtından" telakkî
ettirmiş, yakın zamana kadar şehirlerde bile evlerin bahçeli olarak inşâ
edilmesini netice vermiştir. Ancak zamanımızın şartları, bilhassa büyük
şehirlerde, avlu veya bahçe mefhumunu unutturmak istikâmetinde gelişmektedir.[303]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
evi beher kenarı takriben 100 zira olan kare bir avlu etrafında sıralanan dokuz
adet hücreden müteşekkildi. Bunlaran iki adedi Mescid-i Nebevî'nin inşası
sırasında yapılmış, diğerleri ihtiyâç hasıl oldukça bilâhare ilâve edilmiştir.
Bu, bir avlu etrafında dışarı kapalı, hepsi avluya açılan odalardan müteşekkil
ev tipi, "Halen Mısır, Suriye, Mezopotamya ve Arabistan Yarımadası'nın
şehirlerinde ikâmetgâh olarak kullanılmakta olan" ev tiplerine
benzemektedir. Rivayetler, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in
hücrelerinin takriben 10x10 zira ebadında kare şeklinde, duvarlarının da 7
veya 8 zira boyunda olduğunu haber verir. Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)nin
hücresi ile ilgili tafsilâta göre kapısı dikenli ardıç (sâc) veya ur'ur
(denen, Hindistan'da yetişen, abanoz ve çınara benzetilen bir ağaç)dandır. Tek
kanatlıdır ve Şam cihetine bakmaktadır. Bâzı rivayetler bu hücreye ikindi güneşinin
vurduğunu da kaydederler.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselam)'in meskeninin plân ve şümulü hususunda Kettânî oldukça mübalağalı
bir tasvîr ve tahminde bulunur. Delile dayanmadığı için burada zikretmeyi uygun
bulmadık.
Müteahhir kitaplarda inşâ
edilecek bir binada odanın yüksekliği için verilen: "Sünnette bu,
mikdârü'l-kifâye {yeterli miktarjdır, bu da altı zirâdır," ölçüsü buradan
alınmış olabilir. Odanın genişliği hususundaki "mikdâru'l-kifâye"
için "içinde oturanların durumuna bağlı olarak değişir" denmektedir.[304]
Anlaşıldığı üzere, evin muhtaç
olunan hacmi ve odalarının sayısı, her an değişmesi muhtemel olan ihtiyâca göre
farklı olacaktır. Halbuki inşâat bir defa yapılır sabittir. Bu durumda ailenin
ilerde muhtemelen alacağı en büyük vüsati nazarı itibâra alarak mı plân
yapılmalı? Halbuki çocukların büyüdükten sonra evlenip ayrılmaları, ailenin
hacmini tekrar düşürecektir. Her halükarda sünnette bu meseleyle de ilgili
bazı rivayetlere rastlamaktayız ve bunlardan evin elastikî bir plâna sahib
olması gerektiği sonucunu çıkarmaktayız. Mezkûr rivayetlerden bazıları Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in, evin içerisinde, bîr köşede, bulûğa
ermiş kızların kalması için "hıdr" denen bir çadır kurduğunu haber
verir. Hattâ evlendireceği zaman çadırın önüne oturur ve: "Falanca,
falancayı (kızın ve erkeğin ismini söyleyerek) istiyor", der, eğer
içerideki sükût ederse onu isteyenle evlendirirdi, istemediği takdirde vururdu
ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) de istemediğini anlayarak ona
vermezdi" denir.
Diğer bâzı rivayetlerden de
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in bir hasırı olduğunu, gündüzleyin bunu
(üzerine oturmak üzere) yaydığını, geceleyin de onunla (evin içerisinde kendisi
ile başkaları arasında perde olmak üzere) bölme yaptığını öğrenmekteyiz. Zeyd
Ibnu Sabit (radıyallahu anh)'ten gelen rivayette, hasırla bölme işinin
mescidde yapıldığı tasrîh edilir. Ancak bu evde de yapılmış olduğunu
nefyetmez. Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'den Müsned'ât tahrîc edilen rivayette
aynen şöyle denir: "Bizim bir hasırımız vardı.Onu gündüzleri yayar,
geceleri de (onunla) hücre yapardık (...)".
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in hücrelerinde çadır kurup, bölme yaptığına delâlet eden daha sarîh
başka rivayetler de mevcuttur. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in âzadlı
cariyelerinden Ruzey-ne (adıyallahu anhâ)'nin rivayetine göre, "Hz. Aişe
(radıyallahu an-hâ)'nin hücresinde (ihtiyâç halinde) içerisine girilerek
saklanılan, hurma dallarından (sa'af) örülmüş bir çadır vardı." İçerisinde
toz, toprak ve örümcek ağının bulunduğuna dâir gelen sarahat nazarı itibâra
alınacak olursa bunun pek sık kullanılmadığı anlaşılmaktadır.
Hülâsa, muhtelif rivayetler
nazara alınınca, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hücrelerinde,
mahremiyyet vs. maksadlarla perde germek, küçük çapta çadır kurmak gibi
çeşitli tedbîrlere tevessül ederek evi genişletme imkânları aradığı ve evin de
bu çeşit teşebbüslere imkân verecek durumda olduğu anlaşılmaktadır.
Burada son olarak şu noktayı
da belirtelim ki; Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in evi zevcelerinden
her birine birer oda isabet edecek şekilde idi. Üstelik, daha önce başka
vesilelerle de belirttiğimiz üzere, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)in
çocukları yanında kalmıyorlardı. Zâten Medine'de iken, sâdece Mısırlı cariyesi
Mâriye (radıyallahu an-hâ)'den çocukları olmuştu. O da diğer zevceleri gibi
mescidin yanındaki hücrelerden birinde değil, ayrı bir yerde kalıyordu. Nitekim
daha Önceki bahislerimizde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in süt annesi
(radıyallahu anhâ)'nde olan çocuğu için sık sık.ziyarete gittiğini de zikretmiştik.[305]
Evin mutfak, hela, gusülhâne..
gibi sabit unsurlarına gelince, bunlardan bir kısmının eskidenberi bütün
evlerde mevcut olmasına rağmen bir kısmının îslâmî kültür ve terbiyenin bîr
icâbı olarak sonrada ilâve edildiği anlaşılmaktadır ki bu durum, mesken
sosyolojisinde "meskeni kültürün arz üzerine vurulmuş bir damgası kaba!
edip, evdeki her bir inşâî unsurun, içerisinde yaşayanların kültüründe mevcut
zevk, inanç ve alışkanlıklarına tekabül ettiği" fikrini savunanları
te'yîd etmektedir. Komşularından biriyle müşterek -olan fırın, bâzı kereler
-maddî darlık sebebiyle - iki ay boyunca ateş yıkılmadığı bildirilen mutfak, umumiyetle
evlerin üst kısmında yer alıp, merdivenle çıkıldığı anlaşılan ve müstakil bir
odadan müteşekkil meşrübe, içerisine eşya koymak için evin dâhilinde inşâ edilen
ve kapışma perde çekilerek örtülen, sofa, raf, duvarda eşya koymaya mahsus
oyuk, ışık ve hava için açılan delik (kevve), evin bir kenarında altına eşya
koymak için inşâ edilen üzeri Örtülü tariflere nazaran bugünkü dîvânı andıran
sabit hücre-, vs. manâlarına da gelen sehve, büyük odaların içerisinde inşâ
edilen küçük çaptaki dar mahdâ, câhiliye devrinde kocası ölen kadınların matem
alâmeti olarak bir yıl boyu girdikleri tavam son derece basık, dar âdi hıfş
gibi câhiliye evlerinde de bulunan unsurlar istisna edilirse, hela, güsûlhane,
misafir odası, namazgah gibi bâzı kısımlar İslâmî kültürün bir icabı olarak
müslüman evlerin plânında hemen hemen umûmî bir şekilde yer almıştır. Ahlâk
kitaplarında "bina hususundaki sünnetler" meyânında: "Büyük ve
küçük, abdest bozmaya mahsûs bir yer (hela), abdest ve gusül için bir yer
(gusülhâne), ziyafet için bir yer (misafir odası - ki ziyafet odası demek daha
doğrudur-) zira hadiste vârid oldu ki: "Her şeyin bir zekâtı vardır, evin
zekâtı da ziyafettir (.,.)" ifadesine hemen hemen eyni lâfızlarla yer
verilmesi, bu plânın umumiliğini ifâdeye kâfidir.
İslâmî inancın getirdiği mühim
unsurları görelim.[306]
Buhârî, Müslim ve diğer sünnet
kitaplarında gelen rivayetlerden, İslâm'dan önceki Arap cemiyetinde, evlerde
hela bulunmadığını anlıyoruz, tıpkı yakın zamana kadar Avrupa evlerinde ve
hattâ saraylarda bulunmadığı gibi. İhtiyâcı gelenler kazây-ı hacet için şehir
dışına çıkmaktadır. Bidayette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) ve
zevceleri de aynı geleneğe uymuşlardır. Ancak kadınların gece karanlığından
bilistifade akşamdan akşama Medine'nin dışında Menâsf denen "husûsî
yerler"e kazâ'yi hacet yaptıkları, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in de bu maksatla şehir dışına çıkarak "kimsenin göremiyeceği
kadar uzaklaştığı" ve hattâ Muğammis denen ve Mekke'ye üçte iki fersah
mesafede, (Tâif yolu üzerinde bulunan) bir yere kadar gittiği rivayetlerde
tasrih edilir. Bu hal, tesettür âyetinin gelişine kadar devam etmiş, ancak
ondan sonradır ki evlerde helalar inşa edilmiştir. Semhûdî'nin kaydettiği bir
rivayetten Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in, hücreleri için inşâ
ettirdiği kenefin Hz. Aişe (radiyallahu anhâ)'nin hücresi ile kızı Fâtıma
(radıyallahu anhâ)'nın hücresi arasındaki boşlukta yer aldığını anlamaktayız.
Dînin bu vecîbesi, evlerde
hela ilâvesiyle inşaat plânlarım değiştirmekle kalmamış, helanın yönüne de
te'sîr etmiştir. Hz. Peygaber (aleyhissalâtu vesselâm)'den "Kazâ-yı hacet
ve bevl sırasında ön ve arkanızı kıbleye çevirmeyin (...)" mealindeki
hadîsler müslüman evlerde helaların istikâmetine de yön vermiştir. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) bu karan verdiği zaman kararını Mekke
ahâlisine de duyurmak için Sehl İb-nu Hanîf i husûsî elçi olarak yollamıştır.
Rivayetler, Mısır'a ve Şam'a gelen müslümanlann orada yönü kıbleye müteveccih
olarak eskiden inşa edilmiş olan helalarda bile imkân nisbeıinde bu emre riayet
ettiklerini gösteriyor. Alimler bu yasağın kır gibi etrafı açık yerler için
vârid olduğu, kapalı yerler için olmadığı arka tarafın çevrilebileceği, ön
tarafın çevrilemeyeceği, yasağın Kudüs cihetine de (yâni her iki kıbleye de)
râci olduğu hususlarında sünnette gelmiş olan muhtelif rivayetlere dayanarak
münakaşa etmişlerdir. Bundan başka helalarda su bulundurmak, suya imkân verecek
şekilde inşâ etmek gibi hususiyetler, sünnetteki ilgili emirlerden menşelerini
almışlardır.[307]
Heladan sonra mühim bir unsur
banyodur. Az önce söylediğimiz gibi İslâmdan önce de varlığı düşünülebilse de
îslâmiyetten sonra evlerin vazgeçilmez bir unsuru olmalıdır. Hem abdest almak,
hem de gusletmek için ihtiyaç vardır. Hastalığı sırasında Hz, Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam)' in leğen içerisinde yıkandığına dâir rivayet olmakla
beraber Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in
guslünden sonra kardeşine, Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselam)'in az su ile
guslettiğini göstermek niyetiyle, perde gerisinde bir sa' su ile yıkandığına
dâir rivayetler Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)nin hücresinde gusle mahsus husûsi
bir mahallin varlığını ifâde eder. Nitekim az ilerde tasvirle ilgili olarak
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'dan rivayet edilen: "Hz. Peygamber
(aieyhissalâtu vesselam) bir seferden dönmüştü. (O'nun)
yokluğu esnasında üzerinde (kanatlı at) timsâller(i) bulunan bir durnûku eve
(sehve üzerine) asmıştım. Bana onu indirmemi emretti. İndirdim. Ben ve Hz.
Peygamber (aieyhissalâtu vesselam) bir tek kaptan su alarak yıkanıyorduk"
hadîsinde Hz. Aişe'n'm perdeden söz ederken hiçbir sebep yokken gusle geçip,
ondan söz etmeye başlamasını, Kirmanı, rivayette üzerinde perde çekilen mezkûr
sehve'nm güsulhâne (muğtesel) olabileceği ihtimâli üzerinde durmaktadır. Sehve
hakkında ilerde kaydedeceğimiz tasvirler de bu ihtimâli kuvvetlendirmektedir.
Bu durumda Hz. Aişe'n'm hücresinde gusülhane olduğu hükmüne varılabilir. Bunu
takviye eden diğer bir husus az önce temas ettiğimiz Hz. Peygamber
(aleyhissalâ-tu vesselâm)'in hasta iken içerisinde yıkandığı leğenle ilgili:
Rivayette bunun Hz. Hafsa'ya ait olduğu tasrîh edilmektedir. Hz. Aişe'n'm
odasında bulunan Hz. Peygamber (aieyhissalâtu vesselam) hasta olması sebebiyle
güsulhânede yıkanmıyor, daha kullanışlı olduğu için Hz. Hafsa'nm leğeninde
yıkanıyor.[308]
Hadiste dünyevî hayatın
şekavet ve huzursuzluklarının baş amillerinden biri olarak gösterilen fena
mesken, içerisinde yaşayan her yaştaki sakinine zararlı olmakla beraber en
büyük zararı çocuklara yapmaktadır. Meskenin çocuğun terbiye ve sıhhatli bir gelişme
göstermesindeki ehemmiyetini ibraz sadedinde: "Lojmanda baş yeri çocuk
almalıdır. Lojman çocuğun ihtiyaçları nazara alınarak plânlanıp inşâ
edilmelidir" denilmektedir. Günümüz araştırıcıları çocuk ölüm nisbetinin
nâmüsâit evlerde müsait evlere nazaran daha önde olduğunu tesbît etmiştir. Sağ
kalanlar içerisinde de çocuk suçlan işleyerek mahkemelere, çeşiti ruhî ve
bedenî arazlarla hastanelere düşenlerin nisbeti yüksektir.
Bunlardan başka çocuk
şahsiyetinin gelişmesinde de bu dar evlerin menfi rolü büyüktür. Hz. Peygamber
(aieyhissalâtu vesselam)'in çocuklarla münâsebetini incelerken çocuğa tam bir
hürriyet tanımanın esâs olduğunu görmüş. Hz. Peygamber (aieyhissalâtu
vesselâm)'in çocuklara aşırı sevgi göstermekten başka müdâheleden de
kaçındığını belirtmiş, hele dayağa hiç yer vermediğini misâllerle beyân
etmiştik. Halbuki dar meskende, her'ailenin ulaştığını tetkik edip
karıştırarak merakını tatmîn etme, her an hoplayıp zıplayarak eğlenme, gürültü
yapma fıtratında olan çocukların mütemâdî müdâhale, azar, tekdir te'dip ve
dayağa mâruz kalmaları için en iyi ortam hazırlanmış oluyor. Hz. Peygamber
(aieyhissalâtu vesse-lâm)'in evinin sadeliği, mü si umanlara sadeliği tavsiye
edip dikkat çekici, "dünyâya çekici" tezyinatı istihkar edişi de çocuk
terbiyesi noktasından değerlendirilebilir. Zira, günümüzde olduğu gibi, bu
çeşit câzib biblolar, tablolar, rengârenk ve parlak masa ve sehpa Örtüleri gibi
hep çocukları kendine davet eden çeşitli süsleme unsurları çocuklara müdâhale
imkânlarına sayılan nisbetinde arttırmaktadır. Hele bunlar ellerinin ulaşacağı
seviyede, -darlık veya odaların düşüncesizce plânlamaları sebebiyle de -günlük
cevelân sahasının içerisinde yer alıyorlarsa böyle bir ev, çocuklu bir aile
için büyük küçük herkese, gerçekten büyük bir huzursuzluk kaynağı olacaktır.
Bu açıdan eski evlerimizi takdir etmemek elden gelmiyor. Bugünkü, üzerlerindeki
tezyin unsurlarıyla çocukları kendine çeken, her an kırılıp dökülmeye hazır
koltuk ve sehpâlara bedel, her bakımdan emniyetli, çocuk ölçüleriyle de mütenasib
kanapeler, minderler, çocukların ulaşamayacağı seviyede (raflarda, duvarlarda)
yer alan tezyin unsurları, onların terbiyesinde, anne-babaya âdeta yardımcı
durumundadırlar. Geniş ve iyi plânlanmış meskenler, bu yeni şartların
zararlarını asgarî bir nisbe-te indirebilirse de dar evlerde -ki günümüzde
iktisadî ve içtimaî bir sebeplerle çoğunluğu teşkil etmektedirler mümkün
değildir.
Darlığın çocuğun ruhî inkişâf
ve terbiyesiyle olan menfî ilgisini araştırıcılardan dinleyelim: "Bir
evde oda başına düşen ferd sayısı T den 2.5'a yükselirse çocuk çabuk
sinirlenen, kırıp dökmeyi huy edinen bir tip
olur." Bu ifâde bir başka
ekibin "Evin genişliği, adam başına ortalama sekiz - on metrekareden daha
az bir yer isabet edecek şekilde dar olursa ebeveynle çocuklar arasıdaki
münâsebetler son derece gergin olur, ebeveyn çocuklara bağırıp çağırmaktan
kendilerini alamazlar" hükmüne tevâfuk etmektedir. Bu araştırmalardan
bahsederken şunu belirtmek gerekir ki kalabalık ve dar meskenlerde çocuk,
davranış bozuklukları göstermek tehlikesiyle haşhaşadır. Sonunda genç çocuğun
ruhî gelişmesi önlenmiş olur ve böylece ortaya çıkan gecikme, şartlar
değişmedikçe bir daha telâfi de edilemez. Çocukta meydana gelen "bir
kısım ruhî bozuklukların, çocuğu anne-baba ile aynı odada yatıp
kalmasından" ileri geldiği artık bilinen bir husustur.
|
||||
Ailede ferd sayısı |
Bir lojmanda ikâmet edilebilir oda sayısı Geniş Yeterli Yeiersiz Çok yetersiz _ |
|||
I |
2 |
1 |
|
|
2 |
3 |
2 |
1 |
|
3 |
4 |
3 |
2 |
1 |
4. |
4 |
3 |
2 |
1 |
5 |
5 |
4 |
3 |
2 |
6 |
5 |
4 |
3 |
2 |
7 |
fi |
5 |
4 |
3 |
|
6 |
5 |
4 |
3 |
9 |
7 |
6 |
5 |
4 |
Fena Meskenlerin İçtimaî ve İktisadî
Neticelen ve Bunları Telâfi Etmek için gösterilen Gayretler:
"Bu seriye giren
hâdiseler, beşeri ve ahlâki plânda tecâhülü imkânsız, insanı isyana sevkeden
vahim bir durumu gözler önüne sermektedir. Fena mesken, bir yandan esâs
sebebini îeşkîl eden içtimaî eşitsizlikleri takviye edip artırırken diğer
yandan da ferd ve ailelerin bozulmalarının yegâne sebebi olmaktadır.
(...)"
"Fena meskenler, gruplar
teşkil edecek şekilde bir arada bulundukları zaman, cemiyetin dışında kalan
fertlerin bir araya gelmesine imkân hazırlayan yuvalar ortaya çıkmış olur.
Böylece o fertlerin tekrar düzeltilmeleri iyice zorlaşır. Diğer taraftan,
itisâdî imkânsızlıklar sebebiyle başka yerde yerleşmeyecek olan aileler de
bozulmaya yüz tutacaklar. Bu durum, sâdece vahim ruhî neticelere müncer olmakla
kalmıyor, aynı zamanda devlet için de çok pahalıya mal oluyor. Hattâ
gecekondunun bir "lüks maddesi" olduğu söylenmiştir, içtimaî Muavenet
Dâiresi gecekondularda oturan muhtelif ailelere hastalık ve hastaneye kaldırılmaları
için yapılan masrafları rakamlara vurmayı denedi. Devletin karşıladığı yük,
gerçekten ağır (....) Bâzan o kadar ağır ki, aile için mükemmel dayalı döşeli
bir mesken inşâsı daha ucuza çıkıyor. Bu değerlendirmede ne komşulara da
bulaştırma tehlikesi, ne hastalık sebebiyle kişinin kaybedeceği iş verimi, ne
de ailenin çekeceği ızdırâb ve bozulmalar hesaba katılmamıştır. Meselâ
A.B.D'de Cleve land şehrinin gecekondu mahalleleri ağır bir yüktür. Orada şehir
halkının sâdece onda biri oturduğu halde, şehirdeki mevcut polis, itfaiye ve
içtimaî muavenet hizmetlerinin %26'sı, bütün şehir sakinleri için yapılan
masrafların da %36'sı onlara gitmektedir. Bu nisbet bir çok Amerikan
şehirlerinde mevcuttur."
Son araştırmalarla, mesken
darlığının, bilhassa çocuk için bir yıkım olduğunu anlayan batılılar, iktisadî
imkânlarına paralel olarak, mesken telakkilerini değiştirerek ferd başına bir
odayı esâs alma görüşüne ulaşmışlardır. Le Monde Gazetesinin bir haberinden
Fransa'da 1976 yılı içerisinde, sırf günlük vaktinin mühim bir kısmı mutfakta
geçen anneyle, bu esnada çocukların münâsebetlerini en iyi bir tarzda tanzim
etmek gayesiyle, bundan böyle inşâ edilecek meskenlerde mutfakların en az 12
m2 olması için kanunî mecburiyet koyma cihetinde prensip kararına varıldığım
öğreniyoruz.
Çocukların ihtiyacı nazar-i
itibâra alınarak kanunlaştınlan diğer bir husus, lojman dışı genişlikle
ilgili. İslâmî meskenin plânını incelerken "hanenin müştemilâtından"
olarak telakki edildiğini belirttiğimiz avlu unsurunun modern "blok
inşaatları" dediğimiz toplu meskenlerde ortadan kalkmasının husule
getirdiği boşluk ve ızdıraplan telâfi etmeyi, -hiç olsun azaltmayı-, hedef
edinen bu tedbîre göre Fransa'da- şimdilik resmî, blok inşaatlarında lojman
başına asgarî, 0,75-1,000 m2'lik bir boş saha bırakılacaktır.
Bu tedbirlere ehemmiyet veren
Fransa'da doğum nisbetinin düşüklüğü sebebiyle çocuk sayısının son derece az
olması bir yana, kış mevsiminin oldukça mutedil ve nisbeten kısa geçtiğini, her
şehirde mahalle aralarında sık sık irili ufaklı parklar, çocuk bahçeleri vs.
olduğunu, çocuklar için ayrıca ana okulları, kreşler bulunduğunu,
kaldırımların oldukça geniş olduğunu vs. nazara alırsak, yurdumuzda bu
tedbirleri daha da çoğaltmaya, çocuk sayısı, kış süresi ve diğer bir kısım
imkânsızlıklara muvâzî olarak değişik rakamlara yer vermeye mecbur olduğumuzu
anlarız. İstanbul'un bahçelerden mahrum edilmiş, parklardan yoksun,
kaldırımları -bazân hiç yok denecek kadar - dar, nüfûsça kalabalık yerlerinde
çocuklar ömürlerinin baharını yaşamaktan çok uzaktırlar. Bu talihsizlerin
sağlıklı bir gelişim göstermeleri, tesadüfe kalmış gibidir.
