NAMAZA BAŞLAMA İLE İLGİLİ MESELELER
114-115. Namazda Ellerin Kaldırılması
115-116- Namaza Başlama (İftitâh)
(Teşehüdden
Kalkarken Ellerin Kulak Hizasına Kaldırılması)
116-117. Rüku'a Varırken Ellerin
Kaldırılmasını Zikretmeyenler
117-118. Namazda Sağ Elin Sol El
Üzerine Konulması
118-119. Namaza Başladıktan Sonra
Okunacak Dualar
Şiir Söyleme Ve
Dinlemenin Hükmü
119-120 Namaza Subhâneke Duası İle
Başlanacağına Dair Hadisler
120-121. Namaza Başlarken (Hafif)
Susmak
121-122. Besmelenin Gizli Okunması
Görüşünde Olmayanlar(In Delilleri)
Besmelenin Açıktan
Okunacağını Söyleyenler(İndelilleri)
122-123. Namaz İçinde Vâki Herhangi
Bir Olay Sebebiyle Namazı Kısaltmak
Namazın Sevabını
Azaltan Hususlar
124-125 Öğle Namazındaki Kıraatla
İlgili Hadisler
125-126. Son İki Rekâtte (Kıraati)
Kısa Tutmak
126-127 Öğle-İkindi Namazlarında
Kıraatin Mikdarı
127-128. Akşam Namazında Kıraatin
Miktarı
128-129. (Akşam Namazında) Kısa
Okunacağını Söyleyenlerin Delilleri
129-130. Bir Sûrenin İki Rekâtta Da
Okunması
130-131. Sabah Namazında Kıraat
131-132. Namazında [Fatiha'yı] Okumayı Terk Eden
Kimsenin Durumu
132-133. İmamın Aşikâre Okuduğu Namazlarda Fatiha Okumayı Mekruh
Sayanlar(In Delilleri)
133-134. İmam Açıktan Okumazken
Cemaatin Okumasını Caiz Görenler
134-135. Okuyup Yazma Bilmeyen Veya
Dili Dönmeyen Kimselere Namazda Yeterli Olan Kıraat
135-136. Namazdaki Tekbirlerin
Tamamını Açıklayan Hadisler
136 -137. Hz. Peygamber (Namazda)
Ellerinden Önce Dizlerini Nasıl (Yere) Koyardı?
137 - 138. Birinci Ve Üçüncü
Rekâtlardan Sonra Ayağa Nasıl Kalkılır?
138 - 139. İki Secde Arasında
Ayakları Dikerek Ökçeler Üzerinde Oturmak
139 -140. Kişî Başını Rükûdan
Kaldırınca Ne Söyler?
140 - 141. İki Secde Arasında Dua
Etmek
141-142.Erkeklerle Beraber (İmamın
Arkasında) Bulunan Kadınlar Secdeden Başlarını Nasıl Kaldırırlar?
142-143. Rükû'dan Sonraki Kıyam Ve
İki Secde Arasındaki Oturuş Süresi
143-144. Rüku' Ve Secdede Belini Düz
Tutmayanın Namazı
721. ...İbn
Ömer'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.)'i gördüm, namaza başlarken, rukû'a
varmak istediğinde ve başım rukû'dan kaldırdıktan sonra ellerini omuzlarının hizasına
kadar kaldırıyordu. (Ahmed b. Hanbel der ki:) Sufyân b. Uyayne; (bu hadisi) bir
defa "başını kaldırırken" çoğu kere de "başını rukû'dan
kaldırdıktan sonra (ellerini omuzları
hizasına kadar kaldırır) ve iki secde arasında ise kaldırmazdı" diye rivayet
etmiştir.[1]
1. Bu hadis-i
şerif namaz için başlama tekbiri alınırken ellerin kaldırılacağını açıkça ifâde
etmektedir.
Nitekim İbn Münzir, "Ulemâ Resûlullah (s.a.)'in
iftitah tekbiri alırken ellerini kaldırdığına dâir görüş birliğine varmışlardır"
demiş, el-mühezzeb şerhinde de "İftitah tekbiri alırken elleri kaldırmanın
müstehab olduğuna bu ümmet icmâ etmiştir" denilmiştir.
Gerçekten İbn Münzir ve başkaları bu hususta icmâ
olduğunu naklederler. Zeydiyye taifesinden iftitah tekbiri alırken ellerin
kaldırılmayacağı rivayet olunmuşsa da, onların sözlerine itibar yoktur.
"Fetâvâ el-Kaffal" isimli eserde Ebu'I-Hasen Ahmed b. Seyyar
el-Mervezî'nin, "bir kimse iftitah tekbiri için ellerini kaldırmazsa,
namazı sahih olmaz. Çünkü iftitah tekbiri vâcibtir. Binanaleyh onun için
elleri kaldırmak da vâcibdir. Fakat diğer tekbirler vâcib olmadığı için onlarda
el kaldırmak da vâcib değildir" dediği naklolunmuştur.
Nevevî bu söze itiraz etmiş, daha önce geçen ulemânın
icma'ı ile bu sözün merdut olduğunu söylemiştir. îbn Hazm iftitah tekbiri için
el kaldırmanın farz olduğunu söyler. O'na göre, el kaldırmadan alman iftitah
tekbiri ile namaz sahih olmaz. Bu kavil, EvzaTden de rivayet olunmuştur.
Hâkim'in rivayetine göre, Humeydî ile îbn Huzeyme'nin mezhebleri de budur. Mezkûr
kavli Kadı Hüseyn, İmam Ahmed'den de rivayet etmiştir. İbn Abdil-berr
"iftitah tekbiri vâcibtir," diyenlere göre, onu terk etmekle namazın
bâtıl olmayacağını söylemiş, yalnız Evzaî ile Humeydî'den bir rivayete göre,
bâtıl olacağını bildirmiştir. Kutubî bu sözü bazı Mâlikîlerden nakletmiştir.
2. Ellerin
nasıl kaldırılacağı ihtilaflıdır. Tahâvî'ye göre, parmaklar yayılarak ellerin
içi kıbleye karşı gelecek şekilde kaldırılacaktır. Bu kavli ile Tahâvî,
Taberânî'nin, "el-Evsat" isimli kitabında merfuan rivayet ettiği İbn
Ömer (r.a.) hadisine işaret etmiş olmalıdır. Mezkûr hadiste; "her hangi
biriniz namaza niyetlenirken ellerini kaldırsın, onların içlerini kıbleye
karşı çevirsin" buyurmuştur. "el-Muhît" isimli eserde de
"iftitah tekbiri alan kimse parmaklarının arasım fazla açmaz"
denilerek Tirmizî'nin rivayet ettiği Ebû Hureyre hadisine işaret edilmiştir. O
hadiste Ebû Hureyre (r.a.); "Üç şey vardır ki onlarla amel olunuyordu.
Sonra insanlar onları terk ettiler: Peygamber (s.a.) namaza kalktığı zaman
şöyle yapardı." demiş; Ebü Âmir-i Akadî, Ebû Hureyre (r.a.)'nin işaretini
parmaklarıyla göstererek "onları ne fazla açar, ne de fazla kapardı/'
demiş.Fakat bu hadisi zayıf bulmuştur.
Marudî'nin "el-Hâvî" adlı eserinde iftitâh
tekbiri alınırken avuçların içleri birbirine doğru çevrilerek kaldırılacağı
beyân edilmiştir. Bazılarına göre eller kaldırılırken üstleri semâya,
avuçlarıniçleri ise yere bakacaktır. Bir takımları, parmakların açılmasını
müstehab görmüşlerdir. İmam Gazâlî, parmakları ve elleri açıp kapamak
hususunda tekellüffe gidilmeyip ellerin hâli üzere bırakılmasını tercih
etmiştir. Râfiî, "parmaklar orta derecede açılır" demiştir. İbn
Kudâme, "el-Muğnî" isimli eserinde, parmakların bir birinden
ayrılmadan açılmasının müstehab olduğunu söylemiştir.
3. Buhârî'nin
rivayetinde, ellerin iftitah tekbiri ile beraber kaldırılacağı; Müslim'in bir
rivayetinde ise, evvelâ eller kaldırılıp sonra tekbir alınacağı
bildirilmektedir. Resûlullah (s.a.) bunları caiz olduklarını bildirmek için yapmıştır.
**et-Tevhîd" sahibi ellerin tekbirle beraber kaldırılacağını söylemiştir
ki, Hanefiyye ulemâsına göre, en güzel şekil de budur. İmam Ahmed b. Hanbel
ile, meşhur kavline göre İmam Mâlik'in mezhebi de budur.
Mezkûr kavli İmam Gazali, muhakkikîn-i Ulemâya nisbet
eder. Hanefî kitablarından "el-Hidâye" şerhinde, evvela eller
kaldırılacak sonra tekbir alınacağı bildirilmektedir. Yine Hanefiyye
kitablarından "el-Mebsüt" da, "ekser-i ulemâmızın kavilleri
budur" deniliyor, fakat Hanefilerden Haher-zâde, "Eller tekbirle
beraber kaldırılır" demiştir. "el-Mühezzeb" şerhinde şöyle
denilmiştir: "Sahih olan şekil, ellerin tekbirle beraber kaldırılması ve
tekbir biterken indirilmesidir."
Bazıları ellerin tekbir almadan kaldırılacağını ve
indirdikten sonra tekbir alınacağını, diğer bazıları da ellerin tekbir almadan
kaldırılacağını, fakat tekbir bittikten sonra indirileceğini söylemişlerdir.
Begavî bu görüşü sahih bulmuştur. Rafiî'nin sahih bulduğu bir kavle göre, eler
tekbirle beraber kaldırılacaktır. İndirilmesi hususunda müstehab bir vecih
yoktur.
İbn Battal el kaldırmanın bir teabbüd olduğunu
söylemiş, bazıları da bunun tevhide işaret olduğunu ileri sürmüşlerdir. El
kaldırmanın hikmeti hususunda bir hayli kavil vardır. Bazılarına göre el
kaldırmanın hikmeti, cemaatten sağır olanların görmesi, tekbir de âmâ
olanların işitmesi ve böylelikle namaza niyet etmeleri içindir. Diğer
bazılarına göre, el kaldırmak dünya işlerini arkaya attığına ve bütün varlığı
ile namaza yöneldiğine işarettir. El Kaldırmak namaza ta'zimdir, kıyamın
tamamına işarettir. Kul ile ma'bud arasındaki hicabın kaldırıldığına işarettir.
Bütün bedeni ile kıbleye istikbal içindir, diyenler de vardır. Rivayete
nazaran, Rabi "İmam Şafiî'ye el kaldırmanın mânâsı nedir?" diye
sormuş. Şafiî de "Allah'ı ta'zim Peygamber (s.a.)'in sünnetine ittiba'dır.
cevabını vermiştir. îbn Abdilber, Hz. AbdulIah b. Ömer'in "el kaldırmak
namazın ziynetlerindendir. Her el kaldırmada on sevab, her parmağa mukabil bir
sevab vardır" dediğini nakletmiştir.
4. Hadisin zahirine
göre, eller omuzların hizasına kadar kaldırılır. Eimme-i selâse denilen İmam
Mâlik, İmâm Şafiî ve İmam Ahmed ile İshâk'ın kavilleri budur. Kurtubî
"İmam MahVin iki kavlinden esah olanı budur, ikinci kavline göre eller
göğse kadar kaldırılır" diyor.
Hanefilere göre, eller kulakların yumuşağına kadar
kaldırılır. Baş parmaklar kulakların yumuşaklarına, diğer parmaklar da
kulakların sair aksamı hizasına gelir. Çünkü imam Müslim'in Malik b.
Huveyris'ten rivayet ettiği bir hadiste; "Peygamber (s.a.) ellerini
kaldırdığı zaman ta kulaklarının hizasına vardırırdı.”[2]
denilmektedir. Bu manada bir başka hadisi de Dârekut-nî sahih bir senetle Hz.
Enes'den rivayet etmiştir. Tahâvî'nin el-Berâ b. Âzib (r.a.)'den rivayet ettiği
bir hadiste ellerin baş parmakları kulak yumuşağına yaklaşacak surette
kaldırılacağı bildirilmektedir. İbn Habîb'e göre, eller kulaklar hizasına
kadar, bir rivayette başın üzerine kadar kaldırılır.
Bu kavillerin hepsine delâlet eden meşhur ve mahfuz
rivayetler vardır. Bunlar bu hususta müsaade ve cevaza delâlet ederler. İbn
Tâvûs'un nakline göre, Tâvûs ellerini başından yukarı geçinceye kadar kaldırır
ve bunu îbn Abbâs'dan böyle gördüğünü, O'n'un da Peygamber (s.a.)'den böyle
rivayet ettiğini söylermiş. İbn kattan bunu sahih bulmuştur. İftitâh tekbiri
bir defa yapılır. Râfizîler üç defa yapılacağına kail,olmuşlardır.
5. Hadis-i
şerif rükû' tekbiri ile rükû'dan doğrulurken dahi ellerin kaldırılacağına
delildir. İmam Şafiî iie İmam Ahmed b. Hanbel'in ve ulemadan İshâk, Ebû Sevr,
İbn Cerîr e-Taberî, Hasan el-Basrî, îbn Şîrîn, Ata b. Ebî Rebah, Tâvûs,
Mücâhid, Kasım b. Muhammed, Salim, Katâde, Mekhûl, Said b. Cübeyr, Abdullah b.
Mübarek ve Süfyân b. Uyeyne hazerâtının mezheb-leri budur. Bir rivayette İmam
Mâlik dahi buna kail olmuştur. İmam Buhârî mezkûr kavli eshab-ı Resulüllah'dan
on dokuz zata nisbetle, bunların her birinin rüku'da el kaldırdıklarını
rivayet eylemiştir. Beyhakî daha da ileriye giderek, bunların cemaatler teşkil
edecek kadar çok olduklarını söylemiştir. İbn Esir rüku'a giderken el kaldıran
sahabenin yirmi kişi olduğunu söylemiştir. Hâkim, aşere-i mübeşşere denilen
(hayatta iken Cennetle müjdelenen) on zatın da onlar cümlesinden olduğunu
b:'dirmiş; bazıları, Resûlullah (s.a.) rukû'a giderken el kaldırdığı otuz küsur
sahâbî tarafından rivayet olunmuştur demişlerdir.
Şâfiîlerin "et-Tevhîd" isimli eserinde şöyle
deniliyor: "Sonra meşhur olan kavle göre, el kaldırmak hiç bir yerde vâcib
değildir. Bu hususta icma
naklolunur." Davud-ı Zâhirî'nin, iftitah tekbirinde elleri
kaldırmak vâcibdir, dediği rivayet olunur. Bizim ulemâmızdan İbn Seyyar'ın
Kavli de budur. Bu, kavi bazı Mâlikîlerden de rivayet olunmuştur. Ebû
Hanife'den el kaldırmamanın günahı iktiza edeceğini gösteren bir kavil rivayet
edilmiştir: İbn Huzeyme, "Namazda el kaldırmayı ihmal eden, onun
rükünlerinden birini terk etmiştir" demiştir. Ulemâdan bazılarının
secdede dahi el kaldırmak vâcibdir, dediklerini İbn Rüşd "Kavâid"
isimli eserinde rivayet etmiştir.
Hanefîlere göre namazda eller yalnız iftitah tekbiri
alınırken kaldırılır Süfyân es-Sevrî ile İbrahim en-Nebaî, İbn Ebî Leylâ,
Alkame, Kays, Esved b. Yezid, Âmirî, Şa'bî, Ebu'l-İshak es-Sebiî, Hayseme,
Mugîre, Vekî', Âsim b. Küleyb ve İmam Züfer'in kavilleri de budur. îbn
Kasım'ın, imam Ma-lik'den rivayet ettiği meşhur ve malikilerce kabul edilen
görüş de budur.
Tirmizî, "Sahâbe-i Kiram ile tabiin hazerâtından
bir çoklarının kavilleri de budur" diyor. "el-Bedâyi" isimli
eserde İbn Abbas(r.a.)'ın, "Resûlullah (s.a.)'ın Cennetle müjdelediği on
zat, iftîtah tekbirinden başka namazın hiç bir yerinde ellerini
kaldırmazdı" dediği rivayet olunmaktadır. Başkaları Abdullah b. Mesud,
Câbir b. Semure, el-Berâ b. Âzib Abdullah b. Ömer ve Ebû Said (r.a.)
hazerâtının da aynı görüşü paylaştıklarını söylemişlerdir.
Hanefîlerin delili (ileride 749 numara ile gelecek
olan) el-Bera b. Azib (r.a.) hadisidir. Bu hadiste; "Peygamber (s.a.)
namaz için iftitah tekbiri aldığı vakit ellerini ta baş parmakları kulak yumuşaklarına
varıncaya kadar kaldırır, bir daha bunu tekrarlamazdı" denilmektedir.
Mezkûr hadisi Ebû Dâvûd, et-Tahâvî ve İbn Ebî Şeybe tahrîc etmişlerdir. Vakıa
Hanefîlerin muarızları bu hadise itiraz edebilirler. Çünkü Ebû Dâvûd: "Bu
hadisi Hüşeym, Hâlid ve İbn İdris, Yezid b. Ebi Ziyâd'dan o da Abdurrahman b.
Ebî Leyla'dan, o da el-Berâ'dan naklen rivayet etmişler, fakat hiç biri
"bunu tekrarlamazdı' 'cümlesini zikretmemişlerdir.'' demiştir:Hattâbî dahi
bu hadiste "Bunu tekrarlamazdı" cümlesini, Şerîk'den başka nakleden
olmadığını söylemiştir.
Ebû Ömer, "Bu cümleyi yalnız Yezîd rivayet
etmiştir. Hadisi ondan rivayet eden hafızlardan hiç biri "bunu
tekrarlamazdı" cümlesini zikretmemişlerdir" demiş. Bezzâr,
"Yezîd'in el kaldırma hususundaki "bunu tekrarlamazdı" sözü
sahih değildir" dediği gibi, Yahya b. Maîn'in "Bu hadisin isnadı
sahih değildir"; İmam Ahmed'in, " Bu hadis hiçtir" dedikleri
rivayet olunmuştur. Bazıları Yezîd'in âhir ömründe hadisleri karıştırmağa
başladığı ve başkalarının telkinlerine kapıldığını söylerler.
Muarızların bu babdaki itirazlarına Hanefîler
tarafından şöyle cevap verilir: "Ebu Davud'un yukarıdaki sözü İbn
Adiyy'in "el-Kâmil" isimli eserindeki sözüne muarızdır. Çünkü İbn
Adiyy bu hadisi Hüseyn, Şerîk ve onlarla beraber bir cemaate isnâd ile Yezid'den rivayet etmiş
ve hepsi "bunu tekrarlamazdı" cümlesini nakletmişlerdir. Bu suretle
mezkûr ziyâdeyi yalnız Şerîk'in rivayet etmediği anlaşılır ve Hattabî'nin bu
babtaki iddiası da suya düşer. Eğer, Yezîd zayıf bir râvidir ve bu hadisi
yalnız başına rivayet etmiş denilirse, buna da hayır diye cevap verilir. Çünkü
aynı hadisi İsa b. Abdurrahman, İbn Ebî Leylâ'dan rivayet ettiği gibi, Tahâvî
dahi tahrîc etmiştir. Yezîd'e gelince, Bu zat hakikatte mevsuktur. Onun
hakkında Yakûb b. Süfyan, "Yezid için her ne kadar değişmiştir diye söz
edilmişse de o yine sözü makbul, âdil ve mutemed bir zattır" demiş; Ebû
Dâvûd dahi, "Onun hadisini terk eden kimse bilmiyorum, ama başkası bence
ondan daha makbuldür" mütâleasında bulunmuştur. İbn Şahin "Kitabü's-Sikaf'ında
Ahmed b. Salih'in, "Yezid sikadır, onun hakkında konuşanların sözü hoşuma
gitmiyor" dediğini rivayet etmiştir. Yezid'in makbul olduğunu daha başkaları
da söylemişlerdir. İmam Müslim onun hadisini tahric ettiği gibi, Buhârî de
onunla istişhad eylemiştir. Hâl böyle olduğuna göre Yezid, hadisin bir kısmını
bir defa, başka bir cümlesini de başka bir defa rivayet etmiş olabileceği gibi
evvelâ unutmuş sonra hatırlayarak rivayet etmiş olması da muhtemeldir.
Hanefîlere muarız olanların ihticac ettiği hadisler
İslâmiyetin ilk zamanlarına hami olunur. Bu hadisler sonradan nesh
edilmişlerdir. Neshe delil Abdullah b. ez-Zübeyr hadisidir. Bu hadiste beyân
edildiğine göre, Hz. Abdullah namazda rüku'a giderken ve rüku'dan doğrulurken
ellerini kaldırmayan bir zat görmüş de ona, "Böyle yapma çünkü bu
Resûlullah (s.a.)'ın bir zamanlar yaptığı bir iştir. Sonra onu terk etti"
demiştir. Neshi Tahâvî'nin sahih bir isnadla tahric ettiği Mücâhid hadisi de
te'yid etmektedir. Mezkur hadiste Mücâhid; "İbn Ömer'in arkasında namaz
kıldım, iftitah tekbirinden başka namazın hiç bir yerinde ellerini
kaldırmadı" demiştir. Tahâvî bu hadisi rivayet ettikten sonra şunları
söylemiştir: "İşte İbn Ömer.,., Peygamber (s.a.)'in vaktiyle ellerini
kaldırdığını görmüş, sonra bundan vazgeçmiştir. O bunu ancak kendince nesh
sabit olduğundan yapmıştır." Aynı hadisi İbn Ebî Şeybe dahi tahrîc
etmiştir. Hanefîlerin muarızları bu hadis için "münkerdir" derler.
Çünkü Tâvûs, İbn Ömer'i rükû'larda el kaldırırken gördüğünü rivayet etmiştir.
Hanefiler buna. da şu cevabı verirler: "Tâvûs
gördüğü vakit İbn Ömer (r.a.), hadisin nesh edildiğini henüz bilmediği için el
kaldırmıştır. Fakat sonradan rükû'larda el kaldırmanın neshedildiğini öğrenmiş
ve bundan vazgeçmiştir. Mühâsımların diğer delillerini Hanefiler zayıf bulmuş
ve zayıf olduklarını birer birer ispat etmişlerdir.
6. Hadis-i
şerif secdede ve secdeden doğrulurken ellerin kaldırılmayacağına delildir.
Ekseri fukahânın kavilleri de budur.
7. Nevevî'nin
beyânına göre iftitah tekbiri Ebû Hanife, Mâlik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel
hazerâtı ile Sevrî'ye ve sahâb-i kiram ile tabiinin bütün ulemâsına, keza
bunlardan sonra gelen ulemâya göre vâcibtir (farzdır). Ancak Kadı Iyaz ile
diğer bazı ulemâ Said b. el-Müseyyeb, Hasan el-Basrî, Zührî, Katâde ve
Evzâî'nin vâcib (farz) değil, sünnet olduğuna kail bulunduklarını rivayet
etmişlerdir. Onlar namaza girmek için niyeti kâfi görmüşlerdir. Fakat Nevevî
bunu kabul etmemekte ve "ortada bunca sahih hadisler varken, bu gibi namlı
zevatın böyle bir şeyler söyleyeceklerini ben zannetmem" demekte ve
sözüne şöyle devam etmektedir:"Tekbir lâfzı "AHahuEkber''dir, namaza
girmek için bu bi'1-icmâ' kâfidir. Şafii'ye göre "Allahu kebîr" dahi
denebilir. Bunlardan başkasıyla tekbir caiz değildir. Mâlik (r.a.)'e göre
"Allahu ekber" den başka hiç bir sözle iftitah tekbiri caiz
değildir. Şafiî'nin eski mezhabine uygun olan budur. Hanefîlerden Ebû Yûsuf'a
göre "Allahu kebîr" diyerek iftitah tekbiri almak caizdir. Ebû
Hanife'ye göre, ise, Allah (cc)'ı ta'zim ifade eden her sözle, meselâ
"Errahmanü" ekber, Allahu eceli, Allahü a'zam" gibi sözlerle
tekbir caizdir. Selef ve halefin cumhuru bu babda Ebû Hanife'ye muhaliftir.
Namaza tekbir ile başlamanın hikmeti, namaza Allah'ı
tenzih, ta'zîtn ve bütün kemâl sıfatlan ile tavsif ederek girmiş olmaktır...
Allah'ü A'lem"[3]
722. ...Abdullah
b. Ömer (r.a.)'dar; demiştir ki: Peygamber (s.a..) namaza durduğu zaman
(iftitah tekbiri alırken) ellerini omuzları hizasına kadar kaldırırdı. Sonra
tekbir getirerek, yine aynı şekilde ellerini kaldırır ve rükû'a varırdı. Sonra
(rükû'dan) belini doğrultmak isteyince de ellerini omuzlan hizasına kadar,
kaldırır sonra "semi'al-lajıii limen hamideh (Allah kendisine hamd edenin
hamdini işitir)" derdi. Secde(ye eğileceğin)de (ve secdeden kalkacağında
ise) ellerini kaldırmazdı. Ve namaz bitinceye kadar, rükûdan önce aldığı her
tekbirde ellerini kaldırırdı.[4]
Hadisin zahirinden Peygamber (s.a.)'in rükü'a varırken
ellerini kaldırdığı anlaşılmaktadır. Bu sebeble İmam Şafiî ile imam Ahmed, İshak,
Hasan el-Basrî, İbn Şîrîn, Atâ\ Tâvûs, Mücâhid, Kasım, Mekhûl, Evzaî bu hadisin
zahirine sarılarak rükû'a giderken ve kalkarken tekbirle birlikte elleri
kaldırmanın müstehab olduğunu söylemişlerdir. Hz. Ebü Bekr'le Hz. Ömer, Hz. Ali
ve pek çok sahâbî de bu görüştedirler. İbn Reslân ise, hadis-i şerifte geçen bu
tekbirden maksadın iftitah tekbiri olduğunu söylemiştir.[5] Nitekim bir
önceki hadis-i şerifin açıklamasında belirtildiği gibi rükû'dan önce Hz.
Peygamber'in tekbir aldığı ihtilaflıdır.
Bundan önceki hadisin zahirinden Resul-i Ekrem
(s.a.)'in sadece birinci rekâtta rükû'a varırken ellerini kaldırdığı
anlaşılmakta iken burada bütün rekatlarda rükû'a eğilirken aldığı tekbirlerde
ellerini de kaldırdığı ifâde edilmektedir. Ancak rükû'dan kalkarken veya
kalktıktan sonra ellerin kalkıp kalkmayacağı mevzuunda her iki hadiste de
herhangi bir açıklık yoktur.
Ellerin kaldırılması ile ilgili olarak Hanefiyye
âlimlerinden Fahruddin Osman ez-Zeylaî şunları söylemektedir: Eller,
başparmaklar kulak yumuşağı hizasına gelinceye kadar kaldırılır. Diğer
parmakların uçları da kulakların üst hizasına gelir. İmam Şafiî (r.a.) ellerin
omuz hizasına kadar kaldırılacağını söylemiştir. Kunut ve bayram tekbirleri de
bu esasa göre alınır. Şafiî'nin delili Efendimiz'in tekbir alırken ellerini
omuzlarına kadar kaldırdığına dair rivayet edilen hadistir.[6]
Bu hadis-i şerifte ifâde edildiğine göre Nebiyy-i
Ekrem (s.a.) tekbir aldığı zaman ellerini kulaklarına kadar kaldırırdı.
(Nitekim ilerde 748 ve 749 numarada gelecektir). Çünkü elleri kaldırmak tekbiri
işitemeyen sağırların namaza başlandığını anlamaları için bir işarettir. İ.
Şafiî (r.a.)'nin dayandığı ve ellerin tekbir esnasında omuz hizasına kadar
kalkacağını ifâde eden hadis-i şerif ise özür hâline mahsustur. Çünkü Vâil
(r.a.) şöyle diyor: "Bir sene sonra gelip onlarla namaz kıldığım zaman
gördüm ki ellerini ancak omuz hizalarına kadar kayırabiliyorlardı. Çünkü
üzerlerinde soğuktan korunmak için giydikleri elbiseler vardı. Kollarını iyice
kaldırmalarına engel oluyordu."
İmam el-Hasen her ne kadar kadınların eli avret
olmadığı için onların da tekbir esnasında ellerini kulaklarına kadar
kaldıracaklarına dair imam Ebu Hanife'den bir rivayette bulunmuşsa da sahih
olan şudur ki, kadınlar ellerini omuz hizalarına kadar kaldırırlar, bu onların
tesettüre riâyetleri bakımından daha uygundur.[7]
Aliyyü'l-Kaari'nin Mirkâtu'l-Mefâtüı'de naklettiğine
göre, İmam Şafiî Mısır'a geldiği zaman tekbir esnasında ellerin nasıl
kaldırılacağı mevzuu kendisine sorulunca şu cevabı vermiştir: "Namaz
kılan kimse ellerini omuz hizasına gelecek şekilde kaldırır. Öyleki
başparmakları kulak yumuşağı hizasına, diğer parmakları da kulaklarının üst
hizasına gelmiş olur. Çünkü bir rivayette[8] ellerin omuz
hizasına birinde[9] kulak
hizasına diğer birinde de[10] kulakların
üst hizasına kadar kaldırılacağı ifadesi vardır." Bu sözüyle imam Şafiî
(r.a.) bu üç rivayeti de birleştirmiş ve üçüyle de amel etmiştir. Bu çok güzel
bir te'liftir. Nitekim Hanefiyye ulemâsının bir kısmı da bununla amel
etmişlerdir.[11]
723. ... Vâil b.
Hucr'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) ile beraber namaz kıldım, (iftitah)
tekbiri(ni) aldığı zaman, ellerini kaldırırdı. Sonra (elbisesine) sarınır
(ellerini elbisesinin içine sokarak) sağ eli ile sol elini tutardı. Rükû'a
varmak istediği zaman da ellerini (elbisesinden) çıkarır ve onları kaldırırdı.
Başını rükû'dan kaldırmak istediği zaman da ellerini kaldırır, sonra secdeye
varırdı ve yüzünü iki eleri arasına koyardı. Başını secdeden kaldırmak
isteyince de aynı şekilde ellerini kaldırırdı. (Bu hal) namaza bitirinceye
kadar (böyle) devam ederdi.
Muhammed (b. Cuhâde) dedi ki: Ben bu durumu Hasan b.
Ebî'l-Hasen'e söyledim. (O da bana şöyle) dedi: "Bu Hz. Peygamberin namazıdır.
Bunu yapan yaptı, yapmayan yapmadı."
Ebü Dâvûd dedi ki: Bu hadisi (bir de) Hemmâm, İbn
Cuhâde’den nakletti,(ancak) Hemmâm (Hz. Peygamberdin) secdeden kalkarken
ellerini kaldırdığından bahsetmedi.[12]
Sahih-i Müslim'de bu hadis şu lâfızlarla rivayet
edilmiştir: "Ebû Vâil (r.a.), Peygamber (s.a.)'in namaza başlarken
ellerini kaldırdığım görmüştür, tekbir almış sonra elbisesini kapamış."
Müslim'in bu rivayetinden anlaşıldığına göre Resûl-i Ekrem (s.a.) ellerini
iftitah tekbiri alırken kaldırmıştır. Elbisesine sarılarak ellerini elbisesine
sokmasından maksat ise, soğuktan elbisesinin içine çekilerek, ellerini yenleri
içerisine sokmasıdır.
Hadis-i şerifte geçen "sonra sağ eli ile sol
elini tutardı." cümlesi, namazda sağ elin sol el üzerine konulacağına
delildir. İleride gelecek olan 727 no'lu hadis-i şerifte ise, bu el bağlamanın
ayrıntılarına girilerek "Resûl-i Ekrem'in sağ elini sol avucunun
arkasına, bileğin ve kolun üzerine koyduğu" rivayet edilmektedir.
Bununla beraber bazı ilim adamları bu hadisleri, delil
olma niteliğinden uzak görmeleri sebebiyle, namazda ellerin bağlanıp
bağlanamayacağı konusu imamlar arasında ihtilaflı kabul edilmiştir.
Hanefîlerle Şâfiîlere göre namazda eller bağlanır.
Ahmed b. Hanbel de bu görüşte olduğu gibi, halef ve
selefin büyük çoğunluğunun görüşleri de böyledir. İbn Münzir'in rivayetine
göre, Abdullah b. ez-Zübeyr, Hasan el-Basrî ve İbn Şîrîn namazda ellerini
yanlara salarlar-mış. İmam Mâlik'den meşhur olan rivayet de budur. Ona göre
namaz uzun sürerse istirahat için sağ eli sol el üzerine koymak caizdir.
Evzâî'ye göre ise, namaz kılan kimse ellerini bağlamakla yana salma arasında
muhayyerdir.
Hanefîlerin delili mevzumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd
hadisiyle aynı mealdeki Müslim hadisi[13] ve îbn Mâce
ile Nesâî'nin tahric ettikleri İbn Mes'ûd hadisidir.[14]
Hanefî âlimlerinden İsbîcâbî'nin Ebû Yusuf'tan
rivayetine göre, ellerin bağlanması keyfiyeti sağ elle sol elin bileğinin
tutulması şeklinde olur. el-Müfid isimli eserde ise, "sol elin bileği sağ
elin baş ve küçük parmaklarıyla tutulur" diyor ki, tercih edilen görüş de
budur. "Dirâye"de sol elin eklemi sağ elin içi ile tutulur
denilmiştir. İmam Şafiî ile Ahmed b. Hanbel de bu görüştedirler.
İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'den gelen bir
rivayete göre de sağ elin parmaklan bileğin üzerine uzunluğuna yerleştirilir,
bilek de baş ve küçük parmaklarla tutulur. Hanefi âlimlerinden pek çoğu bu
görüşü benimsemişlerdir.
Ellerin nereye bağlanacağı konusu da ilim adamları
arasında ihtilaflıdır. Eller Şâfiîlere göre, göğsün üstüne bağlanır. Ancak
Şâfiîlerin "el-Hâvî, el-Vasıt" isimli eserlerinde ellerin göğüs
altına bağlanacağı ifâde edilmektedir. İmam Ahmed'e göre ise ellerin göbeğin
aşağısında ve yukarısında olmak üzere iki görüş vardır İmam Mâlik'e göre ise,
göğsün aşağısında ve göbeğin yukarısında bağlamak müstehabtır. İmam Şafiî İbn
Hüzeyme'nin Sahih'inde Hz. Vâil b. Hucr'den rivayet edilen şu hadisle amel
etmiştir: "Resûlullah (s.a.) ile beraber namaz kıldım, sağ elini sol eli
üzerine bağlayarak göğsü üzerine koydu."
Hanefilere göre ise, eller göbeğin altına bağlanır.
Hidâye sahibi merhum Burhaneddin el-Merğinânî mezkûr eserinde Hanefilerin
görüşünü şu cümlelerle ifâde etmiştir: "Ulemamız bu meselede Peygamber
(s.a.)'in "sağ eli sol eli üzerine bağlayarak, göbeğin altına koymak
sünnettir" hadisini delil getirmişlerdir."[15]
Eller namaz esnasında bir zikir veya ayet okunurken
bağlanır, böyle bir kıraatten hâli olan hallerde ise, -yana salınır. Bayram ve
vitir tekbirlerinde yana salınmalarının sebebi budur.
Elleri göbek altına koymanın hükmünü merhum Ömer
Nasuhi Bilmen Efendi şöyle ifâde etmektedir: "Namazda erkeklerin sağ
ellerini göbeklerinin altında olarak, sol elleri üzerine koymaları ve baş
parmaklarıyla serçe parmaklarını halka şeklinde bulundurarak bununla sol
bileklerini kavrayıp diğer üç parmağım bilekleri üzerine uzatmaları; kadınlarda
ise; halka yapmaksızın sağ elleri göğüsleri üzerinde sol elleri üzerine
koymaları sünnettir."[16]
Her ne kadar bu hadis-i şerifteki ''başını rükû* d un
kaldırmak istediği zaman ellerini kaldırırdı" cümlesi Resûl-i Ekrem
(s.a.)'in rükû'dan başını kaldırırken tekbir aldığını ifade ediliyorsa da 721
no'lu hadis-i şerffte başını rüküdan kaldırdıktan sonra ellerini kaldırdığı
ifâde edilmektedir.
İbn Hacer el-Askalanî ise 722 no'lu hadis-i şerifi
esas alarak rükû'dan kalkarken ellerin kaldırılacağını söylemiştir. Rükû'dan
sonra ellerin kaldırılacağını ifâde eden 721 no'lu hadisteki "sonra"
kelimesini "rükû'dan doğrulmaya başladıktan sonra'' diye te'vil ederek
iki hadisin arasını te'lif etmiştir.
Ellerin kaldırılması ile ilgili ihtilâf, daha önce
geçen 721 ve 722 hadisi şeriflerde açıkladık.
Resûl-i Ekrem'in secdeden başını kaldırırken ellerini
kulaklarına götürmesine gelince, Ebû Bekr b. Münzir, Taberî ve bazı ehl-i
hadis mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifi delil getirerek ellerin secdeden
kalkarken de kaldırılacağı görüşünü benimsemişlerdir.
Ancak el-Menhel sahibi, secdeden kalkarken ellerin
kaldırılmayacağını ifâde eden sahih hadislerin çokluğuna bakarak bunun sonradan
nesh edilmiş olmasını mümkün görmektedir.[17]
Nitekim, Nesa'î, Tirmizî ve Dârekutnî'nin rivayet
ettikleri hadisler, Resûl-i Ekrem (s.a.)'in secdeden kalkarken
ellerini-kaldırmadığını açıkça ifade etmektedirler.
Aynı şekilde daha önce geçen, Ebû Davud'un rivayet
ettiği 722 no'Iu I ön Ömer hadisi ve ileride gelecek olan 761 no'lu Ali b. Ebî
Tâlib hadisi de bu gerçeği ifâde etmektedirler.[18]
1. Amel-i kalîl
namazı bozmaz.
2. Namaza
başlarken ve rükû'a eğilip doğrulurken elleri kaldırmak mustehabtır.
3. Secde esnasında
yüzü iki elin arasına koymak mustehabtır.
4. Namazda kıyam
hâlinde iken sağ eli sol el üzerine koymak meşru kılınmıştır.[19]
724.
...Abdulcebbâr b. Vâil'in babasından rivayet ettiğine göre (babası Vâil)
Peygamber (s.a.)'in namaza kalkınca ellerini omuz hizasına, baş parmaklarını
da kulak hizasına kadar kaldırıp sonra tekbir aldığım görmüştür.[20]
Bu hadis-i şerif daha önce geçen ve ellerin omuz
hizasına kadar kalkacağını ifâde eden 721 ve 722 no'Iu hadis-i şeriflerle
ellerin kulak hizasına kadar kalkacağını ifâde eden[21] hadis-i
şerifin arasını te'lif etmektedir. Buna^göre eller omuz hizasına kadar, baş
parmak kulağa değecek şekilde kaldırılır ve diğer parmakların ucu da kulakların
üst hizasına gelir.[22]
Nitekim İmam Şafiî'nin bu hadis-i şeriflerin arasını
bu şekilde bulduğunu, 722 no'lu hadisin şerhinde AIiyyü'l-Kaarî'den
nakletmiştik. Bu hadis-i şerif zayıftır. Çünkü Abdulcebbâr babasından hadis
işitmemiştir. Bu hadisi ancak babası Vâil'den nakleden bir kimseden duymuş
olabilir.[23]
725.
...Abdulcebbâr b. Vâil'in, ev halkı vasıtasıyla babası (Vail b. Alkame)'den
rivayetine göre, babası, Peygamber (s.a.)'in (iftitâh) tekbiri ile beraber
ellerini kaldırdığını görmüştür.[24]
Hadis-i şerifte geçen "beraber" kelimesinden
iftitah tekbirinde, tekbir ile elleri kaldırmanın aynı anda başlayıp aynı anda
sona ermesi gerektiği anlaşılmaktadır. Çünkü beraberliğin anlamı budur.
Nitekim meşhur olan kavlinde İmam-ı Mâlik, Ahmed b.
Hanbel ve İmam Şafiî de bu görüştedirler. Bir rivayette İmam Ebû Hanife de bu
görüştedir. Ancak ekseri ulemâya göre önce eller kaldırılır, sonra tekbir
alınır. Ellerin bırakılması sona ererken tekbir de sona erer. Beğavî'ye göre,
önce eller kaldırılır, sonra tekbir alınır, tekbir sona erince eller
bırakılır. Rafiî'ye göre ise, tekbir alma ile elleri kaldırma aynı zamana
rastlarsa da tekbirin ve elleri salmanın nihayete ermesi için belli bir zaman
yoktur. Mühim olan tekbir ile elleri kaldırmanın aynı zamanda olmasıdır. Bu
görüşlerden birine uymakla sünnet yerine getirilmiş olur. Çünkü Resul-i Ekrem
(s.a.)'in bunların hepsini uyguladığına dâir bu âlimlerin yanında delil
bulunmaktadır.
Ancak Münzirî'nin beyânına göre Abdulcebbâr b. Vâil
babasından hiç hadis rivayet etmemiştir. Ev halkının da kimler oldukları
bilinmemektedir. Bu bakımdan bu hadis zayıftır.[25]
726. ...Vâil b.
Hucr (r.a.)'dan; demiştir ki: Peygamber (s.a.)in nasıl namaz kıldığım mutlaka
görmeliyim dedim (ve bu maksatla Resul-i Ekrem (s.a.)i takib ettim). Peygamber
(s.a.) kalktı, kıbleye yöneldi ve tekbir alıp ellerini kulaklarının hizasına
kadar kaldırdı. Sonra sağ eliyle sol elini tuttu. Rükû'a varmak isteyince
ellerini (yine) aym şekilde kaldırdı. Sonra (rükûa varmak isteyince) ellerini
dizleri üzerine koydu. Rüku'dan başını kaldırınca ellerini (yine) aynı şekilde
(kulakları hizasına) kaldırdı. Secdeye varınca başını hemen Önüne (gelen yere)
koydu. Sonra oturup sol ayağını (yere) yatırdı. Sol elini sol uyluğu üzerine
koydu ve sağ dirseğini de (temas etmeyecek şekilde) sağ uyluğu üzerine koydu.
(Sağ elinin parmaklarından) ikisini (serçe parmakla yanındakini) yumdu, iki
parmağını (orta parmakla baş parmağı) da birleştirerek halka şekline getirdi.
(Vâil dedi ki:) Ben (Peygamberi) işte böyle gördüm. (Râvi) Bişr (ise,
Peygamberin hareketini gösterebilmek maksadıyla) orta parmakla baş parmağı
(birleştirerek) halka yaptı, şehâdet parmağıyla da işaret etti.[26]
Tercemeden anlaşıldığı gibi Vâil b.Hucr Resûl-i
Ekrem'in nasıl namaz kıldığını görmek için kesin bir karar vermiş ve Efendimizi
namaz kılacağı bir anda gözetlemeye başlamıştır. Bundan önceki hadis-i
şeriflerde de beyân edildiği üzere Efendimiz kıyamdan sonra rükû'a ve rükû'dan
sonra da secdeye varmıştır. Daha sonra sol ayağını yere yayarak üstüne
oturmuş, sağ ayağını da parmaklan kıbleye gelecek şekilde dikmiştir. Burada sol
elini sol uyluğu üzerine koyduğu, sağ dirseğini de sağ uyluğu üzerine
koyduğundan söz edilmektedir ki, bu ifâde içerisinde geçen ( li- ) kelimesine
hadis sarihleri üç ayrı mânâ vermişlerdir. Şemsü'1-Hak Azimâbâdî bu görüşleri
üç madde hâlinde özetlemiştir:
1. fül-i
mazidir, uzaklaştırdı, ayırdı, manasına gelir. Kendinden önce geçen (koydu)
fiili üzerine atıftır. Bu durumda den sonra gelen harf-i cerri de manasınadır.
Buna göre mânâ şöyle olur: "Dirseklerini uyluklarından ayırdı. Biribirine
temas ettirmedi. Uylukları üzerine sadece eli temas etti."
2. kelimesi
"mirfak" kelimesine muzaf ve mübtedâ olarak gelmiş merfu' bir
kelimedir.kelimesi de haberidir. Yani mübtedâ ve haberden meydana gelmiş bir
hâl cümlesidir. Buna göre mana şöyle olur: "Sonra sol ayağını yayarak
oturdu ve sol elini sol uyluğunun üzerine koydu; sağ dirseği, sağ uyluğunun
üstünde ve sağ uyluğuna değmeyecek bir halde bulunuyordu."
3. Daha önce
geçen fiilinin mef'ulu olarak mensub ve mirfak kelimesine muzaf bir kelimidir.
Bu durumda mana şöyledir: "Ve sağ dirseğini de sağ uyluğu üzerine koydu.”[27] Ayrıca
Bezl'ul-mechud sahibi bir dördüncü mânâ daha nakletmiştir ki, buna göre
kelimesinin önünde bulunan harfi kelimenin aslındandır. Yani kelimenin aslı
dir. Dirseğini uyluğuna temas ettirmedi. Onu ayrı ve tek başına bıraktı
demektir.[28]
Râvi Vâil, anlaşılan Resûl-ü Ekrem'i sağ tarafından
gözetlemiş olacak ki, sadece sağ dirseğinin durumunu görmüş sol dirseğini iyice
göremediği için ondan söz etmemiştir. Yahutta sol dirseğinin durumu da sağ
dirsek gibi olacağı için ayrıca ondan da bahsetmeye lüzum görmemiştir.
Yine bu hadis-i şerifte geçen cümlesi "söylerken
gördüm" mânâsına değil, "yaparken gördüm" anlamında kullanılarak
sadece söze değil, fiillere de şâmil bir mânâ ifâde etmiştir.[29]
1. Tekbir
alırken elleri kulaklara kadar kaldırmak müstehabtır.
2. Secdeye
varırken elleri, kulakların hizasına gelecek şekilde yere koymak müstehabtır.
3. Rükû' hâlinde
ellerin dizler üzerine konulması meşru kılınmıştır.
4. Namazda
otururken sol ayağı yere yayarak üzerine oturmak meşru kılınmıştır.
5. Teşehhüdde
elleri uyluklar üzerine koyarak dirsekleri uyluklardan yukarı kaldırmak meşru
kılınmıştır.
6. Küçük parmakla
yanındaki parmağı yumarak orta parmakla başparmağı halka yapıp, şehâdet
parmağıyla da işarette bulunmak caizdir.[30]
727. ...(Bir
önceki hadis) aynı senedle, mana olarak (bir de) Ha-sen b. Ali Ebu'l-Velid,
Zaide ve Âsim b. Küleyb vasıtasıyla rivayet edilmiştir. (Ancak) bu rivayette
(farklı olarak Zaide şunları) söyledi: "Sağ elini sol elinin üstüne, kolun
ve bileğin üstüne (gelecek şekilde) koydu." Yine bu rivayette (farklı
olarak şöyle) dedi: Bu hâdiseden sonra çok soğuk bir günde yine namaz kılmak
üzere (bu cemaatin) yanlarına geldim, cemaatin üzerlerinde kat kat elbiseler
vardı. Elleri elbiselerin altında hareket ediyordu.[31]
Bu hadis mânâ olarak bir önceki hadisin hemen hemen
aynısıdır. Senedi de netice olarak bir önceki hadiste olduğu gibi Vâil b.
Hucr'e erişmektedir. Bu bakımdan hadis-i şerifte, Resûl-i Zişân Efendimiz ve
ashabının namaz kılışlarını nakleden kimse Vâil b. Hucr'dur. İşte Vâil'in bir
müddet sonra soğuk bir günde tekrar geldiği zaman cemaatin, üzerlerinde
bulunan kalabalık elbiselerin altında ellerini hareket ettirmeleri mevzununda
İbnü'l-Arabî, Tirmizî üzerine yazdığı Ârizat'ül-Ahzc\î isimli eserinde,
"ellerin bu hareketinden maksat, teşehhüd esnasında şahadet parmaklarıyla
yaptıkları işaretten başka bir şey değildir" dedikten sonra bu hadisin
zayıf olduğuna dikkati çekerek şunları söylemektedir: "Şayet bu hadisin
doğruluğunu kabul edecek olursak, o zaman elleri hareket ettirmenin mânâsı:
şehadet esnasında şehadet parmağının açılıp kapanması anındaki ellerin
hareketi, yahutta ellerin, rüku ve sucuda inip kalkma esnasındaki
hareketleridir."[32]
728. ...(Yine)
Vâil b. Hucr'dan; demiştir ki: Peygamber (s.a.)'i namaza başlayacağı zaman
ellerini kulaklarının hizasına kadar kaldırırken gördüm. Daha sonra yanlarına
geldiğimde üzerlerinde aba ve başlıklı elbiseler olduğu halde namaza başlarken
ellerim (ancak) göğüslerine kadar kaldırdıklarını gördüm.[33]
Burada namaza başlarken el kaldırmanın, iftitah
tekbiri ile aynı zamanda olacağı ifâde edilmektedir. Biz bu mevzu ile ilgili
açıklamayı bütün ayrıntıları ile 721 ve 722 no'lu hadis-i şeriflerin izahında
zikrettik. Ellerin kulak hizasına kadar değil de sadece göğüs hizasına kadar
kaldırmasının sebebi ise, yine bu hadis-i şeriften anlaşıldığı gibi üzerlerinde
bulunan elbiselerin ellerin daha fazla kaldırılmalarına imkân vermemesidir.
Konuya ait hadislerde görüldüğü gibi Resûlullah,
namaza başlarken ellerini kaldırırdı. Bunun sünnet olduğunu bütün mezhebler
kabul etmişlerdir. Ancak ellerin nereye kadar kalkacağı konusunda ittifak
edememişlerdir. Değişik rivayetlerle amel edildiği görülmektedir.
"Kıraatten sonra rüku'dan önce ve rukûdan sonra
Resulüllah'ın iftitah tekbirinde olduğu gibi ellerini kaldırdığı sahih
hadislerle varid olmuştur. Bazan da rüku'dan önce ve sonra kaldırmadığı da
olmuştur diyen âlimler hâlen bu sünnetin devam ettiğini, kaldırmamasının ise
farz sanılır endişesinden ileri geldiğini söylemektedirler.
Hanefi uleması ise, "Resûlullah (s.a.) vefatından
önce, rüku öncesi ve sonrası elini kaldırmaktan vazgeçti, bu da bu hükmün nesh
edildiğinin delilidir" demişlerdir. Zira Resûlullah (s.a.)'ı ibadetleri
bir yana, âdetlerinde bile yakından izleyen ve O'na uyan Abdullah îbn Ömer,
"rükû' öncesi ve sonrası ellerim kaldırmazdı. Ömer'in arkasında namaz
kılanların iftitah tekbirinden başka yerde ellerini kaldırmadığını sahih
rivayetlerde nakletmeleri; Hz. Ali ile Abdullah İbn Mes'ûd'un da iftitah
tekbirinden başka yerde ellerini kaldırmamaları bu hükmün mensûh olduğuna kâfi
bir delildir" demektedirler ki, Hanefi uleması bunu böyle söylerler ve
buna göre amel ederler.[34]
729. ...Vail b.
Hucr'den; demiştir ki: Ben kış mevsiminde Peygamber (s.a.)'in yanına
gelmiştim. Ashabını namaz(a başladıklarımda elbiseler içinde bulunan ellerini
kaldırırlarken gördüm.[35]
Bu hadis-i şerifte iftitah tekbiri alınırken ellerin
kaldırılacağı açıkça irade edilmektedir. Yine bu hadis-ı şerif, şiddetli soğuk
veya sıcaktan korunmak maksadıyla eldiven ve benzeri şeylerle elleri kapatarak
namaz kılmanın caiz olacağına delâlet etmektedir. Ancak bunun mek'rûh olduğunu
söyleyenler de vardır.[36]
730. ...Muhammed
b. Amr b. Ata'dan; demiştir ki: İçlerinde Ebû Katâde'nin efe bulunduğu Peygamber
(s.a.)'in ashabından on kişi arasında Ebû Humeyd es-Saidî'nin;
Peygamber (s.a.)'in namazını en iyi bileniniz benim,
dediğini işittim. (Onun bu sözü üzerine orada bulununlar);
Niçin (bu iddiada bulunuyorsun)? Allah'a yemin olsun
ki, sen bizim Peygamber (s.a.)'e en çok uyanımız ve sahâbîlıkte en eski olanımız
değilsin, dediler. O da;
Evet değilim, dedi. (Bunun üzerine onlar da);
Haydi (bize bildiklerini) anlat dediler. (O da);
Resûlullah (s.a.) namaza kalktığı zaman ellerim
omuzlan hizasına kadar kaldırdıktan sonra tekbir aldırdı. (Tekbirden sonra)
her kemik yerli yerince yerleşirdi. Sonra (bir miktar) okur ve tekbir alarak
omuzlan hizasına kadar ellerini kaldırırdı. Sonra rüku'a varır, avuçlarını
dizlerine koyar ve dümdüz olup başını ne (aşağı) eğer ne de (yukarı)
kaldırırdı. Sonra da başını kaldırıp, "Semiallalıü limen hamideh"
der, sonra ellerini omuzları hizasına kadar kaldırırdı. Daha sonra
"Al-lahu Ekber" diyerek yere inerdi. (Secdede iken) kollarını
yanlarından uzak tutardı ve (secdeden) başını kaldırır, sol ayağını yayar ve
üzerine otururdu. Secdeye vardığında ayak parmaklarını (kıbleye doğru) yumuşak
tutardı. Sonra (ikinci) secdeye varır ve "Allahu Ekber" diyerek
başını secdeden kaldırır, sol ayağını yayarak üzerine (birazcık) otururdu. Her
kemik yerine yerleşirdi. Öbür rekatta da aynı şeyleri (aynı şekilde) yapardı.
(İlk) iki rekattan kalkınca tekbir alır, tıpkı namazın başlangıcında olduğu
gibi ellerini omuzları hizasına kadar kaldırırdı. Sonra da (daha önce
anlatılanları) namazının geriye kalan kısımlarında aynen tekrarlardı. Selâm
vereceği rekâta gelince, (sağ kabasının altından) sol ayağını dışarı çıkarıp
sol oturağı üzerine otururdu; dedi. (Orada bulunanlar da):
Doğru söyledin (gerçekten Peygamber (s.a.)) böyle
namaz kılardı diye tasdik ettiler.[37]
Bezlu'1-mechûd sahibi bu hadisin bazı illetlerle malûl
olduğunu beyân ederek bu illetleri şu şekilde sıralamaktadır:
1. Bu hadisin
râvilerinden Abdulhamîd b. Ca'fer
zayıftır.
2. Muhammed b.
Amr b. Atâ'mn bu hadisi Ebû Humeyd'den ve bu hadisin diğer râvilerinden
duymadığı kesinlikle bilindiği halde, burada sanki bu kimselerden duymuş gibi
gösterilmiştir. Bu hadisi Muhammed b. Amr'ın ancak başka bir şahıstan duymuş
olması gerekir ki, o şahsın ismi burada açıklanmadığından kimliği meçhul
kalmaktadır. Bu durum ise, hadisin sıhhatine zarar vermektedir. Bazı
rivayetlerde bu kimsenin ismi Abbâs bazılarında da Ayyaş olarak geçmektedir.
3. Bu hadisin
senedinde Ebu Katâde'den söz edilmektedir. Halbuki Muhammed b. Amr b. Atâ, Ebû
Katâde'ye yetişmemiştir.
4. Ayrıca
metinde "orada bulunanların hep birden
doğru söyledin" dedikleri ifâde ediliyorsa da, bu ifâde sadece Ebû
asım'ın Abdulhamîd'den naklettiği hadiste geçmekte, bunun dışında herhangi bir
rivayette bu ifâdeye
rastlanmamaktadır.
Her ne kadar İbn Hacer bu tenkitlerin bazılarını
cevablandırmışsa da yine Bezlu'l-mechûd sahibi, Eş-Şa'bî'ye dayanarak İbn
Hacer'in iddialarını çürütmüştür.[38]
Aliyyü'I-Kaarî'm'n beyânına göre, "İbn Hacer bu
hadiste geçen "Resul-i Ekrem (s.a.) birinci rekâtın ikinci secdesinden
sonra sol ayağını bükerek üzerinde bir miktar oturdu" ifâdesine bakarak
sonunda teşehhüd bulunmayan her rekattan sonra ikinci secdeyi m'üteakib
istirahat maksadıyla oturmanın mendub olduğunu söylemiştir. Hanefi ulemasına
göre ise, bu oturmak ancak bir özür sebebiyle o anda oturmak ihtiyacını duyan
kimseler için caizdir.Bunun dışında burada oturmak söz konusu değildir."
Namazın sonunda Resul Ekrem'in hadiste ifâde edildiği
gibi sol ayağını sağ uyluğunun allından sağ tarafa doğru dışarı çıkararak sol
kabasının üzerine oturması (teverrük) mevzuu da fıkıh âlimleri arasında
ihtilaflı bir meseledir. Hanefi ulemâsına göre gerek iki secde arasındaki
oturuşlarda, gerekse teşehhüdlerde sağ ayağını parmaklan kıbleye gelecek
şekilde diker, sol ayağını yere yayarak üzerine oturur. Bu aynı zamanda İmam
es-Sevrî'nin de görüşüdür. İmam Şafiî'ye göre namaz kılan kimse birinci
teşehhüdde bu şekilde oturursa da ikinci teşehhüdde sol kabasının üzerine
oturur. İmam Mâlik'e göre ise, her oturuşta sol kabasının üzerine oturur. Tabii
bu şekilde oturabilmek için sağ kabasının altında bulunan sol ayak, sağ
taraftan dışarı çıkarılır.
İmam Şafiî'nin bu konudaki delili bu hadis-i şeriftir.
Hane/ilerin delili ise;
1. Hz. Âişe'nin
rivayet ettiği; "Resûl-i Ekrem (s.a.) oturduğu zaman sol ayağını yayarak
üzerine otururdu, sağ ayağını da dikerdi" mealindeki 783 numaralı hadis
ile;
2. Vâil b.
Hucr'un (726 numarada tercemesini sunduğumuz) hadisi.[39]
1. Rükû' halinde
iken baş ile sırt aynı hizada bulunmalıdır.
2. "Semiallahu
limen hamideh" cümlesi, rükû'dan doğrulduktan sonra söylenir. (721 no'lu
hadis-i şerifin izahında bu mesele ile ilgili açıklama vardır).
3. Secde
halinde iken bileklerini yanlarına ve kasıklarına temas ettirmek-, ten
sakınmalıdır.
4. Son
teşehhüdde kabalarını yere koyarak sol ayağını da yere yatırıp oturmalıdır.
5. Secdede ayak
parmaklarım kıbleye döndürmeye dikkat etmelidir.[40]
731. ...Muhammed
b. Amri'l-Âmiri'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.)'in sahabilerinden (bir
topluluğun oluşturduğu) bir mecliste idim. Peygamber (s.a.)'in namazından
bahsediyorlardı. (Bir önceki hadisin râvilerinden) Ebû Humeyd (i's-Saidî) dedi
ki: (Ravi Muhamed b. Amr b. Halhale, AbdulHamid b. Cafer'in Muhammed b. Amr'den
rivayet ettiği) şu (bir önceki) hadisin (sadece) bir kısmım zikretti ve (İbn
Halhale sözüne devamla şöyle) dedi: (Resul-i Ekrem) rükû'a vardığı zaman
elleriyle diz kapaklarını iyice kavrardı. Parmaklarının arasına açık
bulundururdu. Başını yukarı kaldırmadan ve yüzünü göstermeden sırtını aşağı
eğerdi. (Muhammed b. Amr b. Halhale sözüne devamla) dedi ki: "İki
rekatta(n sonra) oturduğunda sol ayağının alt kısmı
üzerine oturur ve sağ (ayağı)ını dikerdi. Dördüncü
(rekatın nihâyetin)de sol kabasını yere koyarak ayaklarını bir tarafından
çıkarırdı."[41]
el-Münzirî, "Bu hadisin senedinde, hakkında bazı
söylentiler bulunan İbn Lehî bulunmaktadır" diyerek bu hadisin zayıflığına
dikkati çekmiştir.
Müellif Ebû Davud'un Muhammed b. Amr b. Halhale'nin
rivayet ettiği bu hadisin, Abdulhamid b. Cafer'in rivayet ettiği bir önceki
hadisin ancak bir bölümünden ibaret olduğunu söylemekten maksadı, bu hadisin
bir önceki hadise nisbetle çok kısa olduğuna dikkati çekmektir. Fakat bununla
beraber bu hadisde bir önceki hadisde bulunmayan bazı ilâveler ve bir önceki
hadise nisbetle bazı farklılıklar vardır. Bu farklılıklar şunlardan ibarettir:
1. Resûl-i Ekrem
(s.a.) rükû'da diz kapaklarını elleriyle iyice kavrayarak ellerini dizlerine
iyice yerleştirirdi.
2. Rükû' hâlinde
ellerinin parmakları arasını açık bulundururdu.Bilindiği gibi el parmaklarının
arasını açık bulundurmak sadece rüku'da, kapalı bulundurmak da sadece secdede
mendubtur.
3. Başını
sağa-sola bükmediği için yanaklarından hiç biri rükû' halinde görünmezdi. Sağ
yanağının görülebilmesi içni başını sol tarafa sol yanağın görülebilmesi için
de başını sağ tarafa bükmesi gerekir. Buna göre Resul-i Ekrem (s.a.)
yanaklarını yere paralel bulunduruyordu.
4. Bundan
Önceki hadis-i şerifte sol ayağını dışarı çıkardığından bahsedildiği halde
burada her iki ayağını da bir taraftan dışarı çıkardığı ifade edilmektedir.
Aliyyü'l-Kaarî'nin beyânına göre bu sağ taraftır.
Burada geçen ikinci ve dördüncü rekatlar sonundaki
oturuş şekli bundan önceki hadis-j şerifte de geçtiği için mezheb imamlarının
görüşleriyle ilgili tafsilât orada verilmiştir.
Ancak burada ayakların ikisinin de sağ taraftan
çıkarıldığı ifade edildiği halde Buhârî'de "iki rekat sonunda (teşehhüd
için) oturduğunda sol ayağının üzerine oturup sağ ayağını diker, son rekâta
oturduğunda (ise) sol ayağını ileri alıp diğerini dikip oturağı üzerine oturur
idi" denilmektedir.[42] İlk oturuş
mevzuunda merhum Ahmed Naim Efendi şunları söylemektedir: "Sol ayağın
üzerine oturup sağ ayağını dikmeğe (iftiraş) denir. Tahâvî'nin rivayetinde
oturuşun şekli hakkında tafsilat daha da fazladır. Orada sonra oturup sol
ayağını yaydı. Yani altına aldı, sağ ayağının üstünü kıbleye karşı getirdi. Sağ
avucunu sağ dizinin üzerine ve sol avucunu sol dizinin üzerine koydu ve
kelime-i şehâdeti mübarek parmağı ile işaret buyurdu denilmektedir"[43] Yine Ahmed
Naim Efendi "sol ayağını ileri alıp diğerini dikip oturağı üzerine
oturdu" cümlesi ile ilgili olarak şunları söylemektedir: "Buna
teverrük denir." Nitekim Sünen-i Ebû Davud'un rivayetlerinin birinde;
"nihayet... ardından selâm verilecek secdeyi yaptıktan sonra sol ayağını
geri bırakıp sol yanı üzerine müteverriken (kabasını yere koyarak)
otururdu." (Bk. Mevzumuzu teşkil eden hadis) denilerek teverrük açıklanmıştır.
Ebû Davud'un Sünen'indeki rivayetin birinde ise, her iki oturuş arasındaki
fark: ikinci rekâttan sonra oturduğunda sol ayağının tabanı üstüne oturup sağ
ayağım diker, dördüncü rekat olunca sol ayağını yere yapıştırıp her iki ayağını
yanından dışarı çıkarırdı, diye gösterilmiştir.
Bu hadis-i şerif ilk oturuş ile son oturuş arasında
fark gören fukahâ ile fark görmeyen Ebû Hanife ve taraftarları arasındaki
ihtilafın esaslarından birini teşkil etmektedir. Bu hadise binaen Şafiî ile
Şafiî'nin görüşünü paylaşan fukahâ ilk oturuşta sadece iftirası (sağ ayağı
dikerek sol ayak üzerine oturmayı) ikinci oturuşta ise, teverrükli (sol ayağı
ileri alıp diğerini dikip kabası üzerine oturmayı) sünnet sayarlar. Ebû Hanife
ile imameyn ise, -ki sarih Aynî, Seyrî ile Abdullah b. Mübârek'i ve bir
rivayete göre Ahmed b-Hanbel'i de bunlara katıyor- oturduğu zaman sol ayağını
yayar ve üzerine otururlar ve her iki oturuşta da bu şekilde oturmanın sünnet
olduğunu söylerlerdi. Bu mevzudaki delilleri ise şu hadis-i şeriftir.[44]
Bu konuda Bezlu'l-mechûd sahibi de şunları
söylemektedir: "Bu mevzuda hanefi mezhebinin görüşü Bedâyi sahibinin
dediği gibidir. Teverrük' ün manası kabaları yere koyup ayaklan sağ taraftan
çıkartarak sol kaba üzerine oturmaktır. Hadis-i şeriflerin birinde (730 no'lu
hadis) sol ayak dışarı çıkacak denildiği halde, diğerinde (731. hadis) ikisi
birden dışarı çıkacak denilmesi, zamana ve mekâna göre ikisinin de
uygulanabileceğine bir işarettir.[45] İmam Mâlik'e
göre her iki oturuşta da teverrük efdaldır. Delili ise, 730 ve 731 no'lu hadislerdir.[46]
732. ...Muhammed
b. Amr b. Atâ'dan bir Önceki hadisin aynısı (rivayet edilmiştir. Ancak Muhammed
bir önceki rivayetinden fazla olarak şunları) söylemiştir: "Secdeye
vardığı zaman (kollarını) yaymaksızın ve onları (yanlarına) çekmeksizin ellerini
yere koyardı ve (secde halinde iken de el ve ayak) parmaklarını kıbleye
yöneltirdi."[47]
Bu rivayet mana bakımından bir Önceki hadisin aynısı
olmakla beraber ondan fazla olarak bazı hükümler getirmektedir.
Bu hadisin Müslim'deki ibaresi meâlen şöyledir:
"Resülullah (s.a.) namaza tekbirle kıraate de Fatiha'yı okumakla
başlardı. Rükû' ettiği zaman başını ne yukarıya diker, ne de aşağıya büker,
ikisinin arasında tutardı. Başını rükûdan kaldırdığı vakit, iyice doğrulmadıkça
secdeye gitmezdi, başını secdeden kaldırdığı zaman dahi iyice doğrulup
oturmadıkça ikinci secdeye gitmezdi. Her iki rekat sonunda tahiyyât okurdu. Sol
ayağını yere döşer, sağ ayağını da dikerdi. Şeytan oturuşundan nehyeder,
insanın vahşi hayvanlar gibi kollarını yere yaymasını da yasak ederdi."
Müslim'in rivayet ettiği (salât 340) bu hadis-i şerif de mevzumuzu teşkil eden
hadisi te'yid etmektedir. Netice olarak Ebû Davud'un rivayet ettiği bu hadis-i
şerif bir öncekinden farklı olarak şu hükümleri getirmektedir:
1. Kolları vahşi
hayvanlar gibi yere yayarak secdeye varmak yasaklanmıştır. Çünkü bu
tenbelliğin ve namaza lâyıkıyla önem vermemenin alâmetidir. Nitekim Buhârî'de
bu mesele şöyle ifâde edilmiştir: "Secdede itidal üzere bulununuz. Hiç biriniz
de kolunu canavarın kolunu yaydığı gibi yaymasın."[48]
Halbuki kolların kaldırılarak yanlardan uzakta
tutulması tevazu hâline daha uygun olduğu gibi alnı yere koymaya da yardımcı
olur. Kollan secdede yere yaymaksa tenzihen mekruhtur. Sünnet olan ise,
kişinin secdede sadece el ayalarını yere koyarak, kollarını yere yaymaksızın
dirseklerini yukarı kaldırması ve koltuklarını da kuş kanadı gibi germesidir.
Secdede bu halde bulunmak gerektiğine dair emir vardır. Nitekim Meymûne
(r.anhâ)'dan gelen bir rivayette; "Resûlullah (s.a.) secdeye vardığı
vakit ufak bir kuzu, iki kolları arasından geçebilirdi"[49] diğer bir
rivayette de, "Pazularının arasını o kadar açardı ki koltuklarının
beyazlığı arkadan görünürdü" denilmektedir.[50]
Bu rivayetlerin birincisinde tarif edilen duruma
"tecnîh" denir. İkinci rivayette tarif edilen duruma ise
"tahviye" denir ki, kişinin secde halinde karnını yerden uzak,
pazularını yanlardan açık ve ırak tutmak anlamındadır. Kadınlar ise bunun
aksini yaparlar ki, buna da "ilıtifâz" denir. Bu iki rivayette tarif
edilen tecnîh ile tahviye netice itibariyle bir manaya gelmektedir.
2. Ayak ve el
parmaklarının kıbleye getirilmesidir. Bazılarına göre secdede iken parmaklar
kıbleye gelmezse namaz bâtıl olur. Ulemanın büyük çoğunluğuna göre ise, mekruh
olur. Nitekim merhum Ö.Nasuhi Bilmen Efendi bu mevzuda şöyle demiştir:
"İki ayağın veya bir ayağın parmaklan yere konulmadıkça secde caiz olmaz.
Muhtar olan kavil budur. Bir ayağın yalnız bir parmağını veya ayağın yalnız
üstünü yere koymak kifayet etmez."[51]
Bu mevzuda Hanefi ulemâsından merhum Aynî de şöyle
demiştir: "Hadis-i şerifte geçen kelimesine iki şekilde mana vermek mümkündür:
1. Ellerini
uzunluğuna yayardı, parmaklarını yummazdı.
2. Kollarını
yanlarından uzak tutardı ve yere yaymazdı.[52]
Ancak biz el-Menhel sahibine uyarak tercemede ikinci
manayı tercih ettik.[53]
733. ...Abbâs
(veya Ayyaş) b. Sehl Es-Sâidî'den rivayet edilmiştir: Kendisi; Peygamberin
ashabından olan babasının da bulunduğu bir mecliste idi. (O) mecliste Ebû
Hüreyre, Ebû Humeyd es-Sâidi ve Ebû Useyd de vardı. (Ancak râvi İsâ bu hadisi
naklederken) şu (730 no'lu) habere bazı ilâveler yaptı ve (bazı kısımlarını da)
eksik nakletti. Bu hadiste (İsa b. Abdullah) şöyle dedi: (Sonra başım rükû'dan
kaldırdı ve "Semiallahü limen hamiden, Allahümme Rabbena lekel-Hamd"
(Allah kendisine hamdedenin hamdini işitir. Ey Rabbimiz, hamd sana
mahsustur)" dedi ve ellerini kaldırdı. Sonra "Allahü Ekber"
deyip secdeye vardı. Secdede iken elleri dizleri ye ayak uçları üzerinde kaldı.
Sonra "Allahü ekber" deyip (sol) kabası üzerine oturdu. Öbür ayağını
da dikti. Sonra "Allahü Ekber" deyip secdeye vardı. Sonra (yine);
"Allahü Ekber" diyerek (secdeden) kalktı (fakat bu defasında sol)
kabası üzerine oturmadı." Sonra (İsa 730 no'lu) hadisi naklederek (şöyle)
dedi: Sonra iki rekatın sonunda oturdu. Kalkmak isteyince de tekbirle kalktı ve
son iki rekatı da tamamladı. (Ancak İsa burada daha önce geçen 730 no'lu
hadisteki son) teşehhüdde kabalar üzerine oturmaktan söz etmedi.[54]
Bu hadis-i şerifte aynı mevzuyla ilgili 730 no'lu
hadise nisbetle bazı ilâveler bulunmakla beraber, bazı kısımlarda da sözü geçen
hadise göre bazı noksanlıklar mevcuttur. Netice olarak:
1. "Sonra
başını nüku'dan kaldırdı", cümlesiyle,
2. "Semiallahü
limen hamiden, AHahumme Rabbena Ieke'1-hamd" cümlesi 730 no'lu hadise
nisbetle burada bulunan ilâvelerdir. Ancak 730 no'lu hadiste bulunan "son
teşehhüdde (sol) kabası üzerine oturdu" cümlesi, burada geçmediğinden
mezkûr hadise nisbetle bu husus bir noksanlık teşkil etmektedir.
Bu hadisle ilgili açıklamalar 730 no'lu hadisin
açıklama kısmında geçmiştir.[55]
734. ...Abbâs b.
Sehl dedi ki: Ebû Humeyd, Ebû Üseyd, Sehl b. Sa'd ve Muhammed b. Mesleme[56] (kendi
aralarında) toplanıp Peygamber (s.a.)'in namazından bahsediyorlardı. Ebû
Humeyd r.a.): "Resûlullah (s.a.)'m namazım en iyi bileniniz benim"
dedi ve bir önceki hadisin bir kısmını nakletti (ve şöyle) dedi: "Sonra
(Resûlullah) rükû'a vardı ve ellerini dizlerinin üzerine koydu. Ellerini sanki
kavis gibi yapmış, dizlerini tutuyor ve yanlarından uzak bulunuyordu. Sonra
secdeye vardı ve alnıyla burnunu yere iyice yerleştirdi; kollarını da yanlarından
uzaklaştırdı, ellerim omuzlan hizasına koydu. Sonra başını (secdeden) ta her
kemik yerine dönünceye kadar kaldırdı (ve birinci veya ikinci rekatın sonundaki
secdeleri) bitirdi, sonra sol ayağını yayıp üzerine oturdu. Sağ ayağım
(dikerek) uçlarım kıbleye getirdi. Sağ elini sağ dizinin, sol elini de sol
dizinin üzerine koydu. (Şehâdet) parmağı ile de işaret etti.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi Utbe b. Ebî Hakim,
Abdullah b. İsa'dan, o da Abbas b. Sehl'den rivayet etti. (Ancak Utbe burada)
te-verrükten (sol kabayı yere koyarak oturmaktan) bahsetmemiştir. (Yine Utbe)
Fuleyh hadisinin (734 no'lu hadisin) bir benzerini daha nakletmiş (orada da
teverrükten bahsetmemiştir). El-Hasen b. el-Hurr da Fuleyh ve Utbe hadisinde
olduğu gibi (sadece ikinci teşehüddeki) oturuştan bahsetmiş (ve başka bir
oturuştan söz etmemiş)tir.[57]
Aliyyü'l-Kaarî,
Mirkât isimli eserinde hadis-i şerifte geçen sağ elim sağ
dizinin, sol elim de sol dizinin üzerine koydu, (şehâdet) parmağıyla da işaret
etti" cümlesini açıklarken şöyle diyor: Müslim'de bu mevzuda şöyle bir
hadis-i şerif vardır:
"Peygamber (s.a.) namazda oturduğu vakit, sağ avucunu
sağ uyluğunun üzerine koyar, bütün parmaklarını yumar, baş parmaktan sonra gelen
parmağı ile işaret ederdi, sol avucunu da sol uyluğunun üzerine koyardı.”[58] Şurası
muhakkak ki bütün parmaklar kapalı iken avucu uyluk üstüne koymak mümkün
değildir. Allah bilir ya, herhalde parmaklan açık olduğu halde ellerini
uylukları üzerine koymuş, ancak daha sonra şehâdet parmağıyla işaret etmek
istediği zaman, parmaklarını kapamıştır. Nitekim parmakla nasıl işaret
edileceği mevzuunda İmam Muhammed ve Ebû Yusuf'tan gelen rivayet de böyledir.
Ulemanın bir çoğu da hiç bir zaman parmakla işaret edilmeyeceğini
söylemişlerse de bu hem rivayet hem de dirayet yönünden isabetsizdir.
Hulvânî'den gelen rivayete göre ise, kişi teşehhüdde
"lâ ilahe" derken şehâdet parmağını kaldırır, "illallah"
derken de indirir. Bu şekilde olumsuz cümle ile parmak kaldırılmış, müsbet
cümle ile de indirilmiş olur. Parmak uçları dizin kenarına kadar, uzatılır daha
uzakta olamaz.[59]
Müellif Ebû Dâvûd hadisin sonundaki talik ile teverrük
ve istirahat celsesine ait rivayetler arasında birlik olmadığına dikkatleri
çekmek istemiştir. Bu mevzu ile ilgili rivayetleri şu şekilde hulâsa etmek
mümkündür:
1. Abdulhamid
b. Cafer'in, Muhammed b. Amr b. Ata'dan rivayet ettiği (730 no'lu) hadisle,
Muhammed b. Amr b. Halhale'nin Muhammed b. Amr el-Amirî'den rivayet ettiği (731
no'lu) hadiste Peygamber (s.a.)'in ikinci oturuşta kalçasını yere koyarak
oturduğu ifade edilmektedir.
2. Bunun
yanında Hasen b.el-Hurr'ın rivayet ettiği (733 no'lu) hadisle Fuleyh'in rivayet
ettiği (743 no'lu) hadiste ve Utbe'nin Fuleyh hadisine benzeyen rivayetinde
ise, ikinci celsede teverrükten bahsedilmemektedir.
a. Bu râvilerden
el-Hasen, Peygamber (s.a.)'in sadece iki secde arasında teverrük yaptığından bahsetmiş,
bunun dışında ne ilk celsede, ne de ikinci celsede teverrük yapıp
yapmadığından söz etmediği gibi sonunda teşehhüd bulunmayan iki secde arasında
İstirahat celsesinden de bahsetmemiştir.
b. Fuleyh ile Utbe ise hiç bir şekilde teverrükten
bahsetmişledir. Netice olarak teverrük konusunda rivayetler arasında birlik
olmadığı için mezhebler de bu konuda değişik görüşler beyân etmişlerdir.
Mezheblerin bu konudaki görüşlerini (731) ve (732)
numaralı hadislerin şehrinde açıklamış bulunmaktayız.[60]
735. ...Amr b.
