4. Fitne Esnasında Çöle Çekilmeye
Ruhsat
5. Fitne Esnasında Savaşmaktan Nehy
6. Mü'mini Öldürmek Çok Büyük
Günahtır.
Fiten: kelimesinin
tekili (müfredı) olan fitne: Meşakkat, sıkıntı, rezlet ve azap mânâlarındadır.
Fitnenin aslında,
imtihan mânâsına olduğu daha sonra meşakkat ve imtihanın götürdüğü kötülük
mânâsında kullanıldığı söylenmektedir. Bilahare bu kelime, küfür, günah,
rüsvayhk ve fisk-ü fücurdan her türlü kötülük için kullanılmaya başlanmıştır.
Ayrıca insanlar
arasında vuku bulan ihtilâf, düşmanlık ve kavga mânâsında da kullanılmaktadır.
Şu âyet-i kerimede, fitne bu son mânâda kullanılmaktadır.
"Öyle bir
fitneden sakınınız ki, o hiç de sizden sadece zulmedenlere dokunmakla
kalmaz"[1]
Bu âyetteki fitneden
maksat, ümmetin birlik ve beraberliğini bozan ve zararı suçlu suçsuz herkese
dokunacak olan ihtilâf ve tefrikadır.
Zübeyr b. el-Avvem
(r.a) Cemel Vak'ası meydana geldiğinde, "Hiç şüphem yok ki bu âyet, bu gün
şu vaziyette bulunan müslümanlar hakkında nazil olmuştur." demiştir.
Melâhim; Melhame
kelimesinin çoğuludur. Melhame, savaş meydanı demektir. Savaş meydanına bu
ismin verilmesine sebep ya bu meydanda "lahm " etin bol bulunması,
yada elbisenin " "(lühme) ve
sedasının (argaç ve direzisinin) biri birine girdiği gibi, insanların savaşta
birbirine girmesidir. Ama birinci mânânın daha münâsip olduğu söylenmektedir.
Kamûs'ta melhamenin
büyük vak'a olduğu kaydedilir.[2]
4240...
Huzeyfe b.el-Yeman) (r.a) şöyle demiştir:
Rasûlullah (s.a)
aramızda ayağa kalktı ve o zamandan kıyamete kadar ne olacaksa hiç bir şey bırakmadan
hepsini haber verdi.
Onun Öğrenen öğrendi,
unutan unuttu. Onları Rasûlullah'm şu sâhâbî-leri bilir. Bir adam birinden
ayrılıp da sonra tekrar gördüğünde onu tanıyıp yüzünü hatırladığı gibi ben de
RasülullalVın bu söylediklerinden bir-şey meydana geldi mi hemen hatırlıyorum.[3]
Hadîsin, Buharı ve
Müslim'deki rivayetlerinde Huzeyfe (r.a) Rasûlullah'in söylediklerinden unutmuş
olduğu bir şeyi gördüğü zaman, bir adamın kendisinden uzağa giden birini gördüğünde
hatırladığı gibi hatırladığını söylemiştir.Ebû Davud'un rivayetinde ise,
Huzayfe'nin olan hadisleri hatırladığı söylenmekte, fakat onları unutmuş
olduğundan bahsedilmemektedir.
Hâdis-i şerifte
görüldüğü üzere Hz. Peygamber (s.a) birgün ashabı içerisinde ayağa kalkmış ve
o andan itibaren kıyamete kadar meydana gelecek ne kadar fitne varsa hepsini
haber vermiştir. Sahâbîlerden bir kısmı, Rasûlullah'ın söylediklerini öğrenip
zapt etmiş bir kısmı ise unutmuştur. Huzeyfe (r.a) de efendimiz'in söylediklerinin
bazısını unutmuştur, ama hadiseler vuku buldukça hemen onları hatırlamaktadır.
Sahîh-i Müslim'deki
başka bir rivayette Huzeyfe (r.a) Rasûlullah'ın başkasına söylemediği bazı
şeyleri kendisine söylediğini ve kendisinin kıyamete kadar olacak hadiseleri
herkesten daha iyi bildiğini söylemiştir.
Yine Müslim'in, Ebû
Zeyd'den yaptığı başka bir rivayette Efendimiz, bu hitabesi için sabah
namazından sonra minbere çıkıp Öğlene kadar konuşmuş, "öğle namazı için,
inmiş, namazdan sonra yine çıkıp ikindiye kadar tekrar konuşmuş, ikindiden
sonra tekrar minbere çıkıp güneş balınca-ya kadar konuşmasına devam etmiştir.[4]
Hâdis-i şerif,
Rasûlullah (s.a)'in ilminin kemâline, Huzeyfe (r.a)'in Efendimiz'in ilmine
gösterdiği ihtimama ve fitnelerden kaçındığına delâlet etmektedir.
Bazı sapık mezhep
sâlikleri bu hadisi delil alarak Hz. Peygamber (s.a)'in gaybı bildiğini iddia
etmişlerdir, ama bu doğru değildir. Çünkü gaybı Allah'tan başka hiç kimse
bilemez. Peygamberler, ancak Allah'tan aldıkları vahiyle bu bilgileri haber
verirler.
Allah teâlanın
kendisim "(aİimü'î ğayb)
"gaybı bilen" diye vasıflandırması buna delildir. Nitekim bir
âyet-i kerimemde Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır:
"Gaybi bilen
Allah, gayba kimseyi müttalî kılmaz. Ancak peygamberlerden bildirmek istediği
bunun dışındadır."[5]
Gaybı Allah'tan başka
hiçbir kimsenin bilemeyeceğini isbat sadedinde Aliyyü'l Kâri El - Fıkhu'l-Ekber
Şerhi'nde şunları söylemektedir.:
"Peygamberler,
Allah'ın zaman zaman kendilerine bildirdiklerinin dışında gaybdan birşey bilmezler,
Hanefîler, Rasûlullah'ın gaybı bildiği inancında olanın kafir sayılacağını
açıkça söylemişlerdir. Çünkü bu inanç "Deki Göklerde ve Yerde gaybı
Allah'tan başka bilen yoktur"[6]
Ayet-i kerime'sine
zıttır. Ulemâdan birisi, gaybı bilmenin Allah'a has bir bilgi oluşunun zarûrati
dinnîyeden olduğunu söyler. Bu husustaki nasslar çoktur. Bunlardan bazıları şu
ayet-i kerimelerdir.
"Gaybın
anahtarları O'nun katındadir, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı
bilir.[7]
"Kıyamef'vaktini
bilmek ancak Allah'a mahsustur, yağmuru o indirir,[8]
Bu âyetler Allah'tan
başka hiç bir kimsenin gaybı bilemeyeceğini gösterir. Onun için, Allah'tan
başka birisinin gaybı bildiğini söylemek caiz değildir. Nitekim Rasûlullah
(s.a) yanında söylenen bir şiirde "Aramızda yarın ne olacağını bilen Nebî
var.." denilince bunu söyleyeni kınamış ve "Bunu bırak, başka şey
söyle." buyurmuştur.
Netice şudur;
Allah'tan başka kimse gaybı bilemez. Ancak vahiy ve ilham yoluyla Allah'ın
bildirmeyi dilediği kişiler bilebilirler. Ama bu Allah'ın bildirmesi iledir.
Aliyyü'l Kârî'nin bu
istidlal ve sözleri Allah'dan başka hiç kimsenin gaybı bilemeyeceğini açıkça
göstermektedir.
Hattâ Peygamberler
bile bu hükmün dışında değildirler. Durum böyle olunca fala ve falcıların
söylediklerine inanmak asla caiz değildir.
Bu inanç, kişinin
küfrüne sebep olup Allah'ın varlığını, Hz. Peygamber'in haberlerini, ahireti
akıllarına aldıramayan, gördüğünden başka bir şeye inanmadığını söyleyen örümcekli
kafaların, fala inanması, gazetelerdeki falları takip etmesi son derece hayret
verici bir şeydir,
Hanefî fukuhasından
İbn. Nüceym'in Bahru'r-Raîk adındaki fıkıh kitabındaki şu sözleri de Aliyyü'l
Kârî'nin söyledikleri ile aynı istikamettedir.
"Bir kimse
Allah'ı ve Rasûlü'riû şahit tutarak evlense nikâh sahîh olmaz ve bunu yapan
kâfir olur. Çünkü bu Rasûlullah'ın gaybi bildiğine inanmaktır."[9]
1. Gaybı
Allah'tan başka kimse bilmez. Ancak Allah (c c) bilinmesini istediği şeyleri Peygamberlerine
vahy yoluyla bildirir.
2. Yetkili
kişinin fark ettiği tehlikeleri teb'âsına haber vermesi meşrudur.[10]
4241...
Abdullah (b. Mes'ud) (r.a)'den; Rasûlullah'ın (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
Bu ümmtte dört tane
fitne meydana gelecektir. Onların sonunda yokluk vardır.[11]
Tahric: Sadece Ebu
Davûd rivayet etmiştir.[12]
Hâdis-i Şerifi, İbn
Mes'ud'dan rivayet eden sahabî'nin ismi mechûl'dür. Bu hal hadisin sıhhati açısından
bir kusurdur.
Hadis-i şerifte
Rasûlullah'ın (s.a), bu ümmetin dört tane fitne ile karşı karşıya geleceği
bunlardan sonuncusunda yokluk olacağı belirtilmektedir. Sarihlerin bildirdiğine
göre "Fitne"den maksat büyük olaylardır. Sonun-cusundaki yokluktan
maksat da dünyanın veya ümmetin yok olmasıdır.
Yani dördüncü büyük
olaydan sonra, dünyada müslümanm kalmaması yahutta kıyametin kopmasıdır
Kenzü'l-Ummal'de bu
hadisin ihtiva ettiği mânâ aynısıyla Hüzey-fe'den rivayet edilmiştir.Yine aynı
eserde İmrân b. Husayn (r.a) kanalıyla, Rasûlullah'ın (s.a)'in şöyle buyurduğu
haber verilmiştir. "Dört tane fitne zuhur edecektir. Birincisinde kan;
ikincisinde kan ve mal; üçüncüsünde kan, mal ve helâl olacak, dördüncüsünde de
Deccâl çıkacaktır."
Kenzü'l Ümmal'daki bu
hadisi Taberanî'de rivayet etmiştir. Bu son rivayet göz önüne alındığında,
Deccâl'in çıkmasıyla meydana gelecek büyük hadisenin sonunun müslümanların
veya dünyanın sonu olacağını söylememiz mümkündür.[13]
4242...
Abdullah b. Ömer (r.a); şöyle demiştir;
Biz Rasûlullah'm
(s.a)'in yanında oturuyorduk. Efendimiz, uzun uzadıya fitneleri (meydana
gelecek büyük hadisleri) aniattı Ehlâs fitnesini zikretti.
Birisi:
Ehlâs fitnesi nedir,
Yâ Rasûlullah'm ? dedi.
Efendimiz:
O, insanların
birbirinden kaçması ve haksız yere malların alınmasıdır. Sonra Serrâ (nimet)
fitnesi vardır. Bu fitne, benim ailemden, benden olduğunu zanneden ama aslında
benden olmayan bir adamın ayakları altından, yayılacaktır. Benim dostlarım
ancak muttaki olanlardır. Sonra insanlar, kaburga üzerindeki oturak gibi (devam
etmeyecek olan), bir adamla anlaşacaklar; daha sonra karanlık fitne çıkacak, bu
ümmetten dokunmadığı kimse kalmayacak. Bitti, denildiğinde, devam edecek. O
fitnede (esnasında) kişi, mümin olarak sabahlayacak akşama kâfir olarak
çıkacak. İnsanlar iki çadırda (gurupta) olacaklar. Bunlar, içinde asla nifakın
olmadığı iman çadırı ve imanın olmadığı nifak çadırıdır. Siz o güne
ulaştığınızda o gün veya yarın Deccâli bekleyiniz.[14]
Hadis-i şeriften
anladığımıza göre Hz. Peygamber (s.a) ashabına, ahir zamanda meydana gelecek
birçok önemli hadiseleri yani fitneleri anlatmıştır. Râvî, Efendimiz’in anlattığı
bu fitnelerden bazılarını ismen aktarmıştır. Şimdi biz bunlar hakkında
sarihlerin söylediklerine bir göz atalım.[15]
Ehlas "Hıls”
kelimesinin çoğuludur. Hıls, yere veya Hayvanın sırtına serilen çuldur. Anılan
fitnenin bu isime izafe ediliş sebebi iki şekilde açıklanmıştır. Bunlar:
a) Bu çul,
kaldırılmadıkça serildiği yerde kalır. Yani orada devamlıdır. Rasûlullah (s.a)
fitnenin devamlılığına işaret etmek için fitneyi bu kelime ile ifade etmiştir.
b) Bu çul
siyah renktedir. Fitnelerin karışıklığı ve karanlığından dolayı Hz. Peygamber
bu tabiri kullanmıştır.
Rasûlullah'ı dinleyen
sâhâbîlerden birisi kendisine, ehlâs fitnesinin ne olduğunu sormuş, Efendimiz
de onun, " " herab
ve harab olduğunu söylemiştir. Avnü'l
Ma'bûd'da bu kelimeler şöyle izah edilmiştir.
Herab: Kişilerin
aralarındaki düşmanlık ve savaştan dolayı birbirlerinden kaçmalarıdır.
Harab: Bir insanın
malını elinden almak ve onu eh boş bırakmaktır.
Hattabî, harab'ı mal
ve ailenin yok olması diye açıklamıştır. Terceme - Avnü'l Ma'bud'daki izah
gözönüne alınarak yapılmıştır.
Bezlü'l-Mechûd sahibi,
bu fitnenin Hz. Osman'ın vefatıyla ortaya çıkıp, Muâviye'nin hilâfetine kadar
devam eden karışıklık olduğunu zannettiğini söyler.[16]
AHyyü'l Kâri bu
fitneyi şöyle izah etmektedir:
Serra dan maksat;
sıhhat, rahatlık, bolluk, hastalık ve belâlardan uzak kalma gibi insanı
sevindiren nimetlerdir. Kişi elindeki bol nimetler sebebiyle ahireti unutup
Allah'a isyana dalacağı için fitne bu kelimeye izafe edilmiştir.
Aliyyü'l Kârî'nin bu
İzah'ı aynen Avnii'l Ma'bud'da ve Bezlü'l Mechûd'da nakledilmiştir.
Hz. Peygamber (s.a) bu
fitnenin, kendi sülâlesinden ama kendi yolunda olmayan bir adamın ayağının
altından yayılacağını söylemiştir. Bu mânâyı da "Benim ailemden, benden
(benim yolumdan) olduğunu zanneden ama aslında benden (benim yolumdan)
olmayan...." diye ifade buyurmuş daha sonra da kendi dostlarının
muttâkiler olduğunu söylemiştir.
Fitne'nin kendi
ailesinden bir adamın ayağının altında çıkmasından maksat o şahsın bu fitneyi
yayacağı, böyle bir fitnenin yayılması için onun gayret göstereceğidir. Hadiste
bu mânâ (Dehan) kelimesi ile ifâdelendirilmiştir. Bu kelime,
duman mânâsındaki dühan kelimesi ile aynı köktendir. Duman ateşin yandığı
yerden çıkıp koyu bir renkle yayıldığı için, fitne bu kelime ile
ifâdelendirilmiştir.
Hz. Peygamber (s.a)
fitnenin zuhuruna sebep olacak şahsın, neseben kendi soyundan olmasına rağmen,
gerçekte kendisinden olmadığını ifade etmiştir. Bunun bir benzeri şu âyet-i
kerimedir.
"Ey Nuh! o senin
ailen sayılmaz, çünkü o kötü bir iş yaptı dedi."[17]
Sonra insanlar kaburga
üzerindeki bir oturak gibi,
Bu tâbir bir darb'ı
meseldir. Maksat adamın saltanımn sürekli ve düzgün olmayacağının ifadesidir.
Oturak ağır, kaburga kemiği dayanıksız olduğu için, oturağın kemik üzerinde
uzun süre kalması o kemiğin ağırlığa tahammül etmesi mümkün değildir. İşte
insanın, idaresi uzun sürmeyecek ve düzenli olmayacak birisini başlarına
getirmelerini Efendimiz bu sözleriyle ifade buyurmuştur.
Bezlü'l Mechûd
müellifi Seharenfûrî, Rasûlullah'ın (s.a)'in haber verdiği bu halin hicri 1334
(m. 1915) yılında Hicazda meydana geldiğini söyler. Seharenfûrî'niıı
bahsettiği bu hadise'nin özeti şudur.
Osmanlı idaresi
altındaki Mekke emiri Şerif Hüseyin, İngilizlerle gizlice anlaşıp,
Osmanlılar'a başkaldırır. Mekke'deki Türk askerlerini öldürüp, ailelerini esir
eder. Sonra kendisini Hicaz meliki olarak ilân eder. Ancak saltanatı düzensiz
ve kısa ömürlü olur.
Şüphesiz bu bir şahsın
görüşüdür. Hadiste anlatılan mânâyı belirli bir hadiseye nisbet etmek uygun
değildir. Söylediklerinin doğru olması da yanlış olması da muhtemeldir.[18]
Hz. Peygamber (s.a)
daha sonra insanların karanlık fitnelere düşeceğini, bu fitnenin dokunmadık
kimse bırakmayacağını söylemiştir. Fitnenin insanlara dokunmasını da, Türkçe
karşılığı tokat vurmak olan bir kelime ile ifadelendirmiştir. Efendimiz'in
haberine göre, bu fitneyi insanlar, onun bittiğini zannettikleri bir zamanda,
tekrar göreceklerdir. O dönemde bazı insanlar, sabahları müslüman oldukları
halde, akşam kafir olacaktır. Sarihlerin bildirdiğine göre buna sebep,
kişilerin sabahları diğer müsümanlann kanlarını mallarını ve ırzlarını haram
kabul ettikleri halde, akşam olunca onları helâl saymalarıdır.
Yine Rasûlullah'ın
haberine göre, insanlar iki kampa ayrılacaklardır. Efendimiz, bu kampları çadır
mânâsına gelen "Fûstât" kelimesi ile ifâde etmiştir. Bazı alimler,
fustat kelimesinin, burada, şehir mânâsında olduğunu söylerler. Biz tercemeyi
kelimenin hakiki mânâsına göre yaptık ve maksada izah bölümünde işaret etmeyi
uygun bulduk.
Bu kelimeyi ister çadır,
ister şehir mânâsına alalım, maksat bu mahallerin kendisi değil,
içindekilerdir. Yani, Mahal zikredilmemiş içinde olanlar kasdedilmiştir. Buna
göre, insanların bir kısmı gerçek mânâ'da mü'min olacak, içlerinde en ufak bir
nifak bulunmayacak bazıları da tam manâsıyla münafık olacak, içlerinde hiç bir
iman kırıntısı olmayacaktır. Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta, Hz.
Peygamber'in imansızları kâfir diye değil, münafık diye ifâde etmesidir. Bundan
anlıyoruz ki, anılan fitne geldiğinde kimi insanlar gerçekte mümin olmadıkları
halde kendilerini mümin olarak göstereceklerdir. İşte bu halin zuhuru,
Deccal'in başka bir ifadeyle kıyametin habercisidir. Çünkü, Deccâl kıyametin büyük
âlâmetlerindendir.[19]
1- Hz.
Peygamber (s.a) Cenâb-ı Alah'in iz geleceJc bir takım hadiselerden haberdar
olur.
2-
Müslümanlar zaman içerisinde bir takım fitne ve olaylarla karşılaşacaklardır.
