2. Kitap Ehlinin
Sözlerini Rivayet Etmenin Hükmü
4. Rasûlullah Adına
Yalan Söylemenin Sorumluluğu
5. Bilgisi Olmadığı
Halde Allah'ın Kitabı Hakkında Söz Söylemenin Hükmü
6. (Hz. Peygamberin
Söylediği) Bir Sözü (Üç Defa) Tekrarlama (Sının Hikmeti) 8
7. Sözleri Ara
Vermeden Peşi Peşine Ve Acele Olarak Söylemenin Hükmü
8. (Fitneye Yol
Açabilecek Hususlarda) Fetva Vermekten Kaçınmalıdır
9. İlme Engel
Olmanın Kötülüğü
11. İsrail
Oğullarından Hikâyeler Rivayet Etmenin Hükmü
12. Allah Rızası
Gözetilmeden İlim Tahsil Etmenin Hükmü
13. Vaaz Ve Nasihat
Etmenin Hükmü
3641...
Kesîr b. Kays'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: Ben Dımaşk mescidinde
Ebu'd-Derdâ ile birlikte bulunuyordum.
Ona bir adam gelip:
Ey Ebû Derdâ, ben sana
Peygamber (s.a)'in şehrinden bir hadis için geldim. İşittiğime göre bu hadisi
Rasûlullah (s.a)'tan sen rivayet etmişsin. (Buraya) başka bir ihtiyaçtan dolayı
gelmedim, dedi. Ebu'd-Derdâ da şöyle cevap verdi:
Gerçekten ben
Rasûlullah (s.a)'i şöyle derken işittim: "Her kim ilim tahsil etmek
amacıyla bir yola gidecek olursa Allah onu cennet yollarından bir yola sokmuş
olur. Kuşkusuz ki melekler ilim yolunda olan bir kimseden hoşnutluklarından
dolayı (ona) kanatlarını sererler ve göklerde ve yerde bulunan (yaratık)larla
suda bulunan balıklar (tümüyle Allah'tan) âlimin bağışlanmasını dilerler. Muhakkak
ki âlimin âbide (olan) üstünlüğü ayın ondördüncü gecesinde-ki dolunayın diğer
yıldızlara (olan) üstünlüğü gibidir. Âlimler, peygamberlerin vârisleridir.
Peygamberler miras olarak dinar ve dirhem bırakmazlar, ilim bırakırlar. Kim o
ilmi elde ederse çok büyük bir nasip elde etmiş olur."[1]
Bu hadis-i şerifte,
arayıcısını cennete götüreceğinden bahsedilen ilimden maksadın; öğrenilmesi
farz-i ayın, farz-ı kifâye veya mendup olan ve dince övülen ilimler olduğunda şüphe
yoktur.
Bu bakımdan hadis-i
şerifte, Kur'an ve sünnet ilimlerinden bir ilim öğrenmek için bir yola giren
ya da uzak veya yakın bir yolculuğa çıkan bir kimseyi tuttuğu bu yol sebebiyle
Allah'ın cennete ulaştıracağına dair bir müjde bulunduğunu söyleyebiliriz.
Meleklerin ilim
talibinden razı ve memnun olmaları sebebiyle onların yoluna kanat sermeleri
hususunda Hattâbî şöyle diyor:
"Meleklerin ilim
talibine kanatlarını sermesi çeşitli şekillerde yorumlanabilir:
1-
Meleklerin kanatlarını sermelerinden maksat ilim talibine tavazu göstermeleri,
onlara saygıya lâyık olmalarından dolayı boyun eğmeleri ve ilimlerine saygı
göstermeleridir denebilir. Nitekim bu kelime,"Onlara acımadan dolayı
tevazu kanatlarını indir"[2]
âyet-i kerimesinde de bu manaya gelmektedir.
2-
Meleklerin uçmayı bırakıp yere inmeleridir de denebilir. Nitekim bu kelime,
"Allah'ı zikreden bir cemaat yoktur ki melekler onları kuşatmasın ve
yerlerini rahmet kaplamasın"[3]
hadis-i şerifinde de bu manaya gelmektedir.
3-
"Gerçekten meleklerin ilim talibini kanatlarının üzerine alıp onu gideceği
yere götürebilmek için kanatlarım onların yoluna sermesidir." şeklinde
yorumlayanlar da olmuştur. Bu sözleriyle meleklerin onlara yardım etmeyi arzu
ettiklerine ifade etmek istemişlerdir.
Metinde geçen,
"Göklerde ve yerde bulunan bütün yaratıklar ve balıklar Allah'tan âlimin
bağışlanmasını isterler" cümlesi hakkında Hattâbî şöyle der:
"Allah, ulemanın
ilmi vasıtasıyla hayvanlarda insanlar için pek çok faydalar ve maslahatlar
bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Âlimler insanlara bu gerçekleri ve hayvanların
hakkına riayet edilmemesi halinde doğacak zararları, hayvanlara mutlaka iyi
davranmaları gerektiğini anlatırlar. Allah da onların bu emeğine karşılık
hayvanlara onlar için dua etmeyi ilham eder. Onların hayvanlara olan
iyiliklerini bu şekilde mükâfatlandırır. Nitekim, "el-cezâü min cinsil
amel" buyurulmuştur.
Alimler, parlaklıkta
ayın ondördüncü gecesindeki bir dolunaya benzetilirken, âbidin yıldızlara
benzetilmesindeki hikmete gelince; âbidin ışığı yıldızlarınki gibi sadece
kendine yetecek kadarken âlimin ışığı ise başkalarının yolunu da aydınlatması
ve ayın ışığını güneşten aldığı gibi âlimin de bu ışığını Hz. Peygamberden
almış olmasıdır."
Peygamberler vefat
ederken gerçekten yakınlarına bir miras bırakmamışlardır. Çünkü eğer
peygamberler maddî bir miras bırakıp gitselerdi insanlar onların hayatları
boyunca yakınlarını zengin etmek için çırpındıklarını zannedebilirlerdi.
Bu sebeple onlar
geride mal bırakmamışlar, ellerinde bulunan mallarını ümmetlerinin
maslahatlarına tahsis edip gitmişlerdir.
Onların bıraktıkları
en büyük miras ilim mirasıdır. Onu elde eden en büyük payı almıştır. Nitekim
İbn Âbidin merhum, bir saat ilim müzâkere etmenin bir Kadir Gecesini ihya
etmekten daha hayırlı olduğunu, sakalı çıkmış bir kimsenin anne ve babasının
izni olmadan bile ilim tahsili için gurbete çıkabileceğini söylemiştir.[4]
3642...
Eb'd-Derdâ (bir de) Peygamber (s.a)'den (bir önceki hadisin) manasını rivayet
etmiştir.[5]
3643... Ebû
Hureyre'den (r.a) rivayet olunmuştur, dedi ki: Rasûlullah (s.a) şöyle
buyurmuştur:
"İlim tahsil
etmek için yola çıkan kimseye bu sebeple Allah cennetin yolunu kolaylaştırır.
Ameli, kendisinin (cennete erişmesini) geciktiren bir kimseyi nesebi (cennete
girmekte) çabuklaştıramaz."[6]
Bu hadis-i şerifte
ilim yolunu tutan müsIüm anların cennete girmelerinin kolaylaşacağı ve cennetle
arasına girecek engel lerin kalkacağı müjdelenmektedir.
Çünkü hangi maksatla olursa
olsun ilim yolunu tutan bir kimseyi ilmin, sonunda bu maksadından çevirip Allah
yoluna yönelteceği bu yolun öncüleri tarafından haber verilmiştir.
Fakat ilim ve taat
gibi insanı cennete götüren sebeplere sarılmadığı için cennete girmeye hak
kazanamayan bir kimseye şerefli bir aileye mensup olması bir fayda vermez.
Nitekim, "Allah
sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, amellerinize
3644... İbn
Ebî Nemle el-Ensârî'nin babasından rivayet olundu ğuna göre;
Kendisi (bir gün)
Rasûlullah (s.a)'ın yanında oturuyormuş. (Hz Peygamber'in) yanında bir yahudi
varmış. Derken oradan bir cenaz< geçmiş. Bunun üzerine (yahudi):
Ey Muhammed, cenaze
kabirde konuşur mu? diye sormuş.Rasûlullah (s.a):
"Allah daha iyi
bilir" cevabını vermiş. Yahudi ise;
Kesinlikle cenaze
konuşur, demiş.
Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuş:
"Kitap ehlinin
sözlerini ne tasdik ediniz, ne de yalanlayınız. (An cak) biz Allah'a ve
peygamberlerine inandık deyiniz,(Eğer onların sözü)asılsız ise tasdik etmemiş
olursunuz. Eğer doğru ise o sözü yalanla mamış olursunuz."[9]
Yahudi, Peygamber
Efendimize; "Cenaze, (kabirde) konuşur mu?" derken, cenaze kabirde
münker ve nekir tarafı
dan sorguya çekilip,
onların sorularına cevap verir mi demek istemiş olsa gerektir. Çünkü onların
kitabı olan Tevrat'ta, ölen bir kimsenin kabirde münker nekir tarafından
sorguya çekileceği yazılıdır.
Ancak yahudi bu soruyu
sorduğu zamanda henüz Rasûl-i Zîşan Efendimize bu hususta bir vahiy
gelmediğinden, soruyu cevapsız bırakmış ve ümmetine yahudilerin Kur'ân'da
açıklanmamış olan bu gibi sözlerini yalanlamamalarını ve tastık etmemelerini,
çünkü onların bu gibi sözlerinin muharref Tevrat'tan alınmış olması itibarıyla
yalana da doğruya da ihtimali bulunduğunu ifade buyurmuştur. Bu durum
yahudilerin sözlerini rivayet etmenin caiz olmadığını gösterir ki bu hadisin
bab başlığı ile ilgisi de burasıdır. Binaenaleyh bu hadis, kitap ehlinin
sözlerini nakletmenin caiz olmadığına delâlet etmektedir.
Ancak, ulemanın
açıklamasına göre bu hüküm henüz islâmî hükümlerin tamamlanıp İslâm kalplere
iyice yerleştikten sonra bu hususta genişlik hasıl olmuş, onların çeşitli
meselelerdeki görüşlerini öğrenmeye ve sözlerini nakletmeye izin verilmiştir.