Osman, Bakıyye'den; o Ukbe'den; o Abdullah b. İsa'dan; o el-Abbâs b. Sehl
es-Sâidî'den, o da Ebû Humeyd'den şu (bir önceki) hadisi nakletti. (Ukbe) dedi
ki: (Resûl-i Ekrem s.a.) secdeye vardığı zaman karnını uyluklarının herhangi
bir tarafına dayandırmadan uyluklarının arasını açardı.[61]
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi İbnu'l-Mübârek rivayet
etti. (Dedi ki:) “Füleyh diyor ki: Ben bu haberi Abbas b.Sehl'den İşittim ama
onu hafızamda tutamadım" (Yine İbnu'l-Mübârek diyor ki:) "Öyle zannediyorum
ki Füleyh, İsa b. Abdillah'dan bahsetti. (İsa b. Abdillah da) bu haberi Abbâs
b. Sehl'den işitmiş. Abbâs der ki: Ben (bu hadisi) Ebû Humeyd es-Sâidî'den
aldım."[62]
Ukbe'nin bu rivayetinden anlaşılıyor ki, Resûl-i Ekrem
(s.a.) secdeye vardığı zaman karnını uylukları üzerine dayamaz, bilakis
uyluklarından uzaklaştırır ve uyluklarını da bir birinden uzak tutarmış. Bazı
Şâfiiler iki uyluk arasındaki bu mesafeyi bir karış olarak takdir etmişlerdir.
Müellif Ebû Davud'un beyânına göre, Abdullah b.
el-Mübârek bu hadisi Fuleyh'den dinlemiştir. Fuleyh de Abbâs b. Sehl'den
dinlemiş, fakat Fu-leyh, Abbâs'dan dinlediğini unutmuştur. Abdullah İbn
el-Mübârek, Fuleyh'in bu hadisi unuttuktan sonra İsa b. Abdillah'dan ikinci
defa işitip ezberlediği kanaatindedir. Bu hadisi İsa, Abbas'dan, Abbas da Ebû
Humeyd es-Saidî'den nakletmiştir.[63]
736. ...Bu hadis
Hz. Peygamber (s.a.)'den (bir de) Abdu'l-Cebbâr b. Vâil'in babası tarafından
(rivayet edilmiştir. Vâil b. Hucr) dedi ki: (Peygamber a.s.) secdeye gittiği
zaman elleri inmeden önce dizleri yere inerdi. Secdeye vardığı zaman ise alnım
elleri arasına koyardı ve (pazularını) karnından uzak tutardı.
Haccâc (b. Minhâl) dedi ki: Hemmâm dedi ki: Şakik bize
anlattır Bu hadisin bir benzeri de (yine) Hz. Peygamber'den Âsim b. Küleyb'-in
babası tarafından rivayet edilmiştir. (Râvi Haccâc dedi ki:) Bu iki hadisin
birinde kanaatimce Muhammed b. Cuhâde'nin (rivayet ettiği) hadiste (şu cümle
bulunmaktadır. "Secdeden kıyama) kalkmak istediği zaman dizleri üzerinde
ve (elleriyle) uyluklarına dayanarak kalkardı."[64]
Vail b.Hucr'un rivayetinde Resûl-i Ekrem (s.a.)'in
secdeye vardığı zaman, alnını iki ellerinin arasına koyduğu ifâde edilmektedir.
Halbuki (734) no'lu hadis-i şerifte ellerini omuzu hizasına koyduğu ifâde
edilmişti. Her ne kadar görünüşte bu iki rivayet birbirinden farklı gibiyse de,
aslında aralarında her hangi bir tearuz yoktur. Çünkü bu iki rivayet birlikte
değerlendirildikleri zaman, Resûl-i Zişan'ın secde ederken bazan yüzünü elleri
arasına koyduğu bazan da ellerini omuzları hizasına koyarak secde ettiği
anlaşılır. Bu farklı uygulama, duruma göre iki şekilde de secde
yapılabileceğini ifâde eder.
Bu hadis, Haccâc'dan gelen şekli ile zayıftır. Hadisi
Resûl-i Ekrem'den rivayet ettiği söylenen Küleyb, içlerinde Buhârî'nin de
bulunduğu bir Ulemâ grubuna göre tabiîdir. Buna göre Küleyb'in bu hadisi
Resûl-i Ekrem'den değil de, bir sahâbiden duymuş olması gerekir. Bilindiği gibi
böyle sahibinin atlanarak Resûl-i Ekrem'den işitilmiş gibi nakl edilen
hadislere "mürsel hadis" denir.
Bu hadislerden anlaşılıyor ki, Resûl-i Ekrem (s.a.)
secdeye varmak istediği zaman yere önce dizlerini, sonra ellerini ve yüzünü
koyar, kalkarken de bunun aksini yapardı. Önce yüzünü, sonra ellerini ve daha
sonra da dizlerini kaldırırdı. Her ne kadar İmam Mâlik ile İmam Evzâî önce
ellerin, sonra da dizlerin yere konacağını söylemişlerse de, cumhura göre İmam
Mâlik'le Evzâî'nin bu görüşleriyle ilgili uygulama sonradan neshedilmiştir.[65] Kıyama
kalkarken de ellerini uylukları üzerine koyar yere tutunmaktan sakmırdı. Dizleri
üzerinde ayağa kalkardı. Nitekim merhum Ö. Nâsûhî Bilmen Efendi de bu mevzuda
şunları yazmıştır: "Secdeye varılırken evvelâ dizleri, sonra elleri,
sonra yüzü yere koymak secdeden kalkarken de ibtida yüzü, sonra da dizlerin
üzerine koyarak elleri yerden kaldırmak sünnettir. Meğer ki buna kudret
bulunmasın, o halde el ile yere dayanarak kalkmak caiz olur."[66]
737. ...Vâil (b.
Hucr) demiştir ki: Peygamber (s.a.)'i namazda baş parmaklarını kulaklarının
yumuşağına kadar kaldırırken gördüm.[67]
Bu hadis-i şerif tekbir alırken ellerin kulak
yumuşaklarına kadar kaldırılacağına bir delildir. Ancak daha önce geçen (728)
no'lu hadiste sahâbe-i kiramın ellerini göğüs hizasına kadar kaldırdıkları ifadesi
vardır. Biz hadisi açıklarken yine aynı hadisteki ifâdelere dayanarak ashabın
ellerini göğüslerine kadar kaldırıp daha yukarı kaldırmamalarının sebebim
soğuktan korunmak maksadıyla giydikleri elbiselerin fazlalığına yani bu fazla
elbiselerin elleri daha yukarıya kaldırmaya engel olduğuna bağlandığını belirtmiştik.
Konumuzu teşkil eden bu (737) no'lu hadis-i şerifte
her ne kadar Resûl-i Ekrem'in ellerini kulak memelerine kadar kaldırdığı ifâde
ediliyorsa da (730) no'lu hadiste omuz hizasına kadar kaldırdığı, (726) no'lu
hadiste de kulak üstü hizasına kadar kaldırdığı ifâdesi vardır.
Aliyyü'l-Kaarî'nin Mirkat isimli eserinde zikrettiğine göre İmam Şafiî Mısır'a
geldiği zaman tekbir esnasında ellerin nasıl kaldırılacağı mevzuu kendisine
sorulduğunda şu cevabı vermiştir: "Namaz kılan kimse ellerini omuz
hizasına gelecek şekilde kaldırır. Öyle ki, başparmakları kulak yumuşağı
hizasına, diğer parmakları da kulaklarının üst hizasına gelmiş olur."
Nitekim Müslim'in bir rivayetinde de şöyle buyuruluyor: "Peygamber (s.a.)
ellerini ta kulakların üst hizasına kadar kaldırırdı."[68]
Bu sözüyle İmam Şafiî bu üç rivayeti de birleştirmiş
oluyor; üçüyle de amel etmiştir. Bu çok güzel bir te'liftir. Nitekim Hanefiye
ulemasının bir kısmı bununla amel etmişlerdir.[69]
738. ... Ebû
Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.) namaza (başlamak) için
tekbir aldığı zaman ellerini omuzlan hizasına kadar kaldırırdı. Rükû'a varmak
istediği ve secdeye varmak için (rükû'dan) kalktığı zaman da böyle yapardı. İki
rekat bittikten sonra (kıyama) kalkarken de aynı şeyi yapardı.[70]
Bu hadisle ilgili açıklama (730) no'lu hadisle bir
önceki hadisen izahında geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.İbn Kayyım
bu hadisin Müslim'in şartlarına uygun olduğunu söylemiştir.[71]
739. ... Kuteybe
b. Said, İbn Lehia'dan; o Ebû Hübeyre'den, o da Meymûn el-Mekkî'den rivayet
etmiştir. (Meymün el-Mekkî) Abdullah b. ez-Zübeyr (r.a.)'i kendilerine namaz
kıldırırken (namaza) kalktığı esnada (iftitah tekbiri alırken) rükû'a varırken
ve (ikinci) secdeye giderken ve (ikinci secdeden) kalkarken ve ayağa kalkarken
ellerini kaldırmakta olduğunu görmüştür. (Meymûn el-Mekkî sözlerine devamla
şöyle demiştir: Bunun üzerine kalkıp) İbn Abbâs'a gittim ve: "Ben İbn
ez-Zübeyr'i kimsenin kılmadığı bir şekilde namaz kılarken gördüm" dedim.
Ve ona (İbn ez-Zübeyr'in) bu el kaldırışını (iyice) tarif ettim.Bunun üzerine
(îbn Abbas şöyle) dedi: "EğerPeygamber(s.a.)'in namazını görmeyi arzu
ediyorsan Abdullah b. ez-Zübeyr (r.a.)'ın namazına uy."[72]
Hadis-i şerifte geçen "işaret" kelimesi el
kaldırma mânâsında kullanıldığından biz tercemede bu manayı tercih ettik. (Namaza
kalktığı esnada) el kaldırmak tâbirini de (738) no'lu hadise dayanarak iftitah
tekbiri esnasında ellerini kaldırıyordu şeklinde anladık ve bu mânâya parantez
içerisinde işaret ettik.
Yine buradaki ifâdesini de bir numara sonra terceme
edeceğimiz 740 no'lu hadise dayanarak "ikinci secdeden kalkarken"
diye terceme ettik. Ancak yine el-Mcnhel sahibinin dediği gibi bu hadisin
sahih olduğu farz edilecek olursa, o zaman metinde cümlesine "secdeye
varmak için başım rüku'dan kaldırdığı zaman"diye cümlesine de
"birinci teşehhüdden üçüncü rekata kalktığı zaman" diye mânâ
verilerek bir önceki hadisle aralarında bir çelişkinin doğması önlenmiş olur.
Fakat bu hadis zayıftır. Çünkü bunu İbn Lehîa rivayet
etmiştir. Bu râvi zayiflığıyla meşhurdur. Hadisleri delil teşkil edemez. Ayrıca
bu hadiste Mey-mun el-Mekkî vardır ki, bu şahsın da kimliği meçhuldür.[73]
740. ...en-Nad'r
b. Kesir es-Sa'dî demiştir ki: Abdullah b. Tâvûs Hayf mescidinde yanımda namaz
kıldı. îlk secdeyi yapıp da başım kaldırdığında ellerini yüzü hizasına kadar
kaldırdı. Bu davranışı uygun görmediğim için Vüheyb b. Hâlid'e haber verdim.
Vüheyb de ona "İşittiğime göre sen namazda hiç kimseden görmediğim bir
şey yapıyor (muş)sun" dedi. Bunun üzerine Abdullah da (şöyle) cevap verdi:
"Ben babamı o işi yaparken gördüm de babam (şöyle) dedi: Ben îbn Abbâs'ın
böyle yaptığını gördüm ve o'nun, "Bunu Resûlullah (s.a.) (böyle) yapardı"
dediğinden başka bir şey de bilmiyorum."[74]
Bu hadis birinci secededenkalkarken elleri kulaklara
kadar kaldırmanın meşru olduğuna delâlet etmektedir. Ebû Bekr b. el-Münzir, Ebû
Ali et-Teberî ve bazı ehl-i hadis birinci secdeden kalkarken elleri kulaklara
kadar kaldırmanın müstehab olduğu görüşündedirler.
Ancak bu hadis zayıftır. Çünkü en-Nadr b. Kesir
tarafından rivayet edilmiştir. Bilindiği gibi en-Nadr, hakkında çeşitli
tenkidler vardır. Bu şahsın rivayet ettiği hadisler hüccet olma niteliğinden
uzaktır. Nisabûrî de bu hadis için münker tabirini kullanmıştır.
Aynı şekilde Nesâî'nin İbn Ebi Adiy, Şu'be, Katâde,
Nasr b. Âsim senediyle Mâlik b. el-Huveyris'ten Peygamber (s.a.)'in namazda
rükû'a varırken, rüku'dan başını kaldırırken secdeye giderken ve secdeden
başını kaldırırken ellerini kulaklarının üst hizasına kadar kaldırdığına dair
rivayet ettiği hadis de zayıftır.[75] Çünkü bu
hadisin râvilerinden olan Nadr b. Âsim hakkında da çeşitli tenkidler
yapılmıştır.[76]
741. ...Nafi'den rivayet
edildiğine göre, Abdullah b. Ömer namaza durunca tekbir alır ve ellerini
kaldırırdı. Rüku'a vardığında ve "semiallahü limen hamideh"
dediğinde, iki rekattan (sonra üçüncü rekata) kalktığında da (yine) ellerini
(kulakları hizasına kadar) kaldırırdı. (Abdullah İbn Ömer) bu hadisi Hazreti
Peygamber (s.a.)'e is-nad etti.
Ebû Dâvûd dedi ki: Gerçekte bu, İbn Ömer'in (kendi)
sözüdür. Hz. Peygambere ulaşan bir hadis değildir.[77]
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisin baş tarafını Bakıyye (b.
el-Velid) Ubeydullah 'dan rivayet etti. (Ubeydullah da) bu hadisi (Hz. Peygambere)
isnad etmiştir. Bu hadisi bir de es-Sakafî, Ubeydullah 'dan rivayet etmiştir.
(Ancak Ubeydullah) bunu (Abdullah) İbn Ömer'e isnad etmiştir. (Sakajl) bu
rivayetinde (şöyle) demiştir: "İkinci rekattan (sonra üçüncü rekata)
kalkarken ellerini göğüsleri hizasına kadar kaldırırdı" Doğru olan da
budur.
Yine Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi aynı zamanda el-Leys
b. Sa'd, Mâliki Eyyûb ve İbn Cüreyc mevkuf olarak rivayet ettiler.(Yani senedini
Hz. Peygambere isnad etmediler), sadece Hammâd b. Seleme bu hadisi Eyyûb'dan
naklederek Hz.Peygamber (s.a.)'a isnad etti. Eyyûb ile Mâlik (rivayetlerinde)
iki secdeden (rekattan sonra üçüncü rekata) kalktığında (ellerini)
kaldırdığından bahsetmemişlerdir. el-Leys ise, hadisinde el kaldırmayı söz
konusu etmiştir. İbn Cüreyc bu rivayetinde; "Ben Nâfi'e; "İbn Ömer
ellerini iftitah tekbiri alırken mi daha yukarı kaldırırdı, yoksa diğerlerinde
mi'' diye sordum. O da; ' 'hayır (hepsinde) aynı seviyede (kaldırırdı)"
diye cevap verdi. (Bunun üzerine ben, "bana işaretle göster" dedim;
o da göğüslerine veya biraz daha aşağısına işaret etti" demiştir.[78]
Bilindiği gibi bir hadisin senedi Peygamber (s.a.)'e
ulaşıyorsa bu hadise "merfû' hadis" denir. Her ne kadar Abdullah b.
Ömer bu. hadisi Hz. Peygamber'e isnad etmişse de, müellif Ebû Davud'un beyânına
göre, bu hadis merfû' değildir. Hz. Abdullah'ın kendine ait bir fiilî
hadistir. Bilindiği gibi, bir hadisin senedi sahabiden son buluyorsa yani
hadisin ilk kaynağı sahâbî olursa, bu tür hadislere "mevkuf hadis"
denir.
Ebû Dâvûd bu hadisin mevkuf olduğu kanaatindedir.
Hammâd b. Seleme'nin dışında ismini zikrettiği râvilerin bu hadisi hep mevkuf
olarak rivayet ettiklerine bakarak bu kanaata varmıştır.
Hafız İbn Hacer ve İsmailî de aynı kanaattedirler.
Ancak Darekutnî Kitabü'l-İlel'inde bu meseleyi söz konusu ettiktensonra
"gerçek olan Abdul A'lâ'nın dediği gibi hadisin merfu olduğudur"
demişse de îsmailî bunu ten-kid ederek bu haberin mevkuf olduğunu kesinlikle
ifâde etmemiştir. el-Menhel sahibi de bu haberin hem mevkuf hem de merfu olarak
rivayet edildiğini beyân etmektedir.[79]
Bu hadislerin sahihliği kabul edilse bile Hanefi
uleması iftitah tekbiri dışında el kaldırmanın İslâm'ın ilk devirlerine ait
olduğu ve sonradan neshe-dildiği görüşündedirler. Bunun dışında el
kaldırılmayacağına dair delil olarak da ilerde gelecek olan 749 no'lu hadisi
gösterirler. Fazla tafsilat için 721 ve 749 no'lu hadislerin şerhine
bakılabilir. İbn Ömer'in ellerini göğüs hizasına kadar kaldırmasının sebebi,
üzerinde bulunan soğuktan korunmak için giydiği elbiselerin daha fazla el
kaldırmaya engel olmasıdır. Nitekim 728 ve 729 no'lu hadis-i şeriflerde geçti.[80]
742. ...Nâfi'den
rivayet edildiğine göre; Abdullah b. Ömer namaza başladığı zaman ellerini omuzları
hizasına kadar kaldırırdı. Başını rükûdan kaldırdığı zaman da onları
omuzlarından daha aşağıya kaldırırdı.
Ebû Dâvûd dedi ki; Benim bildiğim "Omuzlarından
'daha aşağı kaldırırdı" sözünü Mâlik'ten başka hiç bir kimse rivayet
etmemiştir.[81]
Bu hadis bir önceki Cüreyc hadisine ters
düşmektedir.Çünkü İbn Cüreyc'in rivayetinde İbn Ömer'in namaz kılarken ellerini
her kaldırışında göğsü hizasına kadar veya biraz daha yukarı kaldırdığı ifâde
edilirken burada iftitah tekbirini alırken ellerini omuzları hizasına kadar
kaldırdığı başını rüku'dan kaldırırken ise daha aşağı kaldırdığı ifade
edilmektedir.
Bilindiği gibi İmam Mâlik, Nâfi’ Abdullah b. Ömer
zinciri ile gelen senede "Silsiletü'z-Zeheb" (altın silsile-zincir)
denilir ki: "Esahhu'I-Esanid" (Senedlerin en sahihi) diye
nitelendirilir.
Bu bakımdan bu hadis bir önceki hadise tercih edilir.
Ancak Allâme Zürkâni bu iki hadisin arasını te'lif için şöyle demektedir: Nâfi,
Cüreyc'in, "İbn Ömer, ellerini iftitah tekbirinde daha yüksek seviyede mi
kaldırırdı?" şeklindeki sorusuna, meseleyi iyi hatırlayamadığı için
"Hayır" diye olumsuz cevap vermiştir. Halbuki İmam Malik meseleyi
kendisine hatırlattığı için olumlu ve doğru bir cevab vermiştir. Ebu Davud'un
"Benim bildiğim omuzlardan daha aşağı kaldırdı- sözünü Mâlik'ten başka hiç
bir kimse rivayet etmemiştir" sözüne gelince, Mâlik'in bu ilavesi hadisin
sıhhatine bir zarar vermez. Çünkü Mâlik güvenilir ve Hafız bir ravidir. Böyle
ravilerin yalnız başlarına rivayet ettikleri hadisler makbuldür.
Ancak bu hadislerle amel etme mevzuunda 721 ve 749
no'lu hadislerin şerhine müracaat edilmelidir.[82]
743. ...İbn
Ömer'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.) (ilk) iki rekattan (ilk teşehhüdden
sonra, üçüncü rekata) kalktığında tekbir alır ve ellerini kaldırırdı.[84]
Burada kelimesindeki
harfine iki şekilde mana vermek mümkündür:
1. Bu harf
(den) anlamında kullanılmıştır denebilir; bu takdirde cümle, "ilk iki
rekattan üçüncüye kalktığı zaman ellerini kulak hizalarına kadar
kaldırırdı" anlamına gelir. Biz tercemede 738 ve 741 no'Iu hadislerin
ışığında bu manayı tercih ettik. Nitekim Bezlu'l-Mechûd sahibi de bu manayı
tercih etmiştir.
2. anlamında
kullanılmıştır. Bu takdirde mânâ şöyledir: "Birinci ve ikinci rekâtta
bulunan secdelerden kalkarken tekbir alırdı ve ellerini kulakları hizasına
kadar kaldırırdı."
Hanefîlere göre,
namazda eller iftîtah tekbiri alınırken kaldırılır, Süf-yan es-Sevrî ile
İbrahim Nehaî, İbn Ebî Leylâ, Alkame b. Kays, Esved b. Yezîd, Âmir eş-Şa'bî,
Ebü İshak, Hayseme, Mugîre, Vekî Âsim b. Küleyb ve İmam Züfer'in görüşleri
budur. İbn Kasım'ın, İmam Mâlik'den rivayet ettiği meşhur ve Mâlikilerce tercih
edilen görüş de budur. Tirmizî, ashab-ı kiram hazratlerinden bir çoklarının
görüşünün de böyle olduğunu söylüyor.[85]
Hanefîler iftitah
tekbirinin dışında el kaldırmanın İslâmın ilk yıllarına ait olup sonradan
neshedildiği görüşündedirler. Kendileri de 749 no'lu hadisle amel ederler.
Hanefilerin bu mevzudaki delilleri için 748 numaralı hadisle 479 numaralı
hadisin şerhine müracaat edilebilir.[86]
744. ...Ali
b. Ebî Tâlib (r.a.)'den nakledildiğine göre; Peygamber (s.a.) farz namazlara
kalktığı zaman tekbir alır ve ellerini omuzları hizasına kadar kaldırırdı.
Okumayı bitirip rükû'a varmak istediği zaman da aynısını yapardı. Rükû'dan
kalktığı zaman da yine tekbir alırdı. Namazda otururken hiç bir zaman ellerini
kaldırmazdı. İki secdeden (sonra kıyama) kalkarken de aynı şekilde ellerini
kaldırır ve tekbir getirirdi.
Ebû Dâvûd dedi ki: Ebû
Hümeyd 'in Resûlullah (s. a.) 'in namazını tarif eden hadisinde şu ifâde
vardır "iki rekatdan (sonra ayağa) kalkarken tekbir getirir iftitah
tekbirindeki gibi ellerini omuzları hizasına kadar kaldırırdı."[87]
Dâvûd, burada
geçen; "iki secdeden sonra
ayağa kalkardı" cümlesinin ilk iki rekattan sonra üçüncü rekata
kalkardı anlamına geldiğine (730) no'lu Ebû Humeyd hadisini delil getirmiştir.
Biz bu mevzuda lüzumlu açıklamayı bir önceki hadiste kısaca verdik. Burada
tekrara lüzum görmüyoruz.[88]
745.
...Mâlik b. Huveyris'den; demiştir ki; Resûlullah (s.a.)'i (iftitah) tekbiri
alırken, rükû'a giderken ve rukû'dan başını kaldırdığı zaman ellerini kulak
hizasına kadar kaldırırken gördüm.[89]
Biz bu mevzuda 721 no'Iu
hadisin "açıklama" kısmında yeterli bilgiyi nakletmiş olmakla
beraber, ellerin kulakların üst hizasına kadar kaldırılıp kaldırılmayacağı
meselesindeki rivayetlerin çeşitli oluşuna bakarak AIiyyu'I-Kaarî'nin Mirkat
isimli eserindeki şu bilgileri naklediyoruz: "imam Şafiî Mısır'a geldiği
zaman tekbir esnasında ellerin nasıl kaldırılacağı mevzuu kendisine sorulunca
şu cevabı vermiştir: "Namaz kılan kimse ellerini omuz hizasına gelecek
şekilde kaldırır. Öyle ki, başparmakları kulak yumuşağı hizasına, diğer
parmaklan da kulaklarının üst hizasına gelmiş olur. Çünkü bir rivayette (730
nolu hadis) ellerin omuz hizasına, diğer birinde de (Müslim, salât 26 ve
üzerinde durmakta olduğumuz Ebû Davud'un bu hadisi) kulakların üst, hizasına
kadar kaldırılacağı ifâdesi vardır. Bu sözüyle İmam Şafiî (r.a.) bu üç rivayeti
de birleştirmiş ve üçüyle de amel etmiştir."[90] Bu
mevzuda 721 no'lu hadisin izahına da müracaat edilebilir.[91]
746. ...Ebû
Hüreyre (r.a.) demiştir ki; "Eğer Peygamber (s.a.)'in önünde (bulunmuş)
olsaydım (kollarını kaldırırken) koltuk altlarım görürdüm." İbn Muâz,
Lahîk'ın (şöyle) dediğini ekledi; "Biliyorsun ki, o namazdadır, (Namazda
imamı olan) Peygamber (s.a.)'in önünde bulunamaz." Mûsâ (b. Mervân da
şunu) ilâve etti: Bunun mânâsı şudur: "Resûlullah tekbir aldığı zaman
(koltuk altları görünecek kadar) ellerini kaldırırdı."[92]
Ebû Hüreyre (r.a.)
hazretleri burada Hz. Peygamberin tekbir alırken koltuk altlarını karşısında
bulunduğu farzedilen kişi tarafından rahatça görülebilecek şekilde kollarım
kaldırdığını ifade etmek istemektedir. Yoksa Hz. Ebû Hüreyre, İbn Muâz'ın da
söylediği gibi, namaz esnasında Resûl-i Ekrem'in karşısına geçip de onun
kollarını kaldırması anında koltuk altlarını görmüş değildir. Zaten cemaatin,
imamın önüne geçmesinin imkânsız olduğunu söylemeye lüzum yoktur.[93]
747.
...Abdullah (b. Mesûd) dan; demiştir ki: Peygamber (s.a.) bize namazı (şöyle)
öğretti: Tekbir aldı ve ellerini kaldırdı. Rükû'a varınca ellerini dizlerinin
arasına soktu. (Râvi Osman b. Ebî Şeybe) â> di ki: Bu haber Sa'd (b.Ebî
Vakkas)'a ulaştığı zaman (şöyle) dedi:
"Kardeşim
(Abdullah) doğru söylemiştir. Rükûda bunu (yani elleri dizlerin arasına
sokmayı) biz de böyle yapardık, sonra dizleri tutmakla emrolunduk."[94]
Açıklama
Bu mevzu ile ilgili
rivayet Buhârî'de şöyle geçmektedir: Musab dedi ki, "rükû esnasında iki
avucumu üst üste koyduktan sonra ellerimi iki uyluğumun arasına koydum. Babam
beni bundan nehyedip "(gerçi) biz bunu önceleri yapardık, (fakat sonra
bundan) nehy olunduk. Ve ellerimizi dizlerimizin üzerine koymakla emr
olunduk" dedi.[95]
Görülüyor ki ellerin üst üste konularak rükû esnasında uylukların arasına
uzatılması bidâyet-i İslâmda uygulanmıştır. Sonraları ise Resûl-i Ekrem tarafından
bu uygulama neshedilerek rükû esnasında ellerin dizlerin üzerine konulması
emredilmiştir.[96]
Her ne kadar "biz
böyle yapardık sonradan nehyedildik" gibi ifâdeler hadisin ilk kaynağının
sahâbî olduğu ve dolayısıyla mevkuf olduğu kanaatini veriyorsa da aslında
nehyedenin Resûl-i Ekrem (s.a.) olduğu düşünülürse, hadisin ilk kaynağının
Resûl-i Ekrem (s.a.) olduğu ve dolayisıyle merfû' bir hadis olduğu kolayca
anlaşılır.
Sahih-i Müslim'de
muttasıl bir sened ile İbrahim en-Nehaî tarafından rivayet edilen hadis şu
mealdedir: "Alkame ile Esved, Abdullah b. Mesud'un yanına girmişler.
Abdullah (onlara); "Arkanızdakiler namaz kıldı mı?" diye sormuş;
onlar: "Evet" demişler. Bunun üzerine Abdullah, Alkame ile Esevd'in
aralarına durmuş (kendileri diyorlar ki:) "Sonra rükû'a vardık ve
ellerimizi dizlerimizin üzerine koyduk. Abdullah bizim ellerimize vurdu. Sonra
ellerini bir biri üzerine kapadı ve onları uyluklarının arasına soktu.”[97]
Müslim'in rivayet
ettiği bu hadis Abdullah b. Mesûd ile Alkame ve Es-ved'in bu mevzudaki
görüşlerini ortaya koymaktadır. Onlara göre rükû'da avuçları birleştirerek
bacakların arasına koymak sünnettir. Halbuki bunların dışında kalan ulemânın
tümüne göre rükû'da elleri dizlerin üzerine koymak sünnettir. İbn Mes'ûd
(r.a.) hazretlerinin uyguladığı şekle "tatbik", diğer ulemanın
uyguladığı şekle de "tefrîc" denir. Bazı ulemâ îbn Mesud (r.a.)'un
böyle yapmasının sebebini neshin kendisine ulaşmamasına bağlamışlardır.
İbn Münzir de İbn Ömer
(r.a.)'in; "Tatbiki Resûl-i Ekrem (s.a.) hayatında bir kere
uygulamıştır" dediğini kuvvetlibir senetle rivayet etmiştir.
Abdurrezzak'm Musannef
inde de şu rivayet vardır:
“Abdullah b. Meş'ud
ile Alkame ve Esved namaz kılmışlar, Abdullah (r.a.) tatbik yapmış, sonra bir
de Ömer (r.a.) ile tatbik yaparak namaz kılmışlar. Fakat Ömer (r.a.):
"Bu vaktiyle
yaptığımız bir şeydi. Sonradan terk olundu. Dizleri tutmak sünnettir"
demiş.
Tatbikin hükmü ile
ilgili olarak Ahmed Naim Efendi şunları söylemektedir: "İbn Huzeyme
tatbikin caiz olmadığı kanaatindedir. Halbuki buradaki yasağın kerâhet-i
tenzihiyye ifâde etmiş olması da mümkündür. Çünkü Ömer ile Sa'd (r.a.)
tatbik'den nehyettikleri halde namazın iadesini emr etmemişlerdir. İbn Ebî
Şeybe'nin hasen bir senetle Ali (r.a.)'den şu rivayeti bu görüşü
desteklemektedir: "Rüku'a vardığında ister şöyle yapar, yani ellerini
dizlerinin üstüne korsun; ister tatbik edersin" Her halde tatbik, terki
evlâ olmakla beraber haram değildir.
Tefrîcin yani elleri
diz kapaklan üstüne koymanın tatbike tercihindeki hikmeti Ümm-ü'1-Mü'minin Âişe
(r.anhâ) şöyle izah ediyor: "Tatbîk Yahudilerin fiillerinden olduğu için
Nebiyy-i Ekrem (s.a.) ondan nehyetmiştir. Hakkında nehy nazil olmayan
hususlarda Ehl-i Kitaba uymak, Peygamberimizin (s.a.) hoşuna giderdi. Sonraları
onlara muhalefet etmek kendisine emroIundu."[98]
Nitekim bu mevzu
merhum Ömer Nasuhi Bilmen Efendi tarafından da namazın sünnetleri kısmında
şöyle ifade edilmiştir: "Rükû hâlinde erkeklerin elleriyle parmaklan
arası açık olarak dizlerini tutmaları sünnettir. Kadınlar bu halde
parmaklarını açıkça bırakmazlar ve dizlerini tutmazlar elleri dizleri üzerine
koymakla yetinirler.[99]
748.
...Alkame demiştir ki: Abdullah b. Mes'üd şöyle dedi: "Size Peygamber
(s.a.)'în namazını kıldırayım mı?" (Alkame r.a, sözlerine devamla) dedi ki:
(Sonra) namaz kıldı ve (iftitah tekbirinde olmak üzere yalnız) bir kere ellerim
kaldırdı.[100]
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadis, uzunca bir hadisten özettir ve bu lâfızlarla sahih değildir.[101]
Bu hadis"'şerif
namazda iftitah tekbirinin dışında ellerin kalırılmayacağım söyleyen
Kûfelilerin delilidir. Görüldüğü gibi hadisin sonunda hadisle ilgili kısa bir
açıklama bulunmaktadır.
Her nekadar
Müctebâiyye nüshasının haşiyesinde bu açıklama Müellif Ebû Davud'a ait bir söz olarak
geçiyorsa da bunun dışında kalan mevcut nüshaların hiç birisinde bu ibare
yoktur. Binaenaleyh bu hadisin zayıf olduğunu ifâde bu sözün müellif Ebû
Davud'a ait olup olmadığı şüphelidir. Şayet ona ait olduğu kabul edilse bile,
bu sözle hadisin zayıflığına hükmedilemez. Çünkü bir hadisin sahih olmaması
onun zaif olmasını gerektirmez. Bilindiği gibi sahih hadisle zayıf hadis
arasında bir de hasen hadis vardır. Nitekim İmam Tirmizî; "İbn Mes'ud
(r.a.)'un hadis-i hasendir. Peygamber (s.a.)'in ashabından ve tabiinden bir çok
ilim adamının görüşü budur. Süfyan es-Sevrî ve Küfeliler bu görüşü
benimsemişlerdir" demiştir. Bu mevzuda Bezlu'l-mechud sahibi de şöyle
demektedir: "Şayet bu hadisin zayıf olduğu iddiası biran için kabul edilse
bile, İbn Hazm'ın bu hadisin sahihliğini isbat ettiğini unutmamak
gerekir."
Bu noktada isbat
edenin sözünü, kabul etmeyinin görüşüne tercih etmek asıldır. Bu hadisin,
Buharî'nin rivayet ettiği uzunca bir j hadisin bir parçası olması ve aslında
bulunmayan bazı fazlalıkları ihtiva etmesi iddiasına gelince: Bu iddianın
doğruluğu bir an için kabul edilse bile, yine hadisin sıhhatine bir zarar
vermez. Çünkü güvenilir bir râvinin bir hadise ilâve olarak yaptığı rivayet, o
hadisin sıhhatine bir zarar getirmez. Güvenilir bir râvinin yaptığı ilâve
makbuldür.[102]
Buraya kadar
naklettiğimiz görüşler bu hadisin zayıf olmadığı görüşünde olan ve bu hadisle
amel eden Küfe ulemâsına aittir. Bu hadisle âmel etmeyen ulemâya göre ise, bu
hadis zayıftır. Bunların görüşlerini de şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. Ahmed b.
Hanbel (r.a.) ve İbn Adem bu hadisin zayıf olduğunu söylemişlerdir.
2.
İbnü'I-Mübarek "bu hadisin sıhhati bence sabit değildir" demiştir.
3. İbn Ebî
Hatim bu hadisin zayıf olduğunu söylemiştir.
4. İbn
Hibbân, bu hadise itimad edilemeyeceğini; çünkü taşıdığı illetlerin bu hadisi
ibtal ettiğini söylemiştir.
5. İbn
Abdilberr Temhîd isimli eserinde bu hadisin zayıf olduğunu söyleyerek Ebû
Davud'a isnad edilen "Bu hadis aslında uzunca bir hadisten kısaltılarak
rivayet edilmiştir. Bu lâfızlarla sahih değildir" sözünü delil getirir.
6. Bezzâr da
bu hadisin sıhhatinin tesbit edilemediğini, bu bakımdan delil olma niteliğinden
uzak olduğunu söylemiştir.
7. İçlerinde
hanefi ulemasından, Hafız Zeylâî, Aynî gibi âlimlerin de bulunduğu pek çok ilim
adamı da bu hadisin zayıf olduğu görüşündedirler. Tuhfetü'l-Ahvezî sahibi
el-Mubârekfurî, el-İtibar sahibi Hafız el-Hâzimî de bunlar arasındadır.[103]
Kanaatimizce bu
mevzuda iftitah tekbirinin dışında ellerin kalkmayacağı görüşünü savunan
Hanefilerin ve taraftarlarının en kuvvetli delillerinden biri de namaz
içerisinde hareketsiz durmanın farziyyetine delâlet eden; "Acaba neden
sizleri, ellerinizi hırçın atların kuyrukları gibi kaldırmış görüyorum?
Namazda sakin olun"[104]
mealindeki hadis-i şeriftir.
Bu hadise göre iftitah
tekbiri esnasında el kaldırmanın dışında el kaldırmak asla caiz değildir.
Çünkü iftitah tekbiri esnasında el kaldırmak namazın dışında olan bir
harekettir. Bunun dışındaki el kaldırmalar ise, namazın içindedir.[105]
749.
...el-Berâ (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.) namaza
başlarken ellerini kulakları yakınına kadar kaldırırmış. (Fakat bu hareketini)
daha sonra tekrarlamadı.[106]
Bu hadis,
"namazda iftitah tekbirinin dışında hiç bir yerde el kaldırılmaz"
diyen hanefi ulemâsının delilidir. Ancak zayıf olduğunu kabul eden ulemâ ise,
bu hadisle amel etmemiştir. Zayıf olduğunu kabul edenler arasında Buhârî,
Ahmed, Şafiî, İbn Uyeyne, İbn Zübeyr, Dârimî gibi simalar vardır. Hadis
Hafızları da "(sonra bu hareketini) bir daha tekrarlamadı"
cümlesinin, hadisin aslından olmayıp ravilerden Yezid b. Ebî Ziyâd tarafından
idrâc (ilâve) edildiğini ittifakla kabul etmektedirler. Şu'be, Sevrî, Hâlid
et-Tahhân ve Züheyr gibi hafızların rivayetlerinde "Sonra bir daha tekrarlamadı"
cümlesi yoktur.
Bezzâr bu ilâve edilen
cümle ile ilgili olarak şunları söylemektedir: "Dârekutnî'nin bizzat Yezid
b. Ebî Ziyâd'ın kendisinden rivayet ettiği hadiste bu ilâve cümle yoktur. Doğru
olan da budur. Bu cümlenin kendisine Kûfeli-ler tarafından telkin edilmiş
olması mümkündür. Zaten hafıza zayıflığından bazı kere cümleleri karıştırdığı
da olurdu"[107]
Bütün bunların yanında
Hanefî ulemâsı iftitah tekbirinin dışındaki yerlerde el kaldırılmasına
muhaliftirler. Delilleri de Mucâhid'in rivayetidir. Bu rivayette şöyle
deniliyor: "Mücâhid, İbn Ömer'in arkasında namaz kılmış bunu yaptığını
görmemiştir."
Hanefiler bir de şu
İbn Mes'ud hadisiyle istidlal ederler: "İbn Mes'ud Peygamber (s.a.)'i
iftitah tekbiri anında ellerini kaldırırken görmüş, sonra tekrarlamamıştır"[108]
Bu mevzuda merhum
Ahmed Davudoğlu şunları söylemiştir: "Bu istidlale itiraz edilmiştir.
Mücâhid hadisinin râvileri arasında Ebû Bekr el-Ayyâş vardır. Bu zatın hafızası
zayıftır. Bîr de bu rivayet îbn Ömer'in oğullan Nâfi ile Sâlim'in rivayetine
muarızdır. Çünkü bu zatların rivayeti müsbittir (yani olumludur). Mücâhid'inki
nefy ediyor. Müsbit nâfiye tercih edilir. Resûlullah'ın Mücâhid rivayetinde
olduğu gibi bazan el kaldırmayı terk etmesi onun caiz fakat vâcib olmadığına
delâlet eder".[109]
Bu mevzuda Hanefîlerin
en büyük delillerinden biri de namaz içerisinde elleri kolları hareket
ettirmekten kaçınmanın farziyyeti ile delâlet eden;"Acaba neden sizleri
ellerinizi hırçın atların kuyrukları gibi kaldırmış görüyorum, namazda sakin
olun"[110] mealindeki hadis-i
şeriftir. Bu hadis-i şerife göre sadece iftitah tekbiri esnasında el kaldırmaya
izin vardır. Çünkü bu hareket namazın dışındadır. Bunun dışında el kaldırmaya
izin yoktur.[111]
750. ...(Bir
önceki) Şerîk hadisinin bir benzeri de (Süfyan vasıtasıyla) Yezîd'den rivayet
edilmiştir. (Ancak bu rivayette Süfyan) "Sonra bir daha tekrarlamadı"
cümlesini zikretmedi. Süfyan dedi ki: (Yezid) "Sonra bir daha
tekrarlamadı" cümlesini bize daha sonra Küfe'de nakletti.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadisi Yezid'den Hüseym, Hâlid, İbn îdris de naklettiler. (Fakat) “sonra bir
daha tekrarlamadı'' cümlesini zikretmediler.[112]
Bir önceki hadiste
"iftitah tekbirinden sonraki tekbirlerde bir daha el kaldırmadı"
anlamında bir cümle ve râviieri arasında da Yezid b. Ebi Ziyâd bulunmaktadır.
Üzerinde durduğumuz hadisi de Süfyan yine Yezid b. Ebi Ziyâd bulunmaktadır.
Üzerinde durduğumuz hadisi de Süfyan yine Yezid b. Ebi Ziyâd'dan rivayet ettiği
halde, burada aynı cümle bulunmamaktadır. Süfyan'ın "Yezid bu cümleyi bize
daha sonra Kûfe'de nakletti” sözünden anlaşılıyor ki, Yezid, önceleri Mekke'de
bulunduğu sıralarda bu sözü nakletmezken sonraları Kûfe'de bulunduğu sıralarda
nakleder olmuştur ki, bir önceki hadiste belirttiğimiz gibi bazıları bunu
Yezîd'in hafıza zayıflığına ve Kûfe'lilerin ona bu cümleyi sonradan telkin
etmiş olmaları ihtimaline bağlamışlardır.
Musannif Ebû Dâvûd bu
hadisin sonuna eklediği; "Hüşeym ile Halid ve İbn İdris metinde geçen
"sonra bir daha tekrarlamaz oldu" cümlesini zikretmediler"
sözüyle 749 no'lu Şerîk hadisinde-bulunan "sonra (bu hareketini) bir daha
tekrarlamaz oldu" cümlesinin sağlam bir senede dayanmadığına dikkati
çekmek istiyor. Aynı hadisi Yezid'den, Hüşeym, Hâlid, İbn İdris de rivayet ettikleri
halde, bu cümle onların rivayetinde bulunmadığından Şerîk bu rivayetinde tek
başına kalıyor demektir. Bilindiği gibi daha çok râvi tarafından rivayet edilen
bir hadis, râvisi az olan bir hadise tercih edilir.[113]
751.
...Hasen b. Ali'nin (rivayet ettiğine göre) Muâviye, Hâlid b. Amr ve Ebû
Huzeyfe (şöyle) dediler: Bize Süfyan (Asım - Abdurrah-man b. el-Esved- Alkame
üçlüsünün teşkil ettiği) senetle şu (748 no'lu) hadisi nakletti. (Alkame) dedi
ki: (Abdullah b. Mes'ud) başlangıçta (iftitah tekbirinde) ellerini kaldırırdı.
(Râvîlerin) bazıları (Asım ve Abdurrahman) da (şöyle) dedi: (Abdullah b. Mes'ud
ellerini) bir kere kaldırırdı.[114]
Bu hadisin 748 no'lu
hadisten mânâ bakımından bir farkı yoksa da hadisi teşkil eden kelimeler
bakımından cüz'î de olsa bazı lâfzı farklılıkları vardır.748 no'lu hadiste
geçen kelimesiyle ondan sonra gelen istisna edatı ve müstesna cümlesi yerine
burada istisnaya lüzum kalmadan doğrudan doğruya bir müsbet cümle kullanılarak
maksat ifade edilmiştir.
Bu hadisde zayıftır.
Çünkü râvileri arasında Halid b. Amr ve Ebû Huzeyfe bulunmaktadır. Bilindiği
gibi bunlar aleyhinde çeşitli tenkidler vardır. 748 numaralı hadisle ilgili
açıklamalar bu hadis için de geçerlidir.[115]
752.
...el-Berâ b. Âzib'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.)'in namaza başlarken
ellerini kaldırdığını sonra namazı bitirinceye kadar bir daha ellerini
kaldırmadığım gördüm.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadis sahîh değildir.[116]
Her ne kadar bu hadis
Efendimizin iftitah tekbirinin dışında hiç bir tekbirde ellerini kaldırmadığını
ifâde ettiği için, Küfe ulemâsını destekliyorsa da bazı muhaddisler senedinde
Muhammed b. Abdurrahman b. Ebî Leylâ bulunduğu için bu hadisi tenkid etmişler.
Çünkü Muhammed b. Abdurrahman'ın hafızasının zayıf olduğu söylenmektedir. Ancak
adalet bakımından aleyhinde konuşan bir kimseye rastlanmamıştır.[117]
753. ...Ebû
Hüreyre(r.a.)'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.) namaza kalktığı zaman
ellerini açarak kaldırırdı.[118]
Bu hadisin bu babla
ilgisi hadiste ellerin sadece namaza başlarken kaldırıldığından bahsedilip
diğer tekbirlerde el kaldırmadan bahsedilmemesidir. Bu yönüyle hadis-i şerif,
"eller sadece iftitah tekbiri alınırken kaldırılır. Diğer tekbirlerde
kaldırılmaz" diyen Hanefî ulemâsının delilini teşkil etmektedir.
Parmakların tekbir alma esnasındaki durumu ile ilgili olarak merhum Ömer
Nasuhî Bilmen Efendi şunları söylemiştir: "Tekbir için eli er kalkarken
parmakların araları tekellüfsüz olarak biraz açıkça bulunması sünnettir"[119]
Bezlu'l-mechûd sahibi de şöyle diyor: "Bu hadise bakarak İbn Kudâme,
Şafiî'nin hilâfına olarak ellerin kaldırılırken iyice gerileceği hükmüne
varmıştır.[120] Buhârî'nin rivayetinde
de "parmakların arasını açtı" denilmektedir.[121]
754. ...Zür'a
b. Abdirrahman'dan; demiştir ki: Ben İbn ez-Zübeyr'i; "ayaklan bir hizada
bulundurmak ve (sağ) eli (sol) el üzerine koymak sünnettendir" derken
duydum.[122]
Bu hadis-i şerifte
namaz kılan bir kimsenin ellerini yana salmayıp biri biri üzerine koyarak
huzurda bulunmanın mânâsına uygun bir tavır takınmasının ve ayaklarının birinin
ileride, öbürünün de geride bulunmamasına son derecede dikkat edip ikisinin bir
çizgi üzerindeymiş gibi aynı hizada tutmasının namazın sünnetlerinden olduğu
beyân ediliyor. Her ne kadar elleri önde kavuştururken hangisinin hangisi
üzerine konacağı söz konusu edilmiyorsa da, biz sağ elin sol el üzerine
konulacağını beyân eden diğer sahih hadislerin ışığında tercememizde sağ elin
sol el üzerine konulacağına parantez içerisinde işaret ettik. Nitekim,
Buhârî'nin rivayet ettiği bir hadisin meali şöyledir: "(Reseûlullah
Sallallahü aleyhi ve sellem'in gününde) insanlara, namaz kılarken sağ
ellerinizi sol bileklerinizin üzerine koyunuz" diye emrolunurdu.[123]
Buhârî'nin bu hadisi üzerinde merhum Ahmed Nâim Efendi şu açıklamayı
yapmaktadır: "Namazda sağ eli sol elin üzerine vaz'etmek(koymak)
Hanefiyye ile Şâfüyye ve Hanbeliyye'ye göre sünnettir. Eimme-i metbûînden İshâk
b. Râhuye ile âmme-i ehl-i ilmin kavli de budur. Ali ve Ebû Hureyre (r.a.) ile
Nehaî, Sevrî ve bir rivayete göre Mâ-Hk'in keza Said b. Cübeyr ile Ebû Miclez,
Ebû Sevr, Ebû Ubeyd, İbn Cerîr, Dâvûd Zâhirî'nin ve Ebû Bekr ile Âişe
(r.anhümâ)mn, hasılı sahabe tabiîn ve tebe-i tabiînin çoğu alimlerinin
ictihadları hep bu merkezdedir. İrsali yedeyn yani bağlamamak yalnız îmam
Mâlik'in mezheb-i meşhuru olup Abdullah b. ez-Zübeyr (r.anhuma) ile Hasan
el-Basrî ve İbn Sîrın'in de mezhepleri bu olduğu mervidir. Leys b. Sa'd'a göre
kıyam uzayıp yorgunluk arız olursa el kavuşturulur. İmam Evzâî ise, musalliyi
vaz'-i yed ile irsal arasında muhayyer bırakıyor.
Eller Hanefiyye'ye
göre göbeğin altından, Şâfiîyye'ye göre göğsün üzerinden yahut altından
kavuşturulur. Tirmizî diyor ki: Sahabe ve Tabiin ile tebe-i tabiin arasında
amel, sağ eli sol el üzerine koymak o!up elleri bazıları göbeğin fevkinde,
diğer bazıları da göbeğin altında tutmak re'yinde bulunmuşlardır. Her hangisi
yapılsa ruhsat vardır. Göğüs üzerinde el bağlamayı tercih edenler bunu izhar-ı
huşû'da eblağ ve mahall-i niyyet olan kalbi muhafazaya işaret olduğu için
ihtiyar etmişlerdir. Göbek altında el kavuşturanlar da setr-i avrete, izar-ı
sükûttan muhafazaya daha elverişli ve Ehl-i Kitaba ve,nisâya teşebbühten daha
bâid bir vaz olduğu için tercih etmişlerdir.[124]
755. ...Ebû
Osman en-Nehdî'den rivayete göre; İbn Mes'ûd namaz kılarken sol elini sağ eli
üzerine koymuştu. Bunu gören Peygamber (s.a.) (hemen İbn Mes'ûd'un) sağ elini
sol eli üzerine koydu.[125]
Bu hadisle ilgili
açıklama bir önceki hadis-i şerifte geçtiği için burada tekrara lüzum görmedik.[126]
756. ...Ebû
Cuhayfe'den rivayet edildiğine göre, Ali (r.a.); "Namaz kılarken göbeğin
altında (sağ) eli (sol) elin üzerine koymak (namazın) sünnet(lerin)dendir"
demiştir.[127]
Bu hadis-i şerif namaz
kılarken ellerin göbeğin altında bağlanacağına delâlet etmektedir. Nitekim Ebû
Hanife, es-Sevrî, İmam Şafiî'nin taraftarlarından İshâk b. Râhîye ve Ebû İshak
el-Mervezî (r.a.) bu görüştedirler. Fakat bu hadis delil olma niteliğinden
uzaktır. Çünkü râvileri arasında Abdurrahman b. İshâk ile Ziyâd b. Zeyd
bulunmaktadır. Bilindiği gibi bunlar aleyhinde çeşitli tenkitler vardır.
Şafiîlerin
çoğunluğuna, Davud'a ve Said b. Cübeyr'e göre elleri göğsün üzerine koymak
müstehabtır.
Bu mevzuda İmam
Ahmed'den üç görüş rivayet edilmiştir:
1. Eller göbeğin
üstüne konur,
2. Göbeğin
altına konur,
3. Kişi
ellerini göbeğin altına ve üstüne koymakta muhayyerdir. Bu ikisinden dilediğini
uygular. Nitekim Evzâî ile İbn Münzir de bu üçüncü görüştedirler.
Mâliki ulemâsına göre
bu mevzuda belli bir yer yoktur. Ellerin konuluş şekli hakkında çeşitli
görüşler varsa da kuvvetli ve sahih olan görüşe göre sağ el sol el üzerine
konur. Nitekim bu mevzuda Muhammed Zihnî Efendi şunları söylemiştir:
"Erkekler sağ ellerini sol elleri üzerine koyup, göbeği altına tutmaktır.
Bunun usulü ise sağ elin serçe ve baş parmaklarını sol bileğin iki tarafından
halkalamak üzere, sağ elin içini sol elin üstüne koymaktır. Namazda elbağlamak
iftitah tekbirini müteâkib elleri aşağıya sarkıtmadan yapılır."[128]
Kadınlar da halka etmeksizin sağ elleri göğüsleri üzerinde tam sol elleri
üzerine koymaları sünnettir.[129]
"Sünnet"
lügatte yol demektir ki, mutlak gidilen yol anlamına gelir ve iyiye de
kötüye de denebilir.
Nitekim Taberânî'nin bu
hadisinde "Kim İslâm'da iyi bir yol açar ve ona sülük ederse (o
yolda gittiği müddetçe hayatında) sevab kazanır. Öldükten sonra da o iyilik ile
amel edenler gibi -ecirlerinden birşey eksiltmeksizin- ecir alır. Kim de
İslâm'da kötü bir çığır (yol) açarsa (sağlığında) onun günahını yüklendiği
gibi, öldükten sonra da o kötülükle amel edenlerin günahı kadar günah kazanmaya
devam eder ve onların günahlarından da hiçbir şey eksiltilmez"[130]
buyrulmuştur.
Burada geçen sünnet
kelimeleri lügat manasında "mutlak yol" anlamında kullanılmıştır.
Fıkıh ilminde sünnet: Farz ve vâcib olmayarak Efendimizin devam ettikleri bir
yoldur. Bazen terk buyurmaları bu devamlılığa aykırı değildir. Zira itibar
eksere göredir. Bunlara sünnet-i müekkede ve sünnet-i hüdâ denir ki ezan,
ikâmet, cemaat, farzların ilk ve son sünnetleri, mazmaza ve istinşâk gibi.
Sünnet-i müekkede'nin
hükmü dünyada istenilmesi itibariyle vâcib gibidir. Şu farkla ki vacibin
terkinden ceza gerekir. Cevhere'de der ki sünnet-i müekkedeyi terk eden fâsık,
inkâr eden bid'atçi olur.
Zeynüddîn Menâr
Şerhi'nde demiştir ki: Müekked sünneti terk eden günahkâr olur. Zira bu sünnet
vâcib hükmündedir. Şu kadar ki vacibin terkinin günahı ile bunun terkinin günahı
aynı olmayıp farklıdır.
Efendimizin ekseriya
terk edip de bazan işlediklerine mendûb, gayr-ı müekked ve sünnet-i zevâid
adları da verilir. Müekked olmayan sünnetler: Münferidin ikâmeti, namazda
vâcib miktardan ziyâde kıraet ile namazı uzatmak, abdestte boyuna mesh etmek,
yıkamaya sağdan başlamak, nafile oruç tutmak ve sadaka vermek gibi...[131]
Ancak ikindi ile yatsı namazlarının ilk sünnetlerinin de sünnet-i gayr-i
müekkede olduğunu unutmamak gerekir. Bu mevzuya yine M.Zihnî Efendi merhumun
mezkûr eserinde naklettiği fetvaları zikrederek son veriyoruz: Şeriati
istihfaf (küçük görmek) küfürdür. (Ha-lebî) Sünneti hak görmemek küfürdür.
(Bezzaziyye) Sünnetin şeriat ahkâmından biri olmasında ulemaânın ittifakı
vardır. Böylesine önemli olan bir hükmü istihfaf etmek, onu küçümsemek küfürdür
(İbn Âbidîn).[132]
757.
...Gazvan b. Cerîr'in babası (Cerîr b. Abdilhamîd)'den; demiştir ki: "Ben
Ali (r.a.)'yi (namaz kılarken) sağ eliyle, göbeği üstünde (bulunan) sol bileği
üzerinden tutarken gördüm."
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadis Said b. Cübeyr'den göbeğin üstünde (diye) rivayet edildi. Ebû Miclez;
"göbeğin altına (konur)” dedi. (Göbeğin altına konacağı) Ebû Hüreyre'den
de rivayet edilmiştir, (fakat) sağlam değildir.[133]
Bu hadis her ne kadar,
"namaz kılarken kıyamda sağ eli sol elin üzerine koyarak göbeğin üstüne
konur" diyen kimseleri destekliyorsa da Hz. Ali (r.a.)'ye ait bir fiil
olması itibariyle kendi re'y ve içtihadına dayanarak böyle hareket etmiş olması
ihtimali de vardır. İmam Buhârî bu hadisi ta'likan zikretmiştir.[134]
BezlıTI-mechûd sahibi ise, bu hadisle ilgili olarak şunları nakletmiştir:
"Göbeği üstünde" sözü sağlam bir senedle tesbit edilebilmiş değildir.
Râvî Ebû Bedr bu ziyade cümleyi Ebû Tâ-Iût'tan nakleden tek kişidir. Bu
rivayetinde tek kalmıştır. Her ne kadar bazıları Ebû Bedr'in güvenilir bir
kimse olduğunu söylemişse de bazıları onun tam manasıyla güvenilir bir kimse
olmadığını söylemişlerdir. Bu şekilde tenkid edenler arasında Ebû Hatim, Hafız
İbn Hacer ve Zehebî de bulunmaktadır. Buhârî'nin şeyhlerinden Müslim b.
İbrahim'in rivayetinde de bu cümle yoktur. Nitekim İbn Hacer de Fethü'l-Bârî
isimli eserinde aynı şeyleri söylemiştir.
İmam Buhârî de
"namaz içerisinde amel" babında bu hadisi ta'likan naklederken bu
"göbeğin üstünde" cümlesini rivayet etmemiştir.[135]
Musannif Ebû Dâvûd her
ne kadar "elleri göbeğin üstünde bağladı"cümlesini ta'likan Said b
Cübeyr'den rivayet etmişse de Beyhakî bu haberi Ebû Zekeriya b. İshâk, el-Hasen
b. Ya'kub, Yahya b. Ebî Tâlib, Zeyd b. el-Habbab, Süfyan es-Sevrî, İbn Cüreyc,
Ebû Zübeyr, Atâ vasıtasıyla Said b. Cübeyr'e erişen bir senetle rivayet etmiş
ve sonunda da; "Bu mevzudaki rivayetlerin en sağlamı bu haberdir. Her ne
kadar ellerin göbek altında kavuşturulacağına dair Hz. Ali'den bir haber varsa
da bu haberin senedinde zayıflık vardır" diyerek kendi görüşünü ortaya
koymuştur. Aslında Beyha-kî'nin bu senedinde Yahya b. Ebî Tâlib bulunmaktadır.
Onun hakkında Mûsâ b. Hârûn "yalancı" demiştir. Yine bu senedde Zeyd
b. el-Habbab bulunmaktadır. Zehebî Mizânu'l-İ'tidal isimli eserinde bu
kimseden bahsederken, Yahya b. Maîn'in, onun hakkında; "sevrî'den
naklettiği bütün hadisler makbuldür" dediğini ve Ahmed b. Hanbel'in de:
"doğru sözlü olmasına rağmen rivayetlerinde çok yanılan bir
kimsedir" dediğini söylemiştir. Hz. Ali'den gelen 756 no'lu haberle
Hanefîler ve 757 no'lu Said b. Cübeyr'e ve Hz. Ali'ye ait haberlerle de
Şâfiîler amel etmişlerdir. Bu mevzuda Bezlu'l-mechûd sahibi, İbn Hazm'dan şu
hadisi naklediyor: "Üç şey var ki: Peygamber sünnetindendi:
1. İftarda
acele etmek,
2. Sahuru
geciktirmek,
3. Namazda
sağ eli sol el üstüne koymak"[136]
758. ...Ebû
Hureyre (r.a.) dedi ki: "Namazda elleri eller üzerine koyma(mn yeri) göbek
altıdır.
Ebû Dâvûd dedi ki: Ben
Ahmed b. Hanbel'i (bu) Abdurrahman b. İshâk el-Kûfî (hadisi)nin zayıf olduğunu
söylerken işittim.[137]
Bu hadis-i şerif
namazda ellerin kavuşturulacağını ifâde etmekte ve ellerin kavuşturulmuş halde
konacağı yeri belirlemektedir. Musannif Ebû Dâvûd (r.a.)'in İmam Ahmed'den
naklettiği gibi bu hadis zayıftır. İmam Ahmed'in dışında daha bir çok kimseler
bu hadisin zayıf olduğunu ifâde etmişlerdir.[138]
759.
...Tâvûs'dan; demiştir ki: Peygamber (s.a.) namazda iken sağ elini sol eli
üzerine koyar ve onları göğsü üzerinde kavuştururdu.[139]
Sünen üzerine yazılmış
olan büyük şerhlerden Avnii'l-Ma'bûd' da metin üzerine şu ilâve bulunmaktadır;
el-Miziy, el-Etraf isimli eserinin el-Merâsîl bölümünün "Tâ Harfi"
kısmında şunları söylemektedir: "Bu hadisi Ebû Dâvûd, Kilâbu'l-Merâsîl'de
tahric ettiği gibi Beyhakî de el-Ma'rife isimli eserinde bu hadisin mürsel
olduğunu söylemiştir." Bu ifâdeden anlaşılıyor ki, namaz kılarken sağ elin
sol el üzerine konularak ellerin göğüs üzerinde bağlanacağını ifâde eden bu
hadis aslında mürsel bir hadistir.
Ancak mürsel hadisi mutlak
delil kabul eden ulema Çoğunlukta olmakla beraber Şafiî ve Hanefî uleması onu
bazı şartlar ve kayıtlarla kabul ederler.
Şâfiîlere göre mürsel
bir hadis Said b. el-Müseyyeb kanalıyla gelmişse mutlaka delil sayılır. Onun
dışında bir kimseden gelmişse onu te'yid eden başka bir sağlam rivayetin
bulunması şarttır. Her ne kadar bu hadisi bir de Kabîsa b. Heleb babasından,
İbn Huzeyme de Sahihinde Vâil b. Hucr'dan rivayet etmişse de Bezlu'l-mechûd
sahibi bu rivayetleri gerek senet ve gerekse metin yönünden tenkit etmiş
özellikle, "ellerini göğsünün üzerinde kavuştururdu" cümlesinin bu
hadisin aslında bulunmadığını birçok delillerle ortaya koymuştur.[140]
Netice olarak şunu
söylemek mümkündür: Namazda sağ elin sol el üzerine konulacağına dair sahih
hadis çoksa da ellerin nerede kavuşturulacağı üzerinde sahih bir hadis
bulunmamaktadır. Ellerin göbeğin altına konacağını ifade eden hadis-i
şeriflerin daha kuvvetli olduğunu kabul eden âlimler bulunduğu gibi, ellerin
göbeğin üst tarafında kavuşturulacağını ifâde eden hadislerle amel eden ulemâ
da vardır. Biz bu mevzudaki delillerin münakaşasını ve mezheb imamlarının
görüşlerini 754 ve 756 nolu hadislerin açıklanmasında naklettik. Bu mevzuyu
Hanefî âlimlerinden İbnu'-l-Hümâm'ın sözleriyle kapatıyoruz:
"Ellerin göbeğin
altında mı, yoksa üstünde mi kavuşturulacağı konusunda ulemâ her ne kadar
ihtilâf etmişse de gerçek şu ki bu mes'elede her iki tarafın dayandığı deliller
kuvvet itibariyle müsavidir."[141]
760. ...Ali
(r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) namaza durduğu zaman tekbir alır
sonra; "yüzümü hak dine meylederek ve teslim olarak göklerle yeri
yaratana çevirdim. Ben müşriklerden değilim. Namazım ve bütün ibâdetlerim,
ölümüm ve hayatım âlemlerin Rabbi olan Allah'a aittir. Onun hiç bir şeriki
yoktur. Ben bununla (gerçek tevhid inancıyla) emrolundum. Ve ben müslümanlann
ilki} im. Allah'ım sen yegâne hükümdarsın. Benim senden başka ilâhım yoktur.
Sen rabbi m si ıı, ben de senin kulunum. Ben nefsime zulmettim; fakat günahımı
itiraf ederim. Bütün günahlarımı affet. Çünkü günahları Senden başka affedecek
yoktur. Beni ahlâkın en güzeline yönelt. Ahlâkın en güzeline yönelten ancak
sensin. O kötü ahlâkı benden uzaklaştır. Onu senden başka benden uzaklaştıracak
kimse yoktur. (Senin emirlerine) tekrar tekrar icabet eder, (buyruklarına)
tekrar tekrar tabi olurum! Bütün hayırlar senin elindedir. Şer ise asla sana
nisbet edilemez, varlığım seninledir. (Önü de sonu da) Sana (dayanır)
Mübareksin, yücesin. Senden mağfiret diler, Sana tevbe eylerim" derdi.
Rüku'a vardığı zaman ise: "Allah'ım ancak Sana rüku ettim. Sana iman
eyledim. Ve ancak sana teslim oldum, kulağım, gözüm, iliğim, kemiğim ve sinirlerim
hep sana itaat etmektedir" derdi. Başını rüku'dan kaldırdığında da; "Allah
hamd edenin hamdini işitir, (kabul eder). Ey Rabbimizl Gökler dolusu yer
dolusu, gökle yer arası dolusu onlardan maada (varlığını) dilediğin her şey
dolusu hamd de sana mahsustur" derdi. Secdeye varınca da; "Allah'ım,
ancak sana secde ettim ve ancak sana inandım, sana teslim oldum, varlığım
kendisini yaratıp en güzel şekle koyan, gözünü ve kulağını yaradan Allah'ına
secde etti. Yaratıcıların en güzeli olan Allah pek yücedir" derdi.
Namazdan (çıkmak için) selâm vermek istediği zaman da; "Allah'ım! Evvel
ve âhir, gizli ve aşikâr, işlediğim bütün günahları ve yaptığım bütün
israflarımı ve senin benden daha iyi bildiğin bütün kusurlarımı bağışla!
İlerleten ve gerileten ancak Sensin, Senden başka hiç bir ilâh yoktur"
derdi.[142]
Bu hadis-i şerifte
beyân buyurulduğuna göre Nebiyyi Ekrem (s.a.) Efendimizin iftitah tekbirinden
sonra yukarıdaki duayı okuması sünnet-i seniyelerindenmiş.Bu duada geçen
"Yüzümü göklerle yeri yaratana çevirdim" cümlesindeki yüzden maksadın
zat, varlık ve kalb olabileceği gözönünde bulundurulursa, bu cümleye
"bütün varlığımla, zâtımla ve kalbimle Allah'a yöneldim" mânâsı
vermek de mümkündür. Kısaca bu cümle "samimiyet ve ihlâsla Allah'a
yöneldim, sadece O'na ibâdet ediyorum" mânâsını ifâde eder. Dil bu
cümleleri telâffuz ederken kalbin de bu mânâya uygun olarak son derece uyanık
olması, namaz kılan kişinin ihlâs, huzur ve huşu'un son haddinde bulunması
gerekir. Yoksa yalancı durumuna düşmüş olur. Bu duâ Kur'ân'da şeklinde
kelimesiyle başladığı halde bu kelimenin namazda Efendimiz tarafından
hazfedilmesi bu cümlelerin kıraat maksadıyla değil de duâ maksadıyla okunduğuna
delâlet eder.
Hadiste geçen
"Hanîf" kelimesi, batıldan Hakk'a yani hak din olan İslama meyleden
kimse demektir. Aslında "hanif" ve "hanef" meyletmek demektir.
Ebû Ubeyd ise, "Hanîf" araplar arasında Hz. İbrahim'in dininde olan
kimse anlamına gelir" demiştir.
Hadis-i şerifte geçen
"Müslim" kelimesinin mânâsı ise, "emir ve nehy-lere râm olan ve
ne buyrulursa onu yapmağa hazır kimse demektir.kelimelerini "namazım ve
bütün ibadetlerim" diye ter-ceme etmek mümkün olduğu için biz de öyle
terceme ettik. Merhum Hasan Basri Çantay da mealinde bu şekilde terceme
etmiştir. Haşiye olarak da şu açıklamayı yapmıştır: "Mucâhid ile Said b.
Cübeyry, Dahhâk ve Süddî'nin kavillerine göre "nüsk"den maksat, Hac
ve Umredeki Kurbandır. Bazılarında hac amelleridir. Bazıları da "Allah'a
yaklaştıran herşeydir, bütün ibâdetlerdir" demişlerdir. Biz bunu tercih
ettik.[143] Bezlu'I-mechûd sahibi:
"Rabbin için namaz kıl ve kurban kes"[144]
âyetine uygun olarak burada da "saat" ve "nüsük" kelimeleri
beraberce zikredildi" diyerek
"Nüsük" kelimesinin
burada "kurban kesmek anlamında" kullanıldığını söylemiştir.
"Ben
müslünıanların ilkiyim" cümlesi, Müslim'in rivayetinde "Ve ben
müslümanlardanım" şeklinde geçmektedir. Aslında bu iki rivayet arasında
bir tearuz yoktur. Nitekim Resûl-i Zişan Efendimiz namazda bazan biriyle bazan
da diğeriyle duâ etmiştir. Çünkü o bu ümmetin ilk iman edeni, Allah'a ilk
teslim olanıdır. Bu sebeble bazıları. ümmet için sünnet olan cümlesiyle dua
etmektir" demişlerse de, Şevkânî buna itiraz etmiş ve; "Buradaki
kelimesinin ilk manasına değil, emirlere sarılmakta acele etmek anlamına
geldiğini, bu bakımdan ümmet için de şeklinde dua etmenin caiz olduğunu"
söylemiştir. Nitekim meşhur Hanefi âlimi îbn Nuceym de el- Bahr isimli
eserinde diyerek mi yoksa şeklinde mi dua edilmesi gerektiği mevzuunda
ulemânın ihtilâfa düştüğünü, bazılarının diye dua edildiği takdirde namazının
bozulacağına hükmettiğini, ancak gerçekte böyle duâ etmekle namazın
bozulmayacağını beyân etmiştir.[145] Bu
mevzuda kadınla erkek arasında da bir fark yoktur. "Rab" kelimesinin
lûgatta dört mânası vardır: 1. İslah
eden, 2. İtaat edilen ulu; 3. Sahib ve mâlik, 4. Terbiye eden, besleyip bütün. Başına harf-i ta'rif gelirse
sadece Allah Teâlâ hakkında kullanılır. Harf-i ta'rifsiz bulunursa yaratıklar
hakkında da kullanılır.
"Nefsime
zulmettim" demek, Rabbim'in zikrinden gaflet ederek ve başkasının
sevgisini gönlüme koyarak kendime zulmettim, demektir. Resûlullah (s.a.) böyle
duâ etmekle kulluk gereği önce kusurunu itiraf etmiş, sonra Allah'dan mağfiret
dilemiştir. Nitekim Hz. âdem ile Hz. Havva (aleyhisselâm) da böyle yapmışlar
ve; "Ey Rabbimiz! Biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi affetmezsen ve
bize acımazsan mutlaka ziyankârlardan oluruz" demişlerdi.
Lebbeyk ve sa'deyk
kelimelerinin müfredi malum ve musta'mel değildir. Bunlar kelime-i icabettir.
İkincisi birincisine tâbi olarak kullanılır.[146] Yine
Zihnî Efendi lebbeyk kelimesi ile ilgili olarak şunları söylemektedir:
Lisanımızda dahi müstamel olduğu üzere kelime-i icabettir. Tesniye sigası üzere
vâriddir. Müntehab'ın 436. sahifesinde bu kabilden olan müsenna isimler
gösterilmiştir. Hepsinin intisabı masdariyyet üzeredir. Lebbeyk lâfzını ehl-i
lügat maddesinde zikretmişlerdir.[147]
Lebbeyk, ilbâb'dan alınma bir kelimedir, emre hazır vaziyette beklemek
demektir. Yani senin kapında tek-' rar tekrar ayakta durup, emrine boyun
eğiyorum demektir. Kelimenin tesniye olarak söylenmesi tekrarı ifâde içindir.
Mensub okunuşu mukadder bir fiil sebebiyledir.[148]
Netice olarak
"lebbeyk" ben tekrar tekrar senin taatin üzereyim;
"Sa'deyk" de senin emrine uyarak tekrar tekrar saadete ererim,
demektir.
"Bütün hayırlar
senin elindedir" cümlesinin şerhi ile-ilgili olarak hadis sarihleri
şunları söylemişlerdir: "Maddî manevî her türlü hayır senin
tasarrufundadır. Bütün iyilikler sana nisbetle avuçta tutulan şey gibi emre ve
tasarrufa amadedir. Senin kaza ve kaderinin sultası ve hükmü altındadır."
Burada geçen
"senin elindedir" cümlesindeki el kelimesi müteşabih bir kelimedir.
Çünkü Cenab-ı Allah el, yüz gibi cismanî ve maddî sıfatlardan münezzehdir. Bu
sebeble âyet-i kerimede ve hadis-i şeriflerde geçen bu kelimelere Zât-i Bâriye
lâyık ve aynı zamanda akla ve Arab dili gramerine uygun olan mecazî manalar
verilmiştir. Bu, müteahhirûn denilen ve Hicrî 500'ncü yıldan sonra gelen Kelâm
ulemâsının mezhebidir. Bunlar âyet-i kerime ve hadislerde geç*-ı
"el" kelimesine kudret, tasarruf gibi Zât-i Bâri'nin Kemâl
sıfatlarına uygun manalar vermişlerdir. Fakat daha önce yaşamış olan selef
uleması ise, bu gibi âyetleri te'vildçn kaçınarak onları hakiki manalarından
çıkarma tehlikesinden korundukları gibi, "Hak Teâlâ'nm eli mahlu-katınkine
benzemez, biz onun hakikatini bilemeyiz" demek suretiyle bu kelimelerin
mahiyetini de Allah'a havale ederek teşbih ve tecsîme düşmekten de
korunmuşlardır.
"Şer ise asla
sana nisbet edilemez" cümlesi te'vili gereken bir sözdür. Çünkü Ehl-i
Sünnet mezhebine göre hayır olsun, şer olsun herşeyi Allah yaratır.
İmam Nevevî'nin
beyânına göre bu mevzuda beş görüş vardır: .
1. Bu
cümlenin mânâsı şer ile sana kulluk yapılamaz, demektir. İmam Halil b. Ahmed
ile Nadr b. Şümeyl, İshak b. Râhûye, Yahya b. Main, Ebu Ber b. Huzeyme, Ezherî
ve diğer bir takım ulemânın görüşleri budur.
2. Teeddüben,
şer Allah'a izafe edilemez. Ancak yaratıkların yaptıkları işlere izafe edilir.
Meselâ, "ey maymunlarla domuzların yaratıcısı" denilemez. Nitekim
İbrahim aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: "Hastalandığım zaman bana şifâ
veren odur"[149] Bu
âyet-i kerimede İbrahim aleyhisselâm hastalanmayı teeddüben kendisine, şifa
vermeyi de Allah'a izafe etmiştir. Bunun Kur'an-ı Kerim'de örnekleri çoktur.
Hızır aleyhisselâmın aybı kendine, rahmeti de Cenab-'ı Hakk'a izafe etmesi de
bu örneklerden birini teşkil eder. "Onun için ben onu kusurlu yapmak
istedim"[150] "Rabbin diledi ki
ikisi de rüşdlerine ersinler"[151]
âyet-i kerimelerinde olduğu gibi.
3. Bu
cümlenin mânâsı "Ya Rabbi, kötü şeyler sana arz olunamaz ancak sana iyi
sözler ve güzel ameller arz olunur" demektir. Nitekim âyet-i kerimede
"Güzel kelimeler ancak ona yükselir. Onu da iyi amel (ve hareket)
yükseltir"[152]
buyurulmuştur.
4. Bu
sözlerden maksat, "Ya Rabbi! Şer Sana nisbetle şer değildir.Çünkü Sen onu
büyük hikmet ve maslahatlarla yarattın; şer ancak mahluklara nisbetle
kötüdür" demektir.
5. Hattâbî'ye
göre bu söz "şer senden ma'dûd değildir"
anlamındadır."Mübareksin" kelimesinin manası "Büyüksün ve şereflisin,
her türlü senaya lâyıksın, kullar seni tevhid etmekle bereket kazanırlar"
demektir.
"Yaratıcıların en
güzeli olan Allah pek yücedir" cümlesinde Hak Teâlâ'nm en güzel yaratıcı
olduğu beyân edildiğine göre Allah'dan başka yaratıcılar bulunduğu, fakat
onların yarattığı şeylerin noksan ve kusurlu olduğu mânâsı anlaşılmaktadır.
Ehl-i Sünnet ulemâsı,
bu cümlede geçen yaratıcılar, kelimesine takdir ediciler, mümkünü tahdid ve
tasvir ediciler manası vermişlerdir. Çünkü "Allah herşeyin
yaratıcısıdır"[153]
"Allâh'-dan başka bir yaratıcı var mıdır?"[154]
gibi âyet-i kerimeler Hak Teâlâ'nın her şeyin yaratıcısı olduğunu ve O'ndan
başka yaratıcı bulunmadığını çok açık olarak ifâde etmektedir. Buna göre bu
cümleye şöyle mânâ vermek mümkündür: "Takdir edenlerin ve şekil
verenlerin en güzeli olan Allah pek yücedir."
İmam Nevevî el-Mecmu'
isimli eserinde (3 / 416) şunları söylemektedir: cümlesinin manası Allah
kendisine hamdede-nin hamdini kabul eder ve onu mükâfatlandırır, demektir.
Sünnet olan rükû'dan kalkarken demektir. İyice doğrulduktan sonra da:
"Ey Rabbîmiz!
Göklerle yer ve onların arasındaki herşey, onlardan sonra dilediğin herşey
dolusu hamd ancak Sana mahsustur. Ey hamd ü senaya lâyık olan Allah'ım! Senin
verdiğine mâni olacak yoktur. Vermediğini verecek de yoktur. Senin katında hiç
bir varlık sahibine varlığı fayda verecek değildir" demek müstehabtır.
kelimesini merfu ve
mensub okumak caizse de meşhur olan hal olarak mansub okunmasıdır.kelimesi
münâda, olarak feth üzere meb-nidir. İmam Şafiî ve taraftarlarına göre bu duayı
okumanın müstehab oluşunda imam ve cemaat eşittir. ve zikirlerim de yine aynı
şekilde hem cemaat ve hem de imamın okuması sünnettir. "Rabbena"
kelimesiyle başlayan zikir bazı hadis-i şeriflerde şeklinde geldiği halde
bazılarında şeklinde vâv ile beraber rivayet edilmişken, bazı rivayetlerde
bazılarında da şeklinde gelmiştir. Bu rivayetlerin hepsi sahih ve hepsiyle de
amel etmek caizdir. Rivayetlerin bazısında bulunan vâv'ın mahfuz bir fiile
atfeden bir atf (vav) olduğu söylenmektedir. Buna göre cümlenin "Ey
Rabbimiz! Sana itaat ve hamd ederiz. Gerçek ve kusursuz olan hamd sana
mahsustur" şeklindedir. Fakat ef-dal olan demektir. Cemaatin işitmesi ve
imamın rükû'dan kalktığını anlaması için imanın cümlesini sesli okuması,
cümlesini de gizli okuması müstehabdır. Cemaat ise, tekbirde olduğu gibi her
ikisini de gizli okur. Bu İmam Şafiî'nin mezhebidir. Atâ, Muhammed b. Şîrîn,
İshak ve Dâvûd da aynı görüştedirler. Ebû Hanife'ye göre ise İmam sadece cemaat
de sadece der. Bu aynı zamanda İbn Mes'ûd, Ebû Hüreyre, İmam Mâlik ve İmam
Ahmed'in görüşüdür.
