Namazı Terk
Edene Verilecek Ceza
Namazın Meşru' Kılınışındaki Hikmet. 8
3. Resûlüllah'ın (S.A.) Namaz Kıldığı
Vakit Ve Namazı Kılış Şekli
10. İmâm, Namazı Vaktinden Sonraya
Bırakırsa (Cemaat Ne Yapmalıdır?)
11. Namaz Vaktinde Uyuyan Veya Namazı
Unutan Kimse
Kaza' Namazı için ezan ve kamet
Kabristanda
Namaz ve Kabristanın Mescide Çevrilmesi
Hz. Peygamber'in
Şiir Söylemesi
13. Mahallelerde Mescid Edinmek
15. Mescide Çakıl Koymak Ve Mescidden
Çakıl Çıkarmak
17. Mescidlerde Kadınların
Erkeklerden Ayrı Bulunmaları
18. Mescide Girerken Okunacak Duâ Ve
Zikirler
19. Mescide Girince Kılınacak Namaz (Tahiyyetü'l -
Mescid)
20. Mescidde Oturup Beklemenin
Fazileti
21. Mescidde Yitik İlânının Keraheti
22. Mescide Tükürmenin Keraheti
23. Müşrikin Mescide Girmesi (Mümkün
Mü)?
24. Namaz Kılınması Caiz Olmayan
Yerler
25. Deve Yataklarında Namaz Kılmak
Nehyedilmiştir
26. Çocuğa Namaz Kılma Emri Ne Zaman
Verilir?
28. Namazın Geçirdiği Değişiklikler
Namazın Geçirdiği Değişiklikler:
Oruç İle İlgili
Hükümlerdeki Değişmeler
29. İkâmet İle İlgili Hadisler
30. Bir Kişinin Ezan Okuyup
Başkasının Kamet Getirmesi
32. Namaz Vakitlerine Dikkat
Göstermek Müezzine Düşen Bir Vecîbedir
Ezanla İlgili
Bazı Mühim Meseleler
34. Müezzinin Ezan Okurken Yüzünü
Çevirmesi
35. Ezanla İkâmet Arasındaki Duâ
36. Müezzini Duyan Kişinin
Söyleyecekleri
İkâmeti İşitenin Ne Söyleyeceği?
37. Ezan Bitince Yapılacak Duâ
38. Akşam Ezanı Esnasında Okunacak
Duâ
40. Vakit Girmeden Ezan Okumak
Bu bölüm namazın
ahkâmı ve ona müteallik meseleleri içine almaktadır.
"Salât"m
manâ ve tarifi:
Istılah olarak
"namaz" diye tabir ettiğimiz "salat" kelimesi lûgatta en
meşhur şekliyle duâ mânâsındadır. Kur'ân-ı Kerim'deki "onlar için dua et”[1] âyetinde .bu manada kullanılmıştır.
Bu kelime ıstılah
olarak, duayı da içine aldığı için bilinen hareketlerle yapılan ibâdete isim
olmuştur.
Salât kelimesinin namaz
için kullanılması bu malum hareketler hakkındaki şer'î bir hakikat, duâ
manasında da mecazî lügavî olmak üzere nakil midir, (çünkü lügatte nakil,
ahkâmda nesh gibidir) yoksa isim olduğu namaz hakkında râcih mecaz,
kendisinden nakledildiği duâ hakkında mercûh hakikat mıdır? Usûlcüler arasında
ihtilaflıdır.
Bu kelimenin lügatte,
duâ, ta'zim, rahmet ve bereket manalarına müşterek bir lâfız olduğu da
söylenilmektedir. Şeriatteki tarifi de şudur: "Tekbirle başlayan, selamla
biten belli sözler ve hareketlerdir."
Salât masdar yerine
vaz edilmiş bir isimdir. "Namaz kıldım" manasına denmez denilir.
İştikak : Bu kelimenin
iştikak (türetilmiş şekli) de ihtilaflıdır. Bir kısım âlimler, kuyruk sokumunun
yanındaki kemikler manasına olan kelimesinden müştak olduğunu, bazı âlimler:
Kulu, Rabbi'nin rahmetine yaklaştırdığı için sıla kökünden türediğini, bazıları
da insanı kötülüklerden nehyedip doğru yola yönelttiği için "değneği
ateşle düzelttim" manasındaki aslından alınmış olduğunu söylerler.[2]
Namaz; Kitab, Sünnet
ve İcma-i ümmet ile sabittir. Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de "namazı kılınız"[3]
"Namaz
mü'minlerin üzerine vakitleri belli bir farz olmuştur"[4]
buyurur.
Namazın farz oluşuna
delâlet eden bir çok hadisten biri Kütüb-ü Sitte' nin tamamında yer alan ve İbn
Abbâs'tan rivayet edilen şu hadistir:
"Resûlullâh
(sallellahu aleyhi vesellem) Mûaz'ı Yemen'e gönderirken şöyle buyurdu:
Sen Ehl-i Kitap olan
bir kavme varacaksın. Onları Allah'tan başka ilah olmadığına ve benim Allah'ın
Resulü olduğumu tasdike davet et. Eğer bunda sana itaat ederlerse, Allah'ın
onlara her gün beş vakit namazı farz kıldığını bildir..."[5]
Namazın farz olduğunda
icmâ vardır. İnkâr eden kâfir olur.[6]
Farz olduğunu inkâr
etmemekle beraber tenbellikle namazı kılmayana uygulanacak dünyevî cezanın ne
olacağı mezhepler arasında ihtilaflıdır.
Hanefilere göre,
namazı kılmayan fâsıktır. Namazı kılıncaya veya ölünceye kadar hapsedilir ve
dövülür.
Mâlikîlere göre,
vaktin sonuna kadar beklenir, bu müddet zarfında kılarsa serbest bırakılır,
kılmazsa ceza olarak (kâfir sayarak değil) öldürülür.
Şâfiîlere göre, vaktin
sonuna kadar beklenir sonra tevbeye davet edilir. Tevbe edip namazını kılarsa,
serbest bırakılır. Aksi halde ceza olarak öldürülür. Öğleyi ve ikindiyi
terkten dolayı güneş batıncaya kadar, akşam ve yatsıyı terkten fecir, sabahı
terkten dolayı da güneş doğuncaya kadar ceza tatbik edilmez. Ancak, kendisinden
namazı vaktinde edâ etmesini istemek şarttır.
Hanbelîlere göre,
namazı tenbellik göstererek terkeden kimseyi devlet başkanı veya naibi namazı
kılmaya davet eder. Eğer, sonraki namazın vakti daralıncaya kadar kılmazsa
katli vaciptir. Fakat üç gün kendisi tevbeye dâvet edilmedikçe ceza infaz
edilmez.
Mezheplerin herbirinin
görüşlerini dayandırdıkları aklî ve naklî deliller vardır. Ancak
sözü uzatmamak için
onları buraya nakletmeye lüzum görmedik.
Namaz, hicretten bir
buçuk sene evvel Mi'râç gecesinde farz kılınmıştır. Önce elli vakit olarak
emredilmişken, Resulullah (s.a.)'ın Cenab-ı Allah'a yaptığı müteaddit
müracaatları sonucu beş vakte indirilmiş ve sonunda Cenab-ı Hak, "Ya
Muhammed, bil ki benim katımda söz değiştirilmez. Bu beş vakit namaza mukabil
sana elli vakit sevabı vardır"[7]
buyurmuştur.[8]
Namazın meşru'
kılınışının hikmeti, nimete şükür ve günahlara kefarettir. Ebû Hureyre'den
rivayet edilen bir hadiste Resulullah (s.a.) şöyle buyurur: "(Söyleyin
bakayım) sizden birinizin kapısının önünde bir nehir olsa ve onda her gün beş
defa yıkansa, ne dersiniz? Kirden bir şey kalır (mı) onda?" Ashab,
"hayır onda hiç bir kir kalmaz" dediler. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.) "İşte bu beş vakit namazın benzeridir. Allah onunla hataları
mahveder" buyurdu.[9]
Namazı edanın
semeresi, dünyada emrin ifâsı, âhirette sevaba nail olmak ve Cenab-ı Allah'ın
emrine muhalefetten uzak kalmaktır.
Namaz her hayrın başı
(aslı) olduğu için, Sâri onun fazlını beyâna, vakit, şart, erkân, âdâb, ruhsat
ve nafilelerini tayine hiç bir tâatte göstermediği ihtimamı göstermiş ve
namazı dinin şiarlarının en büyüğü kılmıştır.
Bu mukaddimeden sonra,
Fahr-i Kâinat Efendimizin namazla ilgili hadis-i şeriflerini takatimiz
nisbetinde terceme ve izaha geçebiliriz.
Sünen'in bu bölümü 367
bâb ve 1165 hadisi ihtiva etmektedir.[10]
391.
...Talha b. Ubeydillah[11] (r.a.)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Necidlilerden, saçları
dağınık bir adam Resûlullah (s.a.)'a geldi: Sesinin fısıltısı duyuluyor, fakat iyice
yaklaşmadıkça ne dediği anlaşılmıyordu. (Yaklaşınca) bir de ne görelim.
Resûlullah (s.a.)'a İslâm (farzların)dan soruyor, Resûlullah (s.a.):
“Gece ve gündüzde beş
(vakit) namaz"(sana farzdır) buyurdu. Adam:
Bana onlardan başkası
yok mu? diye sordu. Efendimiz: "Hayır, ama nafile kılarsan
müstesna','cevabım verdi.
Hz. Peygamber Ramazan
ay' ının orucunu söyledi. Adam yine:
Bana ondan başkası yok
mu? diye sordu. Resûlullah: " Nafile tutmandan başka yok','buyurdu.
Efendimiz bundan sonra
zekâtı zikretti. Adam:
Bana ondan başkası yok
mu? diye sordu. Hz, Peygamber (s.a.): "Hayır, fakat sadaka vermen
müstesna" buyurdu.
Bunun üzerine bu adam:
Vallahi, ne bunu
artırırım ne de eksiltirim, diyerek dönüp gitti. Resûlullah (s.a.)
(arkasından); "Eğer doğru söylüyorsa, kurtuldu','buyurdu.[12]
Hz. Talhâ b.
Ubeydillah'ın haber verdiği bu zat Buhârî'nin haberine göre Dımam b.
Sa'Iebe'dir. Necid tarafındandır. Necid, lûgaita yüksek rakımlı yere denir.
Hicaz ile Irak arasındaki bölgeye özel isim olmuştur.
Bu zat Hz. Peygamber'e
İslâm'ın erkânını sormuş Efendimiz de hadis metninde zikredildiği şekilde cevap
vermiştir. Gerçi metinde erkân veya farzlar zikredilmeden mücerred
"İslâm'dan sordu" şeklinde vâriddir. Fakat Hz. Peygamber'in
cevâbından ibarede muzafın hazf edildiği, bu zatın İslâm'ın erkânını sorduğu
anlaşılmaktadır. Resûlullah (s.a.) soruyu namaz, oruç ve zekâtı haber vererek
cevaplandırmış, şehâdet kelimesini ve haccı anmamıştır.
Efendimizin şehâdet
kelimesini mevzuu bahsetmeyişi, adamın zaten müs-lüman olduğundan ötürü
olabilir. Hacc'ı anmayışı ise, ya o zaman henüz farz kilınmadığı, veya adamın
vaziyetinden hac etme imkânının olmadığını anlamasındandır. Vâcib olan bayram
namazını zikretmeyişi, onun günlük değil, senelik, salat-ı vitri söylememesi de
bu namazın yatsı ile birlikte mutâlaa edilmesinden veya vitrin henüz vacip
kılmmayişmdan dolayı olabilir. Yoksa bu bazılarının dediği gibi vitrin vacip
olmamasına delalet etmez.
Görüldüğü gibi hadis-i
şerif, İslâm'dan bahsetmektedir. Bu münâsebetle, İslâm kelimesi hakkında kısaca
bilgi vermek faydalı olacaktır.
İslâm: Lûgatta,
bağlanmak, ıstılahta ise, Resûlullah (sallellahü aleyhi vesellem)in haber
verdiğini kabul ve itaat etmektir. Eğer bununla birlikte inanç ve kalb ile
tasdik de bulunursa o, İmandır. Aksi halde değildir. İman, İslâm'dan daha
husûsidir. İmanı İslâm, İslâm'ı iman yerine kullanmak da caizdir.
İman ve İslâm aynı şey
mi, yoksa ayrı ayrı şeyler mi, iman artıp eksilir mi konulan ulemâ arasında
ihtilaflıdır.
Cumhurun görüşü şudur:
İslâm, zahirî bağlanma, ve Hz. Peygamber'in getirdiklerine boyun eğmedir.
İman ise, noksan
sıfatlardan münezzeh kemâl sıfatlarla muttasıf olduğunu bilerek Cenab-ı
Allah'ın varlığım, melekleri, kitapları, peygamberleri, âhiret gününü ve Hz.
Muhammed aleyhisselâmın getirdiği herşeyi seksiz şüphesiz tasdik etmektir.
Buna göre iman ve
İslâm birbirinden ayrı olmaktadır.
İmam Şafiî şöyle der:
"İman, kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve erkân ile ameldir." Buna
göre de iman ile İslâm bir olmuş oluyor. Şafiî'nin bu görüşü, Mâlik, Ahmed ve
ashab-ı hadisten de nakledilmiştir.
Hadis-i şerifte üç
defa tekrarlanan istisnaların, hem münkatı, hem de muttasıl olmaları mümkündür.
Şâfiîler bunu "lâkin" manasına munkatı kabul etmişler ve "ancak
senin tetavvu olarak yapman müstehaptır" şeklinde anlamışlardır. Bundan
dolayı da "Nafileye başlayınca bitirmek vacip değil, müstehaptır"
demişlerdir.
Hanefîler ve Mâlikîler
ise, muttasıl kabul etmişlerdir. Buna göre mana, "Hayır ama, tetavvuya
başlarsan tamamlaman vacip olur" şeklinde terceme etmişlerdir."Amellerinizi
bozmayınız"[13] âyet-i kerimesi ve
tetavvu olarak başlanan bir haccın tamamlanmasının ittifakla vacip oluşu bu
görüşü daha haklı çıkarmaktadır. Bu görüş sahiplerine göre başladığı bir nafile
ibâdeti tamamlamayıp yarıda kesen kimsenin kaza etmesi vaciptir.
Hadis-i şerifin
sonunda, Hz. Peygamber'in adamın cevaplarına karşı "eğer doğru ise
kurtuldu" buyurması, bu zâtın "Vallahi bunu eksiltmem" demesi
ile alâkalıdır. "Artırmam" demesi ile ilgili olamaz. Çünkü sadece
farz ve vacipleri ifâ etmekle kurtuluşa eren bir kimsenin bunlara ilâve olarak
sünnet ve nafileleri de işlemesi durumunda evleviyetle kurtuluşa ereceği gayet
açıktır. Gerçi, bu hadiste İslâmın bütün erkânı zikredilmediği için bu kadarcık
bir amelle insan nasıl felaha erebilir, şeklinde bir soru hatıra gelebilir.
Fakat, bu hadisin Buhâri'deki rivayetinin sonunda zikredilen "Resûlüllah
(s.a.) ona İslâm'ın esaslarını haber verdi..." ifâdeleri bu soruya cevap
olur.
Ayrıca, bu zâtın
"Ben vallahi bunu ne artırır ne eksiltirim" demekten maksadı, kendisi
kavminin elçisi olabileceği için, "hâdiseyi olduğu gibi haber veririm,
senin sözüne ne bir şey ilâve eder, ne de bir şey eksiltirim" manâsında
olma ihtimali de vardır.[14]
1. Dinini
öğrenmek için yolculuğa çıkmak meşrudur.
2. Namaz,
oruç ve zekat İslamın erkanındandır.
3.
İstenilmeden yemin etmek caizdir.
4. Delil
istemeden iman sahihtir.[15]
392.
...Nâfi' b. Mâlik b. EbîÂmir, önceki hadisi ayni isnadla rivayet edip şöyle
dedi:
(Resülüllah adamın
arkasından):
"Babasına yemin
ederim ki, doğru söylediyse kurtuldu. Yemin ederim ki doğru söyledi ise,
Cennete girdi (girecek)" buyurdu.[16]
Müellifin bu rivayeti
kitabına almaktaki maksadı, bundan önceki rivayet ile bunun arasındaki farka
işarettir. Ancak, bu rivayette karşımıza bir müşkil çıkmaktadır. O da şudur:
Resûlullah (s.a.) bir çok hadislerinde babaya yemin etmeyi men'etmektedir.
Halbuki burada bizzat kendisi bu şahsın babasına yemin etmektedir.Bu müşkile
bir kaç şekilde cevap verilmiştir:
1. Üzerinde
durduğumuz hadis, babaya yemin men' edilmeden önce vârid olmuştur.
2. İbarede
bir hazf vardır. Aslı "Babasının Rabbi-ne yemin olsun" şeklindedir.
Muzaf hazf edilmiştir.
3. Nehy,
Şâri'nin dışındakileredir.
İbn Hacer el-Askalânî
bütün bu görüşleri zayıf bulmuştur. Ona göre doğru izahı şudur: Bu kelimeyi Hz.
Peygamber maksatlı olarak değil, insanlar arasında söylenen bir ifâde olması
ve söylediklerini pekiştirmesi maksadı ile söylemiş olmalıdır. Yemin kastı ile
söylememiştir.
4. Hz.
Peygamber açığa vurmamakla beraber, içinden Allah'ın adını anmış şeklinde
söylememiştir. Diğer insanlar, içlerinden bunu zikretmedikleri için Efendimiz
bu şekildeki yemini yasaklamıştır.
Hadisin bu rivayetinde
diğerindekine ilâve olarak Efendimiz, mezkûr şahsın kurtulduğunu haber
verdikten sonra, Onun Cennete gireceğini de bildirmiştir.[17]
393. ...İbn
Abbâs (r.a.)dan demiştir ki;
Resûlullah (s.a.)
şöyle buyurdu:
"Cebrail aleyhisseiâm
Kabe'nin yanında iki defa bana imam oldu. Öğleyi güneş batıya eğilip (gölge)
nalının tasması kadar olduğu zaman ikindiyi, (her şeyin) gölgesi kendisi kadar
olunca; akşamı, oruçlunun iftar ettiği vakitte; yatsıyı, şafak kaybolunca;
sabahı da (oruçluya yemek ve* içmenin) haram olduğu zaman kıldırdı.
Ertesi gün ise öğleyi,
(her şeyin) gölgesi kendisi kadar; ikindiyi, iki misli olunca; akşamı,
oruçlunun orucunu açtığı zaman; yatsıyı, gecenin üçte birine doğru; sabahı da ortalık
ağarınca kıldırdı. Sonra da bana dönüp şöyle dedi:
Ya Muhammed, bu senden
evvelki nebilerin vaktidir ve vakit, bu iki vaktin arasıdır.[18]
Namaz vakitlerini
öğretmek maksadıyla Cebrail aleyhisselâm' in Hz. Peygambere imam olarak namaz
kıldırdığı bu hâdise, Şevkânî'nin İbn Abdilberr'den naklen bildirdiğine göre,
İsrâ Gecesi'nden sonraki günde olmuştur. Bu şekilde kılman ilk namaz da meşhur
olan kavle göre öğlen namazıdır.
Hadisten de
anlaşılacağı üzere, Cebrail aleyhisselâm'in Resûlullah (s.a.)a imam olarak
namaz kıldırması, peşipeşine iki günde olmuş ve bazı namazları her iki günde
de aynı vakitte kıldırdığı halde, bazılarımı değişik zamanlarda kıldırmıştır.
Bu hal namaz vakitlerinin tâyininde ulemâ arasında bazı ihtilâflara sebeb
olmuştur. Bu ihtilâfların beyânına geçmeden önce, hadis metninde geçen ve
açıklanmasına lüzum görülen bir iki hususa temasta fayda mülâhaza edilmiştir.
1. Güneşin,
nâlinin tasması kadar olması meselesi; bundan maksat güneş batıya yönelince
doğuya doğru hareket eden gölgedir. Burada mecaz vardır. Sebep
zikredilmiş,müsebbeb kastedilmiştir. Çünkü güneş gölgeye sebebtir, Tirmizî'nin
"İlk günde öğleyi gölge nalinin tasması gibi olduğu zaman kıldırdı"
şeklindeki rivayeti bu anlayışı te'yid etmektedir. Bu ifâdeden murat şudur,
öğle namazının vakti, zevalden sonra gölgenin artmaya başladığı zamandır.
2. Üzerinde
durduğumuz hadis-i şerifte, Cebrail aleyhisselâm ikinci günü namazları
kıldırdıktan sonra, hiç bir istisnada bulunmadan, "Ya Muhammed, bu,
senden evvelki nebilerin vaktidir" demiştir. Bu ifâde, ulemânın üzerinde
durduğu konulardan biri olmuştur. Çünkü Efendimizden gelen diğer bazı
rivayetlerde, yatsı namazının ümmet-i Muhammed'e has bir namaz olduğu, önceki
ümmetlerde bu namazın olmadığı açıkça beyân edilmektedir. Meselâ, Tahâvî'nin
Ubeydullah b. Muhammed tarikiyle Hz. Âişe'den rivayet ettiği bir haberde beş
vakit namazın her birinin ilk defa hangi Peygamberler tarafından kılındığı
ifâde edilmiştir. Bu rivayete göre, sabah namazını ilk defa Hz. Âdem, öğleyi Hz.
İbrahim, ikindiyi Hz. Uzeyr, akşamı Hz. Dâvüd, yatsıyı da bizim Peygamberimiz
Hz. Muhammed (aleyhimusselâm) kılmışlardır. Yine bu rivayette akşam namazının
üç rekât oluşunun sebebi şu şekilde beyân edilmiştir:
Hz. Dâvûd
(aleyhisselâm) evlâ olanı terk ettiğinden dolayı işlediği hata affedilince
kalkıp dört rekat namaz kılmak istemiş, fakat üç rekati kılınca ağlamaktan
dolayı namaza devam edemeyip selam vermiş, böylece akşam namazı üç rekât
olmuştur.[19]
İlk bakışta, bu
hadisler arasında bir ihtilâf olduğu izlenimi ortaya çıkmaktadır. Bu görünümü
izâle ve hadislerin arasım birleştirme sadedinde değişik görüşler ortaya
atılmıştır. Bunların içerisinde en muvafık görüneni Kâdî'nin şu sözleridir:
"Yatsı namazını
diğer peygamberler nafile olarak kılardı. Teheccüdün farz olmadığı gibi yatsı
da onların ümmetlerine farz değildi. Yatsı namazı bizim Peygamberimize farz
kılınmıştır. Bu durumda hadisler arasında zıddiyet yoktur. Çünkü yatsı
namazının bu vaktinin diğer nebilerin vakti oluşu, onların yatsıyı nafile olarak
kıldıklarına itibar iledir."
Aliyyü'1-Kârî de,
Kâdî'nin bu açıklamasını beğenmiş ve "gerçek şu ki hak Kâdî ile berat
erdir" demiştir.
Ulemâ her namaz için
muayyen bir vaktin olduğu ve vaktinden evvel kılınan namazın edâ sayılmayacağı
konusunda müttefik oldukları halde bu vakitlerin başlama ve bitme anları
konusunda ihtilâf etmişlerdir.
Öğle namazının vakti: Güneşin zevalinden itibaren başlar. Bunda ulemâ
müttefiktir. Bu vaktin ne zamana kadar devam ettiği ise, ihtilaflıdır.
Şafiî, Mâliki, Hanbelî
mezhepleri ile İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre fey'-i zevalden (bir
şeyin gölgesinin en kısa olduğu andan) başlar, her şeyin gölgesi bir misli
oluncaya kadar devam eder, buna "Asr-ı evvel" denilir.
Ülkemizdeki amel de bu
istikâmettedir.
İmam Azam'a göre ise,
Fey'-i zevaldan başka her şeyin gölgesi iki misli oluncaya kadar devam eder.
Buna "asr-ı sâni" denilir.
Ülkemizin birçok
köyünde amel buna göredir.
İmam Mâlik ve bir
kısım ulemâya göre öğle namazı ile ikindi namazı arasında müşterek bir vakit
vardır. Her şeyin gölgesi bir misli olduktan sonra, hem öğlen hem de ikindinin
edasına uygun dört rekat kılacak kadar bir zaman vardır. Bu zaman öğle ve
ikindi namazları arasında ortak vakittir. Diğer ulemâ ise, böyle ortak bir
vaktin olmadığı fey'-i zeval hariç her şeyin gölgesi bir misli olunca öğlenin
vaktinin çıktığı görüşündedir. Tabii İmam-ı Âzam da gölge iki misli olduğu
zaman öğlenin vakti çıkar görüşündedir.Cuma nın vakti de öğlenin vaktidir.
İkindinin Vakti: (Öğle ile ilgili ihtilâflar nazar-ı itibara alınarak) öğlenin vakti
çıktığı andan itibaren başlar. Cumhura göre güneş batıncaya kadar devam eder.
İmam Şafii'den ise iki kavi vardır:
a. Her şeyin
gölgesi iki misli olunca ikindinin vakti çıkar, fakat.akşamın vakti girmez. Bu
zamanla güneşin batması arasında boş bir vakit vardır.
b. Her şeyin
gölgesi iki misli olunca ikindinin mustehap vakti sona erer, vaktin aslı ise
güneş batıncaya kadar devam eder. Şafiî mezhebinde fetva bu kavle göre
verilmiştir. ,
Akşam Namazının Vakti: Güneş battığı andan itibaren başlar, Şafak
kayboluncaya kadar devam eder, Şafağın ne olduğu hususu ihtilaflıdır. İbn Ömer,
İbn Abbâs, Mekhûl, Tâvûs, Mâlik, Süfyan es-Sevrî, İbn Ebî Leylâ, Ebû Yûsuf,
Muhammed, Şafiî, Ahmed b.Hanbel, İshâk b. Râhûye ve İmam-ı Azam'dan bir kavle
göre şafak güneşin battığı taraftaki kırmızılıktır. Ebû Hureyre.Ömer
b.Abdülaziz, İmam Ebû Hanife'nin esah kavli veEvzâî'ye göre ise, ufuktaki
kızıllıktan sonra beliren beyazlıktır.
Âlimlerden bazıları
''Akşam namazının vakti abdest alıp, ezan ve kametle birlikte uç rekât namaz
kılıncaya kadarlık bir müddettir. Bundan sonraya kalırsa edâ olmaz kaza
olur" derler.
Her ne kadar cumhurun
görüşü bu değilse de, akşam namazının ilk vaktinde kılınması müstehabtır.
Yatsı Namazının Vakti: Akşamın vakti çıkınca başlar. (Tabii burada akşamın
vaktinin çıkışındaki ihtilâf aynen mevcuttur). İkinci fecrin (fecr-i sâdıkm)
doğuşuna kadar devam eder. Hanefî ve Şâfiüer bu meselede müttefiktir. Yatsı
namazının son vaktinin gecenin üçte biri ve gece yarısı olduğunu söyleyen
âlimler de vardır.
Hanefî mezhebine göre,
her ne kadar yatsının vakti yukarıda işaret edildiği gibi ise de, gecenin üçte
birine kadar te'hiri müstehab gece yarısına kadar te'hiri mubah, fecrin doğmasından
hemen evvele kadar beklemek de (bir özür yoksa) mekruhtur. Uyuyup da
uyanamayacağından korkan kimse namazını yatmadan kılmalı, gecenin üçte birine
bırakmamalıdır.
Vitir namazının vakti
de aynen yatsı namazının vaktidir. Ancak vitir namazı yatsı kılındıktan sonra
kılınmalıdır. Bu İmam-ı Azam'a göredir. İma-meyn'e göre vitir namazının vakti
yatsı namazı kılındıktan sonra başlar. Bu ihtilâfın sonucunda şöyle bir mesele
ortaya çıkar: Bir kimse yatsı ve vitir namazlarını kıldıktan sonra yatsı
namazının herhangi bir sebepten!dolayı sahih olmadığı ortaya çıksa, İmam-ı
Azam'a göre sadece yatsıyı, İmameyne göre ise, hem yatsıyı hem de vitir
namazını iade etmesi gerekir.
Sabah Namazının Vakti: İkinci fecrin (fecr-i sâdıkın) doğması ile girer.
Fecr-i sâdık güneşin doğduğu istikâmette; genişlemesine (yatay) beliren ve
kaybolmayan aydınlıktır. Bundan önce
doğan ve yukarıdan aşağıya (dikey) uzanan bir fecir daha vardır ki buna
"fecr-i kâzib" denir. Fecr-i Kâzib, oruç tulan kimsenin yemesine
içmesine mâni değildir. Bu fecirle sabahın vakti girmez. Sabah namazı vaktinin
giriş zamanında ihtilâf yoktur. Vaktin çıkışı konusu ise ihtilaflıdır.
Hanefilere göre sabah namazının vakti güneş doğuncaya kadar devam eder.
Şafiilere göre sabah
namazının dört vakti vardır:
a. Efdal olan vakit: Tam fecir doğduğu
zaman,
b. ihtiyar vakti: Ortalık ağarıncaya kadar
süren zaman.
c. Cevaz vakti: Kırmızılık doğduğu
zamandır.
d. Tahrfm vakti: Namaz yetiştirilemeyecek kadar az olan zamandır. Buna göre Şâfiîler sabah
namazını erken kılmayı efdal addederler. Hanefilere göre ise, sabah namazını
ortalık aydınlanınca kılmak müstehaptır.
Buraya kadar anlatmaya
çalıştığımız namaz vakitleri gece ve gündüz normal olup bütün namaz vakitleri
belli olan mutedil bölgelere göredir. Gecelerin çok uzun veya çok kısa olması
sebebiyle bazı namaz vakitleri namazın edasına müsait olmayacak kadar dar, veya
hiç olmayan gayr-i mutedil bölgelerde namaz vakitlerinin nasıl tayin edileceği
konusunda ulema değişik görüşlere sahiptirler.
Nuru'l-İzah Şerhi,
Merakıl-Felah'ta, Şafak kaybolmadan önce fecrin doğduğu bölgelerde yatsı ve
vitir namazlarının vacip olmadığını söyler. Şû-runbilâlî bundan sonra bu
meselenin, Hz. Peygamber'den rivayet edilen, Dec-câlin bir gününün bir seneye
denk olacağını ve bu zamanda namazların takdir edilerek kılınacağını bildiren
hadisin hükmüne girmediğini ilâve eder. Şurun-bilâlî'nin bu ifadelerinden vakit
olmadığı için kılanamayan bu namazların kazasına da lüzum yoktur, manası
çıkarılır.
Kemal İbnu'l-Hümam Hidâye
Şerhi Fethu'l-Kadîr'de yukarıda mevzuu bahs edilen Deccal Hadisini zikrettikten
sonra şunları kaydeder:
"Anladık ki vacip
olan namaz umûmu üzerine beştir. Ancak bunların vakitlerine tevzii vaktin
mevcudiyetine bağlıdır. Vaktin olmayışı namazın farziyyetini düşürmez.
Resulullah (s.a.) da:
"Allah beş vakit
namazı kullarına farz kıldı" derken bunu söylemiştir."
Tenvîru'l-Ebsâr'da da,
şafak kaybolmadan fecrin doğduğu bölgelerde müslümanın yatsı namazı ile
mükellef olduğu ve onu takdir ederek kılacağı ifâde edilmektedir.
İbn Âbidin'in
Reddü'l-Muhtar'daki beyânına göre, Hanefî ulemâsından Bakkalı bu bölgelerde
yatsının vacip olmadığını söyler. Hulvanî önceleri farz olduğuna fetva
verirken bilahare, Bakkalî'nin fikrine dönmüştür. Burhânu'l-Kebîr, İbn Emiri'1-Hac,
Şeyh Kasım b. Kutlu Boğa, İbn Hümâm ve İbn Şıhne ise, vaktin belli olmadığı bölgelerde
namazın farz olduğunu ve takdir edileceğini kaydederler. Tenvirü'I-Ebsâr'da bu
mezhebin görüşü olarak takdim edilmiştir.
Hanefî fıkıh
kitaplarından, Kenz, Diirer, Müllekâ'da bu durumda müs-lumanların namazla
mükellef olmayacağı gorüşu benimsenmiştir.
İbn Âbidin, yukarıdaki
âlimlerin birbirine zıt olan görüşlerini uzun uzadıya aktardıktan sonra kendi
görüşünü şu cümle ile ortaya koymuştur:
"Hülasa bu iki
görüş de sahihtir. Ancak beş vaktin gerektiğinde müddet takdiri ile kılınması
icap ettiğini söyleyen görüş daha kuvvetlidir. Bilhassa bu görüşü savunanlar
arasında Şafiî gibi müctehid bir imamın olması, bu görüşü daha da
kuvvetlendirmektedir."
İslâm dininin namaza verdiği
önem, oturmaktan âciz olanın yattığı yerden, abdest ve teyemmüm imkânı
bulamayan kimsenin abdestsiz, üzerine giyecek bir şey bulamayanın çıplak
olarak namaz kılmasının gereği ve namazı terk edene karşı takınılan kesin tavır
gözönüne alınırsa bu mutedil olmayan bölgelerde (Hollanda, İsveç, Norveç,
Danimarka vs.de) yaşayan müslümanların yatsı namazlarını terketmeyip
Burhânü'l-Kebir, İbn Hümam, İbn Emiri'l-Hac, Kasım b.Kuthıboğa, İbn Şıhne, İbn
Âbidin gibi büyük hanefi alimlerinin ifâde ettikleri gibi vakti takdir ederek
kılmaları icâb eder. Bu, vaktin tahakkuk etmediği yerlerde namazın farz
olmadığını söyleyen âlimlerin görüşünü alıp namaz sayısını dörde indirmekten
çok daha ihtiyatlı ve isabetlidir.
Bu konuda büyük Şafii
âlimi İmam NevevFnin sözleri çok daha açık ve kesindir. Nevevî şöyle der:
"Şafak hiç
batmadığı için yatsının vakti belli olmayan bölgelerde, yatsının ilk vakti,
şafağın battığı en yakın bölgeye göre kıyas edilir. Yani şafağın battığı o
komşu memlekette güneşin batışı ile şafağın batışı arasında geçen müddet,
şafağın kaybolmadığı bölgede güneşin battığı âna eklenir ve bu vakit yatsı
namazının vakti olmuş olur."[20]
1. Namaz
İbadetinin kadri yücedir ve ona ihtimam lâzımdır. Çünkü Cenab-ı Allah, namaz
vakitlerini ve kılınışını sadece sözle bildirmekle kalmamış fiilen tatbik
ederek göstermesi için en büyük meleğini, Cebrail aleyhisselâmı göndermiş ve
tatbik ettirmiştir...
2.
Resûlullah (s.a.), kendi kendine hüküm koymamış, yaptığı ve istediği şeyleri
Cenab-ı Hakk'ın talimine göre yapmıştır.
3. İbâdet
Cenab-ı Allah tarafından bildirilen amellere mahsustur.
4. Namaz
vakitleri kavlen ve fiilen beyân- edilmiştir.
5. Daha
faziletli olan birisinin kendisinden daha az fazilet sahibi olan
birinin arkasında namaz kılması sahihtir.
6. Beş vakit
namazı mescidde kılmak teşvik edilmiştir.
7. Bütün
Peygamberler kendilerine mahsus vakitlerde namaz kılmışlardır.
8. Namaz
vakitleri (akşam hakkındaki ihtilâf hâriç) belirli biri noktaya hasredilmemiş
ve aralarında belli süre olan bir başlama ve bitiş vakti arasında geniş
tutulmuştur.[21]
394. ...İbn
Şihâb'ın Usâme b. Zeyd el-Leysî'ye bildirdiğine göre;
Ömer b. Abdil-Aziz
(bir gün) minberde oturmakta idi. Bu yüzden ikindiyi birazcık geciktirdi.
Bunun üzerine Urve b. Zübeyr kendisine:
Dikkat et, Cebrail
(aleyhisselâm), Muhammed (sallellahü aleyhi ve sellem)e namaz vakit(leri)ni
haber verdi, demiş. vÖmer de Ona:
Söylediğini iyi bil[22] karşılığını vermiştir. Bu sefer Urve:
Ben Beşîr b. Ebî
Mes'ud'dan işittim; O da Ebû Mes'ud el-Ensârî'den duymuş; Ebû Mes'ud demiş ki:
Resûlullah (s.a.):
"Cebrail indi ve
bana namaz vakt(ler)ini haber verdi. Ben de onunla namaz kıldım. Sonra (yine)
onunla namaz kıldım, sonra (yine) onunla namaz kıldım, sonra (yine) onunla
namaz kıldım, sonra (yine) onunla namaz kıldım" buyuruyor, parmaklan ile
de beş namazı sayıyordu.
(Ebû Mes'ud devamla
şöyle dedi):
Resûluılah'ı öğle
namazını güneş batıya eğildiği zaman kılarken gördüm. Hava sıcak olduğu zaman
ise, bazan biraz geciktirirdi. İkindiyi güneş sararmadan önce beyaz ve yüksek
bir halde[23] iken kıldığını gördüm. Bir kimse (ikindi)
namazından çıkar ve güneş batmadan önce Zul-Huleyfe'ye[24]
gelirdi. Resûlullah akşam güneş battığı, yatsıyı da ufuk karardığı zaman
kılardı. Bazan da insanların toplanması için geciktirirdi. Sabahı bir sefer
alacakaranlıkta, başka bir sefer de ortalık ağarınca kıldı. Bundan sonra,
Efendimizin sabah namazı, ölünceye kadar alaca karanlıkta oldu, bir daha
ortalık, ağarınca kılmadı.[25]
Ebû Dâvûd dedi ki:
Bu hadisi ZuhrVden,
Mâmer, Mâlik ve İbn Uyeyne, Şuayb b. Ebî Hamza, Leys b. Sa'd ve başkaları da
rivayet etti. Bunların hiç biri Resûlullah 'in namaz kıldığı vakit(ler)i
zikretmediler ve açıklamadılar. Aynı şekilde, Hişam b. Urve ve Habîb b. Ebî
Merzûk da Urve (b. Zü-beyrj'den Ma'mer ve Ashabının rivayetleri gibi rivayet
ettiler. Ancak Habib Beşîr'i zikretmedi. Vehb b. Keysân da Câbir kanalıyla Resûlullah
'tan akşamın vaktini rivayet etti. (Bu rivayette Câbir) şöyle dedi:
Sonra (Cebrail) ertesi
günü güneş battığı zaman tek vakit olarak akşam için geldi.
Ebû Dâvûd devamla
şöyle dedi:
Ebû Hureyre
vasıtasıyla Hz. Peygamber'den aynı şekilde rivayet edilmiştir. (Bu rivayette)
Resulütlah (s.a):
"Sonra bana
akşamı (yani ertesi günü -tek vakit
olarak- ) kıldırdı" buyurdu,
Abdullah b. Amr
b.-el-As'dan Hassan b. Atıyye'nin hadisi, Amr b. Şuayb 'dan; O babasından, O da
dedesinden Ebû Hureyre ve Câbir'in rivayetleri gibi rivayet edilmiştir.[26]
Devlet başkanına imam
denir ve imamlar, ümmetin lideri, devletin başkanı olması hasebiyle devletin özel
işlerini de camilerdeki mimberlerden ümmete hutbe ile irad ederlerdi. Bu
alışkanlık ve dinî örfün gereği Ömer b. Abdülaziz'in o gün ikindi olmasına
rağmen hutbeye çıkışı yorulup oturuşu, devlete ait özel durumu halkına iletmek
için olsa gerektir.
Olay, Hz. Peygamber'in
"ümmetimikindiyi güneşin sararmasına, ak-samı yıldızların çoğalmasına,
kadar te'hir etmiyorsa hâlâ o ümmetimde hayır vardır" hadisini duyan ve
bilen bir kişinin emiru'l-mü'minîni ikaz etmesinden başka bir şey değildir.
Hadis-i şeriften de
anlaşıldığına göre Halife Ömer b. Abdülaziz minberde otururken ikindinin vakti
girince kalkıp hemen namazı kıldırmamış biraz geciktirmiş. Cemaat içerisinde
bulunan Urve b. Zübeyr bu durumu hoş karşılamayarak kendisini uyarmış ve Ebû
Mes'ud el-Ensârî tarafından rivayet edilen Hz. Cebrail'in, Resûlullah (s.a.)a
namaz vakitlerini öğrettiği hâdiseyi nakletmiştir. Halife'nin namazı te'hiri,
Nevevî'nin dediği gibi ya Cebrail'in imameti ile ilgili haber kendisine
ulaşmadığından, ya da vakit çıkmadıkça namazın te'hirini caiz gördüğünden
dolayıdır. Çünkü Râfiî'nin de işaret ettiği gibi Ömer İbn Abdülaziz gibi
kişiler, bile bile efdali terk etmezler. Hz. Urve'nin kendisine ihtarda
bulunması ikindiyi Cebrail'in kıldırdığı faziletli vakitten geriye bırakmasındandır.
Bu Hadis-i Şerif de bundan önceki hadiste olduğu gibi namaz vakitlerini
bildirmektedir. Ancak o hadiste Peygamber Efendimiz Cebrail (aleyhisselâm)ın
hangi namazı hangi vakitlerde kıldırdığını teker teker bildirdiği halde, bu
rivayette açıklanmamış, sadece Cebrail'in kendisine beş defa namaz kıldırdığını
söylemekle iktifa etmiştir. Buna mukabil, Râvî Resûlullah'ın namaz kıldığı
vakitleri haber vermiştir. Buna göre Efendimiz genellikle öğleyi güneş batıya
yönelir yönelmez kılmış, fakat hava sıcak olduğu bazı zamanlarda te'hir
etmiştir. İkindi namazının vakti de güneş daha sararmadan hararet ve ışığı
varkendir. Akşam, güneş batınca yatsıida,ufuk kararınca kılınır. Ancak
Efendimiz bazı günler yatsıyı tehir etmiştir. Sabah namazını ise, ekseriyetle
alaca karanlıkta kılmış, bazan da ortalığın ağardığı vakitte kılmıştır. Bu,
sabah namazını alaca karanlıkta kılmayı efdal gören Şâfiî, Mâlikî ve
Hanbelîlerin görüşünü takviye etmektedir. Sabah namazını ortalık ağarınca
(güneş doğmadan) kılmayı, daha faziletli sayan Hanefîler ise, "Sabahı
aydınlığa bırakınız. Çünkü onun ecri daha büyüktür" hadis-i şerifini esas
almışlardır. Resûlullah'ın bu namazı alaca karanlıkta kılması kendi
füli,ortalık ağarınca kılınmasını emretmesi de ümmetine ait bir emri olması
mümkündür.
Müellif, hadis-i
şerifin devamında başka isnadlara ve farklı rivayetlere de işaret etmiş ve
sarihler bu rivayetlerle ilgili hayli tafsilât vermişlerdir. Ancak biz bu
bilgileri buraya almaya lüzum görmedik.[27]
1. Namaz'ın edası
için vakit şarttır.
2. Sıcak
günlerde öğle namazını geciktirmek caizdir.
3. Akşam ve
ikindiyi kılmakta acele etmek efdaldir.
4. Yatsı namazını geciktirmek meşrudur.
5. Sabah,
(Şafiî, Mâliki ve Hanbelî mezheplerine göre) alacakaranlıkta (Hanefilere göre
de) gün ağardıktan sonra kılmak daha efdaldir.[28]
395. ...Ebû
Bekr b. Ebî Musa'dan rivayet edilmiştir ki;
Bir adam Resûlullah
(s.a.)a (namaz vakitlerini) sordu. Fakat Efendimiz hiç bir cevap vermedi.
Bilâl'e (ezan okumasını) emretti, O da fecir doğduğu zaman (ezan okudu ve)
kamet etti. Efendimiz (sabahı)
bir kimse (yanındaki)
arkadaşının yüzünü tanıyamadığı veya[29] bir
kimse yanındakinin kim olduğunu tanıyamadığı bir zamanda (alaca karanlıkta)
kıldı. Sonra Bilâle emretti o da öğle namazına güneş batıya eğildiği zaman
kamet getirdi.Öyle ki cemaatten (en bilgili olan) biri: "gündüz yarı
oldu" demişti. Sonra Bilâl'e yine emretti o da güneş bembeyaz ve yüksekte
iken ikindiye ikâmet etti.
Akşam namazı için de
güneş battığı zaman ikâmet ettirdi. Şafak kaybolduğunda Bilâl'e emretti, o da
yatsı için kamet etti.
Ertesi günü, sabah
namazını kıldı ve çıktı. (O kadar geciktirmişti ki) biz "güneş doğdu mu
ne?" dedik. Öğleyi bir evvelki günün ikindi vaktinde, ikindiyi güneş
sararmış bir halde iken -veya[30]
akşam olunca- akşamı şafak kaybolmadan biraz önce, yatsıyı da gecenin ilk üçte
birinde kıldı ve:
Namaz vakitlerini soran nerede? Vakit işte bu ikisinin arasındadır"
buyurdu.[31]
Ebû Dâvûd dedi ki:
Süleyman b. Mûsâ
Atâ'dan, Ata Câbir'den o da Resûluîlah (s.a.)'dan akşam namazı vaktini
yükyandaki rivayette olduğu gibi rivayet etti. Câbir (devamla):
"Resûlüllah sonra yatsıyı kıldı, sahâbilerden bazısı onu gecenin üçte
birinde bazısı da yarısında kıldığını söyledi."
İbn Büreyde de babası
vasıtasıyla Resûluîlah 'tan aynı şekilde rivayet etti.[32]
Ashâb-ı Kiramdan
birisi Resûluîlah (s.a.)'a namaz vakitlerim sormuş, Efendimiz ise, sözle cevap
vermemiş, soruyu fiilen bizzat tatbik ederek cevaplandırmıştır. Bu hareketi
Hz. Peygamberin sorulan soruyu cevapsız bıraktığı anlamına gelmez. Çünkü
Efendimizin sorulan her soruya mutlaka cevap verdiği inkârı imkânsız
gerçeklerdendir. Nitekim - hadis-i şerifin Müslim'deki bir rivayetinde
Efendimizin soru soran zata:
"Bizimle beraber
namazda hazır bulun" Tirmizî'dekinde de;
"Bizimle beraber
dur inşallah" buyurması, Resûlüllahın maksadının soruyu cevapsız bırakmak
değil, fiilen tatbik ederek cevaplandırmak olduğunu gösterir. Bir şeyin
açıklanmasını ihtiyaç vaktine kadar geciktirmeyi caiz görenler Efendimizin bu
hareketini esas almışlardır.
Bu hadis-i şerif de
öteki hadislerde olduğu gibi namazların ilk ve son vakitlerini beyan
etmektedir. Bu vakitler hakkında mezheplerin görüşleri ve hangi namazın hangi
vakitte kılınmasının daha efdal olduğu 393. hadisin açıklamasında verilmiştir.[33]
1. Dinin
hükümleri öğrenilmelidir.
2. Soru
sorulanın mevkiinin büyüklüğü soru sormaya mâni olmamalıdır.
3. Namaz
vakitleri müslümanlara kolaylık olması bakımından geniş tutulmuştur.
4. Âlimin
câhili öğretme yolunda bütün gayretini ortaya koyması ve en faydalı metodu
seçmesi lâzımdır.
5. Öğretmenin
öğretimde hem söz, hem de hareketten faydalanması, öğrenci için en faydalı
metod sayılır.[34]
396.
...Abdullah b. Amr (r.a.) ResûluIIah (s.a.)ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir:
"Öğlenin vakti,
ikindi vakti girmedikçe; ikindininki güneş sararmadikça, akşamın vakti de
şafağın kırmızılığı kalbolmadıkça (devam eder); yatsının vakti gece yansına;
sabah namazının vakti ise, güneş doğuncaya kadardır."[35]
Bu hadis-i şerif namaz
vakitlerinin çıkış zamanlarını tesbit etmektedir. Burada üzerinde durulmayı
gerektiren iki husus vardır:
Biri ikindi namazı ile
ilgili bölümdür. Bu hadis-i şeriften ikindinin vaktinin güneşin sarardığı ana
kadar devam ettiği anlaşılmaktadır. Halbuki başka rivayetlerde ikindi namazının
güneş batmcaya kadar kılınabileceği beyân edilmekte idi. Buna göre hadisler
arasında bir tearuz olduğu görünümü ortaya çıkmaktadır. Ulemâ bu tearuzu
ortadan kaldırmak üzere bu hadis-i şerifte gösterilen ikindi vaktinin kâmil
vakit olduğunu söylemişlerdir. Buna göre ikindi namazını güneş sararmadan önce
kılmak efdal, fakat güneşin batmasından önce kılmak kerâheten caizdir.
İkincisi de akşam
namazı ile ilgilidir. Ulemâdan bir kısmı akşam namazı vaktinin batıdaki
kırmızı şafağın kaybolması ile son bulduğu, diğer bir kısmı da kırmızılıktan
sonra meydana gelen beyazlığın kaybolması ile son bulduğu görüşündedirler. İmam
Şafiî, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed birinci görüştedir. Bu hadis-i şerif bu
görüşü takviye etmektedir. İmam Âzam ve Evzâî de ikinci görüştedirler. Hanefî
mezhebinde fetva Ebû Yûsuf ve Muhammed'in görüşlerine göre verilmiştir.[36]
Bu bab, Hz.
Peygamberin namazlarını vaktin hangi kısımlarında ve nasıl kıldığını açıklayan
hadisleri ihtiva etmektedir.[37]
397. ...Hz.
Hüseyin'in oğlu olan Muhammed b.Amr'dan,demiştir ki:
Câbir'e
Resûlüllah(s.a.)'ın namaz kıldığı vakitleri sorduk, şu cevâbı verdi:
Öğleyi zeval vaktinden
sonra, ikindiyi güneş canlı (parlak) iken, akşamı güneş battığı zaman kılardı.
Yatsıyı, cemaat kalabalık olduğunda acele eder, az olduğunda da te'hir ederdi.
Sabah namazım da alaca karanlıkta kılardı.[38]
Hadis-i şerifte geçen Hâeira
kelimesi zeval vaktinden sonra güneşin hararetinin şiddetli olduğu zamandır. Bu
kelime hecr veya hicret kökünden alınmıştır. Bu vakitte insanlar sıcağın
şiddetinden dolayı çalışmayı terkettikleri için bu ad verilmiştir.
"canlı"
kelimesinden maksat da güneşin hararetinin devam etmesi veya renginin
parlaklığını muhafazası hâli demektir.
Bu hadis-i şerifin
Müslim'deki rivayetinden anlaşıldığına göre, Hz. Câbir'e sorulan bu soru
Haccâc'ın Medine'ye geldiğinde namaz vakitlerini geciktirmesi üzerine vaki
olmuştur.
Bu hadis-i şerif Hz.
Peygamberin öğle namazını ilk vaktinde kıldığına işaret etmektedir. Aynı manâyı
ifâde eden başka hadisler olduğu gibi, Ebû Zer, Ebû Said, Ebû Hureyre ve Ebû
Musa'dan rivayet edilen ve yaz aylarında öğleyi ortalık serinleyinceye kadar
te'hir etmeyi tavsiye eden hadisler de vardır Muğîre b. Şu'be'nin rivayet
ettiği:
"Resûlullah
(s.a.) bize öğleyi zevalden sonra kıldırdı" hadisi ile "muhakkak
sıcağın şiddeti CehennenTin kaynamasındandır. Namazı serine bırakınız"
mealindeki hadis-i şerif de bu cümledendir.
Muğîre'nin rivayeti
Hz. Peygamberin öğleyi zeval vaktinden hemen sonra kılmaya itina ettiğine dâir
rivayetlerin neshedildiğini göstermektedir.
Fahr-i Kâinat
Efendimiz yatsı namazını da cemaatin durumuna göre bazan ilk vaktinde, bazan da
geciktirerek kılardı. Efendimizin bu farklı tatbikatı ulema arasında efdal
vaktinin tayini hususunda ihtilaflara yol açmıştır. İbn Dakiki'1-îd ihtilâflar
konusunda şunları söyler:
"Yatsı hakkında
ulema ihtilâf etmişlerdir. Bir grup onun takdimini efdal görmüştür. Şafii
mezhebinin zahiri budunBir grub da te'hirini efdal bulur. Bir kısmı ise,
cemaat toplanmışsa acele etmeyi, toplanmamışsa te'hiri daha faziletli kabul
etmiştir. Bu, Malikîlerden bir kavidir. Bir başka grup ise, Ramazanda ve kışın
yatsıyı te'hir etmenin diğer zamanlarda erken kılmanın daha efdal olduğu
görüşünü benimsemişlerdir."
Bu konuda Hanefîlerin
görüşü 393. hadisin şerhinde beyân edilmiştir.[39]
1. Dinin
esaslarını ilim ehlinden sorup öğrenmek meşrudur.
2. Soru
sorulan kişi bildiği konuda cevap vermekten kaçınmamalıdır.
3. Soru
sorulan biliyorsa verdiği cevabın delilini de söylemelidir.
4. Öğle ve
yatsı namazlarının dışında namazı edada acele etmelidir.
5. Cemaatin
teşkili umut edilirse, namazı münferiden ilk vaktinde kılmayıp cemâati beklemek
daha efdaldir.[40]
398. ...Ebü
Berze[41] (r.a.)den demiştir ki;
Resülullah (s.a.) öğle
namazını zevalden hemen sonra, ikindiyi, bizden biri (namazdan sonra) güneşin
parlaklığı devam ederken Medine'nin en uzak yerine gidip gelebileceği (kadar)
bir zaman olduğu vakitte kılardı.[42]
(Râvîlerden Ebû Minhâl
dedi ki: Ebû Berze'nin) Akşam namazı (hakkında hangi vakti söylediğini)
unuttum. Yatsıyı gecenin üçte birine -
(Ebû Minhal, Ebû Berze'nin) bir başka sererde: "gece yarısına kadar"
dediğini söyler- kadar geciktirmekte bir
beis görmezdi. Efendimiz yatsı namazından önce uyumayı, sonra da konuşmayı hoş
görmezdi.
Sabah namazını ise,
birimizin önceden bildiği birini (gördüğünde) tanıyabileceği bir vakitte
kılar, bu namazda altmış ilâ yüz arası âyet okurdu.[43]
Hadis-i Şerifin Buhâri
ve Müslim'de ki rivayetlerinde bâzı farklılıklar vardır. Bu farklılıklardan
bazıları, hadis-i şerifin mânâsına tesir edecek biçimdedir diye
hükmetmişlerdir. Ebû Dâvûd'da ikindi
namazı ile ilgili Dölümde
"İkindiyi, bizden, birisi güneş parlaklığını korurken Medine'nin en
uzak yerine gidip gelebileceği bir vakitte kılardı" ifâdesi olduğu halde,
bu bölümün Buhârî'de Abdullah b.Mübarek tarikiyle gelen rivayeti: Bizden biri
güneş parlak olduğu halde Medine'nin en uzağındaki evine dönerdi"
şeklindedir. Bu rivayetten anlaşılan ikindiden sonra "güneş parlaklığını
korurken, bir kimsenin Medine'nin en uzak noktasındaki evine sadece
gidebilmesinin mümkün olduğudur. Müslim'in rivayeti de aynen bu manayı ifade
etmekte, ancak "döner" kelimesinin yerine “gider” kelimesi yer
almaktadır. Ebû Davud'un rivayeti ise, ikindiyi kılan bir kimsenin, henüz güneş
parlaklığını korurken Medine'nin en uzak noktasına hem varıp, hem de mescide
geri dönebileceğini göstermektedir. Buhâri'nin Şû'be tarikiyle yaptığı rivayet
de Ebî Dâvûd'unkine muvafıktır.
Sarihler bu
rivâyetlerdeki mana farklılıklarım izâle etmek için bir takım te'villerde
bulunmuşlar, neticede Ebû Davud'un rivâyetindeki "döner" kelimesinin
başındaki "vav" harfini atf-ı tefsir kabul ederek rivayetler
arasında bir uyum sağlamışlardır. Buna göre üzerinde durduğumuz cümlenin
mânâsı, "İkindiyi, bizden birinin, güneş parlaklığını korurken Medine'nin
en uzağına gidebileceği bir zamanda kılardı" şeklinde olacaktır.
Hadis-i şerifin sabah
namazı ile ilgili bölümü de Sahih-i Müslim de "Resûlüllah sabah namazını
kıldırır namazdan çıktıktan sonra insan, tanıdığı bir dostunun yüzüne bakınca
onu tanırdı" Buhârî'deki Avf tarikiyle yapılan rivayeti ise; "Sabah namazından
kişi dostunu tanıyabileceği bir zamanda ayrılırdı" şeklindedir. Bu
rivayetler, bir kimsenin gördüğü bir dostunu tanıyabileceği vaktin namazda
iken değil, namazdan çıktıktan sonra olduğunu, dolayısıyle, Hz. Peygamberin
sabah namazına ortalık iyice karanlık iken başladığını gösterir. Ebû Davud'un
rivayetinde ise, bu tanıma işinin namazdan, çıktıktan sonra olduğuna dâir
herhangi bir kayıt yoktur.
Bu hadis-i şerif namaz
vakitlerini tayinden başka iki nokta üzerine daha dikkatimizi çekmektedir;
1. Hz.
Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz yatsı namazından önce
uyumayı, sonra da konuşmayı hoş görmezdi. Namazdan önce uyumayı hoş
görmemesindeki hikmet, namaza uyanamama ve yatsıyı geçirme korkusu; namazdan
sonra konuşmayı mekruh görmesindeki hikmet de, günün son amelinin ibâdet
olmasını istemesi ve teheccüd ya da sabah namazına uyanılmama endişesidir.
Efendimizin yatsıdan
sonra konuşulmasını kerih gördüğü şeyler, Nevevî'nin beyânına göre faydasız boş
lâkırdılar, Battal Gazi, Antere gibi destanların anlatılmasıdır. Yoksa faydalı
olan şeyleri konuşmakta, ders müzâkere etmekte, dinleyenlere ibret olacak
şekilde hikâye ve kıssalar anlatmakta, zevce ve çocuklarla konuşmakta beis
yoktur.
Yatsı namazından önce
uyumayı, Hz. Ömer'in oğlu Abdullah, İbn Ab-bas ve başka sahabiler mekruh kabul
etmişlerdir. Şafiî ve Mâlikîlerin mezhebi de budur.
İbn Mes'ûd Hz. Ali,
Ebû Mûsâ ve Küfe ulemâsına göre yatsıdan önce uyumakta beis yoktur. Tahavî,
"Yanında kendisim uyandıracak kimse varsa uyumasında beis yoktur"
derken, îbn Arabî bunun, namaz vakti çıkmadan uyanabileceğini bilene caiz
olduğunu söyler.
2.
Resûlullah Efendimiz sabah namazında zamm-ı süre olan altmış âyetten yüz âyete
kadar okurdu. Tabii bu rakamlar her zaman içn, uyguladığı değişmez rakamlar değildir.
Çünkü Efendimizin bu namazı yirmi dokuz âyet olan Tekvîr, kırkbeş âyet olan
Kaaf, yüz otuz iki âyet olan Sâffât, altmış âyetlik Rûm, doksan sekiz âyetlik
Hac ve Kur'an-ı Kerim'in en kısa surelerini okuyarak kıldırdığına dâir
rivayetler de vardır. Demek ki Hz. Peygamber zaman ve şartların durumuna göre
değişik uzunlukta sûreler okuyarak sabah namazını kıldırmıştır. Ancak
çoğunlukla Efendimizin uzun sûreler okuduğu bir gerçektir.[44]
1. Namazları
ilk vakitlerinde kılmak efdaldır.
2. Yatsı
namazını gecenin ilk üçte bin veya yansına kadar te'hir etmek caizdir.
3. Yatsı
namazından evvel uyumak ve maslahat olmadığı takdirde namazdan sonra konuşmak
mekruhtur.
4. Hz.
Peygamber sabah namazında kıraati uzun tutardı.[45]
399.
...Câbir b. Abdillâh (r.a.) şöyle demiştir:Ben öğle namazını Resûlullah (s.a.)
İle birlikte kılar, elimle serinlemesi için bir avuç çakıl taşı alır,
(secdede)alnım(ı koyacağım yer)e kor, sıcağın şiddetinden (dolayı onların)
üzerine secde ederdim.[46]
Hattâbî: "Bu hadiste fıkıh olarak
şunlar vardır" der:
a. Öğle
namazını kılmakta acele etmek.
b. Secde
ancak alnın üzerine yapılır. Çünkü eğer giydiği elbise üzerine veya sadece
burnu üzerine secde caiz olsaydı, Câbir avucuna çakıl almaz ve buna ihtiyaç da
hissetmezdi.
c. Az bir
amel namazı bozmaz.
Hadis, ilk bakışta
Hattâbî'nin de işaret ettiği gibi, öğle namazım kılmakta acele etmenin
Efendimiz devrinde carî olduğunu göstermektedir. Bu durumda, bu hadis ile,
sıcak günlerde öğle namazım serin vakte bırakmayı tavsiye eden hadisler
arasında bir ihtilâf göze çarpmaktadır. O halde Aska-Iânî'nin dediği gibi ya
namazı serin vakte bırakmak bir ruhsattır veya öğleyi kılmakta acele etmeyi
teşvik eden hadîsler serin vakte bırakmayı emreden hadisler ile neshedilmiştir.
Hanefîlerden Tahâvî bu görüştedir. Askalânî bunlardan daha güzel bir yaklaşım
olarak bir üçüncü te'vilde daha bulunur ki, o da şudur: Namaz ilk vaktinde
kılmmayıp serin vakte bırakılırsa dahi, yerin hararetinin şiddeti devam eder.
Çünkü kumun sıcaklığı akşama kadar soğumayabilir. Öyle olunca Hz. Câbir'in bu
namazı aslında ortalık serinlediği halde yer yüzü hâlâ sıcakken kalmış ve
üzerine alnını koymak için eline çakıl taşları almış olması mümkündür.
Bu hadisten
Hattâbî'nin dediği gibi elbise üzerine secde etmenin caiz olmayacağına delil
getirmek mantıkî bir hüküm olabilir. Ancak, Buhârî ve Müslim'de ashâb-ı
kiramın elbiselerinin bir ucu üzerine sedce ettiklerini haber veren açık
rivayetler vardır. Üstelik Câbir'in elbisesi üzerine secde etmemesi, onun caiz
olmayışından değil, elbisesinin buna müsait olmayışından olabilir. O halde
cübbe veya palto gibi bir elbisenin eteği üzerine secde etmeyi men'eden bir şey
yoktur.[47]
1. Hadis öğle
namazını kılmakta acele edilmesini istemektedir.
2. Namaz
esnasında herhangi bir zararı, namaz harici bir fiille izâle etmek caizdir.
3. Az bir
meşgale namazı bozmaz.
4.
Meşakkatle de olsa, namaz kılmayı terk etmek caiz değildir.
5. Namazda huşûa
mâni olabilecek şeyleri gidermek
lâzımdır.[48]
400.
...Abdullah b. Mes'ûd (r.a.)den, şöyle demiştir: Resülullah (s.a.)'ın (öğle)
namazını (zevalden sonraya bırakma) müddeti, (insanın gölgesi) yazın, üç
ayaktan beş ayağa, kışın da beş ayaktan yedi ayağa varıncaya kadardır.[49]
Hadis-i şerif, öğle
namazının vaktini tayinde gayet pratik bir yol tayin etmektedir. işaret edilen
bu vakit namazın
giriş vakti değil, Hz.
Peygamber'ir ilk vaktinden geciktirerek
kıldığına delildir. Buna göre Peygar ıiz
öğle namazını yazın zevalden sonra bir insanın gölgesi ken ayak, yazın en şiddetli olduğu aylarda da beş
ayak oluncaya ka di. Kışın ilk
günlerinde gölge beş ayak, tam kış ortasında ise y aya kadar te'hir ederdi. Aşağıdaki bilgileri
Dehlevî vermektedir.
"Bu, iklim ve
bölgelere göre eydir. Her tarafta aynı ölçüde olmaz. Çünkü gölgenin uzayıp
kısalmasının sebebi güneşin yüksekliğinin azalıp çoğalması ile alâkalıdır.
Güneş yüksek ve kendi mecrasına yakın olduğunda gölge kısa, aksi halde de
gölge uzundur.
"Bundan dolayı
kışın gölge dâima yazdan daha uzundur. Bu her yerde böyledir. Hz. Peygamber
namazı Mekke ve Medine'de kılmıştır. Buradaki iklimin ikinci dilim iklimi
olduğunu biliyoruz. Buralarda, denildiğine göre, gölge yazın başında ağustos
ayında öğle vakti üç ayaktan biraz fazladır. Buna göre Hz. Peygamber havaların
sıcağı şiddetlendiği zaman öğleyi daha çok mûtad vaktinden geciktirirdi. Bu
esnada gölge beş ayak kadar olurdu..."
Bu ifâdelerden
anlaşılıyor ki; gö' i ayaklarla ölçerek yapılacak vakit tayininde dünyanın her
tarafı aynı ile kayıtlanamaz.
Burada dikkat
çekebileceğimiz nokta şudur; yukarıda işaret edildiği gibi, Hz. Peygamber
bilhassa havalar sıcak olduğunda öğle namazını, hemen kılmamış, ortalığın
serinlemesini beklemiştir.[50]
1. Öğle
namazını serin vakte kadar te'hir meşrudur.
2. Namaz
vakitlerini, gölgeye bakarak tayın caizdir.
3. Gölge
uzunluğu vaktin tayininde her mevsimde aynı değildir.[51]
401. ...Ebû
Zer (r.a.) şöyle demiştir:
Biz Resûlullah (s.a.) ile
beraberdik. Müezzin öğle ezanını okumak istedi. Fakat Resûlullah (s.a.);
“Serinliğe bırak"
buyurdu.
Biraz sonra müezzin
yine ezanı okumak istedi. Efendimiz (s.a.) biz tepeciklerin gölgesini görünceye
kadar iki veya üç defa;
“Serinliğe bırak,
şüphesiz sıcağın şiddeti cehennemin kükremesindendir. Sıcak şiddetlendiği zaman
namazı serinliğe bırakınız" buyurdu.[52]
"ibrâd",
Hattâbî'nin bildirdiğine göre, "sıcağın öğle vaktindeki şiddetinin
kırılmasıdır. Çünkü öğle vaktindeki şiddetli sıcağa nisbetle sıcağın biraz
kırılması soğumak sayılır. Öğle namazını serinliğe bırakmaktan maksat, akşam
serinliğine bırakmak değildir. Çünkü bu şekildeki bir anlayış bütün imamların
görüşlerinden dışa çıkma yi gerektirir.
Kadı Iyâd'ın beyânına
göre, ashabın tepeciklerin gölgelerini görmeleri, namazı geciktirme sürelerinin
uzunluğunu gösterir. Zira küçük tepelerin gölgesi, ancak güneş iyice yıkılıp
gölge uzadıktan sonra mümkün olabilir. Dik olarak dikilmiş şeylerin gölgesi
ise, gölgenin en kısa olduğu anlarda bile görülebilir.
Ulemâ öğle namazını
serinliğe bırakmanın süresinde görüş birliğinde değildirler. Bazıları gölge
zeval gölgesinden sonra bir Zira, bazıları boyun bir katı, üçte biri,
bazıları da yarısı oluncaya kadar te'hir edilir demişlerdir.
Namazı bu şekilde
geciktirmenin meşru oluşunun illeti, Efendimizin tabiriyle "sıcağın
şiddetinin, cehennemin1 kiikremesi" olduğundan dolayıdır. Ulemâ,
Cehennem'in kükremesi hususunda iki
değişik görüş beyân etmiştir:
1. Bu bir
teşbih ve temsildir. Yani öğle vaktinin sıcağı cehennemin kükremesi gibi
şiddetli olur.
2. Bu söz
hakiki manasında kullanılmıştır. Öğle vaktindeki şiddetli sıcak cehennemin
kükremesinin tesiri iledir. Nevevî, bu görüşü savunanlardandır.
Öğle namazının ortalık
serinleyinceye kadar te'hir edilmesinin hikmetinin ne olduğunda da ihtilâf
edilmiştir. Bir kısım ulemâya göre, geciktirme meşakkati defetmek içindir.
Çünkü sıcak, huşuâ mânidir. Diğer bazılarına göre sıcağın şiddetlendiği bu
vaktin, azabın yayılma vakti olmasıdır. Bu görüşü destekler mahiyette hadis de
vardır.
Ancak burada şöyle bir
soru hatıra gelebilir:
Namaz rahmete
sebeptir, onu kılmak azabın define vesiledir. Dolayısıyle böyle bir zamanda
namazı terk etmek değil de, azabı def için namaz kılmak daha muvafık olmaz mı?
Hz. Peygamber niçin bu vakitte namazı terketmeyi emretmiştir?
Bu soruya Ebu'1-Feth
el-Yâ'murî şu cevabı vermiştir:
Tâ'lil şeriat sahibi
tarafından gelmişse mânâsı anlaşılmasa bile kabulü gerekir. Burada namazı
serinliğe bırakmaktaki hikmeti bizzat Peygamber (s.a.) haber vermiştir. Öyleyse
nedenini araştırmak lüzumsuzdur.
Hadis-i şerifin zahiri
öğle namazını serinletmenin vacip olduğuna delâlet eder. Kadı Iyad'ın
bildirdiğine göre ulemânın bazıları bu görüştedir.
Cumhura göre buradaki
emir, nedbe hamledilir. Sıcak günlerde namazı serin vakte kadar te'hir
menduptur. Hanefîlerden Hidâye sahibi el-Merğinanî; "Öğle namazını yaz
günlerinde serinliğe bırakmak, kışın ise, ilk vakitte kılmak müstehabtır"
der. Cumhurun görüşü de budur.
Nesâî'nin Enes'ten
rivayet ettiği: "Peygamber (s.a.) sıcak olduğu zaman öğleyi serin vakte
bırakır, serin günlerde de acele ederdi" mealindeki hadis bu görüşü
takviye etmektedir.
Üzerinde durduğumuz
hükmün sadece cemaate mi mahsus, yoksa münferid kılanlara da şâmil mi olduğu
konusu ihtilaflıdır. Hadisin zahirine göre cemaatle,münferid kılan arasında
fark yoktur. Ahmed, İshâk, İbn Munzir ve Kûfeliler bu görüşü benimsemişlerdir.
Mâlikîlerin çoğunluğu
münferid için namazı ilk vaktinde kılmanın efdal olduğunu söylerler.
İmam Şafiî'ye göre bu
hüküm, sıcak bölgelere ve cemaat mescide uzaktan geldiği durumlara mahsustur.
Toplu halde olurlarsa veya camiye gölgeden gelme imkânları varsa, ilk vaktinde
kılmak efdaldır. Ancak hadisin zahiri bu anlayışa pek müsait değildir.
Bu ve bundan evvelki
bâbdaki hadislerin şerhinde de yeri geldikçe temas edildiği gibi, bu hadisin
ifâde ettiği hükmün tam zıddını ifâde eden ve öğle namazını ilk vaktinde
kılmayı tavsiye eden hadisler de vardır. Hadisler arasındaki bu ihtilafı te'lif
veya te'vil bakımından ulemâ çok ve çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Daha
önce bunların bir kısmına işaret edildiği için burada birşey eklemeye lüzum
görülmemiştir.[53]
1. Sıcağın
şiddetli olduğu günlerde öğle namazı ezanını ortalık sennleyrnceye kadar
geciktirmek meşrudur.
2. Bir soruya
cevap veren kişi o cevabın hikmetini de beyân etmelidir.[54]
402. ...Ebû
Hureyre (r.a.) Peygamber (s.a.)uı şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Sıcak
şiddetlendiği zaman namazı serinliğe bırakınız"[55]
İbn Mevheb,
(rivayetinde Efendimizin sözünü naklederken) yerine kelimesini kullanmış ve:
"Muhakkak sıcağın
şiddeti cehennemin kükremesindendir" dediğini ilâve etmiştir.[56]
403.
...Câbir b. Semure[57] (r.a.):
"Bilâl (r.a.)
öğle ezanını güneş (batıya) yıkıldığı (yöneldiği) zaman okurdu" demiştir.[58]
Hadis-i şerifin
Müslim'deki rivayeti, "Resûlullah (s.a.) öğle namazını güneş yıkıldığı zaman kılardı"
şeklindedir.
Nevevî bu hadis
hakkında "Bunda öğle namazını ilk vaktinde kılmanın müstehap olduğuna
delâlet vardır. İmanı Şafiî ve cumhur bu görüştedir" demiştir.
Aynî ise, bu hadisin,
Nevevî'nin dediği mânâya delâlet etmediğini söyleyerek, "Çünkü onun
serinliğe bırakıldığını bildiren hadisler Efendimizin öğleyi güneş batıya
yıkıldıktan sonra kıldığını Ltasdik eder" demiştir.
Bu anlayışa göre bu
hadis ile bundan öncekiler arasında herhangi bir zıddiyet kalmamaktadır.[59]
Bu bâb Peygamber
(s.a.)in ikindi namazını kıldığı vakti beyân eden hadisleri ihtiva etmektedir.[60]
404. ...Enes
b. Mâlik (r.a.) haber vermiştir ki; Peygamber (s.a.) ikindi namazını güneş
beyaz (parlak), yüksek ve dipdiri iken kılardı. Ve (Namazdan sonra) Avâliye
giden kimse güneş daha yüksek(te) iken oraya varırdı.[61]
Avâlî, Âliye
kelimesinin çoğulu olup yüksek yaylalar mana-sına gelir. Burada murad, Medine'nin
Necid tarafına düşen köylerinin adıdır. Bu köylerin Medine'ye olan uzaklığı
hakkında değişik rivayetler vardır. Ebû Davud'un Zûhrî'den yaptığı rivayete
göre iki-üç veya dört mil, Dârakutnî'nin rivayetinde altı mildir. Bu mesafenin
üç dört mil olduğuna dair başka rivayetler de vardır. Kadı Iyâz bu köylerin
Medine'ye en uzak olanının sekiz mü olduğunu, İbn Esîr de en yakınının dört, en
uzağının sekiz mil olduğunu söyler.
Bu farklı
rivayetlerden anlaşılıyor ki, bu köylerin Medine'ye en yakın olanı iki, en uzak
olanı da sekiz mil mesafededir. Üç dört ve altı mil olduğuna dâir rivayetler değişik köylerin Medine'ye olan
uzaklığına göredir.
Hadis-i şerifdeki
güneşin dipdiri olmasından maksat 406 numaralı rivayette ifâde edildiğine
göre, ısısının devamıdır. Beyazlık ve yüksek oluşu da güneşin henüz tam olarak
batmaya yüz tutmadığını gösterir.
Hadisin Nesâî ve
Müslim'dek i bir rivayetinde Avâlî tabiri yerine Kubâ kelimesi kullanılmıştır.
