31. İhramlının Giyebileceği Şeyler. 7

32. İhramlı Bir Kimsenin Silah Taşıması Caiz Midir?. 20

33. İhramlı Kadının Yüzünü Örtmesi 21

34. İhramlı Bir Kimsenin Gölgelenmesi 22

35. İhramlı'nın Kan Aldırması 24

36. İhramlı Kimsenin Sürme Çekmesi 26

37. İhramlı Kimse Yıkanabilir. 27

38. İhramlının Evlenmesi 29

39. İhramlının Öldürmesi Caiz Olan Kara Hayvanları 35

40. İhramlı Av Eti Yiyebilir Mi?. 44

41. İhramlının Çekirge Avlaması 51

42. Fidye. 54

43. Hac Veya Umre Yolcusunun Engelle Karşılaşması (İhsâr) 64

44. Mekke'ye Girmek. 73

45. Beyti Şerifi Görünce El Kaldırmak Caiz Midir?. 77

46. Hacer-i Esvedi Öpmek. 80

47. Ka'be'nin Rükünlerini Selamlamak. 83

48. Vacib Olan Tavaf 85

49. Tavafta Iztıbâ' Yapmak. 90

50. Remel Caiz Midir?. 92

51. Tavafta Dua. 100

52. İkindiden Sonra Tavaf 101

53. Hacc-ı Kıran Yapanın Tavafı 103

54. Mültezem.. 109

55. Safa İle Merve Arasında Yapılan Say. 112

56. Peygamber’in (s.a.)’in Haccı 119

57. Arafat'ta Vakfe. 136

58. Minâ'ya  Hareket 139

59. (Minâ'dan) Arafat'a Hareket 142

60. Zevalden Sonra Nemire Mescidinden Vakfe İçin Arafat'a Gidiş. 145

61. Arafat'ta Hutbe Okumak. 146

62. Arafat'ta Vakfe Yapılacak Yer. 150

63. Arafat'tan (Müzdelîfe'ye) Hareket 151

64. Müzdelife'de Namaz. 158

65. Müzdilefe'den Dağılmakta Acele Etmek. 171

66. Hacc-ı Ekber Günü. 176

67. Haram Ayları 179

68. Arafat'ta Vakfeye Yetişemeyen Kimse. 184

69. Mina’da Konaklama (Yerleri) 186

70. Mina'da Ne Zaman Hutbe Okunur?. 187

71. (Resûlullah'ın Mina'da) Bayramın Birinci Günü Hutbe Okuduğunu Söyleyenlerin Delilleri) 189

72. (Kurban Bayramının Birinci Günü Minâ'da) Hutbe Ne Zaman Okunur?. 190

73. İmamın Minâ Hutbesinde Bahsedeceği Konular. 191


 

31. İhramlının Giyebileceği Şeyler

 

1823. ...İbn Ömer'den; demiştir ki: Bir adam Resûlullah (s.a.)'e; -İhramlı (bir kimse) elbiselerden hangilerini (giymeyi) terkeder? diye sordu. (Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemde);

"Gömlek, bornoz, don, sarık, alaçehre veya safran çiçeğiyle boyanmış elbise ve mest giyemez. Ancak (dikişsiz) ayakkabı bula­mayan kimse müstesnadır. Kim (dikişsiz) ayakkabı bulamazsa mest giysin(Ama)  onları topuklardan aşağı olacak şekilde kessin,"[1] buyurdu.[2]

 

Açıklama

 

Resûl-i Ekrem'e bu soruyu soran zatın kim olduğu hak-kında kaynaklar bir bilgi vermiyor. Hadisin zahirinden sözü geçen zatın bu soruyu daha ihrama girmeden önce sorduğu anlaşılı­yor. Nitekim İbn Ömer'in rivayet ettiği şu hadis-i şerif de bu ihtimali te'yid etmektedir: Adamın biri Resûhıllah (s.a.)'e. yüksek sesle:

"İhrama girdiğimiz zaman ne giyelim? diye sordu...[3] Beyhâkî'nin rivayet ettiği şu hadisten de bu sorunun Peygamber (s.a.)'in mescidinde sorulduğu anlaşılıyor: Adamın biri.şu yüksek makamda -yani mescidin giriş yerinde- Resûlullah (s.a.)'e hitaben;

"Ya Resûlullah, ihramlı kimse hangi elbiseleri giyebilir? dedi. (Resû­lullah sallallahu aleyhi ve selem);

"Don giyemez" diye cevap,verdi.[4] Bu hadis-i şerifle İbn Abbâs'ın rivayet etmiş olduğu: Peygamber (s.a.) bize Arafat'ta bir hutbe irâd etti de: "Kim eteklik bulamazsa, don giyinsin" buyurdu.[5] anlamındaki ha­dis-i şerif arasında bir çelişki yoktur. Çünkü bu hâdisenin iki kere teker­rür etmiş olması mümkündür. İbn Hacer'in beyânına göre, İbn Ömer ha­disinin soru soran bir zata cevap mâhiyetinde oluşu, İbn Abbâs hadisinin ise, herhangi bir soruya cevap vermek maksadı taşımaksızın bu mevzuyu açarak söze başlamış olması da bu ihtimali kuvvetlendirmektedir.[6]

Metinde geçen, "İhramlı bir kimse elbiselerden hangilerini (giymeyi) terkeder?" cümlesi, değişik şekillerde rivayet edilmiştir. Ebû Davud'un bu rivayeti şâz bir rivayettir. Bu rivayetler içerisinde tercih edilen (mahfuz olan) rivayet Buhârî ile Beyhâkî'nin Mâlik vasıtasıyla Nâfi'den naklettik­leri, "ihramlı bir kimse elbiselerden (hangisini) giyebilir?" diye başlayan rivayettir. Çünkü bu rivayette ihtilâf yoktur.[7] Ulemânın beyanına göre, hadis-i.şerif Peygamber (s.a.)'in bedi ve veciz sözlerinden biridir. Çünkü kendisine hacca niyet eden bir kimsenin neler giyebileceği sorulmuş, ceva­ben "filân ve filân şeyleri giymeyiniz" buyurmuştur. Bu suretle cevaptan, hadisde zikri geçen şeylerin giyilemeyeceği, onlardan maada her şeyin giyilebileceği anlaşılmıştır.

Giyilmeyecek şeylerin tasrîh buyurulması evlâdır. Çünkü bunlar mah­duttur. Giyilecek şeyler ise, çok olup teker teker sayılması zordur. Nevevî diyor ki: "Ulemâ bu hadiste geçen şeylerin ihram halinde giyilemeyece­ğinde ittifak etmişlerdir. Resûlullah (s.a.) gömlek ve don ile onlara benzer dikişli ve bedeni sımsıkı saran herşeyin giyilemeyeceğine işaret buyurduğu gibi, kavuk ve bornoz ile dikişli veya dikişsiz başı örten her şeye hatta sargıya dahi dikkat çekmiştir. Sargıya ihtiyacı olan hacı, onu sarar, fakat fidye vermesi icab eder.

Mestlerle ayakları örten her şeyin ihram halinde giyilmesinin yasak olduğunu ifade buyurmuştur. Bütün bunlar erkeklere mahsustur. Kadına gelince: Dikişli veya dikişsiz her şeyle, -yüzünden maada- bütün bedenini örtmesi mubahtır. Fakat ne ile olursa olsun, yüzünü örtmesi haramdır. Ellerini eldivenle örtmesi ulemâ arasında ihtilaflıdır. Şafiî'nin bu hususta iki kavli vardır. Esah olan kavline göre ihramlı bir kadının eldiven giymesi haramdır.

Resûlullah (s.a.) alaçehre ve safranı zikretmekle bu türden şeylere, yani güzel koku sürünmeye işaret buyurmuştur. İhram halinde erkek ve kadın bütün hacılara her nevi koku sürünmek haramdır. Lâkin meyve ve çiçek gibi şeyleri koklamak haram değildir. Zira bu gibi şeyler kokulan­mak maksadıyla kullanılmazlar. Ulemânın beyânına göre hacca niyet eden kimseye zikri geçen şeylerin haram kılınması onu refah halinden uzaklaş­tırmak, huşu ve mezellet sıfatıyla vasıflandırmak içindir.

Hacı bütün hacc müddetince ihramlı olduğunu hatırlayacak bu suret­le daha ziyâde zikir ve ibâdetle meşgul olacak kendini murâkebe edecek, ibâdetini koruyacak, haram olan şeylerden sakınacak ihram elbisesiyle ölü­mü, kefeni ve kıyamet gününde insanların yalınayak baş açık huzur-u ilâ­hiye çıkacaklarım hatırlayacaktır.

Koku sürmenin ve kadınlara yaklaşmanın haram kılınmasındaki hik­met, dünya ziynetleriyle dünya lezzetlerinden ve refahdan uzak kalarak bütün düşüncesini uhrevî maksatlara tahsis etmektir.

Vers: Yalnızca Yemen'de yetişen sarı oir çiçektir. Elbise boyamakta kullanılır. Safran dahî sarı bir çiçektir. Arap memleketlerinde yetişmez. cümlesindeki "lâ" kelimesi nâfiye ve nahiye olabilir. Nâfiye olduğu takdirde dahil olduğu fiil-i muzârî' merfû', nahiye olduğu­na göre mecnûm okunur.[8]

 

Bazı Hükümler

 

1. Hacca niyet eden kimsenin dıkışh elbise, serpuş, eldiven ve dikişli ayakkabı giymesi haramdır.

Niyet ederken üzerinde bu gibi elbise bulunanlar onları çıkarırlar. Ba­zıları elbiseyi yırtarak çıkarmak icâb ettiğine kaail olmuşlarsa da Cum-hûr'a göre yırtmadan başından çıkarmak caizdir.

İmam A'zam, İmam Mâlik ve İmam Şafiî'nin mezhebleri de budur. Gömleği giymeden sarınmak caizdir.

2. Mest giymenin caiz olması için konçlarının kesilmesi şarttır. Yalnız İmam Ahmed'e göre kesmeden de giyilebilir.

Atâ'dan da böyle bir görüş rivayet olunmuştur.

3. Bazıları İbn Ömer (r.a.) hadisinin mensûh olduğunu iddia etmişlerdir.

4. İbnü'l-Cevzî ile diğer bir takım ulemâ İbn Ömer hadisinin mefkûf mu, yoksa merfû mu olduğunda ihtilâf etmişlerdir. Maavfiafih hadis ule­mâsı bu hadisin merfû olduğunu söylemiş, mevkuf rivayetinin şâzz oldu­ğunu bildirmişlerdir.

5. Safran ve vers gibi şeylerle boyanmış elbise giymek hadisin zahiri­ne göre mutlak surette memnû'dur.

Rivayete nazaran İmam Mâlik'e, koku sürülmüş, fakat rüzgâr sebe­biyle kokudan eser kalmamış elbisenin hükmü sorulmuş, Hz. İmam: "Safran veya vers ile boyanmamışsa bunda bir beis yoktur. Mekruh olan boyayı içmiş elbise giymektir" demiştir.

İmam Şafiî'ye göre, elbise ıslandığı vakit koku salacak şekilde boyanmışsa giyilmesi caiz değildir. Yalnız rengi kalan elbise hakkında İmamü'l-Haremeyn iki kavil rivayet etmiştir.

Şâfiîler'den Râfiî', "Sahih olan kavle göre yalnız renk muteber değildir" diyor.

Hanefiler'e göre yıkandıktan sonra silkmekle rengi dağılmayan elbi­seyi ihramda giymekte beis yoktur. Bu görüş, Said b. Cübeyr, Atâ b. Ebî Rabâh, Hasan el-Basrî, Tavus, Katâde, İbrahim en-Nehâî, Sevrî; İmam Ahnıed, İshâk ve" Ebû Sevr'den de nakledilmiştir.

Bazılarına göre elbiseyi yıkayıp sildikten sonra dikkat edilecek cihet, koku salmamasıdır.  Muteber olan görüş de budur.

Elbisenin yıkandıktan sonra boyası yayılmasa bile kokusu çıkmamışsa giyilmesi yasaktır. Çünkü kokması, koku veren şeyin orada kaldığına delildir.

6. Hacca gitmeyen kimseler safran vs. ile boyanmış elbise giyebilirler. Çünkü Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) hadisdeki beyanâtım ihramlı kimsenin ne giyebileceği suâline cevap olarak ifâde buyurmuştur. Binaenaleyh ihrama girmeyenler mezkûr eşyayı giyebilirler. Aynî diyor ki: "Üstadımız Zeynüddîn, vers'in koku sayılıp sayılmadığı hususunda ulemânın ihtilaf ettiğini söylemiştir.

Îbnü'l-Arabî'ye göre vers (alaçehre) koku değildir. îbnü'I-Arabî: "Vers koku olmasa da onun güzel bir kokusu vardır. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) bununla halis kokudan ve kokuya benzer şeylerden kaçınılması­nı anlatmak istemiştir" demiştir.

Râfiî; "söylenildiğine göre alaçehre Yemen'in en güzel kokularmdanmış" demektedir.

Nevevî'nin sözü dahi alaçehrenin koku sayıldığım andırıyor![9]

 

1824. ...Önceki hadisin manasını İbn Ömer Peygamber (s.a.)'den rivayet etmiştir.[10]

 

Açıklama

 

Bilindiği gibi bir önceki hadis-i şerifi ez-Zührî,  Salim'den, Salim,İbn Ömer'den, İbn Ömer de Hz.Peygamberden rivayet etmişti. Sözü geçen hadisi aynı lâfızlarla olmamakla bera­ber mânâ olarak İmâm Mâlik de rivayet etmiştir. İmam Mâlik'in rivayeti Hz. Peygambere Nâfi ve İbn Ömer vasıtasıyla erişmektedir.[11] Ve şu mâ­nâya gelen lâfızlardan ibarettir:  "Bir adam;

Yâ Resûlullah, ihramlı bir kimse elbiselerden hangisini giyemez? diye sordu da Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem;

"Gömlek, sarık, don,.bornoz, mest giyemez. Ancak (dikişsiz) ayak­kabı bulamayan kimse müstesnadır. Kim (dikişsiz) ayakkabı bulamazsa mest giysin. (Ama) onları topuktan aşağı kessin. Safran veya alaçehre sü­rülmüş elbiselerden birini de giymeyin” buyurdu.[12] Bu hadisin diğer kay­naklarını ve şerhini görmek için bir önceki hadisle ilgili açıklamalara bakı­labilir.[13]

 

1825. ...İbn Ömer vasıtasıyla Peygamber (s.a.)'den (iki numa­ra) önceki hadisin manası rivayet edilmiştir. Ancak (Nâfi bu rivaye­tine) şunları ilâve etmiştir: "İhramlı kadın yüzünü örtemez ve eldi­ven giyemez."[14]

Ebû Dâvûd dedi ki:

1. Şu (bir önceki) hadisi (aynen) el-Leys'in rivayet ettiği gibi, Mûsâ vasıtasıyla Nâfi'den (merfû olarak) Hatim b. İsmail ile Yahya b. Eyyûb de rivayet etti:

2. Bu hadisi Musa b. Târik da, Mûsâ b. Ukbe vasıtasıyla mev­kuf olarak İbn Ömer'den rivayet etti.

3. Bu hadisi aynı şekilde (İbn Ömer'den) mevkuf olarak Ubey-dullah b. Ömer ile Mâlik ve Eyyûb de rivayet etmiş(ler)dir.

4. İbrahim b. Saîd el-Medînî de (bu hadisi) Nâfi' ve İbn Ömer vasıtasıyla Peygamber (s.a.) den (merfû' olarak ve şu manaya gelen lâfızlarla rivayet etti:) "İhramlı bir kadın yüzünü örtemez ve eldi­ven takınamaz."

5. Ebû Dâvûd dedi ki: İbrahim b. Saîd el-Medinî, Medine hal­kından bir râvîdir.Kendisinden (rivayet edilen) fazla bir hadis yoktur.[15]

 

Açıklama

 

el-Leys b. Sa'd'in, Nâfi', vasıtasıyla merfû' olarak rivâyet ettiği bu hadis-i şerifin tamamı şu anlama gelmektedir:

Bir adam ayağa kalkarak;

Yâ Rasûlullah, bize ihramlı iken hangi elbiseyi giymemizi emir buyurursunuz? dedi. Rasûlullah (s.a.) de:

"Gömlek, don, sarık, bornoz ve mest giymeyiniz. Ancak bir kimse­nin (dikişsiz) ayakkabı bulamaması müstesnadır. (O takdirde o kimse) mest giysin (ama) topukların aşağısından kessin, safran veya alaçehre sürülmüş bir elbiseyi de giymeyiniz. İhramlı bir kadın yüzünü örtemez ve eldiven giyemez" buyurdu.[16]

Görülüyor ki, bu hadis-i şerif daha önce geçen 1825 numaralı Zührî hadisinin aynısıdır. Ancak Onlardan fazla olarak, "ihramlı bir kadın yü­zünü örtemez ve eldiven giyemez" cümlesini ihtiva etmektedir.[17]

 

Bazı Hükümler

 

1. İhramlı bir kadın yüzünü örtemez. Bu konuda ıcma vardır. Inşaallah ileride 33 numaralı babda bu konuyu daha ayrıntılı bir biçimde yeniden ele alacağız.

2. İhramlı bir kadının eldiven giymesi veya ellerim dikişli bir paçavra ile örtmesi caiz değildir.

Mâlikî ulemâsı ile Hanbelî ulemâsı, İbn Ömer, İshâk, sahih olan gö­rüşüne göre İmâm Şafiî bu görüşte olduğu gibi, Hanefî ulemâsının meş­hur olan görüşü de budur. Nitekim, ileride gelecek olan; "Rasûl-i Ek­rem'in, ihramlı kadınları eldiven giymekten, yüzlerini örtmekten, alaçehre ve safran sürülmüş elbise giymekten nehyettiğini" ifâde eden 1827 numa­ralı İbn Ömer hadisi de bu görüşü doğrulamaktadır.

Bu konuda Hattâbî şunları söylüyor: İhramlı bir kadının eldiven ta­kınması konusunda ulemâ ihtilâf etmişlerdir. Ulemânın çoğunluğuna göre ihramlı iken eldiven giyen kadın için herhangi bir ceza lazım gelmez. Bu görüşte olan ilim adamlarına göre, metinde geçen "eldiven" kelimesi, Hz. Peygamberin değil, Hz. ibn Ömer'in sözüdür. İmâm Şafiî'ye göre ise, ih­ramlı bir kadının ellerini kınalamasında herhangi bir sakınca yoksa da ellerini herhangi bir paçavra ile örtmesi fidye vermesini gerektirir.

Muhammed b. Hasen ve es-Sevrî'ye göre ihramlı bir kadının eldiven giymesi haram değildir. Sahâbe-i kiramdan Hz. Ali ile Hz. Âişe de bu görüştedir. Şafiî ulemâsından Müzem, İmâm Şafiî'nin de bu görüşte oldu­ğunu rivayet etmiştir. İmâm Mâlik'in de bu görüşte olduğuna dâir bir rivayet vardır. Çünkü İbn Ömer (r.a.); "Kadının ihramı sadece yüzünde, erkeğinki ise, başındadır" buyurmuştur. Bu hadisi Dfekutnî ile Beyhakî rivayet ettiler. Bu hadisle ilgili olarak Beyhakî şunları söylemiştir: "Bu^ hadisi ed-Dâreverdi ve başkaları Hz. İbn Ömer'in sözü olarak rivayet ettiler. Dâreverdî bu hadisi Eyyûb b. Muhammed ve Nâfı' kanalıyla İbn Ömer'­den merfû bir hadis olarak rivayet etmiştir. Hadisin metni (meâlen) şöyle­dir: Resûlulİah (s.a.) buyurdu ki:

"-Kadının ihramı sadece yüzündedîr". Dâreverdî bu hadisle ilgili gö­rüşlerini şu şekilde dile getiriyor: "Eyyûb b. Muhammed Ebu'l-Cemei Yahya b. Main ve başkaları tarafından zayıf görülmektedir."[18]

Fakat Beyhakî'ye göre Eyyûb b. Muhammed güvenilir bir râvidir. Ebû Hatim O'nun hakkında “ = zararı yok, iyice" tabirim kul­lanmış. Zehebî ise, "Zuafâ" isimli eserinde sözü geçen râvi hakkında şun­ları söylemiştir: "Yahya b. Maîn O'nun zayıf olduğunu söylerken başka­ları O'nun güvenilir bir râvi olduğunu ifâde etmişlerdir."

Hanefî ulemâsından el-Kâsânî de eldiven giymek konusundaki görüş­lerini şu şekilde dile getiriyor: "Bu konuda bizim için delil "Saîd b. Ebî Vakkas'ın ihramlı kızlarına eldiven giydirdiğine" dâir rivayet edilen hadis-i şeriftir. Çünkü eldiven giymek elleri dikişli bir paçavra ile örtmek de­mektir. İhramlı bir kadının ellerini Örtmesinde bir sakınca olmadığı ise, bilinen bir gerçektir. Kadının ihramlı iken ellerini gömleğiyle örtmesinde bir sakınca olmadığına göre başka bir şeyle örtmesin de de bir sakınca olmaması icabeder. Fakat yüz bunun aksinedir. "Kadın ihramlı iken eldi­ven takamaz," anlamındaki nehye uymanın hükmü menduptur. Bu yasa­ğa uymamanın hükmü haram değildir. Bu mevzuda gelen hadislerin arası­nı uzlaştırmak ancak hadisin hükmünü bu şekilde anlamakla müm­kündür.[19]

1. İhramlı bir kadının eldiven giymesinin caiz olmayacağım savunan ve delil olarak konumuzu teşkil eden hadise dayanan cumhûr-ı ulemâya göre bu hadis Peygamber (s.a.)'e ulaşan merfû' bir hadistir. "Kadının ihramı ancak yüzündedir," anlamındaki İbn Ömer hadisi ise mevkuftur ve zayıftır. Merfû' ve sahih olan bir hadisin karşısında mevkuf ve zayıf olan bir hadise yer yoktur. Ayrıca konumuzu teşkil eden hadis mânâya sözle delâlet ettiği halde İbn Ömer hadisi mefhumuyla delâlet etmektedir. Bu sebeple konumuzu teşkil eden hadis ibn Ömer hadisine tercih edilir.

2. Eyyûb b. Muhammed Ebu'l-Cemel hadisi tenkide uğramıştır. Ebû Dâvûd hadisi karşısında bir değeri yoktur.

3. Sa'd b. Ebî Vakkas hadisi sağlam bir senetle rivayet olunmamıştır ve mevkuf bir hadistir. Bu itibarla konumuzu teşkil eden hadis karşısında

hükümsüzdür.

Konumuzu teşkil eden hadise dayanarak, ihramlı bir kadının eldiven giymesinde bir sakınca görmeyen kimseler ise, cumhurun ileri sürdüğü delillere şu cevaplan veriyorlar:

1. el-Leys'in Nâfi vasıtasıyla merfû' olarak rivayet ettiği Ebû Dâvûd hadisini aynı zamanda Mûsâ b. Ukbe ile birlikte, Ubeydullah b. Ömer, Mâlik ve Eyyûb da yine Nâfi' vasıtasıyla İbn Ömer'den rivayet etmişlerdir.

2. İhramlı kadınlara eldiven giymeyi yasaklayan ibn Ömer hadisinin senedinde İbn İshâk vardır. Bilindiği gibi İbn İshâk Ubeydullah b. Ömer'e nisbetle hafıza yönünden daha aşağı derecelerde kalır.

Ayrıca Buhâri kadınların ihramlı iken eldiven giyemeyeceklerini ifade eden İbn Ömer hadisini rivayet ettikten sonra "Kadının eldiven giyemeyeceğini" ifade eden cümlenin İbn Ömer'e ait olduğunu ifade et­miştir.[20] Her iki tarafın görüşleri incelendikten sonra görülüyor ki delil­ler ihramlı bir kadının eldiven giymesinin caiz olmayacağını isbât etmekte­dirler.

a. Ebû Davud'un, metnin sonuna ilâve ettiği birinci taliki Nesâî merfû' olarak şu mânâya gelen lâfızlarla rivayet etmiştir: İbn Ömer anlatıyor: Adamın biri ayağa kalkarak:

Yâ Resûlullah! İhramda nasıl bir elbise giymemi emredersiniz? diye sordu. Rasûlullah (s.a.) de:

"Gömlek, şalvar, mest giymeyin. Yalnız dikişsiz ayakkabısı bulun­mayan yan taraflarını kestiği mestleri giyebilir. İhramlı kimse za'feran ve alaçehre sürülen hiçbir elbiseyi de giyemez, ihrama giren kadınlar da peçe ve eldiven takamazlar" buyurdu.![21]

b. Bu taliki aynı zamanda Beyhakî de Hafs b. Meysere, Musa b. Ukbe ve Nâfi vasıtasıyla Rasûl-i Ekrem'e ulaştırmıştır:[22]

c. Yine Beyhakî bu ta'liki ayrıca Hz. Peygambere bir de Fudayl b. Süleyman, Mûsâ b. Ukbe, Nâfi' ve ibn Ömer vasıtasıyla eriştirmiştir.[23]

İkinci ta'likden anlaşılıyor ki, konumuzu teşkil eden ibn Ömer hadisi­nin bir kısmını da mevkuf olarak Mûsâ b. Târik, Mûsâ b. Ukbe'den, o da Nâfi'den, o da ibn Ömer'den rivayet etmiştir. Menhel müellifi bu ta'liki Hz. Peygambere eriştiren bir rivayete rastlayamadığını ifâde ediyor.

jÜçüncü ta'liki isejBuhârî muallak olarak rivayet etmiş ve "ihramlı kadın eldiven giyemez" sözünün İbn Ömer'e ait olduğunu ifâde etmiştir.[24]

Buhârî'nin ifâdesine göre konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisini Ubeydullah "alaçehre" kelimesine kadar merfû olarak, gerisini de İbn Ömer'in sözü olarak rivayet etmiştir.[25]

Dördüncü ta'lik ise, konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisinin mâ­nâ olarak ve senedi Rasûl-i Ekrem'e kadar ulaşan bir rivayetini göster­mektedir. Ancak musannif Ebû Davud'un beşinci ta'likte ifâde ettiği gibi bu ta'likin senedinde Ebû İshak el-Medînî vardır ve bu râviden fazla bir hadis rivayet eden olmamıştır. Çünkü zayıf bir râvidir. İbn adiy'in beyâ­nına göre; "bu râvi merfû bir hadis rivayet etmemiştir. Bü sebeple kendi­sine uyup da o'nun hadis rivayet ettiği şeyh'den hadisırivâyet eden olma­mıştır. Zehebî, Mizânü'l-İ'tidâl'inde "bunun hadislerinin metruk olduğu­nu", İmâm Nevevî, "Et-Takrîb" isimli eserinde bu zâtın kimliğinin mec-hûl olduğunu söylüyor.[26]

 

1826. ...İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) "4hramlı bir kadın yüzünü örtemez ve eldiven takamaz" buyurmuştur.[27]

 

1827. ... Abdullah b. Ömer'den rivayet olunduğuna göre, ken­disi Resûlullah (s.a.)'ı kadınları ihramlarında iken eldiven ve peçe takmaktan, alaçehre ve safran sürülmüş şeyleri giymekten nehyederken ve;

"Kadınlar bunun dışında kalan giyeceklerden (ister) aspurla boyalı (olsun, ister) ipekli zinet, don, gömlek veya mest (olsun) iste­dikleri türden elbiseleri giysinler" (derken) işitmiştir.

Ebû Dâvûd dediki: Bu hadisi İbn İshak vasıtasıyla îbn Ömer'­den Abde (b. Süleyman) ile Muhammed b. Seleme de "ve ma mes-selversu vezza'ferânüfninessiyâbi" cümlesine kadar rivayet ettiler. Fakat daha gerisini nakletmediler.[28]

 

Açıklama

 

Bu  hadis-i  şerifte ihramlı  bir  kadının eldiven  ve peçe takmasının ve alaçehre ve safran gibi kokular sürülmüş olan elbiseleri giymesinin yasak olduğu, bunların dışında giyilmesi meşru olan her çeşit elbiseyi giyebilecekleri ifâde edilmektedir.[29]

 

Bazı Hükümler

 

1. İhramlı  bir  kadının  bilezik  ve  gerdanlık  gibi ziynet eşyalarını takmasında ve dikişli, geniş ve uzun elbiseler giymesinde herhangi bir sakınca yoktur. Ancak alaçehre, safran gibi esanslar sürülmüş elbiseleri giymekle eldiven ve peçe takması yasaklanmıştır;

2. ihramlı bir kadının aspurla boyanmış bir elbiseyi giymesi caizdir. Câbir ve İbn Ömer'le Şafiî ve Hanbeli uleması bu görüştedir, delilleri ise, konumuzu teşkil eden Ebu Dâvûd hadisiyle İbn Ebî Müleyke'nin rivayet ettiği ve Beyhâkî'nin tahrîc ettiği "Âişe (r.anhâ) ihramlı iken aspur ile hafifçe boyanmış elbiseler giyerdi."[30] anlamındaki hadis-i şeriftir. Ve Ka­sım b. Muhammed de "Âişe (r.anhâ) ihramlı iken aspurlu elbiseler giyer­di," dedi.[31]

Ebû'z-Zubeyr'in Câbir'den rivayet ettiği, "Kadın ihramlı iken esanslı elbiseler giyemez ama aspur ile boyalı elbiseleri giyebilir. Ben aspuru bir esans olarak görmüyorum,"[32] anlamındaki hadis-i şerif de bu görüşü des­teklemektedir.

3. Mâlikî ulemâsına göre ise, ihramh bir kadının vücudunu boyayacak şekilde aspurlu bir elbiseyi giymesi mekruhtur. Böyle bir elbiseyi giyen bir kadın bir kerahet işlemiş olursa da üzerine fidye vermek gerekmez.

Fakat konumuzu teşkil eden hadis-i şerif böyle bir hüküm çıkarmaya müsait değildir.

4. Hanefî ulemâsına göre ise, aspurla boyanmış bir elbiseyi, ihramh bir kimse ancak boyası çıkmayıncaya kadar yıkanmış olmak şartıyla giye­bilir. Aksi takdirde giyemez. Delilleri ise Ümmü Seleme (r.anhâ)'dan riva­yet edilen "kocası ölen kadın aspurla veya kırmızı çamurla boyanmış elbi­se giyemez," anlamındaki 2304 numaralı hadis-i şeriftir.

Hanefî ulemâsından Tahâvî'nin beyânına göre "bu hadis-i şerif aspu­run esans cinsinden olduğuna ve bu yüzden kocası ölen bir kadının iddet beklerken aspur sürünmekten nehyedildiğine delâlet eder: Çünkü eğer aspur esans değil de zinet olduğundan dolayı yasaklanmış olsaydı ondan önce "asb" denilen kumaşları giymek yasak edilirdi. Çünkü "asb" denilen ku­maşların ziynet olma niteliği aspura nisbetle daha fazladır. Oysa "asb", giymek hadis-i şeriflerde ihramh kadınlar için yasaklanmamıştır. Yine Ha­nefi ulemâsına göre İbn Ömer'in rivayet ettiği şu hadis-i şerif de aspurun ziynet olmadığını ifade eder:

Ömer (r.a.) Taİha b. Ubeydullah'ın ihramh olduğu halde boyalı bir elbise giydiğini görünce;

Ey Talha bu nedir? diye sordu. Hz. Talha da:

Ey mü'minlerin emiri, bu kurumuş kırmızı çamurdur, diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer;

Ey topluluk sizler halkın kendisine örnek aldığı kişilersiniz. Fakat cahil birisi bu elbiseyi (üzerinizde) görecek olursa Talha b. Ubeydullah ihramh iken boyalı elbise giydi, der. Öyleyse ey topluluk sakın şu boyalı elbiselerden herhangi birini giymeyiniz! dedi.[33]

Hanefi ulemâsından Kemaleddin b. el-Humâm'a göre de aspur güzel kokulardandır. Dolayısıyla ihramh bir kimse aspurla bir elbise giyemez. Kına da güzel kokulardan olduğu için ihramh bir kimsenin kına yakması da caiz değildir.

Konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisi hakkında da İbnul-Hümâm şunları söylüyor: "Bu hadisin "Kadınlar bunun dışında kalan giyecekler­den aspurla boyalı, ipekli, zinet, don, gömlek veya mest istedikleri türden elbiseleri giyebilirler," kısmı müdrecdir. Yani Resûl-i Ekrem'in sözü değil­dir, râvilerden biri tarafından metne sıkıştırılmış bir ilâvedir."[34] Nite­kim musanıf Ebû Davud'un metnin sonuna ilave ettiği talikta bu kısmın bulunmayışı ibn Hümâm'ın bu görüşünü te'yid etmektedir.

Tekmiletu-Menhel yazarına göre, ihramlı bir kimsenin aspurlu elbise giymesinin caiz olduğunu söyleyenlerin görüşleri daha isabetlidir. Metinde bulunan ilâvenin talikta bulunmayışı o ilâvenin kesinlikle müdrec olduğu­na delâlet etmez. Çünkü bu hadiste olduğu gibi güvenilir bir râvinin başka râvilere nisbetle ziyâde olarak yaptığı rivayetler hadis ulemâsınca makbul­dür. Çünkü bu ziyâde hafızası sağlam bir kimsenin hafızasında tutmaya muvaffak olduğu bir ziyâde demektir. Şayet söz konusu cümlenin Resûl-i Ekrem'e ait olmadığı kabul edilse bile, bir sahâbî sözüdür. Sahabi sözü ise, Hanefîlerce delildir.

Konumuzu teşkil eden hadis Muhammed b. İshâk'tan çeşitli şekiller­de rivayet edilmiştir. Bu rivayetler içerisinde en uzun ve tam olanı tercü­mesini sunduğumuz metindir.

Ebû Dâvûd metnin sonuna ilâve ettiği talik ile bu rivayetler ve arala­rındaki farklara işaret etmek istemiştir. Talikte ifâde edildiği gibi bu hadi­si Muhammed b. İshâk'tan rivayet eden sadece İbrahim b. Sa'd değildir. Söz konusu hadisi Muhammed b. İshâk'tan bizzat rivayet eden iki. râvi daha vardır:

1. Abde b. Süleyman,

2. Muhammedb. Seleme.

Ancak bunların her ikisi de rivayetlerinde, İbrahim b. Sa'd'in rivayet ettiği metnin sonunda buhman "Kadınlar bunun dışında kalan giyecekler­den aspurla boyalı, ipekli, zinet, don, gömlek veya mest, istedikleri türden elbiseleri giyebilirler," anlamındaki cümleyi nakletmemişlerdir. Musanni­fin bu açıklamayı yapmaya lüzum görmesi, Muhammed b. İshâk hakkın­daki tenkitlerden ileri gelmiştir. Musannif talikteki iki rivayeti de göster­mekle bu hadisin zayıf olmadığını ifade etmek istemiştir.

Bu hadisi ta'likte görüldüğü şekliyle yani metindeki ziyâdeliği zikret­meden rivayet edenlerden biri de Ahmed b. Hanbel (r.a.)'dır. Yezîd b. Ebî Habib, İbn İshâk, Nâfi' ve İbn Ömer senediyle merfû' olarak ve şu manaya gelen lâfızlarla rivayet etmiştir: Ben Rasûlullah (s.a.)'ı şu minber üzerinde ihramlı olan kimseleri kendilerine haram olan şeylerden nehyederek:

"Sarık, gömlek, don, bornoz ve mest giymeyiniz. Ancak mest giy­mek mecburiyetinde kalan kimse onu topuklarının altından kessin. Ala-çehre veya safran sürülmüş elbise de giymeyiniz" derken ve kadınları da eldiven ile peçe takmaktan ve alaçehre veya safran sürülmüş elbise giy­mekten nehyederken işittim.[35] Hadisin merfû ve mevkuf olarak rivayet edildiği senedleri görmek için Tekmiletu'l-Menhel (I, 140)'e bakılabilir.[36]

 

1828. ...Nâfi'in İbn Ömer'den rivayet ettiğine göre İbn Ömer Üşümüş de, "Ey Nâfi, üzerime bir elbise atıver" demiş. (Nâfi diyor ki): Ben de üzerine bir bornoz attım. Bunun üzerine; "Sen bunu benim üzerime atıyorsun ama, Rasûlullah (s.a.) ihramlı bir kimse­nin onu giymesini yasak etti dedi.[37]

 

Açıklama

 

Aslında  bornoz  denilen  parke,   kollu  hamam  havlusu, palto ve benzeri dikişli giyecekleri örtünmek, bir ihramlı için sakıncalı değildir. Sakıncalı olan bu giyeceklerin giyilmesidir. Ör­tünmek, giyinmekten tamamen farklıdır. Bu bakımdan Hz. Ömer'in bu sözü bir ihramlınm bornoz ve benzeri dikişli giyecekleri örtünmesinin ha­ram olduğunu göstermez. Ancak bu konudaki titizliğini, zühd ve takvası­nı, yahut da onunu ihramlı bir kimsenin, dikişli elbise giymesini mekruh saydığını gösterir. Çünkü Resûl-i Ekrem Efendimiz bu çeşit elbiseleri ör-tünmekten hiçbir zaman nehyetmemiştir. Nitekim Beyhâkî'nin rivayet et­tiği "Bu nedir? dedi. Ben de "Bornozdur" dedim. Bunun üzerine "Onu benden uzaklaştır" dedi"[38] anlamındaki hadis-i şerif ile Ahmed b. Han-bel'in rivayet ettiği; "İbn Ömer üşümüştü üzerine bir bornoz attım. Bu­nun üzerine, "bu nedir?" dedi. Ben de "bornoz" deyince, "onu benden uzaklaştır. Sen Rasûlullah (s.a.)'ın ihramlı bir kimsenin bornoz giymesini yasakladığını bilmiyor musun?" dedi.”[39]

 

1829. ...İbn Abbâs (r.a.)'dan; demiştir ki: "Ben Rasûlullah (s.a.)'ı (şöyle) buyururken işittim;

"Don, eteklik bulamayan (ihramlı kimseler) içindir. Mest de dikişsiz ayakkabı bulamayan (ihramlı kimseler) içindir."[40]

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu, Mekkelilerin hadisidir. Kaynağı ise, Basra'lı Câbir b. Zeyd'dir. Zeyd donu zikretmekle teferrüd etmiş, mestleri kesmekten hiç bahsetmemiştir.[41]

 

 

 

Açıklama

 

Bu hadis ihramlı bir kimsenin eteklik ve dikişsiz ayakkabı bulamadığı zaman don ve mest giyebileceğini ifâde ediyor. Dikişsiz mesti topukların altından kesmeyi de şart koşmuyor.

Atâ, Ahmed, İshâk (r.a.) bu hadis-i şerifle amel etmişlerdir. Süfyân es-Sevrî'nin de bu görüşte olduğu rivayet olunmuştur. Sözü geçen ulemâ­ya göre, don eteklik olarak kullanılmaya müsait bile olsa, eteklik bulun­madığı için giyilmesinde bir sakınca yoktur ve giyildiğinden dolayı fidye de lâzım gelmez.

İmâm Şafiî ile Mâlik de eteklik bulamayan kimsenin don giymesinin caiz olduğu görüşündedirler. Ancak bu iki imâma göre dikişsiz ayakkabı bulamayan kimsenin mest giyebilmesi için mesti topuktan aşağısı kalacak şekilde kesmek şarttır.                                          

Hanefî ulemâsına göre, dikişsiz ayakkabı bulamayan kimsenin mest giyebilmesi için mestleri topuktan aşağısı kalacak şekilde kesmeyi şart koş­tukları gibi, eteklik bulamayan bir kimsenin eline geçirdiği donu eteklik ojarak kullanabilmesi için eğer müsaitse, dikişlerini söküp ondan sonra eteklik yapmasını şart koşmuşlar ve "madem ki, (1823 numaralı) hadiste dikişsiz ayakkabı bulamayan kimsenin eline geçirdiği mesti topukların al­tından kesmesi şart koşulmaktadır. Öyleyse donun da meste kıyasla dikiş­lerinin sökülerek eteklik yapılması gerekir" diyorlar.

Yine Hanefi ulemâsına göre, don eteklik yapmaya müsaitken eteklik yapmadan ve mestler topukların altından kesilmeden giyilecek olursa fid­ye lâzım gelir.[42]

 

1830. ...Mü'minlerin annesi Âişe (r.anhâ) dedi ki: Biz Peygam­ber (s.a.)'le birlikte Mekke'ye (gitmek üzere yola) çıkmıştık. îhrama gireceğimizde alınlarımıza kokulu madde(ler) sürdük. Birimiz terle­diği zaman kokulu madde yüzüne akardı. Peygamber (s.a.), bunu görürdü de o kimseyi (bu kokuyu sürünmekten) nehyetmezdi.[43]

 

Açıklama

 

Metinde geçen "sükk" kelimesi terkibinde mazı ve nar kabuğu bulunan  "râmîk"  ten yapılan bir misk çeşididir. Kamus Tercümesi'nde açıklandığına göre râmiki un edip elden geçir­dikten suyla karıp gereği gibi ovduktan sonra , kaba yapışmaması için bir mikdar yağ ilâve edip bir gece beklettikten sonra üzerine bir mik'-dar misk dökerek elde edilir. Hadis-i şeriften anlaşılıyor ki, Rasûl-i Ek­rem, kadınların ihramdan önce sözü geçen esansı süründüklerini ve ihram­dan sonra bu kadınlar terledikleri zaman sürünmüş oldukları esansın terle birlikte yüzlerine aktığını gördüğü halde onları bundan nehy etmemiştir.[44]

 

Bazı Hükümler

 

İhramdan önce sürülmüş olan bir miskin tesirinin ihramdan sonra da devâm etmesi, ihrama ay­kırı değildir. Ulemânın büyük çoğunluğu bu görüştedir.

İmâm Mâlîk'le, Hanefi imamlarından Muhammed b. el-Hasen'e ve Şafiî'lerden bazılarına göre ihrama girerken esans sürünmek caiz değildir. Çünkü ihrama girdikten sonra devâm edecek olan kokusu ihrama aykırı­dır. Fakat hadis-i şerif, bu görüşte olanların aleyhine bir delildir.[45]

 

1831. ...Muhammed b. İshâk'dan; demiştir ki: Ben İbn Şihâb'a (ihramh bir kadının mestleri topukların altından keserek giymesin­den) bahsettim de bana (şöyle) dedi:

Salim b. Abdullah(ın) bana haber verdiği(ne göre), Abdul­lah İbn Ömer böyle yaparmış. Yani ihramh kadın(lar) için mestleri kesermiş. Sonra (ailesi) Safiyye bint Ubeyd O'na, Âişe (r.anhâ)'nın;

"Gerçekten Rasûlullah (s.a.) mest hususunda kadınlara izin vermişti" dediğini söyledi. Artık (İbn Ömer) bu (tutumu)nu bıraktı.[46]

 

Açıklama

 

Abdullah b. Ömer (r.a.) 1823 no'lu hadis-i şerifte "ihramlı bir kimsenin topukları aşağısından kesilmeyen bir mesti giymesinin caiz olmayacağına" dâir yer alan ifâdenin genelliğine ba­karak, ihramlı kadınların da kesilmemiş mestleri giymesinin caiz olamayacağına hükmetmiş ve kendisinden bu mevzuda fetva isteyenlere bu istikâ­mette fetva vermeye başlamıştır. Ancak zevcesi Safiyye, "Rasûl-i Ekrem'­in ihramlı kadınların mest giymelerine izin verdiğine" dâir Hz. Âişe'den duyduğu hadisi kendisine haber verince artık bu görüşünden ve bu yönde fetva vermekten vazgeçmiştir.[47]

 

32. İhramlı Bir Kimsenin Silah Taşıması Caiz Midir?

 

1832. ...Ebû İshâk'dan; demiştir ki: Ben el-Berâ b. Âzib'i şöyle derken işittim:

"Rasûlullah (s.a.), Hudeybiye (de Mekke) halkı İle barış yapın­ca, Mekke'ye sadece silah dağarcığı ile girmek şartıyla onlarla an­laşma yaptı... (Şu'be der ki: Ben Ebû İshâk'a);

Silah dağarcığı nedir? diye sordum. (Ebû îshâk da);

"Kın ve içindeki (kılıç)dır, diye cevâb verdi."[48]

 

Açıklama

 

Hudeybiye, Mekke'nin kuzey-batısında ve Mekke'ye 15 km. uzaklıkta bir köydür. İsmini orada bulunan bir kuyudan veya eğri bir ağaçtan almıştır. Haram hududları içerisindedir. Bu köyün bir kısmının haram hududları içerisinde, bir kısmında haram hu­dudları dışında kaldığım söyleyenler de vardır. Bilindiği gibi Hudeybiye anlaşması hicretin 6. yılında ve Zilkâ'de ayında yapılmıştı.[49]

Cülbân, içerisine kını ile birlikte kılıç, kamçı ve benzeri şeyler konu­lan, deriden yapılmış bir mahfazadır.

Hattâbî'nin beyânına göre, müşriklerin, müslümanların Mekke'ye kı­lıçları kınlarında olarak girmelerini şart koşmaları şu iki sebepten kaynak­lanmaktadır:

"1. Müslümanlar Mekke'li müşriklere güvenemiyor ahidlerini boza­caklarından korkuyorlardı. Bu bakımdan kılıçları kınlarında olarak Mekke'ye girmekle, ihanetle karşılaştıkları anda silaha sarılmak imkânına sa­hip olmak istiyorlardı.

2. Kılıçların kınlarında oluşu barış alâmeti sayılırdı." Hattâbî'nin bu sözleri, müşriklerle, müslümanlar arasındaki sulh şart­larım Hz. Peygamberin ileri sürdüğü kabul edildiği takdirde, güzel bir tesbittir.

Ancak söz konusu şartlan, müşriklerin ileri sürdüğü düşünülürse, o zaman bu şartların sebebi şu şekilde açıklanabilir:

1. Müşrikler, müslümanların Mekke'ye kılıçları kınlarında olarak gir­melerini istemekle, galib bir edâ ile girmelerini önlemek ve müslümanları Mekke'ye girerken görenlerin, müslümanların oraya galib olarak girme­diklerini anlamalarını sağlamaktır.

2. Hz. Peygamber'in ve Ashabının kılıçları kınında olarak Mekke'ye girmelerini sağlamakla bir anda kılıçlarıyla müşriklerin üzerine saldırma­larını önlemek.[50]

 

Bazı Hükümler

 

1. İhtiyaç sebebiyle veya zaruret anında Mekke'de sılan taşımak caizdir. Bundan dolayı fidye de lazım gelmez. Ulemâ'nın büyük çoğunluğu bu görüştedir.

2. İhtiyaç olmadığı halde Mekke'de silah taşımak caiz değildir. Nite­kim şu hadis-i Şerif de bu gerçeği ifâde etmektedir. "Hiç birinize Mekke'­de silâh taşımak helâl değildir."[51]

Bu konuda Nevevî diyor ki: "Bu nehy, ihtiyaç olmadığına göredir. İhtiyaç bulunduğu takdirde Mekke'de silâh taşımak caizdir. Bizim mezhe­bimiz (Şafüler) ve cumhuru ulemânın mezhebi budur. Kadı İyaz ise, şun­ları söylüyor: "Ulemâya göre bu hadis zaruret ve ihtiyaç olmaksızın taşı­nan silâhla ilgilidir. İhtiyaç olursa silah taşımak caizdir. İmâm Mâlik, Şa­fiî ve Atâ'da bu görüştedir. Hasan el-Basrî ise, hadisin zahirine sarılarak; Mekke'de silah taşımayı mutlak surette mekruh görmüştür."[52]

 

33. İhramlı Kadının Yüzünü Örtmesi

 

1833. ...Âişe (r.anhâ)'dan; demiştir ki: Biz Rasûlullah ile bir­likte ihramlı iken yanımıza süvariler gelirdi. Karşımıza geldikleri za­man (her) birimiz çarşafım başından yüzüne sarkıtır (ve yüzünü örter)di. Bizden uzaklaştıkları zaman da (yüzünü) açardı.[53]

 

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif, Veda haccında bulunan kadınların yabancı erkeklerle karşılaştıkları zaman çarşaflarını başlarından aşağıya doğru sarkıtarak yüzlerini onlardan gizlediklerini ve onla­rın bulunmadığı yerlerde yüzleri açık olarak gezdiklerim ifâde etmektedir.[54]

 

Bazı Hükümler

 

1. İhramlı kadının yabancı bir erkekle karşılaştığında ve ihtiyaç  duyduğu  zamanlarda yüzünü örtmesi caizdir. Dört mezhep imamıyla birlikte Atâ, Sevrî ve îshâk'da bu görüştedirler. Fakat Hanefî ulemâsıyla, Şafiî ulemâsına göre, ihramlı bir kadının yüzünü örtmesinin caiz olabilmesi için kadının başından yüzü­ne doğru sarkıttığı çarşafın veya peçenin kadının tenine dokunmaması şarttır. Hanbelî ulemâsından bazıları da bu görüştedir. Şayet sarkıttığı örtü tenine değer değmez, hemen teninden uzaklaştınrsa, bir şey lâzım gelmez. Fakat gücü yettiği halde kaldırmayacak olursa, o zaman kurban kesmesi icâb eder. Bu konuda Hanbelî ulemasından İbn Kudâme şunları söylüyor:

"Ben İmâm Ahmed'in kadının yüzüne örttüğü çarşafın tenine değmemesi gerektiğine dair bir şart koştuğunu görmedim. Bu örtünün ihramlı kadının tenine değmemesi gerektiğini ifâde eden bir hadis de yoktur. Bu mevzuda gelen haberler de bunun aksini ifâde etmektedirler. Esasen yüzü Örtmek üzere baştan aşağı doğru sarkıtılan bir örtünün tene değmemesi mümkün değildir. Hem de eğer söz konusu Örtünün cilde değmemesi şart olsaydı, Rasûl-i Ekrem (s.a.) hadis-i şeriflerinde bu noktayı açıklamaktan geri durmazdı. İhramlı kadın yüzüne peçe ve benzeri şeyleri tutmaktan menedilmiştir."

Her ne kadar, İbn Kudâme "Eğer sözkonusu örtünün cilde değme­mesi şart olsaydı, Rasûl-i Ekrem (s.a.), hadis-i şeriflerinde bu noktayı açık­lamaktan geri durmazdı" demişse de, aslında Rasûl-i Ekrem efendimiz, ihramh bir kadının peçe kullanamayacağını ifâde eden (1825-1826) numarah hadislerle ihramlı bir kadının yüzünü, tenine değecek şekilde bir pe­çeyle örtmesinin caiz olmadığını beyân etmiştir.

Konumuzu teşkil eden hadis-i şerifte, ihramh bir kadının yabancı bir erkekle karşılaştığı zaman yüzünü örteceği ifâde edildiği halde 1825-1826 numaralı hadislerde, kadının yüzünü peçe ve benzeri şeylerle örtmesinin yasak olduğundan bahsedilmektedir. Bu iki hadisin arasını şu şekilde uz­laştırmak mümkündür.

a. İhramlı bir kadının yüzünü tenine değecek şekilde bir peçe ile ört­mesi caiz değildir.

b. Fakat tenine değmeyecek şekilde başından aşağı sarkıtarak örtmesi caizdir. Bu durumda kadın evde bir çatı altında veya şemsiye altında göl­gelenen bir erkeğin durumundadır.

c. Yüzü örtmek üzere baştan aşağı sarkıtılan bir örtünün tene değmemesinin imkânsız olduğunu iddia etmek de doğru değildir. Çünkü karşı­dan gelen yabancı bir erkeğin uzaklaşıp gidinceye kadar ihramlı bir kadı­nın başından aşağı sarkıtacağı bir örtü ile tenine dokundurmadan yüzünü örtmesi mümkündür.

2. Kadının yabancı erkeklerle karşılaştığı zaman yüzünü örtmesi gere­kir. Yüzünü açması yasaklanmıştır.[55]

 

34. İhramlı Bir Kimsenin Gölgelenmesi

 

1834. ...Ümmu'l-Husayn'dan; demiştir ki: Veda Haccında Pey­gamber (s.a.) ile birlikte haccettik, de Usâme ile Bilâl'i gördük. Biri Peygamber (s.a.)'in devesinin yularını tutuyor, diğeri de elbisesini kaldırarak O'nu sıcaktan koruyordu. Böylece cemre-iakabe'de(taşları) attı.[56]

 

Bazı Hükümler

 

1. Hayvan üzerinde cemerat'ı taşlamak caizdir.

2. İhramlı bir kimsenin elbise veya benzen şey­lerle gölgelenmesi caizdir. Bu konuda ihramhnın hayvan üzerinde bulun­ması ile yerde bulunması arasında bir fark yoktur. İçlerinde Hanefî ule­mâsı ile İmam Şafiî'nin de bulunduğu cumhur-ı ulemâ bu görüştedir. Mâlikî ulemâsına göre ise, ihramhnın, tenine.dokunmamak şartıyla bina, ağaç, çadır, tavan, deve ve benzeri şeylerle başını ve yüzünü koruması caizdir. Kubbesi sabit olan taht-ı revanla gölgelenmesinde de bir sakınca yoktur. Fakat sabit bir kubbesi olmayan, tavanı elbise veya benzeri şeylerden olu­şan taht-ı revanla gölgelenmek kurban kesmeyi gerektirir. Bu kimsenin üzerine kurban kesmek yâ vâcib olur, yâ da mendûp olur. Hastalığı sebe­biyle gölgelenmek mecburiyetine düşmüş olması da bu hükmü değiştir­mez. Gölgelenmek için bir süre elini başına veya yüzüne koyması da caiz değildir. Fakat bu durumun devam etmemesi, elin başın üzerine ve yüze konur konmaz kaldırılması ise zarar vermez. Bir sırık üzerine konup ası­lan bir elbise ile gölgelenmek, bir şemsiye ile yağmurdan veya doludan korunmak da caizdir. Fakat yağmur ve dolunun dışında güneşten veya yağmur gibi şeylerden korunmak için yürürken şemsiye kullanmanın caiz olmadığı Mâlikî ulemâsınca ittifakla kabul edilmiştir.

İmâm Ahmed'e göre ise, ihramlı bir kimsenin başını elbise veya ben­zeri şeylerle korumasında bir sakınca yoktur. Fakat devenin üzerine yer­leştirilen portatif çadırla ve taht-ı revanla gölgelenmesi tenzihen mekruhtur.

İmâm Mâlik ile İmâm Ahmed'in ve İbn Ömer (r.a.)'ın; "İhramlı bir kimsenin binitli iken gölgelenmesini mekruh gördükleri ve delil olarak da; "Ben Hz. Ömer'le birlikte haçta bulundum. (Hacdan) dönünceye kadar hiçbir şekilde çadır kurduğunu görmedim?"[57] anlamındaki Abdul­lah b. Ayyaş b. Ebî Rabîa hadisi ile "Hz. Ömer deve üzerinde giderken gölgelenmekte olan bir adam gördü de ona; "Sen gölgeden dışarı çık" dedi"[58] anlamındaki İbn Ömer hadislerini gösterdikleri rivayet olun­muştur.

Ulemânın çoğunluğuna göre ise:

1. Hz. Ömer'in hac seferinde çadır kurmamış olması gölgelenmenin kerahetine delâlet etmez.

2. İbn Ömer hadisi ise, konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisinden sonra vârid. olduğu kabul edilse bile, yine de ihramlı bir kimsenin gölgelenmesinin yasaklığına delâlet etmez. Çünkü ihramlı bir kimsenin gölgelenmesinin caiz olduğu görüşünün dayandığı deliller daha kuvvetlidir. Esasen ihramlı bir kimsenin çadır veya tavan altına oturmasının câizliğinde icma' olduğu gibi başına veya yüzüne değmemek şartıyla Ka'be'nin örtüsüne bürünmesinde bile bir sakınca bulunmadığında, fakat başına veya yüzüne dokunduğu takdirde tahrimen mekruh olacağında da icma' vardır.

3. Hattâbî'ye göre bu hadis ihramlı bir kimsenin yorgunluktan dolayı duyulan ihtiyaç karşısında hayvana binebileceğine delâlet etmektedir. Resûl-i Ekrem Efendimizin; "Hayvanların sırtını oturak edinmeyiniz" anlamın­daki hadis-i şerif ise, hayvanır sırtına hiç ihtiyacı yokken binen ihramlı kişilerle ilgilidir.[59]

 

35. İhramlı'nın Kan Aldırması

 

1835. ...İbn Abbâs'dan rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) ihramlı iken kan aldırmıştır.[60]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif Rasûlallah (s.a.)'m ihramlı iken kan aldırdığını ifâde etmektedir. Müslim'in rivayetinde bu hadisenin Mekke yolunda vukua geldiği kaydedilirken îbn Adiyy'in tahric ettiği İbn Ömer hadisinde Rasûlallah (s.a.)'m kan aldırırken oruçlu oldu­ğu ve haccâmın ücretini verdiği ifâde edilmektedir. Buhârî'nin rivayetinde ise, olayın "Lahy-ı cemel" denilen yerde geçtiği kaydediliyor. Burası Mekke ile Medine arasında olup, Medine'ye daha yakındır.

Hadisin Müslim'deki rivayetinde başının ortasından, el-Muvatta'daki rivayetinde ise, başının üzerinden kan aldırdığı ve bir başka hadiste de bunun uyuklamaya, baş ve diş ağrılarına şifa olduğu bildirilmektedir.[61]

 

Bazı Hükümler

 

1. ihtiyacı olmasa bile, ihramlı bir kimsenin kan aldırması  caizdir. Ata,  ibrahim,  Nehaı,  Tavus, Şa'bî, Sevrî, Ebû Hanife, Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve İshâk'ın görüşü de böyledir.

Sözü geçen ulemâya göre saç kesilmemek şartıyla kan aldırmadan do­layı fidye vermek gerekmez. Ancak kan aidinken saç kesilecek olursa, o zaman sahibine fidye vermek gerekir. Delilleri ise, "Kurban yerine (Mi-nâ'ya) varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Artık içinizden kim hasta olur, yahut başından bir eziyeti bulunursa, ona oruçtan, ya sadakadan yahutta kurbandan (biriyle) fidye (vâcib olur)"[62] mealindeki ayet-i ke­rimedir.

1836-1837 numaralı hadis-i şeriflerde Resûl-i Ekrem'in ihramlı iken kan aldırması başındaki rahatsızlığa bağlı olarak zikredildiğinden İmam Mâlik, zaruret olmadıkça ihramımın kan aldırmasının caiz olmadığını söy­lemiştir.[63] Mâliki ulemâsından Zürkânî de bu konuda şunları söylüyor: "kan aldırmak kuvvet za'fına ve yorgunluğa sebeb olduğundan, ihramlı-nın kan aldırması mekruhtur. Nitekim kan aldırmaktan daha hafif olduğu halde hacılar için Arefe günü oruç tutmak bile mekruh sayılmıştır."[64]

Hasan Basrî'ye göre ise, saç kesilmeden yapılsa bile, ihramhnm kan aldır­ması fidyeyi gerektirir.                                                   

Zahirî ulemâsına göre başını tıraş ettirmedikçe ihramhya kan aldır­masından dolayı fidye gerekmez.

İbnu't-Tîn kan aldırmanın iki nevi olduğunu söylemiştir. Bunların bi­rincisi başta olur ve saçları kesmek icâbeder. Bu tür kan aldırmadan dola­yı fidye lâzım gelir.

İkinci nevi, vücudun başka bir yerinden, kıl keserek kan almakla olur. Bu takdirde yine fidye lâzımdır.

el-Mebsût'da, "başla vücudun sair yerlerinin saçları hükmen müsavi­dir," deniliyor. îmâm-ı Azam'la İmâm Şafiî'nin kavilleri de budur.

Zahirîlere göre fidye yalnız başı tıraş etmekle lâzım gelir.

Kan, saç kesmeyi gerektirmeyen bir yerden alınırsa zarurete binâen alındığı takdirde fidye lâzım değildir. Zaruret yokken alınırsa, İmâm Mâlik'e göre câîz değil, Sahnûn'a göre caizdir. Sahnûn'un kavli Atâ'dan da rivayet olunmuştur.                                 

2. Damar kesmek, diş çıkarmak vs. gibi tedavi çârelerine baş vurmak ihram halinde de caizdir. Yalnız bunları yaparken ihramhya memnu' olan koku sürünmek, saç kesmek gibi şeylerden sakınmak şarttır.

3. Nevevî diyor ki: "Bu hadis ihram meselelerine ait bir kaideyi be­yan ediyor. Kaide şudur: Zarurete binaen tıraş olmak elbise giymek ve av vurmak gibi şeyler ihramhya mubah olur, fakat fidye vermesi icâbeder."[65]

 

1836. ...İbn Abbâs'tan rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah (s.a.) ihramlı iken başındaki bir rahatsızlıktan dolayı kan aldırmıştır.[66]

 

Açıklama

 

İhramlı bir kimsenin başından kan aldırması caizdir. Bu hadis  Nesâî'nin  rivayetinde; "Rasûlullah (s.a.) ayağındaki bir ağrıdan dolayı ihramlı iken kan aldırdı," şeklinde ifâde edilirken, İbn Mâce'nin rivayetinde,   "tabanında bulunan bir ağrıdan dolayı ihramlı

iken kan aldırdı" şeklinde ifâde edilmektedir. Buhârî'nin rivayetinde ise, bu ağrının Resûl-i Ekrem'in başında olduğu kaydediliyor.[67]

 

Bazı Hükümler

 

1. îhramlının bir özründen dolayı kan aldırması caizdir. Bu konuda ıcma vardır.

2. İhramlının vücûdunda bulunan bir yarayı veya çıbanı açarak kan aldırması caiz olduğu gibi damarı yarması, diş çektirmesi ve benzeri tedavi yollarına baş vurması caizdir. Ancak bu tedavi yolları uygulanırken koku sürünmek, saç kestirmek gibi ihramh için yasak olan fiillerden birini işle­memek şarttır. Aksi takdirde sahibine fidye lâzım gelir.[68]

 

1837. ...Enes (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, Resülullah (s.a.) ihramlı iken ayağının üzerinde bulunan bir ağrıdan dolayı kan aldır­mıştır.[69]

Ebu Dâvûd dedi ki: Ben Ahmed'i, "İbn Ebî Arûbe bu hadisi Katâde'den mursel olarak rivayet etti," derken işittim.[70]


Açıklama

 

Ebû Davud'un ifâde ettiği gibi râvi Katâde bu hadisi iki şekilde rivayet etmiştir:

1. Enes'i atlamak   suretiyle mürsel olarak rivayet etmiştir.

2. Enes'i zikretmek suretiyle mevsül olarak rivayet etmiştir.

Hadisle ilgili geniş açıklama 1835 ve 1836 numaralı hadislerde geçmiştir.[71]

 

36. İhramlı Kimsenin Sürme Çekmesi

 

1838. ...Nübeyh b. Vehb'[72]den; demiştir ki: Ömer b. Ubeydullah b. Ma'meiy gözlerinden rahatsız oldu. Bunun üzerine (Ömer) Ebân b. Osman'a -ki Süfyân, Ebân'ın (o sene) hac emiri olduğunu söylüyor- gözlerine ne yapacağını (sormak üzere bir adam) gönder­di. Ebân da;

Onlara sabr çek. Çünkü ben Osman (b. Affân)'ı bunu Rasûlullah (s.a.)'den rivayet ederken işittim, diye haber gönderdi.[73]

 

Açıklama

 

Sabır, acı bir ağacın usaresi (özü)'dir. Hadis-i şerif, ihramının "tedavi  maksadıyla gözlerine  sabr  denilen  ilâç ve sürme gibi kokusuz şeyleri çekmesinin caiz olduğuna delâlet etmektedir. Şafiî ulemâsından Nevevî'nin beyânına göre; "Ulemâ gözleri ve vücu­dun diğer organlarını sabır gibi koku sayılmayan bir ilâçla tedavi etmenin caiz olduğunda birleşmişlerdir. Bundan dolayı fidye dahi lâzım gelmez. Fakat koku sürünmek icâb ederse, sürünür ve fidyesini verir. Ulemâ ihramlı bir kimsenin kokusuz olmak şartıyla sürme çekinmesinde herhangi bir sakınca bulunmadığı konusunda ve bundan dolayı fidye lâzım gelme­yeceği görüşünde de birleşmişlerdir. Fakat ziynet için sürme çekmek İmâm Şafiî ile diğer birtakım ulemâya göre mekruhtur. Ulemâdan bazı kimseler d bunun yasak olduğunu söylemişlerdir. İmâm Ahmed ile İshâk da bu görüştedirler. İmâm Malik’ten bu iki görüşe uygun iki gürüş rivayet olun­muştur. Fidye lâzım gelip gelmeyeceği konusunda Malikî ulemâsı ihtilaf­lıdır."[74]

Mâliki mezhebinin bu mevzûdaki meşhur olan görüşüne göre, ihramlı bir kimsenin süs için sürme çekmesi haramdır ve sahibine fidye lâzım ge­lir. Hanefî mezhebine göre ise, ihramlı bir kimsenin kokusuz sürme çek­mesinde hiçbir sakınca yoktur. Bundan dolayı fidye vermek de gerekmez. Evlâ olan zaruret olmadıkça bundan kaçınmaktır. Çünkü sürmede ziynet özelliği vardır. Fakat ihramlı bir kimse kokulu bir sürmeyi üç defa.çeke­cek olursa, kurban kesmesi gerekir. Bir veya iki kere çekecek olursa, fıtır sadakası kadar sadaka vermesi icab eder. Kurban olarak sadece bir koyun kurban etmek yeterlidir. Eğer buna gücü yetmezse bayramdan önce üç-gün, hac farizasını tamamen edâ ettikten sonra 7 gün oruç tutmak gerekir.[75]

 

1839. ....(Şu önceki) hadis Nubeyh b. Vehb'den de rivayet olun­muştur.[76]

 

Açıklama

 

Ebû Dâvûd, bu rivayeti sevketmekle önceki hadisi takviye etmek istemiştir. Zira Nubeyh b. Vehb'den bu hadis Eyyub b. Musa ve Nafî' kanalıyla iki ayrı senedle rivayet edilmiştir.[77]

 

37. İhramlı Kimse Yıkanabilir

 

1840. ...Abdullah b. Huneyn'in babası (Huneyn)'den rivayet ettiğine göre Abdullah b. Abbâs ile el-Misver (el-Ebvâ" (denilen yer)de görüş ayrılığına düştüler. İbn Abbâs, "îhramlı kimse başını yıkayabilir" dedi. el-Misver de "İhramlı kimse başını yıkayamaz" dedi. Bunun üzerine Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Huneyn'i (bu meseleyi sormak üzere) Ebû Eyyûb el-Ensârî'ye gönderdi. (Abdul­lah b. Huneyn) onu kuyunun iki direği arasında bir örtü elbise ile örtülü olduğu halde yıkanırken buldu. (Abdullah b. Huneyn) dedi ki:

Kendisine selâm verdim. "Sen kimsin?" dedi.

Abdullah b. Huneyn'im. Rasûlullah'ın ihramlıyken başını na­sıl yıkadığını sormam için beni sana Abdullah b. Abbâs gönderdi, dedim. Ebû Eyyûb elini örtünün (elbisenin) üzerine koyarak onu biraz aşağı indirdi, Nihayet başı göründü. Sonra kendisine su döken adama:

Dök! dedi. O da başına su döktü. Sonra başını elleriyle ovarak ellerim öne ve arkaya götürdü ve;

Resûlullah (s.a.)'ı işte böyle yaparken gördüm, dedi.[78]

 

Açıklama

 

Ebvâ: Cuhfe'nin kuzeyinde ve Cuhfe'ye 23 mil (42.665 mt) uzaklıkta bir köyün adıdır.Resûl-i Ekrem (s.a.)'in annesi Âmine bint Vehb'in kabri buradadır. Yağmurlardan oluşan seller buraya indiği için bu ismi almıştır. Abdullah b. Abbâs ile Misver arasında geçen bu tartışmanın sebebi başta saçların bulunmasıdır. Çünkü başı yı­karken saçların dökülmesi veya kırılması söz konusudur.

Buhârî'nin rivayetinde bu hadisin sonunda şu ilâveler vardır: "Daha sonra ben onların yanına döndüm ve (Ebû Eyyûb el-Ensârî'den duydukla­rımı) haber verdim de Misver, İbn Abbas'a "ben seninle hiçbir zaman tartışamam" dedi."[79]     

 

Bazı Hükümler

 

İlmî meseleler üzerinde tartışmak ve netice alınamadığı zaman yetkili kimselere başvurmak, ilmi meseleler üzerinde çıkan anlaşmazlıklarda Kitâb ve Sünnete müracaat et­mek gerekir.

2. Güvenilir bir kimsenin verdiği haber kabul edilir.

3. Guslederken örtünmek gerekir.

4. Yıkanırken başkasından yardım istemek caizdir.

5. Guslederken konuşmak ve selâm vermekte herhangi bir sakınca yoktur.

6. İhramlı bir kimsenin saç dökülmemesinden emin olduğu takdirde başını yıkarken eliyle sürtmesi1 caizdir. Hanefi ulemâsıyla, İmâm Şafiî, Ahmed, İshâk ve cumhur bu görüştedir. Ömer, Câbir, İbn Abbas ve İmâm Mâlik (r.a.)'ın de bu görüşte oldukları rivayet olunmuştur. Ancak İmâm Mâlik'in ihramlının başını yıkamasının mekrûhluğu görüşünde olduğuna dair İmâm Mâlik'ten bir görüş daha rivayet olunmuştur. Çünkü baş yıka­nırken bazı kılların düşmesi söz konusudur. Hz. Abdullah b. Ömer'in ihtilâm olmadıkça başını yıkamadığı rivayet olunmaktadır.

Şafiî ulemâsından Hattâbî bu mevzuda şöyle diyor: "İlim adamları­nın çoğunluğu ihramlının başını yıkamasını caiz görmektedirler. Ancak İmâm Mâlik bunu mekruh görmekte ve "ihramlı başını suyun içine soka­maz," elemektedir. Öyle zannediyorum ki İmâm Mâlik başını elleriyle sür­terken bazı kılların kopacağından korktuğu için bu hükmü vermiştir. Fa­kat ihramlının gusül iktiza ettiği zaman başını yıkamasının caiz olduğunda ulemâ ittifak etmiştir. İmâm Mâlik'in ihramlı bir kimsenin başını suya sokarak gözden kaybetmesini mekruh görmesi ise, bunu başını elbise ve benzeri şeylerle örtmeye benzetmesinden kaynaklanmış olabilir. Ancak İmâm Mâlik'in bu görüşünün doğruluğu kabul edildiği takdirde çıplak bir kim­senin avret mahallini, su içine girmek suretiyle örterek namaz kılmasının caiz olması gerekir. Fakat ben sözüne itibar edilmeyen birkaç kişinin dı­şında bunun caiz olduğunu söyleyen bir kimse görmedim. Ancak bazı ilim adamları elbise bulamayan bir kimsenin avretini toprakla örterek namaz kılmasının müstehâb olduğunu söylüyorlar."

Netice olarak: Mâlikî mezhebine göre ihramlının başını yıkaması ya keyfî olur, ya kirden pastan temizlenmek için olur, ya da pislikten temiz­lenmek için olur. Bu üç halin her birisi içinde ihramlının başında haşerele­rin bulunması veya bulunmaması veya haşere bulunma ihtimali söz konu­sudur. Ayrıca baş ya sadece su ile yıkanır yahutta sabun ve benzeri şeyler­le yıkanır.[80]

 

38. İhramlının Evlenmesi

 

1841. ...Abdü'd-dâr oğullarının kardeşi Nübeyh b. Vehb'den rivayet olunduğuna göre, Ömer b. Ubeydullah, Ebân b. Osman b. Affân'a -ki o gün Ebân hac emriydi ve her ikisi de ihramlı idi-(şu soruyu) sormak üzere ( bir adam) gönderdi: "Ben Talha b. Ömer'i Şeybe b. Cübeyr'in kızıyla evlendirmek istiyorum, senin de nikahta hazır bulunmanı arzu ediyorum (ne dersin)?" Ebân bu isteği uygun­suz buldu ve;

Ben babam Osman b. Affan'ı;

Resûlullah (s.a.) ihramlı bir kimse ne evlenebilir ne de evlendirebilir, " derken işittim," cevabını verdi.[81]

 

Açıklama

 

Bu hadisin bazı rivayetlerinde Ömer'b. Ubeydillah'ın oğlu Talha'yı, Şeybe b, Osman'ın kızıyla evlendirmek is­tediği ifade edilirken burada Şeybe b. Câbir'in kızıyla evlendirmek istediği ifade ediliyor. Her ne kadar musannif Ebû Dâvûd, "Kendi rivayetinin doğru olduğunu "Şeybe b. Osman'ın kızı" şeklindeki rivayetin, "İmâm Mâlik'in vehminin eseri olarak ortaya çıkmış bir yanlış olduğunu" söylü­yorsa da ulemânın büyük çoğunluğu İmâm Mâlik'in rivayetinin daha doğ­ru olduğu kanaatindedirler. Cumhurun tespitine göre evlendirmek istenen kız, Şeybe b. Cübeyr b. Osman el-Haccî-nin kızıdır. Zübeyr b. Bekkâr'ın tespitine göre bu kızın ismi Emetü'I-Hamîd'dir. Kadı İyaz şu sözleriyle rivayetler arasındaki ihtilâfı uzlaştırmaktadır. "Evlendirilmek istenen kı­zın Şeybe b. Osman'ın kızı olduğunu rivayet edenlerin o kızı babasına değil de dedesine nisbet ettikleri için böyle rivayet etmiş olabilirler. Binae­naleyh rivayetler arasında çelişki yoktur."[82]

 

Bazı Hükümler

 

İhramlı bir kimsenin nikâhlanması veya başkalarını nikahlaması helal değildir, içlerinde imam Mâlik ile Şafiî ve İmâm Ahmed'in de bulunduğu cumhûr-u ulemâ bu gö­rüştedir. Sözü geçen ulemâya göre ihramlının nikâhlanması sahih değildir. Zifaf yapılmış olsa bile bu nikâh feshedilir. İmâm Mâlik'e göre ise zifaf olmuşsa bu nikâhın feshedilebilmesi için bir kerre talâk vermek gerekir. Cumhura göre ise, talaksız olarak bozulmuş olur. Binâenaleyh bu nikâhı fesh için talâk vermeye lüzum yoktur.

Hanefî ulemâsına göre ise ihramlı bir kimsenin nikâhlanması caiz ol­duğu gibi başkasını nikahlaması da caizdir. Delilleri ise, 1844,numaralı hadistir.[83]

 

1842. ...Osman (r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre, Rasûlullari (s.a.) önceki hadisin bir benzerini ifâde buyurmuştur. (Ancak Ku-teybe bu rivayete şu cümleyi de) ilâve etti:İhram)ı bir kimse dünürlükte yapmasın.[84]

 

Açıklama

 

Her ne kadar musannif Ebû Dâvud, bu hadisin Mâlik'ir Nâfi'den rivayet ettiği metninde "dünürlük de yapmasın” sözünün bulunmadığını ifâde ediyorsa da Tahâvî, Müslim ve Beyhakî'nir Mâlik'den rivayet ettikleri metninde "dünürlük de yapmasın" ibâres vardır.[85]

Bu hadis-i şerif, bir önceki hadiste geçen "ihramlının evlenmesinir caiz olmadığı" hükmüne ilâve olarak "ihramlının dünürlük yapmasının caiz olmadığı" hükmünü de getirmektedir.

Şafiî, Hanbelî ve Hanefî ulemâsına göre buradaki nehy, kerâhet-i ten zihiyye ifâde etmektedir. İmâm-ı Mâlik'e göre ise, buradaki nehyin hük­mü haramdır.[86]

 

1843. ...Meymûne (r.anhâ)'dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a. benimle evlendi(ği zaman ikimiz de) Şerifte ihramsızdık.[87]

 

Açıklama

 

Şerif, Mekke'nin kuzey-batısında bir yerdir. Bazılarına göre Rasûlullah (s.a.)'ın bu nikâhı hicretin 7.senesinde kaza umresinden dönerken kıyılmıştır. Bu rivayetin doğruluğu kabul edil­diği takdirde, nikâh kıyıhrken Hz. Meymûne ile Rasûl-i Ekrem'in ihram-sız oldukları ortaya çıkar. Nitekim, Hz. Meymûne'den rivayet olunan; "Rasûlullah(s.a.) benimle Mekke'den döndükten sonra Şerifte evlendi. İkimiz de ihramsızdık"[88] anlamındaki hadis-i şerif de bu görüşü destek­lemektedir.

Bazılarına göre de bu nikâh, Rasûl~i Ekrem'le Hz. Meymûne ihrama girmeden Medine'de kıyılmıştır. Süleyman b. Yesar'ın rivayet ettiği "Pey­gamber^.a.)'in azatlısı Ebû Râfi ile ensârdan iki kişiyi elçi ta'yin etti. Onlar da Rasûl-i Ekrem'i daha Medine'de iken (ve hac için henüz yola) çıkmadan önce Meymûne ile evlendirdiler,"[89] anlamındaki hadis-i şerif de bu görüşü te'yid ediyor.