İmam Sevrî, Evzâi, Ebû
Yusuf ve Muhammed'in görüşüne göre ise, İmam her iki cümleyi de okur. Cemaatse
sadece der. Bunların delili Buhârî ve Müslim'in ittifakla rivayet
ettikleri:"İmam semi'allahü limen hamideh, dediği vakit siz Rabbena
lekel-hamd deyiniz"[155]
mealindeki hadisle "Peygamber (s.a.) semiallahü limen hamiden dedikten
sonra arkasından Rabbena ve leke'1-hamd derdi"[156]
mealindeki hadistir.
İmam Şafiî'nin ve
taraftarlarının delili ise yine Buhârî ve Müslim'in ittifakla rivayet
ettikleri: "Peygamber (s.a.) semaiallahu limen hamiden dediği zaman
arkasından derdi.[157]
mealindeki hadisle, Buhârî'nin Mâlik b. el-Huveyris'den rivayet ettiği “Beni
gördüğünüz gibi namaz kılınız"[158]
mealindeki hadis-i şerif ve; “Bir adam Resûl-ü Ekrem'in huzurunda namaz
kılarken sözünden sonra deyince, Efendimiz; “o adama oluz küsur meleğin bu
sözün sevabını yazmak için koşuştuklarını görüyorum" buyurdu.[159]
mealindeki hadistir. Şa-fiîlere göre mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif
iftitah tekbirinden sonra '*innî veccehtu" duasının okunacağına bir
delildir.Hanefilere göre bu dua İslâm'ın ilk yıllarında okunurdu, sonradan
neshedildi.[160] Ancak teheccüd
namazlarında okunabilir. Her namazda sübhâneke duasından sonra duasını okumak
İmam Ebû Yûsuf'a göre de sünnettir. Delili de mevzumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd
hadisidir. İmam Ebû Hanife ve Muhammed (r.a.)'e göre ise, Sübhâneke'den sonra
bu duayı okumak gerekmez. Delilleri ise Dârekutnî'nin Hz. Enes'den rivayet
ettiği; "Hz. Peygamber (s.a.) namaza başlarken tekbir getirir ve
Sübhâneke'yi sonuna kadar okurdu. Başka bir dua ilâve etmezdi" mealindeki
hadis-i şeriftir.[161]
İmam Ebu Hanife ve Muhammed (r.a.)'e göre mevzumuzu teşkil eden hadis, teheccüd
namazıyla ilgilidir. Nitekim Ebû Avâne'nin Sahîh'inde İmam Nesâî'nin de
Sünen'inde rivayet ettiği; "Hz. Peygamber nât ile namazına başladığında
tekbirden sonra duasını okurdu" mealindeki hadis-i şerif de bu imamların
görüşünü desteklemektedir.[162]
1. İftitah
duası hemen tekbirden sonra okunur. Her ne kadar ulema hadis-ı şeriften bu
hükmü çıkarmışlarsa da imam el-Hâdi, Kasım, Ebu'l-Abbas, Ebû Tâlib,
"Evlâd edinmeyen, mülkünde hiç bir ortağı olmayan zülll(ü acz)den nâşi
yardımcıya da (ihtiyaç) bulunmayan Allah'a hamdolsun. Onu büyük bil,
büyüklükle an"[163]
âyet-i kerimesini delil getirerek iftitah duasının iftitah tekbirinden önce
okunacağı kanaatine varmışlardır. Bu âlimlere göre ( îj^" öj^j ) kelimelerinden
maksat iftitah tekbiridir. Ulemânın büyük çoğunluğuna göre ise, bu,kelimelerin
iftitah tekbirine tahsisini gerektiren bir sebeb yoktur. Bu kelimeler mutlak
ta'zim ifâde eder. Çünkü buradaki "vav" atıf vavıdır. Tertibe
delâlet eden bir mânâsı yoktur.
2. Namazda
iftitah duası okumak meşru kılınmıştır. Sahabe, tâbiûn ve daha sonra gelenlerden
ulemânın ekseriyeti bu görüştedirler.Ancak Mâlikî ulemâsı 856 numaralı hadisi
delil getirerek Sübhâneke cluasını okumanın mekruh olduğunu söylemişlerdir.
Allâme Zürkânî, Muhtasar-ı Halil üzerine yazdığı şerhinde İmam Mâlik'in
tekbirden sonra, kıraatten önce, "Sübhâneke" ile "veccehtü
vechî" vel^AHahümme bâ'id beynî" dualarını okumanın müstehab
olduğunu söylediğinden bahsetmektedir.
3. Namaz
içerisindeki rukû'a ve secdeye varma gibi hareketlerde fazla sür'atten kaçınarak mutedil olmak, oturuş ve kalkışlarda
organların iyice yerleşmesine dikkat etmek gerekir.
4.
Namaz kılan kimse cümlesinden sonra cümlesini ilâve etmelidir.[164]
761. ...Ali
b. Ebî Tâlib'den rivayet edildiğine göre; Peygamber (s.a.) farz namaza durduğu
zaman "Allahu Ekber" der ve ellerini omuzları hizasına kadar
kaldırırdı. Okumayı bitirip de rükû'a varmak istediğinde ve (başını) rükû'dan
kaldırdığında (yine) bunu yapardı. Namazda otururken asla ellerini
kaldırmazdı, (ilk iki rekatın sonundaki) iki secdeden (sonra ayağa) kalktığında
da aynı şekilde ellerini kaldırır, "Allahu ekber" der ve (bir
önceki) Abdülaziz hadisindeki gibi duâ ederdi. (Râvi Abdullah b. el-Fadl) duada
(bir önceki hadise göre) bazı şeyleri fazla bazılarını da noksan nakletti. (Bir
önceki hadiste geçen) "bütün hayırlar senin elindedir şer ise asla sana
nisbet edilemez" (cümlesini hiç) nakletmemiştir. Ancak:"Namazdan
çıkmak istediği zaman da; "Allah'ım! Evvel ve âhir, gizli ve aşikâr,
işlediğim bütün günahlarımı bağışla sen benim Hanımsın. Senden başka ilâh yoktur"
(sözlerini de) ilâve etmiştir.[165]
Bu hadisin aşağı
yukarı aynısı olan bir önceki hadiste yer alan Resûl-i Ekrem'in namaza
başladığında okuduğu dualar ve bu dualarla ilgili olarak ilim adamlarının
görüşleri üzerinde gerekli açıklamalar yapılmıştı. Bununla beraber burada da
üzerinde durulup açıklığa kavuşturulması gereken bazı meseleler bulunmaktadır.
Hadis-i şerifte geçen
"iki secdeden kalktığında" ibaresi ile ilgili olarak hadis âlimleri
iki görüş beyan etmişlerdir:
1. Bu ibare
"ilk rekâtın secdelerini yaptıktan sonra ikinci rekata kalktığı
zaman" anlamına gelmektedir. Bu açıklamaya göre, Resûl-i Ekrem (s.a.)
ikinci rekata kalktığı zaman da aynen birinci rekatta olduğu gibi ellerini kaldırarak
"Allahu ekber" der ve Sübhâneke duasını okurdu.
2. "İlk
iki rekâttan sonra üçüncü rekâta kalktığı zaman" anlamına gelir ki,
burada secde kelimesi mecazen rekât mânâsında kullanılmıştır. Bu açıklamaya
göre ise, Resûl-i ekrem üçüncü rekata kalktığı zamanda aynen birinci rekatta
yaptığı gibi ellerini omuzlan hizasına kadar kaldırarak "Allahu
ekber" der ve sübhâneke duasını okurdu. Ancak Hanefî uleması ellerin
kaldırılma-yacağı konusunda 748 ve 749 nolu
hadislerle amel etmişlerdir. Namazın başında "sübhâneke" ile
okunan duaları ise ancak teheccüd namazı için ,câiz görmüşlerdir. Bu hadisi
nakleden râvi Abdullah b. el-Fadl, Resûl-i Ekrem'in kıyamda okuduğu duaları
naklederken Abduiaziz'in naklettiği bir önceki hadisteki duaları aşağı-yultarı
?ynen nakletti. Ancak bir önceki hadiste geçen ibaresini burada hiç
zikretmemişken bir önceki hadiste geçen duasını da burada "Sen benim
ilâhımsm" cümlesini ilâve ederek nakletmiştir.[166]
762.
...Şu'ayb b. Ebî Hamza demiştir ki: Muhammed b. el-Münkedir, İbn Ebi Ferve ve
bunlardan başka Medine'li bir fakih (iftitah duasında geçen) "ben
müslümanların ilkiyim" sözünü kast ederek, bana "sen bu duayı
okuduğun zaman:"Ve ben müslümanlardanım" şeklinde oku dedi.[167]
Bu haberden Muhammed
b. el-Münkedir ve îbn Ebî Ferve'nın ıftıtah duasında geçen sözünün şeklinde okunması gerektiği görüşünde
oldukları anlaşılmaktadır. 760 no'lu hadisin açıklanması esnasında ifade
ettiğimiz gibi aslında şeklinde okumanın da herhangi bir sakıncası yoktur.
Çünkü burada "müslümanların birincisi olmak"tan maksat hayra koşan ve
hayra tabi olanların başında gelmektedir ki, Resûl-i Ekrem'in dışında herhangi
bir mü'minin de kendisinden bu şekilde bahsetmesi gerçeğe aykırı değildir. Bu
bakımdan herhangi bir mü'minin bu duayı tilâvet niyetiyle namazda okuması
caizdir. Ancak bu hadisin râvilerinden İbn Ebi Ferve hakkında İbn Sa'd şunları
söylemektedir: "İbn Ebi Ferve çok hadis rivayet edenlerden birisidir.
Rivayet ettiği hadisler arasında pek çok münker hadis vardır. Ulemâ bu kimsenin
rivayet ettiği hadislere itibâr etmezler ve bu hadislerin delil niteliği
taşıdığını kabul etmezler.[168]
763. ...Enes
b. Mâlik'ten rivayet edildiğine göre bir adam soluk soluğa namaza gelmiş ve;
"Allah'a halisane hayırlı ve çok hamd olsun" demiş. Peygamber (s.a.)
namazını bitirince, "bu sözleri söyleyen hanginîzdi? Çünkü o zararlı bir
şey söylemedi" buyurmuştur. Bunun üzerine bir adam:
"Nefes nefese
(koşarak) geldim de onları ben söyledim" demiş. Peygamber (s.a.);
"gerçekten bunları hangisi daha önce Allah'a yetiştirecek diye yarışan on
iki tane melek gördüm" buyurmuştur. Humeyd buna (şunları da) ilâve etti:
"Biriniz (namaza) gelirken (her zamanki) yürüdüğü gibi yürüsün.
Yetiştiğini (imamla) kılsın yetişemediğini de (yalnız başına) kaza
etsin."[169]
Bu hadis-i şerifte
sözü geçen kimse okumuş olduğu duayı ister cemaate yetiştiğinden dolayı,
isterse içten gelen bir arzuyla mücerred bir ta'zim ve şükür maksadıyla okumuş
olsun, her iki halde de Resûl-i Ekrem'in tasdik ve tasvibine mazhar olmuştur.
On iki tane meleğin bu hamd-ü senanın sevabını yazmakta yarış ettiklerini haber
vermesiyle de bu sözleri namazda söyleyen bir kimsenin büyük bir ecir ve sevaba
nail olacağını beyân ve bu fiile teşvik etmiştir. Müslim ve Nesâî'nin
rivayetlerinde ise, hâdise: "Resûlullah (s.a.) namazını bitirince,
"o sözleri söyleyen hanginizdi?" diye sordu. Cemaat sükût ettiler.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem tekrar, "bunları söyleyen hanginizdi? Zira
zararlı bir şey söylemedi buyurdu" anlamına gelen lâfızlarla
anlatılmaktadır. Hanefiler bu gibi zikirlerin ancak nafile namazlarda
yapılabileceğini farz namazlarda ise, teşehhüdden sora caiz olduğunu
söylerler. "Bu duanın sevabını yazan meleklerin sayısının on iki olmasının
hikmetini ancak Allah ve Resulü bilir.
Humeyd'in bu hadise
ilave ettiği cümleden de anlaşılıyor ki, Nebiyy-i Ekrem (s.a.) namaza koşarak
gitmeyi hoş karşılamamıştır. Çünkü bilindiği gibi imama teşehhüdde bile yetişen
kimse cemaat sevabına nail olur. İmam selâm verdikten sonra da kalkar cemaatle
kılamadığı rekatları yalnız başına kılar.
Hadisin zahirine
bakılırsa buradaki melâike-i kiramdan maksat Hafa-za melekleri değildir.
Nitekim Buhârî ile Müslim'in Ebû Hureyre (r.a.)den ittifakla rivayet ettikleri
hadis de bunu gösterir. Zira mezkûr hadiste; "Allah Teâlâ'nın öyle
melekleri vardır ki bunlar yollarda dolaşarak zikir ehlini ararlar''
buyurulmaktadır.[170]
1. Allah
Teâlâ'ya hamd-ü senada bulunmanın sevabı çok büyüktür.
2.
Yanındakini şaşırtmamak şartıyla yüksek sesle zikretmek caizdir.
3. Kulların bazı
amellerinin sevabını hafaza melekleri dışında görevli başka melekler yazar.
4. Namaza
koşarak gidilmemelidir.[171]
764.
...Cübeyr b. Mut'ım'dan rivayet edildiğine göre, (Cübeyr) Resülüllah'ı namaz
kılarken görmüş -(Ravi) Amr der ki: Gerçi hangi namazın olduğunu bilemiyorum-
Peygamber (s.a.) (o namazda) "Allah gerçekten büyüktür, Allah gerçekten
büyüktür, Allah gerçekten büyüktür Allah'a çok çok hamd olsun, Allah'a çok çok
hamd olsun, Allah'a çok çok hamd olsun" (şeklinde) üç defa; "Allah'ı
sabah ve akşam her türlü noksanlıklardan tenzih ederim" (diye) üç defa
(zikretti, bir defa da)! "Şeytandan, onun nefhinden, nefsinden ve
hemzinden Allah'a sığınırım" dedi. (Amr) dedi ki: (Şeytanın) nefsi
şiirdir, nefh'i kibirdir, hemz'i de ilişmesidir."[172]
"Bu namazın
hangi' namaz olduğunu iyice bilemiyorum" diyerek tereddüdünü ifade eden
râvi Amr b. Mürre'dir. Bir sonraki 765 no'lu hadisde bunun, nafile namazı
olduğu ifade edilmektedir.
"Allah'a çok çok
hamd olsun'* cümlesinin sonundaki "üç defa" lâfzı râviye ait bir
sözdür. Bu söz aslında Hattabî şerhinin birinci baskısıyla, Avnu'l-Mâbud
şerhinin el-Mektebetü's-Selefiyye tarafından yapılan ikinci baskısında
bulunmamaktadır. Ancak el-Menhel ve Bezlu'l-mechud'daki metinlerde bulunmaktadır.
Varlığı kabul edilirse o zaman "Allah'a çok çok hamd olsun" cümlesini
Resul-i Ekrem'in üç kere tekrarladığı anlaşılır. Buna göre metinde bu cümle
arka arkaya üç defa tekrarlandığı halde ayrıca bir de "üç kere"
sözünün getirilmesinden maksat, Efendimiz'in bu cümleyi kaç kere okuduğunu
kesin bir şekilde kayıtlamak ve bu sayıyı bir kere daha te'kid etmektir.
Binaenaleyh "Allahu ekberu kebîra" cümlesi Hz. Peygamber tarafından
üç defa tekrarlanmıştır. Dokuz defa tekrarlanmış değildir. Metindeki
"Allah'ı sabah ve akşam her türlü noksanlıklardan tenzih ederim"
sözünün üç defa tekerrüründen oluşan cümlenin sonunda yer alan "üç
defa" kelimesi ise, tekerrürlerden oluşan bu üç cümlenin üç defa
tekrarlanacağını ifâde eder. Netice olarak şunu söyleyebiliriz: "Allah'a
çok çok hamd olsun" cümlesinin sonunda bulunan "üç defa"
kelimesi takyid ve te'kid içindir. "Allah'ı sabah ve akşam her türlü
noksanlardan tenzih ederim" cümlesinin sonundaki "üç defa"
kelimesi ise te'sis içindir. Şayet bu "üç defa" kelimesinin
"Allah gerçekten büyüktür" cümlesine de şâmil olduğu düşünülürse üç
defa kelimesi o cümlede de yine takyid ve te'kid ifade eder.[173]
Hadis-i şerifte geçen
"nefs" kelimesi ciğerlerdeki nefesi tükrükle beraber dışarı atmak
demektir.Hadisin metninde "nefs" kelimesi şiirle tefsir edilmiştir.
Hakikaten bazı şiirler vardır ki inkâr, küfr, şirk ve fuhşiyyat ile doludur.
Bunları sahibinin kalbine üfürüp atan şeytandır. Fakat hakka ve hikmete
tercüman olan bazı şiirler de vardır ki şiirin bu çeşidi İslâmda teşvik
edilmiştir.
Nitekim şâir Hassan b.
Sâbit'ten rivayet edildiğine göre Nebiyy-i Ekrem (s.a.) O'nun için; "Ey
Hassan, Kuffâr-ı Kureyş'e cevap ver. İlâhi Onu RuhirI-Kudüs'le (Cibril'le)
te'yid ed" diye dua etmiştir.
Bu hadis-i şerifin
şerhi ile ilgili olarak Ahmed Nairı Efendi şunları söylemektedir: Hassan b.
Sabit (r.a.)'ın kendisinden rivayet edilen diğer bir hadiste ifade edildiğine
göre Resulullah (s.a.) Efendimiz o'na; "Onları hicvet (korkma) Cibril
seninle beraberdir" buyurmuşlardır. Keza Ümmü'l-Mü'minîn Âişe (r.anha)'dan
rivayet olunduğuna göre; "Resulullah (s.a.) Hassan (r.a.) için mescidde
bir minber kurdurur, Hassan da o minberin üstüne çıkıp küf-fârı hicv
edermiş."[174]
Nitekim edebiyat
meraklısı kimselerin gerek kendilerinin gerekse başkalarının şiirlerini inşad
etmeleri caiz olup olmadığı meselesi müctehidleri ikiye ayırmıştır. Bir kısmı
şiir söylemenin caiz olduğunu belirtmişlerdir ki, Şa'bî, Âmir b. Sa'd
el-Becelî, Muhammed b. Şîrîn, Saîd b. el-Müseyyeb, Kasım, Sevrî, Evzâî, Ebû
Hanife, Mâlik, Şâfıî, Ahmed b. Hanbel, Ebû Yûsuf, Muhammed, İshâk, Ebû Sevr,
Ebû Ubeyd (r.a.) hep hicv eden, fuhuştan, müslümanlardan birinin şeref ve
haysiyetine taarruzdan hâli olan şiirin söylenmesinde bir sakınca
görmemişlerdir. Delilleri mevzumuzu teşkil eden bu hadisle Hz. Âişe ve
Hasan'dan nakledilen diğer iki hadistir.
Mesrûk, İbrahim
en-Nehat, Salim b. Abdullah, Hasan el-Basrî, Amr b. Şu'ayb ise şiirin
rivayetini de okunmasını da mekruh görmüşlerdir. Delilleri Şairler('e geline)
görmüyor musun onları (nasıl) her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar? Ve onlar
yap. madıkları şeyleri söylerler.”[175]
âyet-i kerimesi ile Hz. Ömer, Sa'd b. Ebî Vakkâs, Ebû Hüreyre, Ebû Said
el-Hudrî, Avf b. Mâlik ve Ebu'd-Derdâ (r.a.)'den rivayet edilip İbn Ebî Şeybe,
Bezzâr, Tahâvî, Müslim, İbn Mâce, Buharı ve Taberanî taraflarından çeşitli
senetlerle rivayet edilen "Birinizin İçminin irin ile dolup harab olması
onun hakkında, şiir ile dolmasından daha hayırlıdır"[176]
hadisidir. Ötekiler ise, bu nehyi her türlü şiire şamil addetmeyip "küfür
ve fuhş-i kelâm ile dolu şiir hakkındadır" derler. Nitekim Resul-i
Ekrem'in çok kere şiir dinlemiş olmaları, vezne uymayarak bile olsa,
başkalarının şiirlerinden parçalar okuması, özellikle Hz. Hassân'a bunca teşvik
edici sözler söylemesi hep evvelce saydığımız ulemâ topluluğunun ictihadlarını
doğrulamaktadır.
Fakat müşriklere karşı
ağzı bozmak ve alay etmek caiz olmakla beraber bunu başlatmak uygun değildir.
Çünkü bu işi başlatınca kâfirlerin de mukabelede bulunarak ehl-i İslama hatta
Allah korusun yüce Allah'a ve Resulüne soğmelerine yol açılmış olur. Fakat
tecâvüz evvelâ müşrikler tarafından başlatılıp da aynı silah ile müdafaa
zarureti hasıl olursa bunu yapmakta bir sakınca yoktur. Nitekim
"Müşriklere karşı .mallarınızla, canlarınızla, dillerinizle mücâdele
ediniz." buyurulmuştur.[177]
Bu mevzuda Hanefi
âlimlerinden Aynî şunları söylemiştir: Bu hadiste geçen "nefs"
kelimesi şiirle tefsir edilmiştir. Eğer gerçekten bu tefsir hadisin aslından
ise, bir diyeceğimiz olamaz. Ama bu tefsir râvinin kendisine ait bir böz ise, o
zaman buradaki "nefs" kelimesinin sihir anlamına geldiğini
söyleyebiliriz. Çünkü bu kelime Felak Sûresi'nde geçen “düğümlere üfleyip
tüküren büyücü kadınların şerrinden" âyeti kerimesinin aynısıdır.[178]
Bana göre sihirbazlara
yön verenler ve onlara yardım edenler şeytanlardır. Nitekim Fahru'r-Râzî,
büyünün sekiz çeşidini sayarken üçüncü maddede şunları söylemiştir: Sihrin
üçüncü bir şekli de yere ait ruhlardan yani cinlerden yararlanılarak yapılan
büyüdür. Yere ait ruhlarla münâsebet kurmak semavî ruhlarla yani meleklerle
ilişki kurmaktan kolaydır.[179]
Hadis-i şerifteki
"Nefh" kelimesi de kibirle yani böbürlenme ile açıklanmıştır.
Gerçekten kibir insanın kalbine şeytanın üfürdüğü bir vesvesenin neticesidir.
Bu yüzden o kimse kendinin büyük ve başkalarının da küçük olduğu vehmine
kapılır.
"Müte"
kelimesi ise cinlerin ilişmesi neticesinde insana arız olan cinnet veya sar'a
anlamına gelir.
Hadis-i şerifte
şeytanın bu gibi tehlikelerinden emin ve mahfuz kalabilmek için Allah'a nasıl
sığınılacağı Öğretilerek insanlar dünyada ve âhirette kendilerini bekleyen
tehlikelerden muhafaza edilmek istenmiştir.[180]
765. ...Cubeyr
b. Mut'im'den; "Ben Peygamber (s.a.)' i nafile namaz konusunda beyânda
bulunurken dinledim" demiş sonra da bir önceki hadiste geçen duanın benzerini
zikretmiştir.[181]
Bir önceki 764 no'Iu
hadis-i şerifi Şu'be b. el-Haccâc, Amr b. Mürre'den nakletmişti. Bu hadis-i
şerif ise, Mis'ar tarafından yine amr
b. Mürre'den nakledilmiştir. Her iki hadisi de Amr naklettiği halde birinde
"bu namazın nafile mi, farz mı olduğunu pek kestiremiyorum" demişken,
diğerinde "bu nafile namazdı" demesi, bu iki ifade arasında bir
çelişki olduğuna delâlet etmez. Çünkü Amr b. Mürre'nin birinci rivayetinde bu
namazın farz namaz mı yoksa nafile mi olduğunu hatırlayamadığı halde Mis'ar'e
anlattığı zaman bu namazın nafile olduğunu hatırlaması ve açıklaması
mümkündür. Bu yüzden de iki hadis arasında her hangi bir tearuzun bulunması söz
konusu değildir.[182]
766. ...Âsim
b. Humeyd'den; demiştir ki: Âişe (r.anhâ)'ya Peygamber (s.a.)'in gece (namaza)
kalktığı zaman hangi duayı okuduğunu sordum:
Vallahi daha önce hiç
bir kimsenin sormadığı bir şeyi sordun. O gece kalktığı zaman on (defa)
"Allahu ekber" derdi. On (defa) "Elhamdülillah" on (defa)
"Subhânellah" on (defa) "Lâ ilahe illallah" on (defa)
"Estağfirullah" derdi. Ve: "Ey Allah'ım! Beni bağışla, hakka
ilet, rızıklandır. Beni afiyette kıl" diye duâ eder ve kıyamet gününde yer
darlığından Allaha sığınırdı, cevabını verdi.[183]
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadisi aynı şekilde Hâlid b. Ma'dân da Rabiatu'l-Cureşî vasıtasıyla Âişe'den
rivayet etmiştir.[184]
Metinde geçen "gece kalkmak" tabirinden maksat,
gece namazına kalkmaktır. Hz. Âişe'nin "Bu soruyu bana senden önce hiç
kimse sormamıştı" demesinden maksadı, bu soruyu beğendiğini ifâde etmek ve
benzeri soruların sorulmasına teşvik etmektir. Âişe (r.anhâ) validemizin
ifadesinden anlaşılıyor ki, Resûl-i Ekrem Efen: dimiz gece namazına kalktığında
on defa Allah büyüktür; on defa, "AlIaha hamd olsun"; oh defa "Allah'ı
bütü,n noksanlıklardan tenzih ederim"; on defa "Allah'dan başka bir
ilâh yoktur"; on defa, "Allah'dan mağfiret dilerim" dermiş ve
sonra da şu duayı okurmuş, "Allah'ım, bana mağfiret buyur, hakka ilet,
rızıklandır. Beni afiyette kıl Kıyamet gününde yer darlığında Allah'a
sığınırım."
Hadis-i şerifte geçen
"yer darlığın"dan maksat, Kıyametin dehşeti karşısında çaresizliğe
düşüp sıkıntıda kalmaktır. Bu duruma düşen kişi yeri daralmış bir kişiye
benzer.
Müellif Ebû Davud'un;
"Bu hadisi bir de Hâlid b. Ma'dân rivayet etmiştir" demekten maksadı,
bu hadisin başka senetlerle de takviye edildiğini ve sahih bir hadis olduğunu
ifade etmektir.[185]
767. ...Ebû
Seleme b. Abdurrahman dedi ki: "Âişe'ye Peygamber (s.a.) geceleyin
kalktığında namaza neyle başlardı (diye) sordum." Cevaben;
Geceleyin kalktığında
namazına,1 "Allah'ım, ey Cebrâîl, Mikâîl ve İsrafil'in Rabbî, göklerle
yerin yaratıcısı, görüleni ve görülmeyeni bilen (Allah'ım). Kullarının
ayrılığa düşdükleri şeylerde onların arasında ancak sen hükmedersin, hakkında
ihtilâfa düşülmüş olan hakka beni izninle sen ilel,çünkü sen dilediğini doğru
yola hidâyet eylersin" (duasıyla) başlardı dedi.[186]
Bu hadis"i şerif
geceleyin nâfile namaz kılmak için, kalkanın iftitah tekbirinden sonra, diye
başlayan duayı sonuna kadar okumasının caiz olduğuna delâlet etmektedir.
Resûl-i Ekrem (s.a.) Efendimizin, kendisi hak ve hakikatin doruğunda bulunduğu
halde böyle hak ve hakikate erişmesi için duada bulunması, duada tevazu, huşu
ve ihlgsın esas olduğunu ümmetine tâlim ve telkin hikmetine mebnidir.
Bundan önceki hadisde
Resûl-i Ekrem'in iftitah tekbirinden sonra başka bir duâ okuduğu ifâde
edildiği halde, bu hadis-i şerifte de böyle duâ ettiğinin ifade edilmesi bu
iki hadis arasında bir tearuz bulunduğunu göstermez. Çünkü Efendimiz bazan
iftitah tekbirinden sonra bir önceki hadis-i şerifte geçtiği gibi duâ etmiş,
bazan da bu hadis-i şerifte geçtiği gibi duâ etmiştir. Buna göre gece nafile
namaz kılan bir kimsenin bu iki duadan istediğini okuması caizdir. Bu hadis-i
şerifteki duada Melâike-i kiram içerisinden üç meleğin isminin özellikle
seçilerek okunmasının hikmeti, diğer melekler içerisinde bu üç meleğin taşıdığı
şerefin üstünlüğünü ve bu üç meleğe duyulan saygıyı ifadeden ibarettir. Çünkü
bunlar bütün kulların dünyevî ve uhrevî işlerinin nizam ve intizam içerisinde
yürütülmesi ile görevlidir.
"Kulların
ayrılığa düştükleri şeyler"den maksat ise dinî meselelerdir. Dünyalık
işlerinde herkesin helâl olmak şartıyla ayrı bir kazanç yoluna ve mesleğe
intisab etmesinde bir sakınca yoksa da din işlerinin asıllarında ihtilâfa
düşmek sakıncalıdır.
"Hakka, izninle
beni hidâyet eyle" cümlesi, insanın hidayete ermesi için kulun irâde ve
ihtiyarının kâfi gelmeyip Allah Teâlâ'mn da irâde ve yaratmasının şart
olduğunu ifâde eder. Nitekim Allah teâla ve tekaddes hazretleri Kur*an-ı
Keriminde şöyle buyuruyor: "Allah kime doğru yolu gösterir, imana muvaffak
ederse onun göğsünü İslâm için açar (genişletir); kimi de sapıklıkda bırakmak
dilerse, onun da kalbini son derece daraltır, sıkar, o (İslâmı kabul hususunda)
güya zorla göğe çıkacakmış gibi (kendinde bir imkânsızlık ve) zahmet görür.
Allah iman etmeyeceklerin üstüne işte böyle murdarlık çökertir."[187]
Metinde geçen
"doğru yol"dan maksat da İslâm Dinidir. Çünkü doğru yol nasıl insanı
en kısa zamanda gayesine eriştirirse hak olan İslâmiyet de insanı saadete en
kısa zamanda eriştiren bir vasıta olduğu için ona da "doğru yol"
ismi verilmiştir.[188]
768. ...Şu
(bir önceki) hadisin manasını bir de ikrime aynı senetle ve "Bize haber
verdi" diyerek nakletti. Peygamber (gece) kalktığında tekbir getirir ve
(önceki hadiste geçen duayı) okurdu.[189]
769.
...el-Ka'nebî; "Mâlik farz ya da farzın dışında bir namazın başlangıcında,
ortasında veya sonunda duâ etmekte bir sakınca yoktur, dedi." demiştir.[190]
Açıklama
Musannif, Ebû Dâvûd bu
rivâyetiyle İmam Malik'in namazda iftitah duası okumakta bir sakınca
görmediğini ifâde etmek istemiştir. Bilindiği gibi Mâliki mezhebinde meşhur
olan görüşte iftitah duası okumak mekruhtur. Fakat İmam Malik'e göre bu duayı
okumak mendubtur. Nitekim Zurkanî'nin açıklaması da böyledir. İmam Malik'in bu
mevzudaki delili yukarıda bir kısmını terceme ettiğimiz pek çok sağlam
hadislerdir. Diğer Mâlikiyye ulemâsının delili ise, iftitah duasının okunacağına
dair sağlam hadislerin çokluğuna rağmen sahabe-i kiramın okumayışlandır. İmam
Malik'e göre iftitah duası olarak Subhâneke duası aynen Hanefîlerin okuduğu
gibi okunur ve duası ilâve edilir.[191]
770.
...Rifa'a b. Râfi ez-Zurkî (r.a.)'den; demiştir ki: Bir gün Peygamber'in
arkasında namaz kılıyorduk. Başını rüku'dan kaldırınca, "Semiallahü Minen
hamideh Allah hamd edeni işitti" dedi. Peygamber(s.a.)'in arkasında
bulunan bir adamda:
"Çok çok hamdler,
temiz ve mübarek hamdler sana mahsustur, ey hepimizin Rabbi olan
Allah'ım!" dedi. Peygamber (s.a.) namazı bitirince; "Biraz önceki
duayı okuyan kimdi?" diye sordu. Adam;
Bendim, Ey Allah'ın
Resulü, diye cevab verdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.);
"Otuz küsur melek
gördüm ki, bunu hangisi önce yazacak diye yarışıyorlardı" buyurdu.[192]
Hafız Ibn Hacer'in
beyânına göre bu namaz akşam namazı idi. Hadisi şerifte geçen "Başını
rükû'dan kaldırınca, semiallahü limen hamideh" sözünün mânâsı, "başım
rüku'dan kaldırmaya başladığı anda bu duayı okumaya başladı. Başını rükudan
tamamen kaldırdığı anda bu duayı bitirdi" demektir.
Her ne kadar bazı
rivayetlerde bu duayı yapanın kim olduğu açıklanmıyorsa da 773 numaralı
hadis-i şerifte bu zâtın sahâbîden Rifaâ(r,a.) olduğu açıklanmaktadır.
Resûl-i Ekrem
(s.a.)'in bu duayı okuyanın kim olduğunu ısrarla sorma-sındaki hikmetse, bu
kişinin yaptığı işi beğendiğini ve başkalarının da okumasını arzu ettiğini
ilân etmektir. Metinde geçen kelimesi üç ile dokuz arasındaki sayılan ifade
etmek için kullanılır. Yirmi dokuzdan fazlası için de kullanılabileceği
söylenmiştir.
Hadisin zahirine
bakılırsa bu duanın sevabını yazmakta yarış eden melekler insanın önünde ve
ardında bulunan Hafaza meleklerinden başkadır.
Nitekim Buhârî ve
Müslim'in ittifakla Ebû Hureyre (r.a.)'den. rivayet etikleri bir hadiste şöyle
buyuruluyor: "Şüphesiz Allah Teâta'mn, yollarda gezer, ehl-i zikri arar
melekleri vardır. Onlar aziz ve celil olan Allah'ı zikreden bir cemaat bulunca
bir birlerine, Aradığımız buradadır; geliniz, diye seslenirler. Melekler de
ehl-i zikri, dünya semâsına kadar kanatlarıyla çevrelerler..."[193]
Bu meleklerin
sayısının otuz küsur oluşundaki hikmet şu olabilir: Bu duayı teşkil eden
harflerin sayısı 34'tür. Her harfin sevabını yazmakla ayrı bir melek
görevlendirilmiştir. Çünkü bu harflerdeki sevab o kadar çoktur ki, bir meleğin
ancak bir tanesinin sevabını yazmaya gücü yeter.
Bilindiği gibi bu
hadisin bir benzeri de 763 numarada geçmişti.[194]
771. ...Abdullah
b. Abbâs (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre; Peygamber (s.a.) geceleyin namaza
kalktığında (şöyle) derdi: "Allah'ım, hamd sana mahsustur. Göklerin ve yer
yüzünün nuru sensin. Hamd de Sana mahsustur. Gökleri ve yer yüzünü ayakta tutan
sensin. Sana hamd olsun. Göklerin yer yüzünün ve oralardakilerin Rabbi- Sensin.
Sen haksin, Senin sözün hakdır. Va'din de haktır. Sana kavuşmak haktır. Cennet
haktır, Cehennem haktır ve kıyamet haktır. Allah'ım! Yalnız Sana teslim oldum,
ancak Sana iman ettim, ancak Sana dayandım, yalnız Sana yöneldim, Ben (senin
düşmanlarına karşı) ancak Senin (verdiğin güç)Ie mücâdele ettim ve ancak Senin
hükmüne başvurdum. Benim gerek evvelce ve gerekse sonradan işlediğim
günahlarımla gizli ve aşikâr yaptıklarımı bana bağışla Benim rabbim Sensin,
Senden başka hiç bir ilâh yoktur!"[195]
Hadis-i şeriften
anlaşılıyor ki Fahr-i Kâinat Efendimiz geceleyin namaza kalktığı vakit metinde
geçen duayı okurmuş. Duada bulunan "Göklerin ve yeryüzünün nuru
Sensin" cümlesinin mânâsı; "göklerle yerin nurunu yaratarak onları
nurlandıran sensin" demektir. Ebu Ubeyde de bu cümlenin "yerde ve
gökte bulunanlar ışıklarını ancak Senden alırlar" mânâsına geldiğini
söylemiştir.
Hattâbî, Cenab-ı
Hakk'ın nûr ismini açıklarken, "görmeyen O'nun nuru ile görür, şaşıran
O'nun hidâyeti ile yol bulur. "Allah göklerin nurudur" sözü de bu
anlamdadır. Yani göklerle yerin nuru Allah'dandır. demektir. Bu kelimenin
"nûr sahibi" mânâsına gelmesi de mümkündür. Yalnız nur Allah'ın
zatına sıfat olamaz" demiştir.
"Kayyâm"
kelimesinin manâsı; varlığı kendisinden olup başkasını var eden demektir.
Kayyım ve kayyûm kelimeleri de bu manâya gelirler. Bazıları da kayyûm
kelimesinin mahlûkatın muhtaç olduğu her şeyi hazırlayan mânâsına mübalağalı
ism-i fail olduğunu söylemişlerdir.
Rabb kelimesinin ise
lügatte üç mânâsı vardır: 1. İtaat
edilen büyük, 2. İslah eden, 3. Sahib. Bazıları, "Rabb
kelimesi, itaat edilen büyük anlamında kullanıldığı zaman itaat edenin akıl
sahibi olması gerekir" demişlerse de, Kadi Iyaz; "bu şartın aranması
gerekmez, çünkü kâinatta bulunan canlı, cansız herşey Allah'a itaat
etmektedir" diyerek buna itiraz etmiştir.
Hadis-i şerifte geçen
"Hakk" kelimesinin mânâsı ise, varlığı kesin demektir. Varlığı
gerçekleşen her şey haktır. Allah Teâlâ ve tekaddes hazretlerinin varlığı ise,
ezelden ebede kadar uzanan ve kendi zâtının muktezâsı olan bir varlıktır.
Tîbî'nin beyânına
göre, hadis-i şerifte
geçen "Hakk" kelimesi
"Sen haksin" ve "Vâ'din hakdır" cümlelerinde harf-i tarifli
olarak geldiği halde daha sonraki cümlelerde nekre olarak zikredilmiştir.
Çünkü Allah'ın varlığı ve vadinin hak olduğu her devirde aklını kullanan
insanlar tarafından tasdik edilmiştir. Fakat kulların varlığı fânidir
vaadlerinin gerçekleşmesi ise, kesin değildir. Hak kelimesinin diğer cümlelerde
nekre olarak gelmesi ise, delâlet ettiği manaların azametini ve sânının
yüceliğini ifâde eder. Aliyyü'l-Kaari ise buradaki harf-i ta'rifin cinse
delâlet ettiğini bu itibarla nekre olarak gelen hak kelimesiyle mârife olarak
gelen Hakk kelimesi arasındaki farkın yok denecek kadar az olduğunu, bu farkın
sadece mârife olan Hak kelimesinin başında bulunan "el" harf-i
tarifi ile bu kelimenin herkes tarafından bilindiğine işaret edildiği halde
diğerinde bu işaretin bulunmayışından ibaret olduğunu söylemiştir.[196]
"Hak"
kelimesinin "doğru" anlamına geldiğim söyleyenler bulunduğu gibi,
"Hak sahibi" mânâsına geldiğini söyleyenler de vardır.
"Sana kavuşmak
haktır" cümlesinden maksat, "öldükten sonra dirilmek haktır"
demektir. "Sana kavuşmak haktır." Bu cümlenin "emirlerine ve
yasaklarına boyun eğdim ne buyurursan ona uymaya hazırım", "Kıyamet
gününde seni görmek haktır" manalarına geldiğini de söylemişlerdir.
"Yalnız sana
yöneldim" cümlesinin anlamı ise "Sana itaat ettim, senin ibâdetine yöneldim"
demektir.
"Ben ancak Senin
yardımınla mücâdele ettim" cümlesi, "bana verdiğin kuvvet ve
delillerle sana küfür edenlere karşı mücadele ettim ve onları kesin delillerle
ve kuvvetle mağlub ettim" demektir.
"Ancak Senin
hükmüne başvurdum" demek, "Hakkı inkâr edenlere karşı yalnız Seni hak
tanıdım. Kâfirlerin yaptıkları gibi putları, kâhinleri ateşi değil ancak Senin
hükmünü tanırım" demektir.
Resul-i Ekrem
Efendimizin bir Peygamber için düşünülebilen bütün hataları bağışlanmış olduğu
halde yine de "Allah'ım benim gelmiş-geçmiş bütün günahlarımı affet"
diye dua etmesi, mütevâziliğinin, Allah teâlâ hazretlerine karşı beslediği
ta'zim duygularının ve aynı zamanda ümmetine duanın âdâb ve erkânını öğretme
arzusunun bir ifadesidir.
"Gizli ve aşikar
günahlar"dan maksat gönülden geçen günahlarla dilin kalbe tercüman olarak
işlediği günahlar olabileceği gibi, insanlardan gizli olarak veya aşikâre
olarak kalbinden ayrı olarak işlediği günahlar da olabilir.[197]
772. ...İbn
Abbâs (r.a.); "Peygamber (s.a.) gece teheccüdde (önce) tekbir alırdı"
dedi. Sonra da (bir önceki hadisin) mânâsını nakletti.[198]
Metinde geçen
"teheccüd" kelimesiyle gece namazı kast edilmiştir. Bu kelime
kökünden olup uyumak mânâsına geldiği gibi, uyumayıp, uyanık kalmak mânâsına da
gelir. Bir başka ifâdeyle zıt anlamlı kelimelerdendir. Gece namazı için uyanmak
mânâsına da gelir.
Bazıları ve
kelimelerinin arasındaki farkı şöyle açıklamışlardır: "Uyudu" denmek
istendiği zaman kelimesi kullanılır; "uyumadı, uykusuz kaldı" denmek
istendiği zaman da kelimesi kullanılır. Buna göre uyumak de uyumamak demektir.
Bu hadisten Fahr-i
Kâinat Efendimizin teheccüd namazına kalkınca her namazda olduğu gibi önce
iftitah tekbiri aldığı ifâde edilmektedir. Hadisin râvijerinden Kays b. Sa'd,
Resûl-i Zişan (s.a.) Efendimizin iftitah tekbirinden sonra bir dua okuduğunu
nakletmiştir ki, bu duâ mana bakımından bir önceki Ebu'z-Zubeyr hadisinin
aynısıdır. Bu duâ ile ilgili açıklama bir önceki hadis-i şerifin şerhinde
geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.[199]
773.
...Rifâa b. Râfi'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.)'in arkasında namaz kıldım,
Rifâa (yani ben) aksırdı(m.) (Diğer
râvi) Kuteybe (ise) Rifaa'dan bahsetmedi.(Rifâa sözlerine şöyle devam etti):
Bunun üzerine "Rabbimizin sevdiği ve razı olduğu şekilde pek çok,
ziyâdeleşen güzel ve hiç kesilmeyen hamdler kendisine olsun" dedim.
Peygamber (s.a.) namazı kılıp bitirince; "namazda konuşan kimdi?"
dedi. Sonra (Kuteybe) Mâlik hadisinin benzerini daha tam olarak nakletti.[200]
Bu hadis-i şerifi
nakleden Rifâa'nın, Resûl-i Zîşan Efendimizin arkasında namaz kıldığı ve bu
arada başından geçen olayı anlatırken birden bire "Rifaa aksırdı"
diyerek kendisinden üçüncü bir şahısmış gibi bahsettiği görülmektedir. İşte
sözün böyle mütekellimden (birinci şahıstan) gaibe (üçüncü şahsa) veya
muhataba (ikinci şahsa) intikal etmesine edebiyatta "iltifat" denir.
Fakat diğer râvi Kuteybe'nin rivayet ettiği bu hadisin tamamı 770 no'lu Mâlik
hadisidir. Muhterem okuyucularımızın hatırlayacağı üzere orada mezkûr hadis
şöyle devam ediyor: "Otuz küsur melek gördüm ki, bunu hangisi önce yazacak
diye yarışıyorlardı" bu hadisi şerifin Nesâî'deki rivayet edilen şekli
şöyledir:
"Peygamber
(s.a.):
"Namazda konuşan
kimdi?" diye sordu. Kimse cevab vermedi. Bunun üzerine Resul-i Ekrem
(s.a.) ikinci defa olmak üzere:
"Namazda konuşan
kimdi?" diye sorunca, Rifâ'a b. Râfi':
Bendim Ya Resûlallah,
diye cevab verdi. Resûl-i Ekrem (s.a.)'de nasıl bir duâ etmiştin? diye sordu.
O da; şeklinde dua ettim, ey Allah'ın
Resulü, diye cevab verdi. Bunun üzerine Resul-i Ekrem (s.a.) Efendimiz şöyle
buyurdu:
"Nefsim yedi
kudretinde olan zâta yemin ederim ki, otuzun üstünde melek, onu hangisi (Allah
katına) çıkaracak diye harekete geçtiler"
Ancak Nesâî'nin bu
rivayetine bakınca insanın aklına kendiliğinden şöyle bir soru gelebilir:
Peygamberin sorusuna cevab vermek veya emrine uymak farz olduğu halde Rifaâ,
Resûl-i Ekrem'in sorusuna nasıl olmuş da cevab vermekten kaçınmıştır? Hatta
Rifâa'nın duasını işiten herkesin üzerine cevab vermek farz olmuştu. Çünkü
Resûl-i Ekrem sorusunu hepsine birden yöneltmiş olup içlerinden belli bir
kimseyi kast etmemişti. Buna iki şekilde cevap verilebilir:
1. Bu cemaat
Hz. Peyamberin bu soruyu cevap istemek maksadıyla değil de bu hareketi beğenmediğini
ifâde etmek maksadıyla yani istifham-i inkârî
olarak yönelttiğini zannetmişlerdi. Bu
yüzden cevap vermeye çekinmişlerdi. Fakat aynı soruyu
ikinci defa sorunca o zaman cevap istediğini anladılar ve cevap vermekte
gecikmediler.
2. Soru
içlerinde belli bir kişiye yöneltilmediği için her biri cevabı bir diğerinden
bekliyordu. Aynı zamanda arkadaşlarının büyük bir hata işlediği için çok
korktuklarından nasıl cevap vereceklerini bilemiyorlardı. Bu se-beble de
sükûtlarıyla Resul-i Ekrem'den af diliyorlardı. Fakat aynı soru ikinci defa
tekrarlanınca Resûl-i Ekrem'in soru sormaktan maksadının konuşan kimseyi
öğrenmek olduğunu anladılar. Bunun üzerine
cemaat adına bizzat Rifâ'a cevab verdi. Cemaatin birinci soru
karşısındaki duyduğu korkuyu Said b. Abdilcebbâr'ın rivayet ettiği şu hadis-i
şerif ne güzel ifâde etmektedir: Rifa'a dedi ki; Resûl-i Ekrem'in bu sorusunu
işitince kendi kendime, keşke namaz karşılığında keffâret vermek mümkün
olsaydı bu namaz için bütün malımı verseydim de tek Resul-i Ekrem (s.a.)'i üzen
böyle bir davranışta bulunmak talihsizliğine uğradığım bu namazda
bulunmasaydım" dedim.
Aslında Nebiyy-i Zişan
Efendimizin bu soruyu yöneltmekteki maksadı bu duanın faziletini; meleklerin bu
duanın sevabını yazmak için nasıl yarışa girdiklerini haber vererek
başkalarının da bu duayı okuyup faziletine nail olmalarını te'min etmektir.
Tirmizî bu hadisle
ilgili olarak şunları söylemektedir: "Bu babta Enes, Vâil b. Hucr ve Âmir
b. Rabia'dan hadis rivayet edilmiştir. Rifâa'nın hadisi hasendir. Bazı ilim
ehline göre bu hadis nafile namaz hakkındadır. Zira Tabiinden müteaddit
kişiler şöyle diyorlar: "Kişi farz namazda aksırırsa Allah'a ancak
içinden hamd eder" Bundan fazlasına müsaade etmemişlerdir."
Müslim'in rivayet
ettiği bir hadis-i şerifte açıklandığına göre Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle
buyurmuştur: "Şu namaz yok mu? Onun içinde insan sözünden hiç bir şey
konuşmak caiz değildir. O ancak teşbih, tekbir ve kur'ân okumaktan
ibarettir."[201]
Ancak Hz. Peygamber'in
bu ikazı namazda bulunan bir sahabenin dışardan aksırana
"Yerhemükellah" demesi üzerine olmuştur. Namazda bulunan bir
kimsenin namazda bulunan diğer bir kimse hakkında yaptığı dua ile ilgili
değildir. el-Halebî, "el-Munye" şerhinde şöyle demektedir: Namaz
kılmakta olan bir kimse aksırır da arkasından elhamdülillah derse, namazı
bozulmaz. Çünkü bu söz bu duadan, bir övgüden başka bir şey değildir. Herhangi
bir kimseye hitaben de söylenmiş değildir, Ebû Hanife'den bîr rivâyete göre
ise, dudaklarını hareket ettirmeden içinden elhamdülillah derse, namazı
bozulmaz. Fakat sesli olarak söylerse, namazı bozulur. Namaz kılan kimse sükût
etmeli, aksırdığı zaman elhamdülillah demekten sakınmalıdır. İçinden hamd
etmekte bir sakınca olmadığından içinden hamdetmelidir, diyenler de vardır.[202]
Muhammed Zihni Efendi
merhum bu mevzuda şunları söylemektedir: "Aksırana namaz içinde
yerhamükellah diyerek hayır duada bulunmuş olmak da namazı bozar. İmam Ebu
Yusuf'a göre namazı bozulmaz.[203]
774. ...Âmir
b. Rabia babasından; demiştir ki: Ensardan bir genç Resûlullah (s.a.)'in
arkasında namaz kılarken aksırdı ve; "bize bağışladığı (gerek) dünya ve
(gerekse) âhiret (nimetlerin)den dolayı Allah'a pek çok, güzel ve her an
ziyâdeleşen hamdler olsun" dedi. Peygamber (s.a.) namazı bitirince:
"(Bu) duayı
okuyan kimdi?" diye sordu. (Amir) dedi ki, genç sükût etti.Sonra
"(bu) duayı okuyan kimdi? Gerçekten o kimse sakıncalı birşey
söylemedi" buyurdu. Bunun üzerine (o genç):
O duayı ben okumuştum,
ey Allah'ın Resulü; ben bu duâ ile hayırdan başka bir şey kastetmedim diye
cevap verdi. (Nebiyy-i Ekrem sallallahü aleyhi vesellem de):
"(Bu dua) zikri
sonsuz derecede büyük olan Rahman'in Arşına erişti" buyurdu.[204]
Metinde geçen
"Arş” kelimesi sözlükte taht, çatı, tavan gibi mânâlarına gelir.Kur'an-ı
Kerim ve hadislerde beyan edildiğine göre Arş, yedi göğün ve kürsinin üzerine
bulunur. Bunların hepsini kuşatır, Kur'ân'da Allah'ın, Arşın sahibi ve Rabbi
olduğu belirtilir: “Allah (c.c.) yüce Arşın sahibidir."[205]
Allah gökleri ve yeri altı günde yaratmış ve sonra onun emri Arş üzerinde
hükümrân olmuştur"[206]
"Âlem yaratılmadan önce Arş su üstünde idi"[207]
"Allah Arş üzerinde istiva etmiş", "O'nun emri ve hükmü Arş
kaplamıştır."[208]
Ehl-i sünnet âlimleri
Allah'ın Arş üzerine istiva etmesinden, orada oturmasının ve mekâna muthaç
bulunmasının gerekmeyeceğini söyleyerek bu gibi ifâdeleri müteşâbih saymışlar
ve te'vili cihetine gitmişlerdir.
Buna göre Arş,
Allah'ın mutlak hüküm verme ve yürütme gücünün ifadesidir. Arş Allah'ın kudret
ve saltanatının tecelli yeridir. O bir mânâda bütün kâinatı ifâde etmektedir.
Bazı âyetlerde meleklerin Arşın etrafını kuşattığı,[209]
bazılarının Arşı yüklendiği[210]
belirtilir.
Hadiste geçen
"Rahman” kelimesi ise, Cenab-ı Hakk'ın el-Esmâu'l-Hüsnâ'sındandır.
Kur'an-ı Kerim'in ilk Sûresi olan Fatiha Sûresinde Allah Teala'mn hem Rahman
hem de Rahîm olduğu ifade edilmektedir. Kur'an ilimleriyle uğraşanlara göre
Rahman sıfatı Allah'ın dünya ile ilgili rahmet sıfatıdır. Yani Allah dünyada
mü'min-kâfir ayırımı yapmadan herkesin rızkını verir. Çalışmalarını boşa
çıkarmaz; hakkıyla hakkının verilmesini emr eder. Rahim sıfatı ise, âhiretteki
rahmet sıfatıdır ve yalnız inananlara aittir. Yani Allah Teâlâ, âhirette yalnız
mü'minlere acıyacak ve onları nzıklandı-racaktır. Allah Teâlâ Rahmetinin
herşeyi kapladığını Kur'an-ı Keriminde haber vermiştir.[211]
"Rahmetim azabımı ve gadabımı geçmiştir*' mealinde bir kudsi hadis de
rivayet edilmektedir.
Hadisteki "duanın
Rahmanın Arşına erişmesi" tabiriyle bu duanın Allah katında kabul
edildiği kast edilmiştir.
Bu hadis-i şerifle
ilgili diğer açıklamalar bir önceki hadis-i şerifte geçmiştir. Oraya müracaat
edilebilir. Ancak bu hadis-i şerif zayıftır. Çünkü senedinde Âsim b.
Ubeydullah vardır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi bu kimse zayıftır.[212]
1. Namazda
aksıran kimse elhamdülillah diyebilir. Mekruh olduğunu söyleyenler de vardır.
2. Namazda
bulunan bir kimse dışarıdan aksıran bir kimseye yerhamükellah diyemez.
3. Namazda
iken Kur'ân ve hadislerde bulunmayan bir duâ Kur'ân'da ve sünnette bulunan
dualara aykırı olmamak şartıyla okunabilir.
4. Başkalarının
yanılmasına sebep olmuyorsa namazda yüksek sesle dua okumanın veya zikretmenin
bir sakıncası yoktur.[213]
775. ...Ebû
Said el-Hudrî'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.) geceleyin (teheccüd namazına)
kalktığında tekbir alır, sonra: "Ey Allah'ım, Seni hamdin ile teşbih ve
tenzih ederim. İsmin mübarektir, azametin yücedir ve Senden başka ilâh
yoktur" der sonra da üç defa "Allah'dan başka bir ilah yoktur"
der, üç defa "Allah en büyüktür" der, (daha) sonra da:
"(Hakkın
rahmetinden) koğulmuş olan şeytandan, vesvesesinden, kurmasından, büyüsünden
semi'(her şeyi işiten) ve âlîm (her şeyi bilen) Allah'a sağınının"
derdi. Sonra da (bir miktar Kur'ân)
okurdu.[214]
Ebû Dâvüd dedi ki:
(Hadis âlimleri) bu hadisin Ali b. Ali ve el-Hasen senediyle mürsel olarak
nakledildiğini (merfu olarak zikredilmesindeki) hatanın da Ca'fer'e ait
olduğunu söylüyorlar.[215]
Bu hadis-i şerif
namazın başında metindeki kelimelerle dua edilebileceğine ve istiâzenin de
kıraatten Önce olduğuna delâlet etmektedir. İftitah duası da denilen Subhâneke
duasını okumak Şâfi'i, Hanbelî ve Hanefî ulemâsına göre sünnet ise de; Mâlikî
âlimlerince meşhur olan görüşe göre, mekruhtur. Bu hadis-i şerif mezkur üç
mezheb ulemâsının delillerindendir. Ancak Hanbelî mezhebi ulemâsı ile Hanefî
mezhebi ulemâsı iftitâh duasının yukarıdaki kelimelerle yapılacağı görüşünde
oldukları halde Şafiî ulemâsı iftîtah duasının daha önce 760 no'lu hadis-i
şerifte geçen şu kelimelerle yapılabileceği görüşündedirler:
Hanefiyye ulemâsı,
Şâfiilerin okuduğu bu duanın farz namazlarda ancak niyetten önce
okunabileceği, nafile namazlarda ise, niyyet edip de tekbir aldıktan sonra da
okunabileceği görüşündedirler.
Hanbelîler ise bu
mevzuda Hanefîler gibi düşünmekle beraber iftitah duasını Şâfiîlerin okuduğu
kelimelerle okumakta da bir sakınca görmezler. Hatta bazan birini, bazan da
diğerini okumanın daha da faziletli olacağını söylerler.
Mâlikîler ise, iftitah
duasının okunacağına dair pek çok sahih hadis bulunduğu halde sahabenin bu
duayı okumadığını delil getirerek gerek nafile gerekse farz olsun namazda
iftitah duası okumanın mekruh olduğu kanaatine varmışlardır. Bununla beraber
İmam Malik'in iftitah duası okumanın mendub olduğu görüşünde bulunduğunu
naklederler.[216] Bu mevzuda 760 no'lu
hadisin şerhine de bakılmalıdır.
İstiâze ve hükmü
Sahabe, tabiîn ve onlardan sonra gelen âlimlerin büyük çoğunluğuna göre
istiâze (eûzu okumak) müstehabtır. Nitekim İbn Ömer, Ebû Hureyre, Atâ b. Ebî
Rebâh, Hasan el-Basrî, İbn Şîrîn, en-Nehaî, el-Evzaî, es-Sevrî, Ebû Hanife
diğer rey sahihleri Ahmed ve Dâvûd (r.a.) bu görüştedirler.
İmam Mâlik ve
taraftarlarına göre ise nafile namazlarda istiâzede bir sakınca yoksa da farz
namazlarda mekruhtur. Fakat sahih hadisler bunların aleyhine delâlet
etmektedir.
Yukarıda bir kısmının
isimlerini verdiğimiz ve çoğunluğu teşkil eden ulema ise istiâzenin müstehab
olduğuna dair mevzumuzun teşkil eden hadis-i şerifle: "Kur'ân okuduğun
zaman evvelâ o (Hakk'ın rahmetinden) koğulmuş olan şeytandan Allah'a
sığın"[217] âyet-i kerimesini delil
getirirler. Bu mevzuda Elmalılı Hamdi Yazır şunları söylemiştir: İstiâze ile
emir, manasıyla emirdir. Kur'ân okumaktan faydalanabilmek için evvelâ
Şeytandan Allah'a sığınmak lâzımdır. Bu ise esasen kalbin fiilidir. Onun için
âlimlerin büyük çoğunluğu lâfzen istiâze yani euzu çekmek vâcib değil,
müstehab demişlerdir.[218]
Fıkıh ve hadis âlimlerinin
ekseriyeti mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerife ve benzerlerine dayanarak;
âyet-i kerimesinden maksat, "Kur'ân okumak istediğin zaman"
demektir. Çünkü Kur'ân okumadan önce eûzu çekmek okuma esnasında şeytanın
vereceği vesveseyi önler" demişlerdir.
Nitekim Mehmet Vehbi
Efendi, Hulasatü'l-Beyân fî tefsiri'1-Kur'ân isimli eserinde şöyle demektedir:
"Tefsir-i Hâzin'de beyân olunduğu vecihle, Kur'ârı okuyan kimse üzerine
istiâzenin vâcib olması tilâvetten hasıl olan ecri riy£ ve süm'a gibi şeyleri
şeytanın vesvese vererek tilâveti ziyaa uğratmak ihtimaline binâen kıraatten
sonradır, diyenler varsa da, sahabe ve fıkıh âlimlerince Kur'ân okumak isteyen
kimsenin okumaya başlayacağı zaman eûzu çekmesi vâcibdir. Âyette hitab,
Resülullah'a ise de murad ümmettir. Çünkü Resûlullah (s.a.) şeytanın
vesvesesinden mahfuzdur. Şu halde âyet ümmet, Muhammed'e tâlimdir."[219]
Bu mevzuda Ebû
Hureyre, İbn Şîrîn ve en-Nehaî âyet-i Kerimesinin zahirine bakarak eüzunun
Kur'ân okuduktan sonra çekileceğini söylemişlerdir. Bu âlimlerin kanaatine
göre okuyucu Kur'ân okuduktan sonra Kur'ân okuma sevabının kendisi için hasıl
olup olmadığında vesveseye kapılabilir. Bu vesveseden kurtulmak için eûzu,
Kur'ân okumaya başlarken değil de okuduktan sonra çekilmelidir.
Eûzunun hangi kelimelerden
meydana geldiği mevzusu da ulemâ arasında söz konusu olmuştur. Ulemânın büyük
çoğunluğuna göre eûzu lâfızlarından meydana gelir. Delilleri ise, Resûl-i
Ekrem'in bu lâfızlarla istiâze ettiğine dair Nâfî' b. Cübeyr'in rivayet ettiği
hadisi[220] ile Resûl-i Ekrem
(s.a.)'in İbn Mes'ûd'u bu lâfızlarla istiâzede bulunması için ikaz ettiğine
dair Sa'lebî ve Vahidî'nin rivayet ettiği hadis-i şeriftir.[221]
el-Hasenb. Salih'e göre istiâze kelimelerinden ibarettir. Sevrî'ye ve Medineli
âlimlere göre kelimelerinden meydana gelir. Hz. Ali de bu görüştedir. İmam
Ahmed'e göre, istiazenin kelimeleri şunlardır:
İmam Hamza'dan rivayet
edildiğine göre istiâze şeklindedir. İbn el-Hanefiyye'de;
şeklinde olduğu
rivayet edilmiştir. Daha başka istiâze şekillerinin bulunduğu da söylenmektedir
ki, bu mevzuda genişlik vardır.[222]
Hepsiyle amel etmek
caizdir. İmam Şafiî'ye göre istiâze ifâde eden her cümle ile istiâze
gerçekleşirse de; kelimeleriyle istiâzede bulunmak daha faziletlidir.
İstiazenin namazda
gizli mi yoksa aşikâre mi yapılacağı meselesi de imamlar arasında ihtilâf
konusu olmuştur.
Hz. Ebû Hüreyre'ye
göre istiâze, namazda yüksek sesle yapılır. îbn Ömer, Ebû Hanife ve İmam
Ahmed'e göre gizli yapılır. İbn Ebî Leylâ'ya göre ise, gizli veya aşikâre
yapılması arasında bir fark yoktur.
Şafiî ulemâsına göre
namazın her rekatında kıraatten önce eûzu çekmek hem imam hem cemaat hem de
yalnız başına kılan kimse için müste-habdır. Birinci rekatta eûzu çekmek ise,
sünnet-i müekkeddir. İmam Ebû Hanife ve İmam Muhammed'e göre sadece birinci
rekatta imam ve yalnız başına namaz kılan kimse için eûzu çekmek sünnettir.
Birinci"rekatın dışında ise, hiç kimse için gerekli değildir. Ebû Yûsuf'a
göre ise, birinci rekatta hem imam, hem cemaat hem de münferit için eûzu çekmek
sünnettir. Bu mevzuda Mehmed Zihni Efendi şunları yazmıştı: "Eûzu çekmeye
(te'avvuz) denir. Te'avvuz kıraatin sünneti olduğundan onu imam ve yalnız kılan
okur. îmam bayram namazında onu bayram tekbirlerinden sonra okur. İmama uyan
kimse ise, te'avvuz etmez. Namaza sonradan yetişen kimse kaçırdığı rekati
tamamlamak için kalktığında onu okur." İmam Ebû Yûsuf (r.a.)'a göre
te'-avvüz kıraata değil, siibhânekeye bağlı olup şeytanın vesvesesini def için
namazın sünnetidir.[223]
Ebû Davud'un
talikinden anlaşılıyor ki, bazı hadis âlimlerince aslında bu hadisin mürsel
olup Hasan el-Basrî'ye kadar ulaştığı, Ebû Said el-Hudrî vasıtasıyla Resül-i
Ekrem'e ulaşmadığı iddia edilmektedir. Bu hadisin Ebû Said (r.a.) vasıtas'ıyle
Resûl-i Ekrem (s.a.)'e ulaşan merfu' bir hadis gibi gösterilme hatası
râvîlerden Cafer'e aittir. Ebû Davud'un bu açıklamayı yapmaktaki gayesi, bu
hadisin senedi üzerinden bazı tenkidler bulunduğunu ifâde etmektir.
Ancak bu mevzuda
Bezlu'l-mechûd sahibi şunları söylemektedir: Her ne kadar Ebû Dâvûd bu hadisin
zayıf olduğunu iddia ediyor ve bu zayıflığı da Ca'fer b. Süleyman'ın vehmine
bağlıyorsa da, aslında Ca'fer b. Süleyman vehimli bir kimse değildir. İbn
Maîn, O'nun sika bir râvi olduğunu söylediği gibi, İmam .Ahmed de zararsız bir
râvi olduğurıu söylemiştir. İbn el-Medinî de onun sika bir râvi olduğu
kanaatindedir. İbn Şahın ise, onun hakkında şöyle demiştir: Onun aleyhinde
konuşanlar ancak mezheb taassubundan dolayı konuşmaktadırlar. Ben onun
hadisini Ammâr'dan başka tenkid edeni görmedim. Aynı şekilde Bezzâr da O'nu
tezkiye etmiş, O'na Şiîlikten başka bir kusur isnad edildiğini duymadım
demiştir.
Ancak bu hadisi
Tirmizî de tenkid etmiş ve hakkında şunları söylemiştir: "Ebû Said'in
hadisi hakkında söz edilmiştir. Yahya b. Said, Ali b. Ali er-Rifâî hakkında söz
ederdi. Ahmed de bu hadis sağlam değildir" derdi.
Her ne kadar Tirmizî
böyle demişse de Vekî, el-Fadl b. Vekî, Affan, Ahmed b. Hanbel, Muhammed b.
Abdillah b. Ammâr, İbn Maîn, Ebû Hatim, Yâkub b. İshak onu tezkiye etmişler,
aslında bu kimsenin gözleri tıpkı Resul-i Ekrem (s.a.)'in gözüne benzeyen âbid,
zâhid her gün 600 rek'at namaz kılan bir zat olduğunu ve kendisine
güvenilebileceğini ifâde etmişlerdir. Bununla beraber Ahmed b. Hanbel de bu
hadisi zayıf saymıştır.[224]
776. ...Âişe
(r.anhâ)'den demiştir ki: Peygamber (s.a.) namaza başladığı zaman:
"Ey Allah'ım!
Seni hamdin ile teşbih ve tenzih ederim. İsmin mübarektir, azametin yücedir. ve
senden başka ilah yoktur" derdi.[225]
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadis
Abdusselam b. Harb'den (rivayet edilmiş şekliyle) meşhur değildir. Bunu
Abdusselam'dan sadece Talk b. cannâm rivayet etmiştir. (Resulüllah) 'in namaz
kılma hadisesini Bu deyVden bir cemaat daha naklet mistir. Fakat onlar (namazda
duajdan hiç bahsetmemişlerdir.[226]
Bu hadis-i şerif
iftitah tekbirinden sonra bu kelimelerle duâ etmenin meşruluğuna delâlet
etmektedir. Nitekim Ömer, İbn Mes'ûd, el-Evzâî, es-Sevrî, Ebû Hanife ve
taraftarları da bu görüştedirler. İmam Ebû Yusuf'a göre ise,kişi bu duadan
sonra bir de:duasını 760 no'lu hadis-i şerifte geçtiği şekilde sonuna kadar
okur .Bu duayı önce okuyup sonra sübhânake duasını da okuyabilir. Bu hususta
muhayyerdir. Ebû İshak el-Mervezî, el-Kadî Ebû Hamîd de bu görüştedir. Şafiî
ulemâsına göre ise, önce duasını okur, sonra duası ilâve edilir.
Musannif Ebü Dâvûd
hadisin sonunda bu hadisin zayıf olduğuna işaret etmiştir. Dârekutnî de bu
hadisi merfu olarak tahrîc etmemiş ve sağlam olmadığını söylemiştir. Ancak Hz.
Ömer'e varan mevkuf şeklinin sahih olduğunu söylemiştir. Ancak Tirmizî ve İbn
Mâce de bu hadisi rivayet etmişlerse de, bunların senedinde bulunan Harise
hakkında Hafız İbn Hacer "zayıftır" demiştir. îbn Hüzeyme de onun
hakkında "ehl-i ilmin güvenmediği bir kimsedir" tâbirini
kullanmıştır. Fakat bu hadisin Hz, Ömer'e ulaşan mevkuf şekli hakkında ise
sahih hükmünü vermiştir.
Ayrıca bu hadisi
Dârekutnî, Mâlik b. Muğavvel'den ve Enes b. Mâlik'-den de rivayet etmiştir.
el-Hâkim ise, bu hadisin Hz. ömer vasıtasıyla Hz. Peygamber'e dayandırılmasını
zayıf bulmuş, fakat mevkuf şekli İçin "sahih" tâbirini kullanmıştır.
Netice olarak şunu
söyleyebiliriz: Bu hadis çeşitli senetlerle merf u ve mevkuf olarak
nakledilmiştir. Bunların bazısı zayıf basısı da sahihtir. Bu sebeble zayıf
olanlar sahihlerin desteğiyle takviye edilerek zayıflıktan kurtulmuştur.
Hz. Ömer'e dayanan
mevkuf şekli hadis âlimlerince sahih görülmektedir. Fakat bu hadis mevkuf
haliyle de merfu hükmündedir. Çünkü bir sahâ-binin akılla bilinemeyecek bir
meselede kendi aklına dayanarak fikir beyân etmeyeceği kesindir. Bu itibarla
Hz. Ömer'in bu duayı okuması ve başkalarını da okumaya teşvik etmesi Resûl-i
Ekrem'den gördüğü, işittiği içindir. Kendi fikri değildir. Öyleyse bu hadis
merfu ve sağlamdır, kendisiyle amel etmekte bir sakınca yoktur.
Müslim'in Sahîh'inde
rivayet ettiğine göre Hz. Ömer bu duayı namazda yukarıda geçtiği şekilde ve
seslice okurmuş. Said b. Mansûr'un, Sünen-inde rivayet ettiğine göre Ebû Bekr
es-Sıddîk de namazın başında bu duayı okurmuş.[227]
Dârekutnî, bu duayı Osman b. Affân'dan İbn Münzir de Abdullah b. Mes'ûd'dan
rivayet etmiştir. Yine Dârekutnî'nin Esved'den rivayetine göre Hz. Ömer bu
duayı yanındakilere işittirecek şekilde sesli olarak okurmuş. Hafız
Tekıyyüddin'in beyânına göre, Hz. Ömer'in sesli okuması halka öğretmek ve bu
duayı okumaya teşvik içindi. Efdal olan Hz. Peygamber (s.aj'in ekseriyetle
okuduğu gibi sessizce okumaktır.[228]
777.
...Sernure (r.a.) şöyle demiştir: Ben namazda iki yerde susulduğunu öğrendim:
Birincisi, İmam tekbiri aldıktan sonra okumaya (başlayıncaya) kadar. İkincisi
de Fatiha ve Sûreyi bitirince rükû'a varmadan önce. (Râvî Hasan el-Basrî) dedi
ki: "İmrân b. Husayn (Semure'nin) bu söz(ün)e inanmadı. Bunun üzerine bu
mevzuda Medine'ye Ubey'ye mektub yazdılar. O da Semure'yi tasdik etti.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadisi Humeyd, "sükûtun biri de kıraat bitirdikten sonradır" şeklinde
rivayet etti.[229]
Metinde geçen
sekte'den maksat, sesli okumayı keserek biri iftitah tekbirinden sonra, diğeri
de rükû'dan evvel olmak üzere Hz. Peygamber'den iki yerde susulacağım
öğrendiğini kesinlikle ifâde ettiği halde îmrân b. Husayn, Semure'nin bu
haberine inanmamış ve bu meselenin tahkiki için o sırada Medine'de yaşamakta
olan sahâbî Übey b. Kâ'b'a bir mektub yazılarak bu mevzudaki fikri sorulmuş, o
da Semura (r.a.)'nın sözünü tasdik etmiştir.
Buna göre cemaatle
kılınan bir namazın ilk rekatinda imam iki yerde sesini kısacaktır, birinde
sübhâneke duasıyla meşgul olduğu için, diğerinde de kıraat esnasında nefesi daraldığından
dolayı nefes almak ve kendini toparlamak içindir. Hattâbî'nin beyânına göre,
imam kıraatten sonra da susar ve arkasında bulunan cemaatin kıraati
tamamlamasına imkân verir, bu sayede imamla cemaatin kıraati arasında bir
çelişkinin doğması önlenmiş olur. Nitekim Evzaî, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'e
göre bu sükût müstehabdır. Mâlik b. Enes'le Ebû Hanife (r.a.) ve taraftarlarına
göre ise, imamın bu şekilde susması mekruhtur.[230]
Şâfıî âlimlerinden Nevevf nin beyânına göre ise, imarn bir de Fatiha'dan sonra
cemaatin bir Fatiha okumasına yetecek kadar susar, bu müddet içerisinde
kendisi sessizce dua, zikir veya kıraatle meşgul olur. Çünkü imamın tamamen
susması caiz değildir. Neylu'l-evtar sahibinin beyânına göre ve kelimeleri
arasında susmak, Şafiî mezhebine göre müstehabtır.[231]
Ancak Hafız el-Mubârekfûrî, Tirmizi üzerine yazdığı Tuhfetu'l-ahvezî isimli
eserinde şunları söylemektedir: İmamın susmasının bir Fatiha okunacak miktarda
olması bir delile muhtaçtır. Aynı şekilde sessizce dua, zikir veya kıraatle
meşgul olması da bir delile muhtaçtır. Böyle bir delil ise bilinmemektedir.[232]
Tirmizî'nin
rivayetinde ise, bu sükûtun üç yerde olduğu şöyle ifade ediliyor: "Said
diyor ki: Katâde'ye bu iki sekte nedir, diye sorduk. Birinci sekte (ara verme)
namaza girdiği zaman ve ikincisi kıraati bitirdiği zaman, dedi. Biraz durdu,
sonra ve, okuduğu zaman, dedi.[233]
Tirimizî'nin bu
rivayeti ile 781 no'lu Ebû Hureyre hadisi göz önünde bulundurulursa Resûl-i
Ekrem (s.a.)'in cemaatle kılınan namazın üç yerinde sükût ettiği anlaşılır:
1. İftitah
tekbirinden sonra, 2. Fatihadan
sonra, 3. Zamm-i Sureden sonra. Bu
üçüncü sükût diğer ikisinden daha az olur. Ancak kıraat ile rükû tekbirini
biri birinden ayıracak kadardır. Çünkü Resûl-i Ekrem (s.a.) bu ikisinin
birbirine eklenmesini yasaklamıştır.
Cemaatin, Semure'nin
haberinin doğru olup olmadığını tahkik için Me-dirte'ye mektub yazması,
mektubla hadis alıp rivayet etme usûlünün caiz olduğuna delâlet ediyor ki,
buna miikâtebe (yazışma) denir.
İmam Ebû Hanife (r.a.)
ile taraftarlarına göre hadis-i şerifteki tekbirden sonraki sükûttan maksat,
tamamen susmak değil, sesi kısarak gizlice okumaktır. Nitekim imam iftitah
tekbirinden sonra gizlice sübhaneke okur. Fatihadan sonra sessizce
"âmin" der. Zamm-i sureden sonra sükût ederek kıraatle rüku-arasını
ayırır. Acele rüku'a gitmez, fakat bu sükût kasden uzaIıtılırsa, mekruh olur.
Sehven uzatılırsa sehv secdesi gerekir.
Müellif Ebû Davud'un
bu hadis-i şerifin sonundaki talikten maksadı, bu hadisi rivayet eden Yakûb b.
İbrahim'in rivayeti ile bu hadisi başka bir senedle rivayet eden Humeyd'in
rivayeti arasındaki farkı belirtmektir.
Bu talikten
anlaşıldığına göre Yakûb; "Resûl-i Ekrem Fatihayı ve zamm-i sureyi
okuduktan sonra susardı" dediği halde, Humeyd "Zamm-: sureyi bitirdikten
sonra susardı" demiştir. Humeyd'in bu rivayeti Ahmed b. Han-bel'in
Müsned'inde[234] merfu' olarak
geçmektedir.[235]
778.
...Semure (r.a.)'dan nakledildiğine göre Peygamber sallellahu aleyhi ve sellem
(namazda) iki defa susarmrş: Namaza başladığında ve okumayı tamamen bitirdiğinde.
Râvî (Eş'as rivayetine devamla bir önceki) Yûnus hadisinin mânâsını
nakletmiştir.[236]
Eş'as'ın rivayet
ettiği bu hadis-i şerifle bir önceki hadis-i şerif arasında mana bakımından hiç
bir fark yoktur. Çünkü bir önceki hadiste birinci susma imam tekbir aldıktan
sonradır. İkincisi de Fatiha ile zamm-ı sûreyi bitirdikten sonradır
denilmekteydi. Burada ise, birinci susma namaza başlandığında deniliyor ki,
iftitah tekbiri alındığında denilmek isteniyor. İkinci susma da kıraat tamamen
bittikten sonra deniliyor ki, bu sözle de Fatiha ve zamm-ı sûre bittikten sonra
demek isteniyor. Bu mevzuda bir önceki hadis-i şerifin açıklama kısmında
lüzumlu açıklama yapıldığında burada tekrara lüzum görmüyoruz. Ancak burada
şunu ifâde etmek isteriz ki, Eş'as'ın rivayet ettiği bu hadisin Resûl-i Ekrem'e
ulaşan başka bir senedine rastlanamamıştır.[237]
779.