Çünkü İslâmiyetin her konudaki hükümleri iyice belli olduktan sonra onların
sözlerini duyup öğrenmekte bir sakınca kalmamıştır. Zira İslâmiyetin bir
meseledeki görüşü iyice bilindikten sonra,"ehli kitabın görüşlerinin
doğruluk veya yanlışlığını anlamak mümkün hale gelmiştir.
Şu halde kitap ehlinin
kitaplarını okumak ya da sözlerini r akletmekle ilgili yasaklamalar İslâmın ilk
yıllarıyla ilgilidir. Daha sonra bu yasak kaldırılmıştır. Nitekim Hudûd
bölümün 26. babındaki hadis-i şerifler de bunu is-bat etmektedir.
Bu mevzuda Hafız İbn
Kesîr de şöyle diyor:
"Ne var ki bu
İsrâiliyyata dair hadisler ve sözler te'yid için değil delil getirmek için
zikredilir. Çünkü îsrâiliyât üç türlüdür.
1) Elimizde doğruluğuna
dair delil bulunan ve sahih olduğunu bildiğimiz kısım.
2) Elimizde
bulunan (kaynağa) aykırı olduğu için yalan olduğunu bildiğimiz kısım.
3) Ne o
kabilden ne de bu kabilden olmayıp hakkında söz söylenmemiş Dİan kısımdır. Biz
bu kışıma inanmayız fakat yalanlamayız da.
Yukarıda görüldüğü
gibi bunların anlatılması caizdir. Fakat çoğunlukla dinî bir konuda faydası
olmayacak şeylerdir. Bunun içindir ki ehl-i kitap bilginlerinin bir çoğu da
farklı görüşlere sahiptirler. Keza bu nedenle müfes-îirler arasında (onların
nakli hususunda) ayrılık göze çarpmaktadır. (Örnek alarak) Ashab-ı Kehf'in
adını zikretmekte, köpeklerinin rengini ve onların sayılarını
nakletmektedirler. Hz. Musa'nın asasının hangi ağaçtan olduğunu ve Allah
Teâlâ'nın İbrahim Peygamber için dirilttiği kuşların adını ZÎk-'etmektedirler.
Bakara hâdisesinde ölüye vurulan kısmın neresi olduğunu ve Allah Teâlâ'nın Musa
ile konuştuğu ağacın türü zikredilmektedir. Daha sonra buna benzer, Allah
Teâlâ'nın Kur'ân'da müphem bıraktığı birçok konular vardır ki bunların
belirlenmesinde mükelleflerin ne dinî ve ne de dünyevî faydaları söz
konusudur. Lâkin onların değişik görüşlerini nakletmek caizdir. Nitekim Cenab-ı
Allah (buna örnek olarak) şöyle buyurur: "Karanlığa taş atar gibi 'mağara
ehli üçtür, dördüncüsü köpekleridir' derler. Veya 'beştir, altıncıları
kopekleridir derler. Yahut 'yedidir, sekizincileri köpekleridir” derler. De ki:
Onların sayısını en iyi bilen Kabbimdir. Onları pek az kimseden başkası
bilmez. Bu yüzden onlar hakkında bu kısa anlatılanların dışında kimseyle
tartışma ve onlar hakkında kimseden bir şey sorma." (Kehf, 22)"[10]
3645... Zeyd
b. Sâbit'in (r.a) şöyle dediği rivayet olunmuştur:
Rasûlullah (s.a) bana
emretti de ben kendisi (ne hizmet etmek) için yahudilerin yazısını öğrendim.
(Hz. Peygamber bu hususta bana)"Vallahi yazışmalarım hususunda yahudilere
güvenemiyorum" dedi. Ben de yarım ay geçmeden yahudilerin yazısını iyice
öğrendim. (Rasûlullah (s.a) bir mektup) yaz (mak iste)diği zaman kendisine ben
yazıveriyordum. Kendisine bir mektup yazıldığı zaman da ben okuyuveriyordum.[11]
Hz.Peygamber'in,
yazışmalarında yahudilerin kâtipliğine ve tercümanlığına güvenemedıgı için bazı
müslümanlara yahudilerin yazılarını ve dillerim öğrenmelerini emrettiğini
ifade eden bu hadis, yahudilerin bir olayla veya bir haberle ilgili
rivayetlerine asla güvenilmeyeceğine, onların rivayet ettikleri haberlerin
muteber olmayacağına delâlet etmektedir. Hadisin bab başlığıyla ilgisi de bu
açıdandır.[12]
1. Ehli
kitabın verdikleri haberlere, tercümanlıklarına güvenilemez.
2. Ehli
kitap, müslümanların istihbarat işlerinde görev alamaz.
3.
Müslümanlardan yeterli sayıda kimselerin yabancı dil öğrenmeleri icabeder. Bu
lüzum meselenin önemi nisbetinde kendisini gösterir.[13]
3546...
Abdullah b. Ömer'den (r.anhüma) şöyle dediği rivayet olunmuştur:
Ben, muhafaza etme
düşüncesiyle Rasülullah (r.a)'dan işittiklerimin hepsini yazıyordum. Kureyş
(kabilesinden bazı müslümanlar) "Rasülullah (s.a) öfkeli halinde de sakin
halinde de konuşan bir insan iken sen ondan duyduğunu yazıyor musun?"
diyerek beni bundan menettiler.
Ben de yazmaktan
vazgeçtim ve bu durumu Rasülullah (s.a)'a anlattım. Parmağıyla ağzına işaret
ederek;
"Sen yaz(maya
devam et), varlığım elinde olan Allah'a yemin olsun ki bundan
haktan başkası çıkmaz" buyurdu.[14]
Bu hadis-i şerif
Rasûl-i Zîşan Efendimizin, öfkeli hallerinde de sevinçli ve sakin hallerinde de
hakkı söylediğini ifade etmektedir.
Binaenaleyh onun her
sözü dinî hükümler İçin bir dayanak ve bir delildir. Öfke ve sevinç halleri
onun her an Hakka bağlı ve vahyi ilahî mahalli olan kalbine tesir-edip dilinden
akan hikmet pınarlarını bulandıramaz.[15]
3647...
Muttalib b. Abdullah b. Hantab'tan rivayet olunmuştur; dedi ki:
(Bir gün) Zeyd b.
Sabit, Muâviye'nin yanına girmişti. (Muâviyç ona, Hz. Peygamber'den rivayet
ettiği) bir hadisi sordu. (Zeyd ona bu hadisi rivayet edince Mûaviye orada
bulunan) bir adama bu hadisi yazmasını emretti. Bunun üzerine Zeyd ona:
Rasülullah (s.a) bize
kendi sözlerinden hiçbirini yazmamamızı emretti, dedi. (O adam da yazmış
olduğu) bu hadisi sildi.[16]
Hattâbî, mevzumuzu
teşkil eden bu hadis-i şerif ile bir önceki hadis-ı şerif hakkında şu
açıklamayı yapıyor:
"Hadislerin yazı
ile tesbiti ile ilgili bu yasağın İslâmiyetin ilk yıllarım ait olup sonradan
kaldırılmış olması icab eder.
Çünkü o yıllarda Hz.
Peygambere Kur'an âyetleri inmeye devam ediyordu. İnen âyetler vahiy kâtipleri
tarafından kaydediliyordu. Kur'an âyet lerinin yazı ile tesbit edildiği o
günlerde bir taraftan da hadislerin yazı ili tesbit edilmesine izin verilmesi
halinde Kur'an âyetleri ile hadislerin karışarak bir sayfaya yazılması ihtimali
vardı.
Böyle bir sakıncanın
bulunmaması halinde ilmin yazı ile tesbitinin ya saklanması düşünülemez.
Nitekim Hz. Peygamber
Efendimizin daha sonraki yıllarda ümmetine "Sizden benim bu sözümü
dinleyenler, burada bulunmayanlara iletsin.”[17]
buyurması, bu yasağın daha sonraki yıllarda kalktığını gösterir. Çünkü bir iözü
en doğru şekilde ve eksiksiz olarak başkalarına eriştirmek o sözün yazı ile
tesbiti sayesinde olabilir. İnsan hafızası nisyan ile malul olduğundan,
hadislerin tebliği için sadece hafızaya güvenilemez. Ayrıca, Rasûl-i Ekrem Efendimizin,
kendisine hafızasının zayıflığından bahseden bir kimseye, "- Sağ îlinden
de faydalan" buyurması da sonraki yıllarda bu yasağın kalktığını gösterir.
Hz. Peygamber'in irad etmiş olduğu bir hutbe için, "Bu hutbeyi Ebû Şâh
için yazıverin"[18]
buyurması da bu cümledendir.
Rasûl-i Ekremin;
sadakalar, meâkıl ve diyetler konusunda yazılar yazması yahutta ümmetinin bu
kitapları sağlığında ondan dinledikleri hadisleri yazarak vücuda getirmeleri ve
hem kendileri onlarla amel edip hem de kendilerinden sonraki nesillere
nakletmeleri halef ve selef ulemasından hiçbirinin bu yazılanlara ve
rivayetlere karşı çıkmaması da yine bu yasağın bir süre sonra yürürlükten
kaldırıldığını isbat eder."[19]
3648... Ebû
Saîd el-Hudrî (r.a)'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur:
Biz (Hz. Peygamber
zamanında) Kur'an ve şahadet kelimesinden başka bir şey yazmadık.[20]
Bu hadis-i şerifte
Rasûl-i Zişan Efendimiz zamanında "Eşhedü enlailâhe illallah ve eşhedü
enne Muhammeden abdu-hu ve rasûluhu" sözü ile Kur'an-ı Kerim dışında
hiçbir sözün yazı ile tesbit edilmediği ifade edilmektedir.
Ancak bir önceki
hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi bu uygulama İslâmın ilk
yıllarında olmuş, bir süre sonra yürürlükten kaldırılmımş ve hadislerin de yazı
ile tesbitine izin verilmiştir.
Bu mevzuda Kadı Iyaz
şöyle diyor:
"Bu hususta
sahabe ile tabiîn arasında bir hayli ihtilâflar vaki olmuştur. Birçokları
hadis yazmayı kerih görmüş, ekseriyet ise yazılmasına cevaz vermişlerdir.
Sonraları bütün müslümanlar hadis yazmanın caiz olduğuna ittifak etmiş ve hilaf
ortadan kalkmıştır. Ancak hadis yazmayı nehyeden bu rivayetten murad ne olduğu
ihtilaflıdır. Bazılarına göre bu hadis ravinin ezberleyeceğine itimad edilen
ve yazarsa yazıya dayanarak ezberlememesinden korkulan hadisler hakkındadır.