Hattâbî'nin beyânına göre, "konumuzu teşkil eden bu Ebû Dâvûd hadisi "Rasûl-i Ekrem (s.a.),Hz.Meymüneile ihramlı iken evlenmiştir,"[90] diyen Hz. İbn Abbas'm aleyhine en büyük bir delildir.[91]

 

Bazı Hükümler

 

1. Peygamber (s.a.) ile Hz, Meymûne, Şerifte ve ihramsız  iken   nikahlanmışlardır. Ancak  bir numara sonra gelecek olan hadise bakarak cumhûr-ı ulemâ Rasûl-i Ek­rem'le Hz. Meymûne'nin ihramlı iken evlendikleri hükmüne varmışlardır. İnşaallah bu mevzu 1844 numaralı hadisin şerhinde genişçe ele alınacaktır.[92]

 

1844. ...İbn Abbâs'dan rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.) Hz. Meymûne ile ihramlı iken evlenmiştir.[93]

 

Açıklama

 

Bu  hadis-i  şerif,  Hz.Peygamber'in  Hz.   Meymûne  ile kaza  umresi için  çıktıkları Mekke yolculuğunda ve ih ramh iken evlendiğini ifâde etmektedir. Nitekim, Mücâhid ile Atâ'nm İbn Abbas'dan rivayet ettiklerine göre, "Peygamber (s.a.) Hz. Meymûne ile Mekke'de ihramlı iken evlenmiş ve Hz. Meymûne'nin yanında üç gün kal­mıştır. Bu esnada Huveytib b. Abdiluzza, Kureyş'den bir neferle gelip Rasûlullah ile görüşmek istemiştir. Bu üç gün bittikten sonra bu heyet Rasül-i Ekrem'e haber göndererek kendisiyle görüşmek istediklerini bildir­miş ve bunun üzerine Rasûl-i Ekrem çıkıp onlarla görüşmüş ve Mekke dönüşünde Şerifte Hz. Meymûne ile zifafa girmiştir."[94] Tahâvî'nin bu rivayeti, Rasül-i Ekrem'in ihramlı iken Mekke'de Hz. Meymûne ile evlen­diğini ve Mekke dönüşü Şerif de zifâfâ girdiğini ifâde, etmemekte ve bu konuda gelen hadisler arasındaki ihtilâfı gidermektedir.[95]

 

Bazı Hükümler

 

1. İhramlı bir kimsenin nikâhlanması caizdir. İbrahim en-Nehaı, Sevn ve Hanefi uleması bu gö­rüştedirler. Delilleri ise, konumuzu teşkil eden bu hadisle, Mesrûk'un Hz. Âişe'den rivayet ettiği, "Rasûlullah (s.a.) ailelerinden biriyle ihramh iken evlendi" anlamındaki hadistir. Bilindiği gibi bu hadiste Rasûl-i Ekrem'in ihramlı iken evlendiğinden bahsedilen ve ismi açıklanmayan ailesinden mak­sat, Hz. Meymûnedir.

el-Leys, el-Evzâî, Mâlik, Şafiî, Ahmed ve îshâk (r.a.)'a göre ihramlı-nın evlenmesi caiz olmadığı gibi, başkasını evlendirmesi de caiz değildir. Şayet evlenecek veya başkasını evlendirecek olursa kıyılan nikâh bâtıl olur. Sözü geçen bu ulemânın delilleri de "İhramh bir kimse evlenemez ve baş­kasını da evlendiremez," anlamındaki .1841 numaralı hadis-i şerif ile Yezîd b. el-Asamm'ın Hz. Meymûne'den rivayet ettiği, "Resûlullah (s.a.) benimle evlendiğinde Şerifte ikimiz de ihramsız idik," anlamındaki 1843 numaralı hadis-i şerif ve Süleyman b. Yesâr'ın, Ebû Râfi'den rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: "Rasûlullah (s.a.) Hz. Meymûne ile ihramsız iken ev­lendi ve ihramsız iken gerdeğe girdi."[96] Tırmizî bu hadisle ilgili olarak şunları söylüyor: "bu hadis hasendir. Onu Hammâd b. Zeyd'den başka Matar el-Varrâk tarikiyle Râbia'dan müsned olarak rivayet eden kimse tanımıyoruz."[97]

İhramlı kimsenin evlenemediği ve başkasını da evlendiremediği görü­şünde olan ulemâ, aksi görüşte olan Hanefî ulemâsına ve taraftarlarına karşı kendi görüşlerini şöyle savunuyorlar:

a. İhramlının nikahlan masının caiz olmadığını ifade eden hadisin ra­isi Ebû Râfi'bu hadisi rivayet ettiği zaman bulûğ çağına ermiş ve rüşdüıü ikmâl etmiş bir kimse idi. Aksi görüşte olanların senedini teşkil eden iadisin râvisi Hz. İbn Abbâs ise, Hz. Meymûne Resûl-i Ekrem'le evlendi­ği zaman henüz on yaşında bir çocuktu ve üstelik bu nikâhın kıyıldığı taza umresinde de yoktu.

b. 1843 numaralı hadiste Hz. Meymûne, Resûl-i Ekrem'le evlendiği :aman ihramsız olduklarını ifade etmektedir. Hz. Meymûne'nin olayı bizzat yaşayan bir kimse olarak başkalarından daha iyi bilmesi kadar tabii 3İr şey olamaz. Bu konuda Şafiî ulemâsından İmâm Nevevî de şunları söylüyor: "ihramlı bir kimsenin evlenmesinin caiz olmadığı görüşünde olan cumhûr-i ulemâ kendi görüşlerinin doğruluğunu isbât için pek çok deliller leri sürmüşlerdir. Bu deliller içerisinde en kuvvetli olanı, Peygamber(s.a.)'in flz. Meymûne ile evlendiği zaman ikisinin de ihramsız olduğunu ifade eden ıadis-i şeriftir. Sözü geçen hadis-i şerifi pek çok sahâbi rivayet etmiştir."

Bu konuda Kadı İyâz da görüşlerini şu anlama gelen cümlelerle ifâde ediyor: "Resûl-i Ekrem'in Hz. Meymûne ile evlendiği zaman ihramh ol­duğunu Hz. İbn Abbas'tan başka rivayet eden yoktur. Hz. Meymûne, Ebû Râfi' ve daha başkaları ise, Resul-i Ekrem'in Hz. Meymûne ile evlen­diği zaman ihramsız olduğunu rivayet etmişlerdir. Aynı zamanda bu kim­seler bizzat olayın içinde bulunan kimselerdir. Çünkü Hz. Ebû Râfi bu evlilik esnasında bizzat Hz. Peygamber ile Hz. Meymûne arasında elçi idi.[98] İbn Abbâs (r.a.) ise, böyle değildi. Bu sebeple sözü geçen râviler hem olayın ayrıntılarını İbn Abbâs (r.a.)'den daha iyi biliyorlardı, hem de sayıca daha kalabalık idiler."[99]

Bu konuda İbn Abdilberr'in görüşü de şöyledir: "Resûl-i Ekrem'in Hz. Meymûne ile evlendiğinde ihramsız olduğunu ifâde eden hadisler te­vatür derecesine ulaşmaktadır. Ayrıca bu râvilerden biri olan Yezîd b. el-Asamm Hz. Meymûne'nin kız kardeşinin oğludur. Bu sebeple hadiseye yakından vukufu vardır. Aksini rivayet eden sadece Hz. İbn Abbâs'tır. İnsanın gönlü râvisi daha çok olan hadisi kabule daha meyyaldir. Çünkü .bir kişinin yanılma ihtimâli daha fazladır."[100]

Mâlikî ulemâsından Zürkânî ise, bu konuda gelen hadis-i şerifler ara­sındaki tearuzdan dolayı bir tarafa bırakılacak olursa o zaman Hz. Peygamber'in Hz. Meymûne ile evlenmesini konu almayan ve dolayısıyla o mevzûdaki hadislerle çelişmeyen "ihramlı kimse evlenemez ve başkasını da evlendiremez," anlamındaki 1841 numaralı hadis-i şerife müracaat et­mek gerekir.[101] Meymûn b. Mehrân ise, bu konudaki düşüncelerini şöyle dile getiriyor: "Ben ihtiyarlığı sırasında bir gün Safiyye bint Şeybe'nin yanına varıp Resûl-i Ekrem'in. Hz. Meymûne ile evlendiği zaman ihramlı olup olmadığını sordum da bana kendisinin de Resûl-i Ekrem'in de.ih-ramsız olduklarını ifade etti."[102]

İhramlı bir kimsenin evlenmesinin caiz olduğunu söyleyen Hanefî, ule­mâsı ise, kendi görüşlerini şu şekilde savunmaktadırlar.

a. İbn Abbas (r.a.)'ın hem Ebû Râfi'den hem de Hz. Meymûne'den hafıza itibariyle daha kuvvetli olduğunda ulemâ ittifak etmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber'in, Hz. Meymûne ile evlendiği zaman ihramsız olduğunu ifade eden hadisin râvisi Yezîd b. el-Esamm zayıftır. İbn Abbâs hadisini hadis ulemâsından 7 imâm ve daha başkaları rivayet etmiştir.

b. Her ne kadar Hz. ibn abbâs Hz. Peygamberce Hz. Meymûne'nin izdivacında hazır bulunmamışsa da,   olayı bizzat şahid olan ve ayrıntıla­rıyla bilen sahâbîlerden öğrenmiş ve rivayet etmiştir. Bu konuda söylen­mesi gerekir şudur: İhramlının evlenmesinin caiz olmadığım ifade eden 1841 numaralı Osman hadisi Resûl-i Ekrem'le değil ümmetiyle ilgilidir. Söz konusu nikâhın ihramsız iken kıyıldığını ifade eden hadis ise fiili bir hadistir. Resûl-i Ekrem'in fiiliyle sözü arasında bir aykırılık görülürse o zaman fiilin kendisine mahsus olduğu, sözün de ümmetine mahsus olduğu kabul edilir. Bu Mâliki ve Şâfiîlerce kabul edilen bir usûl kaidesidir. Bina­enaleyh Mâliki ve Şafiî ulemasına göre bu mevzuda muteber olan görü­şün, "ihramlı iken evlenmenin Resûl-i Ekrem'e has özel bir durum olduğu" görüşü olmak gerekir.[103]

Hanefî ulemâsına göre ise, bir hükmün Resûl-i Ekrem'e ait olduğunu kabul edebilmek için, o hükmün Resûl-i Ekrem'e özel bir durum olduğu­na dair bir delil bulunması gerekir. Burada ise    böyle bir delil yoktur.[104]

 

1845. ...Said b. el-Müseyyeb'den; demiştir ki İbn abbâs (Resûl-i Ekrem'in) Hz. Meymûne ile ihramlı iken evlendiği(ne dair rivaye­tinde yanılmıştır.[105]

 

Açıklama

 

Her ne kadar senedinde kimliği belli olmayan bir râvi bulunduğundan bu haber zayıfsa da İsmail b. Umeyye'nin Said b. el-Müseyyeb'den rivayet ettiği, "Rasûlullah (s.a.) Meymûne ile evlendiği zaman kesinlikle ihramsızdı," anlamındaki hadis bu hadisi tak­viye etmektedir. Hanefî ulemâsından Ebû Ca'fer et-Tahâvî'nin beyanına göre imâm Şafiî, "Hz. Ömer'le Zeyd b. Sâbit'in ihramlı bir kimsenin nikâhım reddetmeleri ve Hz. îbn Ömer'in, "İhramlı bir kimse evlenemez ve birisine dünürlük yapamaz," demeleri bu hadisi desteklemektedir." de­miştir.

Ebû Dâvûd ile Münzirî bu hadis hakkında sükût etmişlerdir. Zürkânî ise, bu hadisle ilgili olarak şunları ifade ediyor: Buhârî'de ve daha başka eserlerde Said b. el-Müseyyeb'in şöyle dediği kaydediliyor: Her ne kadar Hz. Meymûne kendisinin teyzesi ise de İbn Abbas "Rasûl-i Ekrem Hz. Meymûne ile ihramlı iken evlenmiştir, " derken yanılmıştır. Çünkü Re­sûl-i Ekrem Hz. Meymûne ile ihramdan çıktıktan sonra evlendi."[106]

Tekmiletu'I-Menhel yazarı ise, bu konuda şunları söylüyor: "Her ne kadar Zürkânî böyle diyorsa da ben Buhârî'nin rivayet ettiği böyle bir hadise rastlamadım. Fakat Hafız İbn Hacer bu hadisi İmâm Ahmed'in rivayet ettiğini söylüyor ve sonra da Eslem'den şu sözleri rivayet ediyor: Ben İmâm Ahmed'e, Ebû Sevr: "İbn-i Abbas hadisini kabul etmek için hangi engel var ki? diye soruyor" dedim de; "İbn Müseyyeb'e göre İbn Abbas yanılıyor. Çünkü Hz. Meymûne bizzat kendisi Resûl-i Ekrem'le evlendiği zaman ihramsız olduğunu söylüyor" diye cevap verdi."

Mezhep imamlarının bu mevzu ile ilgili görüşlerini bir önceki hadisin şerhinde açıklamış bulunmaktayız.[107]

 

39. İhramlının Öldürmesi Caiz Olan Kara Hayvanları

 

1846. ...Abdullah b. Ömer'den rivayet olunduğuna göre, Pey­gamber (s.a.)'e ihramlının öldürmesi caiz olan kara hayvanları so­rulmuş da Peygamber (s.a.):

"Beş (çeşit) hayvan vardır ki onları harem dışında da haremde de Öldürmekte herhangi bir günah yoktur: Akrep, fare, çaylak, kar­ga ve saldırgan köpektir" buyurmuş.[108]

 

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerifte bahsedilen ve ihramlının avlanmasında bir sakınca olmadığı ifade edilen hayvanların kara hay-

vanları olduğu malumdur. Çünkü ihramlının deniz hayvanlarını avlama­sında bir sakınca olmadığı, "Deniz avı yapmak ve onu yemek kendinize de misafire de bir faide olmak üzere sizin için helâl kılındı. İhramda bu­lunduğumuz müddetçe ise, kara avı haram kılındı."[109] ayet-i kerimesiyle açık bir şekilde ifade edilmiştir. Binâleyh ihramlının deniz hayvanlarını avlamasında bir sakınca bulunmadığında ulemâ ittifak etmiştir. Ancak bazı kimseler; "Yerde yürüyen hiç bir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş hariç olmamak üzere hepsi sizin gibi ümmetlerdir."[110] âyet-i kerimesini delil getirerek kuşları kara hayvanlarından saymamışlarsa da kendilerine bu âyeti kerîmede kuşların kara hayvanlarından sonra özel olarak sayılmış olmaları onların kara hayvanlarından ayrı olduklarını göstermek için de­ğil, kara hayvanları genel olarak ifade edildikten sonra "zikrulhâss iba'de'l-ânımi" kabilinden özel olarak zikretmek içindir. Nitekim Ebû Dâvûd hadisiyle; "Yerde yürüyen hiçbir canlı hariç olmamak üzere hepsinin nzıkla-nnı Allah verir."[111] “Allah her hayvanı sudan yarattı"[112] âyet-i kerime-lerindeki bütün hayvanları içine alan genel ifâdeler de kuş nevinin deniz ve kara hayvanları dışında kalan ayrı bir hayvan türü olmadığını isbat eder.

"Beş çeşit hayvan vardır" cümlesindeki "beş" sözü ihramlının avla­masında sakınca olmayan kara hayvanlarının sadece beş türden ibaret ol­duğuna delâlet etmez. Ulemânın pek çoğuna göre buradaki "beş" kaydı nihâi tahdidi belirleyen bir kayıt değil, ancak ihramlının öldürebileceği türlerden sadece beşini ifade etmek için gelmiştir. Bundan sonra gelen iki hadis-i şerifte burada sayılmayan yılan ve yırtıcı hayvanların sayılması da buradaki beş adedinin sınırlayıcı bir kayıt olmadığını gösterir.

"Günah yoktur" ifâdesi ihramhnin bu hayvanları avlamasının caiz. olduğunu gösterir. Hatta "Azgın köpekle, fare, akrep, çaylak, karga ve yılanın öldürülmesini emir buyurmuştur"[113] anlamındaki bir hadis-i şe­rifte Resûl-i Ekrem'in bu hayvanları öldürmeyi emrettiği ifade edilmektedir.

Müslim'in bu hadisindeki emrin mübahlık ifade etmesi mümkün ol­duğu gibi mendûpluğa delâlet etmesi de mümkündür. Ayrıca bu emrin farziyyet için gelmiş olması, konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisinde­ki "günah yoktur" sözünün ise, bu hayvanları öldürmeden sabredip za­rarlarına katlanmanın zorluğunu kaldırmak için gelmiş olması mümkün­dür. Binaenaleyh bu mesele, "kim o Beyti hac veya umre (kasdı) ile ziya­ret ederse, bunları güzelce tavaf etmesinde üzerine bir beis yoktur."[114] ayet-i kerimesine benziyor ve bu meselede nehy'den sonra gelen emrin hük­mü câridir.

Hadis-i şerifte sayılan hayvanlardan:

1. Akrep: Zehirli bir.böcektir. Sokmasıyla fili ve deveyi öldürebilen türleri vardır. Hz. Âişe'nin bildirdiğine göre, Resûl-i Ekrem namazda iken bir ak­rep sokmuştu. Namazı bitirdikten sonra "Allah akrep türüne lanet etsin. Na­mazda olanıda namazda olmayanıda sokar," buyurmuştur.[115]

2. Farenin çeşitleri çoktur. Fakat gerek, yenilmesinin haram, gerekse öldürülmesinin caiz olması hususunda bütün nevilerin hükmü birdir.

3. Hide'e: Çaylak demektir. Bu zararlı bir kuştur. Civcivleri kaptığı gibi et zannıyla insanın elinde bulunan kırmızı renkteki şeyleri de kapar

4. el-Kelbu'l-Akûr: Saldırgan ve ısırgan köpek demektir.Bu köpeğin nasıl bir köpek olduğu ulemâ arasında ihtilaflıdır, İmâm Mâlik, Şafiî, Ahmed (r.a.) ve pek çok ulemâya göre bu kelimeyle kasdedilen köpek, insan­lara saldıran, aslan, kaplan ve kurt gibi nsanları ısıran ve korkutan kö­pektir. Ebû Akrab'dan rivayet edilen, "Peygamber (s.a.) Uteybe b. Ebî Leheb'e; "Ey  Allah'ım ona köpeklerinden bir köpeği musallat et!" diye beddua etti de, bir aslan saldırıp onu öldürdü."[116] anlamındaki hadis-i şerif de bu görüşü desteklemektedir.

İmâm Ebû Hanife'ye göre ise, buradaki köpekten maksat her saldır­gan köpek değil herkesçe malum olan bildiğimiz köpektir. Aslan, pars, kaplan ve kurt da bu hükümde onun gibidir. Çünkü bu hayvanlar ve ben­zerleri de insanlara eziyet vermekte köpek gibidir.

Ayrıca ulemâ, insana saldırmayan köpekler hakkında da ihtilâf et­mişlerdir. Kadı Hüseyin ile Mâverdfye göre saldırgan olmayan köpeklerin öldürülmesi haramdır. İmâm Şafiî (r.a.) ise, "el-Ümm" isimli eserinde böyle köpekleri öldürmenin caiz olduğu hükmüne varmıştır.   ,

Yine Şafiî ulemâsından İmâm Nevevî ise, el-Mühezzeb şerhinin alış­veriş bölümünde "köpeğin faydalı bir hayvan olup öldürülemeyeceği hu­susunda ulemânın arasında hilaf yoktur" derken, aynı eserin teyemmüm ve gusl bölümünde ise, bunun aksini iddia etmiştir. Hac bölümünde de saldırgan olmayan köpekleri öldürmenin tenzihen mekruh olduğunu ifâde etmiştir. Râfiî ise, böyle köpekleri öldürmenin tahrimen mekruh olduğu hükmüne varmıştır.

İmâm Şafiî'ye ve İmâm Ahmed'e göre, insanların malına ve canına zarar veren ve yenilmesi haram olan, şahin, doğan, kartal gibi kuşlarla sivrisinek, eşek arısı, pire, karasinek, bit gibi haşereler de konumuzu teş­kil eden hadis-i şerifte zikredilen hayvanların hükmüne girerler.

Hanefî ulemâsı ise hadis-i şerifte geçen beş hayvanın hükmüne arı, maymun, kaplumbağa, kirpi ve zehirli keler'i de sokmuşlardır. Çünkü sö­zü geçen ulemâya göre bu hayvanlar av hayvanı değildirler.

Mâliki ulemâsı ise, hadis-i şerifte sayılan hayvanların hükmüne arıyı . da katmışlardır. Çünkü onlara göre arı akrebe benzemektedir.[117]

 

Bazı Hükümler

 

1. İhramlı bir kimsenin akrep, fare, çaylak, karga ve saldırgan köpek öldürmesinde herhangi bir sakınca yoktur. İhramlının bu hayvanları öldürmesinde bir sakınca olma­yınca, ihramsız bir kimsenin bu hayvanları öldürmesinin caiz olduğu ken­diliğinden anlaşılır. Bu hayvanlardan akrebin mutlak surette hatta namaz­da bile öldürülebileceğinde ittifak vardır. Ancak İbn Abdilberr'in rivayeti­ne göre, Hammâd b. Süleyman ile Hakem, ihramlının yılanla akrebi öldüremeyeceği görüşündedirler, delilleri ise, bu hayvanların av hayvanı olma­yıp böcek türünden olmalarıdır. Ancak konumuzu teşkil eden hadis-i şerif bu görüşü reddetmektedir.

2. Karganın bütün türlerini, gerek haremde gerekse harem hududları dışında öldürmek mutlak surette caizdir. Mâlikî ulemâsının meşhur olan görüşleri budur. Müslim'in rivayetinde yer alan "Gurâb-ı ebka-  alaca karga"[118] kelimesinde "alaca" kaydı ihramlının öldürmesi caiz olan karga türünü belirleyen bir kayd-ıitirâzî' değildir. Bu kayıt karga türlerinden sa­dece birini belirleyen bir kayd-ı ittifâkîdir. Ulemâdan bazılarına göre ise, hadisteki "alaca" kaydı bir kayd-ı ihtirâzîdir. Binâenaleyh, ihramlı bir kimse bu vasfı taşımayan bir kargayı avlayamaz. Mâlikî ulemâsından Kur-tubî bu görüşten hareket ederek "Müslim'in bu rivayeti alaca kelimesi zikredilmeyen mutlak rivayetleri takyid eder" diyor.

Hanefî ulemâsı ile İmâm Şafiî'ye ve Ahmed'e göre alaca kargadan maksat leş yiyen alaca kargadır. İhramlı bir kimse karga türleri arasında sadece leş yiyen alaca kargayı öldürebilir. ^Sözü geçen ulemâya göre kuz­gun da bu hükme dâhildir. Fakat ekin kargası onlar gibi değildir. Mâlikîlere göre ise öldürülecek karga türleri arasında bir ayırım yapmak doğru değildir.

3. Farenin öldürülmesi ise, mutlak surette caizdir. İbnu'l Münzir: "Fa­renin öldürülebileceği konusunda ulemâ arasında ittifak vardır. Yalnız ib­rahim en-Nehâî'ye göre ihram hâlinde bulunan bir kimse fare öldüremez. Fakat bu kavil şazdır" diyor. Gerçektende konumuzu teşkil eden hadis de İbrahim en-Nehâî'nin bu görüşünü reddetmektedir.[119]

 

1847. ...Ebû Hureyre(r.a.)'den rivayet edildiğine göre Rasûluîlah (s.a.); "Beş (çeşit hayvan vardır ki, bunlar) harem hududları dışında da haremde de öldürülebilirler: Yılan, akrep, çaylak, fare ye saldırgan köpek" buyurmuştur.[120]

 

Açıklama

 

1. Sözü geçen beş çeşit hayvanı ihramlı iken öldürmek caizdir, ihramlı halde Öldürmek caiz olunca ihrama girmeyenlerin öldürmesi haydi haydi caizdir. Öldürülecek hayvanların beş adediyle takyid edilmesi mefhûm itibârı ile zikredilen beş neviden maada­sının öldürülemeyeceğini gösterirse de mefhûm-ı aded ekser-i ulemâya gö­re hüccet değildir. Bilfarz hüccet kabul edilse bile Rasûlullah (s.a.)'ın ev­vela beş hayvanın Öldürebileceğini bilahâre aynı hükümde onlarla müşte­rek olan şâir hayvanları bildirmiş olması muhtemeldir. Filhakika bir riva­yette, öldürülecek hayvanların dört, diğer rivayette altı olduğu beyân edil­miştir. Bazı rivayetlerde ise, ötekilerinde zikredilmeyen hayvanlardan bahsolunmuştur. Bu suretle öldürülecek hayvan nevilerini dokuza çıkaranlar vardır1. Bunlar arasında yılan, kurt ve kaplan da vardır.

Tahâvî diyor ki: "İşte Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'in ihramda olana da olmayana da Harem-i Şerifte öldürmeyi mubah kıldığı hayvanlar bunlardır. Bunların beş çeşit olduklarını beyân etmiştir. Ancak bu beyân, bu konuda ortaya çıkacak bir benzerlik dolayısıyla bu hayvan­ların hükmünün onlara verilmesini gerektirmez. Peygamber (s.a.)'in mak­sadının bu tür hayvanları da kapsamına almak olduğunda ittifak bulun­ması hali ise müstesnadır.

Tahâvî bu sözü ile şunu anlatmak istemiştir: Aded bildirerek öldürü­lecek hayvan çeşitlerinin beyân buyrulması, benzerlerinin bu hükümde ol­madığını gösterir. Zira aynı hadiste çaylak ile karganın öldürülebileceği ifâde buyurulmuştur. Halbuki bunların ikisi de yırtıcı kuşlardandır. Onla­rın hükmü özellikle belirlendiği için atmaca, şahin ve doğan gibi yırtıcı kuşlara aynı hüküm verilemez.

Bu cihet ittifakı ise de öldürmeyi eziyetle ta'lil edenler: "Eziyetin çe­şitleri çoktur. Binâenaleyh, Rasûlullah (s.a.) akrebi zikretmekle eziyette ona ortak olan yılan arı gibi şeylere; fare ile kemirmekte ona ortak olan gelincik gibi hayvanlara; karga ve çaylak ile bir şeyi kapmakta onlar gibi olan atmaca vs. ye, kudurmuş köpekle saldırganlık ederek ısırmakta olan köpeğe benzeyen arslan ve pars gibi yırtıcılara işaret buyurmuş olacaktır" derler.

Öldürmeye sebep bu hayvanların etinin yenilmemesi olduğunu söyle­yenlere göre ise, hadis-i şerifte beş hayvanın zikredilmesi insanların arasın­da çok bulundukları içindir.

Tahâvî'nin beyânından, yılanın da öldürülemeyeceği hatıra gelebilirse de Tahâvî, "Peygamber(s.a.)'in maksadının....ittifak bulunması hali müstesna" sözüyle Rasûlullah(s.a.)'ın yılanın öldürülmesini kasdettiğine işarette bulunmuştur.

Bu cihet İbn Mes'ûd (r.a.)'dan rivayet olunan bir hadiste açıkça be­lirtilmiştir. Mezkûr hadiste; "Peygamber (s.a.) ashabına Minâ'da bir yıla­nı öldürmelerini emir buyurdu," denilmektedir.

Rivayetlerin birinde dahi yılan öldürülecek beş hayvan meyâninda zik­redilmiştir.

2. Kargadan bu hayvanın hangi çeşidinin murad edildiği' ulemâ ara­sında ihtilaflıdır. Hanefîlerden "Hidâye" sahibine göre leş kargasıdır. Bu­na alaca yahut benekli karga da denilir. Bu kavil İmâm Ebû Yûsuf'dan rivayet olunmuştur.

İmâm Ebû Yûsuf'un delili Hz. Âişe rivayetlerinden birinde öldürüle­cek hayvanlar meyanında gurab-ı ebkâ'ın zikredilmiş olmasıdır. Ulemâ­dan bir cemaat İmam Ebû Yûsuf'un kavlini tercih etmiş, ihrâmlının karga nev'ilerinden yalnız alaca kargayı öldürebileceğini söylemişlerdir. Diğer bir takım ulemâya göre ise, bütün karga nevilerini öldürmek caizdir. Hadiste alaca karganın zikredilmesi çokluğundan dolayıdır. Fakat Aynî bu kavle itiraz etmiş ve: "Öldürülmesi emredilen karga rahatsızlık veren türüdür. Bu da yalnız alaca kargadır. Ekin kargası ile saksağan doğrudan doğruya eziyet etmezler. Binaenaleyh hadisin mutlak rivayetleri alaca karga mânâ­sına alınmalıdır." demiştir.

Kuzgun dahi alaca karga nev'indendir.

Şâfiîlerle Hanefilerin görüşü budur. Zira bunların ikisi de leş kargası­dır. Ekin kargası onlar gibi değildir.

Karga ile çaylak hakkında Malikîyye ulemâsının ihtilâf ettikleri bazı­larına göre bu hayvanların saldırgan olan ve büyükleri öldürebileceği riva­yet olunduysa da meşhur olan kavle göre bu hususta Mâlikîler dahi cumhûr-ı ulemâ ile beraber idiler. Cumhura göre öldürülecek karga nev'ileri arasın­da böyle tasnif yoktur. Saksağan dahi karga nev' iler indendir. Araplar onun ötüşünü uğursuzluk kabul ederlermiş.

Ulemâdan bazıları saksağana alaca karga, bazıları da ekin kargası hükmünü vermişlerdir.

İmâm Ahmed b. Hanbel, "Saksağan leş yemişse öldürmesinde beis. yoktur," demiştir.

3. Hide'e: Çaylak demektir. Rivayetlerin bazılarında bu kelimenin ye­rine "hudeyya" denmiştir. Hudeyya: Hide'enin ism-i tasgiridir. Yani çay­lak demektir. Çaylak eziyet eden ve insanların elinden eti kapan bir kuş olduğundan onu ihramlı ihramsız herkesin öldürmesi helâldir. Yalnız İmâm Mâlik'den bir rivayete göre çaylak ile karga eziyet vermeye davranmadık­ça ihramlı bir kimsenin onları öldürmesi caiz değildir. Fakat bu rivayet zayıftır. İmâm Mâlik'in meşhur olan görüşü, cumhur-ı ulemânın görüşü gibidir. Ona göre bu hayvanların etleri de yenir.

4. Farenin öldürülmesi mutlak surette caizdir. İbnu'l-Münzir; "İhramlının fare öldüreceği hususunda ihtilâf yoktur. Yalnız İbrahim en Nehaî'ye göre ihram halinde bulunan bir kimse, fare öldüremez. fakat bu kavil şâzzdır" diyor.

Kadı İyâz dahî: "Sâcî'nin Nehaî'den rivayetine göre ihramlı bir kimse fare öldüremez, öldürürse fidye verir. Fakat bu kavil nassa ve bütün ule­mânın1 kavline aykırıdır" demiştir.

Beyhâkı'nin sahih bir isnâdla Hammâd b. Zeyd'den rivayet ettiği bir haberde: "Nehâî'nin bu sözü Hammâd'a rivayet olunduğu vakit Ham­mâd: "Kûfe'.de İbrahim en-Nehâî'den başka eserleri çirkin bir şekilde red­deden bir kimse yoktu. Çünkü onları az işitınişti. Şâbî'den başka da eser­lere güzel bir şekilde lâbî olan bulunmazdı. Çünkü onları çok duymuştu;" mukabelesinde bulunmuş" denilmektedir.

Farenin nev'ileri çoktur. Fakat gerek yenilmesinin haram, gerekse öl­dürülmesinin caiz olması hususunda bütün nev'ilerinin hükmü birdir.

5. Akrebin mutlak surette hatta namazda bile öldürülmesi caizdir. Zira zehirli bir hayvandır ve insanları sokar.

İbn Abdilberr'in rivayetine göre Hammâd b. Ebî Süleyman ile Ha­kem, ihramlının yılanla akrebi öldüremeyeceğine kailmişler. Delilleri bu hayvanların böcek nev'inden olmamahrıdır.

Fakat Kadı İyaz: "Yılanla akrebin ve keza ihramda bulunmayan bir kimsenin harem-i şerif de kertenkele öldürmesinin caiz olduğunda ihtilaf yoktur," dediği gibi İbn Abdilberr dahi: "Gerek harem dışında gerekse harem içinde yılanla akrebin öldürülebileceği hususunda ne İmâm Mâlik'­den ne de cumhûr-i ulemâdan bir hilaf nakledilmemiştir" demektedir.

6. el-Kelbu'1-akûr: Yırtıcı köpek demektir. Süfyân b. Uyeyne'ye göre bundan murâd: Bütün yırtıcı hayvanlardır. Köpeğin dahi kudurmuş olma­sı şart değildir. Saldırgan ve dalayıcı olması kâfidir. Süfyân b. Uyeyne; "Bu kelimeyi bize Zeyd b. Eşlem tefsir etti," demiştir. Hz. Ebû Hureyre'-den bir rivayete göre kuduz köpekten murâd arslandır.

İmâm Mâlik'den bir rivayete göre: İnsanlara saldırarak yaralayan arslan, kaplan ve pars gibi yırtıcılardır. Sırtlan ve tilki gibi insana hücum etmeyen yırtıcılar bu hükme dâhil değildir. Binâenaleyh onları ihrâmlı bir kimse öldüremez, öldürürse fidye verir. İmâm Nevevî, saldırgan köpeği ihramlı ve ihrâmsız herkesin harem dışında olsun, harem içinde olsun öl­dürebileceğinde bütün ulemânın ittifak ettiklerini söyler.

Yine Nevevî'nin beyânına göre, ulemâ kuduz köpekten murâd'ın ne­bi olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir.

Bâzıları, "Bundan murâd: Malum ve mâruf köpektir" demişlerdir. Kaadî İyâz bu kavli Ebû Hanife ile Evzâî ve Hasen b. Hayy'den naklet-miştir. Bu zevata göre kurt dahi köpek hükmündedir. Hanefîlerden İmam Züfer köpeği, kurt manasına almıştır. İmâm Şafiî, İmam Ahmed ve cumhûr-ı ulemâya göre köpekten murâd; ekseriyetle yırtıcılık yapan hayvanlardır.

İmâm Mâlik "el-Muvattâ" nâm eserinde; "İnsanlara hücum ederek yaralayan ve korkutan arslan, kaplan, pars ve kurt gibi hayvanlar saldır­gan köpek hükmündedir" demiştir.

İmâm A'zam'a göre buradaki saldırgan köpekten murâd: Hassaten köpektir. Bu hükümde ona yalnız kurt iltihâk eder.

Zira bazı rivayetlerde köpek mutlak zikredilmiş, "akûr" vasfı ile nitelenmemiştir.

Bundan da anlaşılır ki, kelb-i akûrdan murâd, her saldırgan yırtıcı değil, malûm olan köpektir.

Ulemâ insana saldırmayan köpekler hakkında ihtilâf etmişlerdir.

İmâm-i Şafiî, el-Ümm isimli eserinde öldürmenin caiz olduğunu söy­lemiştir.

İmâm Şafiî ile Şafiî mezhebinin sair âlimleri ihramlı bir kimseye nis-betle hayvanları üç kısma ayırmışlardır.

a. Hadis-i şerifte zikri geçenlerle o kabilden olan eziyet verici hayvan­ları öldürmek müstehabdır.

b. Şâir eti yenmeyen hayvanlar gibi öldürülmesi caiz olanlar iki kı­sımdır: Bir kısmının faydası da, zararı da vardır. Bunları av menfaati için öldürmek mubahtır. İkinci kısmının faydası da zararı da yoktur. Bun­ları öldürmek mekruh, fakat haram değildir.

c. Yenilmesi mübâh kılman yahut öldürülmesi yasak edilen hayvanla­rı öldürmek caiz değildir. İhramlı bir kimse böyle bir hayvanı öldürürse ceza lâzım gelir.

Haneliler, "Öldürülmesi caiz olan hayvanlar yalnız hadiste isimleri bildirilenlerdir" demişlerse de bazı haberlerde yılan zikredildiği için onu da öldürülecek hayvanlara attıkları gibi, kurdu köpeği ve doğrudan insana saldıran vahşileri de aynı hükmün kapsamına sokmuşlardır.

Fakat Aynî buna itiraz etmiş, hadis-i şerifte öldürülmesi caiz olan beş nevi hayvanın beyân edildiğini, binaenaleyh başka hayvanların mez­kûr beş çeşide dahil olmadığını aksi takdirde beş adediyle yapılan tahdidin bir faydası kalmayacağını söylemiştir.

Kadı İyaz diyor ki: "Cumhur ulemânın kavlinden anlaşıldığına göre hadisten murad: Zikri geçen hayvanların kendileridir." İmâm Mâlik'le, Ebû Hanife'nin zahir olan kavilleri de budur. Onun içindir ki İmâm Mâ­lik ihramlı bir kimsenin kentenkele öldüremeyeceğini, öldürürse fidye lâ­zım geleceğini, lugaten köpek ismi verilmeyen, domuz ve maymun gibi hayvanları dahi öldüremeyeceğini söylemiştir. Bütün ulemânın kavilleri de budur. Resûlullah (s.a.) ancak beş nev'i hayvanın öldürülebileceğini söyle­miştir. Bunları altıya veya yediye çıkarmak kimsenin elinde değildir.

Kurdun öldürülebileceği bazı rivayetlerde nassan sabit olmuştur. Binae­naleyh onun hükmünü köpeğe ilhak etmeye lüzum yoktur.

Hasan el-Basrî ile Atâ; "İhramlı bir kimse harem-i şerifte kurt ile yılanı öldürebilir. Fakat ihramlıya bir hayvan saldırırsa hangi nev'iden olursa olsun öldürülür. Çünkü takdirde o hayvan saldırgan köpek hük­münde olur," demişlerdir.[121]

 

1848. ... Ebû Said-el-Hudrî (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.)'e ihramlının neleri öldürebileceği sorulmuş da;

"Yılan, akrep, fare (öldürebilir), kargaya atış yapabilir fakat öldüremez. Yırtıcı köpek, çaylak ve saldırgan hayvan da (ihramlı tarafından öldürülebilir.) buyurmuştur.[122]

 

Açıklama

 

Metinde geçen "el-Füveysika" kelimesiyle fare kasdedilmiştir Bu kelime "el-Fâsika" kelimesinin ism-i tasğîridir. Farenin "fâsik" olarak tavsif edilmesi, herşeyi ifsâd eden zararlı bir hayvan oluşundandır. Tahâvî'nin rivayet ettiği bir hadis şu anlamda­dır: Ben Ebû Said'e "fareye niçin füveysika ( = küçük fesatçı) ismi veril­miştir?" diye sordum da bana: "Bir gece Resûlullah (s.a.) uyanmıştı. Bir farenin ağzından sürüklediği bir fitille yangın çıkarmakta olduğunu gördü ve hemen onu öldürdü ve ihramlı-ihramsız herkesin onu öldürmesini caiz kıldı." dedi.[123] Bu konuda Mâlikî ulemasından Zürkânî de şunları söylü­yor: "Hayvanlar içerisinde fareden daha fesatçı bir hayvan yoktur. Çün­kü büyük-küçük herşeyi bozar ve helak eder."[124]

Bu hadis-i şerifte sayılan beş hayvan arasında fasıklıkla vasıflandırı­lan sadece faredir. Şu rivayette ise, bu hayvanların beşi de fasıklıkla vasıflandırılmaktadır: "Resûlullah (s.a.):

"Fasık olan beş şey vardır ki, bunlar haremde Öldürülürler: Fare, akrep, karga, çaylak ve saldırgan köpek."[125]

"Fısk" kelimesi sözlükte "çıkmak" anlamına gelir. Nitekim şu âyet-i kerimede bu anlamda kullanılmıştır: "Hani biz meleklere; "Âdem için secde edin" demiştik de İblîs'den başkası hemen secde etmişlerdi. O ise cinden olduğu için Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı."[126]

"Fısk" kelimesi çıkmak anlamına geldiği için Allah'ın emrinden ve tâatından çıkan kimselere "fâsık" ismi verilir. Hadis-i şerifte zikredilen hayvanlar ihramlı tarafından öldürülmeleri caiz kılınmakla diğer hayvan­ların hükmü dışına çıktıklarından "fasık" sıfatıyla nitelendirilmişlerdir. Bazılarına göre bunlara "fasık" denilmesinin sebebi başkalarına eziyet ve zarar vererek diğer hayvanların özellikleri dışına çıkmalarıdır. Metinde ge­çen ve ihramlı tarafından öldürülemeyeceği ifâde edilen kargadan maksat, bazılarına göre leş yiyen karga değil, ekin kargasıdır. Çünkü leş yiyen kargaların ihramlı tarafından öldürülebileceği 1846-1847 numaralı hadis-i şeriflerde ifâde edilmiştir.

Bu hadisin senedinde Yezîd b. Ebî Yezîd vardır ve onun aleyhinde bazı tenkidler yapılmıştır.

Hafız ibn Hacer'in "Telhis" isimli eserindeki beyânına göre bu hadiste geçen "kargaya atış yapabilir fakat öldüremez" sözü, münker bir sözdür. "es-Sebü'u’l-âdî = yırtıcı hayvan" sözü ise, İmâm Ebû Hanife haz­retlerinin bir önceki hadisteki el-Kelbu'l-akûr = yırtıcı köpek" kelimesine "bildiğimiz köpek" mânâsı verip, "akûr kelimesi köpek kelimesini nitelendirmez" demesini doğrulamaktadır. Çünkü "es-Sebu'u" kelimesinde yırtıcılık mânâsı bulunduğundan "el-'âdî= saldırgan" sıfatına ihtiyacı yoktur. Yani burada "el-'âdî" kelimesi "es-Sebu'u" kelimesini nitelendir­miyor. Dolayısıyla bu durum 1846-1847 numaralı hadislerdeki "akûr-yırtıcı" kelimesinin "kelb = köpek" kelimesini nitelendirmediğine delâlet eder ve îmâm Ebû Hanife hazretlerinin görüşünü te'yid eder.[127]

 

40. İhramlı Av Eti Yiyebilir Mi?

 

1849. ...Abdullah b. el-Hâris'in babası el-Hâris'den rivayet edil­diğine göre -ki Haris, Tâif'te Osman (r.a)'in amili idi- Hz. Osman için içerisinde keklik ve yaban eşeği eti bulunan bir yemek yaptı. (Hz. Osman, yemeğe davet etmek üzere) Hz. Ali'ye (bir elçi) gön­derdi. (Elçi) geldiği zaman Hz. Ali develeri için (ağaçtan yaprak) silkmekteydi. Biraz sonra ellerinden yapraklan silkeleyerek (yeme­ğe) geldi. Kendisine "sen de ye" dediler. "Siz onu ihramsız olan kimselere yediriniz. Çünkü biz ihramlıyız. Burada bulunan en cesur kimselere (yani size) soruyorum; Allah aşkına siz, rasûlullah'a ihramlı iken bir adamın vahşi eşek hediye ettiğini fakat onu yemedeği-ni biliyor musunuz" dedi. Onlar da "evet" cevabım verdiler.[128]

 

Açıklama

 

Hz. Ali Resûl-i Ekrem'in ihramh iken vahşî eşek eti yemediğini bildiği için kendisine ikram edilen vahşi eşek etini yememiştir. Çünkü kendisi de o anda ihrarıh idi. Kendisini bu yeme­ğe davet eden ve içlerinde Hz. Osman'ın da bulunduğu cemaatin de Re­sûl-i Ekrem'in ihramh iken vahşi eşek eti yemediğini bilmeleri gerekiyor­du. İşte Hz. Ali Resûl-i Ekrem'in ihramh iken vahşi eşek eti yemediğini onlara hatırlatmak istedi ve hadiseyi metinde geçtiği şekilde hatırlattı. Orada "hazır bulunanlar olayı hatırlayarak Hz. Ali'yi tasdik ettiler.

Hz. İbn Abbas'ın rivayet ettiği bir hadis-i şerifde şu anlamdadır: es-Sa'b b. Cessâme, Rasûlullah (s.a.)'e Ebvâ'da yahut Veddân'da iken bir yaban eşeği hediye etti de bu hediyeyi kabul etmedi. es-Sa'b'ın üzüldüğü­nü yüzünden anlayınca,

"Almanıazlık etmezdim, alırdım, ama ihramhyız" buyurdu.[129]

Hafız İbn Hacer'in beyânına göre bazıları bu hadise bakarak ihramlı-nın av eti yemesinin kesinlikle haram olduğuna hükmetmişlerdir. Çünkü bu hadiste Resûl-i Ekrem'in av eti yemekten kaçınması sadece ihramh olu­şuna bağlanmıştır. Hz. Ali, İbn Abbas, İbn Ömer, el-Leys, es-Sevrî (r.a.) bu görüştedirler, fakat Müslim'in rivayet ettiği; "İhramlı olarak Talha b. Ubeydillah'ın yanında bulunuyorduk. Kendisine bir kuş hediye ettiler. Talha uyuyordu. Bazımız bundan yedik, bazımız da yemekten çekindik. Talha uyanınca yiyenlerin hareketini doğru buldu ve "Biz onu Resûlullah (s.a.) ile beraber yedik" dedi,"[130] anlamındaki hadis-i şerif ile Ebû Kata-de'nin rivayet ettiği, "Ya Resûlallah! Ben bir av vurdum, ondan artan bir parçayammdadır." dedim. Bunun üzerine Peygamber (s.a.) yanındaki cemaate ihramh oldukları halde "yeyin" buyurdular,"[131] anlamındaki hadis-i şerif ve Umeyr b. Seleme'nin, el-Behzî Peygamber (s.a.)'e bir vahşi eşek hediye etti de Hz. Peygamber Hz. Ebu Bekr'e arkadaşları arasında paylaştırmasını emretti,"[132] anlamındaki hadis, ihramhmn av eti yemesi­nin caiz olduğunu ifade etmektedirler. Küfe ulemâsıyla Seleften bir cema­at de hadis-i şeriflere bakarak ihramhmn av eti yemesinin caiz olduğuna hükmetmiştir.

Ulemânın büyük çoğunluğuna göre ise, bu hadislerin arasını şu şekil­de telif etmek mümkündür.

1. İhramlının av eti yemesinin helâl olduğunu ifade eden hadisler, ihramsız bir kimse kendisi için avlayıp da daha sonra ihramlı kimselere ikram ettiği avın etleriyle ilgilidir. İhramlının av eti yemesinin yasak oldu­ğunu ifade eden hadisler ise, ihramsız bir kimsenin ihramlı bir kimseye ikram etmek üzere avladığı avlardır.

2. Bu konuda İmâm Mâlik daha başka telif şekilleri göstermiştir. Şöyle ki:

a. îhramh, daha ihrama girmeden önce avlanan avın etinden yiyebi­lir. Çünkü ihramlının av eti yemesinin helâl olduğunu ifâde eden hadisler ihramhnm ihrama girmesinden önce avlanan avların etidir.

b. İhramlının av eti yemesinin haram olduğunu ifade eden hadis-i şerifler ise ihramlının ihrama girmesinden sonra avlanan avlarla ilgilidir.

3. Osman (r.a.)'ın yaptığı bir başka te'lif şekli de şöyledir:

a. İhramlının av eti yemesinin caiz olmadığım ifade eden hadisler biz­zat ihramlının kendisine ikram etmek üzere avlanan avlarla ilgilidir.

b. İhramlının av eti yemesinin helal olduğunu ifâde eden hadisler ise, ihramda olmayan kimselere ikram etmek üzere avlanan avlarla veya ken­disine ikram edilmek üzere avlandığı halde başka bir ihramlıya ikram edi­len avlarla ilgilidir.

Bu konuda "Bezlu'I-mechûd" yazarı şunları söylüyor: "Ben derim ki; biz Hanefîlere göre Resülullah'ın kendisine hediye edilen vahşi eşeği kabul etmeyişinin sebebi o eşeğin canlı olarak hediye edilmiş olmasıyla ilgi­lidir. Çünkü Buhârî'nin rivayet ettiği hadis[133] bunu ifade etmektedir. Eğer bu eşeğin avlanmış olarak hediye edildiği kabul edilirse, o zaman da bu hayvanı avcıya Resûl-i Ekrem'in gösterdiği ve bu sebepten ihramlı iken bu hayvanın etini yemekten kaçındığı düşünülebilir. Yoksa ihramlının av eti yemesinde bir sakınca yoktur. Nitekim es-Sa'b'dan rivayet edilen ve Beyhâkî'nin "sahih senedle rivayet edilmiştir" dediği "-Resülullah'ın ken­disine ikram edilen bir vahşi eçek etinden yediğini" ifade eden hadiste bu ihtimali te'yid etmektedir."[134]

 

1850. ...İbni Abbas (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, kendisi (Zeyd'e hitaben)

Ey Zeyd b. Erkam, sen Resûlullah (s.a.)'e bir av parçası hedi­ye edildiğini ve onu kabul etmeyip "Biz ihramhyız" dediğini biliyor musun? demiş. (Zeyd de):

Evet, cevabını vermiş.[135]

 

Açıklama

 

Bu hadisle bir önceki hadis ihramlı bir kimsenin av eti yemesinin caiz olmadığım mutlak  surette ifâde etmektedirler. Onu avlayan kimsenin ihramlı olup olmamam arasında bir fark olmadığı gibi o hayvanı kendisi için veya başkasına ikram etmek için avla­mış olması da önemli değildir. Bu hallerin hepsinde de ihramlının av eti yemesi haramdır. Çünkü hadiste ihramlının av eti yemesinin sebebi ihram­lı olmasına bağlanmıştır. Hz. Ali ile İbn Abbas ve İbn Ömer (r.a.) bu görüştedirler. Ayrıca el-Leys b. Sa'd, es-Sevrî ve İshâk (r.a.) de bu görüş­tedirler. Delilleri ise, bu hadisle birlikte; "deniz avı yapmak ve onu yemek kendinize de misafire de bir faide olmak üzere sizin için helâl edildi. İh­ramda bulunduğunuz müddetçe ise, kara avı haram kılındı,"[136] anlamın­daki âyet-i kerime ile bir önceki hadis-i şerifin şerhinde geçen İbn Abbâs'-ın es-Sa'b b. Cessâme'den rivayet ettiği hadistir.[137]

İmâm Şafiî, Ahmed ve ulemânın büyük çoğunluğuna göre ihramlı­nın, ihramlı bir kimsenin avladığı kara avmm etini yemesi haramdır. Fa­kat ihramlı bir kimse ihramsız olan bir kişinin kendisi için avlamış olduğu avın etini yiyebilir. Fakat ihramlı bir kimsenin ihramsız avcıya o avı avla­ması için avın yerini göstermek gibi bir yardımda bulunmamış olması şarttır. Delilleri ise 1851 numaralı hadis-i şerif ile Buhârî ile Müslim'in rivayet ettikleri şu hadistir: "Resûlullah (s.a.) hac niyetiyle yola çıktı. Onunla beraber biz de çıktık. Derken içlerinde Ebû Katâde'nin de bulunduğu bazı ashabını ayırarak:

"Bana kavuşuncaya kadar deniz sahilini takip edin," buyurdu. Ay­rılanlar deniz sahilim tuttular. Resulullah (s.a.)'den ayrılınca hepsi ihrama girdiler. Yalnız Ebû Katâde girmedi. Yolda giderlerken ansızın bir takım yaban eşekleri gördüler. Ebû Katâde hemen üzerlerine hücum ederek on­lardan bir dişi eşeği vurdu. Arkadaşları hayvanlarından inerek onun etin­den yediler. Sonra:

(Eyvah) ihramlı iken et yedik, dediler. Eşek etinin kalan kısmını yanlarına aldılar. Resûluilah (s.a.)'e gelince:

Ya Resulullah! Bizleri ihrama girmiştik. Ebû Katâde ihramlanmamıştı. Derken bir takım yaban eşekleri gördük. Ebû Katâde derhal bunla­ra hücum ederek içlerinden dişi bir yaban eşeğini vurdu. Biz de hayvanla­rımızdan inerek onun etinden yedik. Sonra da;

(Eyvah) ihramlı olduğumuz halda av eti yiyoruz, dedik. Etinin kalan kısmım da getirdik, dediler.

Bunun üzerine Resûluilah (s.a.):

"Sizden biriniz Ebü Katâde'ye emretti, yahut bir şeyle işarette bu­lundu mu?" diye sordu. Ashâb:

"Hayır" dediler.

"Öyle ise, kalan etini yeyin," buyurdular.[138]

Anılan âlimler bu hadislerden başka 1852 numaralı hadisi de kendi görüşlerine delil olarak gösterirler.

İmâm Mâlik de bu görüştedir. Ancak kendisine "İhramlı iken ölü eti yemek zaruretinde kalan bir kimsenin avlamış olduğu av etiyle ölü hayvan etlerinden hangisini yiyebileceği" sorulunca, bu etlerden sadece ölü hayvan etini yiyebileceğini söylemiş ve "Çünkü Allah teâlâ ihramlımn av eti yemesine hiçbir zaman müsaade vermemiş fakat zaruret halinde ölü hayvan eti yemesine izin vermiştir," demiştir. Allah teâlâ'mn ihramhya hiç bir zaman av hayvanı! eti yeme izni vermediğine delil olarak: "Ey imân edenler, siz (hac ve umre için) ihramlı bulunurken av öldürmeyin"[139] âyetiyle "ihramda bulunduğunuz müddetçe ise kara avı haram kılındı,"[140] âyetini, ihramlımn zaruret halinde ölü hayvan eti yemesine izin verdiğine delil olarak da, "Kim (bunlardan bir şeyi yemeye) muztar kalırsa, tecâvüz etmemek ve (zaruret miktarını) aşmamak üzere (yiyebilir). Çünkü Rabbin çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir,"[141] ayetini göstermiştir.

Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte ifâde edilen "Resûl-i Ekrem'in kendine ikram edilen av etini yemekten kaçınması", mezkûr ulemaya göre iki şekilde açıklanabilir:

a. Resûl-i Ekrem bir ihramlı olarak bu avın kendisi için avlandığını bildiğinde dolayı;

b. Yahutta bu avın avlanmasına bir ihramlımn yardımcı olduğunu bildiği için onu yemekten kaçınmış olabilir.

İmâm Şafiî, İmâm Ahmed ve cumhur-u ulemâya göre tercümesini sunduğumuz Mâide Sûresinin 195 ve 196 âyet-i kerimelerinin genel anlamlan 1851 numaralı hadisie tahsis edilmiştir.

Hanefî ulemâsına göre ise; ihramlı bir kimse kendisi için ihramsız, avcı tarafından avlanmış olan bir avı yiyebilir. Ancak o avı avcıya kendi­sinin göstermemiş olması şart olduğu gibi avcıya başka bir ihramlının da o avı avlamakta yardım etmemiş olması şarttır. Bu konudaki delilleri, 1852 numaralı hadis-i şeriftir. Çünkü sözü geçen hadiste "Resûl-i Ekrem'in ih­ramlı olanlara kendilerine sunulan bir avı yemeye izin verdiği" ifade edili­yor. Hanefî ulemâsına göre bu avı takdim eden avcı avı kendisi için değil, Resûl-i Ekrem ve ashabı için avlamıştı.

Hz. Ömer'in konu ile ilgili kanaatleri de Hanefilerin görüşünü des­teklemektedir. Hz. Ebû Hureyre'nin rivayetine göre, "Bir kimse, Hz. Ömer'e ihramlı av eti yiyebilir mi?" diye sormuş da Hz. Ömer ona yiyebileceğini söylemiştir. Daha sonra Hz. Ebû Hureyre, Hz. Ömer'in bu fetvasını Hz. Abdullah b, Ömer'e nakletmiş, İbn Ömer bu fetvanın doğru olduğunu ifade etmiştir."[142] Hanefî ulemâsı bu görüşlerinin doğruluğuna delil ola­rak ayrıca, "ihramlı olarak Talha b. Ubeydillah'm yanında bulunuyor­duk. Kendisine bir kuş hediye ettiler de Talha uyuyordu. Bazımız bundan yedik, bazımız da yemekten çekindik. Talha uyanınca yiyenlerin hareketi­ni doğru buldu ve "Biz onu Resûllah (s.a.) ile beraber yedik" dedi,"[143] anlamındaki hadis-i şerif ile Umeyr b. Seleme'nin rivayet ettiği "el-Behzî Peygamber (s.a.)'e bir vahşi eşek hediye etti de Peygamber (s.a.), Hz. Ebû Bekr'e arkadaşları arasında paylaştırmasını emretti"[144] anlamındaki hadis-i şerifi delil gösterirler.

Hanefî uleması cumhurun delilini teşkil eden "Size ihramda iken ka­ra avı(mn eti) helâldir. Onu kendiniz avlamadığınız veya o sizin için av­lanmadığı takdirde'' anlamındaki 1851 numaralı hadisteki "ev = yahut" harfinin "illâ = müstesna" anlamında kullanıldığını söyleyerek hadîse "ih­ramlı iken kendiniz avlamadığınız takdirde size kara avı(mn eti) helâldir. Kendiniz avlamışsanız, o zaman haramdır. Fakat o avın sizin için avlan­mış olması müstesna. O zaman helâldir," mânâsını vererek söz konusu hadisin de kendi görüşlerini desteklediğini savunurlar.

Cumhur-i ulemâ ise, Hanefî âlimlere şu cevabı vermişlerdir:

1. Hanefilerin iddia ettiği gibi Ebû Katâde, Talha ve el-Behzî hadisle­ri "yenmesi helâl olan avın, ihramlı için avlanan av olduğunu açıkça ifade eden birer metin değillerdir. Ancak bu mânâya gelmesi ihtimali vardır. Başka bir ifâdeyle hadisin bu mânâya gelmesi, sadece bir ihtimalden baş­ka birşey değildir. Buna kesin bir netice gibi sarılmak doğru değildir.

2. 1851 numaralı Câbir hadisinde geçen "ev = yahut" kelimesine "illâ = müstesna" mânâsı vermek delilsiz ve karinesiz olarak zahirî mânâ­yı terk etmek demektir.[145]

 

1851. ...Câbir b. Abdillah'dan; (demiştir ki:) Resûlullah (s.a.)'ı;

"Kendiniz avlamadığınız veya sizin için avlanmadığı takdirde, ihramlı iken size kara avı(nın eti) helâldir/' buyururken dinledim.[146]

Ebû Dâvud dedi ki: Peygamber (s.a.)'den (gelen) iki haber çe­liştiği zaman, (bunlardan) sahabenin sarıldığı habere itibar edilir.)[147]

 

Açıklama

 

Bu metin imam Şafiî'nin Müsned'inde; "İhramlı  iken  av  (eti  yemeniz)  size helaldir" şeklindedir.Biz tercümeyi herne kadar tercümeye esas aldığımız Sünen-i Ebû Dâvûd nüshasına göre yapmış isek de Tekmiletu'l-Menhel yazan Emin Mahmud Hattâb Sünen-i Ebû Dâvûd nüshalarının çoğunda bu hadisin metninin son cümlesinin  şeklinde bulunduğunu ifâ­de ediyor.[148] Bu nüshalara göre hadis-i şerifi şu şekilde tercüme etmek gerekir: "Siz ihramh İken kendiniz avlamadığınız takdirde size kara avı(mn eti) helaldir. Kendiniz avlanırsanız o zaman haramdır. Fakat o avın sizin İçin (ihramh olmayan başka birisi tarafından) avlanmış olması müstesna. O zaman helaldir." Bir önceki hadis-i şerifin şerhinde de ifâde ettiğimiz gibi bu mânâ, "ihramh bir kimse kendisi için avlanmış olan avı yiyebilir, ancak o avı avcıya kendisinin göstermemiş olması şarttır" diyen Hanefî ulamasının görüşünü te'yid eder.

İmam Ahmed ile Tirmizî'nin rivayetlerinde bu cümle bizim tercümeye esas aldığımız nüshadaki gibi şeklinde tesbit edilmiştir.

Ebû Dâvûd bu hadisin sonuna ilâve ettiği talik ile, "iki hadis arasın­da bir aykırılık görülür de bunların arasını uzlaştırmak mümkün olmazsa o zaman, sahabe-i kiram bu hadislerden hangisiyle amel etmişse o tercih edilir" demek istiyor. Böylece o, konumuzu teşkil eden Câbir hadisiyle 1849 ve 1950 numaralı hadisler arasında çelişki bulunduğunu, binaenaleyh bu hadislerde ihramlımn av eti yemesinin yasak olduğunu ifâde eden 1849 numaralı Hz. Ali hadisiyle 1850 numaralı İbn Abbâs hadisinin tercih edil­mesi lâzım geldiğini vurguluyor.

Fakat Tekmiletu'l Menli el yazarının beyânına göre mevzumuzu teşkil eden Câbir hadisiyle 1849 ve 1850 numaralı hadislerin arasını uzlaştırmak mümkündür. Çünkü 1849 ve 1850 numaralı hadislerin hükmü geneldir. Mevzumuzu teşkil eden Câbir hadisi onların hükmünü tahsis etmiştir. Ay­rıca sahâbe-i kiram bu konuda 1849 ve 1850 numaralı hadislerle amel et­mekte ittifak sağlayamadıklarından bu mevzuda Ebû Davud'un talikinin hükmünü uygulamak mümkün değildir. Çünkü Talha b. Ubeydillah ile Ebû Katâde bu konuda Hz. Câbir ile beraberdirler.[149]

 

Bazı Hükümler

 

1. îhramlı bir kimsenin avladığı hayvanının etim yemesi haramdır. Bu konuda ulema ittifak et­miştir.

2. İhramlı olmayan bir kimsenin ihramlı bir kimse için avlamış oldu­ğu bir avı o ihramlımn . emesi de ulemanın büyük çoğunluğuna göre ha­ramdır. Hanefî ulemasına göre ise bu avı o ihramlımn yemesinde bir sa­kınca yoktur.

3. Fakat ihramlımn herhangi bir yardımı olmadan o avı ihramsiz bir kimse kendisi için avlamışsa o avı herhangi bir ihramlımn yemesinde sa­kınca yoktur. Bu konuda cumhuru ulemâ ile hanefî ulemâsının görüşü birdir.[150]

 

1852. ...Ebû Katâde'den rivayet olunduğuna göre kendisi Resülullah (s.a.) ile beraberdi ve Mekke yolunun bir bölümünde bir kaç ihramlı arkadaşıyla birlikte geri kaldı. Kendisi ihramlı değildi. Der­ken bir yaban eşeği gördü ve atının üstünde doğrularak arkadaşla­rından kamçısını kendisine vermelerini istedi, vermek istemediler. Onlardan mızrağını istedi, kabul etmediler. Bunun üzerine onu ken­disi aldı sonra eşeğin üzerine, saldırarak onu öldürdü. Resûlullah (s.a.)'ın ashabından bazıları ondan yediler. Bazıları da yemediler. Resûlullah (s.a.)'e ulaşınca bu meseleyi O'na sordular da (Resul-i Ekrem);

"Bu Allah'ın size ikram ettiği bir rızıktır," buyurdu.[151]

 

Açıklama

 

Buharî, Nesâî ve Dârekutnî'nin rivayetlerinden açıkça anlaşıldığına göre metinde anlatılan hâdise Hudeybiye um­resinde cereyan etmiştir. Her ne kadar Ebû Katâde hadisinde bu hâdise anlatılırken "Rasûlullah (s.a.) hac niyyetiyle yola çıktı"[152] deniyorsa da gerçek olan budur. Hacc kelimesiyle mecazî umre kast edilmiştir. Beyha-kî'nin rivayetinde ise bu cümle "Resûlullah (s.a.) hac veya umre niyetiyle (yola) çıkmıştı"[153] şeklindedir. Hafız İbn Hacer'in beyânına göre, "Beyhakî'nin bu rivâyetindeki şüphe ravî Ebû Avâne'ye aittir. Oysa Yahya b. Ebi Kesîr bu hâdisenin kesinlikle Hudeybiye umresinde vuku bulduğu­nu ifade ediyor ki, işin doğrusu da budur."[154]

Ebu Katâde hadisinde açıklandığına göre bu yolculukta Ebû Katâde (r.a.) ile bazı arkadaşlarının geride kalmalarının sebebi, "Resûl-i Ekrem'­in, içlerinde Ebû Katâde'nin de bulunduğu bazı sahâbileri ayırarak;

"Bana kavuşuncaya kadar deniz sahilini takib edin" buyurmasıdır.[155] Arkadaşları ihrama girdiği halde bu yolculukta Ebû Katâde (r.a.)'nin ihrama girmemesi, henüz o tarihlerde mikatlerin tayin edilmeyişinden ileri gelmiş olabilir. Ebû Katâde kamçısını ve mızrağım ahvermelerini rica etti­ği halde arkadaşlarının bundan kaçınmasının sebebi ise, onların ihramlı bulunmalarıdır. Hafız İbn Hacer'in beyânına göre bu hâdise Muhammed b. Cafer'in rivayetinde şöyle anlatılıyor: "Atın yanına varıp onu eğerleyip üzerine bindim. Fakat, kamçıyı ve mızrağı unutmuştum. Onlara (arkadaş­larıma), "bana kamçıyı ve mızrağı alıverin" dediysem de; "Vallahi biz sana hiçbir işte yardım etmeyiz" cevabını verdiler. Bunun üzerine ben de kızarak indim, ikisini de kendim aldım. Ve (hayvana bindim).[156] Müs­lim'in rivayetinde ise, "bir ara baktım ki arkadaşlarım bir şey görmeye çalışıyorlar. Ben de baktım, bir de ne göreyim bir yaban eşeği... Derhal atımı eğerleyerek mızrağımı aldım sonra hayvana bindim kırbacım düştü de ihramh bulunan arkadaşlarıma:

Şu kırbacı bana alıverin, dedim. Onlar:

Vallahi bu hususta sana hiç bir yardım yapamayız dediler,[157] şek­lindedir. Bu iki rivayet arasında bir çelişki olduğu zannedilmemelidir.. Çünkü birinci hadisteki "kamçımı ve mızrağımı unuttum" sözü mecazen "kır­bacımı ve mızrağımı düşürdüm" anlamında kullanılmıştır. Bilindiği gibi unutmak, düşürmenin sebebi olduğundan aralarında sebep-sonuç alâkası bulunmaktadır.

Ebû Katâde'nin avladığı avın etinden arkadaşlarının yememeleri ise, şüpheli işlerden kaçınmak gayesine matuf olabileceği gibi "ihramlı oldu­ğunuz müddetçe kara avı size haram kılınmıştır."[158] âyeti kerimesinin genel hükmüyle amel etmek istemiş olmalarından kaynaklanmış da olabi­lir. Resûl-i Ekrem'in, "Bu ancak Allah'ın size ikram ettiği bir rıziktır" buyurması yakalayıp kesmek mümkün olmayan bir hayvanı yaralayarak öldürmenin onu boğazlamak yerine geçtiğini ifâde eder.[159]

 

Bazı Hükümler

 

1. İhramlı bir kimsenin ihramsız olan bir kimseye bir hayvanı avlaması için yardım etmesi caiz değildir.

2. Hz. Peygamber hayatta iken sahâbîlerin ictihadda bulunmaları caizdir.                                                          

3. İhramlı bir kimsenin ihramsız bir kimsenin avladığı avdan yemesi caizdir. Biz bu konuyla ilgili mezhep imamlarının görüşlerini bir önceki hadisin şerhinde açıklamış bulunmaktayız.[160]

 

41. İhramlının Çekirge Avlaması

 

1853. ...Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.):

"Çekirge deniz avı (türün)dendir." buyurmuştur.[161]

 

Açıklama

 

Çekirge'nin avı deniz hayvanlarının avı türünden kabul edilmiştir. Bu  bakımdan  hükümleri arasında fark görmemiş olan alimler vardır. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.) "Gerçekten çe­kirge denizdeki balığın denizde saçtığı bir yaratıktır"[162] buyurmuştur. Atâ b. Yesâr'dan rivayet olunduğuna göre, Kâbü'l-Ahbâr bir kafile ile birlikte Medine'ye müteveccihen yola çıkmışır. Yolda bir av etine rastladılar. Ka'b yanındakilere bu avın yenilebileceğine dâir fetva verdi. Medine'ye vardık­ları zaman bunu Hz. Ömer'e haber verdiler. O da;

Size bu fetvayı kim verdi? diye sordu. Onlar "Ka'b" diye cevap ver­diler. Bunun üzerine Hz. Ömer;

Ben Ka'b'ı memleketinize dönünceye kadar size başkan tayin ediyo­rum, dedi. Sonra Mekke'ye müteveccihen yola çıktılar. Yolda karşılarına bir çekirge sürüsü çıktı. Ka'b onlara bu çekirgeleri tutup yemelerini söyle­di. Sonra tekrar Hz. Ömer'in yanına geldikleri zaman, bunu da haber ver­diler. Hz. Ömer Ka'b'a;

Bu fetvayı neye dayanarak verdin? diye sordu. Yani Hz. Ömer ihramlı oldukları halde çekirge yemelerinin delilini sordu. Ka'b da; -Çünkü o deniz avmdandır, diye cevap verdi. Hz. Ömer'de: -Çekirgenin deniz avından olduğunu ne biliyorsun? diye sordu. Ka'b: -Ey mü'minlerin emîri! Allah'a yemin olsun ki, çekirge senede iki kere aksıran balığın saçtığı bir yaratıktır, diye cevap verdi.[163]

Aliyyu'1-Kârî de bu hadis ile ilgili olarak şu açıklamayı yapar: "İlim adamları derki: Bu hadiste Hz. Peygamber'in çekirgeyi deniz avı türün­den kabul etmesi, ölüsünün yenmesinin helal kılınması açısından araların­daki benzerlik dolayısıyladır.[164]

 

Bazı Hükümler

 

1. İhramlı  bir  kimsenin  avlayıp yemesinin caiz olması ve kesilmeden yenmesinin caiz olması ba­kımından çekirge deniz av hayvanlarına benzer.

2. İhramlı bir kimsenin çekirgeyi avlayıp yemesinden dolayı o ihramlıya  herhangi bir ceza gerekmez. Urve b. ez-Zübeyr, Ebû Said el-Hu.drî (r.a.) bu görüştedirler.

Hz. Ömer, Osman, İbn Abbas, İmam Mâlik, Hanefî uleması, İmam Şafiî ve İmam Ahmed (r.a.)'e göre ise, çekirge kara avlarındandır. Binae­naleyh çekirgeyi avlayan veya öldüren bir ihramhya ceza lâzım gelir. Nite­kim Abdullah b. Ebî Ammâr'ın rivayet ettiği biri hadîse göre, Ka'b b. Ahbâr'ın ihramlı iken unutarak öldürdüğü iki çekirge karşılığında Hz. Ömer ceza olarak iki dirhem takdir etmiştir.[165]

Bu haber de gösteriyor ki, Hz. Ömer ihramlı iken iki çekirge öldüren Ka'b'a, ceza olarak iki dirhem sadaka takdir etmiştir ve bunun üzerine Hz. Ka'b, "ihramımın çekirge avlamasında herhangi bir sakınca yok­tur,"[166] görüşünden dönmüştür.

Ayrıca el-Kasım b. Muhammed'in rivâyet'ine göre; birgün Hz. Abbâs'm yanında idim bir adam ona ihramlı iken öldürmüş olduğu çekirge­nin hükmünü sordu İbn Abbâs da, "bir avuç buğdaydır", diye cevap vermiş.[167]

Çekirgenin kara hayvanlarından olduğunu, binaenaleyh ihramlı iken çekirge avlayan veya öldüren bir kimseye ceza lazım geldiğini savunan ulemâya göre konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisi zayıftır ve delil olma niteliğinden uzaktır.[168]

 

1854. ...Ebû Hüreyre (r.a.)'den; demiştir ki: Biz bir çekirge sü­rüsüne rastlamıştık. İçimizden birisi ihramlı olduğu halde kamçıyla (çekirgelere) vuruyordu. Kendisine bunun uygun (bir hareket) olma­dığı söylendi. Bu olay Peygamber (s.a.)'e haber verildi de Peygam­ber (s.a.):

"O ancak deniz av(lar)ındandir" buyurdu.[169]

Ebû Dâvûd dedi ki: Ebu'l-Mühezzim zayıftır, (bu ve önceki) her iki hadis de hatalıdır.[170]

 

Açıklama

 

"Çekirge deniz av(Iar)ındandır" sözüyle onun deniz avı  hükmünde olduğu,  yani ihramlının çekirge avlayıp  ye-

mesinde hiçbir sakınca olmadığı kast edilmiştir. Bilindiği gibi Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'inde; "Deniz avı ve onu yemek size de yolculara da ge­çimlik olarak helâl kılınmıştır."[171] buyurarak ihramlı veya ihramsız her­kesin deniz hayvanlarını avlamasında bir sakınca olmadığını beyan buyur­muştur.

Fakat çekirgenin deniz hayvanları hükmünde olduğunu ifâde eden bu hadis zayıftır, delil olma niteliğinden uzaktır. Nitekim Ebû Dâvûd da ha­disin sonuna ilâve ettiği talikte bu hadisle birlikte bir önceki hadisin de zayıf olduğunu ifâde etmiştir. Çünkü yine musannifin açıkladığı gibi bu hadisin senedinde "Ebu'l-Mühezzim" vardır. Bir önceki hadisin senedin­de ise, "Meymûn b. Câbân" vardır. Nevevî'nin beyânına göre konumuzu teşkil eden hadisin zayıf olduğunda bütün ilim adamları ittifak etmişlerdir.

Bu hadis hakkında Tirmizî de şunları söylüyor: "Bu hadis garibdir. Bunu yalnız Ebu'l-Mühezzim'in Ebû Hüreyre'den rivayetinden bilmekte­yiz. Ebu'l-Mühezzim'in adı Yezid b. Süfyân'dır. Şu'be onun aleyhinde konuşmuştur. İlim adamlarından bazıları, ihramlının çekirgeyi avlayıp ye­mesine ruhsat vermişler. Kimi de çekirgeyi avlar veya yerse sadaka verme­si lâzım geldiği görüşündedirler."[172]

 

1855. ...Ka'b (r.a.)'den; demiştir ki: -Çekirge deniz av(lar)ındandır.[173]

 

Açıklama

 

Ka'bu'l-Ahbâr önceleri çekirgenin deniz hayvanlarından olduğu, binaenaleyh ihramh bir kimsenin çekirge avla­yıp yemesinde veya öldürmesinde bir sakınca bulunmadığı kanaatinde iken 1853 numaralı hadis-i şerifin şerhinde de açıklandığı, gibi kendisi ihramh iken öldürdüğü iki çekirgeden dolayı Hz. Ömer'in kendisinden sadaka olarak iki dirhem vermesi gerektiğini söylemesi üzerine bu fikrinden vazgeçmiştir. Ulemânın büyük çoğunluğuna göre ihramlı iken çekirge avlayan kim­seye ceza lâzım gelir. Ancak bu cezanın miktarı konusunda da ulemâ ihti­lâf etmişlerdir. İmam Mâlik'e ve Hanefî ulemâsına göre, ihramh iken çe­kirge öldüren bir kimsenin vermesi gereken sadakanın miktarı ile ilgili ola­rak belli bir ölçü yoktur. Binaenaleyh bu kimse dilediği kadar sadaka ver­mekte muhayyerdir. Delilleri ise, 1853 numaralı hadisin şerhinde geçen İbn Abbas'ın bu cezayı onun için "bir avuç buğday" olarak takdir ettiği­ne dâir hadistir. İmam Şafiî ve Ahmed'e göre ise, bu cezanın miktarı çe­kirgenin kıymeti kadardır. Bir fakire birer müdd veya bir fıtır sadakası kadar buğday verilir. Yahutta her bir fakire verilecek mezkûr miktarlar karşılığında birer gün oruç tutulur. Bu görüş imam Mâlik'den de rivayet olunmuştur.[174]                                                 .

 

42. Fidye

 

1856. ...Ka'b b. Ucre'den rivayet olunduğuna göre Resûlullah (s.a.) Hudeybiye (seferi)' sırasında Ka'b'ın yanına gelip:

"Başının bitleri sana eziyet verdi mi?" diye sormuş. O da: Evet, cevabını vermiştir. Bunun üzerine Peygamber (s.a.) "Başını tıraş et sonra da bir kurbanlık koyun kes yahut üç gün oruç tut, yahut da altı fakire üç sa' hurma yedir", buyur­muştur.[175]

 

Açıklama

 

Hevâm,   hâmmenin  çoğuludur.   Hâmme  ise,   yılan  gibi zehirli olan hayvan demektir.  Sinek ve böcek gibi şey­lere de "hâmme'' denirse de burada kast edilen bittir. Zekât bölümününde de açıklandığı gibi bir sa', örfî dirhemle 3,333 kg. ağırlığındaki ölçüdür.[176]

 

Bazı Hükümler

 

1. Hac veya umre için ihrama §iren bir kimsenin ihramlı iken başında bulunan bir rahatsız­lığı sebebiyle saçını tıraş etmesi ve fidye olarak bir koyun kesmesi veya üç gün oruç tutması veya altı fakire 3 sa' (9,999 kg.) hurma yedirmesi caizdir. Vücudun diğer kısımlarındaki kılları tıraş etmenin hükmü de baş­taki kılları tıraş etmenin hükmü gibidir. Saçları veya kılları kesmekle tıraş etmek arasında bir fark yoktur. Davud-ı Zâhirî'ye göre ise, fidye ancak saçların giderilmesinden dolayı lâzım gelir. Vücudun diğer kıllarını gider­mekten dolayı fidye ihramlıya gerekmez.

Hadisin zahirinden ihramlı iken tıraş olan bir kimseye fidye lâzım gelmesi için saçlarının hepsini tıraş etmiş olması veya kesmesi gerektiği anlaşılıyor. Bu bakımdan saçlarının tümünü.kesen veya tıraş eden bir ihramhya fidye lâzım geldiği konusunda icmâ vardır. Ancak saçların bir kısmını kesen ihramlıya fidye lâzım gelip gelmemesi konusunda ulemâ ara­sında ihtilâf vardır.

a. Hanefî ulemasına göre ihramlı bir kimseye saçlarını izâle etmesin­den dolayı fidye gerekmesi için saçlarının en az dörtte birini tıraş etmesi veya kesmesi gerekir. Dörtte birinden daha azını kesen ihramh içinse sa­daka olarak yarım sa' (1667 gr.) buğday vermek gerekir. Bilindiği gibi bu bir sadaka-i fıtr mikdarıdır. Hanefî mezhebine göre bir organın dörtte biri, bütünü hükmündedir.

b. Şafiî ulemasına göre ise, başın üç kılını üstüste kesen veya tıraş eden bir ihramh için fidye lâzım gelir. Çünkü çoğulun en azı üç sayıdır. Binaenaleyh bundan üç veya daha fazla kıl izâle eden ihramh bir kimseye fidye gerekir. Bir kıl izâle eden ihramh için bir müdd, iki kıl izâle eden ihramh için iki müdd sadaka vermek gerekir. Bir müdd bir sa'ın dörtte birine, eşittir.

c. Hanbelî ulemâsına göre ise, ihramhnın başındaki saçları izâle et­mekten dolayı fidye gerekmesi için saçlarından en az dört kılı tıraş etmiş olması gerekir. Binaenaleyh başından dört teli izâle eden bir ihramiı fidye olarak bir kurban keser. Başındaki kıllardan bir kıldan üç kıla kadarım izâle eden bir ihramh ise her kıl için bir müdd sadaka verir.

d. Mâliki ulemâsına göre ise, bir ihramhya saçlarını izâle etmekten dolayı fidye gerekmesi için izâle ettiği saç telleri sayısının en az onbir ol­ması lâzımdır. Onbir adetten daha az sayıda izâle ettiği kıllara gelince:

a. İhramh olan kimse bu kılları başındaki bir rahatsızlığı gidermek için izâle etmişse kendisine fidye (kurban) lâzım gelir.

b. Eğer bu kılları izâle etmekten böyle bir maksadı yoksa, bir avuç buğday tasadduk etmesi gerekir.

Tekmiletu'l-Menhel yazarına göre mezheb imamlarının bu konudaki ayrıntılı hükümlerine Kitab veya Sünnetten bir delil bulmak mümkün gö­rünmüyor. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın "Kurban yerine varıncaya kadar baş­larınızı tıraş etmeyiniz."[177] meâlindeki âyet-i kerimesinde "baş" kelime­siyle başın tümü kast edilmiştir. Başından üç veya dört kıl izâle eden bir kimse için "başını tıraş etti" demek lügat bakımından da örf bakımından da doğru değildir. Zahir olan şudur ki: "Baştaki bir rahatsızlığı gidermek için tıraş olmak" denilince başın her tarafını tıraş etmek anlaşılır.

İhramh bir kimsenin ihramsız bir kimsenin saçlarını tıraş etmesi me­selesine gelince:

İmam Şafiî, Mâlik, Ahmed ve Ebû Hanife (r.a.)'e göre bu ihramhnın sadaka vermesi gerekir.[178]

Bu durum ihramhnın saçlarını ortada bir zaruret yokken, bile bile tıraş etmesi veya kesmesi haliyle ilgilidir. Ancak bir zaruretten dolayı tıraş etmişse bunda herhangi bir vebal yoktur. Bilmeyerek tıraş etmişse ilim adamlarının büyük çoğunluğuna göre bu tıraştan dolayı herhangi bir vebâl olmadığı gibi fidye de gerekmez. Zahirî mezhebinden îbn Hazm'a gö­re ise, herhangi bir zaruret olmadan bile bile başını tıraş eden bir ihramlı-mn haccı fâsid olur.

"Üç gün oruç tut" sözünde bu orucun hangi günlerde tutulacağı açık­lanmadığı gibi peşi peşine tutulup tutulmayacağı da söz konusu edilmemiş­tir. Ancak bu orucun da diğer oruçlar gibi bayram günlerinde tutulması­nın haram olduğu oruç konumundaki genel hükümlerden anlaşılmaktadır.

