74. (Hacıların) Minâ'da
Geceleyecekleri Yerde Mekke'de Gecelemeleri (Caiz Midir?)
76. Mekkelilerin Namazları
Minâ'da Kısaltarak Kılmaları (Caiz Midir?)
78. Tıraş Olmak Ve Saçları
Kısaltmak
81. Kaza Umresinde Resûl-İ
Ekrem Mekke'de Ne Kadar Kaldı?
82. Hacda (Minâ'dan Mekke'ye)
Akın Etmek
84. Hayızlı Kadın İkaza
Tavafından Sonra Mekke'yi Terk Edebilir Mi?
87. Hacla İlgili Görevler
Arasında Takdim Te'hirde Bulunanlar
88. (Sadece) Mekke(De Helal
Olan Şeyler)
89. Mekke Hareminde Bazı
Fiillerin Yasaklanması
90. Hacılara Nebîz İçirmenin
Fazileti
94-95. (Mekke Dönüşü)
Medine'ye Uğramak
95-96. Medine'nin Harem
Kılınması
1958. ...Abdurrahmân b.
Ferruh, İbn Ömer'e;
Biz halkın mallarını
(kendileri hesabına) başka mallarla değiştiriveriyoruz. (Minâ gecelerinde)
birimiz Mekke'ye gelince geceyi mal(lar)ın başında geçirse (olmaz mı?) diye bir
soru sormuş. İbn Ömer de;
Amma Resûlullah (s.a.) Minâ'da
gecelerdi (ve bunu) asla terk etmezdi, cevabım vermiştir.[1]
Hz. İbn Ömer'in ifâdesinden
anlaşıldığına göre Hz. Peygamber Veda Haccında teşrik günlerini ve gecelerini
Minâ'da geçirmiştir. Şurası da bilinen bir gerçektçir ki bayramın birinci günü
Akabe Cemresine taşları attıktan sonra İfâza tavafını yapmak üzere Mekke'ye
inmiş ve tavafı müteâkib yine Minâ'ya dönerek geceyi Minâ'da geçirmiştir.[2]
1. Bayram günlerinde bir hacı
adayının Mekke'de bıraktığı mallarının kaybolacağı
gerekçesiyle malını beklemek üzere Minâ'da kalmayıp geceyi Mekke'de geçirmesi
caiz değildir. Zira
İmam Ahmed ile Hanefî
ulemâsına göre ise, hastalık ve
İmam Şafiî'ye göre ise, bu
geceleri Mekke'de geçirmek için su taşımak görevinin dışında hiçbir mazeret
yoktur İleride açıklayacağımız gibi huccac'ın develerine bakmakla görevli deve
çobanları bu geceleri Mekke'de geçirebilirler.
İmam Şafiî'ye göre mazeretsiz
olarak bayram günlerinde geceleri Mekke'de geçiren bir hacı Mekke'de geçirdiği
bir gece için bir dirhem, iki gece için iki dirhem tasadduk eder. Üç geceyi
Mekke'de geçiren bir hacı adayı ise, bir kurban keser. İmam Mâlik'e göre ise
her gece için bir kurban gerekir.[3]
Bayram gecelerini Minâ'da
geçirmenin hükmüne gelince:
a. İmam Mâlik'e göre; Minâ'dan
acele dönmek durumunda kalmayan bir kimsenin teşrik günlerinde üç geceyi de
Minâ'da geçirmesi farzdır. İmam Şafiî ile İmam Ahmed'in sahih olan görüşleri de
budur. Delilleri ise, konumuzu teşkil
İmam Mâlik'e göre ise, Kim bir
geceyi özürsüz olarak Minâ hâricinde geçirirse, ona bir kurban; iki geceyi Minâ
haricinde geçiren kimseye iki kurban kesmek lâzım gelir. Acelesi olmadığı halde
üç geceyi de Minâ'da geçirmeyi terk
Şafiî ve Hanhelî ulemasının
meşhur olan görüşlerine göre ise, bir geceyi terk
Hanefî ulemasıyla İbn Abbâs ve
Hasan el-Basrî'ye göre bu geceleri Minâ'da geçirmek sünett-i müekkededir. Bu
görüş aynı zamanda İmam Ahmed'den de rivayet olunmuştur. Delilleri ise, İbn Ebî
Şeybe'nin İbn Abbâs'tan rivayet ettiği, "Akabe cemresini taşladıktan sonra
istediğin yerde gecele" anlamındaki hadis-i şeriftir. Çünkü o kimse artık
ihramdan çıkmıştır. Fakat bu geceleri Minâ'da geçirmek sünnet olduğundan bu sünneti
terk
1959. ...İbn Ömer'den;
demiştir ki: Abbâs (r.a.) suculuk görevi dolayısıyla Minâ gecelerinde Mekke'de
kalmak üzere Resûlullah (s.a.)'dan izin istedi. O da kendisine izin verdi.[6]
Bilindiği gibi Minâ
gecelerinden maksat, Zilhiccenin 11, 12 ve 13 üncü geceleridir.
İmam Ahmed'in Müsned'-
inde "Minâ geceleri"
yerine "Minâ günleri" tâbiri geçmektedir ki, "Minâ
geceleri" anlamındadır. İslâmiyet gelinceye kadar bu görev, Abbâs'ın elindeydi.
İslâmiyyet geldikten sonra bu görev yine ona verilmiştir. Bu gün de yine bu
görevi Abbas oğulları yürütmektedirler.
"Sikaye" kelimesi
aslında "fiâle" vezninde bir masdardır. Belki o zamanlarda meşrubatın
muhafaza için konduğu yer anlamına gelir. Fakat bu kelime sonradan Mekke'yi
ziyarete gelen hacılara su dağıtma, onları suvarma görevi için kullanılmaya
başlanmıştır. Arablar kuru üzümleri Zemzem suyuna atarlar ve onun şerbetini hac
mevsiminde Kabe'yi ziyarete gelen hacılara dağıtırlardı. Bekr b. Abdullah
el-Müzenî diyor ki: "Ben Kabe'nin yanında İbn Abbas'la birlikte
oturuyordum. Derken O'na bir bedevî
gelerek:
Aceb neden amcanız oğullarını
bal ve süt sunarken görüyorum siz ise, üzüm şerbeti sunuyorsunuz. Bunu
ihtiyacınızdan dolayı mı yoksa cimrilikten dolayı mı (yapıyorsunuz!) dedi.
İbri Abbas da:
Allah'a hamd olsun, hiç bir
ihtiyacımız yok, cimri de değiliz. Fakat Peygamber (s.a.) terkisinde Üsâme
olduğu halde devesi üzerinde geldi de su istedi. Biz de kendisine bir kap üzüm
şerbeti getirdik. O bunu içti ve kalanı Üsâme'ye verdi. Bize de: "İyi
yaptınız, hoş ettiniz. Hep böyle yapın!" buyurdular. Binaenaleyh biz
Resûlullah (s.a.)'in emir buyurduğu bir şeyi değiştirmek istemeyiz" diye
cevap verdi.[7] Bu konuyu inşallah 90 numaralı bâb'da daha etraflıca ele
alacağız.[8]
1. Teşrîk günlerinin
gecelerini Minâ'da geçirmek meşrudur. Fıkıh ulemasının bu konudaki görüşlerini
bir numara önceki hadiste zikrettik; burada terara lüzum görmüyoruz.
2. Özür sahipleriyle sucular ve
hacıların hayvanlarına bakmakla görevli deve çobanlarından teşrik günlerinin
gecelerini Minâ'da geçirmek görevi, mazeretleri sebebiyle affedilmiştir.
Binâenaleyh bu kimselerin sözü-geçen geceleri Mekke'de geçirmelerinden dolayı
kendilerine bir ceza lâzım gelmez. Bu görüş bütün ulemâ tarafından ittifakla
Su taşımakla görevli kimseler
ise, kendileri Minâ'da iken güneş batsa bile yine de Mekke'ye gidip geceyi
orada geçirebilirler. Çünkü bunların görevi gece de devam eder.[9]
1960. ...Abdurrahman b.
Yezîd'den; demiştir ki: Osman (r.a.) Minâ'da (dört rekât namazları) dört rekat
olarak kıldı.
Abdullah (b. Mesûd) dedi ki:
Ben Peygamber (s.a.)'le beraber (Minâ'da dört rekatlı namazları) iki rekat
olarak kıldım. Ebû Be-' kir'le de iki rekât olarak (kıldım), Ömer'le de iki
rekât olarak (kıldım. Müsedded) Hafs'dan (naklettiği hadisinde Abdullah b.
Mesud'un sözlerine şunları) ilâve etti: t,Ben Osman'ın) halifeliğinin ilk
yıllarında (dört rekathk namazları) Hz. Osman'la birlikte (ikişer rekat kılmıştım,
fakat) daha sonraları (bu ikiyi dörde) tamamİa(maya başla)dı. (Müsedded) Ebû
Muaviye'den (aldığı ve burdan itibaren gelecek olan sözleri de) ilâve olarak
(şöyle) rivayet etti: Sonra sizde yollar ayrıldı. (Vallahi Osman'a uyarak
kılacağım), dört rekat (namaz)'ın benim için iki rekat makbul namaz yerine
geçmesini ne kadar arzu ederdim.
A'meş dedi ki: Muâviye b.
Kurrâ'mn bana hocalarından naklettiğine göre Abdullah (b. Mes'ûd dörtlü
namazları) dört rekat olarak kıl(maya başla)mış da kendisine; "Osman'ı
ayıpladın sonra (dörtlü namazları) dört rekat olarak kıl(maya başla)dın,"
denilmiş. O da; "aykırılık fitnedir" diye cevap vermiştir.[10]
Müsedded'in Ebû Mûaviye ve
Hafs'dan rivayet ettiğine göre: Hz. Abdullah b. Mesûd Hz. Peygamber, Hz. Ebû
Bekir ve Hz. Osman ile birlikte Minâ'da dörtlü namazları hep ikişer kıldığını
söylemiştir. Ancak Müsedded'in Hafs kanalıyla rivayet ettiği İbn Mesûd'a ait bu
cümlede şu ilâve de vardır: "Hz. Osman'ın halifeliğinin ilk yıllarında
dörtlü namazları kısaltarak ikişer rekat olarak kılardı. Sonraları Minâ'da
kılınan dörtlü namazları kısaltmadan tam olarak kılmaya başladı".
Müsedded'in Ebû Muaviye'den naklettiği rivayette ise, Hz. İbn Mesud'un yukarıdaki
cümlesine şu cümlelerin eklendiğini görüyoruz: "Hz. Abdullah b. Mesud dedi
ki: "Sonra sizin Minâ'da namazları edâ ediş yollarınız değişti. Vallahî
Minâ'da Hz. Osman'a uyarak kılacağım dört rekatlı namazın iki rekatının makbul
olmasını ne kadar isterdim." Görülüyor ki başta Hz. Peygamber olmak üzere
Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer, Minâ'da dörtlü namazları ikişer rekat olarak
kılarken Hz. Osman, hilâfetinin son yıllarında Minâ'daki dörtlü namazları
kısaltmadan tam olarak kılmaya başlamıştır.
Hz. İbn Mesûd, "Hz.
Osman'a uyarak Minâ'da dört rekat olarak kılacağım namazların benim için makbul
iki rekat namaz yerine geçmesini ne kadar isterdim" sözüyle Hz. Osman'ın
bu uygulatnasım tasvib etmediğini minâ'da kılacağı dört rekatlık namazları Hz.
Peygamber, Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer gibi iki rekat olarak kılmayı arzu ettiği
halde fitne korkusuyla buna muvaffak olamadığım ifâde etmek istemiş olsa
gerekir. Hz. Osman'ın Minâ'daki dörtlü namazları kısaltmadan tam olarak
kılmasının şu sebeblerden ileri geldiği düşünülebilir:
1. Mekke'de evlendiği için
lorası vatanî aslîsi olmuştur da onun için Mİnâ'da dörtlü namazları kısaltmadan
kılmış olabilir.
2. Devlet reisi olduğu için
İslâm ülkesinin her tarafının .kendi vatan-ı aslîsi hükmünde bulunduğundan
dolayı böyle hareket etmiş olabilir.
3. Mekke'de -kendisini seferi
olmak hükmünden çıkartacak şekilde-ikâmete niyet ettiği gün böyle hareket etmiş
olabilir.
4. Minâ'da bir arsası bulunduğu
için böyle hareket etmiş olabilir.
5. Mekke'ye
başkalarından önce gelip Terviye gününe kadar en az onbeş gün Mekke'de oturmaya
niyet etmiş olabilir.
Hafız İbn Hacer'in beyânına
göre bu ihtimallerin ekserisi sadece bir zandan ibarettir. Çünkü Hz. Peygamber
sefere aileleriyle birlikte çıktığı halde yine de dörtlü namazları kısaltarak
kılardı. Binaenaleyh birinci ihtimal yersizdir.
Ancak Bezlu'l-mechûd yazarına
göre İbn Hacer'in bu iddiası son derece isabetsizdir. Çünkü insanın bir
memlekette evlenip kalması başkadır. Ailesiyle birlikte sefere çıkması başkadır
ve Hanefî ulemâsı açıkça beyân etmiştir ki, vatan-ı aslî insanın doğduğu veya
evlendiği ya da vatan edinmek maksadıyla yerleşip kaldığı yerdir. Bir kimsenin
ailesiyle sefere çıkmasının bunlarla hiçbir ilgisi yoktur.
Hafız İbn Hacer"eğer
İslâm ülkesinin her tarafı devlet reisinin vatan-i aslîsi hükmünde olsaydı,
Resûl-i Ekrem'in Veda haccı.nda Minâ'da kıldığı dörtlü namazları tam kılması
lâzım gelirdi" diyerek ikinci ihtimale de yer olmadığını belirtti. Ayrıca
Muhacirlerin Mekke'de ikâmet etmelerinin haram olduğunu, binaenaleyh Hz.
Osman'ın Mekke'de ikâmete niyyet etmesinin imkânsız olduğunu, söyleyerek üçüncü
ihtimalin düşünülemeyeceğini ifade etmiştir. Her ne kadar dördüncü ve beşinci
ihtimaller Ebû Davud'un rivayet ettiği 1961-1962 numaralı hadis-i şerifler
tarafından da desteklenmekte ise de, bazı hadis otoriteleri bu hadislerin zayıf
olduğunu söylemişlerdir. Gerçekte ise, Muhacirlere haram olan, hicret
maksadıyla terk ettikleri yeri vatan-ı aslî edinmeleridir. Hicret ettikleri yerin.
dışında bir yeri vatan-ı ikamet olarak kabullenip ikâmet etmelerinde ise bir
sakınca yoktur.
İbn. Hacer'e göre, Hz.
Osman'ın bu namazları kısaltarak kılması, "Onun ancak bilfiil yürüyüş
halinde olan yolcuların dörtlü namazları kısaltarak kılabilecekleri kısa bir
süre için de olsa bir yerde konakladıkları zaman ise, bu namazları tam
kılmalarının gerektiği" görüşünde olmasından kaynaklanıyor.[11]
Bezlu'l-mechûd yazarına göre
Hz. Osman'ın bu görüşte olmasına imkân yoktur. Çünkü Hz. Osman'ın Resûl-i
Ekrem'in gazvelerinde ve hac seferinde bulunmuş ve O'nun bir yere konakladığı
zaman da dörtlü namazları kısaltarak kıldığına şâu i olmuştur. Binaenaleyh Hz.
Osman'ın özürsüz olarak Resûl-i Ekrem'e muhalefet etmesi imkânsızdır.
Esasen İbn Hacer'in bu görüşü
doğru olsa, bir yolcunun dörtlü namazları geceleyin dörder rekat olarak
kılması icab eder. Çünkü geceleyin bir yerde konaklamayan bir yolcu olamaz,
olsa da nâdir denilecek kadar az olur.
Bu konuda İbn Battal şunları
söylemiştir: "Hz. Osman'la Hz. Âişe, Hz. Peygamber'in ümmetine olan
merhametinden dolayı Minâ'da dörtlü namazları kısaltarak kıldığı kanaatinde
idiler ve bu namazları dört rekat olarak kılmak kendilerine zor gelmediği için
söz konusu namazları dört rekat olarak kıldılar."
Bu görüş bir cemaat tarafından
sahih bir izah tarzı olarak kabul edilmiş, Kurtubî de bu görüşe katılmıştır.
Gerçekten bu izah tarzı Şafiî mezhebine de uygun düşmektedir.[12] Bazıları da "o sene Minâ'da namaz
kılmasını bilmeyen afaplar çok sayıda bulunduğu için Hz. Osman onlara bazı
namazların dört rekatlı olduğunu Öğretmek maksadıyla dörtlü namazları tam
olarak kıldı" demişlerse de Bezlu'l-mechûd yazarı "Eğer bazı
namazların dört rekat olarak kılınacağını bilmeyen kimselerin çok sayıda
bulunması dörtlü namazların kısaltılmadan kılınabilmesi için bir sebep teşkil
etseydi, o zaman daha önce Veda Haccında bu namazları ResûM Ekrem'in tam
olarak kılması gerekirdi" diyerek bu görüşü reddetmiştir. Bu durumda İbn
Battâl'ın konu ile ilgili yaptığı açıklama, en sağlıklı yorum olarak kabul
edilebilir.[13]
1. Hacılar Minâ'ya çok yakın
çevrelerde bile olsalar yine de Mina da kılacakları dört rekatlı namazları
kısaltarak kılmaları gerekir. İmam Mâlik ile Evzâî ve İbn Uyeyne bu
görüştedirler. Çünkü sözü geçen bu ulemâya göre Minâ'da namazı kısaltarak
kılmanın sebebi yolculuk değil hac ibâdetidir.
Hanefî ulemasıyla İmam Şafiî
İmam Ahmed ve .ulemânın büyük çoğunluğuna göre ise, Minâ'da namazı kısaltarak
kılmanın sebebi hac ibâdeti değil, dinen yolculuk sayılacak uzaklıktaki
yolculuktur. Bu uzaklıktaki bir yolculuğa çıkmayan bir kimse Minâ'da da olsa
namazları kısaltamaz. Nitekim 1929 numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık.[14]
1961. ...Zührî'den
rivayet olunduğuna göre Osman (r.a.) hacdan sonra (Minâ'da bir süre) ikâmet
etmeye kesin karar verdiği için Minâ'da (dört rekath namazları) dört rekat
(olarak) kılmıştır.[15]
Bu haber "Hz.-Osman'
Mekke'de evlendiği Tâif'te mal-mülk edindiği ve bu
sebeple hacdan sonra Medine'ye
dönmeden önce Mekke'de bir
süre kalmaya kesin karar yerdiği için Mekke'de ikâmet ettiği müddetçe dört
rekath namazları kısaltmadan kılmıştır" diyen Hanefî ulemâsının delilidir.
Bu görüşte olan Hanefî ulemasına göre Mekke'de evlendiği için orası kendisinin
vatan-ı aslîsi olmuştur.
Her ne kadar bu görüş ilende
gelecek olan, "Muhacirler Veda tavafından sonra Mekke'de sadece üç gün
kalabilirler." anlamındaki 2022 numaralı hadis-i şerife zahiren aykırı
düşmekte ise de 2022 numaralı hadisin hükmü Mekke'nin Fethinden önceki zamanlar
için geçerlidir. Mekke'nin fethinden sonra bu hadisin hükmü yürürlükten
kaldırılmıştır. Şafiî ulemâsından îmanı Nevevî'de bu mevzuda,
"muhacirlerin Mekke'de bir süre ikâmet etmesinde hiçbir sakınca yoktur.
Muhacirler için haram olan Mekke'ye yerleşmek ve orayı yurt (vatan-ı
aslî)edinmektir. Bazılarına göre Mekke'yi yurt edinmekte de bir sakınca
yoktur.. Muhacirlerin Mekke'de ikâmet etmelerini nehyeden hadisin hükmü,
Mekke'den.Medine'ye hicret etmenin farz olduğu fetih öncesi dönemlerine
aittir." diyor.[16] Konumuzu teşkil eden bu haber munkatı' denilen zayıf hadis
çeşitlerindendir. Çünkü bu hadisin râvilerinden olan Zührî'nin Hz. Osman'a
erişmediği bilinen bir gerçektir.[17]
1962. ...İbrahim
(en-Nehaî)'den; demiştir ki: Osman (r.a.)(Mekke'de dört rekatli namazları) dört
(rekat) olarak kıldı. Çünkü orayı (kendisine) yurt edinmişti.[18]
Bu hadisi şerif "insanın
evlenip kaldığı veya hayatını kazanmak üzere bir daha göç etmemek üzere
yerleşip kaldığı yer onun vatan-ı aslîsi olur" diyen Hanefî ulemâsının
delilidir. Hadis-i şeriften Hz. Osman'ın Mekke'de evlendiği için orada kaldığı
sürede dörtlü namazları tam kıldığı anlaşılıyorsa da bu hadis-i şerifi nakleden
İbrahim en-Nehâî'nin Hz. Osman'a yetişmediği bilindiğinden bu haber
munknjj" denilen zayıf hadislerdendir. Bu sebeple delil olma niteliğinden
uzaktır.
Beyhakî'ye göre; "Eğer
Hz. Osman'ın dört rekatlı namazları tam kılmasının sebebi Mekke'de evlenmesi
olsaydı ve bir beldede evlenmek orayı vatan-ı aslî hükmüne getirseydi, bu
durumu sahâbîlerin de bilmesi ve dört rekatlı namazlau tam kıldı diye Hz.
Osman'a itiraz etmemeleri gerekirdi. Hz. Osman evi kuşatıldığı zaman kendisine
Mekke'ye gitmesi teklif edilince "hicret ettiğim yeri terk edemem"
diye cevap vermesi de Hz. Osman'ın Mekke'de ikâmete razı olmayacağını
gösterir."[19]
1963. ...Zuhrî'den;
demiştir ki: Osman Tâif'te (bir takım) mallar eüinip de orada (bir süre)
ikâmet etmeye karar verince (dört rekatli namazları) dört (rekat) olarak
kıl(maya başla)dı. Sonra (Beni Ümeyye'den olan) devlet başkanları (Osman'ın) bu
(uygulaması)na sarıldılar.[20]
Bu eser de Munkati' denilen
zayıf hadislerdendir. Bu bakundan delil olma niteliğinden uzaktır.[21]
1964. ...Zührî'den
rivayet olunduğuna göre Osman b. Affân, o sene (hacda) a'rabîler çok olduğu
için onlara (bazı) namaz(ların) dört rekat olduğunu öğretmek için halka (dört
rekatli namazları kısaltmadan) dört (rekat) olarak kıldırmıştır.[22]
Hz. Osman'ın kendi halifeliği
döneminde hac mevsiminde Minâ'da dört rekatlı namazları niçin kısaltmadan tam
olarak kıldığı ulemâ arasında ihtilaflı bir konudur. Bazılarına göre, O sene
hac mevsiminde namaz ahkâmını ve öğle ikindi ve yatsı namazlarının dört rekat
olarak kılınacağını bilmeyen kimseler pek çok sayıda bulunduğu için Hz. Osman
onlara bu namazların kaç rekat olduğunu ve nasıl kılınacağını öğretmek
maksadıyla dörtlü namazları kısaltmadan kıldırmıştır. Hz. Osman'ın Minâ'da
dörtlü namazlar kısaltmadan kılışının sebebi budur. Delilleri ise bu hadisi
şeriftir.
Fakat bu görüş iki yönden
tenkid edilmiştir:
a. ez-Zührî'nin Hz. Osman
devrine erişemediği bilinen bir gerçektir. Binaenaleyh bu eser
"münkati" dir. Delil olma niteliğinden uzaktır.
b. Eğer halka bilmediklerini
öğretmek için Minâ'da dörtlü namazları tam olarak kılmak caiz olsaydı, bunu
daha önce Veda Haccı'nda Resûl-i Ekrem yapardı. Çünkü Resûl-i Ekrem halkın
namaz meselelerim öğren-mesini^hem Hz. Osman'dan daha çok arzu ederdi, hem de
ümmetine karşı beslediği sevgi ve merhameti Hz. Osman'ın sevgi ve merhametinden
kat kat daha fazla idi.[23]
1965. ...Harise b. Vehb
el-Huzâî ki annesi, Hz. Ömer(in nikâhı) altında idi ve Ubeydullah b. Ömer
ondan doğmuştu- dedi ki: Ben Minâ'da Resûlullah (s.a.)'ın arkasında namaz
kıldım. Halk (o sene) alabildiğine kalabalıktı. Resûlullah (s.a,) (bu) Veda
Haccında bize (dört rekatlı namazları) iki (rekat) olarak kıldırdı.[24]
Ebû Dâvûd dedi
ki:"Harise, yurtları Mekke'de olan Huzâa (kabilesin)dendir.[25]
Hadisin zahirinden anlaşılıyor
ki Mekke'Iiler Veda haccında Minâ'da dört rekatlı namazları ikişer
rekat olarak kılmışlardır. Müellif Ebû Dâvûd hadisin bu manaya geldiğini
pekiştirmek için hadisin sonuna bir talik ilave ederek Harise b. Vehb'in
Mekke'de ikâmet eden Huzâa kabilesinden olduğunu söylemiştir.[26]
1. Hac mevsiminde Minâ'da
müsafir olan imama uyan kimseler mukim bile olsalar dört rekatlı namazlarını
imamla beraber kısaltarak kılarlar. İmam Mâlik ile el-Evzâî ve İshâk da bu
görüştedirler. Sözü geçen ulemâya göre burada dört rekatlı namazları kısaltarak
kılmanın sebebi hac ibadetidir. Yoksa diğer vakitlerde olduğu gibi belli
uzaklıktaki bir mesafeye yolculuk yapmak değildir.
Hanefi ulemâsıyla İmâm Şafiî,
Ahmed, Atâ, Mücâhid, ez-Zührî ve Süfyan es-Sevrî'ye göre ise bir kimsenin dört
rekatli namazları kısaltarak kılabilmesi o kimsenin Şer'an yolcu sayılabilmesi
için kabul edilen uzunlukta bir yolculuğa çıkmış olmasına bağlıdır ve mukîm
olan bir kimse yolcu olan bir imama uyacak olursa, imam selâmı verdikten sonra
ayağa kalkıp namazım dörde tamamlar. Delilleri ise, şu hadis-i şeriftir;
Ebû Nadrâ der ki: Bir genç
İmran b. Husayn'a Resîullah (s.a.)'in yolculukta namazları nasıl kıldığını
sormuştu. İmran da şu cevabı verdi: "Bu genç bana Resûlullah (s.a.)'in
yolculukta nasıl namaz kıldığını soruyor. Şunu iyi biliniz ki ben Resûlullah
(s.a.)'le her yolculuğa çıkışımda o (dört rekatlı namazlarını) ikişer rekat
olarak kıldı. Ben Huneyn'de ve Tâif'de de kendisiyle beraber bulundum. O zaman
da dört rekatlı namazları iki (rekat) olarak kıldı. Sonra kendisiyle hac .ver
umre de yaptım. O zaman da1 yine ikişer rekat olarak kıldı ve (selam verdikten
sonra arkasında namaz kılan Mekkelilere: dönerek):
"Ey Mekkeliler sîz
namazlarınızı dörde) tamamlayınız. (Bize gelince) biz yolcuyuz" buyurdu.
Salim b. Abdullah’ın rivayet
ettiği şu hadis-i şerîf de bu görüşü destekleyen delillerdendir: Ömer b.
el-Hattâb Mekke'ye geldiği zaman onlara ilci rekat namaz kıldırdıktan sonra:
Ey Mekkeliler namazların(ızı)
dörde tamamlayınız (bize gelince) biz yolcuyuz, derdi.
Bu görüşte olan ulemâya göre
konumuzu teşkil eden hadis Mâlikîle-rin iddia etitği gibi Harise b. Vehb'in
Resûl-i Ekrem'in arkasında dörtlü namazları ikişer rekat olarak kıldığına
kesinlikle delalet etmez. Çünkü Hârise'nin namazın iki rekatını Resûl-i
Ekrem'in arkasında kıldıktan sonra kalanı da kendi başına kılmış olmasr
mümkündür. Öyleyse bu hadis, Mekkelilerin Minâ'da dörtlü namazları kısaltarak
kılacaklarına delâlet eden bir delil değildir.
Ayrıca bu hadiste Harise b.
Vehb'in Mekke'de veya Minâ'da mukîm olduğuna dâir bir ifâde de yoktur ve
metinde geçen "bize (dört rekatlı namazları) iki rekat olarak
kıldırdı" cümlesi "Resûlullah (s.a.) Minâ'ya kendisiyle birlikte gelen
biz müsafirlere dört rekatlı namazları iki rekat olarak kıldırdı" anlamına
da gelebilir.[27]
1966. ...Süleyman b.
Amr'm rivayetine göre annesi demiştir ki: Ben Resûlullah (s.a.)'ı binitli
olduğu halde her (attığı) çakıl taşları ile birlikte tekbir getirerek cemreleri
-vadinin içerisinden- atarken gördüm. Arkasında da Hz. Peygamberi koruyan bir
adam vardı, bu adamın kim olduğunu sordum.
el-FazI b. el-Abbâs'dır,
dediler. Halk sıkışıklık meydana getiriyordu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.)
(şöyle) buyurdu:
"Ey inamlar sakın taşlan
atarken kiminiz, kiminizi öldürmesin. (Öyleyse) fiske taşları gibi (küçük
taşlar) atınız."[28]
"Cemre" küçük
taş demektir. Çoğulu "cimâr"
gelir. "Remyu'c-cimâr" ise, belli bir zamanda ve belli bir me-
kânda belli sayıdaki küçük
taşları belli yerlere atmak demektir.
Ayrıca "cemre" ufak
taşların toplandığı yer manasına da gelir. Minâ vadisinde bu manada üç cemre
vardır. Bunların birincisi Hayf Mescidini takiben Cemre-i Üla'dır. İkincisi
Cemre-i Ûlâ ile Cemre-i Akabe arasında kalan cemre-i vüstâdır. Üçüncüsü de
Cemre-i Akabe'dir. Buna "Cemre-i Kübrâ" da denir ve halk arasında
"büyük şeytân" diye bilinir. Bu cemre Mina vadisine Mekke cihetinden
gelen bir kimsenin hemen Minâ vadisine girerken sol tarafına .düşer. Burası
taşlardan örülmüş üç metre yüksekliğinde ve iki metre eninde bir duvardır.
Yerden
Buralara yapılan taş atma işi
haccın vaciplerindendir. Atılan taşların adedi yetmiştir. Yedisi kurbanın
birinci, geri kalanları iki, üç ve dördüncü günleri atılır. Taşların teker
teker, her taş atışta tekbir getirilerek atılması gerekir. Bu taşlar cemrelere
yaklaşık üç metrelik bir mesafeden atılır. Cemrelerin yakınına düşmesi de
yeterlidir. Bu cemrelerin şeytanı temsil ettiği rivayet edilirse de bunları
taşlamanın hikmetini Allah bilir. Bazılarına göre bu taşlan atmanın hikmeti
âlemlerin yaratıcısı olan Allah'a karşı insanın aczini, kulluğunu ve za'fını
izhar etmesi ve sadece bir imtihan olan bu taşları atma görevini yerine
getirmesi, şimdiye kadar işlemiş olduğu hatalardan dolayı duyduğu nedamet
hissini bilfiil ifâde etme, kendisini isyan yollarına sürükleyen şeytana karşı
duyduğu kin ve öfkeyi bilfiil harekete geçirme, istikbalde bir daha şeytana
uymayacağını orada bizat şeytana karşı verdiği kavga ve yaptığı saldırılarla
ortaya koyma ve ispatlamadır. Netice olarak cemreleri atmaktan maksat, nefse
hiçbir pay ayırmadan Hz. İbrahim gibi sadece Allah'a teslim olmak ve ona boyun
eğmekten ibarettir.
Her ne kadar konumuzu teşkil
eden bu Ebû Dâvûd hadisi Müslim'in rivayet ettiği "ben Veda Haccında
Resûlullah (s.a.) ile birlikte haccettim. Onu Cemre-i Akabe'de taş atarken ve
oradan ayrılırken hep devesinin üzerinde gördüm. Beraberinde Bilâl ile Üsâme
vardı. Biri devesini yedi-yor, diğeri Resûlullah (s.a.)'ı güneşten korumak için
elbisesini onun başına kaldırıyor (siper ediyor)du.[29] anlamındaki hadise aykırı gibi görünüyorsa
da aslında bu iki hadis arasında herhangi bir çelişki yoktur. Şöyleki: Bir
kimseyi herhangi bir tehlikeden korumak isteyen kimse onun arkasına durur.
Güneşten korumak isteyen kimse ise güneşin durumuna göre arkasında veya önünde
durabilir. Binaenaleyh iki hadise bu iki ayrı açıdan bakmak
gerekir.
Resûl-i Ekrem'in, "Ey
insanlar, sakın taşlan atarken kiminiz kiminizi öldürmesin" diye ihtarda
bulunmasının sebebi bazı kimselerin oldukça büyük taşlan atmak istemeleridir.
Atâ'nın tarifine göre cemrelere atılacak olan taşlar parmak ucu büyüklüğünde
olmalıdır. Beyhakî'nin Cemil b. Yezid'den rivayet ettiği bir hadiste "İbn
Ömer (r.a.)'nın attığı taşlar nohut büyüklüğünde idi."[30]
1. Alkabe cemresini binitli
olarak diğer iki cemreyi de yaya olarak taşlamak müstehabdır. Nitekim bundan
sonra tercümesini sunacağımız hadisler de bunu gösterir. Ayrıca Beyhakî'nin
Câbir b. Abdullah’tan rivayet ettiği şu hadis de bu gerçeği te'yid etmektedir:
"Ben Resûlullah (s.a.)'ı deve üzerinde cemrelere taş atarken gördüm."[31]
Metinde geçen
"el-Cimâr" kelimesinin başında bulunan "d" harf-i tarifi
ahd için olduğundan (bilinen bir şeye delâlet ettiğinden) bu kelimenin Cemre-i
Akabe'yi ifâde etmek için kullanıldığı anlaşılır.
2. Her taşı atarken tekbir
getirmek ve şu duayı okumak müstehabtır:
= Allah'ım bu haccımi
güzel bir hac yap, günahlarımın bağışlanmasına bir vesile kıl, makbul bir amel
eyle."
Nitekim Ahnned b. Hanbel'in
Abdurrahman b. Yezid'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Abdullah b.
Mesûd'un binitli olarak ve her taş için tekbir getirip:
= "Allah'ım bunu güzel
bir hac yap günahların bağışlanmasına bir vesile kıl," diyerek taşları
attığı ifâde ediliyor.[32]
Hafız İbn Hacer'in beyânına
göre cemrelere taş atarken tekbir getirmeyi unutan bir kimse için bir ceza
lazım gelmediği konusunda ulemâ ittifak etmişlerdir. Ancak Süfyan es-Sevrî,
"Tekbiri terk eden bir kimsenin bir fakiri doyurması icab eder. Eğer
kurban keserse bence daha iyidir" demiştir.[33] İbn el-Kasım ise, tekbir yerine,
"sübhanallah" denildiğinde bir-şey lâzım gelmeyeceğini söylüyor.
Hanefî ulemâsından Bedrüddin Aynî ise şöyle diyor: "Bizim ulemâmıza göre
cemreleri atacak olan kimse her taşı atarken tekbir getirir ve; "Şeytana
ve onun taraftarlarına rağmen Allah'ın ismiyle (bu taşları atıyorum) ve Allah
en büyüktür" der. Hz. Ali (r.a.) her taşı atarken diye duâ ederdi.
3. Ashab-ı Kiramın Resûl-i
Ekrem'e gelecek olan herhangi bir sıkıntıdan onu korumak hususunda son derece
titiz ve gayretli oldukları gibi Resûl-i Ekrem de ümmetine karşı son derece
şefkatli idi.
4. Akabe Cemresine atılacak olan
taşlan vadimin içinden atmak müstehabtır. Atâ, Salim b. Abdullah, Sevrî, Şafiî,
Ahmed ve İshak bu görüştedirler. Sözü geçen ulemâya göre buraya taşları
yukarıdan atmak mekruhtur. Tirmizî'nin beyanına göre; bazı ilim adamları
vadinin içinden taşları atmaya imkân bulamayan bir kimsenin imkân bulduğu
yerden atmasının caiz olduğunu söylemişlerdir.,
Hanefî ulemâsıyla Mâliki
ulemâsından îbrı Battâl'a göre bir kimse bu taşları istediği yerden, atabilir.
5. Atılacak taşların küçük
olması icab eder. Bunların Müzdelife'den toplanmış ve temiz olmaları da
müstehabtır. Taşların Minâ'da toplanması da caizdir.
Beyhakî'nin beyanına göre imam
Şafiî cemrelere atılacak taşların Minâ'dan toplanmasını yeterli görmüştür.
Ancak Mescidim taşlarının çıkarılmasını uygun görmediğinden bu taşların
mescidden toplanmasını mekruh gördüğü gibi, pisliği dolayısıyla heladan
toplanmasını da mekruh görmek, tedir. Cemrelere atılan taşlardan toplanması ise
makbul değildir.
Hanefî ulemâsıyla İmam Ahmed
de aynı görüştedirler. İmam Mâlik ise, "cemrelere atılmış olan taşların
tekrar Joradan ahnara k atılması yeterli değildir. Çünkü daha önce kullanılmış
olan bu taşlai bir daha kullanılamaz" demişse de aslında bu söz İmam Malik'in
kendi mezhebiı ün ilkelerine uygun değildir. Çünkü İmam Mâlik'e göre mâ-i
müstamel (kullanılmış su) temizleyicidir.[34]
Hanefî ulemasına göre atılan
taşların yeryüzü cinsinden olması şarttır. Bu bakımdan taş toprak çamur gibi
maddeleri cemrelere atmak caizdir. Fakat taş atılması daha da faziletlidir. Bu
konut ia gelen hadislerin mutlak oluşu bunu ifade eder. Ancak İmam Malik, Şâfîî
ve Ahmed'e göre ise, cemrelere atılacak maddelerin taş cinsinden olması gerekir.
Çünkü Hz. Peygamber cemrelere taştan başka birşey atmamıştır. Hanefî ulemâsının
yeryüzü cinsinden olan maddelerin cemrelere atılabileceğini iddia etmesi
dayanaksızdır. Esasen bu mevzu kıyâsın sahasına da girmez.[35]
1967. ...Süleyman b. Amr
el-Ahvas annesinin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ben Resûlullah (s.a.)'i
binitli ve parmakları arasında bir (çakıl) taş(ı) olduğu halde Akabe Cemresinin
yanında gördüm." (Elindeki çakıl taşım) attı. Halk da (ellerindeki çakıl
taşlarını) attı.[36]
"Resûl-i Ekrem'in
parmakları arasında tuttuğu taş"tan maksat baş parmağı ile şahadet ve orta
parmakları arasında tuttuğu parmak ucu büyüklüğünde bir çakıl taşıdır. Bu ifâdeden
Resûl-i Ekrem'in cemreleri bu üç parmağın yardımıyla ve şehâdet parmağının
ileri itmesiyle attığı anlaşılıyor. Şafiî ulemasından Beğâvî ile Râfiî
cemrelerin bu şekilde atılması gerektiğine hükmetmişlerdir. Ancak bu hadisin
senedinde zayıf bir râvi olan Zeyd b.'Ebî Ziyâd vardır. Dolayısıyla hadis delil
olma niteliğinden uzak, zayıf bir hadistir.[37]
1968. ...İbn İdrîs şu
(bir önceki) hadisin bir benzerini de aynı senedle Yezid b. Ebî Ziyâd'dan
naklen rivayet etmiştir. (İbn îdris) dedi ki: (Resûlullah sallallahü aleyhi ve
sellem elindeki taşlan attıktan sonra cemrelerin) yanında durmadı.[38]
Bu konuda esas Olan
şudur: Bir cemreye taşlar atıldıktan sonra taşlanacak bir cemre daha
varsa orada biraz durulup duâ yapılır, fakat o cemrenin taşlanmasından sonra
taşlanacak başka bir cemre kalmamışsa izdihama "sebeb olmamak için orada
durulmaz. Başka bir ifadeyle Cemre-i Ûlâ ile Cemre-i Vustâ taşlandıkları zaman
her ikisinin yanında biraz durulup dua edilir. Fakat Akabe Cemresi taşlandıktan
sonra orada durmadan hemen uzaklaşılır. Nitekim Zührî'den rivayet edilen bir
hadis şu anlamdadır: "Peygamber (s.a.) Hayf mescidinin yanındaki Cemre-i
Ûlâya gelince her birisi için tekbir getirerek yedi taş atardı, sonra sol
tarafındaki vadiye dönüp kıbleye karşı durur ellerini kaldırarak duâ ederdi ve
uzun müddet orada kalırdı. Sonra ikinci.(cemreye gelip) her birisi için tekbir
getirerek yedi taş atardı. (Taşları atıp bitirdikten) sonra sol tarafındaki
vadiye dönüp kıbleye karşı durup ellerini kaldırarak duâ ederdi ve orada bir
süre dururdu. Sonra Akabe'nin yanındaki taş yığınına gelirdi, herbiri için
tekbir getirerek yedi taş da orada atardı. (Taşlan dtnayı bitirdikten) sonra
hiç durmadan dönüp giderdi.[39]
1969. ...İbn Ömer
(r.a.), kurban (bayramının ilk) gününden sonraki üç günde (cemrelere taş atmak
için) yaya olarak gelir, giderdi ve Peygamber (s.a.)'in de böyle yaptığını
söylerdi.[40]
1966 numaralı hadis-i şerifte
de ifâde edildiği gibi Resûlullah (s.a.) Efendimiz Minâ'da kurban bayramının birinci
günü Akabe Cemresine binitli olarak gider ve orada taşlan hayvanının üzerinde
iken atardı. Bu hadis de bayramın 2, 3 ve 4. üncü günü taşları atmak için
cemrelere yaya olarak gidip geldiği ve taşları yerden attığı ifade ediliyor.
Böylece bu iki hadis Resûl-i Ekrem'in kurban bayramının dört gününde cemrelere
nasıl gittiğini ve orada taşları nasıl attığını açıklamış oluyor.[41]
Zilhiccenin 11, 12 ve 13. üncü
günlerine kurban bayramının da 2, 3 ve 4. uncu günlerine rastlayan teşrîk
günlerinde cemrelere taş atmak için yaya olarak gidip gelmek ve taşları yerden
atmak daha faziletlidir. Bunun gibi sözü geçen bayramın birinci gününde de
Akabe Cemresine binitli olarak gidip gelmek ve taşları binitli olarak atmak
daha faziletlidir. İmam Ahmed ve ilim adamlarının çoğu bu görüştedir.
Hanefî ulemâsına göre ise
müstehab olan bayramın dört gününde de Akabe Cemresine binitli olarak diğer iki
cemreye de yaya olarak gidip gelmektir. İmam Ebû Yûsuf'a göre ise kendisinden
sonra taş atılması gereken bir cemre bulunan her cemreye yürüyerek gitmek daha
faziletlidir. Kendisinden sonra taş atılması gereken bir cemre bulunmayan
cemreye ise binitli olarak gitmek daha faziletlidir. İmam Mâlik ile İmâm
Şafiî'ye göre ise, Minâ'ya binitli olarak gelen bir kimsenin bayramın birinci
günü Akabe Cemresini binitli olarak, taşlaması müstehabtır. Bunun gibi Minâ'ya
yaya olarak gelen kimsenin de Akabe Cemresini yaya olarak taşlaması
müstehabtır.
Bayramın ikinci ve üçüncü
günlerinde bütün cemreleri yaya olarak taşlamak sünnet olduğu gibi bayramın
dördüncü günü de bütün cemreleri binitli olarak taşlayıp yine binitli olarak
Mekke'ye dönmek de sünnettir.[42]
1970.
...Ebu'z-Zubeyr'den; Câbir b. Abdillahı (şöyle) derken işittiği rivayet
olunmuştur:
"Kurban (Bayramının
birinci) günü, Resûlullah (s.a.)'ı hayvanı üzerinde
"Hacla ilgili
amellerinizi (iyi) almalısınız! Çünkü bilmiyorum, belki de bu haccımdan sonra
bir daha haccedemem" buyurarak cemreleri taşlarken gördüm.[43]
"Mensek"
kelimesi aslında "Hacda kurbanların kesildiği
yer" anlamına gelirken sonraları "hacla ilgili bütün
ameller" anlamında kullanılır hâle gelmiştir.
Metinde geçen "hac
ibâdetlerinizi (iyi) almalısınız*' cümlesinden murad, "Ben hac ibadetini
kavlen ve fiilen nasıl yapmışsam sizin de bunları aynı şekilde yapmanız meşru
olmuştur. Bunları benden gördüğünüz gibi belleyiniz ve başkalarına da
öğretiniz" demektir.
Resûl-i Ekrem efendimiz,
"bilmiyorum belki de bu baççımdan sonra bir daha haccedemem"
buyurmakla vefatının yakınlığına işaret etmek istemiştir.[44]
1. Hac fiillerini
öğrenmek ve bu bilgileri bizzat Resululîah'm sünnetinden almak farzdır.
2. Minâ'ya hayvan (veya vasıta)
üzerinde gelen bir kimsenin bayramın birinci günü Cemre-i Akabe'de taşlan
hayvan üzerinde atması müstehabdır. (Mezhep imamlarının bu mevzu ile ilgili
görüşleri bir önceki hadisin şerhinde geçmiştir.)
3. Peygamber (s.a.) Veda
Haccında vefatının yakın olduğuna işaret ederek ümmetini, zaman kaybetmeden hac
fiillerini titizlikle öğrenmeye ve başkalarına da öğretmeye teşvik etmiştir.[45]
1971. ...İbn Cüreyc'den
naklediğildiğine göre Ebu'z-Zübeyr şöyle demiştir: Ben Cabir b. Abdullah’ı
şöyle derken işittim:
Ben Resûlullah (s.a.)'ı kurban
bayramının birinci günü kuşluk vakti (Akabe Cemresinde) taş atarken gördüm.
Daha sonra(ki günlerde) bunu güneşin zevalinden sonra yaptı.[46]
Duhâ vakti "dahve-i
kubra" denilen Ve şer'î nehârın yansı sayılan (kaba kuşIuk) istivâ"
zamanı demektir.
Bu hadis-i şerif Resûl-i Ekrem
(s.a.)'in ilk günkü taşları Minâ'da Akabe Cemresinde kuşluk vakti attığını
diğer günlerde de cemreleri zevalden (güneş batıya kaydıktan) sonra attığım
ifade etmektedir.[47]
1. Kurban bayramının birinci
günü taşları zeval vaktinden önce atmak sünnettir.
İbn Abdilberr'in ifadesine
göre, İslâm Ulemâsı Resûl-i Ekrem'in Veda Haccında bayramın birinci günü Akabe
Cemresine taşları kaba kuşluk vakti attığında ittifak etmişlerdir. Fakat bu
taşları atmanın caiz olduğu vaktin başlangıç ve bitiş noktalarını tesbitte
ulemâ ihtilâfa düşmüşlerdir. Hanefî ulemâsıyla İmam Mâlik'e ve Ahmed b.
Hanbel'den gelen bir rivayete göre cemrelere atılan taşların sahih olabilmesi
için bayramın birinci günü fecrin doğmuş olması şarttır. Binaenaleyh fecrin
doğuşundan itibaren atılan taşlar makbuldür. Nitekim Tahâvî'nin rivayet
ettiği; Hz. Peygamber Müzdelife gecesinde Hz. Abbas'a: "İçimizden
zayıfları ve kadınları götür de sabah namazım Mina'da kılsınlar, halk kitlesi
gelmeden önce Akabe cemresine taşlarını atsınlar" buyurdu.[48] anlamındaki hadis-i şerif de bu görüşü
desteklemektedir.
Şafiî ulemâsına ve İmam
Ahmed'in meşhur olan görüşüne göre ise, bayramın birinci günü Akabe Cemresine
atılacak olan taşları Müzdelife'-de kalındığı gecede gece yarısından sonra
atmak caizdir. Daha önce tercümesini sunduğumuz 1942 numaralı hadisde bu
görüşü desteklemektedir.
Cemrelere taş atma fiilinin
kerâhetsiz olarak icra edilebildiği sürenin son haddi ise, güneşin batma
zamanıdır. İbn Abdilberr'in ifadesine göre; Müstehab olan vakit bir tarafa
bırakılırsa, güneş batmadan önce cemreleri taşlayan bir kimse cemrelere taş
atma görevini zamanında yapmış olur. Cemrelere taş atma görevini güneşin
batmasından sonraya bırakan bir kimse görevini bu vakte kadar geciktirmesinden
dolayı bir kerahet işlemiş olur, fakat bu kerahetten dolayı o kimsenin üzerine
kurban kesmek gerekmez. Hanefî ulemâsıyîa İmam Malik, Şafiî, İbn Münzir ve İbn
Ömer de bu görüştedirler. Nitekim Nâfî'in rivayet ettiği "Safiyye bint Ebî
Ubeyd'in erkek kardeşinin kızı Müzdelife'de nifaslandı da Minâ'da cemrelere taş
atma görevini geceye kadar geciktirdi. Safiyye'de onunla birlikte gecikmişti.
Minâ'ya bayramın birinci günü ancak güneş battıktan sonra gelebil-diler.
Minâ'ya geldikleri zaman Abdullah b. Ömer onlara taşları atmalarını emretti ve
gecikmelerinden dolayı onlara herhangi bir cezayı da gerekli görmedi,[49] anlamındaki hadisler bunun delilidirler.
Lakin İmam Mâlik "Bu
durumda kalan bir kimsenin bir hedy kurbanı kesmesi müstehabdır" diyor.
Mâlikî ulemâsından Zürkânî'nin beyânına göre imam Ahmed'le İshak, bayramın
birinci günü Akabe Cemresini, güneşin batmasına kadar geciktiren bir kimse bu
taşları bayramın ikinci günü zeval vaktinden sonra atar. Çünkü İbn ömer;
"kim (bayramın birinci günü) Akabe Cemresini taşlamayı gece vaktine kadar
unutacak olursa, o taşlan ertesi gün güneşin zevaline kadar
atamaz" demiştir.[50]
Sahih hadislerin delaletiyle
sabit olan şudur ki, kadınlar ve çocuklar gibi kendilerine özel ruhsat verilmiş
olan kimseler, bayramın birinci günü Akabe Cemresine atacakları taşları gecenin
yarısından itibaren atabilirler. Daha önce atmalarının yeterli olmadığında
icmâ' vardır. Fakat kendilerine böyle özel bir ruhsat verilmemiş olan kimseler
ise sözü geçen taşları güneş doğmadıkça atamazlar.
2. Metinde geçen "Daha
sonraki günlerde bunu güneşin zevalinden sonra yaptı" cümlesi teşrik
günleri denilen bayramın ikinci, üçüncü ve dördüncü günlerinde cemrelere taş
atmanın müstahab olan vaktinin zevalden -sonra başladığını gösterir. Dört
mezhep imarmyla birlikte cumhûr-ı ulemâ da bu görüştedirler. Ancak Ebû Hanife
(r.a.) bayramın dördüncü günü cemrelere zevalden önce taş atılabileceğini
söylemiştir. Çünkü İbn Abbâs (r.a.), "Mekke'ye hareket günü olan bayramın
dördüncü günü güneş biraz yükseldikten sonra cemrelere taş atıp Veda tavafını
yapmak caizdir" demiştir.[51] Teşrik günlerinde cemrelere taş atma
görevini yerine getiremeyen ve vakti de geçiren bir kimsenin bir kurban kesmesi
gerektiğinde dört mezheb imamı ittifak etmiştir. Çünkü hacla ilgili bir vacibi
terk etmek bir kurban kesmeyi icab ettirir. Nitekim Atâ b. Ebî Rebâh, "Kim
bir cemreye veya cemrelerin tümüne taş atmayı unutur da teşrik günleri geçmiş
olursa, ona bir kurban kesmek yeter."[52] demiştir.[53]
1972. ...Vebere (b.
Abdirrahman)'dan; demiştir ki: İbn Ömer'e:
Taşları ne zaman atayım? diye
sordum da;
(Hac) imamının atmağa
başladığı zamanda at, cevabını verdi. Kendisine soruyu tekrar edince:
Biz (Resûlullah -s.a-
zamanında) güneşin zevalini beklerdik, güneşin zevali sırasında (taşları)
atardık, dedi.[54]
Bu hadis-i şerif bayramın
birinci gününü takibeden teşrik günlerinde cemrelere taş atmanın müstehab olan
vaktinin güneşin batıya kaymasından itibaren başladığını söyleyen dört mezhep
imamının delilidir. Bir önceki hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi teşrik
günlerinde cemrelere atılacak olan taşların zevalden sonra atılacağı konusunda
ulemâ ittifak etmiştir.[55]
1973. ...Âişe
(r.anhâ)'dan; demiştir ki:
Resûlullah (-s.a- bayram)
gününün son kısmı (teşkil eden ikinci yarısı)nda öğle namazım Mekke'de
kıldıktan sonra ifaza tavafını yaptı, sonra Minâ'ya döndü. Teşrîk günlerinin
gecelerinde orada kaldı, (sözü geçen günlerde) güneş batıya kayınca her bir
çakılda tekbir getirmek suretiyle her taş yığınına yedi taş atıyordu. (Taşları
attıktan sonra) birinci ve ikinci (Cemre)nin yanında uzun bir süre ayakta
duruyor ve duâ ediyordu ve (Sonra) üçüncü cemreye de (taşları) atıyordu.
(Ancak) onun yanında durmazdı.[56]
Bu hadis-i şerifin ifâdesi
"Resülullah (s.a.) bayramın birinci günü Mekke'de idi ve öğle namazını
Mekke'de kıldıktan sonra ifâda tavafını yaptı" anlamındaki 1905 numaralı
hadis-i şerifin ifadesine aynen uymaktadır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi
Resûlul-lah (s.a.) Veda Haccında cemrelere taş atarken önce, Hayf mescidinden
sonra gelen Cemre-i Olâ'ya varırdı. Orada taşları attıktan sonra o cemrenin
önünde bulunan düzlükte Allah'a hamdedip tehlilde bulunur ve Hz. Peygambere
salavât getirerek kıbleye yönelir, ellerini omuzları hizasına kaldırarak
kendisi ve bütün mü'minler için duâ ve istiğfarda bulunurdu. Sonra Cemre-i
Vustâ'ya giderdi. Orada da taş atma görevini yerine getirdikten sonra birinci
cemrede olduğu gibi bir süre dururdu ve ayakta uzun müddet duâ ederdi.
Daha sonra Akabe Cemresinin
yanına gelip her birisi için bir tekbir getirerek yedi çakıl taşı atardı, fakat
taş atma görevini bitirince burada hiç durmadan doğruca konak yerine giderdi.[57]
1. İfada tavafını
Kurban bayramının birinci gününde yapmak ve o gün öğle namazını da Mekke'de
kılmak, Resûl-i Ekrem Efendimizin sünnet-i seniyyelerindendir. Fakat bugün bir
çok kimsenin bu sünnete uymadıkları maalesef görülmektedir.
2. Hacıların teşrik günlerinin
gecelerini Minâ'da geçirmeleri sünnettir. Vacib diyenler de vardır. Nitekim
1958 numaralı hadisin açıklamasında geçmiştir.
3. Matlub olan bu çakıl
taşlarının
4. Her cemreye yedişer taş atmak
lâzımdır. Hanefî ulemâsıyla İmam Mâlik, Şafiî ve ulemânın büyük çoğunluğu bu
görüştedir. Bu görüş İmam Ahmed'den de rivayet edilmişse de onun meşhur olan
mezhebine göre bu taşların yediden aşağı olmaması daha faziletlidir. Çünkü Hz.
Peygamber her cemreye yedişer taş atmıştır. Bununla beraber bir veya iki taş
eksik atılmasında bir sakınca yoktur. Fakat bundan daha azı atılamaz. Atâ' ile
Mücâhid ve İshak da bu görüştedirler. Bu eksikliği bile bile yapan kimsenin
ceza olarak sadaka vermesi gerekir. Nitekim tbn Ömer de; "Ben altı taş mı
yoksa yedi taş mı attığıma pek aldırış etmem" buyururdu.[58] Ashab-ı kiramdan Sa'd b. Mâlik de şöyle
demiştir: "Ben Veda Haccından Resûlullah (s.a.)'le birlikte döndüm.
Kimimiz kimimize "ben altı taş attım" diyordu. Kimimiz de "ben
yedi taş attım" diyordu. Kimse kimseyi ayıplamıyordu."[59]
Yine bu konuda İbn Abbas'da;
"Resûlullah (s'.a.) altı (taş) mı, attı, yoksa yedi mi attı iyice
bilmiyorum," derdi.[60]
Cemrelere atılacak olan taş
sayılarının yediden aşağı olamayacağını savunan ulemânın büyük çoğunluğuna
göre:
a. Bu sayının bir veya iki
eksiğiyle taş atmanın caiz olduğunu ifade eden hadislerin senedi Resul-i
Ekrem'e erişmemektedir. Sahâbîlerin taşları eksik atan bazı sahabileri
ayıplamamaları ve sükût etmeleri söz konusu taşları eksik atmanın caiz olduğuna
bir delil teşkil etmez.
b. İbn Abbâs'ın. Resûl-i
Ekrem'in attığı taşların altı mı, yoksa yedi mi olduğunu bilmemesi, Resûl-i.
Ekrem'in bu taşları eksik attığını göstermez ve Hz. İbn Abbâs'ın bu şüphesi
Resûl-i Ekrem'in yedi taş attığına dair olan kesin bilgiye zarar vermez. Bu
bakımdan bu konuda çumhûr-ı ulemânın görüşünün daha isabetli olduğu kesindir.
Nitekim bu konuda gelen sahih hadisler de bunu gösterir.
5. Cemrelere atılacak
olan taşlar toptan değil de teker teker atılır. Metinde geçen "her bir
çakılı atarken tekbir getirdi" cümlesi de bunu ifâde eder. İmâm Malik ile
İmam Şafiî, Ahmed ve Ebû Hanîfe bu görüştedirler. Her ne kadar Atâ, "yedi
taşı bir defa da atmak kâfi gelir" demişse de bu doğru değildir. Çünkü
Resûlullah (s.a'in böyle yaptığına dair sahih bir hadis mevcut değildir.
6. Cemre-i Ûlâ ile Cemre-i
Vüstâ'nın yanında bir süre durup dua etmek ulemânın büyük çoğunluğuna ve dört
mezheb imamına göre sünnettir. Ancak bu sürenin miktarı üzerinde ulemâ ihtilâf
etmişlerdir. Bu konuda Vebere: "İbn Ömer cemreleri taşladığı zaman bir
süre ayakta durdu, isteseydim bu süre içerisinde Bakara Sûresini
okuyabilirdim," diyor. Beyhakî'nin diğer bir rivayetinde bu sürenin Yûsuf
Sûresini okumaya yetecek kadar olduğu ifâde edilirken İbn Abbas'dan gelen bir
rivayette de O'nun iki yüz âyetlik bir sûreyi okumaya yetecek kadar uzun olduğu
ifâde ediliyor.[61]
7. Cemrelere taş
atarken önce Cemre-i Ûlâ, sonra Cemre-i Vüstâ daha sonra da Akabe Cemresi olmak
üzere bir sıra takibetmek gerekir. Bu sıraya riâyet etmek İmam Mâlik ile İmam
Şafiî'ye ve İmam Ahmed'e göre şarttır. Taş atmaya Akabe Cemresinden başlayarak
Cemre-i Ûlâ'da taş atmayı bitiren bir kimsenin sırayla Cemie-i Vüstâ ile
Cemre-i Akabe'ye ikinci bir defa daha taş atması gerekir.