Yazmayı mubah kılan hadisler ise belleyişi-ne itimad edilmeyen kimselere
hamlolunur. Hz. Ali'nin sahifesi, Amr b. Hazm'ın kitabı, Hz. Ebû Bekir'in
Enes'e gönderdiği zekât mektubu vs. bu kabildendir.
Ulemadan bazıları nehy
hadislerinin bu hadislerle neshedildiklerini söylemişlerdir. Onlara göre
hadisin yazılması Kur'an'la karışır endişesindendi. Bu endişe ortadan kalkınca
hadisin yazılmasına izin verilmiştir. Bazıları, "Hadis yazılmasının
nehyinden murad; hadisle âyeti bir sahifeye yazmaktır. İkisi bir sahifede
olunca, okuyan hangisinin âyet hangisinin hadis olduğunu karıştırabilir"
demişlerdir."[21]
3649... Ebû
Hureyre (r.a)'den rivayet olunmuştur;
dedi ki: Mekke feth edilince Peygamber (s.a) ayağa kalktı... (Ebû Hureyre
sözlerine devam ederek) Hz. Peygamber'in (orada) okuduğu bir hutbesini anlattı
(ve şöyle) dedi:
Bunun üzerine Yemen
halkından Ebû Şâh denilen birisi ayağa kalkıp;
Ey Allah'ın Rasûlü,
(bu hutbeyi) bana yazıverin, dedi. (Hz. Peygamber de orada bulunan
kâtiplerine); "- (Bunu) Ebû Şâh'a yazıverin" buyurdu.[22]
3647 ve 3648 numaralı hadis-i
şerifler Hz. Peygamber'in hadislerin yazılmasını yasakladığını ifade etmelerine
karşılık bu hadis-i şerif Hz. Peygamber'in yazılmasına izin verdiğini ifade
etmektedir. Bu hadis hakkında İbn Hacer şöyle diyor:
"Bu hadisi şerif
zahiren, "Benden bir şey yazmayın. Her kim Kur'an'-dan başka benden bir
şey yazarsa onu hemen silsin"[23]
hadis-i şerifine aykırı gibi görünmekte ise de bu iki hadisin arasını şu
şekilde telif etmek mümkündür:
1- Hadisleri
yazmanın nehyedilmesiyle ilgili yasaklar vahyin inmekte olduğu ve Kur'an
âyetleriyle hadislerin karışması ihtimali bulunduğu dönemlere aittir.
Hadislerin yazılmasına izin verildiğini ifade eden hadisler ise bu endişenin
ortadan kalktığı dönemlere aittir.
2- Yahutta
hadislerin yazılmasının yasaklandığını bildiren hadisler, hadislerin Kur'an'Ia
aynı yere yazılmasıyla ilgilidir. Hadislerin yazılmasına izin verildiğini
bildiren hadisler ise hadislerin Kur'an-ı Kerim âyetlerinin yazılı olmadığı
yerlere yazılmasıyla İlgilidir.
3- Hadis-i
şeriflerin yazılmasına izin verildiğini bildiren hadisler, yazılmasını
yasaklayan hadislerin hükmünü neshetmişlerdir. Bu mevzudaki görüşlerin en
sahihi budur.
4- Bazıları
da bu'mevzudaki yasağın yazıya güvenip hadisleri ezberlemeye lüzum görmeyen
kimselere, iznin ise böyle bir hataya düşmeyenlere ait olduğunu söylemişlerdir.
Bu görüşte olanlara göre, hadis yazmanın yasaklandığını bildiren Müslim hadisi
merfu değildir; Ebû Saîd el-Hudri'nin sözüdür.[24]
3650...
Velîd'in şöyle dediği rivayet olunmuştur: Ben Ebû Amr'a;
Onların yazdığı nedir?
diye sordum.
O gün Ebû Hureyre'nin,
kendisinden (Peygamberden) duyduğu hutbedir, cevabını verdi.[25]
3651... Âmir
b. Abdullah b. ez-Zübeyr'in, babasından şöyle naklettiği rivayet olunmuştur:
(Babam) Zübeyr'e:
Diğer sahâbîlerinin
kendisinden rivayet ettikleri gibi seni hadis rivayet etmenden alıkoyan nedir?
diye sordum, şöyle cevap verdi:
Allah'a yemin olsun
ki, (aslında) Rasûlullah(s.a)'m yanında benim özel bir itibarım ve yerim
vardır. Fakat ben onu,"Kim benim adıma bile bile bir yalan söylerse
cehennemden yerini hazırlasın" buyururken işittim. (Bu yüzden hadisleri
yanlış rivayet etme korkusundan buna yanaşamadım.)[26]
Hz. Zübeyr'in,
Rasûlullah (s.a)'m sohbetlerinde pek çok defalar bulunduğu ve ondan pek çok
hadis dinlediği halde, yanlış rivayet etme korkusuyla bu dinlediklerini rivayet
etmekten kaçınması, onun bir hadisi hata eseri olarak yanlış rivayet etmenin de
bile bile yanlış rivayet, etmek gibi veballi olduğuna inandığını gösterir. Gerçekten
de bazı kimseler için çok hadis rivayet etmekte hataya düşme ihtimali daha
fazla olduğundan, Zübeyr (r.a) çok hadis rivayet etmekten kaçınmıştır. Çünkü
her ne kadar Cumhuru ulemanın dediği gibi, kasıtsız ve hata eseri olarak
yanlışlık yapan bir kimse bu hatadan dolayı günahkâr olmazsa da, çok hadis
rivayet etmede hataya düşme ihtimali bulunan kimselerin bundan kaçınmaları ihtiyata
daha uygundur. Dolayısıyla bu gibi hataya düşme ihtimalinin kuvvetle belirdiği
yerlerde ısrarla dolaşmak veballi bir iştir.
Hadis rivayetinde
güvenilir kimseler bu gibi hatalara düşmeleri halinde halkın gerçekle ilgisi
olmayan rivayetlerle amel etmesine sebep olurlar. Binaenaleyh çok hadis
rivayet edince hataya düşme korkusundan emin olmayan kimselerin, bile bile kendilerini
bü tehlikeye atmaları günahtır. Bu durumda olan kimselerin Zübeyr (r.a) gibi,
çok rivayet etmekten kaçınmaları gerekir. Nitekim sahabeden pek çoğu çok hadis
rivayet etmekten kaçınmışlardır.
Çok hadis rivayet eden
sahâbîler ise, hafızasına ve yazmasına güvenerek hataya düşme tehlikesinden
uzak olanlardır.
Yahutta bunlar uzun
süre yaşadıkları için halk onların hafızasında bulunan hadisleri öğrenmeye
ihtiyaç duyup kendilerine müracaat etmişler, onlar da ilmi saklamanın
mesuliyetinden korktukları için bildiklerini söylemek zorunda kalmışlardır.
Hafız Münzirî'nin
açıklamasına göre; metinde geçen "müteammiden = bile bile" kelimesi,
Buharı ile Nesâî'nin rivayetlerinde yoktur ve Nesâî ile Buharî'nin bu
rivayetleri diğer rivayetlerden daha sağlamdır.[27]
3652...
Cündüb (b. Abdillah el-Becelî)'den Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet
olunmuştur:
"Aziz ve Celil olan
Allah'ın Kitabı üzerinde (sırf kendi) görüşüne dayanarak fikir beyan eden
kimse, (konuşmasında) isabet bile etse yine de hata etmiş olur."[28]
Bu hadis-i şerif;
Tefsir için lüzumlu olan ilimleri öğrenmeden ve Tefsir ulemasının görüşlerine
bakmadan, sırf kendi aklına geldiği şekilde Kur'ân-ı Kerim âyetlerinin
lafızları ya da manaları hakkında açıklamalar yapan kimselerin bu
açıklamalarında tesadüfen isabet etmiş olsalar yine de hata etmiş olduklarını
haber vermektedir.
Sırf kendi akıllarıyla
Kur'an-ı Kerim âyetlerini tefsire kalkan kimselerin, bu hususta yeterli
bilgiye sahip olmadıkları için, yaptıkları açıklamalarda hataya düşmeleri
kaçınılmazdır. Böyle iken Kur'an-ı Kerim'i tefsire kalkışmaları demek,
Kur'an-ı Kerim'i keyiflerine göre tefsire yeltenmeleri demektir ki bu, Allah'a
karşı bir cürettir. Böylesi bir kimse yapmış olduğu açılamalarda isabet etmiş
bile olsa, Allah'a karşı cürette bulunmayı göze aldığı için, dağların ve
taşların bile altından kalkamayacağı büyük bir günah işlemiş demektir.
Hafız Süyûtî'nin
açıklamasına göre, hadis-i şerifteki bu tehdit herhangi bir delile dayanmadan
sırf kendi aklına dayarak Kur'an-i Kerim'i tefsir eden kimseler hakkındadır.
Fakat bir kimsenin kuvvetli bir delile dayanarak Kur'an-ı Kerim âyetleri
hakkında fikir beyan etmesinde bir sakınca yoktur.
Bu mevzuda
Aliyyü'1-Kârî şu görüşlere yer veriyor:
"Hafız İbn
Hacer'in açıklamasına göre, Kur'an-ı Kerim'i sırf kendi aklına dayanarak tefsir
eden kimsenin isabet etmesi halinde bile hata etmiş sayılmasının sebebi, onun
isabet etmek için gerekli hazırlığı yapmamış olması ve bu iş için şuurlu
hareket etmemiş olmasıdır.
Fakat Kur'an-ı
Kerim'in manasını ortaya çıkarmak gayesiyle şuurlu bir şekilde gerekli
hazırlığı yaptıktan sonra âyetlerinin tefsirine girenler ise bunun tersinedir.
Bunlar hata bile etmiş olsalar ecir alırlar. Çünkü bunlar hadlerini
aşmamışlardır. Bir rivayete göre bu ikinci kısma girenler hata ettikleri halde
bile iki ecir alırlar. Diğer bir rivayete göre, eğer isabet ederlerse on,
edemezlerse iki ecir alıîlar. Çünkü müctehid gibi doğruyu ortaya çıkarmak için
olanca gücünü sarf etmişlerdir.