Bu üç günlük orucun teşrik günlerinde tutulması meselesine gelince bu konuda ihtilâf vardır. (Bilindiği gibi teşrik, eti güneşletip kurutmaktır. Zilhiccenin on birinci on ikinci ve on üçüncü günleri kurban etlerini güneJ şe sererek kurutmak Araplarca âdettir. Onun için bu üç güne teşrîk günle­ri denir.)

İmam Mâlik'e göre saçları tıraş etmeden dolayı fidye olarak tutula­cak oruç, teşrik günlerinde tutulur. İmam Ahmed'in de bu görüşte oldu­ğuna dair bir rivayet vardır. İmam Mâlik'in meşhur olan mezhebi budur. Hanefî ulemâsına ve İmam Şafiî'ye göre ise, teşrîk günlerinde fidye olarak tutulacak orucu tutmak caiz olmadığı gibi başka oruçları tutmak da caiz değildir. İmam Ahmed'in de bu görüşte olduğuna dair bir rivayet vardır.

3. "Yahutta altı fakire üç sâ' hurma yedir" cümlesine bakarak ule­mânın büyük bir kısmı fidye olarak verilecek üç sâ hurmanın her birine yarımşar sâ olmak üzere altı fakire, dağıtılmasına hükmetmişlerdir. Ebû Hanîfe (r.a.)'ye göre ise, üç sâ'ın hepsi birden bir fakîre verilir.

Nâfi', el-Hasen ve İkrime (r.a.) hazretlerine göre ise, ihramlı iken kıllarını kesen veya tıraş eden bir kimse ongun oruç tutar, ayrıca on fakiri de doyurur. Fakat bu hadis, onların aleyhine bir delildir.

Her ne kadar bu hadis-i şerifte fakirlere fidye olarak bir ölçek hurma yedirilmesi emredilmiyorsa da ileride gelecek olan 1860 numaralı hadiste fidye olarak fakirlere bir ferak (3 sa') kuru üzüm yedirilmesi emredilmek-tedir. Bu da buğday, hurma ve arpanın kuru üzümle aynı hükme tabi olduğunu gösterir. Çünkü her yerde buniar birbirlerinin yerini tutmakta­dırlar. Ve bunlardan hiç birinin üç sa'dan aşağısının fidye olarak kâfi geldiği görülmemiştir. Mâîikî ve Şafiî ulemâsı bu görüştedir. İmam Ah­med'in meşhur olan görüşü de budur.

Yine İmam Ahmed'den gelen bir rivayete göre fidye olarak altı faki­rin her birine buğdaydan bir ölçek hurma, kuru üzüm ve arpadan yarım ölçek yardım kâfidir, i

Hanefî ulemâsına göre ise, altı fakirden her birine buğdaydan yarım ölçek diğerlerinden bir ölçek yedirilir.

4. Hadisin zahirine göre fidye olarak kurban kesmek, üç gün oruç tutmak, ve fakirlere yemek yedirmek olmak üzere üç çeşit ödeme yolu tavsiye edilmiş fakat bunların nerede edâ edileceği konusunda herhangi bir açıklama yapılmamıştır.

a. İmam Mâlik'e göre bunlardan istenileni istenilen yerde edâ edilebi­lir. Herhangi bir yer ile kayıtlı değildir.

b. Hanefî ulemâsına göre yemek yedirmek için belli bir yer yoksa da kurban kesmek için belli bir mekân' tâyin edilmiştir. Bu da haremin hudududur. Zaman tayini ise kurban için söz konusu değildir.

Oruca gelince, oruç içinde belli bir zaman ve mekân tayin edilmediği görüşünde bütün ulemâ ittifak etmiştir.

İmam Şafiî'ye göre yemek yedirmek ve kurban kesmek için yer ola­rak Harem tayin edilmiş, Haremin dışında yedirilen yemek veya kesilen kurban fidye olarak makbul değildir.[179]

Bu hadiste Hz. Ka'b oruç tutmak veya fakir doyurmak yahut hayvan kesmekte muhayyer bırakıldığı gibi âyet-i kerimeden dahi bu mânâ anlaşı­lır. İbn Abdilberr, belli başlı bölgelerin ulemâsının (ulemau'l-emsâr) bu şekilde amel ettiklerini söylemiştir.

İmam A'zam, İmam Şafiî ve Ebû Sevr muhayyerliğin zaruret zamanı­na mahsus olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre zaruret yokken kendi ihtiyarına göre hareket eden kimseye hayvan kesmek icab eder. Hadisin Abdullah b. Muğaffel rivayetinden; muhayyerliğin ancak hayvan kesmeğe kudreti olmayana bahsedildiği anlaşılmaktadır. Böylesi fakir doyurmakla oruç tutmak arasında muhayyerdir.

Hadisin lafzı şöyledir: Rasülullah (s.a.) Ka'b'a: "Öyleyse ya oruç tut ya fakir doyur." buyurdular. Bundan dolayıdır ki Ebu Avâne: "Bu hadis hayvan kesmeye kudreti olanın oruç tutamayacağına ve fakir doyurarna-yacağına delildir. Lâkin ulemadan buna kail olanı bilmiyorum. Yalnız Taberânî ile başkalarının rivayetine göre said b- Cübeyr:

"Nüsük, koyun kesirîektir. Koyun bulunamadığı takdirde kıymeti dir­hem olarak, dirhem de yiyeceğe çevirilerek kıymet biçilir ve tasadduk edi­lir. Yahut her yarım sâ' için bir gün oruç tutulur, demiştir" diyor.

. Taberânî bu rivayeti A'meştarikiyle tahriç etmiştir. A'meş: "Ben bu­nu İbrahim'e söyledim, o da bunun mislini Alkame'den işittiğini anlattı" demiştir.

Bu takdirde iki rivayetin arasını bulmak icab eder. Ulemâ bunların

arasını muhtelif şekillerde cemetmişlerdir. Şöyle ki:

a. İbn Abdilberı'e göre, hadiste tertibin vâcib olduğuna değil, tercihi­ne işaret vardır.

b. Nevevî'ye göre, maksat oruç veya fakir doyurmanın yalnız kurban bulamayana mahsus olduğunu anlatmak değil, hayvan kesmeye iktidarı

olanın kesmekle oruç tutmak veya fakir doyurmak arasında muhayyer ol­duğunu bildirmektir. Hayvan bulamayan ise yalnız oruçla fakir doyurmak arasında muhayyerdir.

c. Bazılarına göre ihtimal ki, Peygamber (s.a.) Hz. Ka'b'a başım tıraş etmesi için izin verince âyet-i kerime inerek bu gibilerin hayvan kesmek fakir doyurmak ve oruç tutmak arasında muhayyer olduğunu bildirmiş Resûlullah (s.a.) de Hz. Ka'b'ın hayvan kesemeyeceğini bildiği için kendi­sini oruçla fakir doyurmak arasında muhayyer bırakmıştır.[180]

 

1857. ...Ka'b. b. Ucre'den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.) O'na;

"İstersen bir kurban kes, istersen üç gün oruç tut, istersen alü fakire üç sâ' hurma yedir" buyurmuştur.[181]

 

Açıklama

 

Burada geçen "kurban" sözüyle "koyun" kast edilmiş­tir. Nitekim bir önceki hadisin metninde "kurban" ke­limesi yerine "koyun" kelimesi kullanılmıştır. Bir rivayette bu kelime, " = kurban kes" şeklinde geçtiği halde diğer bir rivayette de " = bir koyun kes" şeklînde geçmektedir. Kurtubî'ye göre hadis-i şeriflerde bu kurbanlıktan "koyun" diye bahsedilmesi,onun hedy kurbanlığı olmadığını ifâde etmektedir. Bu kurbanlığın hedy,kurbanı ol­mayışı, onun harem hududları dışında da kesilmesinin caiz olduğunu gös­terir. Bir önceki hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi imam Mâlik bu görüştedir.

Ancak Şafiî ulemâsından Hafız İbn Hacer, "bu kurbanlıktan nüsük veya nesîke diye bahsedilmesi onun hedy kurbanlığı hükmüne girmesine mâni değildir. Nitekim Buhârî'nin bir rivayetinde de bu cümle "yahutta Hedy kurban!- ı olarak bir koyun gönderir"[182] şeklinde geçiyor. Bu cümle

Taberî'nin rivayetinde de "hedy kurbanlığın var mı?" şeklinde geçmekte­dir. Ancak Taberî'nin bu rivayetindeki değişiklik râvilerin kelimeler üze­rindeki tasarrufundan ileri gelmimş olabilir. Nitekim Müslim'de bulunan "yahut ta bir koyun kurban et,"[183] rivayeti, bu ihtimali kuvvetlendirmek­tedir. Eğer gerçekten Kurtubî'nin dediği gibi bu kurbanlıktan maksat, hedy kurbanlığı değilse, o zaman ihramda iken kesilen saçlara fidye olarak ke­silecek olan bu kurbanı harem hududları dışında kesmek de caizdir. Nite­kim tabiînin ekserisi bu görüştedir.[184] Fakat Taberânî'nin rivayet ettiği "Ka'b b. Ucre başından rahatsız oldu da Peygamber (s.a.)'e ne kurban edeyim", diye sordu. (Resûl-i Ekrem de);

"Harem-i şerife, boynuna tasma takacağı bir hedy kurbanlığı gön­dermesini emretti", anlamındaki Ka'b b. Ucre hadisinde[185] nüsük'den "hedy" diye bahsedilmektedir. Fakat bu hadisin senedinde ismi açıklan­mayan bir râvî vardır.[186]

 

Bazı Hükümler

 

1. İhramda iken saçlarım tıraş eden bir kimsenin fidye olarak bir koyun kurban etmesi veya üç gün oruç tutması veya altı fakire üç ölçek hurma yedirmesi yeterlidir.

2. İhramlı bu üç çeşit fidyeden istediğini uygulayabilir. Nitekim "İçi­nizden hasta olan veya başından bir rahatsızlığı bulunan (bundan ötürü tıraş olmak zorunda kalan) kimse oruçtan, sadakadan veya kurbandan

(biriyle) fidye (versin)"[187] anlamındaki âyet-i kerime de bu görüşü te'yid eder. Ulemânın ekserisi de bu görüştedir. Biz bir önceki hadis-i şerifin şerhinde bu konuyu etraflıca açıklamış bulunmaktayız.[188]

1858. ...Ka'b b. Ucre'den rivayet olunduğuna göre) Hudeybiye (seferi) sırasında Ka'b (başındaki rahatsızlıkla ilgili bu) olayı yanına gelen Rasûlullah (s.a.)'e anlatmış bunun üzerine (Hz. Peygamber)

"Yanında kurban var mı?" diye sormuş. O da;

"Hayır, cevabını vermiş. (Resul-i Ekrem de:)

"O halde üç gün oruç tut yahutta her iki fakire bir sâ' olmak üzere altı fakire üç sâ' hurma tasadduk et" buyurmuştur.[189]

 

Açıklama

 

Hudeybiye seferi esnasında  Resul-i  Ekrem (s.a.) Hz. Ka'b'ın  yanına vardığı  bir  sırada Ka'b  ona başındaki rahatsızlığı anlatmış, bunun üzerine Resûl-i Ekrem saçlarını kesmesini ve bunun fidyesi olarak metinde ifâde edildiği şekilde üç yoldan birini uygu­lamasını emir buyurmuştur. Her ne kadar burada Resul-i Ekrem'in Hz. Ka'b'in yanına uğradığı ifade ediliyorsa da Buhârî'nin bir rivayetinde Resûl-i Ekrem'in Hz. Ka'b'ı yanına çağırttığı ve Hz. Ka'b geldikten sonra başın­daki ağrıyla ilgili olarak onunla konuştuğunun belirtilmesi durumu iki ha­dis arasında bir çelişki bulunduğunu göstermez. Çünkü önce Resul-i Ek­rem'in Hz. Ka'b'ın yanına uğrayıp onun rahatsızlığını öğrenmesi daha sonra da O'nu yanına çağırıp saçlarını kesmesini ve fidye ödemesini emretmesi mümkündür. Metinde Kurban kesmesinin üç günlük oruçtan ve üç ölçek-lik hurma tasadduk etmekten önce zikredilmesine bakarak bazı ilim adam­ları, yanında kurban bulunan bir kimsenin fidye olarak üç gün oruç tut­masının veya altı fakire üç ölçek hurma tasadduk etmesinin, efdali terk olduğu kanaatine varmışlardır. Said b. Cubeyr ile İbn Abdilbefr bu görüş­tedirler. Gerçekten metinde kurbanın daha önce zikredilmiş oiması bu ter­tibe uymanın vâcib olduğuna değil, fakat daha faziletli oldğuna işarettir. 1856 ve 1857 numaralı hadis-i şeriflerde bu üç çeşit fidye ödeme yolların­dan her hangi birini uygulamakta muhayyerlik ifâdesi bulunduğu halde bu hadiste kurbana öncelik tanınması bu hadîsle sözü geçen iki hadis ara­sında bir çelişki olduğunu göstermez. Çünkü Resûl-i Ekrem bu hadiste önce kurban kesmeyi zikretmekle öncelikle kurban kesmenin vâcib olma­dığına fakat daha faziletli olduğuna dikkati çekmek istemiş olabilir. Nite­kim Atâ'nın Ka'b'dan rivayet etmiş olduğu şu hadis de bu görüşü te'yîd etmektedir: Rasûlullah (s.a.) beni çağırdı.

"Yanında altı fakire taksim edebileceğin bir farak (üç sa') hurma veyahut kurbanlık bir koyun var mı? Veya üç günlük oruç tutabilir mi­sin?" diye sordu Ben de,

Ya rasûlullah! Benim için bu üçünden birini tercih et? dedim. Bunun üzerine;

"Altı fakire yedir?" buyurdu.[190]

Ayrıca Resul-i Ekrem'in Hz. Ka'b'a; "Yanında kurbanlık var mı?" diye sormaktan maksadı, öncelikle kurban kesmenin vacib olduğunu vur­gulamak değil, onu bu üç yol arasında muhayyer bırakmak olabilir. Ya-hutta Resûl-i Ekrem kendi içtihadıyla Hz. Ka'b'a önce kurban kesmesini tavsiye etmişken sonra bu üçyol arasında muhayyerlik bulunduğunu ifâde eden âyetin inmesiyle ve Hz. Ka'b'm yanında kurban olmadığını da bildi­ği için ona oruçla ifam arasında muhayyer olduğunu bildirmiş olabilir. Gerçekten Abdullah b. Ma'kıl'ın şu rivayeti de bu ihtimâli kuvvetlendir­mektedir:                                                      

Ka'b (r.a.) mescidde iken yanına oturdum da şt  âyeti sordum:

"Oruçtan, yahut sadakadan, yahut kurbandan bir fidye lâzımdır." Ka'b (r.a.);

O benim hakkımda nazil olmuştur. Başımdan rahatsızdım. Bu sebeple bitler yüzüme saçıla do küle Rasûlullah (s.a.)'e götürdüldüm de:

"Meşakkatin bu gördüğüm dereceyi bulacağını zannetmezdim. Bir koyun bulabilecek misin?" buyurdu. Ben:

Hayır, cevabını verdim. Bunun üzerine şu: "Oruçtan yahut sadaka­dan yahut kurbandan bir fidye lâzım gelir." âyet-i kerimesi nazil oldu. Üç gün oruç yahut her fakire yarım sa' yiyecek vermek suretiyle altı fakir doyurmak hassaten benim hakkımda nazil olmuştur. Ama o sizin umûmu­nuza şâmildir, dedi.[191]

 

1859. ...Başına arız olan bir rahatsızlıktan dolayı (başını) tıraş etmiş olan Ka'b b. Ucre'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a.) O'na, (beyt-i şerife) bir sığır hediye etmesini emretmiştir.[192]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerifte ihramlı iken başındaki rahatsızlığı dolayısıyla saçlarını kesen Hz. Ka'b'a Resûl-i Ekrem Efen­dimizin bu hareketinden dolayı fidye olarak bir sığır kurban edip etini Harem-i Şerifte bulunan fakirlere dağıtmasını emrettiği ifâde ediliyor. Oy­sa bundan önceki hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem'in Hz. Ka'b'a bu hareke­tinden dolayı bir koyun kesmesini emrettiği ifâdesi vardır. Resul-i Ekrem'­in Hz. Ka'b'a sığır kurban etmesini emrettiğine dair daha başka hadisler de vardır. Bunlar şu hadislerdir:

1. İbn Ömer dedi ki: Ka'b b. Ucre başını tıraş etmişti. Resul-i Ekrem O'na bir sığır kurban etmesini emretti."[193]

2. İbn Ebû, Leylâ, Nafi' yoluyla Süleyman b. Yesâr'dan rivayet et­miştir. Hz. Ömer Ka'b b. Ucre'nin oğluna:

Baban başına arız olan hastalıktan dolayı ne yaptı? diye sordu. O da: Bir sığır boğazladı, diye cevap verdi. Bu hadisi Sâid b. Mansûr da tahrîc etmiştir. Süleyman b. Yesâr Hz. Ömer'e yetişmemiştir.[194]

3. Ebu Ma'şer Nâfi yoluyla İbn Ömer'den rivayet etmiştir. İbn Ömer dedi ki:

Ka'b başına arız olan rahatsızlıktan dolayı başım tıraş ettiği için boy­nuna tasma geçirdiği ve sırtına alâmet koyduğu bir sığır kurban etti. Bu hadisi Âbd b. Humeyd de rivayet etmiştir. Fakat Ebu Ma'şer zayıftır.

Her ne kadar bütün bu rivayetler Hz. Ka'b'ın fidye olarak bir sığır kurban ettiğini açıkça ifâde ediyorlarsa da daha Önce geçen 1856 numaralı Ebû Kılâbe hadisinde Resûli Ekrem'in Hz. Ka'b'a; "Yahut bir koyun kes"[195] buyurduğu, yine Müslim'in Abdullah b. Ma'kıPdan rivayet ettiği hadis-i şerifte de Resûl-i Ekrem'in Hz. Ka'b'a; "Bir koyun bulabilecek misin?"[196] buyurduğu ifâde ediliyor. Bütün bu rivayetler de Hz. Ka'b'ın fidye olarak kestiği kurbanlığın koyun olduğunu, sığır olmadığını ortaya koyuyorlar. Gerçekten de söz konusu kurbanlığın sığır olmayıp koyun ol­duğunu ifâde eden rivayetler daha sahihdir. Nitekim Kadı Iyaz, Aynî ve İbn Hazm de bu görüştedirler.[197]

 

1860. ...Ka'b b. Ucre'den; demiştir ki Ben Hudeybiye yılında Resûlullah (s.â.) ile birlikte iken başıma bitler musallat oldu. Öyle ki gözlerimden endişelenmeye.başladım. Derken Allah Teâlâ benim hakkımda; "içinizden hasta olan veya başından bir rahatsızlığı bu­lunan (ve bundan ötürü traş olmak zorunda kalan) kimse...[198] (an­lamındaki âyet-i kerimeyi) indirdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) beni çağırdı ve;

"Başını tıraş et ve üç gün oruç tut, yahut attı fakire bir farak kuru üzüm yedir, yahut da bir koyun kurban et" buyurdu. Bunun üzerine başı­mı tıraş ettim sonra da bir koyun kurban ettim.[199]

 

Açıklama

 

Hz. Ka'b, Hudeybiye seferinde ihramlı olması sebebiyIe başını yıkamamıştı.Çünkü başındaki bitleri öldürmekten korkuyordu. Bir taraftan da sıcakların şiddetinden dolayı gözlerine bir zarar geleceğinden endişelenmeye başlamıştı ki, Allah Teâlâ onun du­rumuyla ilgili olarak; 'içinizden hasta olan veya başından bir rahatsızlığı bulunan kimse oruçtan, sadakadan veya kurbandan biriyle fidye (versin)" mealindeki âyet-i kerimeyi inzal buyurdu.

Bu bâbda daha önce geçen hadis-i şeriflerde Resûl-i Ekrem'in Hz. Ka'b'a fidye olarak üç sâ' hurma tasadduk etmesini emrettiği ifâde edilir­ken burada üç sâ' yerine "üç farak" sözünün kullanılmış olması, bu iki hadis arasında bir çelişki bulunduğu anlamına gelmez. Çünkü bir farak on altı ntla eşittir. Bir sâ' ise, 5 1/3 ntla eşittir ki, bu da bir farakın üç sâ'a eşit olduğunu gösterir.

Ancak buradaki "kuru üzüm” sözü bir önceki hadiste geçen "üç sâ' tankıyla Abdullah b. Malik'den rivayet ettiği "altı fakire herbirine yarım­şar sâ’ olmak üzere (üç sâ') yemek yedirmektir."[200] anlamındaki hadis-i şerifle hafız İbn Hacer'in zikrettiği Bişr b. Ömer'in Şu'be'den rivayet etti­ği "yarım sâ' (ölçek) buğday" anlamındaki hadise de aykırıdır. İbn Hazm bir kişi ile ilgili olan ve belli bir yerde cereyan eden bir hâdise hakkındaki bu birbirine aykırı rivayetler arasında bir tercih yapılması lâzım geldiğini söylemiş, İbn Hacer de bu tercihle ilgili görüşlerini şöyle dile getirmiştir: "Bu rivayetler arasında tercihe en lâyık olanı Şube'nin rivayetidir. Çünkü onun rivayetinde, "Altı fakirden her birine yarım sâ' (ölçek) yemek yedirmek" tâbiri geçmektedir. Yemek ise, buğdaydan olabildiği gibi hur­madan da olabilir. Bu bakımdan râvîler bu mevzudaki hadîsleri rivayet ederken "yemek" kelimesi üzerinde tasarrufta bulunarak kimi "hurma" kimisi de "buğday" diyerek rivayet etmişlerdir. Ama "kuru üzüm" riva­yetine gelince, ben buna (Ebû Davud'un rivayet ettiği) Hakem b. Uteybe hadisinden başka bir hadiste rastlamadım. Bu hadisin de senedinde İbn İshak vardır. O meğazî ile ilgili konularda kendisine güvenilen bir kimse olmakla beraber, ahkâmla ilgili konularda güvenilir râvilere ters düş­mektedir,

Buğdayla hurma rivayetleri arasında da tercihe lâyık olan hurma riva­yetidir. Nitekim Müslim'in Ebû Kilabe yoluyla naklettiği hadiste "hurma" kelimesi geçmektedir."[201]

"Sonra bir koyun kurban ettim" cümlesi de 1858 numaralı hadis-i şerifte geçen "Bunun üzerine (Hz. Peygamber) "Yanında kurban var mı?" diye sormuş o da, "Hayır" cevabını vermiş" cümlesine aykırı olduğu gibi İmam Ahmed ve Müslim'in rivayet ettikleri "bir koyun bulabilecek mi­sin?" buyurdu ben de "hayır" cevabını verdim"[202] anlamındaki hadis-i şerife de aykndır. Bu rivayetlerin arasım şu şekilde uzlaştırmak mümkün­dür. Hz. Resul-i Ekrem'in Hz. Ka'b'a ilk defa, "yanında kurban varını?" diye soruşunda Hz. Ka'b'ın yanında kurbanlık yoktu. Daha sonra bir kur­banlık bulup onu kesti.[203]

 

Bazı Hükümler

 

İhramlı bir kimse başındaki bir rahatsızlıktan dolayı  saçlarını  kesip  sonra  oruçtan  sadakadan veya kurbandan biriyle fidye verebilir.[204]

 

1861. ...Abdülkerim b. Mâlik el-Cezerî de bir önceki olayı Ka'b b. Ucre (r.a.)'den Abdurrahman b. Ebî Leylâ yoluyla rivayet etmiş­tir. Ancak bu rivayete (şu sözleri) ilâve etmiştir: "Bunlardan hangi­sini yaparsan sana yeter."[205]

 

Açıklama

 

Burada söz konusu olan hâdiseyi İmam Mâlik Muvatta'ında şöyle anlatır:  Ka'b b.  Ucre ihranıh olarak Resûl-i Ekrem'in yanında bulunduğu bir sırada başından rahatsız olmuş, Re-sûl-i Ekrem de; Ona saçlarını kesmesini emretmiş ve;

"Üç gün oruç tut, yahut da (altı fakirden) her birine ikişer müd (yarım sâ') yemek yedir ya da bir koyun kurban et (kes), buyurmuştur.[206] Bilindiği gibi bir sâ' dört müddür ve kilo cinsinden hesap edilirse bir sâ' 3.333  kg.'dır.

Aslında bu hadisi Ka'nebî ile Mutarrif da Mâlik ile Abdülkerim vası­tasıyla îbn Ebî Leylâ'dan rivayet etmişlerdir. Fakat Abdülkerim, İbn Ebi Leylâ ile görüşmemiştir. Ayrıca bu hadisi aynı senedle İbn Vehb ile îbn Kasım da rivayet etmişlerdir. Fakat bunların senedinde Abdülkerim ile İbn Ebî Leylâ arasında Mücâhid vardır ki, bu sened doğrudur.

"Bunlardan hangisini yaparsan sana yeter." cümlesi, ihrâmh iken sa­çını kesen bir kimsenin fidye olarak bu üç yoldan birini tutmakta muhay­yer olduğunu ifâde etmektedir. Altı fakirden her birine ikişer müdd ola­rak yedirilecek olan yemek İbn Hacer'e göre hurma yemeğidir. Nitekim bir önceki hadisin şerhinde açıklamıştık.[207]

 

43. Hac Veya Umre Yolcusunun Engelle Karşılaşması (İhsâr)

 

1862. ...el-Haccâc b. Amr el-Ensârî demiştir ki: Rasûlullah (ş.a.) şöyle buyurdu:

"Kimin (bir tarafı) kırılırsa veya ayağı sakatlanırsa, hemen ih­ramdan çıkar ve gelecek sene hac yapması gerekir."

(Râvî) İkrime dedi ki: Ben bunu İbn Abbâs'la Ebû Hureyre'ye sordum da "(Haccâc)" doğru söylemiş" diye cevap verdiler.[208]

 

Açıklama

 

İhsâr'ın  lügat  mânâsı   hisar   (abluka)   altına  almak  ve kişiyi  hareketten  menetmektir.   Bir  fıkıh  terimi  olarak ihsâr, "hac için ihrama girmiş bir zâtın Arafat'ta vukuf ile tavaf-ı ziyaret­ten umre için ihrama girmiş bir zatın da tavaftan menedilmesi" demektir.

Ebû Hanife ve taraftarlarına göre hastalık, düşman, sakatlanmak, nafakanın elden çıkması gibi Beytullah'a kadar yolculuğa devam etme im-, kânı bırakmayan bütün durumlar ihsâr sayılır. Bu görüş İbn Abbâs, İbn Mesûd ve Zeyd b. Sabit (r.a.)'den de rivayet olunmuştur.

Leys b. Sa'd, İmam Mâlik, Şafiî, Ahmed ve İshak (r.a.)'e göre ise, ihsâr ancak düşmanın engel olmasıyla gerçekleşir. Bu görüş aslında İbn Abbâs (r.a.) den gelen sahih bir hadise dayanmaktadır.[209]

 

Bazı Hükümler

 

1. Hastalık, vücudun bir tarafının kırılması veya ayağın sakatlanması  gibi  haller ıhsar  sebeplerinden sayılırlar. İbn Mesûd, Zeyd b. Sabit, Atâ b. Ebî Rebâh, Süfyân es-Sevrî veya Hanefi uleması bu görüştedirler. Bu görüş aynı zamanda İmam Ahmed'den de rivayet edilmiştir. Sözü geçen ulemâya göre müslüman bile olsa, her türlü düşman, hayvana inip-binerken veya yolculuk sebebiyle artacak olan hastalıklar, yol harçlığının kaybolması bir kadının yanında bulunan mahreminin veya kocasının yolda Ölmesi gibi ihramın icabettirdiği görevleri yerine getirmeye engel teşkil eden haller ihsâr hükmündedirler.

Bu konudaki delilleri ise, mevzumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisi ile "Eğer (düşman veya hastalık gibi bir engelle) çevrilmiş olursanız (size) kolay olan kurbanı (gönderin)"[210] mealindeki âyet-i kerimedir.

Bu mevzuda İbn Abbas (r.a.)'de şunları söylemiştir: "Kim hac veya umre için ihrama girer sonra da yakalandığı bir hastalık kendisini Beyt-i Şerifi ziyaret etmekten âciz bir duruma düşürürse veyahut bir özür sebe­biyle yola devam edemezse gelecek sene bu haccı kaza etmesi gerekir."[211]

İmâm Mâlik ve İshak'a göre ihsâr ancak düşmanın engellemesiyle mey­dana gelir. Çünkü "Eğer çevrilmiş olursanız (size) kolay olan kurbanı gön­derin." âyet-i kerimesi Hudeybiye'de düşman tarafından kuşatılan Pey­gamber (s.a.) ve ashabı hakkında nazil olmuştur.

İmam Şafiî'ye göre Beyt-i, Şerife gitmeye engel teşkil eden bir hasta­lık ihsâr sebebi olarak bu âyet-i kerimenin kapsamına girmemektedir. Çünkü âyet-i kerime düşmanın teşkil ettiği engelden bahsetmektedir ve âyet-i ke­rimenin devamında, "güvene kavuştuğunuz zaman"[212] buyrulması da bu durumu açıklamaktadır. Zira güvene kavuşmak, ancak düşman tehlikesin­den kurtulmakla gerçekleşir.[213]

Sahabeden Abdullah b. Ömer'e göre de Beyt-i Şerife varamayacak şekilde yolda hastalanan bir kimse Beyt-i Şerifi tavaf edip Safa ile Merve arasında sâ'yetmedikçe ihramdan çıkamaz. Şayet bir elbise giymek veya ilaç kullanmak zorunda kalırsa, bunu yapar, sonra da. fidyesini öder.[214] Eyyûb-i Sahtiyânî'nin rivayetine göre Basralı bir adam şöyle demiştir: "Ben Umre niyetiyle Mekke'ye doğru yola çıkmıştım. Yolda bacağım kırıldı. Mekke'ye haber gönderdim. Orada Abdullah b. Abbâs ve İbn Ömer ile birlikte halktan bir cemaat da bulunuyordu. Bunlardan hiçbirisi ihramdan çıkmama izin vermedi. Ben de (ayağımın kırıldığı) suyun başında yedi ay bekledim. Nihayet umre yaptım da ihramdan öyle çıkabildim."[215]

Düşmanın dışındaki engellerin de ihsâr sayılabileceği görüşünde olan ulemâ ise, aksi görüşte olanlara karşı kendi görüşlerini şu 'şekilde savun­muşlardır:

a. Âyet-i kerimede düşman tarafından kuşatılma anlamına gelen "hasr" kelimesi yerine hastalık tarafından engellemeyi ifâde eden "ihsâr" kelime­sinin kullanılmış olması, âyet-i kerimede kast edilen engelin hastalık ve benzeri şeyler olduğunu gösterir. Ayrıca bu âyetin Hudeybiye seferinde Rasûl-i Ekrem ve ashabının düşman tarafından kuşatılmasıyla ilgili olarak inmiş olması, hastalık ve benzeri şeylerin de âyetin kapsamı içine girmesi­ne engel değildir. Çünkü "sebebin özel oluşunun hükmün genelliğine en­gel olmadığı" genel bir kaidedir. Binaenaleyh itibar lâfzın genelliğinedir, nüzul sebebinin özelliğine değildir.

b. "Güven" kelimesi düşmandan kurtulmak hakkında kullanıldığı gi­bi hastalık ve benzeri tehlikelerden kurtulmak hakkında da kullanılabilir.

c. İbn Ömer ve yanında bulunan sahâbîlerin, "düşman tehlikesinden başka, hiçbir tehlikenin engel sayılamayacağı" şeklindeki sözleri ise, bir sahâbî sözü olarak Resûl-i Ekrem'den gelen, merfû hadisler karşısında bir hüküm ifâde etmek salâhiyetinden uzaktırlar.

İmam Şafiî ile İmam Ahmed'e göre herhangi bir rahatsızlık sebebiyle ihramdan çıkabilmek şartıyle ihrama giren bir kimse için kendisini Beyt-i Şerife varmaktan âciz bırakan bir hastalık ve benzeri şeyler de ihsârdan sayılır. Aksi takdirde sayılmaz. Delilleri ise, Hz. Âişe'nin rivayet ettiği, Dubâ'a bint ez-Zübeyr'in Resûl-i Ekrem'e; "Ben hac için ihrama girmek istiyorum. Fakat rahatsızım" demesi üzerine Resûl-i Ekrem'in de; "öyley­se yolda engellenip kaldığın yerde ihramdan çıkabilmen şartıyla" diyerek ihrama gir" buyurduğuu ifâde eden hadistir.[216]

Daha önce tercümesini sunduğumuz 1776 no'lu hadis de bu görüşü desteklemekte ve hastalığın ihsâr sayılamayacağına delâlet etmektedir. Çünkü eğer hastalık mutlak surette ihsâr sayılsaydı, hastalanan bir kimsenin ih­ramdan çıkabilmesi için ihrama şartlı olarak girmesine lüzum kalmazdı.

Düşman dışındaki engellerin ihsâr sayılamayacağını söyleyen İmam Şafiî ve taraftarlarına göre konumuzu teşkil eden ve "vücudunun bir tara­fı kınlan veya ayağı sakatlanan bir kimsenin ihramh sayılabileceğini" ifâ­de eden Ebû Dâvûd hadisi herhangi bir hastalığa yakalandığı ve Beyt-i Şerife varmaktan aciz kaldığı zaman ihramdan çıkmayı şart koşarak ihrama giren kimselerle ilgilidir.               

Ancak bu te'vîl aksi görüşte olan ulemâ tarafından reddedilmiş ve Dubâ'a hadisi de Hz. Dubâ'a'ya ait özel bir durum olarak nitelendirilmiş­tir. Gerçekten de Şafiî ulemâsının bu iddiaları hadisin zahiri mânâsına aykırı düşüyor. Ayrıca bu görüş İbn Hazm tarafından da reddedilmiştir.[217]

2. İhsâr sebebiyle ihramdan çıkmak zorunda kalan bir kimse eğer o sene hac mevsimi çıkmadan edaya imkân bulamamışsa gelecek sene ka­za etmesi icab eder. Hanefî ulemâsı bu görüştedir. Hanefî ulemâsının bu konudaki görüşünü şöylece sıralamak mümkündür.

a. Gerek nafile gerekse farz olan hac için ihrama girdiği halde haccın rükünlerini ifâ ederken bir engelle karşılaşan bir kimse o sene hac mevsimi sona erinceye kadar engeli aşamamışsa, gelecek sene hac imkânı bulduğu taktirde bir de umre yapar. Hac yapmasının sebebi hac fiiline başlamış olmasıdır. Umre yapmasının sebebi ise, başlamış olduğu bir haccı yarıda kesip ihramdan çıkmasıdır. Bu konudaki delilleri de şu hadis-i şeriftir.

İbn Ömer hacda şart ileri sürmeyi kabul etmeyerek, "Rasûlullah'ın sünneti size yetmiyor mu? Eğer herhangi birinizin hac yapmasına bir ma­nia çıkarsa, Ka'be'yi tavaf edip Safa ile Merve arasında sa'y ettikten son­ra ertesi sene hac yapıncaya kadar ihramdan çıksın, bir de Hedy (kurban­lık) göndersin. Bulamazsa yerine oruç tutun." dedi.[218]

b. Umre için ihrama girdiği halde bir engelle karşılaşan kimse ise, ihramdan çıkar ve o sene ilk fırsatta bu umresini iade eder. Hanefî ulemâ­sının bu konudaki delilleri de İbn Abbâs (r.a.)'den rivayet, edilen şu hadis-i şeriftir: "Hz. Peygamber niyet ettiği umreden engellenince başım tıraş etti, ailelerine yaklaştı ve bir de kurban kesti, gelecek sene yeniden umre yaptı."[219]

c. Hem hacca hem de umreye (yani hac-ı kıran'a) niyet eden bir kimse ise, bir engelle karşılaştığında gücü yettiği halde umre yapmadan ihramdan çıkacak olursa ona da bir hac ile iki umre lâzım gelir. Bunlar­dan bir hac ile bir umre kazası olarak icâb eder. Çünkü bunlar, ihrama girmesiyle kendisine lâzım gelmiştir. Diğer umre de bunlara ait ihramdan çıktığı içindir. Hacc-ı Kırana niyet eden ve engelle karşılaşan kimseye o sene umreyi iade etmek gerekmez.

Merhum Ömer Nahushî Bilmen bu konuda şunları söylüyor:

İhsardan dolayı ihrama nihayet vermek için iman A'zam ile İmam Muhammed'e göre yalnız kurban kesilmesi kâfidir. Ayrıca halk veya tak­sir (tıraş olmak veya saç kesmek) icabetmez. İmam Ebû Yûsuf ile İmam Şafiî'ye göre halk veya taksirde lazımdır. Bunlar haccın menâsikindendir.

Bir kavle göre de haram dahilinde vuku bulan bir ihsardan dolayı ih­ramdan çıkmak için halk veya taksir lâzımdır. Nitekim Resûl-ı Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz Hudeybiye'de böyle yapmıştı.

Muhsar'a ait kurbanın eyyâm-ı nahirden, birinde kesilmesi imam Azam'a göre şart değildir, daha evvel ve sonra kesilebilir.

Bir muhsar fakir olsa da kurban kesmedikçe ihramdan çıkmış olamaz.

Haçtan men'edilen ihramlı bir kimse hacc'ı kırana niyet etmiş bu­lunduğu takdirde Mekke-i Mükerreme'nin hareminde kesilmek için iki kur­ban gönderir. Bunlardan biri haccı, diğeri de umresi içindir. Böyle iki kurban kesilmedikçe ihramdan çıkmış olmaz.

Hac veya umreden men edilen ihramlı bir kimse gönderdiği kurban ile ihramdan çıktıktan sonra aynı mevsimde hacca veya umreye imkân bulsa, men' edildiği hacca veya umreye bedel, hac veya umre etmesi icab eder. Bunları yapmadıkça ihramdan çıkmış olmaz. Çünkü bu ihramlı bir kimse, adeta başlamış olduğu bir haccı veya umreyi fevt etmiş kimse me­sabesinde bulunur.

Haccı kırana niyet etmiş olan bir zat hac ile umreden men'edildiği cihetle Mekke-i Mükerremenin haremine kurban göndermek suretiyle ih­ramdan çıktıktan sonra engelin ortadan kalkmasından dolaya Harem-i Şe­rife gidip umresiyle haccmı ifâya imkân bulsa, üzerinde bir hac ile iki umre lâzım gelir. Bunlardan bir hac ile bir umre kaza olarak icab eder. Çünkü bunlar, ihrama girmesiyle kendisine lâzım gelmiştir. Diğer bir um­re de bunlara ait ihramdan çıkmak tahallül etmek için lâzım gelmiş olur. Bu hac ile bu iki umre müteferrik zamanlarda da yapılabilir.

Yalnız umre için ihrama giren bir zat, umresinin rükünleri olan tavaf ile sa'ydcn men'edilecek olsa ihramdan çıkmak için Mekke-i Mükerreme­nin haremine bir kurban gönderir. Ve bu umresini ileride imkân bulunca kaza eder. Buna "Ümretü'UKaza" denir."[220]

"Her ne suretle olursa olsun gerek hac, gerek umre için ihrama gir­dikten sonra sonra Ka'beye varması engellenmiş olan insan, ihramdan çıkabilmek için kesilmek üzere bir hedy (kurban) gönderir. Bu kimse harem bölgesinde ise, bir kurban keserek, bu bölgenin dışında ise birine kurban parası verip Harem içinde belirttiği günde kestirerek ihramdan çıkar, Şâfi-îlere göre kurbanın Harem içinde kesilmesi şart değildir. Kişi engellenmiş olduğu yerde kurbanını kesip ihramdan çıkar.

Kurban kesilmeden ihramdan çıkan engellenmemiş olan ihramhnm çe­keceği cezayı çeker. Kurban kesildi zannıyla ihramdan çıkıp da sonradan kurbanın kesilmediğini anlayan muhsar, vaktinden önce ihramdan çıktı­ğından dolayı ayrıca bir kurban keser.

Kurban kesemeyen oruç tutmakla ihramdan çıkmaz. Kurban kesince-ye yahut engel kalkıncaya kadar ihramda kalır. Sonra Mekke'ye gelip um­re yaparak ihramdan çıkar. Böyle yapana kurban lâzım gelmez.

Kıran hacca niyyet eden engellenirse kesilmek üzere iki kurban gön­derir. Kurbanı gönderdikten sonra engel kalkarsa, henüz kurban kesilme­den ve hac zamanı geçmeden yetişirse gidip haccını yapar. Yalnız birine yetişirse, ihramdan çıkar."[221]

İmam Mâlik, Şafiî ve Ahmed'e göre ise muhsara yarım kalan haccını itmam etmesinin gerekmesi için o yarım kalan daha önce üzerine farz ol­muş bir hac olması gerekir. Yarım kalan nafile haccın veya umrenin kaza­sı gerekmez. Çünkü her ne kadar unutularak geçirilen bir farizayı hatır­landığı zaman kaza etmek vacibse de Allah'ü Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'inde "Kaza" dan bahsetmemiştir."

Her na kadar sözü geçen imamlar böyle diyorlarsa da gerçekte bu görüş zayıftır. Çünkü kaza'mn Kur'an-ı Kerim'de zikredilmemiş olması onun farz olmamasını gerektirmez. Bununla beraber İbn Abbas, "Eğer engellenmiş olursanız size kolay olan kurbanı gönderin"[222] âyet-i kerime­sine "kim hac veya umre için ihrama girer de kendisine arız olan güçsüz bırakan bir hastalık veya bir özür sebebiyle buna muvaffak olamazsa ken­disine kolay gelen (deve, sığır, davar cinsinden) bir kurban keser. Eğer bu hac üzerine farz olmadan yapılan bir hac idiyse bu haccı kaza eder. fakat hac farizasını ifâ ettikten sonra yapılan bir hac idiyse veya umre idiyse kazası lâzım gelmez,[223] diye mana vererek kaza kelimesinin bu âye­tin şümulü içerisine girdiğini ifâde etmiştir. Sözü geçen ulemâ bu tenkidle-re karşı kendilerini şu şekilde savunmuşlardır: "Bir nesilde bir sahâbînin tek başına kalan görüşü delil olamaz. Binaenaleyh böyle bir sözün Hz. Peygamberden gelen merfû hadisler karşısında hiç bir önemi yoktur."

Fakat ulemânın büyük çoğunluğuna göre Hudeybiye'de düşmanın engellemesiyle karşılaşan Resûl-ü Ekrem'in ve ashabının ihramdan çıktıkla­rını ve gelecek sene bu umreyi kaza ettiklerini delil getirerek "bir engelle karşılaşan kimsenin yarım kalan umresini kaza etmesi lâzım geldiği" gö­rüşünü tercih etmişlerdir.

Karşılaştığı engel sebebiyle ihramdan çıktıktan sonra hac zamanı geç­meden engelden kurtulan kimse eğer yarım kalan hacc üzerine farz olma­dan niyetlendiği bir hac idiyse veya farz olan bir hac idiyse yemden hac yapması lâzım gelir. Fakat hac farizasını yaptıktan sonra niyetlendiği bir hac idiyse, o kimseye sadece, bir ihsâr kurbanı kesmek lâzım gelir. Başka hiç bir şey gerekmez.

Şafiî ulemâsına göre ise bu mesele ayrıntılıdır. Şöyle ki: Eğer bir engelden dolayı hacca muvaffak olamayan kimse daha önce­ki yıllardan da hac borçlusu idiyse, engelden kurtulunca her ne kadar mâlî imkânı varsa da bu haccı ihsâr senesi değil, gelecek sene fevrî olarak kaza etmesi icab eder. Fakat ihsâr senesi mâlî imkânı yoksa, malî imkâna kavu­şunca kaza etmesi icab eder. Böyle bir imkâna kavuşmadığı müddetçe hac­cetmesi icabetmez.

Eğer ihsara, hac farizasının ifâsından sonra yapılacak nafile bir hac idiyse Şafiî ulemâsının pek çoğuna göre hiçbir şey lâzım gelmez. Bazıları­na göre ise, o haccı gelecek sene kaza etmesi icab eder. İmâm Ahmed'den bu konuda birbirine zıd iki görüş rivayet olunmuştur.

Ebû Hanîfe'ye göre ise, engel ortadan kalktıktan sonra ve kurbanı Harem'e göndermeden önce hac vakti henüz sona ermemişse, sadece bir hac yapar, umre yapması gerekmediği gibi kurban kesmesi de gerekmez. İmam Ebû Yûsuf'a göre ihramdan çıktığı için hacla birlikte kurban da lâzım gelir. Eğer ihsâr senesi haccetmeyecek olursa hem hac hem de umre gerekir. el-Hasan'ın İmam Ebû Hanîfe'den rivayet ettiğine göre o sene hac yapsa da yapmasa da üzerine hem hac hem de umre lâzım gelir. İmam Züfer de bu görüştedir.

Eğer engel, kurbanı harem-î şerîfe gönderdikten sonra ortadan kalkacacak olursa" Hanefî ulemâsına göre dört durum vardır:

1. Eğer kesilme­den önce kurbana ve Arafat'da vakfeye yetişecek olursa, ihramdan çıkma­sı caiz değildir. Haccını tamamlaması icâbed eder. Kurban üzerinde istedi­ği gibi tasarrufta bulunabilir.

2-3. Eğer, kesilmeden kurbana ve Arafat'da vakfeye, veya sadece kurbanlığa yetişemezse ihramdan çıkabilir. Ka'beye varıp hac yapması ge­rekmez. Ancak umre yaparak ihramdan çıkmak için ka'beye varması da­ha faziletlidir.

4. Ebu Hânife'ye göre engel kalktıktan sora sadece hacca erişebilecek kimsenin de ihramdan çıkması caiz, fakat ka'beye varıp umre yaparak ihramdan çıkması ise evlâdır. Kıyasa göre bu dördüncü şekilde ihramdan çıkmanın caiz olmaması gerekirdi. Fakat bu durumda hedyi kurban etme­sinin bir anlamı kalmayacağından Ebû Hanîfe bunu istihsânen caiz gör­müştür. İmam Züfer ise açık kıyasa göre hüküm vererek, bu durumda^ kalan bir kimsenin ihramdan çıkmasının caiz olmadığını söylemiştir. Çün­kü açık kıyasa göre asıl olan hacca, gaye olmayan kurbandan önce yetişil-mistir. Binaenaleyh ihramdan çıkmak caiz değildir. îmam Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ise bu dördüncü durumun gerçekleşmesi mümkün de­ğildir. Çünkü bunlara göre söz konusu kurbanın bayram gününden önce kesilmesi caiz değildir. Bu bakımdan hacca yetişen bir kimse kurbana da kesilmeden, önce yetişmiş olur. Umre için ihrama giren bir kimsenin engeli -kurbanı gönderdikten sonra kalkacak olursa:

a. Eğer hem umreye hem de kesilmeden önce kurbana yetişecek ise, Kabe'ye varıp umreyi edâ etmesi gerekir,.

b. Eğer sâdece umre'ye yetişebilecekse ihramdan çıkması caiz olmak­la beraber Beyt-i şerife vararak umreyi edâ etmesi daha da faziletlidir.[224]

 

1863. ...Haccâc b. Amr'dan, Peygamber (s.a.)'in; “Kim(in bir tarafı) kırılır, veya ayağı sakatlanır veya hastalanırsa..." buyurduğu rivayet edilmiş (ve Ma'mer bir önceki hadisin) manasını nakletmiştir.

(Râvi) Seleme b. Şebîb, (Abdurrezzak'ın); "Enbe enâ Ma'mer" bize Ma'mer haber verdi" tabirim kullandığım söyledi.[225]

 

1864. ...Ebû Meymün b. Mihrân, demiştir ki: Ben Şamlıların İbnü'z-Zübeyr'i Mekke'de kuşattıkları sene umre yapmak üzere (yola) çıkmıştım. Kavmimden bazı kimseler benimle birlikte hedy kurban­lığı göndermiş(ler)di. Şamlıların yanına vardığımız zaman bizim ha­reme girmemize engel oldular. Bunun üzerine bulunduğum yerde kurbanlığı kestim ve ihramdan çıktım. Sonra geri döndüm. Ertesi sene (hac zamanı) olunca (yarım kalan) umremi kaza etmek için. (yola) çıktım ve İbn Abbâs'a varıp durumumu anlattım.

(Geçen yıl kestiğim) kurbanın yerine bir başkasını kes, çünkü Resûlullah (s.a.) ashabına Hudeybiye'de kestikleri kurbanın yerine kaza umresinde yeniden kurban kesmelerini emretti, dedi.[226]

 

Açıklama

 

Şamlıların Mekke'yi kuşatması hicretin 73.  yılma rastlar. O yıllarda Abdulmelik b. Mervân, Irak. ve Şam emîri idi. Haccâc b. Yusuf kumandanlığında Abdullah b. ez-Zübeyr üzerine askeri bir kuvvet gönderdi. Abdullah b. ez-Zübeyr'in Mekke'ye sığınması üzerine Haccâc kuvvetleri Mekke'yi kuşattılar. Neticede Mekke ve civarı savaş alam hâline geldiğinden Şamlılar umre yapmak maksadıyla yola çı­kan Ebû Meymûn'un yolunu keserek savaş alanı içerisine ve dolayısıyla Mekke'ye girmelerine engel oldular. Bunun üzerine Ebû Meymûn yanında bulunan hedy kurbanlığını keserek ihramdan çıkıp geri döndü. Bir sene sonra yarım kalan umresini kaza etmek için yola çıktı ve Hz. İbn. Ab-bas'a varıp durumunu anlatınca İbn Abbas ,geçen sene kestiği kurbanın yerine yenisini kesmesi gerektiğini, çünkü Resul-i Ekrem'in Hudeybiye yı­lında yarım kalan umrelerini bir sene sonra kaza eden ashabına geçen yıl ihramdan çıkarken kestikleri -kurbanların yerine yenisini kesmelerini emrettiğini hatırlattı. Bilindiği gibi Hudeybiye anlaşması Hicretin 6. yılın­da olmuştur. O sene müşrikler müslümanların Mekke'ye girmelerine engel oldular. Bunun üzerine müslümanlar umre yapamayacaklarını anlayınca Resül-i Ekrem'in de emriyle kurbanlarım kestiler ve tıraş olarak ihramdan çıktılar. Bir sene sonra da bu umreyi kaza ettiler ki, bu umreye İslâm tarihinde "kaza umresi" denir.

Ancak burada şu noktaya dikkat çekmek gerekir: Abdullah b. Abbâs hicretin 68. yılında vefat etmiştir. Söz konusu muhasara ise, az önce belirt­tiğimiz gibi H. 73 yılında olmuştur. Bu durumda Ebû Meymûn'un söz konusu olay ile ilgili soru sorduğu kişi İbn Abbâs olamaz. Acaba bu hata ravilerden birisinin, "Abdullah b. Ömer" diyecek yerde, "Abdullah b. Abbâs" demesinden kaynaklanmış olabilir mi? Bilemiyoruz. Ancak Ab­dullah b. Ömer'in H. 74 yılında vefat etmiş olduğuna dair rivayetler bu ihtimali kuvvetlendirmektedir.[227]

 

Bazı Hükümler

 

1. Hac veya umre için ihrama girdiği halde bir engelle  karşılaştığı  için  muvaffak  olamayan, bir kimse kaldığı yerde kurban keserek ihramdan çıkar da bu ibâdetini ileriki yıllarda kaza edecek olursa, bir önceki kestiği kurbanın yerine bir yenisini kesmesi icab eder. Mâliki ulemasıyla Şafiî ulemâsı bu hadisi delil kabul ederek bu hükme varmışlardır. Bu görüş aynı zamanda Ahmed b. Hanbel (r.a.)'den de rivayet olunmuştur.

Hanefî ulemâsına göre ise, engelle karşılaşan kimse ihramdan çıkmak için kestiği ihsar kurbanını harem sınırları içerisinde kesmişse, yarım ka­lan haccını kaza ederken bir yenisini kesmeğe lüzum yoktur. Fakat ihsâr kurbanını Harem sınırları dışında kesmişse o zaman kaza esnasında bir yenisini daha kesmesi icab eder. Çünkü kurban "Kurban mahalline varın­caya kadar başlarınızı tıraş etmeyin"[228] âyet-i kerimesi uyarınca yerine ulaş­mamıştır. Hanefî ulemasına göre, konumuzu teşkil eden hadisi şerifte ge­çen Hz. İbn Abbas'ın sözü Hudeybiye yılında kurbanlarım Harem bölgesi dışında kesen sahabe ile ilgilidir. Resûl-i Ekrem'le sahabeden bazıları ise, kurbanlarını Hudeybiye'nin Harem sınırları içinde kalan kesiminde kes­mişler. Bilindiği gibi Hudeybiye'nin bir kısmı Harem bölgesi içerisinde bir kısmı da Harem sınırları dışında kalmaktadır. Nitekim Tahâvî'nin ri­vayet ettiği bir hadis şu anlamdadır: "Peygamber (s.a.) Hudeybiye'de iken çadırı "Harem sınırları dışında, namazgahı ise Harem bölgesi içerisinde idi."[229] Bu bakımdan Harem hududları içerisine girme imkânı bulunan bir ihramlının bir engel sebebiyle ihramdan çıkmak zorunda kalmasıyla kur­banını harem bölgesi dışında kesmesi caiz değildir. Şayet Resul-i Ekrem'in hudeybiye'de kurban kesmediği farz edilecek olursa, o zamari Resûl-i Ek­rem'in bu kurbanlığım kesilmek üzere Hareme göndermiş olduğu söylene­bilir. Çünkü Cündüb b. Naciye diyor ki: "Ben kurbanını (Mekke'de) kes­mekten menedildiği sene Resul-i Ekrem'in yanına vardım ve,

Ya Resülallah kurbanını Harem de kesmek üzere benimle gönderebi­lirsin, dedim.

"Bunu nasıl yapabilirsin?" buyurdu. Ben" de;

"Onu alır kimsenin varmaya güç yetiremediği vadilerden ve sarp yer­lerden aşırıp Harem'e varır orada keserim, diye cevap verdim."[230]

Şafiî ulemâsından Hattâbî'nin beyânına göre ise, "Engelle karşılaştığı için ihramdan çıkmak zorunda kalan kimsenin yarım kalan haccı nafile idiyse, bir daha kaza etmesi gerekmez," diyen ulemâya göre bu kimse için hedy kurbanım yeniden kesmek de söz konusu değildir. Fakat Allah Teâlâ Kur'an-ı Keriminde; "Kabe'ye erişmiş bir kurbanlık olmak üzere"[231] buyurduğu için kurbanlığını harem bölgesinin dışında kesen bir kimsenin haccını kaza ederken kurbanını da yenilemesi icab eder", diyenlere göre ise, kaza esnasında bu kurbanı da yenilemek icab eder. Ebû Davud'un rivayet ettiği bu hadis ikinci görüşte olanlar için bir delildir.

Biraz önce de ifâde ettiğimiz gibi Hz. Peygamber Hicretin 6. senesin­de ashâbıyle birlikte umre yapmak üzere yola çıkmışken müşriklerin en­gellemesi sebebiyle buna muvaffak olamadan ihramdan çıkıp Medine'ye dönmüşlerdi. Hicretin 7. senesinde Resûl-i Ekrem ve ashabı Mekke'ye gi­rerek yeniden bir umre yaptılar. Bu umreye "kaza umresi" denir. Bu um­renin gerçekten kaza umresi mi, yoksa başlı başına bir umre mi olduğu ulemâ arasında ihtilâf konusudur.

a. İmam Ebû Hanîfe'ye göre bu umre kaza umresidir.

b. İmam Mâlik'e göre bu umre başlı başına bir umredir.

c. İmam Ahmed'den bu konuda da iki ayrı görüş rivayet olunmuştur. İnşallah ileride umre bölümünde bu görüşleri tekrar ele alacağız.[232]

 

44. Mekke'ye Girmek

 

1865. ...Nâfi'den rivayet edildiğine göre, İbn Ömer (r.anhuma) Mekke'ye gireceği zaman geceyi sabaha kadar Zû Tuvâ'da geçirir, yıkanır. Sonra Mekke'ye gündüzün girerdi ve Peygamber (s.a.)'in de böyle yaptığım söylerdi.[233]

 

Açıklama

 

Abdullah  b.  Ömer teberrük  kasdıyla  Resûl-i Ekrem'in namaz kıldığı yerleri araştırır ve oralarda namaz kılardı. İşte bu maksatla Mekke'ye girmeden önce Zû Tuvâ denilen yerde gece­ler orada ibâdet eder, sabahleyin yıkanıp gündüzün Mekke'ye girerdi. Bi­lindiği gibi Zû Tuvâ, Mekke'nin batısında ve Kedâ denilen giriş yolu üze­rindedir. Resûl-i Ekrem (s.a.) Veda Haccında Mekke'ye girerken geceyi burada geçirmişti.[234]

 

Bazı Hükümler

 

1. Mekke'ye  girmek  isteyen  ihramlı  bir  kimsenin geceyi Zu Tuva da geçirmesi müstehab ol­duğu gibi İmam Mâlik'in dışında diğer mezheb ulemasına göre hayızlı ve­ya nifaslı bir kadın bile olsa herkesin gusletmesi müstehabdır. Yıkanılma-dığı takdirde fidye gerekmez. Ulemanın pek çoğuna göre alınacak bir ab-dest de yeterlidir. Aynı zamanda Zû Tuvâ'mn hizasına gelen ihramlı bir kimsenin de gusletmesi müstehabtır. İmam Şafiî'ye göre Zû Tuvâ'ya veya hizasına uğrayan bir kimse şayet gusletmekten âcizse teyemmüm eder.

Mâliki ulemasına göre ise, hayızlı ve nifaslı olan kimselerin dışında Zû Tuvâ'ya uğrayan bir ihramhnm orada gusletmesi menduptur. Çünkü Mâlikilere göre gusül Mekke'ye girmek için değil, mescide girmek ve tavaf için lâzımdır.

2. İhramlının Mekke'ye gündüzün girmesi müstehabdır. İbn Ömer, Atâ, İshak ve Hanefî ulemâsı bu görüştedirler. Şafiî ulemâsına göre de en sahih plan görüş budur. Mekke'ye gündüzün girilmesinin hikmeti, di­nin alâmetlerinin izhar edilmesidir. Bunun için en uygun zaman da gün­düzdür. Bilhassa Mekke'ye giren dinî bir önder ise, o zaman dinî alâmet­lerin izharı daha da önem kazanır.                                    

Âişe ve Said b. Cübeyr'e göre ise, Mekke'ye geceleyin girmek müste-haptır. Çünkü Muharriş el-Ka'bî'nin rivayetine göre Peygamber (s.a.) Ci'râne'den umreye niyet ederek geceleyin çıkmış, Mekke'ye geceleyin girmiş ve umresini edâ ettikten sonra aynı gece (Mekke'den) çıkarak sabahı ci'râne'de yapmıştır.”[235]

Tavus, Sevrî ve el-Mâverdî'ye göre ise, Mekke'ye gece girmekle gün­düz girmek arasında bir fark yoktur. Bununla beraber hadisin zahirine uyarak Mekke'ye geceleyin girmek daha uygun bir hareket olur. Resûl-i Ekrem (s.a.)'in Mekke'ye gece girişi, bunun caiz olduğunu göstermek içindir.[236]

 

1866. ...İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) Mekke'ye yukarı yoldan girermiş. (Müsedded ile İbn Hanbel'in) Yah­ya'dan naklettiklerine göre ise, Peygamber (s.a.) Mekke'ye Kedâ'dan (yani) Bathâ yolundan girer, aşağı yoldan çıkarmış, (Râvî) el-Bermekî (buraya şu cümleyi de) ekledi: "Yani Mekke'nin iki sarp yolundan" (girer çıkardı). Müsedded'in hadisi ise daha tamdır.[237]

 

Açıklama

 

Seniyye: Aslında her dağın sarp yeri, yahut yüksek yoludur. Burada  "seniyye"  kelimesiyle  kast  edilen  Mekke'nin el-Muallât denilen meşhur kabristanının yukarısındaki yoldur. Bu yol vaktiyle çıkılması güç sarp bir yermiş. Sonra Hz. Muâviye tarafından düzeltilmiş. Daha sonra Abdülmelik ve Mehdî zamanlarında ve 811 tarih­lerinde mevziî tamirler yapılmış Mısır sultanı el-Müeyyed zamanında ka­milen tamir olunmuştur. Mekke'ye inen yukanki yola "Kedâ", Mekke'­den çıkarken takip edilen alt yola da "Küdâ" derler.

Resûlullah (s;a.)'in Mekke'ye yukanki yoldan girip aşağıki yoldan çık­masının hikmeti, İbrahim aleyhiselâm'ın nidası yüksek yerden yapıldığı içindir. Bir de yüksek yerden girmek ve alçak yerden çıkmak maksa­da daha uygundur. Bazılarına göre Mekke'ye üst yoldan girilince Kabe'yi Muazzama karşı geldiği için girerken bu yol tercih edilmiştir. Münafıklara İslâmiyetin kuvvet ve şevketini göstererek onları korkutmak için bu yol­dan girdiğini söyleyenler olduğu gibi Hicret esnasında gizlenerek gittiği için şimdi de açıktan girmek maksadıyla göze çarpmaya en müsait olan tepelerden girmeyi tercih ettiğini söyleyenler ve her iki yolla da teberrük etmek maksadıyla girerken ve çıkarken iki ayrı yoldan girmeyi tercih etti­ğini ileri sürenler de vardır.[238]

Hadisin senedinden de anlaşıldığı gibi bu hadis müellif Ebû Davud'a üç ayrı yoldan gelmiştir:

1. Abdullah b. Cafer el Bermekî yoluyla,

2. Müsedded ve İbn Hanbel yoluyla,

3. Osman b. Ebî Şeybe yoluyla.

Hadisin metni en uzun olanı Müsedded yoluyla gelenidir.Çünkü bu rivayette Resûl-i Ekrem'in Mekke'ye girerken Bathâ'daki yukarı yolu tâkib ettiği ilâvesi yani Kedâ denilen yukarı yolun Bathâ'da olduğu ilâvesi vardır.[239]

 

1867. ...İbn Ömer'den rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.) (Medine'den çıkarken) ağacın bulunduğu yoldan çıkar, (girerken de) Muarras yolundan girerdi.[240]

 

Açıklama

 

Aslında bu hadisin Mekke'ye giriş ve çıkışı konu alan bu babla bir ilgisi yoktur. Çünkü bu hadis Mekke'ye giriş çıkışla değil, Resul-i Ekrem'in Medine'ye hangi yollardan girip-çıktığı ile ilgilidir. Aslında bu babın ismi "Mekke ve Medine'ye giriş-çıkış babı" olması gerekirdi. Nitekim Müslim'de bu hadisle bir önceki hadisi birleştir­miş ve bab başlıklarını koyan Nevevî tarafından "Mekke'ye yukarı yoldan girip aşağı yoldan .çıkmanın ve bir yere değişik yollardan girip- çıkmanın müstehab oluşu" başlığı altında rivayet etmiştir.

"Ağaç"tan maksat, Medinelilerin mîkatı olan Zülhuleyfe Mescidinin yanındaki ağaçtır. “el-Muarras" ise, Medine'ye altı mil (11.130 km.) uzak­lıkta Zülhuleyfe'nin kuzey doğusunda Medine'nin güneyinde bir yerdir. Resul-i Ekrem (s.a.)'in Medine'den Mekke'ye gitmek istediği zaman ismi­ni Zülhuleyfe'deki ağaçtan alan ve oradan geçen yolu tâkib ederdi. Mek­ke'den Medine'ye dönerken de Muarras'dan geçen yolu tâkib ederdi. Fa­kat Medine'den bir savaş maksadıyla çıkmış olursa o zaman Muarras'da konaklardı. İşte bu sebeple buraya Muarras ismi verilmiştir. Çünkü bilin­diği gibi "ta'rîs" bir yere istirahat maksadıyla inmek demektir.[241]

 

Bazı Hükümler

 

1. Mekke'ye girmek isteyen her ihramhnın Batha’daki yukarı yoldan girmesi, çıkarken de aşa­ğı yoldan çıkması müstehabtır.

2. Sefere çıkacak olan bir kimsenin memleketinden çıkarken bir baş­ka yolu, memleketine girerken de başka bir yolu tâkib etmesi müstehabtır.[242]

 

1868. ...Âişe (r.anhâ)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) Fetih yılında Mekke'ye Mekke'nin yukarısındâki Kedâ (denilen yol)dan, (kaza) umre(sinde) de Küdâ (denilen aşağı yol)dan girdi.

(Hişam b. Urve) dedi ki: Urve, (Mekke'ye) her ikisinden girer­di. En çok Kudâ'dan girerdi. İki yolun evine en yakın olanı (Küdâ) idi.[243]

 

Açıklama

 

Resul-i Ekrem (s.a.) hac  için ihramlı olarak Mekke'ye girerken "Kedâ"  demlen yukarı yolu izlemiştir. Ancak umre için Mekke'ye girerken bu yolu izlemeye hızûn görmemiş, herkesin her zamanki takibettiği "küdâ" denilen aşağı ki yolu tâkib etmiştir. Resû1-i Ekrem'in hac ve umre esnasında Mekke'ye girerken izlediği yolların farklı oluşu bu konuyla ilgili rivayetler arasında çelişki olduğunu göster­mez. Çünkü Resûl-i Ekrem'in umresiyle haccı iki ayrı olaydır. Ancak bu hadis Buhârî'nin rivayetinde geçen; "Resûlullah (s.a.) çıkarken Mekke'­nin yukarısında bulunan Küdâ'dan çıktı" şeklinde geçtiğinden konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisine üç cihetten aykırıdır. Şöyle ki:

1. Konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisine "Resûlullah (s.a.) Feth yılında Mekke'ye Mekke'nin yukarı sındaki Küdâ'dan girdi" denilirken, Buhârî'nin rivayetinde "Mekke'den çıkarken "Mekke'nin yukarısındâki Küdâ denilen yerden çıktı" tâbiri kullanılmıştır."[244]

2. Buhârî'nin bu rivayetinde umreden bahsedilmemektedir.

3. "Küdâ'nm Mekke'nin yukarısında bulunduğu ifâ'de edilmektedir ki bu açık bir hatadır. Hafız İbn Hacer'in beyânına göre bu hadisin aslı Amr b. el-Hâris ile Hâtem b. İsmail'in Hişâm'dan naklettikleri ve "Resû­lullah (s.a.) Mekke'ye Mekke'nin yukarısındâki "Kedâ" denilen yoldan girdi" anlamına gelen ibaredir. İbn Hacer daha.sonra bu yanlışlığın Ebu Üsâme'den daha aşağıda bulunan râvilere ait olduğuna hükmetmiş ve İmam Ahmed'in Ebû Üsâme'den naklettiği rivayetin doğru bir rivayet olduğuna dikkati çekmiştir.[245]

 

Bazı Hükümler

 

1. Hac maksadıyla Mekke'ye girecek olan bir kimsenin Keda  demlen yukarı yoldan girip  Kudâ" denilen aşağı yoldan çıkması müstehabtır.

2. Umre maksadıyla Mekke'ye girmek isteyen bir kimsenin de "Küdâ" denilen aşağı yoldan girmesi müstehabtır.[246]

 

1869. ...Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.) Mekke'ye gireceği zaman yukarısından girerdi. (Çıkacağı za­man da) aşağısından çıkardı.[247]

 

Açıklama

 

Bilindiği gibi Mekke'ye iki yoldan girmek mümkündür.Bunlardan yukarı yola  "Kedâ" aşağı yola da "Küdâ" derler. 1867 numaralı hadisin şerhinde de ifade ettiğimiz gibi Resul-i Ek­rem Efendimiz, hac maksadıyla ihramli olarak Mekke'ye girerken "Kedâ" denilen yukarı yoldan girmiş, çıkarken de "Küdâ" denilen aşağı yolu izle­miştir. Binaenaleyeh ulama bu hadis-i şerife bakarak her ne maksatla olursa olsun, Mekke'ye girmek isteyen kimselerin yukarı yoldan girmelerinin ve çıkarken de aşağı yoldan çıkmalarının müstehab olduğuna hükmetmişlerdir.[248]

 

45. Beyti Şerifi Görünce El Kaldırmak Caiz Midir?

 

1870. ...el-Muhâcir el-Mekkî'den; demiştir ki: Câbir b. Abdullah’a;

Beyt-i (şerifi) gören bir adam ellerini kaldırırını? diye soruldu da;

Ben yahudilerden başka bunu yapan kimse görmedim. Ve Resûlullah (s.a.)'la birlikte hac ettik bunu o da yapmadı, diye cevap verdi.[249]

 

Açıklama

 

Her ne Kadar hadiste beyt-i şerifi görünce sadece Yahudilerin el kaldırdıkları ifâde ediliyorsa da 1872 numa­ralı hadis-i şerifte de ifâde edildiği gibi Beyt-i Şerifi görünce onu müslü-inanların da selâmladığı bir gerçektir. Ancak yahudiler Beyt'i görünce ona hakaret maksadıyla el kaldırırken müslümanlar ta'zîm ve ihtiram maksa­dıyla el kaldırırlar.[250]

 

Bazı Hükümler

 

Bu  hadis-i  şerifin  zahirinden  anlaşıldığına  göre Beyt-ı Şerir ı görünce tazım için el kaldırmak meş­ru değildir. Nitekim İmam Mâlik (r.a.) bu hadisin zahirine bakarak Beyt-i Şerifi görünce el kaldırmanın meşru olmadığına hükmetmiştir.

İmam Şafiî, Ahmed, Sevrî ve İshak'a göre ise, Beyt-i Şerifi görünce el kaldırmak meşrudur. Bu görüş Abdullah b. Ömer ile İbn Abbas'tan da rivayet olunmuştur. İbn Cüreyc'den gelen bir hadiste Resûl-i Ekrem'in şöyle buyurduğu ifâde edilmektedir: "Eller namazda kaldırıldığı gibi Beyt-i şerifi görünce, Safa ile Merve üzerinde, Arafat'ta, Müzdelife'de Cemre-ler'de ve ölü üzerine (kılınan namazda) de kaldırılır."[251] Tahâvî'nin açık­lamasına göre bu hadîse, "Beyt'i görünce ellerin kaldırılması" ile ilgili kısmının dışında itiraz eden olmamıştır. Beyhakî'ye göre ise, bu hadis mun-katı'dır. Çünkü İbn Cüreyc bu hadisi almış olduğu Mukassim ile görüş­memiştir. İbn Ebî Leylâda bu hadisi İbn Abbas'tan ve İbn Ömer'den mevkuf ve merfu olarak rivayet etmemiştir. Ancak İbn Ebî Leylâ'nın rivayetinde "ölü üzerine" ifâdesi yoktur ve îbn Ebî Leylâ hadis rivayetinde güvenilir bir râvi değildir. Zehebî Mizân'da onun hafızasının zayıf olduğunu söylüyor.

Said b. Salim'in İbn Cüreyc'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte ise, "Resûl-i Ekrem'in Beyt-i Şerifi görünce:

"Ey Alla İn m, bu Beyti Şerifinin azametini ve saygınlığını ve heybeti­ni artır. Hac ye umre maksadıyla bu Beyt'e gelip de ona saygı ve ta'zim gösteren kimselerin de şeref ve haysiyetleriyle birlikte saygınlıklarını artır"

anlamında du,a ettiği ifade ediliyor.[252] Beyhakkî'ye göre bu hadis munkatı'dır. Fakat Ebû Said eş-Şâmî'nin Mekhûl'den rivayet ettiği "Peygamber (s.a.) Mekke'ye girip de Beyt'i görünce ellerini kaldırır ve tekbîr getirip;

diyerek duâ ederdi," anlamına gelen mürsel bir şahidi vardır.

Bu mesele Hanefî ulemâsı arasında ihtilaflıdır. Hanefî ulemâsından Aliyyü'I-kârî'nin açıklamasına göre her ne kadar Tîbî "Ebû Hanife, İmâm Mâlik ve Şafiî, beyt-i Şerifi görünce el kaldırmanın meşru olmadığını" söylemişse de bu doğru değildir. Çünkü İmam Ebû Hanife ile Şafiî de "Beyt-i Şerifi görebilecek bir yere geldiği halde körlük veya sis gibi sebeplerle göremeyen bir kimsenin ellerini kaldırarak dua etmesinin sünnet olduğunu açıkça ifâde etmişlerdir.

Bezlü'l-mechûd yazarı Şeyh Halil Ahmed'in beyânına göre, "Hanefî ulemâsından Aliyyü'1-karî, Beyt-i şerifi gören bir kimsenin ellerini kaldı­rarak duâ etmesinin meşru olduğu görüşündedir." Hanefîlerin Şerhü'l-Liibâb isimli meşhur fıkıh kitabında dua halinde bile olsa el kaldırmanın meşru olmadığı ifade edilmektedir. "Kudürî, el-Hidâye, el-Kâfî, Bedâyi' gibi meşhur hanefi kaynaklarında bu hareketin meşruluğuna dair bir ifâ­denin bulunmayışı" da bu görüşün doğruluğuna delil gösterilmektedir. Ni­tekim es-Sürûcî de Hanefî mezhebine göre Beyt-i Şerifi görünce el kaldır­manın meşru olmadığını ifâde ediyor. Yine Hanefî ulemasından Tahâvî de Şerhü Meâni'1-âsâr isimli eserinde imam Ebû Hanife, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre Beyt-i Şerifi görünce el kaldırmanın mekruh olduğunu ifâde ediyor.[253]

Bu konuda Beyhakî de şunları söylüyor: "Bu gibi ihtilaflı konularda müsbet olan görüşü tercih etmek kaidedir. Çünkü müsbeti ifâde eden ha­disler menfiye nisbetle fazla bir ilim ifâde ediyor demektir." Aliyyü'1-Karî de bu konudaki farklı hadisleri ve görüşleri naklettikten sonra bu hadisle­rin arasım uzlaştırmak maksadıyla şunları söylemiştir: "El kaldırmanın meşru olduğunu ifâde eden hadisler Kâbe-i Muazzama'yı ilk defa gören kimselerle ilgilidir. El kaldırmanın meşru olmadığını ifâde eden hadisler ise, daha sonra Kabe'nin huzuruna varıldığı zamanlarla ilgilidir."[254] Meş­ru olduğunu ifâde eden hadislerin duâ haliyle ilgili olduğu, meşru olmadı­ğını ifâde eden hadislerin de Kabe'yi ta'zim maksadıyla iftitah tekbiri alır gibi elleri kulaklara kadar kaldırmakla ilgili olduğu da düşünülebilir.[255]

 

1871. ...Ebû Hureyre(r.a.)'den rivayet olımduğuna göre, Pey­gamber (s.a.) Fetih günü Mekke'ye girince Beyt'i tavaf etmiş ve (Hz.. İbrahim'e ait) Makam'ın' arkasında iki rekat namaz kılmıştır.[256]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif Hz.Peygamberin Beyt-i Şerife gelince tavaf edip tavaftan sonra da Makam-ı İbrahim'in arkasında iki rekat namaz kıldığını ifade ediyor. Bu bakımdan hadis "Ka­be'yi görünce el kaldırmayı" konu alan bu babla pek ilgili görünmüyor. Ancak bu hadiste Rasûl-i Ekrem'in Kabe'ye gelince sadece tavaf edip da­ha sonra da iki rekat tavaf namazı kıldığı ifâde edildiği, Beyt-i Şerife geldiği zaman el kaldırmadığının da zımnen ifâde edilmiş olduğu düşünü­lürse, o zaman bu hadisle bab arasında bir ilgi olduğu görülür.

Kabe'yi tavaf ettikten sonra Makâm-ı İbrahim'in arkasında iki rekat namaz kılmak Hanefi ulemâsına göre vâcib, Şâfiîlere göre ise, sünnettir.[257]

Nitekim Kur'an-ı kerim'de; "Sizde İbrahim'in makamından bir na­maz yeri edinin (Orada namaz kılın)"[258] buyuruluyor.

İbrahim'in Makamı, Hz. İbrahim'in Kabe'yi yaparken üzerine çıktığı taştır, diye tefsir olunduğu gibi, Haremin tamamı diye de tefsir olunmuştur.[259]

 

1872. ...Ebû Hüfeyre (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) (Medine'den Mekke'ye gitmek üzere) yöneldi, Mekke'ye girince Hacer-i Esved'e varıp onu selâmladı sonra Beyt-i tavaf etti. Sonra Safa'ya varıp Beyt'i görebilecek şekilde üzerine çıktı, ellerini kaldı­rıp Allah'ı zikretmeye ve dilediği duayı okumaya başladı (Hz.Ebu Hüreyre) dedi ki: "Ensar (topluluğu)da (Resûlullah'ın) alt tarafın­da bulunuyordu." (Bu hadisi Ebu Davud'un şeyhine ulaştıran iki râvîden birisi olan) Hâşim dedi ki:

"(Hz.Peygamber) Dua etti, Allah'a hamdetti ve dilediği duayı okudu.”[260]

 

Açıklama

 

Bu olay Mekke'nin fethi günü cereyan etmiştir. Dolayısıyla Hz peygamber'in Mekke'ye girmekten mak­sadı umre yapmak olmadığı gibi Safa tepesine çıkmaktan maksadı da sa'y yapmak değildi. Kabe'yi tavaf etmesi ve Hacer-i Esved'i selâmlaması nafi­le bir tavaftı. Bilindiği gibi hac veya umre maksadı olmaksızın yapılan tavaflardan dolayı Safa ile Merve arasında sa'y yapmak gerekmez.

Bu hadisi Ebû Davud'un şeyhi İbn Hanbel'e ulaştıran iki râvi vardır: Bunlardan birisi Behz b. Esed'dir ki tercümesini sunduğumuz metin ona aittir. Diğeri de Hâşim'dir Hâşim'in rivayeti ile Behz'in rivayeti arasında esaslı bir ayrılık yoktur. Ancak Hâşim'in rivayetinde çok küçük bir farklı­lık vardır. Ebû Dâvûd bu farka "Haşim dedi ki: Duâ etti, Allah'a ham­detti ve dilediği  duayı okudu." cümlesiyle işaret etmek istemiştir.[261]

 

Bazı Hükümler

 

l. sessizce ve kimseyi rahatsız etmeden Hacer-i Esyed’e el sürüp veya öperek  onu  selamlamak sünnettir. İnsanları rahatsız etmek haram, bundan kaçınmak ise, farzdır.

2. Muallim ve müşridin öğreticilik veya eğiticilik görevini yaparken yüksekçe bir yerde bulunması caizdir.

3. Kabe'yi gören kimsenin ona saygı maksadıyla ellerini kaldırması müstehabtır.

4. Mekke'ye giren bir kimsenin ihramsız bile olsa ilk iş olarak Beyt4 şerifi tavaf etmesi gerekir. Çünkü peygamber (s.a.) Fetih günü mekke'ye ihramsız girdiği halde ilk iş olarak Kabe'yi tavaf etmiştir. Bunda icmâ vardır.[262]

 

46. Hacer-i Esvedi Öpmek

 

1873. ...Abis b. Rebia'dan rivayete göre Ömer (b.el-Hattab) Hacer-i Esved'in yanına gelmiş onu öpmüş ve şöyle demiştir: Biliyo­rum ki sen bit taşsın. Fayda da veremezsin zarar da. Eğer Peygam­ber (s,.a.)'i seni öperken görmeseydim, seni (asla) öpmezdim.[263]

 

Açıklama

 

Hz. Ömer, "tayda da veremezsin zarar da demekle "Allah'ın izni  olmazsa zarar ve fayda veremezsin"  demek istemiştir. "Öpülmekle dünyada bir fayda veremezsin" demek istemiş de olabilir. Fakat Hacer-i Esved'in âhirette kendisini selamlayanlara Allah'ın izniyle fayda vereceği kesin delillerle sabittir. İbn Abbas'tan rivayet edildi­ğine göre, Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet gününde Ha­cer-i Esved, iki gören gözü ve konuşan bir dili olduğu halde getirilecek ve kendisini İslama uygun olarak selamlayanların lehine şahitlik ede­cektir.[264]

Durum böyleyken Hz. Ömer'in bu sözü söylemesine sebep, müslümanların putperestlik devrinden yeni kurtulmuş olmalarıdır.

