Haccın Farz Oluşunun Şartları:
Haccın Yasakları (Cinâyetü'1-Hac): 10
2. Yanında Mahremi Olmadan
Hacceden Kadının Durumu
3. (İslâm'da) Hacc Yapmamak
(Ve Evlenmemek) Yoktur
4. Hacda Ticâret Yapmak (Caîz
Midir?)
5. (Haccın Ta'cili İle İlgili)
Müsedded'in Rivayet Ettiği Hadis
6. Hac Yolculuğu Esnasında
Hayvanını Kiraya Vermek
9. Kadın Hayızlı İken Hac İçin
İhrama Girebilir
10. İhrama Girerken Koku
Sürünmek
11. Baştaki Saçları Birbirine
Tutturmak
13. Sığırın Hedy Kurbanı
Edilmesi
14. (Kurbanlık Develere) Nişan
Koymak
15. Hedy'in Değiştirilmesi
(Caiz Midir?)
16. Hedy Kurbanını Gönderdiği
Halde Memleketinde Kalan Kimsenin Durumu
18. Kurbanlık Beyt-i Şerif'e
Varmadan Telef Olacak Hale Düşerse Ne Yapılır?
19. Hârûn B. Abdullah’ın
Hadisi (Hedy'i Kendisi Kesen Ve Başkasından Yardım İsteyenler)
20. Kurbanlık Develer Nasıl
Kesilir?
22. Hac İçin İhrama Girerken
Şart Koşmak
25. Kişi Başkasının Yerine
Hacc Edebilir Mi?
27. Telbiyeye Ne Zaman Son
Verilir?
28. Umre Yapan Kimse Telbiyeyi
Ne Zaman Keser?
29. İhramlı Bir Kimsenin
Hizmetçisini Te'dibi
30. (Dikişli) Elbiseleri İle
İhrama Giren Kimsenin Durumu
"Menâsik" kelimesi
"mensek" kelimesinin çoğuludur. "Mensek" bir ibadetin eda
ediliş tarzı ve edası esnasında gözle görülebilen zahirî kısımları demektir.
İbadet yapılan yere de "mensek" denilir. Esasen "mensek"
kelimesi zaman ve mekân için kullanılır. Daha sonra bu kelime hacc ibadetinin
bütün fiillerini ifade
Hac sözlükte kasdetmek, hürmek
gösterilecek makamları ziyaret etmek demektir. Şeriatte ise "belli bir
zamanda Arafat'ta bir mikdâr durmak ve sonra Kabe'yi tavaf etmek"
demektir. Belli zamandan maksat, Arafat'a nisbetle Kurban Bayramının arefe günü
zeval mden, Bayram gününün fecrine, tavafa nisbetle de Bayram gününün
fecrinden ömrün nihayetine kadar devam
Allah teâlâ ve tekaddes hazretleri
haccı, "Allah'ın evini ziyaret etmek, buna gücü yetenler için Allah'ın
insanlar üzerinde bir hakkıdır.”[2] âyetiyle farz kılmıştır. Hz. Peygamber de
hac ibâdetinin İslâmın beş esasından biri olduğunu bildirmiştir. Bütün İslâm
âlimleri, haccın farziyyeti üzerinde icmâ etmişlerdir. Haccın farziyyetini
inkâr etmek küfürdür. Hac ömürde bir defa yerine getirilmesi gerekli ve yeterli
olan bir farzdır.
Farz olan hac, şartlarına
sahib bir müslümanın ömründe bir defa edasıyla mükellef olduğu hacdır. Bu
şartlar oluştuğu ilk yılda hacca gidilmelidir. Buna haccın fevrî oluşu denir.
Daha sonraki yıllara bırakılırsa tercih edilen görüşe göre günahkâr olunur.
Fakat eda
Vacip olan hac; nezredilen
(adanan) veya başlanılmışken bozulan nafile bir haccın kazasıdır.
Nafile olan hac; henüz
mükellef olmayan bir kimsenin veya farz olan haccı yapmış olan kimsenin yaptığı
hacdır.
Umresiz olarak yapılan hacca
hacc-ı ifrâd denir. "Hac" denilince dar manâsıyla "hacc-ı
ifrâd" anlaşılır.
Şevval, Zilkade ve
Zilhicce'nin ilk on günü hac mevsimi olarak belirlenmiştir. Hacc-ı temettü'
ile Hacc'ı kıran ve bu müddet içerisinde edâ edilebilir. Hac bu zaman dışında
edâ edilemez. Ancak Umre yapılır. Şevval ayından önce hacca başlanamaz. Hatta
hac için tavâf-ı kudümü ta'kip edecek olan sa'y da ancak hac aylarında caiz
olur.
Mekke ve civarındaki hacılara
Mekkî, başka ülkelerden gelen hacılara âfâkî denir.[3]
1. Müslüman olmak.
Müslüman olmayana Hac farz değildir.
2. Akıllı ve bâliğ olmak.
3. Hür olmak.
4. Haccın farziyetine vakıf
olmak (islam ülkesinde bulunmayanlar için)
5. Hac vazifesini
zorlanmadan yapabilecek vakit bulunmak.Yani bir kimse hac için gerekli şartları
tamamen haiz olduğu tarihten itibaren bunu yerine getirmeye müsâid bir vakit
bulamadan ölürse bununla sorumlu olmaz.
6. Hacca gidip
gelinceye kadar kendisi ve ailesini geçindirebilecek kadar serveti olmak.
7. Sağlıklı olmak.
8. Yol emniyeti bulunmak.
9. Hac için en az on
sekiz saatlik yolculukta bulunacak kadının yanında kocası veya evlenmesi
ebediyyen haram olan (baba, oğul, kardeş gibi) bir erkek bulunmalı. Yanında
böyle bir kimse bulunmayan bir kadın üzerine hac farz değildir.
10. Hacca gidecek
kadın, kocasından boşanmış veya kocası ölmüş ise, iddeti bitmiş olmalıdır. [4]
1. Mekân: Bundan maksat,
Arafat ile Kabe'dir. Dolayısıyla Arafat'ta vakfe ve Kabe'de tavaf yapılmadıkça
hac sahih olmaz.
2. Zaman: Bundan maksat,
Arafat'ta vakfe ile Kabe'yi tavaf zamanlarıdır. Arafat'ta vakfe zamanı arefe
günü zevalden kurban bayramının birinci günü fecir doğuncaya kadardır. Tavafın
vacip olan vakti bu andan kurban bayramının ilk üç günüdür. Fakat tavaf ömrün
sonuna kadar yapılabilir,
3. İhram: Kişinin, helal olan
şeyleri kendine geçici olarak haram kılmasıdır. İhrama girmeden hac sahih
olmaz. İhrama mikat denilen yerlerden girilir.[5]
1. Arafat'ta vakfe
yapmak.
2. Kabe'yi tavaf etmek. Bu
ikisinden biri yapılmadığı takdirde hac fâsid olur.[6]
1. İhrama mikatlardan girmek,
ihramda geçici olarak haram kılınan şeyleri terketmek.
2. Arafat'ta vakfeyi
güneşin grubuna kadar uzatmak.
3. Kurban Bayramı'nın
birinci gününün fecrinden sonra ve güneşin doğmasından evvel Müzdelife'de
durmak.
4. Cemreleri taşlamak.
5. Hacc-ı temettü veya
hacc-ı kıran'da kurban kesmek.
6. Halk veya taksir'de bulunmak
(saçı kesmek veya kısaltmak). Bunu Mekkede ve Kurban Bayramı günlerinde cemreleri
taşladıktan sonra yapmak.
7. Kurbanı, cemreleri
taşlama ile tıraş arasında kesmek.
8. Tavafı, bayram günlerinde
yapmak.
9. Hac zamanı içerisinde Safa
ile Merve arasında sa'y etmek. Sa'ya Merve'den başlamak ve özürlü değilse bunu
yaya yapmak.
10. Yabancıların veda
tavafı yapması.
11. Her tavafa hacer-i
esved'den başlamak. Kabe'yi sola alarak ve yürüyerek tavaf etmek.
12. Tavaf esnasında
abdestli ve avret yerleri örtülü olmak.
13. Tavafı Hatîm
(hazire-i İsmail) in arkasından yapmak.
14. Tavafı tamamladıktan
sonra iki rekât namaz kılmak.
15. Dört şavtı
(devresi) farz olan tavaf-ı ziyareti, yedi şavt olarak tamamlamak.[7]
1. İhrama girerken yıkanmak veya
abdest almak, âki rekât namaz kılmak.
2. İhram için beyaz bir üst ve
alt örtüsü örtünmek.
3. Güzel koku sürünmek.
4. İhrama girdikten sonra her
seher vaktinde, her namaz kılışta her yokuşa çıkış ve inişte, her insan grubuna
rast gelişte orta bir sesle üç kere "Lebbeyk Allahümme lebbeyk..."
diye telbiyede bulunmak.
5. Resûl-i ekrem (s.a.)
efendimize çokça salat-ve selâm etmek.
6. Allah'a dua edip yalvarmak.
7. Mekke'ye girmek
için yıkanmak, gündüzün girmek, Kabe'yi görünce dua etmek, önünde tekbir ve
tahlil etmek.
8. Yabancıların tavaf-ı kudüm
yapması.
9. Mekke'de bulundukça nafile
tavaflarda bulunmak.
10. Tavaf esnasında
erkeklerin sırt örtülerinin birer ucunu sağ koltuklarının altından alarak sol
omuzları üzerine atmaları.
11. Tavaf-ı ziyaretin
ilk üç savunda erkeklerin remel yapmaları (kısa adımlarla koşmaları).
12. Safa ile Merve
arasında sa'y ederken iki yeşil direk arasında erkeklerin hervele yapmaları
(koşmaları), sonra yine yavaş yavaş yürümeleri.
13. 7 Zilhicce'de
Mekke'de öğle namazından sonra haccın menâsikini anlatan hutbe okunması.
14. 8 Zilhicce'de
güneş-doğduktan sonra Mekke'den Mina'ya çıkmak, O gece Mina'da kalmak.
15. 9 Zilhicce'de
güneş doğduktan sonra Mina'dan Arafat'a çıkmak. Burada öğle namazı ile ikindi
namazı öğle vaktinde beraberce kılınır (cem'i takdim). Sonra gidilen
Müzdelife'de de akşam ile yatsı namazları yatsı vaktinde kılınır (cem'i tehir).
Bu sıralarda göz yaşlarıyla Allah'a yalvarıhr.
16. Güneşin grubundan
sonra ağır ağır Arafat'tan inmek ve Müzdelife'ye varıldığı vakit gelen
gidenleri engellememek için Kuzeh Tepesi yakınında toplanmak.
17. Bayram gecesi,
Müzdelife'de kalıp bayram sabahı Mina'ya inmek ve bayram günlerini burada
geçirmek.
18. Mina'da taş
atılırken Mina'yı sağa, Mekke'yi sola almak, sırasıyla önce cemre-i ûla'yı
sonra cemre-i vusta'yı yaya olarak sonrada cemre-i akabeyi binekli olarak
taşlamak ve bu son cemrede taşları aşağıdan yukarıya doğru atmak.
19. Taşlamaya ilk gün
güneşin doğmasıyla zevali arasında, diğer günlerde ise, zeval ile grub
arasında başlamak.
20. Bayramın ilk günü
bir hutbe ile haccın geri kalan menâsikini anlatmak.
21. Mina'dan Mekke'ye
çabuk inmek isteyen kimsenin 12 Zühicce'de grubdan önce yola çıkması.
22. Mina'dan Mekke'ye
gelirken Muhassib ve Ebtah denilen yerlerde bir müddet kalmak.
23. Veda tavafından ve
iki rekât namazdan sonra Zemzem suyundan Kabe'ye bakarak ayakta kana kana içmek
ve dökünmek.
24. Hacer-i Esved ile
Kabe'nin kapısı arasındaki Mültezem denen yere göğsü ve yüzü sürmek.
25. Kimseye zarar
vermeden Kabe'nin örtüsüne sarılıp dua etmek. Mümkün olursa, Kabe'nin içine
girip iki rekât namaz kılmak.
26. Medine'ye gidip
Peygamber Efendimizin kabrini ziyaret etmek. [8]
1. Yola çıkmadan
borçlar ödenmelidir.
2. Günahlardan tevbe etmeli,
3. Mütevâzı olmak.
4. Hac için müşaverede bulunmak.
5. Arkadaş, vasıta vs. hakkında
istihare yapmalı, iyi Trir arkadaş edinmeli.
6. Yolda kaba davranışlardan
kaçınılmalıdır. Hataları af ve müsamaha ile karşılamahdır.
7. Yolculuğa Perşembe veya
Pazartesi günleri çıkmak.
8. Yolculuğa çıkmadan
dostlara, yakınlara, veda ziyaretleri yapılmalı aile efradının ve onların
duaları istenmelidir. Onların da kendisini karşılamaları sünnettir.
9. Hacca gidiş ve dönüşte
evinde iki rekât namaz kılıp dua etmelidir.[9]
Hac veya umre için ihrama
girmiş kimseler için yapılması şer'an yasak olan şeylere
"cinâyetü'1-hac" denir. Bunlarda özür
1. İşlenmesinden
dolayı sadece birer dem (koyun veya keçi) kurban edilmesi gereken cinayetler)
İhrama giren bir kimsenin, bir uzvuna tamamen güzel koku sürmesi, saça yağ
veya kına sürmek, dikişli bir elbiseyi tam bir gün giymek, başına bir şey
örtmek, tıraş olmak, kıl almak, tırnak kesmek, haccın vaciplerinden birisini
terketmek, cemreleri taşlama, kurban kesme ve tıraş fiillerinin sırasını
bozmak.
Hacc-ı kıran'da bu
cinayetlerden biri ortaya çıkarsa, iki dem gerekir. Böyle dem gereken durumlar
bir özürden dolayı ortaya çıktığında istenirse bir kurban kesilir, istenirse
herhangi bir yerde üç gün oruç tutulur, istenirse altı fakire üç sa' buğday
sadaka olarak verir. Bu sadakanın Mekke fakirlerine verilmesi daha iyidir.
2. İşlenmesinden dolayı bedene
(deve ve sığır) kurban edilmesi gereken cinayetler:
Arafat'ta vakfeden sonra
tıraştan önce cinsî temasta bulunmak, ziyaret tavafını cünüp olarak veya hayız
ve nifas halinde yapmak. Tavaf temiz olarak tekrarlanırsa ceza düşer.
3. İşlenmesinden dolayı yarım
sa' tasadduk edilmesi gereken cinayetler. İhrama girenin uzvunun bir kısmına
güzel koku sürmesi, bir günden az dikişli bir şey giymesi veya başını örtmesi,
başının dörtte birinden az bir kısmını tıraş etmesi, yalnız bir tırnağını
kesmesi, başkasını tıraş etmesi, başkasının tırnağını kesmesi, abdestsiz
olarak tavaf-ı kudümde veya tavaf-ı veda'da bulunması gibi şeylerdir.
4. İşlenmesinden dolayı yarım
sa' (1664 gr)dan az buğday tasadduk edilmesi gereken cinayetler:
Çekirge, kehle gibi haşaratı
öldürmek veya öldürülmesini sağlamak gibi fiillerdir.
5. Tazmin edilmesi
gereken fiiller: Av hayvanlarım öldürmek veya Mekke içindeki ağaçları yeşil
otları kesip koparmak. Bunlar yapıldığında bedelleri tazmin edilir veya
kıymetleri sadaka olarak verilir.
Hz. Peygamber bir defa hacca
gitmiştir. Bunun için birden fazla hacca gitmek sünnet değildir. Yalnız,
tatavvudur. Yani hiç bir emir ve mecburiyet olmadan kulun kendi isteğiyle
yaptığı bir takım iyi işlerdir. Fakat bu tatavvuun farz, vacip hatta
sünnetlerin hakkına tecâvüz etmemesi ve onların ihmaline sebep olmaması
gerekir. Tatavvu (nafile) olarak hacca gitmektense o parayı müslümanların
ihtiyaçlarına, Allah yolunda, İslâm'ın yükselmesi uğrunda harcamanın efdal
olduğuna dair verilmiş bir çok fetva bulunmaktadır.[10]
Hem hac, hem de umre için
birden ihrama girmeye hacc-ı kıran denir. Bu hacda umre ile hac arasında fasıla
yoktur.
Hacc-ı Kıran'da bulunacak zât
mikatta veya daha önce umre ile hacca birlikte niyet edip iki rekât namaz
kılar, sonra umre ile hacca niyet eder. Daha sonra telbiyede bulunur, ihramın
şartlarına riâyet eder.
Mekke'ye girince umresini
yapar. Kabe'yi tavaf eder, Safa ile Merve arasında sa'y eder. Sonra haccın
menâsikini ifa eder. Cemreleri taşladıktan sonra, tıraştan Önce kurban kesmek,
hacc-ı kıran ve hacc-ı temettü yapanlara vaciptir. Bunu kesemeyenler arefe
gününe kadar üç gün, yedi gün de bayram çıktıktan sonra istediği zaman toplam
on gün oruç tutarlar.
Hacc-ı kıran'a niyet
Hacc-ı kıran ve hacc-ı temettü
afakîlere (yabancılara) mahsusdur. Mekke'de veya Mekke ile Mikat arasında
bulunanlar bunu yapmazlar.[11]
Hac ve umreyi ayrı ayrı iki
ihramla yapmaktır. Yabancı hacılar ihramda fazla kalmamak için bu haccı tercih
ederler.
Bir kimse mikatta ihrama
girdiği zaman umreye niyet ederek telbiyede bulunur, iki rekât namaz kılar.
Mekke'ye girince umre için
Kabe'yi yedi kere tavaf eder, sonra iki rekât namaz kılar, sonra da Safa ile
Merve arasında sa'y yapar, bunu takiben tıraş olarak umresini bitirir. Böylece
ihramdan çıkar.
Mina'ya çıkılan gün tekrar
ihrama girerek hacca niyet eder, telbiyede bulunur ve yalnız hac (hacc-ı ifrad)
için niyet etmiş olan birisi gibi, haccm menâsikini yerine getirir, bundan
başka Mina'da bir kurban keser. Bu hac ile umreyi bir arada yapabilmeyi
başarmaya karşı bir şükür nişânesi-dir. Cemre-i Akabe taşlandıktan sonra
tıraştan önce bir bayram günü kesilir. Bunu yapamazsa, hcc-ı kıran'daki gibi
oruç tutar.
Mekke'ye hedy olarak kurban
getiren kimse ise, umre için tavaf, sa'y yaptıktan sonra hac için niyet eder.
Kurban Bayramı'nın ilk günü şükran kurbanını keser, sonra tıraş olup ihramdan
çıkar.[12]
Haccın hikmeti: Kâbe-i
Muazzama yeryüzündeki ilk bina ve tevhid dininin ilk mabedi olduğu gibi bütün
müslümanlann birlik ve beraberlik timsalidir. Hac ise, bunu fikir ve duygu
halinden fiil haline dönüştüren bir ibâdettir. Belli zaman ve mekânlarda topluca
yapılması mecburî olan bu ibâdet aynı zamanda müslümanlann siyâsî birliğini de
gerçekleştirme vasıtalarındandır. İslâm'ın en son farz kılınan ibâdeti olan hac
ile bir müslüman kendisini Allah'a arz ve takdim etme imkânına kavuşur.
Dünyanın dört bir yanından
gelen müslümanlar mahşer yerinin bir benzeri olan Arafat'ta toplanırlar. Hesap
gününün heyecanı içerisinde ilahî emirleri kayıtsız şartsız yerine
getireceklerine dair toplu olarak and içerler. Emre âmâde ve hizmete hazır
olduklarını "Lebbeyk" yani "emret, hazırım" nidalarıyle
bildirirler. Allah huzurunda toplanan yüz binlerce kişilik, bu İslâm ordusu
Mina'ya doğru harekete geçerler.
Kefeni andıran ihramlar
içerisinde dünya ile bütün irtibatlarını adeta kesmişlerdir. Arafat'tan sonra
tekbirlerle Müzdelife'ye gelen hacılar bayram gecesini orada geçirdikten sonra
bayram günü şeytanî vesveselere karşı olan nefretin bir remzi olarak Mina'da
cemreleri taşlarlar. Sonra Allah yolunda canlarını vermeye hazır olduklarını
göstermek için bir kurban keserler. Nasıl gezegenler, güneş, elektronlar
çekirdek etrafında dönüyorsa, hacılar da Kabe etrafında dönerler, tavaf
ederler. Bu aynı zamanda Îslâm etrafındaki birliğe olan aşkın, Muvahhid
müminlerin vahdetlerinin bir ifadesidir.
Hacda temsili olarak âhiret
hayatını yaşayan bir müslümanın dünya hayatının hiçliğini herkesten daha çok
anlamış olması gerektir. Ayrıca hacc dolayısıyla İslâm dünyasının bütün dava,
dert ve meselelerini yakından görmek imkânını'elde etmiş olan hacı, kendi
ülkesinde de küfür ve nifakla nasıl mücâdele edileceğini daha iyi öğrenir.
Hacdan ülkesine dönen bir müslüman eğitimden cepheye gelmiş bir askerdir.
Ayrıca hac İslâm'ın cihana yayılmasını teşkilâtlandıran bir ibâdettir.
Gerçekte hac, "amellerle ifade edilen semboller mecmuasıdır." Biz bu sembolleri
anlayabildiğimiz zaman hac amellerinin hikmetini de kolayca anlayabiliriz.
Şöyle ki:
İHRAM: Hakikatte nefsânî
arzulardan heva ve hevesten sıyrılmak. Allah'ın büyüklük ve celâlini düşünerek
O'nun dışında ne varsa hepsini bir kenara bırakmaktan başka birşey değildir.
TELBİVE: Nefse karşı yapılan
bu işleme şâhidlik etmek, ibâdet ve tâata devam etmenin lüzumunu idrâk
etmektir.
TAVAF: Bütün nefsî arzulardan
sıyrıldıktan sonra nimetlerini gösterip kendi zatını gizleyen Allah teâlânm
kutsiyyeti etrafında kalbin devamlı bir sevgi ile dönmesidir.
SA'Y: Tavaftan sonra iki
rahmet işareti arasında Allah'ın bağışı ve rızasını arayarak gidip gelmektir.
VUKUF: Arafat'ta vakfeye
durmak, Sa'yden sonra haşyet ve heyecan dolu kalpler bağışlanma ümidi ile
semaya uzanan eller ve dua ile meşgul olan dillerle merhametlilerin en
merhametlisi olan yüce Allah'a sadık amellerle yapılan bir yalvarıştan başka
birşey değildir,
Rabbin nurunu kalplere indiren
bu amellerden sonra şeytan sembollerini taşlamak ise, şer ve kötülükleri,
nefsin arzu ve isteklerini kışkırtan, fertleri veya toplumları ifsâd
KURBAN KESMEK ise, Salih
amellerle kuvvet bulan fazilet eliyle rezaletin kanını akıtmayı, Allah'ın temiz
ve sadık askerlerinin, Allah yolundaki sadâkat ve fedakarlıklarını temsil
etmektedir.[13]
İslâm'ın bu eşsiz ibadetindeki
yüce hikmetleri anlamayan bazı kimseler ise haccı Arap putperestliğinin
te'siri altında kalmış bir ibâdet olarak vasıflandırmakta ve cehaletin vermiş
olduğu bir cesaretle, Kabe ve etrafında tavaf, Hacer-ul Esved'i istilâm ve
buna benzer diğer ta'zim ve hürmet ifadelerinin, bu te'sirin tezahüründen başka
birşey olmadığını söyleyerek İslama hücum etmektedirler. Oysa bu sözler gerçeği
ifâde etmekten fersah fersah uzaktır.
Çünkü Kabe'yi ziyaret
Bu durum Allah'ın yüce
kelâmında şu manâya gelen sözlerle ifâde ediliyor: "Allah Kabe'yi, o
beyt-i haramı o haram olan ay(lar)ı (Mekke'ye) hediye edilecek kurbanı ve
(onların) boyunlarında ki gerdanlıkları in-sanlar(ın din ve dünyaları) için bir
nizâm yaptı. Bu Allah'ın göklerde ve yerde ne varsa (hepsini) bildiği, Allah'ın
(zâten herşeyi) hakkıyla bilici olduğunu sizin de bilmeniz içindir."[15]
Şurasını unutmamak gerekir ki,
kelime ve cümlelerin ifâde edemediği ince manâları ve yüksek duyguları temsil
Şunu söylemek gerekir ki,
haccın manâsı ve icra ediliş tarzı Hz. İbrahim'den sonra zamanla müşrik
Araplar tarafından tahrif edildi. Nihayet İslâmiyet de bu bozuklukları yeniden
temizleyip islâh etti. Bu İslâhatın esaslarını şu şekilde özetleyebiliriz:
1. Her ibâdetin asıl
maksat ve gayesi zikr-i ilâhi, taleb-i mağfiret, kelimetü'llah'ın i'lasıdır.
Arabistan ahalisi ise hacc-ı;
şahsî, ailevî bir isim ve şöhret vasıtası kılmışlardı. Nitekim, haccın bütün
menâsikinden fariğ olunca bütün kabileler gelip Mina'da toplanırlardı. Bu,
Arapların millî mefâhirlerindendi. Bu umumî toplantı yerine toplandıktan sonra
o arada zikr-i ilâhi yerine her kabile kendi baba ve dedelerinin iyiliklerini
sayıp dökerlerdi. İşte bunun için şu ayet-i kerime nazil oldu:
"Babalarınızı andığınız
gibi, Rabbinizi daha fazla, daha hürmetle anın."[16]
2. Kurban
keserlerdi.Bu kurbanın kanım Kabe'nin kapısına, duvarına sürerlerdi.Bu şekilde
tanrıya yaklaşacaklarını sanırlardı. Yahûdilerde de bu usûl vardı ki, kurbanın
kanını bir leğene doldurup, kurbangâha dökerlerdi. Kurbanın etini de
yakarlardı. Resûl-i ekrem vasıtasıyla bu iki adet ortadan kaldırıldı. Bu
hususta ayet-i kerime nazil oldu:
"Onların etleri de,
kanları da hiç bir zaman Allah'a erişemez. Sizden yana, Allah'a erişen sizin
takvanızdır."[17]
Kurbandan asıl maksat, fakir
ve gariplere ziyafet çekmektir, denildi.
3.
"Azıklarımız! Muhakkak ki
azığın en hayırlısı takvadır, nefsinizi sakınmaktır."[19]
4. Kureyş'in Arap kabileleri
arasında birçok imtiyazları vardı. Buna binaen Kureyş'ten başka bütün Arap
kabileleri çıplak olarak Kabe'nin etrafını tavaf ederlerdi. Bunun için Kabe'de
tahtadan bir yer yapmışlardı. Halk elbiselerim onun üstüne atar, soyunup
çırılçıplak olurdu. Bu çırılçıplak cemaatın ayıp yerlerini örtmek Kureyş'in
cömertliğine kalmıştı. Ku-reyş o zaman bu çırılçıplak cemeâta ayıp yerlerini
örtecek elbise dağıtırdı. Kureyş erkekleri erkeklere, kadınları da kadınlara
elbise verirlerdi. Onlarda bu elbiseyi giyinip tavaf ederlerdi. Kureyş'in bu
cömertliğinden mahrum kalanlar da çırılçıplak tavaf ederlerdi.[20] İslâm hayasızca yapılan bu işi
katiyyetle ortadan kaldırdı. Bu hususta şu ayet-i kerime nazil oldu:
"Her namaz vaktinde
ziynetlenin."[21]
Hicret'in 9 ncu senesinde
Resûl-i ekrem bu hususu ilân için Hazreti Ebû Bekir'i hacca gönderdiler. Bundan
böyle çıplak tavaf edilmeyeceği ilan edildi. Bu ilândan sonra bu âdet de
ortadan kalktı.[22]
5. Kureyş'in imtiyazlı
hususiyetlerinden biri de bütün Arap kabileleri Arafat'ta durdukları zaman
Kureyş Harem hududunun haricine çıkmayı dini mansıblanna aykırı addederdi.
Bunun için Kureyşliler, Müzdelife'de dururlardı. îslâm, Kureyş'in bu imtiyazını
da ortadan kaldırdı. Bu hususta "Sonra herkesin cemeâtle döndüğü yerden
siz de dönün."[23] mealindeki âyet-i kerime nazil oldu.[24]
6. Cahiliyye zamanında
haccın dini hususiyetlerinden biri de büyük bir toplantı yapılması idi. Her
taraftan her çeşit insan toplanır, gürültü patırtı ile bağırıp çağırırlar,
seslerini yükseltip birşeyler okurlar, hulâsa her çeşit fisk-u fücur ayyuka
çıkardı. İslâm bir defada bunların hepsini ortadan kaldırdı. Bu hususta şu
ayet-i kerime nazil oldu:
"Kim bu aylarda hacci
ifâya azmederse, artık hacda kötü söz söylemek, sövüşmek, kavga çıkarmak
gerekmez. Siz ne iyilik ederseniz Allah onu bilir."[25]
7. Menasik-i haccı
bitirdikten sonra geri dönmek isteyen halk ikiye ayrılırlardı. Bir zümre
eyyâm-ı teşrikte geri dönenlerin günahkâr olduklarını söyler, diğerlerinin
daha fazla orada kalmalarını temin etmek isteler-di. Kur'ân-ı Kerim bu
hareketlerin her ikisini de caiz addetmiştir. Bu hususta şu ayet-i kerime
nazil olmuştur:
"Kim acele edip iki günde
dönerse, ona günâh yoktur. Kim geride kalırsa ona da günah yok. Bu ittika
8. Bir de sessiz hac icâd
etmişlerdi. Yani bazıları hac ihramını giyince susarlar, konuşmazlardı. Susup
konuşmayan bir kadın Hz. Ebu Bekir'in dikkatini çekti. Sorunca bu kadının
sessiz hac ihramı bağladığı anlaşıldı. Hz. Ebu Bekir bu kadını bu işten men
etti. Bu câhiliye adetidir, dedi.
9. Yaya olarak Kabe
evine hacca gelmek için adak adanırdı.Böyle yapmakla büyük sevap kazanılacağına
inanırlardı. Nitekim bir gün Resûl-i ekrem, iki oğlunun omuzlarına dayanarak
zorla yürüyen, yaya gelen bir ihtiyar gördü. Meseleyi sordular. Bu adamın yaya
olarak hacca gelmeyi adadığını söylediler. "Cenâb-ı Hakk'ın bu gibi
şeylere ihtiyacı yoktur, kendi vücuduna eziyyet edemezsin" diyerek birşeye
binmesini emir buyurdu.
Bu şekilde yine bazı kadınlar
başı açık, ayağı çıplak olarak yaya Kabe'ye kadar gelmeyi adamışlardı. Resûl-i
Ekrem tesadüfen bunlardan birini gördü:
"Hak Teala sizin bu
perişan halinize karşı bir mükâfat vermeyecektir. Bir şeye binebilirsiniz;
buyurdular. Yine bunun gibi kurban olarak getirilen hayvanlara bu kurban, sırf
kurban içindir düşüncesiyle binmezlerdi. Nitekim bir gün Resûl-i Ekrem bir
adamın bir deveyi çekerek getirdiğini gördü. "Bu hayvana bin” buyurdu.
Adam devenin kurbanlık olduğunu söyledi. Resûl-i Ekrem üç defa deveye
binmesini tekrarladı.
10. Ensar hacdan
döndükleri zaman evlerine kapıdan girmezlerdi. Arkadan bir yer uydurup oradan
girerlerdi. Bu işi sevap sayarlardı. Bir gün adamın biri hacdan dönmüş ve âdet
hilâfına kapıdan evine girmişti. Halk bunun bu hareketini zemmedip
kötülüyorlardı.[27] Bunun üzerine Kur'ân-ı Kerîm'den şu ayet-i kerîme nazil
oldu:
"Evlere arka taraftan
girmeniz iyilik değildir. İyilik insanın (fenalıktan) sakınmasıdır,
ittika'dır. Evlere kapılarından girin"[28]
11. Halkın bir kısmı
da tavaf ederken günahlarının hususiyetine ve vaziyetine göre muhtelif ve
münasebetsiz tavırlar takınıyorlardı. Bazısı burnuna ip bağlar, kendisini
başka birisine çektirirdi. Resûl-i ekrem böyle birine rastlamış burnundaki ipi
çözdürmüştü. Başka bir zaman da, birinin başka bir şahısla ellerini
birbirlerine bağlayarak tavaf ettiklerini gördüler. Çözdürerek şöyle buyurdu:
"Elinden tut, o şekilde tavaf ettir".
Bir ara yine Resûl-i Ekrem iki
kişinin bir ağaç gövdesine ip bağlayıp çekerek geldiklerini gördüler. Sorunca
ağaç gövdesini çekenler cevaben:
Biz böyle hac yapmayı
adamıştık, dediler. Zât-ı risâletpenâhîleri şöyle buyurdular:
"Böyle adaklar
adamayınız. Adaklar yalnız zât-ı ülûhiyyet için olur."[29]
12. Arab halkı hacda
umre yapmazlardı. "Ne zaman hacca giden bineklerin sırtındaki yaralar iyi
olursa o zaman umre yapılır" diyorlardı. Fakat Resûl-i Ekrem bizzat hacda
umre yaptılar ve bi'1-fi'il bu yersiz ve lüzumsuz âdeti de kaldırmış oldular.
13. Cahiliyye devrinde
hacca niyyet ettikten sonraki (günlerde işi-gücü ahş-verişi bırakırlardı. Bunu
hacca mugayir sayarlardı. Halkın çoğu da ticaret ve alış verişin hacca aykırı
olduğuna inanırlardı. İslâmiyet ise alış verişin haccın kudsiyyet ve hürmetine
münâfi olmadığım ortaya koydu. İki farizayı birlikte edâ için şu ayet-i kerîme
nazil oldu.
"(Hac esnasında ticaret
ederek) Rahbini/in lütf ve keremini aramakta günah yoktur"[30]
Bu şekilde cahiliyye devrinin
bozuk âdeti sona erdi. Bununla birlikte ticaret, alış-veriş işleri de ilerledi.
14. Safa ile Merve'nin
tavafında iki zümreye ayırıhyorlardı. Medineliler Menat'a ihram bağlarlardı.
Menat için ihrama girer, fakat tavaf etmezlerdi. Ancak diğer Arablar Safa ile
Merve'yi tavaf ederlerdi. İslâmiy-yet gelince Kabe'nin tavafı emrolundu. Safa
ile Merve hakkında âyet nazil olmadığı için bunların tavafının caiz olup
olmadığını müslümanlar Rasûl-i Ekrem'den sordular, bunun üzerine şu âyet-i
kerime nazil oldu:
"Safa ile Merve Allah'ın
tayin ettiği nişanelerdir. Kim ki Beytullah'a hac eder, yahut "umreye
gider de onları tavaf ederse, bunda bir beis yoktur."[31]
1721. ...İbn Abbas
(r.a.)dan rivayet edildiğine göre el-Akra' b. Habis Peygamber (s.a.)'e:
Ey Allah'ın Rasülü, hac (bize)
her sene mi farzdır, yoksa (ömrümüzde) bir kerre mi? diye sormuş, (Peygamber
(s.a.) de);
"Yok, hayır. Bir
kerredir. Kim daha fazla yapacak olursa, o nafiledir." diye cevap
vermiştir.[32]
Ebû Dâvûd dedi ki;
"Seneddeki Ebû Sinan, Ebu Sinan ed-Düveliyy'dir. Aynı şekilde Abdü'l Celil
b. Humeyd ile Süleyman b. Kesîr de ez-Zührî'den (bu ravtnin ismini Ebû Sinan
olarak) rivayet etti. Ukayl de rivayetinde yerine demiştir.[33]
Bu hadîs-i şerif Müslim'in
rivayetinde şu manâya gelen sözlerle rivayet edilmiştir: "Allah'ın Rasûlü
bize şöyle hitâb etti:
"Ey insanlar! Hac size
farz kılındı. Hac yapın." Sahâbîlerden biri sordu:
Ya Resûlallah, her sene mi
(hac yapmak bize farz kılındı?) Allah'ın Rasûl'ü bu sûala cevap vermedi.
Sahâbi suâlini üç defa tekrarlayınca şöyle buyurdu:
"Evet deseydi m. her yıl
farz olurdu. Ve siz de buna güç yettiremez-diniz. Size açıklamadığım hususlarda
beni kendi hâlime bırakın. Sizden önceki topluluklar çok sual sormaları ve
peygamberleri hakkında ihtilâfa düşmeleri sebebi ile yıkıma uğradılar. Size
birşey emrettiğim zaman gücünüz ölçüsünde onu yapın. Sizi bir şey den
sakındırdığım zaman da onu bırakın."[34]
Ahmet b. Hambel'in İbn-i
Abbas'tan rivayet ettiği bir hadis de şu anlamdadır: (Resûlullah (s.a.) bize
hitâb ederek;
“Ey insanlar, Allah haccı
sizin üzerinize farz kılmıştır." buyurdu. Bunun üzerine el-Akra' b.Hâbis;
Her sene mi ya Resûlullah?
dedi. Peygamber (s.a.)'de; "
(Her sene) farz olunca da onu
yerine getirmezdiniz (yahut) getiremezdiniz. Kim daha fazla yapacak olursa, o
nafiledir."[35]
Buhârî'nin rivayetinde ise, bu
hadîs "Ben sizi (serbest) bıraktığım müddetçe siz de beni (serbest) bırakın
(soru sormayın)"[36] şeklinde geçmektedir.
Konumuzu teşkil bu hadis-i
şerif ile aktardığımız diğer rivayetler hac-cın insana ömründe bir kerre farz
olduğunu ifâde etmektedir. Hafız İbn Hacer ve Nevevî gibi ilim adamlarının
beyânına göre, ilim adamları bu mevzuda ittifak etmişlerdir. Ancak "Ona
bir yol bulabilenlerin (gücü yetenlerin) Beyti hac (ve ziyaret) etmesi
Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır,"[37] ayet-i kerimesiyle hac sadece gücü
yetenlere farz kılınmış, gücü yetmeyenler ise, hac ibadetiyle mükellef
tutulmamışlardır. Hattâbî'nin beyanına göre: "Haccın insana ömründe bir
kerre farz olacağına ve bu far-ziyyetin tekerrür etmeyeceğine dâir icmâ varsa
da bu icmâ başka bir delile dayanmaktadır. O delil ise, hadisin aslında bulunan
"haccediniz" emri değildir. Çünkü bu emir haccın tekerrür
etmeyeceğine delâlet etmez. Eğer sözü geçen emir hac farizasının tekerrür
etmeyeceğine açıkça delâlet etmiş olsaydı, o zaman el-Akra' b. Habis (r.a.) de
bu mevzuda soru sorma lüzumunu hissetmeyecekti."
Esâsesen bu mesele usûl-i
fıkıh ulemasmca ihtilâf konusu olmuştur. Bu ihtilâfı ana hatlarıyla şu şekilde
özetlemek mümkündür. Bu hususta dört mezhep vardır:
1. Mutlak emir, umûm ve
tekrar iktizâ eder.
2. Umum ve tekrar
iktizâ etmez. Lâkin bunlara ihtimâli vardır. İmam Şafiî'nin mezhebi budur.
Nevevî diyor ki: "Ulemamızca sahih olan kavle göre emir tekrarı iktiza
etmez. İkinci kavle göre tekrarı iktiza eder. Üçüncü bir kavle göre, bir
defadan fazlası hakkında beyâna ihtiyaç vardır. Binâenaleyh tekrarı iktiza
ettiğine ve etmediğine hükmolunamaz. Tevakkuf olunur. Bu kavlin sahipleri
(konumuzu teşkil eden) bu hadisle istidlal etmişlerdir. Çünkü mutlak emir
tekrarı yahut adem-i tekrarı iktizâ etseydi Hz. Akra Resûlullah'a sormazdı.
Peygamber (s.a.) dahi, "suâle hacet yok, mutlak emir şu manâya
hamledilir", cevabım verirdi. Emrin tekrar iktiza ettiğini söyleyenler Hz.
Akra'nın meseleyi ihtiyaten ve izahat alma kiçin sorduğunu iddia ederler."
3. Hanefi ulemâsından bazılarına
göre mutlak emir tekrar icâb etmez. Lâkin bir şarta muallak olur veya bir
vasfın sübûtuyla mukayyed bulunursa, tekrar ifâde eder.
4. Hanefiler'in ekserisi
tarafından ihtiyar edilen sahih mezhebe göre mutlak emir umûm ve tekrar iktiza
etmez. Onlara ihtimali de yoktur. Namaz, oruç ve zekât gibi ibâdetlerin
tekerrür etmesi sebeplerinin tekerrüründen dolayıdır. Haccın sebebi olan
Beyt-i Şerif tekerrür etmediği için ömürde bir defa ifâ etmekle bu bâbdaki emir
yerini bulur.
Yine usul-ı fıkıh ulemâsına
göre bir şeyden nehy, o şeyi devam üzere bırakmayı iktiza eder. Binâenaleyh
Resûlullah (s.a.)'in:
"Sizi bir şeyden
nehyettim mi, onu derhal bırakın" sözü itlâkı üzere bırakılır. Bundan
yalnız zaruret hali müstesnadır.
Resûlullah (s.a.):
"Ben sizi bıraktığım
müddetçe siz de beni bırakın..." buyurmakla "Size bir şey emir veya
nehy ettiğim müddetçe siz de beni bırakın. Bir şey sormayın" yahut
"Bir mesele hakkında inceden inceye tafsilât istemeyin. Çünkü bu işin
sonu Beni İsrail'in helaki gibi kötü bir neticeye varabilir" demek
istemiştir. Gerçekten Allah te'âlâ hazretleri bir sığır kesmelerim Beni İsrâile
emir buyurmuştu. Emre itaat ederek herhangi bir sığın kesseler, emir yerini
bulurdu. Fakat onlar öyle yapmadılar. Kesilecek hayvanın rengi nasıl, yaşı kaç,
gibi bir çok sualler sordular. Onların isyankâr su'âl-lerine karşı Allah te'âlâ
da kendilerine şiddet gösterdi.
Şer'î bir meselede, Resûl-i
Ekrem'in istemesiyle o meselenin farz olması konusunu 1373 numaralı hadisin
şerhinde açıklamıştık. Burada aynı konuya şunları da ilâve etmekte fayda
görüyoruz:
1. Resûl-i ekrem'in bir
meselenin yapılmasını emretmesi kendi içtihadının mahsûlü olabilir. O içtihâde
uymak da mü'minler için farz olur.
2. Cenâb-ı Hakk, haccı
mü'minlere mutlak olarak emretmiş, vasıf ve şartlarını ve adedini Resulüne
havale etmiş olabilir. Dolayısıyla Resûl-i Ekrem'in, kendisine "Bizim
üzerimize her sene haccetmek farz mıdır?" diye soru soran bir kimseye
"Evet" diye cevap vermiş olsaydı, mü'minlere her sene hac etmek farz
olurdu.[38]
Hattâbî'nin beyânına göre bu
hadis-i şerif, hac farizasını eda ettikten sonra dinden dönen bir kimsenin,
tekrar müslüman olmasıyla daha önceden edâ etmiş olduğu haccı iade etmesi
lâzım geldiğine delâlet etmektedir. Bu görüş aynı zamanda Şafiî mezhebinin
görüşüdür. İmâm Mâlik'e ve Hanefî ulemâsına göre ise, dinden dönen bir kimsenin
daha önce edâ etmiş olduğu farzları iade etmesi lâzım gelmez. Ancak hac
farizası bundan müstesnadır. Çünkü diğer farzların vakti geçmiştir. Haccın
vakti ise henüz geçmemiştir. Zira haccın vakti ömrün sonuna kadar devam eder.
Eğer o kimse dininden döndükten sonra tekrar imâna gelir ve irtidâd etmeden
önceki edâ etmiş olduğu herhangi bir farzın vakti de henüz geçmemiş olursa, o
farzı da iade etmesi lâzım gelir. Çünkü henüz vakti geçmemiştir.[39]
1. Gücü yeten kimselerin
ömründe bir defa haccetmeleri farzdır.
2. Allah'ın, bazı hükümlerin
meşru kılınmasını Resulüne havale etmesi caizdir.[40]
1722. ...Ebû Vâkid'den;
demiştir ki: Veda haccında Resûlullah'ı (s.a.), hanımlarına;
"Bu (hacdan) sonra
(sizler için) hasırların üstleri (vardır.)" buyururken işittim.[41]
Veda Haccı, Peygamber
efendimizin yaptığı ilk ve son hacdır ve hicretin 10. yılı
olaylarındandır. Hicretin 10. yılında İslâm bütün Arabistan'a yayılmıştı. İdarî
ve siyasî teşkilâtı tamamen oluşmuş, eğitim faaliyetlerine hız verilmişti. Hz.
Peygamber bu yılda hac yapacağını etrafa bildirdi. O'nunla birlikte hac yapmak
isteyen müslü-manlar kafile kafile Medine'de toplandılar. Hazırlıklarını
tamamlayan Hz. Peygamber 25 Zi'1-ka'de'de kırkbin kişiyle birlikte Medine'den
Mekke'ye yöneldi.
Medine-Mekke yolculuğu on gün
sürdü. Mekke'ye girdiğinde bu şehirde 140 bin müslüman toplanmış oldu. Hz.
Peygamber bir Cuma'ya tesadüf eden arefe günü (9 Zi'1-hicce) Arafat'ta, Rahmet
Tepesi'nde deve üstünde İslâm inkilâbının en büyük konuşmasını yaptı. Veda
Hutbesi denen bu konuşma insan hak ve vazifelerini özetlemektedir. Hz.
Peygamber, bu konuşmadan üç ay sonra vefat ettiğine göre, bu onun, gerçek
vasiyeti sayılmalıdır.
Aynı gün vahyedilen bir Kur'an
ayeti de Muhammed (s.a.)'in ilâhi görevinin son bulduğunu açıklamıştır:
"Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetlerimi
tamamladım. Size din olarak İslâmı seçip ondan hoşnut! oldum."[42] Bu ayeti işiten Hz. Ebû Bekir bunu
peygamberin vefatına işaret saydığı için ağlamıştır.
Hac dolayısıyla Hz. Peygamber
Mekke'de 10 gün kaldıktan sonra Medine'ye döndü.
Metinde geçen "Bu (hacdan)
sonra (sizler için) hasırların üstleri vardır"
sözü, bundan sonra size bir
kerre daha haccetmek farz değildir. Bir daha hac için evlerinizden çıkmayınız,
evlerinizden ayrılmayınız, anlamında bir kinayedir. Bu cümlenin iki ayrı manâya
ihtimali vardır:
1. Şu edâ ettiğiniz
hacdan sonra üzerinize bir daha haccetmek farz değildir.
2. Bu hac farizasını
edâ ettikten sonra bir daha evlerinizden dışarı çıkmamanız üzerinize farz
kılınmıştır.
Resûl-i Ekrem (s.a.)'in
hanımlarından Şevde Bint Zem'â ile Zeyneb bint Cahş bu hadise ikinci manâyı
vermişler ve hayatlarının sonuna kadar bir daha hac etmemişlerdir. İbn Sa'd'ın,
Ebû Hureyre'den rivayetlerine göre Hz. Şevde ile Zeynep, "Biz Resûl-i
Ekrem'in iştihâlinden sonra bir daha yolculuk etmedik" demişlerdir.
Hz. Âişe, ise bu hadise
birinci manâyı vermiş ve Resûl-i Ekrem (s.a.)'in nafile hac yapmayı teşvik eden
hadis-i şeriflerini de gözönünde bulundu-rurak nafile hac yapmakta bir sakınca
görmemiştir. el-Muhalleb'in beyânına göre Rafızîler bu hadis-i şerifin İfk
olayı sebebiyle, vârid olduğunu iddia ederez. Hz. Âişe validemiz aleyhine bir
delil saymak isterler. Ayrıca Resûl-i Ekrem'in Hz .Âişe'ye hitaben "Sen
Hz. Ali ile haksız olarak savaşacaksın" dediğini iddia ederler. Gerçek
olan şudur ki, Hz. Peygamber bu sözü Zübeyr b. Avvâm (r.a.) için söylemiştir.[43]
Râfizilerin hadisi bu şekilde
tefsir etmeleri için hiç bir karine ve sebep yoktur. Bu hadisi en isabetli
tefsir eden yine Hz. Âişe olmuştur. Çünkü kendisi Peygamber (s.a.)'e, "Yâ
Resûlullah biz cihâdı amellerin faziletlisi olarak görüyoruz. Biz de sizinle
beraber cihâda çıksak olmaz mı?" diye sormuş, Resül-i Ekrem de;
"-Hayır. En faziletli cihâd,
kabul olunmuş hacdır" cevâbını vermiştir.[44] Yine Ebû Hureyre'nin rivayet ettiği bir
hadis-i şerifte de; "Resûl-i Ekrem'e hangi amel daha faziletlidir?"
diye sorulunca, "Allah'a ve resulüne imân etmektir" diye cevâp
vermiştir. "Sonra hangisidir?" diye sorulunca, "Allah yolunda
cihâd dır" demiş; "sonra hangisidir?" denilince de, "Kabul
olunmuş hacdır" buyurmuştur.[45]
Bu sebeple Hz. Âişe bir daha
hac etmeyi terketmemiş hayatının sonuna kadar nafile hacca rağbet ve devam
etmiştir. Bu hadis-i şerifler erkeklerin olduğu gibi kadınlarında tekrar
tekrar nafile hac yapmalarının meşru olduğuna delâlet etmektedir. Buhârî'nin
rivayet ettiği bu hadis-i şerif Nesâî'nin Sünen'inde şu manânaya gelen
lâfızlarla rivayet edilmiştir:
Adamın biri Resûlullah'a:
Yâ Resûlullah hangi ameller
daha faziletlidir? diye sordu. Resûlullah (s.a.)da, "Allah'a imândır"
buyurdu. Adam:
Sonra hangisidir? dedi.
Resûlullah (s.a.); "Allah yolunda cihaddır" buyurdu. Adam:
Sonra? Resûlullah (s.a.)'da:
"Makbul olan hacdır" buyurdu.[46]
Ebû Hüreyre Resûlullah
(s.a.)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Büyüğün, küçüğün, düşkünün ve
kadının cihâdı, hac ve umredir."[47]
Bütün bu deliller metinde
geçen "Bu (hacdan) sonra (sizler için) hasırların üstleri vardır"
sözünün, "şu ettiğiniz hacdan sonra bir daha haccetmek üzerinize farz
değildir, fakat nafile hac yapabilirsiniz" anlamına geldiğini açıkça
ortaya koymaktadır. Hadisin manâsı üzerinde önceleri sükûtu tercih eden Hz.
Ömer daha sonra hadisin bu manâya geldiğini söyleyen Hz. Âişe'nin isabetli
olduğunu anlayınca kendi halifeliği yıllarında Resûl-i Ekrem (s.a.)'in hanımlarının
hacca gitmelerine izin verdiği ve onların hac ibâdetlerini yapmalarına
yardımcı olmak üzere Osman b. Affân ile Abdurrahman b. Avf'ı görevlendirdiği,
Buhârî'nin ve Beyhakî'nin rivayetlerinden anlaşılmaktadır.[48]
1. Erkeklere olduğu
gibi kadınlara da ömür boyunca bir kerre hacc etmek tarzdır.
2. Kadınların ev
işlerini görmeleri cihâda gitmelerinden daha faziletlidir.Nitekim âyeti
kerimede de. "Vakarınızla evlerinizde durun da evvelki câhiliyyet çıkışı
gibi süslenip çıkmayın"[49] buyuruluyor.[50]
1723. ...Ebû Hüreyre
(r.a.)'den demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Hiç bir müslüman kadına
yanında kendisine nikâhı düşmeyen bir adam bulunmaksızın, bir gecelik yola
çıkması helâl değildir."[51]
Mahrem, karabetten dolayı
nikâhı haram olan kimse demektir.Bir kıza nisbetle kardeş gibi.
Mukabili "gayr-i mahrem = nâmahrem"dir. Metinde geçen
"Kendisine nikahı düşmeyen adam" sözünden maksad, "yola çıktığı
kadınla evlenmesi ebeddiyyen haram olan kimse"dir. Enişte gibi nikâhı
muvakkaten haram olan kişiler değildir. İmâm Ahmed'e göre bu hadis bir kadının
ehl-i kitap olan babasıyla hacca gitmesini de yasaklamaktadır.
Bu hadis-i şerifin bir kadının
yalnız başına bir gecelik mesafedeki yere yolculuk etmesini yasakladığında
şüphe yoksa da kadının tek başına çıkması yasak edilen yolculuğun mesâfesini
ta'yin konusunda ulemâ ihtilâfa düşmüştür. Çünkü bu mesafenin mikdarıyla
ilgili hadislerde farklı ifâdeler bulunmaktadır.
Bazılarında bu mesafenin bir
berîd (
Bu görüşte olan ilim
adamlarına göre, Hadis-i şeriflerde geçen "üç gün, iki gece, bir gece, bir
gündüz, iki gün" gibi ölçüler herkes için geçerli genel bir hüküm ifâde
eden birer kayıt niteliği taşımaktan uzaktırlar. Çünkü bu ölçüler o soruyu
soran şahısla ve onun yapacağı yolculuğun mesâfesiyle ilgilidirler. Birisi
ailesinin yalnız başına üç gün yolculuk yapmak istediğini sormuş red cevâbı
almış, diğeri de ailesinin yalnız başına yapacağı başka bir yolculuktan
bahsetmiş o da red cevâbı almış, bu hadiselere şâ-hid olan râvilerden her biri
kendi gördüğünü anlatmış, aynı hâdiseyle ilgili olarak farklı iki cevâp
nakleden bir râvi çıkmamıştır. Buradaki mukayyed lâfızların mutlak lâfızları
kayıtlaması da söz konusu değildir. Çünkü bu konudaki hadislerde bulunan
kayıtlar, genel bir hüküm ifâde etmekten uzaktırlar. Hafız İbn Hacer'in “Fethü'l-Bârî
isimli eserindeki beyânına göre ulemâ bu mevzûdaki hadisler birbirinden farklı
olduğundan kendi içtihâdlarına göre amel etmişlerdir. Münzirî'ye göre hadis-i
şeriflerde geçen "bîr gün" sözünden maksat, gecesiyle beraber bir
gün, başka bir deyişle "bir gün bir gece"dir. "Bir gece"
sözünden maksat da "gündüzüyle beraber bir gece" yani "bir gece
bir gündüzdür". Bu adetlerin temsili bir miktar ifâde etmiş olması da
mümkündür. Meselâ "bir gün" sözüyle bir sayısına, "iki gün"
sözüyle çokluğun en az sayısına "üç gün" sözüyle de, çoğulun en az
sayısına işaret edilmiş olabilir. Sanki bu sözlerle "böyle az mesafelerle
bile kadın mahremsiz olarak yolculuk yapamaz. Artık uzun yolculuğa nasıl
çıkabilir?" denilmek istenmiştir.
Şevkânî ise Neyl-ül-evtâr
isimli eserinde şunları söylemektedir: Taberânî'nin İbn-i Abbas'tan rivayet
ettiği "Bir kadın yanında kocası veya nikâh düşmeyen biri bulunmadıkça üç
millik yola gidemez" anlamındaki hadis-i şerif, aslında yanında kocası
veya mahremi bulunmayan bir kadının üç millik bir yolculuğa çıkamayacağını
ifâde etmektedir ki bu bir kadının bir beridlik mesafeden daha kısa olan yola
dahi mahremsiz olarak gidemeyeceğini gösterir. Üç millik mesafeye
gidemeyeceğine göre üç milden yukarı olan mesafelere hiç gidemeyeceği bu hadisin
ifâdesinden anlaşılır. Çünkü daha kısa olan mesafenin yasaklanmış olması, daha
uzun mesafenin de yasaklanmış olduğunu daha açık ve kesin bir şekilde ortaya
koyar. Herhangi bir uzunluk mesafesinin yasaklanmış olması daha kısa olan
mesafenin yasak olmadığına mefhûm olarak delâlet ederse de "üç mil"
sözüyle, kadının yalnız başına yola çıkması sakıncalı görülen en kısa mesafenin
"üç mil" olduğu mantûk (sözlü) olarak ifâde edilmiş ve bu en kısa
mesafenin de yasak olduğunda şüpheye yer bırakılmamıştır. Çünkü bilindiği gibi
mantûkun delâleti mefhûmun delâletine tercih edilir.
Hanefî ulemâsı ise, "bir
kadının yanında mahremi olmadan üç günlük veya daha uzun yola çıkması caiz
olmadığını" söylemişlerdir. Üç günlük mesafeden daha kısa yolculuğa
yalnız başına çıkmasında bir sakınca görmemişlerdir. Hanefi imamlarından Tahâvî
Şerhi Meâm'I-Âsâr isimli eserinde Hanefi ulemâsının bu mevzûdaki görüşlerini
te'yid eden hadis-i şerifleri naklettikten sonra şunları söylemektedir:
"Bütün bu hadis-i şerifler ve haberler bir kadının mahremsiz olarak üç
günlük ve daha fazla bir yolculuğa çıkamayacağım, daha kısa mesafelere
çıkmasında-ise, bir sakınca bulunmadığını ifâde etmektedirler. Resûl-i
Ekrem'in bu mesafeyi "üç gün" olarak belirlemesinin anlamı budur.
Ancak kadının mahremsiz olarak daha kısa olan yolculuğa çıkması konusunda
gelen hadislerin ifâdeleri birbirinden farklıdır. Fakat Resûl-i ekrem (s.a.)
"üç günlük mesafe" sözünü .söylerken daha kısa mesafeler için
kadının yalnız başına yolculuk yapmasında bir sakınca olmadığını belirtmek
istemiştir. Daha kısa mesafeler için de kadının yalnız başına yolculuk
yapmasının caiz olmayacağını ifâde eden hadis-i şeriflere gelince, burada şöyle
bir durum vardır. Kadının mahremsiz olarak yaptığı yolculuğun haram olması
için bu yolculuğun uç günlük bir mesafede olması gerektiğini ifâde eden
hadisler şu iki durumun dışında olamazlar: Bu hadisler:
1. Ya kadının üç
günlük mesafeden daha kısa yolculuğa yalnız başına çıkmasının câiz olmadığını
ifâde eden hadislerden önce vârid olmuşlardır.
2. Yahut da sonra vârid
olmuşlardır.
Şayet önce vârid olmuşlarsa,
daha sonra gelen hadisler üç günlük mesafeden daha az olan yola da kadının
yalnız başına çıkamayacağı hükmünü getirmişlerdir. Fakat bu durumda yine de
Hanefilerin, delilini teşkil eden hadislerin hükmü üç günlük yola kadının
yalnız başına çıkamaması ve daha aşağı yola çıkabilmesi gibi durumlarda
yürürlüktedir. Öyleyse bu mesafeyi "üç gün" olarak belirleyen ve
Hanefi ulemâsının delijini teşkil eden hadislerin hükmü üç günlük yola ve daha
uzun mesafelere kadının mahremsiz olarak çıkamayacağı hususunda yine
yürürlüktedir. Fakat, bu mesafeyi üç gün olarak belirleyen hadisler daha sonra
vârid olmuşîarsa, bu mesafeyi daha kısa olarak belirleyen hadislerin hükmü
tamamen yürürlükten kalkmış demektir. Öyleyse her iki ihtimale göre de
hükmünün bir kısmı veya tamamı yürürlükte olan hadis, Hanefilerin delili olan
hadistir. Aksini ifâde eden hadislerin hükümleri ise, ancak Hanefilerin
delilini teşkil eden hadislerden sonra vârid olmaları halinde geçerlidir. Daha
önce geldikleri kabul edilirse hükümleri tamamen geçersizdir. Bilindiği gibi
her iki halde de hükmü geçerli olan bir hadis, hükmü bir ihtimale göre geçerli,
diğer bir ihtimale göre geçersiz olan hadise tercih edilir.[55] Fakat Tahâvî'-nin bu sözüne "Bir
kadının yalnız başına yola çıkması için sakıncalı olan mesafeyi üç gün olarak
belirleyen hadisler, daha kısa mesafenin sakıncalı olmadığına mefhûm olarak
delâlet ederler. Oysa daha kısa olan mesafenin sakıncalı olduğunu mantûk
(sözlü) olarak ifâde eden hdisler vardır. Man-tûk olan ifâde, mefhûm olan
delâlete tercih edilir" diye itiraz edilmiştir.
Malikîlere göre ise, bir gün
ve gecelik yola, bir kadının mahremsiz olarak çıkması caiz değildir. Fakat yanında
mahremi veya güvenebildiği arkadaşları bulunduğu takdirde böyle bir yolculuğa
çıkmasında sakınca yoktur. Bu konuda güvenilir arkadaşlar topluluğunun kadın ve
erkek olmalarında bir fark olmadığı gibi kadının genç veya ihtiyar olması
arasında da bir fark yoktur. Mahremin de baliğ veya mümeyyiz olması müsavidir.
Mâliki ulemâsının bu mevzûdaki delilleri de şu hadis-i şeriftir: "Allah'a
ve ahiret gününe imân eden bir kadının yanında mahremi bulunmadan bir gün ve
gecelik yola çıkması caiz değildir.”[56] Bir numara sonra gelecek olan 1724
numaralı hadis-i şerifde Mâlikîlerin bu görüşünü te'yid etmektedir. Mâliki
ulemâsına göre kadın için yalnız başına çıkmanın sakıncalı olduğu yolun
miktarını belirleyen diğer hadislerdeki ölçüleri "bir gün ve
bir'gece" ölçüsüyle uzlaştırmak mümkündür. Meselâ bu mesafeyi sadece
"bir gün" olarak belirleyen hadisteki "bir gün" sözünden
maksat yine "birgün ve gecedir". Gece ile gündüz birbirinin
tamamlayıcısı olduğu için sadece "bir gün" sözüyle yetinilmiş
"bir gece" sözünü ilâve etmeye lüzum görülmemiştir. "İki gün,
iki gece" sözüyle de hem gidiş ve hem de geliş kastedilmiştir. Eğer dönüş
hesaba katılmazsa geriye "bir gün ve gece" kalır. "Üçgün sözüyle
de" gidiş-dönüş ve ihtiyacı karşılamak için varılan yerde bir gün
kalış" kasdedilmiştir ki, dönüş ile varılan yerde kalış hesab edilmezse
geriye "bir gün ve gece" kalır.
Ancak kadının yalnız başına
yola çıkmasının yasak olması için şart görülen bir gün ve gecelik mesafe, farz
olan hac yolculuğu için söz konusudur. Nafile hac için veya herhangi meşru'
bir sefer için ise, kadının hiç bir şekilde yanında mahremi veya kocası olmadan
yola çıkamaz, bu yol ne kadar kısa olursa olsun netice değişmez. Ancak Mâlikî
ulemâsı bu görüşlerinden dolayı "sebepsiz yere lâfızları zahiri
manâlarından çıkardıkları" ve "kadının yalnız başına üç millik ve bir
berîdlik yola çıkamayacağına dâir vârid olan hadislerin onlar aleyhine büyük
bir delil teşkil ettiği" ve "mukayyed lâfızlarda bulunan kayıtların
tahdid için geldiği kesin olmadıkça mutlak lafızlarla amel etmenin daha
isabetli ve şâyân-ı tercih olduğu" iddiasıyla tenkid edilmiştir.
Beyhakî de bu konuda şunları
söylemiştir: "Bir kadının yalnız başına yolculuk etmesinin sakıncalı
olduğu mesafeyi, "üç gün", "iki gün", "bir gün",
olarak sınırlandıran hadislerin üçü de sahihdir. Ancak bu hadislerden hiç biri
bu yolculuğun mesâfesini sınırlandırmak için söylenmemiştir. Her biri o
yolculuğu yapan kişiyle ilgilidir. Her şahıs ayrı bir yolculuğa ait soru
sormuş, hepsi de red cevâbı almıştır. Bunların hiç birisi söz konusu yolculuğu
sınırlandırıcı nitelikte değildir. Bu konudaki delilleri de Buhârî hadisidir.[57]
Nevevî'ye göre ise, Hz.
Peygamber, kadının yalnız başına yolculuk yapmasının sakıncalı sayıldığı
mesafeyle ilgili hedis-i şeriflerinde "üç günlük yol", "iki
günlük yol", "bir gün ve gecelik yol"; "bir günlük
yol", "bir gecelik yol", "bir beridlik yol" gibi
kayıtlarla bu mevzû'daki mesafeyi sınırlandırmayı kasdetmemiştir. Ancak
Resûl-i ekrem'in, bir kadının bu miktarlardaki yolculuklara yalnız başına
çıkmasını yasaklaması bu miktarların hepsinin yolculuk sayıldığını ve kadının
bu yolculuklara mahrem-siz olarak çıkmasının sakıncalı olduğunu gösterir.
Ulemâ aynı zamanda bir kadının
üzerine haccın farz olması için kocası veya mahreminin bulunmasının şart olup
olmaması meselesinde de ihtilâf etmişlerdir.
1. Hasan el-Basrî, en-Nehâî,
İshak ve Ibnü'l-Münzir bir kadına haccın farz olabilmesi için bunun şart
olduğunu söylemişlerdir. İmam Ahmed b. Hanbel'in de bu görüşte olduğuna dair
bir rivayet vardır.
2. Hanefî ulemâsına göre ise,
kadın ile Mekke arasında üç günlük (18 saatlik) mesafe varsa, üzerine hac vâcib
olması için yanında ya kocası yahut da bir mahreminin bulunması şarttır.
Delilleri de Buhârî'nin İbn Abbâs (r.a.)'dan rivayet ettiği, "kadın
yanında mahremi olmadan yolculuk edemez ve mahremi olmadıkça yanına hiç bir
yabancı erkek giremez" anlamındaki hadis-i şerifle, müellif Ebû Davud'un
rivayet ettiği "bir kadın yanında mahremi bulunmadıkça üç günlük yola
çıkamaz" anlamındaki 1327 numaralı hadîs-i şeriftir. Bu şart bulunmadıkça
bir kadın hac yolculuğuna çıkamaz. İsterse yanında bir veya daha çok kadın
bulunsun. Çünkü kadınların çokluğu fitneyi daha çok da'vet
eder.
3. Mâliki ulemâsına göre ise,
bir kadına haccın vâcib olması için eğer Mekke ile arasındaki mesafe "bir
güivve gecelik" uzaklıkta ise, yanında ya kocası, ya mahremi yahutta
kendisinden emin olduğu arkadaşlarının bulunması şarttır.
4. Şafiî'lere göre ise, kadının
yanında kocası veya mahremi veya güvenilir kadınlar bulunmadıkça kendisine hac
farz olmaz. Bu mevzuda mesafenin uzak veya yakın olması arasında bir fark
yoktur. Şafiî ve Mâliki ulemasının, kadının hacca gidebilmesi için yanında emin
yol arkadaşlarının bulunmasını yeterli görmelerinin delili Buhârî ve
Beyhakî'nin, "Hz. Ömer'in kendi halifelik yıllarında haccetmeleri için Hz.
Peygamberin hanımlarına izin verdiğini ve bu ibadetlerini yapmalarını te'min
etmeleri maksadıyle Hz. Osman b. Affân ile Abdurrahmân b. Avf'ı
görevlendirdiğini ifade eden hadis-i şerif[58] ile o zaman hayatta bulunan bütün
ashâb-ı kiramın bu hadiseyi olumlu karşılamalarıdır. Bu görüşte olan ulemânın
bu konudaki diğer bir delilleri de; "O'na bir yol bulabilenlerin (gücü
yetenlerin) Beyt-i hac etmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır"[59] meâlindeki ayet-i kerimedir. Çünkü bu âyet-i
kerimedeki hitap kadın-erkek herkese şâmildir. "Yol bulabilmek "ten
maksat, binek ve yol azığıdır. Binaenaleyh binek ve yol azığına sahib olan
herkes bu âyetteki emir gereğince hac etmekle mükelleftir. Kadının yanında
mahreminin bulunmasından maksat ise, kadının güvenliğini sağlamaktır. Bu da
kadınlardan oluşan bir toplulukla sağlanabilir.
Ancak Hz. Ömer'in, Hz.
Peygamber'in hanımlarının hacca gitmelerine izin verip başlarına da Hz. Osman
b. Affân ile Abdurrahman b. Avf i görevlendirmesi delili "Hz. Peygamber'in
hanımlarının bütün mü'minlerin annesi olmaları dolayısıyla başka kadınlarla
mukayese edilemez" gerekçesiyle reddedildiği gibi ikinci delilleri de,
"yanında kocası veya mahremi bulunmayan bir kadın" sözü geçen ayet-i
kerimenin emri kapsamına girmez. Çünkü kadının yolculukta yalnız başına
inip-binmeye gücü yetmez, mutlak bir erkeğe ihtiyacı vardır. Binâenaleyh
kadının yanında kocası veya mahremi olmadan hacca gitmesi caiz değildir, diye
reddolunmuştur. Gerçekten de bir kadının yanında başka kadınların bulunması o
kadın için bir emniyet teşkil etmesi şöyle dursun bilakis iyice fitneyi davet
eder.
Evzaî'ye göre kocası ve
mahremi olmayan bir kadın, dürüstülğü herkesçe bilinen bir kafileyle birlikte
yola'çıkar, şayet hayvanla yolculuk ediyorlarsa, erkekler ona yaklaşmazlar.
Sadece binerken ve inerken hayvanın başım tutarlar, hayvana binip inmesi için
merdiven görevi yapacak imkânları hazırlarlar.
Muvatta' şârihi Zürkânî'nin
beyânına göre "Ona bir yol bulabilenlerin (gücü yetenlerin) beyti haccetmesi,
Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır" mealindeki âyet-i kerimenin
zahirine göre "Bedenen gücü kuvveti yerinde olan kadın-erkek herkese
haccetmek farzdır. Bu bakımdan kadının hacca gitmek için yanında kocasının veya
mahreminin bulunması şart değildir". Bu konudaki hadis-i şeriflerin zahiri
manâları ise, hacca gitmek isteyen kadınlar için âyet-i kerime'nin öngördüğü
şartların dışında daha başka şartların da bulunması gerektiğini ifâde
etmektedir. İşte bu âyet-i kerime ile hadis-i şerifler arasını uzlaştırmak için
ulemâ çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Hanefî ulemâsı, "bu hadis-i
şerifler, âyetin hükmünü beyânetmek için gelmişlerdir" diyerek bu
mevzûdaki hadis-i şeriflerin zahirine sarılmışlardır. Mâliki ulemâsı ise,
âyette "güç yetmek"ten maksat, "kadının ve erkeğin kendisini
emniyette hissetmesidir" diyerek kadının haccı mevzuunda gelen hadisleri
bu manâda te'yil etmişlerdir.[60]
Kadının haccı konusunda Mâlikî
ulemâsından Kurtubî de şunları söylemektedir: "Ulemâmız diyorlar ki;
kadın henüz hac farizasını ifâ etmemişse, yanında mahremi bulunmasa bile onu
hacdan menetmek caiz değildir."[61]
Seyyid Sabık da bu konudaki
görüşlerini şöyle açıklıyor: "Nasıl ki erkek üzerine hac farz ise, aynı
şekilde kadın üzerine de farzdır. Her ikisi de farziyette müsavidir. Ancak
kadın için ziyâde olarak beraberinde kocası veya bir mahremi bulunması şartı
vardır. Çünkü Resûl-i Ekrem efendimiz "Bir erkekle bir kadın kesinlikle
başbaşa kalmasınlar. Ancak kadının yanında bir mahremi ini hm s un"
buyurmuş, bunun üzerine ashâbdan bir kişi kalkıp "Yâ Resûlullah, karım hac
için yola çıktı ben ise, falan muharebeye asker olarak yazılmıştım",
deyince: "Askerlikten ayrıl, karınla birlikte hacca git!” cevabını
vermiştir.
Bir kadın, Rey ehlinden olan
İbrahim en-Nehâî'ye "Kendisinin zengin bir kadın olduğunu, hacca gitmek
istediğini, fakat hayatta kocası ve mahremi bulunmadığını" yazmış, İbrahim
en Nehâî'de ona "sen Allah'ın hacca gitmek için güç vermediği
kimselerdensin" diye cevap vermiştir. Çünkü İbrahim, kadının hacca
gidebilmesi için yanında kocasının veya mahreminin bulunmasını da haccın
farziyyetinin şartlarından sayıyordu. İmâm Ebû Hanîfe ve taraftarları ile
el-Hasan, es-Sevrî, İmâm Ahmed ve İshâk da bu görüştedir. Bu konuda Hafız (İbn
Hacer) de şunları söylemektedir: "Şafiî mezhebine göre, meşhur olan
kocanın veya mahrem bir kimsenin veyahut bunlar da yoksa güvenilir kadın
arkadaşların bulunmasıdır. Bir kavle göre de, güvenilir bir kadın da arkadaş
olarak yeterlidir. Diğer bir kavle göre de yol emin ise, kadın yalnız başına da
yolculuk yapabilir. Bütün bu yol arkadaşı bulunması şartı, farz olan hac veya
umre içindir. Yine Hafız İbn Hacer Sübülu's-Selâm isimli eserinde de şunları
söylüyor: "İmamlardan bir cemaat ihtiyar kadınların, yanlarında kocaları
veya mahremleri olmadan hacca gitmelerinde bir sakınca görmemişlerdir."
Emin bir arkadaş bulursa veya
yol eminse kocasız veya mahremsiz de kadının sefer etmesinin caiz olduğunu
söyleyenler, Buharî'nin Adıy b. Hâtem'den rivayet ettiği şu hadîs-i şerifi
delil gösterirler: Adiy diyor ki, Resûlullah (s.a.)'in yanında idim. Bir kişi
geldi ve fakirliğinden şikâyet etti. Sonra bir başkası geldi yol kesicilikten
dert yandı. Bundan sonra Resûl-i ekrem (s.a.) buyurdu ki:
"Ya Adiy, sen Hire'yi
gördün m.ü?" dedi. Ben de: "Hayır, görmedim. Fakat Hire hakkında
başkalarından izahat aldım," diye cevap verdim. Bunun üzerine Peygamber
(s.a.) şöyle buyurdu:
"Eğer ömrün uzun olursa,
yalnız başına bir kadının Hevdec üzerinde Hire'den kalkıp Mekke'ye geldiğini
ve Kabe'yi tavaf ettiğini ve Allah'tan başka kimseden korkusu olmadığını
göreceksin."
Bu konudaki ikinci delilleri
de şudur: Ömer (r.a.) halifeliği döneminde Hz. Peygamberin hanımlarının da
hacca gitmelerine izin verdi. Yanlarında da Hz. Osman b. Affân ile Abdurrahman
b. Avf'ı gönderdi. Hz. Osman ara sıra "Dikkat edin kimse hanımlara
yaklaşmasın ve onlara bakmasın" diye haykırıyordu. Hanımlar ise, develer
üzerinde hevdeclerde idiler.
Kadın kocasına muhalefet eder;
yani kocası veya mahremi olmadan hacca gider de haccederse, haccı sahihdir.
Yine hacca kudreti yokken hac yapanın da haccı muteberdir. Netice olarak, hacca
kudreti olmadığından üzerine hac farz bulunmayan kimse meselâ, hasta, fakir,
felçli, yolu kesilmiş, mahremsiz kadın ve benzeri kimseler her müşkülü göze
alıp da hacca gider ve menâsik-i haccı eda ederlerse hac farizasını edâ etmiş
sayılırlar.
Hacıların bir kısmı vardır ki,
hac farizasını en güzel şekilde yerine getirirler. Yaya olarak hacca gidip edâ
edenler gibi. Bir kısmı da vardır ki, kötü hareket ederek hacca gitmiştir.
Dilenerek hacca gitmek, kadının mahremsiz hacca gitmesi gibi. Fakat bu hacların
hepsi de makbuldür. Çünkü ehliyetleri tamdır. Günahları yolda vâki' olmuştur. Bizzat
hac menâsikinde değildir.
Muğnî'de de deniliyor ki;
hacca gitmeye gücü yetmeyen kimse zorlanarak ve meşakkatleri göze alarak
azıksız ve bineksiz gider de haccederse, haccı sahihdir ve kâfidir. Kadın için
farz olan hacca gitmek üzere kocasından izin istemesi müstehabdır. Kocası izin
verirse, çıkar. Eğer izin vermezse, izinsiz çıkar. Çünkü erkeğin, karısını
farz olan hacdan menetmeye hakkı yoktur. Zira hac ona farz olan bir ibâdettir.
"Halika isyan olan yerde mahlûka itaat edilmez." Yine kadının farz
borcundan kurtulmak için hacca gitmekte acele etmesi hakkıdır. Çünkü hadis-i
şerifte "haccetmek isteyen kimse acele etsin" buyuruluyor. Nasıl ki
namazlarını vaktin evvelinde edâ etmesi hakkı ise, haccı da acele olarak edâ
etmesi hakkı olduğundan erkeğin, acele haccetmek isteyen karısını yolculukta,
yanında kimse olmadığını bahane ederek menetmeye hakkı yoktur. Adanmış hac da
vâcib olduğundan onun farz olan hac gibi acele olarak edası gerekir. Fakat
nafile haclardan kocanın mene hakkı vardır."[62]
Bu konuda Hanefi ulemâsından
Bedruddin el-Aynî de şunları söylemektedir: Hz. Peygamber bir hadis-i şerifte
"üç günlük yola kadın ancak mahremi ile gidebilir" buyurmuştur. Bu
hadis-i şeriften İmam Ebû Hanife Hazretleri ve Ashabı; kadının hacca gitmesi
farz olabilmesi için gideceği yerle Mekke arasında üç gün ve üç gecelik mesafe
varsa, yanında mahremi bulunmasını şart kıldılar. Bu kadar mesafe yoksa, onda
ihtilâf ettiler. Şafiî ve Mâliki mezheplerinde ise, kadın kocası ve mahremi
olmasa dahi farz olan hacca gidebilir, memleketi ile Mekke arasında ister sefer
mesafesi bulunsun, ister bulunmasın. Hadis-i şerifteki yasaklama, farz olmayan
nafile haclar hakkındadır" demişlerdir. Zahirilerden bir taife de; kadının
gideceği mesafe, berîdden noksan ise, gidebilir, fazla ise mahremsiz gidemez,
demişler. Delil olarak Ebû Hüreyre (r.a.)'in rivayet ettiği: "Kadın bir
berîd mesafesindeki bir yere kocası veya mahremi olmaksızın sefer edemez"
hadis-i şerifine dayanmaktadırlar. Berîd ise, iki fersah veya dört fersah
mesafedir demişler. Diğer bir hadis-i şerifte: "Bir gün ve bir gecelik
yolculuğa kadının mahremsiz gitmesi helâl olmaz." buyurulmuştur.[63]
Yine bedruddin el-Aynî'ye
göre, sefere çıkacak kadın hakkında beş görüş vardır:
1. Hasan el-Basrî, Zührî ve
Katâde'nin mezhebi ki: Kadının iki gece kocasız ve mahremsiz seferi caiz olmaz,
eğer bundan az mesafe olursa caizdir.
2. İbrahim en-Nehâî, Şâ'bî,
Tâvûs ve Zahiriler de dediler ki: Mesafe ne olursa olsun, kadının kocası veya
mahremi bulunmadan sefere çıkması mutlak surette yasaktır.
3. Atâ ve Sâ'id b. Keysân ve
Zahirîlerden bir taifeye göre de; gideceği yer berîdden az ise, seferi caizdir;
daha fazla ise, mahremsiz gidemez.
4. Evzâî, el-Leys, Mâlik ve
Şafiî mezheblerinde: Kadın bir günden az mesafeye mahremsiz gidebilir.
Fazlasına mahremsiz veya kocasız gidemez. Mâlik ve Şafiî'ye göre: "Kadın
farz olan haccına kocası veya mahremi olmaksızın yalnız basma gidebilir.
Beldesi ile Mekke arasındaki mesafe ne olursa olsun, bakılmaz. Peygamberimizin
yasaklaması, farz olmayan seferlere mahsûsdur."
5. Sevrî, A'meş, Ebû
Hanife, Ebû Yûsuf ve Muhammed de dediler ki: Üç gün ve daha ziyâde mesafeye
kadın, ancak kocası veya mahremi ile gidebilir, üç günden az mesafeye mahremsiz
gider.[64] Kâmil Mirâs'da bu konudaki görüşlerini şöyle ifâde ediyor.
"Bu rivayetlerin hiç birisinde hacdan bahis buyurulmamış olduğundan
Malikîlerle Şâfiîler: Nebiyy-i ek-rem'in yasakladığı seferlerde hac dahil
değildir. Bu yasak vacip olmayan seferlere mahmuldür. Hac ise, farzdır.
Binaenaleyh bu nehye dahil olamaz. O halde üzerine hac farz olmuş kadın,
kocası veya mahremi birlikte olsun veya olmasın, olduğu yer ile Mekke arasında
sefer mesafesi bulunsun, bulunmasın hac seferine çıkar, derler.
Hanefîler ise, bu nehyi her
sefere âm ve şâmil kabul edip hac edecek "'kadının bulunduğu yer ile
Mekke-i Mükerreme arasında üç konaklık mesafe olduğu takdirde üzerine hac
vacip olabilmek için birlikte gidecek bir mahremin vücûdunu şart koşarlar.[65] Hanbelî mezhebîne göre ise mahremi
olmayan kadına hac farz değildir.[66] Ve bu konuda hac yolculuğunun kısa veya
uzun olması arasında da bir fark yoktur.[67]
Hanbelî ulemâsına göre:
"Bir kimse karısını Ramazan orucunu tutmaktan, beş vakit namazı kılmaktan
nasıl men edemezse, aynı şekilde farz olan haccı edâ etmekten de men edemez.
Ancak kadının, kocasının iznini alması müstehabtır. Koca izin verirse ne alâ,
vermezse, izinsiz olarak yola çıkar."[68]
Hanefî ulemâsına göre,
"hac yolculuğu üç gün sürecekse, kadın kocasız veya mahremsiz olarak
haccedemez. Mahreminin nafakası çja kadına âid olur. Koca izin vermezse dahi
farz olan hacca kadın mahremi ile kocasının izni olmadan gidebilir.[69] "Eğer bir kadın yanında kocası veya
mahremi bulunmadığı halde haccedecek olursa, dilenerek hacca giden bir kimsenin
haccınm sahih olduğu gibi onun haccı da sahih olur, bunda ittifak vardır. Fakat
yalnız başına yolculuk ettiğinden dolayı âsî olur. Hanefi 'ulemasına göre
"kadın mahremsiz olarak haccedemez" sözünden maksat, "mahremsiz
olarak hac yolculuğuna çıkamaz" demektir.
el-Menhet sahibinin beyânına
göre bir kadının yanında kocası veya mahremi bulunmadan hacca gitmesi sahibini
isyana götüren bir ibâdet olması itibariyle sünnete muhaliftir.[70]
1724. ...Ebû Hureyre
(r.a.)'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah'a ve âhiret gününe
imân eden bir kadının bir gün ve gecelik yola çıkması helâl olmaz..."[71] (Daha sonra Ebû Hüreyre sözlerine
devamla önceki hadisin manâsını da (nakletmiştir). Nüfeylî: "bize (bu
hadîsi) Mâlik rivayet etti" dedi.