Bu fecî durumu bütün büyük
şehirlere teşmil etmek gerekir. Hele Erzurum gibi iklim îcâbı sekiz ay içeride
kalmak zorunda olan çocukların durumu yeni inşaatlarda behemahal nazara
alınmalıdır.[309]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in evinde yer alan malzeme, ile de ilgili bâzı rivayetler mevcuttur. Bunlar
tezyîn işinde olduğu gibi tefrîş işinde de sadeliğin esâs olduğunu
göstermektedir. Hz. Ömer îlâ hadisesiyle ilgili ziyaretinde Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in evini gözleriyle tedkîk ettiğini belirttikten sonra
bize çok kıymetli bir tasvir sunar. Anlattıklarına göre bu ziyarette Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) niçin ağladığını sorunca: "Nasıl
ağlamayayım, şu hasır vücûdunda izler bırakmış, odada ise görülenlerden başka
bir şey yok. Şu Kisrâ ve Kayser nehirler, meyveler içerisinde (altın tahtlar,
ipek ve atlas yataklar üzerinde) olsunlar, sen ise Allah'ın Resulü (ol da böyle
yokluk çek); sana da yatak yapsak olmaz mı? der. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesse-lâm)'in (bir rivayetteki) cevabı aynen şöyle: "Benim dünyâ ile ne
alâkam var, ben dünyâda kendimi bir ağacın altında gölgelenip sonra bırakıp
giden yolcu gibi görüyorum."
Böylece Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam) nezdinde sadeliğin bir esâs olduğunu belirttikten
sonra bazı ana malzemeden bahsedebiliriz.[310]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselam)'in evinde sergi olarak umumiyetle, yukarıda da sözü geçtiği gibi,
hurma yaprağından örülmüş hasır zikredilir. Daha önce de temas edildiği üzere gündüzleri
alta yayılan bu hasır, geceleri de evi bölmek için perde olarak
kullanılmaktadır.
Halı Araplarca bilinmekle
beraber Hz. Peygamber (aleyhissalâtu ves-selâm)'in ve umumiyetle mülümanların
kullanmadığı anlaşılıyor. Hattâ Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)
kullanmadığı için Ashâb'dan bunun kerahetine zâhip olanlar da çıkmıştır. Ancak
şu rivayet bunun kullanılmayışının maddî darlık sebebiyle olduğunu ve hattâ Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)Mn halıya cevaz da verdiğini göstermektedir.
Hz. Câbir anlatıyor: "Evlendiğim zaman Hz. Peygamber bana: "Halılar
da te'min ettin mi?" dedi. Ben de: "Halıyla da ne alâkamız var?"
dedim. Bunun üzerine: "Fakat bil ki yakın bir gelecekte halılar da
olacak" buyurdu. (Müslim, Libâs 39)
Buradaki cevazın daha ziyâde
yere serilen halılara olduğu, sırf tezyîn kasdıyla duvara halı vs. asmanın hoş
karşılanmadığı belirtilmektedir.
Müslim'in tahrîcinde, kapının
üzerine halı asan Hz .Aişe (radıyallahu an-hâ)'ye Rasûlullah (aleyhissalâtu
vesselam)'in: "Allah taş ve toprağa elbise giymeyi emretmemiştir"
diyerek indirttiğini görmekteyiz. Buhâ-ri'nin bir tahrîcinde, îbnu Ömer
(radıyallau anhüma) tarafından davet edilen Ebû Eyyûb (radıyallahu anh) da
duvarın bir örtü ile kaplanmış olduğunu görünce (duraklar). İbnu Ömer (radıyallahu
anhüma) "Bu meselede kadınlar bize galebe çaldı (söz dinletemedik)"
der. Ebû Eyyûb (radıyallahu anh): "Başkastn(m evde böyle bir münkereyer
vereceğin)den korksam da senden kormazdım" der ve geri döner. (Buhari,
Nikâh 77) îbnu Hacer, başka rivâyeteıe dayanarak, bu davetin îbnu Ömer'in oğlu
Sâlim'in düğünü vesilesiyle yapıldığını belirtir. Abdullah İbnu Yezîd oturup
ağlar. Sebebi sorulunca: "Nasıl ağlamayayım" der ve Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in " (...) Dünya size galebe çalacak (...) siz
bir elbiseyle evden çıkıp, bir başka elbiseyle geri döneceksiniz, evlerinizi de
Kabe'yi örter gibi örteceksiniz" (...) dediğini duymuştum" der.
(el-Metâli-bu'1-Âliye, II, 264.)
Hülâsa bu konuda muhtelif
rivayetleri veren îbnu Hacer duvara halı vs. çekmenin hükmü husûsusunda
"Ihülâf-ı kadim" var dedikten sonra cumhûr-ı Şâfiyyenin, kerahetine
hükmettiğini belirtir. Hanefiler de bu çeşit tezyinatta mübalağayı tavsiye
etmezler.[311]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in ev malzemelerinden biri de bir karyoladır (şerir). Rivayetler Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in torunu Hasanım oynamakta olduğu bir
köpek yavrusunun zaman zaman bunun altına girdiğini ve hattâ orada öldüğünü
belirtirler. Yerine göre leğen, evrak gibi bâzı eşyaların konduğu, küçük hayvanların
girebildiği bu karyolanın altı boştur.
Süheyli bu karyola hakkında şu
bilgiyi verir: "Rasûlullah (aieyhissa-latu vesselam)7 in karyolası lifle
çatılmış tahtalardan (mâmûl) dü. Benû Ümeyye zamanında satıldı. Bir adam. bunu
4.000 dirheme satın aldı.
Ebu Rifâ'a' (radıyallahu
anh)'m rivayetinden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in ayaklan demirden
olan bir sandalyesi olduğunu, Hz. Ali (radıyallahu anh)'nin rivayetinde Hz.Peygamber
(aleyhissalâtu vesse-lâm)'in kızı Fâtıma'nm el değirmeni kullanmaktan ellerinin
yara ve nasır bağladığını öğreniyoruz.[312]
Evde zaruri olandan fazla
yatak bulundurmayı yasaklamış bulunan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
kendisinin tek yatağı olduğu, bunun da kılıfının deri, içerisinin ise hurma
lifleriyle doldurulmuş bulunduğu belirtilir. Yastığı için de aynı tavsifde
bulunulmuştur. Bu haliyle bir hayli sert olduğu soylenebilen bu yatak, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hayat karşısındaki sadelik ve zühdünü
ifâde etmektedir. Çocukların yatağı hususunda terbiye kitaplarında "sert
olması" için yapılan tavsiyeler bu tavsiflerden alınmadı ise hükemâ ve
ettibamn sözlerinden alınmış olabilir. Zira bu konuda Hz.Peyegamber
(aleyhissalâtu vesselam)'e nisbet edilen herhangi bir rivayete rastlamadık.[313]
Bilhassa tesettür vâsıtası
olması sebebiyle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in hücrelerinde yaygın
bir şekilde perde kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bttftâri'dt geçen
"odasının perdesini açtı" cümlesinde kullanılan "es-Sicfu"
isminin boydan boya ortadan bölünmüş perdeye ıtlak edildiğine bakılırsa Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in penceresinde (daha kullanışlı olan) iki
kanatlı perde kullanmış olabileceğine hükmedilebilir.[314]
Bâzı rivayetler. " Hz, Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam)'in, evde hurma kütüğünden bir leğen bulundurduğunu,
geceleyin bunu kullanıp karyolasının altına koyduğunu" haber verir. Bâzı
âlimler "evde bevli bekletmeyin, zira melâike, bekletilmiş bevl olan eve
girmez", "Evde leğen içerisinde bevl bekletilmesin (...)"
(Kenzu'l-Ummâl,, IX, 209) gibi hadislere dayanarak bu iki hadisin tearuzundan
bahsetmişse de Suyûti'nin belirttiği üzere yasaktan maksad uzun süre bekletme
olabilir. Kaldı ki Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)in hastalığı sırasında
(küçük abdest bozmak için) leğen istediğine ve yine hasta iken leğen içerisinde
guslettiğine dâir rivayetler gelmiştir. Şu hâlde eve seyyâliyyet kazandıran
bir unsur olarak leğen, diğer ev eşyaları arasında mühim bir yer işgal etmiş
olmalıdır:[315]
Hz. Aişe (radıyallahu
anhâ)'den gelen, gece namazıyla ilgili bir rivayette geçen: " O sırada
evlerde lâmba (mesâbih) yoktu" cümlesinden anlaşıldığına göre bidayette
lamba Medine'de kullanılmamaktadır, Zâten diğer bâzı rivayetler, bunun ilk
defa hristiyânlıktan mühtedi Te-mimud-Dâh tarafından getirildiğini
bildirmektedir. Her hâili kârda kandil Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)
zamanında evlere girmiş olmalıdır. Zira Buhari'nin el-Edebü'1-Müfred'de
yaptığı bir tahricten an-
lıyoruz ki, yanık bırakılan
kandilin fitilini bir fare alıp tavana götürdüğünü, geceleyin uyanmış olan Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)*in görüp muhtemel bir yangının önüne
geçtiğini, Hâkim'in rivayetinde bu fitilin fare tarafından geri getirilip
Peygamber (aleyhisselâtü vesselamdın yanma bırakıldığı, dirhem büyüklüğünde bir
yerin yanmasına sebep olduğu sarâhatına rastlarız. Muhtemelen bu hâdiseden
sonra olacak ki yatarken kandillerin söndürülmesini Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâtu vesselam) sıkı sıkıya tavsiye etmiştir.[316]
Evde aranan diğer bir
fonksiyon, içinde yaşayanlara mahremiyet imkanlarını sağlamasıdır. Sünnet bu hususa
da ehemmiyet vermiştir. Sünnet açısından ev, sâdece soğuğa sıcağa karşı bir
iltica yeri değil, aynı zamanda insanda fıtrî olan mahremiyeti sağlama
yeridir. Bu sebeple eve "haram" denmiş ve buraya sahibinin izni
olmadan girilmesi yasaklanmıştır.
Sünnetin beyânlarına göre
mahremiyeti ihlâl sâdece "girmek" fiiliyle tahakkuk etmez,
"bakmak" la da vukua gelir. Bu sebeple, "hiç kimse izin
almaksızın başkasının evinin içine bakmasın, kim izinsiz bakarsa aynen girmiş
gibidir, denir ve bu fiil, "helâl olmayan fiiller" meyânında zikredilir.
(Ebû Dâvûd, Taharet 43).
"İzin istemek (isti'zan)
göz sebebiyle vaz edilmiş olduğu" için izin henüz tahakkuk etmeden gözün
içeriye kaymamasına dikkat etmek gerekecektir. Bu sebeple kapıyı çalarken,
kapıya yüzünü dönerek değil, yan dönerek durmak emredilmiştir. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in de böyle hareket ettiği belirtilir. " Kim, bir
başkasının evine ıttıla peyda ederken gözü çıkarılır da diyet için müracaat
etmeye kalkarsa bilsin ki hiçbir hak talep etmeye hakkı yoktur"hükmü bu
meselenin ciddiyet ve ehemmiyetini teyîd eder. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselam) kendi evine pencereden izinsiz bakmış olan bir adama, elindeki tarağı
göstererek: "Bilseydim ki içeri bakıyordun, şu tarağı gözüne sokardım"
der, İbnu Abbâs (radıyallahu anh)'ın bildirdiğine göre Hakem İbnu Ebîl Âsî
(radıyallahu anh)'yi içeriye bakarken tesbît eden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselam) " Ben sağ olduğum müddetçe Medine'de oturmayacaksın"
diyerek Taife sürer. (Mecmau'z-Zevâid, VIII, 43)
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in: " Bir kimse kapısı açık bırakılmış (veya giriş kısmında
perde olmayan) bir eve uğrar da (içeriye) bakarsa kabahat onda değil, ev
sahibindedir" (Tirmizî, İsti'zân 16) sözü, mahremiyeti bozmama hususunda
sâdece yoldan geçenin veya eve uğrayan ziyaretçinin değil herkesin, bütün ev
sahiplerinin dikkat etmesi gerektiğini ifade etmektedir. Her aile dışarıya
karşı mahremiyetin te'mini için gerekli tedbiri almalı, bunu te'min vâsıtası
olan perde, kapı vs. ye dikkat etmelidir. Aksi takdirde mahremiyetin ihlâli
vak'asında "ev sahibi kabahatlidir."
Bu hadis müslümanları, evlerin
planlanmasında mahremiyyet unsurlarının yerleştirilmesinde itinâya davet
etmektedir. Kapılar ve pencereler bu maksada en uygun şekilde
yerleştirilmelidir. Umumiyetle giriş kapılarının arkasında yer alan aralık
(antre) kısmı bu maksatla ihdas edilmiş olabilir. Şu hâlde bâzı yeni
plânlamalarda bunun ihmali, bir eksiklik olarak değerlendirilmelidir.[317]
Meskenin şâmil olması gereken
muhtemel plânını incelerken de belirttiğimiz üzere, plâna, sâdece aile
dışındakilere karşı duyulan mahremiyet değil, " zevce ve sağ elin sahip
olduğu (yani câriye) dışında kalan" bütün aile efradına karşı korunması
emredilen mahremiyyet de te'sir etmektedir. Hz. Câbir'den: Hz. Peygamber
(aleyhisselâtu vesselam): " Kişi çocuğundan - ne kadar yaşlı da olsa-
annesinden, erkek kardeşinden, kız kardeşinden ve babasından izin
almalıdır" (el-Edebu'1-Müfred, s. 365; hadis no: 1062) dediği rivayet
edildiğine göre, bunlarla beraber yaşandığı takdirde, bu ferdlerden her
birinin birbirlerine -en az Kur'ân'in belirttiği üç vakitte- isti'zânla gidip
gelecekleri şekilde yerleştirilmeleri gerekecektir. Yukarıdaki hadisi
"Burada zikredilen fertlerin ayrı ayrı evlerde yaşamaları hâline
râcidir" diye yapılabilecek muhtemel bir îtirazı şu hadîsle
cevaplandırabiliriz: "Atâ' İbnu Yesâr (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e bir adam gelerek sordu: ltYâ
Rasûlullah annemin yanına girerken izin isteyeyim mi? " "Evet"
cevâbını verince adam tekrâr;"£|er ben evde onunla berabersem?" Hz.
Peygamber: "İzin iste" dedi. Adam itirazla: "Ben ona hizmet
etmekteyim' dedi. Bunun üzerine Rasûlullah: (Öfkeyle): " Annenden izin
iste, onu üryan olarak görmekten hoşlanır mısın?" dedi. Adam:
"Hayır" deyince: "Öyle ise (her seferinde yanına girerken)
annenden izin iste" buyurdu." (Muvatta, İsti'zân 1)
Bilhassa bu son rivayette,
hayâtının büyük bir kısmını geçirdiği evinde fertlerin, gönlünce ve kılık
kıyafet bakımından da oldukça serbest olabilmesi için behemahal müsait,
müstakil bir odaya muhtaç olduğu ifâde edilmektedir. Müslüman aile geçici
darlıklar müstesna, devamlı dar yerlerde kalmamalıdır.Bulûğ sahfasını aşan -
ve hattâ bulûğa yaklaşan- aile ferdleri, anne baba dâhil, müstakil birer odaya
sahip olmalıdır, sünnetin ulaşılmasını istediği ideal mesken tipi budur.
Burada bir kere daha tekrar
edelim ki günümüz sosyologları dar meskenin zararları üzerinde ısrarla
durmaktadırlar. Bunlar çok yönlü olarak mahzurludurlar. Ezcümle, dar
meskenlerde ve bunların bir araya gelmesiyle teşekkül eden muhitlerde,
zamanla, cemiyette hâkim bir kısım değer ölçülerinin kaybolduğu, bunların
yerine, cemiyete ters düşen yeni değerlerin çıktığı, binnetîce telakki ve
davranışların da değişerek, yeni davranışların ortaya çıktığı tesbit
edilmiştir. Bu sebeple gecekondu diye ifâde edilen dar ve nâmüsâid yerlerde
kalanlar sosyal yönden "anormaller" olarak kabul edilmekte ve
"cemiyetin kayıpları" nazarıyla bakılmaktadır. Araştırmalar, uzun
müddet böyle dar yerlerde kalanların, müsâid meskenlere geçtikleri zaman,
buralara intibak edemedikleri, yeni ve normal hayat şartlarına intibak
edebilmeleri için "bunların, her seferinde, takip edilmeleri" ve
"yeniden terbiyeden geçirilmeleri" gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Bu
meseleye ciddiyetle eğilen Hollanda, Belçika, İngiltere, A.B. Devletleri,
Fransa gibi ileri memleketlerde "bu, sosyal yönden bozulmuşlar" &
normal ev verilmezden önce, "yeniden terbiye edilerek" cemiyete kazandırılmak
düşüncesiyle, husûsî surette inşâ edilmiş mutavassıt lojmanlarda belli bir
müddet (10-12 ay civarında) oturmaya icbar edilmişlerdir.
Batı Medeniyeti'nin Zevali (Le
Declin de FOçcident) adlı eseriyle ün yapan Spengler'in ifâdesinde,
medeniyetlerin çöküş sebebi olarak gösterilen "Medenînin kısırlığı (la
sterilite du civilise) bir başka deyişle doğum azalması, sosyologlarca geniş
ölçüde mesken şartlarına bağlanmış olması da bize enteresan gelmektedir. Muhtelif
araştırmalardan: "Çok dar ve gayr-i müsâid meskenlerde, davranışlarda her
çeşit kontrolün kaybolmaya yüz tutması sonucu doğumun, fizyolojik bir hâl
alarak arttığı müsâid meskenlerde oturan ailelerde de tabî bir şekilde
arttığı, bu ikisi arasında kalan nâmüsâid evlerde ise azalmaya yüz
tuttuğu" sonucunun çıkarıldığı belirtilmiştir.[318]
Sünnette üzerinde titizlikle
durulmuş olan diğer bir husus, içerisinde ikâmet edilen meskenin dekorudur. Ev
içerisinde yer alan her bir eşya ve eşyada tezahür eden telkîn unsurları
üzerinde Hz. Peygamber (aleyhissa-lâtu vesselam) hassasiyet göstermiştir. Gerek
kendi evinde gerekse ashabın evlerinde İslâm kültürüne muhalif düşen ve başka
kültürleri temsîl eden unsurların ve şekillerin varlığına muttali olunca ya
sözle, ya fiille, yahut da ahvâliyle istikrahını bildirerek müdâhele etmiştir.
Buhârî'nin Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ)'den yaptığı bir tahrîcte, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in evde, üzerinde haç bulunan her eşyanın haçını mutlaka bozduğu
bildirilmektedir. (Ebû Dâvûd, Libâs 45)
Yasak sâdece haç şekillerini
ihtiva eden eşyalara münhasır kalmayıp Allah'ı yaratma fiilinde taklîd mânâsı
taşıyan tasvirlere de şamil kılınmıştır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselam) bu mânâyı taşıyan tasvirlerin evde bulundurulma yasağını:
"Tasvirin olduğu yere melek girmez", "En büyük azaba mâruz
kalacak kimseler musavverlerdir", "Dünyada suret yapana kıyamet günü
haydi yaptığına ruh üfle, denecek ve üfleyenıeyecek" (Buhârî, Libâs 88,
97, BuyıV 40; Müslim, Libâs 81-103) gibi şiddet ifade eden çeşitli tâbirlerle
dile getirmiştir. Bu hususla ilgili rivayetlerden birinde Hz. Aişe
(radıyallahu anha) şöyle bir vak'a anlatır: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselam) bir seferden dönmüştü. (Onun yokluğu esnasında) üzerinde (kanatlı at)
timsaller(i) bulunan bir durnûku (eve) asmıştım. Bana onu indirmemi emretti,
indirdim (.,.)"Hadîsin bir başka vechinde "üzerinde timsaller bulunan
bir kırantamı, sehve (denen duvardaki hücrenin) üzerine örtmüştüm. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) onu görünce çıkardı ve: "Kıyamet günü
azabın en şiddetlisine duçar olacak Allah'ın yarattıklarını taklîd
edenlerdir" dedi. Ben de ondan bir veya iki yastık yaptım. Bir başka
vechinde: "iki nümruka (minder) yaptım, bunlar evdeydi ve Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam) üzerine oturuyordu" der. (Buhârî, Mezâlim 32)
Bu hadîse müsteniden
âlimlerin, gölgesi olmayan tasvirlerin üzerine oturmak, basmak gibi hakîr
durumlarda kullanılan halı, döşek vs. eşya üzerinde bulunmasına cevaz verdiği
belirtilir. Nevevî bu görüşün Sahabe ve Tabiîne mensüb Cumhûrı ulemânın görüşü
olduğunu belirttikten sonra bu meyânda Sevrı, Mâlik, Ebû Hanîfe ve Şafiî'nin
ismini zikreder. Nesâi'mn bir tahrîcinde Hz. Peygamber'in yanına girmek için
gelmiş olan Cibril girmez ve: "Nasıl gireyim, evinde tasvirler ihtiva eden
bir örtü var. Ya suretlerin başım kopar, ya örtüyü üzerine basılan bir sergi
yap. Biz melekler tasvirin bulunduğu bir eve girmeyiz" der. (Nesaî, Zînet
14)
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselam) Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'in rivayetinde ziyaret için
gelmiş olduğu, Sefine Ebû Ab-durrahmân' in rivayetinde de beraber yemek için
vâki'davet üzerine gelmiş olduğu kızı Fâtıma (radıyallahu anhâ)'nın evine,
kapıya asılmış olan nakışlarla süslü perde sebebiyle girmeden geri döndüğü
ifade edilir.
Abdurrezzak'm bir tahricinde
de yemeğe davet edildiği eve geldiği vakit, çeşitli renklerle tezyin edilmiş
olduğunu görür, kapıda durup renkleri saydıktan sonra: "Keşke tek renk
olsaydı" diyerek girmeksizin geri döner. Aşağıdaki misallerin de te'yîd
edeceği üzere, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam), bu davranışla evin
tezyininde sadeliğin esas olmasını irşâd buyurmuştur.
İlim adamları bu rivayetlerden
"İçerisinde muharremât bulunan eve girmek ve davete icabet etmek için önce
izâlesine çalışılır, muktedir olunmazsa girilmez, icabet edilmez' hükmünü
vermişlerdir. Ancak Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in son misâlde
"keşke tek renk olsaydı" dediği, birinci misâlde de geri dönüş
sebebini soran Hz. Âlı ye "Dünyâ benim neyime, nakış benim neyime?"
cevâbını verdiği, keza yukarıda zikrettiğimiz tasvirli perde vs. yi kaldırması
için Hz. Aişe'ye verdiği emirle ilgili hadîsin bâzı vecihlerinde: "Zira bu
bana dünyâyı hatırlatıyor", "Zira üzerindeki tasvirler namaz
esnasında dikkatimi dağıtıyor", "Zira eve her girişimde bunu
görüyorum, dünyâyı hatırlıyorum" vs. dediği tasrîh edilmektedir ki bunlar
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in yeni teblîğ etmiş olduğu bir dînin
tam yerleşmesine engel teşkîl edebilecek sebepler hususunda titizliğinin
derecesini göstermektedir. O, istiyordu ki insanlar bütün h i nimetleriyle
Kui'ân'a yönelsin, onun hakîkatlarmı anlamaya, yaşamaya çalışsın. Hattâ bu
sebeple kendisinden. Kür'ân dışında bir şey yazmayı da yasaklamış, bir nevî
câhiliye perestişlerinden biri olan kabir ziyaretlerini de rnenetmişti. Diğer
taraftan "İnsanların kalbi Allah'ın iki parmağı arasındadır, istediği gibi
oynatır" cümlesinde ifâde ettiği beşer tabiafındaki istikrarsızlık
sebebiyle îmân ve amellerine rağmen müşrikliğe âit hatıralar sebebiyle eski
sapıklıklarının tekrar şu veya bu şekilde tezahüründen korkmakta idi. Bu sebeple
o hususlarda Hz. Peygamber {aleyhissalâtu vesselam) titizliği ileri götürmüş,
açık kapı bırakmak istememiştir. Halkın esprisini nazara alışını gösteren en
manidar misallerden biri Hz. Aişe'ye, cahiye devrinde yanlış temele oturtulmuş
olan Kabe'yi, yeniden aslî temeli üzere kurmaya teşebbüs etmeyişinin sebebini
izah sadedinde söylediği şu cümledir: "Kavmin Câhiliye devrine yakındır.
Bu sebeple, (yapacağım tadilatın) kalplerinde nefret uyandıracağından
korkuyorum..."
Şu hâlde "Câhiliye
devrine yakın" olan insanlığın hâlet-i nahiyelerini nazarı itibara alan
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselânf), o devre âit şirklere alâmet olan
herşeye amansız bir mücâdele açmıştır. Bu, put olabilir, putların tasviri
olabilir, o devreye âit bir yemin tarzı, selamlaşma şekli vs. olabilir, hepsi
yasaklanmıştır.