...Semure b. Cündub (namazda) iki defa susulduğunu Peygamber (s.a.)'den
öğrendiğini söylemiştir. (Biri) tekbir aldıktan sonraki sükût, (diğeri de)
(âyetin)i okuduktan sonraki sükût.Semure bunu (böyle) öğrenmişti. (Fakat) İmrân
b. Husayn buna inanmadı. Bunun üzerine bu mevzuda Übeyy b. Kab'a mektub
yazdılar; Ubeyy onlara (yazdığı) mektubunda veyahut onlara (verdiği) cevabında
(şöyle demişti): "Semure gerçekten iyi bellemiş."[238]
Semure'nin rivayet
ettiği bu hadis görünüşte yine kendisinin rivayet etmiş olduğu 777 no'Iu
hadis-i şerife aykırıdır.Burada ikinci sükûtun âyetinden sonra olduğu ifâde
edildiği halde 777 no'lu hadiste Fatiha'yı ve zamm-i süreyi bitirdikten sonra
susulacağı ifâde edilmektedir. Fakat bu çelişkinin sadece görünüşte olup
gerçekte böyle bir çelişkinin olmadığını söylemek mümkündür. Çünkü 777 no'lu hadis,
Resûl-i Ekrem'in bir tekbirden sonra, bir de zamm-i sûreden sonra olmak üzere
iki yerde susarak namaz kıldığını ifâde ettiği halde, konumuzu teşkil eden
hadis bir kere iftitah tekbirinden sonra, bir kere de Fatiha'dan sonra susarak
namaz kıldığını beyân etmektedir ki, bu iki ifâdenin arasını şu şekilde
uzlaştırmak mümkündür: Resûl-i Ekrem aslında namazın üç yerinde sükût ederdi: 1. Tekbirden sonra, 2. Fatiha'dan sonra, 3. Zamm-i sûreden sonra. Ancak Semure
rivayetlerin bazısında birinci sükût ile ikinciden bahsettiği halde üçüncüden
bahsetmemiş, bazısında da birinci ile üçüncüden bahsettiği halde, ikinciden
bahsetmemiştir. Fakat rivayetler birleştirilince Resûl-i Ekrem'in cemaatle
kılınan bir namazın üç yerinde sükût etmiş olduğu ortaya çıkar. Nitekim İbn
Ebî Şeybe'nin Musannef inde Hafs, Amr ve el-Hasen senediyle Resûl-i Ekrem'e
ulaşan bir hadis-i şerifte namaz kıldırırken, iftitah tekbirinden, Fâtiha'dan
ve zamm-ı sûreden sonra olmak üzere üç yerde sükût ettiği ifâde edilmektedir.
Ancak 777 no'lu hadisin izahında da ifâde ettiğimiz gibi Evzâ'i, Şafiî ve Ahmed
b. Hanbel'e göre iftitah tekbirinden sonraki sükûttan maksat, imamın sesini
kısarak iftitah duasını oku-masıdır. Fatihadan sonraki sükûttan maksat, imamın
tamamen sesini keserek cemaatin Fatiha okumalarını te'mindir. Kıraatten sonraki
sükûttan maksatsa, kıraatle rükû' tekbirini ayırmaktır ve bu üç yerde sükût
etmek müstehabtır. İftitah tekbirinden sonraki sükûttan maksat, hakiki mânâda
sükût olmayıp, imamın sesini kısarak içinden, alçak sesle iftitah duasını
(sübhaneke) okumasıdır. Fatihadan sonraki sükût ise, iyice sesini kısarak
içinden gizlice "âmin" demesidir. Zamm-ı sûreden sonraki sükûttan
maksatsa, kıraatle rüku'un arasını ayırmak ve acele etmemekten ibarettir.
Kasden uzatılacak olursa, mekruh olur. Yanılarak uzatılacak olursa secde-i sehv
icab eder. Çünkü bununla rükû' te'hir edilmiş olur. Hadisin esas metninin;
"Übeyy onlara yazdığı mektubunda" şeklinde mi; yoksa "onlara
verdiği cevabında" şeklinde mi olduğuna dair tereddüd râviye aittir.[239]
780.
...Semure (r.a.)den demiştir ki: Peygamber (s.a.)'den iki sekte (sükût)
ezberledim. (Ravi Abdul-A'lâ yahut Îbnu'l-Müsennâ) bu hadis hakkında (şöyle)
dedi: Biz Katâde'ye bu iki sekte nedir, diye sorduk. (O da; "Birinci
sekte) namaza girdiği zaman, (ikinci de) kıraati bitirdiği zaman" diye
cevap verdi. Biraz sonra da "Ve okuduğunda"
dedi.[240]
Açıklama
Bu hadis-i şerifte
geçen iki sükût ile ilgili olarak Musannif Ebû Dâvûd üç hadis daha rivayet
etmişti.
1. Bunlardan
İsmail b. Uleyye, Yûnus ve el-Hasen senediyle rivayet edilen 776 no'lu hadis-i
şerifle onu tâkibeden ve Esas, el-Hasen, senediyle rivayet edilen 777 no'lu
hadis-i şerife göre bu sükût birisi iftitah tekbirinden sonra diğeri de zamm-ı
sureyi okuduktan sonra olmak üzere iki yerdedir.
2. Yezîd b.
Zeri', Saîd, Katâde ve Hasen vasıtasıyla rivayet ettiği 778 no'lu hadis-i
şerife göre|ise yine namazda|iki yerde sükût vardır. Ancak önceki iki hadis-i
şeriften farklı olarak bu sükûtların birincisinin iftitah tekbirinden sonra
ikincisinin de Fatiha’yı
okuduktan sonra olduğu
ifâde edilmektedir.
3. Konumuzu teşkil
eden 780 no'lu hadis-i şerifin ifadesinden bu sükûtun iki yerde olduğu
anlaşılabileceği gibi, üç yerde olduğunu anlamak da mümkündür. Çünkü hadis-i
şerifte açıklandığı gibi hadiseye şâhid olan cemaat tarafından Katâde'ye
namazdaki bu iki sükûtun nerede olduğu sorulunca Katâde; "Birisi iftitah
tekbirinden sonra, diğeri de kıraati bitirdikten sonradır" diye cevap
verdiği halde,biraz sonra da, okuduktan sonra" demesi iki mânaya
gelebilir:
1.
"Kıraati bitirdiği zaman" cümlesini açıklayıcı mahiyette söylenmiş
bir beyân olabilir. Bu ihtimale göre, namazda biri iftitah tekbirinden, biri de
Fatiha'dan sonra olmak üzere iki yerde sükût vardır.
2.
"Tekbirden sonraki ve zamm-i süreden sonraki sükuttan ayrı olarak bir de
fatihadan sonra vardır" anlamında kullanılmış olabilir ki, bu ihtimale
göre de "cemaatle kılınan bir namazın birinci rekatında üç yerde sükût
var" demektir.
îbn Mâce ve Tirmizî'de
bu hadis-i şerif şöyle ifâde ediliyor: "Semure dedi ki: "Peygamber
(s.a.)'den iki sükût ezberledim" Bunun üzerine İmrân b. Huseyn "biz
bir sükût ezberlemiştik" diyerek Semure'nin bu sözüne itiraz etti.
Bunun üzerine
Medine'de ikâmet eden Übey b. Ka'b'a bir mektup yazdık; Ubey de cevap olarak
"Semure ezberinde iyi tutmuş" diye yazdı. Said diyor ki: Katâde'ye
"Bu iki sekte nedir?" diye sorduk; "Birinci sekte namaza
girdiği zaman, ikincisi de kıraati bitirdiği zaman" diye cevap verdi.
Biraz sonra da okuduğu zaman" diye ilâveetti. (Râvi) diyor ki; Fahr-i
Kâinat (s.a.) kıraati tamamlayınca kendini toparlayınca-ya kadar sükût etmekten
hoşlanırdı."
Ancak bu hadisi
Dârekutnî de aynı senetle rivayet ettiği halde Ebû Dâvûd'un rivayetinin tersine
ikinci sükûtun Fatiha'dan sonra olduğunu söylemişlerdir. Ahmed b. Hanbel de 777
no'lu Yûnus hadisini Müsned'inin çeşitli yerlerinde rivayet etmiş, bunlardan
bazısı Ebû Davud'un rivayetine uygun düşerken bazısı da Dârekutnî'nin
rivayetine uygun düşmektedir, kütün bunlar gösteriyor ki, birincisi iftitah
tekbirinden sonra, ikincisi Fatihadan sonra, üçüncüsü de zamm-ı sûreden sonra
olmak üzere bir farz namazın birinci rekâtında imam üç yerde sekte
yapmaktadır. Ancak her râvi bunlardan hangisini duymuşsa onu nakletmiştir.
Bütün rivayetler bir araya getirilince bu sükûtların tamamının üç adet olduğu
görülür. Bu sükûtun hükmü ile ilgili malumat 777 ve 779 no'lu hadis-i
şeriflerin izahında geçmiştir.Şafiilere göre ile "âmin" kelimeleri
arasında susmak da müstahabdır.[241]
781. ...Ebû
Hüreyre (r.a.)'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.) namaz için tekbir aldı mı, tekbir
ile kıraat arasında sükût ederdi. Ben:
Ey Allah'ın Resulü!
Anam babam sana feda olsun, şu tekbir ile kıraat arasındaki sükûtunun hikmeti
nedir? O esnada ne okuyorsun (lütfen) bana bildir, dedim. Buyurdu ki:
"Ey Allah'ım
benimle, günahlarımın arasını doğu ile batı arasını uzaklaştırdığın gibi uzak
eyle! Ya Rabbi, beni günahlarımdan beyaz elbisenin kirden temizlendiği gibi
temizle!Ey Allah'ım!Beni kar, su ve dolu ile (günahlardan) temizle, (diye dua
ediyorum)"[242]
Bu hadis”i Şerifte
geçen iftitah tekbirinden sonraki bu sükûttan maksadın tamamen susmak olmayıp
sesi kısarak içinden iftitah duası okumak olduğu 777 ve 779 no'Iu hadis-i
şeriflerde açıklanmış ve bu mevzuda mezhep imamlarının görüşlerine de yer
vermiştik. Bilindiği gibi cümlesinin aslı, "annem ve babam sana feda
olsun" şeklindedir. Ancak "üfdî" fiili hazfedildiği için Muhatab
zamiri açığa çıkmış, bu yüzden de aynı manaya gelen ( o*ı ) zamirine dönüşmüştür.
Netice olarak da ortada "bi ebi ente ve ümmi" kelimesi kalmıştır.
"(O esnada) ne
okuyorsun (lütfen) bana bildir" sorusundan Resûl-î Ekrem'in tamamen sükût
etmeyip sessizce ve dudaklarını hareket ettirerek dua okuduğu anlaşılıyor. Ebû
Hureyre (r.a.) Efendimizin dudaklarını hareket et-tirişinden tamamen sükût
etmeyip' bazı dualar okuduğunu anladığı için soruyu, "O sükût esnasında
bir şeyler okuyor musun, okumuyor musun lütfen bana bildir" şeklinde değil
de, okuduğundan emin olduğu fakat ne okuduğunu bilemediği için "hangi
duayı okuyorsun?" anlamında sormuştur.
"Ey Allah'ım,
benimle günahlarımın arasını doğu ile batı arasını uzaklaştırdığın gibi
uzaklaştır" sözünün mânâsı ise, geçmiş günahlarımı affet ve de beni günah
işlemekten koru demektir. Bu cümlede iki bakımdan mecaz vardır: Birisi uzaklık,
aslında cisimler arasında olur, ayrıca zaman ve mekânla ilgilidir. Günahların
ise zaman ve mekânla ilgisi yoktur. Çünkü birer cisim değillerdir. Binaenaleyh
burada günahlar boşlukta yer işgal eden bir cisme benzetilmiştir.
İkincisi ise, bir
şeyin imha edilmesi veya silinmesi o şeyin maddi bir varlık olmasına bağlıdır.
Günahlar ise, maddi bir varlık değildir.
Günahlardan temenni
edilen uzaklığın mağrib ile maşrık arasındaki uzaklığa benzetilişindeki
benzetme yönü (vecb-i şebeh) şark ile garbın bir araya gelmesinin
imkânsızlığıdır. Kişinin günahlara yaklaşması şarkla garbın birbirine
yaklaşmasına benzetilmiştir. Buna göre bu duanın mânâsı şöyledir: "Ey
Allah'ım, beni günahlardan doğu ile batı arasındaki uzaklık kadar uzaklaştır.
Doğu ile batı nasıl birbirine uzak Ve birleşmeleri imkânsız iki cihet ise,
günahlarım ile benim aramı da aynı derecede uzaklaştır ve birleşmesi imkânsız
iki zıt kutup hâline getir."
"Ya Rabbi, beni
günahlarımdan beyaz elbisenin kirden temizlendiği gibi temizle"
cümlesinde günahlardan arınma, beyaz kumaşın kir ve pastan arınmasına
benzetilmiştir. Çünkü beyaz kumaş kir ve pası başkalarına nis-betle daha çok
belli ettiği ve kir götürmediği için üzerinde en küçük bir kir veya pas olsa
beyazlığını kaybeder. Böyle bir kumaşın beyaz rengini muhafaza edebilmesi en
küçük bir lekeden dahi uzak olmasına bağlıdır. Yani bu dûa ile günahlardan en
küçük bir izin bile kalmaması istenmiştir.
''Allah'ım! Beni kar,
su ve dolu ile" (günahlardan) temizle" duasında geçen günahların kar,
su ve dolu ile yıkanması sözünde de yine mecaz vardır. Günahlar âdeta kar, su
ve dolu ile temizlenebilen maddi bir kire benzetilmiştir. Bu üç maddenin
tabiatında kirleri temizleme özelliği bulunduğu gibi ateş söndürme özelliği de
vardır. Günah da hem pistir, hem de sahibini cehenneme sürüklediği için bir ateş
mesabesindedir. Nitekim Cenab-ı Hak Cin Sûresi'nin 22. âyetinde şöyle
buyurmaktadır: "Kim Allah'a ve Peygamberine isyan ederse, muhakkak ki onun
için Cehennem ateşi vardır"
Bu duanın meâli şöyledir:
"Ey Allah'ım pis bir ateş demek olan günahlarımı su ile temizle ve söndür,
iş bu kadarla da kalmasın, el değmemiş ve hiç kullanılmamış olmakla beraber,
soğuk olan kar ile de bir daha yıka ki daha iyi temizleneyim. Sen yine el
değmemiş ve hiç kullanılmamış olan, kardan da soğuk dolu ile yıka ki
günahlarımın tamamen izi kalmasın." Resul-i Ekrem'in bu üç duası üç zamana
nazaran yapılmış olabilir.
1.
Günahlardan uzaklaştırmak istikbâle, 2.
Beyaz kumaş gibi temizlemek şimdiki hâle. 3.
Yıkamak da geçmiş zamana ait olabilir.[243]
1. Farzda
olsun nafilede olsun iftitah tekbiri ile Fatiha arasında iftitah duası okumak
meşrudur, imam Mâlik'in görüşüne göre ise, iftitah tekbirinden sonra hemen
Fatiha'ya geçilir. Fakat bu duanın namazın başında, ortasında veya sonunda
okunmasında da bir sakınca yoktur. İmam Azam ile İmam Ahmed b. Hanbel'e göre
ise, sübhâneke duası okunur. Delilleri ise, Hz. Âişe'nin rivayet ettiği 776
no'lu hadistir.
İbnu'l-Esîr'in
"Şerhu'l-Müsned" adlı eserinde beyân ettiğine göre, îmam Şafiî farz
olsun nafile olsun, bütün namazlarda "Veccehtü vechiye, sübhaneke ve inne
salatî ve nüsükî..." dualarının hepsini okurmuş.
Şafiî âlimlerinden
Müzem'nin rivayetine göre ise, İmam Şâfîî iftitah tekbirinden sonra sadece
"veccehtü vechiye" duasını "Müslimîn ..‘e" kadar okumuş. Bu
mevzuda 760 no'lu hadisin açıklamasına da bakılmalıdır.
2. İftitah
tekbirinden sonra imam iftitah duasını sessizce okur.
3. Resûl-i
Ekrem (s.a.)'e karşı ümmetin, "Annem, babam sana feda olsun ya
Resûlallah" demesi caizdir. Aynı sözü mü'minlerin birbirine söylemesi
hususunda ihtilâf edilmiştir. Doğrusu "caiz" diyenlerin görüşüdür.
İkinci bir görüşe göre caiz değildir. Bu söz yalnız Hz. Peygamber (s.a.)'e
mahsus olmak üzere söylenir. Üçüncü bir görüşe göre, bu söz ümmetin Sâlihlerine
karşı söylenebilirse de diğerlerine karşı söylenemez.[244]
782. ...Enes
(r.a.)'cien rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.) Ebû Bekr, Ömer ve Osman
(namazda) kıraata ile başlarlardı.[245]
Cehri namazlarda
imamın besmeleyi açıktan okuyup okumaması meselesi ilim adamları arasında büyük
ihtilâflara sebep olmuş bir mevzudur.
Besmele Kur'ân-ı
Kerim'den bir âyet midir?
Fâtiha'nın ilk âyeti
midir?
Başında bulunduğu her sûrenin
ilk âyeti midir?
Sûre-i Neml'in
içindeki besmelenin Kur'ân-ı Kerim'den olduğunda kimsenin şüphesi yoktur.
Fakat sûrelerin başında bulunan 113 besmeleye gelince, bunlar hakkında dört
ayrı görüş vardır:
1. Sûrelerin
başında bulunan besmelelerden hiç biri Kur'ân'dan değildir. İmam Mâlik ve
Evzâî'nin görüşleri budur. İlk Hanefî imamlarının bazılarının ve bazı Hanbelî
imamlarının görüşü de böyledir.
2.
Müteahhirîn denilen ve son halkayı teşkil eden Hanefi ulemâsının tahkikine
göre İmam Ebû Hanife besmelenin teberrük ve sûrelerin arasını ayırmak için
nazil olmuş başlı başına, müstakil ve tam bir âyet olduğu görüşündedir. Çünkü
vahye dayanarak Kurân’ın sahifeleri arasına girmiştir. Bu bakımdan bazı Hanefi
âlimleri Kurân’dan bir âyet maksadıyla namazda besmele okuduğu zaman farz olan
kıraatin ifa edilmiş olacağını, yine Kurân’dan bir âyet kasdıyla cünüp ve
hayızlı kadının besmele okumasının haram
olacağını söylerlerDelilleri de
"Peygamber (s.a.) kendisine "Bismillahirrahmanirrahim" nazil
oluncaya kadar bir sûreden bir sureye geçildiğini bilemezlerdi"
mealindeki 788 no'Iu hadis-i şeriftir. Ancak mezkûr hadis bunların görüşü için
bir delil olduğu kadar aksi görüşte olan Şâfiîler için de bir delildir.
3. Besmele,
başında bulunduğu her sûrenin ilk âyetidir. Buna göre 113 sûrenin başında
bulunan her besmele o sûreden bir âyettir. Şafiî ile İmam Ahmed'in meşhur
mezhebi böyledir. Abdullah b. Mübarek de bu görüştedir.
4. Yalnız
Fatiha'dan bir âyettir. Sûrelerin başında bulunan besmeleler ise, o sûreye
besmeleyle başlayıp, besmeledeki berekete ve fazilete ermek içindir. Bu görüş
de Şafiîden rivayet edilmiştir.
Netice olarak
besmelenin Fatiha'dan bir âyet olduğuna dair İmam Şafiî'nin bir sözü vardır.
Ancak sûrelerden bir âyet olup olmadığına dair kendisinden iki ayrı görüş
rivayet edilmektedir. İmam Şafiî'nin besmelenin Fatiha'dan bir âyet olduğuna
dair delili Ebû Hureyre'den rivayet edilen; "Peygamber (s.a.)
"Elhamdülillahi Rabbi'l-âlemîn" yedi âyettir.
"Bismillahirrahmanirrahim" de ondan bir âyettir buyururdu” mealindeki
hadis-i şeriftir.
Bu hadis-i Resûl-i
Ekrem (s.a.) besmeleyi Fâtiha'dan bir âyet saymıştır ki, bu İmam Şâfiîye göre,
besmelenin Fatiha'dan olduğunu gösteren delillerden biridir. Aynı şekilde
besmelenin Kur'ân-i Kerimde Fâtiha’nın başında yazılı oluşu da Fatiha'dan bir
âyet olduğuna delâlet eder. Çünkü her sûrenin âyetlerinin tertibi ve yazılışı
vahiy mahsulüdür. Diğer sûrelerin başında bulunan besmelelerin o sûrelerden
birer âyet olduğu da bir rivayete göre yine İmam Şafiî tarafından ileri
sürülmüştür.
İşte bu farklı
görüşlere bağlı olarak İmam Şafiî besmelenin namazda sesli, ebû Hanife ile
Ahmed, Sevrî ve îshak da sessiz okunacağını savunmaktadırlar. İmam Mâlik ise
besmeleyi terk edip hemen "Elhamdulillâhi Rabbi'l âlemîn" ile namaza
başlamayı müstehab görür. Evzâî ile Taberî de bu görüştedirler. İmam Mâlik'e
göre farz namazlarda besmele -gizli veya aşikâre-kesinlikle okunamaz. Nafile
namazlarda kişi okuyup okumamakta serbesttir. İbrahim en-Nehaî ise, besmeleyi
açıktan okumak bid'attir demiştir.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif besmeleyi namazda okumayan mezheb sahibleri tarafından bir
delil olarak gösteriliyorsa da İmam Şafiî gibi terkini caiz görmeyenler
hadisde geçen "Elhamdu lillahi Rabbi'l âlemin den maksat Sûre-i Fatihadır.
Binaenaleyh bunda besmelenin Fatihadan olup olmadığına delâlet eden bir şey
yoktur" derler. Ve bu hadisten namazda besmelenin okunmayacağı hükmünü
çıkarmanın doğru olmayacağını söylerler.
Müslim'de rivayet
edilen "Bismillahirrahmaniirahim sözlerim hiç söylemezlerdi"[246]
hadis-i şerifi de Şâfiîlerce besmelenin namazda terk edileceğine delil teşkil
etmez. Sadece gizlice okunduğu için Hz. Enes'in besmeleyi işitmediğine delâlet
eder. Nitekim Nesâî ile İbn Hibbân'ın rivayet ettikleri
"Bismillahirrahmanurahim" lâfizlarım cehren okumazlardı"[247]
hadis-i şerifi de bu görüşü desteklemektedir.
O halde bu rivayetteki
“Okumazlardı" sözü, besmelenin okunduğu halde işitilmemiş olduğuna, bu da
olsa olsa besmelenin gizli okunduğuna delâlet edebilir. îbn Hüzeyme'nin:
"Bismillahirrahmanirrahim'i gizlice okurlardı" rivayeti ise, bunu
büsbütün kuvvetlendirmektedir. Şâfiîlere göre, bütün bu rivayetler İmam
Şafiî'nin besmelenin Fatihadan bir âyet olduğu görüşünü kuvvetlendirmektedir.
Yine Beyhakî'nin rivayet edip de İbn Hüzeyme'nin sahih dediği,
"Efendimizin besmele'yi Fatihadan saydığını" ifâde eden Ümmü Seleme
hadisi île, yine Sünen-i Bey-hakî'de Hz. Ali, Ebû Hureyre, ve îbn Abbâs
Hazretlerinden rivayet edilen hadiste "seb'uI-Mesânî" (yedi âyetli
sûre)nin Fatiha olup besmelenin de Fâtiha'dan bir âyet olduğunun Fahr-i Kâinat
tarafından haber verilmesi ve Ebû Hureyre'nin rivayet ettiği merfû hadiste
"Elhamdü sûresini okuduğunuzda Bismillâhirrahmanirrahim'i de okuyunuz.Zira
o ümmü'l-Kur'ân (Kur'ân'ın anası)dır.Seb'ul-Mesânîdir (yedi âyetlidir).Bismillahirrahmanirrahîm
de âyetlerinden biridir."[248]
Buyurulması, Şâfiîlere göre Besmele'nin Fatiha'dan bir âyet olduğuna delâlet
etmektedir. Ayrıca besmelenin namazda sesli olarak okunacağına dair bir çok
sahabeden rivayetler vardır. Nitekim Buhârî sarihlerinden ve Hanefî
âlimlerinden Aynî bu mevzuda: 1. Ebû
Bekr es-Sıddîk, 2. Ali b. Ebi Tâlib,
3. İbn Abbâs, 4. Ebû Hureyre, 5. Ümm-ü
Seleme, 6. Enes, 7. Semure b. Cundub , 8. Ammâr, 9. Abdullah b. Ömer, 10.
Nu'man b. Beşîr, 11. Talha b.
Ubeydillah, 12. Abdullah b. Ebî
Evfâ, 13. Mücâhid b. Sevr, 14. Bişr b. Muâviye, 15. Huseyn b. Urfuta, 16. Ebû Mûsâ el-Eşârî, 17. Hakem b. Umeyr, 18. Muâviye b. Ebî Sufyan, 19. Büreyde b. El-Husayb, 20. Câbir b. Abdillah, 21. Ebû Said el-Hudrî (r.anhum) hazretlerinden
gelen rivayetleri teker teker sayarak Şafiînin dayandığı delilleri nakletmiş ve
hepsine dair mütalaasını da ayrı ayrı belirtimiştir.
Aynî merhumun bu
mevzudaki görüşleri şöyle hulasa edilebilir: "Besmelenin namazda aşikâre
okunacağını bildiren hadisleri rivayet edenler çoksa da aslında bu hadislerin
hepsi de zayıftır.Sahih hadis kitaplarına alınmadıkları gibi, meşhur
Miisnedlerde de bulunmamaktadırlar. Bunların ekserisini Hâkim ile Dârekutnfnin
rivayet ettikleri görülür. Hâkim'in bu babda müsamahakâr davrandığı ve zayıf
hatta bazı mevzu hadisleri sahih diye kabul ettiği bilinmektedir. Dârekutnî'ye
gelince, o da kitabını garib şazz ve muallel hadislerle doldurmuştur. Ondan
nice hadisler vardır ki, bu hadisler başka yerde bulunmaz. Râvileri arasında
târih kitabları ile cerh ve ta'dil ki-tablarında bile bulunmayan nice
yalancılar, zayıflar ve meçhuller vardır ki Amr b. Semr, Câbir b. Cu'fî, Hasan
b. Muârik, Ömer b. Hafs el-Mekkî, Abdullah b. Amr b. Hassan, "Yalan
dağarcağı" lâkabı verilen Ebü's-Salt el-Herevî, Ömer b. Hârûn el-Belhî,
İsa b. Meymûn el-Medenî v.s. hep bunlar arasındadır. Böylelerinin rivayet
ettiği hadisler Buharı ve Müslim'in Sahihlerinde Enes'ten rivayet ettikleri
bir hadisle nasıl muaraza edebilir? Bu hadisi rivayet eden imamlardan birisi de
Katâde'dir ki, zamanının en büyük hafızı idi. Ondan da hadiste Emirü'l Mü'minin
lâkabını alan Şu'be rivayet etmiştir. Onlardan gelen rivayetleri kabul etmekte
tereddüt göstermemiştir. Buhârî bile, Ebû Hanife'nin mezhebine ifrat dereceye
varan hücumlarda bulunmasına rağman Sahih'ine o zayıf râvilerden hiç birini
koymamıştır. Sahih'inde tahric etmek için besmelenin aşikâre okunacağım
bildiren sahih bir hadis bulabilmek ümidiyle pek çok meşakkatlere katlanmış,
fakat böyle bir hadis bulamamıştır. Müslim de öyledir. O da bu mevzuda hiç bir
şey zikretmemiştir. İkisi de bu babta sadece Enes hadisini tahrîc etmişlerdir
ki, o da besmelenin gizli okunacağına delâlet eder. Şayet sen "Onlar her
sahih hadisi kitablanna almayı gerekli görmemişlerdir. Binaenaleyh kitaplarına
almadıkları sahih hadisler arasında besmelenin aşikâre okunacağını bildiren
sahih hadisleri de terk etmiş olabilirler." dersen; ben de derim ki, bu
sözü ancak muannitler yahut şaşkınlar söyleyebilir. Çünkü besmelenin aşikâre
okunması meselesi en güzide ve fıkhın en müşkil, en münakaşa götüren,
kitaplarda en çok yer alan meselelerinden biridir. Buhârî'nin kendi şartına
uygun ve yakın böyle bir hadis bulmuş olsa onu kitabına alacağına insanın
Allah'a müekked yeminler edeceği geliyor. Buhârî'nin böyle bir hadis bulduğu
halde, kitabına almadığım kabul etsek bile işte Ebû Dâvûd, işte Tirmizî, işte
Nesaî ve îbn Mâce... Bu zatların kitaplarında zayıf senetli hadisler yer aldığı
halde, besmelenin aşikâr okunacağına dair hiç biri kitabına bir tek hadis almamıştır.
Eğer bu zâtlar nazarında besmelenin aşikâre okunacağına dâir olan hadisler
tamamıyla bir hiçten ibaret olmasaydı, onları kitaplarına almadan
bırakmazlardı. İçlerinden yalnız Nesaî bir tek Ebû Hüreyre hadisini rivayet
etmiştir. Sözde bu hadis muhaliflerce bu mevzudaki rivayetlerin en
kuvvetlisidir. Halbuki bu hadis de birçok yönlerden zayıftır." Aynî
merhum, sözünün bundan sonraki kısmında besmelenin gizli okunmasını ifâde eden
hadisleri aşikâre okunmasını ifâde eden hadislere tercih edilecek nitelikte olduklarını
söylemiş ve besmelenin aşikâre okunacağını ifade eden hadislerin aslında mensûh
olduğunu Hâzimî'nin "el-İtibar fi'n-nâsih ve'I-mensuh mine'l-âsâr"
isimli eserinden naklederek sözlerine son vermiştir.
Hanefî ulemâsından
Kâsânî'nin tahkikine göre: "Gerçekten besmelenin gizli okunacağı
görüşünde olan sahabe, tabiîn ve tebe-i tabiînden pek çok ilim adamı vardır.
Nitekim Küfe ulemâsı, Hz. Ömer, Ali, Ammâr, Abdullah b. Mes'ûd, Ebû Cafer
Muhammed b. Ali b. Huseyn, el-Hasen, İbn Şîrîn, İbn Abbâs, îbn üz-Zübeyr
(ancak İbn Abbâs ile İbn üz-Zübeyr'den besmelenin namazda aşikâre okunacağına
dâir de rivayet vardır), Süfyan, el-Hakem, Hammâd, el-Evzaî, Ebû Hanife, Ahmed,
Ebû Ubeyd, en-Nehâî, besmelenin gizli okunacağı görüşündedirler. Rivayet
edildiğine göre Ebû Ömer de şöyle demiştir: İmam dört şeyi gizli okur: 1. Eûzu,
2. Besmele, 3. Âmin 4. Rabbanâ lekel-hamd. Aynı şekilde Abdullah b. Mes'ud,
İbrahim, es-Sevrî, el-Esved, Tirmizî, el-Hazimî, Amr b. Ömer, İbnüz-Zübeyr de
besmelenin gizli okunacağı görüşündedirler.[249]
Her besmelenin aşikâre
mi yoksa gizli mi okunacağına dair her iki tarafın kendi görüşlerini te'yid
eden delillerini sergilemeleri karşısında merhum Ahmed Naim Efendi şöyle
demiştir: "Mesaili hilâfiyyede savab ve hakka mu-kârin içtihadın hangisi
olduğunu kesin olarak tayin etmedeki müşkilât bütün açıklığıyla
ortadadır."[250]
Bu mevzuya Hanefî
ulemâsının .namazda besmelenin gizli okunacağına dair delillerini zikrederek
son vermek istiyoruz:
1. "Ali
ve Abdullah b. Mesûd (r.a.) besmeleyi asla aşikâre okumazdı."[251]
2. "İbn
Mes'ud besmeleyi gizli okurdu."[252]
3.
"Resûlullah (s.a.) ile Ebû Bekir ve Ömer (namazda) besmeleyi gizli
okurlardı"[253]
4.
"Peygamber (s.a.) Ebû Bekir, Ömer ve Osman Fatihanın ne başında ne de
sonunda besmeleyi okurlardı"[254]
5. "Ben
Resûlullah (s.a.), Ebu Bekir ve Osman'la namaz kıldım. Fakat bunların hiç
birisinin besmele okuduklarını işitmedim."[255]
6.
"Peygamber (s.a.), Ebû Bekir ve Ömer namaza (besmele okumadan doğrudan
doğruya) Fatiha ile başlarlardı."[256]
7. Abdullah tbn
Mes'ud besmeleyi (namazda) aşikâre okuyan bir kimse gördü ve onu tenkid etti.
Hz. Abdullah kendisi ve arkadaşları besmeleyi (namazda asla) sesli
okumazlardı.[257]
8. Abdullah
b. Mağaffel'in oğlu şöyle dedi: "Babam, namaz kılarken
"Bismillahirrahmanirrahim" dediğimi işitti ve: "Ey oğlum! Bu
yaptığın bid'-attir. Bid'atten sakınmalısın. Hz. Peygamber'in sahâbîlerinden
İslâmda bid'at (meydana getirmek)ten daha çok tiksinen kişi görmedim. Ben,
Peygamber (s.a.) Ebû Bekir, Ömer ve Osman'la namaz kıldım. Hiçbirinin besmeleyi
açıktan okuduğunu işitmedim. Sen de (açıktan) okuma ve namaz kılacağın zaman
"elhamduliİlahi rabbil âleimV'de." Tirmizî der ki: "Bu hadis
hasendir. Peygamber (s.a.)'in ashabından ilim ehlininin çoğuna göre amel bu
hadis üzerindedir. Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali ve daha başkaları ve bazı tabiîn
ulemâsı bunlardandır. Sufyan es-Sevrî, İbnu'l-Mübârek, Ahmed ve İshak'-in
görüşü de budur..."[258]
Bilindiği gibi besmele
"Bismillah: Allanın adıyla" veya "Bismillahirrahmanirrahîm:
Rahman ve Rahim olan Allanın adıyla"[259]
sözüne verilen isimdir. Şu halde besmelenin Kur'ândan olduğunda şüphe yoktur.
Bu mev-zudaki ihtilâf sadece şu noktalardadır:
1. Nemi
Sûresi'nde geçen besmele tam bir âyet midir, yoksa “O gerçekten
Süleyman’dandır" âyetinin bir parçası mıdır?
2. Sûrelerin
başında bulunan besmeleler o süreden bir âyet midir, yoksa Kur'ân-ı Kerim'e
teberrük için mi yazılmıştır?
3. Fatihanın
başında bulunan besmele Fâtiha'dan bir âyet midir, değil midir?
Yukarıda da arz
ettiğimiz gibi bu noktalar üzerinde tevatür derecesinde bir nas bulunmadığı
için taraflar kendilerince hak bildikleri görüşü benimsemekle beraber karşı
tarafın görüşüne de saygı duymaktadırlar. Namazda besmele çekmenin hükmü ise,
mezheplere göre şöyledir:
1. Fatihadan
Önce besmele çekmek Şâfiîlere göre farzdır.
2. Mâlikîlere
göre mekruhtur. Fakat ihtilâftan kurtulmak maksadıyla farz namazlarda gizlice
besmele çekmek mendubtur. Nafile namazlarda gizlice çekmekte zâten herhangi
bir sakınca yoktur.
3. Hanbelî ve Hanefîlere göre ise sünnettir.[260]
783. ...Âişe
(r.anhâ)dan; demiştir ki: Peygamber (s.a.) namaza tekbir ile, kıraata da
elhamdulillâhirabbilâlemîn ile başlardı. Rükû'a vardığı zaman başım ne yukarı
kaldırırdı, ne de aşağı eğerdi, fakat ikisinin arasında tutardı. Rükû'dan
başını kaldırdığında dimdik doğrulmadıkça secdeye varmazdı. Secdeden başını
kaldırdığında da iyice doğrulup oturmadıkça secdeye varmazdı. Ve her iki
rekat(ın sonun)dâ da et-Tehiyyâtu'yu okurdu. Oturduğu zaman sol ayağını yere
yayar, sağ ayağını dikerdi. Şeytan oturuşundan nehyeder, vahşi hayvanlar gibi
(elleri ve kollan yere yayarak) secde etmeyi yasaklar, namazı selâm vererek
bitirirdi.[261]
Bu hadis-i şerifte
Resûl-i Zîşan Efendimizin, namaza tekbir lâfzı ile başladığı açıkça ifâde
ediliyor. Bu bakımdan namaza tekbir ile başlanacağı noktasında bütün ilim
adamları ittifak etmişlerdir. Ancak tekbir mânâsını ifâde eden başka
kelimelerle de namazın caiz olup olmadığı meselesinde imamlar arasında ihtilâf
vardır. Ebû Hanife ile İmam Muhammed'e göre "Allahü Ekber" yerine
"Allahu A'zam" ve "er-Rahmâmı eceli" gjbi tazim mânâsı
ifade eden sözlerle tekbir almak caizdir. Ebû Yûsuf'a göre, ise namaza
başlamanın caiz olabilmesi için "Allahu ekber" yahut "Allalıu'l
Ekber" veya "Allahu'I-kebîr" lâfızlarından birinin söylenmesi
lâzımdır. İmam Şafiî ise, İmam Ebû Yûsuf'un caiz gördüğü bu üç lâfızdan ikisi
ile namaza başlanabileceğini kabul etmiş, "Allahu'l-Kebîr" lâfzı ile
başlanabileceğini ise kabul etmemiştir. İmam Mâlik'e göre, tekbir ancak
"AIlahu ekber" lâfzı ile gerçekleşir. Hanbelîler de bu görüştedirler.
Tekbirin hükmü ise,
Hanefîlerce esasen namazın bir rüknü değil bir şartıdır. Namaza mukaddemdir.
Şu kadar var ki namazın rükünlerine ziyâde bitişik olduğu için o da bir rükün
sayılmıştır. Eimme-i Selâse'ye göre tahrî-me de esasen namazın bir rüknüdür.[262]
Yine bu hadiste Fahr-i
Kâinat Efendimizin rüku'da iken başı ile sırtını aynı hizada bulundurduğu,
başını yere eğmediği gibi yukarı da kaldırmadığı beyân edilmektedir. Ayrıca her
iki rekâtın sonunda oturarak "tahiyyât" okuduğu da ifâde
edilmektedir. Ancak bu ifâde Fahr-i Kâinat Efendimizin kıldığı namazların
ekseriyeti için kullanılmış bir ifâdedir. Bilindiği gibi üçüncü rekatın sonunda
da tahiyyât okunan akşam namazı ile vitir namazı bunlardan müstesnadır.
Hadis-i şerifte,
ayrıca Resül-i Ekrem'in bütün oturuşlarında sol ayağını yayarak sol kabasını
üzerine koyduğu ve sağ ayağını da diktiği ifâdesi vardır ki, Hanefî ulemâsına
göre bu mevzuda tahiyyât için oturuş ile iki secde arasındaki oturuş arasında
bir fark yoktur. Her ikisinde de sol ayak yere yayılacak üzerine oturulur ve
sağ ayak yukarı dikilir. İmam Mâlik'e göre sol ayak sağ tarafa alınarak
kabaların üzerine oturulur. Bu meselede İmam Şafiî'nin sözü Hanefîler gibi ise
de yalnız selâmdan önceki oturuşta İmam Malik'le beraberdir. İmam Şafiî'ye göre
namazda dört yerde oturuş vardır: 1.
İki secde arasındaki oturuş, 2. Her
rekâttan sonra ayağa kalkmazdan önceki istirahat oturuşu, 3. İlk teşehhüd için oturuş, 4.
Son teşehhüd için oturuş.
Hanefilere göre
kadınlar ayaklarını sağ taraftan çıkararak otururlar Şafiî'lerle Malikî'lere
göre bu meselede kadınlarla erkekler arasında bir fark yoktur. Bunlardan
kadınların bağdaş kurarak oturacağını söyleyenler olduğu gibi bunun sadece
nafile namazlara mahsus olduğunu söyleyenler de vardır.
Hadis-i şerifte
nehyedilen şeytan oturuşundan maksat, yere oturarak köpekler gibi dizlerini
dikmek ve iki taraftan elleriyle yere dayanmaktır. Bu oturuş ittifakla
mekruhtur. Ancak kabaları ayaklar üzerine koyarak oturmanın İbn Abbâs (r.â.)'a
göre sünnet olduğunu Beyhakî rivayet etmiştir.
Kurtubî'nin de ifâde
ettiği gibi Hadis-i Şerifte yasaklanan Vahşî hayvan oturuşunun mekruh oluşunda
imamlar görüş birliğine varmışlardır. Vahşi hayvan oturuşundan maksat ise,
secde anında kolları eller ile beraber yere koymaktır. Sünnet olan sadece
elleri yere koyup kolları yere ve yarılara temas etmekten korumaktır.
Hadis-i şerifte geçen
"namazı selâm ile bitirirdi" sözünden anlaşılıyor ki, Resûl-i Ekrem
(s.a.) devamlı olarak namazdan çıkacağında selâm verirdi. "Benden
gördüğünüz gibi namaz kılın"[263]
emri gereğince Resûl-i Ekrem'in devam ettiği bu uygulamayı namazda örnek almak
gerekmektedir. Bu bakımdan hadis-i şerif selâm vermenin farz olduğuna delâlet
eder. İlim adamları bu meselede de ittifak etmişlerdir. Nitekim, İmam Mâlik,
Şafiî ve Ah-med b. Hanbel Hazretleri ile ulemânın büyük çoğunluğuna göre, selâm
vererek namazdan çıkmak farzdır. Selâm yerine başka bir söz söylemek namazı bozar.
Ebû Hanife'den gelen bir rivayete ve Evzâî ile Sevrî Hazretlerine göre, selâm
sözüyle namazdan çıkmak sünnettir. Bu bakımdan selâm lâfzı terk edilse bile
namaz sahih olur. Hatta İmam Ebû Hanife'ye göre namaza aykırı olan bir iş veya
sözle de namazdan çıkmak caizdir. Diğer Hanefiyye ulemâsına göre selâm lâfzıyle
namazdan çıkmak farz değil vâcibtir. Nitekim bu mevzuda Muhammed Zihni Efendi
şöyle diyor: "Namazın sonunda velevki cenaze ve sehv secdesinde olsun
sağa ve sola selâm vermek muvazabat-ı seniyyeye mebnî "es-Selâm"
lafzı vâcibtir, fakat "aleyküm" lâfzı vâcib değildir."[264]
M. Zihnî Efendi bu
sözlerinin haşiyesinde ise şu açıklamaya yer veriyor: "Bu söz iki tarafa
dönmenin de vâcib olduğuna işaret ediyor. Halbuki hakkındaki nass (delil) bunun
hilâfınadır. Fukaha "vâcib olan ancak lâfzıdır" demişlerdir. Hatta
birincisinin vâcib ikincisinin sünnet olduğu da söylenir. Namazdan çıkış bütün
âlimlere göre bir tarafa selâm iledir. Buna göre birinci selâmdan sonra hemen
imama uyanın iktidası sahih olmaz."[265]
1. Namaza
iftitah tekbiriyle başlanır.
2. Rüku esnasında
başla sırt aynı hizada bulunmalıdır.
3. Rükû'dan
ve secdeden kalkınca iyice doğrulmahdır,
4. Namazda
teşehhüd miktarı ve sağ ayağı dikip sol ayağı yayarak oturmalıdır.
5. Dizleri
dikerek kabaları ve elleri yere koyup oturmak yasaktır.
6. Secdeye
varırken eller ile birlikte kolları da yere koymak yasaklanmıştır.
7. Namazdan
selâmla çıkılır.[266]
784.
...el-Muhtar b. Fulful dedi ki: Ben Enes b. Mâlik (r.a.)'i (şöyle) derken
işittim:
Peygamber (s.a.);
"Demin bana bir sûre indirildi" dedi ve hemen ''Bismillahirrahmanirrahim”,
diye okumaya başladı ve sûreyi bitirdi.
"Kevser nedir
bilir misiniz?" buyurdu.
Allah ve Resulü daha
iyi bilir dediler. Bunun üzerine:
"O Rabbim'in
bana va'd ettiği
Cennette bir nehirdir" buyurdular.[267]
Bu hadis-i şerif,
aslında namazda besmelenin gizli okunacağına delalet etmediği için besmelenin
gizli okunacağı görüşünde olanların delilleri" ismini taşıyan bu kısma
pek uygun düşmüyor. Peygamber (s.a.)'in kendisine inen Kevser Sûresi'ni
açıklarken besmele ile beraber açıklaması besmelenin namazda ne gizli ne de
aşikâr okunacağına fakat olsa olsa besmelenin bu sûreden bir cüz olduğuna
delâlet eder. Bu durumda besmelenin gizli veya aşikâr okunması, sûrenin gizli
veya aşikar okunmasına bağlı olacağına göre sûrenin sesli okunduğu cehrî
namazlarda besmele ile sesli okunacak, gizli okunduğu hafî namazlarda besmele
de gizli okunacak demektir. Fakat bu hadis, bu baba "besmelenin sesli
okunması" şeklinde başlık veren Mısır baskısına uygun düşmektedir. Çünkü
"Besmelenin sesli okunması" sözü besmelenin namazda sesli okunmasının
caiz olduğunu ifâde eden hadislere başlık olabileceği gibi, aksini ifade eden
hadis-i şeriflere de uygun bir başlık olabilir. Bundan önceki iki hadis-i şerif
besmelenin namazda gizlice okunacağını ifâde ederlerken bu hadis-i şerif ise,
namaz hâricinde besmelenin seslice okunabileceğine delâlet etmektedir.
Hadiste geçen sûre
kelimesi sözlükte, yüksek mevki, şeref, yüksek bina gibi mânâlara gelir. Terim
olarak, Kur'ân-ı Kerim'in 114 bölümünden her-birine denir. Surelerin
uzunlukları ihtiva ettikleri âyetlerin sayılarına göre değişmektedir. En uzun
sûre 286 âyetten ibaret olan Bakara Süresidir. En kısa sureler ise üçer
âyetlik; Nasr, Asr ve Kevser sûreleridir. Her sûre Cenab-ı Peygamber tarafından
özel bir isimle isimlendirilmiştir.
Bu sûrenin sebeb-i
nuzûlü şu hâdisedir: Kureyş'in ileri gelenleri Mescid-i Haram'da oturmakta iken
Beni Sehm kapısında Âs b. Vâil Resul-i Ekrem'le karşılaşmış ve aralarında kısa
bir konuşma geçmişti. Âs b. Vâil Mescid'e girince içeridekiler "o
konuştuğun kimdi" diye sorunca, Âs, Fahr-i Kainat'ı kast ederek: "Şu
Ebter (Nesli kesik) adamdı" diye cevab verdi. Bu sözüyle Resul-i Mübeccel
(s.a.)'in mahdum-i mükerremleri Hazret-i Kasım'ın vefat ettiğini ve Resul-i
Ekrem'in artık neslinin tükeneceğini ifâde etmek istemişti. Bunun üzerine
Cenab-ı Hak: "Sana Ebter diyen adamın kendisi zürriyetsiz, şerefsiz ve
ilamsızdır. Sana gelince (ey Habib-i edibim) senin temiz neslin, şan ve
şerefin, faziletinin eserleri kıyamete kadar bakî kalacaktır. Âhirette de sana
lügatların ifade edemeyeceği kadar büyük şerefler tahsis edilmiştir"
mealindeki bu sure-i celileyi indirerek Resulüne ve mü'minlere büyük bir müjde
vermiş ve gönüllerini teselli etmiştir.
âyet-i Kerimesinin
mânâsı, "Biz sana gerçekten Kevseri verdik, ilın-i ezelimizde Kevser'i
sana tahsis buyurduk" demektir. Kevser cennette bir havuzdur. Hz.
Peygamber (s.a.)'in ümmeti onun başına gelip içecektir. Yahut "çok
hayır" demektir ki, Peygamberliğe Kur'ân'a, şefaate ve benzerlerine
şâmildir. Resûlullah (s.a.)'den Rivayet edilen bir hadis meali; "O
Cennette bir nehirdir. Rabbim onu bana va'd etti. Onda pek çok hayr var. Suyu
baldan tatlı sütten beyaz, kardan, soğuk, kaymaktan yumuşaktır. İki kenarı
zeberceddir. Bardakları gümüştendir. Ondan içen bir daha susuzluk duymaz."[268]
Fahr-i Kâinat
Efendimizin; Kevser nedir? bilir misiniz?" diye sormasının hikmeti,
Kevser'in ümmeti tarafından bilinmesini şiddetle arzu etmesidir. Kevser'in,
Kur'ân-ı Kerîm, İslâm, şefaat olduğuna dâir daha başka tefsirler varsa da
muhakkak ki bunlar içinde en doğru tefsir, Resûl-i Ekrem'in, "Onun
Cennet'te kendisine va'd edilen bir nehir" olduğunu ifâde eden tefsiridir.[269]
1. Bu
hadis-i şerife göre besmele her sûreden bir âvettır. (Bilgi için 782 nolu
hadise bk.)
2. Toplumun
lideri durumunda olan kişilerin tebaasını salih amellere itaat ve taate teşvik
etmesi gerekir.
3. Kevser,
Cennet'te Resûlullah'a mahsus bir ırmaktır.[270]
785. ...Urve
(b. ez-Zubeyr) Âişe'den naklen İfk hâdisesini anlattı ve (Âişe'nin şöyle)
dedi(ğini söyledi:)
Peygamber (s.a.)
oturdu, yüzünü açtı ve
"Hakk'ın
rahmetinden koğulmuş olan şeytandan her şeyi işiten (semi') ve herşeyi bilen
(alîm) Allah'a sığınırım O uydurma haberi (iftirayı) getirenler içinizden
(mahdut) bir zümredir.[271]
âyetini okudu.
Ebû Dâvûd dedi ki; Bu
hadis münkerdir. Bu hadisi Zührî'den bir topluluk rivayet etmiş (fakat
buradaki) açık şekliyle nakletmemişlerdir. Korkarım ki (buradaki) şeytandan
istiâze Humeyd'in kendi sözüdür.[272]
İfk asılsız haber
demektir. İslâm tarihinde münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy ile arkadaşları
mu'minlerin çok muhterem anası Hz. Âişe'ye tamamen uydurma bir iftiraya
yeltenmişlerdir, ki, buna "ifk hâdisesi" denir. Hadîs ve siyer
kitapları sözü geçen münafıkların ortaya attığı bu haberin büyük ve çirkin bir
iftira olduğunu isbat için yazılmış red ve tenkid yazılarıyla doludur.
"Niçin herkes bu hâdiseyi duyduğu zaman büyük bir iftiradır,
demediler?" (en-Nur (24), 16) âyet-i kerimesi indikten sonra artık
mü'minler nazarında bu haberin bir değeri kalmamıştır.Şüphesiz hicretin beşinci
yılında Müreysi Gazası esnasında meydana gelen bu hâdise bir takım iftiraların
revaç bulduğunu gösterir. Nitekim o zaman bazı müslümanlar da bu büyük iftiraya
inanmışlar ve imam Müslim ile bazı zatların beyânına göre cezaya
uğratılmışlardı. Bugünkü hıristiyan yazarlar da bu hâdise ile uzun uzadıya
meşgul olup bu hususta eski münafıklarla adeta yarış etmektedirler.
Hadis-i şerifte geçen
"Resûl-i Ekrem yüzünü açtı" sözünün manası, "vahy esnasında
yüzüne örttüğü örtüyü vahy kesildikten sonra kaldırıp yüzünü açtı"
demektir. Bilindiği gibi Fahr-i Kâinat Efendimiz kendisine vahy gelmeye
başladığı an bazen üzerine bir örtü alır, vahyin devamı müddetince öyle
kalırdı. Vahyin kesilmesiyle de örtüyü kaldırırdı.[273]
Netice olarak, bu
hadis-İ şerifte Resûl-i Ekrem'in, kendisine inen yukarıda mealini verdiğimiz
Nûr sûresinin onbirinci âyetini "Eûzu"yle beraber okuduğu, fakat
besmele çekmediği ifâde ediliyor. Ancak müellif Ebû Dâvûd hadisin sonuna bir
ta'lik ilâve ederek aslında bu hadisi rivayet eden pek çok kimselerin Resûl-i
Ekrem'in yüzünü açtığından ve Eûzu çektiğinden bahsetmediklerini, sadece;
"Hz. Âişe ifkten bahsetti ve Allah Teala da -"uydurma haberi
getirenler"- âyetini indirdi" sözününse Humeyd'e ait olabileceğini
söylemesi, hadisin minik er olduğunu göstermez. Aslında bu hadis şazdır. Bilindiği
gibi münker hadis adaletsiz bir râvinin adaletli bir râviye zıt bir hadis
rivayet etmesidir. Şâz hadis ise, adaletli bir râvinin kendisinden daha adaletli
bir râviye zıt olarak rivayet ettiği hadisdir. Böyleyken Ebû Davud'un bu hadise
münker demesi, O'nun şâz hadise münker demekte bir sakınca görmemesiyle
veyahutta Ajımed b. Hanbel bu hadis hakkında "sağlam değildir" dediği
için bu tabiri kullanmaktan çekinmemesiyle açıklanabilir. Aynı şekilde
eûzu'nun Humeyd'in sözü olduğu iddiası da bir delile dayanmamakta, musannif Ebû
Davud'un mücerred bir kanaati olmaktan öteye gitmemektedir. Bezlu'l-mechûd
yazarına göre, burada, bu babın başlığını teşkil eden "besmelenin namazda
sesli okunmayacağı" mevzuu ile bu hadis arasında şöyle bir ilgi
kurulabilir: Peygamber (s.a.) bu âyeti sûrenin ortasından okuduğu için besmele
ile başlamamıştır. Eğer sûreyi baştan okusaydı ilk âyeti olan besmeleyle
beraber okuyacaktı.
Eğer besmele, sûrenin
ilk âyeti olmayıp da sadece sûreleri birbirinden ayırmak için ve teberrüken
okunan bir âyet olsaydı, Resül-i Ekrem (s.a.) Efendimiz mutlaka burada da
teberrüken okuyacaktı. Öyleyse besmele başında bulunduğu her sûrenin ilk
âyetidir. Bu bakımdan o sûreye tabidir. Sûre sesli okunursa, besmele de sesli
okunur, sessiz okunursa, besmele de sessizce okunur. Bu ilginin varlığı kabul
edilirse hadis-i şerif, "Beslemele başında bulunduğu her sûrenin ilk
ayetidir" diyen İmanı Şafiî ile İmam Ahmed'in lehine bir delil teşkil
eder.[274]
786. ...İbn
Abbas (r.a.)'dan; demiştir ki: Osman b. Affan'a dedim ki;
Enfâl Sûresi Mesâniden
ve Berâe Süresi de miun'dan olduğu halde, ne diye ikisini birden yedi uzun
sûre içerisine koydunuz ve aralarına besmeleyi yazmadınız? Osman (r.a.) şöyle
cevap verdi:
Peygamber (s.a.)'e
zaman zaman bazı âyetler nazil olunca, kâtiblerden birini çağırır ve; "şu
âyeti şu olayların anlatıldığı sureye koy" derdi. Başka bir veya iki âyet
nazil olunca da aynı şekilde "bunları da falan olayların zikredildiği
sureye koyun" derdi.
Enfal sûresi Peygamber
(s.a.)'e Medine'de nazil olan (surelerin) ilki idi. Berâe de Kur'ân
(surelerin)in sonuncusu idi. Enfâl konuları da Berae'nin konularına benzerdi.
(Bu bakımdan) ben Berâe suresini Enfâl Sûresinden zannettim ve ikisini birden
yedi uzun (sûre) içine koydum ve aralarına (besmele) satır(ım) yazmadım.[276]
Mesânî kelimesi, yüz
âyetten kısa ve mufassal sûrelerden daha uzun olan sûreler hakkında kullanılır.
Bu durumda Kur'ân sûreleri üç kısma ayrılmış olmaktadır:
1. Miûn (en
az yüz âyetlik sûreler), 2. Mesânî, 3. Mufassal. Miûn dilimizde yüz
yazısının karşılığı olan "inie" kelimesinin çoğuludur. Burada (yüzlükler)
anlamında kullanılmıştır ki, âyetlerinin sayısı yüzü bulan sûreler için
kullanılır.
Nesâî ve Hâkim'in Ibn
Abbâs'tan rivayet ettiklerine göre metinde söz konusu edilen yedi uzun sûre
şunlardır: Bakara, Âli İmrân, Nisa, Mâide, En'âm, A'râf... Hadisin râvisi, İbn
Abbâs tarafından açıklanan yedinci sûreyi unuttuğunu söylemiştir.[277]
Bir rivayete göre bu
yedi uzun sûre'nin yedincisi Yûnus süresidir. Yine Hâkim'den gelen bir rivayete
göre de Kehf süresidir. Miûn ise, uzun sûrelerin dışında kalan ve en az (100)
âyet ihtiva eden sûrelerdir.
Mesânî ise, miûn denilen
yüzlük sûreleri takibeden surelerdir. Miûnu takib ettiği için bu ismi aldığım
söyleyenler olduğu gibi, içinde ibret ve haberlerin fazla tekrarlanması
sebebiyle bu ismi aldığını söyleyenler de vardır.
Mufassal, âyetleri
mesâmden daha az olan sûrelere denir. Kısa ve besmeleli fasılalarla birbirinden
ayrıldıkları için bu ismi almışlardır.[278]
Mufassal sûreler de üç
kısma ayrılır:
1. Tivâl-i
Mufassal, Mucura! Sûresinden, Burur Sûresine kadar olan sûrelerdir.
2. Evsât-ı
Mufassal, Burûc, Sûresinden Beyyine Sûresine kadar olan sûreler.
3. Kısar-ı
Mufassal, Beyyine Sûresinden, Nâs Sûresine kadar olan sûrelerdir. Hadisten
anlaşıldığına göre Ibn Abbâs (r.a.) Osman b. Affân'a üç soru yöneltiyor:
1. Enfâl
Sûresinin âyet sayısı 77 olduğu halde yedi uzun sûre arasına konulmasının
sebebi nedir?
2. Berâe
Sûresinin 130 âyeti bulunduğu için uzun sûreler arasına yerleştirilmesi
gerekirken niçin (yüzlük) sûreler arasına yerleştirilmiştir?
3. Niçin
Enfâl Süresiyle Berâe Sûresinin arasına besmele yazılmamıştır?
Cenab-ı Peygamber'in
vahy Kâtiblerinden olan Hz. Osman'a bu sorunun yöneltilmesinden anlaşılıyor
ki, sûrelerin tertibi sahâbîlerin kendi düşünce ve ictihâdlarıyla olmuştur.
Eğer sûrelerin tertibi Hz. Peygamberin emriyle, vahye bağlı olarak yapılmış
olsaydı, İbn Abbâs bu soruyu yöneltmezdi. Ancak sûrelerin tertibinin de vahye
bağlı olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi[279]
sûrelerin bir kısmının tertibinin vahye bağlı, bir kısmının da sahabenin
içtihadına bağlı olarak yapıldığını kabul eden âlimler de vardır.[280]
Hz. Osman da kendisine
yöneltilen bu soruya verdiği cevapta: "Ben bu sûrelerdeki olaylar
birbirine benzediğinden Berâe Sûresi'ni Enfâl Sûresi'nin devamı zannettiğim
için ikisini birleştirerek yedi uzun sûrenin içine yerleştirdim ve aralarına
besmele yazmaya da lüzum görmedim" demiştir.
Gerçekten bu iki sûre
arasında bazı benzerlikler vardır. Enfâl Sûresinde Resûl-i Ekrem'in Mekkeli
müşriklerle mücâdelesi anlatılırken, Berâe Sûresinde de Resûl-i Ekrem'in
Medineli Münafıklarla mücâdelesi ve bu mücâdele esnasında meydana gelen olaylar
anlatılmaktadır. Aynı zamanda her iki sûrede de Hz. Peygamber'in müşriklerle
yaptığı anlaşmalar ve müşriklerin verdikleri sözü tutmadıkları anlatıldığı
gibi, kâfirlerle harb edilmesini emreden âyet-i kerimeler bulunmaktadır. Nitekim:
"Ey Peygamber, mü'minleri harbe teşvik et" (el-Enfâl (8) 165)
"Müşrikler sizinle nasıl topyekûn harb ederlerse siz de onlarla topyekûn
harb edin." (et-Tevbe (9), 36) âyet-i kerimeleri bunlardandır.
Demek ki bütün bu
benzerlikler yanında ve bir de aralarında bu iki sûreyi birbirinden ayıran
besmelenin bulunmaması sebebiyle Vahy kâtiblerinden olan Hz. Osman, bu iki
sûreyi uzun bir sûre zannederek yedi uzun sûrenin arasına koymuştur. Hz.
Osman'ın bu ifâdesinden Berâe Sûresi'nin başında besmelenin bulunmadığı
anlaşılmaktadır. Besmelenin bu sûrenin başında bulunmayışını ilim adamları
şöyle açıklamaktadırlar: Berâe Sûresi'nde savaştan ve azabtan söz
edilmektedir. Besmelede ise, iman ve rahmet mânâları vardır. Konusu azab ve
savaş olan bir sûrenin başına bu sebeble besmele konulmamıştır. Nitekim hayvan
keserken de Allah zikredildiği halde rahman ve rahim sıfatları nasıl terkedilir
ve yalnız bismillah demekle yetinilirse, burada da besmelenin tamamı terk
edilmiştir.[281]
1. Bu
hadiste Osman (r.a.)'ın faziletine,
dinin esası olan Kur an-ı Kerim e gösterdiği itina ve ihtimama delâlet vardır.
2. Kur'ân-ı
Kerim'in âyetleri arasındaki tertib, tevkifi yani vahy ve ilham iledir. (Hz.
Peygamber'in emriyledir), Sûreler arası tertip de, sahih olan görüşe göre
tevkifidir.
3. Dinin
aslı olan Kur'ân-ı Kerîm'i son derece iyi korumak lâzımdır. Nitekim Hz. Osman
kendi devrinde halkın Kur'ân'ın okunuşu mevzuunda birbirini tenkide yöneldiğini
görünce Kur'ân'ın nazil olduğu Kureyş lehçesi üzerine bir kitabta toplanmasına
karar verdi ve bir şûra toplayarak, Kur'ân-ı Kerimi bir tek mushafta bir harf
(lehçe) üzerine toplayacağım söyledi. Ashab da bunun yegâne hal çâresi olduğunu
kabul etti.[282]
787.
...Ziyâd b. Eyyûb, Mervân b. Muâviye', Avfu'l-Arabî, Ye-zid el-Fârisî senediyle
İbn Abbâs'dan bir önceki hadisin manası rivayet edilmiştir. Mervân bu
rivayetinde, İbn Abbas'ın; "Peygamber (s.a.) daha Berâe Sûresi'nin Enfâl
Sûresi'nden olup olmadığını açıklamadan vefat ediverdi." dediğini ilâve
etmiştir.
Ebû Dâvûd dedi ki:
Şa'bî, Ebû Mâlik, Katâde ve Sabit b. Umare: "Peygamber (s. a.) kendisine
Nemi Sûresi ininceye kadar (mektuplarında) bismülahirrahmanirrahim cümlesini
hiç yazmadı'' demişlerdir. Bu dördünün rivayetlerinin (ortak) manası işte
budur.[283]
Bu hadis-i şerifte İbn
Abbas'ın; "Resûl-i Zişân Efendimizin Berâe Sûresinin Enfâl Sûresi'nden
olup olmadığını beyân etmeden vefat etti" dediği ifâde edilmekle beraber,
bundan önceki hadis-i şerifin izahında da beyan ettiğimiz gibi Berâe Sûresi
aslında başlı başına müstakil bir sûredir. İçerisinde kıtal âyetleri bulunduğu
için Allah'ın merhametinin ifâdesi olan rahman ve rahîm isimlerini ihtiva eden
besmele bu sûrenin başına yazılmamıştır. Çünkü merhametle kıtalin bir arada
bulunması uygun değildir.
Bundan önceki hadis-i
şerifte Abdullah b. Abbâs'ın Berâe Sûresi'nin yüzlük sûrelerden olduğunu ileri
sürerek, niçin yedi uzun sûre arasına konduğuna dâir Hz. Osman'a itiraz etmesi
ve Hz. Osman'ın da bu itiraza karşılık; “aralarında besmele olmayışından ve
mevzularının birbirine benzeyişinden dolayı ben bu iki sureyi birbirinin devamı
zannettim de onun için böyle yaptım" diye cevap vermesi, Berâe Sûresi'nin
başlı başına bir sûre olduğunu gösterir.
Ayrıca bu sûrenin on
ayrı ismi oluşu[284] da bu
surenin başhbaşına bir sûre olduğuna delâlet eder. Nitekim Buhârî'de, el-Berâ
b. Âzib'den nakledilen bir hadiste en son inen âyetin "Habibim senden
fetva isterler, de ki: Allah, babası ve çocuğu olmayanın mirası hakkındaki
hükmü (şöylece) açıklar"[285] âyet-i
kerimesi olduğu ve en son inen sûrenin de Berâe suresi olduğu[286]
ifâde ediliyor ki, bu da Berâe Sûresi'nin müstakil bir sûre olduğuna delâlet
eder.
Ancak Berâe suresinin
başında besmele yazılı olmadığı için Enfâl suresinden Berâe suresine geçerken
besmele çekilmemesi mendubtur.[287]
Kıraat imamları el-Enfâl ile Berâe arasını üç şekilde okumuşlardır. Bu
vecihlerin hepsjnde besmele terk edilir.[288]
"Nemi Sûresi
nazil oluncaya kadar Resûl-i Zişân Efendimiz, cümlesini yazmadı" sözünün
manası açıktır. Ancak Nemi Sûresi inmeden önce Resûl-i Ekrem'in mektublarının
başmda besmele bulunup bulunmadığı sorusu akla gelebilir .Bu! bakımdan
meselenin anlaşılması için şunu belirtmek gerekir ki, bütün araplar
mektublarına
"bisnıikellahumme" sözüyle başlarlardı.
Resul-i Ekrem de;
"O gerçekten Süleyman'dandır ve Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle
başlarım"[289]
mealindeki âyet-i kerimesi nazil oluncaya kadar arabların bu âdetine uyarak
mektublarmın başına sözü geçen cümleyi yazıyordu. Bu sûre indikten sonra
mektublarmın başına: cümlesini yazmaya başladı ve bütün sûrelerin başına da bu
cümlenin yazılmasını emretti. Bazı âlimler derler ki, besmele kitapların ve
mektupların başına yazıldığı zaman, bir satır halinde yazılmalıdır. Bir kısmı
birinci satırda diğer kısmı da ikinci satıra gelecek şekilde yazmaktan kaçınılmalıdır.
Münzirî'nin
Muhtasar'in da hadisin mürsel olduğu belirtilmiştir.[290]
788. ...îbn
Abbâ,s'dan; demiştir ki: Peygamber (s.a.) kendisine ininceye kadar sûrenin sona
erdiğini bilemezdi. Bu, İbnû's-Serh'in (rivayetinin) metnidir.[291]
Resûl-i Zişân
Efendimiz Nemi Sûresinin 30. âyet-i kerimesi gelinceye kadar cümlesini hiç
okuyup yazmadığı bir önceki hadis-i şerifte ifâde edilmişti. Burada da Fahr-i
Kâinat Efendimiz'in Besmele cümlesi nazil oluncaya kadar, sûreler arasında
besmele bulunmadığı için okuduğu bir sûrenin sona erdiğini ve diğer bir sûreye
geçmek üzere olduğunu bilemediği, ancak besmele cümlesi nazil olup da Berâ
sûresinin dışında bütün sûrelerin başına yazıldıktan sonra okumakta olduğu
sûrenin bittiğini ve yeni bir sûreye geçtiğini kolayca fark ettiği ifâde edilmektedir.
Bu ifâdeden
anlaşılıyor ki, besmele, ayrı ayrı her sûrenin başına yazılmıştır. Hadis-i
şerifte Besmelenin ayrıca indirilmesinden bahsedilmesi de onun başh başına
müstakil bir âyet olduğunu gösterir.
Şevkânî "Neylü'l
Evtar" da besmele ile ilgili olarak şunları söylemektedir:
"Besmelenin, başında bulunduğu sûreden bir âyet olduğunu iddia edenlere
bir şey denilemeyeceği gibi, başında bulunduğu sûreden bir âyet olmadığını
iddia edenlere de birşey denilemeyeceği konusunda icma' vardır. Çünkü bu mevzu
ihtilaflıdır. Söz götürür. Besmelenin bir harfi eksiltilemez veya ona başka bir
harf ilâve edilemez. Bunda ittifak vardır. Ayrıca besemelenin Nemi Sûresinde
bulunduğuna ve Berâe Sûresinin dışında bütün sûrelerin başında yazılı olduğuna
dair de icma' vardır. Okunuşuna gelince Berâe Sûresinin dışında bütün
sûrelerin başında okunacağına dâir yedi kıraat imamı ittifak etmiştir."[292]
789. ...Ebû
Katâde babasından; dedi ki: Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Ben (çoğu
zaman) namaza (okumayı) uzatmak niyetiyle dururum da (geriden) bir çocuğun
ağladığını duyunca, annesine sıkıntı vermeyeyim diye namazımı kısa
keserim."[293]
Metinde geçen kelimesi
sesli ağlamak demektir.şekilde medsiz olarak okunursa sessizce ağlamak
demektir. İbn Ebî Şeybe'nin rivayet ettiği bir hadiste Resûl-i Zişan
Efendimiz'in birinci rekâtında 60 âyet okuduğu bir namazın, ikinci rekatında
bir çocuğun ağladığını duyduğu için kısa bir sûre okuduğu ifâde edilmektedir.
Bu hadis-i şerifler Fahr-i Kâinat Efendimiz'in ümmetine karşı beslediği
sınırsız, şefkatinin delillerinden biridir. Bilindiği gibi imamın arkasında
namaz kılarken çocuğu ağlayan kadının kalbi çocuğuna takılıp kalacağından
huzurlu bir şekilde namazına devam edemez. Yahutta namazını bozmak
mecburiyetinde kalır. Her iki halde de ya cemaat, ya da huşu' faziletlerinin
birinden mahrum kalmış olur. Çocuğunu ihmal etmesi halinde zavallının helak
olması tehlikesi söz konusudur. İşte bu ihtimaller imamın namazda kıraati
kısaltması için kâfi bir sebeptir.
Bu hadis-i şeriften
kadınların çocuklarıyla beraber mescide geldikleri ve çocuklarını mescidin arka
taraflarında bir yere koyarak kadın saflarına girip Resûl-i Ekrem'in arkasında
cemaatle namaz kıldıkları, arkada kalan çocukların ağlaması halinde Resûl-i
Zişan'ın okumayı kısalttığı anlaşılmaktadır. İşte bu hâdise çocukların mescide
sokulmasında bir sakınca olmadığını ve kadınların erkek saflarının arkasında
saf teşkil ederek imama uymalarının caiz olduğunu gösterir. Ancak cemaatin
huzurunu bozabilecek veya camiyi kirletebilecek yaşta olan çocukların camiye
getirilmemesi cami adabına daha uygun olur. Bir de bu hadis namazda iken
müstehab olan bir şeyi yapmaya niyyet eden bir kimseye o müstehabı yapmanın
vâcib olmadığına delâlet eder. Mâliki ulernâsından Eşheb bu görüşü kabul
etmiyor. O'na göre ayakta nafile namaz kılmak niyyetiyie tekbir alan bir
kimsenin bu namazı oturarak tamamlaması caiz olmuyor.[294]
"İmam rukû'da
iken yeni gelen bir kimsenin cemaate girmek istediğini hissederse, acaba o da
yetişsin diye rukû'u uzatması caiz midir" sorusu da bu hadise bağlı olarak
hatıra gelebilir.
Şâfiîlerden bazılarına
göre imam rükü'a vardığı zaman namaza yetişmek için dışarıdan birinin
geldiğini hissederse, o kimsenin cemaate rükû faziletinden mahrum kalmaması
için, rükû' halinde onu bekler. Zira insanın dünya ile ilgili bazı
ihtiyaçlarından dolayı imamın kısa kesmesi caiz olunca, Allah Teâlâ'ya ibâdet
için onun uzatması caiz hatta evlâ olur. Fakat Kurtu-bî buna itiraz ederek
"Hadisde uzatmanın caiz olacağına delâlet yoktur. Çünkü uzatma namazda
bir fazlalıktır. O namazı kısaltmakla bir değildir" demiştir.
İbn Battal'ın beyânına
göre Şa'bî, Hasan el-Basrî ve Abdurrahman b. Ebi Leylâ da bu görüştedirler.
Bir kısım ulemaya
göre, imam cemaate bıkkınlık vermeyecek şekilde yeni gelenlerin yetişmesini
bekleyebilir. İmam Ahmed, İshak ve Ebû Sevr'in görüşleri budur.
İmam Mâlik'e göre,
imam namazda cemaatın yetişmesini bekleyemez. Çünkü beklemesi arkasındaki
cemaata zarar verir. Evzâî ile İmam Ebü Ha-nife'nin ve İmam Şafiî'nin
mezhebleri de budur. Hatta Hanefilerin "ez-Zahîre" isimli
kitablarında şöyle deniliyor: "İmam rükû' hâlinde iken gelenlerin ayak
seslerini işitse bekler mi, beklemez mi? Bu hususta Ebû Yûsuf şunları
söylemiştir: "Ben bu meseleyi Ebu Hanife ile İbn Ebî Leylâ'ya sordum.
Beklemeyi ikiside mekruh gördüler.[295]
Muhammed b. el-Hasen es-Şeybânî ise, "böyle yapmanın şirk olacağından
korkarım" demiştir. Şa'bî'-ye göre, imamın bir veya iki teşbih kadar
beklemesi caizdir. Bazılarına göre, imam rükû teşbihlerini uzatarak okur. Fakat
adedlerini artırmaz.
Sünen-i Ebû Dâvûd
şârihi eş-Şeyh Halil Ahmed bu mevzuda Hanefi Mezhebinin görüşünü şöyle
açıklıyor: "Eğer imam sadece gelen kimsenin namaza yetişmesi için rüku'u
uzatırsa tahrimen mekruh olur ve hatta o imam hakkında şirkten korkulur. Lâkin
küfrüne hükmedilemez. Çünkü o bu hareketiyle sadece camiye gelen bir adamın
Allah'a ibâdet etmesine imkân vermekten başka bir şeye niyet etmemiştir. Fakat
imam o kişinin ruku'a vararak Allah'a yaklaşmasına niyet ederek rüku'u
uzatmışsa herhangi bir sakınca yoktur. Evlâ olan uzatmayı terk etmektir.[296]
Resul-i Ekrem'in öğle namazının ilk rekatında ayak sesi duyduğu için
beklediğine dair olan 802 no'lu Ebû Dâvûd hadisi ise, zayıftır ve teVil
edilebilir.[297]
790.
...Câbir (r.a.)'den; demiştir ki: Muaz (r.a.) Peygamber (s.a.) ile namaz kılar,
sonra gelip bize imam olurdu. (Amr, bu cümleyi:) Bir de "sonra gelir
kavmine imam olurdu" (şeklinde) rivayet etti. Bir gece Peygamber (s.a.)
namazı geç kıldırmıştı. (Amr bu cümleyi) bir de "yatsıyı
geciktirmişti" (şeklinde) nakletti. Muâz (bir gün yine) Peygamber
(s.a.)'le namaz kıldı, sonra gelip kavmine imam oldu ve Bakara Sûresi'ni
okumaya başladı. Bunun üzerine bir adam cemaatten ayrılarak (kendi başına)
namaz(ım) kıldı. (O'na): "Be adam sen münafık oldun" denilince:
Ben münafık olmadım,
diye cevab verdi. Sonra Peygamber (s.a.)'e gelerek:
Ey Allah'ın Resülu!
Muâz seninle beraber namaz kılıyor, sonra gelib bize imam oluyor. Bizse
develerle su taşıyan ve ellerimizle çalışan kimseleriz. Muâz gelib bize imam
oldu ve (namazda) Bakara Sûresini okudu dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.):
"Ey Muâz! Sen
fitneci misin? Fitneci misin sen? Filan ve filan sureleri okusaydın ya!"
buyurdular.
Ebu'z-Zübeyr dedi ki:
"Peygamber (s.a.) (Muâza) "Sebbihisme Rabbika'la'lâ, velleyli iza
yağşâ (sûrelerini okusaydın ya)" demişti. Biz (bunu) Amr'e hatırlattık. (O
da); "Öyle zannediyorum ki (bunu) Câbir de (böyle) söylemişti" dedi.[298]
Bu hadisin kütüb-i sittede bulunana rivayetlerin
tümü bir araya getirilince, Hz. Muaz’ın yatsı namazını Resul-i Ekrem'le beraber
kıldıktan sonra bir de gelip kavmine aynı namazı imam olarak kıldırdığı ve
bunu devamlı yaptığı anlaşılıyor. Bazı rivayetlerde bu namazın akşam namazı
olduğu ifâde ediliyor.[299] Bu,
Mz. Muâz'ın bazan da akşam namazını Resûl-i Ekrem'in ardında edâ ettikten
sonra gelip aynı namazı bir de imam olarak kavmine kıldırdığını gösterir. Akşam
namazı ile mecazen yatsı namazı da kast edilmiş olabilir.
Bu olay, ilim adamları
arasında farz kılmak isteyen bir kimse nafile kılan bir imama uyarak farz
namazı kılabilir mi, kılamaz mı? meselesine ve bu mesele üzerinde farklı görüşlerin
doğmasına yol açmıştır.
Bazıları bu hadisi
delil göstererek; "Hz. Muâz, farz olan yatsı namazını Resûl-i Ekrem'in
arkasında edâ ettiği halde bir de kavmine gidip onlara aynı namazı imam olarak
kıldırdı. Dolayısıyla Hz. Muâz'ın imam olarak kıldırdığı bu namaz kendisi için
nafile, cemaat için farz idi" demek suretiyle, farz kılan bir kimsenin
nafile kılan bir kimseye uyabileceğini söylerler.
Nitekim Şafiî, Evzâî,
Ahmed b. Hanbel, Atâ ve Tâvûs bu görüştedirler.
İmam Mâlik'e göre,
imam ile cemaatin niyet ettikleri namaz farklı olursa cemaatin o imamla kıldığı
namaz makbul değildir.
Hanefî ulemâsına göre
ise, farz kılan nafile kılana uyamaz ise de, nafile kılan farz kılana uyabilir.
Hanefî ulemâsı gibi
farz kılanın nafile kılana uyamayacağı görüşünde olan bazı ilim adamları,
"Hazret-i Muâz'ın Resûl-i Ekrem (s.a.) ile kıldığı namazın nafile
olduğunu, daha sonra gelip kavmine kıldırdığı namazın farz olduğunu"
söyleyerek bu hadisi te'vil etmişlerdir. Nitekim bunlardan biri de Hanefî
ulemasından Buhârî şârihi merhum Aynîdir. Ayni'nin bu mevzu-daki sözlerini şu
şekilde özetlemek mümkündür:
1. Hz.
Muâz'ın bu hareketi farz kılan bir kimsenin nafile kılan bir kimseye
uyabilmesi için bir delil olamaz. Çünkü Resûl-i Ekrem'in Muâz'ın bu olayını
ayrıntılı olarak dinlememiş olması mümkündür. Bu bakımdan bu olay Resul-i
Ekrem'in tasvib ve takririnin bir ifâdesi değildir.