Binaenaleyh Kur'an-ı
Kerim'i tefsir etmek isteyen bir kimsenin şu ilimleri bilmeden Kur'an-ı Kerim
tefsirine girişmemeleri gerekir: 1)
Lügat, 2) Nahiv, 3) Sarf, 4) İştikak, 5) Meâni, 6) Beyân, 7) Bedi', 8) Kıraat, 9) Kitap ve Sünnet, 10) Esbâbü'n-Nüzûl, 11) Kıssalar, 12) Nâsih, 13) Mensüh, 14) Fıkıh ve Kur'an-ı Kerim âyetlerinin
mücmelini açıklayan hadisler, 15)
İlm-i Mevhibe."[29]
Bu hususta İmam
Mâverdî de şöyle diyor:
"Şüpheli işlerden
kaçınmayı kendilerine usul ittihaz etmiş olan müslü-manlardan bazıları, bu
hadisin zahirine sarılarak, ellerinde sarih naslara uygun deliller olsa bile
Kur'an-ı Kerim'den hüküm çıkarmaktan kaçınmayı prensip haline getirmişlerdir.
Onların bu tutumu,
kulluğumuzu yerine getirmemizin ancak kendisiyle mümkün olacağı Kur'an
ilimlerinden ve Kur'an'dan hüküm çıkarma mükellefiyetinden kaçmak anlamına
gelir. Nitekim bu hususta yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "...İçlerinden,
işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar, onun ne olduğunu (haberin neye delâlet
ettiğini) bilirlerdi..."[30]
Yüce Allah Kur'an-ı
Kerim'inde onun hükümlerini çıkarabilecek kişilerin bulunduğunu haber
verdiğine göre, bu kimselerin görüşleri ve tutumları doğru değildir.
Bir başka ifadeyle
onların bu görüşleri doğru olsaydı Kur'an-ı Kerim'den hiçbir kimsenin bir
hüküm çıkarmaması ve insanların pekçoğunun Kur'an-ı Kerim'den hiçbir şey
anlayamaması icabederdi.
Binaenaleyh, eğer bu
hadisin sahih olduğunu kabul edersek onu şöyle tefsir etmemiz gerekir:
Kur^an'ın lafızlarının
ifade ettiği derin manalara nüfuz etmekten aciz olan kimse, sırf kendi aklına
göre onu tefsire kalkar ve bu tefsirinde hakka isabet edecek olursa o kimse
yine hata etmiş sayılır. Çünkü o tesadüfen doğruyu söylemiştir. Maksadı ise
sırf kendi görüşünü ortaya koymaktır ve hakkı söylediğine dair bir delili de
yoktur."[31]
3653...
Peygamber (s.a)'in hizmetçilerinin birinden rivayet olunduğuna göre;
Peygamber (s.a) bir
söz söylediği zaman onu üç defa tekrarlarmış.[32]
Fahr-i Kâinat
Efendimizin, bazen yahutta ekseriyetle söylediği sözleri üç defa
tekrarlamasının sebebi hususunda hadis sarihleri şu görüşleri ileri
sürmüşlerdir:
1- Hz.
Peygamber her söylediği sözü değil, ancak anlaşılması güç olan cümleleri
tekrarlardı ki bundan maksadı, dinleyenlerin bu sözleri kolayca anlamalarım
sağlamaktı. Hanefî ulemasından Sindî bu görüştedir.
2- Rasûl-i
Zişan Efendimizin sözlerini bu şekilde tekrarlaması, dinleyen kimseler
içerisinde anlayışı kıt kimselerin bulunması ile ilgili olabileceği gibi,
söylediği sözler arasında anlaşılması zor ince manalı sözlerin bulunmasıyla da
ilgili olabilir.
Hz. Peygamber bu
tekrarlar ile, anlayışı kıt kimselerin de o sözleri anlamasını sağlamak ve
derin manalı sözlerin tekrar işitilip anlaşılmasına imkân vermek istemiş
olabilir. Hattâbı (r.a) bu görüştedir.
3- Zihinlere
daha iyi yerleşmesi ve tesirinin daha fazla olması için sözlerini tekrarlamış
olabilir. İmamlardan bazıları da bu görüştedir.
4-
Bezlü'l-Mechûd yazarına göre Hz. Peygamber'in sözlerini tekrarlamaktan
maksadı, onların daha kolay bellenmesi içindir.[33]
3654... Urve
(r.a)'den rivayet olunmuştur, dedi ki: (Bir gün) Ebû Hureyre namaz kılmakta
olan Âişe (r.anha)'nin odasının yanına oturup iki defa: "Ey odanın
sahibi, (beni iyi) dinle" diyerek söze başladı (ve Hz. Peygamber'den bir
hadis nakledip gitti). (Hz. Âişe,) namazım bitirince;
(Ey Urve), sen (Ebû
Hureyre'nin) şu (davranışı)nı ve sözünü (söyleyiş tarzım) beğendin mi? (Şunu
iyi bil ki) Rasûlulah (s.a) bir söz söylediği zaman onu saymak isteyen bir
kimse sayabilirdi, dedi.[34]
Bu hadis, Rasûlullah
(s.a)'in, dinleyicilerin rahatça takip edebileceği derecede ağır ve yavaş
konuştuğunu ifade etmektedir. Rasûl-i Zîşan Efendimizin bu üslubu, İslâm
davetçileri için gözönünde bulundurulması gereken çok önemli bir husustur.
İyi bir hatipten
beklenen, anlatacağı konuyu rahat, mutedil bir konuşma şekliyle anlatmasıdır.
Konuşurken takip edilemeyecek derecede hızlı ve acele konuşan hatipler
dinleyiciye fazla bir şey veremezler. Sözlerinin doğru ve haklı, kendilerinin
samimi ve bilgili olması neticeyi fazla değiştirmez. Acele ile yapılan bir
konuşmada fikirler arasındaki bağ kopar.
Hızlı konuşan bir
hatibi dinleme mecburiyetinde kalanlar, hitabetin bitmesiyle derin bir nefes
alırlar. Ruhen sıkıntı basmış ve yorulmuşlardır. Böyle bir konuşmanın
faydasından söz edilemez.[35]
Hz. Peygamber'in bu konuşma üslubu İslâm
davetçileri için olduğu kadar, günlük hayattaki her türlü konuşmalarda tüm
müslümanlar için de önemli bir husustur.[36]
3655... Urve
b. Zübeyr'in şöyle dediği rivayet olunmuştur: Peygamber (s.a)'in hanımı Âişe
dedi ki:
(Ey Urve, şu
davranışıyla) Ebû Hureyre (senin) hoşuna gitti mi? (Bak) ben teşbih çekerken
odamın yanına oturmuş, Peygam-ber(s.a)'den hadis rivayet ediyor ve bunu
işittirmeye çalışıyor. Ben teşbihimi bitirmeden de kalkıp gitti. Eğer ona
yetişebilseydim kendisine; kuşkusuz Rasûlullah (s.a) hadisi sizin serdettiğiniz
gibi serdetmezdi diye cevap verecektim.[37]
Bu hadis-i şerif de
Hz. Peygamber'in, sözlerini tane tane, muhatabın rahatça takip edebileceği derecede
yavaş konuştuğunu; kelimeleri alelacele, arka arkaya sıralamaktan kaçındığını
ifade etmektedir.
Gerçekten Rasûlullah
(s,a), dinleyiciden gelecek bütün şikâyetleri bertaraf edecek bir tempo ile,
hiç acele etmeden ağır ağır, tane tane konuşmuştur.
Bu sebepledir ki, onun
konuşmasını takip edemediği için sözünü tekrarlamasını isteyen bir tek ferdin
varlığını bilmiyoruz. Ancak, sözlerindeki derin manayı kavrama ve sözlerindeki
güzelliği bir defa daha duymak maksadıyla sözlerini tekrar etmesini isteyenler
olmuştur.[38]
3656...
Muâviye (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a) (ümmetine),
yanıltıcı sözler söylemeyi yasaklamıştır.[39]
kelimesinin tekili
dır. Bu kelime yanlışlık anlamına gelen "galat" kökünden gelir.
Hattâbî'nin
açıklamasına göre; hadis-i şerifte, ulemayı halkın gözünden düşürmek gibi
maksatlarla onlara anlaşılması ve anlatılması güç sorular yöneltmenin bizzat
Hz. Peygamber tarafından yasaklandığı ifade edilmektedir. Hadis-i şerif,
halkın ilim adamlarına kasıtlı olarak bu gibi sorular yöneltmesinin caiz
olmadığını ifade ettiği gibi, ilim adamlarının, insanların ihtiyaç duymadığı
lüzumsuz meselelere dalmalarının ve vakitlerini bu gibi fay-dasiz meşguliyetlerde
zayi etmelerinin caiz olmadığına delâlet etmektedir. Bu bakımdan ilim adamı,
kendisine sorulan bilmediği bir meseleye hemen cevap vermekten kaçınmalı ve
meseleyi iyice bildiğinden emin olmadıkça o hususta fetva vermemelidir.
Nitekim Übey b. Kâ'b'a
bir kimse son derece kapalı bir mesele sorduğu zaman, "Bu meselenin cevabı
sana hemen şimdi lâzım mıydı?" diye sormuş, hayır cevabını alınca,
"Öyleyse bu mesele sana lâzım oluncaya kadar bana mühlet ver de o zaman
sana cevap vereyim" demiştir.
Yine bir kimse Mâlik
b. Enes'e, namazda unutarak bir şey içen kimsenin namazının bozulup
bozulmadığını sormuş. İmam Mâlik ona, (sorusunun lüzumsuz olduğunu anlatmak
için) "Niçin (bir şeyler) yememiş de (içmiş)?" şeklinde cevap
vermiştir.
Esasen, insanların
birinci derecede ihtiyaç duydukları meseleler çözüm beklerken henüz ihtiyaç
duyulmayan meselelerle uğraşmak doğru değildir. Nitekim Peygamber Efendimiz,
"Kişinin kendisini alâkadar etmeyen şeyleri terketmesi mü si uman lığının
güzelliğîndendir."[40]
buyurmuştur.
Daha sonraki asırlarda
İmam Ebû Hanîfe gibi bazı fıkıh imamlarının, henüz İnsanların başına gelmemiş
olan meseleleri çözmek için çaba sarfettikleri ve bu meseleleri çözdükleri
görülmüşse de onlar, kendi devirlerindeki İhtiyaçları çözdükten ve gelecek nesillerin
bu meselelere gerçekten ihtiyaç duyacaklarını çok iyi anladıktan ayrıca bu
meseleleri çözmenin kendileri için bir görev olduğuna inandıktan sonra bu
işlere girişmişlerdir. Gerçekten de bu sayede kendilerinden sonra gelen
kadirşinas nesiler tarafından takdirle ve rahmetle anılmışlardır.