Ebû Dâvûd dedi ki: el-Ka'nebî
ile en-nüfeylî (senette) "bahasından" sözünü zikretmediler. İbn Vehb
ile Osman b. Ömer de Ka'nebVnin rivayet ettiği gibi (bu hadîsi) Mâlik'den
(rivayet ettiler.)[72]
Önceki hadîs-i şerifin
şerhinde de söylediğimiz gibi bu hadîs, "Kadının yanında kocası veya başka
bir mahremi bulunmadan bir gün ve gecelik yola çıkması caiz değildir,"
diyen Mâli-kî ulemasının delilidir. Hanefî ulemasına göre buradaki "bir
gün ve gece" sözü, genel bir hüküm ifâde etmez. O gün yola çıkacak olan
kimsenin yapacağı yolculuğun uzunluğu bu kadar olduğu için, "bir gün ve
gece" sözü kullanılmıştır. Biz bu konudaki görüşleri bir önceki hadîsin
şerhinde nakl ettiğimizden burada tekrara lüzum görmüyoruz.
Bu hâdis-i şerifi Abdullah b.
Mesleme, Ebû Davud'a "Mâlik'den" sözüyle muanan olarak rivayet ettiği
halde, diğer râvî en-Nüfeylî bu hadîsi Mâlik'ten bizzat işittiğini ifâde için
"Haddesenâ Mâlik" sözüyle rivayet etmiştir.
Müellif Ebü Davud'un beyânına
göre İbn Vehb ile Osman b. Ömer de bu hadîsi, Ka'nebî'nin yaptığı gibi bizzat
Mâlik'ten rivayet etmişler. Netice olarak bu hadîsi musannif Ebu Dâvûd üç
kişiden rivayet etmiştir: 1) Abdullah b, Mesleme, 2) Abdullah b.
Muhammed-En-Nufeylî, 3) Bişr b. Ömer.
Bunlardan ilk ikisi bu hadîsi
Mâlik ve Saîd vasıtasıyla Ebû Hureyre'-den rivayet ettikleri halde, Bişr,
Mâlik, Saîd ve babası vasıtasıyle Ebû Hureyre'den rivayet etmiştir. Bu
rivayetlerden her ikisi de sahîhdir. çünkü Saîd'in de babası Ebû Saîd'in de Hz.
Ebû Hureyre'den hadis rivayet ettikleri sabittir. Saîd'in bu hadisi önce
babasından nakletmesi ve daha sonra da bizzat Hz. Ebû Hureyre'den duyarak
nakletmiş olması böyle iki farklı senedin ortaya çıkmasına sebep olmuş
olabilir.[73]
1725. ...Ebû
Hureyre'den; demiştir ki: "Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur, (Râvi,
suheyl) Önceki hadisin benzerini zikretti... Farklı olarak "berîd"
(sözünü) ilâve etti.[74]
Bu hadîs-i şerîf ibare
bakımından aynen önceki hadîs-i şerîfe benzemektedir. Ancak bir önceki hadîs-i
şerifte, kadının yanında kocası veya mahremi olmadan çıkması yasak olan yolculuğun
uzunluğu "birgün ve gece" olarak belirlendiği halde, bu hadîs-i şerifte
bu uzunluk "bir berîd" olarak belirlenmiştir. Daha önce de açıkladığımız
gibi tercih edilen görüşe göre bir berîd, dört fersahtır, bir fersah da dört
mil olduğuna göre bir berîd on iki mile eşittir.[75]
1726. ...Ebû Sa'îd'den;
demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah'a ve âhiret gününe
imân eden bir kadının yanında babası veya erkek kardeşi veya kocası veya oğlu
veya nikâhı haram olan birisi bulunmaksızın üç günlük ve daha fazla yola
çıkması helâl değildir.”[76]
Bu hadîs-i şerifte bir kadının
yanında kocası veya babası, erkek kardeşi, oğlu gibi yakını ve kendisine nikâhı
ebeddiyyen haram olan bir kimse bulunmadıkça üç günlük veya daha uzun bir yola
çıkmasının helâl olmayacağı ifâde edilmektedir. Nikâhı ebeddiyyen haram olan
kimsenin nikâhının neseb cihetinden haram olmasıyla süt veya sıhriyet yönünden
haram olması arasında bir fark yoktur. Bir erkeğe nikâhı ebeddiyyen haram olan
kimseler üç kısımdır:
1. Neseb hısımlığı (kan
hısımlığı)
a. Kişinin usûlü yani erkek ise
anası, ninesi; kız ise babası, dedesi...
b. Fürû'u; yani oğlu, kızı,
bunların çocukları, torunları...
c. Dede ve ninelerin fürû'u;
amcalar, hâlâlar, dayılar, teyzeler.
Bununla beraber amca, hâlâ,
dayı ve teyzenin kızlarıyla evlenilebilir.
Sadece bir erkeği ele alırsak
buna ebeddiyen haram olan kadınlar şunlardır: Anne, anneanne, babaanne, kız,
kızının kızı, oğlunun kızı, kızkardeşler, hâlâlar, babanın ve annenin hâlâları,
teyzeler, annenin ve babanın teyzeleri, kardeş kızları, kızkardeş kızları.
2. Evlenmeden doğan
hısımlık (sıhriyyet, müsâhare)
a. Usûlün eşleri: Babanın eşi,
annenin veya babanın babasının eşleri... gibi.
b. Fürû'nun eşleri: Çocukların,
torunların eşleri.
c. Karının usûlü: Kayınvalide ve onun
usûlü: Bu iki şıkta nikâhın haram olması için sadece nikahlanmış olmak
yeterlidir, cinsi birleşme şart değildir,
d. Karının fürû'u: Bir erkeğe cinsî
birleşmede bulunduğu karısının başka kocadan olan çocukları ve bunların
çocukları haramdır. Buna göre erkeğe sıhriyet yoluyla ebediyyen haram olan
kadınlar şunlardır: Kayınvalide, nine, kayınbabanın annesi, cinsî birleşmede
bulunduğu karısından doğan üvey kızları, oğullarının kızları, gelinler,
torunların karılan, üvey anneleri, Sıhhriyyetten doğan bu haram oluşlar sahîh
nikahtan doğmakla beraber, emzirme veya zina ile de gerçekleşir. Kişiye
karısının başka kocadan olan kızı ve karısının annesi haram olduğu gibi
karısının süt kızı ve süt annesi de haramdır. Zina ettiği kadının kızı, anası,
süt kızı, süt annesi de ebediyyen haramdır.
3. Sut emzirmeden doğan
hısımlık, kan hısımlığı ve evlenmeden doğan hısımlık derecesindeki süt
hısımlıkları da devamlı evlenme mânilerindendir. Bir erkeğe süt anneleri,
kızları, kızkardeşleri vs. ile süt kayınvalideler, süt üvey kızlar, süt
çocuğun karısı, süt babanın karısı da ebediyyen haramdır.
Ancak İmâm Mâlik bir kadının
üvey oğlu ile hacca gitmesini mekruh görmüştür.[77]
1. Kadın üc gunIük voIa yanında
kocası veya nikahı kendisine ebediyyen haram olan bir
mahremi olmadan çıkamaz.
2. "Mahrem" sozu,
nikâhı ebediyyen haram olan herkese şâmildir. Yalnız İmâm Mâlik bundan kadının
üvey oğlunu yani kocasının başka karısından doğan oğlunu istisna etmiştir. Ona
göre kadın üvey oğluyla sefere çıkamaz. Gerçi onun nikâhı da haramdır. Fakat
Hz. İmâm insanların ahlaken bozukluklarını nazar-ı itibâra alarak bu bâbdaki
mahremiyetle ncseben mahremiyet arasında fark görmüştür.
3. Kadına hac farz
olabilmek için mahremi bulunması şarttır.
4. Yalnız başına
sefere çıkmamak hususunda bütün kadınlar müsavidir. Yalnız Ebu'l-Velîd
el-Bâcî'ye göre şehvete konu olmaktan çıkmış pek yaşlı kadınlar yalnız
başlarına sefer edebilirler. İbn Dakîk'1-îd, el-Bâcî'ye itiraz ile kendisine
her düşeni bir kapan bulunduğunu hatırlatmıştır. Bu sözden murâd ne kadar yaşlı
olursa olsun ahlâksızlık yolunu tutan bir kadının kendisi gibi ahlâksız müşteri
bulmasıdır.
İbn Dakîk diyor ki: Bu mesele
birbirine tearuz eden iki umûmi delile teâlluk etmektedir. Çünkü Allah teâlâ
hazretlerinden: "Yoluna gücü yetenlere Beyt-i haccetmek Allah için
insanların boynuna borçtur..." âyet-i kerimesi, bütün erkek ve kadınlara
şâmildir. Bunun muktezâsı sefer için kudret hasıl oldu mu hepsine hac lâzım
gelmesidir. Halbuki Peygamber (s.a.)'in kadın mahremsiz sefere çıkmasın hâdis-i
şerifi her sefere âmm ve şâmildir. Buna hac da dahildir. Binaenaleyh hac
seferini hadisin umûmundan çıkaranlar âyetin umûmiyetiyle bu hadîsi tahsîs
etmiş; çıkarmayanlar ise hadîsin umûmiyetiyle âyeti tahsîs etmişlerdir. Bu
takdirde tercih için hârici bir delil lâzımdır. İkinci kavli tercih edenler:
"Allah'ın cariyelerini,
Allah'ın mescîdlerine gitmekten men etmeyin..." hadîsiyle istidlal
etmişlerdir. Mamafih bu istidlal söz götürür. Çünkü bu hadîsde de nehiy
umûmidir. O da Kâbetullah, Mescid-i Nebevî ve Mes-cid-i Aksa ile tahsis
edilmiştir.
5. Bazıları bu hadîsle
istidlal ederek haccın ümterahî olarak edâ edilebileceğini söylemişlerdir.
Yani hemen imkân bulduğu sene gitmeyip bir veya bir kaç sene sonra
haccedebilir, demektir.[78]
1727. ...İbn-i Ömer
(r.a.)'den rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.):
"Kadın beraberinde bir
mahrem bulunmadıkça üç (günlük) sefere çıkmasın" buyurmuştur.[79]
Bu hadis-i şerif kadın üç
günlük ve daha uzun yola yanında kocası veya başka bir mahremi bulunmadan
çıkamaz diyen Hanefî ulemasının delilidir.
Bir önceki hadîs-i şerifin izahında
da açıkladığımız gibi buradaki "mahrem" sözünden maksat, nikâhı
ebeddiyyen haram olan kimselerdir. Bu mevzii ile ilgili geniş açıklama bir
önceki hadis-i şerifle 1723 numaralı hadis-i şerifin şerhinde geçtiğinden
burada tekrara lüzum görmedik.[80]
1728. ...Nâfi'den
rivayet edildiğine göre İbn Ömer, Safîyye ismindeki cariyesini (hayvanının)
arkasına bindirirdi. (Câriye bu şekilde) onunla beraber Mekke'ye kadar
yolculuk ederdi.[81]
Musannif Ebû Davud'un bu
hadîs-i şerifi buraya koymaktan maksadı daha önce bu bâbda geçen hadîs-i
şeriflerdeki mahrem ve koca kelimelerinin zâhiri manâlannda kullanılmadıklarını,
bilâkis mahrem ve koca hükmünde olan kimselerin de bu kelimelerin şümulü
içerisine girdiklerini, bu itibârla nasıl bir kadın kocasıyla yolculuk
edebilirse, bir cariyenin de efendisiyle sefer hükmünde olan bir yolculuğa
çıkmasının caiz olduğunu ifâde etmektedir. Bu durumda kadına nisbetle kocası
nasılsa, cariyeye nisbetle efendisi de aynı durumdadır.[82]
1729. ...İbn Abbas
(r.a.)'dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.): "-İslâm'da hacca gitmemek
olmaz" buyurdu.[83]
Metinde geçen
"sârûre" kelimesi gücü yettiği hal-de evlenmeyen veya hacca gitmeyen
kimse demektir. Biz mevzûumuza uygun düştüğü için tercümede ikinci manâyı tercih
ettik. Esasen bu kelime "sarr' kökünden türetilmiştir. Men' etmek,
alıkoymak, haps etmek anlamlarına gelir. Gücü yettiği halde bir müslümamn hacca
gitmemesi düşünülemez. Çünkü hac İslâm'ın beş temel direğinden birini teşkil
eder. Aynı şekilde gücü yettiği halde hiç bir engel yok iken de bir müslümamn
evlenmekten yüz çevirmesi doğru değildir. Çünkü nikâh sünnettir. Evlenmeden
yaşamak ise, ruhbanlık ve hıristiyanlık ahlâkındandır.
Bazılarına göre "İslâm'da
sarûre yoktur'* sözü, "harem dahilinde kati cinayeti işleyen bir kimse
öldürülür. Harem içerisinde bulunduğu için affedilmez" manasınadır.
Binânealeyh harem dahilinde cinayet işleyen bir kimsenin "Ben İslâmî
manâda bir hac ibadeti ile meşgul değilim. Harem dahilinde bu işi yapmanın bir
cinayet olduğunu da bilmiyordum" demesine itibâr edilmez. Harem dâhilinde
bulunan hiç bir müslüman haremin hürmetini ihlâl edemez. Câhiliyye döneminde
herhangi bir suç işleyen kimse Kabe'ye sığınırdı. Hiç bir kimse bu adamdan
işlediği suçun hesabını soramazdı. Şayet birisi bu kimseden şikâyetçi olursa
ona, "Bu adam sarûredir. Onu rahatsız etme" denirdi. İslâmiyet bu
düşünceyi de yürürlükten kaldırmıştır. Sarûre kelimesinin sonunda bulunan
yuvarlak te te'nîs İçin değil, mübalağa içindir. Bu bakımdan bu kelime dişiye
sıfat olduğu zaman nasıl sonunda yuvarlak te bulunursa, erkeğe sıfat olduğu
zaman da sonunda yuvarlak te bulunur.[84]
1. Üzerine hac farz olan bir
kimsenin hemen hacca gitmesi ve gelecek senelere bırakmaması gerekir.
2. Hac farizasını îfâ etmemiş
bir kimse başkasının yerine hacca gidemez.
Nitekim İmâm Evzaî, Şafiî,
Ahmed, îshâk (r.a.) bu görüştedirler. İmâm Mâlik ve es-Sevrî ile rey ashabına
göre ise, hacca gitmemiş olan bir kimse kimin hesabına hacca niyyet ederse hac
o kimse için kabul olur. Kendisi için niyyet ederse kendisi için kabul olur.[85]
1730. ...İbn Abbas'tan;
demiştir ki: Hacca giderlerdi ve (yanlarına) azık almazlardı. (Hadîsi Ebü
Davud'a nakleden râvilerden biri olan) Ebû Mesüd (İbn Abbas'dan naklen şunları)
söyledi: Yemen halkı yahutta Yemen'den bazı kimseler azıksız olarak hacca
gidiyorlardı ve "biz mütevekkiliz" diyorlardı. Bunun üzerine Allah
(c.c.) "Bir de (hac seferinize yetecek mikdarda) azıklamnız. Muhakkak ki
azığın en hayırlısı (dilenmekten, insana yük olmaktan) sakınmaktır."[87] (ayet-i kerimesini) indirdi.[88]
Yemen halkı yahut Yemenli bazı
kimseler hacca giderken yanlarına yiyecek almadıkları gibi yolda ihtiyaçlarını
karşılayacak para da
almazlarmış ve Medine'ye varınca da dilenirlermiş. Kendilerine niçin böyle
yaptıkları sorulunca da "biz mütevekkiliz" derlermiş. Bir başka
rivayete göre de Mekke'ye varınca dilenirlermiş. Hafız İbn Hacer'e göre bu
ikinci rivayet daha doğrudur.
Bu yaptıkları hareketin doğru
olmadığı ve böyle bir tevekkül anlayışının îslâm'ın ruhuna uymadığım beyân
etmek üzere Allah teâla; "Azıklanınız, muhakkak ki azığın en hayırlısı
sakınmaktır," ayet-i kerimesini indirmiştir.
Çünkü İslâm'da makbul olan
tevekkül; Allah'a güvenmek, bir sonuca ulaşmak için gerekli tedbirleri
aldıktan ve şartlan eksiksiz bir şekilde hazırladıktan, sebeplere başvurduktan
sonra o sonucun elde edilmesini Allah'tan beklemek, insanların güçlerinin
yetişmediği şeyleri Allah Teâlâ'ya bırakıp ümitsizlik ve üzüntüden uzak
olmaktır. Tevekkül edene "mütevekkil" denir. Kul tedbirini alır,
sebeplere baş vurur, fakat sonucu tedbire ve sebebe bağlamaz, Allah'tan bilir.
Allah'a tevekkül ettiği ölçüde sebeb ve tedbire itimadı azalır.
Tevekkül konusunda Kur'an'da;
"Kim Allah'a tevekkül ederse o ona yeter,"[89] buyurulmuştur. Yine Kur'an'da mü'minlere
tevekkül etmeleri emredilmiştir. "Mü'minler Allah'a tevekkül
etsinler"[90] "Eğer mü'inin iseniz Allah'a tevekkül ediniz"[91]
Tevekkül müslümanların kadere
olan inançlarının bir sonucudur. Tevekkül eden kimse Allah'a kayıtsız şartsız
teslim olmuş, O'nun takdirine razı olmuş demektir. Tevekkül eden kişi Allah'tan
başkasına sığınamaz.
Fakat ne kadere inanmak ne de
tevekkül etmek, tembellik, miskinlik, gerilik demek değildir. Bütün
müslümanlar, tabii olayların tabiat kanunlarının çerçevesinde| sebep sonuç
ilişkileri içinde olup bittiğini bilirler. Ekim yapılmadan mahsul biçilmez.
Bunun gibi kötü şeyler yaparak da cennet kazanılmaz. Her şeyin bir sebebi
vardır, cennet'i elde edebilmek içinde iyi ve hayırlı işler yapmak gerekir.
Tevekkül çalışıp çabalarken
Allah'ın bizimle olduğunu hissetmektir. Bu insan için sonsuz bir güç
kaynağıdır.
islâm'da tevekkülün şartı
tabii kanunların gerektirdiği dikkat ve basireti göstermektir. Bunun için
sebeplere sarılmak gerekir. "Öyle ise sebeplere sarılsınlar,"[92] Bunu ihmal eden insanın karşılaşacağı
kötü sonuçtan kimseyi sorumlu tutmaya hakkı yoktur. Peygamber Efendimiz,
devesini salarak tevekkül ettiğini bildiren bir bedeviye: "Hayır, deveni
bağla, Allah'a öyle tevekkül et"[93] buyurmuştur.
Allah teâlâ Yemenlilerin
tevekkül anlayışlarının asılsızlığını ortaya koyan bu ayet-i kerimesiyle, hac
esnasında dilencilikten ve halka yük olmaktan sakınmak için hac masraflarım ve
azığını yola çıkmadan tedârik etme emrini vermiştir. Bu suretle aynı zamanda
bir mü'min için en yüksek ve erişilmesi en makbul ve matlub olan mertebenin
takva mertebesi olduğuna, her fenalıktan korunup takva mertebesine ermek için
de azığın tedariki lazım geldiğine, bunu tedarik etmeyen ve tedarik için
çalışmayanların ihtiyaç sebebiyle fena durumlara düşebileceklerine işaret
buyurmuştur. Bu âyet-i kerime aynı zamanda, birisi dünyada sefer, diğeri de
dünyadan sefer olmak üzere insan için iki ayrı sefer bulunduğuna, dünyada
sefer için yiyecek, içecek, binecek ve gerektiği zaman sarf edecek azık ve
harçlık lâzım olduğu gibi dünyadan ahirete sefer için de bir azık tedârikine
ihtiyaç bulunduğuna bunun da Allah'ı bilmek ve sevmekle takva mertebesine
erip, Allah’tan başkasına halini arz etmemekle gerçekleşebileceğine dikkat çekmektedir.[94]
1. Dilencilikten kaçınmak takva
alâmetidir.
2. İnsanın vakar ve izzetini
koruması ve bunun için gerektiğinde aza kanâat etmesi gerekir; bununla birlikte
gücü yettiğince çalışıp çabalamayı da aksatmamalıdır.
3. Dilencilik tevekkül
değildir.
4. Gerçek tevekkül, sebeplere
sarılmakla birlikte işlerin neticesini Allah'a havale etmek ve yaratıklardan
yardım istememektir.
5. Dilenerek hacca gitmek
yasaktır. Her ne kadar İmâm Mâlik, "dilencilik âdeti olan bir kimsenin
yürüyerek hacca gitmeye gücü yetiyorsa, dilenerek hacca gitmesi üzerine farz
olur" demişse de bu görüşe itiraz edilmiştir. Çünkü zaruret olmadıkça
dilenmek haramdır. Hatta îmâm Ebû Hanife ve taraftarlarına Süfyân es-Sevrî'ye
ve Şafiî'ye göre bir kimseye hacca gidebilmesi için zekât vermek bile caiz
değildir.[95]
1731. ...Mücâhid dedi
ki: İbn Abbas (r.a.) şu; "Rabbinizin lütfundan istemenizde bir günah
yoktur."[96] mealindeki ayeti okudu da; "(mü'minler İslâm'ın ilk
yıllarında) Mina'da ticaret yaprrfazlardı. Bunun üzerine Arafat'tan (Mina'ya)
dönünce ticâret yapmalarına izin verildi," dedi.[97]
Tefsirlerin verdiği bilgilere
göre araplar cahiliyye döneminde hac mevsimlerinde Ukâz, Mecenne, Zülmecâz gibi
pazar ve panayırları kurarlar ve kazançlarını oralardan te'min ederlerdi.
İslâm dini gelince müslümanlar cahiliyye adeti olduğu düşüncesiyle hac
mevsimlerinde bunlardan sakınmaya başladılar. Bu davranışlarının doğru
olmadığım beyân etmek için bu ayet-i kerime nazil oldu.[98]
Araplar cahiliyye döneminde
Zilka'de'nin yirmi gününde Ukâz panayırında kalırlar, sonra Mecenne'ye giderek
on gün Zilkâ'de ayından, sekiz gün de Zilhicce'nin başından olmak üzere on
sekiz gün de orada kalırlardı. Zilhicce'nin sekizinci günü olan terviye günü
de Arafat'a giderlerdi. Bu panayırların en büyüğü Ukâz panayırı idi. Nahle ile
Tâif arasında, Nahle'ye bir merhale uzaklıkta bir yerdi. Mecenne ise, Mekke'nin
aşağısında Mekke'ye bir berîdlik mesafede idi. Zülmecâz da Arafat'a bir fersah
uzaklıkta bir yerdir.
Her ne kadar hadisin
zahirinden, ticârete ancak Arafat'ta vakfeden sonra izin verildiği anlaşılırsa
da biraz önce tercümesini sunduğumuz Buhârî hadisiyle ileride tercümesini
sunacağımız 1734 numaralı hadîste bu izinin bütün hac mevsimine şâmil olduğu
açıklanmaktadır.
Bu hadis-i şerif hac
mevsiminde bir hacı adayının ticâretle meşgul olmasında bir sakınca olmadığını
ifade etmektedir. Ancak Ebû Müslim el-Havlânî bu hadis-i şerifte geçen
"ticâretle Rabbinizin lütfundan istemenizde bir günah yoktur"[99] âyet-i kerimesindeki ticaret yapma
izninin hac mevsimi sonrasıyla ilgili olduğunu iddia etmiş ve bu âyeti
"artık o namaz kılınınca dağılın"[100] âyetine kıyas ederek, "hac
ibâdetini edâ ederken benden korkunuz. Hac bittikten sonra ticâretle
Rabbinizden rızık istemenizde bir günah yoktur," manasım vermiştir. Fakat
kendisine, "bu ayet-i kerime hac mevsiminde bir hacının ticâretle meşgul
olmasının caiz olup olmadığı hakkındaki şüpheyi kaldırmak için gelmiştir.
Hacdan sonra ticaretle meşgul olmada bir sakınca olmadığı bilinen bir gerçek
olduğundan âyet-i kerimenin bunu beyan için geldiği düşünülemez. Hem hac namaza
kıyas edilemez. Çünkü namazın fiilleri arasına başka bir iş giremez. Hac ise,
böyle değildir." diye itiraz edilmiştir.[101]
1732. ...îbn Abbas'dan;
demiştir ki: Resûlullah (s.a.);
"Haccetmek isteyen kimse
acele etsin" buyurdu.[102]
Bu hadis-i şerif, üzerine hac
farz olan bir kimsenin hac mevsimi gelir gelmez hemen hacca gitmesi lâzım
geldiğini, sonraki yıla bırakmanın caiz olmadığını, bir başka ifadeyle, hac
farizasının fevrî olduğunu te'hirin caiz olmadığını söyleyen îmâm-ı Ebû
Hani-fe, Mâlik, Ebû Yûsuf, Ahmed ve bazı Şafiî imamları (r.a.)'in görüşlerini
desteklemektedir. Yine Ahmed b. Hanbel'in Musned'inde İbn Abbas'-dan merfû'
olarak rivayet ettiği; "Hacca gitmekte acele ediniz. Çünkü hiç biriniz
ileride karşısına hangi engelin çıkacağım bilemez"[103] mealindeki hadis-i şerif'de haccın
farziyyetinin fevrî olduğuna delâlet ettiği gibi "Haca da, umreyi de Allah
için tam yapın"[104] ayeti kerimesi ve Beyhakî'nin rivayet ettiği "Mekke'ye
gitmekte acele ediniz. Çünkü hiçbiriniz ileride hangi hastalığın veya hangi
ihtiyacın kendisine engel olacağım bilemez" anlamındaki hadis ile Sa'îd b.
Mansûr'un Sûnen'inde Abdurrahmân b. Sâbit'den rivayet ettiği, "Kim
kendisine engel olan bir hastalık, zalim bir sultan yahutta kaçınılmaz bir
ihtiyaç olmadığı halde hacca gitmeden ölürse, o kimse ister Yahudi olarak
ister Hıristiyan olarak nasıl isterse öyle ölsün, farketmez"[105] anlamındaki hadis de hac farizasının
fevrî olduğunu göstermektedir. Çünkü haccın farziyyetinin fevrî olmaması haccın
hükmünü farz olmaktan çıkarır. Zira hac farizasının terâhî üzere emredilmiş
olması halinde, insanın bu farizayı tehir etmesinin ve bu esnada vefat
etmesinin günah olmaması gerekir. Allah Te'âlâ ve Tekaddes Haz-retleri'nin hem
hac farizasını edâ etmeyi geciktirmeye izin verip, hem de geciktirdiğinden dolayı
hac edemeden öldüğü için onu Yahudi ve Nasranî olarak ölmüş kabul etmesi
düşünülemez. Bu durum onun mutlak adaletiyle bağdaşmaz. Üzerine hac farz olan
bir kimsenin, haccı zamanında yapmadan ölmesi halinde İslâm'dan çıkmış
sayılması, hac farizasının fevrî olduğunu gösterir.
İmâm-ı Şafiî, el-Evzaî,
Es-Sevrî ve Muhammed b. el-Hasen'e göre ise hac, terâhî üzere farz olmuştur.
Yani haccın farz olmasının şartları gerçekleşir gerçekleşmez, haccın hemen
edası gerekmez, sonraki yıllara te'hiri caizdir. Te'hirinden dolayı, günahkâr
olunmaz. Nevevî'nin beyanına göre İbn Abbâs, Enes, Câbir, Atâ ve Tâvûs'un da bu
görüşte olduğu, el-Mâverdî tarafından nakl edilmiştir.
Bu görüşte olan ilim
adamlarının delilleri şudur: hac hicretin 6. yılında farz kılınmıştır. Resûlullah
(s.a.) Mekke'yi hicrî 8. senenin Ramazan ayında fethetmiş, aynı senenin Şevval
ayında orada bulunanlara haccetmelerini emrederek Medine'ye gitmişti. O sene
kendisi haccı edâ etmediği gibi kendisiyle birlikte Medine'de bulunan pek çok
ashâb-ı kiram da hac etmelerine hiç bir engel yokken Medine'de kaldılar, hacca
gitmediler. Hicretin 9, senesinde Tebûk Gazvesi olmuştu. Rasûl-i Ekrem bu sene
de halka haccetmelerini emretti ve hac farizasını yapmalarını sağlamak üzere
Hz. Ebû Bekr'i başlarına hac emîri olarak görevlendirdi. Kendisi de Medine-i
Münevvere'ye gitti. Yine bu sene de Rasûl-i Ekrem'i ve Medine'de bulunan
ashabı hacdan alıkoyan herhangi bir savaş veya maddi bir imkânsızlık yoktu.
Nihayet Resûl-i Ekrem, aileleri ve sahâbileri ile birlikte hac farizasını
hicretin 10. senesinde edâ etti. Bu durum haccın terâhi üzere farz olduğunu
gösterir. Zira eğer haccın farziyyeti fevrî olsaydı, o zaman Resûl-i Ekrem ve
ashabı üzerlerine farz olan hac borcunu hicretin 10. yılına kadar te'hir
etmezlerdi.
Yine Şafiî imamlarından
Nevevî'nin beyânına göre bu delil hem İmâm-i Şafiî hem de ashabın büyük
çoğunluğunun delilidir. Bu konuda Şafiî ulemasından Beyhakî'de İmâm-ı
Şafiî'nin bu görüşünün sağlam haberlere dayandığını söyledikten sonra Şafiî
ulemasının diğer bir delili olarak da Buharı ve Müslim'in Ka'b b. Ucre'den
rivayet ettikleri şu hadisi naklediyor:
Peygamber (s.a.) Mekke'ye
girmezden önce Hudeybiye'de Ka'b ihrama girmiş. Çömleğin altına ateş yakarken
O'nun yanına uğramış, Ka'b'ın yüzünden, bitler akıyormuş. Resûlullah (s.a.)
"Bu böcekler sana eziyet
vermiyor mu?" diye sormuş Ka'b
Evet! cevabını vermiş.
"Öyle ise, başım tıraş et
de bir farak zahireyi altı fakir arasında taksim et yahut üç gün oruç tut veya
bir hayvan kes" buyurmuşlar. Farak, üç sa' olan bir ölçektir.[106] Bunun üzerine "İçinizden hasta
olana veya başından bir sıkıntısı olana tıraş için oruç veya sadaka veya
kurbandan ibaret bir fidye vardır,"[107] ayet-i kerimesi nazil olmuştur. Bu
durum haccın, hicretin 6. yılında farz olduğunu gösterir. Resûlullah
(s.a.)'in, hiç bir -engel olmadığı halde o sene haccetmeyip, haccını gelecek
senelere ertelediği ise, bilinen bir gerçektir.
Bütün müslümanlar Huneyn Savaşı'nın
Mekke'nin fethinden sonra olduğunda ve Rasûl-i Ekrem (s=a.)'in o sene umre
yaptıktan sonra hac mevsimine az bir zaman kaldığı halde hac etmeden Medine'ye
gittiğinde ittifak etmişlerdir. Bu da haccın fevrî olmadığını gösterir. Çünkü
eğer fevrî olsaydı o zaman hac farizasını eda etmeden Medine'ye gitmezdi. Zira
hac etmelerine mani hiçbir sebep yoktu. Resül-i Ekrem bu ertelemeyi yaparken
haccın fevrî olmayjp terâhî üzere farz olduğunu, binâenaleyh diğer senelere
ertelemenin caiz olduğunu göstermek ve İslâm daha da geliştikten sonra büyük
bir halk kitlesi ile haccederek orada okuyacağı bir hutbe ile İslâm'ın genel
bir tasvirini yapmak istiyordu.
Yine Beyhakî'nin beyânına
göre, haccın terâhi üzere farz olduğuna dâir Şafiî ulemâsının diğer bir delili
de Hz. Enes'in rivayet ettiği şu hadîs-i şeriftir:
Resûlullah (s.a.)'e birşey
sormaktan nehy olunmuştuk. Bundan dolayı çöl halkından aklı başında bir adam
gelerek biz de dinlemek şartıyle Peygamber (s.a.)'e sual sorması çok hoşumuza
giderdi. Derken çöl halkından bir adam geldi ve:
Ya Muhammedi Bize senin elçin
geldi de şöyle bir lakırdı etti: Güya sen Allah'ın seni Peygamber gönderdiği
iddiasında bulunuyormuş-sun öyle mi? dedi. Resûlullah (s.a.):
"(Evet) doğru söylemiş"
buyurdu. O zât:
Şu halde gökyüzünü yaratan
kimdir? diye sordu. Resûlullah (s.a.): "-Allah'dır" buyurdu. Adam:
Ya yeri kim yaratmıştır? dedi.
Peygamber (s.a.): "-Allah" cevabım verdi. Adam:
(Peki) şu dağları kim dikti;
ve onlarda her ne yarattı ise kim yarattı? diye sordu. Peygamber (s.a.);
"Allah" buyurdu.
Adam:
Öyle ise gökyüzünü ve yeri
yaratan, şu dağları diken Allah aşkına seni Allah mı gönderdi? dedi. Resûlullah
(s.a.):
"Evet" buyurdu.
Adam:
Hem senin elçin gündüzümüzle
gecemizde beş (vakit) namaz farz olduğunu söyledi, dedi. Resûlullah (s.a.):
"Doğru söylemiş"
buyurdu. (Yine) o zat:
Öyle ise seni gönderen Allah
aşkına, bunu sana Allah mı emretti? dedi. Resûlullah (s.a.);
"Evet" cevabım
verdi. Adam:
Elçin bize mallarımızdan zekât
vermenin farz olduğunu söyledi, dedi. Peygamber (s.a.):
"Doğru söylemiş"
buyurdu. Adam:
Seni gönderen Allah aşkına,
bunu sana Allah mı emretti? dedi. Resûlullah (s.a.) yine;
"Evet" buyurdu.
Adam:
Elçin bize yılda bir Ramazan
ayı orucunun farz olduğunu söyledi, dedi. Peygamber (s.a.):
"Doğru söylemiş"
buyurdu. Adam:
Seni gönderen Allah aşkına,
bunu sana Allah mı emretti? dedi. Resûlullah (s.a.):
"Evet" buyurdu.
Adam:
Elçin bize, yoluna gücü
yetenlerimize Beyt'i hac etmenin farz olduğunu söyledi dedi. Peygamber (s.a.);
"Doğru söylemiş"
buyurdular. Enes demiş ki: Sonra o adam:
Seni hak (din) ile gönderen
Allah'a yemin olsun ki, bu farzlardan ne fazla yaparım ne de eksik, diyerek
dönüp gitti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.);
"Yemin olsun, eğer bu
adam doğru söyledi ise, mutlaka cennete girer" buyurdular.[108]
Nevevî'nin de dediği gibi
Buhârî ve Müslim'in ittifakla rivayet ettiği bu hadis-i şerifte çölden gelerek
soru sorduğu ifâde edilen şahıs Dımam b. Sa'lebe'dir. Bu zâtın Rasûl-i Ekrem'e
soru sormak üzere geldiği sene Muhammed b. Habib'e ve diğer bazı kimselere göre
hicretin 5. senesidir. Bazıları bu senenin hicretin 7. senesi olduğunu, Ebû
Ubeyd de 9. senesi olduğunu söylemiştir. Bütün bunlar, Rasûl-i Ekrem'in üzerine
hac farz olur olmaz hemen hacca gitmeyip, gelecek senelere ertelediğini ve
dolayısıyla haccın fevri olmayıp terâhî üzere farz olduğunu gösterir. Bu
sebeble sözü geçen bu âlimler, haccı erteleyen kimsenin şahitliğini muteber saymışlardır.
Şâyel haccı ertelemek caiz olmasaydı bu işi yapan kimsenin şâhidliğini kabul
etmezlerdi.
Yine Şafiî ulemâsından İmâm
Nevevî diyor ki:
Bir emrin fevrî olduğuna dâir
bir karine bulunmadıkça o emrin terâhî ifâde ettiği kabul edilir. Hac
farîzasıyle ilgili emirlerin fevrî olduğuna delâlet eden bir karîne yoktur.
Şafiî ulemâsı mevzûmuzu teşkil
eden ve haccın ertelenmemesini emreden Ebû Dâvûd hadisini şöyle te'vil
etmişler:
1. Bu hadis zayıftır. Çünkü
senedinde Mihrân Ebû Safvan vardır. Aynı şekilde "Hacca gitmekte acele
ediniz..." anlamındaki Ahmed b. Han-bel hadisi de zayıftır.
2. Bu hadisteki hacca gitmekte
acele etmekle ilgili emir farziyyet değil, mendûbluk ifâde eder.
3. Bu hadis Şafiî'nin
aleyhine değil, lehine bir delildir. Çünkü hadiste geçen "haccetmek
isteyen" sözü, hac farizasının fevrî olmadığına, bilâkis hac etme
zamanının kişilerin isteğine bırakıldığına delâlet eder,
4. "Kim kendisine engel
olan bir hastalık, zâlim bir sultan, kaçınılmaz bir ihtiyaç olmadığı halde
hacca gitmeden ölürse o kimse ister Yahudi ister Hris.tiyan olarak ölsün,
farketmez!" hadisi ise, haccın farz olduğuna inanmadığı için hac etmeyen
kimselerle ilgilidir. Çünkü farziyyetine inandığı halde sadece ihmalciliğinden
dolayı hacca gitmeden ölen bir kimsenin kâfir olmayıp sadece âsi ve günahkâr
olarak öldüğüne dâir icmâ vardır.
5. Karine bulanmadığı takdirde,
bir emrin fevrîliğine değil, fevrî olmadığına hükmedilir. Şayet fevrîliğine
hükmedildiği kabul edilse bile, Rasûl-i Ekrem efendimizin hac farizasını
üzerine farz olduğu sene eda etmeyerek sonraki yıllara ertelemiş olması hac
emrinin terâhi ifâde ettiğine dâir bir karine teşkil eder.
6. Zamanından geciktirilmiş
olarak yapılan hacca kaza değil, edâ ismi verildiğinde ilim adamları arasında
görüş birliği vardır. Bu ittifak Kadı Ebu't-Tayyib ve Kadı Huseyn gibi ilim
adamları tarafından nakledilmektedir. Bu durum haccın terâhi üzere
emrolunduğunu gösterir. Şayet fevr üzere emredilmiş olsaydı, geciktirilerek
yapılan hacc için "edâ" değil "kaza" tabiri kullanılırdı.
Bu mevzûdaki her iki tarafın
delillerini gördükten sonra şunu söyleyebiliriz: İmâm-ı Şafiî'nin kuvvetli
delilleri olduğu ve mü'minler için bir genişlik getirdiği söylenebilirse de,
İmâm Ebû Hanife (r.a.) ve taraftarlarının delilleri de kuvvetli ve daha
ihtiyatlıdır. Ayrıca Şafiî ulemâsının konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisine
zayıf demeleri doğru değildir. Çünkü bu hadis İmâm Ahmed tarafından hasen bir
senedle rivayet edilmiştir.[109]
1733. ...Ebû Ümâme
et-Teymfden; demiştir ki: Ben hac yolunda (hacılara binek hayvanlarını) kiraya
veren bir kimseydim, halk bana;
Senin haccın olmuyor,
diyorlardı. Bir de İbn Ömer'e rastladım ve;
Ey Ebû Abdurrahman ben hac
yolunda (binek hayvanlarını hacılara) kiraya veren bir kimseyim. (Bu sebeple)
halk bana "senin haccın olmuyor" diyorlar (Sen ne dersin?) diye
sordum. İbn Ömer:
Sen İhrama girmiyor musun,
telbiye yapmıyor musun, Beyt'i tavaf etmiyor musun, Arafat'tan inip taşları atmıyor
musun? dedi. Ben de;
Evet (bütün bunları
yapıyorum), diye cevap verdim.
Öyleyse senin haccın oluyor.
(Çünkü) Peygamber (s.a.)'e bir adam gelip senin sorduğun şeyin aynısını
sormuştu da Resûlullah (s.a.) sükût etmişti, şu:
"Rabbinizden nzık istemenizde günah yoktur"[110] mealindeki âyet ininceye kadar cevâb
vermemişti. (Bu ayetin inmesi üzerine) Resûlullah (s.a.) onu çağırtıp kendisine
bu âyeti okuyarak;
“Senin (bu şekilde) haccın
sahihtir" buyurmuştu, dedi.[111]
Hz. Abdullah b. Ömer, hac
yolunda binek hayvanını kiraya vererek ticâret yapmanın haccı ifsâd edip etmeyeceği
mevzuunda kendisine soru soran Ebû Ümâme et-Teymî'ye cevâb verirken Hz.
Peygamber'in aynı konuda verdiği bir fetvayı delil getirerek bunda bir sakınca
olmadığı yolunda fetva vermiş. Nitekim, bu konuda ilim adamları görüş birliğine
varmışlar. Ebû Müslim el-Havlânî'den başka bunun aksini iddia eden bir kimse
çıkmamıştır. 1731 numaralı hadis-i şerifin açıklamasında da söylediğimiz gibi
Ebû Müslim'in bu görüşüne iltifat eden olmamıştır.[112]
1734. ...îbn Abbâs
(r.a.)'dan rivayet edildiğine göre, insanlar haccın ilk zamanlarında, hac
mevsimlerinde Minâ'da, Arafat'ta ve Sûkuzu'l-Mecâz'da alış-veriş yaparlardı.
(Fakat) ihrâmh olarak alışveriş yapmaktan da korkarlardı. Bunun üzerine noksan
sıfatlardan münezzeh olan Allah "(Hac mevsiminde) Rabbinizden rızık istemenizde
bir günâh yoktur"[113] (âyet-i kerimesini) indirdi.
(Râvi îbn Ebi'z-Zi'b) dedi ki:
Ubeyd b. Umeyr'in bana haber verdiğine göre O (îbn Abbâs) Kur'ân'da bu (hac mevsimleri)
kelimesini okurmuş.[114]
İnsanlar cahiliyye döneminde
hac mevsimlerinde Arafat, Mina, Sûkuzu'l-Mecâz gibi mukaddes
yerlerde alış-veriş yapmaktan çekinmezlerdi. İslâmiyyetin gelmesi ve
İslâmî manâdaki haccın farz kılınmasıyla müslümanlar hac mevsimlerinde eski
alışkanlıklarına uyarak sözü geçen mukaddes yerlerde yine alış-verişlerine
devam ediyorlardı. Bir taraftan da hem cahiliyye âdetine uyduklarından, hem de
buralarda alış-veriş yapmanın hacla ilgisi olmadığından ihrâmlı bir halde bu
işi yapmanın haclarını ifsâd edeceğinden korkuyorlardı. Bunun üzerine Allah
Te'-âlâ âyet-i kerime indirerek hac mevsiminde ihrâmlı iken Arafat ve Mina gibi
harem dahilindeki mukaddes yerlerde bile olsa, rızık .temin etmekte bir sakınca
olmadığını beyân etti. Bir önceki hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi bu
konuda mezhep imamları arasında görüş birliği vardır.
Bu hadis-i şerifte İbn Abbâs
(r.a.)'ın, Bakara Sûresi'nin yüz doksan sekizinci ayetini “Hac mevsiminde
Rabbinizden rızık istemenizde bir günâh yoktur," şeklinde okuduğu ifâde
ediliyor. Bilindiği gibi bu şekilde Kur'ân-ı Kerîmi tek bir şahsın okuyuş
tarzına "Kıraât-ı âhâd" veya "Şâz kırâ'at'Menir. Şâz kırâ'atler
de meşhur ve gayr-ı meşhur diye ikiye ayrılır.
Gayr-ı meşhur kırâ'atler,
bütün imamlarca geçerli değildir. Bunlar ile hiç bir şer'î hüküm isbat
edilemez. Meşhur şazlar ise, İmâm Malik ile İmâm Şafiî'ye göre, yine hiç bir
şer'î hüküm için mesned teşkil etmezler.
Hanefî imamlarınca ise, yalnız
ibâdet ve muamelât hususunda geçerlidir. Bunlar Kur'ân'dan olmasalar bile,
hadis sayılabilir. Bu yönden kendileri ile zannî meselelerde amel olunabilir.
Meselâ; yemin kefaretini
bildiren âyet-i kerime "Hz. Osman mushafında "Üç gün oruç
tutunuz"[115] diye kayıtlıdır. İbn-i Mesûd'un mushafında ise; "üç
gün arka arkasına oruç tutunuz" diye yazılıdır. Bu mushaftaki "peşi
peşine" kelimesi şâz'dır. Fakat meşhur şâz olduğundan Hanefi imamlarınca
yemin kefareti orucunun, peşi peşine üç gün tutulması gereklidir. Demek ki, bu
meşhur şâz kırâ'at ile mutlak olan birâyeti ibâdet, hususunda takyid
eylemişlerdir.
Meşhur olmayan şâz kırâ'ata
bir örnek: Ramazan-ı şerif orucunun kazasına ait olan âyet, Hz. Osman
Mushaf'ında "Ramazan orucunu tutmayan kimse bir güne mukabil; bir gün
oruç tutar"[116] şeklindedir ve bu âyet, Übey b. Ka'b'ın Mushafında
"Birbiri ardınca bu kaza orucunu tutar" şeklinde yazılmıştır. Fakat
bu kayıt, tek bir kişinin intikâl ettirmesi dolayısıyle, meşhur değildir.
Haber-i ahâd kabilindendir. Bundan dolayı bununla bütün imamlara göre âmel
edilemeyeceğinden kazaya kalmış ramazan orucunu birbiri ardınca tutmak şart
değildir. Bunlar ayrı ayrı günlerde de tutulabilir. Bu hadîsle ilgili gerekli
diğer bilgiler 1731 numaralı hadîsin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum
görülmemiştir.[117]
1735. ...(Musannif Ebû
Davud'un dediğine göre kendi şeyhi) Ahmed b. Salih bir hadis rivayet etmiştir
(ki bu hadisin) manası (şudur):
İbn Abbâs'ın hürriyetine
kavuşturduğu kölesinin Abdullah b. Abbas'dan rivayet ettiğine göre insanlar
haccın ilk zamanlarında (hac mevsiminde) alış-veriş yaparlardı... (Musannif Ebû
Davud'un rivayetine göre Ahmed b. Salih daha sonra önceki hadisin) manasını
(en son kelimesini teşkil eden) "mevâsimü'1-hacc (Hac mevsimleri)"ne
kadar nakletmiştir.[118]
Bu hadisi Müellif Ebû Dâvûd,
Ahmed b. Sâlih'den rivâyet etmiştir. Ancak Ahmed b. Salih'in sözlerini
mânâ olarak rivayet etmiştir. Müellifin mana olarak nakl ettiği ettiği bu hadis
önceki hadisin aynısı olduğundan oradaki açıklama ile yetiniyoruz.[119]
1736. ...İbn Abbâs'dan;
demiştir ki: Resûlullah (s.a.) Ravhâ'da bulunuyordu. Bir deve kervanına
rastlayarak onlara selam verdi ve; "Siz kimsiniz?" dedi. (Onlar da);
Müslümanlarız, cevabını
verdiler ve;
Sen kimsin? dediler.
(Resûlullah (s.a.)'ın yanında
bulunan) sahabiler de, "Resûlullah" diye cevap verdiler.
Bunun üzerine bir kadın
(fırsatı kaçıracağından) korktu (koşarak gitti), bir çocuğun pazusundan tutup
kendi tahtırevanından çıkardı ve;
Ey Allah'ın Resûlu, bunun için
de hac (sevabı) var mıdır? dedi. (Resûl-i Ekrem (s.a.) de);
"Evet, senin içinde ecir
vardır" buyurdu.[120]
Metinde
geçen "ravhâ" kelimesi,
Medine-i Munevvere'ye otuz altı mil uzaklıkta bulunan
bir yerin ismidir.Kadı Iyâz "ihtimal bu karşılaşma geceleyin olmuş
da Resûlullah (s.a.)'ı tanıyamamışlar, yahut gündüz olmuş fakat onu daha evvel
görmedikleri için bilememişlerdir." diyor.
Metindeki "evet"
kelimesi, "Evet bu çocuk için de hac sevabı vardır. Fakat bu hac, baliğ
olduğu zaman üzerine farz kılınacak olan hac yerine geçmez. Şimdiki yapacağı
hac nafile bir hacdır. Nasıl ki çocuk daha baliğ olmadan namaz kılmaya teşvik
edilir ve bu kıldığı namazın sevabı hem çocuğa hem de onu teşvik eden kimseye
yazılırsa, bu da aynen öyledir," anlamına gelmektedir. Metinde geçen
"senin için de ecir vardır," sözü de; "çocuğun hac etmesini
sağlayan kişiye de çocuğu taşıdığı-ve ihramhya kaçınılması lâzım gelen
şeylerden koruyarak ona ihramlı muamelesi yaptırdığı için sevap vardır."
anlamına
gelmektedir.
Bu hadis-i şerif, mümeyyiz
olmasa bile çocuğun yaptığı haccın sahîh olduğuna, mümeyyiz olmayan çocuğun
velisinin, onun yerine ihrama girebileceğine ve ihramdan çıkabileceğine ve
yine onun yerine telbiye getirebileceğine, ona tavaf ve sa'y yaptırıp Arafat'ta
durdurabileceğine ve taşlan onun yerine atabileceğine bir delildir. İmâm Mâlik,
Şafiî Ahmed ve ulemânın büyük çoğunluğu ve Hanefî ulemâsı bu görüştedir.
Hanefi ulema-sındanıAllâme İbn Abidîn "ReddıTl-muhtâr" isimli meşhur
eserinde Sabi ve mecnûna babası hac yaptırabilir. Babalarının bunlar adına
ihrama girmeleri, bunların bizzat kendilerinin girmeleri gibidir. Çünkü bunlar
âcizdir," demektedir.
Bu görüşte olan ulemânın
dayanağı konumuzu teşkil eden Ebû Dâ-vûd hadisinden başka, es-Sâib b. Yezîd'in
rivayet ettiği; "Resûlullah (s.a.) ile birlikte Veda Hacci'nda (babam ve
annem tarafından) hacca götürüldüm. O zaman yedi yaşındaydım."[121] anlamındaki hadisle Hz. CaRr'den
rivayet edilen şu hadis-i şeriftir: "Biz Resûlullah (s.a.) ile hacca
gitmiştik (yanlarımızda) kadınlarla çocuklar da vardı. (Taşları) onların yerine
biz attık."[122]
Çocuğun yaptığı hac kabul
olmakla beraber bu hac nafile bir hac olmaktan öteye gidemez. İleride çocuk
baliğ olunca üzerine farz olan haccm yerini tutamaz. Çünkü İmam Ahmed'in bu
konuda rivayet ettiği şöyle bir hadis-i şerif vardır. Resûl-i Ekrem (s.a.)
buyurdu ki: "Bir çocuğa ailesi hac yaptırır da sonra o çocuk ölecek
olursa, o hac sahihtir. Fakat bu hacdan sonra çocuk yaşayıp da bâlig olursa, o
zaman üzerine yeniden hac yapmak gerekir."[123]
Davud-i Zâhirî'ye ve
taraftarlarına göre ise, bir çocuk bulûğ çağına girmeden haccedecek olursa, bu
hac onun için yeterlidir. İleride bulûğa erince bir hac daha yapması gerekmez.
Zahirî uleması konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisinin bu görüşlerine bir
delil teşkil ettiğini söylemiş-lerse de, gerçekte Ebû Dâvûd hadisinden böyle bir
mânâ çıkarmak mümkün olmadığı gibi İmâm Ahmed'in rivayet ettiği hadis-i şerif
Zahirîlerin bu konuda yanıldıklarını en açık bir şekilde ortaya koyan büyük ve
yeterli bir delildir.
Şevkânî'nin Neylü'l-Evtâr'daki
beyânına göre İbn Battal, "hac eden bir çocuğun bu haccının nafile bir hac
olarak kabul edildiğine ve bulûğ cağına erinceye kadar üzerine bir hac daha
gerekmeyeceğine dair fakîhlerin ittifak ettiklerini" söylemiştir. Hanefi
imamlarından Tahâvî de metinde geçen "evet" sözünün "hac eden
bir çocuğun üzerine bir daha haccın farz olmayacağı" anlamına gelemeyeceği
ancak bu sözün "hac eden bir çocuğun bir daha haccetmesi gerekmez"
diyen kimselerin aleyhine bir hüccet teşkil ettiğini, çünkü bu metnin râvisi
İbn Abbâs'ın bizzat kendisinin "Ailesi tarafından hac yaptırılan bir
çocuğun bulûğ çağına erişince bir hac daha yapması gerektiği" görüşünde
olduğunu söylemiş ve bütün bu hadis-i şeriflerden şöyle bir neticeye
varılabileceğini ifâde etmiştir: "Çocuğun yaptığı hac bulûğa erdiği zaman
yapması gereken haccın yerine geçemez. Bu açık bir gerçektir ve bu mevzudaki
bütün delillerin aralarındaki ortak noktayı bulmak için kabul edilmesi gereken
bir neticedir."
Ancak hac esnasında ihramlı
iken mükellef bir kimse için lâzım gelen her türlü ceza çocuk için de söz konusudur.
Bu itibarla o hac esnasında herhangi bir cezayı gerektiren bir fiili işleyen
çocuğun cezası, gerek fidye, kurban ve gerekse av cezası olarak o çocuğun
velisi üzerinedir.
Hattâbî'ye göre ise, hacca
giden bir çocuğun yürümeye gücü yetmiyorsa, o çocuğu taşıyarak Arafat'a
götürmek, tavaf ettirmek ve sa'y ettirmek ve hacla ilgili fiillerde ona
yardımcı olmak sünnettir. Deli -eğer kendine gelmesinden ümit kesilmişse-
çocuk hükmündedir. Haccı ifâ ederken işlemiş olduğu bir hatayı telâfi etmesi
gerektiği gibi, eğer bir av avlayacak olursa büyük adam gibi ona da ceza lâzım
gelir. Bundan velisi mes'ûl tutulur. Bazı Iraklılar çocuğu hacca götürmenin
caiz olmadığını söylüyor-larsa da bu söze itibar edilemez. Çünkü bu konuda
itibar edilmesi gereken bir esas varsa, o da sünnettir.
Şurasını unutmamak gerekir ki,
çocuğun haccı ile ilgili olarak naklettiğimiz bütün bu hükümler mümeyyiz
olmayan küçük çocuk hakkındadır. Mümeyyiz olan çocuğa velîsi izin verir ve
çocuk kendisi ihrama girer. Velisinin izni olmadan çocuk ihrama girer yahut
onun namına veli niyet ederse, esas olan kavle göre, hac sahîh değildir.
Mümeyyiz olmayan çocuk için velînin ihrama girmesi, kalbiyle bu çocuğu
ihranılandırdım diye niyet etmek 'suretiyle olur. İmâm A'zam'ın; "çocuğun
haccı sahîh değildir" dediği rivayet olunmuştur. Kaadî İyâz diyor ki:
"çocuklara hac ettirmenin cevazı hususunda ulema arasında ihtilâf yoktur.
Bunu yalnız bid'at taifelerinden biri caiz görmemişse de onların kavillerine
itibar olunmaz. Hatta bu kavil Peygamber (s.a.) ile ashabının fiilleri ve keza
icma-ı ümmetle reddedilmiştir. Ebû Hanife'nin hilafı, çocuğun haccı mün'akıd
olup da üzerine hac ahkâmı ve fidye, ceza kurbanı gibi mükelleflere mahsus şâir
ahkâmın terettüp edip etmemesi hususundadır. Ebû Hanife bunların hiç birini
kabul etmiyor ve çocuğun fidye ve sâireyi icâb edecek hallerden
sakındırılmasının alıştırmak için yapıldığını söylüyor. Cumhur ise; bu hususta
çocuğa hac ahkâmı carîdir. Onun haccı nafile olarak mün'akiddir, diyorlar.
Çünkü Peygamber (s.a.) çocuğun haccını takrir buyurmuştur. Ulema bu haccın
çocuk baliğ olduktan sonra farz olarak hac yerini tutmayacağında
müttefiktirler. Yalnız bir fırka şuzûz göstererek çocuğun haccı, farz olan hac
yerini tutar demişlerse de ulema bunların kavillerine iltifat etmemişlerdir.[124]
Hanefî ulemâsına göre çocuk
bir yasağı çiğneyecek olursa, bundan dolayı velisine de kendisine de dem lâzım
gelmez. Mâlikî ulemasına göre çocuğun ihramlı iken elbise giymesinin ve güzel
koku sürünmesinin fidyesi velisi üzerinedir.
Çocuk av avlayacak olursa iki
durum vardır:
1. Eğer çocuk bu avı
harem sahasının dışında avlamışsa bu avın cezası kayıtsız şartsız veli
üzerinedir.
2. Harem dahilindeki avın cezası
da ikiye ayrılır:
a. Eğer çocuk yalnız bırakıldığı
zaman kaybolacağından korkulmayacak durumda ise, bu çocuğun avladığı avın
cezasından velisi sorumludur.
b. Eğer çocuk yalnız
bırakılınca kaybolacağından korkulacak durumda ise, çocuğun avladığı avın
bedeli çocuğun kendi malından ödenir.
Şafiî ulemâsına göre ise,
mümeyyiz olmayan çocuk bir yasağı çiğneyecek olursa, hiçbir ceza lâzım gelmez.
Fakat mümeyyiz olan bir çocuk bir yasağı çiğneyecek olursa cezası velisi
üzerinedir. Eğer bu yasağı çiğnemesine vasıta olan birisi varsa bu cezasının
sorumluluğunu o kimse yüklenir.
Hanbelî ulemasına göre çocuğun
nafakası ile birlikte çiğnemiş olduğu yasakların keffareti de velisi
üzerinedir.[125]
1737. ...İbn Ömer
(r.a.)'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.) Medine halkı için Zulhuleyfe'yi,
Şamlılar için Cuhfe'yi, Necid halkı için Karn'ı mîkat olarak tayin etti. Yemen
halkı için de Yelemlem'i mîkat tayin ettiği (haberi) bana ulaştı.[126]
Mîkat: Muayyen
vakit demektir. Fakat istiare yoluyla "hacca
niyyet edilmek için durulan yer" manasında kullanılmaktadır.
Resûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz
sağlığında dünyanın dört tarafından hacca gelenlerin nerede ihrama
gireceklerini bu hadis-i şerifle tayin buyurmuştur. Şöyle ki M edinenlerin
mikâtı "Zulhuleyfe"dir. Bu yer Medine'nin güneybatısında, Mekke ile
Medine arasında olup Medine'ye
Burası Medinelilerin mikatı
olduğu gibi, başka memleketlerden olup da oradan geçen hacı adaylarının da
mîkatıdır.
Hz. Ali'nin burada Cinnîlerle
savaştığına dair halk arasında yaygın bir rivayet varsa da bunun aslı yoktur.
Tihâme'de aynı isimle anılan bir yer daha vardır, ikisini karıştırmamak
gerekir.
Cuhfe: Mekke'nin
kuzeybatısında ve Mekke'ye dört merhale (4 konak =
Kam: Bu isim bazı rivayetlerde
"Karnu'l-menâzil" diye geçmektedir. Bu ismi taşıyan iki yer
bulunmaktadır. Bunlardan biri bir yokuşun aşağısında diğeri de yukarısında
bulunmaktadır. Aşağısındakine Karn-ı menâzil yukarısındakine Karn-ı se'âlib
denir. Bilindiği gibi seâlib, "tilkiler" demektir. Burada çok tilki
bulunduğu için bu isim verilmiştir. Hadislerde genellikle "Karn-ı
menâzil" geçer. Burası Mekke'nin kuzeydoğusunda Arafat'ın kuzeyinde ve
Arafat'a bir gün ve gecelik mesafede bulunan bir dağdır. Esasen
"Karn" büyük dağlarla bağlantısı olmayan küçük ve dikdörtgen
şeklindeki dağ anlamına gelir. Bazı rivayetlerde bu kelime "karan"
şeklinde geçmekte ise de, kelimeyi bu şekilde telaffuz etmek yanlıştır. Çünkü
"karan" Yemen'de bir köydür.
"Karnü's-seâlib"in
Minâ'nın aşağısında bulunan Minâ mescidine 500 zira' uzaklıkta bir dağ olduğunu
iddia edenler de vardır. Bu durumda Karnü's-Seâlib'in mîkattan sayılması mümkün
değildir.
Necid: İç Arap yarımadasının
kuzey ve batı taraflarını kaplayan geniş bir yerdir. Üç taraftan çölle sarılı,
yalnız bir taraftan Hicaz ve Yemen'e açıktır.
Yelemlem: Bu kelimenin aslı
"elemlem"dir. Fakat kelimenin başında bulunan hemze "yâ" ya
çevrilmiştir. Yelemlem, Mekke'nin güneyinde ve Mekke'ye iki konaklık mesafede
bir yerdir. Bu mesafenin
Her ne kadar hadisin
zahirinden "Yelemlem"in bütün Yemenlilerin mikâti olduğu
anlaşılıyorsa da gerçekte bütün Yemenlilerin mikâti "Yelemlem"
değildir. Çünkü Yemen'den Mekke'ye giden iki yol vardır. Bunlardan birisi
Tihâmelilerm yoludur. Bu yol Yelemlem'e uğrar. Yahut-ta bu yoldan gidenler
Yelemlem'in hizasından geçerler. İkinci yol ise, Yemen Necid'inden geçen
yoldur. O havalide dağlık bölgelerde eğleşen kimseler de hacca bu yolla
giderler. Bunların mikatı da "Karn"dır. Hadisi şerifte
"Yemen" sözü kullanılmış fakat kül-cüz alakasıyla mecazen
"Tihâme" kasdedilmiştir. Dünyanın neresinde olursa olsun hacca
gelenler, hangi mîkatten geçerlerse, orada ihrama girerler. Sözü geçen mîkatla-rm
içinde yâni Mekke tarafında yaşayanlar ise, bulundukları yerden ihrama girmek
için mikatlara gitmeleri şart değildir.
Metinde geçen "Yemen
halkı içinde Yel emicini tayin ettiği (haberi) bana ulaştı*' cümlesi, bu hadisi
rivayet eden İbn Ömer'in, Resûl-i Ekrem'in Yelemlem'i Yemen halkı için mikat
tâyin ettiğini bizzat ağzından duymadığını fakat bunu başkalarından
öğrendiğini ifâde eder. Dârimî'nin rivayetinde bu durum daha açık bir şekilde
ifâde edilmektedir.[127]
1738. ...Amr b. Dînâr Tâvûs'tan
o da İbn Abbas'tan; Abdullah b. Tavus ise Tâvûs'tan naklen; "Resûlullah
(s.a.) mikat tayin etti" dediler (ve önceki hadisin) mânâsını (rivayet
ettiler). Bunlardan birisi "Yemen halkı için Yelemlem'i (tayin
etti)" dedi. Diğer birisi de "Elemlem'i (tayin etti)" dedi. (Bu
iki râvinin ifadelerine göre Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bu yerler, adı geçen
yerlerin halkı ile bu yerlerin halkı olmadıkları halde hac veya umre
maksadıyla buralara uğrayan kimseler için (mikat tayin edilmiş)dir. (Mekke'ye)
bundan daha yakın olanlar ise..." (İbn Tavus rivayetinde) dedi ki: (Bu
kimseler) istedikleri yerden (ihrama girerler) yine Mekke halkı da Mekke'den
ihrama girerler.[128]
Musannif Ebû Dâvûd, bu hadisi
iki ayrı senedle rivâyet etmiştir.Bu senedlerden birisi Amr b. Dînâr,
Tâvûs ve İbn Abbâs vasıtasıyle Hz. Peygambere ulaşırken, diğeri de Abdullah b.
Tâvûs, Tâvûs vasıtasıyla Hz. Peygambere ulaşmaktadır. Bu durumda birinci senet
merfû' olduğu halde ikinci sened mürseldir. Çünkü bu senette sahâbî
atlanmıştır. Dârekutnî de bu hadisi Ebû Dâvûd gibi iki ayrı senetle rivayet
etmiştir.
Hadis-i şerifte dünyanın dört
bucağından gelmekte olan hacıların nerelerden ihrama girecekleri
belirtilmektedir. Şöyle ki, sözü geçen mîkatler, çevrelerinde bulunan halkın
ihrama girecekleri yerler olarak ta'yin edilmişlerdir. Bu çevrelerde bulunan
halk kendi çevrelerinde bulunması münâsebetiyle kendilerine tahsis edilen
yerden ihrama girecekleri gibi, yolu kendilerine tahsis edilen mîkatm dışında
bir mîkata uğrayan kimselerin kendi memleketlerine mahsûs bir mîkatlerinin
bulunup bulunmaması önemli değildir. Her iki halde de ihrama yollarının uğramış
olduğu mikâtten girerler. Fakat kendi memleketleri halkı için belirlenmiş bir
mîkatleri olduğu halde, yolları daha kendi mikatlerine uğramadan evvel başka
bir mikate uğrayanların durumuna gelince, İmâm Şafiî, İmâm Ahmed ve İshâk
(r.a.)'a göre bunların ilk uğradıkları mikâtten ihrama girmeleri icâb eder.
imâm Ebû Hanife (r.a.)'nin de böyle bir kavli vardır. Bu meseleye bir misâl
olarak, Medine'den Mekke'ye giden Şam'lı bir hacıyı gösterebiliriz. Bu hacı,
Şamlılar için ta'yin edilen Cuhfe'ye varmadan önce Zülhuleyfe'ye varmaktadır.
Sözü geçen imamlara göre bu hacının ilk uğradığı mîkatten iihrâmagirmesi
gerekir. İmâm-ı Mâlik'e göre ise, bu kişinin ilk uğradığı mîkatten ihrama
girmesi mendûptur. Şayet oradan ihrama girmemişse ikinci mîkatten girmesi
lâzımdır. Hanefî ulemâsının meşhur olan görüşü de budur.
Hanefî mezhebinin meşhur fıkıh
kitablarından olan Bedâyi' isimli eserde bu mesele şöyle anlatılmaktadır:
"Bir kimsenin ilk mikati ihrâmsız olarak geçip ikinci ihrama kadar gitmesi
caizdir. Ancak birinci mîkatte ihrama girmesi müstehabtır.
Ebû Hanife (r.a.)'nin,
"Medine'Iilerin dışında her hangi bir kimsenin yolu Medine'den geçecek
olursa bu kimsenin Zülhuleyfe'de ihrama girmeden Cuhfe'ye kadar ihrâmsız
olarak gidip ihrama Cuhfe'de girmesinde her hangi bir sakınca yoktur. Bununla
beraber, Zülhuleyfe'den ihrama girmesi bence daha hoştur." dediği rivayet
edilir. Hanefi ulemâsına göre Medine'li bir kimsenin Zülhuleyfe'yi ihrâmsız
olarak geçip de Cuhfe'de veya Cuhfe hizasında bir yerde ihrama girmesinde bir
sakınca yoktur.
Bir kimse gerek karada ve
gerekse denizde iki mrkat arasından geçen bir yol takip edecek olursa,
Hanefîlere göre, bu kimse kendi kanâatine göre bu iki mikatten herhangi
birisinin hizasına geldiğini anlayınca ihrama girer. Birinci mîkâtın hizasına
gelince ihrama girmeyip, ikinci mikatin hizasında ihrama girmesinde bir
sakınca yoktur. Ancak Mekke'ye en uzak olan mîkatten ihrama girmesi daha
faziletlidir. Mâliki mezhebinin de meşhur olan görüşü budur. Şafiî ulemâsına
göre de en sahih olan görüş budur.
Metinde geçen "Hac veya
umre maksadıyla buralara uğrayan kimseler" sözünün zahiri, mîkate uğrayan
bir kimsenin ihrama girmesi için bu yolculuğa Mekke'ye hac ve umre niyetiyle
çıkmış olması gerektiğini, şayet böyle bir niyeti yoksa ihrama girmesi icab
etmediğini ifâde etmektedir. Meselâ hac veya umre niyeti olmaksızın Zülhuleyfe'yi
ihrâmsız olarak geçen bir kimse Hareme yaklaşırken hac veya umre yapmak
isterse, hemen bulunduğu yerde ihrama girer, bulunduğu yere kadar ihrâmsız
olarak geldiğinden dolayı üzerine kurban kesmek de gerekmez. Abdullah b. Ömer'le,
Abdullah b. Abbâs, bu görüşte oldukları gibi İmâm Şafiî'nin iki kavlinden
sonuncusu da böyledir.
İmâm Evzâî, Ahmed, Ebû Hanife,
İshâk ve ulemânın büyük çoğunluğu ise, bu kimsenin geri dönerek mikatten
ihrama girmesi lâzım geldiğini, aksi takdirde bir kurban kesmesi gerektiği,
çünkü gerek hac niyetiyle olsun gerekse başka bir niyetle oisun mîkatlere
uğrayan kimselerin ihrama girmeden geçemeyecekleri, geçerlerse günahkâr
olacakları görüşündedirler. Çünkü İbn Ebî Şeybe'nin ve Taberânî'nin İbn
Abbâs'dan rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte Peygamber (s.a.), "Mîkat
ihrâmsız olarak geçilemez" buyurmuştur. İmâm Şafiî, el-beyhakî ve İbn Ebî
Şeybe'nin Câbir b.Zeyd'den rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte de; "İbn
Abbâs'ın mîkatı ihrâmsız olarak geçen bir kimseyi —ihrama girmek üzere mîkata—
geri çevirdiği" ifâde edilmektedir. İshak b. Râhûye'nin rivayet ettiği bir
hadiste de Hz. İbn Abbâs'ın "Bir kimse eğer ihrâmsız olarak mîkatı geçerek
Mekke'ye kadar gelecek olursa, geri dönüp mikatten ihrama girer. Mikate döndüğü
takdirde haccın vaktinin geçeceğinden korkarsa, bulunduğu yerden ihrama girer.
Fakat üzerine dem lâzım gelir."[129] dediği ifâde edilmektedir. Bu
hadislerin lâfızları "mîkatleri ihrâmsız olarak geçmenin caiz olmadığını"
ifâde etmektedirler. Metinde geçen "hac veya umre maksadıyla buralara
uğrayan kimseler" sözünün Hz. Peygambere ait olmayıp râviye ait bir söz
olması ihtimâli vardır. "Peygamber (s.a.)'in Mekke'nin fethi günün başında
siyah bir sarıkla ve ihrâmsız olarak Mekke'ye girdiğini"[130] ifâde eden Câbir hadisi ise, Rasûl-i
Ekrem'le ilgili özel ve geçici bir durumdur. Harp sebebiyle belli bir süre
devam etmiş ve sonra bu izin sona ermiştir. "Mekke haram kılınmıştır.
Benden önce hiçbir kimseye helâl kılınmadığı gibi benden sonra hiçbir kimseye
de helâl kılınmayacaktır. Ancak bana bir günün sadece bir saatinde helâl
kılındı, sonra yine eski haramlığına döndü."[131] mealindeki hadis-i şerif bu gerçeği çok
açık bir şekilde ifade etmektedir.
Yolu mîkate uğrayan kimselerin
durumu böyle. Memleketi mîkat mahalli ile Mekke arasında bulunan kimselere
gelince; Mekke'ye girişleri için ihrama lüzum yoktur. Çünkü bunlar Mekke'ye
veya Hareme sık sık girmek durumunda olduklarından, Mekke'ye her girişlerinde
ihrama girmeleri halinde ömürlerinin büyük bir kısmı ihramh olarak geçer ki,
bunda zorluk vardır. Allah Teâlâ ise, "Allah nğrunda (nasıl savaşmak
lazımsa öylece) hakkıyle cihâd edin. Sizi o seçti. Din işlerinde üzerinize
hiçbir güçlük de yüklemedi.”[132] ayet-i kerimesi ile müminlerden zorluğu
kaldırmıştır.
Hanefî ulemâsından Aynî bu
konuda şunları söylemektedir. "İmâm Ebû Hanîfe (r.a.) hazretlerine göre
bir kimse Mekke'ye girme kasdıyla ihramsız olarak mikatı geçemeyeceği gibi,
Mekke'ye girmek kasdı olmadan da ihramsız olarak geçemez. İmâm Kurtubî de hac
yapmak niyetiyle olmadığı halde Mekke'ye girmek isteyen bir kimse hakkında
Mâliki ulemasının ihtilâf ettiklerini fakat konumuzu teşkil eden hadisin
mîkatleri geçerken ihrama girmenin sadece hac veya umre yapmak niyetinde
olanlar için gerektiğine açıkça delâlet ettiğini, Ebu Mus'ab ile İmâm Zührî'nin
de bu görüşte olduğunu söylemektedir."[133] Aynî daha sonra Hanbelî ulemasından
İbn Kudâme'nin bu mevzûdaki görüşlerini şu şekilde özetliyor: "Hac veya
umre niyeti olmadan, mîkati ihramsız olarak geçen kimseler iki sınıftır:
1. Mekke'ye girmek
niyetinde olmayan, fakat bir ihtiyacı için mîkati geçip Harem sınırları
içerisine girmeyen kimselerdir. Bunlara mîkati geçmek için ihram gerekmez ve
ihramı terkettikleri için üzerlerine bir ceza da lâzım gelmez. Bu meselede
ulema arasında görüş birliği vardır. Çünkü Resûl-i Ekrem (s.a.) iki kerre
Zülhuleyfe'yi ihramsız olarak geçmiş ve Bedr'e kadar varmıştır. Kendisi ihrama
girmediği gibi beraberinde bulunan ashâb-ı kiramdan da ihrama giren
olamamıştır. Bu şekilde mîkati geçen bir kimsenin daha sonra hac için ihrama
girmesi icâb ederse, ihram için mîkata kadar gitmesi gerekmez, bulunduğu yerden
ihrama girer. İmâm Mâlik, Sevrî, Şafiî, Hanefîlerden imâm Muhammed ve Ebû Yûsuf
(r.a.) da bu görüştedir.
İbnu'l-Münzir'in naklettiğine
göre, İmâm Ahmed ile İshâk hac niyeti olmaksızın Zülhuleyfe'yi ihrâmsız olarak
geçen bir kimsenin daha sonra hac etmek isteyince ihrama girmek için tekrar
Zülhuleyfe'ye gitmesi gerektiği görüşündedirler.
2. Harem içerisine girmek
maksadıyla mîkatten geçenlerdir. Bunlar üç kısımdır. Bu uç kısımdan biri de
Mübâh bir savaştan veya korkudan veya odun, erzak taşıyıcılığı gibi bir
ihtiyâçtan dolayı sık sık Hareme girmek mecburiyetinde kalanlardır ki, bunlara
mikatten geçmeleri için ihram gerekmez..."[134]
Hanefî mezhebinin bu konudaki
görüşünü İmâm Ekmelüddin Muhammed b. Mahmûd el-Bâbertî, şu manaya gelen
lâfızlarla ifâde etmektedir.
"Mekke'ye girmek kasdı
olan kimse ihrâmsız mîkati geçemez. Çünkü Beytullah ta'zime şâyân şerefli bir
yer olduğundan ona evvelâ bir kale kılındı ki Mekke şehridir. Bu kaleye de,
koruluk kılındı ki, yukarıda hu-dudları çizilen Haramdır. Bu harem'a da, bir
kale konuldu ki, o da mikatlerdir. Tâ ki, Beyt'e gelmek isteyenler O'na saygı
ve ta'zim ederek ancak ihram ile gelebilsinler. O halde kaide şudur ki; kim,
sadece bir mikati geçmek niyetinde olup (Mekke'ye girmek niyetinde değilse,)
ihrâmsız geçmesi helâl olur. Fakat ikisini yani mîkati, sonra da Harem
hududunu geçmek dilerse helâl olmaz. Binâenaleyh bir kimse hac veya umre
niyetiyle gelirse veyahut Mekke'ye bir ihtiyaç dolayısı ile girmek kasdederse
onun ihrâmsız girmesi caiz olmaz. Çünkü o kimse, mîkati olan beş mikatten
birisini, sonra da içerideki ikinci derecede mikât sayılan Harem hududunu
geçmeyi tasarlamıştır. Binâenaleyh âfâkî olan yani Hicaz'da mîkat dâhilinde
oturmayan kimsenin ihrâmsız girebilmesi için çâre, Mekke'ye değil mîkat
dâhilinde bir köy veya şehre gitmeyi kasdeylemesidir. O takdirde ihrâmsız
mîkati geçmesi caiz olur. Çünkü bu niyeti ile bir mikati geçmeyi kasdetmiştir.[135] Yine Hanefi alimlerinden Mevsilî de bu
konuda şunları söylüyor:
"Mekke'ye girmeyi murad
etmeksizin mîkati ihrâmsız geçene birşey lâzım gelmez. Çünkü İhram Allah'ın
şereflendirdiği Mekke'ye ta'zim için konmuştur. Mîkat ile Mekke arasındaki
köyler ve şehirlere ta'zim vacip değildir. Bu sebeple Mîkat dahilindeki bir
şehre veya köye gitmek için Mîkatı ihrâmsız geçen kimse, vardığı o şehir
halkından sayılır. Daha sonra Mekke'ye hac veya umre niyeti olmaksızın başka
bir sebeple gitmek ihtiyacı belirirse ihrâmsız olarak gidebilir."[136]
Metinde geçen "Mekke'ye
bundan daha yakın olanlar" sözünden maksat, memleketi bu mîkatlerden biri
ile Mekke arasında olan kimselerdir. Bu kimseler, ihrama kendi memleketlerinden
girerler. İhrama girmek için mîkate gitmeleri gerekmez. Bunlar için
bulundukları şehrin veya köyün Kabe'ye en uzak olan kenarından ihrama girmek
daha faziletlidir. İhrama mikatten giren kimselerin de ihrama mikatm Mekke'ye
en uzak olan tarafından girmeleri daha faziletlidir. Çadırda yaşayan bedeviler
için de aynı durum söz konusudur. Bir vadide yaşayan kimseler ise, vadinin her
iki tarafından da ihrâmlı olarak geçerler. İhram için tayin edilen bu yerleri
ihrâmsız olarak geçen kimselerin geri dönüp kendileri için tayin edilen yerden
ihrama girmeleri gerekir. Yoksa günâh işlemiş olurlar ve üzerlerine kurban
lâzım gelir. Bu mîkatlerden birisi ile Mekke arasında bulunan bir evde veya
çadırda yaşayan bir kimse ise, kendi evinden veya çadırından ihrama girer.
Bütün bu ifâdelerden anlaşılıyor ki, mîkat ile Mekke arasındaki yerleşim
bölgelerinde oturan kimseler hac etmek için veya hac ile birlikte umre yapmak
için bulundukları yerlerden ihrama girerler. Fakat ileride umre ile ilgili
hadisler dolayısıyla açıklayacağımız gibi umre için ihrama gireceklerin de
Harem hududları dışına çıkmaları gerekir.[137]
1. Hac veya umre yapmak isteyen
bir kimsenin, yolu üzerinde bulunan bir mıkatı ihrâmsız olarak
geçmesi caiz değildir. Bu mevzuda ulemâ arasında görüş birliği vardır.
2. Mîk'ate varmadan ihrama
girmek caizdir.
3. Hac yolculuğuna
çıkan bir kimsenin yolu hangi mîkate uğrarsa, oradan ihrâmâ girer.Bu mikâtin
başka memleketler için ta'yin edilmiş olması zarar vermez.
4. Mikatlerden herhangi birisi
ile Mekke arasında ikâmet eden bir kimse hac için bulunduğu yerden ihrama
girer.
5. Mekke'Iilerin hac için ta'yin
edilen mikatleri Mekke'dir. Fakat umre yapmak istedikleri zaman ihrama girmek
için harem hududları dışına çıkmaları gerekir. Çünkü Hz. Peygamber, Hz. Âişe
umre yapmak istediği zaman, kayınbiraderi Abdurrahman'a, Âişe'yi Ten'îm'e
götürmesini ve oradan ihrama girmesini sağlamasını emretti.[138]
1739. ...Âişe (r.a.)'den
rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.) Zâtu Irk'i, Irak halkı için, ihrama
girme yeri (mîkat) olarak ta'yin etti.[139]
Zâtu Irk, Mekke'nin
kuzey-batısına düşen bir dağ eteği yahut tepedir. Onunla Mekke arasında altı,
yahut da dört millik bir mesafe vardır. Ulemânın büyük çoğunluğuna göre Resûl-i
Ekrem (s.a.) sağlığında burayı Iraklılar için ihram yeri olarak ta'yin etmiştir.
Âta b. Ebî Rebâh da bu görüştedir. Nitekim, Beyhâkî'nin İbn Cüreyc vasıtasıyla
rivayet ettiği bir hadiste Atâ'nın şöyle dediği ifâde ediliyor:
"Resûlullah (s.a.) ihrama girme yeri olarak Medine'liler için
Zülhuleyfe'yi, mağrib halkı için Cuhfe'yi, maşrık halkı için de Zât-u Irk'ı
ta'yin etti." yine Beyhâkî'nin Câbir'den rivayet ettiği bir hadis-i
şerifte de "Rasûlullah (s.a.) Medinelilere Zülhuleyfe'yi, Şamlılara
Cuhfe'yi, Tihamelilerle Yemenlilere de Yelemlem'i, Tâiflilere Karn'ı,
Iraklılara da Zât-u Irk'ı mikât olarak ta'yin etti".
Nitekim Müslim'in İbn
Cüreyc'den rivayet ettiği "İbn Cüreyc dedi ki: Bana Ebuz-Zubeyr haber
verdi. O da Câbir b. Abdullah (r.a.)'a ihram yeri sorulurken işitmiş. Hz.
Peygamber buyurmuş ki;
"Medine'lilerin ihram
yeri Zülhuleyfe'dîr, öteki yoldan Cuhfe'dir. Iraklıların ihram yeri Zâtu Irk,
Necid'lilerin ihram yeri Zâtı Karn, Yemenlilerin ihram yeri de Yelemlem'den
muteberdir."[140] anlamındaki hadis de bunu te'yid etmektedir. Hanefî
ulemâsından Tahâvî'nin Câbir'den rivayet ettiği: "Rasûlullah (s.a.)