Hz. Ömer şayet Hacer-i Esved'i öperse câhillerin bu işin eski hâl üze­re devam ettiği zannına kapılmalarından korkmuş ve istilâmdan maksadın yalnız Allah'ı tazim ve Peygamber emrine itaat olduğunu, istifamın câhiliyet devrindeki putperestlik olmadığını anlatmak istemiştir. Çünkü câhiliyye devrinde araplar putların insanı Allah'a yaklaştırdığına inanırlardı. Resul-i Ekrem'in Hacer-i esved'i öpmesini İbn Ömer şöyle anlatır: "Resûlullah (s.a.) Hacer-i Esved'in yanına vardı sonra dudaklarını üzerine ko­yup uzun süre ağladı. Sonra başını çevirince bir de ne görsün Hz. Ömer! Bunun üzerine:

"Ey Ömer, işte burada gözyaşı dökülür" buyurdu.[265] Ancak Mecmeu'z-zevâid'de açıklandığına göre bu İbn Mâce hadisinin senedinde Muhammed b. Avn vardır. Bu râvî, Ebû Hatim gibi hadis âlimlerince zayıf kabul edilmektedir. Fakat Hâkim bu hadisi sahih senedle rivayet etmiştir.[266]

 

Bazı Hükümler

 

1. Hacer-i Esved'i, elle dokunmak veya öpmek suretiyle selamlamak meşrudur ve Hacer-i Esved diğer cansızlar arasında özel bir şerefe ve fazilete sahiptir. Bu konuyla ilgili pek çok hadis-i şerif vardır:

a. Abdullah b. Amr b.el-Âs'dan rivayet edilen merfu bir hadiste şöy­le buyuruluyor: "Gerçekten Hacer-i Esved ile Makam(-i İbrahim) Cennet yakutlarından birer yakut idiler. Allah onların nurunu aldı eğer Allah bun­ların nurunu almamış olsaydı, bu nur hak ile bâtıl arasını aydınlatırdı."[267]

b. Resûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Hacer-i Esved Cennetten indiği za­man sütten daha beyazdı fakat insan oğlunun günahları onu kararttı."[268] Her ne kadar bu hadisin senedinde bulunan Atâ b. es-Sâib cerh edilmişse de İbn Huzeyme'nin Sahih'inde bu hadis sahih senedle rivayet olunmuş­tur. Bu hadisi kısa olarak ve "Hacerü'l-Esved cennetten gelmiştir" anla­mına gelen lâfızlarla Nesâî de rivayet etmiştir.[269]

Hafız \b. Hacer, bu konuda şunları söylüyor: "Bazı inkarcılar "Hacer-i Esved, müminlerin ibâdetleriyle iyice beyazlaşmayıp da niçin müşriklerin günahlarıyla siyahlaşıyormuş" diyerek bu hadis-i şerifi inkâr etmişlerdir. Bu anlamsız söze İbn Kutebye'nin verdiği şu cevabı verebiliriz: "Eğer Al­lah Hacer-i Esved'in cennetten geldiği gibi beyaz kalmasını istemiş olsay­dı, tabiattaki kanunlarını ona göre yaratırdı. Oysa Allah teâlâ Hacer-i Esved'in eski hâlinde kalmasını istemediği için siyah rengi beyaz renk üze­rinde efkili yaratmıştır." Muhibbu't-Tâberî de bu konu da şunları söylü­yor: "Hacer-i Esved'in zamanla bu şekilde kararmasında akıl ve basiret sahipleri için büyük ibretler vardır. Şöyle ki: İnsanların hataları taş gibi sert bir cisim üzerinde dahi böyle olumsuz bir iz bıraktığına göre insanın kalbi ve ruhu üzerinde nasıl bir olumsuz tesir yapacağını anlamak son derece kolaydır." Ayrıca bu konuda İbn Abbas (r.a.)'ın da şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Dünya ehlinin Cennet zinetlerini görmelerini önle­mek maksadıyla Allah Teâlâ onu kararttı" Eğer bu sözü İbn Abbas'ın söylediği sâbitse, inkarcılara karşı çok güzel bir cevap teşkil eder."[270]

2. Resûl-i Ekrem'in hadisleriyle amel etmek gerekir. Ancak bir habe­rin gizli bir kusurunun ortaya çıkması veya bilinmesi hali müstesna, Nite­kim Resûl-i Ekrem'in de Hacer-i Esved'i öptüğü bilinen bir gerçektir. Bi­naenaleyh bu uygulama mü'minler için uyulması gereken bir örnektir. Resul-i Ekrem'in o taşı öpmesi onun diğer cansız yaratıklar arasında ayrı bir değer ve şerefe mazhar olduğuna bir işarettir. Gerçekten Allahu teâlâ'-nın bazı ülkeleri bazısından daha şerefli, bazı geceleri ve gündüzleri de bazılarından daha faziletli yarattığı malumdur. Aynı şekilde bazı taşları da bazılarından daha şerefli ve faziletli yaratmış olması gayet tabiîdir. Fa­tih devri Şeyhülislâmlarından Molla Hüsrev Hacer-i esved'i istilâm etmeyi şöyle anlatıyor: "Mekke'ye girdiği zaman Mescid-i Haram'a girmekle (işe) başlar Beyt-i Şerifi gördüğü vakitte tekbir ve tehlîl eder.[271] Ondan sonra tekbir ve tehlîl ederek ve namazdaki gibi ellerini kaldırarak Hacer-i Esved'e yönelir ve onu istilâm eder. Yani iki elleri ile Hacer-i Esved'e yapışır ve öper.

İstilâm Fukahaya göre iki avuç içini taşın üzerine koyup ağzı ile öp­meğe derler. Eğer öpemez ise, iki avuç ile mesheder. Eğer müslümanlara ezâ etmeksizin istilâma kadir olursa yapar, eğer kadir olamazsa eli meshedip elini öper eğer bu ikisini de yapamazsa tekbir, tehlîl, yüce Allah'a hamd ve Nebiyy-i Ekrem(s.a.)'e salavât okuyarak Hacer-i Esved'e yö­nelir."[272]

M. Zihnî Efendi de bu konuda şöyle diyor: "Mekke'ye ulaştığında müstehab olan boy abdesti almaktır. Boy abdesti veya sadece abdest al­dıktan sonra Harem-i Şerife girilir. Müstehab olduğu üzere Babüs'selâma varıp oradan kalb ürpertisi ve tevazu içinde îelbiye getirilir. Salevât-i şeri­fe okuyarak ve sıkışanlara şefkatle muamele ederek Mescid-i Haram'a gi­rilir. Beyt-i Muazzama görüldüğünde dilediği kadar dua edilir.[273] Mescid-i Haram'ın saygı ve tahiyyâtı tavaf .olduğu için tehiyette-i mescid namazı kılmadan hemen tavaf-ı kudüm teşebbüsünde bulunulur. Şöyle ki telbiyeyi keserek tekbir tehlîl ve salavat-ı şerife ile Hacer-i Esved'e yönelir, ellerini namaza durur gibi kaldırarak mümkün ise, Hacer-i Esved'e dokunulur ve sesini çıkarmadan onu öpmeye çalışır orası pek sıkışık bir durum arz edecek olursa, kimseyi incitmemek için onu uzaktan selâmlar. Tavafın baş­langıcı bu olur."[274]

 

47. Ka'be'nin Rükünlerini Selamlamak

 

1874. ...İbn Ömer(r.a.)'den; demiştir ki: Ben Resûlullah (s.a.)'i iki Rükn-i Yemânî'den başkasını meshederken görmedim.[275]

 

Açıklama

 

Bilindiği gibi Kabe-i Muazzama'mn dört rüknü vardır; dört rükün üzerine oturur. Allah'ın Kâbesi;

1. Hacer-i esved'in bulunduğu rükne "Rükn-i Hacerî" denildiği gibi,

2. Güney batısındaki rükne "Rükn-i Yemânî",

3. Kuzey-batısındakine "Rükn-i Şâmî",

4. Kuzey-doğusundakine de "rükn-i Irâkî" denilir.

Ayrıca bu rükünlerden ilk ikisine "Yemâniyyân (Yemânî rükünler)" denildiği gibi son iki rükne "eş-Şâmiyyân (Şâmî rükünler)" de denilir.

Konumuzu teşkil eden hadis-i şerifte de açıklandığı üzere resul-i zîşân Efendimiz bu rükünlerden sadece Yemânî rükünleri selâmlamiştır. Rükünler içerisinde istilâm için bu iki rüknü tercih etmesi sebepsiz değildir:

a. İstilâm için Rükn-i Hacerî'yi seçmesinin birinci sebebi Hacer-i Es­ved'in o rükünde bulunmuş olmasıdır. Diğer sebebi de bu rüknün Hz. İbrahim'in attığı temeller üzerine oturmuş olmasıdır. Bu sebeple Resulü Ekrem bu rüknü hem eliyle selâmlamış hem de öpmüştür.

b. Rükn-i Yemânî'ye gelince, bunun da faziletçe son iki rükne üs­tünlüğü sadece Hz. İbrahim'in attığı temeller üzerine oturmasından ileri gelir. Bu sebeple Resûl-i Ekrem bu rüknü sadece selamlamakla yetinmiş­tir. Fakat İmam Mâlik ile Ahmed (r.a.)'e göre bu iki rükün de Rükn-i Hacer gibi öpülür.[276]

 

Bazı Hükümler

 

Tavaf esnasında Rükn-i Hacer ile Rükn-i Yemânî' yi selamlamak sünnettir. Rukn-ı Irakı ile Rukn-ı Şâmî'yi selâmlamak veya öpmek gerekmez. Çünkü bu iki rükün Hz. İbra-, him'in attığı temeller üzerinde değildir. Hz. Ömer, İbn Abbas, Hanefi ulemâsı, İmam Mâlik, İmam Şafiî ve îmam Ahmed bu görüştedirler.

Hz. Muâviye ile Abdullah b. ez-Zübeyr, Câbir b. Zeyd, Urve b. Zübeyr ve Süveyd b. Gafele'ye göre ise, rükünlerin hepsi ve her tarafı selâm­lanır, fakat konumuzu teşkil eden hadis-i şerif bu görüşte olanların aleyhi­ne bir delildir. Çünkü Peygamber Efendimizin Rükn-i Şâmî ile Rükn-i Irakî'yi selamlamadığı bilinen bir gerçektir. O halde sünnete uymaktan başka takip edecek bir yol olamaz.[277]

 

1875. ...İbn Ömer'den (rivayet olunduğuna göre) kendisine Hz. Âişe'nin; "Hıcr'ın bir kısmı Beyt'dendi (Beytin sınırları içerisine dâ­hildi)" dediği haber verilmiş bunun üzerine (İbn Ömer de) Allah'a yemin ederim ki, Âişe'nin bunu Resullüllah (s.a)'den duyduğuna ke­sinlikle inanıyorum. (Şimdi) kesinlikle anlıyorum ki Resûlullah (s.a.)'in (Kabe'nin dört rükününden) ikisini selamlamayışı sadece bu iki rüknün (Beyt'in Hz. İbrahim tarafından atılan) temelleri üzerin­de olmayışındandır ve halen (Beyt'in), Hicrin dışından tavaf edişinin sebebi de bundan başka bir

 

şey değildir.[278]

 

Açıklama

 

Bilindiği gibi Kabe'nin kuzey tarafında yarım dâîre şeklinde bir duvar vardır ki buna "Hatîm"  denir. Kabe'nin Kuzey cephesinin bir köşesine "Rükn-i Şâmî, diğer köşesine de "Rükn-i Irakî" denir. Bu Hatîm'in kuşattığı ve Hatimle Kabe arasında kalan yere "Hıcr" denir. Kabe'nin altınoluğu bu kısmın üzerine akar. Kâbe-i Muaz-zama'yı tavaf ederken Kabe ile Hatîm arasındaki açıklıktan geçmeyip bu duvarın dışından geçerek tavaf edilmesi vâcibtir.

Bu,duvarın yüksekliği 131 cm.'dir. Yarım daire şeklinde kuşatmış ol­duğu kısma "Hıcr-i İsmail" denir. Çünkü İsmail aleyhisselam buraya def-nedilmiştir. Kabe ile bu duvarın doğu ucu arasında 230 cm.lik bir mesafe bulunduğu gibi Kabe ile batı ucu arasında 223 cm.lik bir mesafe vardır Hatîm'in iki ucu arasındaki mesafe ise 8 m.dir Beyt-i Şerifin kuzey cebhe-sinin orta noktasından Hatime doğru indirilecek bir doğrunun uzunluğu ise, 844 cm.dir.

Kureyş, Peygamber Efendimize Peygamberlik verilmeden beş sene önce Kabe'yi yeniden bina etmişlerdi. Malî imkanları yetişmediği için Kabe'yi Hz. İbrahim'in yaptığı genişlikte yapmamışlar, bu sebeble Kabe'nin kuzey kısmında bulunan ve aslında Kabe'den olan bir bölüm yeni inşaatın dışın­da kalmıştı. Metinde geçen "Hıcr'ın bir kısmı Beyt'dendi" cümlesiyle bu gerçeğe işaret edilmek istenmiştir. Nitekim Müslim'de şu anlama gelen bir hadisi şerif vardır: "Ey Âişe! Eğer kavmin şirkten yeni kurtulmuş olma­saydı, ben Kabe'yi yıkar da yere yapışık (alçak) yapardım. Ona biri doğu­da biri batıda iki kapı açardım. Hıcr tarafından da ona altı arşın yer katardım, çünkü Kureyş Kabe'yi bina ederken onu küçültmüştür."[279]

Metinde geçen "ezunnu" kelimesi "eteyekkanu, kesinlikle biliyorum" anlamında kullanıldığı gibi "in" harfi de şartiyye olarak değil, "inne"den muhaffef bir harf olarak tahkik anlamında kullanılmıştır. Biz de tercüme­yi buna göre yaptık.[280]

 

Bazı Hükümler

 

1. Rükn-i Şâmî ile Rükn-i Irakî'yi selamlamadan tavaf etmek caizdir.

2. Kabe'yi tavaf ederken Hatîm'in dışarısından dolaşmak gerekir.[281]

 

1876. ...Abdullah b. Ömer'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) hiçbir tavafta Rükn-i Yemânî (denilen köşe ile) Hacer(-i Esved)i se­lamlamayı terk etmezdi.

(Nâfi) dedi ki: Abdullah b. Ömer de (aynen) böyle yapardı.[282]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif yedi şavttan oluşan tavafın her şavt (tur)unda  Rükn-i  Yemânî ile Hacer-i Esved'i  selamlamanın

müstehab olduğunu açıkça ifâde etmektedir.

Bu sebeple ulemâ sözü geçen yerleri her şavtta selamlamanın müste­hab olduğunda ittifak etmişlerdir.

Hacer-i esved hakkında 1873, Kabe-i Müazzama'mn diğer rükünleri hakkında da 1875 numaralı hadisin şerhinde yeterli açıklama bulunmakta­dır.[283]

 

48. Vacib Olan Tavaf

 

1877. ...İbn Abbâs'tan rivayet olunduğuna göre Resulullah (s.a.) Veda Haccında deve üzerinde (ve Hacer-i Esved'in bulunduğu) rük­nü bastonla selamlayarak (Beyt'i) tavaf etmiştir.[284]

 

Açıklama

 

1. Kabe'yi özürsüz olduğu halde hayvan üzerinde tavaf etmek caizdir. İmam Şafiî ile İbn'I-Münzir ve İbn Hazm

bu görüştedirler. İmam Ahmed'deri sahih olarak rivayet edilen görüş de budur. Özür bulunmadığı halde hayvan üzerinde tavaf edilmesinden dola­yı kurban da gerekmez. Fakat tavafın yürüyerek yapılması1 deve üzerinde yapılmasından daha faziletlidir. Çünkü Resul-i Ekrem (s.a.) ve ashabı Ve­da Haccının dışındaki tavaflarını yürüyerek yapmışlardır.

İmam Mâlik'Ie Hanefî ulemâsına göre ise özür bulunmadıkça tavafı yürüyerek yapmak vâcibtir. Özürsüz olarak hayvan üzerinde yapılan tava­fın iadesi gerekir, iade edilmeyecek olursa, sahibine kurban gerekir.

İmam Ahmed'den rivayet edilen diğer bir görüşe göre ise özürsüz olarak hayvan üzerinde yapılan tavaf caiz değildir. Çünkü tavaf Beyt-i Şerîf ile ilgili bir ibadettir, namaz gibi ayakta icra edilmesi gerekir.

Özürsüz olarak hayvan üzerinde tavafın yapılmayacağı görüşünde olan ulemâya göre Resûl-i Ekrem'in Veda Haccı'nda hayvan üzerinde tavaf etmesi bazı mazeretleriyle ilgilidir.  Delilleri ise, şu hadis-i şerîflerdir:

a. Peygamber (s.a.) Veda Haccı'nda insanların kendisini kolayca gö­rebilmeleri, kendisinin de onları görebilmesi ve halkın kendisine (müşküllerini) kolayca sorabilmeleri için Beyt'i ve Safa ile Merve'yi hayvan üzerin­de tavaf etti.[285]

b. Resûlullah (s.a.) Mekke'ye geldiği zaman-rahatsızdı. Hayvanı üze­rinde tavaf etti.[286]

İbn Hacer'in beyânına göre özürsüz bir kimsenin Beyt-i Şerifi hay­van üzerinde tavaf etmesi tenzîhen mekruhtur. Yürüyerek tavaf etmek ise daha faziletlidir. Resul-i Ekrem'in Beyt-i Şerifi hayvan üzerinde tavaf et­mesi ise, Beyt'in etrafının duvarlarla çevrilmesinden önce olmuştur. Artık Beyt'in etrafı çevrildikten sonra mescidin içerisine hayvan sokulması ca'iz değildir. Çünkü hayvanlar mescidi kirletirler.[287]

2. Hacer-i Esved'i baston ve benzeri şeyler ile selâmlamak caizdir. Ancak bu cevaz elle dokunmak veya selamlamak mümkün olmadığı za­manlara aittir. Yoksa elle selamlamanın daha faziletli olduğu bilinen bir gerçektir. Çünkü Peygamber (s.a.) ekseriyetle elle selâmlamıştır. Ulemâ­nın büyük çoğunluğu bu görüştedir. İnsan mümkün olduğu kadar Hacer-i Esved'e elle dokunmah yoksa asâ ve benzeri bir şeyle dokunmalı, o da mümkün değilse ona doğru işarette bulunarak tekbir getirmelidir. İbn Ab-bâs'tan rivayet edildiğine göre; Peygamber (s.a.) (Veda Haccı'nda) Beyt'i hayvan üzerinde tavaf etmiş ve Rükn-i Hacere her gelişinde yanında bulu­nan bir şeyle ona işaret ederek tekbir getirmiştir.[288] Eğer işaret de ede­mezse ona doğru yönelerek tehlîl ve tekbir getirir Çünkü Peygamber (s.a.); "Ey Ömer, sen kuvvetli bir adamsın Hacer-i Esved'in yanında sıkışıklık ve darlığa sebebiyet verme. Çünkü zayıflan incitirsin fırsat bulunursa onu selamla. Bulamazsan, ona yönelerek tehlîl ve tekbirde bulun" buyurmuş­tur.[289] Ancak Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiği bu hadis-i şerifin sene­dinde kimliği mechül bir şahıs vardır. Hacer-i Esved'in istilâmı konusunda ayrıntılı malumat için 1889 no'lu hadisin şerhine bakılmalıdır.

3. İhtiyaç hâlinde Mescid'e deve sokmak caizdir. Ancak bu Cevaz, hayvanın mescidi kirletmesinden emin olunmasına bağlı görülmüştür.[290]

 

1878. ...Safiyye bınt Şeybe'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) Fetih yılında Mekke'yi fethedince (Beyt'i) hayvan üzerinde elindeki bastonla (Hacer-i Esved'in bulunduğu) rüknü selamlayarak tavaf et­ti. Ben de kendisine bakıyordum.[291]

 

Açıklama

 

Bu hadis Buhârî ve Müslim tarafından da şu anlama gelen lâfızlarla rivayet edilmiştir: Peygamber (s.a.) Mekke'ye girdiği zaman Kabe'nin etrafında 360 put vardı, onlara elindeki bir sopa ile dokunarak "Hak geldi, batıl zail oldu! Bâtıl zaten zail olucudur"[292] (âyetini okuyor ve:) "Hak geldi bâtıl ne yoktan var eder, ne de yok olanı iade eder"[293] diyordu, putlar da yere düşüyordu.[294]

 

Bazı Hükümler

 

1. İhramsız bile olsa Mekke'ye her girenin Beyt-i Şerifi tavaf etmesi lazımdır.

2. Beyt-i Şerifi hayvan üzerinde tavaf etmek caizdir. Bu konuda özürlü olmakla olmamak arasında bir fark yoktur.

3. Hacer-i Esved'i baston veya benzeri şeylerle selâmlamak caizdir. Bilindiği gibi Hacer-i Esved'i öpmekten âciz kalan bir kimse onu eliyle yahut bastonu ile selâmlayarak elini veya bastonunu öper. Kadı İyaz, "Bu hususta yalnız İmam Malik'in cumhûr-ı ulemâdan ayrıldığını ve elin öpülemeyeceği görüşünde olduğunu" söylüyor. Tavaf esnasında bunlardan hiç­birini yapmayana birşey lâzım gelmez. el-Muhelleb: "Peygamber (s.a.)'in bastonla istilâmda bulunması istilâmın farz değil, sünnet olduğunu göste­rir diyor. Nitekim daha önce tercümesini sunduğumuz "Resûlullah (s.a.)'in öptüğünü görmüş olmasaydım seni öpmezdim" anlamındaki 1873 numa­ralı hadis-i şerif de bu görüşü desteklemektedir.[295]

 

1879. ...Ebu't-Tufeyl'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.)'i hay­vanı üzerinde (Hacer-i Esved'in bulunduğu) rüknü selamlayarak Beyt'i tavaf ederken gördüm.

(Bu hadisi Ebû Davud'a rivayet eden diğer râvi) Muhammed b. Râfi de (bu rivayete şunu) ekledi: Sonra Safâ'ya ve Merve'ye çıktı, yedi defa (Safa ile Merve arasını) hayvanı üzerinde tavaf et­ti.[296]

 

Bazı Hükümler

 

1. Tavaf esnasına Hacer-ı Esved ı eliyle selamlayamayan kimse onu baston ve benzen şeyler­le selâmlayarak elini veya bastonu öper. Ulemanın ekserisi bu görüştedir. İbn Ömer, Ebû Hüreyre, İbn Abbâs, es-Sevrî, Hanefî uleması, İmam-ı Şafiî ve İmam Ahmed de bu görüştedir. Aynı şekilde eğilip ağzıyla Ha-cer-i Esved'i öpmeye muvaffak olamayan bir kimse de ona eliyle dokunur sonra da elini öper.

İmam Mâlik'e göre ise Hacer-i Esved'i öpmeye muvaffak olamayan kimse Hacer-i Esved'i selamlayan elini veya başka bir şeyi öpemez. Sadece öpmeksizin ona ağzını koyar, ağzıyla o şeye temas eder.

2. Safa ile Merve arasında hayvan üzerinde sa'y yapmak caizdir.[297]

 

1880. ...Ebu'z-Zubeyr, Cabir b. Abdullah'ı şöyle derken işit-mistir. Rasûlullah (s.a.) Veda Haccında haİka kendisini görsünlerde soru sorabilsinler diye yüksekte bulunmak için Beyt'i ve Safa ile Merve'yi hayvan üzerinde tavaf etti. Çünkü halk etrafına üşüşmüşlerdi.[298]

 

Açıklama

 

Müslim'in  bu  mevzu  ile  ilgili  olarak  rivayet ettiği  bir hadis de şu  anlamdadır:  Peygamber  (s.a.) halk kendi-

sinden men'edilmesin diye Kabe'nin etrafında devesi üzerinde tavaf etti. Rüknü selamlıyordu.[299]

 

Bazı Hükümler

 

1. Rasûl-i Ekrem (s.a.) Veda Haccı'nda tavafı ve sa’yi hayvan üzerinde yapışının bazı sebepleri var­dır. Binaenaleyh meşru mazereti bulunan kimselerin sa'yi ve tavafı hayvan üzerinde yapması caizdir. Nitekim bu mesele 1877 numaralı hadis-i şerifin şerhinde geçti.

2. Mâliki ve Hanbeli ulemâsına göre bu hadis eti yenen hayvanların sidiklerinin ve terslerinin temiz olduğuna delâlet eder. Çünkü eğer devenin sidiği ve tersi pis olsaydı, Resûl-i Ekrem deveyi Mescid-i Haram'a sok­mazdı. Ancak bu görüş; şu delillerle reddedilmiştir:

a. Resûl-i Ekrem tavafı ve sa'yı deve üzerinde yaptığı zaman Mescid-i Haram'ın etrafı duvarlarla çevrilmemişti. Binaenaleyh Hz. Peygâmber'in Hareme deveyle girişinin esas sebebi budur, hayvanın tersinin temiz olma­sı değildir.

b. Deve üzerinde tavaf etmiş olması devenin kesinlikle mescide işedi­ğine delâlet etmediği gibi şayet deve mescide işemiş olsa bile o sidiğin orada kaldığına ve dolayısıyla sidiğin temizliğine delâlet etmez. Çünkü de­venin oraya işememiş olması mümkündür. Ayrıca işemiş olsa bile üzerine su dökülüp orasının temizlenmiş olması da mümkündür.[300]

 

1881. ...İbn Abbâs'tan rivayet olunduğuna göre Resûlullah (s.a.) Mekke'ye rahatsız olarak geldi. (Beyt'i) hayvanı üzerinde tavaf etti. (Hacer-i Esved'in bulunduğu) rüknü her gelişinde onu asayla selâm­ladı. Tavafını bitirince (devesini) çöktürüp iki rekat namaz kıldı.[301]

Açıklama

 

Tavaftan sonra  kılınan bu iki rekatlık. namaza "tavaf  namazı"  denir.Bu  konuda  Hanefi ulemâsından Aliyyü'1-Kârî şunları söylüyor:

Bu namaz başlı başına vâcib bir namazdır. Sünnet değildir. Her tavaf­tan sonra kılınmalıdır. Yapılan tavafın farz, vâcib, sünnet veya nafile ol­ması neticeyi değiştirmez. Ayrıca bu namaz bir zaman ve mekâna da mah­sus değildir. Bu itibarla bu namazın vaktinin geçmiş olması da söz konusu değildir. Bu namaz ancak ölümle fevt olur. Çünkü müstakil bir namazdır. Haccın vacipleriyle ilgisi yoktur. Bazı menasikte olduğu gibi yerine kur­ban kesilerek borçtan kurtulmak mümkün olmadığı için bu namazın terki de düşünülemez. Bu iki rekat kıhnmadıkça zimmette borç olarak kalır. Çünkü bu iki rekatın kılınması herhangi bir zaman ve mekânla kayıtlı değildir. Bu bakımdan Harem dışında kılınabileceği gibi vatana döndük­ten sonra kılmak da caizdir. Fakat tenzîhen mekruhtur. Sünnet olan tavaf ile bu namazın arasını ayırmamak, hemen tavaftan sonra kılmaktır. Bu tavaf namazının edası için efdal olan yer Makam-ı İbrahim'in arkasıdır. Birinci rekatte Fatiha'dan sonra Kâfirûn Suresini, ikinci rekatta da ihlâs Suresini okuyup namazın sonunda nefsi, sevdikleri ve diğer müslümanlar için dua etmek müstehabtır.

Tavaf namazının Kabe'yi tazimle hiç bir ilgisi yoktur. Bu namaz sa­dece Allah'ı tâ'zim ve O'na kulluk için meşru kılınmış ve bu hikmete mebni olarak da bu namazda Allah'ın zâtından ve sıfatlarından bahseden Kafirûn ve İhlâs surelerinin okunması müstehab olmuştur.[302]

 

Bazı Hükümler

 

1. mFarz olsun nafile olsun her tavafın sonunda iki rekat namaz kılmak meşru kılınmıştır.

2. Resul-i Ekrem'in tavafı ve Sa'yi deve üzerinde yapmasının sebebi o zamanki rahatsızlığıdır. Ancak İmam Şafiî bu görüşte değildir. Çünkü bu hadisin senedinde Yezid b. Ebî Ziyâd vardır, Münzirî'ye göre bu râvi güvenilir bir kimse değildir. Beyhakî'nin ifâdesine göre bu hadisin metnin­de bulunan "Resûlullah (s.a.) Mekke'ye hasta olarak geldi" sözü, Yezid'-in bu rivayetinin dışında hiçbir rivayette yoktur. Bu fazlalık Yezid'e aittir. Biz bu konuyla ilgili görüşleri 1877 numaralı hadisin şerhinde naklettiği­mizden burada tekrara lüzum görmüyoruz.[303]

 

1882. ...Peygamber (s.a.)'in zevcesi Ümmü Seleme'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Resûlullah (s.a.)'a rahatsızlığımdan şikâyet ettim de, "Hayvana binerek halkın arkasından tavaf et!" buyurdu­lar. Ben de (o şekilde) tavaf ettim. O anda Resûlullah (s.a.) Beyt(-i Şerif)'in yanmasında namaz kılıyor ve Tûr Sûresini okuyordu.[304]

 

Açıklama

 

Hz. Ümmü Seleme'nin hayvan üzerinde tavaf ederken Resul-ı hkrem Efendimizin kıldığı namaz sabah namazıın farzı idi. Hz. Ümmü Seleme'nin yaptığı tavaf ise, Veaâ tavafı idi. Resül-i Ekrem Mekke'den ayrılma hazırlıkları içerisinde bulunuyordu. Bu hadis-i şerif özürlü olan bir kimsenin tavafı hayvan üzerinde yapmasının caiz olduğunu ifâde ediyor ki bunda ittifak vardır.[305]

 

49. Tavafta Iztıbâ' Yapmak

 

1883. ...Ya'lâ (b.Umeyye)'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.) bir ucunu sağ koltuk altından alarak sol omuz üzerine almak sure­tiyle yeşil bir kumaşa bürünmüş olduğu halde (Beyt'i) tavaf etti.[306]

 

Açıklama

 

"Iztıbâ" kelimesi, sözlükte pazuları göstermek anlamına gelir.Bir  hac terimi  olarak  "iztıbâ"   tavafa  başlamadan önce üste alınan örtünün bir ucunu sağ koltuk altından alarak sol omuz üzerine atmaktır.

İslâm tarihinde kaydedildiğine göre, Peygamber Efendimiz ashabıyla birlikte hicretin yedinci senesinde umre yaparken müşrikler gerek Peygam­ber Efendimiz ve gerekse ashabının bitkinlikten zorlukla yürüdüklerini söy leyerek onları seyre başlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber rîdâlarını "ıztıba" yaparak ve sağ omuzlarını açıkta bırakarak yürümüşler ve remel ve hervele yapmışlardı.

Hz. Peygamber bu esnada "Bu gün kendisini onlara kuvvetli göste­ren kişiye Allah rahmet etsin" buyurdular. Hanefi mezhebine göre erkek­ler için ıztıbâ' ve remel arkasında sa'y olan her tavafta yapılır. Nafile olan tavaflardan sonra sa'y olmadığı için ıztıbâ' ve remel yapılmaz. Ku­düm tavafında remel yapılabilirse de remelin ziyaret tavafında yapılması daha iyidir.[307]

 

Bazı Hükümler

 

Bu hadis-i şerif erkekler için ıztıbâ'ın sünnet olduğuna delalet etmektedir,  içlerinde  imam Ahmed, İmam Şafiî ve Hanefî ulemâsının da bulunduğu cumhûr-ı ulemâya göre tavafın her turunda erkekler için ıztıbâ' yapmak-sünnettir. Bu konu­daki hadislerin tümünün ifâdesi hac ve umre tavaflarında ıztıbâ'ın sünnet olduğunda birleşmektedir. Bu konuda kudüm tavafından sonra sa'y yapıl­mış olması da şart değildir. Hanefî ulemâsıyla İmam Şafiî'nin görüşü bu­dur, Hanbelî ulemâsına göre ise, ıztıbâ' sadece kudüm tavafında yapılır ki, bu görüşü destekleyen bir delil mevcut değildir.

İmam Mâlik'e göre ise, tavafta ıztıbâ' sünnet değildir. Fakat pek çok sahih hadislerle sabit olan Resûl-i Ekrem'in uygulaması İmam Mâlik'in bu görüşünün isabetsizliğini açıkça ve kesinlikle ortaya koymaktadır. Ta­vaf namazı esnasında ıztıbâ'ın sünnet olmadığında ulemâ arasında görüş birliği bulunduğu gibi kadınlara ıztıbâ' gerekmediğinde de ittifak vardır. Çünkü kadınlar örtünmekle yükümlüdürler.[308]

 

1884. ...İbn Abbâs (r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre, Resûlullah (s.a.) ve sahabîleri Cî'râne'den (ihrama girerek) ve Beyt'i (ta­vaf esnasında) koltuk altlarından geçirdikleri peştemallerini sol omuz­ları üzerine atmış oldukları halde adımlarım kısaltarak ve omuz silkeleyerek umre yapmışlardır.[309]

 

Açıklama

 

Ci'râne Müzdelife ile Arafat arasında Mekke'nin doğu Harem sınırı üzerinde ve Mekke'ye 16 km. uzaklıkta bir yerdir Resûl-i Ekrem (s.a.) hicretin 8. senesinde Tâif'ten dönerken bura­dan ihrama girip umre yapmıştır. Metinde.ifade edildiği gibi umre esna­sında bir önceki hadis-i şerifin şerhinde açıkladığımız şekilde ıztıbâ' ve remel yapmıştır. Bilindiği gibi remel kelime olarak koşmak demektir. Bir hac terimi olarak remel: "Iztıbâ' hâlinde iken yani ihramın üst kısmının bir ucunu sağ kolun altından geçirip sol omuz üzerine atarak tavafın ilk üç devresini kısa adımlarla ve omuzlan silkeleyerek çalımlı1 bir-şekilde tamamlamak" demektir.

Resûl-i Ekrem'in bu umresini Muharriş el-Ka'bî şöyle anlatır: "Pey­gamber (s.a.) umre yapmak niyyetiyle geceleyin Ci'râne'den çıktı. Yine geceleyin Mekke'ye girdi, umresini edâ etti ve sonra da aynı gece (Mekke'­den çıkarak) Ci'râne'de sabahladı.[310]

 

Bazı Hükümler

 

1. Umre tavafında remel yapmak meşrudur. Bir numara sonra gelecek olan hadiste bu konu ay­rıntılı bir şekilde ele alınacaktır.

2. Umre tavafında da ıztıbâ1 yapılması gerekir.[311]

 

50. Remel Caiz Midir?

 

1885. ...Ebu't-Tufeyl'den; demiştir ki: Ben, İbn Abbâs'a;

Senin kavmin Resûlullah (s.a.)'in Beyt'i (tavaf ederken) remel yaptığım ve bunun sünnet olduğunu iddia ediyorlar, dedim.

Hem doğru söylemişler, hem de yanlış söylemişler, dedi. Ben de;

Hem doğru hem de yanlış söylemişler ne demektir? dedim.

Doğru söylemişler. (Çünkü) gerçekten Resûlullah (s.a.) Beyt'i (tavaf ederken) remel yaptı. Yanlış söylemişler. (Çünkü) o sünnet değildir. Kureyş (müşrikleri) Hudeybiye gününde; "Şu Muhammed'i ve ashabım bırakınız da nağf (denilen ve develerin burnundan düşen kurtların sebeb olduğu deve) ölümüyle ölsün" dediler. (Kureyşlüer, müslümanların) gelecek sene Mekke'de üç gün kalmaları şartıyla Re­sûlullah (s.a.) ile barış yapınca, Resûlullah (ashabıyla birlikte Mek­ke'ye) geldi. Müşrikler de Kuaykıân (denilen sıradağlar) tarafında idiler. Resûlullah (s.a.) ashabına;                                                   

"Beyt'i tavaf ederken üç (turda) remel yapınız." buyurdu. Ve (İbn Abbas, işte) bu sünnet değildir, dedi. Ben;

Senin kavmin ResûIIah (s.a.)'m Safa ile Merve arasında deve­sine binerken sa'y yaptığım ve bunun (sa'yı deveye binerek yapmanın) sünnet olduğunu iddia ediyorlar, dedim. Bunun üzerine (İbn Abbas):

Hem doğru söylemişler hem de yanlış söylemişler, dedi. Ben de;

Hem doğru hem de yanlış söylemişler ne demektir? dedim.

Doğru söylemişler. (Çünkü) gerçekten Resûllah (s.a.) Safa ile Merve arasında devesi üzerinde olduğu halde sa'y etti. Yanlış söyle­mişler. (Çünkü) bu (sa'yederken deveye binmek) sünnet değildir. (Zi­ra) halk(ın Resulü Ekrem'e yaklaşmasın)a engel olunamazdı ve (halk bundan) vazgeçirilemezdi. Bunun üzerine sözünü (halkın rahatça) işitmeleri, yerini görmeleri ve ellerinin kendisine erişmemesi için ta­vafı deve üzerinde yaptı, cevabını verdi.[312]

 

Açıklama

 

"Nağf", develerin burnundan düşen bir kurttur. Bu kurtların tevlid ettiği hastalık develerin ölümüne sebep olur. Binaenaleyh "nağf ölümüyle ölsünler" cümlesi "hastalıktan ve zayıflıktan deve ölümüyle ölsünler" anlamında kullanılmıştır.

"Kuaykıan" ise, Mekke'nin kuzeyinde bulunan bir dağ silsilesidir. Mekke'nin güneyinde bulunan Ebû Kubeys dağının karşısına düşmekte­dir.

Sa'yı deve üzerinde yapmak sünnet değildir. Bu konuda ilim adamları ittifak etmişlerdir.[313]

 

Bazı Hükümler

 

1. Bu hadis-i şerifte Hz. İbn Abbas'm tavaf esnasında remel yapmaya lüzum olmadığı kanaati­ni taşıdığı ifade ediliyor. Fakat İbn Abbâs'ın bu görüşü tüm ilim adamla­rının bu konudaki görüşlerine aykırıdır. Çünkü ilim adamlarına göre tava­fın ilk üç turunda remel yapmak sünnettir. Abdullah b. ez-Zübeyr'e göre ise, tavafın her turunda remel sünnettir.[314]

"Tavafın ilk üç turunda remel yapmak sünnettir," diyen cumhûr-ı ulemâyı ileride tercümesini sunacağımız ve Resûl-i Ekrem'in Veda Hac-cın'daki uygulamasıyla ilgili olan 1905 numaralı hadisle İmam Ahmed'in rivayet ettiği "Resûlullah (s.a.)' haccında ve umrelerinin tümünde remel yaptı. Ebû Bekir, Ömer ve (diğer) halifeler de böyleydi,"[315] anlamındaki hadis desteklemektedir. Bu sebeple İbn Abbâs (r.a.) bu görüşünden dön­müş ve "remel sünnettir" diyen cumhurun görüşünü benimsemiştir. Remel'in hikmeti ise, müslümanların düşmanlarına karşı sıhhat ve kuvvet gösterisinde bulunmalarıdır.

Hanefî ulemâsına göre remel yapmak ancak umre tavafıyla kendisin­den sonra sa'y yapılan ifâza ve kudüm tavaflarında sünnettir. Bunların dışındaki tavaflarda sünnet değildir. Terkedilen remelin telâfisi de müm­kün değildir. Bu bakımdan tavafın ilk üç turunda remeli terk eden bir kimsenin, bunu telâfi maksadıyla geriye kalan-dört turda remel yapması caiz değildir. Çünkü kalan dört turun özelliği, yavaşlığı ve sükûneti gerek­tirir. Remel yapmak kadınlar için meşru kılınmamıştır. Bunun en büyük delili Hz. Ömer'in şu sözüdür: "Beyt'i tavaf ederlerken kadınlar üzerine remel olmadığı gibi Safa ile Merve arasında hefvele de yoktur."[316]

Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî ulemâsına göre ise, hac veya umreye niyyet eden kişiler için remel, sadece kudüm tavafında sünnettir. Delilleri ise "Re-sûlullah (s.a.) Beyt'i ilk defa tavaf ederken üç defa remel yapar, dört defa da âdı adımla yürürdü,"[317] mealindeki hadistir. Bu konuda remelin sadece kendisinden sonra sa'y yapılan tavaflarda yapılacağına dair de Şa­fiî'den bir rivayet daha vardır. İmam Şafiî'nin bu kavline göre; Remel sadece kudüm tavafı ile ifaza tavafında yapılabilir. Kudüm tavafından sonra sa'y yapmayan bir kimse ifâza tavafında ıztıbâ' ve hervele yapar, sonunda da sa'y yapar.

2. Tavaf esnasında son dört tur adi adımlarla yapılır.

3. Kendisine bir mevzu ile ilgili soru sorulan bir kimse, bu sorunun cevabını verirken nedenlerini ve niçinlerini de açıklamalıdır.

4. Yaya olarak yapılan sa'y bir vasıta üzerine binerek yapılan sa'ydan daha faziletlidir.[318]

 

1886. ...İbn Abbâs'tan: demiştir ki: Resülullah (ashabıyla bir­likte) Mekke'ye geldi. Kendilerini Yesrib'in sıtması zayıflatmıştı. Müş­rikler;

(Yarın) size öyle bir kavim gelecek ki, sıtma kendilerini bitir­miş, ondan çok elem çekmişler, dediler. Allah teâlâ hazretleri de Müşriklerin söylediklerini Peygamberine bildirdi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber müşrikler müslümanların dinçliğini görsünler diye) as­habına tavafın üç turunda remel yapmalarını iki köşe arasında da âdi yürüyüşle yürümelerini emir buyurdu. Müşrikler onları (bu hal­de) görünce, "sıtmanın kendilerini bitirdiğini söylediğiniz kimseler bunlar mı? Bunlar bizden daha sağlammışlar" demeye başladılar. İbn Abbâs (sözlerine devamla) dedi ki: (Resülullah saHallahü aleyhi ve sellem) onlara şefkatinden her turda remel yapmalarını emretmedi.[319]

 

Açıklama

 

"Yesrib"den maksat, "Medine"dir. İslâmiyetten önce "Medine",   Yesrib  ismiyle   anılırdı.   İslâmiyetten   sonra

"Dâr", "Medîne", "Taybe" ve "Tâbe" isimleriyle anılmaya başlamıştır. Nitekim Allah teâlânın "Daha önceden Darı yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri sever­ler,"[320] anlamına gelen âyeti kerimesinde "Dâr" kelimesi dâr-i hicret, yani Medine anlamında kullanılmıştır. Yine Allah teâlâ şu âyet-i kerime­sinde de eski Yesrib'den "Medine" diye bahsediyor: "Eğer bu savaştan Medine'ye dönersek şerefli kimseler alçakları and olsun ki oradan çıkara­caktır."[321]

Ebü Hüreyre'den rivayet edilen bir hadisi şerifte de şöyle buyuruluyor:                                                         

Resülullah (s.a.)

"Ben Yesrib denilen ve bütün beldeleri yiyen bir beldeye (hicret et­mekle) emrolundum. Bu belde körüğün demirin pasını atması gibi (kötü) insanları atan Medine'dir." buyurdular.[322] Ebû Ya'lâ ve İmam Ahmed'in sahih senetle rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte ise, Resûl-i Ekrem'in Medi­ne'ye Yesrib denilmesini hoş karşılamadığını ve; "Her kim Medine'ye Yesrib derse hemen Allah'a tevbe istiğfar etsin"[323] buyurduğu ifade edilmekte­dir. Her ne kadar İbn Cevzî, bu hadisi Mevzuât'ında uydurulmuş hadisler arasında göstermişse de İbn Hacer bunu reddetmiştir.[324]

Medine kelimesi aslında "boyun eğdi" anlamına gelen "dâne" kö­künden veya bir mekâna yerleşip orada ikâmet etmek anlamına gelen "medene" kökünden gelmektedir. Çoğulu müdün ve medâin şekillerinde gelebilir.

Yesrib ise, başa kakmak ve zemmetmek anlamına gelen "S-R-B" kö­künden gelmektedir. Meselâ, “Bugün azarlanacak değilsiniz., Allah sizi bağışlar"[325] âyet-i kerimesinde "tesrîb" kelimesi "başa kakmak" anlamında kullanılmıştır. Bu bakımdan Malikîler'den İsa b. Dînâr, "Medine'ye Yes­rib diyene günah yazılır" demiştir. Gerçi Kur'an-ı Kerim'de de Med'ine için Yesrib denilmişse de bazı ulemâya göre bu, münafıkların sözünü na­kilden ibarettir. Bazılarına göre bu kelimenin fesad mânâsına gelen "serb'-'den alınmış olması, ihtimali de vardır. Her iki halde de bu kelime mânâ itibarıyla çirkindir. Resul-i Ekrem ise, güzel ismi sever çirkinden hoşlan­mazdı.

Medine ayrıca hoş kokulu ve şirk pisliğinden uzak olduğu için Taybe ve Tâbe isimleriyle de isimlendirilmiştir.

Hicretten önce Medine veba gibi salgın hastalıkların en çok bulundu­ğu bir beldeydi. Müslümanlar oraya hicret edince Hz. Ebû Bekir'le Bilâl (r.a.) derhal hastalandılar. Bu durumu gören Resûl-i ekrem Efendimiz; "Ey Allah'ım bize Mekke'yi sevdirdiğin gibi veya daha fazla bir şekilde Medine'yi de sevdir. Onu hastalıklardan arındır, ölçeklerine bereket ver, ondaki sıtma hastalığını da Cuhfe'ye gönder" diye dua etti.[326] Bunun üze­rine Allah teâlâ hazretleri oradaki sıtmayı Cuhfe'ye gönderdi. O sırada Cuhfe'de yahudiler bulunuyordu. Kaza umresinde Resûl-i Ekrem'in asha­bına Rükn-i Yemânî ile Rükn-i Hacerî arasında âdi yürüyüşle yürüyüp diğer iki rükün arasında kısa ve hızlı adımlarla yürümelerini emretmesinin sebebi müşriklerin Kabe'nin kuzeyinde bulunmalarındandır. Bu yüzden müşrikler, müslümanları Rükn-i Hacerî ile Rükn-i Yemânî arasında göremi-yorlardı. Resul-i Ekrem de ashabına sadece müşriklerin görebildiği rükün­ler arasında koşar adımlarla diğer iki rükün arasında ise, âdi adımla yürümelerini emretti.[327]

 

Bazı Hükümler

 

1. Remel, Asr-ı saadetten sonraki nesiller için de bir sünnet olarak kalmıştır. Ulemanın büyük ço­ğunluğu bu görüştedirler. İbn Abbas (r.a.) remel'in sünnet olmadığı kana­atinde idi, fakat sonradan bu görüşünden vazgeçti.

2. Tavafın her bir turuna "şavt" ismini vermek caizdir ve insanın düşmanlarının kendisine karşı besledikleri kötü emelleri yok etmek için kuvvet gösterisinde bulunması caizdir. Bu, riyadan sayılmaz.

3. Her ne kadar metinde geçen "tavafın üç turunda remel yapmaları­nı iki köşe arasında da âdi yürüyüşle yürümelerini emretti" sözü, Rükn-i Yemânî ile Hacer-i Esved arasında remel yapmanın sünnet olmayıp bu mesafe içerisinde âdi yürüyüşle yürünebileceğini ifade eden, "Resûlullah (s.a.)'in, (Veda Haccı'nda) Mekke'ye geldiği zaman ilk tavaf ettiğinde Ha­cer-i Esved'i selâmladığını, yedi şavttan ilk üçünde biraz hızlıca yürüdüğü­nü gördüm"[328] anlamındaki hadise aykırı ise de Hafız İbn Hâcer'in beyâ­nına göre, "konumuzu teşkil eden ve Rasûl-i Ekrem'in ve ashabının Rükn-i Yemânî ile Hacer-i Esved arasında remel yapmadıklarını ifade eden Ebû Dâvud hadisi "kaza umresi" ile ilgilidir. Buhârî'nin rivayet ettiği ve Rasül-i Ekrem'in tavafın ilk üç turunda, tur boyunca yani Hacer-i Esved'den baş­layıp yine Hacer-i Esved'e gelinceye kadar aralıksız remel yaptığını ifâde eden İbn Ömer hadisi ise, Veda Haccı'yla ilgilidir. Binaenaleyh Rasûl-i Ekrem'in Veda Haccı'ndaki bu uygulaması kaza umresindeki ilk uygula­masını neshedip başlıbaşına bir sünnet olarak kalmıştır."

Biz de İbn Hâcer'in bu beyânım esas alarak bu hadisenin kaza umre­sinde geçtiğine tercümemizde parantez içerisinde işaret ettik.

4. Müşriklerin müslümanlar aleyhine yaptıkları propagandayı Allah'­ın Resulüne bildirmiş olması Resul-i Ekrem Efendimiz için bir mu'cizedir.

5. Başkanlık mevkiinde bulunan bir kimsenin idaresi altında bulunan kimselere merhametli davranması gerekir.[329]

 

1887. ...Eşlem (r.a.)'den; demiştir ki: Ömer b. el-Hattâb'ı (şöy­le) derken işittim: "Allah teâlâ İslâm'ı (sağlam temeller üzerine) yer­leştirdiği, küfrü ve küfür ehlini de (aramızdan) yok ettiği halde, bu­gün remel yapmakta ve omuzbaşmı açmakta ne fayda var? Bununla beraber biz Resûlullah (s.a.) zamanında yaptığımız (remel ve ıztıbâ-dan) hiçbir şeyi terk etme(meli)yiz."[330]

 

Açıklama

 

Bu hadisin Buharî'deki metni şu anlamdadır:  "Biz neden bu remele devam ediyoruz? (Vaktiyle) biz müşriklere (kuvvetli) görünmek isterdik. Halbuki Cenab-ı Hak onları mahv-ü helak etmiştir." Bundan sonra Hz. Ömer sözlerine şöyle devam etti: "Remel, Peygamber (s.a.)'in yaptığı bir iştir. Biz Peygamber'in bu sünnetini terk etmeyi sevmeyiz."[331]

Bütün bu rivayetlerden anlaşılıyor ki Hz. Ömer, bir zamanlar, reme­lin bir sebeb neticesinde meşru kılındığını ve bu sebebin ortadan kalkma­sıyla remelin de terk edilebileceği neticesine varmanın doğru olup olmadığı meselesi, üzerinde uzun uzun durmuş ve sonunda, remelin meşru kılınma­sında düşmana kuvvet gösterisinde bulunmanın dışında, başka hikmet ve maslahatların da bulunabileceğini hesab ederek, "Remel, Hz. Peygambe­rin işlediği bir sünnettir. Biz Peygamber'in bu sünnetim terk etmeyi sev­meyiz," diyerek bu konudaki en son vardığı hükmü ifâde etmiştir.[332]

 

Bazı Hükümler

 

1. Bazan Resûlullah (s.a.) bilinen bir hikmet ve maslahat gereği bir fiili işlemeyi ümmeti için sün­net kılar daha sonra bu hikmet ve maslahat ortadan kalkınca bu fiilin işlenmesi yine sünnet olarak kalır. Çünkü o fiilin işlenmesinde bilinmeyen daha nice hikmet ve maslahatlar olabilir. Süfyan es-Sevrî'ye göre remel sünneti müekkededir. Terk edene kurban kesmek gerekir. Ulemânın pek çoğuna göre ise, remeli terk eden kimse için hiçbir ceza yoktur.

2. Sahâbe-i kiram Resûl-i Ekrem'in sünnetine son derece bağlı idiler. Her sünnette pek çok hikmet ve maslahat bulunduğunu çok iyi kavramış­lardı.

3. Remel, tavafın sünnetler indendir.[333]

 

1888.  ...Âişe (r.anhâ) demiştir ki: Resûlullah (s.a.); "Beyt'i tavaf etmek ve Safa ile Merve arasında sa'y etmek ve Cemreleri atmak ancak Allah'ı zikretmek için meşru kılınmıştır" buyurdu.[334]

 

Açıklama

 

Aslında her  ibâdet Allah'ı zikretmek için meşru kılınmıştır.Beyt'i tavaf etmek Safa ile Merve arasına sa'y etmek ve cemreleri atmak da her ne kadar görünüşte bir ibâdet gibi değil­se de aslında bu fiiller de cereyan ettikleri yerleri takdis ve ta'zim maksa­dıyla değil, ancak Allah teâlâ ve takaddes hazretlerini zikretmek için, onun zikrini devam ettirmek için meşru kılınmışlardır. Binaenaleyh bu ibâdetle­ri yapmakta olan bir hacı adayı etrafında bulunan taş ve topraklarla meş­gul olmak yerine bizzat buraları ziyareti emreden Allahı zikir ile ve ona kullukla me'mur olduğunun şuur ve idrâki içinde bulunmalı ve bir an dahi Allah’tan gafil kalmamalıdır.[335]

 

1889. ...İbn Abbas (r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre, Pey­gamber (s.a.) (kaza umresinde Beyt'i tavaf ederken) ıztıbâ' yaptı, (Hacer-i Esved'i) selâmladı ve tekbir getirdi. Sonra (ilk) üç turda Rükn-i Yemânî'ye vardıkları zaman (ashabıyla birlikte) remel yaptı. Kureyşin gözlerinden kayboldukları zaman âdi yürüyüşle yürüdüler. Sonra (tekrar) onların karşısına çıktıkları zaman remel yaptılar (Bu­nu gören) Kureyş (müşrikleri), bunlar ceylan yavrusu gibiler, deme­ye başladılar.                                   

İbn Abbâs (r.a.) dedi ki:

(Tavafın ilk üç turunda remel yapmak o günden itibaren) sün­net oldu.[336]

 

Açıklama

 

Bir hacı adayı Mekke'ye varınca önce telbiye getirerek Şeybe kapısına gelip oradan Mescid-i Haram'a girmelidir. Mekke'ye girerken de şu duayı okumalıdır:

Yani: "Allah'ım burası Senin Harem'in ve Senin güvenli kıldığın emin beldendin*. Sen; "Kim oraya girerse emniyettedir" diye buyurdun ve esa­sen senin (her) buyruğun haktır. O halde ey Allah'ım, etimi ve kanımı ateşte yakma, kullarını dirilteceğin gün beni azabından koru!"

Mümkünse Mescid'e yalınayak girer ve girerken de şu duayı okur:

Yani: "Allah'ın adıyla ve Allah Rasûlü'nün dini üzerine (giriyorum). Beni Beyt-i Harâm'ına kavuşturan Allah'a hamd ederim. Allah'ım, bana rahmet ve mağfiretinin kapılarını aç ve o kapılardan girmeyi nasip eyle! Sana isyana götüren kapılan da yüzüme kapat ve bu kapılarda(n girip) amel etmekten uzak tut!"

Mescidi görünce de;

"Allahu    Ekber,   Allahu   Ekber,    Allah'ım   Se­lâm (her türlü eksiklikten münezzeh olan) sensin. Esenlik de sendendir.

Rabbimiz Sen bizi (kendi katından) selâm ile şereflendir, bizleri Esenlik Yurdu olan Cennete koy. Allah'ım, şu Beyt'inin şerefini, heybet ve aza­metini artır; ey Hannân ve Mennân olan Rabbim, hatalarımı bağışla!"

diye tekbir ve tehlîlde bulunur, bu müstehabdir. Atâ'dan rivayet olundu­ğuna göre Peygamber (s.a.) Beyt-i Şerife her varışında;Yani, "Borçtan, fakirlikten, sıkıntı ve kederden birde kabir azabından bu Beytin Rabbine sığınırım."[337] Diye  dua edermiş.

Bu konuda "el-Cevheretun Neyyire" isimli eserde de şöyle deniyor: "Beyt'i Şerifi görünce;    diyeokumak müstehabdır.Sonra kapıdan Hacer-i Esved'e doğru yürürken; diyerek tekbir ve tehlil getirir ve ellerinin içini Hacer-i Esved'e doğru kaldırarak onu selâmlar."[338] Gerek tavafa başlarken ve gerek tavaf esnasında Hacer-i Es-ved'in önüne geldikçe ona istikbal edilir, namazda durur gibi tekbir ve tehlil ile bu mübarek taşa eller kaldırılıp sürülür ve mümkün ise, öpülür. Bunlar mümkün olmayınca karşıdan el sürme işareti yapılır. Buna "istilâ = selamlamak" denilmektedir. Hacer-i Esved'e böyle el koymak Hak teâlâ Hazretleriyle ibâdet ve taat hususunda ahidleşmenin ve bu ahde vefa edileceğinin bir remzi demektir.[339]

 

Bazı Hükümler

 

1. Tavafta İ2tıbâ' Yapmak meşrudur.

2. Hacer-ı Esved ı öperek selamlamak ve karşısın­da tekbir getirmek meşrudur.

3. Tavafın ilk üç turunda Kabe-i Muazzamanın kuzey cebhesinin kö­şelerini teşkil eden Yemanî rükünlerin dışında kalan kısımlarında remel yapmak sünnettir. 1886 numaralı hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi Veda Haccı'nda bu durum neshedilerek tevâfın ilk üç turunda Kabe-i Muazzam'nın bütün kısımlarında remel yapmak sünnet olmuştur.[340]

 

1890. ...İbn Abbâs'dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.) ve ashabı Ci'râne'de umreye niyyet etmişler, Beyt'i (tavaf ederler­ken ilk) üç turda remel yapmışlar, dördünde de âdi yürüyüşle yürü­müşlerdir.[341]

1891. ...Nâfi'den rivayet olunduğuna göre İbn Ömer (r,a.) Ha-cer(-i Esved) den (başlayıp yine) Hecer(-i Esved)'e kadar remel yap­mış ve Resûlullah (s.a.)'in de böyle yaptığını söylemiştir.[342]

 

Açıklama

 

Daha önce de ifâde ettiğimiz gibi her ne kadar Resûl-i Ekrem Efendimiz ve ashabı kaza umresinde tavafın ilk üç turunda sadece Kabe'nin kuzeyinde bulunan müşriklerin gözlerine çar­pan kısımlarda remel yapıp müşriklerin gözlerine çarpmayan Yemanî rü­künlerde âdi yürüyüşle yürümüşlerse de konumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte de ifâde edildiği gibi Resul-i Ekrem ve ashabı Veda haccında haccın ilk üç turunda Kâbe-i Muazzama'nın bütün kısımlarında remel yapmışlar­dır. O günden itibaren bu şekilde remel yapmak sünnet olarak kalmıştır ve daha önceki uygulama neshedilmiştir.[343]

 

51. Tavafta Dua

 

1892. ...Abdullah b. es-Sâib'den; demiştir ki: Ben Resûlullah (s.a.)'i iki rükün arasında; "Ey Rabbimiz bize dünyada da âhirette de iyilik ver ve bizi cehennem azzâbından koru"[344] diye dua eder­ken işittim.[345]

 

Açıklama

 

Resûl-i Ekrem'in arkalarında dua ettiği iki rükünden maksat, Rükn-i Yemânî ile Rükn-i Hacerîdir. Dua içerisin­de geçen "Dünyadaki iyilik"den maksat, insanın tab-i selimine, zevk-i se­limine uygun düşen ve insanın âhiret amellerini işlemesine vesile olan ha­yırlardır. Sâliha kadın da bu hayırlardan birisidir. "Âhiretteki iyilik"den maksat ise, hesaba çekilmeden ve azaba uğramadan cennete girmek ve Cemalullahı müşahede etmektir.

Bu hadisten anlaşılıyor ki Resûl-i Ekrem (s.a.) tavaf esnasında Rükn-i Yemanî ile Rükn-i Hacerî arasında dua etmiştir. Bu bakımdan ümmetinin de Resül-i Ekrem'in yaptığı gibi dünya ve âhiret nimetleriyle ilgili dualar­da bulunması müstehabtır. Ulemanın büyük çoğunluğuna göre bu iki rü­kün arasında dua etmek sünnettir. Fakat terkinden dolayı bir ceza gerek­mez. Hasan el-Başrî ile Süfyan es-Sevrî'ye ve Maliki ulemâsından el-Mâcişûn'a göre ise, bu sünnetin terkinden dolayı kurban lâzımdır.[346]

 

1893. ...îbn Ömer (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre Resûlullah (s.a. Mekke'ye) ilk geldiğinde hac ve umre için tavaf ederken Beyt'i üç defa hızlıca dolaşır* sonra dört defa normal yürür daha sonra da iki rekât namaz kılarmış.[347]

 

Açıklama

 

Burada kastedilen tavaftan maksat, Resûl-i Ekrem'in Veda Haccında yaptığı kudüm tavafı ile Cırane umresi­nin dışında kalan umrelerdir. Ci'râne umresinin kastedilmiş olması müm­kün değildir. Çünkü İbn Ömer (r.a.) Ci'râne umresinde bulunmamıştı. Geriye Kaza Umresiyle Veda Haccındaki umresi kalır. Ancak Veda Hac­cında müstakil bir umre yapıp yapmadığı meselesi ulemâ arasında ihtilaflı­dır. Müslim ve Nesâî'nin rivayetinde bu hadisin sonunda, "Arkasından Safa ile Merve arasında sa'y yaparmış" ilâvesi vardır.[348]

 

Bazı Hükümler

 

1. Kudüm ve umre tavaflarında remel yapmak ve tavaftan sonra iki rekat namaz kılmak meşrudur. Bilindiği gibi bu namaz, İmam Mâlik ile Hanbelî ulemâsına ve Dâvûd-i Zâhirî'ye göre sünnet, Hanefî ulemasıyla İmam Mâlik ve Şafiî'ye göre vâcibdir. Çünkü Allah teâlâ Kur'an-ı Kerîminde; "Siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin"[349] buyurmuştur.

Şafiî ulemâsının meşhur olan görüşüne göre de bu namaz sünnettir.[350]

 

52. İkindiden Sonra Tavaf

 

1894. ...Cübeyr b. Mut'im (r.a.)'ın merfu olarak rivayet ettiği­ne göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Geceden veya gündüzden dilediği saatte şu Beyt'i tavaf ede­cek veya namaz kılacak olan bir kimseye engel olmayınız."

(Bu hadisi Ebû Davud'a ulaştıran ikinci râvi) Fazl (da şöyle) rivayet etti: Resûlullah (s.a.);

"Ey Abdu Menâf oğulları! Hiç bir kimseyi (dilediği saatte ta­vaf etmekten ve namaz kılmaktan) menetnıeyiniz."[351]

 

Açıklama

 

Bu hadis Ebû Dâvûda iki ayrı râvî tarafından ulaştırılmıştır.Bunlardan  biri  İbnü's-Serh;  diğeri  ise,  FazI'dır. Fazİ'ın rivâyetindeki: "Ey Abdu Menâf oğullan" hitabından anlaşılıyor ki, Resûl-i Ekrem'in bu,hitabı, Abdu Menâf oğullarına yöneltilmiştir. Tirmizî'nin rivayetinde de bu hitab "Ey Abdü Menâf oğulları! Gecenin veya gündüzün dilediği saatinde bu Beyt'i tavaf edene ve namaz kılana engel olmayınız" şeklinde yine Abdu Menâf oğullarına yöneltilmiştir.[352]

 

Bazı Hükümler

 

1. Namaz kılmanın mekruh olduğu vakitlerde Beyt-ı Şerifi tavaf etmek caizdir.Bunda ittifak vardır.

2. Tavaf namazı her vakitte kılınabilir. Şafiî ulemasıyla îmam Ahmed bu görüştedirler. Delilleri ise, bu hadisle birlikte Mücâhid'in Ebû Zer (r.a.)'den rivayet ettiği "Sabah namazını kıldıktan sonra güneş doğuncaya kadar namaz kılınamaz, ikindi namazından sonra da güneş batıncaya ka­dar namaz kılınamaz. Ancak Mekke müstesnadır. Mekke müstesnadır. Mek­ke müstesnadır"[353] anlamındaki hadis-i şeriftir. Fakat bu hadis-i şerifin senedinde Abdullah b. Müemmel isimli zayıf bir râvi bulunmaktadır. Fa­kat İbrahim b. Tahmân bu râviye uyarak aynı hadisi bunu şeyhi Humeyd'-den rivayet etmiştir.

Beyhâkfnin beyânına göre buradaki namazdan maksadın tavaf na­mazı olma ihtimâli kuvvetlidir. Çünkü bu konudaki hadisler bunu göster­mektedir. Fakat bununla beraber diğer namazların kastedilmiş olması ihti­mâli de vardır. İmam Ahmed'in meşhur olan görüşüne göre burada kast edilen namaz tavaf namazıdır. Binaenaleyh tavaf namazı için keharet vak­ti söz konusu değildir. İmam Şafiî de bu görüştedir.

Hanefî ulemasına ve İmam Mâlik'e göre ise, bu konuda Mekke'nin diğer beldelerden farkı yoktur. Binaenaleyh Mekke'de ikindi ve sabah na­mazlarından sonra namaz kılmanın mekruh olduğunu ifâde eden hadisle­rin[354] kapsamı içine girer. İmam Mâlik'le Hanefî ulemâsı sözü geçen va­kitlerde namaz kılmayı yasaklayan hadis-i şerifleri bu vakitlerde namaz kılmaya cevaz veren hadislere tercih etmişlerdir. Tirmizî konumuzu teşkil eden hadisler ile ilgili düşüncelerini şöyle dile getiriyor: "Cübeyr b. Mut'-im'in hadisi hasen-sahihdir. Abdullah b. Ebî Necîh de bu hadisi Abdullah b. Bâbâh'dan rivayet etmiştir. İlim adamları ikindiden sonra ve sabah na­mazından sonra Mekke'de namaz kılınması hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, "ikindiden sonra ve sabah'tan sonra namaz kılmakta ve tavaf etmekte beis yoktur" dediler. Şafiî, Ahmed ve İshak'ın kavli budur. Bu görüşlerinin isabetli olduğuna da mevzumuzu teşkil eden hadisi delil ola­rak göstermektedirler. Kimi de ikindiden sonra tavaf ederse, güneş batın­caya kadar namaz kılamaz. Sabah namazından sonra tavaf ederse, güneş doğuncaya kadar namaz kılamaz, diyor. (Bunlar) Hz. Ömer'in hadisiyle istidlal etmektedirler. Şöyle ki: Ömer (r.a.) sabah namazından sonra tavaf etti de namaz kılmadan Mekke'den çıktı ve Zü Tuvâ'ya inince güneş doğ­duktan sonra namaz kıldı. Süfyân es-Sevri ve Mâlik b. Enes'in görüşü de budur."[355]

Merhum M. Zihnî Efendi güneş doğarken, tepedeyken ve batarken tavaf namazı kılmanın sahih olmayacağı gibi şafak ile güneşin doğması arasında ve ikindi namazı ile güneşin sararması arasında da bu namazı kılmanın mekruh olduğunu şu cümlelerle ifâde etmiştir: "İkinci nevi olan kerahet vakitlerinde, yukarıda geçen altı namazın kılınmasında kerahet yoktur. Ancak bunlardan yalnız nafile namaz ile vâcib ligayrihî (sehv sec­desi, tavaf namazı, bozulan nafilenin kazası ve nezir namazı) kısmı müs­tesnadır. Bunlar kerahetle sahih olur ve fakat bunun da sehv secdesinden başkası yarıda kesilerek mekruh olmayan bir vakitte kazası-gerekir."[356]

 

53. Hacc-ı Kıran Yapanın Tavafı

 

1895. ...Ebü'z-Zubeyr dedi ki: Câbir b. Abdullah’ı, "Peygam­ber (s.a.) ve ashabı, Safa ile Merve arasında ilk (yaptıkları) sa'ydan başka bir sa'y yapmadı(lar)" derken işittim.[357]

 

 

Açıklama

 

Bilindiği gibi hem haccı hem de umereyi bir ihramla yapmaya "Hacc-ı Kıran" denir. Ulemâdan bazılarına göre umre için ihrama girdikten sonra umre tavafının dört turunu tamamlama-dan'önce hac için de ihrama niyetlenen kişi kıran haccına niyetlenmiş sayı­lacağı gibi sadece hacca niyetlendiği halde kudüm tavafının henüz birinci turunu tamamlamadan umreye de niyet eden kimse, kıran haccına niyet etmiş sayılır. Ebû Davud'un bu hadisi burada nakletmekten maksadı; "Kıran haccına niyet eden bir kimsenin umre tavafının veya hac tavafının so­nunda yapacağı sa'y yeterli midir, yoksa hem umre tavafının hem de hac tavafının sonunda sa'y yapması gerekli midir?" konusunu aydınlatmaktır.

Bu hadisin ifâdesinden anlaşıldığına göre Resûl-İ Ekrem ve ashabı Veda Haccmda bir sa'y yapmakla yetinmişlerdir. Resul'i Ekrem'in ve ashabının Veda Haccında hacc-ı ifrâd yaptığını kabul eden Mâlikî ve Şâfiîlere göre, bu sa'y kudüm tavafından sonra yapılmıştır. Hadis-i şerîf bu şekilde açıklanacka olursa, o zaman bu hadisin bab başlığıyla bir alâkası kalmaz. Başlıkta kıran haccı yapan kimsenin sa'y'i söz konusu ediliyor. Resul-i Ek­rem'in Veda Haccında kıran haccına niyet ettiği kabul edilirse, bu hadi­sin başlıkla alâkası sağlanmış olur ki o zaman bu hadis, "kıran haccında sadece bir sa'y yapılır" diyen Şafiî ulemâsının bu görüşünü destekler. Mu­sannif kendisi bu görüşte olduğu için bab başlığına bu ismi uygun gör­müştür. "Kıran haccında hem umretavâfınınhem de hac tavafının sonun­da sa'y yapılır" diyen Hanefî ulemâsına göre, bu hadisin mânâsı "Veda Haccında Resul-i Ekrem ve ashabı hac tavafından .sonra yapılacak olan sa'yı, kudüm tavafından sonra yaptılar ve bu sa'yi hac tavafından sonra tekrar yapmaya Iüzûm görmediler," demektir. Esasen hac tavafı için bir­den fazla sa'y yapılamayacağı tüm ulemâ tarafından ittifakla kabul edil­mektedir.

Netice olarak, Hanefî ulemâsına göre, Resul-i Ekrem Veda Haccında hac tavafı için bir kerre sa'y yapmıştır. Metinde "ilk sa'y" tabiri geçtiğine göre, hac tavafından sonra yapılacak olan sa'yın öne alınarak kudüm ta­vafından sonra yapıldığı anlaşılıyor. Bilindiği gibi hac tavafından sonra yapılan sa'yın öne alınarak kudüm tavafından sonra yapılması da caizdir. Kendisinden sonra bir sa'y bulunan umre tavafının 'da kudüm tavafından önce. yapıldığı düşünülürse bu şekilde Hanefîlerin dediği gibi Veda Hac­cında Resul-i Ekremle birlikte hacc-ı kıran yapan kimseler için biri umre için biri de hac için olmak üzere iki sa'y yapıldığı ortaya çıkar. Ve metin­deki "ilk (yaptıkları) sa'ydan başka sa'y yapmadılar" sözünün mânâsı anlaşılmış olur. Hz. Peygamberin Veda Haccmda hangi haccı yaptığı mev­zuunda mezheb imamlarının görüşü 1777 numaralı hadisin şerhinde açık­lanmıştır.[358]

 

1896. ...Âişe (r.anM)'dan rivayet olunduğuna göre, Veda Hac­cında Resulullah (s.a.)'ın yanında bulunan ashabı, (Akabe'deki) cem­reye (taş) atıncaya kadar (gerek hac gerekse umre için) tavaf etmezlerdi.[359]                                                                                            

 

Açıklama

 

Bilindiği gibi Minâ'da birbirine birer ok atımı uzaklıkta  üç taş kümesi (Cemre) vardır. Bunlara:

a. Akabe Cemresi (Cemretu'l-Akabe),

b. Orta Cemre (el-Cemrtfu'l-vustâ),

c. Küçük Cemre (el-Cemretu'1-ulâ)

Metinde geçen "cemreye (taş) atıncaya kadar" sözüyle "Akabe cem­resine taş atıncaya kadar" denilmek istenmiştir.

Bu hadis-i şerifin zahirinden Veda Haccında Resûl-i Ekrem ile yanın­da bulunan ashabının birinci bayram günü Akabe cemresine taşları atınca­ya kadar ziyaret tavafını yapmadıkları ifâde ediliyor.

Bilindiği gibi yedi çeşit tavaf vardır:

a. Kudüm tavafı: Mekke'ye geliş tavafı demektir. İfrâd veya kıran haccı yapan afakîlerin ilk defa yapacakları tavaftır. Temettü' haccı yapa­cak olanlar ile mîkât sınırları içinde bulunanlar kudüm tavafı yapmazlar.

b. Ziyaret tavafı: Buna "İfâza" tavafı da denir. Hacda farz olan tavaf budur. Arafat vakfesinden sonra yapılır.

c. Veda tavafı: "Sader tavafı"da denilir. Mîkat sınırları dışından ge­len hacıların hacdan-sonra Mekke'den ayrılırken yaptıkları tavaftır.

d. Umre tavafı: Sadece umre yapmak üzere Mekke'ye gelenler ile te­mettü veya kıran haccı yapanların Mekke'ye geldiklerinde ilk yapacakları tavaftır. Bu tavaftan sonra umrenin sa'yi yapılacağından bu tavafta iztıbâ ve remel de yapılır.

e. Nezir tavafı: Her hangi bir sebeble tavaf etmeyi adayan kimsenin bu tavafı yapması vâcib olur.

f. Tehiyyetü'l-Mescid tavafı: Tahiyyetü'l-Mescid namazı yerine, Mescid-i Haram'a her namaza gidişinde hurmeten ve mescidi selâmlamak için yapı­lan nafile bir tavaftır.          

g. Nafile lavaf: Mekke'de bulunulan süre içerisinde hacla ilgili olarak yapılması gereken tavaflar dışında fırsat buldukça ve arzu ettikçe yapılan tavaflardır.

Metinde sözkonusu edilen tavaflardan maksadın hangi tavaf olduğu lemâ arasında ihtilaflıdır. Esasen bu hadis-i şerif Veda Haccında Resul-i Ekrem'in yanında bulunan J4z- Âişe ve diğer sahâbîlerin bu konudaki ri­vayetlerine aykırıdır. Çünkü sözü geçen rivayetlerde "Resul-i Ekrem (s.a.)'in Mekke'ye girer girmez Beyt'i tavaf edip Safa ile Merve arasında sa'y yap­tığı beraberinde bulunan ashabdan yanında kurbanlık bulunanların hem Beyt'i tavaf ettikleri, hem de Safa ile Merve arasında sa'y yaptıkları fakat ihramdan çıkmadıkları; yanında kurbanlık bulunmayanlarınsa, aynı şekil­de hem Beyt'i tavaf ettikleri hem de Safa ile Merve arasında koştukları ve ihramdan çıktıkları" ifâde ediliyor.[360]

Öyleyse konumuzu teşkil eden bu hadisi te'vil etmek ve bu konudaki diğer rivayetlerle arasını uzlaştırmak gerekir. Bu te'vil şu şekillerde yapı­labilir.

a. Veda Haccında Resul-i Ekrem'in yanında bulunan ve yanlarında kurbanlık bulunmayan sahâbîler Akabe Cemresine taşlan atıncaya kadar ziyaret tavafını yapmadılar.

b. Veda tavafında Resul-i Ekrem'in yanında bulunan ve yanlarında kurbanlık bulunan ashab-ı kiram, Akabe Cemresine taşları atıncaya kadar ihramdan çıkmamak maksadıyla tavaf yapmadılar. Ancak Akabe Cemre­sini taşladıktan sonra ifaza (ziyaret) tavafını yapıp ihramdan çıktılar.

c. Veda tavafında Resûl-i Ekrem'in yanında blunan ashâb-ı kiramın hiçbirisinin yanında kurbanlık yoktu. Hacc-i kıran yaptılar ve ihramdan Akabe Cemresini taşjayıncaya kadar çıkmamak amacıyla herhangi bir ta­vaf yapmadılar veya Akabe Cemresini taşlaymcaya kadar ziyaret (ifaza) tavafım yapmadılar.

d. Buradaki tavafın "sa'y" anlamında kullanılmış olması da müm­kündür. Bu ihtimâl yanlarında kurbanlık bulunmayan sahâbîler için söz konusudur. Çünkü onların hacdan önceki yaptıkları sa'y umre sa'yidir. Hacla ilgili sa'ylerini ise, Akabe Cemresini taşladıktan sonra yapmışlardır. Dördüncü ihtimâle göre, sözü geçen uygulamada bulunanlar temettü haccı yapan ashâb-ı kirâmdır.[361]

 

1897. ...Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.) kendisine;

"Haccın ve umren için Beyt'i (bir kere) tavaf etmen, (bir kere de) Safa ile Merve arasında koşman sana yeter" buyurmuştur.

Şafiî (r.a.) dedi ki; (Bu hadisi) Süfyan (bir kere) A tâ vasıtasıyla Hz. Âişe'den; bir (kene de Hz. Âişe'yi atlayarak) Ata vasıtasıyla (doğrudan doğruya) "Peygamber (s.a.) Âişe (r.anha)'ya buyurdu ki" (şeklinde mürsel olarak Hz. Peygamberden) rivayet etti.[362]

 

Açıklama

 

"Haccm ve umren için Beyt'i (bir kerre)  tavaf etmen  (bir  kerre de) Safa île Merve arasında sa'y etmen sana yeter" sözünün anlamı üzerinde ulemâ ihtilâf etmişlerdir.

Şafiî ulemasına göre, Resul-i Ekrem bu sözü Hz. Âişe'ye söylemekle, "Hac niyyetini umre niyyeti üzerine bina et, bu suretle umren ile ilgili fiiller hac menâsiki içerisine girsin ve neticede hac menâsikini işlemekle onun zımmında umre fiillerini de işlemiş olacağından Hac-ı Kıran yapmış sayılırsın" demektir. Bilindiği gibi Resul-i Ekrem (s.a.) bu sözü Veda Haccı yolculuğunda Serîf denilen yerde hayızlanan Hz. Âişe annemizin şikâyeti üzerine söylemiştir.[363] Hanefi ulemâsına göre Hz. Âişe hayızlamp da ta­vaf ve sa'y yapamaymca durumunu Resul-i Ekrem'e arz etmiş. Efendimiz de O'na "Saçlarını çöz ve tara, hac için ihrama gir, umreyi bırak" buyur­muştur.[364] Bu sözün mânâsı, "Sen umreyi bırak sadece hac yap, aslında daha önce umre yapmaya da niyetlenmiş olduğun için hac yapmakla, hem hac hem de umre sevabı alacaksın" demektir. Bu sözün Şâfiîlerin dediği gibi hac fiilleri içinde gizlenmiş olan umrenin terkediîmesi için söylenmiş olması düşünülemez. Çünkü zahirde olmayan bir şeyin terkini emretmeye lüzum yoktur. Şâfîilerin iddialarının doğruluğu kabul edilirse, O zaman Hz. Âişe'nin hacc-ı kıran değil, hacc-ı ifrad yapmış olması gerekir ki, bunu kendileride kabul etmezler.