Hadisin zahiri ikindi
namazını kılmakta acele etmenin müstehap olduğuna delâlet etmektedir. Ayrıca
bu ikindi namazının vaktinin, bir şeyin gölgesi kendisi kadar olduğunu
söyleyenlerin görüşünü te'yid etmektedir. Çünkü gölge iki misli olduktan sonra
bir kimsenin namazı kılıp yukarıda ifâde edilen mesafelere güneş dipdiri iken
varabilmesi hemen hemen mümkün değildir. Cumhurun ve bu meyânda İmam Ebû Yûsuf
ile İmam Muhammed'in bu görüşte oldukları CebrâiI aleyhisselâmin imameti ile
ilgili hadiste ifâde edilmişti.Hatırlanacağı üzere İmamAzam'a göre ikindi
namazının vakti,her şeyin gölgesi iki misli olduğu zaman girer. İmam-ı Âzam,
görüşüne Resûlül-lah (s.a.)'ın öğleyi serinliğe bırakmayı tavsiye eden
hadislerini delil almıştır. Çünkü eşyanın gölgesi iki misline varmadan önce,
ortalığın serinlemesi mümkün değildir. Bu mütâleaya buridan evvelki babda
rivayet edilen ve öğleyi tepeciklerin gölgesini gördüklerinde kıldıklarını
ifâde eden Ebû Zer hadisi ile itiraz edilmektedir. Fakat bu itiraza şu cevap
verilebilir: Küçük tepelerin gölgesi görününceye kadar, dikili şeylerin gölgesi
boylarının iki misli olabilir.
İmam Âzam'ın ikindi
konusunda ilk görüşünden cumhurun görüşüne döndüğünü söyleyen fakihler de
vardır.[62]
405.
...Zuhrî şöyle demiştir:
Avâlî iki veya üç mil
(mesafedendir. (Mâ'mer b. Raşid) dedi ki:
Zuhrî'nin "veya
dört mil" dediğini zannediyorum.[63]
Müellif bu rivayeti,
Enes hadisindeki Avalî'nin Medine'ye olan uzaklığını tesbit için zikretmiştir.
Önceki hadiste konu hakkında tafsilât verilmiştir.[64]
406.
...Hayseme (b.Abdurrahman) şöyle demiştir: "Güneşin dipdiri olması,
hararetini hissetmendir."[65]
Bu rivayetin
zikredilmesindeki maksat 404 no'lu Enes hadisindeki "güneş dipdiri
iken..." ifadesini açıklamaktır.[66]
407. ...Âişe
(r.anha)nın haber verdiğine göre: Resûlüllah (s.a.) ikindiyi güneş, kendisinin
odasında iken, henüz (ışığı) yükselmeden (odadan çıkıp gölge yayılmadan)
kılardı.[67]
Hadis-i şerifin
Müslim'deki bir rivayetinde "güneş henüz yükselmeden ibaresinin yerinde,
gölge odasına yayılmadan" ibaresi yer almaktadır. Bir başka rivayette ise,
bizzat Hz. Âişe'in ifadesiyle "güneş odamda iken..." şeklindedir.
İkindi namazım edada
acele etmenin daha efdal olduğunu söyleyen ulemâ bu hadis-i şerifi de
delilleri arasına almakta ve "Efendimizin hanımlarının odaları dardı ve
Medine'nin alçak bir yerinde idi. Bu yüzden güneş erkenden onların odalarından
çıkar ve gölge yayılırdı" demektedirler. İmam Şafiî, Hattâbî ve Nevevî bu
görüş sahiblerindendir.
Hanefî âlimlerinden
Tahâvî ise, bu mütalaaya itiraz ederek bu rivayetin ikindiyi ta'cile delil
olamayacağını, çünkü Hz. Âişe'in odasının duvarlannın engin olma ihtimâlinden
dolayı güneşin, batacağına yakın bir zamana kadar odaya girebileceğini söyler.
Ancak Tahâvî'nin
söyledikleri oda geniş olduğu takdirde düşünülebilir. Oysa yukarıda da ifâde
edildiği gibi Efendimizin hanımlarının odaları dar olduğu müşâhade ile
sabittir. Tabiatıyla böyle odalarda da güneş ancak yüksekte iken kalır.[68]
408. ...Ali
b. Şeybân[69] (r.a.)dan şöyle demiştir:
"Medine'ye Resûlullah (s.a.)ın yanma geldik. İkindiyi güneş, beyaz ve
parlak olduğu müddetçe te'hir ediyordu.”[70]
Bu hadis-i şerif,
"ikindinin vakti gölge iki misli olduğu zamandır" diyen İmam Azam'ın
görüşünün delillerindendir.Kurtubî, İmam Azam'ın bu görüşü için, "Ebû Hanîfe'ye
bu konuda arkadaşları bile muvafakat etmemiştir" der. Buna karşılık Aynî,
"Ebû Hanîfe'nin görüşü hadise dayanıyorsa, başkalarının muvafakat etmemesi
hiç önemli değildir. Bu hadis imamın görüşünün delillerindendir. Ayrıca Câbir
(r.a.)'in rivayet ettiği, "Resûlullah ikindiyi her şeyin gölgesi iki misli
olun-caja kadar te'hir ederdi" mealindeki hadis de Ebû Hanîfe'nin
görüşünün hadisten kaynaklandığını göstermektedir..." der.
Aslında ikindinin
vakti, her şeyin gölgesi bir misli veya iki misli olduğunda girdiğini söyleyen
görüş sahiplerinin hepsinin de hadisten dayanakları vardır. Ne var ki her
görüş sahibi görüşlerine karşı görünen hadisleri hükme esas teşkil edecek
derecede sağlam bulmamış olacaklar ki, ortaya farklı mezhepler çıkmıştır. Zaten
ikindinin eşyanın gölgesi iki misli olduğunda kılınamayacağını söyleyen hiç
bir âlim yoktur. Şu da var ki cumhur, bu namazı ilk vaktinde kılmanın daha
efdal olduğunu söylemektedir. Buna göre Hz. Peygamberin ikindi namazını her iki
vakitte de kıldığı vâriddir. Ancak hangi vaktin efdal, hangisinin ruhsat
olduğu ihtilaflıdır.[71]
409. ...Ali(r.a.)den
demiştir ki; Peygamber (s.a.) Hendek günü,
"Bizi orta
namazından (yani) ikindi namazından alıkoydular. Allah (da) onların evlerine
ve kabirlerine ateş doldursun" buyurdu.[72]
Hadisin Müslim'deki
rivayetinde kelimesinin yerinde ifadesi yer almaktadır; ve her ikisi de aynı
manaya gelmektedir.
Hadis-i şerifin
metninden de anlaşılacağı üzere Hz. Peygamberin müşriklere bedduada
bulunmasının sebebi Hendek Savaşında müslümanları meşgul edip ikindi namazını
kılmalarına fırsat vermemeleridir.
Hendek Savaşı, bazı
rivayetlere göre hicretin dördüncü senesi Şevval ayında, bazılarına göre ise,
Hicretin beşinci Senesi Zülka'de ayında cereyan etmiştir. Kureyş ve Gatafân
müşrikleri ile Yahudiler müşterek olarak müslümanlarla savaştıkları için bu
savaşa Ahzâb Savaşı da denilir. Hendek savaşı denilmesine sebep de, İran asıllı
olan Selmân-i Fârisî (r.a'.)nin fikri ile Medine'nin etrafına hendek kazılarak
müdafaa edilmesidir. Bu savaşta Müslümanların adedi üç bin müşriklerin sayısı
ise on veya on iki bin kişi idi. Yirmi dört gün karşılıklı ok atışından sonra,
Resulüllah'ın kullandığı bir casus vasıtasıyla düşman kuvvetlerinin araları
açılmış nihayet şiddetli bir fırtına çıkıp müşriklerin ağırlıklarını uçurunca
müşrikler gerisin geri dönüp gitmek zorunda kalmışlardır. Bu savaşta
müslümanlar altı şehid, müşrikler de üç ölü vermişlerdir. Harbin tafsilatı
siyer kitaplarında mevcuttur.
Bu hadis, salat-ı
vustâ'ya ikindi namazı diyenlerin görüşlerini takviye etmektedir.
Aynî: "Salat-ı
vustâ hakkında ulema ihtilaf etmiştir. Cumhura göre o, ikindi namazıdır. İbn
Mes'ûd, Ebû Hureyre, Hanefi mezhebinin sahih görüşü, Ahmed b. Hanbel ve
Şâfiîlerin ekserisinin mezhebi budur" demiştir.
Bu konuda diğer bazı
âlimlerin söyledikleri de şöyledir:
Nevevî: "Salat-ı
vustâ'nın ikindi namazı oluşu, sahabilerin âlimlerinin çoğunluğunun
görüşüdür."
Mâverdî: "Bu
tâbiOnun cumhurunun görüşüdür."
İbn Abdilberr:
"Bu -' f i eserin çoğunluğunun görüşüdür. Mâli kilerden İbn Hubeyb, İbn
Arabî v ibn Atıyye de bu fikri paylaşmaktadırlar. Hafız ed-Dimyâtî bu konuda, '
Îteşfü'l-Muğattâ ani's-Salatı-l-Vusta" adında bir kitap te'lif etmiş ve
orada on dokuz görüş zikretmiştir:
1. Sabah
namazıdır,
2. Öğle
namazıdır, Ebû Hanife bir rivayette bu görüştedir.
3. İkindi
namazıdır.
4. Akşam
namazıdır. Çünkü bu namaz seferde kısaltılamaz ve kendisinden evvel kıraati
gizli, sonra da kıraati cehrî ikişer namaz vardır.
5. Bütün
namazlardır.
6. Cuma
namazıdır,
7. Cuma günü
cuma, sair günler öğle namazıdır.
8. Yatsı
namazıdır. Çünkü o, seferde kısaltılmayan iki namaz (akşam ve sabah namazları)
arasındadır.
9. Sabah ve
yatsı namazlarıdır.
10. Sabah ve
ikindidir.
11. Cemaatle
kılınan namazdır.
12. Vitir
namazıdır.
13. Korku
namazıdır (Salatü'I-havf).
14. Kurban
bayramı n'amazıdır.
15. Ramazan
bayramı namazıdır.
16. Kuşluk
namazıdır.
17. Beş
vakit namazdan herhangi biridir.
18. Sabah
veya ikindidir.
19. Hangi
namaz olduğu bilinemez.
Yirminci olarak da
"gece namazıdır" diyenler olmuştur.
Görüldüğü üzere
salât-ı vustânın hangisi olduğu konusunda hayli ihtilâf vardır. Ancak bu
görüşler içerisinde en çok taraftar toplayanı yukarıda da işaret edildiği gibi
ikindi namazı olduğudur.
Bu savaşta Hz.
Peygamberin korku namazı kılmayıp da ikindiyi terketmelerine sebep, o zaman
korku namazının henüz meşru kılınmamış olmasıdır.
Bu hadisin bâb ile
alâkası şu olsa gerektir:
Efendimiz: "Bizi
orta namazından -ikindi namazından- alıkoydular" buyurmuştur. Namazdan
alıkoyma, vaktin geçilmesini gerektirir. Bu da ancak .namaz için giriş ve
çıkış zamanlan belli bir vaktin olması ile mümkündür.[73]
1.
Kâfirlerin dünyada müslümanlara ezâ vermeleri mümkündür.
2. Bazı
beşeri arazların Peygamberlerin başına gelmesi de caizdir.
3. Zâlimler
için zulmüne uygun olarak beddua etmek caizdir. Çünkü Hz. Peygamber kâfirlerin
dünyada evlerine, âhirette de kabirlerine ateş doldurması için Allah'a duâ
etmiş, yalvarmıştır.
4. Vustâ
(orta) namazı, büyük ihtimalle ikindi namazıdır.
5. Resûlüllah
(s.a.) ve ashabı ikindi namazını vaktinden geriye bırakmışlardır. Ancak bu
korku namazı meşru olmadan evvel olmuştur. Bugün için, harb sebebiyle namazı
te'hir etmek caiz değildir. Böyle bir durumda korku namazı kılınır.[74]
410. ...Aişe
(r.anhâ)nın azatlısı Ebû Yûnus[75]
şöyle demiştir:
Âişe (r.anhâ) kendisi
için bir mushaf yazmamı emretti ve, "Namazlara ve orta namazına devam
edin"[76] âyetine gelince bana
haber ver dedi. Ben de o âyete varınca
kendisine haber verdim.Bana o âyeti "Namazlara, orta namazına ve ikindi
namazına devam edin, Allah için tevazu halinde namaz kılın" şeklinde
yazdırdı. Sonra da:
"Ben bunu
Resulüllah salellahü aleyhi veseİlem'den duydum" dedi.[77]
Hz. Aişe'nin Bakara
Sûresi'nin 238. âyeti kerimesini mütevâtir rivayetlerin hilâfına
"El-Vustâ" kelimesinden sonra, "Salatu'1-Asr" lâfzını
illave ederek yazdırması, orta namazının ikindi namazı olmadığını gösterir.
Çünkü atıf muğayereti gerektirir. Yani matufla mâtûfun aleyhin ayrı ayrı
şeyler olması gerekir.
Bu iki tâbir
(salatü'l-Vusta ve Salatü'1-Asr) arasındaki "vav"ı atıf edatı değil
de tefsir kabul etmek de mümkündür. Buna göre, orta namazından maksadın, ikindi
namazı olduğu manası çıkar, böylece önceki hadisle bu hadis arasında ihtilâf
kalmamış olur.
Yukarıda da işaret
edildiği gibi Hz. Âişe'in yazdırdığı bu şekiî şazdır. Bu bakımdan itibar
edilmez. Hz. Âişe (r.anha)nın bunu, tefsir maksadı ile yazdırmış olması ihtimali olduğu gibi neshedilmiş olması da
muhtemeldir.
Bu hadisin bâb ile
alâkası, ikindiyi muhafazayı emretmenin, onun belli bir vaktinin olmasını
gerektirmesi yönündendir.[78]
411. ...Zeyd
b. Sabit[79] (r.a.)den demiştir ki;
Resûlullah (s.a.) öğle namazını, zevalden hemen sonra kıldırırdı. Ashabına
ondan daha meşakkatli hiçbir namaz kıldırmadı.
''Namazlara ve orta
namazına devam ediniz" âyeti inince, Efendimiz:
"Ondan önce iki
namaz ve sonra iki namaz vardır" buyurdu.[80]
Hadis-i şerifin zâhiri,orta namazının öğle
namazı olduğu intibaını vermektedir.Çünkü Zeyd b.Sâbit(r.a.)ın ifâdesine göre,
orta namazına delâlet eden âyet-i kerimenin nüzul sebebi, ashâb-ı kirama
sıcağın şiddetinden dolayı öğle namazını kılmanın meşakkatli olmasıdır. Cenabı
Allah, meşakkatine mebni öğleyi terketmemeleri için, namazlara devam emrinin
yanında orta namazını hususen zikretmiştir. Buna göre orta namazından evvelki
iki namaz, yatsı ve sabah sonrakiler de ikindi ve akşamdır.
Ancak, bu görüş Zeyd
bin Sâbit'in zannından neş'et eden bir içtihadı olsa gerektir. Çünkü , orta
namazının ikindi namazı olduğuna delâlet eden daha sarih nasslar mevcuttur.
Bundan önceki hadislerin izahında da ifâde edildiği üzere, ulemânın çoğunluğu
orta namazının ikindi namazı olduğunda birleşirler.[81]
1.Öğle
namazı ilk vaktinde kılınmalıdır.
2. Bu hadise
göre orta namazı, öğle namazıdır.[82]
412. ...Ebû
Hureyre (r.a.)den; demiştir ki:
Peygamber (s.a.) şöyle
buyurdu:
"Kim güneş
batmadan önce ikindiden bir rek'ata yetişirse, (ikindi namazına) yetişmiş
olur. Kim de güneş doğmadan önce sabah (namazından bir rek'ata yetişirse
(sabaha) yetişmiş sayılır."[83]
Bu hadis-i şerif, bazı
farklı lâfızlarla Kütüb-ü Sitte'nin tamarnında mevcuttur. Buhârî ve Müslim'in
bir rivayetinde "kim bir rekâta
yetişirse" lâfzı yerine "kira
bir secdesine yetişirse” şeklindedir.Buhârî'nin rivayetinde ayrıca
"yetişmiş sayılır" ifâdesinin yerine "namazını
tamamlasın"ifâdesi yer almıştır.
Hadis-i şerif güneş
batmadan önce ikindinin veya güneş doğmadan sabahın birer rekk'atine yetişen
bir kimsenin bu vakitlerini idrâk etmiş olacağına işaret etmektedir.
Bununla beraber ikindi
konusunda bütün ulemâ hemfikirdir. Yani bir kimse ikindi namazının bir
rek'atini kıldıktan sonra güneş batıverse, namazı bozulmaz, o namazın
tamamlanması gerekir.
Sabah namazı ile
ilgili yönü ise ihtilaflıdır. İmam Şafiî, İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre,
hüküm aynen ikindi gibidir. Yani sabah namazının bir rek'atini kıldıktan sonra
güneş doğarsa, namaza devam etmek gerekir.
İmam Âzam ise, sabah
namazı kılınırken güneşin doğması hâlinde namazın bâtıl olacağı görüşündedir.
Muhalifleri bu hadis-i
şerifi İmam Azam aleyhine delil göstermişlerdir. Buharî şârihi Aynî, bu
şekildeki bir itirazı reddederek İmam Azam'ın haklı olduğunu isbat için aklî ve
naklî bir takım deliller ibraz ettikten sonra bu hadis hakkında şöyle der:
"Üzerinde
durduğumuz hadise gelince, Tahâvî'nin dediği gibi, buradaki yetişmeden murat,
güneş doğmadan önce bir rekat kılabilecek kadar bir vakit varken, bir çocuk
bulûğa ererse, kâfir müslüman olursa, haytzlı kadın temizlenirse veya deli kendine
gelirse, sabah namazına yetişmiş sayılır. Nitekim hadiste namazdan
bahsedilmemekte "yetişmek" tâbiri kullanılmaktadır. O halde yukarıda
zikri geçen kimseler sabah namazının bir rekatini edâ edebilecek kadar bir
zamana yetişirlerse, o namazı kaza etmeleri kendilerine farz olur."
Yukarıda Buhârî'de
farklı bir rivâyat olarak işârat edilen ve Ebû Hureyre'nin naklettiği:
"Sizden biriniz,
güneş batmadan önce ikindinin bir rek'atine yetişirse, namazını tamamlasın.
Güneş doğmadan önce de sabah namazının bir rekatına yetişirse, namazını
tamamlasın" mealindeki hadis, açıkça güneş doğduktan sonra sabah namazına
devam edileceğini göstermektedir.
Görüldüğü gibi bu
rivayet ilk bakışta İmam Azam'ın aleyhine sarih bir delildir. Fakat güneş
doğarken namaz kılmanın haram olduğunu bildiren hadisler mütevâtir
derecesindedir. Bu esnada namazın mubah olduğuna delâlet eden hadisler ise, bu
tevatür derecesinde değildir. "Bir şeyi haram kılan delillerle, mubah
kılan de£2«jr bir araya gelince, haram kılan delil tercih edilir"
kaidesince güneş doğarken namaz kılmayı mubah gören hadislerin neshedil-miş
olduğunu kabul etmek gerekir.
Haneliler, ikindi
vaktinin güneş batıncaya kadar devam ettiğine bu hadisi delil kabul ederler.
Çünkü bir veya iki rekata yetişen kimse o namaza yetişmiş sayılacağına göre o
vakit ikindinin vakti olmuş olur. Nitekim, güneş batmazdan hemen evvel bir
çocuk baliğ olsa, kâfir müslüman olsa, hayızlı temizlense veya deli kendisine
gelse, kendilerine ikindi farz olur. Şayet bu esnada ikindi vakti çıkmış olsaydı,
bunlara namazın farz olmaması gerekirdi. İmam Züfer'e göre ise, ikindi
namazını kılacak kadar bir vakit bulamayan (o mezkûr) kimselere bu namazın
kazası lâzım gelmez.
Güneş doğmadan önce
namaza, bir rekat kılabilecek zamandan daha az, meselâ bir iftitah tekbiri,
alacak kadar bir müddette yetişen kimse için Hanefilerde hüküm aynıdır.
İmam Züfer'e göre
namaz farz olmaz. İmam Şafiî'den iki görüş rivayet edilmiştir. Esah olana göre
bu durumdaki kimsenin namazı kaza etmesi lâzımdır.
Cuma namazına yetişme
konusu da ihtilâlflıdır. İmam Mâlik, Sevrî, Ev-zaî, Leys, İmam Şafiî, İmam
Ahmed, İmam Züfer ve Muhammed'e göre, Cuma namazmının bir rekatine yetişen
kimse, diğer rekati de kılarak namazı tamamlamalıdır.
İbrahim en-Nehaî,
Hakem, Hammâd, Ebü Hanîfe ve Ebû Yûsuf'a göre ise, cuma namazına imam selam
vermeden yetişen kimse imam selâm verdikten sonra kalkıp o iki rekati kılar.[84]
1. Vakit
çıkmadan önce bir rekatı kılınan ve kalanına vakit çıktıktan sonra devam edilen
namaz edadır.
2. Vakit çıkmadan
önce bir rekat edâ edebilecek kadar vakit varken kendisinden namazı iskat eden
özür zail olan kimseye bu namaz farz olur.[85]
413. ...Alâ
b. Abdurrahman şöyle demiştir:
Öğle namazını
kıldıktan sonra Enes b. Mâlik'in yanına girdik. Enes kalktı ve ikindi namazım
kıldı. Namazını bitirince namazı erken kıldığını söyledik -yahut[86] o
söyledi- Bunun üzerine Enes şu cevâbı
verdi:
Resûlüllah (s.a.)i Bu
(güneş sararıncaya kadar geciktirilen ikindi namazı) münafıkların namazıdır; bu
münafıkların namazıdır, bu münafıkların namazıdır. Onlardan biri güneş sararıp
şeytanın boynuzları arasına -veya[87]
boynuzları üzerine- girinceye kadar oturur. (Sonra) kalkar ve (kuşun yem
gagaladığı gibi) dört rekât namaz kılar. O namazda Allah'ı çok az
zikreder" derken işittim.[88]
Hadisin, Resûlüllah
(s.a.)ın sözüne kadarki kısmının Müslim'deki rivayeti şu şekildedir:
"Alâ (öğle
namazından çıktıktan sonra) Basra'daki evinde Enes b. Mâlik'in yanına girdi.
Enes'in evi Mescid'in yakınında idi. Alâ dedi ki: Enes'in yanına girdiğimizde,
"ikindiyi kıldınız mı?" diye sordu. "Öğleden henüz çıktık"
dedik. "Kalkın ve ikindiyi kılın" dedi."
Hadiste zikri geçen
"güneşin şeytanın boynuzları arasına girmesi"nden' maksadın ne olduğu
hususunda Hattâbî beş ayrı görüş nakletmiştir. Nevevî de bu konudaki bazı
görüşlere işaret etmiş ve esah olanın, terkibin hakiki mânâsında kullanılmış
olmasıdır, demiştir.
Şu var ki bundan
muradın, ikindiyi geciktirmenin, şeytanın süslemesi ve gayreti ile olmasıdır.
Şeytanın namazı vaktinde kılmayı engellemesi, boynuzlu hayvanın müdafaasına
benzemesi yönünden bir temsil olması daha uygun olmalıdır.
"Dört rekatı
gagalamamda tâdil-i erkânına ve huşuuna riâyet etmeden sür'atle yatıp kalkmadan
kinayedir. Bu şekilde namaz kılan kişinin alelade inip kalkması, tavuğun yem
yemesine benzetilmiştir. İkindi namazında sekiz tane secde olduğu halde,
"dört gagalama"ile ifade edilmesi, her iki secdenin bir rekat itibar
edilmesi sebebiyledir.
Peygamber'in bu
şekildeki namaz için "bu münafıkların namazıdır" buyurması, özürsüz
olarak ikindiyi geciktirmeyi zemmetmektedir.
İkindi namazını
eşyanın gölgesi bir misli olduğu zaman kılmayı efdal görenler, görüşlerini bu
hadisin takviye ettiğini söylemektedirler.[89]
1. İkindi
namazını güneşin sarardığı vakte, kadar geciktirmek mekruhtur.
2. İkindiyi
bu şekilde te'hir edeni zem etmek caizdir.
3. Namazı
huşu ve tâdİl-i erkâna riâyet etmeden, sür'atle kılmak mekruhtur.
4. Vaktinden
geciktirilerek ve acele ile kılınan namaz
münafıkların namaz kılma tarzıdır.[90]
414. ...İbn
Ömer (r.a.)'den, Rasulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"İkindi namazını geçiren, sanki ailesini ve malım kaybetmiştir."[91]
Ebû Davud dedi ki:
Ubeydullahb. Ömer yerine dedi: O konuda Eyyûb'un ne dediğinde ihtilaf edildi.
Zuhri Sâlim' den o da babası vasıtasıyla
Rasûlullah't diye nakletti.[92]
Bu hadisin manasının
ne olduğu ulemâ arasında ihtilaflıdır. İbn Abdi'1-Ber, "Bu hadisin manası
ikindiyi kaçıran kimsenin ailesine ve malına intikamı gerektiren musibet
isabet eden kimse gibidir. Böyle bir kimsede iki keder bulunur: Biri
musibetten, diğeri de intikam alma lüzumundan doğar" der.
Hattabî de şöyle der:
"İkindi namazını geçiren ailesini ve malını eksilten ve böylece ailesiz ve
malsız kalan kimse gibidir. Dolayısıyla bir kimse ailesinin ve malının elinden
kaçmasını nasıl istemezse ikindiyi kaçırmaktan da öylece sakınmalıdır"
demişlerdir.
İkindiyi kaçırmaktan
maksadın ne olduğu da ihtilfhdır. Bazı âlimler bunu namazı hiç kılamama
şeklinde anlarken, bazıları da onu efdal vaktinden geciktirmek ve güneşin
sarardığı zamana kadar kılmamaktır, biçiminde tefsir etmişlerdir. Bundan
muradın cemaate gitmemek olduğunu söyleyenler de vardır.
İbn Abdi'1-Berr,
geçirme veya geciktirme yönünden bütün namazların ikindi hükmünde olduğunu, bu
hadis-i şerifin ikindinin hükmünü soran bir zâta cevap olarak vârid olması
dolayısıyla ikindi namazının zikredildiğini söyler.
"îkindi,(salat-ıvüstâ)oiduğu
hasseten zikredilmiştir" diyenler de vardır. İbn Hibbân'ın Nevfel b.
Muâviye'den merfû olarak rivayet ettiği, "Her kim bir namazı kaçırırsa, o
kimse ailesini ve malını elinden kaçırmış gibidir" hadis-i şerifi
yukarıdaki mütaleaları te'yid etmektedir.
Müellifin, hadisin
sonundaki ziyâdeleri sünen'e almasındaki maksat, yerinde ifâde edildiği üzere,
bir kelime üzerindeki rivayet farklılıklarına işaret etmektir.[93]
Hadis-i şerif, ikindi
namazını kaçırma veya te'hir etmenin ne kadar tena bir hareket olduğuna ve bu
duruma düşen bir kimsenin aile ve malını kaybetmiş gibi üzülmeye lâyık
olduğuna işaret etmektedir.[94]
415. ...Ebû
Amr -yani Evzâî- :
"Bu senin güneşi
yer yüzünde sarı olarak görmendir" demiştir.[95]
Evzâî'nin bu ifâdesi
hadisteki ikindiyi kaçırmaktan muradın, namazı güneş sararıncaya kadar
geciktirmek olduğunu gösterir. Yâni Evzâi'ye göre, ikindiyi kaçırmaktan maksat,
onu güneşin sarardığı vakte kadar te'hir etmektir.[96]
416. ...Enes
b.Mâlik (r.a.) şöyle demiştir: "Biz Resûlüllah (s.a.)'le birlikte akşam
namazım kılar, sonra da ok atardık da her birimiz okunun düştüğü yeri görürdü.”[97]
Hadis-i şerif, Fahr-i
Kâinat'ın akşam namazını ilk vaktinde kıldığına ve kısa sûreler okuduğuna
delildir. Çünkü öyle olmasaydı namazdan çıktıktan sonra ok atan birinin okunun
düşdüğü yeri görmesi mümkün olamazdı. Ancak Hz. Peygamberin kısa sûreleri
okuması daimî değidir. Zira A'râf, Saffât, Dûhân, Tûr ve Miirselât Sûrelerinden
birini okuyarak akşam namazı kıldırdığı da vâkidir.[98]
Hadis, akşam namazını
kılmakta acele etmenin meşru olduğuna delildir.[99]
417.
...Seleme b.el-Ekvâ[100]
(r.a.)dan, demiştir ki;
"Nebî (Sallellahü
aleyhi ve sellem), akşam namazını güneşin batıp üst kısmının kaybolduğu bir
zamanda kılardı.”[101]
Hadis-i şerifin Müslim
ve Tirmizî'deki rivayetinde Ebû Dâvud dakı üst kısmının kaybolduğu bir
zamanda" ifâdesinin yerine "Perde arkasına gizlendiği /uman" mânâsına
ibaresi yer almaktadır.
Bu hadis de önceki
hadisde olduğu gibi, akşam namazını güneş batar batmaz kılmanın meşruiyetini
göstermektedir.[102]
418. ...Mersed
b. Abdullah'dan şöyle demiştir:
Ukbe b. Âmir Mısır'da
emîr iken, Ebû Eyyûb bize gâzî olarak gelmişti. Ukbe akşam namazım geciktirdi.
Bunun üzerine Ebû Eyyûb kalktı ve Ukbe'ye:
Ya Ukbe, bu ne namazı?
dedi. Ukbe:
Meşgul idik (işimiz
vardı) dedi. Ebû Eyyûb:
Resûlullah (s.a.)ın;
"Ümmetim, akşam namazını yıldızlar çoğalmcaya kadar te'hir etmedikleri
müddetçe hayır-veya[103] fıtrat-üzere devam eder" buyurduğunu
duymadın mı?" dedi.[104]
Râvîlerden birisi
Efendimizin "hayır" mı, yoksa "Fıtrat"mı buyurduğundan
şüphelenmiştir.
Fıtrat hak din ve
sünnet mânâsındadır.
Metindeki cümlesinin
manası, yıldızların çoğunun görünüp birbirlerine karışması demektir.
Ebû Eyyûb (r.a.)un bu
rivayeti nakletmekteki maksadı, namazın te'hirini hoş görmediğini izhâr
içindir. İmam Âzam da akşam namazını bu vakte kadar te'hiri mekruh saymaktadır.[105]
1. Akşam
namızım kılmakta acele etmek müstehaptır.
2. Bu namazı
te’hir hayrm yok olmasma sebeptir.[106]
Bu bâb, yatsı namazını
hangi vakitte kılmanın daha efdal olduğuna dâir hadisleri ihtiva etmektedir.[107]
419.
...Nu'mân b. Beşîr[108] (r.a.)den şöyle demiştir:
Ben, bu namazın (yani)
yatsı, namazının vaktini insanların en iyi bileniyim. Resulüllah (s.a.) yatsıyı
hilâl üçüncü gecesinde kaybolduğu vakitte kılardı.[109]
Nu'man b. Beşîr'in
"Ben bu namazın vaktini insanların en iyi bileniyim" demesi, Allah'ın
kendisine olan nimetini tah-dis kabilindendir. Bu sözün, sahâbîlerin büyüklerinin
vefatından sonra söylenmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Zira bu hususu ondan
daha iyi bilen sahâbîler de vardı.
Hadis-i şeriften
anlaşıldığına göre, Efendimiz yatsı namazını ayın üçüncü günü hilâlin battığı
anda kılarmış. Yani üç günlük ayın batma zamanı yatsı vaktinin başlangıcıdır.
Bu ifâdeden maksat, yatsının başlangıcı, güneş battıktan sonra üç günlük ayın
kaybolacağı kadar bir zamanın geçmesidir. Bu müddet de Hanefîlere göre güneş
battıktan bir buçuk saat sonraya kadar geçen vakte tesadüf eder. Şâfîilere göre
daha az bir müddet, takriben güneş battıktan bir saat sonraya tesadüf eden
vakit kadardır.
Ancak Efendimizin bu
tatbikatı devamlı değildir. Zira daha sonra kıldığına dâir rivayetler de
vardır.
Netice olarak
Resûîullah (s.a.) yatsı namazını ilk vaktinde kılmıştır. Ancak bu devamlı
olmamıştır. Zira önce de ifade edildiği gibi Hz. Peygamberin bn namazı bazan
ilk vaktinde, bazan da te'hir ederek kıldığı vâkidir.[110]
420.
...Abdullah b. Ömer (r.a.)dan şöyle demiştir:
Bir gece Resulüllah
sallellahü aleyhi ve sellemi yatsı namazı için (mescidde) bekleyip durduk.
Nihayet gecenin üçte biri geçtiği zaman veya daha sonra yanımıza geldi. Onu
(ailesi ile ilgili) bir şey mi alıyokdu, yoksa başka bir şey mi oldu,
bilmiyoruz. Resûlullah (s.a.) yanımıza gelince:
"Siz bu namazı mı
bekliyorsunuz? Eğer ümmetime ağır gelmeyecek olsaydı, onu bu saatte
kıldırırdım" buyurdu. Sonra müezzine (kaamet et diye) emretti, o da namaz
için kaamet getirdi.[111]
Hadis-i şerifin
Müslim'deki rivayetinde "Resûhıllah'ı meşgul eden şeyin ailesi mi, yoksa
başka bir şey mi olduğu" ifâdesi saraheten zikredilmiş ve"Onu ehlimi
meşgul etti yoksa başka bir şey mi oldu bilmiyoruz" buyurul-muştur. Hz.
Peygamber'in (s.a.) mescide çıkınca cemaate söylediği şeylerin Müslim'deki
ifadesi de "siz öyle bir namazı bekliyorsunuz ki onu sizden başka hiç bir
din ehli beklemez" şeklindedir.
Ebû Dâvûd sarihleri bu
rivayeti göz önüne alarak, Sünen'deki "bekliyor musunuz?" soru
cümlesini ihbarı mânâda almışlar ve "Bu namazı siz beklersiniz, başkaları
değil" şeklinde tefsir etmişlerdir.
Hadis-i şerif, hüküm
olarak, Hz. Peygamber (s.a.)'in yatsı namazını gecenin üçte biri geçinceye
kadar te'hir ettiğini göstermektedir. Ancak ulema yatsı namazını hangi vakitte
kılmanın daha efdal olduğu konusunda ittifak hâlinde değildirler. Bunu İmam
Nevevî şöyle ifâde eder:
"Yatsı namazının
takdimi mi yoksa te'hiri mi daha efdaldir?" konusu âlimler arasında
ihtilaflıdır. Namazı te'hirin daha efdal olduğu görüşünde olanlar, bu hadisleri
delil addetmişlerdir. Takdimi efdal kabul edenler ise, Efendimizin âdetinin
ekseriyetle takdim olduğunu ileri sürerek ihticâc etmektedirler. Bunlar,
Resûlullah'm cevazı beyân için veya bir özre mebni çok az zamanlar namazı
te'hir ettiğini ileri sürerler."
Aîiyyu'I-Kârî bu son
iddiayı reddederek, Efendimiz'in yatsıyı temhirinin, belli bir maksada dayalı
olduğunu söyler.[112]
1. Yatsıyı
gecenin üçte birine kadar te'hir etmek, câizdir.
2. Din
güçlüğlü değil, kolaylığı ister.[113]
421. ...Muâz
b. Cebel (r.a.) şöyle demiştir:
(Bir gün) yatsı
namazında Resûlullah (s.a.)i bekledik. O kadar gecikti ki bizden kimi onun hiç
(Mescid'e) çıkmayacağını zannetti. Kimi de o namazını kılmıştır, diyordu. Biz
bu halde iken Nebî (s.a.) (Mescid'e) çıkageldi.(Ashab) önceki söylediklerini
ona da söylediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.);
"Bu namazı
geciktiriniz, çünkü siz bununla diğer ümmetlere üstün kılındınız. Sizden önce
onu hiç bir ümmet kılmadı" buyurdu.[114]
Metindeki cümlesi,
bazı nüshalarda sülâsîden
şeklindedir.Ancak mana bakımından bir farklılık yoktur.
Görüldüğü gibi, bu
hadis-i şerif de yatsı namazını geciktirmeyi tavsiye etmekte ve mü'minlerin bu
namazla diğer ümmetlere üstün kılındığını beyân etmektedir. Bu konuda,
tafsilat, namaz vakitleriyle ilgili babın başında verilmiştir.[115]
1. İman,
namazın ilk vaktinde camiye gelmemişse, onun gelmesini beklemek meşrudur.
2. Yatsı
namazını geciktirmek efdaldır.
3. Cenab-ı
Hak müslümanları bazı ibâdetlerle diğer ümmetlere üstün kılmıştır.[116]
422. ...Ebû Said
el-Hudrî (r.a.)den demiştir ki: (Bir gün) Yatsı namazını Resûlullah (s.a.) ile
birlikte kıl(mayi iste)dik. Fakat O, gece yansına yakın bir zaman geçinceye
kadar (mescide) çıkmadı. (Sonra çıktı ve) "Yerlerinizden
ayrılmayınız" diye buyurdu.
Biz de yerlerimizde
kaldık. Daha sonra şöyle buyurdu: "Muhakkak (bazı) insanlar, namazlarım
kıldılar ve yataklarına yattılar. Siz ise, namazı beklediğiniz müddetçe namazda
imiş gibi sevap aldınız. Eğer zayıfların zayıflığı ve hastaların hastalığı
olmasaydı, bu namazı gece yarısına kadar geciktirirdim"[117]
Bu hadis-i şerif de
öncekiler gibi yatsı namazını te'hir etmenin faziletine delâlet etmektedir. Hz.
Peygamber, bu fazilete iki şeyin sebep olduğunu beyân etmiştir. Bunlar:
1. İnsan
namazı beklediği müddetçe, sanki namazdaymış gibi sevâb ve ecir alması,
2. Yatsı
namazını gecenin ilk üçte biri veya gece yarısına kadar geciktirmenin daha çok
sevaba vesile olması.
Fakat Resûlullah
Efendimiz, hastaların ve zayıfların durumlarını nazar-ı itibara alarak namazın te'hirini
emretmiş ve bunu açıkça da ifâde etmiştir.Çünkü namazı te'hir ederek sevap
almaya çalışmakta cemaatin çok oluşunun sevabını kaçırmak da olabilir. Halbuki
cemaatin çok olması, namazı geciktirmekten daha efdaldir.
Hadis-i şerif, yatsıyı
gecenin üçte birine kadar geciktirmenin efdal olduğunu söyleyenler için bir
delildir.
Bu konuda Hanefî
ulemâsı şu iki hususu belirtirler:
1. Vaktin
gecikmesi ile cemamat azalacaksa, namazı öne alarak cemaate hizmet edip
cemaati kaçırmamak,
2. Resûlullah'ın
son fiilinin namaz olması, namazdan sonra konuşmayı kerih görmesini ele alarak
namazın te'hir edilmesi,
Netice olarak da,
Hanefîler, cemaatin durumu esas alınarak cemaatı azaltmayacak kadar ve son
fiilin de namaz olmasına dikkat edilecek şejsüde namazın te'hir edilebileceğini
belirterek iki husus arasında da den tutmaya çalışmışlardır.[118]
1. Namazı
bekleyen kimseye namaz kıhyormuş gibi sevap verilir.
2. Bilenlerin, bilmeyenlere öğretmesi lazımdır.
3. Yapılacak
muamelefcrde zayıf ve hastaların durumları gözetilmelidir.
4. Din, dâima kolaylığı ister.[119]
423. ...Âişe
(r.anha)dan, şöyle demiştir:
"Resûlullah
(sallellahü aleyhi ve sellem) sabah namazını kılardı da kadınlar, örtülerine
bürünmüş olarak ayrılırlar (ve) karanlıktan dolayı tanınmazlardı''[120]
Hadis i şerifteki
"... bürünmüş olarak..."
kelimesi bazı nüshalarda şeklindedir.
Ancak bu fark mânaya tesir etmez. "karanlıktan dolayı tanınmazlardı" cümlesi de
Buhârî'deki bir rivâyetde "onları karanlık sebebiyle kimse tanımazdı"
şeklinde zikredilmiştir.
Bu son cümledeki
karanlığın sebebi hakkında âlimler ihtilâf etmişlerdir. Bir kısmı,
"Mescidin karanlığından dolayı tanınmazdı, çünkü mescidin tavanı basıktı.
Ancak güneşin doğmasına yakın aydmlanabilirdi" derken, bazıları da gecenin
sonunun karanlığından dolayı dışarıda tanınmadiklanm söylerler. Bu ikincisi
cümlelerin kuruluşuna daha uygun bulunmaktadır. Buna göre hadis-i şerif, sabah
namazını ortalık iyice aydınlanmadan, alacakaranlıkta kılmanın daha efdal
olduğuna delalet etmektedir. Mâlik, Şafiî, Ahmed b. Hanbel, Ebü Sevr, Evzâî,
Dâvûd b. Ali ve Taberî (Allah hepsine rahmet etsin) bu görüştedirler. Hülefâ-i
Râşidîn ve sahâbilerin ileri gelenlerinden çoğunun da bu görüşte oldukları
rivayet edilmektedir. Bu görüşte olanların, üzerinde durduğumuz hadis-i
şeriften başka naklî delilleri de vardır.
Hanefî İmamları, Sevrî
ve Iraklıların çoğunluğuna göre sabah namazını biraz aydınlığa bırakmak daha
efdaldir. Bu görüş Hz. Ali ve İbn Mesf-ûd'dan da rivayet edilmiştir. Bu görüş
sahiplerinin delilleri, Râfi' b. Hadîc'in rivayet ettiği, "Sabahı
aydınlığa bırakınız*' hadis-i şerifi ile Buhârî ve Müslim'in İbn Mes'ud'dan
rivayet ettikeri şu hadistir:
"Resûlullah
(s.a.)ı iki namaz hariç hiç bir namazı vakti dışında kıldığını görmedim.
Bunlar (Müzdelife'de) akşam ile yatsıyı cem'etti. O gün sabah namazını da
vaktinden evvel kıldı."
"Hz. Peygamber
fecirden evvel sabah namazını kılmadığına göre, İbn Mes'ud'^un bahsettiği sabah
namazını Efendimiz fecirden sonra, fakat ortalık ağarmadan kılmıştır"
derler. Ayrıca, bu görüş sahipleri namazı geciktirmenin cemaatin artmasına ve
namazdan evvel daha çok nafile kılınmasına imkân verdiğini söyleyerek sabahı
ortalık aydmlanıncaya kadar geciktirmenin efdal olduğuna dâir olan görüşlerini
takviye ederler.
Bu görüşte olanlar,
üzerinde durduğumuz Hz. Âişe hadisi'nin mensûh olduğunu söylerler ise de
muhalifleri, Tirmizı'nin hadis hakkında, "Hasen-sahih" dediğini ileri
sürerek nesh iddiasını reddederler. Hadislerin zahirde muhalif görünmesi Hz. Peygamber
(s.a.)in sabah namazını bazan alacakaranlıkta, bazan da ortalık ağardığında
kıldığını gösterir. Her iki tatbikat da vâriddir. Efendimiz namazda kıraati
uzatacağı zaman erken başlar, kısa okuyacağı zaman geciktirirdi.[121]
1. Sabah namazını ilk vaktinde kılmak efdaldir.
Bu, cumhurun görüşüdür.
2.
Kadınların mescide gitmeleri meşrudur. Ancak bu fitne korkusu olmadığı
zamanlara mahsustur.[122]
424. ...Rafi'b.
Hadîc[123] (r.a.)dan, şöyle demiştir: .
Resûlullah (s.a.)
şöyle buyurdu:
"Sabah namazım
ortalık aydınlanınca kılınız. Çünkü bu(nu böyle yapmanız halinde) ecrinizi daha
büyük kılar veya[124] ecir(iniz) daha büyük olur."[125]
“Sabah namazını
ortalık aydınlanınca kılınız" diye tercüme ettiğimiz cümlesi
en-Nihâye'de "Onu sabah doğduğu anda kılınız" diye
mânâlandırılrmştır. Hadiste namazı ortalık ağarıncaya kadar geciktirme
emredilmektedir.
Suyûti, bu Hadisle
ilgili olarak, "bununla anlaşılmış oluyor ki, "sabahı aydınlığa
bırakınız" lâfzı, ile rivayet eden-
ler, hadisi mânâ
olarak rivayet etmişlerdir" der.
Bu hadis önceki
hadisin şerhinde de işaret edildiği gibi, sabah namazını aydınlığa bırakmayı
efdal gören Hanefîlerin delillerindendir.
Sabahı ilk vaktinde,
alaca karanlıkta kılmayı daha efdal görenler bu hadisteki "aydınlığa bırakma"
veya "sabahın doğmasından" maksadın, ikinci fecrin doğması olduğunu
söylerler.
Önceki hadiste sabah
namazının efdal vakti hususundaki ihtilâflar ve delilleri mufassal olarak
verildiği için burada tekrarına lüzum görülmemiştir.[126]
Namaz vakitlerini
muhafazadan maksat, ya sünnetlerini, menduplannı, hudû ve huşûunu îfâ ya da
namazı müstehap vaktinde edâ etmektir.
İslâm'da iman
esaslarından sonra üzerinde en çok durulan ve dinin temeli sayılan namaz
ibâdetidir. Bu ibâdet, vakitlerle mukayyettir. Vakitlerle ilgili bilgi bir
önceki babta verilmiştir. Bu önemli ibâdetin kıymeti, vaktinde kihnmasındadır.
Sevap bakımından da ecri daha büyüktür. Nitekim imandan sonra en hayırlı
ibâdetin re olduğu Resûlullah'a sorulduğunda; "Vaktindeki namazdır."
buyurmuş olmaları vaktin önemi için en bariz delildir. Ayrıca Mâ'ûn Sûresinde
namazlarını te'hir edenler, vaktinde edâ etmeyenler için de "yazıklar
olsun" denmesi, namaz vakitlerinin riâyet edilmesi gereken şartlardan
olduğunu açıkça Keyân etmektedir.
Bir diğer husus da
ResûluÜah (sallellahü aleyhi vesellem)in namazını vaktinde kılanları cennetle
müjdelemesi, namaz vakitlerine bağlı kalmanın lüzumuna işaret etmektedir.[127]
425.
...Abdullah b. Sunâbihî[128]
demiştir ki;
Ebû Muhammed[129] Vitrin
vacip (farz) olduğunu ileri sürdü.
Ubâde b.es-Sâmit[130] ise
dedi ki;
Ebû Muhammed hatâ
etti. Şehâdet ederim ki, Resûlullah (s.a.)ı şöyle buyururken işittim:
"Beş vakit namazı
Allah farz kıldı. Her kim, bu namazların abtleslini (farzlarına riâyetle) tam
alır, onları vaktinde kılar, rükû ve hûşularını eksiksiz yaparsa, onu
bağışlayacağına dâir Allah'ın va'di vardır. Her kim de bunu yapmazsa, Allah'ın
ona bir va'di yoktur. Dilerse bağışlar, dilerse azap eder"[131]
Hadis-i şerifte "Ebû Muhammed hata
etti" diye tercüme ettiğimiz kısım "Ebû Muhammed yalan söyledi"
manasına şeklindedir. Çünkü Ebû Muhammed'in yalan söylemesi düşünülemez. Zira
yalan, haberle alâkalıdır. Ebû Muhammed'in yaptığı ise, haber verme değil,
fetva'dır. Fetva veren kimse yalan söylemez, verdiği fetvada hatâ eder. Ayrıca
Ebu Muhammed sahâbilerdendir. Bİr sahâbinin verdiği haberde yalan söylemesi
tasavvur edilemez.
Vitir namazının vacip
olmadığını söyleyenler bu hadisi delilleri arasında sayarlar. Ubâde b.
es-Sâmit, Ebû Muhammed'in "vitir vaciptir" derken hata ettiğini ileri
sürerek fikrine Allah'ın farz kıldığı namazların beş vakit olduğuna dâir olan
hadis-i şerifi şahit tutmuşlardır.
Hadis'în devamında Hz.
Peygamber, bu namazları abdestlerini tam olarak alıp vaktinde kılan huşu' ve
rukûunu eksiksiz yapan kimseleri affetmenin Allatsın va'di olduğunu haber
veriyor.
Abdesti tam almaktan
maksat, bazılarına göre, sünnet ve âdabına riâyet ederek bazılarına göre ise
farz ve şartlarına itina ederek abdest almaktır. Hadis-i şerifin sonundaki
tehdid gözönüne alınınca ikinci mânânın daha makul olduğu anlaşılır.
Namazları vaktinde
kılmaktan murat, Tîybî'ye göre ilk vaktinde kılmaktır. Ibn Hacer, bunu kabul
etmez ilk vaktinde olmasa bile, vakit içinde kılınan namazın aynı sonucu
verdiğini söyler.
Rükûıı eksiksiz yapmak
itmi'nan ile ve teşbihlerini ihmal etmeden ifâdır. Diğer rükûnlar anılmadan
sadece rukuun mevzu-ı bahs edilmesi, ya diğer rükûnlara galip kılındığı veya
öbürlerine bir mukaddime ve vesile addedildiği içindir. Cahillerin bunu
önemsememeleri yüzünden özellikle anılmış olması da mümkündür.
Huşû'un tam olması
ise, azaların lüzumsuz şeylerle uğraşmaması, gözün secde mahalline bakması
gibi,âzâyı ve kalbi başka şeylerle meşgul olmaktan korumaktır.
İşte bu sayılanlara
riâyet ederek beş vaktini kılan kimseye, Allah'ın kendisini bağışlayacağına
dâir ahdi vardır.
And: Aslında, yemin,
emânet, zimmet, muhafaza mânâlarmdadır. Burada, vaad demektir. Allah vaadi,
ahd diye isimlendirmiştir. Çünkü bu her türlü vaad'den daha sağlamdır. Bu vaad
Allah'a vacip değildir. Çünkü kulun Allah üzerine vacip olan hiç bir hakkı
yoktur. Ancak bu ve buna benzer şeyler, söylenilenin jmutlak vakî olacağını
beyân içindir.
Allah'ın bağışlamayı
vâdettiği günahlar, küçük günahlardır. Bağışlamaktan murad ya onları amel
defterlerinden silmek veya meleklerin gözlerinden gizlemektir.
Büyük günahlar, Ehl-i
Sünnet inancına göre, ancak tevbe veya Allah'ın affı ile bağışlanabilirler.
Fakat büyük günahların bağışlanacağını söyleyenler de vardır.
Hadis-i şerifte ifâde
edilen şeyleri yapmayanları bağışlayacağına dâir Cenab-i Allah'ın bir vâ'di
yoktur. Dilerse lütfeder, onları bağışlar, dilerse adaletine binâen
azablandırır.[132]
1. Farz
namazların adedi beştir.
2. Hadis-ı
şerifte beyan edildiği şekilde bu beş vakti kılanların küçük günahlarını
bağışlamayı Cenab-ı Allah va'detmiştir.
3. Küfre
götürmediği takdirde, âsinin günahı mutlaka azabı gerektirmez. Mutîlere sevap
da vacip değildir. Çünkü Cenab-ı Allah üzerinde mahIûkâtının hiç bir hakkı
yoktur.[133]
426. ...Ummu
Ferve[134] (r.anha)dan, demiştir
ki;
Resûlullah (s.a.)a,
amellerin hangisinin daha efdal olduğu soruldu. Nebi (s.a.);
" İlk vaktinde
kılman namazdır" buyurdu.[135]
Huzâî
rivayeti(el-Kasım b. Gannârn) Ummu Ferve denilen halasından, -ki o, Resûlullah
salellahü aleyhi veselleme biat etmiştir- "Resûlüllah'a soruldu"
şeklindedir.[136]
İlk bakışta bu
hadisin, bazı hadislere muhalif olduğu zannedilebilir.Çünkü amellerin en
efdalinin, vaktinde kılınan namaz, Allah'a iman, Cihad, hac ve ana-babaya iyilik
olduğuna dair çeşitli hadisler vardır. Fakat mesele üzerinde biraz durulunca,
hadisler arasında herhangi bir tezat olmadığı meydana çıkar. Şöyle ki;
Amellerin en efdalinin vaktinde kılınan namaz olmasından maksat, bunun, namazın
dışındaki amellerden daha sevimli, ilk vaktinde kılınan ise, namaz da dahil
bütün amellerin en efdali olduğunu beyândır.
Amellerin en efdalinin
Allah'a iman olduğunu bildiren hadisin mânâsı, "itikatla ilgili
amellerinin en efdaline" işarettir. Üzerinde durduğumuz hadiste haber
verilen amel ise, ibâdete müteallik amellerdir. Zaten Allah'a iman olmazsa
diğer bütün ibadetlerin hiçbir kıymeti olmaz.
Amellerin en
efdalinin, cihad, hac ve ana-babaya iyilik olduğuna işaret eden hadis-i
şeriflerin mânâları zamana, zemine ve şahıslara göre değerlendirilir. Genel
manada değildir. Yani bazı hallerde ve bazı şahıslar için amellerin en efdali
anaya babaya ihsan, bazıları için hac, bazıları için cihaddır.
Müellifin, hadisin
sonuna Huzâî'nin sözünü ilâve etmekteki maksadı hadiste bir ızdırap olduğuna
işarettir. Huzâî, Abdullah b. Mesleme'ye muhâlefet etmiştir. Çünkü Abdullah b.
Mesleme, hadisin başındaki senedde, "Kasım b. Ğannâm, annelerinden, o da
Ümmü Ferve'den" şeklinde rivayet ettiği halde, Huzâî, "Kasım b.
Gannâm, Ummü Ferve adındaki halasından..."
diye rivayet etmiş,
"analarından birinden" ifadesini zikretmemiştir. Ayrıca Abdullah b.
Mesleme, Ummu Ferve'nin biat ettiğini anmamış, Huzâî bunu da zikretmiştir.[137]
1. İbâdetle
ilgili amellerin en efdali, ilk vaktinde kılınan namazdır. Ancak bazı namazları
geciktirmeyi tavsiye eden hadisler var. Bunlar daha evvel geçmiştir.
2. Câhilin
bilmediğini sorması gereklidir.[138]
427.
...Abdullah b. Fedâle, babasının şöyle dediğini haber vermiştir:
Resûlullah (s.a.) bana
(İslâm'ın hükümlerini) öğretti. (Efendimizin), şu emri bana öğrettikleri
arasındadır:
"Beş vakitnamaza
devam et!"
Bu vakitlerde benim
meşguliyetlerim var. Bana (çeşitli faziletleri) toplayan bir şey emret, onu
yaptığım zaman bana, yetsin dedim.
"İki Asr'a devam
et" buyurdu.
Bizim lûgatımızda bu
kelime yoktu. "İki Asr nedir?" dedim.
"Güneş doğmadan
ve batmadan Önce birer namaz" buyurdular.[139]
Hadis-i şerifin
metninde görüldüğü gibi, el-Asrân (iki asr) sözünü bizzat Hz. Peygamber "Güneş
doğmadan ve batmadan önceki namazlar" diye tefsir etmiştir.
Hattâbî, bu namazların
sabah ve ikindi namazları olduğunu söyler. Aslında kelimenin müfredi olan
"asr" ikindi demektir. Ancak Araplar bazı hallerde sabah ve ikindi
(asr) kelimelerinden her birini diğeri üzerine hamlederek, hafiflik olsun diye
isim olarak aralarını cem ederler. Arapçada bunun başka örnekleri de vardır.
Mesela hurma ve su için "Esvedeyn", Ebû Bekr ve Ömer (r.anhumâ) için
"Ömereyn" tabirleri bu kabildendir.
Hadisin zahiri, ilk
bakışta meşguliyeti olan kişiye sabah ve ikindiyi kılmasının kâfi geleceği,
diğer namazlara lüzum olmayacağı intibaını vermektedir. Ne var ki Resûlullah
(s.a.)ın "Beş vakit namaza devam et" emri, "onlara ilk
vakitlerinde devam et" manasınadır. Hadisi haber veren sahâbî, Efendimize
meşguliyetlerinin çokluğunu bu yüzden hepsini ilk vaktinde kılmasının mümkün
olmadığını özür olarak beyân edip teklifin hafifletilmesini isteyince Hz.
Peygamber, başkası olmasa bile özellikle ikisini, sabah ile ikindiyi ilk vaktinde
kılmasını, diğerlerini biraz geciktirirse, ilk vaktinde kılınanların
diğerlerine keffâret olacağını haber vermiştir.
Hz. Peygamberin evvelâ
beş vakte devamı emrettikten sonra ikinci seferinde sabah ve ikindiyi hususan
zikretmesi, bu iki namazın vaktinden sonraya bırakılması ihtimali daha çok
olduğundan dolayı da olabilir. Çünkü sabah vakti uyku vaktidir. Yataktan kalkıp
namaz kılmak insana ağır gelebilir. İkindi vakti de özellikle Arabistan gibi
sıcak ülkelerde iş güç vaktidir. İnsanlardaki çalışma ve kazanç hırsı bu namazı
ihmal etmelerine sebep teşkil edebilir. Dolayısıyla, bu iki namazı vaktinde
kılan kimse diğerlerini öncelikle kılacağı için Resûlulİah sadece sabah ve
ikindiyi zikretmiş, diğerlerine lüzum
görmemiştir.
Bununla beraber bu iki
vaktin üzerinde durup "namazınızı vaktinde kılimz"ısrarı bu iki
vaktin kerahete en yakın vakit olmasındandır. Zira ikindi vakti te'hir edildiği
zaman kerahet vaktine kalması, sabah namazının ise, güneş doğması ile namazın
devamına mâni kerahet vaktinin girmek endişesi bulunmaktadır.[140]
1. Beş vakit
namazı özellikle sabah ve ikindiyi ilk vaktinde kılmak tavsiye edilmektedir.
2. Soru
soran kişinin anlamadığının açıklanmasını istemesi yerinde bir harekettir.,
3. İnsan,
kendisine zor gelen bir şeyin hafifletilmesini isteyebilir.[141]
428. ...Ebû
Bekr b.Umara b. Ruveybe, babası (Umâra)[142]
'dan naklen onun şöyle dediğini rivayet etmiştir: Basralılardan bir adam
Umâra'ya:
Resûlullah (s.a.)dan
duyduğunu bana haber ver, dedi. Umara şu karşılığı verdi:
Resûlullah (s.a.)ı
şöyle buyururken işittim;
"Güneş doğmadan
ve batmadan önce namaz kılan adam ateşe girmez.”
Basralı, üç defa:
"Sen onu bizzat
Resûlullah'tan duydun mu?" dedi. Umara her seferinde:
"Evet, onu
kulaklarım duydu, kalbim hıfzetti” diyordu.
Adam:
"Ben de
Resûlullah'ı (s.a.) aynısını söylerken işittim" dedi.[143]
Hadis-i şerifin
Müslim'deki rivayetinde "güneş doğmadan ve batmadan önce namaz kılarsa
manasındakı cümleden sonra: "Yani sabahı ve ikindiyi" açıklaması yer
almıştır.
Müslim'deki bu
açıklamadan da anlaşılacağı üzere Hz. Peygamberin insanın cehenneme girmesine
engel olacağım haber verdiği namazlar, sabah ve ikindi namazlarıdır. Bu ifâde
hiç bir zaman diğer namazların ihmâlini meşru kılmaz. Çünkü uyku
vakti"olan sabah ve iş vakti olan ikindi namazlarını ihmal etmeyip devam
eden kişinin, diğer namazları ihmal etmeyeceği tabiîdir. Ayrıca bu iki namaza
hem gündüz hem de gece melekleri şâhidlik ederler. Bu yönden de bu namazların ayrı bir değeri vardır.
Hadisteki,
"cehenneme girmez" ifâdesi, "ebedî azab için oraya
girmez"-şeklinde anlaşılmalıdır. Çünkü oraya girebilir veya uğrayabilir.
Bir de bu va'd ya namazlara devama teşvik bakımından söylenmiştir, ya da
kıldığı namazı kötülüklere mâni olacak şekilde namaz kılanlar kastedilmiştir.
Zira Efendimizin haberine göre; kıyamet günü namazı, orucu ve zekâtıyla gelip
de başkalarına sövdüğü, iftira ettiği, başkasının malını yediği veya kanım döktüğü
için elinden bu amellerinin sevabı alınıp yetişmezse hasmının günahı yüklenerek
cehenneme atılacak nice musallîler vardır.[144]
1. Özellikle
sabah ve ikindi namazlarını vakitlerinde edâ etmek gerekir.
2. Diğerleri
ile birlikte bu namazları muntazam bir şekilde kılanlar ebediyyen ateşte
kalmayacaklardır.
3.
Başkasının söyleyip de kendisinin de bildiği konularda gereğinde şahitlik
edilebilir.[145]
429.
...Ebû'd-Derdâ[146] (r.a.)dan demiştir ki:
Resulüllah (s.a.)
şöyle buyurdu:
"Beş (haslet) var
ki, her kim onları (bilerekve) inanarak yaparsa, cennete girer: (Bu
hasletlerin sahipleri) Abdestlerine, rükûlarına, secdelerine, ve vakitlerine
riâyet ederek beş vakit namaza devam eden, Ramazanda oruç tutan, gücü yeterse
Kabe'yi hacceden gönlü razı olarak zekât veren ve emânete riâyet
edenlerdir."
(İşitenler): Ya
Ebâ'd-Derdâ "Emanete riâyet nedir?" dediler.
Cünüplükten dolayı
yıkanmak, dedi.[147]
Hz. Peygamber hadiste
zikredilen beş haslete sahip olan kimsenin cennete gireceğini ifâde ettikten
sonra, bu kişilerin hangi amelleri işleyenler olduklarını teker teker açıklamış
ve en son olarak emâneti edâ etmeyi
saymıştır.
Rivayeti
Ebû'd-Derdâ'dan dinleyenler, emâneti yerine getirmekten maksadın ne olduğunu
sorunca, büyük bir ihtimalle yine ResulüIIah'tan Öğrendiği bîr karineye
dayanarak, "cünüplükten dolayı gusletmek" şeklinde cevap vermiştir.
Ancak bu ifâdenin
genel manada emânete riâyet maksadıyla söylenmiş olması ve fakat Ebu'd-Derdâ
(r.a.)nın açıklamasının tamamen anlayışına dayalı olması da mümkündür.
İslâm'ın bütün
vecibeleri Allah'ın bizlere bir emânetidir. Cünüplükten dolayı gusletmek bu
emânetler zincirinin bir halkasıdır. Ebu'd Derdâ Hazretlerinin kül içinde cüz
olan cünüplükten gusletmeyi özellikle zikretmesi önemine binaen olsa gerektir.[148]
1. İslâmın
esaslarını edâ, kişinin felahına ve cennete girmesine vesiledir.
2. Hac ancak
gücü yetene farzdır.
3. Zekâttan
dolayı sevap alınabilmesi için, gönül rızasıyla verilmesi şarttır.[149]
430. ...Ebû
Katâde b.Rib'î(veya Rab'î) (ra.) "Resûlullah (s.a.)uı "Allah (azze ve
celle) şöyle buyurdu" dediğini haber vermiştir:
"Ben ümmetin
üzerine beş (vakit) namazı farz kıldım ve onları tam vakitlerinde kılarak
geleni, cennete koyacağıma katımda ahdettim. Ama kim o namazlara devam etmezse
benim katımda onun için herhangi bir ahd yoktur" buyurdu.[150]
Görüldüğü üzere
hadis-i şerif, lafzı Resûlullah'tan, mânâsı Cenâb-ı Allah'dan gelen kııdsî bir
hadistir.
Hadiste zikredilen
"ahd'den maksat, "va'd"dır.Anlaşılıyor ki Cenab-ı Allah beş
vakit namaza devam edeni cennete koyacağını va'detmekte, bunlara devam etmeyen
için böyle bir va'dinin olmadığını ifâde buyurmaktadır. Bazıları, Tirmizî'nin
Bureyde'den rivayet ettiği,"Bizimle onlar arasın-dak: ahd namazdır. Kim
onu terkederse kâfir olmuştur” hadisine dayranarak, namazı terk eden kimsenin
cennete giremeyeceğini söylemişlerdir. Fakat cumhur bu hadisi, namazı inkâr
ederek terketmeye hamletmişlerdir.[151]
1. Farz
namazların adedi beştir.
2. Bu
namazları vakitlerinde eda eden kimse cennete girmeye hak kazanmıştır.
3. Namazları
terk edenler, büyük tehlike içerisindedirler.[152]
431. ...Ebû
Zer (r.a.)den demiştir ki:
“Resûlullah
(sallellahu aleyhi ve sellem) bana;
" Ya Ebâ Zer,
namazı öldüren (geçiren) veya[153]
geciktiren emirler sana âmir olunca ne yaparsın?" buyurdu. Ben;
"Ne emir
buyurursun ya Resûlallah? dedim.
" Namazı vaktinde
kıl, eğer emirlerle birlikte namaza yetişirsen, yine kıl, çünkü o senin için
nafile olur " buyurdu.[154]
Namazı Öldürmek'ten
murat, onu te'hir etmek, canı çıkmış ceset hâline getirmektir. Te'hir etmek de
namazı efdal vaktinden sonraya bırakmaktır. Tamamıyle vaktini geçirmek
değildir. Çünkü eski ve yeni emirlerden nakledilen, namazları muhtar
vakitlerinden geri bırakmalarıdır. Hiç biri onu tüm vaktinden sonraya
bırakmamıştır.
Hz. Peygamberin Ebû
Zer'e namazı ilk vaktinde kılmasını emretmesi vakte riâyet etmesi, emirlerle
birlikte tekrar kılmasını emretmesi de onlara muhalefetten kaçınması içindir.
Hadis-i şeriften
anlaşılan, bu namazlardan ilki farz, ikincisi nafiledir.
Mâlikîlerden meşhur
olan görüşe göre, böyle bir kimse ikinci namaza ikisinden herhangi birini kabul
etmeyi Allah'a havale ederek başlar.
Yine hadis-i şerif,
namazın tekrarı bakımından âmmdır; bütün namazlara şâmildir. Hanefîler, sabahtan
sonra güneş doğuncaya kadar, ikindiden sonra da güneş batıncaya kadar namaz
kılmayı men'eden hadis-i şerife dayanarak, sabah ve ikindi namazlarını kılan
bir kimsenin, bilâhere cemaat olunursa, onlarla tekrar kılamayacağını
söylerler. Bunlara göre akşam namazı bu şekilde iade edilirse, bir rekat daha
ilâve edilerek dört rek'ate tamamlanır. Çünkü tekli nafile mekruhtur.
Mâlikî'ler ise, akşam
namazının aynen tekrar kılınmayacağım söylerler.[155]
1. İrnam bir
namazı müstehap olan ilk vaktinden sonraya bırakırsa mükellef, o namazı tek
başına kılmalı,, bilâhere imam cemaatle kılarken onlara rastlarsa onlarla
tekrar namaza durmalıdır. Bu ikinci namaz nafiledir. Eğer bu iki ameliyeden
sadece birini yapmayı isterse, fazilet itibariyle hangisinin tercihe şâyân
olduğu ihtilaflı ise de muhtar olan, te'hir fazla değilse cemaati beklemesidir.
2. Fitne
çıkmaması için ma'siyet olmamak kaydıyle
emirlere itaat edilmelidir.
3. Namazı
ilk vaktinde kılmak teşvik, geciktirme ise zemmedilmiştir.
4. Hadis,
Resûlullahın Peygamberliğine delil olan mu'cizelerdendir. Çünkü Emevî
Halifelerinden itibaren emirler, namazları geciktirmeye başlamışlardır.
Efendimiz bu hâdiseyi önceden haber vermiştir.[156]
432. ...Amr
b. Meymûn el-Evdî şöyle demiştir:
Muâz b. Cebel (r.a.)
bize -Yemen'e- Resûlullah (s.a.)uı elçisi olarak geldi. Fecirle birlikte onun
tekbirini işittim. Kalın sesli biri idi. Onu sevdim. Artık onun cenazesini
Şam'da defnedinceye kadar bir daha yanından ayrılmadım. Ondan sonra insanların
en bilginini aradım ve İbn Mes'ûd'a gelip ölünceye kadar onun peşine takıldım.
(Bir keresinde) İbn Mes'ûd şöyle dedi:
Resûlullah (s.a.)
bana:
"Size namazı
(efdal) vakti dışında kıl(dır)an emirler geldiği zaman hâliniz ne olur, (Ne
yaparsınız)" dedi. Ben de:
Bu benim başıma
gelirse ne yapmamı emredersin Ya Resûlallah? dedim.
" Namazı
vaktinde kıl, sonra onlarla birlikte
nafile olarak tekrar kıl" buyurdu.[157]
Hadis-i Şerifteki
"subha" kelimesinden murad
nafiledir. Farz namazlar dışındaki namazlar, teşbihler gibi nafile
oldukları için bu adla
anılmıştır.[158]
433.
...Ubâde b. es-Sâmit (r.a.)dan, demiştir ki;
ResûluIIah (s.a.)
şöyle buyurdu:
"Benden sonra
size, meşguliyetleri kendilerini (efdal) vakti geçinceye kadar namazları
vakitlerin(deedâ)den alıkoyan emîrler âmir olacak. İşte o zaman siz, namazları
vaktinde kılınız!”
Bir adam:
Ya Resûlellah, onlarla
da kılayım mı? dedi. Nebi (s.a,);
"İstersen,
evet" buyurdu.[159]
Süfyân (rivayetinde)
dedi ki (adam);
Namaza onlarla birlikte
yetişirsem, onlarla beraber kılayım mı? dedi. ResûluIIah da;
"İstersen,
evet" buyurdu.[160]
Ubâde b. Sâmit'ten
rivayet edilen bu hadis de mânâ ve hüküm olarak öncekilerden pek farklı
değildir. Sadece önceki hadislerde emirlerin namazları efdal vakitlerinden
geciktirme sebepleri anılmadığı halde, burada bunun bazı meşguliyetler olduğu
beyân edilmektedir. Bir de önceki hadislerde namazı ilk vaktinde kılan bir
kimse bilâhere cemaate rastlarsa, onlarla namazı tekrar etmesinin hükmü
belirtilmemişti. Bu hadis-i şerifte iadenin vacip olmadığı, aksine tamamen
mükellefin isteğine bağlı olduğu açıklanmaktadır. ResûluIIah (s.a.) münferiden
kıldıktan sonra cemaate ulaşan kimsenin namazı iade edip etmeyeceğine dair bir
soruyu "isterse iade et" şeklinde cevaplandırmıştır.
Müellifin , hadisin
sonuna Süfyân es-Sevrî'nin sözünü ilâve etmekten maksadı, Cerîr ile Süfyân'm
yaptıkları rivayetler arasındaki farka işaret etmektir. Efendimize soru soran
zâtın ifadeleri, iki râvî tarafından değişik biçimde aktarılmıştır. Evvelkisi
Cerîr'in sonraki de Sufyân'ın naklidir.[161]
1. Hz
Peygamber istikbâle matuf hadiselerden haber vermektedir. Bu, Onun hak
peygamber olduğuna delâlet eden mû'cizelerdendir.
2. Önceki
hadislerde olduğu gibi namazı vaktinde kılmak teşvik edilmekte, emirlere
muhalefet etmemek için de onlarla birlikte namaz tavsiye edilmektedir.[162]
434.
...Kabîsab. Vakkâs[163]
(r.a.)dan, dedi ki: Resûlullah (s.a.): "Benden sonra size namazı (efdal) vaktinden
sonraya bırakacak emirler âmir olacaktır. O (geciktirilen namaz) sizin için
faydalıdır. Zararı da onlara aittir. Ancak onlar kıbleye (müteveccihen) namaz
kıldıkları müddetçe siz de onlarla birlikte namaz kılınız."'[164]
Efdal vaktinden sonra
bırakılarak kılınan namazlarda, tebaanın suçu olmadığı için onlar aynen efdal
vaktinde kılmış gibi sevap elde ederler. Hadisteki, "O sizin için
faydalıdır" ifâdesinin mânâsı budur. Geciktirmeden dolayı hasıl olacak
zarar da buna sebep olan emirlere aittir. Bu da "zararı onlara
aittir" şeklinde ifâde edilmiştir.
Hadis-i şeriften
mü'min oldukları, İslâm dairesinden çıkmadıkları takdirde fâcir kimselerin
arkasında namaz kılmanın caiz olduğu anlaşılmaktadır. Sehfden bazılarının,
zâlim sultanlar zamanında namazlarını önce evlerinde tek başlarına kıldıkları,
sonra da cemaate çıkıp sultanın peşinde iade ettikleri rivayet edilir. îbn
Mâce, İbn Mes'ûd, kanalıyla Hz. Peygamberden, bu uygulamaya ışık tutan mânâda
bir hadis rivayet etmiştir. Hadisin tercemesi şöyledir:
"Siz namazı vakti
dışında kılan kavmlere rastlayacaksınız. Eğer onlara yetişirseniz, bildiğiniz
(vakitte) evlerinizde kılınız. Sonra da onlarla birlikte nafile olarak iade
ediniz."[165]
435. ...Ebû Hureyre
(r.a.)den şöyle rivayet edilmiştir: Resûlüllah (s.a.) Hayber gazvesinden
dönüşünde geceleyin yoluna devam etti. Hepimizi uyku bastırınca (gecenin
sonuna doğru) konakladı ve Bilâl'e:
"Bizim için
geceyi bekle ve kontrol et" buyurdu. Fakat Bilâl,bineğine dayanmış bir
halde uyuya kaldı. Ne Resûlüllah (s.a.), ne Bilâl, ne de ashabtan herhangi biri
uyandı. Onların ilk uyananı Resûlüllah oldu, fırladı ve Bilâl'e seslenerek:
"Ya Bilâl!..
(Niçin uyudun)?" buyurdu. Bilâl
şu cevabı verdi:
Seni bastıran (uyku)
beni de bastırdı. Ya Resûlallah anam babam sana feda olsun, dedi.
Ashab bineklerini
biraz çekip götürdüler. Sonra Resûlullah (sallalahü aleyhi ve sellem) abdest
aldı ve Bilâl'e emretti, o da namaz için kamet getirdi. Resûlullah (sallellahü
aleyhi ve sellem) ashabına sabah namazını kıldırdı. Namazını (kaza edip de)
bitirince:
"Her kim bir
namazı unutursa, onu hatırladığı zaman kılsın. Çünkü Allah Teâlâ,
"Tezekkür için namaz kıl"[166]
buyurdu." dedi.
Yûnus dedi ki:
İbn Şihâb, bu âyet-i
kerimeyi yukarıdaki şekilde okurdu. Ahmed de şöyle dedi:
Anbese -Yunus'tan naklen- bu hadiste âyet “li zikri: beni anmak
için" şeklindedir, dedi.