2. Niyyet
gizli bir şeydir. Bu bakımdan Hz. Muâz'ın önce Resûl-i Ekrem'in arkasında
imamlığın inceliklerini kavramak için nafile niyetiyle namaz kılıp sonra da
kavmine gelerek, imam olmak suretiyle farz namaz kıldırmış olması ve cemaatin
de bunu bilmemiş olması mümkündür.
3.
el-Mühelleb'e göre Muâz hadisi İslâmın ilk devirlerine aittir.
4. Râvinin
bahsettiği Hz, Muâz'ın, Hz. Peygamber'in ardında kıldığı namaz belki de
gündüzün kılınan namazlardan biridir.
5. Bu hadis
mensûhtur. Nitekim Tahâvî merhum bu mevzuda şunları söylemiştir: "İhtimal
ki Hz. Muâz'ın aynı namazı iki defa kılması farzların ikişer defa kılındığı
zamanlarda olmuştur. Çünkü İslâmın ilk zamanlarında böyle yapılırdı."
Tahavî bu sözüne delil olarak da "Bir namaz günde iki defa
kılınamaz" mealindeki İbn Ömer hadisini göstermiştir.[300]
Namazdan çıkan bu
zatın kim olduğu hakkında kesin bir bilgi olmamakla beraber Ebu Dâvûd
et-Tayâlisî bu zatın Hazm b. Ebî Ka'b olduğunu söylemiştir. Haram b. Milhân
olduğunu söyleyenler de vardır. Rivayete göre, Hz. Haram, Enes b. Mâlik'in
dayısıymış. Namazdan sonra hurma bahçesini sulamak istiyormuş. Bu sebeble
namazdan ayrılarak tek başına kılıp gitmiş. Namazdan ayrılmadığını, sadece
cemaatten ayrılıp namazını imamla kıldığı namazın üstüne bina ettiğini
söyleyenler varsa da bir delile dayanmıyorlar. Hem de Müslim'in rivayetinde bu
adamın selâm vererek namazdan ayrıldığı açıkça ifâde ediliyor.
Hadis-i şerifte geçen
"fettan" kelimesi, nefret ettiren manasında kullanılmıştır. Çünkü
namazda uzun okumak cemaatin namazdan çıkmalarına ve cemaatten nefret edip
uzaklaşmalarına sebep olur. Bazıları fettan sözüyle azab vermek manası kast
edilmiş olduğu görüşündedirler. Çünkü Hz. Muâz (r.a.) uzun okumakla cemaata
azab vermiştir.
Hadis-i şerifin
sonundaki Ebu'z-Zübeyr'in sözlerinden anlaşılıyor ki, aslında Resûl-i Zişan
Efendimiz, Hz. Muâz'a "Bakara Sûresi'ni okuyacağına A'la ve Leyi
surelerini okusaydın olmaz mıydı?" dediği halde, Râvî Amr, bu hadisi Hz.
Câbir'den naklederken, bu sûrelerin isimlerini unutmuş ve falan falan sûre
diye nakletmiştir. Sonra Ebu'z-Zübeyr bu durumu kendisine hatırlatarak;
"bu sureler A'la ve Leyi sureleri değil miydi?" deyince; "Öyle
zannediyorum ki Câbir bu sûreleri söylemişti ama ben unutmuşum" diye cevap
vermiştir.[301]
1. Ta'zır
cezası sözle de olabilir.
2. Cemaatin
dağılmasına sebeb olacak davranışlara karşı çıkmak caizdir.
3. İmam cemaatin
durumunu göz önünde bulundurmalı, okuyacağı sûrelerin uzunluğunu ona göre
tayin etmelidir.
4. Bir
namazı cemaatle iki defa kılmak caizdir. Her ne kadar bazıları hadisten bu
hükmü çıkarmışlarsa da, az önce rivayet ettiğimiz "Bir namazı bir günde iki
defa kılmayın" mealindeki İbn Ömer hadisi bu görüşü reddeder. 5. Cemaatin imamdan ayrılarak tek
başına namaz kılması caizdir. Şâfiîlerden bu konuda üç görüş nakledilmiştir:
a. Esah olan
kavle göre, kişi Özrü almasa bile cemaatten ayrılarak tek başına namaz
kılabilir.
b.
Kesinlikle cemaatten ayrılamaz.
c. Meşru bir
özürden dolayı cemaati terketmesi caizdir. İmamın uzun bir sûre okuması da
cemaati terk için meşru' bir özürdür.
İmam Ahmed'in de bu
mevzuda iki rivayet vardır. İmam Mâlik ile Hanefi âlimlerine göre cemaatin
imamdan ayrılmaları asla caiz değildir.
Bu hadis daha önce 599
numarada geçtiği halde, baba ile ilgisinden dolayı burada da zikredilmiştir.[302]
791. ...Hazm
b. Ebî Ka'b'dan (nakledildiğine göre:) akşam namazı kıldırmakta olan Muâz b.
Cebel'e uğradığında Peygamber (s.a.): "Ey Muâz fitneci olma, senin arkanda
yaşlı, zayıf, ihtiyaç sahibi ve yolcu (kimseler de) namaz kılmaktadır."
diye buyurmuştur.[303]
Bu hadis-i şerifte,
Peygamber (s.a.)'in Hz. Muâz'ı azarladığı namazın akşam namazı olduğu ifade
edilmektedir. Halbuki bu namazın yatsı namazı olduğuna dair pek çok hadis-i
şerif vardır. Nitekim bir önceki hadis-i şerifte de bu namazın yatsı namazı
olduğu geçmişti. Ve biz orada bu kelime farkına işaret ederek akşam namazı
sözüyle mecazen yatsı namazı kastedilmiş olabileceği gibi, azarlama
hadisesinin hem yatsı hem de akşam namazlarında da ayrı ayrı zamanlarda vuku'a
gelmesinin mümkün olduğunu ifâde etmiştik. Nitekim bundan önceki hadiste Muâz
b. Cebel (r.a.)'in söz konusu namazda Bakara Sûresini okuduğu ifade edilirken
Ahmed b. Hanbel'in Büreydetü'l-Eslemî'den rivayet ettiği bir hadiste Hz.
Muâz'ın okuduğu bu sûrenin yani el-Kamer sûresi olduğunun ifâde edilmesi, bu
olayın, ayrı ayrı zamanlarda tekerrür ettiğini ortaya koymaktadır.
Ahmed b. Hanbel'in
rivayet ettiği bu hadiste olay şöyle anlatılmaktadır: "Muâz b. Cebel
kavmine yatsı namazı kıldırırken sûresini okuduğu için bir adam daha namaz
bitmeden kalkıp tek başına namazını kılıp gitmiş. Bunun üzerine Hz. Muâz bu
adama karşı sert konuşunca adam da Hz. Peygamber'e gelerek bahçe sulamakta
olduğunu o anda su endişesiyle erken çıkmak mecburiyetinde kaldığını beyân
ederek özür dilemiş. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.) Muâz (r.a.)'a hitaben
"Şems ve Duhâ süreleriyle kıldırsaydın ya" buyurmuşlar."
Görülüyor ki, daha
önceki hadislerde Hz. Muâz'ın Bakara Sûresi'ni okuduğu ifade edilirken, burada
sûresini okuduğu ifade ediliyor ki, bu olayın ayrı ayrı zamanlarda tekerrür
ettiğini ifade eder. Aynı şekilde adamın cemaati terk edişindeki sebebin;
birinde işçi olması dolayısıyla kıraatin uzamasına tahammül edemeyişi
gösterilirken; diğerinde, suyun çokça gelip bahçeyi basmasından korkusunun
sebep olarak gösterilmesi de bu hâdisenin tekerrür ettiğine delalet eder. Yine
İmam Âhmed'în Enes'ten rivayet ettiği bir hadiste bu adamın bahçe sulamak
arzusuyla dışarı çıktığının ve Resûl-i Ekrem'in de Hz. Muâz'a "A'la ve
Şems sûrelerini okusaydın ya" buyurduğunun ifâde edilmesi bu olayın
muhtelif zamanlarda tekerrür ettiğini gösterir. Ancak Şurası muhakkak ki Muâz
Hazretlerinin kendisi bir defa uyarıldıktan sonra bu hatada ısrar etmemesi
gerekirdi. Böyleyken bu hatada ısrar etmesinin sebebi izaha muhtaçtır. Bunu şu
şekilde açıklamak mümkündür. Başlangıçta Resûl-i Ekrem'in, Hz. Muâz'ı uzun
sûre okumaması için ikaz etmesi, İslama yeni giren kimselerin cemaatten ve
îslâmiyetten soğumaları tehlikesinden ileri geliyordu. Daha sonraları
İslâmiyet gönüllere iyice yerleşince, Hz. Muâz, "artık uzun sûre okumakta
bir sakınca kalmadı" düşüncesiyle yine uzun sûre okumaktan çekinmemiştir.
Bu defa da Resûl-i Ekrem kendisini, arkasında yaşlı, zayıf, sıkışmış ve yolcu
olan kimselerin bulunabileceği gerekçesiyle tekrar ikaz etmek lüzumunu
hissetmiştir.
Buna göre zaruret
olmadıkça imamın yatsı namazında A'la ve Şems, Leyi gibi orta uzunluktaki
sûreleri okuması sünnettir. Çünkü yatsı istirahat ve uyku zamanına tesadüf eden
bir namazdır. Onu fazla uzatmaya cemaat her zaman tahammül edemez. Bununla
beraber akşam namazında olduğu gibi kısaltmak için de bir sebep yoktur.
Fettân'ın buradaki
manası, namazdan nefret ettiren demektir.Çünkü uzun sûre okumak cemaatin
namazdan çıkmalarına ve cemaatten tamamen nefret edip uzaklaşmalarına sebep
olur. Bazılarına göre ise, fettan kelimesinin buradaki mânâsı "azab
veren" demektir. Çünkü yatsı namazında uzun okuyan kimse cemaate azab
verir.[304]
792.
...Peygamber (s.a.)'in sahabilerinden birinin naklettiğine göre, Resûl-i Ekrem
(s.a.) bir adama; "Namazda ne okuyorsun?" diye sormuş. O da:
Şehadet getiriyorum ve
"Allah'ım senden Cennet'i istiyorum ve (Cehennemdeki) ateşten de sana
sığınırım" diyorum. Ama senin ve Muaz'ın nağmelerini beceremiyorum diye
cevap vermiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Biz de (senin
gibi) Cennet ve Cehennem ile ilgili şeyler söylüyoruz"[305]
Sözü geçen fakat ismi
açıklanmayan sahâbinin Ebû Hureyre (r.a.) Hazretleri olduğu İbn Mâce'nin, bu
hadisi naklederken verdiği senette açıklanmaktadır.
Hadis-i Şerifte geçen
"şehâdet getiriyorum" sözünün anlamı mecazen "ettehiyyatü
okuyorum" demektir. Ettehiyatü duası içerisinde şehâdet kelimesi geçtiği
için bu duanın bir parçası olan şehâdet kelimesi söylenmiş. Fakat duanın tümü
kast edilmiştir. "Nağme" ise, ağızdan çıkan ahenkli ve tatlı
seslerdir. Bu sözüyle Hz. Ebû Hureyre, Hz. Peygamber'in ve Muâz'ın gizlice
okudukları, bir söz ve ahenk hârikası ve şaheseri olan duaları tatlı bir
nağmeye benzetmiş ve bu duaları kendisinin beceremediğini ve ne olduğunu da
bilemediğini Fahr-i Kâinat Efendimiz'e güzel bir üslûb ile arz ederek cevabını
beklemeye başlamıştı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem; "Biz de senin yaptığın
gibi Cennet ve Cehennem'le ilgili dualar ederiz. Allah'tan bize Cennet'i nasip
etmesini ve Cehennem ateşinden de korumasını isteriz" diye cevap verdi.
Ebû Hureyre Hazretlerinin Resûl-i Ekrem'in duâsıyla birlikte Hz. Mu-âz'ın
duasından bahsetmesinin sebebi, Hz. Muâz'ın Ebû Hureyre'nin bulunduğu
mahallede imamlık yapmasına bağlanabilir.[306]
793.
...Câbir (r.a.), Muâz'ın olayını naklederek dedi ki; "Peygamber (s.a.)
bir gence; "Ey kardeşimin oğlu namaz kılarken ne yapıyorsun?” diye sordu.
(O da):
Fatiha okuyorum, bir
de Allah'dan Cennet'i istiyorum, (Cehennem) ateş(in)den de (yine) Allah'a
sığınıyorum. Senin güzel nağmelerinle, Muâz'ın nağmelerininse ne olduğunu
bilmiyorum, diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.):
“Gerçekten Ben de Muâz
da bu ikisi ile ilgili (isteklerde bulunmaktayız)" buyurdu veya buna
benzer bir şey (söyledi.)[307]
Resûl-i Ekrem (s.a.)
Efendimizin soru yönelttiği bu genç bir önceki hadis-i şerifte sözü geçen
kimsedir. Resûl-i Zişan'ın sorusuna
karşılık bu genç, ayakta iken Fatiha okuduğunu, oturduğu zaman da
"et-Tehiyyatü" duasını okuduğunu, fakat Resûl-i Ekrem'le imamlık yapmakta
olan Hz. Muâz'ın fevkalâde ahenkli dualarını anlayamadığını ifade etmiştir.
Bu gencin verdiği
cevapta aslında ayakta Fatiha okuduğu, oturduğu zaman da
"et-Tehiyyâtu" okuduğu açıklanmışsa da bundan önceki hadisin râvisi
Ebû Salih sadece "et-Tehiyyâtü"yü okuduğunu nakletmekle yetinmiş, konumuzu
teşkil eden hadisi nakleden Ubeydullah b. Miksen de sadece Fatiha okuduğunu
nakletmekle yetinmiştir.
Bazı nüshalarda
"genç" kelimesi geçmemektedir. Metinde geçen "bu ikisi"
sözünden maksat, Cennet ve Cehennem'dir. Yani "biz de senin yaptığın gibi
Allah'tan bize Cenneti nasip etmesini ve Cehennem'den korumasını
istiyoruz" demektir.
"Veya buna benzer
bir şey" sözü ve bu sözdeki şüphe, hadisin râvisine aittir. Râvinin bu
konudaki şüphesini söylemekteki maksadı Resûl-i Zîşân Efendimiz'in söylediği
sözün aslını araştırmaya teşviktir. Şârih Hattâbî, "bu ikisi"
sözüyle, bu gencin yapmış olduğu Cennet'i taleb ve Cehennem'den Allah'a sığınma
dualarının kasd edilmiş olmasına da ihtimal vermektedir. İbn Huzeyme, ve
Beyhakî'nin rivayet ettikleri bir hadiste ise bu gencin 790 no'lu hadis-i şerifte
geçen Hz. Muâz'ın arkasında yatsı namazı kılmakta iken uzun süre okuduğu için
cemaati terk eden ve bu yüzden cemaatin "sen münafık mısın?" itabına
mâruz kalan kimse olduğu ve "sen münafık mısın?” sözüne tahammül edemeyen
bu kimsenin sonra bir savaşta şehit olduğu bu yüzden de Hz. Muâz'ın; "ben
yanılmışım" diye çok acı duyduğu rivayet edilmektedir.[308]
794. ...Ebû
Hureyre'den rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sizden biriniz bir topluluğa namaz kıldıracak olursa, kısa kessin. Çünkü
onların içinde zayıf olanı, hasta olanı, yaşlı olanı, iş-güç sahibi olanı
vardır. Fakat yalnız kıldığı zaman, istediği kadar uzatsın."[309]
Açıklama
Bu mevzuda rivayet
edilen hadis-i şeriflerin tümü beraberce mütalaa edildiği zaman, imam için
namazı çok uzatmadan kıldırmanın mendub olduğu anlaşılır. Hatta bunun vâcib
olduğunu söyleyenler bile vardır. Fakat imamın uzun sûre okumasını isteyen
seçkin bir cemaate namaz kıldıran imamın uzun sûreler okumasında, rükû ve
sücudda teşbihleri artırmasında ise, herhangi bir sakınca yoktur. Nitekim
aleyhissalatü vesselam Efendimiz Hazretlerinin, sahâbîlerin bu meseledeki
aşırı istek ve rızalarını bildikleri için çok kere sûreleri uzattığı ve
teşbihleri çoğalttığı bilinen bir gerçektir. Fakat şurası da muhakkak ki
namazı kısa kıldıracağım diye namazın erkân ve âdabına riâyet etmemek de son
derece tehlikeli bir harekettir. Çünkü Resûl-i Ekrem rükû' ve sücûdunu tam
olarak yapmayan bir kimseye "dön de namazını yeniden kıl, çünkü sen namaz
kılmış değilsin" buyurduğu gibi[310]
diğer bir hadisinde de: "Rükû ile sücûdda belini dümdüz etmeyen kimsenin
namaz borcu düşmez"[311]
buyurmuştur. Namazı çok uzatmadan kıldıranlardan biri Enes b. Mâlik
Hazretleridir. Sa'd b. Ebî Vakkâs (r.a.)'da mescidde namaz kılarsa rüku' ve
secdeleri kısa tutardı. Evinde kıldığı vakitlerde ise, namazı, rükû ve sücûdu
uzatırdı. Niçin böyle yaptığı kendisinden sorulunca şu cevabı vermiştir:
"Biz imamız bize uyulur" demiştir. Zübeyr b. el-Avvâm ile Ammâr b.
Yâsir de namazı kısa kıldınrlarmış. Kendilerine bunun sebebi sorulduğu vakit,
"şeytan vesvese vermeden namazı bitirmek" gayesiyle böyle uzatmaktan
kaçındıklarını ifâde ederlermiş. Ebû Hureyre Hazretlerine; "Namazı niçin
böyle kısa kıldırıyorsun? Resûlullah da böyle kısa mı kıldırırdı?" denildiği
zaman; "Evet, bununla beraber ben, büsbütün onun namazına
benzetemiyorum" diye cevap vermiştir. Ömer (r.a.) şehadetine sebep olan
yaralan aldığı zaman Abdurrahman b. Avf Kevser Nasr süreleriyle namazı
kıldırmıştır.[312] Netice olarak:
1. Şâfiîlere
göre, imamın kıraati uzatması, cemaatin buna razı olduklarını açıkça
söylemeleri şartı ile sünnettir. Sabah namazı ile cuma namazı bunun
dışındadır.. Bu namazlarda cemaatin rızası şart değildir.
2.
Malikîlere göre şu şartlar bulunursa, imamın uzatması mendubtur:
a. Camide
fazla kalabalık bulunmamalıdır.
b. Cemaatin
buna razı olduğu ya hallerinden bilinmeli ve yahutta bunu istediklerini açıkça
ifâde etmiş olmalılar.
c. Cemaatten
birinin özrü bulunmamalı.
3.
Hanefîlere göre ise, cemaate ağır gelmeyeceğini bilirse, imamın kıraati uzatması
sünnet, ağır geleceğini bildiği halde uzatırsa mekruhtur. Hanefîlere göre,
Hucurât'tan Burûc'a kadar olan sûreler sabah ve öğle namazlarında okunur.
Yalnız öğle namazında sabahkinden biraz daha kısa tutulur. Bürûc'dan Beyyine
Sûresine kadar olan sûreler ikindi namazlarında okunur. Beyyine'den aşağısı da
akşam namazında okunur. Bu mevzuun geniş izahı 806 numaralı hadisin şerhinde
gelecektir. Ayrıca 791 no'lu hadisin açıklamasında da mevzumuzla alakalı
malumat vardır. Mufassal ve kısa sûrelerle ilgili bilgi için de 786 no'lu
hadisin şerhine bakılabilir.[313]
1. İmamın
namaz esnasında cemaatın durumunu gözetmesi, en zayıf olan kışının durumunu
nazar-ı itibara alması gerekir.
2. Nafile kılan
ve yalnız namaz kılan kişinin dilediği şekilde namazını uzatabileceğinin caiz
olduğuna delâlet etmektedir.[314]
795. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Biriniz bir topluma namaz kıldırdığı zaman, hafif tutsun.
Çünkü aralarında hasta, yaşlı ve ihtiyaç sahibi olan vardır."[315]
Bu hadisle ilgili
açıklama bir önceki
hadisin izahında geçtiğinden
burada tekrara lüzum görülmemiştir.[316]
796. ... Ammar
b. Yâsir (r.a.) demiştir ki: Peygamber (s.a.)'i şöyle buyururken işittim:
"Kişi namazı bitirirde kendisine ancak namazının onda bir (sevab)İ
dokuzda biri, sekizde biri, yedide biri, altıda biri, beşte biri, dörtte biri,
üçte biri, yansı (gibi namazdaki ihlâsına göre sevab) yazılır"[318]
İnsanların namazdan
kazandıkları sevap, namazdaki ihlâs ve huşûları nisbetindedir.Namaza bütün
kalbiyle yönelen ve kendini veren kimse namazın en küçük adabına varıncaya
kadar riâyet edeceği için eksiksiz sevab alacaktır. Fakat namazın farzlarına,
vâciblerine, sünnet ve adabına rivayette kusur eden kimsenin sevabı ise, ona
göre olacaktır. Nitekim İmam Ahmed'in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte
Peygamber (s.a.)'in: "Sizin içinizden bazı kimseler namazlarını tam olarak
kılarlar, bazıları yarısını, bazıları üçte birini, bazıları dörtte birini,
bazıları beşte birini kılarlar" dediği ve onda bire kadar saydığı"[319]
rivayet edilmiştir. Bu bakımdan insan namazda iken vâcib Teâlâ'ınn huzurunda
bulunduğunu bilmeli, okuduğu âyet ve duaların mânâsını iyiden iyiye düşünmeli,
Cenab-ı Hak'tan gayrisini kalbine getirmemeli ve huşu içinde bulunmalıdır.
"Namazda huşûlu olmalıdır" demek, namaz kılan kimsenin kendini bütün
varhğıyle namaza verip Allaha yönelmesi demektir ki, bunun zahirî ve bâtını
şartları vardır.
Zahirî şartları: Namaz
kılan kimsenin sakin olması, ayakta iken secde yerine rükû'da iken ayakları
ucuna, secdede burnunun ucuna, otururken de kucağına bakmak, sağa-sola
bakınmamak, elini yanlarına salmamak, namazın dışında bîrşeyle meşgul olmamak
ve imamın önüne geçmekten sakınmakla gerçekleşir. Butınî şartlar ise, namaza
durunca insanın kendisini Allah Teâlâ'nın huzurunda düşünerek okuduğu âyet, duâ
ve teşbihlerin mânâsını düşünerek, manevî bir ürperişle ilâhî bir atmosferin
kendisini sarmasıyla gerçekleşir. Ulemânın büyük çoğunluğuna göre namazın tam
olması huşû'-nun bulunmasına bağlıdır. Huşu'suz namaz eksiktir. Huşu' azaldıkça
namazın sevabı da hadis-i şerifte ifade edildiği gibi sıfıra doğru duşuş kayd
eder. Bazıları "huşu namazın bir rüknüdür" demişlerse de, gerçekte
huşu, namazın sıhhatinin şartı değil, ancak sevabının şartıdır.[320]
797. ...Atâ
b. Ebî Rebâh'dan rivayete göre Ebû Hureyre (r.a.) şöyle demiştir: Her namazda
Kur'ân okunur. Peygamber (s.a.)'in bize duyurduğunu biz de sizlere
duyuruyoruz. Bizden gizlediğini biz de sizden gizliyoruz.[321]
Bu hadis-i şerif, imam
Ahmed'in Müsned'i ile Müslim'in Sahih'inde, "her namazda kıraat
vardır" şeklinde rivayet edilmiştir. Bundan, kıraatin her namazda farz
olduğu anlaşılır. Bu hadis Müslim'in diğer bir rivayetinde; "Resûl-i
Ekrem (s.a.) namazın tümünde okurdu" şeklindedir. Müslim'in bu rivayeti
namazın her rekatında Kur'ân okunmanın farz olduğunu ifâde eder. Bütün rivayet
farklarıyla beraber hadis-i şerif, "hiç bir namazda Kurarı okunmaz"
diyenlerle, "öğle ile İkindi namazlarında kıraatin farz olduğunu"
inkâr edenlere karşı bir hüccettir.
"Resûl-i Ekrem'in
bize duyurduklarını biz de sizlere duyuruyoruz" sözü, bu hadisin hükmen
merfu bir hadis olduğunu gösterir. Çünkü bu sözün mânâsı, "kıraatin
nerelerde açık nelerde gizli olacağını biz Resul-i Ekrem'den aldık, aldığımız
gibi de size gösteriyoruz" demektir. Ayrıca bu sözden cehrî okunacak yerde
cehrî, gizli okunacak yerde de gizli okumak gerektiği anlaşılır. Tahâvî'nin
rivayetinde Ebû Hureyre'nin şöyle dediği naklediliyor: "Resûl-i Ekrem bize
imam olurdu da bazen gizli bazen da açıktan okurdu. Açık okuması akşam, yatsı,
sabah, cuma, bayram namazlarında, gizli okuma s id a öğle ve ikindi
namazlarıyla akşamın üçüncü, yatsının son iki rekât-leri gibi yerlerde
olurdu." Bunlar, üzerinde ulemânın ittifak ettiği meselelerdir. İstiska
namazında Ebû Yûsuf, Muhammed, Şafiî ve İmam Ahmed'e göre sesli okunur. Ay ve
güneş tutulması namazlarında Ebû Hanife ile Muhammed'e göre gizli, Ebû Yûsuf'a
göre sesli, Şafiî'ye göre güneş tutulmasında gizli; ay tutulmasında açık
okunur. Diğer nafile namazlara gelince gündüz kılınan nafilelerde açık
okunamaz. Gece kılman nafilelerde ise, gizli veya açık okumak ihtiyarîdir. İmam
Nevevî'nin beyânına göre, gece kılınan nafile namazları hakkında Şafiî
mezhebinde iki görüş vardır:
1. Açık
okunur; 2. Açık veya gizli okumak
ihtiyarîdir.
Yalnız başına namaz
kılan kimsenin, sesli kılınan sabah, akşam, ve yatsı namazlarını sesli kılması
Malikîlere ve Şafiîlere göre müstehabtır. Ebû Hanife'ye göre ise, ihtiyarîdir.[322]
798. ...Ebû
Katâcle'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.) bize namaz kıldırırdı da öğle ve
ikindi namazlarının ilk iki rekâtlarında Fatiha'yla beraber iki sûre okurdu.
Bazan da bize âyeti işittirirdi. Öğle namazında birinci rekâtı uzun, ikinciyi
kısa tutardı. Sabah namazında da böyle yapardı.[323]
Ebû Dâvûd dedi ki:
(Râvi) Müsedded, Fatiha ile sûreden söz etmedi.[324]
Bu hadis-i şerif öğle
ikindi ve sabah namazlarında okunacak Kur'ân'ın miktarını ve mâhiyetini beyân
etmektedir.
"Fatihayla
beraber iki sûre okurdu" sözüden maksat, "birinci rekatta Fatihadan
sonra bir sûre, ikinci rekatta da yine bir sûre olmak üzere ilk iki rekatte
toplam iki sure okurdu" demektir. Bu ifâdeden aynı zamanda, namazda kısa
bile olsa bir sûreyi tam olarak okumanın, uzun bir sûrenin bir bölümünü
okumaktan daha faziletli olduğu anlaşıldığı gibi, sûre okumanın sadece birinci
ve ikinci rekâtlara tahsis edildiği de anlaşılır. Nitekim ulemânın büyük
çoğunluğu bu görüşte olduğu gibi, İmam Şafiî'nin eski mezhebi 4e böyledir.İmam
Şafiî (r.a.)'nin sonraki içtihadına göre ise sürenin dört rekâtlı namazların
üçüncü ve dördüncü rekâtlarında, üç rekatlı namazların da üçüncü rekâtında
Fâtiha'dan sonra okunması müstehabdır. Şafiî Hazretlerinin bu görüşü Ebû Hâmid
ve el-Hâvî sahibi tarafından nakledilmiştir. Sûre okumanın müstehab olduğuna
dâir İmam Şafiî'nin delili Müslim'in rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir:
"Peygamber (s.a.) öğle namazının ilk iki rekâtının her birinde otuzar âyet
kadar, son rekâtlarında ise on beşer âyet yahut bunun yarısı kadar okurmuş.
İkindi namazının ilk iki rekatından her birinde on beşer âyet kadar; son
rekâtlarında da bunun yarısı kadar okurmuş"[325]
İmam Şafiî Hazretlerine göre, bu hadis namazda Fâtiha'dan sonra sûre okumanın
müstehab olduğuna ve bunun miktarının da en az yedi âyet olduğuna delâlet
etmektedir.
"Bazan da bize
âyeti işittirirdi" cümlesi ise, Buhârî'de; "bazen biz âyeti
işitirdik" şeklinde rivayet edildiği gibi, Nesâî'de "Lokman ve
Zâriyât Sürelerinden (okuduğu) bir âyetten sonra diğer bir âyeti
işitirdik" şeklinde rivayet edilmektedir. Bu rivayetler gizli okunması
gereken namazlarda isterse bile bile olsun Fatiha' dan veya sûreden bir âyeti
sesli okumanın bir sakıncası olmadığını, bu durumun sehv secdesini
gerektirmediğini ifâde etmektedir. Ancak aksini iddia edenler de vardır. Bu
bakımdan bu hadis, "öğle ve ikindi namazlarında gizli okumak namazın
sıhhatinin şartıdır" diyenlerin aleyhine bir delildir.
Bu mevzuda Nevevî
şunları söylemektedir: "Bu hadis gizli okunan namazlarda sesli okumanın
da caiz olduğuna delâlet ettiği gibi böyle namazlarda gizli okumanın namazın
sıhhati için şart olmadığına da delâlet eder. Ayrıca bu şekilde bir âyeti
seslice okuyuvermek namazdaki tefekkür ve huşu' neticesinde meydana gelmiş de
olabilir."
Tîbî'ye göre ise,
buradaki "işittirmek"ten maksat okunan kelimelerin sadece hangi
sûreden ve hangi kelime olduğu fark edilmeyecek kadar sesi yükseltmektir.
Hanefî ulemâsına göre,
namazda gizli veya yerine göre sesli okumak vâcibtir. Ancak bir veya iki âyeti
sesli okumak kıraati gizli olmaktan çıkarmaz. Resûl-i Ekrem (s.a.)'in ender
olarak böyle bir veya birkaç âyeti okuması, bunun caiz olduğunu beyân etmek
maksadına bağlanabilir.[326]
"Öğle namazında
birinci rekatı uzatır, ikinciyi kısa tutardı..." sözünü Abdürrezzak'm
Ma'mer'den rivayet ettiği şu 800 no'Iu hadis-i şerif güzel açıklar.
"Peygamber (s.a.) halkın cemaate yetişebilmesini sağlamak için birinci
rekatı uzatırdı." Yine Abdurrezzak'ın İbn Cüreyc vasıtasıyla rivayet
ettiği bir haberde Atâ'nın şöyle dediği ifâde ediliyor: "Cemaat iyice
çoğalıncaya kadar imam birinci rekati uzatmalıdır. Ben bunu arzu
ediyorum." Birinci rekatı uzun tutmanın hikmetini birinci rekatta cemaatin
kendisini daha çok namaza verdiğine ve daha çok huşulu olduğuna, ikinci rekatta
ise, bunun nisbeten azalabileceğine bağlayanlar da vardır.
Nitekim Sevrî, Malikî
mezhebi âlimleri ve Muhammed b. el-Hasen ile bir çok Şafiî uleması birinci
rekatta, ikinci rekattan daha uzun okumanın müstehab olduğu görüşündedirler.
Delilleri de konumuzu teşkil eden hadis-i şerifler ile birlikte, Müslim'in
rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: "Vallahi öğle namazına durulurdu da
bir kimse Bakî'a gider abdest bozar, sonra abdest alır gelir; Resuluilah (s.a.)
ilk rekatı uzattığından hala ilk rekatta bulunurdu."[327]
Bazıları da:
"Müstehab olan her iki rekatta okunan âyet miktarının eşit olmasıdır"
demişlerdir. Bunların delilleri de İmam Ahmed ve Müslim'in Ebû Saîd
el-Hudrî'den rivayet ettikleri şu hadis-i şeriftir: "Peygamber (s.a.) öğle
namazının ilk iki rekâtının her birinde otuzar âyet kadar, son rekatlarında ise
on beşer âyet yahut bunun yansı kadar okurmuş, ikindi namazının ilk iki
rekatından her biri de on beşer âyet kadar, son rekatlarında bunun yansı kadar
okurmuş."[328]
Nitekim Ebû Hanife ve
Ebû Yûsuf bu görüştedirler. Ancak bu iki büyük imam sadece sabah namazında
birinci rekatın ikinciden daha uzun tutulmasının müstehab olduğunu söylerler.
Nitekim Muhammed Zihni Efendi Ni'met-i İslâm isimli eserinde bu meseleyi şöyle
ifade ediyor: "Ancak sabah namazının birinci rekatını ikinci rekattan
istihbaben üçte iki veya üçte bir nisbetinde uzun okumaktır. Bu ölçü bazan
âyetlerin adedi, bazan kelimeler ve bazan harfler itibariyle değişik
olabilir."[329]
Bu imamlara göre bu
hadis-i şerifte geçen öğle ve ikindi namazlarında Resul-i Ekrem (s.a.)'in
birinci rekatı, ikinci rekattan daha uzun tutmasının mânâsı, birinci rekatta
ikinciden fazla olarak sübhâneke okuması ve eûzu çekmesidir. Birinci rekatta
daha uzun okunacaktır diyenlerle her iki rekatta okunacak âyet miktarı eşit
olacaktır diyenlerin arasını el-Beyhakî şöyle uzlaştırmıştır: "Şayet
cemaate bazı kişilerin daha gelmesi bekleniyorsa imam birinci rekatı uzatabilir.
Böyle bir durum söz konusu değilse, her iki rekatı da eşit tutar."
Hadiste geçen
"sabah namazında da böyle yapardı" sözü, sabah namazında imam
birinci rekatta ikinci rekattan daha uzun okur diyen imam Ebû Yûsuf ile Ebû
Hanife'nin görüşünü desteklemektedir. Bu meselede İbn Hümâm diyor ki:
"Sabah namazında birinci rekatın ikinci rekattan uzun olmasının öğle ve
ikindi namazlarına benzetilmesi uzunluğun miktarı bakımından değildir. Sadece
birincisinin ikinciye nisbetle daha uzun oluşu yönündendir. Bu da bilindiği
gibi öğle ile ikindide sadece sübhâneke ve eûzu farkıdır. Sabah namazında ise,
birinci rekatla ikinci rekat arasındaki fark üçte iki veya üçte bir
nispetindedir denebilir.[330]
1. Namazda
Fatiha'dan sonra sûrenin sessiz okunan namazlarda bazı ayetlerin sesli okunması
namaza zarar vermez.
2. Birinci
rekatlarda ikinciye nispetle daha uzun okumak caizdir.
3. İbn Dakîk
el-îd'e göre bu hadis aynı zamanda bilinenden hareketle bilinmeyen hakkında hüküm
vermenin caiz olduğuna da delâlet eder. Çünkü bir sûrenin tek bir âyetini
işitince diğer âyetlerinin de sessizce okunduğuna hükmetmek, elde kesin bir
delil olmadığı halde bilinenlere bakarak bilinmeyenler hakkında hüküm vermekten
başka bir şey değildir.[331]
799. ...Ebû
Katâde'den (şu bir önceki hadisin) bir kısmı rivayet edilmiş (bu rivayete râvi
el-Hasen b. Ali) şunu ilâve etmiştir: "Son iki rekatte de Fâtiha'yı
okurdu." (Râvi el-Hasen) Hemmâm'dan rivayetinde ise bu hadise (şunu da)
ilâve etmiştir. (Hemmâm) dedi ki; ilk rekâtta (kıraati) ikinci rekattan daha
çok uzatırdı, ikindi namazında da sabah namazında da böyle yapardı.[332]
Bu hadis-i şerif bir
önceki hadisin devamı mahiyetindedir.Râvi el-Hasen bir önceki hadis-i şerifi,
Yezîd b. Harun'dan; "Bazan bize âyeti işittirirdi" sözüne kadar
rivayet etmiş ve fazla olarak da şunları nakletmiştir; "Ve son iki
rekatta Fatiha okurdu." Bu fazlalığı bir de Müslim, Sahih'inde şu mânâya
gelen lafızlarla rivayet etmiştir:
"Bize Ebû Bekr b.
Ebî Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yezid b. Hârûn rivayet etti. (Dedi ki):
Bize Hemmâm ile Ebân b. Yezid, Yahya b. Kesîr'den o da Abdullah b. Ebî
Katâde'den; o da babası (Katâde)'den naklen haber verdi ki; Hz. Peygamber
(s.a.) öğle ile ikindi namazlarının ilk iki rekatlarında Fatiha ile bir sûre
okurdu. Bazan da âyeti bize işittirirdi. Son iki rekatlarda ise yalnız
Fâtiha'yı okurdu."[333]
el-Hasen'in
rivâyelindeki bu fazlalık Müslim'in rivâyetindeki Ebû Bekr b. Ebî Şeybe'nin
yaptığı ilâveye aynen benzemektedir. Ancak şurasını unutmamak lâzımdır ki,
müellifin bahsettiği el-Hasen'e ait fazlalık, Müsedded ile İbnü'l-Müsennâ'nın
rivayetleri olan bir önceki hadise nisbetledir. Netice olarak el-Hasen'in
rivayetinde sadece Resûl-i Ekrem'in son iki rekatta bir de Fatiha okuduğu
ilâvesi bulunmaktadır. el-Hasen'in Yezid b. Hârûn vasıtasıyla Hemmâm'dan
yaptığı rivayette ise şu fazlalık da vardır; "İlk rekâtta (kıraati)
birinci rekattan daha çok uzatırdı, ikindi ve sabah namazlarında da böyle
yapardı"
Müellifin bu fazlalığı
sadece Hemmam'a isnad etmesi, bu hadisi Hemmam'la beraber nakleden Ebân b.
Yezid el-Attâr'm rivayetinde bu fazlalığın bulunmadığı kanaatini uyandırıyorsa
da aslında bu ilâve her ikisi tarafından da rivayet edilmiş, fakat Müslim
senedi kısalttığı için bunların isimlerinden söz etmemiştir. Müslim'in sadece
Ebân'ın lafızlarını, Buhârî'nin de sadece Hemmâm'ın lâfızlarını nakletmiş
olmaları ihtimali de vardır.
Bu hadisle ilgili
hükümler bir önceki hadisin izahında geçmiştir.[334]
800. ...Ebû
Katâde'den; demiştir ki: "Biz Resûlullah (s.a.)'ın (namazın birinci
rekatını) bu şekilde (uzatarak) cemaatin, birinci rekatta yetişmesini arzu
ettiği kanaatine vardık."[335]
Ebû Katâde (r.a.)
Resûl-i Zişân'ın namazın birinci rekatında ikinci rekata nispetle daha uzun
okuduğuna dâir 798 ve 799 no'Iu hadisleri rivayet ettikten sonra bu hareketin
hikmetini beyân için bu sözleri söylüyor. Buradan anlaşılıyor ki; içlerinde Ebû
Katâde'nin de bulunduğu cemaat, Resûl-i Ekrem'in birinci rekatta daha uzun
okumasını, birinci rekata daha çok cemaatin yetişmesi arzusuna bağlamışlardır.
798 numaralı hadisin izahında da ifâde ettiğimiz gibi birinci rekatta insan
daha dinç olduğu için okunan âyet-i kerimeleri daha iyi dinler ve dolayısıyla
mânevi bir havaya kendisini daha çok kaptırır. Namazın özü sayılan ihlâs ve
huşu kendisini daha çok sarar ama ikinci ve daha sonraki rekatlarda şeytanın
vesvesesi insana arız olarak bu duyguların kaybolmasına sebeb olabilir.[336]
801. ...Ebû
Ma'mer'den; demiştir ki: Biz Habbab'a;
Hz. Peygamber (s.a.)
öğle ve ikindi namazlarında Kur'ân okur muydu, diye sorduk. O da:
Evet, dedi. Biz;
Bunu nasıl
anlıyordunuz? dedik;
Peygamber (s.a.)'in
sakalının hareket etmesinden, diye cevap verdi.[337]
Bu hadis-i şeriften
anlaşılıyor ki öğle ve ikindi namazlarında Fahr-i Kâinat Efendimiz sessiz
okuduğu için okunan Kur'ân işitilmediğinden sahabe-i kiram (r.a.) hazretleri,
öğle ve ikindi namazlarında Kur'ân okunup, okunmayacağı konusunda şüpheye
düşmüşler ve bu meseleyi huzur-i risâlet penâhîde en çok bulunmak şeref ve bahtiyarlığına
eren ilk müslümanlardan Habbâb (r.a.) Hazretlerine sormayı uygun bulmuşlar:
Metinde görüldüğü gibi Habbâb (r.a.) Hazretleri de onlara olumlu cevap vererek
bu mevzudaki şüphelerini izâle etmiştir. Buhârî şârihi Kirmânî'ye göre ise,
sahâbe-i Kiram'ın bu mevzudaki şüphesi sadece Fatihadan sonra ne okunacağı
mevzusuyla ilgiliydi. Ancak Resûl-i Ekrem'in sakalının hareket etmesi öğle ve
ikindi namazlarında Kur'ân okuduğuna hükmetmek için yeterli bir sebep değildir.
Çünkü Resûl-i Zişânın sakalının hareket etmesi namaz içerisinde teşbih ve
zikirle meşgul olmasından da ileri gelebilir. Bu bakımdan sakalın bu
hareketinin kıraatten ileri geldiğini kesinlikle ortaya koyabilecek bir delile
ihtiyaç vardır. Her halde Habbâb (r.a.) Hazretleri bu namazları akşam, yatsı ve
sabah namazları gibi sesli kılınan namazlara kıyas ettiği için bu hükme
varmıştır. Bu ise yeterli bir delil değildir. Ancak bundan önce 798 numarada
geçen hadisin, "Bazan da bize âyeti işittirirdi" cümlesi bu kıyasa
ilâve edilirse işte o zaman, Resûl-i Ekrem'in öğle ve ikindi namazlarında da
Kur'ân okuduğuna kesinlikle hüküm etmek mümkün olur.[338]
1. Öğle ve
ikindi namazlarında da kıraat vardır.
2. öğle ye
ikindi namazlarında kıraat sessizdir.
3. Cemaatin imamın
hareketlerini gözleriyle takip etmesi caizdir. Nitekim Mâliki âlimlerine göre
ayakta iken secde edeceği yere değil, imamına bakar. Bu hadis bu meselede
Malikîler için bir delildir. Onlar, "şayet imamın hareketlerini gözle
takip etmek gerekmeseydi çenesinin hareket ettiğinin farkına varmak mümkün
olmazdı" diyorlar. Hanefiyye ve Şâfiiyyeye göre ise, cemaatin ayakta iken
secde yerine bakması sünnettir. Çünkü huşu'a en uygun hal budur. Nitekim
"Ben nasıl namaz kılıyorsam, siz de öyle kılınız"[339] buyurularak
namazda sağa sola, karşıya bakmak yasaklanmıştır. Hz. Peygamber gibi namaz
kılmak ancak namazı huşu içinde kılmakla gerçekleşir. Hanefilere göre rukû'da
iken ayaklara, secdede iken buruna, teşehhudde iken kucağa bakmak lâzımdır.
Ancak bundan Ka'be müstesnadır. Zira Ka'be'ye bakmak başlı başına bir
ibâdettir.[340]
802.
...Abdullah b. Ebî Evfâ[341]
'dan rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) öğle namazının birinci
rekatında, ayak sesi duymaz oluncaya kadar kıyamda dururdu.[342]
Her zaman!ümmetini
gözeten Fahr-i Kâinat Efendimiz ümmetinin kazanacağı büyük ecir ve sevabı
hesaba katarak birinci rekatta okuduğu Kur'ânı ikinci rekata nispetle
uzatmıştır. Hatta birinci rekattaki bu okuma namaza gelmekte olan kimselerin
ayak seslerinin iyice kesilmesine kadar devam etmiştir. Bu hadis-i şerif sabah
namazlarında olduğu gibi öğle namazlarında da birinci rekatta kıraatin ikinci
rekâta nispetle daha uzun olacağını ifade etmektedir. Her ne kadar hadisin
râvilerinden birinin kimliği bilinmediğinden dolayı hadis zayıf ise de 800
numaralı hadis-i şerif bu hadisi desteklemektedir. Nitekim İbn Ebî Şeybe'nin
aynı senetle Ibn Ebî Evfâ'dan naklettiği bir hadiste de Resûl-i Ekrem (s.a.)'in
ayak sesi işittikçe (kıraate devam edip) cemaati beklediği ifade edilmektedir.
Biz bu mevzuda mezheplerin görüşlerini delilleriyle birlikte 798 numaralı
hadis-i şerifin açıklamasında verdiğimizden burada tekrara lüzum görmüyoruz.[343]
803.
...Câbirb. Semure'den demiştir ki: Ömer (r.a.), Sa'db. Ebî Vakkâs'a;
"Gerçekten halk
senden namaza varıncaya kadar her konuda şikâyet etmektedir, dedi. (O da):
Ben (namazın) ilk iki
rekâtını uzatırım, son iki rekatini da kısa tutarım. Peygamber (s.a.)'in
namazına uymakta kusur etmem diye cevap vecdi. (Hz. Ömer de):
Senden beklenen de
budur, dedi.[344]
Sa'd b. Ebî Vakkâs
(r.a.) Kûfe'de vali iken câhil çöl arapları
tarafından Halife Hz. Ömer'e şikâyet edilmişti. Bu çöl arapları Hz.
Ömer'in tabiriyle "namaza varıncaya kadar her mevzuda Hz. Sa'd'dan
şikâyetçiydiler." Hz. Sa'd aleyhindeki başlıca şikâyet onun namazı sünnete
uygun olarak kıldırmamasıdır. Hz. Ömer bunu kendisinden sormuş Hz. Sa'd ona
ikna edici cevabı vermişti. Kendisi Resûl-i Ekrem gibi ilk rekâtta çok
duruyor, son iki rekâtı hafif tutuyordu. Yani son iki rekâtta ya kıraati
hazfediyor, yahut kıraati kısa kesiyordu. Onun sözünden kıraati hazfettiğini
(kaldırdığını) anlayanlar bu hadisi son iki rekatta kıraatin olmadığına dair
delil gösterirler. Son iki rekatta rıkaatı farz görenler ise, Hz. Sa'd'ın
"hazfederim" sözünü "kıraati kısa keserim" mânâsına alarak
bu hadisin kendileri için bir delil teşkil ettiğini söylerler.
Bütün bunlardan
anlaşılıyor ki, bazı cahil çöl arabları her rekatta kıraatin eşit miktarda
okunacağını zannederek bu büyük sahabîyi Halife Hz. Ömer'e şikâyet etmişlerdi.
Hz. Sa'd, aleyhinde vuku' bulan bu ithamdan müteessir olarak, "namazı da
bir takım bedevilerden mi öğreneceğim?" demişti.
Hz. Ömer, Sa'd'ın ikna
edici sözlerini duyunca, "zaten bizim de senin hakkındaki kanaatimiz
budur" veya "senden beklenen de budur" diye karşılık vermiş,
memnuniyetini bildirmiştir.
Hz. Sa'd aleyhindeki
ikinci iddia onun, gaziler arasında ganimetleri eşit dağıtmamasıydı. Gerçi
ganimetin gaziler arasında eşit miktarda dağıtılması gerekir. Fakat devlet
reisi veya vekili durumunda olan kimse, gördüğü bir maslahattan dolayı bazı
gazileri taltif edebilir. Bu maslahatın sadece devlet yetkilisi tarafından
bilinmesi yeterlidir. Fakat bedevilerin, özellikle hased ve garaz sahihlerinin
bu gibi ince ve ilmî meselelere akıl erdirememesi gayet tabiîdir. Üçüncü iddia
onun halk arasında hüküm verirken adaleti gözetmediği idi.
Bilindiği gibi Hz.
Sa'd, İmam Mâlik'in ifadesiyle kıyamete kadar kendisinden sonra gelecek
olanların en adaletlisi idi. Onun için Hz. Sa'd, aleyhindeki bu iftiradan son
derece müteessir olmuş ve iftiracı Üsâme'ye karşı ellerini kaldırarak
"madem ki böyle söyledin, ben de vallahi senin aleyhine üç dua edeceğim
dinle! İlahi senin bu kulun yalancı ise, bu sözü riya-süma için ayağa kalkıp
söylediyse, ömrünü uzat, fakir kıl, fitnelere uğrat" dedi. Sonraları o
adama halinden sorulduğu vakit, "Kocamış, fitneye uğramış, zavallı bir
fakirim, Sa'd'ın duası bana isabet etti" derdi. Abudullah b. Umeyr der ki,
"sonraları O'nu ben de gördüm, ihtiyarlıktan kaşları gözlerine sarkmış
olduğu halde, yolda kendisine rast gelirdim. Kızlara sataşır, onları çimdikler
ve rüsvay olurdu." Hakikaten iftiracı Usame b. Katâde halk arasında rüsvay
olmuş, hem fakir düşmüştü, hem de bakmakla mükellef bulunduğu
On bir tane kızı
vardı. Fitnesi kadın yüzündendi. Kadın sesi duyar duymaz hemen o tarafa döner,
rezaletten haya etmezdi. Kendisini ayiplayanlara "ne yapalım Sa'd'ın duası
beni böyle yaptı" derdi. Gençliğinde de her kopan fitnede parmağı
bulunurdu.
Hz. Sa'd'ın aleyhinde
vuku bulan şikâyetler arasında O'nun güya ganimetlerden beşte birinin
satışında bazı kişilere iltimasta bulunduğu, çarşıya yakın bir yerde bina
ettiği köşküne, çarşının gürültüsünün kendisini rahatsız etmemesi için
tahtadan kapı yaptırmış olduğu, ava merakı yüzünden savaşlara çıkmadığı gibi
asılsız bir takım suçlamalar da vardı. Yalnız Hz. Sa'd'ın konağına kapı
yaptırarak halk ile arasına bir engel koymuş olması padişahların hâline
benzemek gibi olduğundan Hz. Ömer'in üzüntüsüne yol açmıştı. Bundan dolayı
konağın kapısının derhal sökülerek yıkılmasını emretmiş, görevli müfettişler
konağa yapılan bu kapının dışında hiç bir iddianın doğru olmadığını tespit
ederek Hz. Ömer'e bildirmişlerdir. Hz. Ömer yine aynı göreve devam etmesini Hz.
Sa'd'a rica etmişse de Hz. Sa'd, bunu bir daha kabul etmemiştir.[345]
1. Üç veya
dört rekâtli farzların ilk iki rekâtlarında kıraat farz, son rekatlarında ise,
farz değildir. İmam Ebu Hanife ve onun görüşünü tercih edenler bu hadisi delil
getirerek dört ve üç rekâtli farz namazların üçüncü-dördüncü rekâtlarında
kıraatin farz olmadığım söylemişlerdir. Bundan dolayıdır ki, "Hidâye
sahibi ile diğer Hanefî uleması farz namazı kılan bir kimse hakkında "son
rekatlarda isterse bir Fatiha okur, dilerse teşbih eder yahutta susar"
demişlerdir. Bu görüş Hz. Ali, İbn Mes'ûd ve Âişe'den de rivayet edilmiştir.
2.
Memurlarından biri şikâyet edilince yönetici, müfettiş göndererek şikâyeti
yerinde tetkik ettirir. Müfettiş o yerin fazilet sahiblerinden olayı soruşturur.
3. Şikâyete
maruz kalan kişi, şikâyet edildiği konuda, töhmetten kurtulmak için etraflı
bir savunma yapabilir.[346]
804. ...Ebû
Said el-Hudrî'den; demiştir ki: Biz Peygamber (s.a.)'in öğle ve ikindi
(namazlarındaki) kıyamını tahmin ederdik. Öğlenin ilk iki rekatındaki kıyamını
(meselâ) elif lam mim tenzîl Secde sûresi kadar, (yani) otuz âyet miktarında
olduğunu tespit ederdik. Son iki rekattaki kıyamını da bunun yansı kadar
tahmin ederdik, İkindi (namazının) ilk iki rekatındaki kıyamını öğlenin son iki
rekatı kadar tahmin ederdik. İkindinin son iki rekatındaki kıyamını da öğlenin
son iki rekatının yarısı kadar tahmin ederdik.[347]
Bu hadis-i şerif öğle
ve ikindi namazlarının ilk iki rekatlarında ne kadar Kur'ân okunacağını,
kıyamın ne kadar uzatılacağını beyân etmektedir. îmam Nevevî diyor ki;
"Ulemânın beyânına göre Resûl-i Ekrem (s.a.), namazı cemaatin durumuna
göre uzun veya kısa kıldırırdı. Bazan namazı uzatmak istediği halde çocuk
ağlaması gibi bir sebepten dolayı kısa keserdi."
Bazıları Resûl-i
Ekrem'in genellikle namazı uzatmadığını, namazı uzatmasının pek nâdir olduğunu
söylerler ve "uzun kıldırması bunun caiz olduğunu göstermek için, hafif
kıldırması da efdal olduğunu bildirmek içindir" derler. Gerçekten
Resûlullah (s.a.)'in cemaat içinde hasta, zayıf ve iş-güç sahibi kimselerin
bulunduğunu sebep göstererek, namazı uzatmayı emretmesi de bunu gösterir.
Netice olarak "sünnet olan namazı kısa kıldırmaktır" denebilir.
Hadis-i şeriften anlaşılıyor ki, Sahabe-i kiramın tahminine göre Resûl-i Zîşân
Efendimiz öğle namazının ilk iki rekatında Elif-Lâm-Mim Secde Sûresi
uzunluğunda otuz âyet, son iki rekatında ise, ilk iki rekatta okuduğunun
yarısı yani on beş âyet kadar okurmuş. İkindi namazının ilk iki rekatında ise,
öğle namazının son iki rekatında okuduğu kadar on beş âyet son ita rekatında
da bunun yarısı kadar okurmuş.[348]
1. Bütün
namazlarda ilk rekatın ikinciden uzun tutulacağını söyleyenler bu hadis-ı
şerifi delil getiriyorlar. Nitekim İmam Şafiî de bu görüştedir. Bazıları bütün
rekatların birbirine eşit olacağını söylemişlerdir. İmam Ebû Hanife ile Ebû
Yûsuf'a göre yalnız sabah namazının ilk rekatı ikinci rekatından uzun tutulur.
İkinci rekatı birinci rekattan uzun tutmak ise, ulemânın ittifakıyla
mekruhtur. Yalnız İmam Malik'in bunda bir sakınca girmediği rivayet olunur. Bir
kimse gizli okunacak namazda unutarak aşikâr ve aşikâr okunacak namazda gizli
okursa, İmam Ebû Hanife'ye göre, vacibi terk ettiğinden sehv secdesi lâzım
gelir.
2. İkindi
namazında okunan âyetlerin uzunluğu, öğle namazında okunan âyetlerin
uzunluğunun yarısı kadardır. Öğle namazının ilk iki rekatında on beş, son iki
rekatında da bunun yarısı kadar okunur.
3. Öğle ve
ikindi namazlarının üçüncü ve dördüncü rekatlarında da Kur'-ân okunur. Öğle namazlarında
ikindiye nispetle daha uzun Kur'ân okunmasındaki hikmet, öğle vaktinin uyku
vakti olmasındandır. Birinci ve ikinci rekatlarda uzun sûreler okunmak
suretiyle namaza ve özellikle ilk iki rekata yetişmeleri sağlanmış olur. Üçüncü
ve dördüncü rekatlarda Resûl-i Ekrem'in Kur'ân okuması bunun sünnet olduğunu
beyân için değil de,caiz olduğunu beyân içindir. Hanefîlerin görüşü budur.
Çünkü Resûl-i Ekrem öğle ve ikindi namazlarının son iki rekatında sadece Fatiha
okurdu. Câbir b. Abdullah hadisi buna delildir.[349]
805.
...Câbir b. Semure'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.) öğle ve ikindi
(namazlarında): surelerini ve bunlar kadar olan diğer sûreleri okurdu.[350]
Bu hadis-i şerif, Resûl-i
Zişân Efendimiz'in öğle ve İkindi namazlannda Tarık süresiyle Bürûc sûrelerini
veyahutta bunlara denk uzunlukta olan evsat-i mufassal denilen surelerden
birini okuduğunu beyân etmektedir. Biz 786 numaralı hadisin açıklamasında,
sûrelerin uzunluk bakımından kısımlarını beyân etmiştik. Bilindiği gibi cemaate
ağır gelmeyeceği bilinirse, imamın kıraati uzatması Hanefî mezhebine göre sünnettir.
Ağır geleceğini bildiği halde uzatması ise, mekruhtur. Diğer mezheb imamlarına
göre de bazı şartların bulunması halinde durum böyledir. Ancak Hanefi
ulemâsına göre, sabah ve öğle namazlarında Hücûrât'tan Bürûca kadar olan ve
Tivâl-ı Mufassal denen sûreleri, ikindi ile yatsı namazlarında Bürûc'da
Beyyine'ye kadar olan ve Evsat-i Mufassal denen sûreleri,akşam namazında da
Beyyine'den Nâsâ kadar olan sûreleri okumak sünnettir. Cemaatin durumuna göre
daha uzun veya daha kısa okumak caizdir. Nitekim Resûl-i Ekrem'in bazı değişik
uygulamaları bunun caiz olduğunu göstermek içindir. Bu mevzudaki diğer mezhep
imamlarının görüşünü 794 no'lu hadis-i şerifin açıklama kısmında yazdığımız
için burada tekrara lüzum görmüyoruz.[351]
806.
...Câbir b. Semure demiştir ki: Resûlülallah (s.a.) güneş (tam tepe noktasından
batıya doğru birazcık) kaydımı öğleyi kılardı ve aşağı yukarı Leyi suresi
uzunluğunda bir sûre okurdu. İkindiyi de Öyle kıldırırdı. Ancak sabah namazını
uzatırdı.[352]
Bu hadis-i şerifte
namazının güneşin tam tepe noktasından
biraz batıya meyletmesiyle giren ilk vaktinde, vakit geçirilmeden
kılınmasının lüzumunu ifâde etmektedir.Müslim'in bu mevzudaki rivayeti ise
şöyledir: "Peygamber (s.a.) öğle namazım güneş meylettiği zaman
kılardı." Hadis-i şeriften Resûl-i Ekrem (s.a.) Efendimizin öğleyi ve
ikindiyi vakit girer girmez, hiç beklemeden ve Leyi suresi gibi orta uzunlukta
(Evsat-i Mufassal denilen) sûrelerden biriyle kıldırdığı anlaşılmaktadır.
Bu mevzudaki Hanefî
Mezhebinin görüşü Hidâye isimli eserde şöyle özetlenmektedir: Hazarda sabah
namazının iki rekâtında Fatiha'dan sonra kırk yahut elli âyet kadar okunur.
Kırk âyetten altmış âyete, altmış âyetten yüz âyete kadar okunacağına dair de
hadisler vardır. Nitekim Müslim'in bu mevzudaki rivayeti şöyledir:
"Resûlullah
(s.a.) sabah namazında Kâf sûresini okurdu. Sabah namazından sonraki
namazlarını daha hafif kıldınrdı."[353] Ebü
Burde'den rivayet edildiğine göre; "Resûlullah (s.a.) in sabah namazında
60 âyetten yüz 'ayete kadar okuduğu" olurmuş. İbn Hibbân'ın rivayeti,
"Altmış âyetten yüz âyete kadar okurdu" şeklindedir. Hz. Abdullah b.
Ömer'den gelen rivayet ise, şöyledir: "Peygamber (s.a.) bize Sâffât
süresiyle namaz kıldırırdı." Bu farklı rivayetlerin arası şöyle
uzlaştırılmıştır: İsteksiz olan cemaata kırk âyetle kıldırılır, istekli olan
cemaata ise, yüz âyetle kıldırılır. İkisi arasında olan cemaate ise, elli ilâ
altmış kadar âyetle kıldırılır. Bu mevzuda gecelerin kısalığına veya
uzunluğuna göre hareket edileceğini söyleyenler olduğu gibi, cemaatin
meşguliyetine göre de okunacak âyetlerin sayısının değişebileceğini söyleyenler
de vardır. Öğle namazında okunacak âyetlerin uzunluğu sabah namazındaki
okunacak âyetlerin uzunluğuna denk olmalıdır. Çünkü her iki namazın vakti de
genişlik bakımından aynıdır. Mebsût'ta; "öğle vakti meşguliyet vakti
olduğu için cemaate bıkkınlık vermemek maksadıyla sabah namazından daha az
âyet okunur" deniliyor. İkindi ve yatsı namazlarında okunacak âyetlerin
uzunluğu da biri birine denk olmalıdır. Bu bakımdan bu iki vakitte Evsat-i
Mufassal denilen Bürûc Sûresi'nden Beyyine Sûresi'ne kadar olan sûreler okunur.
Akşam namazında ise,
Kısar-i Mufassal denilen Beyyine Sûresi'nden Nâs Sûresi'ne kadar olan sûreler
okunur. Bu mevzuda asıl delil, Hz. Ömer'in Ebû Musa el-Eş'arî'ye gönderdiği,
Abdurrezzak'ın Musannaf'ında rivayet edilen şu mektuptur: "Sabah ve öğle
namazlarında Tıval-ı Mufassal'! (Hucurat'tan Bürûc'a kadar olan sureleri) oku,
ikindi ve yatsıda Evsat-ı Mufassalı (Büruc'dan Beyyine'ye kadar olan sureleri)
oku, Akşam namazında da Kısâr-ı Mufassalı (Beyyine'den Nâs'a kadar olan
sureleri) oku. Çünkü akşam acele kılınmalıdır. Bu bakımdan kısa okuyarak
kıldırmak daha uygun olur. İkindi ve yatsı namazlarını ise geciktirerek
kıldırmak müstehabtır."[354]
Konuya ait mezhep
görüşlerini şöylece özetlemek mümkündür:
1.
Hanefilere göre, sabah ve öğle namazlarında tıval, ikindi ve yatsı namazlarında
kısar bölümlerinden sûreler okunmalıdır.
2. Şâfiîlere
göre de, durum Hanefîlerinki gibidir.Yalnız cuma günü sabah namazının ilk
rekatında Secde Sûresini ve ikinci rekatında İnsan Sûresini okumak sünnettir.
Hanefî ve Şafiî
mezheplerine göre öğle namazında okunacak sûreler, sabah namazında okunacak
sûrelerden biraz kısa olmalıdır.
3.
Mâlikîlere göre, sabah ve öğle namazlarında tıvâl, ikindi ve akşam namazlarında
kısar ve yatsı namazında evsat bölümlerindeki sûreler okunmalıdır. Bunlara
göre bunun hükmü sünnet değil mendubtur.
4.
Hanbelilere göre, sabah namazında tıval, akşam namazında kısar, Öğle ile ikindi
ve yatsı namazlarında evsat bölümlerindeki sureler okunmalıdır.[355]
1. Öğle
namazını vakit girer girmez kılmak müstehabtır.Nitekim ulemanın büyük çoğunluğu
da bu görüştedir. Ancak Hanefilere göre, bu hüküm kış günlerine mahsustur.
Yazın sıcak günlerde serinlik zamanına kadar geciktirmek müstehabtır.
2. Öğle ve
ikindi namazlarında evsat-i mufassal denilen, Burûc ile Bey-yine arasındaki sûrelerden
okumak sünnettir. Ancak bu mevzuda mezheb imamlarının görüşleri 794 numaralı
hadiste geçmiştir. Burada tekrara lüzum görmüyoruz.
3. Sabah
namazında Tıval-i Mufassal denilen Hucurât ile Bürûc arasındaki uzun surelerden
okumak sünnettir. Çünkü sabah namazı uyku ve gaflet zamanıdır, Namazın
uzatılması sayesinde insanlar cemaate yetişmek imkânını bulmuş olurlar.[356]
807. ...İbn
Ömer (r.a.) den; (rivayet edilmiştir ki) Resûlullah (s.a.) öğle namazında
(kıyamdayken) secde etti sonra, ayağa kalktı, (bir miktar okudu) sonra da
rükû'a vardı. Bunun üzerine biz O'nun Tenzîlü's-Secde sûresini okuduğunu
anladık.
(Râvî) İbn İsa dedi
ki; Mu'temir'den başka hiç kimse, senedde Ümeyye'yi zikretmedi.[357]
Resûl-i Ekrem'in yaptığı
söz konusu secde, tilâvet secdesidir.Kıraat esnasında secde âyeti geçtiği için
hemen secdeye varmış ve ayağa kalkarak kıraatine devam etmiştir. Bilindiği gibi
namaz içerisinde okunan tilâvet secdesinin edası fevridir. Bu bakımdan hiç
zaman geçirmeden, secde âyeti okunur okunmaz secdeye varılması icabeder. Ancak
o rekatta daha okunacak olan âyet sayısı üç veya üçten daha az ise, o zaman
ayrıca bir tilâvet secdesi yapmaya lüzum kalmaz. Çünkü bu durumda rüku secde
yerine geçer. Abdullah b. Ömer (r.a.)'ın ifâdesinden anlaşıldığına göre gerek
Resûl-i Ekrem (s.a.)'in secdeye varışından ve gerekse okuduğu âyetlerin
bazılarının işitilmesinden dolayı, arkasında bulunan cemaat Nebiyyi Zîşan
Efendimizin Secde Sûresini okuduğunu anlamışlardır.798 numaralı hadis-i
şeriften de anlaşıldığı gibi Peygamber (s.a.) namazda okuduklarının cemaate
kapalı kalmaması için okuduğu sûrenin bir veya iki âyetini cemaate işittirirdi.
Ancak gerek İbn Hacer'in Tehzîbu't-Tehzîb isimli eserinde ve gerekse İmam
Nevevî'nin Takrîb isimli eserinde açıklandığı üzere bu hadisin râvileri
arasında bulunan ümeyye kimliği belli olmayan bir kişidir. Bu kimsenin
isminden sadece Mu'temir bahsetmektedir. Bu yüzden bu hadis zayıftır.[358]
1. Namaz
içerisinde okunan tilâvet secdesinin hemen o anda edâ edilmesi vâcibtir.Namaz
içerisinde geçen tilâvet secdesi okunur okunmaz hemen secdeye gidilir, secde
edâ edildikten sonra ayağa kalkılarak kaldığı yerden kıraate devam edilir.
2. Öğle
namazı gibi sessiz kılınan namazlarda da secde âyetlerini okumak caiz, nitekim
Şafiî uleması bu görüştedirler. Fakat Hanefîlere göre cuma ve bayram namazı
gibi kalabalık cemaatlerle kılınan namazlarla sessiz kılınan namazlarda secde
âyetinin okunması mekruhtur. Çünkü cemaatin şaşırmasına sebep olur.[359]
Cuma namazı gibi kalabalık cemaatle kılınan namazlardaki şaşırmanın sebebi
cemaatin kalabalığıdır. Sessiz kılınan namazlardaki karışıklığın sebebi ,
imamın secde âyetini okuduğu için üzerine tilâvet secdesi vâcib olduğu halde
cemaatin üzerine secde âyetini işitmediği için tilâvet secdesinin vâcib
olmamasıdır. Bu durumda imamın secdeye gitmesi hâlinde cemaatin onu beklemesi
gerekirken, cemaatin içinde bu hükmü bilmeyen bazı kimselerin de imamla
beraber secdeye giderek karışıklığa sebep olmaları mümkündür.[360]
808.
...Abdullah b. Übeydillah dedi ki: Beni Haşim gençlerinden oluşan bir
toplulukla beraber Ibn Abbâs'ın yanma vardım. İçimizden bir gence dedik ki:
Sor (bakalım) İbn
Abbâs'a Peygamber (s.a.) öğle ve ikindi namazlarında (Kur'ân) okur muydu? (O
gene bu soruyu sorunca İbn Abbâs); "hayır, asla!" diye cevap verdi.
Bunun üzerine İbn Abbas'a; "Belki de içinden okuyordu" denildi. O da
"Tuh sana bu birincisi (olan hiç okumamak) dan daha fena! (Çünkü) O (s.a.)
kendisine gönderileni tebliğle memur idi. Üç özelliğin dışında bizi diğer
insanlardan ayırmadı:
1. Bize
abdesti güzelce almamızı; 2. Sadaka
yemememizi; 3. Eşeği ata
çekmememizi emretti" dedi.[361]
Metinde geçen
"şebâb" kelimesi genç anlamına gelen "şâb” kelimesinin
çoğuludur. Bulûğ çağından itibaren otuz yaşına kadar olanlar genç sayılır. İbn
Abbâs (r.a.)'a soru yönelten gencin ismi hadis kitaplarında açıklanmamıştır.
Hz. İbn Abbâs'ın bu soruya "hayır hayır” diye iki defa üst üste cevap
vermesinden maksadı Resûl-i Ekrem'in öğle ve ikindi namazlarında Kur'ân
okumadığını kesinlikle ifâde etmektir. Daha önce de belirttiğimiz gibi İbn
Abbâs gerçekten Resûl-i Ekrem'in öğle ve ikindi namazlarında Kur'ân
okumadığını zannediyordu. Çünkü Hz. Peygamber'in sağlığında küçük bir çocuk
olduğu için devamlı surette namazını çocuklara ayrılan saflarda kılmış ve bu
yüzden de Fahr-i Kâinat'ın öğle ve ikindi namazlarında Kur'ân okumadığını
zannetmiştir. Halbuki 805-807 numaralı hadisler ve bunların dışındaki pek çok
sahih hadisler Resûl-i Zişân'ın diğer namazlarda olduğu gibi öğle ve ikindi
namazlarında da Kur'ân okuduğunu ortaya koymaktadır. Hz. İbn Abbâs'ın;
"bu birincisinden daha fena; (çünkü) o kendisine gönderileni tebliğle
memur bir kul idi” sözü, "O kendisine verilen emri başkalarına
ulaştırmakla yani tebliğ vazifesiyle görevli bir kuldu. İnsanlara tebliğ ile
görevli olduğu bir işi onlardan gizli tutması düşünülemez. Siz nasıl oluyor da
Resûlullah'ın öğle ve ikindi namazlarında Kur'ân'ı insanlardan gizliyerek
sessizce okuyabileceğine ihtimal veriyorsunuz? Sizin bu düşünceniz Hz.
Peygamber (s.a.) hakkında bir su-i zan, hatta büyük bir iftiradır. Buna nasıl
cür'et ediyorsunuz? Gizli okuması hiç okumamasından daha sakıncalı!..."
anlamına gelir.
Hz. Abdullah b. Abbas
(r.a.) kendisine soru yönelten gencin Hz. Peygamber sülâlesinin dinî emir ve
yasaklar karşısında diğer insanlardan tamamen farklı zannettiğini anladığı
için Haşimî sülâlesinin üç meselenin dışında dinî hükümler karşısında diğer
insanlardan farklı olmadığını hatırlatmak lüzumunu hissetmiştir. Bu üç mesele
şunlardır:
1. Abdesti
çok güzel almalarıdır. Abdesti farz, vâcib ve sünnetlerine riâyet ederek almak
yalnız Ehl-i Beyt'e has olan bir hüküm değildir. Bütün mü'minlere Şâmildir. Hz.
Peygamber Ehl-i Beyti üzerinde titizliği ve onlara da aynı tavsiyeyi daha çok
yapması dolayısıyla İbn Abbâs (r.a.) bu hususun kendilerine has olduğunu sanmış
olabilir. "Her ne kadar bu durum önceleri Ehl-i Beyt'e farz idiyse de daha
sonra neshedildi" diyenler de vardır.
2. Hâşimî
sülâlesinin dinî emirler karşısında ikinci özel durumları sadaka
almamalarıdır. Bazıları, zekât, öşür, keffâret gibi farz olan sadakalar haram
olmakla beraber, vakıf malı ve nafile sadakanın da helâl olduğunu söylemişlerse
de muhakk ik İbn Hümam, nafile sadakanın da haram olduğunu söylemiştir ki, bu
görüş hem Şafiîlerin hem de Hanefîlerin görüşüdür.
3. Peygamber
(s.a.)'in sülâlesinin üçüncü özelliği, eşeği kısrakla çiftleştirmenin
kendilerine haram oluşudur. Halbuki eşeği kısrakla çiftleştirmek diğer insanlar
için mekruhtur.[362]
Resül-i Ekrem'in ve sülâlesinin en büyük özelliklen mücâhid oluşlarıdır. Eşeğin
kısrakla çiftleşmesiyle en kıymetli cihad vasıtası olan at nesli azalır ve
tükenir. Eşekle kısrağın çiftleşmesinden doğacak katırda ise, atın özellikleri
yoktur. Nitekim Tirmizî bu hadisi cihâd bölümünde nakletmiştir.[363]
1. Ehli
Bevt'e sadaka almak caiz değildi.
2. Abdestin
erkanına ve adabına riayet ederek alınmasının, Ehl-i Beyt için özel bir önemi
vardır. Bununla ilgili hüküm yukarıda açıklanmıştır.
3. Merkebin
ata çekilmesinin caiz olmadığı, yine Ehl-i Beyt'e has olan bir hükümdür.
Bununla ilgili tafsilât yukarıda verilmiştir.
4. Her ne
kadar hadisin zahirinden öğle ve ikindi namazlarında kıraatin olmadığı
anlaşıyorsa da gerçekte pek çok sahih hadis öğle ve ikindi namazlarında da
kıraatin bulunduğunu ortaya koymaktadır.Doğru olan da budur.[364]
809. ...İbn
Abbâs'dan; demiştir ki: Ben Peygamber (s.a.)'in öğle ve ikindi namazlarında
(Kur'ân) okur muydu, okumaz mıydı bilemiyorum.[365]
Bundan önceki Resûl-i Ekrem
(s.a.)'in öğle ve ikindi namazlarında hiç Kur'ân okumadığını kesinlikle ifâde
eden İbn Abbâs hadisiyle, yine ibn Abbâs'dan rivayet edilen bu hadis, arasında
her hangi bir çelişki yoktur. Çünkü Hz. İbn Abbâs'ın başlangıçta Resûl-i Ekrem
(s.a.)'in öğle ve ikindi namazlarında Kur'ân okumadığına kesinlikle inandığı
halde, sonradan Peygamber (s.a.)'in iki vakitte Kur'ân okuduğunu söyleyen
sahâbîleri dinleyince bu kuvvetli kanaatinin sarsılmış olması ve neticede bu
iki vakitte Resul-i Ekrem (s.a.)'in Kur'ân okuyup okumadığı hakkında kesin
birşey söyleyemeyeceğini ifade etmiş olması mümkündür. Hatta daha sonraları
Resûl-i Ekrem'in bu iki vakitte Kuran okuduğuna dair sahâbîlerden işittiği
rivayetler tevatür derecesine erişince, bu iki vakitte Kur'ân okunacağına
kesinlikle inandığı söylenir.[366]
810. ....İbn
Abbâs (r.a.)'dan rivayet edilmiştir ki, Ümrnu'1-Fadl binti'l-Hâris, İbn Abbas'ı
“And olsun bir biri ardınca gönderilenlere" diye (başlayan Murselât;
sûresini) okurken işitmiş ve (şöyle) demiş; "Ey yavrucuğum, şu sûreyi
okumakla (gerçekten bu sürenin okunuşunu) bana hatırlattın. Çünkü o sûre
Resûlullah'ın akşam namazında okurken son işittiğim sûredir."[367]
Ümmu'1-Fadl İbn Abbâs
(r.a.)'ın validesi ve Resûlullah'ın zevcesi Meymûne (r.anhâ)'nın da kız
kardeşidir. Resûlullah (b.a.)'ın son kez adı geçen sûreyi akşam namazında
okurken işittiğini söylemektedir. Her ne kadar Resûlullah'ın son kıldığı namaz
gibi anlaşıhyorsa da;Buhârî'nin rivayet ettiği Âişe hadisinde son kıldığı
namazın öğle namazı olduğu açıklanıyor. Hadis ulemâsı bu iki hadisin arasını
şöyle uzlaştırmışlardır: Hz. Âişe'nin rivayet ettiği hadis mescidde,
Ümmu'l-Fadl'ın rivayet ettiği hadis ise, evinde imam olarak kıldığı son
namazdır. Nitekim Nesâî'nin rivayetinde bu durum şöyle açıklanıyor:"Bize
evinde akşam namazını kıldırdı da Mürselât Sûresi'ni okudu. Ondan sonra
Cenab-ı Hak ruhunu alıncaya kadar Resûl-i Ekrem (s.a.) bize bir daha namaz
kıldıramadı."
Tirmizî'nin
rivayetinde Ummu'1-Fadl şöyle demektedir: "Resûlullah (s.a.)
hastalandığında başını sarmış olarak çıkıp bize akşam namazını kıldırdı ve
"el-Mürselât"ı okudu. Bir daha akşam namazı kılmadan vefat etti.
Tirmizî'nin bu
rivâyetindeki "başını sarmış olarak bize çıktı" sözünden maksat,
Resûlullah'ın yattığı yerden içerdeki cemaatin bulunduğu yere çıkmasıdır. Bir
numara sonra gelecek olan 811 no'lu hadis-i şerifte ise Resûl-i Ekrem'in akşam
namazında Tûr sûresi'ni okuduğu ifade ediliyor. Bütün bunlardan anlaşılıyor
ki, Hz. Fahr-i Kâinat Efendimiz namazı mü'minlerin hallerine göre
kıldırmıştır. Onlarda namazın uzun olmasına dair bir arzu sezdiğinde namazı
uzatmış, kendinin veya cemaatin bir özrü ortaya çıktığında kısa kesmiştir.
Tahâvî (öl.321)
"akşam namazında kısa sûreleri okumak müstehabtır" demiş; Tirmizî de;
"ulemanın bu hadisle amel ettiklerini'1 söylemiştir. Nitekim süfyan
es-Sevri, İbrahim en-Nehâî, Abdullah b. el-Mübârek Ebû Hani-fe, Ebû Yûsuf, İmam
Muhammed, Ahmed b. Hanbel İmam Mâlik ve İshak Hazretleri de bu görüştedirler.