Tasvîrle ilgili yasaklan, sarihlerin:
"Kendisine ibâdet edilen zîruhlann hürmet ifâde eden tarzda konması
haramdır, ayak altına atılması mubahtır" diye formüle etmesi sünnette
gelen yasağın terbiyevî yönünü ifâde _ eder. Bu yasaktan ağaç tasvîrleri
istisna edilmiştir. Ancak Arapların o devirde takdis ettikleri ağaçları Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in yıktırdığını rivayetler haber verir.[319]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
Medine'yi baştan ayağa kontrol ettirerek "putları kırdırdığı, yüksek
kabirleri düzlettiği, tasvîrleri de iptal ettirdiği" ne dâir rivayetler bu
husustaki titizliğinin ne dereceyi bulduğunu gösterir. Bu rivayetlerden
bâzılarında bu maksatla gönderilen "ensârâan bir adamın": "Yâ
Rasûlullah, ben kavmimin evlerine girmek istemiyorum" diye itirazı - ve
bunun üzerine Hz.Alî'nin gönderilmesi, devletin, (Müsned, 1, 87,138,139) bu
hususla ilgili olarak koyduğu yasağın uygulanmasını takip için evleri kontrolden
bile geçirdiğini göstermektedir.
Söylediklerimizi hülâsa etmek
gerekirse, evin dekor ve tezyininde yer alan tezyîn unsurları aynı zamanda bir
telkin vâsıtası kabul edilmektedir. Müslümanın hayat görüşüne ters düşen
unsurların yer almaması gerekmektedir. Son olarak şunu da kaydedelim:
Dehlevî'ye göre duvar ve elbisenin resimlenmesi iki sebepten yasaktır: 1- Fuzûli
israf ve iftiharı önlemek,
2- Putperestlik
kapısını açmamak.[320]
Çocuğun terbiyesinden birinci
derecede baba ve sonra anne mes'ul olması hasebiyle evin başlıca
fonksiyonlarından biri, çocuğun mânevi ve ruhî terbiyesinde de en önde yer
almaktır. Bu sebeple daha yapılışı sısında onun maddî mânevi kirlerden temiz
olması istenmekte ve: "binalarınıza haram taş koymaktan sıkının. Zira bu
harap olmanın esâsı (temeli sebebi)dir" (Feyzu'l-Kadir, I, 131)
denmektedir. Bu mehalde olarak Vehb İbnu Münebbih'in "Tevratîa
Okudum" kaydıyla yaptığı rivayette de: "Zayıfların gücü ile (zorla)
yapılan binanın akıbeti harap olmaktır, ha-ramyolla kazanılan malın âkibeti de
fakra düşmektir'7 (Ebu Nuaym, Hil-ye, I, 444) denir ki bu çeşit nasîhatlara
ahlâk kitaplarımızın ilgili bahislerinde rastlanır.
Şüphesiz evi helâl kazançla
inşa etmekle (veya helâl kazançtan kirasını ödemekle) mesele bitmiş olmuyor.
Evin iyi bir terbiye yuvası olabilmesi için her çeşit menhiyattan sakınılması,
farz ve vâcibâtın yerine getirilmesi, bir başka deyişle, İslâm'ın fiilen
yaşanması gerekmektedir. Bu sebeple yasak olan oyun âletleri, ipekten mamul
döşek (halı, yastık, perde vs.) altın ve gümüşten mâmül kap kaçak vs.'nin evde
bulundurulması yasaklanmıştır.
Diğer mühim bir husus evin
sâdece yatma, yeme, istirahat veya emniyet yeri olarak düşünülmemesi, veya
fiilen Öyle bir havanın hâkim kılm-mamasıdır. Bunu Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselam): "Evlerinizi kabirlere çevirmeyin" sözüyle ifâde eder.
Evleri kabir olmaktan kurtaracak şey, evlerde yapılacak ibâdet ve zikirlerdir,
Kur'ân okumak, namaz kılmak, tefekkür ve nefsî murakabede bulunmak gibi. Bu
sebeple: "Evlerinizi kabirlere çevirmeyin, Kur'ân okuyun, Kur'ân okunan
eve şeytan girmez", "Kişi evinde Kur'ân okursa, ev, ehline karşı
genişler ve melekler de orada hazır olur, şeytanlar kaçar, hayır artar. Kur'ân
okunmayan eve gelince, o sahibine daralır, melekler orayı terkeder, şeytanlar
istilâ eder, hayır da azalır". "Nafile namazarınızı evlerinizde
kılın, onları kabirlere çevirmeyin", "Kişinin evindeki namazı nurdur,
öyle ise evlerinizi (namazla) nûrlandınn", "Mescitte namazınızı eda
edince eviniz için de bir nasîb ayırın, zira Allah bu namazdan dolayı eve
(husûsî) bir hayır yapar", "Farzdan sonra en hayırlı namazınız
evlerinizde kıldığınız namazdır" vs. mânevi tevatüre ulaşan pek çok
tarîklerle gelen rivayetler kişinin behemehal evinde namaz kılmasını emretmektedir.
Hattâ bâzı rivayetlerde bu
teşvîklerin bir neticesi olarak evlerde husûsî namazgahlar (mescidler) ittihâz
edildiği anlaşılmaktadır. Buhârî'nin bir rivayetinden daha Mekke devresinde
iken buna başlandığını ve (belki de ilk defa olarak) Hz, Ebû Bekir (radıyallahu
anh)'in evinin avlusunda, bir köşede bir mescit ittihâz ettiğini görmekteyiz.
Medine'de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)*e çeşitli mazeretlerle
müracaat edip evlerinde mescit ittihâz etmek için müsâade talep ettiklerine
rastlıyoruz. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) arzu üzerine evlere gidip
"mescit yapmak istedikleri yerde" namaz kıldırmak suretiyle bu
talepleri yerinde ve normal bulduğunu göstermiştir. İbnu Mes'ııd' (radıyallahu
ahhj'dan gelen uzun bir rivayetin son kısmı "mescid"in husûsî bir
hücre olabileceği ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Hadîste İbnu Mes'ııd
(radıyallahu anh) fitne ânında ne yapması gerektiğini sorar. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam): "Darına (kabilesinin, akrabalarının kaldığı
yere) gir" der. ibnu Mes'ııd tekrar sorar: "Oraya da gelirse?"
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in cevabı şu olur "O vakit
mescidim; gir (...)"Keza bir başka rivayette de Zeyneb Bintu Cahş (Radıyallahu
anhâ)'m Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'le eklenmezden önce evindeki
"mescid" den bahsedilmektedir."
Hülâsa evlerde husûsî mescidi
er ittihâzı için vâki teşvikten sonra, daha Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselam) devrinde, bir kısım müslü-. manlar meskenlerinde buna yer vermişler,
alimler de bunu tecviz etmiştir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselam)'in evlerden menhiyyâtın kaldırılması, Kur ân okunması, namaz
kılınması, hattâ mescidler ittihâz edilmesi gibi dinin evde yaşanmasına
müteallik ısrarlı tavsiyeleri, bir bakıma, evde yeni yetişmekte olan
çocukların terbiyeleri içindir. Zira, böylece onlar, büyüklerinden dini
meseleleri kulaklarıyla işitmiş, gözleriyle görmüş, halleriyle de yaşamış
olacaklardır.[321]
Evle ilgili rivayetler bize.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) tarafından vaz edilen ve müteakip
halîfelerce titizlikle takip edilen bir ''mesken siyâseti" nin varlığını
göstermektedir. Bir başka deyişle meskenin kültürle olan sıkı irtibatı
sebebiyle bir kısım kültürel değerlerin hayatiyeti için devletin mesken
inşâatını devamlı murâkebe altında tuttuğunu, kanun dışı inşâat tipleri ortaya
çıkınca derhâl müdâhelc ederek bunları ortadan kaldırttığını görüyoruz.
Müteakiben vereceğimiz misâllerden, ferdler ve ailelerin mesken inşası
meselesinde tamamen hür olmadıkları, devletin müdâhale hakkının her an mevcut
olduğu fikrinin vicdanlara iyice yerleştirildiği sonucu çıkarılabilir. Bizi bu
hükme götüren bâzı misâlleri, müdahalenin yapıldığı sahalar çerçevesi
içerisinde inceleyeceğiz.[322]
Şunu belirtelim ki, meskende
genişlik tavsiye edilmiş olmakla beraber israfa yer verilmemesi, fuzulî
inşaatlar yapılmaması için ısrar edilmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselam): "Nafakanın hepsi Allah yolundadır, bundan bina (yapmak için
harcanan) hâriç, onda hayır yoktur"der. (Tirrnizî, Kıyâme 41) Başka
rivayetlerde: "Kişinin ihtiyâcı hâricinde, yaptığı her bina sırtında bir
vebaldir", "(Ebû Dâvûd, Edeb 160) Oturmayacağınız binayı
yapmayın" (İbn Hamza el-Hüseynî, el-Beyân ve't-Ta'rif, II, 273), "Kim
ihtiyacından fazla bina yaparsa kıyamet günü onu boynuna yüklenmeye
zorlanir"(Mecmaıf z-Zevâid, IV, 70), "Allah bir kuluna kötülük murâd
edince malını binaya infâk ettirir" (İbn Hacer, Fetliu'1-Bârî, XIII, 336)
vs. yasaklayıcı ifâdeler bulunur.
Mevzu ile ilgili bâzı
hadîsleri vermek için, Buhâri'nin ayırdığı baba "Bina hakkında vârid
olanlar babı" diye mutlak bir başlık atmasından da anlaşılacağı üzere
yukarda verdiğimiz hadîslere istinâd eden bir kısım müsîüman âlimleri, bina
yapmanın kerahetine kaanî olmuşlar, "inşaat için harcanacak parayı kerih
addetmişlerdir", kerahete meyledenlerden İbrahim Nehâ'î mutedil bir ifâde
ile ihtiyâç için yapılan binalardan dolayı "Sevâb da günâh da terettüp
etmez" demiştir. (Tirmizî, Kıyâme 40)
Ancak buradaki kerâhatin
ihtiyâçtan fazla olarak, tefâhur ve gösteriş için yakılan inşaatlara râci
olduğu, "ikâmet, soğuk ve sıcağa karşı korunmak için yapılanlara şâmil
olmadığı" da ayrıca belirtilmiştir. Esasen biz-,zat Hz.-Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam)'den: "Kim zulmetmeksi/Jn ve ilâhi hududu tecavüz
etmeksizin bir bina yapacak olursa, bundan Cenab-ı Hakk'ın mahlûka ti istifâde
ettiği müddetçe, ona komşuluk sevabı hâsıl olur" buyurur.
(Mecmau'z-Zevâid, IV, 70)
Binaya para ve emek
sarfetmenin kerahetine kaail olanların, kendilerine delil meyânırida
zikrettikleri, Abdullah İbnu Amr hadîsini de muhkem kabul edemeyiz. Zira bu
rivayet, evini çamurla tamir etmekte olan Abdullah İbım Amr (radıyallahu
anh)'a Hz. Peygamber {aleyhissalâtu vesselam)'in: "(....) Ölümün gelmesi
bu evin yıkılmasından daha süratlidir" (Ebû Dâvûd, Edeb 160) diyerek, bu
meşgûlışetten kerâhat izhâr ettiğini göstermekte ise de Hahbetü'bnü Hâlid ve
Sevâ İbnu Hâlid (radıyallahu anhy'm rivayetlerinde bizzat Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam)-in evini tamir işiyle meşgul olduğunu görmekteyiz.
Üstelik Hz. Ömer {radıyallahu anh)'in de minberden: "Ey nâs, eylerinizi
tamir edin
(....)" diye
uyarılarda bulunduğu da mervîdir. Şu hâlde sâdece bâzı hadîslerin zahirine
bakarak: "Sünnet meskene yapılacak yatırımı kerih addetmiştir" diye
hükmetmek, gerçeği aksettirmekten son derece uzak kalacaktır.
Semerkandî, inşaatta beis
görmeyenlerin Kur'an'dan: "Allah sizi (...) yeryüzünde yerleştirdi,
ovalarında (kışlık) köşkler ediniyor, dağlarında (yazlık) evler oyup
duruyorsunuz" (A'râf 74), "De ki, Allah'ın . kulları için çıkardığı
zineti, temiz ve hoş nzıklari kim haram etmiş?" (A'râf 32), gibi âyetleri;
hâdisden de: "Allah bir kuluna nîmet verince o nimetin eserini kulu
üzerinde görmekten hoşlanır" mealindeki Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in sözlerini delil getirdiklerini zikrettikten sonra (kendini
kastederek) fakih der ki: "Efdal olanı, malı âhi-ret için harcayıp dünyâ
için sarf etmemektir. Buna rağmen, 1- Malı haram yoldan kazanmamış olmak, 2-
Bir müslüman veya zimmîye (inşaat vesilesiyle) zulmetmemek, 3- (inşaat
sebebiyle) Allah'a karşı olan farzlardan birini terketmemek şartıyla inşaat
haram değildir" hükmüne va-rır.(Semerkandî, Bustan, 252-253)
el Hakîmu't-Tirmizî de, Hz
Ömer (radıyallahu anh)'in bina hususundaki bir müdâhalesini kaydettikten sonra
şunu söyler: "Eğer bina muhtaç olunan miktarsa Allah' tan sevâb bekleyerek
inşâ edilebilir. Zira meskene olan ihtiyâç aynen yiyecek, giyecek ve bineğe
olan ihtiyâç gibi'.(Nevâdiru'lUsûl, 68)
Bina hususunda hadîslerde gelen
bir kısım istikrahı, israfla îzah etmek çok yerinde olacak. Müslümanların bu
konudaki kanaatlerini, bu meseleye bakışlarını Hârunu'r.Reşîd'e, yüksek bir
saray yaptırdığı zaman, Mu-hammed İbnu's-Semmâk'ın cesaretle yüzüne haykırdığı
şu sözlerde bulabiliriz: "Toprağı yükselttin, dini bıraktın. Eğer bu
kendi paranla yapıldıysa, bilki sen müsriflerdensin, Allah ise müsrifleri
sevmez. Yok bu başkasının malından ise bilki zâlimlerdensin. Allah ise
zâlimleri sevmez" der. (Mefâtihu'l-linân, 305)
Mesken mevzuunda israftan
zecirle ilgili talimat Ahlâk-ı Alâiyye'de şu ifâdeye ulaşır: "... İrtifa71
bina ve nakş ve zuhrufe'i sakfve cidarda mübalağadan hazer ede. Ahbârda vârid
olmuştur ki, bir kimseye menzilini altı zira dan artık kaldırsa melâtke-i
Asuman; ilâ eyne yâ meVun, derler.(Kınalizade, II, 6)
İtidalden bîrûn kadru
malâbüdden efzûn hare memûmdur. Husûsan ki bozup düzmeye mûtâd ve bir suretten
usanıp hey' et~i cedîd etmeğe müb-telâ olmak maraz-ı sa'b ve huluk-ı
zeminidir..."[323]
Yukarıda verdiğimiz
misâllerden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesse-lâm)'in her insan için zaruri
olan, normal bir eve sahip olmasını hoş karşılamadığı hükmünü çıkarmak çok
yanlış olur. Aksine bu husustaki siyâsetin esâsı her aileyi "geniş"
bir ev sahibi yapmaya dayanır. Vazifeli olarak tayın ettiği her memurun, bir
ev edinme külfetini devlete tahmîl etmesi (Ebû Dâvûd, İmaret 10) kim olursa
olsun, her müslümaria herhangi bir ev veya akarını, alacağı parayı tekrar ev
veya akara yatırmadıkça, satmayı hoş karşılamayıp "yerine yenisi konmazsa
bu para hakkında hayırlı kılınmaz" (İbn Mâce, Ruhun 24) demesi gibi
muhtelif rivayetler Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in "her
müslüman için normal bir ev" siyâseti takîb ettiğinin inkâr edilmez
delilleridir.[324]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselam) evlerin yüksek olmasına ka-tiyyen taraftar değildir. Rivayetlerin
göstereceği üzere ev hususunda müdâhale ettiği cihetlerden biri de evlerin
boyu ile ilgilidir. Hattâ Medîneye gelince Hz. Ebû Eyyûb-i'l Ensârî
(radıyallahu anh)'nin yedi ay misafir kaldığı evinin alt katına yerleşmiş, bir
müddet sonra Hz. Ebû Eyyûb (radıyallahu anh)'un üste geçmesi için vâki
müracaatına Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselam): "alt daha rahattır"
(Müslim, Eşribe 171), "Bizim ve bizimle teması olanlar (ashâb) için altta
olmamız daha uygundur" (Süheylî, Ravd, 236) gibi cevâplar vermiştir. Fakat
Ebû Eyyûb hazretlerinin (radıyallahu anh): "Senin, altında bulunduğun bir
tavanın üstüne çıkamıyacağım" diye ısrarı üzerine Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam) mihmandarını memnun için (istemeyerek) üste geçer ve
Ebû Eyyûb (radıyallahu ah) da aşağı iner. (Müslim, Eşribe 171)
Hatta Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in nezâret ve iştiraki ile yapılan ilk cami ve
ailesine mahsûs etrafındaki hücrelerin de tavanı el değecek kadar
alçaktır.(Mecmau'z-Zevâid, VI, 197)
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselam) evlerin boyca yükselmesindeki istikrah ve memnuniyetsizliğini
muhtelif, vesilelerle ifâde etmiş, bunu "kıyamet alâmetlerinden biri"
olarak tavsîf etmiştir. Meşhur Cibril hadîsinde kıyametin ne zaman kopacağına
dâir suâle "Bilmiyorum" dedikten sonra alâmetlerinden olarak
"Davar çobanları bina yükseltmekte, yanştikları zaman" der.[325] Keza bir rivayette de "binalar
sivrilince" kıyametin beklenmesi gerektiğini söylemektedir. Bu cümleden
olarak kıyamete yakın insanların evlerini (rengârenk) münakkaveş ve çizgili
elbiselere benzeteceklerini ifâde ederek, (el-Edebu'I-Müfred, 163) evin haricî
tezyinatını da israf sınıfına sokarak kerahetini bildirmiştir.
Meskenlerin fazla yüksek
olmasını tavsiye etmeyen Rasûlullah (aley-hissalâtu vesselam) şu rivayette
takribi bir rakam da verir: "Bir kimse binasını yedi (bir başka vecihte
on) zirâ'dan fazla yükseltirse kendisine (semâdaki bir münâdi tarafından):
"Ey fâsık (Ey Allah'ın düşmanı] nereye (gitmeyi arzu ediyorsun?) diye nida
edilir." (Feyzu'l-Kadir, VI 97) Ibnu l-Arabî. "elem ferukeffe fenle
Rabbuke bi Ad" âyetinin tefsirinde bu âyetten, binayı yüksek ve iri
yapmaktan tahzîr manasını da kayde der. (İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, IV,
1920
Yüksekten men sebepleri
hadiste tavzih edilmediği halde şârihlerce is râf, tefâhur ve başkalarının
avretine ıttıla gibi sebeplerle izah edilmekte dir. Bunlarla birlikte başka
sebeplerin de olabileceğini hadîsin ıtlâkındaı çıkarmak mümkündür. Bu meyânda,
husûsen zamanımızda anîaşılaı mahzurlardan biri, insan ölçüleriyle tenasübü son
derece aşan inşâatları! insanda meydana getirdiği ruhî ve içtimaî
bozukluklardır. Bugün "cehennemi makine", "'Umacı şehir"
gibi vasıflarla tavsif edilmeye başlanan büyük şehirlerde hızla artmakta olan
tecennün ve buna yakın ruhî hastalıkların sebepleri arasında bu durum da
kaydedilmektedir. Büyük inşâatlar azametleriyle insan ruhunu ezmekle kalmıyor,
içinde yaşayanların tabiatla ilgisini son derece azaltıyor ve ayrıca insanlar
arası münâsebetlere te'sîr ederek menfî istikâmette geliştiriyor. Apartman
hayatının huzursuzlukları ve komşu seçme imkânı tanımayan şartlan nazara
alınınca büyük-şehirlerde, kalabalığa rağmen insanın nasıl yalnızlığa itildiği
anlaşılır. Sosyologlar, "Temaslar satıhta kaldığı müddetçe, mübaşeret ne
kadar artarsa. artsın terdin kalabalık içerisinde yalnız kalacağını",
yalnızlığı ortadan kaldıran şeyin sâdece "görmek ve dinlemek" değil,
aynı zamanda "görülmek ve dinlenilmek" olduğunu belirtmişlerdir. Bir
İslâm feylesofu olan Fatâbf'de (v. 950) de değişik kelimelerle aynı şeyi
buluruz. O. "el - Medînetü'I-Fâdıla" ile kasteddiği ideal şehri
"saadeti elde etmede muhtaç olunan şeyleri teminde, teâviin maksadıyla
toplanılan yer1' olarak kabul eder. Cemâat ve yardımlaşma şuurunu vermeyen,
bugünün tabiriyle kişiyi yalnızlığa iten şehir, ideal şehir değildir. Ona göre
ideal şehir sıhhatli, her bakımdan tam ve mükemmel bir beden gibidir ki
uzuvları birbiriyle gayenin iemininde yardimlaşırlar."(Fârâbî,
el-Medinetu'l-Fâdıla, 117-118)
Şunu da son olarak kaydedelim
ki, ihtiyâçtan doğarak darlığı önleyecek yükseltmelere müsâade edilmişe
benziyor. Zira evinin darlığından şikâyet eden Hâlid İhni Velide Rasûlullah
(aleyh i s sel âtu vesselam): "Evi semâya doğru yükselt ve Allah'tan
genişlik iste" buyurmuştur. (Semhûdî, Vefâu'1-Vefâ, II, 730-731)[326]
Bazı rivayetler sünnetin
meskenle ilgili bir kısım tavsiye ve nasîhatlar-da bulunmakla kalmayıp, tavsiye
edilen evsâfa uyulmadığı hallerde mü-dâhele de edildiğini göstermektedir.
Enes'in rivayetine göre, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtü vesselam) bir çıkışında etrafındaki evlere nazaran
çıkıntı teşkil eden (yüksekçe) bir kubbe görür ve "Bu da ne?" diye
sorar. Ashabı kendisine "Bu Ensâr dan falancanındır" derler. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtü vesselam) manzaraya içinden kızarsa da sükût eder.
Fakat inşaat sahibi, kendisine gelip selâm verince selâmını almaz ve yüzünü
çevirir. Öbürü kaç sefer karşısına geçip selâm verse de Hz. Peygamber
(aleyhissalâtü vesselam) her defasında aynı şekilde davranıp selâmını almaz.
Netîcede adamcağız Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm)in kendisine
kızdığını ve bu sebeple yüz çevirdiğini anlar. Durumu arkadaşlarına açarak
dert yanar. Ona: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselam) dışarı çıktığı
vakit kubbeni gördü (ye buna kızdı)" Ğeûer, Rasûlullah (aleyhissalâtü
vesselam) bir başka gün kubbeyi yerinde görmeyince "Kubbeye ne oldu?"
diye sorar. Olup biteni kendisine anlatırlar. Bunun üzerine "İhtiyâç
fazlası her bina, sahibi üzerine bir vebaldir" buyurur. (Ebû Dâvûd, Edeb
160) Keza aynı muhtevada bir müdâhale de amcası Abhâs'ın yaptırdığı gurfe'ye
karşı olmuştur. Hz. Abbâs (radıyallahu
anh) ğurfe'nin yıkılmasını karşılığında
bedelince sadaka vermeyi
teklif eder. Peygamber EFendimiz kabul etmez. Abbâs teklifinde sonuna kadar
ısrar ederse de Rasûlullah (aleyhisselâtu vesselam) buna katiyyen yanaşmaz ve
"yık onu" der, (İbn Hişam, II, 517)
İnşaat yıktırılır.
Süveylimu'l-Yahûdi'nin evinin
yıkılmasıyla ilgili hâdise, Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm)'in meskene
olan müdâhalesine değişik bir misâl olarak zikre değer. İbnu tİişâm'm kaydına
göre münafıklar, Tebük gazvesi için hazırlık yapıldığı sırada Yahûdî Süveylim'm
evinde toplanarak halkın sefere katılmasını Önleyici faaliyetlerde bulunuyorlardı.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) Taiha İbnu Ubeydillâh (radıyallahu anh)
başkanlığında bir grup göndererek Süveylim1 in evini üzerlerine yıkmalarını
emreder. Talha (radıyallahu anh) emri aynen icra eder.