Medineliler için Zulhuleyfe'yi, Şamlılar için Cuhfe'yi, Necidliler için Kar'ı,
Yemen'liler için Yelemlem'i, Iraklılar için de Zât-ı Irk'ı ihram yeri olarak
ta'yin etti" anlamındaki hadis-i şerif de[141] bu gerçeği ifâde etmektedir. Yine
Tahâvî'nin Hilâl b. Zeyd'den tahric ettiği hadis-i şerifde şu manaya
gelmektedir: "Enes b. Mâlik, Resûlullah (s.a.)'i Medine'liler için
Zülhuleyfe'yi, Şam'hlar için Cuhfe'yi, Basra'lılar için Zat-ı Irk'ı,
Medâinliler için de Akîk'i ihram yeri olarak tayin ederken işittiğini
söylemiştir."[142] Bu konuda Buhârî'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerif de şu
anlamdadır: "Hz. Ömer zamanında Basra ve Küfe şehirleri kurulup da
müslümanlar çoğalınca, Ömer (r.a.)'e gelip:
Ya emîrelmü'minin! Rasûlullah
(s.a.) Necidlilere Karn'ı ihram yeri olarak ta'yin etti. Burası bizim
yolumuzdan sapadır. Bizim Karn'dan ihrama girmemiz bize çok güçlük veriyor;
diye şikâyet etmişlerdi. Hz. Ömer bunlara:
Öyle ise siz bakınız Karn-i
menâzilin hizasına düşen ve size sapa olmayan bir yeri kendinize mîkat seçiniz;
buyurup bunlara ihram yeri olarak Zâtu Irk'ı ta'yin etti."[143]
İmâm-ı Şafiî'nin Tâvûs'dan
rivayet ettiği bir haberde de; "Rasûl-i Ekrem'in hiç bir zaman Zâtu Irk'ı
Irak'lıların mıkati olarak ta'yin etmediği ve Rasûl-i Ekrem'in hayatında
Irak'lıların müslümanhğı kabul etmedikleri" ifâde ediliyor.[144] Buhârî'nin rivayet ettiği Ömer Hadisi[145] ile İmâm Şafiî'nin Tâvûs'tan rivayet
ettiği hadis[146] Zâtu Irk'ın Iraklıların mî-kati olduğuna dâir Hz.
Peygambere kadar ulaşan bir hadisin bulunmadığını ifâde etmektedirler.
Nitekim, Câbir b. Zeyd, Tavus, Muhammed b. Şîrîn, Gazzâlî, er-Râfiî ve
en-Nevevîde bu görüştedir.
Ancak gerçek şudur ki, Zâtu
Irk'ın Hz.Peygamber tarafından ihram yeri olarak ta'yin edildiğine dâir bir çok
merfû hadis vardır. Hafız İbn Hacer'in de dediği gibi, her ne kadar bu
hadislerin bir kısmının sıhhati tenkide uğramışsa da, bu mevzûdaki diğer
hadisler bunları takviye ettiğinde söz konusu tenkitlerin bir değeri
kalmamıştır. Bu konuda Şevkânî Neylu'l-Evtâr' isimli eserinde şunları
söylemektedir: " Hz. Âişe'nin rivayet ettiği bu hadisin sıhhati hakkında
Ebû Dâvûd, görüşünü bildirmemiş, sükût etmiştir. Münzirî de sükûtu tercih
etmiştir.Telhîs'de bu hadisle ilgili olarak şu görüşlere yer verilmiştir: Bu
hadisi Hz. Âişe'den el-Kasım rivayet etti. Eflâh'tan rivayet eden râvisi
sadece el-Muâfi b. İmrân'dır. Ef-lâh'tan rivayet eden başka bir râvi yoktur.
Başka bir ifadeyle "el'Muâfî bu hadisi Eflâh'tan rivayet etmekte
|teferrüdl etmiştir. Bununla beraber hadisin zayıf olduğu söylenemez. Çünkü
el-Muâfi güvenilir bir râvîdir.
Bu mevzuda, Müslim'in
Câbir'den rivayet ettiği hadisin[147] Hz. Peygambere kadar ulaşan merfû bir
hadis olup olmadığı şüphelidir. Ebû Avâne'-nin Müstahrec'inde rivayet ettiği
hadis de böyledir. Fakat İmâm Ahmet ile İbn Mâce' ıin bu konudaki rivayet
ettikleri haldisin[148] merfû olduğu kesindir. Hernekadar Ahmed b. Hanbel'in
rivayet ettiği hadisin[149] senedinde zayıf bir râvi sayılan İbn Lehîa İbn Mâce'nin
senedindede rivayetlerine güvenilmeyen İbrahim İbn Yezid varsada. Bu konuda
Ebû Dâvûd, el-Hâris b. es-Sehmî'den (1742 numaralı hadis); Tahâvî, Enes'den[150] İbn Abdilber, İbn Abbâs'tan ve İmâm
Ahmed, Abdullah b. Ömer'den gelen hadisler rivayet etmiştir.[151] Gerçi Ahmed b. Hanbel'in senedinde
Haccâc b. Ertâd bulunmakta ise de, hadislerin hepsi birbirini takviye
ettiğinden zayıflıktan kurtulup "hasen li gayrihî" derecesine
ulaşmaktadırlar. Ve neticede, İbn Huzeyme'nin "Zât-u Irk hakkında bir
takım haberler varsa da, bu haberlerin hadis ulemâsı yanında hiç bir değeri
yoktur," demesinin bir değeri kalmadığı gibi, İbn-u'1-Munzir'in,
"Biz, Zât-u Irk hakkında sabit olmuş bir hadise rastlayamadık"
şeklindeki sözünün de, bir değeri kalmamıştır. Bazı kimseler, "Hz.
Peygamber'in sağlığında daha Irak fethedilmemişti ki, Zâtu Irk Hz. Peygamber
tarafından Iraklıların ihram yeri olarak ta'yin edilmiş olsun"[152] diyerek, Zâtu Irk'm Hz, Peygamber
tarafından Irak'lıların mîkati olarak ta'yin edildiğini ifâde eden hadislerin
sıhhatli olamayacağını söylemişlerse de, İbn Abdilber; "Rasûl-İ Ekrem,
ileride yapılacak fetihleri daha önceden bildiği için, bir çok nahiyelerin
mîkatlerini daha o nahiyeler fethedilmeden tayin ettiğini, Şam'ın mikati olan
Cuhfe'yi de, bu şekilde daha Şam fethedilmeden ta'yin ettiğini, binâenaleyh,
Irak'ın mikati olan Zâtu Irk'ı da, daha Irak'ın fethinden evvel tayin etmesinin
mümkün olacağını" söyleyerek bu hadislere yöneltilen tenkitleri gaflet
olarak nitelendirmiştir."[153] Hanefî imamlarından Ta-havî de bu
konuda aynen İbn Abdilber gibi düşünmektedir. Hatta İbn Abdilber, "Zâtu
Irk'ın Irak'lıların, mîkati olduğunda ulemânın görüş birliğine vardığını"
söylüyor. Fakat gerçek olan şu ki, ulemâdan Tâvûs, İbn Sîrin, Câbir b. Zeyd
"Iraklıların mikati bulunmadığı ve fangi mîkate uğrarlarsa oradan veya
onun hizasından ihrama girmeleri gerektiği" görüşündedirler.[154]
1740. ...İbn Abbâs
(r.a.)dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) maşrik halkı için "Akîk"i
mîkat ta'yin etti.[155]
Bu hadis-i şerifte Peygamber
(s.a.)in Iraklıların ihram yeri olarak Akîk'i ta'yin ettiği ifade ediliyor.
Esasen "Akîk", dereye sel sularının aktığı sel yatağına denir.
"Vadi" anlamında, da kullanılır. Firûzâbâdî'nin beyânına göre,
"Akîk, Medine'de, Yemâ-me'de, Tâif'de Tihâme'de ve Necd ülkesinde bir
yerin adıdır. Bunlardan başka aynı isimle anılan altı yer daha vardır.[156] Buradaki Akîk'den maksat Iraklıların
ihram yeri olarak bilinen Zâtu Irk ile Irak arasında kalan, Irak'a yaklaşık
olarak bir konaklık mesafede bulunan bir yerdir. Bir önceki hadis-i şerifte
Iraklıların mîkati olarak Zâtu Irk'ın ta'yin edildiği ifade edildiği halde
burada "Iraklıların mîkat yeri olarak Akîk ta'yin edildi denilmesi bu iki
hadis arasında bir çelişki bulunduğunu göstermez. Çünkü gerçekte bu iki ifade
arasında bir fark yoktur. Çünkü Iraklıların ihrama Zâtu Irk'tan girmeleri
farzdır. Zâtu Irk'ı ihramsız olarak geçmeleri haramdır. Zâtu Irk'dan biraz
daha geride bulunan Akîk'den ihrama girmeleri ise, müstehabdır. Çünkü
"Akîk" Mekke'ye Zâtu Irk'dan daha uzaktır. Yahutda daha önceleri Zâtu
Irk bugünkü Akîk denilen yerde bulunduğu için vaktiyle buraya Zâtu Irkda
deniyordu. Daha sonra Zâtu Irk'ın bugünkü yerine kaldırılmış olması ve
Iraklıların ihrama farz olarak girecekleri noktanın Akîk olarak belirlenmiş
olduğu da düşünülebilir. Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki; Akîk ile Zatu
Irk bir biribirlerinden farklı iki ayrı yer değildir, aksine bir yerin Irak'a
yakın tarafını "Akik" Mekke'ye yakın tarafını da Zâtu Irk teşkil
etmektedir. Nitekim Sa'îd b. Cübeyr'in, Zâtu Irk'tan ihrama girmek isteyen bir
adamı görünce o adamın elinden tutup Akîk vadisinin öbür kıyısında bulunan
mezarlığa getirerek "Burası birinci Zâtu Irk'dır," dediği rivayet
edilir. Ayrıca Zâtu Irk'ın Iraklılardan Basra halkı için, Akîk'in de Medâyin
halkı için ihram yeri olarak ta'yin edilmiş olması da mümkündür. Nitekim
Tahâvı'nin rivayet ettiği bir hadiste "Enes b. Mâlik'in Resûl-i Ekrem
(s.a.)'i Zülhuleyfe'yi Medineliler için, Cuhfe'yi Şamlılar için, Zâtu Irk'ı
Basralılar için, Akîk'i de, Medâyinliler için ihram yeri olarak ta'yin ederken
işittiği" ifâde edilmektedir.[157]
Bununla beraber, konumuzu
teşkil eden ve "Akîk"in Iraklıların ihram yeri olarak ta'yin
edildiğini ifâde eden Ebû Dâvûd hadisi zayıftır. Çünkü bu hadisi Muhammed b.
Ali'den rivayet eden tek râvi, Yezîd b. Ebû Ziyâd'dır. O da güvenilir bir kimse
değildir. İmâm Nevevî, Şerhu'l-Mühezzeb isimli eserinde bu hadisle ilgili
olarak, "bu hadisi Yezid b. Ebî Ziyâd rivayet etmiştir. Yezid'in zayıf bir
râvi olduğunda, hadis âlimleri ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh İmâm
Tirmizî'nin bu hadis hakkında "hasendir" demesi, doğru
değildir." der.[158] Hattâbî de, Iraklıların mi-kati konusunda en sağlam haberin
"Irak fethedildikten sonra Hz.Ömer'in Zâtu Irk'ı Irak'lıların ihram yeri
olarak tayin ettiğini" bildiren haber olduğunu ve Şafiî'ye göre
Irak'lıların ihrama Akîk'ten girmeleri müstehab olduğunu, eğer Zatu Irk'tan
girecek olurlarsa, bunun da kâfi geleceğini, kendi zamanına gelinceye kadar
müslümanların İmâm Şafiî'nin bu görüşüyle amel edegeldiklerini söylemektedir.
Bundan önceki hadiste de ifâde
ettiğimiz gibi her ne kadar Zâtu Irk'ın Irak'lıların mikati olduğunu ifâde eden
hadisler zayıfsa da, birbirilerini takviye ettiklerinden zayıf derecesinden
kurtulup hasen liğayrihı mertebesine yükselmişlerdir. Ancak, "eğer Zâtu
Irk'ın Irak'lıların mikati olduğuna dâir sağlam bir hadis bulunsaydı Hz. Ömer,
ictihâd edip de Zâtu Irk'ı tekrar Iraklıların mîkati olarak ta'yin etmeye lüzum
görmezdi" diye itiraz edilirse de Tahâvî'nin dediği gibi ona şu şekilde
cevap verilebilir: "Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in, Zâtu Irk'ı Iraklıların
mikati olarak ta'yin ettiğini duymadığı için bu mevzuda ictihâd etme lüzumunu
duymuş ve içtihadında da, Hz. Peygamber'in tesbitine isabet etmiş
olabilir."[159]
1741. ...Peygamber
(s.a.)'in hanımı Ümmü Seleme (r.a.)'den rivayet edildiğine göre kendisi,
Resûlullah (s.a.)'i, "Kim hac veya umre için Mescid-i Aksa'dan ihrama
girip Mecsid-i Harâm'a kadar (ihramda) kalırsa onun geçmiş ve gelecek
günah(lar)ı bağışlanır," veyahutta "Onun için cennet(e girmek)
kesinleşmiştir." buyururken işitmiştir.[160]
(Râvi) Abdullah, (Yahya b. Ebî
Sûfyan'ın) bu iki (cümle) den hangisini söylediğinde şüpheye düşmüştür.
Ebû Dâvûd dediki: Allah Vekî'e
rahmet etsin. Beytul-Makdis'den ihrama girdi. Yani Mekke'ye kadar
(ihramda kaldı.)[161]
Bu hadis-i şerif mîkate
varmadan evvel ihrama girmenin mikata girmekten daha faziletli olduğunu
söyleyen ulemânın delilidir.
Bilindiği gibi ulemâ hac etmek
isteyen bir kimsenin evinde mi, yoksa mik'atta mı ihrama girmesinin daha
faziletli olduğunda ihtilâf etmişlerdir.
İmâm Mâlik, îmâm Ahmet ve
İshâk'a göre mîkatlerde ihrama girmek bir ruhsattır. Herkesin evinde ihrama
girmesi efdaldir. Delilleri, ashâb-ı kiram'ın fiilleridir.
Sahabeden İbn Abbâs, İbn
Mes'ud, İbn Ömer (r.a.) hazeratı ile başkaları mîkata varmadan ihrama
girmişlerdir. Onlar sünneti elbette herkesten iyi bilirler. Zahirîlerin
kaidelerine göre ihramın ancak mik'atta giyilmesi icâb eder.
İbn Abdilberr, İmâm Mâlik'in
mîkatten evvel ihrama girmeyi kerih gördüğünü söylemiştir. Zira ashâb-ı
kirâm'dan, Ömer (r.a.), İmran b. Husayn (r.a.)'in Basra'dan ihrama girmesini,
Osman b. Affan (r.a.) dahi Hz. Abdullah b. Âmir'in mîkatten önce ihrama
girmesini tasvip etmemişlerdir.
Buhârî'nin ta'likine göre Hz.
Osman, Horasan'dan, Kirmân'dan; Hasan el-Basrî ile Atâ'dahi uzak yerlerden
ihrama girmeyi kerih görmüşlerdir.
İbn Bezîza bu hususta ulemâdan
üç kavil nakledildiğini söyler. Birinci kavle göre, mîkat dışında ihrama girmek
mutlak surette her yerde caizdir.
İkinci kavle göre, mikat dışındaki
her yerde mutlak surette mekruhtur.
Üçüncü kavle göre, uzak
yerlerde caiz, yakın yerlerde caiz değildir.
İmâm A'zam ile İmâm Şafii:
"İktidarı olan kimsenin bu mîkatlardan evvel ihrama girmesi efdaldir"
demişlerdir.
Hz. Ali, İbn Mes'ûd İmran b.
Husayn, İbn Abbas ve îbn Ömer hazeratının mîkatlara uzak yerlerde ihrama
girdikleri sahih rivayetlerle sabit olmuştur.[162]
1742. ...el-Hâris b.
Amr-es-Sehmi demiştir ki, Resûlullah (s.a.) Minâ'da ya da Arafat'ta iken yanına
varmıştım; halk etrafına toplanmıştı. Araplar geliyorlardı, yüzünü görünce
"Bu mübarek yüzdür" diyorlardı. O gün Resûlullah (s.a.) Zâtu Irk'ı
Iraklılara mik'at tayin etti.[163]
Bu hadis-i Şerif
Zâtu Irk denilen yerin bizzat
Hz.Peygamber tarafından Iraklıların ihram yeri olarak ta'yin
edildiğim kabul eden ulemânın
görüşünü te'yid eden ve "Zâtu Irk'ın Iraklıların ihram yeri olarak Hz.
Peygamber tarafından ta'yin edildiğine dair sağlam bir haber yoktur."
diyenlerin aleyhine olan bir delildir. Ancak Münziri'nin beyânına göre, Beyhakî
"bu hadisin senedinde kimliği meçhul bir kimse bulunmaktadır."
demiştir. Beyhakî'nin bu beyanına göre bu hadis zayıftır. Fakat bir önceki
hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi bu mevzudaki zayıf hadisler hep
biribirini takviye ettiği için zayıflıktan kurtulup hasen liğayrihî derecesine
yükselmektedirler.[164]
1743. ...Âişe (r.an'ha)
den; demiştir ki: Esma bint Umeys, (Zulhuleyfe'de) ağacın altında Muhammed b.
Ebî Bekr'i doğurdu da, Resûlullah (s.a.) Ebû Bekr'den (Esma'mn) yıkanmasını ve
ihrama girmesini istedi.[165]
Nifas: Çocuk doğurmak ve doğum
sonrası gelen kan manalarını ifâde eder; hayz manasına dahi kullanılır.
Hadisin bir rivayetinde Hz.
Esmâ'nın ağacın yanında, diğer rivayetinde Zülhuleyfe'de, başka bir
rivayetinde Beydâ'da doğurduğu bildiriliyor. Bunlar birbirine yakın yerlerdir.
Ağaç Zulhuleyfe'dedir. Beydâ, Zulhuley-fe'nin kenanndadır.
Kadı İyaz: "İhtimal Hz.
Esma, göze görünmemek için Beydâ kenarına inmiştir; Peygamber (s.a.)in
konakladığı yer Zülhuleyfe'de idi; orada gecelemiş orada ihrama girmişti..."
diyor.
Hadis-i şerif, nifaslı ve
hayızh kadınların ihrama girebileceklerine delildir. Bunların ihram için
yıkanmaları Hanefîlerle Şâfiilere ve cumhur-ı ulemaya göre müstehap,
zahirîlerle Hasan el-Basrî'ye göre vacibdir.
Hayz ve nifaslı kadınlar tavafla
iki rekât tavaf namazından maada bütün hac fiillerini yapabilirler. Çünkü
peygamber (s.a.): "Hacıların yaptığı her şeyi yap; yalnız tavaf
etme" buyurmuştur.
Bu hadis iki rekât tavaf
namazının sünnet olduğuna delildir. Zira Hz. Esma bu namazı kılmamıştır.[166] Ayrıca bu hadis gerek hac ve gerekse
umre yapmak isteyen kimseler için gusletmenin müstehap olduğunu, bu konuda
kadının hayızh veya nifaslı olup olmaması arasında da bir fark bulunmadığını
ifade etmektedir. Çünkü buradaki guslden maksat, maddi temizliktir. Bu bakımdan
suyun bulunmaması veya suyu kullanmaktan aciz kalınması halinde yapılacak
teyemmüm de guslün yerini tutmaz. Zira teyemmüm manevî pisliği giderirse de
maddi pisliği gidermez. Bu meselede ulemâ görüş birliğindedir.[167]
1744. ...İbn Abbas'dan
rivayet edildiğine göre, peygamber (s.a.);
"Hayizlı ve nifash
(kadınlar) ihram yerine geldikleri zaman gusl edip, ihrama girerler ve Beyt'i
tavafın dışında bütün hac ibadetlerini yerine getirirler" buyurmuştur.
(Bu hadisi Ebû Davud'a rivayet
eden iki ravî'den biri olan) Ebû Ma'mer rivayetine "temiz oluncaya
kadar" sözünü de eklemiştir. (Diğer ravf) İbn İsa ise, (hadisin senedinde
sadece) "A ta'dan Oda İbn Abbas'dan" diyerek Mücâhidle İkrime'den
bahsetmediği gibi) "Beyt'i tavaf etmenin dışında kalan hac ibadetlerini
(yerine getir" şeklinde) rivayet etmiştir.[168]
Bu hadis-i şeriften
"hayızlı veya nifaslı oldukları için hades-i ekberden
kurtulamayan kadınların, gusletmek suretiyle manevî temizliğine kavuşan kimselere
benzemek gayesiyle onlar gibi gusletmesinin müstehab olduğu ve ha-yızlı veya
nifash bir kadının hac veya umre için ihrama girmesinin sahih olduğu"
anlaşılmaktadır. Hadis âlimlerinden Hattâbî bu konuda şunları söylüyor:
"Bu hadis-i şerifte nakıs olan kimselerin kemâl ve fazilet sahiplerine
benzemek ve onların mertebesine ve sevabına erişmek ümit ve arzusuyla onları
taklit etmelerinin müstehap olduğu ifâde edilmektedir. Hayız-h veya nifash bir
kadının guslederek hadesden kurtulması mümkün olmadığı halde gusletmesi ancak,
hayızsız ve nifassız olan ve gusleden kadınlara benzemek arzusundan ve içinde
bulunduğu zaman mekâna saygıdan başka bir şekilde açıklanamaz." Ayrıca bu
hadis şu hükümlere de delâlet etmektedir:
1. Ulemâ bu hadise bakarak
ihrama girmek isteyen bir kimsenin ihramdan önce gusledeceği konusunda görüş
birliğine varmışlardır. Ulemânın büyük çoğunluğu bu guslün müstehab olduğuna hükmetmişlerdir.
Hasan el-Basrî (r.a.) ile Zâhiriyye ulemâsından başka farz olduğunu söyleyen
olmamıştır.
2. Hayızlı ve nifaslı kadının,
Kâbe-i Muazzama'yi tavaf ile iki rekât tavaf namazı dışında bütün hac
amellerini yapması gerekir,
3. Ulemânın büyük çoğunluğuna
göre tavaftan sonra abdesti bozulan kimsenin sa'y için tekrar abdest alması
şart değildir. Hasan el-Basrî ile bazı Hanbelî ulemâsının dışında sa'y için
abdestin farz olduğunu söyleyen olmamıştır. Bunlar sa'yı tavafa benzettikleri
için sa'y için de şart olduğuna hükmetmişlerdir.
Fakat ulemânın büyük
çoğunluğuna göre tavaftan önce hayız veya nifâs gören bir kadının abdestsizlik
ve gusülsüzlükten temizlenip de tavaf etmedikçe sa'y yapması yasaklanmıştır.
Çünkü sa'yin sahih olması için sa'ydenönce,kâmil bir tavafın yapılmış olması
şarttır. Bilindiği gibi tavafın kâmil olması abdestsizlikten ve gusülsüzlükten
temizlenmiş olarak yapılması demektir. Nitekim, İbn Ebî Şeybe'nin İbn Ömer'den
rivayet ettiği Âişe (r.a.) ihrâmlı iken şerefte hayız görmeye başlayınca O'na
Hz. Peygamber:
"Temizleninceye kadar bir
hacının yapacağı hac fiillerinin hepsini yap, fakat tavaf ile sa'yı yapma!
buyurmuştur." anlamındaki hadis-i şerif de bu görüşü te'yid etmektedir.
Hafız İbn Hacer, bu hadisin senedinin sahih olduğunu ifâde etmiştir. İmâm Sevrî
ile Atâ'ya göre ise, sa'yin sahih olabilmesi için sa'ydan önce tavafın
yapılmış olması şart değildir. İmâm Ebû Hanife de, bu görüştedir. Ancak Hz.
İmâm'a göre, tavafın sa'ydan önce yapılmaması halinde dem lâzım gelir.
4. Hayızlı ve nifaslı bir
kadının tavaf yapması kesinlikle yasaklanmıştır. Aynı şekilde abdestsiz ve
gusulsüz olan bir kimsenin de, Beyt'i tavaf etmesi yasaktır. Nitekim, Hâkim'in
el-Müstedrek'inde sahih bir senetle İbn Abbâs'tan rivayet ettiği "Tavaf
namazın ta kendisidir. Ancak Allah te'âlâ -Namazdan farklı olarak- sizin tavaf
esnasında hayırlı şeyler konuşmanıza izin vermiştir" anlamındaki hadis-i
şerifte bu gerçeği te'yid etmektedir. Ayrıca bu konuda Tirmizî'nin de rivayet
ettiği şöyle bir hadis-i şerif vardır: "Ka’be-i Muazzama'yı tavaf etmek
namaz kılmak gibidir. Ancak, -Namazdan farklı olarak- siz tavaf esnasında
konuşabilirsiniz."[169] Bu iki hadis-i şerife göre abdestsiz olarak yapılan tavaf
sahih değildir. Çünkü bu hadislerde tavaf, konuşmanın dışında aynen namaza
benzetilmiştir. Abdestsiz namaz sahih olmadığına göre namazın aynısı olan
tavafın da, sahih olmaması gerekmektedir. Binâenaleyh namaz için şart kılınan
abdest, setr-i avret gibi şartlar tavaf için de aranmaktadır. Bunlardan birisi,
terk edilecek olursa ulemânın büyük çoğunluğuna göre o tavafın da iadesi lâzımdır.
Fakat Hanefî ulemâsına göre,
abdestsiz yapılan tavafın iadesi lazım gelir. Şayet iade edilmeyecek olursa,
dem lazım gelir. Hanefî ulemâsından bazıları tavaf esnasında abdestin sünnet
olduğunu hesâb ederek abdestsiz yapılan bir tavafın iade edilmemesi halinde
fıtır miktarı bir sadakanın yeterli olacağını söylemişlerdir.
Ahmet b. Hanbel'den,
"Tahâretsiz olarak yapılan tavafın sahih olacağına ve bundan dolayı
herhangi bir ceza lazım gelmeyeceğine" dâir de bir rivayet bulunmaktadır.
Ebû Sevr ise, abdestsiz olduğunu bilmeden tavaf eden bir kimsenin tavafının
sahih olduğunu, fakat abdestsiz olduğunu bile bile tavaf eden kimsenin
tavafının sahih olmadığım söylemiştir. Abdestsiz olarak yapılan tavafın caiz
olduğu görüşünde olanlar; tavafı, Arafat'taki vakfeye, sâ'ye ve haccın diğer
amellerine kıyas eden kimselerdir. Bu kimselerin kıyâsına göre, sözü geçen bu
amellerde abdest şart olmadığına göre bunların benzeri olan tavafta da, şart
olmaması gerekir. Fakat konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisinde geçen
"Beyt'i tavafın dışında bütün hac ibâdetlerini yerine getirirler"
cümlesi ile, bu hadisin şerhi esnâsında tercümelerini sunmuş olduğumuz hadis-i
şerifler, bu kıyasın fâsid bir kıyas olduğunu ve tavaf için taharetin şart
kılındığını açıkça ortaya koymaktadırlar.[170]
1745. ...Âişe (r.anha)
demiştir ki: Ben, Rasûllullah (s.a.)'a ihrama girmesi için ihramdan önce,
ihramdan çıkması için de Beyt'i tavaf etmeden önce koku sürdüm."[171]
Hacca niyet eden bir kimseye,
kadınla cima, dikişli elbise, kara avcılığı, koku sürünme, tırnak kesme ve benzeri
fiiller yasak kılındığından, hacca niyet etmeye "ihram" adı verilmiş.
Bu bakımdan metinde geçen "ihrama girme" sözüyle hacca niyet etme
mânâsı kasdedilmiştir. Bir başka tabirle ihram; harama girmek, "hılF'de
ihramdan çıkmak demektir. İhramdan çıkan bir kimseye ihramh iken haram kılınan
şeyler tekrar helal kılındığından ihramdan çıkmaya bu isim verilmiştir.
Metinde geçen "koku
sürdüm" sözünden maksat, hacca veya umreye niyet edeceği için bedeninin ve
elbisesinin bir kısmına güzel kokulu misk sürdüm demektir. Bu ifade Nesâ î'nin
rivayetinde; "Resûlullah'a (s.a.) ihrama girerken ve ihramdan çıkacağı
sırada kendi ellerimle güzel koku sürdüm."[172] şeklindedir.
Metindeki "Beyt'i
tavaf" kelimesinden maksat "tavaf-ı ifâza" da denilen
"tavaf-i ziyâref'tir. Bilindiği gibi hacıların Arafat'tan indikten sonra
yaptıkları bu tavaf, haccın rükünlerinden olup bunun dört şavtı her hac edene
farzdır. "Akabe cemresi atılıp, kurban kesildikten ve tıraş olunduktan
sonra ve tavafı ziyaretten önce her hacı adayı için cinsî münasebetin
dışındaki hacla ilgili bütün yasaklar helâl olur. Buna
"et'tehallülu'l-evvel = birinci helâl" denir. İşte Hz. Âişe'nin Hz.
Peygambere koku sürmesi bu esnada olmuştur.
Müslim'in bir rivayetinde de
bu hadis "Ben, Resûlullah (s.a.)'i ihrama girmezden evvel bulabildiğim en
güzel koku ile kokulardım, sonra ihrama girerdi."[173] şeklinde geçtiğinden fiili yardımcı
fiil olarak kullanıldığı zaman tekrar ifâde edip etmediği ulemâ arasında
ihtilâf konusu olmuştur. Bu sebeple bazıları fiilinin yardımcı fiil olarak
kullanıldığı zaman tekrar ifade ettiğini söyleyerek bu hadisten "Bir
ihram için birkaç defa koku sürünmekte bir sakınca olmadığı" hükmünü
çıkarmışlardır. Bazıları da Hz. Âişe'nin, Resûlullah (s.a.)'a bir defaya mahsus
olmak üzere Veda Haccı'nda koku sürdüğünü delil getirerek "( dit )
fiili yardımcı fiil olarak kullanıldığı zaman tekrar ifade eder"
diyenlerin görüşünü reddetmişlerdir. İbn Hâcib birinci görüşü müdafaa ederken,
İmâm Fahruddîn Râzî de ikinci görüşü benimsemiştir.
Ehl-i tahkik ulemâdan
bazılarına göre tekrar ifade eder. Fakat tekrar ifade etmediğine dair bir
karine bulunduğu zaman, tekrar ifade etmediği anlaşılır. Hanefî imamlarından
Aynî de bu görüştedir. Bu mevzudaki Müslim hadislerinin bazılarında bu ifadenin
"kokulardım" şeklinde geçmesi, fiilinin tekrar ifade ettiğine ve Hz.
Âişe'nin resûl-i Ekrem'i ihramdan önce birkaç defa kokulamış olduğuna bir
karine teşkil etmektedir.[174]
1. İhrama girerken
güzel koku sürünmek müstehabdır.Kokunun ihram halinde devam etmesi zarar
vermez. İmâm Mâlik'in bir kavline göre ihrama girerken koku sürünmek haramdır.
İkinci kavline göre fidye vermek icab eder.
Bu konuda Hanefî ulemâsından
Bezlu'l-mechûd sahibi Halil Ahmed şunları söylüyor:
"Ulemanın büyük
çoğunluğuna göre ise, ihrama girdikten sonra kokusu devam etse bile ihramdan
önce vücûda koku sürünmek müstehabdır. Fakat elbiseye sürülen koku üzerinde
görüş ayrılığı vardır. Şafiî ve Han-belî ulemasına göre ihramdan sonra kokusu
devam etse bile, peştemala koku sürmekte bir sakınca yoktur. Hanefî ulemâsından
İmâm Ebû Hanife ile İmâm Ebû Yûsuf, vücuda sürülen koku mevzuunda aynen Şafiî
ve Hanbelî ulemâsı gibi düşünüyorlarsa da peştemala sürülen ve kokusu ihramdan
sonra da devam eden misk hakkında kendilerinden iki görüş rivayet edilmiştir.
a. Böyle bir kokuyu
sürünmek caiz değildir.
b. Bu konuda bedenle elbise
arasında bir fark yoktur. Bu itibarla böyle bir kokuyu elbiseye sürünmek
müstehabdır.
Hanefî imamlarından Muhammed'e
göre ise, böyle bir kokuyu elbiseye veya bedene sürünmek mekruhtur.[175] İmâm Mâlik'in bir kavline göre, ihrama
girerken koku sürünmek, haramdır. İkinci kavline göre, fidye vermek icâb eder.
Mâlikî ulemâsı bu husustaki görüşlerini şu delillerle ispata çalışmışlardır:
a. Resûlullah (s.a.)'m koku
süründükten sonra yıkandığını bildiren hadisler vardır.
b. Medineliler ihrama
girerken koku sürünmezlerdi.
c. İhrama girerken koku sürünmek
Peygamber (s.a.)'e mahsustur. Fakat diğer mezheplerin uleması bu delillerin
hepsine ayrı ayrı itirazda bulunmuşlardır.[176]
2. Tıraştan sonra daha ihramda
iken koku sürünmek helâldir.[177]
1746. ...Âişe
(r.a.hâ)dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) ihrâmlı iken, (O'nun) saç
ayrımındaki misk pırıltısını hâlâ görür gibiyim.[178]
Metinde geçen “ =vebîs"
kelimesi; parlaklık anlamına gelir. Maksat, misk'in maddesi
değil, tesiri ve kokusudur. Ismailî'ye göre ise, bu kelime ile
misk'in parıltısı kasdedilmiştir. îsmailî, bu ifadesiyle burada bu kelimeyle
misk'in sadece kokusunun değil de, maddesinin de kasdedilmiş olduğunu söylemek
istiyor.
Bu hadis-i şerif ihrama
girerken koku sürünmenin müstehâb olduğunu ve bu kokunun tesirinin koku ve
renginin ihramdan sonra da devam etmesinde bir sakınca bulunmadığını ifâde
etmektedir. Nitekim bu konuda ulemânın büyük çoğunluğunun görüşü budur. İmâm
Ebû Hanife, Ebû Yûsuf, Züfer, Şafiî, Ahmed, İshâk, Es-Sevrî ve el-Evzaî (r.a.)
de bu görüştedir. Hz. Âişe, Sa'd b. Ebî Vakkâs, İbn Abbâs, el-Berâ b. Âzib,
Enes b. Mâlik, Ebû Zer, el-Hasen b. Ali, İbnu'lHanefiyye, İbnu'z-Zübeyr, Ebû
Sa'id el-Hudrî, Ömer b. Abdil-aziz, el-Esved, el-Kâsim, Salim, Hişâm b. Urve,
Hârice b. Zeyd ve İbn Cüreyc gibi sahâbî ve tabiînden bazı ulemanın da aynı
görüşte oldukları bilinmektedir. Hanefî fıkıh kitaplarından Bedrayiu's-Sanâyi
isimli eserde deniliyor ki: "İhrama girmek isteyen bir kimse, istediği
kokuyu sürünebilir. İhramdan önce sürünmüş olduğu bu kokunun maddesi kalacak
olsa bile, bir sakıncası olmaz. Nitekim İmâm Ebû Hanife ile Ebû Yûsuf da bu
görüştedir. Önceleri İmâm Muhammed de bu görüşte idi. Fakat daha sonra bu
görüşünden dönerek ihrama girerken, kokusu ihramdan sonra da devam edecek olan
bir kokuyu sürünmenin mekruh olduğunu savunur oldu. Bu görüşünden dönüşünün
sebebi kendisine sorulunca, "Ben böyle sürünmek için kokular hazırlayan
bir topluma rastladım. Bu işin çirkinliğini anladım. Onun için ihramdan önce
tesiri kalıcı olan bir koku sürünmenin mekruh olduğu kanaatine vardım"
diye cevâp vermiştir."
Atâ, Sa'îd b. Cübeyr, İbn
Şîrîn, Hasan el-Basrî, ez-Zühri (r.a.)gibi âlimler de ihrama girerken maddesi
kalıcı bir kokuyu sürünmenin haram olduğunu söylemişlerdir. Ömer, Osman ve
Abdullah b. Ömer (r.a.) de bu görüştedirler.
Mâliki ulemâsına göre ise,
maddesi ihramdan sonra da kalıcı olan bir miski ihrama girerken sürünmek
haramdır. İhrama girerken böyle bir kokuyu sürünen kimseye fidye lâzım gelir.
Eğer ihramdan önce sürülen misk'in rengi ihramdan sonra da kalıcı ise, miski
sürünen kimseye fidye lâzım gelip gelmeme konusunda Mâlikî ulemâsından iki
görüş rivayet olunmuştur.
a. Kokusunun kalıcı olduğunu
bile bile, misk sürünmek mekruhtur, sahibine fidye gerekmez.
b. Böyle bir kokuyu sürünen
kimseye fidye lâzım gelir.
Mâlikî ulemâsı bu mevzudaki
görüşlerinin doğruluğuna; "Peygamber (s.a.) Ci'râne'deyken yanına bir adam
geldi. Bu zât umreye niyet etmişti. Saçını sakalını sarıya boyamış ve bir cübbe
giymişti. "-Ya Resûlullah! Ben umreye niyet ettim. Halim gördüğün
gibidir." dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.)
"Üzerinden cübbeyi çıkar,
sarı boyayı da yıka, haccetmiş olsan ne yapacak idiysen umrende de onu
yap" buyurdu,"[179] anlamındaki hadis-i şerifle ileride gelecek olan (31)
numaralı babın ihtiva ettiği hadis-i şerifleri delil gösterirler.
Mâlikî ulemâsı konumuzu teşkil
eden hadis-i şerifi de "her ne kadar bu hadis-i şerifte Âişe (r.anha)
Resûl-i ekrem'in başında misk gördüğünden bahsediyorsa da bu misk kokusu
ihramdan sonra da kalıcı olan bir misk değildir. Bilâkis, kokusu bir anda
kaybolup giden, bir miskdir. Yahutta Resûl-i Ekrem bu miski süründükten sonra
yıkanmıştır," şeklinde te'vıl etmişlerdir. Hadis-i şerifi bu şekilde
te'vil ederken Buhârî'nin rivayet ettiği şu hadise dayanmışlardır. Hz. Âişe
(r.anhâ) dedi ki: "Ben Resûlullah (s.a.)'a misk sürerdim. O da (gece)
bütün hanımlarını dolaşırdı. Sabah olunca ihrama girerdi."[180] Yine Mâlikî ulemâsı diyorlar ki:
"Bilindiği gibi bu hadis~i şerifte geçen "dolaşırdı" kelimesi
"cima ederdi" anlamına-dır. Resûl-i Ekremin her cimâdan sonra
yıkanmak sünnet-i seniyyesi idi. Bu. gerçekten hareket edildiği takdirde Resûl-i
Ekrem'in geceleyin süründüğü misk'in maddesinden ve renginden bir iz kalmadığı
anlaşılır.
Fakat Mâlikîlerin bu iddiaları
yine Buhârînin rivayet ettiği; "Allah Ebû Abdirrahman'a merhamet etsin.
Ben Resûl-i Ekrem'e misk sürerdim. O da (o gece)hammlarını dolaşırdı.
Sabahleyin (üzerine sürdüğüm) miskin te'siri (daha) üzerinde iken ihrama
girerdi."[181] anlamındaki hadis-i şerifle reddedilmiştir. Çünkü bu
hadiste Resûl-i Ekrem'in ihrama girmeden önce süründüğü miskin te'sirinin devam
ettiği açık bir şekilde ifade edilmektedir.
Her ne kadar Mâlikî ulemâsı
"Buhari' nin bu hadisindeki cümleler yer değiştirmiştir; bu hadisin aslı,
"Resûl-i Ekrem(s.a.)üzerinde misk kokusu var iken hanımlarını dolaşırdı,
sonra ihrama girerdi" şeklinde idi" diyerek kendi görüşlerini
savunmuşlarsa da, bu iddiaları, bu konuya ışık tutan hadislerin zahirî
mânâlarına ve açık ifadelerine aykırı düştüğü gibi konumuzu teşkil eden Ebû
Dâvûd hadisinin zahirine de ters düşmektedir! Aynı zamanda Nesâî'nin rivayet
ettiği; "Resûlullah (s.a.)'ın saçlarım ayırdığı yerde sürdüğü güzel
kokunun parlaklığını üç gün sonra bile gördüğüm olmuştur."[182] anlamındaki hadis-i şerifte konumuzu
teşkil eden hadisin zahiri mânâsını desteklemektedir. Mâlikî ulemâsından
bazıları da konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisinde ve benzerlerinde geçen
"misk parıltısı" sözünden maksadın, "Resûlullah (s.a.)'ın
ihramdan önce süründüğü miskin kokusuz olan kalıntısı" olduğunu iddia
etmişlerse de bunun, bu mevzudaki açık manâlı hadislerin ifâdeleri karşısında
bir görüşten öteye gidemeyeceği gerekçesiyle reddedilmiştir.
Mâlikî ulemâsının dayandığı
Buhârî hadisi ise, ulemânın büyük çoğunluğuna göre mensûhtur. Çünkü Buharî
hadisinde söz konusu olan olay hicretin sekizinci senesinde Ci'râne'de vuku
bulmuştur. Konumuzu teşkil eden hadiste anlatılan olay ise, hicretin onuncu
senesinde Veda haccı'nda vuku bulmuştur.
Mâlikîlerin "İhrama
girerken kokusu kalıcı olan bir misk sürünmek ancak Resûl-i Ekrem için caizdir.
Bu cevaz Resûlullah (s.a.) ile birlikte Mekke'ye gitmek üzere yola çıkardık da
ihrama gireceğimizde alınlarımıza güzel kokulu bir misk sürerdik. Yolda birimiz
terleyince bu miskler (terle birlikte) yüzlerimize akardı. Peygamber (s.a.) de
bunu gördüğü halde bundan nehyetmezdi" anlamındaki 1830 numaralı hadisle
reddedilmiştir. Musannif Ebû Davud'un rivayet ettiği bu hadîs'e "bu durum
kadınlara ait özel bir durumdur" diyerek itiraz edilemez. Çünkü ihrâmlı
iken güzel koku sürünmenin haram olmasında kadınla erkek arasında bir fark
yoktur.
Mâliki ulemâsının
"Medinelilerin uygulaması da bizim görüşümüzü desteklemektedir. Ebû Dâvûd
hadisi Medinelilerin uygulamasına aykırıdır," demeleri de isabetli
değildir. Çünkü Nesâî'nin Süleyman b. Abdil-melik'den rivayet ettiği "ilim
adamlarından bir topluluk hacca gitmişti. İçlerinde Kasım b. Muhammed, Hârice
b. Zeyd, Abdullah b. Ömer'in iki oğlu Salim ve Abdullah, Ömer b. Abdilaziz, Ebu
Bekr b. Abdirrah-mân b. el-hâris de vardı. Süleyman b. Abdilmelik onlara ifâza
tavafından önce misk sürünmenin hükmünü sordu, hepsi de bunun yapılmasını
istediler," mealindeki rivayet de onların bu görüşlerinin isabetsizliğini
ortaya koymaktadır. Çünkü sözü geçen bu alimler hepsi de Medinelidir ve tabiûn
ulemâsındandır.[183]
1747. ...İbn Ömer'den;
demiştir ki; Resülullah'(s.a.)'ı, (zamklı bir madde ile) başının saçlarını
toplamış olduğu halde yüksek sesle telbiye ederken işittim.[184]
“telbîd" kelimesi saçları
tozdan, topraktan ve benzeri şeylerden korumak maksadı, a yapışkan
bir madde ile birbirine tutturmaktır.
Bu hadis-i şerif toz, toprak
gibi zararlı maddelerden korunmak maksadıyla, günümüzdeki toka ve benzeri eşya
ile saçları birbirine tutturmanın müstehab olduğuna delâlet etmektedir. İmâm
Şafiî ve taraftarları bu görüşte olduğu gibi İmâm Ahmed de aynı görüştedir.
Hanefî ve Mâliki ulemâsına göre de saçları birleştirmek için kullanılan aletin
başın dörtte birini örtmemesi şartıyla saçları birbirine tutturmak müstehabdır.
Fakat saçları birbirine tutturmak maksadıyla başın en az dörtte birini örten
bir aletin kullanılması haramdır. Böyle bir aleti bir gün veya daha fazla kullanan
kimseye dem lâzım gelir. Bir günden daha az takacak olursa, sadaka-i fitır
miktarınca sadaka vermesi lâzım gelir. Ancak bu durum erkek için söz konusudur.
Kadının başının dörtte birini örtmesinde bir sakınca olmadığı gibi, başının
tamamını örtmekle de mükelleftir.
İbn Battâl'ın Beyânına göre
ulemânın büyük çoğunluğuna göre ihram esnasında saçlarını birbirine tutturan
bir kimsenin ihramdan çıkarken saçını tıraş etmesi farzdır. Çünkü Resûl-i
Ekrem'in uygulaması böyle olmuştur. Hz .Ömer el-Fârûk ile oğlu da halka bunu
emretmişlerdir. Nitekim mezhep imamlarından İmâm Mâlik, Sevrî, Şafiî, Ahmed ve
İshâk (r.a.) de bu görüştedirler. Sözü geçen ulemâya göre saçlarını örgü yapan
veya bir yapıştırıcı ile başına yapıştıran kimse de aynı hükme tâbidir. Çünkü
İbn Adiyy'in İbn Ömer'den rivayet ettiği bir hadise göre Peygamber (s.a.);
"Kim ihrama girmek için başı(nın saçları)nı toplarsa (ihramdan çıkarken)
saçlarım tıraş etmesi üzerine farz olur," buyurmuştur.
İmâm Ebû Hanife ve
taraftarlarına göre ise, başı(nın saç!arı)m toplayan veya ören bir kimsenin
saçlarını kısaltması yeterlidir. Tıraş olması şart değildir. Çünkü îbn
Abbâs'ın, "başının saçlarını biribirine tutturan veya başına yapıştıran
veya örgü yapan bir kimse eğer tıraş olmaya niyet etmişse tıraş olsun, eğer
böyle bir niyeti yoksa muhayyerdir, dilerse tıraş olur, dilerse saçlarım
kısaltmakla yetinir." dediği rivayet edilmiştir. Hanefî ulemâsına göre
diğer mezhep ulemâsının bu konuda dayanmış oldukları İbn Ömer hadisi zayıftır.
Çünkü senedinde Abdullah b. Râfi' vardır. Bu râvi zayıftır. Darekutnî bu râvi
hakkında "sağlam değildir" ifadesini kullanmıştır.[185]
1748. ...İbn Ömer
(r.a.)'dan rivayet edildiğine göre; Peygamber (s.a.) ihrama girerken başı(mn
saçları)m bal ile toplamıştır.[186]
Saçları birbirine tutuşturarak
bir araya toplamanın faydası, ihram esnasında saçların dağılmasını önlemek, toz
toprak gibi insanı rahatsız edici kirlerden korumaktan ibarettir. Usûlü hadis
ulemâsından İbn Salâh'a göre metinde geçen "asel = bal" kelimesinin
yerinde "ğısl" kelimesinin olması lâzımdır. Yanlışlıkla
"ğayn" harfinin noktası düştüğü için "asel" şekline
sokulmuştur. Bilindiği gibi "asel" bal demektir. "ĞisI" ise
vaktiyle sabun yerine kullanılan "hatmî" gibi temizlik maddelerine
verilen bir isimdir. Hanefi ulemâsından Buharı Şârihi Bed-rûddîn Aynî de İbn
Salâh'ın bu görüşüne katılmaktadır ki, kanaatimizce makul olan da budur. Çünkü
bal saçların tozlanmasını kolaylaştırdığı gibi, sinekleri de başa konmaya
davet eder.
Bununla beraber biz bu
kelimeyi tercüme ederken metne sâdık kalarak "baİ" diye tercüme
ettik.
Şurasını da ifade etmek
isteriz ki İbn Salâh'ın ve Aynî'nin bu açıklamalarının "hac, saçların
dağılması ve biribirine karışmasıdır"[187] anlamındaki hadise aykırı olduğu iddia
edilemez. Çünkü Tirmizî'nin bu rivayetinde kasdedilen bütün süs eşyalarının
terk edilmesidir. Saçları başa toplamak ise, süs değildir. Bu hadisle ilgili
hükümler bir önceki hadiste geçmiştir.[188]
1749. ...İbn Abbâs'dan
rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.) Hudeybiye yılında, hac kurbanları
arasında bir de, Ebû Cehl'e ait olan ve başında gümüşten bir halka bulunan
kurbanlık bir deve gönderdi. (Bu hadisin diğer râvisi) İbn Minhâl (bu cümleyi)
"altından bir halka" diye nakletti. Nüfeylî' (buna bir de)
"müşrikleri bununla öfkelendiriyordu." (cümlesini) ilâve etti.[189]
Hudeybiye, Harem sınırlan
dışında, Mekke'nin kuzey-batısında ve Mekke'ye
Metinde geçen "hedy"
hacda kesilen kurban demektir. Hedy vâcib olan temettü' ve Kıran haccı
kurbanları yanında, nafile, ceza ve keffaret olarak kesilen kurbanları da içine
alır. Kurbanda aranan şartlar hedyde de aranır. Hanefî mezhebine göre en az bir
yaşındaki koyun ile altı ayını doldurup bir yaşındaki koyun gibi görünen toklu
ve beş yaşını tamamlamış deve ile iki yaşım bitirmiş sığırlardan olur.
Bunların erkek veya dişi olmaları fark etmez. Bezlu'l-mechûd sahibinin beyânına
göre: "Bu hadis-i şerif hedyin sadece dişi develerden olmasını şart
koşan" Şafiî (r.a.)'ın aleyhine ve hedyin hem erkek hem de dişi
hayvanlardan olabileceğini söyleyen İmâm Mâlik'in ve Hanefîlerin lehine bir
delildir. Hedyin her çeşidi Mekke'de kesilir. Ceza ve kefaret için kesilenler
hariç, diğer hedy kurbanlarının etinden kesen de yiyebilir.
Hadis-i şerifte söz konusu
edilen Ebû Cehl'e ait deve Bedr Muharebe-si'nde ganimet olarak müslümanların
eline geçmiş ve ganimetlerin taksimi neticesinde Resûl-i Ekrem'in payına
düşmüştü. Her ne kadar metinde bu devenin başında gümüşten bir halka bulunduğu
ifade ediliyorsa da kül-cüz alakasıyla mecazen bu halkanın burnunda takılı
olduğu ifade edilmek istenbiştir.
Bu deveyi kurbanlık olarak
Resûl-i Ekrem'in Veda Haccı'nda göndermiş olduğuna dair Tirmizî'den bir
rivayet varsa da, Ebu Davud'un bu haberi Tirmizi'nin rivayetine tercih
edilmiştir.
Müşriklerin bu deveyi görünce
kızmalarının sebebi kendilerine Bedr Savaşındaki yenilgilerini hatırlatmasıdır.[190]
1. Hedy kurbanr
devenin dişisinden de erkeğinden de olabilir.
2. Az olmak şartıyla
altın veya gümüş kırıntıları bulunan gemleri hayvanlara takmak caizdir.[191]
1750. ...Peygamber
(s.a.)'in zevcesi Âişe (r.anha)'dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.)
Veda Haccı'nda ailesi için bir sığır kestirmiştir.[192]
Kurbandan asıl maksat fakir ve
gariblere ziyafet çekmek ve Allah'a olan kulluk borcunu, vermiş olduğu
nimetle-
ri O'nun yolunda feda etmek
suretiyle ödemektir. Bu ibâdette, fakir ve fukaranın karnını doyurmak demek
olan İbrahimî şenliğe katılmanın ve nefsi cimrilik hastalığından kurtarmanın
tadı ve saadeti, Allah'a kulluktaki sadakati nefsim onun yolunda feda etme
derecesine kadar eren Hazreti İsmail'in hatırasını yaşama ve yaşatma mânâsı, ve
"kim Allah'dan kor-karsa (Allah) ona bir (kurtuluş) çıkış yeri ihsan eder,"[193] âyetinin sırrına ermek vardır. Bu
hikmete bağlı olarak Cenâb-ı Hak kıran veya temettü haccı yapmaya muvaffak olan
kimselere bir şukrân borcu olarak kurban kesmeyi vâcib kılmıştır. Hayvanın
boğazından kesilmesine "zebh", göğsünün üst tarafından kesilmesine
de "nahr" denir. Koyun ve sığırlar zebh, develer ise nahr suretiyle
boğazlanır. Metinde geçen “Nehara" kelimesi "göğsünün üst tarafından
kesti" manasında kullanılmıştır.
Söz konusu olay Veda Haccı'nda
vuku' bulmuştur. Bilindiği gibi Veda haccı, Peygamber efendimizin yaptığı ilk
ve son hacdır ve hicretin onuncu yılı olaylarındandır. Hadis sarihlerinin
verdiği bilgilere göre o sene Rasûl-i Ekrem'in yanında hanımları da
bulunuyordu. Bu hacda Hz. Âişe aybaşı olmuştu. Rasûl-i Ekrem diğer yedi
hanımının hepsine birden bir dişi sığır kurban etmekle yetindi.[194]
1. Bir sığırı yedi kişiye kadar
ortak olarak kesmek caizdir. Ulemanın büyük çoğunluğu bu görüştedir. Süfyân
es-Sevrî, Şafiî ve İmâm Ahmed de bu görüşü paylaşanlardandır. Sözü geçen ilim
adamlarına göre bir sığırı veya deveyi yedi kişinin kurban etmesi caizdir.
Ortaklardan bir kısmının bu hayvanı sadece ibâdet maksadıyla kesmek istemesi
yanında, diğer bir kısmının da eti için kesmek istemesi zarar vermez.
Hanefî ulemâsına göre ise, bir
deve veya sığırı yedi kişinin ortaklaşa kurban etmesinin caiz olabilmesi için
ortakların hepsinin müslüman olması ve hepsinin de kurban niyetiyle kesmiş
olması gerekir. Eğer içlerinde sırf et almak veya ticâret maksadıyla kesmek
niyeti olan birisi varsa, hiç birinin kestiği kurban kabul olmaz.
Davûd-ı Zâhirî'ye ve bazı
Mâlikî ulemâsına göre ise, ortaklık sadece nafile olan kurbanlar için câzidir,
vâcib olan kurbanlar için caiz değildir.
İmâm Mâlik'in meşhur olan
görüşüne göre, kurbanda ortaklık hiç bir şekilde caiz değildir. Ancak sahih
hadisler İmâjm Mâlik (r.a.)'nın bu görüşünün isabetsizliğini açık bir şekilde
ortaya koymaktadır.
Davar cinsinden bir hayvanın
ortaklaşa kurban edilemeyeceği konusunda ise, ulemâ arasında görüş birliği
vardır.[195]
1751. ...Ebû Hureyre
(r.a.)'den rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a.) umre yapan zevceleri
için, aralarında (ortaklaşa) olarak bir sığır kestirmişti.[196]
Sözü geçen hâdise Veda
Haccında vuku' bulmuştur. Bir önceki hadis-i şerifin şerhinde de ifâde
ettiğimiz gibi Ve
da Haccında Rasûl-i Ekrem'in
yanında hanımları da bulunuyordu. "Şerif" denilen yere gelince Hz.
Âişe'nin aybaşı olması üzerine Rasûl-i Ekrem O'na umreyi bırakmasını ve sadece
"ifrâd haccı" ile yetinmesini emretti. Neticede hac farizası sona
erdikten sonra Rasûl-i Ekrem, önce umreyi sonra da haccı yaparak temettü'
haccın ifâsına muvaffak olan diğer hanımları için bu muvaffakiyetlerinin
şükrânesi olmak üzere bir sığır kurban etmiştir. Hz. Âişe için de ayrı bir
sığır kurban etmişse de, Hz. Âişe için kesilen bu kurban, diğerlerininki gibi
bir şükür kurbanı değil, bir ceza kurbanıdır. Çünkü Hz. Âişe ayhali olması
sebebiyle hacdan önce yapması gereken umreyi terketmişti. Hz. Âişe hac
farizasını bitirdikten sonra, fahr-i kâinat efendimiz kayınbiraderi
Abdurrahman'a "Hz. Âişe'nin Ten'imden ihrama girerek umre yapmak
suretiyle kaçırmış olduğu umreyi kaza etmesine yardımcı olmasını" emretti.
Hz. Âişe adına kesilen kurban kaçırmış olduğu bu umre sebebiyle kesilmiş bir
ceza kurbanıdır. Müslim'in Câbir'den nakletmiş olduğu bir hadiste bu hadise, şu
manaya gelen lâfızlarla anlatılmaktadır: "Kurban bayramı günü Resûlullah
(s.a.) Âişe namına bir sığır kesti."[197]
Hanefi ulemasının bu konudaki
görüşleri böyledir.
Diğer mezhep ulemâsına göre
ise, Hz. Âişe ayhali olması sebebiyle umreyi terk etmemiş sayılır. Çünkü Hz.
Âişe'nin yapmaya niyetlendiği halde muvaffak olamadığı umre, hac amelleri
arasına girmiştir. Neticede hac için yapmış olduğu tavaf aynı zamanda, ifâ
edemediği umre için de geçerli olmuştur. Bu sebeple Resûl-i Ekrem (s.a.), Hz.
Âişe ayhali olunca O'na hitaben, "Haccı bitirdiğin zaman hac için yapmış
olduğun tavaf, kaçırmış olduğun umre için de geçerlidir," buyurmuştur. Bu
durumda Hz. Âişe ifrâd haccı değil, kıran haccı yapmıştır. Ve O'nun adına
Rasül-i Ekrem'in kesmiş olduğu kurban ceza kurbanı değil, şükür kurbanıdır.[198]
1. Temettü' haccı
yapanlar için şükür kurbanı kesmek vcıbdır. Bu konuda ulema
arasında görüş birliği vardır. Çünkü Allah Te'âla, Kur'ân-ı Kerîm'inde:
"Emin olduğunuz vakit ise, kim hacca kadar umre ile fâidelenmek (sevaba
girmek) isterse, kolayına gelen bir kurban(ı kesmek vâcib olur.)[199] buyurmuştur. Buhârî'nin rivayet ettiği
bir hadis-i şerifte de "İbn Abbâs bana, temettü' haccı yapmamı ve temettü'
haccından sonra da deve veya sığır veya koyun kesilmesini veya ortaklaşa olarak
(deve vahut sığır) kesilmesini emretti," denilmektedir.[200]
1752. ...İbn Abbâs
(r.a.)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.) Zülhuleyfe'de Öğleyi
kıldıktan sonra bir deve istemiş de onu hörgücünün sağ tarafından nişanlayıp,
ondan kan akıtmış, boynuna da iki nalın takmıştır. (Daha) sonra da devesini
getirip üzerine binince (deve) kendisini düzlüğe çıkarınca, (burada) hacca
telbiye getirmiştir.[201]
Söz konusu hadise hicretin
onuncu yılında Veda Haccında cereyan) etmiştir.Fahr-i kâinat Efendimiz
o sene Zilkade'nin sona ermesine beş gün kala öğle namazını Medine
mescidinde kıldıktan sonra büyük bir kafile ile yola çıkmıştır. İkindi vakti
Zülhuleyfe'ye varınca orada konaklayıp geceyi de orada geçirmiştir. O gün orada
sırasıyla ikindi, akşam, yatsı namazlarını ertesi gün de sabah ve Öğle namazlarını
ikişer rekat olarak kılmıştır. Hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem'in kıldığından
bahsedilen öğle namazı yolculuğun ikinci gününde Zülhuleyfe'de seferi olarak
kıldığı öğle namazıdır. Bu hadis-i şerifle, "Resûlullah (s.a.) Beydâd'da
öğle namazını kıldıktan sonra umre ve hac için ihrama girdi. Daha sonra da
devesine binerek Beydâ dağına tırmandı."[202] anlamındaki hadis arasında bir çelişki
olduğu zannedilmemelidir. Çünkü Resûl-i Ekrem'in, o günkü öğle namazını
Zülhuleyfe ile Beydâ'mn arasındaki sınırda kılmış olması mümkündür.
Metinde geçen “eş'are"
kelimesi aslında, nişanlanmak, alâmet takmak; manasına gelir.
Burada maksat, devenin
hörgücünü sağ tarafından bıçak veya sivri bir demirle çizerek kan akıtmaktır.
Bu, o hayvanın Harem-i şerife gönderilecek bir kurban olduğuna alâmettir.
Başka hayvanlara karıştığında
kolayca ayrılması, kaybolduğunda bulan kimsenin getirmesi için bunu yapmak
Cumhûr'a göre meşrudur. Çünkü bununla bir şiâr-ı dinî ilan edilmektedir. Ancak
İmâm-ı Ebû Hanife'ye göre bu nişan hayvana işkence verdiği için mekruhtur. İmâm
Ebu Yûsuf ve Muhammed'e göre ise, bunda bir sakınca yoktur.[203]
"Bedene" kelimesi
ise deve ve sığır cinsi için kullanılır. Yağlı ve iri olmalarından dolayı bu
ismi almışlardır. Bu açıdan bakıldığı zaman bu ismin deve cinsi için daha uygun
olduğu görülür.
Kurbanlığın boynuna nâhn
takmaktan maksat harem-i şerifte bulunan fukaranın o nalınları giymeleridir.
Bilindiği gibi nalın ayaklan yerin sertliğinden ve sıcaklığından koruduğu için
Araplarca çok kıymetlidir. Bir nalını hediye etmek, bir binek hayvanı hediye
etmek kadar makbuldür.
Bu bakımdan ulemânın büyük
çoğunluğuna göre kurbanlığın boynuna bir çift nalın takmak meşrudur. Nalının
tek olması bu müstehabı yerine getirmiş olmak için yeterli değildir. Süfyân-ı
Sevrî'ye göre ise kurbanlığın boynuna takılan nalının çift olması şarttır.
Ulemânın bir kısmına göre ise bir tek nalın bile takmak yeterli olduğu gibi
ayakkabı yapılmaya elverişli bir deri takmak da yeterlidir ve kurbanlığın
boynuna nalın takmak, sırtına çul çekmekten daha faziletlidir.[204] Çünkü Allah teâla ve tekaddes
hazretIeri'Kur'ân-ı Kerîm'de "Allah Ka'be'yi, o Beyt-i Harâm'ı, o haram
olan ay(lar)ı, (Mekke'ye) hediye edilecek kurbanı ve onların boyunlarındaki gerdanlıkları
insanlar(ın-din ve dünyaları) için bir nizâm yaptı"[205] buyuruyor. Şevkânî'nin beyânına göre
"İmâm Mâlik'e ve rey (ictihad) taraftarlarına göre ise, "takılan bu
pabuçlar hayvanı zayıflatacağından, kurbanlığın boynuna nalın takmak caiz
değildir." Ancak ulemânın büyük çoğunluğu İmâm Mâlik'in ve rey
taraftarlarının bu görüşünü sağlam hadislere aykırı olduğu gerekçesiyle
reddetmişlerdir.[206] Ebû İsa, et-Tirmizî de bu konuda şunları söylemiştir:
"Peygamber (s.a.)'in ashabından ve sonrakilerden ilim adamlarının ameli bu
hadis üzeredir. Nişan konulması görüşündedirler. es-Sevrî, Şafiî, Ahmed ve
İshâk'ın kavli de budur.
Veki' demiştir ki: "Rey
taraftarlarının bu meseledeki sözüne iltifat etmeyin. Nişan koymak sünnet ve
onların görüşleri bid'attir" Ebû's-Sâib'den, işittim; diyor ki: Vekî'nin
yanında idik, Vekî rey taraftarlarından birine;
Resûlullah (s.a.) hedy
kurbanına nişan koymuştur, Ebû Hanife ona müsle(tenkil) diyor" dedi. Adam:
"İbrahim en-Nehâî'nin de nişan koymaya tenkil dediği kendisinden rivayet
edilmiştir" dedi. Bunun üzerine Vekî'nin sert bir şekilde öfkelendiğini
ve (o adama hitaben) şöyle dediğini gördüm: "Ben sana Rasûlullah (s.a.)
buyurdu diyorum, sen ise, "İbrahim dedi" diyorsun. Habsedilmeyi ve
bu sözünden geçinceye dek çıkmamayı nasıl da hak ediyorsun."[207]
Hanefî ulemâsından Şeyhülislâm
Bürhâneddin el-merğınânî, Hanefî ulemâsının bu konudaki görüşlerini şöyle
özetlemiştir: "Eğer kurbanlık nafile olarak kurban edilecekse ve temettü'
veya kıran hacları için şükür kurbanı olarak boğazlanacaksa bunun boynuna nalın
takılabilir. Fakat ceza kurbanı olarak kesilecekse takılmaz. Çünkü birincisinin
sebebi ibâdet, ikincisinin sebebi ise cinayettir. İbâdet izhar edilmeye,
cinayet ise, gizli kalmaya lâyıktır. İhsâr kurbanı da ikinci guruba
dahildir."[208]
Metinde geçen "Hacca
telbiye getirdi" sözünden maksat hac için ihrama girdi, yani niyet etti
demektir. "Telbiye getirdi" tabiri hacca niyet ettiği manasında
kullanıldığı gibi "Umreye niyet etti" anlamında da kullanılır.
Nitekim Müslim'in şu
rivayetinde bu kelime her iki manada da kullanılmıştır: "Enes dedi ki:
Ben Peygamber (s.a.)'i umre ile haccın ikisine birden "Umre ile hac için
lebbeyk; umre ile hac için lebbeyk" derken işittim"[209] Nitekim bu kelime 1790 numaralı hadis-i
şerifte de aynı manada kullanılmıştır.[210]
1. Hac veva umre için ihrama
girecek olan bir kimsenin mıkattcn Harem-ı Şerife kurban göndermek ve kurbanlık
bedenelerin (deve ve sığırların) sağ tarafını kanatarak nişanlamak meşrudur.
İmâm Şafiî'ye ve Ahmed'e göre bu nişanı bedenenin sağ tarafına koymak daha
faziletlidir. Nitekim Ebû Hasan'ın İbn Abbas'dan rivayet ettiği,
"Peygamber (s.a.) (hayvanın) sağ tarafına işaret koydu."[211] mealindeki hadis-i şerifte bu görüşü
desteklemektedir. İmâm Mâlik'e göre bedeneyi sol tarafından nişanlamak daha
faziletlidir.
İmâm Ahmed'in de aynı görüşte
olduğu rivayet edilmiştir. Bu iki imâmın bu mevzudaki delilleri ise, Ebû
Hassan'ın İbn Abbas'dan rivayet ettiği "Resûlullah (s.a.) Zulhuleyfe'ye
gelince devesinin sol tarafına işaret koydu. Kanı parmağıyla sildi,"[212] anlamındaki hadis ile, İmâm Mâlik'in,
ibn Ömer'den rivayet ettiği; "Resül-i Ekrem (s.a.) Medine'den Harem-i
şerife bir kurbanlık gönderdiği zaman onun sol tarafını kanatarak işaretlerdi,
boynunada bir çift nalın takardı,"[213] anlamına gelen hadistir.
Hanefi imamlarından İmâm Ebû
Yûsuf ile, İmâm Muhammed'e göre hacı adayı bu işareti kurbanlığın sağına ve
soluna koymakta muhayyerdir. Nâfi rivayet ettiği "İbn Ömer (r.a.)
kurbanlığın sağına mı yoksa soluna mı işaret koyduğuna önem vermezdi",[214] anlamındaki hadis-i şerif de
İmâ-meyn'in bu görüşünü desteklemektedir. Şafiî ulemâsından Hattâbî de
İmâ-meyn'in bu görüşünü paylaşmaktadır.
Bazılarında "Resül-i
Ekrem (s.a.)'in genellikle süngü sağ elinde olurdu ve karşısından gelen
hayvanı sol tarafından işaretlerdi. Ondan sonra gelen hayvanın sağ tarafını
işaretlemek daha kolayına geldiği için onun da sağ tarafını işaretlerdi."[215]
Bütün bunlar ulemânın büyük
çoğunluğuna göre Mekke'ye sevk edilen kurbanlık deve ve sığırları kanatarak
işaretlemenin meşru olduğunu gösterir. Her ne kadar İmâm Ebû Hanife (r.a.) bunu
mekruh görmüşse de, onun mekruh gördüğü mesele kendi zamanındaki kimselerin, hayvanların
sırtını çizerken mübalağa göstermeleri ve merhametsiz davranmalarıyla
ilgilidir.
İmâm Mâlik "Eğer sığırın
hörgücü varsa ona da işaret konur. Hör-gücü yoksa konmaz" demiştir. Koyuna
işaret koymanın caiz olmadığına dair ulemâ arasında görüş birliği vardır. Çünkü
koyun hem zayıftır, hem de vücûdu kıllarla kaplıdır.
2. Mekke'ye sevk edilen
kurbanlık develerin boynuna nalın, veya deri yahut ip takmak müstehabdır.
Ulemânın büyük çoğunluğuna göre sığır ve koyunlar da bu konuda aynı hükme
tâbidir. Çünkü bu mevzuda rivayet edilen sahih hadisler bu gerçeği açıkça
ifade etmektedirler. Ancak Hanefî ulemâsına göre koyunun boynuna nalın veya
benzeri şeyler takmak sünnet değildir. İmâm Mâlik'in meşhur olan mezhebine göre
ise mekruhtur.
3. Hacca binitli olarak gitmek
yürüyerek gitmekten daha faziletlidir.
4. İhrama vasıtaya bindikten
sonra girmek müstehabdır.[216]
1753. ...Şu (önceki)
hadis (yani) Ebu'l-Velîd (hadisi) Şu'be'den de (rivayet edildi. Ancak bu
hadisin râvisi) "kanı eliyle sildi" ifadesini kullandı.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi
Hemmâm da rivayet etti. (Ve); "kanı ondan parmağıyla sildi" ifadesini
kullandı. Bu (hadis) sadece Basrahların rivayet ettiği hadislerdendir.[217]
Görüldüğü gibi Müsedded'in
Yahya vasıtasıyla Şu'be'den rivayet ettiği bu hadis, bir önceki hadisin
aynısıdır.Şu farkla ki "Ondan kam sildi" tâbiri yerine burada
"kanı eliyle sildi" tâbiri bulunmaktadır. Bu hadisi rivayet eden
diğer bir râvi de Hemmâm'dır. Onun rivayetinde bu cümle "kanı ondan
parmağıyla sildi" şeklinde geçmektedir. Bilindiği gibi böyle sadece bir
şehir halkının rivayet ettiği hadislere Ferdi nısbî, başka bir deyişle
"garib hadis" adı verilir.[218]
1754. ...el-Misver b.
Mahreme ile Mervân'dan; demişlerdir ki: Resûlullah (s.a.) Hudeybiye
(müsalahası) yılında (umre için Medine'den yola) çıkıp da Zulhuleyfe'ye
vardığında kurbanlığın boynuna gerdanlık taktı (sonra) işaretledi ve ihrama
girdi.[219]
Daha önce de ifade ettiğimiz
gibi Hudeybiye barışı hicretin altıncı senesinde müslümanlarla, Mekkeli müşrikler
arasında Mekke'nin varoşlarındaki Hudeybiye'de yapılmıştır. Bu senede Hz.
Peygamber (s.a.) Zilkade ayının başında 1500 kadar ashâbıyla Mekke'ye doğru
yola çıktı, yanında 70 kurbanlık deve bulunuyordu. Ashâb-ı kiramın yanında
bulunan develerin sayısı ise, yedi'yüze ulaşıyordu.
Dârekutnî'nin rivayetinde ise,
"Peygamber (s.a.)'in yanında Hudeybiye Barış gününde 700 kişi için 70
kurbanlık deve bulunduğu" kaydedilmektedir. Buharı ve Nesâî'nin
rivayetlerinde Resûl-i Ekrem (s.a.)'in yanında bulunan sahâbi sayısının bin
küsur olduğu kaydedilirken bazı rivayetlerde de 1400 sahâbi olduğu ifade
edilmektedir.
Bir önceki hadis-i şerifin
şerhinde genişçe açıkladığımız gibi "Hedyi nişanlamak" kurban edilmek
üzere Mekke'ye gönderilen hayvana belirleyici bir işaret yapmaktır. Meselâ
devenin hörgüçlerinden birini biraz keserek bu nişan yapılabilir. Bu, o
hayvanın başkalarına karışması ve kaybolması halinde kurbanlık olduğunu
belirtmek içindir. Bu şekildeki bir hayvanı, vebalinden korktuğu için hırsız
görürse çalmaz. Ulemânın büyük çoğunluğu kurbanlık olan hayvana işaret koymayı
meşru görürler. Bunu caiz görmeyenler var ise de aslında onlar, işaret koymayı
değil işaret koyarken aşırı gidip hayvana işkence yapılmasını caiz görmemişlerdir.
Bu hadis-i şerif, mürseldir. Çünkü birinci râvisi Misver, her ne kadar sahabî
ise de Hudeybiye yılında henüz dört yaşında idi. İkinci râvisi Mervân'm ise,
sahâbîliği yoktur.
Bilindiği gibi muhaddislerin
ekseriyyetine göre mürsel hadis zayıftn, delil olma niteliği yoktur. Şafiî
ulemasından, İmâm Nevevî bu konuda şunları söylüyor: "Hadisçilerin büyük
çoğunluğuna, fıkıh ve usul alimlerinin bir çoğuna göre mürsel hadis
zayıftır."[220] İmâm Müslim de "Bizim asıl görüşümüze ; ve haberler
ilmi ustalarının görüşüne göre, mürsel rivayetler hüccet değildir.”[221] diyerek İmâm Nevevî ile aynı görüşte
olduğunu ortaya koymuştur.
İmâm Ebû Harîife'ye, meşhur
olan bir rivayete göre İmâm Mâlik'e ve Ahmed b. HanbePe göre, mürsel hadisle
kayıtsız şartsız amel edilebilir. Bunlara tâbi, hadis, fıkıh ve usûl alimleri
de aynı görüşü benimsemişlerdir. Delilleri ise, "İnsanların en hayırlısı
yaşadığım devirde yaşayanlardır, sonra onları ta'kib eden (tâbî)ler, sonra da
onları ta'kib edenler (tebeuttâ-biîn) gelir,"[222] anlamındaki hadisi-i şeriftir.
İmâm Şafiî'ye göre ise, âdıd
(onu destekleyen başka) bir rivayetle kuvvet kazanması halinde mürsel hadisle
amel etmek caizdir.[223]
1755. ...Âişe (r.anha)
dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.) (Beyt-i şerife) boynunda nişan
takılı bir koyun göndermiştir.[224]
Beyt-i şerife gönderilen
hayvanın boynuna kurbanlık olduğunu gösteren bir nişan takmaya
"taklîd" denir. Esasen taklid, "kılâde yani gerdanlık
takmak" demektir. Hayvanın boynuna alâmet olmak üzere, bükülmüş ip, deri
parçası gibi bir tasma takmak ulemânın büyük çoğunluğuna göre sünnettir. Ancak
nişanın nalın gibi küçük baş hayvanlara zor gelecek ve onları zayıflatacak
derecede ağır bir tasma olmamasına dikkat etmek gerekir.
İbn Hacer el-Askalânî'nin
Fethu'l-Bârî'deki beyânına göre İbnu'l-Münzir, "İmâm Mâlik ile rey
taraftarları, kurban edilmek üzere Harem-i şerife sevk edilen koyunların
boynuna ne şekilde olursa olsun tasma takmanın caiz olmadığı görüşünde
olduklarını" söylemiştir. Yine İbnu'l-Münzir'in ifadesine göre, bu konuda
İmâm Mâlik'e ve rey taraftarlarına muhalif olan ilim adamları da "Öyle
zannediyoruz ki bu hadis İmâm Mâ-lik'in ve rey taraftarlarının eline
ulaşmamıştır. Şayet bu hadis onların eline ulaşmış olsaydı bu hükme
varmayacaklardı. Çünkü bunların "Tasma koyuna ağır gelir ve onu
zayıflatır" demekten başka bir delilleri yoktur, bu ise çok zayıf ve
geçersiz bir delildir" demektedirler.
Hanefî ulemâsından el-Aynî
ise, bu konuda şunları söyler: İmâm Şafiî bu hadisin Mekke'ye gönderilen
kurbanlık koyunun boynuna tasma takılabileceğine dair bir delil olduğunu
söylüyor. İmâm Ahmed, İshâk, Ebû Sevr ve İbn Habib de bu görüştedir. İmâm Mâlik
ile Ebû Hanife (r.a.) koyunu zayıflatacağı gerekçesiyle kurbanlık koyuna tasma
takılamayacağına hükmetmişlerdir. Bu konuda Ebû Ömer de şunları söylemiştir:
"Kurbanlık koyunun boynuna tasma takmayı caiz görmeyenler, Resûl-i
Ekrem'in (s.a.) hayatında bir kerre hac yaptığını onda da hiç bir koyuna tasma
takmadığını iddia ederek, Buhârî'nin Resûlullah (s.a.)'m kurbanlık koyunlara
tasma taktığına dair olan hadisim kabul etmiyorlar ve "Hz. Âişe'nin böyle
bir hadis rivayet ettiğini, Hz. Âişe'nin yakınlarından bilen bir kimse
yoktur" diyerek reddediyorlar. Bazıları da İmâm Mâlik ile rey
taraftarlarının görüşlerini tenkid ederek; "konumuzu teşkil eden Ebû
Dâ-vûd hadisinin onların yanıldıklarını gösteren en büyük delil olduğunu, çünkü
bu hadisin Resûl-i Ekrem'in (s.a.) kurbanı ihrama girmeden önce gönderdiğini
ve ihrama girmeden bulunduğu yerde kaldığını açıkça ifâde ettiğini, Resûl-i
Ekrem (s.a.)'in davranışları arasında bir çelişkinin düşünülemeyeceğini, bir
zaman yaptığı işi daha sonra terketmesinin o işin neshedildiği anlamına
gelemeyeceğini, kaldı ki Resûl-i Ekrem (s.a.)'in hac ettiği sene Beyt-i şerife
gönderdiği kurbanlar arasında koyun bulunmadığını iddia eden tek bir sahâbînin
bile bulunmadığını binâenaleyh İmâm-ı Mâlik ve rey taraftarının iddialarına
mesned olacak bir delilin bile mevcûd olmadığını" söylemişlerdir.
el-Aynî bu konudaki görüşleri
bu şekilde özetledikten sonra kendi görüşlerini de şöyle ifade ediyor:
Bu hadis-i şerifte Resûl-i
Ekrem (s!a.)'in Beyt-i şerife gönderdiğinden bahsedilen kurbanlık koyun hacla
veya umre ile ilgili bir kurban değildir. Resûl-i Ekrem (s.a.)'in bu kurbanlığı
gönderdikten sonra orada ihrama girmeden kalmış olması, bu kurbanlık koyunların
hac veya umre ile ilgili olarak Beyt-i şerife gönderilen bir kurbanlık
olmadığını gösterir. Bunun aksini ifade eden hiç bir rivayete rastlamak mümkün
değildir.
"Resûl-i Ekrem'in (s.a.)
davranışları arasında bir çelişki düşünülemeyeceğini" söyleyerek İmâm
Mâlik ile rey taraftarlarının görüşlerini tenkid etmek de doğru değildir.
Çünkü çelişki iki delil arasında olur. Bu konuda ise sadece Resûl-i Ekrem
(s.a.)'in gönderdiği koyunun ihrama girerken Beyt-i şerife gönderilen hedy
kurbanı olmadığına dair bir delil vardır, aksini isbat eden bir delil yoktur.
Binâenaleyh burada iki delil arasında tearuz söz konusu değildir. Ebû Ömer'in,
İmâm Mâlik'i ve rey taftarlarını tenkid maksadıyla "Resûl-i Ekrem'in
(s.a.) hac ettiği sene Beyt-i şerife gönderdiği kurbanlar arasında koyun
bulunmadığını iddia eden tek bir sahâbinin bile bulunmadığım" söylemesi de
isabetsizdir. Çünkü "Resûl-i Ekrem (s.a.)'in hac için ihrama girerken
Beyt-i şerife kurbanlık koyun gönderdiğini iddia eden bir kimse var
mıdır?" diyerek bu idiayı reddetmek mümkündür. Yine Ebu Ömer,
"Hanefîlerin koyunun hedy kurbanı olamayacağını iddia ettiklerini
binâenaleyh konumuzu teşkil eden hadisin bu açıdan da Hanefîlerin aleyhine
olduğunu" iddia etmektedir. Gerçekte ise, bütün Hanefî kitapları koyunun
hedy kurbanı olarak Kabe'ye sevk edebileceğine dair ifâdelerle doludur.
Hanefîlere göre koyun hedy
kurbanı olur, fakat boynuna tasma takılamaz. Çünkü müslüman cemiyeti ve cemaati
arasında böyle bir uygulama görülmemiştir. Şayet Peygamber (s.a.)'in böyle bir
tatbikatı olsaydı, müs-lümanlar onu terk etmezlerdi. Yine Hanefî ulemâsına göre
konumuzu teşkil eden hadis ferd hadisi denilen zayıf hadislerdendir. Çünkü bu
hadisi Esved'den başka rivayet eden olmamıştır. Mebsût sahibi Serahsî'ye göre
"bu hadis şâz( = sahih hadislere aykırı)dır.[225] Ancak her ne kadar Serah-sî böyle
demişse de, ferd hadislerin râvileri, zabtı tam ve sika (güvenilir) iseler, tek
basına rivayetleri kimseye aykırı düşmemişse sahihdir.
Bu sebebledir ki İmâm Tîrmizî
bu hadisle ilgili olarak şunları söylemiştir: "Bu hadis hasen-sahihdir.
Peygamber (s.a.)'in ashabından ve sonrakilerden bazı ilim adamlarının ameli bu
hadis üzerinedir. Davarın da boynuna tasma geçirilmesi görüşündedir."[226]
1756. ...Abdullah
(b.Ömer)'den; demiştir ki: Ömer b. el-Hattab, buhtî (denilen türden bir deveyi
Beyt-i şerife) gönder(me"k üzere işaretlemişti. Bu deveyi üç yüz dinara
satın almıştı. Peygamber (s.a.)'e gelip;
Ey Allah'ın Resulü ben bir
buhtîyi (Beyt-i şerife) gönder(mek üzere işâretlemiş)dim. Ona karşılık olarak
bana üçyüz dînar teklif edildi. Onu satıp da parasıyla başka (kurbanlık)
develer satın alabilir miyim? dedi. (Resûl-i Ekrem de:)
"Hayır, kurban et
onu!" buyurdu.[227]
Ebû Dâvûd dedi ki: (Resûlullah
(s.a.)'ın bu (hükmü)nün sebebi (Hz. Ömer'in) onu işaretlemiş olmasıydı.[228]
Metinde geçen Buhtî kelimesi
Arap ve Acem develerin-den doğma melez deve
anlamına gelir. Buhtunnasır'a nisbet edilerek bu ismi
almıştır. Uzun boyunlu olmakla tanınır.