Bu fitnelerden bazılarına metinde işaret edilmiştir.[20]
4243... Hüzeyfe
b. el-Yemân (r.a) şöyle demiştir: Vallahi, arkadaşlarım unuttular mı, yoksa
unutmuş mu göründüler; bilmiyorum; Vallahi. Rasûlullah (s.a) Dünyâ'nm sonu
gelinceye kadar çıkacak; olan tâbîlerinin sayısı üçyüze ve daha fazlaya varan
fitne liderlerinin hiçbirini bırakmadan; hepsini, bize, adı baba adı ve
kabilesinin admı anarak haber verdi.[21]
Anlaşıldığına göre,
Hüzeyfe (r.a), Sâhâbîlerin Rasûlullah (s.a)'in haber verdiği fitneler konusunda
konuşmayıp susmalarından yakınmakta ve onların bu suskunluklarına sebebin
Rasûlullah'dan duyduklarını unutmaları mı, yoksa bir maslahata binaen unutmuş
görünmeleri mi olduğunu, bilmediğini, söylemektedir. Bilahare Hüzeyfe,
kıyamete kadar çıkacak olan ve peşinden gelecekler üçyüz ve daha fazla kişi
olacak olan tüm fitne çıkarıcıları, Hz. Peygamber'in şüpheye mahal
bırakmayacak şekilde açıkça haber verdiğini bildirmektedir.
Avnü'l Ma'bûd müellifi
Kârî'den naklen "Fitne lideri"nden maksadın insanları sapıklığa
çağıran, bid'ate sevk eden İslâm düşmanları olan ve müslümanlarla savaş edenler
olduğunu söyler. El Ezhâr'da da fitne liderlerinin, fitne çıkaran ve insanları
ona davet eden liderler olduğu ifade edilmektedir.
Allame el Erdebilî,
Hüzeyfe'nin bu hadisi ile ilgili olarak Hz. Peygamber'in; tabileri üçyüz ve
daha fazla olacak olan fitne liderlerini haber verdiğini, ama tâbîleri daha az
olanları anmadığını söyler. Aynı zat, bu hadisin Hz, Peygamber (s.a)'in
ümmetine olan şefkat ve merhametine, onun ilmine delâlet ettiğini ve bunun bir
mucize olduğunu ilâve eder.[22]
4244... Sübey
b. Hâlid şöyle demiştir:
Tüster feth edildiği
zaman[23]
Küfe'ye gelmiştim. Oradan katır getiri-yordum. Mescide girdim, bir de ne
göreyim: İnsanlardan bir topluluk ve aralarında bir adam oturuyor. Onu
gördüğümde Hicazlılar'dan birisi olduğun hemen anladım.
"Bu (zat)
kim?" dedim. Oradakiler bana asık bir suratla dik dik baktılar ve,
"Sen bunu
bilmiyor musun? Bu Rasûlullah'ın (s.a)'in arkadaşı Huzeyfe b. El
Yamân'dır" dediler.
Hüzeyfe (r.a):
"İnsanlar Rasûlullah'ın (s.a)'j (Ümmeti için) hayırlı olan şeyleri sorarlardı.
Ben ise şer olanını sorardım." dedi. Halk ona gözlerini dikti. (Dikkatle
dinlemeye başladı.)
Hüzeyfe devamla şöyle
dedi: Ben size hoşlanmayacağınız şeyler haber vereceğim, Ben Rasûlullah (s.a)'e
"Yâ Rasûlullah,
Allah'ın bize verdiği bu hayırdan sonra yine eskisi gibi şer olacak mı? Bana
haber ver" dedim.
Evet, karşılığını
verdi,
Ondan korunma(nın
yolu) nedir?
Kılınç (Savaş),
Peki sonra ne olacak
Yâ Rasûlullah?
Eğer yeryüzünde
Allah'ın bir halifesi olursa, sırtına (haksız yere) vursa malını alsa bile ona
itaat et, ama eğer Allah'ın halifesi bulunmazsa, o zaman ağaç kökü kemirerek
(Issız bir yerde öl).
Sonra Ne olacak, (Yâ
Rasûlullah)?
Sonra Deccâl çıkacak.
Onunla birlikte bir nehir ve bir ateş bulunacak. Onun ateşine düşene Ecri
(sevabı) verilecek, günahı silinecek, nehrine düşene ise günahı verilecek ve
sevabı silinecek
Daha sonra ne var?
Daha sonra kıyamet
kopacak.[24]
Hâdis-i şerifte geçen
bazı tâbirlerin açıklanmasına ihtiyaç var.
Önce bunlara bir göz
atalım. Daha sonra da hadis konusunda ileri sürülen görüşlere geçelim:
"insanlardan bir topluluk" Bu
cümlenin karşılığı olan
"ifâdesini, başka türlü anlayanlar da vardır.
Bu anlayış farkları,
kelimenin okunuşundan da kaynaklanabilir.Bizim tercememiz Kamûs'taki
(Sadi1) okunuşuna göre yapılmıştır.
Mecmâ'da; dâl harfi
sakin okunarak "(Sad')" şeklinde "iki kişi arasında bir
adam" diye îzah edilmiştir. Yine aynı eserde dâl'm harekesi ile
"Mutedil genç" mânâsına da işaret edilmiştir.
Hattabî, Mecmâ'dan
nakledilen mânâlardan ikincisine, İbnü'l Esir'de birincisine işaret
etmişlerdir.
Bu rivayetleri
birleştirerek 'İnsanlardan bir gurup içerisinde mutedil bir genç" demek
mümkündür.
"...Bana asık bir
suratla baktılar" Bu tâbir, Hüzeyfe (r.a) tanımadığı için oradakileri
Sübey'a olan hoşnutsuzluklarını ifâde için kullanılmıştır. Nihâye'de bu
cümlenin karşılığı olan "(fe tecehhemenî) " kelimesi, "beni katı
ve kerih bir yüzle karşıladılar" diye izah edilmiştir.
"Ağaç kökü
kemirerek öl" sözünden maksat, Sindî'ye göre müslümanların başında Allah
adına hüküm veren bir halife bulunmadığında, halktan ayrılıp uzlete çekil"
demektir.
Beydâvî ise bu konuda
şöyle demektedir: "Yer yüzünde halife olmadığı zaman, insanlardan ayrıl
ve zamanın sıkıntılarına tahammül et. Ağaç kökünü kemirmek, sıkıntıya katlanmaktan
kinayedir. Bu, acıdan, taşı ısırdı, demeye benzer. Yada maksat, ona
sarılmaktır. Başka bir hadisteki, onu azı dişlerinizle ısırınız, sözüne
benzer"
Onunla birlikte bir
nehir ve bir ateş bulunacak"
Bu cümle Deccâl'le
birlikte iki hendek bulunacağını, bunlardan birinde su, öbüründe ateş
olacağını bildirmektedir. Bu sözlerin hakikî mânâya kullanılmış olması muhtemel
olduğu gibi, bunun bir sihir ve hayâle işaret olması da muhtemeldir. Yani bir
hendeğin su ile, öbürünün de ateş ile dolu imiş gibi gösterileceği ve
Decca'lin insanları suya davet edeceğinin anlatılmış olması muhtemel olabilir.
Bu kelimelerden; su,
dünya zevk ve eğlencelerinden, ateş de taâtlerden ve meşru olmayan zevkleri
terkten kinaye olabilir.
Kanaatimizce Efedimiz'in
maksadı budur. Rasûlullah, bu sözleri ile Deccal çıktığı zaman; ümmetini, ona
uymamaya, onun sevimli gösterdiği şeyin zıddını almaya teşvik etmektedir. Bu
mânâya da Deccal'in teşvik ettiği nehre girenin günah işlemiş olacağı ve eski
sevaplarının silineceğini, Deccal'in kötü gösterdiği ateş'e girenin ise sevap
kazanacağı ve eski günahlarının silineceğini söyleyerek işaret etmiştir.
Hüzeyfe (r.a)'ın,
Rasûlullah'a fitnelerle ilgili olarak sorduklarının ilki, "Allah'ın bize
verdiği bu hayırdan sonra, yine eskisi gibi şer olacak mı?" sorusudur.
Buradaki hayırdan maksat İslâm Dini, şer'den maksat şirktir. Yani maksat,
İslâmdan sonra insanların bir daha küfre dönüp dönmeyeceklerini anlamaktır.
Hz. Peygamber (s.a)
Hüzeyfe'nin bu sorusuna "Evet" cevabını vermiş ve o fitneye silâhla
karşı çıkılmasını emretmiştir. Katâde; Hüzeyfe'nin, Rasûlullah'tan naklen haber
verdiği bu fitnenin Rasûlullah'ın vefatından sonraki riddet (dinden dönme)
olayları olduğunu söyler. Bu olaylar Hz. Ebu Bekir'in hilâfeti esnasında
olmuştur.
Hadis'in izahını
Hafızın şu sözleriyle bitirelim:
"Hadiste, Allahm
kullar hakkında hikmetlerine işaret edilmiştir: Şaha-bilerden çoğuna, tatbik
etmeleri ve başkalarına tebliğ etmeleri için hayır yollarını sormayı
sevdirmiştir.Hüzeyfe'ye ise kaçınması ve Allah'ın kurtulmasını dilediği
kullarını korumaya sebep olması için, şer olan şeyleri sormayı sevdirmiştir.
Ayrıca bu hadiste, Rasûlullah'm gönlünün genişliğine ve onun tüm hikmet
yönlerini bildiğine işaret vardır. Efendimiz, her soru sorana, uygun bir
şekilde cevap verirdi. Bunlardan her birini seven kişi, o konuda başkalarından
daha üstündür. Bu yüzden Huzeyfe Rasûlullah'm sırlarına vakıf idi. O
başkalarının bilmediklerini bildirdi. İleride olacak birçok hadiseleri ve
Münafıkların isimlerini sadece Huzeyfe bilirdi."[25]
1- Dini
konuları konuşmak için,câmide toplanıp oturmak caizdir.
2- Gayr-i
meşru olmamak kaydı ile herkesin ayrı konulara ilgi duyması normaldir.
3- Hz. Peygamber
(s.a)'in vefatından sonra bir takım kargaşaların çı-kacağj daha önceden Hz. Peygamber tarafından haber verilmiştir.
4-
Yeryüzünde Allah'ın hâlifesi bulunmadığı, ahkâmının uygulanmadığı zamanlarda
uzlete çekilmek caizdir.
5-
Müslümanlar, dünyanın cazip görünen zevklerine dalmamak, zor da görünse
Allah'ın rızasına uygun filleri işlemelidir.[26]
4245... Bize
Muhammed b. Yahya b. Farîs haber verdi. Bize Ma'mer-den naklen Abdurrezzak
haber verdi. Ma'mer, Katâde; Katade, Nasr, b. Asım'dan; o da, Halid b. Halid el
- Yeşkürî'den bu (önceki) hadisi haber verdi. (Bu rivayette) Huzeyfe dedi ki:
(Rasûlullah'a)
Kılıçtan sonra (ne olacak)? dedim,
"(Kalplerde)
fesat kalıntısı ve duman üzerinde bir sulh" buyurdu.
(Ma'mer) Hadisin
kalanını söyledi, ve şöyle dedi:
"Katâde bunu, Hz.
Ebu Bekir zamanındaki riddet (dinden çıkma) olaylarına hamlederdi. Yine katâde
(metindeki) ala akzâın (kelimesi)nin
(kazaen) kir hüdnetün (kelimesi)nin de. "Kinler üzerine yapılan
sulh " olduğunu söyler.[27]
Bu rivayet önceki hadisin
değişik bir şeklidir.Burada, öbür rivayette olmayan bazı kelimeler vardır. Bu
kelimeler, "(Kalplerde) fesat kalıntısı" ve "duman içerisinde
bir sulh" şeklinde terceme ettiğimiz tâbirlerdir. Rivayetin sonunda
Ma'mer, bu kelimelerin ne mânâya geldiklerini Kata'deden nakletmiştir. Ama
yine de daha izaha ihtiyaç vardır.
"...Fesat
Kalıntısı" diye terceme ettiğimiz " terkibini Avnü'l Ma'bûd müellifi
şu şekilde tefsir etmiştir: Yâni insanlar kalplerindeki fesat üzere kalacaklar.
"kelimesi "............. "(kazâûn)
kelimesinin çoğuludur. O da göz ve su üzerindeki toz ve kir tabakasıdır. Fesâd
bu kire benzetilmiştir.
"Duman üzerinde
bir sulh" Duman kelimesi ile ifade edilmek istenen, hile nifak ve
ihanettir. Yani kılıçla hâili gereken bu fitneden sonra, görünüşte sulh, ama
aslında kalpte hiyânet, hile ve nifak olan bir hâdise olacaktır.
Bundan sonra gelecek
olan rivayete göre. bu tabiri, bizzat Rasûluliah (s.a) Efendimiz
'"Milletlerin kalpleri eskiden olduğu hâle dönmez" diye tefsir
etmiştir. Yâni aralarında sulh bile olsa, daha Önceki dostluk ve samimiyet
kalmaz.
Hattabî bunu,
"kin kalıntıları üzerinde sulh" diye izah eder.
Aliyyü'l Kâri, bizim
şeyh AbdülhamıcTın tâlikına tebaen "duman" diye terceme
ettiğimiz" "dehan" kelimesinin aslında bulanıklık, siyaha çalan
renk mânâsında olduğunu bunun da içerisinde fesat karışık olan sulhu
hissettirdiğini söyler.
Yukarıya aktardığımız
izahlar eski âlimlerin söyledikleridir. Bezlü 1 Mechûd müellifi ise üstâd
Muhammed Yahya'nın hocasının ders takririnden şunları yazdığını söylemektedir.
dan maksat, bir miktar hayrın kalması ama bunun önceki hayır gibi temiz
olmayıp, içerisinde biraz kötülük ve bulanıklığın bulunmasıdır.
Bu izah, hayırdan
sonra gelecek ve kılıçla defedilecek olan şerrin, Hz. Ebû Bekir dönemindeki
riddet olduğu tarzındaki anlayışa uygun değildir. Çünkü, riddet hadisesi
bastırıldıktan sonra herhangi bir karışıklık kalmamıştır. Aksine
karışıklıklar, Hz. Osman'ın vefatından sonra baş göstermiştir.
Bezi müellifi Sehârânfûrî,
bu izahları göz önüne alarak hadisteki "kılıçla" sözünü, Hz.
Osman'ın katli sebebiyle ortaya çıkan savaşlara hamletmenin daha uygun
olacağını söyler. Buradaki silâha doğrudan sarılmanın da fitne çıkarmak
olmayacağını, çünkü fitnenin doğru ile yanlışın ayrılmadığı yerde olacağını
hata belli olunca doğruya yardımın şart olduğunu ekler.
Kanaatimizce, bu tür
hadisleri belirli olaylara tahsis etmek uygun değildir. Çünkü Rasûlulla'm
muradının ne olduğunu kesin olarak bilmek mümkün değildir.[28]
4246... Nasr.
b. Asım el-Leysî şöyle demiştir:
Benû Leys'ten bir
heyet içerisinde el Yeşkürî'ye[29]
geldik.
El-Yeşkûrî:
"(Bu) heyet
kim"? dedi.
"(Biz) Benû
Leys'(iz)- Sana Hüzeyfe hadisini sormaya geldik" dedik.
El Yeşkûrî hadisi
şöyle aktardı:
Hüzeyfe:
" YaRasûlullah bu
hayırdan sonra şer var mı?" dedi.
Rasûlullah:
"Fitne ve şer..."
Hüzeyfe:
"Yâ Rasûlullah,
bu serden sonra hayır var mı?" dedi.
Rasûlullah üç defa:
"Yâ Hüzeyfe,
Allah'ın Kitab'ını öğren ve içindekilere uy (bu soruyu bırak)"[30]
Hüzeyfe:
"Yâ Rasûlullah,
bu serden sonra hayır var mı?"
Hz. Peygamber:
"Duman üzerinde
bir suh ve içerisinde fitneler olan bir toplum."
Hüzeyfe:
"Yâ Rasûlullah
duman üzerindeki Sulh nedir?"
Hz. Peygamber:
"Milletlerin
kalpleri eskiden olduğu hale dönmez (Eski sevgi kalmaz)."
Hüzeyfe:
"Ya Rasûlullah,
bu hayırdan sonra şer var mı?"
Rasûlullah:
"Kör ve sağır
fitne... cehennemin kapılarında fitneye çağıran da-vetçilef olacak. "Yâ
Hüzeyfe, senin bir kök ısırarak (yiyerek) ölmen o fitnecilerden birisine
uymandan daha hayırlıdır."[31]
Hadisin İbn Mâce'deki
rivayetinde, buradaki rivâyetin sa(jece son tarafı vardır. İbn Mâce'nin hadisi
şu şekildedir. "Fitneler olacak, onların kapılarında, cehennem ateşine
çağıran davetçiler bulunacak, Senin bir ağacın kökünü ısırarak öl men onlardan
birisine uymandan daha hayırlıdır."
Hadîsin Sahîh-i
Müslim'de de buradakinden hayli farklı bir rivayeti vardır.[32]
Hâdis-i şeriften
anladığımıza göre; Hüzeyfe b. El-Yemân, Hz. Peygamber (s.a)'e içerisinde
bulundukları hayırlı durumdan sonra tekrar eskisi gibi kötülüklerin gelip
gelmeyeceğini sormuş, Hz. Peygamber (s.a) de bir takım fitnelerin çıkacağını
haber vermiştir. Hüzeyfe, çıkacak fitnelerin bastırılıp tekrar iyi ve hayırlı
günlerin gelip gelmeyeceğini sormuş, Efendimiz sanki bu tür soruları lüzumsuz
görmüş ve "Yâ Hüzeyfe, sen (bu gibi sorularla uğraşma) Allahın Kitab'ını
öğren ve içindekilere uy" buyurmuştur. Ancak Hüzeyfe soru sormaktan
vazgeçmemiştir.
Hüzeyfe'nin sorduğu
soru ve aldığı cevaplardan anlıyoruz ki, Müslümanlar arasında çıkan fitneler,
yatıştırılacak ve tekrar sulh ve sükûn doğacak; ama bu sulh, samimiyetten
uzak, kin ve düşmanlıklar gizli; her an hortlayacak tipte olacak, birlik
içerisinde olanları birleştiren de onların imanı ve dinlerinden ziyâde bir
takım kötülükler ve günahlar olacaktır
Hz. Peygamber (s.a) in
bildirdiğine göre en sonunda kör ve sağır bir fitne olacak ve fitne çıktığında
insanları kötülüğe ve cehenneme ağıran kişiler bulunacaktır. O zaman halk
içinde yaşamaktansa, ıssız yerlerde aç kalarak; gerekirse ağaç kökü yiyerek,
yaşamak, bu fitneye karışmaktan çok daha iyi olacaktır.
"Kör fitne"
den maksat, insanların gözünü köreltip hakkı görmelerine mâni olan fitnedir.
"Sağır fitne" den inaksalda, o fitnenin, insanların kulaklarını,
hakkı ve nasihati duymayacakları şeklide sağır etmesidir.
Kâdî îyâz, fitnenin
kör ve sağır oluşunu şöyle izah etmektedir: "Fitnenin hiç bir çıkış yolu
görülmeyecek ve yardım etmek isteyenlerin sesi duyulmayacak bir şekilde
olmasıdır. İnsanlar, o fitne içerisinde basiretlerini yitirecekler, hak olan
sözleri duyup düşünmek ve kendilerine edilen nasihâtları dinlemekten
kaçınacaklardır."
Aliyyü'l Kârî'de bunun
o fitnenin karanlığı ve içerisinde hakkın meydana çıkmamasından, şiddetten ve
fitnecilerin sertliğinden kinaye olduğunu söyler,[33]
Şüphesiz bunlar, birer anlayış şeklidir. Kesin olan, insanların basiretini
kapatıp, Hakkı duymalarını engelleyecek büyük bir fitnenin gelecek olmasıdır.
İnsanların hakikati görmesini ve hakkı duymasını engelleyen şeyin, medeniyetin
getirdiği şaşalar, nefislere ve şehvetlere hitabeden ve gözleri kamaştıran,
başka birşey görüp düşünmelerine mâni olan, yazılı ve sözlv faaliyetlerin
olması mümkündür. Bunlara gerçeklerin, hak ve hakikatin anlatılıp öğretilmesini
otorite yoluyla engellemek de eklenebilir.