Burada müdâhale sebebi olarak
devlet aleyhine cereyan eden menfî faaliyeti görmekteyiz ki az ilerde, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesse-lâm)'den sonra görülen bâzı benzer örnekler
vereceğiz.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
hayâtında rastlanan mühim bir müdahale örneği mâbedlerle ilgili Hâtırası
Kur'ân'da ebedîleştirilen Mescid-i Dırâr hâdisesi mevzûrnuzu ilgilendirse
gerek. Kaynaklarımızın bildirdiğine göre Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)
Tebük seferinde iken Medîne münafıklarından 12 kişilik, bir grup, müstakil bir
mescid inşâ ederek kendi aralarında bir araya gelme imkânı düşünürler. Zira Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in onlara karşı takip ettiği başarılı bir
siyâset sonucu bir araya gelemiyorlardı. Müslümanlar seferden dönüp, Medine
yakınlarındaki Zi-Evân mevkiine gelince Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e adam yollayarak: "Ya Rasûlullah biz, hastalar, ihtiyâç
sahiplen, yağmurlu ve karanlık geceler için bir mescit yaptık, senin bize orada
namaz kıldırarak (küşâdını yapmanı) istiyoruz" derler. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam): "Siz gidin, şu anda yolculuğum bitmiş değil,
meşguliyetim de var, Medine'ye varınca inşallah geliriz (...)" diyerek
müsbet cevâp verir.
Fakat bir müddet sonra gelen
vahiy münafıkların gerçek gayesini Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e
bildirir: "Bir de (nıüslümanlara) zarar vermek için, küfür için,
mü'minlerin arasına ayrılık sokmak için ve daha evvel Allah ve Resulü ile
harbeden(in gelmesini iştiyak ile) beklemek ve gözetmek için bir (bina yapıp
onu) mescid edinenler ve (bununla) iyilikten başka bir şey kastedmedik"
diye muhakkak yemin edecek olanlar vardır. Allah şahitlik eder ki: Onlar
seksiz şüphe-
siz yalancıdırlar. (Habîbim)
onun içerisinde hiçbir vakit (namaza) durma (...) onların kurdukları bina,
kalblerinde dâimi bir şek (ve nifaka) sebep olacaktır. Meğer ki kalbleri
ölümle parçalanmış olsun (....)" (Tevbe 107-110).
Vahiy üzerine Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam) gönderdiği adamlarla "küfür, müslümanlara zarar
ve nifak için" yapılmış olan ve "sağ kaldıkları müddetçe
kalplerindeki şek ve nifakı besleyip artıracak" olan bu inşaatı
yıktırıyor ve yaktırıyor.(İbn Hişam, II, 529-530)
Rivayetler, Mescid-i Dırâr'm
yerinin çöplük ve mezbelelik yapıldığını, oraya uğrayan yoldan Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam)'in hiç geçmediğini kaydederler. Taif mescidinin
Taif'deki eski tapınağın bulunduğu yere yapılması için verilen emirle bu
sünnet karşılaştırılınca "bi-nâu l-müfsidîn"e karşı gösterilen
aksülamel anlaşılır.
Rivayetler, Hz. Peygamber
(aleyhissaîâtu vesselâm)'in sünnetinde rastlanan bu misâllere muvazi olarak
müteakip devirlerde halîfeler tarafından husûsî meskenlere ve hattâ amme için
yapılmış inşaatlara, benzeri maksatlarla müdahalelerde bulunulduğunu
göstermektedir. Müleyh İbnu Avfes-SülemTnin rivayetine göre Hz. Ömer Sa'd İbnu
Ebt Vakkâs (radıyallahu anhümâ)'nın evinin kapısına tahtadan işlemeli bir
kapı, kasrına da kamıştan ilâve bir kulübe yaptırdığı haberi ulaşır. Hz. Ömer
(radıyallahu anh) bu haber üzerine derhal Muhammed İbnu Mesleme (radiyallahu
anh)'yi göndererek (israf olarak değerlendirilen) mezkûr kapı ve kulübeyi
yakmasını emreder. (Belâzurî, 391) el-Hakîmu t-Tirmizınin bir tahrî-cinde, Ebud
Derdâ'mn Humus'daki evine bir kenîf ilâve ettiğini haber alan Hz. Ömer
(radıyallahu anhfin, "Yâ Üveymir, dünyayı tezyin hususunda Fars ve Rûm'un
inşaatları sana kifayet ederdi. Allah onları (israfları için) harâb etti.
Mektubumu alır almaz Humus'u terket, Dımeşk'e git" diyerek ceza olarak onu
bulunduğu yerden sürgün eder.(Hakîmu't-Tirmizî, Nevâdiru'1-Usûl, 68)
Hz. Ömer (radıyallahu anh),
Humus emîrinin, evin üstünde "ılliyye" denen bir tenezzüh odası
yaptırdığını duyunca derhal ona da bir mektup yazarak "odun toplayıp
yakmasını" emreder. Benzeri bir olayı Hârice--tu'bnu Hüzâfe (radıyallahu
anh)'nin Mısır'da yaptırdığını duyunca Mısır Valisi Amrİbnu'l-Âs (radıyallahu
anh)'a yazarak "... Hârice, komşuların avretine ıttıla peyda etmek
istiyor, mektubumu alınca yık onu" der. (el-Hâvî li'1-etâvâ, I, 184)
Temîmud-Dâri (radıyallahu
anh)'nin bir rivayetinden "Hz. Ömer (ra-dıyallahu anh) zamanında halkın
yüksek binalar yaptırdığım" öğreniyoruz. Abdullâhur-Rûmi'nin bahsettiği,
Hz. Ömer (radıyallahu anh) tarafından valilere: "Binalarınızı yükseltmeyin"
diye yapılan tamim, (el-Edebu'I-Müfred, 161) bu yüksek yapma hareketlerinden
sonra yapılmış olabilir. Belki de Hz. Ömer (radiyallahu anh)'in bu titizliğinin
sonucu olarak Kûfe'de bulunan Sa'd îbnu Ehî Vakkâs oturmak için muhtaç olduğu
evin Hz. Ömer fradiyallahu anh)'in mesken mevzuundaki titizliğini ifâde eden
bir diğer misâl tezyinatla ilgili Abdurrezzâk'm bir tahrîcinde Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'e Basrali Hadrâ adında bir kadının evinin iç duvarlarını,
örtüler çekerek tezyin ettiği haberi ulaşınca orada vali bulunan Ehû Musa
El-Eş'ari (radiyallahu anh)'ye yazarak bu tezyinat perdelerini yırtmasını
emreder. (Abdurrezzak, XI, 31) Keza kendisini İranlı bir çiftçi (dehkân) davet
edecek olsa, önce sorar, eğer evinde tasvîr olduğunu öğrenecek olursa icabet
etmezdi.(el-Metâlibu'l-Âliye, II, 210)
Hz. Ömer (radıyallahu anh)
umûmî ahlâka menfî te'sir eden evlere de müdâhale etmiştir. Bu meyânda bir nevi
içki imal ve satış yeri (hânût) durumunda olan Ruveyşidu' s-Sakafi'nvn evini
yaktırır. (İbn Sa'd, III, 282) Sa'd îbnu ibrahim evi bir kor hâlinde gördüğünü
kaydeder.(A.g.e., V, 56)
Hülâsa, gerek Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'den gerek, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'den verdiğimiz
bu misâller her çeşit inşaatların-ister yükseklik ve ebâd yönüyle, ister
tezyînât ve kullanılış gayesi yönüyle devletin murakabe ve kontrolü altında
tutulduğunu göstermektedir. Bu durum, bilhassa ilk zamanlarda daha titizlikle
uygulanmış gözükmektedir. Suyûtî, Halîfe Muktedir Billhah'ın Râfizîlerden bir
grubun toplanıp namaz kıldığı. Sahabeye hakaret edip cuma kılmadıkları
hususunda ulemâya başvurup "Mescid-i Dırâf dır" diye fetva alıp
yıktırdığım ve yerini de mezarlık yaptırdığını kaydeder.
Cemiyet için zararlı
faaliyetlerde bulunan, davranış ve yaşayışlarıyla ammenin ahlâkını bozucu kötü
örnekler veren kimseleri barındıran "hi-nâu'l-müfsîdin'in"
yıktırılması hususunda fetva veren Suyûti, bu mühim mesele için bir de müstakil
sser vermiştir: ^Refu Menari'd-Din ve Hedmu
Binâil-Müfsidin.(el-Hâvîli'l-Fetâvâ, I, 189-190)[327]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in mesken siyâsetini belirtmek sadedinde naklettiğimiz hususlar
nazara alınınca her müslümanm şöyle bir mesken telakkisine sahip olmasını arzu
ettiği neticesi çıkarılabilir:
1- Mesken dünyevi
(dolayısıyla uhrevî) saadetin baş âmillerinden biridir.
2- Meskenin iyi
olması: Genişliğine, komşusuna, sosyal tesislere yakınlığına, yani yerinin
havadar, güneşli vs. olmasına, civarında mescid, mektep, çarşı gibi kültürel ve
iktisâdı tesislerin bulunmasına bağlıdır.
3- Meskenin genişliği,
içinde oturanların adedine bağlı olarak oda sayısının çokluğu ve odalarının
genişliği ile ölçülür.
4- Mesken sâde olmalı,
inanç ve ahlâka zıt telkinlere sebep olan yabancı kültürü temsîl eden tezyin
unsurlarına yer verilmemelidir.
5- Mesken gerek vüsat
ve gerek tefrîş yönüyle ihtiyacı taşıp israfa yer vermemelidir.
6- Mesken yüksek
olmamalıdır.
7- Her mesken
gusülhane, hela, mutfak gibi unsurlara şâmil olmalıdır.
8- Kanuna uymayan meskene devlet
müdâhale edebilir.
Böyle bir mesken telâkkisine
her müslümanm sahip olması gerektiğini, bu vasıfların ufak tefek farklarla
kısa bir şekilde terbiye kitaplarında umumiyetle yer almış olmasından da
anlayabiliriz.[328]
Sünnete göre bir evde
bulunması gereken şartları ortaya koyup her müslümanm sahip olması gereken
mesken telakkisini belirttikten sonra fukahanın, kocayı, karısına karşı teminle
mükellef kıldığı meskenin tasvirini vermekte fayda var. Bu meskene ser'f
mesken veya meşru mesken denebilir. Burada, fukahanın, normal bir İslâmî hayat
için oturulacak meskende bulunmasını şart ve zarurî gördükleri asgarî evsâfı
görmüş olacağız. Dikkat edilirse, burada, çocuk unsuru üzerinde durulmamıştır.
Evlenme ânında, çocuksuz farzedilen bir kadına hazırlanması gereken meskenin
zarurî şartları mevzubahistir. Çocuklar olunca durum ne olacak? Fıkıh
kitaplarında burası mübhemdir. Dr. Ruhi Özcanın "İslâm Hukukunda
Karı-koca Nafaka Mükellefiyeti"[329] adlı doktora tezinden aynen aldığımız
tasvir söyle:
1) Zevcenin din ve
dünyâ işlerini görmesine müsaid olmalıdır,
2) Kocanın zevceye zulüm
(haksızlık) etmek istediğinde bu zulümden onu men etmeye kudreti yeten sâlih
komşular arasında yer almalıdır.
3) Zevceye can ve mal emniyeti
sağlayabilmelidir.
4) Kocanın zevcesinden cinsen
faydalanmasına imkân vermelidir.
5) Bütün ihtiyaçlarla birlikte
su da meskene koca tarafından getirilmiş olmalıdır. Meskenin içinde sarnıç,
kuyu, çeşme bulunmaması, bu mahallin meşru mesken olmasına engel değildir.
6) Zevce izin vermedikçe
meskeninde, kocanın akrabası ikâmet edemezse de kocanın her türlü kadın
kölelerinin, başka kadından olma cinsî münâsebeti anlamayacak kadar küçük
çocuklarının bulunmasına mâni olamaz. Buna mukabil meskende zevce de kocanın
izni olmadıkça, başka kocasından olma küçük çocuğunu, kendi akrabasını
bulunduramaz. Mesken mülkiyetinin kocaya âit olması veya olmaması bu ahkâma
müessir değildir.
B- Mesken tenhâ,
duvarları, yüksek, konak gibi geniş olup da, zevcenin yalnızlıktan dolayı
aklına bir bozukluk gelmesine sebep olacağı anlaşılır (malûm olur) sa kocanın
zevceye bir yoldaş; (arkadaş, entse) temin etmesi lâzımdır.
C- Zevceye arkadaş te'mîn
mecburiyeti, zevceden zevceye ve yerden yere değişir; farklıdır. Meselâ zevce
yalnız başına odada ikâmet edip gecelemekten korkan cinsten ise, iskân yeri
küçük olsa bile, kocanın zevceye yoldaş te'min etmesi gerekir. Keza zevce
küçük ve yalnız olarak ikâmetten korkan bir insansa, zevceye yoldaş te'mfni
icâbeder.
Ç-İskân yeri küçük, sâlih
komşular arasında olup da, zevcenin korka-mayacağı anlaşılır (malum olur)sa>
kocanın zevcesine yoldaş te'mîn etmesi gerekmez.[330]
5235... Abdullah b.
Âmir'den demiştir ki: "(Birgün) annemle birlikte bana ait duvarı çamurla
tamir ederken Rasûlullah (s.a.) uğradı "Ey Abdullah bu nedir? dedi. Ben
de:
Ey Allah'ın Rasulu tamirine
uğraştığım birşeydir. Cevabını verdim. Bunun üzerine:
(Sana gelmekte olan ölüm)
iş(i) buna gelecek olan yıkılma işinden daha da sür'atlidir, buyurdu.[331]
5236... Abdullah b. Âmir'den
demiştir ki:
Biz (birgün annemle birlikte)
yıkılmaya yüz tutmuş bize ait ahşap bir evi tamire çalışırken Rasûlullah (s.a.)
yanıma uğrayıp:
Bu nedir, dedi, biz de:
Yıkılmaya yüz tutmuş bize ait
bir evdir. Onu tamire çalışıyoruz dedik. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) (sana
gelmekte olan ölüm) "İş (in)in (bu binaya gelecek olan yıkılma) işinden
daha da acele (geleceğini) zannediyorum" buyurdu.[332]
Huss: Ahşap (tahta) bina
demektir. Lmr: hcel anlamında kullanılmıştır.
Bezlu'l-Mechud yazarının
açıklamasına göre bu hadis-i şeriften gaye insanları eskimiş binaları tamir
etmekten nehyetmek değil, ölümü hatırlatmak ve dünya işlerinin ölümü âhiret
hazırlığını unutturmaması hususunda bir ikazdır.[333]
5237... Hz. Enes b.
Malik'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) birgün dışarı çıkıp
yüksek bir kubbe görmüş de: "Bu (da) ne? (böyle)? demiş. (Orada bulunan)
sahâbîler de kendisine: "(Bu kubbe) ensardan falanca kişiye aittir,
demişler, Rasûlullah (s.a) hoşlanmadığı bu işi içinde saklayarak sükût etmiş.
Nihayet (bu kubbenin) sahibi Rasûlullah (s.a.)'e gelip halkın içinde selâm
vermiş. Rasûlullah (s.a.) de ondan yüz çevirmiş. (Adam selamının alınmadığını
anlayınca) bu selam verme işini defalarca tekrarlamış. Nihayet adam (her
defasında da selamının alınmadığını görünce) Hz. Peygamberdeki öfkeyi ve
kendinden yüz çevirdiğini sezmiş ve durumu arkadaşlarına (açarak) dert yanmış
ve: "Vallahi ben Rasûlullah
(s.a.)'i(n bu
davranışını) yadırgadım" demiş, onlar da: "(Rasûlullah (s.a.) dışarı
çıktı senin bu kubbeni (yüksek bir halde) gördü (de ondan böyle yaptı)"
demişler. Bunun üzerine adam hemen kubbesini dönüp yıkmış, yerle bir etmiş. Derken
Rasûlullah (s.a.) birgün (yine) dışarı çıkmış bu
kubbeyi göremeyince
(oradakilere):
Kubbeye ne oldu? diye sormuş
(onlar da:)
Onun sahibi bize senin
kendisinden yüz çevirdiğinden sızlandı. (Gidip) onu yıktı" demişler (Hz.
Peygamber de:)
İhtiyaç fazlası her bina
sahibi üzerine bir vebaldir" buyurmuş.[334]
Hadis-i şerifte bina yapımında
israfa kaçan masraflann ^jret gününde sahibinin boynuna bir yük olacağı ifade edilmekte,
binaenaleyh lüks ve fanteziye varan her türlü harcamalardan kaçınılması
gerektiği, icabında israfa kaçan harcama ve yaptırımlara devlet eliyle
müdahale edilebileceği vurgulanmaktadır.
Nitekim "la hayra fil
israf ve lâ israfa fil hayr- israfta hayır olmadığı gibi hayırda israf da
yoktur" Duyurulmuştur.[335]
5238... Dükeyn b. Said
el-Müzeynî'den demiştir ki:
Biz (dört yüz kişi kadar bir
topluluk) Peygamber (s.a.)'e varıp kendisinden yiyecek istedik. (Peygamber
(s.a.)'de Hz. Ömer b. Hattab'a:)
Ey Ömer! git bunlara (yemek)
ver" buyurdu.
Bunun üzerine, Ömer bizi
(alıp) yüksek bir kata çıkardı ve kemerinin altından bir anahtar alıp (onunla
bize içi çeşitli erzak dolu bir odanın kapısını) açtı.[336]
Metinde geçen ve
"kemerinin altından" diye ter- cüme ettiğimiz«hücze" kelimesi,
Sünen-i Ebi Davud'un bazı nüshalarında "Hucre=oda" olarak
geçmektedir. Bu nüshalar esas alındığı takdirde sözkonusu kelimenin geçtiği
cümleyi "odadan bir anahtar aldı." şeklinde tercüme etmemiz gerekir.
Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif ihtiyaç duyulduğu zaman evlerin üzerine
ikinci ve daha yüksek katlar yapmanın caiz olduğuna delâlet etmektedir.
Bir önceki hadisin şerhinde de
açıkladığımız gibi bina yapımında yasak olan, ihtiyaç fazlası ve israfa kaçan
masraflardır. îhtiyaç duyulan bina ve katların yapılmasında ise herhangi bir
sakınca yoktur.[337]
5239... Abdullah b.
Hubşiyy'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Her kim arabistan kirazı ağacını keserse, Allah onu başı üzeri cehenneme
atsın."
Ebu Davud'a bu hadisin manası
soruldu da: "Bu hadis muhtasardır (kısaltılmıştır); her kim çölde
yolcuların ve hayvanların gölgelendiği bir Arabistan kirazı ağacını boş yere,
haksız olarak keserse Allah onun başını cehenneme atsın, manasına
gelmektedir" cevabını verdi.[338]
hadis-i şerif, Taberânî'nin
Mu'cern'inde "Her kim Harem sınırları içinde bulunan Arabistan kirazı
ağaçlarından birini keserse..." şeklinde rivayet edilmiştir. Taberânî'nin
bu rivayeti mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte geçen arabistan kirazı
ağacıyla, Mekke'nin Harem sınırları içerisinde bulunan arabistan kirazı
ağaçlarının kastedilmiş olduğunu açıklığa kavuşturmaktadır.
Musannif Ebu Davud'a göre ise
bu hadis-i şerifte kesilmesi yasaklanan Arabistan kirazı ağacından maksat,
çölde bitip de yolcuların ve hayvanların gölgesinde dinlendikleri için onları
kesmek yasaklanmıştır.
Bazıları da "bu kelimeyle
çölde yetişip de yolcuların ve hayvanların gölgesinde dinlendikleri arabistan kirazı
ağaçlan kasdedilmiş olabileceği gibi, herhangi bir şahsın mülkiyetinde olan
arabistan kirazı ağaçları da kasd edilmiş olabilir" demişlerdir.
Fakat şurası bir gerçek ki, bu
hadis muzdaribdir. Çünkü Urve b. ez-Zü-beyr'den rivayet edilen birçok hadis-i şeriften,
O'nun arabistan kirazı ağaçlarını kesip kapı yaptığı anlaşılmaktadır. Urvet b.
Zübeyr'in oğlu Hi-şam ise bu konuda şöyle demiştir:
"İşte bu kapılar var ya
bunlar babamın kestiği arabistan kirazı ağacından yapılmıştır ve ilim erbabı
onu kesmenin caiz olduğunda ittifak etmişlerdir. "[339]
Mirkatü's-Süûd isimli eserde
ise şöyle denilmektedir: "Ebu Sevr dedi ki: Ben Ebu Abdullah Eş-Şafiî'ye
arabistan kirazı ağacını kesmenin hükmünü sordum da;
Bunda bir sakınca yoktur, dedi
ve Hz. Peygamber'in: "Onu arabistan kirazı ağacıyla karıştırılmış olan su
ile guslettiriniz"[340] hadisini delil getirdi"
Hattabî'nin özel notlarında da
bu mevzuda şu açıklama vardır. "Müzenî'ye Arabistan kirazı ağaçlarını
kesmenin hükmü soruldu da şu cevabı verdi:
Öyle zannediyorum ki Hz.
Peygamberin arabistan kirazı ağacım kesenlerin cehenneme gitmesi için yaptığı
bu beddua, bir şahsın ya da bir yetimin özel arabistan kirazı ağaçlarını kesen kimselerle
ilgilidir. Fakat meclise sonradan gelen bir kimse Hz. Peygamber'in bu bedduayı
niçin yaptığını anlayamadığı için hadisi noksan aktarmıştır."
Bütün bu açıklamalardan
anlaşılıyor ki: Mekke veya Medine haremi sınırları dışında olan, yahutta
başkasının mülkünde bulunmayan bir ara-bistan kirazı ağacını kesmekte herhangi
bir sakınca yoktur.[341]
5240... Bir önceki hadisin
(senedi) Hz. Peygamber'e kadar ulaştırıldığı gibi Ureve b. ez-Zübeyr de bu
hadisi(n senedini) Peygamber (s.a.)'e kadar ulaştırmıştır.[342]
Bu hadis-i şerifle ilgili
açıklama bir önceki hadisi şerifin senedinde geçmiştir.
Ancak burada şunları da ilave etmek
isteriz. Her ne kadar metinde bu hadisin senedinin Hz. Peygamber'e kadar ulaşan
merfu bir hadis olduğu ifade ediliyorsa da Hafız Münzirî bu hadisin mürsel
olduğunu söylemiştir. Beyhakî de bu görüşü tercih etmiştir.[343]
5241... Hassan b. İbrahim
dedi ki: "Ben Hişam b. Urve'ye (babası) Urve'nin köşküne dayanmış bir
halde iken arabistan kirazı ağaçlarını kesmenin hükmünü sordum da (bana):
Şu kapıları ve kanatlan
görüyor musun? İşte onlar(ın maddesi) Urve'nin arabistan kirazı ağaçlarıdır.
Urve onu kendi arsasından keser ve bunda bir sakınca yoktur- derdi.
(Musannif Ebu Davud'a bu
hadisi rivayet eden) Humeyd (b. Mesade bu rivayete şunları da) ekledi: Bunun
üzerine (Hişam bu soruyu kendisine soran Hassan'a):
Ey Iraklı! Sen (bana bid'at
(bir mesele) getirdin" dedi. (Hadisin kalan kısmını Hassan) şöyle
anlattı. Ben de Hişam'a
"Bid'at sizin
tarafınızdan (geldi); (çünkü) ben Mekke'de bir kimseyi Ra-sûlullah (s.a.):
"Arabistan kirazı ağacını kesen kimseye lanet etti" derken işittim
(sizse onu kesmenin caiz olduğunu söylüyorsunuz)" dedim. Sonra (Hassan bir
önceki hadisin) manasını rivayet etti.[344]
Bu hadisle, ilgili açıklama
(5239) nolu hadisin şerhinde geçmiştir. Münzirî'nin açıklamasına göre, bu
hadis Muzdaribtir. Çünkü
Hişam'dan rivayet edilen bazı hadislerde bu hadisin tersine olarak Urve'nin
arabistan kirazı ağaçlarını kestiği ifade edilmektedir. Bu zıt rivayetlerden
birini diğerine tercih etmek mümkün olmuyor.[345]
5242... Abdullah b.