Tertibe riâyet konusunda
Hanefî uleması arasında ihtilâf vardır: Fethü'I-kadir sahibi İbnu'l-Hümâm'a
göre, bu sıraya uymak sünnettir. Nitekim İbn Abbas'dan gelen, "hac
amellerinden birinin sırasını bozarak takdim te'hîr yapan bir kimseye hiç bir
ceza gerekmez,"[62] anlamındaki hadis-i şerif de İbnu'l-Hümam'ın bu görüşünü
te'yid etmektedir.
Aksi görüşte olanlara göre Hz.
İbn Abbas'dan gelen bu hadis-i şerif hacla ilgili bir amelin cüzleri arasında
yapılan takdim-te'hîrle ilgili değil, hac amellerinden bir kaçı arasında
yapılan takdim ve te'hîrle ilgilidir.[63]
1974. ...Abdurrahman b.
Yezid dedi ki: İbn Mesûd el-Cemretü'I-Kübrâ (demlen Cemre-i Akabe)'ye varınca
Beyt'i soluna Minâ'yı da sağına aldı ve Cemre(-i Akabe)'ye yedi çakıl atıp
(Resûl-i Ekremi kasd ederek) "Kendisine Bakara sûresi inen kimse de işte
böyle attı.” dedi.[64]
Bilindiği gibi Akabe, Mekke'ye
iki mil uzaklıkta bir tepedir. İslam tarihinde büyük bir önemi olan Akabe
Bey'atları burada yapılmıştır. Akabe'de yapılan bu bey'atlarda Medine'liler
Resûl-i Ekrem'e kadınlarını ve çocuklarını korudukları gibi kendisini de
koruyacaklarına ve her halükârda ona yardım ve itaat edeceklerine dair söz
verdiler. Mevzumuzu teşkil eden bu hadis Buhârî ve Müslim'de; "Ben, Ey Ebâ
Abdurrahman, başkaları bu taşları vadinin üstünden atıyorlar" dedim. İbn
Mesûd da "Kendinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki, üzerine
Bakara Sûresi indirilen zâtın makamı budur" dedi." anlamına gelen
lâfızlarla rivayet edilmiştir.
Abdullah b. Mes'ûd'un sözünü
yeminle te'yid etmesinin sebebi Abdurrahman en-Nahâî'nin Cemretu'l-Akabe'ye
atılacak taşların vadinin üstünden atılacağını söyleyerek Resul-i Ekrem'in
sünnetine aykırı bir beyânda bulunmasıdır. Bu durum Hz. İbn Mesud'un vicdanı
üzerinde derin bir tesir icra ettiğinden İbn Mesud hazretleri gerçeği ifade
etmek maksadıyla bu taşların vadinin içinden atılacağını söylemiş ve bu
sözlerini yeminle te'yid etmek ihtiyacını duymuştur. Menâsik-i Hac pek çok
Süre'de bulunduğu halde Hz. İbn Mesud'un özellikle Bakara Sûresi'ni zikr
etmesi hacla ilgili hükümlerin ekseriyetinin bu Sûrede bulunmasındandır. Ya da
Bakara Sûresi'nin azametine, diğer Sûreler arasındaki önemine işaret etmek
istemesindendir.[65]
1. Akabe Cemresine taş atılırken
Kabe sola, Mina Vadisi de sağa alınmalıdır. Hanefî ulemasıyla İmam Mâlik ve
cumhür-ı ulemâ bu görüştedirler. Şafiî, ulemâsına göre de sahih olan görüş
budur. eş-Şeyh Ebû Hâmid'e göre ise, taşlar atılırken Akabe Cemresine doğru
yönelmek ve kıbleyi arkada bırakmak gerekir. Kıbleyi karşıya, Akabe Cemresini
de sağa almak gerektiğini söyleyenler de vardır.
Diğer iki cemreye gelince
onlara taş atılırken nasıl hareket edileceği İbn Şihâb'ın rivayetinde şöyle
anlatılıyor: "İbn Ömer, Cemre-i Ülâ'ya yedi çakıl atar ve her çakılı
attıktan sonra tekbir alırdı. Sonra buradan vadinin ortasındaki düzlüğe iner
ve orada kıbleye yönelerek (ve cemreyi arkasına alarak) uzun süre ayakta durup
iki elini kaldırarak duâ ettikten sonra Cemre-i Vustâ'ya (varıp oraya taş)
atardı. Bundan sonra İbn Ömer, vadinin kuzey tarafına yürür, (birinci de
olduğu gibi) vadideki düzlüğe iner (sonra Kabe'ye gelir)di. Burada da uzun
zaman kıbleye karşı ayakta ellerini kaldırarak duâ ettikten sonra vadinin
ortasından Cemre-i Akabe'ye atardı ve burada (dua için) beklemeyip dönerdi ve;
Bu menâsiki Resûlullah (s.a.)'in bu-şekilde eda ettiğini gördüm"
buyururdu."[66] Ancak ulemâ, bu düzlüğe inip kıbleye dönerek ayakta duâ
etmenin terkinde bir sakınca olmadığını söylemişlerdir. Yalnız Süfyan es-Sevrî
bunun terkinden dolayı sadaka vermenin müstehab olduğunu söylüyor.
2. Sûrelerden bahsederken
onlardan Bakara Sûresi, Ali İmran Sûresi gibi isimlerle bahsetmek caizdir.[67]
1975. ...Âsim (b.
Adiy)'dan nakledildiğine göre, Resûlullah (s.a.) deve çobanlarına (teşrik
gecelerinde Minâ'da) gecelemeye, (kalabalık olmadan önce) kurban bayramının
birinci günü erkenden (Akabe Cemresine) taş atmalarına sonra ertesi günde veya
daha ertesi günde iki güne ait taşları bir arada atmalarına ve (aceleleri
olmayan kimselerin de bayramın) dördüncü günü de (cemrelere) taş atmalarına
izin vermiştir.[68]
Görülüyor ki Resûl-i Ekrem
Efendimiz Müzdelife gecesinde hacı adaylarının binek hayvanlarına bakmakla
görevli kimselerin, Teşrîk gecelerini diledikleri yerde geçirmelerine izin vermiştir.
1958-1959 numaralı hadis-i şeriflerin şerhlerinde de açıkladığımız gibi Resûl-i
Ekrem Efendimiz bu izni çobanlarla birlikte özür sahibleri için de vermiştir.
Metinde geçen "deve
çobanı" kelimesi diğer çobanlara izin olmadığını ifâde etmez. Arabların
yük hayvanlarının ekserisini deve teşkil ettiği için bu kelime kullanılmıştır. Aslında
hacılara ait yük veya binek hayvanlarını gütmekle veya korumakla görevli bütün
çobanlar bu konuda aynı hükme tabidirler.
Ayrıca Resûl-i Ekrem sözü
geçen kimselere bayramın ikinci ve üçüncü gününde atılacak olan taşların
hepsini bu iki günün birisinde atma kolaylığını da göstermiştir. Binaenaleyh
bu kimseler bayramın ikinci gününde o günün taşlarıyla birlikte üçüncü günün
taşlarını da atabilecekleri gibi dilerlerse, bayramın ikinci gününün taşlarını
ikinci günü atmayıp bayramın üçüncü gününün taşlarıyla birlikte bayramın
üçüncü gününde atabilirler, îmam Mâlik bayramın üçüncü gününde, önce ikinci
günün sonra da üçüncü günün taşlarının atılmasını tercih etmiştir.[69]
1. Teşrîk günleri denilen
bayramın 2-4. günlerinin gecelerim Mina’da geçirmek mecburiyeti hacilann
hayvanlarını korumakla görevli kişilerden ve hacılara su taşıma görevini
üstlenmiş kimselerden düşmüştür. Bu kimselere sözü geçen geceleri minâ'da
geçirmediklerinden dolayı herhangi bir ceza lâzım gelmez. Özür sahihleri,
hastalar ve hacıların mallarını korumakla görevli kimseler de böyledir. Çünkü
Resûl-i Ekrem Efendimiz çobanlara bu izni verirken bunların durumunda olan
kimselerin de aynı hükümde olduklarına dikkati çekmek istemiştir.[70]
İmam Mâlik'e göre çobanlara su
taşıma görevini üstlenenlerin dışında kalan kimseler bu hükmün dışındadırlar.
İmam Şafiî'nin meşhur olan görüşü de budur. Fakat hafız İbn Hacer, "Şafiî
ulemâsına göre hacıların mallarını korumakla görevli kimselerle birlikte bir
işinin zarara uğramasından korkan kimsenin ve su taşıma görevini yüklenen
kimselerin de bu hükme dahil olduğunu" söylüyor. Hafız İbn Hacer'in
naklettiği bu görüş İmam Şafiî'nin diğer görüşünden başka birşey değildir.
2. Hacıların hayvanlarım güden
çobanların bayramın 2. ve 3. günlerinin taşlarım bu iki günden diledikleri
günde atmalarına izin verilmiştir.
Hanefî ulemâsıyla İmam Şafiî
ve İmam Mâlik'e ve İmam Ahmed'den gelen bir rivayete göre sözü geçen günlere
ait taşları çobanlar bayramın üçüncü gününde atabilirler. Çobanların bu taşları
bayramın ikinci veya üçüncü gününde atmakta muhayyer oldukları da söylenmiştir.
Ancak İmam Mâlik birinci görüşü tercih etmiştir.[71]
1976. ...Adiyy'den
rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.) çobanların (cemreleri) bir gün
taşlayıp bir gün bırakmalarına izin vermiştir.[72]
Bu hadis-i şerîf
imam Ahmed'in Müsned'inde "Resûlullah (s.a.)' deve
çobanlarının (teşrik) gecelerini Minâ dışında geçirmelerine ve kurban
(bayramı) günü (Akabe cemresine taş)atmalarına izin verdi"[73] anlamına gelen lâfızlarla rivayet
olunmuştur.
Konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd
hadisinin ifadesinden anlaşıldığına göre Resul-i Ekrem çobanlara bayramın
birinci gününde Akabe'ye taşları attıktan sonra bayramın ikinci gününde taş
atmayı bırakıp develerinin yanında kalmalarına ve geceyi onların yanında
geçirmelerine, bayramın üçüncü günü de o günün taşlarıyla birlikte bayramın
ikinci gününün taşlarını da atmalarına izin vermiştir. Binaenaleyh bu hadis-i
şerif, çobanların bayramın ikinci ve üçüncü günlerine ait taşları üçüncü gün
atmalarını1 tercih eden İmam Mâlik'in görüşünü desteklemektedir.[74]
1. Özür sahibi
olan kimselerin özürleri sebebiyle teşrik gecelerinin bazılarını Mina sınırları
dışında geçirmeleri caizdir.
2. Hacıların hayvanlarını güden
çobanların birinci teşrîk gününde atılması gereken taşları ikinci teşrik
gününe te'hîr etmeleri caizdir. Aynı zamanda sözü geçen çobanların, taşlan
gece atmaları da caizdir. Çünkü İbn Ömer'den gelen bir rivayete göre Hz.
Peygamber hacıların develerine bakmakla görevli kimselerin taşları geceleyin
atmalarına izin vermiştir.[75]
1977. ...Katâde'den;
demiştir ki: Ben Ebû Miclez'i (şöyle) derken işittim: Ben İbn Abbas'a taşlarla
ilgili bir şey sordum da;
Resûlullah (s.a.) altı (taş)
mı yoksa yedi (taş) mı attı, (iyice) bilmiyorum, diye cevap verdi.[76]
Nesâî'nin bu hadisi,
"Cemrelere atılan taşların adedi" başlığı altında rivayet ettiğine
bakılırsa, Ebu Miclez'in Hz. İbn Abbâs'a sorduğu sorunun cemrelere
atılacak taşların sayısı ile ilgili olması gerekir. Biz mezhep imamlarının bu
konudaki görüşlerini 1973 numaralı hadis-i şerifin şerhinde naklettiğimizden
burada tekrar etmeyeceğiz.[77]
1978. ...Âişe
(r.anhâ)'dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.);
"Sizden biriniz Akabe
Cemresine taşları atınca ona kadınlar(a yaklaşmanın dışında her şey helâl
olur" buyurdu.[78]
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu (hadis)
zayıf bir hadistir. Çünkü Haccâc, Zührî'yi görmemiştir ve ondan herhangi bir
hadis işitmemiştir.[79]
Bu hadis-i şerif İmam Ahmed'in
Müsned'i ile Beyhakî'nin es-Sünenu'1-Kübrâ'smda; "taşlan atıp da tıraş
olduğunuz zaman size kadınlara yaklaşmaktan başka ihramla ilgili yasaklardan
her yasak helâl olur"[80] anlamına gelen lâfızlarla rivayet olunmuştur. Darekutm'nin
rivayetinde ise, "taşlan atıp da tıraş olduğunuz da ve kurban kestiğinizde
kadınlara yaklaşmaktan başka herşey size helâl olur"[81] şeklindedir.
Bu bakımdan ulemânın büyük
çoğunluğu Ahmed b. Hanbel'in, Bey-hakî'nin ve Dârekutnî'nin bu rivayetlerini de
gözönüne alarak, "bayramın birinci günü Akabe Cemresine taşları attıktan
sonra kurban kesip tıraş olan kârin veya mutemetti bir hacıya ve taşlan
attıktan sonra traş olan bir müfrid hacıya kadına yaklaşmaktan başka ihramla
ilgili her yasak helal olur"[82] demişlerdir. Fakat sadece konumuzu
teşkil eden Ebû Dâvûd hadisinin zahirine göre hükmeden İmam Mâlik'e göre ise,
Akabe Cemresine taşları atan bir kimseye kadınlara yaklaşmaktan başka ihramla
ilgili herşey helâl olur. Bu görüş İmam Ahmed'den de rivayet olunmuştur.[83]
1. Hac için ihrama giren bir
kimseye Akabe Cemresme taşlan attıktan sonra kadınlara yaklaşmanın dışında
ihramla ilgili her yasak helâl olur. Nitekim İmam Mâlik de hadisin zahirine
sarılarak bu hükme varmıştır. Ancak imam. Mâlik'in meşhur olan kavline göre
Akabe Cemresine taşlan atan bir kimseye cima ile birlikte av da haramdır. Güzel
koku ise, mekruhtur; fakat fidye vermeyi gerektirmez. Maliki ulemâsının Akabe
Cemresine taşları atan bir kimseye güzel kokunun mekruh olduğuna dair delilleri
şu hadis-i şeriflerdir:
a. "Haccın esaslarından
biri de Akabe Cemresine taşlan atan bir kimseye kadınların ve güzel kokunun
dışında her şeyin helâl olmasıdır. Bu durum Beyt'i tavaf edinceye kadar devam
eder."[84]
Ancak şurasını unutmamak
lâzımdır ki bu rivayet, bir sahabî sözüdür. Konumuzu teşkil eden hadis-i şerîf
ise, merfû bir hadistir. Sahâbî sözünün merfû bir hadis karşısında bir hüküm
ifade edemeyeceği bilinen bir gerçektir. Binaenaleyh Malikî ulemâsının
dayandığı delil zayıftır.
b. Amr b. Dinar'dan rivayet
olunduğuna göre Ömer b. Hattâb, "Siz Akabe Cemresine taşları attıktan
sonra size kadınlarla güzel kokudan başka her şey helâl olur" demiştir.
Ancak İbn Dakîki'1-İyd bu hadisi "Kitâbü'l-iman" isimli eserinde
naklettikten sonra bu hadisin münkati olduğunu ifade etmiştir.[85]
İmam Malik'in bu görüşü
"Ben Peygamber (s.a.)'i ihrama girmezden bir de kurban bayramı günü
Kabe'yi tavaf etmezden Önce içinde misk bulunan bir kokuyla kokulardım."[86] hadis-i şerifiyle reddedilmiştir.
Ayrıca konumuzu teşkil eden
Ebû Dâvûd hadisi de "Akabe Cemresine taşları atan bir kimseye güzel
kokular haramdır" diyen Mâliki ulemâsının aleyhine bir delildir. Her ne
kadar musannif Ebû Dâvûd bu hadisin zayıf olduğunu söylüyorsa da aslında Said
b. Mansûr'dan rivayet edildiğine göre; "Siz (taşlan) attıktan sonra size
güzel kokular ve (dikişli) elbiseler helâl olur"[87] anlamındaki hadis ile İmam Ahmed'in İbn
Abbâs'dan rivayet ettiği, "Cemreye (taşlan) attıktan sonra size kadınlara
yaklaşmaktan başka her şey helaldir"[88] anlamındaki hadis-i şerif Ebû Davud'un
bu hadisini te'yid ve takviye etmektedir. İmam Ahmed'in rivayet ettiği bu hadisin
senedi hasendir.
Bilindiği gibi Akabe Cemresine
taşlar atıldıktan sonra hacılara bazı şeylerin helâl olmasına
"et-Tehallulu'l asgar-küçük tehallül" denir. "Büyük
tehallül" ise, ziyaret tavafından sonra olur.
b. Ulemânın büyük çoğunluğuna
göre ise, Akabe Cemeresine taşları atan ve tıraş olan kimseye cima ve cimâya
götüren fiiller dışında ihramla ilgili her yasak helâl olur. Hanefî ulemâsıyla
İmam Şafiî, Tavus ve en-Nehâî'ye göre bu görüş geçerlidir. İmam Ahmed'in sahih
olan görüşü de budur.[89]
1979. ...Abdullah b.
Ömer'den rivayet olunduğuna göre, Resûlullah (s.a.):
"Ey Allah'ım, traş
olanlara rahmet et" demiş. Ashâb;
Ey Allah'ın Resulü,
kısaltanlara da (duâ et) demişler (Resûlullah tekrar);
"Ey Allah'ım, traş
olanlara rahmet et" demiş. Onlar da tekrar;
Ya Resûlullah, saçlarım
kısaltanlara da (dua et), demişler. Peygamber (s.a.)'de;
"Saçlarını kısaltanlarada
(rahmet et)" demiş.[90]
Ebû Davud'un
bu hadisinde Resul-i Ekrem'in iki defa traş
olanlara duâ ettikten sonra üçüncüde saçlarını kısaltanlara duâ
ettiği ifâde edilmektedir. İmam Mâlik'den gelen rivâyetlerin pek çoğu da böyledir.
Ancak İmam Ahmed ile Buhârî'den gelen bazı rivayetlerde Resûl-i Ekrem'in üç
defa traş olanlara duâ ettikten sonra dördüncüde saçlarını kısaltanlara dua
ettiği ifade ediliyor.[91]
Her ne kadar îbn Abdilberr
"Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bu duayı Hudeybiye'de
yapmıştır" demiş ve Nevevî de, "sahih ve meşhur kavle göre bu dua
Veda Haccındaydı" diyorsa da Kadı İyaz: "Resülul-lah'm aynı duayı iki
yerde yapmış olması ihtimalden uzak değildir" demiştir. Hanefî
ulemâsından Aynî'nin de ifade ettiği gibi, "bu rivayetlerin arasını bulmak
için Kadı Iyaz'ın söylediği daha doğrudur", Hudeybiye'de Resûl-i Ekrem'in
saçlarını tıraş edenlere tekrar dua ettiği halde saçlarını kısaltanlara sadece
bir kere dua etmesinin sebebi ise Hudeybiye yılında Kabe'yi ziyaret maksadıyla
yola çıkan müslümanların maksatlarına erişe-meyince ihramdan çıkmak için tıraş
olmak kendilerine çok ağır gelmişti. Bu sebeple orada hazır bulunan ashâbdan
bazıları Resûl-i Ekrem'e uyarak tıraşa başladıkları halde bazıları biraz ağır davranarak
saçlarını kısaltmakla yetiniyorlardı. Bu durumu gören Peygamber (s.a.)
kendisine uymakta daha çok sür'at ve tİzilik gösterdikleri için tıraş olanlara
üç kere dua ettiği halde sadece saçlarını kesmekle yetinen kimselere bir defa
dûa etmiştir.[92]
Veda Haccında ise Resûl-i
Ekrem yanında hedy kurbanlığı bulunmayan hacı adaylarına haclarını umreye
çevirmelerini ve umreyi ifâ ettikten sonra hac yapmalarını tavsiye etmişti.
Ashabın bazıları bu tavsiyeyi hemen yerine getirirlerken bazıları daha
önceleri hac mevsiminde umre yapıldığını hiç görmedikleri için bu emre uymakta
biraz yavaş davranmışlar ve umreden sonra ihramdan çıkmak için saçlarını sadece
kısaltmakla yetinmişlerdi. Bunu gören Peygamber (s.a.) da tıraş olanlara
tekrar tekrar dua ettiği halde saçlarını kısaltanlara sadece bir defa duâ
etmekle yetindi.[93]
1. “Allah rahmet eylesin,
Allah'ım O'na rahmet eyle gibi dualar, sadece ölülere mahsus olmayıp diriler
için de yapılabilir.
2. İhramdan çıkmak için saçları
kısaltmak yeterlidir. Bunda icmâ vardır. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.) ahşabına
umre yaptıktan sonra tıraş olarak veya saçlarını kısaltarak ihramdan çıkmalarım
emretmişti.[94]
3. İhramdan çıkmak için tıraş
olmak saçları kısaltmaktan daha faziletlidir. Saçlarını kısaltmak isteyen
kimse için efdal olan saçlarının tümünü kısaltmaktır. Saçlarını başından topuz
yapan veya başına yapıştıran veya örme yapan kimsenin nasıl hareket edeceği
konusu ulemâ arasında ihtilaflıdır. İmam Mâlik'e, Şafiî'nin eski kavline,
Sevrî'ye İmam Ahmed'e ve İshak'a göre bu kimselerin saçlarını tıraş etmeleri
vacibtir. Çünkü Peygamber (s.a.) "İhrama girmek için saçım topuz yapan
kimselerin tıraş olmaları vacibtir."[95] buyurmuştur.
Hanefî ulemâsına ve İmam
Şafiî'nin yeni kavline göre ise bu kimselerin saçlarını sadece kısaltmaları
ihramdan çıkmaları için yeterlidir.
4. İhramdan çıkmak için saçları
tıraş etmek veya kısaltmak hac amellerinden bir ameldir. Hanefî uleması ile
İmam Mâlik'e ve İmâm Ahmed'in zahir olan görüşüne göre, ihramdan çıkmak için
saçları tıraş etmenin veya kısaltmanın hükmü vacibtir, terkinden dolayı bir
kurban kesmek gerekir. Şafiî ulemâsının sahih olan görüşüne göre ise, saçları
kısaltmak veya tıraş etmek bir rükündür. Terkinden dolayı hac fasid olur,
kurban kesmekle telâfisi mümkün değildir.
İmam Ahmed ile İmam Ebû Yûsuf
ve Şafiî'den gelen bir rivayete göre ise, ihramdan çıkarken saçları kesmeyi
veya kısaltmayı terketmek ihramlı için herhangi bir cezayı gerektirmeyen bir
yasağı çiğnemektir. Çünkü bu fiiller hac amellerinden değildir ve ihramdan
çıkmak için de onlara lüzum yoktur. Delilleri ise şu hadis-i şeriftir:
Ebû Mûsâ şöyle demiş:
Resûlullah (s.a.) beni Yemen'e
göndermişti. Kendisiyle haccettiği yıl bulundum. Resûlullah (s.a.) bana:
"Ya Ebâ Mûsâ, ihrama
girerken ne dedin?" diye sordu. Ben:
Peygamber (s.a.)'in niyyeti
gibi niyyetlenerek "lebbeyk" dedim, cevabını verdim.
"İyi etmişsin Beyt'i
tavaf et ve Safa ile Merve arasında sa'y yap sonra da ihramdan çık"
buyurdu.[96]
Görüldüğü gibi bu hadiste
Resûl-i Ekrem ihramdan çıkmak için tıraş olmanın lüzumundan bahsetmemiştir.
Onun için tıraş olmanın hac amellerinden olmadığına hükmeden ulemâ bu hadisi
kendi görüşlerine delil getirmişlerdir.
Ancak "bu hadisteki
ifadeler mücmeldir. Aslında Resûl-i Ekrem ihramdan çıkmak için saçları kesmek
veya kısaltmak gerektiğini fiili, sözleri ve takrirleri ile açıklamıştır ve
ihramdan çıkmak için tıraş olmanın gerektiği herkesçe bilindiği için ayrıca
bir daha açıklamaya lüzum duymamıştır" denilerek bu görüşü
reddetmişlerdir. Saçların kısaltılması gerektiğine hükmedenler de kendi
görüşlerinin doğruluğuna delil olarak şu hadisi gösterirler:
"Bu ihramınızdan çıkın da
Beyt'i ve Safa ile Merve'yi tavaf edin. Saçınızı kestirin."[97] Buradaki "saçınızı kestirin"
emri, vücub ifâde eder. Resûl-i Ekrem'in saçlarını tıraş edenlere, üç defa
kısaltanlara da bir defa dua etmesi bu fiillerin hac amellerinden olduğuna
delalet ettiği gibi ashab-ı kiram'ın hac ve umrelerinde bunu hiç terk
etmemeleri de bu amellerin hac amellerinden olduklarına delâlet eder.[98]
1980. ...İbn Ömer'den
(rivayet olunduğuna göre) Resûlullah (s.a.) Veda Haccında başını tıraş
et(tir)miştir.[99]
Bu hadisi Buhârî,
"Peygamber (s.a.)'le ashabından bir cemaat tıraş
oldular. Bazıları da saçlarını kısalttılar."
anlamına gelen, lâfızlarla rivayet etmiştir.[100]
1. İhramdan çıkarken
başın tümünü tıraş etmek vacibdır. Çünkü baş denince başın tümü anlaşılır.
Nitekim İmam Mâlik ile İmam Ahmed'e ve Hanefî ulemâsından bazılarına göre
ihramdan çıkarken başın tümünü tıraş etmek vâcibtir. Hanefî ulemâsından
Aliyyü'1-Kârî bu konuda şunları söylemiştir: "Buhârî ile Müslim'de ve
bunların dışında bazı hadis kitaplarında Resûl-i Ekrem'in kaza umresinde
saçlarını kısalttığı ifâde edildiği gibi Allah teâlâ ve tekaddes hazretleri de
Kur'ân-ı Kerim'inde "Ey iman edenler! Siz, Allah dilerse güven içinde,
başlarınızı tıraş etmiş veya saçlarınızı kısaltmış olarak korkmadan Mescid-i
Haram'a gireceksiniz."[101] buyurmuştur. Bu durum ihramdan
çıkarken saçları kısaltmanın caiz olduğu gibi tıraş etmenin de caiz olduğunu
gösterir. Bununla beraber saçları tıraş etmenin kısaltmaktan daha faziletli
olduğu ittifakla kabul edilmiş ve sevrî başın tümünü kapsayacak şekilde tıraş
etmekte veya kısaltmakta icmâ bulunduğunu söylemiştir. Fakat Sevrî'nin
naklettiği bu icmâ'dan maksat, sahabenin ve selefin icmaıdır. Çünkü Resûl-i
Ekrem'in ve ashab-ı kiramdan birinin başının saçlarından bir kısmını tıraş
etmekle veya kısaltmakla yetindiği bilinmektedir.[102] Ancak Hz. Peygamber'in bu tıraşının
Veda Haccmda değil de kaza umresinde olması ihtimali daha kuvvetlidir.[103] Hz. Peygamber'in ihramdan çıkarken
başının en azından bir kısmını tıraş ettirdiğinde (ya da kısalttığında) şüphe
olmamakla beraber, tümünü tıraş ettirdiğinde (veya kısalttırdığında) ihtilâf
bulunduğundan bir başka ifadeyle bu ihtilaflı iki meseleyle ilgili hadislerin
ortak noktasını Hz. Peygamberin ihramdan çıkmak için 6B azından başının bir
kısmını tıraş ettirmesi (ya da kısalttırması) teşkil ettiğinden, Hanefî
ulemâsının büyük bir kısmı ihramlıla-rın ihramdan çıkabilmesi için başının en
azından dörtte birini, İmam Ebû Yûsuf ise yarısını İmam Şafiî de sadece üç
kılım tıraş ettirmesinin (veya kısalttırmasının) farz, tümünü tıraş
ettirmesinin (ya da kısalttırmasının) müstehab olduğunu söylemişlerdir. İmam
Mâlik ile İmam Ahmed ise Hz. Peygamber'in Veda Haccında saçlarının tümünü tıraş
ettirdiğine (veya kısalttırdığına) dâir olan hadisleri esas alarak ihramhnm
ihramdan çıkabilmesi için başının tümünü tıraş ettirmesinin (ya da saçlarının
tümünü kısalttırmasının) farz olduğunu söylemişlerdir. Bu ikinci görüşte olan
ulemâya göre ihramhnm başım traş ettirmesini, abdestteki başın dörtte birini
meshetmek fiiliyle kıyas etmek doğru olamaz. Çünkü "başınızı mesnedin..."[104] âyet-i kerimesindeki "baş"
kelimesinin önünde "ba'ziyyet" ifâde eden "bi" harf-i cerri
vardır.
Netice olarak ihramdan
çıkarken başının sadece bir kısmını tıraş etmekle ya da kısaltmakla yetinmeyip
tümünü tıraş etmek veya kısaltmak İmam Ahmed ile İmam Mâlik'e göre farzdır. Bu
konuda Hanefî ulemâsından İbn Humâm da İmam Mâlik'in görüşünü benimsemiştir.[105]
Hanefî ulemasına göre, saçı
olmayan kimsenin ustura veya benzeri tıraş aletini tıraş oluyormuş gibi başının
üzerinde gezdirmesi gerekir. İmam Mâlik'in meşhur olan görüşü de budur. Çünkü
Resul-i Ekrem Efendimiz "Size emrettiğim şeyleri gücünüz yettiğince yerine
getiriniz"[106] buyurmuştur. Binaenaleyh her ne kadar başında saç olmayan
bir kimsenin saçlarını tıraş etmesi veya kısaltması mümkün değilse de tıraş
âletini başının üzerinde gezdirmesi mümkündür.
Ebû Sevr ile Nehâî'ye, İmam
Şafiî'ye ve Ahmed'e göre ise, başında saç bulunmayan kimselerin mümkün
olduğunca tıraş aletlerini başlarında gezdirmelerinin müstehab olduğunu
söylemişlerdir. Bu görüş aynı zamanda İmam Mâlik'den de rivayet olunmuştur,
İhramdan çıkarken saçlarını tıraş eden veya kısaltan bir kimsenin bıyıklarından
ve tırnaklarından alması da müstehabtır. İbn Münzir'in beyânına göre Resûl-i
Ekrem (s.a.) başım tıraş ettiği zaman tırnaklarını da keserdi.[107]
1981. ...Enes b. Mâlik
(r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Resülullah (s.a.) kurban bayramı(mn
birinci) günü Akabe Cemresine (taşlan) attı. Sonra Minâ'daki (konak) yerine
dönüp kurbanhğı(m) istedi ve (onu) kesti. Sonra berberi çağırdı. Bunun üzerine
(berber geldi, önce-Resûl-i Ekrem'in) başının sağ tarafını tutup tıraş etti ve
etrafında bulunanlara (kimisine) bir kıl (kimisine de) iki kıl (olmak üzere
kıllarını) dağıtmaya başladı. Sonra (berber Resûlullah'ın) başının sol
tarafını tutup tıraş etti. (Tıraş bittikten) sonra (Peygamber s.a.)
"Ebû Talha burada
mı?" dedi ve (Sol kısmından tıraş edilen) saçlarını (halka dağıtmak üzere)
Ebû Talha'ya verdi.[108]
Resûl-i Ekrem (s.a.)'in Veda
Haccında kestiği kurbanlıkların hepsi deve idi. Bunların içinde koyun veya sığır
cinsinden bir kurbanlık yoktu. Bu bakımdan metindeki sığır ve davar cinsini
kurban etmek anlamındaki "zebh" kelimesi, deve cinsini kurban etmek
anlamına gelen "nahr" mânâsında kullanılmıştır.Nitekim Müslim'in
Sahîh'inde ve Beyhakî'nin Sünen'inde "Zebh (Kesmek)" kelimesi yerine
"Nahr. (Boğazlamak)" kelimesi yer almaktadır.
Buhârî Sahih'inde Resûl-i
Ekrem'i tıraş eden berberin Ma'mer b. Abdullah el-Adevî olduğunu rivayet
etmiştir. Ahmet b. Hanbel'in Ma'mer b. Abdillah'dan naklen rivayet ettiği bir
hadis şu mealdedir:
Ben Veda Haccında Resûlullah
(s.a.)'le birlikte yolculuk etmiştim. Bir gece bana;
"Ey Ma'mer, (hayvanların
yüklerine sardığımız) kayışlar(da gevşeklik var, bu sebeple) hareket
ediyorlar" dedi. Ben de;
Seni hak din ile gönderen
Allah'a yemin ederim ki onu her zamanki gibi iyice bağlamıştım. Fakat benim
senin yanındaki itibarımı kıskanan birisi benim senin yanındaki yerime geçmek
için onu gevşetmiş olsa gerek, diye cevap verdim.
"Ben bunu asla
yapmam" buyurdu. Kurbanlığını Minâ'da boğazladıktan sonra bana kendisini
tıraş etmemi emir buyurdu. Bunun üzerine elime usturayı aldım varıp başında
durdum. Yüzüme iyice baktıktan sonra bana:
"Ey Ma'mer, elinde bıçak
olduğun halde Allah'ın Resulü sana kulak memelerini teslim ediyor," dedi.
Ben de:
Ey Allah'ın Resulü, bu bana
Allah'ın büyük bir lütfü ve ihsanıdır, dedim. Bunun üzerine:
"Evet, artık şimdi senin
önüne (tıraş olmak üzere) oturabilirim" buyurdu.[109]
Her ne kadar bu berberin
Harrâş b. Ümeyye b. Rabi'a olduğunu söyleyenler varsa da bu hatadan başka bir
^ey değildir. Çünkü Harrâş Resûl-i Ekrem'i Veda Haccında değil, Hudeybiye
Musâlahasında tıraş etmiştir.
Metinde geçen "tıraş
bittikten sonra, Ebû Talha burada mıdır? dedi ve (sol kısmından tıraş edilen)
saçlarını (halka dağıtmak üzere) Ebû Talha'ya verdi" cümlesi Müslim'in
Sahih'inde; "Sonra berbere (başının) sol tarafına işaret buyurdu, berber
orasını da tıraş etti. Resûlullah (s.a.) bunu Üm-mü Süleym'e verdi"
anlamına gelen lâfızlarla rivayet olunmuştur.[110] Bu iki rivayet arasında bir çelişki
olduğu söylenemez. Çünkü Ümmü Süleym Ebû Talha'nın karışıdır. Resûl-i Ekrem
saçları Ebû Talha'ya teslim etmek üzere Ümmü Süleym'e vermiş olabilir.
Tirmizî'nin rivayetinde ise,
"Berber tıraş etti ve kesilen saçı Ebû Talha'ya verdi. Sonra başının sol
yanını uzattı ve tıraş etmesini müteakip:
"Onu müslümanlar arasında
taksim et," buyurdu.[111]
Görülüyor ki musannif Ebû
Davud'un rivayetinde Resûl-i Ekrem'in başının sol tarafındaki saçları bizzat
kendisinin dağıttığı, sağ tarafındaki saçları da Ebû Talha'nın dağıttığı ifade
edilirken Tirmizî'nin Sünen'inde saçların tümünü Hz. Ebû Talha'nın dağıttığı
ifâde edilmiştir. Bu iki rivayet arasında da bir çelişki yoktur. Çünkü Resûl-i
Ekrem'in saçları dağıtmasından maksat, başka birisine saçları dağıtmak üzere
emretmesidir. Çünkü "Halife yeniden bir şehir inşa etti" denildiği
zaman bu şehri bizzat kendi eliyle inşa ettiği anlaşılmaz. Fakat Şehrin
inşasını emrettiği ve başkalarına inşâ ettirdiği anlaşılır.[112]
1. Kurban kesmek hac amellerindendir.
Bir hacı adayı kurban bayramının birinci günü sırasıyla Önce Akabe Cemresine
taşları atar, sonra kurbanını keser, sonra da traş olarak ihramdan çıkmış olur.
Sözü geçen amellerin bu şekilde sıralandıklarında mezhep imamları ittifak
etmişlerdir. Ancak bu sıraya uymanın hükmü ilim adamları arasında ihtilâtiıdır.
İmam Şafiî ile Atâ, Ahmed, Ebû Yûsuf, Muhammed b. el-Hasen ve İshak bu sıraya
uymanın.sünnet olduğunu, uyulmadığı takdirde kurban lâzım gelmeyeceğini ve
sırayı terkeden kimsenin günahkâr olmayacağını söylemişlerdir. Ulemânın büyük
çoğunluğuna göre bu sıraya terk etmenin hükmünde âlim ile câhil arasında bir
fark olmadığı gibi, bile bile terkedenlerle unutarak terk eden arasında da bir
fark yoktur.
İmam Ahmed'e göre ise unutarak
terkedenle, bile bile terkeden arasında fark olduğu gibi bu amellerin hükmünü
bilerek terk eden ile. bilmeyerek terk eden arasında da fark vardır.
Bilmeyerek yahut unutarak bu sırayı terk eden kimseye bir ceza gerekmez. Bu
sıraya uymanın hükmünü bilerek veya kasten terk eden kimseler hakkına ise sözü
geçen imamdan kurban kesmesi gerektiğine dair bir rivayet bulunduğu, gibi
gerekmediğine dair de bir rivayet vardır.[113]
Mâlikî ulemâsına göre ise,
tıraş ile ifâza tavafının Akabe Cemresine taş atma işinden sonraya bırakılması
vâcibdir. Bu iki amelden birinin Akabe Cemresine taş, atma işinden önce
yapılması kurban kesmeyi gerektirir. Taş atmanın kurban kesmeye, kurban
kesmenin tıraş olmaya, kurban kesmeyle tıraş olmanın da îfâza tavafına takdim
edilmesi mendubtur.[114]
Hz. İbn Abbas, Nu'man, İBn
Mâcişûn en-Nehâî, el-Hasen eî-Basrr ve Katâde gibi ilim adamlarına göre kurban
bayramı günü yapılacak olan hac amelleri arasındaki sıraya riayet etmek
vâcibtir. İmam Şafiî de bu görüştedir. Ve Akabe Cemresine taşları atmadan ya da
kurban kesmeden önce tıraş olmak, kurban kesmeyi gerektirir. Çünkü konumuzu
teşkil eden hadisin zahiriyle İbn Abbas (r.a.)'m; "Kim hac amellerinden
birini sırasından önce yapacak veya arkaya alacak olursa, bundan dolayı
(kurban keserek) kan döksün" anlamındaki sözü buna delâlet eder. Hz. İbn
Abbâs'ın bu sözünü Tahâvî ile İbn Ebî Şeybe de Müslim'in şartı üzere sahih olan
bir senedle rivayet etmişlerdir.[115]
2. İhramdan çıkarken
güneş doğduktan sonra tıraş olmak daha faziletlidir. Çünkü Peygamber (s.a.)
kuşluk vakti Akabe Cemresine taşlan attıktan sonra traş oldu. Bununla beraber
Müzdelife gecesinde gecenin birinci yarısı geçtikten sonra tıraş olmak da
caizdir.. Hanefî ulemasıyla İmam Şafiî ve İmam Ahmed bu görüştedirler.
Mâlikî ulemâsına göre ise,
tıraşın caiz olan vakti fecrin doğmasıyla başlayıp bayram günleri sona erinceye
kadar devam eder.
Mâlik ve Ahmed'e göre tıraşın
zamanı kurban bayramı günleridir. Mekânı da Harem sınırları içerisinde kalan
sahadır. Çünkü Ma'mer b. Abdillah el-Adevfden naklen rivayet edilen,
"Resûlullah (s.a.) kurbanlığını Minâ'da boğazladıktan sonra bana
kendisini tıraş etmemi emretti."[116] anlamındaki hadis-i şerif buna delâlet
eder. Resûl-i Ekrem'in bu uygulaması "Andolsun ki Allah Peygamberinin
rü'yasının gerçek olduğunu tasdik eder. Ey inananlar, Siz, Allah dilerse güven
içinde başlarınızı tıraş etmiş veya saçlarınızı kısaltmış olarak korkmadan
Mescid-i Haram'a gireceksiniz"[117] âyet-i kerimesindeki mutlak ifâdeyi de
açıklamaktadır.
Tıraşı vaktinde olmayarak
bayram günlerinin gerisine bırakmak kurban kesmeyi gerektirir. Bu konuda
unutarak geciktiren ile bile bile geciktiren bir kimse arasında fark yoktur.
Hanefî ulemâsından Muhammed b. el-Hasan ile İmam Şafiî'ye göre vâcib olan,
tıraşın harem dâhilinde yapılmış olmasıdır. Bayram günleri içerisinde
yapılması vâcib değildir. İmam Ahmed'in meşhur olan görüşü de budur. Tıraşın
Harem dahilinde yapılması gerektiği, "Kurban yerine ulaşıncaya kadar
başlarınızı tıraş etmeyiniz"[118] âyet-i kerimesiyie sabittir. Çünkü bu
âyet-i kerimede geçen "kurbanın yeri" sözünden maksat, Harem-i
Şeriftir. Ayrıca "Bu nişanelerde sîzin kin belli bir süreye kadar
faydalar vardır. Sonra bunlar Bey-'-i Atîk'de son bulurlar"[119] âyetide bunu ifâde eder. Sözü geçen
ulemâya göre tıraşın bayram günlerinde yapılmasının şart olmadığının delili ise
İbn Abbâs'tan rivayet olunan şu hadis-i şeriftir: "Adamın biri (Resul-i
Ekrem'e):
Ya Resûlullah, ben taşlan
atmadan önce Kabe'yi tavaf ettim, dedi. Resûlullah (s.a.) de ona:
"Bunda bir sakınca
yoktur," buyurdu. Sonra o adam:
Kurban kesmeden önce de tıraş
oldum, dedi. Resul-i Ekrem yine:
"Zararı yok," diye
cevap verdi. Adam:
Taşları atmadan da tıraş
oldum, dedi. Resûl-i Ekrem'de tekrar:
"Bunda bir sakınca
yoktur," cevabım verdi.[120]
Bu hadiste Akabe Cemresine
taşlan atmadan önce tıraş olmanın caiz olduğu ifade-edildiğine göre ve daha
önce de ifade ettiğimiz gibi gecenin yansı geçtikten sonra ya da fecrin
doğmasıyla Akabe Cemresine taş atıla-bildiğine göre "bayram girmeden önce
tıraş olunabilir" demektir. Bayram çıktıktan sonra tıraş olunabileceğinin
ve bu gecikmeden dolayı herhangi bir ceza lâzım gelmeyeceğinin delili ise,
"Ey İnananlar! Siz Allah dilerse, güven içinde başlarınız tıraş etmiş veya
saçlarınızı kısaltmış olarak korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz.'*233
âyeti kerimesidir. Çünkü bu âyet-i kerimede Cenab-ı Hak tıraş almanın vaktini açıkladığı
halde son vaktini belirtmedi ve tıraş vakti için bir sınır koymadı. Bu da
gösterir ki bayram günlerinin dışında da tıraş olmak yeterlidir.
3. Tıraşa tıraş olacak kimsenin
sağ tarafından başlamak daha faziletlidir. Ulemânın büyük çoğunluğu bu görüştedirler.
Kirmânî'nin beyânına göre, imam Ebû Hanife tıraşa tıraş olanın sol tarafından
başlamanın daha faziletli olduğu görüşündedir. Ancak Hanefî ulemâsından
Bedrüddin el-Aynî'nin beyânına göre: "İmam Ebû Hanîfe bu görüşünü terk
etmiş ve cumhûr-ı ulemânın görüşüne dönmüştür."
4. İnsanın saçları temizdir.[121]
1982. ...Şu (önceki)
hadis aynı senedle Hişam b. Hassan'dan da rivayet olunmuştur. (Bu hadisi Hişam
b. Hassan'dan nakleden Süfyân) dedi ki:
(Peygamber sallallahü aleyhi
ve sellem) berbere: "Sağ tarafımdan başla da (öyle) tıraş et"
buyurdu.[122]
Bu hadis ihramdan çıkmak için
tıraş olacak bir kimsenin tıraşına sağ tarafından başlamasının sünnet olduğunu
ifâde etmektedir.
Rasul-i Ekrem'in mübarek
saçlarıyla teberrük konusunda merhum Kâmil Miras Efendinin mütelaalarım duaya
vesile olması dileğiyle nakletmek istiyoruz.
"Teberrük hususu bu
hadisin kemali vuzuh ile ifade ettiği en sarih bir hükümdür. Ahmed b. Hanbel'in
Müsned'inde İbn Sîrîn'den rivayetine göre Übeydetü's-Selmânî hazretleri bu
hadisi İbn Ömer'den rivayet ettikten sonra Resül-i Kibriya'nın vücud-ı
mukaddesinden ayrılan bir tüyü benim nazarımda yer yüzünde açık olan ve yer
altında gizli bulunan bütün altın ve gümüş hazinelerinden daha kıymetlidir ve
daha sevimlidir, demiştir.
Birçok siyer ve tabakât
ulemâsının bildirdiklerine göre Halid b. Velid (r.a)'ın serpuşunda Resûl-i
Ekrem'in birkaç tane mübarek saçından mahfuz imiş. Bu cihetle bu seyf-i ilahî
hangi gazaya gitse kendisine feth-u zafer müyesser olurdu. Yine bir çok siyere
dair eserde bildirildiğine göre Ebû Talha tarafından Resûl-i Ekrem'in, saçı
dağıtılırken Halid b. Velid Resûl-i Ekrem'in mübarek nâsiyesinden ayrılan
mübarek saçından verilmesini tenbih ve rica etmişti. Ebû Talha da Halid'in bu
ricasını isaf ederek Resul-i Ekrem tıraş olurken dikkatle ayırıp Halide
vermişti. Hazret-i Halid'in serpuşunda muhafaza ettiği rivayet edilen şa'r-i
Nebevî bu olacaktır. Bu büyük İslâm dilâveri pek'iyi bilmişti ki Resûl-i
Kibriya'nın makdem-i nâsiyesine münâsib olan feth-u zaferdir, her müşkülün
suhuletle iktihamıdır. Bize bildirirken bir vecd-i dinî ve aşk-ı Muhammedi ile
Resûl-i Zîşânın bir tüyü ile veya herhangi bir. âsar-ı Muhammedi'ye ile
teberrük, anam, babam ve bütün varlığım ve hayatım feda olsun, diye arzı
tazîmat ediyor.
İşte eslâf-ı izamımızın bu
menâkıb ve meâsirine ağlayarak tercüman olurken secde-i tazime kapanır şu naçiz
kalemim: "Ey Resul-i zîşanımız! Eslâfımızın meâsirine tercüman olurken
senin mübarek bir kılına feda edecek bir armağana mâlik değilim ki ben de onu
feda edeyim. Elimdeki şu aciz kalem içinde yalnız Ravza-i Tahirene zerrat
adedince salât-u selâm ithaf ederek arz-i tazimat ediyorum."[123]
1983. ...İbn Abbâs
(r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, Minâ'da Peygamber (s.a.)'e (hac
amellerinden bazısının yeri değiştirilerek takdim veya te'hir edilmesiyle ilgili
bazı sorular) sorulmuş da (Resûl-i Ekrem):
"Zararı yok" diye
cevap vermiş. Bir adam:
Ben kurban kesmeden önce tıraş
olmuşum, diye sormuş. O'na da:
"Kes zararı yok"
diye cevap vermiş. (Aynı adam) hemen arkasından:
Güneş battı (bense hâlâ Akabe
Cemresine taşlan) atamadım, dedi. (Resûl-i Ekrem Efendimiz de);
"(Taşlarını şimdi)
"at, zararı yok" buyurdu."[124]
Bu hadis-i şerif
bayramın birinci günü yapılacak olan Akabe Cemresine taş atma, kurbân
kesme ve tıraş olma fiilleri arasında tertibe riâyet etmek gerekmediği
görüşünde olan kimselerin delilidir. Bu görüşte olan kimselere göre Resûl-i
Ekrem yapılması gereken ve terki günahı1 mucib olan bir amelin terkine müsaade
etmeyeceği ve bu konuda unutmanın ve cehaletin bir mazeret sayılamayacağı
bilinen bir gerçektir. Binaenaleyh kurban bayramının birinci günü Resûl-i
Ekrem'in kurban kesmeden önce tıraş olan bir kimseye "bunun bir zararı
yoktur" diye cevap vermesi ve Akabe Cemresine güneş battıktan sonra taş
atmakta bir sakınca görmemesi bu ameller arasındaki sıraya riâyet etmenin yâcib
olmadığını göstermektedir.
Kurban bayramının birinci günü
yapılacak hac amelleri arasındaki sıraya riâyetin vâcib olduğu görüşünde
olanlara göre ise bu hadiste geçen "zararı yok" sözü "günah
yoktur" anlamında kullanılmıştır, "fidye yoktur" anlamında
değildir.
Ancak birinci görüşte olan
kimseler, fidye gerekmediği gibi bu ameller arasındaki sıraya riayet etmek de
gerekmez. Çünkü eğer tertibe riâyeti terkden dolayı fidye gerekseydi, Resûl-i
Ekrem'in bunu açıklaması gerekirdi. Zira Hz. Peygamberin ihtiyaç duyduğu anda
açıklama yapması Peygamberlik görevidir. Bu beyânı te'hir etmesi caiz
değildir, diyerek kendi görüşlerini savunmuşlardır ve ayrıca Beyhakî'nin
rivayet ettiği şu hadisi de kendi görüşlerinin doğruluğuna delil
getirmişlerdir: Adamın birisi,
Ben kurbanı kesmeden önce
tıraş oldum, dedi. Resu!-i Ekrem'de,
"Zararı yok"
buyurdu. Bir diğeri,
Ben de (Akabe Cemresine
taşlan) güneş battıktan sonra attım, dedi. Resul-i Ekrem'de:
"Zararı yok",
buyurdu. Hasılı o gün kendisine birşey sorulup da "zararı yok"
demekten başka bir şey söylediğini bilmiyorum.[125]
Her ne kadar bayram günü
yapılacak hac amelleri arasındaki sıraya uymanın vâcib olduğu görüşünde olan
ilim adamları, senedinde İbrahim b. Tahmân olduğu için bu hadisin zayıf
olduğunu söylemişlerse de, aslında konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisi
Beyhakînin bu hadisini teyid ettiği için onu zayıflıktan kurtarıp hasen derecesine
çıkarmaktadır.
Sözü geçen ameller arasındaki
sıraya uymanın vacib olduğu görüşünde olan Hanefî ulemâsı ve taraftarları:
"Resûlullah (s.a.)'ın "zararı yok" sözünü, "Yaptığınızdan
dolayı size bir günah yoktur. Çünkü, siz bunu kasten değil, bilmeyerek yapmışsınızdır"
mânâsına te'vîl etmişlerdir. Nitekim Resûlullah (s.a.)'e soran zatın
"bilmiyordum" demesi de bu te'vili te'yid eder.
Tahâvî'nin sahih bir isnadla
tahric ettiği bir hadiste şöyle denilmektedir: "Resûlullah (s.a.)' haccı
esnasında bir adam kendisine sual sorarak:
Ben şeytan taşladım ve tavaf-ı
ifazamı yaptım, fakat unuttum, da tıraş olmadım, dedi. Peygamber (s.a.):
"Tıraş oluver, /aran
yok," buyurdu. Sonra bir adam daha gelerek:
Ben şeytan taşladım, tıraş
oldum, ama kurban kesmeyi unuttum, dedi. Resûlullah (s.a.):
"Kurbanım kes, zararı
yok" buyurdular.[126]
Bu rivayet gösteriyor ki,
Allah Teâlânın bu zevattan affettiği günah, unutmaları ile bilmemelerinden
ileri geliyormuş. Çünkü soranlar bedevilerdir. Hac ibadetlerini bilmiyorlardı.
Resûlullah (s.a.) onlara unutmaları ve cehaletleri sebebiyle yaptıklarından
dolayı günah olmadığını anlatmak istemiştir. Yoksa muradı bundan sonra da bu
şekilde hareket etmeniz mubahtır demek değildir.
Konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd
hadisi iki mühim meseleyi ihtiva eder:
a. Kurban kesmeden önce tıraş
olma meselesi
b. Akabe Cemresine taşlan
geceleyin atma meselesi.
Birinci meseleye gelince, İmam
Mâlik ile İmam Şafiî'ye, İmam Ahmed'e ve ulemânın büyük çoğunluğuna göre
kurbanı kesmeden önce tıraş olan kimseye herhangi bir ceza lâzım gelmez. Eğer
bu kimse hacc-ı kıran yapıyor idiyse, İmam Züfer'e göre iki, İmam Ebû Hanife'ye
göre ise, bir kurban kesmesi gerekir. İmam Ebû Yûsuf ile Muhammed'e göre ise,
bu kimseye hiçbir ceza lâzım gelmez.[127]
İkinci mesele: Akabe Cemresine
atılacak taşlan güneşin doğmasından zeval vaktine kadar olan süre içerisinde
atmanın sünnet olduğunda, bir başka tâbirle bu taşları atmak için muhtar olan
vaktin, güneşin doğmasından zeval vaktine kadar devam eden süre olduğunda icma
vardır. Sözü geçen taşların bayramın birinci günü güneş batmadan önce atılması
-eğer müstehab olan vakte isabet etmemişse- mubahtır. Geceleyin atmaksa, mekruhtur.
Bu hareketi işlemekten dolayı kurban kesmek gerekmez. İmam Ahmed'e göre ise,
sözü geçen taşlar ertesi gün güneş batıya kayıncaya kadar atılamaz. Diğer
ulemânın bu konudaki görüşlerim 1971 numaralı hadis-i şerifin şerhinde
açıkladığımız için burada tekrara lüzum görmüyoruz.[128]
1984. ...İbn Abbâs
(r.a.) demiştir ki: Resûlullah (s.a.)
“kadınlara tıraş olmak
gerekmez. Kadınlara gereken sadece (saçları) kısaltmaktır." buyurdu.[129]
İhramdan çıkarken kadınların
saçlarını kısaltmaları vacibtir. Hanefî ulemâsına ve İmam Şafiî'ye göre
kadınların başlarını tıraş etmeleri mekruhtur. Çünkü tıraş olmak kadınlar için
bid'attir. Ulemânın büyük çoğunluğuna göre ise, kadınların tıraş olmaları
haramdır. Onyedi yaşında bir kîz çocuğu başını tıraş etmeye kalkışacak olsa
velisinin buna engel olması gerekir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) kadının başını tıraş etmesini yasaklamıştır. İmam Tirmizî bu hadisle
ilgili olarak "ilim adamlarının ameli bu hadis üzeredir. Kadının saçlarını
kestirmesi gerektiği konusunda değil, ancak kısaltması gerektiği
görüşündedirler" diyor.[130]
Şâfiî ulemasından İmam
Nevevî'ye göre ise, kadının başını tıraş etmesi ihramdan çıkmak için yeterli
olmakla beraber bir isâettir. Hanefî ulemâsıyla İmam Şafiî ve İmam Mâlik'e göre
kadınlar ihramdan çıkmak için başın iki tarafında bulunan ön çıkıntılar üzerine
gelen saçların uçlarından parmak ucu kadar kısaltırlar. İmâm Mâlik'e göre başın
her iki tarafında bulunan saçların tümünün ucundan birazcık kısaltırlar. Saçların
bir kısmını kısaltıp da bir kısmını bırakmak caiz değildir.
Ancak bütün bu hükümler
başında bir rahatsızlığı bulunmayan kadınlar içindir. Başından rahatsız olan
bir kadın gerektiğinde başını tıraş edebilir.[131]
1985. ...İbn Abbas
(r.â.)'dan; demiştir ki: Resulullah (s.a.); "Kadınlara tıraş olmak
gerekmez. Kadınlara gereken sadece saçlan kısaltmaktır" buyurdu.[132]
Bu hadisle ilgili açıklama
önceki hadiste geçtiğinden tekrar lüzum görülmemiştir.[133]
Umre, kelime olarak ziyaret
manasına gelir. İstılahta ise istendiği zaman yalnız Kabe'yi tavaftan ve Safa
ile Merve tepelerinin arasında sa'y etmekten ibârcl olan ibadete denir. Buna
küçük hac da denmektedir. Umre senenin her mevsiminde yapılabilir. Yalnız
Arafe günü ile kurban bayramının dört gününde yapılması mekruhtur. Ramazan'da yapılması
ise menduptur. Fahr-i Kâinat efendimiz umre hakkında "Umre kendisiyle
diğer umre arasında işlenecek günahlara keffârettir."[134] buyurmuştur.
Ulemâ umrenin meşru olduğunda
ittifak etmişler. Bununla beraber hükmünde ihtilâf etmişlerdir. Mâlikîlerin
meşhur olan kavline ve HanefîIerin muhtar olan görüşüne göre, umre yapmak s ün
not-i müekkededir. Hanefî ulemâsından bazıları da umrenin vâcib olduğunu
söylemişler. Hanefî ulemâsından Kâsânî de umrenin sadaka-i fıtr gibi vâcib
olduğunu söylemiştir.[135] Bazıları da "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem'e;
"umre vâcib midir?" diye soruldu da
"Hayır, ne var ki, umre
yapmaları daha faziletlidir," cevabını verdi.”[136]
hadisini delil getirerek
farz-ı kifâye olduğunu söylemişlerdir. Her ne kadar bu hadisin senedinde
el-Haccâc b. Ertat varsa da bu hadis Ubeydullah b. el-Muğîre tarikiyle de
rivayet olunduğu için[137] zayıflıktan kurtularak ha-sen dereceye yükselmiştir.
İmam Şafiî ve İmam Ahmed'isı
meşüsur olan görüşüne göre umre farzdır. Ayrıca Ömer b. el-Hattâb, İbn Abbâs,
Zeyd b. Sabit, İbn Ömer, Said b. el-Müseyyeb Said b. Cübeyr, Atâ, Tâvûs, Sevrî
ve İshâk da bu görüştedirler. Bu görüşte olan ulemânın delillerini şöylece
sıralamak mümkündür:
a. "Başladığınız hac ve
umreyi Allah için tamamlayın.”[138] Karinelerden soyutlanmış olarak gelen
Mutlak emir farziyyet ifâde ettiğine göre buradaki "umreyi Allah için
tamamlayın" emri; umrenin farz olduğunu gösterir. Ayrıca bu âyet-i
kerimede "umreyi tamamlayınız" emri, "Hacci tamamlayınız"
emri üzerine atfedilmiştir. Atfedilen (ma'tûf) ile üzerine atfedilen
(ma'tüfun-aleyh)'in hüküm bakımından eşitliği herkesçe kabul edilen bir esas
olduğuna göre umrenin de hac gibi farz olduğu anlaşılır. Ancak bu deliller
"Bu âyet-i kerime başlanılmış olan hac ve umreyle ilgilidir; zikredilen
kaideler ise, henüz kendisine başlanılmamış olan ibâdetlere ait emirlerle
ilgilidir," denilerek reddolunmuştur.