Bu fitne içerisinde
cehennem ateşine çağıran davetçilerin de insanları, dinden ve Allah inancından
uzaklaştırmaya çalışan dinsizlerin, insanların basiretini kapatmaya çalışan
şehvet, zevk, eğlence ve fuhuş delâletlerinin olması muhtemeldir.
Hadisin sonunda, Hz.
Peygamber (s.a) Huzeyfe'ye, o cehennem davet-çisi fitnecilere uymaktansa,
uzlete çekilmenin, tenhalara kaçmanın daha hayırlı olacağını söylemişlerdir.
Dikkat edilirse, Efendimiz "Sen onlara uymadan" buyurmuştur. Yani,
fitnecilere uymayıp kendisini onlara kaptırmayanların, toplum içinden çekilip
meydanı tümüyle fitnecilere bırakmasını tavsiye etmiyor. O halde müsiüman
sadece kendisini düşünüp kaçmamalı, hicretin caiz olduğu gibi cihâdın farz
olduğunu düşünmelidir. Fitnecilerin davetine uymamalı. bununla da kalmayıp
onlarla mücadele etmeli, tuzaklarına başkalarının düşmesini engellememelidir.
Ama fitnecilere kapılacağından eminse veya bundan fevkalade endişe duyuyorsa,
kenara çekilip yalnız kalması daha iyidir.[34]
4247... Sûbey
b. Halid bu (önceki) hadisi Hüzeyfe (r.a)"den o da Rasûlullah (s.a)'den
rivayet etti.
(Bu rivayete göre)
Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:
"O gün bir halife
bulamazsan, ölünceye kadar kaç. Sen (ağaç kökü) ısırarak ölürsen, (bu) daha
hayırlıdır."
Râvî, hadisinin
sonunda şöyle dedi:
Ebu Hüzeyfe dedi ki:
"Bundan sonra ne
olacak?" dedim.
Rasûlullah (s.a) Şayet
bir adanı kısrağın doğurmasını istese, o doğurmadan kıyamet kopacaktır."[35]
Avnü'l Mabûd
sahibinin, Mişkat'tan nakline göre
hadisin bir rivayeti de şu şekildedir. "Sonra tay doğacak ama kişi
kıyamet kopuncaya kadar, ona binemeyecek" Bu rivayete göre meydana gelecek
son fitne, kıyamete çok yakın olacaktır. Bezlü'l Mechûd'da, anılan bu
fitnenin, önceki hadiste ifâde edilen "Kör ve sağır fitne" olduğu
bildirilmektedir. Bu fitne, kıyamete o kadar yakın olacak ki, meselâ bir kişi
kısrağının yavrulamasını isteyecek ve bunun için gerekli tedbirleri alacak, ama
buna imkân bulamayacaktır. Yahut dünyaya gelen bir tayın büyüyüp kişinin ona
binmesine fırsatı olmayacaktır.
Bundan maksadın Hz
.İsa zamanı olduğu da söylenmektedir. Çünkü, o zaman, insanlar birbirleri ile
savaş için taya binme ihtiyacı duymayacaklardır. Bir başka görüşe göre, bundan
maksat DeccaTin zamanıdır. Dec-cal çıktıktan sonra kıyamete fazla zaman
kalmayacaktır.[36]
4248...
Abdullah b. Amr (r.a)'den; Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
"Bir imama biat
edip de ona elinin safkasım[37] ve kalbinin semeresini veren (samimi olarak
biat eden) kişi, gücü yettiğince ona itaat etsin. Eğer bir başkası çıkıp o
imamla nizalaşırsa boynunu vurunuz"
(Abdurrahman b. Abdi
Rabbi'l Kabe der ki:) (İbn Amr'e) "Bunu, sen, bizzat Rasûlullah'tan mı
işittin?" dedim. "Onu kulaklarım duydu ve kalbim hıfzetti" dedi.
"Senin şu amcan oğlu Muâviye bize (birşeyler) yapmamızı emrediyor,biz de
yapıyoruz" dedim.
"Allah'a itaat
konusunda ona itaat et, ama Alla'a isyanda karşı açık" dedi.[38]
Hâdis-i şerifin,
Müslim ve İbn Mâce'deki Rivâyetleri buradakinden hayli uzundur. Meseleyi daha
iyi tasavvur edebilmek bakımından Müslim'in rivayetini aynen buraya Abdurrahman
b. Abdî Rabbî'l Ka'be şöyle dedi:
Mescid-i Haram'a
girdim, baktım ki Abdullah b. Amr b. As Kabe'nin gölgesinde oturuyor. İnsanlar
başına toplanmışlar. Ben de vardım ve yanına oturdum Abdullah şunları söyledi:
Bir seferde Rasûlullah
(s.a)'le birlikte idik. Bir yerde konakladık. Kimimiz çadırını düzenliyor,
kimimiz ok atıyor, kimimiz de mer'adaki hayvanların başında duruyorduk Derken
Hz. Peygamber'in müezzini, namaza toplanın, diye seslendi. Biz de
Rasûlullah'ın yanında toplandık. Efendimiz şöyle dedi:
Benden önceki her
peygambere, ümmeti için hayır bildiği şeyleri onlara öğretmesi, şer bildiği
şeylerden de sakmırması bir hak ve görev oldu. Şüphesiz, sizin şu ümmetinizin
afiyeti öncekilerine verilmiştir. Sonrakilerine ise belâ ve hoşlanmıyacakları
bir takım şeyler gelecektir. Bir fitne gelecek, birbirini aratacak. Öyle bir
fitne gelecek ki mü'min, işte bu benim helâkımdır, diyecek. Sonra o açılacak
yine bir fitne gelecek, Mümin, işte bu (benim helakim) diyecek. Artık kim cehennemden
uzaklaştırılıp, cennete sokulmak isterse, oun ölümü Allah'a ve ahiret gününe
inanır olduğu halde gelsin. O, insanlara kendisine yapılmasını istediği
şekilde muamele etsin. Bir kimse bir imama bîat etmiş, ona elini vermiş ve
samimiyetle bağlanmış ise, eğer gücü yeterse, itaat etsin. Başka biri gelir de
o imamla nizaa tutuşursa, sonrakinin boynunun vurunuz.
Abdurrahman der ki:
Ben Abdullah'a yaklaşarak "Allah aşkına söyle, bunu Rasûlullah'tan bizzat
mı işittin?" dedim. Elleri ile kulakları ve kalbini işaret ederek, onu
iki kulağım işitti, kalbim de öğrendi, dedi.
Ben kendisine:
Şu amcan oğlu Muâviye
var ya, bize aramızda mallarımızı, haksız yere yememizi ve kendi kendimizi
öldürmemizi emrediyor. Halbuki Allah (cc)
"Ey İnananlar, kendi
kendi aranızda mallarını haksızlıkla yemeyin, ama sizin karşılıklı rızanızla
bir ticaret olursa müstesna, kendi kendinizi de öldürmeyin. Şüphesiz ki Allah
size merhametlidir."[39]
buyuruyor, dedim.
Sen ona Allah'a itaat
hususunda itaat et, Allah'a isyan konusunda da karşı çık, dedi."'
Görüldüğü gibi
Müslim'in rivayeti Ebû Davud'un kinden oldukça uzun.
Hadisin Sahîhî Müslim
ve Sünen-i İbn Mâce'dcki rivayetleri de göz önüne alındığında şunu anlıyoruz:
Hz. Peygambcr'in
vefatından sonra müslümanların başına bir takım belâ ve musibetler gelecektir.
Bunlar öyle olacak ki nerede ise gelen gideni aratacak ve mümin her bir fitne
gelişinde "bu beni mahvedecek" diyecektir. İşte bu ortam içerisinde,
Allah'a ve ahirete inanmış bir vaziyette ölenler cennete gireceklerdir. Mümin
o şekilde ölebilmeye çalışmalıdır. Ayrıca mü'min kendisine yapılmasını
istemediği bir muameleyi başkalarına yapmamalı, kendisine nasıl davramlmasını
istiyorsa başkasına da öyle davranmalıdır.
Hadisin Sünen-i Ebû
Davûd'daki kısmı ise İmamlık, yani devlet başkanlığı ile ilgilidir. Hz.
Peygamber bu konuda bir devlet başkanına biat eden kişinin, artık ona itaat
etmesi, kendisine isyan edenlere karşı onu koruması gerektiğini ifâde
buyurmuştur.
Hadisin sonunda
belirtildiği üzere râvî Abdurrahman; Abdullah b. Amr'a, Muaviye'nin kendilerine
bir şeyler yapmalarını emrettiğini; onların da yaptıklarını söylüyor. Bundan
maksat, Hz. Muaviye'nin, esas halife Hz. Ali olduğu halde, kendilerine Ali
(r.a) ile mücadele etmelerini cm-retmesidir. Çünkü, bu soru, Abdullah'ın Hz.
Peygamber (s.a)'in bir halifeye biat edildikten sonra artık ona itaatin
gerekli olduğunu söylediğini haber vermesi üzerine gelmiştir. Abdurrahman ona,
sen böyle diyorsun, ama amcanın oğlu Muaviye bize hâlife olan Ali'ye karşı
çıkmamızı istiyor, biz de denileni yapmak zorunda kalıyoruz, diyor.
Abdullah'da "Allah'a isyan konusunda" onun emrine itaat etmemesini,
Allah'a taâtte ise itaatin gerekliliğini söylüyor. Abdullah'ın bu sözünü hem,
Muaviye'nin Allah'a isyanı emrettiğini ihsasa hem de aksine ihtimali vardır.
Bilindiği gibi Hz. Ali
ile Hz. Muâviye arasındaki hilafet kavgası, müslümanlar arasında büyük
ayrılıkların çıkmasına, bir çok müslüman kanının dökülmesine ve tesiri
zamanımıza kadar uzanan büyük fitnelerin çıkmasına sebep olmuştur. Müslümanlar,
bu kavgada genelde, Hz. Ali'nin haklı olduğunu; esas hilâfetin onda olduğunu,
Hz. Muaviye'nin ise bir ietihad hatası işleyerek Hz. Ali'ye karşı çıktığını
söylerler. Hz. Muaviye, sahâbî'den
birisi olduğu ve Rasûlullah (s.a) ashabını övdüğü için, onu günahkarlığa
iiisbet etmezler ve halifeye isyan eden bir âsi olarak değerlendirmezler.
Tabiki, bu konuda hassasiyet gösterenler ehl-i sünnet alimleridir.
Müslümanların başına büyük gaileler açan bu kavgaların unutulmayıp, canlı
tutulması ve bu sebeple müslümanlar arasına tefrikalar sokup birbirlerine
düşürülmesi, şüphesiz, ya gayri müslimlerin ya da gafil müslümanların işidir.
Biz bu konuyu kendi kaynaklarına terk ederek hadisteki "Allah'a taat
konusunda ona itaat et" sözü ile ilgili olarak Bezltri-Mechûd'daki bir
değerlendirmeyi özetlemek istiyoruz.
Râvi'riin sorusuna
karşılık, Abdullah b. Amr'm verdiği cevap pek uygun düşmemektedir. Çünkü, hz.
Ali'ye daha önce biat etmişlerdir ve o, hilâfete daha müstehaktır. Hz.
Muaviye'nin Hz. Ali'ye karşı ilk savaşı haksızdır. İçtihadında hatâ etmiştir.
Buna sebep kendisine gelen, tevatür derecesindeki haberlerin ona Osman'ın
katlinin Hz. Ali'nin işareti ile intibaı vermesidir. Hz. Hasan'la Hz.
Hüseyin'in kapıda bulunuşları da buna bir delil ve fesatçı muannitlere bir
hüccet olmuştur. Sâhâbrlerden Yezîd'e biat edenler ve biat etmiyenler için de
aynısını söyleriz. Şüphesiz Hz. Peygamber'in "Ötekinin boynunu
vurunuz" emri mutlak değildir. Nasıl böyle olsun ki? Çünkü eğer bu emir,
hiç bir kayda bağlı kalmadan mutlak olsaydı teklifi mâlâyütak olurdu. Nasıl
böyle olsun ki? Bu emir ancak, asiyi öldürme imkânına sahip olana yöneliktir;
gücü yetmeyene değil! Böyle olunca; çaresiz kalınca, isyankar lidere boyun
eğmenin caiz olduğu anlaşılır. Aksi halde boşu boşuna nefsi tehlikeye atmak
söz konusudur.
Hz. Ali'nin vefatından
sonra tüm sahâbîler, Hz. Muaviye'nin hilâfetinde ittifak etmişlerdir. Yezid'in
hilafetî konusunda ise çeşitli guruplara ayrılmışlardır. Kimisi, zalim hükümdarlara
da itaatin gerekliliği konusundaki emirlerin zahirini esas alarak onun
halifeliğini caiz görmüşler, kimileri de onun halifeliğini kabul etmeyerek
başka bir halifenin seçilmesini gerekli görmüşlerdir Abdullah b. Zübeyr (r.a)
bu ikinci gruptadır. O kendisini hilâfete lâyık görmüş ve biat almıştır.
Herhalde onun biat alışı, ya Yezid'den önce ya da onunla birlikte olmuştur. Her
iki halde de O, Yezid'e isyan etmiş sayılamaz. Çünkü, Yezîd halife olmamıştı
ki, kendisine çıkanlar âsi olsun. Abdullah b. Ömer'in ona biat etmesi de onun
güç üstünlüğünü görmesinden ve fitne çıkacağından korkmasından ötürüdür. İbn
Zübeyr ise, Yezîd'e karşı koyma gücünü kendisinde görmüş onun için biat
etmemiştir.
Burada akla bir soru
gelebilir: Hz. Hüseyin, her ikisine de biat etmemiştir. O halde, O, en azından
birisine karşı âsi sayılmaz mı? Bu soruya şöyle cevap verilebilir. Hz. Hüseyin,
Yezîd'e biat etmedi, çünkü onu bu işe layık görmüyordu Üstelik Ehlü'1-hâl
ve'l-akd henüz onun hilâfetinde ittifak etmemişlerdi. İbn Zübeyr'e biat etmeyiş
sebebi de onun halifeliği haberi kendisine ulaşmamasından olabilir. Yahut
ulaşsa bile, Medine'ye varınca ona biat etmek istediği halde meydana gelen
olaylar yüzünden buna imkan bulamamış olabilir. İkinci bir ihtimal olarak, İbn
Zübeyr'de Yezîd'e karşı koyacak güç göremediği için özelikle gecikmiş olması
mümkündür.
Bu zatların
hiçbirisini âsi saymak mümkün değildir.[40]
1- Müslümanlar
kendilerine lider olarak seçtikleri kişiyi başka liderlik iddiasında
bulunanlara karşı korumakla yükümlüdürler.
2- Liderin
Allah'a tâat konusundaki veya Allah'ın emrine muhalif olmayan emirlerine uymak
lazımdır.
3- Allah'a
isyan konusundaki emri, emri veren devlet başkanı bile olsa uymak caiz
değildir.
4- Silâh
yoluyla İdareyi ele geçirenin, Allah'a isyan mâhiyetinde olmayan emirlerine
uymak caizdir.[41]
4249... Ebû
Hureyre (r.a)'den; Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Yaklaşan serden
(dalıy) Vay arapların haline, Elini (savaştan) çeken kurtuldu."[42]
Hadisin Buhari, Müslim
ve İbn Mâce'deki rivayeti Zeynep binti Cahş (r.a)'dandır. Buralardaki rivayetler
arasında, ufak bazı farklar olmakla beraber, birbirlerine olan benzerlikleri
Ebû Davud'un bu rivayetine olan benzerliklerinden daha yakındır. Buharî'nin
Kitabü'l Fiten'deki rivayeti şu şekildedir. Zeynep binti Cahş (r.a) şöyle
demiştir.
Rasûlullah (s.a) yüzü
kızarmış bir vaziyette uyandı. Şöyle diyordu: "Lâilâhe illallah, yaklaşan
serden (dolayı) vây Arapların haline !Bugün Yecüc ve Mecüc Şeddinden şu akar
-Süfyan; doksan veya yüzü işaret etti.- [43]
Rasûlullah (s.a)'e,
Aramızda sâlihler varken biz helak olacak mıyız? denildi. "Fısku fücur
çoğaldığında evet" buyurdu."
Hadisten anladığımıza
göre, Rasûlullah (s.a) yakında bir fitnenin çıkacağını ve bu yüzden, müslümanlarm
sıkıntıya düşüp rahatsız olacaklarını haber vermiştir. Hadiste Özellikle
Araplar anılarak "Vay Arapların haline" denilmesine sebep, o zaman
Müslümanların büyük çoğunluğunun Araplardan oluşudur. Yoksa, maksat arap
olmayanların gelecek olan bu fitneden rahatsız olmayacaklarını ihsas değildir.
Sindî'nin ifâdesine göre ise, bu tahsise sebep Arapların ilk müslüman olanlar
olmalarıdır.
Hadîsi terceme ederken
"Vây haline" diye terceme ettiğimiz (veylün) kelimesi bir kaç mânâda
kullanılmaktadır. Bunlar: Bir şerrin gelmesi, azap için kullanılan bir kelime
ve cehennemde bir vadinin adıdır.
Sarihler, Rasûlullah'm
yaklaştığım haber verdiği şer, yani fitneden maksadın, müslümanlarm ilk asırda
yaşadıkları kargaşalar olduğunu söylerler. Bunlar, Hz. Osman (r.a)'m öldürülmesi
ve Hz. Ali ile Hz. Muâviye arasında cereyan eden savaştır. Başka bir görüşe
göre de mak'sat, Yezîd ile Hz. Hüseyin Efendimiz arasındaki acı hâdisedir.
Avnü'l Ma-'bûd ve Bezlü'l Mechûd müellifleri, sonraki ihtimali daha uygun
bulmuşlardır. Bunun Arap olanlar ve olmayanlar arasında açık bir şer olduğunu
söylemişlerdir.
Rasûlullah (s.a), o
fitnede, savaşa iştirak etmeyip kenarda kalanların kurtulacaklarını ifade
buyurmuştur.
Hadisin diğer
kitaplardaki, Zeynep Binti Cahş'tan yapılan rivayetinde, o gün Ye'cüc ve Me'cüc
şeddinde bir deliğin açıldığı ifade edilmiştir. Yecüc ve Me'cüc denilen
milletler kıyamete yakın bir zamanda ortaya çıkıp fitne çıkartacaklardır.
Kur'an-ı Kerim'de (Kehf 83, 96 ve Enbiya 96,97) Yecüc ve Mecüc'den
bahsedilmektedir. Bunların hangi milletler olduğu konusunda çeşitli görüşler
vardır. Kimi alimler Moğollar ve Hunlarin olduğunu söylerler. Bazıları'da
Rusların Ye'cüc, İngilizler'in ve Almanlar'ın da Me'cüc sülâlesinden
olduklarını. Hiç birisi kesin bir delile dayanmaz.
Ye'cüc ve Me'cüc
Şeddinin nerede olduğu konusunda da farklı görüşler vardır. Bu görüşler, Ye'cüc
ve Me'cüc Şeddinin: "Çin Şeddi, Ye-men'deki Me'rib Şeddi, Ermenistan ve
Azerbaycan arasındaki demir kapı, Buhara'nm Kokya dağı bitişiğindeki sed
şeklindedir. Ye'cüc ve Me'-cüc'un hangi Millet olduğu konusundaki görüşler
gibi, şeddin de neresi olduğu konusundaki görüşler de sağlam dayanaktan yoksun
birer mütalaadır.
Yine hadîsin Buharı,
Müslim ve İbn Mâce'deki rivayetlerinde toplum içerisinde sâlih kullar olduğu
halde gelecek azabın umumi olacağı, fisk-u fücurun, yani fuhşun çoğaldığı
dönemde tüm insanların helak olacakları ifâde edilmektedir. Bazı âlimler ise
fısk-u fücuru mutlak kabul etmişler ve tüm günahlara şâmil olduğunu
söylemişlerdir.