Büreyde dedi ki: Ben babam Büreyde'yi şöyle derken işittim: "Ben Rasûlullah
(s.a.)'i şöyle buyururken işittim:
İnsanda 360 eklem vardır. (Bu
nedenle insan oğlunun) üzerine (hergün için) kendisinde bulunan her eklem
karşılığında sadaka vermek borçtur."
(Hz. Büreyde sözlerine şöyle
devam etti. Orada hazır bulunanlar):
Ey Allanın elçisi, buna kim
güç yettirebilir? diye sordular. (Hz. Peygamber de:)
Mesciddeki balgamı toprağın
altına gömersin. (Bu bir sadakadır. Gelip geçenleri) rahatsız edici şey (leri)
yoldan kaldırırsın. (Bu da-bir sadakadır). Eğer (sadaka yerine geçen böyle
yapılacak başka bir iyilik) bulamazsan (bu eklemlere karşılık bir sadaka olmak
üzere) iki rekat bir kuşluk namazı (kılman) sana yeter.[346]
5243... Hz. Ebu Zer'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Âdemoğlunun her eklemine
karşı (üzerine düşen) bir sadaka (borcu) vardır. (Bununla beraber Âdemoğlunun)
karşılaştığı bir kimseye vermiş olduğu selam sadakadır, iyiliğe çağırması bir
sadakadır, kö-tülük(ler)den men'etmesi bir sadakadır. Eşiyle cinsi münasebette
bulunması bir sadakadır" (Hz. Ebu Zer, sözlerine devam ederek şunları .
söyledi): Orada bulunanlar:
Ey Allah'ın Resulü (bir
insanın) şehvetine uyması da mı, onun için sadaka oluyor?" diye sordu da
(Hz. Peygamber):
Pekiyi onu gayr-i meşru bir
yerde tatmin etseydi günah işlemiş olmayacak mıydı? Ne dersin? (Bununla
beraber) bu eklemlerin hepsine birden (sadaka olarak sadece) iki rekat kuşluk
namazı da yeter" buyurdu.[347]
Ebu Davud dedi ki: Hammad bu
hadisi (rivayet ederken) iyiliğe çağırma ile kötülükten men etmeyi zikretmedi.[348]
Biz bu hadisle ilgili
açıklamayı bir eserimizin beşinci cildindeki (1295) numaralı hadisin şerhin
açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[349]
5244... Hz. Ebu Zer'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şu (bir önceki) hadisi (yaptığı bir
konuşmanın) arasında dile getirmiştir.[350]
Muhammed İshak ed-Dehlevî'ye
göre, metinde seçen “fi vesatjhi” kelimesinin sonundaki "hü" zamiri
metinde gizli olarak bulunan "Hz. Peygamberin yaptığı bir konuşma"
sözüne dönmektedir. "Zekere" fiilinin faili de "ennebiyyü"
kelimesidir.
Nitekim Ahmed b. Hanbel'in
Müsned'inde Hz. Ebu Zer'den rivayet edilen şu hadis-i şerif de bu görüşün
doğruluğunu te'yid etmektedir.
"Sahabe-i kiramdan
bazıları Hz. Peygambere: Ey Allah'ın Resulü, ser* vet sahipleri (malî
ibadetleri sayesinde) bütün sevapları alıp gittiler. Onlar bizim gibi namaz
kılıyorlar, bizim tuttuğumuz gibi oruç da tutuyorlar. (Bizden fazla olarak bir
de) mallarının fazlasını sadaka olarak veriyorlar; (dolayısıyle sevapta bizi
geçiyorlar), dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
Sanki Allah (c.c) sizin için
de sadaka olarak verebileceğiniz bir şeyler yaratmadı mı da (böyle diyorsunuz?
Yapacağınız) her teşbih sizin için bir sadakadır. Her hamdetmeniz bir
sadakadır. (Eşinizle yaptığınız) her cinsi münasebet bir sadakadır"
buyurdu.
(Bunun üzerine): "Ey
Allah'ın Resulü, birimizin (böyle) şehvetini(n gereğini) yerine getirmesinde
kendisi için sadaka (sevabı) olur mu?" dediler. (Hz. Peygamber):
Pekiyi o adam şehvetini haram
yollardan tatmin etseydi bundan dolayı günahkâr olmayacak mıydı? (Elbette
olacaktı). İşte yine aynı şekilde şehvetini helâl yoldan tatmin ettiği için
sevaba nail olacaktır" buyurdu ve (sonra) şöyle dedi:
"Onun kelime-i tevhid
getirmesi bir sadakadır, tekbir getirmesi bir sadakadır. İyiliğe çağırması bir
sadakadır, kötülükten sakındırması bir sadakadır."[351]
Görülüyor ki, bir önceki hadis
mealini sunduğumuz bu hadiste Hz. Peygamber'in kendine sorulan bir soryu
cevaplandırması esnasında söz arasında geçmişti. Bu durum bir önceki hadisin
böyle söz arasında geçtiğini ve dolayısıyla mevzumuzu teşkil eden hadiste
geçen "fi vesatihî" kelimesinin sonundaki "hu" zamirinin
bu söze döndüğünü gösterir.
Yine Ebu Zer (r.a)'den rivayet
edilen şu hadis-i şerif de bu gerçeği teyid etmektedir:
"Peygamber (s.a.)'e: Mal
sahipleri (olanca) sevabı alıp gitti, denildi de Peygamber (s.a.): Sende
(verebileceğin) pek çok sadaka vardır. Kulağının büyük bir nimet olduğunu
zikretmen bir sadakadır. Gözünün faziletini dile getirmen bir sadakadır. Ailen
ile cinsî münasebette bulunman bir sadakadır, buyurdu. Bunun üzerine Ebu Zer:
Birimiz Şehvetinden dolayı da mükâfatlandırılır mı? diye sordu da (Hz.
Peygamber): Pekiyi şehvetini haram yolda harcamış olsa günahkâr olmayacak
mıydı? dedi (Ebu Zer): Evet-cevabını verdi. Hz. Peygamber de:
Şerri hesaba katıyorsunuz.
Fakat hayrı hesaba katmıyorsunuz. buyurdu.[352]
Avnü'l-Mabud yazarının
açıklamasına göre arzetmiş olduğumuz bu görüş, tamamen doğru olmakla beraber,
metinde geçen "zekere" fiilinin faili, bu hadisin ravisi
Ebü'l-Esved'dir. Mef'ulü de "ennebiyy" kelimesi olabilir. Bu durumda
"fi vesatihi" kelimesinin sonundaki "hû" zamirinin mercii
de mevzumuzu teşkil eden hadistir. Bu ihtimale göre hadisin manası şöyledir:
"Râvi Ebu'l-Esved
"Peygamber" kelimesini hadisin başında Ebû Zer kelimesinden sonra
zikretmedi de hadisin ortasında zikretti" bu takdire göre mevzumuzu teşkil
eden hadis Hz. Ebu Zer'e kadar ulaşıp Hz. Peygambere ulaşmayan "mevkuf
bir hadistir.
Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerif Müslim'in Sahih'inde şu manaya gelen lâfızlarla zikredilmiştir:
"Her birinizin, her bir mafsalına karşı bir sadaka vardır. Her teşbih, bir
sadakadır. Her tahmid bir sadakadır. Her tehlîl bir sadakadır. Her tekbir bir
sadakadır. İyiliği emretmek, kötülükten nehyde bulunmak da birer sadakadır.
Bütün bunlar namına kişinin kılacağı iki rekat kuşluk namazı, kâfidir."[353]
5245... Hz. Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"(İman etmekten başka)
hiçbir hayır işlememiş olan bir adam bir diken dalını yoldan kaldırdı. Bu
diken ya bir ağaçta idi de (gelip geçeni rahatsız edeceği için) onu çekip (zarar
vermeyeceği bir yere) atmıştı. Yahutta (yol üzerine) konulmuştu da onu (yoldan)
kaldırdı. Bu yüzden (yüce) Allah onu affedip cennete koydu."[354]
"Allah'ın şükür veya
teşekkür etmesi"nden murad, verdiği ihsanını meleklerine bildirmesi yahut
sevab vermesidir.
Bu hadisler, yol üzerinden
gelip geçenlere eziyet veren diken, ağaç, taş, pislik ve İaşe gibi şeyleri
giderip temizlemenin faziletine delildir. Eziyet veren şeyleri giderip
temizlemenin imanın dallarından biri olduğunu evvelce görmüştük. Übbi diyor ki:
"Anlaşılan bu ağaç, o
zatın rnilki değilmiş. Birinin milki olup dallan yola sarkan ve gelip geçenlere
eziyet veren ağacın dallarını yolcular kesebilir. Yahut sahibine dava
açabilirler."
Bu hadislerde müslümanlara
fayda veren her işin faziletine ve onlara zarar veren her şeyin giderilmesine
tenbih vardır.[355]
5246... Salim'in
babasından rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.): "Uykuya yatarken
evlerinizde (açıkta yanan) ateş bırakmayınız" buyurmuştur.[356]
Hadis-i şerifte uykuya
yatarken açıkta yanmakta olan ateşlerin söndürülmesi tavsiye
edilmektedir.
İmam Nevevî'nin açıklamasına
göre, evlerde kullanılan lambalar da bu tavsiyenin kapsamına girmektedir.
Mescidlerde, asüi bulunan
kandillere ve benzeri aydınlatma araçlarına gelince, eğer gerçekten yangına
sebebiyet yermelerinden korkulursa, onları söndürmek de bu tavsiyenin
kapsamına girer. Dolayısıyla yatarken onları da söndürmek gerekir. Eğer bir
yangına sebep olmayacaklarından emin olunursa o zaman bütün bir gece boyunca
yanar halde bırakılmalarında bu yönden bir sakınca yoktur.[357]
5247... Hz. İbn Abbas'dan
demiştir ki: Bir fare gelip (yanmakta olan) bir fitili sürümeye başladı ve onu
getirip Rasûlullah (s.a.)'nın Önüne (yani) üzerinde oturmakta olduğu küçük bir
hasırın üzerine attı da hasırda dirhem büyüklüğünde bir yer yandı. Bunun
üzerine (Hz. Peygamber): "Yatacağınız zaman lambalarınızı söndürünüz.
Çünkü şeytan bu fare gibilerine böyle işler işlemeye önderlik eder de (o fare
gibi şeylerle) sizi yakar" buyurdu.[358]
Humre : Bir kişinin, üzerine
ancak secde edebileceği kadar bir boyu olan hasırdır. Yahutta diğer bitkilerden
örülmüş küçük bir seccadedir.
Metinde, sözü geçen fareden maksat,
ev faresidir. Buna insanlara yaptığı zarardan dolayı
"füveysika:fasıkçık" denir.
Bilindiği gibi fasık;
"doğru yolun dışına çıkan" demektir. Söz konusu ev fareleri de
insanlara verdikleri bu zararlarından dolayı bu ismi almışlardır.
Fahr-i kâinat efendimiz, bu
zararlardan dolayı onların Harem sınırları içinde de Harem sınırları dışında da
öldürülmelerini emretmiştir.
Kemâleddin Dümeyrî'nin
Hayatü'l-Hayvan isimli kitabında rivayet ettiğine göre "Peygamber (s.a.)
bir gece uyanmış da bir farenin lambanın yanmakta olan fitilini sürükleyerek bu
fitille evi ateşlemek istediğini görmüş, bunun üzerine kalkıp onu öldürmüş,
sonra da Harem sınırları içinde ve dışında onu öldürmeyi helâl kılmış."
Ancak Münzirî'nin açıklamasına göre senedinde Amr b. Talha isimli kimliği
meçhul bir ravi bulunduğu
için bu rivayet zayıftır.
Bu mevzuda Buhari'nin Hz.
Câbir b. Abdillah'dan rivayet ettiği bir hadisin meali şöyledir:
"Muhakkak ki şu küçük fasıklar bazan (yanmakta olan) bir fitili
sürükleyerek bütün bir ev halkını yakar."[359]
Buhari'nin bu hadisini Müslim
de şu manaya gelen lâfızlarla rivayet etmiştir: "Muhakkak ki küçük fasık
ev sakinlerinin üzerine evlerini yakar.[360]
Taberî'nin açıklamasına göre,
Hz. Peygamber'in bu tavsiysine uymayan bir kimsenin evinde çıkacak bir yangın
sebebiyle malına ya da canına bir zarar gelecek olursa sorumlusu ancak kendisi
olur.[361]
5248... Hz. Ebu
Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Biz kendileriyle
savaştığımızdan bu yana yılanlarla hiç barış yapmadık, (Binaenaleyh intikam
alacakları) korkusuyla onlardan birini (öldürmeyi) bırakan kimse benden
değildir."[362]
5249... Hz. İbn Mesud'dan
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Yılanların
hepsini öldürünüz. Onların intikamından (ve bu korkusundan dolayı onları Öldürmekten
kaçman) kimse benden değildir."[363]
İnsanoğlu ile yılanlar
arasında yaratılışlarından gelen ezeli bir düşmanlık vardır Yaratılışlarında bulunan
bu düşmanlık sebebiyle her zaman yılanlar insanları, insanlar da yılanları
öldürmek isterler.
Bazılarına göre ise, bu
düşmanlık tâ cennette Adem Aleyhisselamla şeytan arasında geçen malum ve meşhur
olaya kfidar uzanır. Rivayete göre şeytan, Adem aleyhisselam'a, cennette
kendisine yasaklanmış olan
meyveyi[364] yedirerek onu cennetten çıkarmayı
kafasına koyunca, bu tasarısını gerçekleştirmek için cennete girip Hz. Adem'le
buluşmak istemişse de cennetin bekçileri onu içeriye bırakmamışlardır. Bunun
üzerine bir yılan, şeytanı ağzının içine alarak onun cennete girmesini ve bu
ihanetini icra etmesini sağlamıştır.[365]
İşte yılanlarla insanlar
arasında süregelmekte olan bu ezeli ve cibili düşmanlık sebebiyle İslam dini
insanlar için tehlikeli bir düşman olan yılanların öldürülmesini emretmiştir.
Bazı müfessirlere göre: "... kiminiz, kiminize düşman olarak
ininiz..."[366] ayet-i kerimesinde söz konusu edilen düşmanlık Hz. Adem ve
Havva ile onların karşısında bulunan şeytan ve yılan arasındaki düşmanlıktır.[367]
Hanefi ulemasından Bedrüddin
Aynî'nin açıklamasına göre mevzumu-zu teşkil eden hadis-i şerifin zahiri bütün
yılanları hiçbir ayırım yapmadan ve hiçbir ihtarda bulunmadan öldürülmelerini
emretmektedir. İmam Malik'e göre ise, Abdullah b. Ömer'in rivayet ettiği
evlerde yaşayan yılanları öldürmenin yasaklandığını ifade eden hadis[368] mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif
tahsis ettiğinden Medine'nin evlerinde yaşayan yılanları bu hükmün dışında
bırakmıştır. Binaenaleyh üç defa ihtarda bulunmadan onları öldürmek caiz
değildir. Bazılarına göre evlerde yaşayan hiçbir yılan ihtar edilmeden
öldürülemez. Delilleri ise yine Buharî'nin rivayet ettiği sözü geçen Abdullah
b. Ömer hadisidir.[369] Ayrıca Hanefiler 5261 numaralı hadise dayanarak küçük ve
beyaz yılanları öldürmeyip sağ bırakmanın evlâ olduğunu söylemişlerdir.
Şafiî ulemasından Kemalüddin
Dümeyrî'nin açıklamasına göre metinde geçen bu yılanları Öldürme emri
"nedb" ifade eder. Bir başka ifadeyle bu emre uymak farz değil
menduptur. Evlerde bulunan yılanları öldürmek için ise üçgün yahutta üç defa
mühlet verilir. Dördüncüsünde öldürülür. Cumhuru ulemaya göre, ev yılanlarına
üç gün mühlet verilir. Üçgün sonra evi terketmedikleri takdirde öldürülürler.
Onlara mühlet vermek "Ünaşidükünne bil ahdillezi ehazehü aleykünne Nuh ve
Süleyman en lâ tebdü lenâ velâ tü'zûnâ: Bize görünmeyeceğinize ve eziyet etmeyeceğinize
dair Hz. Nuh'a ve Hz. Süleyman'a verdiğiniz söz hakkı için" (evimizi terk
ediniz)" cümlelerini söylemekle olur. Bu sözleri söyledikten sonra da eğer
evi terk etmezlerse o zaman Öldürülürler."[370]
Mazirî'ye göre "sair
beldelerin ve evlerin yılanlarını ihtarsız olarak öldürmek mendupsa da, Medine
yılanları ihtar verilmeden öldürülemez. Fakat ihtar verilir de yine gitmezlerse
öldürülürler. Çünkü cinlerden bir taife Medine'de müslürnanlığı kabul
ettiğinden[371] Medine'deki çinililerin o taifeden olması ihtimali vardır.[372]
Muhterem okuyucularımıza bu
konuda 5256 numaralı hadisin şerhine de müracaat etmelerini tavsiye ederiz.
İmam Tahavî'ye göre ise
istisnasız olarak tüm yılanlara mühlet vermek evlâ olmakla beraber, bu mühlet
bittikten sonra hiçbir ayırım yapmadan hepsi öldürülebilir. Çünkü metinde
bulunan "yılanların hepsini öldürün cümlesi" bunu ifade eder.
Hanefilerin "Eddüru'l-Muhtar" isimli fıkıh kitaplarında ise beyaz
yılanları sağ bırakmanın evlâ olduğu ifade edilmektedir. Nitekim "beyaz
yılanları öldürmeyiniz, onlar cinnîdir" mealindeki (5261) nolu hadis-i
şerif de bunu ifade etmektedir.
Metinde, yılanları öldürmekten
kaçınmakla ilgili olan: "Onların intikamından korkan benden
değildir" mealindeki tehdid "yılanların sahiplerinin ve eşlerinin
onları öldürenlerden intikam alacağı" yolundaki câhiliyye devrindeki bir
inancı hedef almaktadır. Resulü zişan efendimiz bu sözüyle câhiliyye dönemi
insanlarının bu batıl inancını yıkmış ve yılanları öldürmeyi bu düşünceyle
terk edenleri kendinden saymamıştır.
Binaenaleyh yılanları öldürmeyi
bu düşünceyle terketmek tamamen bir câhiliyye adetidir. Gücü yettiği halde
onları öldürmeyi terk etmekse mendubu terk etmek demektir.[373]
5250... Hz. İbn Abbas'dan
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Yılanların
kendisini takib edecekleri korkusuyla onları öldürmeyi terk eden kimse bizden
değildir. Biz onlara savaşa girdiğimizden beri onlarla hiç barış
yapmadık."[374]
Bu hadisle ilgili açıklama bir
Önceki hadisin şer- hinde geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.[375]
5251... Hz. Abbâs b.
Abdilmuttalib'den (rivayet edildiğine göre) kendisi (birgün) Rasûlullah
(s.a.)'e:
Biz Zemzem kuyusunu(n içine
düşen şeyleri çıkarmak suretiyle) temizlemek istiyoruz. (Fakat) onun içinde
küçük (ince ve beyaz) yılanlardan da var" demiş. Peygamber (s.a.)'de
onların öldürülmesini emretmiş.[376]
Her ne kadar (5261) numaralı
hadis-i şerifte beyaz yılanların öldürülmesi yasaklandığı halde
mevzu-muzu teşkil eden bu hadis-i şerifte Zemzem kuyusundaki tüm yılanların
hiçbir ayırım yapmadan öldürülebileceği gibi, bir mana anlaşılıyorsa da aslında
burada öldürülmeleri emredilen Zemzem kuyusundaki yılanların hepsi değil, ince
ve beyaz yılanların dışndaki yılanlardır. Esasen metinde geçen "Onun
içinde küçük ve beyaz yılanlardan da var" cümlesi bu yılanların bir
kısmının beyaz yılan, çoğunluğunun da diğer yılanlardan meydana geldiğini
gösterir. Bundan da anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber'in Zemzem kuyusunun
temizlenmesi için öldürülmelerini emrettiği yılanlardan maksat, küçük beyaz
yılanların dışındaki yılanlardır. Küçük beyaz yılanlar cinnî olabileceği için
onlarla ilgili hükümler ayrıdır.
Münzirî'ye göre bu hadisin
ravilerinden Abdurrahman b. Sabit'in Hz. Abbas'dan hadis aldığı kesin değildir.
Dolayısıyla bu hadis mürseldir.[377]
5252... (Salim b. Abdullah
b. Ömer'in) babasından (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Yılanları, (özellikle) iki çizgili ve kısa kuyruklu
olanları öldürünüz, çünkü bunlar gözü alır ve cenini düşürür."
(Bu hadisin ravisi Salim) dedi
ki: Abdullah (b. Ömer) bulduğu her yılanı öldürürdü. (Birgün) O'nu Ebu Lübabe
yahut da (amcası) Zeyd b. el Hattab bir yılanı kovalarken gördü de:
Gerçek şu ki; öldürülmeleri
yasak olan yılanlar, evlerde yaşayanlardır" dedi.[378]
5253... Hz. Ebu Lübabe'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) evlerde bulunan küçük (ve ince)
yılanların öldürülmesini yasaklamıştır. Ancak (evlerde yaşayan) bu yılanlardan
iki çizgili ve kısa kuyruklu olanlar öldürülebilir. Çünkü bunlar gözü alırlar
ve kadınların karnında olan cenini düşürürler.[379]
Zü't-Tufyeteyn, iki tufyeli
demektir. Tufye, mukl denilen yemişin yaprağıdır. Bu yemişin yaprağı üzerinde iki
çizgi bulunurmuş. Yılanın da sırtında iki çizgi bulunduğu için benzetme
suretiyle ona tufyeli yılan denilmiştir. Biz çizgili yılan demekle iktifa
ettik.
Ebter: Kısa kuyruklu, son
derece zehirli bir yılandır. Gebe bir kadın bu yalana bakar bakmaz çocuğunu
düşürürmüş. İhtimal bunun sebebi kadının birden bire korkmasıdir. Mamafih
Hattabî ile diğer bazı ulemanın beyanına göre, gerek çizgili yüanın, gerekse
ebterin gözlerinde Cenab-i Hak öyle bir hassa halketmiştir ki bir bakışta
insanı kör ederlermiş.
Cânn: Küçük yılan demektir.
Bazıları ince hafif, bir takımları da ince beyaz yılan demek olduğunu
söylemişlerdir.[380]
Yılanları öldürmenin hükmünü
5249 nolu hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[381]
5254... Hz. Nafi'den
(rivayet edildiğine göre) şu bir önceki hadiste geçen) Hz. Ebu Lübabe'nin
anlattığı olaydan sonra Hz. (Abdullah) İbn Ömer, evinde bir yılan bulmuş da onun
(evden çıkarılmasını) emretmiş. Bunun üzerine (o yılan evden) Baki mezarlığına
çıkarılmıştır.[382]
5255... (Bir önceki
hadisi) Hz. Nafi'den Hz. Üsame de rivayet etti. (Üsame'nin rivayet ettiği) bu
hadiste (bir önceki hadisten fazla olarak şu cümle de bulunmaktadır:)
Nafi dedi ki: "Sonra ben
o yılanı (tekrar Hz. Abdullah b. Ömer'in) evinde gördüm."[383]
(5253) numaralı hadisin
şerhinde de açıkladığımız üzere, Hz. Peygamber iki çizgili kısa kuyruklu
olanların dışında evde bulunan yılanları öldürmeyi yasaklamıştır. Çünkü (5237)
nolu hadis-i şerifte açıklandığı üzere asr-ı saadette, Medine'de cinnilerdert
bir cemaat Hz. Peygamberin huzuruna gelerek müslüman olmuşlardır.
Cinniler, bazan yılan kılığına
girerek insanlar arasında dolaşıp evlere sokulduklarından, evlerde bulunan
yılanların müslüman cinnilerden olmaları mümkündür.
Hz. Abdullah b. Ömer, bu
hadiseyi öğrenmeden önce rastladığı her yılanı öldürürdü.[384] Fakat Hz. Lübabe, kendisine bu gerçeği
hatırlatınca her yılanı öldürmekten vazgeçti. Evinde gördüğü yılanları sadece
evinden çıkarmakla yetinir oldu.[385]
Mevzumuzu teşkil eden
hadislerden (5254) numaralı hadis-i şeriften anlaşılan budur. Mevzumuzu teşkil
eden hadislerden (5255) numaralı hadis-i şerifte ise, Hz. Abdullah b. Ömer'in
evinden çıkartıp Baki kabristanına gönderdiği bir yılanın, sonra yine gelip
Hz. Abdullah b. Ömer'in evine girdiği ifade edilmektedir. Bu cinnî Hz.