İnsanlığın birinci
derecede çözüm bekleyen meseleleri varken hiç karşılaşmadıkları veya
karşılaşmaları ihtimal dahilinde olmayan meselelerle uğraşmak, yahutta
insanları yanıltmak gayesiyle çeşitli bilmeceler, karışık meseleler düzenlemek
bunun dışındadır. İşte hadis-i şerifte yasaklandığı belirtilen husus, bu
ikinci kısım meselelerle uğraşmaktır. Talebelerin meseleleri daha iyi
kavrayabilmeleri için onlara fıkhı bilmeceler ve benzeri muğlak meseleler
sormakta bir sakınca yoktur.
Münzirî'nin
açıklamasına göre, bu hadisin senedinde Ebû Hatim er-Râzî'nin; kimliği meçhul
diye nitelendirdiği Abdullah b. Sa'd vardır.[41]
3657... Ebû
Hureyre (r.a)'den, rivayet olduğuna göre, Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Bir kimseye, ilimsiz
olarak fetva verilirse, bu fetva (ile amel etme) nin günahı onu veren kimsenin
üzerine olur."
Süleyman el-Mehrî
(yukarıdaki hadise) ilâve olarak şunları da rivayet etti: "Herkim
(kendisine danışan din)kardeşine bir işte gerçek olmadığını bildiği halde bîr
şeyi tavsiye ederse (tavsiyede bulunduğu) kardeşine ihanet etmiş olur."
Süleyman'ın (rivayet
ettiği) hadisin metni budur.[42]
Bu hadis-i şerif,
fetva verme ehliyetine sahip olmayan bir kimsenin verdiği yanlış fetvalarla yapılan
amellerin günahının, bu fetva ile amel eden cahil kimselere değil, bizzat bu
fetvayı veren ehliyetsiz kimseye ait olduğunu ifade etmektedir.
Bu bakımdan hadis-i
şerif, ehliyetsiz oldukları halde fetva vermeye cüret eden kimseler hakkında
çok büyük bir tehdidi ihtiva etmektedir. Fahr-i Kâinat Efendimiz başka bir
hadisinde de, "Sizin fetvaya en cüretliniz ateşe atılmaya en cüretkâr
olanınızdır"[43]
buyurmuştur.
Binaenaleyh dinî bir
mesele hakkında kendisinden fetva istenen bir kimse, o meselenin cevabı
hakkında şer'î bir esasa dayanmadan, bu husustaki dinî hükümlere lâyıkıyla
muttali olmadan asla cevap vermemelidir.
Bazıları bu hadise,
"Vebali bu fetva ile amel eden kimseye olur" diye mana vermişlerse de
birinci mana daha doğrudur.[44]
Ehliyetsiz olduğu halde
dinî meselelerde fetva veren bir kimse; din adına büyük iftirada bulunmuş,
şer'î hükümlere karşı laubali davranmış, müslümanların mukaddesatına karşı
tecavüzkâr bir tavır takınmıştır.
Bu fetvayı alan kimse
ise, aldığı fetvanın yanlışlığını bildiği halde yine de bu fetva ile amel
edecek olursa, amelinden doğacak olan vebalin bir misli de kendi defterine
yazılır.
İctihad ehliyetini
haiz olan kimselerin ictihadlanndan doğan hatalar ve onların hatalı fetvaları
ile amel etmek ise bu hükme girmez. Çünkü onların davranışlarında en küçük bir
laubalilik olmadığı gibi doğruyu bulmak için gerekli ilimleri tahsil etmiş ve
olanca güçlerini sarfetmiş olmaları açısından, onlardan daha fazlasını
beklemek, güçlerinin yetmediği şeyi istemek gibi bir haksızlık olur.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte, din kardeşine bile bile yanlış bir tavsiyede bulunan
kimsenin, emanet vasfını kaybedip hainlik vasfını kazanmış olduğu
açıklanmaktadır. Bir hadis-i şerifte, "Kendisine danışılan zat
emindir"[45] buyurulduğundan, bir
meselede kendisiyle istişare edilen kimse, kendisi hakkında ne kadar iyilik
düşünüyorsa kendisine danışan kimse hakkında da o kadar iyilik düşünmelidir.
Aksi takdirde hainler sınıfına girmiş olur.
Başkalarıyla istişare
ihtiyacı duyan bir kimse de istişare için, fikirlerine ve doğruluklarına
güvenilen dürüst, mütefekkir ve emin kimseleri seçmelidir.[46]
3658... Ebû
Hureyre(r.a)'den rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Bir kimse
kendisinden sorulan bir meseleyi gizler de cevap vermezse, Allah, kıyamet
gününde ona ateşten bir gem vurur."[47]
Müslümanlar, kesin
olarak bildikleri bir meseleyi bir ihtiyaca dayanarak soran kimselere
açıklamakla mükelleftirler. Bu hususta bildiklerini açıklamayanlar manevî cezaya
müstehak olurlar. Şu kadar var ki, kendisinden sual edilen zat bu meseleyi
güzelce bilmelidir. Soran kimse de güzel bir maksatla sormuş olmalıdır. Aksi
takdirde cevap vermek gerekmez.[48]
Bu mevzuda Hattâbî
(r.a) şöyle diyor:
"Bu hadis-i
şerifte, saklanılması ahirette ateşten gem vurulma ce zasını gerektirdiğinden
bahsedilen ilimden maksat, öğretilmesi ve öğ renilmesi farz-ı ayın olan
ilimlerdir. Müslüman olmak istediği için "Din nedir? İslâm nedir? Bana
öğretiniz" diyen bir kâfiri gören kimse nin ona dininin ve İslâmm ne
olduğunu öğretmesi, yahutta yeni müslüman olup namaz kılmasını İyice bilmeyen
ve namaz vakti yaklaştığı için, "Bana namazın nasıl kılınacağını
öğretiniz" diyen kimseyi gören bir müslümanın namazı öğretmesi; haramlar
ve helâller hakkında fetva isteyen bir kimseye bunları öğretmek gibi hususlar
da bu hadisin kapsamına girer. Çünkü bu gibi meselelerde sorulan bir soruya
cevap vermekten kaçınan kimseler günahkâr ve bu hadis-i şerifin bahsettiği
tehdide hedef olurlar. Öğrenilmesi nafile olan ve insanların öğrenmeye
ihtiyaçları olmayan bilgileri öğretmenin hükmü ise böyle değildir.
Nitekim Kadı
İyaz'a,"İHm tahsil etmek her müslümana farzdır"[49] hadisinin
hükmü sorulunca; "Burada kastedilen ilimden maksat, kendisiyle amel
edilmesi farz olan şeylerdir. Kendisiyle amel etmen sana farz olmayan şeyleri
öğrenmen de sana farz değildir" cevabını vermiştir."
Görülüyor ki Hattâbî,
burada bir meseleyle ilgili ilmi saklamaktan doğacak sorumluluğun derecesini,
o ilmi öğrenmenin derecesiyle ölçmektedir. Bir başka ifadeyle, Öğrenilmesi farz
olan bir ilmi saklamanın haram, vacip olan bir ilmi saklamanın mekruh olduğunu
açıklamaktadır.[50]
3659...
Abdullah b. Abbas (r.anhüma)'tan rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah (s.a)
şöyle buyurmuştur:
"Siz (bir hadisi)
benden işitirsiniz, (sonra siz onu bir yerde rivayet edince) sizden işitilir.
(Sonra sizden işiten kimse onu nakleder de) sizden işitenden işitilir."[51]
3660... Zeyd
b. Sabit (r.a)'ten rivayet olunmuştur; dedi ki:
Ben Rasûlullah (s.a)'ı
şöyle derken işittim:
"Allah, benden
bir hadisi işitip de onu (güzelce) ezberleyip başkasına (eksiksizce) aktaran
kimsenin yüzünü ak etsin. Nice fıkıh ilmine (esas teşkil eden hadislere) sahip
olup da onu kendisinden daha anlayışlı bir kişiye aktaran kimseler vardır. (Bu
bilgiyi aktardığı kimseler de onun inceliklerini kavrayıp halka açıklar.) Nice
fıkıh ilimine (esas teşkil eden hadislere) sahip olup da (o hadislerin
inciliklerine nüfuz edecek şekilde) anlayışlı olmayan kişiler de vardır."[52]
3661... Sehl
b. Sa'd(r.a)'dan rivayet olduğuna göre Peygamber (s.a) şöyl'e buyurmuştur:
"Allah'a yemin
olsun ki senin hidayete vesile olman sayesinde Allah'ın bir adama hidayet
vermesi, senin için kırmızı develer (i elde etmenden daha hayırlıdır."[53]
Bu babda gelmiş olan
hadisler Kitap ve sünneti ve bunlardan çıkartılan dinî ilimleri yaymanın
faziletine delâlet etmektedir.
Bunlardan, 3659
numaralı hadis-i şerifte ilmin müslümanlar arasında ve nesilden nesile
aktarılması emredilirken, 3660 numaralı hadis-i şerifte "el-cezaü min
cinsil amel" kaidesince, dinî ilimleri nesiller arasında yayarak ilmin
parlamasına vesile olan kimselerin yüzlerinin mırlamp parlaması,dünya ve
ahirette ak çıkması için Hz. Peygamber tarafından dua edilmektedir. Fıkıh
ilmine vâkıf olmadığı için hafızasındaki hadislerden hüküm çıkarmaya gücü
yetmeyen hadis hafızlarının bildikleri hadisleri onlardaki hükümleri kavrayan
ve bu hükümlerle müslümanların müşkillerini çözebilen fıkıh âlimlerine
aktarmalarının önemine işaret edilmekte ve bildiği hadisleri rivayet eden
kişilerin nasıl bir hayra vesile olacaklarına dikkat çekilmektedir. 3660
numaralı hadis-i şerif hakkında Hattâbî şöyle diyor: "Bu hadiste geçen,
"Fıkıh ilmine malzeme teşkil edecek hadisleri bilen nice kimseler vardır
ki" cümlesi, fıkıh ilmini en son derecesine kadar bilemeyen bir kimsenin,
hadisi kendi anlayışına göre kısaltarak rivayet etmesinin caiz olmadığına
delâlet eder. Çünkü fıkhın inceliklerine lâyıkıyla vâkıf olmayan kimse onu
kısaltırken hadis-i şeriften hüküm çıkarmaya vesile olacak incelikleri
bilmeden hazfeder. Dolayısıyla hadisten beklenen gaye kaybolup gider.