Enfâl Sûresi'ndeki şu
âyet, Rasûlullah'ın; fitnenin umumi olacağı tarzındaki haberlerini teyid
etmektedir:
Öv/e hır fitneden
sakınınız ki o, hiç de sizden sadece zulmedenlere dokunmak fa kalmaz"[44]
4250... Ebû
Davûd dedi ki:
Bana İbn. Vehb'den
haber verildi; dedi ki: Bize Çerir b. Hâzim, Ubeydullah b. Ömer'den haber
verdi. O NâfTden, Nâfî'de îbn Ömer'den, Ra-sûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğunu
rivayet etti.
"Yakın bir
zamanda Müslümanlar Medine'de muhasara edilecekler, öyle ki en uzak sınır
karakolları, selâh olacak"[45]
Avnü'l Ma'bud'da,
hadiste mechûl bir şahsın bulundugu, çünkü Ebû Davud'a hadîsi haber veren
şahsın belirtilmediği ifâde edilmektedir.
Bezlü'l Mechûd'da bu
sözler müstakil bir hadîs olarak ele alınmamış:, bir önceki hadîs içerisinde
verilmiştir.
Hadîsten anladığımıza
göre, Müslümanlar, bir gün düşman tarafından sıkıştırılacak ve Medine-i
Münevvere ile selâh denilen yer arasında muhasara edileceklerdir.
Hadis-i şerifte,
işaret edilen günde Medine'ye en uzaktaki sınır karakolunun Selah olacağı
ifade buyurulmuştur. Sınır karakolu diye terceme ettiğimiz "Mesâlih
"kelimesi, " Mesleha" kelimesinin çoğuludur. Bu kelime aslında
silâh deposu mânâsındadır. Ancak, sınır ka-rakollarmdaki insanlar düşmanın ani
bir hücumuna karşı pür silâh oldukları için bu isimle tabir edilmiştir.
İbnü'l Esîr, en-Nihâye
adındaki eserinde, bu kelimeyi "Sınırları düşmandan koruyan topluluktur.
Onlar, silahlı oldukları veya silâh deposunda eğleştikleri için Mesleha
denilmiştir. O, gözetlenen karakol gibidir. Orada düşmanın ani hücumunu
gözetleyen insanlar vardır." diye açıklamıştır.[46]
Hayber yakınından bir
yerin adıdır, Hayber ile Medine arasına düşer. Bu kelimeyi Sülah şeklinde
okuyanlar da vardır.
Aliyyü'l Kârî,
Müslümanların son karakol noktasının, Medine'ye yakın bir mesafede olan
Selah'ta oluşu, kâfirlerin sıkıştırmasının şiddetine ve müslümanları
kuşatmalarının fazlalığına delâlet ettiğini söyler.[47]
4251... Zührî
şöyle demiştir: Selah, Hayber'in yakınındadır.[48]
Bu haber yukarıdaki hadiste
geçen Selah denilen Mevkinin, Zührî tarafından yapılan bir izahıdır, Görüldüğü
gibi, o Hayber yakınında bir yerdir.[49]
4252... Sevban (r.a)'den rivayet edildi ki; Rasûlullah
(s.a) şöyle buyurdu:
"Allah (c.c)
benim için yer yüzünü dürüp topladı -Yahut "Rabbim benim için yeryüzünü
dürüp topladı." dedi.[50]
doğusunu ve batısını gördüm.[51]
Şüphesiz benim ümmetimin hükümranlığı, dünya'dan benim için dürülüp toparlanan
yere ulaşacak. Ayrıca bana kırmızı (altın) ve beyaz (gümüş) olan iki hazine
verdi.
Ben, Rabbim'den
ümmetim için, onları genel bir kıtlıkla helak etmemesini, onlara kendilerinden
başka bir düşman musallat edip de köklerini kazımamasını istedim.
Rabbim, bana şöyle
dedi:
"Yâ Muhammed,
(s.a) Şüpesiz ben bir şeyi takdir ettiğim zaman, artık o geri çevrilmez. Ben,
onları genel bir kıtlıkla helak etmeyeceğim. Onlar aleyhine dünyanın dört
bucağından toplansalar bile, köklerini kazısın diye, başlarına kendilerinden
başka bir düşmanı musallat etmem. Ta ki, birbirlerini helak etsinler ve
birbirlerini esir etsinler."
Ben Ümmetim için ancak
sapıtıcı (yoldan çıkartıp bid'atları emreden) liderlerden korkarım. Benim
ümmetimin arasına kılıç girdi mi
(iç kavgalar çıkınca),
artık kıyamet gününe kadar bir daha çıkmaz. Ümmetimden bazı kabileler, müşriklere
iltihak etmedikçe ve yine ümmetimden bazı kabileler putlara tapmadıkça kıyamet
kopmaz. Şüpesiz, ümmetim içerisinden otuz tane yalancı çıkacak. Onların her
biri kendisini peygamber sanacak. Halbuki, ben, Peygamberlerin sonuncusuyum.
Benden sonra Peygamber yoktur. Benim ümmetimden bir grup da Allah'ın emri
gelinceye kadar hak üzerine -İbn İsa, "Üstün olarak" dedi. - devam
edecek. -Sonra, iki râvî ittifak ettiler - Onlara muhalefet edenler
kendilerine zarar vermeyecektir.[52]
Hâdîs-i şerif, Rasûlullah'ın
peygamberliğine şahit eden mucizeler kabilindendir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a),
ileriye matuf bir takım haberler vermiş ve bu haberler aynı ile tahakkuk
etmiştir. Gerçekten İslâmiyet tüm dünyaya yayılmış ve bu yayılma genelde doğu
batı istikametinde olmuştur. Müslümanlar zenginleşmişler, ganimetler elde
etmişlerdir. Irak Kîsrası'nın gümüşleri müslümanların eline geçmiştir. Zaman
zaman mevzii kıtlıklar olmakla beraber İslâm Alemi'nin tümünü kaplayan ve
onları helak eden bir genel kıtlık yaşanmamıştır. Asırlardan beri tüm küfür
alemi çeşitli isimler altında Müslümanlar'i yok etmek, yeryüzünden İslam'ın
izini silmek için çalışmalarına rağmen buna muvaffak olamamışlardır, ve
inşallah olamıyacak-lardır da.. Buna mukabil Hicret'in ilk asırlarından beri Müslümanlar
arasında tefrika girmiş, müslümanlar birbirlerini boğazlamışlar, birbirlerini
esir etmişlerdir. Bu hâl zamanımıza kadar aynı şekilde devam etmiş ve hâlâ'da
sürüp gitmektedir.
Rasûlullah
Efendimiz'in buyurduğu gibi, gayri müslîmler onları alt edemediler ve İslâm'ı
yok edemediler, ama içlerinden çıkan liderler, onları sapıttılar, yönlerini
değiştirdiler. Değişik fikirler ve akımlar ortaya atarak, halkı, o akımların
içine soktular. Dinlerinin ve inançlarının içine bir takım hurafe ve bid'atlar
soktular Ruhlarını alıp, onları kabukla oyaladılar. Müslümanları gayri
müslimlerin birer uydusu hâline getirdiler, içleri ve dışlarıyla onlara
benzettiler. Müslümanlığı isimlerinde bıraktılar. Kendilerinin uydurdukları ve
gayri müslimlerden aldıkları birtakım nizamları, İslâm'ın yerine ikâme
ettiler.
Bazı müslüman
topluluklar, gerçekten müşriklere iltihak etti. Bazıları, çeşitli isimler
altındaki putlara tapınırlar hale geldiler. Bu durum Hz. Peygamber'in
vefatından iibaren yalancı peygamberlerin çıkması ile başladı. Yalancı
peygamberlerin arkası kesilmedi de.. Efendimiz, bunların otuz kadar olacağını
söyler. İbn Mâce'deki rivayette bu yalancılar Deccal diye adlandırılmıştır.
İbn Hacer, Buharı
şerhinde bu deccallardan bazılarının isimlerini ve özelliklerini anlatmaktadır.
Tabiki bu bir tahmindir.
Hadîsin sonunda
Müslümanlar'dan bir taifenin Allah'ın emri gelene kadar hak üzere devam edeceği
ve muhaliflerin onlara zarar veremiyecek-leri beyan buyurulmaktadır. Fethü'l -
Vedûd müellifi, buradaki Allah'ın emrinden maksadın, tüm müslümanların ruhu
kabzedileceğinde esecek olan rüzgar olduğunu söyler. Hakim'in Müstedrik'indeki
rivayette ise, "Ümmetimden bir taife, kıyamete kadar hak üzere galip
olarak devam edecek" şeklindedir. Bu rivayetten, Allah'ın emrinden muradın
kıyamet olduğu anlaşılmaktadır.
Münavî ise
"Kıyamet yaklaşıncaya kadar... zira yeryüzünde Allah diyen kalmayıncaya
kadar kıyamet kopmaz" der.
Hâdîs-in İbn Mâce'deki
rivayetinde, Hz. Peygamber Efendimiz, kendisinin Allah (c.c)'den üç şey
istediğini söylemiş peşinden ise ikisini saymıştır. Bunlar 1- Ümmetin tümünü kaplayıp onları helak
edecek bir kıtlık vermemesi, 2- Düşmanların
Müslümanlar aleyhinde birleşmemeleridir.
Bu durum, iki şekilde
izah edilebilir. Ya hadisteki "üç" Efendimiz'in isteklerinin üç kere
tekrarlandığı şekilde anlaşılmalıdır. Ya da Hz. Peygamber istediği üçüncü şeyi
söylememiştir.[53]
4253... Ebû
Malîk - Yanı el-Eş'arî- (r.a)'dcn rivayet edildiğine göre[54]
Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur.
Allah (c.c) sizi (şu)
üç şeyden himaye etmiştir.
1-
Peygamberinizin size beddua edip de, sizin toptan helâk olmanızdan,
2- Bâtıl
üzere olanların hak üzere olanlara galabe çalmasından,
3- Dalâlet
(sapıklık) üzere birleşmenizden.[55]
Bu hadîsi Muhammed b.
Avf iki ayrı târikten rivâyet etmiştir. Bunlardan birisi, Muhammed b. îsmâîl,
babası İsmail ve Damdam ve Şûreyh isnadıdır.
Bu isnad "bize
haber verdi" tarzındadır. Diğer isnâd ise 'İsmail'in kitabından okudum, o
da Damdam kanalıya Şüreyh'ten" tarzındadır. Bu isnad daha âlîdir. Yani
râvî sayısı daha azdır.
Hafız, Telhis.de bu
hadisin isnadında inkıta olduğunu, bunun, birden fazla yolla rivayet
edildiğini, ama hepsinin tenkide maruz kaldığım söyler. Hafız, başka bir yerde
ise, bu hadisin senedinin hasen olduğunu söylemiştir:
Münzirî, Muhammedin
babası İsmail hakkında lâf edildiğini; Ebû Hatim ise, Muhammed'in, babasından
hadis duymadığını söylemişlerdir.
Hadis-i şeriften Allah
tealâ Hazretleri'nin, biz Ümmet-i Muhammed'ı üç felâketten koruduğunu
görüyoruz. Metinde de müşahade edildiği gibi; bunlardan birisi,
Peygamberimiz'in bedduasına maruz kalmayışımızdır. Halbuki Önceki ümmetlerden,
peygamberlerinin bedduasını alıp da helâk olanlar vardır. Meselâ Hz. Nuh,
kavmine beddua etmiş, onlar da helak olmuştur. Bizim Peygamberimiz ise, kavmi
için beddua etmek şöyle dursun devamlı hidayet istemiş, en sıkıntılı
zamanlarında dahi ümmetini hatırından çıkarmamış ümmeti için hayır dua
etmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın bize
bahşettiği ikinci ayrıcalık, bâtılın asla hakka galip gelemeyeceğidir. Zaman
zaman zahirde ehl-i bâtıl güçlü görülebilir. Ama bunlar, geçici ve izafîdir.
Aslında ehl-i hakk galiptir. Üçüncü husus da Müslümanların tümü ile sapıklık
üzere birleşmeyecekleridir, yani eğer müslümanlar bir konuda görüş birliği
halinde iseler o haktır. Bu sebepten dolayı icma, kitap ve sünnetten sonra
üçüncü şef i delil olmuştur.[56]
4254...
Abdullah b. Mesud (r.a) rivayet edildiğine göre,
Rasûlullah (s.a) şöyle
buyurmuştur:
"İslâm'ın
değirmeni otuzbeş, otuzaltı yada otuzyedi yıl dönecektir. Eğer (bundan sonra)
helak olurlarsa, ihtilâfa düşüp din işlerini ihmal ederlerse, yolları
kendilerinden önceki ümmetlerden helak olanların yoludur. Eğer dinleri (tahrife
ve tağyire uğramadan) kalırsa, yetmiş sene devam eder."
İbn Mes'ud derki:
"Yetmiş yıl,
otuzbeş, otuz altı veya otuz yedi yıldan kalan (sonra) dan mı, yoksa baştan mı
başlar?" dedim.
Rasûlullah (s.a),
"Baştan başlar" buyurdu.[57]
Ebû Davûd der ki:
(İsnadtaki Râbî b. Hiraş'ı ha'yı noktalı olarak) " diyen hatâ etmiştir.)[58]
Bu hâdisîn
anlaşılmasında ulema arasında hayli ihtilâf edililmiştir. Bu ihtilâflar genelde
metinde kullanılan cümlelerin ifâde ettiği mânâları anlama konusunda olmuştur.
Bu farklı anlayışları özetlemek istiyoruz:
"İslam'ın
değirmeni: .... dönecektir." Bu cümlenin ifâde ettiği mânâda iki görüş
vardır.
1- Dinin
işlerinin düzgün olarak ve Rasûlullah devrinde olduğu hâl üzere devam
etmesidir. Allah'ın ahkâmının uygulanması, hadlerin tatbiki, hilâfet ve
velayetin düzgün bir biçimde devamıdır.
Ulema'nm çoğunluğu,
anılan cümleyi bu şekilde anlamışlardır. Onlar bu anlayışa götüren amil,
belirli bir hızla dönmekte olan değirmenin eski halinden bir değişikliğin
olmayışı eski hali ile sonraki halinin aynı oluşudur.
2- Bundan
maksat, savaşların çıkması, müslümanlarm birbirlerini Öldürmeleridir. Bu görüş
Hattabî ve Begavî'ye aittir.
Değirmenin dönmesi ile
savaş arasındaki ilgi şudur: Değirmen döndükçe, taşlar arasındaki taneleri
ufalar, öğütür un ufak eder. Savaş da, savaşa katılanların canlarını öğütür;
onları yok eder. Ayrıca Arap edebiyatında savaşın, "Değirmen taşının
dönmesi" ile ifâde edildiğini söylerler ve bunun için şahitler getirirler.
Meselâ bir şair savaşı vasf ederken "
“Bizim değirmenimiz ve
onların değirmeni döndü" demiştir. Ayrıca Ferezdak'in dedesi
Sa'saa:"Elini Ce-mel değirmeninden (yani Cemel Savaş 'ında) kaldırdığı
zaman Ali b. Ebî Talip (r.a)'a geldim" demiştir.
Avnü'l Ma'bud
müellifi, Arap edebiyatındaki bu isti 'mallar j gösterilerek; ikinci, yani
Hattabî ve Begavî'nin anlayışlarının sahih olmasının gerekliliği tarzında
varid olacak itiraza şöyle cevap vermektedir.
"Şüpesiz Araplar,
harpten kinaye olarak değirmenin dönmesini kullanırlar. Ancak bu, sözde açıkça
veya işaretle harp kelimesi zikredildiği taktirdedir. Hadiste ise, harp
kelimesi geçmemektedir. Türbeştî şöyle der.: Araplar, harpten kinaye olarak
değirmenin dönmesini kullanırlar ve harbin değirmeni döndü derler. Onların
harp kelimesini anmadan, değirmenin dönmesini savaştan kinaye olarak
söylediklerini bulamazsın. Bu hadiste harp kelimesi anılmamış, İslâm'ın
değirmeni denilmiştir. Uygun olan, bu sözden maksadın İslâm'ı anılan müddet
zarfında işinin; düzgün bir şekilde, eskiden olduğu gibi devam etmesidir.
Değirmenin dönmesinin, kişinin işlerinin düzgün bir şekilde yürümesi mânâsında
müstear olduğu vakidir..."
Avnü'l Ma'bud müellifi
bundan sonra, İbnü'l Esîr'den de önceki mânâyı destekleyen nâkiller
yapmaktadır:
"Otuzbeş veya
otuzaltı, ya da otuz yedi yıl." Alimler bu sözden maksadın, Anılan müddet
zarfında mı yoksa, anılan müddetlere kadar rm olduğunda ihtilaf etmişlerdir.
Başka bir ifâde ile anılan rakamların başındaki "lam" harfinin vakit
manasında mı, yoksa gaye için olan "-İlâ" mânâsında mı olduğunda
ihtilâf etmişlerdir. Tercih edilen görüş "lâm"m vakit mânâsında
oluşudur. Bu cümledeki rakamlar arasındaki " =veya" kelimesinin hangi
mânâda kullanıldığı da tartışılmalıdır. Bazı âlimler bunun tenvî için yada
" = bilâkis" manâsında olduğunu söylerlerken, İzâletü'I - Hafâ
adındaki eserde, bunun râvîlerden birisine ait bir şek olduğu söylenmektedir.
Rasûlullah'ın haber
verdiği bu otuzbeş, otuzaltı, veya otuzyedi senelik müddetin başlangıç zamanı
hadisde zikredilmemiştir. Bu müddetin başlangıcının Hicret olması muhtemel
olduğu gibi, hadisin varid olduğu, yani Hz. Peygamber'in bu sözü söylediği
zaman olması da muhtemeldir. Bu Hadis Hz. Peygamber'in vefatından beş ya da
altı yıl evvel varid olmuştur.
Eğer başlangıç müddeti
olarak Hicret esas alınırsa, İslâm'ın işlerinin müstakim bir şekilde devam edeceği,
otuzbeş yada otuzaltı yıllık müddetin sonu, Hz. Osman'a karşı yapılan
ayaklanma olmuş olur, Hz. Ali döneminin bu müddetten hariç tutulması, onun
döneminde İslâm âleminin tümünde tek hükümranlığın olmayışıdır. Ama başlangıç
zamanı olarak, hadisin varid olduğu an esas alınırsa, otuzbeş yılın bitimi Hz.
Ali'de dahil Hülefa-i Râşidîn devrinin sonudur. Cemel Savaşı otuzaltı yılının
sonu, Sıffîn savaşı da otuz yedi yılının sonunda olmuştur.
"Eğer (bundan
sonra) helak olurlarsa (ihtilafa düşüp din işlerini ihmâl ederlerse, yolları
helak olanların yoludur."
Alimler, bu cümlenin
anlaşılmasında da ihtilâf etmişlerdir. Çoğunluk, bizim terceme ederken
parantezle işaret ettiğimiz şekilde anlamışlardır. Yani helake sebep olan
şeyler, helak olarak adlandırılmışlardır. Yani mânâ" eğer onlar
durumlarını değiştirir dinlerini tahrif eder, liderlerine karşı çıkar, Allah'a
isyan edip zulme dalar ve Allah'ın hududunu terkederlerse..." demektir.
Hattabî'ye göre ise bu
söz, "Şayet savaş ve cihadı terk etmek suretiyle helak olurlarsa onların
yolu önceki milletlerden helak olanların yoludur." şeklinde
anlaşılmalıdır.
"Eğer, dinleri
(tahrife uğramadan) kalırsa..."
Bizim tercememiz,
Avnü'l Ma'bud müellifinin anlayışına göre yapılmıştır. Hattabî ise, bu
cümledeki "din" kelimesinin melik manasında olduğunu söyler ve şöyle
der: "Bununla, Ben-i Ümeyye'nin saltanatı ve saltanatın onlardan,
Abbasîler'e geçişi kastedilmiştir. Hükümranlığm tam olarak Emevîler'e geçişi
ile, Horasan'da Abbasî Devletinin doğuşu ve Emeviler'in zayıflmaya başlayışı
arasında yetmiş sene kadar geçmiştir."