Gerçekten İslâm'ın beş şartı
arasında umrenin bulunmayışı da onun farz olmadığını ortaya koymaktadır. Ayrıca
"Oraya yol bulabilen kimseye Allah için Kabe'yi haccetmesi gereklidir."[139] âyet-i kerimesinde umre emrinin
bulunmayışı da yine bu gerçeği te'yid eder.
b. Umrenin farz
olduğunu savunan ulemânın ikinci delilleri de şu hadis-i şeriftir: "Âmir
oğullarından bir adam Resûlullah sallallahu aleyhi ve sel-lem'e
gelerek":
Ya Resûlullah! Babam yaşlı bir
adamdır, ne hac ne de umre de yolculuk yapabilir, dedi. Resûl-i Ekrem de:
"Babanın yerine haccet ve
umre yap," buyurdu.[140] Beyhâkî'nin ifâdesine göre Müslim b. Haccâc bu hadis
hakkında şöyle demiştir: "Ben Ahmed b. Hanbel'i:
Umre'nin farz olduğuna delalet
eden bundan daha güzel bir hadis görmedim, derken işittim." Fakat bu
görüş, "Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin bu sözünde umrenin farz
olduğuna delâlet eden bir ifâde yoktur. Çünkü Resûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz,
babası hac ve umre yapmaktan âciz kalan bir oğula babasının yerine hac
yapabileceğini söylemiştir. Bir kimsenin babasının yerine hac ve umre yapmasının
farz olmadığında ise, icmâ vardır;-gerekçesiyle reddedilmiştir.
Bütün bu anlattıklarımızdan
umrenin farz değil, sünnet olduğu anlaşılır. Çünkü "asi olan berâet-i
zimmettir."[141] Binaenaleyh kişinin bir işle mükellef olduğuna dair açık
bir delil bulunmadıkça o işle mükellef olduğuna hükmedilemez. Dolayısıyla
hakkında delil bulunmadığı için bir kimsenin babasının yerine haccetmekle ya
da umre yapmakla mükellef olduğuna hükmedilemez. Ayrıca umrenin farz olduğunu
iddia edenlerce delil olarak ileri sürülen; "biz birgün Resûlullah
sallallahü aleyhi vesellemin yanında otururken bir adam gelerek:
Ya Muhammed İslâm nedir? diye
sordu Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem de:
"Allah'dan başka ilah
olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet etmen ve Beyt'i
haccedip umre yapmandır”[142] anlamındaki hadis de bu konuda delil olarak gösterilemez.
Çünkü bu hadis umrenin farz olmadığını kesinlikle ifâde eden sahih hadislere
aykırıdır ve bu hadisin daha kuvvetli olan rivayetlerinde "umre etmendir”
sözü yoktur.
Zeyd b. Sâbit'in rivayet
ettiği "Hac etmek ve umre yapmak farzdır"[143] anlamındaki hadis ise senedinde İsmail
b. Mûsâ el-Mekkî bulunduğu için zayıftır.
Atâ b. Ebî Rebâh'm Câbir b.
Abdillah'dan rivayet ettiği, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem "hac
ve umre farzdır" buyurdu.[144] anlamındaki hadisi de senedinde İbn
Lehîâ olduğu için zayıftır ve delil olma niteliğinden uzaktır.
Umre konusunda musannif Ebû
Davud'un temas etmediği üç meseleye temas etmekte fayda görüyoruz:
1. Haccın mîkatleri
umrenin de mikatleridir. Hac için nerelerde ihrama girilirse, umre için de
oralardan ihrama girilir. Ancak Mekke'de bulunanlar Harem bölgesinin dışına
çıkarak hill bölgesi için ci'râne veya Ten'-im mevkilerinden ihrama gireler.
Biz bu konunun ayrıntılarını 1737-1742 numaralı hadislerin şerhinde açıklamış
bulunmaktayız.
2. Hanefî ulemâsına
göre Umrenin şartları dörttür:
a. İhram: İhram haccı
veya umreyi veya her ikisini eda için mübâh olan şeylerden bazılarını nefsine
geçici olarak haram kılmak, onları yapmaktan sakınmak demektir ki hac veya
umre için ya da her ikisine birden niyyet etmek ve "Lebbeyk Allahümme
lebbeyk" diye telbiyede bulunmakla olduğu gibi niyyetle birlikte telbiye
yerine geçen bir zikir veya kurbanlık bedeninin boynuna tasma takmakla da olur.[145] İhrama girmek Hanefî mezhebinin
dışında diğer mezheblere göre umrenin şartı değil, rüknüdür.
b. Kabe'yi tavaf:
Hanefîlere göre bunun dört şavtı, İmam Şafiî, Mâlik ve Ahmed'e göre ise
tavafın yedi turu da umrenin rüknüdürler. Hanefilere göre kalan üç şavt ise,
vâribtir.
c. Safa ile Merve
arasında ps'y: İmam Şafiî iîe İmâm Mâlik ve Ah-med'e göre Safa ile Merve
arasında sa'y yapmak umrenin rüknüdür. Hanefî ulemâsına göre ise, umrenin
vâciblerindendir. Çünkü Abdullah b. Ebî Evfâ şöyle demiştir: "Resûiullah
(s.a.) umre yapmaya niyet etti. Mekke'ye gelince Beyt-i Şerîfi tavaf etti. Bsz
de tavaf ettik, sonra sa'y yapmak üzere Safa iîe Merve'ye geldi, onunla
birlikte biz de Safa ile Merve'ye geldik."[146]
d. Tıraş olmak: Tıraş
olmak veya saçları kestirmek, Şafiî mezhebine göre umrenin bir rüknüdür. Şafiî
mezhebinin dışındaki diğer mezheblere göre ise urrrcr.iu vâciblerindendir.
Çünkü îbn Abbas (r.a.), Hz. Muavi-ye'nin bir umre esnasında Merve tepesi
üzerinde Resûlullah (s.a.)'ın saçlarını makasla kısalttığını söylemiştir.[147]
e. Umrenin rükünleri
arasındaki sıraya ResuM Ekrem'in riâyet ettiği gibi riâyet etmek, Şafiî
mezhebine göre rükün, diğer mezheblere göre vâcibîir.
3. Umrenin vâciblerî ve
sünnetleri, ihramda, tavafta ve sa'yde aynen haccın vâcibleri ve sünnetleri
gibidir. Ancak umre ile hac arasında bazı farklar vardır. Şöyleki:
a. Haccın farz olduğunda ittifak
olduğu halde umrenin farz olduğunda ittifak
yoktur. .
b. Hac için muayyen bir zaman
bulunduğu halde, umre için tahsis edilmiş bir zaman yoktur. Arafe günü ile
kurban bayramının dört günü dışında senenin her gününde umre yapılabilir.
c. Hacda bulunan Arafat'ta ve
Müzdelife'de vakfe yapma, Minâ'da şeytan taşlama, hutbe okuma, kudüm ve Veda
tavafları gibi fiiller umrede yoktur.[148]
1986. ...İbn Ömer
(r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) haccetmeden önce umre yaptı.[149]
Bilindiği gibi Fahr-i Kâinat
Efendimiz vedâ Haccından önce uç defa umre yapmıştır:
1. Hicretin altıncı senesinde
niyyetlenip yola çıktığı halde müşriklerin kendilerine engel olması üzerine
yarım kalan Hudeybiye umresi,
2. Hicretin yedinci senesinde
yaptığı Kaza Umresi,
3. Mekke'nin fethinden sonra
hicretin sekizinci senesinde yaptığı Ci’rane umresi. Bu umrelerin hepsi de
zülka'de ayında olmuştur.[150]
Haccetmeden önce senenin bütün
günlerinde umre yapmak caizdir. Hacdan sonra senenin bütün günlerinde umre
yapmak da# öyledir. Çünkü Câbir b. Abdullah (r.a.)'ın rivayet ettiği: Âişe
(r.anha) hayız olmuştu. (Bu haliyle) Beyt'i tavafın dışında bütün hac
amellerini yaptı. (Hayz'dan) temizlenince Beyt-i Şerifi de tavaf etti ve;
Ya Resûlullah sizler hem hacc,
hem de umre yapmış olarak dönüyorsunuz. Bense sadece hac yaparak dönüyorum,
dedi. Bunun üzerine (Resûl-i Ekrem) Abdurrahman b. Ebî Bekr'e Hz. Âişe'yi,
-umre için ihrama girmek üzere- Ten'im'e götürmesini emretti (Hz. Âişe de bu
suretle) hacdan sonra Zilhicce ayında umre yaptı,[151] anlamındaki hadis-i şerif bunu ifâde
etmektedir. İmam Mâlik ile İmam Şafiî, Ahmed ve ulemânın büyük çoğunluğu bu
görüştedirler. İmam Ebû Hanîfe (r.a.)'e göre ise, Arafe günü ile kurban
bayramının dört gününde umre yapmak mekruhtur. Bu günlerin dışında senenin
bütün günlerinde umre yapmak caizdir. Çünkü İbn Abbâs (r.a.): "Arafe günü,
kurban bayramın birinci günü ve (onu takibeden) teşrik günleri hâriç bu
günlerden önce veya sonra istediğin günde umre yapabilirsin,[152]
demiştir.
İmam Ebû Yûsuf'a göre ise,
Arafe günü ile onu takibeden üç günde umre yapmak mekruhtur. Bugünlerin dışında
senenin bütün günlerinde umre yapılabilir. Çünkü Hz. Âişe: "Arafe günü
kurban bayramının 1. günü ve onu takibeden iki gün hâriç senenin bütün günlerinde
umre yapmak caizdir" buyurmuştur.[153]
Ancak beyhakî bu hadisin
mevkuf olduğunu söylüyor-ve "Şafiî ulemâsına göre bu hadiste belirtilen
yasaklar o günlerde hac yapmakla meşgul olan kimseler içindir. O günlerde hac
ibadetiyle meşgul olmayan kimselerin umre yapmasında bir sakınca yoktur."
diyor.[154]
Umrenin en faziletli vakti
ise, ramazan ayıdır.
Resûl-i Ekrem câhiliyye
çağından kalma "Hac mevsiminde umre yapılamayacağı" inancını yıkmak
için umresini hac mevsiminde yapmıştır. Böyle bâtıl bir inancı yıkmaya yönelik
olan bu davranışın önem ve faziletini belirtmeye ihtiyaç yoktur.[155]
1987. ...İbn Abbâs
(r.a.)'dan; demiştir ki: Vallahi Resûlullah (s,a.) sadece şirk ehline ait bir
işi ortadan kaldırmak maksadıyla Aişe'ye Zilhicce ayında umre yapması için izin
verdi. Çünkü şu Kureyş kabilesiyle onların yolunda olan kimseler; "Hac
yolculuğunda yüklerin ağırlığından dolayı dökülen (develerin sırtındaki)
yünler (hacdan döndükten sonra yeniden çıkıp) çoğaldığında ve (hac yolunda
develerin sırtında ya da ayaklarında açılan) yara(lar) iyileştiğinde ve Safer
ayı geçtiğinde umre yapmak isteyene umre helâl olur" derlerdi ve Zilhicce
ayıyla Muharrem ayı çıkıncaya kadar umre yapmayı haram sayarlardı."[156]
Ahmed b. Hanbel (r.a.)'ın
Müsned'inde Resûl-i Ekrem'in Hz. Aışe ye umre yapma iznim Zilhicce nın 14. gecesinde,
yani hacıların Mekke'ye dönerlerken Muhassab'da geçirdikleri gecede verdiği
ifade edilmektedir.[157]
Bilindiği gibi Resul-i Ekrem
(s.a.) Efendimiz Veda Haccında Zilhicce'nin onuna rastlayan cumartesi günü
bayram sabahı Minâ'ya varmıştır.
Cemre-i Akabe'de taşlan
attıktan sonra aynı gün Mekke'ye dönmüş, zevalden önce Beyt-i Şerifi tavaf
ederek yine aynı gün Minâ'ya gelmiş ve orada cumartesinin kalan kısmıyla Pazar,
Pazartesi ve Salı günlerini geçirmiştir. Teşrik günlerinin sonu olan ve
Zilhiccenin on üçüne rastlayan Salı günü öğleden sonra el-Muhassab'a gelmiş
öğle namazını kılmış ve Çarşamba gecesini orada geçirmiştir. İşte Resul-i
Ekrem'in Hz. Âişe'ye umre yapması için izin vermesi Zİlhicce'nin on üçüncü
gününe rastlayan Sah'yı, on dördüne rastlayan Çarşamba'ya bağlayan gecede
olmuştur.
Daha önce de ifade ettiğimiz
gibi Câhiliyye döneminde halk hac mevsiminde umre yapmayı çok çirkin ve iğrenç
bir hadise sayarlardı. Resul-i Ekrem bu batıl inancı kökünden kazıyarak yerine
gerçek hac ve umre anlayışını yerleştirmek maksadıyla Veda Haccında ashabım
hacla birlikte umreyi de yapmaya teşvik etmiştir. Bu hadise Buhârî'nin
rivayetinde şöyle anlatılıyor: Hz. Âişe demiştir ki:
Biz Resülullah (s.a.)'la
beraber hac aylarında hac gecelerinde hac zamanlarında (Medine'den) çıktık ve
(Mekke'nin hududu olan) "Şerif mevkiine indik. Resul aleyhisselâm
(çadırından) çıkıp ashabına;
"Sizden her kimin
beraberinde hedy (kurbanı) yoksa ve haccını umreye tahvil etmek isterse, o
(haccını feshedip) umre yapsın. Bir kimsenin de beraberinde hedy varsa, o da
haccını umreye tahvil etmesin", buyurdu. Hazret-i Âişe demiştir
ki:
.
Bu tâlim-i Nevevî üzerine
ashabtan umreyi iltizam edenler de oldu, terk edenler de bulundu. Yine Âişe-i
Siddîka demiştir ki:
Fakat Resülullah (s.a.) ile
ashabından -imkân sahibi olan- bir kısmının hedyleri de kendi yanlarında idi.
Bunlar (kârın olduklarından haccı feshe) umreyi iltizama muktedir değillerdi.
(Bundan sonra Hz.) Âişe hadisin geri kalan kısmım da zikretti. Resülullah
(s.a.) ashabına bu emri verdikten sonra (çadıra) benim yanıma geldi. Beni
ağlar buldu. Resûl-i Ekrem:
"Vay ahmak! Ne
ağlıyorsun?" buyurdu, ben de:
Ashabına söylediğin sözünü
işittim. (Demek ki) ben umreden (tavaf ve sa'y edemeyerek) menolundum, dedim.
Resûl-i Ekrem:
"Nen var?" diye
sordu. Ben:
Namaz kılamam, dedim.
Resülullah:
"Zararı yok, Sen de Âdem
kızlarından bir kadınsın. Allah onlar için ne takdir ettiyse sende onu
görüyorsun. Sen hacca niyetinde sabit ol, Allah sana umreyi de nasib eder,
buyurdu. Hz. Âişe (r.anhâ rivayetine devam edip) demiştir ki:
Resûl-i Ekrem'in bu Veda
Haccında Arafat'a çıktık. Nihayet Minâ'ya geldik. Artık temizlenmiştim. Sonra
Minâ'dan çıktım (Mekke'ye gelip) tavaf-ı ifâzayı yaptım. Yine Âişe (devam edip)
demiştir ki: Sonra Minâ'dan ikinci dönüşte Resûlullah (s.a.) ile yola çıktım.
Resûl-i Ekrem "Muhassab" mevkiine geldi ve oraya indi. Biz de
birlikte oraya indik. Resûl-i Ekrem (kardeşim) Abdurrahman b. Ebi Bekr'i
çağırdı- ve:
“Haydi kardeşinle Harem'den
çık, (ve Hıll ile Harem arasında) umre niyeti ile ihramla (tavaf ve sa'y
ettikten) sonra ihramdan çıkınız ve hemen buraya geliniz. Ben sizi burada
yanıma gelene kadar bekliyorum" buyurdu. Hz. Âişe yine diyor ki; Kardeşim
ile beraber (huzurdan) çıktık ihramlanıp tavaf ve sa'y ettikten sonra seher
vakti huzur-ı Nebevî'ye girdim. Bana:
"Nasıl umreyi bitirdiniz
mi?" buyurdu. Ben de:
Evet, bitirdik, dedim. Bunun
üzerine Resûl-i Ekrem ashabına Medine'ye doğru yollanmalarını ilân etti. Halk
fevc fevc yola koyuldu. Resûl-i Ekrem de Medine'ye müteveccihen yürüdü.[158] Buhadisle ilgili açıklamayı 1781
numaralı hadisin açıklamasında verdiğimizden burada tekrara lüzum görmüyoruz.
Metinde geçen "afâ"
kelimesi "çoğaldı" anlamına gelir. Nitekim "Sonra kötülüğün
yerine iyiliği koyduk, öyle ki, çoğalıp "Babalarımız da darlığa uğramış
bolluğa kavuşmuşlardı" dediler."[159] âyeti kerimesinde de bu manada kullanıldığı
gibi: Gerçekten Resûlullah sallallahü aleyhi vesellem bıyıkların kesilmesini ve
sakalların bırakılmasını emretti.[160] anlamındaki hadis-i şerifte de bu
anlamda kullanılmıştır ki "Hac yolunda dökülen develerin yünlerinin
yeniden çıkıp çoğalması" kasd edilmektedir.
"Deber" kelimesi ise
hac yolculuğu esnasında develerin sırtında veya ayaklarında açılan yara
demektir ki, denilince, "develerin yarası iyileşti" manası anlaşılır.
Arablar yegâne geçim kaynakları
olan soygunculuk ve vurgunculuğa çıktıkları aya "Safer" ismini
vermişlerdir. Çünkü bu ayda çapulculuğa çıkarken evlerini bomboş bırakırlardı.
Yahut da soydukları kimseleri elleri bomboş bıraktıkları için bu aya Safer
ismini vermişlerdi.[161]
1988. ...Mervan'ın Ümmü
Ma'kü'a gönderdiği elçisinin haber verdiğine göre, Ümmü Ma'kıl demiştir ki: Ebû
Ma'kil Resûlullah (s.a.)'le hacca gitmeye kesin karar verdi. Ebu Ma'kıl
gelince, Ümmü Ma'kıl (kocasına hitaben)
Biliyorsun ki benim üzerimde
bir hac görevi var, dedi. (Durumu Resûl-i Ekrem'e arzetmek üzere kalkıp ikisi
birden) yürüyürek gittiler ve (Resûlullah'ın) yanına girdiler (Ümmü Ma'kıl):
Ya Resûlullah: Benim üzerimde
bir hac görevi var. Ebû Ma'kıl'm da genç bir devesi var, dedi. Ebû Ma'kıl da:
Evet, doğru söyledi, (ama) ben
onu Allah yoluna vakfettim. (Binaenaleyh onunla hacca gitmesi mümkün olmasa
gerek) dedi. Resûlullah (s.a.) da:
"Sen onu O'na ver de
onunla hacca gitsin. Çünkü (onunla hacca gitmek de) Allah yolunda (bir
amel)dir" buyurdu. Bunun üzerine. Ebû Ma'kıl deveyi O'na verdi. Ancak Ebû
Ma'kıl'ın ölümü sebebiyle Ümmü Ma'kıl o sene hacca gidemedi. (Resül-i Ekrem hacdan
döndükten sonra Ümmü Ma'kil);
Ya Resûlullah, ben
ihtiyarlamış ve hastalanmış bir kadınım. Benim için (bu sene kaçırmış olduğum)
haccımın yerine geçecek bir amel var mıdır? diye sordu. (Resûl-i Ekrem de):
"Ramazanda (yapılan),umre
bir hac yerine geçer" buyurdu.[162]
Ahmed b. Hanbel'in yine
Ebû Bekr b. Abdurrahman' dan (şöyle) dedi(ği
rivayet olunmuştur):
"Ben Mervân ile gidenler
arasında Ümmü Ma'kıl'a varıp bu hadisi bizzat kendisinden dinledim”[163] şeklindedir. Görüldüğü gibi Ebtt
Davud'un Siinen'inde bu hadisin Mervân'm elçisi tarafından nakledildiği ifâde
edildiği halde Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde Ebû Bekr b. Abdurrahman'm bu
hadisi bizzat kendisinin Ümmü Ma'kıl’dan aldığı ifâde ediliyor. Her ne kadar
görünüşte bu iki rivayet arasında bu çelişki (var gibi ise) de, aslında hiçbir
çelişki yoktur. Çünkü Ebû Bekr b. Abd'irrahman, bu hadisi önce Mervan'ın elçisinden
Mervan'a naklettiği sırada işitmiş ve bu hadise fevkalâde ilgi duyduğu için
Ümmü Ma'kıl'ın ağzından duymak isteyen Mervan'la birlikte, gidip bir de Ümmü
Ma'kıl'dan dinlemiş olabilir
Ahmed b. Hanbel'in diğer bir
rivayetinde de Ebû Bekr b. Abdurrahman' ın bu hadisi Ma'kıl b. Ebî Ma'kıl'dan
naklettiği ifâde ediliyor. Bu rivayetin de daha önce bahsettiğimiz Ahmed b.
Hanbel'in rivayetine aykırı yönü olmadığı gibi konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd
hadisine de aykırı tarafı yoktur. Çünkü Ebu Bekr b. Abdirrahman'ın bu hadisi
bir kere Mervan'ın elçisinden bir kere Ümmü Ma'kıl'ın bizzat kendisinden bir
kere de Ümmü Ma'kıl'ın oğlu Ma'kıl'dan dinlemiş olması mümkündür.
Bir numara sonra gelecek olan
hadis-i şeriften anlaşılacağı gibi Ümmü Ma'kıl Resûl-i Ekrem'le birlikte hac
yapmanın ecr ve sevabını düşünerek Veda haccı yılında Fahr-i Kâinat
Efendimizle hacca gitmek istemiş, fakat yolculuk için bir vasıta bulamamış.
Kocası Ebû Ma'kıl'dan devesini istemişse de o; "ben onu (devemi) Allah
yoluna vakfettim, sana ödünç olarak vermem, doğru olmaz" diyerek onun bu
isteğini reddetmiştir. Bunun üzerine Allah yolunda vakfedilen bir deveyle hacca
gitmenin caiz olup olmayacağını sormak üzere Hz. Peygamberin huzuruna
gitmişler. Resul-i Ekrem de; "O deveyle hacca gitmenin de Allah yolunda
bir iş olduğunu" söyleyince, Ebu Ma'kıl; "Allah yolunda yapılan işin
sadece cihaddan ibaret olmadığım, hacca gitmenin de Allah yolunda bir amel
olduğunu" öğrenmiş ve devesini üzerinde hacca gidip gelmek üzere karısı
Ümmü Ma'kıl'a vermiştir.[164] Fakat o sene Ebû Ma'kıl vefat etmiş[165] zâten ihtiyar olan Ümmü Ma'kıl da
hastalanıp hacca gidememiştir. Nihayet Veda Haccın-dan dönen Fahr-i Kâinat
Efendimize durumunu arzetmek üzere varıp;
Ya Resûlullah ben ihtiyar ve
hasta bir kadınım (bu sene seninle hac yapmaya muvaffak olamadım) acaba bu
kaçırmış olduğum haccın yerini tutacak bir amel var mıdır? diye sormuş. Resûl-i
Ekrem de;
"Ramazan ayında yapılan
umre bir hacca bedeldir" buyurmuştur.
Ramazan'da yapılan umrenin
hacca bedel olması, konusunda Tirmizî şunları söylüyor: "İshak b. Rahûye
diyor ki: Bu hadis Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den rivayet edilen
"her kim İhlâs Suresini okursa, Kur'ân'ın üçte birini okumuş olur"
hadisine benzer.[166]
Yani Ramazan'da yapılan umre
sevab bakımından hac gibidir. Yoksa hac farizası yerine geçmez. İbn el-Arabî de
diyor ki: "Umre hadisi şahindir, Allah kullarına bir fazlu ihsan olarak
ramazanda yapılan umreyi hac derecesine yükseltmiştir."[167]
İbnu'l-Cevzî de bu konuda
şunları söylemiştir: "Amellerin fazilet ve sevabı, yapılmış oldukları
vaktin şerefi nisbetinde artış kaydeder. Ramazan'da yapılan umre de böyledir.
Bu, tıpkı amellerin derecesinin ihiâs nisbetinde artışına benzer"[168]
İbn Battâl'a göre Ümmü
Ma'kıl'ın yapmak istediği bu hac, nafile bir hacdı. O sadece Resül-i Ekrem'le
beraber haccetmenin şerefine erişmek için buna karar vermişti. Bunun aksini
iddia etmek tamamen yanlıştır. Umrenin farz olan bir haccın yerine
geçemeyeceği ve farz olan hac borcunu ödeyemeyeceği konusunda icmâ' bulunduğu
düşünülürse, İbn Battâl’ın bu sözündeki gerçeklik payı kolayca anlaşılır.
İbnu t-Tîn'e göre ise, şayet
bu hadisten maksat, "Ramazan'da yapılan umrenin farz olan hac borcunu
düşüreceğini" ifâde etmekse, o zaman bu Ümmü Ma'kıl'e ait özel bir
durumdur. Çünkü:
1. Bir numara sonra gelecek olan
hadisin sonundaki Ümmü Ma'kıl'e ait olan "Aslında hac hacdır. Umre de
umredir. Fakat Resûl-i Ekrem; "Ramazan ayında yapılan umre hacca
bedeldir" buyurdu. Acaba bunun sadece bana ait olduğunu mu anlatmak
istedi? îyice bilemiyorum” anlamındaki sözler, Ramazan'da yapılan umreyle
ilgili bu sözlerin sadece Ümmü Ma'kıl'le ilgili olduğunu Hz. Ümmü Ma'kü'in de bu
hadisten böyle bir mânâ çıkardığını gösterir.
2. Said b. Cübeyr'in de;
"Ben bu hadisin sadece bu kadınla ilgili olduğunu zannediyorum"
demesi.bu gerçeği ifâde etmektedir.[169]
1. Hayvanı Allah yoluna
vakfetmek caizdir.
2. Hac, Allah yolunda yapılan
amellerden sayılır. Bu bakımdan Allah yoluna vakfedilen malların bir kimsenin
haccı için sarf edilmesi caizdir. İbn Abbâs ile İbn Ömer de hacca gitmek
isteyen bir kimseye hac yolunda harcamak üzere zekât verilmesinde bir sakınca
görmemişlerdir. İmam Ebû Hanife ile İmam Ahmed ve İshâk da bu görüştedirler.
İmam Sevrî ile İmam Mâlik'e
Hanefî imamlarından İmam Ebû Yûsuf ile İmam Muhammed'e ve Şafiî'ye göre ise,
zekât malları hac için sarf edilemez. Çünkü sözü geçen imamlara göre, zekâtın
sarf edildiği yedi sınıftan birisi olan "Allah yolundakiler" sınıfı
mücâhidlerden başkası olamaz. Binaenaleyh bir kimseye hac masrafı yapılmak
üzere zekât verilemez.
3. Amellerin sevabları, içinde
işlendikleri vaktin şerefi nisbetinde değer kazanır. Bu aynen amellerin, ihlâs
nisbetinde değer kazanmasına benzer.[170]
1989. ...Ümmü Ma'kü'dan;
demiştir ki: Resulullah (s.a.) Veda Haccına niyetlenince (ben de onunla
birlikte hac yapmayı çok istedim bizim bir devemiz vardı, onu da Ebû Ma'kıl
Allah yoluna vakfetmişti. Biz hastalandık, Ebû Ma'kıl'de öldü. Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellem (hac için yola) çıktı. Haccını bitir(ip de gel)diği
zaman yanına vardım. (Bana):
"Ey Ümmü Ma'kıl seni
bizimle beraber haccetmekten ahkoyan nedir?" dedi. (Ben de):
Biz hazırlanmıştık (fakat) Ebu
Ma'kıl vefat etti ve bizim için üzerinde hacca gidebileceğimiz sadece bir
deve(miz) vardı, onu da Ebû Ma'kıl Allah yoluna vakfetmişti, diye cevap
verdi(m). Bunun üzerine (Resûl-i Ekrem Efendimiz);
"Onunla (yola) çıksaydın
ya, çünkü hac da Allah yolunda (yapılan bir amel)dir. Her ne kadar bizimle
beraber bu haccı yapmayı kaçırmışsan da Ramazan da umre yap. Çünkü o hac
gibidir." (Ümmü Ma'kıl şöyle) dedi:
Hac hacdır, umre de umredir.
Fakat Resülullah (s.a.) bunu bana söyledi; (bu söz) sadece banami aittir, iyice
bilemiyorum.[171]
Ümmü Ma'kıl Resûl-i Ekrem'le
birlikte hac etmenin faziletine erişmek için Veda Haccı yolunda Resûl-i
Ekrem'le birlikte nafile bir hac yapmayı çok arzu ettiği ve gerekli
hazırlıkları yaptığı halde, elinde olmayan bazı engellerin ortaya çıkmasıyla
gidememişti. Hacdan döndükten sonra, kendisini ziyaret etmek için Resûl-i Ekrem'in
yanına vardığı zaman fahr-i kainat Efendimiz hacca gitmekten niçin
vazgeçtiğini sorduğu zaman bu sebepleri şöyle sıralamıştır:
1. Kocamla ben hastalanmıştık.
2. Sonra kocam oluverdi.
3. Zaten- bir devemiz vardı, onu
da Ebû Ma'kıl Allah yoluna vakfetmişti.
Resûl-i Ekrem (s.a.) Ümmü
Ma'kıl'dan bu cevabı alınca ona Allah yoluna vakfedilen bir deve ile Hacca
gitmekte bir sakınca olmadığını, çünkü hac yolculuğunun da Allah yolunda bir
amel olduğunu söylemiş ve kaçırılan fırsatın telâfisi için de "Ramazan
ayında umre yapmasını" tavsiye etmiştir.
Konumuzu teşkil eden bu
hadisle bir önceki hadisin ifâdleri arasında zahiren bazı ayrılıklar
görülmektedir. Gerçekte böyle bir çelişkinin olmadığını anlamak için şu
noktalara dikkat etmek gerekir:
a. Bir önceki hadiste geçen
cümlesi her ne kadar zahiren "Ebû Ma'kıl hacca gitmişti" mânâsına
gelirse de burada “Ebû Ma'kıl hacca gitmeye azmetmişti" anlamında
kullanılmıştır ve bu cümlenin hemen arkasından gelen cümlesi de zahiren
"Ebû Ma'-kıl hacdan dönünce" gibi bir mânâ ifâde ediyorsa da gerçekte
bu cümle "Ebû Ma'kıl (çarşıdan veya pazardan) evine geldiği zaman"
anlamında kullanılmıştır. Nitekim biz sözü geçen cümleleri tercüme ederken bu
durumu gözönünde bulundurduk. Eğer bu inceliğe dikkat edilmez de bir önceki
hadisten "Ebu Ma'kıl'ın Resûl-i Ekrem'le birlikte hacca gidip
geldiği" mânâsı çıkarılırsa, o zaman iki hadis arasında bir çelişkinin
olduğu zannedilir. Oysa fahr-i kâinat Efendimizin sözleri arasında bir
çelişkinin bulunamayacağını söylemeye ihtiyaç yoktur.
b. Bir önceki hadis-i şerîfte
Ümmü Ma''kıl ile Ebû Ma'kıl'ın Allah yoluna vakfedilen bir deveyle hacca
gidilip gidilemeyeceğini sormak üzere Resûl-i Ekrem'e beraberce gittikleri
ifâde edildiği halde burada Ümmü Ma'kıl'ın yalnız başına gittiği ifâde
edilmektedir. Bu duruma bakarak iki hadis arasında bir çelişki bulunduğu
söylenemez. Çünkü Ümmü Ma'kil'le kocası Ebû Ma'kıl'ın Resûl-i Ekrem'e beraberce
gitmeleri Resûl-i Ekrem hac yolculuğuna çıkmadan önce olmuştu. Ümmü Ma'kıl'ın
Resûl-i Ekrem'in yanma yalnız başına gitmesi ise, Resûl-i Ekrem'in hac
dönüşünden sonra olmuştur.
c. Her iki hadiste de Resül-i
Ekrem'in, "Ramazanda yapılan umre, bir hacca bedeldir" sözünü Ümmü
Ma'kıl'a hitaben söylediği ifâde edildiği hâlde bir numara sonra tercümesini
sunacağımız 1990 numaralı hadis-i şerifte ise, Resûl-i Ekrem'in bu sözü Ebû
Ma'kıl'a hitaben söylediği ifâde edilmektedir. Bu ifâde de 1990 numaralı
hadisin 1887 ve 1888 numaralı hadislere aykırı olduğu intibaını
uyandırmaktadır. Gerçekte ise bu iki ifâde arasında da herhangi bir çelişki
söz konusu değildir. Çünkü Ümmü Ma'kıl'
1. Ümmü Ma'kıl Allah'a ve Resulüne
son derece bağlı Resul7ı Ekrem’le birlikte hac yapmaya ve benzeri salih
amelleri işlemeye son derece hırslı ve faziletli bir kadındı.
2. Ramazan ayında
yapılan bir umre için hac sevabı vardır. Fakat bu umre sahibinden hac
farizasını düşüremez. Binaenaleyh bu kimsenin ilk fırsatta hac yapması gerekir.
Bir başka deyişle Ramazanda yapılan bir umre nafile bir hac yerine geçer. Bu
ise, Allah'ın kullarına bir ihsanıdır.[173]
1990. ...İbn Abbâs
(r.a.)'dan; demiştir ki: Resülullah (s.a.) hac yapmak istemişti. (Bunu duyan)
bir kadın da kocasına;
Beni devenin (üzerine
bindirerek) Resûlulah (s.a.) ile birlikte hacca götür, dedi. (Kocası da);
Bende seni üzerinde hacca
götürebileceğim bir deve yoktur, cevabını verdi. Kadın:
Falan devene bindirsen olmaz
mı? dedi. (Kocası):
O (deve) aziz ve celil olan
Allah yoluna vakfedilmiştir,. dedi ve Resüluilah (s.a.)'e gelip:
(Ya Resüluilah), karım
Allah'ın sei^m ve rahmetinin senin üzerine olmasını diliyor ve seninle
hacetmek istiyor. Bana: "Beni Resüluilah sallallahu aleyhi ve sellemle
hacca götür" dedi. Ben de (kendisine); "Bende seni üzerinde hacca
götürebileceğim (bir hayvan) yok" dedim. O da "Beni falan devenin
üzerinde hacca götür" dedi. Bunun üzerine; (O deve), Allah yoluna
vakfedilmiştir" dedim.
(Rasûlullah s.a.) şöyle
buyurdu:
"Şu bir gerçek ki eğer
sen onu o deven üzerinde hacca götürseydin bu da Allah yolunda (bir iş)
olurdu." diye cevab verdi,ve benden hangi amelin seninle hacca gitmeye
denk olabileceğini sana sormamı istedi. Resüluilah (s.a.)'de:
"Allah'ın selâmı, rahmet
ve berekâtı onun üzerine olsun. Ona, "Ramazanda yapılan umrenin (benimle
birlikte yapılan) hacca denk olduğunu haber ver" buyurdu.[174]
Hadis-i şerifte söz konusu
edilen hâdise Veda Haccı yılında olmuştur. Her ne
kadar Resûl-i Ekrem'le hacca
gitmeyi arzu eden kadının
kimliği burada açıklanmıyorsa da Buhârî'nin rivayetinde bu kadının "Ümmü
Sinan" olduğu ifâde ediliyor.[175]
Konumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifte anlatılan olay, bir önceki hadiste geçen olaydan tamamen ayrı
bir olaydır. Çünkü bir önceki hadiste geçen olay Ümmü Sinan'la değil, Ümmü
Ma'kıl'la ilgilidir. Bununla beraber her iki kadının da aynı kadın
olabileceğini söyleyenler de vardır. Çünkü Ümmü Ma'kü'ın Ümmü Sinan künyesiyle
de anıldığını iddia edenler vardır.
Bu iki hâdisenin bir benzeri
de Ümmü Talîk isimli kadının başından geçmiştir. Talk b. Habîb'in rivayetine
göre Ebu Talîk kendisine şunları anlatmıştır: Karısı Ümmü Talîk ona;
İki deveden birini bana ver de
onunla hacca gideyim, demiş. Ebû Talîk de;
Benim devem Allah yoluna
vakfedilmiştir deyince, karısı ona;
"Benim o deve üzerinde
hacca gitmem de Allah yolunda bir ameldir, diye karşılık vermiş. Daha sonra bu
durumu Resûl-i Ekrem'e arz ettikleri zaman;
Seninle birlikte hacc etmeye
denk olan bir amel var mıdır? diye sormuşlarda Resûl-i Ekrem;
"Ramazanda umre yapmak bu
hacca denktir" buyurmuştur.[176]
Her ne kadar İbn Abdilberr
kesinlikle Ümmü Ma'kıl ile Ümmü Sinan'ın aynı kadın olduğunu iddia ediyorsa da
Tekmiletu'I-Menhel yazarının beyânına göre bu doğru değildir. Ebu Ma'kıl
Resûl-i Ekrem'in devrinde vefat etmiştir. Ebû Talîk ise, tabiînin
küçüklerinden olan Talk dünyaya gelinceye kadar yaşamış hattâ Talk ondan hadis
rivayet etmiştir.
Bütün bunlar söz konusu iki
kadının aynı kadın olmayıp ayrı ayrı iki kadın olduklarını gösterir.[177]
Bu hadiste söz konusu edilen
kadınla bir önceki hadis-i şerifte geçen kadının aynı kadın olduğu kabul
edilecek olursa o zaman, "Bir önceki hadiste Resûl-i Ekrem'in
"Ramazanda yapılan bir umre hacca bedeldir" sözünü Ümmü Ma'kıPe
hitaben söylediği ifâde edildiği halde, burada bu sözü Ümmü Ma'kıl'm kendisine
değil de kocasına söylediği ifâde ediliyor. Bu ise bir çelişkidir" diye
bir itirazda bulunan olabilir. Bir önceki hadis-i şerîfin izahında da ifâde
ettiğimiz gibi böyle bir itiraz yersizdir. Çünkü ayn ayrı zamanlarda Resûl-i
Ekrem bu sözü hem Ümmü Ma'kü'e hem de kocası Ebû Ma'kıl'e söylemiştir.
Söz konusu kadınların ayrı
ayrı iki kadın oldukları kabul edildiği zaman ise, zaten böyle bir itiraza
imkân yoktur.[178]
1. Ashab-ı Kiram
hac yapmağa fevkalâde rağbet ederlerdi. Özellikle
Resul-ı Ekrem'le birlikte hac yapmaya çok hırslı idiler.
2. Ramazan ayında yapılan bir
umrenin sevabı hac sevabına denktir.
3. Birisiyle bir başkasına selâm
göndermek ve bu şekilde gelen bir selâma daha güzeliyle mukabelede bulunmak
meşrudur.[179]
1991. ...Âişe
(r.anha)'dan rivayet olunduğuna göre, Resûlullah (s.a.) birisi Zilka'dede
birisi de Şevvalde olmak üzere iki defa umre yapmıştır.[180]
1993 numaralı hadis-i şeriften
de anlaşılacağı gibi aslında Resûl-i Ekrem dört defa umre için ihrama girmiştir.
Bunların birincisi Kureyş müşriklerinin engel oldukları Hudeybiye umresidir,
İkincisi ertesi yıl, yani hicretin yedinci yılında yaptığı İslam Tarihinde
"Kaza Umresi” diye bilinen umresi; Üçüncü ise hicretin sekizinci senesi
Zilka'd esinde yaptığı Ci'râne umresidir. Dördüncüsü de Veda Hac-cı ile yaptığı
umredir.
Ancak konumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerîfte Hudeybiye Umresi yarım kaldığı için Veda Haccı ile yapılan
umre de, başlı başına müstakil bir umre olmadığı için zikredilmemiştir. Sadece
Resûl-i Ekrem'in müstakil ve eksiksiz olarak yaptığı Kaza Umresiyle Ci'râne
zikredilmekle yetinilmiştir. Ayrıca Ci'râne Umresi Zilkade ayında yapıldığı
halde onun Şevval ayında yapıldığından bahsedilmesi bu umrenin yolculuğuna
Şevval ayında çıkılmış olmasındandır. Çünkü bu umre Mekke'nin Fethinden sonra
Şevval ayında çıkılan Huneyn Gazvesinden sonra yapılmıştır. Bu yüzden
söz-konusu umre bu hadiste Şevval ayına nisbet edilmiştir. Gerçekte ise bu umre
İslâm Tarihinde Ci'râne umresi diye bilinen ve Zilkade ayında yapılan umredir.[181]
1992. ...Mücâhid'den
rivayet olunduğuna göre İbn Ömer (r.a.)'e;
Resûlullah (s.a.) kaç (defa)
umre yaptı? diye sorulmuş da "iki defa" diye cevap vermiştir. Bunun
üzerine Âişe (r.anhâ);
İbn Ömer de kesinlikle biliyor
ki Resûlullah (s.a.) Veda haccıyla birlikte yaptığı umreden başka üç defa umre
yaptı, demiştir.[182]
Bir önceki hadisin şerhinde de
açıkladığımız gibi Resûl-i Ekrem; birincisi hicretin
altıncı yılında yapmak istediği fakat Kureyş müşriklerinin
engellediği için yarım kalan Hudeybiye Umresi, İkincisi hicretin yedinci
yılındaki Kaza Umresi, Üçüncüsü, hicretin sekizinci senesinde yaptığı Ci'râne
Umresi; Dördüncüsü de hicretin onuncu yılında Veda Hatçıyla birlikte yaptığı
umre olmak üzere dört umre yapmıştır. Hadis-i şerîf bunu açıkça ifade
etmektedir. Bu konuyla ilgili açıklama bir numara sonraki hadiste gelecektir.[183]
1993. ...İbn Abbâs
(r.a.)'dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) dört defa umre yaptı: (Birincisi)
Hudeybiye, ikincisi, (gelecek sene) umre yapmak üzere (Kuryşlilerle)
anlaştıkları zaman (alınan karara uygun olarak yaptığı umre); üçüncüsü,
Ci'râne'den (ihrama girerek yaptığı) umre; dördüncüsü de (Veda) Haccıyla
birlikte (yaptığı umre)dir.[184]
Hicretin altıncı senesinde
müslümanlarla Mekke'li müşrikler arasında Mekke'nin
varoşlarındaki Hudeybiye'de
bir anlaşma yapılmıştır. Bu
senede Hz. Peygamber Hendek Savaşından sonra Mekke'lilerle barış teşebbüslerine
girişti. Hac ziyareti için Mekke'ye gideceğini açıkladı. Zilkâ'de ayının
başında 1500 kadar ashabıyla Medîne'den çıktı. Savaş gayesi olmadığından
yanlarına hafif silâhlar aldılar. Müslümanlar mekke'ye yaklaşırlarken
Mekke'liler Hudeybiye'de toplandılar, müslümanlar da buraya vardılar. Yoğun
bir siyasî faaliyet başladı Hz. Peygamber ne pahasına olursa olsun barış
yapmak için gelmişti. Çünkü barış özellikle müslümanlann artık kolonilerine
komşu oldukları İrana ve Hayber yahudilerine karşı olan durumlarını
güçlendirecekti.
Mekke'İiler müslümanları
sürekli olarak tahrik ediyorlardı. Hz. Peygamber bunları soğuk kanlılıkla
karşıladı. Sonunda Hz. Peygamber, Mekke'nin başkanı Ebû Süfyan'la olan
akrabalığını düşünerek Hz. Osman'ı elçi sıfatıyla Mekke'ye gönderdi. Fakat
şehirde kargaşalık hâkimdi. Ebû Süfyan Mekke'nin dışında gezide idi. Mekke'nin
diğer önde gelenleri ise ne yapacaklarım bilemiyorlardı. Bunun için Hz. Osman'ı
Mekke'de hapsettiler. Müslümanlar arasında ise, öldürüldüğüne dâir bir şayia
çıktı. Bu büyük bir heyecan ve üzüntü yarattı. Hz. Peygamber bir ağacın altında
bütün sahâbilerinden ölünceye kadar savaşmak üzere söz aldı. Bu söze
"Bey'a'tü'r-Rıdvân" adı verilir.
Mekkeliler durumun vehâmetini
anlamakta gecikmediler. Bu defa onlar bir heyeti anlaşma yetkisiyle birlikte
Hz. Peygamber'ın huzuruna gönderdiler. Bu heyet önce Hz. Osman'ın sağ olduğuna
dair te'minat verdi. Hepsi de Mekke'lilerin tekliflerinden oluşan Hudeybiye
Anlaşmasının barış şartlan şunlardı:
1. Müslümanlar Kabe'yi ziyaret
etmeden geri döneceklerdir. Bir sene sonra ise, ziyaret edebilecekler, fakat üç
günden fazla kalamayacaklardır.
2. Medine müslümanlarmdan
Mekke'ye sığınanlar iade edilmeyecek, fakat Medine'ye gelen Mekke'liyi, bu
şahsın büyüğü istediği takdirde iade edilecekti.
3. Barış on sene sürecektir.
Bunu imzalayan tarafların müttefikleri de bu anlaşmaya bağlıdırlar. Bu müddet
içinde taraftarların topraklarından birbirlerine barış maksadıyla serbest
geçiş hakkı tanınmıştı.
b. Bu anlaşmadan sonra
Müslümanlar tıraş olarak ve yanlarında bulunan kurbanlıklarını keserek
ihramdan çıktılar. Her ne kadar bu umre yarım kalmışsa da İslâm Tarihine
Hudeybiye Umresi diye geçmiştir. Hudeybiye Antlaşmasından bir sene sonra
yapılan umreye de "Kaza Umresi" denilir. 1997 numaralı hadisin
şerhinde de açıkladığımız gibi İmam Mâlik'e ve Şafiî'ye göre, buradaki kaza
kelimesi yarım kalan Hudeybiye Umresinin kaza edilmesi anlamında değildir. Bu
kelime hüküm ve karar anlamında kullanılmıştır. Hudeybiye antlaşmasında
varılan hüküm ve karar neticesinde yapıldığı için söz konusu umre bu ismi
almıştır.[185] Çünkü Allah teâla ve tekaddes hazretleri Kur'an-ı
Keriminde "Hürmetli ay, hürmetli aya kısastır (mukabildir). Hürmetler
karşılıklıdır. O halde size tecavüz edene size tecavüz ettikleri gibi siz de
karşılık veriniz."[186] buyurmakla "bu yılın Zilkadesi ye umresinin geçen
senenin Zilkadesine ve umresine bedel olduğunu" bildirmiştir. Bu âyet-i
kerimede kısas tâbiri geçmektedir. Kısas "hakkı almak" demektir.
Hicretin yedinci yılı Zilkadesinde müslümanlar umre yapmakla sanki haklarım
almış gibi olduklarından o sene bu umreyi yaptılar. Bu umrede tarihe "Kaza
UMresi" adıyla geçmiş oldu. Hanefi ulemâsına göre ise bu umre, Hudeybiye
yılında yarım kalan umrenin yerine kaza olarak yapıldığı için bu ismi
almıştır. Bu görüş İmam Ahmed'den de rivayet edil niştir.
c. Resûl-i Ekrem (s.a.Vin
yaptığı üçüncü umre Ci'râne Umresidir. Bilindiği gibi Ci'râne, Mekke ile Tâif
arasında bir yerdir. Mekke'ye daha yakındır. Resûl-i Ekrem üçüncü umresini
yaparken ihrama buradan girdiği için bu umre Ci'râne Umresi diye
isimlendirilmiştir.
Bu umre müslümanlara hücum
hazırlıkları içinde bulunan Hevazin Kabilesini vurmak üzere Şevval ayında
çıkılan Huneyn Gazvesinden sonra yapıldığı için 1991 numaralı hadiste bu
umreden "Şevval ayında yapılan umre" diye bahsedilmekte ise de
aslında hicretin 8. yılı Zilkadesinde yapılmıştır.
d. Resul-i EKrem'in yaptığı
dördüncü umre Veda Haccmda yapmış olduğu umredir. Sözü geçen umre için Zilkade
ayının sonlarında ihrama girilmiş fakat umre Zilhicce ayında yapılmıştır. Ama
bu umre başlı başına müstakil bir umre olmadığı için bazıları Resûl-i Ekrem'in
bu umresini saymaya lüzum görmemişlerdir.[187]
1. Resûlullah (s.a.)
hicret'ten sonra dört defa umre yapmıştır.
2. Hz. Peygamber Veda
Haccında hacc-ı kıran yapmıştır. Câhiliyye âdetim yıkmak için ve Zilkade ayının
faziletinden dolayı Veda Haccında yapacağı umre için ihrama Zilkade ayında
girmiştir. Çünkü Câhiliyye Çağı insanları Zilkade ayında umre yapmayı çok kötü
bir iş sayarlardı.[188]
1994. ...Enes (r.a.)'den
rivayet olunduğuna göre, Resûlullah sallallahû aleyhi ve sellem dört umre
yapmıştır: Haccıyla birlikte yapmış olduğu umresinin dışında hepsi de Zilka'de
ayında (yapılmış)tır.
Ebû Dâvûd dedi ki: Ben buradan
itibaren (nakledeceğim sözleri) Hudbe (h. Hâlid)'den sağlam olarak aldım. Bu
sözleri Ebu'l-Velid'den de işittim. (Ama iyi zabt edemediğim için ondan
işittiklerimi nakletmiyorum. Hudbe'den işittiklerimi nakletmekle yetiniyorum):
Hudeybiye Umresi yahut
Hudeybiye'den (yapılan) umre Zilkade ayında (yaptığı) Kaza Umresi Zilkade
ayında ganimetleri taksim ettiği sırada Ci'râne'den (ihrama girerek yaptığı)
umre ve haccıyla birlikte (yaptığı) umre.[189]
Resûl-i Ekrem Efendimiz
Zilka'de ayında umre yapılamayacağı yolundaki Câhiliyye inancını yıkmak amacıyla
ve Zilkade ayının faziletinden dolayı Veda Haccıyla beraber yaptığı umrenin
dışında bütün umrelerini Zilka'de ayında yapmıştır. Gerçi Veda Haccıyla
birlikte yaptığı umreyi Zilhicce ayında yapmıştır, ama onun için ihrama yine
de Zilkade ayında girmiştir.
Musannif Ebû Dâvûd bu hadisi
Ebu'l-Velid et-Tayâlisî ile Hudbe b. Hâlid'den rivayet etmiştir. Fakat musannif
bu hadisin Ebu'l-Velîd'den duyduğu "Hudeybiye umresi..." diye
başlayan cümleden itibaren sonuna kadar olan kısmım pek iyi zabt edemediğinden
onları nakletmemiş. Hadisin bu kısmını Hudbe b. Hâlid'den duyduğu lâfızlarla
nakletmiştir. Bu kısımda geçen "Hudeybiye umresi yahut
Hudeybiye'den" cümlesindeki tereddüt musannıfa ait değil, râviye aittir.
Metinde geçen ganimet savaşta
düşmandan ele geçirilen zenginliklerdir. Kur'an-ı Kerîm ganimetlerin beşte
birini toplum yararına ayırmıştır: "Biliniz ki ganimet olarak aldığınız
şeylerin beşte biri Allah'a, Peygamber'e, yakın akrabalara, öksüzlere,
muhtaçlara ve yolculara aittir."[190] âyet-i kerimesinde bu husus açıkça
bildirilmiştir.
Huneyn, Mekke ile Tâif
arasında Mekke'ye yaklaşık olarak on mil uzaklıkta bulunan bir vadidir. Huneyn
Gazvesi Mekke'nin Fethinden sonra hicretin 8. yılında Şevval ayında
yapılmıştır.[191]
1. Resûl-i Ekrem
umrelerinin her birini ayrı senelere yapmıştır. Bu bakımdan
Maliki ulemasının çoğunluğuna göre bir sene içerisinde iki defa umre yapmak
mekruhtur. Hasan el-Basrî ile İbn Şîrîn ve Nehâî de bu görüştedirler. Hanefî
ulemâsıyla İmam Şafiî'ye ve İmam Ahmed'e göre ise, bir sene içinde birden
fazla umre yapmak müstehabtır. Hz. Ali ile Hz. İbn Ömer, İbn Ab-bâs, Enes,
Âişe, Atâ, Tavus, ve İkrime de bu görüştedirler. Bu görüşte olan sözü geçen
ulemânın delilleri de şunlardır:
1. Hz. Âişe, birisi hacdan önce
biri de hacdan sonra olmak üzere bir yılda iki defa umre yapmıştır.[192]
2. Hz. Ali,
"senenin her ayında umre yapılabilir." demiştir.[193]
3. Nâfi, "Abdullah b. Ömer
(r.a.) İbnu'z-Zübeyr devrinde herzene iki umre olmak üzere senelerce umre
yaptı." derdi.[194]
4. Kasım'dan (rivayet
edilmiştir) Hz. Âişe bir sene üç defa umre yapmıştı. Kendisine, "bundan
dolayı seni kimse ayıplamıyor mu?" demiştim. Süfyân da:
"Bundan dolayı mü'minlerin annesini kim
ayıplayabilir" dedi.[195]
Görülüyor ki, ulemânın büyük
çoğunluğu bir senede umre'yi tekrarlamanın mendup olduğu görüşündedirler.
Resûl-i Ekrem'in umrelerini ayrı ayrı senelerde yapmış olması bir sene
içerisinde umre yapmanın mendup olmasına mâni değildir. Çünkü Resûl-i Ekrem
ümmetine zorluk vermemek için bazı mendupları terketmiş olabilir. Kendisi
ashabını umre yapmaya teşvik etmiştir.[196]
1995. ...Abdurrahman b.
Ebî Bekr'den rivayet olunduğuna göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
O'na;
"Kızkardeşin Âişe'yi
terkine al, Ten'îm'den (ihrama girmesini sağlayıp) umre yaptır. Sen O'nu taş
yığınından aşağı indirince (orada) ihrama girsin, çünkü bu makbul bir
umredir." buyurmuştur.[197]
Tenvîm kuzeyde
Medine yolu üzerinde harem sınırları içerisinde ve
Mekke'ye
1. Aynı hayvana ihramlı iki
kişinin binmesi câizdir.
2. Mekke'de bulunan bir kimse
umre yapmak istediği zaman ihrama girmek için harem sınırları dışına çıkar ya
da harem sınırları içerisinde bulunan bir hıll dairesine gider. Hanefî
ulemâsıyla İmam Mâlik, İmam Şafiî ve İmam Ahmed bu görüştedirler. Önemli olan
umre yapmak isteyen kimsenin Harem sınırları dışında ihrama girmesidir. Bu
konuda harem sınırları dışında kalan yerler arasında fazilet bakımından bir
fark yoktur. Hz. Âişe'nin ihrama girmek için Ten'im'i seçmesi faziletinden
dolayı değil, burasının kendisine Ci'râne'den daha yakın olmasındandır.
3. Hz. Âişe'nin Ten'im'de
yaptığı bu umre daha önce niyyetlendiği halde hayızlanması nedeniyle bozduğu
umrenin kazasıdır. Hanefî ulemâsıyla musannif Ebû Dâvûd bu görüştedirler.
Nitekim daha önce geçen "biz haccı bitirince Resûlullah sallallahü aleyhi
ve sellern beni Abdurrahman b. Ebî Bekir'le birlikte Ten'im'e gönderdi. (Bu
şekilde) umre yaptım. Bunun üzerine (Resûl-i Ekrem) "Bu (umre daha
önceki) umrenin yerinedir" buyurdu,[199] hadis-i şerifi de buna delâlet eder.
İmam Mâlik ile İmâm Şafiî ve İmam Ahmed'e göre ise, Hz.1 Âişe daha önce girmiş
olduğu ihramı, hayızlanması sebebiyle bozmuş değildir. Ancak Hz. Âişe bu umreyi
hac ibâdeti içerisine idhâl etmiş ve neticede hac amellerini ifâ etmekle hac
amelleri içerisinde umre amellerini de ifâ etmiş sayılmıştır. Bu konudaki
delilleri ise; "Bundan sonra Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Âişe
(r.anhâ)'nın yanına girdi. Âişe ağlıyordu. O'na:
"Nen var?" diye
sordu. Hz. Âişe:
Hâlim, hayız görmüş olmamdır.
Başkaları ihramdan çıktı ben çıkamadım. Beyt'i de tavaf edemedim. Herkes şimdi
hacca gidiyor, dedi. Bunun üzerine Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem:
"Bu, Allah'ın, adem
kızlarına takdir buyurduğu bir şeydir. Yıkan, sonra hacca niyyet et."
buyurdular.
Âişe (r.anhâ) da öyle yaptı ve
bütün vakfe yerlerinde durdu. Temizlendiği vakit de Kabe'yi tavaf etti ve Safa
ile Merve arasında sa'y yaptı sonra Peygamber (s.a.):
"Haccınla umrenin
ikisinden beraberce hille çıktın"[200] anlamındaki hadis-i şeriftir. Biz bu
konuyla ilgili görüşleri 1778 numaralı hadisin şerhinde bütün ayrıntılarıyla
açıklamış bulunmaktayız.[201]
1996. ...Muharriş
el-Ka'bî'den; demiştir ki: Peygamber sallala-hu aleyhi ve sellem Ci'râne'ye
girince (oradaki) Mescid'e varıp Allah'ın dilediği kadar namaz kıldı. Sonra
(umre için) ihrama girdi. (Geceleyin Mekke'ye varıp tavaf ve sa'ydan sonra yine
geceleyin Ci'râne'ye döndü, ertesi gün güneş batıya döndükten) sonra hayvanına
binip Serîf in aşağı tarafına doğru yola çıktı. Nihayet (Medine'den Mekke'ye
giderken tâkibedilen) Medine yoluna ulaştı. (Sanki Mekke'de) geceliyen bir
kimse gibi sabahleyin Mekke'de bulundu.[202]
Bu hadisin zahirinden Resûl-i
Ekrem'in Mekke'den hareket edip geceleyin Ci'râneye geldiği ve orada ihrama
girdiği daha sopra tekrar geceleyin Mekke'ye gelip umre yaptığı, nihayet yine
geceleyin Ci'râne'ye gelip geceyi orada geçirdikten sonra ertesi gün Mekke
yolunu tutup sabahleyin Mekke'ye ulaştığı anlaşılmaktadır. Ancak Ebû Davud'un
bu rivayeti Ahmed b. Hanbel, Tirmizî ve Nesâi'nin rivayetine aykırıdır. Çünkü
sözü geçen hadis âlimlerinin rivayetleri, "Resûlullah (s.a.) umre için
ihrama girmiş olarak geceleyin Ci'râne'den çıktı, geceleyin Mekke'ye girdi,
umresini edâ etti ve sonra (aynı gecede Mekke'den) çıkarak sabahı Ci'râne'de
yaptı. Tıpkı geceyi Ci'râne'de geçiren gibi" şeklindedir. Kısaca Ebû
Davud'un rivayetinde "Resûl-i Ekrem'in Mekke'de sabahladığı" ifade
edilirken, bu hadisin diğer hadis kitaplarındaki rivayetlerinde Resûl-i
Ekrem'in sözü geçen sabahı Ci'râne'de geçirdiği ifâde ediliyor ki, sahih olan
da budur. Musannif Ebû Davud'un rivâyetindeki bu hatanın, bu hadisi Ebû
Dâvûd'da nakleden râvilerden birine ait olması ihtimâli büyüktür.[203]
Resulullah (s.a.)