Bu husus aynı zamanda
fıkıh ilmini öğrenmenin farz olduğuna delâlet etmekte ve hadislerdeki manaları
ve incelikleri iyi kavrayıp meydana çıkarmaya teşvik etmektedir."
3661 numaralı hadis-i
şerifte ise hadislerin tüm insanlar arasında yayılmasına hizmet ederek, bir
kimsenin İslâm hidayetine erişmesine vesile olmanın insanlar tarafından en çok
rağbet edilen ve beğenilen dünya mallarına erişmekten daha hayırlı olduğu
vurgulanmaktadır.[54]
3662... Ebû
Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre Rasûiul-lah (s.a) şöyle buyurmuştur:
“İsrail oğullarından
(geçmiş devirlere ait haberler) rivayet etmenizde bir sakınca yoktur."[55]
Hz. Peygamber, İslâmî
esasların iyice kavranamayıp gönüllere lâyıkıyle yerleşemediği İslâmın ilk
yıllarında, karışıklıklara sebep olacağı endişesiyle İsrail oğullarından bir
takım kıssaların dinlenmesini yasaklamıştı.
Fakat İslâmiyetin
yavaş yavaş tamamlanıp kemale ermesi ve gönüllere iyice yerleşmesi ile bu gibi
tehlikeler ortadan kalkınca bu yasağı kaldırdı. Onlardan rivayet yoluyla o
devre gelebilen olaylardan senetleri itibarıyla doğru olmadıkları anlaşılan
haberleri, yanlışlıklarını bilerek ve doğru olduklarına inanmayarak rivayet
etmekte ve dinlemekte bir sakınca olmadığını bildirdi. Çünkü artık sahabe-i
kiram (r.a) hazretleri İsrail oğullarının kendi kitaplarını tahrif ettiklerini
iyice öğrenmişler, kendilerine erişen bir İsrail kıssasının aslı olup
olmadığını rahatça kavrayacak bir seviyeye gelmişlerdi. Bu haberlerden İslâm'a
uygun olanlarını kabul ediyorlar, uygun olmayanlarını da reddedebiliyorlardı.
Bu bakımdan Hz. Peygamber'in, İsrail oğullarından kıssa rivayet edilmesine izin
vermekle, onların asılsız hikâyelerinin kabul edilmesine izin verdiği
söylenemez.
Nitekim bu mevzuda
Hattâbî şöyle diyor:
"Hz. Peygamber'in
buna izin vermesi, onların asılsız haberlerinin doğru gibi anlatılmasını mubah
kılma anlamına gelmez. Ancak bu ruhsatın manası, tarihin aydınlatamadığı
İsrail oğullarının tarihiyle ilgili hâdiseleri imkânların elverdiği nisbette
nakledilebileceğini gösterir. Çünkü bunların aslını rivayet etmenin her zaman
mümkün olmadığı, dolayısıyla onların bu anlayışla nakledilmesinde bir sakınca
bulunmadığı anlamına gelir.
Ayrıca bu hadis sened
zincirine riayet etmeden Hz. Peygamber'den hadis rivayet etmenin caiz
olmadığına da delâlet etmektedir.
Metinde geçen,
"sıkıntı ve sakınca yoktur" sözünün buradaki manası hakkında değişik
görüşler ileri sürülmüştür. Bunlardan bazıları şöyledir:
1- Onlardan
duyacağınız bazı garip şeyler sizin gönlünüze ve kalbinize
bir sıkıntı vermez.
2- Onlardan
duyacağınız haberleri nakletmemenizde bir sakınca yok tur. Bu görüş,
"rivayet ediniz" emrinin farziyyet ifade etmediğini göster mek için
söylenmiştir.
3- Onlardan
doğru haberler nakletmenizde bir sakınca yoktur. Faka
asılsız haberler
nakletmeyiniz.
İmam Mâlik'e ait olan
bu görüşü İbn Hacer el-Feth isimli eserinde nakletmiştir.
Hanefî ulemasından İbn
Âbidin de bu görüştedir. Bu mevzuya daha önce 3644 numaralı hadisin şerhinde de
temas etmiştik.[56]
3663...
Abdullah b. Arar' 'an şöyle dediği rivayet olunmuştur:
Allah'ın Peygamberize
sabaha kadar İsrail oğulları (nın kıssaları)nı anlatırdı. Namazın büyüğü (olan
sabah namazının yahutta teheccüd namazının vakti gire)ne kadar (bu sohbetten)
kalkmazdı.[57]
Bir önceki hadis-i
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi tarihin aydınlatamadığı karanlık
dönemlere ait İsrail oğullarıyla ilgili kısasların hepsinin aslım tesbit etmek
mümkün değildir.
Bu kıssaların pek çoğu
asılsız olduğu gibi içlerinde doğru olan ibretli kıssalar da vardır.
Binaenaleyh prensip olarak bunların İslâmiyete uygun olanları, doğru olduğu
için alınır, İslâmiyete uygun olmayanları da atılır.
Kuşkusuz Hz. Peygamber
bunların doğru ve hikmetli olanlarını ümmetine anlatmış, onların bu
kıssalardan ibret almalarına ve bu sayede kalplerinin incelemesine yardımcı
olmuştur.
Ancak Rasûl-i Zîşan
Efendimizin, yatsıdan sonra hemen yatmak sünnet-i saniyyelerinden idi. Ümmetine
de yatsıdan sonra hemen yatmalarını tavsiye ederdi.
Bu bakımdan Hz.
Peygamber'in sabah namazına kadar bütün bir geceyi sohbe ederek geçirdiği
düşünülemeyeceğinden, Bezlü'l-Mechûd sahibi, bu hadîsi şöyle açıklamıştır:
"Eğer sohbete
teheccüd namazından önce başladıysa teheccüd namazını kihneaya kadar bu
sohbete devam ederdi. Bize o zamana kadar İsrail oğullarından ibretli ve
hikmetli kıssalar anlatırdı.
Eğer sohbete teheccüd
namazından sonra başlayacak olursa bu sohbet sabah namazına kadar devam ederdi
ve bize o zamana kadar İsrail oğullarına ait hikmetli kıssalar
anlatırdı."[58]
3664... Ebû
Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Kendisi ile
Allah'ın rızası kazanılan bir ilmi, sırf dünya menfaati elde etmek için
öğrenen bir kimse kıyamet günü cennet kokusu bulamayacaktır."[59]
Metinde geçen
"kendisi ile Allah'ın rızası kazanılan" anlamındaki cümleyle
kastedilen dinî ilimlerdir. Bu bakımdan hadisteki tehdide hedef teşkil
edenler, dinî ilimleri sırf dünya menfaati düşüncesiyle tahsil edenlerdir.
Binaenaleyh bu ilimlerin dışında kalan herhangi bir ilmi Allah'ın rızasını
gözetmeyerek sırf dünya menfaati temini maksadıyla öğrenen bir kimse bu
hadisteki tehdide hedef teşkil etmediği gibi, dinî ilimleri sırf dünya
menfaati için tahsil etmeyip hem dünya menfaati hem de Allah rızası için
tahsil edenler de bu tehdide hedef teşkil etmemektedirler. Ayrıca bu hadis-i
şerifte Allah rızası için tahsil edilmesi gereken ilimleri sırf dünya menfaati
için tahsil edenlerin kıyamet gününde cennet kokusu bulamayacakları
da ifade edilmektedir.
Her ne kadar zahiren
bu söz onların asla cennete giremeyecekleri anlamına gelirse de şirkten gayri
günahların affedilmesi ümit edildiğinden hadis sarihleri söz konusu cümleyi,
"Bu gibi kimseler cennete ilk girenlerden olmaya hak kazanamayacaklardır.
İman ile öldükleri takdirde bunların işler diğer günahkârların işleri gibi
Allah'a kalmıştır. Yüce Allah dilerse onları affeder, dilerse bir süre azap
ettikten sonra cennetine koyar" şeklinde tefsir etmişlerdir.[60]
3665... Avf
b. Mâlik el-Eşcaî'den, ben Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyururken işittim dediği
rivayet olunmuştur:
"Devlet başkanı,
memur ve büyüklük taslayandan başka vaaz eden olmaz."[61]
Bu hadis-i şerif
hakkında Hattâbî şu açıklamayı yapmıştır: Bana erişen haberlere göre bu mevzuda
Şureyh: Bu hadis-i şerifte vaaz ve nasihat kelimesiyle kastedilen hutbedir,
demiştir. Çünkü hutbeyi devlet başkanları okur ve hutbelerinde halka vaaz ve
nasihatta bulunurlar. Kendilerinin bulunamadıkları yerlerde de bu hutbeyi
onların görevlendirdiği hatipler okurlar, halka vaaz ve nasihatta bulunurlar.
Bunların dışında bir
de hutbe okumak için kendi kendilerini görevlendirmiş kişiler vardır ki,
bunların maksatları sırf halkın gönlünü kazanarak onlara başkan olmaktır.
Devlet başkanı tarafından hutbe okumaları için hiçbir izin ve ruhsat verilmemiş
olan bu kimselere muhtâl (büyüklük taslayan) denir. Bazılarına göre halka vaaz
ve nasihatta bulunan kimseler üç kısımdır:
1- Müzekkir
(hatırlatıcı): Bunlar halka Allah'ın dünya ve ahiretteki nimetlerini hatırlatarak
onları bu nimetlerden dolayı Allah'a şükretmeye teşvik ederler.
2- Vaiz:
Bunlar da halka, Allah'ın kendisine isyan edenler için hazırlamış olduğu azabı
ve bu husustaki tehditlerini hatırlatarak onları günahlardan alıkoymaya
çalışan kimselerdir.
3- el-Kâss:
Bunlar halka geçmiş ümmetlerin başlarından geçen, onların saadetlerine ya da
helak olmalarına sebep olan ibretli haberleri nakleden kimselerdir. Bunlar,
anlattıkları haberlerin gerçeğe tam manasıyla uygun olup olmadığından emin
olamazlar. Fakat birinci ve ikinci guruba girenler bu hadise göre
emniyettedirler.