Avnü'l Ma'bud
müellifi, Hattabî'nin bu sözünün son derece zayıf, hattâ bâtıl olduğunu ve
İbn-ül Esir'in şu sözlerini nakleder. "Gördüğün gibi bu tevil doğru
değildir. Çünkü onun işaret ettiği müddet yetmiş sene defe gridir. Ve o müddet
zarfında din kaim değildi."
Erdebilî ulemâ'nm,
Hattabî'nin sözünü zayıf bulduklarına işaretle şöyle der. "Ümeyye
oğulları dönemi bin aydır. Bin ay, seksen üç sene ve dört ay eder"
Türbeştî'de,
Hattabî'nin yukarıya aktardığımız sözünü naklettikten sonra şunları
söylemektedir: "Allah, Ebû Süleyman'a yani Hattabî'ye rahmet etsin. Şayet
o, hadîsi iyice düşünse ve tevilini hadîsin siyakı üzerine kursa idi,
Rasûlullah'ın bu sözleri ile Emeviler'in saltanatını kastetmediğini bilirdi.
Aksine onun maksadı, Ümmetin işinin baştakilerc itaat-la, hadleri yerine
getirmekte düzenli gitmesidir."
Hadisin sonunda İbnü'l
Mes'ud, Hz. Peygamber (s.a) bu yetmiş senelik müddetin, daha önce geçen otuz
küsur senenin bitiminden itibaren mi yoksa, o müddetin başından itibaren mi
başladığını sormuş Rasûlullah'da başından başladığını söylemiştir. Yani
onların dinlerine ait işler, Hicret'ten (veya o sözü söylediği andan) itibaren
yetmiş sene devam edecektir.[59]
4255... Ebû
Hûreyre (r.a)'den rivayet edildi ki; Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Zaman yaklaşıp
(kısalacak), ilim (ehli) azalacak, fitneler ortaya çıkacak, (insanların içine)
cimrilik atılacak ve here çoğalacak" Rasulullaha:
" Herç"
nedir Ya Rasûlullah? denildi. -Kati, Kati... buyurdu.[60]
Hadîsin, Buharî'nin
Fiten'deki rivayeti buradaki ile aymdır. Müslim'in Fitendeki rivayeti ise kısadır.
Sadece sonundaki katl'in çoğalacağını bildiren bölüm vardır.
Hadisteki "Zaman
yaklaşacak..." cümlesinden muradın ne olduğu konusunda hayli farklı
ihtimâller üzerinde durulmuştur. Bu konuda ortaya atılan ihtimâller şunlardır.
1- Kıyametin
yaklaşmasıdır.
2-
İnsanların şer ve fitnede birbirlerine yaklaşmalarıdır.
3-
İnsanların ömürlerinin kısalığıdır.
4- Günlerin
ve gecelerin kisalmasıdır. Öyle ki, sene, ay gibi; ay, hafta gibi; hafta gün
gibi; gün saat gibi, saat da alevin parlaması gibi olacaktır.
5- Bereketin
azalmasıdır.
6-
Devletlerin son bulmaya ve asırların yok olmaya koşuşmalarıdır.
7-
İnsanların dini hayatlanndaki gevşeklikten dolayı hallerinin birbirine
yaklaşmasıdır. Öyle ki, içlerinde iyiliği emredip, kötülükten men eden kimse
kalmayacaktır. Çünkü fısk artacak, fasıklar çoğalacaktır.
Bu ihtimallerin bir
kısmı değişik alimler tarafından ileri sürülmüştür. Biz hepsini icmal ederek
verdik.
Hadîsin devamında
Rasûlü Ekrem Efendimiz, işaret edilen zamanda ilmin azalacağını haber
vermiştir. Bu, ulemanın ölmesi ve yerlerini doldurulacak kişilerin
yetişmemesidir. Zira, Cenab-ı Allah, ilmi insanların içinden söküp almaz. Alimlerin
ruhlarını kabzetmek suretiyle alır.
Bundan sonra Hz.
Peygamber (s.a) insanların kalplerine cimriliğin atılacağını söylemektedir.
Sarihler, buradaki cimriliği malla ilgili olana tahsis etmemişler, her halin
kendine göre bir cimriliğinin olduğunu söylemişlerdir. Meselâ, alim, ilmini
yaymaktan; sanatkâr, sanatını öğretmekten; zengin, fakire yardımdan imtin
ederse, bunların her biri cimriliktir.
Hadisin sonunda da Hz.
Peygamber "herec"in çoğalacağını söylemiş, bunun ne olduğunu
soranlara da "kati kati" cevabını vermiştir.[61]
4256... Ebû
Bekre (r.a)'dan rivayet edildi ki;
Rasûlullah (s.a) şöyle
buyurmuştur:
"Yakında bir
fitne çıkacaktır. O fitne zamanında (ona karışmayıp) uzanıp yatan, oturandan;
oturan (ona karışmak üzere) ayakta durandan; ayakta duran, yürüyenden;
yürüyend de (fitneye) koşandan daha hayırlı olacaktır."
Ebu Bekre:
Yâ Rasûlullah,
(Ozaman) benim ne yapmamı emredersin? dedi.
Rasûlullah (s.a) :
"Devesi olan
devesinin, koyunu olan koyunun, arazisi olan da arazisinin yanına gitsin"
buyurdu.
Ebu Bekre:
Bunlardan hiç bir şeyi
bulunmayan ne yapsın?
Rasûlullah :
Kılıcına dayansın,
onun ağzını taşa vursun, gücünün yettiği kadar o fitneden korunsun.[62]
Bu hadisin baş
tarafına benzer ifâdeler, Buharı’ de Ebu
Hureyre (r.a)'dan rivayet edilmiştir. Müslim'in, Ebû Bekre'den rivayeti de, Ebû
Davud'un rivayetinden hayli farklıdır. Müslim'in rivayetine göre Hz. Peygamber
(s.a) hadisi sonunda üç kere "Allah'ım tebliğ ettim mi?" demiştir.
Sonra da bir adamın, "Ya Rasûlullah, Mecbur edilir de iki saftan veya iki
gruptan birisine götürülürsem ve bana birisi kılıcını vurur veya bir ok gelip
beni öldürürse ne buyurursun?" dedi. Hz. Peygamber'de "Hem kendi
günahını hem de senin günahını yüklenir ve Cehennemliklerden olur."
buyurdu.
Rasûlullah Efendimiz
çok yakında müslümanlar arasında bir fitnenin zuhur edeceğini, o fitneden uzak
duranların uzaklık ölçülerine göre başkalarından daha hayırlı olduğunu
söylemiştir. Alimler, Efendimizin haber verdiği bu fitnenin, Cemel ve Sıffın
savaşları, Hz. Osman ve Hz. Hüseyin'in öldürülmeleri olduğuna dair görüşler
beyan etmişlerdir. Böyle fitneler, zuhur ettiğinde yatan uyuyandan daha
hayırlı olacaktır. Çünkü oturmakta olan, uzanmakta olanın göremediklerini
görür, duymadıklarını duyar. Dolayısıyla oturan, uzanana nisbetle bu fitnenin
azabına daha yakındır. Oturan, ayakta durandan daha hayırlıdır. Çünkü ayakta
duran da oturanın göremediklerini görür, duyamadıklarını duyar. Buradaki
oturandan, maksadın yerinden ayrılmayan; ayakta olandan maksadın, savaşa
iştirak için kalkan kişi olması muhtemeldir. Yürüyenden maksat, fitneye yürüyerek
iştirak eden; koşandan maksat'da fitneye koşandır. Peygamber Efendimiz, fitne
anında deve, koyun ve arazi gibf malları olan kişilerin, halktan ayrılıp mallarının
başına geçmelerini tavsiye etmiştir.
Kılıca dayanıp ağzını
taşa vurmaktan maksat, bazı alimlere göre hakiki mânâsıdır. Bazılarına göre,
harbi bırakmak mânâsına mecazdır.
İmam Nevevî'nin
bildirdiğine göre ulema, fitne zamanında harbe katılmanın hükmünde ihtilâf
etmişlerdir. Bir kısım alimler, bunu asla caiz görmemişlerdir. Bu gruba göre
fitneciler; birisinin evine girip onu öldürmek isteseler kendisini müdafaa
etmesi caiz değildir.
Bu görüş Sahîh-i
Müslim'deki rivayete uygundur. Hadisin râvîsi Ebu Bekre'de bu görüştedir. îbn
Ömer ve İmran b. Husayn'a göre, kişinin fitneye iştiraki caiz olmamakla
beraber, kendisini öldürmek isteyene karşı nefsini müdafaa etmesi caizdir.
Ashâb, Tabiîn ve
sonraki müslümanlarm çoğuna göre; Müslüman, fitne esnasında hak sahibine
yardım etmeli, onun yanında savaşa katılmalıdır. Nitekim Cenab-ı Hakk bagîlere
karşı savaşmayı emretmiştir. Bu hadisteki fitneye karışmama emri, haklı olan
tarafın belli olmaması ya da her iki grubun da zalim olmaları hâli ile tevil
edilir. Çünkü eğer kişi, haklıya yardım etmez ise yeryüzünü fesat kaplar.[63]
4257... Sa'd
b. Ebi Vakkas (r.a), Rasûlullah (s.a) 'den bu (önceki) hadisi rivayet edip
şöyle dedi:
"Yâ Rasûlullah, evime
girip beni öldürmek için elini kaldınrsa {ne yapayım) ne dersin?” dedim.
Rasûlullah (s.a) :
“Adem'in iki oğlu[64] gibi
ol" buyurdu.Yezîd:
Eğer beni öldürmek
için elini bana uzatırsan; ben, seni öldürmek için elimi uzatmam"[65]
ayetini okudu.[66]
İzâletü'l-Hafâ'daki
rivayete göre Sa'd b. Ebi Vakkas(r.a) bu hadisi Hz. Osman'ı öldürmek için fitne
çıktığı zaman rivayet etmiştir. Rivayetin baş tarafı, bir önceki Ebu Bekre
hadisi gibidir. Yani fitne çıktığı zaman yatmakta olanın oturandan; oturanın,
ayakta durandan; ayakta duranın, yürüyenden; yürüyeninde koşandan daha hayırlı
olduğu bildirilmiştir.
Bu rivayette Sa'ad b.
Ebî Vakkas, Hz. Peygamber'e birisi evine girip onu öldürmek üzere elini
kaldınrsa ne yapması gerektiğini sormuş, Efendimiz de, "Adem'in iki oğlu
gibi ol" cevabını vermiştir. Dipnotta işaret ettiğimiz gibi bu cümle, bazı
nüshalarda "Adem'in oğlu gibi ol" diğer nüshalarda ise "Ademin
oğullarından hayırlı olanı gibi ol" şeklindedir. Efendimiz'in bu sözden
maksadı, Hz. Adem'in oğlu Kabil'dir. Yani Rasûlullah , Adem'in katil olan oğlu
Kabil gibi değil, öldürülen oğlu Hâbil gibi ol demek istemiştir. Bilindiği gibi
Hz. Adem'in oğullan Hâbil ile Kabil arasında kavga çıkmış, Kabil, Habil'i
öldürmek istemişti. Hâbil ise kardeşini öldürmektense, onun tarafından
öldürülmeyi tercih etmiş ve "Eğer beni öldürmek için elini uzatırsan, ben
seni öldürmek için elimi uzatmam" demiştir.
Zaten Râvî Yezîd'in
okuduğu âyet de Hâbil'le Kabil hakkındadır.[67]
4258... İbn
Mes'ud (r.a) şöyle demiştir; Rasûlullah (s.a)'ı şunları söylerken işittim:
İbn Mes'ud, (yukarıda
geçen) Ebû Bekre hâdisi'nin bir kısmını zikredip şöyle dedi:
"Fitnede
öldürülenlerin tümü cehennemdedir."
Vâbisa, der ki; İbn
Mes'ud'a:
"Bu ne zaman
olacak yâ ibn Mes'ud?" dedim.
"İnsanın birlikte
oturduğu kişiden emin olmadığı, kati günlerinde" dedi.
" O zaman'a
yetişirsem bana ne yapmamı emredersin"?
"Elini ve dilini
fitneden uzak tutarsın. Evinin sergilerinden bir sergi (gibi devamlı evinde)
olursun"
Osman (r.a)
öldürülünce, gönlüm bir tarafa gitmek istedi. Bir hayvana binip Dimeşk (Şam)'a
geldim. Huraym b. Fatik'e vardım. Olanı ona anlattım. Huraym b. Fatik, İbn
Mes'ud'un bana anlattıkları gibi Rasûlul-lah'tan kendisinin de duyduğuna,
kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin etti.[68]
Metnin siyakından
anlaşıldığı üzere bu hadis de öncekilerle aynı mânâyı ifâde ile fitneye
kanşılmaması-nı tavsiye etmektedir. Ancak bu hadiste öncekilerden farklı olarak
fitne esnasında, yani iç savaş da her iki taraftan ölenlerinde cehenneme gidecekleri
beyan edilmektedir.
Bezlü'l Mec'hud'da
ifâde edildiğine göre buradaki söz konusu olan fitne; kimin haklı, kimin
haksız olduğu bilinmeyen fitnedir. Böyle bir savaşta her iki taraftakilerin de
maksadı hakkı ortaya çıkarmak olmadığı için cehennemi haketmislerdir. Ama
haklıya yardım ederken öldüren veya başka birini öldürmek istemediği halde
zulmen öldürülen kişi bu hadîste söz konusu edilen fitne maktullerinden
değildir.
Kâdî İyâz da böyle
fitne günlerinde öldürülenlerin cehennemlik oluşlarının sebebini şöyle anlatır.
"Çünkü onlar, bu savaşla dinin yücelmesini, zalimin zulmünü defetmeyi
veya haklıya yardımı kastetmemektedirler. Aksine onların maksadı mal ve mülk
arzusu ile giriştikleri bir mücadeledir.
Râvîlerden Vâbisa İbn Mes'ud'a
fitne günlerine ulaştığı takdirde kendisine ne tavsiye ettiğini sormuş, İbn
Mes'ud da elini ve dilini fitneden korumasını tavsiye etmiştir. Şüpesiz İbn
Mesud'un bu tavsiyesi, Rasûlullah'tan aldığı bir bilgiye dayanır.
Kişinin dilini
fitneden korumasından maksat, fitne ile ilgili konuları konuşmaktan uzak
kalması; elini korumatan maksat da, kimseyi öldürme-mesidir. "Evinin
çullarından bir çul olması" evinden dışarı çıkmamasından, devamlı evinde
kalıp fitneye karışmamasından kinayedir. Evin sergisi nasıl devamlı evde
durur, sanki oraya yapışır kalırsa, sende aynı şekilde evinde kal oradan
ayrılma, demektir.
Hadîsin sonuna doğru
Vâbisa "Hz. Osman öldürülünce gönlüm bir yerlere gitmek istedi."
demiştir. Bundan murad, Hz. Osman'ın öldürüldüğü fitnenin çıktığı yeri
terketmek istediğini ifade eder. Bu mânâya gelen cümlesinin kelime kelime karşılığı "Kalbim
konacağı yere uçtu" demektir. Bu cümleden murad edilen mânânın
"kalbim hareketlendi, üzüldü", olması da muhtemeldir.[69]
4259... Ebû
Mûsel-Eş'arî (r.a)'den; Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
Şûphesiz kıyametin
hemen önünde karanlık gecenin parçalan gibi büyük fitneler çıkacaktır. O
fitnelerde, kişi, mümin olarak sabahlayıp kafir olarak akşamlayacak; mü'min
olarak akşamlayıp, kafir olarak sabahlayacaktır. O fitnelerde; oturan, ayakta
durandan; yürüyen, koşandan daha hayırlıdır. (O zaman) siz yaylarınızı
kırınız, kirişlerinizi (yay iplerinizi) parçalayınız, kılıçlarınızı taşa
vurunuz. Eğer sizden birinizi (öldürmek için) evine girilse, o Adem'in iki
oğlundan hayırlısı gibi olsun.[70]
Hadis-i şerifte
kıyamet kopmadan, hemen önce korkunç fitneler olacağı, bu fitnelerin karanlık
gecenin bölümlerine benzeyeceği bildirilmektedir. Bu benzetme ile anlatılmak
istenen, fitnelerin korkunçluğu, şiddeti, mahiyetinin bilinmemesi iç yüzünün
insanlara karşı kapalı olması, sürekliliği ve yaygınlığıdır. O dönemde
insanların mü'min olarak sabahlayıp, kafir olarak akşamlamaları veya aksi
durumda olmaları, onların inanç ve düşüncelerindeki değişkenliğe işarettir.
Yani onların, bir anının başka bir anı tutmayacağının ifadesidir. Yoksa,
sadece bu iki vakitteki iman ve fikir farklılığına işaret değildir. Meselâ, o
an gelince insanlar, müslüman kanının akıtmanın haram olduğunu söylerken, hemen
fikirleri değişecek ve müslüman kanının helâl olduğunu söyleyecek, böylece
küfre düşeceklerdir. Böylece kısa zamanda içerisinde mü'minken kafir
olacaklardır.
Hadisteki oturanın
ayakta durandan; yürüyenin, koşandan hayırlı olmasından murad, fitneye ve
fitnecilere uzak kalmanın; hayırda olmanın ölçüsünü ifade eder.
Hadîsin son kısmında,
evinde saldırıya uğrayıp öldürülmek istenen kişinin Hz. Adem'in oğullarından
Hâbil'in, Kabil'e yaptığı gibi yapması, karşısındaki müslümam öldürmektense
kendisinin ölmeyi tercih etmesinin uygun olacağı belirtilmektedir.
Ancak bu anılan
fitnelerle ilgilidir, ve fitneye karışmamak içindir. Yoksa insan canını ve
malını korumak için mücadele eder. Nefsi koruma İslâm'ın kabul ettiği bir
davranıştır. Mesele yanlış anlaşılmamalıdır.[71]
4260... Abdurrahman
(yani İbn Semûre) şöyle demiştir:
Medine sokaklarından
birinde İbn Ömer'le el ele tutuşmuş vaziyette (yürüyor) idik. Birden asılmış
bir (insan) başın(m) yanma geldik. İbn Ömer "Bunu öldüren şakîdir."
dedi. İleri geçince "bunun (maktulün) da şakı olduğunu zannediyorum.
Rasûlullah (s.a)'i "Ümmetimden birini öldürmek için yürüyen kimseye
(öldürülmek istenen) şöyle yapsın (boynunu uzatsın). Öldüren cehennemlik,
öldürülen de cennetliktir, buyururken işittim." dedi.Ebû Davûd der ki:
Bu hadisi Sevrî,
Avn'den; Avn, Abdurrahman b. Semîr veya Abdurrahman b. Semire'den rivayet
etti. Ayrıca onu Leys b. Ebu Süleym Avn kanalıyla Abdurrahman b. Semire'den
rivayet etti.
Yine Ebû Davûd şöyle
demiştir:
Hasen b. Ali bana
şöyle dedi:
Bu hadîsi bize, Ebû
Avene'den Ebûl-Velıd haber verdi ve " O benim kitabımda İbn
Sebure'dir." dedi. (Onun için) "Semure" dediler.
"Sümeyrâ" dediler. Bu, Ebû Velid'in sözüdür.[72]
Hadiste görüldüğü
üzere Abdurrahman b. Semure’nin ibn Ömer'le birlikte Medine sokaklarında
gezerken hurma ağacına asılmış bir insan başı görmüşler ve İbn Ömer, metinde
görülen sözleri söylemiştir. Avnü'l Ma'bud'da asılı olan bu kafanın, İbn
Zübeyr'nin başı olduğunu söylenmektedir. Bezl'ül Mechûd'da ise buna itiraz
edilerek şöyle denilmektedir. "Avnü'l Ma'bûd sahibi, onun, İbn Zübeyr'inin
başı olduğunu söyler. Ahmediye Haşiyesin'dede böyledir. Ancak zahire göre bu
sahîh değildir. Çünkü onların Medine yollarından birinde yürümeleri bu iddiayı
imkansız kılar. Eğer "O, İbn Zü-beyri'nin başı olsaydı Medine yolunda'1
derdi. "Medine yollarından bir yolda" denilmesi o olayın Medine
içinde olduğunu gösterir. Ayrıca hadisin devamındaki "Ben onun
(Maktülün)da şakı olduğunu zannediyorum." ifâdesi de buna imkan vermez.