Ci'râne'de ihrama girerek geceleyin umre yapmış ve sabahleyin yine
Ci’rane’de bulunmuştur. Bu umre hicretin 8. yılının Şevval ayında Huneyn savaşı
dönüşünde Zilka'de ayında ganimetlerin Ci'râne'de taksim edilmesinden sonra
yapılmıştır.[204]
1997. ...İbn Abbâs
(r.a.)'dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.) kaza umresinde (Mekke'de)
üç (gece) kalmıştır.[205]
Metinde geçen "selâsen =
üç" kelimesi müzekker olarak zıkredıldıgıne göre,
nahv kaidesi gereğince bu sayının ma'dudunun müennes olması
gerekir. Bu durumda Resûl-i Ekrem'in Mekke'de üç gece kaldığı ortaya çıkar.
Ancak Ebû Davud'un bazı nüshalarında "selâsen" kelimesi müennes
(dişi) olarak "selâseten" şeklinde geçmektedir ki, bu durum Resûl-i
Ekrem'in Mekke'de üç gece değil, üç gün kaldığını gösterir. Bir gün, gece ve
gündüzü kapsayan 24 saatlik bir zaman diliminden meydana geldiğine göre,
Resûl-i Ekrem kaza umresinde Mekke'de üç gün üç gece kalmış demektir. Nitekim
Resûlullah (s.a.) ve ashâb-ı Hudeybiye musâlahasında Kureyşlilerle "bir
sene sonra müslümanların umre yapmak üzere Mekke'ye gelip üç gün üç gece
kalabileceklerine" dair anlaşma yapmışlardı.[206]
İslâm Tarihinde
"Umretü'1-kaza = kaza umresi" olarak anılan bu umre Hudeybiye
barışından bir yıl sonra olmuştur. İşte bu sene Hz. Peygamber ve sahâbîleri bu
anlaşmanın tanıdığı hakka dayanarak Mekke'yi ziyarete ve umre yapmaya gittiler.
Hz. Peygamberin yanında 2000 kadar sahâbî bulunuyordu.
Müslümanlar gelince Mekkeliler
şehri boşalttılar ve dağlara çekildiler. Bu arada Hz. Peygamber onlarla dostluk
ilişkilerini kurma yolları aradı. Sonra anlaşma gereği olarak verilen üç günlük
müddetin sonunda şehri terk etti.
Söz konusu umreyi yapmak üzere
yola çıkan müslümanların Mekke'ye girişleri Nesâî'nin Sünen'inde şöyle dile
getiriliyor.
Resûlullah (s.a.) kaza
umresini yapmak için Mekke'ye girerken İbn Revâha önünde şu mısraları okuyordu:
Savulun kâfir evlatları O'nun
yolundan
Bugün onun Mekke'ye gelişiyle
sizi vuracağız
Öyle bir vuruş vuracağız ki,
koparacak kafayı boyundan
Ayıracak dostu dostundan!
Bunu gören Hz. Ömer:
Ey İbn Revaha! Allah'ın
hareminde hem Resûlullah'm önünde yürüyorsun, hem de şiir okuyorsun! diye onu
kınadı. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
"Dokunma O'na! Beni kuvvet
ve iradesiyle kuşatan Allah'a yemin ederim ki İbn Revâha'mn sözleri düşmanlara
ok yarasından daha acıdır." buyurdu.[207]
Bu arada müşriklerin ileri
gelenleri yürekleri kin, hınç ve kıskançlıkla dolu olarak Peygamberimizi
gözetlemek için Handame'ye Kuaykıân dağına çıkmışlardı. Resûlullah (s.a.)
Mekke'de üç gün kaldı. Dördüncü gün Süheyl b. Amr ile Huvaytıb b. Abdi'1Uzza
kalkıp Peygamberimizin yanına geldi. O sırada Peygamberimiz, Medine'li
müslümanların meclislerinden birinde oturmuş konuşuyordu. Yanında Sa'd b.
Ubâde de bulunuyordu. Sözü geçen iki Kureyş temsilcisinden birisi
Ya Muhammed, sana aramızdaki
ahdi hatırlatırız. Buna rağmen niçin şehrimizden çıkıp gitmiyorsunuz? Şu anda
üç günlük süre bitmiştir dedi. Bunun üzerine Sa'd b. Ubâde:
Ey aşağılık adam, sen yalan
söylüyorsun. Burası ne senin toprağındır, ne de babanın toprağıdır. Vallahi
buradan çıkmayacağız, diye karşılık verdi.
Peygamberimiz de:
"Ben sizden bir kadın
nikahlamış bulunuyorum. Onunla gerdeğe girinceye kadar kalsak, arkasından
düğün yemeği yapıp sizinle birlikte yesek olmaz mıydı?" Kureyş
temsilcileri de:
"Ya Muhammedi "Allah
aşkına söyle, toprağımızdan muhakkak çıkıp gideceksin diye aramızda seninle
muahede yapmadık mı?" dediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.), yola
çıkılacağım duyurmak için Ebû Râ-fi'e emir verdi. Kendisi de devesine binerek
Serîf e vardı ve orada konakladı. Azatlı kölesi Ebû Râfi'i Hz. Meymûne'nin göç
hazırlığını görmek ve onu getirmekle vazifelendirdi. Ebu Raf i akşama kadar Hz.
Meymûne'nin işi ile uğraştı. Akşamleyin Hz. Meymûne ve yanındakiler de yola
çıktılar. Yolda müşriklerin ve ayak takımlarının saldırılarına maruz kaldılar.
Nihayet Şerife ulaşabildiler. Resûl-i Ekrem o gece Şerifte gerdeğe girdi.
Geceyi orada geçirdi ve ertesi gün yola çıktı ve Medine'ye vardı.[208]
Serîf, Mekke'ye altı mil
uzaklıkta bir yerdir. Mescid-i Âişe ile Batn-ı Merv arasındadır. Ten'im'e çok
yakındır.[209] Hz. Meymûne'nin: "Resûlullah benimle ihram hali
dışında nikahlandı ve ihram hâli dışında Şerifte gerdeğe girdi," dediği
rivayet edilir.[210] Allah (c.c.) Hz. Meymûne'nin kabrinin de Şerif de olmasını
takdir etmiş ki orada Resûl-i Ekrem'in kendisiyle gerdeğe girdiği yerde
defnedilmiştir.
Sözü geçen umrenin niçin
"Kaza Umresi" ismini aldığı ulemâ arasında tartışmalıdır. Bu konuda
iki görüş vardır: Hanefi ulemâsına göre bu umre Hudeybiye yılında yarım kalan
umrenin yerine kaza olarak yapıldığı için bu ismi almıştır. İmâm Ahmed'in de bu
görüşte olduğuna dair bir rivayet vardır. İmam Mâlik ile Şafiî'ye göre ise bu
umre başlıbaşına müstakil bir umredir. Hudeybiye barışının hükümlerine uygun
olarak yapıldığı için bu ismi almıştır. Bir başka deyişle "kaza
umresi" sözü, "hüküm umresi1' anlamına gelmektedir. Nitekim İbn Ömer
(r.a.)'ın da bu görüşte olduğu rivayet olunmuştur.[211]
Ayrıca fıkıh ulemâsı umreye
niyyet ettiği halde bir engelle karşılaştığı için umresi yarım kalan kimsenin
bu umreyi kaza edip etmeyeceği konusunda da ihtilâfa düşmüşlerdir. Hanefî
ulemâsına göre böyle bir kimsenin umresini kaza etmesi gerektiği gibi, daha
önceki umresini bozduğundan dolayı ayrıca bir de kurban kesmesi gerekir. İmam
Ahmed'in meşhur olan görüşü de budur. Nitekim îbn Abbas'ın, "Resûlullah
(s.a.), umre yapmaktan engellenince ihramdan çıktı, kurban kesti ve gelecek
sene umre yaptı"[212] dediği rivayet edilmiştir.
İmam Mâlik ile İmam Şafiî ve
Ahmed (r.a.)'e göre ise, "umresi veya nafile haccı yarım kalan bir kimseye
gerekli olan sadece bir hedy kurbanı kesmektir. Fakat engellenen hac, farz-olan
bir hac idiyse o zaman kazası gerekir. Çünkü Allah Teâla Kur'an-ı Keriminde
"Başladığınız hac ve umreyi Allah için tamamlayın. Alı konursanız
kolayınıza gelen bir kurban gönderin"[213] buyurarak nafile haccı veya umresi
yarım kalan kimselerin sadece kurban kesmeleri gerektiğini bildirmiştir. Eğer
kaza etmek gerekseydi, o zaman mutlaka kazayı emrederdi. Ancak bu görüş;
"Allah Teâ-la'nın Kur'an-ı Keriminde yarım kalan umrenin kaza edilmesinden
bahsetmemesi yarım kalan umrenin kaza edilmeyeceğine delâlet etmez" denilerek
reddedilmiştir. Yarım kalan umrenin kaza edilmeyeceği görüşünde olan mezheb
imamlarının kendi görüşlerine bir delil olarak gösterdikleri.[214] İbn Abbas'ın "Hac veya umreye
niyet edip de sonradan herhangi bir sebeple Beyt'i ziyaret edemeyen kimseye,
koyun veya daha büyük bir hayvan nev'inden kolayına gelen bir kurban kesmesi
gerekir. Şayet bu hac farz olan hac ise kazası gerekir. Nafile hac ve umre ise
kazası gerekmez" şeklindeki görüşü, "Aslî deliller yanında sahâbî
kavli delil olamaz" gerekçesiyle reddedilmiştir.[215]
1998. ...İbn Ömer
(r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Peygamber (sallallahû aleyhi ve sellem
Kurban (bayramının birinci) günü (Minâ'dan Mekke'ye) inmiş sonra (Minâ'ya)
dönerek öğleyi Minâ'da kılmıştır.[216]
kelimesi aslında yokuştan
aşağı inmek, dökülmek, akmak mânâlarına gelir.
Halk Kurban bayramının birinci günü ihramdan çıktıktan sonra
Minâ'dan Mekke'ye kalabalık kitleler hâlinde akın akın indikleri için bu
yolculuğa "ifâza : akın" ismi verilmiştir.
Hadis-i şerif Resûl-i Ekrem'in
Veda Haccında bayramın birinci günü Akabe Cemresine taşlan attıktan ve kurbanı
kestikten sonra tıraş olup ihramdan çıkarak Mekke'ye indiği ve orada ifaza
tavafını yaptıktan sonra Minâ'ya dönüp öğle namazını Minâ'da kıldığını ifâde
etmektedir. Daha önce geçen 1905 numaralı hadisin ise, Resûl-i Ekrem'in bayram
günü Mekke'ye inince ifaza tavafını yaptıktan sonra öğle namazını Mekke'de
kıldığı ifâde edilmektedir. İmam Nevevî'ye göre Resûl-i Ekrem aslında öğle namazını
ilk vaktinde Mekke'de kılmıştır. Sonra Minâ'ya gelip ashabiyle birlikte öğle
vakti çıkmadan bir nafile namaz daha kılmıştır. İşte Ebû Dâ-vûd'un bahsettiği
Resûl-i Ekrem'in Minâ'daki öğle namazından maksat, bu nafile namazdır.[217] Esasen Hanefî ulemasından Aliyyü'I-Kârî'nin
dediği gibi Resül-i Ekrem'in o gün öğle namazının ilk vaktinde Minâ'ya dönmesi
mümkün değildir.[218]
İfaza tavafını yapmak için
Minâ'dan Mekke'ye bayramın birinci günü inmek müstehabdır.Fakat bu ifaza
tavafının bayramın diğer günlerinde yapılmasının da yeterli olacağı gibi bu
tavafı bayramın diğer günlerine bırakan bir kimseye bu te'hirinden dolayı
kurban kesmek gerekmediğinde de icmâ' vardır. İmam Mâlik ile İmam Şafiî, İmam
Ahmed ve ulemânın büyük çoğunluğu bu görüştedir. Hanefi ulemâsına göre bu
tavafı bayramın diğer günlerine te'hir eden bir kimsenin kurban kesmesi
gerekir.[219]
1999. ...Ümmü Seleme
(r.anhâ)'dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.)'ın benim yanımda kalacağı (nöbet)
gecem kurban bayramı gününün akşamı(rıa rastlıyor) idi. (Resûlullah) yanıma
geldi. Ebû Umeyye kabilesinden bir adamla birlikte Vehb b. Zem'a da geldi.
İkisi de gömlekli idi. Resûlullah (s.a.) Vehb'e:
"(Ey) Ebû Abdillah, ifaza
tavafını yaptın rai?" dedi. (Vehb de):
Hayır (yapmadım) ya
Resûlullah, cevabını verdi.
Resûlullah (s.a.):
"Üzerinden gömleği
çıkar" buyurdu. Bunun üzerine gömleği başından çıkardı. Arkadaşı da (aynı
şekilde) gömleğini başından (soyup) çıkardı. Sonra (Vehb):
Ya Resûlullah, (bunu) niçin
(emrettin) diye sordu. (Resûl-i Ekrem de):
“Bu(gün Akabe Cemresi) taşları
attığınızda ihramdan çıkmanıza izin verilmiş bir gündür. (Binaenaleyh
tavafınızı yaparak ihramdan çıkınız)" buyurdu. (Resul-i Ekrem bu sözüyle)
kadınlar(a yaklaşmanın) dışında size haram kılınan herşey(in size helâl kılınacağı
bir gündür) demek istiyordu. (Daha sonra sözlerine devamla).
"Eğer bugün Siz şu Beyti
tavaf yapmadan akşamlarsanız, Mekke'ye taşları atmadan önceki kıyafetinizle
ihramlı olarak gidersiniz, Tavaf yapıncaya kadar (ihramda kalırsınız)"
buyurdu.[220]
İfaza tavafı hacıların
Arafat'tan indikten sonra yaptıklan tavaftır. Buna ziyaret tavafı da denir. Bu
tavaf haccın rükünlerinden olup bunun dört şartı, her hac edene farzdır. Bunun
için bu tavafa rükün tavafı da denilmiştir.[221]
1. Peygamber (s.a.) zevceleri
arasında adaleti sağlamak ye ümmetine ada!etin
her işde uyulması gereken bir esas olduğunu öğretmek maksadıyla
sıra ile her gece zevcelerinden birinin yanında kalırdı.
2. Bir devlet reisinin emri
altında bulunan kimselerin meselelerini en ince ayrıntılarına kadar düşünmesi
ve onları dünyevî ve uhrevî yönden uyarıp onları uygunsuz davranışta
bulunmaktan men'etmesi gerekir.
3. İdare edilen halkın
dünyevî veya uhrevî meselelerde kendilerine kapalı kalan meseleleri idareci
kimselere sormaları gerekir.
4. İhramlı iken unutarak veya
bilmeyerek dikişli bir elbise giyen kimsenin farkına varır varmaz hemen bunu
çıkarması gerekir. Her ne kadar böyle bilmeyerek giyilmiş olan bir gömleği baş
taraftan soyunup çıkarmak o anda başı örterse de Resûl-i Ekrem Efendimiz buna
izin vermiştir. Biz fıkıh ulemasının bu konudaki görüşlerini 1819 numaralı
hadisin açıklamasında özetledik.
5. Akabe Cemresine
taşlan atambir kimse, eğer bayramın birinci günü güneş batmadan önce ifâza
tavafını yapacak olursa ona kadına yaklaşmanın dışında ihramla ilgili bütün
haramlar helâl olur. Fakat eğer o gün güneş batmadan önce ifaza tavafını
yapmayacak olursa Akabe Cemresine taşları atıp kurban kesip saçlarını tıraş
etmiş bile olsa, yine ihramdan çıkamaz.
Her ne kadar hadisin
zahirinden çıkarılan hüküm bu ise de, bu hüküm cumhûr-i ulemânın bu konudaki
hükmüne aykırıdır. Çünkü Resûl-i Ekrem (s.a.): "Sizden biriniz Akabe
Cemresine taşları atınca kendisine kadınlar(a yaklaşmanın) dışında (ihramla
ilgili yasaklardan) herşey helâl olur" buyurmuştur.[222] Her ne kadar sözü geçen hadis senedinde
el-Haccâc b. Ertat olduğu gerekçesiyle tenki dedilmişse de şimdi tercümesini
sunacağımız şu iki hadis tarafından takviye edildiği için zayıflık
derecesinden kurtularak hasen derecesine yükselmiştir:
1. "Akabe Cemresine taşları
attığınız zaman size (ihramla ilgili yasaklardan) kadınlar(a yaklaşmanın)
dışında herşey helal olur" anlamındaki hadis.[223]
2. "Ben Resûlullah (s.a.)'e
ihrama girmesi için ihrama girmeden önce ve ihramdan çıkması için de Beyt'i
tavaf etmeden önce güzel kokular sürerdim."[224] sözleriyle işaret ettiği üzere Hz.
Âişe'nin Resûl-i Ekrem'e ifaza tavafını yapmadan önce misk sürmesi, Akabe
Cemresine taş attıktan sonra ifaza tavasını yapmamış bile olsa, kendisine
ihramla ilgili bazı yasakların helâl olduğunu gösterir. Bu bakımdan uldmanın
büyük çoğunluğu, "Akabe Cemresine taşlan atıp da kurbanı kesen ve traş
olan bir kimseye ihramla ilgili yasaklardan kadınlara yanaşmanın dışında her
şey helâl olur." demişlerdir. Konumuzu teşkil eden hadisin zahirine göre
hüküm veren bir âlim bilinmemektedir.[225]
2000. ...Âişe ile İbn
Abbas'dan rivayet olunduğuna göre, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem (Veda
Haccında) kurban (bayramının birinci) günü tavafı geceye ertelemiştir.[226]
Her ne kadar bu hadisde Veda
Tavafında Resûl-i Ekrem'in ifâza tavafını kurban bayramının birinci günü
gündüzün yapmayıp geceye ertelediği ifâde ediliyorsa da bu hadis zayıftır.
Çünkü senedinde Ebu'z-Zübeyr
vardır. Ebu'z-Zübeyr tedlisçiliğiyle tanınan bir kişidir. Hem de bu hadisi Hz.
Âişe'den bizzat duymamıştır. An'a-ne yoluyla rivayet etmiştir. Bilindiği gibi
tedlisçi bir râvinin an'ane yoluyla rivayet ettiği bir hadis delil olamaz.
Daha önce tercümesini
sunduğumuz 1905 ile 1998 numaralı hadislerin de ifade ettikleri gibi Peygamber
(s.a.) ifaza tavafını kurban bayramının birinci günü gündüzün yapmıştır. Öyle
anlaşılıyor ki Ebu'z-Zübeyr burada Resûl-i Ekrem'in geceleyin yaptığı Veda
Tavafıyla gündüzün yaptığı İfaza Tavafını karıştırmıştır. Çünkü 2005 ve 2006 numaralı
hadis-i şeriflerde geleceği üzere Resûl-i Ekrem Veda Tavafını geceleyin
yapmıştır.[227]
2001. ...İbn Abbâs
(r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem
ifaza tavafı (turlarının) yedi(sinT de) de remel yapmamıştır.[228]
Bu hadis-i şerifte
Resûl-i Ekrem'in ifaza tavafında remel yapmadığı ifade ediliyor.
Bilindiği gibi kelime olarak remel koşmak demektir. Hac ibâdetine ait bir
tâbirdir. Turu ıztıba hâlinde iken yani ihramın üst kısmının bir ucu sağ kolun
altından sol omuz üzerine atılmış bir halde ve omuzlan silkeleyerek, sür'atli
ve çalımlı bir şekilde tamamlamayı ifâde eder.
Peygamber Efendimiz ifaza
tavafından sonra sa'y olmadığı için remel yapmamıştır. Bu sebeple ızdıbâ' ve
remel'i her tavafta değil, kendisinden sonra sa'y yapılacak olan tavafta yapmak
sünnet olmuştur. Aynı şekilde nafile olan tavaflarda da sa'y olmadığı için
ıztıbâ' ve remel olmadığı gibi vâcib olan veda tavafından sonra da sa'y
olmadığından bunda da ıztıbâ ve remel yapılmaz. Kudüm Tavafından sonra sa'y
yapılacak olursa, o zaman kudüm tavafında remel yapılabilir. Fakat bu sa'yı
ifâza tavafından sonraya bırakmak ve dolayısıyla remel ve izdıba'ı da ifaza
tavafında yapmak daha faziletlidir. Bu konuda Mecmeu'l-enhur'da şöyle deniyor:
"Sünnete değil, farza tabi kılındığı için remelin ziyaret tavafında
yerine getirilmesi daha iyi ve üstün sayılmıştır."[229]
2002. ...İbn Abbâs
(r.a.)'dan; demiştirki: Halk her tarafa dağılıyordu. Bunun üzerine Peygamber
(s.a.);
"En son olarak Beyt'i
tavaf etmedikçe hiçbir kimse hiç bir yere gitmesin" buyurdu.[230]
Hac esnasında cemrelerin
taşlanması bittikten sonra Minâ'dan Mekke'ye inildiği vakit, yapılan tavafa
Veda tavafı denir. Bu tavaf afakîler (taşralılar) için vacibtir. Haccın
menâsiki bununla sona erer. "Sader" avdet etmek, dönmek demektir.
Hacılar bu tavaftan sonra ihramdan çıkar ve âfâkî olanlar Kabe'ye veda edip
ülkelerine dönmeye hazırlanırlar. Bunun için bu tavafa "sader tavafı"
da denir. Metinde geçen "En son olarak Beyt'i tavaf etmedikçe"
sözüyle kast edilen işte bu tavaftır.[231]
1. Hac amellerini
bitiren bir kimsenin memleketine dönmeden
önce bir veda tavafı yapması vacibtir. Bu konuda hacc-ı
kıran yapan bir kimse ile hacc-ı temettü ya da hacc-ı ifrâd yapan kimse
arasında bir fark yoktur. Hanefî ulemâsı İmam Şafiî, İmam Ahmed ve ulemânın pek
çoğu bu görüştedirler. Çünkü konumzu teşkil eden hadis-i şerîfin zahirinden
anlaşılan budur. Ayrıca İbn Ömer (r.a.)'in, "Resülullah (s.a.) "Son
defa olarak Beyt'i tavaf etmeden memleketine dönmek isteyen bir kimseyi
memleketine gitmekten nehyetti" demesi[232] ve Ömer b. Ha'Hb (r.a.)'in "Hiç
bir kimse Beyt'i tavaf etmedikçe memleketine dönmesin, çünkü hac ibadetinde
yapılması gereken en son amel, Beyt'i tavaf etmektir"[233] anlamındaki sözü, bunu ifâde eder. Sözü
geçen ulemâya göre bu tavafı terk eden bir kimseye kurban lâzım gelir. Fakat mikat
sınırları içerisinde kalan memleketlerin halkı ile hayızlı ve nifâslı kadınlar
bu tavafı yapmakla mükellef değillerdir. Nitekim "Halka son varacakları
yerin Beyt-i Şerif olması emir buyuruldu. Yalnız hayızlı kadına ruhsat
verildi."[234] anlamındaki hadis-i şerîf bunu açıkça ifade
etmektedir.
İmam Mâlik ile Dâvûd-ı
Zâhirî'ye göre ise, veda tavafı sünnettir. Terkinden dolayı herhangi bir ceza
lâzım gelmez. Bu görüşte olan ulemâya göre eğer veda tavafı vâcib olsaydı, o
zaman hayızlı kadınlar için böyle bir kolaylık gösterilmezdi.
İbn Münzir'e göre ise bu
hadis-i şerifte emredilidği için veda tavafı yapmak vacibtir, fakat terkinden
dolayı herhangi bir ceza gerekmez.
Sadece umre yapan bir kimseye
veda tavafı gerekmez. Çünkü konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisinde veda
tavafı yapması emredilen
kimseler hac yapmış
olan.kimselerdir.
Ayrıca hac- yolculuğuna
çıktığı halde yetişemediği için hac yapmaya muvaffak olamayan bir kimseye de
veda tavafı gerekmez. Çünkü bu durumda kalan kimseye vacib olan sadece bir
umre yapmaktır.
Veda tavafı için birisi
istihbâb vakti diğeri de cevaz vakti olmak üzere iki vakit vardır.
a. Müstehab olan vakit, hacının
yola çıkacağı vakittir. Binaenaleyh bir hacının veda tavafını yola çıkacağı
zamana kadar te'hir etmesi müstehabtır.
b. Caiz olan vakit ziyaret
tavafı yapıldığı andan itibaren veda tavafı yapılabilir. Veda tavafını
yaptıktan sonra ikâmete niyyet etmeden Mekke'de bir süre ikâmet etmek veda
tavafının tekrarım gerektirmediği gibi Hanefîlere göre bu durumda kalan bir
kimseye her hangi bir ceza da gerekmez.[235]
2003. ...Âişe
(r.anhâ)'dan rivayet olunduğuna göre, Resûlullah (s.a.)'e Safiyye bint Huyey'in
hayızlandığı haber verilmiş. Resûlullah (s.a.) de:
"İşte o bizi yolumuzdan
alıkoyar." buyurmuştur, Bunun üzerine ashâb-ı kiram;
Ya Resûlullah, o ifaza
tavafını yapmıştı, diye cevap vermişler. Bunun üzerine
"Öyleyse (bizi yolumuzdan
alıkoyacak) değildir" buyurmuştur.[236]
Bu hadise Buhârî'nin
rivayetinde "biz Peygamber (s.a.) ile birlikte hac yaptık. Bayramın
birinci günü ifaza tavafını yaptığımız zaman Safiyye hayızlandı. Resûl-i Ekrem
de Safiyye'ye yaklaşmak istiyordu. Bunun üzerine ben:
"Ya Resulullah, o
hayızhdır, dedim" şeklinde anlatılmaktadır.[237] Rivayete göre Hz. Safiyye'nin
ifaza tavafını yapmış olması Resûl-i Ekrem'in de bunu bilmesi gerekir. Çünkü
ifaza tavafını yapmadıkça bir hacı adayının eşine yaklaşması caiz olmayacağına
göre, Resûl-i Ekrem'in Hz. Safiyye'nin ifaza tavafını yaptığından emin
olmadıkça O'na yaklaşma teşebbüsünde bulunması düşünülemez. Buhârî'nin bu
rivayeti Resûl-i Ekrem'in Hz. Safiyye'nin ifaza tavafını yaptığı kanaatinde
olduğunu gösterir. Konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisi ise, Resûl-i Ekrem'in
o gün Hz. Safiyye'nin ifaza tavafını yaptığından habersiz olduğunu ifâde
ediyor. Her ne kadar bu iki ifade arasında bir çelişki varmış gibi görünüyorsa
da aslında böyle bir çelişki yoktur. Çünkü Resûlullah (s.a.)'in Hz. Safiyye'ye
yaklaşmak teşebbüsü diğer zevcelerinin kendisinden veda tavafı yapmak için izin
istemelerinden ve onlara bu hususta izin vermesinden sonra olmuş; Resûl-i Ekrem
diğer hanımlarının veda tavafı istemeleri sebebiyle Hz. Safiyye'nin de onlarla
birlikte veda tavafını yaptığım zannetmişti. Fakat Hz. Âişe, Hz. Safiyye'nin
hayızlı olduğunu söyleyince o zaman Hz. Safiyye'nin ifaza tavafını da yapmamış
olduğunu zannederek "öyleyse o bizi yolumuzdan alıkoyacak" demek
suretiyle hayızlanması sebebiyle ifaza tavafını yapmayan bir kadının ifaza
tavafını yapıncaya kadar Mekke'de beklemesi gerektiğini ifâde etti. Daha sonra
Hz. Âişe'nin Hz. Safiyye'nin ifaza tavafını yaptığım hatırlatması üzerine
"öyleyse yolumuza devanı edebiliriz" buyurdu. Hâdisenin aslı budur
ve bu şekilde cereyan etmiştir. Binaenaleyh bu olayı anlatan hadislerin
ifadeleri arasında herhangi bir çelişki veya aykırılık söz konusu değildir.[238]
1. İfaza tavafı haccın rükünler
indendir ve bu tavafın sahih olması için taharet şarttır.
2. Ulemânın ekseriyetine göre
hayız görmekte olan bir kadın veda tavafı yapmakla mükellef değildir. Fakat İbn
Abbas'la Zeyd b. Sabit arasında bu konuda ihtilâf vardır. Müslim'in Sahih'inde
söz konusu ihtilâf şöyle anlatıyor:
Zeyd b. Sabit İbn Abbâs'a
hitaben:
Sen hayızlı bir kadının son
defa Beyt'-i şerifi tavaf etmeden yola çıkabileceğine fetva vermişsin öyle mi?
dedi. İbn Abbas da O'nâ şu cevâbı verdi:
"Eğer kabul etmiyorsan
ensardan falan kadına soruver. Kendisine Resûlullah (s.a.) bunu emretmiş mi
(emretmemiş mi?)
Zeyt b. Sabit (meseleyi o
kadına sorduktan sonra) gülerek İbn Abbas'ın yanına geldi- ve:
Senin doğrudan başka bir şey
söylemediğini görüyorum, dedi.[239]
Ömer b. el-Hattâb ile oğlu
Abdullah b. Ömer (r.a.) ise hayızlı olduğu için vedâ tavafını yapamayan bir.
kadının temizlenip de veda tavafını yapıncaya kadar Mekke'de beklemesi
gerektiğini söylerlerdi. Fakat sonradan bu görüşlerinden döndüler. Tâvûs'un
rivayetine göre İbn Abbâs ifaza tavafım, yapan hayızlı kadınların veda
tavafını yapmadan memleketlerine dönebileceklerini söyledi ve; "İbn Ömer
önceleri aksi görüşte idi, fakat sonradan bu görüşündefe döndü" derdi.[240]
1 İmam Şafiî'ye göre İbn Ömer
(r.a.) önceleri veda tavafı yapamayan hayızlı kadınların vedâ tavafını
yapıncaya kadar Mekke'de beklemeleri gerektiği görüşünde idi, fakat sonraları
sözkonusu kadınların veda tavafını yapmadan memleketlerine dönebileceklerine
dâir Resûl-i Ekrem'in izni bulunduğunu öğrenince bu görüşünden vazgeçmiştir.
Hanbelî ulemâsından İbn Kudâme
"Hayız görmekte olduğu için veda tavafını yapmadan yola çıkan bir kadın
daha Mekke'nin kenar semtlerindeki evleri ve binaları geçmeden hayızdan
kurtulacak olursa, derhal döner veda tavafını yapar, eğer dönmeye imkân
bulamazsa yoluna devam eder. Fakat özürsüz olarak geri dönmek istemezse, o
zaman kendisine kurban kesmek gerekir."[241] demiştir.
İfaza tavafını yapmadan
hayızlanan bir kadın, temizlenip de ifaza tavafını yapmadıkça memleketine
dönemez. Vasıta sahiplerinin, bu durumda kalan kadınlar için yolculuğu te'hir
etmeleri üzerlerine vacib değilse de böyle bir iyiliği esirgemeleri uygun bir
davranış değildir.
Her ne kadar Bezzâr'm
Câbir'den rivayet ettiği bir hadiste "iki amir'in tebeasına emir verme
yetkisi yoktur. İçerisinde hayızlandığı için ifaza tavafı yapamayan bir kadın
bulunan kafile mensupları bu kadın hakkında istişarede bulunmadıkça ve onun
iznini almadıkça yola çıkamazlar; cenaze namazını kılan bir kimse cenaze
sahiplerinden izin almadıkça evine dönemez"[242] buyuruluyorsa da Bezzâr bu hadisin
sahih olmadığını söylemiştir. Ayrıca Bezzâr'ın bu hadisinde geçen "yola
çıkamazlar" sözü o kadını beklemenin vacib olduğuna delâlet etmez. Çünkü
vedâ tavafını yapan kimselerin memleketlerine dönmeleri haram değildir. Ancak
mürüvvet (insanlık) bu kadını beklemeyi gerektirir. Ayrıca bu hadisin senedi
çok zayıftır. İmam Mâlik Muvatta'da bu durumda olan bir kadının en uzun hayız
müddeti kadar beklenmesi gerektiğini söylemişse de, bu görüş, kafileyi
eşkıyaların saldırılarına maruz bırakmak gibi bir takım tehlikeleri davet
edeceği gerekçesiyle tenkid edilmiştir.[243]
2004. ...el-Hâris b.
Abdillah b. Evs'den; demiştir ki: Ben Ömer b. el-Hattâb'a varıp kurban
(bayramının birinci) günü Beyt'i tavaf ettikten sonra hayızlanan bir kadım(n
durumunu) sordum da;
(Mekke'deki) en son vakti
Beyt'te (orayı tvaf etmekle geçmiş) olsun; diye cevap verdi. (el-Velid b.
Abdurrahman) dedi ki: el-Haris (Hz, Ömer'e hitaben);
Resûlullah (s.a.) de bana
böyle fetva vermişti, deyince Ömer (r.a.);
"Ellerin(e isabet edecek
musibetler) sebebiyle organların dökülsün (e mi? Demek) sen, Resûlullah
(sa..)'e sorduğun bir şeyi ona aykırı fetva vermem için (bir de) bana sordun
(öyle mi?) diye karşılık verdi.[244]
Metinde geçen "kendi
ellerinle işlediğin hatalar yüzünden yahut eline isabet edecek musibetler
sebebiyle ellerin dökülsün" gibi mânâlara gelen "eribte..." sözü
aslında bir beddua ise de burada hakiki mânâsında kullanılmamış, sadece
muhatabının hatalı olduğunu ifâde etmek maksadıyla kullanılmıştır.
Hz. Ömer'in muhatabını
suçlamasını sebebi onun Resûl-i Ekrem'e sorup da fetvasını aldığı bir meseleyi
tutup bir de Hz. Ömer'e sormuş olmasıdır. Gerçekten Hz. Ömer'in Resul-i
Ekrem'in bu meselelere verdiği fetvayı bilmeden ona aykırı bir fetva vermesi
son derece tehlikeli olurdu. İşte Hz. Ömer'in muhatabını metinde geçtiği
şekilde azarlamasının sebebi budur.[245]
Bu hadis, "veda tavafı
hayızh kadınlar için de vacıbtır diyen Sevrı gibi bazı ılım adamlarının
delilidir. Ancak bu hadis 2003 numaralı hadisle "Ummu Süleym kurban bayramı
günü ifaza tavafını yapınca hayızlanmıştı. Resûlullah (s.a.) kendisine
memleketine dönmesi için izin verdi"[246] anlamındaki hadis tarafından
neshedilmiştir. Nitekim "Her kim Beytullâhı haccederse, onun hac
devresinin sonu Beytullah(a veda tavafı) ile olsun. Ancak hayız gören kadınlar
müstesnadır. Resûlullah (s.a.) onlar(ın veda tavafını yapmadan Mekke'den
ayrılmalann)a ruhsat vermiştir."[247] anlamındaki hadis-i şerifde bunu ifâde
eder. Bu gerçeği ifade eden daha pek çok hadis-i şerif varsa da bu hadisler Hz.
Ömer'e ulaşmamış olacak ki hayızh kadınların veda tavafını yapmadan Mekke'den
ayrılamayacaklarına dâir fetva vermiş.[248]
83. bab başlığı ile bu bab
başlığı arasındaki fark; orada veda tavafı yapılması emri söz konusudur, burada
ise Hz. Peygamberin bi'l- fiil veda tavafı yaptığı anlatılmaktadır. Bu sebeple
Ebû Dâvûd konuya iki ayrı bab'ta ele almıştır.[249]
2005. ...Âişe
(r.anha)'dan; demiştir ki: Umre için Ten'im'den ihrama girdim ve Mekke'ye gelip
umremi edâ ettim. Resûlullah (s.a.) de beni el-Abtah (denilen yer)de beklemekte
idi. Nihayet ben (umremi) bitirince yola çıkmak için halka emir verdi ve gelip
Beyt'i tavaf etti. Sonra (Mekke'den Medine'ye doğru yola) çıktı.[250]
Daha önce de ifade ettiğimiz
gibi aslında Hz. Âişe Veda Haccı yılında Zulhuleyfe'de
umre için ihrama girmişti. Fakat Serîf denilen yere vardıkları
zaman hayızlandığı için Resûl-i Ekrem'in emriyle umresini feshederek hac için
ihrama girdi. Nihayet usulü dairesinde haccını edâ edince bir de umre yapmak
için Resûl-i Ekrem'den izin istedi. Resûl-i Ekrem de Hz. Âişe'nin umre
yapmasına izin verdi, Ten'im'e gidip oradan ihrama girmesini sağlamak ve Hz.
Âişe'nin yanında gitmek üzere de kardeşi Hz. Abdurrahman'ı görevlendirdi. İşte
hadiste geçen Hz. Âişe'nin umresinden maksat, bu umredir. Biz Hz. Âişe'nin bu
umresi ile ilgili görüşleri 1778 numaralı hadis-i şerifte açıklamış bulunmaktayız.[251]
1. Harem sınırları içerisinde
bulunan bir kimse umre yapmak istediği zaman ihrama girmek için harem
sınırları dışına çıkar.
2. Bir hacının Mekke içerisinde
yapacağı en son amel veda tavafı olmalıdır.
3. Hac menâsikini bitiren bir
kimse memleketine dönmekte acele etmelidir.
4. Kafile reisi hacc
arkadaşlarının rahatını gözetmeli, gerektiği zaman memlekete dönmeyi te'hir
etmekte tereddüd etmemelidir.
5. Hac görevini ifa
eden bir kimse isterse yeniden ihrama girip istediği kadar umre yapabilir.[252]
2006. ...Âişe (r.anhâ)'dan;
demiştir ki: Ben (Minâ'dan) son ayrılışta onunla -yani Peygamber (s.a.) ile-
birlikte idim. Muhassab'a indi.
Ebû Dâvûd dedi ki (bu hadisin
râvisi Muhammed) İbn Beşşâr (burada) bir önceki hadiste geçen Hz. Âişe'nin
Ten'im'e gönderilmesi olayını anlatmadı (ve rivayetine şöyle devam etti):
Hz. Âişe dedi ki; Ben
Peygamberin yanına gecenin sonunda gel(ebil)dim. Bunun üzerine ashabına hemen
yola çıkılacağını bildirdi, kendisi de yola çıkıp sabah namazından önce Beyt'e
uğradı (ve Medine'ye doğru yola) çıkacağı sırada onu tavaf etti, (tavaftan)
sonra da Medine'ye doğru yola çıktı.[253]
Aslında bu hadis-i şerif bir
önceki hadis-i şerifin aynısıdır. Fakat musannif Ebû 'Davud'un da dediği gibi
hadisin Râvîsi İbn Beşşar bir önceki hadiste anlatılan Hz. Âişe'nin; "Hz.
Peygamberle birlikte Minâ'dan ayrılışı ve umreden sonra Hz. Peygamber rin
yanına gelişi" ile;ilgili sözlerini nakletmekle yetinmiştir. Metinde geçen
"Muhassab" kelimesi "taşlı ve çakıllı yer" anlamına gelir.
Burası Mekke ile Minâ arasında bir yerdir. Geniş ve düz bir arazi olduğu için
buraya el-Ebtah da denir.[254]
1. Harem sınırları
içerisinde bulunan bir kimse umre yapmak istediği zaman ihrama
girmek için harem sınırları dışına çıkar.
2. Minâ'dan ayrılırken
"Muhassab" ya da "Ebtah" denilen araziye inip geceyi orada
geçirmek sünnettir.
3. Bir hacının Mekke'de yapacağı
en son amel veda tavafı olmalıdır.
4. Resül-i Ekrem Efendimiz gerek
zevcelerine ve gerekse ümmetinin diğer fertlerine son derece merhametli idi.[255]
2007. ...Abdurrahman b.
Târik, annesinden naklen haber verdiğine göre Resûluüah (s.a.) Ya'lâ yurdundan
bir yeri geçince -(ki bu hadisi Abdurrahman'dan naklen rivayet eden) Ubeydullah
bu yeri(n ismini) unutmuştur- Beyt'e dönüp dua etmiştir.[256]
Resûl-i Ekrem veda tavafını
yaptıktan sonra Ya'lâ yurdu denilen yere gelince kıbleye dönüp dua edermiş.
Metinde bu olay "Ya'lâ yurdundan bir yeri geçince dua ederdi"
anlamına gelen kelimelerle ifâde edilmişse de metnin aslı "Ya'lâ yurduna
gelince" şeklindedir.
Resûl-i Ekrem'in veda tavafını
yaptıktan sonra Medine'ye dönerken Ya'lâ yurdunda dua ettiği bu yerin, duanın
makbul olduğu yerlerden birisi olduğu muhakkaktır. Fakat râvi buranın neresi
olduğunu unuttuğu için isim verememiştir. Aynı hâdiseyi İbn Hacer de el-İsâbe
isimli eserinde zikretmiş fakat o da bu yerin ismini vermemiştir.[257]
Veda tavafından sonra Beyt-i
Şerife yönelerek dua etmek mustehabtır.
1898 numaralı hadis-ı şerifte de açıkladığımız gibi mültezem
Resûl-i Ekrem'in dua etmek için çok önem verdiği yerlerden biridir. 1898
numaralı hadis-i şerifin şerhinde de Resûl-i Ekrem'in özellikle dua etmek için
önem verdiği yerleri açıklamıştık.[258]
2008. ..Âişe
(r.anhâ)'dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) sadece (Medine'ye dönüşte yola)
çıkmak için daha kolayına geleceğinden dolayı (Minâ'dan Mekke'ye gelirken)
Muhassab'a inmiştir. (Muhassab'a inmek aslında) sünnet değildir. İsteyen orada
iner, istemeyen de inmez.[259]
Muhassab Mekke ile Minâ
arasındaki vadinin iki dağ arasındaki genişçe bir sahasının adıdır. Taşlı ve
çakıllı olduğu için bu isim verilmiştir. Buraya Hasbe, Mahsab, Ebtah, Bethâ
isimleri de verilmiş olduğunu da belirtelim. Veda Haccında Fahr-i Kâinat
Efendimiz, Zilhicce'nin ondördünde Minâ'daki hacla ilgili görevlerini ifâ
edince Mekke'ye doğru yola çıkmıştı. Ertesi gün Mekke'den Medine'ye gitmek
üzere hareket edeceği için istirahat maksadıyla geceyi burada geçirmeye karar
verdi. Bu sayede yol hazırlıklarını tamamlayamayanlar, yol hazırlığını
tamamlama imkânını buldular. Aynı zamanda geceyi orada istirahatla
geçirdikleri için hem seher vaktinde uyanmak ve geceyi ihya etmek imkânını hem
de ertesi günü hep birlikte yola çıkma imkânını buldular. Ulemâdan bazılarına
göre Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin geceyi orada geçirmesi ilk zamanlarda
ibâdetlerini gizli gizli yaparken şimdi açıktan ibadet edebildiğine ve
müşriklerin İslâmiyeti söndürmek azminde bulunmalarına rağmen, Allah'ın bu dini
muzaffer kılmasına şükür içindir.
Hattâbî'ye göre ise, Minâ'dan
dönerken Muhassab'da bir müddet kalmanın hac ibadetiyle hiç bir ilgisi yoktur.
Çünkü metinde geçen "Muhassabb'a inmek sünnet değildir" anlamındaki
cümle bunu ifâde etmektedir.[260]
Nefr gününde Minâ'dan Mekke'ye
gelirken geceyi Muhassab demlen yerde geçirmenin hac ibadetiyle her hangi bir
ilgisi yoktur. Hz. İbn Abbâs ile Hz. Âişe, Esma bint Ebû Bekr ve Urve b. Zübeyr
bu görüştedirler. Sözü geçen sahâbîlere göre Resul-i Ekrem'in Mekke'ye dönerken
geceyi Muhassab'da geçirmesi tesadüfidir, hac ibadetiyle bir ilgisi yoktur.
Dört mezhebin imamlarına göre ise, Resûl-i Ekrem'in fiiline uymak yönünden
Minâ'dan Mekke'ye dönerken geceyi Muhassab'da geçirmek sünnettir. Çünkü Hz. Ebû
Bekir Hz. Ömer ve Hz. Osman bu sünnete uymuşlardır. Gerçekten Ahmed b.
Hanbel'in Müsned'indeki bu konuyla ilgili hadis-i şerifler de bu görüşü te'yid
etmektedir.[261]
2009. ...Süleyman b.
Yesâr dedi ki; Ebû Râfi' şöyle demiştir:
Resûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem Ebtah'a inmemi emretmedi. Fakat ben çadırını (oraya) kurmuştum. (O
da gelip) oraya indi.
(Bu hadisi Ebû Davud'a
nakleden râvilerden) Müsedded (şu cümleyi de) rivayet etti. Ve (Ebû Râfi)
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin eşyasını korumakla görevli idi.
(Diğer râvi) Osman da
(Süleyman'ın rivayetine) "Ebtah'a (inmemi emretmemişti)" sözünü
ilave etti.[262]
Veda Haccında Resûl-i Ekrem'in
eşyasını korumakla görevli olan Ebû Râvi' bu ifadesiyle Resûl-i Ekrem'in,
çadırının oraya kurulması hususunda kendisine bir emir verilmediğim ifade etmek
istiyor. Fakat Resûl-i Ekrem'in birgün önce "İnşallah yann da Beni Kinâne
vadisinde olurum,"[263] dediğini işiterek Resûl-ü Ekrem'in bu temennisini
gerçekleştirmek arzusuyla kafileden önce varıp onun çadırım Ebtah'a kurmuş daha
sonra da Resûl-i Ekrem Efendimiz gelip Ebtah'a inmiştir.
Hadisin senedinden de
anlaşılacağı gibi bu hadis musannif Ebû Dâvûd'a üç ayrı râvi tarafından
ulaştırılmıştır. Bu râvi'lerin rivayetleri arasında tam bir benzerlik ve
birlik vardır. Fakat Müsedded'in rivayetinde fazla olarak: "Ebû Râfi Hz.
Peygamberdin eşyasını korumakla görevli idi," cümlesi, Osman b. Ebî
Şeybe'nin rivayetinde de, Resûlullah (s.a.) Ebtah'a inmemi emretmedi"
anlamına gelen bir cümle bulunmaktadır.[264]
Nefîr (Minâ'dan Mekke'ye
dönüş) günü Muhassab denilen düzlüğe inmek
meşrudur. (Muhassab'a inmenin hükmü hakkındaki görüşler bir önceki
hadisin şerhinde geçmiştir).[265]
2010. ...Usâme b. Zeyd
(r.a.)'den; demiştir ki: (Veda) Haccında;
Ya Resûlullah yarın nerede
konaklayacaksın? diye sordum da;
"Akîl bize (Mekke'de
içinde barınabileceğimiz) bir ev mi bıraktı?" cevabını verdi. Sonra;
"(Yarın) Beni Ki nane Hayf'ina (yani) Kureyş'in küfür üzerinde (kalmak
üzere) antlaştığı yere yâni Muhassab'a ineceğiz" buyurdu. Bu (antlaşma)
Kinâne oğullarının Haşîm oğullan ile evlenmemek, onları (aralarında)
barındırmamak ve onlarla alış veriş yapmamak üzere Kureyşle yaptığı
antlaşmadır. (Bu hadisin râvilerinden) Zührî dedi ki: (Beni Kinâne) Hayf(ından
maksat, Muhassab denilen) vadidir.[266]
Hafız İbn Hacer bu, hadisle
ilgili görüşlerini açıklarken şunları söylüyor: "Bu hadis-i şerîfte
söz konusu edilen evden maksat, Hâşim b. Abd-i Menafin evidir. Hâşim öldükten
sonra bu ev oğlu Abdülmuttalib'e kaldı. Abdulnıuttalib de çocukları arasında
taksim etti. Resûl-i Ekrem de babası Abdullah'ın mirasım aldı ve burada dünyaya
geldi."[267] Buhârî'nin bir rivayetinde de bu hâdise şu anlama gelen
cümlelerle rivayet edilmiştir: "Peygamber (s.a.) kurban bayramının birinci
gününün ertesi günü, "yarın Kinâne oğullan yurdunda konaklayacağız"
buyurdu."[268] Buhârî'nin bu rivayeti, söz konusu hâdisenin Veda Haccında
olduğunu gösterir. Fakat Buhârî'nin diğer bir rivayetinde ise, Resûl-i
Ekrem'in, bu sözü Mekke'nin Fethi sırasında söylediği[269] yine Buhârî'nin diğer bir rivayetinde
de Resûl-i Ekrem'in bu sözü Huneyn gazvesine çıkarken söylediği[270] ifâde ediliyor. Bütün bu rivayetlerde
hadisenin tarihine ait verilen bilgilerin farklı oluşu bu rivayetler arasında
bir çelişki bulunduğunu değil, bu hadisenin ayrı ayrı zamanlarda tekerrür ettiğini
gösterir.
Metinde geçen "Akîl bize
bir ev mi bıraktı?" cümlesi Resûl-i Ekrem Medine'ye göç edince babasından
kalan evinin amcası Ebû Tâlib'in oğlu Akîl'e intikal ettiğine delâlet eder.
Çünkü Resûl-i Ekrem Medine'ye göç ettiği zaman bu evin mülkiyeti Ebû Tâlib'in
henüz İslâm'a girmemiş bulunan iki oğlu Tâlib ile AkîTın .elinde idi. Çünkü
Ebû Tâlib vefat edince Hz. Alî ile Cafer Müslüman oldukları için Ebû Tâlib'in
malına vâris olamadılar. Böylece bu evin mülkiyeti Ebû Talib'in diğer iki oğlu
Tâlib ile Akîl'in eline geçmişti.[271] Fakat daha sonra Tâlib Bedir
Muharebesinde ölünce bu evin tek mâliki Akîl oldu. Resûl-i Ekrem Akîl'in
gönlünü kazanmak için evin mülkiyetini tamamen O'na bıraktı, o da bunu
başkalarına sattı. Resûl-i Ekrem câhiliyye döneminde yapılan bazı
tasarrufların geçerli olduğunu göstermek maksadıyla Akîl'in bu satışını
geçerli kıldı.[272]
Fâkihî'nin beyânına göre ise,
bu ev Akîl'in, vefatından sonra çocukları tarafından yüzbin dinar karşılığında
Haccâc-ı Zâlim'in kardeşi Muhammed b. Yûsuf'a satılmıştır.[273]
Metinde geçen Kinâne
oğullarıyla Kureyş müşrikleri arasında müslümanlar aleyhine yapılan andlaşma,
başta Ebû Tâlib olmak, üzere Haşimî-lerin ve Muttalib oğullarının Beni Hâşim
mahallesinde Resûl-i Kibrîyânın hatırı için toptan mahsur kaldıkları zamana
rastlar. Beni Hâşim mahallesindeki bu muhasara meselesi İslâm Tarihinin en
acıklı bir faslını teşkil eder. Yapılan bu kâfirâne ve zalimane muahede
mucibince hiç bir satıcı Benî Hâşim mahallesine bırakılmıyordu. Mahsurlar
yiyecek, içecekten ve her nevi hayatî ihtiyaçlardan mahrum bir halde
bırakılmıştı. Aradan aylar, seneler geçtiği halde mahsurlara merhamet sahibi
bir ferd uğramamıştı. Çocukların, kadınların açlıktan feryad ve figanı Mekke
şehrini sarsıyordu. Fakat bu merhametsiz Kureyşîler bir türlü insafa
geliniyorlardı. İslâm tarihi bu acıklı günlerin pek çok facialarım kayd eder.
İşte Resûl-i Zişân Efendimizin
Minâ'dan hareket etmezden evvel "inşallah yarın, yani öbür gün Beni
Kinane yurdu olan Muhassab'a ineceğiz" buyurmaları ve muhteşem bir hac
kafilesi ile oraya varmaları aziz ve muh-tekim'olan Allah'ın yüce kudretinin
Habib-i Ekrem'i hakkındaki yeni bir tecellisi idi.
Buhârî şârihi Aynî, Kureyş ile
Beni Kinâne arasında yazılan bu vesika-i zalimane hakkında şu tafsilâtı verir.
Bu uğursuz sahifeyi yazan
Mansur b. İkrime idi. En sonunda eli çolak olmuştu. Zübeyr b. Ebî Bekr'in
Ensab'ında Bağız b. Âmir olmak üzere kaydedilmiştir. Kelbî de Mansûr b.
Âmir'dir demiş, Siyer kitablarında bu sahifeyi Kabe'nin içine astıkları ve
İlân-i Nübüvvetin yedinci senesi Muharrem ihtidasında Ebû Tâlib mahallesinden
Hâşimîlerin ve Muttalibî-lerin muhasara edildiği bu dilsûz muhasaranın üç sene
devam ettiği bildiriliyor. Sonra Cenab-ı Hak Habibi Edibini o sahifenin sön
hâline muttali kılmıştır. Şöyle ki; Kabe duvarında asılı bulunan bu sahifeye
Cenab-ı Hak bir kurt musallat kılmış, onda yazılı ne kadar mekruh fıkralar ve
kelimeler varsa onları sildirmiştir. Yalnız onda lâfzatullah gibi mukaddes
kelimeler kalmıştır. Bu vak'ayı Resûl-i Ekrem amcaları Ebû Talibe söylemiş ve
Ebû Talib de Kureyş'e tevcih-i hitab ederek demiştir ki; "Benim'kardeşimin
oğlu bana karşı iltizam ettiği doğru bir lisan ile demiştir ki; Allah sizin
Kabe'deki sahifenize bir kurt musallat etmiştir. Ondaki zâlim kelimeleri o
kurt silmiştir. Yalnız ismullah kalmıştır. Kabe'ye gidiniz, bakınız eğer
kardeşim oğlu doğru ise, bu zulmünüzü, kötü düşüncelerinizi bırakınız; eğer kardeşim
oğlu yalan çıkarsa, ben onu size takdim edeyim, ister öldürünüz ister diri
bırakınız." Gittiler, baktılar Resûl-i EKrem'in ihbarı bir hakikat olarak
tecelli etti. Ellerindeki o sahife yere düştü, kendileri de başlarım yere
eğdiler. Hâdise yıldırım sür'atiyle Mekke içine yayılmıştı. Bu defa da Kureyş
Reisleri Beni Hâşim hakkında yaptıkları bu cevr-ü zulümden dolayı bir birlerini
muahezeye başlamışlardı. Bunlardan Mutim b. Adiyy b. Kays, Zem'a b. Esved,
Ebü'l-Buhturî, İbn Hâşim, Zuheyr b. Ebî Ümeyye silahlanıp Benî Haşim ve Beni
Abdulmüttalibe vardılar. Herkesin serbest evlerine dağılmalarını emrettiler.
Şı'b-ı Ebû Tâlib'den mahsurların halâs ve hurucu nübüvvet-i Ahmediye'nin
onuncu yılına tesadüf etmişti ve muhasara üç sene devam etmişti.[274]
Bu hadisle ilgili görüşler
1208 numaralı hadiste geçmiştir.[275]
2011. ...Ebû Hüreyre
(r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, Resûlullah (s.a.), Minâ'dan (Mekke'ye)
dönmek istediği zaman "inşallah yarın (Muhassab'da) konaklarız"
buyurmuştur (Hz. Ebû Hureyre bu rivayetine devamla bir önceki hadisin) aynısını
nakletmiş (fakat bir önceki hadisin) baş tarafını (teşkil eden cümleleri) ve
(Hayf vadidir" (cümlesini) rivayet etmemiştir.[276]
Nefr (dönmek) kelimesinden
Minâ'dan hacla ilgili görevleri bitirdikten sonra veda tavafı yapmak üzere Mekke'ye
dönmektir. Bilindiği gibi memleketlerine acele dönmek durumunda olanlar
bayramın üçüncü (Zilhicce'nin onikinci) günü cemrelere taşlan attıktan sonra
Mekke'ye dönebilirler. Acelesi olmayan kimseler Zilhiccce'nin onüçüncü günü de
Minâ'da kalıp cemrelere taşları attıktan sonra Mekke'ye dönerler. Zilhicce'nin
onikinci günü güneş batmadan Minâ'dan ayrılıp Mekke'ye dönmeye "Nefr-i
evvel" yani "birinci dönüş" denir. 1905 numaralı hadis-i şerifte
de açıklandığı gibi Fahr-i Kâinat Efendimizin Veda Haccında Minâ'dan Mekke'ye
dönüşü bayramın dördüncü gününde olmuştur. Binaenaleyh konumuzu teşkil eden
hadiste söz konusu edilen Minâ'dan Mekke'ye dönüş ''nefr-i sâni - ikinci
dönüş" denilen ve Zilhicce'nin onüçüne rastlayan dönüştür.
Bu hadis bir önceki hadisin
bir benzeridir. Ancak bir önceki hadiste geçen Hz. Usâme'nin; "Ya
Resûlullâh yarın nerede konaklayacaksın?" anlamındaki sorusu, Resûl-i
Ekrem'in de Ona: "Akîl bize bir ev mi bıraktı?" ki diye verdiği
cevap bir de; "Hayf vadidir" cümlesi bu hadiste yoktur. Bu hadisle
ilgili açıklama bir önceki hadis-i şerifte verilmiştir.[277]
2012. ...Nâfi'den
rivayet olunduğuna göre İbn Ömer (Minâ'dan Mekke'ye dönerken) Bathâ'dan
birazcık uyur, sonra Mekke'ye girerdi ve Resûlullâh (s.a.)'ın da böyle
yaptığını söylerdi.[278]
îbn Ömer (r.a.) Zilhicce'nin
onüçüncü günü minâ'da Cemrelere taş attıktan sonra Mekke'ye dönerken Bathâ'ya
uğrar, yatsı namazından sonra bir süre orada uyur bilahare Mekke'ye gelirmiş
ve Resûl-i Ekrem'in sünnetine uymak için böyle yaptığım söylermiş. Bu hadis
Minâ'dan dönerken gecenin bir kısmım yâ da tümünü Bathâ'da (Muhassab'da)
geçirmenin sünnet olduğunu söyleyen cumhur-ı ulemânın delilidir. Bu konuda
diğer ulemânın görüşleri için 2008 numaralı hadisin şerhine bakılabilir.[279]
2013. ...Nâfi'in, İbn
Ömer'den rivayet ettiğine göre Peygamber (Minâ'dan Mekke'ye dönerken) öğle,
ikindi, akşam ve yatsıyı Bathâ'da kılmış (orada bir süre) uyuduktan sonra
Mekke'ye girmiştir. İbn Ömer de böyle yaparmış.[280]
Batiıâ, Mekke ile Minâ
arasındaki vadinin iki dağ arasında kalan genişçe bir sahasının adıdır. Burası
taşlı ve çakıllı bir yer olduğundan Muhassab ismini aldığı gibi Hasbe, Mahsab
ve Ebtah isimleriyle de anılır.