Abdullah'ın evine ev halkına zarar vermek için dönmüş olabileceği gibi,
müslüman olduğu için ev halkının yanında bulunmaktan manevi bir kazanç ve
bereket umduğundan dolayı dönmüş de olabilir.
Hafız Münzirî bu hadis
hakkında sükût etmiştir.[386]
5256... Muhammed b. Ebu
Yahya'dan; demiştir ki: Babam(ın) bana haber verdi(ğine göre birgün)
arkadaşıyla birlikte, Hz. Ebu Said'i ziyarete gitmişler. (Babam olayın devamını
şöyle anlattı): Arkadaşımla beraber (Ebu Said'in) yanından çıktık. Bir
arkadaşımızla karşılaştık, O da hastalıktan yatmakta olan Ebu Said'in yanına
girmek istiyordu. (Biz onun yanından ayrılıp) mescide doğru yöneldik ve
(varıp) mescide oturduk. Derken (bu arkadaşımız da mescide) geldi ve bize Hz.
Ebu Said'i şöyle derken işittiğini söyledi:
Rasûlullah (s.a.):
"Muhakkak ki yılanlar çinililerdendir. Her kim evinde (onlardan) birini
görürse, üç defa (bu evde size yer yoktur, eğer bir daha sizi burada görürsem
bu evi başınıza dar getiririm, Benden söylemesi, Artık olacak olan şeylerden
dolayı bir daha da beni suçlamayın(derriek suretiyle) onu sıkıştırsın.
(Buna rağmen yine de eve)
gelirse onu öldürsün. Çünkü o şeytandır" buyurdu.[387]
Cinn, hakkında bu eserimizin
birinci cildinde (17-20) sahifelerde lüzumlu açıklama yapılmıştır. Evlerde
görülen yılanları hemen öldürmeye kalkışmayıp onlara üç gün mühlet verileceğini
ve bu mühletin mahiyetini de (5249) numaralı hadiste açıkladık. Bu nedenle
aynı konuları burada tekrar etmekten kaçınıyoruz.
Hafız Münziri'nin açıklamasına
göre, bu hadisin senedinde kimliği meçhul bir râvi vardır.[388]
5257... Ebu Saıb den;
demiştir ki:
Ebu Said'in yanına varmıştım.
Onun yanında otururken, sedirinin altında bir şeyin kıpırtısını işittim ve
hemen (ona doğru bir) baktım. Bir de ne göreyim, bir yılan. Bunun üzerine hemen
ayağa kalktım. Ebu Said:
Sana da ne oluyor (öyle),
dedi.
Şurada bir yılan var, dedim.
Ne yapmak istiyorsun, dedi.
Onu öldüreceğim, dedim. Evinde
kendi odasının karşısında bulunan bir odayı göstererek:
Şu odada amcamın oğlu vardı.
Hendek savaşı günü ailesine (gitmek üzere Hz. Peygamber'den) izin istemişti.
Kendisi daha yeni evlenmişti. Rasûlullah (s.a.)'de (ailesinin yanma gitmesi
için) kendisine izin verdi. Ve ona silahıyle gitmesini emretti. (Kendisi) evine
varınca, hanımını evin kapısı önünde ayakta dikili bir halde buldu. Bunun üzerine
(kıskançlığı tuttu da) süngüsü(nü) karısına çevirdi. (Süngünün kendisine
çevrildiğini gören kadın) "Acele etme! (Eve bir gir de) beni dışarı
çıkaran şeyi (sen de) gör!" dedi. (Aldığı bu cevap üzerine) hemen eve
girdi. Bir de ne görsün; büyük bir yılan. Hemen süngüyü ona sapladı, sonra
(yılan) süngü kendisine saplanmış olduğu halde hareket etmekte iken onu
(süngünün ucunda) dışarı çıkardı. (Yılan bir ara süngüden kurtulup hasmının
üzerine saldırdı uzun bir boğuşmadan sonra her ikisi de öldüler.) Onlardan
hangisi, yılan mı yoksa adam mı erken öldü, bilemiyorum. Bunun üzerine onun
kavmi Rasûlullah (s.a.)'e gelerek: "Ey Allanın Resulü): "Allah'a dua
et de arkadaşımızı (yeniden) diriltsin!" dediler. (Hz. Peygamber de:)
Arkadaşınız için istiğfar
ediniz." dedi. Sonra "cinlerden bir topluluk Medine'de müslüman
oldular. Onlardan birini (evinizde) gördüğünüz zaman onu üç defa korkutunuz.
Onu öldürmek istediğiniz halde öldürmekten vazgeçip sadece korkutmakla
yetindikten sonra yine de size (evinizde) görünecek olursa üç(üncü defaki
tehdidinizden sonra onu öldürünüz" buyurdu.[389]
Metinde geçen
"entaktülûhu" cümlesinin "in bedâ,, f,jf jnjn fajjj oıması da
mümkündür. Bu takdirde bu kelimelerin yer aldığı cümlenin anlamı şöyledir:
"Eğer kendisini üç defa tehdit ettikten sonra siz de onu Öldürmeniz
(gerektiğine dair bir kanaat) doğacak olursa (o zaman) onu öldürün."
Yine metinde geçen
"istiğfirû lisâhibiküm" cümlesi aslında "arkadaşınız için af
dileyiniz" anlamına gelmekle beraber burada "onun cenaze namazını
kılınız" anlamında kullanılmış olabilir.
Bununla beraber, burada hakiki
manası olan "af dileyiniz" anlamında kullanılmış da olabilir. Çünkü
bu olayın başından geçtiği zat, bu yılana gerekli olan ikazı yapmadan ve
yeterli mühleti vermeden öldürdüğü için istiğfarı gerektiren yanlış bir iş
yapmıştır.
Evde görülen yılanları
öldürmeden yapılması gereken tehdidin ve verilmesi gereken mühletin sadece
Medine'deki evlerde görülen yılanlar için mi yoksa evlerde görülen tüm yılanlar
için mi arandığı ihtilaflıdır. Biz bu konuyu (5249) numaralı ve (5253) nolu
hadislerin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[390]
5258... Şu (bir önceki)
hadis kısa olarak İbn Aclân'dan da (rivayet edilmiştir. Bu rivayete göre Hz.
Peygamber) şöyle buyurmuştur:
"Ona üfç (defa) izin
versin. (Bu izin kullanıldıktan) sonra (yılan) yine de (evde) kendisine
görünecek olursa hemen onu öldürsün. Çünkü o şeytandır."[391]
5259... Hişam b, Zühre'nin
azadlı kölesi Ebu's-Saib (in) rivayet ettiğine göre kendisi (birgün) Ebu Said
el-Hudrî'nin yanına girmiş... (Hişam) bu rivayetinde (bir önceki hadisin) bir
benzerini ondan daha geniş bir şekilde anlattı. (Bu rivayete göre Hz.
Peygamber) şöyle buyurmuş:
Ona üç gün izin verin. Bu
üçgünlük izinden sonra (evinizde) size yine de görünecek olursa (o zaman) onu
öldürünüz. Çünkü o şeytandır.[392]
5260... (Abdurrahman b.
Ebi Leylâ'nın) babasından (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.)'e
evlerde bulunan yılanlar sorulmuş da şöyle buyurmuş:
Onlardan birini evlerinizde
gördüğünüz zaman "ünşidikünnel ahdellezi ehaze aieykünne Nuh, üncidü künel
ahdellezî ehaze aleykünne Süleyman enlâ tü'zûna: Bizi rahatsız etmeyeceğinize
dair Hz. Nuh ile Hz. Süleyman'a vermiş olduğunuz söz aşkına (evimizi terk
ediniz)" deyiniz. Eğer (buna rağmen yine de evinize) gelirlerse (o zaman)
onları öldürünüz.[393]
5261... Hz. (Abdullah) b.
Mesûd (r.a.)'den demiştir ki:
"Gümüşden bir dal gibi
bembeyaz (küçük ve ince) yılanların dışında tüm yılanları öldürünüz."
Ebû Davud dedi ki; Adamın
birisi bana (metinde geçen ve gümüşten bir dal gibi bembeyaz, küçük ve ince
yılan anlamına gelen) cânn (hakkında): "O yürürken (vücudu sağa .sola
hiç) eğrilmez" dedi. Gerçekten bu (söz) doğruysa onun hakkında (en
belirgin) alâmet budur.[394]
İnce, küçük ve beyaz yılanları
sağ bırakmanın evlâ olduğunu söyleyen Hanefilerin delilini teşkil eden bu
hadis hakkındaki açıklamalar (5249) ve (5243) nolu hadislerin şerhinde ve o
şerhlerde bulunan atıflarda geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.
Yalnız burada, şunu belirtmek
isteriz ki, bu hadisin ravileri arasında bulunan İbrahim b. Yezid en-Nehaî, Hz.
Abdullah b. Mesud'dan hadis işitmemiştir. Bu bakımdan bu hadis münkatı'dır.[395]
5262... Amir b. Sa'd'in
babasından demiştir ki: Rasûlullah (s.a.), zehirli kertenkelenin öldürülmesini
emretti ve ona Füveysik: fasıkcık adını verdi.[396]
5263... Hz. Ebû
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (sa.) şöyle buyurmuştur:
Her kim zehirli kertenkeleyi
bir vuruşta öldürürse ona şu ve şu kadar sevap vardır. Kim de onu ikinci
vuruşta öldürürse ona birinciden aşağı olmak üzere şu ve şu kadar sevap
vardır. Kim üçüncü vuruşta öldürürse ona da ikinciden aşağı olmak üzere şu ve
şu kadar sevap vardır.[397]
5264... Hz. Ebu Hüreyre'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Zehirli kertenkeleyi)
İlk vuruşta (öldüren kimse için) yetmiş sevap vardır."[398]
el-Vezeğa: "Sâmm
abraş" da denilen alaca ve zehidi kertenkeIelerdir.[399]
Halk onun zararlı böceklerden olduğunda
ittifak etmişlerdir.[400] Bu haşere hakkında Şafiî ilimlerinden Kemalüddin Dümeyrî
"Hayatü'1-Hay-van" isimli eserinde şöyle diyor: "Zehirli keler,
sağırdır derler. Sağır olmasına sebeb İbrahim aleyhisselâm üzerine ateşi
üfürüp alevlendirirdi. Bu sebepten sağır ve abraş (alaca) oldu. Zehirli kelerin
(kertenkelenin) tabiatı böyledir ki içinde zaferan kokusu olan eve girmez.
Yılan ile arasında ülfet vardır. Akrep ile dokuzlan böceğinin arasında ülfet
olduğu gibi."[401]
Ahmed b. Hanbel'in Hz.
Aişe'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle deniliyor. "Hz.
Aişe'nin evinde dayalı bir süngü vardı. Bu kendisine soruldu da şunları
söyledi:
"Biz onunla kertenkele
öldürürüz. Çünkü Peygamber (s.a.) haber verdi ki: İbrahim (a.s.) ateşe
atıldığı vakit yeryüzündeki bütün hayvanlar onu söndürmeye çalışmış, yalnız
kertenkele buna katılmamıştır. Çünkü o ateşi üfürmüştür. Bu sebepten Peygamber
(s.a.) onun öldürülmesini emir buyurmuştur."[402]
Yine Hz. Aişe'den rivayet
edildiğine göre Beyt-i Makdis (Kudüs) yandığı vakit kertenkeleler ateşi
üfürmüşlerdir.[403]
Bütün bu açıklamalardan
anlaşılıyor ki, zehirli keler, zehirli ve zararlı olduğu için, Hz. Fahr-i
Kainat efendimiz onu yoldan çıkan anlamına gelen "fasık" sıfatıyla
sıfatlandırmış, vücud itibariyle küçük olduğu için de-ona "küçük
fasık" anlamına gelen "füveysika" ismini vermiş ve bu özelliğinden
dolayı da onun öldürülmesini emretmiştir.
Kevkeb isimli eserde
açıklandığı üzere bu hayvanın girdiği sulardan insana büyük zararlar gelir.
Özellikle bu hayvan tuzu bulduğu zaman içine girip yuvarlanır, onun temas
ettiği tuzlarda insanlara alaca hastalığı veren bir madde oluşur. ' Bu hayvan,
tuza erişme imkânı bulmadığı zaman, tuzun bulunduğu odanın çatısında tırmanıp
oradan tuzun üzerine pisler.[404]
Bilindiği gibi, mevzumuzu
teşkil eden bu hadis-i şeriflerden (5264) nolu hadis-i şerifte zehirli
kertenkeleyi bir vuruşta öldürene yetmiş sevap verileceği ifade edilirken,
(5263) numaralı hadis-i şerifte de ikinci vuruşta öldürene, ilk vuruşta
öldürenden daha az sevap verildiği, üçüncü vuruşta öldürene de ikinci vuruşda
öldürenden daha az sevap verileceği ifade edilmektedir. Bu ifade görünüşte
"ibadetlerin en faziletlisi en meşakkatlisidif"[405] hadisine ters gibidir. Çünkü
kertenkeleyi ikinci vuruşta öldüren ilk vuruşta Öldüren kimseden daha çok
zahmet çeker, üçüncü vuruşta öldürense daha da çok yorulmuş olur. Ancak, yüce
Allah'ın kullarından istediği yorgunluk ve meşakkat değildir. İhlâsdır. Hiç
zahmet çekilmeden yapılan amellerden, nefis zevk alıp kendisine pay çıkarır.
Nefsin kendisine pay çıkarması ise ihlâsı giderir. Binaenaleyh meşakkatli
işlerdeki fazilet bizzatihi meşakkatten değildir. Meşakkat sebebiyle korunmuş
olan ihlâsdandır.
Kuşkusuz, zehirli
kertenkeleyi, bir vuruşta öldüren kimse Hz. Peygamberin zehirli
kertenkelelerin öldürülmesi hususundaki emrine daha ihlâslı sarılarak
kertenkeleye darbesini daha dikkatli indirerek onu bir vuruşta öldürebilir ve
bu ihlâsının karşılığında büyük bir sevaba erişebilir. Ancak onu ikinci vuruşta
öldüren muhakkak ki vuruşunda birinci vuruşta öldüren kadar dikkatli olamadığı
gibi, üçüncü vuruşta öldüren de ikinci vuruşta öldüren kadar dikkatli
olamamıştır. Buradaki dikkat bu husustaki İhlasın bir ölçüsü durumunda
olduğundan kertenkeleyi bir iki ya da üç vuruşda öldüren kimselerin bu
dikkatleri nisbetinde farklı sevaplar almaları, sevap almadaki ölçünün ihlâs
olması esasına uygundur. Binaenaleyh mevzumuzu teşkil eden hadis-i şeriflerle,
sözü geçen hadis-i şerif arasında herhangi bir çelişki sözkonusu değildir.
İzzüddin b. Abdisselâm'ın
"Emâli" isimli eserindeki şu açıklamasına göre de söz konusu zehirli
kelerleri bir vuruşta öldürenin ikinci vuruşta öldürmekten daha faziletli
olması; "şüphesiz Allah herşeyde iyiliği farz kılmıştır. O halde siz öldürdüğünüz
vakit öldürmeyi iyi yapın..."[406] hadisinin kapsamı içine girebileceği
gibi., "Siz hayır işlerde yarışın..."[407] âyet-i kerimelerinin kapsamlarına da
girebilir. Ayrıca "kertenkeleyi ilk vuruşta öldürene yetmiş sevab
vardır" mealindeki (5264) nolu hadis-i şerifle, Müslim'in rivayet ettiği:
"Her kim bir vuruşta bir kertenkele öldürürse ona yüz sevap yazılır"[408] mealindeki hadis-i şerif arasında da
bir çelişki yoktur. Çünkü:
1. Usulda ma'lum
olduğu üzere bir meselede belli bir sayının zikredilmiş olması daha fazlasının
hak edilmiş olmasına mâni değildir. Bu itibarla bir kimseye yetmiş sevabın
verileceğinden bahsedilmesi o kimsenin yetmişden fazla sevap almasına mani
değildir.
2. Önceden yüce Allah
kertenkeleyi bir vuruşta öldürene amelinin karşılığı olarak yetmiş sevap
verileceğini bildirmişken, sonradan otuz sevap daha ihsan ederek kertenkeleyi bir
vuruşta öldürene toplam yüz sevap verileceğini Rasûlüne bildirmiş olabilir.
3. Kertenkeleyi ilk
vuruşta öldüren kimselerin ihlâsları farklı olacağından onlara verilecek
sevapların da ihlâsları nisbetinde yetmiş ila yüz sevap arasında değişmesi
mümkündür.[409]
5265... Hz. Ebu Hüreyre'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a. şöyle buyurmuştur:
"Peygamberlerden birisi bir
ağaç altına indî de kendisini (orada) bir karınca ısırdı. Bunun üzerine
(yanında bulunan kimselerden eşya-sı)nı (oradan çekmelerini) istedi. Bu emir
üzerine (eşyası) ağacın altından çıkarıldı. Sonra o karınca hakkında emir
verdi de derhal (yuvası) yakıldı. Bunun üzerine (yüce) Allah kendisine; *o
birtek karıncalı) yaksaydin ya?' diye vahy buyurdu."[410]
5266... Hz. Ebu
Hüreyre'nin Rasûlullah (s.a.)'dan (rivayet ettiğine göre) Peygamberlerden
birini bir karınca ısırmış da emir vererek karıncanın yuvasını yaktırmış. Bunun
üzerine Allah O'na: "Seni bir karınca ısırdı diye ümmetlerden teşbihte
bulunan bir ümmeti helak mi ettin?" diye vahy buyurmuştur.[411]
Zerr: Küçük ve kırmızı karınca
demektir. Nitekim yüce Allah; “şüpnesîz ki Allah, hiç kimseye zerre kadar
zulmetmez..."[412] âyet-i kerimesinde zerr bu manada kullanılmıştır.[413]
Kelebâzî'nin
Meâni'l-Âsâr'daki, el-Hakimü't-Tirmizî'nin Nevadiru'l Usûl'deki Kurtubinin de
Tefsirindeki açıklamasına göre söz konusu karınca yuvasını yakan Peygamber Musa
aleyhisseîânıdır.
Ulemanın beyanına göre bu
hadis o peygamberin şeriatında karınca Öldürmenin caiz olduğuna ve yakmak
suretiyle öldürmenin de meşru bulunduğuna hamledilmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak o
peygamberi öldürmek ve yakmak işini neden yaptı diye muaheze etmemiş, bir
karıncadan fazlasını yaktığı için mesul tutmuştur.
"Bir tek karınca
yaksaydın ya!" cümlesinden murad, yalnız seni ısıran karıncayı yaksaydın
ya! cinayeti işleyen oydu, diğerlerinin kabahati yoktu, demektir.
Bizim şeriatımızda diri diriye
bir hayvanı diri diri yakmak caiz değildir. Çünkü, Peygamber (s.a.):
"Ateşle Allah'dan başka
kimse azab edemez" buyurmuştur. Bu hadis meşhurdur. Karıncayı yakmadan
öldürmek de caiz değildir.
İbn Abbas (r.a.)'dan rivayet
olunan bir hadiste: "Peygamber (s.a.) dört hayvanın öldürülmesini yasak
etti: Bunlar karınca, an, hüdhüd ve göçmen kuşudur" denilmiştir. Mezkur
hadisi Ebu Davud, Buharî'nin şartı üzere sahih bir isnadla rivayet etmiştir.
Hadis-i şerif karıncanın ve
bütün hayvanların teşbih ettiğine delildir. İbnu'1-Tin: "Bu da karıncayı
yakmak caiz değildir diyenlere delildir" diyor. İbn Habib, karınca
yakmayı caiz görülmüştür. Karınca ve diğer canlıları yakmak ancak zaruret icab
ettiği takdirde caiz olabilir. Bugün birçok yerlerde tarlalarda anızın
yakılması dinen düşünülecek bir meseledir. Zira yanan anızla birlikte milyonlarca
karınca ve sair haşeratın da telef olduğunda şüphe yoktur. İşittiğimize göre,
bundan elde edilen faide cüz'i bir gübre yerini tutması imiş. Binaenaleyh,
zaruret derecesini bulmayan bu işe dinen cevaz verilmez.[414]
BezIü'I-Mechud yazarının
açıklamasına göre "Begavî" zerr denilen küçük kırmızı karıncaları
öldürmenin caiz olduğunu söylemiştir. Kadı lyaz'da "mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif, insana eziyet veren her hayvanı öldürmenin caiz olduğuna
delalet eder" demiştir.[415]
Şafiî ulemasından Dümeyrî'nin
açıklamasına göre mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şeriflerde anlatılan olayın
şöyle bir sebebi varmış: "Musa aleyhisselâm, Allahü teâlâ hazretlerine,
âsî kulların günahları yüzünden onlarla beraber itaatkâr kulları da helak
etmesinin sebebini sormuş, ondan sonra çıkmış olduğu bir yolculukta maruz
kaldığı aşırı bir sıcak yüzünden bir ağacın altına sığınmış. Orada uykuya
dalmış. Uyurken bir karınca kendisini ısırarak tatlı uykusundan uyandırmış.
Bunun üzerine, o ağacı ateşe vererek onun altında bulunan karınca yuvasındaki
karıncaların hepsini cezalandırmıştır. Allah teâlâ hazretleri de: "Niçin
karıncaların hepsini cezalandırdın? Onlardan sadece birini cezalandırsaydin"
buyurarak Hz. Musa'nın sorusunu cevaplandırmış. Yüce Allah bu cevabıyîa işlenen
günahlardan dolayı inen umumî musibetlerin kıyamet gününde itaatli kullar için
rahmet, bereket ve taharet, asi kullar için de bir şerr, hikmet ve azab
olduğunu açıklamıştır. Metinde: "Ne olur bu karıncaların hepsini değil de
sadece seni ısıran karıncayı öldürseydin ya?" buyurulması insana eziyeti
dokunmuş olsun olmasın kırmızı küçük karıncaları öldürmenin caizliğine delalet
eder."[416]
5267... (Hz. Abdullah) ibn
Abbas (r.a.)'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) hayvanlardan
dördünü öldürmeyi yasaklamıştır: "Karınca, balansı, çavuşkuşu ve göçeğen
kuşu."[417]
Şafiî alimlerinden Dümeyrî'nin
açıklamasına göre,bu jjg^jş.j şerifte öldürülmesi yasaklanmış olan karıncadan
maksat, Hattabî'nin ve Begavî'nin dediği gibi "Süleymanî" denilen
büyük karıncalardır. Bir önceki hadis-i şerifte geçen küçük kırmızı karıncalar
değildir. Bilindiği gibi onları öldürmek caizdir.
İmam Malik'e göre karıncayı
öldürmek mekruhtur. Ancak zararından kurtulmak için öldürmekten başka çare
kalmazsa o zaman öldürülebilir,
İbn Ebi Zeyd'e göre ise zarar
verdikten sonra karıncayı öldürmekte bir sakınca yoktur.[418]
Balansını öldürmenin
yasaklanmasının sebebi ise ondaki yarardır. Göçeğen kuşu ile çavuşkuşunun
öldürülme yasağının sebebine gelince bu iki kuşun etini haram kılmaktır. Çünkü
bir hayvanı öldürmek yasaklandığı ve bu yasaklama zarar ve yararla ilgili
olmadığı zaman etini haram kılmak için olur.[419]
5268... (Abdurrahman ibn
Abdillah'm) babasından; demiştir ki: Rasû-lullah (s.a.)'le birlikte bir seferde
idik. Bir ihtiyacını gidermek için (bizden) ayrılmıştı. (O sırada) iki
yavrusuyla birlikte bir serçe kuşu gördük ve iki yavrusunu da yakaladık. (Ana)
kuş geldi ve üzerimizde kanatlarını gererek uçmaya başladı. Derken Peygamber
(s.a.) geldi ve: "Bu hayvanı yavrusu sebebiyle bu musibete kim uğrattı?
Haydi yavrusunu ona geri verin" dedi ve (bir de) Bizim yakmış olduğumuz
bir karınca yuvası gördü. Bunun üzerine:
Bunu kim yaktı? diye sordu.