Çünkü İbn Zübeyr bir şahabıdır ve kendi nefsini ve müslümanları müdafa
etmiştir. O, halifeliğe Yezid'den daha müstehaktır.
İbn Ömer, gördüğü
başın sahibini öldürenin cehennemlik olduğunu kat'i bir dille ifâde ettiği
halde, öldürülen şahsın cehennemlik olduğunu zan ile ifade etmiştir. Çünkü onun
suçlu olup olmadığını kesin olarak bilmemektedir.
Hadisin devamında îbn
Ömer (r.a); Efendimiz'in, kişinin kendisini öldürmek üzere gelene "şöyle
yapmasını" emrettiğini söylemiştir. Bazı nüshalarda da bu cümleden sonra
tefsir olarak "yani boynunu uzatsın" ilâvesi yer almıştır. Biz
tercemeyi yaparken bu ilâveyi göz önünde bulundurduk.
Hz. Peygamber'in bu
sözünden maksat şüphesiz, kişinin kendisini öldürmek isteyenin önüne yatıp»
boynunu uzatması değildir. Maksat, bir müslümanın, başka bir müslümanı
öldürmektense kendisinin ölmesinin daha iyi olduğunu, çünkü katilin cehennemde,
maktulün ise cennette olduğunu bildirmektedir. Ayrıca, bir kimsenin canını,
koruması görevi, nefsini müdâfaa için başkasını öldürmesi hakkıdır.
Ebû Davûd, hadîsin sonunda
Abdurrahman'ın babasının adı konusunda söylenen farklı görüşleri vermiştir.
Bunlar Semûre, Sebûre, Semîra, Sümeyrâ'dır.[73]
4261... Ebu
Zer (r.a) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a) bana, -Yâ Ebû Zer, dedi.
Buyur, Yâ Rasûlullah,
Emrin başım üstünde... dedim. Râvî hadisi zikredip, şöyle dedi:
Rasûlullah:
İnsanlar (topluca)
ölüp, kabir bir köle fiyatına olduğu zaman ne yaparsın? buyurdu.
Allah ve Rasûlü daha
iyi bilir veya Allah ve Rasulu benim için ne seçerse onu.
Sabra sanl-veya Sabret[74]
Rasûlullah daha sonra şöyle dedi: -Yâ Ebû Zer,
Buyur ya Rasûlullah
Ahcâr'u zeyt'in kan
içinde kaldığını gördüğün zaman ne yaparsın? -Allah ve Rasûlü benim için ne
isterse onu.
Sen kendilerinden
olduğun kişilerin (ailenin veya bi'at ettiğin hükümdarın) yanına katıl.
Yâ Rasûlullah!
Kılıcımı alıp, boynuma takmayayım mı? (savaşa katılmayayım mı?)
Öyle yaparsan o kavme
ortak olursun.
Öyleyse bana ne
emredersin?
Evine kapan
Eğer seni kılıç
parıltısının kaplamasından korkarsan elbiseni yüzüne tut, o (seni
öldürmek isteyen kişi) senin ve kendisinin günahı ile döner)[75]
Hadîsin İbn Mâce'deki
rivayetinde Ebû Zer're insanların başına gelecek olan kıtlıkta nasıl davranacaklarına
dair, Rasûlullah'm soru ve tavsiyeleri de yer almaktadır. İbn Mâce'deki bu
fazla metnin Ttirkçesi şu şekildedir.
Rasûlullah, "Yâ
Ebâ Zer', insanların başına gelecek olan; mescidine gelip de yatağına
dönemeyeceğin derecede şiddetli olan açlık halinde ne yaparsın?" buyurdu.
Ben de : Allah ve Rasulü daha iyi bilir, veya - Allah ve Rasulü benim için ne
isterse o olur, dedim. Rasûlullah, "O zaman iffetli ol (dilenmekten veya
haram nzıktan sakın) buyurdu..."
Hadis Metnindeki
"İnsanların ölüp kabrin bir köle fiyatına olacağı..." cümlesi
alimler arasında değişik şekillerde açıklanmıştır. Hattabî bu cümleyi iki
şekilde açıklar:
a) İnsanlar
ölülerini gömmekle o kadar meşgul olacaklar ki, bir Ölü için kabir kazıp,
defnedecek birisi bu işi ancak bir köle veya köle kıymeti karşılığında
yapacaktır.
b) İnsanların
kabristanları daralacak, cenaze defnedecek yer kalmayacak bir kabrin fiatı bir
kölenin fiyatına erişecek.
Türbeştî, Hattabî'nin
bu yorumlarından ikincisini, yeryüzünün geniş olduğunu insanlar ne kadar çok
ölürlerse ölsünler yine de kabir sıkıntısının olmayacağını söyleyerek tenkid
etmiştir.
Avnü'l Ma'bûd müellifi
ise Türbeşti'nin tenkidini olumsuz bularak, hadisteki maksadın, Hattabî'nin
ikinci yorumu olduğunu söyler ve bu iddiasını başka rivayetlerle teyid eder.
Avnü'l Ma'bud'un bu
konudaki sözleri şu şekildedir:
"Türbeşti'nin bu iddiasına
şöyle cevap verilir. Buradaki kabristan'dan maksat, Medine'deki Cibâne'dir.
Medineliler'in adeti, cenazelerini oradan başka yere defnetmemek şeklinde cari
olmuştur. Mirkat'ta da böyle denilmektedir. Bir de ben derim ki, Mesabih ve
el-Mişkat'ta rivayet şu şekilde vâki olmuştur: "Yâ Ebâ Zer! Medine'de
ölümler olup, bir kabir, köle fiatma çıkar da kabir köle karşılığında
satılırsa... "bu rivayet, ikinci manâyı teyid etmektedir. Ve maksat olan
mânâ da budur. Çünkü hadisler birbirlerini tefsir ederler."
Bu cümle ile ilgili
olarak, iki mânâ daha ileri sürülmektedir. Onlardan birisi şudur: Ölümler çok
olduğu için, evler boşalacak ve ucuzlayacak. Nihayet bir köle fiyatına bir ev
satılacaktır. Halbuki ev fiyatları köle fiyatlarından çok daha pahalıdır.
İleri sürülen ikinci
mânâ da, kalabalık olan, hizmetçileri çok olan evlerde ancak bir hizmetçi
kalacak ve alinenin tüm işlerini o yürütecektir.
Şüpesiz bu son iki
mânâ sadece Ebû Davud'un rivayeti göz Önüne alınırsa muhtemeldir. Ama
EI-Mesabih ve el-Mişkat'ın rivayetleri göz önüne alındığında, bu mânâları
anlamak mümkün değildir. Hadisin siyakına uygun olan mânâ, Avnü'l Ma'bûd
müellifinin de tercih ettiği Hattabî'nin ikinci izahıdır.
Hadis-i şerifte,
Efendimiz, "kabir" mânâsına, sözlük manası "ev" olan "
kelimesini kullanmıştır. Râvilerden birisi de metni rivayet ederken bu
kelimeyi "yâni kabir" diye tefsir etmiştir. Biz tercemeyi yaparken
kelimeyi asıl mânâsı ve râvînin tefsirine hiç işaret etmeden, doğrudan doğruya
maksat olan mânâyı verdik ve "kabir" dedik.
Hadis'in devamında Hz.
Peygamber Efendimiz, müslümanlar arasında cereyan edecek ve ortalığı kana
bulayacak bir savaşı haber vermektedir. Bu savaş "Ahcâru'z zeyd"
denilen yerde olacaktır. Burası Medine'de bir mahalle veya Medine'de bir
yerdir. Avnü'l Ma'bûd müellifi'nin Türbeş-tî'den naklettiğine göre burası,
Yezid döneminde meydana gelen savaşın geçtiği Nacre'den bir parçadır. Bu
savaşta Yezid ordusunun komutanı, Müslim b. Ukbe idi. Ukbe ordusu hz.
Peygamberin haremi olan Medine'ye saldırdı. Orasının dokunulmazlığını hiçe
saydı. Medine'nin batısındaki Harre denilen yerde konakladı. Medine'deki
erkekleri kılıçtan geçirdi. Üç beş gün bu zulmü sürdükten sonra, Mekke ile
Medine arasında tuzun suda eridiği gibi eridi. İşte bu savaşta Ahcar'uz - Zeyd
denilen yer, müslümanların kanlan altında kaldı.
Hz. Peygamber (s.a)
Efendimiz, bu savaşta Ebu Zer'rin kendilerinden olduğu kişilere katılmasını
emretmiştir. Bundan maksat, terceme esnasında da işaret edildiği gibi, kendi
aile ve aşireti veya kendisine bi'at ettiği halifedir.
Ebû Zer, bu savaşta
kılıcını alıp savaşa iştirak edip edemiyeceğini sormuş, Rasûlullah'da Eğer
öyle yaparsan onlara ortak olmuş olursun" buyurmuştur. Bazı âlimler,
buradaki ortaklığın, günahta ortaklık olduğunu söylerler.
İbn Melik ise bunun,
kan akıtmaktan sakındırmayı tekit için olduğunu, çünkü kişinin kendisini
müdafaa etmesinin vacip olduğunu söyler.
Aliyyü'I Kârî ise
şöyle der:
"Doğrusu şudur:
Eğer hasım müslümansa ve bir fesat söz konusu olmazsa, kişinin kendisini
müdafaası caizdir. Ama saldırgan kâfir ise imkân nisbetinde kendisini müdafaa
vaciptir."
Efendimiz Ebû Zer're
son olarak "Kılıç parıltısının seni kaplamasından korkarsan elbiseni
yüzüne tut" buyurmuştur. Bundan murad şudur: eğer hasmının kılıcını
kullanmasından korkarsan, gözlerini kapa, kılıcını görme. Eğer onlar savaşmak
isteseler bile, sen savaşma; sulh taraftan ol. Şayet sen bu durumda
öldürülürsen, seni öldüren hem senin hem de kendisinin günahını çekecektir.[76]
1- Müslüman,
gelen felâketlere karşı sabırlı olmalıdır.
2- İnsan bir
lidere biat ettiği zaman, lider İslâm'a göre hükmettiği müddetçe onun yanında
yer almalıdır.
3- Müslümanlar
arasında bir çatışma çıkar ve bir kimse, kimin haklı kimin haksız olduğu
bilinmezse tarafsız kalmalı, savaşa iştirak etmemelidir.
4- Bir fitne
esnasında bir müslüman saldırıya uğrar ve kendini korumadan saldırgan
tarafından öldürülürse günahlarını saldıran yüklenir.[77]
4262... Ebû
Musa (r.a)'den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur.
"Şüphesiz önünüzde karanlık gecenin bölümleri gibi fitneler vardır. (O
zaman) kişi mümin olarak
sabahlayacak, kafir
olarak akşamlayacaktır. O fitne esnasında oturan ayakta durandan, ayakta duran
yürüyenden, yürüyende koşandan daha hayırlıdır."
Rasûlullah (s.a):
"Bize ne
emredersiniz?" dediler.
"Evinizin çulları
(gibi) "olunuz" buyurdu.[78]
Hz. Peygamber
Efendimiz, ileride korkunç fitneler çıkacağını insanların fitneden uzak
kaldıkları ölçüde hayırlı olacaklarını beyan etmiştir. Bu konu 4259 no'lu hadiste
geçti. Efendimizi dinleyen sâhâbîler, o durumda ne yapmaları gerektiğini
sormuşlar Rasûlullah'da evlerine çekilip olaylara karışmamalarını emretmiştir. Çullar diye
terceme ettiğimiz
................ kelimesi ............ kelimesinin çoğuludur. Bu kelime
hayvanlarda semerin altına atılan çul evlerin sergisi manasına gelir. Evin çulu
olmaktan maksad da nasıl, çul evde devamlı şergili kalır, başka başka tarafa
taşınmazsa, insanın da evine kapanması bir tarafa çıkmamasıdır.
Bu mesele de 4258
Numaralı hadisin izahında geçmiştir.[79]
4263...
Mikdad b. el-Esyed (r.a) şöyle demiştir:
Allah'a yemin ederim
ki Rasûlullah (s.a)'i şöyle derken işittim.
"Şüphesiz Mes'ûd
kişi, fitnelerden uzak kalandır. Şüphesiz mesud kişi, fitnelerden uzak
kalandır. Şüphesiz mes'ud kişi fitnelerden uzak kalan, bir belâya uğradığında
sabredendir. (Fitneye katılana) vah yazık"[80]
Hadis-i şerif
fitnelerden uzak kalan ve fitneye veva bjr belaya düçâr olup da sabreden
kişinin mes'ud olduğunu beyan etmektedir. Tabi bu saadet aslında ahiret saadeti'dir.
Ama bu durumdaki kişi, aynı zamanda dünyada da mes'uddur.
Hadisin sonundaki
"yazık vah vah" diye terceme ettiğimiz " kelimesi iki mânâda
kullanılır.
1- Keder ve
üzüntü anında ya da bir fırsat kaçırıldığında söylenir. Tehassür ifâde eder.
Terceme de bu manâ esas alınmıştır. Tabii o zaman mâ-nâ'nın düzgün anlaşılması
için, bir takdir yapılması gerekir. Bu takdir de parantez içinde işaret
edilmiştir.
2- Hayret
anında ve bir şey güzel bulunduğu zaman söylenen bir kelimedir. Teaccüb ifade
eder. Bazı alimler, bu mânâyı verebilmek için kelimesinin başındaki
"Lâm" harfinin kesreli okunması gerektiğini söylerler. Bu izaha göre
hadisteki son cümlenin "Bir fitneye düçâr olup da ona sabreden kişi ne
iyidir" şeklinde anlaşılması gerekir.
Avnü'l Ma'bud müellifi
başındaki "lâm" harfini fetha okumanın da kelimesini teaccüb
mânâsında almaya engel teşkil etmeyeceğini söyler.[81]
4264... Ebû
Hureyre (r.a)'den rivayet edildiğine göre;
Rasûlullah (s.a) şöyle
buyurmuştur:
"İleride sağır,
dilsiz ve kör fitneler olacak. Kim fitnelere yaklaşırsa, onlar da o şahsı
kendilerine çekerler. Dilin fitnelere dalması kılıç darbesi gibidir."[82]
Bu hadis-i şerifte fitne,
fitnecilerin özellikleri ile nitelenmiştir. Maksat, fitne anında fitnecinin
hakkı işitmesi, hakkı bilmesi ve hakkı batıldan ayıramamasıdır.
Aliyyü'I Kârî bu
konuda şöyle der "Fitneciler, fitne anında hakkı batıldan ayıramazlar.
Nasihat, emr-i bi'l maruf ve nehy-i ani'l münker dinlemezler. Aksine, o
ortamda hakkı konuşana eziyet edilir".
Rasûlullah Efendimiz,
fitneler zuhur ettiği zaman, ona yaklaşanın kendisini fitnenin içerisinde
bulacağını, onun yakınında kalmanın mümkün olmadığını ifâde etmiştir. 4262
no'lu hadiste geçen, fitne zamanında insanların hayırlı oluşlarının fitneye ve
fitneciye uzaklığına göre oluşu, bu mânâyı teyid etmektedir.
Metnin sonunda fitneye
dil ile karışmanın, kılıçla karışmak gibi olduğu bildirilmektedir. O halde müslüman,
fitne zuhur ettiğinde hiç karışmamalı kendi halinde kalmalıdır.[83]
4265... Abdullah
b. Amr (r.a)'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"İleride Arapları
kaplayan bir fitne olacaktır. O fitnede öldürülenler cehennemdedir. O fitnede
dil kılıç darbesinden daha şiddetlidir."
Ebû davûd der ki:
Bu hadisi, Sevri,
Leys'ten, Tâvus'tan, o da A'cemMen rivayet etmiştir.[84]
Daha önce geçen
benzeri hadislerde olduğu gibi, bu hadiste de çıkacak olan fitnede
öldürülenlerin cehennemlik oldukları bildirilmektedir. Çünkü bu tür savaşlarda,
tarafların maksadı, ya mevki ve makam elde etmek veya mal mülk edinmektir. Ya
da maksadı böyle olanlara yardım etmektir. Halbuki İslâm'ın arzu ettiği savaş,
İlây-i Kelimetûllah için olandır. Ancak bu mânâya yönelik olan savaşlarda
ölenler şehiddirler.
Peygamber Efendimiz, o
fitne esnasında dilin, kılıç darbesinden daha şiddetli olduğunu ifade
buyurmuştur, el, KevkebuM - DürrîMe dilin kılıç darbesinden şiddetli oluşu şu
iki şekilde izah edilmiştir:
1- Hak söz,
kılıçtan daha şiddetlidir.
2- Dillerin
tesiri, kılıçların tesirinden daha fazladır.
3-
Fitnecileri kötülemek ve onlar aleyhinde konuşmak, bu fitneye katılmaktan daha
şiddetlidir.
Burada bir de şu
söylenebilir: Kişi, bizzat savaşa katılmasa bile, taraflardan birisini över,
Öbürünü yererse fitne iyice alevlenir. Kurtubî'ye göre ise bu sözün mânâsı
şudur: Fitne zamanında zalim idarecilerin yanında dedikodu etmek, yalan
söylemek, onlara bilgi toplamak, kılıç darbesi kadar zararlıdır. Çünkü bu tür
hareketler kin ve düşmanlık doğurur ve fitnenin iyice kabarmasına sebep olur.
Mişkat Haşiyesi'nde
es-Seyyid'de Kurtubî'nin yukarıdaki izahına benzer şeyler söylemiştir.[85]
4266... Bize
Muhammed b. İsa b. Tıbâ haber verdi, bize Abdullah b. Kuddüs haber verdi,
Abdullah (ziyad denilen bir adam, sozunun yerine) Zıyad; ısımın kuş dedi.[86]
Bu haber, yukarıdaki
hadisin isnasındaki bir şahıs hakkında açıklamadır. O hadiste râvîlerden Tavus
hadisi kendisine nakleden şahsın Ziyad denilen birisi olduğunu söylemektedir.
Abdullah b. Abdi Kuddüs ise bu zatın "Ziyad Sîmîn kûş" olduğunu
söyler.
"Sîmîn kûş"
farsça bir lâfızdır. Beyaz kulaklı mânâsına gelmektedir.[87]
4267... Ebû
Said el Hudri (r.a)'den,
Rasûlullah (s.a)'in
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Yakın bir
gelecekte Müslüman'ının en hayırlı malı, dağ başında ve yağmur suyu
(birikintileri) başında güttüğü davarlar olacaktır.
(böylece) Dinini
fitnelerden korumuş olur."[88]
Hadis-i şerif,
fitneden korunmak, dinini muhafaza etmek, günaha dalmamak maksadıyla ıssız
yerlere çekilmenin efdâl olduğuna delâlet etmektedir. Ancak bu, başka çare
kalmadığı takdirdedir. Esas olan tenhalarda İslâm'ı yaşamak değil, toplum
içerisinde yaşamak ve yaşatmaktır.
Ama toplum içerisinde
İslâm'ı yaşamak mümkün olmaz ise dinden taviz vererek yaşamaktansa, malı mülkü
bir tarafa bırakıp, dağ başlarına çekilip çobanlık yapmak daha iyidir.