Kısa sûreler bilindiği
gibi Hanefilere göre Beyyine Sûresinden aşağısı-dır. Şafiî, Mâliki ve
Hanbelîlere göre de Duhâ Sûresi'nden aşağısıdır. Akşam namazlarında kısa
sûrelerin okunması sünnettir. Ancak Mâlikilere göre mendubtur.[368]
811.
...Cubeyrb. Mut'ım babası (Adîy) den; demiştir ki: Ben Peygamber (s.a.)'i
akşam namazında Tûr Sûresi'ni okurken işittim.[369]
Hadisin zahirinden
Resûl-i Ekrem (s.a.)'in akşam namazının birinci rekatında Tûr Suresi'nin bir
kısmını, ikinci rekatında da kalan kısmını okuduğu anlaşılıyorsa da, aynı
sûreyi her rekatta tekrarlamış olması da mümkündür. Hadis-i şerife bu şekilde
mânâ vermek de mümkündür. Nitekim 816 no'lu hadis-i şerifte de geleceği üzere
Fahr-i Kâinat Efendimizin iki rekatta da aynı sûreyi okuduğu vâkidir.
Tahâvî ve
İbnu'l-Cevzî'nin dediği gibi "Tur Suresi'ni okuyordu" cümlesinden bu
sûrenin bir kısmını okuduğunu anlamak mümkündür. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'den
bazı âyetleri okuyan bir kimse için "falan kimse Kur'ân okudu" demek
caizdir. Lâkin Buhârî'nin tefsir bölümünde Resûl-i Ekrem'in bu sûreyi akşam
namazında sonuna kadar okuduğu açıklanmaktadır. Nitekim Taberânî'nin rivayet
ettiği Usâme b. Zeyd hadisi de Buhârî'nin rivayetini te'yid etmektedir.
Dârekutnî'nin rivayetine göre Resûl-i Ekrem (s.a.)'in Tûr Suresi'ni okuduğu
namaz akşam namazının sünnetidir.[370]Akşam
namazında okunacak Kur'ân miktarı ve bunun hükmü ile ilgili açıklama bir önceki
hadisin şerhinde geçmiştir.[371]
812.
...Mervân b. el-Hakem'den; demiştir ki: Zeyd b. Sabit bana "Sen niçin
akşam namazlarında Kısaru'l-Mıfassal (denilen kısa sûreleri) okuyorsun?
Halbuki ben Resûlullah (s.a.)'ı akşam namazında en uzun iki sûrenin uzununu
(Tûlâ et-Tuleyeyn) okurken görmüştüm" dedi. (Râvî İbn Ebi Müleyke) dedi ki
(Urve'ye):
Tûla et-Tûleyeyn
nedir? dedim:
(Biri) el-A'râf,
(diğeri) de el-En'am'dır, dedi. (Ravi İbn Cureyc) eledi ki:
Ben İbn Ebî Muleyke'ye
(bu iki uzun surenin hangi sureler olduğunu) sordum da, (hiç bir kimsenin
rivayetine baş vurmadan) kendiliğinden "el-Mâide ve el-A'raf tır"
deyiverdi.[372]
Bu hadis-i şerifte
sözü geçen Mervân b. el-Hakem, Muâviye b Ebu Süfyân tarafından Medine'ye vali
olarak gönderilmişti. Valiliği esnasında akşam namazlarında hep kısa sûreler
okuduğu için Zeyd b. Sabit (r.a.); "Sen neden akşam namazlarında hep kısa
sûrelerden okuyorsun? Ben Resûlullah (s.a.)'ı akşam namazında en uzun iki
sûrenin uzununu okurken görmüştüm" diyerek O'nu ikaz etti. Bu iki sûrenin
hangi sûreler olduğu diğer rivayetlerde kapalı kalmışsa da Ebû Davud'un bu
rivayetinde A'raf ve En'am sûreleri olduğu açıklanmıştır.
"Tûlâ
Tûleyeyn" kelimesi, ashab zamanında kullanılan bir terim iken tabiîn
zamanından itibaren unutulmaya başlanmıştır. Aslında gerek âyet ve gerekse
kelime bakımından en uzun sûre, Bakara Süresidir. Ondan sonra da âyet sayısı
bakımından en uzun sûre A'raf süresidir. Bu bakımdan "tuleyeyn"
kelimesinin tefsiri üzerinde ulemâ arasında dört ayrı görüş vardır: 1. A'raf ile Mâide, 2. A'râf ile En'am, 3. A'râf ile Yûnus, 4. A'râf ile Nisa.Fakat bu sayılan
sureler içerisinde en uzun surenin A'raf Suresi olduğuna şüphe yoktur.
Netice olarak şunu
söylemek mümkündür: Zeyd b. Sabit (r.a.) Peygamber Efendimiz'in cemaatin
istekli anlarında akşam namazlarında A'raf Sûresi'nden mufassaldaki sûrelerden
daha çok sayıda uzunlukta âyetler okuduğunu Mervân'a söyleyerek akşam namazında
sadece kısa âyetlere bağlı kalmanın caiz olmadığını, cemaatin durumuna göre
bazan A'râf gibi sûrelerden, mufassal denilen kısa sûrelerden daha uzun bir
bölümün okunabileceğini ve sünnette bunun da yeri olduğunu hatırlatmak
istemiştir. Bu hadisi delil getirerek Resûl-i Ekrem'in akşam namazında A'raf
Sûresini sonuna kadar okuduğunu iddia edenler olmuşsa da, bu mümkün değildir.
Çünkü bu sûre mihrabda tertip üzere okunduğu zaman çok kısa olan akşam namazı
vaktine sığmaz. Peygamber Efendimiz'in, cemaatin istekli olduğu zamanlarda akşam
namazlarında Mürselât ve Tûr Sûresi gibi uzun sûreleri okuması bazan böyle uzun
okumanın caiz olduğunu gösterirse dç namazı vaktinden çıkaracak kadar kıraati
uzatmak da caiz değildir. Nitekim Resûlullah'in akşam namazlarında
"Kâfırûn Sûresi" ile "İhlâs Sûresini" okuduğunu İbn Mâce,
îbn Ömer'den rivayet etmiştir.[373]
Akşam ile yatsı namazlarında Leyi Sûresi ile Duhâ sûresini,oğle ile ikindi
namazlarında A'la Gâşiyye sûrelerini okuduğunu da Bureyde b. el-Husayb
el-Eslemî'den Bezzâr rivayet etmiştir.[374]
Bütün bu uygulamalara
bakarak Hanefî Uleması "akşam namazlarında Resûl-i Ekrem'in Kısar-ı
Mıfassal dışında kalan sûrelerden de okuması duruma göre bu sûreleri de akşam
namazında okumanın caiz olduğunu gösterir. Sünnet olduğunu gösteremez"
demişlerdir. Delilleri de 790 no'lu hadis-i şeriftir.[375]
Bazılarına göre de Resûl-i Ekrem'in bu uygulaması adı geçen sûreleri akşam
namazında okumanın sünnet olduğunu gösterir. Sadece kısa sûreleri okumak
sünnete muhaliftir.[376]
Mufassal sûrelerle ilgili mezhep imamlarının görüşlerini 810 numaralı hadisin
izahında naklettiğimiz için burada tekrar etmeyeceğiz.[377]
813.
...Hişâm b. Urve (Hammâd'a) babası (Urve'don bahsederek); "Akşam
namazında sizin okuduğunuz gibi (kısa sûrelerden olan) Ve'1-Âdiyâti'yi ve
benzeri surelerden birini okurdu" dedi.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
(haber), bir önceki hadisin hükmünün kaldırıldığına delâlet eder. Ebû Dâvûd
dedi ki: Bu daha doğrudur.[378]
"Musannif Ebû
Dâvûd "bu haber, bir evvelki haberin hükmünü neshediyor" sözüyle,
akşam namazlarında da orta veya uzun bir sûre okumanın İslânım ilk yularında
caiz olduğunu ifâde eden bir önceki hadisin mevzumuzu teşkil eden bu hadis ile
neshedildiğini söylemek istemektedir. Ancak İbn Hacer el-Askalânî müellifin bu
sözüne itiraz ederek kendi görüşünün doğruluğuna 810 numaraları Ümmü'1-Fadl
hadisini delil getirerek şöyle diyor: "Müellif Ebû Dâvûd (r.a.) Urve'nin
bu uygulaması, uzun sûrelerin akşam namazında okunmasının neshedildiğine
delâlet eder, demişse de nasıl delâlet ettiğini açıklamamıştır. Halbuki Hz.
Peygamber'in akşam namazında Mürselât Sûresi'ni okuduğunu ifâde eden
Ümmü'l-Fadl hadisi Hz. Peygamber'in kıldığı son akşam namazıyla ilgilidir. Bu
böyle olunca artık Hz. Peygamber'in vefatından sonra herhangi bir hükmün yürürlükten
kaldırılması söz konusu olamaz."
Bu hadis-i şerif akşam
namazlarında Kısar-ı Mufassal denilen sûrelerden okumanın sünnet olduğunu
söyleyen Hanefîlerin delilidir. Bu görüşte olan ulemâya göre Resûl-i Ekrem
(s.a.)'in akşam namazlarında orta ve uzun mufassallardan okuması üç şekilde
izah edilmiştir:
1. Resûl-i
Ekrem İslâm'ın ilk yıllarında akşam namazlarında Evsat-i Mufassal ve Tival-i
Mıfassaldan okumuşsa da sonraları bu uygulama neshedilmiştir. Delillerinden
biri, üzerinde durduğumuz Urve hadisidir. Ancak' bu görüş yukarıda da görüldüğü
gibi İbn Hacer tarafından reddedilmiştir.
2. Resûl-i
Ekrem (s.a.) akşam namazlarında okuduğu bu uzun sûreleri sonuna kadar
okumamıştır. Bir kısmını birinci, kalanını da ikinci rekatta okumuştur.
Aksi görüşte olan
ulemâ; "Buhârî'nin rivâyet ettiği Cübeyr b. Mut'im hadisinde Resûlullah'ın
akşam namazında Tür Sûresi'ni sonuna kadar okuduğu açıkça ifade ediliyor.
Nesâî'nin Hz. Âişe'den rivayet ettiği hadiste Resûl-i Ekrem (s.a.)'în akşam
namazında okuduğu A'râf Sûresi'ni iki rekâtta bitirdiği beyân ediliyorsa da
bir rekâtta bu sûrenin okunan kısmı yine de Kisâr-ı Mufassal denilen kısa
sûrelerden çok daha uzundur" diyerek bu görüşü de tenkit etmişlerdir.
3. Resûl-i
Ekrem'in bazan akşam namazlarında uzun sûreler okuması bazı hallerde böyle
hareket etmenin caiz olacağını beyân etmek içindir. Yoksa sünnet olduğunu beyân
için değildir.
Bu görüş bir önceki
hadiste geçen Zeyd b. Sait'in akşam namazını kısa sûrelerle kıldıran Mervân'a
itirazı delil getirilerek reddedilmiştir.[379]
814.
...Şu'ayb'in dedesi (Abdullah b. Amr b. el-Âs) demiştir ki: Cemaate namaz
kıldırırken Resûlullahdan işitmediğim küçük veya büyük mufassal hiç bir sûre
yoktur.[380]
798 numaralı hadis-i
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi Resûl-i Ekrem Efendimiz hafi kılınan
namazlarda da hangi sûreyi okuduğunun bilinmesi için bir (veya iki) âyeti seslice
okurdu. Bu sayede ashab-ı kiram Hz. Peygamber'in sessiz kılınan farz
namazlarda bile ne okuduğunu kolayca öğrenirdi. îşte hadisin râvilerinden Hz.
Şuayb'ın dedesi Abdullah b. Amr b. el-Âs, Resûl-i Ekrem'in arkasında devamlı
namaz kılmak bahtiyarlığına eren ve o'nun her namazda okuduğu sûreleri tespit
etme imkânını bulan sahâbîlerden biridir.
Hz. Abdullah'ın
tespitine göre, Resûl-i Ekrem (s.a.) farz namazları mufassal sûrelerin
büyüğüyle de küçüğüyle de kıldırmıştır. Bu tespite göre, cemaatin durumu
mufassal denilen sûrelerden hangisini okumayı gerektiriyorsa, imam onu okur.
Binaenaleyh musannif Ebû Davud'un da işaret ettiği gibi, bu hadis akşam
namazında mufasal denilen sûreleri okumanın sünnet olduğuna delâlet
etmektedir. Ancak mufassal denilen sûrelerin hangi sûreler olduğu ve
hangisinin uzun, hangisinin kısa olduğu konusu mezhep imamları arasında
ihtilaflıdır.
Malikîlere göre,
mufassaldan olan uzun sûreler Hucûrat'tan Nâzî'at'm sonuna kadar, orta sûreler
Nâziat'ın sonundan Duhâ'ya kadar, kısa sûreler de Duhâ'dan Kur'ân-ı Kerimin
sonuna kadar olanlardır."
Şâfiilere göre uzun
sûreler "Hucurât'tan Amme'ye kadar, orta sureler, "Amme'den Duhâ'ya
kadar, kısa sureler de Duhâ'dan Kur'an-ı Kerim'in sonuna kadar olanlardır.
Hanbelîlere göre, Uzun
sureler "Kâf" dan uAmme"ye Kadar, orta sureler Amme'den Duhâ'ya
kadar; kısa sûreler de Duhâ'dan Kur'an-ı Kerimin sonuna kadar olanlardır.
Hanefîlere göre ise,
Hucurât'tan Bürûc'a kadar olan sûreler uzun; Burûc'dan Beyyine sûresine kadar
olanlar orta; Beyyine'den Nâs suresine kadar olanlar da kısadır. Demek ki
Resûl-i Ekrem (s.a.) cemaatle namaz kılarken kısa sûreler okumağa dikkat etmiş,
ancak yalnız kıldığı namazlarda kıraati istediği kadar uzatmıştır. Bilhassa
gece namazlarında çok daha uzunca okumuştur.[381]
815. ...Ebû
Osman en-Nehdî'den rivayet edildiğine göre, kendisi İbn Mes'üd (r.a.)'un
arkasında akşam namazı kılmış, (İbn Mes'ûd) İhlas Sûresi'ni okumuş.[382]
Bilindiği gibi dinî
emirlerdeki adedler ve miktarlar içtihada konu olamazlar. Bu bakımdan herhangi
bir sahâbînin namaz kılarken herhangi bir ölçüye göre hareket etmesi onun kendi
görüş ve kanaatine bağlanamaz. Bilakis bu harekette Resûl-i Ekrem'in bir
emrine veya tavsiyesine bağlı kalınır. Çünkü hiç bir sahâbînin teabbüdî denilen
bu çeşit meşelerde kendi aklı ve görüşüne göre hareket edemeyeceği bilinen bir
gerçektir. Öyleyse mevkuf gibi görülen bu hadis hükmen merfu bir hadistir. Çünkü
îbn Mes'ûd Resûl-i Ekrem'den gördüğü için akşam namazında böyle îhlâs sûresini
okumuştur. Görmeseydi okumazdı. Nitekim İbn Hibbân'ın rivayet ettiği bir
hadisde Resûl-i Ekrem (s.a.)'in bir cuma gecesinde akşam namazının birinci
rekâtında Kâfirim sûresini, ikinci rekâtta da İhlâs sûresini okuduğu ifade
edilmektedir. Binaenaleyh bu hadis akşam namazının farzında kısa sûreleri
okumanın daha faziletli olduğunu söyleyen Hanefilerin delilidir.[383]
816. ...Muâz
b. Abdillah el-Cuhenî'nin naklettiğine göre Cuhey-ne'li bir adam;
"Peygamber (a.s.)'i sabah namazının her iki rekatinde de Zilzâl Sûresi'ni
okurken işittiğini" söylemiş ve "unutarak mı, yoksa bile bile mi
okudu bilenryoium" demiştir.[384]
Bu hadis-i şeriften
anlaşıldığına göre Peygamber (s.a.) Zilzâl
Sûresini bir kere birinci rekatta bir kere de ikinci rekatta olmak üzere
sabah namazında iki kere oVumuştur. Ancak Resûlullah (s.a.) devamlı olarak her
rekatta ayrı bir sûre okuduğunu bilen Cüheyne'Li sahâbî ilk defa olarak Resûl-i
Ekrem'in sabah namazında bir sûreyi iki defa okuması karşısında "Acaba
bilerek mi, böyle yaptı, yoksa unutarak mı?" diye tereddüde düşmüştür. Bu
durumda Resûl-i Ekrem (s.a.) eğer, bir sûrenin iki rekatta da okunabileceğinin
caiz olduğunu göstermek için bile bile böyle yaptıysa, bunun herkes için caiz
olduğu anlaşılır. Fakat unutarak böyle hareket etmişse, o zaman aynı sureyi iki
rekatta da okumanın ümmet için meşru kılınmadığı fakat unutarak okumanın namaza
bir zarar vermediği ortaya çıkar.
Ancak bu gibi
durumlarda Resûl-i Ekrem'in her hareketinin ümmet için meşruluğunu kabul etmek
gerekir. Çünkü Fahr-i Kâinat'ın her hareketinde asıl olan unutmak değil,
şuurluluktur. Unutmak ise, arizi bir haldir. Nitekim bu görüşten hareketle
Mecelle'nin 9. maddesi şöyle tespit edilmiştir: "Sıfat-ı arızada asi olan
ademdir.'* Bu durumda Resûl-i Ekrem sabah namazının her iki rekatında da
Zilzâl Sûresini unutarak değil, bile bile okumuştur. Ancak aksine bir delil
bulunursa o zaman unuttuğuna hükmedilebilir.
Nitekim Ashâb-ı Kiram
Resûl-i Zişân'ın da unutabileceğine hükmetmişlerdir. İleride gelecek olan 1020
numaralı hadis de buna delâlet etmektedir. Fakat bu unutma ResûM Ekrem'in
tebliğ görevinin dışında söz konusu olabilir. Dinî bir esası bir Peygamber
olarak tebliğ ederken yanılacak olursa, vahyle uyarılır. Kendi hâline
bırakılmaz. Kendi beşeri davranışları ve hüviyeti içerisinde yanılma konusunda
diğer insanlardan farksızdır. Bu hadisin bir râvîsinin bilinmemesi hadisin
sıhhatine zarar vermez.Çünkü bu zat sahabedir. Sahabelerin ise, hepsi
adaletlidir.[385]
1. Hz.peygamber'in
beşer olarak unutması caizdir.
2. Bir
sureyi bir namazda tekrar tekrar okumak caizdir. Nitekim Hanbelî ve Hanefî
mezheplerinin meşhur görüşü de budur. Mâlikî mezhebine ve Hanefi mezhebinden
bazı âlimlere göre ise, kerahetle caizdir. Şafiî mezhebine göre ise, bir
namazda aynı sureyi tekrarlamak evlâ olanı terk etmek demektir.[386]
817. ... Amr
b. Hureys'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.)'in sesini sabah namazında:
"And ederim o (geceleri) geri dön(üp aydınlık neşred)en akıp akıp
yuvalarına giden (yıldız)lara"[387] sûresini okurken işitiyor gibiyim.[388]
"İşitiyor
griyim" sözü, anlatılan bir olayın veya haberin doğruluğuna inandırmak ve
olayın iyi hatırlandığını ifade etmek için kullanılır.
Bu hadis-i şerif
Resûl-i Ekrem'in sabah namazının farzında "tze'şşem-su
kuvviret"(Tekvîr) Sûresini okuduğuna delâlet etmektedir.Bâzı ilim adamlarına
göre bu sûre Tivâl-i Mufassaldandır. Bununla beraber Hz. Peygamber bazan da
Kısar-ı Mufassaldan okurdu. Bu mevzu ile ilgili ve yeterli bilgi 806 numaralı
hadisin "açıklama" kısmında geçtiği için burada tekrara lüzum görmüyoruz.[389]
818. ...Ebû
Said (el-Hudrî) (r.a.)'den; demiştir ki: Biz (namazda) Fatiha ile (beraber
Kur'ân'dan) kolayımıza) geleni okumakla emrolunduk.[390]
Bu hadis-i şerif
namazda Fatiha ile beraber bir miktar Kur'ân okumanın farz olduğuna delâlet
ederse de Resûl-i Zişân Efendimiz'in, namaz kılmasını beceremeyen Hallâd b.
Râfi'e, namaz kılmasını öğrettikten sonra "Kur'ân'dan kolayına gelen bir
yeri oku" buyurduğunu ifade eden 856 numaralı hadisi şerif, farz olan
şeyin Fatiha okumak değil, Kuran okumak olduğunu ortaya koyar. Nitekim Hanefî
uleması bu görüştedir ki, bu görüş "Kur'an okunduğu vakit onu dinleyin ve
susun"[391] mealindeki âyet-i
kerimeye de uygun düşmektedir. Çünkü okunacak yerin tayin edilmesi işi
zorlaştırmaktır. "Kolayına gelen bir yeri oku" emrine ters düşer. Fakat
özellikle Fâtiha'yı sonra da bir surenin tamamını veya bir kısmını okumak
Hanefi ulemasına göre vâcibdir. Nitekim sadece Fatiha bile olsa Kur'ân-ı
Kerim'den bir bölümü okumanın namazın sıhhati için yeterli olduğunu ifade eden
819 numaralı hadisri şerif de bu görüşü te'yid etmektedir. Ancak Şevkânî bu
hadisten bahsederken, râvisi Ca'fer b. Meymûn'un Nesaî, Ahmed b. Hanbel ve İbn
Adiy tarafından tenkid edildiğini söylemişse de, sonradan Müslim, Ebû Dâvûd ve
İbn Hibbân tarafından rivayet edilen; “Fatiha ile beraber bir miktar kur'ân
okumayan kimsenin namazı yoktur" mealindeki 822 no'lu hadisin bu hadisi
tasdik ve takviye ettiğini sözlerine eklemiştir. Şevkânî sözlerine devamla aynı
hadisin Buhârî tarafından da illetli olduğu gerekçesiyle tenkid edilmesine
rağmen, İbn Seyyidinnâs'ın bu hadis hakkında, "Senedi sahih ve ricali
sağlam bir hadistir" dediğini, İbn Mâce'-deki "her rekatta Fatiha ile
birlikte bir sure okumayan kimsenin namazı yoktur."[392]
mealindeki hadis-i şerifin de aslında bu hadisin sıhhatine bir delil
sayılacağım ifade ettikten sonra sözlerini şöyle tamamlamıştır: "Gerçekten
de bütün bu hadisler namazda Fatiha ile birlikte bir miktar Kur'ân okumanın
vâcib olduğuna delâlet eder. "Bu bakımdan Fatiha kasten terk edilecek olursa namaz caiz olursa da sahibi
günahkâr olur"[393]
çünkü; "namazda Fatihayı okumayanın namazı yoktur" mealindeki 822
no'lu hadisin anlamı Hanefîlere göre; "Fâtihasız kılınan namaz kâmil
değildir" demektir. İmam Ebû Hanife'ye göre farz olan kıraatin miktarı
ise, bir âyetten ibarettir. Âyetin kısa bir ayet olması ile uzun bir âyet
olması arasında fark yoktur. îmameyne göre ise, ya uzun bir âyet veya üç kısa
âyettir. Yine Hanefî ulemâsına göre, farz olan kıraatin yeri, farz namazlarda
ilk iki rekat, nafile namazlarda ise her rekattir. Farz namazların üçüncü ve
dördüncü rekatında ise, Fatiha okumak sünnettir. Fatiha yerine teşbih ile
meşgul olmak veya tamamen sükût etmek de caizdir.
Şafiî uleması ise,
yukarıda geçen "namazda Fâtiha'yı okumayanın namazı yoktur"
mealindeki hadis-i şerife, "namazı sahih değildir" şeklinde mânâ
verdikleri için "namaz kılan kimse ister yalnız, ister imamla beraber
olsun, namazı da ister sesli ister sessiz olsun her rekatta Fatiha okuması
farzdır" demişlerdir. Ahmed b. Hanbel'in görüşü ile Mâlikîlerden İbn
Kinâne'nin görüşü de böyledir.
Ancak Mâlikîlere göre
dört rekatlı bir namazın üç rekatında okumak yeterlidir. Çünkü ekseriyet, kül
makamına kâimdir. Bu bakımdan üç rekatta Fatiha okuyan kimse onlara göre dört
rekatta da okumuş sayılır. Fâtiha'-nın her rekatta okunacağına dâir delilleri
ise, aleyhissalâtü vesselam Efendimizin namaz kılmayı beceremeyen Hallâd b.
Râfi'e ilk rekatta kıraati emrettikten sonra, "bunu namazın her rekatında
yap" buyurduğunu ifâde eden 856 no'lu hadistir. Hanefî ulemasına göre farz
namazlarda asıl olan iki rekâttır. Üçüncü ve dördüncü rekatlar sonradan ilâve
edilmiştir. Hatta sefere çıkıldığı zaman bu rekatlar kılınmaz. Bu bakımdan farz
olan kıraatla, vâcib olan Fatiha ve zamm-i sûrenin yeri farz namazlarda ilk iki
rekat; nafilelerde ise, her rekattır. İmamın ardında cemaatle namaz kılan bir
kimsenin Fatiha ve zamm-ı sûre okuyup okumayacağı hakkında ise üç ayrı görüş
vardır:
1. İmamın
sessiz olarak kıldırdığı namazlarda imama uyan sessiz olarak Fatiha ve zamm-ı
sûreyi okur, sesli namazlarda ise, Fâtiha'yı da zamm-ı sûreyi de okumaz. Bu
görüş İmam Mâlik'e aittir. Delili ise, "Kur'ân okunduğu vakit onu
dinleyin ve susun"[394]
âyet-i kerimesidir.
2. Sesli ve
sessiz namazlardan her ikisinde de yalnız imam okur. İmama uyan okumaz. Bu görüş
de imam Ebû Hanefe'ye aittir. Kitabdan delili (A'-raf 204) âyet-i kerimesi;
sünnetten delili ise, îbn Ebî Şeybe'nin Ebû Hürey-re'den rivayet
ettiği: imamın kıraati cemaati için de geçerlidir."[395]
3. Sessiz
namazlarda imama uyan hem Fatihayı hem de zamm-ı sûreyi okur. Sesli namazlarda
ise yalnız Fâtiha'yı okur. Bu görüş ise, İmam Şafiî'ye aittir. Delili
"Fatiha okumayanın namazı yoktur" mealindeki hadis-i şeriftir.[396]
Kimisi de sesli
namazda imamın sesini işiten ile işitmeyeni birbirinden ayırarak, "işitmeyen
okur, işiten okumaz" demiştir. Bu görüş de İmam Ahmed'in görüşüdür.
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerifteki "Kur'ân'dan kolayımıza geleni okumakla emrolunduk"
hadis-i şerifi ise, Fâtiha'dan sonra bir miktar Kur'ân-ı Kerim okunması lâzım
geldiğine delâlet etmektedir. Biraz önce bir münasebetle Hanefi ulemâsına göre
Fâtiha'dan sonra okunacak sûrenin hükmünü ve miktarını açıklamıştık. Diğer
mezheb imamlarına göre ise, Fâtiha'dan sonra öğle, ikindi, akşam, yatsı
namazlarının farzlarında ilk iki rekatta Kur'ân'dan bir miktar âyet okumak
sünnettir. Okunması istenen en az miktar ise, Mâlikî ve Şafiî ulemâsına göre,
kısa bir sure olabileceği gibi bir âyet veya bir yarım âyettir. Hanbelî
ulemasına göre ise, en az, -anlamı itibariyle-kendinden önceki ve sonraki
âyetlere bağlı olmayan müstakil bir âyet olmalıdır.[397]
Nafilelerde ise her rekatta okumak Malikîlere göre mendub, Hanbelilere göre
sünnettir. Şafiîlere göre ise, sadece ilk iki rekatta okumak sünnettir.[398]
819. ...Ebû Hureyre
(r.a.) dedi ki: Peygamber (s.a.) bana; "Haydi çık ve Fatiha ve ona ilâve
edilecek bir şey ile de olsa ancak Kur'ân (okumak)la namazın (sahih) okluğunu
Medine'de ilân et” buyurdu.[399]
Bu hadis-i şerif
namazda sadece Kur'ân okunabileceğine, bunun dışında okunacak herhangi bir dua
veya teşbih ile sahih olmayacağına delâlet etmektedir. Hadiste geçen,
"Fatiha ve ona ilâve edilen bir şey" sözünden Fatihadan sonra
okunacak sûrenin tayin edilmiş olmadığı Fâtiha'dan sonra okunacak herhangi bir
sûrenin namazın sıhhati için yeterli olduğu anlaşılmaktadır. Ancak
"Ezberinde Kur'ân varsa oku, yoksa Alla'a hamd et, ona tekbir ve tehlil
getir” anlamındaki hadis[400] ile
ileride gelecek olan 832 ve 855 no'lu hadis-i şerifler okumaya gücü yetmeyen
kimseleri bu hüküm dışında tutmaktadır. Bir önceki hadiste de ifâde ettiğimiz
gibi Fâtiha'dan sonra sûre okumak namazın sıhhatinin şartı değildir, namazın
kemâliyle ilgilidir. Nitekim Ebû Hüreyre'nin rivayet ettiği, "Her namazda
kıraat vardır, Peygamber bize neyi duyurduysa, biz de size onu duyuruyoruz.
Bizden neyi gizlediyse, biz de sizden onu gizleriz. Her kim Fâtiha'yı okursa bu
ona yeter, kim de ondan fazla bir şey okursa o daha efdaldir"[401]
hadisi de buna delâlet etmektedir. Buna göre namaz kılan kimse Fatiha ile beraber
bir miktar da Kur'ân okumalıdır. Hanefî uleması bu hadisi delil getirerek
namazda Fatiha ile birlikte bir miktar da Kur'ân okumanın vâcib olduğunu
söylemiştir. Ulemânın büyük çoğunluğu ise, bu hadisin râvisi Ca'fer b. Meymûn
aleyhinde bazı tenkidler bulunduğunu iddia ederek bu hadisin zayıf olduğunu
söylemişse de gerçekte Câ'fer b. Meymûn zayıf bir râvi değildir. Çünkü Zehebî
Mîzân'l-İ'tidâl isimli eserinde onun hakkın? da "rivayet ettiği hadislere
güvenilebilir bir râvidir" demektedir. Dârekutnî, İbn Adiyy, îbn Hacer,
el-Hâkim, îbn Hıbbân ve İbn Şahin gibi âlimler de aynı şekilde bu râviyi
tezkiye etmektedirler. Yine Fatiha okuma farzdır diyen ulemânın büyük çoğunluğu
bir numara sonra gelecek olan "Fatiha ile ona ilave edilen bir şey okunmaksızın
namaz olmaz."[402]
mealindeki hadise aykırı olduğunu söyleyerek bu hadisi tenkid etmek
istemişlerse de Hanefî uleması 820 numaralı hadisteki "namaz olmaz”
sözünün "sahih olmaz" anlamında olmayıp "kâmil olmaz"
anlamında olduğunu söyleyerek bu tenkide cevap vermişlerdir. Bu görüşlerine
delil olarak da îbn Hibbân ile Dârekut-nî'nin rivayet ettikleri "İçinde
Fatiha okunmayan namaz kâfi değildir.”[403]
hadisini ileri sürmektedirler. Bu açıklamadan anlaşılıyor ki 819 numaralı
hadis-i şerifteki olumsuzluk ifâdesi namazın sıhhati ile, 820 no'lu hadis-i
şerifteki olumsuzluk ifâdesi ise, namazın kemâli ile ilgilidir.[404] Bu
bakımdan iki hadis arasında bir çelişki söz konusu değildir.[405]
820. ...Ebû
Hureyre'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.), "Fatiha ve ona ilave olarak
(Kur'ân'dan) bir şey okumaksızın namaz caiz değildir" diye ilân etmemi
bana emir buyurdu.[406]
Bu hadis-i şerif
muhtelif şekillerde rivayet olunmuştur.Nitekim bir önceki hadis-i şerif de bu
hadisin rivayet edilen değişik bir şeklidir. Bu bakımdan bir önceki hadisin
izahında da bu iki hadisin Hanefî uleması tarafından nasıl uzlaştınldiğını
açıklamıştık. Bezzâr'm rivayetinde; "Resûl-i Ekrem (s.a.) bir münâdiye
emir buyurdu. O da nida etti" denilmiş. Bir rivayette "Kur'ânsız
namaz caiz değildir" başka bir rivayette "her namazda kıraat vardır,
velev ki FâtihatıTI-Kitab olsun” buyurulmuştur. Bu hadislerin hiçbiri Fatiha
okumanın farz olduğuna delâlet etmezler.
Bilakis ekserisi o'nun
farz olmadığım gösterir. Biri Fâtihasız namazın caiz olmadığına delâlet ederse,
diğeri caiz olduğunu bildirir. İşte Hanefîler bunların her biriyle amel etmiş,
hiç birini mühmel bırakmamışlardır. Çünkü onlar mutlaka Kur*ân okumanın farz,
Fatiha okumanın da vacip olduğu görüşündedirler.
Mevzumuzu teşkil eden
hadiste geçen "Fatiha ve ona ilâve olarak (Kur'-ân'dan) birşey okumaksızın
namaz caiz değildir" beyanındaki olumsuzluk, Hanefî ulemâsına göre,
namazın sıhhati ile değil, kemâli ile ilgilidir. Ebû Hü-reyre'den rivayet
edilen; "Ebû Hüreyre'ye; "Biz imamın arkasında bulunuyoruz"
diyen oldu. Ebu Hüreyre de (ona); "onu içinden oku" dedi. mealindeki
hadis[407] ile ilgili olarak İmam
Nevevî, "bu hadisin manası Fâtiha'yı kendin işitecek kadar gizli oku"
demektir mutaleasında bulunarak, "bu hadise göre imarna uyan kimseye
okumak farzdır" demişse de, Hanefî ulemasından Ayni kendisine şu şekilde
cevab vermiştir: "Bu hadisteki emir far-ziyyet ifâde etmez. Çünkü imama
uyan kimseye Kur'ânMa susmak[408]
emredilmiştir. Susmak gizlice okumak demek değildir. Bilakis kendi işitecek
kadar gizli okumak bile susmayı ihlâl eder. Binâenaleyh hadisden murat,"
imamın okuduğu Kur'ân'ı dikkatle dinle ve onun mânâsını düşün" demek olur.
Hadisten muradın hakikaten gizli okumak olduğunu kabul etsek bile, farziyete
delâlet ettiğini kabul edemeyiz. Bununla beraber Hanefî-lerden bazıları
ihtiyaten bütün namazlarda, bazıları da yalnız gizli okunan namazlarda cemaatin
Fatiha okuyabileceğini söylemişlerse de bu görüş zayıf bir görüştür. Bir
takımları da imam Fatiha'da lâhn yaptığı zaman Fatiha okumanın ihtiyaten caiz
olduğunu söylemişlerdir. Nitekim daha önce geçen, "İmam ancak kendisine
uymak için tayin edilmişi ir. O okuduğu vakit siz susun" anlamındaki 604
no'lu hadis-i şerif de Hanefî ulemâsının görüşünü te'yid etmektedir. Cemaatin
hiç birşey okumaması icabettiği hususunda Şâfiîlere karşı bir hüccettir. Aynı
hadis "öğle ve ikindi namazlarında cemaat Fâtiha'yı okur" diyen İmam
Mâlik aleyhinde de hüccettir. Gerçi bu hadisin son kısmı yani "o okuduğu
zaman siz susun" cümlesi hakkında söz edilmiş, bir çok râvilerin bunu
rivayet etmedikleri söylenerek bunun bir vehm olduğu bile iddia edilmişse de
bu iddia da doğru değildir. Bu ziyâdeyi Nesâî ve Beyhakî tahric ettikleri gibi
İmam Müslim dahi sahih bulmuştur. Kendisine "onu niçin Sahih'ine
almadın?" diye sorulunca, "ben bu kitaba kendimce sahih olan herşeyi
almadım. Ben buraya ancak ulemânın ittifak ettikleri hadisleri aldım"
cevabım vermiştir. Bununla beraber mezkur ziyâde Müslim'in bazı nüshalarında
mevcuttur.[409]
821. ...Ebû
Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.), "Her kim
namaz kılar da onda Fatiha okumazsa, o namaz eksiktir, o namaz eksiktir, o
namaz eksiktir, tamam değildir'* buyurmuştur. (Ravi Ebû s-Sâib) dedi ki: Ben
de:
Ey Ebâ Hüreyre bazan
imamın arkasında bulunuyorum (o zaman da okuyacak mıyım)? dedim. Kolumu
sıkıştırdı ve dedi ki:
Ey Fârisî (o zaman)
onu içinden oku. Çünkü ben Hz. Peygamber (s.a.)'i şöyle buyururken işittim:
"Aziz ve celil olan Allah buyurdu ki; ben namazı (yani Fâtiha'yı)
kendimle kulum arasında ikiye böldüm. Yansı benim yansı da kullunundur. Kuluma
istediği verilecektir." Peygamber (s.a.) devamla dedi ki:
"(Fâtiha'yı) okuyunuz. (Çünkü) kul dediği zaman aziz ve Celil olan Allah;
kulum bana ham etti, der.dedeğinde, Aziz ve Celil olan Allah; kulum beni sena
etti, der: dediğinde; kulum beni yüceltti ve, bu (âyet) kulumla benim aramdadır
der; deyince; (Allahü Teala'da) "Bu benimle kulum arasındadır. Hem kulumun
dilediği şey ona verilecektir" buyurur. Kul dediği zaman da "işte
bunlar da kulumundur. Hem kulumun dilediği onundur." buyurur."[410]
Bu hadis-i şerif
namazda Fatiha okumak farz değil, vaciptir, diyen Hanefî ulemâsının delilidir.
Hanefîlere göre Fatiha okumadan kılman namaz fâsid değil ama eksiktir. Bu
hadis-i şerifte de Fatiha okumaksızın kılınan namazın fasit olduğu değil de
noksan olduğu ifâde ediliyor. Esasen Hanefî ulemâsı ibadetleri organları tam
olan insana benzetmişlerdir. Farzlar bu ibâdetin kalbi durumundadır,
sünnetlerse diğer organlar durumundadır. Müstehablar ise, insanın ziynetini ve
güzelliğini teşkil eden kaş, kirpik, saç ve sakal durumundadır. Nasıl bir insan
kalpsiz yaşayamazsa, farzı edâ edilmeyen bir namazın da vücûdundan söz
edilemez, o namaz tamamen yok olmuştur. Ama bir el ve ayak durumunda olan
sünnet, vâcib terk edilecek olursa, bu namaz noksandır, eksiktir. Nitekim
besmele çekmek namazda sünnet olduğu için, onun terk edilmesini Resûl-i Ekrem
(s.a.) bir organın kesilmesine benzetmiştir.[411]
Şafiî uleması ise,
Hadis-i şerifte geçen "eksik" kelimesine fasit mânâsı vererek bu
hadisin, "namazda Fatiha okumak farzdır" diyen Şâfiîlerin görüşünü
te'yid ettiğini söylemişlerdir.
Hadis-i şerifte geçen;
"Ey Farisî (kardeşim) o zaman (yani imamın) ar-kasındayken de Fâtiha'yı
içinden oku" cümlesine Şâfiîler sessizce okumak mânâsı verilirken, Hanefî
uleması "Fâtiha'nın mânâsını düşün ve kalbinden geçir" mânâsı
vermişlerdir. Fakat bu cümlenin mânâsı "Fâtiha'yı sessizce oku"
mânâsına gelse bile, bu cümle Ebû Hüreyre (r.a.)'nin kendi görüşünü ortaya
koyar. Hanefî ulemâsına göre, bir meselede sahabenin görüşleri farklı olursa
bunlardan bir tanesi tercih edilir, başka bir görüşe yer verilmez. Bu bakımdan
Hanefî uleması, bu meselede, imamın arkasında Fatiha okunmaz diyen Abdullah b.
Mes'ud (r.a.)'un görüşünü tercih etmiştir.
Bu hadis-i şerifte
salât (namaz) sözü Fatiha mânâsında kullanılmıştır. Namazın içinde Fatiha
bulunduğu için bu alâkadan dolayı mecazen "salât" kelimesiyle Fatiha
kast edilmiştir. "Hamd" Allah Teâlâ hazretlerim fiilî sıfatları ile,
"temcîd" de celâl sıfatlan ile sena etmektir. Allah'ın her iki sıfatları
ile öğmeye "sena" denilir. Besmelede bunların ikisi de vardır. Yani
Rahman Allah'ın zatî sıfatına, Rahîm de fiilî sıfatına delâlet eder. Bundan
dolayı bu sıfatlar Allah Teâlâ'ya mahsus olmuşlardır. Allah'dan başkasına isim
olarak verilemezler.
"Fâtiha'yı
kulumla kendi aramda yan yanya böldüm" cümlesini ulemâ şöyle
açıklamışlardır: Fatiha yedi âyettir, bunun ilk üç âyeti Allah Teâlâ'yı medh ve
senadan ibarettir. Bu üç âyet şunlardır:
1. Hamd
olsun Alemlerin Rabbi olan Allah'a, 2.
Rahman, Rahim olan (Allah'a), 3. Din
gününün sahibi ve mutasarrıfı olan (Allah'a). Bu âyetler sadece Allah'a aittir.
Çünkü Allahü Tealaya medh ve senayı ve O'nun mutlak hakimiyetini dile
getirmekten ibarettir.
Fâtiha'nın
âyetlerinden üç tanesi de sadece kula aittir. Bunlar da Fâtiha'nın 5, 6, ve 7.
âyetlerini teşkil eden şu âyetlerdir: 5.
Bizi doğru yola ilet, 6.
Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, 7.
azaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil." Görüldüğü gibi bu
âyetler kula ait dualarından ibarettir.
Bu iki kısmın arasında
bir âyet vardır ki, bu âyetin yarısı Allah Teâlâ'ya medh ve sena ile yarısı da
kulun duâ ve isteğiyle ilgilidir. Bu âyet de Fâtiha'nın dördüncü âyetini
teşkil eden "Yalnız sana ibâdet (kulluk) ederiz, yalnız senden yardım
isteriz" âyetidir. Bu izah gösteriyor ki, hadis-i şerifte ifâde
buyurulduğu gibi Fatiha sûresinin âyetleri mânâ itibariyle Allah ile kulu
arasında ikiye bölünmüştür. Allah Teala bu âyetlerle dua eden kuluna istediğini
vereceğini va'd etmiştir. Ayrıca bu hadis-i şerif besmelenin Fatihadan bir âyet
olmadığım söyleyen ulemânın delilidir. Besmele ile ilgili bilgi 782 ve 784
numaralı hadis-i şeriflerin izahında geçmiştir.[412]
1. Fâtihasız
kılınan namaz eksiktir.
2. Fatihanın
fazileti pek büyüktür.
3. Hadis
Besmelenin Fatihadan bir âyet olmadığına açık bir delildir. Bu da Hanefilerin,
Malikîlerin ve İmam-i Evzâî'nin görüşüdür.
4. Şuurla
namaz kılan ve okuduğunu bilen kimseler için büyük mükafaat vardır.[413]
822.
...Ubâde b. Samit[414] (r.a.)
Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: Fatiha ve (ona) ek olarak
(bir miktar Kuran) okumayan kimsenin
namazı yoktur.
(Ravi) Süfyân b.
Uyeyne) dedi ki: (Fatiha'ya ek olarak bir miktar da Kur'an okumak) yalnız
başına namaz kılan içindir.[415]
Bu mevzuda 818
numaralı hadıs-ı şerifin açıklaması yeterli bilgi ihtiva etmektedir.Oraya
bakılabilir.[416]
823.
...Ubâde b. es-Samit'den; demiştir ki: Biz sabah namazında Peygamber (s.a.)'m
arkasında bulunuyorduk. Resul-i Ekrem (s.a.) (Kur'ân) okudu. (Fakat Kur'ân
okumak) kendisine, ağır gelmeye başladı. (Namazı) bitirince; "Her halde
imamınızın arkasında siz de okuyorsunuz" buyurdu. Bize de:
Evet, ey Allah'ın
Resûlu, hızlı bir şekilde (biz de okuyoruz), dedik.
“(Böyle) yapmayın,
sadece Fâtiha'yı okuyun. Onu okumayan kimsenin namazı yoktur." buyurdu.[417]
Bu hadis-i şeriften
anlaşılıyor ki, sahâbe-i kiram hazretleri Resûl-i Ekrem'in emri olmaksızın
kendi ictihadlarıyla namazda bir defa Resûl-i Ekrem'in arkasında Kur'ân
okumuşlardır. Ancak okurken bazılarının çıkardığı fısıltılardan bunun farkına
varan Fahr-i Kâinat Efendimiz; "Öyle zannediyorum ki, imamınızın
arkasında siz de Kur'ân okuyorsunuz. Bunu bir daha yapmayın, sadece Fatihayı
okuyun” buyurarak onları bu işten men' etmiştir.
Hattâbî, "burada
Resûl-i Ekrem'in men'ettiği şey, sahâbe-i kiramın sesli okumalarıdır.
Fatihadan sonra bir sure okumayı men'etmiş olması ihtimali de vardır"
demişse de, Mîrek, Hattabî'nin üzerinde durduğu birinci ihtimali zayıf bulmuş,
ikinci ihtimalin isabetli olduğunu söylemiş ve sebebini de şöyle izah
etmiştir: Eğer Resûl-i Ekrem bu sözüyle sesli okumayı nehyetmiş olsaydı, o
zaman bunda Fâtiha'yı istisna etmesinin bir anlamı kalmazdı."
Aliyyü'l-Kaari de aynı şekilde buradaki nehyin zamm-ı sûre okumakla ilgili
olduğunu söylemiş ve sözlerini şöyle bitirmiştir: "Şayet bu nehy, sesli
okumakla ilgili olsaydı, Resul-i Ekrem "öyle zannediyorum ki" tabirini
kullanmazdı. Çünkü sesli okumuş olsalardı, o zaman Resûl-i Ekrem okuduklarını
kesinlikle duyacağı için "zan" ifâde edenbu tabiri değil de duyduğunu
kesinlikle ifâde eden bir tâbir kullanırdı."
İşte bütün bu
ifâdelerden anlaşıldığına göre, Resûl-i Ekrem sabah namazı kıldırırken zamm-i
sûre okuduğu esnada arkasında bulunan cemaatten bazılarının fısıltılarını
duyunca zihni karıştığından onları zamm-i sûre okumaktan nehyetmiş, sadece
Fatiha okumalarına izin vermiştir. Çünkü Fatiha her zaman kolayca okunabilecek
bir sûre olduğundan arkasmdakilerin de Fatiha okumaları herhangi bir karışıklığa
sebep olmaz düşüncesinde idi. Bu sebeple imamın arkasında bulunan cemaatin de
Fatiha okumasına izin verildi. Cemaatin Fatiha okuması da karışıklığa sebeb
olduğundan daha sonra imamın arkasında cemaatin Fatiha okuması izni de
kaldırılmıştır.[418]
Ancak ulemanın
büyükçoğunluğunagöre" Fatiha okumayan kimsenin namazı yoktur"
cümlesinin anlamı, "bu namaz bâtıldır" demektir. Fakat bu cümle
Dârekutnî ile İbn Hibbân'ın rivayetinde; "İçinde Fatiha okunmayan namaz
kâfi değildir"[419]
şeklindedir. Hanefi ulemâsı, "Fatihayı okumayanın namazı bâtıl değil,
yalnız vacib terkedildiği için sevabı noksandır" demişlerdir. Ayrıca
Hanefi ulemasının, "Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun"[420]
mealindeki âyet-i kerimeyi kendi görüşlerinin doğruluğu için delil
getirdiklerini 818 no'Iu hadisin izahında söylemiştik. Bir de Hanefî uleması
Dârekutnî'nin rivayet ettiği; "kim imamın arkasında kılıyorsa imamın
okuması onun için de kıraattir"[421]
mealindeki hadis-i şerifi de kendileri için delil olarak ileri sürmüşlerdir.
Fakat bu hadise zayıf diye itiraz edenler de olmuştur. Halbuki bu hadisi
ashab-ı kiramdan Câbir b. Abdullah, Abdullah b. Ömer, Ebû Said el-Hudrî Ebû
Hureyre, Abdullah b. Abbâs ve Enes b. Mâlik (r.a.) Hazretleri rivayet
etmişlerdir. Gerçi bu rivayetlerin her biri ayrı ayrı tenkit edilmiştir. Fakat
aynı hadisin bir çok tarikleri daha vardır. Bunlardan biri sahihdir ve bizzat
imam Ebû Hanife (r.a.)'den rivayet edilmiştir.
Bununla beraber bu
mevzuda Ebû Hanife (r.a.) Hazretlerine mezheb taassubuyla dil uzatanlar olmuşsa
da Aynî merhum bunlara gereken cevabı vermiş ve daha itidalli olmaları
gerektiğini söylemiştir.
Ayrıca imamın
arkasında cemaatin bir şey okumayacağı sahabenin büyüklerinden 80 zat
tarafından rivayet olunmuştur. Aliyyü'l-Mürteza ve Abâdile-i Selâse denilen Abdullah
b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Mes'ud (r.anhum) Hazretleri bunlar
arasındadır. Bu sebeble Hidâye sahibi "imamın arkasında bir şey
okunmayacağına dair sahabe icma etmişlerdir" demiştir.[422]
Abdullah b. Zeyd b. Eslem'in babasından rivayet ettiği bir hadiste;
"Resûlullah (s.a.)'in ashabından on tanesi imamın arkasında Kur'ân
okumaktan şiddetle nehyederlerdi. Bunlar Ebû Bekr es-Sıddîk, Ömer el-Faruk,
Osman b. Affân, Ali b. Ebî Tâlib, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebî Vakkâs,
Abdullah b. Mes'ûd, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas (r.a.)
Hazretleri idi" denilmektedir. Hatta Sa'd b. Abbas ile Hz. Ömerin;
"imamın arkasında okuyanın ağzına taş doldururum" dedikleri İbn
Mes-ud Hazretlerinin de "ağzına toprak dolsun" dediği rivayet olunur.[423]
Biz bu mevzuda mezhep
imamlarının görüşlerini 818-820 numaralı hadis-i şeriflerin izahında yazdığımız
için burada tekrar etmiyoruz.[424]
824.
...Nâfi'b. Mahmud b. er-Rebî el-Ensârî (r.a.)'den; demiştir ki: Ubâde b.
es-Sâmit (bir defasında) sabah namazında geç kalmıştı. Bunun üzerine Müezzin
Ebû Nuaym namaz için tekbir aldı ve cemaate namaz kıldırmaya başladı. (Derken)
Ubâdetu'bnu's-Sâmit çıkageldi. Ben de beraberinde idim. Nihayet biz de Ebû
Nuaym'ın arkasında saf olduk. Ebû Nuaym sesli okuyordu. Ubâde (de) Fatiha
Sûresi'ni okumaya başladı. Ubâde'ye (namazdan) çıkınca; "Ebû Nuaym sesli
okurken, senin de Fâtiha'yı okuduğunu işittim" dedim. Ebâde;
"Evet (haklısın)
Resûlullah (s.a.) bize aşikâr okuduğu namazlardan birisini kıldırdı ve
(cemaatin okuyuşu sebebiyle) kıraatte güçlük çektiği bu) namazdan sonra bize
dönerek: "Ben sesli okuduğum zaman siz de okuyor musunuz?" buyurdu.
Birimiz,
Biz bunu yapıyoruz,
dedi. Bunun üzerine; "hayır (öyle) olmaz, ben de (kendi kendine) "ne
oluyor da okuduğu Kur'ân'a ortak olunuyor" diyordum. Ben aşikar okudum mu,
siz hiç bir şey, okumayın, yalnız ümmü'l-Kur'ân müstesna" buyurdu.[425]
Bu hadis-i şerif,
imama uyan kimsenin sesli namazlarda da Fatiha okuması lâzım geldiğini söyleyen
ulemânın delilidir. Daha evvelce de beyân ettiğimiz gibi bu mevzuda üç görüş
vardır:
1. İmamın
sessiz olarak kıldırdığı namazlarda imama uyan kimse, sessiz olarak Fatiha ve
zamm-i sûreyi okur, sesli namazlarda ise Fatihayı da zamm-ı sûreyi de okumaz.
Bu görüş İmam Mâlik'e aittir. Delili ise, "Kur'-ân okunduğu vakit onu
dinleyin ve susun.”[426]
âyeti kerimesidir. Bilindiği gibi bu hadis haberi vâhiddir. Haber-i vahid ise,
haber-i mütevâtir olan âyeti nesh veya tahsis edemez.
2. Sesli ve
sessiz namazların her ikisinde de yalnız imam okur. İmama uyan kimse okumaz. Bu
görüş de İmam Ebû Hanefe'ye aittir. Kitabdan delili (el-A'raf (7), 204) âyeti
kerimesi, sünnetten delili ise, İbn Ebî Şeybe'nin Ebû Hüreyre'den rivayet
ettiği: "Kim imamın arkasında kılıyorsa, imamın okuması onun için de
kıraattir."[427] hadis-i
şerifidir. Aynı hadisi Dârekutnî'de Abdullah b. Şeddâd dan rivayet etmiştir.[428]
3. Sessiz
namazlarda imama uyan hem Fatahi'yı hem de zamm-ı sûreyi okur. Sesli namazlarda
ise, yalnız Fatiha'yı okur. Bu görüş de İmam Şafiî'ye aittir. Delili
ise,"Fatiha okumayan kimsenin namazı yoktur" mealindeki 823 no'lu
hadistir. Ancak bilindiği gibi Hanefî uleması, Buhârî ve Müslim tarafından
rivayet edilen bu hadisi, İbn Hıbbân'ın rivayet ettiği "içinde Fatiha
okunmayan namaz kâfi değildir"[429]
anlamındaki hadise bakarak, "Fatiha okumayan kimsenin namazı kâmil
değildir" mânâsına anlamışlar ve yalnız başına namaz kılan kimse için
Fatiha okumak vâcib demişlerdir. İkinci maddede açıklandığı gibi, imamın
arkasında bulunan kimsenin de Fatiha okumasına lüzum görmemişler ve bunu
mekruh saymışlardır.
Ancak namazda imamın
arkasında bulunan kimsenin de Kur'ân okuyacağı görüşünde olanlardan bazıları
bu halde Fâtiha'nın ne zaman okunacağı mevzuunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları
"imam âyet aralarında durdukça cemaat Fatiha'yı okuyarak tamamlar"
derken, bazıları da "imam Fatiha'yı okuduktan sonra durduğunda cemaat
Fatiha'yı okur" demiştir. İmamın Fâtiha'dan sonra duracağı konusu 777
numaralı hadis-i şerifte açıklanmıştır. Son olarak şunu belirtmek isteriz ki,
açıklamakta olduğumuz hadisin râvile-rinden Nâfi'b. Mahmûd, İbn Abdilberr'e
göre kimliği bilinmeyen bir kimsedir. Takrîb sahibi de aynı görüştedir. Bu
bakımdan bu hadis zayıftır. İbn Hibbân ise bu râviyi güvenilir râviler arasında
saymıştır.[430]
825.
...er-Rebi'b. Süleyman'ın rivayeti olan önceki hadisin bir benzeri de Mekhûl
vasıtasıyla Ubâde (b. Sâmit) radiyellahü anh'dan nakledilmiştir. (Bu hadisi
Mekhul'den nakledenler) dediler ki, Mekhûl, akşam, yatsı ve sabah namazında her
rekatta içinden Fatiha okurdu. (Bir defasında) O, "İmam sesli okuduğu
vakitte, Fatiha okurken, sustuğu anlarda sen de (Fatiha'yı) gizlice oku. Eğer
susmazsa ondan önce veya onunla beraber veya sonra oku (yabilirsin). Hiç bir
zaman onu (okumayı) terk etme" dedi.[431]
Bu haberden
anlaşılıyor ki Mekhûl, sesli kılman akşam, yatsı ve sabah namazlarında imamın
arkasında bulunan cemaatinde Fâtiha’yı gizlice okuması lâzım geldiği
görüşündedir ve kendi de böyle yapmaktadır. Esasen hadis-i şerifte geçen
kelimesi emir olarak "sen oku" manasına geldiği gibi muzârî
mütekellim olarak "ben okurum" manasına da gelebilir. Müeliif Ebû
Dâvûd bu hadisi nakletmekle şunu demek istiyor; Mekhûl'e göre, imamın
arkasında bulunan kimsenin Fatiha'yı imamın Fatiha'yı okuduktan sonra susması
anında okuması daha faziletlidir. İmamın Fatiha'dan sonra sukut etmesi mevzuu
777 numaralı hadiste geçmişti. Nitekim Şevkânî'nin Neylu'I-Evtâr isimli
eserinde beyân ettiğine göre "İhtiyata uygun olan Fatiha'yı imamın sustuğu
anlarda okumaktır. Bununla beraber imamla beraber okuması da caizdir."[432]
Her ne kadar bu haber
imamın arkasında bulunan kimsenin cehri namazlarda da Fatiha'yı okuyacağına
delâlet ediyorsa da Fatiha*mn gizli veya açıktan okunacağına dair bir işaret
taşımamaktadır. Ancak Beyhakî ve Ta-berânî'nin Enes'den rivayet ettikleri bir
hadis-i şerif imamın arkasında bulunan cemaatin Fatiha'yı gizlice okuması
gerektiğini ifâde etmektedir.[433]
Konu 818 numaralı hadisin şerhinde açıklanmış bulunmaktadır.[434]
826. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) sesli okuduğu bir
namazdan sonra:
"Demin biriniz
benimle beraber okudu mu?" buyurmuş. Bunun üzerine bir adam:
Evet, ey Allah'ın
Resulü, diye cevab vermiş, (Resûl-i Ekrem de şöyle) buyurmuş:
"Ben de neden
kıraatim karışıyor diyordum."
Halk, Resûlullah
(s.a.)'den bunu duyunca bir daha Resûl-i Ekrem'in aşikâre okuduğu namazlarda
O'nunla beraber okumayı bıraktılar.[435]
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu İbn
Ükeyme hadisini Ma'mer, Yûnus ve Üsâme b. Zeyd, Malik'in (rivayet ettiği
hadisin) mânâsına uygun olarak ez-Zührî'den rivayet ettiler.[436]
Hadis-i şerifte geçen
"kendi kendime diyorum ki" cümlesi çeşitli manalarda kullanılır;
1. İnsan
kendisinin hoşlanmadığı bir işi yaptığı zaman kendi kendine kızarak "ben
niçin böyle yaptım?" der.
2. Sevmediği
bir işi yapan kimseyi gördüğü zaman bu işi beğenmediğini ifâde etmek için;
"bana niçin eziyet ve haksızlık ediliyor" tabirini kullanır.
3. Sebebini
anlayamadığı bir işle karşılaşınca da "acaba bu işin sebebi nedir?"
İşte hadisi şerifte "bana ne oluyor? niçin" kelimesi bu üçüncü manada
kullanılmıştır.
tabiri
ise."okuduğum Kur'ân'a katılan karışanlar oluyor ve onların sesi benim
sesimi bastırıyor" gibi anlamlara gelir.[437]
Buna göre "Neden kıraatim karışıyor?" sözünün manası; "Ben
okurken siz de okudunuz mu? Bu iki okuyuş birbirine karışıyor, sanki bana Kuran
münazaa ediyormuş gibi geliyor" demektir.
"Halk bunu
duyunca bir daha Resûl-i Ekrem'in aşikâre okuduğu namazlarda onunla okumayı
bıraktılar" sözünün mefhûm-ı muhalifi, Resülullah'ın sesli okuduğu
namazlarda okumayı bıraktılar ve sessiz okuduğu namazlarda ise, yine okumaya
devam ettiler, demektir. Ulemanın çoğunluğu ile Hanefi mezhebinden imam
Muhammed bu görüştedir. Ancak bir önceki hadiste açıkladığımız gibi, bazılarına
göre imamın sustuğu yerlerde cemaat Fâtiha'yı okur ve tamamlar denmiştir.
Delillerin münakaşası için 818 numaralı hadise müracaat edilebilir.
Ancak Resûl-i Ekrem'in
arkasındakileri okumaktan nehyetmesine sebep okuyuşuna karışılması, iştirak
edilmesi ve Kur'ân konusunda onunla münazaa ediliyormuş gibi bir duruma
düşülmesi olduğu düşünülürse, bu durum cehrî namazlarda olduğu kadar gizli
okunan namazlarda da bulunduğu bir gerçektir. İşte Hanefi uleması meseleye bu
açıdan bakarak gerek cehrî ve gereksc hafi okunan namazlarda imamın arkasında
bulunan cemaatin Kur'ân okumasını mekruh saymıştır.
Yine hadis âlimlerine
göre "Halk Resûl-i Ekrem'den bunu duyunca bir daha Hz. Peygamber'in
aşikâre okuduğu namazlarda onunla okumayı bıraktılar." cümlesi, Resûl-i
Ekrem'e ait değil, râvilerden birine aittir. Bilindiği gibi bu şekilde râvî
tarafından hadise katılan bu gibi sözlere "müdrec" denilir. Ulemâ bu
sözün kime ait olduğu üzerinde de durmuş, kimisi bu sözün Zührî'ye ait
olduğunu söylerken kimisi de bu sözün Ebû Hureyre'ye ait olduğunu söylemiştir.
Bezru'l-mechûd sahibi bu sözün Ebû Hureyre (r.a.)'ye ait olduğunu delilleriyle
isbat etmişler.[438] Her
ne kadar Tirmizî bu hadisin Hasen olduğunu söylemişse de Nevevî'ye göre bu
hadisin zayıflığında ulemâ ittifak etmişlerdir. Çünkü İbn Ukeyme kimliği meçhul
bir kimsedir. Fakat Nevevî'nin "Bu hadisin zayıflığında ittifak
edilmiştir" sözünü ihtiyatla karşılamak gerekir. Çünkü İbn Hıbbân bu
hadisin sahih olduğunu söylediği gibi, Muhammed b. Yahya, Buhârî, Ebû Dâvûd
gibi muhaddisler sadece "Halk Resûl-i Ekrem'den bunu duyunca bir daha
Resûl-i Ekrem (s.a.)'in aşikâre okuduğu namazlarda onunla birlikte okumayı
terkettiler" cümlesinin müdrec olduğunu söylemişler. Hadisin Peygamber'e
ait olan esas metninin zayıf olduğuna dair her hangi bir söz söylememişlerdir.
Bu durumda Nevevî'nin "bu hadisin zayıflığında ittifak vardır" sözü,
isabetli değildir. Çünkü aksini söyleyen de vardır.[439]
827. ...Said
b. el-Museyyeb dedi ki; Ebû Hureyre (r.a)'yi "Peygamber (s.a.) bize bir
namaz kıldırdı. Sabah namazı olduğunu sanırız" derken ve bir önceki
hadisin manasını "neden kıraatime karışılıyor?" sözüne kadar
naklederken dinledim.
Ebû Dâvûd dedi ki:
(Şeyhim) Müsedded, rivayetinde Ma'mer'in, ' 'halk bir daha Resûlullah (s. a.)
'in sesli okuduğu namazlarda okumayı bıraktılar" dediğini söyledi. (Diğer
şeyhim) İbnu's-Serh (ise), Ma'mer ve Zührî vasıtasıyla Ebû Hureyre'nin,
"Halk (buna) son verdi" dediğini nakletti. (Bu şeyhlerin) arasında
bulunan (diğer şeyhim) Abdullah b. Muhammed ez-Zuhrî de Süfyân 'in (şöyle)
dediğini söyledi: “Zührî, (neden kıraatime karışılıyor?'' cümlesinden sonra)
bir söz söyledi ama onu işitemedim fakat bunu orada bulunan Ma'mer'e sordum, o
da cevab verdi:" Zührî "Halk bu işe son verdi" dedi.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadisi bir de Abdurrahmân b. İshak, Zührî'den rivayet etmiştir. (Ancak
Zührî'nin) hadisi, "neden benim kıraatime karışılıyor" sözüne
kadardır, (gerisi yoktur).
Bu hadisi el-Evzât de
Zührî'den rivayet etmiş (ve) bu (rivayet ettiği) hadiste Zührî'nin (şöyle)
dediğini nakletmiştir:
"Müslümanlar bu
hadiseden ibret aldıklarından, (Peygamber Efendimiz) bir daha sesli okuduğu
zaman onunla beraber okumaz oldular."
Ebû Dâvûddedi ki:
"Ben, Muhammed b. Yahya b. Fâris'in: "Buna son verdiler, sözü,
ZührVnin sözüdür" dediğini işittim."[440]
Musannif Ebû Davud'un
bütün bu talikleri nakletmekten maksadı, "buna son verdiler" sözünü,
şeyhlerinden bazılarının kendisine, "Ebû Hureyre'ye ait bir söz" olarak
naklederken bazılarının da "ez-Zuhrî'ye ait bir söz" olarak
naklettiğini ifâde etmektir. Netice olarak bu ihtilâfı şu şekilde özetlemek
mümkündür:
1. Müsedded
bu cümleyi Ma'mer'in sözü olarak nakletmiştir.
2.
Îbnu's-Serh ise, Hz. Ebu Hureyre (r.a.) nin sözü olarak nakl etmiştir.
3. Abdullah
b. Muhammedi'z-Zührî bu sözü Zührî'nin bir sözü olarak nakletmiştir.
Görünüşte böyle bir
ihtilâf varsa da aslında bu söz Ebû Hüreyre (r.a.)'ya ait bir sözdür.
Bu ihtilafın sebebi de
şöyle açıklanabilir: Râvi zinciri içerisinde bulunan Zührî ile Ma'mer kendi
kanatlerine dayanarak bu sözü bazan Ebû Hüreyre (r.a.)'ye isnad ederlerken
bazı rivayetlerinde ise ona isnat etmemişlerdir. Bu da senedin daha aşağı
kısımlarında ihtilâfın doğmasına yol açmıştır. Bu hadisle ilgili açıklama bir
evvelki hadiste geçmiştir.[441]
828.
...İmran b. Husayn[442]
'den nakledildiğine göre Peygamber (salallahü aleyhi ve sellem)(cemaatle) öğle
namazı kılarken, bir adam gelip arkasında "Rabbinin o çok yüce adım teşbih
(ve tenzih) et" (el-A'la sûresini) okumuş. Resûl-i Ekrem namazı
bitirince:
"Okuyan
hanginizdi?" diye sormuş, (cemaat de);
Bir adam,diye cevap
vermişler.Bunun üzerine Peygamber (s.a.) de:
"Gerçekten
anladım ki, biriniz bunu benim ağzımdan aldı" buyurmuş.
Ebû Dâvûd dedi ki:
(Şeyhim) Ebu'l-Velîd, rivayetinde Şu'be'nin şöyle dediğini söyledi: "Ben
Katâde'ye Said'in sözü; "Kur'an (okuduğu) için sus (şeklinde) değil
miydi." dedim. O da; "Bu (imam) sesli okuduğu zamandır diye cevap
verdi." tbn Kesîr ise rivayetinde Şu'be'nin, Katâde'ye; "Peygamber
(s.a.) bu işi çirkin görmüşe benziyor" dediğini, onun da "çirkin
görmüş olsaydı, bundan nehyederdi" diye cevap verdiğini bilirdi."[443]
Hadîs-i şerifte geçen
muhâcele çekişmek mânâsına gelir. Burada kast edilen mânâ, Resûlullah'ın
ağzından kapıp alırcasına onun okuduğunu onunla beraber okumaktır.
İmama uyanlara
kıraatin gerekmediği görünüşünde olan Hanefî ulemâsı ise hadis-i şerifte
üzerinde durulan hadisenin öğle namazında meydana geldiğine bakarak, buradaki
muhâlece (çekişme) kelimesinin namaza uygun düşmeyen ve Resûl-i Ekrem'in
hoşlanmadığı bir işi yapmak anlamında kullanıldığını söylemişlerdir. Bu iş ise
imamın arkasında olduğu halde kıraatte bulunmaktır. Yine Hanefî ulemâsı,
Beyhakî'nin, imamın arkasında Kur'-ân okumak mevzuunda nakletiği; "şayet
Resûlullah'ın burada çirkin gördüğü bir şey varsa o da arkasında bulunan bu
zatın sesli okumasıdır. Bu adam sesli okuduğu için Resûl-i Ekrem qnun "A'lâ
sûresini okuduğunu bilmiştir" mânâsındaki sözlerine de itiraz etmişler, bu
sözlerin isabetsizliğine bu olayın, sessiz kılınan öğle namazında cereyan
ettiğini göstermişlerdir. Bu durumda Resûl-i Ekrem'in arkasında A'lâ Sûresini
okuyan kimse için; "bunu benim ağzımdan aldı, benimle çekişti"
sözünün manası "benim çirkin gördüğüm bir işi yaptı" demektir. Bu da
imamın arkasında bulunan kimsenin Kur'ân okumasıdır. Nitekim Nesâî'nin rivayet
ettiği, "Bazı kişilere ne oluyor da abdestlerini güzelce almadıkları için
bizi Kur'ân okurken karışıklığa düşürüyorlar?" mealindeki hadis-i şerifte
Resûl-i Ekrem "Bizi karışıklığa düşürüyorlar" sözleriyle,
"abdestte dikkatsizlik gibi hoşlanmadığımız bir işi yapıyorlar" demek
istemiştir. Resûl-i Ekrem'in arkasında Kur'ân okuyan kimsenin sesli okuduğunu
ispat için Resûl-i Ekrem'in bu adamın okuduğu sûreyi bildiğini, şayet bu zat
sessiz okumuş olsaydı Resûl-i Ekrem'in bu sureyi bilememiş olması lâzım
geleceğini delil getirenlere de Hanefî uleması, "Resûl-i Ekrem'in, sözü geçen
zatın okuduğu bu sûrenin ismini zikrettiği sabit değildir" diyerek cevap
vermişlerdir. Gerçekten kavilerin pek çoğu Resûl-i Ekrem'in bu âyetleri
zikrettiğinden söz etmemişlerdir. Resûl-i Ekrem'in bu sûrenin ismini zikrettiği
isbat edilse bile, bunu o zatın fısıltısından anlamış olması mümkündür.
Şube'nin, şeyhi Katâde'ye Said İbn Müseyyeb'in metinde geçen "Kur'ân
okunduğu zaman sus" anlamındaki sözünü hatırlattığı zaman, Katâde'nin
"bu imamın sesli kıldırdığı namazlar içindir" demesi, de Hanefî
ulemasına göre isabetsizdir. Çünkü, "Kur'ân okunduğu zaman sus" sözü
hem sesli hem de sesiz namazlarda okunan Kur'ân'a şâmildir. Bunu sadece sesli
namazlarda okunan Kur'ân'a tahsis eden bir delil yoktur. Şu'-be'nin Katâde'ye;
"her halde Resûl-i Ekrem imamın arkasında okumayı çirkin görüyor"
sözüne, Katâde'nin; "Eğer çirkin görseydi onu nehyederdi." diye cevab
vermesi de imamın arkasında namaz kılan kimsenin Kur'ân okumasının sadece
cehrî namazlarda yasaklandığına dair bir delil olmadığı gibi, gizli okumanın
caiz olduğuna da delil olamaz.
Çünkü mühim olan
Resûl-i Ekrem'in ikazına sebeb teşkil eden olaydır. Bu hadis-i şeriften açıkça
anlaşıldığı gibi Resûl-i Ekrem'le çekişme ve ona muhalefet etme, o okurken
okumaktır. Öyleyse gizli Ve aşikâr oku'nan bütün namazlarda cemaatin susması
gerekir.[444]
829.
...İmrân b. Husayn'dan rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) onlara Öğle
namazını kıldırmış, (namazdan) çıkınca, "Sebbihis-me Rabbike'1-A'la diye
başlayan (sûre) yi hanginiz okudu?" deyince bir zât, "ben"
cevabını vermiş. Bunun üzerine (Resûl-i Ekrem):
"Gerçekten
anladım ki, biriniz onu benim ağzımdan aldı" buyurmuştur.[445]
Bu hadis-i şerifle
ilgili açıklama için bir önceki hadisin izahına müracaat edilmelidir.[446]
830.
...Câbir b. Abdillah (r.a.)'dan; demiştir ki; İçimizde Arab da Acem de
bulunduğu halde Kur'ân okuyorduki(Bunu gören Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi
vesellem):
"Okuyunuz, (bu okuyuşlarınızın)
hepsi de güzeldir. (İleride öyle) kavimler gelecektir ki, onu ok gibi dosdoğru
okuyacaklar (ama karşılığını)
dünyada alacaklar da âhirete
bırakmayacaklardır" buyurdu.[447]
Hadiste geçen
"a'râbî" çölde yaşayan göçebe arab demektir.Bilindiği gibi göçebe
arablar çölde okuma-yazma imkânı bulamadıklarından umumiyetle Kur'ân okumaktan
âciz kimselerdir. Hadis-i şerifte de "göçebe arab" sözüyle Kur'ân
okumayı pek beceremeyen arablar kast edilmiştir.
A'cemî kelimesi ise,
Arab olmayan kimseler için kullanılır ki, hadis-i şerifte arabçaya aşinalıkları
olmadıkları için Kur'ân okumayı beceremeyen kimseler kast edilmiştir. Netice
olarak A'rabî ve A'cemi kelimeleriyle Kur'ân okumayı pek iyi beceremeyen
kimseler ifâde edilmek istenmiştir.
Buna göre hadis-i
şerif Arabça gramerine ve tecvid kurallarına tam mânâsıyle uygun olmasa bile
riyadan ve suma'dan uzak, içten gelen fevkalâde bir sevgi ve istekle Kur'ân
okumanın Allah ve Resulü yanında büyük bir ecir taşıdığını beyân etmekte ve
ileride gerek tecvîd kurallarına ve gerekse Arab-ca gramerine uygunluğu
bakımından fevkalâde düzgün âdeta ok gibi dosdoğru Kur'ân okuyan, fakat
gösteriş, şân, şöhret ve dünyevî maksatlar için okuduklarından bu okumalarının
karşılığını dünyada alıp ârihette eli boş, Allah ve Resulünün hoşnutluğundan
uzak kalacak bir toplumun ortaya çıkacağını haber vermektedir.
Bu hadis-i şerif, aynı
zamanda Kur'ân-ı Kerim'i tecvîd kurallarına göre okuyamayan kimselerden yanlış
okumanın sorumluluğunu kaldırmakta ve Kur'ân okumakta maharet sahibi olan
kimseleri de Kur'ân-ı Kerim'i şan, şöhret ve dünyevî maksatlarına âlet
etmemeleri için ikaz etmektedir. Çünkü sadece dünyevî maksatlarla Kur'ân'ı
okumaya gösterilen çabada şeytanın hilesi vardır.
Bu gibi kimseler
okuduklarının karşılığını dünyada alacakları için bunların okuyacakları
Kur'ân'ı sevabını ölülerin ruhuna bağışlamak da mümkün değildir. Çünkü
bunların okumalarına karşılık bir sevab yoktur.
Günümüzde ölülerin
ruhuna bağışlamak maksadıyla pazarlık ederek hatim okuyan kimselerin durumu bu
hadis-i şerifin ışığında değerlendirilmelidir.[448]
831. ...Sehl
b. Sa'd es-Sâidî (r.a.)'den; demiştir ki: Bir gün biz Kur'ân-i Kerim okurken
Peygamber (s.a.) yanımıza çıkageldi (ve bizi bu halde görünce); "Allah'a
hamdolsun, her ne kadar sizin içinizde kırmızısı, beyazı ve siyahı bulunuyorsa
da, Allah'ın Kitabı birdir. Onu ok gibi dosdoğru okuyup (fakat) ecrini dünyada
alacak ve âhirete bırakmayacak kavimler gelmeden onu (işte böyle)
okuyunuz" buyurdu.[449]
Bazı hadis âlimlerine
göre hadis-i şerifte geçen kırmızı (renkli) kimselerden maksat Şamlılardır.
Çünkü bunların tenleri hafif kırmızı olduğu gibi servetlerinin büyük
çoğunluğunu da kırmızı altınlar teşkil eder. Beyaz (renkli) kimselerden maksat
ise, İranlılardır. Çünkü bunların derileri beyaz olduğu gibi servetlerinin
ekseriyetini gümüş paralar teşkil eder, siyah renkli kimseler ise, Arablardır.
Çünkü bilindiği gibi bunların ekseriyetini de esmer renkli kimseler teşkil
eder.
Resül-i Ekrem (s.a.)
Efendimiz yanlarına uğradığı muhtelif renk ve ırklardan meydana gelen bu
sahâbî topluluğuna" okuyunuz" demekle "dilleriniz farklı da
olsa okuyunuz, kolayınıza geldiği şekilde kendinizi zorlamadan Allah'ın
Kitabi'm okuyunuz. Yeter ki bu okuyuştan muradınız Allah'ın rızasını ve
helâlini öğrenip onları aramak, haram kıldığını da haram bilip ondan kaçınmak
olsun" demek istemiş ve onları gördüğü şekilde Kur'ân'ı okumaya teşvik
etmiştir.
Bu ve bundan önceki
hadis, her ikisi de dünyevî bir menfaat umarak Kur'ân okumanın caiz olmadığına
delâlet etmektedirler. Çünkü Kur'ân-ı Kerim, muhkem âyetleriyle amel etmek,
müteşâbih âyetlerine iman etmek, kıssalarından hisse almak va'dlerine ve
tehditlerine kulak vermek, müjdelerine sevinmek, korkutmalarından ürpermek,
öğütlerini tutmak, emirlerine sarılıp nehylerinden kaçınmak için okunur.
Kur'ân-ı Kerim'i.bunun dışında bir maksatla okumanın caiz olmadığına delâlet
eden daha pek çok âyet-i kerime ve hadis-i şerif vardır. Bakara suresinin 41.
âyeti kerimesinde cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Benim âyetlerimi az bir fialla
değişmeyin" Bu âyetle Cenab-ı Hak kullarını ikaz ederek, "benim âyetlerimi
Cennette mü'minler için hazırladığım nimetlere nisbetle çok az ve değersiz
olan dünya menfaatlerine değişmeyiniz" buyuruyor. Aslında satın alınan
dünya menfaati, bu menfaat karşılığında ödenen fiyatta Kur'ân-ı Kerim olduğu
halde tam tersine âyette dünya menfaatinden bir fiyatmış gibi söz edilmesi
aslında "âyetin âyet, gayenin de gaye olarak kalması bunların bir
birlerinin yerine geçmemesi" gibi mühim bir esasa dikkati çekmek ve gaflet
sebebiyle gaye olan Kur'ân âyetlerinin dünya menfaatlerine âlet edildiğine ve
âlet olarak kullanılması gereken dünya menfaatlerinin de gaye edildiğine işaret
etmek içindir. Bu ifadede bu işi yapanların cahilliğini ve yaptıkları işlerin
tersliğini ortaya koyan ince bir mana ve ince bir nükte vardır.