Hanefî ulemasından
Aliyyü'1-Kârî ile Sindî'ye göre bu hadiste geçen kıssa kelimesiyle kastedilen
hutbedir.
Bu bakımdan hadis-i
şerif hutbe okumanın ancak devlet reisinin yetkisi olduğuna delâlet etmektedir.
Ancak devlet reisi dilerse bu hutbeyi kendi okuyabileceği gibi başka birine de
okutturabilir. Fakat devlet başkanı olmayan ya da devlet başkanı tarafından
hutbe okumakla görevlendirilmeyen bir kimsenin hutbe okumaya selahiyeti
yoktur. Okuduğu takdirde yaptığı tekebbürden ve riyadan başka bir şey değildir.
Hanefî âlimleri, hutbe
okumak için izin verilmiş olması hükmünün, namaz kıldırmak için izin verilmiş
olması hükmü gibi olduğunu söylemişlerdir.[62]
3666... Ebû
Saîd el-Hudrî(r.a)'den şöyle dediği rivayet olunmuştur:
Muhacirlerin
fakirlerinden oluşan bir cemaatle birlikte oturuyordum. Onlardan bazıları
(avret mahallerine yakın olan) bazı çıplak yerlerini (üzerleri iyi örtülü
olan) bazı (arkadaşlarının arkalarına gizlenmek suretiyle) örtüyorlardı.
(Orada bulunan bir Kur'an) okuyucu (su) bize (Kur'an) okuyordu. O sırada
Rasûlullah (s.a) çıkageldi ve yanımıza gelip durdu. Rasûlullah (s.a) gelince
(Kur'an) okuyan (kimse okumayı bırakıp) sustu. Bunun üzerine (Hz. Peygamber
bize) selâm verdi ve,"Ne yapıyorsunuz?" diye sordu. (Biz de) "Ey
Allah'ın Rasıilu, bu bizim okuyucumuzdur. Bize Kur'an okuyordu, biz de yüce
Allah'ın kitabını dinliyorduk" cevabını verdik.
Bunun üzerine Allah'ın
Rasûlu (s.a), "Ümmetimden, kendileri ile birlikte sabretmekle emrolunduğum
kimseler yaratan Allah'a hamd olsun" diye hamdü senada bulundu. Aramızda
kendisini (yakınlık bakımından hepimize) eşit (derecede) tutabilmek için (tam)
ortamıza oturdu. (Ravi Hz. Peygamber'in aralarına oturuş şeklini anlatabilmek
için) eliyle, "İşte şöyle" d.iyeişaret etti, (sonra sözlerine devamla
şöyle dedi: Orada bulunan halk) hemen (onun etrafında) halka oldular, (hepsinin
yüzleri) onun karşısına geldi. (Fakat) Rasûlullah (s.a)'ın karanlıkta
onlardan, benden başka birini tanıyabildiğini zannetmiyordum.
Rasûlullah (s.a) (bizi
karşısında bu şekilde görünce);
"Ey muhacirlerin
fakirleri, sizi kıyamet gününde (kavuşacağınız) tam bir nurla müjdeliyorum.
Siz cennete zenginlerden yarım gün önce gireceksiniz. Bir (tam) gün (dünya
senesiyle) beşyüz senedir" buyurdu.[63]
Fahr-i Kâinat
Efendimiz, "Ümmetinden kendileriyle birlikte sabretmekle emrolunduğum
kimseler yaratan Allana
hamdolsun"
mealindeki sözleriyle, "Nefsini sabah akşam, rızasını isteyerek Rablerine
yalvaranlarla beraber tut..."[64]
mealindeki âyet-i kerimeye işaret etmiştir.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadisin bab başlığı ile ilgisi, Hz. Peygamber'in, fakir muhacirlere,
fakirliğe sabretmenin mükâfatıyla ilgili vaaz ve na-sihatta bulunup, bu sabrın
mükâfatının büyüklüğü ile ilgili müjde vermesidir.
Bu hadis-i şerif,
Allah yolunda yurtlarını terkeden ashab-ı kiramın nasıl bir fakrü zaruretle
karşılaştıklarım, vücutlarım iyice örtecek bir elbise bile bulamayacak duruma
düştüklerini ifade etmesi yönüyle de son derece ilgi çekicidir.[65]
3667... Enes
b. Mâlik(r.a)'den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Sabah namazından
sonra güneş doğ(up ta bir mızrak boyu çıkıncaya kadar Allah'ı zikreden bir
toplulukla beraber oturmam bana İsmail (a.s)'in çocuklarından dördünü
kölelikten kurtarmamdan daha sevimlidir.
İkindi namazından
sonra güneş batıncaya kadar Allah'ı zikreden bir cemaatle beraber oturmam ise
bana dört insanı kölelikten kurtarmamdan daha sevimlidir."[66]
Metinde geçen
"gün doğuncaya kadar" sözünden maksat,tercümede de işaret ettiğimiz
gibi güneşin doğmasından bir mızrak boyu yani beş derece yükselmesine kadar
olan vakittir.[67]
Bu hadisin bab başlığı
ile ilgisi Hz. Peygamber'in ümmetine vaaz ve nasihatte bulunduğunu ve
dolayısıyle vaaz ve nasihat etmenin caiz olduğunu ifade etmektedir.
Hadisin zahirinden
anlaşıldığına göre, Hz. İsmail evladından dört kişiyi kölelikten kurtarmaktan
daha faziletli bir amelin sevabına erişebilmek için sabah namazından sonra
güneş bir mızrak yükselinceye kadar Allah'ı zikreden kimselerin yanında sadece
oturuvermek yeterlidir. Yani onlar gibi zikretmek şart değildir.
İkindiden sonra güneş
batıncaya kadar Allah'ı zikredenlerle beraber oturmak da insanlardan dört
kişiyi azad etmekten daha faziletlidir. Bu, Allah'ı zikretmenin köle azad
etmekten de, sadaka vermekten de faziletli olduğunu gösterir. Zikirden maksat
Sübhanallah, Lâilâhe illallah, Elhamdülillah gibi sözlerle Allah'ı anmaktır.
Tefsir, hadis ve fıkıh gibi dinî ilimleri öğrenmek ve mütalaa etmek de zikir
hükmündendir.
Zikir kelimesi ilim,
namaz, Kur'an ve Allah'ı anmak gibi manalara gelen müşterek bir lafız
olduğundan, bu kelimenin hangi manaya geldiğini örfteki kullanışı tayin eder.
Binaenaleyh bu kelime mutlak olarak kullanılması halinde örfte en çok
kullanıldığı mana anlaşılır. Diğer manalardan birinde kullanıldığını kabul
edebilmek için o manada kullanıldığına dair bir karinenin bulunması icabeder.
Bu kelimenin örfte
ençok kullanıldığı mana teşbih, tehlîl, tekbir ve Hz. Peygamber'e salavat
getirmektir.[68]
Sabah namazından sonra
Allah'ı zikretmenin fazileti konusunda M.Zihni Efendi de şu hadisleri
zikrediyor:
"Her kim sabah
namazını cemaat ile kıldıktan sonra güneş doğuncaya kadar Allah'ı zikrederek
oturur ve sonra iki rekât namaz kılarsa ona tam bir hac ve tam bir umre sevabı
gibi sevap verilir."
"Sabah namazı
kılıp ayaklan bükük olduğu yani bağdaş kurmadığı halde konuşmayarak on defa:
"Lailâhe illallahu vahdehû lâ şerike leh, lehiil-mülkü velehül-hamdü yuhyî
ve yümîtü vehüve alâ külli şey'in kadîr" diyen kimse için on iyilik
yazılır ve on kötülüğü silinir. Cennetteki makamı (bunu söylemiyenlere
hisbetle) on derece yükselir. O gün o kimse her türlü kötülüklerden korunur ve
şeytanın hilesinden emin olur. Allah'a eş koşmaktan başka bir günah kendisine
erişmek üzere o gün onu takip etmez.”
Yine sevgili
Peygamberimiz (s.a) buyurdular ki: "Sabah namazını kıldıktan sonra güneş
doğuncaya kadar namazgahında oturan kimse, Hz. İsmail'in soyundan dört köle
azad eden kimse gibi olur."
Yani Arap soyundan.
Çünkü arabı azad etmek acemi azad etmekten ef-daldir. Hadis-i şerifin zahiri, o
kimse zikretmese bile orada kendini bulundurmakla belirtilen sevaba nail
olacağına delâlet etmektedir. Zikrettiği takdirde ayrıca yukarda geçen sevab
da kendisine hasıl olur. Arabm azad edilmesi İmam Şafiî'nin görüşüdür. Bizce
onlar köle olamazlar ki azad olsunlar. Bu gibi hadisler varsayıma hamledilir.
İkindi namazı
hakkında, "Her kim ikindiden sonra güneş batıncaya kadar namaz kıldığı
yerde oturursa, İsmail soyundan sekiz köle azad eden kimse gibi olur"
buyurmuştur. Sabah namazlarından sonra nafile namazlar, ikindi namzından sonra
farz namazlar beklendiği için sevaplar farklıdır.[69]
3668...
Abdullah (b. Mes'ud) (r.anhüma)'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur:
Rasûlullah (s.a) bana
(bir gün); "Bana Nisa sûresini oku" buyurdu. Ben de, Kur'an sana
indirildiği halde (onu) sana ben mi okuyayım? dedim. (Hz. Peygamber);
“Gerçekten onu ben
başkasından dinlemeyi (çok) seviyorum" buyurdu.
Bunun üzerine
kendisine (bu sûreyi ) "Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz zaman
(halleri) nice olur?"[70]
âyetine kadar okudum. Sonra başımı kaldırınca bir de baktım ki (Rasûlullah'm)
gözlerinden yaş akıyordu.[71]
Hadisin Buharî'deki
rivayetinde buradaki rivayetten fazla olarak, Ben, "Her ümmetten bir
şahid..." âyetine gelince Rasûllııllah {s.a) bana "Dur" yahut
"Kes" buyurdu. (Ozaman) gözlerinin yaşardığını gördüm."
mealinde cümleler bulunmaktadır.
Bu hadisi İbn Ebî
Hatim ile Taberanî ve daha başkaları da rivayet etmişlerdir. Onların
rivayetlerinde İbn Mes'ud'un; "Ben, "Her ümmetten birer
şahid..." âyetine vardığım zaman Rasûlullah (s.a) ağladı, hatta sakalına
ve yanaklarına vurarak; "Ya Rab! Aralarında bulunduklarıma şahid olacağım
için sözüm yok, fakat görmediklerime nasıl şahid olurum?" buyurdu."
dediği de ifade edilmektedir.