Yine Ahmed Kerâ nuas
(yani uyuklama, ımızganma)dır dedi.[167]
Hadis-i şerifte haber
verilen hâdise, metinde açıkça ifâde edildiği gibi, Hayber savaşından dönerken
meydana gelmiştir.Sahih-i Müslim'deki rivayet de bu şekildedir. Bâcî, İbn
Abdilberr, Nevevî ve Kadı Iyâz da sahih olanın bu olduğunu söylemişlerdir. Buna
göre, bu hâdisenin Huneyn gazvesi dönüşü olduğunu söyleyen Asîlî'nin görüşü
zayıf kalmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.)
ashâb-i kiramın uykusu gelip de konaklama mecburiyetinde kalınca, sabah namazı
vaktinde kendilerini uyandırması için Bi-lâl'i görevlendirmiş ve ashabla
birlikte istirahata çekilmiştir. Bu görevi bir başkasına değil de Bilâl'e
vermesinin sebebi, onun müezzin oluşu ve namaz vaktini daha iyi bilmesi olsa
gerektir. Ancak diğer sahabîlere arız olan uyku Bilâl'e de gelmiş ve üzerine
aldığı vazifeyi ifâ edememiş, Resûlullah'ı sabah namazına uyandıramamıştır.
Burada akla şöyle bir
soru gelebilir, Resûlullah bir başka hadis-i şerifte, "Benim gözlerim
uyur, kalbim uyumaz" buyurmaktadır. Buna göre, bu hadisler arasında bir
tearuz yok mu?
Bu mukadder suâle iki
şekilde cevap verilmiştir ve'meşhur olanı şöyledir: "Kalb ancak kalble
ilgili hisleri idrâk edebilir. Hades, elem, vs. bu kabildendir. Ama gözle
alâkalı olan fecrin doğması gibi şeyleri idrâk edemez. Efendimizin kalbi uyanık
ise de gözleri uyumakta idi."
Sarihlerin zayıf
dedikleri ikinci cevap da şudur: Resülullah'ın iki hâli vardı, bunlardan
birinde kalbi uyur, diğerinde uyumazdı. Hadis-i şerifte güneşin harareti
vurduktan sonra ilk önce Hz. Peygamberin uyandığı beyân edilmektedir. Sahihi
Müslim'de İmrân b. Husayn'dan yapılan rivayette ise, ilk uyananın Hz. Ebû
Bekir, sonra da Hz. Ömer olduğu zikredilir. Sahihayn'de İmrân ve Ebû Katâde'den
yapılan rivayet de sefer ismi zikredilmezken, Müslim'de de ayrıca İbn
Mes'ûd'dan naklen "Hudeybiye'den dönerken" şeklinde rivayetler
gelmiştir. Bunlar göstermektedir ki, bu hâdise bir defa değil daha fazla
olmuştur. Dolayısıyle rivayetler arasında zıtlık yoktur. Birisinde ilk uyanan
Hz. Peygamber (sallellahü aleyhi ve sellem) ise, bir diğerinde Hz. Ebû
Bekir'dir.
Resûlullah (s.a.) ve
ashabı kalktıktan sonra yerlerini değiştirmişler, bir miktar yürümüşlerdir.
Üzerinde durduğumuz hadiste, bu yer değiştirmenin Hz. Peygamber'in emriyle
olduğuna dair bir işaret yoktur. Ancak bundan sonraki rivayette Efendimiz,
"Size gaflet ânz olan yerinizi değiştiriniz" Müslim'deki rivayette
ise;/'Herkes hayvanın başını tutsun. Çünkü burası bize, şeytanın musallat
olduğu yerdir" buyurmuştur.
"Bu yer
değiştirmeden maksat, güneşin yükselmesini beklemektir, çünkü güneş doğarken
namaz kılmak nehyedilmiştir" diyenler varsa da, gerek az önce
naklettiğimiz rivayetlerde Hz. Peygamberin yer değiştiriş sebebini şeytanın
tasallutu ve gaflete bağlaması, gerekse Efendimiz ve ashabının güneşin
harareti ile uyandıklarının açıkça ifâde edilmesi, o iddia sahiplerinin
görüşlerinin pek isabetli olmadığını göstermektedir.[168]
Hadis-i şerifin
devamında, Hz. Peygamber'in BilâTe emrettiği, O'nun da namaz için kamet ettiği
zikredilmiş, ezan hiç bahis konusu edilmemiştir. Bu, kaza namazlarında ezan
okunmayacağı görüşünde olan Malik, Evzâî ve sonraki kavlinde de Şafiî'nin
görüşüne delil olmaktadır. Bunlar ayrıca Ebû Said el-Hudrî'den gelen Hendek
günü vaktinde kılınamayan öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarının ezan
anılmadan sadece kametle kılındığına dâir rivayeti de delilleri arasına
alırlar. Görüşlerini mantıkî olarak da şöyle müdafaa ederler: "Ezan
vaktin girdiğini haber vermek ve insanları cemaate dâvet etmek içindir. Kaza
vakti ne vaktin girdiğini bildirme ve ne de insanları cemaate davet etme
vaktidir. Ayrıca kaza namazı için ezan okumak insanların zihnini karıştırır ve
onların vakitleri şaşırmasına sebep olabilir."
Bunlara mukabil
Şafiî'nin ilk görüşü (ki ashabının ameli buna göredir) Ahmed, Ebû Sevr ve Ebü
Hanîfe'ye göre, kaza namazları içen de ezan okunur. Bunlar, üzerinde
durduğumuz hadis-i şerifin Sahihayn'daki "Sonra Bilâl ezan okudu ve
Resûlullah (s.a.) iki rekat namaz kıldı. Sonra da sabah namazını
kıldı..." şeklindeki rivayeti kendilerine delil almışlardır. Bu rivayette
önce ezan, sonra iki rekat sünnet daha sonra da sabah namazının zikredilmesi,
zikri geçen "ezsın"dan maksadın, kamet değil, ezan olduğunu gösterir.
443. numarada gelecek olan İmrân b. Husayn hadisi ile 444. numarada gelecek
olan Amr b. Umeyye ed-Damrî'nin rivayetleri de bu görüş sa-hiblerini açıkça
desteklemektedirler. Bunlar, üzerinde durduğumuz hadis ve ezan zikredilmeyen
buna ben/er hadisleri iki şekilde manalandırmışlardır:
Birincisi: Aslında
önce ezan okunmuş sonra kamet getirilmiş, fakat ezan söylenmemiştir.
İkincisi:
Ezanı terketmenin de caiz olduğunu bildirmek için ezan terk edilmiştir.
Hendek savaşındaki
uygulama hususunda hem ezan hem de kametin mevcut olduğuna dâir rivayetler de
mevcuttur. Üstelik birden fazla namaz aynı anda kaza edilirse, her birisi için
ayrı ayrı ezan okunmasının sünnet olup olmadığı konusunda bu görüş sahipleri
arasında fikir birliği yoktur.
Şâfiîlerle
Hanefîlerden İmam Muhammed'e göre, birden fazla namaz aynı anda kaza edilirse,
ilk kılınacak olanı için hem ezan okunur, hem de kamet getirilir; diğerleri
için sadece kamet getirilir. İmam Ebû Hanîfe'ye göre sonrakiler için
muhayyerdir, isterse hem ezan okur, hem de kamet getirir, isterse sadece kamet
getirir.
Kaza namazlarında ezan
okunmaz diyenlerin, "Ezan, vakti haber vermek ve insanları cemaata çağırmak
içindir..." şeklindeki sözleri isabetli değildir. Çünkü ezanın vakit
değil, namaz için olduğunu bidiren âyetler vardır. Meselâ “Namaza
çağırıldığı zaman"[169]
"Namaza çağırdınız zaman"[170]
âyetleri bunlardandır.
Hanefilerin görüşleri
bu hadisle te'yid edilmiştir. Zira kaza olarak kılınan namazın edaya benzemesi
ve kâmil bir şekilde ifâsı, vakit için bile olsa, ezanın tekrar edilmesiyle
gerçekleşir.
Hadis-i şerifte daha
sonra Hz. Peygamber, "Bir namazı unutan, onu hatırladığı zaman
kılsın" buyurmuştur. Bu emir, unutarak veya uyuyarak namazı geçiren
kimseye, uyanır uyanmaz veya hatırlayınca o namazı kaza etmenin derhal vacip
olduğuna delâlet eder. Hâdî, Müeyyedbillâh, Nasır, imam Âzam Ebû Hanîfe, Ebû
Yûsuf, Muzenî, Kerhî... bu görüşü benimsemişledir. Bunlar, bu babın hadislerin
yamsıra Nesâî, Tirmizî ve Ebû Davud'un Ebû Katâde'den ve Müslim'in Enes b.
Mâlik'ten rivayet ettikleri ve hatırlar hatırlamaz namazın kaza edileceğini
bildiren hadisleri de delil almışlardır.
Mâlik ve Şafiî'ye
göre, bu şekilde geçirilen bir namazın kazası hemen (fevri) olarak değil,
terâhî ile (geniş bir tarzda) vaciptir. Resûlullah'ın uyanır uyanmaz namazı
kaza etmeyip de yer değiştirdikten sonra kaza etmesini esas kabul etmişler;
"Hatırlayınca namazını kılsın" emrini istihbâba hamletmişlerdir.
Uykudan dolayı veya
unutarak namazı geçirene kaza vacip olduğuna göre kasten namazı geçirene
öncelikle vaciptir. Bu cumhurun görüşüdür. "Amden (kasten) namaz geçirene
kaza yoktur" diyenler de vardır. Sahih olanı cumhurun dediğidir. Şu kadar
var ki, unutarak geçiren için günah yok, sadece zimmete borç vardır. Bile bile
geçiren için ise, hem günâh hem de zimmetinde kaza borcu vardır. Bu günâhtan
ancak tevbe ile kurtulabilir, tevbesi de geçirdiği namazı kaza edip borçtan
kurtulduktan sonra olabilir. Borcunu ödemeden tevbenin şartları yerine gelmez.
Hz. Peygamber unutarak
geçirilen bir namazın hatırlanınca kaza edileceğini haber verdikten sonra
sözünü tesbit için, Kur'ân-ı Kerim'den âyet okumuştur. Hadisin meşhur
rivayetinde âyet, meşhur olan yedi kıraatte olduğu gibi değil de şaz olan bir
kıraata uygun olarak vârid olmuştur. Ancak müellif, Ahmed b. Salih'in, bu
âyeti meşhur kıraatlere uygun olarak şeklinde rivayet ettiğini kayd eder ki
Buharî, Müslim ve İbn Mâce'deki rivayetler de bu şekildedir.
Kâdî İyâz bu bölümle
ilgili olarak,
"Bunda bizden
evvelki şeriatlerin, bizim için de şeriat olduğuna delil vardır. Zira hüküm,
âyetten alınmıştır ve bu âyetle Musa aleyhisselâma hi-tab edilmiştir" der.
Konunun tafsilâtı Usûl kitaplarında verilmiştir.[171]
1. Mühim
işler için bekçi tâyini istenen bir iştir.
2.
Resulullah (s.a.) için de beşeri ihtiyaçların arız olması tabiîdir.
3. Üzerine
aldığı işi, arız olan bir özürden dolayı yapamayanların özrünün kabul edilmesi
meşrudur.
4. Şeytanın mekânı
zannedilen yeri değiştirmek caizdir.
5. Geçmiş
namazları unuturak bile olsa geçiren kimseye kazası gerekir.
6. Kaza
namazlarının cemaatle kılınması meşrudur.
7. Kerahet
vakitleri müstesna, farz namazlar her zaman kaza edilebilir.
8. Kazaya kalan
namazların kazaya kalışının akabinde kaza edilmesi istenen bir iştir.
9. Gece
namazları gündüz, gündüz namazları gece kaza edilebilir.[172]
436.
...Ma'mer, Zührî'den, Zührîde Saidb. Müseyyeb vasıtasıy
Resûlullah (s.a.):
"Size gaflet
gelen yerinizi değiştiriniz" buyurdu ve Bilâl'e emretti, o $a ezan okudu,
kamet etti ve Efendimiz namazı kıldı.
Ebû Dâvûd dedi ki:
Mâlik, Süfyân b. Uy ey
ne, Evzaî ve Abdurrezzak bu haberi Ma'mer ve İbn İshâk'tan rivayet etmişler
fakat hiç birisi, Zührî'nin bu hadisinde ezanı zikretmemiştir. Yine bunlardan
Evzâf ve Ebân el-Attar'dan başka hiç birisi bu haberi Ma'mer'e isnâd
etmemiştir.[173]
Müellifin bu rivayeti kitabına
almaktaki maksadı Zührî'den yapılan rivayetler arasındaki farklılığa işaret
etmektir. Çünkü bir evvelki hadis-i şerifte Efendimizin Hz. Bilâl'e güneş
doğduktan sonra kaza namazı için ezan okumasını emrettiğine dair herhangi bir
kayıt yok iken, bu rivayette Efendimizin ezanı emrettiği açıkça beyân
edilmiştir. Ancak Ebû Davud'un rivayetin sonuna ilâve ettiği sözleri Mâlik,
Süfyân b. Uyeyne, Ev-zâî ve Abdurrezzak'ın bu hadisi Ma'mer'den rivayet ederken
Hz. Peygamber'in ezanı emrettiğini hiç zikretmedikleri intibaını vermektedir.
Fakat Mâlik, Süfyân b. Uyeyne ve Evzâî bizzat Zührî'nin ashabından oldukları
için Ma'-mer'in aracılığına muhtaç değillerdir. Öyleyse, Müellifin bu sözleri
şu şekilde anlaşılmalıdır: "Mâlik, Süfyân b. Uyeyne ve Evzâî, Zührîden;
Abdurrezzak da Ma'mer'den bu hadisi rivayet etmişlerdir. Ancak ezanı
zikretmemişler."
Burada, güneş
doğduktan sonra kaza edilecek olan sabah namazı için ezan okunmasının Efendimiz
tarafından emredildiğini gösteren rivayet zayıf görülmüşse de bu rivayeti takviye
eden başka haberler de mevcuttur. Meselâ Beyhâkî bu hadis-i şerifi mevsûl ve
mufassal olarak rivayet ettikten sonra, "Bunu Malik, Muvattâ'da Zührîden o
da, İbnü'l-Müseyyeb'den mürsel olarak rivayet etmiş ve ezanı zikretmiştir. Bu
hâdisede ezan sahihtir, sabittir. Bunu Ebû Hureyre'den başkaları da rivayet
etmiştir" demiş, sonra da Buhârî'nin Sahih'inde de mevcut olan Ebû Katâde
hadisini nakletmiştir. Bu hadisde, "Efendimiz, sonra;
Ya Bilâl! Kalk da
insanlara namaz için ezan oku... buyurdu" denilmektedir.
Müslim'in bir
rivayetinde de sonra Bilâl namaza nida etti (ezan okudu) denilmektedir.
Bu haberler geçmiş
namazlar kaza edileceğinde bunlar için ezan okunacağı görüşünde olan
Hanbelîlerle, Hanefîlerin görüşlerini te'yid etmektedir. Bu konuda ulemâ arasında
görüş birliği yoktur. Bu ihtilâflara bir evvelki hadisin şerhinde işaret
edilmiştir.[174]
437. ...Ebû
Katâde (r.a.)den nakledildiğine göre, Peygamber (sallellahü aleyhi ve sellem)
bir yolculukta idi, birden yoldan ayrıldı; onunla birlikte ben de ayrıldım.
"Bak bakalım
(kimseyi görüyor musun)?" buyurdu.
Biz yedi kişi oluncaya
kadar, bu bir süvari, bu ikisi iki süvari, bunlar üç süvari... dedim. Sabah
namazını kastederek;
"Bize namazımızı
geçirtmeyiniz." buyurdu.
Uyuyakaldılar ve ancak
güneşin hararetiyle uyanabildiler. Uyanır uyanmaz hemen kalktılar ve birazcık
yürüdüler. Biraz sonra konaklayıp abdest aldılar. Bilâl ezan okudu ve önce
sabah namazının iki rekât (sünnet)ini, sonra da farzım kılıp (hayvanlarına)
bindiler.
Ashâb, biribirine:
Namazımızda kusur
yaptık, diyorlardı. Bunun üzerine Resulüllah (s.a.):
"Uyku hâlinde
kusur yoktur, kusur uyanıkkendir. Biriniz namazı unutursa hatırladığı zaman
kılsın, ertesi günde ise (onu) vaktinde kılsın" buyurdular"[175]
Açıklama
Hadis-i Şerifteki "uyuyakaldılar" diye terceme
ettiğimiz tabın Kur an-ı Kerim'den[176] iktibas edilmiştir. Hattâbî, bu tâbirin
Arapçada fasîh bir terim olduğunu, "sesin ve hissin kulağa girmesine perde
olmak" manasına geldiğini söyler.
Bu hadis-i şerif de
öncekilerde olduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a.)'in bir yolculuğunda sabah namazı
vaktinde uyuyakalıp namazı güneş doğduktan sonra kaza ettiğini ortaya
koymaktadır. Bu rivayette de, Hz. Bilâl'in kaza edilecek namaz için ezan
okuduğu açıkça görünmekte ve kaza namazlarında ezan okunmasına lüzum görenlerin görüşlerine dayanak olmaktadır.
Hattabî, bu rivayette ezanın zikredildiğini hatırlattıktan sonra senedinin de
sağlam olduğunu söylemiştir.
Yine bu rivayette
güneş doğduktan sonra kaza edilen sabah namazının, sünnetinin de kılındığı
anlaşılmaktadır. İmam Azam Ebû Hanîfe hazretleri ve Ebû Yûsuf, bunu delil
alarak, "sabah namazının sünneti farzı ile birlikte geçirilirse, güneş
doğduktan sonra birlikte kaza edilir" demişJerdir. Sadece sünnet
geçirilirse, İmam Âzam'a göre kaza edilmez. İmam Muhammed'e göre kaza edilir.
Diğer namazların sünnetleri kaza edilmez. Sabah namazının sünnetinin kaza
edilmesinin mesnedi bu hadistir.
Şâfiîlere göre de
sabah sünneti ister tek başına, ister farzla birlikte geçirilsin kaza edilir.
Diğer sünnetler için de durum aynıdır.
İmam Mâlik'e göre
sabahın sünneti kaza edilmez. Fakat ashabı, kaza edileceğini söylemişlerdir.
Mezhebin görüşü de bu şekilde sabit olmuştur. Ancak Hanefî ve Şâfiîlerin
aksine Mâlikîlere göre sünnet farzdan sonra kaza edilir.
Hadis-i şerifin Ebû
Dâvûd'daki rivayetinde, namazı unutan bir kimsenin hatırlayınca kılması
emredilmektedir. Tirmizî'de unutmaya ilâve olarak uyku da zikredilmiştir.
Müslim'deki bir rivayet ise, "kusur ancak namazı sonraki namaz vakti
girinceye kadar kılmayanadır. Kim böyle yaparsa uyandığında kılsın"
buyurulmaktadır.Hadisin bu bölümü, "Uyku esnasında mükellefiyet yoktur.
Kaza yeni bir emirdir" diyenlere delildir.
Bu hadisin son
bölümündeki "Ertesi"günü de vaktinde kılsın" cümlesi, ulemâ
arasında bazı görüş ayrılıklarına sebep olmuştur. Bu sözün zahiri, geçirilen
bir namazın bir defa, hatırlanınca bir de ertesi günkü vaktinde olmak üzere
iki defa kaza edilmesini gerekli göstermektedir. Nitekim bazı âlimler, bu
şekilde anlamışlar, ancak ertesi günkü vakitte kazayı müstehap saymışlardır. Şu
da var ki, cumhûr-u ulema-bu görüşü benimsememiş, seleften hiç birisi kaza
edilen bir namazın, ertesi günkü vaktinde tekrar kılınmasını müstehap
görmemiştir. Nevevî, bu cümlenin mânâsının "bugün uyanamayıp da namazı
kaza eden bir kimse yann da böyle yapmasın, namaz vaktini değiştirmesin,
yarının namazını kendi vaktinde kılsın" şeklinde olduğunu söylemiştir.
442. hadiste gelecek olan "geçen namazın bundan başka kef fareli
yoktur" cümlesi de cumhurun görüşünün isbâbetini ortaya koyar.[177]
1. Geçmiş
namazların kazasında ezan okumak meşrudur.
2. Sabah
namazının sünneti farzı ile birlikte geçirilirse -öğleye kadar-kaza edilir.
3. Uyku veya
unutma sebebiyle namazı vaktinden sonraya bırakmakta günah yoktur. Tabiî bu
devamlı namaz kılanlar içindir. Namaza hiç alışık olmadığı için unutan veya
sabah namazına hiç kalkmadığı için uyanamayanlar bu ruhsatın dışındadırlar.
Nitekim namaz vakti daraldığı ve uyuduğu takdirde uyanamayacağını bildiği
halde uyuyan kimsenin günahkârr olacağı söylenilmiştir.[178]
438.
...Hâlid b. Sümeyr demiştir ki;
Ensâr'ın kendisini
fakih tanıdığı Abdullah b. Rebâh el-Ensârî, Medine'den bize gelip şöyle haber
verdi:
Resûlullah (s.a.)m
süvarisi[179] Ebû Katâde:
Resûlullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) emîrler ordusunu gönderdi dedi ve önceki hadiste geçen
hâdiseyi anlattı. (Ebû Katâde devamla):
Bizi ancak doğmakta
olan güneş uyandırdı. Namazımız (geçti) diye korku ile kalktık. Efendimiz
güneş yükselinceye kadar:
"Yavaş olun,
acele etmeyin" buyurdu. (Güneş yükselince Resûlullah):
"Sizden, sabah
namazının (sünnet olan) iki rekatini devamlı kılmakta olanlar (şimdi de)
kılsın" buyurdu.
Bunun üzerine önceden
(sünnet olan) iki rekati kılmayı itiyâd eden de, etmeyende kalkıp kıldı. Sonra
Resülullah (s.a.) namaz için ezan okunmasını[180]
emretti. Ezan okundu ve Efendimiz kalkıp bize namazı kıldırdı. Namazı
bitirince:
"Dikkat ediniz!
Allah'a hamdederiz ki, biz, bizi namazdan alıkoyan dünya işlerinden bir şeyde
değildik. Fakat ruhlarımız Allah'ın elindedir (uyuyorduk). Allah (celle
celâluhu) ruhlarımızı, dilediği zaman gönderir. Sizden her kim yarının sabah
namazına vaktinde yetişirse, onunla birlikte onun gibisini (bugün vaktinde
kılamadığı sabah namazını) kaza etsin" buyurdu.[181]
Bazı sarihler, ordunun
başına önceden Ca'fer b. Ebî Tâlib, onun şehâdetinden sonra Abdullah b. Revana,
ondan sonra da Hâlid b. Velid emir olduğu için Emirler Ordusu'nun Mûte
muharebesindeki ordu, bu hâdisenin de Mûte seferinde olduğunu söylemişler ise
de, bu isabetli değildir. Çünkü Mûte seferinde Hz. Peygamber bizzat bulunmamıştır.
Bu icma ile sabittir. Bu yüzden Aynî, bu hadisteki "Emirler ordusu"
tâbirinin Hâlid'den bir vehm olduğunu söyler. Menhel sahibi ise, burada
Hâ-Ud'in vehminin bir değil, üç yerde olduğunu, bunlardan birincisinin "Emirler
ordusu" tâbirinde; ikincisinin, "Sizden her kim daha evvel sabah
namazının sünnetini kılarsa..." cümlesinde; üçüncüsünün de hadisin sonundaki
"Onunla birlikte benzerini kaza etsin*' sözünde olduğunu söyler.
Emirler Ordusu sözü
râvîden bir vehm değilse, bu ordu olsa olsa Hay-ber'i fetheden ordu olabilir.
Çünkü bu savaşta Hz. Peygamber yarım baş ağrısına tutulduğundan sancağı ilk gün
Hz. Ebû Bekir'e, ertesi gün Hz. Ömer'e, daha sonra da Hz. Ali'ye vermiş ve feth
Hz. Ali'nin eliyle müyesser olmuştur. Görüldüğü gibi bu orduda üç ayrı emir
vazife almıştır. Öyleyse Emirler Ordusu denilip de içerisinde Hz. Peygamber'in
bulunduğu anlaşılan ordunun, Hayber gazvesindeki ordu olduğunu anlamak gayet
tabiî ve mantıkîdir.
Bu hadiste, Hz.
Peygamber, ashabını sabah namazının sünnetini kaza hususunda muhayyer bırakmış
ve "daha evvel sabahın sünnetini kılma âdeti olanlar kılsın''
buyurmuşlardır. Sabah namazının sünneti,' müekked bir sünnet olduğu ve ashabı
kiramın böyle bir sünneti terk etmesi düşünülemeyeceğine göre, Efendimizin
sözünü seferle kayıtlı anlamak daha doğrudur. Yani "daha önce seferde iken
sünneti kılma âdeti olanlar, yine kılsın" demektir.
Hadis-i şerifin
sonundan anlaşıldığına göre Resûlullah (s.a.) geçirilmiş sabah namazını güneş
yükseldikten sonra kaza ettiği halde bir de ertesi gün kaza edilmesini
emretmiştir. Fakat bu ifâde yukarıda Menhel sahibinin de dediği gibi, râvilerin
vehmi olmalıdır. Nitekim Tirmizî ve başkaları, Buhâ-rî'nin bu hadisi galat
kabul ettiğini söylemişlerdir. 442 numarada gelecek hadis ile, Nesâî'nin İmrân
b. Husayn'dan rivayet ettiği "onlar (ashab) ya Resulel-lah! Bu geçen
namazı yarınki vaktinde tekrar kaza clmiyelinı mi? dediler. Resûllullah (s.a.)
"hayır Allah sizi ribâdan menettiği halde onu sizden alır mı? buyurdu"
mealindeki hadis de üzerinde durduğumuz hadisin galat olduğu veya râviden bir
vehmin bulunduğu fikrini te'yid etmektedir.
Yukarıdaki hadisin
şerhinde de işaret edildiği gibi, kaza edilen bir namazın, ertesi günkü
vaktinde tekrar kaza edileceğini selef ulemasından hiç kimse söylememiştir.[182]
439. ...Ebü
Katâde bu haber hakkında dedi ki:
Resûlullah (s.a.)
"Allah (azze ve
celle) ruhlarınızı dilediği zaman kabzetti ve dilediği zaman iade etti. Kalk
ve namaza davet et (ezan oku)" buyurdu.
Resûlullah ve ashabı kalkıp
abdest aldılar güneş yükselince (kerahet vakti çıkınca) Efendimiz cemaate
namaz kıldırdı.[183]
İbn Reslân Hz.
Peygamber'in: "Allah ruhlarınızı dilediği zaman kabz etti, dilediği zaman
da iade etti" sözünün mânâsının, ruhun bedenle olan alâkasının kesilmesi olduğunu, bunun ölümü
gerektirmediğini söyler.
Burada şu hususları
belirlemekte fayda vardır. Çoğu kez kullandığımız nefis ve ruh kelimeleri
muhteva itibariyle aynı şeyler mi, yoksa ayrı şeyler midir? Bu hususta elde
yeterli bilgiler olmamasına rağmen âlimlerimiz, nefisle ruhun aynı şeyler
olduğunda ittifak etmeyip kimi, aynı şey, kimi de ayrı ayrı şeylerdir
demişlerdir. Nefis ile ruh insanda bir ise, ruh, bir midir, yoksa birden fazla
mıdır? sorusunu sormuşlardır. Bunun neticesinde şu hükümler ortaya atılabilir:
1. İnsan
vücudunda ruh birdir, faaliyetleri ve nitelikleri bakımından değişiklik
arzeder diyen görüş takdire şayan sayılmıştır.
2. Birden
fazla ruh vardır diyenler ise, bu ruhlardan biri insan üzerinde faaliyetini
icra ettiği zaman insan uyanık olur, çıktığı zaman uyku ve rü'ya görür; diğer
bir ruh ise, beden ile ittisali insanın diriliğim", bedenden ayrıldığı
zaman da insanın ölümü gerçekleşir, demişlerdir.
Bütün bunların yanında
şunu hatırlamakta fayda vardır: Hz. Peygamber (s.a.)e ruh ve mâhiyeti hakkında
soru sorulduğunda Peygamber (s.a.) hemen cevap vermemiş, Cibril-i Emin vâsıtası
ile gelen âyet-i celilede soru sorunlara cevap verilmiştir:
"Ruh benim
Rabbimin işidir. (Bu konuda) size ancak az bir bilgi verilmiştir" buyurulması,
ruhun mâhiyetinin insanlarca meçhul olduğuna işarettir.
Efendimizin, bu
hâdisede ezan okumasını kime emrettiği açıkça belli olmamaktadır. Bununla
beraber diğer rivayetlerin yardımıyla bu emrin Hz. Bilâl'e verildiği
anlaşılmaktadır. Yine bu rivayette ezan okuma ve abdest alma işlerinin güneş
yükselmeden önce olduğu görülmektedir. Halbuki önce geçen ve bundan hemen sonra
gelecek olan rivayetlerde abdestin, güneş yükseldikten sonra alındığı
anlaşılmaktadır. Sabah namazına kalkıîamayıp da, kuşlukta kaza edildiği vak'a
birden fazla olabileceği için, hadisler arasında tezat söz konusu değildir.[184]
440. ...Ebû
Katâde (r.a.) Resulullah (sallellahü aleyhi ve sellem)den bir evvelki -Halid'in
rivayet ettiği- hadisin manasını rivayet ederek şöyle dedi:
"Resûlullah
(s.a.), güneş yükselince abdest alıp ashabına namazı kıldırdı."[185]
Bu rivayetin tekrar
Sunen'e alınmasındaki maksat, bununla önceki rivayet arasında mevcut olan
ihtilafa işarettir. Çünkü bir evvelki hadiste cemaatin, abdesti güneş
yükselmeden aldıkları ifâde edildiği halde, burada güneş yükseldikten sonra
aldıkları ifâde edilmektedir.
Yukarıda da işaret
edildiği gibi rivayetler arasındaki bu kihtilâf, hâdiselerin farklılığına
hamledilerek giderilmiştir.[186]
441. ...Ebû
Katâde (r.a.)den; demiştir ki: "Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Uyku hâlinde
kusur yoktur. Kusur ancak, uyanıkken, diğer namazın vakti girinceye kadar bir
namazın geciktirilmesidir."[187]
Hadisteki kelimesini meçhul olarak gaibe sığası ile
okuyanlar olduğu gibi, malum olarak muhatap sîgasiyla da okuyanlar olmuştur.
Terceme birinci okuyuşa göre yapılmıştır.
Bu rivayet Ebû
Dâvûd'da 437. hadîsin sonunda da biraz değişik lâfızlarla mevcuttur. Ayrıca bu
hadisin yeri de 337. hadisten sonra olması gerekirken Ebû Dâvûd burada zikretmiştir.
Orada gerekli
açıklamada bulunulmuştur. İlâve olarak şunu diyebiliriz:
Bu hadîsten
anlaşılıyor ki, sabah namazı dışındaki namazların vakitleri, bir sonraki
namazın vakti girinceye kadar devam eder. Sabah namazının vakti ise, güneşin doğması
ile sona erer.
Kusurun bir namazı
diğer bir namaz vaktine bırakılması olduğuna göre Arafat ve Muzdelife dışında
iki namazın bir vakit içinde birleştirilmesi (yani cem'edilmesi) yoktur; diyen
Hanefiler bu'hadise dayanırlar.[188]
1. Uyuma
veya unutma sebebiyle namazı vaktinde kılamamaktan, dolayı günah yoktur.Günah özürsüz olarak vaktinde
kılamamaktan dolayıdır.
2. Sabah
namazı dışındaki namazların vakitleri, bir sonraki namazın vakti girinceye
kadar devam eder.[189]
442. ...Enes
b. Mâlik (r.a.)'den demiştir ki: Resüiullah (s.a.) :
“Bir namazı unutan
kimse, onu hatırladığı zaman kılsın. O namaz için bundan başka bir keffâret
yoktur."[190]
Bu hadis-i şerifle
ilgili olarak Hattâbî şöyle der: "Demek istiyor ki, Ramazan'da özürsüz
olarak orucu tutmayana keffâret, hac menâsikinden bir şey terk eden ihramlıya
dem ve yemek yedirme gibi bir ceza lâzım olduğu gibi, namazı terk etmekten
dolayı sadaka gibi herhangi bir keffâret ve borç yoktuı. Ru hadisde bii
kimsenin başka birinin borcunu ödemesi ve onun yerine hac etmesi caiz olduğu
gibi, başkasının yerine namaz kılmasının caiz olmadığına da delil vardır.
Oruçta olduğu gibi, namazın mal ile ödenemeyeceği de hadisten
anlaşılmaktadır."
Hadis-i şerifde,
unutularak vaktinde kılınamayan namazın, hatırlanılınca kaza etmekten başka
bir keffâretinin olmayışının hasr terkibi ile ifâde edilmesi, terk edilen bu
namazın ertesi günü vaktinde tekrar kaza edileceğini söyleyenlerin aleyhine
açık bir delildir. Geçirilen bir namazın kazası bir defadır, tekrarına lüzum
yoktur.[191]
Menhel sahibi, bu
hadîsin şerhinde Hattâbî'nin yukarıya naklettiğimiz açıklamasını kaydettikten
sonra:
"Bununla bilinmiş
oluyor ki, (târikü's-salât) namaz borcu olan bir kimsenin ölümünden sonra,
bazı insanların, başkalarına mal verip iskat-ü salât diye isimlendirdikleri şey
delilsizdir" demektedir.
Ancak Hanefî
ulemasının İmam-ı Muhammed'den yaptıkları bir nakle göre, namazın da bedenî
olan ve bir mazerete mebnî tutulamayan oruç ibâdetine kıyasla öksüz ve yetimlerin
hakkına tecâvüz edilmeksizin namaz kef-fâretinin de verilebileceğini ve bu
konuda İmam-ı Muhammed'in "Cenab-ı, Hakk'ın onu muaheze etmeyeceğini
umarım" dediğini de ilâve etmişlerdir.
En azından onun ruhu
için bir sadaka olacağından veriimesinde ve yapılmasında beis olmadığı,
uygulamanın da ülkemizde bu istikamette olduğu bilinmektedir.[192]
1. Unutularak
vaktinde kılanmayan bir namaz, hatırlanır hatırlanmaz kılınmalı, tehır
edilmemelidir.
2. Geçirilen
bir namaz, bir defa kaza edilir, başkaca dünyevî bir cezası yoktur.[193]
443.
...Imrân b. Husayn[194] (r.a.)den nakledildiğine göre;
"Resûlullah
(s.a.) bir sefer esnasında o ve ashabı sabah namazı vaktinde uyuya kaldılar ve
güneşin harareti ile uyandılar. Güneş yükselinceye kadar biraz yürüdüler,
sonra Efendimiz müezzine emretti, o da ezanı okudu. Sabah namazının farzından
önce iki rekât (sünnet) kıldı, bilahare müezzine emretti o da kamet etti,
Resûlullah da sabahın farzını cemaatle birlikte) kıldı."[195]
Hz. Peygamberin bu
hadiste bahis konusu edilen seferinin hangi sefer olduğu ihtilaflıdır.
Müslim'in Ebû Hureyre'den bu kıssaya benzer bir rivayetinde hâdisenin
Hayber'den dönerken olduğu, Ebû Davud'un İbn Mes'ûd'dan yaptığı rivayette (bk.
447. hadîs) Hudeybiye zamanında, İmam Mâlik'in Muvattâ'da Zeyd b. Eslem'den
Mürsel olarak yaptığı rivayette Mekke yolunda, Abdurrezzak'ın M usan ne T de
Atâ b. Ye-sâr'dan yaptığı nakilde, Tebûk yolunda ve yine Ebû Davud'un başka bir
rivayetinde de Ceyşü'i-Umerâ (Mûte veya Hayber) seferinde olduğu ifâde
edilmektedir. Ancak bu hâdisenin Ebû Dâvûd'da 435. hadiste de ifâde edildiği
gibi Hayber gazvesinden dönerken olması daha kuvvetli görünmektedir. Hadis-i
Şerif bundan Önceki rivayetlere çok benzemektedir. Gerekli açıklama daha
önceki hadislerin şerhinde verilmiştir.[196]
444. ...Amr
b. Umeyye ed-Damrî[197]
(r.a.)den demiştir ki;
Seferlerinin birinde
Resûlullah (sallellahü aleyhi ve sellem)îe beraberdik. Sabah namazı (vaktinde)
güneş doğuncaya kadar uyuyakaldı. Uyanır uyanmaz:
"Bu yeri
değiştiriniz" buyurdu.
Sonra BilâPe emretti,
o da ezan okudu. ;Ashâb) abdest alıp sabah namazının iki rekât (sünnet)ini
kıldılar. Sonra Bilâl'e (tekrar) emretti, kamet getirdi; Efendimiz de cemaata
sabah namazının farzını kıldırdı.[198]
Bu ve bundan önceki
hadis, kaza namazlarında ezan okumanın sünnet olduğunu söyleyen Hanenlerın
görüşüne delildir. Ayrıca bu rivayette Ef. ndimizin ezan okumasını emrettiği
zat açıkça belirtilmiştir. O da Bilâl-i Habeşî (radiyellahü anh)dir.[199]
445.
...Resûlullah (s.a.)a hizmet eden Zî Mihber el-Habeşî[200] ,bu
olay hakkında şöyle demiştir:
Resûlullah (s.a.) bir
abdest aldı ki abdestinden toprak çamurlaşmadı.[201]
Sonra Bilâl'e emretti, O da ezan okudu. Sonra Hz. Peygamber kalkıp acele
etmeden iki rekat (sünnet) kıldı. Daha sonra Bilâl'e:
"Namaza kamet
et" buyurdu.
Bilâhere yine acele
etmeden farzı kıldı.
İbrahim;(b.el-Hasen an
lafzını kullanarak)Haccâc'dan, Oda Yezid b. Suleyh'den, O da; "Bana
Habeşli bir adam -Zû-Mihber- haber verdi" şeklinde rivayette bulundu.
Ubeyd (b. Ebî'l-Vezîr)
ise, (Yezîd b. Suleyh yerine) Yezid b. Sulh[202]
dedi.[203]
446.
...Necâşî'nin kardeşinin oğlu Zû Mihber önceden zikri geçen haberi rivayet
edip şöyle dedi:
"(Müezzin) acele
etmeden ezan okudu."[204]
Bu rivayet de yukarıdaki
rivayetin aynısıdır. Bu rivayette sadece müezzinin ezanı acele etmeden
okuduğunu belirten bir söz ilâve edilmiştir.
Müellifin, bu rivayeti
getirmekten maksad yukarıda işaret edilen farkı göstermek ve Zû Mihber'den
rivayet yapan zâtın adının Yezîd b. Salih değil de Yezid b. Suleyh olduğunu
söyleyen Haccac'ın iddiasını takviye etmek olsa gerektir.[205]
447.
...Abdullah b. Mes'ûd (r.a.)'den demiştir ki;
Hudeybiye zamanında
Resûlullah (sallellahü aleyhi vesellem)le birlikte geldik. Resûlullah (s.a.):
"Bizi kim
bekleyecek?" buyurdu.
Bilâl:
Ben, dedi.
Ancak ashab(ın hepsi)
güneş doğuncaya kadar uyudu kaldı. Peygamber (s.a.) uyanır uyanmaz:
"Daha evvel
yaptığınız gibi yapınız. (Önceden normal vaktinde abdest alıp, ezan okuyup,
namaz kıldığınız gibi yine kılınız)" buyurdu.
Biz de öyle yaptık.
Daha sonra Nebî (s.a.);
"Uyuyan veya
unutan (uyuduğu veya unuttuğu için namazı vaktinde kılamayan) böyle
yapsın" buyurdular.[206]
Önceden de ifâde
edildiği gibi, Resûlullah'ın uyuyakalıp da sabah namazını güneş doğduktan sonra
kıldığı yolculuğu, bu rivayete göre Hudeybiye'den dönerken olmuştur. Farklı
rivayetler de göz önüne alınınca, Efendimizin sabah namazına kalkamadığı
yolculuğunun birden fazla olduğu anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber'in
Hudeybiye yolculuğu hicretin 6. yılında olmuştur. Hudeybiye Mekke'ye dokuz mil
mesafede Cidde istikâmetinde bir köydür. Bugün oraya "Şemîsiye" veya
"Şumeysiye' denilmektedir. Efendimiz 1625 kişi ile Medine-i Münevvere'den
çıkmış, öğle namazını Zul-Huleyfe'de kılmış ve umre için ihrama girerek
Mekke'ye doğru yola çıkmıştı. Ancak Ku-reyşliter, müslümanları Mekke'ye sokmak
istemiyorlardı. Bunun için askerlerini topladılar, Mekke civarındaki sratejik
önemi olan yerleri tuttular. Süvarilerini de müslümanların üzerine gönderdiler.
Hz. Peygamberin savaş yapma niyeti yoktu. Zaten hepsi ihramlı idiler ve
yanlarında kınlarına sokulmuş yolcu kılıcından başka silahları da yoktu.
Resûlullah Kureyş süvarilerinin kendilerine doğru geldiklerini görünce onlarla
karşılaşmamak için yolunu değiştirdi, dağ yollarına saptı ve Hudeybiye'ye kadar
geldi. Burada Efendimizin devesi çöktü, bunun üzerine ashaba orada
konaklamalarını emretti. Hz. Peygamber'le Kureyş arasında, Huzâa kabilesinden
Budeyl b. Varkâ ve arkadaşları aracılığı ile bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşma
hükmünce müs-lümanlar Umre yapmadan geri döndüler. Konunun tafsilatı siyer
kitaplarında mevcuttur.
Bu hadis-i şerifte
ifâde edildiğine göre; işte bu seferden dönerken, müslümanlar gece yarısından
sonraya kadar yürümüşler ve dinlenmek ihtiyacını duymuşlar. Hz. Peygamber,
kendilerini sabah namazına uyandıracak ve muhafızlık yapacak birini istemiş,
Hz. Bilâl bu göreve talip olmuştur. Ne var ki yorgunluğun tesiriyle Bilâl de
uyuyakalmış ve ancak güneşin harareti ile uyanabilmişti. Hz. Peygamber, hadiste
ifade edildiği şekilde ashabına namazlarını kılmalarını emretmiştir.
Hz. Peygamberin
"daha evvel yaptığınız gibi yapınız" sözlerinden, bazı âlimler
namazların kazasının da aynen edası gibi olduğunu, dolayısıyle edası cehrî olan
namazların kazasının da cehrî, edası hafi olanların kazasının da hâfî olacağı
hükmünü çıkarmışlardır.
Netice olarak
görülüyor ki, İslâm'ın namaza vermiş olduğu önem aynen vakitlere de
yansımıştır. Uyku, unutkanlık ve kahir sebebler dışında namazların vaktinde
kılınmasının önemine işaret edilmiştir. Namazı kılmak bir vecibe olduğu gibi,
vaktinde ve belirli zamanlar içerisinde edası da bir vecibedir. Şu veya bu
bahanelerle namazı kılmayan veya vaktinde kılamayanlar için bir mazeret yoktur.
Her ne suretle olursa
olsun edâ edilmeyen namazlar kaza edilmeli kaza ederken de edasındaki kemâle
ulaşmak için ezan ve ikâmetin ihmal edilmemesi lüzumuna da dikkat edilmelidir.
Sünnetlerin kazasına
gelince,sabah namazının sünneti öğleden önce farzı ile beraber kaza edilir.
Bunun dışında kazası emredilen sünnet yoktur. Her ne kadar sünnetlerin hikmeti
teşriiyyesi şeytanı kovarak, kendisinden uzaklaştırmak ve farz namazları huzû'
ve huşu içerisinde edâ etmesini sağlamak ise de, bu husus vakitle
kayıtlanmıştır. Ancak vakit içerisinde ise, edâ edilir. Vaktin çıkmasından
sonra kaza edilmez.
Farz borcu olan
revâtib sünnetleri kılamaz görüşünde olanlar var ise de sözü edilen hikmete
binaen Hanefîlerce sünnetin terki benimsenmemiş, farz borcu olsa dahi sünnet kılmalıdır,
görüşü ağırlık kazanmıştır. Farzlardan borcu varsa bir an evvel kaza etmeli
görüşü müftâbih olan görüştür.
Ancak misafir olanların sünneti kılmaları efdal ise de,
muhayyer olmaları bundan müstesnadır.[207]
İslâm'da esas olan mescidlerin
inşasını ön plana almak değil, mescidi dolduracak insanları yetiştirmektir.
Mescitlerin inşasında ana hedef de, ibâdet yapacak müslümanların huzur ile
ibadet yapmalarına imkân sağlamaktır. Başka bir ifade ile îslâmî bir cemaat
teşkil edecek olan müslümanların bir araya gelmesine imkân hazırlamaktır.
Nitekim Resûlullah'ın Mescidi'-nin her tarafı açık hurma liflerinden dökülen
yağmur damlaları, altlarındaki kumlarda görülen ayak izleri, caminin içindeki
insanları bir şuur içinde yüceltmiş, "Lâ ilahe illellah" kelimesinde
toplamış, Peygamber ile kucak-laştırmış, o sıcak sevgiden bir din ve bir cemaat
zuhur etmiştir. O cemaatin sıcak bağlan bütün bir insanlığı sarmış yeni bir
medeniyet meydana çıkarmıştır. Bütün bunlar cemaatlerin mescitlerde toplanmasından
neş'et etmiştir. Çünkü İslâm'da mescid hem ibâdet yeri, hem eğitim ve öğretim
hem de İslâm devletinin merkezi ve toplantı yeridir.
Bunun içindir ki
Resûlullah Mekke'den Medine'ye gelişinde, İslâm devletinin kuruluşuna Küba'da
ilk mescidi yaparak başlaması mescidin esas hedefini göstermiş oluyordu.
Medine'de ise, evini mescidin içinde yaparak, hem talim, hem de öğretim
görevini yerine getirmedeki stratejisini belirlemiş oluyordu.
Bütün bunlar
gösteriyor ki İslâm'da mescidJİslâm ümmetinin hem dini, hem dünyevî bütün
meselelerin görüşüldüğü yerdir. Görüyoruz ki:
Resûlullah (s.a.v.)ın
Mekke'den Medine'ye hicret edenleri Medinelilerle kardeş yaptığı yer mescid:
düşmanları ile sulh antlaşması yaparak müsrü-manlara nefes aldırdığı yer yine
mescid, bütün müslümanların bir lider etrafında toplanıp İslâmî cemaat
oluşturdukları merkez mescid, geleceğin âlimlerinin öğrenim gördüğü yer
mescid, misafirlerin ağırlandığı yer mescid, fa-kirlerin doyduğu yer mescid,
Kur'ân'ın öğrenildiği, hadisin tatbik edildiği yer mesciddir.Dünya' da sulh ve
sükûn istenirse, onun yeri yine mescid
olacaktır. Mescidin dışında hak, huzur ve sükûn olmasına imkân yoktur...[208]
448. ...İbn
Abbâs (r.anhuma)dan dedi ki;
Resûlüllah (s.a.)
şöyle buyurdu;
"Ben mescidleri
yükseltip, genişletmekle emrolunmadım."
İbn Abbâs dedi ki:
"Vallahi siz
yahudî ve hıristiyanların (kilise ve havralarını) süsledikleri gibi,
mescidleri süsleyeceksiniz. "[209]
Hadis-i Şerifin
birinci bölümü merfû, ikinci bölümü mevkûftur. Merfû olan bölümde, Hz. Peygamber
ihtiyaç fazlası olarak camilerin genişletilme ve yükseltilmesine Cenab-ı
Allah'ın izin vermediğini ifâde etmiştir.
İkinci bölüm ise, İbn
Abbâs'ın sözüdür. Fakat bu gibi hususlar, rey ve ictihad ile bilinemeyeceği
için ulemâ bu kısmı da merfu hükmünde kabul etmişlerdir.
Tîbî ikinci bölümün
başındaki "lâm"ı kesre okuyarak tâlil ifâde ettiğini ve hadisin
tamamının Resûlullah'ın sözü olup merfû olduğunu söylemişse de bu görüş pek
rağbet görmemiştir. Ulemânın çoğunluğu bu "Iâm"ın kasem için olduğunu
ve bundan sonraki kısmın İbn Abbâs'ın sözü olduğunu söylemişlerdir. Terceme de
buna göre yapılmıştır.
İbn Abbas bu bölümde,
camilerin süslenip püslenmesini doğru saymamakta ve onu Yahûdî ve
Hıristiyanların âdetlerine benzetmektedir.
Hattâbî'nin bildirdiğine
göre, mescidleri ilk tezyin eden Velid b. Abdilmelik b. Mervân olmuştur. Fakat
çoğu âlimler, fitne olmasın diye seslerini çıkarmamışlardır.
İbn Mâce'nin rivayet
ettiği bir hadîste Resûlüllah (s.a.), "Sizi, benden sonra Yahudi ve
Hıristiyanların kilise ve havralarını dikkat çekecek şekilde tezyin ettikleri
gibi mescitlerinizi tezyin edeceğinizi görüyorum" buyurmuştur.
Aynî, "Bununla
ashabımız (Hanefîler) mescidleri nakışlama ve süslemenin mekruh olduğuna
hükmetmişlerdir. Bunun vakıf malı ile yapılması caiz değildir. Vakıf malını
buna sarfeden kim olursa olsun öder. İnsan, kendi malı ile yaparsa mekruh
olmasına sebep, ya namaz kılanı meşgul etmesi veya malı gereksiz yere
harcamadır" demiştir.
Şevkânî de şöyle der:
"Hadîs,
mescidlerin süslenmesinin bid'at olduğuna delildir. Ebû Hanife'nin buna ruhsat
verdiği rivayet edilmiştir. Ebû Talib de mihrabları süslemenin mekruh
olmadığını söyler."
İbn Hacer el-Askalânî
meseleyi daha detaylı olarak ele almış ve beş madde halinde incelemiştir. İbn Hacer'in
sözleri özetle şöyledir:
Ulemânın bazısı
mecsidleri tezyine ruhsat vermiştir ki bu, Ebû Hanîfe'nin kavlidir. Ancak
bununla mescidleri ta'zim hedef alınmalı ve masraflar beytü'l-mal'den
yapılmamalıdır.
Bu meselede değişik
veçheler vardır. Şöyle ki:
1. Camilerin
süslenip güzelleştirilmesi namaz kılanı meşgul ediyor ise ittifakla me>
ruhtur.
2. Süsleme,
öğünmek ve gösteriş için yapılıyor ise, bu da mekruhtur. Bırakın süslemeyi bu
maksatla cami inşa etmek bile mekruhtur.
3. Camiyi
sağlam yapma ve bu maksatla kireç vs. gibi maddeler kullanma bize göre
caizdir, mekruh değildir. Buhârî ve Müslim'in Osman b. Af-fân'dan rivayet
ettikleri: "Her kim Allah için bir mescid inşâ ederse, Allah da onun için
Cennette bir köşk inşa eder." Hadis-i Şerifi ile yine Hz. Osman'ın
hilâfeti esnasında mescide yaptığı şeyler bu görüşümüze delildir. Ebû Davud'un
rivayet ettiği "Ben mescidleri yükseltmekle emrolunmadım" mealindeki
(üzerinde durduğumuz) hadis, bu görüşümüze muhalif değildir. Çünkü burada
nehye delâlet eden bir şey yoktur. Bir şeyle emrolunmamak, onun mekruh olmasını
gerektirmez. İbn Abbas'ın sözleri ise, mevkuftur. Hükmen merfû olduğunu kabul
etsek bile bu cemaatı, meşgul edecek derecede mescidi nakışlama ve süslemeye
hamledilir.
4.
Mescidleri, halkın mallarını zorla alarak inşâ etmek haramdır.
5. Vâkıfın
(cami inşası için olmayan) vakıf malı ile cami inşâ ettirmesi de haramdır.
İbn Hacer'in bu
sözlerinden ve Abdullah b. ez-Zübeyr (r.a.)ın Kâbe-i Muazzama'yı inşa edip
binasını yükseltmesinden, camileri sağlam ve yüksek yapmanın caiz olduğu
hükmüne varmak mümkündür. Camiyi tazim maksadıyla süslemenin imam Azam
hazretlerine göre mekruh olmadığı da yukarıda kaydedilmiştir.[210]
1. Hadis-i
şerif, camilerin ihtiyaç yokken yükseltilip, ihkam edilmesinin doğru
olmadığının delilidir. Ancak bu, yukarıda da işaret edildiği gibi te'vile
uğramıştır.
2. Camilerin
altın, gümüş, kristal veya buna benzer şeylerle cemaati meşgul edecek şekilde
tezyini mekruhtur.[211]
449. ...Enes
b. Mâlik (r.a.) Resûlullah (sallellahü aleyhi vesellem)in şöyle buyurduğu haber
vermiştir:
"İnsanlar,
mescidleriyle öğün(eceği zaman gelin)ceye kadar kıyamet kopmaz."[212]
Bu hadis-i şerif,
Resûlullah (s.a.)ın gaybten haber verme tarzındaki mu'cizelerinin en bariz
örneklerindendir. Efendimiz, insanların gösteriş ve anılmak için cami
yaptırmalarını ve biribirlerine karşı, yaptırdıkları camilerle övünüp
böbürlenmelerini kıyametin alâmeti olarak haber vermiştir. Gerçekten,
Resûlullah'm haberi kısa zamanda olduğu gibi tahakkuk etmiş ve gün geçtikçe
artan bir hızla devam etmiştir.
Bu hadis-i şerif, bir
önceki hadiste, İbn Abbâs'tan mevkuf olarak rivayet edilen "eser"le
aynı mânâyı ifâde etmektedir. Bu da gösteriyor ki, İbn Abbâs'ın sözü, kendi
görüş ve nevasından doğan bir söz değil, Hz. Peygam-ber'in hadislerinden
mülhemdir.
Yine, bu hadis
gösteriş için cami yaptırmanın caiz olmadığının açık bir delilidir. Bu bâbda
İbn Huzeyme'nin Ebû Kılâbe kanahyle Enes'ten, Beyha-kî'nin İbn Ömer'den ve
Tirmizî'nin rivayet ettiği hadisler de vardır. Bütün bu hadisler,
müslümanların, bir gün gelip cami inşasını övünme ve böbürlenme vasıtası
yapacaklarını haber vermektedirler.[213]
Camilerin süslenmesi
ve onlarla övünme kıyamet alâmetlerindendir. Bundan kaçınılması gerekir.[214]
450. ...Osman
b. Ebi'l-Âs[215] (radıyellahü anh)den
rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.) ona, Tâif mescidini, putlarının
olduğu yere (tapınaklarının yerine), inşa etmesini emretmiştir.[216]
Tâif; Mekke'nin
doğusunda Mekke'ye iki veya üç konak uzaklıkta bir şehirdir.
Müslümanlar, bu
hadis-i şerife dayanarak, feth ettikleri yerlerden küfrün kökünü kazımak,
izlerini yok etmek için kilise ve havraları cami hâline getirmişlerdir.[217]
Fethedilen kâfir
beldesindeki ibadethanelerin cami hâline getirilmesi meşrudur.[218]
451.
...Abdullah b. Ömer (r.anhümâ) haber vermiştir ki:
Resûlullah (sallellahü
aleyhi ve sellem) devrinde mescid-i Nebevî'nin (duvarları) kerpiç, tavanı ve
direkleri hurma ve hurma dalların-dandı. -Mücâhid (rivayetinde) dedi ki: Direkleri
hurma dallarındandı.-Ebû Bekir (radiyellahü anh) buna bir şey ilâve etmedi.
Ömer (radıyel-lahu anh), Hz. Peygamber zamanında olduğu gibi kerpiç ve dallarla
inşa etti, fakat biraz (kıble tarafına) ilâve yaptı. Eski ağaç direklerini yine
yerine dikti. -Mücâhid, direklerini ağaç dallarından yaptı- Osman (radiyellahü
anh) ise onu (mescidin binasını) değiştirdi ve çok büyük ilâvelerde bulundu.
Duvarını nakışlı taşlar ve kireçle yaptırdı. Direklerini nakışlı taşlardan
yaptı, tavanını da sâc'la (abanoz ağacı veya hind çınarı ile) kaplattı.[219]
Mücâhid, (metindeki
"bi's-sâc" kelimesini harf-i cersiz olarak) "sac" (manasını
verecek şekilde isim cümlesi) olarak rivayet etti.
Ebû Dâvûd dedi ki;
"kassa" kireç'dir.[220]
Müellif, bu hadisi
Muhammed b. Yahya ve Mücâhid b. Mûsâ'dan rivayet etmiştir. Metinde râvîlerin
rivayetleri arasındaki farka işaret edilmiştir. Muhammed b. Yahya
"direkler" manasına gelen kelimeyi "ameduhu" şeklinde
rivayet ettiği halde Mücâhid, "Umuduhu" şeklinde nakletmiştir.
Hadis-ı şeriften
anlaşıldığına göre Mescid-i Nebevi ilk üç halife devrinde yıkılıp yeniden inşâ
edilmiştir. Hz. Ebû Bekir mescidde her hangi bir değişiklik yapmamış Hz.
Peygamber'in yaptırdığı hey'et üzere inşa ettirmiş ve mescidi büyütme cihetine
gitmemiştir. Hz. Ömer, mescidin kıble tarafına bir miktar ilâvede bulunmuşsa da
malzemede bir değişiklik yapmamış, eskiyenlerin yerine yenisini koymuş, ilk
hâlini korumuştur. Hz. Ömer, bu ilâveyi yaparken, Fahr-i Kâinattan duyduğu
"Mescidimizi büyütmemiz gerekir" hadisine dayanmış ve "eğer
bunu duymasaydım hiç bir şey ilâve etmezdim" demiştir. Bu rivayet Ahmed b.
Hanbel'in Müsned'in de mevcuttur.
Bu konuda İbn Sa'd
Salim b. Ebi'n-Nadr'dan şunları nakletmektedir: Hz. Ömer zamanında müslümanlar
çoğalıp Mescid daralınca Hz. Ömer, mescidin etrafındaki evleri satın alıp
mescide ilhak etti. Bunlar içinde Hz. Abbâs'ın evi de vardı. Hz. Abbâs'a, Hz.
Ömer evini istimlâk edeceğini söyleyince Hz. Abbas buna razı olmadı. Hz. Ömer
de üç şey ile muhayyersin:
1. Evini
istimlâk ederiz, paranı alırsın,
2. Evinin
benzeri bir ev satın alırız veya,
3. Kendi
rızanla müslümanların istifâdesine verirsin.
Abbas hiçbirine razı
olmadı. Bunun üzerine Ubey b. Ka'b'ı hakem tayin ettiler. Ubey;
İsterseniz Resûlullah'tan
duyduğum bir hadisi nakledeyim, dedi. Kabul ettiler. Ubey dedi ki:
Resûlullah (s.a.)
"Cenab-ı Hak Davud'a içinde zikir edeceği bir ev yapmasını vahyetti. Hz.
Dâvûd mescidin planını hazırladı fakat bu plan İsrail oğullarından birisine ait
olan bir evin bir bölümünü içine almaktaydı. (O mes-cid,Mescid-i Aksa'ya aitti)
Hz. Dâvûd bu evi satın almak istedi, sahibi vermemekte direnince, Hz. Dâvûd
gönlünden zorla almayı geçirdi. Bunun üzerine Cenab-ı Allah:
"Yâ Dâvûd, ben
sana içinde zikredeceğin bir ev yapmanı emrettim. Sen ise, evime zorla alınan
bir malı katmak istedin. Halbuki gasb, benim şanımdan değildir. Cezan da bu
evi yapmamandir" buyurdu. Hz. Dâvûd:
Ya zürriyetimden biri
yapmak isterse, diye niyaz edince, Cenab-ı Hak:
Onlar için de aynıdır,
buyurdu.
Bunun üzerine, Hz.
Ömer, Ubeyy'in yakasına yapışıp; "sana bir şey getirdim sen daha
şiddetlisini gösterdin" dedi. "Bu söylediklerinden kendini kurtarman
gerekir" diye ekledi. Daha sonra kendisini alıp sahâbîlerin toplu olduğu
mescide getirdi. Sahâbîlere Ubeyy:
Mescid-i Aksâ'nın
yapılışı ile ilgili Resûlullah'tan bir şey duyan var mı? diye sordu. Ebû Zerr
ve diğer bir sahâbî peş peşe duyduklarını söyleyince Hz. Ömer'e:
"Beni bu konuda
itham edici hareketlerin vardı ya Ömer, işte şahitlerim" dedi. Hz. Ömer
de;
"Hayır ya Ebâ
Munzir, seni itham etmedim; ancak Resûlullah'tan nakledilen hadise bir destek
aradım, hepsi o kadar" dedi.
Daha sonra Hz. Abbâs'a
dönüp:
Gidebilirsin artık
evine dokunmayacağım, dedi. Hz. Abbâs ise:
Madem ki bunu söyledin
ben de evimi müslümanlara vakfettim mescitlerini genişlet, dedi. Hz. Ömer de
FVviet bütçesinden .bir miktar para ayırıp mescidi genişletti.
Hz. Osman ise,
cemaatin çoğalması dolayısıyla mescid dar geldiği için hem sahasını
genişletmiş, hem de malzemelerde büyük değişiklikler yapmıştır. Eskiden kerpiç
olan duvarları nakışlı taşlarla ördürmüş, sağlam olması için harcını kireçten
yaptırmış, tavanını da Hindistan tarafından getirilen ve sâc denilen bir ağaçla
örtmüştür.
Hz. Osman duvarları
taşla ördürürken bu taşlara kendisi nakış yapmamış ve nakışlanmasını da
emretmemiştir. Bu taşlar, bazı civar bölgelerden getirilmiş ve nakışlarına
dokunulmamıştır. Bazı âlimler Hz. Peygamberin, "Benim ve Râşid
halifelerimin sünnetine sanlınız" hadisi şerifinin delâleti ile, Hz.
Osman'ın bu hareketine bakarak böbürlenme maksadı olmaksızın mescidi tazim ve
sağlamlaştırmak maksadıyla nakış yapmanın ve bazı malzemelerin kullanılmasını
caiz görmüşlerdir. Her ne kadar Hz. Osman'ın yaptığı, devrindeki bazı
sahâbiler tarafından hoş görülmemiş ise de mekruh olacak şekilde süs ve övünme
için değildir.[221]
452.
...Abdullah b. Ömer (r.anhuma)dan, demişteki;
Resûlullah (s.a.)
zamanında Mescid-i Nebevî'nin direkleri hurma ağacı gövdesindendi. Üstü de
hurma dalları ile örtülü idi. Ebû Bekir devrinde direkler çürüdü, o da yine
hurma gövdesi ile onları değiştirdi. Hz. Osman'ın hilâfetinde direkler yine
çürüdü bu sefer Hz. Osman direkleri ve duvarları tuğla ile inşâ etti.
Mescid'in bu şekli şu ana (İbn Ömer'in bu açıklamayı yaptığı zamana) kadar
değişmeden kaldı.[222]
Görüldüğü gibi bu ve
bundan evvelki hadîsler Abdullah b. Ömer'den rivayet edilmişlerdir. Ancak bu
rivayetler arasında bazı farklar göze çarpmaktadır. Öncekinde, Mescidin Hz. Ömer
devrinde de tamir edildiği ifâde edildiği halde bu rivayette buna temas
edilmemiştir. Buna sebep Hz. Ömer'in yaptığı tamirin Ebû Bekir'in yaptırdığının
aynısı olduğundan dolayıdır, denilebilir.
Bir de, önceki
rivayette Hz. Osman'ın direkleri nakışlı taşlardan inşa ettirdiği zikredildiği
halde, burada tuğladan yaptırdığı bildirilmektedir. O zaman, direklerden
bazılarının tuğladan, bazılarının da nakışlı taşlardan inşa edildiği
söylenebilir. Böylece rivayetler arasındaki farklılık da telâfi edilmiş olur.
Bazı âlimler de, üzerinde durduğumuz hadîsin senedinde Atıyye b. Sa'd el-Avfî
bulunduğu için, bu rivayeti zayıf saymışlar, vakıaya uygun olanının önceki
rivayet olduğunu söylemişlerdir.[223]
453. ...Enes
b. Mâlik (r.a.)den, demiştir ki;
Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) (Mekke'den Medine'ye gelince Medine'nin (Necid tarafındaki)
Benû Amr b. Avf denilen mahallesinin yüksek semtine indi. Orada on dört gün
kaldı. Sonra, Neccâr oğullarına haber gönderdi. Onlar da kılıçları omuzlarına
asıllı bir vaziyette geldiler. Sanki şu anda Resulullâh'ı hayvanının üzerinde,
Ebû Bekr'i terkisinde, Neccâr oğullarının ileri gelenlerini de Efendimizin
etrafında görür gibiyim. Böylece, Ebû Eyyûb'un bahçesine geldi.
Resûlullah (sallellahü
aleyhi ve sellem) namazı vakti geldiği yerde hatta koyun ağıllarında kılardı.
Mescidi bina etmekle emrolundu ve Neccâr oğullarına haber gönderdi. (Onlar
gelince):
"Ey Neccâr
oğulları, Şu bahçenizin fiatını söyleyiniz (ve bana satınız)" buyurdu.
Vallahi bunun ücretini
ancak Allah (azze ve celle)den isteriz, dediler.
Enes devamla dedi ki,
bahçede şu söyleyeceğim şeyler vardı:
Bir bölümünde
müşriklerin kabirleri, bazı yerlerinde yıkık bina kalıntıları, bir kısmında da
hurma ağaçlan. Resûlullah (s.a.)ın emri ile müşriklerin kabirleri açılıp
(kemikleri) başka yerlere nakledildi. Bina kalıntıları düzeltildi, hurmalar da
kesildi. Bu hurmalar, mescidin kıble tarafına dizildi. Kapının kenarlarını
taşla yaptılar. Sahâbîler recez[224]
söyleyerek taş taşımaya başladılar. Hz. Peygambt çle onlarla birlikte;
"Allah'ım, yegâne
hayrdır; hayr-i âhıret - Sen Ensâr'a ve
Muhacirlere yardım et"[225]
Bu "eser"
Hz. Peygamberin Mekke'den Medine'ye hicret ettikten sonra Mescid-i Nebevî'yi
inşa edişini anlatmaktadır.Burada anlatıldığına göre,'Efendimiz Medine'ye
teşrif edince önce şehrin Necid istikametindeki yüksek kısmında bulunan Benû
Amr b. Avf kabilesinin yanına inmiş, orada on dört gün kaldıktan sonra Neccâr
oğullan yurduna gelmiş ve Neccâr oğullarına ait bir bahçeyi satın almak istemiştir.
Ancak Neccâr oğulları bu bahçeyi maddî bir karşılık beklemeden Allah rızası
için vermek istemişlerdir. Bu rivayette Neccâr oğullarının bu rızâsına karşılık
Resûlullah'ın para ödeyip ödemediği, tasrih edilmemiştir. Halbuki başka rivayetlerde
bu bahçenin Seni ve Süheyl adında iki yetime ait olduğu, bu yetimlerin bahçeyi
karşılıksız hîbe etmek istedikleri, fakat Hz. Peygamber'in burayı hîbe olarak
kabul etmediği ve parasının Hz. Ebû Bekir tarafından ödenerek satın alındığı
ifade edilmektedir. Bu farklı rivayetler bir araya getirilince, Neccâr
oğullarının bahçeyi karşılıksız vermek istemeleri üzerine, Hz. Peygamber burasının,
o kabileden iki yetime ait olduğunu öğrenmiş ve hîbe olarak kabul etmemiş,
satın almakta ısrar etmiş, sonunda parası Ebü Bekir (r.a.) tarafından ödenerek
satın alınmış olduğu anlaşılmaktadır.[226]
Bu hadis-i şerifin
belirlediği en önemli konu mescid yapılacak arazideki müşrik kabirlerinin başka
tarafa nakledilmesi meselesidir. Bu bölüm incelenince şu hususlar karşımıza
çıkar:
1. Kabristanda
namaz kılınması men'edilmiş olduğu halde, Hz. Peygamber, kabristanın yerini
mescid yapmıştır.
2. Müşriklerin
kabirleri açılmış ve içerisindeki kemikler başka tarafa nakledilerek yerine
mescid yapılmıştır.
3. İhtiyaç
anında müslümanlann kabristanına da aynı uygulamanın yapılması caiz midir?
Şimdi teker teker bu
maddeleri açıklanmaya çalışalım:
Birinci maddede
belirtilen konu için, Hattâbî aynen şunları söyler:
"Bu hadisten
anlıyoruz ki, kabirler açılıp toprakları nakledilerek burada yere karışan bir
necaset kalmayınca orada namaz kılmak caizdir. Kabristanda namazın
men'edilmesi, oranın toprağına ölülerin irin ve kanlan karıştığı içindir. Ama
toprak başka tarafa nakledilince artık oraya kabristan denmez ve arazî tekrar
temiz hükmüne döner."
2. İhtiyaç
anında müşriklerin kabirlerinin açılıp açılamayacağı konusunda âlimlerin
değişik görüşleri vardır. Evzâî, Hz. Peygamber müşriklerin evlerine girmeyi
men'etmiştir. Öyle olunca kabirlerine girme öncelikle yasaktır. O halde
müşriklerin kabirleri açılarak içindeki ölülerin kemikleri çıkartılamaz, der.
Ulemânın çoğunluğu
ise, ihtiyaç duyulduğunda müşriklerin kabirlerinin açılabileceği ve yerine
mescid inşa edilebileceği görüşündedir.
Hâttâbî bu konuda da
şunları söyler:
"Bu hadisten
öğrenmiş oluyoruz ki, ihtiyaç anında kâfirlerin kabirlerinin açılması
mubahtır. Nitekim rivayet edilmiştir ki, Hz. Peygamber Taife giderken ashabına
Ebû Rigal'İn kabrinin açılmasını emr etmiş ve onunla beraber altından bir
dalır^ gömülmüş olduğunu söylemiş. Ashab da kabri açıp o dalı çıkarmıştır.
3.
Müslümanların kabristanına câmî yapılıp yapılamayacağı veya bir başka şey için
kullanılıp kullanılamayacağı konusunda âlimlerin görüşü de şudur:
"Mâlikîlerden İbn
Kasım şöyle der, "Müslümanların kabirlerinin izi silinirse, oraya mescid
inşa edilmesinde bir beis görmüyorum. Çünkü kabristan müslümanların ölülerini
gömmek için bir vakıftır. Dolayısıyla oraya bir kimsenin mâlik olması caiz
değildir. Kabirlerin izi kaybolur ve oraya ölü gömmeye ihtiyaç olmazsa, oranın
mescide sarîedilmesi caizdir. Çünkü mescid de müslümanlar için vakıftır."
Mâlikîlerden İbn Vehb
ve İbnü '1-Mâcişûn'un görüşleri de aynı istikâmettedir. Ancak İbn Vehb bunu
yirmi sene ile kayıtlamıştır.
Hanbelîler de şöyle
derler:
"Ölü çürümüş,
ise, kabristana ekin ekmek, ağaç dikmek veya üzerine bina yapmak caizdir.
Çürümemiş ise caiz değildir."
Hanefî âlimlerinden
Aynî bu konuda şöyle der:
"Hanefî uleması der
ki; mescid harâb olup eskidiği ve etrafında cemaat kalmadığı, kabristan da
harap olup kabirlerin izleri kaybolduğu zaman eski sahiplerinin mülküne
dönerler. Buralar mülk olduğuna göre, mescidin yerine başka bir bina,
kabristana da mescid veya başka bir şey yapılması caizdir. Eğer eskiyip harab
olan mescid veya kabristanın sahibi yoksa buralar beyiüİmâle intikal
eder."
Şurası unutulmamalı
ki; Hanefîlere göre cami olarak yaptırılan yer ile ölülerin defnine tahsis
edilen yerler içinde namaz kılınır veya bir ölü defne-dilirse vakıf olur. Onun
defnedildiği yer; vakıfın ise, alınıp satılmayacağı, özel mülk olarak
kullanılmayacağı hüküm olarak bilinmektedir. İslâm diyarındaki uygulamalar da
bu şekilde olmuştur.
Üzerinde durduğumuz
hadîs-i şerifte, Hz. Peygamber'in içerisinde müşriklerin kabirleri bulunan
bahçeyi sahiplerinden satın alması, Aynî'nin sözlerinin isabetini ortaya
koymaktadır. Hattâbî ölünün sarıldığı kefenin de kefen sahibinin mülkü olduğunu
ilâve etmiştir.
Şâfiîlerin bu konudaki
görüşlerine gelince:
Vakfedilmiş
kabristanlarda mescid yapılması mekruhtur. Vakfedilmeyen yerlerde ise,
haramdır. Binanın yerin üstünde veya altında olması arasında fark yoktur.
Böyle binaların yıktırılması hâkim üzerine vaciptir.
Yukarıya naklettiğimiz
görüşlerden anlaşılıyor ki, eskiyen ve cenaze defnedilmeye ihtiyaç olmayan
kabristanların başka bir maksatla kullanılması, Mâlikî, Hanbelî ve Hanefî
mezheblerine göre caiz, Şafiîlere göre ise, mekruhtur.
Hadis-i şerifin son
kısmında, Resulüllah (s.a.)ın taş taşırken ashabı ile beraber recez söylediği
ifade edilmektedir. Burada şöyle bir soru hatıra gelebilir.[227]
Cenabı Allah "Biz
ona şiiri öğretmedik, O'na yakışmaz da..."[228]
âyet-i kerimesi ile Hz. Peygamberin şiir söylemesini haram kılmıştır. Nasıl
oluyor da Hz. Peygamber mescidi inşâ ederken şiir söylemiştir?
Hatıra gelmesi
muhtemel bu soruya iki şekilde cevap verilmiştir:
a. Hz.
Peygamberin söylediği şiir değil, seci'li sözdür,
b. Hz.
Resûlullah'ın söylediğinin şiir olduğu kabul edilirse, Hz. Peygamber kendi
şiir yanmamıştır. Başkalarının yazdığı şiiri söylemiştir. Bu şiir söyleme
değil, şiir okumadır. Bu da haram değildir. Cenabı Allah'ın men'-ettiği Hz.
Peygamber'in kendi şiirini söylemesidir.
Ayrıca şunu belirtelim
ki, arapçada şiir nedir?
Arapça'da şiir Bahir
denilen belirli kalıplar içinde uyum sağlanarak söylenen vezinli sözlerdir.
Buna göre söylenen söz tesadüf eseri bir kalıba uyarsa kasıt şartı
bulunmadığından buna şiir denmez. Yine, seçili olan veciz ifadeler vezne
uymadığı takdirde şiir olmamaktadır.
Resûlullah'ın
başkasına ait olan bir şiiri tekrarlamasına gelince tam bir beyti aynı kalıplar
içinde tekrarladığını ifâde eden bir delile rastlanmamaktadır.. Hatta,
müslüman olan Muallaka şâirlerinden Lebîd'e ait bir şiirin bir" beytinin
bir mısraını söylediği ikinci mısraı tamamlamadığı siyer kitaplarında açıkça
nakledilmektedir. Bundan da anlaşılıyor ki, Resûlullah şiir söylememiş,
söylenmiş bir şiirin yarısını şâirlerin söylediğinin en doğrusu diyerek
ashabına: "Allah'tan başka her şey yok olacaktır ve yok olmaya
mahkumdur" mânasına gelen Lebîd'in mısraını nakletmiştir.[229]
1. Kâfir
beldesinden, İslâm ülkesine hicret caizdir.