Rasûlullah Efendimiz,
fitneler zuhur ettiğinde, kişinin en hayırlı malının dağ başlarındaki güttüğü
davarlar olduğunu söylemiştir. Allah'u âlem bundan maksadı şudur: İnsanoğlu
tab'an mala düşkündür. Kolay kolay malından ayrılmak istemez. Bulunduğu çevre
ne kadar bozuk olursa olsun, malını mülkünü bırakıp dinine zararsız bir
çevreye çekilmek istemez. İşte Efendimiz, bunu bildiği için, gerekirse köydeki
şehirde ki mallarını bırakıp çöllere, dağlara, vahalara çekilmeyi teşvik
etmiştir. Buradaki koyunların, fitne dolu toplum içerisindeki mallardan daha
hayırlı olduğunu beyan buyurmuştur.[89]
4268...
Ahmed b. Kays şöyle demiştir:
Ben savaşmayı
isteyerek çıkmıştım. Ebû Bekre (r.a) ile karşılaştım. Bana; geri dön, ben,
Rasûlullah (s.a)'i "İki müslüman kılıçları ile karşılaştıkları zaman öldüren
de ölende cehennemdedir." buyururken işittim, Birisi: "Yâ Rasûlellah
şu katil, pekî öldürülenin durumu ne ki? o da Cehennem de" dedi.
Rasûlullah: O da
karşısındakini öldürmek istemişti, buyurdu.[90]
Hadisin Buharı ve
Müslim'in "fiten" deki rivâyetlerinde, Ahmet b. Kays'm, Hz. Peygamber
(s.a)'in amcaoğluna yardım etmek iizere çıkıp, Ebû Bekre ile karşılaştığı
bildirilmektedir. Ayrıca Buharî'nin Kitabü'l İman'daki rivayetinde buradaki rivayetin
sonundaki "o da karşısındakini öldürmek istemişti" cümlesi, "O
da karşısındakini Öldürmeğe hırslı idi" şeklindedir,
Ayrıca Buharî'nin
rivayetinde, Hz. Peygambere "Katilin durumu belli, ama ya maktule ne
oluyor?" sorusunu soranın bizzat Râvî Ebû Bekre olduğu anlaşılmaktadır.
Buharı ve Müslim'in
rivayetlerinden anlaşıldığına göre, Ahmed b. Kays'ın iştirak etmek istediği
savaş, Hz. Ali ile Hz. Aişe arasında vuku bulan Cemel Savaşı'dır. Çünkü, Hz.
Ali, Rasûlullah'ın amcasının oğludur.
Ebû Bekre'nin haberine
göre; Rasûlullah (s.a), iki müslüman savaştığında, hem ölenin hem de öldürenin
cehennemde olduklarını haber vermiştir.Bundan maksat, onların cehennemlik bir
iş yapmış olduklarını bildirmektir. Yoksa, mutlaka cehenneme gireceklerini
bildirmek değildir. Çünkü Allah (c.c) dilerse, onları affedip, cehenneme
koymaz. Hele hele onların ebediyyen cehennemde kalacaklarım söylemek hiç mümkün
değildir. Zaten Efendimiz'in her iki taraf için "müslüman" tabirini
kullanması buna delildir.
Hem ölen hem de
öldüren müslümanm cehennemi hak ettikleri savaş; savaşı, şer'an caiz görecek
bir tevilin bulunmadığı savaştır. Savaşa katılan sahâbilerin her iki tarafta
olanlarının cehennemlik olmaları da buna delildir. Çünkü onlar kendi
ictihadlarının neticesi ve savaşta dini islâh olduğu düşüncesi ile
savaşmışlardır. "
"Eğer müminlerden
iki taife savaşırlarsa"[91]
Ayet-i kerimesinde, isyancılara da hasımları gibi mü'min denilmesi bu izaha
delildir.
Kastalanî bu hadisteki
"Çünkü o da karşısındakini öldürmek istemişti"
cümlesinin, kişi
yapmasa bile, bir şeye azmedince ondan dolayı muahaze edileceğini söyleyenlere
delil olduğunu belirtir. Karşı görüşte olanlar, yani insan bir şeyi yapmadıkça
niyetinden dolayı sorumlu tutulmaz diyenler, bu iddiaya şöyle cevap
vermişlerdir: Burada fiil vardır. Çünkü onlar silâhla karşılaşmışlardır.Ve ortada
bir savaş vardır. Ayrıca katil ve Mak-tü'ün cehennemde olmaları onların aynı
mertebede olmalarını gerektirmez. Katil, hem savaşa katıldığı hem de öldürdüğü
için azab edilir. Maktul ise sadece savaşa katıldığı için azab edilir. Sırf
bir şeyi yapmak istediği için azab edilmez.[92]
4269... Bize
Muhammed b. el-Mütevekkil el Askalanî haber verdi, Bize Abdürrezzak haber
verdi. Bize Ma'mer haber verdi. Bunlar Eyyûb' dan, o da Hasen'den, önceki hadisi
aynı isnâdla ve muhtasar olarak aynı mânâ ile haber verdiler.[93]
4270...
Hâlid b. Dihkân; şöyle demiştir:
Biz Kostantiniyye
(İstanbul) Gazvesinde Zülukya'da idik. Filistinlilerin hayırlılarından ve
ileri gelenlerinden oradakilerin kendisini tanıdıkları bir adam geldi. Adı
Hâni b. Kiilsüm b. Şüreyk el - Kenânî idi. Abdullah b. Ebi Zekeriyyâ'ya selâm
verdi. Abdullah, onun kıymetini biliyordu. Halid bize dedi ki:
"Bize Abdullah b.
Ebî Zekeriyya,haber verip şöyle dedi: Ben Ümmü'd - Derdâ'dan işittim, O da
Ebûd-Derdâ'dan duymuş.
Ebû'd-Derda,
Rasûlullah (s.a)'i şöyle buyururken işittim, dedi: "Müşrik olarak ölen ve
haksız yere kasden bir mü'mini öldüren mü'min müstesna, Allah'ın bütün
günahları bağışlaması umulur." Hânî b. Kiilsüm şöyle dedi:
Mahmud b. er-Rabî,
Ubâde b. es-Sâmit'ten haber verirken işittim. Mahmud'da Ubâde'yi, Rasûlullah'm
şöyle buyurduğunu haber verirken işitmiş.
"Bir kimse haksız
yere zulmen bir mü'mini öldürürse, Allah ondan ne nafile ne de farz 'hiç bir
ibâdeti) kabul etmez" Hâlid bize şöyle dedi.
Bize İbn Ebî
Zekerriyya, Ümmü'd - Derdâ'dan naklen haber verdi. Ümmü'd - Derdâ'da Ebûd -
Derdâ'dan, Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğunu duymuş:
"Mü'min haram bir
kanı dökmedikçe salih amellerde koşmaya devam eder. Ama haram bir kan dökerse
işi bitmiştir, (amelden kesilir)
Hânî b. Külsum bize
Mahmud b. er-Rabî'den haber verdi. Ona da Ubade b. es-Sâmit, Rasûlullah'tan
yukardaki rivayetin benzerini haber vermiş.[94]
Bu hadis bir mü'mini
haksız yere öldüren bir müslümanın, işlediği günahın büyüklüğüne işaret etmektedir.
Birisini haksız yere öldürmekten maksat, had veya kısas ya da nefsi müdafaa
için olmayan haksız yere öldürmektir.
Râvî Halid b. Dihkân,
bir müslümana haksız yere öldürmenin suçunun büyüklüğünü ifâdede üç ayrı
rivayet nakletmiştir. Bunlar:
a) Abdullah
b. Zekeriya'nın, Ümmü'd-Derdâ'dan onun da kocası Ebü'd-Derdâ vasıtasıyla
Rasûlullah (s.a)'den rivayet ettiğine göre, Allah (c.c) kendisine şirk koşan
ile, mü'mini haksız yere öldürenden başka herkesi affeder. Yani Alah (c.c),
müşrik olup da iman etmeden ölen kişi ile, bir müslümanı kasden ve haksız yere
öldüreni affetmez.
Müşrik olarak öleni
affetmeyeceği konusunda bir ihtilâf yok. Müslümanı haksız yere öldüren kişinin
tövbe ettiği takdirde Allah'ın affına mazhar olup olmayacağı konusunda iki
görüş vardır.
1- Bir
mü'mini zulmen öldüreni Allah affetmez, üzerinde durduğumuz hadisin zahiri ve
"Teammüden bir
mü'mini öldürenin cezası cehennemdir.”[95] âyetinin
zahiri bu görüşe delildir. İbn Abbas (r.a)'da bu görüşü benimsemiştir. Ehl-i
Sünnet dışı bazı mezhepler de bu kanaattedirler.
2- Allah
(c.c) kendisine şirk koşmanın dışındaki bütün günahları dilerse affeder.
Dolayısıyla zulmen adam öldüreni de affedebilir. Selef ulemâsının büyük çoğunluğu
ve Ehl-i Sünnet'in tamamı bu görüştedir. Bu görüş sahiplerinin delilleri
"Şüphesiz Allah,
kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında dilediğini bağışlar"[96]
Âyeti kerimesi ve bazı hadislerdir. Doksandokuz kişiyi Öldürüp de bir rahibe
gelen ve, rahibin kendisi için tövbe imkanı olmadığını söylemesi üzerine onu
da Öldüren ve bağışlanan İsrailliyi anlatan hadis ile, "Seninle tevbe
arasına kim girebilir?" manâsındaki hadis, katilin af edilebileceğine
delildir.
Bu görüşte, olanlar
üzerinde durduğumuz hadisi ya mü'mini öldürmeyi helâl sayarak öldürene
hamletmişler, ya da adam öldürmekten men ve uzaklaştırmak maksadıyla zecr için
kullanılmış bir ifade saymışlardır. Yani cumhura göre Allah (c.c), bir mü'mini
öldürmeyi helâl sayarak öldüreni affetmez, ama adam öldürmenin haramlığını
kabul ile pişmanlık duyarak tevbe edeni dilerse affeder.
Yine bu görüşte
olanlar bir mü'mini taammüden öldürenin cezasının cehennem olduğunu bildiren
âyeti: "Eğer Allah ona ceza vermek,isterse cehennemle cezalandıracaktır."
şeklinde anlamışlardır.
b) Hânî b.
Külsüm'ün, Muhammed b. Rabî'den, onun da Ubade b. Sâmit vasıtasıyla Rasûlullah
(s.a)'den haber verdiğine göre; Allah (c.c), haksız yere zulmen bir mü'mini
öldürenin, farz ve nafile ibadetlerin kabul etmez. ''Haksız yere zulmen"
diye terceme ettiğimiz kelimesi bazı nüshalarda ğayınla şeklinde vâriddir. Bu
durumda mânâ "bir mümini öldürüp de buna sevinen, ferah duyan" şeklinde
olacaktır. En Nihâye'de, hadisin Ebû Davud'un süneninde böylece vârid olduğu
belirtildikten sonra, hadisin sonunda. Râvî Halid b. Dihkâ'nm şu açıklamasının
yer aldığı eklenmiştir:
"Yahya b.
Yahya'ya " sözünün ne mânâ'ya geldiğini sordum, şu cevabı verdi:
Müslümanlar arasında çıkan iç savaşa katılan müslümanlan öldüren ve kendisinin hak
yolda olduğunu zannederek tövbe istiğfar etmeyendir."
Nihâye sahibi, bu
tefsir'in üzerinde durduğumuz kelimenin " şeklinde olduğuna delil kabul
eder ve şöyle der. "Çünkü katil hasmını öldürünce sevinir. Maktul mü'min
olur ve onu öidürdiiğü için sevinirse bu derecedeki bir vaîde müstehak
olur."
Şerhlerde metindeki bu
mesele ile ilgili olarak varid olan ve
kelimelerinin, nafile ve farz ibadetler olduğuna işaret edilmiş, hüküm
yönünden bir izah yapılmıştır. Ancak, Allah'ın kâtil'in tövbesini kabul edeceği
görüşünde olanlara göre, buradaki ifadelerin, katlin günahının büyüklüğüne
işaret ve mü'mini bu fiili işlemekten sakındırmaya matuf ifâdeler olduğunu
söylemek gerekir. Çünkü günahlarına tövbe eden kişi, günahsız gibi olur.
Katilin günahı da affedilirse, onun ibâdetinin kabulünü engelleyen bir durum
yoktur. Yahut buradaki öldürmeden maksat mü'mini öldürmeyi helâl sayarak
öldürmedir ki, o zaman katil dinden çıkar.
c) Abdullah
b. Ebî Zekeriyya'nm Ümmü’l- Derdâ vasıtasıyla Ebü'd Derdâ'dan, onun da Rasûlullah
(s.a)'den rivayet ettiğine göre; bir mü'min, haram bir kanı dökmedikçe sâlih
amel işlemeye devam eder, ama haram bir kan dökerse ameli kesilir.
Haram bir kan
dökmekten maksat, haksız yere bir müslümanı öldürmektir.
"Sâlih amellerde
koşmaya devam eder" diye terceme ettiğimiz cümledeki kelimesi, süratli
yürüyüş şekli anlamındadır. Bazı âlimler bunu "taâta koşan, amele devam
eden" diye açıklamışlardır. Terceme bu izah gözönünde tutularak
yapılmıştır. Bazılarınca ise kelimenin "Koşmak" mânâsı esas alınarak
"Kıyamet gününde koşar' diye açıklanmıştı.
Hadisin sonuna doğru
gelen ve "işi bitmiştir" diye terceme ettiğimiz kelimesi de: "yoruldu ve kesildi"
mânâlarına gelir. En-Nihâye de bu tabir: "Kişi yorgunluktan takati kesilip
de hareket edemez hale gelince bu söz söylenir. Burada maksat, kişinin haram
bir kanı dökmek suretiyle mahvolmasıdır". diye izah edilmiştir.
Sonuç olarak şunu
söyleyebiliriz: Öldürmeyi mubah kılan bir delil olmadan bir mü'mini öldüren
kişi, müşriklerle birlikte anılacak, ibadetleri, kabul edilmeyecek derecede
büyük günah işlemiştir.[97]
4271... Halid
b. Dihkân şöyle demiştir: Yahya b. Yahya El - Gassâ-nfye: sözünün mânâsını
sordum: "Fitne anın-
da savaşanlardır.
Onlardan birisi bir mümini öldürür ve kendisini haklı olduğunu zannederek Allah'dan
bağış istemez yani bundan dolayı (istiğfar etmez)" Ebû Davud dedi
ki...................Kanını döktü demektir dedi.[98]
Bu rivayet önceki
hadisteki tâbirinin, râvî tarafmdan yapılan bir izahıdır. Bu konuya yukardaki
hadisin şerhi esnasında temas edilmiştir.[99]
4272...
Harice b. Zeyd şöyle dedi:
Zeyd b. Sabit'i, şu
bulunduğum yerde şöyle derken ısıttım: Kim bir mümini kasden öldürürse cezası,
içinde temelli kalacağı cehennemdir"[100]
âyet-i kerimesi Fûrkan süresindeki "Onlar, Allah'ın yanında başka tanrı
tutup ona yalvarmazlar, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere
kıymazlar."[101]
mânâsına gelen âyetten altı ay sonra indirildi."[102]
Haberde, Zeyd b. Sabit
(r.a), Nisa Sûresi'nin 93.'cü âyetinin, Fûrkan sûresinin 68. ayetinden altı ay sonra
nazil olduğunu, dolayısıyla onu rieshettiğini bildirmektedir.
Burada neshin önemini
anlayabilmek için Fûrkan Sûresi'ndeki âyetten önceki ve sonraki bazı âyetlere
işaret etmek gerekecektir.
Fûrkan Sûresi'nin
63,'ncü ayetinden, 68. ayetine kadarki kısımda Allah'ın kullarının
özelliklerinden bahs edilmektedir. 68, 69, 70'inci âyetlerin mealleri de şu
şekildedir. "Onlar Allah'ın yanında başka tandır tutup ona yalvarmazlar.
Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Zina etmezler, bunları
yapan, günaha girmiş olur; kıyamet günü azabı kat kat olur. Orada afçaltilarak
temelli kalır. Ancak tövbe eden, inanıp yararlı iş işleyenler müstesna. Allah,
onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah bağışlar ve merhamet
eder."
Görüldüğü gibi bu
âyetlerde; Allah'ın kullarının, haksız yere adam öldürmeyecekleri, zina
etmeyecekleri; şayet bunları yaparlarsa büyük günah işlemiş sayılacakları,
kıyamet günü azaplarının katlanacağı, ama tövbe edip hayırlı işler yapanların
affedileceği ve kötülüklerinin iyiliklere çevrilecekleri beyân edilmektedir.
Kısacası, adam öldüren kişinin tövbesini kabul edileceğine işaret
edilmektedir. Nisa Sûresi'nin 93.cü ayetinde ise, haksız yere adam öldürenin
cezasının cehennem olduğu ve orada sürekli kalacağı ifâde edilmektedir. Bu
durumda âyetler arasında bir çelişkinin varlığı söz konusu olmaktadır. İşte
Zeyd b. Sabit, haksız yere adam Öldürenin ebeddiyyen cehennemde kalacağını
bildiren Nisa Sûresi'nin 93.cü âyetinin, tövbenin kabul edileceğini işaret eden
Fûrkan Sûresi'ndeki âyetten daha sonra indiğini, dolayısıyla onun hükmünü
ortadan kaldırdığını söylemiştir.
Bundan sonraki hadiste
ise, konu daha değişik bir tarzda ele alınmış; Fûrkan Sûresi'ndeki âyetin,
müslüman olmak üzere olan müşriklerle ilgili; Nisa Sûresi'ndeki ayetin ise
daha önceden müslüman olup İslâm Şeri-âtini bilenlerle ilgili olduğu ifâde
edilmiştir.
Ancak hadisin sonunda,
Mücahîd'in; pişmanlık duyanların ebediyyen cehennemde kalma hükmünün dışında
olduğunu izah eden beyanı yer almıştır.
Alimlerin çoğu, âyeti
kerimelerin "Haber" niteliğinde olduğunu, haberde ise neshin caiz
olmadığını ve Nisa Sûresi'ndeki âyette anılmamış olsa da bir istisnanın
olduğunu söylemişlerdir. Buna göre, Nisa Sûresi'nin 93'üncü âyetinin mânâsı:
"Kasden bir mü'mini öldürenin cezası, içerisinde devamlı kalacağı
cehennemdir. Ama tövbe edip, pişmanlık duyanlar müstesna", şeklinde
anlaşılacaktır. O zaman, iki âyet arasında bir çelişki sözkonusu olmaz.
Dolayısıyla neshin varlığını söylemeye de ihtiyaç kalmaz.
Bu izah, bir sonraki
hadiste gelecek olan, Mücâhid'in izahına uygundur.[103]
4273... Saîd
b. Cübeyr (r.a) şöyle demiştir:
îbn Abbas (r.a)'a,
(Kasden haksız yere adam öldürenin durmunu) sordum: şöyle dedi:
"Onlar Allah'ın
yanında başka tanrı tutup ona yalvarmazlar, Allah'ın haram kıldığı cana haksız
yere kıymazlar"[104]
Ayeti inince Mek-keli müşrikler: "Biz Allah'ın haram kıldığı canı haksız
yere öldürdük, Allah'tan başka tanrıya yalvardık (taptık) kötülükler
yaptık." dediler. Bunun üzerine Allah (c.c)
Ancak tövbe eden,
inanıp yararlı iş işleyenler müstesna, "İşte, Allah onların kötülüklerini
iyiliklere çevirir”[105] âyetini indirdi. İşte bu âyet onlar
(müşrikler) içindir. Nisa Sûresi'ndeki
"Kim bir mümini
kasden öldürürse cezası cehennemdir."[106]
âyetine gelince, İbn Abbas onun hakkında şöyle dedi:
"Adam İslâm'ın
şeriatini öğrenir sonra da kasden bir adamı öldürürse onun cezası cehennemdir,
onun için tövbe de yoktur" Sâid b. Cübeyr derki: Bunu Mücahid'e söyledim,
"Pişman olan müstesna" dedi.[107]
Hadisin Buharî'deki
bir rivayetinde İbn Abbas pûrkân Sûresi'ndeki âyetin Mekke'de nazil olduğunu,
Nisa Sûresi'deki âyetin ise Medine'de nazil olup, Onun nesh ettiğini
söylemiştir. Diğer bir rivayette, Nisa Sûresi'ndeki âyetin sonra nazil olup,
onu nesh eden bir şey olmadığını ifâde etmiştir. Üçüncü bir rivayet ise şu
şekildedir:
Saîd b. Cübeyr der ki:
İbn Abbas'a "Onun cezası cehennemdir" âyetini sordum. "Onun
için tövbe yok" dedi. "Allah'tan başka tanrıya yal-varnıazlar"
âyetini okudu. "Bu câhiliyede idi" dedi.