Yahut da Hz. Peygamber Hz. Âişe'ye, "Haccın ve umren için Beyt'i (bir kerre) tavaf etmen (bir kerre de) Safa ile Merve arasında koşman sana yeter," dediği zaman, Hz. Âişe'nin daha önce bir tavaf ile bir sa'y yaptığını zannediyordu. Bir tavaf ile bir sa'y daha yapmasını emretmekle hacc-ı kıran için gerekli olan iki tavaf ile iki sa'yi tamamlayacağını hesab ediyordu. Gerçekten Resûlullah (s.a.)'ijı Hasbe gecesinde Hz. Âişe'ye hi­taben; "sen Mekke'ye geldiğimiz gecelerde tavaf etmedin miydi?" diye - sorması[365] da Resûl-i Ekrem'in Mekke'ye ilk geldikleri gecelerde Hz. Âişe'nin bir tavaf ile bir sa'y yaptığı kanaatinde olduğunu gösterir. Hanefî-lerin bu konuda kendi görüşlerini isbat için daha başka te'villeri varsa da biz bunlardan sadece ikisini nakletmekle yetindik. Diğer te'vil şekilleri­ni de görmek isteyenler, "Bezlu'l-mechûd" isimli eserin 9. cildinin 161-162, sahifelerine bakabilirler.

Metnin sonuna ilâve edilen İmam Şafiî Hazretlerinin sözü kısaca şu manaya gelmektedir: Süfyân es-Sevrî bu hadisi bir defa merfu olarak, bir defa da mürsel olarak Atâ'dan rivayet etmiştir.

Bilindiği gibi İmam Şafiî, Şafiî mezhebinin imamıdır. Nesebi Abdu Menaf'ta Resul-i Ekrem Efendimizin nesebiyle birleşir. Annesi Fatıma bint Abdillah b. el-Hasen b. el-Hüseyn b. Ali b. Ebî Tâlib vasıtasıyla da Ab-dulmuttalib'de yine Peygamber Efendimizin nesebiyle birleşmektedir.

İbn Abdilhakem'in beyânına göre annesi Hz. İmama gebe kaldığı za­man rüyasında kendisinden müşteri yıldızı gibi bir yıldızın çıkıp önce" Mı­sır'a indiğini sonra bu ışıktan çıkan huzmelerin bütün cihana yayıldığını görmüş. Bu rüyayı işiten tâbirciler Hz. Fatıma'nın büyük bir âlim namze­di dünyaya getireceğini ve onun ilminin önce Mısır'da yayılacağını oradan da bütün cihana yayılacağını söylemişlerdir.

Ebû Naim Abdulmelik b. Muhammed'e göre, "Kureyş'ten gelecek' olan bir âlim yeryüzünü ilimle dolduracaktır"[366] mealindeki hadis-i şerif İmam Şafiî hazretleri hakkında vârid olmuştur. ez-Zeynü'1-Irakî'ye göre bu hadisin bir şahidi Ebu Dâvûd et-Tayâlisî tarafından rivayet edilmiş­tir.[367] Ayrıca bu hadisi Bezzâr da rivayet etmiş ve onun hakkında "hasen-sahih", demiştir.

es-Şeyh Takiyüddin es-Sübkî'nin et-Tabakâtü'1-Kübrâ'sındaki beyâ­nına göre, Ebû Nuaym'ıh ve daha başkalarının rivayet ettiği bu hadisin sıhhatinde ittifak vardır ve "Allah teâlâ her yüz yılın başında bu ümmete mahsus olmak üzere bu dinin aslını ortaya çıkaracak bir müceddid gönde­rir."[368] anlamına gelen hadis-i şerif de İmam Şafiî'nin durumuna uygun görülmüştür. İmam Ahmed'in rivayetinde bu hadis: "Allah teâlâ her yüz­yılın başında bu ümmetin dinini hey el-i asliyesi üzere tanıtmak üzere Ehl-i Beytimden bir adam gönderir" şeklindedir. Birinci yüzyılın başında ehl-i Beyt'ten müceddid olarak Ömr b. Abdülaziz, ikinci yüzyılın başında da yine Ehl-i Beyt'ten İmam Şafiî gönderilmiştir. İmam Ahmed de kendisine bir mesele sorulduğu zaman bu mesele ile ilgili bir delil bulamayacak olur­sa İmam Şafiî'nin bu konudaki görüşüne müracaat ettiğini söylemiştir."[369]

Bu konuda arif-i billah İmam Şârânî de şunları söylüyor: İmam-i Şa­fiî daha çocukluk devresinde iken ilim meclislerinde oturmaya meraklıydı. Daima ilim meclislerini tâkib eder duyduklarını kağıt almaya imkânı ol­madığından kemik üzerine yazardı. Yazdığı kemikleri de belirli bir yere yığardı.

İlmini Mekke'de Müslim b. Halidü'z-Zencî'den tahsil etti. Sonra Mekke ile Medine arasında bir yere gitti. Bu yerin adına "Şuûbü'1-Hîf" derlerdi. Orada bir müddet kaldıktan sonra Medine'ye geldi. Medine'de İmam Mâ­likin derslerine devam etti. Muvatta' adlı eserini ezbere dinletti. İmam Mâlik onun bu kavrayışına hayran oldu ve ş,öyle dedi: "Takva yolunu tut. İstikbâl sana çok şeyler vâdediyor. Büyük bir şöhret ve sâna sahib olacaksın." İmam Şafiî o sırada 13 yaşındaydı.

Bundan sonra Yemen 'e gitti. Yemene gitmesinin sebebiyse amcasının Yemen kadısı oluşuydu. Onun yanında kalacaktı. Yemen'de bir hayli şöh­ret yaptı. Sonra Irak'a taşındı. Burada ciddi bir şekilde kendisini ilmî ça­lışmalara verdi. Irak'ta bir çok ilim adamıyla tanıştı. Bazılarıyla da müna­zaraya tutuştu. Muhammed b. Hasan ilmî münazara yaptığı âlimler arasındadır.

Bundan sonra Mısır'a geldi. Burada yeni yeni eserler vermeye başla­dı. Mısır'a geliş tarihi H. 199 yılı idi. Burada şöhreti zirveye ulaştı. Halk her yandan ona gelir derslerinde bulunup onu dinlemek isterdi. Rebî' b. Süleyman buna dair bir müşahedesini şöyle anlatıyor:

"İmam Şafiî'nin evi civarında bazan yedi yüz kadar konuk görürdüm. Bunların hepsi onun derslerinde hazır bulunup dinlemek için gelirdi. Fa­kat o bu kalabalığa aldanmaz, şöyle derdi: "Benim mezhebim doğru ve sahih hadis-i şeriflerdir. Kendime mâl edecek bir şeyim yok" Hiç bir şeyi kendine mal etmek istemez, "İsterim ki bu ilmi halk benden duya, öğre-ne, bir harfini dahi bana mâl etmeye, benden aldığını demeye." derdi.

Ebû Yahya Zekeriyya el-Ensârî anlatıyor: "İmam Şafiî'nin yukarıda anlatılan cümledeki temenni şeklinde izhar ettiği duası kabul oldu. Mezhe­bine ait hükümler sanki onun değilmiş gibi anlatılır". "Rafü böyle dedi", "Nevevî şöyle dedi" ve "Zerkeşî şöyle anlattı" şeklindedir. Böylece onun mezhebi başkalarının görüşleriyle dile getirildi.[370]

 

Bazı Hükümler

 

1. Hacc-ı  kıran yapan bir kimse hac ve umresı için sadece bir taval  ile bir tek  sa y yapar. İmâm Mâlik, Şafiî, Ahmed ve İshâk bu görüştedirler. Delilleri ise konu­muzu teşkil eden hadis-i şeriftir ki, "Hac ve umre için ihrama giren bir kimseye ihramdan çıkıncaya kadar bir tavaf ile bir sa'y yeter"[371] anla­mındaki hadis-i şeriftir.

Hanefî uleması ile İmam Sevrî ve el-Hasen b. Salih'e göre ise, hacc-ı kıran yapan bir kimse için birisi umre diğeri hac için olmak üzere iki tavaf iki de sa'y lâzım gelir. îbn Mesûd ile Şa'bî ve en-Nehâî de bu görüş­tedir. Delilleri ise, Hz. Ali'den rivayet edilen "Hac ve umre için ihrama girdiğin zaman o ikisi için iki tavaf yap, iki kere de Safa ile Merve arasın­da sa'y yap"[372] anlamındaki hadis-i şerif ile Ziyâd b. Mâlik'in Hz. Ali ile İbn Mes'ûd (r.a.)'dan rivayet ettiği "Hacc-ı kıran yapacak olan bir kimse iki tavaf iki de sa'y yapar"[373] mealindeki hadistir.[374]

 

54. Mültezem

 

1898. ...Abdurrahman b. Safvân'dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) Mekke'yi fethedince (kendi kendime); "elbisemi giyeceğim -evim de yol üzerinde idi- Resûlullah (s.a.)'in nasıl hareket edeceğini göreceğim" dedim. Bunun üzerine gittim. Peygamber (s.a.)'i yanaklarını Beyt'in (duvarları) üzerine koyarak kapıdan Hatime kadar Beyt'i selamlamakta olan ashabıyla birlikte Ka'be'den çıkarken gör­düm. Resûlullah (s.a.) onların arasında bulunuyordu.[375]

 

Açıklama

 

Ka'be'nin kuzeybatı duvarı (Rükn-i Irakî ile rükn-i Şamî arası)nın  karşısında  zeminden  bir  metre  kadar  yüksek yarım daire şeklinde bir duvar vardır ki, buna "hatîm" denir. Bu duvar ile Beyt-i Şerif arasındaki boşluğa "Hıcr" (Hıcr-i Ka'be, Hıcr-i İsmail veya Hazıra) denir.

Kabe'nin kuzey doğu duvarında (Rükn-i Hacerî ile Rükn-i Irakî ara­sında) zeminden iki metre kadar yükseklikte "Kabe Kapısı" Vardır. Bu duvarın Rükn-i Hacerî ile kapı arasında kalan kısmına da Mültezem de-: nir. Hatîm'in "Hatîm" diye isimlendirilmesi halkın burada yemini çok yapmasındandır. Burada yapılan dualar makbuldür. Fakat kim burada yalan yere yemin ederse, Allah en kısa zamanda onun cezasını verir. İbn Abbas'tan rivayet olunan bir hadis-i şerifte Peygamber (s.a.)'in şöyle bu­yurduğu ifade ediliyor: Rükn(-i Hacer) ile makam(-ı İbrahim) arası mülte-zemdir. Burada duâ eden hastalar şifâ bulur."[376] Ancak bu hadisin sene­dinde rivayeti metruk olan Abbâd b. Kesîr vardır. Mültezem "duâ yeri" anlamına gelen "el-Müddeâ" ismiyle de anılır. Ashâb-i kiramın Kabe ka­pısı ile Hatîm'in sonu arasında kalan duvarları öperken Resul-i Ekrem'in onların arasında bulunmuş olması, aynı fiile O'nun da iştirak ettiği anla­mına gelmez. Metinde Resûl-i Ekrem'in de bu fiile iştirak edip etmediğine dair bir açıklık yoktur.

Bu hadisin bab başlığı (terceme) ile ilgisi "Ashab-i Kiramın Kabe ka-pısıyla hatîmin sonu arasında kalan duvarları istilâm etmeleri ve bu kısma yüzlerini sürmeleri caiz olduğuna göre Hacer-i esved ile Kabe kapısı ara­sında kalan Mültezemi istilam etmek ve bu kısma yüz sürmek de caiz olur." şeklindeki kıyas ile kurulacak ilgiden ibarettir.[377]

 

Bazı Hükümler

 

1. Kabe'ye girmek caizdir.İbn Abbas'tan rîvâyet edilen 'Kim Kabe'ye girerse, iyiliğin içine gir­miş kötülükten çıkmış olur. Kabe'den çıkan kimse, günâhları affedilmiş olarak çıkar"[378] anlamındaki hadis de bunu gösterir. Ancak bu hadis za­yıftır.

Bununla beraber Kabe'ye girmek hac fiillerinden bir fiil değildir. Ulemânın büyük çoğunluğu bu görüştedir. Çünkü İbn Abbâs (r.a.) ''Kabe'­nin içine girmenizin baççınızla hiçbir ilgisi yoktur." demiştir.

2. Teberrük maksadıyla Kabe'nin duvarlarını istilâm etmek ve üzerle­rine yüz sürmek müstehabtır.[379]

 

1899. ...Şuayb (b. Muhammed)'den; demiştir ki: Abdullah (b. Amr b. el-As) ile birlikte (Beyt'i) tavaf ettim. (Tavaf namazı kılmak için) Kabe'nin arkasına geldiğimiz zaman;

(Burada Cehennem ateşinden Allah'a) sığınmayacak mısın de­dim. (Bunun üzerine Abdullah):

Atehten Allah'a sığınırız, dedi. (Namazdan ) sonra gitti.Hacer(-i Esved)İ istilâm etti. Rükn(-i Hacer) ile kapı arasında durarak göğsünü yüzünü, kollarım ve avuçlarını şu şekilde (Mültezem üzeri­ne) koydu ve onları iyice açtı sonra; "Ben Resûlullah (s.a.)'i böyle yaparken  gördüm." dedi.[380]

 

Açıklama

 

 "Rükn ile kapı arasında durarak göğsünü, yüzünü, kol- larını ve avuçlarım şu şekilde koydu" ifâdesi Mültezem'i istilâm etmenin meşru olduğuna delâlet eder. Çünkü bilindiği gibi Mülte­zem Kâbe'-i Muazzama'nın kapısı ile Hacer-i Esved arasında kalan duvardır. Yine metinde geçen "Kabe'nin arkasına geldiğimiz zaman" sözünden maksat, "tavaf bittikten sonra tavaf namazı kılmak üzere Makam-ı İbra­him'in arkasına geldiğimiz zaman" demektir. Bu ibare İbn Mâce'de; "Ye­di turu tamamladığımız zaman Kabe'nin gerisinde iki rekat namaz kıl­dık," anlamıma gelen lafızlarla rivayet edilmiştir. Biz tercümemizde pa­rantez içindeki kelimelerle bu manalara işaret ettik.[381]

 

Bazı Hükümler

 

1. Mültezem'e  varınca  ağlayıp,  yalvararak  kollarının  birini  kapı  tarafına  diğerim  de  Hacer-ı esved tarafına gererek karnını ve göğsünü Kabe'nin duvarına yapıştırmak ve yüzünü duvara sürmek, dünya ve âhiret saadeti için duada bulunmak müstehabtır. Beyhakî'nin rivayetine göre okunması müstehab olan dua şudur:

Manası: "Allah'ım bu ev senin evindir. Bu kul senin kulundur, kulunun ve cariyenin oğludur. Beni, yarattıklarından verdiğin bir vasıta ile taşıya­rak buralara kadar getirdin, ülkelerinde gezdirdin, nimetine kavuşturdun. Emrettiğin ibadetleri yapmama yardım ettin. Ya Rabbi eğer benden razı isen, rızânı artır, eğer razı değilsen şu mübarek evinden ayrılmadan önce benden razı ol, Seni ve senin evini başka bir şeyle değiştirmeden senden ve senin evinden hiç yüz çevirmeden evime dönmeyi bana nasibetmişsen buradan ayrılmadan bana rızanı lütfet. Allahım vücûduma sağlık, dinime sağlamlık ver, sonumu güzel yap, yaşadığım sürece sana ibâdet ve taatta bulunmayı nasibeyle. Bana dünya ve âhiret hayrını birlikte ver, sen herşeyi yapabilensin"[382] Bu duadan sonra mescitten çıkmak istiyorsa veda ka­pısından çıkılır.

2. Tavaftan sonra Makam-i İbrahim'in arkasında iki rekât tavaf na­mazı kılmak meşrudur.

Hasan el-Basrî (r.a.)'in Mekkeliler için hazırladığı özel bir risalede onbeş yerde duanın kabul edildiği ifâde ediliyor:

1. Tavaf ederken, 2. Mültezemde, 3. Altın oluğun altında, 4. Kabe'­nin içinde 5. Zemzemin başında, 6. Safa tepesinde, 7. Merve tepesinde, 8. Sa'y ederken, 9. Makam-ı İbrahim'in arkasında, 10. Arafat'ta, 11. Müzdelife'de,  12. Mina'da, 13-14-15. Üç cemrenin yanında.[383]

 

1900. ...Abdullah b. es-Sâib'den rivayet edildiğine göre, kendi­si (hayatının son zamanlarında gözlerini kaybeden) İbn Abbas'a delîllik ederken İbn Abbas'i Hacer(-i Esved) ile -onu kapıya doğru takib eden- Rükn(i Irakî) arasında bulunan üçüncü kısımda oturt­muş. (Bunun üzerine İbn Abbâs O'na);

Sana Resulûllah (s.a.)'in burada namaz kıldığı haber verildi mi? diye sormuş. (O da) "evet" diye cevap vermiş. Bunun üzerine İbn Abbas kalkıp namaza durmuş.[384]

 

Açıklama

 

Ka'be-i  muazzama'nın  doğu  cephesi   üç  kısma  ayrılır: Bunlar Hicr-i İsmail ile kapı arasında kalan birinci kıs-

mı, kapının bulunduğu yer ikinci kısmı, kapı ile Hacer-i Esved arasında kalan yer de üçüncü kısmı teşkil eder. Burası Mültezemdir. Hz. İbn Ab­bâs hayatının son zamanlarında gözlerini kaybedince Beyt'i tavaf esnasın­da Abdullah b. es-Sâib O'na rehberlik etmiştir. Abdullah b. es-Sâib na­maz kılmak maksadıyla Hz. İbn Abbâs'ı Mültezemde oturtunca, Hz. İbn Abbas O'nun maksadını anlayıp "Burada Resul-i Ekrem namaz kılardı da sen onun için mi burada durdurdun?" diye sormuş Hz. Abdullah da "evet" cevabım vermiş. Bunun üzerine Hz. İbn Abbas da kalkıp iki rekat namaz kılmıştır.

Bazılarına göre Hz. İbn Abbas'ın namaz kıldığı bu yer Makam-i İb­rahim'in arkasıdır. Hz. İbn Abbas tavaf esnasında Resûl-i Ekrem'in na­maz kıldığı ve istilam ettiği yerleri arıyordu. Makam-ı İbrahim'e gelince orada da namaz kıldı.[385]

 

55. Safa İle Merve Arasında Yapılan Say

 

1901. ...Urve b. ez-Zübeyr'den; demiştir ki: Ben küçük yaşta bir çocuk iken Peygamber (s.a.)'üı ailesi Hz. Âişe'ye;

Aziz ve celil olan Allah'ın, "Safa ile Merve, Allah'ın nişanlarındandır. Kim evi (Kabe'yi) hacceder ya da umre yaparsa ikisi ara­sında sa'y etmesinde kendisine bir günah yoktur." sözü hakkında görüşün nedir? Ben bugün bir kimsenin Safa ile Merve arasında sa'yetmemesinde bir sakınca görmüyorum", dedim. Âişe (r.anhâ) da bana;

Hayır (mesele) senin dediğin gibi olsaydı (âyet); "O kimseye Safa ile merve arasında sa'y etmemekte bir sakınca yoktur" şeklin­de inerdi. Bu âyet-i kerime ensar(dan bazı kimseler) hakkında nazil olmuştur. Bunlar (câhiliyet devrinde ihrama girerlerken) Kudeyd'in karşısında bulunan Menât için telbiye getirirlerdi ve (Menât'a saygir lanndan dolayı) Safa ile Merve arasında sa'y etmekten çekinirlerdi. İslâm gelince bunu Resûlullah (s.a.)'e sordular bunun üzerine: "Azîz ve celîl olan Allah; "Safa ile Merve Allah'ın nişânlarındandır" (âyet-i kerimesini) indirdi" diye cevap verdi.[386]

 

Açıklama

 

Menât: Mekke ile Medine arasında bulunan ve suyu bol olan Kudeyd isimdeki yerin karşısına ve Kızıl denizin yakınına Amr b. Luhây tarafından dikilmiş bir puttur. Cahilliyet devrinde Ezd ve Gassân kabileleri hac için ihrama girerlerken bu puta telbiye geti­rirlermiş. Bu hâdise Müslim'in rivayetinde şu mânâya gelen lâfızlarla an­latılıyor: "Müslüman olmazdan önce Ensar ile Gassân, Menat için telbiye getirirler, Safa ile Merve arasında Sa'y yapmaktan çekinirlermiş. Bu onla­rın babalarından kalma bir adetmiş. Menat için ihrama giren, Safa ile Merve arasında sa'y yapmazmış. İslâmı kabul ettikleri vakit, bunu Resû­lullah (s.a.)'e sormuşlar. Bunun üzerine Azîz ve celîl olan Allah, "Şüphe­siz ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Her kim Beyi i hacceder yahut umre yaparsa, bunlann arasında sa'y yapmasında bir sakınca yoktur" âyet-i kerimesini indirmiş.[387]

Tercümesini sunduğumuz Müslim'in şu hadisi ise konumuzu teşkil eden-hadise aykırıdır: "Hz. Âişe'ye:

Ben öyle zannediyorum ki bir adam Safa ile Merve arasında sa'y yapmasa zarar etmez, dedim. Hz. Âişe:

Niçin ? diye sordu.

Çünkü Allah teâlâ, "Şüphesiz ki Safa ile Merve Allah'ın şeârindendir..." buyuruyor, dedim. Bunun üzerine Hz. Âişe (r.anhâ) şunu söyledi:

Allah Safa ile Merve arasında say yapmayan bir kimsenin haccını da, umresini de tamam kabul etmez. Eğer mesele senin dediğin gibi olsay­dı, âyet-i kerime "Onların arasında sa'y yapmaması ona zarar vermez" şeklinde olurdu. Sen bu âyetin ne hususta indiğini bilir misin? Âyet-i keri­me şu hususta nazil olmuştur. Çâhiliyyet devrinde ensâr deniz kenarında bulunan iki put için telbiye getirirlerdi. Bunlara "İsaf" ve "Naile" denir­di. Sonra (Mekke'ye) gelerek Safa ile Merve arasında sa'y yaparlar, daha sonra da traş olurlardı. İslâmiyet gelince cahiliyye devrinde yaptıklarına bakarak Safa ile Merve arasında sa'y yapmaktan çekindiler"[388] Görülüyor ki, konumuzu teşkil eden hadis-i şerifte câhiliye devrinde ensardan bazı kimselerin Menât denilen put için telbiye getirdikleri ifâde edelirken Müslim'in bu rivayetinde deniz kenarında bulunan İsaf ve Naile isimli iki put adına telbiye getirdikleri ifâde ediliyor. Kadı Iyâz'ın beyânına gö­re, Müslim'in bu rivayetinde yanlışlık vardır. Çünkü Naile ve İsaf adında­ki putlar deniz kenarında değillerdi. Bu iki puttan erkek suretinde olan İsaf Safa tepesinde, diğeri de kadın suretinde ve Merve tepesinde idi. Ehl-i Kitabın inancına göre bunlar vaktiyle Kabe'de zina ettikleri için Allah'ın taş hâline getirdiği bir erkekle bir kadındı ve insanların görüp ibret alma­ları için buraya konmuşlardı. Daha sonra bu heykellerin aslı unutularak ilâhlaştırılmaya başlanmıştı. Tercümesini sunduğumuz Müslim bu iki riva­yetinin birincisinde Ensar'dan bazı kimselerle Gassân'ın Câhiliyye döne­minde Safa ile Merve arasında sa'y etmekten çekindikleri ifâde ediliyor. Burada sa'y yapmaktan çekinmelerinin sebebi ise, Buhârî'nin rivayetinde Menât'a olan saygılarına bağlanıyor.[389] Müslim'in diğer rivayetine göre ise, ensardan bazı kimselerin câhiliyye döneminde Safa ile Merve arasında sa'y ettikleri ifâde ediliyor. Her iki hadis-i şeriften çıkan netice şudur ki, Câhiliye döneminde ensardan bir kısmı Menat'a saygısından dolayı Safa ile Merve arasında sa'y yapmaktan uzak kalırken bir kısmı da burada sa'y ederdi. İslâmiyet geldikten sonra bütün bu putlar kırıldığı için En-sâr'ın her iki grubu da buralara ait bütün hatıraların silinip gitmesi lâzım geldiğini düşünerek artık İslâmiyetten sonra Safa ile Merve arasında sa'y etmenin kaldırılacağını zannediyorlardı. Bu düşüncelerle Hz. Peygamber­den Safa ile Merve arasında sa'y etmenin hükmü sorulunca Allah teâlâ; "Şüphesiz ki Safa ile Merve Allah'ın nişanlarındandır (alâmetlerindendir). Kim evi (Kabe'yi) hac eder, ya da umre yaparsa onları tavaf etmesinde kendisine bir günah yokîur."[390] âyet-i kerimesini indirdi. Çünkü bu iki tepe arasında koşmak aslında, Hz. İbrahim'in karısı Hz. Hacer'le ilgili bir hatıradır. "Hz. İbrahim karısı ile oğlu İsmail'i Mekke'ye bırakıp git­mişti. Hz. İsmail'in annesi Hacer, su bulmak için çocuğunu Harem'in bu­lunduğu yere koyup tepeden tepeye koşmaya başladı. Bu sırada Allah'ın yardımı yetişmiş ve Zemzem kuyusunun yerinden su fışkırmıştı. İşte O'-nun hâtırası için bu iki tepe arasında koşmak haccın ibâdetleri arasına konulmuştur. Bu koşma Allah'ın yardımını aramanın ve bunaldıkları za­man Allah'ın yardımının insanlara yetişeceğinin bir simgesidir. Safa ile Merve arasında koşmak Malikî ve Şafiî mezheplerine göre farz, Hanefî mezhebine göre, vâcibdir. Çünkü "günah yok" ifâdesi mendup bildirir. Ancak bu koşmanın farz olduğunu bildiren hadisler de mevcud oldüğundan, Hanefîler

 

sa'yi vacib kabul etmişlerdir."[391]

 

Bazı Hükümler

 

1. Safâ ile Merve aracında sa'y etmek meşru-dur. Bunda ittifak vardır. Ancak sayın hükmünde ihtilâf edilmiştir. İmam Malik, Şafiî, Ebû Sevr ve Davûd-ı Zâhirî'ye göre sa'y hac ve umrenin rükünlerinden bir rükündür. Sa'y yapılmayan umre veya hac bâtıldır. Bu görüş aynı zamanda Hz. Âişe ile İmam Ahmed'den rivayet edilmiştir. Terk edilen sa'y için kurban da kesilmez. Bu konudaki delilleri ise konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisiyle; "Ben Resûlullah (s.a.)'ı önünde kalabalık bir halk topluluğu bulunduğu halde Safâ ile Merve arasında sa'y ederken gördüm, öyle ki sa'y esnasındaki hızından dolayı diz kapaklarını bile gördüm. Kendisiyle birlikte eteklen de hareket ediyordu ve sa'y esnasında şunları söylüyordu: "Sa'y ediniz çünkü Allah teâlâ size sa'y etmeyi farz kılmıştır."[392] Ancak bu hadisin senedinde Abdullah b. Müemmel vardır. Bu râvi Ibn Hibbân'a göre güve­nilir bir kimse ise de İbn Hibban'ın dışındaki mühaddislere göre zayıf bir râvidir. İbnu'l- Mühzir'e göre bu hadis Safiyye bint Şeybe'nin rivayet ettiği, "Ben Resûlullah (s.a.)'i: "Allah sa'y" sizin üzerinize farz kılmıştır, sa'y ediniz." derken işittim" anlamındaki hadis[393] tarafından takviye edil­miştir. Fakat bu hadisin senedinde de "Musa b. Ubeyde" isimli zayıf bir râvi vardır. İmam Mâlik ile İmam Şafiî'ye ve onların taraftarlarına göre Resûl-i Ekrem sa'y yapmayı emretmiştir. Emir ise, farziyyet ifâde eder. Bu emrin farziyyetin dışında bir hüküm ifâde etmesine ihtimal verecek bir karine de yoktur. Çünkü Resûl-i Ekrem'in sa'y yapmadan edâ ettiği bir hac veya umre rivayet edilmiş değildir. Bu konuda esas olan Resul-i Ekremin uygulamasıdır. Nitekim Resul-i Ekrem Efendimiz şu sözleriyle bu meseleye işaret etmek istemiştir: "Hac ibâdetlerinizi (benden) almalısı­nız! Çünkü bilmiyorum. Belki bu haccımdan sonra bir daha haccedemem."[394]

Hanefî ulemâsına ve Süfyan es-Sevrî'ye göre ise hac ve umre için safâ ile Merve arasında sa'y etmek vâcibdir. Eğer terk edilecek olursa, yerine bir kurban kesmek yeterlidir. Çünkü Allah teâlâ Kur'an-ı Kerimin­de, "gerçekten Safâ ile Merve Allah'ın alâmetlerinden (birer alemet)dir. Kim Kâbe'i hacceder, ya da umre yaparsa bu ikisini de tavaf (sa'y) etme­sinde bir sakınca yoktur"[395] buyurmuştur. Âyet-i kerimede Safâ ile Merve arasında sa'y etmenin farziyyetine delâlet eden bir ifâde yoktur. Sadece sa'y yapmanın günah olmadığı ve insanların burada sa'y yapıp yapma­makta muhayyer oldukları ifâdesi vardır. Nitekim İbn Mesûd'un Mus­haf'ında bu âyet-i kerime; "Safa ile Merve arasında sa'y yapmamanızda bir sakınca yoktur" anlamında tesbit edilmiştir. Her ne kadar İbn Me­sûd'un Mushafındaki bu ifade tevâtüren sabit olmuş bir Kur'ân sayılmasa da, kuvvet itibariyle ahad hadisten de aşağı değildir. Safa ile Merve ara­sında sa'y etmenin gerekli olduğunu ifâde eden hadis-i şerifler de aynı şekilde tevatür derecesine ulaşamadıklarından kesinlik değil zan ve dolayı­sıyla farziyyet değil, vücûb ifâde ederler. Bu konuda Tirmizî şunları söy­lüyor: "İlim adamları Beytullahı tavaf edip de safa ile Merve arasında sa'y etmeden dönen kişiler hakkında ihtilaf ettiler. Bazı ilim adamları şöy­le diyorlar: "Safa ile Merve arasında sa'y etmeden ayrılan kişi Mekke'ye yakın iken hatırlarsa, dönüp Safa ile Merve arasında sa'y eder. Şayet ül­kesine dönünceye kadar hatırlamazsa, caizdir ve üzerine kurban vâcib olur. Süfyan es-Sevrî'nin kavli budur. Kimi de diyor ki: "Safa ile Merve arasın­da sa'yi terkederek ülkesine dönerse imdi bu hac, kendisi için geçerli de­ğildir. Şafiî bu görüştedir. "Safa ile Merve arasında sa'y farzdır ve hac ancak onunla caiz olur," demektedir."

İmam Ahmed'den gelen bir rivayete göre de sa'y sünnettir, terkinden dolayı kurban gerekmez. İbn Abbâs ile Enes'in ve İbnu'z-Zübeyr'in de bu görüşte olduğu rivayet olunmuştur. Sözü geçen bu üç sahâbiye göre konu ile ilgili âyet-i kerimedeki; "O ikisini tavaf etmenizde bir günah yoktur" ifâdesi, sa'yin mubah olduğunu ifade eder. Nitekim konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadiside Hz. İbnu'z-Zübeyr'in bu görüşte olduğu­nu ifade ediyor. Ancak metinde geçen, "Ben küçük yaşta iken" ifâdesi İbnu'z-Zübeyr'in çocuk yaşta iken böyle düşündüğünü gösterdiğinden Hz. Âişe'nin bu konudaki açıklamasından sonra Hz. İbnuz-Zübeyr'in bu gö­rüşünden döndüğü anlaşılıyor. Sa'yin farz olduğunu kabul eden cumhûr-ı ulemâya göre ise, konu ile ilgili âyetin sa'yin hükmü ile ilgisi yoktur. Bu âyet sadece o tarihte kafalarda bulunan "acaba sa'y yapmak günah mı­dır?" şeklindeki istifhamı izâle için indirilmiştir. Ve İbn Mesûd'un musha­fındaki konu ile ilgili âyet-i kerimedeki "enlâ yettavvefe" kelimesindeki "lâ" zâiddir. Çünkü meşhur ve mütevâtir olan kıraatlerde bu "lâ" yok­tur. Öyleyse bu kıraata itibar etmek doğru değildir. Dolayısıyla "sa'y yapmak" haccın ve umrenin rükünlerinden bir rükündür.[396]

 

1902. ...Abdullah b. Ebî Evfâ'dan rivayet olunduğuna göre, Resûlullah (s.a.) umre yapıp Beyt'i tavaf etmiş ve beraberinde ken­disini (kâfir) halktan koruyan kimse(ler) olduğu halde Makam-(ı îbrahim)in arkasında iki rekat (namaz) kılmıştır. Abdullah (r.a.)'e;

Resûlullah (s. a.) Kabe'ye (de) girdi mi? diye sorulmuş. (O da);

Hayır diye cevap vermiştir.[397]

 

Açıklama

 

Resûlullah'ın bu umresinden maksat Mekke'nin Fethinden önce ifa ettiği umre-i kazadır. Resul-i Ekrem'in bu umre sırasında Kâbe'-i Muazzama'mn içine girmediği anlaşılıyor. Buharı'-nin rivayetinde de şu anlama gelen lafızlarla bu gerçeğe işaret ediliyor: "Resûlullah (s.a.) umre yaptı, Beyti tavaf etti ve Makâm-i İbrahim'in ar­kasında iki rekat namaz kıldı. Beraberinde kendisim halktan koruyan kim­seler vardı. Bir adam İbn Ebî Evfâ'ya:

Resûlullah (s.a.) Kabe'ye girdi mi? diye sordu. İbn Ebi Evfâ; "Hayır" diye cevab verdi.

"Beraberinde kendisini halktan koruyan kimseler olduğu halde" cüm­lesindeki Resûlllah'ın korunduğu halktan maksat, Kureyş müşrikleridir. Müslümanlar, Küreyş müşriklerinin ok ve benzeri şeyler atarak Resul-i Ekrem'e bir zarar vermeleri endişesiyle O'nun etrafını çevirip kendi vü­cutlarım siper etmek şeklinde bu tehlikeyi ortadan kaldırmışlardır.

Ulemânın beyânına göre Resûlullah (s.a.)'in sözü geçen umre esnasın­da Beyt-i Şerife girmemesine sebeb, içinde bulunan putlardır. Zaten müş­rikler, bunları değiştirmek için O'nun Kabe'ye girmesine müsaade etmez­lerdi. Mekke fethedilince Resûlullah bu putların kaldırılmasını emretti. On­dan sonra da Kabe'ye girdi. Binaenaleyh Resûlullah'ın Kabe'ye girdiğini ifâde eden hadisler[398] Resûlullah'ın fetihten sonra Mekke'ye girmesiyle il­gilidir.[399]

 

Bazı Hükümler

 

1. Umre yapmak için Beyt-i tavaf etmek gerekir. Bir tavaf, Beyt etrafında yedi defa tur at­makla gerçekleşir. Her tur Haçer-i Esved'den başlar, yine Hacer-i Esvedde sona erer. Tavaf umre'nin bir rüknü olduğundan tavaf kurbanla telâfi edilemediği gibi başka şeylerle de telâfi edilemez. İmam Mâlik ile İmam Şafiî, İmam Ahmed ve cumhur-ı ulemâ bu görüştedirler. Hanefi ulemâsı­na göre ise, tavafın rüknü dört turdur. Geri kalan üç tur ise, vâcibdir. Vacib olan turlar terk edildiği zaman yerine bir kurban kesmek yeterlidir.

2. Umre tavafını tamamladıktan sonra makam-ı İbrahim'in arkasın­da iki rekat tavaf namazı kılmak meşrudur. Bu tavafın hükmüyle ilgili görüşler 1893 numaralı hadis-i şerifin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.

3. Düşmanların su-i kastlarına ve tuzaklarına karşı son derece tedbirli ve uyanık olmak gerekir.[400]

 

1903. ...İsmail b. Ebî Hâlid'in (bir Önceki hadisi kast ederek) "Ben (şu hadisi) Abdullah b. Ebi Evfâ(dan) işittim" dediği (ve bir önceki hadise) "sonra Safa ile Merve'ye gelip bunların arasında ye­di defa sa'y etti. Sonra başını tıraş etti" (sözlerini) ilâve ettiği şerîk'-ten (naklen) rivayet olunmuştur.[401]

 

Açıklama

 

Bu  hadisle  ilgili  açıklama  bir  önceki  hadisin  şerhinde geçmişti.  Ancak şerîk'in  bu rivayetinde bir önceki ha­disten fazla olarak, "Resûlullah (s.a.)'in kaza umresinde iki rekatlık tavaf namazından sonra Safa ile Merve arasında yedi defa sa'yedip sonra başını tıraş etti" ifâdesi vardır.[402]

 

Bazı Hükümler

 

1. Umre esnasında Sâfâ ile Merve arasında yedi defa sa y yapmak gerekir. Sayın hükmü, imam Mâlik, Şafiî ve Ahmed'e göre farzdır. Hanefî ulemasına göre vâcibdir.Terk edildiği zaman yerine kurban kesilerek telâfi edilmesi gerekir.

2. Umre yapan bir kimsenin umresini tamamladıktan sonra traş ol­ması gerekir. Bu traş Şafiî ulemasına göre umrenin rüknü (farzı), diğer mezheb ulemâsına göre ise, vâcibdir ve saçları kısaltmak traş etmek gibidir.[403]

 

1904. ...Kesîr b. Cümhân'dan rivayet olunduğuna göre, bir adam Abdullah b. Ömer'e Safa ile Merve arasında iken:

Ey Ebû Abdurrahman! Ben halk koşarken seni yürür görüyo­rum, demiş. (O da):

Eğer yürüyorsam muhakkak ki Resülullah'ı yürürken görmüşümdür. Eğer koşuyorsam, muhakak ki Resûlullah (s.a)'i koşarken görmüşümdür ve ben yaşlı bir ihtiyarım, cevabım vermiştir.[404]

 

Açıklama

 

îbn Ömer'e soru sorduğundan bahsedilen kimse, Kesîr b. Cümhân'dır. Her ne kadar burada bu soruyu soran kimsenin Kesîr b. Cümhân olduğu açıklanmıyorsa da, Tirmizî'nin rivaye­tinde bu şahsın Kesîr b. Cümhân olduğu açıkça ifâde edilmektedir. Bu hadisin diğer rivayetlerinde ise, Hz. İbn Ömer'e yöneltilen bu sorudan söz edilmiyor.                                                             

"Halkın koşması" Safa ile Merve arasında bulunan iki yeşil direk arasında olur. Ebû Davud'un bir nüshasında metinde geçen "eğer yürü­yorsam, muhakkak ki Resülullah'ı yürüyorken görmüşümdür," anlamın­daki ibarede "eğer burada yürüyorsam (bunda) benim için bir vebali yok­tur." şeklinde bir ilâve de bulunmaktadır.

Anlaşılıyor ki Hz. İbn Ömer Safa ile Merve arasında sa'y ederken orada sa'y etmekte olan diğer insanlara aykırı hareket ettiği için bu soruy­la karşılaşmıştır. Bu soruya verdiği cevapta, "Ve ben yaşlı bir ihtiyarını" demekle, "şayet benim bu yürüdüğüm yerlerde, Resûlullah koşmuş olsa bile, ben yaşlı bir adam olduğum için mazurum. Çünkü yaşlılık herveleyi terketmek için bir mazeret sayılır," demek istemiştir.

Safa ile Merve arasında sa'y yapılan yer 420 m. uzunluğunda ve 12 m. eninde bir caddedir. Safa tepesinin eteğinden itibaren hervelenin baş­langıç noktasını teşkil eden birinci yeşil direğe kadar olan mesafe 80 m.'dir. İki yeşil direk arasındaki uzunluk ise, 70 m.'dir. İkinci yeşil direkten Mer­ve eteğine kadar olan mesafe de 270 m.'dir.

Tirmizî her ne kadar konumuzu teşkil eden hadis için "haseri-şahih" hükmünü vermişse de ulemânın büyük çoğunluğuna göre bu hadisin sene­dinde çeşitli yönleriyle cerh edilen Atâ b. es-Sâib vardır. Bu durum hadi­sin sıhhatine engeldir.[405]

 

Bazı Hükümler

 

1. Safa ile Merve arasındaki iki yeşil direk arasında hervele yapmak  (koşmak) caiz olduğu gi­bi âdi adımla yürümek de caizdir.

2. Sözü geçen iki yeşil direk arasında koşmak gücü yeten kimseler için sünnettir. Yaşlı ve âciz kişiler için sünnet değildir. Safa ile Merve arasında sa'y yaparken iki yeşil direk arasında koşmak sünnet olduğu gi­bi, bu iki direğin belirlediği alanın dışında âdi adımlarla yürümek de ule­mânın ittifakıyla sünnettir. Çünkü Câbir b. Abdillah'dan rivayet olundu­ğuna göre, "Hz. Peygamber Safa tepesinden inerken ağır ağır yürür vadi­nin derin kısmına inince süratlenir, (hervele yapar) vadinin derin kısmın­dan çıkınca yine ağır ağır yürürmüş."[406]

 

56. Peygamber’in (s.a.)’in Haccı

 

1905. ...Muhammed (b. Ali) dedi ki Câbir b. Abdülah'm yanı­na girmiştik. Girenlerin kimler olduğunu sordu. Sıra bana gelince:

Ben Muhammed b. Ali b. Hüseyin'im, dedim. Bunun üzerine eliyle başıma uzanarak üst düğmemi çıkardı, sonra alt düğmemi de çıkardı, sonra avucunu memelerimin arasına koydu. Ben o zaman küçük bir çocuktum. (Bana):

Merhaba hoş geldin, kardeşim oğlu! (Bana) istediğini sor, dedi. Ben de sordum. Kendisi âmâ idi. Namaz vakti gelince dokuma bir elbiseye sarınarak (namaza) kalktı. Dokuma küçük olduğu için omuz­larına koydukça iki ucu geriye dönüyordu. Bize namazı kıldırdı. Cübbesi de yanıbaşında askıda duruyordu, (kendisine):

Bana Resûlullah (s.a.)'in haccını anlat, dedim. Eliyle dokuz işareti yaptı, sonra:

Gerçekten Resûlullah (s.a.) haccetmeden dokuz sene durdu, son­ra onuncu (yıl) da kendisinin haccedeceğini halka ilan etti. Bunun üzerine Medine'ye birçok insan geldi. Bunların hepsi Resûlullah (s.a.)'e uymanın çaresini arıyor ve onun yaptığı gibi amel etmek istiyorlardı. Derken Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem (yola) çık­tı. Onunla birlikte biz de çıktık. Zülhuleyfe'ye varınca, Esma bint Umeys, Muhammed b. Ebî Bekr'i doğurdu da "ben ne yapacağım?" diye Resûlullah (s.a.)'a haber gönderdi. Peygamber (s.a.)'de O'na:

"Yıkan, hayız bezi ile (bağlı) bir kuşak kuşan ve (hacca) niyet et" cevabını verdi. Müteakiben Resûlullah sallallahü aleyhi ve sel­lem (oradaki) mescidde namaz kıldı. Sonra Kasvâ'ya bindi. Devesi kendisini "Beydâ" düzüne çıkardığı vakit, onun önünde gözüm gö­rebildiği kadar binekli ve yaya(lar) gördüm. Bir o kadar sağında, bir o kadar solunda bir o kadar da arkasında vardı. Resûlulallah (s.a.) aramızda bulunuyordu. Kur'ân O'na iniyor, te'vilini de o bili­yordu. O ne yaparsa biz de onu yapıyorduk. Derken tevhid'i ifade eden kelimelerle telbiye getirdi:

"Tekrar tekrar icabet sana yâ Rabbi! Tekrar icabet sana, tek­rar icabet sana; senin ortağın yoktur, tekrar icabet sana, gerçekten haınd de, nimet de sana mülk de sana mahsustur. Senin ortağın yoktur." Halkda hâlen getirmekte oldukları telbiyeye devam ettiler. Resûlullah (s.a.) bundan dolayı kendilerine bir şey demedi. O da kendi telbiyesine devam etti. (O sıralarda) biz ancak hacca niyet ediyor umreyi bilmiyorduk. Onunla birlikte Kabe'ye varınca, rüknü istilâm etti ve üç tur hızlı dört de (âdi) yürüyüşle tavaf yaptı. Sonra İbrahim (aleyhisselâm)'ın makamına gelip:

"İbrahim'in makamında namazgah ittihaz edin"[407] âyetini oku­du. Makamı kendisiyle Beyt-i Şerif arasına aldı.

(Bu hadisin râvilerinin arasında) îbn Nüfeyl (Abdullah b. Mu­hammed en-Nüfeylî) ile Osman'ın rivâyet(ler)ine göre (Cafer b. Mu­hammed) dedi ki: "Babam (Muhammed b. Ali Şöyle) derdi: (Câbir'in) bunu (yani tavaf namazında okunan sûreleri) ancak Resûlullah'tan duyduğu için zikrettiğini zannediyorum." (Diğer râvi) Sü­leyman da (Muhammed b. Ali'den naklettiği rivayetinde); "Ben Câ-bir'in sadece "Resûlullah (s.a.)'in (tavafdan sonra kıldığı) iki rekatlık namazda İhlâs ve Kâfirûn (surelerini) okurdu" dediğini biliyo­rum," dedi.

Sonra yine Beyt'e dönerek rüknü istilâm etti. Sonra (Safa) kapı(sın)dan çıktı Safâ'ya yaklaşınca "Gerçekten Safa ile Merve Al­lah'ın alâmederindendir."[408] âyet-i kerimesini okudu ve Allah'ı tevhîd eyledi ve;

"AHalı'dan başka hiçbir ilâh yoktur. O, bir ve tekdir. Onun şeriki yoktur, mülk onundur, ham de O'na mahsustur. Hayat veren de öldüren de odur. O herşeye gücü yetendir. Allah'dan başka ilâh yoktur. O, bir ve tekdir. Vadini yerine getirdi, kulunu muzaffer kıldı. Yalnız başına bütün hizipleri bozguna uğrattı/* dedi. Bu ara­da dua okudu ve söylediklerinin aynısını üç defa tekrarladı. Sonra Merve'ye indi, vadinin ortasına varınca, remel yaptı. Vadiden çıkın­ca normal yürüyüşüne devam etti. Nihayet Merve'ye geldi. Merve'-de de Safâ'da yaptığı hareketi tekrarladı. Merve üzerinde son tava­fını yaparken:

"Arkamda bıraktığım iş tekrar karşıma çıksaydı, kurbanlığı getirmez, bu haccı umre yapardım (Binaenaleyh) sizden hanginizin yanında kurbanlık yoksa, hemen, ihramdan çıksın ve hacemi umre­ye çevirsin," buyurdu. Peygamber (s.a.) ile yanında kurbanlık olan­ların dışında herkes ihramdan çıktı ve saçlarını kısalttı. Bunun üze­rine Süraka b. Çu'şum ayağa kalkıp:

Ya Rasûlullah! bu iş bizim bu senemize mi mahsus yoksa ilelebed devam edecek mi? diye sordu. Rasûlullah (s.a.)'de parmaklarını biribirine kenetledi ve iki defa:

"Umre hacca dâhil olmuştur" dedi. (Ve devamla); "hayır ebe­di olarak devam edecektir, hayır ebedî olarak devam edecektir" buyurdu.

Ali Yemen'den Rasûlullah (s.a.)'in develerini getirdi. Fâtıma (r.anhâ)'yı ihramdan çıkanlar arasında buldu. Fâtıma boyalı elbise­ler giymiş ve sürme çekinmişti. Hz. Ali bunu beğenmedi ve; Bunu sana kim emretti? diye sordu. Hz. Fâtıma da, "babam  (s.a.)" cevabım verdi. Hz. Ali Irak'ta iken şöyle derdi:

Bunun üzerine ben Fâtıma'yı bu yaptığından dolayı azarlamak ve Resûlullah (s.a.) adına söylediklerini sormak için Resûlullah (s.a.)'a gittim ve Fâtıma'nın yaptıklarını beğenmediğimi haber verdim de; "Doğru söylemiş, doğru söylemiş, sen hacca niyyellenirken ne dedin" buyurdu. Ben de:                                                             

Ya Rabbi! Resulün neye niyyetlendiyse ben de ona niyyetlendim dedim. "Benim yanımda kurbanlık var, sen ihramdan çıkma" buyurdu.

Hz. Ali'nin Yemen'den getirdiği kurbanlıklar ile Peygamber (s.a.)'in Medine'den getirdiği kurbanlıklar yüz adettiler. Derken Pey­gamber (s.a.) ile yanlarında kurbanlık bulunanların dışında herkes ihramdan çıktı. Terviye günü gelince Mina'ya doğru yola çıktılar ve hacca niyyellendiler. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem (hay­vana) binmişti. Minâ'da öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namaz­larını kıldı. Sonra güneş doğuncaya kadar biraz bekledi ve kendisi­ne bîr çadır kurulmasını istedi. Bunun üzerine Nemire'de (bir çadır) kuruldu. Müteakiben Rasûlullah (s.a.) yola çıktı. Kureyş câhiliyye döneminde kendilerinin yaptığı gibi O'nun da Müzdelife'de bulunan Meş'ar-i Haram'da duracağından şüphe etmiyorlardı. Oysa Rasû­lullah (s.a.) o yeri geçerek Arafat'a vardı ve Nemire denilen yerde kendisine ait çadırın kurulduğunu görerek oraya indi. Güneş (batı­ya) kayınca Kasvâ'nın hazırlanmasını emir buyurdu ve hayvana se­mer vuruldu. Az sonra (hayvana) binip (Urane denilen) vadinin or­tasına geldi ve halka hitaben (şöyle) dedi:

"Şüphesiz ki sizin kanlarınız ve mallarınız şu beldenizde, şu ayınızda, şu gününüzde haram olduğu gibi biribirinize haramdır. Dikkat edin! Câhiliyyel işleriyle ilgili herşey ayaklarımın altına kon­muştur. Câhiliyye devrinin kan davaları yürürlükten kalkmıştır. Bi­ze ait kan davalarında yürürlükten kaldırdığım ilk kan (davası)...

(Son cümlenin baş tarafını bütün râviler aynı şekilde rivayet ettikleri halde cümlenin sonunu) Osman; "(kaldırdığım ilk kan da­vası) İbn Rabia'nın kanıdır" diye Süleyman da; "-Rabia b. el-Hâris b. Abdi'l-Muttalib'in kanıdır." diye rivayet etmiştir. (İyas b. Rabia) beni Sa'd kabilesinde süt anadaydı. O'nu Hüzeyl kabilesi öldürdü.

"Câhiliyyet döneminin ribâsi da yürürlükten kaldırılmıştır. İlk yürürlükten    kaldırdığım    riba    bizim    -(yani)    Abbas b. Abdullmuttalib'in- ribâsıdir. Bu ribâmn hepsi kesinlikle yürürlükten kaldırılmıştır. Kadınlar hakkında Allah'dan korkun. Çünkü siz on­ları Allah'ın emânetiyle (Allah'a verdiğiniz söz karşılığında) aldınız ve onları Allah'ın kelimesi ile kendinize helâl kıldınız. Evlerinize sevmediğiniz bir kimseyi ayak bastırmamaları sizin onlar üzerindeki hakkınızdır. Bunu yaparlarsa onları zarar vermemek şartıyla dövün. Onların sizin üzerinizdeki hakkı da yiyeceklerim ve giyeceklerini uy­gun bir şekilde vermenizdir. Size öyle bir şey bıraktım ki O'na sım­sıkı sarılırsanız bir daha asla sapmazsınız: Allah'ın kitabı. Benim hakkımda size sorulacak, acaba ne diyeceksiniz? (Ashab-ı kiram):

Risâletini tebliğ, vazifeni edâ ettiğine ve nasihatta bulunduğu­na şahitlik ederiz, dedikten sonra şehâdet parmağını semaya kaldı­rıp onunla insanlara işaret ederek üç defa, "-Şahid ol ya Rabb! Şâhid ol ya Rab! Şahid ol ya Rab!" buyurdular. (Hutbe bittikten) sonra Hz. Bilâl ezan okudu. Sonra kamet getirdi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber) öğleyi kıldırdı, sonra (Hz. Bilâl tekrar) kamet ge­tirdi, (Hz. Peygamber de) hemen arkasından ikindiyi kıldırdı. İkisi arasında başka bir namaz kılmadı. Sonra Kasvâ'ya binip vakfe yeri­ne geldi. Devesi Kasvâ'nın göğsünü kayalara çevirdi. Yayaların top­landığı yeri önüne aldı ve kıbleye döndü. Artık güneş neredeyse ba­tacak hâle gelinceye kadar vakfe hâlinde kaldı. Güneşin sarılığı bi­raz gitmişti. Nihayet bütün cirmi de kayboldu. (Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem) Üsâme'yi arkasına aldı ve yola revân oldu. Kasvâ'mn yularını o kadar kısmıştı ki neredeyse başı semerinin altında­ki deriye çarpıyordu. Sağ eliyle de:

"Ey cemaat! Sükûneti muhafaza edin, sükûneti" diye işaret buyuruyordu. Kum tepeciklerinden birine geldikçe hayvanının dizgi­nini düze çıkıncaya kadar biraz gevşetiyordu. Nihayet Müzdelife'ye vardı. Akşamla yatsıyı bir ezan ve iki kametle birleştirip kıldı.

(Râvi) Osman dedi ki: Aralarında hiç bir sünnet kılmadı.

Sonra Resûlullah (s.a.) fecr doğuncaya kadar uzandı. Sabah aydınlanınca sabah namazını kıldı.

(Râvi) Süleyman, "(sabah namazını) bir ezan ve bir ikâmetle kıldı" diye rivayet etti. (Bundan sonraki cümleyi rivayet ederken bütün râviler) birleştiler: Sonra Kasvâ'ya binerek Meş'ar-i Haram'a geldi sonra Meş'ar-i Haram'ın üzerine çıktı.

(Burada) Osman'la Süleyman (şöyle) dedi(ler): Hemen kıbleye dönerek Allah'a hamd etti. Tekbir getirdi ve tehlilde bulundu. (Bu cümleye) Osman; "ve tevhidde bulundu" (cümlesini de) ilâve etti.

Ve ortalık iyice ağarıncaya kadar vakfeye devam etti. Sonra Resûlullah (s.a.) güneş doğmadan yola koyuldu. Arkasına da Fadl b. Abbas'ı aldı. (Fadl) güzel saçlı, beyaz tenli ve yakışıklı bir adam­dı. Resûlullah (s.a.) yola çıkınca (yanından) koşarak bir takım ka­dınlar geçtiler Fadl, onlara bakmaya başladı. Bunun üzerine Resû­lullah elini Fadl'ın yüzüne koydu. Fadl da yüzünü öbür tarafa çe­virip bakmağa başla)dı. Bu sefer Resûlullah (s.a.) da elini öbür tarafa çevirdi. Nihayet Muhassir (denilen yer)e vardı ve (hayvanı) biraz sürdü, sonra seni büyük cemreye çıkaracak olan yola düştü. Nihayet ağacın yanındaki cemreye vardı. Oraya yedi ufak taşı attı. Her birini atarken tekbir getiriyordu. Bunlar küçük çakıl taşları gi­biydi ve onları vadinin içinden attı. Sonra kesim yerine giderek ken­di eliyle altmışüç deve boğazladı. Sonra Ali (r.a.)'ya emretti kalanı da o kesti. (Râvi bu son cümlenin tefsirinde) diyor ki: (Yüz deve­den) geriye kalanı (Hz. Ali kesti,) (ve Resûl-i Ekrem sallallahü aley­hi ve sellem O'nu) kurban(lar)ına ortak etti. (Kesim bittikten) sonra her deveden bir parça (et getirilmesini) emr etti, (bunlar) bir tence­reye konarak pişirildi. İkisi de develerin etinden yiyip suyundan içti­ler. (Râvi) Süleyman dedi ki. Sonra (Hz. Peygamber devesine) binip oradan hızla Beyt-i Şerife doğru yola çıktı. (Tavaftan sonra) öğleyi Mekke'de kıldı. Arkasından Zemzem sâkîliği yapan Beni Abdilmuttalib'e gitti ve onlara:

"Ey Abdulmuttalib oğulları! (Suyu) çıkarınız. Siıyu çıkarma­nız hususunda başkalarının size galebe çalacağından endişe etme-sem, ben de sizinle beraber çıkarırdım" buyurdu. Onlar da kendile­rine bir kova su takdim ettiler (sallallahü aleyhi ve sellem de) bu sudan içti.[409]

 

Açıklama

 

Hz.  Câbir'in Muhammed b. Ali'ye hususî bir muamele  yaparak  onun  düğmelerini çözmesi  ona iltifat  için­dir. Çünkü Muhammed b. Ali küçüktü, aynı muameleyi büyüklere yapa­rak onların düğmeleriyle ilgilenmek doğru değildir.

Resûlullah (s.a.)'ın Hz. Esmâ'ya "Kuşak kuşan" buyurmasından mak­sat, beline kuşak gibi birşey dolayarak kan gelen yerin üzerine genişçe bir bez koyduktan sonra bezin iki ucunu önce, arkadan o kuşağa bağla­maktır. Buna hususi tabiriyle "istisfâr" derler.

Kasvâ: Peygamber (s.a.)'indevesidir. Esas itibariyle bu kelime kulağı kesilmiş mânâsına gelir. Hadisin diğer rivayetlerinde bunun yerine "Harmâ", bazı rivayetlerde "Ced'â", bu rivayette de "Adbâ" denilmiştir. "Harmâ" kulağı yenilmiş, "adbâ" kulağın dörtte birinden fazlası kesil­miş, Muhadrame: Kulakları kesilmiş mânâlarına gelir.

Tabiîn'den,, Muhammed b. İbrahim et-teymî ile diğer bazılarına göre Adbâ, Kasvâ ve Cedâ Peygamber (s.a.) Efendimizin devesinin ismidir. Fa­kat bazı rivayetlerden anlaşıldığına göre, Kasvâ ile Adbâ ayrı ayrı iki de­venin ismidirler.

Rüknü istilâmdan maksat, Hacer-i Esved'i tekbîr ve tehlîl ile öpmek, yahut buna imkân yoksa, eliyle veya sopa gibi bir şeyle dokunarak, do­kunduğu şeyi Öpmektir. İstilâm kelimesi selâmdan alınmadır..Binaenaleyh lügat itibariyle istilâm, Hacer-i Esved'i selamlamak mânâsına gelir.

Remel: Sık sık adım atmak suretiyle hızlı yürümektir.

Safa ile Merve; Kabe civarında buluiian iki küçük dağdır. "Sa'y" denilen hac ibâdeti bunların arasında yapılır. Safâ'dan başlayarak Merve'-ye gitmek bir, gelmek de bir sayılmak şartıyla bu iki dağın arasında yedi defa gidip gelmeye "sa'y" derler.                           

Nemire: Arafat civarında bir yerdir. Arafat'tan sayılmaz.

Meş'ar-î Haram: Müzdeiife denilen yerde bulunan bir dağdır. Ulemâ­dan bazılarına göre Müzdelife'nin her yeri Meş'ar-i Haram'dır. Câhiliyyet devrinde Araplar hac esnasında Müzdelife'ye iner orada vakfe yaparlarmış.

Vakfe: İbâdet yapmak için belirli bir zaman Arafat'ta durmaktır.

Resûlullah (s.a.)'ın yanında bulunan Kureyş kabilesi mensupları eski âdetleri mucibince Meş'ar-i Haram'da mutlaka vakfe yapacağım zannet-mişlerse de, Peygamber (s.a.) orada durmayarak doğruca Arafat'a gitmiş­tir. Çünkü Allah Teâlâ hazretlerinden aldığı emir buydu. Câhiliyyet dev­rinde Kureyş'in Müzdelife'de vakfe yapmaları, Müzdelife'yi Harem-i Şe­riften saydıkları içindi. Kureyşliler: "Biz Haremullah ahâlisiyiz, ondan dı­şarı çıkamayız" derlerdi.

Batn-ı Vadi: Urane vâdisidir. Bu yer Arafat'tan değildir. Ulemâ'dan onu yalnız İmam Malik, Arafat'tan saymıştır.

Metinde geçen "Allah'ın kelimesi” sözünden muradın, ne olduğu ih­tilaflıdır. Bazıları: "bundan murad, Kelime-i tevhiddir." Bir takımlarına göre, bundan murat, "si/e helâl olan kadınları nikâh edin"[410] âyet-i keri­mesi ile, "içinizden bekârları kölelerinizden ve cariyelerinizden iyi olanları evlendirin"[411] âyet-i kerimesidir. Sahih olan da budur.

"Kayalar"dan murat: Cebelü'r-Rahme denilen bir dağdır. Vakfeyi bu­rada yapmak müstehabtır.

Müzdelife: Arafat'dan dönen hacıların geceleyip vakfe yaptıkları yerdir.

Muhassir: Vaktiyle Fil Ordusunun darmadağın edildiği vadidir.

Büyük Cemre: Taş atılan üç yerden birinin ismidir. Vaktiyle burada bir ağaç varmış.                         ,

Kadı Iyaz diyor ki: "Müslim'ini bazı râvileri "İbn Râbia'mn kan davası" yerine "Rabi'a'mn kan davası" demişlerdir. Her ne kadar Ebû Davud'un bir rivayeti de bu şekildeyse de bunun vehim olduğu söylenir. Doğrusu "İbn Rabi" adır. Çünkü Rabîa Peygamber (s.a.)'den sonra Hz. Ömer' devrine kadar yaşamıştır."

İbn Rabîa çocukken evlerin arasında emekleyip gezdiği bir sırada ba­şına bir taş isabet ederek ölmüştür. Bu taş Benî Sa'd ile Benî Leys kabile­leri birbirleriyle harb ederken çocuğa isabet etmiştir.

Ribâ: Alış-verişteki karşılıksız ziyâdedir. Bugün faiz dediğimiz şeydir. Resûlullah (s.a.)'in "hoşlanmadığınız bir kimseyi evlerinize ayak bastır­mamaları kadınlar üzerinde sizin hakkınızdır" ifâdesi hakkında Mâzirî şun­ları söylemiştir: "Bazılarına göre bundan murad, kadınların erkeklerle baş-başa kalmamalarıdır. Zinâlarrmaksûd değildir. Çünkü zina için hadd-i şer'î icab eder ve erkek hoşlansın hoşlanmasın, karısının bir adamla zina etmesi zaten haramdır."

Kadı İyaz'ın beyânına göre, İslâmiyetten önce araplarm âdeti erkek­lerle kadınların beraberce oturup sohbette bulunmalanymiş. Bu onlarca ayıp sayılmadığı gibi hiçbir şüpheye de sebeb olmazmış. Tesettür âyeti nazil olunca kendilerine bu tür sohbetler yasaklanmış. Hâsılı bu cümlenin şâyân-ı tercih lolanl mânâsı: Kadınların evlerine kocaları yokken erkek-ka­bul etmemeleridir. Bu hususta eve giren kimsenin yabancı bir erkek olma­sıyla kadının veya kocasının yakın akrabasından olması arasında hiçbir fark yoktur. Biz de bu hususu göz önünde bulundurarak "döşek" anlamı­na gelen "firaş" kelimesini "ev" diye tercüme ettik. Kadı Iyaz diyor ki, "Ulemâ bu husustaki fıkıh meseleleri hakkında pek çok sözler söylemiştir.

Ebû Bekr İbnu'l-Münzir, bu hususta büyük bir kitap te'lif etmiş ve 150 küsur, mesele tehrîc etmiştir.[412]

 

Bazı Hükümler

 

1. Gelen misafir veya ziyaretçiye kim olduğunu sorarak ikramda bulunmak ve layık olduğu ye­re oturtmak müstehabdır. Bu hususta Hz. Âişe'den hadis rivayet edilmiştir.

2. Resûlullah (s.a.)'ın Ehl-i Beyti'ne hürmet ve ikramda bulunmak gerekir.

3. Âma bir kimse gözü görenlere imam olabilir. Bu hususta bütün ulemâ müttefiktir. Yalnız efdaliyyet hakkında ihtilâf edilmiştir.

4. Ev sahibi imam olm&ya daha lâyıktır.

5. Fazlasına imkân varken bir elbise içinde namaz kılmak caizdir.

6. Mühim işler karşısında hazırlıkta bulunmak için imamın ilânda bulunması müstehabtır.

7. Kadı Iyaz'a göre bu hadis Peygamber (s.a.) ile birlikte yola çıkan­ların hacca niyet ettiklerine delildir. Çünkü Resûlullah (s.a.) hacca niyet etmişti. Ashâb-ı kirâm'ı ona muhalefette bulunmazlardı. Onun için Câbir (r.a.): "Resûlullah ne yaparsa, biz de onu yapardık" demiştir. Yukarıdaki rivayetlerde görüldüğü gibi Resûlullah (s.a.)'in ihramdan çıkmadığına ba­karak umreden çıkmamaları da bunu gösterir.

8. Nifaslı kadınların ihrama girmek için yıkanmaları müstehabtır.

9. Nifaslı bir kadın ihrama girebilir. Bu meselede ulemâ ittifak et­mişlerdir.

10. İhrama girmek için iki rekat namaz kılmak müstehabtır.

11. Hacca giderken yürümek ve hayvana binmek caizdir. Ulemâ bu meselede ittifak etmişlerdir. Çünkü cevazına Kitab, Sünnet ve icma-i üm­met delâlet etmektedir. Yalnız yürümek mi, yoksa binekle gitmek mi efdal olduğu ihtilaflıdır. Cumhûr-ı ulemâya göre Peygamber (s.a.)'e uymuş ol­mak için vasıtaya binerek gitmek efdaldir. Bir de vasıtayla gitmek vücûdu yıpratmayacağı için hacc vazifelerinin kolaylıkla ifâsına yardım eder.

Dâvud-ı Zahiriye göre yürüyerek gitmek evlâdır.

12. Telbiyyeye Resûlullah (s.a.)'in sözlerinden fazla kelimeler katmak caizdir. Nitekim Hz. Ömer, oğlu Abdullah ve Enes (r.a.) hazerâtının fazla kelimelerle telbiye yaptıklarım geçen rivayetlerde görmüştük. Bununla be­raber ekser-i ulemâya göre, Resûlullah (s.a.)'in telbiyesiyle iktifa etmek müstehabtır.

13. Hadis-i şerif Hacc-ı ifradı efdal görenlere delildir. Ulemânın bu bâbdaki kavillerini yukarıdaki rivayetlerde görmüştük.

14. Mekke'ye Arafat'a gitmeden girerek tavaf-ı kudum'u yapmak sün­nettir.                                           

Bunda da ittifak vardır.

15. Tavaf, yedi turdan ibarettir.

16. Tavafın ilk üç turunda remel yapmak yani sık adımlarla sür'atlice yürüyerek omuzlarını sallamak kalan dört turunda âdi yürüyüşle yürümek sünnettir.

Ulemâ remelin yalnız hac veya umrede bir defa müstehab olduğunu söylemişlerdir. Hac veya umreden gayrı zamanlarda yapılan tavaflarda bilittifak remel yoktur.                                          .

17. Tavafda ıztıbâ sünnettir.

Iztıbâ: Üzerindeki örtüyü sağ omuzunun altından geçirerek sol omuzunun üzerine atmak bu suretle sağ omuzunu çıplak bırakmaktır.

18. Kabe'yi tavaftan sonra Makâm-ı ibrahim'e giderek iki rekat na­maz kılmalıdır.

Ulemâ, bu namazın hükmü hususunda ihtilâf etmişlerdir. Hanefîlere göre vâcibtir. Şâfiîlerden bu hususta üç kavi rivayet olunmuştur: Bunların esah olanına göre tavaf namazı sünnettir. İkinci kavle göre vâcib, üçüncü kavle göre yapılan tavaf vacibse namaz da vacib, sünnet ise namaz da sünnettir. Bu namazı Makam-ı İbrahim'de kılmak sünnettir.

İmkân bulamayanlar Hıcr-ı İsmail'de, ona da imkân bulamayanlar mescidin neresinde olursa olsun kılarlar.

Bir kimse birkaç defa tavaf ederse her tavafın arkasından iki rekat namaz kılması müstehabtır. Evvelâ tavafları yapıp sonra her tavaf için iki rekat namaz kılmak caiz ise de evlânın hilâfınadır. Fakat mekruh de­ğildir. Ashâb-ı kiramdan Misver b. Mahreme ve Âişe (r.anhâ) ile Tâvûs, Atâ, Saîd b. Cübeyr, İmam AHmed, İshak ve Hanefîlerden İmam Ebü Yûsuf'un kavli budur.

İbn Ömer (r.a.) Hasan el-Basrî, Zührî, İmam-ı A'zam, İmamı Muhammed, İmam Mâlik, Münzir ve Sevrî, bunun mekruh olduğunu söyle­mişlerdir. Kadı İyaz bu kavli Cumhur-ı fukahadan nakletmiştir.

19. Tavaf namazının iki rekatında Fatihadan sonra Kâfirûn ve İhlâs surelerini okumak sünettir.

20. Ulemâdan bazıları bu hadisle istidlal ederek: "Tavaf-ı kudûmu müteakiben iki rekat namaz kıldıktan sonra Hacer-i Esved'e dönerek onu istilâmda bulunmak, daha sonra Safa kapısından çıkarak sa'y yapmak sünnettir" demiştir.

21. Sa'ye Safâ'dan başlamak icab eder. Cumhur-ı ulemânın kavli de budur. Çünkü Resûlullah (s.a.) "Allah'ın başladığından başlıyorum." bu-yururarak sa'ye Safâ'dan başlamıştır.

Nesâî'nin sahih bir isnadla rivayet ettiği bir hadiste: "Allah'ın başla­dığından başlayın!" buyurulmuş ve bu konudaki ayete işaret edilmiştir.

22. Safa ile Merve'nin üzerine çıkmak gerekir. Bu çıkışın hükmü ihti­laflıdır.

Bazıları şart olduğunu söylemişse de ekser-i ulemâya göre, şart değil, sünnettir.

23. Safa ile Merve'nin üzerine çıkıpta Kabe'ye karşı dönerek Resûlul­lah (s.a.)'ın yaptığı gibi zikirde bulunmak sünnettir.

Meşhur olan kavle göre üç defa zikir ve duâ etmelidir.

24. Safa ile Merve arasındaki vadiden hızlıca geçmek geri kalan yer­lerde âdı yürüyüşle gitmek müstehabtir. İmam Mâlik'den bir rivayete göre Safa ile Merve arasındaki vâdîden sür'atle yürümeden geçenlerin o sa'yi iade etmeleri vâcibtir.

25. Cumhur-ı ulemâya göre Safa ile Merve arasında yapılacak yedi turdan her biri, birinden diğerine varmakla olur. Dönüş ayrı turdur. Bu suretle sa'y Safâ'dan başlar Merve'de biter. Şâfiîlerden İbn Bint eş-Şâfiî ve Ebû Bekr-i Sayrâfî'ye göre Safâ'dan Merve'ye gidiş ve dönüş bir tur sayılır ve sa'y Safâ'dan başladığı gibi yine Safâ'da biter.

Bu hadis onların aleyhine delil olduğu gibi yüzyıllarca müslümanlann ameli dahi onların aleyhine delildir.

26. Terviye gününden önce Minâ'ya gitmemek sünnettir. Hatta İmam Mâlik'e göre gidilirse, kerahet işlenilmiş olur. Maamafih Selef-i Sâlihin-den bazıları bunda beis görmemişlerdir.

27. Minâ'ya ve sair yerlere giderken vasıtaya binmek efdaldir.

28. Minâ'da beş vakit namaz kılmak sünnettir.

29. Zilhicce'nin 9. gecesini Minâ'da geçirmek sünettir.

30. Güneş doğmadan Minâ'dan hareket etmemek, bütün ulemâya gö­re sünnettir.

31. Minâ'dan hareket ettikten sonra Nemira denilen yere inmek sün­nettir. Arafat'a zevalden sonra varmalıdır.

32. İhramda bulunan bir kimsenin çadır ve ağaç gibi şeylerin gölge­sinde oturması caizdir. Yalnız yolda giderken şemsiye gibi bir şey kullana­rak gölgelenmenin câzi olup olmadığında ihtilâf edilmiştir. Ekser-i ulemâ­ya göre bu caizdir. İmam Malik ile İmam Ahmed'e göre ise, mekruhtur.

33. Hac esnasında çadır kurmak caizdir.

34. Arafe günü imamın hacılara hutbe okuması cumhur-ı ulemanın ittifakı ile sünnettir.

Bu hususta muhalefet edenler yalnız Mâlikîlerdir.

İmam Şafiî'ye göre hac esnasında dört yerde hutbe okumak mesnûn olmuştur. Bunlardan birincisi Zilhicce'nin yedinci günü Beyt-i Şerif de öğ­le namazını kıldıktan sonra okunur.

İkincisi: Arafat'da Batn-i Urane denilen yerde,

Üçüncüsü: Bayram gününde,

Dördüncüsü: Teşrik günlerinin ikincisindedir.

Hanelilere göre hacda üç yerde hutbe meşru olmuştur: Bunlardan bi­rincisi Zilhicce'nin yedisinde, ikincisi Arafe günü Arafat'da, üçüncüsü de Zilhicce'nin onbirinci günü Minâ'da okunur.

35. Resûlullah (s.a.)'in, "Şüphesiz ki sizin kanlarınız ve mallarınız birbirinize şu gününüzün hürmeti ibi haramdır..." buyurması, bîr şeyi misalle anlatmanın ve kıyâsın caiz olduğuna delildir.                    

36. Câhiliyye zamanından kalma fiil ve âdetler bâtıldır.

37. Kadınların hakkına riâyet ve onlara iyi muamelede bulunmak lâ­zımdır. Onların hukukuna riâyet hususunda birçok hadisler vârid olmuştur.

38. Te'dib ve terbiye için bir kimse karısını dövebilir. Ancak bu hu­susta şeriatin verdiği izin sınırını aşmamak şarttır. Nevevî "döverken ka­dın ölürse, diyet ve kefaret, lâzımdır," diyor.

39. Vakfe günü ArafaPtfer öğle ile ikindiyi beraberce kılmak meşru^ dur. Bu hususta icma-i ümmet vardır. Yalnız sebebinde ihtilâf edilmiştir.

îmam-ı A'zam'ia bazı Şâfiîlerîn görüşü de budur.

Ekser-i Şâfiîlere göre sebeb, seferdir. Onlara göre Arafat'da mukim olanlarla iki konaktan az mesafeden gelenler, iki namazı bir vakitte kıla­mazlar.

40. Birleştirme, evvelâ öğleyi, sonra ikindiyi kılmak suretiyle yapılır.

41. Öğle ile ikindiyi öğle zamanında beraberce Ihıldıktan sonra hemen vakfe yerine gitmek âdabtandır.

42. Vakfeyi hayvan üzerinde mi yoksa yerde mi yapmanın efdâl ola­cağı ulemâ arasında ihtilaflıdır.

43. Vakfeyi Cebelürrahme. nâmı verilen-dağın eteklerindeki kayalar üzerinde yapmak müstehabtır.

44. Vakfe hâlinde Kabe'ye karşı dönmek müstehabtir.

45. Vakfeyi güneş kavuşuncaya kadar uzatmalıdır. Maamafih güneş kavuşmadan yola çıkmak da caizdir. Şâfiîlerden bu hususta iki kavil riva­yet olunur:

Birincisi: Güneş kavuşmadan yola çıkan kimsenin bu kusurunu bir hayvan kesmek suretiyle tamamlaması müstehabtır.İkincisine göre, vâcibtir.                                                              

Cumhur-ı ulemâya göre vakfenin zamanı, Arafe günü güneşin zeva­linden başlayarak bayram gününün fecrine kadar devam eder. Bu müddet zarfında az da olsa, bir müddet Arafat'da dalmakla vakfe edâ edilmiş olur. Vakfeyi yapmayanın haccı sahih değildir. İmam Mâlik'e göre yalnız gündüzün yapılan vakfe sahih değil, gecenin bir cüz'ünü de vakfeyle ge­çirmek icab eder. Fakat yalnız gece yapılan vakfe kâfidir.

46. Hayvan güçlü kuvvetli olmak şartıyla terkisine bir kimseyi almak "ti- " caizdir. Bu hususta bir çok hadisler vardır.

47. Arafat'tan çekilirken sükûnetle hareket etmek sünnettir.

48. Arafât'dan Müzdelife'ye gelenlerin akş'amla yatsı namazlarını yatsı zamanında birleştirerek kılmaları meşrudur. Hanefîlere göre iki namazı bir vakitte kılmak yalnız hac esnasında caizdir. Bunların birincisi Arafat' ta, ikincisi Müzdelife'dedir. Arafat'takine cem-i takdim, Müzdelife'dekine cem-i te'hir, denilir. Şâfiîlerle Evzâî, Eşheb, hadis ulemâsı ve Hanefîler-den Ebû Yûsuf'a göre akşamla yatsı namazını Arafat'ta yahut yolda ak­şam namazının vaktinde kılmak caiz olduğu gibi her iki namazı vakitlerin­de kılmak dahi câzidir. Yalnız efdalin hilafına hareket edilmiş olur. Bu kavil'sahabe ve tabiînin bazılarından da rivayet olunmuştur. İmam Azam ile diğer Küfe ulemâsına göre bu namazları yatsıdan önce kılmak caiz olmadığı gibi Müzdelife'den başka bir yerde kılmak da sahih olmaz. İmam Mâlik'in kavli de budur. Ancak ona göre kendisi yahut hayvanı özürlü olanlar güneş kavuşmuş olmak şartıyla bu namazları Müzdelife'ye varma­dan kılabilirler.

49. Cemi' suretiyle kılınan namazların peşipeşine edâ edilmesi meşru olmuştur. Bu hususta ulemâ ittifak etmişlerdir.

Yalnız namazların bu şekilde kılınması şart mıdır, değil midir mesele­si ihtilaflıdır. Bazıları şart olduğunu iddia etmiş bazıları da müstehab ol­duğuna kail olmuştur.

50. Arafât'dan dönüşte bayram gecesini Müzdelife'de geçirmek bilit-tifâk hac ibâdetlerinden mâduttur. Yalnız bunun farz veya vâcib yahut sünnet olduğunda ihtilâf vardır.

51. Müzdelife'de sabah namazını erken kılmak sünnettir.

52. Müzdelife'de Kuzah denilen yerde vakfe yapmak, hac ibâdetlerin-dendir. Bu husus ittifakı ise de, oradan ne zaman yola çıkmak icâb ettiği meselesi ihtilaflıdır. İbn Mesûd, İbn Ömer (r.anhumâ), Ebû Hanife, Şafiî ve cumhur-ı ulemâya göre ortalık iyice aydınlanıncaya kadar vakfe hâlin­de kalınır.

İmam Malik'e göre iyice aydınlamadan yola çıkmak caizdir.