2. Tebeanın,
reisin etrafında toplanmaları vacıbtır.
3. Namaz
vakti nerede girerse girsin orada kılınması caizdir.
4. Koyun
ağıllarında (necaset üstünde olmamak şartıyie) namaz kılmak caizdir.
5. Cami
yapımı teşvik edilmiştir.
6. Ahş-veriş
caiz, gasb memnudur.
7. Allah
için teberruda bulunmak meşrudur.
8.
Müşriklerin eskimiş olan kabirlerini açmak ve kabristanın yerini satmak
caizdir.
9. İhtiyaç
hâlinde meyveli de olsa ağaçların kesilmesi caizdir.
10. Müşriklerin
kabirleri açılıp içindekiler başka bir tarafa taşındıktan sonra orada namaz
kılmak caizdir.
11. Müslüman
topluluğun ihtiyacına ait işleri birlikte çalışmak sureti ile yapmaları
mümkündür.[230]
454. ...Enes
b. Mâlik (r.a.)den demiştir ki:
Mescid'in yeri, Neccâr
oğullarına ait bir bahçe idi. Orada, ekin, hurma ağaçları ve müşriklerin kabirleri vardı.
Resulullah (sallellahü
aleyhi ve sellem) (bahçe sahiplerine):
"Bana bahçenin
fiatını söyleyiniz (ve satınız)" buyurdu.
Bahçe sahipleri:
Biz para istemiyoruz,
dediler.
Bunun üzerine, hurma
ağaçlan kesildi, ekin (yeri) düzeltildi, müşriklerin kabirleri de açılıp
içindekiler çıkartıldı.[231]
(Râvilerden, Hammâd b.
Seleme); hadisin bundan sonraki kısmını, önceki hadiste olduğu gibi aktardı,
ancak (önceki hadisin sonundaki) "yardım
et" kelimesinin yerine
"bağışla" kelimesini söyledi.
(Ebû Davud'un hocası)
Musa dedi ki;
Abdül-vâris de bu
rivayetin benzerini bize haber verdi. Ancak Abdül-vâris "ekin"
kelimesinin yerine "harabe" derdi.
Abdül-vâris bu hadisi,
Hammâd'a rivayet ettiğini söylemiştir.[232]
Aslında, bu ve bundan
evvelki rivayetler tek hadistir. Sahabî ve Tabiî râvüeri tektir. Fakat,
Tâbiûndan olan Ebû't-
Teyyâh'tan sonraki
râvîler ayrılmış ve rivayetleri arasında iki farklılık meydana gelmiştir.
Bunlar:
Birincisi: Önceki
rivayette, bahçede harabede, hurma ağaçları ve müşriklerin kabirleri olduğu
beyân edildiği halde bu rivayette "harabe" kelimesinin yerine
"ekin" kelimesi kullanılmıştır, görüldüğü gibi bu farklılık, bir
harfin noktasının değişmesi ile hasıl olmuştur. Hadis-i şerifte bu kısmın
düzeltildiği ifâde edildiğine göre
"harabe" şeklindeki rivayetin daha sahih olması gerekir. Çünkü
ekin zaten düz araziye ekilir.
İkincisi: Önceki
rivayetin sonundaki şiir "Ensâra ve muhacirlere yardım et" şeklinde
vârid olduğu halde, bu rivayetin sonunda "Ensâr ve muhacirleri
bağışla" şeklinde vârid olmuştur.
Müellifin bu ikinci
rivayeti kitabına almaktaki maksadı, bu rivayet farklılığına işaret etmektir.[233]
1. Uygun
olan yerler cami yeri olarak seçilebilir, ağaçlar kesilebilir.
2. İslâm öncesi
müşriklere ait mezarlığın taşınması ile o yere cami yapılabilir.
3. Cami
inşaatı ve benzeri için arzu edilen arsanın teberru yoluyla alınıp cami
yapılması daha uygun olur.
4. Cemaat
reisinin teb'asına duada bulunması teb'ası için moral kaynağı olacaktır.
5. Cami
inşaatı için seçilecek yerlerin toplum ihtiyacına karşılık verebilecek konumda
olmasına dikkat edilmelidir.Cami
müslümanların karargahı dır: bütün işleri orda görülmektedir. Bütün bunlara
rağmen rızasız yapılamaz; yaparken de birlik ve beraberlik ruhunun tecelli
etmesi, caminin imarından daha çok içindeki insanların ruhunun imar edilmesi
gereklidir.[234]
Başlıkta
"Mahallelerde" diye terceme ettiğimiz ... (dûr) kelimesi... (dâr) kelimesinin
çoğuludur. Bu kelime mahalle mânâsına geldiği gibi, hâne, ev mânasına da
gelmektedir. İbn Melek, ikinci mânayı tercih edenlerdendir. Biz Ebû Dâvûd
sarihlerinin tercihine uyarak başlığı ilk manâya göre terceme ettik. Kelimenin
bu farklı manalandırılışı, hadis-i şerifden elde edilecek hükmün de farklı
oluşuna sebep olmaktadır.
Birinci manâya göre:
Hadis-i şerifte mahallelerde mescid inşa edilmesi emredüdiği halde, ikinci
manâya göre hâne halkının, kendi evleri içerisinde özel bir bölümü namaz kılmaya
tahsis etmeleri emredilmiş olmaktadır.
Her ne kadar evlerde
bir bölümün ibâdet için hazırlanmasına müsaade edilmekte ise de bu, evde
zaruret hâlinde namaz kılma noktasındandır Mahalle mescidine gitmenin ısrarla
istenilmesi ve bazılarınca vâcib olduğunun söylenmesi de gösterir ki, evde
namazgah bulundurmak müslümanın mescidinden uzaklaşmasına ruhsat vermez. Ancak
cemaate iştirak etmeleri mahzurlu olan kadın ve çocukların dinî vecibeleriyle
eğitimlerini yapmalarını sağlamak noktasından önemlidir.[235]
455. ...Âişe
(r.anhâ) şöyle demiştir:
peygamber (sallellahü
aleyhi ve sellem) mahallelerde (veya evlerde) mescidler yapılmasını oraların
temiz tutulmasını ve güzel kokular sürülmesini emretti.[236]
Yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi kelimesi hem mahalle, hem de ev manâsına gelmektedir. Sarihlerin
aşağı yukarı tümü kelimeyi mahalle olarak kabul edip açıklamışlardır; ev manâsına
gelebileceğine de işaret etmişlerdir.
Hattâbî, bu kelimenin
ev manâsına geldiğini fakat mahalle için de kullanıldığını söylemiş, Aynî de
Hattâbî'nin söylediğini tercih etmiştir.
Hz. Peygamber'in
mahallelerde mescidler inşa edilmesini emretmesindeki hikmet, evi camiye uzak
olanları meşakatten kurtarmak ve onların camiye gidemedikleri hallerde
cemaatten mahrum olmamalarım sağlamaktır.
İkinci manâya göre
düşünüldüğünde, Hz. Peygamber'in evleri kabirlere benzetmekten men'eden
hadisinin manâsı tahakkuk etmiş olur.
Hadis-i şerif ayrıca
camilerin temiz tutulmasını ve buralarda terden veya başka sebeplerden dolayı
olması muhtemel kokuların izâlesi için güzel kokular sürülmesini
emretmektedir. Ibn Reslân, camilerde kullanlacak olan kokunun, rengi kalmayan
ve erkeklere mahsus olan kokular olacağını, çünkü kadınların kullandıkları ve
renk bırakan kokuların cemaati meşgul edeceğini söyler. Yine İbn Reslân'ın
ifâde ettiğine göre, bu kokular, insanların duracağı ve secde edecekleri
yerlere sürülmelidir.[237]
1. Evlerde
ve mahallelerde mescid edinmek meşrudur.
2. Mescidler
temiz tutulmalı ve güzel kokular sürülmelidir.[238]
456. ...Semure
(b. Cündüb) radıyellahü anh, oğluna bir mektup yazmış, (hamdele ve salveleden)
sonra şöyle demiştir:
Rasûlullah (sallallahu
aleyhi ve sellem),bize mahallelerimizde -veya evlerimizde-[239]
mescidler inşa etmemizi, onların binasını sağlam yapmamızı ve temiz tutmamızı
emrederdi"[240]
Hadis-i Şerifte işaret
edilen emir, vücûba değil, cevaza delâlet eder. Çünkü bu emrin esası
insanlardan meşakkati kaldırma ve onların cemaatten mahrum kalmamalarını
temindir.
Bazı sarihler
"Mescidlerin binasını sağlam yapma"yı ifâde eden sözlerden,
camilerin yapılış tarzı olarak farklı olması gerektiğini çıkarmışlardır.[241]
457. ...Nebî
(s.a.)'in azatlısı Meymûne[242]
r.anhadan, nakledildiğine göre, Resûlullah (sallellahu aleyhi ve sellem)e:
Beyt-i Makdis'de
(namaz kılmanın hükmünü) bize beyân et, dedi.
Resûlullah (s.a.):
"Oraya gidiniz ve
orada namaz kılınız" buyurdu. O
zaman Beyt-i Makdis'te savaş vardı (Efendimiz devamla):
"Eğer oraya
gidemez ve orada namaz kılamazsanız, kandillerinde yakılmak üzere zeytin yağı
gönderiniz" buyurdu.[243]
Beytü'l-Makdis,
Kudüs'teki Mescidü'l-Aksâ'dır. Mescid-i Aksâ müslümanların ilk kıblesidir.
Bölge olarak da bütün semavî dinlerin
kudsiyetinde birleştikleri bir yerdir.
İsrâ ve Mi'raç mu'cizesinden
sonra Peygamber (s.a.) 18 ay Mekke'de 18 ay da Medine'de Mescid-i Aksâ'yı kıble
ittihaz etmiştir.
Daha sonra kıble
Mekke'ye çevrilmiş, hatta Resûlullah ile birlikte bütün müslümanlar kıblenin
Mekke'ye tahvilini bekledikleri emrin namaz esnasında kendilerine
iletilmesinden sonra Kabe'ye yönelmelerinin gerçekleştiği mecside
"Mescidü'l-Kıbleteyn" denilmektedir.
Kıblenin tahvilinden
sonra Mescid-i Aksâ'da namaz kılınıp kılınmaya-cağı sorusuna karşılık
Resulüllah (s.a.):
"Oraya gidiniz ve
namaz kılınız" buyurmuştur.
İbn Mâce'nin
rivayetinde, Orası mahşer ve menşer yeridir, gidin ve orada namaz kılın zira
orada kılınan bir namaz başka yerlerde (Mekke ve Medine hariç) kılman bin namaz
gibidir, buyurmaları Mescid-i Aksâ'nın kudsiyeti-ne işarettir. Yalnız buradaki
emir nebd içindir.
Meymûne, (r.a.)
Mescid-i Aksa'ya kadar gidip orada namaz kılmanın fazileti haiz olup
olmayacağını anlamak için Resûlullah (s.a.)dan fetva istemiş, Hz. Peygamber de
oraya gidip namaz kılmayı tavsiye etmiştir. Ancak o zaman bu bölgede
müslümanlarla müşrikler arasında savaş olduğu ve müslümanların oraya girmesi
mümkün olmadığı için, Mescid-i Aksâ'nm kandillerine konulmak üzere zeytin yağı
gönderilmesini tavsiye etmiştir. Kudüs Hz. Ömer devrinde fethedilmiştir. Hz.
Peygamberin bu emri vücûb için değil cevaza işarettir.[244]
1. Beyt~ı
Makdis faziletli bir mekândır.
2. Mescıd-ı
Aksa ya ibadet için gitmek ve orada namaz kılmak matlûptur.
3. Caminin
ışıklandırılmasına iştirak menduptur.
4. Bir mescidde
kılınan namaz, ecir bakımından diğerlerinden farklı olabilir.[245]
458.
...Ebu'i-Velîd'den, demiştir ki:
İbn Ömer (radiyellahü
anh)'a, Mesciddeki çakıl taşlarım sordum, şöyle dedi:
Bir gece yağmur yağdı
ve yer ıslandı. Bir adam eteğinde çakıl getirip altına döşemeye başladı.
Resûlullah (s.a.) namazı bitirince:
"Bu ne kadar
güzel!..."[246]
Daha önce de ifâde
edildiği gibi, Mescid-i Nebevî'nin tavanı Resûlullah ve ilk halifeler devrinde
hurma dallanyle kaplı idi.Bu yüzden, yağmur yağdığı zaman olduğu gibi yere iner
ve mescidin tabanını ıslatırdı. Yine böyle bir günde, sahâbîlerden biri
eteğinde taşlar getirerek namaz kılacağı ye re döşemiş. Resûlullah (s.a.) bunu
beğenmiş, takdirini açıkça ifâde etmiştir. Gerek Resûlullah'ın beğenmesi,
gerekse mescidden çıkanlmayarak sonraki nesillere kadar baki bırakılması,
mescidlere döşeme yapılmasının cevazına delildir.[247]
1. Mescidlere
sergi sermek, Peygamber (s.a.)'in methme mazhar bir davranıştır.
2. Güze! bir
hareket (hayr) yapanın övülmesi caizdir.
3. İyi bir
hareket özel bir izne tabi değildir.
4. Asr-ı
Saadette mescidin tabanında hasır vs. gibi herhangi bir sergi yoktu.
5. Reisin,
tebaasından gördüğü güzel bir hareketi övmesi caizdir.[248]
459. ...Ebû
Salih demiştir ki;
(Resûlullah devrinde,
sahabîler arasında) bir kimse mescidden bir çakıl taşı çıkaracak olsa, o çakıl
taşının ("Allah aşkına çıkarma") diye yakardığı söylenirdi.[249]
Görüldüğü gibi hadis,
mevkuftur ve söyleyen sahabi de belli değildir. Ancak verilen haberin ashab-ı
kiram arasında konuşulduğu râvî tarafından bildirilmektedir. Bu gibi şeyler,
aklen bilinemeyeceği için, hadis-i şerif hükmen merfû' sayılmıştır.
Çakılların Cenab-ı
Allah'tan mescidden çıkarılmamalarını istemesi ya cemâdâtve hayvanların Cenab-ı
Allah'ı teşbih ettikleri gibi kendi lisanları ile, ya da lisan-ı halleri
iledir. Mecazen böyle denilmiştir. Selef uleması birinci takdiri daha çok
benimsemiştir.
Çakılların
isteklerindeki hikmet, üzerlerinde namaz kılınmasını istemeleri ve
pisliklerden uzak kalma arzularıdır. Hadisten, mescidlerin eşyasını zaruret
olmadan dışarı çıkarmanın doğru olmadığı anlaşılmaktadır.[250]
460. ...Ebû
Hureyre (r.a.)den rivayet edilmiştir: (Râvilerden) Ebû Bedr, dedi ki Ebû
Hureyre'nin, Resülullah'a ref ’ettiğini
sanıyorum."
"Çakıllar,kendilerini
mescidden çıkaranlardan, Allah için çıkarmamalarını isterdi.”[251]
Bu hadis de yukarıdaki ile aynı manaya gelmektedir. Ancak
önceki hadis mevkuf oiduğu halde, Ebu Bedr bu hadisi Ebû Hureyre'nin bizzat
Resulullah (sallellahü aleyhi vesellemi)in mübarek ağızlarından naklettiğini
sandığını söylemektedir.
Bu bâbda tehdidkârâne
ifâdeleri haiz hadisler de rivayet edilmiştir. Meselâ İbn Ebî Şeybe'nin Saîd
b. Cübeyr'den yaptığı bir rivayette "Çakıllar, kendilerini mescidden
çıkarana küfreder ve lanet eder." Süleyman b. Ye-sar'dan yaptığı rivayette
de: "Çakıllar mescidden çıkarıldığı zaman geri getirilinceye kadar feryad
ederler" buyrulmaktadır.[252]
1. Camiye
ait herhangi bir şeyin camiden
çıkarılması doğru değildir.
2. Canlı
olmayan çakılların bile, mescidden çıkarılmaları ve üzerlerinde namaz
kılınmasından mahrum bırakılmalarına karşı duydukları keder ve yaptıkları
aksülamel ibâdetle mükellef olduğu halde camiye yaklaşmayan veya camiye gelip
de bir an evvel çıkabilmeyi sabırsızlıkla bekleyen insarilar için ibrettir.[253]
461. ...Enes
b. Mâlik (r.a.)den, demiştir ki;
Resûlullah (s.a.)
şöyle buyurdu:
"Bana, kişinin
mescitten çıkardığı toza toprağa varıncaya kadar ümmetimin ecirleri arz edildi.
Ve yine bana ümmetimin günahları da arz edildi ki, kulun kendisine (nimet
olarak) verilen bir sûre veya âyeti unutmasından daha büyük günah
görmedim."[254]
Hadis-i
Şerifte "toz - toprak" diye terceme ettiğimiz (kazat)
kelimesi, aslında toprak, saman veya kirden suya veya diğer içeceklere düşen
şey manasındadır. Burada kir, saman çöpü, veya başka şeylerden müslümana eza
veren az şey kast edilmiştir. Bu ifadelerden anladığımıza göre, Allahu Tealâ
müslümanların yaptığı her türlü ameli, büyük küçük demeden değerlendirecek, hiç
birisini karşılıksız koymayacaktır. Bizim mühimsemediğimiz çok basit ameller
yarın kıyamette karşımıza çıkacak ve amel defterimizin ibresini lehimize
yöneltmeye müessir olacaktır. Mescidden bir saman çöpünü çıkarma sevap olarak
kaydedildiğine göre, camileri süpürme, temizleme ve cemaatin huzur içerisinde
namaz kılmalarına yardımcı olmanın sevabı da elbette karşılıksız kalmayacaktır.
Müslümanların iyi
amelleri bu şekilde değerlendirileceği gibi, kötü amelleri de
değerlendirilecek; bu amellerin günahları da karşılarına çıkarılacaktır. Hz.
Peygamber, müslümanların günahlarının da kendisine gösterildiğini ve bunların
en büyüğünün, öğrenilen sûre veya âyetin unutulması olduğunu haber vermiştir.
Çünkü, İslâm dininin ana kaynağı Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an-ı Kerim’i unutma,
ona değer vermeme ve İslâm dinini ihmâl demektir.
Diğer bir hadiste
büyük günahlar, Allah'a ortak koşma, rızık korkusuyla evlâdı öldürme, komşunun
karısıyla zina yapmak şeklinde sıralanmıştır. Buna göre hadisler arasında
bir tezat ortaya çıkmaktadır. Zahirde
çelişki gibi görünen bu durum birkaç şekilde açıklanmıştır:
a. Bir şeyin
günah yönünden üstünlüğü onun ihtiva ettiği günah ile ölçülür, mutlak olarak
ifâde edilmez. Mutiak olarak düşünülünce küfür'den daha büyük günah yoktur.
b.
Mirkat'ta, buradaki günahın büyüklüğü küçük günahlara nisbetledir, denilmiştir.
c. Bazıları,
Kur'ân'ı unutmaktan maksadın ona inanmamak olduğunu söylemişlerdir. Bu durumda
da hadisler arasında ihtilâf söz konusu olmaz.
Büyük günâh sayılan
unutma, öğrenilenin unutulmasına sebep olacak derecede, Kur'ân'a kasten ilgisiz
kalmaktadır. Çünkü, başka hadislerde, kulun, unuttuğu şeyden dolayı muaheze
edilmeyeceği beyân edilmektedir.
Bazı âlimler, Kur'an-ı
Kerı"m'i unutmayı, yüzünden okuyamamak şeklinde anlamışlardır,
Şir'atü'l-İslâm şerhinde de bu şekilde ifade edilmiştir. Kur'ân-ı Kerim'i
unutmaktan maksadın, ona iman etmemek ve Kur'ân'dan yüz çevirmek olduğunu
söyleyenler de vardır.
Kur'an-ı Kerim'den
ezberlenen bir bölümü unutmanın hükmü mezhepler arasında ihtilaflıdır.
İmam Mâlik'e göre, kendisi
ile namaz sahih olandan fazla olarak Kur'ân'dan birşeyler ezberlemek müstehapj
onu unutmak mekruhtur.
Şafiî'ye göre,
Kur'an-ı Kerim'den ezberlenen bir harfi bile unutmak büyük günahtır. Bu
günahtan kurtulma tevbe ve unutulanı ezberlemekle mümkündür.
Hanbelîlerin meşhur
görüşlerine göre, Kur'an-ı Kerim'i unutmak büyük günâhtır.
Hanefîler, Kur'ân'm
tümünü veya bîr kısımını -bir âyet bile olsa- unutmak büyük günâhtır,
demişlerdir.
Hadis-i şerifte,
Kur'an-i Kerim'i unutanlar anlatılırken, "Kur'an-i Ke-rim'i ezberleyip de
unutanlar" denmemiş; kendisine Kur'ân'ın sûre veya âyetlerini ezberleme
imkânı verilip de unutanlara buyurulmuştur. Bu ifâdedeki incelik, aslında
hıfzın, Cenabı Allah tarafından ihsan edilen büyük bir nimet, onu unutmanın da
nankörlük olduğuna işarettir.
Ümmetin iyi veya kötü
amellerinin Resûluîlah (s.a.)'e arzedilmesinden murad "Efendimizin
bilgisinin onları ihatasından kinayedir" denilmekle beraber, hakikat
olması da mümkündür. Hakikat olduğu kabul edilirse, bu arz Mi'rac'da vâki'
olmuştur.[255]
1. Allah
(c.c), Ümmetin (hatta bütün insanların) küçük büyük hiç bir amelim karşılıksız
bırakmaz.
2. İbadet
mahallen temiz tutulmalıdır.
3. Kur'an-ı
Kerim'den bir sûre bile olsa ezberleyip unutmak veya onunla amel etmemek günahtır.[256]
462. ...îbn
Ömer (r.anhumâ)'dan, demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.);
"Şu kapıyı
kadınlara ayırsak (iyi olur)" buyurdu.[257]
Nâfi' dedi ki; İbn Ömer, ölünceye kadar o kapıdan
(Mescid'e) girmedi.
(Ebû Dâvûd şunu da
ekledi):
(Bu hadisi rivayet
edenlerden) Abdulvâris'in dışında biri; ("Bu kapıyı kadınlara
ayırsak" sözünü Rasûlullah değil) Ömer söylemiştir dedi.Bu daha doğrudur.[258]
Hz. Peygamber'in
sadece kadınlara tahsis etmek istediği kapı, Mescidi Nebevî'nin, kıble
değiştikten sonra Mescidü'l-Aksâ tarafına açılan kapısıdır. Efendimizin
maksadı, mescide girip çıkarken erkeklerle kadınların karışık bir halde
olmamalarını sağlamak, böylece herhangi bir fitne çıkmasına önceden mâni
olmaktır.
Efendimizin bu
arzusundan, camilerde sadece kadınların girip çıkacakları özel bir kapının
bulunmasının gerekli olduğu anlaşılmaktadır. Yine bu hadisten anlaşılıyor ki,
kadınların camiye cemaate gelmelerinin cevazı, fitneden emin olunması şartıyle
kayıtlıdır. Nitekim 569. hadiste Hz. Âişe (r.an-ha); "Eğer Resulullah
(s.a.) kadınların bugünkü yaptıklarını görseydi, İsrail Oğullarının
kadınlarında olduğu gibi, onları mescide gitmekten men'ederdi" demiştir.
Meselenin tafsilâtı yerinde gelecektir.
Nâfî'nin "İbn
Ömer ölünceye kadar bu kapıdan girmedi" sözünden anlaşılan şudur : Diğer
sahabiler de bu kapıdan girmişlerse, ya namaz vakitleri dışında girmişlerdir
veya bu emirden habersiz oldukları için gitmiş olabilirler .Yada kadınların
olmadığı zamanlarda girmişlerdir. Çünkü ashabın Rasul-u Ekrem'in emrine
itaatsizlik etmesi düşünülemez ve her sahâbi sünnete itti-bâda İbn Ömer kadar
titizdi.
Ebû Dâvûd, hadisin
sonunda Râvilerden Abdül-Vâris'den başka birinin "Bu kapıyı kadınlara
bıraksak" sözünün Hz. Peygambere değil de, Hz. Ömer'e ait olduğunu
söylediğini nakletmiş ve bunun daha doğru olduğunu belirtmiştir. Bunu takviye
için de aşağıdaki iki rivayeti nakletmiştir. Bu mutaleaya göre, hadis-i şerif
mevkuftur.[259]
463. ...NâfPden,
demiştir ki; Ömer b. el-Hattâb (r.a.) şöyle dedi:
(Nâfi burada önceki
hadisin manasını zikretti) ki doğrusu da budur.[260]
Açıklama
Bu rivayetle önceki
rivayet, manâ yönünden aynı olmakla beraber râvileri bir değildir. Bir de
önceki hadisi Nâfî, İbn Ömer kanalıyla Hz. Peygambere ref ettiği halde bu
rivayette İbn Ömer'i anmamış; orada Hz. Peygambere isnad ettiği "Bu
kapıyı kadınlara ayırsak" sözünü burada Hz. Ömer'in söylediğini rivayet
etmiştir.
Her ne kadar
rivayetler, merfû ve mevkuf olma yönünden fârkıl iseler de, mana yönünden
birdirler. Dolayısıyla rivayetler arasında bir ihtilâf yoktur. Aynı sözü hem
Hz. Peygamber'in hem de Hz. Ömer'in söylemiş olmaları ihtimali olduğu gibi,
Resûlullah (s.a.)'ın o kapının kadınlara bırakılmasını arzu ettiği halde bunu
açıkça belirtmemiş olması ve fakat Efendimizin arzusunu fark eden Hz. Ömer'in
bu sözü söylemiş olması da muhtemeldir.
Ancak önceki rivayette
râvî, sözü bizzat Resûlullah'ın söylediğini rivayet ettiğine göre Ebû Davud'un
mevkuf veya munkatı olarak te'vili biraz zayıf görünmektedir.
Ahmed b. Hanbel, bu
hadisin de munkati olduğunu söyler. Zira, Nâfî, direkt Hz. Ömer'den değil, oğlu
Abdullah vasıtasıyla nakletmiş fakat arada vasıta olan Abdullah b. Ömer'
zikretmemiştir.[261]
464.
...Nâfî'den rivayet edildiğine göre Ömer (r.a.): (Mescide) kadınların
kapısından girilmesini yasaklardı.[262]
Bu rivayet de mana
yönünden yukarıdakilerin aynısıdır. Ancak öncekilerde Hz. Peygamber veya Hz.
Ömer'in sözleri rivayet edildiği halde, bunda Hz. Ömer'in fiilî rivayet edilmiştir.
Ayrıca rivayetlerin râvileri de bir değildir. Bundan önceki rivayetinin
râvilerijsırayla:1 Muhammed b. Kudâme, İsmail, Eyyûb, Nâfî olduğu halde, bu
rivayetin râvileri:Kuteybe b. SaîdBekr b. Mudar, Amr b. el-Haris, Bukeyr
veNafi'dir. Netice : Bu bölümü özetlememiz gerekirse, ister merfu, ister
mevkuf, isterse munkati olsun, bu hadislerde kadınlarla erkeklerin aynı kapıdan
mescide girmemeleri istenmektedir. Bu da devleti idare edenlerin üzerine düşen
bir vazifedir. İslam devletinin idarecisi, ferdleri ifsâd edecek günaha itecek
meselelerden kaçınmak ve kaçındırmakla da görevlidir.[263]
1. Fitne
olmadığı takdirde kadınların camiye gitmeleri caizdir.
2. Cami
kapısında ve cami içinde erkekle kadının bir arada olmaları dinen yasaktır.
3. Sakıncalı
işlerin önlenmesi için tedbirin Önceden alınması en uygun yoldur.[264]
465. ...Ebû
Humeyd[265] veyaEbû Useyd[266] ;
"Resûlullah sallellahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu" demiştir:
"Sizden biri
mescide girerken Nebî sallallahu aleyhi ve selleme salât ve selâm getirsin,
sonra da; "Allahım, bana rahmetinin kapılarını aç" desin; camiden
çıkarken ise: "Allahım, fazıl ve kereminden (ihsanını yine) senden
istiyorum" desin.[267]
Açıklama
Bu hadis-i şerifte Hz.
Peygamber (s.a.) ümmetine camiyigirip çıkarken ne şekilde dua edeceklerini
tâlim buyurmuşlardır. Bu babda rivayet edilen hadislerde bazı farklı ifadeler
dikkat çekmektedir. Bu farklı ifadeler ve "Ona salât edin ve tam
bir teslimiyetle selâm verin"[268]
âyet-i kerimesi göz önüne alınırsa, mescide giren bir kimsenin, önce
Resûlullah'a salavât getirip, sonra selâm vermesi gerektiği ortaya çıkar.
Salât ve selâmdan
sonra Efendimizin yaptığı dualar hakkındaki farklı rivayetler de şunlardır:
"Sizden biri mescide
girdiği zaman Nebî sallellahü aleyhi veselleme salavât getirsin ve,
"Allahım beni mel'ûn şeytandan koru"desin."'(Hakim).
"Resûlüllah
sallellahü aleyhi ve sellem mescide girdiği zaman, Bismillâhi vesselâmü alâ
Resulillah, Allahım günâhımı bağışla ve bana fazlının kapılarını aç; mescidden
çıkarken de: Bismillâhi vesselâmü alâ Resulillahi, Allahım benim günahımı
bağışla ve bana fazlının kapılarını aç, derdi."[269]
"Resûlüllah
sallellahü aleyhi vesellem mescide girdiği zaman Muham-med aleyhisselama salât ve
selâm getirir ve "Allahım günâhımı bağışla ve bana rahmetinin kapılarını
aç"; çıktığı zaman da Muhammed aleyhisselama salât ve selâm getirir sonra
da; "Allahım günahımı bağışla ve bana fazlının kapılarını aç"
buyururdu."[270]
Görüldüğü gibi Ebû
Dâvûd' unkinden farklı olan rivayetlerde selâmdan önce salavât zikredilmiş ve
ilâve olarak günâhının bağışlanmasını istediği de kaydedilmiştir. Bu ilâveler,
mescide girerken yaptığı duada yer aldığı gibi, çıkarken yaptığında da
mevcuttur.
Sarihler Efendimizin,
mescidden çıkarken söylediği "Allahım senin fazlından isterim"
sözündeki fazlı, "helâl rızık" diye izah etmişlerdir.
İbn Reslân; Mescidden
çıkarken fazl istemek Cenab-ı Allah'ın; "(Cuma) namaz(ı) kılındığı zaman
yer yüzüne yayılıp Allah'ın fazlından (helâl rızkından) isteyiniz”[271] kavli şerifine muvafıktır" demiştir.
"Allah'ın
fazlı"ndan muradın, ilim talebi olduğunu söyleyenler de olmuştur. Aslında
her iki tercih de biri birine yakındır. Çünkü ilim de Allah'ın rızkıdır.
Rızık, sadece bedenin gıdasına has değildir. Ruhların gıdası da rızık
içerisindedir; böyle mütalaa edilebilir.
Duanın mescide
girerken rahmet, çıkarken de fadl'a, tahsis edilmesindeki hikmet,
Huccetullahi'l-Bâliğa'da şöyle izah edilir:
"Mescide girenin
rahmeti, çıkanın da fadlı taleb etmesindeki hikmet, şudur: Rahmetle Kur'an-ı
Kerim'de velayet ve nübüvvet gibi uhrevî ve nefsânî nimetler murat edilmiştir.
Cenab-ı Hak, "Rabbinin rahmeti topladıkları şeylerden daha
hayırlıdır"[272]
buyurmuştur. Fadl ile ise, dünyevî-nimetler kast edilir. Nitekim Kur'an-ı
Kerim'de: "Rabbinizden rızık istemenizde bir günah yoktur"[273] ve
"Nama/ bitince yeryüzüne dağılıp Allah'ın rızkından isteyiniz"[274]
buyurulmaktadır. Mescide giren, Allah'a yakın olmayı ister, Mescitten çıkış
zamanı ise rızık arama vaktidir."
Huccetülallf
1-Bâliğa'daki bu izah gerçekten yerinde ve vakıaya uygundur. Çünkü her ne
kadar insan, ömrünün her safhasında Allah'ı zikretmeli ve onu hatırlamalı ise
de, insanın ahireti, en çok duyduğu ve Rabbini kendisine en yakın hissettiği
yer, ibadethanedir. Cami dışındaki en büyük gaile de rızık endişesidir. Her
halde Efendimizin duası bu hikmete mebnî olarak vârid olmuştur.[275]
Rasûlullah'(a.s.)a
selam vermek ve camiye girerken Allah'dan rahmet, çıkarken de helal rızık
istemek müs-tehaptır. Her ne kadar bu istekler, hadiste emir olarak varid
olmuşsa da vücûba değil istihbâba delâlet eder.[276]
466.
...Hayve b. Şüreyh dedi ki; Ukbe b. Müslim ile karşılaştım ve O’na:
"Duydum ki, sen
Abdullah b. Amr b. el-As'tan Resûlullah (s.a.)'ın mescide girerken:
"Lanetlenmiş
şeytandan, ulu Allah'a, O'nun kerîm zâtına ve kadîm kuvvet ve galebesine
sığınırım” diye duâ ettiğini rivayet etmişsin, öyle mi?,dedim.
Hepsi bu kadar mı?
dedi.
Evet, dedim. Dedi ki:
Mescide giren bunu
söyleyince şeytan:
"Günün geri kalan
kısmında da benden emin oldu" der.[277]
Hadis-i şerifte
"zâtına" diye terceme ettiğimiz "vech" kelimesi müteşâbih lâfızlardandır. Bu gibi lâfızlara
h. V. asra kadar ki âlimler mânâ vermemişler, "Allah mahlukâttan hiç bir
şeye benzemediği için, biz bu gibi kelimelere mânâ vermeyiz, olduğu gibi inanır
kabul ederiz" demişlerdir. Bunlardan sonra gelen âlimler ise bütün
müteşâbihJeri te'vil etmişler ve "vech"den muradın, Kur'ân lügatinin
muktezâsınca zât olduğunu söylemişlerdir.
"Lanetlenmiş
şeytandan" diye türkçeleştirdiğimiz terkibteki kelimesi, Allah'ın kapısından kovulmuş,
taşlanmış, lanetlenmiş demektir. Menhel
sahibi, burada kast edilenin "Lanet ve semâ alevlen ile taşlanmış"
mânasında olduğunu söyler.
Şeytan, tercih edilen
görüşe göre "Haktan uzak oldu" mânâsına gelen fiilinden türemiştir. İbn Abbâs'ın dediğine
göre, "insan cin ve hayvandan, azgın olanlara şeytan denilir. Hususî
manâsı ile: Hz. Adem'e tazim secdesi yapmaktan imtina ederek Allah'ın emrine
isyan eden ve Allah'ın huzurundan kovulan varlıktır. Aslının, cin mi, melek mi
olduğu ihtilaflıdır. Nesefî'nin beyânına göre, Hz. Ali, İbn Abbas ve İbn Mes'ûd
şeytanın melek olduğunu söylemişlerdir. Hasan el-Basrî ve Katâde cin olduğunu
söyleyenlerdendir.Câhız'dan meleklerin ve cinlerin aynı cinsten oldukları
görüşü nakledilmiştir. Her görüş sahibinin kendilerine göre delilleri vardır.
Ancak Kehf (18) 50. âyette şeytanın cinlerden olduğu açıkça belirtilmiştir.
Önceki hadisin
şerhinde de ifâde edildiği gibi, mescide girerken ve çıkarken yapılacak dualar
hakkında çeşitli rivayetler vardır. Bu farklı rivâyetler birleştirildiğinde,
mescide girerken okunacak duanın şu olduğu ortaya çıkar:
Mescidden çıkarken de
bu duâ okunur. Ancak sözünün yerine denilmiştir.[278]
1. Peygamber
(sallellahu aleyhi vesellem) ümmetine öğretmek için şeytandan Allah'a
sığınırdı. Yoksa masum olan, Allah tarafından terbiye ve kontrol edilen bir
Nebi'ye şeytânın tasallutu düşünülemez.
2. Şeytanın
insanoğluna tasallutu vâkidir. Bundan emin olmak için Allah'a sığınmak, ondan
yardım dilenmelidir.
3. Faydalı
olan şeyleri temin ve yararlı olan şeyleri defetmekte merci Allah teâlâdıı.[279]
467. ...Ebû Katâde
(r.a.) Resûlullah (s.a.)'uı şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
"Biriniz mescide
geldiği zaman oturmadan önce, iki rek'at namaz kılsın.”[280]
Hadis-i şerifin mevzuu
bahs ettiği namaz, tahiyyetü'l-mescid namazıdır. Hadis-i şerifin zahiri tahiyyetü'l-mescid
namazının vacip olmasını gerektirir. Çünkü namaz emir sîgâsıyla zikredilmiştir.
İbn Hazm'ın dışındaki zahirîler bu namazın vücûbuna kaildirler. Diğer mezheplerin
âlimleri ile zahirîlerden İbn Hazm ise, bu namazın vacip değil, sünnet olduğunu
söylemişler, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd ve Nesâî'nin rivayet ettikleri Dımâm b.
Sa'Iebe hadisini delil kabul etmişlerdir. Bu hadis, Ebû Da-vûd'da
"Kitâb'üs-Salâf'ın ilk hadisi olur. 391. hadistir. Efendimiz, o hadiste
beş vaktin dışındaki namazları, tetavvu olarak nitelendirdiğine göre,
tahiyyetü'l-mescid vacip değildir, demiştir.
Hanefî ulemâsından
Aynî, bu namazın vacip olmadığım mantıkî olarak da şöyle izah eder:
"Eğertahiyyetü'l-mescid
namazının vacip oİduğunu söylersek, abdesti olmayanın camiye girmesinin haram
olması gerekirdi. Halbuki bunu kimse söylememiştir. Abdestsizin mescide girmesi
caiz olduğuna göre camiye girdiğinde kılınması vacip olan bir namaz
yoktur."
Hanefî mezhebinde
tahiyyetü'l-mescid müstehaptır.
Tahiyyetü'l-mescid
namazının en azı iki rek'attir, en çoğu için bir sınır yoktur. Camiye girilince
kılınan sünnet, farz veya başka bir namaz, bu namazın yerini tutar.
Hadisin zahiri bu
namazın istisnasız her vakitte, hatta cuma günü hatip hutbe okurken bile
kılınmasının meşru olduğunu gösterir. Şâfiîler, İbn Uyeyne, Ebû Sevr, Humeydî,
İbn Munzir, Dâvüd, İshak b. Rahûye,Hasen el-Basrî ve Mekhûl bu görüştedirler.
Bunlar, üzerinde durduğumuz bu hadis ve benzerlerini delil almışlar, sabah
namazından sonra güneş doğuncaya kadar, ikindiden sonra da güneş batıncaya
kadar namaz kılmayı nehyeden hadisleri, sebebi olmaksızın namaz kılmaya
hamletmişlerdir.
Mâlikîler, İbn Şîrîn,
Atâ b. Ebî Rebah, Nehâî, Katâde, Şüreyh, Leys, Saîd b. Abdi'laziz ve Hanefîler,
namaz kılınması nehyedilen vakitlerde ve cuma günü hatip hutbe okurken
tahiyyetü'l-mescid namazı kılmasını mekruh görmüşlerdir.
Bu görüş sahipleri,
üzerinde durduğumuz hadis-i şerifin âmm olduğunu, sabah namazından sonra güneş
doğuncaya, ikindiden sonra da güneş batıncaya kadar namaz kılmayı nehyeden
hadislerin bu hadis-i şerifi tahsis ettiğini söylerler. Ayrtca, Kütüb-i
Sitte'de mevcud olan 'İmam hutbe okurken arkadaşına sus dediği zaman (hutbeyi)
boşa giderdin" hadis-i şerifi, bu görüşün bir delilidir. Çünkü, hutbe
esnasında konuşan birine sus demek hem çok az bir meşguliyet, hem de emir
bilmâruftur. Emir Bi'I-ma'ruf farzdır.' Hz. Peygamber, başka zaman da farz olan
bir ameli bile hutbe esnasında men'ettiğine göre, sünnet olan bir namazın
öncelikle meşru olmaması gerekir. Ayrıca kerahet vaktinin dışında kalan
ikindi, sabah ve yatsı namazlarında ezandan önce gelirse vaktin dışında camiye
girerse müstehabtır. Ezandan sonra girerse o vaktin sünneti (vefa farzı)
tahiyyetü'l-mescid yerine geçer.
Hanbelîlere göre güneş
doğarkan, batarken ve hutbe esnasında haram, diğer yasak vakitlerde mekruhtur.
Tahiyyetü'I-Mescidin
camiye girilince hemen kılınması şart mıdır, yoksa biraz oturulduktan sonra da
kılınabilir mi? Bu konuda ihtilaflıdır.
Hanbelîlere göre
oturma uzamazsa, bir müddet oturduktan sonra da kılınabilir.
Şafiîlere göre, oturma
hatâen veya unutmadan dolayı ise kılınabilir, aksi takdirde kılınamaz.
Hanefî ve Malikîlere
göre, mescide girince, uzun zaman da olsa oturduktan sonra tahiyyetu'l-mescid
kılınabilir. Ancak namazdan önce oturmak mekruhtur.
Hanefî mezhebine göre
bir günde bir kaç defa camiye giren kimsenin bir defa tahiyyetü'l-mescid
kılması kâfidir. Her giriş için ayrı namaz kılmaya lüzum yoktur.Şafiîler, her
giriş için ayrı ayrı namaz kılınmasının sünnet olduğu görüşündedirler.
Mâlikîler, birden fazla camiye girişlerin arası yakınsa bir namaz kâfi, uzunsa
her girişte namaz tekrarlanmalıdır derler. Hanbeliler, mekruh vakitlerin
haricinde, camiye girenin her girişte bu namazı tekrarlamasının sünnet olduğu
görüşündedirler.
Bundan Önceki babın
hadisleri ile, bu hadis beraber düşünüldüğünde karşımıza şöyle bir soru
çıkabilir: Camiye giren bir kimse önce Resûlullah (s.a.)a salât ve selâm ve dua
mı etmelidir, yoksa tahiyyetü'l-mescid mi kılmalıdır? İbn Kayyım, Zâdü'1-Meâd
adındaki eserinde bu konuya temas etmiş ve şöyle demiştir:
"İçerde cemaat
varsa camiye giren bir kimsenin sırayla şu üç tahiyyeyi yapması sünnettir:
1. Önce
"Bismillahi vessalâtü ve'sselâmü alâ Resûlillah" der.
2. İki rekat
tahiyyetü'l-mescid (namazı) kılar.
3. İçerde
bulunan cemaata selâm verir."[281]
Herhangi bir camiye
giren bir müslümanın, başka namaz kılmayacaksa en az iki rekat
tahiyyetü'l-mescid kılması, bazı mezheplere göre müstehap, bazılarına göre sünnettir.
Zahirîlere göre vaciptir. Her görüşün delili açıklamada verilmiştir.[282]
468. ..Ebû
Katâde (r.a.)'den önceki hadisin aynısı rivayet edilmiştir. Ancak (râvi) bu
rivayette (Efendimizin):
' 'Bundan sonra
isterse otursun, isterse (bir) ihtiyacı için (çıkıp) gitsin." buyurduğunu
ilâve etmiştir.[283]
Bir önceki rivayetle,
bu rivayetin sahâbî râvîleri aynı zât olduğu halde, seneddeki diğer bazı
râvîler farklıdır. Önceki hadisi Âmir b. Abdullah b. ez-Zübeyr'den, Mâlik
almışt ir, bunu ise, Ebû Umeys rivayet etmiştir. Ebû Umeys'den gelen rivayette,
metindeki fazlalık yer almıştır. Buna göre Ebû Umeys'in rivayet ettiği bu hadisin tam metni şöyledir: Resûlullah
(s.a.):
"Biriniz mescide
geldiği zaman oturmadan önce iki rekat namaz kılsın. Bundan sonra isterse
otursun, isterse bir ihtiyacı için (çıkıp) gitsin" buyurmuştur.[284]
469. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'den Peygamber (s.a.)'m şöyle buyurluğu rivayet edilmiştir:
"Sizden biri,
abdestini bozmadan ve yerinden kalkmadan namaz kıldığı yerde kaldığı müddetçe,
melekler onun için "Allahım onu bağışla, ona rahmet et" diye duâ ve
istiğfar eder.”[285]
Bab başlığı ve hadisin
metninden, her ne maksatla olursa olsun, mescidde oturmanın, meleklerin duasını
celb edeceği anlaşılmaktadır. Ancak diğer rivayetlerden, bu beklemenin, ibâdet
cinsinden bir şeyle meşgul olarak veya sonraki bir namazı gözleyerek olduğu takdirde
değer ifâde edeceği anlaşılmaktadır.
Hadisi şerifte
"Sîzden biri namaz kıldığı yerde beklediği müddetçe..." buyurulmaktadır.
Bu İfâdenin, insanın evindeki namaz kıldığı yer için kullanılması muhtemel
olduğu gibi, tüm mescidler için kullanılmış olması da muhtemeldir. İkinci
ihtimal göz önünde bulundurulursa, mescidin bir bölümünden başka bir bölümüne
yer değiştirmek, mescidde namaz beklemenin sevabını ihlâl etmez.
Hadis-i şerifteki
"yerinden kalkmadıkça..." kaydı, mescidden dışarıya çıkmaya
hamledilir.
Metindeki
"Abdesti bozmadıkça..." ifâdesinden bazı âlimler, mescidde yel
çıkarmamı} Jıaram olduğu hükmüne varmışlardır. |Ancak cumhûr-u ulemâ bunun
haram olmadığı fakat sakınmak gerektiği görüşündedir. Camide abdestsiz olarak
oturma, meleklerin dualarına mâni ise de caizdir.
Mescitte itikâf, zikir
veya sonraki namazı beklemek gibi bir maksatla, oturmak müstehaptır. Böyle bir
gaye olmadan oturmaya bazı âlimler mubah, bazıları da mekruh demişlerdir. İbn
Hacer el-Askalânî, Suffe Ashabını delil göstererek câmide uyumamn caiz olduğunu
söyler. İmam Mâlik ve Ahmed'e göre yabancının mescidde uyuması caiz, yerlinin
uyuması mekruhtur.[286]
1. Namaz
kılan namaz kıldığı yerde ibadetle meşgul olarak kalırsa, meleklerin duasını
celbeder.
2. Mescidde
abdesti bozmak, hayra mânidir.[287]
470. ...Ebû
Hureyre (r.a.)den Resûlullah salellahü aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
"Sizden biri
namaz kendisini (mescidde) alıkoyduğu müddetçe namaza devam etmiş olur.
(Çünkü) onu evine dönmekten alıkoyan namazdan başka bir şey değildir."[288]
Bu hadis, hem râvileri
hem de ihtiva ettiği hüküm itibariyle bundan önceki hadisin aynısıdır. Sadece
bazı lafız farkları dolayısıyla mânâ değişikliği vardır.
"Namazın, bir
kimseyi mescidde alıkoyması''ndan maksat, o şahsın, musallasında bir sonraki
namazın girmesini beklemesi ve yerinden ayrılmamasıdır. Efendimizin haber
verdiğine göre, mescidde oturup namaz vaktini bekleyen bir kimse sanki namaz
içindeymiş gibi sevaba müstahak olur. Her ne kadar o, hakikaten namazda değilse
de hükmen namazda sayılır. Zira, bu kimsenin evine, ailesinin yanına
dönmemesine sebep namazı beklemesidir.[289]
471. ...Ebû
Hureyre (r.a.) Resûlullah (sallellahu aleyhi ve sellemi)in şöyle buyurduğunu
haber vermiştir:
"Bir kul, namaz
kıldığı yerde (bir sonraki) namazı bekleyerek kaldığı müddetçe, namazda olmaya
devam eder. O kimse (yerinden) ay-Tilıncaya veya abdesti bozuluncaya kadar,
melekler kendisi için: "Allahım onu bağışla, ona rahmet et" diye dua
ederler."
Ebû Hureyre'ye;
Abdesti ne bozar
(hades nedir)? denildi, O da:
Sessiz veya sesli
yellenmek dedi.[290]
Açıklama
Hadis-i şerif bundan
önceki iki hadisini manalarını müştereken ihtiva etmektedir.Oradaki
açıklamalara ilâve edilecek bir şey yoktur.[291]
472. ...Ebû
Hureyre (r.a.) Resûlullah (sallellahü aleyhi ve sellem)in şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir:
"Bir kimse
mescide hangi niyetle gelirse nasibi ondan ibarettir"[292]
Bu hadis-i şerif,
"herkese ancak niyetinin karşılığı vardır" hadisindeki genel mânânın,
mescide tahsis edilmiş bir şeklidir. Amelde ve mescide devamda ihlâsı tavsiye
etmektedir. Çünkü, dünyalık bir maksat için camiye giden kimse bu gidişinin
karşılığını dünyada iken ve niyetine uygun olarak görecek, âhirette bir nasibi
olmayacaktır.
Bundan sonraki hadiste
ifâde edildiği gibi mescidler, uyumak sohbet etmek, ticâret yapmak ve
hepsinden öte insanlara âbid görünmek suretiyle dünyalık kazanmak veya
bazılarının yaptıkları gibi bağırıp çağırarak şöhret ve gelir elde etmek için
değil, sadece ve sadece Allah'a ibâdet etmek için yapılmışlardır. Mesciddeki
faaliyetine, Allah rızasından başka bir maksat karışan kimse Allah'ın rızasını
değil, niyetinin karşılığını bulacaktır.[293]
473. ...Ebû
Hureyre (radıyellahu anh) demiştir ki; Resulullah, (salleüahu aleyhi ve
sellem)'i şöyle buyururken işittim:
"Kim mescidde yitiğini
ilan eden birini işitirse, "Allah onu sana buldurmasın" desin. Çünkü
mescidler, bunun için bina edilmemiştir."[294]
Hadis-i şerif
kaybedilen bir malı halka ilan etmek için mescidde sesi yükseltmeyi men
etmektedir. Hadisin metni sadece kayıp bir malı ilân etmeyi mevzuu bahs
etmekte ise de ibâdet dışındaki her türlü muamelenin hükmü aynıdır.
Tirmizî'nin rivayet ettiği bir hadiste, Efendimiz "Mescidde mal alıp satan
birini görürseniz, Allah kâr ettirmesin" deyiniz. Mescidde kayıp ilân eden
birini gördüğünüzde de "Allah onu sana buldurmasın" deyiniz"[295]
buyurmuştur.
Görüldüğü gibi,
Tirmizî'nin rivayet ettiği bu hadis, mescidde alış-veriş yapmayı da men
etmektedir.
İhtiyaç olmadığı halde
Kur'ân okurken, zikir yaparken sesi yükseltmeyi men eden haberler de
mevcuttur. Bu haberlerde bazıları ve bu konularda muteber fıkıh kitaplarında
yazılanlardan bir kısmı aşağıya çıkartılmıştır:
Ebû Davud'un, Ebû
Sa'îd el-Hudrî'den rivayet ettiğine göre Resulullah (sallellahü aleyhi
vesellem), mescidde itikâfa girmişti. Ashabın sesli olarak Kur'ân okuduklarını
duydu, örtüyü kaldırdı ve "Hepiniz Rabbinize sesleniyorsunuz. Birbirinize
eziyet etmeyiniz. Kıraatte sesinizi yükseltmeyiniz"[296]
buyurdu.
İbn Mâce'nin rivayet
ettiği binhadiste Efendimiz; "Küçük çocuklarınızı, delilerinizi,
alış-verişlerinizi, husûmetlerinizi ve seslerinizi yükseltmeyi mescidden
uzaklaştırınız" buyurmuştur.[297]
Bu konuda Hatîb'in
Câbir'den rivayet ettiği başka bir hadis de şudur:
"Okurken biri
birinize (karşı) sesinizi yükseltmeyiniz."[298]
Yukarıya tercümelerini
aldığımız hadisler ve bunlara benzer diğer meşhur rivayetler mescidde Kur'ân
okurken veya zikrederken sesi yükseltmeyi nehyetmektedir. Resûlullah'ın ilim
sofrasından ilim ve feyz alan ashâb ve onlardan sonra gelen büyük
şahsiyetlerden de mescidde sesi yükseltmeyi nehyeden birçok haber
nakledilmiştir.
Ibn Mes'ûd (r.a.)
mescidde toplanıp sesli olarak salavât ve tehlil okuyan bir gruba rastlamış ve
"Biz Resûlüllah'ın zamanında böyle şey bilmezdik, siz bid'atçilerden
başka bir şey değilsiniz" diyerek onları mescidden çıkarmıştır.[299]
Ömer b. Hattâb (r.a.)
mescidin yanına "Butayhâ" denilen bir yer ayırmış ve, "Kim
bağırıp çağırmak, sesini yükseltmek veya şiir söylemek isterse oraya
çıksın" demiştir.
Said b. Müseyyeb bir
gün gece yarısından sonra mescidde teheccüd kılarken halife Ömer b. Abdilaziz
içeriye girmiş, sesi güzel olan halife, seslice okumaya başlamış, Said,
hizmetçisine: "Şu namaz kılana git söyle, ya sesini akıt tisin ya da
mescidden çıksın" demiş ve namaza durmuş. Hizmetçi o zatın yanına gelip
de onun halife olduğunu görünce bir şey demeden geri dönmüş. Said b. Müseyyeb
selâm verince, "Ben sana, şu namaz kılanı, yaptığından nehyet demedim
mi?" diye çıkışmış. Hizmetçi, onun halife Ömer b. Abdul-Aziz olduğunu
söylemiş, Said tekrar, "git ve ona, sana söylediğimi söyle" demiş.
Hizmetçi de gidip "Said, ya sesini kısmanı ya da mescidden çıkıp gitmeni
söylüyor" demiş. Bunun üzerine Halife sesini alçaltmış, selâm verince de
ayakkabılarım alıp gitmiştir.[300]
Bu konuda muteber
fıkıh kitaplarından bazılarında da şunlara rastlıyoruz:
"Mescidde, fıkıh
öğrenenlerin dışında sesi yükseltmek haramdır" (ed-Duru'l-Muhtar, -
Hanefî-)
"İmam, cemaatin
ihtiyacından fazla olarak sesini yükseltirse kötülük yapmış demektir."
(el-Bahru'r-Râik,- Hanefî-)
"Mescidde, Kur'ân
okurken sesi yükseltmek, namaz kılanların ve zikredenlerin kafasını
karıştırmaktan korkulursa mekruh, karıştırırsa ittifakla haramdır."
(Muhtasara İmam Halil. - Mâliki-)
"Namaz kılanın
kafasını karıştıracak şekilde açıktan okumak haramdır." (İbn İmad, -Mâliki-)
Şafiî ve Hanbelî
âlimlerinden de yukarıdakilere benzer şeyler nakledilmektedir.
Yukarıya aldığımız
hadis-i şerifler, ashabın haberleri ve fıkıh kitaplarından aktardığımız
ibareler camide Kur'ân okurken ihtiyaç olmadığı halde sesi yükseltmenin, sesli
olarak zikir yapmanın ve bağırıp çağırmanın caiz olmadığım, bunun açıkça
bid'at olduğunu ortaya koymaktadır.
Ömer b. Abdülaziz gibi
sâlih bir halifeyi sesli Kur'ân okuduğu için camiden çıkartan Said b.
el-Müseyyeb, sesli zikir yapan müslümanlan mescid-den kovan Ibn Mes'ûd bugün
olsalardı ve hiçbiı ihtiyaç yokken bağırıp çağıran vaizleri, ses ve tegannî
gösterisi yapan imamları, müezzinleri ve mevlidhan-ları görselerdi acaba ne
yaparlardı? Bırakın bunlara vazife yaptırmayı, camiye sokarlar mıydı?
Hadîs-i şerif, camide
ses çıkarıp cemaati rahatsız etmeyi nehyediyor. îhtiyaç sahiplerinin, saflar
arasmda dolaşarak cemaati rahatsız etmemeleri kaydıyla mescidde yardım
istemeleri ise, caizdir.
İbn Mâce'den naklettiğimiz
hadîsde, çocukların da mescidden uzaklaştırılması emredilmektedir. Mescide
konulmaması istenen çocuk, mescidi kirletecek veya hareketleriyle cemaati
meşgul edecek kadar küçük olan çocuk olsa gerektir. Çünkü Resûlullah efendimiz,
yedi yaşına gelen çocuğu namaza alıştırmayı emretmişth. Nitekim
Dürru'l-Muhtâr'da "Mescidi pisletmeleri kuvvetle muhtemel olan deli ve
çocukların mescide sokulması haram, aksi takdirde mekruhtur"
denilmektedir.
Ayrıca safların
tanziminde erkek çocukların kadınların saflarından önce yer almaları
çocukların da camiye gelebileceklerine işaret etmektedir.
Şafiî ve Hanbelîler,
"Mescidin kıymetini idrâk edemeyen çocukların, orayı pisletmelerinden emin
olunamayacağı için mescide sokulmaları mekruhtur" derler. Bu ifâdeden,
mescidi kirletmeyeceği bilinen çocukların mescide girmelerinin caiz olduğu
anlaşılır. Yedi yaşına gelen bir çocuğun mescidi kirletmesi beklenemeyeceğine
göre, Efendimizin bu hadisi ile çocuklara yedi yaşına gelince namaz kılmayı
emreden hadisi arasında bir tezat söz konusu değildir.
Namaz dışında lüzumlu
olan gerekli ilanların cami hoparlörlerinden halka duyurulmasında bir beis
yoktur. Çünkü bu, ihtiyaca binaen yapılan bir ilandır. Bilhassa köylerimiz
için bir zarurettir. Dikkat edilmesi gereken husus, ilânı özel meselelere
hasretmemektir.[301]
1. Mescidler
cemaati gereksiz yere uğraştıracak türden özel işlerin konu edilmesi için bina
olunmamıştır.
2. Camide
kaybedilen bir şeyin İlan edilmesi caiz değildir.
3. Meşru
olmayan bir harekette bulunan kimseye yaptığı bu işte muvaffak olmaması için
beddua edilmesi caizdir.[302]
474. ...Enes
b. Mâlik (r.a.)den Peygamber (s.a.)'m şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Mescide tükürmek
günahtır, keffâreti ise, onu (izâle etmesi) gömmesidir."[303]
Yukarıda da temas
edildiği gibi, Resûlullah ve sahâbiler devrinde mescidlerde sergi olmadığı ve
yeni müslüman olanların bir kısmının görgüleri de haderî görgüden farklı olduğu
için mescide tükürmek vak'alarına şahid olunmakta idi. Bu gibi durumlarda
Resûlullah bazan, mescide değil, elbisenin bir tarafına türükülmesini, bazan da
yere tü-kürülmesi halinde o tükürüğün gömülmesini tavsiye ederlerdi.
Bu hadis-i şerifte,
önce mescide tükürmek günah olarak nitelenmiş sonra da bu günahın keffâretinin
o tükürüğün izâlesi olduğu beyân edilmiştir.
Tercümeye
"günah" diye geçtiğimiz (hatî e) kelimesinin, tam günah karşılığı
olan (ism) kelimesi ile değil de yukarıdaki şekilde vârid oluşunun sebebi,
müslümanın bu işi ancak hatâ ile yapabileceğine işaret içindir.
Hadis-i şerifteki bu
ifâdeden, bazı âlimler mescide tükürmeyi günah telakki ederlerken, bazıları bu
mevzudaki diğer rivayetleri de gözönüne alarak, tükürük gömülürse günah değil,
gömülmezse günahtır, demişlerdir.
Hafız İbn Hacer, bu
ihtilâfların sebebini şu sözleriyle özetlemektedir:
"İhtilâfın esası
şudur: Bu mevzuda biri biriyle tearuz halinde olan iki rivayet vardır. Bunlar,
mescide tükürmeyi günah olarak niteleyen (üzerinde durduğumuz) hadis ile,
tükürme ihtiyacı duyan kimsenin, sol tarafına veya sol ayağının altına
tükürmesini tavsiye eden (478.) hadis. Mescide tükürmeyi günah kabul eden
Nevevî, önceki (üzerinde durduğumuz) rivayeti âmm, kabul etmiş, sonrakini
'mescidde olmadığı takdirde" kaydı ile tahsis etmiştir. Kadı Iyaz ise, tam
tersine sonraki rivayeti âmm kabul etmiş, öncekini -defnetmezse günahtır-
şeklinde kayıtlamıştır..."
Bezlu'l-Mechûd sahibi
ise, Kadı İyaz'ın bu hususta söyledikleri mesnedsiz, delilsiz ve nassa muhalif
olduğu gibi muteber ilim adamlarının görüşüne de terstir demiştir.
Bu ihtilâflara adı
karışan ve görüşü nakledilen başka âlimler de vardır. Ancak biz hepsini teker
teker buraya almaya lüzum görmedik. Zira, zamanımızda, cami ve mescidler, aklı
başında hiç kimsenin tükürmeyi aklından geçiremeyeceği şekilde tefriş
edilmekte, her müslümanın cebinde ihtiyacı halinde kullanacağı kâğıt ya da bez
bir mendil bulunmaktadır.
İslâm dininin,
temizliğe verdiği önem ve başka müslümanları rahatsız etmemeyi ana prensipleri arasına
aldığı gerçeği gözönünde bulundurulursa mescide tükürme ya da sümkürmenin
(günah olmadığı kabul edilse bile) en azından müslümanın edebine aykırı olduğu
açıktır. Dolayısıyle müslümanlar, mescidlerini kirletmekten ve.ibâdet için
gelen mü'min kardeşini rahatsız etmekten şiddetle kaçınmalıdırlar. Müslüman,
özellikle yerleşim bölgelerinde yollara, sokaklara tükürmekten de
sakınmalıdır.
Hadisteki örtmek
mânâsına gelen kelimesi gömmek veya izâle etmek mânâsına alınarak diğer
rivayetlerle uyum sağlaması için "gömmesidir" şeklinde tercüme
edilmiştir.[304]
1.
Mescid'ere Sürmek günahür. Keffâreti o tükrüğü, görülmeyecek şekuce yok
etmektir.
2. Bilen
kişinin bilmeyenlere münâsip bir lisanla görgü kurallarını öğretmesi gerekir.[305]
475. ...Enes
b. Mâlik (r.a.)den demiştir ki; - Resûlüllah (sallellahu aleyhi ve sellem)
şöyle buyurdu: " Mescide tükürmek günahtır. Onun keffâreti ise tükürüğü
gömmektir."[306]
Bu rivayet ile önceki
rivayet arasında mânâ yönünden hiçbir fark yoktur. Müellif, Ebû Dâvûd, öncekini
Müslim b. ibrahim'den, bunu ise,Müsedded'den duymuştur. Fakat senedleri farklı
olan rivayetlerde, bazı ifâde değişiklikleri de göze çarpmaktadır.
Önceki rivayette,
"tükrük" karşılığı olarak et-Teflu kelimesi kullanılmışken, bu
rivayette (el-Buzak) tâbiri yer almıştır. Ayrıca, mescide tükürmenin keffâreti
olarak önceki rivayette "tük-rüğün gizlenmesi, üzerinin örtülmesi"
gösterildiği halde, burada "gömülmesi" ifâdesi kullanılmıştır. Çunku
(et-teflu) kelimesi az tukruk, (buzak) ise, balgam karışımı tiksindirici bol
miktardaki tükrük manasınadır.
İşte bu
farklılıklardan dolayı, Ebû Dâvûd bu rivayeti kitabına almıştır. Bu farklılığa
sebep hâdisenin tekerrüründen dolayı olabileceği gibi, rivayetin birinin mânâ
olarak yapılmış olmasından dolayı da olabilir.[307]
476. ...Enes
b. Mâlik'den (r.a.) demiştir ki: - Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Mescidde
(sümkürme veya) balgam çıkarmak (günahtır)". (Said b. Urve bundan sonra)
önceki rivayetin aynısını zikretti.[308]
Görüldüğü gibi bu
rivayet de yukarıdaki rivayetlere çok benzemektedir. Farklı olarak bu rivayette
"tükrük" yerine "balgam" söz konusu,, bir de sümkürme söz
konusudur.[309]
477. ...Ebû
Hureyre (r.a.)den Resûlullah (s.a.)ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Bir kimse mescide
girer de oraya tükürür veya balgam çıkarırsa, yeri eşip onu gömsün.
Böyle yapmazsa
elbisesine tükürsün; sonra da (mescidden) çıkarsın."[310]
Bazı Hükümler
1. Mescidin
tabanı topraksa, oraya tüküren bir kimse yeri eşeleyerek tukrügunu gömmen, aksı takdirde bir beze
tükürerek onu mescidden dışarıya çıkarmalıdır.
2. Tükrük
temizdir.
3.
Mescidlere hürmet gösterilmelidir.[311]
478.
...Târik b. Abdillah el-Muhâribî[312]
(r.a.) Resûlullah (sallella-hü aleyhi ve sellem)in şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir:
"Bir kimse namaza
kalktığı, -veya[313]
biriniz namaz kıldığı- zaman, önüne ve sağına tükürmesin. Ama sol tarafında
kimse yoksa, soluna veya sol ayağının altına tükürsün. Sonra da tükrüğü (ayağı
ile) sürtelesin."[314]
Hadis-i şerif, müslümanların
namazda iken kıbleye doğru veya sağına tükürmesini men etmektedir. Kıbleye
karşı tükürmekten nehyeden başka hadisler de vardır. Bu hadislerden bir
kısmında, tükürmeyi men etmenin illetleri de belirtilmektedir. Meselâ Ebû
Dâvûd'da hemen bundan sonra gelecek hadis de, "çünkü Allah(ın kıblesi)
sizin ön tarafınızdadır" buyurulmaktadır. İbn Hibbân ve İbn Huzeyme'nin
Sahîhlerinde rivayet ettikleri bir rivayette, "kıble tarafına tüküren
kimsenin kıyamet günü o tükrük gözlerinin arasında, (İbn
Huzeyme'nin başka bir rivayetinde
de yüzünde) olduğu halde diriltileceği" ifâde edilmektedir. Ebû
-Dâvûd'taki bir rivayette (481. hadîs)de, Efendimizin kıbleye doğru tüküren bir
imamı, imamlıktan men ettiği belirtilmektedir.
Bu hadis-i şeriflerin
zahirleri ve illetleri, namazda iken kıbleye doğru tükürmenin haram olmasını
gerektirir, ibn Hacer:"Bu ta'lil, ister mescidde isler başka bir yerde,
kıbleye karşı tükürmenin haram olduğuna delildir. Durum böyle olunca mescide
tükürmenin tenzihen mi, yoksa tahrimen mi mekruh oluşunda ihtilâfa mahal
yoktur" demiş, daha sonra da yukarıya aldığımız îbn Huzeyme ve İbn
Hibbân'ın rivayetlerini nakletmiştir.
Hz. Peygamber,
üzerinde durduğumuz hadis-i şerifde sağa tükürmeyi men etmiş, sola tükürmeye
ise ruhsat vermiştir. Bu yasak ve ruhsatın illeti konusunda da ulemâ bir hayli
goruş beyân etmiştir. Bunların özeti şudur:
1. Sağ,
dinimizde devamlı tazime lâyık görülmüş, ayakkabı giymekten tutun da saç
taramaya varıncaya kadar bütün işlerde sağa öncelik tanınmıştır.
2. İnsanın sağ
tarafında haseneleri yazan melekbulunmaktadır. Bu melek, rahmet alâmetidir.
Şeref ve tazime daha çok lâyıktır. Üstelik bu melek sol taraftaki günahları
yazan melekten daha üstündür. Onu üç saat günahları yazmaktan nehyeder. Bu
hadisin İbn Şeybe'deki rivayetinde "Çünkü sağında sevapları yazan melek
vardır" ziyâdesi bu görüşü takviye etmektedir.
3. Sağda,
kâtip ve hafaza meleklerinden başka melekler bulunur. Bunlar namaz kılana
ilham vermek ve onların duasına âmin demek için gelmiş-" lerdir. Misafir
sayılırlar. Misafir ise, ikrama başkalarından daha lâyıktır.
Hadisin zahiri sağa
tükürmeyi men'in namazla alâkalı olduğuna, namaz dışında bunun yasak
olmadığına delâlet etmektedir.
İnsanın sol tarafında
da melek olduğu halde sola doğru tükürmenin caiz oluşunun illeti de şudur:
Namaz bedenî
ibâdetlerin en önemlisidir. Namazda seyyiâti yazan meleğin hiç bir rolü
yoktur. Bu melek, namaz esnasında insana tükrük isabet etmeyecek kadar bir
uzaklıkta bulunabilir.
Sola tükürmenin cevazı
sol tarafın boş olması şartı ile kayıtlıdır. Sol yanında bir başkası varsa,
oraya tükürmesi caiz değildir. Çünkü bir müslüma-nın başka bir müslümana ezâ
vermesi haramdır.
İmam Nevevî,
"sola veya sol ayağın altına tükürmek ancak cami dışında caizdir. Cami
içinde ise, ancak bir beze tükürülebilir" demektedir.
Bu hususta İmam
Nevevfnin sözü gerçekten kayda değer. Şöyle ki: "Sol tarafa ve ayak
tarafına Iükürsün" emri, cami içinde olmasa gerekir. Zira camiye
tükürmenin günah olduğu yukarıdaki hadisle beyân edilmişti. Cami içinde tükürmek
mecburiyetinde olan bir kişi ancak elbisesinin bir kenarına (şimdi mendile)
tükürmesi gerekir." Yani camiye tükürmenin günah olduğunu açıkladıktan
sonra Resûlullah'ın camiye tükürmeye izin vermesi düşünülemez. Ayrıca namaz
esnasında tükürmenin namazı bozup bozmayacağına ait hükümler, yerinde
gelecektir.[315]
479. ...İbn
Ömer (r.a.) şöyle demiştir: Resûlüllah (sallellahu aleyhi ve sellem) bir gün
hutbe irâd buyururken, mescidin kıblesinde(ki duvarda) bir balgam (sümük)
görüverdi. Bunun üzerine cemaate kızdı ve onu kazıdı.[316]
Nâfîdedi ki: İbn
Ömer'in "Resûlüllah za'feran isteyip balgamın yerine sürdü ve;
"Muhakkak
Allah(ın kıblesi) biriniz namaz kıldığında onun yüzünün geldiği taraftadır.
Sakın ön tarafına tükürmesin" buyurdu dediğini zannediyorum.
Ebû Dâvûd şöyle dedi:
İsmail ve Abdulvâris,
Eyyûb vasıtasıyle Nâfi'den yine Mâlik, Ubeydullah ve Musa b.
UkbefNâfî'den,Hammâd'ın (yukarıdaki) rivayetinin bir benzerim rivayet
etmişler, ancak za'ferândan bahsetmemişlerdir.
Ma 'mer ise Eyyûb 'dan
yaptığı rivayette ' 'za 'ferânı'' zikretmiştir. Yahya b. Süleym de Ubeydullah
vasıtasıyle Nâjî'den (za 'ferân yerine) halûk (bir koku çeşidi) kelimesini
zikretmiştir.[317]
Hadis-i şeriften
anladığımıza göre Hz. Peygamber, balgamı cemaate hitap ederken görmüştür.
Ancak, Efendimizin hutbeyi bitirdikten sonra ve namaza duracağı anda görmüş
olması daha muhtemeldir. Çünkü hitabet esnasında yönü cemaate karşı dönük
olacağından kıble, ya arkasına veya yan tarafına gelir. Halbuki balgamın kıble
duvarında olduğu zikredilmektedir.
Hz. Peygamberin,
balgamı gördüğü duvar mihrâb değildir. Çünkü esah olan görüşe göre, Resûlullah
devrinde mescidde mihrâb yoktu. Camilerde mihrab ilk defa Ömer b. Abdilaziz
devrinde yapılmıştır. Üstelik, mihrâbla-rın hıristiyan âdeti ve camilerde
rrihrab inşa etmenin kıyamet alâmeti olduğunu bildiren bir çok hadis-i ;erif
rivayet edilmiştir. Bu yüzden, ulemâdan bir çoğu mihrab İnşasını bid'at ve
mihrabda namaz kılmayı mekruh addetmişlerdir. Hatta Suyûtî bu konuda:
"İ'lâmü'1-Erîb bi Hudûsi bid'ati'l-mehârıb" adında özel bir risale
yazmış ve bu risalesinde Mescid-i Nebevî'de mihrab olmadığını üstelik Hz.
Peygamber'in mihrabı tasvib etmediğine dair bir çok rivayet olduğunu söyleyip
bu hadisleri nakletmiştir. Suyûtî'nin verdiği bilgilerden, Beyhakî'nin Sünen-i
Kübrâ'sındaki "Peygamber (s.a.) mescide gelip mihraba girdi sonra
ellerini kaldırıp tekbir aldı" şeklindeki rivayette yer alan mihrabdan
muradın, mescidin ön ortası, imamın namaz kıldığı yer olduğu anlaşılır.
Hadis-i şerifin
devamından Hz. Peygamberin cemaate kızıp balgamı kazıdığını anlıyoruz.
Efendimizin cemaate kızması, ya balgamı kimin bulaştırdığını bilmediği ya da
cemaatin, o pisliği görmeyip izale etmek maksadıyle davranmadıkları içindir.
Nesâî'nin rivayetinde
balgamı, ensârdan bir kadının kazıyıp yerine "halûk" isminde bir koku
sürdüğü ve Hz. Peygamberin bu hareketi tasvib ettiği bildirilmektedir. Buna
göre, hâdisenin iki defa olduğu, birinde balgamı bizzat
Resûlullah'ın.diğerinde de ensârdan bir kadının kazıdığı anlaşılmış olmaktadır.
Resûlullah (s.a.)
balgamı karıdıktan sonra cemaate dönmüş ve "sizden biri namaza durduğunda,
Allah onun yüzünün döndüğü taraftadır..." buyurmuştur. Cenab-ı Allah
mekândan münezzeh olduğuna göre, ilk nazar da bu ibare biraz müşkil
görünmektedir. Ancak burada, Hattâbî'nin de dediğigibi bir muzaf gizlidir.
İbarenin mânâsı "Allanın kıblesi
onun yüzünü döndüğü taraftadır" şeklindedir. Zaten hadis-i şerifin
tercemesi bu takdir gözönüne alınarak yapılmıştır.
Kıble namaz kılan
müslümanın Allah'a ibâdet ederken yöneldiği cihet Mduğu çin tazime lâyıktır.
Oraya doğru tükürmek ve sümkürmekten men edilmiştir. Mescid dışında kıbleye
karşı balgam atmanın hükmü bu babın ilk hadislerinin şerhinde verilmiştir.