Tirmizî'nin rivayet
ettiği bir hadis-i şerifte de buyruluyor ki: İmrân b. Husayn Kur'ân okuyarak
dilenen bir kişiye rastlayınca diyerek şunları söylemiştir: "Ben Resûl-i
Ekrem (s.a.)'i şöyle buyururken işittim: Kur'ân okuyan kimse karşılığını
Allah'dan istesin. Çünkü ileride öyle kavimler gelecektir ki, bunlar Kur'ân
okuyarak dileneceklerdir."[450]
Musanıf Ebû Davud'un
Ubâde b. es-Sâmit'den rivayet ettiği ileride gelecek bir hadiste de şöyle
buyuruluyor: Ubâde (r.a.) dedi ki: "Ben ehl-i Suffeden bazı kimselere
Kur'ân öğretmiştim. İçlerinden birisi bana bir yay hediye etti. Kendi kendime,
"Bu dünyalık bir mal değil, bununla Allah yolunda atış yaparım"
diyordum. Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.)'in huzuruna vararak "Ya Resûlallah!
Kur'ân öğrettiğim bir kimse bana bir yay hediye etti. Bu dünyalık bir mal
değil, Allah yolunda onunla atış yapmak istiyorum" dedim. Bunun üzerine
bana hitaben:
"Eğer boynuna
ateşten bir halka takılmasını istiyorsan, bunu kabul et," buyurdular.[451]
İnşallah ileride bu mevzuda geniş bilgi verilecektir.[452]
832.
...Abdullah b. EbîEvfâ(r.a.)'dan; demiştir ki: Bir adam Peygamber (s.a.)'e
gelerek;
Benim Kur'ân'dan
(kafama) bir şey almaya gücüm yetmiyor. Bana (namazda) yetecek kadar Kur'ân'dan
birşeyler öğret dedi.
Bunun üzerine
Peygamber (s.a.);
"Sen; Allah'ı her
türlü noksanlıktan tenzih ve o'na hamd ederim. Allah' dan başka ilâh
yoktur. Allah çok büyüktür. Kuvvet ve kudret ancak [yüce ve büyük olan]
Allah iledir., (duasını) oku" buyurdu. Adam:
Ey Allah'ın Resûlu, bu
Allah içindir. Kendim için ne (okuyayım?) dedi, (Resf'iJ Ekrem'de:)
Ey Allah'ım, bana acı,
beni rızıklan-dır, bana afiyet ver ve hidâyete erdir, diye duâ et."
buyurdu. (Adam) ayağa kalkınca (yumduğu) eliyle (işaret ederek:)
İşte böyle, dedi.
Bunun üzerine Peygamber (s.a.): Muhakkak ki onun eli hayırla doldu"
buyurdu.[453]
Hadiste geçen;
"Benim Kur an dan (kafama) bir şey almaya gucum yetmiyor sozunu söyleyen adam bu sozu ya gerçekten
hafızasının zayıflığı sebebiyle Kur'ân'dan hiç bir âyet ezberlemeye gücü
yetmediğini ifâde için söylemiştir, yahutta ezberlemeye fırsat bulamadığı ve
zaman darlığı sebebiyle söylemiştir. el-Mesâbîh sarihine göre metinde geçen bu
duayı öğrenen kimse Fatiha'yı da öğrenebilecek kabiliyette demektir. Bu
bakımdan sözü geçen zâtın "gücüm yetmiyor" sözünden maksadı "şu
anda vaktim çok dar namaza kadar Kur'ân'dan birşey öğrenmeye zamanım yok"
demektir.
"Ey Allah'ın
Resulü, bu Allah içindir" sözünün manası, "Ey Allah'ın Resulü, bana
bu öğrettiğin duaların hepsi Allah'a hamd-ü sena ile ilgili. Be-nim Allah'dan
isteyeceklerimi dile getirecek duaları da öğrenmek istiyorum. Bana onları da
öğret" demektir. Belki de bu zat-i muhterem bu sözüyle Resul-i Ekrem'den
Fatiha'yı öğrenmek istediğini söylemek istemiştir. Çünkü 821 no'lu hadisi
şerifte geçtiği gibi Cenab-ı Hak; "Ben Fatiha'yı kulumla kendi aramda
ikiye böldüm" buyuruyor.
Elini yumarak
"işte böyle" demekten maksadı ise, "işte şu elimi nasıl sıkıca
yumuyorsam, senden duyduklarımı da bir daha benden ayrılmayacak şekilde öylece
sağlam öğrendim ve ezberledim" demektir. Nitekim Resûl-i Ekrem de adamın
bu halini görünce yanındakilere "şu gördüğünüz kimse elini hayırla
doldurdu" buyurmuştur. Bu hadisin zahirî mânâsından anlaşılıyor ki,
Resûl-i Ekrem'in öğretmiş olduğu bu duâ namazda Fâtiha'nın yerini tutmaktadır.
Ancak bu meseleyi bütün ayrıntılarıyla ele alan mezheb imamları bu mevzuda
farklı görüşler ortaya koymuşlardır:
1. Hanbelî
ulemâsına göre bir kimsenin namazda Fatiha okumaya gücü yetmezse o kimseye
Fâtiha'nın yerine âyet ve harf sayısı bakımından Fatiha kadar Kur'ân okuması
lâzımdır. Eğer Kur'ân'dan sadece Fâtiha'nın bir âyetini veya Kur'ân'dan sadece
bir âyet okumaya gücü yetiyorsa bildiği bu âyeti Fâtiha'nın âyetleri adedince
tekrar eder. Eğer bir âyet Fâtiha'dan, bir âyet de Fâtiha'nın dışındaki bir
sûreden biliyorsa, Fatihadan olan âyeti tekrarlayarak okur, diğer âyeti
okumaz. Eğer Kur'ân-ı Kerim'den hiçbir âyeti okumaya gücü yetmezse,
"Sübhanallahi vel hamdulillahi..." duasını sonuna kadar okur. Eğer bu
duanın tümünü okuyamaz da ancak bir kısmını okuyabili-yorsa o zaman duanın
bildiği kısmını, duanın tümüne harf ve cümle olarak denk oluncaya kadar tekrar
eder. Eğer buna da gücü yetmiyorsa sanki bir dilsizmiş gibi Fatiha okuyacak
kadar ayakta bekler, sonra rükû'a varır. Fatihayı bilmediği için, mutlaka
okumasını bilen bir imamın arkasında namaz kılması gerekmez. Ancak imamın
okuyuşu cemaat için de geçerli olduğundan ve "bu gibi kimselerin imama
uyarak namaz kılmaları farzdır" diyenlerin ihtilâfından kurtulacağından
imamın arkasında kılması müstehabtır.
2. Şafiî
ulemâsı da bu mevzuda Hanbelîler gibi düşünmektedirler. Ancak Şâfiiler Fatiha
yerine okunacak duâ mevzuunda farklı görüşlere sahiptirler:
a. Ebu Ali
et-Taberî'ye göre, bu kimse "Sübhanellahi..." duasını sonuna-kadar
okur ve buna bir ilâve yapmaz.
b. Bazılarına
göre de bu duanın cümlelerinin sayısı beş olduğundan yedi âyetten meydana
gelen Fâtiha'ya eşit olması için iki cümle daha ilâve edilmesi gerekir. Ancak
bu görüşün hadisin zahirine uymadığı açıktır. Çünkü hadis-i şerifte bu duanın
yeterli olduğu açıkça ifâde edilmektedir.
c. Fâtiha'nın
yerine namazda her çeşit duâ veya zikir yapılabilir. Yeter ki bunların
harflerinin sayısı Fâtiha'da bulunan harf sayısından az olmasın. Nevevî'nin
beyânına göre, Şafiî mezhebinde en sağlam görüş budur. Şafiî ulemâsının
çoğunluğu da bu görüştedir.
3. Mâliki
mezhebinde de çeşitli görüşler ileri sürülmektedir:
a.
Mâlikîlere göre Fâtiha'yi okuyamayan kimsenin namazını bir imama uyarak kılması
vâcibtir. Şayet bir imam bulamazsa o zaman namazda Fatiha yerine zikirde
bulunması gerekir. Bu görüş Mâliki ulemasından Muham-med b. Sahnûn'a aittir.
b. el-Kadı
Ebû Muhammed el-Vahhâb'a göre ise, Fatiha okumasını bilmeyen ve arkasında
namaz kılmak için bir imam da bulamayan kimseye zikirde bulunmak gerekmez.
el-Lahmî de bu görüşü tercih etmiştir ve Mâliki mezhebinde muteber olan da bu
görüştür. Bu durumda o kişiye hiç bir şey okumadan kıyamda beklemek
müstehabtır.
4. Ebû
Hanife (r.a.)'ye göre ise, namazda Kur'ân okumaktan aciz olan kimse kıyamda
sessizce bekler ona zikir'de bulunmak gerekmez.
Namazda Arabça Kur'ân
okumaktan âciz kalan fakat Arabça'nın dışında bir dilde tercümesini okumaya
gücü yeten kimsenin durumunda ise ihtilâf vardır:
a. Ulemanın
büyük ekseriyetine göre namazda veya namazın dışında okumak üzere Kur'ân'ın
başka bir dile çevrilmesi caiz değildir.
b. İmam Ebû
Hanife'ye göre ise, Kur'ân'ın herhangi bir dile tercüme edilmesi
kayıtsız-şartsız caizdir ve namazda da okunabilir.
c. Ebû
Yusuf'a göre ise, ancak Kur'ân-ı Kerimi Arabca okumağa gücü yetmeyenler İçin
namazda Kur'an-ı Kerim'in tercemesini okumak caizdir.
d. Nevevî'nin beyânına göre ise, Şafiî mezhebinde Kur'ân-ı Kerimi kesinlikle
Arabçanm dışında bir dille okumak caiz değildir. İsterse okuyan kimse Arapça
okumaktan âciz olsun, ister namaz içinde okusun, isterse namaz dışında okusun.
Hiçbir zaman ve hiçbir kimse için Kur'ân-ı Arabçanın dışında bir dille okumak
caiz değildir. Eğer namazda Fatiha yerine Kur'ân tercemesi okunacak olursa o
namaz bâtıl olur. İçlerinde İmam Mâlik ve Ah-med'in de bulunduğu cumhur-u
ulemâsının görüşü de böyledir.[454]
İmam
A'zam Ebu Hanife'ye gelince, bir zamanlar terceme ile namaz kılınır diye fetva
verdiği rivayet olunuyor. Hazret-i İmam kula kolaylık mülâhazası île Kur'an-ı
Kerim'i biri mânâ biri lâfız olmak üzere iki rükne ayırmış ve mânâyı aslî
rükün, lafzı zaid rükün saymıştır. Aslî rükün hiçbir zaman düşmez. Yani terk
edilemez. Zâid rükün baş sıkışınca sakıt olur. Meselâ iman, kalb ile tasdik ye
dil ile ikrardan meydana gelir. Tasdik imanın aslî rüknü olduğundan hiç bir
surette sükût kabul etmezse de, dil ile ikrar, Zâid rükün olduğundan ölümle
tehdit karşısında sükût eder ve tehdid edilen müslüma-nın kalbi imanla dolu
olmak şartıyla küfür kelimesini söyleyebilir. İşte Hazret-i imam buna kıyâsen
Kur'an-ı Kerîmi biri aslî, biri zaid olmak şartıyla iki rükne ayırmış ve namaz
bir münâcaat hali olduğundan o halde zaid rükün olan lâfzın sükûtuna kail
olmuştur. Ancak unutmamalıdır ki, bu fetva dahi umûmî değil, yalnız namaza ve
Farsçaya mahsustur. Bununla beraber mutlak da değil, "kılınan namaz mekruh
olur" kaydı ile mukayyettir. Âdet olmamak şartıy-le de meşruttur.
Görülüyor ki, Bu kadar kayıt ve şartlarla sımsıkı bağlanmış bulunan bu fetva
bir tecrübe mahiyetinden öteye geçememiş ve nihayet hazret-i imam hatasını
anlayarak imameyn denilen Ebû Yusuf ile Muhammed'in kavline dönmüştür. Mesele
bütün fıkıh ve usul-ü fıkıh kitaplarında zikredilmiştir. İmameyn kavline
gelince, onlar hiç Kur'ân okumak bilmeyen yeni bir müslümana Kur'ân öğreninceye
kadar bir-iki gün terceme ile namaz kılmayı caiz görüyorlar. Fakat müteahhirîn
ulemasının en büyüklerinden biri olan Kemal b. Hümam (788-861) bu meselede
imameyn kavlini de hatalı bulmakta ve "Böylesi ümmî hükmündedir, yani hiç
okumak bilmeyen gibidir. Şu halde ya hiç okumayıp susacak, yahut sadece teşbih
ve tehlil ile namaz kılacaktır. Tercemeyi okursa namazı bozulur"
demektedir. Eimme-i selâsenin kavli de budur. Hak olan da budur.[455]
Kur'ân-ı
Kerîm'in tercemesi meselesi dün olduğu gibi bugün de önemini korumakta ve sık
sık gündeme gelerek hareketli münâkaşalara yol açmaktadır. Bu mevzuda merhum
M. Sofuoğlu görüşlerini şöyle ifâde ediyor:
1. Aslî mânâlar, yani sadece cümlenin terkibinden çıkan ve meselâ emir,
nehy ahkâm, kısas, ahlâk ve adâb ifâde eden mânâlardır ki, bunların ifâde
edebileceği durumlarda olan her dile Kur'ân çevrilebilir.
2. Tâli manalar: Yani belagat ve icaz bakımından kelimelerin ihtiva ettikleri
saklı manalardır.
tşte
Kur'ân-ı Kerim'in aynı zamanda hem aslî hem tâli manalarını hakkıyla ve bütün
belagatıyla ifâde edilebilecek kuvvette yabancı bir dili ve bu iktidarı
gösterecek bir mütercimi bulmak son derece müşkildir.[456]
Hasan
Basrî Çantay merhum de tercümeyi en mükemmel şekilde gerçekleştirmenin
güçlüğünü şu sözleriyle anlatıyor: "Kur'ân-ı Mübîn hem lafzı, hem
manâsıyla mu'ciz onu hakkıyle tercemeden beşer âcizdir. Şimdiye kadar birçok
yabancı diller buna yeltendi, fakat onun ilâhî belagat ve i'cazı hepsini yere
serdi. Ne okuyanlar, ne de bizzat ona yeltenenler bunları beğendi. Bizde de ya
aslından ya o ecnebi kaynak ve taslaklardan terceme edilmiş eski ve yeni
birçok özenişler gördük. Hakkın kelâmına aklımızca çelenkler ördük, ancak
anladık ki: Bunlar "O" değildir, aczin ta kendisi olan birer özeniş,
bir taklid dildir."
"...Nihayet
Allah kelâmı ile beşer kelâmı arasındaki fark, tıpkı yaratanla yaratılan
arasındaki farktır. Bu gerçektir, muhakkaktır. Bu farkı gidermeye insü cin
şöyle dursun, melekler ve Peygamberler bile muktedir değildir. Çünkü o
"ezelî", bu "fâni" bir dildir. İşte sözün özü.[457]
Şuna da işaret edelim
ki açıklamakta olduğumuz bu hadis zayıftır. Çünkü ravileri arasında Ebû Hâlid
ed-Dâlânî vardır. İbn Hacer'e göre bu zat çok hata eden birisidir.[458]
833. ...Câbir b. Abdillah'dan; demiştir ki: Biz (Peygamber (s.a.)'in
sağlığında) ayakta ve otururken dua ederek rükû ve secdede iken de, teşbih
ederek nafile namaz kılardık.[459]
Bu
hadis-i şerif nafile namazlarda Kur'ân okumanın farz olmadığına delâlet etmektedir.
Ancak bu şekilde Kur'an okumaksızın nafile namaz kılmanın caiz oluşunun
İslâm'ın ilk yıllarına ait geçici bir uygulama olduğunu daha sonra bu
uygulamanın yürürlükten kaldırıldığını söylemek mümkündür. Nitekim
"kıraatsiz namaz olmaz"[460]
mealindeki hadis-i şerifle daha önce tercemesini sunduğumuz 822 numaralı
hadis-i şerif de buna delâlet etmektedir. Ancak mevzuumuzu teşkil eden duâ ve
teşbihle nafile namaz kıldıklarından bahsedilen sahâbîlerin namazda duâ
okumaları ve subhânellah demeleri Kur'ân okumalarına bir engel teşkil etmeyeceğine
göre, duâ ve teşbih ile beraber Kur'ân da okumuş olmaları da mümkündür. Netice
olarak:
1. Nafile namazlarda da Kur'ân okumak farzdır.
2. Şayet belli bir müddet içerisinde böyle bir uygulama olmuşsa bu sonradan
neshedilmiştir.
3. Bu hadis "munkati" denilen zayıf hadislerdendir. Çünkü
Münzirî, Ali b. el-Medinî gibi hadis âlimlerinin beyânına göre, Hasen el-Basrî
Câbir b. Abdillah'dan hadis dinlememiştir. Öyle olunca, arada Câbir b. Abdillah
(r.a.)'den Hasen el-Basrî'ye hadisi nakleden bir başka râvinin bulunması gerekiyor.
Bunun kim olduğu belli değildir.
4. Sadece dua ve teşbih ile namaz kılma ruhsatı, yalnız Arapça bilmeyen
ecnebiler için tanınmış geçici bir kolaylık da olabilir.[461]
834. ...Mûsâ b. İsmail'in naklettiğine göre (bir önceki hadisin) bir
benzerini de Hammâd, Humeyd'den rivayet etmiş, (ancak) "nafile"
(kelimesini) söylememiştir. (Humeyd) dedi ki: "el-Hasen öğle ve ikindide,
imam iken de imamın arkasında iken de Fâtiha'yı okurdu ve (birinci rekatta)
Kaf ve (ikinci rekatta) ez-Zâriyât (sûresine denk olacak) kadar teşbih, tekbir
ve tehlilde bulunurdu."[462]
Hammâd
b. Seleme'nin Humeyd'den rivayet ettiği bu hadis-i şerifi Ebû İshak
el-Fezârî'nin yine Humeyd'den rivayet ettiği bir önceki hadisin bir kelime
farkı ile aynısıdır. Bu hadisin metninde de açıklandığı gibi bir önceki
hadis-i şerifte geçen "nafile namaz" kelimesi bu hadis-i şerifte
bulunmamaktadır.
Burada
geçen; "el-Hasen öğle ve ikindi namazlarında imam iken de imamın
arkasında iken de Fatiha sûresini okurdu ve birinci rekatta Kaf (sûresine),
ikinci rekâtta ise, Zâriyât sûresine denk olacak kadar teşbih, tekbîr ve
tehlilde bulunurdu" sözünden anlaşılıyor ki, Hasen el-Basrî namazlarında
kıraat ile teşbih, tekbir ve tehlili bir-leştiriyormuş. İmam iken böyle yaptığı
gibi imam arkasında cemaat olarak namaz kılarken de böyle yaparmış. Musannif
Ebû Dâvûd bu hadisi nekletmekle "bir önceki hadisin zahirî mânâsı her ne
kadar Peygamber (s.a.) zamanında nafile namazlarda kıraat terk edilirmiş
düşüncesini uyandırıyorsa da, gerçek böyle diğildir" demek istiyor. Çünkü
Hz. Peygamber zamanında kıraati terk ederek namaz kılındığını ifâde eden bir
evvelki hadis-i şerifin râvisi olan Hasan el-Basrî'nin bizzat kendisinin
namazda kıraati terketmediği bu hadisten anlaşılmaktadır. Ancak Hasan el-Basrî
namazda kıraat ile duayı birleştirmiştir. Bu uygulama ise, kendi ictihad ve
şahsi kanaatinin mahsûlüdür. Muhakkak ki Resûl-i ekrem'in uygulaması bizim
için en güzel ve en şaşmaz bir örnektir ve O (s.a.) hiçbir zaman namazda
kıraati terk etmemiştir. Bunun için de hiç bir sahâbî ve tabiinin namazda
kıraati terk ettiği düşünülemez.[463]
835. ...Mutarrif den; demiştir ki: Ben îmrân b. Huseyn ile birlikte Ali b.
Ebî Tâlib'in arkasında namaz kıldım. AH secdeye ve rükû'a vardığı zaman ve iki
rek'at (kıldık)tan sonra kalkarken tekbir alırdı. Namazdan çıktığımız vakit
İmrân elimden tuttu ve; "Vallahi şu (zat-i muhterem) demin Muhammed
(s.a.)'in namazını kıldı" veya "bize kıldırdı" dedi.[464]
Metindeki
kelimesi kâfin kesriyle okununca "açıkça, gözle görülür şekilde"
mânâsına gelir.şeklinde lâm'ın zammıyla okununca "az önce"
"demin" anlamına gelir. Biz tercememizde ikinciyi tercih ettik. Bu hadisin
Buhârî'deki rivayetinde Ali (r.a.)'in söz konusu olan bu namazı Basra'da
kıldırdığı ifâde edilmektedir. Hanefi ulemâsından Aynî ise, bunun Cemel
Vak'asından sonra olduğunu kaydediyor.
İmrân'ın
"Vallahi şu (zâtı muhterem) demin bize Hz. Muhammed (s.a.)'in namazını
kıldırdı" sözü o zamana kadar intikal tekbirlerinin terk edilmiş olduğunu
gösterir. Nitekim Ahmed b. Hanbel ile Tahâvî'nin tahric ettikleri Ebû Mûsâ
el-Eş'arî hadisinde, "bize vaktiyle Resûlullah (s.a.) ile kıldığımız
namazı hatırlattı, sonradan biz onu unuttuk yahut kasten terk ettik"
denilmektedir. Müslim'in rivayetinde bu cümle "Vallahi bu zat bize Muhammed
(s.a.)'in namazı gibi bir namaz kıldırdı. Yahut bu zat bana Muhammed (s.a.)'in
namazını hatırlattı" şeklinde geçmektedir. Buhârî'nin rivayet ettiği,
"başını her doğrulttuğunda tekbir alırdı" cümlesinin zahirî mânâsı
her ne kadar bütün intikallerde tekbir almış olduğunu ifâde ederse de, rukû'dan
doğrulunca "sümaiallahü limen hamideh" ve "Rabbena lekerhamd"
denildiğine dâir icmâ' bulunduğundan, hadisin umûm ifâde eden bu cümlesi icmâ'
ile tahsis edilmiştir. Musannif Ebû Davud'un bu hadisinde geçen, "Rükû'a
vardığı zaman tekbir alırdı" cümlesini Buhârî, Müslim ve Nesâî ve Ahmed
b." Hanbel'in rivâyetleriyle karşılaştıran Bezlu'i-Mechûd sahibi rukû'a
vardığında" kelimesinin kâtipler tarafından yanlışlıkla bu şekilde yazıldığı,
aslının ise, Buhârî ve Müslim'de geçtiği gibi, "secdeden başım
kaldırdı" şeklinde olduğu kanaatine varmıştır.[465]
836. ...Ebû Bekr b. Abdurrahman ile Ebû Seleme'nin naklettiklerine göre Ebû
Hureyre (r.a.) farz ve diğer namazlarda tekbir alırdı. Namaza dururken tekbir
alırdı. Sonra secdeye gitmeden önce derdi. Sonra rukû'a varırken de tekbir
alırdı. Sonra (rükû'dan başını doğrulturken) "Semiallahu limen
hamideh" derdi. Sonra secdeye gitmeden önce "Rabbena ve
leke'I-hamd", secdeye inerken ve (secdeden) başını kaldırırken de,
"Allahu Ekber" derdi. Sonra (ikinci defa) secde ederken, (secdeden
başım) kaldırırken ve iki rekatin sonundaki oturuştan kalkarken de tekbir alırdı.
Bunu her rekatta namazı bitirinceye kadar (böyle) yapardı. (Namazdan) çıkınca
da; "Varlığım (kudret) elinde olan Allah'a yemin olsun ki (içinizde namaz
kılmak bakımından) Resûlullah (s.a.)'in namazına en çok benzeyeniniz benim.
Dünyayı terkedînceye kadar onun namazı işte budur" derdi.[466]
Ebû
Dâvûd dedi ki: Şu son cümleyi Mâlik (b. Enes) ez-Zübeydî ve bunların dışında
bazı kimseler, ez-Zührt vasıtasıyle Ali b. Hüseyn'-den rivayet ettiler. (Bu
sözü) Ma'mer'den nakleden Abdul'â'la da (aynen bizim gibi) Şu'ayb b.
EbîHamza'ya uyarak ez-Zührî vasıtasıyle (Ebû Bekr b. Abdirrahman ile Ebû
Seleme'den Ebû Hüreyre 'nin sözü olarak) nakletmiştir.[467]
Bu
hadis-i şerif Resûl-i Ekrem (s.a.)'in farz olsun nafile olsun bütün namazlarda
iftitah tekbirini ayakta aldığını ifâde etmektedir. Ancak bu, gücü yetenler
içindir. Gücü yetmeyenler ve özrü olanlar için oturarak tekbir almağa ruhsat
vardır. Nitekim Müslim'in rivayet ettiği; "Mervân, Ebû Hureyre'yi
Medine'ye kaymakam bıraktığı zaman, Ebû Hu-reyre farz namaza kalktığında tekbîr
alırdı"[468] mealindeki hadis-i
şerifde iftitah tekbirinin ayakta alınacağına delâlet etmektedir. İftitâh
tekbiri Şafiî ve Hanefîlere göre farzdır. Diğer tekbirlere gelince, her rekatta
beş tekbir vardır. Üç ve dört rekatli namazlarda ilk oturuşdan kalkarken dahi
tekbir alınır. Binaenaleyh beş vakit kılınan farz namazlarda iftitah tekbiri
ile beraber toplam "94" tekbir vardır.
Bu
hadisin şerhinde Nevevî şunları söylemektedir: "Namazda her eğilip
doğruldukça tekbir almak, bugün ve geçmiş asırlarda bütün ulemânın ittifakı
ile sübût bulmuş bir meseledir. Tekbir meselesi Ebû Hureyre (r.a.) zamanında
ihtilaflı idi. Bazılarına göre tekbir yalnız niyetlenirken getirilirdi. Bir
takımları da Ebû Hureyre hadisinin bazı rivayetlerine bakarak iftitah tekbirinden
başka ancak bir kaç tekbirin daha meşru olduğuna hükmetmişlerdir. Bu zevat
herhalde Resûlullah (s.a.)'in her eğilip doğrulduğunda tekbir aldığını
duymamışlardır. Onun için Hz. Ebû Hureyre kendilerine; "Şüphesiz ki
içinizde namazı Resûlullah (s.a.)'in namazına en çok benzeyeniniz benim"
demiştir. Ondan sonra hadis-i şerifin beyân ettiği tarzda her eğilip
doğruldukça tekbir almak kabul edildi ve bu suretle uygulama istikrar kazanarak
bugüne kadar böyle geldi."
İntikal
tekbirlerinin hükmüne gelince:
1. Namazda intikal tekbirleri sünnettir. Ulemâdan Atâ b. Ebî Rebâh, Hasan
el-Basrî, Muhammed b. Şîrîn, İbrahim en-Nehâî, Süfyan es-Sevrî, Ev-zâî, Ebû
Hanife, Mâlik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel hazretleri ile diğer dört mezheb
ulemâsının görüşleri budur. Bu görüş aynı zamanda İbn Mes'ûd, Ebû Hureyre,
Câbir ve Kays b. Ubâde ile diğer ashâb-i kirâm'dan da rivayet olunmuştur.
Halife Ömer b. Abdilaziz ile Muhammed b. Şîrîn, Kasım b. Abdullah, Saîd b.
Cübeyr ve Katâde namazda rüku' ve secdeye giderken tekbir almâktalardı. İbn Ebî
Şeybe'nin Musannef'inde Ömer b. Abdilaziz'in Ubeydullah b. Ömer'in rivayetinde
Kasım ile Sâlim'in, Amr b. Mürre'nin rivayetinde Said b. Cübeyr'in tekbirleri
tam almadıkları bildirildiği gibi, Yezid b. Fakîr'in rivayetinde İbn Ömer'in namazda
tekbirleri noksan aldığı Mis'ar rivayetinde ise, rükû'dan secdeye inerken ve
iki secde arasında tekbir almadığı beyân edilmiştir. Aynı hâl Ömer (r.a.)'den
de rivayet edilmiştir. Abdur-razzâk'ın Musannef'inde rivayet edilen bir hadiste
Ömer b. Hattâb'ın imam olduğu fakat secde tekbirleri almadığı bildirilmiştir.
Yine Abdurrazzak'ın, Câbir b. Yezid'den rivayet ettiği bir hadiste; "İbn
Abbâs'la birlikte Basra'da namaz kıldım. Eğilirken ve doğrulurken alınan
tekbirleri almadı" denilmektedir. Fakat aynı zevattan meşhur olan rivayet
intikal tekbirlerini aldıklarını gösterir. Buradaki rivayetler, caiz olduğunu
göstermek için bazan onları terk ettiklerine haml olunur. Yahut raviler onların
seslerini duyamadıkları için tekbir alamadıklarını sanmışlardır. Yalnız
Emevilerin intikal tekbirlerini terkettikleri rivayet olunur. Bunlar Muâviye,
Ziyâd ve Ömer b. Abdülaziz hazretleridir. İbn Ebî Şeybe'nin Cerîr tarikiyle
Mansûr'dan, O'-nun da İbrahim'den rivayet ettiği bir habere göre İbrahim;
"tekbirleri ilk defa noksan bırakan Ziyad'dır" demiştir. Taberî'nin
rivayetine göre, Hz. Ebû Hüreyre'ye; "tekbirleri ilk terkeden
kimdir?" diye sorulmuş; "Muâviye'dir" cevabım vermiştir. Bir
rivayete göre, namaz tekbirlerini ilk noksan bırakan Velîd b. Ukbe'dir. Bunu
rivayet eden râvi; "tekbiri noksan bıraktılar. Allah da onların ecirlerini
noksan bıraksın. Ben Resülullah (s.a.)'i her rükû ettikçe, her secdeye gittikçe
ve her başını kaldırdıkça tekbir alırken gördüm" demiştir.
Selef
den bazıları îftitah tekbirinden başka tekbir almazlarmış, ulemâdan bazıları
bu hususta cemaat namazı ile yalnız kılınan namaz arasında fark görmüşlerdir.
Vakıa Hz. Abdurrahman b. Ebzâ'mn Resülullah (s.a.) ile birlikte namaz kıldığı
ve tekbirleri tam almadığı rivayet edilmiştir. Fakat bu rivayet zayıf ve
illetlidir. Hatta Buhârî Tarih'inde Ebû Dâvût et-Tayâlisî'den naklen bunun
bâtıl olduğunu söylemiştir. Hadis sahih olsa bile, az evvel beyân edildiği
gibi "cevazını bildirmek için terketmiştir" diye te'vil olunur.
2. Birçok zevata göre intikal tekbirleri sünnetdir. îbn Münzir, "Ebû
Bekr es-Sıddîk, Ömer, Câbir, Kays b. Ubâde, Şa'bî, Evzâî, Said b. Abdilaziz, Mâlik,
Ebû Hanife ve Şafiî'nin kavilleri budur" demiştir. Aynı görüşü İbn Battal
da Osman, Ali, İbn Mes'ûd, İbn Ömer, Ebû Hureyre, İbn Zübeyr Hazretleri ile
Mekhûl, İbrahim en-Nehaî ve Ebû Sevr'den nakletmiştir. Zahirîlerle bir
rivayette imam Ahmed b. Hanbel'e göre, bütün intikal tekbirleri vâcibtir, Ebû
Ömer ulemâdan bazılarının "tekbir ancak imamın hareketlerini bildirmekten
ibarettir. O sünnet değil, namazın şiarıdır. Sadece cemaatle kılınan
namazlarda sünnettir. Yalnız kılanın tekbir almamasında beis yoktur"
dediklerini söylemiştir. Said b. Cübeyr de "tekbir yalnız namazı süsleyen
bir şeydir" demiştir.
İbnu'l-Kasım,
"iftitah tekbirinden başka üç veya daha fazla intikal tekbirini yahut
bütün intikal tekbirlerini terk eden kimse selâm vermezden önce secde eder.
Selâmdan önce secde etmezse, selâm verdikten sonra eder, hiç secde etmeyerek
uzun müddet geçerse, namazı bâtıl olur" demiştir. Bu mevzuda daha başka
görüşler de vardır.
3.
Hanefîlere göre namazda zikir kabilinden olan sena, teavvuz, intikal tekbirleri
ve intikallerdeki teşbih gibi şeyleri terketmekle secde-i sehv lâzım gelmez.
İntikal tekbirleri eğilirken ve doğrulurken alınır daha önce veya daha sonra
alınmaz. Tekbiri uzatmak da yoktur.
Şâfiîlere göre, rükû'a
giderken tekbir alınarak gidilir ve iyice rükû'a varıncaya kadar tekbir
uzatılır. Uzatmanın haram olduğuna dair bir görüş varsa da bütün intikal
tekbirlerinde uzatmakla uzatmamanın ikisi de caiz görülmüştür. Sahih olan
uzatmaktır.
4. İntikal
tekbirlerinin her namaz kılan için meşru olmasının hikmeti hususunda ulemâ
şunları söylemiştir: "Mükellef olan bir kimsenin namaza tekbirle birlikte
niyetlenmesi emrolunmuştur. Bunun muktezâsı niyyetin ta namazın sonuna kadar
devam etmesidir. Bu sebeple namaz esnasında niyetin tekbirle yenilenmesi
emrolunmuştur. Çünkü tekbir niyetin şiarıdır.[469]
"Semiallahü limen
hamideh" cümlesinin mânâsı, "Allah hamd edene icabet eder"
demektir. Zira Allah'dan sevab umarak O'na hamdedene Cenab-ı Hak umduğunu
verir. Binaenaleyh ondan sonra "Rabbena ve leke'l-hamd" demek münâsib
olur. Bunun mânâsı "Ey Rabbimiz, hamd sana mahsustur" demektir. Fakat
bu mânâ cümledeki "vav"ı atıf edatı olarak kabul ettiğimize göredir.
Bu atıf, mukadder bir cümle üzerine yapılmış olur. Yani "Ey Rabbimiz,
sana itaat ettik ve sana hamdettik" demek olur. Bununla beraber
"Vav"ın hâl manasına yahut ziyâde olması da mümkündür. Nitekim bir rivayette
"VAV" yoktur. Zahirî hale göre imam olsun, cemaat olsun her namaz
kılanın "Semiallahü limen hamideh, Rabbena leke'İ-hamd" cümlelerini
söylemesi lâzımdır. Çünkü mevzumuzu teşkil eden Ebû Davud'un bu hadisinden
başka Resûlullah'ın rükû'dan doğrulurken bu cümleleri söylediğine dâir mutlak
rivayet vardır. Mutlak lâfız kemâline sarf edildiğine göre, Resûl-i Ekrem'in bu
cümleyi imam iken söylemiş olduğu da düşünülebilir. Resûlullah'ın kemâl üzere
kılacağı namaz, şüphesiz ki cemaatle kıldığı namazdır. Hanefîlerle diğer mezheb
ulemasına göre cümlesini mutlak surette bütün namazlarda yalnız başına kılan
kimse söyleyecektir. Cemaatle kılınan namazlarda cemaat sadece diyecektir.
Delilleri de ileride gelecek olan imam "semiallahü limen hamiden"
dedi mi, siz de "Rabbena leke'l-hamd" deyiniz" mealindeki
848 numaralı hadis-i
şeriftir.[470]
837. ...Abdirrahmân b. Ebzâ'dan; oğlunun rivayet ettiğine göre
(Abdurrahman) Peygamber (s.a.) ile beraber namaz kılarmış ve Resul-i Ekrem
(s.a.) tekbiri tamamlamazmış.
Ebû
Dâvûd dedi ki: "Tekbiri tamamlamazdı" sözünün manası, "başını
rükû'dan kaldırıp da secdeye varacağında ve bir de secdeden, başını
kaldırdığında tekbir almazdı" demektir.[471]
Ibn
Hacer el-Askalâni
"Fethu'1-Bârî" isimli Buhârî şerhinde "Rükû'da tekbiri
tamamlamak" başlığı altında şun-ları söylemektedir: Rükû'da tekbiri
tamamlamanın mânâsı, rükû'a giderken alınan tekbiri rükû'a erişinceye kadar
uzatmaktır. Yahutta Kirmânî'nin dediği gibi, namaz tekbirlerini rükû
tekbiriyle tamamlamaktır. Bana kalırsa, Buhârî'nin "tamamlamak"
sözünden maksadı, Ebû Davud'un, Resûl-i Ekrem (s.a.)'in tekbirleri
tamamlamadığını ifâde eden hadisinin zayıflığına îşâret etmektedir. Nitekim
Buhârî, Tarih'inde Ebû Dâvûd et-Tayâlisî'den bu hadisin asılsız olduğunu naklediyor.
Taberî ve Bezzâr da; "Bu hadisin râvilerinden el-Hasen b. İmrân'jn
kimliğinin bilinmemesi sebebiyle bu hadisin zayıf olduğunu, şayet sahih olduğu
kabul edilse bile, Resûlullah (s.a.)'in bu tekbirlerin olmadığını göstermek
için değil de, terkinin caiz olduğunu göstermek için terk etmiş olacağını
söylemektedirler. Ya da Ebû Davud'un bu hadisindeki "tekbiri
tamamlamazdı" sözünün mânâsı, tekbiri sesli almamak veya onu iyice rükû'a
varıncaya kadar uzatmamak demektir.
Hanefî
ulemâsından Aynî merhuma göre, "tekbiri tamamlamazdı'1 sözünün manası,
"bütün intikal tekbirlerini terk ederdi" demektir. Mevzumuzu teşkil
eden bu hadis her ne kadar namazda intikal tekbiri olmadığını söyleyenlerin
delilini teşkil ediyorsa da, yukarıda ifâde ettiğimiz gibi bu hadis çeşitli
yönlerden zayıftır.[472]
838. ...Vâil b. Hucr'den; demiştir ki: "Ben, Peygamber (s.a.)'i,
secdeye varacağında ellerinden önce dizlerini(yere) koyarken, (secdeden ayağa)
kalkacağında ise, dizlerinden önce ellerini kaldırırken gördüm."[473]
Bu
hadis-i şerif secdeye giderken dizlerin ellerden önce yere konacağına; ayağa
kalkarken de önce ellerin sonra da dizlerin yerden kaldırılacağına delâlet etmektedir.
Nitekim ulemânın büyük çoğunluğu bu görüştedir. Ebu't-Tayyib, ulemânın
umumiyetle bu görüşte olduğunu söylerken, İbnu'I-Münzir de Ömer b. Hattâb,
en-Nehaî, Müslim b. Yesâr, Süfyân es-Sevrî, İmam Ahmed, İshâk, Ebû Hanife ve
ashabının bu görüşte olduğunu ve delillerini de bu hadisin teşkil ettiğini
söylemiştir. Ancak Dârekutnî bu hadisi Yezîd'den başka bir kimsenin Şüreyk'ten
rivayet etmediğini, Âsim b. Kuleyb'den de sadece Şüreyk'in rivayet ettiğini,
Şü-reyk'in ise, aslında pek sağlam ve güvenilir bir kişi olmadığını söyleyerek
bu hadisin zayıf olduğunu iddia etmiştir. Aynı şekilde Buhârî, Beyhakî, İbn Ebî
Dâvûd da bu hadisi Şüreyk'ten başka rivayet eden bir kimsenin bulunmadığına
dikkat çekmişlerdir. Tirmizî ise, bu hadisi Şüreyk'ten başka bir kimsenin
rivayet etmediğini ifade ettikten sonra; "Dârekutnî, el-Hâkim ve
el-Beyhakî'nin, Âsim el-Ahvel vasıtasıyla Enes'den rivayet ettikleri; "Ben
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)i tekbir alıp secdeye giderken ellerinden
önce dizlerinin yere indiğini gördüm" mealindeki hadisle Dârimî'nin rivayet
ettiği[474] aynı mealdeki hadisin bu
hadisi kuvvetlendirdiğini ve bu hadisin Hâkim'e göre Buhârî ve Müslim'in
şartlarına uygun olduğunu" söylemiştir.[475]
Bezlu'l-mechûd
sahibi ise, bu mevzuda şunları söylemektedir: "İmam Ebü Hanife ve Şafiî
(r.a.)'e göre secdeye varırken önce yere dizler sonra da eller indirilir".
Delilleri ise, mevzumuzu teşkil eden hadis-i şeriftir. Bu hadis-i şerifi
Tirmizî de rivayet etmiş ve onun hakkında "hasen-garîb" demiştir. Hakim
ise, bu hadisin Buhârî ve Müslim'in şartlarına uygun olduğunu söylemiştir. İbn
Hibbân'a göre de bu hadis-i şerif sahihtir.
Hadis-i
şerifin birinci cümlesi üzerindeki görüşler böyle olmakla beraber hadisin
ikinci şıkkını teşkil eden "secdeden ayağa kalkacağında ise, dizlerinden
önce ellerini kaldırırdı" cümlesi, Ebû Hanife (r.a.) tarafından
benimsendiği halde, Şafiî uleması bu cümlenin zayıflığına hükmederek "secdeden
ayağa kalkarken önce dizlerin sonra da ellerin kaldırılacağını" söylemişlerdir.
Nitekim bu mevzuda İbn Hacer diyor ki; "îmam Nevevî bu hadisin ikinci
cümlesinin zayıf olduğunu söylemiştir. Bu sebeple bizim mezhebimize göre
secdeden ayağa kalkarken ellerin iç kısmına abanmak sünnettir. Bu esnada yerde
bulunan el parmakları açık olmalıdır. Nitekim Buhârî'nin rivayet ettiği hadis
de bu görüşün isabetini göstermektedir. İkinci rekâtta oturduktan sonra ayağa
kalkarken de aynı şekilde hareket edilir. Bunun aksini ifade eden hadisle[476]
Hz-. Ali ve Atiyyetü'l-Avfî'den nakledilen haberler ise zayıftır.
Bezlu'I-Mechûd
sahibi daha sonra sunarı söylüyor: Her ne kadar Neve-vî bu haberlerin
zayıflığım söylüyorsa da şurasını unutmamak gerekir; bir mevzudaki zayıf
hadislerin sayısı arttıkça birbirini takviye ederek kuvvet kazanırlar. Nitekim
Tirmizî bu hadisin hasen, Hâkim ve İbn Hibbân da sahih olduğunu söylemişlerdir.
Bunlar ise, hadis sahasında Nevevî'den daha yetkilidirler. İmam Mâlik'e ve bir
rivayette İmam Ahmed'e göre secdeye varırken önce eller, sonra da dizler yere
konur.[477] Evzâî, Mâlik ve İbn
Hazm'e göre secdeye varırken dizlerden öne eller yere konur. Ayağa kalkarken de
önce dizler sonra eller kaldırılır. Elleri veya dizleri önce kaldırmakta muhayyerlik
olduğuna dair bir görüş de yine İmam Mâlik'ten rivayet edilmiştir, sözü geçen
ulemâ bu mevzudaki görüşlerine delil olarak İmam Ahmed ile Nesâî ve Muhammed b.
Abdullah b. Hasen'in Ebu'z-Zinâd vasıtasıyla Ebû Hureyre'den rivayet ettikleri
:
"Sizden
biriniz secdeye vardığı zaman devenin çöküşünü andırır gibi çökmesin de
ellerini yere dizlerinden önce koysun"[478]
meâlindeki hadis-i şerifle Tirmizî'nm Ebu'z-Zinad ve A'rac vasıtasıyle Ebû
Hureyre'den rivayet ettiği "Kiminiz
kalkıp devenin çöküşü gibi çöküyor"[479]
mealindeki hadis-i şerifi delil getiriyorlar. Ancak Tirmizî rivayet ettiği bu
hadis için "Ebû Hureyre'nin rivayet ettiği bu hadis garibtir. Bu hadisi
Ebu'z-Zinâd'm rivayetinden yalnız bu senedle biliyoruz" diyerek zayıflığına
işaret etmiştir. Her ne kadar Ahmed b. Hanbel ile Nesâî'nin rivayet ettiği Ebû
Hureyre (r.a.) hadisi ile ilgili olarak da Buhârî, "Gerçi bu hadisin
râvilerinden Muhammed b. Abdillah'a itimad edilmez. Ancak Darekutnî'-nin Nâfi'
vasıtasıyla İbn Ömer'den naklettiği, "Resûl-i Ekrem (s.a.) secdeye inerken
ellerini yere dizlerinden önce indirirdi"-mânâsındaki hadis-i şerif bu
hadisi takviye etmektedir" demişse de, mevzumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd
hadisine sarılan ulemâ tarafından kendisine şöyle cevab verilmiştir: "Ebû
Hureyre ve İbn Ömer'den rivayet edilen bu hadisler, İbn Huzeyme'nin Sa-hih'inde
Mus'ab vasıtasıyle Sa'd b. Ebî Vakkâs (r.a.)'den nakledilen, "Biz önceleri
(secdeye inerken) dizlerden evvel elleri yere koyardık, sonra dizleri ellerden
evvel yere koymakla emrolunduk" mealindeki hadis-i şerifle
nes-hohınmuşlardır."[480]
Zâdü'1-Meâd
sahibi İbn Kayyım ise, bu mevzu üzerinde çok geniş bir şekilde açıklama
yapmıştır. İbn Kayyım mevzumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisinin Ehû Hureyre
hadisine nisbetle on cihetten tercihe lâyık olduğunu söylemiş ve bu cihetlerin
üzerinde tek tek ve ayrıntılarıyla durmuştur. Ayrıca îmam Ahmed'in naklettiği
Ebû Hureyre hadisini ele alarak tahlil ederken de şunları söylemiştir:
"Allah (c.c.) daha iyisini bilir. Öyle zannediyorum ki, bu hadisi rivayet
edenlerden birisi vehme kapılarak hadisi yanlış rivayet etmiştir. Çünkü bu
hadisin ifadeleırinddcelişki vardır. Sebebine gelince, insan elini dizlerinden
evvel yere koyunca, tam deve gibi yere çökmüş olur. Halbuki bu hadiste
"devenin çöküşü gibi çökmesin" buyurulmakta sonra "ellerini yere
dizlerinden evvel koysun" denilerek deve gibi çökmeye teşvik edilmektedir.
Bilindiği gibi deve çökerken önce elleri mesabesinde bulunan Ön bacaklarını
yere koyar sonra da insana nissbetle dizleri durumunda olan arka bacaklarını
yere indirir. Bu hadise sarılan kimseler, bu çelişkiyi görünce şöyle bir
te'vile başvurdular: "Diz insanın bacak kısmında ve dört ayaklı
hayvanların ise, kol kısmındadır. Bu husus, göz önünde bulundurulursa mesele
çözülmüş olur. O zaman hadisin mânâsı şöyle olur: "Sizden hiç biriniz
devenin çöktüğü gibi önce dizlerini yere indirmesin yere dizlerinden önce ellerini
koysun" işte hadisi bu şekilde te'vil ederek ona sarıldılar. Halbuki bu
durum Resûl-i Ekrem (s.a.)'in nehyettiği durumdur. Çünkü:
1. Deve çökerken önce ön ayaklarım yere koyar, sonra arka ayaklarını,
2. Kalkarken de önce arka bacaklarını kaldırır, sonra da ön bacaklarını,
işte Resûl-i Ekrem'in yasakladığı durum da budur.
Resûl-i
Ekrem (s.a.) ise, secdeye varırken önce dizlerini sonra ellerini, sonra da
alnını yere koyardı. Secdeden ayağa kalkarken de önce başım, sonra ellerini ve
daha sonra da dizlerini kaldırırdı.[481]
839. ...Abdulcebbâr'ın babası Vâil Peygamber (s.a.)'in namazını anlatmış ve
(şöyle) demiştir: "(Resûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem) secdeye
vardığı zaman ellerinden önce dizleri yere1 inerdi."
Hemmâm
dedi ki; Ve Şakîk bize Âsim b. Küleyb (ve) onun babası (Küleyb) vasıtasıyla
Peygamber (s.a.)'den bu hadisin bir benzerini nakletti: (îbn Cuhâde ile
Şakîk'in) ikisinden birinin hadisinde -büyük bir ihtimalle- Muhammed b.
Cuhâde'nin hadisinde (şu söz vardı:"Secdeden ayağa) kalkarken dizlerinin
üzerinde ve uyluğunun üzerine dayanarak kalkardı."[482]
Bu
hadis munkati' denilen zayıf hadislerdendir. Çünkü Abdulcebbâr babasından hadis
işitmemiştir. Nitekim bu hadis 736 numarada geçmiştir. Ebu'l-Hasen b.
el-Kattân'a göre Şakîk, güvenilmeyen zayıf bir râvidir. Takrîb'de de;
"Onun hüviyeti bilinmeyen bir kimse olduğu" ifade edilmektedir. Ancak
hadis-i şerifte geçen, "ve bize Şakîk nakletti” sözüyle musannif Ebû
Dâvûd bu hadisin kendisine iki yolla eriştiğini ifade etmek istemiştir.
Bunlardan birisi Îbn Cuhâde yolu ki, bu yolun zayıflığını ifâde etmiştik.
İkincisi ise, Şakîk yoluyla gelmiştir. Bu da mürsel'dir ve Şakîk aleyhinde
bazı tenkitler vardır. Bu mevzu ile ilgili hükümler bir evvelki hadiste geçtiği
için burada tekrara lüzum görmüyoruz.[483]
840. ...Ebû Hureyre (r.a.)den; demiştir ki: Peygamber (s.a.); "Biriniz
secdeye vardığında deve gibi çökmesin, dizlerinden önce ellerini (yere)
koysun" buyurdu.[484]
Hattâbî
bu hadisle ilgili olarak şunları söylemektedir: Secdeye inerken yere ellerin
dizlerden önce konulacağını ifâde eden (838 numaralı) Vâil b. Hucr hadisi, bu
hadisten daha sağlamdır. Aynı zamanda ulemâ bu hadisin îbn Huzeyme'nin
Sahîh'inde, Mus'ab vasıtasıyla Sa'd b. Ebî Vakkas'tan naklettiği "biz
önceleri (secdeye inerken) dizlerden evvel elleri yere koyardık, sonra dizleri
ellerden evvel yere koymakla emrolunduk" mealindeki hadisle nesholunduğunu
söylemektedir.[485]
Daha
önce 838 numaralı hadis-i şerifin açıklama kısmında bu mevzu genişçe ele
alınmıştır.[486]
841. ...Ebû Hureyre'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.): "Kiminiz
kalkıp namazda devenin çömelmesi gibi (mi?) çömeüyor?" buyurdu.[487]
Tirmizî
bu hadisin "garib" olduğunu ifâde ettikten sonra; "bu hadisi
Ebu'z-Zinâd'ın rivayetinden yalnız bu senedle biliyoruz" demiştir. Zayıf
olmakla beraber bu hadis ellerin dizlerden önce yere konmasının müstehab
olduğuna delâlet ediyor. Nitekim İmam Mâlik' irı ve hadisçilerin kavli budur.
Turbeştî bu hadisin şerhinde şöyle demektedir: "Hadis hem deve gibi
çökmekten men'ediyor, hem de ellerin dizlerden önce yere konmasını emrediyor.
Bu nasıl olabilir? Çünkü deve de önce kollarını kırarak çömelir. Bunun cevabı
şudur: Diz insanın bacak kısmında, dört ayaklı hayvanlarınsa kol
kısmındadır."
Hadis-i
Şerife bu açıdan bakılacak olursa, secdeye giderken yere önce ellerin sonra da
dizlerin konulacağı anlaşılır. Çünkü diz insanlarda bacakta olduğuna göre
hadisin mânâsı; "Biriniz secdeye vardığı zaman önce deve gibi dizlerini
yere koymasın, bilakis önce ellerini, sonra dizlerini yere koysun" demek
olur. Az önce de belirttiğimiz gibi bu îmam Mâlik ile Hadisçilerin görüşüdür.
Ebû Hanife Şafiî ve bir rivayette Ahmed b. HanbePe göre secdeye giderken önce
dizler sonra da eller yere konur. Nitekim 839 numaralı hadis de bunların
görüşünü desteklemektedir. Biz sözü geçen hadisi açıklarken onun bu hadise
nisbetle on cihetten tercihe lâyık olduğunun İbn Kayyım tarafından
isbatlandığını belirtmiştik.[488]
842. ...Ebû Kılâbe'den; demiştir ki: Ebû Süleyman Mâlik b. el-Huveyris
mescidimize geldi de; "Vallahi ben bir namaz kılacağım. Maksadım (sadece)
namaz kılmak değil, (aynı zamanda) size Resûlullah namaz kılarken nasıl gördüğümü
göstermektir" dedi. (Bu hadisi Ebû Kılâbe'den nakleden Eyyûb) dedi ki;
"Ebû Kılâbe'ye nasıl kıldı, diye sordum da imamları Amr b. Selime'yi
kastederek; "işte şu şeyhimiz gibi" dedi ve (şunları) söyledi:
"(Mâlik b. Huveyris) ilk rekatta başını son (yani ikinci) secdeden
kaldırınca (birazcık) oturdu, sonra kalktı."[489]
Hadis-i
şerifteki; "Vallahi ben size namaz kıldaracağım" cümlesiyle onu
takibeden "maksadım namaz kılmak değil" cümlesi arasında görünüşte
bir çelişki varsa da aslında bu iki cümle arasında bir çelişki yoktur. Kısaca
bu cümlelerin mânâsı; "Ben bir namaz kılacağım, fakat maksadım sadece
namaz kılmak değildir. Bu namazı kılmaktan maksadım aynı zamanda Resül-i
Ekrem'in namazı nasıl kıldığını size göstermektir" demektir.
Hadis-i
şerifin devamından anlaşılıyor ki, râvi Eyyûb, Ebû Kilâbe'ye; "Ebû
Süleyman'ın Resûl-i Ekrem'in kıldığı namazı göstermek maksadıyla kıldığı namaz
nasıldı?" diye sorunca Ebû Kılâbe kendilerine imamlık yapmakta olan Amr
b. Selime'yi göstererek; "îşte bizim şu imamızın kılışı gibi kıldı.
Birinci rekatın sonunda ikinci secdeyi yaptıktan sonra birden bire ayağa
kalkmadı. Birazcık oturduktan sonra ayağa kalktı" diye cevap vermiştir.
Aynı zamanda "maksadım namaz kılmak değil" cümlesi Ebû Süleyman (r.a.)'ın
kıldığı bu namazın, farz namaz vaktinin dışında kılındığı açıkça ifade
edilmiştir. Bu cümle bazı baskılarda, "size namaz kıldaracağım"
şeklinde geçiyorsa da, Buhârî'nin, "bu namazın farz namaz olmadığını ifade
eden rivayeti"ni ve "maksadım namaz kılmak değil, sadece size
Resulüllah'i namaz kılarken nasıl gördüğümü göstermektir" sözünü göz
önünde bulundurarak, "namaz kılacağım" şeklindeki baskıyı tercih
ettik.
Hadis-i
şerifte geçen "ilk rekatta başını son (yani ikinci) secdeden kaldırınca
(birazcık) oturdu" cümlesindeki oturuş ulemâ arasında
"celsetu'l-istirâha (dinlenme oturuşu)" diye bilinir. Birinci veya
üçüncü rekatta ikinci secdeden sonraki bu oturuş Şâfiîlere göre müstehabdır.
Malikî ve Hanefi ulemasına göre namazda istirahat oturuşu diye bir oturuş
yoktur. Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)e isnad edilen böyle bir
oturuş, bu oturuşun sünnet olduğuna değil de, ancak vücûdunda bulunan bir
özürden dolayı böyle hareket ettiğine delâlet eder. Mugnî sahibi İbn Kudâme'ye
göre, bu mevzuda Ahmed b. HanbeFden iki görüş nakledilmiştir: 844,numaralı
hadis-i şerifin izahında inşallah bu mevzuyu daha genişçe ele alacağız.
Nitekim bu mevzu daha evvel terceme ettiğimiz 733 numaralı hadisin
"açıklama" kısmında da geçmiştir.[490]
843. ...Ebû Kılâbe'den; demiştir ki: Süleyman Mâlik b. el-Huveyris
mescidimize geldi de; "Vallahi ben bir namaz kılacağım, maksadım (sadece)
namaz kılmak değil (aynı zamanda) size Resûluüah (sallellahü aleyhi ve sellem)i
namaz kılarken nasıl gördüğümü göstermektir" dedi. (Ebu Kılâbe) dedi ki;
"Birinci rekatta başını son (yani ikinci) secdeden kaldırdığında
(birazcık) oturdu."[491]
Bu
hadisle ilgili açıklama bir önceki hadiste geçmiştir.Bir önceki hadiste de bu
mesele daha geniş şekilde ele alınacaktır.[492]
844. ...Mâlik b. el-Huveyris (r.a.)'den rivayet edildiğine göre O,
Resûlullah (s.a.)'i namazının tek rekâtlarında iken tam oturuş hâline gelinceye
kadar doğrulmadıkça ayağa kalkmadığım görmüştür.[493]
Bu
hadis-i şerifte birinci ve üçüncü rekatlarda ikinci secdeden sonra kalkarken
Resûl-i Ekrem'in birazcık oturduğu ifade edilmektedir. İstirahat celsesi diye
bilinen bu celsenin hükmü ulemâ arasında ihtilaflıdır. Şafiî ulemâsı bu
hadis-i şerifi delil getirerek birinci ve üçüncü rekatlarda, ikinci secdeden sonra
ayağa kalkmadan birazcık oturmanın miistehab olduğunu söylerler. et-Temhîd ve
Muğnî isimli eserlerde ve Hanefî ulemasından Aynî'nin Umdetü'l-kaarî isimli
eserinde[494] deniliyor ki;
"fıkıh âlimleri secdeden kıyama nasıl kalkılacağı mevzuunda ihtilaf etmişlerdir."
İmam
Mâlik, el-Evzaî, es-Sevrî, Ebû Hanife (rahmetullahi aleyhim) Hazretlerine ve
taraftarlarına göre birinci ve üçüncü rekatlarda ikinci secdeden sonra kıyama
kalkarken oturmak yasaktır. İkinci secdeden hemen sonra ayak uçlarına basılarak
ayağa kalkılır. Nitekim İbn Mes'ûd, İbn Ömer, İbn Ab-bas (r.a.)'den de rivayet
edilen budur. Tabiîn ulemâsından Nu'man b. Ebî Ayyaş da bu mevzuda şöyle
demektedir: "Ben pek çok sahâbî ile karşılaştım, bunların hepsi de
birinci rekattan ikinci rekata ve üçüncü rekattan dördüncü rekata kalkarken
ayaklarının ucuna basarak kalkarlardı ve asla oturmazlardı,"
Ebu'z-Zinâd,
Ahmed b. Hanbel ve îbn Râhûye gibi kimseler de ikinci ve dördüncü rekata bu
şekilde oturmadan kalkmanın sünnet oludğunu söylemişlerdir. İmam Ahmed (r.a.)
buyuruyor ki: "Bu mevzudaki hadislerin büyük çoğunluğu, sözü geçen
rekatlarda ayağa kalkarken oturulmayacağını ifâde etmektedir." Nitekim
Esrem de Ahmed b. Hanbel'i ikinci secdeden sonra oturmadan ve ayaklarının ucuna
basarak kıyama kalkarken gördüğünü ifâde etmektedir. Ancak el-HalIâl, imam
Ahmed'in sonradan bu görüşünden döndüğünü zikretmiştir. Bununla beraber
ulemânın büyük çoğunluğu istirahat oturmasını benimsememişlerdir. İmam
Ahmed'in rivayet ettiği bu hadisi Tirmizî de rivayet etmiş ve sonra da;
"İlim ehlinin ameli bu hadis üzeredir" demiştir. Ayni hadisi İbn Ebî
Şeybe de Musannef'inde Hz. Ali, İbn Ömer, İbn Zübeyr ve İbn Abbas'dan
nakletmiştir.
Bu
mevzuda Hanefi ulemasından Tahâvî de şunları söylüyor: "Ebû Dâ-vûd'un
rivayet ettiği 733 no'lu Ebû Humeyd hadisi namazda istirahat celsesinin
olmadığını ifâde etmektedir. Halbuki yine Ebû Davud'un rivayet ettiği bu 843
numaralı hadiste ise aksi ifade edilmektedir. Bu durumda Mâlik b. Huveyris'in
bir rahatsızlığı sebebiyle ikinci secdeden kıyama kalkarken böyle oturmak
mecburiyetinde kalmış olduğu söylenebilir. Öyleyse istirahat celsesi sünnet
değildir. Zaten eğer sünnet olsaydı, istirahat celsesiyle ilgili özel bir bölüm
hadis kitaplarında yer alırdı. "Kirmanî ise, "asıl olan özürsüzlük
hâlidir" diyerek istirahat celsesinin sünnet olduğunu ve Mâlik İbn Huveyris'in
bu hadis-i şerifi bu maksatla rivayet ettiğini söylemiş ve Mâlik b. Huveyris'in
"Sallû kemâ reaytümûni "Benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz, siz
de öyle kılınız”[495]
hadisinin râvisi oluşunu da sözlerine delil olarak getirmişse de "Ben
artık yaşlandım rüku ve secdelere benden önce varmayınız" mealindeki 619
no'lu hadis-i şerif Kirmânî'nin "asıl olan özürsüzlük hâlidir"
sözünün isabetsizliğini ortaya koymaktadır. Nitekim İbn Kayyim el-Cevzî de
Zâdü'l-Me'âd isimli meşhur eserinde namazda istirahat celsesinin bulunmadığını
isbat etmiştir.
Avnu'l-Ma'bûd
sahibi de bu hadisi açıklarken "bu hadis garibtir.Garib olmadığı kabul
edilse bile, istiraat celsesinin sünnet-olduğuna değil, caiz olduğuna delâlet
eder" demiştir.[496]
845. ...Ebu'z-Zubeyr Tâvus'u (şöyle) derken işittiğini söylemiştir: İbn
Abbâs'a, "(iki) secde arasında ayaklar(ı dikerek Ökçeler) üzerine
oturmayı" sorduk. "Sünnettir" diye cevap verdi. "Oysa biz
onu kişiye zahmet olarak görüyoruz" dedik, İbn Abbâs; "O peygamberiniz
sallaüahü aleyhi ve sellem'in sünnetidir" diye cevabını pekiştirdi.[497]
Bu
hadis denilen oturuş şeklinin namazda sünnet olduğumı bildirmektedir. Bu
hususta Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)den iki hadis varid olmuştur.
Tirmizî ve diğer hadis imamlarının rivayet ettikleri ikinci hadiste ik'â
men'edilmektedir.[498] Mezkûr
hadis birkaç yoldan rivayet edilmişse de senedlerinin hepsi zayıftır.
Ulemâ
"ikâ"mn hükmü ve şekli hususunda ihtilâf etmişlerdir. Nevevî diyor
ki; "doğrusu "ik'â" iki nevidir. Birisi kalçasını yere yayarak,
dizleri'ni dikmek, elleriyle de yere dayanarak köpek oturuşuna benzer bir
şekilde oturmaktır. Lügat ulemâsı da "ik'â"yı bu şekilde tefsir
etmişlerdir. Nehyedilen ve mekruh olan "ik'â" da budur. Hatta
Mâlikîlere göre bu şekil oturuş haramdır, yalnız namaz bozulmaz. Onlara göre
mekruh olan şekil ayak parmaklarının hepsini yere dikerek ökçelerinin üzerine
oturmak yahut ayaklarının sırtını yere getirmek suretiyle üzerlerine
oturmaktır.
İk'â'nm
ikinci şekli secdeler arasında kalçasını topuklarının üzerine döşeyerek
oturmaktır. İbn Abbâs (r.a.)'ın; "Peygamberinizin sünnetidir" sözü
ile kasdettiği "İk'a" budur..."
Hanefîlere
göre namazda sünnet üzere oturuş, erkeklerin sol ayaklarını yere döşeyerek
üzerine oturmaları, sağ ayaklarını da dikerek parmaklarım kıbleye
çevirmeleridir. Kadınlar ise, sol kalçası üzerine oturarak ayaklarını sağ
taraftan çıkaracaklardır.
Hadisin
bazı rivayetlerinde metindeki "racül" (adam) kelimesi
"ricl" (ayak) şeklinde zabt edilmiştir. Bu takdirde mânâ, "Biz
bunu ayağa cefa görüyoruz" demek olur. Hattâ İbn Abdilberr
"Racül" rivayetinin hata olduğunu iddia etmiştir. Fakat cumhur-ı
ulemâ onu iddiasını reddetmiş, doğrusunun "racül" olduğunu cefayı
izafe etmek için ayağın değil, insanın daha uygun olduğunu söylemişlerdir.[499]
846. ...Abdullah b. Ebî Evfâ elemiştir ki; Peygamber (sallellahü aleyhi ve
sellem) rükû'dan başını kaldırdığı zaman (şöyle) derdi: "Allah kendisine
hamdedenin haindini işitir. Allah'ım, ey Rabbimiz, göklerle yer dolusu ve
onlardan sonra dilediğim herşey dolusu hamd ancak sana mahsustur"[500]
Ebû
Davûd dedi ki; bu hadisi Süfyan es-Sevrîile Şu'be b.el-Haccâc da
UbeydEbi'l-Hasen'den rivayet ettiler. Fakat bu rivayette "rüku' dan sonra”
sözü yoktur.
Süfyan
dedi ki: "Biz daha sonra Şeyh Ubeyd Ebû'l-Hasen'le karşılaştık -bu defa da-
"rükû'dan sonra" sözünü söylemedi.
Ebü
Davûd dedi ki: Bu hadisi bir de Şu'be, Ebû İsme ve A 'meş vasıtasıyla Ubeyd'den
nakletmiş, (Ubeyd bu rivayetinde) "rükû'dan sonra", sözünü
söylemiştir.[501]
Buhârî'nin
bir rivayetinde "Resûl-i Ekrem (sallellahü aleyhi ve sellem)in rükû'dan
başım kaldırırken, "semiallahü limen hamiden" (Allah hamd edenin
hamdini işitir (kabul eder)" dediği; iyice doğrulduktan sonra ayakta iken
de "Allahümmc Rabbena leke'1-hamd" dediği[502]
Diğer bir hadis-i şerifte "Belini (rükû'dan) kaldırırken "semiallahü
limen ha m i deh" kıyamda iken de "Rabbena leke'1-hamd
nıile's-şemâvâti ve'1-ardi" dediği[503]
ifade edilmektedir.
"Yer
ve gök dolusu hamd" tabiri Allah'a edilen şükr, hamd ve senanın çokluğunu
ifâde için kullanılan temsîli bir ifâdedir. Yoksa aslında bir sözden ibaret
olan hamd ve senanın bir hacim Ölçüsü niteliği taşıyan "yer dolusu veya
gök dolusu" gibi ölçülerle ölçülüp tartılamayacağı, terazi ve kaplara
konulamayacağı aşikârdır. Bu sözlerin ifâde ettiği mana şudur: Yani Allah'a
yapılan hamdler elle tutulan ve gözle görülen bir cisim olsalardı göklerle yeri
doldururlardı. Bazıları da "bu cümleden murad, hâindin sevabıdır" demişlerdir.
Müslim ile Nesâî'nin rivayetinde bu cümle; "yer ile gök dolusu ve ikisinin
arası dolusu ve onlardan sonra dilediğin (Arş ve Kürsî gibi) her şey
dolusu" şeklinde geçmektedir.[504]
Musannif
Ebû Davud'un hadisin sonunda zikrettiği hadisle ilgili rivayet farklarının
hülâsası şudur: Abdullah b. Numeyr, Ebû Maviye, Vekî' ve Muhammed b. Ubeyd'in
A'meş'den naklettikleri bu hadis-i şerifte: "rükû'-dan başını kaldırdığı
zaman" cümlesi bulunduğu halde, Süfyan es-Sevrî'nin Ubeyd Ebu'l-Hasen'den
rivayetinde bu cümle bulunmamaktadır. Şu'be'nin rivayetinin birinde Süfyân'ınki
gibi bu cümle bulunduğu halde Ebü İsme'-den olan rivayetinde bu cümle
bulunmamaktadır.[505]
847. ...Ebû Said el-Hudrî'den (rivayet edildiğine göre); Peygamber (s.a.);
"Semiallahü limen hamideh" deyince, (kavmede iken) şunları da
söylerdi: "Allahümme Rabbena leke'l-hamdü milVs-semâi (Müemmel bunu,
"mile'ssemâvât" (diye) nakletmiştir). Ve mil'el'ardi ve mire mâ şi'te
min şey'in ba'du ehlessenâi ve'I-mecdi ehakku mâ kale'l-abdü ve kulluna leke
abdün; lâ mania limâ a'tayte; Muhammed (buraya) "velâ mu'tiye Uma
mena'te" (cümlesini) ilâve etti). (Bundan) sonra (gelen sözlerin
rivayetinde ise, bütün râviler şu ifadede de birleştiler;
"Velâ
yenfe'u zelceddi mine'l-ceddu"
Bişr
(sadece), "Rabbena lekel hamd" (cümlesini) nakletti. Mahmûd ise,
"AHahümme" (sözünü) olmaksızın "Rabbena ve lekel-hamd"
(sözünü) nakletti.[506]
Musannif
Ebu Dâvûd bu hadis-İ şerifi 1.
Müemmel, 2. Mahmud b. Halid, 3. İbnu’s Serh, 4. Muhammed b. Mus'ab vasıtasıyla dört ayrı yoldan rivayet
etmiştir.
bu
rivayetlerin bazı kelimeleri farklı ise de hadisin büyük bir kısmında ittifak halindedirler.
Resul-i Ekrem rüku'dan doğrulduktan sonra kavmede iken okuduğu duâmn meali
şudur: "Allahım! Ey Rabbimiz, gökle yer ve onlardan sonra dilediğin
herşey dolusu hamd ancak sana mahsustur. Ey Medh-ü Senaya lâyık olan Allah'ını,
kulun -ki hepimiz sana kuluz- söyleyeceği en lâyık söz şudur: ''Allah'ım, senin
verdiğine mâni olacak yoktur. Senin katında hiç bir varlık sahibine varlığı
fayda vermeyecektir." Rivayetleri arasındaki farklar ise şöyledir:
1. Hadis-i şerifte geçen "gök dolusu" tabiri Müemmel'in
rivayetinde "gökler dolusu" diye geçmektedir.
2. Mahmûd b. Hâlid'in rivayetinde ise, "Allah'ım, senin verdiğine mâni
olacak yoktur" cümlesinden sonra, "senin vermediğini verecek de
yoktur" ilâvesi vardır.
3. Îbnü's-Serh'in rivayetinde Resûlullah(s.a.)ın kavmede sadece "Rabbena
lekel-hamd":Ey Rabbimiz hamd ancak sana mahsustur" dediği ifâde
edilmektedir.
4. Mahmûd'un rivayetinde ise, "Allahümme" (Ey Allahım) kelimesi
bulunmakta ve metindeki cümle şu şekilde geçmektedir: "Rabbena ve lekel
hamd:Ey Rabbimiz, hamd de sana mahsustur."
Metinde
geçen, "Ey mecd-ü senaya lâyık olan Allah'ım!" ifâdesi hadis
sarihlerinin beyânına göre, bir nida cümlesidir. Bazıları: "Sen mecd-ü
senaya ehilsin" mânâsına mûbtedâ ve haber cümlesi olabileceğini
söylemişlerdir.
"Sena"
övme, iyilik ve güzellikle vasıflandırmak demektir. "Mecd" ise azamet
ve son derece büyük şeref mânâsına gelir. Kadı İyaz'ın beyânına göre bazı
rivayetlerde mecd kelimesinin yerine hamd denilmiştir. Mânâ bakımından bu da
doğru olmakla beraber, meşhur olan rivayet birincisidir.
"...ki
hepimiz sana kuluz" cümlesi ise, ehemmiyetinden dolayı araya sıkıştırılmış
bir itirazı cümle, diğer bir ifâdeyle ara cümlesidir. Bu cümle aradan
kaldırılınca mânâ şöyle olur: "Kulun söyleyeceği en lâyık söz: Allah'ım, senin
verdiğine mâni olacak yoktur. Vermediğini de verecek yoktur" sözüdür.
Bir
kul için söylenecek en lâyık sözün bu olması, bu cümlenin kulun bütün işlerini
Allah'a havale etmesi, Allah'ın varlığını ve birliğini itiraf, hayrın, şerrin
ondan geldiğini kuvvet ve kudreti onun halk ettiğini dünyaya ehemmiyet
vermeyip salih ameller peşinde koşmanın lüzumunu içine aldığı içindir.
Hadisin
son cümlesinde geçen "cedd" kelimesi "cidd" şeklinde de rivayet
edilmiştir. Bu rivayet zayıf olmakla beraber mânâ bakımından doğrudur.
Bazıları "Bu takdirde hadisin manası: Çalışkanıif çalışması senin indinde
kendisine bir fayda vermez. Ona ancak senin rahmetin fayda verir"
demektir" şeklinde tefsirde bulunmuş, bir takımları da "cidd"in
acele etmek manasına geldiğini söylemişlerdir. Bu takdirde mana, "Senden
kaçmak için acele davranan kimsenin kaçışı kendisine bir fayda vermez. Çünkü o
daima senin pençe-i kudretindedir." şeklindedir. Kelimenin sahih ve meşhur
olan kıraati "cedd"dir. Cedd; baht, zenginlik, azamet ve sulta manalarına
gelir. Buna göre : "Dünyada mal, evlât, azamet ve saltanatla bahtiyarla
şan bir kimseyi, bu bahtiyarlığı senin azabından kurtaramaz, onu kurtaracak
olan ancak salih amellerdir" demek olan bu hadis-i şerifin sebeb-i vürûdu
ile ilgili olarak İbn Mâce'de şöyle bir rivayet vardır: "Resûl-i Ekrem
(s.a.) namaz kılarken yanında bulunan kimseler kendi aralarında bazı kimselerin
pek çok develere ve atlara sahip olduklarından ve bu sayede eriştikleri şan ve
şereften bahsettiler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.) namazın sonunda
"Allahümme Rabbena leke'I-hamd miPe's-semâvati ve'l-ard..." duasını
okudu.[507]
Fıkıh
ulemâsının bu konudaki görüşleri bir numara sonra gelecek olan hadisin şerhinde
açıklanacaktır.[508]
1. Ruku'dan doğrulduktan sonra hadiste geçen duayı okumak mustehabtır.
Hanbehler Ve Şafıılere göre bu mevzuda nafile ile farz namaz arasında fark
yoktur. Ancak Hanefî ulemasına göre ise, bu duâ ancak nafile namazlarda
okunabilir.
2. Tesmî' ile tahmîd (yani "semiallahü limen hamideh ile Rabbena
lekel hamde" demek) her namaz kılana müstehabdır. Hanefîlere göre ise, yalnız
başına namaz kılan kimse tesmi' ile tahmidi birleştirirse de cemaatle kılınan
namazda imam sadece "semiallahü limen hamideh” der. Cemaat de sadece
"Rabbena leke'1-hamd" der.[509]
3. Kulun yapacağı en faziletli dualardan biri Resûlüllah'm öğrettiği
"Allahım senin verdiğine mani olacak yoktur ilh..." duâsıdır.[510]
848. ...Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre; Resûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "İmam "semiallahü limen hamideh" dediği zaman, siz
de "Allahiimme Rabbena lekelhamd" deyiniz! Zira sözü meleklerin
sözüne denk gelen kişinin günahları affedilir."[511]
Bu hadis-i
şerif,imamın rükû'dan kalkınca sadece "semi'allahü limen
hamideh" diyeceği görüşünde olan İbn Mes'ud, Ebû Hureyre, Ebû Hanife, İmam
Mâlik, el-Hâdi ve el-Kasım'm delilidir. Aynı şekilde Buhârî ve Müslim'in Enes
b. Mâlik'ten rivayet ettikleri; "İmam "semiallahü limen hamideh"
dediği zaman siz de "Rabbena lekel hamd" deyiniz"[512]
mealindeki merfu hadis de imamın rükû'dan kalktıktan sonra sadece;
"semiallahü limen hamideh "diyeceğini "Rabbena leke'l hamd"
demesi gerekmediğini ifâde etmektedir.
Ayrıca
601 numaralı hadis-i şerif de bu görüşü te'yid etmektedir.
es-Sevrî,
el-Evzâî, Ebû Yûsuf, Muhammed, gibi imamlara ve Hanbelî âlimlerine göre ise bu
hadis, imamın rükû'dan kalkarken semiallahü limen hamiden ve arkasından da
Rabbena lekelhamd diyerek iki duayı birleştireceğine delâlet etmektedir. Yine
bu imamlara göre Buhârî'nin Ebû Hureyre'-den rivayet ettiği "İmam
"semiallahü limen hamiden" dediği zaman siz de "Allahümme
Rabbena ve lekel ha m d" deyiniz"356 hadis-i şerifi de imamın
rükû'dan doğrulurken bu iki duayı da okuyacağına delâlet ettiği gibi, daha Önce
terceme ettiğimiz 846 numaralı hadis-i şerif de kendi görüşlerini teyid eder.
Yalnız
başına namaz kılmakta olan kimseye gelince Mâliki ve Hanbelî-Iere göre her iki
duayı da okur. Nitekim Malikîlerin Müdevvene isimli meşhur kitablannda şöyle
deniliyor: "İmam "Semiallahü limen ham i deh" dedikten sonra
"Allahiimmc Rabbena leke'l hamd" demesin. Fakat arkasında bulunan
kimse bu cümleyi okusun, tek başına namaz kılan kimse ise her iki cümleyi de
okusun."
Hanefi
ulemâsına göre yalnız başına namaz kılan kişinin durumu ihtilaflıdır. Bazılarına
göre yalnız başına namaz kılan kimse sadece "Rabbena leke'1-hamd"
der. Hafız ZeylaTnin İfâdesine göre, Hanefî ulemâsının büyük çoğunluğu bu
görüştedir. Hanefîlerin Mebsût isimli meşhur kitablannda Hanefî mezhebinde en
sahih görüşün bu olduğu ifâde ediliyor. Çünkü "semiallahü limen
hamiden" cümlesi yanında bulunan kimselerin "Rabbena
leke'I-hamd" demeye teşvik etmek için okunur." Tek başına namaz kılan
kimsenin ise, arkasında teşvik edeceği kimse bulunmadığından semiallahü limen
hamiden demesine lüzum yoktur. Sadece Rabbena leke'I-hamd demekle yetinir.