Bu hadis-i şerîf veda tavafı
yapmak üzere Minâ'dan Mekke'ye hareket eden hacıların Muhassab denilen vadiye
uğrayıp gecenin bir kısmını ya da tümünü orada geçirmelerinin sünnet olduğunu
söyleyen cumhur-ı ulemânın delilidir.[281]
Veda tavafı yapmak için
Minâ'dan Mekke'ye hareket eden bir hacmin Muhassab denen vadide konaklayıp
öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını orada kılarak geceyi orada geçirmesi
sünnettir. Daha önce de açıkladığımız gibi cumhur-ı ulema bu görüştedir. Diğer
ulemânın görüşleri için 2008 numaralı hadisin açıklamasına bakılabilir.[282]
2014. ...Abdullah b. Amr
b. el-Âs (r.a.)'dan; demiştir ki: Re-sûlullah (s.a.) Veda Haccırlda halk(ın
bilmediklerini) kendisine sormaları için Minâ'da durdu. Derken bir adam gelip:
Ya Resûlallah ben bilemedim
(yanlışlıkla kurbanı) kesmeden tıraş oluverdim, dedi. Resûlullah (s.a.) de:
"(Kurbanını) kes, zararı
yok", buyurdu. Bir başka adam daha geldi. (O da);
Ya Resûlullah, hiç anlayamadım
taş atmadan kurbanı kesiver-dim, dedi. (O'na da):
"At, zararı yok,"
buyurdu.
O gün kendisine (sırasından)
öne alınan veya geriye bırakılan, (hacla ilgili) ne sorulduysa, (hepsine)
"yap, zararı yok" diye cevap verdi![283]
Metinde geçen "kes,
zararı yok" cümlesi "sen bir kurban daha kes, daha
önce bir kurban kesmiş olmanın bir zararı yoktur."
manasında değil "senin kurbanı tıraştan önce kesmiş olmanın bir zararı
yoktur. Kurbanı bu şekilde kesmen de yeterlidir" anlamında
kullanılmıştır. "At, zararı yok" cümlesi de böyledir. Ancak Müslim'in
rivayetinde "at, zararı yok" cümlesinden önce "Ben taşlarımı atmadan
Beyt-i Şerife giderek ifaza tavafını yapmıştım" cümlesi vardır. İmam
Ahmed'in Müsned'inde ise bu cümle "taşlan atmadan önce tıraş
olmuştum" şeklinde rivayet olunmuştur.[284]
Bütün bu rivayetler göz Önünde
bulundurulunca konumuzu teşkil eden bu hadis-i şerîfte dört meselenin söz
konusu edildiği anlaşılıyor:
1. Bayramın birinci günü
yanlışlıkla kurbanı kesmeden tıraş olmak,
2. Akabe Cemresine taşları
atmadan kurban kesmek,
3. Taşları atmadan
önce tıraş olmak,
4. Taşlan atmadan önce ifaza
tavafını yapmak. Bilindiği gibi hacla ilgili bu fiillerin sırası şöyledir:
1. Bayramın birinci günü önce
Akabe Cemresine yedi taş atılır.
2. Sonra kurban
kesilir,
3. Kurbandan sonra da tıraş
olunarak ihramdan çıkılmış olur.
4. Sonra da Mekke'ye gidilip
ifaza tavafı yapılır.
Görülüyor ki, Resül-i Ekrem'e
yöneltilen bütün sorular bu sıranın bozulmasıyla ilgilidir. Fahr-i Kâinat
Efendimiz bu soruların hepsine olumlu cevap vermiş, hepsine de "bu sırayı
bozduğundan dolayı bu amellere bir noksanlık gelmediği gibi bu yüzden herhangi
bir ceza da lâzım gelmez" anlamında "zararı yok" buyurmuştur.
Hadis-i şerifte söz konusu
edilen bütün bu fiiller bayramın birinci gününe ait fiillerdir; Bu fiilleri
yaparken, aralarındaki sıraya uygun olarak yapmak İmam Ebû Yûsuf ile îmam
Muhammed ve Şafiî ile Ahmed'e göre sünnettir. Terkinden dolayı fidye lâzım
gelmezse de küçümseyerek terk eden günahkâr olur.
Ulemânın büyük çoğunluğuna
göre ise, bu sırayı terk etmekte herhangi bir sakınca yoktur. Binaenaleyh bu
sırayı terk eden kimse günahkâr olmadığı gibi kendisine herhangi bir keffâret
de gerekmez. Biz bu konuda 1981 numaralı hadis-i şerifin açıklamasında
ayrıntılı bilgi vermiş bulunmaktayız.[285]
2015. ...Usâme b.Şerik'[286]den; demiştir ki: Hacca niyet ederek
Peygamber (s.a.)'le birlikte (yola) çıkmıştım. Halk, (Müşkillerini sormak
üzere) onun yanına geliyordu. Birisi:
Ya Resûlullah, sa'yi (bayramın
birinci günü ifaza) tavaf(ın)dan önce yapmışım, yahut da (hacla ilgili falan)
şeyi (sırasından) önce (falan) şeyi de (sırasından) sonra yapmışım; dedi (Hz.
Peygamber bunlara cevaben:)
"Zararı yok, zararı yok,
ancak bir müslümanın şerefine arkasından haksızca dil uzatan kimse müstesna;
(böylesi) günah işleyen ve helak olan bir kimsedir" diye cevap verdi.[287]
Metinde geçen "sa'yı
(ifaza) tavaf(ın)dan Önce yapmışım" cümlesi sadece burada vardır. Bu cümle
senedde bulunan Cerîr'in eş-Şeybânî'den naklettiği garib birrivâyettir. Daha
sağlam râvilerin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem'e yöneltilen sorular, buradaki
gibi ifaza tavafından önce yapılan sa'yle ilgili olmayıp, sıralan bozulan taş
atma, kurban kesme ve tıraş olma fiilleriyle ilgilidir. Nitekim bir önceki
hadis-i şerifteki soru da kurban kesmeden önce tıraş olmanın hükmüyle ilgilidir.
Beyhakî'nin de dediği gibi şayet Ebû Davud'un bu rivayetinin diğer
rivayetlerden daha sahih olduğu kabul edilecek olursa, o zaman bu sorunun kudüm
tavafından sonra ve ifâza tavafından önce sa'y yapan bir kimsenin durumu ile
ilgili olması gerekir.
Hac fiillerinin sırasına
uymanın hükmünü 1981 numaralı hadis-i şerîfte açıklamış bulunmaktayız.[288]
2016. ...el-Muttalib b.
Ebî Vedâa'[289] dan rivayet olunmuştur ki, kendisi Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellemi (Beyt-i şeriften) Beni Sehm kapısına doğru uzanan bir yerde
önünden halk geçmekte iken ve Beyt-i Şerîf ile kendisi arasında bir sütre de
olmadığı halde namaz kılarken görmüştür.[290]
Süfyan ise (bu hadisi)
"Onunla Kabe arasında bir sütre yoktu" (şeklinde) rivayet etti.
Süfyan diğer bir rivayetinde de dedi ki: îbn Çüreyc (bu hadisi) bize Kesîr'den
rivayet etti ve dedi ki: "Bize (bu hadisi) Kesîr, babasından (Kesir b.
el-Muttalib'den) rivayet etti. (Kesîr'in) kendisine sordum; "Ben bunu
babamdan duymuş değilim. Fakat aile halkımın birisinden duydum. O da dedemden
(duymuş)" diye cevap verdi.[291]
Bu hadis, el-Mescidu'1-Harâm
içerisinde bulunan bir kimsenin Kabe'yi tavaf eden kimseler önünden geçerlerken
sütresiz olarak namaz
kılmasının, dolayısıyle Harem-i Şerifte namaz kılan bir kimsenin önünden
geçmenin caiz olduğunu ifade etmektedir. Şafiî, ule-mâsıyla Hanbelî ulemâsı bu
görüştedirler. Nitekim İmam Ahmed'e "bir kimse Mekke'de önüne bir sütre
dikmeden namaz kılabilir mi?" diye sorulmuş da:
Orada bir kimse Kabe'yi tavaf
edenlerle kendi arasına bir sütre koymadan namaz kılabilir" cevabını
vermiş.[292] Anılan imamlara göre Harem bölgesinin tümü de bu hükme
girmektedir.
Hanefi ulemâsına göre ise,
sadece Mescid-i Haram'da tavaf alanında Kabe'nin içinde ve Makam-ı İbrahim'in
arkasında bu şekilde namaz kılmak caizdir. Buraların dışında bu şekilde namaz
kılmak mekruhtur.
Mâlikî ulemâsına göre ise,
Kabe'yi tavaf etmekte olan bir kimse sütresiz olarak namaz kılmakta olan bir
kimsenin önünden geçebilirse de önünr de sütre bulunan bir kimsenin önünden
geçmesi mekruhtur. Sütresiz kılan bir kimsenin önünden geçmek izni ise sadece
tavaf edenler içindir. Tavaf halinde olmayan kimselerin, önlerine sütre koyarak
namaz kılan kimselerin önlerinden geçmeleri haramdır. Sütre koymadan namaz
kılanların ise, sadece secde ve rüku mahallerinden geçemezler bunun ilerisinden
istedikleri yerden geçebilirler.
Mescid-i Haram'da tavaf
etmekte olan kimselere bu kolaylığın sağlanmasındaki hikmet, orada o mevsimde
büyük bir izdihamın bulunmasıdır. Eğer Kabe'yi tavaf edenlere böyle bir
kolaylık sağlanmasaydı, hacı adayları çok müşkil durumda kalırlardı. Halbuki
Allah teâla ve tekaddes hazretleri dinde, zorluk kılmamıştır.[293]
2017. ...Ebû Hüreyre
(r.a.)'den; demiştir ki: Allah (c.c.) kendi elçisin'e Mekke'nin fethini
nasibedince Peygamber (s.a.) halkın içinde ayağa kalkıp Allah'a hamd-ü senada
bulunduktan sonra şöyle buyurdu:
"Gerçekten Âllah(c.c) Fil
Ordusunun Mekke(ye girmek)den men etmiş fakat Resulü ile mü1 mini eri Mekke'ye
girmeye muzaffer kılmıştır. Allah teâla Mekke'yi sadece bana mahsus olmak
üzere, gündüzün bir saatinde helâl kılmıştır. Sonra O (yine) kıyamete kadar
haram (kıhnrmş)dır. Ağacı kesilemez kaybolan eşyası(m almak) helâl olmaz, ilân
edecek olan kimsenin dışında kaybolan eşyası(m almak hiç kimse için) helâl
değildir." Bunun üzerine Abbâs -Yahutta el-Abbas (Abbas kelimesinin
"el" takısı ile mi yoksa el takısından tecrid edilerek mi rivayet edilmiş
olduğunda râvi şüphe ediyor);
Yalnız, izhir müstesna (değil
mi) ya Resûlallah? Çünkü evlerimiz ve kabirlerimizi için (lâzım olmakta)dır,
dedi. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de:
"Yalnız izhir
müstesna!" buyurdu.
Ebû Dâvûd dedi ki: (Bu hadisi)
el-Velid'den Îbnu'l-Musaffa da (rivayet etti ve hu rivayetine şunları da) ilâve
etti:
Bunun üzerine Yemen'li bir zât
olan Ebu Şah ayağa kalkarak:
Ya Resûlullah! Bunu bana
yazınız, dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.de,
"(Bunu) Ebu Şah için
yazınız" buyurdu. (Velid dedi ki)
Ben Evzâî'ye (Hz. Peygamber)
"Ebû Şah için yazınız" sözüyle neyi kastediyor? diye sordum da
(Evzâî, Ebû Şah'm); Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'den işitmiş olduğu
şu konuşmayı (yazınız anlamınadır)" diye cevap verdi.[294]
Bilindiği gibi Mekke hicretin
8. Yılında (M.630'da) fethedilmiştir.Resûl-i Ekrem Efendimiz
Mekke'ye girmeye muvaffak oldu. Allah'ın nasibettiği bu zafer karşısında
devesinin üzerinde şükür secdesi yapan Peygamberin ilk işi Kabe'yi tavaf etmek
oldu. "Hak geldi bâtıl zail oldu. Çünkü bâtıl yok olmaya mahkûmdur."
manasına gelen âyet-i kerimeyi okuyarak Kabe'yi putlardan temizledi. Fethin
ikinci günü[295] Allah'a hamd^ü sena ettikten sonra orada toplanan
Mekke'lilere mühim bir hutbe irâd etti. Bu hitabesinde Allah'dan başka mâbûd
bulunmadığını, Allah'ın kendisine yardım ederek düşmanlara gâlib getirdiğini
ve kendisine vâdettiği fethi gerçekleştirdiğini açıkladı. Bütün gururlanmaların
ve kuruntuların geçmiş kan davalarının boş ve hükümsüz olduğunu, Kabe'ye ait
hizmetlerin eskiden olduğu gibi yine devam edeceğini bildirdi. Câhiliyyet
gururu ile avunmanın, geçmişlerle kuru kuru Övünmenin yerinde olmadığını, bütün
insanların Hz. Âdem soyundan geldiğini, O'nun da topraktan yaratıldığını
söyledi. Bu arada "Gerçekten Allah Fil Ordusunu'Mekke(ye girmek)den
menetmiştir." diyerek Fil hâdisesini hatırlatmıştır. Bilindiği gibi fil
vakası Peygamberimizin doğumundan aşağı-yukarı elli gün önce Muharrem ayının
çıkmasına on üç gün kala olmuştur. Tahr-i Kâinat Efendimiz ise 571 yılı 20
Nisanına rastlayan 12 Rebîülevvel Pazartesi günü tan yeri ağarırken dünyaya
gelmiştir.[296]
Fil olayı şu şekilde cereyan
etmiştir: Ebrehe, Habeş hükümdarının Yemen valisi idi ve Hıristiyandı.
Arabların hac mevsiminde Mekke'deki Beyt'i Kabe'yi ziyarete hazırlandıklarını
görünce, "Bu ev neden yapılmıştır?" dedi. "Taştan
yapılmıştır" dediler, "Ne ile örtülmüştür?" diye sordu.
"Yemen alacası ile örtülmüştür." dediler.
Ebrehe Hz. İsa adına yemin
ederek "Ben size Kabe'den daha güzelini yapacağım" dedi ve Kayser'e
bir mektub göndererek San'a'da muhteşem bir kilise yaptırmak istediğini
bildirip kendisinden yardım istedi.
Kayser Ebrehe'ye ustalarla
tepe camları ve su mermerleri gönderdi. Ebrehe beyaz, kırmızı, sarı ve siyah su
mermerlerinden yaptırdığı kiliseyi altın ve gümüşle de süsledi. Kapılarım altun
levhalarla kaplattı. Altın çivileri mücevherlerle biribirinden ayırttı.
Kapısını büyük bir yakutla süsledi ve ona kapıcılar tayin etti. Kilisede öd
ağacı yakılarak duvarları miskle sıvandı. Kilise tamam olunca Ebrehe, Habeş
hükümdarına bir mektup yazarak: "Hükümdarım! Ben senin için San'a 'da
benzeri görülmedik bir kilise yaptırdım arabların haccını buraya çevirmedikçe
durmayacağım." dedi ve dediğini de yaptı. Her tarafa propagandacılar
gönderdi: Arabları San'a kilisesini ziyarete davet etti. Hıristiyanlığı
benimseyen Arab kabilelerinden bazı kimseler gelip kiliseyi ziyaret etmeye ve
hatta orada ibâdetle meşgul olmaya başladılar.[297]
Arablardan biri Ebrehe'nin bu
fikrini öğrenmek üzere bir gün kiliseye giderek içerisine pislemiş ve bu
pisliği duvarlarınada sıvamıştı. Kabe'ye giden ve onu tazim edenlerden birinin
kendi kilisesine karşı bu hareketi reva görmesi Ebrehe'yi son derece
öfkelendirdiğinden Ebrehe Kabe'yi yıkmaya yemin etmişti.
Bunun üzerine Ebrehe
kuvvetlerini hazırlayarak hareket etmiş ve bu kuvvetlerini fillerle de takviye
etmişti.
Onun bu hareketinden haberdar
olan Arablar ona mukavemet için hareket etmişler. Yemen'den çıkan Zü Nefr
adındaki Arab onun tarafından mağlub ve esir edilmiş, ondan sonra aynı
maksatla Ebrehe ordusuna karşı çıkan Nufeyl b. Hâbib el-Has'amî'de aynı akıbete
uğramış, Ebrehe başka bir mukavemetle karşılaşmadan Tâif i de geçmiş ve yolda
rastladığı arablar ona yol göstermeden başka çare bulamamışlardı. Tâif den
itibaren Ebrehe'ye yol gösteren Ebu Rigâl Ebrehe'ye Tâif le Mekke arasında bulunan
el-Mugammis'e kadar kılavuzluk etmiş ve orada ölmüştür. Arablar hâlâ oradan
geçerken Ebû Rigâl'in kabrini taşlarlar.
Ebrehe Mugammis'e inince
Habeşlilerden fil kumandam Esved b. Maksûd'u keşif kolu olarak bir süvari
bölüğü ile Mekke'ye gönderdi. Bunlar Mekke'ye kadar sokularak Kureyş ve
sairenin mallarını ve bu arada Kureyş'in büyüğü olan Abdulmuttalib'in de 200
devesini sürüp karargâha getirdiler.
Daha sonra Ebrehe
Himyeriler'den birini Mekke'ye göndererek, "Ku-reyş'in reisiyle
görüşmesini ve ona kendisinin harp için değil, yalnız Beyt'i yıkmak için
geldiğini buna karşı koyan bulunmazsa harp olmayacağını bildirmesini"
emretmiş. Abdulmuttalib Ebrehe'nin bu elçisine: "Biz de harbedecek
değiliz. Bu ev Allah'ın evidir, onu Allah'ın dostu İbrahim inşâ etmiştir. Bunu
ancak Allah himaye edebilir, yoksa bizim bu evi yıkmağa gelene karşı duracak
kuvvetimiz yoktur" diye cevap vermişti. Bunun üzerine Ebrehe'nin elçisi
Abdulmuttalib'in kendisine refakat etmesini istemiş. O'nu Ebrehe'nin ordugâhına
götürmüştür. Abdulmuttalib buradan Yemen'li ZûNefr'i sormuş, Zü Nefr kendisi
gibi ölümü bekleyen bir esirin bir diyeceği olmadığını, fakat Ebrehe'nin
filini güden Enis'in kendi ahbabı olduğunu söyienıiş, Enis'e Abdulmuttalib'i
tanıtarak O'nu Ebrehe ile görüştürmesini istemiş Enis Ebrehe'ye
Abdulmuttalib'in Kureyş'in reisi olduğunu bildirerek huzuruna kabul edilmesini
rica etmiş Neticede Ebrehe Abdulmuttalib'i kabul etmiş. Abdulmuttalib heybetli
ve vakur bir zat idi. Ebrehe Onu i'zâz ederek ne istediğini sormuştu. Abdulmuttalib
de kendisine ait 200 devenin iadesini istedi. Ebrehe onun bu talebine hayret
ederk, "Senin vakur bir adam olduğunu görerek sana hürmet etmiştim.
Halbuki sözlerin seni gözümden düşürdü. Çünkü sen Ebâ ve ecdadının dinine merkez
teşkil eden Kabe'yi ihmal ederek yıkılmasıyla ilgilenmiyor ve yalnız kendi
develerini düşünüyorsun" dedi. Abdulmuttalib de şu karşılığı verdi:
O develerin sahibi benim, o
evin sahibi ise, Allah'dır. Onu korur.
Bunun üzerine Ebrehe
Abdulmuttalib'in develerini iade edip o da bu develeri Kabe'ye adayarak
Kabe'nin civarına bırakmıştır.[298]
Nihayet AhdulrmıttaHb Ebrehe
askerlerinin tecâvüzlerine uğramamak için Mekke'den çıkıp dağların tepelerine
ve aralıklarına çekilmelerini Mek-k .e'İilere emretti. Bundan sonra yanında
Kureyşten bazıları olduğu halde Kabe'ye gitti Kabe'nin kapısının halkasına
yapıştı ve;
"İlâhî bir kul bile evini
barkını korur sen de buraya konmuş, dokunulmazlığı tehlikeye düşmüş olanları
haçlılara karşı koru, onların haçları ve kuvvetleri yarın senin kuvvetine asla
galebe çalam ayacaktır.
Eğer sen onları bizim
kıblemizle başbaşa bırakıverecek olursan, o da senin bileceğin bir iştir.
Onlar ülkelerinin cemaatlerini
bir de fili çekip getirdiler. Senin Beyt'i ne sığınmış olan halkını
düzenleriyle yağmalamak için cehaletlerinden senin koruna yürüdüler. Senin
kudretini ve ululuğunu hiç düşünmediler..." diyerek münacaat etti.
Abdulmuttalib'le yanındakiler
Allah'a yalvardıktan sonra dağ başlarına çekildiler. Ebrehe'nin Mekke'ye
girince ne yapacağını gözetlemeğe başladılar.
Sabah olunca Ebrehe Mekke'ye
girmeye hazırlandı ve askerini düzene koydu. Mahmud adını taktıkları fili de
hazırlayıp 17 Muharrem Pazar günü Mekke'ye doğru yönelttiler.
Mekke'ye gelirken Ebrehe'ye
karşı koymak istemiş yenilmiş ve yol göstermek şartıyla canını kurtarmış olan
Nüfeyl b. Has'amî bir aralık filin yanına sokuldu kulağını tuttu ve
"Mahmud çok, sağ-selâmet geldiğin yere dön! Sen Allah'ın dokunulmaz
kıldığı memlekettesin," dedi ve hemen koşa koşa dağa çıktı.
Fil birdenbire yere çöküverdi.
Onu ayağa kaldırmak için zorladılar. Teberlerle başına vurdular, dövdüler, yine
kaldıramadılar. Çengeller içine aldılar ötesini berisini çektiler, sivri uçlu
ağaç sokup burnunu kanattılar yine de kaldıramadılar. Yüzünü Yemen'e doğru
çevirdikleri zaman koşuyordu, yüzünü Şam'a doğru ya da doğuya doğru
çevirdikleri zaman hep koşuyor fakat yüzünü Mekke'ye çevirince çöküvermekteydi.
Tam bu sırada yüce Allah onların üzeri,ne deniz tarafından kırlangıçlar ve
belesan'a benzeyen pek çok kuşlar saldı. Her kuş biri gagasında ikisi iki
ayağında nohuttan küçük mercimekten büyük üç taş yüklenmiş bulunuyordu. Bu
taşlar onlardan kime rastlarsa, onu helak ediyordu.
Ebrehe'nin askerleri oraya
buraya kaçışmaya başladılar. Geldikleri yolu tutmak istiyorlardı. Yemen yolunu
göstersin diye hep Nüfeyl'i soruşturuyorlardı.
NüfeyHn bir şi'ri:
Nüfeyl, bu hâdise hakkında
söylediği şiirinde şöyle der:
"Nereye kaçacaksın? Takib
eden Allah. Esrem (Ebrehe) ise mağlup, gâlib değil.
Ey Rüdeyna, Sana bizden selâm.
Biz sabahleyin erkenden sizi sevin-, dirdik. Sizden birisi geceleyin bir ateş
parçası almak için bize gelmişti ama gücü yetmedi, alamadı.
Ey Rüdeyna, Muhassab vadisinde
bizim gördüğümüz şeyi sen de görmüş olaydın, şaşar, beni mazur görür, fikrimi
över, kaybedilmiş olan şeylerden dolayı ümitsizliğe düşmezdin.
Ben kuşları görünce Allah'a
şükrettim. Taşlar üzerimize doğru atılmağa başlayınca korktum!..
Herkes Nüfeyli soruyor,
"Habeşlilere yol göstermek bana düşen bir borç imiş gibi."
Ebrehe ve askerleri
kaçışıyorlar ve her yolda düşüyorlar, her sığındıkları yerde helak ve yok
oluyorlardı. Ebrehe de cesedinden vurulmuştu. Onu Muhassab vadisinden
yanlarında çıkardılar. Vücudu parmak ucu kadar parçalar halinde dökülüyordu.
Her parça döküldükçe arkasından cerahat irin ve kan akıyordu. Nihayet onu
öylece San'a'ya kadar götürdüler. Bir kuş yavrusu gibi kalmış kalbi
parçalanıncaya kadar ölmemişti.
Mahmud adındaki fii, sağ
kalmıştı.
Filin seyisinin ise, iki gözü
görmez, ayakları tutmaz olup sürünerek Mekke'de halkdan yiyecek dilendiği
görülmüştü. Bundan sonra yüce Allah bir de sel gönderdi. Habeşlilerin
kalanlarını sürükleyip denize döktü.[299]
İbn Kesîr'in de ifade ettiği
gibi Allah teâlanın o sene Kureyş'lileri Hıristiyanlara karşı koruması onları o
sene dünyaya gelecek olan Resûl-i Ekrem'in Peygamberliğini kabule
hazırlamasından başka bir şey değildir. Diğer bir ifade ile Fil Olayı Fahr-i
Kâinat Efendimiz için "İrhas" kabilinden bir olaydır. Bilindiği
gibi, Peygamber olacak bir zattan Peygamberliğinden önce olağanüstü bazı
hallerin zuhuruna "irhas" denir, bu haller o zatın Peygamber olmasına
alâmettir.
Cenab-ı Hak Fil Vak'asıyla
sanki Beyt-i Şerifini her türlü saldırılardan korumak istediğini ve bunu niçin
de yakında bir Peygamber göndereceğini ihtar ediyor ve aslında Kureyş
müşrikleriyle hıristiyanlar arasında bir fark olmadığını da ilân ediyordu.
Hadis ulemâsından Hattâbî de
bu hâdise ile ilgili görüşlerini açıklarken şöyle diyor: "Bazı
inkarcıların "Madem Allah Kabe'yi o kadar korumak istermiş de Haccâc-ı
Zâlim gibi bazı kimselerin mancınıklar kurarak Kabe'yi taş ve ateş yağmuruna
tutmalarına niçin engel olmamış?" gibi sözlerine temas ederek "Câhiliyye
dönemi insanları ancak gözle görüp elie tuttuğunu anlayabilen kimseler
olduklarından bunun ötesinde kalan hadislerden bir mana çıkarabilecek seviyede
kimseler değillerdi. Bu sebeble Allah Teâla göze hitabeden böylesine çarpıcı ve
etkileyici bir olayı onların önlerinde sergiledi. İslâm hakikatleri ve deliller
anlaşıldıktan sonra, bu gibi göze hitabeden alâmetlere ve delillere ihtiyaç
kalmamış ve hatta müslümanların sabrını ve sebatlarını ortaya çıkarmak için
tabi tutulmuş oldukları imtihanda onların müvuffakıyyetlerini belgelendirmek
için zaman zaman bazı zâlimlere müslümanların Kabe'ye ve diğer mukaddes emânetlere
saldırma imkânı vermiştir."
Metinde geçen "Fakat
Resulü ile müminleri buna muzaffer kılmıştır" cümlesine bakarak, cumhuru
ulemâ ve Hanefi ulemâsı Mekke'nin kılıç zoruyla fethedildiğine hükmetmişlerdir.
"Sadece bana mahsus olmak
üzere (Mekke) gündüzün bir saatinde helâl kılınmıştır" cümlesinde geçen
"saat"ten maksat, "60" dakikalık bir zaman değildir.
Mekke'nin fetih günü güneşin doğmasından ikindi namazının kılınmasına kadar
devam eden süredir. Resûl-i Ekrem Efendimiz Mekke'ye girdiği zaman:
"Ey Müslümanlar! Artık
silâhlarınızı kullanmaktan vazgeçiniz. Ancak Beni Bekirlerin yaptıklarından
dolayı Huzaalara ikindi namazına kadar izin verilmiştir." buyurdu.[300]
Nihayet ikindi namazını
kıldıktan sonra onlar da silahlarını bıraktılar. Ertesi gün Huzaa'dan bir adam
Müzdelife'de Bekir oğullarından birini öldürdü. Bunun üzerine Resûlullah
(s.a.) ayağa kalkarak şöyle buyurdu:
"Hiç şüphesiz insanların
en taşkını Allah'ın Hareminde adam öldüren, yahut kendi katilinden başkasını
öldüren, ya da câhiliyet öcünü almak için adam öldürendir" buyurdu.
O sırada adamın birisi ayağa
kalktı:
Filan benim oğlumdur. Cahiliye
çağında, onun anası ile yatıp kalkmıştım, dedi.
Peygamberimiz hutbesine şöyle
devam etti:
"İslâmiyette insanın
babasından ve baba tarafından akrabasından başkasına intisap etmesi diye bir
şey yoktur. Cahiliye çağının kötü işleri silinip gitmiştir. Doğan çocuk
döşeğin sahibine aittir. Zânî için esleb vardır.[301]
"Esleb nedir?" diye
sordular. Peygamberimiz; "Taş (yani zarar ve mahrumiyet) demektir"
buyurdular.
Buradaki "taş'.'
kelimesini bazıları recim olarak anlamışlarsa da yanlıştır. Zina edenin
zinadan doğacak çocuğu üzerinde bir hakkı yoktur, demektir. Araplar "taş
vardır" şeklindeki ifadeyi "haybet ve hüsran" anlamına darb-i
mesel olarak kullanırlar.[302]
Sonra hutbesine şöyle devam
etti: "Parmakların her birisinde diyet onar onar devedir. Kemiği görünen
derin yaralardan her birisinde diyet beşer beşer devedir. Sabah namazından
sonra güneş doğuncaya kadar namaz yoktur. İkindi namazından güneş batıncaya
-kadar da namaz yoktur. Kadın ne halasının ne de teyzesinin üzerine nikahlanıp
bir araya getirilebilir. Kocasının izni olmadıkça kocasının malından birşey
vermesi için helâl ve caiz değildir."[303]
Ahmed b. Hanbel'in
Müsned'inden naklettiğimiz bu hadis-i şerifler gösteriyor ki Resûl-i Ekrem
Efendimiz konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisindeki hutbeyi Fethin birinci
günü değil, ikinci günü irad etmiştir.
Resûl-i Ekrem için Fetih Günü
verilen sabahtan ikindiye kadar Mekke'de savaş yapma izni, o gün ikindi namazı
kılındıktan sonra sona ermiş ve bir daha Mekke'de savaşmak kıyamete kadar
haram kılınmıştır. Buhârî'nin Ebû Şüreyh el-Adevî'den naklen rivayet ettiği bir
hadis-i şerif de şu anlamdadır: "Mekke'yi Allah harem kılmıştır insanlar
değil. Binaenaleyh Allah'a ve âhiret gününe iman eden hiç bir kimse orada kan
dökmeyi ve onun ağaçlarım kesmeyi helâl görmesin."[304] Allah'ın Mekke'yi harem kılması demek
oraya hürmet etmeyfvâcib kılması, oranın halkıyla savaşmayı, oraya sığınanları
rahatsız etmeyi yasaklaması ve onları emniyete alması demektir. Nitekim Allah
Teâlâ hazretleri bu hükmünü Kur'an-ı Keriminde şöyie ifade etmektedir:
"Kim oraya girerse güvenlik içinde olur"[305] Bu hüküm Allah'ın hükmüdür. Mutlak
hüküm ve. irade sahibinin koyduğu bir kanundur. Bu hükmün konulmasında
herhangi bir beşerî irâde v,e aklın etkisi yoktur. Buhârî'nin rivayet ettiği,
"Mekke'yi Hz. İbrahim harem kıldı ve orası için duâ etti. Medine'yi de
ben Harem kıldım ve orası için ben dua ettim.”[306] anlamındaki hadis-i şerifin bu gerçeğe
aykırı olduğu iddia edilemez. Çünkü Hz. İbrahim Mekke'yi harem kılarken yani
Kabe'nin hürmet edilmesi vâcib bir yer olduğunu ilan ederken, kendi görüşüne
değil» Allah'tan aldığı emre uymuştur. Ayrıca Hz. İbrahim'in Mekke'yi harem
kılması, Hz. İbrahim'in, "Allah'ın Kabe'yi harem kıldığını insanlar
arasında ilk defa açıklaması" anlamına da gelebilir.
Konumuzu teşkil eden Ebü Dâvûd
hadisinde, Mekke'de kaybedilen malların sahihlerine duyurmak için ilan etmek
gayesi dışında hiç bir maksatla bulundukları yerden alınamayacakları da ifâde
ediliyor. Halbuki Mekke dışındaki kayıpları uygun görülen bir süre içerisinde
ilân ettikten sonra sahipleri ortaya çıkmadığı takdirde onlar hesabına tasadduk
etmekte her hangi bir sakınca yoktur.
İzhîr Güzel kokulu bir ottur.
Yaylalarda sıcak ve kuru yerlerde ve vadilerde yetişir. Mekke'Iiler bunu
evlerin çatılarında ve mezarları kerpiçle örerlerken kerpiç aralarında kalan
açıklıkları kapatmakta kullandıkları gibi yakıt olarak da kullanmışlardır.
Resûl-i Ekrem'in izhîr
bitkisini Hz. Abbâs'ın teklifiyle helâl kıldığı söylenemez. Çünkü bir şeyi haam
veya helâl kılmak ancak Allah'a ve dolayısıyla Resûlü'ne mahsustur, binaenaleyh
Resûl-i Ekrem'in Mekke bitkileri içerisinde izhir bitkisinin kesilmesini veya
koparılmasını helâl kılması ya o anda Hz. Abbâs'ın sorusu üzerine Allah'ın ilham
etmesi neticesinde olmuştur ya da b anda Cebrail aleyhisselâmın inmesi ve
ondan aldığı talimat üzerine olmuştur. Ayrıca Cenab-ı Hakk'ın daha önce
kendisine "Eğer birisi senden izhir bitkisinin helâl kılınmasını isteyecek
olursa onu helal kıl" şeklinde vahy etmiş olması da mümkündür. Bu bitkinin
halkın ihtiyacından dolayı zaruret icabı helâl kılındığı da söylenemez. Çünkü;
"Zaruretler kendi miktarlarına takdir olunurlar (Mecelle 22) kaidesince bu
bitkiye duyulan ihtiyaç sona erince onun yine haramlığa dönüşmesi gerekirdi.
Öyleyse bu bitki aslında helaldir. Nitekim bu bitkinin mutlak mubah olduğunda
icmâ' vardır.[307]
1. Cuma hutbesinin
dışındaki hutbelere de hamdu sena.ile başlamak meşrudur.
2. Allah teâta ve
tekaddes hazretleri Mekke ehlini kötü niyetli kimselerin tuzaklarından ve
zâlimlerin saldırısından korumuştur.
3. Allah teâla sadece Resûl-i
Ekrem'ine mahsus olmak üzere Mekke'de savaş yapmayı Mekke'nin Fethi gününde
bir süre helâl kılmıştır.
4. İzhîr bitkisinin
dışında Mekke'nin bitkilerini ve ağaçlarını kesmek ya da koparmak haramdır.
5. Mekke'nin bitkilerini
kesmenin haramlığı konusunda, o bitkinin kendi' kendine yetişmesi ile bir insan
eliyle yetiştirilmiş olması arasında bir fark olmadığı gibi kesen kimsenin
ihramlı veya ihramsız olması arasında da bir fark yoktur. İmam Şafiî bu
görüştedir. Ulemânın büyük çoğunluğuna göre ise bu haram sadece kendi kendine
yetişen bitkiler için insanlar tarafından yetiştirilmiş olan bitkilerin kesilmesinde
haramlık söz konusu değildir.
Mekke'de yetişen ağaçlan kesen
kimseye verilecek cezanın cinsi ve miktarı konusu da ulemâ arasında
ihtilaflıdır. Ebû Hanife hazretlerine göre bu kimseye bir kurban değerinde
fidye lâzım gelir. İmam Şafiî ile İmam Ahmed'e göre ise, büyük ağaçlar için bir
sığır, küçük ağaçlar içinse bir koyun gerekir. İmam Mâlik ile Atâ ve Ebû Sevr'e
göre ise, Mekke'nin ağaçlarını ya da bitkilerini kesmeden dolayı bir fidye
lâzım gelmezse de bu yasağı çiğneyen kimse günah işlemiş olacağından tevbe
etmesi gerekir. Maliki ulemâsından İbnu'l-Arabî'nin ifâdesine göre ulemâ harem
sınırları içinde bulunan ağaçları kesmenin haram olduğunda ittifak etmişlerdir.
Ancak İmam Şafiî ağaç budaklarından misvak kesmekte sakınca görmemiştir. Yine
İmam Şafiî ağaca zarar vermemek şartıyla yapraklarını ve meyvesini toplamakta
bir sakınca görmemiştir. Atâ ile Mücâhid de bu görüştedirler. Sözü geçen bu
iki ilim adamı ile İmam Şafiî Harem sınırlan içerisindeki dikenleri kesmeyi de
caiz görmüşlerdir. Çünkü diken tabiatı cihetiyle insanları rahatsız edici
olduğundan Harem sınırlan içerisinde öldürülmelerine izin verilen delice,
karga, fare, akreb ve yırtıcı köpeğe benzetilmiştir. Ulemânın büyük
çoğunluğuna göre ise, Harem sınırları içerisinde kalan dikenleri kesmek de
haramdır. Çünkü İbn Abbâs'dan gelen bir hadis-i şerifte "Fetihden sonra
(artık Mekke'den Medine'ye) hicret yoktur. (Bundan sonra) Mekke'den yalnız
cihad kastiyle ve (faziletlere erişmek) niyetti) ile çıkılabilir. Binaenaleyh
(devlet tarafından) cihada davet olunduğunuzda hemen icabet ediniz. Allah bu
Mekke'yi gökler ve yerler yaratıldığı günden beri hürmet edilmesi gerekli olan
bir şehir kılmıştır. Burası Allah teâlâ'nın haram kılması sebebiyle kıyamete
kadar hürmet edilmesi gereken bir yerdir. Benden önce burada savaş yapılması
kimseye helâl kılınmamıştır. Benim için de yalnız bir günün gündüzünden belli
bir süre helal kılınmıştır. (Artık bundan sonra) burası Allah'ın haram kılması
sebebiyle kıyamet gününe kadar muhteremdir hürmet edilmesi gereken yerdir;
diken(ler)i de kesilmez"[308] diye buyurmuştur.
Şafiî ulemâsının bazısı da
Harem sınırları içerisinde bulunan dikenleri kesmenin haram olduğu görüşünü
savunmuşlardır. el-Mutevelli ile Nevevî de bu görüşün isabetli olduğunu
söylemişlerdir. Bu görüşte olan ulemâya göre Harem dahilinde bulunan dikenleri
kesmenin haram olduğuna dair nass bulunduğu halde kıyasa baş vurarak haram
olmadığı hükmüne varmak, ilmî değerden yoksundur. Çünkü hakkında nass bulunan
bir meselede içtihada izin yoktur.[309] Hatta Harem sınırlan içerisindeki
dikenleri kesmenin haram olduğuna dair nass olmasa bile, yine de delil bulmak
mümkündür. Çünkü "Harem sınırları içerisinde bulunan ağaçların,
bitkilerin pekçoğunu kesmek haram olduğuna göre dikenleri kesmek de
haramdır" diye bir hüküm çıkarılabilir. Hele dikeni delice, karga, fare,
akrep ve yırtıcı köpeğe kıyas ederek onu kesmenin caiz olduğu hükmüne varmak
ise, tamamen yanlıştır.
Hanbelî ulemâsından İbn
Kudâme'ye göre, "İnsanların eli değmeden kendiliğinden kırılıp düşen ağaç
dallarından ve kopup düşen ağaç yapraklarından faydalanmakta herhangi bir
sakınca yoktur. İmam Ahmed'de bu görüştedir. Bu konuda ulemâ arasında her hangi
bir ihtilaf yoktur"[310] Hanefî ulemâsından Aynî de bu konuda şunları söylüyor:
"İlim adamları Harem sınırları içerisinde insan eliyle yetiştirilmiş olan
bakla ve ekin gibi bitkileri koparmayı caiz görmüşlerdir."[311]
6. Yine Mekke sınırları
içerisinde bulunan av hayvanlarını ürkütmek haramdır. Çünkü bu ürkütme korkuyla
kaçan hayvanın telefine sebeb olabilir. Söz konusu hayvanları ürkütmek haram
olunca, onları avlamanın da haram olduğunu söylemeye lüzum yoktur.
Hanbelî ulemâsından İbn
Kudâme'nin açıklamasına göre, vücudunun bir kısmı haram sınırları içerisinde
bir kısmı da haram sınırları dışında bulunan bir hayvanı o halde iken avlayan
kimsenin de o hayvanın değeri kadar bir fidyeyi tasadduk etmesi gerekir. Ebû
Sevr ile re'y taraftarları da bu görüştedirler. Bu hayvanları ürküterek kaçınp
da kaçarken bir yere çarparak telef olmalarına sebebiyet veren bir kimse de o
hayvanın kıymeti kadar fidye öder. Hayvanın bu şekilde ölmesine sebeb olan
kimse kurmuş olduğu tuzağıyla veya ağıyla hayvanın ölümüne sebeb olan bir
avcıya benzetilmiştir. Fakat ürken hayvan sükûnet bulduktan sonra kendisine
isabet eden bir darbe ya da benzeri bir sebeble ölecek olursa ürküten kimseye
bu hareketinden dolayı herhangi bir ceza lâzım gelmez. İmam Ahmed ile Ebû Sevr
bu görüştedirler. Nitekim Hz. Ömer'den rivayet edilen şu haber de hu gerçeği
ifade etmektedir.
"Bir gün Hz. Ömer cübbesi
üzerindeki bir güvercini uçurur, o güvercin gibi yüksekçe bir yere konar, o
anda orada bulunan bir yılan da fırsatı değerlendirip güvercini yakalar ve
midesine indirir. Bunun üzerine Hz. Ömer gidip bu durumu Hz. Osman'la Nâfi b.
Abdi'1-Haris'e anlatır. Onlar da Hz. Ömer'in fidye olarak bir koyun tasadduk
etmesi lâzım geldiğini söylerler."[312]
Hz. Ömer'in bu hadisesine
benzer bir olayı da İbn Ebi Şeybe şu mânâya gelen lâfızlarla naklediyor:
"Bir evin üzerinde durmakta olan bir güvercin Hz. Ömer'in eli üzerine
pislemişti. Hz. Ömer onu uçurdu o da ileride bulunan bir evin üzerine kondu,
orada bulunan bir yılan da onu yakalayıp yedi. Bunun üzerine Hz. Ömer kendi
üzerine bir koyun değerinde fidye takdir etti."
Bu hadisenin bir benzeri Hz.
Osman'dan da rivayet olunmuştur. Biz 1849-1852 numaralı hadislerin şerhinde bu
mevzu ile ilgili yeterli açıklamayı yaptığımızdan burada tekrar ayrıntılara
girmeye lüzum görmüyoruz.
7. îlan etme niyyeti olmadan
Mekke'de bulunan bir yitiği yerinde nalmak caiz olmadığı gibi uygun görülen bir
süre içerisinde ilân edildikten sonra sahibi bulunmadığı için onun adına
tasadduk etmek de caiz değildir. Ulemânın büyük çoğunluğu bu görüştedirler.
Oysa Mekke dışında bulunan yitikler belirli bir süre ilân edildikten sonra sahipleri
çıkmadığı takdirde onlar hesbına tasadduk edilirler.
Mâlikî ulemâsıyla,
Şafiî'lerden bazılarına göre ise, Mekke'de bulunan yitikler de uygun görülen
bir süre içerisinde ilân edildikten sonra diğer memleketlerde bulunan mallar
gibi sahipleri hesabına tasadduk edilebilirler. Ebü Dâvûd hadisinde Mekke'de
bulunan yitikleri ilân etme niyyeti dışında yerlerinden almanın
yasaklanmasından maksat, onları ilan etmeye özel bir itina gösterilmesini
istemekten başka bir şey değildir. Çünkü yitik sahibi bir süre sonra
memleketine döner ve çoğu zaman da bir daha Mekke'ye gelme imkânı bulamaz,
dolayısıyla yitiğinin kimin eline geçtiğinden haberdâr olması zorlaşır. İşte bu
sebepten Mekke'de bulunan bu yitiklerin çok mübalağalı bir şekilde ilânını
istemekten başka birşey değildir.
Bu konuda İbnu'l-Münir'de
şunları söylüyor: "Çoğu zaman Mekke'de yitik bulan bir kimse onun
sahibini bulmaktan ümidini keser. Hatta sahibi de onu bulmaktan ümidini keser.
Bu sebeble yitiği, bulan kimse onu ilâna bile lüzum görmeden tasadduk etmeye
kalkar. îşte hadis-i şerifte ilan etme niyyetinin dışında Mekke'de bulunan
yitikleri kimsenin alamayacağı ifade edilmekte, böyle yanlış bir kanaate
kapılan kimseler uyarılmak ve orada bulunan yitiklerin diğer memleketlerde
bulunan yitiklere nisbetle daha titiz ve canlı bir şekilde ilan edilmeleri
sağlanmak istenmektedir."
8. Hadisleri yazı ile tesbit
etmek, icmâ ile caizdir.[313]
2018. ...İbn Abbâs
(r.a.)'dan rivayet edildiğine göre (Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem) şu
(bir önceki hadiste Mekke'niriha-rem kılınışı) hadise(si ile ilgili sözleri)
içerisinde (şu cümleyi de) söylemiştir: "(Mekke'nin) Yaş otu da
kesilmez."[314]
Metinde geçen kelimesi
"yaş ot" anlamına gelir. Burada özellikle yaş otun zikredilmiş olması
Mekke'nin kuru otlarının kopartabileceğine işarettir. Şâfiîlerden rivayet olunan
iki görüşten en sahih olanı da budur. Çünkü kuru ot, ölü av mesabesindedir.
Hanbelî ulemâsından İbn Kudâme diyor ki: "Lakin hadiste iz-, hir'in
istisna edilmesi kuru ot koparmanın da haram kılındığına işarettir. Ebu
Hureyre'den gelen rivayetlerin birinde "Mekke'nin kuru otu da
koparılamaz" buyurulmuş olması da bunu gösterir"[315]
Mekke’nin yaş otlarını kesmek
haramdır. İmam Malik ile Küfe uleması, Ebu Hanıfe
ve imam Muhammed bu görüştedirler. Aynı zamanda bu görüş İmam Ahmed'den
rivayet olunmuştur. İmam Şafiî ile İmam Ahmed'in diğer bir görüşüne göre ise,
hayvanların maslahatı için yaş otların hayvanlara otlatılmasında bir sakınca
yoktur. Halkın tatbikatı da böyledir. Kuru otlara gelince bunların
kesilmesinde ya da koparılmasında herhangi bir sakınca söz konusu değildir.
Hadis ulemâsından Hattâbî,
Şafiî mezhebinin bu konudaki görüşünü şöyle ifade ediyor: "Kuru otlara
bakılır; eğer koparıldığı zaman yerine yenisi gelecekse, onları koparmak
caizdir, yerine yenisinin gelmesi mümkün değilse, koparılamaz. Ağaç yaprakları
da böyledir. Yerine yenisi gelmesi mümkün olmayan bir kuru otu ya da yaprağı
koparan kimseye ise, fidye lâzım gelir.[316]
2019. ...Âişe
(r.anhâ)'dan; demiştir ki: Ben Resûl-i Ekrem'e hitaben:
Ya Resûlullah, biz Minâ'da seni
güneşten koruyacak bir ev yahut bir bina yapalım mi?" dedim de (bana);
"Hayır, orası önce
gelenin devesini çökertme yeridir" buyurdu.[317]
Minâ'da Resûl-i Ekrem'in
barınması için yapılan çadır güneşin hararetinden korunmak için yeterli
olmadığından Hz. Peygamber için kendisini güneşin yakıcı sıcaklığına karşı
koruyabilecek şekilde sağlam bir ev yapmak isteyenler olmuşsa da Resûl-i Ekrem
Efendimiz halkın kendisini örnek alarak Minâ'ya bir çok evler yapacaklarını
bunun neticesinde de orada bir darlık meydana geleceğini, dolayısıyla halkın
Minâ'da kurban kesme, cemrelere taş atma gibi fiilleri yapmakta zorluk
çekeceklerini düşünerek "hayır orası önce gelenin devesini çökertme
yeridir" buyurmak suretiyle buna izin vermemiş ve oranın tüm halk için
ayrılmış bir yer olduğunu hiç bir yerinin hiçbir kimseye devamlı olarak tahsis
edilemeyeceğini bildirmiştir.[318]
Minâ'da herhangi bir kimsenin
barınması için ev-bark yapmak caiz değildir.Ancak ne yazık ki
günümüzün müslümanları Resûl-i Ekrem'in sünnetine muhalefet ederek Minâ'da ev
yapma yarışına girmişlerdir. La havle vela kuvvete illâ billâh. "Resûl-i
Ekrem orada devamlı kalmayacağı için kendisine bir ev yapılmasına izin
vermemiştir," diye hadisi te'vil etmek doğru değildir. Çünkü bu şekilde
bir te'vil, ancak Resûl-i Ekrem'in orada ev yapılmasını meneden massına
aykırıdır.[319]
2020. ...Ya'Ia b. Ümeyye
(demiştir ki: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Harem dâhilinde gıda
maddeleri karaborsacılığı yapmak orada zulüm yapmaktır."[320]
İhtikâr (karaborsa); birşeyi
azaltarak kıymet kazanması için saklamak demektir.
Fıkıhta ise, "insanların
ve ehlî hayvanların yiyecek içeceklerini ve hayat için zarûrû malları satın
alıp kıymetleri yükselir diye kırk gün saklamak" demektir. Binaenaleyh
ihtikâr dinimizce haram kılınmıştır. İhtikârın kirk gün ile sınırlandırılması
ihtikârcıya verilecek cezanın gerçekleşmesi ile ilgilidir. Yoksa bir gün bile
ihtikâr yapan kimse günahkâr olur. Bu hüküm her memleket için geçerlidir. Ancak
bu suç Harem-i Şerîf içerisinde işlenecek olursa cezası daha da büyük olur. Bu
sebeple Allah t'eâlâ ve tekaddes hazretleri Kur'ân-ı Keriminde "Kim orada
zulm ile ilhada yellenirse biz ona pek acıklı bir azab tattırırız."
buyuruyor.[321]
Metinde geçen
"ilhâd" kelimesi lügatte "hak"dan sapmak anlamına gelirse
de, burada zulüm anlamına kullanılmıştır. Çünkü Mekke arazisi ziraate elverişli
olmadığından orada bulunan kimseler rızık-te'mininde fevkalade güçlük
çekmektediler. Bu sebeble orada yapılan karaborsacılık tam manâsıyla .zulümdür.
Bu hadis, senedinde Cafer,
Umâre, Musa gibi kimlikleri meçhul kişiler bulunduğundan zayıftır.[322]
2021. ...Bekr b.
Abdillah dedi ki: Bir adam İbn Abbâs'a (gelerek):
Şu Beyt'in ehline ne oluyor da
amcalarının oğullan (hacılara) süt, bal ve kavut sunarlarken bunlar nebîz
sunuyorlar. Onlarda cimrilik mi var yoksa muhtaç mıdırlar? dedi. İbn Abbas
(r.a.) da:
Biz ne cimriyiz, ne de muhtaç!
Fakat (birgün) Resûlulah sallal-lahu aleyhi ve sellem terkisinde Üsâme b. Zeyd
olduğu halde (yanımıza) geldi de içecek (bir su) istedi. Bunun üzerine
kendisine bir üzüm şerbeti getirildi, o bunu içti ve artanını da Üsâme'ye
sundu. Üsâme de onu içti. Sonra Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem:
"Aferin size, ne iyi
ettiniz! Hep böyle yapın" buyurdu. İşte biz de böyle (yapıyoruz)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin buyruğunu değiştirmek istemiyoruz dedi.[323]
Sikâye Mekke'de hacıların
suyunu te'min etme ve Zemzem suyuna bakma vazifesidir. Ezrâki'nin ve Ibn
Ishak'-ın açıklamalarına göre Hz. Peygamber'in dedelerinden Abdü Menâf tulumlarla
Mekke'ye su taşır, bunları Kabe'nin avlusunda deriden yapılmış büyük havuzlarda
hacılar için muhafaza ederdi. Daha sonra bu görev oğlu Hâşim'e Hâşim'den de
Abdulmuttalib'e intikal etmişti. Abdulmüttalib satın aldığı kuru üzümleri bu su
deposuna atarak elde ettiği şerbeti hacılara dağıtmaya başladı.
Abdulmüttalib'den sonra bu görevi oğlu Hz. Abbas üstlendi. Nihayet İslâm
devrinde de Hz. Peygamber bu görevi yine Hz. Abbâs'ın yürütmesini uygun
görmüştü. Hz. Abbâs bu görevi yürütürken bir gün Resûl-i Ekrem'e de bu üzüm
şerbetinden sunmuş, Resûl-i Ekrem'de bunu çok beğenmiş ona her zaman hacılara
böyle üzüm şerbeti sunmasını tavsiye etmişti.
Nebîz: Hurma ve kuru üzümden
yapılan bir nevi hoşaftır Buna lisanımızda bazı yerlerde "tükenmez"
diyorlar ki, muhtelif meyveleri küpe veya fıçıya doldurarak üzerine su koymak
suretiyle yapılır. Birkaç gün bekledikten sonra tükenmez kemâle gelir.
Meyvaların tadı ve ekşisi suya çıkarılarak içilmesi hoş bir şerbet olur.
Resûlullah (s.a.) iki nevi bir araya karıştırarak nebîz yapmayı yasak etmiştir.
Kuru hurma ile koruk hurma karıştırılmayacak, bunlardan yalnız bir tanesinden
meselâ, yalnız kuru hurmadan yahut yalnız kuru üzümden nebiz yapılabilecektir.
Bunun sebebini ulemâ şöyle izah etmiştir. İki cins bir yere karıştıralacak
olursa, tadı değişmeden hemen sarhoş etme hassası meydana çıkar, içen kimse
onu müskir değil (sarhoş etmez) zannederek içer ve tabii bilmeden içki içmiş
olur. Buradaki yasaklama hakkında Nevevî şunları söylemiştir: "Bizim mezhebimizle
cumhurun mezhebine göre buradaki nehy, kerâhet-i tenzihiyye içindir, sarhoşluk
vermedikçe Nebîzi içmek haram değildir. Cumhur-ı ulemâ buna kaildir.
Mâlikîler'den bazısı haram olduğunu söylemiştir. Ebû Hani-fe ile bir rivayette
Ebû Yûsuf: "Bunda bir kerahet ve bir beis yoktur. Çünkü tek başına bir
neviden yapıldığında içilmesi helal olan nebiz, başka nevi ile karıştırıldığı
zaman da helâldir" demişlerdir. Cumhur, Ebû Hani-fe'nin bu sözünü
reddetmiş, bu şeriat sahibine muhalefettir, demişlerdir. Filhakika bunu
yasaklayan sahih ve sarih hadisler rivayet olunmuştur. Haram değilse de mekruh
olur."[324]
1. Ciddi bir meselede kapalı
kalan kısımları o konuda yetkili bir kimseye sormak müstehabdır.
2. Kendisine soru sorulan bir
kimsenin meseleyi ciddiye alarak doyurucu bilgi vermeye çalışması gerekir.
3. Hayvan güçlü olduğu takdirde
bir kimsenin başka bir kimseyi terkisine almasında bir sakınca yoktur.
4. İdareci durumunda olan
kimselerin zaman zaman bazı ihsanlarda bulunarak idaresi altında bulunan
kimseleri sevindirmesi meşrudur.
5. Hacılara su dağıtma görevini
yürütmek çok faziletlidir.
6. Hacıların sikâye görevini
yüklenmiş olan kimselerin dağıttığı sudan içmeleri müstehabtır.
7. Hacılara su dağıtma
görevini yürüten kimseleri yaptıkları bu işten dolayı medh-ü senada bulunmak
müstehabdır.[325]
2022. ...Abdurrahman b.
Humeyd'den rivayet olunduğuna göre kendisi Ömer b. Abdilaziz'i, Sâib b.
Yezîd'e:
Sen hiç Mekke'de ikâmetle
ilgili bir şey işittin mi? diye soru sorarken işitmiş. Sâib de (şöyle) cevap
vermiş:
Bana Îbnu'l-Hadramî'(nin)
naklettiğine göre) kendisi Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i,
"Muhacirler için sader
tavafından sonra (Mekke'de) üç (gün) kalma (hakkı) vardır" buyururken
işitmiş.[326]
Mekke fethedilmeden önce
Mekke'li muhacirlerin Mekke'de ikâmet etmeleri haram
kılınmıştı. Sonraları hac
ve umre sebebiyle Mekke'ye
girenlere hac ibâdetlerini bitirdikleri vakit Mekke'de sadece üç gün
kalmalarına izin verildi. Şafiî ulemâsından Nevevî'ye göre bu hadisin mânâsı
Mekke'den Medine'ye hicret edenlere bir daha Mekke'ye yerleşmelerinin haram kılınmasıdır.[327] Kadı İyaz'ın ifadesine göre cumhûr-ı
ulemâda bu görüştedir. Ancak Resûl-i Ekrem'in Medine dışında istedikleri yerde
oturmalarına iziri verdiği kimseler bu hükmün dışındadırlar.
Maliki ulemâsından Kurtubî'nin
beyânına göre bu hadiste söz konusu olan kimseler Resûl-i Ekrem'e yardım etmek
gayesiyle Mekke'den Medine'ye gelen muhacirlerdir. Bunların Hac farizasını ifâ
ettikten sonra Mekke'de üç günden fazla kalmaları caiz değildir. Medine'ye
Mekke'nin dışında başka bir beldeden göç etmiş olan muhacirler bu hükme dahil
değillerdir.
Ulemâdan bir kısmı da
Mekke'nin fethinden sonra muhacirlerin Mekke'ye yerleşmelerini caiz görmüş bu
hadisin hicretin vâcib olduğu zamanlara mahsûs olduğunu söylemiştir. Mekke'nin
fethinden önce hicretin vâcib olduğunda bütün ulemâ görüş birliğine varmıştır.
Muhacir olmayanların istedikleri yerde yaşayabileceklerinde de ittifak vardır.
Muhacirlere Mekke'de kalmak için verilen üç günlük izin ikâmet hükmüne girmez.
Onlar yine müsâfir sayılırlar. İnancından dolayı bir yerden kaçan kimsenin kendisi
için mevcut tehlike ortadan kalktıktan sonra oraya dönüp dönemeyeceği meselesi
de ulemâ arasında ihtilaflıdır. Bazılarına göre eğer bu kimse Allah ve Resulüne
hizmet için memleketini terketmiş gitmiş ise, muhacirler hükmündedir. Bir daha
oraya dönemez, fakat göç ederken maksadı memleketini terk değil de sadece
inancını korumak idiyse fitne dindikten sonra oraya dönebilir. Hafız İbn Hacer
de bu görüştedir.[328]
2023. ...Abdullah b.
Ömer'den rivayet olunduğuna göre Resûlullah sallalahu aleyhi ve sellem, Üsânıe
b. Zeyd, Kabe hizmetçisi Osman b. Talha ve Bilâl ile birlikte Kabe'ye girmiş,
(Osman) Kabe'nin kapısını üzerilerine kapamış (Peygamber sallal'ahu aleyhi ve
sellem yanındakilerle birlikte) orada bir süre durmuş. İbn Ömer demiştir ki:
Çıktığı vakit BilaPe;
"Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)' ne yaptı?" diye sordum.
Bir direk soluna, iki direk
sağına üç direk de arkasına aldı, o gün Beyt altı direk üzerinde idi.. Sonra
namaz kıldı, cevabını verdi.[330]
Kabe'den maksat Mekke-i
Mükerreme'de bulunan Beyt-i şerîfUr Allah teâlâ ye tekaddes
hazretleri bu hususu Kur'an-ı Kerîminde şöyle ifâde ediyor: "Allah
hürmetli ev Kâbeyi, hürmetli ayı, kurbanı, boynu tasmah kurbanlıkları
insanların faydası için ortaya koydu."[331]
Kabe, mavi taşlardan yapılmış
Kur'ân-ı Kerim'in ifâdesine
göre yeryüzünde insanlar için yapılmış ilk bina Kabe'dir.[332] Kabe'nin inşa tarihi ile ilgili pekçok
rivayetler vardır. Bu rivayetlerden birine göre, Hz. Âdem'in tevbesi Allah
tarafından kabul edilince o Allah'a şöyle yalvarmıştır: "Allah'ım ben
burada cennetteki ibadetten mahrumum." Bunun üzerine Allah bir vahyle Hz.