Ebû Dâvûd hadisin
sonuna koyduğu ta'lîkda hadis-i şerifin başka tanklardan gelen
rivâyetlerindeki farklılıklara işaret etmiştir. Görüldüğü gibi bu rivayetler
arasında hadisin ruhuna tesir edebilecek bir farklılık yoktur. Ancak Ebû
Davud'un bu ilâvesi Sünen'in bazı nüshalarında mevcut değildir.[318]
1. Mescidler
kirletilmemeli ve görülen her türlü pislik temizlenmelidir.
2. İmam
daima mescidin temizliğini kontrol etmelidir.
3. Çirkin
bir şey gören hemen onu ıslâh etmeye
çalışmalıdır.
4. Yersiz
bir davranışa kızmak meşrudur.
5. Kible'ye
tazim ve hürmet gerekir.
6. Hadis,
Hz. Peygamberin tevâzuuna da delildir.[319]
480. ...Ebû
Said el-Hudrî şöyle haber vermiştir:
Resulullah (sallellahu
aleyhi ve sellem), hurma salkımı sapından olan çubuğu (taşımayı) sever onu
devamlı elinde bulundururdu. (Bir gün) mescide girdi, kıble (duvarında) bir
balgam gördü onu kazıdı ve kızgın bir halde cemaate dönüp:
"Sizden birinin
yüzüne tükürülmesi hoşuna gider mi? Bilmiş olun ki, bîriniz kıbleye dönünce
ancak Aziz ve Celîl olan Rabbine dönmüş olur. Melek de sağındadır. Öyleyse,
sakın sağına ve kıbleye karşı tükürmesin, sol tarafına veya ayağının altına
tükürsün. Eğer tükrük kendisini sıkıştırırsa şöyle yapsın" buyurdu.[320]
(Halid b. Haris dedi
ki):
İbn Aclân bunu
"şöyle..."yi bize; "elbiseye tükürmek sonra da onu dürmek" şeklinde
tarif etti.[321]
Hadis-i şerif lâfız ve
hüküm bakımından öncekilere benzemektedir. Oralarda lüzumlu izah yapılmıştır.[322]
481. ...Ebû
Sehle es-Sâib b. Hallâd'dan -ki (Ebû Davud'un hocası) Ahmed (b. Salih), bu
zatın ashab'dan olduğunu söyler.[323]- demiştir
ki;
Bir adam cemaate imam
oldu ve Resûlullah (s.a.) bakıp dururken, kıbleye karşı tükürdü. Namazı
bitirince Hz. Peygamber:
"(Bu adam bir
daha) size namaz kıldırmasın" buyurdu.
Bundan sonra o zat
cemaate namaz kıldırmak istedi. Fakat kendisine mâni oldular ve Resülullah'ın
dediği şeyi haber verdiler. Adam bu durumu Peygamber (s.a.)e söyledi. Nebî
(s.a.):
"Evet" (Ebû
Sehl dedi ki, zannediyorum Efendimiz şöyle devam etti:) "Sen Allah'a ve
Resulüne eziyet ettin" buyurdu.[324]
Hz. Peygamber
sağlığında, hazır bulunduğu cemaate dâima bizzat kendisi imam olduğu için
hadiste bahsedilen hâdisenin, Hz. Peygamber namazı kıldıktan sonra kendisine
gelen bir heyetle ilgili olduğu tahmin edilmektedir. Görüldüğü gibi Resûlullah
imamın namazda kıbleye karşı tükürmesini hoş görmemiş, adamın cemaatle beraber
olmadığı bir zamanda onlara o zatı bir daha imamete geçirmemelerini tenbih
etmiştir. Zikri geçen şahıs, bilâhere kavmine tekrar imam olmak isteyince,
kendisine mani olmuşlar ve Hz. Peygamber'in emrini bildirmişlerdir. Adam, mes'
elenin esasını anlamak ve imametten men edilmesinin asıl sebebini öğrenmek
için Fahr-i Kâinata müracaat etmiştir. Hz. Peygamber de "Evet (ben men
ettim) Çünkü sen (kıbleye karşı tükürmekle) Allah'a ve Resulüne eziyet
ettin" buyurmuştur.
Hoşlanmadığı bir şeyi
yapan kimsenin Resülullah'a eziyet etmiş olması mümkündür. Fakat Allah'a
eziyet etmesi mümkün değildir. Öyleyse Hz. Peygamber'in kendisine eziyetle
birlikte Allah'ı da anması ya teberrükendir, ya da Resülullah'a eziyetin, Allah'a
eziyet olduğunu ihsas etmek içindir. Efendimiz, bu sözü sakındırmak için
söylemiştir. Bu "Allah, Allah'a ve Resulü'ne ezâ edenlere dünyada ve
âhirette lanet etmiştir"[325]
mealindeki âyet-i kerimenin hükmü altına girmez. Çünkü bahsi geçen şahıs, bu tehdide
sebep olan hareketini ya hata olarak ya da bilmeyerek yapmıştır. Bu da küfre
sebep olmaz.
Bu adamın münafık
olduğu ve Hz. Peygamber onun durumunu bildiği için imametten men edip bu sözü
söylediği ihtimali üzerinde duranlar da vardır. Bu ihtimâle göre, Resûlullah
(sallellahü aleyhi ve sellem)in söylediği bu söz, yukarıdaki âyet-i kerimenini
hükmü altına girer.[326]
1. İslâm
edebiyle edeblenmey enler, cemaate imam olup namaz kıldırmaya layık
değildirler. Ancak hüküm
olarak fâsıkın imameti
caizdir.
2. İmam,
şeriata uymayan bir harekette bulunursa, imamlıktan uzaklaştırılır.
3. Cemaatin
büyüğü ve ileri gelenleri, halkın hâl ve davranışını kontrol etmelidirler.
4. Hadis-i
şerif, Allah'a ve Resulüne muhalefetten kaçınmayı emretmektedir.
5. Eğiticinin
yanlış bir hareket yapanı doğrudan ilân yerine toplum fertlerine hitap ederek,
açıklayıcı misaller vererek eğitmesi daha müessirdir.[327]
482.
...Mutarrif, babası (Abdullah b. Eş-Şehir)'nın şöyle dediğini nakletmiştir:
Resûlullah (s.a.) namaz
kılarken, yanına geldim. (Efendimiz), sol ayağının altına tükürdü.[328]
Aynî, hadiste zikri
geçen hâdisenin mescidde değil, dışında olduğunu, Efendimizin mutlak olarak
mescide tükürmeyi men etmesinin buna delâlet ettiğini söyler. Ancak bundan
sonraki rivayetten de anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber ayağının altına
tükürdükten sonra yere sürttüğü için hâdisenin mescid içinde olmuş olması da
mümkündür.[329]
483.
...Müsedded, Yezîd b. Zürey'den, o Said el-Cüreynî'den; o da Ebu'l-'Alâ'dan,
Ebû'1-Alâ da babasından önceki hadisi mânâ olarak rivayet etmiş, "Sonra
(Resûlullah) ayakkabısı ile yere sürttü" cümlesini ilâve etmiştir.[330]
Bu ve bundan önceki
rivayetlerin râvileri Said el-Cüreynî'den sonra değişmektedir. Bu rivayette,
öncekinden farklı olarak.Hz. Peygamberin sol ayağının altına tükürdükten sonra
ayakkabısı ile yere sürttüğü beyân edilmektedir. Bu farklılığa işaret etmek
için Ebû Dâvûd bu rivayeti Sünen'e
almıştır.[331]
484. ...Ebû
Saîd (el-Himyerî)'den, demiştir ki; - Vasile b. el-Eska'ı[332] Dımaşk mescidinde gördüm. Hasıra tükür-dü
sonra onu ayağı ile sürteledi. Kendisine bunu niçin yaptığı sorulunca:
"İnanın, ben ResûluUah (s.a.) böyle yaparken gördüm" dedi.[333]
Bu hadis daha önce
Secen ve mescide tükürmenin hata, tükürülürse keffâretinin, o tükrüğü gömmek
olduğunu belirte'rî hadislere"zıt görünmektedir. Çünkü, hasırın üzerine
tükürülünce o tükürüğün gömülmesi mümkün değildir. Üstelik onu sürtmek pisliği
yayar ve zararını artırır. Fakat bu hadisin senedinde bulunan Ferec b. Fudâle'yi,
birçok kişi zayıf saymaktadır. Öyle olunca, bu hadis öncekilerin mertebesine
çıkamaz ve onlara muarız olamaz. Dolayısıyla, görülen muhalefetin önceki
hadislere zararı yoktur.[334]
485.
...Câbir b. Abdullah (r.a.)'den demiştir ki;
Resûlüllah (sallellahu
aleyhi ve sellem), elinde İbn Tâb[335] Hurması
salkımının sapından bir çubuk olduğu halde bizim şu mescidimize[336]
geldi. Mescidin kıble duvarında bir balgam gördü. Gidip o balgamı çubuğu ile
kazıdı, sonra:
"Hanginiz
Allah'ın kendisinden yüz çevirmesini ister? Bilin ki, biriniz namaz kılmaya
kalktığında Allah(ın kıblesi) onun yüzünü döndüğü taraftadır. (Öyleyse) sakın
ön tarafına ve sağına tükürmesin. Soluna, sol ayağının altına tükürsün. Eğer
kendisini balgam sıkıştırırsa, elbisesine şöylece tükürsün" buyurdu ve
ağzına elbisesinin (ucunu) koydu, sonra da orayı ovalayıp:
"Bana abîr (bir
çeşit renkli koku).getiriniz” buyurdu.
Kabileden bir genç,
koşarak evine gitti ve avucunda halûk (bir çeşit koku) olduğu halde geldi. Hz.
Peygamber onu alıp çubuğun tepeşine koydu, sonra balgamın yerine sürdü.
Câbir (r. .)
"İşte bundan dolayı siz, mescidlerinizde halûk kullanır oldunuz"
dedi.[337]
Hadis-i şerifin
benzerleri daha evvel nakledilmiştir. Onlardan farklı olarak bu rivayette hâdisenin
vuku bulduğu yer zikredilmekte ve olay daha tafsilatlı olarak anlatılmaktadır.
Bu hadiste bahsi geçen olay ile aynı mânâya gelen diğer hadîslerde anlatılan
olayların aynı olması muhtemel olduğu gibi, ayrı olmaları da muhtemeldir.
Cenab-ı Allah'ın bir
kimseden yüz çevirmesinden maksat, ona gazab etmesi, rahmetinden
uzaklaştırmasıdır.
Hz. Peygamberin,
mecbur kalan kimseye, balgamını elbisesine çıkarmayı emretmesi, balgam ve
sümük gibi şeylerin temiz olduğuna delildir. Zaten, tükrüğün temizliğinde
ihtilâf yoktur. Sadece İbrahim en-Nehâî'nin bunu pis saydığına dâir zayıf bir
rivayet vardır.
Netice : Bundan önceki
babta, mescidlerin temizlenmesi, kudsiyetini muhafaza için kirletilmemesi,
huzur içinde ibâdet yapmanın sağlanması, ecir ve sevabın artması için nelerin
okunmasının gerektiği belirtilmişti. Burada ise, camiyi veya mescidi kirleten,
ibâdet huzurunu bozan ve âdaba aykırı olan camiye tükürme, sümkürme ve balgam
ile ilgili hususlar açıklanmış, hakimane bir şekilde eğitim ve öğretim yolları
belirtilerek mürebbinin nasıl olması gerektiği hakkında örnekler
sergilenmiştir.
Yukarıda da
belirtildiği gibi günümüz insanının:"Böyle şey olur mu"deme-den önce,
bu hadiselerin oluş şeklini düşünmesi gerekir. O günün mescidleri, üstü açık,
içi 40-50 derece sıcak, namaz kılınan yerler kumluk... Böyle bir ortamda sola
veya ayağının altına tükürmek onu izâle etmek insanlara kerih görünmeyebilir.
Bu davranışlar oranın şartları ve o zamanın insanına göredir.[338]
Mescidler, ibadet edilen
yer olması bakımından davranışların da buradaki ibâdet kudsiyetine uygun
olmasını gerektirir. Orada sümkürmek balgam ve benzeri şeyler sakildir. Onun
için de mezhepler bunun üzerinde titizlikle durmuşlardır.
Şafiîler: Mescidin
zemini yumuşak (yani toprak, kum ve çakıl taşlan ile örtülü) ise, tükürük veya
sümüğün örtülmesine ve gömülmesine müsait olur ve bunu gömer ve örterse
hareketi uygun olmamakla beraber haram da değildir. Zemin sert veya örtülü ise,
tükürmek veya sümkürmek haramdır. Hemen izâlesi gerekir. Aksi halde hararn
hükmü ve günahı devam eder görüşündedirler.
Malîkîlere göre: sert
zeminli mescitlerde tükrüğün azı mekruh, çoğu ise, haramdır. Zemin yumuşak,
izâlesi mümkünse, herhangi bir beis sözkonusü değildir.
Hanefilere ve
Hanbelîlere göre de camiye tükürmek kesinlikle caiz değildir. Ancak
Hanefîlerce tahrîmen mekruh, Hanbelîlerce haramdır. Hanefiler mescidin zemini
ne olursa olsun, camiyi kirletmek tahrimen mekruhtur, izâlesi ise vâcibtir,
demektedirler.
Görülüyor ki, mesele,
sanıldığı gibi basit değildir. Her müslümanın camide hareketlerine dikkat
etmesi ve ibadetini yaptığı yere hürmette kusur etmemesi gerekir. Soğan ve
sarımsak yiyen ve benzeri kerih kokuları bulunan kişilerin cemaate ezâ
vereceğinden; "camilerimize yaklaşmasın" mealindeki hadislerle
mescidlerden uzak durmaları bildirilmektedir. Geçici olan bu durumdaki hüküm
böyle olursa, kısmen devamlılık arz eden mescide tükürenin halini düşünmek
gerekir.
Bu husustaki
hadîslerin beyân ettiği mescide tüküren bir kimsenin imamlıktan reddedilmesi
bir daha imam olmaması, Resûlullahın; "Sen Allah'ın Resulüne eziyet
ettin" buyurmasını çok düşünmek gerekir.
Ayrıca burnunu elleri
ile karıştırarak pisliklerini örtüler üzerine süren ve atan kişilerin de
kendilerini buna kıyas etmeleri gerekir.[339]
486.
...Şerif b. Abdullah b. Ebî NT.ir, Enes b. Mâlik (r.a.)ın şöyle dediğini
rivayet etmiştir:
Bîr adam devesi
üzerinde mescide gelip devesini çöktürdü, sonra da ayağını bağladı ve:
Muhammed (s.a.)
hanginiz? dedi.
Nebi (s.a.) de ashabın
arasında yaslanmış bir vaziyette duruyordu. Adama:
Şu yaslanmış
vaziyetteki beyaz (yüzlü) zattır, dedik. Bu sefer adam Peygamber (s.a.)e;
Ey Abdülmattalib'in
oğlu! dedi. Resûlüllah (s.a.); " Seni dinliyorum (söyle)" buyurdu. Adam:
Ya Muhammed sana (bir
şeyler) soracağım... dedi. Bundan sonra Enes^hadîsin tamamını zikretti.[340]
Hadis-i şerifte bahsi
geçen fakat açıklanmayan zât, hadisin Buhârî'deki rivayetinden ve bundan sonraki
rivayetten anladığımıza göre Sa'd b. Bekir kabilesinden[341]
Dimâm b. Sa'lebe'dir. Bu zat Hz. Peygamberle yaptığı konuşmanın sonunda
müslüman olduğunu haber vermiştir. Onunbufcaberi, Resûlullah'la konuşmasından
sonra müslüman olup onu açıkladığına mı, yoksa eskiden müslümanlığa girip de
durumunu bu konuşmadan sonra haber verdiğine mi delâlet eder, ihtilaflıdır.
Buhârî ve Kadı Iyaz ikinci görüştedirler. Ebû Dâvûd hadisi "müşrikin
mescide girmesinin (hükmü)" başlığı altında zikrettiğine göre birinci görüşü
benimsemiş olmalıdır. Yani Dımâm'ın eskiden müşrik olup Hz. Peygamberle
konuştuktan sonra müslüman olduğu görüşüne sahiptir.
Hadis-i şerifin zahirî
Dımâm'ın devesini mescide sokup oraya çöktür-düğünü göstermektedir. Ibn Battal,
bu hadisi hüccet kabul ederek eti yenen hayvanların idrarlarının temiz olduğuna
hükmetmiştir. Çünkü, hayvanın oraya bevletmeyeceğinden emin olunmadığı halde
Hz. Peygamber devenin dışarıya çıkarılmasını emretmemiştir.
Fethü'l-Bâri'de tbn
Hacer, bu istidlali reddetmiş ve "Hâdisenin devenin idrarının temizliğine
delâleti açık değildir. Bu mücerred bir ihtimalden ibarettir. Ebû Nuaym'ın:
"Devesi üzerinde
mescide kadar geldi, sonra devesini çöktürüp bağladı ve mescide girdi"
şeklindeki rivayeti deveyi mescidin önüne çöktürdüğüne delildir. İbn Abbâs'ın,
Ahmed b. HanbeI'in,Müsned veHâkim'in Müsted-rek'indeki "Devesini mescidin
kapısına çöktürüp bağladı, sonra da mescide girdi" şeklindeki rivayeti
daha açıktır. Buna göre (üzerinde durduğumuz) Ertes'in rivayetinde mecazi hazf
vardır. Takdir: "Devesini mescidin önüne çoktürdü" veya buna benzer
bir şekildedir" demiştir. İbn Hacer'in Ahmed ve Hâkim'den naklettiği
hadîs, Ebû Dâvüd'da da hemen bu hadisten sonra gelecektir.
Merhum Ahmed Naim
Tecrid-i Sarih TercemesFndeki hadisi terceme ederken bu takdiri göz önüne almış
ve cümleyi: "devesini mescid(in kapı-sın)da çökerettikten sonra..."
diye terceme etmiştir. Biz bu takdiri yapmadan, ibareyi zahirîne göre terceme
ettik ve meseleyi şerhte açıklamayı daha uygun bulduk.
Enes'in haberine göre,
Dımâm Resûlullah'i gördükten sonra O'na "Ey Abdulmuttalib'in oğlu"
diye hitab etmiştir. Buna sebep Hz. Peygamberin babasının, Efendimiz henüz
dünyaya "teşriflerinden önce vefat etmiş olmasıdır. Böyle durumlarda
insanın dedeye nisbet edilmesi Araplar arasında âdetti. Adamın Peygamber
(s.a.)'in makamına uygun hitab etmemesinden dolayı Efendimiz de
"evet" şeklinde cevap vereceği yerde "söyle seni
dinliyorum" diye mukabelede bulunmuştur.
Kur'an-ı Kerim'de
"Peygamberi, kendi aranızda biribirinizi çağırdığınız gibi
çağırmayınız"[342]
buyurulduğu halde, Dımâm'ın yukarıda belirtilen hitabını, onun daha önceden
müslüman olmadığına delil saymak mümkündür. Eğer önceden müslüman olmuşsa o
zaman bu âyeti henüz duymamıştır, hükmüne varılabilir.
Hadîsin râvisi Enes,
hâdiseyi buraya kadar naklettikten sonra, Resûlul-lah ile Dımâm arasında geçen
konuşmayı haber verdiği halde, müellif, konu ile ilgili kısmın dışında kaldığı
için bu konuşmayı kitabına almamış, sadece "ve hadisi nakletti"
demekle hadisi ihtisar ettiğini belirtmiştir.
Hadisin tamamı
Buhârî'de mevcuttur. Buhârî'deki rivayete göre hadisin devamı şu şekildedir:
"...(Dımâm
Resülüllah'a) Ben sana bazı şeyler soracağım, amma soracaklarım (pek) ağırdır.
Gönlün benden incinmesin" dedi. Peygamber (s.a.) "aklına geleni
sor" buyurdu. "Senin ve senden evvelkilerin Rabbi aşkına (söyle),
bütün halka (Peygamber olarak) seni Allah mı gönderdi?" dedi. Resulüllah:
"Evet" buyurdu. "Allah aşkına (söyle), bir gün bir gece için beş
vakit namaz kılmayı sana Allah mı emretti?" dedi. "Evet"
buyurdu. "Allah aşkına (söyle), senin şu (malum) ayında oruç tutmayı sana
Allah rm emretti?" dedi. "Evet" buyurdu. (Yine)
"Allahaşkına şu (malum olan) sadakayı zenginlerimizden alıp fukaramıza
dağıtmayı sana Allah mı emretti?" dedi. Nebiyy-i muhterem (a.s.) (buna da)
"evet" buyurunca, adamcağız: "Sen ne getirdin ise, ben ona iman
ettim. Kavmimin geride kalannlarma da* elçi benim. Ben Sa'd b. Bekr
kabilesinden Dımâm b. Sa'lebe'yim" dedi.[343]
1. Kâfirin
ihtiyaç halinde mescide girmesi caizdir. Ancak, bu konu mezhepler arasında
ihtilaflıdır.
İmam Azam Ebû Hanife
Hazretlerine göre, kitabînin her ne maksat ile olursa olsun mescide girmesi
caiz, dinsiz ve putperestlerin girmesi caiz değildir. Bu görüşünün delili
Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde çok sağlam bir senetle Câbir'den rivayet ettiği;
"Bu seneden sonra şu mescidimize ehl-i ahd ve hizmetçilerinden başka hiç
bir müşrik giremez" mealindeki hadistir. Mü-câhid ve İbn Muhayriz de bu
görüştedirler.
Ömer b. Abdilaziz,
Katâde ve Muzenî'ye göre, hiç bir kâfirin mescide girmesi caiz değildir.
imam Mâlik, "Bir
ihtiyaçtan dolayı kâfirin mescide girmesi caizdir" demiştir.
Şafiîlere göre, ister
kitabî olsun, ister müşrik olsun bütün kâfirlerin Mescid-i Haram dışındaki
mescidlere girmeleri müslümanların izin vermesi halinde caizdir.
2. Mescidde
yaslanarak oturmak caizdir.
3. Bir
kimseyi veya bir şeyi özellikleri ile tarif caizdir.
4. Bîr
kimseyi dedesinin ismine nisbet ederek çağırmak caizdir.
5. Sorusu
tekerrür etse bile sorana cevap vermek meşrudur.
6. Bilmeyene
adamın kendisini tarif etmesi caizdir.
7. İlim
tahsili için sefere çıkmak meşrudur. Nitekim Buhârî, hadisi bu babda mütelaâ
etmiştir.[344]
487. ...İbn
Abbâs (r.anhumâ)dan, demiştir ki; Benû Sa'd b. Bekr kabilesi Dımam b. Sa'lebe'yi
Resûlullah (s.a.)'a gönderdi. Dımâm gelip devesini mescidin kapısına
çöktürdü.Sonra ayağını bağladı. Daha sonra da mescide girdi.
İbn Abbâs (bundan
önceki Enes hadisinin) aynını nakledip şöyle dedi:
Dımam:
Abdulmuttalib'in oğlu
hanginizdir? Resûlullah (s.a.); "Abdulmuttalib'in oğlu benim" Dımam:
Ey Abdulmuttalib'in
oğlu!... dedi.
îbn Abbâs (bundan
sonra) hadisin tamamım anlattı.[345]
Bu hadiste öncekinden
farklı olarak Dımâm'm devesini kapının önüne çökerttiği açıkça tasrih
edilmiştir. Bu tasrih, önceki hadisi anlamada mescid kelimesinin önüne muzaf
takdir edenleri takviye etmektedir. Ayrıca İbn Hacer'in de işaret ettiği gibi
bu hadise dayanarak devenin idrarının temizliğine hükmedenlerin tezini
zayıflatmaktadır. Hadisler arasında görülen Dımâm'ın hitabı ile ilgili
farklılık önemli değildir.[346]
488. ...Ebû
Hureyre (r.a.)den demiştir ki;
Peygamber (s.a.)
ashabından bir cemaatle birlikte mescidde otururken (bazı) Yahudiler kendisine
gelip:
Ya Ebe'l-Kasım, Yahudilerden
zina eden erkek ve kadın hakkında ne dersin? dediler.[347]
Bu hadis aslında daha
uzundur. Sünen-i Ebu Davud'un “Kazâ,, bahsinde 3624 Hudud bahsinde de 4450 ve
4451 numaralarda tekrar gelecektir. Müellif buraya sadece konu ile ilgili kısmını,
yani yahudilerin mescide girdiklerine işaret eden bölümünü almıştır. Hadisenin
tamamı 4450 numarada gelecektir.[348]
489. ...Ebû
Zer (r.a.)den, demiştir ki; "Resulüllah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Bana yer yüzü
temizleyici ve mescid (namazgah) kılındı"[349]
Ebu Zerr’m rivâyet
ettiği bu hadis Buhârî'de, Beyhakî'de, Müslim'de, Nesâî'de ve İbn Mâce'de
değişik lâfızlarla Hz. Câbir'den rivayet edilen yalnız Resûlullaha ve ümmetine
has olan beş hususiyetten biridir.
"Öncekilerden hiç
birine verilmeyen beş şey bana verilmiştir..." diye başlayıp devam eden
hadisin bir bölümüdür.
Yer yüzünün temiz olan
her yerinde namaz kılma, normal ibâdet yapma diğer semavî dinlerde yoktur. Onlar
ibâdetlerini kiliselerde veya havralarda yapmaları gerekir. İslâm'da ise,
Cenab-ı Hakk'ın bu ümmete bir lütfü olarak temiz olan her yerde namaza
durulabileceği ve temizleyici olarak teyemmüm edilebileceği beyân
buyurulmaktadır.
Hadis-i şerif, mutlak
mânâda, teyemmüm için toprağı şart koşmayan, bilakis yer yüzünün kireç, kum vs.
gibi diğer maddeleri ile de teyemmümü caiz gören Hanefî mezhebinin delilidir.
Bu meselenin tafsilâtı teyemmümle ilgili hadislerin şerhinde beyan edilmiştir.
Hattâbî bu hadisin
mücmel ve mübhem olduğunu, bu mübhemiyetin Müslim'deki (523 numara )
Huzeyfe'den nakledilen "Bize yer yüzü mescid, toprağı da temizleyici
kılındı" hadisi ile tafsil edildiğini söylemiş, hadiste mü-fessirin mücmel
üzerine tercih edileceğini kaydederek teyemmümün sadece toprakla caiz olduğunu
söyleyen Şafiîlerin görüşünü takviye cihetine gitmiştir.
Bezlü'l-Mechûd sahibi,
Hattâbî'nin bu mütalaasına karşı çıkarak şöyle demektedir:
"Huzeyfe hadisi,
topraktan başka hiç bir şeyle teyemmümün caiz olmadığına delil olamaz. Çünkü
bu teyemmümün sadece toprakla olduğuna delâlet etmez. Üstelik biz, Huzeyfe
hadisinin, Ebû Zerr hadisini tefsir ettiği görüşüne katılmıyoruz. Bilakis
diyoruz ki, Ebû Zer hadisinde kapalı bir taraf yoktur. Mesele mutlak mukayyet
meselesidir. Teyemmüm konusunda esas delil Kur'an-ı Kerim'deki lâfzıdır ve
(sa'id) mutlak olarak "yeryüzü
" mânâsındadır. Kur'an'ın bu mutlak lâfzını haber-i vâhid ile
kayıtlayarak "teyemmüm sadece toprakla caizdir" demek mümkün
değildir.[350]
Hadis-i şerifin geri
kalan bölümünde, yeryüzünün tamamının müslümanlar için namazgah olduğu
bildirilmektedir. Bu, Hattâbî'nin de ifâde ettiği gibi, Cenab-ı Hakk'ın İslâm
ümmetine bir ihsanıdır. Zira, önceki ümmetler, ibâdet edebilmek için kilise
veya havraya gitmek mecburiyetinde idiler. Müslümanlar ise, namazlarını her
istedikleri yerde kılabilirler.
Bu hadiste "yer
yüzünün tamamı namazgah kılındı" denilirken, mutlak olarak ifade edilmiş,
herhangi bir istisnada bulunulmamıştır. Halbuki bazı hadislerde, pis oldukları
için veya başka mülahazalarla kabristan, küllük, deve ağılı, hamam vs. gibi
yerlerde namaz kılınması men edilmiştşir. O halde hüküm olarak, yer yüzü bazı
istisnaları olmakla beraber müslümanlar için genelde namazgah kılınmıştır.
Hz. Peygamber
"Bana yer ı yüzü..." derken bu hükmün sadece kendi^ sine ait olduğunu
kastetmemiştir. İfâdede bir hazf vardır. Harf-i atıf ile matuf hazf
edilmiştir. Cümlenin tamamı, ""yer yüzü, bana ve ümmetime..."
şeklindedir. Zaten hadisin diğer rivayetleri bu hususu açıkça dile getirmektedirler.[351]
1. İhtiyaç
hâlinde yer yüzü cinsinden her şeyle teyemmüm etmek caizdir.
2.
Yeryüzünün temiz olan her yerinde namaz kılmak caizdir.[352]
490. ...Ebû
Salih el-Gıfârî demiştir ki;
Ali (r.a.) (Basra'ya)[353]
giderken yolu Bâbil'e uğradı. Müezzin kendisine ikindi namazını(n vaktinin
girdiğim) haber vermeye geldi. (Ali karşılık vermedi). Bâbil'den çıkınca,
müezzine emretti o da namaza ikâmet getirdi. Ali namazı bitirince:
Habibim, sallellahu
aleyhi ve sellem beni, kabristanda ve Bâbil arazisinde namaz kılmaktan men
etti. Çünkü Bâbil(in eski sakinleri) lânetlidir" dedi.[354]
Bâbil, Irak'ın eskiden
mamur ve meşhur bir şehridir. Sihrî ve şarabı ilk defa burada yaşayanların
buldukları söylenir. Ken'an melikleri burada ikâmet ederlerdi. Burada ilk
yerleşenin ve imar edenin Nûh (aleyhisselâm) olduğu da söylenir. Bu rivayete
göre Hz. Nuh oraya Tu-fan'dan sonra gelip yerleşmiştir. Ebû'l-Munzir, Bâbil
şehrinin on iki fersah genişliğinde olduğunu, Fırat'ın, şehrin içinden
aktığını, Buhtunnasr'ın şehrin sakinlerini korumak için nehrin yatağını
sonradan değiştirdiğini söyler.
Hz. Ali'nin
"Burası lânetlidir" sözünü söylemiş olması "buranın ahalisi
lânetlidir, yani bugünkü yaşayanları değil de eski kavimlerden Allah'a isyan
etmeleri, kendilerine gönderilen Peygamberlere karşı çıkmış olmaları, sebebiyle
Allah'ın gazabına uğrayarak lanetlenmiş ve helak olmuş kişilerin bakiyyeleri
(cesetleri, mezarları)" sebebi ile olsa gerektir. Aksi takdirde geçmiş
nesillerin günahını o gün yaşayan ve müslümanlardan olan kişilere yükleyerek
lanetlenmiş bir toplum olmalarının, İslâm prensipleri ile bağdaşır tarafı
yoktur. "Burası lânetlidir" tabiri arapçada çok kullanılır,
mecazidir. Zikrü'l-Mahal irâdetü'1-hâll kabilindendir. Yani mahal söylenir,
içindekiler kastedilir. Çünkü mücerred manada bir yerin lânetli olması söz
konusu olamaz.
Nemrûd b. Ken'an,
İbrahim (aleyhisselâm)ın zamanında buranın en büyük meliki idi. Zannınca
semaya çıkmak ve semâ ehli ile savaşmak için çok yüksek bir kule inşâ ettirdi.
Bir rüzgâr esti, onu yıktı ve tepesini denize attı. Sonra müthiş bir zelzele
oldu. Binalarını yerle bir etti. Ahalisi binalarının altında kalarak helak
oldu. Bu zelzelenin şiddetinden lisanları karıştı, birbirlerinin sözünü
anlamaz hâle geldiler. Bu yüzden buraya "Bâbil" denildi.[355]
İşte Hz. Ali buradan
geçerken ikindi namazının vakti girdiği halde namazı kılmamış ve metinde geçen
şeyleri söylemiştir. Bu hadisde iki yerde namazın nehyedildiği haber verilmiş
olmaktadır:
1. Kabristanda,
2. Bâbil arazisinde.
Kabristanda namaz
kılmanın hükmü mezhepler arasında ihtilaflıdır.
Hanbelflere göre her
halü kârda kabristanda namaz kılmak haramdır. Orada kılınan namaz sahih
değildir. Zahiriler de bu görüştedir.
Şafüler kabirlerin
üzerinin kapalı veya açık olmasını ayrı değerlendirmişler, açık olur da toprak
ölülerin etleri, irinleri ve ondan çıkanlarla karışık ise oranın pisliğinden
dolayı namaz caiz değil, kabristanın temiz
bir yerinde kılımrsa, caiz demişlerdir.
Mâlikîlere göre
kabristanda namaz kerâhetsiz caizdir.
İmam Ebû Hanife, Sevrî
ve Evzâî'ye göre temiz bile olsa kabristanda namaz kılmak mekruhtur.
Bâbil arazisinde namaz
kılmanın mekruh oluşu biraz şaibeli bir konudur. Zira ehlinin lanetlenmiş
olması ile o arzın ne alâkası vardır? Sonra Resülullah, mutlak olarak yer
yüzünün namazgah kılındığını haber vermiştir. Bazı yerlerde namaz nehyedilmişse
de bu, ya oraların necâsetli olma ihtimalinden ya da, tehlikeli oluşundandır.
Bizce bu konuda söylenecek en güzel şey Hattâbî'nin şu sözleridir:
"Bu hadisin
isnadı söz götürür (zayıftır). Âlimlerden,Bâbil toprağında namaz kılmayı haram
kabul eden hiç bir kimseyi bilmiyorum. Bu hadis, kendisinden daha kuvvetli
olan "Yer yüzü bana temizleyici ve namazgah kılındı" hadisine zıt
düşmektedir. Bu hadisin mânâsı (eğer hadis sabitse), Resûlul-lah, Hz. Ali'yi
Babil arazisini ikâmet için vatan edinmekten nehyetmiş demektir. Çünkü orayı
ikâmet için vatan edinse orada namaz kılacaktır. Bu nehy sadece Hz. Ali'ye
mahsustur. Görüldüğü gibi Hz. Ali, "Bizi menetti" dememiş, "Beni
men etti" demiştir.Bu, Kûfe'deHz. Ali'nin başına gelecek musibetlerden
dolayı onu uyarma niteliğinde bir mu'cize de olabilir. Çünkü Küfe, Bâbil
arazisidir. Nitekim ondan önce hiç bir halife Medine'den başka bir yere ikâmet
için gitmemiştir."[356]
491.
...Ahmed b. Salih, İbn Vehb'den, îbn Vehb Yahya b. Ezher ve İbn Lehîa'dan
bunlar Ebû Salih el-öifârî'den o da Hz. Ali'den (yukarıdaki) Süleyman b.
Davud'un rivayetini mânâ olarak nakletmişler fakat...yerine (yine aynı anlama
gelen) demişlerdir.[357]
492. ...Ebu
Said el-Hudrî (r.a.) Resûlullah (sallellahü aleyhi ve sellem)'in şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir:
Mûsâ b.İsmail ise rivayetinde,
"zannediyorum ki Amr" demiştir.
"Hamam ve
kabristanın hâricinde yer yüzünün tamamı mesciddir (Namazgahtır)"[358]
Müellif Ebu Dâvud bu
hadisi iki ayrı üstaddan almıştır. Bunlar, Müsedded ve Mûsâ b. İsmail'dir.
Müsedded rivayetinde Abdülvâhid'in Amr b. Yahya'dan duyduğuna şüphe etmediği
halde Musa b. İsmail bunda şüphe etmiş ye bu şüphesine; "Zannediyorum
ki..." diye işaret etmiştir. Tercemedeki tire arasındaki kısım bu şüpheye
işaret olarak vârid olmuştur.
Üzerinde durduğumuz
hadis, kabristanlarla hamamlarda namaz kılmayı nehyetmektedir. Kabristanlarda
namazın hükmüne ait görüşler, bundan evvelki hadisin şerhinde açıklanmıştır.
Hamam sözünden maksat,
sadece bugünkü manada umûma açık yıkanma yerleri değil, nerede olursa olsun
yıkanmaya tahsis edilen her yerdir. Buralarda namazı kılmanın hükmü de ulemâ
arasında ihtilaflıdır:
Ahmed b. Hanbel Ebû
Sevr ve Zahirilere göre hamamlarda namaz sahih değildir.
Cumhura göre ise,
necaset olmadığı takdirde ğusul edilen yerlerde namaz kılmak mekruhtur.
Necaset olduğu takdirde sahih değildir. Hanefîlere göre tuvalet çukurları
üzerinde de namaz kılmak sahih değildir.
Mâlikîler, hamamlarda
namazın kerahetsiz caiz olduğu görüşündedir.
Üzerinde durduğumuz
babın hadislerinde beyân edilenlerden başka namaz kılınması nehyedilen başka
yerler de vardır. Mezbahalar, çöplükler, yol ortaları, deve yatakları,
Beytullahın üzeri, gasbedilen arazi, mescid-i dırar, kabre karşı, kilise ve
havralarda resimlere karşı, üzerinde necaset bulunan gusulhâne duvarında, yanan
ateşe karşı ve resme karşı namaz kılmak bu cümledendir. Bunlardan ilk ikisi
pis olduklarından, üçüncüsü gelene geçene zarar vereceği için, dördüncüsü
tehlikesinden ve kalbe vesvese vereceğinden, Beytullah'ın üstü de tazim
içindir. Bundan sonrakilerin her biri için ayrı sebepler vardır. Bunlardan her
birinde namaz kılmayı nehyeden ayrı ayrı hadisler vârid olmuştur.
Bazı âlimler, yer
yüzünün tamamının namazgah olduğunu ifâde eden hadisin umûmuna bakarak bütün
buralarda namazı caiz görmüşlerdir. Şevkânî bunlara karşı, adı geçen yerlerde
namazı men eden hadislerin hâs olduğunu hüküm yönünden umûm ifâde eden
hadislerin bunlar üzerine bina edilmesi gerektiğini söyler.[359]
1. Hadis-i
şerif, kabristanlarda ve hamamlarda namaz kılmayı nehyetmektedir.
2. Buralara
kıyasla pis olan her yerde de namazın nehyedilmiş olduğu hükmüne varılır.[360]
493. ...Berâ
b. Azib (r.a.) demiştir ki;
Resûlullah (s.a.)'a
deve yataklarında namaz kılmanın h ükmü soruldu. Nebî (s.a.):
"Deve
yataklarında namaz kılmayınız. Çünkü develer şeytanlardandır" buyurdu.
Koyun ağıllarında
namaz kılmanın hükmü sorulunca da:
"Oralarda kılınız,
çünkü onlar berekettir" karşılığını verdi.[361]
Bu hadis-i $erif 184
numarada geçmiştir. Orada gerekli açık-lamada bulunulmuştur.[362]
494.
...Sebra[363] (r.a.) "Resûlüllah
(s.a.) şöyle buyurdu" demiştir: "Çocuk yedi yaşına gelince namaz
kılmasını emrediniz. On yaşına gelir de kılmazsa dövünüz."[364]
Hadis-i Şerifteki
hitab velileredir. Çünkü çocuklar mükellef
değildirler. Velinin, baba, dede, vasî veya hâkim tarafından tâyin
edilen kayyum olması arasında fark yoktur. Çocuğa namazın emredilebilmesi için
onun mümeyyiz olması lâzımdır. Ekseriya yedi yaşından itibaren çocuk mümeyyiz
olmaya başladığı için, bu yaşla kayıtlandırılmıştır.
Bu emrin gereği
olarak, çocuğa erkek olsun, kız olsun namazın şartları, rükünleri ve namaz
sahih olacak kadar Kur'an-ı Kerim'den bir bölümün öğretilmesi lâzımdır. Bunun
için gerektiğinde -varsa- çocuğun malından, yoksa babasının malından o da
yoksa anasının malından harcamada bulunabilir. İmam Nevevî "Fatiha ve
farzlardan başka şeyi öğretmek için çocuğun malından ücret verilebilir mi? Bu
konuda iki cevap vardır. Esah olanına göre verilebilir" demektedir.
Çocuk on yaşma
geldiğinde buluğ çağı yaklaştığı için, namaz kılmazsa dövülmesi
emredilmektedir. Bu çocuklara değil, velilere hitabeden bir emirdir. Bu emrin
vücûb için mi yoksa nedb için mi olduğu ihtilaflıdır. Bu emrin vücûbuna kail
olanlar "Ehline namazı emret"[365] ve
“Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu ateşten koruyunuz"[366]
âyet-i kerimelerim görüşlerine delil getirirler.
Şâfiîler emrin vücûb
ifâde ettiği, Hanefiler ise,nedb için olduğu görüşündedirler.
Şevkânî, hadisteki
emrin nedbe delâletinin kabulü halinde bunun "emrediniz" emrine uygun
olabileceği fakat "dövünüz" emrine muvafık olamayacağını söyler.
Çünkü dövmeyi emretme başkasına bildirmedir,da mendûp için olan bir emirde
mübâh olmaz.
Emrin nedbe delâlet
ettiği görüşünde olanlar, çocuğun mükellef olmayışını, emrin hakiki manasında
kullanılmasına mâni olduğunu, çünkü icbarın, ancak vacibi yapmak veya haramı
terk etmek için olabileceğini namaz da çocuğa vâcib olmadığı için terkinin
mahzurlu olmadığını söylerler.
Hattâbî bu hadis-i
şerifin şerhinde şunları söyler:
"On yaşına
geldiğinde namazı kılmazsa dövünüz"sözü bulûğa erdikten sonra bile bile namazı
geçirenin cezasının ağırlığına delildir. Biz deriz ki, baliğ olmayan çocuk,
namazı geçirdiğinde dayağa müstahak olunca, bulûğdan sonra çarptırılacağı
cezanın daha şiddetli olması gereği açıktır. Ulemânın ifâdesine göre dayaktan
sonra en şiddetli şey de katl'dir."
Aynî, Hattâbî'nin bu
ifâdesine itiraz etmiş; "Bu istidlal zayıftır. Biz (Hanefîler) buluğdan
önce dövmeyi vacip görmüyoruz ki, buluğdan sonra daha şiddetli olan katle
müstehak olduğunu kabul edelim. Biz günahtan dolayı katlin vacip olduğunu da
kabul etmiyoruz. Çünkü Resûlüllah "İnsanlar lâi-lahe i ilci I ah deyinceye
kadar onlarla harbetmekle emrolundum" buyurmuştur. Her dövme bir
değildir. Buluğdan sonra namazı geçiren kimse, buluğdan evvel geçiren kimseden
daha şiddetli olarak kan çıkıncaya kadar dövülür ve hapsedilir. İmam-ı Azam'ın
mezhebi de budur. Bu mücerred dövmeden daha şiddetlidir. Öyleyse ulemâ,
"dayaktan sonra en şiddetli ceza ölümdür" diye nasıl söyleyebilir?
Ayrıca buluğdan önceki dövme, te'dip maksadıyla buluğdan sonraki ise, zecr ve
ceza maksadıyladır. Bu, önceki dövmeden daha şiddetli olmuş olur"
demiştir.
Namaz geçiren kimseye
verilecek ceza konusu ihtilaflıdır. Hattâbî'nin bildirdiğine göre, bu hususta
mezheplerin görüşü şudur:
Mâlik ve Şafiî, namaz
geçiren öldürülür, demişlerdir.
Mekhûl, Hammad b. Zeyd
ve Vekî' b. el-Cerrâh'a göre, tevbeye davet edilir, tevbe ederse birşey yoktur.
Aksi halde öldürülür.
Ebû Hanife'ye göre,
öldürülmez fakat dövülür ve hapsedilir.
Zührî'derurivâyet
edildiğine göre, namazı geçiren fâsıktır, şiddetli olarak dövülür ve zindana
atılır.
Bir gurup ulemâ
"Vakti çıkıncaya kadar özürsüz olarak namazı kılmayan kâfirdir"
demişlerdir. Bu, İbrahim en-Nehâî, Eyyûb, Abdullah b. Mübarek, Ahmed ve
İshâk'ın görüşüdür. İmam Ahmed, "Kasden namazı terkedenden başka hiç bir
kimse işlediği bir günahtan dolayı küfre nisbet edilemez" demiştir. Bu
görüş sahipleri "Kul ile küfür arasında namazı terkten başka bir şey
yoktur" hadisini hüccet almışlardır.[367]
1. Veli,
küçük ÇOcuğu vedi yaşına geldiğinde ona namaz kılmayı emretmeli, on yaşına
geldiğinde de kılmafesa dövmelidir. Bu, bazı âlimlere göre veliye vacip
bazılarına göre menduptur.
2. Yedi
yaşına gelinceye kadar çocuğa dinî bilgilerin öğretilmesi gerekir.[368]
495. ...Amr
b. Şuayb babası vâsıtası ile dedesinden Resûlullah(s.a.)ın şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir:
“Çocuklarınıza, yedi
yaşına geldiklerinde namaz kılmalarını emrediniz. On yaşına geldiklerinde
kılmazlarsa dövünüz ve yataklarını ayırınız"[369]
Bu hadis-i şerifte
öncekinden fazla olarak, çocukların yataklarının ayrılması da emredilmektedir.
Bu emri ifâde eden cümlenin "on yaşına gelince dövünüz" cümlesine
atfedilmesi mümkün olduğu gibi, "Yedi yaşında iken namaz kılmalarını
emrediniz" cümlesine atfedilmesi de mümkündür. Birinci takdire göre,
çocuklar on yaşına geldiklerinde, ikinci takdire göre ise, yedi yaşına
geldiklerinde yataklarının ayınlması gerekir. On yaş bulûğ çağma daha yakın
olduğu için çocukların şehvetleri artar ve kötü durumların ortaya çıkmasından
korkulur. Bu bakımdan atfın "on yaşına geldiklerinde dövünüz"
cümlesine olması daha isabetli olsa gerektir. Buna göre cümlenin mânası
"on yaşına geldiklerinde namazı kılmazlarsa dövünüz ve yataklarını da
ayırınız" şeklinde olacaktır. Ne var ki, Bezzâr'ın yaptığı bir rivayet,
ikinci takdiri destekler mâhiyettedir.
Çocukların aralarını
ayırmış olmak için her birinin ayrı elbise giymiş olmaları kâfidir,
yorganlarının ayrı olması şart değildir. Ancak en güzeli her birini ayrı
yataklara yatırmaktır.
Mâlikîler
"Çocukların biri birlerine sarılmaları, îezzet kastı ile de olsa
aralarında bir Örtü olunca mekruhtur. Çünkü onlarda lezzet yok
hükmündedir" derler.
Çocukların velisi,
onların lezzet kastı ile biri birlerine sarıldıklarını öğrenir de buna ses çıkarmazsa
haram işlemiş olur. Çünkü onları ıslah velinin vazifesidir.
Baliğ olanların, arada
örtü yokken biri birlerine sarılmaları, lezzet kastı ile olsun olmasın
haramdır. Aralarında örtü varsa, lezzet kastı ile olursa haramdır. Lezzet kastı
yoksa haram değildir.
Her ne kadar, uygun
olan ayrı yataklarda yatırmak ise de, zarûretden dolayı yataklarını ayiramayıp
aynı yatakta bir kaç çocuğu yatırmak mecburiyetinde kalınırsa (şehvet duygusu
olmadan) onları pijamaları ile bir arada yatırmalarında mahzur yoktur.[370]
496.
...Dâvûd b. Sevvâr el-Müzenî, önceki hadisi manası ve senedi ile rivayet edip
şunu ilâve etmiştir:
(Resûlullah devamla
şöyle buyurdu):
"Ve sizden
biriniz, câriyesiyle kölesini (veya[371] hizmetçisini)
evlendirirse,(câriyesi efendisinin,efendi de cariyesinin) göbeğinden aşağısına
ve dizinden yukarısına bakmasın."[372]
Ebû Dâvûd dedi ki:
VekV hocasının isminde yanıldı. Ebû Dâvûd et-Tayâlisîbu hadisi ondan (Sevvâr b.
Dâvûd) rivayet edip "Bize Ebû Hamza Sevvâr es-Sayrafi haber verdi"
dedi.[373]
Bu nacusm mevzu üe
alâkalı kısmı, metinde zikredilmeyen bölümüdür. Hadiste zikredilen ifadeler,
cariyesini evlendiren bir efendiye o cariyenin artık haram olduğunu,
dolayısıyle dizkapağı ile göbeği arasına bakamayacağını bildirmektedir. Hz.
Peygamber, "câriye" diye terceme ettiğimiz (hadim) kelimesini müzekker olarak kullanmıştır.
Buna göre, "diz kapağının üstüne ve göbeğinin altına bakmasın"
emrinin cariyeye ait olması da muhtemeldir. Bu durumda "câriye efendisinin
göbeği ile diz kapağı arasına bakmasın" mânâsı çıkmış olur. N'etice itibari
ile her iki ihtimal de aynı sonucu verir. Çünkü, câriye evlendikten sonra,
efendisi onun göbeği ile diz kapağı arasına bakamayacağı gibi, o da efendisinin
göbeği ile diz kapağı arasına bakamaz. Cariyeyi kölesi ile veya bir başkası
ile evlendirmesi arasında hüküm bakımından fark yoktur. Bu sebeple hadisin
tercemesinde parantez içindeki açıklamalarla bu nükteye işaret etmeye
çalıştık.[374]
497.
...Hişâm b. Sa'd demiştir ki;
Muâz b. Abdullah b.
Hubeyb el-Cuhenî'nin yanına girmiştik. (Mu-âz) karısına:
Çocuk namaz kılmakla
ne zaman emrolunur? dedi. Karısı:
Bizden bir adam
Resûlullah (s.a.)dan naklederdi. Bu soru Efendimize sorulmuş da, O (s.a.);
"Sağını solundan
ayırdığı zaman namaz kılmasını emredin" buyurmuş.[375]
Görüldüğü gibi hadiste
sahâbinin ismi zikredilmemiştir.Fa kat bu, hadisin sıhhatine zarar vermez.
Çünkü sahâbilerin hepsi âdildirler. Bu rivayette çocuğun namaz kılmakla
emredileceği yaş açıkça zikredilmemiş, sağını solunu ayırması esas alınmıştır.
Normal olarak çocuk yedi yaşına gelince bunu ayırabilir. Bu durumda hadisler
arasında bir farklılık olmaz.
Bu hadislerden henüz
bulûğ çağına girmeyen çocukların namaza alişti-nlmalannın gerekli olduğu anlaşılmaktadır.
Çocuklar bulûğdan Önce mükellef olmadıkları için kıldıkları namazlar nafile
olur, sevabı vardır. Kılmadıklarında ise günâh işlemiş sayılmazlar.
Bir çocuk, bulûğa
ermeden namazı kılsa da vakit çıkmadan baliğ olsa Ebû Hanife, Mâlik ve İmam Ahmed'e
göre namazını iade etmelidir. Abdesti varsa abdesti iade etmesine !üzum yoktur.
Şafiîlere göre namazı iadesi şart değilse de iade etmesi müstehaptır. Dâvûd
Zâhirî'ye göre hem abdesti, hem de namazı iade etmelidir.
Netice : Bu hadislerde
îslâmın çocuk eğitimine verdiği önem açıkça ortaya çıkmaktadır.
Velinin her konuda
çocuklarını eğitmesi ilk görevleri arasındadır. Eğitilmesi gereken konuların
başında tslâmm direği sayılan namaz gelmektedir. Namaz uygulamalı bir ibâdet
olduğundan evvelâ velinin bu ibâdeti kendisi yaparak çocuğunu dolaylı olarak
eğitmesi ve gereken ilmihal bilgilerini öğretmesi gerekmektedir.
Baskı ile henüz buluğ
çağına ermemiş çocukların namaz kılmalarını sağlamak eğitim safhasında son
merhale ve son çâredir. Bu da İslâm'da on yaşında başlar.
Bunda önceki
merhaleleri velinin veya eğiticinin tslâmm irşâd metodla-rı içerisinde
uygulaması gerekmektedir. Zira Hâlık'ına karşı görevlerini ihmal edenin halka
karşı da görevlerini ihmal edeceği bir gerçektir.
Ayrıca hadis-i
şerifler, günümüzde mahzuru zaman zaman görülen içtimai bir probleme işaret
etmektedir. Hislerin kabarmaya başladığı halk ifadesi ile, kanın deli olduğu
ve akim henüz hislere hâkim olamadığı bir dönemde doğabilecek mahzurları önleme
bakımından tenin tene değebileceği şekilde çıplak olarak bir örtü altında
yatırılmaları yasaklanmıştır. Bundan maksat, doğabilecek kötülükleri Önleyici
tedbirler almaktır.[376]
498. ...Ebû
Umeyr b. Enes, Ensârdan olan amcalarından birinin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Nebî (s.a.)in zihni
halkı namaza nasıl toplayabileceği meselesiyle (meşgul) idi. Kendisine
"namaz vakti girince bir bayrak dik, onu görenler birbirlerine haber
verirler" denildi. Fakat, o, bu teklifi beğenmedi. Kurî ( çi )"dan
yani borudan söz edildi. Râvilerden Ziyâd bunun Yahudilere ait ibâdete davet
borusu olduğunu bildirmiştir. Mebij(s.a.) bunu da beğenmedi ve "bu
Yahudilerin işidir" buyurdu. (Ravi) Ebû Umeyr (yahut amcası) demiştir ki;
Resûl-i Ekrem (s.a.)'e (bir de) çan (çalınması) teklif edildiyse de Resûl-i
Ekrem (s.a.) "Bu, hıristiyan işidir" buyurdu. Abdullah b. Zeyd
Resûlullah (sa..)in üzüntüsünü içinde hissederek oradan ayrıldı (gece),
rü'yasında kendisine ezan gösterildi. Sabahleyin hemen Resûlullah (s.a.)'a
gelerek; "Ben uyku ile uyanıklık arasında iken bir de baktım ki, birisi
geldi bana ezanı öğretti" diyerek rüyasını nakletti. Ebû Umeyr (yahut
amcası) dedi ki, "Halbuki Ömer b. el-Hattâb (r.a.) bu rü'yayı yirmi gün
evvel görmüş (fakat gördüğünü) saklamıştır. Râvi Umeyr (veya amcası) dedi ki,
sonra da (Ömer rü'yasını) Resûlullah (s.a.)a nakletti. Resulü Ekrem(s.a.)de
ona; "Bunu bana daha evvel neden haber vermedin?" buyuranca, Ömer
(r.a.) şöyle cevap verdi:
Abdullah b. Zeyd
benden erken davrandı. Ben de utandım. Resûlullah (s.a.) de:
"Ya Bilal, kalk
da bak Abdullah b. Zeyd sana ne söylerse ezberle ve aynen icra eyle"
buyurdu. (Râvi) dedi ki: "Bilal (ilk) ezanı (böylece) okudu."[377]
Ebû Bişr dedi ki: Bana
Ebû Umeyr'in haber verdiğine göre, En-sâr; "Şayet Abdullah b. Zeyd o gün
hasta olmasaydı, Peygamber (s.a.) O'nu müezzin yapardı" derlerdi.[378]
Ezan sözlükte
bildirmek, ilân etmek demektir. Dinî bir terim olarak ise ezan; "namaz
vaktinin girdiğini özel lâfızlarla ilân etmektir."
Ezan okuyana müezzin
denir. Ezan Kitab, öuı:net ve icmâ-ı ümmetle sâbitir. Kur'an-i Kerim'de
(el-Maide : 53), (el-Cuma : 6) âyet-i kerimelerinde ezandan bahsedildiği gibi
pek çok hadis-i şerifte de ezan bütün ayrıntılarıyla anlatılmaktadır.
Her ne kadar ezanın
hicretten Önce meşru kılındığına dâir Taberânî, İbn Merdûye, Dârekutnî ve
el-Bezzâr tarafından pek çok haberler nakledilmişse de, gerçekte bu
rivayetlerin hiç birisi sağlam ve itimada şayan değildir. (Bu hadislerin
senetlerini görmek için, el-Menhel IV, 125'e
bakılabilir.)
Gerçekte ise ezan
Hicretin birinci yılında hadis-i şerifte beyân edildiği şekilde meşru
kılınmıştır. Daha önce ise müslümanlar birbirlerini "haydi namaza,
namaza..." diyerek mescide çağırırlardı.
Bunu uzakta olanlar
işitmezlerdi. Namaz vaktinin girdiğini bildirmek için bir alâmete ihtiyaç
duyulunca Hz. Peygamber ashabına danıştı. Yapılan teklifleri ise hadis-i
şerifte açıklandığı üzere, küffâra benzememek için kabul etmedi. Neticede vahy
ile te'yid edilen bir rü'ya sonucu namaz vakitlerini ilân etmek için ezan
meşru' kılındı.
Burada,
Peygamberlerden başkasının rü'yasıyla dinî bir hüküm sabit olmadığı halde nasıl
olup da bir sahâbinin rüyâsıyla ezanın meşru' kılındığı sonucu akla gelebilir.
Ancak ezan, sadece bir veya iki sahâbînin rüyâsıyla sabit olmuş değildir. Çünkü
Resul-i Ekrem(s.a.)e Mi'rac gecesinde yedinci kat semâda ezan
gösterilmişti.Fajkat semâda gördüklerinin yer yüzünde uygulanıp
uygulanmayacağı konusunda bir vahy veya bir jşâret bekliyordu. Abdullah b.
Zeyd(r.a.)in rü'yâsım anlatması ve ardından Hz. Ömer b. el-Hattab'ın da aynı
rü'yayı gördüğünü söylemesiyle Resûl-i Ekrem (s.a.) Allah Teâlâ'mn semada
gösterdiklerini yer yüzünde sünnet kılmak istediğini hemen o anda anlayayrak
"inşallah bu rii'ya haktır" diyerek ezanın okunmasını emretmiştir.
Buna göre bu mübarek sahâbîlerin gördükleri rüya rast-gele bir rü'ya değil,
vahyle desteklenmiş bir rü'yadır. Nitekim Ebû Davud'un Kitâbu'l-Merâsilin'inde
Ömer b. el-Hattâb'ın, rü'yâsım nakletmeye geldiği vakit, Resul-i Ekrem(s.a.)in
O'na: "Bu senin dediğin hususta bana daha evvel vahy geldi."
buyurduğu rivayet edilmektedir.
Bir de "senin
namım yükselttik" (el-lnşirah, 4) âyet-i kerimesi ile Resûl-i Ekrem'in
isminin her zaman ve her yerde anılarak yükseltileceği va'd edilmişti. Bu
bakımdan ezanın ilk defa Resûl-i Ekrem'in dilinden değil de başka bir kimsenin
dilinden duyulması ve bu va'd'ın çok parlak bir şekilde gerçekleşmesine daha
uygun düşmektedir.
Ezan kuvvetli
(müekked) bir sünnettir. İmam Ebû Hanife der ki, bir topluluk şehirde ezansız
ve ikâmetsiz namaz kılarlarsa, onlar sünnete karşı gelmiş ve günahkâr
olmuşlardır. İmam-ı Muhammed'in şu sözüne bakarak ezanın vacip olduğunu
söyleyenler de vardır: "Bir belde halkı ezanı terk etmekte birleşirlerse,
onlarla (vazgeçinceye kadar) harb edilir." Bu iş ancak onun vacip olduğuna
göre yapılabilir. Bu iki hüküm birleştirilince ortaya sünncl-i mükeddenin
terkinden, vacibin terki gibi günah kazanılacağı neticesi çıkar. Onun terk
edilmesine karşı savaşılır. Çünkü ezan İslâm'ın bir alâmeti ve özelliğidir.
Bir hadis-i şerife göre Resul-i Ekrem (s.a.) harbetmek istediği bir kavmin
üzerine vardığı zaman o beldeden ezan sesi duyulunca onların müslüman olduğuna
hükmeder ve saldırmaktan vazgeçerdi.[379]
Nitekim aynı durum
Asr-ı Saadette vuku bulmuş Hz. Peygamber Beni Müstalik kabilesine tahsildar
olarak Velid b. Ukbe'yi göndermişti. Kabile halkı onu gördüklerinde kendisini
karşılamak üzere çıkmışlar gelene ikram, gönderene ikram olacağından, uygun bir
şekilde onu karşılamak istemişlerdi. Kabile ile Velid'in eski bir
anlaşmazlıkları olduğundan bunu fırsat bilerek kendisini öldürmeye geldikleri
zannı ile hemen geri dönmüş, Resûlullah'a onların İslâm'dan irtidâd ettiklerini
haber vermişti. Buna sinirlenen Hz. Peygamber, Hz. Hâlid b. Velid'i bir bölük
askerle onların üzerine göndermiş acele etmemesini ve durumu soruşturmasını da
emretmişti. Geceleyin kabilenin bölgesine yaklaşanız. Halid, öncüler ve
casuslar göndermiş gelen haberde onların İslama bağlı olduklarını, o kabileden
ezan sesleri duyduklarını, namaz kıldıklarını gördüklerini haber vermeleri
üzerine Hz. Hâlid sabahleyin nakledilenleri bizzat görmüş ve Resûlullah'a
dönerek namaz kıldıklarını, ezan okuduklarını, İslâm şiarını terk
etmediklerini, çıkışlarının karşılamaya niyet ile olduğunu haber vermiştir.
Bunun üzerine Peygamber (s.a.) bu habere memnun kalmış ve bu konuda yanlış
haber veren sahâbiyi te'diben müs-lümanları teenniye davet eden, Hucûrat
Sûresinin 6. âyeti nazil olmuştur.[380]
Hattâbî'nin
açıklamasına göre, ezan iman in aklî ve naklî esaslarını içine alan özlü
kelimelerden meydana gelmiştir. Şöyle ki; "Allahu Ekber" sözleriyle
başlar. Bu sözler Allah Teâlâmn varlığını ve kemal sıfatları ile müttasıf
olup,noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu bildirir. Sonra Allah'ın birliğini,
benzeri eşi-ortağı olmadığını bildiren sözlerine geçilir.sözleriyle ise
Peygamberlik ikrar edilir. Bundan sonra da
sözleriyle namaza davet edilir. Çünkü namaz ancak Peygamberin haber
vermesiyle bilinebilir. Daha sonra da
sözleriyle felaha çağrılır ki, felâh'dan maksat, daimî ve sıkıntısız bir
hayat ve kurtuluştur. Bu da âhiret hayatıdır. Yani ezan iman esaslarını ihtiva
etmektedir.
Nevevî'ye göre ezanın
faziletleri pek çoktur:
1. Ezan
sesini duyan şeytanlar, ezan sesini duymayacak kadar uzaklara kaçarlar,
2. Büyük
korku ve dehşete düşenlere ezan huzur, emniyet ve ferahlık bahşeder.Bu durumda
kalan kimselere ezan okumaları tavsiye edilir.
3. Ezan
okunduktan sonra duâ kabul edilir.
4. Ezanın
İslâm'da şiar olması ve her zaman her yerde yükselmesi gerektiği hatta yeni
doğan bebeğin bir kulağına ezan, öbür kulağına kamet getirilmesi
Peygamberimizin sünnetlerindendir.
5. Ezanı
işiten canlı-cansız her şey, ezanı okuyanın müslüman olduğuna kıyamet gününde
şahitlik edecektir. Şeytan şahit olmak korkusuyla ezan sesinden kaçar. Çünkü
kendisi şahitlik etmek istemese bile uzuvlarının şahitlik edeceğini bilir.
Ezan namaz vaktinin
girdiğini bildirmek için okunur. Arapça olması ve akıllı bir kimse tarafından
okunması gerekir. Müezzinin iyi ahlâklı, namaz vakitlerini bilen, abdestli,
cemaati namaza yöneltmeye gücü yeten, güzel ve yüksek sesli birisi olması ve
yüksekçe bir yerde okuması tercih edilir. Yüksek bir yere çıkmakla sağır
kimseler de müezzini görerek vaktin girdiğini anlayabilirler. Halbuki
günümüzde hoparlörlerle cami içinden ezan okuyanlar bu tutumlarıyla işitme
özürlüleri ihmâl etmektedirler.
Ezan ikâmetin tersine
ağır ağır okunur. Cumadan başka bir farz için birden fazla ezan okunmaz. Evde
ve kırda kılınacak namazlar için de ezan okunabilir. Yalnız başına kırda namaz
kılan kimse şayet ezan okursa, iki ucu görülemeyecek sayıda melâike-î kiram
gelerek arkasına cemaat olurlar.
Bir namaz için daha
vakti girmeden ezan okunmaz. Ezan ile ikâmetin arasını biraz ayırmak uygun
olur. Ezan ve İkâmet kaza namazları için de sünnettir. Ezanda lahn (kelimeleri
doğru okumamak veya makama riayet kas-dıyla lafızları değiştirmek) caiz
değildir. Ezan ve ikâmet esnasında müezzinin bir söz söylemesi, hatta verilen
selâmı alması mekruhtur. Ezan okunurken konuşulmaz; hatta evinde Kur'ân okuyan
kimsenin bile durup ezanı dinlemesi ve müezzinin okuduklarını tekrarlaması
gerekir. Camide Kur'an okuyanın Kur'ân'ını kesmesi gerekmez. " Ezan şu
sözlerden meydana gelir:
Dört defa "Allahü
ekber, (Allah büyüktür)”; İki defa "Eşhedü en-lâ ilahe illallah (Allah'dan
başka ilâh olmadığına şehâdet ederim)", iki defa "Eşhedii enne
Muhammeden Resulullah (Muhammed'in (s.a.) Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet
ederim)" İki defa "Hayye ala's-Salat (Haydin namaza)"; iki defa
"Hayye alel-felah (haydin kurtuluşa)'.' Sadece sabah ezanlarında iki defa
"Es-Salâtü hayrün mine'n-nevm" (Namaz uykudan) daha hayırlıdır)'/
iki defa "Allahu ekber" (Allah eri büyüktür)',' bir defa da "Lâ
ilahe illallah (Allah'tan başka tanrı yoktur)" denir. Ezan ve ikâmeti
işiten kimsenin bunları kendi kendine tekrarlaması salât ve felahlarda
"La havle velâ "kuvvete illa billah" demesi, ve sabah ezanında
"Es-salâtü hayrünjminnevm"e "sadakte ve bererte" (doğru
söylüyorsun) diye karşılık vermesi sünnettir.
Hadis-i şerifte geçen
"Ya Bilâl kalk..." sözü ezanın ayakta okunmasının meşru olduğuna
delildir. Kadı İyaz "Hiç bir mezhebe göre oturarak ezan okumak caiz
değildir. Yalnız, Ebû Sevr ile Malİkîlerden Ebü'l-Ferec oturarak ezan okumanın
caiz olduğunu söylemişlerdir" demişse de, İmam Nevevî bu sözü tenkid
etmiştir.Nevevi'ye göre "kalk" sözünün anlamı,"ezanı okumak için
uygun bir yere git" demektir. Ezanı ayakta okumanın sünnet oluşu ise başka
hadis-i şeriflerle sabittir. Bu hadisle ilgili değildir" demiştir.
Nitekim, ezanın ayakta
okunması Şafiî ve Hanefî mezheblerine göre sünnettir. Şayet oturarak okunursa,
ezan sahihtir. Hanefîlerin "El-Muhît" adlı fıkıh kitabında şöyle
denilmektedir: "Bir kimse yalnız kendisi çin ezan oku-yacaksa, özrü
olmadığı halde oturarak ezan okumasında bir sakınca yoktur. Çünkü burada
başkalarına duyurmağa ihtiyaç yoktur. Özürsüz olarak oturduğu yerden okuduğu
ezan sahihtir. Yalnız fazileti yoktur. Aynı şekilde ayakta durmaya gücü yettiği
halde ezan okusa da sahihtir."[381]
1. Dinî
konularda son derecetdikkatli ve itinalı davranmak lazımdır.
2. Mühim
meselelerin çözümünde istişareye başvurmalıdır. Kişi umûmun menfaatiyle ilgili
olduğuna inandığı düşüncelerini istişareye başkanlık edene iletmekten
çekinmemelidir.
3. Sapıklara
uymamak dinî bir esas ve görevdir.
4. Mü'minin
sâlih rü'yası haktır.
5. Peygamberlerin
dışında bazı kimselerin rü'yasında hakka uygun tecelliler olabilir.
6. Farz
namazlar için ezan meşru kılınmıştır. Buna paralel olarak kaza namazları için
de ezan ve kamet getirilebilir.
Netice : Ezan okumanın
hükmü üzerinde ulema ihtilâf etmiştir. Mâliki-lire göre cemaatle namaz kılmak
istiyen kişilere namaz kılacakları her mes-cid için veya toplanıp namaz
kılacakları her hangi bir yer için ezan okumak sünnet-i kifâyedir. Ancak bir
şehirde her namaz için bir ezanın okunması farz-i kifâyedir.
Hanefî ve Şâfiîlere
göre ise, gerek cemaat ve^gerekse münferid için hazarda ve seferde ezan okumak
sünnettir.
Hanbeliler'e göre ise,
farz namazlar için o namazı,cemaatle eda edecek erkeklere, hazarda, farz-ı
kifâyedir. bu konuda köy ile şehir veya kır arasında bir fark yoktur.
İbn Münzir'e göre
ezan, cemaat hakkında hazarda ve seferde farz-ı ayndır.[382]
499.
...Abdullah b. Zeyd[383]
şöyle demiştir: Resûlullah (s.a.) halkı namaza toplamak maksadıyla çalınmak
üzere bir çan yapılmasını emrettiği sıralarda idi. Ben uyurken (rü'yamda)
yanıma elinde çan taşıyan bir adam çıkageldi. Ben ona:
Ey Allah'ın kulu! Bu
çanı bana satmaz mısın? dedim.
Onu ne yapacaksın?
dedi.
Onunla (halkı) namaza
çağıracağız, dedim.
Sana bundan daha
hayırlısını göstereyim mi? dedi. Ben de ona:
Evet (göster), dedim.
Dedi ki:
"Şöyle dersin :
Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Allah en büyüktür.
Ben, Allah'dan başka ilâh olmadığına şehâdet ederim. Ben,Allah'dan başka ilâh
olmadığına şehadet ederim. Ben.Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik
ederim. Ben, Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik ederim. Haydin
na- maza, haydin namaza. Haydin
kurtuluşa, haydin kurtuluşa. Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Allah'tan
başka ilâh yoktur."
Sonra benden biraz
uzaklaştı ve (şöyle) dedi; "Namaza kalktığın vakitte de (şöyle) dersin:
Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Ben Allah'dan başka ilâh olmadığına
şahitlik ederim. Ben Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik ederim.
Haydin namaza, Haydin kurtuluşa, Namaz başladı. Namaz başladı. Allah en
büyüktür. Allah en büyüktür. Allah'tan başka ilâh yoktur." Sabah olunca
Resûl-i Ekrem'e gelip gördüklerimi haber verdim. "İnşallah hak rü'yadır.
Bilal ile beraber kalk gördüklerini O'na öğret de ezanı o okusun. Çünkü onun
sesi seninkinden daha gür ve tatlıdır" buyurdu. Bilâl ile beraber kalktık.
Ben O'na öğretmeye başladım, o da okumaya (başladı). Abdullah b. Zeyd (devamla)
dedi ki:
Bu ezanı evinde işiten
Ömer b. el-Hattab (r.a.) sür'atle dışarı çıktı ve "Ya Rasûlullah, seni
hak Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki O'nun gördüğünü ben de
gördüm" diyordu. (Bunun üzerine) Resûl-i Ekrem (s.a.) de:
"Allah'a hamd
olsun" buyurdu.
Ebû Dâvûd dedi ki: Zührî'nin,
Saidb. el-Müseyyeb vasıtasıyla Abdullah b. Zeyd'den rivayet ettiği (hadis) de
aynen yukarıdaki hadis gibidir. Ancak îbn İshâk, ZührVden rivayetinde
"Allah en büyüktür, Allah en büyüktür, Allah en büyüktür. Allah en
büyüktür" (lâfızlarını dört defa) söylemişse de Ma 'mer ve Yûnus ZührVden
yaptıkları rivayetlerinde (iki defa) "Allah en büyüktür, Allah en
büyüktür" demişler. Bir daha tekrarlamamışlardır.[384]
Bir numara önce geçen hadis-i
şerifle beraber üzerinde durduğumuz bu hadis-i şeriften anlaşılıyor ki,
cemaatle namaza yetişememek korkusu ile, sahabe-i kiram namaz vaktini
müslümanlara kolayca ilanledecek bir çare arıyorlardı.Resûl-i Ekrem'in
başkanlığında bir istişare kurulu teşekkül ettirilerek müzâkereler yapılmıştı.
Neticede çaresiz kalınarak, bir çan çalıp namaz vaktinin girdiğini halka ilân
etmeye karar verildi. Her ne kadar çan çalmak hıristiyanların âdeti idiyse de
Resûl-i Ekrem (s.a.) bunu Yahudilerin âdeti olan boru sesiyle ilân etmeye
tercih etmişti. Çünkü Hıristiyanlar Resûl-i Ekrem (s.a.)'e karşı Yahudilere
nisbetle daha yumuşak ve ılımlı idiler. Nitekim Cenab-ı Hak Hıristiyanların bu
halini Kur'an-ı Kerim'inde şöyle beyân buyurmuştur:
"Andolsun ki,
insanlardan iman edenlere en şiddetli düşman olarak Yahudileri ve Allah'a şirk
koşanları bulacaksın. And olsun ki onlardan iman edenlere sevgice en yakını da
"Biz Hıristiyanlanz" diyenleri bulacaksın. Bunun sebebi, onların
içinde keşişler ve rahibi er bulunmasından ve onların gerçekten büyüklük
taslamamasındandır"[385]
Ancak daha sonra
Abdullah b. Zeyd (r.a.) ile Ömer b, el-Hattab'm vahy ile tasdiklenmiş rü'yaları
neticesinde, ısmarlanmış olan çandan vazgeçilerek İslâm'ın bir şiarı olmak
üzere ezan-ı Muhammedi meşru kılınmıştır.
Ezan-ı Muhammedi'nin
ihtiva ettiği zengin mânâlara bir evvelki hadis-i şerifte temas edilmiştir. Bu
mübarek lâfızlar arzın her noktasında değişen namaz vakitlerine göre fasılasız
olarak okunarak hakimiyeti sürdürecektir. Hayat onunla sabahleyin başlayıp yine
onunla yatsı vaktinde sükûnete erecektir. Kıyamete kadar arzın dört tarafında
bu kelimelerin hâkimiyetini sürdüreceğinin bir remzi olarak AIlalıü Ekber
lâfızları dört kere tekrarlanır. Yine her yüksek mekâna çıkıldığında da bu
kelimeleri okayarak Allah'ın büyüklüğü
hâtıra getirilir.
Ezan, ehl-i tasavvufun
da dediği gibi, malının, mülkünün büyüklüğüne kapılıp, ona güvenip
büyüklenenlere lisan-ı hal ile, "Hayır, en büyük Allahtır; ne malınız, ne
canınız, ne de sultanınız!" diyerek uyarır.