Bu hadis-i şerif Beyt-i şerife
kurbanlık olarak gönderilmek üzere işaretlenen bir kurbanlığın yerine bir
başka kurbanlık göndermenin caiz olmadığım ifade etmektedir. Bu mevzuda ulema
farklı görüşlere sahiptir:
1. Hanefî ulemâsına göre, eğer
Kabe'ye gönderilmek istenen bu kurbanlık hayvan nafile olarak gönderilmek
isteniyorsa bunun yerine başka bir kurbanlık göndermek asla caiz değildir.
Çünkü o kurbanlık daha satın alındığı andan itibaren vâcib bir kurbanlık olarak
belirlenmiş olur. Bu belirlenme sebebiyle tfe bir daha başka kurbanla
değiştirilemez. Fakat bir vacibi yerine getirmek üzere alınan bir kurbanı başka
bir kurbanla değiştirmekte bir sakınca yoktur. Bununla beraber değiştirmemek
daha faziletlidir. Nitekim Hanefî ulemâsından İbnu'l-Hûman Fethu'l-Kadîr
isimli meşhur eserinde bu konuyla ilgili görüşlerini şöyle dile getiriyor:
"Eğer bir kimse kurbanlık
bir deveyi temettü haccında kurban etmek için almış da sonra buna altı kişi
daha ortak olmaya kalkışmışsa bu kişilerin söz konusu kurbanı ortaklaşa
kesmeleri caiz değildir. Çünkü bu kurbanlığı tek başına kesmek önce, satın
alan adam üzerine vâcib olmuştur. Bir hisseyi temettü kurbanı, geriye kalan
altı hisseyi de kendisi üzerine kendisinin vâcib kıldığı bir kurban olarak
kesmesi gerekir. Eğer bu kurbanı altı kişiyi de ortak ederek kesecek olursa o
zaman o altı hissenin fiatını tasadduk etmesi gerekir."
2. Mâlikîlere göre ise bu
kurbanlık işaretlenmiş ve boynuna bir tasma (ip) takılmış ise, veya özellikle o
kurbanın kesileceği nezredilmişse, değiştirilmesi caiz değildir. Aksi halde
değiştirilmesinde herhangi bir sakınca yoktur.
3. Şafiî ulemâsına göre ise,
belirlenmiş nezir kurbanının dışında her kurban değiştirilebilir. Çünkü insanın
kendi malı üzerinde tasarruf hakkı vardır. Binâenaleyh bir hayvanın hedy
kurbanı olarak işaretlenmesi veya boynuna bir gerdanlık takılmış olması o
hayvanı o kimsenin mülkiyetinden çıkarmaz ve üzerindeki tasarruf hakkını
kaldırmaz. Fakat "özellikle bu hayvanı, hedy kurbanı olarak boğazlamayı
üzerime vâcib kıldım ve nezrettim" gibi bir sözle nezirde bulunacak
olursa, artık o kurban kendi mülkiyetinde çıkmış ve fakirlerin mülkü haline
gelmiş olur ki, değiştirmesi caiz değildir.
4. Hanbelilere göre ise, bir
kimse bir hayvanı gerek sözle, gerekse işaretle veya boynuna gerdanlık takmak
suretiyle işaretleyerek onu hedy kurbanı olarak göndermeye niyet edecek olursa,
daha iyisiyle değiştirmek câzidir. Fakat onu yukarıda açıklanan şekillerden
biriyle kendi üzerine vacib kılmadan kurban etmeye niyetlenecek olursa, böyle
bir kurbanı değiştirmesinde bir sakınca olmadığı gibi bu kurbanı kesmekten
vazgeçmesinde de bir sakınca yoktur.[229]
1757. ...Âişe
(r.anha)'den; demiştir ki: Ben Resûlullah (s.a.)'uı develerinin gerdanlıklarını
ellerimle ördüm, sonra o develeri işaretledi, boyunlarına gerdanlık taktı ve
Beyt-i şerife gönderdi. (Kendisi de) Medine'de kaldı, ama (bununla) kendisine
helâl olan hiç bir şey haram olmadı.[230]
"Kalâid" kelimesi
"gerdanlık" anlamına gelen "kılâde" kelimesinin
çoğuludur. “Budn" kelimesi "deve"
manasına gelen "bedene" kelimesinin çoğuludur.
Resûl-i Ekrem (s.a.) bu
kurbanlık develeri hicretin dokuzuncu yılında Hz. Ebû Bekir'le göndermiştir.
Bu hadis-i şerif vürûd sebebi
ile birlikte Buhârî'de şu şekildedir: Amre bint Abdir rahman 'in rivayet
ettiğine göre Ziyad b. Ebî Süfyân, Hz. Âişe'ye hitaben bir mektup yazarak
Abdullah b. Abbas'ın, "Kim Kabe'ye bir kurbanlık gönderirse, artık bu
kurban kesilinceye kadar bir ihramlı için haram olan şeyler o kimseye de haram
olur." dediğini bildirmiş ve bu sözün doğru olup olmadığını sormuştu.
Bunun üzerine Hz. Âişe de şöyle buyurdu: "(Mesele) İbn Abbâs'ın dediği
gibi değildir. Ben ResûîulIah'ın kurban(lar)ının gerdanlıklarını, kendi elimle
ördüm. Resîullah da onu kendi elleriyle o kurbanlığın boynuna taktı sonra da
onu babamla (Beyt-i şerife) gönderdi. Resûl-i Ekrem (s.a.)'e kurbanlığı
göndermeden önce helal olan şeylerin hepsi deve kesilinceye kadar yine helâl
olarak kaldı."[231]
Hanefî imamlarından Tahâvî;
"Beyt-i şerife kurbanlık gönderip te memleketinde kalan bir kimseye,
elbiselerinden soyunması ve ihrama giren bir kimseye yasak olan hareketlerden
kaçınması gerekmediğini, ancak hac ve umre için ihrama girdiği zaman bu
yasaklara riâyet etmesi lâzım geldiğini" iddia eden ilim adamlarının
dayandıkları delilleri göstermek için bu hadisi on sekiz senedle rivayet
etmiştir.
Nitekim sahabenin büyük
çoğunluğu ile Hanefi ulemâsı, İmâm Mâlik, Evzaî, Sevrî, Şafiî ve İmâm Ahmed de
Hz. Âişe'nin görüşündedirler. Başta İbn Abbas olmak üzere Hz. Ömer, Ali,
en-Nehâî, Atâ ve İbn Sîrîn'e göre ise, kurbanlığı harem-i şerife gönderen bir
kimsenin ona gerdanlık taktığı andan itibaren elbiselerinden soyunarak ihrama
girmesi ve bir ihramlı için söz konusu olan bütün yasaklardan kaçınması
gerekir. Delilleri ise, Câbir b. Abdullah’ın rivayet etmiş olduğu şu hadis-i
şeriftir: "bir gün Peygamber (s.a.)'in yanında oturuyordum. Birden bire
gömleğini yakasından yırtarak ayaklarından çıkarıp attı. Topluluk ise Peygamber
(s.a.)'e bakıyordu. Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Bugün ben (Beyt-i şerife)
göndereceğim kurbanlıklara gerdanlık takmak ve onları falanca suyun yanında
işaretlemekle emrolunmuştum. Fakat unutarak gömleğimi giyinmişim. Ben gömleğimi
hiç bir zaman baş tarafından soyunmam. Onun için böyle ayak tarafından çıkarıp
attım."[232] Lâkin bu hadisin râvilerin-den olan İbn Ebî Lebibe; bu
hadisi Abdülmelik b. Câbir'den rivayet eden tek kişidir. Bu râvinin tek başına
rivayet ettiği hadisler ulemâya göre deli! niteliği taşımaktan uzaktır. Bu
bakımdan bu hadis zayıftır. Hz. Âişe hadisi karşısında bir hükmü yoktur. Çünkü
onu rivayet eden kişiler güvenilir kişilerdir. İmâm Tahâvî bu iki hadisle
ilgili olarak şunları söylemiştir: Hz. Âişe hadîsinin senedinin sahih olduğunda
ulemâ ittifak etmiştir. Fakat Câbir b. Abdullah’ın rivayet ettiği hadis böyle
değildir. Çünkü onu rivayet eden râviler itimad ve güven noktasından Hz. Âişe
hadisini rivayet eden kimselere nisbetle daha aşağıdırlar. Fakat
Mecmau'z-zevâid'de bu hadisin Ahmed b. Hanbel'in Müsned'indeki senedinin sağlam
olduğu kaydedilmiştir. Atâ b. Yesâr'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte de
böyle deniyor: "Peygamber (s.a.) birgün otururken birdenbire elbisesini
yırtıp attı ve şöyle buyurdu: "-Gerçekten ben bugün nişanlanmış bir
kurbanlık göndermeyi vadetmiştim."[233] Bu hadisin de senedi sahihtir. Öyleyse
az önce geçen, Câbir b. Abdillah hadisi için "bu hadisin aslı yoktur"
demek doğru değildir. Sâ'id b. el-Müseyyeb'den rivayet edilen; "Kim bir
kurbanın boynuna gerdanlık takarak Hareme gönderir de kendisi onunla birlikte
yola çıkmaz, kendi memleketinde kalırsa, ihrâmlı için haram olan şeyler ona haram
olmaz. Ancak Müzdelİfe gecesinde kadınlara yaklaşmak haram olur"
anlamındaki habere gelince, bu haberde ihrâmlı için haram olan şeylerin, Beyt-i
şerife kurbanlık gönderip de, hac yolculuğuna çıkmayan kimse için de haram
olacağına dâir bir delâlet yoktur. Mevzûmuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisi ise
ihrâmlı için haram olan şeylerin, Beyt-i şerife kurbanlık gönderen bir kimse
için de haram olmasını kesinlikle reddetmektedir.[234]
1. Hac yapmak niyetinde olmayan
bir kimsenin Mekke'nin fakirlerine hediye olmak
üzere kurbanlık göndermesi müstehâbdır. Bu kurbana 'hedy kurbanı' denir.
2. Bir kimsenin hedy kurbanım
kendi memleketinde iken işaretlemesi ve boynuna gerdanlık takması müstehâbdır.
Ancak hac veya umre yapmak isteyen kimsenin kurbanlığı işaretlemeyi ve boynuna
gerdanlık takmayı mîkate kadar te'hir etmesi müstehâbdır.
3. Hedy'e gerdanlık örmek
müstehâbdır.
4. İhrâmlıya yasak
olan şeyler, Beyt-i şerife kurbanlık gönderen kimseler için yasak değildir.[235]
1758. ...Urve ile Amre
bint Abdirrahman'dan rivayet edildiğine göre Âişe (r.anhâ.) (şöyle)
buyurmuştur: Rasûlullah (s.a.) Medine'den (Beyt-i Şerife) kurbanlık gönderirdi.
Kurbanlığının gerdanlığım da ben örerdim. (Kurbanlığı gönderdikten) sonra
ihrama giren kimsenin sakınacağı şey(ler)den sakınmazdı.[236]
1759. ...Mü'minlerin
annesi (Âişe) dedi ki: Resûlullah (s.a.) (Beyt-i Şerife) kurbanlık gönderdi, (o
kurbanın) gerdanlığını da yanımda bulunan (renkli) yün(ler )den ben ördüm.
Sonra aramızda ihrâmsız olarak kaldı. (İhrâmsız bir) erkeğin ailesine
yaklaştığı gibi (ailesine) yaklaşırdı.[237]
Bu hadis-i şerifte Hz.
Peygamberdin kendi hedyinin boğazına taktığı iplerin renkli yünlerden örüldüğü
ifâde edilmektedir. Bu bakımdan ulemânın büyük çoğunluğu "Beyt-i Şerife
gönderilen kurbanların boynuna takılan iplerin renkli yünlerden örülmesinin
müstehab. olduğuna" hükmetmişlerdir. Ancak İmâm Mâlik ile Rabıa, hayvanın
boynunu sıkma ve eziyet verme tehlikesi olduğu için yünden örülen ip
takılmasını uygun görmemişler ve otlardan örülen ip takmayı daha uygun
bulmuşlardır. Ancak konumuzu teşkil eden hadis-i şerif, bu ikinci görüşü
hükümsüz kılmaktadır.
Hattâbî'nin beyânınagöre İmâm
Mâlik'e ve Şafiî'ye göre kendisi memleketinde kaldığı halde Beyt-i Şerife
kurbanlık gönderen bir kimse kurbanlığın boynuna gerdanlık takınca ihrama
girmiş sayılmaz.
Süfyân es-Sevrî, Ahmed b.
Hanbel ve İshâk'a göre ise, hac etmek niyetinde olan bir kimsenin Beyt-i şerife
göndereceği kurbanlığın boynuna gerdanlığı takar takmaz ihrama girmesi ve
ihramhnın kaçındığı bütün yasaklardan kaçınması gerekir.
Rey taraftarlarına göre ise,
bir kimsenin Beyt-i şerife gönderdiği kurbanın boynuna gerdanlığı takdığı
andan itibaren ihrama girmesi vâcib olur. Eğer hac veya umre yapmak niyetinde
değil idiyse, ikisinden birine niyet etmekte muhayyerdir. Nitekim İbn Ömer'in
de "hedyine gerdanlık takan bir kimse ihrama girmiş sayılır," dediği
rivayet olunur. Atâ'nın da aynı görüşte olduğu rivayet edilmiştir.[238]
Bu konudaki Hanefî ulemâsının
görüşünü Bezlu'l-mechûd sahibi de Hidâye'den naklen şöyle anlatıyor: "Kim
bir deveye veya sığıra nafile, nezir veya ceza kurbanı olmak üzere gerdanlık
takar ve hac niyetiyle onunla birlikte yola çıkacak Jolursa? o andan itibaren
ihrama girmiş sayılır. Çünkü Beyt-i Şerife kurbanlık göndermek telbiye
anlamına gelir. Telbiyeyi ise, ancak hacca veya umreye niyet eden kimse
getirir. Bilindiği gibi telbiye icabet izharında bulunmak demektir. İcabet
izharında bulunmak, dil ile olabileceği gibi fiil ile de olabilir. Fiil veya
kavi ile birlikte niyette bulunacak olursa ihrama girilmiş olur. Niyetin söz
veya fiil ile birlikte bulunması şartı, ihramın özelliklerindendir."
İbnu'l-Hümâm Hidâye yazarının sözünü açıklarken şunları söylüyor: "Beyt-i
Şerife kurbanlık sevk eden bir kimsenin ihrama girmiş sayılabilmesi için şu üç
şartın bulunması gerekir: 1. Hac veya umre ibâdeti için niyet etmiş
olmak, 2. Kurbanlıkla birlikte hac için yola çıkmış olmak. 3.
Kurbanlığın boynuna gerdanlık takmak."[239]
Netice olarak Hanefî mezhebine
göre bir kimse sadece Beyt-i Şerife kurbanlık göndermekle ihrama girmiş
sayılmaz. Bu hadisle ilgili görüşler 1757 numaralı hadisin şerhinde ayrıntılı
olarak zikredilmiş bulunmaktadır.[240]
1760. ...Ebû Hureyre
(r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Rasülullah (s.a.) kurbanlık deve sürüp
giden bir adam görmüş de ona;
"Deveye bin!"
buyurmuş. O kimsede;
(Ya Rasûlullah) bu (Kurbanlık)
bir devedir, diye cevap vermiştir. (Bu emir ve cevap üç defa tekrarlanmıştır.)
Bunun üzerine (Rasûlullah) ikinci veya üçüncü defasında;
"Yazıklar olsun sana,
şuna bin" dedi.[241]
Deve suren zatın kim olduğu
belli değildir. Bu zât, "Ya Resukıllah! Bu kurbanlık devedir"
demekle, devenin kurban edilmek üzere Mekke'ye gönderilmekte olduğunu anlatmak
istemiştir. Rivayetlerin bazılarından anlaşıldığına göre devenin boynunda
kurbanlık alâmeti bulunuyormuş, binâenaleyh Resûlullah (s.a.)'in onu görür görmez
kurbanlık olduğunu anladığında şüphe yoktur. Buna rağmen binmesini emir
buyurduğu vakit o zatın: "Bu kurbanlık bir devedir," mukabelesinde
bulunarak binmemekte ısrar etmesi Resûlullah (s.a.)'in onu te'dib için
"Yazık sana!" buyurmasına sebeb olmuştur. Kurtubî, İbn Abdilberr ve
İbnu'l-Arabî'nin mütalası budur. Kurtubî'ye göre ihtimal Resûlullah (s.a.)'in
bu zatın câhiliye adetine riayet ederek kurbanlık deveye binmediği manasını
anlamış ve kendisini bundan menetmiştir. Kadı Iyaz'ın re'yi de budur. Mezkûr
reyi tercih eden ulemâ: "Buradaki emir, irşâd için de olsa, o adam emre
imtisal hususunda çekingenlik gösterdiği için zemmi hak etmiştir,"
demektedirler. Fakat rivayetlerin zahirine bakılırsa bu zât, inadından dolayı
Peygamber (s.a.)'in emrine muhalefet etmiş değildir. İhtimal binersem günaha
girerim, yahut ceza lâzım gelir zannetmiş, Rasûlullah (s.a.)'in emrini de
şefkat mânâsına almış, bu sebeple tereddüt göstermiştir. Resûlullah (s.a.)
kendisini tekdir edince, O'nun emrine imtisâlen derhal deveye binmiştir.
Nitekim bu cihet bazı rivayetlerde tasrih olunmuştur. Buhârî'-nin, İkrime
tarikiyle Hz. Ebu Hureyre'den tahrîc ettiği rivayette: "Müteakiben o
zatın devesine binerek Peygamber (s.a.) ile birlikte yola revân olduğunu
gördüm. Ayakkabı devenin boynundaydı" denilmektedir. Bazıları o zâtın
yorgunluktan helak derecesine vardığını söylerler. Bu takdirde hadisin mânâsı;
"Helak olacaksın! Niçin binmiyorsun?" demek olur. Evvelce de
görüldüğü vecihle ulemâdan bazılarına göre "veyl" kelimesini hak
ettiği bir helake düşen bir kimseye söylenir. Hak etmediği bir helake maruz
kalan için Araplar "veyh" kelimesini kullanırlar. Bir takımları bu
kelimenin kasıtsız olarak beddua manasında kullanıldığını söylerler. Es-maî'ye
göre veyl kelimesi azab, veyh ise, rahmet için kullanılır. Sîbeveyh veyh'in
helâka maruz kalan bir kimseyi menetmek için kullanıldığını söylemiştir! Bir
hadis-i şerifte de veyl'in cehennemde bir vadi olduğu bildirilmiştir.[242]
1. Kurbanlık deveye
binmek caizdir. Hedyin vâcıb veya nafile olması arasında bu hususta fark
yoktur. Çünkü Peygamber (s.a.) efendimiz o zâta tafsilat vermediği gibi kendisi
de bu bâbda fark olup olmadığını sormamıştır. Binâenaleyh vâcible nafile hedy
arasında binme hususunda fark yoktur. Nitekim İmâm Ahmed’in Hz. Ali (r.a.)den
rivayet ettiği bir hadisde bunu izah etmektedir. Bahis konusu hadisde Hz.
Ali'ye bir kimsenin hedy olarak gönderdiği devesine binip binemeyeceği
sorulduğu vakit, "bunda beis yoktur. Peygamber (s.a.) yaya giden bazı
kimselere tesadüf ederdi ve kurbanlık develerine binmelerini emir
buyururdu," dediği bildirilmektedir. Bu meselede ulemâ ihtilâf etmiş,
ortaya altı kavi çıkmıştır:
a. Mekke'de kurban edilecek
deveye binmek mutlak surette caizdir. Urve b. ez-Zübeyr'in kavli budur.
İbnu'l-Münzir mezkûr kavli İmâm Ahmed'le İshak'a nisbet etmiştir. Zahirîlerin
mezhebi bu olduğu gibi Şâfiîler-den Nevevî dahi katiyyetle buna kail olmuştur.
b. Nevevî ile diğer bazı Şafiî
ulemâsından nakledilen ikinci bir kavle göre kurbanlık deveye binmek ihtiyaçla
mukayyeddir. Rûyânî: "İhtiyaç olmaksızın bunu caiz görmek nassa muhalefet
olur," demiştir. Tirmizî'-nin rivayetine göre İmâm Şafiî ile İmâm Ahmed'in
ve İshâk'ın kavilleri de budur Mezkûr kavil Şâ'bî, Hasan el-Basrî,
Atâ' b. Ebî Rebâh gibi birçok tabiînden nakledilmiştir. Hanefîlerin mezhebi de
budur. Haneklerden "Hidâye" sahibi kurbanlık deveye zaruret
zamanında binilebileceğini kaydetmiştir.
c. İbn Abdilberr hacet yokken
kurbanlık deveye binmenin mekruh olduğunu İmâm Şafiî ile İmâm Mâlik'den
nakletmiştir.
d. İbnu'l-Arabî'ye göre zaruret
varsa binmek caizdir. Fakat biraz istirahattan sonra yine inmek icâb eder.
e. Kurbanlık deveye binmek
mutlak surette memnudur. İbnü'l-Arabî bu kavli İmâm A'zam'dan nakletmiş vqbu
hususta ,Hz. İmam'ata'n ve teşni'de bulunmuşsa da yersizdir. Çünkü Tahâvî'nin
de beyân ettiği veçhile İmâm A'zam'ın mezhebi "Hidâye" sahibinin
söylediği gibidir.
f. Kurbanlık deveye binmek
vâcibdir. İbn Abdilberr bu kavli bazı Zahiriyye ulemâsının görüşü olarak
naKletmiştir.
Nevevî "el-İstizkâr"
nâm eserinde İmâm-ı Mâlik, Ebû Hanife, Şafiî ve ekseri fukahâeya göre kurbanlık
devenin sütünü içmenin mekruh olduğunu, hatta Ebû Hanife ile Şafiî'ye göre
binmek ve sütünü içmek hayvana bir noksanlık getirirse, noksanlığın kıymetini
ödemek lâzım geldiğini kaydetmiştir. İmâm Mâlik'e göre dahi sütü içilmezse de
içildiği takdirde ödemek icâb etmez.
Binmeyi tecviz edenler
kurbanlık deve üzerinde yük taşınıp taşınmayacağı hususunda ihtilâf
etmişlerdir.
Devenin dişisinden de
erkeğinden de hedy kurbanı olur. Hanefîlerle İmâm Mâlik'in mezhepleri budur.
Mezkûr kavi bir çok ashâb-ı kiramdan nakledilmiştir. İbnu't-Tîn, hedyûı yalnız
dişi deveden olacağını söylemiş ve bu kavli İmâm Şafiî'den nakletmiştir.
2. Hadis-i şerif âlimin fetvayı
tekrar edebileceğine onu kabul etmeyeni tekdir ve tevbinde bulunabileceğine
delildir.[243]
1761. ...Ebu'z-Zubeyr,
Câbir b. Abdillah'a kurbanlık deveye binme meselesini sordum. O dedi ki:
(Ben) Resûlullah (s.a.)'i;
"Ona binmeye mecbur
kaldığın vakit başka hayvan buluncaya kadar her zamanki gibi bin"
buyururken işittim.[244]
Bu hadis-i şerif, zaruret
halinde hacı adayının içinde bulunduğu zor durumdan
kurtuluncaya kadar kurbanlık deveye binmesinde bir sakınca olmadığını
ifâde etmektedir. Bu mevzuda ulemâ ihtilâfa düşmüştür. Ulemanın bu mevzudaki görüşlerini
şu şekilde özetleyebiliriz:
1. Kurbanlık deveye binmek
kayıtsız şartsız caizdir.
Urve b. Zübeyr, Zahiriyye
ulemâsı, Kaffâl ve Mâverdî bu görüştedirler. Delilleri ise, bir önceki hadis-i
şeriftir. Sözü geçen ilim adamları, bir önceki hadis-i şeriften kayıtsız ve
şartsız olarak kurbanlık deveye binilebi-leceği hükmünü çıkarmışlardır. Çünkü
önceki hadis-i şerifte geçen "deveye bin" sözü mutlaktır.
Fakat bir önceki hadisin
konumuzu teşkil eden hadisteki "Ona binmeye mecbur kaldığın vakit"
sözüyle kayıtlandığı, kendilerine hatırlatılarak, bir önceki hadisin, bir hacı
adayının kurbanlık deveye kayıtsız şartsız binmesinin caiz olduğuna delâlet
eden bir delil olmayacağı ifâde edilmiştir.
2. Bir ihtiyaç duyulmadan
kurbanlık deveye binmek mekruhtur. Bu görüş ise en-Nu'man, İmâm Mâlik, Şafiî,
Ahmed ve İshâk'dan irvâyet olunmuştur.
3. Kurbanlık deveye ancak
zaruret halinde binilebilir. Bu da Hanefî ulemâsının görüşüdür. Ancak Hanefî
ulemâsına göre hacı adayı kurbanlık deveye binerek veya yükünü yükleterek
hayvana bir zarar verecek olursa bu zararı ödemekle mükellef tutulur. Şafiî
ulemâsı da vâcib olan kurbanlığa binildiği veya yük yüklendiği zaman hayvana
verilecek zararın ödetilmesi noktasında Hanefî ulemâsıyla birleşmektedir.
Mâlikî ulemâsından
İbnü'I-Arabî'ye göre, hacı adayı mecbur kaldığı zaman kurbanlık deveye biner.
Fakat dinlendikten sonra iner. îmam Mâ-lik'in meşhur olan görüşüne göre ise
hacı adayı zaruret halinde kurbanlık deveye binebilir ve bu şartla kurbanlığa
binen hacı adayının dinlenince inmesi de gerekmez.
4. Mutlak surette kurbanlık
devey'e binmek vâcibdir. Zahiriyye ulemâsından bazıları bu görüştedirler.
Delilleri ise, konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisidir. Sözü geçen ulemâ bu
hadiste geçen "ona bin" emrinin zahirine sarılarak bu hükme
varmışlardır. Bu hükme varırlarken aynı zamanda Balıîrc (sütünü putların
hizmetçilerinden başka kimse içemeyen deve) ve sâibe (putlara adandığı için
üzerine binilemeyen ve yük vurulamayan deve) denilen develere binmeyen
cahiliyye Araplarına muhalefet etmek istedikleri gibi Hz. Ali'den rivayet
edilen şu hadis-i şerifi de dikkate almışlardır: Bir kimse;
Beyt-i Şerife kurbanlık olarak
gönderilen deveye binebilir mi? diye Hz. Ali'ye soruldu. O da şöyle cevap
verdi.
Bunda bir sakınca yoktur.
Peygamber (s.a.) yürümekte olan bazı kimselere rastlamış da onlara benim
kurbanlık devem ile kendi kurbanlık devesine binmelerini emrettikten sonra
şöyle buyurmuştu. "Sizin kendinize örnek alacağınız en faziletli şey
Peygamberiniz (s.a.)'în sünnetidir."[245] Ancak bu hadisin senedinde Muhammed b.
Ubeydillah b. Ebî Râfi' vardır. İbn Hıbbân bu zatın güvenilir bir kimse
olduğunu söylemişse de bazı kimseler zayıf bir râvi olduğunu iddia etmişlerdir.
Dolayısıyla bu hadis delil olma niteliğinden uzaktır. Ayrıca bu dördüncü görüş
"metinde geçen "ona bin" emrine muhâtab olan kişi, kurbanlık
deveye binmeye fevkalâde muhtaç olduğu için bu emre muhatap olmuştur.
Binâenaleyh bu emir mutlak vûcüba delâlet etmez," gerekçesiyle
reddedilmiştir. Kurbanlık deveye binme konusunda ulemânın görüşü bundan
ibarettir.
Ayrıca ulemâ kurbanlık devenin
üzerine yük vurulup vurulamayacağı konusunda da ihtilâf etmişlerdir. Mezhep
imamlarından İmâm Mâlik kurbanlık deveye yük vurulmasını caiz görmezken
ulemânın büyük çoğunluğu "ihtiyaç halinde bunda bir sakınca yoktur,"
demiştir.
Bir hacı adayının kurbanlık
deveye başkasını bindirip bindirememesi konusunda da ulemânın çoğunluğu
"ihtiyaç duyulmak şartıyla insanın kendi devesine başkasını bindirmesinde
bir sakınca yoktur," demişlerdir. Ancak ücretle kiraya vermenin caiz
olmadığında bütün ilim adamları ittifak etmişlerdir.
Kurbanlık devenin sütünün
içilip içilmemesi konusunda ulemanın görüşlerini şöylece özetlemek mümkündür:
1. İmâm Mâlik'e Şafiî'ye, Hanefî
ulemâsına ve diğer ulemânın büyük çoğunluğuna göre kurbanlık devenin yavrusu
süte kandıktan sonra kalan sütü içmek mekruhtur. Bu sütün fakirlere sadaka
olarak verilmesi icâb eder. Şayet içilmişse İmâm Mâlik'in dışında bütün ilim
adamlarına göre içilen sütün bedeli tasadduk edilir. İmâm Mâlik'e göre ise,
şayet süt içilmisse bir daha onun için para tasadduk etmeye lüzum yoktur.
2. İmâm Ahmed'e göre
ise, yavrusu süte kandıktan sonra kurbanlık devenin sütünü içmekte bir sakınca
yoktur. Çünkü memede kalan süt hayvana zarar verir. İmâm Ahmed'in bu konudaki
delili el-Muğîre b. Şu'be'-nin şu sözüdür: "Birgün adamın birisi Hz.Ali'ye
(kurbanlık) bir inek getirmişti de Hz. Ali Ona "Bunun sütünü içme. Ancak
yavrusu kandıktan sonra geriye kalan sütünü içebilirsin" buyurdu."[246] Fakat anneye zararı olmayan veya
yavrunun^muhtaç olduğu sütü içecek olursa bu sütün fiatını tasadduk etmesi
gerekir. Çünkü bu sütü almakla yavrunun hakkına tecâvüz etmiş sayılır.[247]
1762. ...Naciye
el-Eslemî'den rivayet olunduğuna göre Resûlullah (s.a.) onunla (Beyt-i Şerife)
bir kurbanlık göndermiş ve "Ona (Beyt-i Şerife varamayacak şekilde) bir
acizlik gelecek olursa, kes. Sonra (boğazında takılı olan) nalını kanına batır,
sonra da insanlara bırakıver."[248]
Bezlu'l-mechûd
sahibinin kaydettiğine göre, İmâm Nevevi bu hadism râvisi
Nâcjye eı.Eslemî ile Naciye el-hu-
zâî'yi karıştırmış ve ikisini
aynı şahıs zannetmiştir. Bu sebeple Naciye'den "Naciye b. Kâb b. Cündüb,
el-Eslemî el-Huzâî" diye bahsetmektedir.
Gerçekte ise, Naciye isimli
iki ayrı şahıs vardır. Bunlardan birinin künyesi Naciye b. Cündüb el-Esmâî,
diğerininki de, Naciye b. Cündüb b. Ka'b el-HuzâîJdir. Nitekim İbn Hacer
el-Askalânî de el-İsâbe isimli eserinde bu iki zatın ayrı ayrı kimseler
olduğunu ve her ikisinin de aynı şekilde Beyt-i Şerife Resûlullah'ın kurbanını
sürdüklerini, Urve'nin hadis rivayet ettiği Naciye'nin Naciye el-Huzâî,
Meczee'nin hadis rivayet ettiği Naciye'nin de Naciye el-Eslemî olduğunu ve bu
ikincisinde ulemânın ittifak ettiğini, söylüyor.
Hanefî ulemâsından
Aliyyu'l-Kârî'nin kaydettiğine göre: el-Vâkıdî, Hu-deybiye gazvesini anlatırken
bu hadiseyi de uzunca anlatmıştır. Vakıdî'nin beyânına göre Hz. Pegamber (s.a.)
Naciye b. el-Eslemî'yi kurbanlıkları Beyt-i Şerife götürmekle görevlendirmiş ve
bunların sayısı yetmişe ulaşıyormuş nihayet kurbanlıklardan biri yolda telef
olacak bir duruma düşünce Hz. Naciye "Ebva" denilen yerde Resûl-i
Ekrem'e ulaşıp durumu haber vermiş, Resûl-i Ekrem de: "Onu kes
boynundaki(nahn)leri de kanına ba-tır. Sakın sen ve arkadaşların onun etinden
yemeyiniz, onu (fakir) halka bırakınız," cevabını vermiştir.[249]
Kurbanlık devenin boynundaki
nalınların kana batırılmasının sebebi usûlüne uygun olarak kesilip ehil olan
kimselerin yemesine terk edildiğini beyân içindir.
İmâm Tîrmizî bu hadis-i
Şerifle ilgili olarak şunları söylüyor: "bu babda Züeyb Ebû Kabîse
el-Huzâî'den de hadis rivayet edilmiştir. Naciye'nin hadisi hasen-sahihdir.
İlim adamlarının ameli bu hadis üzerinedir. İlim adamları tetavvu' (nafile)
hedyi hakkında şöyle diyorlar: "Hedy telef olma durumuna gelirse, onu
götüren kimse ve beraberinde bulunanların hiçbiri onun etinden yiyemez.
İnsanlara bırakılıp geçilir, ehil olanlar yerler. Bu sahibinden kurban yerine
geçer." Şafiî, Ahmed ve İshâk bu görüştedir. Yine bu ilim adamlarına göre
Şayet sahibi onun etinden yiyecek olursa, yediği mikdarın kıymetini öder. Bazı
ilim adamları da "Nafile olarak gönderilen hedyin etinden yerse onu
tazmin eder (onun yerine başka keser), diyorlar. Ancak bu görüş Cumhûr'un
görüşüne muhaliftir."[250]
imâm Ahmed'den bir rivayete
göre kurbanlığın sahibi ve arkadaşları nafile hedy ile mut'a ve kıran
kurbanlarının etlerinden yiyebilirler. Hanefî ulemâsı da bu görüştedir. Çünkü
bu kurbanlar ceza için değil, hac ibadetlerinden sayılmak üzere kesilirler.
1763 numaralı hadisin şerhinde bu hadisle ilgili ayrıntılı açıklama vardır.[251]
1763. ...İbn Abbâs'dan;
demiştir ki: Resûlullah (s.a.) Eslem'li bir kimseyi on sekiz deve ile birlikte
(Beyt-i Şerife) göndermişti. (O zat);
Onlardan birisi yürümekten
âciz kalacak olursa ne (yapmamı uygun) görürsün? dedi. (Resûl-i Ekrem de);
“Onu boğazlarsın, sonra
(boynundaki nişanlık) nalınını kanına boya ve hörgücünün yambaşına vur. O
deveden sen de yeme, beraberindekilerden birisi de (yemesin)" buyurdu.
Yahutta "yol arkadaşlarından birisi de (yemesin)" dedi.
Ebû Dâvûd dedi ki:
(Ebu't-Teyyah'ın) bu hadiste yalnız kaldığı kısım "Ondan sen de yeme, yol
arkadaşlarından birisi de(yemesin)" sözüdür. (Müsedded) Abdülvâris ('den
rivayet ettiği) hadisinde ise, “sonra onu vur" (sözü) yerine (sözünü)
nakletmiştir.
Ebû Dâvûd dedi ki; Ben Ebû
Seleme'yi, "(Sözü, ravisine) isnadı ve manayı doğru (nakl) ettin mi,
kâfidir" derken işittim.[252]
“ezlıafe" kelimesi,
sürünmek, yol almak ve yorgun düşerek yolda kalmak manalarına gelir. Cevheri
ile diğer lügat bilginleri bu hususta biri zehafe, diğeri ezhafe olmak üzere
iki lügat kullanıldığını bunlardan her ikisinin de birbirinin yerinde kullanılabileceğini
söylemişlerdir. Kelimenin buradaki anlamı hayvanın yürüyemeyip yolda
kalmasıdır.
Müslim'in rivayetinde Beyt-i
Şerife gönderilen develerin onaltı aded olduğu ifade edilmektedir.[253] îmâm Nevevî adetle ilgili rivayetler
arasındaki ihtilâfa bakarak bu hadisin ayrı ayrı iki yerde meydana gelmiş
olabileceğine ihtimal verdiği gibi, aynı hâdisenin ayrı ayrı rakamlarla ifâde
edilmiş olmasını da mümkün görmüş ve "Bu konuda fazla adet tercih edilir
çünkü adet isimlerinin muhalif mefhumuyla amel caizdir." demiştir. Bir önceki
hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi kurbanlık devenin boynundaki nalınların
kana boyanmasmdaki hikmet o kurbanın usûlüne uygun olarak kesilip ehil olan
kimselerin yemesine terk edildiğinin anlaşılmasını sağlamaktır.
Her ne kadar musannif Ebû
Dâvûd, bu hadiste geçen "Ondan sen de yeme arkadaşların da yemesin"
sözünün bu hadisin diğer senetlerle gelen rivayetlerinde bulunmadığını
söylüyorsa da, gerçekte bu cümle diğer rivayetlerde de mevcuttur. Meselâ Müslim
bu hadisi şu mânâ'ya gelen lâfızlarla rivayet etmiştir: "Eğer bu
develerden sakatlanan olur da öleceğinden korkarsan hemen boğazla, sonra
(boynundaki nişan) nalınını kanına daldır ve hörgücünün yan tarafına vur. Ondan
kendin yemediğin gibi, yol arkadaşarından hiç biride yemesin!"[254]
Musannif Ebû Dâvûd, sözü geçen
cümlenin başka yollarla da takviye edildiğinden habersiz gibi görünmekle
beraber yine de hadisin zayıf olmadığı kanaatindedir. Çünkü hadisteki isnadın
ve mânânın doğru olması halinde lafızların değişik olmasının hadis için bir
kusur teşkil etmeyeceği görüşündedir. "Ben Ebû Seleme'yi "isnad ve
mânâyı doğru nakl ettin mi kâfidir," derken işittim," sözünü bu
görüşünü takviye için zikretmiştir.[255]
1. Hadis-i
Şerif, nafile olarak Beyt-i Şerife sürülen hedy kurbanının yolda
telet olması halinde, yerine bir başka kurban gön dermek gerekmediğini ifade
etmektedir.
2. Nafile olarak
gönderilen hedy kurbanını yolda sürmekle görevli olan kimsenin, hayvanın telef
olacağını anlayınca onu boğazlaması ve boynunda nişan olarak asılı bulunan
nalınları hayvanın kanıyla boyadıktan sonra hörgücünün yambaşına vurması
gerekir. Bu şekilde hareket etmek onun usulüne uygun olarak boğazlanıp ehil
olan kimselerin yemesi için terkedildiğine bir işaret teşkil eder. Bu etten
yemeye ehil olanlar sadece fakirlerdir. Bu etten zenginler yiyemediği gibi
sürücü ve onun yol arkadaşları da yiyemezlere Nitekim Hanefî ulemâsı da bu
görüştedir. Şu farkla ki sözü geçen ulemâya göre sürücünün fakir olan yol
arkadaşları da hayvanın etinden yiyebilir.
3. Eğer hedy kurbanı
kıran, temettü' haccı için veya ceza kurbanı gibi vacib bir kurban olarak sevk
edilmiş de yolda telef olacak bir duruma düşmüşse veya kurban olmaya engel
teşkil edecek bir ayıp arız olmuşsa o zaman bu kurbanlığı kurban olarak kesmek
caiz olmayacağından yerine bir başka kurbanlık bulmak gerekir. Bu durumda
sahibi eski kurbanlık üzerinde istediği gibi tasarrufta bulunabilir. Çünkü o,
kurbanlık olmaktan çıkmış yine sahibinin mülkiyetine girmiştir.
Yolda böyle bir duruma düştüğü
için kurban olma niteliğini kaybeden vâcib bir kurbanlık Beyt-i Şerif varmadan
kesilecek olursa Nezr kurbanına dönüşeceğinden sahibi yiyemez. Şayet yiyecek
olursa yediği mikdarın bedelini borçlanmış olur. Nitekim İbn Ömer (r.a.)ın rivayet
ettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: "Kim (Beyt-i Şerife) bir
bedene (deve) gönderir de o deve yolda kaybolur veya ölürse nezr kurbanına
dönüşür. Bu sebeple o kurbanlığın yerine başka bir kurbanlık bulması lâzım
gelir. Fakat bu kurban (vacib değü de) nafile bir kurban idiyse o zaman sahibi
muhayyerdir. Dilerse yerine yenisini keser, dilerse bırakır kesmez."[256]
Bu konuda Sa'id b.
el-Müseyyeb, şunları söylüyor: "Kim Beyt-i Şerife nafile olarak bir bedene
(büyük baş hayvan) gönderip de o hayvan yolda telef olma durumuna düşürse onu
kesip halkın istifâdesine terk eder. Fakir halk onun etini yer. Fakat sahibi
yiyemez. Şayet yiyecek olursa veya başkalarını yemeye teşvik edecek olursa o
zaman yerine yeni bir kurbanlık bulması üzerine borç olur."[257] Fakat Beyt-i Şerife sürülen kurbanlık
kıran haccı veya temettü' haccı kurbanlığı olarak veya nafile bir kurbanlık
olarak' Harem-i şerifte kesilecek olursa, ondan sahibinin yemesi ve tasad-dukta
bulunması müstehabdır. Çünkü Cenab-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'inde "Biz
kurbanlık develeri de sizin için Allah'ın şeârinden kıldık. Onlar da sizin için
hayır vardır. O halde onlar ayakda dur(up boğazlamalarken üzerlerine Allah'ın
ismini anın. Yanları üstü düş(üp ö)(dükleri vakit de ondan hem kendiniz yiyin,
hem de ihtiyacım gizleyen ve gizlemeyip dilenen fakirlere yedirin."[258] buyuruyor. Ancak sahibi ceza kurbanını
yiyemez. Çünkü onun kanı keffâret olsun diye akıtılmıştır.
Mâliki ulemâsına göre ise,
Beyt-i Şerife sürülen nafile hedy kurbanlığı iki kısımdır.
a. Sahibinin "bu,
Allah için nafile olarak Beyt-i Şerife gönderilen bir kurbanlıktır"
diyerek ve fakirlerin yemesini kasdederek gönderdiği kurbandır. Yahutta
fakirlerin yemesi niyetiyle "Beyt-i Şerife nafile olarak Allah için bir
kurban göndermek üzerime borç olsun" diyerek gönderdiği kurbandır. Yahutta
"şu fakirler için nafile bir kurbandır" sözüyle veya "fakirler
için nafile bir kurban göndermek üzerime borç olsun" gibi fakirleri
belirleyici sözlerle gönderilen kurbandır. İster yolda isterse Harem-i şerifte
kesilmiş olsun, bu cins kurbanları sahibinin yemesi haram olduğu gibi, herhangi
bir zenginin de, sürücüsününde yemesi haramdır.
b. Fakirlere ait bir
kurban olduğuna dair, sahibinin bir sözü veya niyeti olmayan hedy
kurbanlarıdır. Bu çeşit kurbanlar yolda telef olacağından korkularak kesilecek
olursa, bunların boyunlarında asılı olan nişanları kanlarına boyanarak etleri
insanların yemelerine terk edilir. Sahibinin ve sürücüsünün dışında kâfir
dahil, bütün insanlar yiyebilir. Eğer sahibi bu kurbandan yiyecek olursa veya
onun etinden yemeye ehil olmayanları teşvik ederse o zaman yediğinin fiatını
borçlanmış olur. Fakat Beyt-i Şerife vardıktan sonra kesilecek olursa, o
zaman, her insan gibi sahibi ile sürücüsü de onun etinden yiyebilirler.
Şâfîîlere göre ise, nafile
olarak Beyt-i Şerife gönderilen hedy kurbanı Harem-i şerife varmadan yolda
telef olacak duruma düştüğü için kesilecek olursa, bu hayvanın etinden sahibi
istediği gibi tasarrufta bulunabilir. İsterse satar başkalarına yedirir,
isterse başkalarının yemesine terk eder gider.
Fakat bu kurban haccın
vâciblerinden birini terkten veya bir yasağı çiğnemekten dolayı zimmete,geçmiş
bir vâcib kurban ise veya muayyen bir nezir kurbanı olur da yolda {elef olacak
veya kesilecek olursa, yahut kaybolacak veya çalınacak olursa o zaman yerine
yenisini göndermek icâb eder. Çünkü zimmetten düşmemiş olur.
Eğer bu kurbanlık, nezr-i
muayyen yani belirli bir kurbanlığı tayin-ederek kesilmesi adanmış kurbanlığı
olur da sahibinin bir ihmali bulunmaksızın yolda telef olursa o zaman sahibine
yenisini göndermek gerekmez. Etinden sahibi yiyemediği gibi fakir bile olsalar
sürücüsüyle onun yol arkadaşları da yiyemezler.
Hanbelî ulemâsına göre ise,
bir kimse sözle veya hayvanın sırtını çizmek veya boynuna nişan takmak gibi
bir işaretle, bir hayvanı Beyt-i|Şerif e göndermeyi kendi üzerine vâcib
kılmamış da nafile olarak Beyt-i Şerife göndermişse, onu boğazlamadıkça
istediği anda bundan dönme hakkı vardır. Fakat "Bu bir hedy
kurbanıdır," gibi bir sözle veya Harem'e göndermek niyetiyle boynuna bir
nişan takmakla veya sırtını, usûlüne uygun olarak çizmek suretiyle o hayvanı
Beyt-i Şerife göndermeyi kendi üzerine vâcib kılar ve o hayvan da, yolda
sahibinin ihmali neticesi olmayarak telef veya kaybolursa, onun yerine yenisini
göndermek gerekmez. Eğer hayvanın yolda telef olacağı anlaşılırsa, hemen orada
boğazlanır. Ve fakir kimselerin yemelerine terk edilir. Bu kurbanın etinden
sahibi veya sürücüsü yiyemediği gibi fakir bile olsalar, yol arkadaşları da
yiyemezler.[259]
1764. ...Ali (r.a.)'den;
demiştir ki: Resûlullah (s.a.) kurbanlık develerini kestiği zaman otuz tanesini
kendi eliyle kesti, geriye kalanlarım da bana emretti, ben kestim."[260]
İleride gelecek 1905 numaralı
hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem (s.a.)'in kendi eliyle kestiği deve sayısının
altmış-üç olduğu ifâde ediliyor. Beyhâkî'nin rivayetinde de, aynı şekilde
Rasûl-i Ekrem'in kendi elleriyle kestiği develerin altmış üç olduğu, geriye
kalan develerin Hz.Ali'nin kestiği ve toplam deve sayısının yüz aded olduğu ifâde
edilirken konumuzu teşkil eden Ebû Dâvud hadisinde Resul-i Ekremin kendi eliyle
kestiği develerin otuz adet olduğu ifade ediliyor.
Bu duruma bakarak konumuzu
teşkil eden hadisin diğer iki hadisle çeliştiğini söylemek doğru değildir.
Çünkü Hz. Peygamberin otuz deveyi tek başına kestikten sonra otuz üç tanesini
de Hz.Ali'nin yardımıyla kesmiş olması mümkündür. Böyle bir durumda tek başına
kestiği kurban sayısı otuz, Hz.Ali'nin yardımıyla kesmiş olduğu kurban sayısı
da, altmış üç eder. İşte konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisi Resûl-i
Ekrem'in, kimsenin yardımı olmadan tek başına kestiği kurban sayısını söz
konusu etmişken, ileride gelecek olan 1905 numaralı hadisle, Beyhâkî'nin
rivayet ettiği hadis, Hz.Peygamber'in kesmiş olduğu kurbanların tümünü söz konusu
etmiş ve görünüşte ortaya iki farklı adet çıkmıştır. Gerçekte ise, bu iki aded
arasında herhangi bir çelişki yoktur. Hz. Peygamber'in, develerin geri kalan
kısmının kesimini de Hz. Ali'ye bıraktığında üç hadis de birleşiyor.
Konumuzu teşkil eden hadisin
1905 numaralı hadisle çeliştiği kabul edilse bile, yine de, böyle bir çelişkiyi
sözkonusu etmeye lüzum yoktur. Çünkü senedinde, tedlis yapmakla suçlanan
Muhammed b. İshak bulunduğu için konumuzu teşkil eden hadis zayıftır. Fakat
1905 numaralı Câbir hadisi ise, sağlamdır. Çünkü onun senedinde ve metninde bir
kusur olmadığı gibi aynı zamanda Müslim ve İbn Mâce tarafından da rivayet
edilmiştir.[261]
1. Sahibinin, kurbanını
başkalarının yardımıyla kesmesi caizdir.
2. Vekâlet vererek kurbanı
başkasına kestirmek caizdir.
3. İnsanın kurbanlarının bir
kısmını yalnız başına kestiği halde kalanını başkalarının yardımıyla kesmesi
veya vekaletle başkasına kestirmesi caizdir.[262]
1765. ...Abdullah b.
Kurt'dan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sânı yüce olan Allah
katında günlerin en büyüğü kurban (bayramı) günüdür. Sonra da karr
günüdür"
İsa(nın) rivayet etti(ğine
göre) Sevr; "O, (karr günü, Kurban Bayramı'mn) ikinci gün(ü)dür"
demiştir. (Râvî Abdullah b. Kurt) dedi ki: Resûlullah (s.a.)'a beş veya altı
tane kurbanlık deve getirilmişti. (Resûlullah'ın kesime) kendilerinden
başlaması için (kendiliklerinden) ona yaklaşmaya başlıyorlardı. (Develerin)
yanlan ve başları yere düşünce (Resûlullah) gizli bir söz söyledi, anlayamadım.
(Önümdekine) "ne diyor?" diye sordum. "İsteyen (bu kurbandan)
kesip alabilir'(diyor)" diye cevâp verdi.[263]
"Günlerin en büyüğü
Kurban (Bayramı) günüdür" cümlesi, "Allah katında derecesi en yüksek
olan gün Kurban Bayramı'nın birinci günüdür," anlamına gelebildiği gibi,
"Zilhicce'-nin ilk on gününün Allah katında derecesi en yüksek olanı
Kurban (Bayramı) günüdür" anlamına da gelebilir. Bu ibare İbn Hıbbân'ın
Sahih'inde "Allah katında günlerin en faziletlisi Kurban günüdür,"
anlamına gelen lâfızla ifâde edilmiştir. Bu hadisle; "Allah katında Arafe
gününden daha faziletli bir gün yoktur. Çünkü Arefe günü Allah Te'âlâ dünya
semâsına iner ve dünya sakinleri ile semâ sakinlerine karşı iftihar eder,
övünür. İnsanların Cehennem'den en çok çıkarıldığı gün Arafe günüdür."[264] anlamındaki hadis arasında bir çelişki
olmadığı gibi, Müslim'in rivayet ettiği "üzerine güneş doğan en hayırlı
gün Cum'a günüdür."[265] Anlamındaki Ebû Hureyre hadisine de aykırı değildir. Çünkü
Cum'a haftanın günlerinin en hayırlısıdır. Eğer ikisi bir günde birleşecek
olurlarsa bu iki faziletin ikisi de o günde birleşmiş olurlar. Eğer ayrı ayrı
günlere isabet edecek olurlarsa Kurban Bayramı'nın birinci günü Cum'a gününden
daha faziletli olur.[266]
Şafiî ulemasından Nevevî'ye
göre; Arefe günü Kurban Bayramı'nın birinci gününden daha faziletlidir.
Hanefî ulemâsından Aliyyü'l-Kârî'ye
göre, "Cum'a günü Arafe gününe tesadüf ederse, mutlak surette günlerin en
faziletlisi olur. O günde işlenen amel de en faziletli ve makbul olur, hacc-ı
ekber bundadır.
Irâkî'ye göre ise, "Cum'a
gününün Arafe'den daha faziletli olduğu" görüşü daha doğrudur.
Bütün bu görüşlerin arası şu
şekilde uzlaştırılmıştır: Oruç tutulan günlerin en hayırlısı Arafe günüdür.
Kurban kesilen günlerin en faziletlisi Kurban Bayramı'nın birinci günüdür,
sonra "karr günü" denilen Kurban Bayramının ikinci günü gelir. Bu
güne "karr günü" denmesinin sebebi o günde halkın Minâ'da karar kılıp
istirahata kavuşmasıdır.
Resûl-i Ekrem'in huzuruna
getirilen hedy kurbanlıklarının Resûl-i Ekrem (s.a.)'ın mübarek elleriyle
kurban edilmek için yarış etmeleri, Resûl-i Ekrem (s.a.)'e ait mucizelerden
biridir. Karşılığında dünyevî veya uhrevî bir mükâfata erişmeyecekleri halde
Resûl-i Ekrem'e itaat ve teslimiyette hayvanlar bile böyle yarışa girerlerken
dünyevî ve uhrevî saadetleri Resûl-i Ekrem (s.a.)'in emirlerine teslim olmakta
ve nehiylerinden kaçınmakta olan insanların, Resûlullah (s.a.)'a teslim olmaya
bir türlü yanaşmamaları doğrusu akıl sahiplerini fevkalâde hayrete ve dehşete
düşürecek bir hadisedir.
Metinde geçen "yanları
yere düşünce" sözü "canı çıkıpda yere düşünce" mânâsına
gelmektedir. Bir sonraki babta geleceği üzere Hz. Peygamber (s.a.) deveyi
ayakta ve sol önayağı bağlı, olarak keserdi. Hayvan bu şekilde kesilince canı
çıkar ve sol yanına düşerdi. Artık deve bu şekilde yere düştükten sonra etini
isteyen herkes yiyebilir. Resûl-i Ekrem (s.a.); "İsteyen (bu kurbandan)
kesip alabilir" sözleriyle bunu ifade buyurmuştur.[267]
1. Kurban Bayramı'nın
birinci ve ikinci günlerımn fazileti çok büyüktür.
2. Kurban kesmeyi
becerebilen kimselerin kurbanlarını kendi elleriyle kesmeleri başkalarına
kestirmelerinden daha faziletlidir.
3. Haremde kesilen hedy
kurbanlığının etinden, zengin-fakir herkes yiyebilir.Diğer kurbanlıkların eti
de böyledir.[268]
1766. ...Ğurfe b.
el-Hâris el-Kındî'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.)'ı Veda Haccında gördüm.
(Kendisine) hedy kurbanlıkları getirilince; "Bana Ebû Hasan'ı
çağırınız!" dedi. Bunun üzerine derhal kendisine Ali (r.a.) çağrıldı. O'na
(hitaben); "Şu süngünün (kabzasının) alt kısmından tut" buyurdu.
Resûlullah (s.a.) de süngünün (kabzasının) üst kısmından tuttu. Sonra onu
kurbanlık develere (ikisi birden) çaldılar. (Resûlullah s.a.) işini bitirince
devesine bindi ve Ali (r.a.)'yi de arkasına aldı.[269]
Sözü geçen hâdise Veda
Haccında vuku' bulmuştur. Bilindiği gibi Veda Haccında Resûl-i Ekrem (s.a.)'in
Beyt-i
Şerife gönderdiği kurbanlık
develer yüz adetti ve bu kurbanlıklara Hz. Ali de ortaktı. Bu sebeple, Hz.
Peygamber özellikle Hz.Ali'yi çağırtmış kurbanların masrafına ortak olduğu gibi
onları kesmenin sevabına ortak olmasını sağlamıştır. Resûl-i Ekrem (s.a.) kendisi
süngünün kabzasının üst tarafından tutarken Hz. Ali'ye de kabzanın alt
tarafından tutmasını emretmiş bu suretle hem süngünün yere düşmesini önlemiş,
hem de kurbanı beraberce kesmelerim ve Hz. Ali'nin de kurban kesmenin ecrine
ortak olmasını sağlamıştır.[270]
1. Kurbanlığı keserken
başkasından yardım istemek caizdir.
2. Deveyi keserken efdal olan
boğazının alt (esfel) kısmından kesmektir.
3. Güçlü hayvana iki
kişinin binmesi caizdir.
4. Resûl-i Ekrem (s.a.) çok
merhametli ve çok alçak gönüllü idi.[271]
1767. ...Abdurrahman b.
Sâbi'den rivayet edildiğine göre; Peygamber (s.a.) ve ashabı kurbanlık
develeri sol (ön ayaklan) bağlı ve geri kalan ayaklan üzerinde dikili olarak
boğazlardı.[272]
Peygamber (s.a.) ve ashabı
deveyi sol ön ayağı bağlı iken keserlerdi. Çünkü Allah Teâla ve tekaddes
hazretleri Kur-'ân-ı Kerim'inde "Biz kurbanlık develeri de sizin için
Allah'ın şeâirinden kıldık. Onlarda sizin için hayır vardır. O halde onlar
ayakta duru(p boğazlanı)rlarken üzerlerine Allah'ın ismini anın. Yanları üstü
düşüp öldükleri vakitte ondan hem kendiniz yiyin, hem ihtiyacını gizleyen ve
gizlemeyip dilenen fakir(ler)e yedirîn.Onları, şükredersiniz diye, böylece
müsahhar kıldık."[273] buyuruyor. Bu ayet-i kerimede geçen "savaffe"
kelimesine İbn Abbas'ın "kıyam = ayakta" manasını verdiği Buhârî
tarafından rivayet edilmiştir.[274]
Buhârî'nin İbn1 Abbâs'dan
ta'Iikan rivayet ettiği bu hadisi, Hâkim Müstedrek'inde mevsûlen yine İbn
Abbâs'dan şu lâfızlarla rivayet ediyor: "Üç ayak üzerinde kâim ve bağlı
olarak kesiniz" İbn Mes'ûd (r.a.) ise tercümesini sunduğumuz ayet-i
kerimedeki kelimesini şeklinde okumuştur ki (safine) kelimesinin çoğuludur.
Bilindiği gibi "safine” kesilirken muzdarib olmaması için bir ayağı bağlanarak
kaldırılan hayvan demektir.
Hayvanı bu şekilde kesmekten
maksat, kesilen kurbanın, "yanları üstüne düştükleri vakit de ondan hem
kendiniz yeyin, hem ihtiyacını gizleyen ve gizlemeyip dilenen fakirlere
yedirin"[275] mealindeki ayet-i kerimede belirtilen şekilde yere
düşmesini sağlamak ve hayvanın keserken zar,ar%er-mesini önlemektir.
Konumuzu teşkil eden hadis
deveyi sol ön ayağı bağlı olarak ayakta boğazlamanın sünnet olduğunu ifade
etmektedir. Her ne kadar Kadı lyâz, Tavus'tan, devenin yatırılarak
boğazlanmasının efdal olduğunu nakletmiş-se de Nevevî bunun sünnete muhalif
olduğunu söylemiştir. Nitekim bir numara sonra gelecek olan, "onu bağlı
olarak ayağa kaldır. Peygamberinizin sünnetine tâbi ol" anlamındaki
hadis-i şerif de Nevevî'yi doğrulamaktadır.
Her ne kadar Şevkânî
Neylu'l-Evtâr isimli eserinde; "Hanefîlere göre deveyi ayakta kurban
etmekle yatırarak kurban etmek arasında bir fark yoktur" diyerek
Hanefîlerin bu konuda yanıldıklarını söylemek istemişse de gerçekte
Hanefî'lerin bu konudaki görüşleri Şevkânî'nin dediği gibi değildir. Çünkü
Hanefîlere göre deveyi ayakta kurban etmek müstehabdır. Nitekim Hidâye'de
"deve ayakta boğazlanır. Davarla sığır cinsi ise, yatırılarak
kesilir." denilmektedir. Kâsânî'nin Bedayiu's-sanâyi isimli eserinde de
Hidâye'deki bu görüşlere aynen yer verilmektedir. Ancak Şevkânî'yi yanıltan Ebû
Hanife'nin bir deveyi kestikten sonra "devenin kesilirken etrafındakilere
zarar vereceğinden korktuğunu" ifade etmesidir. Gerçekte Hz. İmâma göre
efdal olan deveyi ayakta kesmektir. Lâkin devenin zararlı olmasından
korkulduğu zaman yatırılarak kesilmesini tercih etmiştir. Çünkü her ne kadar
Hz. Peygamber develeri ayakta kesmişse de bu konuda bizim durumumuz onunkinden
çok farklıdır. Zira 1765 numaralı hadis-i şerifte de açıklandığı üzere
kurbanlık develer, kesilirken Resûl-i Ekrem (s.a.)'e zorluk çıkarmadıkları gibi
onun eliyle kesilmek için daha önce onun bıçağının altına yatmakta birbirleriyle
yarış ederlerdi.[276]
1. Develeri sol ön ayaklan bağlı
olarak boğazlamak müstehabdır. Aralarında dört mezhep imamının bulunduğu
cumhûr-ı ulemâ bu görüştedir. Kadı İyaz, Tâvûs'un "develeri yatırarak
kesmenin daha faziletli olduğu" görüşünde olduğunu söylemişse de, Tâvûs'un
görüşü sahih hadislere aykırıdır.
2. Davar ve sığır cinsini ise
yatırarak kesmek müstehabdır.Bu cins kurbanlıklar sol taraflarına yatırılarak
sağ arka ayağı serbest bırakılıp diğer üç ayağı bağlanarak kesilir.[277]
1768. ...Ziyâd b.
Cubeyr'den; demiştir ki: Minâ'da İbn Ömer'le birlikte idim. Kurbanlık devesini
çökdürerek boğazlayan bir adama rastladı (ve ona):
Onu bağlı olarak ayağa kaldır.'(Peygamberimiz)
Muhammed (s.a.)'in sünnetine uy!" dedi.[278]
Metinde geçen
"Peygamberimiz (s.a.)'in sünnetine uy!" ; cümlesindeki
"sünnet" kelimesini nasb eden "uy!" fiili hazf edilmiştir.
Bu kelimeyi mahzûf bir mübtedâya haber olmak üzere merfû okumak da caizdir. Bu
durumda cümleye "Bu Peygamberinizin (s.a.) sünnetidir." şeklinde
mânâ verilir. Nitekim hadisin bu şekilde rivayeti de vardır. Harbî'nin
"el-Menâsık" isimli eserinde bu hadis-i şerif, "Onu ayakta
boğazla! Çünkü Muhammed (s.a.)'in sünneti budur," anlamına gelen lâfızlarla
rivayet olunmuştur.[279]
1. Deveyi ayakta boğazlamak
sünnettir.
2. Camlın sünnete
muhalif bir hareketim görünce susmayıp ona doğrusunu öğretmek müstehabdır.
3. Sahâbinin
"sünnettir" sözü, Buhârî ile Müslim'e göre merfû' hadis hükmündedir.
Nitekim Buhârî ile Müslim'in bu hadisi delil olarak nakletmeleri de bunu
gösterir.
4. Devenin ayakta bağlı olarak kesilmesinden
maksat, sol ön ayağının iple bağlandıktan sonra boğazlanmasıdır. Sığırla koyunu
yatırarak kesmek ve üç ayağını bağlayarak sağ arka ayağını serbest bırakmak
müstehabdır.[280]
1769. ...Ali (r.a.)'den;
demiştir ki: Resûlullah (s.a.) bana, develerine bakmamı, derileriyle çullarını
(fakirlere) dağıtmamı, kasaba bunlardan bir şey vermememi emretti. Ve;
"Ona biz kendimizden
(birşeyler) veririz." buyurdu.[281]
Daha önce de ifade ettiğimiz
gibi, Resûl-i Ekrem (s.a.) Vedâ Haccında kesilmek üzere yüz adet kurbanlık deve
göndermişti. Bunları Hz. Ali ile ortak olarak gönderdiklerinden kesim sevabına
da ortak olmaları için keserken bıçağı beraber çalmışlardı.[282] Resûlullah (s.a.) kesimden önce
develerin bakımını Hz. Ali'ye havale ettiği gibi kesimden sonra deri ve
çullarının dağıtımı işini de Hz. Ali'ye havale etti. Bu hadis-i şerif Buharî ve
Müslim'in rivayetinde, Resûlullah (s.a.) bana develerine bakmamı, etleriyle
derilerini ve çullarını tasadduk etmemi, kasaba bunlardan birşey vermememi
emir buyurdu" şeklinde geçmektedir. Buhârî ve Müslim'in bu rivayetlerinde
Ebû Davud'un rivayetinden farklı olarak; "Resul-i Ekrem'in, Hz.Ali'ye
kurbanların etlerini dağıtmasını da emretti" ifadesi vardır.
Ulemâ kurbanlıkların
çullarının dağıtımı konusunda özellikle kurbanlık develerin çulları üzerinde
durmuştur. Çünkü deve çulları sahibinin mâlî gücüne göre değişmektedir.
Ekonomik güçlerine göre bazı kimseler bu çulları nakışlı, süslü ve kıymetli
taşlardan yapmışlardır. Genellikle kıymetsiz çulların hörgüç üzerine gelen
kısmı hörgüce göre oyularak oraya yerleştirilip, düşmemesi sağlanırdı. Fakat bu
çullar kıymetli kumaşlardan yapılmış olursa o zaman kumaşın kıymetini
düşürmemek için oyulmazdı. Aynı zamanda da devenin kuyruğuna da iliştirilerek
düşmemesi temin edilirdi.[283]
1. Bir kimsenin kurban işlerine
bakmak, onu keserek etim dağıtmak gibi şeyler hususunda birini vekil tayin
etmesi caizdir.
2. Kurbanın eti, derisi ve çulu
fakirlere dağıtılır.
3. Kasaba ücret olarak kurban
eti verilemez. İbn-Huzeyme'ye göre hadisten murad, ücret olarak kasaba kurban
eti vermemektir. Beğavî dahi "Şerhu's-Sünne" adlı eserinde aynı şeyi
söylemiş ve "kasabın ücretini tamam verdikten sonra fakir ise, sair
fakirlere olduğu gibi, ona tasaddukta bulunmakta bir beis yoktur"
demiştir.
4. Kurban derisinin
satılamayacağına kail olanlar bu hadisle istidlal etmişlerdir. Kurtubî:
"Kurban etinin satılamayacağına ulemâ nasıl ittifak ettilerse, derisiyie
çulunun hükmü de böyledir," demiştir. Evzaî, İmam Ah-med, İshak ve Ebû
Sevr'e göre kurbanın derisini satmak caizdir. Şâfiîlerin bir kavli de budur. Bu
zevata göre kurbanın derisi satılarak etinin sarfe-dildiği yerlere verilir. Hz.
İbn Ömer'den bir rivayete göre kurbanın derisini satarak parasını tasadduk
etmekte beis yoktur. Hz. Ebû Hureyre'ye göre ise, kurbanının derisini satan
kimse kurbansız kalır. İbn Abbas (r.a.): "Kurban sahibi deriyi ya tasadduk
eder, yahut ondan kendisi faydalanır, başkasına satamaz," demiştir.
İbrahim en-Nehâî ile Hakîm'e göre deriyi satarak.parasıyla kalbur, elek, balta,
terazi gibi nesilden nesile intikal edecek demirbaş eşya almakta bir sakınca
yoktur.
Hanefî ulemâsından Kudûrî
kurban derisinin tasadduk edileceğim söylemiş, "Hidâye" sahibi de
aynı şeyleri söyledikten sonra "Çünkü deri, kurbanlığın bir cüzüdür"
demiştir. Bununla beraber elek ve tulum gibi evde kullanılan bir âlet
yapılabileceğini, hatta kurban derisiyie tulum gibi devamlı surette işe yarayan
birşey satın almanın istihsânen caiz olduğunu bildirmiştir. Bu babdaki
ayrıntılı bilgi fıkıh kitaplarındadır.
İbn Ömer (r.a.) kurbanın
çulunu Kabe'ye örtermiş. Sonraları Kabe için ayrıca örtü yapılınca tasadduk
etmeye başlamış.
Kadı İyaz'ın beyânına göre
hayvanı çullamak sünnettir. Ulemâ bunun deveye mahsus olduğunu söylerler. Çulun
kıymeti kurban sahibinin mâlî varlığına göre değişir.[284]
1770. ...Sâ'id b.
Cübeyr'den; demiştir ki: Abdullah b. Abbâs'a:
Ey Ebû Âbbâs, ben, Resûlullah
(s.a.)'ın girdiği ihramın zamanı hakkında sahâbîlerin görüş ayrılığına
düşmelerine şaşıyorum, dedim. (Bana şöyle) cevap verdi:
Gerçekten bunu insanların en
iyi bileni benim. Resûlullah (s.a.)'ın haccı, (sadece) bir kere olduğu için
(insanlar) bu konuda ihtilâfa düştüler. (Şöyle ki:) Resûlullah (s.a.) hac
maksadıyla (yola) çıktı. Zülhuleyfe'deki namazgahında iki rekât(lik namaz)'ını
kıldı. Namazını bitirince bulunduğu yerde hacca niyet edip hac için yüksek
sesle telbiye getirdi. Bunu kendisinden işiten kimseler kendisinden
(işittikleri gibi) bellediler. Sonra (devesine) binip de devesi O'nu kaldırıp
doğrultunca (ikinci) bir telbiye (daha) getirdi. Bazı kimseler de kendisinden
bunu işitmiş oldular. İşte bu (ihtilâfın sebebi) oraya (halkın) bölük bölük
gelmiş olmaları ve devesi onu kaldırdığı sırada Rasûlullah'ı telbiye getirirken
işitenlerin, "Resûlullah (s.a.) telbiyeyi devesi kendisini kaldırdığı
zaman getirdi." demeleri, daha sonra Rasûlullah (s.a.) (deveyle biraz
daha ileri) gidip te Beydâ'nın tepesine çıktığı sırada getirdiği telbiyeyi
duyan diğer bazı kimselerin de; "Rasûlullah (s.a.) Beydâ tepesinde hacca
niyet etti." demeleridir. Allah'a yemin olsun ki O, namazgahında ihrama
girdi ve devesi kendisini kaldırınca telbiye getirdiği gibi, Beydâ tepesine
çıktığında da telbiye getirdi. Said (b. Cübeyr) dedi ki:
Abdullah b. Abbas'ın (bu)
sözüne sarılan(lar) iki rekât(lık namazlarını bitirdikten sonra yüksek sesle
telbiye getirirler.)[285]
İhram; haccı veya umreyi veya
her ikisini edâ için mübâh olan şeylerden bazılarını nefsine geçici olarak
haram kılmak onları yapmaktan sakınmaktır. Ayrıca ihram, hac, umre veya her
ikisine birden (hacc-ı kıran) niyet etmek ve "lebbeyk AHahümme lebbeyk,
lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk, innelhamde venni'mete leke ve'1-mülk lâ şerike
lek = Emret Allah'ım! Emrine amadeyim, emrine amadeyim, senin ortağın yoktur emret!
Hamd sana mahsustur, nimeti veren sensin, mülk, kâinat üzerindeki hakimiyet ve
tasarruf Senindir, Senin benzerin ve ortağın yoktur."[286] diye tel-biyede bulunmakla olur. Kısaca
ifade etmek gerekirse ihram, niyet ve telbi-yeden (veya telbiye yerine geçen
bir zikir veya kurbanlık bedenenin boynuna tasma't'akmaktan) ibarettir. Bu
ikisi bulunmazsa hacca niyet edilmemiş olur.
Niyet için bu iki esasın
bulunması şartı hacca mahsus özel bir durumdur. Bu hadis-i şerif Resûl-i Ekrem
(s.a.)'in Veda Haccında ihrama nereden girdiğini açıkça ifade etmekte ve bu
konuda gelen rivayetler arasında görülen zahirî ihtilâfların arasım
uzlaştırmaktadır. Bu yönüyle büyük bir ehemmiyeti hâizdir.[287]
1. İhrama, iki rekâtlık İhram
namazından veya bir farz namazı eda ettikten sonra ve kıbleye karşı oturarak
girmek müstehabdır. Hanefi uleması, Hanbelîler, İshâk ve Şafiî ulemâsından
bazıları bu görüştedirler. Delilleri ise, konumuzu teşkil eden bu hadis-i
şerifle birlikte Sa'id b. Cübeyr'in İbn Abbas'dan rivayet ettiği şu hadis-i
şerifdir: "Resûlullah (s.a.) namazdan sonra ihrama girerdi"[288] Ancak Tirmizî bu hadisle ilgili olarak
şunları söylemiştir."Bu hadis garibdir. İlim adamları ihrama namazdan
sonra girmenin müstehab olduğunu söylemişlerdir" demektedir.
Mâliki ulemâsına göre süvari
için efdal olan hayvana bindiği zaman, yaya için ise yürümeye başladığı zaman
telbiye getirmektir. Şafiî ulemâsının meşhur olan görüşü de budur. Delilleri
ise Buhârî ve Müslim'in tahrîc ettikleri: "Resûl-i Ekrem (s.a.) devesi
kendisini kaldırarak doğrulttuğu zaman telbiye getirirdi."[289] mealindeki hadis-i şerifi ile Müslim'in
yine İbn Ömer'den rivayet ettiği "Resûlullah (s.a.) ayağını üzengiye
koyupda hayvanı kendisini kaldırdığı vakit Zülhuleyfe'de telbiye
getirdi."[290] anlamındaki hadîsi şeriftir. Enes (r.a.)'da bu konuda
şunları söylüyor: "Peygamber (s.a.) Me-dinede dört rek'ât Zulhuleyfede iki
rekât namaz kıldı. Hayvanına binip de hayvan kendisini kaldırınca telbiye
getirdi."[291] İmâm Nevevî'ye göre bütün bu hadislerin manaları birdir ve
telbiyeyi deveye bindikten ve deve de yürümek üzere ayağa kalktıktan sonra
getirmenin daha faziletli olduğuna delâlet eder.[292] İhram için telbiyenin sözü geçen üç
yerde de getirilebileceği konusunda ittifak etmişlerdir. Ancak ihtilâf
hangisinin daha efdal olduğu meselesiyle ilgilidir.
2. İhramlı için ihrama girerken,
hayvana veya vasıtaya binerken ve her yüksek tepeye çıkınca tekbîr getirmek
müstehabdır. Her ne kadar musannif Ebû Dâvûd bu hadisin sıhhati İle ilgili bir
söz söylemekten çekinmişse de Hâkim, bu hadisin Buhârî ve Müslim'in sahihlik
şartlarına uygun olduğunu söylemiştir. Bu hadisin râvisi Husayf hakkında bazı
söylentiler varsa da Yahya b.Maîn, Ebû Hâtem, Ebû Zûr'a bu râvinin sağlam
olduğunu söylemişlerdir. Nesâî'ye göre.de bu hadis sahihtir. Bütün bu rivayetler
bu hadisin zayıf olduğu iddialarını çürütmek için yeterlidir.[293]
1771. ...Salim b.
Abdullah’tan rivayet edildiğine göre, babası Abdullah b. Ömer şöyle demiştir:
Şurası (sizin) Resûlullah (s.a.) hakkında iddiada bulunduğunuz Beydâ'nızdır.
Resûlullah (s.a.) ise, atıcak mescidin yanında, yani Zülhuleyfe mescidinde
ihrama girdi.[294]
Metinde geçen Beydâ, sahra ye
çöl demektir. Fakat burada Zülhuleyfe'nin Mekke tarafına düşen ve oraya
yakın bulunan bir tepedir. Orada bina ve benzeri şeyler bulunmadığı için
"çöl" anlamına gelen *'Beydâ" ismi verilmiştir.
Ulemâ Resûl-i Ekrem (s.a.)'in
ihrama nereden girdiği konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bazılarına göre
Zülhuleyfe mescidinde iken ihrama girmiş, bir takımları da mescidden çıktıktan
sonra Beydâ denilen tepede telbiye getirdiğini söylemişlerdir.
Hanefî imamlarından Tahâvî
diyor ki; "Ulemâdan bir cemaat Resûlullah (s.a.)'ın Beydâ'da ihrama
girdiği rivayetini kabul etmemişlerdir. Zira İbn Ömer'in rivayet ettiği bir
hadiste Hz. İbn Abbas'm şunları söylediği ifade ediliyor:
"Ben bu hususu herkesten
iyi bilirim. Resulullah (s.a.)'dan sâdır olan hüccet birdir. Halk o hüccet
hakkında ihtilâf etmişlerdir. Resûlullah (s.a.) hacca niyet ederek yola
çıkmıştı, Zülhuleyfe mescidinde iki rekât namaz kıldığı vakit orada hacca niyet
ederek telbiye getirdi. Bazıları bunu işiterek belletmişlerdir. Sonra hayvanına
bindi, hayvanı yola çekilince yine telbiye getirdi. Bir takımları' da bunu
görmüşlerdir. Çünkü halk dağınık tyr şekilde geliyorlardı.
Devesi yollandığı vakit
telbiye getirdiğini işitenler:
Resûlullah (s.a.) ancak
hayvanı yola çekildiği vakit telbiye getirdi, demişlerdir. Sonra Resulullah
(s.a.) yoluna devam etti. Beydâ düzüne çıktığı vakit tekrar telbiye getirdi.
Bir takımları da bunu görerek:
Resûlullah (s.a.) ancak Beydâ
düzüne çıktığında telbiye getirdi, demişlerdir.
Gerçek olan ise şu ki,
Resûlullah (s.a.) hacca namazgahında iken niyetlenmiş ve hem hayvanına bindiği
vakit hem de Beydâ düzüne çıktığında telbiye getirmiştir."
Bundan sonra Tahâvî, "Biz
de buna kâniyiz. Ebû Hanife ile Ebû Yûsuf, (r.a.) de bu görüştedir" der.[295] Evzâî, Ata ve Katâde'ye göre ise,
Beydâ'da ihrama girmek müstehabdır.[296]
1. Hatalı söze yalan ve iftira
demekte bir sakınca yoktur.
2. Medinelilerin mikatı
Zülhuleyfe'dir.
3. İhrama girecek kimsenin iki
rekât nafile namaz kılması müstehabdır.[297]
1772. ...Ubeyd b.
Cüreyc'den rivayet olunduğuna göre Ubeyd, Abdullah b. Ömer (r.a.)'e:
Ey Ebû Abdurrahman! Görüyorum
ki, sen arkadaşlarının yapmadığı dört şeyi yapıyorsun, demiş, İbn Ömer (r.a.)
de:
Onlar nedir Ey İbn Cüreyc
demiş. Ubeyd:
Senin Kabe rükünlerinden
yalnız (iki rükün olan) Rükn-i Yemânîlere dokunduğunu gördüm. Ve yine gördüm ki
"Sıbtiyye" denilen ayakkabıları giyiyorsun. Ve yine gördüm ki
(elbiseni veya saçım) sarıya boyuyorsun. Bir de Mekke'ye vardığında başkaları
hilâli gördükleri vakit telbiyede bulunurken senin terviye gününe kadar
telbiye getirmediğini gördüm, cevabım vermiş. Bunun üzerine Abdullah b. Ömer
(r.a.) şunları söylemiş:
Rükünlere gelince: Ben,
Resûlullah (s.a.)'i iki Rükn-i Yemânî'den başkasına dokunurken görmedim.
Sıbtiyye denilen ayakkabıları giymemin sebebi: Resûlullah (s.a.)'i kılsız
ayakkabı giyerken görmüş olmamdır. Onlarla abdest alırdı. Binâenaleyh ben de
öyle ayakkabı giymeyi tercih ederim. Sarı boyaya gelince: Ben Resûlullah
(s.a.)'i sarı boyalı elbise giyerken gördüm. Bu sebeple ben de san boyalı
elbiseyi giymeyi severim. Telbiye meselesinde dahi Resûlullah (s.a.)'ı hayvan,
kendisim kaldırıp doğrultuncaya kadar telbiye ederken görmedim.[298]
Rükn-i Yemânî: Kabe'nin,
Yemen'e bakan cephesinde ve Hacer-i Esved'e varmadan önceki köşedir. Ka'be'yi
sola
alarak tavaf ederken
Hacerü'l-Esved'in bulunduğu köşeye varmadan önceki köşe, Yemen tarafına1
baktığı için bu isim verilmiştir. Biraz daha ilerleyince Hacerü'l-Esved'in
bulunduğu köşeye varılır ki, bu köşeye üzerinde Hacerü'l-Esved bulunduğu için
Rükn-i Hacerî denildiği gibi, Irak tarafına baktığı için Rükn-i Irakî de
derler. Rükn-i Yemânî ile Rükn-i Hacerî aynı çizgi üzerinde bulundukları için
tağlib yoluyla mecazen her ikisine birden "Yemâniyân" denilirken
Hatîm tarafında kalan çizgi üzerindeki iki köşeye de, Şam tarafında
bulundukları için "Şamiyân" denilir.
Ulemânın beyânına göre
Yemâniyân denilen köşeler Hz. İbrahim (a.s.)'ın attığı temel üzerinde
kalmışlardır. "Şâmiyân" denilen köşelerin yeri ise değiştirilmiştir.
Bu sebeple "Rükn-i Şâmi" denilen iki köşeye istilâm edilmez.
İstilânı, "Yemânî" denilen köşelere, yapılır. Bilindiği gibi,
"istilâm" elle dokunmak, yahut öpmek demektir.
Bu hadis-i şerifin zahirinden
anlaşılıyor ki, Abdullah b. Ömer'in dışında, Ubeyd'in gördüğü bütün sahabe ve
tabiîler Ka'be'nin dört rüknünü de istilâm ederlermiş. Nitekim el-Hasen,
Huseyn, İbnü'z-Zübeyr, Câbir b. Abdullah, Enes, Urvetübnü'z-Zübeyr, Mu'âviye,
Câbir b. Zeyd ve Süveyd b. Gafele'den gelen rivayetler de, Ubeyd'in bu
rivayetini doğrulamaktadır.
Bu konuda Ebu't-Tufeyl'den
rivayet edilen bir hadisin meali şöyledir:
Biz, İbn Abbâs ile beraberdik.
Mu'âviye, her rüknü behemehal istilâm ederek geçiyordu. Bunun üzerine İbn Abbas
O'na şöyle dedi:
Resûlullah (s.a.) yalnız
Hacerü'l-esved'i ve Rükn-i Yemânf yi istilâm etti." Mu'âviye (cevâb
olarak);
Beytu'llah'ın mehcûr (istilâm
edilemeyecek) tarafı yoktur, dedi.[299]
Tirmizî'ye göre bu hadis hasen
ve sahihdir. Ebû Tufeyl'in bu hadisini Ahmed b. Hanbel de, Müsned'inde
Mücâhid'den rivayet etmiştir. İmâm Ahmed (r.a.)'ın bu rivayetinde şu ilâve de
vardır. "İbn Abbas,.... "gerçekte Resûlullah'ta sizin için güzel
örnekler vardır" dedi.[300] Bunun üzerine Hz. Muâviye (İbn Abbas'a)
"doğru söyledin" diye cevap verdi.[301] Ahmed b. Hanbel'in bu rivayeti Hz.