53. Hadis-i şerîf ecnebi erkek ve kadınların biribirlerine bakmamasını teşvik etmektedir.

54. Münkerâttan birşey işlendiğini gören kimse, imkan nisbetinde onu izâleye çalışmalıdır.

55. Arafat'tan dönerken orta yolu tutmak sünnettir. Bu yol Arafat'a gidilen yoldan başkadır.

56. Müzdelife'den Minâ'ya gelince taşatmaya Cemre-i Akabe'den baş­lamak sünnettir.

57. Taş atmaya fasulye büyüklüğünde yedi taş atmak suretiyle yapılır.

58. Her taşı atarken tekbir getirmek ve taşlan birer birer atmak sün­nettir.

59. Taşları atarken Minâ, Arafat ve Müzdelife'yi sağına, Mekke'yi soluna almak sünnettir. Bazıları taş atarken Kabe'ye karşı durulacağını söylemişler. Bayram günü yalnız Cemre-i Akabe'de taş atılır. Bu hususta bütün ulemâ müttefiktir.

60. Kadı İyaz, "Bu hadiste kurban kesilecek yerin Minâ'da muayyen bir yer olduğuna delil vardır. O yerin yahut Harem-î Şerifin neresinde kesilirse kesilsin caizdir" diyor.

61. Çok kurban kesmek müstehabtır. Resûlullah (s.a.)'in o sene hedy kurbanı olarak götürdüğü develerin sayısı yüzdü.

62. Hedy kurbanını bizzat kesmek müstehabtır. Maamâfih başkasına kestirmek de bilittifak caizdir. Yalnız kesenin müslüman olması şarttır.

Nevevî "Bize göre Kitabî olan bir kâfir de kesebilir. Yalnız sahibinin kurbanı teslim ederken yahut keserken niyet etmesi şarttır." diyor.

63. Kurbanı keserken acele davranmak müstehabtır. Kesilecek kurba­nı çok bile olsa, onları teşrik günlerinden sonraya bırakmamalıdır. Resû­lullah (s.a.) Efendimiz beraberinde Medine'den getirdiği altmışüç deveyi bizzat kendisi boğazlamıştır. Geri kalan develeri Tirmizî'nin rivayetine gö­re Hz. Ali, Yemen'den getirmiş, Yüz adedi bunlarla tamam olmuştu.

64. Gerek hedy gerekse nafile kurbanından sahibinin yemesi müste­habtır. Ulemânın beyânına göre Resûlullah (s.a.)'in kendi namına kesilen her kurbandan yemesi sünnet, yüz deveden ayrı ayrı yemesi ise, külfetli bir iş olduğu için develerin etlerini bir çömlekte pişirterek çorbasından yemiş, bu suretle her kurbandan yemiş sayılmıştır.

65. Resûlulah (s.a.)'in kurban etini yedikten sonra Mekke4ye giderek yaptığı tavaf "tavaf-ı ifaza"dir. Buna'"tavaf-i ziyaret" ve "tavaf-ı yevm-i nahr"da derler.

Tavaf-i İfaza bi'1-İttifak haccın rükünler indendir.

Bayram günlerinden sonraya bırakılması, mekruhtur. Bundan maada iki nevi tavaf daha vardır. Bunlardan birine, "tavaf-ı kudüm" yahut "tavaf-ı tahiyye", diğerine de "tavaf-ı sader" yahut "tavaf-ı veda" denilir. Ta­vaf-ı kudüm: Uzaktan gelenler için sünnettir. Mekkelilere sünnet değildir.

Tavaf-ı veda: Hanefîlere göre vâcibdir. Bu uzaktan gelenler için meş­ru olmuştur.

66. Minâ'dan Mekke'ye ve Mekke'den Minâ'ya gidip gelirken vasıta­ya binmek müstehabtır.

67. Zemzem şakiliğinde bulunmak ve Zemzem suyu içmek müstehabdır.

Zemzem: Kabe'ye otuz sekiz arşın kadar mesafede bulunan meşhur su kuyusudur. Bazıları suyunun çokluğundan dolayı bir takımları da hacı­ların kalabalığı sebebiyle ona bu ismin verildiğini söylemişlerdir. Başka sebepler gösterenler de vardır.[413]

 

1906. ...Muhamrned (b. Ali b. Huseyn el-Bâkır)dan rivayet olun­duğuna göre Peygamber (s.a.) Arafat'ta öğle ile ikindiyi aralarında sünnet kılmaksızın, bir ezan ve iki kametle, kılmıştır. Akşam ile yatsıyı da (Müzdelife'de) aralarında sünnet kılmaksızın, birleştire­rek bir ezan ve iki kametle kılmıştır.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi Hatim b. îsmaü de (muttasıl bir senetle) uzunca bir hadiste (Resûlullah'a) ulaştırdı. Bu hadisi Ca­fer, babası (Muhammed) ve Câbir senediyle (muttasıl olarak Resûl-i Ekrem'e) isnâd etmekte, Muhammed b. Ali el-Cu'fî de Hatim b. İsmail'e uymuştur. Ancak Muhammed b. AH el-Cu'fî (ondan farklı olarak) "Akşam namazıyla yatsıyı bir ezan ve bir kametle kıldırdı" demiştir.[414]

 

Açıklama

 

Bilindiği gibi hacı adayları Araf e gününde öğle ve ikindi namazlarını öğle vaktinde namazdan önce okunacak bir ezan ve bir kametle ikişer rekât olarak Nemire mescidinde kılarlar. Bir önceki hadis-i şerifin şerhinde de açıklandığı gibi Nemire Arafat civa­rında bir yerdir. Fakat Arafat'tan sayılmaz. Her ne kadar metinde "Ara­fat'ta kıldı" denmişse de aslında Nemire Arafat sınırları içinde değildir, fakat Arafat sınırına yakın olduğu için mecazen "Arafat'ta kıldı" tabiri, kullanılmıştır.

Aslında konumuzu teşkil eden bu hadis mürsel bir hadistir. Musannif Ebû Dâvûd hadisin sonuna ilâve ettiği talik ile bu hadisin Hatim b. İsmail tarafından muttasıl bir senedle Resûl-i Ekrem'e ulaştırılan bir önceki uzunca hadis içerisinde bulunduğunu ve dolayısıyla bu hadisin kesiksiz bir senetle resûl-i Ekreme ulaştığını ayrıca bu hadisin Muhammed b. Ali el-Cu'fî ta­rafından da yine kesiksiz bir senetle Resul-i Ekrem'e ulaştırıldığını, binae­naleyh bu hadisin aslında, merfu ve muttasıl bir hadis olduğunu ifâde etmek istemiştir. Yine Musannif bu talikte Muhammed b. Ali el-Cu'fî'nin rivayet ettiği bu hadisin metninde Hatim b. İsmail'in rivayet ettiği metin­den farklı olarak, "ResûluUah (s.a.)'in Müzdelife'de birleştirilerek kıldığı akşam ve yatsı namazlarını bir ezan ve bir kametle kıldığı" ifâdesi vardır ki, bu ifâde, "Müzdelife'de akşam namazı ile yatsı namazı birleştirilerek bir ezan ve bir kametle kılınır" diyen İmam Ebû Hanife, Ebû Yûsuf ve Muhammed (r.a.)'in meşhur olan görüşünü te'yid etmektedir. Ayrıca ile­ride gelecek olan, "Ben İbn Ömer ile birlikte Arafât'dan Müzdelife'ye hareket ettim de Müzdelife'ye varıncaya kadar tekbir ve tehlîle aralıksız devam etti. (Orada) ezan okuyup kamet etti veya birisine emretti de o kimse ezan okuyup kamet getirdi. Hemen arkasından bize akşam namazı­nı üç rekât olarak kıldırdı. Sonra bize dönüp "Namaz" dedi ve iki rekat olarak yatsıyı kıldırdı. Sonra da akşam yemeğini istedi. Kendisine bu ko­nuda bazı sorular soruldu o da, "ben ResûluUah (s.a.)'le böyle kıldım, cevabını verdi" anlamındaki 1933 numaralı hadis-i şerifte bu görüşü te'­yid etmektedir.

Muhammed b. Ali'nin rivayetinde geçen "bir ezan ve iki kametle kılmıştır" ifâdesi ise, "Müzdelife'de birleştirilerek kılınan akşam ve yatsı namazları için bir ezanla iki kamet gerektiğine" delâlet etmektedir. Hane­fî imamlarından Züfer ile Mâliki ulemâsından Abdulmelik b. el-Mâcişûn, Ebû Sevr eş-Şâfiî ve İmam Ahmed (r.a.) bu görüşte olduğu gibi yine Ha­nefî ulemâsından Tahâvî de bu görüşü tercih etmiştir.

İmam Mâlik ile İshak b. Rahûye, Ömer b. el-Hattab, Abdullah b. Mesûd'a göre ise, Müzdelife'de birleştirilerek kılınan akşam ve yatsı na­mazları için iki ezanla iki kamet gerekir. Bu görüş aynı zamanda İmam Şafiî ile İmam Ahmed'den de rivayet olunmuştur. Delilleri ise, Abdurrah-man b. Yezid'den rivayet olunan şu hadistir: "Abdullah b. Mesud hacca niyyet etmişti. Müzdelife'ye geldiğimiz zaman yatsı namazı için ezan vakti gelince yahut da .yaklaşınca birisine emretti de o adam ezan okuyup kamet etti. (Ezan ve kamet bittikten) sonra İbn Mesûd akşam namazını kıldı. Ondan sonra iki rekat daha kıldı. Sonra akşam yemeğini istedi. Yemeğini yedikten sonra bir adama ezan okumasını emretti. O adam ezanı okuyup kameti getirince İbn Mesûd iki rekat olarak yatsı namazını kıldı."[415] An­cak bu görüş, Peygamber (s.a.)'in uygulamasına aykırı bir sahâbî sözü olduğundan iki cihetten reddedilmiştir:

1. Birleştirilerek kılınması gereken akşam namazıyla yatsı namazları­nın arasında yemek yemek ve nafile namaz kılmak Resul-i Ekrem'in bu mevzudaki tatbikatına aykırıdır.

2. "Her iki namaz için de ayrı'ayrı ezan okundu" sözü delil olma niteliğinden uzaktır.

İmam Şafiî'nin yeni mezhebine ve İmam Ahmed'den gelen bir rivaye­te göre her iki namaz için sadece bir kamet getirilir. Ezan okunmaz İmam Ahmed'in iki görüşünden sonuncusu budur.[416] Ancak bu görüş delilini teşkil eden hadisin kısaltılarak rivayet edildiği iddiasıyla reddedilmiştir.

İmam Sevrî'ye ve Ahmed b. Hanbel'den gelen diğer bir rivayete göre de Müzdelife'de akşam namazı ile yatsı namazı sadece akşam namazı için getirilen bir kametle birleştirilerek kılimr. Delilleri ise, "Resûlullah (s.a.) Müzdelife'de akşamla yatsıyı toptan kıldı. Akşam üç yatsıyı da iki rekat olarak bir kaametle edâ etti"[417] anlamındaki hadis-i şeriftir. Sünen-i Ebû Davud'un bazı nüshalarında musannif Ebû Davud'un, "Ahmed bana Hâ-tim'in bu uzun hadiste -yani bir önceki hadiste- yanıldığını söyledi." dedi­ği kaydediliyorsa da, İmam Ahmed'in böyle bir sözü söylemesi, Ebû Dâ-vûd'un da onu nakletmesi son derece uzak bir ihtimaldir. Çünkü Hâtım'-in rivayet ettiği bu hadisi mütekadimînden ve müteahhirînden pek çok ilim adamı rivayet etmiş ve hiçbirisi de Hatim b. İsmail'i yanılmakla it­ham etmemiştir. Şayet Hâtim'in bu rivayetinde yanıldığı kabul edilse bile, bu hatâ hadisin tümüyle ilgili değil, sadece, "Hz. Ali Kûfe'de iken şöyle derdi: ve Resûlullah (s.a.) namına söylediklerini sormak için Resûlullah (s.a.)'a gittim. Fatıma'nın yaptıklarını beğenmediğimi haber verdim de "doğ­ru söylemiş , doğru söylemiş/' buyurdu." cümleleriyle ilgilidir. Çünkü bu sözün hadisin aslında bulunmadığı 1909 numaralı hadis-i şerifte açıkça ifâde edilmektedir. Yahut da Hatim b. İsmail'in söz konusu hadisteki (ya­ni bir önceki hadiste) yanılması, "Nihayet Müzdelife'ye vardı ve orada akşamla yatsıyı bir ezan iki kametle kıldı" anlamındaki cümlelerle ilgili olabilir. Çünkü bu cümle sözü geçen, 1909 numaralı Yahya b. Said eî-Kattân hadisinde yoktur.[418]

 

Bazı Hükümler

 

1. Arafat'ta öğle ile ikindi, öğle vaktinde birlikte kılınabilir.  Aralarında sünnet  kılınmaz.Sözü geçen namazların bu şekilde kılınmasıyla ilgili icmâ vardır.

2. Bu iki namazdan birincisi için ezan okunur ve her ikisi için de ayrı ayrı kamet edilir.

3. Akşam ile yatsı namazları Müzdelife'de yatsı namazı vaktinde bir­likte ve aralarında sünnet kıhnmaksızın edâ edilir. Bu namazları tarif edil­diği şekilde kılmak Hanefî ulemâsına göre vâcib, diğerlerine göre sünnettir.[419]

 

1907. ...Câbir (r.a.)'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.) sonra (şöyle) buyurdu:

"Ben (kurbanlarımı) burada kestim. Minâ'nın her tarafı kesim yeridir." ve Arafat'da durdu da (şöyle) buyurdu:

"Gerçekten ben şurada vakfe yaptım. Arafat'ın her tarafı vak­fe yeridir." Müzdelife'de de durdu ve (şöyle) buyurdu:

"Gerçekten ben şurada durdum, Müzdelife'nin her taraf (ında) durulabilir."[420]

 

Açıklama

 

Fahr-i  Kâinat  Efendimizin  Veda  Haccıridan   kurbanını Akabe  Cemresinin  yanında  kesmiş  ve  halkın,  buranın dışında kurban kesilemeyeceği kanaatine varmasını önlemek için "Gerçi ben kurbanlarımı burada kestim ama Minâ'nın her tarafında kurban kesilebilir" buyurmuştur. Bu bakımdan Mihâ vadisinin her tarafında kur­ban kesmek caiz olmakla beraber kurbanı Hz. Peygamber'in kurbanlarını kestiği yer olan Akabe Cemresi yakınında kesmek daha faziletlidir. Hz. Peygamber Arafat'ta Cebel-i Rahme denilen dağda bulunan kayaların ara­sında vakfe yapmıştır ve; "Gerçekten ben şurada vakfe yaptım (fakat) Arafat'ın her tarafı vakfe yeridir" buyurarak, Arafat'ın her yerinde vakfe yapmanın caiz olduğunu beyân etmiştir. Binaenaleyh Arafat'ın her tarafında vakfe yapmak caiz olmakla beraber Resûl-i Ekrem'in vakfe yaptığı yer daha faziletlidir. Fakat fevkalâde kalabalık hallerde bile sanki Ara­fat'ın diğer yerlerinde vakfe yapmak caiz değilmiş gibi ille de Cebel-i Rah-me'de vakfe yapmakta ısrar etmek sünnete aykırıdır. Arafat'tan Müzdelife'ye inince geceleyin yapılacak olan vakfe de Müzdelife'nin her tarafında yapılabilir ancak bu vakfenin "Meş'ar-i Haram" denilen "Kuzen" tepesi yanında yapılması daha faziletlidir.[421]

 

1908. ...(Bir önceki hadis oradaki) senediyle Cafer (b. Muhammed)'den de rivayet olundu (ve Cafer'şu cümleyi de) ilâve etti: "-Siz konakladığınız yerde kurbanı kesin!"[422]

 

Açıklama

 

Resûl-i Ekrem Efendimiz kendisi kurbanlarını halk arasında "Büyük Şeytan" diye bilinen Akabe Cemresi yanında kestiği halde ümmetin Minâ sınırları içerisinde istedikleri yerde ke­sebileceklerini bildirmesi onları izdihamdan, dolayısıyla sıkıntı ve meşak-ketten kurtarmak içindir. Çünkü herkes kurbanını Akabe Cemresi civarın­da kesmeye kalkışacak, orada kurbanı kesebilmek içiri günlerce sıra bekle­mek icabedecekti. Resûl-i Ekrem ümmetine olan merhamet ve şefkati ica­bı Minâ bölgesinin her tarafında kurban kesmeyi meşru kılmıştır. Fakat bir önceki hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi kurbanı Akabe Cemresi yakınında kesmek daha faziletlidir.[423]

 

1909. ...Yahya b. Said el-Kattân şu (bir önceki) hadisi Cafer (b. Muhammed) ve Muhammed b. Ali vasıtasıyla Câbir'den rivayet etmiş ve hadisteki "İbrahim'in makamını namazgah edininiz!"[424] âyetinden sonra (şu cümleleri) ilâve etmiştir: (Cafer b. Muhammed b. Ali) dedi ki:     

O iki rekatde Tevhid (İhlâs).ve Kâfirûn (surelerini) okudu ve (her ne kadar bu hadiste Hz. Âli Kûfe'de dedi ki...  (ifadesi) varsa da babam (Muhammed Hz. Ali'ye nisbet edilen) bu "-Ben Fâtıma'-yı azarlatmak için gittim" sözünü.Gâbir'in rivayet etmediğini ve (Câbir'in sâdece) Fâtıma (r.anhâ) ile ilgili hâdiseyi anlattığını söyledi.[425]

 

Açıklama

 

Bu hadisi Yahya b. Said, Cafer b. Muhammed b. Ali'den, O da babası Muhammed b. Ali'den, O da Hz. Câbir'den rivayet etmiştir.                   

Bilindiği gibi Câbir hadisi 1905 numarada tercümesini sunduğumuz hadistir. Ancak Yahya b. Sa'd'ın bu rivayetinde 1905 numaralı hadise nisbetle bazı ayrıntılar vardır. Bu ayrıntıları şöylece sıralamak mümkün­dür:

a. Bu hadisin metninde "İbrahim'in makamım namaz yeri edinin" âyetinden sonra, "Bu iki (rekat) te Tevhid (İhlâs) süresiyle Kâfirûn suresi­ni okudu" cümlesinin bulunduğu ifade edildiği halde Câbir hadisinde sö­zü geçen âyet-i kerimeden sonra bu cümle yoktur.

b. Bu hadisi rivayet eden Yahya b. Saîd'in rivayetine göre Cafer b. Muhammed kendisine şöyle demiştir: "Her ne kadar Câbir hadisinde, Hz. Ali Küfe'de dedi ki: "...diye başlayan bir söz varsa da, babam Muhammed'in bana bildirdiğine göre, aslında Câbir hadisinde böyle bir söz yok­muş. Hz. Câbir o hadiste sâdece Hz. Fâtıma ile ilgili hadiseyi anlatmış. Hz. Ali'nin Kûfe'de, "Bunun üzerine ben Fâtıma'yı bu yaptığından dola­yı azarlatmak ve Resûlullah (s.a.) adına söylediklerini sormak için Resullah (s.a.)'e gittim. Fâtıma'nın yaptıklarını beğenmediğimi O'na haber ver­dim de, "doğru söylemiş, doğru söylemiş" buyurdu" dediğinden bahset­memiştir.[426]

 

57. Arafat'ta Vakfe

 

1910. ...Âişe (r.anhâ)'dan; demiştir ki: Kureyş ile onların dini­ne tâbi olanlar Müzdelife'de vakfe yaparlardı. Kendilerine "hums-kahraman" denirdi. Öbür.araplar da Arafat'ta vakfe yaparlardı. İslâm gelince Allah, Peygamberine Arafat'a giderek orada vakfe yap­masını, sonra oradan akın etmesini emretti. Bu Allah Teâlâ'nın; "sonra insanların akın edip döndüğü yerden siz de akın edin"[427] âyetidir.[428]

 

Açıklama

 

Arafat,[429] Urane vadisinden başlayarak karşıki dağlara doğru  uzanan   sahadır. Ezrakî'nin  Hz. İbn  Abbas'tan  rivâyetine göre Arafat'ın sınırı Urane vadisine bakan dağdan başlayarak Arafat dağlarına ve Vâsik denilen yere kadar uzanan sahadır. Urane vadi­si Arafât'dan sayılmaz. Bilindiğe gibi "vakfe yapmak" ibâdet için dur­mak demektir. Arafat'ta vakfe yapmak, haccın en büyük rükünlerindendir.

Hak yapmak isteyenler için Arafat'ta durma zamanı Arafe günü ze­val vaktinden kurban bayramının birinci gününün fecrinin doğuşuna ka­dar olan herhangi bir zamandır. Bu süre içinde bir an dahi durmakla vak­fe yerine getirilmiş olur. Arafat ve Arafe günü hakkında Hz. Peygambe­rin hadisleri vardır. Bunlardan birisi şöyledir: "Arafe gününde olduğu ka­dar Allah'ın ateşten çok kul azad ettiği başka bir gün yoktur. Şüphesiz ki o gün Allah Arafat'ta vakfe yapanlara yakınlaşır, sonra onlarla Melek­lere karşı iftihar ederek; "Bunlar ne istediler(ki bütün hac işlerini bırakıp burada toplandılar)" buyurur."[430]

Mü/delile, Minâ ile Arafat arasındadır. Aralarındaki mesafe iki saat­tir. Arafat yolu üzerinde Mekke'den iki saat sonra Mina ve ondan iki saat sonra da Müzdelife ondan iki saat sonra da Arafat bulunur. Bu yerde Minâ'ya yaklaşıldığı veya Allah'a yakınlık elde edildiği için O'na Müzdeli­fe denilmiştir.[431]

Arab kabilelerinden olan Nadr kabilesi Harem dahilinde birbirleriyle karışıp toplandıkları için kendilerine Kureyş denilmiştir. Çünkü "Kureyş" kelimesi "toplamak" demektir.

Kureyş kabilesiyle onların dinine tabi olan Kinâne'den ve Kays Kabi­lesinden bazı kimseler Müzdelife'de vakfe yaparlardı. Kuvvet, cesaret ve kahramanlıkları sebebiyle de kendilerine "Hums" denirdi. Gerçekten bu kabile dinlerine çok bağlı idi. Bu hususta her türlü fedâkârlık ve feragat kendilerinde mevcuttu.

Hacca veya umreye niyet ettikleri zaman et yemedikleri gibi kıldan yapılmış çadırlara da girmezlerdi. Evlere de kapılarından girmezlerdi. Di­ğer Arab kabileleri de Arafat'ta vakfe yaparlardı. Resul-i Ekrem (s.a.) ise, kendisine peygamberlik gelmeden önce Arafe gününde Arafat'ta vak­fe yapanlarla birlikte vakfe yaptığı gibi ertesi günü sabahleyin de Kureyşli-lerle birlikte Müzdelife'de vakfe yapardı.[432]

Muhamed b. Cübeyr b. Mut'im'in babasından rivayet ettiği bir hadis-i şerif şu anlamdadır: "Bir arafe günü Arafat'ta devemi kaybetmiştim. Onun ararken orada vakfe yapmakta olan Hz. Peygambere rastladım ve (kendi kendime) "Vallahi bu adam Hums (denilen Kureyşliler) dendir. Burada işi ne?" dedim.[433] Bu hadise Hicret'ten önce vuku bulmuştur. Hz. Cübeyr henüz o günlerde İsiâmiyyete girmemişti. Mekke'nin fethinden sonra müslüman oldu ve Hayber günü vefat etti.

İslâmiyet gelince, Allah teâlâ haccı farz kıldı haccın rüknü olarak Arafat'ta vakfe yapılmasını emretti. Oradan da Müzdelife'ye akın edilme­sini istedi.[434]

 

 

Bazı Hükümler

 

1. Arafat'ta vakfe yapmak haccın rükünlerindendir. Çunku Abdurrahman b. Yamur’un rivâyet ettiği şu hadis-i şerif bunu açıkça ifade etmektedir: "Peygamber (s.a.)'i Arafat'ta vakfe hâlinde iken kendisine gelip "Ya Resulallah! Hac nasıl yapılır" diye soran bazı Necidlilere:

"Hac Arafat'tır. Müzdelife gecesinde, sabah namazından önce Mü-zedelife'ye gelmiş olursa hacca yetişmiş olur" derken işittim."[435]

Tirmizî bu hadisle ilgili olarak şunları söylüyor: "Peygamber (s.a.)'in ashabından ve sonrakilerden ilim adamlarının ameli bu hadis üzeredir. Şöyle ki "Fecrin doğuşundan önce Arafat'ta vakfeye durmayan kişi haccı kaçırmıştır. Fecrin doğuşundan sonra gelmesi kâfi değildir. Onu umre ola­rak yapar ve seneye hacetmesi gerekir. Süfyân es-Sevrî, Şafiî, Ahmed ve İshak'ın görüşü budur. Diğer ulemâ da bu görüştedirler..."

2. Arafat'da durmanın vakti, Arefe günü güneşin (batıya) kaymasıyla başlar, ertesi gün güneşin doğmasıyla sona erer. Hanefî ulemâsı ile imâm-Mâlik, Şafiî ve ulemânın büyük çoğunluğu bu görüştedir. Çünkü Peygam­ber (s.a.) ve Hulefâ-i Râşidînin Arafat'taki vakfelerinin başlangıç noktası­nı arefe günü güneşin batıya kayması ânı teşkil eder.

Hanefî ulemasıyla İmam Şafiî'ye göre başlangıç ve sona eriş noktala­rını verdiğimiz zaman suresi içerisinde geceden veya gündüzden herhangi bir zamanda vakfe yapmak yeterlidir. Maliki ulemâsından bir cemaat de bu görüştedirler. Ancak Hanefi ulemasıyla bazı Malikilere göre vakfe gündüz yapılacak olursa, onu güneş batıncaya kadar sürdürmek vâcib olur. İmam Şafiî'nin meşhur olan görüşüne göre, bu vakfeyi geceye kadar sürdürmek sünnettir. İmam Mâlik'in meşhur olan görüşüne göre ise, bu vakfenin kı­sa da olsa, geceleyin de bir süre devam etmesi gerekir. Eğer gecenin bir kısmında devam etmeyecek olursa, o zaman hac bâtıl olur. Vakfenin sa­dece gündüzün"yapılması yeterli değildir. Çünkü İbn Ömer'den gelen bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: "Her kim Müzdejife gecesinde Arafat'ta fecr doğmadan önce bir süre durmazsa haccı bâtıl olur., kim de Müzdelife gecesi Arafat'ta fecrden önce bir süre durmaya yetişecek olursa, hacca yetişmiş olur."[436]

Ulemânın büyük çoğunluğuna göre ise, Hz. İbn Ömer bu' sözlerle "Arafe günü güneşin batıya kaymasıyla başlayarak ertesi gün güneşin do­ğuşuna kadar devam eden herhangi bir süre içerisinde vakfe yapılmayan hac bâtıldır" demek istemiştir. "Geceleyin vakfe yapılmayan hac bâtıl olur" demek istememiştir. Nitekim "Her kim daha önce gece veya gündüz Ara­fat'tan akın edip de şu (sabah) namazı(nı) da.Müzdelife'de bizimle kılma­ya yetişecek olursa, haccını tamamlamış ve vazifesini yapmış olur" anla­mındaki 1950 numaralı hadis-i şerif de bunu ifâde eden İmamTirmizî bu hadis hakkında "Hasen-sahih" demiştir.

İmam Alımed'e göre ise, Arafat'ta vakfe yapmanın vakti Arafe günü fecrin doğmasıyla ertesi gün fecrin doğması arasında geçen süredir. Bu süre içerisinde herhangi bir zamanda yapılacak vakfe yeterlidir. Çünkü Peygamber (s.a.):

"Her kim daha önce gece veya gündüz Arafat'tan akın edip de şu (sabah) namazı(nı) Müzdelife'de bizimle kılmaya yetişecek olursa haccını tamamlamış, ve vazifesini yapmış olur."[437] buyurmuştur. İmam Ahmed'in beyânına göre sözü geçen hadisteki "gece veya gündüz" sözü Arafe günü ile Mü/delilc gecesinin tümüne şâmildir. Ulemânın çoğunluğuna göre ise, buradaki yundu/den maksat, zev'alden güneşin batmasın? kadar süren za­mandır Oıııkıı Hz. Peygamber ve onun râşid halifeleri güneşin batıya kaymasından önce vakfe yapmamışlar. Vakfeye ancak güneşin batıya kay­masından  sonra  başlamışlardır.

Arafat'ta vakfe yapmak "o gün gelince Allah'ın izni olmaksızın hic kimse konuşamaz. İçlerinde bedbaht olanlar da mesud olanlar da var­dır."[438] âyet-i kerimesinde tasvir edilidği şekilde insanların ümit ve korku arasında Allah'ın huzurunda toplanacakları günün bir simgesidir. Çünkü dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen çeşitli insan toplulukları ümit ve korku ile buraya toplanıp dua ederler.

Ayrıca burada toplanma müslüman cemaatlerin bir araya gelip ietimâî bünyelerinde meydana gelen çözülmelerin tamiri ve aralarında tesânü-dün te'mini için kararlar alma imkânı bulurlar.[439]

 

58. Minâ'ya  Hareket

 

1911. ...İbn Abbâs'tan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) terviye günü öğle namazını (ve ertesi gün) sabah namazını Minâ'da kıldı (sonra Arafat'a hareket etti).[440]

 

Açıklama

 

Minâ: Harem dahilinde  bulunan  bir  köydür.Mekke'nin kuzeyinde ve Babü's-selâm'dan 1042 m. uzakta bulunan Me'lâ adındaki mezarlıkla Minâ arasındaki mesafe 5507 m.'dir. Mek­ke cihetinden buraya gelen bir kimse buraya girerken önce sol kolu üzeri­ne düşen Akabe,Cemresiyle karşılaşır. Burası Minâ sınırının başlangıç nok­tasını teşkil eder. Daha sonra yine sol tarafına gelen Bey'at Mescidiyle karşılaşır. Burası Resul-i Ekrem'in Ensardan bey'at aldığı yerdir. Buradan itibaren vadi genişlemeye başlar .Akabe cemresinden başlayarak Muhas-sar vadisine kadar uzanan vadi 3528 m. uzunluğundadır. Bu vadiyi batı­dan doğuya doğru uzanan bir yol ikiye ayırır. Yolun başlangıç noktasında Akabe cemresi vardır. Akabe cemresini Orta Cemre, onu da küçük Cemre takibeder. Yolun güney tarafında Hayf Mescidi vardır.

Terviye günü: Hacıların Mekke'den Minâ'ya hareket ettikleri Zilhicce'nin 8. günüdür. Minâ'da su bulunmadığı için de kendilerini ve hayvan­larını iyice suya kandırırlar. Bu mânâ ile ilgili olarak bu güne "Terviye Günü" denmiştir.[441]

 

Bazı Hükümler

 

1. Zilmcce'nin 8. günü güneş doğduktan sonra vasıtaya binip telbıye getirerek ve dua ederek Mekke'nin kuzeyine yönelerek yola çıkmak ve bu istikamette ilerlerken sol kol üzerine düşen ve Mekke'nin nihâyetinde bulunan Muallâ mezarlığına daha sonra sağ kol üzerinde bulunan Abdulmuttalib köşküne uğramak müstehabtır. Bu köşkün güney doğusunda "Cebelü'l-Hacûn" denilen bir dağ vardır ki, "Muhassab" denilen düzlüğün Mekke tarafındaki sınırı o dağdan başlar. Sonra doğuya doğru gidilip Nur dağına varılır. Bu dağ Mekke'nin kuzey doğsuna düşer. Bu istikâmette bir süre daha gidilince sol kol üzerine düşen sebili's-sitt'e varılır. Burası da Muhassab düzlüğünün Mina tarafına düşen sınırını teşkil eder. Minâ'ya varınca şu dua okunur:

( ile- Allah'ım burası Minâ'dır ve bu (ibadet) Senin bize göstermiş oldu­ğun hac ibadetidir. Burada dostun Hz. İbrahim'e ve habibin Muhammed'e lütfettiğin nimetlerle birlikte bütün hayırları bize de lütfet!"

Bu duâ sona erdikten sonra Hayf Mescidinde vakitleri gelince öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazını kılar ve geceyi orada geçirir. Ertesi günü sabah namazını da orada kılıp Arafat'a hareket eder. Bu şekilde hareket etmek sünnettir. Ama bugün hacıların ekserisi Minâ'ya uğramadan Arafe günü doğrudan doğruya Arafat'a gidip bu sünneti terk ediyorlar.

2. Zilhicce'nin 8. gününü 9. gününe bağlayan geceyi Minâ'da geçir­menin sünnet olduğunda icmâ' vardır. Ancak terkinden dolayı bir ceza lâzım gelmez. İbnu'l-Münzir'in Hz. Âişe'den rivayet ettiğine göre, Hz. Aişe terviye günü akşam olup da gecenin üçte biri geçinceye kadar Minâ'­da kalmıştır. Bir hacı adayının Minâ'ya terviye gününden bir kaç gün önce gelmesinde de herhangi bir sakınca yoktur. İmam Mâlik'e göre ise, Minâ'ya terviye gününden Önce gelmek mekruh olduğu gibi Terviye günü­nü akşama kadar Mekke'de geçirmek de mekruhtur. Ancak bundan cuma günü müstesnadır. Eğer terviye günü cuma gününe tesadüf edecek olursa,, o zaman cuma namazını kılmadan Minâ'ya hareket edilmez.[442]

 

1912. ...Abdulaziz b. Râfî'den; demiştir ki: Enes b. Mâlik'e; Resûlullah (s.a.)'den anladığın bir şeyibana haber ver! dedim ve şunu sordum;

Allah Rasûlü Terviye günü öğle namazım nerde kıldı? Minâ'da; cevabını verdi.

Nefir (dağılma) günü ikindiyi nerede kıldı?" dedim. Ebtah'da, cevabım verdi sonra; Âmirlerin ne yapıyorsa sen de onu yap! buyurdu.[443]

 

Açıklama

 

"Nefr günü"nden maksat cemreleri attıktan sonra Minâ'dan  Mekke'ye  inmek  demektir.  Burada  Zilhicce'nin 13. günü kast ediliyor. Bu güne "İkinci Nefr günü"de denir. Her ne ka­dar Zilhicce'nin 12. gününde de cemreleri taşladıktan'sonra Mekke'ye in­mek caizse de-Resül-i Ekrem Efendimiz efdal ile mal etmek için Zilhicce'­nin 12. günü de Minâ'da durup 13. günü taşlan attıktan sonra inmiştir.

Bu hadis-i şerif Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde; "Resûlullah (s.a.) terviye günü öğle ve ikindi namazlarını nerede kıldı? diye sordum" şeklin­de geçiyor.

Ebtah; "Bathâ" ve "Hayfü Beni Kinâne" adlarıyla da anılan bir yer­dir. Burası aslında Cebel-i Nur ile el-Hacûn arasında bulunan ve "el-İvluhassab" ismiyle tanınan vadidir.

Metinde geçen ve Enes b. Mâlik'e ait olan "âmirlerin ne yapıyorsa, sen de onu yap," sözü terviye günü öğle namazını Minâ'da, Nefr günü de ikindi namazını Ebtah'da kılmanın vâcib olmayıp sünnet olduğunu ve o zamanlar ümerânın bu sünnetleri işlemekte olduklarını ifâde etmektedir.[444]

 

 

Bazı Hükümler

 

1. Hac adaylannm terviye günü denilen zilhiccenin 8.  gününde öğle,  ıkındı,  akşam  ve  yatsı namazını ve Arafe gününün sabah namazını Minâ'da kılmaları sünnettir. İbnu'l-Münzir'in beyânına göre bu sünneti terk etmekten dolayı herhangi bir ceza gerekmez.

2. Zilhicce'nin 12. günü taşlan attıktan sonra veda tavafı yapmak üzere Mekke'ye inmek meşrudur. Esasen Nefr yani Mekke'ye inmek iki kısımdır:

a. Zilhiccenin 12. bayramın üçüncü günü taşları attıkta nsonra veda tavafını yapmak üzere güneş batmadan önce Mekke'ye inmek. İmam Malik'le Şafiî ve Ahmed'e göre bu günde taşları attıktan sonra Mekke'ye inmek caizdir.

Hanefî ulemâsına göre ise, Zilhiccenin 13. gününün fecri doğmadan önce Mekke'ye inmek caizdir. Ancak Zilhiccenin 12. günü güneş battıktan sonra inilmesi mekruhtur. Güneş batmadan önce inilmesinde bir sakınca yoktur. Eğer 13. günü fecr doğduktan sonra (o güne ait taşlan atmadan) Mekke'ye inilecek olursa sünnet terk edilmiş olur.[445]

b. Zilhicce'nin 13. günü taşlan attıktan sonra Mekke'ye inmeye (her iki nefr gününe) de şu âyeti kerimede işaret buyrulmuştur: "Sayılı günler­de Allah'ı anın (tekbir alın), kim hemen iki gün içinde (Minâ'dan Mekke'ye) dönerse ona günah yoktur. Kim geri kalırsa, korunduğu takdirde ona da günah yoktur..."[446] Âyet-i kerimede emredilen zikr tekbirdir, O'mın bü­yüklüğünü yad etmektir. Hacılar bayram günlerinde Minâ'da şeytanı taş­larlar ve geceleri de orada geçirirler. Bayram gecelerini Minâ'da geçirmek sünnettir. Burada birinci günü Akabe Cemresi'ne taş, diğer günler üç cem­reye yedişerden "yirmibir", toplam 70 (yetmiş) taş atılır. Acelesi olan Zil­hiccenin 12. günü taşlan atınca döner. Acelesi olmayan 13. günü taşları atınca döner.[447]

3. Hacı adaylarının Zilhiccenin 13. günü Minâ'dan Mekke'ye inerler­ken Ebtah'a inerek orada öğle ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kılmala­rı ve geceleyin orada bir süre uyuduktan sonra Mekke'ye girip Veda tava­fını yapmaları sünnettir. Çünkü Hz. Enes'ten rivayet olunan bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: "Peygamber (s.a.) öğle, ikindi ve yatsı namaz­larını kıldı ve Muhassab denilen yerde bir süre uyudu sonra hayvanına binip Beyt-i Şerife yöneldi ve Beyt'i tavaf etti."[448]

 

59. (Minâ'dan) Arafat'a Hareket

 

1913. ...İbn Ömer'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) Arafe gü­nü sabahı sabah namazını kılınca Minâ'dan (Arafat'a) hareket etti. Nemire'de konakladı. Burası Arafat (yakının)da imamın konakladı­ğı yerdir. Resûlullah (s.a.) öğle namazı vakti olunca öğle sıcağında gidip öğle ve ikindiyi birleştirdi. Sonra halka hutbe okudu, sonra gidip Arafat'ta vakfe yerinde vakfe yaptı.[449]

 

Açıklama

 

1905 numaralı hadis-i şerifte de açıklandığı gibi Zilhiccenin 8. günü Minâ'ya varan Resûl-i Ekrem Efendimiz ertesi günü sabah namazım kıldıktan sonra güneşin doğmasına kadar bek­leyip güneşin doğmasıyla Arafat'a hareket etmiştir. Arafat'a yaklaşınca "Nemire" denilen yere inmiştir. Burası hac imamının inmesi sünnet olan yerdir. Resul-i Ekrem Efendimiz burada öğle namazı vakti girinceye kadar beklemiş vakit gelince öğle sıcağında devesine binerek Urane vadisine gel­miş ve öğle ile ikindiyi birleştirerek bir ezan ve iki kametle ikişer rekat olarak küdırmıştır. 1905 numaralı hadis-i şerifte de açıklandığı gibi bu iki namaz arasında nafile cinsinden her hangi bir namaz kılmamıştır. Na­maz bittikten sonra halka bir hutbe okumuştur.

Her ne kadar hadisin zahirinden Resûl-i Ekrem'in hutbeyi namazdan sonra okuduğu anlaşılıyorsa da 1905 numaralı hadis-i şerifte hutbeyi na­mazdan evvel okuduğu ifâde ediliyor. Diğer bir hadis-i şerifte ise, bu ko­nunun ayrıntılarına da temas eden şu ifâdeler yer alıyor: "Resûlullah (s.a.) yürüdü, Arafat'a vardı ve Nemire denilen yerde çadırının kurulduğunu görerek oraya indi. Güneş batıya dönünce Kasvâ adındaki devesinin hazır­lanmasını emretti ve hayvana semer vuruldu. Nihayet Batnu'l-Vâdi'ye (Urane vadisine) gelince orada bir hitabede bulunduktan sonra Hz. Bilâl ezan okudu ve kaamet etti. Öğleyi kılınca tekrar kamet etti. İkindi namazım kıldı. Bu iki vaktin namazı arasında başka bir namaz kılmadı."[450]

Zikredilen iki farklı ifadenin aralarını şu şekilde uzlaştırmak müm­kündür: Aslında Fahr-i Kainat Efendimiz mezkûr hutbeyi, namazdan önce okumuştur. Fakat namaz bittikten sonra da halka bazı tavsiyelerde bulun­muş ve va'z-u nasihat etmiştir. Râvîlerden bazıları Resûl-i Ekrem'in hut­besini kasd ederek, "Resul-i Ekrem halka namazdan önce bir hutba irad etti" derken diğer bir kısmı da Resul-i Ekrem'in namazdan sonraki va'z-u nasihatini kast ederek "Resul-i Ekrem namazdan sonra halka hitab etti" demişlerdir. Bu iki hadisin arasım bu şekilde uzlaştırmanın doğru olmadı­ğı farz edilecek olursa, o zaman 1905 numaralı hadisin konumuzu teşkil eden hadise tercih edileceğimi söylemek mümkündür. Çünkü ilim erbabı­nın tümü 1905 numaralı hadisle amel edegelmişlerdir. Hz. Peygamber'in vakfe yaptığı yer ise, Cebel-i Rahme ismi verilen dağın eteğinde bulunan kayalardır. Burada vakfesine güneş batıncaya kadar devam etmiştir.[451]

 

Bazı Hükümler

 

1. Hacıların Arafe günü güneş doğduktan sonra M ma dan Arafat a hareket edip Nemire va­disine varınca inmeleri ve güneş batıya dönünceye kadar orada kalmaları, sonra Nemire'den kalkıp Urane vadisine gitmeleri müstehabtır. Bu konu­da ulemâ arasında görüş birliği vardır.

2. Urane vadisinde öğle vaktinde öğle ile ikindiyi birleştirerek kılmak sünnettir. Bu konuda da icmâ vardır. Hanefî ulemâsıyla İmam Şafiî'ye göre bu namazlardan birincisi için bir ezan okunur. Her ikisi için de ayrı ayrı birer kamet getirilir. Bu görüş İmam Ahmed'den de rivayet edilmiş­tir. İmam Ahmed'den her iki namazın da ezansız olarak kılınacağına dair ayrı bir görüş daha rivayet edilmiştir. İmam Mâlik'e göre ise, her iki na­maz için ayrı ayrı ezan okunur ve kamet getirilir.

3. İmamın Urane vadisinde cemaate hutbe okuması sünnettir. Bunda icmâ' vardır.

4. Daha Önce aldığımız 1905 numaralı Câbir hadisi söz konusu ezanın hutbeden sonra okunduğunu ifâde etmektedir. İmam Mâlik ile İmam Ahmed de bu hadîsi esas alarak ezanın hutbeden sonra okunacağı hükmüne varmışlardır. Yine bu iki imama göre hutbeler bittikten sonra imam min­berde otururken önce bir ezan okunur, hutbeden sonra öğle namazı için bir kamet getirilir. Kametten sonra imam minberden inip öğleyi kıldırır. Sonra bir ezan okunup bir de kamet getirilerek ikindi namazı edâ edilir.

İmam Ebû Hanife ve İmam Muhammed'e göre ise, aynen cuma na­mazında olduğu gibi imam minbere çıktıktan sonra daha hutbeyi okuma­dan önce bir ezan okunur, sonra imam ayağa kalkarak hutbeyi okur. Da­ha sonra ikâmet edilip önce öğle namazı edâ edilir, sonra bir kamet daha getirilerek ikindi namazı edâ edilir.

İmam Şafiî'ye göre ise, ezan ikinci hutbe esnasında okunur. Delili ise, Hz. İmamın rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: Peygamber (s.a.) Arafat'­ta iken vakfe yerine gittj, önce halka birinci hutbeyi okudu, sonra Hz. Bilâl ezan okumaya başladı. Peygamber (s.a.)'de ikinci hutbeye başladı. Hz. Peygamber hutbeyi bitirirken Hz. Bilâl de ezanı bitirmişti. Sonra Hz. Bilal kamet etti. Resül-i Ekrem de öğleyi kıldırdı. Sonra Hz. Bilâl ikinci bir kamet getirdi, Resul-i Ekrem de ikindiyi kıldırdı.

Bu namazlarda mümkün olduğu kadar kısa sûreler okunur ve iki na­maz arasında nafile cinsinden bir namaz kılınmaz. Bunda icmâ' vardır. Eğer iki farz namaz arasında başka bir namaz kılınacak olursa veya başka bir işle meşgul olunursa, ikindi namazı için yeniden bir ezan okunması gerekir. Çünkü asıl olan her farz namaz için ezan okunmasının sünnet oluşudur. Bu namazlar Resûl-i Ekrem'in kıldığı gibi fasılasız olarak kılın­dıkları zaman caizdir. Binaenaleyh iki namazın arasına başka bir namaz yahut başka bir iş girdiği zaman ikindi namazı için ayrı bir ezan daha gerekir.[452]

İmam Ebû Hanife (r.a.)'ye göre öğle ile ikindi namazını Arafat'ta birleştirerek kılmanın caiz olması için bu namazların hac imamı veya veki­li tarafından kıldırılmış olması, kılan kimsenin hac için ihrama girmiş ol­ması ve ikindiden önce kıldığı öğle namazının sahih olması şarttır. Eğer öğle namazı fasit olursa öğle namazını kendi vaktinde ikindi namazını da yine kendi vaktinde ayrı ayrı kılmak gerek.

Öğleyi ikindiyle birleştirmeden tek başına kılan Veya hac imamının dışında bir imamın arkasında cemaatle kılan, veya hac için ihrama gir­meksizin ikisini birleştirerek öğle vaktinde kılan bir kimsenin kıldığı ikindi namazı sahih değildir. Çünkü kıyasa aykırı olarak ikindi namazının vak­tinden evvel kılınması ihramh kimse için ve belli şartlar dışında caizdir. Kıyasa aykırı olarak nas ile sabit olan bir şey nassın tayin ettiği sınırların dıışna çıkamaz. en-Nehaî ile İmam Sevrî de bu görüştedirler.

Şâfiîler İmam Mâlik ve İmam Evzâî'ye göre ise, sözü geçen namazla­rın Arafat'ta birleştirilerek öğle vaktinde edâ edilebilmeleri için sadece ih­ramh olmak yeterlidir. Cemaatle kılmak da şart değildir. Çünkü Hem-mâm'ın Nâfi'den rivayet ettiği bir hadiste ifâde edildiğine göre; İbn Ömer (r.a.) (Arafât'da) arafe günü cemaate yetişemeyince Öğle ile ikindiyi, öğle vaktinde birleştirerek kılmıştır. Cumhura göre ise, bu namazları birleşti-rebilmek için sadece müsâfir olmak da yeterlidir.[453]

M. Zihnî Efendi Hanefî ulemâsının bu konudaki görüşlerini şöyle ifa­de ediyor: "Arafat'taki cem-i takdîm âdete uyularak Nemire mescidinde kılınır. Burada büyük cemaatle kılınan öğle ve ikindi namazları böylece cem'edilmiş olur. Bir ezan okunur iki kamet alınır. İkinci kamet ikindinin zamanı henüz girmemiş olduğundan iki namazın cemedileceğini hatırlat­mak içindir. Bu iki farzın arasını nafile ile -müekked sünnet bile olsa-ayırmak uygun olmaz. Molla Miskîn, Zahîre, Muhît ve Kâfi kitaplarına uyarak yalnız öğle sünnetini istisna etmiştir. Hem belirtilen cem'in (iki namazın öğle vaktinde kılınmasının) sahih olabilmesi, için hem ihramın hem de büyük cemaatin şart kabul edilmesi imam Azam mezhebidir. İma-meyne göre onun ihramda bulunmaktan başka şartı yoktur. Muhaşşî der ki, eimme-i selâse (Şafiî, Mâlikî, Hanbelî) de böyle demişlerdir. Daha za­hir olan da budur."[454]

Ayrıca 1926 numaralı hadisin şerhinde bu mevzuu tekrar ele alınacaktır.[455]

 

60. Zevalden Sonra Nemire Mescidinden Vakfe İçin Arafat'a Gidiş

 

1914. ...İbn Ömer (r.a.)'den; demiştir ki:

Haccâc, İbn'z-Zubeyr (r.a.)'i öldürünce, İbn Ömer'e (bir adam) göndererek:

Resûlullah (s.a.) bu günde hangi saatte hareket ederdi? diye sordu. (İbn Ömer de:)

O vakit gelince beraber gideriz, diye cevap verdi.

İbn Ömer (vakfe yerine) gitmek isteyince (Said b. Hassân'm) dedi(ğine göre İbn Ömer'in yanında bulunan kimseler) "güneş (ba­tıya) kaymadı" demişler. (Bir süre sonra İbn Ömer);

Güneş (batıya) kaydı mı? diye sorunca:

Kaymadı, diye cevab vermişler (Said b. Hassan) dedi ki:

İbn Ömer'in yanında bulunan kimseler kendisine; "güneş batı­ya) kaydı" dedikleri zaman hareket etti.[456]

 

Açıklama

 

Bilindiği gibi Haccâc b. Yûsuf Hz. Abdullah b. ez-Zübeyr'i Cumade'l-ahîre'nin ikinci yarısında ve hicretin 73. yılında şehid etmiştir. Abdullah b. ez-Zübeyr hazretleri o zaman 72 yaşın­da bulunuyordu. Haccâc kati haberiyle birlikte hac yapmak arzusunda olduğunu bir mektupla Abdulmelik b. Mervân'a bildirerek fikrini almak isteyince Abdulmelik de O'na bir mektup yazarak hac esnasında İbn Ömer'in görüşüne ve talimatına eksiksiz olarak uymasını tavsiye etmişti. Bu hadise Nesâî'nin Sünen'inde şöyle anlatılıyor:

Salim b. Abdillah b. Ömer demiştir ki:

Abdulmelik b. Mervan Haccâc b. Yusuf'a hacla ilgili konularda İbn Ömer'in emirlerine uymasını emretmişti. Arefe günü güneş zeval vaktinde iken İbn Ömer geldi. Ben de beraberindeydim. Çadırın yanına gelince, "Hac emîri nerede?" diye bağırdı. Üzerinde sarı renkli bir güneşlikle Haccâc göründü. İbn Ömer'e:                                    

Ne var Ebû Abdirrahman! dedi. İbn Ömer:

Sünnete uymak istiyorsan, haydi vakfeye! deyince, Haccâc:

Bu saatte mi? dedi İbn Ömer de:

Evet, cevabını verdi. Bunun üzerine Haccâc:

Bir duş alayım hemen geliyorum dedi. O gelinceye kadar İbn Ömer bekledi. Gelince benimle babam arasında yürüyordu. Ben kendisine:

Eğer sünnete uymak istiyorsan hutbeyi kısa oku, vakfede acele et, dedim. Bunun üzerine İbn Ömer'in birşey söyleyip söylemeyeceğine baktı. Bunu gören İbn Ömer:

Doğru söylüyor, dedi.[457]

 

Bazı Hükümler

 

1. Hz. İbn Ömer'in fıkıh ilmindeki salâhiyyeti herkes tarafından kabul edilmiş ve fetvaları, umu­mun      tasvibine mazhar olmuştur.

2. Arafat'da vakfe zevalden sonra yapılır.[458]

 

61. Arafat'ta Hutbe Okumak

 

1915. ...Damra oğullarından bir adam, babasından yahut am­casından rivayetle demiştir ki:

Ben Resûlullah (s.a.)'i Arafe günü minber üzerinde (hutbe okur) iken gördüm.[459]

 

Açıklama

 

Aslında minber mescidde hutbe okunan  basamaklı  yerin adıdır.Peygamber efendimiz önceleri  hutbeleri mes-ciddeki bir hurma direğine dayanarak okurlardı. Sonraları cemaat çoğa­lınca arkada ve uzakta olanların Hz. Peygamberi görebilmeleri için üç basamaklı bir minber yapıldı. Sonraki devirlerde minber, mescid ve cami­lerin diğer kısımları gibi sanatkârâne bir şekilde yapılmaya başlandı.

Metinde geçen minberin bu anlamda bir minber olduğu düşünülemez. Esasen "minber" kelimesinin yükselmek ve sesi yükseltmek anlamına ge­len "ne-be-ra" kökünde geldiği düşünülürse, buradaki minber sözüyle mut­lak olarak "yerden yükseklik" kasd edilmiş olduğu anlaşılır. Bir numara sonra tercümesini sunacağımız hadis-i şerifte Resul-i Ekrem'in o günkü hutbesini deve üzerinde irad ettiği ifade edildiğine göre burada "minber" sözüyle devenin sırtı kast edilmiş olmalıdır.[460]

 

Bazı Hükümler

 

1. Arafat'ta vakfe yaparken yüksekçe bir yerde bulunmak meşrudur.Ulemanın büyük çoğunlu­ğuna göre yüksekçe bir mekân üzerine çıkarak vakfe yapmak yerde ayak üstünde dikilerek vakfe yapmaktan daha faziletlidir.

Şafiî ulemâsına göre ayakta dikilmek kendisine zor gelen kimselerin bir hayvan üzerine binerek vakfe yapmaları yerde ayak üstünde dikilerek vakfe yapmasından daha faziletlidir. Yine Şafiî ulemâsına göre ayakta vakfe yapmak kendisine zor gelmeyen bir kimse hakkında üç görüş vardır:

a. Peygamber Efendimizin tatbikatına uygun olacağı için bir hayvan üzerine binerek veya yüksek bir yere çıkarak vakfe yapmak daha faziletlidir.

b. Huşu, huduya ve tevâzuya daha uygun olduğu için bir hayvan üzerine binmeyi veya yüksek bir mekân üzerine çıkmayı terk ederek yerde ve ayak üzerinde vakfe yapmak daha iyidir, daha faziletlidir.

c. Yüksek bir mekânda bulunmakla yerde ayak üzerinde bulunmak arasında bir fark yoktur. Bu konuda Hanbelî ulemâsı da Şafiî ulemâsının görüşünü aynen paylaşmaktadır. Nitekim İbn Kudâme, Hanbelî ulemâsı­nın bu konudaki görüşlerini şöyle ifâde ediyor: "Arafat'taki vakfeyi deve­ye binerek yapmak daha faziletlidir. Çünkü Hz. Peygamber deveye bine­rek vakfe yapmıştı. Bu şekildeki vakfe dua için daha elverişlidir. Yerde ayak üstü vakl'e yapmanın daha faziletli olduğu da söylenmiştir. Çünkü bu şekildeki vakfe, hayvana yük olmaktan uzaktır. Her iki durum arasın­da bir   fark  bulunmama ihtimali de vardır.[461]

 

1916. ...Nubayt'tan rivayet edildiğine göre, kendisi Arefe gü­nü Peygamber (s.a.)'i , kızıl bir deve üzerinde konuşma yaparken görmüş.[462]

 

Açıklama

 

İmam Nesâî ve Ahmed (r.anhumâ) bu hadisin senedin­de Seleme ile babası arasında bir vasıta zikretmedikle­ri halde Ebû Davud'un bu rivayetinde hadisi, doğrudan doğruya babası Nubayt'tan değil de Hay kabilesinden bir adam vasıtasıyla aldığı ifâde edilmektedir. Hafız İbn Hacer bu senedde aslında Seleme ile babası Nubayta arasında herhangi bir kimsenin bulunmadığını söyleyerek İmam Ne­sâî ile İmam Ahmed'in verdikleri senedi Ebû Davud'un bu senedine tercih etmiştir.

1905 numaralı Câbir hadisinde Resül-i Ekrem'in Veda Haccında Ara­fat'ta Kasvâ isimli devesi üzerinde konuşma yaptığı ifâde edildiği halde, burada "kırmızı bir deve üzerinde konuşma yaparken gördüm" denilme­si, bu iki ifâde arasında bir çelişki bulunduğu anlamına gelmez. Çünkü Nubayt, Hz. Peygamber'i uzaktan gördüğü için altındaki devenin Kasvâ ismindeki dişi deve olduğunu fark edememiş, kızıl tüylü bir yük devesi olduğunu zannetmiştir.[463]

 

Bazı Hükümler

 

1. Arefe günü Arafat'ta yüksekçe bir yerde butbe okumak meşrudur. Bu hutbenin sünnet ol­duğunda icmâ' vardır. Hanefî ulemâsiyla İmam Mâlik ve Şafiî'ye göre Hac imamının Arefe günü öğle namazından önce halka iki kısa konuşma yapması ve bu konuşmalarda Arafat'ta Öğleyle ikindiyi birleştirerek öğle vaktinde kılmak, Arafat'ta vakfe yapmak, Arafat'tan Müzdelife'ye akın etmek ve orada akşamla ikindiyi birleştirerek yatsı vaktinde kılmak, orada geceleyip vakfe yapmak, Minâ'da cemrelere taş atmak, Bayram günü kur­ban kesmek, haccın rüknü olan ziyaret tavafını yapmak gibi hac menâsikiyle ilgili konulara temas etmesi ve halkı bu mübarek mekânlarda bulun­dukları sürece bol bol duâ edip tehlîl ve telbiyede bulunmaya teşvik etmesi müstehabtır. Resûlullah'm Veda hutbesinin metni 1905 numaralı hadis-i şerifte bulunmaktadır.

jmam Ahmed (r.a.)'c göre ise, sünnet olan hac imamının zevalden sonra tekbirlerle başlayan bir hutbe okuması, bu hutbede halka hac menâsikini öğretmesi, sonra ezan okunmasını ve namazın erkenden kılınmasını emretmesidir. İmam Ahmed'in bu konudaki delili 1914 numaralı hadis-i şerifin şerhinde de nakl ettiğimiz gibi; "Eğer sünnete uymak istiyorsan hutbeyi kısa oku, vakfede acele et."[464] anlamındaki ifadeler Salim b. Abdullah b. Ömer'in sözüdür. Hz. İmama göre sözü geçen hadisteki "hutbe­yi kısa oku" sözü "kısa bir hutbe oku" demektir.[465]

 

1917. ...Hâlid b. el-Addâ b. Hevze demiştir, ki: Arafe günü Resulullah (s.a.)'i bir deve üzerinde, özengiler üzerinde ayağa kalk­mış olduğu halde halka hitab ederken gördüm.[466]

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi Hennâdfın rivayet ettiği) gibi İbnu'l-alâ da Vekî'den rivayet etti.[467]

 

Açıklama

 

Hadisin senedinden de anlaşılacağı üzere, Musannif Ebû Dâvud (r.a.) bu hadisi üç kişiden almıştır. 

1. Hennad İbn Seriyy,

2. Muhammed İbn el-Alâ,

3. Osman İbn Ebî Şeybe.

Bu üç râvîden Muhammed İbn-ül-Alâ ile Hennâd İbn Seriyy, bu ha­disi Abd-ül-mecid vasıtasıyla Hâlid İbn-el-Addâ'dan aldıklarını söylerler­ken, Osman İbn Ebi Seybe Abdülmecid vasıtasıyla el-Addâ ibn Hâlid'den aldığım söyleyerek onlardan ayrılmıştır. Doğru olanda Osman İbn Ebi Şeybe'nin dediğidir.

Bu hadis-i şerifte Arai'o günü Arafat'ta deve üzerinde özengiler üze­rine basıp ayağa kalkarak halka hitab etmesinin caiz olduğu ifade edil­mektedir.[468]

 

1918. ...Önceki hadisin manası el-Addâ b. Hâlid'den de riva­yet olunmuştur.[469]

 

Açıklama

 

İmam Şâfî'ye göre hac imamı, hac esnasında dört hutbe okur:

1. Zilhicce'nin yedinci günü Mekke'de;

2. Arefe günü Arafat'ta,

3. Bayramın birinci günü Minâ'da,

4. Bayramın üçüncü Zilhicce'nin 12. günü Minâ'da, çünkü Câbir b. Abdullah'dan rivayet edilen bir hadis-i şerif şu anlamdadır: "Resülullah (s.a.) Ci'râne'den döndükten sonra hac imamı olarak Hz. Ebû Bekr'i hac­ca gönderdi. Beraberce Mekke'ye geldik, Terviye gününden bir gün önce (yani Zilhicce'nin 7. günü) Mekke'de bir hutbe irad etti. Bu hutbesinde halka hac ibadetini (ve nasıl edâ edileceğini) anlattı. Hutbe bittikten sonra Hz. Ali'de Berâe Sûresini okudu. Sonra beraberce (Minâ'ya müteveccihen yola) çıktık. Arafe günü gelince Ebû Bekr (r.a.) kalktı, halka hitaben bir konuşma yaparak onlara hac ibâdetini anlattı. Konuşma bitince Hz. Ali halkın huzurunda Berâe Sûresini sonuna kadar okudu. Bayram günü Mi­nâ'ya akın ettik. Hz. Ebû Bekr, Minâ'ya gelince halka Minâ'ya gelmenin önemi, kurban ve diğer hac menasikiyle ilgili bir hutbe irad etti. Hutbeden sonra Hz. Ali kalktı ve Berâe Sûresini sonuna kadar okudu. Nefr günü (denilen Zilhiccem 12. günü) gelince Ebû Bekr (r.a.) bir hutbe daha irad edip bu hutbesinde halka Mekke'ye nasıl döneceklerini ve cemrelere nasıl taş atacaklarını ve diğer hac menâsikini anlattı. Hutbe sona erince Hz. Ali de Berâe Sûresini okudu."[470] Ancak Nesâî'nin rivayet ettiği bu hadi­sin senedinde Abdullah b. Osman b. Huseyn vardır. Ali b. el-Medînî'ye göre bu zatın naklettiği hadisler makbul değildir.

Hanefî ulemâsıyla İmam Mâlik'e göre hacda üç defa hutbe okunur:

1. Zilhiccenin yedinci günü Mekke'de irad olunur ki, bu hutbede hal­ka Minâ'ya gidişin âdab ve ahkâmı anlatılır.

2. Arafe günü Arafat'ta irad olunur ki, bunda da Müzdelife'de yapı­lacak vakfe'nin, cemreleri atmanın, kurbanın ve tavafın hükümleri anlatılır.

3. Minâ'da Zilhicce'nin onbirinci günü irad olunur. Bunda Allah'a hamd edilerek hac menâsikinin faziletinden bahsedilip halk ibâdete teşvik edilir, günahlardan sakındırılır.

İmam Züfer'e göre bu hutbeler terviye, arafe, bayram günlerinde iradedilmelidir.[471]

İmam Ahmed'e göre birincisi arafe günü ikincisi bayramın birinci gü­nü, üçüncüsü de Zilhicce'nin onikinci günü olmak üzere üç hutbe irad edi­lir. Bütün bu açıklamalardan anlaşılıyor ki Hanefî ulemâsı ile İmam Mâ­lik ve Şafiî'ye göre, imamın yahud hac emirinin Zilhiccenin yedinci günü Mekke'de öğle namazından sonra bir hutbe okuması ve bu hutbede hac menâsikinden Minâ'ya varıştan ve orada gecelemekten ve Arafat'ta yapı­lacak görevlerden bahsetmesi sünnettir. Delilleri ise, İbn Ömer'den rivayet olunan şu hadis-i şeriftir. "Peygamber (s.a.) Terviye gününden bir gün önce halka hitabederek onlara hac ibâdeti hakkında açıklama yaptı."[472]

Eğer bu hutbenin irâd edildiği Zilhicce'nin 7. günü cuma gününe tesadüf edecek olursa söz konusu hutbe cuma namazından sonra okunur. Cuma hutbesinin okunmuş olmasından dolayı tyu hutbe terk edilmez. Çünkü bu hutbenin namazdan sonra okunması sünnettir. Cuma hutbesi ise, na­mazdan önce okunur. İmam Ahmed ise bu hutbeden bahsetmiyor. Çünkü O'na göre bu hutbeye mesned teşkil eden İbn Ömer hadisi sahih değilidr. Gerçekte ise, sözü geçen hadis hasen bir senetle rivayet olmuştur. Bilindiği gibi Resul-i Ekrem Efendimizin Arafe günü Arafat'ta irad ettiği hutbenin metni  1905 numaralı hadis-i şerifte geçmiştir.[473]

 

62. Arafat'ta Vakfe Yapılacak Yer

 

1919. ...Yezîd b. Şeybân'dan; demiştir ki: Biz Arafat'ta Amr (b. Abdullah b. Safvân)'ın imam(ın vakfe yerin)den uzak saydığı bir yerde iken,  İbn Mirba' el-Ensarî yanımıza gelip:

Ben Resûlullah (s.a.)'iii size (gönderilen) elçisiyim. (O size); "İbâdet yerlerinizin üzerinde olun. Gerçekten siz atanız İbrahim'­den kalma bir miras üzerinde bulunuyorsunuz" buyuruyor, dedi.[474]

 

Açıklama

 

"Arafat'ta vakfe yaparken imamın durduğu yer"den maksat, Resûl-i Ekrem (s.a.)'in vakfe yaparken bulunduğu yerdir. Gerçekte burası Arafat'ın ortasındaki Cebel-i Rahme'nin eteğinde bulunan kayaların olduğu yerdir. Arafat'ın her yerinde vakfe yapmak caiz olmakla beraber vakfeyi burada yapmak müstehabtır. Halkın başka yerde vakfe yapılmaz zannıyla Cebel-i Rahme'nin tepesine çıkmaları doğru de­ğildir. Çünkü Arafat sınırlan içinde kalan her yerde vakfe yapılabilir.[475] Veda Haccında Arafat'ta vakfe yaparken Resul-i Ekrem'in durduğu Cebel-i Rahme'den uzakta bulunan kimseler, Amr b. Abdillah b. Safvân'ın; "Biz Resûlullah'ın bulunduğu yerden çok uzakta duruyoruz," demesinden do­layı vakfelerinin kabul olunmayacağı endişesine kapıldılar. Resûlullah (s.a.) onların bu endişesini gidermek için İbn Mirba'ı kendilerine elçi olarak gönderip; Hz. İbrahim'in dininde Arafat'ın her tarafında vakfe yapmanın caiz olduğunu müslümanların da Hz. İbrahim'in dini üzerinde olduklarım bildirmiştir. VeyaHut da Resûlullah'ın kendilerine elçi göndermesinin se­bebi, bulundukları yerin ataları Hz. İbrahim'in vakfe yaptığı yer olduğu­nu bildirmektir.[476]

 

Bazı Hükümler

 

Arafat'ın sınırları içinde bulunan her yerde vakfe yapılabilir. Çünkü Resûlullah (s.a.); "Arafat'­ın her tarafı vakfe yeridir. Fakat (Urane Arafat'tan değildir). Urane'de durmayınız" buyurmuştur.[477] İmam Mâlik'in dışında tüm ilim adamları Urane vadisinde vakfe yapmanın caiz olmadığını söylemişlerdir.[478] İmam Mâlik'e öre burada vakfe yapan kimsenin haccı sahihtir, fakat üzerine kurban lâzım gelir.[479]         

 

63. Arafat'tan (Müzdelîfe'ye) Hareket

 

1920. ...İbn Abbâs'tan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) (hayvanı­nın) arkasında Usâme (b. Zeyd) olduğu halde (Arafat'tan Minâ'ya) ağır ağır indi ve;

"Ey İnsanlar! Yavaş olunuz. Çünkü at(ları) ve develeri koştur­mak hayır değildir" buyurdu. (İbn Abbâs) dedi ki: Artık ben Müzdelife'ye varıncaya kadar (hayvanların) şahlanıp koştuklarını görmedim.

(Diğer râvi) Vehb (de bu hadise şunları) ilave etti: Sonra (hay­vanının) arkasına el-Fadl b. Abbas'ı bindirdi ve; "Ey insanlar, at(ları) ve deve(leri) koşturmak hayır değildir. Yavaş olunuz" buyurdu. (İbn Abbâs) dedi ki: Artık ben Minâ'ya varıncaya kadar (hayvanların koşmak için) ön ayaklarını kaldırdıklarını görmedim.[480]

 

Açıklama

 

Buhârî'nin rivayetinden anlaşıldığına göre Peygamber (s.a.) Veda Haccında Arafat'tan  Müzdelife'ye  hareket  edilirken arkadan gelmekte olan bazı hacıların bağırıp çağırarak develerini döğdüklerini görünce bu sözü söylemiştir. Hanefî ulemâsından Aliyyü'l-Kârî'nin beyânına göre Resul-i Ekrem Efendimiz bu sözüyle "Hayvanlara eziyet etmek gibi dince yasak edilen hareketlerle ne kadar da acele edilse hayra erişilemez. Aslında hayırda yarışmak ve hayra koşmak dince mak­bul bir harekettir. Fakat bu hayra koşuş aynı zamanda bir günâhı irtikâbı da beraberinde getirmemelidir" demek istemiştir.[481]

Resul-i Ekrem Efendimizin hayvanları zorlayarak koşturmayı yasak­laması üzerine bu hayvanların bir daha koştuklarının görülmemesinden, sürücülerinin onları bundan sonra zorlamadıkları anlaşılıyor.

Metinde iki defa geçen "Artık ben Müzdelife'ye varıncaya kadar hay­vanların şahlanıp koştuklarını görmedim" sözü tbn Abbas'a ait olabilece­ği gibi, Üsâme b. Zeyd'e ait de olabilir. Çünkü Ahmed b. Hanbel'in riva­yetinde bu sözün Hz. Üsâme'ye ait olduğu belirtiliyor.[482]

 

Bazı Hükümler

 

1. Arafat'tan Müzdelife'ye giderken hacıların vakar ve sükunet içerisinde hareket etmesi sünnet­tir.

2. Kuvvetli hayvana iki kişinin binmesi caizdir.[483]

 

1921. ...Kureyb'in haber verdiğine göre, kendisi Üsâme b. Zeyd'e;

Resûlullah (s.a.)'ın (hayvanının) arkasına bindiğin gece nasıl hareket ettiniz? -yahut- ne yaptınız? diye sormuş. O da (şöyle) demiş:

Halkın gece istirahati için develeri çöktürdükleri dağ yoluna geldiğimiz zaman Resûlullah (s.a.)'de devesini çöktürdü, de küçük abdest bozdu.

Züheyr (Hz. Üsâme'den bu hadisi naklederken); "su döktü" demedi, de "küçük abdest bozdu" tabirini kullandı, Hz. Üsâme söz­lerine şöyle devam etmiş.

Sonra abdest suyu isteyip gayet hafif bir abdest aldı. Ben (ken­disine):

Ya Resûlullah! Namaz (vakti geldi), dedim,

"Namaz ilerdedir", diye cevap verip (devesine) bindi. Nihayet Müzdelife'ye geldik. (Orada) akşam namazı (için) ikâmet (edilmesi­ni emr)etti (ve akşam namazını edâ etti). Sonra halk konak yerlerin­de develerini çökerttiler ama yüklerini çözmemişlerdi. Nihayet yatsı namazı (için) ikâmet (edilmesini emr) etti ve (yatsıyı da ) edâ etti. Sonra halk (yüklerini) çözdüler.

Muhammed (b. Kesîr) bu hadîse (şunları da) ilâve etti: Ben (Üsâme'ye):

Sabahladığınız zaman ne yaptınız" diye sordum. Üsâme: (Bu sefer) onun terkisine Fadl b. Abbâs bindi. Ben yaya ola­rak Kureyş'in önden gidenleriyle birlikte yola düştüm, diye cevap verdi.[484]

 

Açıklama

 

"Muarras" kelimesi "yolcunun istirahat için indiği yer" anlamma gelir.Bu  hadis  Müslim'in  Sahih'inde,   "halkın akşam namazı için devlerini çöktürdükleri dağ yoluna geldik" anlamı­na gelen sözlerle rivayet edilmiştir.

Buhârî'nin Sahih'ide ise, "Atâ dedi ki: Peygambe r(s.a.) Usâme'yi terkisine aldı ve bugünkü halifelerin akşam namazı kıldıkları yere geldi."[485] anlamına gelen lafızlarla rivayet olunmuş ve Atâ "bugünkü halifeler" derken kendi devrindeki Emevî halîfelerini kastetmiştir. Müslim'in bu rivayetinde geçen "akşam namazının dağ yolunda kılınması" meselesi, önce konumu­zu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisine aykırıdır. Çünkü konumuzu teşkil eden hadis-i şerifte geçen "Namaz ilerdedir" sözü, Resûl-i Ekrem'in akşam namazım sözü geçen dağ yolunda kılmadığını ifâde ediyor. Müslim'in ri­vayetinde ise, Emevî halifelerinin akşam namazını burada kıldığı ifâde ediliyor.

Ayrıca müslim'in bu rivayeti yine Buhârî tarafından nakledilen "Ab­dullah b. Ömer Resûl-i Ekrem'in izlemiş olduğu dağ yolunu geçtikten son­ra Müzdelife'de akşam ile yatsıyı birleştirerek kılardı. Müzdelife'ye gelin­ce orada cemreleri toplar, sonra abdest alırdı. Müzdelife'ye girinceye ka­dar namaz kılmazdı."[486] anlamındaki hadis-i şerife de aykırıdır, el-Fâkıhî'nin İbn Ebî Necih'den rivayetine göre Hz. İkrime akşam namazını dağ yolunda kılan kimselerin bu uygulamasına karşı çıkarak onlara "Re-sûlullah (s.a.) dağ yolunu kendisine hela olarak seçmişti, siz ise orayı kendinize akşam namazı için mescid edindiniz."[487] demiştir. Sözü geçen dağ yolundan maksat bugünkü hacıların Müzdelife'ye giderken tâkibettikleri yoldur. Hafız İbn Hacer Buhârî'nin bu hadisini açıklarken "Müzdeli­fe'de akşam namazı ile yatsıyı birleştirerek kılmayan kimselerin bu hare­ketini de Resul-i Ekrem'in sözlerine ve fiillerine aykırı olduğu için ben reddediyorum." demektir.

Metinde Hz. Züheyr'in Usâme'den duyduğu sözü hiç değiştirmeden "küçük abdest bozdu" diye nakletmesinden bahsetmesi, Hz. Züheyr'in bu hadisi işittiği gibi dikkatli bir şekilde rivayet ettiğini bazı kelimeleri yumuşatarak nakletme yoluna gitmediğini anlatmak içindir. Gerçekten işi-tileni aynen rivayet etmek ilke ve prensibi bir tarafa atılacak olsaydı, "kü­çük abdest bozdu" tâbiri yerine "su döktü" tâbirini kullanmak daha uy­gun olurdu.

Resûlullah'ın aldığı "hafif abdesf'ten muradın ne olduğu ulemâ ara­sında ihtilaflıdır. Bazılarına göre abdest organlarını birer kerre yıkayarak abdest almıştır.                                                                             .

Bazıları "abdest" kelimesini lügat mânâsında kullanarak "bazı uzuv­larını yıkamıştır" demişlerse de, bu uzak bir ihtimaldir. Hele "Buradaki abdest almaktan maksat taharetlenmektir," diyenlerin görüşü son derece uzak bir ihtimâldir. Çünkü biraz sonra Hz. Usâme'nin "Ya Resûlullah namaz vakti geldi" demesi, Resul-î Ekrem'in abdestli olduğunu ve birinci görüşün daha isabetli olduğunu gösterir. Bununla beraber 1925 numaralı hadis Resûl-i Ekrem'in Müzdelife'ye varınca yeniden bir abdest daha aldı­ğını ifâde ediyor.

Resûlullah (s.a.)'in hafif abdest almasını Müzdelife'ye hareket için acele ettiğine hamledenler de vardır. 1905 numaralı hadis-i şerifte de be­yân edildiği gibi Veda haccında Peygamber Efendimiz Müzdelife'ye varın­ca (orada akşamla yatsıyı birleştirerek bir ezan ve iki ikametle kılmış ve bu iki namaz arasında hiçbir nafile nama? kılmamıştır."

Bazıları birleştirilerek kılınan bu iki vaktin arasında namaza aykırı bir işle meşgul olmanın namazı bozacağı görüşünden hareket ederek me­tinde geçen "ama yüklerini çözmemişlerdi" cümlesine "tamamen yerleri­ne yerleşmemişlerdi" mânâsı vermişlerdir ki, bu mümkündür. Fakat me­tinde geçen "sonra halk konak yerlerinde develerini çökerttiler" cümlesi­nin gerçek ve zahirî-mânâsında kullanıldığı düşünülürse, Müzdelife'de bir­leştirilerek kılmanın bu iki namaz arasında kısa süreli bir meşguliyette bu­lunmanın bu namazları birleştirerek kılmaya engel teşkil etmediği an­laşılır.[488]

 

Bazı Hükümler

 

1. Hz. Peygamber Veda Haccında Arafat'tan Müzdelife’ye  giderken bir ara yolda def-ı hacet için inmiştir. Bunun hac menasikiyle bir ilgisi yoktur. Tabiî ve beşerî bir ihti­yaç olmaktan öte bir anlamı yoktur.

2. Hacıların Müzdelife'ye varmadan akşam ve yatsı namazlarını kıl­maları caiz değildir. Eğer kılacak olurlarsa, İmam Ebû Hanife ile İmam Muhammed'e göre bu namazların iadesi gerekir. Çünkü hadisle sabit olan vakit girmeden kılınmıştır.[489] Buı görüşten hareket ederek İmam Ebû Ha-nîfe ile İmam Muhammed "Bu iki namazın birleştirilerek yatsı vaktinde kılınmalarının caiz olabilmesi içiin Müzdelife'de kılınmaları ve hacının,ih-ramlı olması şarttır," demişlerdir.

İmam Mâlik'e göre ise, bu .iki namazı birleştirerek kılmanın caiz ol­ması için, Arafat'ta imamla birlikte vakfe yapılmış olması, özürsüz olarak imamla birlikte Arafat'tan hareket edilmiş olması ve bu namazların Müz­delife'de yatsı vakti girdikten sonra birleştirilerek kılınması şarttır. Eğer şafak kaybolmadan bir başka ifâd eyle yatsı vakti girmeden kılınacak olur­larsa, yatsı namazı fasit olur. Bu bakımdan yatsının yeniden kılınması icab eder. Akşamı da yeniden kılmak menduptür. Eğer şafak kaybolduk­tan sonra fakat Müzdelife'ye varmadan önce kılınacak olurlarsa, Müzdelife'ye varınca ikisini birden iade etmek mendup olur. Hanefî ulemâsından imam Ebû Yusuf, İmam Şafiî ve İmam Ahmed'e göre ise, bu namazların birleştirerek kılınabilmeleri için sadece müsâfir olmak yeterlidir. Binaena­leyh şer'an yolcu sayılan bir kimsenin bu namazları akşam veya yatsı vak­tinde Müzdelife'de veya Müzdelife haricinde birleştirerek kılması caizdir. Netice olarak imam Ebû Yûsuf, Şafiî ve îmam Ahmed'e göre bu iki na­mazı birleştirerek kılmanın sebebi müsâfirliktir. Diğer imamlara göre ise, hac için ihrama girmiş olmaktır.