Âdem'e şöyle diyor: "Sen de gökteki meleklerin camisi gibi bir camiyi
yeryüzünde inşa et ve melekler gibi sen de ibâdetini yap" melekler Hz.
Adem'in yardımına gelirler ve böylece Hz. Adem Mekke'de Kabe'yi inşa eder.[333]
Ezrakî de "Mekke
Tarihi" isimli eserinde Kabe Tarihi ile ilgili olarak bazı rivayetler
naklediyor ki bunlardan bazıları şöyledir:
1. Hz. Âdem'in vefatından sonra
Allah Kabe'yi göğe çekti ve daha sonra Hz. İbrahim bunun yerine yeni bir Kabe
inşa etti.
2. Kabe Hz. Nuh zamanındaki
tufan zamanında göğe çekildi.
3. Kabe tufan zamanında yıkıldı
harâb oldu.
4. Hz. Adem Kabe'yi elmas, inci
vs. gibi çok değerli olan taşlardan bina etmişti fakat Hz. Adem'in ölümünden
sonra Kabe göğe çekildi ve çocukları bunun yerine âdi taş ve topraktan Kabe'yi
yeniden inşa ettiler.
O halde geçmişe ait ve
kesinlikle bilinemeyecek şeyleri bir kenara koymalıdır. Her halükârda Hz. Nuh
zamanındaki tufandan sonra Hz. İbrahim'e kadar Kabe'nin hiç bir izine
rastlanmamaktadır.
Bir gün Allah Teâlâ Hz.
İbrahim'e Kabe'yi yeniden inşaletmesini vahyle bildirdi. Hz. İbrahim "Ya
Rabbi ben Hz. Adem zamanında Kabe'nin nerede olduğunu bilmiyorum" dedi.
Allah (c.c.) O'na, "Önünde hareket hâlinde olan şu buluta bak, ve onu
takib et. O nerede durursa gölgesinin düştüğü yerde Kabe'yi yeniden inşa
et" dedi. Hz. İbrahim o bulutun gölgesini tâkibederek Mekke'ye kadar
gitti. Mekke'ye varınca bulut durdu, "Hz. İbrahim bu bulutun gölgesinin
düştüğü yerlerin ölçüsünü aldı ve temelleri kazmaya başlayarak Kabe'yi inşa
etti ve ondan sonra o bulut da kayboldu. Başka rivayetlere göre Hz. İbrahim'e
yardım etmek için melekler de gelmiştir.[334]
Kur'an-ı Kerim'de Kabe'yi inşâ
edenlerin Hz. İbrahim'le oğlu olduğu belirtilmektedir: "Hani İbrahim ve
İsmail Kabe'nin temellerini yükseltiyordu, "Rabbimiz, yaptığımızı kabul
buyur, şüphesiz ki sen hem işitir, hem bilirsin," dediler."[335]
Bu durumda Kabe'nin ikinci
yapıcısı Hz. İbrahim'in kendisi olmaktadır.
Kıymetli âlimimiz Kâmil Miras
bu konudaki görüşlerini şu cümlelerle ifade etmektedir: "Beyt-i Muazzamın
inşasını emreden Allahuzülcelal,mü-belliği ve mühendisi Cibril, ilk banisi
İbrahim Halil, muavini de İsmail olduğu en sahih rivayet olarak kabul edilmek
icab eder."[336]
Hz. Peygamber'in büyük dedesi
Kusayy zamanında tamir edilen Kabe Hz. Peygamber'in gençliğinde de yeni bir
tamir görmüştür. Nitekim bu sırada Hacerü'l-esved'i yerine yerleştirme şerefi
Hz. Peygamber'e nasib olmuştur.
Emevîler zamanında özellikle
Haccâc b. Yusuf zamanında harpler ve isyanlar dolayısıyla Kabe iki defa harap
bir vaziyete gelmiş ve yeniden tamir edilmiştir. Kanunî başta olmak üzere
Osmanlı Sultanları da Kabe'nin tâmiriyle yakından ilgilenmiştir. Bu tamirler
dolayısıyla Kabe'nin binası zaman içinde değişikliklere uğramıştır. Zaten
mukaddes olan, Kabe'nin yapısı değil, üzerinde bulunduğu arsadır.
Resûl-i Ekrem (s.a.)'in fetih
günü Kabe'ye girişi Buhârî'nin rivayetinde şu mânâya gelen lâfızlarla
anlatılmaktadır: Resûlullah (s.a.) Fetih günü Mekke'ye devesi üzerinde
Mekke'nin yukarı kısmından girdi. Terkisinde Üsâme b. Zeyd, etrafında da Bilâl
ile Osman b. Talha vardı. Nihayet hayvanını mescitte çöktürdü ve Kabe'nin
anahtarlarının kendisine getirilmesini emretti. Osman (anahtarları getirip
Kabe'nin kapısını) açtı, Resûlullah da Üsâme, Bilâl ve Osman'la birlikte
Kabe'ye girdi uzun süre orada kaldı, sonra dışarı çıktı."[337]
Resûl-i Ekrem Kabe'ye girerken
yanına çok sevdiği Zeyd'in oğlu olduğu için Üsâme'yi, müezzini olduğu için Hz.
Bilâl'i, Kabe'nin hizmetçisi olduğu için de Osman b. Talha'yı almıştır. Hz.
Osman Kabe'nin anahtarını sunduktan sonra Resûl-i Ekrem: "Ey Ebû Talha
oğulları, ebediyyen sizde kalmak üzere bu anahtarı alınız!" buyururak
Osman'a vermiştir.
Kabe'nin içine girdikten sonra
kapıyı üzerlerine kapatmalarının hikmeti ise izdihamı önlemek yahut da
kalblerinin sükûnet bulup tam bir huşû'a ermesini te'min etmektir.
Her ne kadar bu hadis-i
şerifte Abdullah b. Ömer'in Resûlullah (s.a.) ve yanındakiler Kabe'den çıkınca
ilk defa Hz. bilâl'e: "Resûlullah ne yaptı?" diye sorduğu ifâde
ediliyorsa da, Ebû Avâne'nin el-A'lâ b. Abdirrah-mân vasıtasıyla tbn Ömer'den
rivayet ettiği bir hadiste İbn Ömer'in bu soruyu H^. Bilâl'le birlikte Hz.
Üsâme'ye de yönelttiği ifâde edilmektedir.[338] Bu durum iki hadis arasında bir çelişki
bulunduğunu göstermez. Çünkü Hz. İbn Ömer'in önce bu soruyu Hz. Bilâl'e
sorduğu, aldığı cevabı te'yid ettirmek maksadıyla aynı soruyu bir de Hz.
Üsâme'ye yöneltmiş olduğu düşünülebilir.
Konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd
hadisinde Resûl-i Ekrem Kabe'de direğin birini soluna, ikisini de sağına alarak
namaz kıldığı, ifâde ediliyorsa da Buhârî'nin Abdullah b. Yusuf kanalıyla
Mâlik'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte bir direk sağına, bir direk de
soluna alarak namazı kıldığı ifâde edilmektedir.[339]
Aslında bu iki rivayet
arasında bir çelişki bulunduğunu zannetmek doğru değildir. Çünkü konumuzu
teşkil eden Ebû Dâvûd hadisi Kabe'nin Hz. Peygamber zamanındaki haline göre
rivayet edilmiştir. Çünkü metinde de ifâde edildiği gibi, "Kabe'nin
içinde o zaman altı direk vardı."
Buhârî hadisi ise Kabe'nin
râvi Mâlik zamanındaki haliyle.ilgilidir. Çünkü o zaman Kabe içindeki
direklerden biri alınmış ve beş direk kalmıştı. Nitekim metinde geçen, "O
gün Beyt-i Şerif, altı direk üzerinde idi" cümlesi de Kabe içindeki
direklerin sayısının sonradan değiştiğini ifade etmektedir.
Kirmanı bu durumu şöyle
açıklıyor: "Direk lâfzı cinstir; bire de ikiye de ihtimali vardır.
Binaenaleyh mücmeldir. Bu mücmeli Mâlik, İsmail b. Ebi Üveys rivayetinde açıkça
beyân etmiş, sağındaki direklerin iki olduğunu söylemiştir."[340] Bazıları rivâyetlerdeki ihtilâfa
bakarak vakanın ayrı ayrı zamanlarda iki defa cereyan ettiğine kail
olmuşlardır. Bir rivayette de Re-sûlullah (s.a.)'ın iki direk sağına, iki
soluna, üç de arkasına alarak namaz kıldığı bildirilmiştir. Bu takdirde
direklerin yedi olması icabed ederse de nefs-i hadisde "o gün Beyt-i Şerîf
altı direk üzerindeydi" denilmesi bu rivayeti reddeder.[341]
Buhârî'nin Hz. Bilâl'den
rivayet ettiği bir hadis-i şerifte de Resûl-i Ekrem'in Kabe'deki namazı, Yemânî
rükünler arasında bulunan iki direk arasinda kıldığı ifade edilerek[342] Resûl-i Ekrem'in sağında ve solunda birer
direk bulunduğu bildirilmişse de aslında burada direğin biri ya diğer iki
direkle aynı hizada bulunmadığından, ya da Resûl-i Ekrem namazı O'na karşı
kıldığından zikredilmemiştir.
İleride tercümesini
sunacağımız 2026 numaralı hadis-i şerif ile Zürkâ-nî'nin tahkikine göre İmam-ı
Mâlik'in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte[343] Resûl-i Ekrem'in Kabe'de iki rekat
namaz kıldığı ifâde edilirken Müslim'in rivayet ettiği diğer bir hadiste hiç
namaz kılmadığı,1 sadece !duâ ettiği ifâde edilmektedir.[344] Ayrıca ileride tercümesini sunacağımız
2027 numaralı hadis de böyledir. Bu konuda Nevevı şunları söylüyor:
"Hadis ulemâsı Resûl-i Ekrem'in Kabe'de iki rekat namaz kıldığını ifâde
eden Bilâl rivâyetiyle amel edileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü bu
rivayet bir hüküm isbat etmektedir. Aynı zamanda bu hadiste kendisine aykırı
olan hadise nisbetle daha fazla bilgi vardır. Binaenaleyh bu hadis, kendisine
aykırı olan hadislere tercih edilir.
"Hz. Bilâl "Resûl-i
Ekrem Kabe içerisinde iki rekat namaz kıldı" derken Hz. Üsâme'nin
"namaz kılmadı" demesine gelince, bunun sebebi de şudur: Kabe'ye
girip kapıyı kapadıkları vakit, herbiri duâ ile meşgul olmuş. Üsâme (r.a.)
Peygamber (s.a.)'i Beyt-i Şerifin bir tarafında duâ ederken görmüş, sonra
kendisi de Beyt'in başka bir tarafında duâ etmiştir. Hz. Bilâl Resûlullah
(s.a.)'e yakın bulunduğu için onun namaz kıldığını görmüş Üsâme ise, uzakta
bulunduğu için ve meşguliyeti sebebiyle bunu görememiştir. Zaten Resûlullah sallalahü
aleyhi ve sellem'in bu namazı hafif idi. Binaenaleyh Hz. Üsâme'nin, zannıyla
amel ederek "Namaz kılmadı" demesi caizdir. Fakat Hz. Bilâl hakikaten
namaz kıldığını görmüş ve haber vermiştir."[345]
Hz. Bilâl'in bu rivayeti
ileride gelecek olan 2027 numaralı İbn Abbas hadisine de tercih edilir. Çünkü
Hz. İbn Abbas bu hadisin içinde bizzat Resûl-i Ekrem'le birlikte bulunmamıştır.
Bu hadisi rivayet ederken bazan kardeşi Fazl'a bazan da Hz. Üsâme'ye istinad ve
itimad etmiştir.
Ayrıca Hz. Bilâl'in rivayeti
olumlu olduğu için de diğer olumsuz rivayetlere tercih edilir.[346]
1. Resûlullah (s.a.) hayatta
olduğu halde bir sahabının diğer bir sanabıden hadis rivayet etmesi caizdir.
2. Daha faziletli bir kimse
varken aynı dercede faziletli olmayan başka bir kimseye haber sorup onun
vereceği haberle yetinmek caizdir. Çünkü İbn Ömer, Resûl-i Ekrem dururken
Kabe'den ne yaptıklarını Hz. Bilâl'e sormuştur.
3. Hz. İbn Ömer, Hz. Peygamberin
sünnetini araştırmak ve sünnete uymak hususunda son derece hırslı idi.
4. Hacı olsun veya
olmasın bir kimsenin Kabe'ye girmesi müstehab-tır. Taberânfnin
el-Mu'cem'ul-kebîri'inde Abdullah b. Müemmil'den rivayet ettiği zayıf bir
hadiste şöyle buyuruluyor: "Beyt-i Şerife giren bir kimse bir iyiliğin
içine girmiş ve bir kötülüğün dışına çıkmış olur. O kimse Beyt'ten çıkarken
günahları bağışlanmış olarak çıkar."[347] Ulemânın büyük çoğunluğuna göre
Kabe'ye girmek hac ibadetinden değildir. Çünkü İbn Abbas (r.a.); "Ey
insanlar Beyt-i Şerife girmenizin hacla hiç bir ilgisi yoktur."
buyurmuştur.[348] Nitekim şu hadis-i şerifte bu gerçek, açıkça ifade edilmektedir:
"Keşke girmeseydim, çünkü ümmetime güçlük çıkarmış olmaktan
korkuyorum"[349]
Beyt-i Şerîf'e girerken son
derece alçak gönüllü edepli olmalı ve göz secde yerinden ayrılmamalıdır.
Nitekim Salim b. Abdillah'm Hz. Âişe'den naklettiği bir hadis şu mealdedir:
"Şu Müslüman kimseye hayret ediyorum, Kabe'ye giriyor da Allah Teâlayı
tazim maksadıyla gözünü secde mahallinden ayırıp tavana dikiyor. Oysa
Resûlullah (s.a.) Kabe'ye girdiği zaman çıkıncaya kadar gözünü secde
mahallinden ayırmadı."[350]
5. Kabe içinde namaz kılmak
müstehabdır. Ancak bu meselenin ayrıntıları ulemâ arasında ihtilaflıdır.
Hanefî ulemâsıyla, İmam Şafiî, Ah-med, Sevrî ve cumhûr-ı ulemâya göre Kabe
içerisinde farz ya da nafile namaz kılmak caizdir; İbn Abdilhakîm el-Malikî de
bu görüştedir. İbn Abdilber ile İbnu'l-Arabî de bu görüşü doğrulamaktadırlar.
Delilleri ise, konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisidir. Sözü geçen ulemâya
göre sıhhat bakımından nafile namazlarla farz namazlar arasında bir fark
olmadığı gibi, mescid olması itibariyle Kabe nafile namazları kılmaya müsâid
olduğu gibi farz namazları kılmak için de müsaittir. Bu hususta Kabe'nin
içi.ile dışı arasında bir fark olmaması gerekir.
İmam Mâlik'e göre ise, Kabe
içerisinde nafile namazın dışında bir namaz kılmak caiz değildir. Bu görüş İmam
Ahmed'den de rivayet olunmuştur. Delilleri ise şu âyet-i kerimedir:
"Artık yüzünü Mescid-i Haram semtine çevir bulunduğunuz yerde yüzlerinizi
o yöne çevirin."[351] Çünkü Kabe'nin içinde namaz kılarken Kabe'ye yönelmek
gerçekleşmiyor. Bu bakımdan farz namazları Kabe'de kılmak âiz değildir. Nafile
namazlara gelince bilindiği gibi farz namazlara nisbetle nafile namazların
edasında dinen bazı kolaylıklar vardır. Oturarak kılınabilmeleri ve yolculukta
hayvan üzerinde kılınmalarının caiz olması buna misal olarak verilebilir. Bu bakımdan
Kabe'ye yönelme tam gerçekleşmese bile Kabe içinde namaz kılmak caizdir.
Binaenaleyh Kabe içinde kılınan farz namazların kesinlikle iadesi lâzım gelir.
Malikî ulemâsının meşhur olan görüşü budur.
İbn Abbas'a göre ise, Kabe
içerisinde farz veya nafile hiç bir namaz kılınamaz. Malikîlerden bazıları ile
Zâhiriyye ulemâsı bu görüştedirler. Çünkü Kabe içinde namaz kılarken Kabe'nin
bir kısmı arkada kalmış olur. Oysa matlub olan Kabe'ye yönelmektir. Sünnet-i
müekkedeler ile vitir ve bayram namazlarını Kabe içerisinde kılmak ise,
Malikîlere göre mekruhtur.
Bu görüşler içerisinde isabetli
olanın cumhurun görüşü olduğunda şüphe yoktur. Çünkü Resûl-i Ekrem (s.a.)
hiçbir zaman farz namazı Kabe içinde kılmayı yasaklamamıştır.[352]
2024. ...Şu (önceki
hadis-i şerîf) Malik'den de rivayet olunmuştur. Ancak (bu hadisi Malik'den
rivayet eden Abdurrahman b. Mehdî burada bir önceki hadisde geçen) direkleri
zikretmemiştir. (Abdurrahman b. Mehdi Malik'den naklen) dedi ki: Sonra
(Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem) namaz kıldı; kendisiyle kıble arasında
üç arşın(lık bir mesafe) vardı.[353]
Hz. Abdullah b. Ömer
Kabe'ye girince yüzü istikâmetinde ileri doğru yürümüş kapıyı arkasında
bırakarak karşısındaki duvara üç arşın kalıncaya kadar ilerler ve Hz. Bilâl'in
haber verdiği yeri bulur, orada namaz(ını) kılarmış. Binaenaleyh Kabe'nin her
hangi bir yerinde namaz kılmakta hiçbir kimse için sakınca yoktur, istediği
yerde kılabilir.[354]
2025. ...İbn Ömer (r.a.)
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem-den (2023 numaralı) Ka'nebî hadisinin
manasını rivayet etti (ve); "Ben (Kabe'de Hz. Peygamberin) kaç (rekat)
namaz kıldığını Bilâl'e sormayı unuttum" dedi.[355]
Bu hadis-i şerifi Müslim şu
mânâya gelen lâfızlarla rivâyet etmiştir: "Resülullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) beraberinde Üsâme, Bilâl ve Osman b. Talha olduğu halde
Beyt-i Şerife girdi. Sonra üzerlerine kapıyı uzun zaman kapadılar. Bilahere
kapı acıldı, içeriye ilk giren ben idim ve Bilal'e rastlayarak:
Resûlullah (s.a.) nerede namaz
kıldı? diye sordum. Bilâl:
İki ön direk arasında,
cevabını verdi. Ama Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)in kaç rekat namaz
kıldığını ona sormayı unuttum.[356]
Bu rivayetle birlikte konumuzu
teşkil eden hadis-i şerif gösteriyor ki Hz. Bilâl, Hz. İbn Ömer'e Hz.
Peygamber'in Kabe'de namaz kıldığı yeri haber vermişse de kaç rekat namaz
kıldığından bahsetmemiştir.
Halbuki Mücâhid'in İbn
Ömer'den naklettiği şu hadis-i şerif bunun aksini ifâde etmektedir. "Ben
Bilal'e Peygamber (saİlallahu aleyhi ve sellem) Kabe'de namaz kıldı mı? diye
sordum da:
Evet Beyt'e girdiği vakit şu
senin sağında bulunan iki direk arasında iki rekat namaz kildi. Sonra Kabe'den
çıktı, iki rekât da Kabe'ye doğru kıldı, cevabım verdi."[357]
Aslında bu iki rivayet
arasında çelişki yoktur. Çünkü İbn Ömer'in bu rivâyetirideki "iki
rekat" sözü kendisine aittir. Hz. Bilâl'den duymuş değildir. Ancak Hz.
Bilâl'den duyduğu sözü naklederken iki rekatten az namaz kılınamaycağım
düşünerek sözüne "iki rekat" kelimesini ilave ederek nakletmiştir.
Ayrıca Ömer b. Şeybe'nin
"Kitabı Mekke"de yine îbn Ömer'den naklen rivayet ettiği bir hadis
de şu anlamdadır: "Kabe'den çıktıkları zaman Bilâl'le karşılaştım:
Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) burada ne yaptı? diye sordum, eliyle yani şehadet ve orta
parmaklarıyla işaret ederek:
İki rekat namaz kıldı, diye
cevap verdi.[358] Ömer b. Şeybe'nin bu rivayeti de Hz. İbn Ömer'in Hz.
Bilal'e Hz. Peygamber'in kaç rekat namaz kıldığını lafzen sormadığını BilaFinde
O'na lafzen cevap vermediğini, fakat iki rekat kıldığını eliyle ifâde ettiğini
ortaya koymaktadır. Yahutta Hz. İbn Ömer "Ona kaç rekat kıldığını sormayı
unuttum" derken; iki rekattan fazla namaz kılıp kılmadığını iyice
anlayamadım, demek istemiştir.[359]
2026. ...Abdurrahman b.
Safvân'dan; demiştir ki: Ben Ömer b. Hattâb'a:
Resûlullah (sallallahu aleyhi
ve sellem) Kabe'ye girdiği zaman ne yaptı? diye sordum da;
İki rekat namaz kıldı, diye
cevap verdi.[360]
Bu hadis-i şerif Resûl-i Ekrem
(s.a.fin Kabe'ye girdiği vakit iki rekat namaz kıldığım ifâde etmektedir. Her
ne kadar senedinde bir takım tenkidlere hedef olan Yezid b. Ebî Ziyâd olduğu
için bu hadis zayıf sayılmışsa da şu hadisler tarafından takviye edildiği için
zayıflıktan çıkıp hasen liğayrihî seviyesine yükselmiştir.
1. Daha önce tercümesini
sunduğumuz; "Ben Bilâle: Peygamber (s.a.) Kabe'de namaz kıldı mı?"
diye sordum da: "Evet, Beyt'e girdiği vakit şu senin sağında bulunan iki
direk arasında iki rekat namaz kıldı, sonra Kabe'den çıktı, iki rekat de
Kabe'ye doğru kıldı" cevabını verdi.[361] anlamındaki hadis.
2. Abdulaziz b. Ebi Revvâd'ın
Nâfi'den O'nun da İbn Ömer'den rivayet ettiği, Kabe'den çıktıkları zaman
Bilal'le karşılaştım, "Peygamber (s.a.) burada ne yaptı?" diye
sordum. Eliyle, yani şehâdet ve orta parmaklarıyla "iki rekat namaz
kıldı" diye cevap verdi.[362]
3. İbn Ebi Müleyke'nin İbn
Ömer'den rivayet ettiği, Hz. BilaPe "Resulullah Kabe'de namaz kıldı
mı?" diye sordum da, "Evet iki direk arasında iki rekat namaz
kıldı" dedi.[363]
Biz bu hadisle ilgili
açıklamayı 2024 ve 2025 numaralı hadislerin şerhinde açıklamış bulunmaktayız.[364]
2027. ...İbn Abbâs
(r.a)'dan rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.) Mekke'ye gelince içinde
putlar bulunan Kabe'ye girmek istememiş (ve Hz. Ömer'e) onları (çıkarmasını)
emretmiş, bunun üzerine (putlar Kabe'den) çıkartılmış ve (özellikle) İbrahim
ve İsmail (aleyhisselam)'ın heykelleri de ellerinde ezlâm (demlen fal okları)
olduğu halde çıkarılmışlar. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem (bu iki heykeli yapanları kastederek);
"Allah onları helak
etsin, onlar pek iyi bilirler ki (bu iki Peygamber hiç bir zaman) kısmetlerini
fal oklarıyla aramış değillerdir" buyurmuş, sonra Beyt'e girip her
tarafında ve her köşesinde tekbir getirmiş sonra orada namaz, kılmadan (dışarı)
çıkmıştır.[365]
Bu hadis-i şerifte söz konusu
edilen olay, Mekke'nin fethinde cereyan etmiştir.
Metinde Kabe'nin içindeki
putlardan "ilâh" diye bahsedilmesi câhiliyye arablarının batıl
inançlarını ifade etmek içindir. Bu maksadın dışında herhangi bir puttan
"İlâh" diye bahsedilmesine imkân yoktur. Resû-Iu-i Ekrem Kabe'yi eski
hâli üzere bırakmak istemediğinden ve içinde putlar varken oraya meleklerin
girmesi mümkün olmadığından dolayı putları çıkartmadan oraya girmek
istememiştir.[366]
Beyhâkî'nin rivayetine göre,
Hz. Peygamber Fetih günü Bathâ'da Kabe'ye giderek oradaki putları imha etmesi
için Hz. Ömer'e emir vermiştir ve bu putlar tamamen ortadan kaldırılıncaya
kadar Kabe'ye girmemiştir.[367] Beyhakî'nin bu rivayeti Kabe'yi
putlardan temizleyen kimsenin Hz. Ömer (r.a.) olduğunu ifâde etmektedir ki, biz
de tercümemizde buna parantez içerisinde işaret ettik. Buhârî'nin bir
rivayetinde de Hz. İbrahim ve İsmail'e ait heykellerin ashab-ı kiramdan bir
cemaat tarafından çıkarıldığı ifâde edilmektedir.[368] Ayrıca Beyhakî'nin bir rivâyetiyle Buhârî'nin
diğer bir rivayetinde de Hz. Peygamberin Kabe'de Hz. İbrahim'in heykeliyle Hz.
Meryem'in heykeline rastladığı ifâde edilmektedir.[369]
Bu rivayetler arasında bir
çelişki bulunduğunu zannetmek doğru değildir. Çünkü Kabe'de pek çok put vardı.
Bu putlar arasında Hz. İbrahim ve İsmail'e ait heykeller bulunduğu gibi Hz.
Meryem'e ait bir heykelin de bulunması mümkündür. Ayrıca Kabe'deki putların
imha edilmesi için Hz. Ömer'e emredilince ashâbdan bazı kimselerin de ona
Kabe'nin putlardan temizlenmesinde yardım etmiş olması ihtimali de vardır.
Metinde geçen "ezlâm =
fal okları" zelam kelimesinin çoğuludur. Ucunda temren bulunmayan küçük ok
anlamına gelir. Câhiliyye çağında fal için kullanılan bu oklar üç adet olurdu.
Bunlardan birinde "yap" öbüründe "yapma" yazılı idi.
Üçüncüsünde de bir şey yoktu, yani boştu. Bir iş tutmak isteyen bir yola
çıkacak olan kimse bu işin ya da yolculuğun kârlı ve kazançlı olup olmayacağını
anlamak için bu oklara başvururdu. Kabe içerisinde ücret mukabilinde bu işi
yürüten falcıya varıp bu oklardan birini çekerdi. Şayet "yap" çıkarsa
o işi yapardı, "yapma" çıkarsa bu işinden vazgeçerdi. Eğer boş
çıkarsa, üzerinde "yap" veya "yapma" yazılı oklardan biri
çıkıncaya kadar fal çekmeye devam ederdi.
İslâm dini zararı olan
câhiliyye âdetleri yanında her türlü bâtıl inançlarla da mücâdele etmiş ve
onların kökünü kazımıştır. Kur'ân-ı Kerim'in bazı âyetlerinde fal oklarına
başvurarak geleceğe dâir bilgi edinmek istemenin şeytanın aldatmasından doğan,
pis ve çirkin bir âdet olduğu ve fenalıkta şarap içmeğe, kumar oynamağa denk
olduğu belirtilerek bunlardan kaçınılması emrolunmuştur. Nitekim Allah Teâlâ
bu konuda mü'minleri şöyle uyarıyor: "bir de fal oklarıyla kısmet aramanız
size haram kılındı. Bunlar fâşıklıktır..."[370]
1. Halkı bâtıllardan
sakındırmak, kötülüğün işlendiği yerlerden uzak durmak ve batıl inançlarla
mücadele etmek, mü'minler için farzdır.
2. Kabe'ye girerek her tarafında
tekbir getirmek müstehabdır.
3. Peygamber (s.a.) Veda
Haccında Kabe içerisinde namaz kılmarmştır. Her ne kadar bu hadis Resûl-i
Ekrem'in Kabe içinde namaz kıldığını ifâde eden 2023 ve 2026 numaralı hadislere
aykırı gibi görünmekte ise de, bu rivayetlerin aralarını şu şekilde uzlaştırmak
mümkündür. Hz. Peygamber Kabe'ye iki defa girmiştir. Bu girişlerinin birinde
2023 ve 2026 numaralı hadislerde ifâde edildiği gibi namaz kılmıştır, diğerinde
de konumuzu teşkil eden İbn Abbâs hadisinde ifâde edildiği gibi namaz
kırmamıştır.
Hafız İbn Hacer de İbn
Hıbbân'dan naklen Resûl-i Ekrem'in biri Fetih günü diğeri de Veda haccında
olmak üzere iki defa Kabe'ye girdiğini ve Fetih günü Kabe'ye girdiğinde namaz
kıldığını, Veda haccında girdiğinde ise kılmadığını söylüyor.[371] İmam Nevevî'ye göre ise, Hz. Peygamber
Kabe'ye sadece Fetih günü girmiş ve Kabe'de namazı da o gün kılmıştır.[372]
2028. ...Âişe
(r.anhâ)'dan; demiştir ki: Kabe'nin içine girmeyi ve orada namaz kılmayı çok
arzu ederdim. Resûlullah (s.a.) elimden tutup beni Hıcr'e soktu ve (şöyle)
buyurdu:
"Beyt(-i Şerif)e girmek
istiyorsan, Hıcr'de namaz kıl. Gerçekten O, Bey t'ten bir parçadır. Fakat
senin kavmin, Kabe'yi bina ettikleri zaman (Beyt'in ölçülerini) kısalttılar,
Hicr'i, Beyt'in dışında bıraktılar."[374]
Âişe (r.anhâ) Mekke
fethedilirse, Ka'be'nin içine girip namaz kılmayı nezretmişti. Bu yüzden
Kabe'ye girip na-
maz kılmayı çok arzu ediyordu.
Bu durumu Resûl-i Ekremı'e açınca, O'na Hıcr'da namaz kılmanın Kabe içinde
namaz kılmanın yerini tutacağını, Çünkü aslında Hıcr'm Kabe'den bir parça
olduğunu haber verdi.
Bilindiği gibi Kabe'nin
kuzey-batı duvarının karşısında zeminden bir metre kadar yüksek, onbeş metre
kadar uzunluğunda, yarım dâire şeklinde bir duvar vardır ki buna
"Hatîm" denir. Bu duvar ile Beytullah arasındaki boşluğa "Hıcr,
Hıcr-i Kabe, Hıcr-i İsmail" veya "Hazıra" denir.
Hıcr-ı Ka'be'de namaz kılınır,
duâ edilir, fakat kıble olarak buraya karşı namaz kılınamaz.
Hz. İbrahim’in yaptığı binada
bu kısım da Kabe'ye dahildi. Peygamberimizin nübüvvetinden beş yıl kadar önce
Kabe'nin Kureyş kabilesi tarafından yapılan tamiri sırasında inşaat malzemesi
yetmediği için bu kısım binanın dışında bırakılmıştır. Hz. İsmail ile annesi
Hâcer'in buraya defnedilmiş oldukları rivayet edilir. Burası Kâbe?ye dâhil
olduğu için tavafın bu duvarın dışından yapılması vâcibdir. Kabe üzerine yağan
yağmur sularının aktığı altın oluk (Mîzab-i Ka'be) derbu duvarın ortası
hizasmdadır.[375]
1. Daha önce geçen-1899 numaralı
hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi Hıcr içinde namaz kılmak
müstehabtır. Çünkü orada namaz kılmak Kabe içerisinde namaz kılmak gibidir. Bu
bakımdan oraya sık sık girip dua etmek de müsten" abdır.
2. Hıcr Kabe'den bir parçadır.
Bu konuda Hz. Âişe'den rivayet edilen bir hadis-i şerif de şu anlamdadır: Ben
Resûl-i Ekrem'e:
Hıcr Beyt'ten midir? diye
sordum da:
"Evet," diye cevap
verdi. Ben de:
O halde onu niçin Beyt'în
içine almamışlar? dedim.
"Senin kavminin inşaat
malzemelerinin yetişmediğini biliyor musun?" buyurdu. Ben
de:
Onun kapısı niçin böyle
yüksektir? dedim.
"Senin kavmin,
istedikleri kişiyi oraya sokmak, girmesini istemedikleri kişinin de girmesini
engellemek için böyle yaptılar. Eğer senin bu kavmin, câhiliyye çağından yeni
kurtulmuş olmasalardı, kalplerinin itiraz etmeyeceğini bilseydim, Hıcr'ı
Kabe'nin içerisine alırdım. Kapısını da yer seviyesine indirirdim"
cevabını verdi.[376]
Râfiî'nin beyanına göre
Hıcr'ın tümü Beyt'ten değildir. Sadece Beyt'e bitişik olan altı arşın
uzunluğundaki bir alan Kabe'dendir. Bunun dışındaki Hıcr içinde kalan saha,
Beyt-i Şeriften değildir. Çünkü Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Eğer kavmin (câhiliyye
devrinden yahut) şirkden yeni kurtulmuş olmasaydı, ben Kabe'yi yıkar da yere
yapışık (alçak)-yapardım. Ona biri doğuda biri de batıda olmak üzere iki kapı
açardım. Hıcr tarafından da ona altı zira* yer katardım. Çünkü Kureyş Kabe'yi
bina ederken onu küçültmüşler."[377] Altı zira aşağı yukarı üç metreye
eşittir. Binaenaleyh Hıcr'in bir kısmının Kabe'den olup diğer bir kısmının da
Kabe'den olmadığı kabul edilince, Hıcr'in bir kısmına yönelerek namaz kılan
bir kimsenin namazı sahih olmaz. Çünkü namaz kılan kimsenin namazının sahih
olabilmesi için kesinlikle Kabe'ye yöneldiğinden emin olması gerekir. Hanefî
ulemâsıyla îmam Mâlik bu görüştedirler. Şafiî ulemasından imam Nevevî ile
Râfî'de bu görüşü benimsemişlerdir.
Tavafın sahih olması için de
Hıcr'in ve Şâzervân'ın[378] dışından dolaşmak şarttır. Çünkü tbn Abbas (r.a.);
"Beyt(-i Şerif)i tavaf etmek isteyen kimse Hıcr'in dışından
dolaşsın"[379] buyurmuştur.
Beyt'i tavaf edecek olan kimse
Şâzervân'ın üzerine çıkarak Beyt'i tavaf etmeye başlasa bir adım sonra oradan
inerek tavafım tamamlamış olsa bu kimsenin tavafı sahih değildir. Çünkü bu
kimse Beyt'in etrafını değil içini tavaf etmiş olur.
Hanefi ulemâsına göre Kabe'yi
tavaf ederken Hıcr'ın dışarısından dolaşmak vâcibdir, Terkinden dolayı kurban
kesmek gerekir. Çünkü Hıcr'in Kabe'den sayılan kısmı sadece altı zira
(arşın)dır. Şafiî ulemâsından Neve-vî'ye göre ise, Kabe'yi tavaf ederken
Hıcr'in içinden geçen bir kimsenin bu esnada Kabe ile kendisi arasında altı
zirâdan daha fazla bir uzaklık bulunursa, bu kimsenin tavafı hakkında
Şâfiîlerce iki görüş vardır:
a. Bu konudaki hadislerin
zahirine göre bu kimsenin tavafı şahindir. Horasan ulemâsının bir kısmı da bu
görüşü benimsemişlerdir.
b. Bu kimsenin tavafı
sahih değildir. İmam Şafiî'nin sahih olan görüşü de budur. İmam Ebû Hanife'nin
dışında bütün ulemâ da bu görüştedirler. İmam Ebû Hanife'ye göre ise, Kabe'yi
Hıcr'in içihden geçerek tavaf eden bir kimse, Mekke'de bulunduğu süre
içerisinde tavafını iade eder. Şayet iade etmeden memleketine dönmüşse, kurban
keser. Cumhurun delili Resûl-i Ekrem'in tatbikatıdır. Çünkü Hz. Peygamber
Kabe'yi tavaf ederken Hıcr'in dışından dolaşmış ve; "Hac ibâdetinizi nasıl
yapacağınızı benden Öğrenin" buyurmuştur.[380]
2029. ...Âişe
(r.anhâ)'dan rivayet olunduğuna göre Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)
birgün onun yanından sevinçli olarak çıkmış sonra üzüntülü olarak dönüp (şöyle)
buyurmuştur.
"Ben Kâ'benin içine
girmiş bulunuyorum. Eğer arkamda bıraktığım şu iş sonucunda öğrendiğimi
önceden bilmiş olsaydım, oraya girmezdim. Gerçekten ben ümmetime zorluk vermiş
olacağımdan korkuyorum."[382]
Hz. Peygamberdin Kabe'ye girip
çıktıktan sonra "Bileydim girmezdim" demesi, ümmetinin kendisine
uymak için
Kabe'ye girmek isteyeceklerini
ve bu yüzden de büyük zorluklarla ve sıkıntılarla karşılaşacaklarını ve bu
sebeple bazı zararlara uğrayacaklarını tasavvur etmesindendir.
Oysa Resûl-i Ekrem Efendimiz
ümmetine çok merhametli idi. Onların hiç tfir zaman sıkıntıda kalmalarını ve
zarara uğramalarını arzu etmezdi. Bu sebeple Kabe'ye girdiğine pişman
olduğunu, "Bileydim Kabe'ye girmezdim" sözleriyle dile getirmiştir.
Bu cümle Tirmizî'nin Sünen'i ile Ahmed b. HanbePin Müsned'inde "Kabe'ye
girdim amma girmemiş olmayı temenni ettim. Artık benden sonra ümmetimi yormuş
olmamdan korkuyorum," anlamına gelen lâfızlarla rivayet olunmuştur.[383]
1. Peygamber (s.a.) Kabe'ye
fetih yılında değil, Veda Haccında girmiştir. Çunku Fetih yılında Resûl-i Ekrem
Mekke'ye girdiği günde Hz. Âişe yanında değildir. Beyhakî kesinlikle bu
görüştedir.
İbn Kayyım ile ulemadan bazı
kimselere göre ise, Hz. Peygamber Kabe'ye sadece Fetih yılında girmiştir. Hz.
Peygamber "Hileydim Kabe'ye girmezdim." sözünü Hz. Âişe'ye fetih
gazvesinden döndükten sonra söylemiştir. Nitekim 2027 numaralı hadisin
şerhinde açıklamıştık.
2. Kabe'nin içine girmek haccın
menasikinden değildir. Ulemânın büyük çoğunluğu bu görüştedirler. Bu arada
yine bu hadise dayanarak Kabe'nin içine girmenin hacla ilgili vazifelerden
olduğunu söyleyenler de vardır. Kimisi de bunun müstehab olduğu
görüşündedirler.
Mâliki ulemâsından Kurtubî'ye
göre, başkalarına sıkıntı vermeden girmek mümkün olursa, o zaman, Kabe'ye
girmek müstehab olur. Fakat bunda başkaları zarar görecekse, o zaman Kabe'ye
girmek büyük bir hatâ olur. Bazan halkın Kabe'ye girmek için büyük sıkıntılara,
sıkışıklıklara sebeb olduğu bu yüzden bazılarının zarar gördüğü hatta bazı
kadınların avret mahallerinin açıldığı bile olmuştur. Bunlar çok çirkin ve çok
tehlikeli davranışlardır.[384] Fıkıh ulemâsının bu mevzudaki
görüşlerini 2023 numaralı hadisin şerhinde açıkladık.[385]
2030. ...Safiyye bint
Şeybe'den; demiştir ki: Ben Eslemiyye'yi (şöyle) derken işittim:
Ben Osman'a: "Resûlullah
(sallallahu aleyhi ye sellem) seni çağırdığında sana ne dedi?" diye sordum
da (O şöyle cevap verdi):
(RasüIullahl bana:)"Ben
sana boynuzların üzerini ört, diye emretmeyi unutmuşum. Çünkü Beyt(-i Şerif)de
namaz kılanı meşgul edici (böyle) bir şeyin bulunmaması gerekir." buyurdu.
(Musannif Ebû Davud'un bu
hadisi aldığı şeyhlerden birisi olan) Îbnu's-Serh, (bu hadisin senedini
naklederken ravî Mansûr'un) "Dayım Musafi' b. Şeybe (bana haber verdi
ki)" dediğini rivayet etmiştir.[386]
Hz. Peygamber'in Hz. Osman b.
Talha ile yaptığı bu konuşma hicretin sekizinci yılında Mekke'nin Fethi sırasında
olmuştur. Bilindiği gibi Hz. Osman b. Talha, eskiden beri Kabe kapıcılığı, Kabe
anahtarlarım taşıma ve saklama görevlerini yürütmekte idi. Bu sebeple Resûl-i
Ekrem Onu Kabe'nin içerisinde bulunan ve Hz. İsmail'in yerine kesilen koçun
boynuzlarının üstünü örtmesini emretmek istemişti. Fakat unuttu. Binaenaleyh
Ahmed b. Hanbel'in bir rivayetinde[387] Resûl-i Ekrem'in bu sözü geçen kurbanın
boynuzlan hakkında kendisiyle konuştuğundan bahsedilen kimsenin Hz. Osman b.
Talha'dan başka bir kimse olarak gösterilmesi asla doğru değildir. Resûl-i
Ekrem'in bu emri vermeyi unutmuş olması Peygamberlik görevine aykırı bir hâdise
değildir. Çünkü bu emri vermek onun tebliğ görevi içerisine girmiyordu. Sözü geçen
boynuzlar, Huseyn b. Nümeyr'in Kabe'yi tahrib etmesine kadar Beyt-i Şerifte
kalmıştır.[388]
Her ne kadar bu hadiste Müsâfi',
Mansûr'un dayısı olarak gösterilmişse de aslında Müsâfi' Mansûr'un dayısı
değil, dayısının oğludur. Bu bakımdan Musâfi"nin ya mecazi olarak
Mansûr'un dayısı olduğu söylenmiş ya da Sünen-i Ebû Davud'un nüshalarını yazan
kâtibler yanlışlıkla böyle yazmışlardır.[389]
Bir kimsenin namaz
k.larken dikkatini çekerek yanılmasına sebeb
olacak şeyleri namaz kıldığı yerden tamamen kaldırması
gerekir.[390]
2031. ...Şeybe b. Osman
(kendisiyle Kabe'de oturmakta olan Şakîk'e hitaben) demiş ki: Ömer b. el-Hattâb
(şu) senin oturmakta olduğun yerde otur(uyor)du.
Ben Kabe'nin mal(lar)ını
(fakirlere) bölüştürünceye kadar (buradan) çıkmayacağım, dedi. Ben de;
Sen (bunu) yapamazsın, dedim.
Evet (bunu) yapacağım, dedi.
Ben de;
Sen (bunu) yapamazsın, dedim.
Niçin? dedi.
Çünkü Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) Kabe içinde (bu malların) olduğunu gördü, Ebû Bekir de
(gördü) ve onlar (bu) mala, senden daha muhtaç idi(ler yine de) onu (yerinden)
oynatmadılar, dedim. Bunun üzerine kalktı (Kabe'den dışarı) çıktı (gitti).[391]
Taberânî ile İbn
Mâce'nin rivayetlerinde Şakîk Kabe'ye gidişinin sebebini şöyle açıklıyor:
"Adamın birisi hediyye olmak üzere benimle Kabe'ye biraz para göndermişti.
Kabe'ye girdiğim zaman Şeybe bir iskemle üzerinde oturuyordu. Parayı kendisine
uzatınca:
Bunlar senin mi? dedi. Ben de:
Hayır benim olsaydı, sana
getirmezdim, dedim. Bunun üzerine bana;
Sen bunu bana söyledin (ama
dinle diye söze başladı ve şunları söyledi)....
İbn Mâce'nin bir rivayetinde
de daha sonra Şeybe iie Şakîk arasında geçen konuşma, mevzumuzu teşkil eden
hadisteki gibi anlatılıyor.
Hz. Ömer hakka son derece
bağlı bir insan olduğu için duyduğu sözler karşısında duygulanmış ve Kabe'nin
mallarını dağıtmaktan vazgeçerek Kabe'den çıkıp gitmiştir.
Resûl-i Ekrem'in Kabe'nin
mallarını dağıtmayışı, Kureyşlilerin gönlünü kazanmak- düşüncesinden neş'et
etmiş olabilir. Câhilliyet döneminden yeni kurtulmuş olan Kureyşlilerin hoş
karşılamayacaklarını düşünerek Kabe'yi yıkıp Hz. İbrahim zamanındaki temelleri
üzerine oturtmak fikrinden vazgeçtiği gibi aynı düşüncelerle Kabe'nin mâllarını
dağıtmaktan vazgeçmiş olabilir. Çünkü Müslim'in rivayet ettiği, "Eğer
kavmin câhiliyyet devrinden yahut küfürden yeni kurtulmuş olmasaydı Kabe'nin
birikmiş mal(lar)ım Allah yolunda sarf eder de kapısını yerden yapar, Hicr'den
de bazı yerleri ona katardım"[392] anlamındaki hadis de bu ihtimali kuvvetlendirmektedir.
Bu kuvvetli delil karşısında Resûl-i Ekrem'in bu malları vakf niteliğinde
olduğu için dağıtmadığı görüşünün bir değeri yoktur.[393]
1. Sahâbe-i Kiram Hazerâtı hakka
son derece bağlı idiler ve birbirlerine devamlı olarak hakkı tavsiye
ederlerdi.
2. Kabe'nin mallarını kendi
ihtiyaçlarının dışında sarf etmek .caiz değildir. Çünkü fitneye sebep olur.
Ancak bu fitne ortadan kalktıktan sonra bu mallan hayırlı yerlere sarf etmekte
herhangi bir sakınca yoktur. Nitekim Abdullah b. Zübeyr (r.a.) Câhiliyye
taassubu tamamen ortadan kalktıktan sonra fitne tehlikesinin kalmadığını
görünce Kabe'yi yıkarak Hz. İbrahim'in attığı temeller üzerine oturtmuştur.
Her sene yenilenen Kabe
Örtüsünün satılıp satılmaması konusu da ulemâ arasında ihtilaflıdır.
Şafiî ulemasından bazılarına
göre Kabe'nin örtüsü üzerinde herhangi bir tasarrufta bulunmak caiz değildir.
Kabe'nin örtüsünü veya ondan bir parçasını alan kimsenin onu yerine iade etmesi
gerekir.er-Râfiî de bu görüştedir.
Îbnu's-Salâh'a göre ise,
Kabe'nin örtüsü üzerinde tasarrufta bulunma yetkisi devlet reisine verilmiştir.
O isterse, onu satarak Beytulmalın sarfe-dildiği yerlere sarfedebilir. Bu
konudaki delil ise, Ezrakî'nin rivayet ettiği şu haberdir. "Hz. Ömer her
sene Kabe'nin örtüsünü alarak hacılara bölüştürürdü."[394]
Hz. Âişe'den rivayet edilen
diğer bir haber de şu anlamdadır: "Bir gün Kabe'ye bakmakla görevli Şeybe
b. Osman yanıma geldi ve:
Ey mü'minlerin anası (her sene
atılan) Kabe örtüsü yanımda iyice çoğaldı. Hayızh ya da cünüb kadınların
(elbise yapıp) giymelerinden korktuğum için onları derince bir kuyuya atıp
üzerlerini kapatmak istiyorum, dedi. (Ben de şu cevabı verdim:)
İyi olmaz yapacağın bu iş çok
çirkin bir iş olup Kabe'den soyulduktan sonra Kabe örtüsünü cünüp veya hayızh
bir kimsenin giymesinde bir sakınca yoktur. Fakat sen onu sat, parasını
fakirlere ve Allah yolunda diğer işlere
sarfet.
Bunun üzerine Hz. Şeybe her
sene Kabe örtülerini Yemen'e gönderirdi. Orada satılan örtülerin parası
fakirlere Allah yolunda yapılan işlere ve yolda kalmışlara sarf edilirdi.[395]
İmam Nevevî'nin beyânına göre,
Kabe örtülerinin çürümeye terk edilmemesi için bu şekilde değerlendirilmesi en
iyi bir yoldur ve Ezrakî'nin rivayetine göre Hz. İbn Abbas ile Hz. Âişe Kabe
örtülerinin satılarak Allah yolundaki işlere, miskinlere ve yolda kalmışlara
dağıtılmasını tavsiye ederlermiş. Yine Hz. îbn Abbâs ve Hz. Âişe ile Ümmü
Seleme, Kabe örtüsü eline geçen cünüb ve hayızh kimselerin onu örtünmelerinde
bir sakınca görmezlermiş. Ancak Kabe içerisindeki misklerin teberrük için veya
başka bir maksatla dışarıya taşınmasına izin vermezlermiş.[396]
2032. ...ez-Zübeyr (r.a.)'den;
demiştir ki: Resûlallah sallallahu aleyhi ve sellemle birlikte (Tâif'de
bulunan) Liyye (isimli vadi)den hareket ettiğimizde Arabistan kirazı ağacının
yanma vardığımızda Resûlallah sallallahu aleyhi ve sellem (O ağacın)
hizasındaki -el-Karnu'l-Esved (denilen dağ)ın ucunda durdu ve (iki) gözünü
(Tâif'de bulunan) Nahib (isimli vadiye) çevirdi. (Bu hadisi nakleden râvi) bir
defa da (Nahîb kelimesini Tâif) vadisi (diye) rivayet etti ve (ora-dabir süre)
durdu nihayet halkın hepsi de O'na uydu. Sonra (şöyle buyurdu:
"(Tâif'deki) Vecc
(denilen yer)in avı ve îdâh (denilen ağac)ı Allahü Teâla için haram kılınmış
bir haramdır.”
Bu (hadise, Resûl-i Ekrem'in)
Taife inmesinden ve (oradaki) Sakîf kabilesini kuşatmasından önce idi.[397]
Tâif, rakımı yüksekçe, akar
suları ekinlikleri, hurma bahçeleri üzüm bağlan bulunan, muz vs. meyvalar
yetişen Mekke'nin doğusunda, Mekke'ye iki üç merhale mesafede büyük bir şehirdir.[398]
Bilindiği gibi Resûl-i Ekrem
hicretin sekizinci yılında Şevval ayında Huneyn Savaşına çıkmış ve savaşı
zaferle bitirmişti. Huneyn Savaşından sonra da Taif üzerine yürüdü. Musannif
Ebû Davud'un beyânına göre Resûl-i Ekrem'in Taif'deki "Vecc" denilen yerin
avını ve "İdâh" denilen ağacını haram kılması Tâif savaşından önce
olmuştur. Ulemâdan bazıları musannif Ebû Davud'un bu sözünün "bu yasak
Tâif savaşından önceki zamanlara ait belli ve geçici bir süre içindi"
anlamına da gelebileceğini ve dolayısıyla sözü geçen yerdeki ağaçlan kesme
yasağının sonradan nes-hedilmiş olabileceğini söylemişlerse de onları
destekleyen her hangi bir delil mevcud değildir.
Ancak bu konuda îbn İshak şu
hâdiseyi naklediyor: Sakîf kabilesinden bazı kimseler Tâif savaşından ve îslâmiyeti
kabul ettikten sonra Medine'ye Peygamber (s.a.)'in yanına geldiler. Mescid'in
bir köşesinde onlar için bir çadır kuruldu. Bu sırada Resûl-i Ekrem ile Sakîf
kabilesi arasında elçilik görevini Halid b. Said b. el-As üstlenmişti ve
aralarında hazırladıkları bir hükmün metnini kaleme alan da yine Hâlid idi. Bu
hükmün metni şöyledir: "Bismillahirrahmanirrahim, Allah'ın Resulü ve
Nebisi Muham-med'den Mü'minlere Vecc (denilen yer)in İdah (denilen ağacı) ve
avı haramdır, kesilemez (ve avlanamaz). Bunu yapan kimsenin elbisesi soyularak
kendisine sopa vurulur. Tekrar ederse, tutulup Hz. Peygambere getirilir. Bu
Allah'ın Resulü ve Peygamberi olan Muhammed'in emridir. Allah'ın Resulü
Muhammed b. Abdullah'ın bu emrini Hâlid b, Said yazmıştır. Bu emri kimse
çiğneyemez. Yoksa nefsine zulmetmiş olur."[399]
Tâif'deki "Vecc"
sahasının avlarını avlamak ve ağaçlarım kesmek haramdır. Şatıı ulemasından
bazıları bu görüştedirler. Şafiî'ye göre ise, buranın avlarını avlamak ya da
ağaçlarını kesmek tahrimen mekruhtur. Binaenaleyh bu yasağı çiğneyen bir kimse
günahkâr olur. Hakim onu uygun gördüğü bir ceza ile cezalandırır. Fakat bu
yasağı çiğneyen kimseye bu suçundan dolayı herhangi bir tazminat cezası
verilemez. Çünkü bu konuda dinî bir dayanak yoktur ve asıl olan beraet-i
zimmettir.
Şafiî ulemâsından bazılarına
göre ise, buranın ağaçlarını kesmenin ve avlarını avlamanın tazminatı Mekke ve
Medine'deki ağaçları kesmenin ve avlarını avlamanın tazminatı gibidir.
Hanefi ulemâsıyla İmam Ahmed,
Malik ve Cumhur-ı ulemâya göre ise, sözü geçen sahanın ağaçlarını kesmek ya da
avlarını avlamakta herhangi bir sakınca söz konusu değildir. Şafiî ulemâsından
Hattabî de bu konuda görüşünü açıklarken şunları söylüyor: Ben Resûl-ü Ekrem'in
bu sahanın ağaçlarını ve avlarını haram kılması için herhangi bir sebeb göremiyorum.
Ancak bu olsa olsa müslümanların menfaati için geçici olarak koru mahiyetinde
kılınmış bir yasaktır da sonradan neshedilmiştir ve musannif Ebû Davud'un
hadisin sonunda "bu (hâdise Resulü Ekrem'in) Taife inmesinden ve
(oradaki) Sakîf kabilesini kuşatmasından önce idi" demesi de bunu
gösterir. Ayrıca Resul-i Ekrem'in Taife gelip te Sakîf kabilesini muhasara
ettiği zaman askerlerin Tâif'in ağaçlarmdaki meyveleri almaları ve avlarını
yakalamaları da bunu gösterir.
Şevkânî de bu konudaki
görüşlerini şöyle ifâde ediyor: "Bu hadis-i Şerif sözü geçen bölgenin ağaç
ve avlarının haram kılındığına bir delildir. Bu hükmün neshedildiğini iddia
edenlerin bu iddiaları delilsizdir. Çünkü neshedildiğine dâir bir delil
bulunmadıkça neshin bulunmadığına hükmet-met asıldır. Bu bakımdan sözü geçen
bölgedeki ağaçları kesen veya avları avlayan bir kimsenin bu ağaçların veya
avların bedelini ödemesi gerekmez. Zira asıl olan berâet-i zimmettir."[400]
Ulemânın büyük çoğunluğuna
göre söz konusu sahadaki ağaçları kesmenin ve avlan avlamanın haram olduğunu
ifâde eden bu hadis zayıftır. Binaenaleyh bir şeyin haram veya helâl kılınması
konusunda bu hadis delil olamaz. Çünkü bu hadisin senedinde bulunan Muhammed
b. Abdullah ve babası Abdullah b. İnsan zayıftır.[401]
2033 ...Ebû Hureyre
(r.a.)'den rivayet edildiğine göre; Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem
şöyle buyurmuştur:
"(Namaz ve ibâdet için)
hiçbir mescide yolculuk edilmez. (Fazla sevap umarak) yalnız (şu) üç mescide
yolculuk edilebilir: Mescid-i Haram, Benim Mescidim (yani Mescid-i Nebevi) ve
Mescid-i Aksâ"[402]
cümlesinin asıl mânâsı,
"Semerler bağlanmaz" demektir. Bu söz yola çıkmaktan kinayedir. Çünkü
sefere çıkmak için binilecek hayvana semer vurmak gerekir. Maksat yolculuk
olduğu için bu yolculuğun çeşitli vâsıtalarla yapılmasıyla yaya olarak
yapılması arasında bir fark yoktur.
Konumuzu teşkil eden bu hadis
Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde şu mânâya gelen lâfızlarla rivayet edilmiştir:
"Ebû Basra bir kerre namaz kılmak için Tur(-i Sinâ'y)a gitmiş ve dönerken
Ebû Hureyre (r.a.)'e rastlamıştı. Ebû Hureyre Ona nereden geldiğini sorunca
"Tür'dan geldiğim ifâde etti. Bunun üzerine Ebû Hureyre (r.a.) şöyle
dedi:
Eğer Tur'a gitmezden önce
seninle görüşmüş olsaydım hiç gitmezdin. Çünkü Resûlullah (s.a.), "Üç
Mescidden başka hiçbir mescide (namaz için) yolculuğa çıkmayınız. Mescid-i
Haram, Benim şu mescidim ve Mescid-i Aksa"[403] buyurdu.
"Lâ tüşeddü"
kelimesinin başında bulunan "lâ" harfi "nehy" anlamında
kullanılmış bir olumsuzluk edatıdır. Nehy sığası yerine nefy sığasının
kullanılmasındaki nükteyi Bedrüdin el-Aynî şöyle açıklıyor: "Bu anlatım
tarzında muhatabı üç mescidin ziyaretine en beliğ bir şekilde teşvik, bunların
dışındaki mescidlere gitmekten lâtif bir şekilde men ve tahzîr vardır."
Mescid-i Haram'dan maksat,
Harem-i Şerifin tümüdür. Mescid-i Aksa, Kudüs'teki mesciddir. Bu mescid
Kabe'den ya mesafe ya da zaman itibarıyla uzak olduğu için ona "En
uzak" mânâsına gelen "Aksa" sıfatı verilmiştir. Bir hadiste
Kabe ile Mescid-i Aksâ'mn kuruluşları arasında kırk yıllık zaman- bulunduğu
bildirilmiştir. Hz. Adem ile Dâvûd aleyhisselam arasında bundan kat kat fazla
zaman geçmesine bakarak bazıları bu hadisi müşkil görmüşlerse de kendilerine
şöyle cevap verilmiştir: "Her iki mescidin de temellerini melekler
atmıştır. İki temel atma arasında kırk yıllık zaman vardır. Sonra Hz. Dâvûd ile
Hz. Süleyman (aleyhisselam) Mescid-i Aksâ'nın binasını yapmışlardır. Bazıları
da "bu mescide Mescd-i Aksa denilmesi, Medine mescidine uzak olduğu
içindir" demişlerdir. Zira Medine Mekke'ye uzaktır. Kudüs ise, daha da
yüksektir. İşte "Aksa" sıfatının verilmesinin sebebi budur. Yerinin
yüksekliğine bakarak bu ismin verilmiş olduğunu söyleyenler de vardır.[404] Mescid-i ResûTden maksat, da Medine
Mescididir.[405]
1. Mescid-i Haram,
Mescid-i Resul ve Mescid-i Aksâ'nın dışında hiçbir
mescide ibâdet maksadıyla yolculuk yapılamaz. Hz. Peygamber'in
kabrini ziyaret konusu ise, ulemâ arasında ihtilaflıdır. Halef ve seleften
ulemânın büyük çoğunluğuna göre cihâd, ilim tahsili ve ticâret gibi dünyevî
maksatlarla yolculuk yapmak meşru olduğuna göre Resül-i Ekrem'in kabrini
ziyaret maksadıyla yolculuk yapmanın da evleviyetle meşru olması gerekir. Nitekim
Resûl-i Ekrem'in kabrini ziyaret etmenin meşru olduğuna dâir icmâ vardır ve bu
ziyareti teşvik eden pekçok hadis-i şerif mevcuttur. Cumhur-u ulemânın bu
görüşünü destekleyen hadis-i şeriflerden bazıları şunlardır:
"Kim benîm kabrimi
ziyaret (ederse) ona benim şefaatim vâcîb olmuştur".