Sahih-i Müslim'in
rivayetlerin de Nisa Sûresi'ndeki; bir mümini kasden öldürenin cezasun cehennem
olduğunu bildiren âyetin, son inen âyetlerden olup, onu nesh eden başka bir
âyet bulunmadığını ifâde tarzındandır.
Bu rivayetler göz
önüne alındığı zaman, Fûrkan Sûresi'ndeki ayetlerle, Nisa Sûresi'ndeki âyet
konusunda İbn Abbas'dan iki farklı izah nakledilmiştir. Bunlar:
1- Fûrkan
Sûresi'ndeki âyetler, müslüman olmamak için bahane arayan Mekke'li müşrikler
hakkında, Nisa Sûresi'ndeki âyet ise İslâm'ın esaslarını öğrenen müslümanlar
hakkında nazil olmuştur.
2- Nisa
Sûresi'ndeki âyet, Fûrkan sûresi'ndekini neshetmiştir.
İbn Hacer, Fethu'l
Bâri'de bu farklı izahlara işaret ettikten sonra şöyle der:
"İbn Abbas'ın iki
sözü arasını şu şekilde cem etmek mümkündür: Fûrkan Sûresi'ndeki âyetin umumundan,
bizzat ve kasden öldüren mü'min tahsis edilmiştir. Seleften çoğu tahsise nesh
derler. Bu izah, onun sözünde çelişki olduğunu söylemekten ve önce nesh
olduğunu söylüyordu sonra bundan döndü, demekten daha iyidir."
İbn Hacer'in bu
sözleri, anılan âyetlerle ilgili olarak İbn Abbas'dan gelen ifâdeleri telifteki
güzel bir yoldur.
Hadisin sonunda
belirtildiğine göre, İbn Abbas bir mü'mini kasden Öldüren için tövbenin söz
konusu olmadığını söylemiş: Said b. Cübeyr bunu Mücahid'e nakledince, o da
pişmanlık duyanın affedileceğim belirtmiştir. Bu konu ile ilgili olarak Nevevî
şöyle demektedir:
"İbn Abbas'dan
rivayet edilen meşhur görüş budur. Ondan ayrıca
"Bir günah
işleyip veya nefsine zulmedip de sonra Allah tan bağış dileyen kişi Allah'ı
bağışlayıcı ve merhamet sahibi olarak bulur."[108]
âyetinden dolayı,
katilin tövbesinin kabul edilip, günahının bağışlanacağı da rivayet edilmiştir.
Bu ikinci rivayet tüm Ehl-i Sünnet'in, Sâhâbîlerin, Tabiîlerin ve sonraki
ulemanın görüşüdür. Bazı selef âlimlerinden, bu görüşe muhalif olarak, rivayet
edilen görüşler, adam öldürmekten sakındır-maya ve oun ne kadar büyük bir günah
olduğuna işarete hamledilir.
İbn Abbas'ın dayandığı
bu âyette, kasden adam öldürenin ebediyyen cehennemde kalacağına dair kesin bir
açıklık yoktur. Onda olan, katilin cezasının cehennem olduğudur."[109]
4274... İbn
Abbas (r.a) bu (önceki hadiste geçen) kıssa hakkında; (şöyle dedi)
"Allah'dan başka
bir ilâh'a (tapıp) dua edenler[110]
âyetinde kasdedilenler müşriklerdir. Birde
"Ey kendilerine kötülük
edip aşırı giden kullarım; Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin"[111]
âyeti indi.[112]
İbn Abbas (r.a)
metinde geçen iki âyetin de müşrikler hakkında nazil olduğunu söylemiştir.
Fûrkan Sûresi'ndeki
âyetle ilgili olarak, bundan önceki hadislerin izâhı esnasında biraz durmuştuk.
Burada kısaca Zümer Sûresinin 53. âyeti üzerinde duralım.
Allah (c.c) küfür ve
şirk ile kendilerine kötülük edenlere Allah'ın rahmetinden umutlarını
kesmemelerini, îman edip İslâm dinine girdikten sonra, kendilerinin affedileceklerini
bildirmektedir. Yani câhiliyye dönemlerindeki kötü hallerinin, İslâm'a girmeye
engel teşkil etmeyeceğini, adam da öldürmüş olsalar aff-ı ilâhi'ye mazhar
olacaklarını hatırlatıyor.
îtm Abbas'm görüşüne
göre; iman edip, İslâm'ın ahkâmım öğrendikten sonra haksız yere adam öldürenin
günahı affedilmez; onun için tövbe söz konusu değildir.[113]
4275... İbn
Abbas (r.a) şöyle demiştir:
"Bir mü'mini
kasden öldüren" âyetini hiç bir şey nesli etmemiştir.[114]
4276... Ebû
Miclez ""Bir mü'mini kasden öldürenin cezası cehennemdir."[115]
âyeti hakkında şöyle demiştir:
"Cehennem onun
cezasıdır. Ama Allah affetmeyi isterse affeder".[116]
Ebû Miclez'in konumuzdaki ayetle ilgili açıklaması Cumhurun görüşüdür.
İbn Abbas'm ve bir rivayette Zeyd b. Sâbit'in hilâfına, ulemanın çoğunluğuna
göre Allah, şirkin dışındaki bütün günahları bağışlayabilir. Hatta dilerse
kul, tevbe etmese bile affedebilir. Ancak tövbe edenin günahını affedeceğini
vaadetmiştir.[117]
Bab Başhğı'nin ifade
ettiği mânâ konusunda iki görüş ileri sürülmüştür bunlar:
1- Maktül'ün
velîlerine, onun öldürülmesinden dolayı verilmesi umulan ecir.. Bu anlayışa
sevkeden âmîl, yakınlarının ölümünden dolayı katlandıkları sıkıntı ve
kederdir.
2- Bizzat
öldürülenlere verilmesi umulan ecir. Bezlü'l Mechûd'da birinci maddedeki izah
daha uygun bulunmuş hattâ onun bu babda sarîh olduğu vurgulanmıştır. İkinci
mânâ ise maksattan uzak bulunmuş, gerekçe olarak da, fitnede öldürülenlerin
Ecre müstehak olamıyacaklan gösterilmiştir.
Ancak, aşağıda gelecek
olan hadislere ikinci maddedeki izah daha uygun görülmektedir.[118]
4277... Saîd
b. Zeyd (r.a)[119] şöyle demiştir:
Biz Rasûlullah
(s.a)'in yanında idik. Efendimiz, fitneyi anlattı ve onu
çok dehşetli gösterdi.
Bunun üzerine: "Yâ Rasûlullah, eğer bu fitne bize yetişirse bizi
mahveder." dedik veya dediler.
Rasûlullah:
"Hayır, şüpesiz öldürülme(niz size yeter)" buyurdu.
Saîd: "Ben
kardeşlerimi (hep) öldürülmüş gördüm) dedi.[120]
Hadisten anladığımıza
göre, Rasûlullah (s.a) Efendimiz, ileride zuhur edecek olan fitnede, yani
müslümanlar arasında çıkacak olan savaşlarda öldürülenlerin öbür dünyada
cezaya çarptırılmayacaklanm beyan buyurmuştur. Bunu, çıkacak olan fitneden
korkan sâhâbileri teselli etmek için söylemiştir. Müslümanlar arasında çıkacak
olan savaşta öldürülenler bu dünyada bir sıkıntı görmüş olacaklar, ama öbür
dünyada ceza görmeyeceklerdir. Öldürenlerin cezaları ise verilecek ve çok
şiddetli olacaktır.
Bu hadis daha önce
geçen ve fitne esnasında kendisini öldürmeye gelene karşı koymamayı teşvik
eden hadislerle uygunluk arz etmektedir.[121]
4278... Ebû
Musa (r.a)'dan rivayet edildiğine göre ; Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:
"Benim şu
ümmetim, merhamet edilmiş bir ümmettir. Ona âhirette azâb yoktur. Onun
dünyadaki azabı, fitneler, zelzeleler ve bir birlerini öldürmeleridir."[122]
Efendimizin
"Benim şu ümmetim" sözünden kas devircıe olan müsliimanlardır; ya da
kıyamete kadar gelecek olan tüm müslümanlardır. Ancak bu ihtimâllerden birisini
tercihe yarayacak bir delil yoktur.
Bu Ümmetin, merhamet
edilmiş bir ümmet oluşundan maksat şudur: Eski ümmetler için olan bir çok yük
ve görevler, bu ümmete yüklenmemiştir. Meselâ: onlar, günahtan tövbe için
kendilerini öldürürler, zekat olarak mallarının dörtte birini verirler, necaset
bulaşan yeri kaziriardı. Biz, Muhammed ümmetin'e ise bu gibi güçlükler
emredilmemiştir.
Hadisteki en önemli
bölüm, Hz. Peygamber (s.a)'in ümmetine ahiret-te azabın olmayışını ifâde eden
kısımdır. Bu konu, alimleri hayli meşgul etmiş çeşitli tevillerde bulunmalarına
sebep olmuştur. Çünkü bu ifadenin zahirine göre, ister günah işlesin, ister
işlemesin, ister sâlih olsun, ister şakî hiç bir müslüman ahirette azap
görmeyecektir. Halbuki, Allah'ın adaletinin gereği, iyiler mükâfat; affa
uğramayan kötüler ceza görecektir. Bu keyfiyet bir çok sahîh hadiste sabittir.
İşte bunun için, bu cümleyi izahta alimlerden çok değişik tefsirler
nakledilmiştir. Biz bu cümleden anlaşılan mânâları maddeler halinde vermek
istiyoruz.
1-
Müslümanlardan ahirette azap edilenlere kafirler gibi azap edilmeyecektir.
2- Bu ümmet
hakkında galip olan bağışlanmaktır.
3- Çoğunlukla
Müslümanlar yaptıklarının cezasını dünyada çekerler. Uğradıkları sıkıntılar,
tutuldukları hastalıklar onların günahları için keffârettir.
4- Bu hadis,
büyük günah işlemeyenlere mahsustur. Yahut Efendimiz "bu Ümmet"
derken huzurunda bulunan sahabelere işaret etmiştir. Ahirette azab edilmeyecek
olanlar onlardır.
5- Burada,
Allah'ın dilemesine işaret eden bir kelime takdir edilir. Çünkü Cenab-ı Hakk
bir âyette
"Şüphesiz Allah
kendisine eş koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında dilediğini bağışlar.” [123]
buyurmaktadır.
6- Buradaki
"Ümmeften murâd, Hz. Peygamber'in sünnetine uyan, Allah'ın emirlerine
imtisal edenlerdir.
7- Hadis, Hz.
Peygamber'in ümmetini medh ve onların Allah'ın inayetine ve rahmetine mazhar
olduğunu ifâde için varîd olmuştur. Bu ümmet, diğer ümmetlere verilmeyen
lütûflara naîl olmuştur. Öyle ki, birisinin ayağına diken batsa, onun sebebiyle
Cenab-ı Allah o kişinin bir günahını affeder. Bu başka hiç bir ümmete
verilmemiş hususiyetlerdendir.
Aliyyü'l Kân bu
tevillerin hiç birisinin karşımıza çıkan müşgülü ortadan kaldırmaya kafi
gelmediğini söyler.
Hadisin devamında, bu
ümmetin cezasının dünyada verileceğini onun da fitneler, zelzeleler ve
birbirlerini Öldürme olduğunu belirtilmektedir. Dünyadaki azap ahirettekinden
çok daha hafif olduğu için, dünyada sıkmti çekecek olmasına rağmen,
müslümanlar rahmetle muamele edilenler diye vasıflanmışlardır.
Miinâvî, bu mesele ile
ilgili olarak şöyle der. "Çünkü eski ümmetlerin durumu adaletle Rububiyet
yolu üzeredir. Bu ümmetin hali ise fazl ve ilahî ihsan yolu üzeredir."
Münâvî'nin dediklerinden şu sonuçları çıkarıyoruz: Daha önceki ümmetler, suça
uygun ceza esası ile muamele edileceklerdir. Bu Ümmet ise af, fazl ve mağfiret
esasına göre muamele görecektir.[124]
[1] Enfâl, 25.
[2] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/328.
[3] Buharî, Kader 4: Müslim, Piren / 23.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/328-329.
[4] Müslim Fitem 25.
[5] Cinn (72), 25, 26.
[6] Neml {27} 65.
[7] En'am (6) 59.
[8] Lokman (31) 34.
[9] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/329-331.
[10] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/331.
[11] Bu hadis Avnü'l Ma'bûci ve Bezlü'l Mechûd'de 4243
numaralı hadisten sonra yer almıştır.
[12] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/331.
[13] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/331-322.
[14] Ahmet, II. 433.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/332-333.
[15] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/333.
[16] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/333.
[17] (11) 46.
[18] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/333-335.
[19] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/335.
[20] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/335.
[21] Kütüb-i Sitte'de sadece Ebu Davud’ da vardır.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/336.
[22] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/336.
[23] Tüster: Kırgızistan'ın meşhur bir geliridir. Muhkem
bir şehir olduğu için, Sâhâbîler orayı Feth ederken büyük güçlüklerle
karşılaşmışlardır.
11-20 senesinde Hz. Ömer (r.a) devrinde
fethedilmiştir. Burayı Ebe Musa'l Eş'arî fethetmiştir,
[24] Ahmed b. Hanbel V-387. 403.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/337-338.
[25] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/338-340.
[26] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/340.
[27] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/340-341.
[28] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/341-342.
[29] Halid b. Halid el-Yeşkurî'dir.
[30] El Münzirî'nin asl'ında ".............iste"
şeklindedir.
[31] İbn Mâce, Fiten 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/342-343.
[32] bk. Müslim, İmare 51.
[33] Aliyyü'l Kâri. el-Mirkat V-144.
[34] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/343-345.
[35] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/345.
[36] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/346.
[37] Safka; Alışveriş yapan kişilerin birbirlerinin eline
vurmaları veya birbirlerinin elini tutmalarıdır. Burada
maksat biatt'ır.
[38] Müslim, İmâre 46; Nesaî, Biat 25; îbn Mâce, Fiten 8,
Ahmed b. Hanbel, II-161,191,193.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/346-347.
[39] Nisa (4) 29.
[40] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/347-350.
[41] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/350.
[42] Buharî Filen 4, Enbiyâ, Müslim, Filen 1,2; İbn Mâce, Fiten
9; Ahmed b. Hanbel 11-441.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/350.
[43] Araplar, alışveriş yaparken, fiat konuşurken baş
parmakları ile işaret parmaklarını halka yaparlar ve î$a-ret parmağının denk
geldiği boğum bir sayıya delâlet ederdi. Buharî'nin bu rivayetinde râvî Süfyan,
parmaklarını doksan veya yüz sayısına işaret eciecek şekilde halkalam ıştır.
Müslîm ve İbn Mâce'deki rivayetlerde ise halka on sayısına karşılık olan
işaretti.
[44] Enfal 58) 25.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/350-352.
[45] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/352.
[46] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/352-353.
[47] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/353.
[48] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/353.
[49] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/353.
[50] Bu şüphe râvîye aittir.
[51] Bir nüshada, "..., bana göster’di şeklindedir.
[52] Müslim, Fiten 19; Tirmizî, Filen 32; İbn Mâce 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/353-355.
[53] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/355-356.
[54] Ebû Malik El-Eş'arî; İsminin; Ubeyd. Amr. Ku'b.
Ubeydullah Amir ve Haris oklusunu dair rivayetler vardır. Bu zat sahâbîdir..
Şam'lılar içersinde sayılır. Ashab içerisinde Ebi Mâlik künyesi ile bilinen iki
kışı daha vardır. Bunlar Ham b. Haris ve Kab. Asım'dır. Bu yüzden musannif bu
hadisin râvisinin Ebû Mâlik el-Es’âri olduğuna işaret etmiştir.
[55] Darimî, Mukaddime 8.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/356-357.
[56] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/357.
[57] Ahmet, I, 390, 393. 395. 451.
[58] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/358.
[59] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/358-361.
[60] Buhari. İlim 24. İstiska 27, Fiten 5: Müslim, İlim I
10, Filen IS; Tirmizî, Fire, 31.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/361.
[61] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/361-362.
[62] Müslim, filen 13; Ahmet, V. 39,40,48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/362-363.
[63] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/363-364.
[64] Bir nüshada "
= Adem'in oğlu, başka bir nüshada da " = Adem'in iki oğlundan
hayırlısı gibi ol" şeklindedir.
[65] Mâide 28.
[66] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/364-365.
[67] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/365.
[68] Ahmet IV. 408: Darimi, Mukaddime 38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/365-366.
[69] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/366-367.
[70] Tirmizî, Filen 133, İbtı Mâce, Filen 10. Ahmed b.
Hanbel IV-408.416.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/367-368.
[71] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/368.
[72] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/368-369.
[73] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/369-370.
[74] Buradaki pekler râvîlerden birisine aittir.
[75] İbn Mâce, Filen 10: Ebû Davûd der ki Hz. Musa (s.a)'ı
bu Hadisle Hammad b. Zeyd'den babası zikretmedi.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/370-372.
[76] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/372-374.
[77] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/374.
[78] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/374-375.
[79] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/375.
[80] Sadece Ebû Davûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/375.
[81] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/375-376.
[82] Hadisi sadece Ebû Davûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/376.
[83] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/376-377.
[84] Tirmizî. Fiten
16; İlin Mâce 12; Ahmed b. Hanbel 11-212.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/377.
[85] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/377-378.
[86] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/378.
[87] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/378.
[88] Buharî, İman 12, Bed'il Halk 15. Filen 14; Nesaî, İman
30, İbn Mâce, Fiten 13; Malik 13, Ahmed b. Han-bel. III - 6. 30, 43.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/378.
[89] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/379.
[90] Buharî, Fiten 10; Müslim, Filen 14; Nesaî, Tahrim 29,
Ahmed b. Hanbel IV-401. 410, 418: V-43, 47,51.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/379.
[91] Hucurat, 9.
[92] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/380.
[93] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/381.
[94] Nesai, Tahrim 1; Ahmed b. Hanbel, IV-9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/381-382.
[95] Nisa 93.
[96] Nisa, 48.
[97] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/382-384.
[98] Ebû Davûd der ki.
"............................." kanını oluk gibi döker dedi.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/385.
[99] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/385.
[100] Nisa 93.
[101] Fûrkan, 68.
[102] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/385.
[103] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/386.
[104] Fûrkan, 68.
[105] Fûrkan, 70.
[106] Nisa, 93.
[107] Buharî, Tefsir, 23.24. 25,; Müslim, Tefsir 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/387-388.
[108] Nisa, 110.
[109] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/388-389.
[110] Fûrkan, 68.
[111] Zümer, 53.
[112] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/389.
[113] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/389-390.
[114] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/390.
[115] Nisa 93.
[116] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/390.
[117] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/390.
[118] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/390-391.
[119] Said b. Zeyd, Hz. Ömer (r.a.)'in amcasının oğlu ve kız
kardeşi Fatima'mn kocasıdır. Cennetle müjdelenen on sahabeden biridir. Babası
Zeyd b. Amr bin Nüfeyl hakkında Rasûlullah (s.a) "O kıyamet günü, tek başına
bir ümmet olarak dirilecektir"' buyurmuştur. (El-lsâbe. 11-46)
[120] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/391.
[121] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/391.
[122] İbn Mâce, Zühd 34; Ahmed b. Hanbel, 1V-408, 410.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/391-392.
[123] Nisa, 48.
[124] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
14/392-393.