Muâviye'nin Kabe'nin dört rüknünün de selamlanması gerektiğine dair olan
görüşünden vazgeçtiğini gösterir. Ayrıca îmâm Mâlik'in Hişâm b. Urve'den
rivayet ettiği bir hadisde de "Urve b. Zübeyr'in Beyt-i Şerifi tavaf
ettiği zaman bütün rükünleri istilâm ettiği"[302] ifâde edilmektedir. Çünkü kardeşi
Abdullah İbn ez-Zübeyr H.65 yılında Kabe'yi Hz. İbrahim'in temelleri üzerine
bina etmişti. H. 73 yılında Hac-cac'ın Kabe'yi yıkmasına kadar bu hal üzere
kaldı.[303] Bu süre içerisinde halk Kâbe-i Muazzama'nın dört köşesini
de istilâm etmişlerdir.
Bu konuda İmâm Şafiî (r.a.) de
şunları söylemiştir: "Hz. Muâviye'nin 'Beytullah'ın mehcûr (istilâm
edilemeyecek) tarafı yoktur' sözüne gelince şunu ifade etmek isterim ki, biz
hiçbir zaman Beyt'i ifclâm etmeyi terk etmiyoruz. Biz sadece Resûl-i Ekrem'in
sünnetine uyuyoruz. Beyt-i Şerifin iki rüknünü istilâm etmemek o iki rüknü
terk etmek anlamına gelseydi, rükünler arasında uzanan duvarları ve taşları
terk etmek de Kabe'nin büyük bir kısmini teşkil eden duvarları terk etmek
anlamına gelirdi. Halbuki yeryüzünde Kabe inşa edildiği günden beri Kabe'nin
köşeleri arasında kalan duvarları hiç bir kimse istilâm etmemiş, bu duvarlar
istilâm edilmediği için de "Ka'be terkediliyor" diye tenkidde bulunan
bir kişiye rastlanmamıştır.
Bu konuda İbn Ömer şunları
söylüyor: "Resûlullah (s.a.)'m "Şâmiyân" denilen köşeleri
istilâm etmeyişinin sebebi bu köşelerin, Hz. İbrahim'in attığı temellerin
köşeleriyle çakışmayışlanndandır. İbnü't-Tîn'in beyânına göre yukarıda geçen
İmâm Mâlik'in rivayet ettiği, Urve b. ez-Zübeyr'in, Ka'be'nin bütün köşelerini
istilâm ettiğini ifâde eden hadisi de bu açıdan ele almak mümkündür. Çünkü
el-Ezrakî'nin Mekke Tarihi isimli eserinde de, açıklandığı gibi İbnü'z-Zübeyr,
o devirde Ka'be'nin duvarlarını Hz. İbrahim'in temelleri üzerine yeniden
oturtup, tamamlamış ve inşâ'at tamamlanınca Ten'-îm'e gidip oradan ihrama
girerek umre yapmış ve tavafı esnasında Ka'be'nin dört köşesini de istilâm
etmişti. Hz. İbnu'z-Zübeyr, şehid edilinceye kadar Ka'be bu haliyle kaldı ve
tavaf eden kimseler. Beyt'in dört köşesini de istilâma devam etti.[304] Fakat, hicri 73 yılında Haccâc'ın
Ka'be'yi yıkmasından sonra, bir daha Hz. İbrahim'in temelleri üzerinde inşâ
edilememiştir.[305] İshâk'dan rivayet edilen bir hadisin ifâdeleri de şu mânâya
gelmektedir: "Âdem (a.s.) hac yaptığı zaman, Ka'be'nin dört köşesini de
istilâm ederdi. Hz. İbrahim ile Hz. İsmail de Beyt-i Şerifin inşâsını
bitirdikleri zaman Ka'be'yi yedi defa tavaf ettiler. Ve her defasında Beyt'in
dört köşesini de istilâm ettiler." Dâvudî'nin ifâdesine göre Hz.
Mu'âviye'nin "Beytu'llah'ın meh-cûr (istilâm edilemeyecek) tarafı
yoktur."[306] demesinin sebebi, Ka'benin olduğu gibi Hz. İbrahim'in
attığı temellerin üzerinde yükselmiş olduğunu zannetmesinden başka bir şey
değildir. İşin aslı hiç de Mu'âviye'nin zannettiği gibi değildir.[307]
Abdullah b. Ömer (r.a.)'nın
rivayetine göre, Resûlullah (s.a.) Hz. Âişe (r.anhâ)'ya,
"Sen kendi kavminin
Ka'be'yi inşâ ederlerken Hz. İbrahim'in attığı temellere göre inşâ etmeyip
O'nu küçülterek inşâ ettiklerini biliyor musun?" deyince Hz. Âişe de; Ya
Resûlullah, O'nu Hz. İbrahim'in attığı temellere göre yeniden inşâ etsen,
demişti. Resûl-i Ekrem (s.a.) de;
"Eğer senin kavminin beni
küfürle itham etmelerinden korkmasaydım, bunu yapardım" diye cevâb
vermiştir. Abdullah b. Ömer, dedi ki: "Eğer, Hz. Âişe Resûl-i Ekrem'den bu
hadisi işitip de, nakletmiş olmasaydı, o zaman ben de, Resûl-i Ekrem'in rükn-i
şâmileri selâmlamayışının sebebini bu iki rüknün Hz. İbrahim'in belirlediği
köşelerin üzerinde yükselmeyişine bağlamazdım."[308]
Bilindiği gibi istilâm
Hacerü'I-Esved'e elle dokunmak yahut öpmektir. Bunları yapamayanlar sopa gibi
bir şeyle dokunarak, dokundukları şeyi
öperler,
Sıbtiyye'denilen
ayakkabılardan murâd, tabaklanmış sığır derisinden yapılan ayakkabıdır.
(Bazılarına göre Sıbtiyyej, derisi üzerinde kıl bulunmayan ayakkabıdır.
Arapların âdeti deriyi tabaklamadan kılları ile ayakkabı yapmakmış.)
Tabaklanmış deriler, Tâif gibi yerlerde yapılır. Bunlardan yapılan
ayakkabıları zenginler giyerlermiş.
Hadis-i şerifteki sarıya
boyanma tâbiri ile elbisenin veya saçın boyanması ifâde olunmuştur.
Ayakkabılarıyla abdest
almaktan murâd, abdest aldıktan sonra onları yaş ayakla giymektir.[309]
1. Kabe’nin
rükn-i Yemani denilen iki köşesine dokunmak müstehabtır.
Kadı İyaz diyor ki:
"Bugün Ka'be'nin rükn-i Şâmî denilen köşelerine istilâm yapılmayacağında
ulemâ ittifak etmişlerdir. Bu hususta yalnız Asr-ı saadette bazı ashâb ve bazı
tabiîn arasında ihtilâf vâki' olmuştur. Sonra hilaf ortadan kalkmıştır.
Yine Kadı İyaz'in beyânına
göre Haceru'l-Esved'ın bulunduğu rükn iki şeyle yani istilâm ve öpmekte, diğer
Rükn-i Yemânî ise, yalnız istilâm ile hususiyet kesbetmişlerdir.
Rükn-i Şâmîler öpülmediği
gibi, onlara istilâm dahi yapılmaz. Sahabe ve tabiînden bazıları onlara
dokunmayı da müstehab sayarlarmış.
İbn Abdilberr: "Câbir,
Enes, Îbnuz-Zübeyr, Hasan ve Hüseyin (r.a.) hazerâtının bütün rükünleri istilâm
ettikleri rivayet olunmuştur," diyor.
2. "Sıbtiyyej" denilen
tabaklanmış deriden mamul ayakkabıları giymenin caiz olduğu hususunda İbn
Abdilberr, ulemânın müttefik olduklarını söylemiştir. Bazıları bunların
kabristanda giyilmesini mekruh addetmişlerdir.
3. Sarı boya meselesi
elbiseye olduğu gibi bedene de şâmildir.Bununla beraber mesele ulemâ arasında
ihtilaflıdır.
Kadı İyaz'a göre hadisteki
sarı boyadan mûrad elbiseninin boyanmasıdır.Fakat İbn Ömer (r.a.)'dan gelen
rivayetlerden anlaşıldığına göre kendisi sakalını safran ile sarıya boyar,
Resulullah (s.a.)'ın da böyle yaptığını söylermiş. Zira müellif Ebû Davud'un
tahrîc ettiği bir" rivayette Peygamber (s.a.)'in sarı boyayla elbisesini
ve sarığını boyadığı bildirilmiştir. Ashâb-ı Kirâm'ın birçokları ile tabiîn
hazerâtımn sakallarını sarıya boyadıkları rivayet olunmuştur. Ebû Hureyre ile
Hz. Ali (r.a.) bunlar meyanındadır.
4. İhlâl yani yüksek sesle
telbiye meselesi dahi ihtilaflıdır.Bazılarına göre Zilhicce ayını karşılamak
için telbiyede bulunmak efdaldir. İmâm-ı Şafiî'ye göre yola revân olmak üzere
hayvan, yerinden kalktığı zaman telbiye getirmek daha faziletlidir. İmâm Mâlik
ile İmâm Ahmed'in kavilleri de budur. İmâm-ı A'zam'a göre namazı kıldıktan
sonra oturduğu yerde telbiye getirmek efdaldir.
5. Mîkatte ve Harem dâhilinde ikâmet
eden kimselerin hac için ihrama, Minâ'ya hareket günü olan ve "terviye
günü" denilen Zilhicce'nin sekizinci gününde ve yola çıkılacağı sırada
girmeleri müstehabdır. İbn Ömer (r.a,) ile Şafiî ulemâsı ve bazı Mâlikîler bu
görüştedirler. Ulemânın büyük çoğunluğuna göre ise, efdal olan Zilhicce'nin
birinci günü ihrama girmektir. Aslında bu tarihlerin hepsinde ihrama girmenin
caiz olduğunda ulemâ ittifak etmiştir. İhtilâf sadece bu tarihlerin hangisinde
ihrama girmenin daha faziletli olduğu konusundadır.[310]
1773. ...Enes (r.a.)
den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) öğleyi Medine'de dört (rekât) olarak
kıldı, ikindiyi de iki (rekât) olarak Zülhu-leyfe'de kıldı. Sonra geceyi
Zülhuleyfe'de geçirdi. Nihayet sabah olunca hayvanına bindi. Kendisini, hayvan
kaldırınca yüksek sesle telbiye getirdi.[311]
Resûl-i Ekrem (s.a.) hac için
yola çıkmadan önce öğle namazını mukîm olarak, Medine'de dört rekât kılmıştır.
İkindi namazını ise, Zülhuleyfe'de seferî olduğu için iki rekât olarak
kılmıştır. O gün geceyi Zülhuleyfe'de geçirmiş ertesi günü yine orada kurbanlık
develerinin hörgliçlerinin sol taraflarını çizerek işaretlemiş ve çıkan
kanları eliyle sildikten sonra boyunlarına birer çift nalın takmış ve Beyt-i
Şerife hareket etmek üzere devesine binmiştir. 1770 numaralı hadis-i şerifin
şerhinde de açıkladığımız gibi namazdan sonra ihrama girmiş, ayrıca hem
devesine binince nemde devesi kendisini Beydâ tepesine çıkardıktan sonra yüksek
sesle telbiye getirmiştir. Bu hadisin elrHasen tarikiyle gelen rivayeti
"Resûhıllah (s.a.) Beydâ'da öğle namazını kıldıktan sonra umre ve hac için
ihrama girdi, daha sonra da bineğine binerek Beydâ dağına tırmandı."[312] şeklindedir.
Metinde geçen
"ehelle" kelimesi hac veya umre için ihrama girmek anlamına geldiği
gibi yüksek sesle telbiye getirmek anlamına da gelmektedir.[313]
1774. ...Enes
b.Mâlik'den rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.) öğle namazını kıldıktan
sonra binitine binmiş, Beydâ dağına çıkınca da yüksek sesle telbiye
getirmiştir.[314]
1770 numaralı hadis-i şerifin
şerhinde açıkladığımız gibi Resûl-i Ekrem (s.a.)'in ihrama ne zaman ve nerede
girdiği farklı şekillerde nakledilmektedir. Bu farklılık hacda bulunan ashabın
çok olması sebebiyle Peygamber (s.a.)'in her hareketini anında görememelerinden
kaynaklanmaktadır. Her sahâbî sadece görebildiğini nakletmiştir. Kimisi Hz.
Peygamberi namazdan sonra ihramlı görmüş onu nakletmiş, bineği üzerinde ihramlı
görmüş onu nakletmiş, kimisi de Beydâ'da bineği üzerinde ihramlı görmüş onu
nakletmiş ve hepsi de Hz. Peygamber (s.a.)'i gördükleri zaman o anda ihrama
girdiğini zannetmişler. Gerçek; Hz. Peygamber Zülhuîeyfe mescidinde kıldığı
namazdan sonra ihrama girmiş, daha sonra hem devesi kendisini kaldırınca, hem
de Beydâ tepesine çıkınca yüksek sesle telbiye getirmiştir.[315]
1775. ...Âişe bint Sa'd
b. Ebî Vakkâs'dan; Sa'd b. Vakkâs (şöyle) demiştir:
Peygamber (s.a.) (hacca gitmek
için) el-für’ yolunu seçecek olursa;' bineği kendisini kaldırdığı zaman yüksek sesle
telbiye getirerek ihrama girerdi. Eğer Uhud yolunu seçecek olursa, Beydâ dağı
üzerine çıktığı zaman yüksek sesle telbiye getirerek ihrama girerdi.[316]
el-Für': Mekke ile Medine
arasında Rebeze'nin nâhiyelerinden büyük bir koydur. Medine ye
"Eğer Uhud yolunu geçecek
olursa Beydâ dağı üzerine çıktığı zaman yüksek sesle telbiye getirerek ihrama
girerdi," cümlesinde bir yanlışlık vardır. Çünkü Uhud Medine'nin
kuzeyinde, Mekke ise, Medine'nin güneyinde bulunmaktadır. Bu bakımdan
Medine'den Mekke'ye giden bir hacı adayının yolu hiçbir zaman Uhud'dan geçmez.
Gerçek, Beyhakî'nin Yahya b. Ebî Talib vasıtasıyla Vehb'den rivayet ettiği ve
şu ma'nâya gelen sözlerin ifade ettiği gibidir: "Eğer Mekke'ye gitmek için
bir başka yolu seçecek olursa Beydâ dağı üzerine çıktığı zaman yüksek sesle
telbiye getirerek ihrama girerdi."
Bu yanlışlık râvi Muhammed b.
Beşşâr'a aittir. Yine bu hadisin senedinde bulunan, Muhammed b. İshâk her ne
kadar tedlîs yapmakla maruf ise de, güvenilir ve rivayeti makbul bir râvidir.[317]
1776. ...İbn Abbâs
(r.a.)'dan rivayet edildiğine göre Dubâa bint ez-Zübeyr b. Abdilmuttalib,
Resûlullah (s.a.)'e gelip,
Ey Allah'ın Resulü, ben hacca
gitmek istiyorum (ihrama girerken) şart koşabilir miyim? demiş. Resûl-i Ekrem
(s.a.) de;
"Evet" cevabını
vermiştir. (Bunun üzerine Dubâa),
Şartı nasıl koşayım? deyince,
(Resûl-i Ekrem efendimiz);
"Ey Allah'ım emrine
amadeyim, ey Allah'ım beni engellediğin yerde ihramdan çıkmam şartıyla emrine
âmâdeyimîde" buyurmuştur.[318]
1. Dubâa, Resûlullah (s.a.)'ın
amcası kızıdır.Sancılı bir kadındı; sancısı gelirse haccının yanda kalacağından
korkuyordu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.), ona şartlı olarak ihrama
girmesini ve bunun için ne söylemesi gerektiğini öğretti. Buna göre Hz. Dubâa
sancılandığı takdirde ihramdan çıkıp geri dönebilecekti ve hakkında hiçbir
sorumluluk lâzım gelmeyecekti.
Ancak ulemâ, böyle bir şartın
caiz olup olmayacağında ihtilâf etmişlerdir.
2. Ashâb-ı kiramdan Hz. Ömer,
Osman, Ali, İbn Mes'ud, Ammâr ve İbn Abbâs (r.anhum) hazretleri ile tabiînden
Sa'îd b. el-Müseyyeb, Ur-ve, Atâ, Alkame ve Şureyh şartlı olarak ihrama girmeyi
caiz görmüşlerdir.Delilleri ise, mevzuumuzu teşkil eden hadis-i şeriftir.
3. Haccı tamamlamaya engel
teşkil edecek bir hastalığın veya benzeri bir arızanın ortaya çıkması halinde
ihramdan çıkabilmek için ihrama girerken şartlı olarak girmiş olmak gerekir.
İhrama şartlı olarak girmemiş olan bir kimse karşılaştığı bir engel sebebiyle
ihramdan çıkamaz. Zahirî uleması bu görüştedir. Sözü geçen ulemâya göre hadisin
zahirinden bu mânâ anlaşılmaktadır. Ayrıca şu hadisi de bu görüşlerine delil
getirirler: "Haccet ve şart koş! Ya Rabbî! İhramdan çıkacağım yer, beni
haccetmekten âciz kılacağın yer olsun de!"[319]
İmâmı Şafiî ve Ahmed (r.a.)'ın
sahîh olan görüşlerine göre ihrama şartlı olarak girmek müstehabdır. İmâmı
Şafiî Kitâb-ül menâsık'de bu konuyla ilgili görüşlerini şöyle açıklıyor:
"Eğer şartlı olarak ihrama girme konusundaki (Müslim'in rivayet ettiği)
Hz. Âişe hadisinin[320] sabit olduğundan emin olsaydım, bu konuda başka bir delil
aramaya asla lüzum görmezdim. Çünkü Resûl-i Ekrem (s.a.)'dan geldiği kesinlikle
belli olan bir hadis karşısında başka bir.görüşe yer vermek helâl
değildir." Şafiî ulemâsından Beyhakî, İmâm Şafiî'nin bu ve benzeri
meselelerdeki hareket tarzının odak noktasını teşkil edecek usûlünü bu şekilde
naklettikten sonra İmâm-ı Şafiî'nin görüşünü açık ve kesin bir şekilde şöyle
temellendiriyor: "Hz. Âişe hadisinin Hz. Peygamberden (s.a.)
nakledildiği, çeşitli yollardan gelen rivayetlerle sabit olmuştur."[321]
Mâlikî ve Hanefî ulemâsıyla
tabiîn ulemâsından bazılarına göre ise, bir kimsenin ihrama şartlı girmesi o
kimseye ayrı bir hak ve bir ayrıcalık tanımaz. Bu konuda bu kimse de
başkalarının tâbi olduğu hükümlere tâbidir. Başka bir tâbirle haccı
tamamlamadan ihramdan çıkma konusunda ihrama şartlı olarak giren kimseyle
şartsız olarak giren kimse arasında bir fark yoktur. Çünkü İbn Ömer'den
rivayet edilen şu hadis-i şerif buna delâlet etmektedir: "Abdullah b.
Ömer şartlı haccı tanımaz ve Peygamberimizin sünneti size kâfi değil mi?
derdi." ibn Ömer, İbn Abbâs'ın şartlı hac hakkındaki fetvasını tanımamış
ve Peygamber (s.a.)'ın şartlı hac yapmadığım belirterek müslümanları onun
sünnetine uymaya davet etmiştir. el-Beyhâkî ise, "Du-bâ'a'nın hadisi İbn
Ömer'e varmış olsaydı onu kabul ederdi" diyor.[322] İmâm Tırmizî'ye göre mevzûmuzu teşkil
eden hadis, hasen ve sahîhdir. Tirmizî'-nin bu hadisini aynı zamanda Buharî ile
Beyhakî de rivayet etmişlerdir.[323] İleride kırk dördüncü babda bu konu
genişçe ele alınacaktır.
3. Şartlı ihrama girmenin caiz
olmadığını söyleyen ulemâya göre şartlı ihrama girmek Hz. Dubâ'a'ya ait özel
bir durumdur.
Şafiî ulemâsından, Hattâbî'nin
beyânına göre Hz. Dubâ'a'nın durumunda olan herkes şartlı olarak ihrama
girebilir. Şevkânî'nin beyânına göre ise, Hz. İbn Abbâs şartlı ihrama girmenin
neshedildiği görüşündedir. Lakin İbn-i Abbas'dan gelen bu rivayetin senedinde
el-Hasen b. Umâre vardır. Bilindiği gibi bu zâtın rivayetleri muteber değildir.
Metinde geçen "Beni engellediğin yerde ihramdan çıkmam şartıyla"
cümlesinin zahiri, ihramda iken engelle karşılaşan bir kimsenin kaldığı yerde
ihramdan çıkabileceğine ve bulunduğu yer haremin dışında bile olsa kurbanlarını
orada kesebileceğine delâlet ettiğinden Şafiî, Hanbelî ve Mâlikî ulemâsı bu
konuda böyle hüküm vermişlerdir.
Hanefî ulemâsına göre ise
böyle bir engelle karşılaşan bir kimse hiçbir zaman harem hudutları haricinde
kurbanını kesemez. Çünkü kurban ancak harem hudutları içerisinde kesilir. Bu
bakımdan bu duruma düşen bir kimse şayet kurbanlığı yanında ise, onu kesilmek
üzere birisiyle hareme gönderir ve ondan kurbanlığı hangi tarihte hareme
eriştireceğine dair söz alır. Kurbanlığının kesildiğinden emin olduktan sonra
ihramdan çıkar. Şayet kurbanlığı yanında değilse, belli bir günde bir kurban
alıp kesmek üzere birini vekil tayin eder ve o günde ihramdan çıkar. Bu
konudaki delilleri ise; "Haccı da umreyi de Allah için tam yapın. Fakat
(herhangi bir sebeble bunlardan) alı-konursanız, o halde kolayınıza gelen
kurban(ı gönderin. Bununla beraber) kurban yerine (Minâ'ya) varıncaya kadar
başlarınızı tıraş etmeyiniz..."[324] mealindeki âyet-i kerimedir.[325]
1777. ...Âişe
(r.anha)dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.) (umresiz olarak) sadece
hac yapmıştır.[326]
İfrâd, Temettü' ve Kıran olmak
üzere üç çeşit hac vardır.Umresiz olarak yalnız başına hacca niyet edilirse,
bunun
adına "ifrad" ve bu
niyetin sahibine "müfrid" denir. Hac mevsiminde önce umre, sonra hac
için ihrama girilirse, buna "temettü" ve bunu yapana da "mutemetti"
denir. Umre ile hac, bir ihram ve bir niyetle yapılırsa buna da
"kıran" ve bunu yapana "kârin" denir.[327]
Ulemâ bu üç çeşit hacdan
hangisinin daha faziletli olduğu konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Bu ihtilaf
Resûl-i Ekrem (s.a.)'in yaptığı haccın, hangi neviden hac olduğu meselesinden
kaynaklanmaktadır. Bu mevzu ile ilgili görüşleri şu şekilde özetlemek
mümkündür:
1. Şafiî ve Mâliki ulemâsına
göre Peygamber (s.a.) ifrad haccı yapmış-lir, dolayısıyla ifrad haccı, temettü'
ve kıran haclarından daha faziletlidir. Aynı zamanda İmâm Evzaî de bu
görüştedir. Delilleri ise, konumuzu teşkil eden Ebü Dâvûd hadisi ile birlikte
İmâm Ahmed ve Müslim'in rivayet ettikleri Ebû Dâvûd hadisiyle aynı anlama
gelen hadislerdir.[328] Ayrıca daha önce tercümesini sunduğumuz 1752 numaralı
hadis-i şerif de sözü geçen ulemânın delilini teşkil etmektedir.
2. İmâm Ahmed'e göre ise, efdal
olan temettü' hacadır. Sonra ifrâd sonhra da kıran haccı gelir. İbn Kudâme'nin
el-Muğnî'de beyân ettiğine göre eğer hacı adayı kurbanlığını Beyt-i Şerife
göndermişse kıran haccına niyetlenmesi daha faziletlidir. Yoksa temettü' haccı
daha faziletlidir.
3. İmâm Şafiî'ye göre,
ise, efdal olan ifrad hacadır. Sonra temettü sonra da kıran haccı gelir.
4. Hanefî ulemâsına göre ise en
faziletli hac kıran hacadır. Sonra temettü' sonra da ifrad haccı gelir. Hanefî
ulemâsının bu konudaki görüşlerini şu şekilde özetlemek mümkündür:
Araştırıcılar, Hz.
Peygamber'in yaptığı haccın, hacc-i kıran olduğunu söylerler. Nitekim, on iki
sahâbînin bu konudaki rivâyetleriyle de asla te'vile gerek kalmayacak şekilde
hükme bağlanmıştır. İbn Hazm, Veda Haccı ile ilgili olan bu rivayetleri bir
araya toplamıştır. Hemen şunu da belirtelim ki, Hz. Peygamberin yaptığı haccın
nevî konusunda değişik rivayetler de yok değildir. Meselâ, haccı- ifrâd
yaptığını rivayet edenler vardır. Bunu rivayet eden sâhâbî Hz. Peygamberin
hacca niyet etliğini görmüş, umreye niyetini görmemiş olmalı ki, sadece
gördüğünü, nakletmiştir. Veyahut da "Hz. Peygamber hacc-ı ifrâd
yaptı" diyenler "ifrâd" kelimesiyle Hz. Peygamber'in hayatı
boyunca tek bir defa hac yaptığım kasdetmektedirler. Çünkü Peygamberimiz Veda
Haccmdan başka hac yapmamıştır.
Hz. Peygamber'in hacc-ı
temettü' yaptığını rivayet eden ashâb ise, Hz. Peygamberi umre için ihrama
girerken görmüş olup, hac için niyet edişini, sesinin yavaşlığı yüzünden
duyamamış olmalıdır.[329] Yahut da, Hz. Peygamber "hacc-ı temettü' yaptı"
sözüyle hacc-ı kıran yaptığı kastedilmektedir. Çünkü Arapların eskiden
"kıran" kelimesi yerine "temettü" kelimesini de
kullandıkları olmuştur. Yahut da bazı hadis-i şeriflerde geçen "Resûl-i
Ekrem ifrâd haccı yaptı", yahut "temettü' haccı yaptı" gibi
cümlelerdeki "ifrâd haccı yaptı", "temettü* haccı yaptı"
ifâdelerinin, "Resûlullah bu hacların da yapılmasını emretti"
anlamında kullanılmış olması, "Resûl-i Ekrem (s.a.)'in bizzat kendisinin
ifrad veya temettü' haccı yaptığı" anlamında kullanılmadığı da
düşünülebilir. Çünkü bir işin yapılmasını emreden kimseden bahsedilirken o işi
yapan bir kimse olarak bahsetmek mümkündür.[330] Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.)'in kıran
haccı yaptığını ifade eden hadisler daha açık, râvilerinin daha fazla olması
ve daha fazla cümleler ihtiva etmesi gibi özellikler taşımaları sebebiyle ifrad
veya temettü' haccı yaptığını ifade eden hadislere tercih edilebilirler.[331]
Hanefîlerin bu mevzuda en
kuvvetli delillerinden biri de 1795 numaralı hadistir.[332]
1778. ...Âişe
(r.anhâ)'dan demiştir ki: Zilhicce hilâline yakın (bir günde) Resûlullah (s.a.)
ile beraber yola çıktık. Zülhuleyfe'ye varınca (Resûlullah (s.a.):
"Hacca niyet etmek
isteyen (hacca) niyet etsin. Umreye niyet etmek isteyen de umreye niyet
etsin" buyurdu. Vuheyb hadisinde, Musa (Resûl-i Ekrem'in) "Eğer hedy
kurbanını göndermiş olsaydım ben de umreye niyet ederdim" (buyurduğunu)
rivayet etti. (Mûsâ), Hammâd b. Seleme hadisinde de (Resûl-i Ekrem (s.a.)'in
şöyle buyurduğunu) rivayet etti "Bana gelince; ben hacca niyet ediyorum.
Çünkü yanımda hedy kurbanlığı vardır."
(Bu hadisi Ebû Davud'a farklı
şekilde nakleden râvîler, hadisin bundan sonraki kısmında Hz. Âişe'nin
sözlerini naklederlerken, hadisin bundan) sonrasında ittifak ettiler: (Hz.
Âişe dedi ki:) Ben de umreye niyet eden(ler) arasındaydım. Yolun bir kenarına
varınca hayızlandım. Ben ağlarken Resûlullah (s.a.) yanıma çıkageldi:
"Seni ağlatan şey
nedir?" dedi. ben de
"Keşke bu sene hac
yolculuğuna çıkmasaydım, dedim. (Bunun
üzerine).
"Umreyi bırak, saçını çöz
ve taran" buyurdu.
Mûsâ (bu cümleyi) "Hacca
niyet et" (şeklinde) Süleyman ise, "Müslümanlar haclarında ne
yapıyorlarsa, sen de onu yap" (buyurdu) diye rivayet etti. (Medine'ye)
dönüleceği gece Resûlullah (s.a.) Âbdurrahman'a Hz. Âişe'yi (umre için ihrama
girmek üzere) Ten'îm'e götürmesini emretti. Mûsâ (bu rivayete şunları) ilâve
etti: (Hz. Âişe (r.anha) terkettiği) umresinin yerine (yeniden) ihrama girdi ve
Beyt'i tavaf etti. (Bu suretle) Allah (onun) umresini de haccını da gerçekleştirmiş
oldu. (Daha önceki) terk ettiği umreden dolayı bir kurban lazım gelmedi.[333]
Ebû Dâvûd dedi ki Musa, Hammad
b. Seleme hadisine (şu cümleleri de) ilâve etti. Âişe (r.anha) Batha gecesinde
(hayızdan) temizlendi.[334]
Bu hadis-i şerif Ebû Davud'a
iki ayrı senedle ulaşmıştır. Bunlardan birisi Süleyman b. Harb diğeri de Mûsâ
b. İsmail senedidir.
Ayrıca bu hadis Mûsâ b.
İsmail'e de birisi Vuheyb, diğeri de Hammad olmak üzere iki ayrı senedle
ulaşmıştır. Bütün bu senedlerin hepsi de daha yukarıda Hişâm b. Urve'de
birleşmekte ve Hişâm'ın babası Urve vasıtasıyla da Hz. Âişe'ye ulaşmaktadır.
Bilindiği gibi bir hadisin iki
veya daha fazîa isnadı varsa bir isnâddan ötekine geçerken araya harfi
koyarlar. Bu harf "tahavvül'den kısaltmadır ve isnadın değiştiğini
gösterir. Hadisi okuyan ona geldi mi (hâ) diye okuyup geçmelidir. Bazıları sözü
geçen harfin araya girmek manasına gelen fiilinden kısaltma olduğunu ve
ona gelince bir şey söylemek icab etmediğini söylerler. Bu harfin hadisi
okumaya devam işareti olduğunu söyleyenler de vardır. Hatta mağrib ulemâsı ona
vardıkları zaman "el-hadise" derlermiş, "el-hadise" hadisi
oku demektir. Konumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte farklı isnadlardan doğan
farklı ifadeler vardır ki tercüme esnasında bu rivayet farklarına işaret ettik.
Resûl-i Ekrem (s.a.)
"Umreyi bırak, saçını çöz ve taran" emriyle, "Umre ihramından
çık ve umre ile ilgili fiilleri terk et," demek istemiştir. Çünkü bu
cümledeki "Umreyi bırak" sözü bunu açıkça ifade etmektedir. Ayrıca
"taran" emri de bu mânâyı te'yid etmektedir. Çünkü taranmak bazı saç
tellerinin dökülmesine sebep olur. Bilindiği gibi ihramlı için saç koparmak
yasaktır. Binâenaleyh "taran" kelimesi "Umre için girdiğin ihramdan
çık" anlamına gelir. Diğer râvi Süleyman b. Harb'in rivayet ettiği
"Müslümanlar haclarında ne yapıyorlarsa sen de onu yap" cümlesi de
Resûl-i Ekrem'in Hz. Âişe'ye, "Umreyi terkedip sadece hac için ihrama
girmesini ve tavafın dışında bütün hac fiillerini yerine getirmesini
emrettiğini" ifâde eder.
Hadiseyi şu şekilde
özetleyebiliriz: Hz. Âişe önce umreye niyet etmiş, ancak hayız görmeye başlayıp
da hacdan önce umreyi tamamlamaya muvaffak olamayacağı anlaşılınca, Peygamber
(s.a.) O'na umreyi tamamen bırakıp hacca niyet etmesini emretmiştir.
Hanefî ulemâsına göre Hz. Âişe
Resûl-i Ekrem (s.a.)'in bu emrine uyarak önce haccedip daha sonrada terkettiği
umresini kaza etmiş ve bu suretle kıran haccı yapmaya muvaffak olmuştur.
İmâm Şafiî'ye göre ise,
"Resülullah (s.a.) Hz. Âişe'ye, girmiş olduğu ihramdan çıkmadan umreyi
bırakmasını ve haccı yarım kalan umre üzerine bina etmesini emretmiştir. Bu
emri yerine getiren Hz. Âişe haccı umre üzerine bina ettiği için, hac île
umreyi birleştirmeye ve dolayısıyla kıran haccı yapmaya muvaffak olmuştur.
Meseleye bu açıdan bakan İmâm Şafiî'ye göre, metindeki "saçını çöz ve
taran" emri, ihramdan çıkmayı gerektiren bir emir değildir. Çünkü ihramh
bir kimsenin, saç tellerini koparmadan saçlarını taramasında bir sakınca
yoktur. Ayrıca Peygamber (s.a.), Hz. Âişe'ye bu emri, başındaki rahatsızlıktan
dolayı vermiş de olabilir.
Kadı İyaz'ın beyânına göre,
haccı umre üzerine bina etmenin caiz olduğunda ulemâ görüş birliği
içerisindedir. Yalnız ulemâdan pek az kimse bu görüşe itiraz etmiştir.
Hac üzerine umre bina etme
meselesi ise, ihtilaflıdır. İmâm Ebû Hanife ile eski mezhebinde İmâm Şafiî bunu
caiz görmüş, bunların dışında kalan diğer ulemâ ise, caiz görmemiştir. Onlara
göre bu uygulama Peygamber (s.a)'e ait özel bir durumdur. Ancak bilindiği
gibi, bir uygulamanın Resûl-i Ekrem'in şahsına ait özel bir durum olduğuna
hükmedebilmek için bir delile ihtiyaç vardır. Oysa bu görüşte olanlar
iddialarını ispat edecek böylesi bir delile sahip değildirler.[335]
Hz. Âişe'nin hacca mı yoksa
umreye mi niyetlendiği hususunda pek muhtelif rivayetler vardır. Bu sebeple
ulemâ bu mevzuda ihtilâfa düşmüşlerdir. Bazıları hacca niyet ettiğine kail
olmuş, umreye niyetlendiğini bildiren rivayetlerin hata olduğunu
söylemişlerdir. Onlara göre Hz. Âişe yanında hedy kurbanı bulundurmamış
Peygamber (s.a.) böyle olanlara hacca bozarak umreye niyetlenmelerini emir
buyurunca o da hac niyetini bozarak umreye niyetlenmiş fakat bitiremeden hayız
görmüş, bu sebeple, Resûlullah (s.a.) hacca niyetlenmesini emir buyurmuş, o da
hacca niyetlenerek hacc-ı kıran yapmıştır.
Vakfede frayızlı bulunmuş;
bayram günü temizlenerek tavaf-ı ifâzayı yapmıştır. İbn Hazm'ın beyanına göre,
Mekke'ye giderken Şerif denilen yere vardıkları zaman Peygamber (s.a.)
ashabını, haccı, umreye çevirmekle çevirmemek arasında muhayyer bırakmıştır.
Ebû Ömer İbn Abdilberr: "Hz. Âişe'nin haccı ile ilgili hadisler
muzdaribdir. Ulemâ bu husustaki rivayetleri tevcih için pek çok şeyler söylemiş
fakat bu rivayetlerin arasım bulamamışlardır" diyor. Hadisin râvilerinden
Kasım, Hz. Âişe'nin hacca niyet ettiğini söylemiş, Urve ise; "Âişe, umreye
niyet etti" demiştir.[336] Hanefî ulemâsından Aynî diyor ki;
"Hz. Âişe'den sabit olan meşhur rivayete göre kendisi yalnız hacca niyet
etmişti. Peygamber (s.a.) ona umreyi terketmesini buyurmuştu. Hz. Âişe'nin;
"Arkadaşlarım hac ve
umreyle dönerken ben yalnız hacla dönüyorum"[337] sözü buna delildir.[338] Peygamber (s.a.)'in,
""Eğer hedy
kurbanını göndermiş olmasaydım, ben de umreye niyet ederdim" sözü,
yanlarında hedy kurbanı götürenlerin haccı bozarak umreye niyetlenmelerinin
caiz olmadığını ifade etmek için söylenmiştir. Hedy kurbanı götüren hacılar,
onu kesmedikçe ihramdan çıkamazlar. Kurban ise, ancak bayram günü kesilir. Bu
konuda İbnu'1-Esîr diyor ki: "Resûlullah (s.a.) bu sözüyle ashabının
gönüllerini almak istemiştir. Çünkü kendisi ihramiı olduğu halde ashabının
ihramdan çıkmaları, onlara çok ağır gelmişti. Peygamber (s.a.) gücenmemelerini
tavsiye etmiş ve emrettiğini yapmalarının, onlar için daha faziletli olacağını
bildirmiştir."
Yine bu cümle Ahmed b. Hanbel
gibi temettü' haccının diğer haclardan daha faziletli olduğunu söyleyenlerin
deliliğini teşkil etmektedir. Ayrıca bu cümle "Beyt-i Şerife kurban sevk
eden bir kimsenin umreyi bitirince ihramdan çıkamayacağını, ihramdan
çıkabilmesi için hac fiillerim de bitirmiş olması lazım geldiğini"
söyleyen Hanefî ulemâsının bu mevzûdaki delillerini teşkil etmektedir.
Yine metinden anlaşıldığına
göre hacılar bütün hac görevlerini yerine getirip de Medine'ye dönecekleri
sırada Peygamber (s.a.) kayınbiraderi Hz. Abdurrahman'a ablası Hz. Âişe'yi umre
için ihrama girmek üzere Ten'im'e götürmesini emretti. Ten'im, Harem hudutları
içerisinde ve Medine yolu üzerinde bulunan Mekke'ye altı kilometre uzaklıkta
bir yerdir. Harem hududları içerisinde bulunan bir kimse için en yakın hıl
dairesi ise, Ten'im'dir.
Metinde geçen "Allah
(onun) umresini de haccını da gerçekleştirmiş oldu," cümlesi, Hz. Âişe'ye
ait değildir. Hz. Âişe'nin sözleri arasına sokulmuş, râvilerden birisine ait
bir sözdür. Müslim'in Veki' vasıtasıyla rivayet ettiği bir hadiste;
"Urve; "Allah Âişe'nin hac ve umre yapmasını takdir buyurmuş"
dedi"[339] ifadesi bulunduğundan, söz konusu cümlenin Urve'ye ait bir
cümle olduğu anlaşılmaktadır.
Âişe (r.anhâ)'nm yalnız hac
fiillerini edâ edip de daha sonra umreyi kaza etmesinden dolayı şükür kurbanı
veya keffaret kurbanı lâzım gelmediğini ifade eden "terkettiği umreden
dolayı bir kurban da lâzım gelmedi" cümlesi de Hz. Âişe'nin sadece ifrâd
hac yaptığına delâlet etmektedir. Çünkü temettü' veya kıran haccı yapmış
olsaydı, şükür kurbanı kesmek vâcib olurdu, Bu konuda Davud' Zâhirî'nin dışında
bütün ulemâ görüş birliğine varmışlardır. Ancak burada "Hz. Âişe ilk önce
girmiş olduğu umreyi terk ettiğinden dolayı niçin keffaret kurbanı
kesmedi?" diye bir soru hatıra gelebilir. Nitekim Müslim'in rivayet ettiği
bir hadis-i şeriftede "bu hacda hedy kurbanı, oruç ve sadaka yoktu,"[340] buyurulmaktadır.
Gerçekte ise, Resûl-i Ekrem
(s.a.), Hz. Âişe'nin terkettiği umreden dolayı bayramın birinci günü kurban
kesmiştir. Müslim'in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte bu gerçek şu anlama
gelen sözlerle ifâde edilmektedir: "Kurban bayramı günü Resûlullah (s.a.),
Âişe (r.anhâ) adına bir sığır kesti"[341]
Konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd
hadisinin râvisi bu durumdan haberdâr olmadığı için "Terkettiği umreden
dolayı bir kurban da lâzım gelmedi" sözünü sarfetmiştir.
Metinde geçen "Hz. Âişe
Bathâ gecesinde (hayızdan) temizlendi" cümlesindeki "Bathâ
gecesf'nden maksad, Resûl-i Ekrem (s.a.)'in Minâ'dan döndüğü ve Muhassab
denilen yere uğradığı, Zilhicce'nin ön dördüncü ge-cesidir. Bathâ, Mekke'nin
kuzey-batısında, Cebel-i Nûr ile Hacûn arasında bulunan bir vadinin ismidir.
Muhassab, Ebtah, Hayfu Benî Kinâne gibi isimlerle anılır. Hacıların Minâ'dan
Mekke'ye dönerlerken burada bir süre beklemeleri sünnettir. Nitekim İbn Ömer
(r.a.)'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte, "Resûl-i Ekrem (s.a.)
Efendimizin Minâ'dan dönerken öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını
Bathâ'da kıldığı ifâde edilmektedir. [342] Ancak yukardaki Hz. Âişe'nin hayızdan
temizlendiği geceyi belirleyen ve râvi Musa'ya ait olan cümle, Müslim'in
rivayet ettiği "Bayram günü gelince ben temizlendim. Resûlullah (s.a.)
emir buyurdu, tavaf-ı ifâzami yaptım,"[343] anlamındaki hadis-i şerife aykırıdır.
Ulemânın beyânına göre, gerçeği ifâde bakımından Müslim hadisi daha sahihdir ve
tercihe lâyıktır. Çünkü sözü geçen hadis Hz. Âişe'nin bizzat kendi ifadesidir.
Hz. Âişe'nin kendi halini kendisinin daha iyi bileceğinde ise, asla şüphe
yoktur.
Müslim'in rivayet ettiği;
Hz. Âişe Şerif de hayız görmüş
ve Arafat'ta temizlenmiş. Bunun üzerine Resûlullah (s .a.) O'na;
Safa ile Merve arasında tavaf
yapman, sana hem haccın hem de umren için kâfidir", buyurmuş[344] anlamındaki hadis-i şerifin ise, bu
konuyla bir ilgisi yoktur. Çünkü bu hadis Hz. Âişe'nin Arafat'ta vakfeye durmak
için ve hayız hali devam ederken yaptığı guslü ifâde etmektedir. Hayızdan
sonraki yıkanmasıyla ilgili değildir. İşte bu sebeple İbn Hazm da bu konuyla
ilgili olarak; "Hz. Âişe daha Zilhicce'nin üçüncü günü, Şerif-de hayız
görmeye başladı, Zilhicce'nin onunda cumartesi günü temizlendi"
demektedir.
Metindeki "Eğer hedy
kurbanı göndermiş olmasaydım ben de umreye niyet ederdim" cümlesi, Resûl-i
Ekrem (s.a)'in Veda Haccında temettü' haccına niyet ettiğine ve dolayısıyla
hacc-ı temettü'ün diğer hac çeşitlerinden daha faziletli olduğuna delâlet ve
bu görüşü benimseyen İmâm Ahmed'i te'yid eder. Ancak ulemâdan Şâkik b. Seleme,
Sevrî, Ebû Hanife, Ebû Yusuf, Muhammedi İshâk, Şâfiîlerden Müzem ile Ebû İshâk,
Mervezî ve İbnu'l-Munzir'e göre kıran haccı daha faziletlidir. Sözü geçen ulemâya
ve Kurtubî'ye göre Peygamber (s.a.) Veda Haccında kıran haccına niyet
etmiştir. Hz. Ali de bu görüştedir.
Gerçi Peygamber (s.a.)'in bir
rivayette ifrâd haccına, başka bir rivayette temettü'a, diğer bir rivayette
kırana niyet ettiği ifade ediliyorsa da, Hanefî ulemâsından Tahâvî bu
rivayetlerin arasım bulmuş ve; "Rasûlallah (s.a.) önce umreye niyet
etmişti, temettü' niyetiyle umreye devam buyurdu, sonra tavaftan önce hacca
niyet ederek kıran yaptı."[345] demiştir.
Yine metinde geçen "Hz.
Âişe terkettiği umresinin yerine yeniden ihrama girdi ve Beyt'i tavaf
etti" cümlesi de, Hz. Âişe'nin Veda Haccında, ifrad haccına niyet ettiğini
ve terkettiği umresini de sonradan kaza ettiğini ifade ve bu görüşü benimseyen
Hanefî ulemâsını te'yid eder.
İçlerinde İmâm Mâlik, Şafiî ve
Ahmed b. Hanbel de bulunan ve büyük çoğunluğu teşkil eden ulemâya göre ise,
Hz. Âişe umreyi terketme-miştir. Haccı umre üzerine bina etmiştir. Delilleri
ise, "Bundan sonra Resûlullah (s.a.) Hz. Âişe'nin yanına girdi. Hz. Âişe
ağlıyordu. O'na,
"Hâlin nedir?" diye
sordu. Hz. Âişe ise;
"Hâlim hayız görmüş
olmamdır. Başkaları ihramdan çıktı, ben çıkamadım; Beyt'i de tavaf edemedim.
Alem şimdi hacca gidiyorlar" dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.):
"Bu, Allah'ın Adem
kızlarına takdir buyurduğu bir şeydir. Yıkan, sonra hacca niyet et!"
buyurdu.
Hz. Âişe de öyle yaptı ve
bütün vakfe yerlerinde durdu. Temizlendiği vakit Kâ'be'yi ve Safa ile Merve'yi
tavaf etti. Sonra Peygamber (s.a.):
"Haccmda umrenin
ikisinden beraberce hilPe çıktın."[346] anlamındaki Câbir hadisi ile, "Bu
tavafın, hem ha cana hem de umrene kâfidir.”[347] anlamındaki Tavus hadis-i şerifidir.[348]
1. Hac yapmak isteyen bir kimse
ifrad, temettü, kıran haclarından istediğine niyet edebilir.
2. Temettü' haccı diğerlerinden
daha faziletlidir.
3. Hz. Âişe Veda Haccında ifrad
haccı yapmıştır. Sonra terkettiği umreyi kaza etmiştir.
4. Hadesten ve
cünüblükten temizlenmeyen bir kimse tavaf edemez. Ulemânın bu meseledeki
ihtilâfının hulâsası şudur:
a. Hanefîlere göre tavaf için
temizlik şart değildir. Üzerinde pislik bulunan yahut abdestsiz veya cünüp
olan kimselerin tavafları sahihdir. Çünkü âyet-i kerimede Kabe'yi tavaf,
mutlak olarak emir buyurulmuştur.
Haber-i Vâhidle amel ederek
tavaf için temizliği şart koşmak, nass üzerine ziyâde demek olur. Bu caiz
değildir. Ancak hadesten temizlenmeden tavaf eden kimsenin bir koyun, cünüb
olarak tavaf eden kimsenin ise, bir deve kesmesi, icâbeder.
b. İmâm Şafiî'ye göre tavaf için
temizlik şarttır.
c. Cumhûr-ı ulemâ,
abdestsiz, cünüb ve hayızlı kimselerin Safa ile Merve arasında sa'y
yapabileceklerini söylemişlerdir.
d. Hasan el-Basrî'den
gelen bir rivayete göre bu gibi kimseler sa'yi ihramdan çıkmazdan önce tekrar
yaparlar. Şayet temizlenmeden sa'y yaptıktan sonra ihramdan çıkarlarsa birşey
lâzım gelmez.[349]
1779. ...Peygamber
(s.a.)'in zevcesi Âişe (r.anhâ)'dan; demiştir ki: Veda haccı yılında Resûlullah
(s.a.)'le birlikte (hac için yola) çıkmıştık. Bizden kimisi sadece umreye,
kimisi hacla birlikte umreye, kimisi de sadece hacca niyetlenmişti. Resûlullah
(s.a.) de sadece hacca niyetlenmişti. Sadece hacca niyet edenlerle, hac ile
birlikte umreye niyet edenler, kurban (bayramı) gününe kadar ihramdan çıkamadılar.[350]
Bu hadis-i şerifin Buhâri'deki
rivayeti ile Şafiî'nin Müsned'indeki rivayetinde Hz. Aişe'nin; "Ben de
umreye niyet edenler arasında bulunuyordum" dediği kaydedilmektedir. Her
ne kadar bu cümlenin zahirinden içlerinde Hz. Âişe'nin de bulunduğu bir cemaatin
mikat'tan önce umre yapmak niyetiyle ihrama girdiği anlaşılırsa da gerçekte bu
cemaat başlangıçta sadece hacca niyet etmişken yanlarında kurbanlık
bulunmayanların temettü' haccı yapmak maksadıyla ve Resûlullah (s.a.)'m emri
üzerine haclarını umreye tebdil ettikleri ve umreyi edâ ettikten sonra da
terviye günü tekrar hac için ihrama girdikleri anlaşılmaktadır. Nitekim bu
gerçek ileride gelecek olan 1782 numaralı hadiste geçen Hz. Âişe'nin şu
sözlerinde de açıkça ifade edilmektedir. "Biz sadece hacca niyet
etmiştik. Nihayet Şerife vardığımız zaman ben hayızlandım. Biz Mekke'ye varınca
Resûlullah (s.a.): "Yanında hedy kurbanlığı olanların dışında isteyen
herkes haccını umreye çevirebilir" buyurdu. Bu ifadeler aynı şekilde 1783
numaralı hadis-i şerifte de geçmektedir. İleride gelecek olan 1787 numaralı
Câbir hadisinde ise, Hz. Câbir'e ait olan; "Biz Resûlullah (s.a.)'le
birlikte sadece ve sadece hacca niyet etmiştik. Bu niyetimize başka bir niyet
karışmamıştı" sözleri de bu cemaatin önce hacca niyet ettiğini açık ve
kesin bir şekilde ortaya koymaktadır.
Ancak hacca niyet eden bu
cemaat, temettü' haccı yapmak maksadıyla niyet ettikleri haccı önce umreye
tebdil ettikleri ve bu umreyi edâ ettikten sonra ihramdan çıkıp terviye günü
tekrar hac için ihrama girdikleri de yine 1787 numaralı hadiste yer alan
"Sonra Resûlullah (s.a.) bize ihramdan çıkmamızı emretti ve "Eğer
yanımda hedy kurbanı olmasaydı ihramdan ben de çıkardım" buyurdu",
cümleleriyle ifade edilmektedir.
Yahya b. Saîd'in Ömer
vasıtasıyla Hz. Âişe'den rivayet ettiği hadis-i şerifte de Hz. Âişe'den şu
mânâya gelen sözler nakledilmektedir: "Biz Resûî-i Ekrem (s.a.)'le
birlikte Zilkâ'de'nin çıkmasına beşgün varken hac yolculuğuna çıkmıştık. Hac
yapmaktan başka bir niyetimiz yoktu. Şerif denilen yere varırken Peygamber
(s.a.) yanında kurbanlık bulunmayan kimselerin haclarını umreye tebdil
etmelerim emir buyurdu. Râvi Yahya demiş ki: "Ben bu hadisi Kasım b.
Muhammed'e arz ettim de, "Vallahi Âişe hadisi sana olduğu gibi
söylemiş" dedi."[351]
Hafız İbn Hacer bu hadis-i
şeriflerle ilgili düşüncelerini şöyle ifâde ediyor: Her ne kadar Hişâm b.
Urve'nin babasından rivayet ettiği hadis-i şerifte Hz. Âişe'nin; "Ben de
umreye niyet edenler arasmdaydım" dediği kaydediliyorsa da, İsmail el-Kâdî
bu rivâyet'in yanlış olduğunu ve Hz. Âişe'nin sadece hacca niyet ettiğini ifade
eden hadislerin gerçeğin ifadesi olduğunu söylemiştir."
Her ne kadar bu görüş de
tenkide uğramışsa da, bu hadislerin arası şu şekilde uzlaştınlarak ihtilâf
kökünden halledilmiştir: "Önce diğerleri gibi Hz. Âişe de haccı ifrada
niyet etmişti.[352] Sonra, Peygamber (s.a.) onlara haclarını umreye tebdil
etmelerini (ve daha sonra hac yaparak mutemetti olmalarını) emretmiş, Hz. Âişe
de bu emre uymuştur.[353] Ancak Hz. Âişe Mekke'ye vardığı zaman hayizlandığından,
tavaf yapması mümkün olmayacağı için Resûl-i Ekrem (s.a.) O'na sadece hacca
niyet etmesini emretmiştir.[354]
Hz. Âişe'nin yaptığı bu haccın
hangi hac nevinden olduğu bir Önceki hadisin şerhinde geçmiştir.
Metinde geçen "Resûlullah
(s.a.)de sadece hacca niyetlenmişti," cümlesi, bir rivayette
"temettü* haccına niyetlenmişti", diğer bir rivayette de "kıran
haccma niyetlenmişti" şeklinde geçmektedir. Bir önceki hadisin şerhinde de
açıkladığımız gibi Hanefi ulemâsından Ebû Cafer et-Tahâvî bu rivayetlerin
arasını şöyle ce'lif etmiştir:-"Resûlullah (s.a.) önce umreye niyet etmişti.
Temettü' niyetiyle umreye devam buyurmuş, sonra tavaftan önce hacca
niyet ederek kıran yapmıştır."[355] Şafiî ulemâsı da
Hz.Peygamber' (s.a.)in kıran haccı yaptığını söylüyor. Ancak Ahmed b. Hanbel'e
göre temettü' haccı yapmıştır.[356]
1. Haccetek isteyen bir
kimsenin yalnız hacca niyet etmesi caiz olduğu gibi hacla birlikte
umreyede niyet etmesi caizdir.
2. Sadece hacca niyet
etmiş olan bir kimse, yanında hedy kurbanlığı varsa veya hedy kurbanlığım
Beyt-i Şerife göndermişse, bu kimse bayram günü kurbanlığını kesinceye kadar
ihramdan çıkamaz. Nitekim Hanefî ve Hanbelî ulemâsı da bu görüştedirler.[357]
1780. ...Ebu'l-Esved'den
aynı senedle önceki hadisin benzeri rivayet olunmuştur. Ancak râvî İbn Vehb bu
hadise (şunu da) ilave etmiştir: "Ama sadece umreye niyet eden kimseler,
(bayramdan önce) ihramdan çıktılar."[358]
Bu hadis-i şerif,
Müslim'in rivayetinde Yahya b. Yahyâ ve Malik senediyle
Hz. Âişe'ye isnâd olunmuştur. Meali şöyledir: "Veda
haccı senesi Resûlullah (s.a.) ile yola çıkmıştık. Kimimiz umreye, kimimiz hac
ile umreye, bazılarımız da yalnız hacca niyet etmiştik. Resûlullah (s.a.) de
yalnız hacca niyet etmişti. Umreye niyet edenler, (onu edâ ettikten sonra)
ihramdan çıktılar. Yalnız hacca, yahut hac ile umreye niyet etmiş olanlar
bayram gününe kadar ihramdan çıkmadılar." Bilindiği gibi Hanefi ve Şafiî
ulemâsına göre bayram gününden önce ihramdan çıkanlar Beyt-i Şerife hedy
kurbanı göndermeyenlerdir.[359]
1781. ...Peygamber
(s.a.)'in zevcesi Âişe'den; demiştir ki: Veda haccı senesi Resûlullah (s.a.)
ile birlikte yola çıktık ve umreye niyet ettik. Sonra Resûlullah (s.a.):
"Kimin yanında Hedy
kurbanı varsa umre ile beraber Hacca'da niyet etsin. Sonra ihrama devam ederek
neticede her ikisinin ihramından birden çıksın."buyurdu.Ben Mekke'ye
hayızlı olarak vardım. Beyt'i tavaf etmediğim gibi Safa ile Merve arasında
sa'y da yapmadım. Bunu Resûlullah (s.a.)'e arz ettim de:
"Saçım çöz, taran ve
hacca niyet et, umreyi bırak" buyurdu. Ben de öyle yaptım. Haccı edâ
ettiğimiz vakit, Resûlullah (s.a.) beni (kardeşim) Abdurrahman b. Ebû Bekr ile
Ten'im'e gönderdi. (Orada) umre için ihrama girdim. Resûlullah (s.a.):
"Bu senin (kazaya kalan)
umrene bedeldir" buyurdu. Artık sadece umreye niyet edenler, Beyt'i tavaf
ettiler ve Safa ile Merve arasında sa'y yaptılar. Sonra ihramdan çıktılar.
Nihayet Minâ'dan döndükten sonra hacları için son bir tavaf daha yaptılar.
Hacla umreyi beraber yapanlara
gelince: Onlar yalnız bir tavaf yaptılar.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadis-i
şerifi aynı şekilde, îbn Şihâb'dan, İbrahim b. Sa'd ile Ma'mer de rivayet
ettiler. (Ancak bunlar Hz. Âişe'ye ait olan) "Hacla umreyi beraber
yapanlara gelince..." (cümlesini) nakletmediler.)[360]
Veda Haccı; Hicretin 10.
yılında yapılmıştır. Resûlullah (s.a.) Medine'ye hicretinden sonra yalnız bu
haccı ifâ etmiştir. Bu hacca "Veda haccı" denilmesinin sebebi,
Resûlullah (s.a.)'m, ashaba va'zu nasihat ederek kendileriyle vedalaşmalarıdır.
Hz. Âişe'den bu hususta
rivayet edilen hadisler muhteliftir. Bunlardan bazısında "Umreye niyet
ettik" bazısında "Kimimiz umreye, kimimiz hacca niyet ettik"
denilirken, diğer bir rivayette de "yaiaız hacca niyet ederek yola
çıktık" denilmektedir. Biz bu hadislerin arasının nasıl te'lif edildiğini
şu şekilde açıklamıştık: "önce diğerleri gibi Hz.Âişe de haccı ifrâda
niyet etmişti. Sonra Peygamber (s.a.) onlara haclarını umreye tebdil
etmelerini (ve daha sonra hac yaparak mutemetti' olmalarını) emretmiş, Hz.
Âişe de bu emre uymuştur. Ancak Hz. Âişe Mekke'ye vardığı zaman
hayızlandığından tavaf yapması mümkün olmadığı için, Resûl-i Ekrem (s.a.) O'na
sadece hacca niyet etmesini emretmiştir. İbn Abdilberr'e göre ise, bu hadisler
muzdaribdir, birini diğerine tercih etmek imkânsızdır. Kadı İyaz da aynı
görüştedir. İbn Hacer ise, bu hadislerin arasını yukarıda görüldüğü şekilde
te'lif etmiştir.[361]
Umre: Kâ'be'yi tavaf ile
sa'yden ibarettir. Buna "küçük hac"da derler. Haccın bundan başka
temettü' ve kıran namıyla iki nevi daha vardır.
Temettü'ün şekli: Evvela umre
yapmak sonra ihramdan çıkarak tevriye gününe kadar Mekke'de kalmak, tevriye
günü harem-i şerifte tekrar ihrama girmektir. Bu ikinci ihramda dahi ifrad
haccı yapanlar gibi hareket edilirse de aralarında bazı farklar vardır.
Temettü' haccını yapmaya muvaffak olanlara şükür kurbanı kesmek vâcib olur.
Kıran: Hac ile umreye
beraberce niyet edilerek yapılan hacdır. Bunda da iki tavaf ve iki sa'y lazım
geldiği gibi kurban kesmek de icab eder.
Şâfiîlere göre ifrâd; İmâm
Mâlik ile imâm Ahmed'e göre temettü'; Hanefîlere göre ise, kıran haccı
cidaldir.
İbnu'l-Cevzî, Hz. Âişe'nin
metinde geçen: "Mekke'ye hayızlı olarak vardım, Beyt'i tavaf etmedim, Safa
ile Merve arasında sa'y da yapmadım" sözlerini delil getirerek abdestsiz
ve gusülsüz bir kimsenin tavafının caiz olmadığını söylemiştir.
Bu mesele ulemâ arasında
ihtilaflıdır. İmâm Ahmed'den bir rivayete göre abdestsiz ve gusülsüz bir kimse
Beyt'i tavaf edemez. Eğer abdestsiz tavaf ederse, bir koyun; gusülsüz tavaf
ederse, bir deve kesmesi ve Mekke'de bulunduğu süre içerisinde bu tavafı iade
etmesi icâb eder. Ahmed b. Hanbel'den diğer bir rivayete göre Beyt'i tavaf için
abdestsizlik ve gusülsüzlükten temizlenmek şarttır.
İmâm Mâlik ile İmâm Şafiî de
gusülsüzlükten ve abdestsizlikten temizlenmeyi tavafın şartı saymışlardır.
Hanelilere göre ise, tavaf
için temizlik şart değil, vâcibdîr. Üzerinde pislik bulunan, yahut abdestsiz
veya cünüp olan kimselerin tavafları şahindir. Çünkü âyet-i kerimede Kâ'be'yi
tavaf etmek mutlak olarak emir buyurulmuştur.
Haber-i Vâhidle amel ederek
tavaf için temizliği şart koşmak nas üzerine ziyâde demek olur. Bu ise caiz
değildir. Ancak hadesten temizlenmeden tavaf eden kimsenin bir koyun; cünüp
olarak tavaf eden kimsenin ise, bir deve kesmesi ve Mekke'de bulunduğu süre
içerisinde bu tavafı iade etmesi gerekir.
Ulemânın büyük çoğunluğuna
göre sa'yı tavaftan sonra yapmak şarttır. Hanefî ulemâsından Bedâyi' sahibi
Kasânî ile Sindî de bu görüşü tercih etmiştir. Ancak Hanefi'nin sahih olan
görüşüne göre, sa'yın, tavaftan sonra yapılması şart değil, vâcibdir.
Binaenaleyh tavaftan önce yapılan sa'y, ulemânın büyük çoğunluğuna göre
bâtıldır. Hanefi ulemâsına göre ise, böyle bir sa'y, eğer sahih bir tavaftan
sonra yeniden yapılmayacak olursa, dem lâzım gelir.
Metinde geçen "saçını
çöz" cümlesi, "başını tara, umre ile ilgili amelleri bırak ve hac
için ihrama gir" anlamına geldiği gibi, umreyi bırak anlamına da
gelebilir. Nitekim 1778 numaralı hadisin şerhinde de açıklamıştık.
Yine metinde geçen "Bu
senin kazaya kalan umrene bedeldir," cümlesi ise, "Şu senin
Ten'im'den girdiğin umre, daha önce kendisini terk ettiğin yahutta ma'zeretin
sebebiyle fiillerini terk edip de kendisini terk etmediğin ve üzerine haccı
bina ettiğin umrenin yerinedir," anlamına gelmektedir. Hz. Âişe'nin
Ten'im'de ihrama girdiği umre, kaza umresidir. Umre'nin kendisini değil de
amellerini terkedip, üzerine haccı bina ettiğini kabul eden diğer ulemâye göre
ise, nafile bir umredir. Ayrıca metinden Hz. Âişe'nin durumunda olmayan ve
umreye niyet eden kimselerin Beyt-i Şerifi Tavaf ettikten ve sa'yı yaptıktan
sonra ihramdan çıktıkları ve terviye günü tekrar hac için ihrama girdikleri ve
temettü' haccına niyet etmiş bir kişi olarak Minadan Mekke'ye dönüşlerinde
ifâza tavafını ifa ettikleri de anlaşılmaktadır. Bu durum Buhârî'nin
rivayetinde, "Umreye niyet edenler, önce tavaf ettiler, sonra ihramdan
çıktılar. Daha sonra da Minâ'dan dönüşlerini müteakiben başka bir tavaf daha
yaptılar,"[362] şeklinde ifade edilmektedir.
Metinde geçen "Hacla
umreyi beraber yapanlara gelince: Onlar yalnız bîr tavaf yaptılar,"
cümlesi, kıran haccı yapan bir kimeye sadece bir tavaf ile bir sa'y yeterlidir.
Umre için ayrıca bir tavaf ve sa'ye ihtiyaç yoktur, çünkü umre haccın içindedir
diyen İmâm Şafiî, İmâm Ahmed ve İmâm Mâlik'in delilini teşkil etmektedir.
Hanefî ulemâsına göre ise,
kıran haccı yapan bir kimseye biri umre için diğeri de hac için olmak üzere iki
tavaf ile iki sa'y yapmak lazımdır. Bu konudaki delilleri Mücâhid'in rivayet
ettiği "İbn Ömer hac ile umreyi birleştirdi ve ikisi için de ayrı ayrı
tavaf ve sa'y yaptı. Sonra da, "Ben Resûlullah (s.a.)'ın bu şekilde hareket
ettiğini gördüm dedi"[363] anlamındaki hadisi şeriftir. Her ne
kadar bu hadisi tahrîc eden Dârekutnî "Bu hadisi el-Hasen b. Umâre'den
başka rivayet eden olmamışır. Aslında el-Hasen'in rivayet ettiği hadis makbul
değildir, metruktür," diyerek bu hadisin zayıf olduğunu ifade etmek
istemişse de, kıran haccı için iki tavaf, iki sa'y yapılacağı konusunda Hanefî
ulemâsı yalnız değildir. Ashâb-i kiramdan Ebû Bekr, Ömer, Ali, İbn Mesud da bu
görüşte olduğu gibi mez-heb imâmlarmd Ahmed b. HanbePin bir kavli de budur.
Hanefî ulemâsına göre, metinde
geçen ve "hac iîe umreyi birleştirenlerin bir tavafla
yetindiklerini" ifade eden cümle, aslında bu kimselerin daha önce umre
için bir tavaf ile bir sa'y yapmış olmaları ihtimalini ortadan kaldıramaz.
Çünkü bu ifâdenin umre ile ilgisi olmayıp sadece hacla ilgili olması mümkündür.
İnşaallah bu konuya kıran haccı bölümünde yine dönülecektir.[364]
1. İfrad haccı yapmak câiz
olduğu gibi kıran ve temettü' hacları da caizdir. Her ne kadar Hz.Ömer
ile Hz. Osman halkı temüüü' haccı yapmaktan nehyetmişierse de, bu temettü'
haccının câiz olmadığından değil, sözü geçen halifelerin ifrâd haccmı daha
faziletli görmelerinden ve halkı ifrâd haccına özendirmek istemeierindendir.
Daha sonraki devirlerde temettü' haccının câiz olduğuna dair icmâ' vaki
olmuştur.
Bu konuda Mâzirî şunları
söylüyor: "Hacda Hz. Ömer'in yasak ettiği mutanın ne olduğu ihtilaflıdır.
Bazıları bunun haccı bozup, umre yapmak olduğunu, bir takımları da umreyi hac
aylarında yapıp da arkasından haccı ifâ etmekten ibaret olduğunu
söylemişlerdir. Bu takdirde, Ömer (r.a.)ın nehyi, efdal olan hacc-ı ifrâda
teşvik içindir. Yoksa umrenin haram olduğundan değildir."
Bazılarına göre ise, Hz.
Ömer'in halkı temettü' yapmaktan nehyedişinin sebebi, onların umreden sonra
kadınlarına yaklaşmalarından korkma-sıydı. Çünkü o, bir hacmin hac esnasında
gönlünün kadınlarla meşgul olmasını mekruh görüyordu. Nitekim Hz. Ömer'in, "Biliyorum
ki, Peygamber (s.a.) ile ashabı bunu yapmıştır. Lâkin halkın "Erak"
denilen yerde kadınlarla cima edip, sonra başlarından su damlar bir halde
hacca gitmelerini iyi görmedim,"[365] demesi de maksadını ifâde için
yeterlidir.
2. Temettü' haccı yapan bir
kimse yanında kurban götürmüşse veya daha önce Beyt-i Şerife kurban
göndermişse, bayram günü kurbanını kesmedikçe ihramdan çıkamaz.
Hanefî ulemâsı ve îmâm Ahmed
bu görüştedir. îmânı Mâlik ile îmâm Şafiî'ye göre temettü' haccına niyet eden
bir kimse, tavaf ile sa'yını yaptı mı kurban olsun, olmasın ihramdan çıkabilir
ve kendisine herşey helâl olur. Bu hadis onların aleyhine ve Hanefî ulemâsının
lehine bir delildir.
3. Abdestsiz ve gusülsüz olarak
yapılan tavaf caiz değildir.
4. Umre niyetiyle ihrama giren
bir kadın hayızlanacak olursa umre fiillerini terkeder ve hacca niyet edip,
tavafın dışındaki bütün hac fiillerini ifâ, hayızdan kurtulduktan sonra da
terketmiş olduğu umreyi kaza eder.
5. Mekke'de yahut harem
hududları içerisinde bulunan bir kimse umre yapmak istediği zaman ihram için
harem hududları dışarısına çıkar.
6. Temettü' haccına niyet eden
bir kimsenin yanında kurbanlığı yoksa, umreden sonra ihramdan çıkar ve terviye
günü denilen Zilhiccenin sekizinci günü hac için yeniden ihrama girer.[366]
1782. ...Âişe
(r.anha)'dan; demiştir ki: Biz hacca (niyet ederek) telbiye getirmiştik. Şerife
vardığımız zaman hayızlandım. Az sonra Resûlullah (s.a.) yanıma geldi. Ben
ağlıyordum.
"Ey Âişe, niye
ağlıyorsun?" diye sordu. Ben de.
Hayızlandım. Keşke bu sene
haccetmemiş olsaydım, diye cevap verdim. Bunun üzerine;
"Sübhânellâh! Bu,
Allah'ın Âdem kızlarına takdir buyurduğu (her kadının başına gelen) bir şeydir.
Beyt'i tavafın dışında bütün hac ibâdetlerini yap" buyurdu. Mekke'ye
vardığımız zaman Resûlullah (s.a.) (ashabına);
"Yanında hedy kurbanı
olanların dışında dileyen haccım umreye çevirsin" dedi ve kendisi de
bayram günü aileleri için bir sığır kurban etti. Bathâ gecesi olunca, Âişe
temizlendi ve; Ya Resûlallah (s.a.) arkadaşlarım hac ve umreyle dönüyor bense
yalnız bir hacla dönüyorum (ne dersin?) dedi. Resûlullah (s.a.)'m emretmesi
üzerine Abdurrahman b. Ebî Bekr Âişe'yi Ten'im'e götürdü. Âişe de (orada umre
için) ihrama girdi.[367]
Daha önce geçen 1779 numaralı
hadis-i şerifin metnin-de de ifade edildiği gibi, Veda haccmda halkın bir kısmı
sadece umreye, bir kısmı sadece hacca niyet ettiği gibi bir kısmı da hac ile
umreyi birleştirerek her ikisine birden niyet etmişti.
Daha önce geçen 1778 numaralı
hadis-i şerifte Hz. Âişe'nin; "Ben umre edenler arasında idim" dediği
ifade edilirken, burada Hz. Âişe'nin "Hacca (niyet ederek) telbiye
getirdik" demesi, iki hadis arasında bir çelişki olduğunu göstermez.
Çünkü Hz. Âişe'nin önce hacca niyet ettiği halde sonra Peygamber (s.a.)'in
ashabına haccı bozup umreye niyet etmelerini emretmesi üzerine Hz. Âişe'nin de
onlar gibi hacca niyet etmiş olması, fakat Mekke'nin kuzeyinde ve on, on iki
kilometre uzaklıktaki Şerif denilen yerde hayızlanmasi üzerine Hz.
Peygamber'in ona umreyi de terkedip sadece hacca niyetlenmeyi emretmesi ve Hz.
Âişe'nin de bu emre uymuş olması mümkündür. Bu bakımdan iki hadis arasında bir
çelişki yoktur. Ayrıca Hz. Âişe'nin tağlib yoluyla arkadaşlarının yaptıkları
hac niyetini mecazen kendine de nisbet ederek, "Hacca (niyet ederek)
telbiye getirdik," demiş olması da mümkündür. 1778 numaralı ve bir önceki
hadislerin şerhlerinde de açıkladığımız gibi haccın sahih veya caiz olabilmesi
için tavafın hadesten temizlenmiş olarak yapılması lâzımdır. Bu sebeple Hz.
Âişe de tavaf için, hayızdan kurtuluncaya kadar beklemiştir.
Resûl-i Ekrem'in aileleri
adına kesmiş olduğu, sığır cinsinden bir hayvandır. Nitekim 1750 numaralı
hadis-i şerifte de ifade edilmektedir. Ancak bir sığırın yedi kişi için kurban
edilebileceği ve o sene Hz. Peygamber'in yanında ailesinden dokuz kişinin
bulunduğu düşünülürse, geriye kalan iki kişi için de ayrı bir kurban veya
birkaç kurban kestiği anlaşılır. Daha önce geçen 1778 no'lu hadisin şerhinde de
açıkladığımız gibi Hz. Âişe, Bathâ gecesinde hayızdan kurtulmuştur. Bathâ
gecesinden maksat Resûl-i Ekrem'in Minâ'dan döndüğü ve Muhassab denilen yere
uğradığı, Zilhiccenin 14. gecesidir. Bathâ, Mekke'nin kuzeybatısında, Cebel-i
Nûr ile Ha-cûn arasında bulunan bir vadinin adıdır. Muhassab, Ebtah, Hayfu Benî
Kinâne gibi isimlerle anılır. Daha geniş bilgi için sözü geçen hadisin şerhine
bakılabilir.[368]
1. Resûl-i Ekrem
ümmetine son derece şefkatli idi. Özellikle kadınlara karşı son derece
merhametli idi.
2. Niyet edilen bir haccı
bırakıp da umreye niyetlenmek caizdir. Binâenaleyh bu hadis bu görüşte olan
Hanbelî ve Zahirî ulemâsının delilidir Ulemânın büyük çoğunluğuna göre niyet
edilen haccı bırakıp umreye niyet etmek Resûlullah (s.a.)'a ve ashabına ait
ezel bir durumdur. İlk ve son defa olmak üzere Veda Haccında vuku bulmuştur.
Nitekim, "Ya Resûlullah (s.a.) hac olarak başlayıp umreye tebdil etmek
size mi mahsûs yoksa genel mi?" diye sordum. "Sadece bize
mahsûsdur," buyurdu.[369] hadisi bunu göstermektedir.
3. Bir erkeğin karısı
hesabına Beyt-i Şerife kurbanlık göndermesi caizdir.
4. Hz. Âişe hayır işlemeye son
derece hırslı idi.[370]
1783. ...Âişe
(r.anhâ.)'dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) ile birlikte (hac için yola)
çıktık. Sadece hacca niyet edeceğimizi sanıyorduk. (Mekke'ye) gelince Beyt-i
tavaf ettik. Resûlullah (s.a.) (Beyt-i Şerife) hedy kurbanı sevketmemiş olan
kimselerin ihramdan çıkmalarını emretti. Bunun üzerine hedy kurbanı sevketmemiş
olanlar ihramdan çıktı(lar).[371]
Veda Haccına kadar hac
mevsiminde umre yapıldığı görülmemişti. Bu mevsimde sadece hac yapılırdı. Bir
başka tabirle o tarihe kadar sadece ifrâd haccı bilinirdi. Kıran ve temettü'
hacları bilinmezdi. Resûl-i Ekrem (s.a.) hac mevsiminde umrenin de yapılabileceğini
öğretmek maksadıyla Zulhuleyfe'de umre için ihrama girmiş olan ashabına daha
önce niyet etmiş oldukları haccı feshederek umreye niyet etmelerinde bir
sakınca olmadığını söylemiştir. Nitekim bu mesele 1779 no'lu hadis-i şerifte de
ifade edilmektedir. Ancak Hz. Âişe'nin ihramı konusuyla ilgili rivayetler
birbirinden oldukça farklıdır. 1778 numaralı hadis-i şerifte Hz. Âişe
(r.anhâ)'nın sadece umreye niyet ettiği ifade edilirken, 1782 numaralı hadiste
"sadece hacca niyet etti" deniliyor. Konumuzu teşkil eden hadiste de
"sadece hacca niyet edeceğimizi sanıyorduk" ifadesi vardır. Bunların
hepsi de sahihdir ve aralarını şu şekilde uzlaştırmak mümkündür. Hz. Âişe önce
hacca niyet etmişken, sonra Resûl-i Ekrem'in (s.a.) emriyle haccı bırakıp
umreye niyet etmiştir. Daha sonra hayızlanınca Resûl-i Ekrem (s.a.)'in emri
üzerine umreyi yahut umrenin fiillerini terkedip Jıac için ihrama girmiştir.
Nitekim 1779 numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık. Hz. Âişe niyet ettiği
haccın tavafını yapmadığı halde, (Mekke'ye) "gelince Beyt'i tavaf
ettik" demesi mecaz ifade eder. Hz. Âişe tağlîb yoluyla onlar yerine
"biz" tabiri kullanmıştır. Gerçekte ise, Hz. Âişe Mekke'ye vardıkları
zaman tavaf yapmamıştır.[372]
1784. ...Âişe'den
rivayet edildiğine göre Resülullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Daha önceki işimi, daha
Sonraki işimi bildiğim gibi bilmiş olsaydım, hedy kurbanlığım göndermezdim."[373]
Muhammed (b.. Yahya) dedi ki:
Öyle zannediyorum ki (şeyhim Osman b. Ömer, Resülullah (s.a.)'ın) bu sözünü şu
şekilde) rivayet etti: "Ve umre (yapmak) için (hac) ihram(ın)dan
çıkanlarla birlikte ben de çıkardım.”
(Muhammed b. Yahya) dedi
ki: Resülullah (s.a.) bu sözüyle herkesin işinin aynı olmasını (temin
etmek) istedi.[374]
"Umre için, ihramdan
çıkanlarla birlikte ben de çıkardım" sözünden maksat şudur: Eğer hac
mevsiminde umre yapmanın caiz olduğunu Allahu Teala bana daha önceden bildirmiş
olsaydı, hedy kurbanını göndermezdim de umre yapmak gayesiyle, daha önce hacc-ı
ifrad için girdikleri ihramdan çıkanlarla birlikte ben de çıkardım, sonra onlarla
birlikte umre için ikinci kez ihrama girerdim. Fakat hac mevsiminde umre
yapmanın caiz olduğunu daha önceden bilmediğim için kurbanlığımı Beyt-i Şerife
gönderdim. Artık Beyt-i Şerife kurbanlık gönderildikten sonra bir daha umreye
niyet etmem mümkün değildi.
Râvi Muhammed b. Yahya'ya göre
Resûl-i Ekrem (s.a.) bu sözü halkın yaptığı hac.amelleri arasında bir birlik
sağlamak maksadıyla söylemiştir, hacc-ı temettü'nün hacc-ı kırandan daha
faziletli olduğunu beyan etmek için değil.[375]
1. Resûl-i Ekrem (s.a.)
ümmetinin çıkarlarını gözetmekte son derece hırslı idi.
2. En faziletli hac, temettü'
hacadır. Nitekim bu görüşü benimseyen Hanbelî ulemâsı görüşlerinin doğruluğunu
isbat için bu hadisi delil getirirler. Bu hadis hakkında ayrıntılı bilgi için
1778 numaralı hadisin açıklamasına da müracaat edilebilir.[376]
1785. ...Câbir
(r.a.)'dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) ile birlikte biz sadece, hacca
niyet ederek yola çıktık. Âişe ise, sadece umreye niyet ederek yola çıktı.
Şerife vardığımızda Hz. Âişe hayızlandı. (Mekke'ye) gelince biz Kâ'be'yi ve
Safa ile Merve arasını tavaf ettik. Resûlullah (s.a.) yanında hedy
bulunmayanlarımızın ihramdan çıkmasını
emretti.
(Bize) ne helal (olacak)?
dedik. (Resûlullah (s.a.):
"İhrâmsiza helâl olan
herşey!" buyurdular.
Bunun üzerine kadınlarla cima1
ettik, güzel kokular süründük ve elbiselerimizi giyindik. Arefe günüyle
aramızda ancak dört gece vardı. Sonra terviye günü tekrar hacca niyet ettik.
(Daha) sonra Resûlullah (s.a.) Âişe (r.anhâ)'mn yanına girdi. Hz. Âişe (r.anhâ)
ağlıyordu. (O'na);
"Hâlin nedir?" diye
sordu.
Hâlim hayız görmüş olmamdır.
Halk ihramdan çıktı, bense çıkamadım, Beyt'i de tavaf edemedim. Başkaları şimdi
hacca gidi-.yorlar, diye cevap verdi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.);
"Bu, Allah'ın âdem
kızlarına takdir buyurduğu birşeydir. Yıkan sonra hacca niyet et!"
buyurdular. (Âişe de öyle) yaptı ve bütün vakfe yerlerinde durdu. Nihayet
temizlenince Kâ'be ile Safa ve Merve arasını tavaf etti. Sonra Resûlullah
(s.a.):
"Hac ile umrenin,
ikisinin de ihramından çıktın," buyurdu. Âişe;
Ya Resûlullah! Ben içimden
hacca gidip, Beyt'i tavaf etmediğimi hissediyorum, dedi. (Resûl-i Ekrem (s.a.)
de:
Öyle ise, Ey Abdurrahmân! Bunu
götür de Ten'inTden umre yaptır!" buyurdular. Bu hadise, Hasbe gecesi
olmuştu.[377]
Asâb-ı kiramın "Ya
Resûlullah bize ne helâl olacak?" diye sormalarına sebep, o güne kadar hac
mevsiminde umre yapıp da umreden sonra, özellikle Arafe gününün yaklaştığı bir
zamanda ihramdan çıkmayı yadırgamış olmalarındandır. İhramdan çıkmaları için
emir verilmesinin sebebi bir önceki hadisin şerhinde açıklanmıştır.
"Terviye günü"nden maksat, Zilhiccenin 8. günüdür. "Hasba gecesinden
maksat ise, Resûl-i Ekrem (s.a.)'in Minâ'dan dönerken "Muhassab"
denilen yere indiği Zilhiccenin on dördüncü gecesidir.[378]
1. Temettü’ Haccına niyet eden
bir kimsenin tavaf ve sa yi yaparak umreyi tamamladıktan sonra ihramdan
çıkması müstehabdır.
2. Hac veya umre için ihrama
girmek istediği zaman ihramdan önce, hayızlı veya nifaslı olsa bile, gusletmesi
vâcibdir.
3. Tavafın dışındaki hac
amelleri için taharet şart değildir.
4. İbâdete bir engel çıktığı
zaman ağlamak caizdir.