"Sevab talep ederek beni
kim Medine'de ziyaret ederse, kıyamet günü o kimse benim yakınımda bulunur ve
ben ona şefaat ederim."
"Benim vefatımdan sonra
beni kim ziyaret ederse, beni hayatımda ziyaret etmiş gibi olur."[406]
"Ben sizi kabirleri
ziyaret etmekten men etmiştim. Bundan böyle siz kabirleri ziyaret ediniz."[407]
Şafiî ulemâsından Cüveynî'ye
göre sözü geçen üç mescidin dışında herhangi bir yere ibâdet maksadıyla
yolculuk yapmak haramdır. Kadı İyaz da bu görüştedir. Bu görüşte olan ulemâya
göre hadis-i şerifte yasağa konu teşkil eden mahzûf müstesna minh, bütün yer
yüzüne şâmil olan genel bir mânâdır. Binâenaleyh Hz. Peygamber'in kabri de bu
yasağın sınırı içerisine girmektedir. Ulemânın büyük çoğunluğuna göre ise, bu
görüş doğru değildir. Çünkü cihad, ilim talebi, ticâret gibi maksatlarla
yolculuk yapmanın caiz olduğunda ittifak vardır ve hadis-i şeifte yasağa konu
olan müstesna minh bütün yeryüzüne şâmil genel bir mânâ olmayıp istisna edilen
mescidler nev'inden ve onların özelliğim taşıyan yerlerdir. Binaenaleyh Hz.
Peygamber'in kabri bu özellikleri taşımadığından hâdis-i şerifteki yasağın
şümulüne girmemektedir. Nitekim Ahmed b. Hanbel'in Müsned'indeki şu hadis-i
şerif de cumhurun bu görüşünü te'yid eder; "Bir kimsenin Mescid-i haranı,
Mescid-i Aksa ve benim şu mescidimin dışında herhangi bir mescidde namaz kılmak
için özel bir yolculuk yapması gerekmez."[408] Bu konuda ayrıntılı bilgi edinmek
isteyenlere Tecrid-i Sarih'in 4. ciltdeki 604 no'lu hadise bakmalarını tavsiye
ederiz.
2. Hadis-i şerifte zikredilen üç
mescid fazilet ve meziyet bakımından diğer mescidlerden üstündür. Çünkü bunlar
Peygamberân-i zîşamn mescidleridir. Mescid-i Haram müslümanların kıblesi ve
haccettikleri yerdir. Medine Mescid-i takva üzerine kurulan mesciddir. Mescid-i
Aksa da bizden önce geçen ümmetlerin kıblesidir.
3. Bu üç mescidde kılınan namaz
diğer mescidlerde kılınan namazdan daha faziletlidir. Binaenaleyh bir kimse
Mescid-i Haram'a gitmeyi nezretse, o kimsenin hac için ve umre için Mescid-i
Haram'a gitmesi vâcib olur. Eğer diğer iki mescidden birine gidip orada namaz
kılmayı veya başka bir ibâdette bulunmayı nazretmişse bu meselede Şafiî'den iki
görüş rivayet edilmiştir:
a. Oraya gitmek
müstehab olur, vâcib olmaz.
b. Oraya gitmek vâcib olur.
Ulemânın ekserisi de bu görüştedir. Bu üç mescidin dışındaki mescidlere
gelince, buralarda ibâdet yapmak için aktedilen nezrin ifası gerekmez. Bu
hususta ulema arasında ittifak vardır. Çünkü diğer mescidlerin birbirinin
üzerine üstünlüğü yoktur. Binaenaleyh nezrini hangi mescidte İfâ etse caizdir.[409]
Ancak Malikî ulemâsından
Muhammed b. Mesleme'ye göre Kubâ Mescidine gitmek için yapılan nezrin ifâsı
gerekir. Çünkü Peygamber (s.a.) her cumartesi günü binitli veya yaya olarak bu
mescide gelirdi. Ulemâdan Leys b. Sa'd'a göre hangi mescide gitmekle ilgili
olursa olsun o nezri ifâ etmek gerekir.
Ulemânın büyük çoğunluğuna
göre böyle bir nezrin akdi sahih olmadığından ifası da gerekmez. İmam Ahmed'e
göre de böyle bir nezr mün'akid değilse de yerine getirilmediği takdirde, yemin
keffâreti lâzım gelir.[410]
İbn Battal, bu hadisin ulemaya
göre mezkur üç mescidden başka bir yere gitmeyi nezrden kimseler hakkında vârid
olduğunu söylemiştir. İmam Mâlik'e göre bir kimse ancak vasıtayla gidebileceği
bir mescidde namaz kılmayı nezretse, o namazı bulunduğu yerde kılar. Yalnız
nezrettiği mes-cid Kâbetullah yahut Mescid-i Nebevi veya Mescid-i Aksa ise,
behemehal oraya gitmesi icab eder.
Ulemâdan bir cemaat konumuzu
teşkil eden hadis ile istidlal ederek mezkûr üç mescidden birine yani Mescid-i
Haram'a, Mescid-i Nevevî'ye ve Mescid-i Aksâ'ya gitmeyi nezreden kimsenin
mutlaka oraya gitmesi lâzım geldiğine kaail olmuşlardır. İmam Mâlik, İmam
Ahmed ve İmam Şafiî'nin mezhepleri budur. Ebû İshak el-Mervezî dahi bu kavli
tercih etmiştir. İmam Az'am'a göre mutlak surette gitmek vâcib değildir. İmam
Şafiî "el-Ümm" adlı eserinde Mescid-i Haram'a yapılan nezrin orada
ifası vâcib olduğuna, diğer iki mescide gitmek icab etmediğine kaail olmuştur.
İbnu'l-Münzir'e göre Haremeyn denilen Mekke ve Medine mescidlerine gitmek
vâcib, Mescid-i Aksâ'ya gitmek vâcib değildir.
İmam Gazali Mescid-i Hayf'in
da Mescid-i Haram hükmünde olduğunu söylemiştir.
Hanefîlerden bazılarına göre
bu bâbda Mekke ile Harem-i Şerifin sair cüzleri arasında fark yoktur. Bir kimse
Harem-i Şerife yahud Mekke'ye gitmeyi nezretse, yahut Harern'den sayılan
Safâ,.Merve, Mescid-i Hayf, Minâ, Müzdelife, Makam-ı İbrahim, Zemzem ve şâire
gibi bir yere gitmeyi nezretse, Beytullah'a gitmeyi nezretmiş gibi olur. İmam
Azam'dan bir rivayete göre bunların hepsiyle değil, yalnız Beytullah'a,
Mekke'ye, Kâ'be'ye veya Makam-ı İbrahim'e gitmeyi nezretmekle oraya gitmek lazım
gelir.
Ulemâdan bazıları Peygamber
(s.a.)'in kabrini ziyareti nezreden kimsenin bu nezri ifâsı lâzım geldiğini
söylemişlerdir.
Kadı îyaz ile Şâfiîlerden Ebû
Muhammed el-Cüveynî bahsi geçen üç mescidden başka herhangi bir mescide gitmeyi
nezreden kimsenin oraya gitmesinin haram olduğunu söylemişlerdir. Fakat Nevevî
bu sözün yanlış olduğunu bildirmiş ve Şâfiîlerce sahih olan kavle göre,
nezredilen yere gitmenin haram olmadığını söylemiştir.
Bazıları babımızın hadisinin
mânâsını te'vil ederek "i'tikâf için yalnız mezkur üç mescide
gidilir" demişlerdir. Selefden bazılarına göre dahi i'tikaf yalnız üç
mescidde sahih olur.
Aynî'nin Şeyhi Zeynuddin'e
göre bu hadise verilecek en güzel mânâ mezkûr üç mescidin hükmüdür. Namaz
maksadıyla sair mescidlere sefer edilemez. Ama ilim tahsili, ticâret, gezi,
sulahayı, ihvanı ve meşhur yerleri ziyaret gibi şeyler buradaki nehiyde dahil
değildir. Nitekim hadisin bazı tariklerinde bu cihet tasrih buyurulmuştur.[411]
Söz konusu üç mescidde kılınan
namazların fazilet bakımından diğer mescidlerde kılınan namazlardan daha üstün
oluşuna gelince: Mescid-i Ha-ram'da kılman bir namaz diğer mescidlerde kılınan
yüz bin namaza, Hz. Peygamber'in Medine'deki mescidinde kılınan bir namaz,
diğer mescidlerde kılınan bin namaza Mescid-i Aksa'da kılınan bir namaz da
diğer mescidlerde kılınan beş yüz namaza denktir. Çünkü Ebu'd-Derdâ (r.a.)'in
Re-sûlullah (s.a.)'den rivayet ettiği bir hadis-i şerif bunu ifade etmektedir.[412]
Diğer bir hadis-i şerifte ise
şöyle buyuruluyor: "Benim şu mescidimde (kılınan) bir namaz Mescid-i
Haram'in dışındaki mescidlerde (kılınan) bin namazdan daha faziletlidir.
Mescid-i Haram'da kılınan bir namaz ise, kendisinin dışında kılınan yüz bin
namazdan daha faziletlidir.”[413] Bu iki hadisin Enes b. Mâlik'in
rivayet ettiği; "Kişinin evinde kıldığı namaz bir namaz sayılır. (Cuma
namazı kılınmayan) mahalle mescidinde kıldığı bir namaz yirmi beş namaz
sayılır. Cuma kılınan bir mescidde kıldığı namaz beş yüz namaz sayılır.
Mescid-i Aksâ'da kıldığı bir namaz elli hin namaz sayılır. Benim şu Mescidimde
kıldığı namaz da elli bin namaz sayılır. Mescid-i Haram'da kıldığı namaz ise,
yüzbin namaz sayılır."[414] anlamındaki hadis-i şerife aykırı
oldukları iddia edilemez. Çünkü İbn Mâce'nin rivayet ettiği bu hadis zayıftır.
Dolayısıyla diğer iki hadis karşısında durabilecek kuvvette ve sağlamlıkta
değildir. Bununla beraber bu hadisle diğer iki hadisin arasını şu şekilde
uzlaştırmak da mümkündür: "Önceleri cemaatle kılınan bir namaz yalnız başına
kılınan yirmi beş yahut yirmi yedi namaza denk idi. Sonraları cuma mescidinde
kılınan bir namazın fazileti artırılarak yalnız başına kılınan namazın beş yüz
misline çıkarıldı. Aynı şekilde önceleri Mescid-i Aksâ'da kılınan bir namaz
diğer mescidlerde kılman bin namaza Peygamberimizin mescidinde kılınan bir
namaz da Mescid-i Aksâ'da kılınan bin namaza denk idi. Sonraları bu mikdâr
artırıldı. Mescid-i Aksâ'da kılınan bir namaz diğer mescidlerde kılınan elli
bin namaza, Mescid-i Ne-bevî'de kılınan bir namaz da Mescid-i Aksâ'da kılınan
elli bin namaza; Mekke Mescidinde kılman bir namaz Medine Mescidinde kılınan
yüz bin namaza denk kılındı.''[415]
Şurasını unutmamak gerekir ki
bu faziletler sadece farz namazlar içindir Nafile namazlar için geçerli
değillerdir. Çünkü Hz. Peygamber; "Kişinin evinde kılacağı (nafile) namaz,
benim şu mescidimde kılacağı nafile namazdan daha faziletlidir. Ancak farz
namazlar müstesna (onları mescidde kılmak daha faziletlidir)" buyurmuştur.[416] Ayrıca her ibâdetin en az on kat
arttırıldığına dair hadis-i şerifin hükmü geneldir. Evde kılınan namaz da bunun
hükmüne girer. Farklı mescidlerde kılınan namazların farklı dereceleri
belirtilirken bu hüküm mahfuz tutulmuştur.
Bu hadis-i şerifler Mescid-i
Haram'ın, Medine Mescidinden daha faziletli olduğunu ifâde etmektedir.
Ulemanın büyük çoğunluğu bu görüştedir. İmam Mâlik'in meşhur olan görüşüne
göre ise, Medine Mescidi Mekke mescidinden (Harem-i Şerirden) daha
faziletlidir. Fakat İmam Mâlik'in bu görüşüne delâlet eden bir delil mevcûd
değildir.
Ayrıca Mekke'nin mi yoksa
Medine'nin mi daha faziletli olduğu meselesi de ulemâ arasında ihtilaflıdır.
Hanefî ulemasıyla İmam Şafiî,
İmam Ahmed, cumhur-ı ulemâ, İbn Vehb, Muhtarrıf ve Mâliki ulemâsından İbn
Habîb'e göre beldelerin en faziletlisi Mekke'dir. Çünkü Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur: "Vallahi sen (Ey Mekke!) Allah'ın en hayırlı ve en sevgili
ülkesisin. Senden çıkarılmış olmasaydım çıkmazdım."[417] Hafız îbn Hacer'in beyânına göre bu
hadis-i şerif sanihdir. Sünen sahibler ile İbn Huzeyme, Ibn Hibbân ve daha
başkaları bu hadisi tahriç etmişlerdir.
İmam Mâlik'in meşhur olan
görüşüne göre ise, Medine Mekke'den daha faziletlidir. Delili ise, Hz. Ebû
Hureyre'nin rivayet ettiği; "Evimle minberimin arası cennet bahçelerinden
bir bahçedir”[418] anlamındaki hadis ile Râfi b. Hadîc'in rivayet ettiği;
"Medine Mekke'den daha hayırlıdır."[419] anlamındaki hadistir. Ancak
Taberânî'nin tahric ettiği' bu hadisin senedinde, zayıflığında ulemanın
ittifak ettiği Muhammed b. Abdurrahman b. Ebî Dâvûd bulunmaktadır.
Mekke'nin Medine'den daha
faziletli olduğunu iddia eden cumhur-ı ulemâya göre, aksi görüşte olan İmam
Mâlik'in delilini teşkil eden Ebû Hureyre hadisinin bu konuyla bir ilgisi,
yoktur. Çünkü söz, Mekke'nin bütün şehirlerden daha faziletli olmasıyla
ilgilidir. Ebû Hureyre hadisi ise, Medine'nin özellikleriyle ilgilidir. İbn
Abdilberr'e göre İmam Mâlik'in Ebû Hureyre hadisini bu konuya delil olarak
göstermesi her hangi bir mesele ile ilgili bir haberi ilgisi olmayan bir konuya
delil getirmekten başka birşey değildir. Böyle bir haberin esas konuya ışık
tutan bir delil karşısında nazar-ı itibâra alınamayacağı aşikârdır.[420] Binaenaleyh İmam Mâlik'in bu konudaki
görüşü isabetsiz olduğundan Maliki ulemâsından pek çok kimse bu görüşten dönmüştür.
Ancak şurasını unutmamak
lâzımdır ki, Fahr-i Kâinat Efendimizin Kabr-i Şerifinin bulunduğu kısım bu
tartışmanın dışındadır. Çünkü burasının dünya üzerinde en faziletli bir yer
olduğunda ulemâ ittifak etmişlerdir.[421]
Ayrıca Medine'nin de diğer
şehirler içerisinde faziletli bir şehir olduğuna dâir pek çok hadis-i şerif
vardır. Bunlardan bazılarının mealleri şöyledir: "Ben Medine'nin iki
taşlığı arasının ağacının kesilmesini ve av öldürülmesini haram kılıyorum. M
edinci iler bilmiş olsalar, Medine onlar için daha hayırlıdır. Bir kimse ondan
yüz çevirerek terk ederse, Allah onun yerine oraya daha hayırlısını getirir.
Eğer bir kimse onun çile ve meşakkatine katlanırsa, kıyamet gününde ben ona
şafaatçı ve şâhid olurum."[422] Ebû Hureyre dedi ki: Halk ilk mahsulü
gördüler mi onu Peygamber sallallahü aleyhi veselleme getirirlerdi. Resûlullah
(s.a.) de onu alınca: "Ya Rabbî! Bize mahsûlümüze bereket, memleketimize
bereket, sa'ımıza bereket, müddümüze bereket ihsan eyle. Allah'ım şüphesiz ki
İbrahim senin kulun, Halil'in ve Peygamberindir. Ben de senin kulun ve
Peygamberinim. O sana Mekke için duada bulunmuş ben de sana O'nun Mekke için
yaptığı duanın bir mislini bir misli daha beraberinde olmak üzere Medine için
yapıyorum." diye duâ ederdi.[423]
"Şam fethedilecek ve
Medine'den bir kavim çıkarak aileleriyle (oraya) yerleşeceklerdir. Halbuki
bilmiş olsalar Medine, kendileri için daha hayırlıdır. Sonra Yemen
fethedilecek, yine Medine'den bir kavim çıkacak aileleriyle (oraya) sökün
edeceklerdir. Halbuki bilmiş olsalar Medine kendileri için daha hayırlıdır.
Sonra Irak fethedilecek, Medine'den yine bir kavim çıkarak aileleriyle oraya üşüşeceklerdir.
Halbuki bilmiş olsalar Medine, kendileri için daha hayırlıdır."[424]
2034. ...Ali (r.a.)'den;
demiştir ki: Biz Resülullah sallallahü aleyhi ve sellem'den Kur'ân'da ve şu
sahifede bulunanlardan başka bir şey yazmadık. Resûlullah sallallahü aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
"Medine Âir ile Sevr
arası (olmak üzere) haremdir. Binaenaleyh kim (orada) bir bid'at ortaya koyar
veya bid'atçıyı barındırırsa, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti
onun üzerinedir. (Kıyamet gününde) Allah onun farz veya nafile hiçbir ibadetini
kabul etmez. Müslümanların zimmeti birdir. Bu zimmet uğrunda onların en aşağı
olanı sa'y-u gayret gösterir. Kim bir müslümana vermiş olduğu ahdi bozarsa
(Kıyamet gününde) Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun
üzerinedir. (Hürriyetine kavuşturulmuş kölelerden) birisi (eski) efendilerinin
izni olmadan bir başkasını efendi edinecek olursa (kıyamet gününde) Allah'ın,
meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerinedir."[425]
Bir kısım Rafizîlerin
"Hz. Ali'nin yanında, Kur'an-ı Kerim'de olmayan pek çok ilim vardır.
Bunların sayısı bin baba ulaşmaktadır" diyerek bir takım asılsız haberler
yaymaları üzerine Hz. Ali'nin yakınları bu yaygarayı önlemek için hakikati
bizzat Hz. Ali'nin dilinden dinlemek ve tesbit etmek istemişlerdir. Bu
maksatla Hz. Ali'ye yanında Resûlullah'ın özel bir vasiyyeti bulunup
bulunmadığını sormuşlar. Bunun üzerine Hz. Ali de Resûl-i Ekrem'in kendisine
kılıcının kınında bulunan sayfadan başka özel olarak hiç bir sır vermediğini
ifâde etmiştir. Bu sahifede neler yazıldığını açıklaması istenince onu
açıklamıştı. Söz konusu sahifede neler bulunduğu muhtelif şekillerde rivayet
olunmuştur. Bir rivayette bu sahifede şu anlama gelen bir metin bulunduğu
ifade ediliyor: "Mü'minlerin kanları bir birlerine müsavidir. Zimmetleri
için en aşağı mertebede olanlar bile kefildir. Onlar başkalarına karşı bir el
gibidirler. Dikkat edin! Bir kâfire bedel hiçbir mü'min öldürülemez. Ahd-ü
emân sahibi bile (kendisine verilen) emân (güvence) süresi içerisinde öldürülemez."[426]
Yine İmam Ahmed'in diğer bir
rivayetinde de bu sâhifede şu mealde sözlerin de bulunduğu naklediliyor;
"İbrahim (Mekke'yi) haram kılmıştır. Ben de Medine'nin iki taşlık arasını
haram kılıyorum. Onun her yeri yasaktır. Otu koparılamaz, avı ürkiitülemez,
yitiği yerden alınamaz. Oradan ağaç kesilemez. Ancak bir kimse devesini
otlatabilir. Orada harb için silâh taşınamaz. Müslümanların kanı (kısas ve
diyette) biribirine eşittir. Zimmetleri uğrunda onların en aşağı olanı bile
gayret gösterir. Onlar düşmanlarına karşı tek bir el gibi yekvücutturlar.
Kâfir bir cana karşı bir mü'min kısas olarak öldürülemez. Kendisine emân
verilen kimse (emân suresi içerisinde) öldürülemez."[427]
Diğer bir rivayette de bu
sâhifede şu mealde sözlerin bulunduğu da ifade ediliyor: "Allah'dan
başkasının adı ile hayvan kesene Allah lanet etsin! (Allah ve Resulünün çizdiği
sınırlarım belirlediği) yolun işaretlerini çalana Allah lanet etsin! Babasına
lanet okuyana Allah lanet etsin! Bid'alçıyı barındırana Allah lânel
etsin."[428]
Âir ile Sevr, Medine.civarında
bulunan iki dağdır. Âir Medine'nin güneyinde Medine'ye iki saatlik bir
mesafededir. Sevr ise Uhud'un kuzeyinde kızıl renkte küçük bir dağdır. İşte bu
iki dağ arası Medine'nin haremidir.
Ebu Ubeyd b. Sellâm ile diğer
bazı kimselerin Medine'de Âir ve Sevr adında iki dağın bulunmadığım iddia
etmeleri müttefikunaleyh olan bir hadise aykırıdır. Ne yazık ki büyük
müelliflerden İbnu'i-esîr ile Yakut el-Hamevî bu konuda gerekli araştırmayı
yapmadan onlara tâbi olmuşlardır.
Metinde geçen müslümanlarm
zimmetinden maksat, gayr-i müslimlere verdikleri söz ve güvencedir. Bir
müslüman bir kâfiri koruyacağına dâir söz verdi mi artık başkalarının bu söze
riâyet etmeyerek ona dokunması haram olur. Çünkü müslümanlar yek vücuddur.
Fakat şurasını unutmamak gerekir ki, verilen bu emân ve emniyet kâfirlerin
belli kimseleri için geçerlidir; hepsi için verilen bir emân geçerli olamaz. O
zaman cihâd mefhûmu ortadan kalkmış olur.
Konumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifte hürriyetine kavuşturulmuş bir kölenin kendisini azâd eden eski
efendisinin izni olmadan kendisini başka birine nisbet etmesi, Allah'ın,
meleklerin ve bütün insanların lanetine sebeb olacak çirkin bir iş olarak
gösterilmiştir. Her ne kadar metinde bu lanetin, eski efendisinin izni olmadan
kendisini başkalarına nisbet eden kişilere ait olduğu ifâdesi varsa da, aslında
eski efendisinin iznini almış olması onu bu lanetten koruyamaz. Metinde "izinsiz
olarak" denilmesi bu nisbet işinin genellikle böyle olduğunu belirtmek
içindir, yoksa eski efendinin izni onu bu lanetten kurtaracağını ifâde etmek
için değildir. Çünkü hürriyetine kavuşmuş bir kölenin mirası kendisini nisbet
ettiği kişiye kalacağından, kölenin yaptığı bu işte başkalarının hukukuna
tecâvüz, küfrân-ı nimet, akrabadan ilgiyi kesmek gibi isyanlar vardır.[429]
1. Rafizîlerin
"Hz- Peygamber (s.a.)'in Hz. Ali'ye Kur'an-i Kerim de bulunmayan dinin
esaslarıyla ilgili sayısı bin baba ulaşan bazı ilimleri sır olarak
verdiğini" iddia etmeleri yalan ve iftiradan başka bir şey değildir.
2. Medine Hareminin de Mekke
haremi gibi avını öldürmek ve ağacını kesmek yasaktır. îmam Mâlik ile İmam
Şafiî, Ahmed ve İshak bu görüştedirler.
imam Mâlik'e göre Medine'nin
bu kısmının bir koru hâlinde ağaçlarının kesilmesinin ve avlarının
öldürülmesinin yasaklanmasına sebeb, oraların ıssız, sessiz, çıplak bir çöl
hâline gelmesini önlemek içindir.
Sözü geçen yerlerde avlanmanın
ve ağaç kesmenin yasaklanmış olması, bu yasağı çiğneyen kimselere herhangi
maddi bir cezayı gerektirmez. İmarri Mâlik ile İmam Ahmed ve yeni mezhebinde
İmam Şafiî bu görüştedirler. Çünkü Medine arazisinin hac ibadetiyle herhangi
bir ilgisi yoktur.
İmam Şafiî'nin eski mezhebine
göre ise, bu yasağı çiğneyen kimsenin elinden malları alınır, tmam Şafiî'nin bu
konudaki delili şu hadis-i şeriftir: "Sa'd b. Ebi Vakkas, Medine'nin
hareminde avlanan bir köleyi yakalayıp üzerinden elbisesini soyup çıkardı.
Bunun üzerine o adamın efendileri gelip Hz. Sa'd ile bu mevzuyu konuştular da
Hz. Sa'd şöyle dedi: . "Gerçekten Resûlullah (s.a.) şu haremi haram kıldı.
Kim burada avlanan bir kimseyi yakalarsa onun elbiselerini üzerinden soyup
alsın." buyurdu. Binaenaleyh ben Resûlullah (s.a.)'in bana ikram etmiş
olduğu bir nîmeti geri itemem."[430]
Zahirî ulemasından îbn Hazm'a
göre ise, bu yasağı çiğneyen kimsenin avret mahallini örtecek kadar bir elbise
üzerinde bırakılır. Bunun dışında mal olarak yanında nesi varsa alınır. Delili
ise ileride gelecek olan "Hz. Sa'd, orada avlanan köleleri yakalayınca
onların ellerinde bulunan mallarını almıştı. Bu hususta kendisine müracaat eden
köle sahiplerine şöyle dedi:
"Ben Resûlullah (s.a.)'m
Medine'nin ağaçlarından birşey kesmeyi yasakladığım ve "kim buradan
birşey kesen kimseyi yakalarsa mallarını elinden alabilir" dediğini bizzat
işittim," anlamındaki 2038 numaralı hadis-i şeriftir.
İbn Ebî Zi'b ile Maliki ulemâsından
bazılarına göre ise, Mekke hareminde olduğu gibi Medine haremindeki yasakları
çiğneyen kimselere de ceza lâzım gelir. Delilleri ise "Gerçekten İbrahim
Mekke'yi harem kılmıştır, ben de Medine'nin iki taşlığı arasını harem kıldım.
Onun ağacı kesilmez avı da avlanmaz."[431] mealindeki hadis-i
şerifdir.
Hanefi ulemâsıyla Sevrî ve İbn
Mübârek'e göre ise, Medine'nin harem kılınmış bir bölgesi yoktur. Binaenaleyh
Medine sınırlan içerisinde bulunan ağaçlan kesmekte ve orada avlanmakta
herhangi bir sakınca yoktur. Çünkü Hz. Enes şöyle demiştir: "Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem ahlâkça insanların en güzeli idi. Benim bir
kardeşim vardı ki O'na Ebû Umeyr denildi. Resûlullah (s.a.) gelip de onu
gördüğü zaman; "Ebâ Umeyr! Ne yaptı mığayr?" derdi. Ebu Umeyr bu
(nuğayr isimli) kuşla oynardı."[432]
İmam Ebû Cafer et-Tahâvî'ye
göre bu hadis Medine sınırları içinde, Mekke sınırlan içinde olduğu gibi bir
harem bölgesi olmadığına delâlet eder. Çünkü bu olay Medine'de geçmiştir. Eğer
Medine iddia edildiği gibi harem sınırları içerisinde olsaydı Resûlullah sözü
geçen çocuğa o kuşla oynamaya izin vermezdi.[433]
3. İlmin yazı ile tesbiti
caizdir.
4. Dinde bir bid'at ortaya atan
kimse günahkâr olduğu gibi onu koruyan kimse de günahkâr olur.
5. Müslümanların en
yetkisizlerinden birinin bile küf fara verdiği söz veya güvence geçerlidir. Her
müslüman ona uymakla mükelleftir.
6. İnsanın ahdini
bozması haramdır.
7. İnsanın kendisini
babasının dışında birine nisbet ederek veya hürriyetine kavuşmuş bir
kölenin.kendisini başka birine nisbet ederek onun ismini taşıması çirkin bir
iştir, haksızlıktır ve küfrân-ı nimettir.[434]
2035. ...Hz. Ali'den
(rivayet olunduğuna göre) Peygamber (s.a.) şu (Medine'nin harem kılınması)
olayı hakkında (şöyle) buyurmuştur:
"Yaş otu kesilemez, avı
ürkütülemez, yitiği alınamaz. Ancak onu ilân edecek olan kimse müstesna orada
herhangi bir kimsenin savaş için silâh taşıması ve oradan ağaç kesmesi uygun
değildir. Ancak bir kimse (orada) devesini otlatabilir."[435]
Bir önceki hadis-i şerifin
şerhinde de açıkladığımız gibi Râfizîler Hz. Ali'nin yanında hadis-i şeriflerin
ve Kur'-an-ı Kerimin dışında Resûl-i Ekrem'in özel olarak kendisine emanet
ettiği dinin esaslarıyla ilgili bin bâb ilim bulunduğunu iddia ederler ve kendi
inanç ve amellerinin Hz. Ali'nin yanında bulunan bu sahifelerden kaynaklandığını
söylerlerdi. Bu hadise Ahmed b. Hanbel’in Müsned'inde şöyle anlatılır:
"Ali (r.a.) bir emir aldığı zaman o emir hemen yerine getirilirdi ve
kendisine, "biz bu emri şu şekilde yerine getirdik" denilince Hz: Ali
de "Allah ve Resulü doğru söyledi" derdi. Bir gün yakınlarından
birisi olan Ester kendisine şöyle dedi:
-Senin şu söylediğin sözler
halk arasında yayılıyor, gerçekten Resûlullah'ın sana emânet ettiği bir şey var
mıdır? Hz. Ali şöyle cevap verdi:
Bana Resûlullah (s.a.) özel
olarak hiçbir emânet vermemiştir. Ancak ondan duyduğum tek bir şey var ki o da
(şu) kılıcımın kımndaki sahifedir. Orada bulunan kimseler de o sahifeyi
çıkarması için ısrar ettiler. Bunun üzerine sahifeyi çıkardı. Bir de baktılar
ki sahifede şunlar var: Kim din adına, ortaya dinden olmadık birşey atarsa
yahut böyle bir kimseyi barın-dırırsa Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların
laneti onun üzerinedir. Onun farz ve nafile ibâdetleri de kabul olunmaz.
İbrahim Mekke'yi harem kıldı, ben de Medine'yi harem kılıyorum. Medine'nin iki
taşlık arası haremdir. Medine'nin her tarafı Medine'nin komşudur."[436]
Metinde Medine'nin avlarını
ürkütmenin haram olduğu ifade edilmekle onları telef etmenin evleviyyetle haram
olduğu ifade edilmek istenmiştir.
Medine'de silâh taşınmasının
haramhğı ise ihtiyaç duyulmadan taşınan silâhlarla ilgilidir. İhtiyaç anında
ise, silâh taşınabileceğine dâir ilim adamları arasında ittifak vardır.[437]
Medine'de Mekke gibi harem
kılınmıştır.Bu sebeple Medınenın yaş otlarını kesmek, avını ürkütmek veya
yakalamak, halka ilân etme niyeti olmadan bulunan yitiklerini almak, savaşı
başlatmak, ağacını kesmek haramdır. Ancak hayvanlara vermek için ağaç
yapraklarım koparmak bunun dışındadır.
Şurasını belirtmek isteriz ki
bütün bunlar Medine'nin harem olduğunu kabul eden ilim adamlarına göredir.
Hanefî ulemâsına ve onlara tâbi olanlara göre ise, Medine sınırları içerisinde
harem bir bölge yoktur. Delillerin münakaşası için bir önceki hadisin şerhine
müracaat edilebilir.[438]
2036. ...Adiyy b.
Zeyd'den; demiştir ki: Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Medine'nin her
tarafından birer berîd (
Bu hadis-i şerifte Medine
haremi boyutlarının dört taraftan birer berîd
uzunluğunda olduğu ifâde edilirken Müslim'in Sahih'inde bu
boyutların dört taraftan, on ikişer mil uzunluğunda oldukları ifâde ediliyor.[440] Bu iki ifâde arasında herhangi bir çelişki
yoktur. Çünkü bir fersah üç mildir. Bir berîd de dört fersah olduğuna göre bir
berid
1. Medine'nin dört tarafından
birer beridlik (12 mılhk) bir bölge Resul-ı Ekrem tarafından harem
bölgesi olarak tayin edilmiştir.
Sözkonusu haremin yeri ve
sınırları hakkında rivayet edilmiş olan hadislerin zahirî ifâdeleri
birbirinden oldukça farklı gibi görünmektedir. Müslim'in Câbir'den rivayet
ettiği merfû bir hadiste bu bölgenin iki dağ arasında olduğu ifâde edilirken[442] bazı hadislerde de bu bölgenin Medine'nin
iki taşlığı arasından ibaret olduğu ifâde ediliyor.[443] Bu hadislerde geçen "Lâbe"
kelimesi "Harre" yani siyah taşlık demektir. Medine-i Münevvere biri
doğusunda, diğeri batısında olmak üzere iki taşlık arasındadır. Kuzey ve
güneyinden de bu nevi taşlıklarla çevrilmişse de bunlar ötekilere bitiştiği
için ayrıca zikredilmemiştir. İmam Ahmed'in Hz. Câbir'den rivayet ettiği
hadis-i şerifte de bu yasak bölgenin iki harre arasından ibaret olduğu ifâde
ediliyor.[444] Harre de taşlık anlamına geldiğine göre bu hadis-i şerifi
söz konusu harem bölgenin iki Lâbe (taşlık) arasında olduğunu ifâde eden bir
önceki hadisle birleştirmek mümkündür.
Müslim'in rivayet ettiği diğer
bir hadis-i şerifte de bu bölgenin iki me'zim arasından ibaret olduğu ifâde
ediliyor.[445] 'Me'zlm "iki dağ arasında kalan yer" anlamına
geldiğine göre bu rivayeti de yukarıda Müslim'in rivayet ettiği haram bölgenin
iki dağ arasında kaldığını ifâde eden Câbir hadisiyle birleştirmek mümkündür.
Hanefî ulemâsından bazıları bu
rivayetlerin lâfızlarının arasındaki farka bakarak bu hadislerin arasını
uzlaştırmanın mümkün olmadığını, binaenaleyh bu hadislerin muzdarib olduğunu
söylemişlerdir.
Fakat Şafiî ulemasından İbn
Hacer bu görüşe itiraz ederek aslında bu ifâdeler arasında bir ayrılık
bulunmadığını çünkü her taşlığın yanında bir dağ bulunduğunu düşünmenin haram
bölgenin iki dağ arasında bulunduğunu ifâde eden hadisle iki taşlık arasında
bulunduğunu ifâde eden hadis arasında bir çelişki olmadığını anlamak için
yeteceğini belirtmektedir. Yahut da söz konusu bölgenin iki taşlık arasında
bulunduğunu ifâde eden hadislerin, bu bölgenin doğu ve batı sınırlarına, iki
dağ arasında bulunduğunu ifâde eden hadislerin de kuzey ve güney sınırlarına
ait olduğunu ifâde ettikleri düşünülebilir. Ayrıca me'zim kelimesi dağ anlamına
da gelir. Binaenaleyh bu konudaki rivayetler arasında bir çelişki bulunduğunu
iddia etmek doğru değildir. Şayet böyle olduğu kabul edilse bile, bu hadislerin
muzdarib olduğunu iddia etmek yine doğru olmaz. Çünkü bu bölgenin iki taşlık
arasında bulunduğuna dair rivayetler daha çok olduğundan bu rivayet diğerine
tercih edilir ve böylece ızdırab iddiası ortadan kalkmış olur.[446]
2. Peygamber (s.a.) Medine'nin
harem bölgesinde otlamayı sadece zekât develerine tahsis etmiş, bunların
dışında hiçbir devenin orada otlamasına müsaade etmemiştir.
Mezhep imamlarının bu konudaki
görüşlerini 2034 numaralı hadisin şerhinde açıklamış bulunmaktayız.[447]
2037. ...Süleyman b.
Ebî-Abdillah'dan; demiştir ki: Ben Sa'd b. Ebî Vakkâs'ı Medine'nin hareminde
avlanan bir adamı yakalayarak elbiselerini soyarken gördüm. Sonra ona o
(kölenin) sahipleri gelip (o köle) hakkında konuştular da (onlara şöyle) dedi:
Bu harem bölgeyi Resûlullah
(s.a.) haram kıldı ve; "Kim burada avlanan bir kimse bulursa, onun
elbiselerini soysun" buyurdu. Binaenaleyh ben Resûlullah sallallahü aleyhi
ve sellem bana ikram etmiş olduğu bir nimeti size geri çevirmem. Ama isterseniz
size onun değerini veririm.[448]
Bu olay Müslim'in
Sahih'inde şu mânâya gelen lâfızlarla rivayet edilmiştir:
"Sa'd hayvanına binerek Akîk'teki köşküne gitti. (Orada) ağaç kesen yahut
yapraklarım silken bir köle buldu ve onu soydu. Sa'd döndüğü vakit kölenin
sahipleri gelerek kölelerinden aldığı şeyleri ona ya da kendilerine geri
vermesini istediler. Sa'd:
Ben Resûlullah sallallahü
aleyhi ve sellem bana ganimetten ziyâde olarak ihsan buyurduğu bir şeyi geri
çevirmekten Allah'a sığınırım, diyerek aldığı şeyleri .onlara geri vermekten
çekindi.".
Görülüyor ki Hz. Sa'd, söz
konusu kölenin eşyalarım, köle sahiplerine geri vermemiştir ve buna mecbur da
değildir. Böyleyken Hz. Sa'd'ın kölenin eşyasının bedelini ödemek istemesi,
onun kendi mürüvvet ve cö-mertliğindendir. Mecbur oluşundan değildir. Köleyi
soymaktan maksadı ise, onun bir daha böyle iş yapmasına mani olmak içindir.
İşte bu maksatla kölenin üzerindeki elbiseyi almış, yalnız avret mahallini
örtecek miktarını bırakmıştır.[449]
1. Medine'nin hareminde
avlanmakta olan veya ağacını kesen bir kimsenin üzerindeki elbisesi alınır.
İmam Şafiî'nin eski görüşü de böyledir. Ahmed b. Hanbel ile İbn Ebî Zi'b,
İbnu'l-Münzir, Sa'd b. Ebî Vakkâs ve Sahabeden bir cemaatin de bu görüşte
olduğu rivayet olunmuştur. Binaenaleyh Kadı İyaz'ın; '.'Medine hareminde
avlanan kimsenin üzerindeki malları alınır, sözünü sahabeden sonra İmam-ı
Şafiî'den başka söyleyen olmamıştır. Bütün Mısır ulemâsı İmam Şafiî'nin bu
görüşüne karşı çıkmışlardır" demesi, doğru değildir.
Şafiî ulemâsından İmam
Nevevî'ye göre bu konuda tercihe lâyık olan görüş İmam Şafiî'nin görüşüdür.
Çünkü Resûl-i Ekrem'in hadisi bunu ifâde ettiği gibi ashâb-ı kiramın uygulaması
da bu merkezdedir. Binaenaleyh İmam Şafiî'nin eski kavli ile amel ederek
ödetmenin keyfiyeti hususunda iki suret vardır. Birinci surete göre av,
kesilen ağaç ve ot Mekke'nin hareminde olduğu gibi ödettirilir. Esah olan kavle
göre avcının eşyası soyulur. Bu takdirde soyulacak eşyadan muradın ne olduğu
hususunda iki kavi vardır: Birinci kavle göre, yalnız elbisesi alınır. Esah
olan ve cumhurun kat'iyyetle ele aldıkları ikinci kavle göre burada alınacak
şeyler küf-fârdan öldürülen bir kimsenin üzerinden alınan şeyler gibidir.
Binaenaleyh atı, silahı ve nafakası hep alınır.
Alınan şeylerin nereye
sarfedileceğî hususunda ulemâdan üç görüş rivayet olunmuştur. Bunların esah
olanına göre alınan şeyler alanın mülkü olur. Hz. Sa'd hadisine muvafık olan da
budur. İkinci kavle göre alınan şeyler Medine'nin fukarasına; üçüncü kavle
göre, beytülmâle verilir. Haremde cinayet işleyen kimse soyulurken avret
mahallini örtecek miktarı müstesna olmak üzere, üzerinde bulunan bütün eşyası
alınır. Hattâ bazıları avret mahallini örten elbisesinin dahi alınacağını
söylemişlerdir.Ulemâmız avı öldürsün-öldürmesin mücerred avlanmakla bir
kimsenin soyulacağına kaail olmuşlardır.[450]
Biz mezhep ulemâsının bu konudaki
görüşlerini 2034 numaralı hadisin şerhinde açıkladık.[451]
2038. ...Hz. Sa'd'ın
kölesinden rivayet olunduğuna göre Sa'd (r.a.) Medine'nin kölelerinden
bazılarını Medine ağaçlarından bir kısmını keserlerken bulmuş da (ellerinden)
eşyalarını almış ve (onların) sahiblerine (şöyle) demiş:
Ben Resûlullah sallallahü
aleyhi ve sellemi Medine'nin ağaçlarından birini kesmeyi yasaklarken ve;
"Kim on(lar)dan birini keserse onun malı yakalayanındır." buyururken
işittim.[452]
Bu hadis-i şerif Beyhakî'nin
Sünen-i Kübrâ'sında ayrıntılı olarak şu mânâya gelen lâfızlarla rivayet olunmuştur:
Resûlullah (s.a.); "Medine'nin harenıindeki ağaçları kesen birini yakalayacak
olursanız onun malı sizindir. Oranın ağacı kesilip biçilemez"
buyurdu. Sa'd (İbn Ebi Vakkâs
oranın ağaçlarını) kesmekte olan bir takım köleleri görünce (onların
üzerlerindeki) mallarını (ellerinden) aldı. Bunun üzerine sahiblerine varıp
onlara "Sa'd şöyle yaptı" diye şikâyette bulundular. Az sonra
(sahibleri Hz. Sa'd'a gelerek):
Ey Ebû İshak, senin çocukların
ya da kölelerin bizim kölelerin mallarını (ellerinden) almışlar, dediler. (Hz.
Sa'd da):
"Yok, hayır! Onu ben
aldım. (Çünkü) ben Resûlullah (s.a.)'ı: "-Haremin ağacını keserken
yakaladığınız bir kimsenin (elinde bulunan) mal sizindir." buyururken
işittim. (Binaenaleyh o malları size veremem) fakat eğer isterseniz, size kendi
malımdan verebilirim diye cevap verdi.[453]
Bu hadis zayıftır. Çünkü bu
hadisin senedinde bulunan Hz. Sa'd'ın kölesinin kimliği meçhul olduğu gibi
diğer râvi Tevem'in kölesinin de güvenilir bir kimse olup olmadığı
ihtilaflıdır.[454]
2039. ...Câbir b.
Abdullah (r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre Resûlullah sallallahü aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur:
"Resûlullah (s.a.)'in
korusu (içerisinde bulunan ağaçlara sopa ile) vurulamaz ve (onlar) kesilemez.
Fakat hafif ve yumuşak bir vuruşla vurulabilir."[455]
Metinde geçen
"Resülullah'ın korusu" sözünden maksat, Resûlullah'ın haram bölge
olarak tayin ettiği Medine haremidir. Hadis-i şerifin ifâdesinden anlaşılacağı
üzere Medine hareminde bulunan ağaçların yaprağını düşürmek için onlara sopa
ile şiddetli bir şekilde vurmak haramdır. Bununla beraber Resul-i Ekrem
Efendimiz' insanlara ve hayvanlara karşı olan engin merhameti sebebiyle oradaki
ağaçları hafif hafif sallayarak veya onlara hafif darbeler vurarak
yapraklarını düşürüp hayvanlara yedirmeye izin vermiştir. Biz, mezhep
imamlarının bu konudaki görüşlerini 2034 numaralı hadis-i şerifin şerhinde
açıklamış bulunuyoruz.[456]
2040. ...İbn Ömer'den
rivayet olunduğuna göre Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bazan yaya,
bazan da binitli olarak Küba'ya gelir (ziyaret eder)miş.
İbn Numeyr (bu hadisi rivayet
ederken) "ve orada iki rekat namaz kılardı" (cümlesini) ilâve etti.[457]
Kubâ Mescidi İslâm tarihinde
ilk inşa edilen ve Medine'nin güney batısında bulunan kare biçiminde bir
mes-ciddir. Kırk metre eninde kırk metre boyunda ve altı metre yüksekliğinde
olan bu mescidin içerisinde yirmi sütun bulunmaktadır. Mescid Osmanlı
hükümdarlarından II. Mahmud tarafından hicrî 1210 tarihinde tamir edilmiştir.
Aslında bu mescit ismini
avlusunda bulunan bir kuyudan almıştır. Mescidin bulunduğu beni Amr bin Avf
yurdu olan köyde bu isimle anılır.
Daha önce geçen 2033 numaralı
hadis-i şerifte, Mescid-i Haram, Mescid-i Resul ve Mescid-i Aksâ'nın dışında
hiç bir mescide ziyaret için yolculuk yapılamayacağı ifâde edildiği hâide
burada Resûl-i Ekrem'in bazan binitli bazan da yaya olarak gelip Kubâ
Mescidini ziyaret edip gittiğinden bahsedilmesi,bu iki hadis arasında bir
çelişki bulunduğunu göstermez. Çünkü Kubâ ile Medine arasında sadece iki
millik bir mesafe bulunmaktadır. O yüzden Medine ile Kubâ arasında yapılan bir
gezintiye "yolculuk" denilemez. Dolayısıyla iki hadis arasında bir
çelişkinin bulunduğundan söz edilemez.
Kur'an-ı Kerim'de "Tâ ilk
günden takva üzerine kurulan mescid, elbette içinde namaza durmana daha
uygundur"[458] aâyetiyle övülen mescidin Kubâ Mescidi olduğu söylenmekte
ise de, gerçekte âyet-i kerimede kasd edilen mescid, Mescid-i Resûl'dür.
Nitekim şu hadis-i şerifler de bu gerçeği ifâde ve tey'id etmektedirler.
a. Birgün iki kişi; "Orada
(Mescid-i Dırâr'da) ebediyyen namaza durma! İlk günden beri takva üzere
kurulan mescid elbette içinde namaz durmana daha uygundur' âyetinde geçen
ikinci mescidin hangi mescid olduğu hususunda münakaşaya tutuştular. Birisi
onun Küba Mescidi diğeri de Mescid-i Nebevî olduğunu ileri sürdü. Resûlullah
(s.a.) de "O mescid işte benim şu mescidimdir" buyurdu.[459]
b. Ebû Said el-Hudrî dedi ki:
"Zevcelerinden birinin yanında bulunduğu bir sırada Resûlullah (s.a.)'in
yanına girmiştim. Kendisine:
Ya Resûlallah! Takva üzere
kurulan mescid iki mescidden hangisidir? diye sordum. Resûlullah (s.a.) bir
avuç çakıl taşı alarak onları yere vurdu, sonra Medine Mescidini kast ederek:
"O bizim şu
mescidimizdir" buyurdu.[460]
1. Mescid-i Kubâ faziletli bir
mesciddir. Resûl-i Ekrem'e uyarak orada namaz kılmak müstehabtır.
2. Yaya veya binitli olarak
gidip orayı ziyaret etmenin fazileti büyüktür. Nitekim bir hadis-i şerifte de
şöyle buyurulmaktadır: "Kim evinden çıkar da, şu mescide, Küba mescidine
gelerek namaz kılarsa umre yapmış gibi sevaba nail olur."[461] Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle
buyurulmaktadır: "Kim güzelce abdest aldıktan sonra varıp da Kubâ
Mescidinde dört rekat namaz kılarsa, onun bu hareketi bir köle azadetmeye denk
olur."[462] Her ne kadar senedinde Musa b. Ubeyde bulunduğu için bu
hadis zayıf ise de, İbn Mâce'nin rivayet ettiği şu hadisle takviye edilidği
için zayıflıktan kurtularak hasen derecesine yükselmiştir. "Evinde abdest
aldıktan sonra Küba Mescidine gelip de orada namaz kılan kimse için umre sevabı
gibi sevab vardır."[463]
2041. ...Ebû Hureyre
(r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem:
“Birisi bana selâm verdiği
zaman ona karşılık vermem için Allah ruhumu bana iade eder." buyurmuştur.[464]
Başta Peygamber Efendimiz
olmak üzere bütün peygamberlerin, kabirlerinde diri oldukları sahih
hadislerle sabit iken, burada Resûl-i Ekrem'in ruhumun bazan cesedinden ayrılıp
ba-zan da geri iade edildiğinden bahsedilmesi hadis ulemâsının dikkatini çekmiş
ve bu hususta çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. İmam Süyûtî bu konuda
"înbâu'I-ezkiyâ bi hayati'l-enbiyâ" isimli müstakil bir risale
hazırlamıştır.
Süyûtî'ye göre buradaki hâl
cümlesidir ve başında gizli bir harfi vardır. ise, bir atıf harfinden başka
bir şey değildir. Süyûtî’nin bu açıklamasına göre hadisin mânâsı şöyledir:
"Bana selâm veren bîr
kimse, bana ruhum cesedimde olduğu halde selâm vermiştir ve ben de onun
selâmını alırım."
Bazılarına göre buradaki
"hattâ" sebebiyyet ifâde eder ve hadis "Ona selâm vermem için
Allah ruhumu, bana iade eder" mânâsına gelir. Fakat Süyûtî bu ikinci
görüşü reddetmiştir. Çünkü "hattâ" harfine bu mana verilince, Resûl-i
Ekrem'e selâm verenler adedince ruhunun bedenine girip çıkması gerekir ki, bu
durum Resûl-i Ekrem'in ruhun cesede girip çıkması anında heran azab duymasını
ve kısa süreli de olsa ruhunun bâzan cesedini terk etmesini icâbettirir. Bu
ise, şehidlerin ve Peygamberlerin makamına uygun değildir.
Fakat "hattâ"
harfinin atıf harfi "reddellahu aleyye" cümlesinin de hâl cümlesi
olduğu kabul edilirse bu durum ortadan kalkmış olur.
Yine Süyûtî'ye göre
"redde" kelimesine geri çevirmek mânâsı vermek doğru değildir. Çünkü
o zaman Resûl-i Ekrem'in birçok defalar ölüp dirilmesi icab eder ki, bu durum,
Kur'an-ı Kerime ve hadis-i şeriflere aykırıdır. Binaenaleyh
"illâ"dan sonra gelen bu "redde" kelimesi "sayrûret =
olmak" manasınadır. Onun ruhunun, Allahın izniyle her an cesedinde
olduğunu ifâde eder. Fakat hadisin sonunda bulunan kelimesine uygun düşeceği
için hadisin başında da "sayrûret" mânâsında "redde"
kelimesi kullanılmıştır. Aslında Peygamber Efendimiz berzah âleminde melekût
âleminin ahvâli ile meşguldür ve dünyada olduğu gibi Allah Teâlâ'yı müşahede
hâlinde müstağraktır. Bir an için o halden ifâkat bulup ümmetinden gelen
selâmı alması da yine "redde" kelimesiyle ifâde edilmiştir.
Binaenaleyh ruhun cesedi terk etmesi ve sonra cesede iade edilmesi söz konusu
değildir.[465]
Şeyh Tâciddin el-Fâkihâni ve
Abdürrauf el-Münavî gibi bazı ilim adamlarına göre bu hadiste geçen
"ruhum iade edilir" cümlesindeki "ruh"tan maksat mecazen
"nutuk : konuşma kabüiyyeti"dir.. Kadı Iyaz'a göre buradaki ruhun
iadesinden maksat, Resûl-i Ekrem'in her an huzur-ı ilâhî iie alakadar olan
ruhunun, ümmetinin selâmı ile meşgul olmasından ibarettir.
el-Haffâcî, Kadı Iyaz'ın
"eş-Şifa" isimli eseri, üzerine yazdığı "Nesîmü'r-riyâz"
adlı kitabında "buradaki ruhtan maksad, Resûl-i Ekrem'e has olan ve ondan
ayrılmayan bir melektir. Bütün Peygamberler gibi Resûl-i Ekrem de kabrinde uyku
halinde bir kimse gibi hayattadır. Kendisine melek vasıtasıyla veya vasıtasız
olarak bir selâm erişince o selâmı alır. Onun tamamen nûranî olan ruhu
kabzedilmiş değildir. Binaenaleyh bizzat kabrine gelip de selâm verenlerin
selâmlarını işiterek uyanır ve onlara karşılık verir. Uzakta olanların selâmını
da melekler ona ulaştırır"[466] demektedir. Abdürrauf el-Münavî'nin
beyânına göre Resûl-i Ekrem'in, ümmetinin selâmım alması hiçbir zaman onun
gönlünü huzur-ı ilâhiden alıkoyamaz.[467]
Abdürrauf el-Munâvî ile
Aliyyü'1-Kari "Resûl-i Ekrem (s.a.) kendisine selam veren herkesin
selâmını alır. Bu hususta uzakta olanla kabri başına gelen arasında bir fark
yoktur" diyorlarsa da bazılarına göre, sözü geçen bu iki ilim adamının bu
görüşleri delilsizdir.[468]
1. Peygamber Efendimize selâm
vermenin fazileti çok büyüktür.
2. Peygamber
Efendimizin kahirini ziyaret eden bir kimsenin kelâmı Resûl-i Ekrem tarafından
işitilir ve selâmına karşılık verilir.
3. Hz. Peygamber kabrinde
kendine mahsus bir hayat ile diridir. Ayrıca diğer Peygamberlerin de diri
olduğunu isbat eden pek çok sahih hadis vardır. Bunlardan bazıları şu
mealdedir:
a. Resûl-i Ekrem (s.a.);
"Şüphesiz cuma günü en faziletli günleriniz-dendir. Âdem (aleyh is selam)
o gün yaratılmıştır. Nefha (ikinci Sûrun üfürülmesi) o gündedir. Sa'ka (birinci
Sûr'un üfürülmesi) de o gündedir. Artık o gün bana bol bol salavât getiriniz.
Çünkü o günkü sahalınız bana sunulur" buyurdu. Bir adam:
Ya Resûlallah, senin bedenin
yer tarafından yenmişken (Şeddâd dedi ki:) yani çürümüşken bizim salâvatımız
sana nasıl sunulur? diye sordu.
Peygamber sallallahu aleyhi ve
sellem de:
"Allah Peygamberlerin
cesetlerim yemesini yere yasak kılmıştır" buyurdu.[469]
b. "(îsrâ gecesinde)
göklere çıkarıldığımda Musa (aleyhisselam)m yanına vardım. Kırmızı bir kum
yığınının yanında ayakta zikir, dua ve teşbih ile meşguldü.”[470] Bilindiği gibi teşbih zikir
ve dua âhiret amellerin-dendir. Nitekim Allah Teâlâ ve tekaddes hazretleri
Kur'an-ı Kerim'de bu gerçeği şöyle ifâde buyuruyor:
"Onların orada duası;
"Allah'ım sen her türlü eksiklikten uzaksın" biri birlerine sağlık
dilekleri: "Selam", dualarının sonunda "Âlemlerin rabbi
Allah'a ha m d olsun!" sözleridir."[471]
c. "Gerçekten kendimi
Hıcrda gördüm, Kureyş bana İsrâ seyahatimi soruyordu... Bana ne sordularsa
kendilerine haber verdim. Bir de baktım ki kendimi Peygamberlerden müteşekkil
bir cemaatin içinde gördüm. Baktım ki, Musa kalkmış zikrediyor. Düz saçlı,
uzunca boylu bir zat. Zannedersin ki Şenûa kabilesi erkeklerinden biri. Bir de
baktım İsa b. Meryem (aleyhisselâm) kalkmış zikir ediyor. İnsanların ona en
ziyâde benzeyeni Urve b. Mesûd es-Sakafî'dir. Baktım İbrahim (aleyhisselâm)
kalkmış, o da zikrediyor."[472]
d. Hz. Peygamber, "ben Musa
(aleyhisselâm)'ı gür sesi ile Allah'ı telbiye ederek tepeden aşağıya inerken
görüyor gibiyim" buyurdu. Sonra Herşâ tepesine gelerek: "Bu tepe
hangi tepedir?" diye sordu. Ashab; "Herşâ tepesidir!" diye cevap
verdiler. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de; "Ben Yunus b. Mettâ
(aleyhisselâm)'i derli toplu, kırmızı dişi bîr deve üstünde, yünden bir cübbe
giymiş devesinin çılbırı liften olduğu haide telbiye ederken görüyor
gibiyim." buyurdu.[473] Ahiret âlemi amel âlemi olmadığı halde orada zikr
edilmesinin sebebi, sadece onun zevkini tatmak .arzusudur. Mecburiyet yoktur.
Nitekim Allah teâîâ ve tekaddes hazretleri Kur'ân-ı Keriminde şöyle buyuruyor:
"Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma, hayır (onlar) diridirler. Rableri
katında rızıklanmaktadırlar."[474] Şehidler diri, olduğuna göre, artık
Peygamberlerin diri olduğundan asla şüphe edilemez. Çünkü her Peygamber aynı
zamanda şehiddir.[475]
2042. ...Ebû Hüreyre
(r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Evlerinizi kabirlere
çevirmeyiniz. Kabrimi de bayram yeri haline getirmeyiniz. Bana (sadece) salavat
getiriniz. Çünkü nerede olursanız olun, sizin salâvâümz bana ulaşır."[476]
Evlerin kabirlere çevrilmesi
iki şekilde olur:
a. Evlerde hiç namaz
kılınmayınca oralar ölülerin mekânı olan kabirler hâline gelmiş olur. Evler
ibadetle kabir olmaktan kurtulup birer mâmûre hâline gelirler.
b. Evlere ölülerin defn
edilmesiyle evler kabirlere dönüşür:
Binaenaleyh hadis-i şerif,
vakti gafletle ve uyku ile ölüler gibi hareketsiz ibâdetsiz geçirmekten
sakındırmakta evleri nafile ibâdetlerle mâmur hâle getirmeye teşvik etmektedir.
Diğer bir hadis-i şerifte de Peygamber efendimiz şöyle buyurmaktadır:
"İçlerinde Allah zikr edilen ev ile içinde Allah zikredilmeyen evin misali
ölü ile diri gibidir."[477] Binaenaleyh konumuzu teşkil eden
hadiste teşbih-i beliğ vardır. Yani içinde namaz kılınmayan ev kabre
benzetilmiş ve teşbihte mübalağa için teşbih edatı ile vechu'ş-şebeh
atılmıştır.