3. Müzdelife'de akşamla yatsı namazını birleştirerek yatsı namazı vak­tinde kılmak caizdir.[490]

 

1922. ...Ali (r.a.)'den; demiştir ki: Sonra Üsâme'yi terkisine aldı ve devesini âdi yürüyüşte sürmeye başladı. Halk ise, develerin sağına-soluna vurmaktaydılar. Resülullah (s.a.) onlara dönüp bakmadan:

"Ey insanlar! Sakin olunuz" diyordu güneş batınca (Müzdeli­fe'ye ) hareket etti.[491]

 

Açıklama

 

"Rasûlullah (s.a.) onlara dönüp bakmıyordu" cümlesi Tirmizi, İmam Ahmed ve Beyhâkî'nin rivayetlerinde "Resûlullah ı (s.a.) onlara bakıp diyordu:.." şeklindedir. Bu durum rivayetler arasında çelişki bulunduğu anlamına gelmez. Çünkü Resul-i Ek­rem bazan dönüp onlara bakmış bazan da hiç dönüp bakmamıştır. Resul-i Ekrem'in onlara dönüp baktığını gören kimseler; "Resul-i Ekrem onlara dönüp bakıyordu" diye rivayet ederlerken dönüp baktığını görmeyen kimseler de "onlara dönüp bakmıyordu" şeklindedir. Bununla beraber metin­de geçen bu "Resülullah (s.a.) onlara dönüp bakmıyordu" cümlesine "Resûlullah onların bu şekildeki acele yürüyüşlerine bakmadan ve aldırış et­meden devesini normal yürüyüşle sürüyordu" şeklinde mânâ vermek de mümkündür.[492]

 

Bazı Hükümler

 

1. Arafat'tan Müzdelife'ye giderken acele etmeden sükunet ve vakar içerisinde ve normal yürü­yüşle hareket etmek sünnettir.

2. İmam veya hac emiri cemaate bu durumu hatırlatmalıdır.

3. Arafat'tan Müzdelife'ye güneş batmadan hareket etmemelidir.[493]

 

1923. ...Urve'den; demiştir ki: Ben (birgün Üsâme b. Zeyd ile) otururken Üsâme b. Zeyd'e:  

Resûlullah (s.a.) Veda Haccında (Arafat'tan Minâ'ya) gider­ken nasıl yürüyordu? diye soruldu. O da:

Orta bir yürüyüşle yürürdü, meydan buldu mu koştururdu, di­ye cevap verdi.[494]

Hişâm dedi ki: Nass (denilen yürüyüş), anak (denilen yürüyüş)den daha hızlıdır.[495]

 

Açıklama

 

Bu  hadis   1921   numaralı  hadisin bir  parçasıdır.Hadisin  bütününü  görmek  için  1921  numaralı  hadise bakı-

labilir. "Anak" kelimesi, hayvanın kendi halinde bırakıldığı zamanki ta­bii yürüyüşü için kullanılır. "Nass" kelimesi aslında hayvanı kuvvetlice ve olanca hızıyla koşturmak anlamına gelirse de burada İbn Hişam'ın da açıkladığı gibi hayvanın normal yürüyüşünden daha hızlıca yürümesi anla­mında kullanılmıştır. Türkçemizde hayvanın bu tür yürüyüşünü ifâde etmek için "tırısa kalkmak" tâbiri kullanılır. İbn Battâl'a göre, "Arafat'­tan Müzdeüfe'ye gidilirken acele edilmesinin sebebi vaktin darlığıdır. Çünkü hacıların akşamla yatsı namazını Müzdelife'de kılmaları icabettiği halde Arafat ile Müzdelife arasında üç millik bir mesafe vardır.[496]

 

Bazı Hükümler

 

1. Resûl-i Ekrem (s.a.) Arafat'tan Müzdelife'ye girerken  yolun durumuna göre bazan  yavaş,  bazan orta, bazan da ortanın üstünde bir hızla hareket etmiştir.

İbn Abdilberr'in beyânına göre bu yolculukta acele etmesinin sebebi Müzdelife'de yatsı vaktinde kılınacak olan akşam namazıyla yatsı namazı­na yetişmektir. Bu yolculukta bu şekilde hareket edilirken iki nokta gözetilir:

a. Kalabalık yerlerde yavaş hareket etmekte sükûnet ve yakar gözetilir.

b. Meydan müsait olunca da namaza yetişmek gayesiyle acele edilir.

2. Selef-i Salihîn kendilerine örnek almak için Resûl-i Ekrem'in her hareketini araştırmaya büyük bir önem verirlerdi.[497]

 

1924. ...Usâme (r.a.)'den; demiştir ki: Ben (Arafat'tan Müzdelife'ye gidilirken) Peygamber (s.a.)'in terkisinde idim. (O gün Pey­gamber Efendimiz) güneş batınca (Arafat'tan Müzdelife'ye) hareket etti.[498]

1925. ...Abdullah b. Abbas'ın azatlısı Kureyb, Usâme b. Zeyd'i şöyle derken işitmiştir:Resulullah (s.a.) Arafat'tan (Miizdelife'ye) hareket etti. Dağ yoluna varınca inip küçük abdestini bozdu ve ha­fif bir abdest aldı. Ben kendisine,

Namaz (kılacak mısın?) dedim.

"Namaz ilerdedir (namaza daha var)" buyurdu ve hemen hayvanına bindi. Müzdelife'ye gelince inip güzelce bir abdest aldı. Son­ra namaz (için) ikâmet edildi. Hemen arkasından akşam namazını eda etti. (Namazdan) sonra herkes devesini olduğu yere çökertti. Sonra yatsı namazı (için) ikâmet edildi. Hemen arkasından yatsıyı edâ etti. Bu iki namaz arasında başka bir namaz kılmadı.[499]

 

Açıklama

 

1921  numaralı hadis-i şerifin  şerhinde de açıkladığımız gibi Resul-i Ekrem'in 'hafif bir abdest almasından mak-

sad abdestli bulunmak gayesiyle abdest organlarım sadece birer kere yıka­yarak abdest almasıdır. Her ne kadar İbn Abdilberr "buradaki hafif ab­dest almaktan maksad, istilânı mânâda abdest almak değil, sözlük anla­mında temizlik yapmak, eli yüzü yıkamaktır," demişse de, Buhârî'nin ri­vayet ettiği "küçük abdestini bozdu, sonra ben abdest suyunu döktüm, hafifçe abdest aldı"[500] anlamındaki hadis-i şerif, Resul-i Ekrem'in dağ yo­lunda aldığı abdestin, abdest organları birer kere yıkanarak alınan bir ab­dest olduğunu ve buradaki abdest kelimesinin sözlük anlamında değil, isti­lânı anlamda kullanıldığını ifâde eder.

"Namaz ileridedir" sözü, "namazı Müzdelife'de kılacağım" demek­tir. Akşam namazı kıldıktan sonra halkın develerini çöktürmeleri daha önce de ifâde ettiğimiz gibi hayvanlara olan merhametlerinden ileri gel­miştir. Bu da gösteriyor ki, Müzdelife'de akşam namazıyla yatsı namazını birleştirerek kılarken iki namaz arasında kısa süreli olmak şartıyla bir işle meşgûlı olmak söz konusu namazların sıhhatine zarar vermez. 1921 numa­ralı hadis~i şerifte "halkın develerini çöktürmesinden sonra yatsı namazına durulup namazdan sonra develerin yüklerini indirilmesi'nden bahsedil-memesinde Rasûl-i Ekrem'in bu namazlarda kıraati kısa kestiğine bir işaret vardır. Çünkü ashabın develere olan merhameti develerin.namaz süresince ayakta durmalarına dahi müsaade etmediğine göre bu merhametin, deve­lerin uzunca sürecek olan bir namaz boyunca yük altında kalmalarına asla müsaade edemeyeceği aşikârdır. Ancak kıraatin çok kısa olacağını ve do­layısıyla namazın kısa süreceğini bildikleri için develerin namaz bitinceye kadar yük altında kalmalarında bir sakınca görmemişlerdir.

İki namaz arasında başka bir namazın kılınmadığından bahsedilesi, bu namazları sanki bir namaz gibi arka arkaya ve ara vermeden kılmanın vâcib olduğunu gösterir. Çünkü eğer bu iki namaz arasında başka bir namaz kılmak bu namazların sıhhatine zarar vermeseydi, Resul-i Ekrem müekked olan sünnetleri iki namaz arasında kılmayı terk etmezdi.[501]

 

Bazı Hükümler

 

1. Müzdelife'de birleştirilerek yatsı vaktinde kılınan akşam ile yatsı namazlarını Muzdelıfe dı­şında kılmak caiz değildir. Eğer kılınacak olursa iadesi gerekir. Çünkü metinde geçen "namaz ileridedir" sözü, bunu ifâde eder. Biz bu konudaki ayrıntıları 1921 numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekra­ra lüzum görmüyoruz.

2. Müzdelife'de akşam namazı ile yatsı namazı birleştirilerek kılınır­ken iki namaz arasında kısa süreli bir iş yapmak bu namazların sıhhatine bir zarar vermez.

3. Müzdelife'de kılınan söz konusu namazlar için sadece bir ikâmetle yetinilebilir. Yeni kavlinde İmam Şafiî ve İmam Ahmed de bu görüştedir­ler. Diğer mezhep imamlarının bu konudaki görüşlerini 1906 numaralı ha­disin şerhinde açıklamış bulunmaktayız.[502]

 

1925/1. ...Yâkub b. Asım b. Urve, eş-Şerîd (r.a.)'ı şöyle der­ken işitmiştir: Ben (Arafat'tan Müzdelife'ye) Resûlullah (s.a.) ile birlikte gittim. Müzdelife'ye varıncaya kadar ayağı hiç yere değmedi.[503]

 

Açıklama

 

Ebû  Dâvûd  nüshalarının pek çoğunda  bulunmayan bu hadis Resul-i Ekrem'in Müzdelife'ye varıncaya kadar hiç

hayvandan inmediğini ifâde ediyor.[504]

 

64. Müzdelife'de Namaz

 

Arafat'tan sonra ikinci bir vakfe için halkın toplandığı bir yer olması bakımından Müzdelife'ye "cem"' adı da verilir. Burası-vaktiyle Ebrehe ordusu'nun fillerinin geçmekten âciz kaldığı, tehassür ve nedamete uğradığı "Muhassır" denilen yerden başlayan, doğuda ise iki dağ arasında bir yoldan ibaret olan ve "Mi'zemeyn vadisi" denilen yere kadar uzanan 4 km. uzunluğunda bir yerdir. Müzdelife'de "Kuzeh dağı" üzerinde Meş'ar-ı Haram denilen ve zirvesinde "mîkâde" adı verilen bir tepe vardır. Müzde­life'de yapılan vakfenin Meş'ar-i Haram yakınında yapılması sünnettir.[505]

 

1926. ...Abdullah b. Ömer'den rivayet olunduğuna göre, Resûlullah (s.a.) akşam ile yatsı namazlarını Müzdelife'de birlikte kıl­mıştır.[506]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif Müzdelife'de akşam ile yatsı namazlarını birleştirerek kılmanın meşru olduğuna delâlet etmektedir. İki namazı bu şekilde birinin vakti geçtikten sonra kılmaya "cem-i te'hîr" denir.

Hanefî mezhebine göre, hacda Arafe günü akşam ile yatsı namazları­nı bir ezan ve kametle, yatsı vakti girdikten sonra Müzdelife'de cem-i te'hîr ile kılmak vâcibtir. Cem-i te'hîrin yapılabilmesi için-de şartlar vardır:

a. Hac İçin ihrama girmiş olmak;        

b. Arafeyi bayrama bağlayan gece Müzdelife'de olmak,

c. Yatsı vakti girmiş olmak.

Cem'-i te'hirde cemaat şart değildir. Cemaatle kılanların cem yap­maları vâcibdir. Birlikte kılınan söz konusu iki namaz arasında başka bir namaz kılınması mekruhtur. Bu bakımdan akşam namazının sünnetiyle yatsının ilk sünneti kılınmaz. Sevrî ile Dâvûd-ı Zâhirî'ye göre de bu iki namazın birleştirilerek kılınması vâcibtir. Bunların dışında kalan diğer ule-ma'ya göre ise, sözü geçen namazları Müzdelife'de birleştirerek kılmak sünnettir. Daha önce de ifâde ettiğimiz gibi Hanefî ulemâsından Ebû Yû­suf ile imam Şafiî ve İmam Ahmed'e göre bu namazları birleştirerek kıl­manın sebebi müsafirlik olduğundan, dinen müsâfir sayılmayan bir kimse­nin bu namazları bileştirerek ve kısaltarak kılması caiz değildir. Bunların dışında kalan ilim adamları içinse bu namazları kısaltarak ve birleştirerek kılmanın şartı müsafirlik (yolculuk) değil, hac için ihrama girmiş olmak­tır. Çünkü Resul-i Ekrem (s.a.) Müzdelife'de bu namazları kısaltarak ve birleştirerek kılarken müsâfir olanlarla olmayanı ayırdetmemiştir. Eğer mü­safirlik şartı aransaydı, Resûl-i EKrem'in bu durumu açıklaması icab ederdi.[507]

 

1927. ...(Önceki hadis aynı) senediyle ve manasıyla Zührî'den de rivayet olunmuştur. İbn Ebî Zi'b dedi ki:

(Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bu namazları) birer ikâ­metle birleştirerek kıldı.

Ahmet (b. Hanbel) dedi ki:

Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) her'(iki) namazı birtek ikâmetle kıldı.[508]

 

Açıklama

 

Bu hadis Buhârî ile Nesâî'de; "Peygamber (s.a.) akşam ile yatsıyı  Müzdelife'de  her  biri  için  bir ikâmet  getir­tip birleştirerek kıl(dır)dı. Aralarında ve arkalarında nafile bir namaz kıl­madı şeklindedir. Bu hadisle ilgili açıklama bir önceki hadisin şerhinde geçmiştir.[509]

 

1928. ...(Bir önceki hadisin) mânâsı Hammâd'dan da (rivayet olunmuştur. Hadisi rivayet eden Şebâbe b. Süvâr) dedi ki:

(Resulullah sallalahu aleyhi ve sellem akşam ve yatsı namazla­rını) her birisi için bir ikâmet getirip birleştirerek kıldı. Birincisi için ezan okunmadığı gibi hiç birisinin arkasında tesbihât da okumadı.

Mahled (de şöyle) dedi:

Onlardan hiçbirisi için ezan okumadı.[510]

 

Açıklama

 

“Birincisi  için ezan  okumadı"  sözünden  maksat  Müzdelife'de yatsı namazı ile beraber kılınan akşam namazı için ezan okumadığını dolayısıyla söz konusu namazların ezansız kılın­dığını ifâde etmektedir. Çünkü ilk defa eda edilen akşam namazı için ezan okunmayınca onun arkasından kılınan yatsı için de okunmadığını söyle­meye lüzum yoktur. Zira ezan okunmuş olsaydı, ilk kılınacak olan akşam namazından önce okunurdu.[511]

 

Bazı Hükümler

 

1. Müzdelife'de birleştirilerek kılınan akşam ve yatsı  namazları  için  sadece bir  ikamet  getirilir, ezan okunmaz. Ancak bu hadis "Resûl-i Ekrem'in Veda Haccında Müz­delife'de akşam namazı ile yatsı namazını bir ezan ve iki ikâmetle birleşti­rerek kıldığım" ifâde eden 1905 numaralı hadise aykırı olur. Bilindiği gibi manası olumlu bir hadis, olumsuz anlam taşıyan hadise tercih edildiğin­den 1905 numaralı hadis bu hadise tercih edilir.

2. Birleştirilerek kılınan namazlar peşi-peşine edâ edilir, aralarında başka bir namaz kılınmaz. Bu hususta ulemâ ittifak etmiştir. Yalnız na­mazların bu şekilde kılınması şart mıdır, değil midir? meselesi ihtilaflıdır. Şâfiîlere göre, sünnettir. Bazılar ma göre de şarttır, fakat cem-i takdim sünnetiyle Arafat'ta kılınan öğle ve ikindi namazlarını aralıksız olarak peşi-peşine kılmak şarttır. Bu konuda ittifak vardır. Şafiî mezhebine göre hac­da akşamla yatsı namazını Arafat'ta akşam namazı vaktinde birleştirerek kılmak caiz olduğu gibi, Müzdelife yolunda veya herhangi bir yerde bir­leştirerek kılmak veya her ikisini de kendi vaktinde kılmak da caizdir. Lâkin Müzdelife'de yatsı vaktinde birleştirerek kılmak daha faziletlidir.[512] Bu mevzuyu 1921 numaralı hadisin şerhinde açıkladık.[513]

 

1929. ...Abdullah b. Mâlik'den; demiştir ki: İbn Ömer'le bera­ber (Müzdelife'de) akşam namazını üç (rekat), yatsıyı da iki rekat olarak (birleştirip) kıldım. Mâlik b. el-Hâris Abdullah b. Ömer'e:

Bu namaz da nedir? dedi. O da:

Ben bunları Resûlullah (s.a.)'le birlikte burada (bu şekilde) bir ikâmetle kıldım, diye cevap verdi.[514]

 

Açıklama

 

Bu hadis Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde; "Abdullah b. Ömer’e Hâlid b Mâlik dedi ki:” şeklinde riva­yet edilmiştir.[515] Ebû Davud'un rivayetinde "Mâlik b. el-Hâris" diye ge­çen bu zat, Hz. İbn Ömer'e "Bu namaz da nedir?" diye sormakla akşam namazıyla yatsı namazının bir ikâmetle birleştirilerek kılınmasını yadırga­dığını ifâde etmek istemişse de Hz. İbn Ömer sözü geçen namazları bu şekilde kılmanın Resûl-i Ekrem'in sünnetiyle sabit olduğunu söyleyerek onu ikna etmeye çalışmıştır.[516]

 

Bazı Hükümler

 

1. Hacı adayları Müzdelife'de akşamla yatsı namazlarım yatsı namazı vaktinde akşam namazın­dan önce getirecekleri bir ikâmetle birleştirerek kılarlar. İmam Şevrî ile İmam Ahmed bu görüştedirler. Ancak bir önceki hadisin şerhinde de ifâ­de ettiğimiz gibi sözü geçen namazların bir ezan iki ikâmetle kılındığını ifâde eden 1905 numaralı hadis-i şerif bu hadise tercih edilir. Çünkü 1905 numaralı hadis bu hadiste olmayan bazı fazlalıkları ihtiva etmektedir. Si­ka râvilerin rivayet ettikleri ilâveler makbuldür. Ayrıca 1905 numaralı ha­dis müsbettir. Bu hadis ise bir ezan ile ikinci bir ikâmetin varlığını nefyet­mektedir. İsbat hadisleri Nefy hadislerine tercih edilir

2. "Akşam namazını üç, yatsıyı da iki rekat olarak kıldım" sözü bir hacı adayının dinen müsâfir sayılamayacak kadar kısa bir yolculuğa çıkmış bile olsa, bayram gecesi Arafat'ta akşamla yatsıyı birleştirerek kıla­cağına işarettir. İmam Mâlik ile Evzâî ve İbn Uyeyne'nin görüşü budur. Sözü geçen imamlara göre bir hacı adayı mukim olmadıkça Minâ'da, Mek­ke'de, Müzdelife'de ve Arafat'ta dört rekatlı namazları kısaltarak kılar. Çünkü onlara göre buralarda sözü geçen namazları kısaltarak kılmanın sebebi yolculuk değil, hac veya umre için ihrama girmiş olmaktır. Delilleri ise konumuzu teşkil eden hadis-i şerîf ile İbn Ömer (r.a.)'den rivayet olu­nan şu hadis-i şeriftir:

"Resülullah (s.a.) Minâ'da namazı iki rekat kıldı, ondan sonra Ebû Bekir, Ebû Bekr'den sonra Ömer ve hilâfetinin ilk zamanlarında Osman da hep ikişer rekat kıldılar. Bir müddet sonra Osman, dört rekat kılmağa başladı. îbn Ömer imamla kıldığı vakit dört, yalnız kıldığında iki rekat kılarmış."[517]

İbn Mesud (r.a.)'da şöyle dermiş: "Ben Resülullah (s.a.)'la Minâ'da namazı iki rekat kıldım. Ebû Bekr es-Sıddîk' ile Minâ'da namazı iki rekat kıldım. Ömer b. Hattâb'la da Minâ'da namazı iki rekat kıldım"[518] Bu hadisle ilgili olarak İmam Tirmizî şunları söylüyor: "İlim adamları Mek-kelilerin Minâ'da namazı kısaltmaları meselesinde ihtilâf ettiler. Bazı ilim adamları şöyle diyorlar: "Mekkeliler için Minâ'da namazı kısaltmak yok­tur. Minâ'da ancak seferi olanlar (namazı kısaltabilirler)" Bu İbn Cüreyc, Süfyan es-Sevrî, Yahya b. Said el-Kattân, Şafiî, Ahmed ve İshak'ın görü­şüdür. Kimi ilim adamları da şöyle diyorlar: "Mekkelilerin Minâ'da namazı kısaltmalarında bir sakınca yoktur" el-Evzaî, Malik, Süfyan b. Uyeyne ve Abdurrahman b. Mehdî de bu görüştedir."[519]

İbnu'l-Münzir'e göre kısa yoldan gelen kimselerin buralarda dört rekatlı namazları kısaltarak kılmalarının hikmeti, Allah'ın buralarda bulu­nan kullarına özel olarak lütufta bulunması ve fazlu ihsanını izhar etmesi­dir. Allah teâlâ bu özel lütfunun bir neticesi olarak buralarda bulunan kullarının kısa yolculuklarını bile uzun yolculukmuş gibi kabul etmiş ve buralara gelen kişilerin yolculuklarım, başlı başına üç ayrı yolculuk olarak değerlendirmiştir:

a. Arafat bölgesinden olup da Müzdelife'ye gelenlerin yolculuğu çok kısa olmasına rağmen, dört rekatli namazları iki rekat olarak kılmayı ge­rektiren sefer kadar uzun olduğu kabul edilmiştir.

b. Müzdelife halkının Minâ'ya olan kısa yolculuğunu da sefer uzun­luğunda kabul etmiştir.

c. Mina'dan Mekke'ye kadar olan yolculuğu da kasr mesafesinde ka­bul etmiştir. Çünkü hac için buralara gelen kimseler Allah'ın özel konuk­ları olduklarından hepsi aynı derecede ikrama lâyıktırlar.

Hanefî ulemasıyla İmam Şafiî ve İmam Ahmed'in de içlerinde bulun­duğu cumhûr-ı ulemâya göre ise kasr mesafesinde bulunan memleketler­den gelen hacılar sözü geçen yerlerde dört rekatli namazları iki kılarlar. Daha kısa mesafelerden gelen yolcular ise, bu namazları tam kılarlar. Bir başka ifâdeyle, sözü geçen ulemâya göre bu namazların iki rekât mı, dört rekât mı kılınacağı konusunda katedilmesi gereken mesafe, hac yolculu­ğuyla diğer yolculuklar bakımından fark etmez. Hepsi aynı hükme tâbi­dir. Bunlara göre Resul-i Ekrem (s.a.)'in Veda Haccında dört rekatli na­mazları ikişer rekat olarak kılmasının sebebi şer'an müsâfir olmasıdır. Ni­tekim Müslim'in rivayet ettiği şu hadis-i şerif de bunu ifâde etmektedir: Biz Resûlullah ile birlikte Medine'den Mekke'ye (doğru yola) çıktık da Resûlullah (s.a.) dönünceye kadar namazları ikişer rekat kıldı. (Yahya de­di ki:) Enes'e:

Resûlullah (s.a.) Mekke'de ne kadar kaldı? diye sordum da:

On gün, diye cevap verdi.[520]

İmam Nevevî'ye göre ise, Resûlullah (s.a.)'in bu hadisteki on günlük ikâmetinden maksat sadece Mekke'deki ikâmeti değildir. Bu ikâmete Mekke ciyannda bulunan yerlerdeki ikâmet de dahildir ve bu ikâmetle kastedilen Veda Haccındaki ikâmetidir. Çünkü Resûl-i Ekrem (s.a.) Veda Haccında Zihhiccenin dördüncü günü Mekke'ye gelmiş 5, 6, 7. günlerde orada kalmış Zilhicce'nin 8. günü de Mekke'den Minâ'ya 9. günü Minâ'dan Ara­fat'a, onuncu günü de Müzdelife'den Minâ'ya hareket etmiş 10. 11. ve 12. günleri Minâ'da ikâmet etmiş, 13. günü de Mekke'ye 14. günü de Mekke'den Medine'ye hareket etmiştir. İşte bunların toplamı on gün eder. Resûl-i Ekrem bu günlerde dört rekatli namazları ikişer rekat olarak kıl­mıştır. Öyleyse sefere çıkan bir kimse bir yerde dört günden daha az kal­maya niyy'et ederse, 4 rekatli namazların ikişer rekat olarak kılar. Giriş ve çıkış günleri de ikâmet günlerinden sayılmaz.[521] Şafiî ulemâsından İmam Nevevî'nin de bu sözlerinden anlaşıldığı gibi seferde dörtlü namazların ikişer rekat olarak kılınıp kıhnmaması meselesinde, belli bir mesafenin katedilmiş olması şartının aranması hususunda hac yolculuğuyla diğer yol­culuklar arasında bir fark yoktur. Bu görüşte olan ilim adamlarına göıe Resûl-i Ekrem'in Arafat'ta ve Mekke'de dörtlü namazları ikişer rekat ola­rak kıldırırken Arafat ve Müzdelife halkına namazlarını tam kılmalarını ihtar etmemesinin sebebi de budur. Nitekim Mekke'nin fethi günü Mekke-lilere yaptığı bir konuşmasında bu hususu açıkça ifâde etmiştir. Şöyle ki; İmrân b. Husayn'dan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber Fetih yılın­da Mekke'de kaldığı sürece namazlarını ikişer rekat olarak kılmış ve; "Ey Mekkeliler, siz namazlarınızı dörder rekat olarak kılınız. Biz (Medîneliler) seferî bir cemaatiz" buyurmuştur.[522]

 

1930. ...Said b. Cübeyr ile Abdullah b. Mâlik'den; demişlerdir ki: Biz akşam namazıyla yatsı namazını İbn Ömer ile birlikte Müz-delife'de bir ikâmetle (birleştirerek) kıldık.

(Daha sonra bu hadisi Ebû Davud'a nakleden Muhammed b. Süleyman, önceki) Muhammed b. Kesîr hadisinin mânâsını rivayet etti.[523]

 

Açıklama

 

Bu hadisin Müslim'deki metni şu anlamdadır: "İbn Ömer'le  birlikte Arafat'tan  döndük  Müzdeüfe'ye gelince bi­ze akşamla yatsıyı bir ikâmetle kıldırdı, sonra namazdan çıktı ve;

Bu yerde Resûlullah (s.a.) bize bu şekilde namaz kıldırdı, dedi."[524] Bu hadisle ilgili açıklama daha önceki hadîsin şerhinde geçti.[525]

 

1931. ...Said b.Cübeyr'den; demiştir ki: İbn Ömer'le birlikte (Arafat'tan Müzdelife'ye) hareket etmiştik. Müzdelife'ye varınca ak­şam ve yatsı namaz(lar)im bize bir ikâmetle üç ve iki (rekat) olarak kıldırdı. Namazdan çıkınca: "Burada Resûlullah (s.a.) bize bu şekil­de namaz kıldırdı" dedi.[526]

 

Bazı Hükümler

 

1. Seferde akşam namazı kısaltılamaz. Bunda icmâ vardır.  

2. Seferde dört rekatlı namazları kısaltarak kılmak daha faziletlidir.[527]

 

1932. ...Seleme b. Küheyl dedi ki: Ben Said b. Cübeyr'in Müzdelife'de ikâmet getirip akşam namazını üç rekat, sonra yatsıyı iki rekat olarak kıldığım gördüm. (Said b. Cübeyr namazdan) sonra da şöyle dedi:

Ben İbn Ömer'i burada böyle yaparken ve; "Ben Resûlullah (s.a.)'i burada böyle yaparken gördüm" derken gördüm.[528]

 

Açıklama

 

Bu hadis Müzdelife'de akşam  namazıyla  yatsı  namazının bir ikâmetle yatsı namazı vaktinde birleştirilerek ve yatsı namazının kısaltılarak kılınacağını ifâde etmektedir. Konu ile ilgili ayrıntılı açıklama 1929 numaralı hadisin şerhinde verilmiştir.[529]

 

1933. ...Süleyman (b. el-Esved)'den; demiştir ki: Arafat'tan Müzdelife'ye İbn Ömer'le birlikte gitmiştim. (Müzdelife'ye kadar) yorul­madan tekbir ve tehlüe devam etti. Nihayet Müzdelife'ye gelince, ezan okudu ve kamet getirdi. -Yahut da bir adam emir verdi de o ezan okudu ve kamet getirdi- (ve İbn Ömer) bize üç rekat olarak akşam namazını kıldırdı, sonra bize dönüp "(şimdi yatsı) namaz(ı)" dedi ve bize yatsıyı iki rekat olarak kıldırdı. (Namazdan) sonra ak­şam yemeğini istedi. (Bu hadisi Süleym'den nakleden Eş'as b. Sü-leym) dedi ki: Babamın bu hadisinin bir benzerini bana İbn Ömer'­den İlâç b. Amr de nakletti. ( İlâç) dedi ki: Bu (namaz) hakkında İbn Ömer'e (bazı sorular) soruldu da; "Ben Resûlullah (s.a.) ile böyle kıldım." diye cevap verdi.[530]

 

Açıklama

 

Tekbîr: Kelime olarak "ululamak" demektir. İstılahta ise,  "Allahu ekber,  Allahu ekber,  lâilâhe illallahu vellahu ekber, Allahu ekber, velilâhi'1-hamd" cümlesini okumak demektir. Tehlîl: Kelimesi de bir terim olarak "Lâilâhe illallahu vahdehû lâ şe­rike leh Iehu'l-mulku ve lehu'1-hamd ve huve alâ küllî şey'in kadir" cüm­lelerini okumak demektir.

İbn Ömer'in akşam namazını kıldırdıktan sonra "namaz" demesi iki anlamdadır:

a. Şimdi de yatsı namazını kılınız.

b. Şimdi de yatsı namazı vakti geldi.

Hz. İbn Ömer'in sadece "namaz" demekle yetinmesi, yatsı namazı için ayrıca bir ezan ve ikâmete lüzum olmadığını gösterir.

Musannif Ebû Dâvûd, hadîsin sonuna Eşâs'ın, bu hadisin bir benze­rini bir de İlâç b. Amr'dan rivayet ettiğini ifade eden bir ta'Iik ilâve etmekle, bu hadisin başka rivayetlerle takviye edildiğini ifâde etmek iste­miştir.

Hz. İbn Ömer'e bu namaz hakkında sorulan sorulardan maksat, Müzdelife'de yatsı vaktinde birleştirilerek kılınan akşamla yatsı namazlarının tekbîr "ezan ve ikâmetle kılınmalarıyla ilgili sorulardır. Hz. İbn Ömer, "Ben bu namazları Resûlullah'la birlikte bu şekilde kıldım" diyerek bu konuda­ki kesin hükmünü ve delilini açıklamıştır.[531]

 

Bazı Hükümler

 

Akşam namazı ile yatsı namazı Müzdelife'de bir  ezan  ve  bir kametle  birleştirilerek yatsı  namazı vaktinde kılınır. Nitekim Hanefî mezhebinde de meşhur olan görüş budur. Ancak bu hadis bu konuda İbn Ömer'den rivayet edilen ve Resûl-i Ek­rem'in Müzdelife'de bu namazları ezansız olarak sadece bir ikâmetle bir­leştirerek kıldığını ifâde eden sahih hadislere aykırıdır.[532]

Ayrıca bu hadis Resûl-i Ekrem'in, akşamla yatsıyı Müzdelife'de bir ezan, iki kametle birleştirerek kıldığını ifâde eden 1905 numaralı Câbir hadisine de aykırıdır. Bu sebeple Hanefî ulemâsından İmam Tahâvî, İbn Ömer'den gelen bu hadislerin arasını uzlaştırmanın mümkün olmadığını bir başka tabirle bu hadislerin muzdarib olduğunu söyleyerek bu konuda "Resul-i Ekrem'in sözü geçen namazları bir ezan ve iki ikâmetle birleştirdiğini" ifâde eden 1905 numaralı hadis-i bunlara tercih.ettiğini ifâ­de etmiştir.[533]

 

1934. ...îbn Mesûd (r.a.)'dan; demiştir ki: Ben Resûlullah (s.a.)'in namazı(nı) namaz vaktinin dışında kıldığını görmedim. Yalnız Müzdelife'deki müstesna. Çünkü orada akşamla yatsıyı birlikte kıl­dı. Ertesi gün sabah namazını da vaktinden önce kıldı.[534]

 

Açıklama

 

Metinde geçen "sabah namazını da vaktinden önce kıldı"  sözünden maksat,  sabah  namazını çok erken yani alaca karanlıkta kıldı, demektir. Yoksa "vakti girmeden Önce kıldı" de­mek değildir. Çünkü hiç bir namaz, vakti girmeden kılınamaz. Bunda icma vardır.

Nitekim şu hadis-i şerifde buna delâlet eder: Abdullah b. Mesûd'la birlikte Mekke'ye sonra Müzdelife'ye geldik. Akşamla yatsı namazların­dan her birini başlı başına birer ezan ve ikâmetle kıldı ve bu iki namazın arasını akşam yemeğiyle ayırdı. Bundan sonra İbn Mesud Şafak söktüğü sırada (çok erken) sabah namazını kıldı. Öyle ki kimisi, sabah oldu, kimi de olmadı diyordu. Sonra Abdullah b. Mesud Resûlullah (s.a.)'in, "Ak­şamla yatsıdan ibaret olan bu iki namaz Müzdelife'de (normal) vakitlerin­den tahvil edilmişlerdir. Sakın halk yatsı vakti girmedikçe Müzdelife'ye gelmeye çalışmasın. Sabah (namazının vakti)de (şafağın söküşüne işaret ederek) "şu saattir" buyurduğunu haber verdi.[535] Buhârî'nin bu hadisin­de "Kimisi sabah oldu, diyordu..." cümlesi "sabah namazım sabah olur-olmaz, alaca karanlıkta kıldı" anlamına gelmektedir.[536]

 

Bazı Hükümler

 

1. Müzdelife'de akşam namazıyla yatsı namazını yatsı namazı vaktinde birleştirerek kılmak meş­rudur. Bunda icmâ vardır,

2. Müzdelife'de bayram günü sabah namazını fecr doğar-doğmaz, alaca karanlıkta kılmak sünnettir. Bunda da icmâ' vardır.

İmam Nevevî'nin beyânına göre bu hadis "bayram günü Müzdelife'­de kılınan sabah namazının dışında diğer sabah namazlarının ortalık ay­dınlanınca kılınması müstehabtır" diyen İmam Ebû Hanife'yi destekleyen bir delildir. Ulemânın büyük çoğunluğuna göre ise, senenin bütün günle­rinde sabah namazını alaca karanlıkta kılmak kuvetli bir müstehabdır.

Çoğunluğu teşkil eden ulemâya göre Hz. Peygamber'in diğer gün­lerdeki sabajı namazını Müzdelife'de kılınan sabah namazına nisbetle ge­ciktirerek kılmasından maksat ortalık ağarıncaya kadar geciktirerek kıl­ması demek değildir. Çok kısa bir süre beklemesi ve yine de alaca karan­lıkta kılması demektir. Çünkü bayram günü cemrelere taş atma, kurban kesme, traş olma, Beyt-i Şerifi tavaf etme gibi menâsikin ifası gerektiğin­den Resul-i Ekrem Bayram günü Özellikle Müzdelife'de sabah namazını fecr doğar doğmaz kılmakta son derece acele etmiştir.

Hanefî ulemâsına göre bu hadis Arafat ve Müzdelife'nin dışında di­ğer yolculuklarda iki namazı birleştirerek kılmanın caiz olmadığına delâlet etmektedir. Çünkü İbn Mesûd (r.a.) Resûl-i Ekrem'den hiç ayrılmayan bir sahabî olarak, "Hz. Peygamber'in Arafat ve Müzdelife'nin dışında hiçbir namazı vaktinin dışında kılmadığını" ifâde ediyor. Ulemânın büyük-çoğunluğuna göre ise, dinen sefer kabul edilen diğer yolculuklarda da iki namazı birleştirerek kılmak caizdir. Her ne kadar Hanefî ulemâsı İbn Me-sud hadisinden diğer yolculuklarda iki namazı birleştirerek kılmanın caiz olmadığı hükmünü çıkarmışlarsa da, aslında onların çıkardığı bu hüküm hadisin lafzından değil, mefhumundan çıkarılmıştır. Oysa lâfızları diğer seferlerde de iki namazı birleştirerek kılmanıncâiz|olduğunu]ifade eden pek çok sahih hadis vardır ve lâfızla mefhum arasında bir çelişki bulunduğu zaman, lâfız mefhuma tercih edilir. Ayrıca Arafat'ta öğle ile ikindi na­mazlarını birleştirerek kılmanın caiz olduğunda icmâ bulunduğundan Ha­nefî ulemâsının dayanağı olan İbn Mesud hadisinin zahiri mânâsı terk edil­miştir.[537]

 

1935. ...Ali (r.a.)'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.) (Müzdeli-fe'de) sabahladı ve (orada) Kuzeh (denilen yer)de vakfe yaptı ve;

"Burası Kuzeh'dir ve vakfe yeridir. Müzdelife(nin) de her ta­rafı vakfe yeridir!" buyurdu. (Minâ'ya varınca da şöyle buyurdu);

"Ben kurbanı şurada kestim. Minâ(nın) her tarafı kesim yeri­dir. Binaenaleyh (kurbanlarınızı) konak yerlerinizde kesiniz!"[538]

 

Açıklama

 

Kuzeh: Mekke civarında Müzdelife'nin sonunda Meş'ar  Haram'ın yakınında bir tepedir. Bir görüşe göre Meş'ar-ı

Haram'la Kuzeh aynı yerdir. Hacıların Müzdelife'dekı vakfeyi burada yap­maları daha faziletlidir. Çünkü Hz. Peygamber vakfesini burada yapmış­tır. Ancak Ebrehe ordusunun hazimete uğradığı yer olan Muhassar vadi­sinde vakfe yapılamaz. Çünkü burası Müzdelife'den değildir.

Minâ sınırlan içerisinde kalan her yerde kurban kesmek caizdir. An­cak Minâ mescidinden sonra gelen Cemre-i Ûla yanında kesmek daha fa­ziletlidir. Çünkü Resûl-i Ekrem Efendimiz kurbanlığını burada kesmiştir.[539]

 

Bazı Hükümler

 

1. Bayram sabahı Müzdeli.fe'de yapılması vâcib olan vakieyı Kuzeh tepesinde yapmak daha laziletlidir.

2. Müzdelife sınırları içerisinde kalan her yerde vakfe yapmak caiz­dir.Ancak Muhassar vadisinde vakfe yapılamaz.

Nitekim Cübeyr b. Mutim'in rivayet ettiği; "Arafat'ın her tarafı vak­fe yeridir. Fakat Urane vadisi müstesna. Oradan uzaklasınız. Müzdelife'­nin de her tarafında vakfe yapılabilir. Ancak Muhassar vadisine yaklaşmayınız" anlamındaki hadis de bu gerçeği te'yid etmektedir.[540]

Müzdelife'de vakfe yapmanın hükmü hakkında ulemâ ihtilâf etmiş­tir. Şöyle ki:

Hanefî ulemâsıyla İmam Ahmed, İshâk ve Sevrî'ye göre, bayram gü­nü fecrin doğmasıyla güneşin doğması arasında Müzdelife'de bir süre vak­fe yapmak vâcibdir. Bu görüş, İmam Şafiî'den de rivayet edilmiştir. Çün­kü Hz. Peygamberin tatbikatı bu şekilde olmuştur ve Urve b. Müderris et-Tâî'nin rivayet ettiği şu hadis de bu görüşü desteklemektedir: "Bizimle birlikte Müzdelife'de sabah namazım kılan, Minâ'ya hareketimize kadar bizimle birlikte vakfe yapan ve daha önce gece veya gündüz Arafat'da vakfesini yapıp da Minâ'ya gelen kimse haccını tamamlamıştır."[541]

Görüldüğü gibi bu hadiste haccın kabulü Müzdelife'de vakfeye bağ­lanmıştır. Bu sebeble sözü geçen imamlar Müzdelife'de vakfe yapmanın vâcib olduğuna ve terkinden dolayı kurban kesmek lâzım geldiğine hük­metmişlerdir.

İmam Mâlik'e göre ise, buradaki vakfe sünnettir. Terkinden dolayı herhangi bir ceza lâzım gelmez. Esasen Şafiî mezhebinde meşhur olan gö­rüş de budur. Hanefî ulemâsından Kâsânî de hanefî ulemâsının bu konu­daki görüşlerini şu sözlerle ifâde ediyor: "Bizim Hanefî ulemâsı Müzdeli­fe'de vakfe yapmanın hükmünde ihtilâf ettiler. Bunlardan bazıları vâcib olduğunu söylerken Leys de farz olduğunu ileri sürdü."[542]

Müzdelife'de yapılan vakfenin rüknü hac edenin burada isbat-i vücud etmesidir. Bu konuda hacının uyanık olmasıyla uykuda olması arasında bir fark olmadığı gibi ayık ve baygın olması arasında da bir fark yoktur. Hatta buraya başkası tarafından taşınarak gelmesi ile kendi gelmesi ara­sında da bir fark yoktur. Zira burada vakfe yapmak için niyet şartı yok­tur. Müzdelife'de durmaksızın geçip gitmek de vakfe yerini tutar.

Müzdelife'de vakfe yapan bir kimse için şunlar sünnettir:

a. Gecenin yarısından sonra vakfe için yıkanmak, su yoksa teyem­müm etmek ve bu geceyi çeşitli ibâdetlerle ihya etmek,

b. Vakfeyi zaman kazanmak için sabah namazını kılmakta son derece acele etmek. (Nitekim 1934 numaralı hadis de bunu ifâde etmektedir.)

c. Vakfeye,Meş'ar-i Haram'ın yanındaki Kuzeh tepesi üzerinde ve kıb­leye karşı yönelip dua, zikir ve telbiye'de bulunarak yapmak. Nitekim "Müz-delife'ye vardı, sabah olunca bir ezan ve bir kaametle sabah namazını kıldı. Sonra Kasva'ya binerek Meş'ar-i Haram'a geldi. Kıbleye karşı döne­rek Allah'a dua etti. Tekbîr getirdi, tehlîl ve tevhîdde bulundu ve ortalık iyice aydınlanıncaya kadar vakfeye devam etti. Sonra güneş doğmadan yola düştü" anlamındaki 1905 numaralı hadis-i şerifte bunu ifade ediyor. Burada okunacak dualardan biri de şudur:

Ey Allah'ım, bize buralarda vakfe yapmayı ve buraları görmeyi nasip ettiğin gibi bize öğrettiğin şekilde seni zikretmeyi de nasib eyle ve bize "Arafat'tan indiğinizde, Allah'ı Meşar-i haram'da anın, Onu size göster­diği şekilde zikredin. Nitekim siz önceleri hiç şüphesiz sapıklardandınız. Sonra insanların toplu olarak akın ettiği yerden siz de akın edin. Allah'-dan mağfiret dileyin. Allah bağışlar ve merhamet eder"[543] diyerek ettiğin va'de uygun bir şekilde merhamet et!" diye duâ eder ve bol bol; duasını okur.[544]

 

1936. ...Câbir (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Ben Arafat'ta şurada vakfe yaptım. Arafat'ın her tarafı vak­fe yeridir. Müzdelife'de şuracıkta vakfe yaptım. Müzdelife'nin de her tarafı vakfe yeridir. (Kurbanı) şurada kestim. Minâ'nın her ta­rafı kesim yeridir. Binaenaleyh (kurbanlarınızı) konak yerlerinizde kesiniz!"[545]

 

Açıklama

 

Resûl-i Ekrem (s.a.) Arafat'ta iken halka Cebel-i Rahme'nin eteğinde bulunan kayaları göstererek; "Ben vakfeyi işte şurada yaptım. Bununla beraber Arafat'ın her tarafında vakfe yapılabilir" buyurmuştur. Ancak daha önce de açıkladığımız gibi Arafat sınırlan içerisinde kaldığı halde Arafat'tan sayılmayan Urane vadisinde vakfe yapmak caiz değildir. Çünkü îmam Mâlik'in dışında mezheb imam­larından hiçbirisi orayı Arafat'tan saymamışlardır. Resûl-i EKrem Efendi­miz Müzdelife'de Kuzeh tepesini göstererek; "İşte ben vakfeyi şuracıkta yaptım. Fakat Müzdelife'nin her tarafında vakfe yapılabilir" buyurmuş­tur. Ancak bir önceki hadisin şerhinde tercümesini sunduğumuz Cübeyr b. Mut'im hadisinde geçen; "Ancak Muhasser vadisine yaklaşmayınız"[546] cümlesine bakarak ulemâ, Muhasser vadisini Müzdelife'den saymamış ve orada vakfe yapmanın caiz olmadığı hükmüne varmıştır.

Fahr-i Kâinat Efendimiz Minâ'da da kabe Cemresini göstererek; "Gerçi ben kurbanımı burada kestim ama Minâ'nın her tarafında kurban kesile­bilir. Siz şu anda Minâ sınırları içerisinde bulunduğunuz için kurbanlarını­zı bulunduğunuz yerde kesebilirsiniz." buyurarak Minâ'nın istisnasız her tarafında kurban kesilebileceğini ifâde etmiştir.[547]

 

Bazı Hükümler

 

1. Urane vadisinin dışında Arafat'ın her yerinde vakfe yapılabilir.

2. Muhasser vadisinin dışında Müzdelife'nin her tarafında vakfe ya­pılabilir.

3. Minâ'nın -istisnasız olarak- her tarafında vakfe yapmak caizdir.[548]

 

1937. ...Câbir b. Abdillah (r.al)'ın haber verdiğine göre Resülullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Arafat'ın her tarafı vakfe yeridir. Minâ'nın her tarafı kesim yeridir. Müzdelife'nin her tarafı da vakfe yeridir. Mekke'nin her yolu (Mekke'ye giriş-çıkış için uygun) bir yoldur ve kesim yeridir."[549]

 

Açıklama

 

1886  numaralı hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi  Mekke'ye  girerken  es-Seniyyetü'I-Ulyâ  denilen yukarı yoldan girmek, çıkarken de es-Seniyyetü's-Süflâ denilen aşağı yoldan çıkmak daha faziletlidir. Bununla beraber Mekke'ye girip çıkarken diğer yollardan girip çıkmak da caizdir. Hatta bütün bu yollarda kurban kes­mek de caizdir. Çünkü buralar harem sınırları içerisindedir.[550]

 

Bazı Hükümler

 

1. Mekke'ye girerken ve çıkarken Resul-i Ekrem' in gırdıgı ve çıktığı yolları takip etmek daha taziletli olmakla beraber, diğer yollardan giriş ve çıkış yapmak da caizdir.

2. Her ne kadar Umre yapan kimselerin hedy kurbanlarım Merve'de kesmeleri daha faziletli ise de Mekke'nin her tarafında kurban kesmek caizdir. Mirkatu'l-Mefâtlh'de beyân edildiğine göre hac kurbanlarını kes­menin en faziletli olduğu yer Minâ'dır. Umre kurbanlarının kesimi için en faziletli olan yer de Merve'dir[551]

 

1938. ...Ömer b. el-Hattâb'dan; demiştir ki: Câhiliyye dönemi­nin halkı Sebir (dağı) üzerine güneşin doğduğunu görünceye kadar (Müzdelife'den) dağılmazlardı. Peygamber (s.a.) onlara muhalefet ederek güneş doğmadan önce (Minâ'dan) hareket etti.[552]

 

Açıklama

 

Resûl-i Ekrem (s.a.) Allah'ın; "Ey iman edenler, mü'-mini eri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Kendi aley­hinizde Allah'a apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?"[553] emrine sarı­larak kâfirlere ait belirgin bir özellik taşıyan meselelerde ve genellikle dinî bir karakter arz eden hususlarda onlara benzemekten son derece sakınmış ve; "sizler karış-karış, adım, adım, sizden önceki toplumların yolunu izle­yeceksiniz (Onlar bâtıl inançlarından ilham alacak bu inançlarından kay­naklanan faiz müessesesi gibi sosyal durumlan ve ahlâk dışı yaşayışları ölçü edineceksiniz). Hatta onlar (insanın giremeyeceği küçük) bir keler deliğine girecek olsalar, bunların ardından gideceksiniz."[554] buyurarak üm­metini de sözü geçen hususlarda kâfirlere benzemekten şiddetle sakıridirmıştır. Bu İslâmî esasın gereği olarak Peygamber (s.a.) Müzdelife'den gü­neş doğmadan önce Minâ'ya hareket etmek suretiyle câhiliyye döneminin müşriklerine muhalefet etmiştir.[555]

 

Bazı Hükümler

 

1. Bayram  sabahı hacıların  Müzdelife'den  Mina ya güneş doğmadan hareket etmeleri meşru kı­lınmıştır.

2. Müzdelife'den Minâ'ya hareket etmek için ortalığın iyice ağarması­nı beklemek müstehabdır. Hanefîlerle, Şâfiîler, İmam Ahmed ve cumhûr-ı ulemâ bu görüştedir. Çünkü 1905 numaralı hadis-i şerifte, "Resûlullah (s.a.) sabah olunca bir ezan ve bir kametle sabah namazını kıldı, sonra Kasvâ'ya binerek Meş'ar-i Harama geldi Kıbleye karşı dönerek Allah'a duâ etti, tekbîr getirdi, tehlîl ve tevhîdde bulundu ve ortalık iyice aydmla-mncaya kadar vakfeye devam etti. Sonra güneş doğmadan yola düştü" denilmektedir.

İmam Mâlik (r.a.); "Ortalık iyice aydınlanmadan Minâ'ya hareket edilir" demişse de birinci görüşün daha isabetli olduğu açıktır.[556]

 

65. Müzdilefe'den Dağılmakta Acele Etmek

 

1939. ...Ubeydullah b. Ebî Yezîd b. Abbâs'ı,şöyle derken din­lediğini haber vermiştir: Ben Resûlullah (s.a.)'in Müzdelife gecesin­de ailesinin zayıfları arasında önden gönderdiklerindenim.[557]

 

Açıklama

 

Resûl-i Ekrem Efendimiz Bayram gecesi Müzdelife'de iken kalabalığa tahammülü olmayan kadınlara ve ço­cuklara ortalığın ağarmasını beklemeden Minâ'ya gidip sabah namazım orada kılmalarına ve halk Akabe'de yığılmadan önce gidip orada, cemre­lerini rahatça atmalarına izin vermiştir.

Hanefî ulemâsından Tahâvfnin rivayetine göre Atâ (r.a.) ihtiyarlayıp da acze düştükten sonra devamlı böyle yaparmış.[558]

 

Bazı Hükümler

 

Zavıflık, acizlik kalabalıkta telef olma veya ar­kadaşları bir daha bulamayacak şekilde kaybet­me tehlikesi gibi mazeretler sebebiyle bir kimsenin Müzdelife'de geceleme­yi terk ederek sabah namazını Minâ'da kılması ve ortalık tenha iken Aka­be Cemresini taşlaması caizdir. Tîbî'ye göre acizlerin ye zayıfların önden gönderilmesi müstehabtır. Zayıfların önden gönderilmelerine ruhsat bu­lunduğunda ittifak vardır.[559] İbn Hazm'a göre ise, bu izin sadece kadın­lara ve çocuklara aittir. Fakat hadisin zahirine bakılırsa, kadınlar ve ço­cuklarla birlikte bu hükmün içerisine ihtiyarlar, âcizler ve hastalar da gir­mektedir.[560]  

                                                       

1940. ...İbn Abbâs (r.a.)'tan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) Müzdelife gecesinde Abdulmuttalib oğulları(ndan) biz(im gibi) çocukları (Minâ'ya) eşeklerle önden gönderdi. (O esnada) uyluklarımıza hafif­çe vurarak; "-Ey yavrularım, güneş doğuncaya kadar Cemre(-i Aka-be)'ye (taş) atmayınız."[561] diyordu.

Ebû Dâvûd dedi ki: (kelimesi) hafifçe vurmak de­mektir.[562]

 

Açıklama

 

Burada "yavrularım"  kelimesiyle çocuklar ve kadınlar  kast edilmiştir.Çünkü bayram gecesi Resul Ekrem'in Müzdelife'den erkence gönderdiği çocuklar arasında kadınlar da vardı. Çocuklara hitab edilmiş, fakat tağlib yoluyla kadınlar da kast edilmiştir.[563]

 

Bazı Hükümler

 

1. Çocukların ve kadınların sabahın olmasını beklemeden Müzdelife’yi terk edip Mına ya gitme­leri caizdir.

2. Bayram günü güneş doğduktan sonra Akabe Cemresini taşlamak caizdir. Çünkü güneşin doğmasıyla buraya taş atma vakti girmiş olur. An­cak bu konu ulemâ arasında tartışmalıdır. Bu sebeple inşallah bu konuya 73 numaralı bâbta yine döneceğiz.[564]

 

1941. ...İbn Abbâs (r.a.)'dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) ai­lesinin zayıflarını gece karanlığında (Minâ'ya) önden gönderirdi ve onlara güneş doğuncaya kadar Cemre(-i Akabe)'ye taş atmamaları­nı emrederdi."[565]

 

Açıklama

 

İbn Abbâs Resûl-i Ekrem'in gece yarısı Minâ'ya gönderdiği kadın ve çocuklara o anda verdiği emri kelime kelime hatırlayamadığından bu emri mânâ olarak nakletmiştir.[566]

 

Bazı Hükümler

 

1. Geceleyin ihtiyarlar ve çocuklar gibi zayıf kimselerin sabahın olmasını beklemeden Mına ya ha­reket edip kalabalık çökmeden önce usûlüne uygun olarak Minâ'daki gö­revlerine başlamaları caizdir.

2. Resûl-i Ekrem'den vârid olan bir hadisi kelime kelime nakletmmek mümkün olmadığı zaman mânâ olarak nakletmek caizdir.

Manâyı koruyarak başka ifâde ve kelimelerle hadis nakletme konusu ulemâ arasında tartışmalıdır. Şöyle ki:

a. Bazılarınca Hadisin mânâsına kelimeler arasındaki ince farklara, hadiste gözetilen maksada tam manâsıyla âşinâ olmayan bir kimsenin ha­dîsi duyduğu gibi aynı ifâde ile nakletmesi şart koşulmuş, aksi caiz görül­memiştir.

b. Bütün bunları iyiden iyiye bilen kimseye gelince:

Hadis, fıkıh ve usûl âlimlerinden çoğu, bunun da mânâ yoluyla hadis nakl etmesini caiz görmemişlerdir.

İmam Mâlik Resûlullah'a nisbet edilen merfû hadislerde bunun caiz olmadığını, başkalarında olabileceğini ileri sürmüştür.

Bazıları da ancak bir kelimenin başka bir kelimeyle yer değiştirebile­ceğini söylemişlerdir.[567]

Bütün bunlara rağmen, hadislerin manen rivayetinin caiz olduğu gö­rüşünde olanlar da vardır... Nitekim Ebû Said el-Hudrî şunları söylemiş­tir: "Hadis dinlemek için 8-10 kişi Hz. Peygamberin etrafında oturur, onu dinlerdik. İçimizden ondan dinlediklerimizi aynen tekrar eden belki iki kişi çıkmazdı. Fakat hepimizde tekrar ettiğimiz zaman mânâlarda hiç­bir fark olmazdı." Tanınmış tabiî el-Hasen el-Basrî kendisine; "Bugün bize bir hadis rivayet ediyorsun, ertesi gün aynı hadisi başka lâfızlarla naklediyorsun" diyen birine şu cevabı ermiştir: "Mânâda isabet etmişsem bunda hiç bir mahzur yoktur."

Yine Meşhur tâbiîleren Muhammed b. Şîrîn şöyle demiştir:

"On kadar sahâbîden hadis, işittim. Hepsi de lâfızlarda ihtilâf eder­lerdi, fakat mânâ aynı idi."[568]

Görülüyor ki konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisi de "bu konu­da öngörülen şartlara uymak kaydıyla bir hadisi mana olarak nakletmek caizdir," diyenlerin görüşünü desteklemektedir.[569]

 

1942. ...Âişe (r.anha) dan; demiştir ki: Peygamber (s.a.) Kur­ban (bayramında) geceleyin Ümmü Seleme'yi (Müzdelife'den Minâ'ya) gönderdi de (Ümmü Selme) fecirden önce (Akabe Cemresine) taş(lar)ı attı, sonra (Mekke'ye) gidip ifâza tavafım yaptı. O gün Resûlullah (s.a.)'in Ümmü Seleme'nin yanında olacağı (nöbet) gün(ü) idi.[570]

 

Açıklama

 

Bu hadis "Bayram günü fecir doğmadan önce Akabe Cemresine taş atılabilir" diyen Şafiî ulemâsının delili­dir. İmam Ahmed'in meşhur olan görüşü de budur. Sözü geçen imamlara göre bu görüşün aksini ifâde eden 1940 ve 1941 numaralı hadis-i şerifler bayram günü fecr doğmadan önce cemreleri atmanın caiz olmadığını de­ğil, bu cemreleri güneş doğduktan sonra atmanın müstehab. olduğunu ifâ­de etmektedirler.

İmam Mâlik ile Hanefî ulemâsına göre ise, bayram günü güneş doğ­madan önce Akabe Cemresine taş atmak, hacıların develerini gütmekle görevli kimselerin dışında hiç bir kimse için caiz değildir. Çünkü İbn Ab-bâs'dan rivayet edilen bir hadiste ifâde edildiğine göre; "Peygamber (s.a.) ailelerine ve hacıların eşyalarım taşıyan kimselere sabahleyin alaca karan­lıkta Minâ'ya gitmelerini fakat güneş doğmadan taşları atmamalarını em­retmiştir."[571] Nitekim İbn Ömer (r.a.)'den rivayet edilen bir hadiste de; "Peygamber (s.a.) cemreleri geceleyin atmaları için deye çobanlarına izin verdi"[572] denilmektedir.

Cemrelerin güneş doğmadan atılabileceği görüşünde olan ilim adam­larına göre de bayram günü Minâ'da fecr doğmadan önce cemreleri atma­yı yasaklayan hadisler o gün cemreleri güneş doğmadan önce atmanın caiz olmadığını değil, onları güneş doğduktan sonra atmanın müstehab oldu­ğunu ifade eder. Yine sözü geçen ilim adamlarına göre konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisindeki "Ümmü Seleme cemreleri fecrden önce attı" sözüyle "sabah namazından önce attı" denilmek istenmiş de olabilir. Fa­kat gerçekten de söz konusu cümlelerle bu ulemânın anladığı mânâ kast edilmiş olsa bile, bu söz, «güneş, doğmadan önce cemreleri atmanın caiz olduğuna delâlet etmez. Ayrıca Hz. Ümmü Seleme'nin bu uygulamasının Resûl-i Ekrem'in 'izniyle olduğuna dâir bir delil de mevcut değildir.

Bu bakımdan Hz. Ümmü Seleme'nin bu fiili bir delil niteliği taşımak­tan uzaktır.

Hz. Ümmü Seleme'nin bu tatbikatının kendisine ait özel bir tatbikat olması ihtimali de vardır.[573]

 

1943. ...Esma (r.anhâ'nın haccın)'dan bahseden (bir râvi) O'nun (Akabe Cemresine) taş(ları fecrden Önce) attığını haber verdi (ve) dedi ki: Ben (kendisine);

Biz taşları geceleyin attık, dedim de; "Biz Resûlullah (s.a.) za­manında böyle yapardık" diye cevap verdi.[574]

 

Açıklama

 

Resûl-i Ekrem (s.a.)'in baldızı  olan  Hz.Esmâ'mn bu haccı, Veda Haccından ve  Resûl-i Ekrem'in Dâr-ı Bekâ'ya irtihalinden sonra yapmış olduğu bir hacdır. Esma (r.anhâ) Akabe Cemresine bayram günü atılacak olan taşlan güneşin doğmasını bekleme­den geceleyin (yahutta alaca karanlıkta) attığı için hürriyetine kavuşturdu­ğu kölesi Abdullah b. Keysân kendisine; "biz bu taşlan vaktini bekleme­den geceleyin attık" diyerek ondan bu hareketinin açıklamasını istemiştir. Esma (r.anhâ) da -kadınları ve acizleri kasdederek, "Biz Resûlullah (s.a.) zamanında böyle yapardık" diye cevap vermiştir. "Hz. Esma (r.anhâ'nın haccm)dan bahseden "(ravî)" sözüyle, Hz. Esmâ'mn hürriyetine kavuş­turduğu eski kölesi Abdullah b. Keysan kasd edilmiştir.[575]

 

Bazı Hükümler

 

1. îmam Sâfiî'ye ve Ahmed b. Hanbel'in meşhur olan görüşüne göre bayram günü Akabe Cem­resine atılacak olan taşlan sabah olmadan geceleyin atmak caizdir, delilleri ise metinde geçen; "biz taşlan gece yarısı attık" sözüdür.

Ulemânın büyük çoğunluğuna göre ise bu taşlan güneş doğmadan önce atmak asla caiz değildir. Delilleri ise, Buhârî'nin. rivayetinde geçen "biz bu taşlan alaca karanlıkta attık"[576] cümlesidir. Daha önce de açık­ladığımız gibi 1940 no'lu hadis gibi güneş doğmadan önce cemreleri at­mayı yasaklayan hadislerin cemreleri güneş doğduktan sonra atmanın müstehab olduğu anlamına geldiği, bu taşların alaca karanlıkta atıldığını ifade eden Buhârî hadisi gibi hadislerin de sözü geçen taşlan alaca karanlıkta atmanın caiz olduğu anlamına geldiği de söylenmektedir. Bu görüşler için 1942 numaralı hadisin şerhine bakılabilir.[577]

 

1944. ...Câbir (r.a)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) (Müzdelife'den Minâ'ya) ağır ağır gitti ve ashabına da fiske taşı gibi (küçük çakıl taşlan) atmalarını ve Muhassır vadisinden de hızlıca geçmele­rini emretti.[578]

 

Açıklama

 

Bilindiği gibi kelimesi şehâdet parmağı ile baş-parmak arasına konularak, başparmağın ileri doğru sert bir hareketiyle fırlatılabilen küçük taşlar için kullanılır. Buna Türkçemizde "fiske taşı" denir. Resul-i Ekrem Efendimiz Müzdelife'den Minâ'ya inerken yavaş yavaş sükûnet ve vekar içerisinde hareket ettiği gibi, İmâm Ahmed ve îbn Mâce'nin rivayetlerine göre ashabına da aynı şekilde hare­ket etmelerini tavsiye etmiştir. Cemrelere atılacak taşların da fiske taşı büyüklüğünde olmasını emretmiştir ve Ebrehe'nin ordusunun hezimete uğ­radığı vadiden geçerken de sür'atlice geçmiştir. İmâm Mâlik ve Beyhakî'nin ifâdesine göre, Resûl-i Ekrem'in bu vâdîden geçerken hızla geçtiği yer bir taş atımlık mesafedir.[579]

 

Bazı Hükümler

 

1. Müzdelife’den Mına'ya giderken yavaş yavaş sükunet ve vekar içerisinde gitmek ve Muhassır vadisinde hızlanmak müstehabdır. Muhassır vadisinden geçmekte olan ya­yalar Resûl-i Ekrem'e uymuş olmak için koşarlar. Binitli olanlar da hay­vanlarım veya vasıtalarını süratlendirirler. Câhiliyye döneminde hıristiyanlar burada vakfe yaparlardı, Resûl-i Ekrem Efendimiz de onlara mu­halefet etmek için buradan geçerken sür'atlice geçmiştir.[580]

 

66. Hacc-ı Ekber Günü

 

1945. ...İbn Ömer (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre Resûlullah (s.a.), Veda haccında:

"Bu(gün) hangi gündür?" diye sordu. (Ashâb-ı kiram da): Kurban (bayramı) günüdür diye cevap verdiler. (Bunun üzerine): "Bu(gün) Hacc-i Ekber günüdür" buyurdu.[581]

 

Açıklama

 

Cemre: Mekke'ye  iki  saat  mesafede  Minâ'da  bulunan üç taş yığınına verilen isimdir. Bunlar Cemre-i Ülâ, Cemre-i Vustâ ve Cemre-i Akabe'dir. Buralarda yapılan taş atma işi haccın vâciblerindendir.

Atılan taşların adedi yetmiştir. Yedisi kurban bayramının birinci gü­nü kalanları iki, üç ve dördüncü günleri atılır, Taşların teker teker her atılışında tekbîr getirilmesi gerekir, ileride bu konuya tekrar dönülecektir.

Hac fiillerinin çoğu nahr gününde yani bayramın birinci gününde top­landığı için bu güne "Hacc-ı Ekber" denmiştir. Şöyle ki akabe Cemresi, tıraş, kurban kesmek, tavaf-i ziyaret ve daha başka vazifeler bugün yapı­lır. Halk arasında yaygın olan "arafe günü cumaya rastlarsa, hacc-i ekber olur" rivayetinin aslı yoktur. Ancak arafe günü cumaya rastlarsa, o haccın yetmiş haccdan efdal olduğuna dair Cemü'I-fevâid isimli eserde mürsel olarak rivayet edilen bir hadis vardır.[582]

İbn Sîrîn'in beyânına göre Hacc-ı Ekber gününden maksat, Resul-i Ekrem'in Veda Haccındaki birinci bayram günüdür. Resûl-i Ekrem Efen­dimiz Veda hutbesini irâd etmiş ve o hutbede İslâm'ın anahatlarıyla bir özetini vermiştir. Kıymetli âlimlerimizden M.Zihnî Efendi de bu konuda şunları söylüyor: "Hac iki kısımdır: Hacc-i Ekber, Hacc-i asgar. Birincisi, İslam hacadır yani müslümanlara farz olan hacdır. İkincisi ise, umredir. Hacc-ı Ekber'in cuma gününe rastlaması dolayısıyle özel bir durum alması yoktur. Ancak cumaya rastlayan Arafe gününün fazlaca sevabı vardır. "Günlerin en üstünü Arefe günüdür. Bu gün cumaya rastlarsa, cuma gü­nü dışında yapılan yetmiş hacdan efdaldir." mealindeki hadis-i şerîfle bu husus açıklanmıştır."[583]

 

Bazı Hükümler

 

1. Genel  olarak  kurban bayramının birinci günü hacc-ı ekber günüdür. Ulemanın büyük ço­ğunluğu ile birlikte dört mezhep imamı bu görüştedir. Nitekim bir numara sonra gelecek olan hadis-i şerif de bu görüşü desteklemektedir. Bu mevzu-daki hadislerden bazıları şunlardır:

a. Ali (kerremallahu vecheh)'den rivayet edilmiştir. Dedi ki: resûlullah (s.a.)'a hacc-ı ekber'in gününü sordum da, "Nahr günüdür” diye ce­vap verdi.[584]

b. "Kurban (Bayramının birinci) günü hacc-ı ekber günüdür. O gün­de kurbanların kanları akıtılır, tıraş olunur ve temizlik yapılır."[585]

c. "Resûlullah(s.a.) Arafat'ta bir hutbe okudu da Allah'a hamd ü senâ'dan sonra "İmdi gelelim sadede; bugün hacc-ı ekber günüdür" bu­yurdu."[586]

Bu son hadisle ilk iki hadis arasında bir çelişki bulunduğu zannedil-memelidir. "Hac arafat'ta vakfeden ibarettir" anlamındaki 1949 numara­lı hadisin, "Arafat'ta vakfe yapmak haccın önemli bir rüknüdür" şeklinde te'vil edildiği gibi bu son hadis de "Cuma gününe rastlayan arafe gü­nünün fazileti çok büyüktür" şeklinde te'vil edilmiştir.;

2. Hac imamının 1. Kurban bayramı günü bir hutbe okuyarak o hut­bede hacılara o günde ve daha sonraki günlerde hacıların Minâ'da ve Mek­ke'de yapacakları hacla ilgili görevleri anlatması sünnettir. İmam Şafiî ile Ahmed bu görüştedirler. İnşallah ileride bu konuyu etraflıca ele alacağız.[587]

 

1946. ...Ebû Hüreyre (r.a.) demiştir ki: Eb'" Bekr, kurban bay­ramı günü Minâ'da;

Bu seneden sonra hiçbir müşrik hac etmesin ve hiçbir çıplak kimse de (çıplak olarak Kabe'yi) tavaf etmesin. Hacc-ı ekber günü, kurban bayramı günüdür. Hacc-i ekber, Hac(dan ibâret)tir, diye ilân edecek olan kimseler arasında beni(de) gönderdi.[588]

 

Açıklama

 

Müşriklerin Mescid-i Haram'a girmelerinin yasaklandığını ifâde eden bu hadis-i şerifin hükmü, "Ey inanan­lar, doğrusu puta tapanlar pistirler. Bu sebeple bu yıllarından sonra Mescid-i haram'a yaklaşmasınlar"[589] âyet-i kerimesiyle de desteklenmektedir. Mescid-i Haram'dan maksat, Mekke ve etrafında bitkileri koparılmamak ve hayvanları avlanmamak üzere sınırlan belirlenmiş olan Harem bölgesi­nin tümüdür. Bilindiği gibi harem bölgesinin sınırları Cibril (s.a.)'in gös­termesiyle Hz. İbrahim tarafından belirlenmiş bu sınırları gösteren işaret­ler, Resülullah (s.a.) tarafından yenilenmiştir.

İşte bu sınırlar içerisine elçilik göreviyle dahi gelmiş olsa, her hangi bir müşrikin girmesine izin verilemez. Şayet herhangi bir müşrik bu bölgeye gizlice girmeye muvaffak olduktan sonra orada hastalanıp ölecek olsa, cenazesinin oraya gömülmesine izin verilmediği gibi kabre gömülmüş bile olsa, kabri açılarak cenaze, harem bölgesi dışına çıkarılır. Hicretin doku­zuncu senesinde Resûl-i Ekrem'in müşriklerin Mescid-i Harama gelip Beyt-i Şerîfi çırıl çıplak tavaf ettiklerinden bahsedilince, "bu hâl sona erinceye kadar haccetmek istemiyorum" buyurdu ve o sene Hz. Ebû Bekr-i hac emîri tayin etti. Hz. Ali'yi de Tevbe sûresi'nin baş taraflarını halka oku­mak üzere görevlendirdi. Zilhiccenin 7. günü Hz. Ebû Bekir bu görevini yerine getirmek üzere Harem-i Şerifte bir hutbe irâd ederek halka menâsik-i hacla ilgili görevleri ve ahkâmı anlattı. Bayram günü de Hz. Ali Minâ'da ayağa kalkıp Berâe Sûresi'nin baş tarafındaki âyetleri okuyarak görevini yerine getirdi. Yezid b. Yüsey' diyor ki: "Ali (kerremallahü veche)'ye:

Hangi şey (talimat) ile(mekke'ye) gönderildin?" diye sordum, (O da:)

Dört şey ile:

a. Cennete ancak müslüman olan kimse girecektir,

b. Hiçbir çıplak kimse Beytullah'ı tavaf edemeyecektir,

c. Bu yıldan sonra Müslümanlar ve müşrikler (Harem-i Şerifte) bir araya gelemeyeceklerdir.

d. Peygamber (s.a.) ile aralarında ahd(andfaşma) bulunanların ahdi, müddeti dolana kadar geçerlidir ve müddeti belli olmayanların müddeti de dört ay olarak belirlenmiştir; diye cevap verdi."[590]

İbn İshâk'm rivayet ettiğine göre Kureyş, kendilerinin dışında Kabe'­yi tavaf etmek üzere Mekke'ye gelen bir kimsenin kendi elbisesiyle tavaf etmesine izin.vermemek, ancak Kureyş'ten bir kimsenin elbisesiyle hac yap­masına izin vermek üzere karar almışlardı. Yine bu karar gereğince Ku-reyşli bir kimseden elbise alamayan kimse, Beyti çıplak olarak tavaf ede­cekti. Şayet kendi elbiseleriyle tavaf edecek olursa, bu elbiseler bir daha kullanılmamak üzere bir tarafa atılacaktı. Fil yılından önce veya sonra alman bu kararla Kureyşliler, güya kendisiyle günâh işlenen elbiselerle ta­vaf yapmayı önlemek istiyorlardı. İbn Abbâs(r.a.)'dan rivayet edildiğine göre, câhiliyye döneminde kadınlar da beyitler ve kasideler söyleyerek çıp­lak halde Beyt'i tavaf ederlermiş. Bu hâdise Müslim'de şöyle anlatılıyor: "Vaktiyle kadın Beyt'i çıplak olarak'tavaf eder, "bana kim ödünç bir tavaf elbisesi verecek?" derdi. Onu Tercinin üzerine koyar '"Bugün bir kısmı ya da hepsi görünür ama, onun görünen kısmını helâl etmem" der­di. Bunun üzerine "Her Mescide giderken zînetinizi alınız"[591] âyet-i ke­rimesi nazil oldu."[592]

 

Bazı Hükümler

 

1. Müşrikin Harem bölgesine ve dolayısıyla Mescid-i Haram a girmesine izin verilemez, imam Ma­lik ile Şafiî'lerden Müzeni bu görüştedirler. Buna göre müşrikin Harem bölgesi dışındaki mescidlere de ihtiyaç duyulmadıkça girmesine izin verile­mez. Biz bu konuyu 487 numaralı hadîsin şerhinde açıklamış bulunmaktayız. 2. Tavafta avret mahallini örtmek gerekir. Bu konuda ulemâ ihtilâf etmiştir. İmam Mâlik, Şafiî ve bir rivayette Ahmed b. Hanbel, "Beyt-i Şerifi çıplak kimse tavaf edemez" cümlesiyle isdidlâl ederek tavaf esna­sında avret yerini örtmenin şart olduğunu söylemişlerdir. Ebû Hanife ile ikinci rivayete göre İmam Ahmed çıplak tavaf eden kimsenin kurban kes­mek suretiyle haccını tamam edilebileceğine fakat Kabe'yi çıplak olarak tavafından dolayı günahkâr olacağına hükmetmişlerdir.[593]

 

67. Haram Ayları

 

1947. ...Ebû Bekre (r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre Peygam­ber (s.a.) (Veda) haccında (halka) bir hutbe irad edip (şöyle) buyur­muştur:

(Takvim düzeni açısından) zaman, Allah'ın gökleri ve yeri ya­rattığı gündeki (ilk) durumuna dönmüştür. (Artık) sene on iki ay­dır. Bunlardan dördü haram aylardır, (ve) üçü peşi peşinedir ki, Zilka'de, Zilhicce ve Muharremdir. Bir de Cümade'l- (âhir) ile Şa­ban arasında yer alan Müdar'in Receb'i dir."[594]

 

Açıklama

 

Yukarıdaki dört aya Kur'ân-ı Kerimde "el-Eşhuru’l-Hurum= Yasak ayları" adı verilmiştir, ki bu aylarda harp ve kıtal haramdır. Araplar câhiliyye döneminde bu aylardan bazılarının, meselâ Muharrem'in haramlığını Safer ayına naklederlerdi. Sebebi de ça­pulculuktu. Şöyle ki, bu yasak aylarında mal ve can dokunulmazlığı harp, kıtal yasaklığına güvenerek tacirlerin ticâret mallarını alıp Ukaz, Zülmecâz, Mecenne gibi meşhur Panayır ve pazarlarda satmak üzere yola çıktık­ları sırada çapulcular tarafından o ayın haramhğımn, meselâ Şaban'a nak­ledildiği ilân edilir ve o günlerde vurgunculuk ve soygunculuk yapmak mübâh sayılırdı. Arapları buna zorlayan en büyük sebeb onların geçimle­rini soygunculuk ve çapulculukla te'min etmeleri idi ki, üç haram ayın peşi peşine gelmesi ve üç ay vurgunculuk yapmadan beklemeleri onlara çok zor geliyordu. Kurtuluşu ancak bu aylardaki vurgunculuk, harp ve soygun yasağım ilerideki aylardan birine kaydırmakta buluyorlardı.

Kur'ân dilinde buna (Nesî) denilmiştir. Zemahşerî bunu "Bir ayın hürmetini öbür aya te'hirdir" diye tefsir etmiş ve şöyle açıklamıştır: Bu suretle Arablar haram ayları helâl sayarlar ve onun yerine helâl ayları da haram sayarlardı. Çok defa da on iki aya bir iki ay ilâve ederek seneyi onüç, ondört aya çıkarırlardı. Peygamberimizin, Veda Haccından bir sene önce Hz. Ebû Bekr'in Hac emiri olarak yapmış olduğu hac, Zülka'de, ayına, Resûlullah'ın Veda haccı ise, Müşriklerin o sene Haram ayı olarak ilan ettikleri zülhicce'ye tesadüf ve tevâfuk etmişti. Fahr-i Kâinat Efendi­miz bu haccında Arafat dağında deve üzerinde irâd ettiği hutbelerinin bi­rinde bir cümlesi de "yıl ve ay hesabı Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı zamanki ilk hâline dönüp eski yerini bulmuştur. Sene on ki aydır" buyurmasıyla bu câhiliyye âdetinin kökünü kazıdığını bildirmiştir. "Esasen daha önce de; "sapıtmak için hürmetli ayların yerlerini değiştirip geciktirmek, küfürde gerçekten ileri gitmektir."[595] âyetiyle de bu durum nehyedilmiş bulunduğundan bu bâtıl câhiliyye âdeti kaldırılmış oldu. "Bunlardan dör­dü haram aylardır" denilmekle, o aylarda bu gibi ma'siye(leri işlemek büs­bütün haramdır. Binaenaleyh "O aylarda kendinize Zulmetmeyiniz"[596] denmek istenmiştir.

Hadîsin sonunda "Mudar kabilesinin Receb ayı” denilerek, bu ayın Mudar'a nisbet olunması, Mudar kabilesinin Receb ayma öbür kabileler­den daha çok hürmet göstermesindendir.

Receb ayının Cumadelâhir ile Şaban ayının arasında olduğunun ifâde edilmesi ise kamerî takvim yılı içerisinde ayların sıralanışını açıklığa kavuşturarak bir daha yanlışlığa düşülmesini önlemek içindir. Bu duruma göre Kamerî aylarının birincisini Muharrem ayı teşkil ederken, Receb ayı ayların ortasında, Zilka'de ile Zilhicce de senenin en sonunda yer almak­tadır. Bazılarına göre ayların bu şekilde sıralanışında şöyle bir nükte var­dır: Haram ayların diğer aylar yanında ayrı bir değeri olduğuna göre, en uygun olanı senenin bu aylardan birisiyle başlamasıdır. İşte bu sebeple Muharrem ayı senenin birinci ayı olmuştur. Yine bu ayların diğer aylara nisbetle daha büyük bir değer taşımaları sebebiyle haram aylardan biri olan Receb ayı da senenin ayları arasında orta yeri almıştır. Aynı zaman­da hac aylarından olan diğer iki haram ayı da yani Zilkade ve Zilhicce aylan da senenin ayları içerisinde en son yeri almışlardır. Nitekim bu ay­larda edâ edilen Hac ibadeti de İslâm'ın üzerinde yükseldiği esaslar ara­sında son sırayı alır.[597]

 

Bazı Hükümler

 

1. Hac imamının, kurban bayramının birinci günü Mina da hutbe okuyarak hac ibadeti ile ilgi­li konularda halkı aydınlatması sünnettir. İmam Şafiî ile İmam Ahmed(r.a.) bu görüştedirler. İnşallah bu konu ileride daha ayrıntılı olarak yeniden ele alınacaktır. ,

2. Haram aylarında savaşmak yasaklanmıştır. Ulemâ bu konuda itti­fak etmişlerdir. Ancak bu hükmün neshedilip edilmediği ulemâ arasında ihtilaflıdır. Ulemânın büyük çoğunluğuna göre, "sana haram ayından, onda savaştan, soruyorlar. De ki: Onda savaş büyük günahtır"[598] âyet-i keri­mesi "topyekûn sizinle savaşan putperestlerle siz de topyekûn savaşın"[599] âyet-i kerimesiyle neshedilmiştir. Atâ'ya göre, haram aylarında savaşı ya­saklayan âyet-i kerime muhkemdir, dolayısıyla neshe ihtimâli yoktur. Bi­nâenaleyh "sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, aşırı gitmeyin doğ­rusu Allah aşırı gidenleri sevmez"[600] âyet-i kerimesine uygun olarak düş­man saldırıya geçmedikçe haram aylarında savaşa girişmek caiz değildir. Fakat savaşı düşmanlar başlatacak olursa, o zaman nefis müdafaası için savaşa girmek vâcib olur.