5. Kıran haccı için bir tavaf
ile bir sa'y yeterlidir. Ulemânın büyük çoğunluğu bu görüştedir. Hanefî
ulemâsına göre, kıran haccı için iki umre, iki sa'y gerekir. Delilleri ise,
İbrahim b. Muhammed b. el-Hanefiyye'nin şu sözüdür: "Babamla birlikte
tavaf yaptım. Kendisi hac ile umreyi birleştirmişti. Yani kıran haccı
yapıyordu. Hac ve umre için iki tavaf, iki de sa'y yaptı. Ve;
Hz. Ali de böyle yaptı ve bana
Peygamber (s.a.)'in de böyle yaptığını söyledi." dedi. Her ne kadar
el-Esedî, bu hadisin senedinde bulanan Hammâd b. Abdrurrahmân'm zayıf olduğunu
söylemişse de, İbn Hıbbân bu râviyi güvenilir râviler arasında saymıştır. Bu
bakımdan adı geçen râvi-nin hadisleri hasen derecesinden aşağı düşmemiştir.[379]
1786. ...Ebu’z-Zubeyr
Câbir'i şöyle derken dinlemiş: -Peygamber (s.a.) Âişe'nin yanına girdi... dedi
(ve) şu (önceki hadisteki) olayın bir kısmım (anlattıktan sonra) 've hacca
niyet et" cümlesine ilâve olarak; "Haccet, tavafın ve namazın dışında
hacıların yaptığı herşeyi yap." sözlerini nakletti.[380]
Bu hadisle ilgili açıklama
1778 numaralı hadisin şerhinde geçti.[381]
1787. ...Câbif b.
Abdillah'dan demiştir ki: Biz Resûlullah (s.a.) ile birlikte sadece hac yapmak
için ihrama girmiştik. Ona başka bir-şey karışmayacaktı. Dört gecede,
Zilhiccenin dördünde Mekke'ye vardık. Biz tavaf ve sa'yi yaptıktan sonra
Resûlullah (s.a.) ihramdan çıkmamızı emretti ve;
"Eğer (yanımda) kurban(lar)ım
olmasaydı bende ihramdan çıkardım " buyurdu. Sonra Süraka b.
Mâlik ayağa kalkarak:
Ey Allah'ın Resulü, bizim bu
ihramdan çıkışımız sadece bu seneye mi mahsûsdur, yoksa edebiyete kadar (devam
edecek) midir, ne dersin? dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.) de;
"Bilâkis o ebediyyen
devam edecektir" buyurdu.
Evzaî dedi ki: Ben bu hadisi,
Atâ b. Ebî Rebâh rivayet ederken işittim (fakat) iyi ezberleyemedim. Nihayet
İbn Cüreyc'le karşılaştım da o bunu bana yeniden hatırlattı, (sağlam bir
şekilde ezberledim).[382]
1779 numaralı hadis-i şerifte
ifade edildiği üzere Veda Haccında, Ashâb-ı kiramın bir kısmı sadece umreye bir
kısmı sadece hacca, bir kısmı
da hem umreye hem de hacca birlikte niyet etmişken burada Hz. Âişe'nin
"sadece hac yapmak için ihrama girmiştik" demesi, mecazi bir sözdür.
Ashâb-ı kiramın çoğunluğu sadece hac için ihrama girmiş olduğundan tağlib
yoluyla böyle mecazî bir ifade kullanılmıştır. 1778 no'lu hadis-i şerifte de
belirtildiği gibi o sene Hz. Âişe sadece umreye niyet edenler arasında idi.
"Biz tavaf ve sa'yı
yaptıktan sonra Resûlullah (s.a.) ihramdan çıkmamızı emretti" cümlesinde
takdim ve te'hir vardır. Cümlenin aslı "Sonra Resûlullah (s.a.);
"yanında kurbanlık bulunmayanlar(ımız)ın haclarını umreye tebdil
etmelerini emretti. Bunun üzerine tavafı ve sa'yı yapıp ihramdan çıktık,"
şeklindedir. Nitekim Atâ'nın Câbir'den rivayet etmiş olduğu şu hadis-i şerif
bunu te'yid etmektedir: "Câbir'in haber verdiğine göre: Kendisi Resûl-i Ekrem'in
Beyt-i Şerife kurbanlık gönderdiği sene O'nunla birlikte hacca gitmişti.
(Ashâb-ı kiramın hepsi de) ifrâd haccına niyet etmişlerdi. Mekke'ye vardıkları
zaman Resûl-i Ekrem (s.a.); "(Hac yapmak için girdiğiniz) ihramınızdan
çıkınız, hemen Beyt-i Şerifi ve Safa ile Mer-ve arasını tavaf ediniz ve tıraş
olarak tekrar ihramdan çıkınız. Nihayet terviye günü gelince hac için yeniden
ihrama giriniz" diye emretmiştir."[383]
Buharı ve Müslim'in rivayet
ettiği bu hadis de açıkça gösteriyor ki Veda Haccı senesinde Ashâb-ı kiram
Mekke'ye vardıktan sonra Resûlul-Iah'ın emri üzerine önce tavaf sonra sa'y
yapıp daha sonra da tıraş olarak ihramdan çıkmışlar ve terviye günü denilen
Zilhicce'nin 8. günü hac için yeniden ihrama girmişlerdir. Ancak konumuzu
teşkil eden Ebû Dâvûd ha-, disindeki "Mekke'ye vardık... Resûlullah (s.a.)
ihramdan çıkmamızı emretti" cümlelerine bakıp da bu hadisle Hz.
Peygamber'in bu emri, Şerifte verdiğini ifade eden hadisler arasında bir
çelişki bulunduğunu zannetmemek lâzımdır. Çünkü Resûl-i Ekrem'in bu emri hem
Şerifte hem de Harem-i şerifte vermiş olması mümkündür.
Bilindiği gibi kurbanlığı
yanında olan bir kimsenin kurban bayramı günü kurbanlığını kesinceye kadar
ihramdan çıkması caiz değildir. Resûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz, "Eğer
(yanımda) kurban(lar)ım olmasaydı ben de ihramdan çıkardım" buyurmakla, bu
hükmü ifade etmek istemiştir. Ashâb-ı kiramın Resûl-i Ekrem'e; "Ey
Allah'ın Resûİü bizim bu ihramdan çıkışımız sadece bu seneye mi mahsûstur, yoksa
ebediyete kadar devam edecek midir?" diye sormaları, o güne kadar hac
mevsiminde umre yapılamayacağı kanaatinde olmalarındandır.
Müellif Ebû Davud'un metnin
sonunda Evzâî'nin sözünü nakletmekten maksadı, bu hadisin muhtelif kimseler
tarafından nakledildiğini, binâenaleyh sağlam bir hadis olduğunu ifâde
etmektedir.
Bu hadis temettü' haccının
kıran haccından daha faziletli olduğunu söyleyen Hanbelî ulemâsının delilidir.
Hanefîlerin bu mevzûdaki görüş ve delilleri 1778 numaralı hadisin şerhinde
açıklanmıştır.[384]
1788. ...Câbir'den;
demiştir ki: Resûlullah (s.a.) ve ashabı Zilnicenin dördünde (Mekke'ye) ayak
bastılar. Beyt(-i Şerif)i ve Safa ile Merve arasını tavaf ettikleri zaman,
Resulullah (s.a.);
"Yanında kurbanlıkları
bulunanların dışındakiler haclarım umreye tebdil etsinler" buyurdu.
Terviye günü (denilen Zilhiccenin 8. günü) olunca (ashâb-ı kiram) hac için
(yeniden) ihrama girdiler. Bayram günü olunca gelip (tekrar) Beyt(-i Şerif)i
tavaf ettiler, fakat Safa ile Merve arasını tavaf etmediler.[385]
Resûlullah
(s.a.)'m, "yanında kurbanlıkları
bulunanların dışındakiler haclarını umreye tebdil etsin" emri, ifrâd haccına
niyet edip de yanında kurbanlık bulunmayan hacı adayları içindir.
Yine "Bayram günü olunca
gelip Beyt-i Şerifi tavaf ettiler" cümlesindeki tavaftan maksat,
hacıların Arafat'tan indikten sonra yaptıkları "ziyaret tavafı" veya
"ifâda tavafı" diye bilinen tavaftır. Bilindiği gibi bu tavaf haccın
rükünlerinden olup bunun dört şâvtı her sene hac edene farzdır. Bunun için bu
tavafa "rükün tavafı" da denilmiştir. Ancak bu hadis-i şerif,
"Resulullah (s.a.) bize "hac için girmiş olduğunuz ihramı, umre ihramına
tebdil ediniz" dedi, sonra terviye gecesinde hacca niyet etmemizi emretti.
Hac amellerini bitirince (Mekke'ye gelip) Beyt(-i Şerif)i ve Safa ile Merve
arasını tavaf ettik. Üzerimizde bir kurban borcu bulunduğu halde haccı
bitirmiştik," anlamındaki hadis-i şerife aykırı olduğu ibi, mezhep
imamlarının "temettü' haccı yapan bir kimseye ifâda tavafından sonra Safa
ile Merve arasında sa'y yapmak lâzım geleceği"ne dair görüşlerine de
aykırıdır. Bu ihtilafı şu şekilde halletmek mümkündür:
İfâda tavafından sonra Safa
ile Merve arasında sa'y yapılmayacağını ifâde eden ve konumuzu teşkil eden Ebû
Dâvûd hadisi, kıran haccı veya ifrâd haccı yapıp da yanında hedy kurbanı
bulunan ve aynı zamanda kudüm tavafından sonra sa'yini yapmış olan kimselerle
ilgilidir. Bu gibi kimselere ifâda tavafından sonra sa'y lâzım gelmez. Haccı
kıran yapan kimsenin ifada tavafı yapıp yapmayacağı ulema arasında ihtilaflı
ise de, yanında hedy kurbanlığı bulunmayan ve ifâda tavafı yapan kimsenin
tavafından sonra sa'y yapmayacağında görüş birliği vardır.
Eğer bu ihtilâfın bu şekilde
halledilemeyeceği farzeG-lirse, o zaman Buhârî'nin rivayet ettiği ve
"ifâda tavafından sonra sa'y yapılması gerektiğini" ifâde eden
İbn Abbas hadisinin, konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisine tercih
edilebileceğini söylemek mümkündür. Çünkü İbn Abbas hadisi hem sıhhat
bakımından daha kuvvetli, hem de icmâa uygundur. Bu durumda müelif Ebû
Davud'un bu hadisinin sonundaki "Safa ile Merve arasında sa'y
yapmadılar," cümlesinin bazı râviler tarafından yanlışlıkla ilave edilmiş
olması düşünülebilir. Bu konu ile ilgili 6aşka te'viller varsa da nakle lüzum
görmedik.[386]
1789. ...Câbir (r.a.)
dedi ki: Resûlullah (s.a.) ve ashabı hacca niyet etmiş(ler)di ve o gün
Peygamber (s.a.) ile Talha'dan başka hiç birinin yanında kurbanlık yoktu. Ali
(r.a.) de bir kurbanlıkla birlikte Yemen'den geldi ve;
Ben Resûlullah (s.a.)'uı
girdiği gibi ihrama girdim, diyerek niyet etti. Peygamber (s.a.)'de ashabına
haclarını umreye çevirmelerini, (yani) yanında kurbanlığı olmayanların (önce)
tavaf yapıp sonra tıraş olarak ihramdan çıkmalarını emretti. Bunun üzerine
sahâbe(-i kiram kendi aralarında);
Cinsel organlarımızdan meni
damlarken Minâ'ya mı gideceğiz? diye konuştular. Bu (konuşmaları) resûlullah
(s.a.)'e ulaşınca;
"Arkamda bıraktığım şu iş
bir daha önüme çıksaydı, yanımda kurbanlık getirmezdim, yanımda kurbanlık
olmasaydı, ben de ihramdan çıkardım" buyurdu.[387]
Şevkânî bu hadisi
Neylu'l-Evtâr isimli eserinde aynı anlama gelen Ebû Musa el-Eşârî hadisiyle
birlikte zikrettikten sonra şunları söylüyor: "Bu iki hadis bir kimsenin,
"Ben falan kişinin niyetine aldığı hacca niyet ediyorum" diye hacca
niyet etmesinin caiz olduğuna delildir. Kişinin hangi hac çeşidi olduğunu
belirtmeden mutlak surette hacca niyet edip de daha sonra dilediği haccı
belirtmesi de caizdir. Ulemânın büyük çoğunluğu bu görüştedir. Ancak Maliki
ulemâsına göre tayinsiz olarak mutlak surette hacca niyet etmek caiz değildir.
Küfe ulemâsı da bu görüştedir. İbn Münir'in beyânına göre, Buhârî'nin de bu
görüşte olduğu söz konusu hadislerin başlığındaki açıklamalardan anlaşılmaktadır.
Çünkü Buhârî o başlıkta "Peygamber (s.a.)'in devrinde"[388] kaydım zikretmekle, -mutlak hacca
niyet etme cevazının sadece Peygamber (s.a.) devrine mahsûs bir cevaz olup,
daha sonraki devirler için geçerli olmadığını- ifâde etmek istemiştir."[389] Şevkânî'ye göre aslında bu mesele
Resûl-i Ekrem (s.a.) Efendimizin bir kişiye veya belli bir topluluğa karşı
söylediği bir sözün sadece o kişileri mi ilgilendirdiği, yoksa bu sözün hükmünün
bütün ümmete şâmil mi olduğu meselesiyle ilgilidir. Resûl-i Ekrem (s.a.)'in
hitaplarının bütün ümmeti ilgilendirdiği görüşünde olan kimselere göre, Ebû
Mûsâ hadisinin sadece Resûl-i Ekrem (s.a.) dönemindeki kişilere âit olduğu
söylenemez. Bunu söyleyebilmek için bir delile dayanmak gerekir. Oysa böyle bir
delil mevcûd değildir. Resûl-i Ekrem (s.a.)'in hitabının sadece o devirdeki
muhatablarını ilgilendirdiği görüşünde olanlara göre ise, söz konusu hadislerin
hükmü sadece muhatablarını ilgilendirir.[390]
Hanefî ulemâsından Aliyyul-Kârî,
"Lübâb ü'1-Menâsık" üzerine yazdığı şerhte şunları söylüyor:
"Haccm sıhhati için hangi hacca niyet edildiğini dil ile söylemek şart
değildir. Hacca mı, umreye mi yoksa kıran haccı-na mı niyet ettiğini sadece
kalbinden geçirmesi haccın sıhhati için yeterli olduğu gibi hangi haccı
yapacağım tayin etmeden sadece hac ibadeti için niyet etmesi de yeterlidir.
Fakat (daha sonra bu haccın) hangi neviden hac olduğunu kesinlikle belirtmek
gerekir. Aym zamanda "falan kimsenin niyet ettiği şekilde ben de niyet
ediyorum" şeklinde yapılan bir niyet de sahihdir." Burada tayinsiz
olarak yapılan hac niyetiyle başka birinin yaptığına bağlı olarak yapılan hac
niyetinin Hanefîlerce de caiz olduğu anlaşılır. Her ne kadar yine Hanefî
ulemâsından olan Aynî, konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisini şerh ederken
aksini iddia etmişse de, [391] işin aslı budur.
Nitekim Hanefilerin fıkıh
kitaplarından Bedâiyu's-sanâyı isimli eserde de şu ifadeler yer almaktadır:
"bir kimse ihrama niyet ederek telbiye getirse de hac veya umre için bir
niyette bulunmasa, Beyt-i Şerifi bir kerre tavaf etmediği müddetçe istediği hac
nevine veya umreye niyet etme hakkı vardır. Fakat Beyt-i Şerifi bir kerre tavaf
edecek olursa, artık girmiş olduğu ihram umre için teayyûn etmiş (belirlenmiş)
olur." Çünkü ihram edâ değildir. Haccı edâ etmenin şartıdır, Edâ etmek
şartıyla yapılan.bir akdin, beyâna bağlı ve mücmel olarak yapılması caizdir.[392]
"Cinsel organlar muzdan
meni damlarken Minâ'ya mı gideceğiz" cümlesi, umreyi müteâkib ihramdan
çıkmaktan ve ailelere yaklaşmaktan kinayedir. Fakat Resûl-i Ekrem
"Yanımda kurbanlık bulunmasaydı ben de ihramdan çıkardım" sözleriyle
bunun caiz olduğunu, fakat yanında kurbanlık bulunan kimsenin kurbanını
kesmedikçe ihramdan çıkamayacağını, binâenaleyh böyle bir kimsenin umre
yapamayacağını ifâde etmiştir.[393]
1. Resûl-i Ekrem
(s.a.)'in Veda haccında yaptığı hac temettü haccı değildir.
2. Niyet edilen bir haccı
bozarak umreye niyet etmek caizdir. Nitekim Ahmed b. Hanbel ile Zâhiriyye
ulemâsı bu görüştedir. Ulemânın büyük çoğunluğuna göre ise, Resûl-i Ekrem
(s.a.)'in haccı bozup da umreye niyet etme emri Veda haccına iştirak eden
sahâbe-i kirama ait özel bir emirdir. Bundan sonra gelecek (no'suz) babda bu
mevzu ayrıntılı olarak ele alınacaktır.
3. Bir kimsenin, "falanca
kimsenin niyet ettiğine" diyerek hacca niyet etmesi, caiz olduğu gibi
yapacağı haccın nevini belirtmeden mutlak olarak hacca niyet etmesi ve daha
sonra tavafa başlamadan önce yapacağı haccı ta'yin etmesi caizdir. Hanefî
ulemâsı ile İmâm Şafiî, Ahmed ve İmâm Mâlik (r.a.) hazretleri de bu
görüştedirler.[394]
1790. ...İbn Abbas'dan
rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bu (bizim hacla birlikte
hac mevsiminde iki ihramda yaptığımız ve) kendisiyle faydalandığımız bir
umredir. Kimin yanında kurbanlık yoksa, o kimse ihramdan derhal (ve) tamamıyla
çıksın! Çünkü umre kıyamet gününe kadar hacca dahil olmuştur."[395]
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadis
münkerdir. Bu (aslında) İbn Abbas'ın sözüdür.[396]
"Bu, bizim kendisinden
faydalandığımız bir umredir," cümlesi, "Veda haccında Resûlullah
(s.a.) temettü' haccı yaptı" diyen kimselerin delilidir. Resûl-i Ekrem
(s.a.)'in Veda haccında temettü' haccı yapmadığı görüşünde olan kimselere göre
ise, Resûlullah (sa.) "bizim kendisinden faydalandığımız bir
umredir," sözüyle kendisinin temettü' haccı yaptığını ifâde etmek
istememiştir. Her ne kadar Ra-sûl-i Ekrem (s.a.) bu cümle ile yapılan temettü'
haccını kendisine nisbet etmişse de bu söz, bir kabile reisinin, kavminin
yaptığı fiillerden "bizim yaptığımız işler" diye bahsetmesi
kabilinden mecazi bir sözdür. Çünkü kavim o işi reisin emriyle yapmıştır.
Bilindiği gibi bir fiili failinin gayrisine nisbet ederek ifade etmeye
"mecâz-i Luğavî" denir. "Çünkü umre kıyamet gününe kadar hacca
dahil olmuştur," cümlesi üzerine farklı iki görüş vardır.
1. Umrenin farz olduğunu
söyleyenlerin görüşü,
2. Umrenin farz olmadığını
söyleyenlerin görüşü,
1. Birinci görüşte olanlara göre
bu cümle iki anlama gelir:
a. Kıran haccı yapan bir
kimsenin umresi haccı içerisine girmiş olduğundan umre için ikinci bir tavaf
ve sa'y gerekmediği gibi ikinci bir ihram da gerekmez. Hac için işlenen bu
ameller haccın içinde bulunan umre için de işlenmiş olur.
b. Hac mevsiminde umre de
yapılabilir. Hz. Ömer, İbn Ömer, İbn Abbas, Atâ, Tavus, Mücâhid, Hasan
el-Basrî, İbn Şirin, Şa'bî, Sa'id b. Cübeyr, Şafiî, Ahmed, İshâk, Ebû Ubeyd ve
es-Sevri bu görüştedir.
2. İkinci görüşte olanlara göre
"umrenin hacca dahil olması" demek "Haccın edâ edilmesiyle umre
de eda edilmiş olur" demektir. Hanefi ulemâsı ile İmâm Mâlik ve Ebû Sevr
bu görüştedir.[397]
"Kimin yanında kurbanlık
yoksa o kimse ihramdan derhal ve tamamıyla çıksın" emri ile, umreyi ifâ
eden bir kimseye hac için ikinci bir ihrama gireceği terviye gününe kadar
ihramh olmayan bir kişiye helâl olan şeylerin hepsinin helâl olduğunu ifade
etmektedir. Ancak, yanında kurbanlığı bulunan kimse yine bu emir gereğince
bayram günü olup da kurbanını kesmedikçe, içinde bulunduğu ihramdan çıkamaz,
bir başka ifadeyle temettü' haccı yapamaz.[398]
1. Hac mevsiminde umre yapmak
caizdir.
2. Bu hadis ibn Abbas in
sozudur, yanı mevkuf hadistir," denilmişse de İmâm Ahmed, Müslim ve
Beyhakî bu hadisi raerfû! olarak rivayet etmişlerdir. Bu durumda Ebû Dâvûd
hadisi aslında merfû' bir hadistir.[399]
1791. ...İbn Abbas
(r.a.)'dan rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.);
"Bir kimse (sadece) hacca
niyet eder, sonra Mekke'ye gelir de Beyt-i ve Safa ile Merve'yi tavaf ederse
ihramdan çıkabilir ve bu (yaptığı) umredir," buyurmuştur.[400]
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi
İbn Cüreyc de bir adam vasıtasıyla Ata'dan (şu şekilde) rivayet etmiştir:
"Peygamber (s.a.)'in ashabı sadece hacca niyet ederek (Mekke'ye)
gelmişti. (Ashabının niyet ettiği) haca umreye çevirtti."[401]
Bu hadis-i şerif, "ifrâd
haccına niyet eden bir kimsenin kudüm tavafını yaptıktan sonra ihramdan
çıkabileceğini ve yaptığı bu amelin umre sayılacağım" söyleyen Hz. İbn
Abbâs'ın delilidir. Ulemânın büyük çoğunluğuna göre ise, sadece kudüm tavafını
ifâ etmekle ihramdan çıkmak caiz değildir. İhramdan çıkabilmek için Arafat'ta
vakfe yaparak Minâ'da şeytan taşlayıp kurban kesmek ve ziyaret tavafını ifâ
etmek gerekir.
Hz. İbn Abbas'm görüşü
Müslim'in rivayet ettiği bir hadiste şu mânâya gelen sözlerle ifâde edilmektedir:
İbn Cureyc dedi ki: Bana Âtâ
şöyle söyledi: İbn Abbâs dedi ki:
Beyt'i tavaf eden ister hacı
olsun isterse hacı olmasın ihramdan çıkar. (İbn Cureyc) Atâ'ya:
Acaba bunu neye istinaden
söylüyordu? diye sordum.
Allah Teâlâ'nın: "sonra
onun hill yeri Beyt-i Atîk'dir." âyet-i kerîmesine[402] istinaden, cevâbını verdi.
Ama bu Arafat'dan sonra
olacaktır, dedim; Atâ:
Peygamber (s.a.)'in Veda
Haccında kendilerine verdiği hilPe çıkma emrinden diyordu, dedi."[403]
Bu konuda Nevevî diyor ki:
"İbn Abbâs'ın âyetle istidlali doğru değildir. Çünkü âyet-i kerime'de bu
hususa delâlet yoktur. Âyet kurbanın yalnız Harem-i Şerifte kesileceğini
bildirmektedir. Onda ihramdan çıkmak olsaydı, tavafa lüzum kalmadan mücerred
kurbanlık Harem-i Şerife varmakla ihramdan çıkmak icâb ederdi. İbn Abbâs'm Veda
Haccında Peygamber (s.a.)'in verdiği hilPe çıkma emriyle istidlali de doğru
değildir. Zira bu emirde mücerred Kâ'be'yi tavaftan sonra ihramdan çıkılacağına
delâlet yoktur. Resûlullah (s.a.)'in emri o seneye mahsûs olmak üzere haccı
umreye tebdil hakkındadır."[404]
Bazıları Hz. İbn Abbâs'ın
kavlini te'vil etmiş ve "Onun maksadı haccı tamamlayamadan kalanlardır.
Böyleleri tavaf ve sa'yden sonra ihramdan çıkarlar demek istemiştir"
şeklinde mütâlâa yürütmüşlerse de, bu te'vil ihtimalden uzak görülmüştür.
Çünkü rivayetlerin birinde İbn
Abbâs'ın "Hacı olsun olmasın, Beyti tavaf eden kimse ihramdan çıkar"
dediği bildirilmektedir. [405]
Ulemânın büyük çoğunluğuna
göre bu hadis Resûl-i Ekrem'e ulaşan merfû' bir hadis değildir. İbn Abbâs'ın
kendi sözüdür .ve senedinde ulemânın zayıf olduğunda ittifak ettiği
"Nehhâs" vardır. Durum onu gösteriyor ki, bu hadisin merfû olarak
rivayeti münkerdir. Gerçekte bu hadisi Atâ, İbn Abbâs'dan mevkuf olarak rivayet
etmiştir ve şu anlamdadır: "Kim hacca niyet ederek (Ka'be'ye) gelir de,
Beyt'i ve Safa ile Merve arasım tavaf edecek olursa, haccı umreye
dönüşür."[406] Bu hadisi İmâm Ahmed Müsned'inde hasen bir senedle rivayet
etmiştir. Ve Zahirî ulemâsından bazıları bu hadisle amel etmişledir.
İmâm Ahmed'e göre, hacc-ı ifrâda
niyet ederek Ka'be'ye gelip de Beyt-i Şerifi ve Safa ile Merve arasını tavaf
eden bir kimsenin ihramdan çıkması müstehâbdır. Ebû Dâvûd metnin sonuna
"Peygamber (s.a.)'in ashabı sadece hacca niyet ederek (Mekke'ye)
gelmişti. (Ashabının niyet ettiği) haccı umreye çevirtti," anlamındaki
ta'liki ilâve etmekle . "yanında hedy kurbanı olmayan ve ifrâd haccı
yapmak maksadıyla Mekke'ye gelen bir kimsenin tavafı ve sa'yı yaptıktan sonra
ihramdan çıkabileceğini" söyleyen Hz. îbn Abbâs'ın görüşünü delillendirmek
ve takviye etmek istemişse de ulemânın büyük çoğunluğuna göre Resûl-i Ekrem'in
bu emri Veda Haccında bulunan ashab-ı kirama âit özel bir emirdir. Câhiliyye
çağından kalan "hac mevsiminde umre yapılamayacağı" yolundaki görüşü
yıkmak için verilmiştir. Hz. İbn Abbâs'ın görüşünü destekleyici bir delil
olmaktan uzaktır. Bu ta'lik daha uzun şekliyle 1787 numaralı hadiste geçmişti.[407]
1792. ...îbn Abbâs'dan;
demiştir ki: Peygamber (s.a.) sadece hacca niyet etmişti. (Mekke'ye) gelince
Beyt (Şerif)'i ve Safa ile Merve arasını tavaf etti. (Bü hadisi Ebû Davud'a
nakleden diğer râvî) İbn Şevker dedi ki: (Resûlullah (s.a.) tavaftan sonra)
"tıraş olmadı" (Bundan sonra her iki râvî de şu cümleleri nakletmekte)
birleştiler: (Yanında) kurban (bulunduğun)dan dolayı kendisi ihramdan
çık(a)madı ve (Beyt-i Şerife) kurban göndermemiş olan kimselerin tavaf ile
sa'yi yapıp, saçlarını kısaltmalarından sonra ihramdan çıkmalarını emretti.
İbn Meni' ise, rivayetinde
"saçlarını kısalttıktan sonra" sözüne şu sözleri de ilâve etmiştir:
"Yahut da tıraş olduktan sonra ihramdan çıkmalarım"(emretti).[408]
Bir evvelki hadis-i şerifin
şerhinde de ifâde ettiğimiz gibi cahiliyye devrinde hac mevsiminde umre yapmak
yasaktı. Fahr-i kâinat Efendimiz bu inancı yıkmak için ve sadece o seneki
hacılara mahsûs olmak üzere Veda haccında hacca niyet eden ashabına Beyt-i
Şerifi tavaf ettikten ve sa'yı yaptıktan sonra tıraş olup ihramdan çıkmak
suretiyle bir umre yapıp, terviye günü denilen Zilhicce'nin 8. günü hac için
yeniden ihrama girmelerini istemiştir. Ancak kendi yanında kurbanlık bulunduğu
için bayram günü kurbanını kesmedikçe ihramdan çıkması mümkün olmadığından
umreden sonra ihramdan çıkamamışsa da yanında kurbanlığı olmayan ashabına
umreden sonra tıraş olup veya saçlarını kısaltıp ihramdan çıkmaîarını
emretmiştir.
Bu hadisi Ebû Davud'a nakleden
İbn Şevker'in rivayetinde bu hâdise "tavaf ile sa'yı yapıp saçlarını
kısaltmalarından sonra ihramdan çıkmalarını emretti" şeklinde ifâde
edilirken, diğer râvi Ahmed b. Menî'nin rivayetinde "tavaf ile sa'yı
yapıp saçlarını kısaltmalarından yahud tıraş olmalarından sonra ihramdan
çıkmalarını emretti" şeklinde ifâde edilmiştir. Daha doğrusu îbn Şevker'in
rivayetinde "tıraş olmaları" ifâdesi yoktur.[409]
1. Hac niyetinden donup umreye
niyet etmek caizdir.
2. Yanında kurbanlık bulunan
veya Beyt-i Şerife kurbanlık gönderen bir kimse umre yapınca ihramdan çıkamaz.
Ancak bayram günü kurbanını kestikten sonra çıkabilir.
3. Veda haccında Peygamber
efendimiz kıran haccı yapmıştır.[410]
1793. ...Sa'îd b.
el-Müseyyeb'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.)'in ashabından bir
adam Hz. Ömer'e gelerek; Resûlullah (s.a.)'in,,(ruhunun) kabzedildiği
hastalığında hacdan önce umre yapmaktan nehyettiğini bildirdi.[411]
Hattâbî'nin beyanına göre, bu
hadis-i şerifin senedi tenkid edilmiştir. Çünkü senedinde Ebû İsâ ile Abdullah
b. Kasım vardır. Bununla beraber hadisin sahih olduğu kabul edilecek olursa,
haccın umreden önce yapılması emrini istihbâbâ hamletmek gerekir. Çünkü hac
ibâdeti, umreye nisbetle daha önemli ve ecrî daha büyüktür. Ayrıca hac için
ayrılan zaman belli ve sınırlıdır. Bu bakımdan haccı biraz geciktirmekle hac
vaktinin geçmesi tehlikesi ortaya çıkar. Umre ise, böyle değildir. Çünkü onun
için belli bir mevsim yoktur. Her sene ve her mevsimde yapılabilir. Bu bakımdan
Resûl-i Ekrem, hacdan önce umre yapmayı yasaklamıştır. Allah Te'âlâ ve tekaddes
hazretleri de "Haccı ve umreyi Allak için tamamlayınız"[412] mealindeki âyet-i kerimede de hac kelimesini
umreden önce zikretmekle bu inceliğe işaret buyurmuştur. Binâenaleyh bu yasağa
uymamak tenzihen mekruhtur. Haram olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü
Hattâbî'nin de ifâde ettiği gibi Resûl-i Ekrem Efendimizin hac mevsiminde
haccını yapmadan önce iki defa umre yaptığı sabittir. Sabit olduğu bilinen bir
emir, konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisi gibi zayıf ve dolayısıyla zannî bir
delille terk edilemez. Nitekim hacdan önce umre yapmanın caiz olduğunda ulemâ
da görüş birliğine varmıştır.[413]
1794. ...Basra halkından
olan Ebû Şeyh tarîkiyle Ebû Mûsâ el-Eş'arî'den nakledildiğine göre: Mu'âviye b.
Ebî Süfyân, Peygamber (s.a.)'in ashabına (şunları) söylemiştir:
Siz Resûlullah (s.a.)'m pek
çok şeylerle birlikte kaplan derisinden yapılmış eğer üzeri)ne binmekten de
nehyettiğini biliyor musunuz?
Evet (biliyoruz), dediler.
(Bunun üzerine Hz. Mu'âviye), Hac ile umrenin arasını birleştirmeyi
yasajdadığım da biliyor musunuz? dedi. (Ashâb-ı kiram da),
Buna gelince hayır, diye cevâb
verdiler. (Hz. Mu'âviye de), İyi biliniz ki, bu da o (yasak) olanlardandır,
fakat siz unutmuşsunuz, dedi.[414]
Metinde geçen "an keza ve
keza = şunlardan şunlardan" tabiri "bir çok şeyleden" anlamına
gelen bir kinayedir. Resûl-i Ekrem'in pek çok şeyleri yasak ettiğini kısaca
ifâde etmek maksadıyla kullanılmıştır.
Kaplan derisinden yapılan
eyere ve benzeri şeylerin üzerne oturmanın yasaklanmasının hikmeti insana kibir
ve gurur vermesi ve yabancılara âit bir kıyafet olmasıdır.
Bu hadis-i şerif kıran haccı
yapmanın mekruh olduğunu söyleyen kimselerin delilidir. Hz. Mu'âviye de kıran
haccının yasak olduğu görüşünde idi. Fakat sahâbe-i kiramdan hiç bir kimse Hz.
Mu'âviye'nin bu görüşünü kabul etmemiştir.Öyle görünüyor ki, Hz. Peygamber,
câhiliyye devrinden kalan "hac mevsiminde umre yapılamayacağı"
görüşünü yıkmak maksadıyla veda haccında hac için ihrama giren kimselere
"hac için girdikleri ihramı umreye tebdil etmelerini" emredip de, bu
emrin onlara ağır geldiğini görünce; "Arkamda bıraktığım şu iş, bir daha
önüme çıksaydı yanımda kurbanlık getirmezdim" buyurmasından Hz. Mu'âviye,
Hz. Peygamberin kıran haccını yasakladığı manâsım çıkarmıştır-. Çünkü Hz. Peygamber
o sene kıran haccı yapmakta idi. Bu sebeble O'nun "arkamda bıraktığım şu
iş bir daha önüme çıksaydı bir daha yanımda kurbanlık getirmezdim"[415] sözünü Hz. Mu'âviye; "bundan sonra
kıran haccını yasaklıyorum" şeklinde anlamıştır. Halbuki Hz. Peygamber
(s.a.), bu sözü, kendisinin haccını bozup umreye niyet etmediğini gören
ashabın, duydukları üzüntüyü gidermek ve aslında bu mevsimde umre yapmanın
faziletli bir ibâdet olduğuna onları inandırmak ve yanında kurbanlık bulunmamış
olsaydı, kendisinin de onlar gibi umre yapacak olduğunu ifâde etmek için
söylemiştir. Şayet Hz. Muâviye'nin dediği gibi Resûl-i Ekrem'in bu hadisinin
kıran haccını yasakladığı kabul edilse bile, bu yasağın hükmü kerâhet-i
tenzihiyyeden öte gidemez. Çünkü kıran haccının caiz olduğuna dâir icmâ'
vardır. Nitekim Şafiî ulemâsından Hattâbî bu konuda şunları söylemektedir:
"Kıran haccının caiz olduğunda bu ümmetin icmâ'ı vardır. Oysa dinen yasak
olan bir meselede icmâ'ın bulunması düşünülemez." Nitekim ashâb-ı kiram da
kıran haccının caiz olduğu görüşündedir. Bu yüzden Hz. Muâviye'nin bu konudaki
görüşüne katılmamışlardır. Bazılarına göre Peygamber (s.a.)'in bu sözü ifrâd
haccı yapmanın diğer haclardan daha faziletli olduğuna delâlet eder. Çünkü
başlıbaşına bir tek umre veya hac yapmak, o ibâdeti en mükemmel bir şekilde
yapmayı ve Beyt-i Şerife defalarca gelmeyi gerektirir. Nitekim Ömer (r.a.)
"hac ile umreyi birleştirmeyiniz, çünkü bu şekilde hareket etmeniz, sözkonusu
ibâdetleri daha mükemmel yapmanızı sağlar" buyurmuştur. Hz. Osman da hac
ile umrenin birlikte yapılmasının hükmü sorulunca "haccın ve umrenin mükemmel
olması, hac meysiminde bir arada yapı Imâmalarında dır, hac mevsiminin dışında
sadece umre yapıp da sonra hac için ikinci bir kere daha Beyt-i Şerife gelmeniz
daha faziletlidir" diye cevâb vermiştir. Bazılarına göre bu hadiste
nehyedilen şey, enaz bir şavtlık kudüm tavafı yapmadan önce ifrâd haccını
umreye idhâl etmektir. Çünkü bu fiil, kuvvetli üzerine zayıfı bina etmek
anlamına geldiği için Hanefîlerce mekruh görülmüştür. Mâlikîlerce ve Şâfiîlerce
en sahih olan kavle göre batıldır. Bu konu bir sonraki bâbda daha ayrıntılı bir
şekilde ele alınacaktır.[416]
Hem hac, hem de umre için
birden ihrama girmeye "Hacc-ı Kıran = kıran haccı" denir. Bu
hacda, umre ile hac arasında fasıla yoktur.
Hacc-ı Kıran'da bulunacak zât,
mîkatte veya daha önce, umre ile hacca birlikte niyet edip, iki rekât namaz
kılar, sonra umre ile birlikte hacca niyet eder. Daha sonra telbiyede bulunur
ve ihramın şartlarına riâyet eder.
Mekke'ye girince umresini
yapar. Ka'be'yi tavaf eder. Safa ile Merve arasında "sa'y" eder.
Sonra haccın menâsikini ifâ eder. Cemreleri taşladıktan sonra tıraştan önce
kurban kesmek, haccı-ı kıran ve hacc-ı temettü' yapanlara caizdir. Bunu
kesmeyenler arefe gününe kadar üçgün, bayram çıktıktan sonra da istedikleri
zaman yedi gün, toplam on gün oruç tutarlar.
Hacc-ı kırana niyet eden bir
kimse umresini yapmadan Arfat'a gidecek olursa, umresi bozulur.
Hacc-ı kıran ile hacc-ı
temettü' afakîlere (Harem hâricinden gelen taşralılara) mahsûsdur.
Mekke'de veya Mekke ile mîkat
arasında oturanlar bu iki haccı yapmazlar. Ayrıca tavafın çoğunu ifa etmeden
önce hac ihramını umre ihramına idhal etmeye de hacc-ı kıran denildiği gibi,
en az bir şavtlık tavaf, yapmadan, umre ihramını hac ihramına idhal etmeye de
"hacc-ı kıran" denir. Fakat bu ikinci şekil Hanefîlerce mekruh,
Melikîler ve Şâfiîlerce, en sahîh olan kavle göre, bâtıldır.[417]
1795. ...Enes b. Mâlik'in
şöyle dediği rivayet olunmuştur: Ben, Resûlullah (s.a.)'i,
"Umre ile hac için
lebbeyk! Umre ile1 hac için !lebbeyk!" derken işittim.[418]
Bu hadis-i şerif,
"Resûl-i Ekrem (s.a.) Veda haccında hac ile umreyi birleştirerek kıran
haccı yapmıştır" diyerek kıran haccının diğer haclardan daha faziletli
olduğunu söyleyen Hanefi ulemasıyla Sevrî ve İshâk'ın delilidir. Sözü geçen
ilim adamlarına göre fazilet bakımından kıran haccından sonra "temettü”
haccı, daha sonra da "ifrad" haccı gelir. Şafiî ulemâsından Nevevî
ile el-Müzenî, İbnu'I-Münzir, Takıyyu'ddîn Sübkî de bu görüştedirler. Bu konuda
konumuzu teşkil eden hadisten başka şu hadisleri de delil olarak gösterirler:
1. Enes'den (rivayet
edilmiştir): "Resülullah (s.a.)'i hac ve umreyi beraberce yapmak için
teîbiye getirirken işittim"[419] Mezkûr ulemâya göre bu hadis Hz.
Peygamberin Veda haccında hacc-i kıran yaptığını en açık bir şekilde ortaya
koymaktadır.
Ancak tercümesini sunduğumuz
bu Enes hadisinin altında Müslim ve Nesâî, Bekr b. Abdullah el-müzenî'den şu
anlamda bir hadis rivayet etmişlerdir. Enes'in, "Resûlullah (s.a.)'i umre
ile haccı birlikte yapmak için telbiye getirirken işittim" dediğini
duydum. Bunu hemen İbn Ömer'e anlattım. Bana "sadece hac içiff ihrama
gir" dedi. Daha sonra Enes'le karşılaştım. O'na İbn Ömer'in söylediklerini
naklettim. "Siz bizi çocuk zannediyorsunuz! Resûlullah'ın "umre ile
birlikte hacca niyet ettim" diyerek ihrama girdiğini bizzat işittim"
dedi.[420] Her ne kadar Hz. İbn Ömer'in sözü ile Hz. Enes'in sözü biribirine
aykırı gibi görünüyorsa da aslında aralarında bir çelişki yoktur. Çünkü Hz. İbn
Ömer Resûlullah'ın ihrama girerken yaptığı niyeti işitmiş ve onu nakletmiştir.
Hz. Enes ise, daha sonra Resûl-i Ekrem'in umreyle haccı birleştirip ikisine
birden niyet edişini duymuş ve onu nakletmiştir. Daha doğrusu İbn Ömer'in
rivayeti Hz. Peygamber'in ihramının başlangıcıyla Hz. Enes'in rivayeti de son
tarafıyla ilgilidir.
2. "Resûlullah
(s.a.) hacla umrenin arasını birleştirmiştir. Sonra vefatına kadar bundan nehy
buyurmamış, bunu haram kılan bir Kur'ân âyeti de inmemiştir."[421] Resûl-i Ekrem'in (s.a.) Veda haccında
kıran haccı yaptığını açıkça ifade eden bu hadis-i şerifler, tbn Ömer, Âişe,
Câbir, Ömer b. el-Hattâb, Ali, İmrân b. Husayn gibi sahabe-i kiramdan rivayet
edildiği halde bir numara önceki Hz. Muâviye hadisi, "Hz. Peygamber
(s.a.)'in Veda haccında ifrâd haccı yaptığını ifade etmektedir. Bununla beraber
bu rivayetlerin arasını şu şekilde uzlaştırmak mümkündür. Hazret-i Peygamberin
Veda haccında, haccı ifrâda niyet ettiğini söyleyenler, Fahr-i Kâinat
Efendimizin sadece hacca niyet ettiğini görmüş ve umreye niyet ettiğini
görmemiş olmalılar ki sadece gördüklerini nakletmekle yetinmişlerdir. Yahutta,
"Hz. Peygamber ifrâd haccı yaptı" derken "ifrâd"
kelimesiyle, Hz. Peygamberdin hayatı boyunca tek bir defa hac yaptığını
kasdetmektedirler.
Hz. Peygamber'in temettü'
haccı yaptığını rivayet eden ashâb ise, Hz. Peygamber'i umre için ihrama
girerken görmüş olup hafif sesle hac için niyet edişi yüzünden duyamamış
olmalıdırlar. Yahutta "Hz. Peygamber hacc-ı temettü' yaptı" sözüyle
haccı kıran kastedilmiştir. Çünkü Arapların eskiden kıran kelimesi yerine
"temettü' " kelime kullandıkları bilinmektedir. Ayrıca Resûl-i Ekrem
Efendimizin Veda haccında kıran haccı yaptığını ifâde eden hadisler aksini
ifâde eden hadislere nisbetle tercihe şayandır. Çünkü:
1. Kıran haccı yaptığını ifade
eden hadislerin râvileri güvenilir kimselerdir ve bu hadisler diğerlerine
nisbetle daha uzundur. Bilindiği gibi güvenilir râvilerin rivayet ettiği
ilâveler kabul ve tercih edilir.
2. Kıran haccı yaptığına dair
olan hadisler daha çoktur.
3. Kıran haccı
yaptığını ifade eden hadisler te'vile muhtaç değildirler. İfrâd haccı yaptığını
ifade eden hadislerse te'vîle muhtaçdırlar.
4. Resûl-i Ekrem
(s.a.) Efendimizin, Veda haccında ashabına hac ile umreyi birleştirmelerini
emrettiği bilinmektedir. Kendisi ifrâd haccı yaptığı halde ashabına aksini
emretmesi düşünülemez.
5. İfrâd haccı yaptığını rivayet
eden râviler hakkında ulemâ ihtilâf ettiği halde, kıran haccı yaptığını rivayet
edenler hakkında böyle bir ihtilâf yoktur. Hakkında ihtilaf olmayan kimselerin
yaptığı rivayetin ihtilaflı kimselerin yaptığı rivayete tercih edildiği bilinen
bir gerçektir, tbn Hazm'-ın beyânına göre Rasûl-i Ekrem'in yaptığı haccın ifrâd
haccı olduğunu rivayet eden kimseler, aynı zamanda kıran haccı yaptığını da
rivayet etmişlerdir. Hacc-ı kıran yaptığı aynı zamanda Hz. Ali'den ve İmrân b.
Husayn'dan da rivayet olunmuştur. Yine İbn Hazm'ın beyânına göre kıran haccı
yaptığını rivayet eden mü'minlerin annesi Hafsa ile Berâ b. Azib ve Enes b.
Mâlik'den gelen rivayetlerde ızdırab ve ihtilâf olmadığı halde aksini rivayet
edenlerin rivayetleri muzdaribdir. Bütün bu durumlar gözönünde bulundurulursa
bu konuda gelen hadisler Rasûl-i Ekrem'in Veda Haccında Kıran haccı yaptığım
kesinlikle ortaya koyarlar.[422]
1796. ...Enes (r.a.)'den
rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.) gece sabaha kadar Zülhuleyfe'de
kaldıktan sonra (devesine) bindi ve (devesi) kendisini Beydâ Tepesi'nde yukarı
kaldırınca Allah'a hamdetti ve "Sübhânallah, Allahü ekber" dedi.
Sonra da hac ve umre için ihrama girdi, halka da hac ve umre için ihrama
girmeleri emrini verdi. (Halk bu emir gereğince umre yaparak) ihramdan
çıktılar. Nihayet terviye günü olunca (yeniden) hac için ihrama girdiler. Ve
(bayram günü) Resûlullah (s.a.) yedi tane deveyi ayakta oldukları halde kurban
etti.[423]
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisten
Enes''in tek başına rivayet ettiği kısım, "O (Hz. Peygamber), önce
elhamdülillah, Subhânellah, Allahu ekber dedi, sonra hac için ihrama
girdi" cümlesidir.[424]
Bilindiği gibi ihram,
hacca veya umreye veya her iki-sine birden niyet etmek ve
"Lebbeyk Allahümme lebbeyk" diye telbiyede bulunmak demektir.
Peygamber (s.a.)'in ihrama
girerken sadece "sübhanallah" demekle yetinmeyip, metinde ifâde
edildiği şekilde, "elhamdülillah" vel"Allahu. ekber"
cümlelerini de ilâve etmesi, "telbiye için sübhanallah demenin yeterli
olduğunu" iddia eden kimselerin aleyhine bir delil teşkil ettiği gibi,
aynı kanatte olan Hanefî mezhebine mensup alimlerinde aleyhine bir delildir. Çünkü
Hanefî mezhebindeki tercihe şayan görüşe göre telbiye lafızlarından bir
kelimeyi bile eksik okumanın caiz olmadığı, fakat bu lâfızlara Peygamber
(s.a.)'in ilâve ettiği lâfızları ilâve etmenin müstehab olduğu kabul
edilmiştir.
Her ne kadar metinden Hz.
Peygamber'in sabah namazından sonra deveye bindiği neticesi çıkıyorsa da, daha
önceki hadislerden de anlaşıldığı üzere Resûl-i Ekrem devesine öğle namazından
sonra binmiştir. Ayrıca daha önceki bazı hadis-i şeriflerin şerhlerinde de
ifâde ettiğimiz gibi Veda Haccında bulunan hacıların bir kısmı sadece umreye,
bir kısmı sadece hacca, bir kısmı da hacla birlikte umreye niyet etmişti.[425] Binâenaleyh metinde geçen "halk da
hac ve umre için ihrama girdi" cümlesi halkın bir kısmını ifade
etmektedir. Resûl-i Ekrem'in halka (umre yaparak) ihramdan çıkmalarına ilişkin
emri ise, yanında kurbanlığı olmayan veya daha önce Beyt-i Şerife kurbanlık
göndermemiş olan kişiler içindir. Çünkü yanında kurbanlığı bulunan veya daha
önce Beyt-i Şerife kurbanlık göndermiş bulunan bir kimse bayram günü
kurbanlığını kesmedikçe ihramdan çıkamaz.
Bu hadis-i şerifte, Resûl-i
Ekrem Efendimizin yatırmadan kestiği kurbanların adedinin yedi olarak ifâde
edilmesi ile daha önce geçen 1764 numaralı hadiste bu develerin sayısının 30
aded olarak belirtilmesi arasında bir çelişki olmadığı gibi, ileride gelecek
olan, bayram günü Fahr-i Kâinat Efendimizin 63 aded kurbanlık deve kestiğini
ifâde eden 1905 numaralı hadisle de çelişik değildir. Çünkü bu hadisleri
rivayet edenlerden birisi Resûl-i Ekrem kurban keserken bu kurbanlardan yedi
tanesi kesilinceye kadar hadise mahallinde bulunmuş ve gördüğünü rivayet etmiş,
diğeri otuzunu kesinceye kadar hâdise mahallinden ayrılmamıştır. Bunlardan her
birinin olaydan gördüğü kadarını nakletmiş olması bu rivayetler arasında bir
çelişki olduğuna delâlet etmez.
Her ne kadar musannif Ebû
Dâvûd, "Hz. Peygamber (s.a.) önce "elhamdülillah, sübhanallah,
Allahü ekber" dedi, sonra hac için ihrama girdi" Cümlesini Hz. Enes'den
başka rivayet eden bir râvinin bulunmadığını söylüyorsa da Hz. Enes'in bu
cümleleri rivayette yalnız kalması, bu rivayetin sıhhatine bir zarar vermez.
Çünkü Hz. Enes sahâbidir, sahâbilerin adaletinde ise şüphe yoktur.[426]
1. Hacı adaylarının mikatte
gecelemeleri müstehabdır.
2. Hac ibâdeti için
ihrama girmeden önce "Elhamdülillah, sübhanallah, Allahu ekber" demek
müstehabdır.
3. Develeri keserken yatırmadan
ve sol önayakları bağlı olarak kesmek sünnettir.
4. İnsanın kurbanını
kendi eliyle kesmesi daha faziletlidir.
5. Resûl-i Ekrem (s.a.) Veda
Haccında kıran haccı yapmıştır.[427]
1797. ...el-Berâ b.
Âzib'den; demiştir ki: Ben, kendisini Resûlullah (s.a.) Yemen'e vali ta'yin
ettiği zaman Hz. Ali'nin yanında idim. (Hz. Berâ) dedi ki: Onun yanında
kilolarca (mal) elde ettim. Kendisi Yemen'den Resûlullah (s.a.)'ın yanına
geldiği vakit Fâtıma (r.anha.)'yı boyalı elbiseler giyinmiş ve evide güzel misklerle
kokulandırmış bir halde buldu. (Hz. Fâtima) dedi ki.
Sana ne oluyor da (ihramdan
çıkmıyorsun) oysa Resûlullah (s.a.) ashabına (ihramdan çıkmalarını) emretti,
onlar da ihramdan çıktılar.
(Hz. Ali) dedi
ki:
Ben de O'na, "Ben
Peygamber (s.a.) ne niyetle girdiyse ben de o niyete ihrama girdim (O ise henüz
ihramdan çıkmadı)" diye cevap verdim ve Peygamber (s.a.)'in yanına geldim.
Bana:
İhrama girerken nasıl hareket
ettin? diye sordu. Ben de: "Peygamber (s.a.)'in girdiği gibi ihrama
girdim" diye niyet ettim cevabını verdim. (O'da):
"Ben (Beyt-i Şerife) hedy
kurbanlığı gönderdim ve (hac ile umreyi) birleştirdim. Sen kurbanlardan 67'sini
yahutta 66'sım kes 33'ünü yahutta 34'iinü kendine bırak (kestiğin) develerin her
birinden biraz (et parçası)da bana bırak" buyurdu.[428]
"Mâ leke = sana ne
oluyor?" sözü Nesâî'nin rivâyetinde şu şekilde geçmektedir: "Gelince
baktım ki Fâtıma evi güzel kokularla kokulamış, hemen üzerine yürüdüm. O da;
"Sana ne oluyor? Resûlullah ashabına böyle yapmalarım emretti. Onlar da
böyle yaparak ihramdan çıktılar" diyerek bana çıkıştı," şeklinde
geçiyor.
"Ben, Peygamber (s.a.) ne
niyetle ihrama girdiyse ben de o niyetle ihrama girdim," sözü ileride
gelecek olan 1905 numaralı hadis-i şerifte şu anlama gelen lâfızlarla
geçmektedir: "Ali (r.a.) Yemen'den Resûlullah (s.a.)'ın develerini getirdi
ve Hz. Fatıma'yı da ihramdan çıkanlar arasında buldu. Fatıma (r.anhâ.) boyalı
elbiseler giymiş ve sürme çekinmişti. Hz. Ali bu durumu beğenmedi ve,
"bunu sana kim emretti?" diye çıkıştı. Hz. Fâtıma da,
"Babam" diye cevap verdi. Hz. Ali Irak'ta iken şöyle derdi:
"Bunun üzerine ben Fâtıma'yı bu yaptığından dolayı azarlatmak ve
Resûlullah (s.a.) adına söylediklerim sormak için Resûlullah (s.a.)'a gittim.
Fâtıma'nın yaptıklarını beğenmediğimi ve "bunu bana babam emretti"
dediğini kendisine haber verdim de "doğru söylemiş, doğru söylemiş"
diye cevap verdi.
"Bana; "ihrama
girerken nasıl hareket ettin?" diye sordu," cümlesi 1905 numaralı
hadis-i şerifte "Sen hacca niyetlenirken ne dedin? buyurdu. Ben de
"Yarabbi Resulün neye niyetlendiyse ben de ona niyet ediyorum" dedim,
cevabını verdim. "Benim yanımda kurbanlığım var. Sen ihramdan
"Çıkma" buyurdular," şeklinde geçmektedir.
Her ne kadar konumuzu teşkil
eden hadis-i şerifte adedleri yüze ulaşan kurbanlık develerin altmış altısını
veya altmış yedisini Hz. Ali'nin kestiği ifade ediliyorsa da 1905 numaralı
hadis-i şerifte bu develerin altrmşüç tanesini Resûl-i Ekrem (s.a.)'in kendi
eliyle kestiği ve geriye kalanları da Hz. Ali'nin kestiği ifade edilmektedir.
Nevevî'nin dediği gibi işin doğrusu da budur. Hatta "Sen kurbanlardan
67'sini yahutta 66'sını kes" cümlesi, Nesâî'nin ve Beyhâkî'nin rivayetinde
bulunmuyor. Metinde geçen söz konusu cümlenin, "Sen bu kurbanlardan
(67'sini veya) altmış altısını benim için kesime hazırla biraz sonra gelip
onları keseceğim"-anlamına gelmesi mümkün olduğu gibi, aslında bu sözü Hz.
Ali'ye söyledikten sonra bu develeri bizzat kendisinin kesmesinin daha uygun
olacağını düşünerek bizzat kendi eliyle kesmeye karar vermiş olması da
mümkündür. Sözü geçen cümledeki "altmış yedisini veya altmış
altısını" sözlerindeki tereddüt râvi-ye aittir.
Yine 1905 numaralı hadis-i
şerifte; "sonra her deveden bir parça alınmasını emir buyurdu. Bunlar bir
tencereye konarak pişirildi. İkisi de develerin etinden yiyip (çorbasından)
içtiler," denilmektedir. Resûl-i Zişân Efendimiz bunu her kurbanın
etinden yemenin sünnet olduğunu göstermek için yapmıştır.[429]
1. İhramdan çıkan kimsenin güzel
kokular sürünmesi müstehabdır.
2. Hacca, "Falanın niyet
ettiği gibi niyet ediyorum" diye niyet etmek caizdir. Nitekim 1789
numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık.
3. Fahr-i Kâinat Efendimiz Veda
Haccında hac-i kırana niyet etmiştir.
4. Birden fazla kurban kesmek
müstehabdır.
5. Kurban kesmek için
vekil ta'yin etmek caizdir. îmâm-ı Şafiî'ye göre bu vekil kitabî de olabilir.
Vekâlet vermek için kurbanı kesime götürürken niyet etmek yeterli olduğu gibi,
kesileceği sırada niyet etmek de yeterlidir.
6. Hedy kurbanlarının ve nezr
kurbanı dışındaki diğer kurbanların etinden yemek müstehabdır. Bu konuda ulemâ ittifak
etmiştir.[430]
1798. ...Ebû Vâil'den;
demiştir ki: es-Subeyy b. Mâ'bed şöyle dedi: Ben (Hac ile umrenin) ikisine
birden niyet et(miş)tim. Ömer bana; "Peygamberinin sünnetine
uymuşsun" dedi.[431]
1799. ...es-Subeyy b.
Mâ'bed demiştir ki: Ben Hıristiyan bir Araptım. Daha sonra müslüman oldum.
Kendi aşiretimden Hüzeym b. Sürmele denilen bir adama gelerek;
Yahu, ben gerçekten cihada çok
düşkünüm. Hac ve umrenin üzerime farz olduğunu gördüm. (Hacla umreyi) ikisini
birlikte yapsam nasıl olur? diye sordum.
Bana;
Hacla umreyi beraber yap,
sonra da kolayına gelen (cinsten) bir kurban kes, dedi. Bunun üzerine hac ve
umre için ihrama girdim. Uzeyb (denilen yer)e gelince Selmân b. Rabîa ve
Zeyd b. Sû-hân ile karşılaştım. Ben hacla umre için ihrama girmiş halde,
ydim. (Beni bu halde görünce) birisi diğerine,
Bu (adam) devesinden daha
anlayışlı değildir, dedi. (Bunu duyunca) sanki üzerime dağ yıkılmış zannettim.
Hz. Ömer'e kaıdar gelip:
Ey mü'minlerin emiri! Ben
Hıristiyan bir Araptım ve müslüman oldum. Cihada gerçekten çok düşkünüm. Hac ve
umrenin üzerime farz olduklarını gördüm. Bunun üzerine kavmimden bir adama
geldim. (Durumumu anlattım. Bana); "îkisini birleştir ve kolayına gelen
(cinsten) bir kurban kes" dedi. Ben de ikisi için birden ihrama girdim,
dedim. Bunun üzerine Ömer (r.a.) bana;
Peygamberinin sünnetine
uymuşsun, diye cevap verdi.[432]
es-Subeyy, hac ve
umrenin kendi üzerine farz olduğu hükmünü "Allah için haccı da umreyi
tamamlayınız"[433] âyetinden çıkarmış olabilir. Nitekim İmâm Şafiî ile İmâm
Ahmed'e göre, umre de hac gibi farz bir ibadettir. İmâm Mâlik ile Hanefî
ulemâsından bazılarının kavline göre de hac gibi umre de farzdır. Hanefî
ulemâsının sahih olan kavline göre ise, umre sünnettir ve âyet-i kerimedeki
umreyi tamamlama emri başlanmış olan umreyle ilgilidir. Her nafile ibâdet gibi
aslında sünnet olan umreyi başladıktan sonra tamamlamak sahibi üzerine vâcib
olur. Subeyy'in haccı ifrada niyet etmeyip de hacc-ı kırana niyet ettiğini
gören Selmân İle Zeyd (r.anhuma)'nın, Subeyy'i kasdederek, "Hacc-ı
ifrâdın, hacc-ı kırandan daha faziletli olduğunu anlamak hususunda bu adamın şu
deveden farkı yoktur," demeleri Hz. Ömer'in kıran haccını mekruh gördüğünü
zannetmelerinden kaynaklanmaktadır. Gerçekte ise Hz. Ömer'in yasakladığı hac,
kıran haccı değil, muta hacadır. Yahutta hacc bozupda umreye niyet etmektir.
Eğer öyle olmasaydı hacc-ı kıran yapan Subeyy'e; "Sen Peygamberinin
sünnetine uymuşsun" diye cevap vermezdi. Esasen 1795 numaralı hadis-i
şerifin şerhinde delilleriyle açıkladığımız gibi Hz. Peygamber'in Veda haccında
kıran haccı yaptığı bilinen bir gerçektir. Ancak, eğer Hz. Ömer'in umre ile
hacı birleştirmeyi yasakladığı düşünülürse, Subeyy'in bu hareketini nasıl
tasvib ettiği sorusu akla gelir.
Buna şöyle cevap verebiliriz:
Hz. Ömer'in bu yasaklaması bazı faydaları hedef almaktadır. Nitekim Hz.
Peygamberin hacla umreyi birleştirmesinin sebebi de hayırlara vesile olması
itibariyledir. Şayet bunların kötüye vesile olması söz konusu olursa, elbette
ki kaldırılmasında bir sakınca olmaz.[434]
1. Hz.Subeyy hayra ve
taata ve ciddi amellere atılmakta ve saadet sebeplerine yapışmakta son derece
hırslı idi.
2. Bir kimsenin bilmediği bir
meseleyi, bîr bilene sorması gerekir. Çünkü Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'den;
"Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz"[435] buyuruyor.[436]
1800. ...Ömer b.
el-Hattab, Resûlullah (s.a.)'i (şöyle) derken işittiğini söylemiştir:
"Bu gece bana aziz ve
celi] olan Rabbimden bir elçi geldi de..." (Hz. Ömer) dedi ki: (Resûl-i
Ekrem bu olayı anlatırken) kendisi Akik (denilen vadi)de (idi)- "Bu
mübarek vadide namaz kıl. Hac ile birlikte umreye de niyet et dedi."
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi
el- Velid b. Müslim ile Ömer b. Abdilvâhid de rivayet etmiştir. Bu hadisin
Yahya b. Kesîr'den gelen rivayetinde "Ve "(Ey Muhammed) Hacc ile
birlikte umreye" diye niyet et" cümlesi vardır.
Aynı şekilde bu hadisin, Ali
b. el-Mubârek'in, Yahya b. Kesîr'den rivayet ettiği metninde de;
"Rabbimden gelen elçi bana) dedi ki: "ve (Ey Muhammed) Hacla birlikte
umreye" diye niyet et" cümlesi vardır.[437]
Resûl-i Ekrem (s.a.)'e Cenâb-ı
Hak'tan gelen elçi Cebrâil aleyhisselamdır. "Akik"
ise, Medine'ye dört mil ( =
Namaz kıl"sözüyle
"iki rekât namaz kıl" denilmek istenmiştir. Ancak bu emir
"vücûb" ifâde eden bir emir değil, bu vadideki namazın faziletini
bildiren "ihbârî" bir emirdir. Çünkü bu vadide namaz kılmanın farz
olmadığında icmâ' vardır. Bu emr fazilete irşâd için vârid olmuştur.
"Hac ile birlikte
umreye" cümlesinin başında gizli bir" de, niyet et" kelimesi
vardır. Bu takdirde cümle şu anlama gelir: "Ey Muhammed, sen bu yaptığın
hac ibâdetine "bu hac ile birlikte umredir" diye niyet et". Buhârîde
ise umre kelimesi başında bulunduğu farzedilen bir fiilinin mef'ûlu olabilecek
şekilde mensûb olarak, rivayet edilmiştir. Bu haliyle Buhârî'nin rivayeti
"Ben bu nüsûkumu hacla birlikte umre kılmak istiyorum," anlamına
gelir.
Netice olarak bu cümle üç ayrı
şekilde rivayet edilmiştir:
1. Miskin b. Bekr'in rivayet
ettiği "ve kaale umretün fi haccetin" şeklindeki cümle.
2. Velid b. Müslim ile
Ömer b. Abdülvâhid'in Yahya b. Ebi Kesir den rivayet ettiği "kul, umretün
fî haccetin" şeklindeki cümle.
3. Ali b. Mubârek'in
"kaale" ve "kul" lâfızlarını birleştirerek Yahya b. Ebî
Kesir'den rivayet ettiği "kaale ve kul umretün fî haccetin" şeklindeki
cümle.
Aslında bu farklılıkların hiç
birisi manaya tesir edecek şekilde önemli değildir.
Hanefî ulemâsından aynî'ye
göre bu rivayetler içerisinde en doğru olanı Buhârî'nin rivayet ettiği
"kul, umreten fi haccetin" şeklindeki rivayettir. Buhârî'nin rivayet
ettiği bu cümle "hacla birlikte umre yapmayı" emretmektedir. Bu
şekildeki hac, kıran haccının-sıfatıdır. Dolayısıyla Buhârî'nin bu rivayeti
Resûl-i Ekrem'in Veda Haccında hacc-ı kırana niyet ettiğine delâlet etmektedir.[438]
Münzirî'nin beyânına göre bu
cümle Buhârî'nin bir rivayetinde "kul umretün ve haccettin"[439] şeklinde gelmiştir. Bazıları bu
rivayete bakarak, Resûl-i Ekrem'in Veda Haccında hacc-ı kıran yaptığını, çünkü
atıf vâv'ı mutlak cem'e delâlet ettiğini, dolayısıyla Buhârî'nin bu rivayetinin
hacc-ı kıranın diğer haclardan daha faziletli olduğunu ifâde ettiğini iddia
etmişlerse de, aslında bu cümlenin "haccını bitirdiğin zaman memleketine
dönmeden önce aynı zamanda ve mekânda umreye de niyet et" anlamına
gelmesi mümkün olduğu gibi, umre kelimesiyle hac kelimesi arasına giren vâv'ın
bu iki ibadetin arasım ayırmaya delâlet etmesi de mümkündür.[440]
1. Akîk Vadisi
çok faziletli bir vadi olduğundan ihrama girerken
burada iki rekat namaz kılmanın fazileti çok büyüktür. Bu konuda ulema ittifak
etmiştir. Ancak Şafiî âlimlerinin dışındaki ulemâya göre, ihrama girerken
kılınacak olan bu namazın kerahet vakitlerine rastlamaması lâzımdır. Şafiî
ulemâsına göre ise, bu namazın esas sebebi ihrama girmek istemektir.
Binâenaleyh, sebeb bulunduğu için kerahet vaktine de rastlasa, bu iki rekâtlık
namazı kılmak
müstehabtır.
-
2. Resûl-i Ekrem Efendimiz Veda
Haccında hacc-ı kıran yapmıştır.
3. Kıran haccı temettü'
haccından daha faziletlidir.Ancak daha önce de açıkladığımız gibi Resûl-i
Ekrem'in Veda Haccında ifrad haccına niyet eden ashabına temettü haccı
yapmalarını emretmesine bakarak temettü' haccının kıran haccından daha
faziletli olduğunu zannetmemelidir. Çünkü, Resûl-i Ekrem'in ashabına bu
tavsiyede bulunması ashâb arasında câhiliyye döneminden kalma "hac
aylarında umre yapılamaz" kanaatini silmek istemesiyle ilgilidir.[441]
1801. ...Sebre'den;
demiştir ki: Resûlullah (s.a.) ile birlikte (hac için yola) çıkmıştık. Usfan'a
varınca Süraka b. Mâlik el-Müdlicî;
Ey Allah'ın Resulü, bize
(analarından) bugün-doğmuş I-imsele-re açıklama yapar gibi (hac hakkında)
açıklama yap, dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.) Allah Te'âlâ, size şu
haccımzla birlikte umreyi de meşru' kıldı. (Mekke'ye) vardığımızda Beyti ve
Safa ile Merve arasını tavaf eden (ler) ihramdan çıksın(lar). Ancak yanında
kurbanlık olanlar ihramdan çıkmasınlar" buyurdu.[442]
Sürâka b. Mâlik,
"Bugün bize analarından yeni doğmuş kimselere açıklamada
bulunur gibi hac hakkında açıklama yap" demekle "biz hac hakkında hiç
bir şey bilmiyoruz. Bu mevzuda dünyaya yeni gelmiş bir çocuktan farksızız. Bu
sebeple bize lüzumlu olan hac meselelerini en basitine varıncaya kadar
açıklayıver" demek istemiştir.
Bunun üzerine Fahr-i Kâinat
Efendimiz, beraberinde bulunan kimselere önce Mekke'ye varır varmaz nasıl
hareket edeceklerim önemine binâen açıklamak lüzûnrnu duymuş ve hac mevsiminde
umre yapmanın da caiz olduğunu, cahiliyye döneminden kalan "hac aylarında
umre yapılamaz" düşüncesinin İslâm'da yeri olmadığını, bu itibârla yanında
hedy kurbanı bulunmayan kimselerin Beyt-i Şerifi ve Safa ile Merv e arasım
tavaf etmek suretiyle bir umre yapıp ihramdan çıkabileceklerini izah etmiştir.
Resûl-i Ekrem'in buradaki; "Allah Te'âlâ, size şu haccımzla birlikte
umreyi de meşru' kıldı" sözünden , bazıları umrenin de hac gibi farz
olduğu ve hacc-ı kıran yapan bir kimseye bir ihram ile bir tavaf ve bir sa'yin
yeterli olduğu hükmünü çıkarmışlardır.
Bunların dışında kalanlara
göre ise, umrenin hacla bir olmasından maksat hac farizası ifâ edilince umre
yapma mükellefiyetinin (yükümlülüğünün) düşmesidir. Bu görüşte olanlara göre
hac için ayrı bir ihram ile ayrı bir tavaf ve sa'y gerektiği gibi, umre için de
ayrı bir ihram ile ayrı bir tavaf ve sa'y lâzım gelir. Nitekim 1785 ve 1790
numaralı hadislerin şerhinde açıklanmıştır.[443]
1. Hac niyetini bozarak
umreye çevirmek câizdir.
2. Yanında hedy kurbanlığı
bulunan bir kimse bayram günü kurbanlığım kesmedikçe ihramdan çıkamaz.[444]
1802. ...İbn Abbas'dan
rivayet edildiğine göre Mu'âviye O'na;
Ben Resûlullah (s.a.)'in
saçından (bir kısmım) Merve'de makasla kısalttım-veya-Merve'de O'nun
saçının-makasla kısaltıldığım gördüm demiştir.[445]
(Bu hadisi) ibn Hallad dediki;
Muâviye (Rivayetinde); "Ahbarahû" sözünü zikretmedi.[446]
Bu hadis-i şerif
Nesâî'nin rivayetinde "Bir umre esnasında Resûllullah'ın
saçlarını Merve'de makasla kısalttım" şeklinde
geçmektedir. İlim adamlarının beyânına göre burada kasdedilen umreden maksat,
Ci'râne umresidir. Çünkü Hz. Muâviye bu umre sırasında müslüman olmuştur. Veda
Haccında Hz. Peygamberin saçını. Hz. Muâviye'nin kısalttığı iddia edilemeyeceği
gibi, hicretin 7. yılında yapılan kâza umresinde kısalttığı da iddia edilemez.
Zira, Hz. Muâviye'nin o tarihlerde henüz müslüman olmadığı, ancak hicretin 8.
yılında müslüman olduğu bilinmektedir.[447]
Bu hâdisenin Veda Haccında
olduğunu düşünmek de doğru değildir. Çünkü Hz. Peygamber, Veda Haccında hacc-ı
kırana niyet etmişti. Bu hacda Minâ'da tıraş olduğu ve saçlarını Ebû Talha'mn
halka dağıttığı kesinlikle bilinen bir gerçektir.
Ancak Hafız İbn Hacer'in
beyânına göre Hz. Muâviye, aslında Hudeybiye musâlahası ile umretü'1-kazâ
arasında müslüman olmuş, fakat korkusundan müslümanhğım açıklayamamıştı.
Nitekim, İbn Asâkir de, Târih-i Dımaşk'ında bu gerçeği açıkladıktan sonra
şunları söylüyor: "Hz.Peygamber, kâza umresi yapmak üzere Mekke'ye gelince
Mekkelilerin pek çoğu Mekke'nin dışına çıkmışlardı. Hz. Muâviye'yi kendi
aralarında göremi-yorlardı. Ashâb-ı kiram da Beyt'i tavaf ediyorlardı. Hz.
Muâviye'nin Hz. Peygamberin saçını kısaltmak için Mekke'de kalmış olması
ihtimâlden uzak değildir. İbn.Asâkir'in bu rivayeti ile Müslim'in rivayet
ettiği şu hadis-i şerif arasında da bir çelişki yoktur: "Sa'd b. Ebi
Vakkas'a müta'yı sordum da:
Biz onu yaptık, dedi. Ve Hz.
Muâviye'yi göstererek
Bu, o gün Uruş'ta kâfir olarak
bulunuyordu, dedi.[448]
Bu durum, Hz. Mu'âviye'nin
kâza umresinde müslüman olduğunu ancak fetih gününe kadar müslümanhğım
açıklamayadığını, dolayısıyla Hz. Peygamberin saçlarını kâza umresinde
kısaltmış olabileceğini mümkün kılmaktadır.
Her ne kadar Nesâî'de
"Mu'âviye anlatıyor: Beytullah'ı tavaftan ve Safa ile Merve arasında
sa'yettikten sonra Zilhicce'nin ilk on günü içinde yanımda bulunan makasla
Resûlullah'ın saçlarının uçlarını toplayıvermiştim"[449]
anlamında bir hadis-i şerif
varsa da, bu hadis-i şerif, hadis otoriteleri tarafından kabul edilmemiştir.
Çünkü Peygamberimiz Veda Haccında Minâ'ya varıncaya kadar ihramdan çıkmamıştır.
Nitekim, Kays, bu hadis hakkında şöyle demiştir: "Muâviye'nin "Hz.
Peygamberin saçlarını Safa ile Merve arasında tıraş ettim" demesini halk
kabul etmedi."[450]
Hafız İbn Hacer'e göre Kays
önce bu hadisi mânâ olarak rivayet etmiş sonra bu hadisin hadis otoritelerinin
tasvibine mazhar olmadığını görmüştür.[451]
1. İhramdan çıkarken
tıraş daha fazilet olmakla beraber, saçları kısaltmakla yetinmek de
caizdir.Ancak mutemetti' için müstehab olan umreden sonra saçları kısaltmak,
hacdan sonra da tıraş olmaktır.
2. Her ne kadar
ihramdan çıkmak için harem hududları içerisinde herhangi bir yerde tıraş olmak
veya saçları kısaltmak yeterli ise, de, umre yapan bir kimsenin bu iş için
Merve'ji seçmesi hac yapan kimsenin de Minâ'yı seçmesi müstehabdir.[452]
1803. ...îbn Abbâs'dan
rivayet edildiğine göre, kendisine Muâviye (şöyle) demiştir:
Sen benim Resûlullah (s.a.)'ın
saçlarından (bir kısmını) bir Arap makasıyla kısalttığımı bilmiyor musun?
(Râvi) hasen rivayetine,
"hac (niyetiyle girildiği ihramdan çıkması) için" sözünü ilâve
etmiştir.[453]
Bu hadis-i şerif, Müslim'de şu
mânâya gelen lâfızlarla rivâyet edilmiştir: "Bana, Muâviye;
Haberin var mı, ben Merve'de
Resûlullah (s.a. ('in saçını makasla kısalttım? dedi. Ben de O'na;
Ben bunun ancak senin aleyhine
bir hüccet olduğunu biliyorum! diye cevâp verdim.[454]
Hz. İbn Abbâs'ın bu cevâpta ne
demek istediği, NesâTnin rivayet ettiği şu hadis-i şerifte açıklığa
kavuşturulmuştur: "Hz. Mu'âviye, Hz. İbn Abbâs'a;
Sen, benim Merve'de Hz.
Peygamber'in saçlarını kısalttığımı bilmiyor musun? dedi. İbn Abbâs:
Hayvr! cevâbını verdi.
(Başka bir zaman) İbn Abbâs
şöyle dedi, "Resülullah (s.a.) umre ile haccı birleştirdiği halde bana
Merve'de Hz. Peygamberin saçlarını kısalttığını söyleyen Muâviye umre ile
haccın birleştirilmesini yasak etmiştir."[455]
Bu mevzû'da Ahmed b. Hanbel'in
İbn Abbas'dan rivayet ettiği hadis-i şerif de şu mânâdadır.
"Resülullah (s.a.)
kendisi temettü' haccı yaptı.(Sağlığında bunu kimseye yasaklamadı) Nihayet
vefat etti. Ebû Bekr, Ömer ve Osman (r.a.) de öyle idiler. Hacc-ı temettü'u İlk
yasaklayan Hz. Muâviye oldu. İbn Abbas, dedi ki: "Ben buna hayret
ediyorum. Muâviye hem, "ben (Merve'de) Resûlullah'ın saçlarını makasla
kısalttım" diyor. Hem de hacc-ı temettü'u yasaklıyor."[456]
Hafız İbn Hacer'in beyânına
göre bu hadis, Hz. İbn Abbas'm sözü geçen tıraş olayının Veda Haccında olduğu
ve Hz. Peygamber'in Veda Haccında temettü haccı yaptığı kanâatini taşıdığına delâlet
etmektedir. Çünkü, Hz. İbn Abbâs'ın, Hz. Muâviye'ye; "Ben bunun ancak
senin aleyhine bir hüccet olduğunu biliyorum" diye cevâp vermesi, Hz. İbn
Abbâs'ın bu tıraş olayının Veda Haccında Hz. Peygamber temettü' haccı yaparken
umreden sonra olduğuna inanmasıyla izah edilebilir. Zîrâ, eğer Hz. Muâviye,
Hz. Peygamberi beraberinde hac bulunmayan bir umre hitâmında tıraş etmiş
olsaydı, bu durum, İbn Abbas açısından Hz. Muâviye'nin aleyhine bir delil
teşkil etmezdi ve dolayısıyla Hz. Muâviye'ye böyle cevap vermezdi. Fakat Hz.
İbn Abbas'm, Hz. Peygamberin Veda Haccında temettü' haccı yaptığına ilişkin
görüşü münakaşa edilebilir. Çünkü, Veda Haccında Hz. Peygamberin yanında kurban
bulunduğu için bayram günü Mina'da kurbanını kesinceye kadar ihramdan çıkamadığı
bilinen bir gerçektir.[457]'Ayrıca, Fahr-i Kâinat Efendimizin Veda Haccında hacc-ı kırana
niyet ettiği delillerle sabittir. Nitekim, biz bu delilleri 1795 numaralı
hadisin şerhinde naklettik. Ayrıca bir evvelki hadisin şerhinde de açıkladığımız
gibi söz konusu tıraş olayı, veda Haccında değil, Veda Haccı senesinin dışında
vuku bulan bir umrenin hitamında olmuştur.
Musannif Ebü Davud'un metnin
sonundaki taliki zikretmekten maksadının, Hz. Peygamber'in Veda Haccında kıran
haccı yaptığını, yani hac farizasını bitirinceye kadar ihramdan çıkmadığını
beyan etmek olduğu düşünülürse, talikte geçen "hac (niyetiyle girdiği
ihramdan çıkması) için" (tıraş ettiğimi biliyor musun?)" cümlesini,
zahirî mânâsında anlamak ve Hz. Muâviye'nin Hz. Peygamberi Veda haccında
Minâ'da hac farizasını bitirdikten sonra tıraş ettiğine hükmetmek gerekir.
Fakat bir önceki hadisin
şerhinde açıkladığımız gibi Hz. Muâviye'nin, Hz. Peygamberi Ci'râne umresinden
veya kaza umresinden sonra tıraş ettiği düşünülürse, o zrman bu ta'likteki
"hac" kelimesinin mecazen umre manasında kullanıldığına ve söz konusu
ta'likin, "Benim (Resûlullah'ı) umre (için girdiği ihramdan çıkması) için
(tıraş ettiğimi bilmiyor musun?)" anlamına geldiğine hükmetmek gerekir.
Çünkü hem umrede hem de hacda "kast" ve "ziyaret" manası
bulunduğundan ve hacla umrenin amellerinin büyük bir kısmı müşterek olduğundan
bu -iki kelimeden her birinin diğeri anlamında kullanılması caizdir. Nitekim
ileride gelecek olan 1806 numaralı hadiste de "umre" kelimesi
"hac" anlamında kullanılmıştır.[458]
1804. ...İbn Abbas'dan
şöyle dediği nakledilmiştir: Peygamber (s.a.) umre için, ashabı da hac için ihrama
girdi(ler).[459]
Her ne kadar burada Hz.
Peygamberin Veda Haccında sadece umre için ihrama girdiği ifâde ediliyorsa da,
daha önce işaret edildiği gibi Resûl-i Ekrem (s.a.) Veda Haccında hacc-ı kırana
niyet etmiştir. Gerçi Peygamber (s.a.)'in bir rivayette yalnız hacca, başka bir
rivayette temettu'a, diğer bir rivayette de kırana niyet ettiği bil-dirilmişse
de Tahâvî bu rivayetlerin arasını bulmuş ve;
"Resûlullah (s.a.) önce
umreye niyet etmiş, temettü' niyetiyle umreye devam buyurmuş, sonra tavaftan
önce hacca niyet ederek kıran yapmıştır," demiştir.
Netice.olarak her râvi
gördüğünü veya işittiğini rivayet ettiği için zahirde birbirinden farklı üç
ayrı rivayet ortaya çıkmıştır.[460] Esasen râvîlerin birinin Resûl-i
Ekrem'in sadece umreye niyet ettiğini rivayet etmiş olması sonradan hacca da
niyet etmiş olması ihtimalini ortadan kaldırmaz.
"Ashabı da hac için
ihrama girdiler" cümlesine gelince; 1779 numaralı hadis-i şerifte de
açıklandığı üzere Veda Haccında ashâb-ı kiramın bir kısmı sâdece hacca, bir
kısmı sadece umreye bir kısmı da hac ile birlikte umreye niyet etmişti.
Resûl-i Ekrem hac aylarında da umre yapmanın caiz olduğunu göstermek için
ashabına hac için girdikleri ihramı umreye çevirmelerini ve umreden sonra
ihramdan çıkmalarını ve terviye günü denilen Zilhiccenin 8. günü yeniden hac
için ihrama girmelerini emretti. İşte veda haccında Resûl-i Ekrem'in ve
ashabının yaptıkları hac bu şekilde cereyan etmiştir.[461]
1805. ...Salim b.
Abdullah’tan, Abdullah b. Ömer'in şöyle dediği rivayet olunmuştur: Resûlullah
(s.a.) Veda Haccında umreyle haccı (birleştirerek) temettü' yaptı ve hedy
kurbanı kesti. Hedyi Zulhüleyfe'den beraberinde götürdü. Resûlullah (s.a.) önce
umre, sonra da hac için telbiye getirdi. Halk da Resûlullah (s.a.) ile
birlikte umreyle haccı (birleştirerek) temettü' yaptı(lar). Halkdan bazıları
hedy kurbanı almış ve göndermiş, bazıları da almamıştı. Resûlullah (s.a.)