Rasûlullah (s.a)'in
göremediği kimselere şahitlik etmesi meselesi hakikaten müşkül ise de
İbnü'l-Mübarek'in Saîd ibnü'l-Müseyyeb'den rivayet ettiği mürsel bir hadis bu
problemi gidermektedir. Çünkü o hadiste Saîd İbnü'l-Müseyyeb, "Hiçbir gün
yoktur ki, Peygamber (s.a)'e ümmeti sabah ve akşam arzolunup da onları
simalarından ve amellerinden tanımasın. Bu sebepledir ki bunların hakkında
şehadette bulunacaktır" demiştir.
Buharî'nin rivayetine
göre Rasûlullah (s.a)'in İbn Mes'ud'a, "Yeter" demesi, bu âyetteki
ibret ve nasihatlara tenbih içindir. Rasûlullah (s.a)'ın gözyaşı akıtarak
ağlaması da bundandır. Çünkü İbn Mes'ud (r.a) mezkûr âyeti okuyunca Rasûlullah
(s.a) kıyametin şiddet ve dehşetini tasavvur etmiş; o gün ümmetinin kendisine
iman ettiğini tasdik için şehadete davet edileceğini, ümmeti için şefaatte
bulunarak kendilerini o günün şiddet ve dehşetinden kurtarmaya çalışacağım
düşünmüştür. Bunlar insana kanlı gözyaşları döktürecek kadar hazin ve tasavvuru
bile tüyler ürperteren hakikatlerdir.
Zemahşerî (467-538)
diyor ki: "Her ümmetten birer şahit getirerek, onların üzerine de seni
şahit kıldığımız zaman hal nice olur!" âyet-i kerimesinden murad; acaba
yahudilerle sair küffar, her ümmete aleyhlerine şehadet edecek bir şahit yani
peygamber getirdiğimiz zaman ne yapacaklar? demektir.
Alimler, "Seni de
bu yalancılar üzerine şahit getirdiğimiz zaman" âyet-i kerimesindeki
yalancılardan muradın kimler olduğunda ihtilâf etmişlerdir.
Zemahşerî'ye göre; her
peygamberi yalanlayanlardır. Mukatil, "bunlar ümmeti Muhammed (s.a)'in
kâfirleridir" demiştir. İbn Nakîb'in Tefsir'-inde ise bunlardan murad;
"Peygamber (s.a)'in müslüman olan ümmetidir" deniliyor. Bu takdirde
âyet-i kerimedeki şehadet iki türlü tefsir edilebilir:
a)
Rasûlullah (s.a), ümmetinin aleyhine şahadet eder;
b) Ümmetinin
lehine şehadet eder.
Bazıları
"Buradaki işaret, yahudilerle hırıstiyanlaradır" demiş; bir takımları
da bununla yalnız Kureyş kâfirlerine işaret edildiğini söylemişlerdir.
Rasûlullah (s.a)'m ne
hususta şahitlik edeceği hakkında âlimlerden dört görüş rivayet olunmuştur:
1) İbn
Mes'ud (r.a) ile İbn Cüreyc, Süddî ve Mukatil'e göre, Peygamber (s.a) ümmetine
Allah'ın emir ve nehiylerini tebliğ ettiğine şahitlik edecektir.
2)
Ebu'l-Âliyye'ye göre, ümmetinin iman ettiğine şahitlik edecektir.
3) Mücâhid
ile Katâde'ye göre, ümmetinin amellerine şahitlik edecektir.
4) Zeccâc'a
göre, ümmetinin hem lehinde, hem de aleyhinde şahadette bulunacaktır.[72]
1. Kur'an-i
Kerim okunurken can kulağı ile dinlemek âyetlerin manalarını düşünerek ağlamak
müstehabtır.
2. Kur'an-ı
Kerim'i güzelce dinlemek için başkasına okutmak müstehaptır. Bu suretle hasıl
olan tefekkür ve tedebbür kendi kendine okumadan daha fazla olur.
3. İlim ve fazilet
sahibi olanların tâbilerine karşı bile tevazu göstermeleri müstehabtır.[73]
[1] Buharı, ilim 10; Tirmizî, Kur'an 10, ilim 19; İbn
Mâce, mukaddime 17; Ahmed b. Han-bel, İl, 252, 325, 407.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/243-244.
[2] İsrâ, (17) 27.
[3] Müslim, tevbe 39.
[4] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/244-245.
[5] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/245-246.
[6] Müslim, zikir 38; Tirmizî, Kur'an 10; îbn Mâce,
mukaddime 17; Dârimî, mukaddime 32; Ahmed b. Hanbel, II, 252, 407.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/246.
[7] Ahmed b. Hanbel, II, 285, 539.
[8] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/246.
[9] Buharı, şehadât 29; tefsir sûre (2) 11, i'tisâm 25,
tevhid 51.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/247.
[10] İbn Kesîr, Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, I, 6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/247-249.
[11] Buharı, ahkâm 40; Tirmizî, isti'zan 23; Ahmed b.
Hanbel V, 186.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/249.
[12] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/249.
[13] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/250.
[14] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/250.
[15] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/251.
[16] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/251.
[17] Buhari, ilim 9, 10; Ebu Davud, tatavvu 10.
[18] Bk. 3649 numaralı hadis.
[19] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/251-252.
[20] Müslim, zühd 72; Dârimî, mukaddime 42; Ahmed b.
Hanbel, III, 12, 21, 39, 56.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/252.
[21] Bk. Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi,
II, 447.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/252-253.
[22] Buharı, ilim 39, lukata 7; Ebû Dâvûd, menâsik 89,
diyât 4; Tirmizî, ilim 12; Ahmed b. Hanbel, II, 238.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/253.
[23] Müslim, zühd 72.
[24] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/254.
[25] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/254.
[26] Buharı, ilim 38, cenâîz 33, menâkıb 5, enbiya 50, edeb
109; Müslim, iman 112, zühd 72; Ebû Dâvûd, eymân 1, ilim 4, edeb 152; Tirmizî,
fiten 70, edeb 13, ilim 6, 8, 13, tefsir 1, menâkıb 19; İbn Mâce. mukaddime 4,
23, ahkâm 9; Dârimî, mukaddime 25, 46, 50; Ahmed b. Hanbel, I, 65, 70, 78, 130,
131, 223, 269, 293, 323, 367, 389, 401, 402, 405, 436, 454, II, 158, 159, 171,
202, 214, 321, 365, 410, 413, 469, 501, 509, 519, III, 12, 39, 422, IV, 47, 50,
91, 93, 100, 156, 159, 201, 245, 252, 334, 367, 436, 441, V, 166, 292, 297,
310, 412.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/255.
[27] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/256.
[28] Müslim, münafikîn 40; Tirmizî, tefsir 1; Dârimî, mukaddime
20; Ahmed, b. Hanbel, V, 115.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/256-257.
[29] Aliyyü'l-Kârî, Mirkâtü'l-Mefâlîh, I, 239.
[30] Nisa, (4) 83.
[31] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/257-258.
[32] Buharı, ilim 30; Tirmizî, menâkıb 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/259.
[33] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/259.
[34] Buharı, menâkıb 23; Müslim, zühd 71.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/260.
[35] Bk. Kazancı. A. Lütfi, Peygamber Efendimizin Hitabeti,
114.
[36] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/260-261.
[37] Buharı, menâkıb 23; Müslim, fedâilüssahâbe 160;
Tirmizî, menâkıb 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/261.
[38] Bk. Kazancı, A. Lütfi, Peygamber Efendimizin Hitabeti,
114.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/261.
[39] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/262.
[40] Tirmizî, zühd II; İbn Mâce, fiten 12; Muvalta,
husnü'1-hulk 3; Ahmed b. Hanbel, 1,201.
[41] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/262-263.
[42] İbn Mâce, mukaddime 53.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/263-264.
[43] Dârimî 20.
[44] Bk. Aliyyü'l-Kârî, Mirkât, XV, 235-236.
[45] Bk. Ebû Dâvûd, edeb 114.
[46] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/264-265.
[47] Tirmizî, ilim 3; İbn Mâce, mukaddime 24; Ahmed b.
Hanbel, II, 263, 305, 344, 353, 495.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/265.
[48] Bilmen, Ö.Nasuhi, Hikmet Gonceleri, 263.
[49] Bk. İbn Mâce, mukaddime 17; Münzirî, et-Tergîb
ve'l-Terhîb, İlim, hadis no: 10.
[50] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/265-266.
[51] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/266.
[52] Tirmizî, ilim 7; İbn Mâce, mukaddime 18, menâsik 76;
Dârimî, mukaddime 24; Ahme b. Hanbel, I, 437, III, 225, IV, 80, 82, V, 183.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/267.
[53] Buharı, cihad 102, 143, fedâilüssahâbe 62, meğazi 38;
Müslim, fedâiiüssatıâbe 35; Tirmizî, vitr 1; İbn Mâce, ikame 114; Dârimî,
salât, 208.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/267.
[54] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/267-268.
[55] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/268-269.
[56] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/269-270.
[57] Buharî, enbiya 50; Tirmizî, ilim 3.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/270.
[58] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/270.
[59] İbn Mâce, mukaddime 23; Ahmed b. Hanbel, II, 338.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/271.
[60] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/271-272.
[61] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/272.
[62] Aynî, el-Binâye, II, 805.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/272-273.
[63] Müslim, zühd 37; Tirmizî, zühd 27; İbn Mâce, zühd 6;
Ahmed b. Hanbel, II, 169, III, 324.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/273-274.
[64] Kehf, (18) 28.
[65] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/274-275.
[66] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/275.
[67] Bk. Bilmen Ö.N,Büyük İslâm İlmihali, 213.
[68] Bk. Abdülkadir İsa, Hakâik Ani'l-Tasavvuf, 132-133.
[69] Bk. Mehmed Zihni, Nimet-i İslâm, 142-144.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/275-277.
[70] Nisa, (4) 41.
[71] Buharî, fedâilül-Kur'an 32; Müslim, salâtül-müsafirîn
248; Tirmizî, tefsir sûre (4) 11.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/277-278.
[72] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/278-279.
[73] Davudoğlu, Ahmed, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IV,
365-366.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/279.