Hadis-i şerifte geçen
"sonra benden biraz geriye çekildi" sözlerinde ulema ikâmetin ezan
okunan yerden ayrı bir yerde yapılması gerektiğine hükmetmişler ve ezanla
ikâmetin birbirine ekienmeyip fasılalı yapılmalarına işaret edildiği manasını
çıkarmışlardır. Yine bu hadis-i şeriften, Resûlullah (s.a.)'ın sesinin gür ve
tatlı olması sebebiyle Hz. Bilâl'e ezan okumasını emretmesinden dolayı
müezzinlikte sesi gür olan kişilerin gür sesli olmayanlara tercih edileceği
hükmünü çıkarmışlardır.
Yine bu hadiste geçen
ezan lâfızlarına bakarak tekbirlerin dört kere tekrarlanacağı hükmüne
varılmıştır. İmam Ahmed, Şafiî ve Ebû Hanife bu görüştedirler. Bu görüş aynı
zamanda ulemanın büyük çoğunluğu tarafından da benimsenmiştir, delilleri ise,
bu üzerinde durduğumuz hadis ile, ileride gelecek olan (501) numaralı Ebu Mahzûre hadisi ve bütün
müslümanların toplandığı bir merkez olan Mekke halkının tatbikatıdır. Çünkü
Mekke'lile-rin bu uygulamasına hiç bir sahabi veya ilm adamı itiraz etmemiştir.
İmam Mâlik, Ebû Yusuf,
Zeyd b. Ali, Sâdık, Hadi, Kasım ise Abdullah b. Zeyd'in bazı rivayetlerine,
Ebû Davud'un Ma'mer ve Yunus kanalıy-le Zührî'den rivayet ettikleri, tekbirin
dörtlenemeyeceği hadîsine, sünneti en iyi bilen Medînelilerin uygulamasına, Ebû
Mahzûre'nin İbrahim b. İsmail ve Ziyâd b. Yûnus tarikiyle rivayet ettikleri
tekbirin sadece iki kere okunacağını ifâde eden Hadîse ve yine aynı mevzudaki
Müslim hadisine bakarak ezanın evvelinde tekbirin sadece iki kere okunması
lâzım geldiğine hükmetmişlerdir. Şevkânî de tekbirin dörtlenmesi görüşünü
tercih etmiştir.
Ezanda bir de terci'
meselesi vardır. Dinî bir terim olarak terci' iki şehâdeti alçak sesle
okuduktan sonra dönüp bir de yüksek sesle okumaktır.
İmam Şafiî, Mâlik ve
Ahmed b. Hanbel'e göre ezanda tercF meşrudur. Tercî'in hükmü ise Mâlikîlere
göre mendûp, Hanbelî ve Şafnlere göre ise, sünnettir. Şayet bile bile terk
edilirse, ezan sahih olursa da fazileti kaybolur.[386]
Hanbelî mezhebinde terci' yoktur, deniyorsa da Menhel sahibi gerçekte
Hanbelilere göre de terciin sünnet olduğunu Nevevî'den naklediyor.
Ebû Hanife (r.a.) ile
Küfe ulemâsına göre ise ezanda tercî' yapılması caizdir. Yani terci' ne
sünnettir, ne de mekruhtur.[387]
Tercî'in nasıl
yapılacağı meselesi için (500) nolu hadisin şerhine müracaat edilmelidir.
Netice: Resul-i Ekrem
(s.a.)'in dört müezzini vardı:
1.
Medine'de, Bilâl b. Rebâh (r.a.)
2.
Medine'de, Amr b. Umm-i Mektûm (r.a.)
3. Küba'da,
Sa'd el-Karat (Sa'd b. Âiz) (r.a.)
4. Mekke'de,
Ebû Mahzûre el-Cumahî (r.a.)
Bunlardan Ebû Mahzûre
ezanda tercî' yapardı. Bilâl (r.a.) ise, tercî' yapmazdı, fakat ikâmette ise
cümleleri tekrarlamak sızın sadece birer kere okurdu. İmam-i Şafiî ile
Mekkeliler Ebû Mahzûre'nin ezanı ile Hz. Bilâl'in ikâmetini örnek almışlar,
İmam Ebû Hanife ile Iraklılarsa, Bilâl'ın ezanı ile Ebû Mahzûre'nin ikâmetini
esas almışlardır. İmam Ahmed ile Medineliler ise, Bilâl'ın ezanı ile ikâmetini
esas aldılar. İmam Mâlik ise, hem tekbirleri, hem de ikâmet cümlelerini ikişer
kere okudu.[388]
500. ...Ebû
Mahzûre[389] (r.a.)den, demiştir ki:
Resûlullah (s.a.)a;
Bana ezanın okunuş
usûlünü öğret, dedim.
Başımı okşadı ve şöyle
buyurdu:
"Sesini
yükselterek, Allahu ekber, AUahu ekber, AHahu ekber, Allahu Ekber dersin. Sonra
şöyle buyurdu : Sesini alçaltarak, Eşhe-dü en lâilâhe illellah, eşhedü en lâ
ilahe illallah, eşhedü enne Muhammeden Râsulullah, eşhedü enne Muhammeden
Râsûlullah dersin. Sonra da sesini yükseltir ve eşhedü en Iâ ilahe illellah,
eşhedü en lâilahe illel-lah; eşhedü enne Muhammeden resûlullah, eşhedü enne
Muhammeden resûlullah dersin.
Hayye alc's-salâh.
hayye ale's-salâh; hayye ale'l-felâlı, hayye ale'l-felâh (dersin), eğer sabah
ezanı ise, es-salâtü hayrun mine'n-nevm, es-Salâtu hayrun mine'n-nevm"
dersin (ve) Allahu ekber, Allalıu ekber, La ilahe illellah" (diye
bitirirsin)[390]
Hadis-i şerifte geçen,
Resûl-i Ekrem'in Ebû Mahzüre'nin başını okşamasının hikmeti, mübarek
ellerindeki bereketin, Ebû Mahzüre'ye de intikal ederek telkin edilen ezanı
kolayca öğrenmesine vesile olmasıdır, denebilir. Bu hâdisenin tafsilâtını İbn
Mâce ve Beyhakî'nin rivayetlerine göre hadisin râvisi Abdullah b. Muhayrîz
şöyle nakletmektedir: "Ben Şam'a gitmek üzere hazırlanırken Ebû
Mahzûre'ye; ey amcacığım ; ben Şam yolculuğuna çıkıyorum, senden nasıl
müezzinlik yaptığını bana anlatmanı rica ediyorum, dedim. O da bana şunları
anlattı.
"Ben bir
toplulukla beraber yolculuğa çıkmıştım. Yolun bir noktasına varınca
Resûluîlah'ın müezzini namaza davet için Resûl-i Ekrem (s.a.)'in yanında ezan
okumaya başladı. Biz de sırtımız müezzine donuk olarak ezana kulak verdik.
Onunla alay ederek bağıra çağıra ezanı taklid etmeye başladık. Resul-i Ekrem
(s.a.) bizi işitip yanına çağırdı. O işittiğim sesler hanginizden geliyordu?
diye sordu. Yanımdakiler de hepsi birden benî gösteriverdiler.
Resûl-i Ekrem hepsini
serbest bıraktı fakat beni bırakmadı. Sonra da "Kalk ezan oku"
dedi.'Ben de kalktım ama o ana kadar benim için dünyada en hoşlanmadığım,
Resûlullah (s.a.) ve bir de ezan okumaktı.
Kalktım yanına
yaklaştım bana ezanın nasıl okunacağını şu şekilde öğretti:
de, sonra tekrar bana
dedi ki: "Bir de sesini yükselterek şöyle de: sonra ezan bitince beni
çağırdı ve içi-gümüş dolu bir kese verdi ve, elini başımın ön tarafına koydu
ve yüzüme, göğsüme doğru gezdirdi, ta göbeğime kadar getirdi ve "Allah
seni mübarek kılsın, Allah seni mübarek kılsın" diye dua etti. Ben de,
"Ya Resûlellah beni Mekke'ye müezzin tayin etsen" dedim. Resulü
Ekrem'e karşı duyduğum kın ve nefret hislerim sevgi ve saygıya dönüşüverdi.
Doğru Mekke"ye Resul-i Ekrem'in valisi Attâb b. Esîd'in yanına geldim.
Onun yanında Resul-i Ekrem (s.a.)'in emriyle ezan okudum.[391]
İmam Tahâvî'nin Şerhu
Meâni'l-Âsâr'da beyân ettiğine göre Resûl-i Ekrem (s.a.)in Ebû Mahzûre'ye
şehâdetleri önce hafif sesle okuttuktan sonra bir de yüksek sesle okutmasının
sebebi:Ebû Mahzûre'nin şehadetieri okurken sesini Resûl-i Ekrem (s.a.)'in
istediği gibi yükseltmemesidir. Bu sebebledir ki Resûl-i Ekrem; "Yüksek
sesle şehâdetleri bir daha tekrarla" buyurmuştur. Bu inceliğe dikkat
etmeyenler ezandaki tercî'i (yani şehâdeîlerin yüksek sesle tekrarlanarak dört
kere okunmasını) ezanın aslından zannetmişlerdir.
Bazıları da bu
tekrarın sebebi Resul-i Ekrem (s.a.)in yeni müslüman olan Ebû Mahzûre'ye
şehâdeti iyice öğretmek istemesidir. Yoksa ezanın aslından şehâdetlerin dört
kere tekrarı (terci) yoktur.
İbnu'l-Cevzî ise
Tahkîk isimli eserinde Ebû Mahzûre (r.a.) yeni müslüman olduğundan ezandan
nefret eden arkadaşlarına ezanı öğretmesi için kendisinin iyice şehâdetleri
öğrenmesi gayesiyle bu tekrarlar yapılmıştır demektedir. Zeylâî de diyor ki:
"Şu üç söz mana itibariyle biribirine yakındır. Fakat Ebû Davud'un
rivayet ettiği şu hadis, bunların üçünü de reddeder. Çünkü hadis-i şerifte
ezanın kendisine öğretilmesini isteyen Ebû Mahzûre (r.a.)'ye Resûlüllah (s.a.)
ezanın nasıl okunacağını öğretirken bu tekrarları yapmıştır. Yani bu
tekrarları, ezanın aslını teşkil eden bir unsur olarak öğretmiştir. Hadis-i
şerifteki "Aİlahu ekber..." dersin" sözünden maksat "ezanı
böyle okumalısın anlamında" emirdir.
Tercî'in hükmü 499
numaralı hadisin izahında geçti. Ancak burada ter-cî'in nasıl yapılacağı
üzerinde mezheplerin görüşüne işaret etmek istiyoruz. Kitabü'l-Fıkh
ale'l-Mezahibi'l-Arab'da şöyle denilmektedir.[392]
"Şâfiîler ve
Mâlikîler, eşhedu en lâ ilahe ilallah, eşliedıı en lâ ilahe illallah, eşhedu
enne Muhammeden Resûlüllah, eşhedu enne Muhammeden Resûlullah kelimelerini önce
işitilebilecek kadar alçak bir sesle söyledikten sonra yüksek sesle okurlar.
Ancak Mâlikîler önce okunan kısık seslere tercî' diyorlarsa da Şâfiîler sonra
tekrarlanan yüksek seslere tercî' diyorlar."
Sabah namazı için
okunan ezanla 'dan sonraki "Namaz
uykudan hayırlıdır" cümlesi ilâve edilir. Bunun manası AHyyu'l-Karî'ye
göre, "Namazdaki zevk, uykunun zevkinden daha üstün ve hayırlıdır"
elemektir. Hz. Bilâl (r.a.) sabah namazı vaktinin girdiğini haber vermek için
Hz. Âişe'nin hücresine vardığında Cenab-ı Risâletpenah'ın uykuda olduğunu
Öğrenince bu mübarek lâfızları telâffuz etmiş, Resul-i Ekrem de Hz. Âişe'den
(r.anhâ) bunu duyunca ziyadesiyle memnun olmuş ve her sabah ezanında "hayye
ale'l-f elan "dan sonra bu cümlenin iki kere tekrarlanmasını tavsiye
etmiştir. Dört mezhebe göre de sabah ezanında bu cümleleri okumak sünnettir.
Buna tesvîb denir.[393]
1. Bilmeyen
kimse bilmediğini bilene sormalıdır.
2. Öğretmen
öğrenciye karşı çok yumuşak davranmalıdır.
3. Allah
yanında faziletli olduğu bilinen kimselerin dualarını almak için fırsatları
değerlendirmek caizdir.
4. Sabah
ezanında tesvib, "es-Salâtu hayrun mine'n-nevm" cümlesini iki kere
okumak sünnettir.[394]
501.
...Sâidile Abdulmelik b. EbîMahzûre'nin annesi, Ebû Mahzûre vasıtasıyla bir
önceki hadisin benzerini Peygamber (s.a.)'den rivayet etmişlerdir. Ancak bu
rivayette (sabahın) ilk (ezanın)da iki defa "Namaz uykudan
hayırlıdır" (cümlesi) bulunmaktadır.
Ebû Dâvud dedi ki;
(bir önceki) Müsedded hadisi daha tafsilatlıdır. (Hasen b. Ali, tbn Cureyc'den
rivayet ettiği) hadisinde (şöyle) der:
"Ebû Mahzûre,
"Resûl-i Ekrem bana ikâmet lâfızlarını, Allahü ekber, Allahü ekber; eşhedü
en lâilâhe illallah, eşhedü en tâitâhe illallah, eşhedü enne Muhammeden
Resulüllah, eşhedü enne Muhamme-den Resulüllah, Hayye ale 's-salah, hayye ale
's-Salah: Hayye ale 'l-Felah hayye ale'l-felah; Allahü ekber, Allahü ekber;
Lâilahe illallah (şeklinde) ikişer kere (tekrarlamayı) öğretti" dedi.
Ebû Dâvûd
Abdurrezzak'ın şöyle dediğini ilâve etti:
Resulüllah (s.a.)
Abdullah b.Ebî Mahzûre'ye ikâmet ettiğin zaman (kâamet lâfızlarını) kad
kaameti's-Salatü - kad kaametVs - salah (şeklinde) ikişer kere söyle, duydun
mu? dedi. (Râvf Sâib) der ki:
Ebû Mahzûre başının ön
tarafını tıraş etmezdi ve ayırmazdı. Çünkü orayı Nebi (s. a.) okşamıştı.[395]
Hasen îbn Ali'nin
gerek Ebû Âsim ve tbn Cureyc vâsıtasiyla gerekse Abdurrezzak ve îbn Cureyc
aracılığıyla Ebû Mahzûre'den rivayet ettiği bu hadis mânâ olarak bir evvelki
500 no'Iu Müsedded hadisine benzemektedir. Fakat bir evvelki hadis ezanı bütün
ayrıntılarıyla ifade etmesi bakımından daha tam ve doyurucudur. Fakat bu
hadisin Ebû Âsim kanalıyla gelen rivayetinde, Müsedded hadisinden fazla olarak:
"Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Allah'dan başka ilah olmadığına
şahidlik ederim. Allah 'dan
başka ilah olmadığına
şahidlik ederim.Muhammed'in
Allah'ın elçisi olduğuna şahidlik ederim. Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna
şahidlik ederim. Haydin namaza, Haydin namaza, Haydin kurtuluşa. Haydin
kurtuluşa. Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Allah'dan başka ilah
yoktur" şeklinde kaametin, son cümlenin dışındaki bütün cümlelerinin
ikişer kere okunacağı ifadesi vardır.
Abdurrezzâk kanalından
gelen rivayetinde ise, "Kaamet ettiğinde namaz başladı, namaz başladı,
(şeklinde sadece) kamet cümlelerini ikişer defa tekrarla" sözleriyle ifâde
edilmektedir. Nitekim müellif Ebû Dâvûd,hadisin sonunda râvilerinden gelen
rivayet farkına bu şekilde işaret etmiştir.
Hadis-i şerifte geçen;
"Eğer sabahın ilk ezanıysa iki kere "Namaz uykudan hayırlıdır"
dersin" sözlerine bakarak Subulu's-selâm sahibi Sancânî ve Tahavî bu
cümlelerin ancak sabah vakti girmeden okunan ilk ezanda okunabileceğine
hükmetmişlerdir. Bunlara göre ilk ezan halkı uyandırmak için okunur. Bu
tesvbîb'in (yani demenin) yeri de birinci ezandır.EbûDâvûd şârihi İbn Reslân da
bu görüşü tercih etmiş ve İbn Hüzeyme hadisinin de bu görüşü desteklediğini
sözlerine eklemiştir.
Fakat Hanefi uleması
ve bunların görüşünde olanlara göre, Hz. Bilâl'-in fecirden önce okuduğu
ezanın, halkı namaza uyandırmakla bir ilgisi yoktur. O teheccüd namazıyla
ilgilidir. Sahabe-i kiramın bir kısmı gecenin ilk yarısında, diğer bir kısmı da
ikinci yarısında teheccüd namazını kılarlardı. Hz. Bilâl'ın ezamyla birinciler
uykuya yatarlar, ikinciler ise, teheccüd namazına kalkarlardı. Bu bakımdan
hadis-i şerifte geçen tesvîb'in yeri sabah vakti girince okunan
ezandır,demişler ve hadis-i şerifte geçen (sabahın ilk ezanında) cümlesini
böyle anlamışlardır. Çünkü aslında bu cümle bundan önce geçen 500 numaralı
hadiste bulunmamaktadır. Ayrıca İbn Ömer'den rivayet edilen, "Bilâl
fecrden önce ezan okudu. Peygamber (s.a.) ona bir daha dönüp; ey nâs, haberiniz
olsun köle yanılmıştır" diye nida etmesini emretti" mânâsmdaki
hadisde bunların görüşünü kuvvetlendirmektedir.[396]
502. ...İbn
Muhayrîz'în Ebû Mahzûre'den naklettiğine göre:
"Nebiyy-i Ekrem
(s.a.) Ebû Mahzûre'ye ezam ondokuz kelime, ikâmeti de onyedi kelime (olarak)
öğretmiştir. Ezan (şu kelimelerden meydana gelir): 1. Allah en büyüktür, 2.
Allah en büyüktür, 3. Allah en
büyüktür, 4. Allah en büyüktür.
1. Allah'dan
başka İlâh olmadığına şahidlik ederim. 2.
Allah'dan başka ilah olmadığına şâhidlîk ederim. 3. Muhammed'in, Allah'ın elçisi olduğuna şahidlik ederim. 4. Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna
şahidlik ederim.
1. Allah'dan
başka ilâh olmadığına şahidlik ederim, 2.
Allah'dan başka ilah olmadığına şahidlik ederim, 3. Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik ederim, 4. Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna
şahidlik ederim.
1. Haydi
namaza, 2. Haydi namaza,
1. Haydi
kurtuluşa, 2. Haydi kurtuluşa,
1. Allah en
büyüktür. 2. Allah en büyüktür.
1. Allah'dan
başka ilâh yoktur.
İkâmet de,(şöyledir):
1. Allah en
büyüktür, 2. Allah en büyüktür, 3. Allah en büyüktür, 4. Allah en büyüktür.
1. Allah'dan
başka ilâh olmadığına şahitlik ederim, 2.
Allah'dan başka ilâh olmadığına şahidlik ederim.
1. Muhammed'in
Allah'ın elçisi olduğuna şahidlik ederim, 2.
Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik ederim.
1. Haydi
namaza, 2. Haydi namaza
1. Haydi
Kurtuluşa, 2. Haydi kurtuluşa,
1. Namaz
başladı, 2. Namaz başladı.
1. Allah en
büyüktür, 2. Allah en büyüktür,
1. Allah'dan
başka ilâh yoktur.
Hemrâm'ın kitabındaki
(rivayet) de (bu) Ebû Mahzûre hadisindeki gibidir.[397]
Bu hadis-i şerifte,
yukarıdaki tercemede görüldüğü gibi ezan lâfızlarının ondokuz, ikamet
lâfızlarının da onyedi olduğu beyân edilmektedir. Nitekim Şafiî uleması ve
onların dışında bazı âlimler bu hadis-i şerife bakarak ezan kelimelerinin
ondokuz kelime olduğuna hükmetmişlerdir.
Ebû Hanife, İmam Sevrî
ve Ahmed b. Hanbel ise, ezan kelimelerinin onbeş kelime olduğuna
hükmetmişlerdir. Bunların delili ise 499 no.lu Abdullah b. Zeyd hadisidir.
İmam Mâlik'e göre ise, şehâdetlerde tercî' ile ve diğer cümleleri de ikişer
ikişer okumak suretiyle ezanın bütün cümlelerinin sayısı onyedidir. Bunların da
delili Müslim'in Ebû Mahzûre'den rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir:
"Nebiyyu'Hah
sallellahü aleyhi vesellem kendisine şu ezanı öğretmiştir:
Allah her şeyden
büyüktür. Allah her şeyden büyüktür.
Ben Allah'dan başka
ilâh olmadığına şehâdet ederim.
Ben Allah'dan başka
ilâh olmadığına şehâdet ederim.
Ben Muhammed'in Resûlullah
olduğuna şehâdet ederim.
Ben Muhammed'in
Resûlullah olduğuna şehâdet ederim.
Ben Allah'dan başka
ilâh olmadığına şehâdet ederim.
Ben Allah'dan başka
ilâh olmadığına şehâdet ederim.
Ben Muhammed'in
Resûlullah olduğuna şehâdet ederim. Ben Muhammed'in Resûlullah olduğuna şehâdet
ederim.
Sonra iki defa:
Haydin namaza, iki
defa da haydin felaha İshak, "Allah her şeyden büyüktür, Allah her şeyden
büyüktür. Allah'dan başka ilah yoktur" cümlelerini de ziyade etti.
İbn Rüşd
Bidâyetu'l-Müctehid isimli eserinde şunları yazıyor:
"Ulemâ ezanın
nasıl okunacağı konusunda dört kısma ayrılmıştır:
1. Mâlikîler,
Bunlara göre ezanın bütün cümleleri ikişer ikişer okunur. Ancak şehâdet
kelimeleri (yani kelimeleri) önce ikişer ikişer çok kısık
bir sesle okunur. Sonra da yüksek sesle tekrar edilir. 499 Nolu hadiste beyan edildiği gibi buna terci' denir. Buna
göre şahadet kelimelerinin okunuşunun toplam sayısı sekiz eder. Medinelilerin
tatbikatı da böyledir.
2. Mekkeliler
ve onlara tâbi olan Şâfiîlerin görüşü.
Bunlara göre ezanın başındaki tekbirler dörder kere kelimeleri önce kısık bir
sesle toplam dört kere, sonra da
tekrar dört kere yüksek sesle okunur.
Toplamı sekiz eder.Geriye kalan cümlelerise, ikişer kere okunur.
3. Kulelilerin
ezanı ki, Ebû Hanîfe de bunlara
tâbidir, sadece tekbirleri dört kere okuyup diğerlerim ikişer ikişer okurlar.
4. Basrahlarm ezanıdır. Bunlara göre ilk tekbirler dört kere, okunur, sonra şehâdet kelimeleri,
"hayye ala"lerle birleştirilerek üçer kere sondaki tekbir iki tevhîd
de bir kere okunmak suretiyle ezanın tüm cümlelerinin sayısı ondokuza ulaşır.
Hasan el-Basrî ve İbn Şîrîn bu görüştedirler.
Bu görüşlerin hepsinin
dayandıkları deliller ve örnek aldıkları uygulamalar vardır. Şöylece birinci
tekbirin iki kere okunması sıhhatli yollarla Ebû Mahzûre ile Abdullah b. Zeyd
el-Ensârî'den rivayet olunmuştur. Dört kere okunması da yine Ebû Mahzûre ile
Abdullah b. Zeyd'den başka yollarla rivayet olunmuştur. İmam Şafiî "Bu,
Mekke'de öteden beri câri olan ezan şekli olmakla beraber kabulü gereken bir
takım ziyâdelerdir" demiştir.
İmam Mâlik'ten
sonrakilerin kabul ettikleri tercî'e gelince, o da Ebû Kudâme yoluyla rivayet
olunmuştur. Ancak Ebû Kudâme Ebû Ömer'e göre, hadis ulemasınca zayıf
sayılmaktadır.
Küfe uleması ise, Ebû Leylâ'nın
hadisine dayanmaktadırlar. Bu hadiste "Abdullah b. Zey d, rü'yada üstünde
yeşil renkli iki kürk bulunan bir adamın bir duvarın saçağı üzerinde durup
kelimeleri ikişer defa tekrarlamak suretiyle bir kere ezan okuduğunu bir kere
de ikamet ettiğini görmüştür"denilmektedir.
Buhârî'nin bu mevzuda
kaydettiği yalnız Enes hadisidir. Bu hadiste "Bilâl' e ezan lâfızlarını
ikişer ikişer, ikâmet lâfızlarını da birer birer söylemesi emrolundu. Ancak
"kad kaametissalah"' lafzını iki defa söylemekle emro-lundu."[398]
İkamet kelimelerinin
onyedi olmasına gelince, bu mevzuda da mezheb imamlarının dayandıkları deliller
ve çıkardıkları hükümler ayrı ayrıdır. Şöyle ki İmam Mâlik ve Şatiî
hazretlerine göre ikamette ezanın başında ve sonunda bulunan, tekbirler ikişer
kere, diğer cümleleri de birer kere okunur. Ancak Şafiî Hazretleri cümlesinin
de iki kere okunacağını söyleyerek İmam Mâlik'ten ayrılmıştır. Ancak eskiden o
da İmam Mâlik'in görüşündeydi.
Hanefîlere göre ise,
ezanın başında bulunan tekbirler dört kere, bunun dışındaki cümleler ise,
ezanın sonundaki kelime-i tevhid hariç hepsi iki kere okunur. Tevhid ise bir
kere okunur. Toplamı onbeş cümledir. İkâmette ayrıca iki kere deniliir.
Ahmed b. Hanbel (r.a.)
ise, ezan ve ikâmetteki rivayetlerin farklı oluşlarına bakarak bunların
hepsiyle amel etmenin caiz olduğunu ifâde etmiş, aralarında bir tercih
yapmamıştır. İmam Mâlik Hazretlerinin delili Medine-lilerin uygulaması ile
ileride zikredilecek 509 no'lu hadistir. Bu durumda ikâmet cümlelerinin sayısı
ondur.
İmam Şafiî
Hazretlerinin delili ise, 499 nolu Abdullah b. Zeyd hadisi ve Buhârî'nin
Hazret-i Enes'ten rivayet ettiği Tecrid'deki 559 no'Iu hadis-i şeriftir. Aynı
zamanda Ömer b. el-Hattâb, Abdullah b. Ömer, Enes, Hasan el-Basrî, Zührî,
Mekhûl, Evzaî, Ahntıed, İshâk ve İbn Münzir de bu görüştedirler.
Hanefî ulemâsının ve
Kûfelilerin delili ise, üzerinde durduğumuz 502 no'Iu hadistir.[399]
503. ...İbn
Muhayrîz'in rivayet ettiğine göre Ebû Mahzûre (r.a.) şöyle demiştir:
"Resulullah
(s.a.) bizzat kendisi bana ezanı (kelime kelime) öğretti ve (şöyle) buyurdu:
"(Ya Ebâ
Mahzûre!) Ezan okumak için şöyle de:
Allah en büyüktür.
Allah en büyüktür.
Allah en büyüktür.
Allah en büyüktür.
Allah'tan başka ilâh
olmadığına şahidlik ederim.
Allah'tan başka ilâh
olmadığına şahidlik ederim.
Muhammed'in Allah'ın
elçisi olduğuna şahidlik ederim.
Muhammed'in Allah'ın
elçisi olduğuna şahidlik ederim.
Sonra (tekrar başa)
dön ve sesini yükselt(erek okumana şöyle devam et):
Ben Allah'dan başka
ilâh olmadığına şahidlik ederim.
Ben Allah'dan başka
ilâh olmadığına şahidlik ederim.
Ben Muhammed'in
Allah'ın elçisi olduğuna şahidlik ederim.
Ben Muhammed'in
Allah'ın elçisi olduğuna şahidlik ederim.
Haydi namaza, haydi
namaza.
Haydi kurtuluşa, haydi
kurtuluşa
Allah en büyüktür,
Allah en büyüktür.
Allah'dan başka ilah
yoktur.[400]
Bu hadis"i §erifte
geçen, önce şehâdetleri kısık sesle telâffuz ettikten sonra bîr de yüksek sesle
telâffuz ederek okuma şekline tercî denildiği 499 ve 500 no'lu hadislerde
zikredilmişti. Bu hadis-i şerif ezanda tercî yapmanın mendûb olduğunu söyleyen
Mâlikilerle sünnet olduğunu söyleyen Şafiî ve Hanbelî ulemâsı için bir
delildir. Hanefî ulemâsına göre ise, ezanda tercî' sünnet değildir. Mezhep
imamlarının delilleri için bir evvelki hadise müracaat edilmelidir. Hanefîler
bu hadisteki tercî'i ezanla ilgiii değil de yeni müslüman olan Ebû Mahzûre'nin
ezanıöğrenmesiyle ilgili görmektedirler.[401]
504.
...Abdülrnelik b. Ebî Mahzûre (babası) Ebû Mahzûre'yi (şöyle) derken,
işittniştir:
Resûlullah (s.a.) bana
ezanı harf harf öğretti. (O şudur:)
"Allah en
büyüktür. Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Allah en büyüktür.
Allah'tan başka ilâh
olmadığına şahidlik ederim. Allah'tan başka ilah olmadığına şahidlik ederim.
Muhammed'in, Allah'ın
elçisi olduğuna şahidlik ederim.
Muhammed'in, Allah'ın
elçisi olduğuna şahidlik ederim.
Allah'tan başka ilah
olmadığına şahidlik ederim.
Allah'tan başka ilah
olmadığına şahidlik ederim.
Muhammed'in Allah'ın
elçisi olduğuna şahidlik ederim.
Muhammed'in Allanın
elçisi olduğuna şahidlik ederim.
Haydi namaza, haydi
namaza, haydi kurtuluşa, haydi kurtuluşa."
(Ravi İbrahim b.
İsmail) der (ki: Ebû Mahzûre) sabahleyin "Namaz uykudan hayırlıdır"
derdi.[402]
RasuM Ekrem'in Ebû
Mahzûre' ye ezanı harf harf öğretme sinin anlamı kelime kelime öğretmesidir.
Yani cüz zikredilip kül kasd edilmiştir. Buna edebiyatta mecâz-ı mürsel denir.
500 no'lu hadis-i şerife bakarak, dört mezheb imamı sabah ezanında "Namaz
uykudan hayırlıdır" cümlesini iki kere okumanın mendûb olduğu hükmüne
varmışlardır.[403]
505....Ebû
Mahzûre (r.a.)den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.) kendisine ezanı (şu
lâfızları) söyleyerek öğretmiştir:
"Allah en
büyüktyür. Allah en büyüktür. Ben Allah'dan başka ilâh olmadığına şahidlik
ederim. Ben Allah'dan başka ilah olmadığına şahidlik ederim."
Sonra (Nâfi b. Ömer)
İbn Cüreyc'in Abdulaziz b. Abdulmelik' den rivayet ettiği hadisin mânâsını ve o
hâdisedeki ezanın benzerini zikretti.
Ebû Dâvûd dedi ki:
Mâlik b. Dinar'ın hadisinde (şu rivayet vardır): İbn Ebî Mahzûre'den, bana
babasının Resûlullah'dan aldığı ezanından bahset, diye bir istekte bulundum.
(O da) sadece "Allah en büyüktür Allah en büyüktür1' diye cevab verdi.
Cafer b. Süleyman'ın
İbn Ebî Mahzûre 'den, onun da amcası vasıtasıyla dedesinden naklettiği hadis
de böyledir. (Yani Mâlik hadisin-deki gibi tekbirin iki kere okunduğunu ifade
eder). Ancak Cafer'in rivayetinde (fazla olarak) "Sonra Allahü ekber,
Allahü ekber" (diye) tekrarlayarak sesini yükselt(ti)" ifâdesi
vardır.[404]
Üzerinde durduğumuz bu
hadis-i şerif ile 503 numarada geçen ibn Cureyc hadisi lafız ve mana itibariyle
birbirine benzemektedir. Ancak îbn Cüreyc hadisinde ezanın başında bulunan
tekbir dört kere tekrarlanırken, üzerinde durduğumuz bu NafF b. Ömer hadisinde
ezanın başındaki tekbir iki kere tekrarlanmıştır Bunun dışındaki lâfızlar her
ikisinde de ikişer kere okunmuş ve ezanın sonundaki tevhîd bir kere okunmuştur.
Ayrıca her iki hadiste de tercî'in bulunması mânâ itibariyle aralarındaki
benzerliği teşkil eder.
Merhum müellif Ebû
Davud'un ifâdesine göre, bu hadis-i şerifte ezanın başında bulunan tekbîr iki
kere tekrarlanıyor. Lâkin Darekutnî'nin muttasıl senedle rivayet ettiği bu
hadisin aslında Ebû Mahzûre'nin tekbiri iki kere okuduğu ifâdesi yoktur. Bu
hadisin sened ve metnini Darakutnî şu şekilde rivayet etmiştir: "Bize,
Kadı Ebû Ömer haber verdi, dedi ki; "bize Ali b. Abdilaziz söyledi"
dedi ki , "Bize Müslim nakletti" dedi ki "Bize Dâvûd b. Ebî
Abdurrahman el-Kureşî anlattı" Dedi ki; "Bize Mâlik b. Dinar şöyle
dedi: Ezan okuduktan sonra Mescid-i Haram'ın damında duran İbn Ebî Mahzûre'nin
yanına çıktım ve bana Resûl-i Ekrem'in öğrettiği ezanı, babanın nasıl okuduğunu
anlat" dedim. O da şöyle anlattı: "Ezana tekbirle başladı. Sonra
birer kere:
derdi sonra döner:
derdi."
Dârekutnî'nin bu
rivayetine göre şehadetlerde ve hayye alelerde bir kere terci' yapılmıştır.
Lâkin Ebû Dâvûd bu rivayetinde tek kalmıştır.
Ca'fer b. Süleyman'ın
rivayetinde ikisi kısık ikisi de yüksek sesle olmak üzere tekbirlerin sayısı
dört oluyor. Gerisi, Mâlik b. Dînâr hadisi gibidir.
Bu hadis-i şerifte
geçen İbn Ebî Mahzûre'nin Bedr'de kâfir olarak ölen amcası Enîs, vasıtasıyle
yine kâfir olarak ölen dedesinden hadis rivayet etmesi izaha muhtaçtır. Ayrıca
bütün râviler ezanı Ebû Mahzûre'den rivayet ettiği halde burada Ebû Mahzûre'nin
babasından rivayet edilmiş olması da bu hadis-i şerifin izaha muhtaç ikinci bir
yönünü teşkil etmektedir. Bu konuda Menhel sahibinin izahı şöyledir: İbn Ebî
Mahzûre'den maksat Abdul-melik'tir. Abdulmelik bu hadisi babası Ebû Mahzûre'den
vasıtasız olarak almıştır.
İkinci bir izah tarzı
da şudur: İbn Ebî Mahzûre'den maksat Abdulaziz b. Abdilmelik b. Ebî
Mahzûre'dir. Abdulaziz bu hadisi Abdullah b. Ma-hayrız'den rivayet etmiştir.
Her ne kadar Abdullah b. Muhayrîz Abdulaziz'in gerçek amcası değilse de Ebû
Mahzûre'nin evinde yetim olarak büyüdüğü için mecazen Abdulaziz'in amcası
hükmündedir. Abdullah da Ebû Mahzûre'den rivayet etmiştir.
Bu hadis-i şerifte
görüldüğü gibi ezanda baştaki tekbirin terci' ile iki kere okunduğu ifade edilmektedir.
Bunun yanında yine bazı sağlam hadislerde ise, bu tekbirin yüksek sesle dört
kere tekrarlandığı ifade edilmektedir. Bütün bu rivayetleri göz önünde
bulunduran bazı hadis âlimleri bu şekillerin hepsine göre ezan okumanın caiz
olacağı kanaatine varmışlardır ki, Ah-med b. Hanbel'in mezhebi de budur.
Diğer mezheb
imamlarının görüşleri ise, 502 no'lu hadis-i şerifin izahında geçmiştir.[405]
506. ...Amr
b. Murre, "İbn Ebî Leylâ'yı (şöyle derken) işittim" demiştir:
Namaz üç kere
değişiklik geçirmiştir. Sahâbe(-i kiram efendilerimiz bize (şunları)
naklettiler:
Resûlullah (s.a.)
buyurdu (ki); "(Bütün) müslumanların yahut müzminlerin namazının tek
(cemaatte kılınmış) olması beni memnun eder. Hatta bütün evlere namaz vakit(inin
girdiği)ni ilân edecek adamlar göndermeyi (bile) düşündüm. Ve hatta (bazı)
kişilere damların üzerine dikilip namaz vakti(nin girdiği)ni ilân etmelerini
emretmeyi kalbimden geçirdim." Hatta (neredeyse bu maksatla) çan
çalacaklardı. (İbn Ebî Leylâ) der ki: Ensârdan bir adam geliverdi:
Ya Resûlallah (s.a.)
seni tasalı olarak gördüğümden dolayı eve döndüğümde (rü'yamda) üzerinde sanki
iki yeşil elbise bulunan bir adam gördüm mescidin üzerine dikilip ezan okudu,
sonra birazcık oturup (tekrar) ayağa kalktı, aynı şeyleri söyledi. Ancak (bu
defa fazladan olarak) namaz başladı diyordu. Eğer insanlar(ın bu yalancıdır)
demeleri (korkusu) olmasaydı" muhakkak ki ben uykuda dçğildim, uyanıktım
derdim dedi.
(İbn Müsennâ (bu
cümleyi); "sizin "bu yalancıdır" demeniz korkusu
olmasaydı" (şeklinde rivayet etmiştir) Resûlullah (s.a.) buyurdu ki;
"Vallahi Allah
(c.c.) Sana hayrı göstermiştir". (Bu cümleyi) İbn Müsennâ rivayet
etmiştir. (Diğer râvi) Amr ise, mevzuu bahs (etmemiştir) Resûlullah,
"Bilâl'e öğret ezan okusun" buyurdu. (Yine İbn Ebî Leylâ) der ki:
"Ömer onun gördüğünün benzerini ben de gördüm lâkin (haber vermekte)
geciktiğim için (söylemeye) utandım" dedi.
Sahâbe(-i Kiram
efendi)lerimiz(in) bize haber verdiğine göre (önceleri) bir adam (cemaate)
geldiği zaman (namazın imamla kaç rekatinin kılındığım) sorardı ve kendisine
namazdan (kaç rekate) geç kaldığı haber verilirdi. Resûiullah ile beraber namaz
kılan cemaat(ın kimisi) kıyamda, (kimisi) rükûda, (kimisi) oturuşta, (kimisi
de) Resûlullah (s.a.) ile aynı halde olurdu.
İbnu'l-Müsennâ, dedi
ki; Amr "Bana bunu (bu rivayeti) bir de Husayn İbn Ebî Leylâ'dan
nakletti" demiştir. (Derken bir gün) Muaz (cemaate) çıkageldi ve (-Şu'be
der ki, ben bunu bir de Hüsayn'den dinlemiştim-) Muaz'ın, "Ben
Resulullah'ı (namazda) hangi halde gö rürsem... (diye başlayan)",
Resûlullah'ın "siz de böyle yapınız" demesine kadar devam eden
sözünü nakletti.
Ebû Dâvûd dedi ki:
Sonra Amr b. Merzûk hadisine dönüyorum (bu rivayette) İbn Ebi Leylâ diyor ki:
(Bir gün) Muâz (cemaate)
geldi, -daha önce cemaatle kaç rekât namazın kılınmış olduğunu- kendisine
işaret ettiler. (Şu'be der ki, ben bunu bir de Husayn'dan dinlemiştim.) (İbn
Ebî Leylâ rivayetine devamla) dedi ki: Muâz (r.a.);
"Ben O'nu
(Resulüllahı) hangi halde görürsem göreyim o haline uyarım" dedi.
Resûlullah da (s.a) buyurdu ki: "Muâz sizin için bir yol açtı, siz de
böyle yapınız."
Sahâbe(lerimiz)in bize
naklettiğine göre: Resûlullah Medine'ye gelince müslümanlara (her ay) üç gün
oruç tutmayı emretti. Sonra Ramazanın (orucuyla ilgili âyet-i kerime)
indirildi. (Medine'li müslümanlar) oruca alışmamış bir toplum idiler, oruç
onlara çok zor geliyordu. (Bu yüzden) oruç tutamayan kimse (tutamadığı gün
için) bir fakiri doyuruyordu. Sonra "Sîz mü'minlerden her kim bu (mübarek)
ayda hazır bulunursa (veya bu mübarek aya şahid olursa) bunda oruç tutsun
"[406] âyeti nazil olunca oruç
tutma ruhsatı sadece müsâfir ve hastalar için (geçerli) oldu. (Bunun
dışındakiler) oruç tutmakla emrolundular.
İbn Ebî Leylâ der ki;
(Bazı) sahabelerimiz (r.a.) bize rivayet etti ki; (başlangıçta) bir kimse iftar
zamanına erişir de yemek yemeden önce uyuyakahrsa bir daha yiyemez, oruçlu
halde sabahlardı.
(Yine bir sahabe
şöyle) dedi: Ömer (r.a.) (eve) gelip karısım(n yatağına gelmesini) istedi. O
da; (ben yemek yemeden) uyudum, dedi. Ömer karısının bahane uydurduğunu
zannederek kendisine yaklaştı. (Bir de) ensârdan bir adam (evine) geldi (iftar
vakti) yemek istedi (ev halkı) "sana birşey ısıtana kadar (bekle)"
decjiler, o da (yemeden) uyu-yakaldı. Bunun üzerine Resûlullah'a şu âyet-i
kerime indi: "Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız size helâl kılındı.”[407]
Bu hadis-i şerifte,
namaz ve orucun son şeklini almadan üç
kere değişikliğe uğradıkları ifâde edilmektedir.[408]
1. Ezan
meşru kılınmadan önce namaz vaktinin girdiğini, "namaz , namaz!"
nidalarıyla birbirlerine haber verirlerdi. Resûlullah (s.a.) bazı kimselerin
evlerin damlan üstüne çıkarak namaz vaktinin girdiğini yüksek sesle ilân
etmelerini, bütün mü'minlerin namazlarını bir cemaatle kılmaları için bir çâre
olarak düşündüğü gibi, namaz vaktinin bir çan çalınarak ilân edilmesini bile
emretmeyi tasarlamıştı. Derken ensârdan Abdullah b. Zeyd ve Muhacirlerden Hz.
Ömer (r.a.) sözü geçen rü'yayı sâdıkayı görmüşler, bundan sonra da ezan meşru
kılınmıştır.
2. Bir kimse
cemaatle namaz kılmak için mescide geldiğinde cemaat Resûlullah ile beraber
namazın bir kısmım kılmış idiyse sonradan gelen kimse daha önce kaç rekat
kılınmış olduğunu sorardı, onlar da şayet namazda iseler, işaretle daha
iftitah tekbiri almamışlarsa sözle cevap verirlerdi. Çünkü halk Resûlullah'ın
arkasında namaz kılarlarken kıldıkları rekâtların farklı olması dolayısıyla,
kimisi rükûda kimisi kıyamda kimisi kuudda bulunurdu. Bir kısmı da,
Resûlullah^a uymuş vaziyette namaz kılardı. Buna göre, mescide sonradan
gelenler kaç rekatı kaçırdıklarını öğrenirler, önce bunu ya Resûl-i Ekrem'le
beraber namaz kılanların safına katılarak veya safın dışında kalarak kılarlar,
ondan sonra Resul-i Ekrem'e uyarlardı. Bu bakımdan dışardan gelen bir kimse
camideki cemaatin kimisini kıyamda, kimisini de rükûda bulur ve kaç rekâtı
kaçırdığım onlara sorardı. Yukarıdaki izahta beyan edildiği şekilde cevap
verirlerdi.
Cemaatle namazlar bu şekilde
kılınırken, bir gün Muâz (r.a.) gecikmişti. Mescide girdiğinde, cemaatin
Resûl-i Ekrem'in arkasında namazın ayrı ayrı rükünlerini edâ etmekte olduğunu
görmüş ve kendisine namazın kaç rekâtını kaçırdığı haber verilmişse de o bu
işaretlere değer vermemiş "Ben Resul-i Ekrem'i (s.a.) hangi halde
bulursam, mutlaka, o anda O'na uyarım" demiş ve Resûl-i Ekrem'e uymuştur.
Resûl-i Ekrem de bu davranış ve ifâdeyi tasvib ederek, memnuniyetini izhar
etmiş, "Muâz sizin için çok güzel bir yol açmıştır. Artık siz de onun gibi
hareket edin" buyurmuştur. Yukarıda görüldüğü gibi, Muâz (r.a.)
hazretlerinin mescide gelmesi ve Resûl-i Ekrem'e (s.a.) hemen uyması
açıklanırken, birden bire (Şu'be der ki) diye başlayan hadisin senediyle ilgili
bir cümle araya giriyor. İşte söz esnasında bir parantez içerisine alınacak
şekilde, araya sıkıştırılan böyle cümlelere cümle-i mu-tarıza denir. Ayrıca
metinde bu hadisin râvilerinden Amr b. Murre'nin bu hadisi bir kere doğrudan
doğruya İbn Ebî Leylâ'dan, bir kere de Husayn vasıtasıyla İbn Ebi Leylâ'dan
aldığına işaret edilmiştir.
Yine aynı şekilde bu
hadisin diğer r"-isi Şu'be'nin de bu hadisi bir kere Amr b. Murre'den, bir
kere de Husayn’ dan duyduğuna müellif
Ebû Dâvûd işaret etmiştir. Ve nihayet Ebû Dâvud hadisin, Muâz'ın (r.a.)
davranışını ayrıntılarıyla ifâde eden, Amr b. Merzûk'un Husayn'dan ve
Şu'be'nin de yine Husayn'dan rivayet ettiği şeklini ele alarak bunların farklı
taraflarına işaret etmiştir.
Resûl-i Ekrem
(s.a.)'in Muâz (r.a.) hazretlerinin davranışını tasvib ve takrir etmesiyle
namazın ikinci dönemi de tamamlanmış oldu. Artık bundan sonra müsiümanlar
cemaate geç kaldıklarında imamı namazın hangi rüknünde bulurlarsa hemen ona
uyuyorlar, imam namazı bitirip selâmı verince de yetişemediklerini
tamamjiyorlardı.
3. Namazın
uğradığı üçüncü değişiklik de kıble ile ilgilidir. Ancak bu meseleye üzerinde
durduğumuz bu hadis-i şerifte temas edilmemiştir. Bu husus Ahmed b HanbeFin
Müsned'inde, el-Mes'ûdî, Amr b. Mürre, Abdurrah-man b. Ebî Leylâ ve Muâz
senediyle gelen hadis-i şerifte nakledilmektedir. Buna göre müsiümanlar,
Medine-i Münevverede 18 ay, Beyt-i Makdîs'e (Kudüs'e) doğru namaz
kılmışlardır. Sonra âyet-i kerimesinin inmesiyle, Kâbe-i Muazzama mü'minlerin
kıblesi haline getirilince, namazla ilgili üçüncü değişiklik de
gerçekleştirilmiştir.[409]
Oruç da namaz gibi üç
kere değişikliğe uğramıştır:
1. Resul-i
Ekrem (s.a.)'ın her ay üç gün oruç tutmak âdet-i seniyyeleri idi. Medine-i
Münevvere'yi teşrif ettiği zaman mü'minlere de bu orucu ve aşure orucunu
tutmayı emretmişti. İşte müslümanların ilk oruçları bundan ibaretti.
2. Sûre-i
Bakara'nın 185. âyet-i kerimesinin inmesiyle bütün müslüman-ların ramazan
orucunu tutmaları emredildi. Ancak emredümekle beraber oruca tahammül edemeyen
kimselere de tutamadıkları her gün için bir fakir doyurmalarına da izin
veriidi. Yani müsiümanlar oruç tutmakla fidye vermek arasında muhayyer
bırakıldılar. Bu da orucun ikinci dönemini teşkil etmektedir.
3. Başlangıçta
müslümanlar iftar vaktinden sonra uyudular mı bir daha uyandıktan sonra yemek
yiyemez, su içemez, orucu bozacak bir davranışta bulunamazlardı.
Nihayet hadiste
anlatıldığı gibi Hz. Ömer'in ve ensardan bir kimsenin başlarına gelen hâdiseler
üzerine "Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız size helâl kılındı"[410]
âyet-i kerimesi nazil oldu. Artık bundan sonra müslü-manların daha önceki
sünnete istinad eden uygulamaları neshedildi. Ramazan geceleri mü'minlerin
iftar vaktinden itibaren, şafak sökünceye, tan yeri ağarıncaya kadar yiyip
içmelerine ve ailelerine yaklaşmalarına izin verildi."Sizden her kim bu
ayda şuhudda (yani hazarda) ise onu tutsun."[411]
âyetiyle de daha evvelki oruç tutmakla fidye vermek arasındaki muhayyerlik
kaldırılmıştır. Her müslümanın mutlak surette oruç tutması emrolunmuştur. Hasta
ve misafirlere sonradan tutmaları şartı ile izin verilmiştir.[412]
1. Bir
toplumun reisi durumunda bulunan kimse o toplumun dini ve dünyevi menfaatlerini
gözetmen ve onların hayrına olacak tedbirler almalıdır.
2. Bir
kimsenin toplum için faydalı ve ehemmiyetli gördüğü bir işi başka durumda
bulunan kimseye haber vermesi müstehabtır.
3. Ezan ve
ikâmet meşrudur.
4. Namaz son
şeklini alıncaya kadar bazı değişikliklere uğramıştır. Bazı dinî hükümlerin böyle
değişikliğe uğramasındaki en büyük hikmet, mü'minin münafıktan ayrılmasıdır.
Çünkü böyle dinî hükümlerin her değişikliğe uğramasında yeni hükme, mü'minler
taptaze bir imanla sarılırlarken imanlarının tazelenip, yeniden kuvvet
bulduğunu hissederlerken, münafıkların da kalbinde küfür ve şekavet duygulan
kabarır. Neticede küfürlerini dışarı vururlardı.
5. Oruç da
bir takım değişikliklere uğramıştır. Ancak orucun değişikliğe uğramasındaki
hikmet, mü'minlerin oruca alışmalarında kolaylık sağlamak, zorluğu kaldırmak
hikmeti olsa gerekir. Doğrusunu Cenab-ı Allah bilir.[413]
507. ...Muâz
b. Cebel (r.a.)'den demiştir ki; Namaz ve oruç üç kere değişikliğe uğramıştır.
Nasr (b. el-Muhâcir bu değişikliklerle ilgili) hadisin tamamım nakletmiştir.
Îbnü'l-Müsennâ (bu hadisin) sadece (Müslümanların) Beyt-i Makdis'e doğru namaz
kılmaları (ile ilgili) kısmını nakletmiştir. (İbnu'l-Müsennâ) der ki; (Namazın
değişmesiyle ilgili) üçüncü hal (şöyle olmuştur), Resûlullah (s.a.) Medine'ye
geldi ve on üç ay Beyt-i Makdis'e doğru namaz kıldı. Sonra Allah azze ve celle
şu âyeti indirdi:
"Hakîkaten
yüzünün semada aranıp durduğunu görüyoruz. Artık (müsterih ol), seni hoşnud
olacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Haydi yüzünü Mescid-i Harama doğru çevir.
Siz de (ey mü'minler) nerede bulunursanız bulunun, yüzünüzü ona doğru
çeviriniz."[414]
(Bu âyet-i kerimeyle)
Allah azze ve celle Resulünü Ka'be'ye yöneltti. (İbnu'l-Müsennâ'nın) hadisi
(burada) sona erdi. Nasr (b. Muhacir) de (rivayetinde) Rü'ya sahibinin ismini
açıklayarak şöyle dedi:
"Ensârdan bir
kimse (olan) Abdullah b. Zeyd geldi. Kıbleye yöneldi ve: Allah en büyüktür.
Allah en büyüktür. Allah'dan başka ilâh olmadığına şahidlik ederim. Allah'dan
başka ilâh olmadığına şâhid-lik ederim. Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna
şahidlik ederjm. Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şahidlik ederim. İki defa
da: Haydi namaza, iki defa : Haydi kurtuluşa. Allah en büyüktür. Allah en
büyüktür. Allah'tan başka ilâh yoktur" dedi. Sonra biraz durdu ve ayağa
kalktı, aynı sözleri (yine) söyledi. (Abdullah b. Zeyd) der ki: Ancak (bu defa
rü'yamda gördüğüm kişi) haydi kurtuluşa dedikten sonra namaz başladı namaz
başladı, (sözlerini) ilâve etti. (Muâz) der ki: Resûlullah (s.a.) (Abdullah'a
hitaben); "bunu Bilâl'e öğret" buyurdu. Bilâl de bu kelimelerle ezan
okudu. Nasr (b. el-Muhâcir riva-yetinde)oruç konusunda da şunları söyledi:
Resûlulla (s.a.) her
ayın üç gününde ve bir de Aşure gününde oruç tutardı. Sonra Allahu Teala:
"Üzerlerinize
oruç yazıldı. Nitekim sizden evvelkilere de yazılmıştır"
(ayet-i kerimesini)
"Miskin doyumu fidye"[415]
(sözlerine) kadar indirdi. Artık oruç tutmak isteyen tutuyor, oruç yemek
isteyen de her gün (için) bir fakir doyuruyordu. Bu doyurma orucun yerini
tutuyordu, işte bu (oruçta bir) değişikliktir. Sonra da Allah azze ve celle:
"Ramazan ayı ki insanları (irşâd için), hak fürkfinı, hidayet delili
feeyyineler halinde Kur'-ân onda indirildi" âyetini indirdi.Oruç bu aya
erişen herkese farz oldu. Yolcular için (yolculuk esnasında orucu yeyip sonra)
kaza etmeleri, oruca güçleri yetmeyen ihtiyar kadın ve erkekler için de (fakir)
doyurmaları izni baki kaldı. (Derken bir gün) Sırma b. Kays bütün gün çalışmış
(olarak evine) geldi..." ve (Nasr, orucun geçirdiği devrelerle ilgili olan
bu) hadisi (sonuna kadar) nakletti.[416]
Bu hadis-i şerifin
ravileri olan İbnu'l-Müsennâ ve Nasr b. el-Muhacir, Mes'ûdi'ye dayanan
rivayetlerinde namaz ve orucun geçirdiği değişikliklere kısaca temas ettiler.
Ancak birinci ravi İbnu'l-Müsennâ, namazla ilgili değişikliklerin sadece
üçüncüsüne ait ayrıntılı bilgi vermişse de oruçla ilgili değişikliklerin
ayrıntılarına girmemiştir.
İkinci râvi Nasr'ın
rivayet ettiği bu konuya ilişkin uzunca hadiste bu değişiklikler bütün
ayrıntılarıyla dile getirilmişse de müellif Ebû Dâvûd bu hadisin namazla ilgili
kısımlarını hiç nakletmemiş sadece oruçla ilgili değişikliklerin üçüncü
kısmını nakletmiştir.
Amr b. Merzûk'un
Şu'be'den ve İbnu'l-Müsennâ'nın Muhammed b. Ca'fer vasıtasıyla yine Şu'be'den
rivayet ettiği hadiste ise, orucun geçirdiği değişiklikler uzun uzadıya
anlatılmış fakat orucun ikinci ve üçüncü değişiklikleri birbirinden net bir
şekilde ayrılmamış namazın da sadece iki halinden söz edilmiştir.
Üzerinde durduğumuz bu
hadiste İbnu'l-Müsennâ namazın üçüncü şeklini alışım şöyle anlatıyor:
"Müslümanlar Beyt-i
Makdis'e doğru onüç ay namaz kıldılar. Nihayet Cenab-ı Hak âyet-i kerimesini
indirdi."[417]
İbnu'I-Musennâ'nın
rivayeti de burada sona eriyor. Ancak biz bütün bu rivayetleri gözönünde
bulundurarak namaz ve orucun geçirdiği değişiklikleri üç dönemde sırayla ve
tamamıyle, bundan önce geçen hadisin izahında açıkladık. Oraya müracaat
edilmelidir.
İbnu'l-Müsennâ her ne
kadar mü'minlerin Beyt-i Makdis'e doğru namaz kıldıklarını rivayet etmişse de,
Sahih-i Buhârî'de bu müddetin 16 veya 17 ay olduğu yer alıyor. Sahih-i Müslim
ve Nesâî'de bu müddetin 16 ay olduğu kesinlikle ifâde ediliyor.
İmam Nevevî, Müslim
Şerhi'nde, Hafız İbn Hacer de Fethü'l-Bârî'de bu rivayeti tercih etmişlerdir.
Hafız İbn Hacer bu müddetin onüç ay olduğunu ifade eden rivayetin de on ay, on
iki ay, 18 ay, 19 ay, iki sene olduğunu ifâde eden rivayetler gibi şâzz
olduğunu, çünkü bu rivayetlerin hepsinin zayıf olduğunu söylemiştir.
Rivayetlere bakılırsa
bu müddetin on altı veya on yedi ay olduğu ihtimali üzerinde durmak lâzım.
Ahmed b. Hanbel'in
rivayetine göre, Resûlullah (s.a.) Mekke'de iken Kabe'yi karşısına alarak
Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılardı. Taberî'nin rivayetine göre ise,
"Medine'ye hicret ettikten' sonra da yine Beyt-i Makdis'e doğru namaz
kılmaya devam etti. Çünkü Medine'lilerin ekserisi Yahudi olduğundan onların
gönüllerini İslama çevirmek için Cenab-ı Allah böyle emretmişti. Hakikaten
Yahudiler bundan memnun oldular. Resûl-i Ekrem 17 ay böyle devam etti. Fakat
gönlü Hz. İbrahim'in kıblesi olan Kâbe-i Muaz-zama'ya yönelmek istiyordu.
Derken el-Bakara Sûresi'nin 144. âyeti olan âyet-i celilesi nazil oldu. Demek
ki bazı râviler on altı aylık müddeti, geçen günleri de hesap ederek 17 ay
demişler, bazıları da bu 16 ay'ı tecâvüz eden günleri hesaba katmayarak,
yuvarlak bir hesapla 16 ay demişlerdir. Müslümanlar artık namazlarını Kabe'ye
doğru kılmaya başlayınca Huyey b. Ahtab gibi bazı Yahudiler; "Eğer şimdiye
kadar doğru bir yol üzerinde idiyseler şimdi bunu niçin terkediyor-lar da sapık
yollara gidiyorlar? Yok eğer şimdiye kadar uygulamaları yanlış idiyse,
kıldıkları namazlar ne olacak?" demeye başladılar. Müslümanlar bu
sözlerden müteessir olarak Resul-i Ekrem'e müracaat ettiler. Bunun üzerine önce
"De ki: Doğu da Allah'ındır batı da..." ve sonra "Allah sizin
imanınızı (amellerinizi)boşa çıkaracak değildir" âyet-i kerimeleri nazil
oldu; Kabe-i Muazzama müslümanların kıblesi hâiine geldi.
Yine bu hadis-i
şerifte orucun da üç kere değişikliğe uğradığı ifâde edilmektedir ki, bu
değişikliklerle ilgili açıklama bundan Önceki hadisin izahında geçmiştir.[418]
1. Asr-ı
Saadette namaz ve oruç. mütekâmil hale gelinceye kadar çeşitli uygulama
merhalelerinden geçmiştir.
2. İbâdetler
son şeklini almadan, -alıştırmak vb. hikmetlere mebni olarak-tedricî bir
uygulama yapılmıştır.
3. Bir hüküm
başka bir hükümle nesh edilebilir.
4. Oruç
ibâdeti bütün semavî dinlerde farzdır.
5. Her ay üç
gün oruç tutmak ve aşure günü oruçlu olmak sünnettir.
6. Yolcu ve
hasta olan ramazanda oruç tutmayıp daha
sonra kaza edebilir.
7. Oruç tutamayacak
kadar yaşlı erkek ve kadın oruç tutmayıp fidye verebilir.[419]
508. ...Enes
(r.a.)den, demiştir ki; "Bilâl'e ezanı çift, ikâmeti tek okuması
emredildi". Hammâd (Simâk b. Atiyye'den rivayet ettiği) hadisine, ancak :
"kad kametis-salât" lafızları müstesnadır (bunlar ikişer defa
söylenir), sözünü ilâve etmiştir.[420]
Bu hadis-i şerifte geçen "emrolundu"
kelimesinden hareketle emir verenin kim olduğu hakkında farklı,görüşler ileri
sürülmüştür. Bu hususta Ebâ Dâvûd şârihi Hattâbî şunları söylemektedir:
"Dinde emr evvelâ Allah'a ve Resulüne isnâd edilir. Bu bakımdan burada
Hz. Bilâl*e emir verenin Resûl-i Ekrem olduğunu kabul etmek gerekir. Bazı ilim
adamlarının Bilâl'e bu emri veren kimsenin Ebû Bekir veya Ömer olabileceği
ihtimali üzerinde durmaları büyük bir hatadır. Çünkü Bilâl (r.a.) Resûlullah'ın
irtihâlinden sonra Medine'yi terk etmiş Şam'a gitmiştir. Müezzinlik görevini
de Sa'd'a devretmiştir."
Ayrıca bu hadis-i
şerif,ezan' kelimelerinin kişer ikişer, ikâmet kelimelerinin de birer birer
okunacağını söyleyen İmam-ı Şafiî ile İmam Ahmed b. Han-bel'in delilidir. Diğer
mezheplerin ezan ve ikametle ilgili görüş ve delilleri 502. hadis-i şerifin
açıklamasında geçmiştir. Gerçekte ikamet kelimelerinin de ezan kelimeleri gibi
ikişer ikişer okunacağına dair bir çok hadisler vardır.
Nitekim, Ebû Av^ne'nin
SahîlTinde rivayet ettiği Şa'bî hadisi TirmizT-nin el-Câmiînde rivayet ettiği
Ebû Mahzûre hadisi ve Tahâvî'nin rivayet ettiği Seleme b. el-Ekva' hadisi
ikâmet cümlelerinin ikişer ikişer okunacağını ifâde etmektedirler. Hatta Hanefî
uleması Ebû Mahzûre hadisinin üzerinde durduğumuz Enes hadisini neshettiğini
söylemişlerse de aksi görüşte olan ulemâ buna itiraz etmişlerdir.
Ezanın çift, ikâmetin
ise tek okunmasını, müslümanların ikisini karıştırmadan kolayca
ayırabilmelerini sağlama hikmetine bağlamak isteyen Şafiî âlimi Hattâbî'yi,
Hanefî ulemasından Aynî merhum ağır bir dille tenkid etmiş, ezan dışarıda
vaktin girdiğini ilân etmek için okunur, ikâmet ise, cami içinde namaza
başlandığını bildirmek için okunur, bunların karışması hiç bir zaman söz konusu
değilken, Hattâbî'nin bu görüşü nasıl ortaya attığını hayretle karşıladığını
ifade etmiştir.
Zeylaî merhum,
Tebyinu'I-hakâîk'te ikâmetin aslında bütün cümlelerin ikişer ikişer okunduğu
halde Emevîlerin bunu değiştirerek bu cümleleri ilk defa birer kere
okuduklarını söylemektedir, (bk. Bezlu'l-mechûd, IV, 59)[421]
509.
...Humeyd b. Mes'ade İsmail'den, O da Hâlid el-Hazzâî'den, o da Ebî Kılâbe
vasıtasıyla Enes'den (508 nolu Vüheyb hadisinin), benzerini nakletmiştir.
İsmâîl der ki;
"Ben bu hadisi Eyyûb'e naklettim, o da ancak ikâmet "kad
kameti's-salât" kelimesi müstesnadır. (Bu cümle iki defa söylenir)"
diye cevap verdi.[422]
Bu hadis-i şerifte
geçen, Eyyûb'un "Kad kameti's-salah lafizları bundan müstesnadır"
sözünün, Eyyûb'un kendi sözü olup Peygamberimize ulaşan bir hadis olmadığım
kabul edenler, ikâmet ederken "kad kameti's-salâh" cümlesinin bir
kere okunacağı görüşündedirler. Bunlar İmam Şafiî, İmam Ahmed ve İmam Mâlik
hazretleridir. Fakat bu, "ancak kad kameti's-salah lafızları bundan
müstesnadır" sözünün Eyyûb'a ait bir söz olup hadis olmadığı görüşü
yanlıştır. Zira bu ifâde pek çok merfû hadislerde geçmektedir. Nitekim
Abdurrezzak da, Ma'mer vasıtasıyla bu hadisi Eyyûb'dan açık ifadelerle
nakletmişti. Aynı şekilde aynı hadisi Ebû Avâne Sahîh'inde,
es-Serrâc,Müsned'inde rivayet etmişlerdir. Hadis usûlünde bilinen bir kaidedir
ki, bir haberde geçen ifâde,aksine bir delil bulunmadıkça o haberden sayılır.
Bu ifadenin hadisin
aslından olduğunu kabul edenler de "kad kaameti's-salâh" kelimesinin
iki kere okunacağı görüşündedirler ki, bu görüş aynı zamanda Hanefîlerin
görüşüdür.[423]
510. ...İbn
Ömer (r.a.)den, demiştir ki:
"Resûlullah (s.a.)
zamanında ezan ikişer ikişer, ikâmet ise, birer birer okunurdu. Fakat (müezzin)
iki kere, kad kaameti's-salâh, Kad kaameti's-salâh derdi. Biz ikâmeti duyunca
abdest alır, sonra camiye giderdik."[424]
Şu'be der ki; Ebû
Cafer'den, bu hadisten başka (bir hadis) işitmedim.[425]
Bu hadis-i şerifte
ezanın bütün cümlelerinin çift okunduğu ifade ediliyorsa da, ezanın sonunda
bulunan kelime-i tevhîd bundan müstesnadır. Çünkü bu cümlenin bir kere
okunacağına dair pek çok sahîh ve merfû hadis vardır. Nitekim daha önce
tercemesini ve açıklamasını yaptığımız 502 ve 503 no.lu hadis-i şerifler de bu
hususu açıkça ifade etmektedirler. Ayrıca bu cümlelerin bir kere okunacağı
hususunda mezhep imamları görüş birliği içindedirler.
Yine aynı hadisler
ezanın başında bulunan tekbirlerin dört kere okunacağını ifade etmektedirler.
Ancak bu mevzuda gelen hadisler arasında sübût ve delâlet yönünden farklılıklar
bulunduğundan mezheb imamlarının görüşleri de birbirinden farklıdır ki, lüzumlu
açıklamalar işaret ettiğimiz hadislerin şerhinde geçmiştir.
Ayrıca bu hadiste
ezanda Şafüler ve Malikîlerce benimsenen tercî'den bahsedilmemekte ve ezanda
tercF yoktur diyen Hanefîlerin görüşü için bir delil bulunmaktadır.
İkâmet edilirken
cümlesinin iki kere tekrarlanacağı görüşünde Mâlikîler'in dışında mezheb
imamları arasında görüş birliği vardır.
Şâfiîler ve
Hanbelîlerce ittifakla kabul edilen ikametin metni şöyledir:
Hanefîler ise başta
bulunan tekbirleri dört kere; sonda bulunan kelime-i tevhidi bir kere; geri
kalan cümleleri de ikişer kere okurlar.
Mâlîkilerse, başta ve
sonda bulunan tekbirleri ikişer, bunun dışında kalan bütün cümleleri de birer
kere okurlar.[426]
511.
...Muhammed b. Yahya b. Fâris, Ebû Âmir yani el-Akadî'den, o da Abdülmelik b.
Amr'.dan, o da Şu'be'den, o da el-Uryan mescidinin müezzini Ebû Ca'fer'den, o
da el-Ekber mescidinin müezzini Ebu'l-Müsennâ'dan o da, "İbn Ömer'den
işittim" diyerek (510 numaralı) hadisi nakletmiş(ler)dir.[427]
Muhammed b. Yahya bir
evvelki Muhammed b. Beşşâr'ın rivâyet ettiği hadisi sırasıyla verdiğimiz senede
dayanarak rivayet etmiştir. Hadis-i şerifte geçen Akad, Yemen'de veya
Becîle'de bulunan bir kabiledir. Üryan mescidi Nesâî'nin de rivâyet ettiği
gibi Kûfe'de bir mesciddir. Mescidi'l-Ekber kelimesinin aslı,
"Mescidu'l-Câmii'l-Ekber"dir. Nesâî'nin bir rivayetinde bu kelime
"Mescidü'1-Câmi" diye geçmektedir.[428]
512.
...Muhammed b. Abdillah, amcası Abdullah b. Zeyd'den, naklederek dedi ki:
Nebi (s.a.) (namaz
vaktinin girdiğini) ilân için bir şeyler yapmak istemiş (ama) bunlardan hiç
birini yapmamıştı. (Sonra) Abdullah b. Zeyd'e (rü'yasmda) ezan gösterildi. (O
da) Peygamber (s.a.)'e gelip gördüğünü haber verdi. Resûlullah (s.a.) "Onu
BUâl'e öğret" buyurdu, Zeyd de Bilâl'e öğretti. Bunun üzerine Bilâl ezanı
okudu. (Bilâl -radiyellahü anh- ezanı okuyunca) Abdullah, "Onu (rüyada)
ben gördüm ve ben okumak istiyordum" dedi. Resûlullah (s.a.) de, "Sen
de ikâmet et" buyurdu.[429]
Bu hadis-i şerifte ezanı
bir kimsenin ikâmeti de diğer bir kimsenin okumasının caiz olduğu ifade
ediliyor. Ancak biraz sonra gelecek olan 514 numaralı hadiste ikâmet etmenin
ezam okuyanın hakkı olduğu ifâde edildiğinden bu iki rivayetin hangisine
uymanın daha faziletli olduğu mevzuunda mezhep imamları arasında görüş
ayrılıkları doğmuştur.Bu ihtilâfları şu şekilde özetleyebiliriz:
1. İmam
Mâlik ile Hicazlıların ve Kûfelilerin ekserisi ve Ebû Sevr, ikâmeti ezanı
okuyan kimsenin yapmasıyla diğer bir kimsenin yapması arasında bir fark
görmemişlerdir. Bu hususta üzerinde durduğumuz Abdullah b. Zeyd hadisini delil
getirmişlerdir. Hanefilerin de görüşü budur.
2. Hanbelî
ve Şafiî ulemâsına göre ise, ikâmet etmek öncelikle ezanı okuyanın hakkıdır.
Bunlar 514 numaralı hadis-i şerifi delil getirirler ve; "Abdullah b. Zeyd
hadisi gerek metin ve gerekse sened bakımından ihtilaflıdır. Bizim dayandığımız
Ziyad b. Haris hadis-i şerifi ise daha kuvvetlidir. Hem de Abdullah b. Zeyd
(r.a.)'m rivayet ettiği hadiste anlatılan uygulama İslâm'ın ilk yıllarına ait
bir uyguiama idi. Halbuki bizim delilimiz olan Ziyâd b. Haris hadisi ise daha
sonraki uygulamalarla ilgilidir. Sonraki uygulamalara sarılmak ise, daha
isabetli bir harekettir" derler.
3. Hanefî
ulemasına göre ise3eğer ezanı okuyan kimse razı olursa ikâmeti başkasının
yapmasında bir sakınca yoktur. Şayet razı olmuyorsa o zaman gönlünün kırılması
söz konusu olacağından mekruh olur
Çünkü bir müslümanın gönlünü kırmak mekruhtur.
Delilleri ise,
mevzumuzu teşkil eden Abdullah b. Zeyd hadisidir.[430] Gerçekte
ise, ilme ve insafa en uygun olan bu hususta her iki hadise göre de uygulamanın
caiz olduğunu kabul etmektir. Binaenaleyh iki hadisin arasını cemetmek mümkün
iken neshden bahsetmek asla doğru olmaz. Ve burada neshin isbatını gerektiren bir
durum görmek de mümkün değildir.[431]
513. ...Abdullah
b. Muhammed'den demiştir ki: - "Dedem Abdullah b. Zeyd bu (512 no'lu)
hadisi naklederdi' (Sonra da) ve "dedem ikâmet etti" sözünü ilâve
etti.[432]
514.
...Ziyâd b. el-Hârisî es-Sudâî demiştir ki:
Sabah ezanının ilk
(vakti) girince Nebiyy-i Ekrem (s.a.) bana emir verdi, ben de ezan okudum ve ya
Resûlullah (sa..):
"İkâmet de edeyim
mi? deyince doğu tarafına doğru, sabahın doğuşunu gözetlemeye başladı,
"hayır" dedi. Sabah olunca (devesinden) indi, abdest bozduktan sonra
(namaza hazırlanan) arkadaşlarının (arasına) katıldı. Yani abdest aldı. Bilâl
ikâmet etmek isteyince Resûlullah (s.a.) O'na, "Ezanı Suda'lı (Ziyâd b.
Haris) okudu. Ezanı kim okursa ikâmeti de o eder" buyurdu. Bunun üzerine
ikameti de ben ettim.[433]
Hadis-i şerifte
râvinin ismi "Sudâ'nın kardeşi" şeklinde geçinektedir, fakat biz onu
"Suda'lı" diye terceme etmeyi daha uygun bulduk. Suda' Yemen'de bir
kabiledir. İnsan mensub olduğu kabilenin kardeşi sayıldığı için Resûl-ü Ekrem
(s.a.) bu râviden "Sudâ'nın kardeşi" diye bahsetmiş ve bir kabilenin
fertleri arasında bulunan fıtrî kardeşlik duygusunu ifâde buyurmuştur.
Metinden anlaşıldığına
göre sabah ezanının vakti girince orada Hz. Bilâl hazır bulunmadığından Hz.
Peygamber o anda orada hazır bulunan Zi-yâd b. Haris (r.a.)'e ezan okumasını
emretmiştir. Bu emri yerine getiren Ziyâd (r.a.) ikâmet etmek için Hz.
Peygamber'den izin istemişse de buna hemen izin vermeyerek ortalığın
aydınlanmasını beklemeye başlamıştır. Biraz sonra Hz. Peygamber abdestini
tazeleyip gelmiş, tam o sırada Hz. Bilâl (r.a.)'in ikâmet etmek istediğini
görünce buna müsaade etmemiş, ikâmetin, ezan okuyanın hakkı olduğunu ifâde
buyurmuştur. Ancak bu hususta mezheblerin delilleri ve görüşleri farklıdır.
Nitekim 512. hadiste izah edildi.