Bu konuda Süleyman Ateş Bey şunları söylüyor: "Sana haram ayın­dan, onda savaştan soruyorlar. De ki: Onda savaş büyük günahtır."[601] âyet-i kerimesi haram ayında savaşmanın caiz olup olmadığı hakkındaki bir soru üzerine indirilmiştir. Peygamber (s.a.) halasının oğlu Abdullah b. Cahş'ı muhacirlerden yedi-sekiz kişilik bir bölüğün başında yola çıkarmış, gönüllü olmayanın götürülmemesini kendisine emretmiş ve bir mektub vererek bu mektubu açan Abdullah şöyle yazıldığını görmüştür: "Mekr tubumu okuyunca Mekke ile Taif arasındaki Nahle'ye kadar ilerle, bura­dan Kureyş'i gözetle ve bize onlardan haber getir.”

Abdullah ile arkadaşları Nahîe'ye vardılar. Bu sırada Kureyş'e ait bir ticaret kervanı oradan geçiyordu. Recebin birinci günü idi. Fakat müslümanlar, Cumad el-âhir'in son günü olduğunu sanıyorlardı. Eğer o gün, onlara bir şey yapmazlarsa, ertesi gün Haram ayı girer, hiç birşey yapa­mazlar, diye düşündüler. Kureyşlilerin kendilerine yaptıkları fenalıkları ha­tırlayınca, dayanamayıp kervana saldırdılar. Kervanın başkam Abdullah el-Hadramî'yi öldürüp iki kişiyi de esir aldılar, bir adam da kaçtı. Kervanı sürüp Medine'ye getirdiler. Allah'ın Resulü: "Ben size haram ayında sa­vaşmayı emretmem iştim" dedi ve ganimetten kendisine ayrılanı almadı. Ashâb-i kiram tarafından da kınanan savaşçılar, çok üzüldüler. Receb ayı savaşmanın yasak olduğu, haram ayların en saygılısı idi. Kureyş, olayın Receb ayının başında olduğunu iddia edip "Muhammed haram ayını helâl saydı" diye aleyhte propaganda yapmaya başladılar. Savaşa katılan müslümanlar ise, Cumada'l-âhir'in sonunda savaştıklarını söylediler. Nihayet inen Bakara Sûresi'nin 217 ve 218. âyetler, Seriyye savaşçılarının fitneye karşı baskınlarını haklı çıkardı. Onların Allah'a inanan, hicret eden, Al­lah yolunda savaşan faziletli insanlar olduğunun Allah'ın rahmetini.uman insanlara karşı Allah'ın bağışlayan ve esirgeyen olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.) kabul etmeyip beklettiği ganimeti aldı ki, İslâm'­da alınan ilk ganimet budur. İki esir de müşriklerin yakalayıp esir almış oldukları Sa'd b. Ebî Vakkas ve Utbe İbn Gazvân ile değiştirildi.

Müfeasirler Bakara Sûresinin 217. âyetini haram ayında savaşmanın haram olduğuna delil sayarlar. Fakat neshedilip edilmediği konusunda ih­tilâf vardır. Atâ, bu âyetin neshedilmediğini söyler ve bu hususta yemin edermiş. Diğer bilginlere göre âyet mensûhtur. Ancak nâsihi üzerinde ihti­lâf vardır. Tevbe Sûresi'nin 5, 29. veya 36. âyetlerinin nâsih olduğunu söyleyenler yanında, Peygamber'in uygulamasının âyeti neshettiğini söyle­yenler de vardır. Çünkü Allah'ın Resûlu (s.a.) huneyn'de Hevâzin kabile­siyle Tâif'te Sakîf kabilesiyle haram ayında savaşmış Ebû Âmir'i de yine haram ayında müşriklerle savaşması için Evtâs'a göndermiştir.

İbnu'l-Arabî'ye göre bu âyet, müşriklerin yukarıda sözü edilen haram ayında vuku bulmuş savaştan dolayı Hz. Peygamber ve müslümanları şid­detle kınamalarını reddetmektedir. Yüce Allah onlara diyor ki: "Allah yolundan men'etmek, Allah'ı inkâr etmek, halkını Mescid-i Haram'dan çıkarmak, Allah katında daha büyük bir günâhtır. Haram ayında fitne çıkarmak yani küfre sapıp ortalığı karıştırmak, adam öldürmekten daha ağır bir suçtur." Siz bunları yaptığınız için sizinle savaşmak gerekmiştir. Buna göre âyet, haram ayında savaşmayı yasaklamıyor, tersine savaş kaçınılmaz hale gelince, o aylarda da savaşmanın günah olmayacağını an­latmış oluyor. Zaten âyetin sözlerinden de bu anlaşılmaktadır. Artık âyet­te bir nesh aramanın mânâsı yoktur. Davet hürriyetini korumak, saldırıyı püskürtmek, saldırganlarla savaşmak her zaman ve şartta vâcibtir."[602]

 

1948. ...İbn Ebî Bekre (r.a.), Peygamber (s.a.)'den (önceki ha­disin) mânâsını rivayet etmiştir.

Ebû Dâvûd dedi ki: İbn Avn, İbn Ebî Bekre (diye bilinen Râvijnin ismini bu hadisfin senedinde açıkladı. Dedi ki: (Bu hadis) Abdurrahman b. Ebî Bekre'den rivayet olunmuştur. O da Ebû Bek­re'den rivayet etmiştir.[603]

 

Açıklama

 

Bu hadisin senedinde kendisinden İbn Ebî Bekre künyesiyle bahsedilen râvînin asıl adından bahsedilmemektedir. Bu sebeple Ebû Dâvûd bu râvînin kimliğini tanımak maksadıyla "Abdullah b. Avâne isimli râvinin bu hadisi naklederken İbn Ebî Bekre künyesiyle anılan zâtın ismini Abdurrahman b. Ebî Bekre olarak kaydede­rek lîbnj Ebî Bekre'nin esas isminin Abdurrahman olduğunu açıkladığım" söylemiştir. Bu hadis Müslim'de şu anlama gelen lafızlarla rivayet olun­muştur: "O gün gelince Peygamber (s.a.) devesinin üzerine oturdu. Birisi de devenin yularından tuttu:

"Bilir misiniz bugün hangi gündür?" buyurdu. Ashâb: Allah ve Resulü daha iyi bilir, dediler. Biz ö güne esas adından baş­ka bir isim verecek sanmıştık. Sonra:

"Kurban (bayramı) günü değil mi?" buyurdu.

Evet, evet (öyledir) ya Resûlullah, dedik.

"Ya bu ay nedir?" diye sordu.

Allah ve Resulü daha iyi bilir dedik.

"Zülhicce değil midir?" buyurdu.

Evet, evet (öyledir) ya Resûlallah dedik.

"Ya şu belde neresidir?" diye sordu.

Allah ve Resulü daha iyi bilir, dedik. Hatta ona başka bir isim vere­cek sandık.

"Malûm belde değil mi?" buyurdu.

Hay, hay (öyledir) ya Resûlallah, dedik.

"İşte sizin kanlarınızı mallarınız ve ırzlarınız birbirinize şu beldeniz­de, şu ayınızda, şu gününüzün haram olduğu gibi haramdır. Burada bulu­nan bulunmayana iletsin" buyurdular.[604] İşte Müslim'in bu rivayetinde de İbn Ebî Bekre'nin adı Abdurrahman b. Ebî Bekre diye zikredilmiştir.[605]

 

68. Arafat'ta Vakfeye Yetişemeyen Kimse

 

1949. ...Abdurrahman b.Ya'mur ed-Deyl(em)î'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.) Arafat'ta iken yanına varmıştım. Necid halkından da bazı kimseler ^Yahut bir grup- geldiler. (İçlerinden) birine (Hz. Peygamber'e hacla ilgili sorular sormasını) emrettiler. (O da) Resûlullah (s.a.)'e, (Arafat'ta vakfeye yetişemeyen kimsenin) hacc(ı) na­sıldır? diye sordu. Resûlullah (s.a.) de birisine emretti. (O adam da aldığı emre uyarak)

"Hac, hac, Arafe günü (vakfe yapmak) demektir, kim Müzdelife gecesi sabah olmadan (Arafat'a) gelirse haccı tamdır. Minâ gün­leri üçtür, kim acele eder de iki gün de (Mekke'ye dönerse) ona bir günah yoktur. (Minâ'da) geciken de günahkâr olmaz" diye yük­sek sesle bağırdı. Sonra (o bağıran adamın) arkasından bir başka adam gönderdi. O da aynı şeyleri yüksek sesle ilân etmeye başladı.[606]

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi Mihrân da Süfyân'dan (hac keli­mesini) -iki-defa tekrarlayarak- "Hac, hac (Arafat'ta durmaktır)" dedi, (şeklinde) rivayet etti. Yahya b. Safd el-Kattân ise Süfyân 'dan (hac kelimesini) bir kerre (söyleyerek) "hac (Arafat'ta durmaktır) ded”, (şeklinde rivayet etti).[607]

 

Açıklama

 

Minâ günlerinden maksat, kurban bayramının 2, 3, 4 üncü günleridir.Bir başka tâbirle Zilhicce'nin  11,  12,  13 üncü günleridir. Bayramın ilk günü (10 Zilhicce) yalnızca Akabe cemresi­ne yedi taş atılır. Diğer iki cemereye taş atılmaz. Bayramın 2, 3 ve 4 üncü günleri ise her üç cemreye de yedişerden yirmibir taş atılır. Böylece atılan taşların sayısı 70 olur. Ancak bayramın 4. günü şafak sökmeden önce Minâ'dan ayrılanlara dördüncü günün taşlarım atmak vâcib olmaz. Bu durumda atılan taş sayısı 49 olur. Hadis-i şeriften de anlaşıldığı gibi Zil­hiccenin 12. günü taşları attıktan sonra Minâ'yı terk ederek Mekke'ye git­mekte herhangi bir sakınca yoktur. Buna ruhsat verilmiştir. Bu ruhsatı terk etmekten dolayı da bir günah yoktur. Fakat bayramın dördüncü günü de Minâ'da beklemek ve o gün cemrelere 21 taş atmak, daha faziletli­dir. Musannif Ebû Dâvûd bu hadisin sonuna ilâve ettiği talikte, metinde geçen "hac hac, Arafat'ta vakfe yapmaktır" cümlesini Mihrân'ın "hac" kelimesini iki defa tekrarlayarak rivayet ettiğini fakat Yahya b. Saîd'in bu cümleyi rivayet ederken "hac" kelimesini sadece bir kere söylediğini ifâde etmek istiyor.[608]

 

Bazı Hükümler

 

1. Arafat'ta vakfe yapmak haccın rükünlerindendir. Binaenaleyh vakte yerine getirilmedikçe hac farizası ifâ edilmiş olmaz.

2. Arafat sınırlan içerisinde çok kısa bile olsa bir süre vakfe yapmak­la bu rükün ifâ edilmiş olur. Ulemâ'nın büyük çoğunluğunun görüşü de budur. İmam Sevrî'den geceleyin vakfe yapmanın caiz olmadığı ve vakfeyi geceleyin yapan bir kimsenin haccının kabul olmayacağı rivayet olunmuşsa da bu görüş sahih hadislere aykırıdır.

3. Arafat'ta vakfe yapma vakti Bayram gecesi fecrin doğmasıyla sonra erer. Mezhep imamlarının bu konudaki görüşlerini 1910 numaralı hadisin şerhinde nakletmiş olduğumuzdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.

4. Zilhiccenin 12. günü Minâ'yı terkederek veda tavafı yapmak üzere Mekke'ye hareket etmek caizdir. Ancak Minâ'yı bugünde terk edebilmek için. şu şartların bulunması gerekir:

a. Zevalden sonra yola çıkılması gerekir.

b. Güneşin batmasından önce Minâ'yı terk etmiş olmak gerekir. Eğer Minâ sınırları içeriside iken güneş batacak olursa, o geceyi de Minâ'da geçirmek ve ertesi gün de cemrelere taş atmak icabeder. Ulemânın büyük çoğunluğu bu görüştedir, tmam Şafiî ile imam Mâlik ve Ahmed'in görüşü de budur. Hanefî ulemâsına göre ise, zilhiccenin 13. günü fecir doğmadan önce Minâ'yı terk etmek caizdir. Çünkü fecr doğmadıkça cemrelere taş atma vakti girmiş olmaz. Fakat bununla beraber, Minâ sınırları içerisinde bulunan bir kimsenin güneş battıktan sonra Minâ'yı terk etmesi mekruh olur. Çünkü güneş battıktan sonra Minâ sınırları içerisinde bulunan bir kimsenin geceyi orada geçirmesi sünnettir. Bu bakımdan güneş battıktan sonra Minâ'yı terkeden bir kimse sünneti terk etmiş olur, fakat sünneti lerk etmekden dolayı üzerine kurban kesmek gerekmez.[609]

 

1950. ...Urve b. Mudarris et-Tâî'den; demiştir ki: Ben Resûlullah (s.a.)'a geldim (ve):

Ya Resûlullah, ben Tayy dağlarından geliyorum. Hayvanımı da kendimi de yordum. Vallahi (yol boyunca) üzerinde vakfe yap­madık tek bir kum yığını bırakmadım. Benim için hacdan (bir nasib) var mıdır? dedim. Resûlullah (s.a.):

"Kim bizimle beraber şu (sabah) namaz(ın)a yetişecek olursa ve bundan önce de gündüzün veya geceleyin Arafat'a gelmiş olursa, haccı tamam olur ve (ihramdan çıkış) temizliğini yapar." buyurdu.[610]

 

Açıklama

 

Tayy dağlarından maksat Medine civarında bulunan iki dağdır. Bunlardan birisi Medine'nin doğusunda bulunan ve Selmâ adıyla anılan dağdır. Diğeri de Medine'ye üç konaklık mesafede ve Mekke yolu üzerinde bulunan ve "Ece" ismiyle anılan bir dağdır. Me­tinde geçen " = Habl" kelimesi çölden kum yığınlarının oluştur­duğu tepe anlamına gelir ki, bu kelime Tirmizî, Tahâvî ve Dârekutnî'nin rivayetlerinde " = Cebel = dağ" şeklinde geçmektedir.

Bu hadis-i şerîfte gündüzün veya geceleyin Arafat'ta vakfe yapıp da bayram günü Müzdelife'de kılınan sabah namazına yetişebilen, bir başka tabirle, sabah namazı vakti girmeden önce Arafat'ta vakfe yapmaya mu­vaffak olan bir kimsenin haccın daha sonraki vecibelerini de yerine getirmek şartıyla hac farizasını yaptığından emin olabileceği ifade edilmekte­dir. "Ve (ihramdan çıkış) temizliğini yapar" şeklinde tercüme ettiğimiz cümlesiyle "artık usulüne uygun olarak ihramdan çıkıp tır­nakları kesmek, bıyıkları kırpmak, kasıkları ve koltuk altlarını tıraş etmek veya yolmak gibi temizlikleri yapabilir" denmek istenmiştir. Mezhep imam­larının bu mevzudaki görüşleri 1910 numaralı hadiste açıklanmıştır.[611]

 

Bazı Hükümler

 

1. îmam Ahmed,  metinde  geçen  "kim  bizimle beraber şu  namaza yetişecek  olursa ve bundan önce de gündüzün veya geceleyin Arafat'a gelmiş olursa, haccı tamam olur" cümlesini delil getirerek, Arafat'ta vakfe vaktinin Arefe günü fecrin doğmasıyla başlayıp ertesi gün fecrin doğmasına kadar devam ettiğini, çünkü metinde geçen "gece" ve "gündüz" kelimeleri mutlak olarak kullanıldık­ları için gece ve gündüzün sadece bir bölümüne değil, tümüne şâmil ol­duklarını söylemiştir, ulemânın büyük çoğunluğuna göre ise, metinde ge­çen "gündüzün ve geceleyin" sözünden maksat, Arafe günü zevalden son­ra başlayıp ertesi gün fecrin doğuşuna kadar devam eden vakittir. Çünkü Hz. Peygamber'in ve onun Râşid halifelerinin tatbikatı böyle olmuştur ve ayrıca fahr-i Kâinat Efendimiz:

"Ey cemaat! Haccın menâsikini iyi öğreniniz. Çünkü belli olmaz, belki bu hacdan sonra,, daha hac yapamam"[612] buyurarak, Veda haccındaki tatbikatının örnek alınmak ve esas ittihaz edilmek üzere iyice bellen­mesi gerektiğine dikkat çekmiştir.[613]

 

69. Mina’da Konaklama (Yerleri)

 

1951. ...Ashab'dan birinin şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Peygamber (s.a.) Minâ'da halka bir hutbe irad edip onları (Ken­dileri işin/tayin ettiği) yerlerine yerleştirdi (ve yine bu maksatla kıble (cihet)nin sağına işaret ederek,

"Muhacirler buraya konsun";

Kıble (jbîhetı)nin soluna işaret ederek:

"Ensâr da buraya konsun, (diğer) halk onların çevresine yerleşsinler" buyurdu.[614]

 

Açıklama

 

1951 numaralı hadiste de ifade edildiği gibi Fahri Kâinat Efendimiz Minâ'da halka bir hutbe irad ederek Muhacirlerin "Mescid-i Hayf" denilen Minâ Mescidinin ön tarafına, Ensar' ın da bu mescidin arka tarafına yerleşmelerini bu iki cemaatin dışında kalan kimselerin de Muhacir ve Ensar'ın çevresine dağılıp yerleşmelerini emretmiştir.

Resul-i Ekrem, Muhacirleri bir yere, Ensârı bir başka yere, diğer hal­kı da onların çevresine yerleştirirken ümmete, Muhacirlerle Ensar'ın bu dindeki hizmetlerinin büyüklüğünü, dolayısıyla bu ümmetin diğer fertleri­nin onların kadir ve kıymetlerini bilmeleri gerektiğini öğretmek maksadını gözetmiş olabilir. Bunun yanında her kesimin iman bağı ile birlikte mev­cut olan akrabalık bağı dolayısıyla birbirleriyle daha kolay yardımlaşa-caklarını da düşünmüş olabilir.[615]

 

Bazı Hükümler

 

1. Hac imamının bayramın birinci günü halka bir hutbe irad ederek onları hac menasıkı ile il­gili konularda aydınlatması sünnettir.

2. İdareci durumunda olan bir kimsenin emri altında bulunan kimse­lerin maddi-mânevî çıkarlarım gözetmesi gerekir.[616]

 

70. Mina'da Ne Zaman Hutbe Okunur?

 

1952. ...Bekroğullarından iki kişiden; demişlerdir ki: Biz Resûlullah (s.a.)'i teşrik günlerinin ortasında hutbe okurken gördük. Biz onun hayvanının yanında idik. Bu hutbe Resülullah'ın Minâ'da irad ettiği hutbe idi.[617]

 

Açıklama

 

"Teşrik",   eti  güneşletip   kurutmak   demektir.   Arablarca Zilhiccenin onbirinci, on ikinci ve on üçüncü gün­leri kurban etlerini güneşe sererek kurutmak âdettir. Onun için bu üç güne "teşrik günleri" denilmiştir .Teşrik günleri üç gün olduğuna göre ikinci teşrik günü bunların ortasında yer alır. Bu durumda, metinde "teşrik gün­lerinin ortasında" cümlesinden maksat, kurban bayramının üçüncü, Zil­hiccenin on ikinci günüdür.

Bu hadisi rivayet eden Bekroğullarından iki sahâbîdir. Bunların isim­lerinin bilinmemesi, hadisin sıhhatine bir zarar vermez. Çünkü sahâbîlerin hepsi güvenilir kimselerdir.

Sözü geçen sahabiler, "biz onun hayvanının yanında idik" sözüyle, "Resûl-i Ekrem'in bu hutbesini çok yakından, net olarak ve eksiksiz ola­rak dinleyebildik" demek istemişlerdir.[618]

 

Bazı Hükümler

 

Hac imamının Minâ'da bayramın üçüncü gününde bir hutbe irad ederek Mina da yapılacak hac görevleri ile ilgili konularda halkı aydınlatması müstehabtır. İmam Şafiî ile İmam Ahmed de bu görüştedirler. Hanefî ulemâsı ile İmam Mâlik'e göre ise, hac hutbeleri üçtür:

a. Bunlardan birincisi Zilhiccenin 7. günü Mekke'de Harem-i Şerif de okunur. Bu hutbede hac hükümleri, özellikle terviye günü Minâ'ya çıkılaması ve orada geceledikten sonra Arafat'a çıkılacağı meseleleri anlatılır. Hutbenin arasında oturulmaz. Tek hutbe olarak okunur.

b. İkinci hutbe Arefe günü Arafat'ta Nemire mescidinde cem-i takdîm ile kılınan öğle ve ikindi namazlarından önce okunur.

Cuma hutbesinde olduğu gibi arasında oturulup iki hutbe hâlinde oku­nur. Bu hutbelerde hac hükümleri özellikle Arafat ve Müzdelife vakfeleri cem-i takdim, cem-i te'hîr.... anlatılır.

c. Üçüncü hutbe Bayramın ikinci günü (11 Zilhicce) öğle namazından sonra Minâ'da okunur. Bu hutbenin de arasında oturulmaz. Tek hutbe hâlinde okunur. Nitekim Nevevî'nin "Şerhü'l-menâsik" isimli eserinde İbn Sa'd'ın Tabakât'ından naklen, Resûl-i Ekrem'in Minâ'daki bu hutbeyi bay­ramın ikinci günü irad ettiği ifâde ediliyor.[619] Şafiî ulemâsına göre ise hac hutbeleri dörttür:

Birincisi Zilhiccenin yedinci günü Mekke'de, ikincisi Arafe günü Ara­fat'ta, üçüncüsü Bayramın birinci günü irad edilir. Dördüncüsü de bayra­mın üçüncü günü okunur. Bayramın birinci günü hac imamının hutbe oku­masının müstehap olduğuna dair Şafiî ulemâsının delili ise 1945 numaralı hadistir. Hanefî ulemâsından Tahâvî'ye göre 1945 numaralı hadis-i şerifte söz konusu edilen konuşma, ümmet-i Muhammedi'n istikbali ile ilgili bir vasiyyet niteliği taşıdığından o konuşmaya bir hutbe gözüyle bakılamaz.[620] Daha fazla bilgi için 1956 numaralı hadisin açıklamasına bakılabilir.[621]

 

1953. ...Câhiliyye döneminde (puthanelerden) bir evin sahibesi olan Serrâ bint Nebhân dedi ki: Başlar gününde Resûlullah (s.a.) bize bir hutbe irad ederek "bu hangi gündür" dedi. Biz de:

Allah ve Resulü daha iyi bilir, dedik. (Bunun üzerine):

"Teşrik günlerinin ortası değilimdir?" buyurdu.

Ebû Dâvûd dedi ki: EbûHarre er-Rekâşî'nin amcası da aynı şekilde (Resûlullah bize:) "Teşrik günlerinin ortasında hutbe irad etti" diye rivayet etti.[622]

 

Açıklama

 

Bir önceki hadisin açıklamasında da ifade ettiğimiz gibi Zilhiccenin İl, 12 ve 13, üncü günlerine "leşrîk günleri" denir. Metinde "teşrik günleri" yerine "başlar günü" denilmesinin sebebi teşrik günlerinde kurban kellelerinin bol bol yenmesidir.

Hadisin sonunda bulunan taliki İmam Ahmed Müsned'inde Resûl-i Ekrem'e kadar ulaşan bir senedle rivayet etmiştir. Hadîs "Hac imamının Zilhiccenin 12 nci günü Minâ'da hutbe okuması sünnet dir" diyen İmam Şafiî ile İmam Ahmed'in görüşünü te'yid etmektedir. Mezhep imamları­nın bu mevzu ile ilgili görüşlerini bir önceki hadiste açıklamış bulunmaktayız.[623]

 

71. (Resûlullah'ın Mina'da) Bayramın Birinci Günü Hutbe Okuduğunu Söyleyenlerin Delilleri)

 

1954. ...el-Hirmâs b. Ziyâd el-Bâhilî (r.a.)'den; demiştir ki: Pey­gamber (s.a.)'i kurban bayramı 'günü Minâ'da Adbâ isimli devesi üzerinde halka hitâb ederken gördüm.[624]

 

Açıklama

 

el-Esmâî'nin beyânına göre " = Adbâ" kelimesi ku-lağının dörtte birinden fazlası kesik olan hayvanlar için kullanılır. Ebû Ubeyd'e göre ise, bu kelime kulağının yansı veya daha fazlası kesik olan hayvanlar için kullanılır. İmam Halil'e göre, kulağı ya­rık olan hayvanlara verilen isimdir.

Aslında Resûl-i Ekrem'in bu devesinin kulakları kesik ya da yarık değildi. Fakat doğuştan kulakları çok küçük olduğıs için "el-Adbâ" diye isimlendirilmişti. Bu hadis "kurban bayramının birinci günü hac imamı­nın Minâ'da hutbe okuması sünnettir" diyen Şafiî ulemâsının ve imam Ahmed'in delilidir.  Biz bu konuyu 1952 numaralı hadiste açıkladık.[625]

 

1955. ...Süleym b. Âmir el-Kilâ'î dedi ki: Ben Ebu Ümâme'yi, "Resûlullah'ın kurban bayramı günü Miriâ'daki hutbesini dinledim" derken işittim.[626]

 

Açıklama

 

Bu hadisle ilgili açıklama 1952 numaralı hadisin şerhinde geçti.[627]

 

72. (Kurban Bayramının Birinci Günü Minâ'da) Hutbe Ne Zaman Okunur?

 

1956. ...Râfi b. Amr el-Müzenî dedi ki: Ben Resûlullah (s.a.)'ı Minâ'da kuşluk vakti boz bir dişi katır üzerinde halka hitab eder­ken gördüm. AH (r.a.) da O'ndan (işittiklerini yüksek sesle uzakta-kilere) aktarıyordu. Halkın kimisi ayakta kimisi de oturmakta idi.[628]

 

Açıklama

 

1954  numaralı hadis-i şerifte Resûlullah (s.a.)'in, bayramın birinci gününde irad ettiği hutbesini "el-Adbâ" isimli devesi üzerinde irad ettiği ifâde edilirken bu hadiste o günkü hutbeyi boz bir dişi katır üzerinde irad ettiğinin ifâde edilmesi bu iki hadis arasın­da bir çelişki bulunduğunu göstermez. Çünkü o gün Resûlullah'ın birden fazla hutbe irad etmiş olması mümkündür. Zira o sene Minâ'da 130.000 hacı adayı bulunuyordu ve hac tatbikatıyla ilgili açıklamalara her zaman­kinden daha çok muhtaçtılar. Her ne kadar Resül-i Ekrem'in konuşması­nı belli aralıklarla yerleştirilen görevliler anında tekrarlayarak dalga dalga daha uzaklara iletiyorlar idiyse de, bu kadar büyük bir kalabalığın bütün konuşmaları eksiksiz olarak işitmeleri mümkün değildi. Bu sebeple o gün hutbelerin tekrar tekrar okunmasına şiddetle ihtiyâç vardı. Bu bakımdan Resûl-i Ekrem'in birçok defalar hutbe okumuş olması ve her hutbeyi de ayrı bir hayvan üzerinde okuması gayet tabiîdir.

Metinde geçen "kuşluk vakti" kelimesi Hz. Peygamberin bu hutbesi­ni zeval vaktinden önce okuduğunu gösterir ki bu da "Hutbeler ancak öğle namazından sonra okunabilir, bundan sadece Arafe günü Nemire Mes­cidinde okunan hutbe müstesnadır. Çünkü o mescidde biri öğle namazından önce biri de sonra olmak üzere iki hutbe okunur" diyen Şafiî ulema­sının aleyhine bir delildir.[629]

 

Bazı Hükümler

 

1. Hac  imamının  bayramın  birinci  günü  hutbe okuması müstehabtır. Bilindiği gibi Şahı ulema­sı ile Hanbelî ulemâsının büyük bir kısmı bu görüştedirler. İmam Mâlik ile Hanefî ulemâsına ve bazı Hanbelîlere göre ise, bayramın birinci günü hutbe okunmaz. Resûl-i Ekrem'in halka o günkü hitabı bir hutbe niteli­ğinden ziyâde bir vasiyyet ve hacla ilgili bir fetva özelliği taşımaktadır. Ancak Bezlu'l-mechûd yazarının beyânına göre Hanefî ulemâsı "Hac imamının, birincisi Zilhiccenin yedinci günü Mekke'de, ikincisi Arefe gü­nü Arafat'da, üçüncüsü de bayramın ikinci günü Minâ'da olmak üzere üç defa hutbe okuması müstehabtır" derken, "bu üç hutbeden fazla hut­be irad etmek caiz değildir, bid'attir." demek istememişlerdir. Aslında Hanefî ulemâsı hac mevsiminde hac imamının sık sık hutbe okumasının lüzumuna inanmakla beraber, başta Resûl-i Ekrem'in uygulamasını ve halkın kalabalık bir zamanda hergün hutbe dinlemelerindeki zorluğu göz önünde bulundurarak üç hutbenin kâfi geleceğini söylemişlerdir.[630]

2. Kurban bayramının birinci günü okunacak hutbe kuşluk vakti oku­nur. İmam Nevevî'nin beyânına göre, bu hutbeleri dinlemek ve hutbe din­lemeye ihramdan çıkıp yıkanarak ve güzel kokular sürünerek gitmek mus­tehabtır.[631]

3. Hutbeyi hayvan üzerinde okumak caizdir.

4. Hatibin sesi duyulmadığı zaman konuşmalarının münâdiler tara­fından yüksek sesle daha uzaklara iletilmesi caizdir. İhtiyaç duyulduğu zaman aynı şekilde namaz kıldırırken imamın sesinin daha arkada bulu­nanlara duyurulması maksadıyla münâdîler tarafından tekrarlanması da caizdir.[632]

 

73. İmamın Minâ Hutbesinde Bahsedeceği Konular

 

1957. ...Abdurrahman b. Muâz et-Teymî'den; Biz Minâ'da iken Resûlullah (s.a.) bize bir hutbe irâdetti de işitme gücü­müz (öyle) genişledi ki söylediği şeyleri evlerimizin içinde iken bile işitebiliyorduk. Halka hacla ilgili görevlerini anlatmaya başladı. Ni­hayet (söz sırası) cemrelere geldi. (Bu sırada sesinin daha uzaklara erişmesini sağlamak maksadıyla) şehâdet parmaklarının uçutarını kulak deliklerine) koydu, sonra (onlara); "fiske taşları (büyüklü­ğünde taşlar atınız)" dedi. Sonra Muhacirlere emretti, bu emir üze­rine (muhacirler) Mescidin ön tarafına indiler; Ensâra da emir ver­di. Onlar da Mescidin arkasına konakladılar. Bundan sonra da di­ğerleri yerlerini aldılar[633] demiştir.[634]

 

Açıklama

 

Veda Haccında Resûl-i Ekrem Efendimiz'in Minâ'da halka hitaben yaptığı bir konuşması bir özür sebebiyle bu konuşmayı dinlemeye gidemeyip de çadırlarında kalan kimseler tarafından bile rahatça işitilip dinlenebilmiştir. Bu durum Resul-i Ekrem için bir mu­cizedir. Söz konusu hutbenin Zilhiccenin 8. günü irâd edilmiş olması ihti­mali bulunduğu gibi, bayramın birinci gününde veya daha sonraki teşrik günlerinde irad edilmiş olması ihtimali de vardır. Bu hutbenin bayram günlerinde okunduğu kabul edilirse metinde geçen "Nihayet (söz sırası) cem­relere geldi" cümlesini “Resul-i Ekrem'(s.a.) cemrelerin yanına geldi" şeklinde düzeltmek gerekir.

Sünen-i Ebü Davud'un bazı nüshalarında "şehâdet parmaklarını ku­laklarına koydu" ifâdesi vardır ki, bu ifade Resûl-i Ekrem'in sesini daha uzaklara eriştirebilmek için parmak uçlarını kulak deliklerine koyup bu hususta ellerinden de yararlandığını gösterir. Nitekim Hz. Bilâl de ezan okurken böyle yapardı. Beyhakî'nin rivayetinde ise bu cümle: şehâdet par­maklarının birini diğeri üzerine koydu"[635] şeklindedir ki "cemrelere atı­lacak olan taşların büyüklüğünü parmaklarıyla gösterdi" anlamına gel­mektedir. Metinde geçen "fiske taşlan (büyüklüğünde taşlar atınız) dedi" şeklinde tercüme etmek de mümkündür.

Bir başka tâbirle cümlesindeki  fiili, "attı" anlamında kullanılmıştır.Buna göre bu cümle, Resûl-i Ekrem Efendimizin cemrelere taş atışım beyan eden ve râviye ait bir cümle olur.[636]

 

Bazı Hükümler

 

1. Hac imamının  Müıâ'da bir  hutbe okuyarak  hacla ilgili görevlerinde halkı  aydınlatması  sün­nettir.

2. Resûl-i Ekrem'in Minâ'da okuduğu hutbeyi, yakında bulunanlar gibi tâ uzakta bulunanlar da rahatça dinleyebilmişlerdir.

3. İdareci durumunda bulunan kimseler, idaresi altında bulunanların maddî ve manevî çıkarlarını düşünmelidir.[637]

 

 

 

 

 


 


[1] Buhârî, hac 21. Cezau's-sayd 13, 15, libâs 8, 13, 15; Müslim, hac 1, 2; Tirmizi, hac 18; Nesâî, hac 30, 33, 34, 35; ibn Mâce, menâsik 19; Dârimî, menâsik 9; Muvatta', hac 8; Ahmed b. Hanbel, II, 29, 32, 34, 54, 63, 65, 77, 119.

[2] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/131-132.

[3] Nesâî, menâsik 35.

[4] Beyhâkî, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 49.

[5] Buhârî, cezâü's-Sayd 16.                                                                                      

[6] İbn Hacer, Fethü'1-Bârî, IV, 144, 145.

[7] İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, IV, 145.

[8] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/132-133.

[9] Davudoğlu A., Sahilı-i Müslim Tercüme ve Şerhi, VI, 277, 280.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/134-135.

[10] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/135.

[11] bk. Muvatta', hac 8.

[12] Muvatta', hac 8.

[13] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/135.

[14] Buhârî, cezâu's-sayd 13; Tirmizî, hac 18; Nesâî, menâsik 33, 39; Muvatta, hac 15; Ah-med b. Hanbel, VI, 119; Beyhaki, es-Sünenü'1-kübra, V, 47.

[15] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/135-136.

[16] Buhârî, cezâu's-Sayd 13.

[17] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/136-137.

[18] Beyhâkî, es-Sünenii'1-kübrâ V, 47.

[19] Bedâiu's-Sanâi1, II, 186.

[20] Buhârî, cezâü's-Sayd, 13.

[21] Nesâî, menâsik 39.

[22] bk. Beyhâkî, es-Sünenü'1-Kübrâ, V, 46, 47.

[23] Beyhâkî, es-Sünenü'1-Kübrâ, V, 46, 47.

[24] bk. Buhârî, cezâü's-Sayd 13.

[25] Bu ta'lîkin diğer rivayetleri İçin bk. Buhârî,.cezâüVSayd 13.

[26] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/137-140.

[27] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/140.

[28] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/140-141.

[29] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/141.

[30] Beyhâkî, es-Sünenii'l-kübrâ, V, 59.

[31] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, IV, 149.

[32] Beyhâkî, es-Sünenü'l-kiibrâ, V, 59.

[33] Zürkânî, Şerhü'l-muvaUa', IH, 17; Beyhâkî es-Sünenül-kübrâ, V, 60; Muvatta' hac 9.

[34] İbnu'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, II, 144.

[35] el-Fethü'r-Rabbânî, XI, 194.

[36] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/141-143.

[37] Buhârî, hac 21; Nesâî, menâsik 34.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/144.

[38] Beyhâkî, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 52.

[39] el-Fethu'r-Rabbânî, XI, 196; Beyhâkî, es-Sünenü'l-Kübra, V, 52.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/144.

[40] Buhârî, haç 6; Müslim, hac 4; Nesâî, Menâsik 32; Tirmizî, hac 19.

[41] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/144-145.

[42] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/145-146.

[43] Ahmed b. Hanbel, VI, 79.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/146.

[44] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/146.

[45] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/146.

[46] el-Fetlıu'r-rabbânî, XI, 196.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/147.

[47] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/147.

[48] Buharı, sulh 6, 7, umre 3, cezâü's-sayd 17, megâzî 43; Müslim, cihâd 90, 92; Ahmed b. Hanbel, IV, 289, 291, 302.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/148. 

[49] Sünen-i Ebû Dâvûd, Kitabu'l-Cihâd, bab, 194.

[50] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/148-149.

[51] Müslim, hac 449.

[52] Nevevî, Şerhu Müslim, IX, 131.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/149.

[53] İbn Mâce menâsik 23; Ahmed b. Hanbel, VI, 30; Beyhaki; es-Sünenii'1-kübrâ, V, 48.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/150.

[54] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/150.

[55] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/150-151.

[56] Müslim, hac 312; Nesâî, İydeyn 17; Ahmed b. Hanbel V, 417; VI, 402. 

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/151-152.

[57] Beyhâkî, es-Sünenü'l-kübrâ, V, 70.

[58] Beyhâkî, es-Sünenu'l-kübrâ, V, 70.

[59] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/152-153.

[60] Buhârî, cezau's-sayd 11, savm 22, tıb 12, 14, 15; Müslim, hac 87, 88; Tirmm, hac 22, savmöO; Nesâî, hac 92, 93, 95; İbn Mâce, siyanı 18, menâsik 87, tıb 21; Dârİmî, menâ-sik 60; Muvatta', hac 74; Ahmed b. Hanbel, I, 215, 221, 222, 236, 244, 248, 249, 250, 258, 260, 280, 283, 286, 292, 299, 305, 306, 315, 333, 344, 346, 351, 372, 374; III, 164, 267,305,357,363,382.      

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/153-154.

[61] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/154.

[62] el-Bakara (2), 196.

[63] Zürkânî, Şerhü'l-Muvatta', III,. 85.

[64] Zürkânî, Şerlıü'l-Muvatta', III, 85.

[65] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/154-155.

[66] Nesâî, hac 94; Ahmed b. Hanbel, III, 164, 267.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/155.

[67] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/155.

[68] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/156.

[69] el-Fethu'r-rabbânî, XI, 208; Hakîm, el-Müstedrek, I, 453.

[70] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/156.

[71] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/156.

[72] Nubeyh b. Vehb b. Osman el-Abderî el-Medenî. Güvenilir bir tabiîdir. Eban b. Osman, Saîd b. el-As'm azadhsı Ka'b, Muhammed b. el-Fanefiyye ve Ebû Hureyre'den hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de Nâfi', Muhammed b. İshak, Ebu'z-Zinâd ve Eyyub b. Musa el-Kureşî hadis rivayet etrfiişlerdir. H. 126 tarihinde vefat etmiştir. Hadisleri Müs­lim ve dört sünen'de yer almıştır. [Bilgi için bk. İbn Sa'd, Tabakât', IV, 113].

[73] Müslim, hac 89, 90; Tirmizi, hac 104, Nesâî, menâsık 45; Dârimi, menâsik 83; Müs-ned, Ahmed b. Hanbel, I, 60, 65, 68, 69.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/157.

[74] Nevevî, Şerhu Müslim, VIII, 124.

[75] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/157-158.

[76] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/158.

[77] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/158.

[78] Buhârî, cezâu's-sayd 14; Müslim, hac 91; Nesâî, menâsik 27; İbn Mâce, menâsik 22, Muvatta', hac 4; Ahmed b. Hanbel, V, 418.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/159-160.

[79] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/160.

[80] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/160-161.

[81] Müslim, nikâh 41, 45; Tirmizî, hac 23; Nesâî, menâsik 91, nikâh 38; îbn Mâce, nikâh 45; Dârimî, nikâh 17; Muvattâ',-hac 70, 73; Ahraed b. Hanbel, I, 57, 64, 65, 68, 73.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/161-162.

[82] el-Fethü'r-Rabbânî, XI, 226, 227.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/162.

[83] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/162.

[84] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/163.

[85] Nevevî, Ştyhu Müslim, IX, 193; Tahâvî, Şerhu, Meâni'1-Asâr, II, 268. Beyhâkî, e; Sünenü'l-kübrâ, V, 65.

[86] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/163.

[87] bk. 275.  Müslim, hac 48; Tirmîzî, hac 23; Ahmed b. Hanbel, VI, 333, 335.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/163.

[88] Tahâvî, Şerhu Meâni'l-asâr, II, 270.

[89] Tahâvî, Şerhu meâni'1-âsâr, II, 270.

[90] bk. 1844 numaralı hadis.

[91] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/164.

[92] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/164.

[93] Buhârî, Cezâu's-sayd 12, nikâh 30, megazî 43; Müslim, nikâh 46, 48; Tirmizî, hac 24; Nesâî, menâsik 90; Dârimî, menâsik 21; Ahmed b. Hanbel, I, 245, 266,270, 275, 283, 285, 286, 324, 330, 333, 336, 346, 351, 354, 360, 361.

      Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/164.

[94] Tahâvî, Şerhu Meâni'l-âsâr, II, 269.

[95] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/165.

[96]  el-fethu'r-rabbanî, XI, 229; Beyhâkî, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 66; Tahâvî, Şerhu mean'i âsâr, II, 270; Mübârekfurî, Tuhfel-ül-ahvezî, III, 579.

[97] Tirmizî, hac 23.

[98] bk. Tirmizî, hac 23.

[99] Nevevî, Şerhu Müslim, IX, 194.

[100] bk. Zürkânî, Şerhu'l-Muvatta' III, 80, 81.

[101] Zürkânî, Şerhu'l-Muvatta' III, 81.

[102] Zürkânî, Şerhu'l-Muvatta' III, 81.

[103] Zürkânî, Şerhu'l-Muvatta1, III, 83.

[104] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/165-167.

[105] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

      Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/167-168.

[106] Zürkânî, Şerhu'l-Muvatta' III, 81.

[107] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/168.

[108] Buhârî, Cezau's-sayd 7; bedu '1-halk 16; Müslim, hac 66 69, 71, 77, 79: Tirmizî, hac 21; Nesâî, hac 82, 84, 86, 88, 113, 114, 116, 119; Ibn Mâce, menâsik 91 Dârimî, menâsik 19; Muvatta', hac 88, 90; Ahmed b. Hanbel, II, 3, 8, 30, 32, 37, 48, 50, 54, 56, 77, 138; III, 3, 80; VI, 98, 164, 203, 231.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/169.

[109] el-Mâide (5), 96. 

[110] el-Enâm (6), 38.

[111] Hûd (11), 6.

[112] en-Nûr (24), 45.

[113] Müslim, hac 75.

[114] el-Bakara (2). 158.

[115] Münavi, Feyzu'l-kadîr, V, 270.

[116] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, IV, 28.

[117] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/169-171.

[118] bk. Müslim, hac 67.

[119] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/172.

[120] Tahâvî, Şerhu meâni'1-âsâr, I, 384; Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, V, 210.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/172-173.

[121] Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, VI, 350, 355.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/173-177.

[122] Tirmizî, hac 21; İbn Mâce, menâsik 91; Ahmed b. Hanbel, III, 3.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/177.

[123] Tahâvî, ŞerhuI Meâni'1-asâr, II, 166, 167.

[124] Zürkâni, Şerhu'l-Muvatla', III, 102.

[125] Müslim, hac 69; Bühârî cezaü's-sayd 7; Tirmizî, hac 21.

[126] el-Kehf (18), 50.

[127] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/177-179.

[128] Tahâvî, Şerhu meâni'1-âsâr, I, 386.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/179-180.

[129] el-Fethu'r-rabbâni, XI, 237; Buhârî, cezâu's-sayd 6; Nesâî, hac 80.

[130] Müslim, hac 65.

[131] Müslim, hac 59.

[132] Zürkânî, Şerhu'l-Muvaîta', III,'88, Fethu'r-rabbânî, XI, 246; Nesâî, hac 78; Beyhâkî es~Sünenü'l-kübrâ, V, 188.

[133] Buhârî, cezau's-sayd 6

[134] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/180-181.

[135] Müslim, hac 55; Nesâî, hac 79.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/181-182.

[136] el-Mâide (5), 96.

[137] hadis için bk. Nesâî, hac 80; Buhârî, cezau's-sayd 6.

[138] Müslim, hac 60; Buhârî, cezau's-sayd 5.

[139] el-Mâide (5), 95.

[140] el-Mâide (5), 96.

[141] el-Enam (6). 145.

[142] bk. Tahâvî, Şerhu Meâni'1-âsâr, II, 174.

[143] Müslim, hac 65.

[144] Zürkânî, Şerhu'l-Muvatta' III, 88; Nesâî, hac 78.

[145] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/182-185.

[146] Tirmizî, hac 25; Nesâî, menâsik 81; Ahmed.b. Hanbel, III, 362.

[147] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/185.

[148]  Tekmiletu'l-Menhel, I, 173.

[149] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/185-186.

[150] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/186.

[151] Buhârî, cihâd 88, zebâih 10-11; Müslim, hac 57, Tirmizî, hac 25; Nesâî, menâsik 78; Dârimî, ferâiz 21; Muvatta, hac 76; Ahmed b. Hanbel, V, 301.

      Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/186-187.

[152] Buhârî, cezau's-sayd 5; Müslim, hac 60.

[153] Beyhakî; es-Sünenu'l-kübrâ, V, 189.

[154] İbn Hcer, Fethu'1-Bârî, IV, 400.                            

[155] Müslim, hac 60.

[156] İbn Hacer, Fcthu'1-Bâri, IV, 395.

[157] Müslim, hac 56.

[158] el-Mâ'ide (5), 96.

[159] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/187-188.

[160] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/188.

[161] Beyhakî, es-Siinenıı'1-kübrâ, V, 207.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/189.

[162] İbn Mâce, sayd 9.

[163] Zürkânî Şerhü'l-Muvatta, III, 91.

[164] Avnu'l-Ma'bûd, V, 307.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/189-190.

[165] Beyhakî, es-Sünenii'1-kübrâ, V, 206.

[166] bk. 1855. no'Iu hadis.

[167] Beyhakî es-Sünenü'1-kübrâ, V, 206.

[168] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/190.

[169] Tirmizî hac-27.

[170] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/190-191.

[171] el-Mâide, (5) 96.

[172] Mübârek-fûrî, Tuhfetü'l-ahvezî, 111, 586.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/191.

[173] bk. Beyhakİ, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 207.

      Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/192.

[174] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/192.

[175] Buhârî, mııhsar 5, 6, 8, meğâzî 35, merdâ 16, tıb 16, keffârat 1; Müslim, hac 80-84; Tirmizî, hac 105; tefsîr sûre (2), 21; Muvatta', hac 238; Ahmed b. Hanbel, IV, 241-243.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/192-193.

[176] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/193.

[177] el-Bakara (2), 196.

[178] Aynî, Umdetu'l-kaarî, X, 152.

[179] Tekmiletu'l-Menhel, I, 180-181.

[180] bk. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terecine ve Şerhi, VI, 362-363.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/193-197.

[181] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/197.             

[182] Buhârî, muhsar, 8.                   

[183] Müslim, hac 73.

[184] İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, IV, 391.

[185] Mecmeu'z-zevâid, III, 234.

[186] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/197-198.

[187] el-Bakara (2), 196.

[188] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/198.

[189] bk. İbn Hazm, el-Muhallâ, VII, 209 (Mes'ele 874).

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/198-199.

[190] Mecmeu'z-zevâid, IV, 235.

[191] Müslim, hac 85.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/199-200.

[192] İbn Hazm, el-Muhallâ, VII, 211 (mesele; 874).

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/200.

[193] İbn Hacer, Fethu'l-Barî, IV, 389.

[194] bk. İbn Hacer, Fethu'l-Bari IV, 389.

[195]  Müslim, hac 83.

[196] Müslim, hac, 85.

[197] İbn Hacer, Fcthü'I-Bârî, IV, 13; Aynî, Umdetü'l-kaari, X, 156; İbn Hazm, el-Muhalla, VII, 211, (mesele 874).

  Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/201.

[198] el-Bakara (2) 196.

[199] Beyhaki, es-Sünenü'l-kübrâ, V, 55.

  Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/201-202.

[200] el-Fethü'r-rabbânî, XI, 221.

[201] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, IV, 388-389.

[202] Müslim, hac 85; Fethü'r-rabbânî, XI, 221.

[203] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/202-203.

[204] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/203.

[205] Buhârî, muhsar 6; Müslim, hac 82; Muvatta', hac 237.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/204.

[206] Zürkanî, Şerhü'l-Muvalta', III, 246.

[207] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/204.

[208] Tirmizî, hac 94; Nesâî, menâsik 102; İbn Mâce, menâsik 85; Dârimî, menâsik 57; Ahmed b. Hanbel, III, 450.

    Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/205.

[209] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/205-206.

[210] el-Bakara (2) 196.

[211] Taberî, Câmiü'l-beyân, II, 124.

[212] el-Bakara (2), 196.

[213] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, V, 219.

[214] Zürkâni, Şerhu'i-Muvatta, II, 113; Muvatta, hac 100.

[215] Zürkânî, Şerhu'l-Muvatta, II, 203.

[216] el-Fetlıu'r-rabbanî, II, 135.

[217] el-Muhallâ, VIII, 203, (mesele 872).

[218] Buhârî, muhsar 2; Nesâî, mcnâsik 61.

[219] Buhârî, muhsar 1.

[220] Büyük İslam İlmihali, s. 401-402.

[221] Ateş, Hac Rehberi, 59-60.

[222] el-Bakara (2), 196.

[223] İbn Cerir, Câmi'ül-beyân, II, 130.

[224] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/206-212.

[225] Tirmizî, hac 94; Nesâî, menâsik 102; İbn Mâce, menâsik 85; Dârimî menâsik 57; Ahmed b. Hanbel, III, 450.

    Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/212.

[226] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

   Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/213.

[227] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/213-214.

[228] el-Bakara (2), 196.

[229] Tahâvî, Şerlıu Meâni'l-âsar, 11, 242.

[230] Teysîru'l-Vusûl, I, 288; Tahavî, Şerhu meâni'1-asâr, II, 242.

[231] el-Mâide 95.                                               

[232] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/214-215.

[233] Buhari, hac 39, 42, 29, 38, 148-149; Müslim, hac 226-227; Dârimî, menâsik 80; Muvatta', hac 6; Ahmed b. Hanbel, VI, 14, 16, 48.

    Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/216.

[234] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/216.

[235] Nesâî, menâsik 104; Tirmizî, hac 90; el-Fethur-rabbanî, II, 28.

[236] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/216-217.

[237] Buhrani, hac 40-41; Müslim, hac 223-225; Nesâî, menâsik 105; İbn Mâce, menâsîk 26.

    Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/217-218.

[238] Davudoğlu, Sahİh-i Müslim Terceme ve Şerhi VI, 517.

[239] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/218.

[240] Müslim, hac 223.

    Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/218-219.

[241] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/219.

[242] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/219.

[243] Buharı, hac 41; meğâazî 49; Müslim, hac 224; Tirmizî, hac 30; Nesâî, menâsik 26; Ah­met b. Hanbel, II, 14, 21.

    Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/219-220.

[244] Buharî, hac 41.

[245] el-Fethu'r-rabbânî, XII, 6.

    Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/220.

[246] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/220.

[247] Buhârî, hac 40-41, Müslim, hac 224; Tirmizî, hac 30; Nesâî, menâsik 105; İbn Mâce, menâsik 26; Ahmed b. Hanbel, II, 14, 21.

    Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/221

[248] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/221.

[249] Tirmizî, hac 32; Nesâî, hac 122.                      

    Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/221-222.   

[250] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/222.

[251] Beyhakî-, es-Sünenül-kübrâ, V, 72; Tahavî, Şerhu meâni'1-asâr, II, 176.

[252] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, V, 73.

[253] Tahâvî, Şerhü meâni'l-asâr, II, 178.

[254] Aliyyü’l-Kârî, Mirkatu'l-Mefâtîh, III, 208.

[255] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/222-223.

[256] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

   Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/224.

[257] Şerhü fethi'l-Kadîr, II, 153.

[258] el-Bakara (2) 125.

[259] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/224.

[260] Müslim, cihad ve siyer 84.

   Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/224-225.

[261] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/225.

[262] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/225-226.

[263] Buharî, hac 50, 60; Müslim, hac 248-251; Tirmizî, hac 37; Nesâî, menâsik 147; İbn Mâce, menâsik 27; Muvatta', hac 115; Ahmed b. Hanbel, 1, 17, 26, 34-36, 53-54.

    Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/226.

[264] el-Fethu’rrabbânî, XII, 25; Hâkim, el-Müstedrek, I, 457; İbn mâce menâsik 27; Tirmi­zî, hac 111; Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, 111, 242.

[265] İbn Mâce, menâsik 27; Hâkim, el-Miistedrek, I, 454.

[266] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/226-227.

[267] el-Fethu'r-rabbânî, XII, 28; Hâkim, el-Müstedrek, I, 456.

[268] el-Fethu'r-rabbânî, XII, 26.

[269] Nesâî, menâsik 145.

[270] İbn Hacer, Felhu'l-Bârî, IV, 208-209.

[271] bk. 1889 numaralı hadisin şerhi.

[272] Erkan, Arif, Gurer ve Dürer tercemesi, I, 378.

[273] Buradaki dua kabul olan dualardandır. Hesaba tabi tutulmadan cennete girmeyi istemek en Önemli dualardan biridir. "Borçtan, fakirlikten, gönül sıkıntısından ve kabir azabın­dan bu Beyt'in sahibine sığınırım" demek sünnettir.

[274] M. Zihnî, Ni'met-i İslâm, 643.

    Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/227-229.

[275] Buharı, hac 60; Müslim, hac 242; İbn Mâce, menâsik 27.

   Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/229.

[276] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/229-230.

[277] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/230.

[278] Buharı, hac 42; Müslim, hac 39.

   Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/230-231.

[279] Müslim, hac 401.

[280] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/231.

[281] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/231.

[282] Nesâî, hac 156.

    Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/232.

[283] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/232.

[284] Buhârî, hac 58; Müslim, hac 253-254, 257; Nesâî, mesâcid, 21, 140, 159; İbn Mâce, me-nâsik 28; Ahmed b. Hanbel, I, 214, 237-238, 304; III, 413.

    Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/232-233.

[285] bk. 1880 no'lu hadis.

[286] bk. 1881 no'lu hadis.

[287] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, IV, 236

[288] Buhârî, hac 62.

[289] el-Fethu'r-rabânî, XII-34.

[290] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/233-234.

[291] Buhârî, hac 58; Müslim, hac 253-254, 257; Nesâî, mesâcid 21, 140, 159; İbn Mâce, menâ-sik 28; Ahmed b. Hanbel, I, 214, 237, 238, 304; III, 413; V, 454.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/234.

[292] el-İsrâ (17), 81.

[293] Müslim, cihâd 87; Buharı, meğâzî 48.

[294] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/234-235.

[295] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/235.

[296] İbn Mâce, menâsik 28, Müslim, hac 255.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/235.

[297] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/236.

[298] Nesâî, menâsik 173; Ahmed b. Hanbel III, 317, 334.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/236.

[299] Müslim, hac 256.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/236.

[300] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/236-237.

[301] Ahmed b. Hanbel, I, 237; Tirmizî, hac 40; İbn Mâce, menâsik 28; Dârimî, menâsik 30; Müslim, hac 254-255.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/237.

[302] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/237-238.

[303] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/238.

[304] Buhârî, lıac 64, 71, 74; edcb 68; tefsîr 52; Müslim, hac 258; Nesâî, hac 138; Ibn Mâce, mukaddime 11; Muvatta', hac 123.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/238-239.

[305] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/239

[306] Tirmizî, hac 36; îbn Mâce, menâsik 30; Darimî, menâsik 28; Ahmed b. Hanbel, IV, 222-224, Bcyhâkî, es-Sünenü'l-Kübrâ, V, 79.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/239. 

[307] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/239-240.

[308] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/240.

[309] Ahmed b. Hanbel, I, 306, 371; Beyhâki, es-Sünenü'1-Kübrâ, V, 79.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/240-241.

[310] el-Fethü’r-rabbanî, II, 68; Ebû Dâvûd 1996 no'lu hadis.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/241.

[311] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/241.

[312] Müslim, hac 237.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/241-243.

[313] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/243.

[314] Nevevî, Şerhü Müslim, IX 10.

[315] el-Fethur-rabbânî, XII, 17.

[316] Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, V, 84.

[317] Müslim Hac 230, 231; el-fethü'r-Rabbânî, XII,18.

[318] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/243-244.

[319] Buhârî hac 55: meğâzî 43; Müslim, hac 240; Nesâî, menasik 155; Ahmed b. Hanbel, I,290, 306,-373.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/244-245.

[320] el-Haşr (59), 9.                                                             

[321] el-Münâfikûn (63), 8.

[322] Müslim, hac 488; Buharî, fedailü'l-Medine 2.

[323] Mecmeu'z-zevâid, III, 300.

[324] Münâvî, Feyzu'I-Kadîr, VI, 156.

[325] Yûsuf (12), 92.

[326] Nevevî, Şerhu Müslim, IX, 150.

[327] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/245-247.

[328] Buhârî, hac 56.

[329] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/247.

[330] Buhârî, hac 57; İbn Mâce, menâsİk 29; Ahmed b. Hanbel, I, 45.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/247-248.

[331] Buhârî, hac 57.

[332] İbn Hacer, Fethu'I-Bârî, IV, 217.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/248.

[333] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/248-249.

[334] Tirmizî, hac 64; Dârimi, menâsik 36; Ahmed b. Hanbel, VI, 64, 75, 139.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/249.

[335] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/249.

[336] İbn Mace, hac 29.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/249-250.

[337] Mevkufâl, I, 182.

[338] Cevhere, I, 197-198.

[339] Bilmen Ö. N. Büyük İslam İlmihali s. 369; Ayrıca bk, 1873 no'lu hadisin şerhi.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/250-251.

[340] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/251.

[341] İbn Mace, hac 29.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/251-252.

[342] Müslim, hac 233-236; Tirmizî, hac 34; Nesâî, hac 154; İbn Mace, menâsik 29; Darîmî, menâsik 28, 34 Muvatta, hac 107, 108; Ahmed b. Hanbel. II, 40, 59, 71, 100, 114, 123, 125, 157; V, 455, 456.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/252.

[343] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/252.

[344] el-Bakara (2), 102.

[345] Ahmed b. Hanbel, III, 411.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/253.

[346] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/253.

[347] Buhârî, hac 63; Müslim, hac 23); Nesâî, menâsik 151; Ahmed b/Hanbel, II, 30.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/254.

[348] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/254.

[349] el- Bakara (2), 125.

[350] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/254.

[351] Tirmizî, hac 42; Nesâî, mevâkît 41; İbn Mâce, mukaddime 2; Dârimî menâsik 79; Ah-med b. Hanbcl, IV, 80.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/255.

[352] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/255.

[353] Fethür'r-rabbânî, II, 299; Dârekutnî Sünen, I, 425; Beyhakîes-Sünnenü'l-kübrâ, II, 461.

[354] Hadisler için bk. Zeylaî, Nasbur-râye, I, 250; İbn Hümam, Fethu'l-Kâdîr, I, 161.

[355] Tirmizî, hac 41.

[356] M. Zihnî, Ni'met-i İslâm, 165.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/255-257.

[357] Müslim, hac 140, 265; İbn Mâce, menâsik 39; Ahmed b. Hanbel, I.II, 317.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/257.

[358] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/257-258.

[359] bk. Beyhakî, es-Süncnü'i-kübrâ, V, 106.

    Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/258-259.

[360] Bu rivayetler için bk. 1781, 1783, 1788, 1788, 1789, 1792 no'lu hadis-i şerifler.

[361] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/259-260.

[362] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/260-261.

[363] bk. 1785 no'lu hadis.

[364] bk. 1791 no'lu hadis.

[365] Müslim, hac 128.

[366] Münâvî, Feyzü'l-kadîr, II, 105.

[367] et-Tayalisî, Müsned, s. 39, 40.                                                       

[368] Feyzu'l-Kadir, II, 281.

[369] Takıyyüddîn es-Sübkî, Tabakatü'ş-Şaffiyyeti’I-Kübrâ, I, 104, 105.

[370] bk. Tekmiletu'l-Menhel, I, 236.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/261-263.

[371] el-Fethü'r-rabânî, XI, 154; Nevevî, Şerhu Müslim, VIII, 214; Ibn Mâce, menâsik 118.

[372] Zeylâî, Nasbu'r-râye, III, 111; Tahavî, Şerhu meâni'1-âsâr, II, 205.

[373] Zeylaî, Nasbu'r-râye, III, 111; Tahavî, Şerhu mâni'I-âsâr, II, 205.

[374] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/263-264.

[375] Ahmed b. Hanbel, III, 431.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/264-265.

[376] Mecmeu’z-zevâid, III, 246.

[377] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/265.

[378] Mecmeu'z-zcvâid, III, 293; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, V, 92.

[379] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/265-266.

[380] İbn Mâce, mıînâsik 35.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/266.

[381] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/266.

[382] Beyhâkî, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 164.

[383] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/267.

[384] Nesâî, menâsik 133.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/267-268.

[385] Felhu’r-rabbânî, XII, 73.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/268.

[386] Buhârî, hac 79; umre 10, tefsir (2), 21; Müslim, hac 259-264; Tirmizî, tefsir (2) 12; Nesâî, menâsîk 169; İbn Mâce, menâsîk 43; Muvatta, hac 129; Ahmed b. Han'bel, VI, 144, 162, 227.            

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/269-270.

[387] Müslim, hac 263.

[388] Müslim, hac 259.

[389] Buhârî, tefsîr (53) 3.   

[390] el-Bakara (2), 158.

[391] Süleyman Ateş, Kur'an-ı Kerim'in Yüce Meali ve Çağdaş Tefsir I, 146.     

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/270-272.

[392] el-Fethu'r-rabbânî, XII, 77; Mecmeu'z-zevâid III, 247; Dârekulnî 270; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, V, 98.

[393] Mecmeu'z-zevâîd, III, 247.

[394] Müslim,.hac 310.

[395] el-Bakara (2), 158.         

[396] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/272-273.

[397] Buhârî, Hac 53; Müslim, hac 397 tbn Mace, menâsik 44.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/274.

[398] Müslim, hac 388-396.

[399] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/274.

[400] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/275.

[401] Buhârî, umre 11; hac 53; meâzî 35, 43, Müslim, hac 397; İbn Mâce, menâsik 44.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/275.

[402] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/275.

[403] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/275-276.

[404] Tirmizî, hac 39; Nesâî, menâsik 174; İbn Mâce, menâsik 43; Ahmed b. Hanbel, II, 53, 60, 61, 119, 120.  

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/276.

[405] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/276-277.

[406] Müslim, hac 147; Nesâî, menâsik 178, Muvatta, hac 131; el-Fethu'r-rabbani, XII, 80.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/277.

[407] el-Bakara (2), 125.

[408] el-Bakara (2), 158.

[409] Müslim, hac 147; Nesâî, menâsik 46; İbn Mâce, menâsîk 84; Dârimî, menâsik, 34.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/279-289.

[410] en-nisa (4), 3.                             

[411] en-Nur (24), 32.

[412] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/289-291.

[413] Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi; VI, 431, 441.

     Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/291-297.

[414] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/298.

[415] Buhârî, hac 97.

[416] Bk. Ebû Dâvûd bu cilt. Hadis No, 1925.

[417] Müslim, hac 290.

[418] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/298-300.

[419] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/300-301.

[420] Müslim, hac 149; İbn Mâce, menâsik 55, 73; Nesaî, menâsik 202; Dârimî, menâsik 50; Muvatta, hac 166-167; Ahmed b. Hanbel, I, 72, 75, 76, 81, 157; III, 321, 326; IV, 82.

   Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/301.

[421] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/301-302.

[422] Müslim, hac 149.

  Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/302.

[423] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/302.

[424] el-Bakara (2), 125.

[425] Ahmed b. Hanbel, III, 320.

  Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/302-303.  

[426] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/303.

[427] el-Bakara (2), 199.

[428] Buhârî, tefsir sûre (2), 35; hac 91; Müslim, hac 151; Nesaî, menâsik 202.

   Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/304.

[429] Buraya Arafat denmesinin sebebi olarak ileri sürülen görüşlerden bazıları şunlardır:

a. insanlar burada gerçek manada kulluklarını gösterdikleri için buraya bu isim veril­miştir.

b. Hz. Âdem ile Havva burada buluştukları için buraya bu isim verilmiştir.

c. Çeşitli ülkelerden gelen hacı adayları burada toplanıp tanıştıkları için buraya bu isim verilmiştir.

d. Cebrail (a.s.) Hz. Peygamber'e hac ibâdetini burada öğrettiği ve sonunda "Earifte hazâ: Öğrendin mi?" dediği için,

e. Allah teâlâ'nın kullarına ikramını, affını ve mafiretini burada tanıttığı için bu isim verilmiştir. Nitekim "Onları kendilerine anlattığı Cennete koyar" (Muhammed (47), 6) âyet-i kerimesi de bunu ifâde eder.

[430] Müslim, hac  436.

[431] M. Zihni Efendi, Nimet-i İslâm s. 622.

[432] Fethü'l-Bâri, IV, 263.

[433] Fethü'r-rahbânî, XII,  123.

[434] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/304-306.

[435] bk.  1949 no'Iu hadis.

[436] Zürkanî, Şehru'l-Muvaîîâ, III,  178; Muvattâ, hac  169.

[437] bk. 1950 numaralı hadis.

[438]  Hûd (11),  105.

[439] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/306-307.

[440] Tirmizî, hac 50.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/308.

[441] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/308.

[442] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/308-309.

[443] Buhârî, hac 83, 146; Müslim, hac 336; Tirmizî, hac 112; Nesâî, menâsik 190; Dârimî, menâsik 46; Ahmed b   Hanbel, III,  100.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/309-310.

[444] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/310.

[445] Kasanı, Bedâyiü's-sanâyi', II, 159.

[446]  el-Bakara (2), 203.

[447]  S. Ateş, K. Kerimîn Yüce Meali ve Çağdaş Tefsiri, I, 209.

[448] Buhârî, hac 146; Beyhakî, V,  160.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/310-311.

[449] Ahmed b. Hanbel, II, 129.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/312.

[450] Nesâî, mevâkît 48.

[451] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/312-313.

[452] Kâsânî, Bedâyiü's-sanayi', II, 152.

[453] İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, IV, 260.

[454] M. Zihnî, Ni'met-i İslâm, 155, 645.

[455] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/313-315.

[456] İbn Mâce, menâsİk 54; Ahmed b. Hanbel II, 25.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/315-316.

[457] Buhârî, hac 87, Nesâî, menâsik  196.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/316-317.

[458] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/317.

[459] Ahmed b. Hanbel, V, 430.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/317.

[460] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/317-318.

[461] İbn Kudâme, el-Muğnî III, 410.

   Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/318.

[462] Nesâî, menâsik 199; Ahmed b. Hanbel, IV, 306.

   Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/318-319.

[463] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/319.

[464] Buhârî, hac 87; Nesâî, menâsik  196.

[465] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/319-320.

[466] Ahmed b. Hanbel, V, 30.

[467] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/320.

[468] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/320.

[469] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/321.

[470] Nesâî, menasik 188; Beyhaki, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 111.

[471] Miras, Tecrid Tercemesi, VI,  172.

[472] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ V,  111.

[473] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/321-322.

[474] Tirmizî, hac 53; Nesâî, menâsik 202; tbn Mâce, menâsik 55; Ahmed b. Hanbel, IV, 137.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/322-323.

[475] el-Fethu'r-rabbânî XII, 115.

[476] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/323.

[477] Mecmeu’z-zevâid, III, 251.

[478] el-Fethu'r-rabbânî, XII, 153.

[479] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/323.

[480] Buhârî, hac 94; Ahmed b. Hanbel, I, 269, 277.

   Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/324.

[481] Aliyyu'1-Kârî; Mirkâtu'l-Mefâtîh, III, 222.

[482] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/324-325.

[483] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/325.

[484] Buhârî, vudû 6, 35, hac 93, 95; Müslim, hac 266, 276, 278, 281; Nesâî, menâsik 206; tbn Mâce, tahâre 23, menâsik 59; Muvatta', hac 197; Ahmet b. Hanbel, II, 125.

   Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/325-326.

[485] Buhârî hac 93.

[486] Fethu'1-Bâri, IV, 267.

[487] Fethu'1-Bâri, IV, 267.

[488] Şemsü'l-Hak Azimâbudî, Avnu'1-Ma'bûd, V,   400.

   Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/326-328. 

[489] İbnu'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, II, 171.

[490] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/328-329.

[491] Tirmizî hac 54; Ahmed b. Hanbel, I, 75, 157; Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 122.

   Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/329.

[492]   Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/329-330.

[493]   Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/330.

[494] Buhârî, hac 92; cihâd 136; Müslim, hac 284; Nesâî, mçnâsik 205; İbn Mâce, menâsik 58; Dârimî, menâsik 51; Muvatta, hac 176; Ahraed b. Hanbel, V, 205, 210.

[495] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/330.

[496] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/330-331.

[497] Bilgi için bk. İbn Hacer, Felhu'l-Bfirî, III, 336.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/331.

[498] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/331.

[499] Buhârî, vudû 6, 35, hac 93, 95; Müslim, hac 266; Nesâî, menâsik 206; Muvatta, hac 198; Ahmed b. Hanbel, II,  125.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/331-332.

[500] Buhârî, hac 93.                    

[501] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/332-333.

[502] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/333.

[503] Ahmed b. Hanbel, IV, 389.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/333-334.

[504] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/334.

[505] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/334.

[506] Buhârî, hac 96; Müslim, müsâfirîn 42-48, hac 286; Nesâî menâsik 207.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/334.

[507] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/334-335.

[508] bk. Fethu'l-Bârî, III, 339; Nesâî, menâsik 207; Beyhaki, es-Sünenü'I-kübrâ, V, 120.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/335.

[509] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/336.

[510] Ahmed b. Hanbel, II,  157.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/336.

[511] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/336.

[512] Neveî, Şerlıu Müslim, VIII,  187.

[513] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/336-337.

[514] Tirmizî, hac 56; Ahmed b. Hanbel, I, 280.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/337.

[515] el-Fethu'r-rabbânî, XII,  146.

[516] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/337-338.

[517] Müslim, Müsâfirîn  17; İbn Hacer, Fethu'I-Bârî, II, 381.

[518] Müslim, müsâfirîn  19.

[519] Tirmizî, hac 52.

[520] Müslim, müsâfirîn 15.

[521] Nevevî, Şerhü Müslim, V, 202.

[522] bk.  1229 no'lu hadis.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/338-340.

[523] Buhârî, hac 96; Müslim hac 291; Nesâî, ezan 20, salât 20, menâsik 207; Ahmed b. Hanbel, I, 418, 449; II,  18, 33-34, 56, 59, 62, 78,  152; V. 421.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/340-341.

[524] Nevevî, Şerhu Müslim, IX, 36.

[525] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/341.

[526] Müslim, hac 291; Tirmizî, hac 56; Nesâî, menâsik 207; Ahmed b. Hanbel, I, 418; II,   18,  33-34, 56, 62, 78,   152, V, 421.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/341.

[527] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/341.

[528] Müslim, hac 291; Tirmizî, hac 56; Nesâî, menâsik 207; Ahmed b. Hanbel, I, 418; II,  18, 33-34, 56, 62, 78,  152, V, 421.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/341-342.

[529] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/342.

[530] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/342-343.

[531] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/343.

[532] Sözü. geçen hadisler için bk. Buhârî hac 96; Nesâî, menâsik 207.

[533] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/343-344.

[534] Buhârî, hac 99; Müslim, hac 292; Nesâî, menâsik 207; Ahmed b. Hanbel, II, 4, 7-8, 34, 51, 54, 77, 80,  106, 120, 148, 150,  152,  157.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/344.

[535] Buhârî, hac 99.

[536] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/344-345.

[537] Nevevî, Şerhu Müslim,  IX, 37.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/345.

[538] Tirmizî, hac 54; Ahmed b. Hanbel, I, 75, 157.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/346.

[539] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/346.

[540] el-Fethu'r-rabbânî, XII,  122; MecmeuVzevaîd, III, 251.

[541] Nesâî, menâsik 211; el-Fethu'r-rabbânî, XII,  120.

[542] Kâsânî, Bedâyi', II,  135.

[543] el-Bakârâ (2),  198-199.

[544] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/346-348.

[545] İbn Mâce, menâsik 55.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/348.

[546] el-Fethu'r-rabbânî, XII, 122.

[547]  Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/348-349.

[548]  Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/349.

[549] İbn Mâce, menâsik 55.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/349.

[550] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/349-350.

[551] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/350.

[552] Buhârî, hac 100, menâkıbul-ensâr 26; Tirmizî, hac 60t Nesâî, menâsik 213 İbn Mâce, menâsik 61; Ahmed b. Hanbel, I, 29, 39.

      Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/350.

[553] en-Nisâ (4),  144.

[554] Mansûr Ali Nâsıf, et-Tâc, I, 43.                   

[555] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/350-351.

[556] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/351.

[557] Buhârî, hac 98; Müslim, hac 301, 302, Nesâî, menâsik 208, 214; İbn Mâce, menâsik 62; Ahmed b. Hanbel, I, 221-222.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/351.

[558] Tahâvî, Şerhu Me'ani'1-âsâr, II, 215.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/352.

[559] AIiyyü'1-Kârî, Mirkâtü'J-Mefâtih, III, 223.

[560] Fethu'r-rabbânî, XII, 164.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/352.

[561] Tirmizî, hac 58, Nesâî, menâsik 222, ibn Mâce, menâsik 62; Ahmed b. Hanbel, I, 311, 326, 343.

[562] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/352-353.

[563] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/353.

[564] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/353.

[565] Nesâî, menâsik 222; îbn Mâce, menâsik 62; Ahmed b. Hanbel I, 311, 326, 343.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/353.

[566] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/353.

[567] H. Karaman, Hadis Usûlü, 36.

[568] bk. M. Uğur, Hadis Dersleri, (Lise IV),  117.

[569] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/353-354.

[570] Nesâî, menâsik 223.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/354-355.

[571] Tahavî, Şerhü meâni'1-âsâr II, 216; Beyhaki, es-Siinenü'1-Kübrâ, V, 132.

[572] Mecmeu'z-zevâid, III, 260.

[573] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/355-356.

[574] Buhârî, hac 98; Müslim, hac 297; Ahmed b. Hanbel. VI, 347, 351.

      Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/356.

[575] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/356.

[576] Buhârî, hac 98.

[577] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/356-357.

[578] Nesâî, menâsik 204, İbn Mâce, menâsik 61; Dârimî, menâsik 59; Ahmed b. Hanbel, III, 332, 367,.391.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/357.

[579] Zürkânî, Şerhu'1-Muvatta, III,  183; Beyhakî es-Sünenü'1-kübrâ, V,  126.

      Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/357.

[580] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/358.

[581] Buhârî, hac 132; cizye 16, tefsîr süre (9) 4; Tirmizî, fiten 2; Ibn Mâce, menâsik 76; Ahmed b. Hanbel, III, 473; V. 412.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/358.

[582] Mübârekfârî, Tufetu'l-ahvezî, IV, 31.

[583] M. Zihnî, Ni'met-i İslâm,, 612.

      Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/358-359.

[584] Tirmizî hac,  110.

[585] Teysîru'l-vüsûl, I,  125.

[586] Aynî Umdetü'1-Kârî, X, 83.

[587] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/359-360.

[588] Buhârî, saİat 2, 10; hac 67; cizye 16, meğâzî 66, tefsir sûre (9) 2-4; Müslim, hac 435; Tirmizî, hac 44, tefsir sure (9) 6-7; Nesâî, menâsİk 161; Dârimî, salât 140; siyer 62; menâsik 74; Ahmed b. Hanbel, I, 3, 79; VI-299.

      Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/360.

[589] et-Tevbe (9), 28.

[590] Tirmizî, hac 44.

[591] el-A'râf (7) 31.

[592] Müslim, tefsir 2.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/360-361.

[593] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/362.

[594] Buhârî, tefsir (9) 8; bed'ü'1-Halk 2; meğâzî 77; edâhî 5: tevhîd 24: Müslim, kasâme 29; Ahmed b. Hanbel, V, 37, 73.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/362.

[595] et-Tevbe (9), 37.

[596] et-Tevbe (9), 36.

[597] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/363-364.

[598] el-Bakârâ (2), 217.

[599] et-Tevbe (9), 36.

[600] el-Bakârâ (2), 190.

[601] el-Bakârâ (2), 217.

[602] Ateş Süleyman Kur'an-ı KerimMn Yüce Meali ve Çağdaş Tefsiri, I, 225, 226.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/364-366.

[603] Buhârî, ilim 9; Müslim, kasâme 30; Ahmed b. Hanbel, V, 37.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/366.

[604] Müslim, kasâme 30.

[605] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/366-367.

[606] Tirmizî, hac 57, tefsir sûre (2), 22; İbn Mâce, menâsik 57; Nesâî, menâsik 211, Ahmed b. Hanbel IV, 309-310, 335; Beyhakî, es-                                                    Sünenu'1-kübrâ, V, 116; Hâkim, el-Müstedrek, I, 464; İbn Hıbbân, Sahih, VI, 76.

[607] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/367-368.

[608] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/368-369.

[609] Kâsânı, Bedâyi'ü's-sanâyi, II,  159.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/369.

[610] Tirmizî, hac 57; nesaî, hac 211; İbn Mâce, menâsik 57; Ahmet b. Hanbel, IV, 15, 261, 262.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/370.

[611] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/370-371.

[612] bk. 1970 numaralı hadis.

[613] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/371.

[614] Ahmet b. Hanbel, IV, 61.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/371-372.

[615] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/372.

[616] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/372.

[617] Beyhaki, es-Siinenu'1-kübrâ, V,  151.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/373.

[618] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/373.

[619] bk. Sehârenfûrî, Bezlu'l-mechûd, IX, 265.

[620] FethıTr-rabânî, XII, 215, 216; Ahmet b. Hanbel, de Şafiî'nin görüşündedir, bk. İbn Küdâme, el-Mugnî, III, 445.

[621] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/373-374.

[622] Ahmet b. Hanbel, V 72; Beyhaki, es-Sünenu'1-kübrâ, V, 151.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/374-375.

[623] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/375.

[624] Ahmet b. Hanbel, V, 7; Beyhakî, es-Sünenu'1-kübrâ, V,  140.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/375-376.

[625] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/376.

[626] Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, V,  140.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/376.

[627] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/376.

[628] Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, V,  140.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/377.

[629] Sehârenfûrî, Bezlu'l-mechûd, IX, 269.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/377-378.

[630] Seharenfûrî Bezlu'l-mechûd,  IX, 269.

[631] Neveî, Şerhu’-l Mühezzeb, VIII, 219.

[632] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/377-378.

[633] Nesâî, menâsik 189; Ahmet b. Hanbel, V, 374.

[634] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/379.

[635] Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, V, 127.

[636] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/379-380.

[637] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/380.