Mekke'ye varınca halka (hitaben);
"Sizden her kim hedy
kurbanı getirdi ise o kimse haccınıedâ edinceye kadar kendisine haram olan hiç
bir şeyi (kendisine) helâl kılamaz. Sizden kim hedy getirmedi ise, hemen Beyt'i
ve Safa ile Mene'yi tavaf etsin ve saçını kısaltarak ihramdan çıksın! Daha sonra
hac için telbiye getirerek kurban kessin! Hedy kurbanı bulamayan (kimse) hac
esnasında üç, ailesi yanına döndüğü zamanda yedi gün oruç tutsun" buyurdu.
Resûlullah (s.a.), Mekkeye vardığında
tavaf yaptı ve ilk işi rüknü selâmlamak oldu. Sonra yedi tavafın üçünde remel
ile yürüdü, dördünü ise, âdi yürüyüşle yürüdü. Nihayet Beyt'i tavafım bitirince
(Hz.İbrahim'e! âid) makamın yanında iki rekat namaz kıldı. Sonra selam vererek
namazdan çıktı ve Safâ'ya giderek Safa ile Merve arasında yedi tavaf yaptı.
Sonra haccını bitirinceye kadar (ihramlı olduğu için) kendisine haram kılınan
hiç bir şeyi kendisine helâl kılmadı. Bayram günü kurbanını kesti. Ve
(Mekke'ye) inip, Beyt'i tavaf etti. Ondan sonra (ihrama girince) kendisine
haram kılınan her şeyi kendisine helâl kıldı. Halkdan (yanında) hedy götürenler
de Resûlullah (s.a.)'ın yaptığı gibi yaptılar.[462]
Burada Resûl-i
Ekrem'in (s.a.) temettü' yapmasından
maksat, fıkıh ilminde anlaşıldığı mânâda
"önce umre yaptı, umrenin hitâmında ihramdan çıktı, sonra terviye
günü hac için yeniden ihrama girdi," demek değildir. Burada
"temettü* " kelimesi sözlük anlamında yani "menfaatlanmak,
faydalanmak" mânâsında kullanılmıştır ki, bununla "önce hacca niyet
edip, sonra umreye de niyet etmek suretiyle haccı kıran yaptı" demek
istenmiştir. Bu mevzuda rivayet edilen hadislerin aralarım uzlaştırmak için bu
hadisi böyle te'vil etmek zarureti vardır. Aksi takdirde bu ve benzeri hadis-i
şeriflerle yine İbn Ömer'in rivayet ettiği "Hz. Peygamber'in ifrâd haccı
yaptığına" dâir hadisin[463] arasını uzlaştırmak mümkün olamaz.
el-Mühelîeb'in beyânına göre,
Resûlullah (s.a.)'in temettu'undan maksat, temettu'u emir buyurmasıdır.
Umreden başlaması da aynı mânâyadır. Yani ashabına önce umre yapmalarını sonra
hacca niyet etmelerini emir buyurmuştur. el-Mühelleb'e göre hadisi bu mânâda
te'vil etmek zorunludur. Çünkü Resûl-i Ekrem'in Veda Haccında hacc-ı îfrâd
yaptığına inanan İbn Ömer'in rivayet ettiği bu hadisin bunun dışında bir mânâ
ifâde etmesi düşünülemez. Bazılarına göre bu te'vil çok yersiz ve anlamsızdır.
Hanefî ulemâsından Aynî'ye göre Resûllullah (s.a.)'ın-temettu'unun manası
evvelâ hacc-ı ifrâda niyet edip sonra da, hac için ihrama girmesinden
ibarettir.[464]
Hz. İbn Ömer'in,
Hz.Peygamberin Veda Haccında hacc-ı kıran yaptığını kabul etmediğini ifâde
eden 1795 numaralı hadis, "Hz.Peygamber başlangıçta kıran haccına niyet
etmemişti. Sonradan haccla umreyi birleştirdi," anlamına gelmektedir.
"Resûl-i Ekrem (s.a.)
önce umre, sonra da hac için telbiye getirdi" cümlesine, "hac ve umre
için ayrı ayrı iki ihrama girdi" mânâsı vermek doğru değildir. Bu mânâ bu
konuda ki diğer rivayetlere aykırı düşer. Çünkü bu cümledeki
"ehelle" kelimesi aslında "ihrama girerken telbiye getirdi"
demektir. Buna göre söz konusu cümle "Resûl-i Ekrem (s.a.) ihrama girerken
önce hacc-ı ifrâd için telbiye getirmişti. Sonra bu hacca umreyi de ilâve etmek
isteyince önce umre için telbiye getirdi ve hemen arkasından da hac için
telbiye getirdi" anlamına gelmektedir. Binâenaleyh 1795 numaralı hadisin şerhinde
de açıklandığı gibi Hz. Peygamber Veda Haccında temettü' haccı değ», kıran
haccı yapmıştır.
Nitekim, metinde geçen
"halk da peygamber (s.a.) ile birlikte temettü' yaptılar" cümlesi de
bu te'vili te'yid etmektedir. Çünkü bilindiği gibi Veda Haccında ashâb-ı kiram
önce hacc-ı ifrâda niyet etmişlerdi. Sonra bu haccı umreye tebdil ettiler. Ve
bu suretle temuttu' yapmış oldular.
Ancak bilindiği gibi içlerinde
hacca niyet edip de umre yapmak istediği halde yanında kurbanlığı bulunduğu
için ihramdan çıkamayanlar bulunduğu gibi 1779 numaralı hadis-i şerifte ifâde
edildiği şekilde sadece hacca, sadece umreye ve hacla birlikte umreye niyet
edenler de vardı. Binaenaleyh metinde "halk da Resûllullah (s.a.) ile
birlikte temettü' yaptı" denilmesi içlerinde hacc-ı ifrâd ve hacc-ı kıran
yapanların bulunmadığı anlamına gelmez.
Her ne kadar metinde,
"Resûlullah (s.a.), Mekke'ye varınca halka hitaben ....dedi"
deniliyorsa da, bazı hadislerde bu hitabın "Şerif" denilen yerde
vâki olduğu ifâde edilmektedir. Bu durum söz konusu hadisler arasında bir
çelişki bulunduğunu göstermez. Çünkü bu hitabın hem Şerirde hem de Mekke'de
vuku' bulmuş olması mümkündür.
"Sizden kim hedy
getirmedi ise, hemen Beyt'i ve Safa ile Merve'yi tavaf etsin ve saçını
kısaltarak ihramdan çıksın," cümlesindeki ihramdan çıksın sözü, emir
kalıbında gelmiş bir haber kipidir. Sözü geçen cümlede tarif edilen kimselerin
saçlarını kısaltarak ihramdan çıkmakla bir ihramlı için yasak olan şeylerin
artık kendileri için helâl olacağını ifâde etmektedir. Daha önce de
açıkladığımız gibi temettü' haccına niyet ederlerin umreden sonra Merve'de
saçlarını kısaltmaları ve hacdan sonra da Minâ'da saçlarını tıraş etmeleri daha
faziletlidir. Çünkü umreden sonra saçların tıraş edilmeyip de kısaltılması
sayesinde hac sonunda tıraş olmak için saçların bir kısmının kalması sağlanmış
olur. Bazılarına göre de buradaki emir, ibâha ifade eden gerçek manada bir emir
kipidir.
Konumuzu teşkil eden cümlenin
sonunda gelen "sonra hac için ihrama girsin" cümlesi "ihramdan
çıkar çıkmaz hemen ihrama girsin" manasında değil, "Zilhiccenin 8.
gününe kadar beklesin ancak o gün ihrama girsin" anlamında kullanılmıştır.
Çünkü "sümme" kelimesi, burada "ta'kib" değil
"terâhî" ifâde eder.
"Daha sonra hacca telbiye
getirerek kurban kessin" cümlesi, temettü' hacci yapanlar için bir
emirdir. Binaenaleyh temettü' haccı yapan kimselerin bu emri yerine getirmek
için sadece bir koyun veya keçi kesmeleri yeterlidir. Mâliki ve Şafiî
mezheplerine göre efdal olan, bu kurbanı bayramın birinci günü kesmektir.
Hanefî ulemâsına göre ise, bu kurbanı Akabe cemrelerini atmadan önce kesmek
yeterli değildir. Bu konuda Hanefî ulemâsından Aliyyü'1-Kârî şunları söylüyor:
"Kurban Bayramının birinci günü şafak söktükten sonra kesilebilir. Fakat
sünnet olan, güneş doğduktan sonra şeytan taşlamakla, tıraş oirnak arasında
kesilmelidir. Kurban kesmeye kadir olan Kârin veya mutemetti' kesmeden ölürse,
kesilmesini vasiyet etmelidir. Bu vâcibdir. Eğer vasiyet etmemişse vârislere
borç olmaz, fakat buna rağmen vârisler kendiliklerinden kesecek olurlarsa bu
teberru'-ları murislerini borçtan kurtarmış olur.
Temettü' haccı yapana bu
kurbanın vâcîb olması için, kendisinde beş şartın bulunması lâzımdır:
1. Umre için ihrama
girmiş olmak. Ve bu umrenin en az dört tavafını hac mevsiminde edâ etmiş olmak.
2. Hac için ihrama
girmeden önce, umre ihramından çıkmış olmak. Eğer, Umreden çıkmadan önce, hac
ihramını umre ihramı üzerine bina edecek olursa o zaman kıran haccı yapmış olur
ki, bu durumda ona temettü' kurbanı gerekmez.[465]
3. Temettü' haccına niyet ettiği
halde umreden sonra ihramdan çıkınca hac yapmadan memleketine giden bir
kimseye de temettü' kurbanı kesmek vâcib değildir. Çünkü bu durumda bu adam,
daha sonra memleketinden gelip hac yapmış bile olsa, Hanefîlere göre temettü'
haccı yapmış sayılmaz. Fakat kendi memleketine değil de başka bir memlekete
gitmesi temettü1 haccı yapmış olmasına bir engel değildir. İmâm Yûsuf ile
Muhammed'e göre ise, bu konuda umreden sonra ve hacdan önce kendi memleketine
gitmiş olmasıyla yabancı bir memlekete gitmiş olması arasında bir fark yoktur.
Her ikisi de temettü' haccını bozar. İmâm Mâlik'e göre, kendi memleketine
yahutta ondan daha uzak bir memlekete gidecek olursa temettü' haccı yapmış
olmaz. Memleketinden daha yakın olan yabancı diyarlara gitmiş olmasında bir
sakınca yoktur. İmâm Şafiî'ye göre ise, mîkata dönmedikçe temettü' haccı
bozulmaz. Hanbeli ulemasına göre ise, namazı kısaltmayı gerektirecek kadar uzun
sefere çıkmadıkça temettü' haccına bir zarar gelmez.
Hasan el-Basrî'ye göre ise,
umreden sonra temettü' haccına niyet eden bir kimse kendi memleketine veya
başka bir memlekete gitmekle hacc-ı temettu'e bir zarar gelmez. Münziri de
"kim hacca kadar umre ile faide-lenmek isterse, kolayına gelen bir
kurban(ı kesmek vâcib olur)"[466] âyet-i kerimesinin genel ifâdesine
bakarak Hasan el-Basrî (r.a.)'ın görüşünü tercih etmiştir.
4. Afakî (taşralı) olmak ve
Mescid-i Haram'ın yerlisi olmamak. Hanefî ulemasına göre mîkat sınırları
içinde kalan kimselerle mîkat ile Mekke arasında kalan kimseler Mescid-i
Haram'ın yerlisidirler. Bunun dışında kalan kimseler de Afakî sayılırlar. İmâm
Şafiî'nin eski görüşü de böyledir.
İmâm Mâlik'e göre ise, Mescid-i
Haram'ın yerlisi Mekkelilerdir. İmâm Şafiî'nin yeni görüşü de böyledir. İmam
Ahmed'e göre ise, Mekke de oturanlar ile, Mekke'ye kasr mesafesi (yani
namazları kısa kılmayı mubah kılacak uzaklıktaki yolculuk kadar) uzaklıkta
olmayan kimseler Mescid-i Haram'ın yerlisi sayılırlar. Kasr uzaklığında ve daha
ötelerde bulunan kimseler Afakî sayılırlar.
5. Hac için ihrama girmek
maksadıyla kendi memleketinin mîkatına dönmemiş olmak.
Bu şartlardan biri
bulunmayacak olursa o kimse temettü' haccı yapmış sayılmaz ve kendisine şükür
kurbanı lâzım gelmez.
Ancak kurban kesmek icâb
ettiği halde kurban parası ve satılık kurban bulamayan veya bulsa da fahiş
fiat teklifi karşısında kalan bir kimse, üç günü hac mevsimi içerisinde, yedi
günü de kendi memleketinde olmak üzere oruç tutar. Efdal olan bu üç günlük
orucu üçüncü günü Arafe gününe gelecek şekilde arka arkaya tutmaktır. Çünkü o
güne kadar kurban temin etme imkânı doğabilir. Bu sebeble söz konusu orucu o
güne kadar tehir etmek Hanefîlere ve İmâm Ahmed'e göre müstehabdir.
Bununla beraber bu oruç, umre
için ihrama girdikten sonra, tavaftan önce bile tutulabilir. Hatta Şevval
ayında bile olsa daha hac için ihrama girmeden bu orucu tutmak yeterlidir.
Çünkü bu oruç için aranan sebep hac mevsiminde umre için ihrama girmiş
olmaktır.
Şâfiîlere göre bu üç günlük
orucu kurban bayramından önce tutmak vâcibdir. Efdâl olan, umreden sonra hac
için ihrama girip arafeden önce bitirmektir.
Eğer umreden çıkar çıkmaz hac
için ihrama girmeden tutacak olursa Şâfiîlerin sahih olan kavline göre, bu da
caizdir. Bu kavil aynı zamanda İmâm Ahmed'den de rivayet olunmuştur.
Mâliki ulemasına göre ise, bu
üç günlük orucu hac için ihrama girmeden önce tutmak caiz değildir. Çünkü bu
orucun vacib olmasının vakti hac için ihrama girme vaktidir. İmâm Şafiî de bu
görüştedir. Eğer umre için ihrama girer de umreyi bitirmeden bu orucu tutacak
olursa, Mâlikî ve Şafiî ulemâsına göre bu oruç yeterli değildir.
Hanefî ulemasına göre bu orucu
bayram gününden önce tutmamış olan bir kimse için kurban kesmekten başka bir
çıkar yol kalmamıştır. Çünkü söz konusu oruç için tayin edilmiş olan vakit
çıkmıştır. Bu durumda kalan bir kimse, temettü' kurbanım kesmeden ihramdan
çıkacak olursa, o zaman birincisi kurbanı kesmeden ihramdan çıkmanın cezası,
ikincisi de temettü' kurbanı olmak üzere iki kurban kesmesi gerekir. Hz. Ömer
ile İbn Abbas ve İbrahim en-Nehâî de bu görüştedir.
İmâm Mâlik'e göre ise, söz
konusu orucu bayramdan önce tutnunış olan bir kimse teşrîk günlerinde-yani
bayramın ikinci, üçüncü ve dördüncü günlerinde- tutar. Evzaî, İshâk, Ahmed bu
görüşte oldukları gibi İmâm Şafiî'nin eski görüşü de budur. Bu konudaki
delilleri ise, İbn Ömer ile 'Hz. Âişe'den rivayet edilen şu hadis-i şeriftir:
"Kurban bulamayanların dışında hiç bir kimse için teşrik günlerinde oruç
tutma izni verilmemiştir.[467]
Dârekutnfnin rivayet ettiği
bir hadis-i şerifte İbn Ömer'in, "Resûlullah (s.a.) kurbanlık bulamayan
kimseler için teşrik günlerinde üç gün oruç tutmaya izin vermiştir.”[468] dediği ifâde ediliyorsa da, senedinde
güvenilir bir kimse olmayan Yahya b. Sellâm bulunduğundan bu hadis zayıftır.
Bu durumda olan bir kimse eğer
bu orucu teşrik günlerinde tutmaz da sonra kurban bulacak olursa, orada kurbanı
kesmesi daha iyidir. Kurbanı kesmezse oruç tutması gerekir.
Bazı Şâfiilere göre ise, bu
durumda olan bir kimse kurban kesmez, üç günlük orucu kaza eder.
İmâm Ahmed'e göre ise, bu
kimseye üç günlük oruç tutmak gerektiği gibi aynı zamanda vacibi geciktirdiğinden
dolayı bir de kurban lâzım gelir. Sözü geçen vacibi meşru bir mazeretten dolay
geciktirmiş olması da neticeyi değiştirmez.
Minâ'da kurban kesmeye
muvaffak olamayan kimse, yukarıda açıkladığımız şekilde üç gün oruç tuttuktan
sonra yedi gün de memleketine döndükten sonra oruç tutar. İmâm Şafiî hadisin
zahiriyle amel ederek, orucun hakikaten memlekete dönüldükten sonra
tutulacağına hükmetmiştir. Hanbelî ulemâsına göre de efdal olan budur. İmâm
Mâlik'in de bu görüşte olduğuna dair bir rivayet vardır. Fakat İmâm Mâlikçe
tercih edilen görüşe göre Mekke'den Minâ'ya dönünce tutulur. İmâm Şafiî de bu
görüştedir.
Hanefî ulemâsına göre
dönmekten maksat, hac fiillerini bitirmektir. Zira onları bitirmek memlekete
dönmeye sebepdir. Binaenaleyh metinde geçen "Hedy kurbanı bulamayan kimse
hac esnasında üç gün, ailesi yanına döndüğü zaman da yedi gün oruç
tutsun" cümlesindeki "ailesinin yanına dönmek"ten maksat, hac
fiillerini bitirmektir. Zira onları bitirmek memlekete ve ailenin yanına
dönmeye sebeptir. Cümlede müsebbibi zikir, sebebi irade kabilinden mecaz
vardır. Bu bakımdan Hanefî ulemâsına göre, yedi günlük orucu Mekke'de tutmak
da caizdir. Nitekim kıymetli âlimlerimizden merhum M. Zihnî Efendi de bu
konuda şunları söylemiştir:
"Kurban bulamaz ise, üçü
kurban bayramı günlerinden önce ve yedisi evine döndükten sonra olmak üzere on
gün oruç tutar. Yedi günlük oruç, teşrîk günleri geçtikten sonra Mekke'de
tutulabilir. Bunları ayrı ayrı vakitlerde tutmak da caizdir.[469]
Ancak bu orucun sahih
olabilmesi için geceden niyet edilmesi, üç günlük oruçtan ve teşrîk günlerinden
sonra tutulmuş olması gerekir. Âyetin ve hadisin zahirine uygun olması için
orucu memlekete döndükten sonra tutmak daha faziletlidir.
Kurbanı bulmakta zaman olarak
bayramın birinci gününe itibâr edilir. Binaenaleyh üç gün oruç tuttuktan sonra
bayramın 1. günü kurban bulmaya muvaffak olan bir kimsenin tutmuş olduğu oruç
bâtıl olur ve kurbanı kesmek üzerine vâcib olur. Eğer kurbanı bayramın birinci
gününden sonra bulacak olursa, yedi günlük orucu da tutması icab eder, kurban
kesmesi gerekmez. Kurbanı bayramın birinci gününden sonra alabilen bir kimse üç
günlük ve yedi günlük oruçları tutmadan memleketine dönecek olursa, Hanefî
ulemâsına göre, eğer gücü yetiyorsa, o kimsenin kurban kesmesi gerekir. Oruç
tutması onu sorumluluktan kurtarmaz. Mâliki ulemâsına göre bu on günlük orucu
ara vermeden peşi peşine tutmak müstehabdır. Ancak Şafiî uleması, "üç
günlük oruçla yedi günlük orucun arasını en az Mekke'den vatana dönünceye
kadar geçecek zamana 4 gün ilavesiyle elde edilecek bir süre kadar ayırmak
gerekir" derler.[470]
Esasen bu süre üç günlük oruçla
yedi günlük orucun normal olarak edası esnasında iki oruç arasında geçen
sûredir. Hanbelî ulemâsına göre ise, bu iki orucun herbirinin kendi aralarında
peşipeşine tutulması gerekmediği gibi her iki orucun arasım ayırmak da söz
konusu değildir. Çünkü bu oruçlarla ilgili emirler mutlaktır, aralarının
ayrılacağına veya birleştirileceğine delâlet eden bir kayıtla kayıtlı
değildir.
Metinde bahsedilen
"Resul-i Ekrem (s.a.)'in Mekke'ye gelir gelmez yaptığı tavaf"
Rasûlullah (s.a.)'ın Veda Haccında hacc-ı ifrad ve kıran yaptığını kabul
edenlere göre kudüm tavafıdır. Temettü' haccı yaptığını kabul edenlere göre
ise, umre tavafıdır. Çünkü Mâlikîler dışında bütün mezheblere göre hacc-ı kıran
ve ifrad yapacak olanlara kudüm tavafı yapmak sünnettir. Mâiikîlere göre ise,
vâcibdir. Fakat umre yapacak olanlara vardıkları zaman yapacakları umre tavafı
kudüm tavafının yerini tutar.
Tavafın ilk üç turunu kısa
adımlarla koşarak ve omuz silkerek süratle ve çalımlıca yapmaya
"remel" denir. Remel bütün tavaflarda değil, sadee kendisinden sonra
sa'y yapılacak tavaflarda erkekler için. sünnettir. Kadınlar remel yapmazlar.
Nafile tavaflar ile Veda tavafında sa'y olmadığından bu tavaflarda remel ve
ızdıba olmaz. Remel yapılan ilk üç turun dışında kalan dört turda ise, normal
adımlarla, yavaş yavaş, sükûnetle ve ağırbaşlılıkla yürünür.
Tavaf bitince Hz. İbrahim'in
makamında iki rekathk bir tavaf namazı kılınır ki, bu namaz Hanefîlere ve İmâm
Mâlikle İmâm Şafiî'ye göre vâcibdir. Çünkü Allah Teâlâ ve tekaddes hazretleri
Kur'ân-ı Kerim'inde "Siz de İbrahim'in makamından bir namazgah
edinin"[471] buyurmuştur. Hanbelî ulemasına göre ise sünnettir. Bu namaz
Şâfıîlerin en sahih olan görüşüne göre de sünnettir. Çünkü Hanbelîlerle
Şâfiîler âyet-i kerimedeki emri, istihbâba hamletmişlerdir.
Bu namazın birinci rekatında
Kâfirûn ikini rekâtında da İhlâs sûresi okumak sünnettir.
Makam-ı İbrahim: Hz.
İbrahim'in Kabe'yi inşa ederken iskele olarak kullandığı veya halkı hacca davet
ederken üzerine çıktığı taşın bulunduğu yerdir.
Konumuzu teşkil eden hadis-i
şerifte Resûl-i Ekrem'in (s.a.) Veda haccındaki uygulamasıyla bütün bu
meseleleri ana hatlarıyla açıklığa kavuşturduğu ye iki rekatlık tavaf
namazından sonra sa'y yapmak üzere doğruca Safa'ya yöneldiği ifade edildiği
halde, ne tavaf esnasında ne de sa'ye başlarken Hacer-i Esved'i selamladığından
söz edilmemektedir. Halbuki 1905 numaralı hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem'in iki
rekatlık tavaf namazından sonra Beyt-i Şerife yönelerek Hacer-i Esved'i
selamladığı ifâde edildiği gibi, ileride gelecek olan 48. babdaki hadis-i
şerifler de "Resûl-i Ekrem'in Beyt-i Şerifi tavafı esnasında her turda
Hacer-i Esved'i selamladığı ifade edilmektedir. Konumuzu teşkil eden hadisten
anlaşıldığına göre Resûl-i Ekrem (s.a.) hac fiillerini ifâda tavafıyla
bitirmiştir. Bilindiği gibi ifâda tavafı hacıların Arafat'tan indikten sonra
yaptıkları tavaftır. Buna ziyaret tavafı da denir. Bu tavaf haccın
rükünlerinden olup bunun ilk dört şavtı (turu) her haccedene farzdır. Bunun için
bu tavafa rükün tavafı da denir. Bu tavaf ile artık kişinin ailesine yaklaşması
dahil ihramla ve hacla ilgili bütün yasaklar sona erer.[472]
1. Mîkatte iken Beyt-i Şerife
kurbanlık göndermek caizdir.
2. Hacc-ı temettu'a niyet eden
bir kimse yanında kurbanlık getirmemişse veya daha önceden Beyt-i Şerife
kurbanlık göndermemişse umreyi bitirince ihramdan çıkabilir.
3. Hacdan veya umreden sonra
saçları kısaltmak veya tıraş olmak hacla ilgili bir ibâdettir. İçlerinde mezhep
imamları da olmak üzere ulemânın büyük çoğunluğu bu görüştedir. Bazı kimseler
ihramdan saçları kısaltarak veya tıraş ederek çıkıldığına bakarak saçları
kısaltmanın veya tıraş olmanın bir ibâdet olamayacağı görüşünü ileri sürmüşlerse
de bu zayıf bir iddia olmaktan öte gidememiştir.
4. Kudüm tavafı haccı kıran
yapanlar için sünnettir. Mâlikîlere göre ise, kudüm tavafı vâcibdir. Haccın ilk
üç tavafında remel yapmak müste-habdır. Makam-ı İbrahim'in yanında iki rekat
tavaf namazı kılmak meşru kılındığı gibi bayramın birinci günü ifâda tavafı
yapmak da meşru kılınmıştır.
5. Peygamber (s.a.) Veda
Haccında kıran haccı yapmıştır. "Sonra haccını bitirinceye kadar (ihramlı
olduğu için) kendisine haram kılınan hiç bir şeyi kendisine helâl kılmadı"
sözü bu gerçeği ifâde eder.[473]
1806. ...Peygamber
(s.a.)'in zevcesi Hafsa (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre kendisi (Veda
Haccında)
Ya Resûlullah, (bu) insanlara
ne oluyor da sen umre (için girdiğin) ihramından çıkmadığın halde onlar
ihramdan çıktılar? demiş. Resûl-i Ekrem de;
"Ben başımı keçeledim,
kurbanıma nişan taktım. Binâenaleyh kurbanı kesinceye kadar ihramdan
çıkamam" buyurmuşlar.[474]
Daha önce tercümesini
sunduğumuz 1803 numaralı hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi
konumuzu teş-
kil eden bu hadis-i şerifte
"umre" kelimesi "hac" anlamında kullanılmıştır. Çünkü hem
umrede hem hacda "kast" ve "ziyaret" manâsı bulunduğundan
ve hacla umrenin amellerinin büyük bir kısmı müşterek olduğundan bu iki
kelimeden birinin diğeri anlamında kullanılması caizdir. Özellikle burada bir
cüz olan umre zikredilmiş, kül olan kıran haccı kastedil-mişde olabilir.
Yahutta Resûl-i Ekrem (s.a.) Serîf de halka umreye girmelerini emredince, Hz.
Hafsa Resûl-i Ekrem'in de hacı feshederek umreye niyet ettiğini zannettiği için
ya da Resûl-i Ekrem'in mîkatte umreye niyet ettiği inancında olduğu için hac
yerine umre tabirim kullanmış olabilir.
Oysa, 1795 numaralı hadis-i
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi, Resûl-i Ekrem'in Veda haccında hacc-ı
kıran yaptığı kuvvetli delillerle sabittir.
Her ne kadar bazı kimseler
metin geçen kelimesindeki "min" harf-i cerrinin "bi = ile"
anlamında kullanıldığım söyleyerek, bu cümleye "sen haccını umreye tebdil
etmekle, ihramdan çıkmadığın halde onlara ne oluyor da çıkıyorlar?"
mânâsı vermişlerse de, Nevevî'ye göre bu mânâ yanlıştır.[475]
Bazıları da "bu hadiste
geçen sözünü Nâfî'den sadece Mâlik rivayet etmiştir. Mâlik'ten başka rivayet
eden olmamıştır" demişlerse de, bu söz de yanlıştır. Çünkü, sözünü
Nâfî'den bir cemâat rivayet etmiştir. Ubeydullah b. Ömer ile Eyyûb b. Ebî
Temime de bunlar arasındadır. Bu iki zât İmâm Mâlik gibi Nâfi'in
râvilerindendir.
Uzun süre ihrâmlı olarak
kalacak olan kimseler kene, karınca gibi haşerelerin, toz ve toprağın saçlar
arasına girmesini ve saçların dağılmasını önlemek için bunları ya zamkla ya da
buna benzer bir şeyle yapıştırıp toplarlar, buna "başı keçelemek"
denir. Hadis-i şerifte de kastedilen budur.
"Kurbanı nişanlamak"
ise, hayvanın boynuna ip gibi birşey takmakla olur.[476]
1. Yanında hedy
kurbanlığı götüren veya kendinden önce Harem e hedy kurbanı gönderen hacılar,
bayram günü kurbanlarını kesmedikçe ihramdan çıkamazlar, imâm Ebû Hanîfe ile
İmâm Ahmed b. Hanbel bu görüştedir.
2. îhramlı iken
saçları yapışkan bir maddeyle tutturmak ve kurbanın boynuna nişan takmak
müstehabtır.
3. Resûl-i Ekrem, veda haccında
kıran haccı yapmıştır. Şafiî ulemâsından Hattâbî bu konuda şunları söylüyor:
"Bu hadis-i şeriften anlaşılıyor ki, Resûl-i Ekrem önce umreye niyet
etmişken, daha sonra bu emreye bir de hac ekleyerek hacc-ı kıran yapmıştır.
Zaten haccın umre üzerine ilâve edilebileceği konusunda ulemâ ittifak
etmiştir"
Ancak ulemâ umrenin hacc
üzerine ilâve edilip edilemeyeceği konusunda ihtilâfa düşmüştür. İmâm Mâlik
ile İmâm Şafiî bunun caiz olmadığı görüşündedirler. Rey taraftarlarına göre bu
caizdir. Binâenaleyh umreyi hac üzerine ilâve eden bir kimse de hacc-ı kıran
yapmış olur.[477]
1807. ...Selîm b.
Esved'den rivayet edildiğine göre Ebû Zer (r.a.); "Hacca niyet edip de
sonra haccını umreye tebdil eden kimse(ler) hakkında, bu (ruhsatı) ancak, (Veda
Haccında) Resûlullah (s.a.)'la birlikte bulunan kimseler içindir" dermiş.[479]
Haccı umreye tebdîl etmekten
maksat, hacci feshederek umre yapmaktır.Nevevî'nin beyânına göre "bu
feshin sa-
habeye mahsûs olmak üzere
yalnız Veda Haccı yılında mı yapıldığı, yoksa kıyamete kadar hükmünün geçerli mi
kalacağı hususunda ulemâ ihtilâf etmişlerdir.
İmâm Mâlik, imâm Şafiî, İmâm
Ebû Hanife ile selef ve halefin çoğunluğuna göre mesele o seneye mahsûstur.
Sonraki yıllarda haccı umreye tebdil etmek caiz değildir. O sene ashâb-ı kirama
tebdil emri verilmesi câhiliyyet devrindeki hac aylarında umre yapılamayacağı
yolundaki inancı yıkmak içindi.”[480]
İşte konumuzu teşkil eden bu
hadis, ulemânın büyük çoğunluğunun bu meseledeki görüşlerinin delilini teşkil
etmektedir.
Yine Nevevî'nin beyânına göre,
Hz. Ebû Zer'in maksadı, temettü haccının tamamen iptal edildiğini söylemek
değil, haccın feshedilerek umreye çevrildiğini anlatmaktır. Binâenaleyh,
umreden sonra halk ihramdan çıkmış, bir süre sonra tekrar hac için ihrama girerek
umre ile haccı birleştirmişler, yani hacc-ı temettü' yapmışlardır.[481]
1808. ...Bilâl b.
el-Haris'den; demiştir ki: Ben;
Ya Resûlullah, haccı
feshederek (umreye çevirmek) sadece bize mi mahsûsdur, yoksa bizden sonrakiler
için, (de geçerli) midir? diye sordum.
"Hayır! Sadece bize
mahsûsdur" buyurdu.[482]
Önceki hadis-i şerifin
şerhinde de ifâde ettiğimiz gibi içlerinde İmâm Şafiî, Mâlik ve Ebû Hanife de
bulunan ule-
mânın büyük çoğunluğuna göre,
niyet edilen bir haccı umreye çevirmek sadede Veda Haccında bulunan ashâb-ı
kirama ait bir izindir. Bunun hikmeti ise, cahiliyye devrinden kalma "hac
aylarında umre yapmanın caiz olmayacağı" yolundaki bir inancı yıkmaktı.
İşte bu maksatla Resûl-i Ekrem o seneye mahsûs olmak üzere hacc-ı ifrada niyet
etmiş olan kimselere haclarım feshederek umreye çevirmelerini emretti. Daha
sonra da çeşitli vesilelerle bu uygulamanın sadece Veda Haccına katılan
sahâbîlere mahsus olduğunu açıkladı. Şafiî ulemasından Hattâbî'nin beyânına
göre, "haccını fesheden bir kimsenin yine hacdan çıkmış sayılamayacağı,
feshedilmiş haliyle yine de hacca devam edeceği" konusunda ulemâ ittifak
etmiştir.
İmâm Ahmed ile Mücâhid, Hasan
el-Basrî'ye ve zâhiriyye ulemâsından bazı âlimlere göre, haccı feshederek
umreye çevirmek izni sadece Veda Haccında bulunan sahâbîlere mahsûs olmayıp
kıyamete kadar bütün müslliman nesiller için geçerlidir. Bu konudaki delilleri
ise, Nesâî'nin rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: Sürâka naklediyor:
Resûlullah (s.a.) hacla um- p reyi birleştirdi, biz de birleştirdik. Bunun
üzerine:
Bu sadece bize mi mahsûs yoksa
ebediyyen böyle mi yapılacak? dedik. Resûlullah (s.a.); "Ebediyyen böyle
yapılacak" buyurdu.[483]
Nitekim daha önce tercümesini
sunduğumuz 1787 numaralı hadis-i şerif de bu anlamdadır.
Veda Haccındaki bu uygulamanın
bütün müslüman nesiller için geçerli olduğunu iddia eden Ahmed b. Hanbel ve
taraftarları bu uygulamanın sadece Veda Haccında bulunan sahâbîlere mahsûs
olduğunu ifâde eden hadisler hakkında şunları söylemişlerdir:
1. Bundan önceki 1707 numaralı
Ebû Zer hadisi zayıftır. Çünkü senedinde Muhammed b. İshak vardır. Bu şahıs
tedlisçiliğiyle tanınmıştır. Şayet salih olduğu kabul edilse bile, bu hadis
Ebu Zer'in kendi sözüdür.Sadece kendi görüşünü yansıtmaktan öte bir önem
taşımaz. Bu bakımdan delil olma niteliği taşımaktan uzaktır. Hele bu konuda
gelen ve aksini beyân eden şu hadisler karşısında bir değeri hâiz olamaz:
a. Resûlullah (s.a.), Merve
üzerinde son tavafını yaparken "Arkamda bıraktığım iş tekrar karşıma
çıksaydı, hedyi getirmez bu haccı umre yapardım. İmdi sizden hanginizin
yanında hedy yoksa hemen ihramdan çıksın ve haccını umreye çevirsin?"
buyurdu.
Bunun üzerine Sürâka b. Mâlik
b. Cü'şum ayağa kalkarak: Ya Resûlullah! Bu iş bizim bu senemize mi mahsûs,
yoksa ilelebed devam edecek mi? diye sordu. Resûlullah (s.a.) parmaklarını
birbirine kenetledi ve iki defa:
"Umre, hacca dahil
olmuştur, hayır, ebedi olarak devam edecektir! buyurdu."[484]
b. "Beyt-i Şerifi tavaf
eden her hacı (adayı) ihramdan çıkabilir."[485]
2. Bu konuda Âhmed b. Hanbel
(r.a.) de şunları söylüyor: Bilâl b. el-Hâris hadisi zayıftır. Ben O'ndan hadis
rivayet etmeni ve bu şahsın kimliği de meçhuldür. Şayet kimliği bilinse bile,
haccı umreye çevirmenin caiz olduğunu söyleyen 11 sahâbînin rivayeti yanında bu
şahsın rivayetinin bir değeri yoktur. Ebû Davud'un rivayet ettiği "haccı
umreye çevirmenin sadece Veda Haccına ait olduğunu" ifade eden hadis-i
şerifse sahih değildir. Çünkü Ebû Musa el-Eş'arî bunun caiz olduğuna dair Hz.
Ömer devrinin ilk sıralarında da fetva verirdi.[486]
Bu konuda Ibn Kayyirri
el-Cevzî de şunları söylüyor:
Bilâl b. el-Haris hadisi
gerçekten zayıftır ve el-Hâris yanılmıştır. Çünkü haccı feshederek umreye
çevirmenin herkes için caiz olduğu Resûl-i Ekrem'den rivayet edilen hadis-i
şeriflerle sabit olduğu gibi Hz. tbn Ab-bas bu konuda her zaman ve her yerde
fetva verirdi de ashâb-ı kiramdan hiçbirisi aksini iddia etmezdi.[487]
Görülüyor ki ulemânın bu
konudaki ihtilâfı haccı umreye çevirmenin Veda Haccından sonraki yıllarda da
caiz olup olmamasıyla ilgilidir. Fakat hac mevsiminde umre yapmanın caiz
olduğunda ulema arasında ittifak vardır.
Yine ilim adamları ifrâd,
temettü' ve kıran haclarının hepsinin caiz olduğunda da görüş birliğine
varmışlardır. Ancak ihtilâf bu haclardan hangisinin daha faziletli olduğu
konusundadır.
a. Bilindiği gibi Mâliki
ulemâsına ve Şafiîlerin büyük çoğunluğuna ve tabiûn ve sahabeden bir cemaate
göre hacc-ı ifrâd daha faziletlidir,
b. İbn Ömer, İbn Abbas, İbn
ez-Zûbeyr, Aîşe, Câbir b. Zeyd, Hasan el-Basrî, Mâlikî ulemâsından
"Lahmî'ye ve Şâfillerden bazılarına göre ise, temettü' haccı daha
faziletlidir. îmâm Ahmed'in meşhur olan görüşü de budur. Delilleri ise 1784 ve
1789 numaralı hadis-i şeriflerdir. Hanefî ulemâsı ile İshak ve Sevrî'ye göre
ise, kıran haccı diğerlerinden daha faziletlidir. Nitekim 24. bâbda geçen
hadis-i şerifler de bunların delilini teşkil etmektedir. Hanefî ulemâsı ve
taraftarları "ifrâd haccı daha faziletlidir," diyenlere şu cevâbı
vermişlerdir:
1. Kıran haccının daha faziletli
olduğunu ifâde eden hadisler ifrâd haccının daha faziletli olduğunu ifâde eden
hadislere nisbetle daha fazla hükümler ihtiva etmektedir. Bilindiği gibi sağlam
râvilerin rivayet ettiği hadisler daha fazla hükümler getirdiği zaman, daha az
hüküm ihtiva eden hadislere tercih edilirler. Bu bir usûl kâidesidir.
2. Ayrıca Veda Haccında Resûl-i
Ekrem'in hacc-ı ifrâd yaptığını ifâde eden hadislerin râvileri hakkında ulemâ
ihtilâfa düştükleri halde, hacc-ı kıran yaptığını ifâde eden hadislerin
râvileri hakkında ihtilâfa düşülme-mistir. Şurası bilinen bir gerçektir ki,
hakkında ihtilâf edilmeyen bir râvi-nin rivayeti, hakkında ihtilâf edilen
râvinin rivayetine tercih edilir.
Hanefî ulemâsı ve
taraftarları, temettü' haccının daha faziletli olduğunu savunan İmâm Ahmed'e
ve taraftarlarına da şöyle cevâb verirler: Resûl-i Ekrem'in Veda Haccından
hacc-ı ifrâda niyet eden kimselere temettü' haccı yapmalarını tavsiye edişinin
sebebi câhiliyye devrinden kalma "hac mevsiminde umre yapılamayacağı"
yolundaki kanâati yıkmaktı. Ashâb-ı kirama "arkamda bıraktığım iş bir daha
karşıma çıksaydı, hedyi getirmez, bu haccı umreye çevirirdim,"[488] buyurması da kendisinin umre yapmadığını
görünce üzülen ashabının gönlünü almak içindi.[489]
Ulemânın hacc-ı ifrâd yapan
bir kimseye kurban lâzım gelmediğinde ittifak ettikleri gibi Tâvûs ile Dâvûd
Zâhiri'nin dışında kalan ve çoğunluğu teşkil eden ulemâ da hacc-ı kıran yapan
kimseye de kurban lâzım geleceğinde ittifak etmişlerdir.
Hattâbî'nin beyânına göre iki
hacca niyet ederek ihrama giren bir kimseye İmâm Şafiî Ahmed ve İshak b.
Râhûye'ye göre bir hac yapmak lâzım gelir. Şayet böyle bir kimse iki hac
yapacak olsa, bunun ancak birinin sahih olacağında icmâ' vardır.
Rey taraftarlarına göre ise,
bunun bîrini gelecek seneye bırakır, diğerini ifâya devam eder ve üzerine
kurban lâzım gelir.
Süfyân es-Sevrî'ye göre ise,
bu kimseye o sene içerisinde bir hac, bir de umre ile birlikte kurban lâzım
geldiği gibi gelecek sene tekrar bir hac daha yapması gerekir.
İmâm Mâlik'e göre ise, o kimse
hacc-ı kıran yapar ve ayrıca bir de kurban keser. Şafiî'ye göre ise, sadece bir
hac yapar. Gelecek sene ikinci bir hac yapması gerekmediği gibi kurban ve kaza
da lâzım gelmez.[490]
1809. ...Abdullah b.
Abbâs (r.a.)'dan; demiştir ki: Fadl b. Ab-bâs, Resûlullah (s.a.)'ın terkisinde
bulunuyordu. Peygamber (s.a.)'e Has'am Kabilesi'nden bir kadın fetva istemeye
geldi. Derken Fadl kadına, kadın da Fadl'a bakmaya başladılar. Bunun üzerine
Resûlullah (s.a.) Fadl'ın yüzünü öbür tarafa çevirmeye başladı. Kadın:
Yâ Resûîullah! Allah'ın,
kullarına hac hakkındaki farizası babama pir-i fâni iken yetişti. Babam deve
üstünde duramıyor. Binâenaleyh, onun namına ben hac edebilir miyim? dedi.
Resûlullah (s.a.);
"Evet" cevabını
verdi. Bu (hâdise) Veda Haccında oldu.[491]
"Redif" kelimesi
hayvan üzerinde bulunan bir kimsenin arkasına oturan kimse anlamına gelir. Buna
türkçemizde
"terkisine almak"
denir. İbn Mende'nin beyânına göre Resûlullah (s.a.)'ın terkisine aldığı
şahısların sayısı otuz küsuru bulmaktadır.
Bu hadisin isnadında ihtilâf
edilmiştir. Sahih olan kavle göre hadis-i şerif mürseldir. Çünkü Veda Haccında
Resûlullah (s.a.) İbn Abbâs'ı ailesinin zayıf olanlarıyla birlikte geceleyin
Müzdelife'den Minâ'ya göndermiş kendisi de bayram sabahı Fadl b. Abbâs'ı
terkisine alarak yola' çıkmıştır. Binaenaleyh İbn Abbâs (r.a.) olayı gözüyle
görmemiş, Fadl'dan ışitmiştir. Nitekim bundan sonraki rivayette bu cihet tasrih
edilmiştir. Hz. İbn Ab-bas'ın vak'ayı birkaç kişiden işitmiş olması da
mümkündür. Yalnız kimden işittiğini bu rivayette tasrih etmemiştir. Fadl
(r.a.) Resûlullah (s.a.)'in amcası Abbas b. Abdulmuttalib'in oğludur.
Has anı: Yemen'de bir
kabilenin adıdır. Bir rivayette sual soran kadının Cüheyne kabilesine rnensub
olduğu bildirilmiştir.
Soran erkek mi kadın mı ve
keza sualinin babaya mı anneye mi yahut kardeşe mi ait olduğu hadisin muhtelif
rivayetlerinde muhtelif şekillerde beyan edilmiştir.
Bu konuda gelen hadis-i
şeriflerden bazıları şunlardır:
1. İbn Abbâs'dan rivayet
olunmuştur. Dedi ki: Peygamber (s.a.) bayram günü el-Fadl'ı hayvanının acze
düşmesinden dolayı kendi hayvanının arkasına bindirmişti. Fadl yakışıklı bir
adamdı. Bir ara Peygamber (s.a.) kendisinden fetva soran kimseler için durdu,
derken Has'am kabilesinden güzel bir kadın da fetva istemek için Hz.
Peygamber'e doğru yöneldi. el-Fadl bu kadına bakmaya başladı. Onun
güzelliğinden etkilenmişti. Peygamber (s.a.) eliyle Fad'lın çenesinden tutarak
yüzünü öbür tarafa çevirip kadına bakmasını engelledi.[492]
2. Süleyman b. Yesâr,
Fadl b. Abbâs'dan naklediyor:
Fadl, Resûlullah (s.a.)'ın
terkisinde İdi. Bir adam Hz. Peygambere gelerek:
Ya Resûlullah (s.a,)! Annem
ihtiyar bir kadındır. Bineğe bindirsem duramaz .(hayvanın üzerine durabilmesi
için) bağlasam ölür, diye korkuyorum, dedi. Resûlullah (s.a.):
"Annenin bir borcu olsa
onu öder misin?" dedi. Adam:
Tabii, dedi. Resûlullah (s.a.)
"Öyleyse annenin yerine haccet"
buyurdu.[493]
3. Abdullah b. Abbâs anlatıyor:
Adamın biri Hz. Peygambere gelerek: Babama hac farz oldu. Halbuki o ihtiyar bir
kimsedir. Binekte duramaz, bağlasam ölür, diye korkuyorum, acaba onun yerine hac
edebilir miyim? diye sordu. Hz. Peygamber:
"Eğer babanın bir borcu
olsaydı, onu öder miydin, ne dersin?" buyurdu. Adam:
Tabii, deyince Peygamberimiz:
"Öyleyse babanın yerine
haccet!" buyurdu.[494]
4. el-Fadl b. Abbâs (r.a.)'dan
rivayet edilmiştir: Has'am kabilesinden bir kadın;
Ya Resûlullah! dedi. Babama
hac farizası ulaştı ve kendisi ihtiyar bir kimsedir. Hayvanın sırtında durmaya
gücü yetmez. Resûl-i Ekrem
"Onun yerine sen
haccet!" buyurdu.[495]
5. Hz. Ali'den rivayet
edildiğine Has'am kabilesinden genç bir kadın (Resûi-i Ekrem'e gelerek);
Ya Resûlullah babam kendisine
ihtiyar halinde hac farz olan bir kimsedir. Onun edaya gücü yetmiyor. Bu haccı
ben onun yerine edâ edebilir miyim? diye sormuş da Resul-i Ekrem efendimiz;
"Evet" diye cevap
vermiş.[496]
Bu rivayetlerin arasını bulmak
için Şeyh Zeynüddin "bu soruların müteaddid defalar sorulduğunu"
söylemiştir. Buna göre bir defa Resûlullah (s.a.)'a bir kadın babası adına hac
edip edemeyeceğim, başka bir zaman diğer bir kadın annesi adına, yine ayrı
ayrı zamanlarda bir erkek annesi adına, diğer biri de babası adına üçüncü bir
kimse de kardeşi adına hac edip edemeyeceklerini sormuşlar demektir. Sünen
sahiplerinin rivayetlerine göre erkeklerden bu hususta soru soranlar Husayn b.
Avf ile Lakît b. Âmir'dir. Kadınlardan soru soranların isimleri belli değildir.[497]
1. Hayvan kuvvetli
olmak şartıyla bir kimseyi terkiye almak câizdir.Bu iş bilhassa hac mevsiminde
âdettir. Çünkü yollar kalabalık, yürümek meşakkatlidir. Bir de hacca hayvan
üzerinde gitmek yürümekten efdaldir.
2. İhramlı iken kadın yüzünü
açabilir, aynı zamanda ihtiyaç duyulduğu zaman yabancı bir kadınla konuşmakta
da bir sakınca yoktur. Ancak, yabancı bir kadının yüzüne şehvetle bakmak
haramdır.
3. Âlim olan bir zâtın
başkasında gördüğü kusurları mümkün mertebe değiştirmeğe çalışması gerekir.
Resûlullah (s.a.)'ın Hz. Fadl'ı menettiği halde kadına bir şey dememesi,
hükümde ikisi de bir olduğu için kadının bunu anlayacağına itimad ettiğinden
ileri gelmiş olabilir.Yahut Fadl'ı men etmekle ikisini de kasdetmiş olabilir.
Mâlikîlerden bazıları bu hadisi delil getirerek kadının yüzünü örtmesi lâzım
gelmediğine hükmetmişler ve "erkeğe düşen vazife, kadına
bakmamaktır" demişlerdir.
4. Hz. Fadl'ın kadına
bakması, insan tabiatının Benî Âdem'e galebe çaldığını ve insanın şehvetlerine
karşı olan zaafım gösterir.
5. Bir kadının erkek adına hac
yapması caizdir.
6. Anne ve babaya iyilik olarak,
ihtiyaçlarını karşılamak, borçlarını ödemek ve âciz kaldıkları zaman onların
adına hacc etmek teşvik edilmiştir.
7. Bizzat haccetmekten âciz olan
kimse adına haccedilmesi caizdir. Hanefîlerle, Sevrî, Şafiî, Ahmed, İshak, Ebû
Sevr, Dâvûd, İbnu'l-Münzir ve Mâliki ulemâsından İbn Habib bu görüştedirler. Bu
konuda kendisi adına haccedilecek kimseye haccın sıhhatli zamanında farz
olmasıyla, kendisine vekil göndermeyi caiz kılan meşru bir mazereti bulunduğu
zamanda farz kılınmış olması arasında bir fark yoktur.
Ancak Ebû Hanife'den rivayet
edilen bir kavle göre başkası adına yapılacak haccın, onun adına kabul
olunabilmesi için o kimseye haccın sıhhatli zamanında farz olması ve âciz duruma
düşünceye kadar hacc farizasını edâ etmemiş olması gerekir.
Netice olarak, Hanefî
mezhebine göre bir kimsenin başkası adına hac yapabilmesi konusunu şu şekilde
özetlemek mümkündür:
a. Bir kimsenin başkası adına
nafile hac yapması kayıtsız şartsız caizdir.
b. Başkası adına
yapılan farz haccın sahih olabilmesi için kendisi adına hac yapılan kimsenin
hac yapmaktan âciz durumda olması ve iyileşmesinden ümidin kesilmiş olması
gerekmektedir.
c. Niyetin, kendisi adına hac
yapılan kimse için yapılması gerekir. Telbiye esnasında "lebbeyk an
fülânin- falan kimse adına lebbeyk" diyerek hac sahibinin adının anılması
menduptur.
d. Efdal olan böyle bir haccı
yapacak kimsenin hür, erkek, daha Önce kendi adına hac yaptığı için hac
meselelerini iyi bilen bir kimse olmasıdır. Köle, kadın ve daha kendi haccını
yapmamış bir kimse olması mekruhtur.
e. Başkası adına hac yapacak
kimsenin -yolda hastalanmış bile olsa-bu haccı mutlaka bizzat kendisinin
yapması, yerine başkasını vekil tayin etmemesi gerekir. Ancak yola çıkarken hac
sahibinin böyle bir izin,vermiş olması müstesna.
Bu konuda Hanefî ulemâsından
Burhaneddin el-Merğınânî "el-Hidâye" isimli eserinde şunları
söylemiştir: "Kaide şudur ki, ehl-i sünnete göre bir insan namaz, sadaka,
oruç ve daha başka amellerinin sevabını başkasına bağışlayabilir. Çünkü Hz.
Peygamberin biri kendi, diğeri ümmeti adına olmak üzere iki tane koç kurban
ettiği rivayet olunmuştur. îbâdetîer çeşitlidir. Bazısı zekât gibi sırf malî,
bazısı namaz gibi bedenî, bir takımı da hacda olduğu gibi hem mâlî, hem de
bedenîdir. Birinci nevide başkası adına amel caiz, ikinci nevide hiç bir
şekilde caiz değildir. Aczin şartı ölünceye kadar devam etmektir."
İmâm Mâlik ile, Leys'e
göre" hayatta olan bir kimse adına başkasının haccetmesi caiz değildir.
Yalnız haccetmeden ölen kimse adına başkası haccedebilir. Bu konudaki delilleri
ise, "Ona yol bulabilen herkesin Ka'-be'yi haccetmesi insanlar üzerinde
Allah'ın bir hakkıdır."[498] âyet-i kerîmesidir.
Sözü geçen imamlara göre
âyet-i kerimede söz konusu olan "yol bulabilmek" veya "güç
yetirebilmek" insanın bu gücü bizzat kendi nefsinde bulmasıyla
gerçekleşir. Hacca gitmeyi ancak başkalarının gücüyle başarabilen kimseler,
kendi nefislerinde bu gücü bulamamış sayılırlar. Bu bakımdan kendilerine hac
yapmak veya yaptırmak lâzım gelmez. Esasen hac da namaz gibi vekâlet kabul
etmeyen ibâdetlerdendir. Gerek sıhhatli iken, gerekse acz halinde hac için
vekâlet vermek caiz değildir. Çünkü ibâdetler imtihan için farz kılınmışlardır.
Bu imtihan ise, bedenî ibâdetlerde ancak bedeni zahmete ve meşakkate sokarak
onu yormakla gerçekleşir. Ancak zekât farklıdır. Çünkü zekâtta imtihan malı
eksiltmekle yapılır. Malı eksiltmek ise, kişinin kendi eliyle
gerçekleşebileceği gibi başkasının eliyle de gerçekleşebilir.
Yine bu görüşte olan imamlar,
"kişinin bir başkası adına hac yapmasının caiz olduğunu ifâde eden
hadis-i şerifler, bu konudaki âyet-i kerimeye aykırıdırlar. Bu itibarla
mütavâtır olan âyet-i kerimeyle amel etmek bu hadislerle amel etmeye tercih
edilir" demişlerse de, kendilerine şöyle cevâb verilmiştir: "Ayet-i
kerimenin ifâdesi geneldir. Bu konudaki hadisler ise, âyet-i kerimedeki genel
ifâdeleri açıklayan ayrıntılı ifâdelerdir. Âyet-i kerimede haccetmeye gücü
yetmeyenlerin üzerlerine hac farz olmadığı genel bir ifâde olarak bildirilmiş,
fakat bunların kimler olduğu açıklığa kavuşturulmamıştır. Fakat hadis-i
şerifler, bunların iyileşmelerinden ümit kesilen kimseler olduğunu açıklığa
kavuşturmuştur. Bu bakımdan âyet-i kerimeyle hadis-i şerif arasında herhangi
bir çelişki söz konusu değildir.
Ayrıca, âyet-i kerimedeki
"yol bulabilmek" diye ifâde edilen "güç yetirme" şartının
gerçekleşebilmesi için bu gücün bizzat insanın kendi nefsinde, başkalarının
yardımı olmadan bulunması gerektiğini savunmak da yanlıştır. Çünkü Ebû Dâvûd
hadisinde geçen "Ya Resûlullah babama hac farizası pir-i fâni iken
yetişti. Deve üstünde duramıyor. Binâenaleyh onun namına ben haccedebilir
miyim?" cümlesi bu gerçeği açıkça ifâde etmektedir. Zira hac insanın
sadece bedeniyle gerçekleştirdiği bir ibâdet değildir.
Haccın gerçekleşebilmesi için
insanın kendi bedeni dışında azığa ve binite de ihtiyaç vardır. Nitekim,
ileride tercümesini sunacağımız 1811 numaralı hadis-i şerif de bunu ifâde
ediyor.
Yine sözü geçen imamlar,
konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisine, "bu hadiste zikredilen olay
Has'ame'ye âit özel bir durumdur" diyerek, bir başkası adına haccetmenin
caiz olmadığını savunmuşlar ve bu iddialarını isbât için de İbn Hazm'ın
rivayet ettiği şu hadisi delil göstermişlerdir: Resûl-i Ekrem (s.a.)'e bir
kadın gelerek;
Yâ Resûlullah, benim babam
ihtiyar bir kimsedir," dedi. Resûl-i Ekrem de;
"Öyleyse onun yerine sen
hac ediver. Fakat bu izin sadece sana mah-sûsdur. Senden sonra bir kimse için
bu izin yoktur" buyurdu.
Bu hadisi Abdülmelik b. Habib
de "el-Vâdıru." isimli eserinde iki mürsel senedle rivayet etmiştir.
Ayrıca bu hadisi İbn Hıbbân da Sahih'in-de rivayet etmiştir.[499]
Fakat bu iddiaları "İbn
Hazm'ın ve Abdülmelik b. Habib'in rivayet ettikleri hadisler mürsel hadis
denilen zayıf hadislerdendir. Binâenaleyh, delil olma niteliğinden
uzaktır" gerekçesiyle reddedilmiş ve ayrıca bu hadislerin, Buhârî'nin
rivayet ettiği "Cüheyne Kabilesi'nden bir kadın Peygamber (s.a.)'e
gelerek;
"Yâ Resûlullah annem
haccetmeyi nezretmişti. Fakat, haccedemeden vefat etti. Ben onun yerine
haccedebilir miyim? dedi. Resûl-i Ekrem de;
"Evet, haccedebilirsin.
Eğer annenin bir borcu olsaydı, onu ödemeyecek miydin? Sen onun Allah'a olan
hac borcunu da ödeyiver. (Şurasını unutma ki) borcu ödenmeye en lâyık olan
Allah'tır." buyurdu.[500] anlamındaki sahih hadis-i şerife
aykırı olduğu ve dolayısıyla ilmî bir kıymeti hâiz olmadığı da kendilerine
hatırlatılmış, "çünkü hac hem mâlî, hem de bedenî bir ibâdettir. Namaza
benzediği kadar zekâta da benzer" denilmiştir.
Bütün bu anlatılanlar
"başka birinin, yerine haccetmenin caiz olduğunu" savunan ulemânın
haklı olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim Hafız İbn Hacer'in beyânına göre,
vasiyette bulunan bir kimse adına hac yapılabileceğini Mâliki ulemâsı da kabul
etmektedir.[501] Şafiî ulemâsından Hattâbî bu mevzu ile ilgili olarak
şunları söylüyor: "Bu hadis-i şerif bir kimsenin hayatta olsun veya
olmasın bir başkası adına hac yapmasının caiz olduğuna delâlet etmektedir.
Çünkü hac, vekâlet kabul etme bakımından, namaz ve oruç gibi- bedenî ibâdetlere
benzemez. İmâm Şafiî (r.a.)'de bu görüştedir. Ancak İmâm Mâlik bu görüşte
değildir ve "kendisi" için hac yapılmasını vasiyet etmeden ölen bir
kimsenin malından sadaka vermek ve köle azat etmek, bence o malla o kimse adına
hac yapmaktan daha iyidir, derdi". İbrahim en-Nehâî ile tbn Ebî Zî'b de;
"kimse kimse için hac yapamaz" derlerdi. Oysa Ebû Dâvûd hadisi
onların aleyhine bir delildir. Aynı zamanda bu hadis bir maldan ihtiyarlığında
veya kötürümlük halinde yararlanmakta olan kimseye mâlî gücü yettiği takdirde
yerine haccetmek üzere bir başkasını görevlendirmesini gerekli kılmaktadır.
Bazıları da bu hadisin metninde geçen "Allah'ın kullarına farz kıldığı
hac, babama pir-i fâni iken yetişti" cümlesine "babam ihtiyar bir
halde iken müslüman oldu" mânâsı vermişlerdir. Bu hadis-i şerif aynı
zamanda kadının erkek adına haccedebileceğine de delâlet etmektedir. Ancak bazı
ilim adamları kadının ihramda erkeğin giyemeyeceği giysileri giydiği
gerekçesiyle "erkeğin yerine ancak bir erkeğin hac edebileceğini"
savunmuşlardır.
İmâm Mâlik ile Ebû Hanife
kötürüm olan bir kimseye haccın farz olmadığını söylemişlerdir. Ancak Ebû
Hanife'ye göre kötürüme, sağlam iken hac farz olduysa kötürüm olduktan sonra bu
farz kendisinden sakıt olmaz, edâ etmesi gerekir. İmâm Mâlik'e göre ise, bu
farz ondan sakıt olur.[502]
Kötürüm olan bir kimsenin
yerine başkasının hac yapmasının caiz olduğu görüşünde olan kimseler; kendi
adına hac yaptıran kötürümün sıhhate kavuşunca tekrar hac yapması gerekip
gerekmediği konusunda da ihtilâf ettiler. Bunların büyük çoğunluğuna göre
kendisi adına hac yapılan kötürümün sıhhate kavuşunca haccetmesi gerekir. İmâm
Ahmed ile İs-hâk'a göre ise, gerekmez. Çünkü o zaman bir kişiye haccın iki
kerre farz olduğu neticesi hasıl olur.
Fakat İmâm Ahmed ile İshâk'ın
bu görüşleri "Bu iki hacdan biri farz diğeri de nafile olur,"
gerekçesiyle reddedilmiştir.
Netice olarak sunuda söylemek
isteriz ki, bir kimse adına başkasının haccetmesi konusunda irnam M,âlik'ten üç
kavil rivayet edilmiştir. Meşhur olan birinci kavle göre, ölmüş bir kimse
adına da olsa, bir kimse diğer bir kimse adına hac yapamaz. İkinci kavline göre
ölen bir kimse adına çocukları hac yapabilir. Üçüncü kavline göre ise, ölenin
vasiyeti varsa onun namına başkasının hacetmesi caizdir.[503]
1810. ...Hafs b. Ömer
dedi ki: Âmir oğullarından bir adam;
Ya Resûlullah (s.a.) babam
ihtiyar bir kimsedir. Hacca ve umreye gücü yetmiyor, (yaya veya binitli
olarak) yolculuğa da (dayanamıyor), dedi. (Resûl-i Ekrem de);
"Babanın yerine hac ve
umre yap" buyurdu.[504]
Bu hadis-i şerif âciz durumda
kalan bir kimsenin yerine başkasının hac veya umre yapmasının caiz olduğuna
delâlet etmektedir.
"Babanın yerine umre
yap" cümlesine bakarak Şafiî ve Hanbelî ulemâsı umrenin de hac gibi farz
olduğu kanaatine varmışlardır. Beyhâkî'nin Müslim b. Haccâc'dan rivayet ettiği
bir hadiste ifâde edildiğine göre Ah-med b. Hanbel konumuzu teşkil eden Ebû
Dâvûd hadisini kasdederek şöyle dermiş: "Umrenin farz olduğuna dair bu
hadisten daha güzel ve daha Ysahih bir hadis bilmiyorum."[505] Bilindiği gibi Hanefî ve Mâîikî ulemâsına
göre, umre yapmak sünnettir. Ve yine bu iki mezheb ulemâsına göre bir kimsenin
başkası adına hac veya umre yapması kendisine farz değildir. Ve konumuzu teşkil
eden hadisteki: "Babanın yerine hac ve umre yap" emri, farziyyet
değil, mendubluk ifâde eder.[506]
1811. ...İbn Abbâs'dan
rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.) bir adamı " Şübrüme için
lebbeyk" derken işitti de (O'na): "Şübrüme kimdir?" diye sordu.
(O adam da): Kardeşimdir -yahutta- "Yakınımdır" deyince (O'na):
"Sen kendin için hac yaptın mı?" diye sordu. (O adam da): "Hayır"
deyince;
"Sen (önce) kendin için
bir hac yap da ondan sonra Şübrüme'nin yerine hac yap" buyurdu.[507]
Hadis-i şerifte sözü geçen
adam Nübeyşe b. Abdülâh'dır.Bu hadisi Tâvûs, İbn Abbâs'dan şu mânâya gelen söz-
lerle rivayet etmiştir:
Peygamber (s.a.) Nübeyşe için
telbiye getiren bir adam işitti de O'na, "Ey Nûbeyşe|adına telbiye getiren
adam! Senin şu getirdiğin telbiye Nübeyşe içindir. Bir de kendin için hac
yap" buyurdu. Bu hadisi rivayet eden Dârekutnî, daha sonra şu ta'liki
ekler: "Hasan b. Umâre bu hadisi tek basma rivayet etti, onun, rivayet
ettiği hadisler ise metruktür. Bu konuda tercih edilen hadis İbn Abbâs'dan
nakledilen Şübrüme hadisidir."[508] "Sen kendin için hac yaptın
mı?" cümlesi, İbn Mâce'nin rivayetinde, "Resûl-i Ekrem O'na "Sen
hac yaptın mı?" diye sordu. (O adam da); "hayır" deyince,
"Bu haccı kendin için yap sonra bir de Şübrüme için yaparsın"
buyurdu, şeklinde gelmiştir.[509]
1. Kendisi hac yapmadığı halde
başkası için hac yapmak üzere ihrama giren bir kimsenin bu ihramı kendisi
adına değiştirmesi gerekir. Çünkü hadisteki Şübrüme için ihrama girmiş olan
kimseye Resûl-i Ekrem'in; "Sen (önce) kendin için bir hac yap da sonra
Şübrüme'nin yerine hac yap" diye emir vermesi bunu ifade eder. Şöyle ki:
Şübrüme adına ihrama girmiş olan kimsenin bu emri gerçekleştirebilmesi, ancak
bu ihramı kendisi adına değiştirmesiyle mümkündür. Buna göre kendisi için hac
yapmamış olan te kimsenin (isterse hac yapmak imkânına sahip bulunmasın) ölü
veya diri herhangi bir kimse adına hac yapması caiz değildir. Şafiî ve Hanbelî
ulemâsıyla el-Evzâî ve İshâk bu görüştedirler. Ahmed b. Hanbel'den rivayet
edilen bir kavle göre de bu hac, haccı yapan kimse için sahih olamayacağı gibi
kendisi adına hac yapılan kimse için de sahih olmaz.
2. Mâliki ve Hanbelî ulemâsına
göre ise, kendisi için hac yapmamış olan bir kimsenin başkası için hac yapması
mekruhtur. Çünkü hadis-i şerifte Şübrüme için ihrama giren kimseye önce
kendisi için, ondan sonra başkası için hac yapması ile ilgili emir mendupluk
ifâde eder. Binâenaleyh bu menduba uymamak tenzihen mekruhtur.
3. İmâm Sevrî'ye göre ise, hac
yapmaya imkânı olan kimsenin kendisi için hac yapmadan başkası adına hac
yapması caiz değildir. Fakat kendisine hac yapma imkânı yoksa o zaman başkası
adına hac yapması caiz olur.
4. Hanefî ulemâsına ve taraftarlarına
göre, konumuzu teşkil eden hadis zayıftır. İmâm Ahmed'in beyânına göre bu
hadisi Abde b. Süleyman merfû' olarak rivayet etmişse de, bu rivayet hatalıdır.
İbnu'l-Münzir'e göre de, bu hadisin merfû' olarak rivayeti sabit değildir.
Tahâvî'ye göre ise, bu hadis mevkuftur.
5. Birinci görüşü temsil eden
ulemâya göre ise bu hadis merfûdur ve bu hadisi merfû' olarak rivayet eden Abde
b. Süleyman, kendisine Buhârî ve Müslim'in de itimad ettiği güvenilir bir
râvidir. Muhammed b. Bişr el-Abdî ile Muhammed b. Abdillah el-Ensârî de O'nun
gibi bu hadisi merfû' olarak rivayet etmişlerdir. Hadisin merfû' olduğunun
rivayet edilişi mevkuf olarak rivayet edilişine nisbetle bir ziyadelik ifade
eder. Bilindiği gibi güvenilir râvilerin rivayet ettikleri ziyadelik
makbuldür. Beyhâkî'ye göre de bu hadisin senedi sahihdir. Ebû Ömer İbn
Abdilberr'e göre ise, bu hadisi merfû' olarak rivayet eden râvi hafızdır, bu
bakımdan başkalarının tesbit edemedikleri bazı rivayetleri tesbit etmiş olması
tabiidir. Bu sebeple hafızın tesbit ettiği ve diğer rivayetlere göre fazlalık
ifade eden rivayetleri tercihen kabul etmek gerekir.
6. İbnu'l-Kattan'in beyânına
göre bu hadisi merfû' olarak rivayet eden râviler güvenilir kimselerdir.
Başkalarının bu hadisi mevkuf olarak rivayet etmesi onların bu hadisi merfû'
olarak rivayet etmelerine bir zarar veremez. Çünkü onlar hafızdırlar.
Başkalarının tesbit edemedikleri incelikleri tesbit edip rivayet etmeleri gayet
tabiidir. Bu hadisin bazıları tarafından mevkuf, bazıları tarafından da merfû'
olarak rivayet edilmiş olmasını şu şekilde izah etmek de mümkündür: Bu hadisi
İbn Abbâs'dan mevkuf olarak rivayet edenler, İbn Abbâs'ın bu mevzûdaki
görüşünü nakl etmişler, merfû' olarak rivayet
edenler de İbn Abbâs'ın rivayetini
nakletmişlerdir.[510]
1812. ... Abdullah b.
Ömer (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.)'m telbiyesi (şundan
ibaretti):
"Tekrar tekrar icabet
sana Ya Rabbi, tekrar icabet sana, tekrar icabet sana, senin ortağın yoktur,
emret! Hamd sana mahsûstur, nimeti veren sensin, mülk (kâinatın mutlak
egemenliği) senindir, senin benzerin ve ortağın yoktur."
(Bu hadisin râvilerinden
Nâfi') dedi ki: Abdullah b. Ömer tel-biyesine (şu kelimeleri de) eklerdi:
"Emret, emrine amadeyim, emret! Senden saadetler dilerim, hayır(lar)
senin elindedir, dilek(ler) sana (arzedilir) amel(ler) de sanadır."[511]
Ulemâ kelimesi üzerinde ihtilâf
etmişlerdir. Sîbeveyh'e göre bu lâfız teşriiyedir. Yalnız onunla çokluk ve sayıda
tekrar kasdedilir. Yûnus'a göre ise, müfred bir kelimedir. Manâsı üzerinde de
ihtilâf vardır. Bazıları "tekrar tekrar icabet ederim," manasına
geldiğini söylemişlerdir.
Bir takımlarına göre
"Sana tekrar tekrar itaat ederim", daha başkalarına göre ise,.
"teveccühüm sanadır," mânâsına gelir. "Muhabbetim sanadır"
mânâsına geldiğini söyleyenler bulunduğu gibi, "samimiyyetim sanadır"
mânâsında kullanıldığını iddia edenler de olmuştur. Meşhuru birinci mânâdır.
Çünkü ihrama giren bir kimse Allah'ın davetine icabet etmiş demektir. Kadı
İyaz'ın beyânına göre bu icabet Hz. İbrahim aleyhisselâmdan kalmıştır. İbn
Abbas (r.a.)'dan rivayet olunan bir hadiste:
"İbrahim (aleyhisselâm) Kâ'be'yi
inşâ edip tamamladıktan sonra kendisine:
Hac için insanları da'vet et,
emri verildi. İbrahim (aleyhisselâm)
Benim sesim onlara ulaşmaz
dedi. Allah teâlâ hazretleri:
Sen da'vet et, sesini duyurmak
bana aittir, buyurdu. Bunun üzerine İbrahim aleyhisselâm:
Ey insanlar, Beyt-i Atîk'i
haccetmeniz size farz kılınmıştır, diye nida etti. Bu sözü yerle gök arasında
bulunanların hepsi işitti. Görmüyor musun? İnsanlar en uzak yerlerden icabet
edip geliyorlar? denilmiştir.[512]
"Hamd" kelimesinin
"ni'met" kelimesinden önce zikredilmesinde hamd kelimesinin mânâsının
daha genel olduğuna bir işaret vardır. Çünkü Allahu Teâlâ sadece nimet
verdiğinden dolayı değil, her halükârda medh ve senaya lâyıktır.
Burada şöyle bir sual hatıra
gelebilir: Telbiyede hamd ile ni'met beraber mülk ise ayrıca zikredilmiştir.
Bunun sebebi nedir?
Çünkü hamd ni'metle ilgilidir.
Bundan dolayıdır ki, "Bütün ni'metle-ri için Allah'a hamd olsun"
denilebilir. Telbiye eden kimse sanki- "Hamd ancak sana mahsûstur. Çünkü
ni'met ancak senden gelir," demiş gibi olur.
Mülk'ün manası ise
müstakildir. Bu kelime bütün ni'metlerin Allah'a ait olduğunu vurgulamak için
gelmiştir. Zira mülkün gerçek sahibi ve hakimi Allah’tır.[513]
1. Telbiye getirmenin dinen
meşru' kılındığında bütün ılım adamları ittifak etmişlerdir. Telbıyenın hikmeti
ise, insanların Beyt-i Şerife misafir olarak gelmelerinin Allah'ın kendilerine
büyük bir lütuf ve ihsanı olduğuna; zira, buraya ancak Allah'ın kendilerini
davet etmesiyle gelebildiklerine dikkatlerini çekmektir. Tel-biyenin hükmü
üzerinde de ilim adamları ihtilâf etmişlerdir:
a. Hanefî ulemasına göre telbiye
ihramın şartıdır. İhramın sahih olabilmesi için telbiye şarttır. Çünkü Ünımü
Seleme (r.anhâ.)'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte şöyle deniyor:
"Ben Resûlullah (s.a.)'ı; "-Ey Mu-hammed ailesi, sizden kim hac
yapacak olursa kesinlikle telbiye getirsin!" derken işittim."[514] Sübhanallah, lâilâhe illallah gibi
telbiye manasına gelen tesbihatı getirme veya Beyt-i Şerife kurban göndermek
veya kurbanın boynuna tasma takmak veya kurbanla birlikte Beyt-i Şerife doğru
yönelmek de telbiyenin yerini tutar.
Hanefî ulemâsından
Aliyyü'1-Kârî, Hanefî mezhebinin bu konudaki görüşlerini şöyle ifade ediyor:
"Telbiyenin şartı dille yapılmasıdır. Kâlb ile telbiye getirmek telbiye
sayılmaz. Gücü yettiği takdirde dilsizin de dilini hareket ettirmesi gerekir.
İmâm Muhammed bunu şart koşmuştur. Dili hareket ettirmenin müstehab olduğunu
söyleyenler de vardır. Dua özelliği bile taşımış olsa, Allah'ı ta'zim kasdıyla
yapılan her türlü tehlîl, tekbir, teshih ve tahmîd telbiyenin yerini tutar. Ve
en sahih olan görüşe göre sadece "Allahümme" demek bile telbiye için
yeterlidir. Bu arada telbiyenin ve zikirlerin meselâ Türkçe kelimelerle
yapılması da caizdir. Arapça telbiye getirmeye gücü yeten bir kimsenin bile
Arapça'nın dışında herhangi bir dille telbiye getirmesi caizdir. Ancak namazın
iftitah tekbiri telbiye-ye benzemez. Onun mutlaka Arapça olarak getirilmesi
lâzımdır. Çünkü hac da namaza nisbetle daha fazla genişlik vardır. İhrma
girerken telbiye getirmek farzdır. Telbiye başlayınca birden fazla sayıda
tekrar etmek sünnet, sabahın olması, akşamın girmesi, bir yere girip çıkmak,
oturup-kalkmak, insanlarla karşılaşmak, tepelere çıkıp derelere inmek gibi bir
halden diğer bir hale intikâlde telbiye getirmek kuvvetli bir müstehabdır.
Telbiye-yi her halükârda sık sık ve çokça yapmak ise menduptur."[515]
Mâlikîlere göre ise, telbiye
getirmek vâcibdir. Terk edilirse kurban kesmek icâb eder. Bu görüşü Maverdî
bazı Şâfiîlerden de rivayet ettiği gibi Hattâbî de Ebû Hanîfe'den rivayet
etmiştir. Mâliki ulemâsından İbn Habîb ile Zâhiriyye ulemâsına ve Ata'ya göre
telbiye, ihramın rüknüdür. Telbiyesiz ihram olamaz. Bu görüş aynı zamanda
İbnu'l-Münzir ile İbn Ömer, Tâvûs ve İkrime'den de rivayet olunmuştur.
İmâm Şafiî ile Ahmed'e göre
telbiye sünnettir. Bu görüş aynı zamanda İmâm Mâlik'ten de rivayet olunmuştur.
Sözü geçen imamlara göre Resül-i Ekrem'in bir işi sadece yapmış olması o işi
yapmanın farziyyetine delâlet etmez. Resûl-i Ekrem'in öğretmiş olduğu telbiyeye
başka kelimeler ifâve etmenin caiz olup olmadığı konusunda da ulemâ ihtilâfa
düşmüştür:
a. İmâm Ebû Hanife, Muhammed b.
el-Hasen, el-Evzaî ve İmâm Ahmed (r.a.)'e göre Resûl-i Ekrem'in öğretmiş olduğu
telbiyeye başka kelimeler ilâve etmekte bir sakınca yoktur. İmâm Şafiî'nin
meşhur olan görüşü de budur. Gerçekten içlerinde Hz. Ömer, Abdullah b. Ömer,
İbn Mes'ûd (r.a.)'in de bulunduğu sahabeden bir cemaat, Resûl-i Ekrem'in
öğrettiği telbiyeyi okurken bazı kelimeler ilâve ederek okumuşlardır. İbn
Mes'ûd'un, "Ey Allah'ım çakıl taşları ve topraklar adedince tekrar tekrar
emrine icabet ediyorum" şeklinde ilâveler yaparak telbiye getirdiği
rivayet olunmuştur. Nitekim bir numara sonra gelecek olan Câbir hadisinde de
Veda Haccında halkın, Resûl-i Ekrem'in öğretmiş olduğu telbiyeye "Ey
yüksek dereceler sahibi Allah'ını" gibi kelimeler ilâve ettikleri ve
Resûl-i Ekrem'in bunu duyduğu halde hiç müdâhalede bulunmadığı ifâde ediliyor.
b. Hanefî imamlarından Ebû
Yusuf'a göre Resûl-i Ekrem'in öğretmiş olduğu telbiyeye başka kelimeler ilâve
etmek mekruhtur. İmâm Şafiî de bu görüştedir. Tirmizî'nin beyânına göre İmâm
Şafiî telbiyeye Allah'ı ta'zim ifâde eden kelimeler ilâve etmekte bir sakınca
görmediği halde, hiç ilâvesiz okumayı daha uygun bulurdu.[516]
Nitekim Hanefî ulemâsından
Tahâvî de Âmir b. Said b. Ebî Vakkâs'-ın rivayet ettiği şu hadîse dayanarak bu
görüşü tercih etmiştir: Said b. Ebî Vakkâs (r.a.); "Ey yüksek dereceler
sahibi (olan Allah'ım), emrine tekrar tekrar icabet ediyorum, emret"
şeklinde telbiye getirmekte olan bir adamı görünce "Biz Resûl-i Ekrem
zamanında telbiyeyi böyle getirmezdik" buyurmuştur.[517] Tahâvî bu hadisi naklettikten sonra,
"Her ne kadar Sa'd b. Ebî Vakkas böyle demişse de kendisi Resûl-i Ekrem'in
öğretmiş olduğu telbiyeye ilâve yapılabileceğini söylemiştir," diyerek
"telbiyeye ta'zinı ifade eden bazı kelimeler ilâve etmekte bir sakınca
olmasa da hiç ilâve edilmemesinin daha da uygun olacağını" ifade etmek
istemiştir. Gerçekten şu hadis-i şerifler telbiyeye, ta'zim ifâde eden bazı
kelimeler ilâve etmekte bir sakınca bulunmadığını gösteriyorlar:
1. "Peygamber (s.a.)
Arafat'ta dururken telbiye getirdiği zaman "Hayır, ancak âhiret
hayrıdır." sözlerini de ilâve etti."[518]
2. "Peygamber (s.a.)'ın
telbiyesi; "gerçekten hac yaparak ve kulluk ederek tekrar emrine icabet
ediyorum" şeklinde idi."[519]
3. Ebû Hureyre'den rivayet
olunmuştur! Dedi ki: Resülullah (s.a.)'in telbiyesi "Ey Mabûd-ı hakîkî
olan Allah'ım! Emrine tekrar tekrar icabet ediyorum" şeklinde idi."[520]
1813. ...Câbir b.
Abdillâh'dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) telbiye getirerek sesini
yükseltti. (Hz. Cabir, Resûlullah sallallahû aleyhi vesellemin okuduğu)
telbiyeyi İbn Ömer hadisi(nde anlatıldığı) gibi anlattı. Dedi ki: Halk,
"Yüksek dereceler sahibi (Allahım)" gibi kelimeler ilâve ediyorlardı.
Peygamber (s.a.) de (söylenenleri) işittiği halde, ses çıkarmıyordu.[521]
Me'âric, ma'rec'in çoğuludur.
Ma'rec, meleklerin çıktığı yüksek makam ve dereceler anlamına gelir ki,
burada gökler kastedilmiştir. Bazılarına göre burada "me'âric"
kelimesiyle Allah'ın nimetleri, fazl-u ihsanı kasdedilmiştir. Çünkü, Allah'ın
insanlara bağışladığı nimet ve ihsanların derece ve mertebeleri çok farklıdır.
Resûl-i Ekrem'in kendi
öğrettiği telbiyeye başka kelimeler ilâve ederek telbiye yapan halkı gördüğü
halde onları bundan menetmeyişi onların bu hareketlerini tasvib ve takrir
anlamına gelir. Bilindiği gibi Resûl-i Ekrem'in huzurunda yapıldığı halde ses
çıkarrftadığı ve olumlu karşıladığı fiillere "takrîrî sünnet" ismi
verilir. Ancak bir önceki hadisin şerhinde açıkladığımız gibi Resûl-i Ekrem'in
öğrettiği telbiyeye hiçbir kelime ilâve etmeden okumanın daha uygun olduğuna
delâlet eden hadis-i şerifler de vardır.