Bu hadisten
"Ezanı okuyanın ikâmet etmesi, başkasının ikâmet etmesinden daha
evlâdır" hükmü çıkarılır.[434]
515. ...Ebû
Hureyre (r.a.) den rivayet edildiğine göre, Nebiyy-i Ekrem (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Müezzin sesinin
(ulaştığı yer) miktarınca mağfirete erişir, kuru ve yaş (ne varsa) ona şahitlik
eder. (Cemaatle) namaz kılan kimseye de yirmi beş namaz (sevabı) yazılır ve
ondan (cemaatle kıldığı) iki namaz arasındaki (küçük günahlar) affedilir"[435]
Açıklama
Bu hadis-i şeriften
müezzinin sesinin çıktığı nisbette mağfirete olaQagı aniaşıııyor. Müezzinin
bulunduğu yer ile sesinin eriştiği son nokta arasındaki mesafe müezzinin
günahlarıyla dolu olsa, bütün bu günâhların ezan sebebiyle affedileceği hadis
şârihlerince açıklanmıştır. Bazı âlimler bu mağfiretin kapsamı İçine cemaati
de sokan tefsirler yapmışlar, ezanı işitip de cemaatle namaza gelen herkesin
günahlarının affedileceğini söylemişlerdir. Bazı âlimler de "Müezzinin
bulunduğu noktadan sesinin eriştiği son noktaya kadar olan mesafe üzerinde
işlemiş olduğu bütün günahları affolunur" şeklinde yorumda bulunmuşlardır.
Yine bu hadis-i
şerifte kuru ve yaş her şeyin kıyamet gününde müezzinin lehine şahitlikle
bulunacağına işaret edilmektedir. Nitekim Buhârî'nin bir hadisi bunu açıkça
ifade etmektedir.[436]
Bu şahitliğin nasıl
olacağı konusunda da ilim adamları tarafından çeşitli tefsirler yapılmıştır.
îbn Hacer bu konuda şunları söylemektedir: Kıyamet gününde Allah Teâla'nın bu cansız
varlıklara bir hayat ve konuşma kabiliyeti vermesi ve bu sayede onların da
şahâdette bulunması mümkündür. Aslında bütün varlıklarda -insanın idrâk
etmediği ve yaratılış hikmetlerine uygun bir çeşit- ilim ve idrâk bulunduğu ve
Allah'ı' teşbih ettikleri bilinen bir gerçektir Nitekim bu gerçek şu âyet-i
kerimelerde beyân edilmiştir: "Taşların öylesi var ki; içinden nehirler
kaynıyor, öylesi var ki çatlıyor da bağrından sular akıyor ve öylesi var ki
Allah'ın haşyetinden (yerlere) yuvarlanıyor. Allah yaptıklarınızdan gafil
değildir"[437]
Yani o taşlar
yağmurlar, kasırgalar, zelzeleler gibi kudret-i ilâhiyeyi gösteren âyât-ı
ilâhiyye'den müteessir olarak Allah korkusundan her halde düşer yuvarlanır
yerinden oynar. Halbuki sizin kalpleriniz bu kadar zahir âyetler karşısında
zerre kadar müteessir olmaz! Tergîb ü terhîbden bir eser duymaz"[438]
Hiç bir şey yoktur ki
onu hamdiyle teşbih etmesin ve lâkin siz onların teşbihlerini iyi
anlayamazsınız"[439]
Elmalılı Merhum bu âyet-i kerimenin tefsirinde şunları söylemektedir:
"Çokları bu teşbihin lisan-ı hal ile delâlet veya halin kaiden camm
olduğuna kail olmuşlardır. Fakat bazı tefsirciler mânâyı hakikîsi üzere kavlen
teşbih demek olduğunda ısrar etmiştir. Ekseriyyetin kavli ukul-ı avamaa emess
görünürse de Âlûsî tefsirinde tafsil olunduğu üzere Re-sûlullah'ın elinde
taşların teşbihinin duyulması gibi birçok ehadis ve asar-ı varide bazın kavlini
te'yid etmektedir. Muhyiddin-i Arabi ve sair birçok sofiyye dahi buna
kaildirler."[440]
Nitekim ehl-i sünnetin
görüşünün bu merkezde olduğu el-Bağavî.tarafından ifade edilmektedir. Ayrıca
kurdun ve öküzün konuşmaları da bu konuda en ufak bir şüphe bırakmayacak
deredece kuvvetli birer delildir.[441]
Bütün varlıkların
müezzin için şahitlikte bulunmasının hikmeti ise, "Müezzinin fazilet ve
yüksek derecesinin her tarafa yayılmasını ve takdirle karşılanmasını
sağlamaktır" şeklinde izah edilmiştir.
Yine bu hadisteki
cemaatle namaz kılan kimsenin iki namazı arasındaki günahlarının affolacağı
ifâdesindeki günâhlardan maksat, bazılarına göre küçük günahlar ise de
bazılarına göre kul haklarının dışında kalan bütün günâhlardır.[442]
1.
Varlıkların kıyamet günündeki şahitliklerini kazanmak için müezzinin ezan
okurken sesini yükseltmesi müstehaptır.
2. Kıyamet
gününde müezzinlerin dereceleri çok yüksektir.
3. Cemaatle
kılınan iki namaz arasındaki günahlar affolunur.[443]
516. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'nin Rivayet ettiğine göre Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Namaz için ezan
okunduğu zaman şeytan arkasını dönüp yellene yellene ezan sesini işitmez
oluncaya kadar uzaklaşır. Ezan bitince geri gelir; namaz için ikâmet edilince
(tekrar) arkasını dönüp kaçar. İkâmet bitince tekrar geri gelir, (namaz kılan)
kişiyle kalbi arasına girer ve hatırına gelmeyen şeyler hakkında "şunu da
bunu da hatırla" der. Nihayet adam kaç (rekât) namaz kıldığını bilmez hale
gelir."[444]
Şeytanın ezan sesini
işitince yellenerek kaçması Kadı Iyaz'a göre hakikat manasına alınabilir. Çünkü
Şeytan da yiyen ve içen ruhani bir yaratıktır. Onun da kendine has bir şekilde
yellenmesi mümkündür.
Fakat Buhârî şârihi
Aynî gibi bazı alimler ise, "Şeytanın yellenmesinden maksat, çok korktuğu
büyük bir musibete uğramasıdır. Nasıl ki büyük bir musibete mâruz kalan
kimsenin, o anda korkusundan dolayı dizlerinde can kalmaz, ayaklan birbirine
dolaşıp abdesti kalmazsa şeytanın da ezan sesini duyunca mü'minlere vesvese
vermekten ümitsizliğe düşerek büyük bir korku hâli yaşadığı ifâde edilmek
istenmiştir. Yani yellenmek kelimesiyle yellenmeye sebeb olan büyük bir korku
hâli kast edilmiş, şeytanın ezan karşısındaki durumu korkunç bir felâkete
uğrayan kişinin haline benzetilmiştir" demişlerdir.
İşte şeytan bu duruma
sebeb olan ezan sesinden kurtulmak için ezan sesi işitilmez oluncaya kadar
uzaklara kaçmaya devam eder.
Bu uzaklaşmanın
miktarı hakkında Müslim'in Sahîh'inde rivayet ettiği şu hadis-i şerif bir fikir
verebilir: "Şüphesiz kî şeytan namaza nida edildiğini işittiği vakit
Revha denilen yere vanlıncaya kadar gider. Süleyman (el-A'meş), "Ebü
Sufyân'a Ravha'nın nerede olduğunu sordum; bu yer Medine'den
Şeytanın en faziletli
bir ibâdet olan Kur'ân okumak'dan ve namazdan kaçmadığı halde ezandan kaçışının
hikmeti, kıyamet gününde müezzinin lehine şehâdette bulunmaktan kurtulmak istemesine
bağlanabilir. Çünkü bir evvelki hadis-i şerifte beyân edildiği gibi kıyamet
günü ezan sesini duyan her şey müezzinin lehine şehâdet edecektir.
Bazıları da bu hususu
şöyle açıklamışlardır: Ezan insanları Allah'a secdeye çağıran bir davettir.
Şeytan ise, secdeden kaçtığı için Allah'ın rahmetinden uzak kalmıştır. Şeytan
ezan sesini duyunca bu hâdiseyi hatırladığı için rahatsız olur, daha fazla
duymamak için süratle uzaklaşır. Bir de ezandaki cümleler'en faziletli zikr
olan kelime-i tevhid ve benzeri sözlerden ibarettir ki, bu cümlelerin sayısı
bellidir. Şeytan vesevese vererek bu kelimeler üzerinde bir eksiklik veya
fazlalık yaptırmaya muvaffak olamaz. İşte şeytan bundan nefret ederek kaçar.
Amma şeytan vesvese ile insanın kıldığı namaza bir noksanlık ve sünnete uymayan
bir fazlalık eriştirebilir. İşte şeytan bu ümide kapılarak namaz kılana
yaklaşır.
Fakat eksiksiz namaz
kılabilen kimselere yaklaşmak istemez. Ancak böyle kimseler az bulunur.
İbn'ül-Cevzî ise
şeytanın kaçışını şöyle açıklar; "Ezandan nefs, lezzet alamaz, ezan okuyan
kişiye gaflet ve riya yaklaşamaz. Namazdan ise nefs kendine bir pay
çıkarabilir. Bu bakımdan şeytan namaz kılan kişiden kaçmak istemez. Ancak
şeytanın kaçtığı ezan, aslına uygun olarak tegannîden uzak, kelimelerinin hakkı
verilerek okunan ezandır..."
Bu bakımdan, Sahih-i
Müslim'de bulunan şu hadis-i şerifte cinlerin şerrinden korunmak için ezan
okumak tavsiye edilmektedir:
"Süheyl demiş ki:
Babam beni, Benû Hârise'ye gönderdi, yanımdan bizim uşaklardan biri yahut bir dostumuz
vardı. Ona bir kimse bir bahçeden ismiyle seslendi. Yanındaki (arkadaş) bahçeye
bakındı ise de hiç bir şey göremedi. Ben bu hâdiseyi babama anlattım. Babam :
Senin böyle bir şeyle karşılaşacağını bilsem göndermezdim. Ama bundan böyle bir
ses işitirsen hemen ezan oku. Çünkü ben Ebû Hureyre'yi Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellern)'den şu hadisi rivayet ederken işittim: "Şüphesiz ki
namaza nida edildiği vakit şeytan geri gider. Onun sesli bir yellenmesi
vardır."[446]
1. Ezanın
fazileti çok büyüktür.
2. Şeytan
ezan sesinden çok rahatsız olur.Hatta onu dinlemeye tahammül edemez. Ezandan
rahatsız olanlarda da şeytana benzer bir taraf var demektir.
3. Şeytan,
peygamberler ve evliya gibi Allah'ın sâdık ve ihlash kullarının dışında herkese
namaz kılarken ve Kur'an okurken bile vesvese verebilir.
4. Şeytân
insanlara zarar vermek için çok çaba sarfeder. Ondan Allah'a sığınmak lâzımdır.[447]
517. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki; - Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem);
"İmam (cemaat için) kefil, müezzin de mu'temeddir. Ey Allah'ım, imamları
doğru yola eriştir, müezzinleri de bağışla" buyurdu.[448]
Bu hadis-i Şerifte
geçen imamın kefil olmasından maksat Aliyyü'l-Kaarî'ye göre, imamın, cemaate
kıldırdığı namazı bütün ahkâmına titizlikle riâyet ederek kıldırmak görevini
yüklenmesidir.
Kadî Iyaz'a göre ise,
bu sozun anlamı; İmamın, cuma namazı ile ilgili bütün görevleri üstlenmesidir.
Cemaatle kılınan namazda cemaatin kıraatte bulunmaması şartını koşan imamlar
açısından ise, imamın cemaatle kılınan bütün namazlarda cemaatin kıraatini
üzerine almasıdır. Namazın farzlarını, sünnetlerini, rekâtlarını gözetmek, duâ
esnasında Allah'a cemaati için de dua etmek suretiyle onları gözetmek de imamın
yüklendiği kefillik görevi içine girmektedir.
İbn Melek ise, imamın
kefil olması sözünü şöyle açıklıyor: "Cemaatin namazının sahih veya fâsid
olması imamın namazının sahih veya fâsid olmasına bağlıdır. İmamlar bu
sorumluluğun idraki içinde kıldırdıkları namaza dikkat etmek
mecburiyetindedirler. Şayet imamın kıldırdığı bu namaz sahih olursa sevabı daha
çok, fasid olursa vebali cemaatin vebalinden daha büyük olur. Çünkü bütün
cemaatin vebalini yüklenir. İşte bu hadisteki kefilliğin mânâsı budur. Yahutta
buradaki kefillikten maksat, cemaat adına dua etme görevini yüklenmektir."
Müezzinin mutemed
olmasından maksad ise, namaz ve oruç gibi vakte bağlı olarak edâ edilen bütün
ibâdetlerde halkın, müezzinin sesine güvenerek ibâdetlerini ifâ etmeleridir.
Yahutta müezzinlerin, ezan okumak için minarelere veya benzeri yüksek yerlere
çıktıkları zaman halkın mahrem hallerine bakmaktan sakınan, halkın bu hususta
müezzinlere duyduğu güvene gerçekten lâyık kimseler olmalarıdır. Yani gerçek
müezzinler bunlardır.
Resul-ü Ekrem'in
imamlar için "Ey Allahım onları doğru yola eriştir" diye duâ ettiği
halde, müezzinler için "Ey Allah'ım onları bağışla" diye duâ
buyurması, imamların müezzinlerden daha faziletli olduğuna delâlet eder. Çünkü:
1. Cenab-ı
Peygamberin müezzinlerin hatalarının bağışlanması için duada bulunması onların
kusurlu olduklarını ifâde ettiği gibi, imamların görevlerinde muvaffak
olmaları için duada bulunması da onların faziletli olduklarını ifâde eder.
2. Müezzin
sadece vakitleri ilân etme görevini üzerine almışken imam cemaatin namazını
erkân, adabı ve her yönüyle en mükemmel şekilde kıldırmak görevini üzerine
almıştır. Bu ise, imamın ifâ ettiği görevin ağırlığını ve dolayısıyla imamlığın
faziletinin büyüklüğünü gösterir.
3. İmam Resûlullah
(s.a.)'in vekili, müezzin ise Bilâl- Habeşi'nin (r.a.) vekilidir.İkisi
arasındaki farkı izaha lüzum yoktur.Nitekim İmam Ebû Ha-nife, Horasanlılar ve
Şâfiiler de imamlığın müezzinlikten üstün olduğu görüşündedirler. Şafiî
imamlarından Nevevî'nin beyânına göre, İmam Şafiî Hazretleri müezzinliğin
imamlıktan daha faziletli olduğu görüşündedir. Hazreti İmam "el-Ümm"
isimli eserinde bunu böyle beyan etmiştir. İmamlıkla müezzinliğin faziletçe
eşit olduğu görüşünde olanlar bulunduğu gibi, imamlığın hakkını verebilenler
için imamlığın, müezzinliğin hakkını verebilenler için de müezzinliğin daha
faziletli olduğunu söyleyenler de vardır.[449]
1. İrnamlığa
toplum içinden kefil olma ehliyetinde bulunan kimseler seçilmelidir.
2. Müezzin müslüman,
akıllı ve adaletli bir kimse olmalıdır. Delinin, kâfirin okuduğu ezan sahih
değildir.[450]
1. Müezzinin
hür olması gerekir. Kölenin kendi namazı için okuduğu ezan sahih olursa da,
cemaat için okuduğu ezan, sahibinin izni olmadıkça caiz değildir. Çünkü cemaat
için kölenin müezzinlik vazifesini yüklenmesi, sahibinin hizmetine bir engel
teşkil eder.
2. Yedi
yaşına girmiş çocuğun okuduğu ezanın caiz olup olmadığı konusunda İslâm
âlimleri arasında görüş ayrılıkları vardır. Şafiî âlimlerinin ekserisine, İmam
Ahmed'e ve Mâliki âlimlerine göre vakitleri adaletli bir kimsenin tesbit etmesi
ve denetlemesi halinde yedi yaşındaki çocuğun (mümeyyiz çocuğun) ezanı
caizdir, nâvud-ı Zâhirî'ye göre ise, kesinlikle ve mutlaka caiz değildir.
Hanefi'lere göre mürâhik çocuğun (bulûğ
çağına geldiği halde baliğ
olmayan çocuğun) ezanı caizdir. Şafiî âlimlerinden bir kısmı da mümeyyiz
çocuğun okuduğu ezanın mekruh olduğunu söylemişlerdir.
3. Abdestsiz
olan kişinin ezan okumasına cevaz verilmiş ise de dört mezhebe göre mekruhtur.[451]
518. ...A'meş
dedi ki; Ebû Sâlih'den bana haber verildi; -ancak bunu ondan başkasından
işitmiş olduğuma ihtimal de vermiyorum-(Ebû Salih) Ebû Hureyre'den (rivayetle şöyle)
demiştir: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu; (diyerek bir önceki hadisin)
benzerini nakletmiştir.[452]
Musannif bu hadisi
rivayetle bir önceki hadisi takviye etmek maksadını gözetmiştir. Bir önceki
hadise dair yapılmış açıklamalara ayrıca birşeyler eklemeye gerek yoktur.[453]
519.
...Neccâr oğullarından bir kadın (şöyle) demiştir:
Benim evim mescidin
etrafında bulunan evlerin en yükseği idi. (Mescid-i Nebevi yapılmadan önce)
Bilâl (r.a.) sabah ezanını onun üzerinde okurdu. Seher vakti gelir, evin
üzerine oturur, sabahın olmasını beklerdi.
Sabahın olduğunu görünce ayağa
kalkar ve "Ey Allahım sana şükranlarımı arzeder, Kureyş'in (müslüman
olması ve) senin dinini ayakta tutmaları için yardımını dilerim "derdi.
Sonra da ezanı okurdu. O kadın dedi ki; "Vallahi onun bu kelimeleri terk
ettiği tek bir geceyi (bile)
hatırlamıyorum."[454]
Hadis-i şerifte geçen
seher vaktinden maksat bazılarına göre gecenin son üçte biridir. Esasen seher
gizlilik ve kapalılık anlamına gelir. Gecenin son bölümünde tam manâsıyla bir
gizlilik ve kapalılık bulunduğu için seher ismi verilmiştir.Cenab-ı Allah,âl-i
İmrân sûresinin 17. âyetinde seher vaktinde istiğfar edenleri övmektedir. AIûsî
merhum bu âyetin tefsirinde[455] bu
vakitte tevbe ve duaların kabul edildiğini ifâde ettikten sonra İbn Cerîr'in
tahric ettiği şu hadis-i şerifi nakletmektedir: "İbn Ömer geceyi namazla
ihya ettikten sonra;
Ey Nafi, seher vakti
oldu mu? diye sorardı. Eğer Nâfi:
Evet seher vakti
girdi, diye cevab verirse namazı bırakır, sabaha kadar duâ ve tevbe ile meşgul
olurdu."
İbn Merdûye, Enes b.
Mâlik'den nakletmiştir. Enes b. Mâlik (r.a.) demiştir ki: "Resûlullah
(sallellahü aleyhi ve sellem) bize seher vakitlerinde yetmiş kere istiğfar
etmemizi emrederdi. Buhârî'nin Sahîh'inde rivayet ettiğine göre; Cenab-ı
Zülcelâl Hazretlerinin emri ile melekler her gecenin son üçte birinde sema-i
dünya'ya (vazifeli bir melek) iner ve:
"Duâ eden yok mu,
duasını kabul edeyim, isteği olan yok mu, isteğini vereyim, günahlarının bağışlanmasını
isteyen yok mu, bağışlayayım" der. Bu durum sabah oluncaya kadar devam
eder.[456]
Bütün bu ve benzeri
rivayetler seher vaktinde 4ua etmenin kıymet ve ehemmiyetini gösterir. îşte Hz.
Peygamberin yakınında bulunmanın bahşettiği imtiyaz ile zaman ve mekânın esrar
ve hikmetine âşinâ olan Bilâl-i Habeşi (r.a.) bu hadis-i şerifte beyân edildiği
şekilde seher vaktinin feyz ve bereketinden azamî derecede ve devamlı olarak
nasibini almıştır.[457]
1. Ezanın yüksek
yerlerde okunması gerekir. Çünkü yüksek yerlerde okunan ezan halka daha rahat
duyurulur ve sesin daha uzaklara erişmesini mümkün kılar. İbn Ebî Şeybe'nin
Ebû Hâlid vasıtasıyla Hişâm'dan, O'nun da babasından rivayet ettiğine göre
Mekke fethedildiği gün Hz. Bilâl ezanı Ka'be-i Muazzama'nın üzerinde okumuştur.
2. Ancak
ezan okumak için yapılan minarelerin, müezzinin sesinin aşağı erişmesine engel
teşkil edecek şekilde yüksek olmaması lâzımdır. Böyle haddi aşan yükseklikler
aynı zamanda müezzinin evlerin mahremiyetini ihlâl etmesi bakımından da
sakıncalıdır. Ancak minarenin evlerden şahısları seçemeyecek kadar uzak olması
halinde bu ikinci sakınca ortadan kalkar. Bir evvelki babta geçtiği, gibi,
"İmamın, bütün sorumlulukları yüklenen kişi; müezzinin ise, emin
kişi" olması hasebiyle müezzinlerin namahreme bakmayacak ciddiyette
kişilerden olması da gerekmektedir.[458]
520. ...Ebû
Cuhayfe, (Vehb b. Abdillah)[459]
Man;demiştir ki: ''Mekke'de Peygamber (sallellahü aleyhi ve sellemin yanın)a
geldim. Kendisi deriden (yapılmış) kırmızı bir çadırda bulunuyordu. Sonra
Bilâl (r.a.) çıkıp ezan okudu. Ben de onun ağzım sağa-sola döndürüşünü takibe
koyuldum. Sonra Resûlullah (s.a.v.) üzerinde Yemen kumaşından kırmızı (çizgili)
kıtrî (demlen) bir elbise ile çıktı." Mûsâ(b.îsmâil Ebû Cuhfe'den bu
hadisi şöyle) rivayet etti: "Ben Bilâl (r.a.)'i Ebtah'a çıkmış, ezan
okurken gördüm, Hayye ale's-salâh, Hayye ale'l-felâh cümlelerine gelince,
vücudunu döndürmeden boynunu sağa ve sola çeviriyordu. Sonra (Bilâl) çadıra
girdi. Bir değnekle çıktı. (Musa b. ismail Ebû Cuheyfe)hadisini(n geri kalan
kısmını da) rivayet etti.[460]
Bu hadis~i şerif, ezan
okurken "hayyeleP'lerde sağa ve sola dönmenin ve kırmızı çizgili elbise
giymenin hükmünü ihtiva etmektedir.
Birinci konuda Şevkânî
şunları söylemektedir: Ezan okunurken sağa-sola dönülüp-dönülemeyeceği
konusunda gelen rivayetlerin bazısı buna cevaz verirken, bazısı da cevaz
vermemektedir. Hafız İbn Hacer el-Askalânî'ye göre bu rivayetler arasında bir
çelişki yoktur. Ezan okunurken sağa-sola dönülemeyeceğini ifâde eden
rivayetlerde kasdedilen, vücudu döndürmektir. Dönmenin caiz olduğunu ifâde eden
rivayetlerde kasd edilen ise, ayaklar kıbleye karşı sabit, göğüs , kıbleden
çevrilmeden sadece sağa ve sola yüzü çevirmektir. Binaenaleyh çelişik gibi
görülen bu rivayetler arasında aslında herhangi bir çelişki söz konusu
değildir. İbn Battal ve onun görüşünde oİan âlimler ise, ezan okurken vücudu
döndürmenin caiz olduğunu ifâde eden rivayetlerin zahirî manalarına sarılarak
bunun caiz olduğunu söylemişlerdir. İbn Dakiki'I-İyd ise, şunları
söylemektedir: "Müezzin sesini duyurmak için ihtiyaç duyarsa
hayyealel'lerde isterse, bütün vücuduyla veya sadece yüzüyle sağma-soluna
dönebilir. Ancak hayyealelerde sağa ve sola dönüşün nasıl olacağı konusunda da
ilim adamları arasında ihtilaf vardır. Bazılarına göre "hayye
ale's-salâti, hayye ale's-salâh" cümleleri okunurken sağa dönülür;
"hayye ale'I-felâh hayye ale'I-felâh" cümleleri okunurken de sola
dönülür, bazılarına göre de "Hayye ale's-salah" cümlesinin birincisi
sağa doğru okunur, ikincisi sola doğru okunur. Hayye ale'I-felâh cümleleri de
aynı şekilde okunur. Bu şekilde okuyuşta sağ ve sol cihetlerin bu kelimelerden,
eşit bir şekilde nasibini alması imkânı bulunduğundan bu okuyuş tercihe
lâyıkgörülmüşse de birinci okuyuş şekli hadisin zahirine daha uygundur.
İmam Ahmed'den rivayet
edildiğine göre müezzin ancak minarede ezan okuıken minarede dolaşabilirse de
minarenin dışında ancak ayaklan sabit kalarak yüzünü sağa-sola döndürebilir.
İmam Ebû Hanife ve
İshâk da bu görüşdedirler. Nehâî, Sevrî, Evzâî, İmam Şafiî, Ebû Sevr gibi
âlimlere göre de müezzin nerede olursa olsun vücuduyla sağa-sola dönemez.
Ancak ayaklan ve göğsü kıbleye dönük kalarak, yüzünü sağa-sola döndürebilir.
Bir rivayete göre Ahmed İbn Hanbel de bu görüştedir.
Hadisi şerifte geçen,
“Hz. Bilâl elinde bir değnekle çıktı" lâfzı ile ilgili şunu belirtelim:
Resûlullah kırda namaz kıldıklannda "Aneze" denilen ucunda sivri
demir bulunan değneği kıble cihetine diker onu sütre ittihaz ederek ona karşı
namaz kılarlardı. İşte Hz. Bilâl bu değneği Resûlüllah'a uzattı, Peygamber
(s.a.) bu değneği kıbleye dikti. Hadisin râvisi Mûsâ b. İsmail'in de beyan
ettiği gibi, Resûlullah öğle ve ikindiyi bu sütreye karşı kıldı.
Sütre ötesinden gelip
geçen canlılar namazı bozmazlar.
İmam Mâlik'e göre ise:
"Müezzin sesini duyurmak için ihtiyaç duymadığı müddetçe sağa-sola ne
vücuduyle, ne de yüzüyle yönelemez."[461]
Hanefî mezhebinin bu
mevzudaki görüşü kısaca şöyledir: Ezan ve ikâmet kıbleye dönük olarak
okunur.Ancak*'hayye ale's-salâh"derken müezzin yüzünü sağa; "hayye
ale'l-felâh" derken de sola çevirir. Ezan minarede okunuyorsa, kıbleye
dönük olarak başlanır, şerefede sağdan dolaşmaya başlanarak hayye
ale's-salah'ları kıblenin sağ tarafında ve hayye ale'l-felah'ları kıblenin sol
tarafında söyler. Geri kalan son kısmı da kıbleye karşı tamamlar.[462]
521. ...Enes
b. Mâlik'den; demiştir ki:
Resûlullah (s.a.)
"Ezan ile ikâmet arasında (edilen) duâ (geri) çevrilmez” buyurdu.[463]
Allahü Zülcelâl
Hazretleri, lütuf ve merhametinin eseri olarak isyan ve hatadan beri olmayan
kulları için tevbe kapısını ölünceye kadar açık bulundurduğu gibi, dünya ve âhiretle
ilgili isteklerinin büyük-küçük her çeşidini sadece kendinden istemeleri,
kullara boyun eğmemeleri için de dergâh-ı izzetine el açıp ihlâsla niyazda
bulunmalarını emretmiş ve kulun duasının kabul olunduğuna dâir bir takım
alâmetler yaratmıştır. Duanın kabul olmasının başta gelen şartı, haramlardan
kaçınmak ve ihlâsla belli zaman ve mekânları değerlendirmektir.
İşte bu hadis-i
şerifte ezan ile ikâmet arasında edilen duanın reddolunmayacağını ifade ve
kulları bu zamanlarda duaya teşvik etmektedir. Hâkim ve Ebû Ya'lâ'run Ebû
Ümâme'den rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte de Resûl-i Ekrem (s.a.)
Efendimiz şöyle buyurmaktadır: "Müezzin ezan okumaya başlayınca gök
kapıları açılır ve duâlar(ı) kabul edilir"[464]
Yine Enes b. Mâlik (r.a.)'in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz şöyle
buyuruyor: "Müezzin ezan okuduğu zaman yapılan dua kabul olur. İkâmet
edilince bir daha duâ geri çevrilmez."[465]
İmam Mâlik ve Beyhakî,
Ebû Hâzim vasıtasıyla Sehl b. Sa'd'den şu hadis-i şerifi rivayet etmişlerdir:
"İki vakit vardır ki, duası kabul olunmayan kişi pek azdır. Namaz için
ezan okunduğu an, Allah yolunda mücâhidlerin saf teşkil ettiği an"[466]
Kelime olarak duâ her
türlü isteği ifâde eder. Bu anlamda bir kimsenin nzık peşinde koşması da bir
duadır. Rızık te'mini yolunda sebeblere sarılmak da şartlarına riâyet
fedilerek yapılan bir duâ hükmündedir. Bu manadaki duâ bütün müslümanlar için
yapıldığı zaman kabul edilme ümidi çok kuvvetlidir.
Ancak bu hadis-i
şerifte kasd edilen duâ, şartlarına sarılarak yapılan, kendisiyle bir günâhın
tahakkuku istenmeyen ve akraba ziyaretini kesmeyen bir kimsenin yaptığı duadır.
Kişi duâ esnasında
bütün varlığıyla Allah'a yönelmeli ve duasının mutlaka kabul olunacağına
inanmalıdır. Çünkü Cenab-ı Hak kulunun zannma göre muamele eder: "Ben
kuluma, bana olan zannına göre muamele ederim"[467]
Ancak duâ kabtal
olmadı diye duadan vazgeçmemeli, devam etmelidir. Çünkü Cenab-ı Allah ya o duâ
ile kula isabet edecek bir belâyı önlemiştir; yahutta bu duanın kabulü te'hir
edilmiştir. Ya da onun karşılığı âhirette verilecektir.
Bazı duaların
gerçekleşmesinin, kulun aleyhine olabileceğini .de unutmamak lâzımdır. Bu
bakımdan duanın neticesini Allah'a bırakmak gerekir.
Bilindiği gibi Cenab-ı
Peygamber (s.a.) zamanında Sa'lebe isminde bir fakir var idi. Allah'ın
kendisine çok mal vermesi içinResûlullah (s.a.)'dan duâ etmesini istedi. Bu
maksatla her gelişinde Resûlullah (s.a.)
" Ya Sa'lebe,
şükrünü edâ edebileceğin az mal, hazmedemeyeceğin çok maldan daha
hayırlıdır" derdi. Üçüncü defa gelişinde Resûl-i Ekrem (s.a.):
"Ey Sa'lebe, ben
senin için bir örnek değil miyim? Vallahi dağların elimde gümüş veya altın
olmasını isteseydim öyle olurdu" demişse de Sa'lebe: "Seni gönderen
Allah'a yemin olsun ki, eğer beni zengin ederse, bu malın şükrünü hakkıyla edâ
edeceğim. Bu malda hakkı olan herkese de hakkım eksiksiz vereceğim" diye
ısrar ediyordu. Sa'lebe o sıralarda hakikaten Resûl-i Ekrem'den ayrılmıyor,
cuma ve cemaate devam ediyordu.Nihayet Resûl-i Ekrem (s.a.) Sa'lebe'nin ısrarı
karşısında O'nun için "Ey Allahım Sa'lebe'-ye çok mal nasib eyle"
diye duâ etti. Bunun üzerine Sa'lebe gidip kendisine bir koyun aldı. Kısa
zamanda davarları çoğaldı. Medine'ye sığmaz oldu. Medine'den uzak bir çiftliğe
çekilerek davarlarının derdine düşen Sa'lebe, Allah'ı ve Resulünü unutup cami
ve cemaat nedir bilmez oldu. Resûlullah ona bir mektup gönderip davarlarının
zekâtını istediyse de o, "ben bunu veremem bu sizin istediğiniz cizye
gibi bir şeydir" diye cevab verdi. Elçiler bu haberi Resül-ü Ekrem'e
eriştirmeden önce Resul-ü Ekrem (s.a.)'in mübarek ağzından şu kelimeler
döküldü: "Vay yazık Sa'lebe'ye, yazık Sa'lebe'ye" sonra da şu âyet-i
kerime nazil oldu: "Vaktaki Allah (adlından istediklerini verdi, cimrilik edip yüz çevirdiler"[468]
Tirmizî'nin rivayet
ettiğine göre Efendimiz:
"Ezan ile ikamet
arasında duâ geri çevrilmez." buyurunca sahâbe-i Kiram;
Ya Resulallah, nasıl
duâ edelim? diye sormuşlar. Resul-i Ekrem (s.a.) de; "Allah (c.c.)'ın
affını, dünya ve âhirette afiyette kılmasını isteyiniz" buyurmuştur.[469]
1. Kırmızı
Çizgileri olan elbise giyilebilir.
2. Ezan
okurken Hayye ale's-salâh ve felahlarda sağa ve sola başın çevrilmesi
sünnettir.
3. Sahrada
namaz kılarken önüne sütre koymak sünnettir.
4. Ezan
yüksek bir yerde okunmalıdır.
5. Müezzinler
emîn kişilerden tayin edilmelidir.
6. Müezzin
ezan okurken parmaklarını kulaklarına koyabilir.[470]
522. ...Ebû
Sa'îd el-Hudrî (r.a.) Resûlullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Ezan sesini duyunca, müezzinin dediğini siz de söyleyiniz"[471]
Bu hadis-i şerifin
zahirine göre, baştan sona kadar müezzinm okuduğu kelimelerin hepsini söylemek
ezanı işiten kimse için bir vazifedir. Ancak ilerde gelecek olan 527 no'lu
hadis-i şerifte hay-ye ale's-salâh ve hayye ale'l-felâh cümleleri okunurken,
"Lâ havle velâ kuvvete illâ billahi'l-aliyyi'l-azim" (günahdan
dönmek, çekinmek, itaate güç yetirmek ancak Allah Teâla'nın korumasıyla ve
yardımı ile kabil olur) cümleleriyle karşlık verilir.
Bu mevzuda fikir beyân
eden ilim adamlarının kimisi mevzumuzu teşkil eden bu hadisle amel ederek
ezanın bütün cümlelerinin aynen tekrarlanacağını söylemişler, bir kısmı da 527
no'lu Hz. Ömer hadisinin zahirine dayanarak, hayye ale'lerde sadece denileceğini
söylemişlerdir. Bir kısmı da "Hükmü genel olan cümlelerle (522 no'lu hadis
gibi) hükmünde özellik bulunan cümleler (527 no'îu hadis gibi) arasında te'lif
mümkün olunca te'Iif (birleştirme) yoluna gitmek, esastır" kaidesinden
hareket ederek hayyealelerde hem hayye alel cümlelerinin aynen
tekrarlanacağını, hem de cümlelerinin söylenmesi gerektiğini ifâde
etmişlerdir.
Namaza çağrı
mesabesinde olan ezana icabet fiilî ve kavlî olarak iki durumda incelenebilir:
1. Fiilî icabet de ikiye ayrılır:
a. Ezanla
namaz vakti bildirildiğine göre, vakit içerisinde mükellefin namaz kılarak
yapmış olduğu fiilî icabettir;
b.
Şartlarını hâiz mükellefin namazını cemaatle edâ etmek için cemaate iştirak
icabetidir.
2. Kavlî
icabet ise, müezzinin söylediklerini aynen tekrar ederek yapacağı kavlî
icabettir ki, bu bâbda incelenecek husus ve işte bu mevzuyu açıklayan
hadislerdir.
Müezzinin
söylediklerini tekrarlama hakkında mezheb imamlarının görüşlerini de şöylece
sıralamak mümkündür:
1.
"Ezanı işiten herkesin, ister cünüb, ister hayızlı, ister nifaslı olsun
hayyelalelerin dışında bütün cümleleri aynen söylemesi, hayyealelelerde ise,
demesi mendubtur. Bu mesele de bütün fakîhler ittifak etmişlerdir.
2. Ancak
Hanefîlere göre hayızlı ve nifaslı kadınlar bu faziletten mahrumdurlar. Bunlar
için ezana icabet etmek mendüb değildir.
Hanbelîlere göre ise
farz namaz kılmakla meşgul olmayan herkes için ezana icabet etmek mendubtur.[472]
3. Sabah
ezanında cümlesi okunurken ise "doğrusun, gerçeksin, doğru
söylemiş bulunuyorsun" denilir. Bu son kelimelerin söyleneceğine dâir bir
delilin bulunmadığını söyleyen el-Hattâbî gibi bazı âlimler varsa da İmam
Nevevî el-Min'hâc isimli eserinde böyle söyleneceğini beyân etmiştir. Demiri de
"İbn Rifa'a bu mevzuda delil bulunduğunu söyledi" demiştir.
4. Ezana
sadece kalbi ile icabet etmek kâfi gelmeyip dil ile telâffuz etmek mendubtur.
5. Bu
hadisin zahirine göre, Hanefîlerin dışında bütün imamlarca hayızlı, nifaslı ve
cünübün ezan cümlelerine usulüne göre icabet etmesi men-dûb iken Hanefîlerin
hayızlı ve nifaslının icabet edemeyeceğim söylemelerinin hikmeti şudur: Çünkü
hayızlı ve nifaslı kadınlar namaz kılmakla mükellef değillerdir. Bu sebeble
ezana da icabetle mükellef değildirler. Diğer imamların hareket noktaları da
ezana icabet etmek bir zikirdir. Mü'min içinse, her an zikir hâlidir. Hayız ve
nifas hâli bunun dışında değildir.
6. Hanefî,
Şafiî ve Hanbelî mezheblerine göre farz olsun, nafile olsun namazda olan bir
kimse ezana icabet etmekle mükellef değildir. Şayet icabet ederse, namazı bozulur.
Fakat Şafiîler namazın bozulması için kişinin na-mazda olduğunu ve işittiğinin
bir insan sesi olduğunu bilmesini şart koşmuşlardır.
7. İmam
Mâlik'e göre ise, nafile namazı kılmakta olan kimse ezana icabet ederse namazı
bozulmaz.
8. Her ne
kadar bu hadis-i şerifin zahirine göre ezana icabet etmek farz ise de,
hadisdeki "müezzinin söylediğini siz de söyleyiniz" emrinin hükmünü
farz olmaktan çıkarıp müstehaba çeviren delil Sahih-i Müslim'deki şu hadis-i
şeriftir: "Resûlullah (s.a.) fecr doğduğu zaman baskın yapardı. Ezanı
dinletirdi. Şayet ezan sesi işitirse, baskından vazgeçer, işitmezse baskın
yapardı. Bir defa Allahu Ekber, A İla hu Ekber diyen birini işitti. Bunun üzerine
Resûlullah (sallellahü aleyhi ve sillem) : "Fıtrat-ı İslâm üzere"
buyurdular. Sonra o zât:
"Eşhedü enlâ
ilahe illallah, Eşhedu enlâ ilahe illallah" dedi. Resûlül-lah (s.a.) de;
"Cehennemden çıktı" buyurdular. Müteakiben ezam okuyan kimsenin bir
keçi çobanı olduğunu anladılar.[473]
Resul-i Ekrem (s.a.)
bu ezanı dinleyince kendisi icabet etmemiştir. Şayet icabet farz olsaydı
kendisi de icabet ederdi. Ancak bunun aksini iddia edenler de vardır.
Kemâlüddin b. Hümâm ( v.861) Fethu'I-Kadîr isimli eserinde bu meselenin
münâkaşasını yapmış ve ezana icabetin müstehab olduğunu söylemiştir.
9. Ezan
okunurken ve ikâmet getirilirken cemaatin konuşmaması, mescid dışında
bulunanların Kur'ân okumam&sı, selâm almaması, hasılı müezzine icabetten
başka bir işle meşgul olmaması icâb eder.
Hanefî âlimlerinden
Hulvânî: "Dili ile müezzine icabet eden, fakat mescidde olup da müezzinin
söylediklerini tekrarlamayan günahkâr olmaz" diyor . Bu sözlerden bilfiil
ezana icabetin esas olduğu anlaşılıyor ki Reddu'l-Muhtâr'da bu mânâ şöyle ifâde
ediliyor : "Ezana sözle icabet müstehab bilfiil icabet ise.
vacibtir"[474]
10. Yine
Hanefi ulemâsına göre, kişi her mescidden gelen ezan sesine değil, sadece kendi
mahallesinin müezzinine icabet etmekle de mükelleftir.[475]
523.
...Abdullah b. Amr b. el-Âs, Resûlullah (s.a.)'ı şöyle buyururken işitmiştir:
"Müezzini işittiğiniz vakit, onun dediğini siz de söyleyin. Sonra bana
salavât getirin. Çünkü kim bana bir defa salavât getirirse, Allah da ona o
salâvat sebebiyle on sevâb verir. Sonra Allah'dun benim için vesîle'yi
isteyiniz. Çünkü vesile, Allah'ın kullarından (sadece) birine nasib olan
cennette bir makamdır. Umarım ki o bir kişi ben olurum. Her kim benim için
vesileyi isterse, ona şefaatim vâcib olur."[476]
Bu hadis-i şerifte
ezan okunurken ezanı işiten kimselerin aynen müezzinin söylediklerini tekrar
etmeleri istenmektedir ki,bunun nasıl olacağı bir evvelki hadiste genişçe
anlatılmıştır.
Biz bu hadis-i şerifi
açıklarken, hadisin içine aldığı ikinci mühim konuyu teşkil eden Resûlullah
(s.a.) üzerine salavât getirmenin hükmü üzerinde durmak istiyoruz.
Allah'm kuluna salât
etmesinden murad rahmet ve mağfiret buyurmasıdır. Resul-i Ekrem (s.a.)'în
"Benim üzerime salavât getirin" buyurmasından maksat, benim dünyada
şân ü şerefimin yükselmesi, sünnetimin yayılıp kuvvet bulması, ismimin
yükselmesi, dinimizin ebediyete kadar hâkim olması ve âhirette de şefaatçi
olmam için Allah'a duâ ediniz demektir. Bu duanın nasıl yapılması gerektiğini
Buhârî, Sahîh'inde ve Ebû Dâvûd ileride gelecek olan 529 no'lu hadis-i şerifte
şöyle rivayet etmişlerdir : "Her kim ezanı işitir de, "Ya Rabbi, şu
tam davetin ve daimî sulatın Rabbi olan Allahım! Muhammed'e vesileyi ve
fazileti ver. O'nu va'd buyurduğun makam-ı Mahmûd'a gönder" derse, kıyamet
gününde o kimseye şefaatim vâcib olur."
Bu hadis-i şerifin
zahirine bakılırsa müezzin de dahil olmak üzere, ezan sesini işiten herkesin
ezandan sonra Resûlullah (s.a.)'e salavât getirmesi ve duâ etmesi müstehabdır.
Zira müezzin de "sonra bana salavât getirin" emri içerisinde
dâhildir. Ulemânın büyük çoğunluğu bu görüştedir.
Buhârî, Nesâî ve İmam
Ahmed'in tahrîc ettikleri bir hadise göre, sahabe-i kiram Resûl-i Ekrem
(s.a.)'e; "Ya Resûlallah sana nasıl selâm verileceğini biliyoruz. Fakat
nasıl salât getireceğimizi ise, bilmiyoruz" deyince Resul-i Ekrem
(s.a.);deyiniz"buyurmuştur.[477]
Hanefi alimlerinden
Ayni; "Ezan okunurken okunanları tekrarlamak ve Resûlullah üzerine salavât
getirmek vacibtir. Bilhassa ezan içerisinde Re-sûlullah'ın ismi duyulunca bunun
ehemmiyeti iyice ortaya çıkar. Nitekim tmam Tahâvî Resûlullah'ın ismi zikredilince,
salavât getirmenin vâcib olduğuna hükmetmiştir" diyor.
Ancak salavât
getirmenin de bir takım edebleri vardır: Bu edeblerden birisi, müezzinin veya
ezanı işiten bir kimsenin salavât, ancak kendisinin ve yamndakinin duyacağı
kadar alçak bir sesle getirmesidir. Bugünkü müezzinlerin yaptığı gibi bunu
yüksek sesle minarelerden ilân ederek okumak sünnet-i seniyyeye uymayan bir
bid'attir. Hayır, ancak sünnete uymaktadır. Yüksek sesle sala verme adeti h.
781. yılının Rebiülevvelinde Salahaddin Yûsuf b. Eyyûb zamanında ortaya
atılmıştır. el-Mansûr Kılavun zamanında h, 791 yılında ortaya çıktığı da
söylenir.[478]
Bununla ilgili olarak
Tâhiru'l-Mevlevî şu malumatı vermektedir : "700 tarihlerinde Mısır
hükümdarı olan Melikü'n-Nasır Seyfüddin Kılavun'un emriyle cuma namazından
evvel sala vermek usûlü va'zedildi. 791 tarihinde ve Melik Salih b. Eşref
zamanında akşamdan maada bütün ezanların akabinde (es-salat) okunmak
kararlaştırıldı."[479]
İb nü'l-Hâc da Medhal
isimli eserinde mescid imamlarının bu hususta dikkatli olmaları müezzinlerin
minarelerde işleyecekleri bid'atlere göz yummamaları lâzım geldiğini söylemekte
ve sözlerini şöyle bitirmektedir: "Evet saiavât getirmek bir ibâdettir.
Lâkin yerli yerince olmalıdır. Nasıl ki Kur'ân-ı Kerîm okumanın fazileti çok
büyük oiduğu halde sünnete uymadığı için rükü'da, sücudda ve tehiyyâtta okumak
caiz değilse, sünnete aykırı olarak saiavât getirmek de caiz değildir.
Binânelayh hayır ve fazilet ancak ve ancak sünnete uymaktadır."
İbn Hacer el-Heytemî
de bu mevzuda, "ezandan sonra okunan selâ hakkında şeyhlerimizden fetva
istediğimiz zaman bize; Resûlullah (s.a.)'a saiavât getirmek aslında
sünnettir. Fakat günümüzdeki şekliyle saiavât getirmeler bid'attir"
cevabını verdiler demiştir.
Sofiyye'den İmam
Şâ'rânî de bu mevzuda şeyhinden naklen şunları söylemiştir: "Bugünkü
müezzinlerin yaptıkları saiavât getirme şekline Resûl-i Ekrem zamanında ne de
onun râşid halifeleri zamanıda vardı. Bu âdet Mısır'da Râfizîlerin
hâkimiyetleri zamanında ortaya çıktı."
Nitekim Resûl-i Ekrem
(s.a.v.)'in hutbe esnasında sesi son derece yükselir, gözleri kıpkırmızı olur
ve son derece sert bir tavır takınır, sanki hücuma geçecek bir düşman
ordusunun tehlikesini haber verir gibi şunları söylerdi; "Sözlerin en
doğrusu Allah'ın kitabıdır. En doğru yol Muhammed'in (s.a.) çizdiği yoldur. En
şerli yol da din adına sonradan çizilip ortaya atılan yoldur. Din adına ortaya
atılan (fakat aslında dinden olmayan) her şey bid'attir. Ve her bid'at
sapıklıktır."[480]
İmam Şafiî (r.a.) de
iyiliğin ve güzelliğin ancak îslâmın koyduğu esaslar içinde bulunduğunu, bunun
dışına çıkan davranışlarda bulunamayacağını ifâde buyurmuştur.
Vesîle ise, lugatta,
başkasına yaklaşmaya vasıta olan şey ve hükümdarın yanında mevki sahibi olmak
anlamına gelir. Bu makam Kur'ân-ı Kerim'de de beyân buyurulan ve makam-i mahmûd
(övülen makam) denilen, Cenab-ı Peygamber'in bütün mü'minlere şefaat etme
makamıdır. İleride de beyân edileceği üzere her mü'min Allah'ın izniyle bu
şefaatten nasibini alacaktır. Günahkârlar affa uğrayarak, günahsızlar da daha yüksek
makamlara yükselerek bu şefaatten yararlanacaklardır. Nitekim yüce Allah,
Kur'ân-ı Ke-rim'inde "Muhakkak ki Rabbin seni bir makâm-ı mahmûd'a
gönderecektir"[481]
buyurmuştur.[482]
1. Müezzini
işiten kimse müezzinin sözlerini tekrarlamadır.
2. Ezan
bittikten sonra Resûlullah üzerine salavât getirmelidir.
3. Bu
ümmetin işlediği hayırların sevabı kat kat verilir.
4. Muhammed
ümmeti cennette bir makam olan vesilenin Resul-i Ekrem'e (s.a.) nasib olması
için duâ etmekle mükelleftir.
5. Aslında
vesîle Resûl-i Ekrem'e mahsûs bir makam olduğu halde Resul-i Ekrem (s.a.)
tevâzuundan dolayı ümmetinden, bu makamın kendisine nasib olması için duada
bulunmalarını istemiştir.[483]
524. ...Abdullah
b. Amr'den rivayet edildiğine göre, bir adam;
Ya Resûlullah (s.a.)
müezzinler faziletçe bizi geçtiler, deyince; Resûlullah (s.a.) da şöyle
buyurmuştur : "Onların (ezan okurken) söylediklerini sen de söyle
(ezanın) sonuna erdiğinde de iste, istediğin verilir"[484]
Ashâb-ı Kiramın
Resûl-i Ekrem (s.a.)e "müezzinler fazilet ve sevab bakımından bizi
geçti" demeleri, müezzinliğin Allah yanındaki mertebesini çok iyi bilmeler
indendir. Resûl-i Ekrem (s.a.)'in de onlara müezzinlerin söylediği cümleleri
aynen tekrarlamalarını ve sonunda da duâ etmelerini tavsiye buyurması ise, hem
onlara ezana icabet sevabı kazandırmak, hem de icabetteki büyük ecir ve sevabı
haber vererek gönüllerini hoş etmek içindir. Yoksa aslında kıyamet gününde
müezzinlerin eriştiği yüksek mevkiye erişmek herkese nasib olmayan büyük bir
nimettir. Nitekim Müslim'in ve İbn Hibbân'ın rivayet ettiği bir hadis-i şerif
de şu mealdedir: "Müezzinler kıyamet günü insanlar arasında boyu en uzun
olanlarıdır"[485] Bu
hadis-i şerife bazı mutasavvıflar şöyle mânâ vermişlerdir: Nasıl ki dünyada
insan, kendi dışında bulunan fizik kanunlarına tabi ise, ahirette de insan
imanının veya inançsızlığının şekillendirdiği kendi iç dünyasının şartlarına
tabidir. İşte bu sebeble dünyada bir ışık yandığı zaman o ışığın ulaştığı her
yüz o ışıkla aydınlanır. Ahirette ise, kâfir üzerine beyaz bir elbise giyse küfrünün
zulmetiyle bir anda o elbise kömür gibi simsiyah kesilir, kalbi iman nuruyla
aydınlanmış mü'min ise, tamamen bunun tersidir. Dışındaki zulmet, içindeki
nurâniyetle aydınlığa dönüşür.
İşte ümmetlerin
kıyametin dehşetinden döktüğü ecel terleri diz kapaklarına çıktığı ve diz
kapağından aşağısı görünmediği için de boyları kısaldığı halde, müezzinler bu
ter denizinden etkilenmezler ve herkesten daha uzun görünürler. Halbuki dünya
şartlarına göre gelen bir selden herkes aynı derecede etkilenir.
Taberânî'nin Evsâfında
rivayet ettiği bir hadis-i şerifte de Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah (c.c.)'ın
en sevgili kullarının, namaz vakitlerini tesbit edip de ezan okumak için ay ve
güneşi tâkib edib duran müezzinler olduğuna dair yemin etsem yeminimde isabet
etmiş olurum."[486]
Yine Taberânî'nin
el-Mu'cemu'l-Kebîr'inde rivayet ettiği bir hadis-i şerifte de Efendimiz şöyle
buyuruyor: "Üç kişi vardır ki bunlar kıyamet gününde misk yığınlarının
üzerinde bulunurlar, herkesin kıyametin dehşeti karşısında korkuyla kendinden
geçtiği anda bunlar rahattırlar : (1)
Allah'ın rızasından ayrılmayan ve Allah katında bulunan sevaba nail olmak için
Kur'ân öğrenen kimse, (2) Allah'ın
rızâsına ve Allah katında bulunan sevaba nail olmak için hergün beş vakit ezan
okuyan kişi, (3) Dünyadaki köleliği
kendisini Rabbine itaattan alıkoymayan köle"[487]
Yine Buhâri Tarih'inde
ve Taberânî'nin Evsafında İbn-i Abbas'tan rivayet edilen şu hadis-i şerif müezzinin
hakiki değerini ortaya koymaktadır. Peygamber (s.a.)'e birisi gelerek:
Bana bir yol göster ki
Cennete girmeme vesile olsun, dedi, Resûlullah da:
"Müezzin ol"
buyurdular. O zat yapamam deyince, Peygamber (s.a.);
"İmam ol"
Ona da muktedir değilim, cevabına karşılık Peygamber (s.a.);
"Birinci safta
namaz kılanlardan ol" buyurdu.[488]
1. İnsan
daima kencusim hayır kazanmaya teşvik etmelidir.Bilhassa başkalarının
kendisinden ileri gittiğini görünce bu hayra erişmek arzusu iyice kabarmalıdır.
Kısaca insanlar hayırda birbirleriyle yarışmalıdır.
2.
Müezzinler için ahirette tarifi imkânsız derecede büyük sevablar ve yüksek
makamlar hazırlanmıştır.
3. Ezanın
sonunda yapılan duâ makbuldür.
4. Müezzinin
okuduğu cümleleri tekrarlayan kimse de müezzinin aldığı sevaba erişir.[489]
525. ...Sa'd
b.Ebî Vakkâs (r.a.)den Resûlullah(s.a.)ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir;
"Her kim müezzîn(in şehâdet getirdiğin)i duyunca "Ben de Allah'dan
başka ilâh olmadığına, birliğine ortağı bulunmadığına, Muhammed(s.a.)'in O'nun
kulu ve Resulü olduğuna şahitlik ederim. Allah'ı Rabb, Muhammed(s.a.)i Resul ve
İslâmi din olarak kabul ettim"
derse bağışlanır."[490]
Hadis-i Şerifin
zahirinden bu duaların, ezânın"şehâdeteyn" dediğjmiz "Eşhedü enlâ
üâhe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden Resûlüllah" cümlelerinden sonra
okunacağı anlaşılıyor. Her ne kadar bu duanın, ezandan sonra okunacağı ihtimali
varsa da ezan esnasında okunması ihtimali yoktur. Çünkü o zaman ezanın diğer
cümlelerini tekrarlamak mümkün olmaz.
Allah'dan razı olmanın
alâmeti O'nun kazasına ve kaderine razı olmaktır. Ceza amel cinsinden verildiği
için Allah'dan razı olanlardan, Allah razı; yine Allah'dan razı olan kişi
Resûl-ü Ekrem (s.a.)'in Peygamberliğinden ve onun İslâm adına getirdiği
şeylerin hepsinden en küçük ayrıntılarına varıncaya kadar razı olan ve onlara
sımsıkı sarılan kimse demektir. Hadiste geçen "el-İslâm" kelimesi
insanlığın yegâne kurtuluş yolu olan kâmil İslâm dinini ifâde eder ki, bu da
kâmil iman ve amelle gerçekleşir.
Bu mevzuda Kadı Iyaz
şunları söylemiştir; "Muhakkak ki iman esasları ezan içerisinde
toplanmıştır. Sonra ezan imânın, hem aklî, hem de naklî her iki çeşidini de
içine almaktadır. Ezandaki Allah-ü Ekber lâfzı, Allah'ın zatım noksan
sıfatlardan tenzih eder. Ezanın ikinci cümlesi ise, Allah'ın birliğini ve
ortağı olmadığım ifâde eder ki, bu iman ve tevhidin temelidir. Muhammed
(s.a.)'in Peygamberliğine şahitlik etmekse, Allah'ın birliğine imandan sonra
gelen en büyük dinî bir kaidedir. Yeri de tevhidden sonradır. Çünkü Allah'ın
varlığı ve birliği aklen vâcib (zarurî) iken Peygamberliğin vücudu aklen
mümkündür. Yani Peygamberliğin hakikatine ermek ancak Allah'ın varlığının ve
birliğinin hakikatine ermeye bağlıdır. Daha sonra ezan cümlelerinin, davet
ettiği namazın hakikatine, felaha ve öldükten sonra dirilmenin hakikatine ise,
ancak Peygamberin haber vermesi ile erilebilir ki, bu yüzden hayye ale'l
cümleleri şehâdeteynden sonra gelmiştir. Bunların ikâmette de tekrar
edilmesinin hikmeti ise, kişinin kalbinde iman iyice kuvvet bulup da namaza
imân basiret, kalbî ve fiilî şehâdetiyle girmesini sağlamak içindir."
Bu duaları okuyan
kişinin bağışlanmasından maksat, o kişinin işlemiş olduğu küçük günahlarının
bağışlanmasıdır.[491]
526. ...Hz.
Âişe(r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.); müezzini (eşhedü
enlâ ilahe illallah, eşhedü erine Muhammeden resûlullah diyerek) şehadet
getirirken duyunca, "Ben de, ben de" derdi.[492]
Bu hadis-i şeriften
anlaşıldığına göre Fahr-i Kâinat Efendimiz müezzinin şehâdet kelimelerini
okuduğunu duyunca "ben de seninki gibi, Allah'dan başka ilâh olmadığına ve
Benim Allah'ın elçisi olduğuma şahidlik ediyorum" anlamında "ben de,
ben de" dermiş. Ancak burada Resûlullah'ın şehâdet kelimelerini duyması
sözüyle ezan cümlelerinin tümünü dinlemiş olması kasd edilmiş olabilir.
Nitekim Hâkim'in, Hz. Âişe'den rivayet ettiği şu hadis-i şerif de bu ihtimali
kuvvetlendirmektedir: "Resûlullah (s.a.) müezzini işittiği zaman",
müezzine, "ben de,ben de" diye karşılık verirdi." Yani Efendimiz
müezzinin okuduğu bütün cümleleri ayrı ayrı tekrar etmezdi. Sadece ezan bitince
"ben de ben de senin dediklerine aynen katılıyorum" anlamında
"Ben de. ben de" derdi. Ezanın bütün cümlelerini tekrar etmeksizin
sadece bu kelimelerle cevâb vermesinin sebebi iki şekilde açıklanabilir:
Birincisi:Ya
ezanın bütün cümlelerini aynen tekrarlamak farz olmadığı için sadece "ben
de ben de" kelimeleriyle yetinmiş olabilir.
İkincisi:Yahut
bu uygulama "müezzinin sesini duyunca siz de onun dediğini aynen tekrarlayınız"[493]
emri gelmeden önceki dönemlerde olmuştur.
"Ben de"
kelimesinin iki kere tekrarlanmasının sebebi de yine iki şekilde
açıklanabilir:
Birinci
"bende" kelimesiyle kelimesine, ikinci "ben de" kelimesiyle
de cümlesine cevab vermiş olması mümkündür.
Ayrıca bu kelimeleri
her şehâdet kelimesiyle toplam dört kere söylemiş olması da mümkündür.
İlim adamları
Resûlullah'ın ezana icabetinin bizim toibi şeklinde mi, yoksa şeklinde mi olduğu mevzuu üzerinde çeşitli
fikirler ileri sürmüşlerse de, bu hadis-i şerifin zahirine bakılırsa, O'nun da
bizim gibi şeklinde ezana karşılık verdiği ve ezana bizim gibi karşılık
vermekle mükellef olduğu anlaşılmaktadır.[494]
527. ...Ömer
b. el-Hattâb[495] (r.a.)dan Resülullahın şöyle buyurduğu
rivayet edilmiştir:
"Müezzin, Allahu
ekber, Allahu ekber" dediği vakit, sizden biriniz, "Allahu ekber,
Allahu ekber" müezzin "Eşhedü en lâ ilahe illallah" dediği
vakit, o da "Eşhedü enlâ ilahe illallah" müezzin "Eşhedü enne
Muhammeden Resûlullah "dediğinde o da, "Eşhedu enne Muhammeden Resûlullah";
müezzin "Hayye alessalah" dediği vakit, "La havle ve lâ kuvvete
illâ billah"; müezzin "Hayye ale'l-felâtf" deyince o, "Lâ
havle velâ kuvvete illâ billâh"; Allahu ekber, Allahu ekber",
dediğinde, "Allahu ekber Allahu ekber" sonra müezzin "La ilahe
illallah" dediği vakit, bütün kalbiyle "Lâ ilahe illallah"
derse, cennete girer.[496]
Ezana icabet etme
mevzuunu 522 numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan, burada aynı konu
üzerinde durmaya lüzum görmüyor, ezan ve ikâmetin okunuş şekillerini açıklamak
istiyoruz.
Bilindiği gibi ezan
cümlelerinin sonunda bir sekte ile durulacağı mevzuunda dört mezheb âlimleri
arasında ittifak vardır. İkâmette ise, sekte yapılmaz sür'at gösterilir.
Bu hüküm Hanefî
imamlarından İbnu'l-Hümâm tarafından şöyle ifâde edilmiştir: "Ezanda iki
defa okunan cümlelerinden her iki cümlenin arası bir sekte ile ayrılır"[497]
İbn Nuceym ise
el-Bahru'r-râik isimli eserinde "ezan yavaş, ikâmet ise sür'atli okunur,
bunun ölçüsü ezanda, tekrarlanan kelimeler arasında durmak, ikâmette ise,
durmamaktır"[498]
diyor. Yine Hanefî âlimlerinden İbn Âbidîn merhum şunları söylemektedir:
"Ben Efendimiz Abdülğânî'nin bu mevzuda özel bir risale yazdığını gördüm.
Bu risalede netice olarak şunları söylüyordu: "Sünnet olan birinci Allahu
ekber lâfzının üzerinde durarak (r H )'yı sakin okumaktır. Şayet birinci Allahu
ekber'i ikinciye bitiştirirse yine üzerinde durmaya niyyet eder fakat râ'mn
harekesini fetha okur. Eğer ra'nm harekesini zamme okursa, sünnete aykırı
hareket etmiş olur."[499]
Bu mevzuda Ni'met-i
İslâm sahibi Muhammed Zihnî Efendi sözü geçen eserinde şunları nakletmektedir:
"Ezan ve ikâmet meczumdur ki, gerek tekbirler, gerek şâir cümleler,
birbirine vasi olunmamak üzere âhirleri sakin bırakılır. Tekbirlerin
bitîştirilmesinde "ra"lar nakl-i hareke ile meftûh olur şeklinde
okunur.Nâs bundan gafillerdir. Ezanda hakikaten vakf ikâmette niyyeten vakf vardır.”[500]
Hadis-i şerifte
"kim bu şekilde hareket ederse cennete girdi" şeklinde geçmiş zaman
sîgası (kipi) kullanılarak "girecektir" manasının kast edilmesi
ileride Cennete gireceğinin kesinliğine delâlet eder. Ancak buradaki Cennete
girmek kelimesiyle kast edilen, cehennemde günahlarının azabım çektikten sonra
Cennete girmek değildir. Bilakis ük Cennete girenlerden olacaktır anlamına
gelmektedir. Çünkü günahının azabını çektikten sonra Cennete girmek, zaten her
mü'min için söz konusudur.[501]
1. Ezanı
işiten kimse müezzinin okuduğu her cümleyi sona erer ermez aynen
tekrarlamalıdır.
2. Ancak
Hayye aie cümlelerinden sonra demelidir.
3. Ezan
kelimelerine bu şekilde karşılık vermenin sevabı Cennettir.
4. Amellerin
kıymeti kalb deki ihlâs derecesindedir.[502]
528. ...Ebû
Umâme (r.a.)'dan veya ashabdan birinden rivayet edildiğine göre;
Bilâl (r.a.) ikâmete
başlayıp da cümlesini söyleyince, Peygamber (s.a.) "Allah namaz kılmayı
nasib etsin ve onu devam ettirsin" derdi.İkâmetin(cümlesi dışındaki) diğer
cümlelerinde (ise) ezan(a icabet) konusunda
ki (527 no'lu) Ömer hadisi(nde anlatıldığı) gibi karşılık verirdi.[504]
Açıklama
Bu hadis-i şerife göre
ikâmeti işiten kimse icabet etmekle mükelleftır. Şöyle ki: cümlesini işitince
"Allah onu kılmayı nasib etsin ve onu devam ettirsin" demeli. Hayye
ale's-salah ve hayye ale'l-felâh (cümlelerini işitince ise) "isyandan
dönmek ve itaate muvaffak olmak, ancak yüce ve büyük olan Allah'ın fazlı
iledir" denilir. Kalan cümleleri ise, aynen tekrar edilir. Şâfiîler ve
Hanbelîler bu görüştedirler. Malikîler ile Hanefîlerse, ikâmete İcabetin
gerekmediği görüşündedirler. Senedinde Muhammed b. Sabit ve Şehr b. Havşeb
bulunduğu için bu hadisle amel etmezler. Şafiî ve Hanbelîler amellerin
faziletiyle ilgili konularda zaif hadislerle amel edileceği esasından
hareketle bu hadisle amel etmişlerdir.
Nitekim müezzinin
kametinin, Hayya ale's-salâh kelimesinde mi, yoksa kad kaameti's-salâh'da mı,
yoksa kameti bitirince mi imamın namaza başlaması gerektiği hususundaki
ihtilâf da bundan doğmuştur.[505]
529. ...Câbir
b. Abdillah (r.a.)'den,demiştir ki; -Resûlullah şöyle buyurdu: "Kim ezanı
işitince,"Ey eksiksiz olan şu davetin ve (kıyamete kadar) devam edecek
olan namazın sahibi olan AUahım, vesileyi (Cennette bulunan ve ancak O'na lâyık
olan yüksek makamı) ve fazileti (bütün
kulların makamından daha üstün olan makamı) Muhamıned'e ver ve onu kendisine
va'd etmiş olduğun öğül-müş makama kavuştur" derse, kıyamet gününden
kendisine şefaat (edilmesi) vâcib olur"[506]
Hadis-i şerifte geçen
"vesile" kelimesinin sözlükteki anlamı gayeye eriştiren şeydir.
Vesilenin dini bir terim olarak anlamı ise, ilim, taat ve ibâdetle doğru yolda
yürümektir. Yani dinin bütün emirleri insanı gayeye eriştiren bir vesiledir.
Kısaca dini emirlere sarılmak yasaklardan da kaçınmaktır.[507]
Ancak vesile
kelimesinin buradaki anlamı cennette bir makamdır. Bu makam sadece Cenab-ı
Peygamber için hazırlanmıştır. Oraya ondan başkası lâyık değildir. Fakat
bununla beraber Efendimiz (s.a.) O'nun büyüklüğünü ümmetine öğretmek, o
mertebeye ermenin zevkini tatmak ve şefaat etme ümidini yaşatmak gibi duygu ve
düşüncelerle Cenab-ı Hakk'ın bu makamı kendisine nasibetmesi için duâ
etmelerini ümmetine tavsiye etmiştir. Bu mevzu ile ilgili malumat 523. hadiste
geçmiştir.
Fazîlet kelimesi ise, Cennette
vesîleden ayrı bir makam olabileceği gibi, vesile kelimesinin bir açıklaması da
olabilir.
Makâm-ı Mahmûd Cenab-ı
Peygamber (s.a.)'e verilen, bütün Ümmet-i Muhammed'in yararlanacağı şefaat-i
uzmâ makamıdır. Eğer bu kelimenin o makama ait bir özel isim olduğu kabul
edilirse, kelimesi onun sıfatı olur. Nekre olduğu kabul edilirse kelimesinin
bedel veya atf-i beyan olduğu söylenebilir.
Beyhakî'nin
rivayetinde bu duanın sonunda "Muhakkak ki sen sözden dönmezsin"
ziyâdesi vardır. Halk tarafından yapılan
yüksek derece ve kelimeleri hiçbir sağlam hadis kitabında mevcut
değildir.[508]
1. Her
ezanın sonunda hadis-i şerifte öğretilen duaların okunması teşvik edilmiştir.
2. Bu duayı
okuyan kimse sayısız hayırlara ve Rasûlullah (s.a.)'in şefaatine nail olur.
3. Bu
hadis-i şerifte sözü geçen duaları okuyan kimsenin, âhirete imanla gideceğine
işaret vardır. Zira imansız gidenler şefaata nail olamazlar.
4. Bir
kimsenin sevaba erişmek maksadıyla kendisinden daha faziletli bir kimseye duada
bulunması caizdir.[509]
530. ...Ümmü
Seleme (r.anha), Rasûlullah (s.a.) bana, akşam ezanı esnasında (şunları)
söylememi öğretti demiştir:
"Allah'ım şu
(akşam ezanı) Senin gecenin gelişi(ni), gündüzünün de gidişi(ni bildirmekte)dir.
Senin (yoluna çağıran) davetçilerinin (müezzinlerin) sesleri (de
yükselmekte)dir. Beni bağışla!"[510]
Açıklama
Allah'ın izni ve
dilemesiyle varlıkların büyük değişikliklere, yenilenmelere, bozulup
düzelmelere uğraması zaman içerisinde olmaktadır. Eşyadaki sür'atli
değişikliğe eş zamanda da daimî bir yenilenme ve değişiklik olmakta kısaca her
an yerini yeni bir ana terk etmektedir. Akşam ezanında bu duanın okunmasının
hikmeti diğer vakitlere nisbetle bu vakitte daha büyük değişikliklerin vuku
bulmasıdır. Çünkü akşam gece ile gündüz arasında bir köprüdür.
Zaman üzerinde ve
eşyada böyle büyük değişiklikler meydana gelirken insanın iç dünyasında da
büyük inkılâbların meydana gelmesi tabiidir. Müezzinlerin seslerinin de
semâlara yükseldiği bu mübarek anda bir kul için en güzel duâ günahlarının
bağışlanması, eşyadaki değişikliğe uygun olarak günahlarının sevaba tebdil
edilmesi, günahkâr bir kul olmaktan kurtulup Sâlih bir kul olmak isteğidir.
İşte bu ve bilemediğimiz daha pek çok hikmetlere bağlı olarak Cenab-ı Peygamber
(s.a.)'in duayı, akşam ezanı esnasında okumayı tavsiye etmiş olduğu
düşünülebilir.
Her ne kadar hadis-i
şerifin zahirinden bu duanın akşam ezanına başlanacağı sırada okunacağı
anlaşılırsa da, ezandan sonra okunacağı ihtimali de vardır.
İbn Hacer gibi bazı
ilim adamları bu duanın akşam ezanında okunabileceği gibi cümlelerini
cümleleriyle değiştirerek sabah ezanında da okunabileceğini söylemiştir. Çünkü
Kur'ân ve Hadis-i şerifte geçen dualara benzetilerek insanlar tarafından
düzenlenen duaları okumak da caizdir.[511]
531.
...Osman b. Ebi'l-Âs'ın haber verdiğine göre kendisi;
Ya Resûlallah (s.a.)
beni kavmime imam yap deyince, Resûlullah (s.a.):
"Sen onların imamısın.
(Namazını kıldırırken) en zayıf olanlarını göz önünde bulundur ve ezanına
ücret almayan bir müezzin edin" buyurmuştur.[512]
İnsanın yapmakla
mükellef bulunduğu herhangi bir ibadet karşılığı ücret alması caiz değildir.
İmamlık, müezzinlik,
Kur'ân ve fıkıh öğreticiliği toplum içinde yapılması gereken ibâdetlerdendir.
Dolayısıyla prensip olarak bu görevler karşılığında ücret alınmasına ruhsat
verilmemiştir. Ücret verilmeden de bu görevlerin muntazaman yürütülmesi mümkün
olamayacağı hallerde Kur'ân-ı Kerim'in öğretilmesine, cemaatle namazın
^ılınmaması ve ezan-ı Muhammedi'nin okunmaması korkusu vardır. Fukahamız ücret
verilmesindeki zararla verilmediğinde bu görevlerin ihmali korkusu ile
karşılaştırmış ve aşağıdaki görüş ve mütalaaları serd etmişlerdir.
Ücretle ezan okumanın
caiz olup olmaması konusunda Ebû Hanife ücretle ezan okumanın caiz olmadığı
kanaatindedir. Hanefî mezhebine ait meşhur Bedayiü's-Sanâyi' isimli eserde
Hanefî âlimlerinin bu mevzudaki görüşleri şöyle ifade edilmektedir: "Ezan,
ikâmet ve imamlık için ücret almak caiz değildir. Çünkü bu görevleri yerine
getirmek farz hükmündedir.
Nitekim Osman b.
Ebi'l-Âs'ın rivayet ettiği hadis-i şerifte, Resûi-i Ekrem'in ona ezanı
karşılığında ücret istemeyen bir müezzin edinmesini emrettiği beyân
edilmektedir."[513]
Ayrıca böyle dinî görevleri para karşılığı yapmak halkı camî ve cemaate devam
etmekten ahkoyar.
"Bu sebeble
Cenâb-ı Allah Kur'ân-ı Kerim'de “Halbuki sen buna karşı onlardan bir ücret
istemiyorsun”[514] beyân buyurmuştur.
Nasıl Cenab-ı Peygamber (s.a.) dinî görevleri ücretsiz olarak yerine getirmişse
aynı görevleri yüklenen rnüslümanlar da hizmetlerine karşılık bir ücret
talebinde bulunmamalıdırlar.
"Resûl-i Ekrem
(s.a.) de "Sizden burada hazır bulunanlar burada olmayanlara duyduklarını
nakletsinler" buyurarak her mü'-mine öğrenmiş olduğu dinî hakikatleri
bilmeyenlere ve duymayanlara meccânen tebliğ etme görevini yüklemiştir"[515]
Bedâyi'de anlatılmak
istenen kısaca şundan ibarettir. Her mü'min İslâ-ma meccânen hizmet etmekle
görevlidir. İmamlık ve müezzinlik de bu görevlerden biridir. Ehil olanlar
bunları meecânen ifâ etmelidirler.
Bu mevzuda Şevkânî,
Neylu'l-Evtâr'da İbn Hibbân'dan şu hadisi nakletmiştir: "Yahya demiştir
ki, bir adam İbn Ömer'e : "Ben seni Allah için seviyorum" deyince,
İbn Ömer de O'na, "ben de sana Allah için buğz ediyorum" dedi. Bunun
üzerine o adam:
"Sübhânellah ben
sana, Allah içi seni seviyorum diyorum, sen de bana Allah için bana
buğzettiğini söylüyorsun" dedi. İbn Ömer O'na:
"Evet ben sana
buğzediyorum. Çünkü sen ücret karşılığında ezan okuyorsun" cevabını verdi.[516] Bu
mevzudaki hadisler ve hanefî âlimlerinin görüşleri böyle olmakla beraber,
sonradan gelen alimler müslümanların dinî hizmetlere karşı olan isteklerinin
zayıfladığına bakarak bu hizmetlerin yüzüstü kalacağı korkusuyla ücretle ezan
okumanın caiz olduğuna fetva verdiler. Hanefilerin Hidâye isimli meşhur fıkıh
kitablannda "bazı üsf adlarımız, dinî işlerdeki gevşekliğe bakarak bugün
için ücretle Kur'ân okumanın caiz olduğuna istihsanen hükmettiler. Bu mevzuda
fetva böyledir"[517]
deniliyor. Bazıları da müezzinlerin aldığı ücret ezan karşılığında değil, ezan
okumak için yolda geçirdiği zaman karşıhğındadır, diye te'vil ederek
müezzinlerin aldığı paranın helâl olduğunu izaha çalışmışlardır.