Biz (yaktık), cevabını verdik.
Ateşle cezalandırmak ateşin
rabbinden başkasına yakışmaz, buyurdu.[420]
Bu hadis-i şerif de bir önceki
hadis gibi canlıları ateşle azabetmenin ve kuş yavrularını yakalayarak
annelerini üzmenin caiz olmadığını ifade etmektedir.
Bu hadis daha önce cihad
bölümünde, düşmanı yakarak cezalandırmanın keraheti babında da geçmişti.[421]
5269... Abdurrahman b. Osman'dan
(rivayet edildiğine göre) doktorun biri, Peygamber (s.a.)'e kurbağayı ilaç
olarak kullanmayı sordu da Peygamber (s.a.) onu kurbağayı öldürmekten
nehyetti.[422]
Kurbağa'nın pek çok çeşitleri
vardır. Bazıları çiftleşme sonucu meydana gelir. Durgun sularda yaşar.
Bazıları da yağmurdan meydana gelir ki, çokluğundan dolayı halk buluttan
yağdığım zanneder.
Kemiksiz bir hayvandır. Hz.
Cabir'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.): "Men katele difda'an,
fealeyhi şâtün. Muharremen kâne ev helâlen: Kurbağa öldüren kimseye bir koyun
kesmek borçtur. İster ihramlı olsun, ister ihramsız olsun" buyurmuştur.
Zira Süfyan-ı Sevrî
rahmetullahı aleyh "hayvanlar içerisinde kurbağadan ziyade Allah'ı zikreden
yoktur. Ayrıca Hz. İbrahim ateşe atıldığı zaman Nemrûd'in yaktığı bu ateşi
söndürmek için ağzıyla su çekmiştir. Öldürülmesi yasaklandığı için eti de
haram kılınmıştır" demiştir.[423]
5270... Abdullah b.
Mugaffel'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) fiske taşı atmayı yasakladı ve:
"O av avlamaz. Düşmanı yaralamaz, ancak göz çıkarır, diş kırar"
buyurdu."[424]
İbn Mâce'nin rivayetinde, bu
hadisin sonunda «Ben S£ma Rasûlullah (s>a.)'m fiske taşı atmayı yasakladığım
söylüyorum, sen yine de atıyorsun. Artık bundan sonra seninle
koruşmayacağım" sözleri yer almaktadır.
Bu da gösteriyor ki,
Rasûlullah (sa.)'in sünnet-i seniyyesine muhalefette ısrar eden kişiye küsmek
caizdir. "Mümin kişinin, din kardeşine üç-günden fazla küs durması caiz
değildir." mealindeki (4910) numaralı hadis-i şerifin böyle bir dini
meseleden dolayı küs kalmaya şümulü yoktur. Hadis-i şerifin ihtiva ettiği diğer
bir şer'i hükm de fisketaşı ile vurulan av hayvanının etinin yenmemesidir.
Metinde geçen "o avlamaz" cümlesi... bu taşlarla vurulan hayvanların
Maide suresinin üçüncü âyetinde geçen "mevkûze (sopa ve benzeri şeylerle
vurulup Öldürülen hayvan)" kelimesinin kapsamına girdiğine delâlet eder.[425]
5271... Ümmü Atiyye
el-Ensariyye'den (rivayet edildiğine göre) Medine'de kızları sünnet eden bir
kadın varmış da Peygamber (s.a.) ona:
"Çok derinden kesme,
çünkü bu kadına daha çok tat verir. Kocası için de daha hoştur" buyurdu.
Ebu Davud dedi ki: Bu hadisin
manası aynı senetle Ubeydullah b. Amr vasıtasıyla Abdülmelik'den de rivayet
edilmiştir. Bu hadis sağlam değildir. Mürsel olarak da rivayet edilmiştir,
{Kavilerden) Muhammed b. Hassanın kimliği) meçhuldür. (Binaenaleyh) bu hadis
zayıftır.[426]
Hitan: Kız ve erkeği sünnet
etmek anlamına geldiği gibi, sünnet edilen yerlere ad olarak da bilinmektedir.
Örfte ise erkek çocukların tenasül organının "haşefe" denilen uç kısmının
üzerini kaplayan ve "gulfe" adı verilen deriyi yedi günlükten
itibaren bulûğ çağına kadar geçen zaman arasında kestirme işlemine
"(hıtân) sünnet ettirme" adı verilir.
Sünnet ameliyesi, tarihin
başlangıcından beri insanların bilip, İslam dini gelinceye kadar
yapageldikleri eski bir ameliyedir. İbrahim aleyhisselam'ın ilk sünnet olan kimse
olarak bilinmesi bu ameliyyenin ne kadar eski bir sünnet olduğunu ortaya
koymaktadır.[427]
Sünnet olmak vacib midir,
sünnet midir? Kelime-i şehâdette olduğu gibi müslümanla kâfiri birbirinden
ayıran bir alamet olarak telakki edilen sünnet ameliyesi bazı alimlerce vâcib[428] ve hattâ farz[429] denecek kadar mühim dini bir emir
kabul edilmiştir. Şafiîler "bulûğ yaşına ermezden önce çocuğu sünnet etmek
velisine vacibdir" derler.[430]
Bir kısım alimler de sünnet
olmadıkça mühtedinin müslümanlığınm, nakıs olacağına, sünnetsizin namazının
caiz olmayacağına, kestiğininin yenilmeyeceğine, Kabe'yi tavaf edemeyeceğine
hükmetmişlerdir.[431]
Hadis de bu hususta
"İslama girince küfür tüyünü at, sonra sünnet ol"[432] diye emreder.[433]
Biz fıkıh alimlerinin bu
mevzudaki görüşlerini bu eserimizin birinci cildinde 54 nolu hadisin şerhinde
açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.
Kızların Sünnet Edilmesi:
Kızların da sünnetinden bahs eden bir hadis-i şerifte "Hitan (sünnet
olmak) erkekler için sünnet, kadınlar için
mekrume (şeref
verici)dir."[434] denmektedir. Senedindeki zayıflığa rağmen hükmüyle amel
eden Ebu Hanife hadisin zahirine bakarak, sünnet erkekler için mendup Şafiî ise
her ikisi için de vacib olduğu hükmünü çıkarmıştır. Her halükarda sünnet
mevzuunda kadınlarla ilgili olarak da İslam alimleri farklı görüşler ileri
sürmüşlerdir. Bir kısmı bu meyanda meş-rık kadınları ile mağrib kadınlarının
fizyolojik bakımından farklı olduklarını kabul ederek maşrık kadınlarındaki
yaratılışdan gelen fazlalık sebebiyle, sünnetle yükümlü olduklarına,
öbürlerinde ise böyle bir fazlalığın bulunmayışı sebebiyle sünnetle yükümlü
olmadıklarına hükmetmişlerdir.[435]
Hafız İbn Hacer'in
açıklamasına göre müstehab olan erkeklerin sünnetini aşikâre kızlannkini ise
gizli yapmaktır.[436]
Hitan sahibini birçok hastalık
ve ihtilaftan koruyan büyük bir sıhhî tedbirdir. Dr. Fritz Kalın, Tenasül
Hayatımız adlı eserinde sünnet olmanın faidelerini şu şekilde sıralamıştır.
1. Yağ ifraz eden
gulfenin çıkartılmasıyla, bu rahatsız edici ifrazat da ortadan kalkmış olur.
2. Gulfe sürtünmelerin ve
phimoslerin önüne geçilmiş olur.
3. Tenasül hastalıklarının,
bilhassa frenginin bulaşması güçleşir. Çünkü uçdaki hassas deri parçası
hastalık mikroplan için başlıca giriş teşkil etmektedir.
4. Uzvun ucunda derinin
bulunmayışı tenasülü uyandıran teharrüşleri de ortadan kaldırır ve çocuklarda
istimna hevesi azalır.
5. Kanser hastalığının
isabetini azaltır. Çünkü gulfelerini daraltan kimselerde, kanser illeti çok
fazla görüldüğü tesbit edilmiştir. Şeriatı sünnet olmayı emreden topluluklarda
ise daha az görülmektedir.
6. Çocuklar ne kadar erken yaşta
sünnet ettirilirse yatağa işemeleri de o nisbette azalmış olur.[437]
5272... (Hamza b. Ebi Üseyd
el-Ensarî'nin) babasından (rivayet edildiğine göre) kendisi (birgün)
Rasûlullah (s.a.)'i mescidin dışında konuşurken işitmiş (ve orada Hz.
Peygamberin konuşmakta olduğunu gören) erkekler (Hz. Peygamberi daha yakından
dinleyebilmek için) yolda (Hz. Peygamber'in etrafında) bulunan kadınlarla
karışmışlar. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) kadınlara (hitaben): "Geri
çekilin, sizin yolun ortasından gitmeniz (doğru) olmaz. Size gereken yolun
kenarı (ndan yürümeniz)dir" buyurdu.
Bunun üzerine kadınlar duvara
sürtünerek yürür oldular. Hatta (yolun kenarında bulunan) duvar(lar)a
sürtünürcesine yürümelerinden dolayı elbiseleri (zaman zaman) duvar(lar)a
takılıyordu.[438]
5273... Hz. İbn Ömer'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) bir erkeğin (kendisine nikâh düşen)
iki kadın arasında yürümesini yasaklamıştır.[439]
Bir erkeğin kendisine nikah
düşen yabancı bir kadınla birlikte yollarda gezip dolaşması asla caiz değildir.
Çünkü Yüce Allah Kur'an-i Kerim'inde: "Ey Muhammedi Mü'min erkeklere
söyle, gözlerini zinadan korusunlar"[440] "Ey Mu-hammed! mü'min kadınlara
söyle gözlerini zinadan sakınsınlar...”[441] buyurmuştur.
Kendisine nikâh düşen bir
kadınla gezip dolaşan bir erkeğin o kadına bakıp, onunla konuşup hatta
gülüşmesi ise kaçınılmaz bir olaydır. Çünkü göz herşeyi kalbe ulaştıran en
büyük kapıdır.
Bu sebeple insan göz yoluyla
bir çok günahlara düşer. Çünkü bakış tebessüme, tebessüm selama, selam
konuşmaya, konuşma anlaşmaya, anlaşma da gayr-i meşru bir şekilde bir araya
gelmeye vesile olabilir.[442] Nitekim bir hadisi şerifte: "Adem oğluna zinadan
nasibi yazılmıştır. Buna kesinlikle erişecektir. Gözlerin zinası bakmak,
kulakların zinası da dinlemek, dilin zinası konuşmak elin zinası tutmak, ayağın
zinası da yürümektir" Duyurulmuştur.[443]
Bir erkeğin kendine nikah
düşen bir kadınla gezip dolaşmasından doğacak önemli sakıncalardan biri de
başkalarının onun hakkında kötü zan-da bulunmalarına yol açmaktır. Nitekim
"başkalarının itham etmelerine sebep olacak yerlerden kaçınınız"[444] hadis-i şerifi de bu gerçeği ifade
etmektedir. Ayrıca yabancı kadınlarla gezmek haya duygusunu ve mürüvveti
yitirmeye de sebep olur.
Mevzumuzu teşkil eden (5273)
nolu hadis zayıftır. Çünkü ravilerinden Davud b. Ebi Salih güvenilir bir ravi
değildir. Buhari ve İbn Hıbbân gibi hadis âlimleri onun güvenilmez bir kimse
olduğunu söylemişlerdir.[445]
5274... Hz. Ebu Hüreyre'nin
Peygamber (s.a.)'den (rivayetine göre) Aziz ve Celil olan Allah şöyle
buyurmaktadır: "Ademoğlu dehre söverek bana eziyet etmektedir. Oysa dehri
(yaratan) Benim; geceyi ve gündüzü Ben idare ederim.
İbn es-Serc (bu hadisi rivayet
ederken, Muhammed b. es-Sabah'ın rivayetinden farklı olarak) Said (den rivayet
edildi) yerine "İbn el-Müseyyeb'den (rivayet edildi)"[446] dedi.[447]
Hattâbî (r.a.) bu hadis-i şerifin
şerhinde şu görüşlere yQy vermektedir: «Bu hadis-i Şerif, Cahüiyye dönemi
araplarının başlarına gelen musibetleri dehre izafe etmelerinin yanlış
olduğunu, aslında dehre izafe edilen bütün olayların gerçek yaratıcısının
kendisi olduğunu ifade etmektedir."
Müfessir, Elmalüı M. Hamdi
efendinin açıklaasına göre "Eddehr, âlemin yaratılışından, kıyamete kadar
geçen müddet yani zaman-i küldür"[448]
Hattabî (r.a)'nin de
açıkladığı gibi hadis âlimleri metinde geçen "eddehr" kelimesinin
son harfim zamme olarak okumayı asla caiz görmemişlerdir ve gerçekte bu harf
zamme okunduğu zaman "ed-dehr" kelimesinin Allah'ın isimlerinden
biri olması lâzım geleceğini söylemişlerdir. Oysa "ed-dehr" kelimesi
burada zarf durumunda olduğu için harekesi feta olması gerekir. Buna göre de
cümlenin manası şöyledir. "Tüm zaman-ir boyunca gece ve gündüzü idare eden
benim, ben."
Hafız el -Münziri'ye göre ise
hadis-i şerifte geçen "Allah denirdir" ümlesinde mecaz vardır. Yani
"Allah dehrin yaratıcısıdır. Onu idare ien de yine Allah'dir"
demektir. Bu mevzuda Bezlü'I-Mechud yazarı a şöyle demektedir: Netice
itibariyle "Allah dehrdir" cümlesi üzerinde:
1. Bu cümledeki "ed-dehr;
müdebbir idareci" demektir. Yani bütün işdn ve olayların idarecisi ve
yaratıcısı Allah teâlâ hazretleridir.
2. "Ed-ehr"
kelimesinden önce hazfedilmiş bir "mukallib" kelimesi vardır. Bu-î
göre bu cümlenin manası şöyledir: "Allah bu dehri evirip çevirendir"
te "ed-dehr" kelimesinden önce bir "mukallib: çevirip çeviren"
kelimesi alunduğuna işaret için hemen bu cümleden sonra "ukallibülleyle
venne-âr (geceyi ve gündüzü ben evirip çeviririm)" cümlesi getirilmiştir.
Ehl-i Tahkike göre
"kainatta meydana gelen olayları gerçek manada îhre izafe eden bir kimse
kâfir olur. Fakat ağzından yanlışlıkla bu mana-i söz çıkan bir kimse kâfir
olmazsa da ehl-i küfre ait olan bir sözü aldı-
için bir kerahet işlemiş olur.
Kadı Iyaz da "Dehrin
Allah'ın isimlerinden olduğunu söyleyenlerin ı sözlerinde hikkatten bir eser
yoktur" demiştir.
Metinde geçen "Ademoğlu
bana eziyet ediyor" sözünden maksat, ıdemoğlu benim gazabını mûcib bir iş
yapmış oluyor" demektir. Çünkü ice Allah eziyet edilmekten münezzehtir.
Binaenaleyh bu sözde "kim >yle dehre. söverse Allah'ın gazabına maruz
olur" manasında bir mecaz irdir.
Binaenaleyh başa gelen
musibetler karşısında mü'min bir insana düşen emleketimizde bazı şuursuz
insanların yaptığı gibi feleği suçlamak de-1, kâinatın yegane yaratıcısının
Allah olduğunu ve bütün olayların onun lgi ve iradesi altında vukua geldiğini
düşünmek ve: "De ki: Ey Allahim ty) mülkün sahibi, sen dilediğine mülkü
verirsin, dilediğinden mül-i alırsın, dilediğini yükseltirsin, dilediğini
alçaltırsın, iyilik senin indedir. Sen herşeye kadirsin."[449] mealindeki âyet-i kerimenin ve
benrlerinin sırrına ermektir.[450]
Bütün aczimize rağmen lütfü
inayetiyle bu mübarek eseri tercüme ve şerh etmeye bizleri muvaffak eden
Rabbimize sonsuz hamd ve şükürler olsun. Bizim bu nâçiz çabamızı nezd-i
ilâhisinde makbul olan hizmetlerden kılıp, gözümüzden kaçan hatalarımızı
düzeltmeye de hâlis kullarının samimi ihtarlarını vesile kılsın. Gaffar ismiyle
hatalarımızı bağışlayıp Resul-ü zi-şan efendimizin şefaatine mazhar etsin.
Âmin.
Karaman 6.XM988.
[1] Buhari, ıtk 17; Müslim, eyman 43; Ahmed II, 20, 102,
142.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/457.
[2] A. Davudoğlu, a.g.e, VIII, 269.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/458.
[3] Ahmed b. Hanbel, V, 352, 355.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/458.
[4] Ebu Davud, edeb 5.
[5] Tirmizî, Birr 41; Ahmed b: Hanbel, I, 4,7.
[6] Münavi, Feyzü'l-Kadir, VI, 123.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/458-459.
[7] Nûr (24), 27.
[8] Nûr (24), 28.
[9] Nûr (24), 29.
[10] Taberi, Camiü'l-Beyan, XVIII. 213.
[11] Asım Efendi, Kamus, II, 873.
[12] Mücemu'l-Vasit, I, 29.
[13] Zemahşeri, Keşşaf, III, 59.
[14] Sabûnî, Ayâtü'l-Ahkâm, II, 131.
[15] Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3498.
[16] Buhârî, el-Edebü'l-Müfred, 490, 1063, h.s. 365.
[17] Duman M. Zeki, Kur'ân-ı Kerimde Adab-i Muaşeret,
346-348.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/459-461.
[18] Buharı, istizan 11: diyat 23; Müslim, edeb 42;
Tirmizi, istizan 17; Ahmed b. Hanbel, III, 239,242.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/461.
[19] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/461.
[20] Sabûnî, a.g.c. II, 156-157.
[21] Buhârî, istizan 11.
[22] Maide (5), 45.
[23] Sabûnî, a.g.e. II, 158-159.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/462-463.
[24] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/463.
[25] Nûr(24), 29.
[26] Muvatta, istizan 1.
[27] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/463-464.
[28] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/464.
[29] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/464-465.
[30] Hucurât (49), 12.
[31] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/465.
[32] Concordance bu baba numara vermemiştir.
[33] Tirmizî. istizan 18.
[34] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/465-466.
[35] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/466-467.
[36] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/467.
[37] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/467.
[38] Nûr(24), 27.
[39] Buharı, istizan 11; Ebû Davud, hadis no: 5174.
[40] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/468.
[41] Buharî, istizan 12; Müslim, edeb 33; Tirmizî, istizan
3; Muvatta istizan 2-3, Ahmed b. Hanbel, III, 2, 19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/468-469.
[42] Müslim, edeb 34.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/469-470.
[43] Müslim, adab 37.
[44] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX,
555.
[45] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/470-471.
[46] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/471-472.
[47] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/472-473.
[48] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/473.
[49] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/473.
[50] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/474.
[51] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/474.
[52] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/474-476.
[53] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/476-477.
[54] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/477.
[55] Hucurat (49), 12.
[56] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/477-478.
[57] Concordance'da bu baba numara verilmemiştir.
[58] Buharî, istizan 17: Müslim,edeb 39, Tirmizî, İstizan
IX; Ibn Mace, edeb 17; Ahmed b. Hanbel, III, 363.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/478.
[59] Müslim, Fedail 29.
[60] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/478-479.
[61] Buharî, ebedül Müfred bab 500, hadis no. 1080,11-444.
[62] Duman dr. M. Zeki, a.g.e.,s. 348-349.
[63] Buhârî, istizan 17.
[64] Nevevî, Şerhu Müslim, XIV. 135.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/479-480.
[65] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/480.
[66] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/481.
[67] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/481.
[68] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/482.
[69] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/482-484.
[70] Nur (24), 58.
[71] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili,
V, 3538-3539.
[72] Sabûnî, Kur'an-ı Kerim'in Ahkâm Tefsiri, II, 211.
[73] Fahreddin Razî, Tefsirü'l-Kebir. XXIV, 29.
[74] Sabûnî, a.g.e. 11,212.
[75] Taberî, Camiül-Beyan, XVIII, 163.
[76] Nur (24), 58.
[77] Nisa (24), 8.
[78] Hucurat (49), 13.
[79] Karlığa Dr. Bekir ve Çetiner Dr. Bedreddin,
Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsiri, XI, 5963.
[80] Bezlü'l-Mechud, XX,131.
[81] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/484-486.
[82] Buhârî. iman 20, istizan 8; Müslim, iman 93; Tirmizî,
sıfatül-Kıyame 54; istizan I; İbn Mace, mukaddime 9; edeb 11, Ahmed b. Hanbel,
1,65, 167, II, 391, 446, 446, 477, 495, 512.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/487.
[83] Âsim efendi, Kamus Tercemesi, IV, 339.
[84] Dâvudoğlu, A., Sahih Müslim, I. 297-298.
[85] Yeniçeri, Celal el-İhtiyar Tercemesi, 304.
[86] er-Razî, Tefsirü'l-Kebir, X, 211.
[87] Buharı, istizan 8; Müslim, libas 3.
[88] Tirmizî, kıyame 43; İbn Mâce, ikame 174; Darimî, sala
156, istizan 4; Ahmed b. Hanbel V, 451.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/487-488.
[89] Buhârî, istizan 9, iman 6, 20; Müslim, iman 63; İbn
Mâce, et'ime 1; Nesaî, iman 12; Ahmed b. Hanbel, 11,169-170, 196,295,
323,324,391,442,495,512.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/489.
[90] Aynî, Umdetü'l-Kari, I, 135-136; M. İbn Allan,
Delilü'l-Fatihin, II, 330.
[91] Aynî, a.g.e. 1-137.
[92] Davudoğlu. A., Sahih-i Müslim, I, 255.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/489.
[93] Ebû Davud, 5206 nolu hadis.
[94] er-Razî a.g.e. X, 214, el-Makdisî, Adabüşşeria fil,
389; Bilmen, Ömer Nasuhî, Büyük İslam İlmihali, 470.
[95] Avnu'l-Mabud XVI, 102.
[96] Buharı, el-Edebu'1-Müfred, terc. A-Fikri Yavuz II.
273.
[97] Aynî,a.g.e. I, 138.
[98] Ebu Dâvud, tahare 8,17.
[99] Râzî, a.g.e. X, 214; Kurtubî, el-Cami V, 204.
[100] Gazalî, İhya, I, 139.
[101] Bursevî. Ruhu'l-Beyan, II, 252.
[102] Razî, a.g.e., X, 241; Kurtubî, a.g.e. III, 409.
[103] Râzî, a.g.e. ve Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, aynı
yer.
[104] Duman Dr. Z. a.g.e. 323-324.
[105] İbn Abidin, Reddü’I-Muhtar V, 265 Beyrut.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/490-491.
[106] Tirmizî, istizan 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınevi: 16/491-492.
[107] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/492.
[108] İbn Abidin, Reddü'l-Muhtar, V, 266.
[109] Fetavây-i Hindiyye, V, 325.
[110] Heytemî, Mecmeuzzevâid, VIII, 30-31.
[111] Nisa (4), 86.
[112] Bursevî, a.g.e. II, 251; Râzî, a.g.e., X. 211;
Kurtubî, el-Cami, V, 299.
[113] Hûd (1l), 73.
[114] Razi a.g.e. X, 212; Kurtubî, a.g.e. IX, 70.
[115] Harf-i tarifsizlere misal: er-Ra'd (3), 24; es-Saffat
(37), 17; Harf-i tarifliye de; Tâha (20), 47 ile Meryem (19), 33 âyetleri
gösterilebilir.
[116] Râzî, a.g.e. X-212.
[117] İbn Abidin, Red dü'l-Muhtar. V, 266; Fetavay-i
Hindiyye, V, 325.
[118] Tirmizî, istizan 7.
[119] Duman M. Zeki a.g.e. 319.
[120] Duman M. Zeki a.g.e. 319.
[121] Nur (24), 62.
[122] Tirmizî, istizan 15.
[123] Sünen-i Ebu Davud, 5196 nolu hadis.
[124] Buhari, istizan 5; Ebu Davud 5198, 5199 nolu
hadisler.
[125] Müslim, selam 5.
[126] Ebû Davud, 5205 nolu hadis.
[127] Ebû Davud,.5205 nolu hadis.
[128] Buharı, istizan 24.
[129] Taha (20). 47.
[130] Razî, et-Tefsir-i Kebir, X, 215-216.