Hadisin "kabirleri
kendinize mesken edinmeyiniz" anlamına gelmesi ihtimali de vardır. Çünkü
kabirlere sık sık uğrayan kimse kabirlere karşı ünsiyet kazanır da kalbi
katılaşır ve onlardan ibret alamaz hâle gelir. Hassasiyetini kaybeder.
Hadis-i şerifte geçen
"kabrimi bayram yeri hâline getirmeyiniz" cümlesi de "oraya
düğüne veya bayram yerine gider gibi merasim ve şenliklerle neş'e ve eğlencelerle
gitmeyiniz. Bilâkis oraya ibret ve öğüt almak için gidiniz" mânâsına
gelmektedir. Nitekim Resûl-i Ekrem Efendimiz bir hadisinde şöyle
buyurmaktadır: "Kabirleri ziyaret ediniz. Çünkü size âhireti
hatırlatır."[478]
Bu konuda Tîbî de şöyle diyor:
"Peygamber Efendimiz bu hadis-i şerifiyle ümmetim bayram yerine gider gibi
bir araya gelip merasimli ve gösterişli bir şekilde kabrini ziyaret etmekten
men'etmek istemiştir. Çünkü Yahudiler ve Hıristiyanlar Peygamberlerinin
kabirlerini bu şekilde ziyaret ettikleri için Allah onların kalblerini
katılaştırmış ve gaflet tufanına batırmıştır." Binânealeyh insan nerede
olursa olsun, Hz. Peygambere salât ve selâm getirdikten sonra o salât-ü
selâm'ın Hz. Peygambere erişeceğini düşünerek böylesi gösteriş ve merasimlerden
kaçınmalıdır.[479]
1. Cenazeleri evlere
defnedmek yasaklanmıştır.Ancak Resul-ı Ekrem Efendimizin cenazesi halkın
mescid hâline getirmesinden korkularak mezarlığa konulmamış, Hz. Âişe'nin evine
defnedilmiştir.
2. Nafile namazların
evlerde kılınması teşvik edilmiş ve evlerin nafile namazlarından hâli
bırakılarak kabre dönüştürülmesi yasaklanmıştır. Bir hadiste de;
"Evlerinizde (nafile olarak) namaz kılınız ve orada nafile namaz kılmayı
terk etmeyiniz."[480] buyurularak meselenin ehemmiyeti vurgulanmıştır.
3. Hz. Peygamber'in kabri
ziyaret edilirken bir düğün bir bayram havası ve manzarasının verilmesi,
merasim alaylarının ve benzeri toplantıların tertiplenmesi yasaklanmıştır.
Çünkü bu hareketler, sıkıntı ve meşakkat celbedici olduğu gibi Resûl-i Ekrem'e
karşı beslenmesi gereken normal sevgi sınırlarını da aşar. Binaenaleyh evliya
ve enbiyânın kabirleri, ziyaret edilirken de bu hadd-i i'tidâli muhafaza etmek
lâzımdır.[481]
4. Peygamber (s.a.)'e salât-ü
selâm getirmeye teşvik vardır. Çünkü o kabrinde diridir. Getirilen salat-ü
selâmlar kendisine erişir..[482]
2043. ...Rabi'a b.
el-Hudeyr'den; demiştir ki: Ben Talha b. Ubeydillah'ı Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem'den bir hadisten başka hadis rivayet ederken işitmedim. (Râvi
Rabia b. Ebî Abdurrahman) dedi ki: (Ben Rabia b. el-Hudeyr'e):
O (hadis) nedir? diye sordum
(da şöyle) cevap verdi:
(Talha b. Ubeydillah bana)
dedi ki: Biz (birgün) Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemle birlikte çıktık.
Şehidi erin kabirlerini (ziyaret etmek) istiyorduk. Nihayet Vâklm taşlığının
üzerine çıkıp da oradan indiğimizde bir de baktık ki bir dönemeçte kabirler
var.
Ya Resûlullah, (bunlar) bizim
kardeşlerimizin kabirleri midir? dedik.
"(Hayır, bunlar)
arkadaşlarımızın kabirlerî'dir." buyurdu. Biraz sonra şehidlerin kabirlerine
geldiğimizde:
"(İşte) şu(nlar da)
kardeşlerimizin kabirleridir" buyurdu.[483]
Metinde geçen "Vâkim
Taşlığı” Medine'de bulunan bir taşlığın ismidir. Burası bu ismi, Amâlika
kabilesinden olan "Vâkım" isminde bir adamdan almıştır. Rivayetlere
göre sözü geçen kimse Câhiliyye çağında Medine'ye ilk defa geldiği zaman bu
taşlığa inmiş ve söz konusu taşlık o günden sonra "Vâkım Taşlığı"
adıyla anılmaya başlanmıştır. Resûl-i Ekrem dönemeçte yatan şehidlerle o anda
beraberinde bulunan ziyaretçiler arasında kan bağı bulunmadığı için onların;
"Ya Resûlallah! (Bunlar) bizim kardeşlerimizin kabirleri midir?"
sorusuna "Hayır!" cevabını vermiştir. Binaenaleyh Resûl-i Ekremin
"Hayır" cevabıyla reddetmek istediği din kardeşliği değil, kanbağı
cihetinden olan kardeşliktir. Fakat daha sonra rastladıkları kabirlerde yatan
şehidlerle sözü geçen ziyaretçiler arasında kanbağı bulunduğu için oraya
vardıklarında "İşte şunlar da kardeşlerimizin kabirleridir," buyurarak
ziyaretçilerle şehidler arasındaki kan bağına işaret etmiştir.[484]
1. Uhud şehidlerini ziyaret
etmek müstehab olduğu gibi Bakı mezarlığını ziyaret etmek de sünnettir. Çünkü
Resûl-i Ekrem Efendimiz sağlığında Bakî Mezarlığını ziyaret eder ve şöyle
selâm verirdi:
Yani: "Ey mü'minler
topluluğunun ülkesi (ve içindekiler) selam sizin üzerinize olsun. İnşallah
yakında biz de size katılcağız. Ey Allah'ım, Baki' (yani) garkad halkını
bağışla. (Allah) bizden ve sizden öncekilere ve sonrakilere rahmet etsin.
Allah'dan sizin için de bizim için de afiyet dileriz. Ey Allah'ım, onlara
verdiğin ecirden bizi mahrum etme. Onlardan sonra gelen bizleri fitneye duçar
kılma! Bizi ve onları bağışla."
Hz. Peygamber'in kabr-i
saadetini ziyaret etmenin faziletiyle ilgili birçok hadis-i şerif
nakledilmiştir.[485]
Bu bakımdan Beytullahı hac ve
ziyaret eden her müslümânın hacdan Önce veya sonra Medine'ye de giderek
Resûlullah (s.a.)'rn kabr-i saadetini ziyaret etmesi ve Mescid-i Nebi'de namaz
kılması müslümanlar arasında terk edilemeyen bir sünnet olarak devam
edegelmiştir.
Gerçekten Resûlullah'ın
yaşadığı, mübarek ellerini sürdüğü, ayaklarının çiğnediği yerleri görmek,
ashabının ve en yakın arkadaşlarının kabirlerini ziyaret etmek vahyin indiği
ve tebliğ edildiği bu kutsal beldenin havasını teneffüs etmek her mü'min
gönlünün en tatlı özlemidir.
Resûlullah (s.a.)'i ziyaret
için Medine'ye gidecek olan kimse, her zamankinden daha çok salavat-ı şerife
getirir. Salat-ü selâma yollarda da devam eder, Çünkü Resûlullah (s.a.)'e
yapılan salat-ü selâmlar ona ulaşır.
Resûlullah (s.a.)'i ziyaretten
başka Mescid-i Saadetin ziyaretine de niyyet eder. Çünkü Mescid-i Saadet,
içinde namaz kılmak üzere uzak yerlerden sefer edilecek üç mescidden biridir.
Medine-i Münevvere uzaktan
görülünce ziyaretçi salât-ü selâm getirir ve;
Yani: "Allah'ım burası
senin Peygamberinin haremidir. Senin vahyinin indiği mübarek yerdir. Bu kutsal
yeri benim için Cehennemden korunmak ve hesabdan güvence vesilesi kıl ve beni
(sana) dönüş gününde Mu-hammed Mustafâ'nın şefaatine erişenlerden eyle"
diye dua eder.
Medine'ye abdestli (mümkünse
guslederek) girer.
Eşyasını yerleştirdikten sonra
temiz elbiselerini giyer, güzel koku sürünür, salavât-i şerife getirerek ve
Resûlullah'm şehrinde bulunduğunu onun huzuruna gitmekte olduğunu düşünerek
edeb ve tevazu ile Mescid-i Saadete gider.
diyerek Babü's-selâm veya
Bâb-ı Cibril denilen kapılardan birinden mescide girer. Kerahet vakti değilse
iki rekât tahiyyetülmescid namazı kılar. İmkân bulursa bu namazı Ravzâ-i
Mutahhara'da (Kabri- Şaâdet ile minber arasında kalan kısımda) kılar. Burası
hakkında Resûlullah (s.a.) "Evimle minber arasında kalan kısım cennet
bahçelerinden bir bahçedir." buyurmuştur.[486] Bu ifâde buraya ilâhî
rahmetin indiğini ifâde eder.
Tahiyyatü'l-mescidden sonra,
bu saadete erişmesinden dolayı iki rekat da şükür namazı kılar ve dilediği
kadar dua yapar kendisi, anne-babası ailesi, yakınları ve bütün mü'minler için
Cenab-ı Haktan mağfiret ve selâmet niyaz eder. Ümmeti Muhammed'in içinde
bulunduğu hali hatırlayarak; ümmetin bu hazin durumundan kurtuluşu Şer'i
Rasûle tekrar dönüşü için de bilhassa duâ ve niyazda bulunur.
Tevazu, edeb ve sükûnetle
kabr-i saadete ayak cihetinden yaklaşıp Resûlullah'm mübarek başı hizasında
1,5-
Resûl-i Ekrem (s.a.)'e
hayatında nasıl hürmet ve tazim göstermek gerekli ise vefatından sonra da aynı
şekilde hürmet ve tazim gerekir. Bu itibarla Resûlullah (s.a.) ziyaret
edilirken yüksek sesle bağırılmaz, hürmeti bozan edebe aykırı davranışlarda
bulunulmaz, kabr-i saadetin yanına kadar sokulunmaz, duvarlarına el sürülmez,
öpülmez, etrafı tavaf edilmez, karşısında eğilinmez. Bunlar bid'at ve
mekruhtur. Hele kabr-i Saadete karşı secde etmek kesinlikle haramdır. İbadet
kasdı ile yapılırsa, küfürdür. Re-sûlullah (s.a.)'e gönderilmiş selâmlar varsa
emânete riâyet vâcib olduğundan onları da; Yani: "Ya Resûlallah, filan
kimsenin de selâmı var Allah katında kendisine şefaatçi olmanı istiyor. Ona ve
bütün m uslum unlara şefaat eyle..." diyerek tebliğ eder.
Sonra bir metre kadar sol
tarafa ilerleyip Hz. Ebû Bekr (r.a.)'in başı hizasında durur.
Daha sonra
Yani: "Allah'ım, sen
şöyle buyurdun"; ki senin sözün hakkdır: "Eğer onlar (masiyet
işleyerek) nefislerine zulmettiklerinde sana gelip Allah'tan mağfiret
dileselerdi, Peygamberde kendileri için istiğfar etseydi, (Cenab-ı Allah'ın)
daima tevbeleri kabul eden ve merhamet edici olduğunu görürlerdi" işte biz
de sözünü dinleyerek huzuruna geldik, emrine uyarak, Peygamberin vesilesiyle
senden şefaat diliyoruz. Rabbimiz bizi anne ve babalarımızı, bizden önce iman
etmiş kardeşlerimizi bağışla kalblerimizde mü'minlere karşı kin bırakmaz.
Şüphesiz sen şefkatlisin merhametlisin.
Rabbimiz bize dünyada iyilik,
âhirette de iyilik ver, bizi cehennemin azabından koru. "İzzet sahibi
Rabbin onların vasfede geldiklerinden münezzehdir. Bütün rasûllere selâm olsun.
Âlemlerin Rabbi Allah'a da hamd olsun".
Daha sonra Ebu Lübabe ve
Hannâne direklerine gider, onların yanında da duâ eder; mümkün olursa, namaz
kılar.
Medine-i Münevvere'de
bulunduğu sürede beş vakit namazını Mescid-i Saadette kılar, boş vakitlerini de
kaza ve nafile namazları kılarak değerlendirir.
İmam Ahmed'in Müsned'inde
Taberânî'nin de el-Mu'cemu'1-Evsat'ında güvenilir râviler vasıtasıyla Hz.
Enes'den rivayet ettikleri bir haâis-i şertfte şöyle buyurulur: "Kim benim
Mescidimde bir vakit namaz geçirmeden kırk vakit namaz kılarsa, ona ateşten kurtulduğuna
dâir berat yazılır, a/abdan kurtulur ve münafıklıktan uzak olur."[487]
Ayrıca Resûlullah (s.a.)'ın
kabrini, tenha zamanları kollayarak sık sık ziyaret eder, mümkün olursa
Mescid-i Saadette bir hatim indirir dönerken de Resûlullah (s.a.)'i ziyaret
edip veda ederek ayrılır.[488]
2044. ...Abdullah b.
Ömer (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.) Zülhuleyfe'deki
Bathâ'da devesini çöktürerek orada namaz kılmıştır. Bunu Abdullah b.. Ömer de
yapardı.[489]
1867 numaralı hadis-i şerifin
şerhinde de açıkladığımız gibi Resûlullah Medine'den Mekke'ye
gitmek istediği
zaman ismini Zülhuleyfe'deki
ağaçtan alan ve oradan geçen "ağaç yolu" isimli yolu tâkib ederdi.
Medine'ye dönerken de Muarras'dan geçen yolu tâkib ederdi. Buhârî'nin
Sahih'inde de "Resûl-i Ekrem (s.a.)'in, Mekke'ye giderken ismini yine
"ağaç yolu" üzerindeki ağaçtan alan "Mescidü'ş-şecer'"de
namaz kıldığı, Mekke'den dönerken de Zülhuleyfe'deki Bathâ'da (vadide) namaz
kıldığı ve orada gecelediği ifâde edilmektedir.[490]
Esasen metinde sözkonusu
edilen Bathâ'dan başka Mekke'de.ve Minâ'da da "Batha (vadi)" adıyla
bilinen iki yer daha vardır. Onlarla karıştırılmasın diye metinde
"Zülhuleyfe'deki Batha" tâbiri kullanılmıştır. Buraya Medine'liler
"el-Muarras" derler. Burada namaz kılmak çok faziletli olduğu için
Resûl-i Ekrem Efendimizi hac dönüşü Mekke'den Medine'ye gelirken burada
konaklayarak namaz kılmıştır. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyruluyor:
Peygamber (s.a.) Zülhuleyfe'deki vadide istirahatgâhında iken O'na (gaibden)
birisi gelip:
Sen gerçekten mübarek bir vadidesin,
demiş. Musa dedi ki: "Salim de vaktiyle Abdullah'ın devesini çöktürdüğü
yerde bize develerimizi çök-türttü o da Resûlullah'ın istirahatgâhını
araştırıyordu. Bu yer vadideki mescidin aşağısındadır. Mescidle kıble arasında
ortadadır.[491]
Hac veya umreden sonra
Mekke'den Medine'ye dönüşte veya hac ve umre dışında yapılan herhangi bir
yolculukta uğranıldığı zaman Zulhuleyf deki Bathâ'ya inip orada namaz kılmak
müstehabtır. Kadı Iyaz'a göre, sözü geçen Bathâ'ya inip orada namaz kılmanın
hac veya umreyle bir ilgisi yoktur. Ancak orası mübarek bir vadi olduğu için
yolu oraya uğrayan herkes teberrüken orada konaklayarak istediği kadar namaz
kılar.
İmam Mâlik'e göre ise, hac
veya umre dönüşü burada inerek namaz kılmak müstehabtır ve buraya namaz
vaktinden önce inen kimse namaz vakti girinceye kadar bekler ve namazı orada
kılar. Fakat terkinden dolayı herhangi bir ceza lâzım gelmez.
Ulemâdan bazılarına göre ise,
Resûlullah (s.a.)'in hacdan dönerken Zulhuleyfe'deki Vadi-i Akik'de gecelemesi
hacılar ailelerinin yanına geceleyin habersizce varmasınlar diyedir. Çünkü bir
çok meşhur hadislerde bu hareket açıkça yasaklanmıştır.[492]
2045. ...(İmam) Mâlik
demiştir ki: Medine'ye dönerken hiç bir kimsenin Muarras'da elden geldiği kadar
namaz kılmadan geçmesi uygun değildir. Çünkü bana ulaşan rivayetlere göre
Resûlullah (s.a.) orada konaklamıştır.[493]
Ebû Dâvûd dedi ki: Ben
Muhammed b. İshak el-MedinVyi, "el-Muarras Medine'ye altı mil
uzaklıktadır" derken işittim.[494]
Ta'rîs: Yolcunun geceleyin
uyumak veya dinlenmek için bir yere inmesidir. Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.â.)
hac dönüşünde Mekke'den dönerken bu vadide konaklayıp geceyi orada geçirdiği
için Medineliler sözü geçen vadiye "Muarras" ismini vermişlerdir.
Konumuzu teşkil eden rivayet,
hac dönüşü Muarras'da konaklama konusunda İmam Mâlik'in görüşünü ifâde etmektedir.
İmam Mâlik ile diğer ulemâya
göre burada namaz kılmak müstehab ve güzel bir şeydir. Ama Haccın
sünnetlerinden veya terkinden dolayı fidye lâzım gelen vâcib fiillerden
değildir. İbn Ömer müstesna olmak üzere bütnü ulemâya göre orada namaz kılmak
güzel bir iştir. İbn Ömer ise bunu sünnetten saymıştır. Nevevî'nin beyânına
göre Şafiî ulemâsı orada namaz kılmayan bir kimsenin faziletten mahrum
kaldığını fakat günaha girmiş sayılmayacağını söylemişlerdir.
Ulemâdan bazılarına göre ise,
Peygamber Efendimiz burada Mekke'den Medine'ye dönerlerken değil, Medine'den
Mekke'ye giderlerken konaklamıştır. Maamâfih hem giderken, hem gelirken oraya
inmiş olması da mümkündür.[495]
Müellif Ebû Davud'un bu
hadisin sonuna ilâve ettiği talik'e göre sözü geçen vadi, Medine-i Münevvere'ye
altı mil uzaklıkta bulunmaktadır. 2036 numaralı hadis-i şerifin şerhinde de
açıkladığımız üzere Medine haremi Medine’ye
1. Hz. Peygmaber'in
davranışlarını aynen muhafaza etmek teşvik edilmiştir.
2. Hz. İbn Ömer
Resûl-i Ekrem'in davranışlarını aynen uygulamaya son derece düşkün idi. Öyle ki
Resûl-i Ekrem'in hayatında, altında gölgelenmiş olduğu ağaçları bulur,
kurumamaları için onları sulardı..
Sünen-i Ebû Dâvûd nüshalarının
bazılarının hamişinde İbn Ömer'den nakledilen şu mânâda bir hadis daha vardır:
"Resühıllah (s.a.)
(Zülhüleyfe'deki vadiye) geldiği zaman Muarras'da gecelerdi. Sabahleyin yola
devam ederdi."
Ancak asıl nüshalarda bu metin
bulunmadığından biz sadece manasını sunmakla yetindik.
Allah'ın avn-ü inâyetiyle hac
bahsi burada sona ermiştir.
Bize bu muvaffakiyeti ihsan
eden Rabbimize hamd-ü senalar olsun...[497]
[1] Beyhakî,
es-Sünenu'l-kübrâ, V, 153.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/380-381.
[2] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/381.
[3] Hattâbî,
Meâlimü's-sünen, II, 490, 491.
[4] Zeylaî, Nasbürrâye,
III, 86; Beyhakî, es-Sünenu'1-kübrâ, V, 153.
[5]
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/381-382.
[6] Buhârî, hac 75,
133; Müslim, hac 346; ibn Mace, menâsik 80; Dârimî, menâsik 91 Ahmet b. Hanbel,
II, 19, 22, 28, 88.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/383.
[7] Müslim, hac 347;
Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, V, 147.
[8] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/383.
[9] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/384.
[10] Buhârî, hac 84;
Müslim, müsâfirîn 16; Dâriî, menâsik 47; Ahmet b. Hanbel, VI, 297.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/384-385.
[11] İbn Hacer,
Fethıı'1-Bârî, IV, 224, 225.
[12] İbn Hacer,
Fethu'l-bârî, III, 225.
[13] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/385-387.
[14] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/387-388.
[15] Kütüb-i sitte
sahiplerinden sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/388.
[16] Fethu'l-Bârî, VIII,
269.
[17] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/388.
[18] Sadece Ebû Dâvûd
rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/389.
[19] İbn Hacer,
Fethü'1-Bârî, III, 225.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/389.
[20] Kütüb-i Sitte
sahiplerinden sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/389-390.
[21] Sünen-i Ebu Davud Terceme
ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/390.
[22] Beyhakî,
es-Sünenu'1-kübrâ, II, 144.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/390.
[23] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/390.
[24] Buhârî, hac 84;
Müslim, müsâfirîn 17; nesâî, kasru’s-salât 3.
[25] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/391.
[26] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/391.
[27] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/391-392.
[28] İbn Mâce, menâsik
64; Ahmet b. Hanbel, VI, 376, Beyhakî, es-Sünenu'1-kübrâ, V, 130.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/393.
[29] Müslim, hac 311.
[30] Beyhakî,
es-Sünenu'l-kübrâ, V, 128.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/393-395.
[31] Beyhakî,
es-Sünenu'l-kübrâ, V, 130.
[32] el-Fethu'r-rabbânî,
XII, 178.
[33] Fethu'l-bârî,
IV, 332.
[34] Kâsânî,
Bedâiü's-sanâî, II, 156.
[35] İbn Kudâme,
el-Muğnî, III, 425, 426.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/395-396.
[36] Beyhaki,
es-Sünenu'l-kübrâ, V, 130.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/396-397.
[37] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/397.
[38] Buhârî, hac 140,
142; Nesâî, menâsik 230; ibn Mâce, menâsik 65; Dârimî, menâsik 61; Muvattâ, hac
212; Ahmet b. Hanbel, II, 152, 178, 190; Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, V, 148.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/397.
[39] el-Fethü'r-rabbânî,
XII, 219; Buhârî, hac 142, Fethu'1-Barî, IV, 332.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/397-398.
[40] Beyhakî,
es-Sünenu'I-kübrâ, V, 131.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/398.
[41] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/398.
[42] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/398-399.
[43] Müslim, hac 310;
Nesâî, menâsik 220; Ahmet b. Hanbel, III, 318, 337, 366, 387.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/399.
[44] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/399-400.
[45] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/400.
[46] Buharı, hac 134;
Müslim, hac 314; Tirmizî, hac 59; Nesaî, menâsik 221; Darimi, menâsik 58; Ahmet
b. Hanbel, III, 313, 319, 400.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/400.
[47] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/400.
[48] Tahâvî, Şerhu
meâni'1-âsâr, II, 215.
[49] Zürkanî,
Şerhu'l-Muvatta, III, 228, Muvatta, hac
220.
[50] Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ,
V, 150.
[51] Beyhakî,
es-Sünenu'l-kübrâ, V, 152.
[52] Beyhakî,
es-Sünenu'l-kübrâ, V, 152.
[53] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/400-402.
[54] Buhârî, hac 134;
Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, V, 148.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/402.
[55] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/403.
[56] Buhârî, hac
140-142; Nesâî," menâsik 230; İbn Mâce, menâsik 65; Dârimî, menâsik 61;
Muvatta, hac 212; Ahmet b. Hanbel, II, 152, 178, 190.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/403.
[57] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/403-404.
[58] İbn Kudame, el-mugnî,
III, 453.
[59] Nesâî, menasik 227.
[60] bk. Hadis no,
1977.
[61] Beyhakî,
es-Sünenu'1-kübrâ, V, 149.
[62] Beyhakî, a.g.e.
V, 148.
[63] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/404-406.
[64] Buhârî, hac 136,
138, 140, 142, Müslim, hac 147, 305, 309; Tirmizî, hac 64; Nesaî hac 215, 216,
226, 227, 229, 231; İbn Mâce, menâsik 63, 64, 84; Dârimî, menâsik 34, 61 Ahmet
b. Hanbel, I, 168, 297, 306, 415, 427, 430, 432, 436, 456, 458; II, 152, VI,
90.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/406.
[65] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/406-407.
[66] Buhârî, hâc
141.
[67] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/407.
[68] Tirmizî, hac 106;
Nesâî, menâsik 225, 226; İbn Mace, menâsik 67; Dârimî, menâsik 58; Muvatta, hac
218, 219; Ahmet b. Hanbel, V, 45; Beyhakî, es-SünenıTl-kübrâ, V, 151.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/407-408.
[69] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/408.
[70] İbn Kudâme,
es-Şerhü'l Kebir, III, 481.
[71] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/408-409.
[72] Tirmizî hac, 106;
Nesâî, menâsik 225, 226; İbn Mâce, menâsik 67; Ahmet b. Hanbel, V, 450.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/409.
[73] el-Fethu'r-rabbânî,
XII, 222.
[74] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/409-410.
[75] Beyhakî,
es-Sünenu'1-kübrâ, V, 151.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/410.
[76] Nesaî, menâsik 227.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/410.
[77] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/410.
[78] Ahmet b. Hanbel,
VI, 143, Beyhakî, es-Sünenu'1-kübrâ, V, 136.
[79] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/411.
[80] el-Fethür'-rabbânî,
XII, 185; Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, V, 136.
[81] Darekutnî, Sünen,
II, 276.
[82] Bk. 1978'inci
hadis.
[83] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/411.
[84] Hâkim,
el-Müstedrek, I, 461.
[85] Zeylaî,
Nasbûr-râye, III, 82.
[86] Müslim, hac 47 ve
Ebû Dâvûd, 1745 no'lu
hadis.
[87] Nesâîğ, menasik
2312; İbn Mâce, menâsik 70; Beyhakî es-Sünenu’l-kübrâ, V, 136;
el-Fethü'r-rabbânî, XII, 175.
[88] Aynı yerler.
[89] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/412-413.
[90] Buhârî, hac 127;
Müslim, hac 316, 318; 320, 321; Tirmizî hac 74; İbn Mace'menâsik 71; Dârimî,
menâsik 64; Muvata, hac 184; Ahmet b. Hanbel, I, 216, 353; II, 34, 79, 119,
138, 141, 151; III, 20, 89, IV, 70, 365, 177; V, 381; VI, 393, 402, 403.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/413.
[91] Buhârî, hac 127;
el-Fethu'r-rabbânî, XIII, 94.
[92] îbn Mâce, menâsik
71.
[93] İbn Hacer,
el-Fethu'1-Bârî, IV, 311, 312.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/413-414.
[94] Buhârî, hac 127.
[95] bk. Beyhakî,
es-Sünemı'l-kübrâ, V, 136.
[96] Müslim, hac 154.
[97] Müslim, hac 143.
[98] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/414-416.
[99] Buhârî, hac 127;
Müslim, hac 322; Ahmet b. Hanbel, II, 128.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/416.
[100] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/416.
[101] el-Feth (48), 27.
[102] Buhârî, hac 127;
Müslim, hac 209-210; Ahmed b. Hanbel, V, 96, 98.
[103] Davudoğlu, Sahihi
Müslim Terceme ve Şerhi, VI, 500.
[104] el-Mâ'ide (5), 6.
[105] Aliyul-kârî,
Mirkatü'l-mefâtîh, III, 238.
[106] Buhârî, i'tisâm 2,
Müslim, fedâil 20; Nesâî, hac 1; İbn Mâee, mukaddime I; Nesâî, menâsi.k 1;
Ahmet b. Hanbel, II, 258, 313, 448.
[107] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/416-418.
[108] Buhârî, vudû 33;
Müslim, hac 323, 326; Tirmizî, hac 73; Beyhakî, es-Siinenu'1-kübrâ, V,
103.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/418.
[109] el-Fethu'r-rabbânî,
XII, 187.
[110] Müslim, hac 324.
[111] Tirmizî, hac 73.
[112] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/418-420.
[113] Şerhu'1-Muğni, III,
44.
[114] el-Fecru’I-miinîr,
I, 735.
[115] Tahavî, Şerhu
meânfi-âsâr, I, 424.
[116] Mecme'u'z-zcvâid,
III, 261.
[117] el-Feth (48), 27.
[118] el-Bakara (2), 196.
[119] el-Hac (22), 33.
[120] bk. Fethu'1-Bârî,
III, 362; Buhârî, hac 125.
[121] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/420-422.
[122] Müslim, hac 323,
326; Tirmizî, hac 73.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/422-423.
[123] Miras, Kâmil,
Tecrid Tertemesi, VI, 196-197 (Birinci baskı).
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/423-424.
[124] Buhârî, ilim 23,
24, 26; hac 125,130-131, eymân 15; Müslim, hac 327, 330-331, Tirmizî, hac 76;
Nesâî, menâsik 225; İbn Mâce, menâsik 74; Darimî, menâsik 50, 56; Muvatta, hac
242; Ahmed b. Hanbel, 1,216, 258, 269, 291,300, 311,328; II, 159, 192,202,217;
III, 326, 385.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/424.
[125] Beyhakî,
es-Sünemı'l-kübrâ, V, 142.
[126] Tahâvî, Şerhti
meâni'1-âsâr, II, 237.
[127] Tahâvî, Şerhu
meâni'1-âsâr, II, 238; Tekmiletu'l-Menhel, II, 146.
[128] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/424-426.
[129] Beyhakî,
es-Sünenü'l-kübrâ, V, 104.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/426-427.
[130] Tirmizî, hac 75;
Nesâî, ziyne 4.
[131] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/427.
[132] Beyhakî,
es-Sünenü'1-kübrâ, V, 104.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/427-428.
[133] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/428.
[134]
el-Fethü'r-rabb'âni, XI, 9-10; İbn Kacer, Fethü'I-Bari III, 3£7; Nevevî, Şerhu
IX, 117; Nesâî, menâsik 3; İbn Mâce, menâsik 3.
[135] Bedâiu's-sanâî, II,
226.
[136] el-Fethü'r-rabbânî,
XI, 58; Beyhakî es-Siincnü'1-kübrâ IV, 349.
[137] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ,
IV, 349.
[138] el-Bakara (2), 196.
[139] Al-i İmrân (3), 97.
[140] 1810 numaralı
hadis-i şerîf.
[141] Mecelle mad. 8.
[142] Dârekutnî, Sünen,
282; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 350.
[143] Dârekutnî Sünen,
II, 284.
[144] Beyhakî
es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 350.
[145] M. Zihnî, Ni'met-i
İslâm, 614.
[146] bk. 1903 numaralı
hadis.
[147] Nesâî, menâsik 183.
[148] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/429-432.
[149] Buhârî, umre 2: Beyhakî,
es-Sünenü'1-kübrâ, IV, 345.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/432.
[150] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/433.
[151] Buhârî, umre 6;
el-Fethu'r-rabânî, XI, 52.
[152] Zeylaî,
Nasbu'r-râye III, 147.
[153] Beyhakî,
es-Sünenü’l-kübrâ, IV, 346.
[154] Aynı yer.
[155] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/433-434.
[156] Buhârî, hac 34;
Menâkibû'I-ensâr 26; Müslim, hac 198; Nesâî, menâsik 76; Dârimî, mukaddime 14;
Ahmed b. Hanbel, I, 252, 261.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/434.
[157] el-Fethü'r-rabbânî,
XI, 55.
[158] Buhârî, hac 71.
[159] el-A'raf, (7) 95.
[160] İbn Kuteybe,
Tefsirü Garîbi'l-Kur'ân, 170.
[161] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/434-436.
[162] Tirmizî, hac 95;
İbn Mâce, menâsik 24, Ahmed b. Hanbel, VI, 375.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/436-437.
[163] el-Fethü'r-rabbânî,
XI, 34.
[164] Bak 1989
no'iu.hadis.
[165] bkz. 1889 no'lu
hadis.
[166] bk. Tirmizî, hac
95, (III, 277).
[167] bk.
Tekmiletu'l-Menhel, II, 156-157.
[168] el-Felhü'r-rabbânî,
XI, 33.
[169] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/437-439.
[170] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/439-440.
[171] Sadece Ebû Dâvûd
rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/440-441.
[172] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/441-442.
[173] el-Fethü'l-bârî,
III, 392.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/442-443.
[174] îbn Mâce, menâsik
45; Tirmizî, hac 93.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/443-444.
[175] Buhârî, cezâussayd
27.
[176] İbn Hacer,
el-Fethü'1-Bârî, III, 391.
[177] Tekmiletu'I-Menhel,
II, 161; ayrıca bak. Fethu'1-Bârî, aynı yer.
[178] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/444-445.
[179] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/445.
[180] Sadece Ebû Dâvûd
rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/445-446.
[181] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/446.
[182] Buhârî, umre 3;
Müslim, hac 219; Ahmed b. Hanbel, II, 180, VI, 228.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/446.
[183] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/447.
[184] Müslim, hac 217,
220; Buhârî, meğâzî 35; Tirmizî, hac 6-7; Ibn Mâce, menâsik 50; Da-rimî, menâsik
39; Ahmed b. Hanbel, I, 246, 321; II, 39; III, 134, 256; IV, 297.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/447.
[185] Beyhâkî,
es-Siinenü'1-kübrâ, V, 219.
[186] el-Bakara (2), 194.
[187] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/447-449.
[188] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/449.
[189] Buharı, meğâzî 35;
Müslim, hac 217, 220; Tirmizî, hac 6-7; Ibn Mâce, menâsik 50; Dâe-rimî, menâsik
39; Ahmed b. Hanbel, I, 246, 321; II, 139; III, 134, 256, IV, 297.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/449-450.
[190] el-Enfal (8), 41.
[191] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/450-451.
[192] bk. 1875 numaralı
hadis.
[193] Beyhakî
es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 344.
[194] Aynı yer.
[195] Aynı yer.
[196] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/451.
[197] Buharî, hayız 115,
hac 3, umre 6, cihâd 125 Müslim, hac 135, 136; Dârimî, menâsik 41; Ahmed b.
Hanbel, I, 197-198; III, 309, 394; VI, 164.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/452.
[198] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/452.
[199] bk. 1781 no'Iu
hadis.
[200] bk. 1785 no'lu
hadis.
[201] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/453.
[202] Müslim, hac 217;
Nasaî, menâsîk 104; tirmizî, hac 90; Dârimî, menâsik 41; Ahmed b. Hanbel, III,
426, 427.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/454.
[203] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/454.
[204] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/455.
[205] Buhârî, megâzî 43;
Müslim, cihad 92.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/455.
[206] Buhârî, sulh 7.
[207] Nesâî, menâsik 121.
[208]
Tekmiletu'l-Menlıel, II, 172.
[209] Âsim Koksal,
İslamiyet ve Hz. Muhammet), VII, 350.
[210] A. Koksal, a.g.e.,
VII, 351.
[211] Beyhakî,
es-Sünenü’1-kübrâ, V, 219.
[212] Buhârî, Muhsâr 1.
[213] el-Bakara (2), 196.
[214] İbn Cerîr
et-Taberî, Câmiu'l-Beyân, II, 130; Tekmiletu'l-Menhel, II, 173.
[215] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/455-458.
[216] Müslim, hac 335;
Nesâî, menâsik 204; îbn Mâce, menâsik 61; Ahmed b. Hanbel, I, 211; II, 34; V,
210; Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 144.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/458-459.
[217] Nevevî, Şebrü
Müslim VIII, 193.
[218] Aliyyu’l-Kârî,
Mirkatü'l-mefâtîh, III, 198.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/459.
[219] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/459.
[220] Ahmed b. Hanbel,
VI, 295; Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 137.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/460-461.
[221] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/461.
[222] bk. 1978 numaralı
hadis.
[223] Nesâî, menâsik 231.
[224] bk. 1745 numaralı
hadis
[225] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/461-462.
[226] Buhârî, hac 129;
Tirmizî, hac 80; îbn Mâce, menâsik 77; Ahmed b. Hanbel, 1, 288, 309; VI, 215,
243; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, V, 144.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/462.
[227] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/462-463.
[228] İbn Mâce, menâsik
77; Muvatta, hac 111; Ahmed b. Hanbel, II, 41-42; Beyhakî, es-Sünehü'l-kübrâ,
V, 84.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/463.
[229] M. Zihnî, Ni'met-i
İslâm, 620.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/463-464.
[230] Buhârî, hac 144;
Müslim, hac 379-381, Tirmizî, menâsik 97, 99; İbn Mâce, menâsik 82; muvatta,
hac 122; Darimî, menâsik 85; Ahmed b. Hanbel, I, 222; Beyhakî,
es-Sünenü'l-kiibrâ, V, 161.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/464.
[231] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/464.
[232] İbn Mâce, hac 82.
[233] Beyhakî,
es-Siincnü'l-kübrâ, V, 121-122.
[234] Müslim, hac 380;
Buharî, hac 144.
[235] Kâsânî, Bedâyi',
II, 143.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/464-465.
[236] Buhârî, hac 129,
145, 151, talâk 43; Müslim, hac 128, 384; Tirmizî, hac 97; İbn Mâce, menâsik
83, Muvatta, hac 225-226, 228, Ahmed b. Hanbel, VI, 38-39, 82, 85, 99,122, 164,
185, 193, 202, 207, 213, 224, 231, 253, 431.
Sünen-i
Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/466.
[237] Buhârî, hac 129.
[238] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/466-467.
[239] el-Fethü'r-rabbânî,
XII, 10.
[240] Buhârî, hac 145.
[241] İbn Kudâme,
el-Muğnî, III, 462.
[242] Mecmeu'z-zevâid,
281.
[243] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/467-468.
[244] Ahmed b. Hanbel,
III, 416, Tahavî, Şerhu meâni'l-Asâr I, 321.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/469.
[245] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/469.
[246] Tahavî, Şerhu
Mefini'l-Asfir; II, 233, Mecmeu'z-zevâid III, 281.
[247] Tirmizî, hac 99.
[248] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/470.
[249] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/470.
[250] Buharı, hac 33;
Müslim hac 123.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/470-471.
[251] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/471.
[252] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/471.
[253] Buhârî, hac 33;
Müslim, hac 123.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/471-472.
[254] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/472.
[255] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/472.
[256] Ahmed b. Hanbel,
VI, 436-437 Nesâî, menâsik 123.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/473.
[257] el-İsabe VIII, 256. (Tahkikli
baskı).
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/473.
[258] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/473.
[259] Buhârî, hac 147;
Müslim, hac 339-340; Tirmizî, hac 82; İbn Mâce, menâsik 81; Ahmed b. Hanbel,
VI, 41, 190, 207, 225, 238; Bı;yhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 161.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/474.
[260] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/474-475.
[261] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/475.
[262] Müslim, hac 342.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/475.
[263] 2010 numaralı
hadis-i şerif.
[264] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/476.
[265] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/476.
[266] Buhârî, hac 45;
cihâd 18; tevhîd 31; menâkıb 39, meğâzî48; İbn Mâce, menâsik 26, Ahmed b.
Hanbel, II, 238; Müslim, hac 439.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/476-477.
[267] îbn Hacer,
Fethü'l-Bârî, IV, 197.
[268] Buhârî, hac 45.
[269] Buharı, Megâzî 48.
[270] Aynı
yer.
[271] Aynı yer.
[272] İbn Hacer,
Fethü'1-Bârî, IV, 197.
[273] İbn Hacer,
Fethu'1-Bârî, IV, 197.
[274] Miras, Kâmil,
Tecrîd Tereemesi, VI, 183-184. (birinci baskı).
[275] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/477-479.
[276] Buhârî, hac 45;
Müslim, hac 343, el-Fellıii'r-rabbânî, XII, 228; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, V,
160.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/479.
[277] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/480.
[278] Buhârî, hac 148;
Darimî, menâsik 86, Ahmed b. Hanbel, II, 28-29, 100, 110, 124.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/480.
[279] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/480.
[280] Buhârî, hac 148;
Zurkanî, Şerhu'l-Muvatta, II, 258.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/481.
[281] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/481.
[282] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/481.
[283] Buhârî, ilim 23-24,
26, hac 125, 131, eyman 15; Müslim, hac 327, 331, 333; Tirmizî, ;ıac 54, 76,
İbn Mâce menâsik 74, Dârimî, menâsik 65, Muvattâ, hac 242; Ahmed b. . hanbel,
II, 2, 159-160, 192, 202, 210, 217, III, 326, 285.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/482.
[284] el-Fethü'r-rabbani,
XII,.207.
[285] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/483.
[286] Usâme b. Şerîk
es-Sa'lebî. Buhârî onun sahâbî olduğunu kaydeder. Rivayetleri vardır. Sünen sahipleri,
Ahmed b. Hanbel, îbn Huzeyme, tbn Hibban ve Hâkim hadislerim tahriç
etmişlerdir. Ziyad b. Alâka Usâme'den hadis rivayet etmekte teferrüd etmiştir.
(Tekmiletu'l-Menhel, II, 196.)
[287] Tahavî, Şerhu me'âni'1-âsâr,
I, 423; Beyhaki, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 146.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/484.
[288] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/484-485.
[289] el-Muttalib b. Ebî
Vedâ'a el-Haris b. Ebî Sabîre b. Said es-Sehmî el-Kureşî. Hz. Peygamber ve Hz.
Hafsa'dan hadis rivayet etmiş bir sahâbîdir. Kendisinden de çocukları Kesir,
Ca'fer ve Abdurrahman ile İkrime b. Halid ve es-Sâib b. Yezîd hadis rivayet
etmiştir. Müs-lüm ve Sünen sahipleri onun rivayetlerine eserlerinde yer
vermişlerdir. Bedir Savaşında babası Ebû Vedâ'a esir edilmişti. Hz. Peygamber,
"Onun akıllı, zengin bir oğlu var, babasının fidyesini vermeye gelecektir"
buyurmuş, el-Muttalib gizlice gelip 4000 dirhem fidye verip babasını
kurtarmıştı. Kureyşliler kendisini ayıplamışlar o da "Babamı esîr alarak
bırakamazdım" cevabını vermiştir. "Muhammed'in ümitlendirmemek için
fidye vermekte acele etmemeye karar almış olan Kureyş bundan sonra fidye
vererek esirlerini kurtarmaya başlamışlardır. (Tekmiletu'l-Meo'el, II, 198.)
[290] Nesâî, menâsik 163;
İbn Mâce, menâsik 33: Ahmed b. Hanbel, VI, 399; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, II,
273.
[291] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/487-488.
[292]
Şerhu'l-Mukanna", I, 632.
[293] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/488.
[294] Buhârî, ilim 39,
cenâiz 76; büyü 27; diyât 8; sayd 8, 9 megâzî 51; Müslim, hac 446; Tir-mizî,
hac 1, diyât 13; Nesaî, menâsik 111, 120; İbn Mâce, menâsik 103, dârimî, buyu1
60; Ahmed b. Hanbel, I, 253, II, 238, 256, III, 23, 238, 336, 394; IV, 31, 32;
VI, 385.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/489-490.
[295] M. Asım Koksal, Hz.
Muhammed ve İslâmiyet (Medine Devri), VIII, 292.
[296] M.Asım Koksal,
Diyanet Dergisi, Özel Sayı, IX, 1970.
[297] M.A.Köksal, Hz.
Muhammed (Mekke Devri) 38-39.
[298] Eşref Edip, Asr-ı
Saadet, (Peygamberimizin ashabı) I, 84-86.
[299] M.A. Koksal, Hz.
Muhammed, (Mekke Devri), 42-43.
[300] Ahmed b. Hanbel,
II, 207.
[301] Ahmed b. Hanbel,
II, 179.
[302] İbnu'1-Esir,
en-Nihâye fibarîbİ'l-Hadis, I, 343; A. Davudoğl.u, Sahîh-i Müslim Tercemesi ve
Şerhi, VII, 386.
[303] Ahmed b. Hanbel,
II, 207.
[304] Buhârî, cezâüssayd
8.
[305] Ali İmran (3), 98
[306] Buhârî, buyu 53.
[307] Ferhü'1-Bârî IV,
321.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/490-497.
[308] Buhârî, cezâüssayd
8.
[309] bk. Mecelle, md.
14.
[310] İbn Kudâme,
el-mugnî, III, 350.
[311] Aynî,
Umdetu’l-Kârî, X, 189.
[312] İbn Kudâme,
el-Mugnî, III, 514-515.
[313] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/497-500.
[314] Buhârî,
cezâu's-sayd 9, 10; buyu' 28; lukata 7; cizye 22; diyât 8, Müslim, hac 445,
447, 464; Nesâî, hac 110, 120; Dârimî, buyu' 60; Ahmed b. Hanbel, I, 119, 253,
259; Beyha-kî, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 195.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/500-501.
[315] A. Davudoğlu,
Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VII, 119; tbn Kudame, el-Mugnî, III, 351.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/501.
[316] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/501.
[317] Tirmizî, hac 51;
İbn Mâce, menâsik 52; Dârimî, menâsik 87, Ahmed b. Hanbel, VI, 187, 207.
Sünen-i
Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/501-502.
[318]
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/502.
[319] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/502.
[320] Feyzu'l-Kadîr, I,
182, (hadis no: 232, 233).
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/503.
[321] el-Hac (22), 25.
[322] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/503.
[323] Müslim, hac 347;
Ahmed b. Hanbel, I, 372.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/504.
[324] Davudoğlu, Sahih-i
Müslim terceme ve şerhi, IX, 269.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/505.
[325] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/505-506.
[326] Buhârî,
menakibu'l-ensâr 47; Müslim, hac 441, 443, Tirmizî, hac 101; îbn Mâce, ikâme
76; Dârimî, salât 180;.Ahmed b. Hanbel, V, 52.
Sünen-i
Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/506.
[327] Nevevî, Şerhü
Müslim, IX, 122.
[328] İbn Hacer,
Fethu'l-Bârî VIII, 268.
Sünen-i
Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/507.
[329] Bazı nüshalarda bu
başlık şeklindedir.
[330] Buhârî salât 96;
Müslim, hac 388; Nesâî, kıble 6; Muvatta, hac 193; Ahmed b. Hanbel, II, 113,
138.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/507-508.
[331] el-Maide (5), 97.
[332] Âl-i İmrân (3), 96.
[333] Hamidullah M. İslâm
Müesseselerine giriş, 25.
[334] M. Hamidullah,
a.g.e., 25.
[335] el-Bakara (2), 127.
[336] Miras, Kâmil,
Tecrid Tercemesi, VI, 17.
[337] bk. Buhârî, cihâd
127.
[338] Buhârî, hac 51; İbn
Hacer, Fethu'1-Bârî IV, 210.
[339] Buhârî, salât
96.
[340] Muvatta', hac 193.
[341] Davudoğlu, Sahih-i
Müslim Terceme ve Şerhi, VII, 52.
[342] Buhârî, hac 51.
[343] Zürkânî,
Şerhû'l-muvatta' III, 200.
[344] Müslim, hac
395-396.
[345] Nevevî, Şerhu
Müslim, IX, 82. (Müslim, hac 388).
[346] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/508-512.
[347] Heysemî,
Mecme'u'z-zevâid, II, 293; Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 158.
[348] İbn Hacer,
Fethu'1-bârî, IV, 212, Zafer Ahmed, İ'lâu's-Sünen, X, 115.
[349] Tirmizî, hac 45;
İbn Mâce, menâsik 79; Ahmed b. Hanbel, VI, 138.
[350] Beyhakî
es-Siinenü'1-kübrâ, V, 158; Hakim, Müstedrek, I, 479.
[351] el-Bakara (2), 144.
[352] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/512-514.
[353] Sadece Ebû Dâvûd
rivayet etmiştir.
Sünen-i
Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/514.
[354] Buhârî, salât 96;
hac 52.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/514.
[355] Müslim, hac 389,
391.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/514.
[356] Müslim, hac
391.
[357] Buhârî salât 30;
Nesâî, menâsik 127; Dârimî, menâsik 43; Ahmed b. Hanbel, II, 75, III, 410; VI,
12, 14.
[358] Fethu'l-Bârî II,
46.
[359] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/515.
[360] Sadece Ebû Dâyûd
rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/516.
[361] Buhârî, salât 30,
Nesâî, menâsik 127; Dârimî, menâsik 43, Ahmed b. Hanbel, 1, 75, III, 410, IV,
12, 14.
[362] Buhârî, salât 30.
[363] Nesâî, menâsik,
127.
[364] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/516.
[365] Buhârî, hac 54,
enbiyâ 8, meğâzî, 148; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, V, 158.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/517.
[366] İbn Hacer,
Fethu'1-Bârî, IV, 215.
[367] Beyhakî,
es-Sünenü'l-kübrâ, V, 158.
[368] Buhârî, hac 54.
[369] Beyhakî,
es-Sünenü'l-kübrâ, V, 158.
[370] el-Mâide (5), 3.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/517-518.
[371] İbn Hacer,
Fethü’l-Bari IV, 215.
[372]
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/518-519.
[373] Bazı nüshalarda bu
bab başlığı (Terceme), şeklindedir.
[374] Tirmizî, hac 98;
Nesâî, menâsik 129.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/7.
[375] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/7-8.
[376] Buharı, hac 42.
[377] Müslim, hac 401.
[378] Şazervân veya
şazirvân Kabe'nin temelinin içeriye doğru inceldiği kısımdan itibaren dışarıda
kalan 2/3 arşın yükseklikteki kâbe'nİn etrafını çeviren bir nevi kaldırım.
(Tafsilât için bk. el-Ezrâkî, Kabe ve mekke Tarihi, çeviren: Y.V. Yavuz, s.
290.)
[379] Teysiru'l-Vüsûl, 1,
267-268.
[380] Nevevî, Şerhu
Müslim, IX, 91.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/8-9.
[381] Bazı Ebû Dâvûd
nüshalarında bu başlık yoktur. Concordance da bu başlığa numara vermemiştir.
[382] Tirmizî, hac 45;
Ahmed b. Hanbel, VI, 137; İbn Mâce, menâsik 79, Beyhakîes-Sünenü'l-kübrâ, V,
159.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/10.
[383] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/10-11.
[384] Nevevî, Şerhu'l-Mühezzeb,
VIII, 270.
[385] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/11.
[386] Ahmed b. Hanbel, IV, 68; Beyhakî,
es-Sünenü'l-kübrâ, II, 438.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/11-12.
[387] el-Fethü'r-rabbânî,
III, 66.
[388] el-Fethü'r-rabbânî,
III, 67; Kâmil Miras, Tecrid Tercemesi, VI, 49, 50, 139. (I. Baskı).
[389] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/12.
[390] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/12.
[391] Buhârî, hac 48; İbn
Mâce, menâsik 105; Ahmed b. Hanbel, III, 410.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/13.
[392] Müslim, hac 400.
[393] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/13-14.
[394] Şerhu'I-Mühezzeb,
VII , 459.
[395] İbn Hacer,
FethıTl-Bârî, IV, 203; Beyhakî es-Sünenü'1-kübrâ, V, 159.
[396] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/14-15.
[397] Ahmed b. Hanbel, I,
165; Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 200.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/15-16.
[398] Koksal, M. Âsim,
Hz. Muhammed (a.s.) ve İslâmiyet, VIII, 449.
[399] İbn Kayyım,
Zâdul-meâd, II, 198.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/16-17.
[400] Şevkânî,
Neylû'-evtâr, V, 40.
[401] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/17-18.
[402] Buhârî, mescid-i
Mekke 1, 6, savm 67; sayd 26; Müslim, hac 415, 512; Tirmizî, salât 126; Nesâî,
mesâcid 10; Dârimî, salât 132, Ahmed b. Hanbel, II, 234, 238, 278, 501; III, 7,
34, 45, 51, 53, 64, 71, 77, 78, 93, VI 7, 398.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/18.
[403] Ahmed b. Hanbel,
VI, 7.
[404] A. Davudoğlu,
Sahih-i Müslim tercemesi ve şerhi, VII, 199-200.
[405] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/18-19.
[406] N.Erdoğan, Şîfâ-i
Şerîf Türkçe Tercemesi, 474. el-Aclûna Keşfu'l-hefâ'da 2489 no'lu hadis ile
ilgili verdiği bilgiler, bu hadislerin senedlerinin zayıf olduğunu belirtiyor.
[407] bk. 3235 no'lu
hadis-i şerîf.
[408] Ahmed b. Hanbel,
III, 64.; Mecmeu'z-zevâid, IV, 3.
[409] A. Davudoğlu,
Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VII, 200.
[410] Nevevî, Şerhu
Müslim, IX, 106; Tek miletu'l-Menhel, II, 236.
[411] A. Davudoğlu,
Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VII, 200-202.
[412] Mecmeu'z-zevâid IV,
7.
[413] Ahmed b. Hanbel,
II, 343; İbn Mâce, ikame 195.
[414] İbn Mâce, ikamet
198.
[415] Aliyyu'1-Kârî,
Mirkatü'l-Mefâtih, I, 477.
[416] bk. 1044 no'lu
hadisi-şerif.
[417] Tirmizî, menâkıb
68; İbn Mace, menâsik 103; Dârimîğ, siyer 66; Ahmed b. Hanbel, IV, 305.
[418] Buhârî, mescid-i
Mekke 5; Medine 12; rikak 53, i'tisam 16, Tirmizî, Menakib 67; Nesâî, mesâcid
7; 10-11; Muvatta, kıble 5; Ahmed b, Hanbel, III, 4.
[419] Mecmeu'z-zevâid,
III, 299.
[420] Fethu'l-Bârî, III,
310.
[421] Zürkani,
Şerhu'l-muvatta, II; 170.
[422] Müslim, hac 459.
[423] Müslim, hac 473.
[424] Müslim, hac 496.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/19-25.
[425] Buhârî, medine I;
Müslim, hac 463, 467, 470; Tirmizî, velâ 3; Ahmed b. Hanbel, I, 81, 126, 151,
187, 190, 309, 317, 318, 328, II, 398, 418, 450; III, 322; IV, 186, 187,239.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/25-26.
[426] Ahmed b. Hanbel, I,
122.
[427] Ahmed b. Hanbel, 1,
11^9; Nesaî, kasâme 9, 13.
[428] Müslim, edahi 45.
[429] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/26-28.
[430] Beyhakî,
es-Sünenü'1-kübrâ, V, 199; Ahmed b. Hanbel, I, 168; Nevevî, Şerhü Müslim, IX,
139, Ayrıca bk. biraz sonra gelecek 2037 no'lu Ebû Dâvûd hadisi.
[431] Müslim, hac 458.
[432] Müslim, âdâb 30;
Tahâvî, Şer'u meâni'1-âsâr, IV, 195.
[433] Aynı yerler.
[434] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/28-29.
[435] Ahmed b. Hanbel, I,
119; Beyhaki, es-Sünenü'I-kübrâ, V, 201.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/29-30.
[436] Ahmed b. Hanbel, I,
119.
[437] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/30.
[438] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/31.
[439] Sadece Ebû Dâvûd
rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/31.
[440] Müslim, hac 472.
[441] Şevkânî,
Neylü'l-evtâr, V-37; el-Azimâbadî, Avnü'l-ma'bûd, VI, 22; Bilmen, Ö. Nasuhî,
Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, IV, 128.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/31.
[442] Müslim, hac 462.
[443] Buhârî, Medine 4,
cihâd 71, 74; enbiya 10; buyu 53; megâzî 37, da'vât 35; i'tisâm 16; Müslim, hac
445, 446, 455-459, 463-464, 471-472, 475, 478; Tirmizî, menakıb 67; Ne-sâî,
menâsik 110-111, 120, İbn Mâce, menâsik 104; Muvatta, Medine 10-11; Ahmed b.
Hanbel, I, 119, 160, 181, 185; II, 236; 279, 487; III, 33, 149, 159, 240, 243,
336, 343, 393, IV, 31-32, 40, 77, 141; V, 181, 192,309, 318, 329.
[444] Ahmed b. Hanbel, III, 393.
[445] Müslim, hac 475.
[446] İbn Hacer,
Fethu'I-Bârî, IV, 454.
[447] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/31-33.
[448] Müslim, hac 461,
Ahmed b. Hanbel, 1, 168; Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 199.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/33.
[449] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/33-34.
[450] Nevevî, Şerhu
Müslim, IX, 138.
[451] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/34-35.
[452] bk. Beyhakî,
es-Sünenü'1-kübrâ, V, 199.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/35.
[453] Beyhakî,
es-Sünenü'l-kübrâ, V, 199.
[454] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/35-36.
[455] Beyhakî,
es-Sünenü'I-kübrâ, V, 200.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/36.
[456] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/36.
[457] Buharî,
fadlu's-salat fî mescidi Mekke 3, 6; Müslim, hac 515-522, Nesâî, mesâcid, 8-9;Muvatta,
sefer 71; Ahmed b. Hanbel, II, 5, 30, 57, 58, 65, 73, 80, 101, 155.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/36-37.
[458] et-Tevbe (9), 108.
[459] Nesâî, Mesacid 8.
[460] Müslim, hac 514.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/37-38.
[461] Nesâî, mesacid 9;
İbn Macc, İkamet 197.
[462] Mecmeu'z-zevâid,
IV, 11.
[463] İbn Mâce, İkâme
197.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/38.
[464] Ahmed b. Hanbel,
II, 527.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/38-39.
[465] el-Azimabâdî,
Avnu'l-mabûd, VI, 27-28; Süyûtî, el-havi li'I fetâvâ, II, 147.
[466] Avnu'l-mabûd, VI,
29.
[467] Feyzu'l-kadir, V,
467.
[468] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/39-40.
[469] İbn Mâce, ikâme 79.
[470] Müslüm, fedâil 164;
Nesâî, kıyâmu'1-leyl 15; Ahmed b. Hanbel, III, 148, 248.
[471] Yunus (10), 10.
[472] Müslim, iman 278.
[473] Müslim, iman 267.
[474] Al-i İmrân (3).,
169.
[475] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/40-41.
[476] Ahmed b. Hanbel,
II, 367.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/42.
[477] Müslim, müsâfirîh
211.
[478] İbn Mâce, cenâiz
47.
[479] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/42-43.
[480] Münavî,
Feyzu'l-Kadîr, IV, 199.
[481] Münâvî,
Feyzu'l-Kadîr, IV, 199.
[482] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/43.
[483] Ahmed b. Hanbel, I,
61; Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 249.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/43-44.
[484] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/44.
[485] bk. Keşfu'1-Hafâ,
II, 250; Aliyyü'l-Kârî,Şerhü’ş-Şifâ, II, 149. Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, IV,
2.
[486] Buhârî,
fadlu's-salât fi mescidi Mekke tû'I-Medine 5.
[487] el-Müttekî,
Kenzu'l-Ummal, XII, 259 (hadis no: 34939) el-Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, IV, 8.
[488] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/45-48.
[489] Buhârî, hac 13;
Müslim, hac 430; Nesâî, menâsik 24; Muvatta, hac 69.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/48.
[490] bk. Buhârî, hac 15.
[491] Buhârî, hac 16;
Müslim, hac 434.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/48-49.
[492] Nevevî, Şerhu
Müslim, IX, 115.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/49.
[493] Muvatta, hac 69.
[494] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/49.
[495] Davudoğlu, Sahih-i
Müslim Tercüme ve Şerhi, VII, 100, 102.
[496] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/50.
[497] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/50.