İmam Şâiî ise, el-Umm
isimli eserinde "Benim hoşuma giden müezzinin ücretsiz oluşudur, imam
müezzinin geçimini üzerine almakla mükellef değildir. Ancak imama düşen
ücretsiz ezan okuyan ehliyetli birini bulmaktır. Eğer bulamazsa işte o zaman
kendi malından müezzinin geçimini te'-min eder" demektedir. Kısaca Şafiî
âlimleri bu mevzuda üç görüşe sahiptirler:
1. En
kuvvetli olan birinci görüşe göre devlet reisinin temsilcisi durumunda olan
imamın gerek kendi malından, gerekse hazineden ücretle müezzin tayin etmesi
caizdir. Mahalleden herhangi bir kişinin ücret vermesi de caizdir.
2. Hiç bir
kimse vereceği ücretle müezzin tutamaz.
3. Ancak
devlet başkanının vereceği ücret karşılığında müezzin tutulabilir.
HanbelHere göre,
ücretsiz ezan okuyacak kimse varken ücretle ezan okumak caiz değildir. Yoksa
hazineden ödenecek ücret karşılığında müezzin tutmak caizdir.
Malikîltrin bir kısmı
ücretli ezan okumanın caiz olduğunu söylediği halde bir kısmı caiz olmadığını
söylemektedir. Ancak Îbn'ul-Arabî Malikîlerde sahih olan ücretle ezan okumanın
cevazıdır demektedir.
Bu mevzuda caiz
olmadığını söyleyen ilim adamlarının dayandıkları delil yukarıda zikrettiğimiz
tbn Hibbân'ın rivayet ettiği hadis ve benzerleridir.
Caiz olduğunu
söyleyenlerin delilleri ise, Resûl-i Ekrem'in "Ailelerimin nafakasından ve
valilerin mallarından başka ne bıraktı isem hepsi sadakadır" (bk. 2974
numaralı hadis-i şerif) mealindeki hadisidir. Âlimler müezzinleri valilere
benzeterek onların da beytü'l-malden ücret alarak ezan okumalarının caiz
olduğuna hükmetmişlerdir. Ama, bunun caiz olduğunu nakleden İbnu'l-Arabî'nin bu
görüşü, açık nasslara ters düşen bir, kıyas olmasından dolayı caiz
görülmemiştir. Doğru olan husus, zaruretlere binâen cevazına hükmedilmesidir.
Bu hadis-i şerifte
geçen cemaatin en zayıfının gözetilmesi sözünden mak-sad ise, namazı, erkân ve
âdabına zarar gelmeyecek şekilde; namaz ve cemaatin en zayıfının tahammül
edebileceği şekilde kısa kesmektir.[518]
1. Bir
kimsenin altından kalkabileceği vazifeye tâlib olması câizdir
2. İmamın, cemaatin
durumunu dikkate alması gerekir.
3. Bir
camide imamla müezzinin ayrı kişilerden olması meşrudur.
4. Cemaatin
başkanı durumunda olan kimse, o cemaat için bir müezzin tayin etmekle
mükelleftir.
5. Müezzin
ezam karşılığında ücret istememelidir.[519]
532. ...İbn
Ömer'den rivayet edildiğine göre Bilâl (r.a.) sabah olmadan ezan okumu?,
Nebiyy-i Ekrem (s.a.)de ona (tekrar ezan okud-ğu yere) dönmesini ve
"haberiniz olsun köBe uyudu, haberiniz olsun köle uyudu" diye
seslenmesini emretmiştir. Mûsâ (rivayetine) devamla '' Bilâl dönüp haberiniz
olsun köle uyumuştur.” diye nida etti'' cümlesini eklemiştir.[520]
Ebû Dâvûd dedi ki; bu
hadisi Eyyûb 'dan sadece Hammâd rivayet etmiştir.[521]
Bilâl sabahın olduğunu
zannederek, daha sabah olmadan sabah ezanını okumuştur.Bunun üzerine Resûl-ü
Ekrem"Tekrar ezan okuduğu yere dönerek köle (yani Bilal) uyudu" diye
nida etmesini emretmiştir.
Hattâbî'nin beyânına
göre "köle uyudu" sözünün anlamı iki şekilde açıklanabilir:
1. Bilâl bu
ezanı uyku mahmurluğu ile, daha sabah olmadan yanlışlıkla okudu.
2. Daha gece
hüküm sürdüğü için Bilâl uykuya yattı.
Bu hâdisenin daha
hicretin ilk günlerinde vuku bulduğu anlaşılıyor. Çünkü Resûl-ü Ekrem (s.a.)in
hayatının son zamanlarında Bilâl (r.a.) geceleyin ezan okuyarak halkın seher
vaktinde ibâdetle meşgul olmaları için uyanmalarını sağlardı. Sabah olunca da
İbn Ümmü Mektûm (r.a.) ezan okurdu. Resûlul-lah (s.a.) de "Bilâl ezan
okuyunca yiyiniz, içiniz (çünkü daha oruç vakti girmemiştir)"
buyururlardı. Bir başka ifadeyle Hz. Bilal, Hz. Peygamberin son zamanlarında
sabahleyin değil, gece yarısı okurdu. Sabahleyinse Ümmü Mektûm okurdu.
İmam Mâlik, Evzâî,
Şafiî, Ahmed ve İshak sabah namazı vakti girmeden ezan okumanın caiz olduğu
görüşündedirler. İmam Ebû Yûsuf'a göre ezam, sabah namazı vakti girmeden
okumanın bir sakıncası yoksa da İmam Ebû Hanife ile İmam Muhammed sabah
ezanının sabah olmadan okunmasının caiz olmadığı görüşündedirler. Nitekim
mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif de bu görüşü te'yid etmektedir.
Hadis ulemâsına göre
ise, bir mescidde iki müezzin varsa, sabah ezanının, vaktinden önce okunması
caizdir. Yoksa caiz değildir. Bu âlimlere göre Hz. Peygamberin Bilâl (r.a.)i
geceleyin ezan okumaktan nehyettiği sırada Mescid-i Nebevî'de müezzin olarak
sadece Hz. Bilâl vardı. Eğer orada bir başka müezzin daha bulunsaydı onu bu
ezandan nehyetmezdi.[522]
533.
...Nâfi'in, Ömer'in Mesrûh denilen müezzininden naklettiğine göre, Mesrûh
sabah vakti (girmeden) önce ezan okuyunca Ömer (r.a.) O'na, ezanı yeniden okumasını
emretmiştir.
Daha sonra (râvi Eyyûb
bir öneki hadisin) aynısını nakletmiştir.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadisi (bir de) Hammâd b. Zeyd, Ubeydullah b. Ömer'den, o da Nâfi'den veya
başka birinden rivayet etmiştir. (Bu rivayete göre) Ömer (r.a.)in müezzinine
Mesrûh veya başka birşey deniyordu.
Ebû Dâvûd dedi ki; bu
haberi bir de Derâverdî, Ubeydullah, Nâfi ve tbn Ömer senediyle rivayet
etmiştir. (Bu rivayette Derâverdi), "Hz. Ömer'in müezzinine Mes'ûd
denirdi" demiş ve (Hammad b. Zeyd'in rivayet ettiği hadisin) aynısını
nakletmiştir. (Ebû Davud dedi ki:) Şu (Abdulazizb. EbîRevvâdhadisi, Hammâdb.
Seleme'ninEyyûb'dan naklettiği) öbüründen daha sağlamdır.[523]
534.
...Bilâl'den rivayet edildiğine göre Resûlüllah (s.a.) kollarını yana doğru
açmış ve; "Fecrin ağardığı sana şöyle iyice belirmedikçe (sakın) ezan
okuma" buyurmuştur.[524]
Ebû Dâvud dedi ki:
lyaz'ın azatlısı olan Şeddâd, Bilâl'i görmemiştir.[525]
Bu hadis-i şerif sabah
vakti girmeden geceleyin ezan okırmanın caiz oımadığım söyleyen İmam Ebû Hanife
(r.a.) ile İmam Muhammed için bir delildir. Bu imamlara göre "ezan, vakti
girdiğini halka bildirmek için meşru kılınmıştır. Vakit girmeden ezan okumak
ise, bir nevi yalan söylemektir. Aynı zamanda emânete hıyanet demektir. Halbuki
Resûlullah (s.a.) müezzinin emîn bir kimse olması lâzım geldiğini fâde buyurmuştur.
Ayrıca geceleyin ezan okumak, uyumak ihtiyacını duyanlara zarar verdiği gibi
teheccüd namazı kılmak isteyenlere de zarar verebilir. Çünkü onlar ezan sesini
duyunca sabahın olduğunu zannederek nafile kılamazlar. Hz. Bilâl'in sabah
olmadan ezan okuyuşunun gayesi ise, Ramazanda halkı uyandırmaktı. Öyleyse Hz.
Bilâl'den, bu ezanı iade etmesini istemesi (bk. 532 no'lu hadis-i şerife)
fecrden Önce sabah ezanı okumanın caiz olmadığını gösterir."
Nitekim Hz. Fahr-i
Kâinat Efendimiz'in, "Ey Bilâl sabah olmadan asla ezan okuma"[526]
buyurmuş olması da bu görüşün doğruluğun isbat eder. Bu mevzuyu 532. hadisin
şerhinde açıklamıştık.
Müellif Ebû Davud'un
râvi "Şeddâd Bilâl'i görmedi'* demekten maksadı, bu hadisin zayıf
olduğunu ifâde etmektir.
Buna göre Şeddâd ile
Bilâl arasında tabiinden bir kimsenin bulunması lâzımdır. Bu kişi senedden
atlandığına göre hadis munkatidir. Bu niteliği taşıyan hadislerin delil olarak
kabul edilip edilemeyeceği konusunda ulemâ arasında ihtilâf vardır İmam Ebû
Hanife ile İmam Mâlik'e ve İmam Ahmed'in bir görüşüne göre, bu hadis delil
olarak kabul edilebilir. Hadis âlimlerinin büyük çoğunluğu bu hadisler üzerinde
bir şey söylememeyi tercih etmişlerdir. İmam Ahmed'in iki görüşünden biri de
budur.[527]
[1] et-Tevbe (9), 103.
[2] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/111-112.
[3] el-Bakara (2), 43.
[4] en-Nisâ (4); 103.
[5] Buhârî, zekât 1, 63; Müslim, iman 29; Ebû Dâvûd, zekât
5; Nesâî, zekât 46; Tirmizî, zekât 6; Ibn Mâce, zekât 1; Ahmed b. Hanbel, 1,232.
[6] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/112.
[7] Tirmizi, salât 45.
[8] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/112-113.
[9] Buharı, mevakît 6; Tirmizî, edeb 80 ; Nesaî, salât 7.
[10] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/113.
[11]
Talha b. Ubeydillah: Dünyada iken Cennetle
müjdelenenlerdendİr. Islâmı kabul yönünden de sekizincidir. Resûlullah (s.a.)
kendisini, Ebû Süfyan'ın kervanını gözetlemesi için Sa'îd b. Zeyd'le birlikte
Şam'a göndermiş, bu yüzden Bedir Savaşında bulunamamıştır. Uhud Savaşına
katılmış ve Resûlullah'ın yanında ölünceye kadar savaşmaya biat etmiştir.
Mâlik b. Züheyr'in, Efendimiz'in yüzüne attığı oku, eli ile karşılamış ve küçük
parmağı sakatlanmıştır. Uhud günü anıldığında Hz. Ebû Bekir "Bugün
tümüyle Talha'nındır" derdi. Efendimiz, Hz. Talhâ'yı Mekke'de Zübeyf'le,
Medine'de de Ebû ' Eyyub el-Ensârî ile kardeş ilan etmiştir. Talha Cemel Vak'asında
(h. 36) Mervan'ın attığı bir okla şehid olmuştur. (Bilgi için bk. tbn Hişam,
Siyre II, 80; İbn Sa'd Tabakât, III, 152-161; Ebû Nuaym Hüyetu'l-evliy», I, 87;
Ibnu'1-Esir, Üsdu'l-gabe, III, 85-89; er-Riyadu'n-nadira, II, 249; Zehebi,
A'lanuTn-nubelâ, I, 23-40", Ibn Hacer, el-İsâbe,
II, 229; Anlsârî, Asr-ı Saadet (Ashab-ı Kiram), I, 386-399.
[12] Buhârî, hıyel 3; iman 3; savm I; şehâdât 26; Müslim,
iman 8-9; Nesâî, salât 4, siyam 1, iman 23; Muvatta', sefer 94; Dârimi, 208;
Ahmed b. Hanbel, I, 162.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil
Yayınları: 2/113-115.
[13] Muhammed (47), 8.
[14] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/115-116.
[15] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/116.
[16] bk. Önceki hadisin kaynaklan.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/117.
[17] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/117.
[18] Tirmizî, salât 1: Ahmed b. Hanbel, I , 223, 354; III, 30.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/118-119.
[19] Şerhu Meâni'l-Asâr, I, 175.
[20] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/119-123.
[21] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/123-124.
[22] Bu cümleyi
"söylediğini açıkla" manasına göre şeklinde okuyanlar da vardır.
[23] Bu güneşin ışık ve ısısının mevcut olduğu zamandan
kinayedir. Her şeyin gölgesi bir misli olduğunda güneş bu haldedir.
[24] Zül-Huleyfe: Medine'ye altı mil uzaklıkta bir yerin
adıdır. Medinelilerin mîkatıdır.
[25] Buhârî, mevâkit 1; tbn Mâce, salât 1.
[26] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/124-126.
[27] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/126-127.
[28] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/127-128.
[29] Buradaki şüphe râvilerden birisine aittir.
[30] Şüphe râvilerden birine aittir.
[31] Bk. Buhârî, mevâkıt 1: Müslim, mesâcid 176; İbn Mace,
salat 1: Tirmizî, mevâkît i; Nesâî, mevâkit 1, 24; Muvatta; vakt 3; Ahmed b.
Hanbel, IV, 416-.V, 349.
[32] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/128-129.
[33] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/129-130.
[34] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/130.
[35] MüsIim, mesâcid 172; Nesâî, mevâkît 15; Ahmed b.
Hanbel, II, 21. 213, 223, 232.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil
Yayınları: 2/130.
[36] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/130-131.
[37] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/131.
[38] Buhârî, mevâkît II, 13, 18, 21; Müslim, mesâcid 233;
Nesâî, mevâkît 15, 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/131-132.
[39] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/132-133.
[40] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/133.
[41] Ebu Berze Nadle b. Ibcyd: İslâm'ı ilk kabul
edenlerdendir. Hz. Peygamberle birlikte Mekke fethinde bulunmuş, önce Medine'de
daha sonra da Basra'da ikâmet etmiş Neh-revân'da Hz. Ali'nin saflarında
Haricîlere karşı harb etmiştir. Horasan savaşlarına da katılmıştır.
Resülullah'tan 46 hadis rivayet etmiştir. Bunların altısı Müslim'de, dördü
Buhârî'de mevcuttur, ikisinde Buhârî ve Müslim müttefiktir. Esah olan görüşe
göre h. 65 senesinde Nişâbûr veya Basra'da vefat etmiştir. (Bilgi için bk. Ibn
Sa'd, Tabakât, IV, 298; 9, 366; Buhârî, e t-Târih u'I-kebîr. VIII, 118; Ebû
Nuaym, Hilyetu'l-evliyâ II, 32; Hatîb, Tarihu Bagdfid, I, 182; lbnu'1-Esir,
Üsdü'1-ğabe, II, 93; III, 268; V, 19, 146; Zchebî A'lâmu'n-nubelâ, III, 40-43;
Ibn Hacer, el-İsâbe III, 556-557; Tehzîbu't-Tehzib, X, 446; Ansarî, Asr-ı
Saadet (Ashab-i kiram), II, 488-489).
[42] Bu cümlenin tercemesi hususunda açıklama bölümüne
müracaat edilmelidir.
[43] Buhârî, mevâkıt 11, 39; Müsüm, mesâcid 235; Nesâî,
mevâkît 2, 16, 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/133-134.
[44] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/134-135.
[45] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/136.
[46] Nesaî, tatb'ik 33.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/136.
[47] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/136-137.
[48] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/137.
[49] Nesâî, mevâkıt, 6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/137.
[50] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/138.
[51] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/138.
[52] Buhârî, mevâkît, 9, 10; ezan 18; Müslim, mesâcid 180,
181, 183, 184, 186; Tirmizî, me-vâkît 7; Nesâî, mevâkît 5; Ahmed b. Hanbel,
II, 29, 238, 256, 266, 285, 318.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/138-139.
[53] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/139-140.
[54] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/140.
[55] bk. Bir önceki hadisin kaynakları.
[56] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/141.
[57] Câbir b. Semure Ashabtandır. Hz. Peygamber'den yüz
kırk altı hadis rivayet etmiştir. Bunlardan ikisini Buharî ve Müslim müştereken
rivayet etmiştir. Ayrıca sadece Müslim'de yirmi altı rivayeti vardır. Sa'd b.
Ebî Vakkâs, Hz. Ömer, Hz. Ali, Ebû Eyyüb (r. an-hüm) gibi büyük sahâbîlerden de
hadis rivayet etmiştir. Babasından yaptığı rivayetler de vardır. H. 72 veya 73
senesinde Kûfe'de veât etmiştir. (Bilgi için bk. İbn Sa'd, Taba-kât, VI, 24;
Buhârî, et-Târihuıl-kebîr, II, 205; Hatib, Tarihu Bağda d, I, 186; İbnu'l-Esîr,
Üsdu'I-ğâbe, I, 254; Zehebî, A'lâmu'n-nubelfi, III, 186-188, İbn Hacer,
el-İsâbe, I, 212; Tehzibul-Tehzib, II, 39; îbnu'I-limâd, Şezerâtu'z-zeheb, I,
74).
[58] Müslim, mesâcid
160; ibn Mace, salât 3; Ahmed b. Hanbel, V, 91, 106.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/141.
[59] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/142.
[60] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/142.
[61] Buhârî, mevâkit, B, 18, 21; i'tisam 16; Müslim,
mesâcid 176, 193, 233; Nesâî, mevâkît 8, 12, 1"5, 18; Ibn Mâce, salât 1,
5; Tirmizî, salât 1; Ahmed b. Hanbel, III , 131, 184, 209, 214, 217.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/142.
[62] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/142-143.
[63] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/143.
[64] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/144.
[65] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/144.
[66] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/144.
[67] Buhârî, mevâkît 1, 13; Müslim, mesâcid 167, 169,
Nesâî, mevâkît 8; İbn Mâce, salât. 5 (benzeri); Tirmizî salât 6; Muvatta',
salât 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/144.
[68] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/144-145.
[69] Ali b. Şeybân Yemâmelidir. Benû Hanîfe'den Resûlullah
(s.a.)a gelen heyetin içinde idi. Bazı rivayetleri Buhârî (Edebü'l-Mufred'de)
Ebû Dâvûd, İbn Mâce ve İbn Hüzeyme tarafından
nakledilmiştir. (Bilgi için bk. Ibnu'1-Esir, Üsdu't-ğabe, IV, 90-91; ibn Hacer,
el-tsâbe, II, 507).
[70] Bu hadisi sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/145.
[71] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/145-146.
[72] Buhârî, Cihâd 98, meğazî 39; Müslim mesâcid 202 ?0fi:
Tirmizî, tefsir-i sflre(2), 31; İbn Mâce, salât 6; Nesâî, salât 14, Ahmed b. Hanbe!, I, 79, 113,
122. '26, 135, 137, İ46, 150, 152, 404, 456.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/146.
[73] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/146-148.
[74] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/148.
[75] Ebu Yûnus; İbn- Sa'd bu zatı ikinci tabaka içerisinde
zikreder. İbn Hibbân da "sikalardandır" der. Müslim'de ve Sünen'lerde
iki hadisi vardır. (Bilgi için bk. Ibnu'l-Kayserânî, el-Cem' beyne
ricali's-Sahihayn, II, 601).
[76] el-Bakara(2), 238.
[77] Müslim, Mesâcid 207; Nesâî, salât 14; Vesâyâ 4;
Tirmizî, tefsirü sûre 3, 29; Muvattâ',
cemaa 25, 26; Ahmed b. Hanbel, VI 73, 178.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/148-149.
[78] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/149.
[79] Zeyd b. Sabit: Ensârdan olup Neccâr oğullarına
mensuptur. Efendimiz Medine'ye hic ret ettiklerinde, on bir yaşında idi.
Ashabın en âlimlerindendi. Şâ'bî, kendisi için "ferâ-iz ve Kur'an'da
üstündü" der. Kabre konulduğunda, Ibn Abbas: "İlmin nasıl gittiğini
görmek isteyen varsa, işte ilim böyle gider. Vallahi bugün çok ilim defnedildi,
Ebû Hureyre de: "Bugün ümmetin en bilgini öldü, umarım Allah ona İbn
Abbâs'ı halef kılar" demiştir. Zeyd b. Sabit, Resûlullah'tan doksan uç
hadis rivayet etmiştir.
Bunlardan beşi Buhârî
ve Müslim'de, dördü sadece Buharî'de, biri de yalnızca Müslim'de mevcuttur.
(Bilgi için bk. Ibn Sa'd, Tabakât, II, 358; Buhârî, et-Târihu'1-kebir, III,
380-381; Ibn Ebî Hatim, el-Cerh ve't-ta'dil III, 558; tbnu'1-Esir, Üsdu'J-gabe,
II, 278; Zehebî, A'lâmu'n-nuUelâ, II, 426 - 441: Ibn Hacer, el-İsâbe, I, 561 -
562; Tehzîbu't-Tehzib, III, 399; lbnu'1-îmad, Şezerâiu'z-zeheb I, 54, 62;
Ansarî, Asr-ı Saadet (Ashâb-ı kiram), III, 405 - 424.)
[80] Ahmed b. Hanbel, V, 183.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/149-150.
[81] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/150.
[82] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/150.
[83] Buhârî, mevâkît, 28; Müslim, mesâcid 165; İbn Mâce,
salât 11, Nesâî, mevâkît 11, 28; Tirmizî, mevâkît 23; Dânmî, salât 22; Ahmed b.
Hanbcl, II, 254, 282 muvatta, salât 5.
Sünen-i Ebu Davud Terceme
ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/150-151.
[84] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/151-152.
[85] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/152.
[86] Şüphe râvilerden birine aittir.
[87] Şüphe râvilerden birine aittir.
[88] Müslim, mesâcid 195; Nesâî, mevâkît 9; Tirmizî,
mevâkît 65; muvatta, kur'ân 46; Ah-med b. Hanbel, III, İ49, 185.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil
Yayınları: 2/153.
[89] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/153-154.
[90] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/154.
[91] Buhârî,
mevâkît, 14; menâkıb 25; Müslim, mesâcid 200, 201; fiten 11; Nesâî, salat 17;
mevâkît 9; Tirmizî, mevâkît 14; İbn Mâce, salât 6; Dârimî, salât 27; muvatta',
vukût's-salat, 21, Ahmed b. Hanbel, II / 8, 13, 27, 48, 54, 64, 75, 76, 102,
134, 145, 148.
[92] Buhârî, mevâkît, 14; menâkıb 25; Müslim, mesâcid 200,
201; fiten 11; Nesâî, salat 17; mevâkît 9; Tirmizî, mevâkît 14; İbn Mâce, salât
6; Dârimî, salât 27; muvatta', vukût's-salat, 21, Ahmed b. Hanbel, II / 8, 13,
27, 48, 54, 64, 75, 76, 102, 134, 145, 148.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/154-155.
[93] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/155.
[94] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/155.
[95] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/155.
[96] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/156.
[97] Buhârî, salât 18; Müslim, mesâcid 217; İbn Mâce, salât
7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/156.
[98] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/156.
[99] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/156.
[100] Seleme b. el-Ekvâ':
Meşhur sahâbilerdendir. Rıdvan biatinde bulunmuş ve Efendimize uç kere biat
etmiştir. Son derece cesurdu. İyi ok atar ve ata binerdi. Resûlullah (s.a.)'dan
yetmişyedi hadis rivayet etmiştir. Buhârî ve Müslim bunların on altısında
müttefiktir. Ayrıca Müstakil olarak Buhârî'de beş, Müslim'de de yedi rivayeti
vardır. (Bilgi İçin bk. İbn Sa'd, Tabakât, IV, 305; Buhârî, et-Tarihu'1-kebir,
IV, 69; Îbnu'l-Kayserânî, el-Cem' beyne ricâli's-sahihayn, I, 190; îbnu'l Esir,
Üsdu'l-ğâbe II, 423; Zehebî, A'laraıTn-nubelâ, III, 326-331; tbn Hacer, el-Isâbe,
66-67; TehzibıTt-Tehzib, IV, 150; tbnu'1-lmâd, Şezerâtu'z-zeheb, I, 81; Ansârî,
Asr-i Saadet (Ashâb-ı Kiram), II, 423-429.
[101] Buhârî, mevâkît 18; Müslim, mesâcid 216; Tirmizî,
mevâkit 8; İbn Mâce, salât 7; Dâri-mî, salât 16; Ahmed b. Hanbel. IV, 45.
Sünen-i Ebu Davud Terceme
ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/156-157.
[102] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/157.
[103] Şüphe râvüerden birine aittir.
[104] İbn Mâce, salât 7, Ahmed b. Hanbel, IV, 147; V, 417,
422; İbn Huzeyme, Sahîb, I, 174-175, Hâkim, el-Müstedrek, I, 190.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/157-158.
[105] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/158.
[106] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/158.
[107] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/158.
[108] Nu'mân b. Beşîr
b. Sa'd b, Sa'lebe: Ensârdandır ve Hazrec kabilesindendir. Hz. Peygamber
(sallellahü aleyhi ve sellem) Medine'ye teşrif ettikten sonra Ensar'dan Medine'de
dünyaya gelen ilk çocuk olmuştur. Hicretin 2'nci senesinde doğmuştur.
Efendimizden yüz yirmi dört hadis rivayet etmiştir. Bunlardan beşi
müttefekün aleyh tir. Ayrıca Buhârî'de bir, Müslim'de de dört rivayeti vardır.
H. 64 veya 66 yılında Halid b. Hâlidd adında biri tarafından Öldürülmüştür.
(Bilgi için bk. İbn Sa'd, Tabakât, VI, 53; Buhârî, el-Târihu'l-kebîr, VIII, 75;
tbn Ebî Hatim, el-Cerb ve't-ta'dfl, VIII, 444; İbnu'1-Esîr Üsdu'l-gfibe, V,
326; Zehebî, A'lâmu'n-mıbelâ, III, 411-4I2;"lbn Hacer, el-İsâbe, III, 559;
Tehzibu't-Tehzîb, X, 447; Ibnu'1-İmâd, Şezerâtu'z-zeheb, I, 72).
[109] Tirmizî, salât 9; Nesâî, mevâkît 19; Dârimî, salât 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/158-159.
[110] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/159.
[111] Müslim, mesâcid 220; Nesâî, mevâkît 21.
Sünen-i Ebu Davud Terceme
ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/159-160.
[112] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/160.
[113] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/160.
[114] Kutûb-i Sitte müelliflerinden sadece Ebû Dâvud rivayet
etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme
ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/161.
[115] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/161.
[116] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/161.
[117] Nesâî, mevâkit 21; tbn Mâce, salat 89; Ahmed b.
Hanbel, III, 5.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/161-162.
[118] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/162-163.
[119] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/163.
[120] Buhârî, salat 13, mevâkît 27; Müslim, mesâcid 230,
231, 232; Tirmizî, mevâkît 2; Nesâî, mevâkît 21.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/163.
[121] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/163-164.
[122] Nitekim Hz. Aişe'nin rivayet ettiği hadisten bu konu
anlaşılmaktadır.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/164.
[123] Râfî' b. Hadîc b. Râfî: Ensârın Hazrec kulundandır.
İlk önce Uhud daha sonra da Hendek gazalarına iştirak etmiştir. Efendimizden
78 hadis rivayet etmiştir. Şeyhân (Buhârî ve Müslim) bunların beşinde
müttefiktir. Ayrıca Müslim'de üç rivayeti vardır. H. 73 veya 74'de vefat
etmiştir. (Bilgi için bk. Buhârî, et-Târihu'1-kcbir, III, 299; Ibn Ebi Hatim,
el-Cerh ve't-ta'dil, III, 479; İbnu'l-Kayserânî, el-Cem' beyne
ricali's-sahîhayn, I, 139; lbnu'1-Esir, Üsdu'1-ğâbe, I, J51; Zehebî,
A'lâmu'n-nubelâ, III, 181-183; tbn Ha-cer, el-İsâbe, I, 495; Tehzibu'J-Tehzib,
III, 229; İbnu'l- İmâd, Şezerâtu'z-zeheb, I, 82; Ansârî, Asr-ı Saadet {Ashab-ı
Kiram), III, 395-397).
[124] Şüphe râvilerden birisine aittir.
[125] Tirmizî, mevâkît 3 (Benzeri); Nesâî, mevâkit 27
(Benzeri); İbn Mâce, salât 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/165.
[126] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/165.
[127] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/166.
[128] Abdullah b.
Sunâbihî; Bu zâtın sahâbî olup olmadığı İhtilaflıdır, tbn Maîn Medine'liler-den
bir sahâbî olduğunu söyler. Resûlullah'tan ve Ubâde b. Sâmit'den hadis rivayet
etmiştir. (Bilgi için bk. Ibnu'1-Esir, Üsdu'1-ğâbe, III, 281-282).
[129] Ebû Muhammed, Mes'ûd b. Evs b. Zeyd el-Ensârî'dir.
Bedir ve Akabe'de bulunmuş tur. İbn Hibbân, Sahâbî olduğunu söyler. (Bilgi için
bk. tbmı'1-Esîr, Üsdü'1-ğabe, V, 158; tbn Hacer, el-tsâbe, III, 522).
[130] Ubâde b.
es-Sâmit: Hazrec kabilesine mensuptur. Akabe biatinde hazır bulunanlardandır.
Resûlullah (s.a.)ın bütün savaşlarına katılmış ve Rıdvan bey'atinde hazır
bulunmuştur. Hz. Peygamber'den 181 hadis rivayet etmiştir. Buhârî ve Müslim
bunların altısını müştereken, ayrıca her biri bir hadisini kitaplarına
almışlardır. Buhârî, et-Tarihu's-Sağîr'inde Ubâde'nin Hz. Peygamber zamanında
Kur'an-ı Kerim'i toplayanlardan olduğunu kayd eder. H. 34 yılında Şam'da 72
başında vefat etmiştir. (Bilgi için bk. îbn Sa'd, Tabakât, III, 546, 621;
Buhârî, et-Târihu'1-kebir, VI, 92; tbn Ebî Hatim, el-Cerh ve't-ta'dîl, VI, 95;
Îbnu'1-Esir, Üsdu'l-ğabe, III, 160; Zehebî A'lâmu'n-nubelâ, II, 5-11; tbn
Hacer, el-tsâbe ; Tehzîbu't-Tehzîb, V, 111 -112, tbnu'1-tmâd, Şezerâtu'z-zeheb,
I, 40, 62; Ansa-rî, Asr-ı Saadet, (Ashâb-ı Kiram), III, 473-480).
[131] Nesâî, salât 6, b. İbn Mâce, ikâme 194;Dârimî, salât
208; Muvatta, salâtu'1-leyl, 14; Ah-med b. Hanbel, V, 315, 317.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/166-167.
[132] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/167-168.
[133] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/168.
[134] Ümmü Ferve: Hz. Ebû Bekr'in baba bir kız kardeşidir.
Hz. Ebû Bekir kendisini (Ümmü Ferve'yi) Eş'as b. Kays ile evlendirmiş ve bu
evlilikten Muhammed b. Eş'as dünyaya gelmiştir. (Bilgi için bk. İbnu'1-Esir,
Üsdu'1-ğâbe, VII, 377; Ibn Hacer, el-isâbe, IV, 483).
[135] Tirmizî, mevâkıt, 15.
[136] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/168-169.
[137] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/169-170.
[138] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/170.
[139] Ahmed b. Hanbcl, IV, 344.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/170.
[140] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/171.
[141] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/171.
[142] Umara b. Rueybe; Resûlullah'tan dokuz hadis rivayet
etmiştir. Bunlann ikisi Müslim'in Sahih'inde mevcuttur. (Bilgi için bk. İbnu'1-Esir,
Üsdu'1-ğâbe, IV, 138, İbn Hacer, el-Isâbe, II, 515).
[143] Müslim salat 13, 21; mesâcid2I3, 214, Nesâî, salat 13,
21; Ahmed b. Hanbel IV, 136, 261.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/172.
[144] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/172-173.
[145] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/173.
[146] Ebu'd-Derdâ, Uveymir b. Mâlik: Ensârın Hazrec
kabilesindendir. Bedr günü müslüman olmuştur. Uhud gazasına iştirak etmiş ve
Hz. Peygamber'in övgüsünü kazanmıştır. Kendisinden 179 hadis nakledilmiştir.
Bunların ikisinde Buhârî ve Müslim müttefiktir. Ayrıca sadece Buhârî'de üç,
Müslim'de de sekiz rivayeti vardır. Hz. Peygamber onu Avf b. Mâlik'le kardeş
yapmıştır. Hz. Ömer'in emri İle Hz. Muâviye onu Şam'a kadı tayin etti. Menkıbe
ve faziletlerine dair birçok rivayet bulunmaktadır. (Bilgi için bk. İbn Sa'd,'
Tabakât, VII, 391-393; İbn Ebî Hatim, el-Cerh ve't-ta'dîl VII, 26-28;
İbnu'1-Esîr, Üsdü'I-ğâbe, VI, 97; Zehebî, Tezkirem'1-huffaz, I, 24; A'lamıı'n-nubclâ.
II, 335-353; İbn Ha-cer, el-İsâbe III, 45-46, Tehzibu't-Tehzib, VIII, 175-177,
lbnu'1-fmad, Şezerâtu'z-zeheb, I, 39, 44; Ansârî, Asr-ı Saadet (Ashâb-ı Kiram)
III, 254, 271).
[147] Ahmed b. Hanbel, 1, 46; II, 362; V, 367.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil
Yayınları: 2/173-174.
[148] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/174.
[149] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/174-175.
[150] 1bn Mâce, ikâme 194.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil
Yayınları: 2/175.
[151] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/175.
[152] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/175-176.
[153] Şüphe ravilerden birine aittir.
[154] Muslim, mesâcid 26, 236, 241, 243, 244; Tirmizî,
mevâkît, 17; tbn Mâce, ikâme 150; cihâd 40; Nesâî, imame 55 Ahmed b. Hanbel, I,
400, 409, 455, 459; III, 445, 446, V,168, 169, 314, 315, 329, VI 7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/176.
[155] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/176-177.
[156] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/177.
[157] Muslim, mesâcid 26 (benzeri); îbn Mâce, ikâme 150;
Ahmed, Hanbel IV, 124; V, 232.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/177-178.
[158] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/178.
[159] lbn Mâce, ikâme 150; Ahmed b. Hanbel, V, 314, 315,
329, VI; 7.
[160] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/178-179.
[161] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/179.
[162] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/179-180.
[163] Kabisa b. Vakkas: Basrahlardan sayılır. Buhârî'nin
dediğine göre, sahabîdir. Zehebî,kendisinden sadece bu hadisin rivayet
edildiğini söyler. (Bilgi için bk. İbnu'1-Esîr, Üsdu'lğabe, IV, 384 - 385; İbn
Hacer, el-İsâbe, III, 223).
[164] Müslim, mesacid 26, 238, 241, 243, 244; Nesâî, imame,
55; tbn Mâce, ikâme 150; cihad40; Ahmed b. Hanbel, I, 400, 409, 455, 459; III,
445, 446; V, 168, 169, 314, 315, 329;VI, 7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil
Yayınları: 2/180.
[165] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/180.
[166] Tâhâ (20), 14, Âyet-i kerime, "Li'z-zikrâ"
şeklinde hadis-i şerifte harekelidir. Ancak bu kıraat şazdır. Meşhur oİan
kıraat "Beni hatırlamak için namaz kıl" şeklindedir.
[167] Müslim, mesâcid 309; Nesâî, mevâkît 52, 54; Tirmizî:
tefsir Sûre (20) 1; tbn Mâce, salât 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/181-182.
[168] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/182-183.
[169] el-CunTa(62), 9.
[170] el-Mâide(5), 58.
[171] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/183-185.
[172] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/185-186.
[173] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/186.
[174] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/186-187.
[175] Müslim,mesacit 311; Nesâî, mevâkit 53; tbn Mâce, salat
10; Tirmizî mevakİt 16; Ahmed b. Hanbel.V, 298.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil
Yayınları: 2/187-188.
[176] el-Kehf (18), 10.
[177] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/188-189
[178] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/189-190.
[179] Efendimiz Ebû Katâde için, "Süvarilerimizin en
hayırlısı Ebû Katâde'dir" buyurduğu için bu lâkapla meşhur olmuştur.
[180] İbn Reslân, bu kelimenin "kamet etme"
manasında olduğunu söyleyenlerin de bulunduğunu haber vermektedir.
[181] Dârimî, siyer 12; Ahmed b. Hanbel, V, 299, 300.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil
Yayınları: 2/190-191.
[182] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/191-192.
[183] bk. Buhârî, mevâkît 35; tevhîd 31; Nesâi, imame 47;
Ahmed b. Hanbel, V, 307.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/192.
[184] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/192-193.
[185] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/193-194.
[186] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/194.
[187] Müslim, mesâcid 311; Tirmizî, mevâkît, 16; Nesaî,
mevâkît 53.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/194.
[188] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/194-95.
[189] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/195.
[190] Buhâri, mevakit 37; Müslim, mesacid 309, 314, 316;
Nesâî, mevakit 52,-54; İbn Mâce, salat 10, 11, 26; ikâmet 122; Tirmizî, salat
16, 17; Muvatta',vukûtu's-salat 25;
Ahmed b. Hanbel, 111,31, 44.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil
Yayınları: 2/194-195.
[191] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/195.
[192] Ancak şunu belirtelim ki; çeşitli hileler yapılarak
fakirlere verilmesi gereken miktar -maalesef - çoğu kere hak sahibi
sayılamayacak kimselerin, hatta imam ve müezzinlerin, ya da bir takım cenaze
merasimi ifâ edenlerin eline geçmektedir. Bilinmelidir kî, tslâm dini bu tur
nahoş uygulamalardan münezzehtir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/195-196.
[193] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/196.
[194] tmrân b. Husayn Ebû Nuceyd el-Huzal; Hayber'in fethi
yılında Müslüman olmuştur. Sahabİlerin ileri gelenlerindendir. Fazıl ve fakih
bir zat idi. İbn Sa'd, meleklerin îmrân b. Husayn ile musafaha edip kendisine
selâm verdiklerini, İbn Abdi'1-berr de, Basralıla-rın onun hakkında
"Hafaza meleklerini görür ve onlarla konuşur" dediklerini söyler. Hz.
Peygamber'den 180 hadîs rivayet etmiştir. Bunların sekizi müttefekun aleyhtir.
Ayrıca Buhârî'de dört, Müslim'de dokuz rivayeti vardır. H. 52 senesinde vefat
etmiştir. (Bilgi için bk. İbn Sa'd, Tabakât, IV, 287; Buharı,
et-Târîh'ui-kebir, VI, 408; tbn Ebî Hatim, el-Cerh ve't-ta'dil, VI, 296;
İbnu'l-Kayserânî, el-Cem' beyne ricali's-Sabihayn, I, 388; İbnu'1-Esir,
Üsdu'l-ğabe, IV, 281; Zehebî, A'lâmu'n-nubelâ, II, 508 - 512; ibn Hacer,
el-tsâbe, III, 26 - 27; Tehzibu't-Tehzîb, VIII, 125 -126, tbnu'1-tmâd,
Şerezâtu'z-zeheb, I, 62).
[195] Müslim, mesâcid 312.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/196-197.
[196] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/197.
[197] Amr b. Umeyye ed-Damrî; Meşhur bir sahabidir,
Müşrikler Uhud'dan ayrıldıkları za man Müslüman olmuştur. Gayet cesur idi. İlk
katıldığı sefer, Bi'rü Maûne olmuştur. Hz. Peygamber'den 20 hadis rivayet
etmiştir. Bir rivayetinde Buhârî ve Müslim müttefiktir. Ayrıca Buhârî'de bir
başka rivayeti vardır. Muaviye (r.a.)ın hilâfeti esnasında Medine'de vefat
etmiştir. (Bilgi için bk. İbn Sa'd, Tabakât, IV, 248; Buhârî,
et-Târihu'1-kebîr, VI, 307; İbn Ebi Hatim, el-Cerh ve't-ta'dil VI, 220;
tbnu'l-Kayserânî el-Cem' beyne ricâli's-Sahihayn, 1,362; îbmTl-Esir, 181; İbn
Hacer, el-tsâbe, II, 524; Tehzibu't-Tehzib, VIII, 6).
[198] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/197-198.
[199] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/198.
[200] Zûmihber el-Habeşî: Sahâbîdir. Bazı kaynaklardan
isminin Zi Mihber değil Zü Mİhmer olduğu kaydedilir. Necâşî'nin erkek
kardeşinin oğludur. Resûlullah aleyhisselâma hizmette bulunmuştur. Resulullaha
elçi olarak geldi sonra Şam'a geçti ve orada vefat etti. (Bilgi için bk.
Ibnu'1-Esir, Üsdıi'1-Ğâbe, H, 178 ; Ibn Hacer, el-İsâbe, I, 488).
[201] Bu ifade Hz. Peygamberin suyu gayet az kullandığına
işaret etmektedir.
[202] Bazı nüshalarda "sâlih" bazılarında da
"subh" ve "Subeyh" şeklinde geçmektedir.
[203] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/198-199.
[204] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/199.
[205] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/199.
[206] Nesâî, mevâkît, 55.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil
Yayınları: 2/199-200.
[207] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/200-202.
[208] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları
2/202.
[209] Merfu' kısmı sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir. Mevkuf
kısmını Buhârî ta'lıkan rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları 2/202-203.
[210] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları
2/203-204.
[211] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları
2/204-205.
[212] Nesâî, mesâcid 2; İbn Mâce, mesâcid 2; Dârimî, salât,
123; Ahmed b. Hanbel, III 134, 145, 152, 230, 283.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları 2/205.
[213] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları
2/205.
[214] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları
2/205.
[215] Osman b. Ebi'l-As Sakîf kabilesindendir. Bu kabileden
Rasûlullaha gelen heyet içinde idi. Hz.Peygamber kendisini Taife âmil tayin
etmiştir. Hz. Ebû Bekir de aynı vazifeden onu almamıştır. Hz. Ömer ise onu
Umman ve Bahreyn'e âmil tayin etmiştir. Hz. Pey-gamber'den dokuz hadîs rivayet
etmiştir. Hz. Muaviye'nin hilâfeti devrinde Basra'da vefat etmiştir.(Bilgi için
bk. İbn Sa'd, Tabakaât, V, 508; lbnu'1-Esir, Üsdü'1-ğabe, III, 579; Zehebî,
A'lâmu'n-nubelâ, II, 374 - 375; Ibn Hacer, el-İsâbe, II, 460 ;
Tehzibu't-Tehzib, VII, 128 - 129, İbnu'l-limâd, Şezerâtu'z-zeheb, I, 36).
[216] İbn Mâce, mesacid 3.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları 2/205-206.
[217] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları
2/206.
[218] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları
2/206.
[219] Buhârî, salât, 62; Ahmed b. Hanbel, II, 130.
[220] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları
2/206-207.
[221] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları
2/207-209.
[222] Sadece Ebu Davud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları 2/209.
[223] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları
2/209-210.
[224] Arap şiirinde bir aruz veznidir. Bazı âlimler bunun
şiir değil secİ'Ii bir söz olduğunu söylerler.
[225] Buhârî, salât, 48; Buyû'lı; vesâyâ, 27, 30, 34; Medine
1; Menâkibu'l-Ensâr, 46; Müslim, mesâcid 9; Nesâî, mesâcid 12; Ahmed b. Hanbel,
III, 118, 163, 212, 244.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları 2/210-211.
[226] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları
2/211-212.
[227] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları
2/212-214.
[228] Yâsîn (36), 69.
[229] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları
2/214.
[230] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları
2/214-215.
[231] bk. önceki hadisin kaynakları.
[232] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları
2/215-216.
[233] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları
2/216.
[234] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları
2/216.
[235] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları
2/217.
[236] Tirmizî, Cum'a 64; Ibn Mâce, Mesâcid 9; Ahmed b.
Hanbel, IV 279.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları 2/217.
[237] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/217-218.
[238] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/218.
[239] Metindeki "mahallelerimizde veya
evlerimizde" kelimesi, bazı nusnalarda "memleketimizde"
şeklindedir. Ahmed b. Hanbel'in rivayeti bu şekildedir.
[240] Ahmed b. Hanbel, V, 17. 371; Tirmizî, cum'a 64; Ibn
Mâce, mesacid 8, 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları 2/218.
[241] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları
2/219.
[242] Hz. Meymûne, Sa'd'ın kızıdır. Hz. Peygamber (s.a.)in
hizmetçisi idi. İbn Reslân, Mey-mûne'nin Ebû Dâvûd'da dört rivayeti olduğunu
söylemiştir. Ayrıca, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce'de de rivayetleri
bulunmaktadır. (Bilgi için bk. lbnu'1-Esîr, Üsdu'1-ğabe, VII, 275; ibn Hacer,
el-İsâbe, IV, 413 - 414.
[243] İbn Mâce, İkâme
196; Ahmed b. Hanbel, VI, 463.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları 2/219.
[244] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/219-220.
[245] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/220.
[246] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 2/220-221.
[247] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/221.
[248] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/221.
[249] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınları: 2/221.
[250] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/222.
[251] Sadece Ebû Dâvüd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 2/222.
[252] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/222.
[253] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/222-223.
[254] Tirmizî, Sevâbü'l-Kur'ân 19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/223.
[255] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/223-225.
[256] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/225.
[257] Ebû Dâvûd, salât 53'de 571. hadis olarak tekrar
edilmektedir.
[258] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/225.
[259] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/226.
[260] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/226.
[261] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/226-227.
[262] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/227.
[263] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/227.
[264] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/227.
[265] Ebû Humeyd; isminin Abdurrahman b. Sa'd, Abdurrahman
b. Amr b. Sa'd ve Mun-zir b. Sa'd olduğuna dair görüşler vardır. Abbas b. Sehl
b. Sa'd'in amcası olduğu söylenir. Uhud ve ondan sonraki gazvelere iştirak
etmiştir. Resûlullah'dan 26 hadis rivayet etmiştir. Bunlardan uçu n.uttefekun
aleyhtir. Ayrıca Buhârî ve Müslim'de münferiden birer rivayeti vardır.
Muâviye'nİn hilâfetinin son günlerinde veya Yezîd'in ilk günlerinde vefat
etmiştir. (Bilgi için bk. Ibn Ebî Hâlim, el-Ccrh ve't-ta'dîl, V, 237;
İbnu'1-Esir, Üsdü'l-gabe, III, 453; Zehebî, A'lâmu'n-nubelâ, II, 481; îbn
Hacer, el-İsâbe, IV, 46; Tehzibu't-Tehzîb.VI, 184;
İbnu'I-Imâd,Şe;eerâtırz-zeheb,I, 65).
[266] Ebû Useyd: Mâlik b. Rabî'a b. Beden, Bedr harbine
katıldı. Hz. Peygamber (s.a.)den 28 hadis rivayet etmiştir. Bunlardan birisi
müttefekun aleyhtir. Ayrıca mustakilen, Bu-hârî'de iki, Müslim'de bir rivayeti
vardır. H.60 senesinde vefat etmiştir. Bedr'e iştirak eden sahabilerden en son
vefat eden olduğu söylenir. Sonraki râviler, sahabi râvinin Ebû Humeyd mi,
yoksa Ebû Useyd mî olduğunda şek etmişlerdir. Müslim'deki rivayet de burada
olduğu gibidir. İbn Mâce bir rivayetinde seksiz olarak Ebû Humeyd'den diğer bir
rivayetinde de "Ebû Humeyd ve Ebû Useyd diyorlar ki" şeklindedir.
(Bilgi için bk. Ibn Sa'd, Tabakât, III, 557 - 558; Buhârî, et-Târihu'1-kebir,
VII, 299; İbnu'l-Esîr, Üsdu'l-ğâbe, V, 23; Zehebî, A'Iâmu'n-nubelâ, II, 538 -
540: Ibn Hacer, el-İsâbe, 111,344:
Tehzîbu't-Tehzîb,X, 15-16).
[267] Müslim, müsâfirin 68; Nesâî, mesâcid 36; Ibn Mâce,
mesâcid 13; Tirmizî, salât 117; Dâ-rimî, isti'zân 56; Ahmed b. Hanbel, III,
497; V, 435.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/228.
[268] el-Ahzâb (33), 56
[269] İbn Mâce,
mesâcid 13; Ahmed b. Hanbel, VI, 282, 283.
[270] Tırmizî, salat, 117.
[271] el-Cum'a (62), 10.
[272] ez-Zuhruf (43),
32.
[273] el-Bakara (2)
198.
[274] el-Cum'a (62),
10.
[275] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/229-230.
[276] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/229.
[277] Son cümle birinci
nın failinin Ukbe olduğu gozonune alınarak terceme edilmiştir. Failin Hz.
Peygamber'e râcî olması da muhtemeldir. Bu durumda bîr hazf söz konusudur. O
zaman mâna; "Ukbe, hayır hadis bitmedi, tamamı şudur: ResuluNah (s.a.);
mescide giren bunu söyleyince şeylan, günün geri kalanında da benden eminoldu
der,buyurdu" şeklinde olur. Hadisi
sadece Ebû Dâyûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/230-231.
[278] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/231-232.
[279] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/232.
[280] Buhârî, teheccud 25; Müslim, musâfırîn 69, 70; Nesâî,
mesâcıd 37; Tirmızî, mevâkît 118; İbn Mâce, ikâme 57.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/232.
[281] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/232-234.
[282] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/234.
[283] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/234-235.
[284] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/235.
[285] Buhârî, ezan 30, 36; buyu 49; Müslim, mesâcid 273,
274, 275, 276; Nesâî, mesacid 40; Tirmizî, salât 128; Ibn Mâce.mescâcid 19;
Dârimî, Salât 122; muvatta, sefer 51, 54; Ah-med b. Hanbel, 11,312, 486, 502.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/235.
[286] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/235-236.
[287] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/236.
[288] Buhâri, salât 87; ezan 36; Müslim, mesâcid 274, 273;
Ibn Mâce, mesâdd 14, 19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/236.
[289] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/237.
[290] Bir önceki hadisin kaynakları.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/237.
[291] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/237.
[292] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/237-238.
[293] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/238.
[294] Müslim, mesâcid 79; İbn Mâce, mesâcid 11; Nesâî,
mesâcid 25; Ahmed b. Hanbel, II, 349.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil
Yayınları: 2/238-239.
[295] Tİrmİzî, büyü 76; Dârimi, salât 118.
[296] Ebû Dâvûd,
tatavvu 25; Ahmed b. Hanbel, III, 94.
[297] İbn Mâce, mesâcid 5.
[298] bk. Muvatta, nida 29; Ahmed b. Hanbel, II, 36, 67,
129, IV, 344.
[299] bk. el-Menhel, IV, 89.
[300] bk. aynı yer.
[301] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/239-241.
[302] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/241.
[303] Müslim, mesâcid 56; Ahmed b. Hanbel, III, 289; V, 260.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/242.
[304] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/242-243.
[305] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/243.
[306] Buhârî, salât 37; Müslim, mesâcid 55, 57; Tirmizî,
cuma, 49; Dârimî, salât 116; Ahmed b. Hanbel.III, 232, 274, 277.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/243.
[307] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/244.
[308] Ahmed b. Hanbel, III, 109, 209, 234, 277.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/244.
[309] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/244.
[310] Ahmed b. Banbel.II, 260, 318, 324, 415, 471, 472, 532.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/244-245.
[311] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/245.
[312] Tank b. Abdillah : Kufeli'dir. Hz. Peygamberle görüşmüş
ve ondan iki veya üç hadîs rivayet etmiştir. {Bilgi için bk. İbnu'1-Esîr,
Üsdu'1-gâbc, III, 71; İbn Hacer, cl-İsâbe,II, 220).
[313] Buradaki şek râvileden birine aittir.
[314] Nesâî, tahâre 192; Tirmizî, cum'a 49; ibn Mâce,
ikâmetü's-sala 61.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/245.
[315] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/245-247.
[316] bk. Buhârî,edeb75;el-'amelfi's-salât 12; Dârimî, salât
116,'Ahmed b. Hanbel, II, 6, 141.
[317] Buhârî, salât 36; Müslim, mesacid 51, 52.
Sünen-i Ebu Davud Terceme
ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/247-248.
[318] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/248-249.
[319] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/249.
[320] Buhân, salât 34, 36,
[321] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/249-250.
[322] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/250.
[323] Bu zat, sahâbilerin meşhurlarından olmadığı veya
sahabîliği hakkında ihtilâf edildiği için "Resûlullah'in ashabından"
kaydı konulmuştur. (Bilgi için bk. İbnu'1-Esir, Üsdu'l-ğabe, II, 313 - 315; ibn
Hacer, el-İsâbe, II, 10).
[324] Sadece Ebû Davud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/250-251.
[325] el-Ahzâb (33), 57.
[326] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/251.
[327] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/251-252.
[328] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/252.
[329] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/252.
[330] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/252.
[331] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/252.
[332] Vasile b. el-Eska': Sahâbidir. Tebûk seferinden önce
müsluman olmuş ve Hz. Peygamberle birlikte bu sefere katılmıştır. Ehl-i Suffadandır.
Hz. Peygamber'den 36 hadîs rivayet etmiştir. Buharı ve Müslim'de ayrı ayrı iki
rivayeti vardır. H.85 senesinde 105 yaşında vefat etmiştşir. el-Menhel'de H.
83'de 78 yaşında vefat ettiği söylenmekte ise de, önceki tarih daha
sıhhatlidir. Eğer Menhel'in dediği gibi olsaydı, Hz. Peygamber'in vefatında 5-6
yaşlarında olması icab ederdi. Bu yaş ise, ne sefere çıkmaya, ne de hadis
rivayet etmeye uygundur. (Bilgi için bk. İbn Sa'd, Tabakât, VII, 407; Ibn Ebî
Hatîm, el-Cerh ve't-ta'dfl, IX, 47; Ebu Nuaym, HilyetiTI-evliyâ, II, 21;
Ibnu'l-Kayserânî, el-Cem' beyne ricali's-Sahîhayn, II, 544; Ibnu'1-Esîr,
Üsdü'1-ğâbe, V, 428; Zehebî, A'lâmu'n-fıubelâ, III, 383-387; İbn Hacer,
el-İsâbe, III, 626; TehzibıTt-Tehzîb, XI, 101; İbnu'1-Imâd, şezerâtu'z-zeheb, I,
95.)
[333] Sadece Ebû Dâvüd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/253.
[334] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/253.
[335] İbn Tâb, Medıneli bir şahıstır. Bir hurma nevi onun
ismine nisbet edilmekte idi. Resû-lullah'm elindeki çubuk o hurma çeşidinin
salkımının sapından yapılmıştı.
[336] Câbir, hâdiseyi anlatırken zikri geçen mescidde idi.
Bu mescid Benî Seleme mescididir. "Mescidu Benî Haram" da denilir.
[337] Müslim, zuhd 74.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil
Yayınları: 2/253-255.
[338] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/255.
[339] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/255-256.
[340] Buhârî, ilim 6; Nesâî, sıyâm i; îbn Mâce, ikâme, 194.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/256-257.
[341] Benî Bekir, Hz. Peygamberin süt dayılarının
kabilesidir. Süt annesi Halime bu kabiledendir. Ibn îshâk'ın beyânına göre bu
kabile H. 9 senesinde Huneyn savaşından sonra islâm'ı kabul etmiştir.
[342] en-Nûr (24), 63.
[343] Hadisin bu
kısmının tercemesı Tecrîd-i Sarih'ten (I, 70-71) nakledilmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil
Yayınları: 2/257-259.
[344] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/259.
[345] bk. Buhârî, ilim 6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/259-260.
[346] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/260.
[347] Müslim, hudûd 26.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/260.
[348] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/261.
[349] Buhârî, teyemmüm, 1, salât 56, enbiyâ, 40; Tirmizî,
salât 119; Nesâî, ğusl 26, mesâcid 3, 42; İbn Mâce, tahâre 90; Dârimî, siyer 28.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/261.
[350] Bezlu'I-mechûd, III, 336.
[351] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/261-262.
[352] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/262.
[353] İbn Reslan, Hz. Ali'nin bu yolculuğunun Basra'ya
olduğunu söyler.
[354] Yalnız Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/263.
[355] Bu haberleri, Ka'b b. Ahbâr vermektedir. İsrâiUyattan
olması mümkündür.
[356] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/263-265.
[357] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/265.
[358] ibn Mâce, mesâcid 4: tirmizî, salât 119; Ahmed b.
Hanbel, V, 248, 256; Darimî, salât, 11. Tırmızî, bu hadis hakkında: "Bunda
ızdırap var. Sufyân-ı Sevrî Amr b, Yahya'dan o da babası kanalıyla
Resulullah'tah mursel olarak, Hammâd b. Seleme'de, amr b. Yahya'dan o babası
kanalıyle Ebû Said'den O da Resûlullah'tan rivayet etmiştir. Sanki Sev-rî'nin
Amr b. Yahya'dan onun da babasından yaptığı rivayet daha sahih ve
sahihtir" der.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/265.
[359] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/265-266.
[360] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/266.
[361] Müslim, hayz 97; Ebû Dâvûd, tahâre, 71; Ahmed b.
Hanbel, IV, 150, 288, 352, V; 57, 92, 93, 98, 106.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil
Yayınları: 2/267.
[362] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/267.
[363] Sebra b. Ma'bid'dİr. Ibn Avsece b. Harmele b. Sebre b.
Hadic el-Cuhenİ denilmektedir. İbn Hibbân, Rabî'nin babası Sebre b. Mabid ile
Sebre b. Avsece'nin ayrı ayrı şahıslar olduğunu söyler. Bu zat, Resûîullah'dan
19 hadis rivayet etmiştir. Bunun rivayetlerinden Müslim'de bir tane vardır. Hz.
Muâviye'nin hilâfeti esnasında vefat etmiştir. (Bilgi için bk. İbn Ebi Hatim,
el-Cerh ve't-ta'dil, IV, 295| İbnu'l-Kayserânî, el-Cem' beyne
ricâli's-Sahîhayn, I, 210; İbnu'1-Esir, Üsdu'1-ğâbe, 11, 325; İbn Hacer,
el-İsâbe, II, 14).
[364] Tirmİzî, mevâkît 182: Ahmed b. Hanbel II, 180; Dârimî,
salât 141.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/267-268.
[365] Tâhâ(20), 132
[366]
et-Tahrîm (66), 6.
[367] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/268-269.
[368] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/269-270.
[369] Ahmed b. Hanbel, II, 180, 187.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/270.
[370] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/270-271.
[371] Şek râviye
aittir.
[372] Ebû Dâvûd, libâs 34.
[373] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/271.
[374] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/271-272.
[375] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/272.
[376] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/272-273.
[377] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
[378] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/273-275.
[379] bk. Buhârî, cihâd 102; ezan 6; Müslim, salât 9; Ebû
Dâvûd, cihâd 91; Tirmızî, siyer 47; Dârimî, siyer 9; Ahmed b. Hanbel, III, 132,
159, 205, 229, 253.
[380] bk. Tefsir-i Kurtubî, XVI, 31.
[381] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/275-279.
[382] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/279.
[383] Abdullah b. Zeyd: Ebû Muhammed, Abdullah b. Zeyd b.
Abdi rabbih b. Sa'lebe b. Zeyd el-Ensârî, el-Hazreci.
Akabe bey'alında
musluman olan Abdullah Bedr'e ve diğer savaşlara iştirak etmiştir. Ezanı rüyasında
gorduğu için kendisi Sâhibu'I-ezân diye bilinir.
Hz. Peygamberden hadis
rivayet etmiştir. O'nun ezan hadisinden başka rivayeti olmadığı söylenirse de
Ibn Hacer, onun rivayetlerini bir cüzde topladığını belirtir. Kendisinden oğlu
Muhammed, Saİd b. el-Museyyeb, îbn Ebî Leylâ gibi zevat hadis rivayet
etmişlerdir.
64 yaşındayken h. 32'de
vefat etti. Cenaze namazını Hz. Osman kıldırdı. (Bilg i için bk. Ibn
Sa'dTabakât, III, 536 - 537; tbn Ebî Hatim, el-Cerh ve't-ta'dil, V, 57;
İbnu'I-Esir, Üsdu'1-gabe, IH, 247; zehebî.A'larau'n-nubelâ, II, 375-377, İbn
Hacer, el-İsabe,II, 312, Tehzibıı't-Tebzîb; V, 223, 224; Ansarî, Asr-ı Saadet
(Ashab-ı Kiram)III, 503 - 505.)
[384]Tirmizî, mevâkît 25; Ibn Mâce, ezan 1; Dârimî, salât 3;
Ahmed b. Hanbel, IV, 43.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/280-282.
[385] el-Mâide (5), 82.
[386] el-Menhel, III, 133; Mezâhibi
erbaa, I, 312.
[387] Ibn Nuceym, el-Bahr, I, 370.
[388] Tecıid Tercemesi, II, 459.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/282-284.
[389] Ebû Mahzûre el-Cumahî. H. 57 yılında vefat edinceye
kadar Mescid-i Haram'da müezzinlik yapan Ebû Mahzûre'nin isminin Evs veya
Sumeyr olduğuna dair iki ayrı rivayet bulunmaktadır. Kendisi Hz. Peygamberden
hadis rivayet etmiştir. Ondan da eşi oğlu Abdulmelik, el-Esved b. Yezîd,
Abdullah b. Muhayrîz ve İbn Ebî Muleyke gibi zevat hadis rivayet etmişlerdir.
Rivayetleri Müslim'in Camii ve Sünen-i erbaa'da bulunmaktadır. Gür ve tatlı
sesliydi. Kendisinden sonra Mescid-i Haram müezzinliğini çocukları ve torunları
devam ettirmiştir. (Bilgi için bk. İbn Sa'd, Tabakât, V, 450; İbnu'1-Esir,
Üsdu'l-gâbe, I, 150, V, 292; Zehebî, Alâmu'n^nubelâ, III, 117 - 119; İbn Hacer,
eJ-tsâbe, IV, 176; Tehzibu't-Tehzîb, XII, 222; îbnu'Umad, ıŞezerâtu'z-zeheb, I, 65.).
[390] Ahmed b. Hanbel, III, 408, 409.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/285-286.
[391] bk. Tirmİzî,
salât 26; Nesâî, ezan 3, 5; İbn Mâce,
ezan 2.
[392] bk. Abdurrahman el-Cezîrî, Kitabu'1-fıkh
aile'l-mezfihibi'I-erba'a»!, 312 (Beyrut).
[393] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/286-288.
[394] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/288.
[395] Nesâî, ezan 6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/288-289.
[396] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/289-290.
[397] Nesâî, ezan 4; tbn Mâce, ezan 2.
Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/290-292.
[398] İbn Ruşd, Bidâyetü'l-Müctehid (trc. A. Meylânî, IV, 153 - 154).
[399] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/292-294.
[400] Tirmizî, salât 26; Nesâî, ezan 3, 5; îbn Mâce, ezan 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/294-296.
[401] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/296.
[402] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil
Yayınları: 2/296-297.
[403] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları:
2/297.
[404] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/297-298.
[405] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/298-300.
[406] el-Bakara (2), 185.
[407] el-Bakara(2), 187.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi,Şamil Yayınları: 2/300-303.
[408] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/303.
[409] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/304-305.
[410] el-Bakara(2), 187.
[411] el-Bakara(2), 185.
[412] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/305-306.
[413] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/306.
[414] el-Bakara (2),
144.
[415] el-Bakara(2),
184.
[416] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/306-309.
[417] el-Bakara (2), 144.
[418] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/309-311.
[419] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/311.
[420] Buhârî, ezan 1-3; enbiya 50; Müslim, salât 2, 3, 5;
Tirmizî, salât 27; Nesâî, ezan 2; İbn Mâce, ezan 6; Dârimî, salât 6; Ahmed b.
Hanbel III, 103, 189.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 2/311-312.
[421] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/312.
[422] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/313.
[423] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/313.
[424] Nesâî, ezan 2, 28; bk. Buhârî, ezan 2; İbn Mâce, ezan
6; Dârimî, salât 6; Ahmed b. Hanbel II, 87; V, 232, 246.
[425] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/311-314.
[426] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/314-315.
[427] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/315.
[428] Nesâî, ezan 28.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 2/315.
[429] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 2/316.
[430] el-Kâsâni,
bedâyiu's-sanâyi, I, 151.
[431] Hâzimî el-t'tibâr, s.69; Koçkuzu, A.O. Hadiste
nâsih-mensûh, s. 219.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 2/316-317.
[432] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/317.
[433] Tirmizî, salât 32; İbn Mâce, ezan 3; Ahmed b. Hanbel
IV, 169.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 2/318.
[434] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/318-319.
[435] Buhârî, ezan 5; Nesâî, ezan 14; İbn Mâce, ezan 5;
Ahmed b. Hanbel.II, 136, 266, 411, 429, 458, 461; IV, 284.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 2/319.
[436] bk. Buhârî,
ezan 5; tevhîd 56; bedü'1-hak 12;
muvatta', nida 5.
[437] el-Bakara (2),
74.
[438] Hak Dini Kur
âtı Dili, I, 389.
[439] el-Isrâ (17), 44.
[440] Hak Dini kuran Dili, V, 3181.
[441] Bu hususta tafsilât için bk. Şifâ-i Şerîf, trc. F.
Yavuz, I, 94-ßO8.
[442] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/319-321.
[443] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/321.
[444] Buhârî, ezan 4; sehv 6; bedü'1-halk 11; Müslim, salat
16 -19; mesâcid 83; Nesaî, ezan 30; sehv 25; Dârimî, salât 174; muvatta', nida
6; Ahmed b. Hanbel, II, 313,460, 503, 522.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 2/321-322.
[445] Müslim, salat 15.
[446] Müslim, salât 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 2/322-323.
[447] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/323.
[448] Tirmizî, salât 39;
Ahmed b. Hanbel, II, 232, 284, 378, 382, 419, 424, 461, 472, 514; V, 260; VI,
65.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/324.
[449] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/324-325.
[450] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/325.
[451] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/325-326.
[452] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/326.
[453] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/326.
[454] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 2/326-327.
[455] Alûsî, Rûhu'l-MeânU, 102.
[456] Buhârî, teheccüd 14.
[457] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/327-328.
[458] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/328.
[459] Ebu Cûhayfe Vehb b. Ab d Ulah es-Suvâî.
Sığar-ı sahabedendir. Hz. Peygamberin vefatında buluğ çağında idi. Ibn
Abbâs'ın akranmdandır. Hz. Peygamber, Alı ve Berâ'dan hadis rivayet etmiştir.
Kendisinden de oğlu Avn b. Ebî Cuhayfe İsmail b. Ebİ Halıd ve Seleme b. Kuheyl
gibi zevat hadis rivayet etmiştir. Hadisleri Kutub-u Sitte'de yer almıştır. H.
74 yılında vefat etmiştir. (Bilgi için bk. Ibn Sa'd, tabakat,VI, 63; Ibn Ebî
Hatimel-Cerh ve't-ta'dil, IX, 221; Hatib, Tarihu Bağdad, I, 199; Ibnu'I-Esır,
usdu'I-ğabe, V, 95, 107, Zehebî, A'lamıTn-mıbelâ, III, 202-203; Ibn Hacer,
el-İSâbe, III, 642, Tehzibu't-Tehzib, XI, 164; Ibnu'1-lmad, Şezerâtu'z-Zeheb,
I, 82.)
[460] Buhârî, salât 17; cizye 16, menâkıb 23, libâs 42;
Müslim, salât 249, 250; Ebû Dâvûd, edeb 84, 112; Tirnuzî, salât 30; Nesâî,
menâsik 29; Ibn Mâce, ezan 3; Ahmed b. Han-bel I, 401; IV, 308: VI, 24, 341.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/328-329.
[461] Şevkânî, NeylıTI-Evtar, II, 53.
[462] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/330-331.
[463] Tirmizî, salât 44; da'âvât 128.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 2/331.
[464] el-Mutteki, Kenzu']-Ummal,II, 102.
[465] Aynı eser, II, 103.
[466] Aynı eser, II, 101.
[467] bk. el-Aclûnî, Keşfu'1-hafâ, I, 202.
[468] bk. Hak Dini Kur'ân Dili, IV, 2591.
[469] Tirmizi, salât
44; deâvât 128.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 2/331-333.
[470] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/333.
[471] Buhâri, ezan 7; Müslim, salât 10; Tirmizî, mevâkît 40;
Nesâî, ezan 33; İbn Mâce, ezan 4; muvâttâ', nida 2; Ahmed b. Hanbel, III, 6,
53, 78.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 2/334.
[472] el-Cezîrî, el-Fıkh ala'l-Mezâhibi'l-erba'a, I, 317
[473] Müslim, salât 9.
[474] Davudoğlu, Ahmed; İbn Âbidin Tercemesi II, 91.
[475] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/334-336.
[476] Müslim, salât,ll, Nesâî, ezan 37; Tirmizî, menâkıb I,
Ahmed b. Hanbel; II, 168, 265, 365; III, 83.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/336-337.
[477] bk, 976 no'Iu hadis-i şerif.
[478] Menbel, IV, 193.
[479] Müslümanlıkta İbâdet Tarihi, s.63.
[480] Buhârî, büyü' 83, meğâzî 12; Müslim, imân, 61; cuma
43; birr 109; İbn Mâce, mukaddime 7.
[481] el-İsrâ (17), 79.
[482] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/337-339.
[483] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/340.
[484] Ahmed b. HanbeUI, 172.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 2/340.
[485] Müslim, salât 14.
[486] el-Heysemî, Mecma'üz-ievâidsl, 326.
[487] a.g.e., I, 327-328.
[488] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/340-341.
[489] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/342.
[490] Müslim, salât, 13; Nesâî, ezan, 38; Tirmİzî, salât 42;
tbn Mâce, ezan 4; Ebû Dâvûd, vitr 26; Dârimî, vesâyâ 4; Ahmed b. Hanbel, IV,
297, 303, 367.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 2/342.
[491] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/342-343.
[492] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 2/343-344.
[493] bk. 522 numaralı hadis.
[494] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/343-344.
[495] Ömer b. et-Hattâb: Hz. Ömer (r.a.) Fil yılından 13
sene sonra doğmuştur. Kureyşlidir. Peygamberliğin altıncı senesi (616) 27
yaşında isen Hz. Peygamber'in huzuruna gelerek muslüman olmuştur.
Hz.Peygamber'ın meşveret arkadaşı büyük kahraman, adalet, timsâlidir. Hz. Ebû
Bekr'den sonra hilâfete seçilmiş, on sene altı ay vazife gördükten sonra 26
Zilhicce 23 H. Çarşamba günü sabah namazını kılarken bir köle tarafından
hançerle yaralanıp uç gun yaşadıktan sonra 63 yaşında şehid olmuştur. Hz. Ömer
devri İslâm'ın en parlak devirlerindendir. Zamanında bir taraftan ülkeler
fethedilirken, diğer taraftan islâm devleti, sağlam temeller üzerine
oturtulmuştur. Hz. Ömer cesaret ve kahramanlığı yanında ilmi ve adaleti ile de
meşhurdur. Bir kere Hz. Peygambeı 'in verdiği hükme razı olmayan bir münafığın
boynunu vurduğu için "el-Fârûk" (hak ile batılı güzelce ayıran)
lakabıyla anılmıştır. Hz. Ömer'in adaleti hakkında Peygamberimiz (s.a.)
"Allah hakkı Ömer'in diline ve kalbine koymuştur" buyurmuştur.
Sağlığında cennetle mujdelenenlerdendir. Kızı Hz. Hafsa da Hz. Peygamberin
hanımıdır. Hz. Ömer hadis naklinde çok sıkı davranırdı. Sahâbîlerin yanılıp
yanlış şeyler rivayet etmesinden çekinirdi. Bunun için kendisi az: rivayeti
tavsiye etmiştir. Hz. Peygamberden rivayet ettiği hadislerin toplamı 573'tür.
(el-Menhel, I, 153-156)
[496] Müslim, salât 12.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 2/345-346.
[497] Fethu'l-Kaadİr, I, 170.
[498] İbnü'n-Nüceym, el-Bahru'r-râik, I, 271.
[499] İbn Âbidîn Tercemesi, II, 71.
[500] M.Zih.ıî, Ni'met-i tslâm s.175.
[501] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/346-347.
[502] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/347.
[503] Concordance'de bu baba numara verilmemiştir.
[504] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 2/347-348.
[505] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/348.
[506] Buhârî, ezan 8; tefsir-i sure (17), 11; Tirmizi, salât
43; Nesâî, ezan 38; Ibn Mâce, ezan 4.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 2/348-349.
[507] M. Zihnî Ni'met-i İslâm, s. 65.
[508] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/349.
[509] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/349-350.
[510] Tirmizi, daevât 126.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 2/350.
[511] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/350-351.
[512] Müslim, salât 186; Tirmİzî, salâl 155; Nesâî, ezan 32.
Ibn Mace, ezan 3; Ahnıed b. Han-bel, IV, 217.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 2/351.
[513] el-Kâsânî, Bedâyiü's-sanayi,l)152.
[514] Yûsuf (12), 104.
[515] el-Kâsâni, Bedâyi, IV, 191.
[516] Şevkânî Neylu'ly-Evtâr, 11,65; A.A. el-Benna,
cl-Fethu'r-Rabbânî, III, 27.
[517] el-Aynî, el-Binâye fi Şerhi'l-Hidâye, VII, 942.
[518] Ssünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/351-354.
[519] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/354.
[520] Buhârî, ezan 11, 12, 13; savm 17; şehâdet 11; âhâd 1;
Müslim, sıyâm, 36-38; Tirmizî, salât 35; Nesâî, ezan 9-10; Dârimî, salât 4;
muvattâ' nida 14-15; Ahmed b. Hanbel, II, 9, 57, 62, 64, 73, 79, 107, 123.
[521] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/354-355.
[522] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/355.
[523] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/355-356.
[524] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
[525] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
2/356-357.
[526] Îbnü'l-Humam, Fethu'l-Kaadir, I 221.
[527] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/357.