[131] en-Nisa (4), 86.
[132] Duman M. Zeki, a.g.e. 320-323.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/492-495.
[133] Tirmizî, istizan, 6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/496.
[134] Mâide (5), 48; Bakara (2), 148.
[135] Razî, a.g.e. X-2l4.
[136] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/496.
[137] Buhari, istizan 4-7. Müslim, selam 1, edeb 42;
Tirmizî, istizan 14; Ahmed b. Hanbel, III. 44. VI-19- 20.11-325, 510; Darimî,
istizan 6; Muvatta selam 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/497.
[138] Davudoğlu, A.. Sahih-i Müslim, IX, 564.
[139] Nur (24), 61.
[140] İbn Abidin, XV, 521 terc, Mazhar Taşkesenlioğlu.
[141] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/497-498.
[142] Buharî, istizan 4-7; Tirmizi, istizan 14; Darimî
istizan 6; Muvatta, selam; Ahmed b. Hanbel.II, 325,510, VI,19-20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/498.
[143] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/498.
[144] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/499.
[145] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/499.
[146] Buhari, savm 11, eyman 20, mezalim, 25, nikah 83, 9J,
talak 21, libas 31; Müslim, talak 30-31, 34.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/499-500.
[147] Buharı, nikah 83, 91; Müslim. Ulak 34.
[148] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/501-502.
[149] Buharî, istizan 15; Müslim, selâm 15; Tirmizi,
istizan 8; İbn Mace, edeb 14; Darimî, istizan 8; Nesâi, Amelu'l-Yevmi, s. 286.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/502.
[150] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/502.
[151] Davudoğlu, a.g.e. IX, 576.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/502.
[152] İbn Abidin,
Reddü'l-Muhtar, V, 265 Beyrut.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınevi: 16/503.
[153] Tirmizî. istizan 8; İbn Mace edeb 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/503-504.
[154] el Cezerî, Kitabül Fikh ala'l-Mezahibi'l-Erbea, II,
51.
[155] Hatipoğİu. H. Sünen-i İbn Mâce Terceme ve Şerhi, IX,
489-490.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/504.
[156] Müslim, selâm 13; Tirmizî, istizan !2, siyer 41;
Ahmed b. Hanbel. II-263. 459, 525.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/505.
[157] Aliyyü'l Kari, Mirkatu'i-Mefatih, IV, 556.
[158] a.g.e ve yer.
[159] İbn Abidin, Reddu’l-Muhtar. V, 265, Beyrut.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/505-506.
[160] Mücadele (58), 22.
[161] Aliyyü'l Kari, a.g.e., IV, 556.
[162] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/506-507.
[163] Buharî, istizan 22, mürteddin 4; Müslim, selâm 6-8;
Muvatta, selam 3; Tirmizî, siyer 40; İbn Mâce. cdeb 13; Ahmed b. Hanbel, II, 9,
19,58, 114,111, 192,289.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/507.
[164] Tirmizî. siyer 40.
[165] Nesaî, amelül yevmi hadis nu. 378, 379, 381-382, 286
Beyrut.
[166] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/507-509.
[167] Buharı, İstizan 22; Müslim, selam 6-8; İbn Mâcc, edeb
13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/509.
[168] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/510.
[169] Tirmizî, isiizan 15; Ahmcd b. Hanbel, II, 230, 287,
439.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/510.
[170] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/511.
[171] Tirmizî, istizan 28; Nesâî. Amelülyevmi ve'1-leyleti,
280-281; hadis nu: 317-318. Beyrut 1985.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/511.
[172] İbn Abidin, XV, 520 Şamil Yayınları.
[173] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/511-512.
[174] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/512-513.
[175] Aliyyü'l-Kârî, Mirkatu'l-Mefatih, IV. 561.
[176] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/513.
[177] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/514.
[178] Tirmizi, istizan 31; Ahmed b. Hanbel, IV, 289, 303;
İbn Mâce, edeb 15.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/514.
[179] Mütercim Asını, Kamus Tercümesi, I, 490.
[180] A. Kâri, Mirkatu'l-Mefatih, IV, 574.
[181] a.g.e.
[182] Bezlu'I-Mechud, XX, 148; Azimâbadî, Avnu'l-Mabud,
XIV, 118-119; Ahmed b. Hanbel, IV, 189.
[183] el Müttakî. Kenzu'l-Ummal, IX, 131, hadis nu. 25347.
[184] Buharı, istizan 28.
[185] a.g.e.
[186] Ahmed b. Hanbel, V, 78-79.
[187] Tirmizî, deavât 74.
[188] İbn Abidin. Reddu'l-Muhtar, II, 166.
[189] İbn Âbidin, V,244.
[190] Gümüşhanevî, Ziyaüddin, Levamiu'1-Ukul, I, 233.
[191] Tuhtefül Ahvezî, VII, 518-520.
[192] Bezlu'l-Mechud, XX,147.
[193] Tanavî, İ'lâu's-Sünen, XVII,432.
[194] Aliyyü'l Kâri, Mirkatu'l-Mefatih, IV, 576;
Hakimii't-Tirınizî, Nevâdirü'I Usûl, 245.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/514-517.
[195] Muhammed İbn Allan, el-Futuhatürrabbaniyye, V,
397-399.
[196] Aliyyü'l Kari, Mirkalül Mefatih 1V-574-575.
[197] İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar, V, 244.
[198] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/517-518.
[199] Buharî, megazî 74; Müslim, iman 82, 84, 89; Tirmizî
menakıb 71; Darimî, mukaddime 14; Ahmed b. Hanbel, II, 235, 252,258, 267,277,
380, 474, 480, 488, 502,541, III, 105, 155, 18, 212,223,251,262, IV-154.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/519.
[200] Buharı, istizan 27.
[201] Buharı, megüzi 79; istizan 27; Müslim, tevbe 53; Ebu
Davud, cihad 16; Ahmed b. Hanbel, III, 459.
[202] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/519.
[203] Ahmed b. Hanbel, V, 162, 168.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/520.
[204] Tevbe(9), 34.
[205] Hz. Zeyd'in olayı için bk. Tirnıizî, istizan 32; Hz.
Gâfer'ihki için de bk. Müstedrek, I, 319, II, 211; Aynî, Binaye IX, 318-320;
İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar, V, 244.
[206] Tirmizî, istizan 31: Ahmed b. Hanbel. V, 162.
[207] İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar, V, 244, Aynî, Binaye, IX,
322.
[208] Bezl, XX, 151.
[209] Tirmizî, istizan 31.
[210] Aynî, el-Binaye, IX, 317.
[211] Ebû Dâvud, libas 8.
[212] Ebû Dâvud, libas 8.
[213] et-Tahanevî, İ'laüssünen, XVII, 426, özetle.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/521-523.
[214] Buhârî, ıtk 17, istizan 26; Ahmed b. Haııbcl, III, 22,
71, V1-I42; Müslim, cihad. 64.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/524.
[215] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/524.
[216] Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim Terceıne ve Şerhi,
VIII, 532.
[217] Müsned, VI, 142.
[218] Tirmizî, istizan 31; Ahmed b. Hanbel, V, 162.
[219] Bezlu'l-Mechud, XX, 154.
[220] İ'laüssünen, XVII, 427-428.
[221] a.g.e.s. 430.
[222] İbn Abidin.Reddu'l-Muhtar, V, 246.
[223] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/524-528.
[224] Buharı Fezailüssahabe 27, edeb 70; Tirmizî, menakıb
37, 60.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/528-529.
[225] el-Mübârekfûrî, Tuhfetu'l-Ahvezi, X, 373.
[226] a.g.e.
[227] İ'laü's-Sünen, XVII, 429.
[228] Aliyyü'i Kârî, Miftahu'l-Mefatih, IV, 579.
[229] İbn Abîdin, Reddu'i-Muhtar, V, 245.
[230] Askalanî, Fethu'1-Bâri, XIII, 296.
[231] a.g.e. ve yer.
[232] Gızau'l-Elbâb Şerh Manzumeti'1-Âdab, I, 287.
[233] İbn Abidin, V, 245.
[234] İ'laüsünen, XVII. 426.
[235] Taşkesenlioğlu, Mazhar, İbn Abidin, XV, 430.
[236] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/529-530.
[237] Buharî, edeb 17, 27; Müslim, fedail 65; Tirmizî, birr
12; Ahmed b. Hanbei, II, 228, 241, 269,514.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/531.
[238] Davudoğlu, Ahmed, Sahih Müslim Terceme ve Şerhi, X,
100-101.
[239] Aliyyü'l Kâri, Mirkatu'l-Mefatih, IV, 575.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/531-532.
[240] Buharî, tefsir Nur 24/5, II; Müslim, tevbe 56; Ahmed
b. Hanbel, VI, 60, 103, 197.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/532.
[241] Nûr(24), II.
[242] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/532.
[243] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/533.
[244] et-Tehânevî, Ali Eşref, İ'laüssiinen, XVII, 426.
[245] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/533.
[246] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/533.
[247] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/533-534.
[248] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/534.
[249] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/534.
[250] Tirmizi, cihad 36; İbn Mâce, edeb 16; Ahmed b.
Hanbel. 11,7, 86, III.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/535.
[251] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/535.
[252] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/536.
[253] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/536.
[254] Aynî, Binaye, IX, 326.
[255] Bilmen Ö. N. Hukuku Islamiyye Kamusu, III, 83.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/537.
[256] Müslim, iman 25-26; Tirmizî, birr 66; Ahmed b.
Hanbel, III, 23.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/537-538.
[257] Bursevî, İ. Hakkı Ruhu'l-Beyan, X, 226.
[258] A. Kâri, Mirkatu'l-Mefatih, IV, 279.
[259] Et Tehânevî A. Eşref, İ'lamüssünen, XVII, 426.
[260] Ebû Dâvûd, 2140 nolu hadis.
[261] Taşkesenlioğlu, Mazhar, İbn Abidin, XV, 435.
[262] Aynî, el-Binaye, IX, 328; Darül Fikir 1981.
[263] Mirkatu'l-Mefatih, IV, 729.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/538-540.
[264] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/541.
[265] M. Zihni, el-Muktazab, 164.
[266] M. Zihnî, el-Müntehab, 436.
[267] Bakara (2). 184.
[268] Saffat (37), 107.
[269] Buharı, edeb 104.
[270] İbn Hacer,Fethu'l-Bari, XIII, 188-189, Mısır 1959.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınevi: 16/541-542.
[271] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/543.
[272] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/543-544.
[273] Tirmizî, edeb 13; Ahmed b. Hanbel. IV, 91, 93.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/545.
[274] Mirkat'l-Mefatih, IV, 583.
[275] İbnü'l Hacer, Fethu’I-Bâri. XIII, 293.
[276] Müslim, sala 84.
[277] Avnü'l - Mâbud, XIV, 143.
[278] Fethu'l-Bâri, XIII, 290. Mısır 1959.
[279] a.g.e. XIII-293.
[280] İ'laussünen. XVII. 429.
[281] İ'lâussünen, XVII. 430.
[282] Müslim, sula 84.
[283] İ'laüssünen, XVII, 428.
[284] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/545-549.
[285] Müslim, sahi 84; İbn Mâce, Dua 2; Ahmed b. Hanbel, V,
253-256.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/549.
[286] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/549.
[287] Müslim, mesacid 311: Ebu Davud, sala 11; Nesâi.
mevakit 53; tbn Mâce, sala 10; Tirmizi. mevakit 16; Ahmed b. Hanbel, V, 298.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/550.
[288] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/550.
[289] Nesaî, Amelül yevmi velleyleti, 300.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/550-551.
[290] Buharı, istizan 19; Müslim, fedail 90; Tirmizî,
istizan 5; İbn Mâce, edeb 12; Nesaî, Amelülyevmi, 301.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/551.
[291] Taşkesenlioğlu Mazhar, İbn Abidin Tercemesi, XV, 518,
(Şamil Yayınevi).
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/551-552.
[292] Ahmed b. Hanbel. V, 286.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/553-554.
[293] Tevbe(9),25.
[294] Ahmed ibn Hanbel, V, 286.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/554.
[295] İbn Mâce, menasik, 56.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/555.
[296] Hatipoğlu Haydar, İbn Mace Tercümesi ve Şerhi, VIII,
263.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/555-556.
[297] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/557.
[298] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/557.
[299] Bu bahse burada yer vermeyeceğiz.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/557-560.
[300] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/560.
[301] Hz. Peygamber bazı sahih hadislerde, uğursuzluk
addetmeyi, (teşâum) reddettiği halde (bak. Müslim. Selâm 110-1 14 (4. 1745-46,
2223-2224 HI.) burada uğursuzluktun bahsetmesi âlimler arasında münâkaşa
vesilesi olmuştur. Hatifi Hattâbî ve diğer birçokları, bu üç şeyde uğursuzluk
çıkarmanın nehycdildiğini (Mealim IV. 236) anlamışlardır. Onlara .göre bu üç
nesneden sahiplerinin memnuniyetsizlikleri söz konusu olabilir. Bu durumda
talak ve satış yoluyla halâs olması gerekir. Bâzılarına göre de kadının
uğursuzluğu kısır oluşu; kötü dilli oluşu: bineğin uğursuzluğu huysuz, oluşu
üzerinde cihâd edilmemesi vs. dir.
[302] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/560-562.
[303] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/562-565.
[304] Evin genişliği, bugünkü sosyologlara göre sâdece
içerisinde yaşayanların sayısına değil, yaşayanın ikîisâdî durumuna da
bağlıdır. Meselâ Fransa'da bekar yaşıyan bir kimse için 14m2'dir. Keza
Amerika'da iki kişi için 67 m2, üç kişi için 90 m2 dört kişi için 103 m2
Ees-bit edilmiştir. (Famillc ei Habitation.l, 108), Oda sayısının tesbîti için
de: "Eveveyn için bir yatak odası, -ailenin durumuna göre- evde kalan
diğer nüfustan her ikisi (veya her biri) için birer oda. Diğer kısımların
(oturma odası, gusulluıne, mutfak, hela...) sayı ve genişliği evde kalanların
sayısına göre değişir" denmektedir, (a.e. 1.109.)
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/566.
[305] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/566-567.
[306] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/568.
[307] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/568-569.
[308] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/569-570.
[309] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/570-574.
[310] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/574.
[311] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/574-575.
[312] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/575.
[313] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/576.
[314] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/576.
[315] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/576.
[316] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/576-577.
[317] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/577-578.
[318] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/578-579.
[319] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/580-582.
[320] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/582.
[321] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/582-584.
[322] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/584.
[323] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/585-586.
[324] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/587.
[325] İbn Hacer'in Kuhubî'deh "Nebaf (ehlinin)
kibarlaşması ve şehirlerde kasırlar edinme leri dînin inkılâba duçar
olmasıdır" hadisi üzerine naklettiği .şu İzahı, enteresan olduğu için
aynen naklediyoruz: "Hatİîsdcn maksûd ehl-i bûdiyçnın (köylülerin) amme
işlerini (el-emr) istilâ etmeleridir. Memlekete zorla hâkini olurlar. Bunların
(böylece) malları çoğalır. himmetleri (yüksek apartmanlar insansıyla) bina
yarışma ve bununla tefâhura yönelir. Bu duruma içinde bulunduğumuz şu devir,
şehâdcl etmekledir; (F.B. I. 131). Merhum Prof. Hamdı Râgıh Atadcınir bir
vesile ile Cibril hadisinde geçen "lelavüiü'I-Bünyan" tabiriyle
günümüzün demokrasi sistemine ve bunun manızı laral'ma delâlcî etliğini
söylemiştir. Aynı hadîsi Mubâreklıirî de: "Bu hadis köylü ve benzeri
ihtiyâç sahiplerinin dünyalık yönüyle zenginleşerek binalar yaptırmak sureliyle
birbirlerine karşı böbürleneceklerine delâlet eder" der.
[326] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/587-589.
[327] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/589-592.
[328] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/593.
[329] A. Meşru meskende aranan şartlar şunlardır:
[330] Cânân Doç. Dr. İbrahim, Kütüb-i Sitte Muhtasarı, III,
179-216.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/593-594.
[331] Tirmizî, zühd 25; İbn Mâce, zühd 13; Ahmed b. Hanbel,
II, 161.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/595.
[332] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/595.
[333] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/596.
[334] Tirmizî, kıyame 39; İbn Mâce, zühd 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/596-597.
[335] Beziüzzaman Said Nursî, Lem'alar, 134.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/597.
[336] Ahmed b. Hanbel, V, 445.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/598.
[337] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/598.
[338] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/599.
[339] İbn Esir, en-Nihaye, II, 353-354 ve biraz sonra
gelecek olan 5241 no'Iu hadis.
[340] Buharı, cenâiz 8-9, 13, 15, 18 20-21, sayd 20-21;
Müslim, Hacc 93, 94, 96-97, 99, 100-102 Ebû Davud, tahare 129-130, cenaiz 29,
80; Tirmizî, cenaiz 15.
[341] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/600-601.
[342] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/601.
[343] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/601.
[344] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/601-602.
[345] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/602.
[346] Müslim, zekat 54; Ahmed b. Hanbel; V, 354, 359.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/603.
[347] Buharî, sulh II, cihad 72, 128; Müslim, müsafirin 84,
zekât 56; Ebu Davud, tetavvu 12; Ahmed b..Hanbel, 11,316,328.
[348] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/604.
[349] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/604.
[350] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/605.
[351] A.g.e.V, 178.
[352] A.g.e. V, 178.
[353] Müslim, salatül müsafirin 84.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/605-606.
[354] Müslim, birr 127.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/607.
[355] Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, X,
583-584.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/607.
[356] Buharı, istizan 49; Müslim, eşribe 100; Tirmizî,
et'ime !5; İbn Mace, edeb 46; Ahmed b.Hanbel, II, 7-8,44, 78.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/608.
[357] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/608.
[358] Buharı, eşribe 22, beclu'1-halk 11, 16; Müslim,
eşribe 96-97; Tirmizi, et'ime 15; İbn Mace,eşribel6; Muvatta, sıfatünnebiyy 21;
Ahmed b. Hanbel, II, 363, II, 301, 374, 386, 395, V, 82, 262.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/608-609.
[359] Buharı, bedu'l-halk 16, istizan 49; Tirmizî, edeb 74,
Ahmed b. Hanbel, II, 388.
[360] Müslim, eşribe 96.
[361] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/609.
[362] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/610.
[363] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/610.
[364] Bakara (2), 19.
[365] Aliyyül Kâri, Mirkatül-Mefatih, IV, 349.
[366] A'raf (7), 24.
[367] Karlığa. Dr. Bekir, Hadislerle Kur'an-ı Kerim
Tefsiri, VI, 2925.
[368] Buharî, Bedu'l-halk 14.
[369] Umdetu'1-Kari, XV, 189.
[370] 5260 nolu hadis-i şerife bakınız.
[371] Medine'de Müslümanlığı kabul eden cinniler için bk.
5258 nr. Hadise.
[372] Davudoğlu, A., Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX,
693.
[373] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/610-612.
[374] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/612-613.
[375] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/613.
[376] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/613.
[377] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/613.
[378] Buharı, bedû'1-halk 14; Müslim, selam 128-129;
Tirmizi, sayd 15; Ahmed b. Hanbel, II, 9, 121; III, ,452, 453, VI, 157,230.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/614.
[379] a.g. kaynaklar.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/614.
[380] Davudoğlu, A., Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX,
693.
[381] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/614-615.
[382] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/615.
[383] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/615.
[384] Bknz. 5253 nolu hadis.
[385] Aynî, Umdetü'l-Kari, XV, 189.
[386] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/616.
[387] Ahmed b. Hanbel, III, 27.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/616-617.
[388] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/617.
[389] Müslim, selam 139; Tirmizî sayd 15; Ahmed b. Hanbel,
II, 41.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/617-619.
[390] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/619.
[391] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/619.
[392] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/620.
[393] Tirmizî sayd 15.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/620.
[394] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/621.
[395] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/621.
[396] Buharî, bedü'l-halk 15, enbiya 8; Müslim, selam 142.
144; Nesâî, men'asik 115; İbn Mace. sayd" 12; Darımı, edahi 72; Ahmed b.
Hanbel, I. 176. VI. 421. 426.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/622.
[397] Müslim, selam 146; Tirmizî, sayd 12; Ahmed b. Hanbel,
I, 420, II, 355.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/622.
[398] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/622-623.
[399] Mütercim Asım, Tercümetu'l-Kamus, II, 722;
el-Mu'cemu'l-Vasit s. 1029., Çağrı Yayınları, 1986.
[400] Abdurrahman ibn İbrahim eterdi, tere.
Hayatu'l-Hayvan, II, 308.
[401] a.g.e. 11,310.
[402] İbn Mâce, .sayd 12; Ahmed b. Hanbel, VI, 83, 109,
217.
[403] A.b. İbrahim tere. Hayatu'l-Hayvan, II, 308.
[404] es-Seharenfuri, Bezlü'I-Mechud, XX, 202.
[405] Azimabadî. Avnü'l-Mabud, XIV, 174.
[406] Müslim, sayd 57, Ebu Davud, edahi 11; Tirmizî diyat
14; Nesâî, Dahaya 22, 26-27,45, 51-54, İbn Mâce, zebaih 3; Darımı, edahi 10.
[407] Bakara (2), 148; Ali İmran (3), I 14.
[408] Müslim, selam 147.
[409] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/623-625.
[410] Müslim, selam 149.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/626.
[411] Buharî, cihad 153, Nesaî, sayd 38, İbn Mâce, sayd 10;
Ahmed b. Hanbel, II, 403.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/626.
[412] Nisa (4), 40.
[413] İbn İbrahim tere, Hayatu'l-Hayvan, II, 9.
[414] Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX,
699.
[415] Bezlu'l-Mechud, XX, 206.
[416] A. İbn İbrahim, a.g.e. 11,258.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/627-628.
[417] İbn Mâce, sayd 10; Darimî, edahi 26; Ahmed b. Hanbel,
I, 332, 347.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/628.
[418] A. İbn İbrahim, a.g.e. II, 259.
[419] Hatipoğlu, H., Sünen-i İbn-i Mace Terceme ve Şerhi,
VIII, 583.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/628-629.
[420] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/629-630.
[421] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/630.
[422] Nesaî, sayd 36.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/630.
[423] A. İbn İbrahim, a.g.e. II, 120-121.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/630.
[424] Buharî, edeb 122, teftir sure 48/5; Müslim, sayd 54;
Ebû Davud, diyat 19; Nesaî, kasame 40; İbn Mace, sayd 11, mukaddime 2; Darimî,
mukaddime 40; Ahmed b. Hanbel, IV, 86, V, 46, 54-57.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/631.
[425] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/631.
[426] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/632.
[427] Duman M. Zeki, Adabı Muâşere, 383.
[428] Nevevî, Şerhü Müslim.
[429] Aynî, Umdetü'1-Kari, XXII, 45.
[430] Nevevî, Şerhu Müslim, III, 148.
[431] el-Mubarekfurî, Tuhfetu'l-Ahvezi, VIII, 35.
[432] Sünen-i Ebu Davud, tahare 128.
[433] Cana, Doç. Dr. İbrahim, Hz. Peygamberin Sünnetinde
Terbiye, 89-90.
[434] Aliyyül Kâri, Şerhu Ayni'I-İIim, I, 245.
[435] Canan. İbrahim, a.g.e. s. 91.
[436] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/632-634.
[437] Duman Dr. M. Zeki, Kur'an-ı Kerimde Adabı
Muaşeret, s. 385.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/634.
[438] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/635.
[439] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/635.
[440] Nur (24), 30.
[441] Nur (24), 31.
[442] M.A Sâbûnî, Kur'an-i Kerim'in Ahkam Tefsiri,
(Çeviren, M.Taşkesentioğlu) II, 165.
[443] Buharî, istizan 12, kader9, kader20-201; Ebu Davud,
nikah 2152 ve 2153 nolu hadisler.
[444] Aclunî, Keşfü'l-Hafa, I, 44.
[445] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/636.
[446] Buharî, tefsir 45/1, tevhid 35, Müslim, elfaz 2, 3;
Ahmed b. Hanbel, II, 238, 272.
[447] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/637.
[448] Yazır M. Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, V, 4322, VIII, 5492.
[449] Ali İmran (3), 26.
[450] Hafız İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihâye, 1, 23.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/637-638.