Ulemânın büyük çoğunluğuna
göre telbiyeyi yüksek sesle yapmak müstehabdır. Bir numara sonra gelen hadis-i
şerifte de ifâde edildiği gibi Resûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz; "Bana
Cebrail aleyhisselâm gelerek ashabıma telbiye ve ihlâli yüksek sesle
yapmalarını emretmemi talim buyurdu" demiştir. İbn Mâce'nin rivayet
ettiği Zeyd b. Hâlid hadisinde de Resûl-i Ekrem: "Bana Cebrail geldi ve
"Yâ Muhammed, ashabına telbiyeyi yüksek sesle yapmalarını emret. Çünkü,
telbiye haccın alâmetlerindendir" dedi," buyurmuştur.[522]
Bu konuda Tirmizî'nin rivayet
ettiği bir hadis-i şerif de şu mânâdadır: "Bir müslüman, telbiye getirdi
mi şuradan ve şuradan (şarktaki ve garptan) kesiliş noktalarına dek, onun
sağında ve solunda bulunan bütün taş ağaç ve toprak mutlaka telbiye
getirir."
İbn Battal, "telbiyeyi
yüksek sesle yapmak müstehabdır" demiştir. Ebû Hanife, Sevrî ve Şafiî'nin
kavilleri de budur.
Bu mevzuda İmâm Mâlik'den
muhtelif görüşler rivayet olunmuştur, ibn Kasım'ın rivayetine göre İmâm Mâlik,
"yüksek sesle telbiye ancak Mescid-i Haram ile Minâ mescidinde
yapılır" demiştir.
Ulemâ, kadınınancak kendi
işiteceği kadar kısık bir sesle telbiye getireceğinde ittifak etmişlerdir.
Zira îbn Ebî Şeybe'nin rivayetine göre, Hz. Abbâs, "Kadın yüksek sesle
telbiye getiremez," demiştir.[523]
1814. ...Hallâd b.
es-Sâib el-Ensârî babası (es-Sâib) den rivayet ettiğine göre, Resûlullah
(sallaHahu aleyhi vesellem (şöyle) buyurmuştur:
"Bana Cibril aleyhisselâm
gelip ashabıma ve yanımdakilere ihlâlde seslerini yükseltmelerini emretmemi
söyledi."[524]
"(Ravi Rasûlulah
sallallahû aleyhi vessellem'in) iki (kelime)den birini (söylediğini) kasdederek
(dedi ki); Rasûlullah; Yahut da telbiyede (seslerini yükseltmelerini öğretmemi
emretti)" dedi.[525]
Ulemânın büyük çoğunluğuna
göre, Cebrail aley his selâmın, Resûl-i Ekrem'e; "ashabına yüksek
sesle telbiye. getirmelerini öğretmesi" yolundaki emri farziyyet ifade
eder. Çünkü bir Peygamberin Cebrail vasıtasıyla Cenâb-ı Haktan tebliğ etmek
üzere aldığı emri olduğu gibi ümmetine bildirmesi kendisi için farzdır. Aldığı
emri ketme-dip ümmetine bildirmemesi ise, peygamberlerde bulunması vâcib olan tebliğ
sıfatına aykırıdır. Yine ulemânın çoğunluğuna göre Resûl-i Ekrem'in bildirdiği
bu emre uymak ümmeti için menduptur. Zahirî ulemâya göre ise, ümmeti için de bu
emre uymak farzdır.
"İhlâl" ile
"telbiye'* kelimeleri aynı manayı ifâde ederler. Bilindiği gibi telbiye;
İhram halinde iken, "lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyk lâ şerike leke
lebbeyk innelhamde venni'mete leke velmülk lâ şerike lek = Tekrar tekrar icabet
sana Yâ Rabbi, tekrar icabet sana, tekrar icabet sana, senin şerikin yoktur.
Tekrar icabet sana, hiç şüphe yoktur ki, ha m d ve ni'met sana mahsûsdur. Mülk
de senindir, senin şerikin yoktur," sözlerini okumaktır.
Ravî, Rasûl-i Ekrem'in aynı
mânâya gelen ihlâl ve telbiye kelimelerinden hangisinin kullandığını
kesinlikle hatırlaymadığından bu iki kelimeden birini söylediğini ifâde etmek
maksadıyla "Yahutta telbiyede seslerini yükseltmelerini öğretmemi emretti,
dedi." demiştir.
"Ashabıma" sözüyle,
her zaman resûl-i Ekrem'in sohbetinde bulunan muhacirler ve ensâr kasdedilmiş
"ve yanımdakiler" sözüyle de başka zamanlarda beraberinde
bulunamadıkları halde o anda hac münâsebetiyle yanında bulunan sahâbîler
kasdedilmiştır. Bu emri sadece yanında devamlı kalan sahâbilere bildirmek
üzere almadığını, isterse bir kere olsun Resûl-i Ekrem'le karşılaşmak saadetine
erişmiş olan bütün sahâbilere bildirmek üzere aldığını ifade etmek maksadıyla
her iki kelimeyi de bir arada kullanmıştır.
Bu hadis-i şerif, İbn Mâce'nin
rivayetinde, "Bana, ashabına telbiyeyi yüksek sesle getirmelerini
bildirmemi emretti" şeklinde geçiyor. Nesâî'de ise, bu hadis "Ey
Muhammed, ashabına telbiyeyi yüksek sesle getirmelerini emret" anlamına
gelen sözlerle rivayet edilmiştir. Yine bu hadis, Zeyd b. Hâlid el-Cühenî'den
şu mânâya gelen sözlerle rivayet edilmiştir: "Bana Cibril geldi de;
"Ey Muhammed ashabına telbiyeyi yüksek sesle getirmelerini emret. Çünkü
telbiye haccın şeâirindendir" dedi."[526]
1. İhrama giren bir kimsenin
telbiye okuması farzdır. Hanefî uleması bu görüştedir.
2. Telbiyeyi yüksek sesle
getirmek meşru kılınmıştır,. Ancak telbiye getirirken sesi yükseltmenin hükmü,
ulemâ arasında ihtilaflıdır. Zahiriyye ulemâsı bu hadisin zahirine bakarak
telbiyeyi yüksek sesle getirmenin farz olduğunu söylemişlerdir. Çünkü onlara
göre resûl-i Ekrem'in hac esnasındaki fiilleri hükmü farz olan, "Ona yol
bulabilen herkesin Kâ'be'yi haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir
hakkıdır.[527] âyet-i kerimesinin tefsiri durumundadır. Dolayısıyla bu
hadis-i şerifte geçen fiillerin hükmü de âyet-i kerimenin hükmü gibi farzdır.
Nitekim şu hadis-i şerif de bunu ifâde etmektedir: "ben Peygamber
(s.a.)'i bayram günü hayvanın üzerinde taş atarken ve; "Hac ibadetlerinizi
(benden) alınız.(görüp belleyiniz.) Çünkü bilmiyorum; belki bu baççımdan scnra
bir daha haccedemem!" derken işittim"[528]
Hanefi ulemâsına, yeni
mezhebinde İmâm Şafiî'ye ve ulemânın büyük çoğunluğuna göre telbiye getirirken
sesi yükseltmek müstehabdır. Çünkü hadisteki emrin farziyet için olmayıp
mendupluk ifade ettiğine karine teşkil eden ve İbn Mes'üd'dan rivayet edilen
şöyle bir hadis-i şerif vardır: "Haccın en faziletlisi acc'dır ve
secc'dir" (Yani kendisinde telbiye getirilirken ses yükseltilen, kurban
büyük başlı hayvanlardan seçilerek kan şo-ruldatılarak akıtılan hacdır.)[529] Çünkü bu hadis-i şerifteki
"efdâl" kelimesi telbiye esnasında sesi yükseltmenin farz olmadığına
delâlet eder. İmâm Mâlik'in meşhur olan kavline göre ise, telbiyede müstehab
olan, sesin-orta yükseklikte yani ne yamndakilerin dahi duyamayacağı kadar
kısık ne de haddinden fazla yüksek olmaması, bilâkis ikisinin arası bir.
yükseklikte bulunmasıdır. İmâm Mâlik bu konuda şunları söylüyor: "İhrama
giren bir kimse telbiye okurken sesini mescidlerde yanındakilere işittirmek
için yükseltemez. Ancak mescid-i Haram ile Minâ mescidi müstesna. Çünkü bu iki
mescidde sesi yükseltmekte bir sakınca yoktur.[530] İmâm Şafiî'nin eski kavli de böyledir,
şu farkla ki, İmâm Şafiî sesi yükseltmenin caiz olduğu mescidler arasında Arafe
mescidini de saymıştır. İmâm Ahmed'e göre ise, Mekke'nin, Mescid-i Haram'ın,
Mescid-i Minâ'nın ve Mescid-i Arafe'inin dışında telbiye esnasında müstehab
olan sesi kısmaktır. Çünkü İbn Abbas'tan rivayet edilen bir hadis-i şerife göre
İbn Abbas Medine'de yüksek sesle telbiye okuyan bir adamı görünce "bu adam
mecnûndur" demiştir. Bütün bu naklettiklerimiz erkekler içindir. Halef ve
selef ulemâsının büyük çoğunluğuna göre kadınlar hiç bir zaman telbiye
getirirken seslerini yükseltemezler. Ancak kendilerinin duyabileceği kadar
yükseltebilirler. Bu konuda Hanefî ulemâsından Aynî şunları söylüyor:
"Kadının telbiye esnasında sesini ancak kendisinin duyacağı kadar
yükseltebileceğinde ve daha fazla yükseltemeyeceğinde ulemâ ittifak etmiştir.
Delili ise, İbn Abbas'dan rivayet edilen, "Kadın telbiye esnasında sesini
yükselte-mez," anlamındaki hadis-i şerif ile İbn Ömer'den rivayet edilen
"telbiye esnasında kadınların seslerini yükseltmeleri gerekmez"
anlamındaki hadis-i şeriftir."[531] Bu konuda İbn Ömer'in de şöyle dediği
rivayet edilir: "Kadın Safa ve Merve (tepeleri)nin üstüne çıkamaz ve
yüksek sesle telbiye getiremez."[532] İmâm Mâlik ilim adamlarının
"kadının yüksek sesle telbiye getiremez" dediklerini duyduğunu ve bu
mevzuda ilim adamları arasında görüş birliği bulunduğunu söylemiş ve bununla,
birlikte telbiye getirirken sesini yükseltmesinin haram olmayıp mekruh
olacağını, çünkü kadın sesinin aslında avret olmadığını ifade etmiştir.
Kadınların yüksek sesle
telbiye getiremeyeceğine dair nakletmiş olduğumuz bu görüşlerle; "Hz.
Muâviye'nin Minâ'dan Mekke'ye inildiği gece bir telbiye sesi duyduğunu bu sesin
kime ait olduğunu sorduğunu bu durum Hz. Âişe'ye anlatılınca; "eğer bana
soraydı, cevabını verirdim" dediğini" ifade eden hadis[533] ile İbn Münzir'in rivayet ettiği
"Hz. Meymûne'nin yüksek sesle telbiye getirdiğini" ifâde eden hadis
arasında bir çelişki söz konusu değildir. Çünkü Hz. Âişe ile Meymûne
mü'minlerin annesidirler. Başkaları için haram olan bazı fiillerin bunlar için
helâl olması gayet tabiîdir. Ayrıca Resûlullah'ın bu iki zevcesinin bu işin
caiz olduğunu başkalarına öğretmek için yapmış olmaları da mümkündür.[534]
1815. ...el-Fadl b.
Abbâs'dan rivayet edildiğine göre; Resûlullah (s.a.) cemre-i akabe'de taşlan
atıncaya kadar telbiyeye devam etmiştir.[535]
Bilindiği gibi remy, atmak
demektir. Cim harfinin esresiyle olan cimâr, "cemrenin"
çoğuludur.Kâmûs tercümesinde açıklandığına göre, cemre diye ateş parçasına
denildiği gibi, ufacık taş parçalarına da "cemre" denir. Misbâlı
sahibinin açıklamasına göre "cemre" küçük taş yığını demektir. Bu mânâya
göre cemre "küçük taşların toplandığı yer" demektir. Çoğulu
"cemerât" gelir.
Buna göre "remy-i
cimâr" terkibi ufacık taşlar atmak anlamına geldiği gibi, cemrelere küçük
taş atmak anlamına da gelir. Burada masdar mef ûlüne muzâftır. [536]
Bu hadis Nesâî'nin
rivayetinde; "Resûlullah'ın terkisinde bulunuyordum. Akabe cemresini
taşlayıncaya kadar telbiyesini duydum, onu taşlayınca telbiyeyi de kesti"
şeklinde geçiyor.[537]
1. Hacı
adayının akabe cemresini taşlayıncaya kadar telbiyeye
devam etmesi gerekir. Bazı ılım adamları bu görüştedir. Tirmizî bu mevzu ile
ilgili olarak şunları söylüyor: "el-Fadl'ın hadisi hasen-sahihdir.
Peygamber (s.a.)'in ashabından ve sonrakilerden ilim adamlarının ameli bu hadis
üzeredir. Hacı cemreyi atıncaya kadar telbiyeyi kesmez. Şafiî, Ahmed ve
İshâk'ın kavli budur.[538] Hanefi ulemâsı, bir rivayette İmâm Şafiî, Süfyân es-Sevrî
ve ulemânın büyük çoğunluğuna göre hacc-ı ifrâd veya temettü' veya kıran yapan
bir hacı, bayramın birinci günü cemretü'l-akabe'ye ilk taşı attığı andan itibaren
telbiyeyi keser. Çünkü İbn Mes'ûd'dan gelen bir hadis-i şerifte: "ben
Peygamber (s.â.)'in telbiyesini takib ettim. Akabe cemresine ilk taşı atıncaya
kadar telbiyeye devam etti,"[539] buyuruluyor. Ancak Dârekutnî'nin bu
hadisinin senedinde Şüreyk ile Âmir b. Şakîk vardır. Bu iki râvi zayıftır.
Âmir hakkında Yahya b. Mâîn ile Ebû Hatim "zayıftır" demişlerdir.
Diğer hadis âlimlerine göre ise, Âmir güvenilir bir râvidir.
Yine Buhârî ile Müslim'in İbn
Abbas'tan rivayet ettikleri uzunca bir hadiste, "Resûlullah (s.a.)'in
cemretü'l-akabe'nin yanına varıncaya kadar telbiyeye devam ettiği" ifâde
edilmektedir.[540]
İmâm Mâlik, Saîd b.
el-Müseyyeb, el-Evzaî ve el-Leys'e göre ise, tel-biyeye Arafe günü güneşin
zevaline kadar devam edilir. Ondan sonra kesilir. Bu görüş aynı zamanda Hz.
Ali ile İbn Ömer'den, Hz. Âişe'den ve Medine ulemâsının büyük çoğunluğundan da
rivayet edilmiştir. Ayrıca Cafer b. Muhammed'in babasından rivayet ettiği bir
hadiste de "Ali b. Ebî Tâlib (r.a.)'ın hac esnasında güneş batıya
kayıncaya kadar telbiyeye devam ettiği" haber veriliyor.[541] Yine İmâm Mâlik'in Hz. Âişe'den rivayet
ettiği bir hadis-i şerifte: "Hz. Aişe'nin Arafe günü zeval vaktinden
sonra Arafat'ta vakfe yerine gelinceye kadar telbiyeye devam ettiği" ifade
ediliyor.[542] İmâm Mâlik bu hadisi rivayet ettikten sonra şunları
söylüyor: "Bizim memleketimizde (yani Medine'de) ilim adamlarının
uygulaması da böyledir." Bu hadisle ilgili olarak Zürkânî de şunları
söylüyor: Fadl hadisi sahih bile olsa Hz. Âişe ile Hz. Ali'nin uygulamaları
ona tercih edilir. Çünkü Hz. Âişe ile Hz. Ali'nin uygulamalarının Hz.
Peygambere nispeti, Hz. Fadl'ın hadisinin Hz. Peygambere nisbetinden daha
kuvvetlidir. Hasan el-Basrî de telbiyenin bayram sabahına kadar devam etmesi
gerektiğini söylüyor. el-Menhel sahibine göre, bu görüşler içerisinde en sağlam
delile dayanan görüş, Hanefî ulemâsının görüşüdür. Her nekadar Hafız îbn Hacer
Telhîs'de "telbiyenin Akabe cemresine ilk taşı atınca sona ereceğine dair
bir delil bulamadım" demişse de, Beyhâkî'nin Fadl b.Abbas'dan rivayet
ettiği; Peygamber (s. a.) her çakılı atışında tekbir getirirdi,[543] mealindeki hadis-i şerif telbiyenin
ilk çakılın atılmasıyla sona erdiğine bir delildir. Çünkü her çakılın
atılışında telbiye getirilmeyip de tekbir getirilişi telbiyenin ilk çakılla
sona erdiğini ifâde eder.
Müslim ile Buhârî'nin Üsâme b.
Zeyd'den rivayet ettikleri "Hz. Peygamber (s.a.) Akabe cemresini
taşlayıncaya kadar telbiyeye devam etti." anlamındaki hadis de bu mânâyı
teyid etmektedir. Bir rivayette de "Cemretü'I-Akabe'ye varıncaya kadar
telbiyeye devam etti," buyurulurken, Nesâî'nin rivayetinde de
"(Taşları) atıncaya kadar telbiyeye devam etti. Taşları atınca telbiyeyi
de kesti," buyuruluyor.[544]
Cumhûr-ı ulemâ, bu konudaki
ihtilâfı ortadan kaldırmak için "taş atmaktan maksat, taşlan atmaya
başlamaktır" demişlerdir.
İmâm Mâlik'in, "Hz. Âişe
ile Hz. Ali hadisi, Fadl hadisine tercih edilir. Binâenaleyh telbiye zeval
vaktine kadar devam eder," şeklindeki sözüne de şöyle cevab verilmiştir:
Hz. Ali ile Aişe'nin zevaldan sonra Arafat'ta telbiyeyi kesmeleri o mübarek
makamda duâ ile meşgul olmaları sebebiyledir. Uzunca süren dualarını bitirdikten
sonra tekrar telbiyeye başladıklarından şüphe etmemek gerekir. Arafat'taki bir
süre devam eden sükûtlarına bakıp ta telbiyelerine son verdiklerini zannetmek
doğru değildir.[545]
1816. ...Ömer (r.a.)den;
demiştir ki: Minâ'dan Arafat'a Resûlullah (s.a.) ile birlikte sabahleyin
hareket etmiştik. Kimimiz telbiye getiriyordu, kimimiz de tekbir getiriyordu.[546]
Bu hadis-i şerif "Arefe
günü fecrin doğuşundan itibaren telbiyeye son verilir" diyen kimselerin
aleyhine bir delildir. Çünkü, hadis-i şerifte söz konusu olan yolculuk, Arefe
günü güneş doğduktan sonra Minâ'dan Arafat'a yapılan yolculuktur. Bilindiği
gibi Resûlullah'ın Veda Haccındaki uygulaması böyle olmuştur. Onun için
Zil-hicce'nin 8. günü güneş doğduktan sonra Mekke'den Minâ'ya gitmek, o gece
Minâ'da kalmak, Zilhicce'nin 9. günü, güneş doğduktan sonra Minâ'dan Arafat'a
hareket etmek sünnettir.[547]
Resûl-i.Ekrem’in Arafe günü
telbiye ve tekbir getirenleri işittiği halde onları bundan men etmeyişi, Arefe
günü de telbiyeye devam etmenin meşru' olduğunu
gösterir.
.
Muhammed b. Ebî Bekr es-Sekafî'nin
rivayetine göre kendisi Ene's b. Mâlik'le birlikte Minâ'dan Arafat'a
giderlerken Hz. Enes'e;
Siz Resûlullah ile beraber
iken bugünde nasıl hareket etmiştiniz? diye sormuş da Hz. Enes şöyle cevab
vermiş:
Kimimiz telbiye getirirdi,
kimimiz de tekbir getirirdi. Resûl-i Ekrem hepsini de hoş karşılardı.[548]
Bu sözün mânâsı "bir
kısmımız sadece telbiye getirirdi de tekbir getirmezdi, bir kısmımız da sadece
tekbir getirirdi de telbiye getirmezdi" demek değildir. "Biz tekbir
ile telbiyeyi birleştirirdik. Öyleki telbiyeye başladık mı tekbirle telbiye
sesleri birbirine karışırdı" anlamınadır. Nitekim İbn Mes'ûd'dan rivayet
edilen bir hadis-i şerif de şu anlama gelmektedir: "Resûl-i Ekrem'le
birlikte (şeytan taşlamak üzere yola) çıkmıştım. Cemretü'l-Akabe'yi
taşlayıncaya kadar telbiyeye devam etti. (Telbiyesine) tekbir ve tehlîl
(seslerini de) karıştırıyordu.[549] Bu da gösteriyor ki konumuzu teşkil
eden Hz. Ömer hadisiyle bir önceki Fadl b. Abbâs hadisi arasında bir çelişki
yoktur.
Bu bakımdan Hattâbî'nin,
"Ulemâ sadece telbiye getirileceğini ifâde eden Fadl b. Abbâs'ın hadisiyle
amel edilmesi yoluna gitmişler, Hz. Ömer hadisiyle amel etmekten
kaçınmışlardır," şeklindeki sözlerinin bir değeri olmasa gerektir. Aynı
şekilde "Arafe günü sabahı Minâ'dan Arafat'a giderken sünnet olan sadece
telbiye getirmektir," diyen Irâkî-nin bu sözlerine de iltifat etmemek
gerekir. Çünkü konumuzu teşkil eden Hz. Ömer hadisiyle biraz önce tercümesini
sunduğumuz İbn Mes'ûd hadisi telbiye ile birlikte tekbir ve tehlîl de
getirmenin caiz olduğuna açıkça delâlet etmektedirler. Bilindiği gibi tehlîl
getirmek, "Lâ ilahe illallah" demektir.[550]
1. Zilhicce'nin 8. günü Minâ'ya
gidip geceyi orada geçirmek ve sabahleyin güneş doğduktan sonra Arafat'a
hareket etmek sünnettir.
2. Minâ'dan Arafat'a giderken
telbiye ile birlikte tekbir getirmek müstehabdır. Nevevî Arafat'a giderken
telbiye getirmenin tekbirden efdal olduğunu söylemiştir.[551]
1817. ...İbn Abbas'tan
rivayet edildiğine göre, peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur.
"Umre yapacak bir kimse
Hacer-i(Esved'i) selamlayınca}a kadar telbiyeye devam eder."[552]
Ebû Dâvûd dedi ki: bu hadisi
Abdülmelik b. Ebî Süleyman ile Hemmâm da Ata tarikiyle Abbâs'dan mevkuf olarak
rivayet ettiler.[553]
Umre yapmak maksadıyla ihrama
giren bir kimse Hacer-i Esved'i öpünceye kadar telbiyeye devam eder. Daha önce
de ifâde ettiğimiz gibi, ihrama girerken telbiye getirmek farzdır. Telbiyeye
başlayınca birden fazla sayıda tekrar etmek sünnet, ihrama girdikten sonra her
seher vaktinde, her namaz kılışta, her yokuşa çıkış ve inişte, her cemaata rast
gelişte tekrarlamak müstehabdır. Hacer-i Esved'i "istilâm etmek"
sözü Hacer-i Esved'i selâmlamak, ona el sürmek ve öpmek manasınadır. Kalabalık
olmadığı zaman el sürülüp öpülür. Kalabalık olduğu zaman elle selâmlamakla
yetinilir.
Bu hadis haber suretinde
gelmiş bir emirdir. Harem-i Şerife giripde Kâ'be’yi Muazzama'yı görünce Hacer-i
Esved'e varıp onu istilâm edinceye kadar telbiyeye devam.etmeyi ve Hacer-i
Esved'i istilâmdan sonra telbiye-yi kesmeyi emretmektedir. Ancak özel dualar
okumayı gerektiren vakitler bunun dışında kalır. O vakitlerde kendilerine
mahsus olan dualar okunur.[554]
1. Umre yapacak
olan kimsenin ihrama girdikten sonra Hacer-ı Esved ı istilama
başlayıncaya kadar telbiyeye devam etmesi müstehabdır. Nitekim İbn Abbâs,
Hanefî ulemâsı, yeni mezhebinde İmâm Şafiî ve İmâm Ahmed (r.a.) de bu görüştedirler.
İmâm Tirmizî de bu konuda şunları söylemektedir: "İbn Abbâş'-ın bu hadisi,
hasen-sahihdir. İlim adamlarının çoğunun ameli bu hadis üzeredir. "Umre
yapan kimse Hacerü'l-Esved'i istilâm edinceye kadar tel-biyeyi kesmez,"
diyorlar. Kimi ilim adamları da; "Mekke'nin evlerine vardığı zaman
telbiyeyi keser," diyor. Amel Peygamber (s.a.) 'in hadisi üzeredir.
Süfyân, Şafiî, Ahmed ve İshâk, bu hadise kail olmuşlardır."[555]
İmâm Ahmed'e göre umre yapan
kimse Hacer-i Esved'i selâmlarken de telbiyeyi kesmez. Sesini alçaltarak ona
devam eder. İmâm Şafiî'nin eski mezhebi de böyledir.
İmâm Mâlik'e göre ise, umre
için ihrama giren bir kimse Hareme girinceye kadar telbiyeye devam eder.
Ci'râne'den veya Tenim'den ihrama girenler ise, Mekke'nin evlerine gelinceye
kadar devam eder, ondan sonra telbiyeyi keserler.[556] Atâ' İbn Ebî Rebâh'a
Umre için ihrama giren bir
kimse telbiyeyi ne zaman keser? diye sorulmuş da;
Hareme varınca keser, diye
cevap vermiştir,[557] Bu konuda Mücâhid de şöyle der. "İbn Ömer (r.a.) umre
esnasında Mekke'nin evlerini görünceye kadar devam ederdi. Ondan sonra da
Hacer-i Esved'i istilâm edinceye kadar tekbire ve zikre.devam ederdi."[558]
1818. ...Esma bint Ebî
Bekr (r.anha) dan; demiştir ki: Biz hac maksadıyla Resûlullah'la birlikte
(yola) çıkmıştık. Arç (denilen yer)e varınca Resûlullah (s.a.) (hayvanından)
indi. Biz de indik. Aişe (r.anha) Resûlullah (s.a.)'ın yanına oturdu, ben de
babamın yanına oturdum. Ebû Bekr (r.a.) ile Resûlullah (s.a.)'m (ortaklaşa
kullandıkları) bir tek yük hayvanı vardı. Ebû Bekr (r.a.)'a ait bir
hizmetçinin yanında bulunuyordu. Ebû Bekr oturdu, hizmetçisinin (hayvanıyla
birlikte) gelmesini bekliyordu. Derken çıkageldi ve yanında yük hayvanı yoktu.
Hayvanın nerede? diye sordu.
(O da): -Dün gece onu kaybettim, dedi. Ebû Bekr (r.a.):
(Zaten) bir tane hayvan
(vardı) sen de onu kayıp (mı) ettin? dedi. Ve ona vurmaya başladı. Resulullah
(s.a.) gülümseyerek (şöyle) diyordu:
"Şu ihramlıya bakın ne
yapıyor?"
İbn Ebû Rizme dedi ki:
Resûlullah (s.a.) gülümseyerek "şu ihramlıya bakın ne yapıyor?"
dedi; (Bundan) fazla bir
tepki göstermedi.[559]
"Arc" Medine'nin
güney-batısında ve
Zimâle: Üzerinde yük ve azık
yükletilen deve demektir.
Her ne kadar Ebû Bekr
(r.a.)'in hizmetçisine bu şekilde davranması ihramına bir zarar vermezse de, af
ile muamele etmesi kendisi için daha efdal idi. Bununla beraber hizmetçiye
hakkettiği için bu şekilde davranmak; "Artık hacda kadına yaklaşmak,
günah işlemek, kavga etmek yoktur."[560] âyetinin kapsamına girmiyor.
Fakat Hz. Ebû Bekr'in bu
hareketiyle efdal olanı terkettiğine işaret etmek için Resûl-i Ekrem Hz. Ebû Bekr'in
hareketini basite alarak tebessümle karşılamış ve, "Şuna bakın ihramlı
olduğu halde nasıl hareket ediyor?" sözleriyle ta'rizde bulunmuştur.
Ancak Ebû Bekr es-Siddîk'ın bu hareketi, mezkûr âyetin kapsamı içine girmediği
için daha fazla üzerine varmamıştır. Esasen hizmetçiyi hakkettiği için
tartaklamak şayet mezkûr âyetin kapsamına girmiş olsaydı, Ebû Bekr es-Sıddîk
(r.a.) buna cesaret edemezdi.[561]
1819. ...Safvân b. Ya^â
b. Umeyye'nin babası (Ya'la)'dan rivayet etdiğine göre Peygamber (s.a.)
Ci'rane'de iken üzerinde "halûk" kokusu yahutta sarılık (izi) bulunan
çübbeli bir adam gelmiş. (Bu zât):
Ya itesûlullah, umremi
yaparken ne şekilde hareket etmemi tavsiye edersin? diye sormuş. Bunun üzerine
noksan sıfatlardan münezzeh ve şâm yüce olan Allah, Peygamber (s.a.)'e vahy
indirmiş. Vahyin gelişi bitince;
"Umreyi soran zât
nerede?" diye sormuş. (Ve o zâta hitaben),
"Vücudundan
"halûk"un kokusunu -yahut da- sanlığı yıka, cübbeni çıkar, haccında
ne yaptınsa, umrende de onu yap!" buyurmuştur.[562]
Resûlullah (s.a.)'e gelen
zatın ismi kesin olarak belli değildir. Buhârî'dej bu zatın bir
bedevi olduğu kaydedilirken, Tartüşî Tefsir'inde bu zatın Atâ b. Ümeyye olduğu
belirtiliyor. Abdurrezâk'ın Musanna!'ı ile Beğavî'nin Mu'cemü's-Sahâbe isimli
eserinde ise, bu zatın isminin Sevâde b. Amr olduğu ifâde edilmiştir.
Tahâvî'ye göre ise, bu zâtın ismi Ya'lâ b. Ümeyye'dir.[563]
Ci'râne, Arafat ile Müzdefile
arasında Mekke'nin doğusunda ve Harem sınırları üzerinde Mekke'ye
Hadisin zahirine göre Resûl-i
Ekrem'e gelen kişi, kokuyu ve sarı boyayı elbisesine değil, vücuduna
sürünmüştür. Nitekim 1822 numaralı hadiste bulunan "Onun sakalı ve
saçları sarıya boyanmıştı" sözleri de bunu gösterir,
Bühârî'nin rivayetinde bu zat
hakkında "üzerinde sarı izler bulunan bir gömlek vardı," denilirken
Müslim'in Atâ'dan gelen rivayetinde, "Resûlullah (s.a.)'ın beraberinde
bulunuyorduk. Yanına cübbe giymiş bir adam geldi, Cübbenin üzerinde halûk
(denilen esans) izi vardı." deniliyor.[564] Bu durum, söz konusu hadisler arasında
bir çelişki olduğunu değil, halûk kokusuyla sarılık izlerinin o zâtın hem
teninde hem de cübbesinde bulunduğunu, bu sebeble Resûlullah'ın ona,
"cübbeni çıkar ve vücûdunu yıka" buyurduğunu gösterir.
"Haccında ne yaptınsa
umrende de onu yap" cümlesi "Arafat'ta vakfe, Müzdelife'de geceleme,
Minâ'da cemreleri taşlama gibi hacca mahsûs olan fiillerin dışında hacda hangi
fiilleri yapmışsan umrende de o fiilleri yap" anlamına gelmektedir.
Bu durum cahiliyye çağında
Arapların haccı bildiklerini umreyi ise bilmediklerini gösterir. Bu mevzuyla
ilgili olarak İbnü'l-A'râbî şunları söylüyor: "Galiba Araplar cahiliyye
döneminde haccettikleri vakit elbiselerini çıkarır, ihram halinde koku
sürünmekten kaçınırlar, fakat umre yaparken bu hususta daha müsamahalı
davranırlarmış. Bu sebeple Resûlullah (s.a.) onlara bu konuda hacla umre
arasında bir fark olmadığını bildirmek lüzumunu duymuştur."[565]
1. Kendisine bir
mesele sorulan kimse bu meselenin hükmünü bilmiyorsa onu öğreninceye kadar
cevap vermemelidir.
2. İhrama giren bir kimsenin
üzerine dikişli elbiseler giymesi haramdır. Eğer unutarak veya bilmeyerek
böyle bir elbiseyi üzerine giyecek olursa, hemen çıkarması gerekir. İhramh bir
kimsenin yanlışlıkla giydiği dikişli bir elbiseyi nasıl çıkaracağı konusunda
ulemâ ihtilâf etmiştir. Ulemânın büyük çoğunluğuna göre, bu kimse giymiş olduğu
elbiseyi başından çıkarır. Delilleri ise, Safvân b. Ya'lâ'nın babasından
rivayet ettiği "Onu başından çıkardı" anlamındaki 1821 numaralı
hadistir. Bu elbiseyi çıkardıktan sonra İmâm Şafiî ile İmâm Ahmed'e göre
kurban da lâzım gelmez. Çünkü böyle yapan bir kimseye Resûl-i Ekrem kurban
kesmesini emretmemiştir. Hattâbî'nin beyânına göre, îbrâhim en-Nehâî bu durumda
olan bir kimsenin elbisesini başından çıkarmayıp yırtıp atması gerektiğini
söy-lermiş. Nitekim Şa'bî de aynı görüşte imiş. Fakat iddia sünnet-i seniyyeye
aykırıdır. Çünkü Peygamber Efendimiz bu durumda kalan bir kimseye cübbesini
çıkarmasını emretmiş, o kimse de cübbesini başından çıkarmış. Resûl-i Ekrem
(s.a.) bu hareketinden dolayı o kimseyi herhangi bir şekilde sorumlu
tutmamıştır. Ve Resûl-i Ekrem malı telef etmeyi kesinlikle yasaklamıştır.
Elbiseyi yırtmanın malı telef etmekten başka birşey olmadığı muhakkaktır.
Binâenaleyh bu elbiseyi yırtmak caiz değildir.[566]
Nitekim Katâde'nin Atâ yoluyla
Ya'lâ b. Umeyye'den rivayet ettiği bir hadiste ifade edildiğine göre, Hz.
Peygamber üzerinde halûk ve safran tesiri hissedilen bir cübbeyi giymiş olan
bir kimseye; "Onu çıkar ve haccı-nı nasıl yaptıysan umreni de öyle
yap" buyurmuş. Katâde diyor ki: Atâ'-ya biz Peygamber (s.a.)'in (o zata);
"O elbiseyi yırt" demiş olduğunu işitmiştik (öyle değil mi?) diye
sordum da bana; "Yırtmak ifsâd etmektir. Allah Teâlâ ise, ifsâdî
sevmez" diye cevap verdi.[567]
Câbir b. Abdillâh'm rivayet
ettiği "Ben mescidde Peygamber (s.a.)'in yanında oturuyordum. Gömleğini
yakasından yırtıp;
"Ben göndermiş olduğum
kurbanlıkların boynuna tasma takmakla ve onlara şu şekilde alâmet koymakla
emrolundum. Böyleyken unutarak üzerime (dikişli olan) gömleğimi giyindim. Ben
bu gömleği başımdan da çıkaramazdım,” buyurdu.[568] anlamındaki hadis-i şerif ise zayıftır,
delil olma niteliği yoktur. Çünkü senedinde Abdurrahman b. Atâ vardır. Onun
hakkında hayli söylentiler vardır. el-Ezdî'ye göre onun rivayet ettiği hadisler
sahih değildir. el-Hâkim ve İbnu Abdilber'e göre de bu zat güvenilir bir kimse
değildir. İmâm Mâlik ise, ondan hadis rivayet etmeyi terketmiştir. Şayet. Câbir
hadisinin sahihliği kabul edilse bile, Ya'Iâ hadisi yanında bir değeri yoktur.
Çünkü Ya'lâ hadisini Buhârî ve Müslim de şartlarına uygun buldukları için
rivayet etmişlerdir. Fakat İmâm Tahâvî'ye göre Câbir hadisi daha sağlamdır.
3. İhrama girerken
(yani hacca niyet ederken) te'siri ihramdan sonra da kalacak şekilde esans
sürünmek mekruhtur. İmâm Mâlik ile Hanefiler-den Muhammed b. Hasen bu
görüştedir. Bu görüş aynı zamanda da Hz. Ömer ile Hz. İbn Ömer'den ve Hz. Osman
b. Ebi'l-Âs'dan da rivayet olunmuştur. Hz. Atâ ve Zührî'nin mezhebleri de
budur. İçlerinde İmâm Ebû Hanife ile İmâm Şafiî (r.a.)'nin de bulundukları
Cumhûr-ı ulemâya göre ise, ihrama girerken koku sürünmekte herhangi bir sakınca
yoktur. Delilleri ise Hz. Âişe'nin rivayet ettiği, "Ben Resûlullah
(s.a.)'ı ihrama gireceği vakit ihramı için (ifâza) tavafını yapmadan önce de
ihramdan çıkması için de kokulamışımdır."[569] anlamındaki hadis-i şerif ile yine Hz.
Âişe'den rivayet edilen, "Resûlullah (s.a.) ihramlı iken onun saç ayırımındaki
misk pırıltısını hâlâ görür gibiyim,"[570] mealindeki hadis-i şeriftir.
Bu görüşte olan ulemâya göre
konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisi Hz. Âişe hadisiyle neshedilmiştir.
Çünkü Ci'râne'de geçen hâdise
hicretin 8. senesinde vukua gelmiştir. Hz. Âişenin anlattığı hâdise ise
hicretin onuncu yılına tesadüf eden Veda Haccında meydana gelmiştir. Yahutta
Hz. Peygamber'in Ci'râne'de gördüğü adama, üzerindeki kokuyu gidermesini
söylemesinin sebebi, bu kokunun içerisinde zaferân bulunmuş olmasıdır. Çünkü
zaferân sürünmek, ihramlı veya ihramsız herkese yasaklanmıştır. Hz. Âişe
hadisinde söz konusu edilen Hz. Peygamber'in ihrama girerken ve ihramdan
çıkarken esans sürünmesi hadisesinin Hz. Peygamber'e mahsûs özel bir durum
olduğu iddiası da tamamen yersiz, mesnedsiz ve delilsizdir. Bu konuda Cumhûr-ı
ulemanın görüşü sağlam esaslara ve delillere dayanmaktadır.
4. Yanlışlıkla üzerine dikişli
bir elbise giyen veya koku sürünen bir kimse farkına varır varmaz elbiseyi
çıkarır veya kokuyu giderirse kendisine bir ceza lazım gelmez. Çünkü Hz.
Peygamber bu şekilde hareket eden bir kimseyi herhangi bir fidye ile sorumlu
tutmamıştır. Bilmeyerek ihramlı için yasak olan bir fiili işleyen kimsenin
durumu da böyledir. İmâm Şafiî, Sevrî, Atâ, İshâk, Dâvûd ve bir rivayete göre
İmâm Ahmed bu görüştedirler.
Hanefî ulemâsıyla İmâm Mâlik'e
ve Şafiî ulemâsından Müzenî'ye göre hatâ, unutkanlık, zorlama, bayılma ve uyku
insandan fidyeyi kaldıracak birer mazeret sayılamazlar. İmâm Ahmed'in en sahih
olan görüşü de budur. Bunlara göre konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisinde
bilmeyerek üzerine koku sürünen ve dikişli cübbe giyinen ve Hz. Peygamber'in
ikâzı üzerine bunları üzerinden çıkaran kimseyi Resûl-i Ekrem'in fidye vermekle
yükümlü tutmaması ise, bu hadisenin ihramda dikişli elbise giymenin yasak
edilişinden önce vukua gelmesinden dolayıdır. Fakat ihramlı bir kimsenin dikişli
elbise giymesi yasaklandıktan sonra bilerek veya bilmeyerek bu yasağı işleyen
herkes için fidye lâzım gelir.[571]
1820. ...Ya'lâ b. Umeyye
şu (önceki hadiste geçen) olayı anlattı ve (şunları da) söyledi: Peygamber
(s.a.) o adama;
"Cübbeni çıkar"
dedi. O da cübbeyi başından çıkardı. (Daha sonra Ya'lâ) hadisin tamamını
nakletti.[572]
Bu hadis, bir önceki hadisten
fazla olarak "Hz. Peygamber o adama "cübbeni çıkar" dedi. O da
cübbeyi başından çıkardı" cümlesini ihtiva etmektedir. Metinde geçen (daha
sonra Ya'lâ) "hadisi(n tamamını) nakletti," cümlesiyle, -daha sonra,
önceki hadisi tamamlayan "haccında ne yaptıysan umrende de onu yap!
buyurdu." cümlesini de naklederek hadisi tamamladı- denmek isteniyor.[573]
1. İhramlı iken unutarak veya
yamlarak üzerine dikişli elbise giymiş olan bir kimsenin o elbiseyi başından
çıkarması meşrudur.
2. Unutarak veya yamlarak
üzerine dikişli elbise giyen ihramlı bir kimsenin o elbiseyi yırtması veya
ayaklarından çıkarması gerektiğini söyleyenler yanılmışlardır.[574]
1821. ...Ya'lâ b.
Münye'nin babasından şu (bir önceki) haber (nakledildi) (ve bu) haberde (Ya'lâ
ayrıca): Resûlullah (s.a.) (o adama cübbesini) çıkarmasını ve (vücudunu) iki
veya üç kere yıkamasını emrettiğini de söyledi ve (sonra) hadisi(n geri kalan
kısmını) nakletti.[575]
Metinde geçen
"(cübbesini) çıkarmasını ve iki veya üç kere yıkamasını emretti,"
cümlesindeki (yıkama) emrine mevzu teşkil eden şeyin ne olduğu kesinlikle
belli değildir. Burada yıkanması emredilen şey, emre muhatap olan şahsın
vücûdu olabileceği gibi, o kimsenin vücuduna sürülmüş olan esans da olabilir.
İki kere yıkamaktan gaye, yıkamayı en güzel şekilde gerçekleştirmektir.[576]
1822. ...Ya'lâ b.
Ümeyye'nin babası Ümeyye'den rivayet ettiğine göre, sakalım ve başını sarıya
boyamış, üzerinde cübbe bulunan ve umre için ihrama girmiş olan bir adam
Ci'râne'de Peygamber (s.a.)'e gelmiş... (Daha sonra Ya'lâ b. Ümeyye) hadisi(n
tamamını) nakletti.[577]
Bu hadis Tahâvî'nin Şerhu
Meâni'1-Âsâr isimli eserinde şöyle sona eriyor: O kimse: "ya Resûlullah
ben umre için ihrama girdim. Ve şu gördüğün haldeyim," dedi. Resûl-i Ekrem
de "Ciibbeni çıkar, vücudundan sarı boyayı da yıka, haccetmiş olsan ne
yapacak idiysen, umrende de onu yap.” buyurdu.[578] Bu hadis Nesâî'-de ise şu anlama gelen
lafızlarla rivayet edilmiştir: Umre için ihrama giren, bir adam Resûlullah'a
geldi. Adamın üzerinde dikişli bir elbise vardı. Elbisesine de karma boya
sürmüştü. Resûlullah (s.a.)'e, "Umre için ihrama girdim ne yapayım?"
dedi. Resûlullah (s.a.)'de:
"Hacda ne yaptıysan onu
yap" buyurdu. Adam: "Bundan sakınıyor, kokuyu da yıkıyordum."
dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.);
"Hacda ne yaptıysan,
umrede de onu yap" buyurdu.[579]
Bu hadisle ilgili açıklama
1819 numaralı hadis-i şerifte geçmiştir.[580]
[1] el-Bakara
(2), 128.
[2] el-Bakara
(2), 97.
[3] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/387-388.
[4] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/388.
[5] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/388-389.
[6] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/389.
[7] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/389.
[8] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/389-391.
[9] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/391.
[10] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/391-392.
[11] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/392-393.
[12] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/393.
[13] Yusuf el-Kardâvî,
İbadet, (Çev. Husameddin Cemal) s. 410-412.
[14] Buhârî hacc 50,
Müslim, hacc 248, 251; Nesâî, menasik 147; lbn Mâce, menâsık 27; Ahmed
b Hanbel, I, 17, 26, 34, 35, 46, 53, 54.
[15] el-Mâide (5), 97.
[16] el-Bakara (2), 200.
[17] el-Hacc (22), 37.
[18] Buhâri, hacc 6.
[19] el-Bakara
(2), 197.
[20] Buharı, hacc 91.
[21] el-A'râf (7), 30.
[22] Buhârî, hac 67.
[23] el-Bakara
(2), 199.
[24] Buhârî, hacc 91.
[25] el-Bakara (2), 197.
[26] el-Bakara (2), 202.
[27] Buhârî, Umre 18.
[28] el-Bakara
(2), 188.
[29] Felhu’I-bârî III,
386.
[30] el-Bakara
(2), 197.
[31] el-Bakara
(2), 158.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/393-399.
[32] Müslim, hac 412;
Tirmizî, hac 5, tefsir-i sûre (5), 15; Nesâî, Menâsik 1; îbn Mâce; menâsik 2;
Dârimî, menâsik 4; Ahmed b. Hanbel, I, 255, 292, 301, 321, 325; II- 508.
[33] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/399-400.
[34] Müslim, hac 412.
[35] es-Sa'âti,
el-Fethu'r-Rabbânî, XI, 15.
[36] Buhârî, İ'tisâm 3.
[37] Âl-i tmrân (3), 97.
[38] es-Sa'âti,
el-Fethu'r-Rabbânî X, 14-15.
[39] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/400-402.
[40] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/403.
[41] Ahmed b.
Hanbel, II, 446; X, 218-219; VI, s. 324.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/403.
[42] el-Mâide (5), 3.
[43] Aynî:
Umdetu'l-karî, IX, 134-135.
[44] Buhârî, hac, 4.
[45] Buhârî, hac, 4.
[46] Nesâî, menâsik 5.
[47] Nesâî, menâsik 5.
[48] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/403-405.
[49] el-Ahzâb (33), 33.
[50] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/405.
[51] Buhârî, taksir 4,
mescıd-i Mekke 6, Sayd-26, Savm 67; Müslim, hac 412-424;Tirmızî, rıdâ 15; Ibn
Mâce, menâsik 7; Muvatta, tsti'zan 37; Ahmed b. Hanbel, I, 222, 346; II, 13,
19, 182, 236, 251, 304, 347, 423, 437, 445, 493, 506; III, 7, 34, 45, 52, 53,
54, 62, 64, 66, 71, 77.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/406.
[52] bk. Şerhü Meâni'1-âsâr,
II, 113.
[53] bk. Müslim, hac
415-4ı6; Buhârî, Savm 67.
[54] Buhârî, cihâd 140;
Müslim, hac 424.
[55] bk. Tahâvi,
Şerlı-ıTMeâni'l-asâr, II, 115.
[56] Müslim, eyman 41;
Muvatta, istizan 40.
[57] Bk. Buharı, cihad
140.
[58] Buhârî, sayd 26.
[59] Âl-i İmrân (3), 97.
[60] Zürkâni,
Şeru'l-Muvatta, V, 453.
[61] Kurtubî, el-Câmi'
li ahkâmi-1-Kur'ân, II, 78.
[62] Sabık Seyyid,
Fıkhu's-Sünne, I, 534, 536.
[63] Aynî Um
detu'1-kârî, VII, 126.
[64] Aynî
Umdetü’l-Kârı,VII, 264.
[65] Miras Kâmil,
Tecrîd-i Sarih Tercemesi.III, 511.
[66] îbn Kudâme,
Mugnî.IH, 236.
[67] Mansûr b. Yunus:
er-Ravdu'1-mürbi', I, 462.
[68] İbn Kudâme,
el-Muğnî, III, 240.
[69] Mevsilî,
el-İhtiyar, I, 141.
[70] el-Menhel, X, 261.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/406-416.
[71] Müslim, hac 421;
İbn Mâce, menâsik 7.
[72] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/417.
[73] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/417-418.
[74] Müslim, hac 421;
İbn Mâce, Menâsik 7.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/418.
[75] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/418.
[76] Müslim, hac 423;
Tirmizî, ndâ 15; İbn Mâce, Menâsik 7.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/419.
[77] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/419-420.
[78] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/420-421.
[79] Buhâri,
taksîru's-salâ 4; Müslim, hac 413.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/421.
[80] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/421.
[81] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/422.
[82] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/422.
[83] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/422.
[84] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/423.
[85] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/423.
[86] Concordance'da bu
baba numara verilmemiştir.
[87] el-Bakara (2),
1971.
[88] Buhârî, hac 6;
Beyhakî, es-Sunenü'l-kubrâ, IV, 332.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/424.
[89] et-Talâk (65) 3.
[90] İbrahim (14),
11.
[91] el-Mâide (5), 23.
[92] Sad (38), 10.
[93] Tirmizî,
kıyâme 60.
[94] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/424-426.
[95] es-Sa'âti,
el-Fethu'r-Rabbânî, XI, 42.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/426.
[96] el-Bakara (2) 198.
[97] Buhârî, hac 150.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/427.
[98] Buhârî, hac 150.
[99] el-Bakara
(2), 198.
[100] el-Cuma (62) 10.
[101] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/427-428.
[102] Îbn Mâce, menâsik
1; Ahmed b. Hanbel, I, 214, 225, 323, 355.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/428.
[103] el-Fethu'r-Rabbfinî
XI, 16.
[104] el-Bakara (2), 196.
[105] bk. Gazâlî, İhyâu
ulûmiddîn, I, 239; el-Mubârek fûrî Tuhfetu'1-ahvezî, III, 540.
[106] Müslim, hac 81;
Buhârî, Muhsar 6.
[107] el-Bakara
(2), 196.
[108] Buhârî, ilim 6;
Müslim, İmân 10; Tîrmizi, zekât 2; Nesâî, sıyâm 1; Dârimî, vudu' 1.
[109] es-Sa'âtî,
el-Fethu'r-Rabbânî, X, 21.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/429-433.
[110] el-Bakara (2), 198.
[111] Kütüb-İ Sitte
arasında sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/433-434.
[112] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/435.
[113] el-Bakara (2), 198.
[114] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/435.
[115] el-Mâide (5) 89.
[116] EI-Bakara (2), 185.
[117] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/435-437.
[118] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/437.
[119] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/437.
[120] Müslim, hac 409,
Ahmed b Hanbel 1-219
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/438.
[121] Buhârî,
Cezâu's-sayd 25.
[122] İbn Mâce, Menâsik
68.
[123] Bk. es-Sa'âti,
el-Fethu'r-Rabbânî XI, 30.
[124] A. Davudoğlu,
Sahlh-i Müslim Tercüme şerhi, VII, 77.
[125] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/438-441.
[126] Buharı, hac 7,9,11;
Cezâu's-Sayd, 18; Müslim, hac 11, 12 Nesaî, menâsik 19, 20, 23, Dârimî, menâsik
5; Ahmed b. Hanbel, I, 238, 249, 252, 339; II, 46, 50, 78, 81,
107, 140, 181.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/442.
[127] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/442-444.
[128] Buhârî, hac 7;
Müslim, hac 11, 12; Nesâî, menâsîk 20.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/444.
[129] Hadisler için bk.
Zeylâî, Nasbu'r-Râye III, 15.
[130] Müslim, hac 451,
452; Nesâî, menâsik 108, zîne, 109.
[131] Buhârî,
cezâu's-sayd 9, 10.
[132] el-Hac (22), 78.
[133] Umdetu'1-Kârî, IX,
141.
[134] Aynî, Umdetul-Kârî
IX, 141. Ayrıca bu meselede Ibn Kudâme'nin sözlerinin tamamını görmek için bk.
el-Mıığnî, 111, 268, 269.
[135] Fethu'l-Kadîr,
II, 132 (Hamişinde)
[136] el-Mevsilî,
el-İhtiyar, I, 142.
[137] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/445-449.
[138] Buhârî, hac. 3.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/449.
[139] Müslim, hac 18;
Nesâî, menâsık 22.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/450.
[140] Müslim, hac 18.
[141] Bk. Tahâvî, Şerhu
Me'âni'l-Âsar, II, 117
[142] Tahâvî, Şerhû
Me'âni'1-âsâr II, 119.
[143] Buhârî, hac 13.
[144] Şafiî, el-Ümm
II, 118.
[145] Buhârî, hac
13.
[146] Şafiî, el-Ümm,
II, 118.
[147] bk. Müslim, hac 18.
[148] bk. İbn Mâce,
menâsık 13.
[149] bk. es-Sa'âtî,
el-Fethü'r-Rabbânî, XI. 110.
[150] bk. Tahâvî, Şerh-u
Me'ânil-Asâr, II, 119.
[151] bk. es-Sa’âtî,
el-Fehu'r-Rabbâtı , XI, 110.
[152] Ahmed b.
Hanbel, II, 11.
[153] Şevkânî, NeylıTI-evtar,
IV, 332.
[154] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/450-452.
[155] Tırmizî, hac 17.
Ahmed b. Hanbel, I- 343.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/453.
[156] Tercümatu'l-Kâmus
III, 24.
[157] bk. et-Tahâvî,
Şerhu Me'âni'I-asâr II, 119.
[158] es-Sa'âtî,,
el-Fethur'r-Rabbânî, XI, 111.
[159] el-Mubârekfûrî,
Tuhfetu'l-ahve/î, III, 571; es-Subkî, el-Menhel, XI, 275.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/453-454.
[160] Ibn Mâce menâsık
49.
[161] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/455.
[162] A. Davudoğlu,
Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, VI, 292.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/455-456.
[163] Beyhakî,
es-Sunenu'l-kubrâ, V, 173.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/456-457.
[164] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/457.
[165] Müslim, hac
109-110; İbn Mâce, menasîk 12, 26; Nesâî, tahare 136; hayz 24 menasİk 57;
Dârimî, menasik 11; Muvatta, hac 1, 2; Ahmed b. Hanbel IV, 169.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/457-458.
[166] A. Davudoğlu,
Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, VI, 384.
[167] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/458.
[168] Buhârî, hayz 7;
îdeyn 20; hac 81, 98; Tirmizî, hac 98; İbn Mâce, menâsik 12, 36; Ahmed b.
Hanbel, VI, 138.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/458-459.
[169] Tirmızî, hac 112.
[170] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/459-461.
[171] Buhârî, hac
18, 143, libâs 73, 74, 79, 81; Müslim, hac 31, 32, 33, 34, 35, 36, 37,
38, 46, 49; Tırmizî, hac 77; Nesâî, menâsîk 41, 42, 97; Ibn Mâce, menâsik 18,
80; Dârimî, menâsik 10; Muvaltâ', hac 19; Ahmed b. Hanbel, VI, 39, 98,
108, 130, 162, 175, 181, 186, 192, 200, 207, 209, 214,
237, 238, 244, 245, 254, 257.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/461-462.
[172] Nesâî, menasîk 41.
[173] Müslim, hac 37.
[174] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/462-463.
[175] Bezlu'l-mechud,
VIII, 334.
[176] A. Davudoğlu
Sabih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, VI, 318.
[177] Sünen-i Ebu Davud Terceme
ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/463-464.
[178] Müslim, hac 45;
Nesâî, Menâsik 41, Ahmed b. Hanbel, VI, 38, 245.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/464.
[179] Buharı, hac 17;
Müslim, hac 9, 10 Nesâî, menâsik 44; Ahmed b. Hanbel, IV, 224.
[180] Buhârî, gusl
14.
[181] Buharî, gusl 12.
[182] Nesâî, menâsik 43.
[183] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/464-467.
[184] Buhârî, hac 19;
Müslim, hac 21; Nesâî, menâsik 40; İbn Mâce, Menâsik 72; Ahmed b. Hanbel,
II, 121, 131.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/467.
[185] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/468.
[186] Beyhaki,
es-Sünenü'I-kübrâ, V, 36.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/468-469.
[187] Tirmizî, tefsir 3.
[188] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/469.
[189] ibn Mâce, menâsik
98.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/469-470.
[190] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/470-471.
[191] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/471.
[192] Ibn Mâce edâhî 5.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/471.
[193] et -Talâk (65), 2.
[194] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/471-472.
[195] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/472.
[196] Ibn Mâce, edâhî 5.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/473.
[197] Müslim, hac 356.
[198] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/473-474.
[199] el-Bakara (2), 196.
[200] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/474.
[201] Buhârî, hac 106,
108; megâzî 35; Müslim, hac 205, 362; Tirmizî, hac 65; Nesâî, hac 63, 68; İbn
Mâce, menâsik 96; Dârimî, menâsik 68; Ahmed b. Hanbel, I, 216, 254, 280, 339,
344, 347, 376; IV-345, 346.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/474-475.
[202] Nesâî, menâsîk 56.
[203] Şevkânî,
Neylu'l-evtâr, V, 112.
[204] Şevkânî,
Neylu'l-evtâr, V, 113.
[205] el-Mâ'ide (5) 97.
[206] Şevkânî,
Neylü'l-evtâr, V, 112.
[207] el-Mubârekfûrî,
Tuhfetü'l-ahvezî, III, 649, 650.
[208] Fethu'l-kadir II,
326.
[209] Müslim, hac 214.
[210] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/475-477.
[211] Bedâiu'l-minen II,
79.
[212] Zeylaî,
Nasbu'r-râye, 111, 116.
[213] Zurkanî,
Şerh-ül-Muvatta', 111, 158; Muvatta', hac 145.
[214] Bedâi-ul-minen, II,
80.
[215] Ibnu'l-Humâm,
Felhu'l-Kadîr, II, 213.
[216] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/477-478.
[217] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/478.
[218] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/478-479.
[219] Buhârî, hac 110;
Müslim, hac 1321; Nesâî, menâsik 62.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/479.
[220] et-Takrîb, s.9.
[221] bk. Müslim,
mukaddime 6. bab.
[222] Muslini,
fedâilu's-sahâbe 210.
[223] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/479-480.
[224] Buhârî, hac 110;
Müslim, hac 367; Nesâî, menâsik 69; İbn Mâce, menâsik 95.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/480.
[225] bk. Aynî,
Umdet-u'1-Karî, IX, 42.
[226] Tirmizî, hacc 69.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/480-482.
[227] Ahmed b. Hanbel,
II, 145; Beyhakî, es-Sünenu'1-kûbrâ, V, 241.
[228] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/483.
[229] İbn Kudâme,
el-muğnî, III, 534.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/484-485.
[230] Buhârî, hac 106,
111; vekâle 14; Müslim, hac 362, 364, 366, 369; Nesâî menasik 66, 68; Ahmed b.
Hanbel, VI, 78, 224, 238.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/485.
[231] Buhârî, hac 109.
[232] es-Sâ'âti,
el-Fethü'r-Rabbânî, XIII, 331; Mecmeü'z-zevâid, III, 227.
[233] Mecmeü'z-aevâid,
III, 227.
[234] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/485-487.
[235] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/487.
[236] Buhârî, hac 106,
111, vekâle, 114; Müslim, hac 362, 364, 366, 369; Nesâî, menâsik 66, 68, Ahmed
b. Hanbel, VI, 78, 324, 238.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/487-488.
[237] Buhârî, hac 66, 68,
vekâle 114; Müslim, hac 362, 364, 366, 369, Neasâî, menâsik 66, 68, Ahmed b.
Hanbel, VI, 78, 324, 238.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/488.
[238] Me'âlimu's-Sunen,
II, 366.
[239] Bezlu'l-mechûd,
351.
[240] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/488-489.
[241] Buhârî, hac 103,
1)2; edeb 95; Müslim, hac 371, 372, Tirifircî, hac 72; Nesâî, hac 73, 74;
Muvatta', hac 144; Ahmed b. Hanbel, III, 99.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/490.
[242] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/490-491.
[243] A. Davudoğlu,
Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VII, 33, 36.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/491-492.
[244] Müslim, hac 375;
Nesâî, menâsîk 76.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/492-493.
[245] es-Sa'âtî,
el-Fethu'r-rabbânî, XIII, 42.
[246] Beyhakî,
es-Sünenü't-kübrâ, V, 236.
[247] İbn Kudâme,
el-Muğnî, III, 540.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/493-495.
[248] Tirmizî, hac 71;
İbn Mâce, menâsik 101; Müslim, hac 377, 378; Dârimî, menâsik 66; Muvatta', hac
148; Ahmed b. Hanbel, IV, 64, 187, 225, 334; V, 377.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/495.
[249] Aliyyu'l-Kârî,
Mirkâtü'l-Mefâtih, III, 234.
[250] el-Mubârekfûrî,
Tuhfetu'l-ahvezî, III, 606.
[251] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/495-496.
[252] Müslim, hac 374,
378; İbn Mâce, menâsik 101; Ahmed b. Hanbel, I, 217, 279; IV, 64, 225, 238; V,
377.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/497-498.
[253] bk. Müslim, hac
377.
[254] Müslim, hac 378.
Aynı cümlenin diğer rivayetleri için bk. İbn Mâce, menâsîk 101; es-Sâ'âtî,
el-Fethu'r-rabbânî, XIII, 49.
[255] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/498.
[256] Zürkânî, Şerh
u'l-Mu vatta', II, 229.
[257] Aynı yer.
[258] el-Hacc (22), 36.
[259] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/499-501.
[260] Beyhâki,
es-Sünenü'1-Kübrâ, V, 238.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/501.
[261] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/502.
[262] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/502.
[263] Beyhâkî
es-Sünenu'l-kübrâ, V, 237.
Sünen-i
Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/502-503.
[264] Şevkânî
Neylu'l-evtâr, V, 222.
[265] Müslim, cum'a 17.
[266] Avnü'l-Ma'bûd, V,
186.
[267] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/503-504.
[268] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/504.
[269] Beyhakî,
es-Sünenü'l-kübrâ, V, 238.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/505.
[270] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/505.
[271] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/506.
[272] Beyhâkî,
es-Sünenü'1-kübrâ, V, 237.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/7.
[273] el-Hac, (22), 36.
[274] Buhârî, hac 118.
[275] el-Hac (22), 36.
[276] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/7-8.
[277] Nevevî,
Şerhu'l-Miislim, IX, 69.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/9.
[278] Buhârî, hac 106;
Müslim, hac 358; Ahmed b. Hanbel, VI, 3.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/9.
[279] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/9.
[280] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/9-10.
[281] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/10.
[282] bk. 1766 no'lu
hadis.
[283] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/10-11.
[284] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/11.
[285] Ahmed b. Hanbel, I,
260; Beyhakî, es-Sünenu'1-kübrâ, V, 37.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/12-13.
[286] Nesâî, menâsik 55.
[287] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/13-14.
[288] Nesâî, menâsik 56,
el-Mübârekfûrî, Tuhfetu'l-ahvezî, II, 81.
[289] Buhârî, hac 28;
Müslim, hac 28.
[290] Müslim, hac 27.
[291] Buhârî, hac 24.
[292] Nevevî, Şerhu
Müslim, VIII, 94.
[293] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/14-15.
[294] Müslim, hac 23, 24;
Tirmizî, hac 8; Nesâî, menâsik 56; Muvatta', hac 30. Ahmed b. Hanbel, II, 66,
154; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, V, 38.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/15.
[295] bk. Tahâvî, Şerhu
Meâni'1-Âsâr, II, 123.
[296] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/15-16.
[297] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/16.
[298] Müslim, hac 25, 27;
Beyhakî, es-Sünnenuıl- kübrâ, V, 37.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/16-17.
[299] Tİrmizî, hac 35;
ayrıca bk. Buharî hac 59; Müslim, hac 247.
[300] el-Ahzâb (33) 33.
[301] el-Fethu'r-Rabbânî,
XII, 41.
[302] Muvatta', 3ıac 114;
Zürkânî, Şerhu'1-Mu vatta III, 128.
[303] bk. K. Miras,
Tecrid Tercemesİ, VI, 48, 56 (1. baskı).
[304] Ka'be ve Mekke
Tarihi, s. 194.
[305] bk. Tecrid
Tereemesi, VI, 56, 61.
[306] Tirmizî, hac 35.
[307] İtbn Hacer, Fethu'1-Bârî,
IV, 219.
[308] Buhârî, hac 42.
[309] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/17-20.
[310] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/20-21.
[311] Buhâri, hac 24;
Nesâî, menâsik 56.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/21.
[312] Nesaî, menâsîk 56.
[313] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/21-22.
[314] Nesâî, menasik 54;
Ahmed b. Hanbel, I, 260. II, 18, 36, III, 320, 378.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/22.
[315] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/22.
[316] Beyhakî,
es-Sünenü'1-kübrâ, V, 38.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/22-23.
[317] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/23.
[318] Müslim, hac 104,
108; Tirmizî, hac 95; Nesâî, menâsik 60; İbn Mâce, menâsîk 24; Dârimi, menâsik
15; Ahmed b. Hanbel, I, 337, 356; VI, 164, 202.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/24.
[319] Buhârî, nikâh 15;
Müslim, hac 104.
[320] bk. Müslim, hac
104.
[321] Beyhakî,
es-Sünenu'l-kübrâ, V, 221.
[322] Tirmizî, hac 97.
[323] Buhârî, muhsar 2;
Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, V, 223.
[324] el-Bakara (2) 196.
[325] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/24-26.
[326] Müslim, hac 122;
Tirmizî, hac 10; tbn Mâce, menâsik 37; Nesâî, menâsik 48.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/26-27.
[327] Ayrıntılı bilgi
için bk. Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 366.
[328] Bu hadisler için
bk. Müslim, hac 122; es-Sa'âti, el-Fethu'r-rabbânî, XI, 146.
[329] Tahâvî, Şerhu
Me'ânî'1-Âsâr, II, 155.
[330] Sünen-ün Nesâî ve
Hâşiyetü'l-İmâmi's-Sindî, V, 146.
[331] Bk. Zafer Ahmedj'laü's-Sünen,
X, 244, 245.
[332] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/27-28.
[333] Buhârî, hayz 15,
16, hac 31, umre 5, 7, meğazi 77; Müslim, hac 111, 113, 115; Nesâî, tahâre 15,
menâsik 85; İbn Mâce, tahâre 124, menâsik 48; Muvatta hac 222; Ahmed b. Hanbel,
VI, 164, 177, 191, 246.
[334] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/28-30.
[335] Aynî,
Umdetu'l-kârî, IX, 184.
[336] Aynî,
Umdetu'1-Kârî, IX, 196.
[337] Buharî, hac 34.
[338] Aynî,
Umdetu'1-Kârî, IX, 196.
[339] Müslim, hac 117.
[340] Müslim, hac 117.
[341] Müslim, hac 356,
357.
[342] bk. 2013 numaralı
hadis.
[343] Müslim, hac 120.
[344] Müslim, hac 133.
[345] Davudoğlu, Sahilı-i
Müslim Tercüme ve Şerhi, VI, 390; Tahâvî, Şerhu Meâni'1-Âsâr,II, 155.
[346] Müslim, hac 136;
Ebû Dâvûd 1785 no'lu hadis.
[347] Müslim, hac 132.
[348] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/30-35.
[349] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/35.
[350] Buhârî, hac 31;
MüsJim, hac 118; Nesâî, menâsik 53.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/35-36.
[351] Müslim, hac 125.
[352] 1782-1783 no'lu
hadisler.
[353] Buhârî, umre 5.
[354] Buhârî, hac 34; İbn
Hacer, fethu'1-Bârî, IV, 165, 166; Ebû Dâvûd, 1781 no'lu hadis.
[355] bk. Tahâvî, Şerhu
Meâni'l-Âsar, II, 154, 155.
[356] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/36-38.
[357] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/38.
[358] Buhârî, hac 31;
Müslim, hac 118; Nesâî, menâsik 53
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/38.
[359] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/38.
[360] Buharı, hac 31;
Müslim, hac 111, 118; Nesâî, menâsik 53.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/38-40.
[361] bk. 1779 No'Iu
hadisin açıklaması.
[362] Buhârî, hac 77.
[363] Emin Mahmud Hatlâb
Tekmiletu'l-Menhel, 1, 51.
[364] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/40-42.
[365] Müslim, hac 157.
[366] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/42-43.
[367] Buhârî, hac 31;
Müslim, hac İli, 144; Nesâî, menâsik 53, 77.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/43-44.
[368] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/44-45.
[369] Nesâî, menâsik 77.
[370] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/45.
[371] Buhârî, hac 34;
Müslim, hac 111, 134; Nesâî, menâsik 77.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/46.
[372] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/46.
[373] Buhârî, umre 6.
[374] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/47.
[375] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/47.
[376] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/47-48.
[377] Müslim, hac 136;
Nesâî, menâsik 58; Ahmed b. Hanbel, III 394; Beyhakî, es-Sünenü'l-kiibrâ, IV,
347.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/48-49.
[378] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/49.
[379] Zeylaî,
Nasbu'r-Raye, III, 110.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/49-50.
[380] Müslim, hac 137.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/50.
[381] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/50.
[382] Buhârî, umre 6;
Müslim, hac 141; Nesâî, menâsik 77.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/51.
[383] Buhârî, hac 34;
Müslim, hac 143.
[384] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/51-53.
[385] Buhârî, hac 35;
Müslim, hac 141.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/53.
[386] Bu te'villeri
görmek için bk. Bezlu'l-Mechüd, VIII, 399-400.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/53-54.
[387] Buhârî, hac 81;
umre 6; şirk 15; temennî 3; İ'tisâm 27; Müslim, hac 130, 141; Nesâî menâsik 46,
49, 77; İbn Mâce, cenaiz 9; menâsık 84; Dârimî, menâsik 34; Ahmed b. Hanbel, I,
253, 259; III, 148, 246, 305, 317, 320, 364, 366; VI, 175, 247, 267.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/54-55.
[388] Buhârî, hac 2;
Nesâî, menâsik 52.
[389] Şevkânî,
Neylu'l-Evtâr, IV, 358.
[390] Aynı yer.
[391] Aynî,
Umdetu'1-Kârî, IX, 185.
[392] Bezlu’l-mechûd,
VIII, 402; Kâsânı,Bedâi'us-Sanâi, II, 163.
[393] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/55-56.
[394] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/56-57.
[395] Müslim, hac 203;
Nesâî, menâsik 77; Dârimî, menâsik 38; Ahmed b. Hanbel, I, 236, 253, 259, 261,
290, 341.
[396] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/57.
[397] es-Sa'âtî,
el-Fethu’r-Rabbânî,XII, 60, 61, 96.
[398] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/57-58.
[399] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/58.
[400] es-Sa'âti,
el-Fethu'r-rabbânî, XII, 97.
[401] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/58-59.
[402] el-Hac (22), 33.
[403] Müslim, hac, 208.
[404] Nevevî, Şerhu
Müslim, VIII, 230.
[405] Davudoğlu, Sahîh-i
Müslim Tercüme ve Şerhi, VI, 499.
[406] es-Sâ'âti,
el-Fethü'r-Rabbânî, XII, 97.
[407] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/59-60.
[408] es-Sâ'âti,
el-Fethu'r-rabbânî, XI, 144.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/61.
[409] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/61.
[410] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/62.
[411] Beyhakî,
es-Sünenü'l-kübrâ, V, 19-20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/62.
[412] el-Bakara (2), 196.
[413] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/62-63.
[414] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/63.
[415] bk. 1789 numaralı
hadis.
[416] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/63-65.
[417] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/65.
[418] Buhârî, hac 34;
Müslim, hac 185, 214, 215; Tirmizî, hac 11; Nesâî, hac 49; İbn Mâce, menâsik
14, 38; Muvattâ, hac 40; Dârİmî, menâsik 78; Ahmed b. Hanbel, I, 136; II, 53;
III, 99, 485.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/65-66.
[419] Nesâî, menâsik 49;
Müslim, hac 185.
[420] Nesâî, menâsik
49;.Müslim, hac 186.
[421] Müslim, hac 167;
es-Sâ'âti, el-Fethu'r-Rabbânî, XI, 147.
[422] Aynî,
Umdetu’l-Kârî, IX, 175.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/66-68.
[423] Buhârî, hac 24;
Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 9.
[424] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/68.
[425] bk. 25. bâb.
[426] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/69-70.
[427] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/70.
[428] Nesâî, menâsik 46,
52; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, V, 15.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/70-71.
[429] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/71-72.
[430] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/72.
[431] Nesâî, menâsik 49;
İbn Mâce, menâsik 38; Ahmed b. Hanbel, I, 14, 25, 34, 37, 53.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/72-73.
[432] Nesâî, menâsik 49;
İbn Mâce, menâsik 38; Ahmed b. Hanbel, I, 14, 25, 34, 37, 53.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/73-74.
[433] el-Bakârâ (2), 196.
[434] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/74-75.
[435] el-Enbiyâ (21), 7.
[436] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/75.
[437] Buhârî, hac 16; İbn
Mâce, menâsik 40; Ahmed b. Hanbel, I, 24.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/75-76.
[438] Aynî,
Umdetu'1-kârî, IX, 148.
[439] Buhârî, i'tisâm 16.
[440] bk. el-Azimabâdî,
Avnu'l-ma'bûd, V, 233.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/76-77.
[441] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/77.
[442] Dârimî, menâsik 35.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/77-78.
[443] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/78-79.
[444] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/79.
[445] Buharı, hac 127;
Müslim,,hac209, 210; Ahmedb. Hanbel, IV, 96 98-Nesâî menâsik 183.
[446] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/79.
[447] Nevevî, Şerhu
Müslim, VIII, 231.
[448] Müslim, hac 164.
[449] Nesâî, menâsik 184.
[450] Nesâî, menâsik 184.
[451] İbn Hacer,
Feihu'I-Bârî, III, 368.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/79-80.
[452] Nevevî, Şerhu
Müslim, VIII, 231.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/80-81.
[453] Buhârî, hac, 127;
Müslim, hac 209, 210; Nesâî, menâsik 183; Ahmed b. Hanbel, IV, 96, 98.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/81.
[454] Müslim, hac
209.
[455] Nesâî, menâsik 50.
[456] es-Sa'âtî,
cl-Fethu'r-rabbanî, XI, 157, 158.
[457] İbn Hacer,
Feîhu'1-Bârî, III, 366.
[458] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/81-83.
[459] Müslim, hac 196;
Nesâî, menâsik 77.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/83.
[460] bk. Tahâvî, Şerhu
Meâni'1-Asâr, II, 155.
[461] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/83-84.
[462] Buhârî, hac 104;
Nesâî, menâsik 50; Müslim, hac 174.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/84-85.
[463] Nevevî, Şerhu
Müslim, VIII, 216, Nesâî, menâsik 49.
[464] Aynî,
Umdetu'I-kârî, X, 31.
[465] Bu durumda ona,
Hanefî ulemâsına göre yine kurban kesmek vâcib olur.
[466] el-Bakârâ (2), 196.
[467] Buhârî, savm 68.
[468] Darekûtnî, Sünen,
II, 186.
[469] Nimet-i İslâm, s.
651.
[470] Nevevî, Şerhu
Müslim, VIII, 211.
[471] el-Bakârâ (2), 125.
[472] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/85-92.
[473] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/92.
[474] Buhârî, hac 126,
libâs 69; Müslim, hac 176; Nesâî, menâsik 40; İbn Mâce, menâsik 72;Ahmed b.
Hanbel VI, 125.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/93.
[475] Nevevî, Şerhü
Müslim, VIII, 212.
[476] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/93-94.
[477] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/94.
[478] Concordance bu baba
numara vermemiştir.
[479] Müslim, hac 160;
Nesâî, menâsik 77; İbn Mâce, menâsik 42.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/94-95.
[480] Nevevî, Şerhti
Müslim, VIII, 203.
[481] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/95.
[482] Nesâî, menâsik 77;
İbn Mâce, menâsik 41, 42; Dârimî, menâsik 37, Ahmed b. Hanbel, III, 469.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/95-96.
[483] Nesâî, menâsik
77.
[484] Müslim, hac 147.
[485] Nevevî, Şerhu
Müslim, VIII, 230.
[486] el-Fethu'r-rabbânî,
XII, 105.
[487] Zâdü'1-meâd, 1,
208.
[488] bk. 1905 numaralı
hadis.
[489] Nevevî,
Şerhu'l-Mühezzeb, VII, 165.
[490] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/96-99.
[491] Buhârî, meğâzî77;
hac 1, sayd 24; Müslim, hac 408; Nesâî, menâsik 2, 10, 11, 174; İbn Mâce,
menâsik 10; Muvattâ', hac 97; Dârimî, menâsik 4; Ahmed b. Hanbel, I, 212, VI,
429.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/99.
[492] Buhârî, İsti'zân 2.
[493] Nesâî, menâsik 13.
[494] Nesâî, menasik 11.
[495] el-Mubarekfûrî,
Tuhfetü'l-ahvezi, II, 113.
[496] Beyhâkî,
es-Sünenu'1-Kübrâ, IV, 329.
[497] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/100-101.
[498] Âl-i îmrân (3), 96.
[499] İbn Hazm,
el-Muhallâ, VII, 59. (mesele 815).
[500] Buhârî,
Cezâu's-Sayd 22.
[501] İbn Hacer,
Ffethü'l-Bfirî, IV, 441.
[502] Hattâbî,
Meâlimii's-Sünen, II, 171.
[503] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/101-105.
[504] Tirmizî, hac 87;
Nesâî, menâsİk 2, 10; Ibn Mâce, menâsik 10; Ahmed b. Hanbel, IV,10, 11, 12.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/105-106.
[505] Beyhakî,
es-Sünenü'1-kübrâ, IV, 350.
[506] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/106.
[507] İbn Mâce, menâsik
9.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/106-107.
[508] Dârekutnî, Sünen,
II, 268.
[509] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/107.
[510] Aynî,
Umdetu'1-kârî, IX, 129.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/107-109.
[511] Buhârî, hac 26;
Müslim, hac 19, 22; Tirmizî, hac 13; Nesâî, menâsik 54; Muvatta', hac 28; Dârimî,
menâsik 13; Ahmed b. Hanbel, I, 302, 298, II, 3, 79. VI-243.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/109.
[512] İbn Hacer,
Fe!hü'l-Bâri, IV, 152.
[513] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/109-110.
[514] el-Fethu'r-Rabbânî,
XI, 178.
[515] İrşâdüs-Sârî, 70.
[516] Mubârekfûrî,
Tuhfetu'l-ahvezî, II, 74.
[517] Tahâvî, Serhu
Meâni'1-âsâr, II, 125; el-Felhu'r-rabbânî, XI, 177; Mecmeu'z-zevâid, III,
223;'Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 45.
[518] Beyhakî,
es-Sünenü'I-kübrâ, V, 45; Hâkim, Müstedrek, I, 465.
[519] Mecmeü'z-zevâ'id,
III, 223.
[520] Dârekutnî, Sünen,
II, 225. İbn Mâce, menâsik 15; Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ V, 45.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/110-112.
[521] İbn Mâce, menâsik
5; Ahmed b. Hanbel, III, 320.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/113.
[522] İbn-Mâce, menâsik
16.
[523] Aynî, Umdetü'l-Kârî
IX, 171.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/113-114.
[524] Tirmizî, hac 15;
îbn Mâce, menâsik 16; Dârimî, menâsik 14; Muvalta', hac 34; Nesâî, menâsik 35;
Ahmed b. Hanbel, IV, 55, 56.
[525] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/114.
[526] el-Fetha'r-Rabbânî,
XI, 180; Hakim Müstedrek, I, 450.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/115.
[527] Âl-i İmrân (3), 97.
[528] Müslim, hac 310;
Nevevî, Şerhıı Müslim, IX, 44.
[529] Mecmeu’z-zevâid,
III, 224.
[530] bk. Zürkânî,
Şerhu'l-muvatta, III, 46.
[531] Aynî,
Umdetü'1-Kârî, IX, 171.
[532] Beyhâkî,
es-Sünenü'1-kübrâ, V, 46.
[533] Aynî,
Umdetu'1-Kârî, IX, 171.
[534] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/115-117.
[535] Buhârî, hac 101;
Müslim, Hac 267; Nesâî, menâsik 229; İbn Mâce, menâsik 69; Tirmizî, hac 78.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/117-118.
[536] M. Zihnî Efendi,
Nimet-i İslâm, s. 623.
[537] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/118.
[538] Mübârekfûrî,
Tuhfetu'l-ahvezî, II, 110.
[539] bk. Beyhâkî,
es-Sünenü'1-Kübrâ, V, 137.
[540] bk. İbn Hacer,
Fethu'1-Bâri, III, 338.
[541] Zürkânî,
Şerhül-Muvatta', III, 56.
[542] bk. Aynı yer.
[543] bk. Beyhâki,
es-Sünenü'l-Kübrâ, V, 137.
[544] bk. İbn Hacer,
Telhîsü'l-Hâbîr, s. 218.
[545] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/118-120.
[546] Müslim, hac 272,
275.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/120.
[547] bk. M. Zihni
Efendi, Nimet-i İslâm, s. 637.
[548] bk. Muvatta', hac
43; Buhârî, hac 86; Müslim, hac;274.
[549] el-Fethu'r-rabbânî,
XI, 182.
[550] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/120-121.
[551] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/121.
[552] Tirmizî, hac 79.
[553] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/121-122.
[554] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/122.
[555] Mubârekfûrî,
Tuhfetü'l-ahvezî, III, 665.
[556] bk. Zürkânî,
Şerhü'l-Muvatta', III, 57.
[557] Beyhâkî,
es-Sünenü'l-kiibrâ, V, 104.
[558] bk. Aynı yer. ,
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/122-123.
[559] İbn Mâce, menâsik
21; Ahmed b. Hanbel, VI, 344; Beyhakî, es-Sünnenu'1-kübrâ, V,68.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/123-124.
[560] el-Bakârâ (2), 197.
[561] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/124-125.
[562] Buhârî, Umre 10;
Cezâu's-Sayd 19, nikâh 54, 56, menâkıbu'l-ensâr 3; Müslim, hac 6, 7, 10; Nesâî,
menâsik 50, ziynet 34; Ahmed b. Hanbel, III, 165; IV, 224, VI, 339.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/125-126.
[563] bk. Tahâvî, Şerhu
Meâni'1-Âsâr, II, 126.
[564] Müslim, hac 10.
[565] bk. İbn Hacer,
Fethu'1-Bârî, IV, 137, 138.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/126-127.
[566] Hattâbî,
Meâlimu's-Sünen, II, 175.
[567] Beyhâkî,
es-Sünenu'1-kübrâ, V, 57.
[568] Tahâvî, Şerhu
Meâm'1-Âsâr, II, 133.
[569] Müslim, hac 31.
[570] Müslim, hac 45;
Nesâî, menâsik 41; Ahmed b. Hanbel, VI, 38, 245.
[571] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/127-129.
[572] Beyhakî,
es-Sünenü'l-kübrâ, V, 57.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/129.
[573] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/129.
[574] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/129.
[575] Beyhaki,
es-Sünenül-kübrâ, V, 57.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/130.
[576] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/130.
[577] Buhârî, hac 17;
Müslim hac 16, 10; Tirmizî hac 20; Nesâî, menâsik 44.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/130.
[578] bk. Müslim, hac 9:
Şerhti Meâni'1-Âsâr, II, 126.
[579] Nesâî, menâsik 44.
[580] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/131.