Şayet Rabbena teke'1-hamd dedikten sonra "semiallahü limen hamiden"
diyecek olsa, o zaman da bu cümlenin yeri değişmiş olur. Çünkü bilindiği gibi
"semiallahü limen hamiden" cümlesi rükû'dan doğrulurken meşru
kılınmıştır. Başka yerde söylenilmesi meşru değildir.
Hanefî
fıkhındaki yerine gelince: Ebû Bekir er-Râzî'ye göre, yalnız başına namaz
kılan kimse sadece "semiallahü limen hamiden" der. Çünkü bu kimse her
ne kadar namazı yalnız başına kılıyorsa da aslında kendisinin ima mıdır. Bu
bakımdan Ebû Hanife (r.a.)'e göre, sadece "semiallahü limen hamiden"
demekle yetinir. Nitekim İmam Muhammed'in Nevâdir isimli eserinde böyle
deniyor. İmam el-Hasen'in Ebû Hanife'den rivayet ettiğine göre ise, yalnız başına
namaz kılmakta olan kimse, semiallahü limen hamideh cümlesiyle birlikte
Rabbena leke'1-hamd cümlesini de okur. Hidâye sahibi el-Merğinânî de bu görüşü
benimsemekte ve Hanefî mezhebinde en sahih görüşün bu olduğunu söylemektedir.
Çünkü yalnız başına namaz kılan kimse kendisinin imamıdır. Bu bakımdan
"sem i ali ahu limen hamideh" demesi gerekir. Arkasında kendisine
icabet edecek kimse bulunmadığı için "Rabbena lekel hamd" cümlesini
de kendisi söyleyecektir. Nitekim uygulama da böyledir. Merhum Ö.Nasuhi Bilmen
Büyük İslam İlmihali'nde namazın sünnetlerini açıklarken şunları söylüyor:
"İmanı olan zatın rükû'dan kıyama kalkarken semi ali ahu limen hamideh
cümlesini hacet miktarı cehren yapması sünnet olduğu gibi, cemaatin rükû'dan
kalkarken gizlice "Allahümme Rabbena ve leke'1-hamd" demesi
sünnettir. Münferid, rükû'dan kalkarken hem "semiallahü limen
hamideh" hem de "allahümme Rabbena ve lekel hamd" der.[513]
Şafiî
ulemâsına göre ise, namaz kılan kimse ister imam, ister cemaat, isterse tek
başına olsun bu iki cümleyi de okur. Atâ, Ebû Bürde Muhammed b. Şîrîn, İshâk ve
Dâvud da bu görüştedirler. Delilleri de Buhârî ve Müslim'in Ebû Hureyre'den
rivayet ettikleri şu hadistir: "Sonra rükû'dan belini doğrultunca
"semi allahu limen hamideh" der, ayakta iken de "Rabbena ve
lekel hamd" der.[514] Her
ne kadar bu hadis-i şerifler Resûl-i Ekrem (sal-lallahü aleyhi ve sellem)in
imam iken namaz kılması ile ilgili ise de sadece kendisine ait özel bir durum
belirtmediklerinden bütün ümmet için bir delil niteliği taşımaktadır. Şafiî
ulemâsından Neveyî der ki; bu dualar rükû ve sü-cuddaki teşbihler gibidir. Hem
imam, hem cemaat, hem de yalnız namaz lalan kimse için bunları okumak
müstehabtır. Aslında namazın hiç bir anı zikirden hâli değildir. Şayet rükû'dan
kalkarken ve kalktıktan sonra bu cümleler okunmayacak olursa namazın o kısmı
zikirsiz kalmış olur.[515]
Hadiste
geçen "sözü meleklerin sözüne denk gelen kişinin günâhları affedilir"
cümlesinden anlaşılıyor ki, imam "scmiallahü limen hamideh" deyince
melekler de "Allahümme, Rabbena lekel hamd" diyorlar. Şayet bu sözü
söyleyen kimse meleklerle aynı anda söylemiş olursa bütün geçmiş küçük
günahları bağışlanmış olur. Bu bakımdan imam, "Semiallahü limen
hamideh" deyince, dikkatli olmak ve vakit geçirmeden, "Allahümme, Rabbena
leke'1-hamd" demek gerekir. Çünkü "meleğin sözüne denk gelmek"
iki şekilde olur:
1. Onun okuduğu bu duayı okumakla yani sözle ona muvafakat etmekle olur.
2. Zamanda ona denk gelmekle yani, imamın tesmi'inden sonra aynı anda
"Allahümme, Rabbena leke'1-hamd" demekle olur. Kısaca denklik söz ve
zaman bakımından olur. Ibn Hıbbân'a göre ise, meleklere muvafakat ihlâs ve
huşu'da olur. Bu bakımdan kul bu noktalarda namaz esnasında çok dikkatli
olmalıdır. Bazılarına göre bu meleklerden maksat, kulların namazlarında hazır
bulunan meleklerdir. Ibn Bezîze'ye göre ise, butun meleklerdir. Hafaza
melekleri olduğunu söyleyenler de vardır.[516]
849. ...Âmir (eş~Şa'bî)den; demiştir ki: imamın arkasında bulunan cemaat,
"Senıîallahü limen hamiden" (Allah kendisine hamd edenin hamdini
işitir) demez, fakat "Rabbena ieke'1-hamd" (Ey Rabbimiz hamd ancak
sana mahsustur) der.[517]
"Allah kendisine
hamd edenin hamdini işitir" sözündeki "işitir" kelimemden
maksat, mecazen "kabul eder" demektir. Yani sebep zikredilmiş, sonuç
kast edilmiştir, imam bu cümleyi söylemekle arkasındakileri "Allahumme,
Rabbena leke'1-hamd" demeye teşvik etmiş olur. Bu mesele ile ilgili
mezheb imamlarının görüşü bir önceki hadis-i şerifin izahında geçmiş
bulunmaktadır.[518]
850. ...İbn Abbâs (r.a.)dan; demiştir ki: Peygamber (s.a.) iki secde
arasında; "Ey Allah'ım, beni bağışla, bana acı, bana afiyet ver, beni
(doğru yola) hidâyet et ve rızıklandır" diye duâ ederdi.[519]
Hadis-i
Şerifte geçen "Ey Allahım, beni bağışla ve bana acı" sözünden maksat,
benim bütün günahlarımı ve hatalarımı hiç bırakmadan affet, ibadetlerimi
kusuruyla beraber kabul ederek bana lütuf ve ihsanda bulun demektir.
"Bana
afiyet ver" demekten maksatsa, "beni belâ ve fitnelerden koru"
demektir.
"Bana
hidâyet et" sözünün mânâsı ise, "bana sâlih ameller işlemeyi nasib
et" demektir. Esasen hidâyet etmek tabirinin tam türkçe karşılığını bulmak
çok zordur. Bu kelime üzerinde açıklama yaparken merhum ve kıymetli mü-fessirimiz
Elmalık Hamdi Efendi şunları söylüyor: "Hidâyet matlûba isal edecek şeye
lütf-u delâlet etmektir ki, yolu sadece gösterivermek veya yola götürüvermek ve
hatta nihayete kadar götürüvermek suretlerinden biriyle tahakkuk eder ki,
sadece yolu gösterivermeye "irşâd" veya "delâlet-i gayr-i
mûsıla" denildiği gibi, yolun nihayetine kadar götürüvermeye de
"tevfik" veya "delâlet-i mûsıle" denir. Demek ki hidâyet,
her matlûba alelıtlak rehberlik etmek değil, irşad gibi gayesinde hayır,
keyfiyetinde lütf-ü letafet bulunan bir rehberliktir. Binaenaleyh hidâyet
kelimesinin mealinde en muvafık tâbir lisanımızda maruf olduğu gibi, "bize
hidâyet et" demektir, "göster" deyince götürmek kahf.
"Götür" deyince de letafet kalır ve hiçbiri tam mânâyı ifâde edemez
ve lisanımızda böyle mâruf bir kelimenin yerine'beheme-hal bir kelime koymağa
çalışmak maksadı beyâna münâfi, kuru bir taassub olur."[520]
Hadiste
geçen "Beni rızıklandır" sözünün manası, "bana dünyada hayırlı
rızıklar, ahirette de yüksek dereceler ve makamlar nasibeyle" demektir.[521]
851. ...Esma bint Ebî Bekr (r.a.) den; demiştir ki: Resülullah (sallellahü
aleyhi vesellem)i, erkeklerin avret mahallerini görmelerinin çirkinliğinden
dolayı; "(Ey kadınlar topluluğu) sizden kim Allah'a ve âhiret gününe
inanıyorsa erkekler (secdeden) başlarını kaldırmadıkça başını kaldırmasın"
buyururken işittim.[522]
"Erkeklerin
avret mahallerini görmelerinin çirkinliğinden do|ayı, sözü Hz Esmâya ait bir
söz olabilir. O takdirde bu söz hadisin esas metni içerisine râvi Esma (r.anhâ)
tarafından ilâve edilmiş demektir. Bilindiği gibi bu çeşit sözlere mtidrec
denir. Biz tercememizi buna göre yaptık. Eğer bu söz Resûl-i Ekrem (s.a.)'e ait
ise, o takdirde mânâ şöyle olur: "Ey kadınlar topluluğu sizden kim
Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsa, erkekler (secdeden) başlanni
kaldırmadıkça başım kaldırmasın; çünkü kadınların, erkeklerin avret mahallerini
görmeleri çok çirkindir."
Bu
hadis-i şerifteki emir, erkeklerin arkasında saf tutarak onlarla birlikte ve
cemaatle namaz kılan kadınlara yöneliktir. Çünkü o devirde müslümanlar çok
fakir olduklarından, tam anlamıyla örtünecek bir elbise bulmakta çok güçlük
çekiyorlardı. Bu yüzden secdeye vardıkları zaman çok dar ve kısa olan
elbiseleri toplandığı için bazılarının avret mahallerini görmek ihtimali
vardı. Buhârî'nin Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği şu hadis-i şerif bu
durumu açıkça ifâde etmektedir: "Ben Suffe ashabından yetmiş kişi bilirim
ki, bunların ya sadece eteklikleri vardı da gömlekleri yoktu, yahutta sadece
boyunlarından aşağı uzanan bir elbiseleri vardı. Bunları boyunlarına
bağladıkları zaman elbiseleri kimisinin ancak dizlerinin yarısına kadar kimisinin
de ancak topuklarına kadar ulaşabiliyordu. Bu yüzden avretlerinin açılacağı
korkusuyla namazda elbiselerini elleriyle asılırlardı.[523]
1. Bu hadis-i şerife göre, kadınların mescide gitmeleri ve orada
erkeklerle beraber usulüne göre saf teşkil ederek namaz kılmaları caizdir.
Nitekim bu mes'ele (565-567) numaralı hadis-i şeriflerde de geçmiştir.
2. Kadınlar erkeklerle beraber namaz kıldıkları zaman başlarını erkeklerden
evvel kaldırmamalıdırlar. Her ne kadar bugün elbise sıkıntısının) ortadan
kalktığını düşünerek kadınların başlarını secdeden kaldırmak için erkekleri
beklemelerine lüzum kalmadığını söyleyenler varsa da, günümüzde de gerek dar
elbise giyildiğinden ve gerekse başka bir sebeple elbiselerin yırtılması ve
avret mahallinin açılması ihtimali bulunduğundan kadınlar hakkındaki bu emir ve
hüküm bugün de geçerlidir diyenler vardır. Allah bilir ama doğrusu bu olsa
gerektir.[524]
852. ...el-Berâ (r.a.)'den, Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve selIem)in
sücûdunun, ruku'unun ve iki secde arasındaki oturuşu (süre olarak) birbirine
çok yakın olduğu rivayet edilmiştir.[525]
Bu
hadis el-Münzirî'nin Muhtasar'ında şeklinde geçtiği halde Hind nüshasında ise
şeklinde diğer bir nüshada da kelimesinden
sonra gelen ber vav harfi ile geçmektedir. Biz tercümemize vav'siz olan Hind
nüshasını esas aldık. Çünkü her ne kadar nüshaların pek çoğunda vav bulunuyorsa
da, gerek müellif Ebû Davud'un bir numara sonra gelecek olan Enes'den rivayet
ettiği 853 numaralı hadis ve gerekse Buhârî'nin aynı senedle rivayet ettiği
hadis, aslında bu vav'ın bulunmadığım göstyermektedir. Bu durumda vâv harfinin
müstensihler tarafından yanlışlıkla ilâve edilmiş olduğu söylenebilir. Şayet
bu vav'ın varlığı kabul edilirse, o zaman hadise şöyle mânâ vermek gerekir;
"Resûl-i Ekrem (sallellahü aleyhi vesellem)in sücûdu, rü-kû'u, ilk
teşehhüd için oturuşu (veya selam vermesi ile namazdan çıkması arasında geçen
zaman içerisindeki oturuşu) ve iki secde arasındaki oturuşu neredeyse birbirine
eşitti" yani vav'ın kabulü ile ortaya çıkan "Kuud (oturuştan maksat
ya ilk teşehhüd için oturuştur veya selâm ile namazdan ayrılma arasında geçen
oturuştur. Bu oturuştan maksat son oturuş olamaz. Çünkü Buhârî'nin rivayetinde
birbirine eşit olmaya yaklaşan ve mevzumuzu teşkil eden bu fiiller sayılırken
son oturuşla, kıyam bunlardan istisna edilmiştir.
Bu
hadis-i şerif, rükû ve sücudda ve onlardan doğrulunca organlar iyice sükûnet
buluncaya kadar yeterince beklemeye delâlet etmektedir.
"Birbirine
eşit olmaya yakındı" cümlesi bu fiillerin tamamen birbirine eşit
olmadığını, bazılarının bazılarından biraz daha uzun olduğunu gösterir.
Buhârî'nin istisnasından anlaşıldığına göre, kıyam hali ile son oturuş hâli
bunların hepsinden uzundur. Çünkü daha önce de "ifâde ettiğimiz gibi
Resû-Iullah (s.a.) sabah namazlarında altmıştan yüze kadar âyet okurdu. Öğle namazında
da Secde Sûresini okurdu. O namaza durduğu vakit cemaatten biri Bakî' tarafına
kazâ-yi hacete gider sonra evine dönerek abdest alır, mescide gider ve ilk
rekatta yetişebilirdi. Nitekim 810 ve 811 numaralı hadiş-i şerifler Resûlullah
(sallellahü aleyhi vesellem)in akşam namazında "Tûr" ve
"Miirselât" sûrelerini, 812 numaralı hadiste de "A'râf" ve
ona benzer sûreler okuduğu beyân edilmiştir. Bunlar gösteriyor ki, Resûlullah
(sallellahü aleyhi vesellem) zaman zaman kıraati uzatırmış.
“Ku’ûd"
kelimesinden sonra "vav" harfinin bulunduğunu kabul ederek mânâ
verirsek kelimesiyle "Resûlullatı'ın selam vermesi ile namazdan çıkması
arasında geçen zaman içerisindeki oturuşu" anlaşılır ki, bu da Resûlullah
(s.a.)'m selâm verdikten sonra yerinde bir müddet daha oturduğuna delâlet
eder.[526]
853. ...Enes b. Mâlik'deri; demiştir ki: Ben tamam olmak şartıyla Resûlullah
(s.a.)'den daha kısa namaz kıldıran bir kimsenin arkasında namaz kılmadım.
Resûlullah (s.a.); "semiallahulimenhamideh" dediği zaman, biz;
"vehmetti galiba" diye (endişe ede)cek kadar (uzun bîr süre) ayakta
durur, sonra secde eder, iki secde arasında biz (yine) "vehmetti galiba"
diye (endişeye düşe)cek kadar (uzun bir süre) otururdu.[527]
"Vehmetti"
kelimesi "terk etti ve yanıldı" manalarına gelir.Bu kelime "terk
etti" manasına alınırsa, o zaman da hadisin mânâsına şöyle olur:
"Galiba secdeyi terk etti; tekrar kıyama döndü derdik."
"Yanıldı"
manasına alınırsa, o zaman da Hadisin manası şöyle olur: "Galiba
yanıldı" derdik.
Resûl-i
Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) hazretleri namazı yerine göre uzun ve
yerine göre de kısa kıldınrdi. Nitekim daha önce tercümesini sunduğumuz 789
numaralı hadisin açıklamasında gerekli bilgi verilmiştir.
Bu
hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem'in bazan namazı tâdil ve erkânına riâyet etmek
şartıyla çok kısa kıldırdığına delâlet etmektedir. Metinde geçen:
"Ben
tamam olmak şartıyla Resûlüllah (s.a.)'den daha kısa namaz kıldıran bir
kimsenin arkasında namaz kılmadım" sözüyle "semiallahü limenhamideh
dediği vaki' vehmetti galiba diyecek kadar ayakta dururdu'* sözü arasında
herhangi bir tezat yoktur. Çünkü Resûlüllah (s.a.)'in okuduğu duayı tane tane
ve huşu ile okuması insana unuttu zannını verecek kadar uzun bir vakit
alırdı.Bununla beraber yine de namazı uzun sürmezdi.
Rekû'dan
doğrulduktan sonra ayakta uzun müddet durulup durulmayacağı mevzuu ilim
adamları arasında ihtilaflıdır. Bu hadis-i şerif rükû'dan doğrulduktan sonra
ayakta kalmayı ve iki secde arasındaki oturuşu uzatmanın caiz olduğuna delâlet
etmekte ve aksini iddia eden Şafiî ulemâsının bu mevzudaki görüşlerini
reddetmektedir. Şevkânî de Neylu'l-Evtâr isimli eserinde bu mevzuda şunları
söylemektedir: "Sahih hadislerle sabit olan bu sünneti insanlar,
hadisçileri, fıkıhçıları, müctehidleri ve mukallidleriyle birlikte hepsi terk
ettiler. Keşke bunların dayandıkları delili bari bilseydim."
İbn
Dakil'i-I-İyd de bu mevzuda şunları söylüyor: "Rükû'dan doğrulduktan
sonra ayakta durmayı uzatmak bir takım zayıf delillere dayanarak terk
edilmemesi gereken bir rükündür. Rükû ve sücûda benzemediği için burada
tesbîhâtın okunamayacağı görüşü fasit bir kıyastır. Çünkü bu rükün nass ile
sabittir. Hakkında nass bulunan bir meselede içtihada izin yoktur. Böyle bir
mevzuda yapılan kıyas fasittir. Gerçekten rükû'dan doğrulduktan sonra yapılacak
olan zikirlerin rüku ve sücuddaki zikirlerden daha uzun olduğuna Müslim'deki
şu hadis-i şerif delâlet eder: "Allah'ım sana göklerle yer ve onlardan
maada dilediğin her şey dolusu hamd olsun. AUahım beni kar, dolu ve soğuk suyla
temizle! Ya Rab beni günah ve hatalardan, beyaz elbisenin kirden paklandığı
gibi temizle"[528]
Nitekim
Şafiî mezhebinden merhum Nevevî de kendi mezhebinin hilâfına olarak rükudan
sonra zikrederek ayakta durmayı uzatmanın caiz olduğunu söylemiştir. Bu
görüşüne delil olarak da Müslim'in rivayet ettiği "Sonra rükuuna yakın
uzun bîr müddet ayakta durdu"[529]
mealindeki hadis-i şerifi göstermiştir."
İbn
Dakik'il-İyd'in sözleri burada sona ermiştir. İbn Hacer el-Askalânî de
Fethu'l-Bârî'de İmam Şafiî'nin ümm isimli eserinde rükû'dan kıyama kalkınca
duâ ve zikirle kıyamı uzatmanın namazı bozmayacağına ancak mekruh olacağına
işaret ettiğini söylemektedir.[530]
Bezlu'l-Mechûd sahibi ise, bu hadisi Enes b. Mâlik'ten başka hiç bir sahâbinin
nakletmediğine ve cumhur ulemânın bu görüşe iltifat etmediğine dikkati çekerek
bu görüşün ancak Zahirîler tarafından benimsendiğini söylemekte ve bu
uygulamanın İslâm'ın ilk yıllarına ait olup sonradan neshedilmiş olabileceği
yahut sadece nafile namazlarına mahsus olduğu ihtimali üzerinde durmakta ve
Resûl-i Ekrem'in başkalarına yasak ettiği halde kendisinin böyle hareket
etmesinin caiz olduğunu söylemektedir.[531]
Nitekim ileride gelecek olan (856) numaraları hadis-i şerif ve benzerleri de
kavme ve celseyi uzatmanın söz konusu olmadığını göstermektedirler.
İki
secde arasında bir parça oturmaksa müstehabtır. İbn Kudâme'nin beyânına göre,
imam Ahmed b. Hanbel iki secde arasında duasının tekrarlanmasını müstehab
görürmüş.
Hanefîlere
göre, iki secde arasında sünnet olan bir zikir yoktur. Zira iki secde arasında
doğrulmak namazın maksut fiillerinden değildir. Ancak maksut fiilere tebean
yapılır. Ancak Hanefi ulemâsına göre rükû ve sücûd-dan kalkarken her organı
iyice yerine oturuncaya kadar doğrulmak namazın sıhhati bakımından mühim bir
meseledir. Hanefi mezhebinin bu meseledeki görüşünü mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerifle ilgili olduğu için, merhum Ö. Nasuhi Efendinin Büyük İslam
İlmihali isilmi eserinden naklediyoruz: "Namazda tâdil-i erkâna riâyet
İmam Ebû Yusuf'a göre bir rükün olduğundan farzdır. Bundan maksat namazın
kıyam, rüku, sücud gibi her rüknünü bir sükûnet ile yerine getirmek, bu
rükünleri yaparken her uzuv mutmain olup ızdırabtan hali bulunmaktır. Mesela
rükuden kıyama kalkarken vücud dimdik bir hâle gelmeli, sükûnet bulmalı, en az
bir kere “sübhanellahilazim" diyecek kadar ayakta durup sonra secdeye
varmalıdır. Her iki secde arasında da böyle bir teşbih miktarı durmalıdır.
"Tâdil-i
erkân İmam-ı A'zam ile İmam Muhammed'e göre vacibtir. Binaenaleyh birinci
kavle göre tâdil-i erkâna riâyet edilmeksizin kılınan bir namazı iade etmek
(yeniden kılmak) lâzımdır. İkinci kavle göre ise, bu halde yalnız sehv secdesi
lâzım gelir. Fakat böyle bir namazı iade etmek evlâdır. Bununla ihtilâftan
kurtulunmuş olur.[532]
Davud-ı
Zahirî ile diğer zahirî ulemasına göre iki secde arasında zikir farzdır. Kasden
terk edilirse namaz fâsıt olur.[533]
854. ...el-Berâ b. Âzib'den; demiştir ki: "Muhammed (s.a.)"i (Ebû
Kâmil ise "Resûlullah sallellâhu teâlâ aleyhi vesellemi" demiş)
(Namaz(ın)da (dikkatle) takib kettim. Kıyamım, rükû'u ve sücûdu kadar buldum.
Rükû'dan (sonraki) ayağa kalkışını (ilk) secdesi kadar buldum. İki secde
arasındaki oturuşu ile selâm vermesi ve namazdan kalkıp gitmesi arasındaki
secdesini takriben birbirine müsavi buldum."
Ebû
Dâvûd dedi ki: Müsedded (bu hadîsi şöyle) nakletti: "Onun rükûunu secde ve
rükû'lardan sonraki dikilmesini, sonra birinci secdesini sonra iki secde
arasındaki oturuşunu, sonra ikinci secdesini, sonra selâm vermesi ile namazdan
kalkıp gitmesi arasındaki oturuş neredeyse birbirine denk buldum.[534]
Bu
hadis-i Şerifi müellif Ebû Dâvûd iki şeyhinden ayrı ayrı rivâyet etmiştir. Bunlardan
birisim Müsedded b. Müserhed, diğeri de Ebû Kâmil Fudayl b. Hüseyn'dir. Bu iki
şeyhin rivayetleri arasında bazı küçük farklar vardır. Müellif hadisi
naklederken bu farklara işaret etmiştir. Tercümeden de anlaşıldığı gibi bu
farklardan birisi Resûl-i Ekrem sal-lallahü aleyhi ve sellem'den bahsederken
kullandıkları ifâde ile ilgilidir.Şöyle ki Müsedded: "Muhammed (sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem)i namazda iken dikkatle tâkibettim" derken, Ebû
Kâmil "Resûlullah (sallellahü aleyhi ve sel-lem)i namazda iken dikkatle
tâkib ettim" tâbirini kullanmıştır.
İkinci
farkı ise doğrudan doğruya hadisin metniyle ilgilidir ki bu fark tercümede
açıkça görülmektedir.
Ebû
Kâmil'in rivayetine göre Resûlullah (s.a.)'in kıyamı, rükû ve secdesi
kadarmış, kıyamın rükûu ve secdesi kadar olmasına hadis âlimleri iki ayrı mânâ
vermişlerdir:
1. Resûl-i Ekrem'in kıraati için ayakta geçen müddet, rükû ile secdesi
için geçen müddetin toplamına eşittir.
2. Kıyamı, rükûu ve sücûdu için geçen zamanların üçü de birbirine eşittir.
İkinci mânâya göre rükû ile sücûdun eşitliği anlaşılmakla beraber,, birinci
mânâya göre rükû ile sücüdun hangisinin daha uzun olduğu açıklığa kavuşmuyor.
Yine
ikinci mânâya göre Resûlullah'ın rükû'dan sonra kalktığında kavmede iken
kaldığı müddetin secdede kaldığı müddete eşit olduğu anlaşılır. Bazı hadis
sarihlerine göre sözünden maksat
Resûlullah'ın aşağıda gelen şu iki fiili için geçen zamanın birbirine yakın
oluşu demektir:
1. İki secde arasındaki oturuşu,
2. İki tarafına selâm vermesi ile namazdan çıkması arasında kalan sehv
secdesi.[535]
Ancak
bu hadis-i şerif gerek Müsedded'in ve gerekse Müslim, Nesâî, Ahmed b. Hanbel'in
Müsned'i gibi muteber hadis kitaplarındaki rivayetlerin ışığında ele alınırsa,
Ebû Kâmil'in rivayetinde ki cümlesinin eksik olduğu görülür. Adı geçen
kitaplarda bu cümle şu şekilde bulunmaktadır:"Sonra (ikinci) secdesini,
sonra selam vermekle kalkıp gitmesi arasındaki oturuşunu takriben müsavi
buldum." Buna göre Resûlullah (s.a.) selâm verdikten sonra yerinden
ayrılmaz, ikinci secdede kaldığı kadar beklermiş. Nitekim fıkıh ki-tabiatında
Resûlullah (s.a.)'m selâm verdikten sonra "Allatiümme entesselâmü v e
minkesselam" diyecek kadar yerinde beklediği ve bu duayı okuduğu ifade
edilmektedir. Nitekim kıymetli âlim M. Zihni Efendi bu mevzuda şunları
söylemektedir: "Son sünneti olan namazlara göre farzı takibeden sünnete
kalkmak sünnet kılınmıştır. Farz ile son sünnetin arasını yalnız "Allah'ım
sen (noksanlıklardan salim olarak) selâm sâhibi'sin ve selâmet hep sendendir.
Hayr-ı kesir sahibisin. Ey azamet ve celâliyle bütün nimet ve hayırları
veren!" senası ile ayırmak müstehabdır. Ancak araya1 aşağıdaki
zikirlerden fazlasını katmak suretiyle son sünneti geciktirmek
mekruhtur.Muhaşşînin beyânına göre kerâhet-i tenzihidir ve sünnetler camide
kılındığına göredir. Eğer sünnet evde kılınır ise araya fazla fasıla da girse*
kerahet olmaz."[536]
Bu
hadis-i şerif Resûlullah (s.a.) efendimizin bazı hallerde namazda kıraati çok
kısa kestiğine delâlet etmektedir. Nitekim Peygamber (s.a.) bir sabah
namazında muavvezeteyni okuyarak namaz kıldırmıştı. Sahabeden birinin:
Ya
Resûlallah namazı kısa kestiniz? Sualine cevaben:
"Bir
çocuk ağlaması duydum ve annesinin telaşlanmasından korktum"
buyurmuşlardır.[537]
Zayıf, hasta, hacet sahibi de bu sebepten dolayı buna eklenmiştir. Resûl-i
Ekrem Efendimizin seferde de sabah namazını Kâfirim ve İhlâs süresiyle
kıldırdıkları rivayet edilmektedir.
Zaruret
halindeki kıraati hafif tutmak, yalnız Zamm-ı sûreye mahsus olmayıp, zaruretin
derecesine göre Fatiha ve Zamm-ı sûreye bedel sadece bir âyet bile okunabilir.
İmam Ebû Yûsuf bir sabah namazında imamet edip vakit dar olduğu için her
rekatta Fatiha'dan yalnız bir âyet okumuş, namaz bitince de Ebû Hanife
Hazretleri, "Yakubumuz fakih olmuş" demişlerdir. Yâkub Ebû Yusuf un
ismidir. İbn Âbidin der ki: "Sabah namazında güneşin doğması ile namaz
bozulacağından böyle yapılabilirse de diğer vakitlerde vaktin daralması, hatta
vaktin namaz içinde çıkması durumunda bile ifsad tehlikesi bulunmadığından hiç
değilse, vâcib miktarından daha az okunmamalıdır.”[538]
1. Cemaatle namazda kıraat hafif tutulmalıdır.
2. Rüku ve secdeden kalkınca beli iyice doğrultmak ve organların iyice
yerine oturmasını sağlamak lâzımdır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi buna
tâdil-i erkân denir. Ve tâdil-i erkâna riayet etmek İmam Yusuf'a göre farz,
İmam Ebu Hanife ile İmam Muhammed'e göre vâcibdir.
3. Selâm verdikten sonra rüku'da veya secdede kalındığı kadar beklemek
lâzımdır. İmam Ahmed, Müslim, Tirmizî ve İbn Mâce'nin Hz. Âişe'den
naklettiklerine göre, Resûl-i Ekrem (s.a.) selâm verdikten sonra sadece diyecek kadar otururdu.
"Buhârî
ile Ahmed b. Hanbel'in Ümmü Seleme (r.anhâ)'dan rivayet ettikleri bir hadis-i
şerifte ise; "Resûl-i Ekrem'in bu bekleyişi kadınların erkeklerden önce
dışarı çıkmalarını sağlamak ve erkeklerin kadınlara karışmasını önlemek
içindi" Duyuruluyor.[539]
Buna göre; eğer farzdan sonra son sünnet bulunmuyorsa bu oturuşu kadınların
camiden çıkmasına kadar uzatmak, şayet son sünnete kalkılacaksa sadece: diyecek
kadar oturmak müstehabdır. Nitekim Tirmizî'nin rivayetinde, "Resûlüllah
(s.a.) namazdan çıkmak istediği zaman üç defa istiğfar eder ve sonra
derdi" deniliyor.[540]
855. ...Ebû mes'ûd el-Bedrî (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.)
şöyle buyurdu: "Rükû' ve secdede belini düz tutmayan kimsenin namazı
sahih değildir."[541]
Bu
hadis-i şerif rükû'da ve secdede tâdil-i erkâna riâyet etmeyi emrediyor.Bu bakımdan
İmam Ebû Yûsuf ile İmam Şafiî Hazretleri namazda tadil-i erkâna riâyetin farz
olduğunu söylemişlerdir. Bu iki imama göre tâdil-i erkânı terk eden bir
kimsenin namazı caiz değildir. Delilleri de bu hadis-i şerif ile birlikte bir
numara sonra gelecek olan 856 numaralı hadistir. Çünkü adı geçen hadiste
Resûl-i Ekrem (s.a.) Hazretleri rükû' ve secdede belini düz tutmayan bir
bedeviye; "sen namazım yeniden kıl" buyuruyor. Namazın yeniden
kılınması ancak bir farzın terkedilmesinden dolayı icâbeder. Bu da gösteriyor
ki namazda tâdil-i erkân bir rükündür. Terk edilmesi namazı ifsâd eder. Daha
önce de ifâde ettiğimiz gibi tâdil-i erkân lügat olarak rükünleri doğru yapmak
demektir. Bir fıkıh terimi olarak da namazın kıyam, rükû, sücûd gibi her
rükününü hakkıyla yerine getirmek, bunları yaparken ağır ağır, her organı o
rükne iştirak ettirmektir. Mesela rukû'dan kıyama kalkınca vücut dimdik bir
hale gelmeli ve en az "sübhanellah" diyecek kadar ayakta kalmalı ve
birinci secdeden doğrulunca da aynı şekilde hareket etmelidir. Rüku'a ve
secdeye varınca beli kamburlaştırmayıp düz bir hâle getirmelidir. İşte bu
hadis-i şerifte rüku' ve sücudla ilgili tâdil-i erkân söz konusu ediliyor. İmâm
Ebû Yûsuf ile İmam Şafiî Hazretlerinin tâdil-i erkânı farz görmelerinin ikinci
delili ise, yine 856 numaralı hadiste Hz. Peygamberin tâdil-i erkâna riâyet
etmeyen bedeviye; "Sen namaz kılmadın" buyurmalarıdır. Üçüncüsü de
Resûl-i Ekrem Efendimizin bu bedeviye tâdil-i erkâna riâyet etmesini emretmiş
olmasıdır. Mutlak emir ise, farziyyet ifâde eder.
Namazda
tâdil-i erkânı yerine getirmenin vacib olduğunu söyleyen İmam Ebû Hanife ile
İmam Muhammed'in delilleri ise, "Ey iman edenler rüku' ediniz ve secde
ediniz"[542] âyeti kerimesidir. Âyeti
kerime rükû ve sucûdu emretmektedir. Rüku'un mânâsı eğilmek, secdenin mânâsı
İse, alnı yere koymaktır. Bu bakımdan rükû ve sücûd has isimlerdir. Açıklığa
kavuşmaları için herhangi bir hadisin beyânına muhtaç değillerdir. Ancak mücmel
kelimelerin beyânına ihtiyaçları vardır. Bu bakımdan mevzumuzu teşkil eden
hadisin beyân yoluyla bu âyet-i kerimeye ilhakı doğru değildir. Bir de bu
âyet-i kerimede bulunan emir mutlaktır. Mutlak emrin âhâd yoluyla sabit olan
bir hadisle tağyîr edilmesi caiz olamaz. Çünkü haber-i vâhid ile Kur'an
ıtlakının neshi caiz değildir. Ancak tâdil-i erkânın farz olduğuna delâlet
eden bu gibi hadislerin âyete ilhakı mümkün olmayınca bunları büsbütün ihmal
etmek de doğru olamaz. Bu sebeple hadis-i şeriflerdeki tâdil-i erkânı emreden
ifâdeler kesinliğini kaybettiklerinden zannî bir delil durumuna düşmüşlerdir,
Zannî delille sabit olan hükümler ise, farz değil vâcib olurlar.
Ebû
Yûsuf (r.a.) hazretlerine göre ise, âyet-i kerimede geçen rükû' ve sücûd
kelimelerinden kast edilen mânâ, lüğavî mana olmayıp ıstılâhî mânâdır ki, bu
mânâ malum değildir. Beyâna muhtaçtır. İşte bu hadis-i şerif ve benzerleri bu
âyeti beyân etmekte ve tâdil-i erkâna riâyetin farz olduğunu ortaya
koymaktadır.[543]
856. ...Ebû Hureyre (r.a.)'den nakledilmiştir:
Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) mescide girmiş onun arkasından bir zat girerek
namaz kılmış, sonra Resûlullah (s.a.)'e selâm vermiş, Resûlullah (s.a.) selâmı
almış ve o zata:
Dön
de namazını kıl, çünkü sen namaz kılmadın" buyurmuştur. O zat dönerek
evvelce kıldığı gibi namazı tekrar kılmış, sonra Peygamber (s.a.)'e gelerek
selâm vermiş Resulüllah: "Ve aleykesselâmu" dedikten sonra:
“Dön
de (yeniden) kıl, zira sen namaz kılmadın" buyurmuş ve bunu üç defa
tekrarlamış, nihayet o zat:
Seni
hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, ben bundan a'lâsım
beceremiyorum. Bana öğret, demiş, Resülullah (s.a.) de:
"Namaza
kalktığın zaman tekbir al. Sonra kolayına geldiği kadar Kur'ân oku, sonra
rüku' et ve organlar yatışincaya kadar rükûda kal. Sonra başını kaldırarak
iyice doğrul. Sonra secdeye vararak (âzâlann) yatışıncaya kadar secde et. Sonra
başını kaldır ve (azalarını) yatışıncaya kadar otur ve bunu bütün namazlarında
böyle yap" buyurmuşlardır.
Ebû
Dâvûd dedi ki: el-Ka'nebf'nin Saîd b. Ebt Saîd el-Makburî vasıtasıyle Ebû
Hureyre (r. a.) 'den naklettiğine göre (Resûl-i Ekrem sözünün) sonunda,
"Bunu (böyle) yaptığın zaman namazın tamamdır. Bundan eksilttiğin şey
kadar namazından eksiltmiş olursun" buyurmuş. Sözünün başında ise,
"Namaza kalktığın zaman abdesti güzel al" buyurmuştur.[544]
Resülullah
(s.a.)'in arkasından mescide giren zat Hallâd b. Rafı (r.a.)'dir. Nesâî'nin
rivayetinde mescide giren kimsenin bedeviye benzediği ve gelişi güzel namaz
kıldığı zikrediliyorsa da bundan, gelen zâtın Hz. Hallâd'dan başka birisi
olması icâb etmez. Râvi onu bedeviye benzetmiş olabilir. Hz. Hallâd'ın kıldığı
namaz gündüz namazlarından biri imiş. Resülullah kendisine uç defa namazı
yeniden kıldırmış. Fakat Hallâd (r.a.) üçünü de aynı şekilde hatalı olarak
kılmış ve bundan a'lasını yapamayacağını arz ederek ne şekilde kılması lâzım
geldiğini Öğretmesi için Resûl-i Ekrem (s.a.)'e ricada bulunmuş. O da kendisine
bu mevzuda lâzım gelen talimatı hadistç beyân edildiği şekilde vermiştir.
Hadisin bu kısmı muhtelif şekillerde rivayet edilmiştir. Son olarak Resülullah
(s.a.), "Ve bunu bütün namazlarda böyle yap" buyurarak ondan sonra
kılacağı farz veya nafile namazlarda bu talimata göre hareket etmesini tavsiye
eylemiştir.
Ulemâ
arasında "Müsî' hadisi" diye bilinen bu hadis, birçok ihtilaflı
meseleleri ihtiva etmekte ve tarafların hepsi için delil olma niteliği
taşımaktadır.[545]
1. Müslümanın selâmını almak farzdır. Selâm vermek ise, sünnettir. Bu
hadis, ihtiyaç anında vaz-u nasihat etmek selâm almaktan daha mühimdir"
diyenlerin aleyhine delildir. Bu görüşü benimseyen kimseler hadisteki
"Redde (reddetti)" fiilinin manasım anlayamamış olacak ki, onu
"selâmı almadı" mânâsına kabul etmiş ve ihtimal ki Resûlullah (s.a.)
onun selâmını cehlinden dolayı bir te'dib olmak üzere kabul etmemiştir. Bundan
da selâmı almamak suretiyle te'dibin caiz olduğu anlaşılır" demiştir.
Yahut hadisi burada rivayet edilen şekliyle görmemiş başka rivayetine itimad
etmiştir. Çünkü bir rivayette hadisteki "redde" fiili
zikre-dilmemiştir.
2. Hadiste "dön de (yeniden) kıl" emrine bakarak Kadı İyaz
"Cahilin ibâdette bilmeyerek işlediği fiiller doğru bile olsalar sahih ve
kâfi değillerdir." demişse de onun bu sözü hadisten "namaz sahih
olmadı" mânâsı kast edilmiş olmasına bağlıdır." Halbuki Aynî'nin
beyânına göre, hadisten murad, namazın kemal üzere kılınmamış olmasıdır. Çünkü
hadisin bir rivayetinde "Bunu yaptın mı, namazın tamam oldu demektir.
Bundan noksan yaparsan namazın da noksan kalır" buyrulmuştur. Noksan
olarak kılınan namaza da namaz hükmü verildiğine göre burada, "çünkü sen
namaz kılmadın" buyurulması, "istenildiği şekilde mükemmel olarak
kılmadın" demektir. Hâsılı buradaki olumsuzluk ifâdesi namazın zâtına
değil, sıfatına aittir. Eğer Hallâd (r.a.)'ın kıldığı namaz fasit olsaydı,
Resûlullah (s.a.)'ın onunla meşgul olması abes sayılırdı. Halbuki Resûl-i Ekrem
(s.a.) abesle iştigal eden hiç bir kimsenin fiilini takrir buyurmamış ve kabul
etmemiştir. Hanefiyye ulemâsından, İmam A'zam ile İmam Muhammed'in bu hadîse
bakarak rüku' ve secdelerde tuma'ninet yani âzâ yerli yerine yerleşecek kadar
durmak vâcibtir, bir rivayete göre sünnettir, dedikleri rivayet edilir. Fakat
fıkıh ulemâsının ihtilâflarını beyân hususunda merci sayılan Tahâvî bu hususta
Hanefiyye uleması arasında ihtilaf zikretmemiştir. Tahâvî'ye göre Sevrî, Evzaî,
Ebû Ha-nîfe, Ebû Yûsuf, Muhammed,Mâlik, Şafiî, Abdullah b. Vehb ve bir rivayette
Ahmed b. Hanbel Hazretleri, "Rüku'un miktarı namaz kılanın sırtı dümdüz
olacak derecede eğilmek, secdenin miktarı da organlar yatışacak kadar secde
halinde kalmaktır. Namaz ancak bununla tamam olur" demişlerdir.
3. Namaza girmek ancak tekbirle olur. Tekbir ittifakla farzdır.
4. Namazda kıraat farzdır.
5. Resûlullah (sallellahü aleyhi vesellem)'in "sonra kolayına geldiği
kadar. Kur'ân oku" buyurması, kıraatin mutlak surette farz olduğuna
delildir. Bu hadis "Fatiha'yı okumak farz değildir" diyen Hanefiyye
ulemâsının delilidir. Çünkü Fâtiha'yı okumak farz olsaydı, ta'lim makamında
bulunan Resûlullah onu emrederdi.
Hattâbî
(319-388) Resûlullah (sallallahü aleyhi vesellem)irr bu sözünün mutlak
olduğunu, bundan Fatiha kast edildiğini ve Fâtihasız namaz caiz olamayacağını
söylemişse de, Aynî'nin dediği gibi sözünün sonu evvelini nak-zetmiştir. Zira
evvelâ hadisin mutlak olduğunu itiraf etmiştir. Halbuki mutlak itlakı üzere
cereyan edecektir. Hadis mücmel değildir ki, beyâna lüzum görülsün.
Binaenaleyh "bu hadisten Fatiha kast edilmiştir" demeye imkân yoktur.
Hattâbî'nin bunu "Fâtihasız namaz olmaz" hadisiyle tahsise kalkışması
tercih bilâ müreccihtir ki, o da bâtıldır.
Teymî
gibi bazıları hadisin mücmel olduğunu iddia etmişlerse de bu çok garibtir.
Çünkü hadiste mücmel olan hiçbir cihet yoktur. Nevevî (631-676)'de bu hadisin
Fâtiha'ya hamledildiğini söyler. Çünkü hadiste "sonra kolayına geldiği
kadar Kur'ân oku" buyurulmuştur. Herkesin kolayca öğrenip bildiği sure
ise Fatihadır. Fakat Nevevî'nin bu sözü delilsizdir. Çünkü Resûl-i Ekrem
(s.a.)'in sözünde bu terkibe delâlet eden birşey yoktur. Onun sözü mutlaktır.
Fâtiha'ya da başka sûrelere de şâmildir. Kolaylık bakımından İhlâs Sûresi Fâtiha'dan
önce gelir.
6. Hadiste rükû' ile sücûd hakkında "âzâ yerleşinceye kadar"
buyurul-muş olması, rüku ve sücudda tume'ninetin, yani organlar sükûnet bulup
yatışincaya kadar durmanın vâcib olduğuna delâlet eder.
7. Yine Hattâbî Resûlullah (s.a.)'in, "bunu bütün namazlarında böyle
yap" cümlesiyle istidlal ederek namazın her rekâtında rükû ve secde farz
olduğu gibi kıraatin de farz olduğunu söylemiş ve "kıyasla amel eden
ulemâ, namaz kılan kimse ilk iki rekatta okur, son iki rekatta ise teşbih eder,
dilerse hiç birşey okumaz" dediler ve bu mevzuda Ali b. Ebî Tâlib'den
hadis rivayet ettiler.' Hz. Ali; "Namaz kılan kimse ilk iki rekatta okur,
son iki rekatta ise, teşbih eder" demiştir. Onlar bu hadisi Haris
vasıtasıyla rivayet etmişlerdir. Fakat ulemâ öteden beri Haris hakkında söz
edegelmişlerdir. Şa'bî onu ta'n etmiş ve kendisine yalancılık isnadında
bulunmuştur. Sahih sahihleri de ondan hadis rivayet etmemişlerdir. Hz. Ali'den
böyle bir rivayet sahih olarak gelmiş olsa bile, yine hüccet sayılmaz. Çünkü
sahabeden bir cemaat bu hususta ona muhaliftirler. Ebu Bekr, Ömer, Abdullah b.
Mes'ûd, Âişe (r.an-hâ) ile başkaları bunlar arasındadır. Hattâbî sözlerine
şöyle devam etmektedir: "Resûlullah (s.a.)'in sünneti bu hususta tâbi
olmaya değer en güzel hüccettir. Ubeydullah b. Ebî Râfi' vasıtasıyla Hz.
Ali'den rivâyet edilen bir hadiste ise Hz. Ali öğle ile ikindinin ilk iki
rekatlarında Fatiha ile birlikte birer sûre, son rekatlarında ise, yalnız birer
Fatiha okumasını emretmektedir." Hattâbî'nin bu sözlerine Hanefîler
tarafından şöyle cevab verilmiştir: Hz. Ali hadisinin her rekatta okunacağına
delâlet ettiğini kabul etsek bile, başka hadisler yine kıraatin ilk iki rekata
mahsus olduğuna delâlet ediyor.
Câbir
b. Semure (r.a.)'den rivayet edilen bir hadiste: "Son İki rekatta kıraati
hazfet" denilmiştir. Hz. AH hadisinin Haris tarikına ta'n edildi ise, aynı
hadisi Abdurrezzak Musannef'inde Ma'mer yoluyla Zührî'den o da U-bedyullah b.
Ebi Râfi'den rivayet etmiştir. Bu rivayetlerde de, "Ali öğle ile ikindinin
ilk iki rekatlarında Fatiha ile beraber sûre okur, son iki rekatlarda
okumazdı" denilmektedir. Bu rivayetin isnadı sahihtir ve Hattâbî'nin sözüne
aykırıdır. Sonra Hattâbî'nin "Çünkü sahabeden bir cemaat bu hususta ona
muhaliftirler" sözü kabul görmemiştir. Ibn Mes'ud, Âişe ve Abdullah b.
Yezîd (r.anhum) Hazretleri ile İbrahim en-Nehaî, İbn el-Esved ve Süfyan
es-Sevrî'den dahi aynı manada hadisler rivayet edilmiştir.
Burada
şöyle bir sual hatıra gelebilir: Acaba neden bu hadiste niyet, son oturuş ve
ta'dil-i erkân gibi bazı farzlarla son oturuştaki teşehhüd ve Peygamber
(s.a.)'e salavât getirmek gibi farziyyeti ihtilaflı bazı fiiller
zikredil-memiştir?
Cevab:
İhtimal o zat bunları bildirdi, yahut Resûlullah (s.a.) onları da beyân etmiş
de râvi hadisi ihtisar etmiştir.
8. Namazın rükünlerinden birini ihlâl eden kimsenin, o namazı yeniden
kılması icâbeder. Vâciblerden birini yapmayana ise ihtiyaten yeniden kılmak
müstehabtır.
9. Nafile bir ibâdete başlamak onu tamamlamayı gerektirir. Çünkü zahire
bakılırsa, o zatın kıldığı namaz nafile idi.
10. Hadis-i şerif emir bilma'ruf ile nehiy anil münkeri tazammun eder.
11. Ta'lim, sertlik ve katılık göstermeden yumuşaklıkla yapılmalıdır.
12. Maksat beyân edilmelidir.
13. İmam cemaati ile birlikte mescidde oturabilir.
14. Âlime teslimiyet ve inkıyat gerekir.
15. İnsan hata ve taksiratını itiraf etmelidir.
16. Resûlullah güzel ahlâk sahibiydi ve ashabına son derece iyi muamelede
bulunurdu.
17. Kadı İyaz: "Bu hadiste Farsça tercüme ile namaz kılmayı caiz görenler
aleyhine delil vardır. Zira Arapça olmayan şeye Kur'an denilmez" demiştir.
Aynî, Kadî'nin bu sözüne şöyle mukabele etmiştir: "Bu hilaf, Kur'ân'ın
yalnız mânâya mı, yoksa nazımla mânânın ikisine birden mi isim olduğuna
bağlıdır. Kur'ân yalnız mânânın ismidir, diyenler Hak Teala Hazretlerinin geçen
ümmetlerin kitaplarında vardı" âyet-i kerimesini delil getirirler. Çünkü
onların kitablarında Kur'ân Arabça değildi. Kadi'nin "zira Arabça olmayan
şeye Kur'ân denilemez" sözü itiraz götürür. Çünkü Allah'ın Mûsâ
aleyhisselama indirdiği Tevrat'a Kur'ân denilir. Halbuki Tevrat Arabça
değildir. İncil ile Zebur da öyledir. Zira Kur'ân Allah'ın zatı ile kâim
tecezzi kabul etmeyen ve ondan ayrılmayan kelâmdır. Şu kadar var ki Arabça nazü
olunca ona Kur'ân denilmiş, Musa'ya inince Tevrat, İsa'ya inince incil, Davud'a
indiği zaman da Zebur ismi verilmiştir, ibarelerin muhtelif olması muhtelif
itibarlara göredir.Bize göre burada hata eden Kadı İyaz (r.a.) değil, Aynî'nin
kendisidir. Kadı'nin sözü doğrudur. Bunu Kur'an-ı Kerim'in ilmî arifinden bile
anlamak mümkündür. Şöyle ki Kur'an-i Kerim Peygamberimiz Muhammed Mustafa
(s.a.) Efendimize Cibrü-i Emin vasıtasıyla indirilen ve ondan bizlere tevatür
yolu ile nakledilen nazm-i celildir. Tarif, efradını cami, ağyarını mâni
olacaktır. İşte Kur'an-ı Kerim'in efradını cami, ağyarını mâni tarifi budur.
Bu tarifte ağyarı meneden kayıtları tetkik edersek görürüz ki, Kur'ân
Peygamberimiz (s.a.) Efendimize indirilen kitabdır. Diğer Peygamberlere indirilen
kitafelar bu kayıtlarla tariften^ hariç bırakılmıştır. Çünkü onlara Kur'ân
denilemez. Bu suıetle Kur'ân deyip de İncil veya Tevrat anlamının önüne
geçilmiştir. "Cibril-i hmin vasıtasıyla indirilen" diyoruz. Bu
kayıtla da onun vasıtasıyla indirilmiş olmayan hadis-i kudsî ve ehâdis-i
nebeviyye tarifin dışında bırakılmıştır. Onlar da Kur'ân değildir. Zira kudsî
hadislerin mânâları Allah tarafından olsa da, lâfızları Peygamber (s.a.)
Efen-dimizindir. Nebevî hadislerin ise, hem lâfzı, hem de mânâsı Resülullah
(s.a.) dendir. Kur'ân'a gelince O'nun hem nazmı, hem de mânâsı Allah
tarafın-dandır. Bu sebebledir ki Ona "Vahy-i metlüv" derler.
"Tevatür" kaydıyle de mütevâtir olmayan bütün haberler Kur'ân'ın
tarifinden çıkarılmıştır.
Görülüyor
ki: Kur'an-ı Kerim'i tarif için onu başkalarından ayıracak bir takım ihtizârî
kayıtlar konulmuştur. Şu halde nasıl olur da İncil'e ve diğer semavî kitablara
da Kur'ân denilebilir? Onlara da Kur'ân denilseydi, bu tariften hariç bırakılır
mı idi?
Kur'ân'ın
geçmiş ümmetlerin kitaplarında bulunması iddiası doğru değildir. Çünkü
müfessirîn-i kiramın beyânlarına göre, semavî kitablardâ indirilen Kur'ân'ın
kendisi değil zikridir. Yani âhir zaman Peygamberine Kur'ân denilen pek mübarek
ve bütün dünyamızı ve âhiret hayatımızı cem'eden bir kitap indirileceği o
ümmetlere de bildirilmiş. Bu suretle Kur'an-ı Kerim'in namı, şanı indirmesinden
yüzlerce yıl evvel dillere destan olmuştur. Yoksa bizzat Kur'ân o dillerle de
indirilmiş değildir. Mezkûr âyet Kur'ân'ı medih sadedinde nazil olmuştur. Onu
en mükemmel şekilde medh-ü sena, indirilmesinden çok evvel indirileceğini
haber vermekle olur. "Kur'an-ı Kerim geçmiş ümmetlere de
indirilmiştir" dersek, bu sefer medh zemme dönüşür. Zira akıllı geçinen
bazı kimseler derhal ileri atılarak; "Allah hâşâ başka birşey bulamıyor
mu ki, ikide bir temcid pilavı gibi bu kitabı kulların önüne sürüyor? Biz bunu
eskilerden öğrendik, okuduk, tekrar indirmek abesle iştigal olmaz mı?"
diyecekler.
Kur'ân'ın
zatullah ile kâim bir sıfat olmasına gelince: Aynî merhumun da itiraf ettiği
vecihle, o tecezzi ve bölünme kabul etmez. Binaenaleyh onnun kullara
indirilmesi de mevzuu bahs olamaz. Kullar ona imanla mükelleftirler. Bizi
alâkadar eden ciheti ise, Peygamber (s.a.) vasıtasıyla bizlere taalluku olan
cihetidir. İşte biz buna Kur'ân diyoruz...
18. Âlime bir mesele sorulduğu zaman cevab verirken, âlimin, soran için
lüzumlu gördüğü başka bir meseleyi anlatması müstehabtır. Bu bir nasihat ve
irşad olur.
19. Emir bilmaruf vazifesini ifâ edene, karşısındakinin hatalı hareketi
muvacehesinde sabırlı davranmak müstehabdır. Bu onun yaptığına rıza göstermek
mânâsına gelmez.
20. Resûlullah (s.a.)ın, Hz. Hallâd'ın namazı kusurlu kıldığını gördüğü
halde kusurlarını söylemeyip namazı tekrar kılmasını emir buyurması, bazılarına
göre bu hususta kendisine vahy geldiği içindir. Her halde o zatın kendi
bildiklerine aldanarak işlediği kusurları te'dib ve irşâd için söylememiş olsa
gerektir. Nihayet Hallâd özür dileyerek kusurlarını söylemesini rica edince onu
irşâd buyurmuştur. Nevevî'ye göre ise, kusurlarını birden bire söylememesi
usûlüne uygun olarak kılınacak namazı kendisine iki defa kıldırması meselenin
ehemmiyet ve büyüklüğünü ona göstermek içindir. Vaktin geçmediğini görerek
terkettiği fiilleri kendisine ikaz etmek istemiştir. İbn Dakîk el-İyd:
"Takrir buyurmak mutlak surette cevaza delil değildir. Onun cevaza delil
olabilmesi için ortada manî bulunmaması şarttır. Şüphesiz ki Hallâd'ın namazı
tekrar kılmakla kendisini toparlayarak bu hususta verilecek talimatı kabule
hazırlanması, sual sorması, talimde acele etmek için bir mânidir. Bu hususta,
zahiri hâlâ yahut husûsî bir vahye istinaden fırsatın kaçması tehlikesi
bulunmadığı Resûlullah (s.a.)'ın malumu olmuştur" demektedir.
21. Namazda eûzu besmele çekmek, subhâneke okumak, el bağlamak, intikal
tekbirleri almak, oturuş şekilleri, otururken elleri dizlerin üzerine koymak
ve buna benzer hadisde zikredilmeyen şeyler vacib değildir.[546]
857. ...Yahya b. Hallad'm amcası (Rîfa'a b. Râfi')den rivayet edilmiştir:
"Bir adam mescide girdi" Râvi (Musa b. İsmail) önceki hadisin benzerini
rivayet etti ve bu rivayetinde; Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu nakletti:
"Gerçekten abdest almayı hakkıyle yerine getirmedikçe sonra tekbir alıp
Allah'a hamd-ü senada bulunmadıkça» Kur'ân'dan dilediği kadar okumadıkça, sonra
Alla hu ek bor, deyip eklemleri yerine oturacak şekilde rüku'a varmadıkça,
sonra "semiallla-hü limen ha m i deh" deyip dimdik bir şekilde
doğrulmadıkça, sonra "AHahu ekber" diyerek eklemleri iyice yerine
yerleşecek şekilde (birinci) secdeye varmadıkça, sonra "Allahü ekber"
diyerek dimdik oturur hale gelinceye kadar başını kaldırmadıkça, sonra da
"AHahu ekber" diyerek eklemleri yerine yerleşinceye kadar (ikinci)
secdeye kapanma-dıkça ve nihayet başını kaldırıp "Allahü ekber"
demedikçe bir insanın namazı tamamlanmış olmaz. (Fakat) bunları yapınca namazı
tamamlanmış olur."[547]
Bu
hadisin senedinde geçen "amcası" kelimesinden maksat, Ali b.
Yahya'nın amcası değil, Yahya b. Hallâd'ın aracasıdır. Biz tercümemizde buna
işaret ettik. Bundan sonra gelecek olan 858 numaralı hadisden de anlaşıldığı
gibi Yahya b. Hallâd'ın amcası Rifaa b.Râfi'dir. Nitekim 859 ve 860 numaralı
hadisler de bunu göstermektedir.
Bundan
bir numara önceki "Müsî' hadisi" diye meşhur olan 856 numaralı
hadiste Resûl-i Ekrem'in Hallâd'a "namaza kalktığın zaman abdesti güzel
al" diye emrettiği ifâde edilmiştir. Her ne kadar bu emir Hallâd'a
yö-neltilmişse de aslında o emrin sadece kendisine yöneltilen kimseye mahsus
bir emir olduğuna dair bir delil bulunmadığı müddetçe istisnasız bütün mükelleflere
yönelik bir emir olduğu kabul edilir. İşte mevzumuzu teşkil eden hadis-i
şerifteki "gerçekten abdest almayı hakkıyla yerine getirmedikçe bir
insanın (mükellefin) namazı tamamlanmış olmaz" ifâdesi, namaz kılmak isteyen
her mükellef için abdest almanın şart olduğunu gösterir. Yine bu hadis-i
şerifteki emirlerin mükelleflerin huzurunda onlara hitaben değil de,
gıyablarında verilmiş olması, bundan önceki emirlerin ise Hallâd'a hitaben
buyurulması bu iki hadis-i şerif arasında bir çelişkinin veya farklılığın bulunduğuna
delâlet etmez. Çünkü resûl-i Ekrem (s.a.)'in bir buyruğu teklif ve telkin etmek
istediği zaman bunu birkaç kere tekrar ederek kafalara ve gönüllere yerleşmesini
sağlamak adeti idi. İşte bu hadis-i şerif, bir önceki hadiste Resûl-i Ekrem'in
abdest ve namazla ilgili olarak Hallâd'a verdiği talimatın bütün mükellefler
için giyabî olarak tekrarlandığını ifade etmektedir.
"Allah'a
hamd-ü senada bulunmak" ifadesiyle Fatiha okumak kast edilmiş olması
mümkün olduğu gibi, "Sübhâneke" duasının kast edilmiş olması da
mümkündür. Hadis-i şerifte geçen diğer cümlelerin hükümleri bir önceki hadis-i
şerifte geçtiği için burada tekrara lüzum görmüyoruz.[548]
858. ...Rifaa b. Râfi'den, mânası önceki ile aynı olan bir hadis daha
nakledilmiştir. Bu hadiste (Rifaa) Resûlullah (sallellahü aleyhi vesellem)in;
“yüzünü ve dirsekleriyle beraber ellerini yıkamak, başını meshetmek ve
topuklarına kadar ayaklanın (yıkamak) suretiyle Allah'ın emrettiği şekilde
abdest almadıkça, sonra "aziz ve celil olan Allah en büyüktür"
demedikçe ve ona hamd etmedikçe ve sonra kendisine izin verildiği ve gücü
yettiği kadar Kur'ân'dan (âyetler) okumadıkça hiçbirinizin namazı tam
değildir" buyurduğunu söylemiştir. Daha sonra (Ebû Davud'un şeyhlerinin
şeyhi olan Hemmâm bir önceki) Hammâd hadisinin bir benzerini (İshâk b. Abdullah
ve Ali b. Yahya ve babası vasıtasıyla amcası Rifaa'den şöyle) nakletmiştir:
Resûlullah (sallellahü aleyhi vesellem) buyurdu ki: "Sonra tekbir
getirir, sonra secde eder ve bütün eklemleri yatışacak ve yerine rahatça
yerleşecek şekilde yüzünü yere koyar." Hemam -kendisine bu hadisi
nakleden İshak'ın- bazı kere ("yüzünü" sözü yerine)
"alnını" dediğini söyledi (ve rivayetine şu sözlerle devam etti:)
"Sonra tekbir getirip oturağı üzerinde oturur hale gelecek şekilde dikilir
ve belini kaldırır." (Resûlullah) namazın dört rekatını da bu şekilde
ta'rif etti. (Bu tarifi) bitirince, "bunu yapmadıkça hiç birinizin namazı
tamam olmaz" buyurdu.[549]
Bu
hadis-i şerif namazın sahih olabilmesi için abdestin şart olduğunu açıkça ifâde
etmektedir. Daha önce Taharet
bölümünde
(50.) babta geçen hadis-i şerifleri açıklarken bu mevzuyu bütün ayrıntılarıyla
ele aldığımız için burada tekrara lüzum görmüyoruz.
Ayrıca
bu hadis namazın her rekatında Kur'ân okumanın farz olduğuna delâlet
etmektedir. Halbuki Hanefi mezhebine göre Kur'ân okumak sadece ilk iki
rek'atta farzdır. Ancak Hanefi ulemasından Kudûrî gibi bazı âlimler Kur'ân
okumanın farz olduğu rekatlarının şu veya bu rekatlar olmasını şart
koşmamışlar, sadece namazın iki rekatında okumanın farz olduğunu, bu
rekatların ilk iki rekat olabileceği gibi son iki rekat veya ikinci üçüncü
rekatlar da olabileceğini söylemişlerdir.
Hasan
el-Basrî namazda okunması farz olan Kur'ân'ın, namazın herhangi bir rekatında
okunmakla ifa edilmiş olacağını söylediği gibi, İmam Mâlik namazın üç
rekatında, İmam Şafiî de dört rekatında okunmakla yerine getirilmiş olacağı
görüşündedirler.
Hasan
el-Basrî'in delili "Kur'ân'dan kolayınıza geleni okuyun"[550]
âyetidir. Hasan el-Basrî görüşünü şöyle açıklıyor: Bir fiilin yapılmasını
isteyen bir emri tekrar tekrar yerine getirmek icabet etmez. Madem ki Allah
Teâlâ Hazretleri bize; "Kur'ân'dan kolayınıza geleni okuyun"
buyuruyor, o halde namazın herhangi bir rekatında Kur'ân okumakla bu emri
yerine getirmiş oluruz ve Resûl-i Ekrem'in "Kıraatsiz namaz sahih
değildir" emri de herhangi bir rekatta Kur'ân okumakla yerine getirilmiş
olur.
İmam
Şafiî'ye göre ise, "namaz" sözü, namazın her bir rekatını içine alır.
Buna göre "kıraatsiz namaz olmaz" sözü "namazın hiçbir rekatı
kıraatsiz sahih olmaz" demektir. Nafilelerde durum böyle olursa,
nafileden kuvvetli olan farzlarda da durumun böyle olması daha büyük önem
kazanır. Nasıl namazın diğer rükünleri her rekatta tekrarlanıyorsa, namazın bir
rüknü olan kıraatin de her rekatta diğer rükünler gibi tekrarlanması icâb
eder.
İmam
Mâlik'e göre ise, "ekseriyet bütünün yerine kâim" olduğundan, dört
rekatlı bir namazda da üç rekat ekseriyeti teşkil ettiğinden dört rekatlı bir
namazın üç rekatında Kur'ân okumak, o namazın bütün rekatlarında okumak
gibidir. Hanefî uleması ise, kendi görüşlerinin doğruluğuna dair Hz. Ömer'in
akşam namazı kıldırırken ilk iki rekatın birinde terkettiği kıraati üçüncü
rekatta sesli olarak kaza ettiğini delil gösterirler ve aynı şekilde Hz. Osman
yatsı namazı kıldırırken ilk iki rekatta terk ettiği kıraati, son iki rekatta
sesli olarak kaza etmiştir" derler. Ve yine Ali (k.v.) ile İbn Mesud
(r.a.) hazretlerinin; "Kişi namazın son rekatında muhayyerdir. İsterse
okur, isterse susar, isterse teşbih eder" dediklerini ve yine kendisine
son iki rekatta Fatiha okumanın hükmünü soran kimseye Hz. Âişe'nin "medhü
sena kasdiyle okuyabilir" cevabım vermiştir. Aksini ifâde eden bir rivayet
efe bulunmadığına göre, bunların icmâ manasına geldiğini, ayrıca son iki
rekatta kıraatin sessiz oluşunun da kendi görüşleri için bir delil olduğunu,
çünkü bütün rükünlerin açıkça ifade edildiğini söylerler.
Yine
Hanefi ulemâsına göre, kıraatin her rekatta okunacağına dair âyet ve hadislerde
sarih bir ifâde yoktur. Ancak delâlet vardır. Şöyle ki, ikinci rekat birinci
rekatın tekrarı olduğu için, ikinci rekatta da birinci rekat gibi kıraatin
bulunduğu delâlet yoluyla anlaşılır. Ancak namazın üçüncü ve dördüncü
rekatları ilk rekatın tekrarı değildir. Hz. Âşie (r.anhâ)'mn rivayetinden de
anlaşıldığı gibi, namazların aslı ikişer rekattı. Üçüncü ve dördüncü rekatlar
sonradan Allah'ın emriyle ilâve edildi. Öyleyse üçüncü ve dördüncü rekatlar
birinci ve ikinci rekatlara kıyas edilemezler. Nitekim bunlar seferi hallerde
düşerler. Bir şey üzerine yapılan ilâve o şey gibi değildir. Bu yüzdendir ki
ilk iki rekatta Kur'ân sesli okunduğu halde üçüncü ve dördüncü rekatlarda
sessiz okunur. Kitap ve Sünnette kıraatin farziyyetine ve miktarına dair açık
bir beyân bulunmamakta, bilakis bu mevzu ile ilgili âyet ve hadislerdeki
ifâdeler mücmeldir. Bu ifâdeleri açıklığa kavuşturan ancak sahabenin
tatbikatıdır. Fakat nafile namazların durumu ise, farz namazlardan farklıdır.
Onların her rekatında Kur'ân okumak farzdır. Çünkü nafile namazlar ikişer
ikişer kılınır. Dört rekat kılınanları da aslında iki ayrı çiftten ibarettir.
İlk iki rekatın bozulmasıyla son iki rekatın bozulması gerekmez.[551]
"Bunu
yapmadıkça hiçbirinizin namazı tamam olmaz" sözünden maksat ise; "bu
söylediklerimin kimisi namazın kalbi mesabesinde olan farzlardır. Kimisi de
insana nisbetle el, kol mesabesinde olan vâcib ve sünnetlerdir. Kimisi de
insana nisbetle kaş, göz, saç, sakal mesabesinde bulunan âdabıdır. Bunlardan
bir tanesini eksik yapacak olursan terkettiğin fiilin namazdaki ehemmiyeti
derecesinde namazı noksanlaştırmış olursun" demektir.[552]
859. ...Rifâ'a b. Râfi'den bir önceki hadiste geçen olay rivayet
edilmiştir. Peygamber(s.a.) şöyle buyurmuştur: (Namaza) kalkıp da kıbleye
yöneldiğin zaman tekbir getir. Sonra Fatiha ve istediğin kadar Kur'-ân oku.
Rükû'a vardığın zaman avuçlarını dizlerinin üzerine koy, sırtım dümdüz hâle
getir. Secdeye vardığında (alnınla beraber) secde yerine (ellerini de) koy,
(Başını secdeden) kaldırdığın zaman, sol kalçanın üzerine otur"[553]
Bu
hadis-i şerifte namazın sıhhati için kıbleye yönelmenin şart olduğu ifâde
edilmektedir. Hadis sarihleri metinde geçen "tekbir getir" sözünden
maksadın "iftitah tekbiri" olduğunu söylüyorlar.
Bu
hadis-i şerif namazda Fatiha okumanın farz olduğunu söyleyen kimselerin
lehine, aksi görüşte olanların da aleyhine bir delildir. Namazda Fatiha okumak
farzdır diyenlere göre, Fatiha'nın farz olmadığım ifâde eden hadis-i şerifler
mücmeldir. İzaha muhtaçtır. Bu hadis-i şerif ise, o mücmel hadisleri açıklayıcı
mâhiyettedir. Biz namazda Fatiha okumanın hükmüyle ilgili görüşleri 818 - 825
numaralı hadis-i şerifleri açıklarken ve 856 numaralı hadisin izahında beşinci
maddede incelediğimizden burada tekrara lüzum görmüyoruz.
"Secdeye
vardığın zaman secde yerine koy" sözünün anlamı, İbn Ha-cer'e göre
"Alnını secde yerine yerleştir" demektir. Tîbî ise, "ellerini
yere koy" diye mânâ vermiştir. Biz tercememizde her ikisine de kavis
içinde işaret etmekle yetindik. Bu hadise ve benzerlerine bakarak Şafîîler
namazda alınla beraber ellerin de secde anında yere konmasının farz olduğunu
söylerler. Hanefî ulemâsına göre ise, elleri yere koymak sünnettir, alnı
koymak farzdır. Pamuk üzerine, un veya buğday yığını üzerine secde etmek caiz
değildir. Çünkü bunlar alnın, yerin sertliğini hissetmesine engel olurlar.
"(Başım
secdeden) kaldırdığın zaman, sol kalçanın üzerine otur" sözündeki
"secde"den maksat, hadis sarihlerine göre birinci secdedir. Buna göre
birinci secdeden kalkınca, nasıl oturulacağına dair ulemâ arasındaki ihtilâf
bu hadis-i şerifle aydınlığa kavuşmuş oluyor. Bu durumda İbn Hacer'in de dediği
gibi sol kalçanın üzerine oturulacak diğer hadislerin açıkladığı şekilde sağ
ayak dikilecektir.
Hanefî
ulemâsı da bu hadisle amel ederek birinci secdeden kalkınca, sol ayağı yere
serip kalçayı onun üzerine koyarak oturmanın sünnet olduğunu ve Resûl-i
Ekrem'in birinci secdeden kalkınca ayakların ökçeleri üzerine oturduğunu ifâde
eden hadis, 845 numaralı hadisin rahatsızlık veya ihtiyarlık haliyle ilgili
olduğunu söylerler. Tâdil-i erkânla ilgili tafsilât için 855 - 856 numaralı
hadislerin açıklamalarına bakılabilir.[554]
860. ...Şu (856 numaralı hadiste geçen olay bir de) Peygamber (s.a.)'den
Rifâ'a b. Râfi' vasıtasıyla rivayet edilmiştir. Bu rivayete göre, Peygamber
(s.a.) bedeviye (seslenerek) şöyle buyurdu: "Sen namaza kalktığın zaman,
Allah Teâlâ'yı tekbir et, sonra Kur'ân'dan kolayına geleni oku." (Bu
rivayete göre) şunları da söyledi: "Namazın ortasında (yani ikinci
rekattan sonra) oturduğunda eklemlerin sükûnet bulacak ve yerine yerleşecek
şekilde otur. Sol kalça üzerine yerleş, sonra tahiyyât oku. Kalktığın zaman da
namazını bitirinceye kadar aynı şekilde hareket et."[555]
Namazda
gerek tahiyyâta ve iki secde arasında otururken ve gerekse rükû, sıicûd ve
kavme hallerinde organlar sükûnet bulacak şekilde durmaya ta'dil-i erkân
denilir. Hadis-i şerifte bu mevzu üzerinde durulmuştur. Biz bu mevzuyu 855 -
856 numaralı hadislerin açıklamasında genişçe ele almış bulunmaktayız.[556]
861. ...Rifa'a b. Râfi'den rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.) şu (bir
evvelki) hadiste (şöyle) buyurmuştur: "Allah'ın sana emrettiği şekilde
abdest al, sonra ezan oku, (veya: Abdestten sonra "eşhedu enlâ ilahe
illallah..." sonra kaamet getir, sonra tekbir al. Eğer ezberinde Kur’ân
varsa oku, yoksa "elhamdülillah, Allahii ekber lailâhe illallah" de.
Eğer bunlardan birini yapmayacak olursan namazını eksik kılmış olursun."[557]
Hadiste
geçen "Allah'ın sana emrettiği şekilde abdest al" cümlesinde şu
âyet-i kerimeye işaret vardır: "Ey mir ininler! (Abdestiniz yok iken)
namaz kılmak istediğinizde yüzünüzü, dirseklerle beraber kollarınızı yıkayınız,
başınıza da meshediniz. Ayaklarımızı topuklarınıza kadar (yine
yıkayınız)"[558] Bu
da gösteriyor ki, hadisteki bu cümle, namaz kılmadan önce abdest almanın,
namazın şartı olduğuna sünnetten bir delildir.
Netice
olarak diyebiliriz ki, 856 numaralı hadisten mevzumuzu teşkil eden bu hadise
kadar bütün hadisler Hallâd b. Râfi' olduğu zannedilen bir kişinin namazını
eksik kılması sebebiyle Resûl-i Ekrem'in ona namazla ilgili tavsiye, talim ve
telkinlerini ihtiva etmektedirler. Bunların hepsi de aynı hadiseyi değişik
yönlerden ele aldıkları için "Müsî' Hadisi" yani "namazını tam
kılamayan kimse ile ilgili hadîs" diye bilinirler. Esasen "Müsî'
hadisi" çok mühim bir hadis olup ulemâ tarafından pek çok namaz
meselelerinin ispatlanmasında tekrar tekrar müracaat edilen bir kaynaktır. Çünkü
bu hadis bizzat Resül-i Ekrem'in ağzından çıkan emirleri ihtiva etmektedir. Bir
meselenin isbatmda en büyük delil ise, elbette bu mahiyetteki emirlerdir.
Namazla ilgili bazı görüşlerin asılsızlığını isbat için de yine ulema bu
hadis-i şerifi delil getirirler. Çünkü burada Resülullah (s.a.) namazdaki
vâcibleri tâlim etme durumundadır. Bu durumda namazla ilgili bazı vacipleri
tâlim etmeden bırakmış olsa, ihtiyaç anında gerekli olan açıklamayı yapmamış
ve dolayısıyla tebliğ görevinde ihmal göstermiş olur ki, bu onun için muhaldir.
Çünkü peygamberlerde bulunması vâcib olan tebliğ sıfatına aykırıdır. O halde
bu hadiste beyân edilmeyen bir şeyin farz olmadığı hükmüne varılabilir. Eğer
bu hadisin delâlet ettiği vucûb veya adem-i vucûb daha kuvvetli bir delille
çelişecek olursa, tabii ki, o zaman daha kuvvetli olan delille amel edilir.
Şayet bu hadisin ihtiva etmediği bir şey hususunda emir sigasiyle bir haber
gelirse, emrin mendûb mânâsında kullanıldığına bu hadis karine teşkil eder. Bununla
beraber zahirine bakarak vücub mânâsında kullanıldığı da düşünülebilir. Bu
hadiste geçen meselelerin hükmüyle ilgili açıklama 856 numaralı hadiste
geçtiğinden burada tekrar lüzum görmedik.[559]
862. ...Abdurrahman b. Şibl'den; demiştir ki: Resülullah (sallallahu aleyhi
ve sellem) kişinin (namazda) karga gagalayışı (gibi acele yatıp kalkması)ndan,
yırtıcı hayvan gibi oturuşundan ve mescidde belli bir yeri deve gibi (devamlı)
mekân edinmesinden nehyetti.[560]
Bu
lâfızlar Kuteybe'nin rivayetine aittir.[561]
1. Hadiste geçen "karga gagalayışı" tabiri karganın yem yerken
gagasını acele yere dokundurup kaldırması anlamına gelir ki, kişinin namaz
kılarken, secdeyi acele yapmasından daha alnı yere değmeden burnunu yere
değdirip hemen kaldırmasından kinayedir.
2. "Yırtıcı hayvan oturuşu" tabirinden maksatsa, kişinin
secdede köpek ve benzeri yırtıcı hayvanların oturuşu gibi dirsekleri
yanlarına değecek şekilde kollarını
yere yapıştırması ve yaymasıdır.
3. "Mescidde belli bîr yeri deve gibi devamlı mekân edinmek"
tâbirinin iki mânâsı vardır:
a. Develer ağıla girdikleri zaman yumuşak ve düz bir yer ararlar. Böyle
bir yeri buldukları zaman artık devamlı oraya çökerler, başka bir yere yatmazlar.
b. Develer çökerken önce insana nisbetle el ve kol mesabesinde olan ön
ayaklarıyla çökerler sonra da arka ayaklarıyla çökerler.Bu bakımdan Hanefîlere
göre secdeye giderken yere önce elleri sonra da dizleri koymak mekruhtur. Önce
dizler sonra da eller konmalıdır.
Şafilere
göre ise, önce eller sonra dizler yere konmalıdır. Önce dizleri sonra da elleri
yere koymak deve yatışına benzer.[562]
Demek
ki bu tâbir, deve gibi yere çökmenin ve namazı her zaman mescidde aynı yerde
kılmanın yasak olduğunu ifade ediyor.
Netice
ofarak namazda bu üç tâbirin ifade ettiği şekildeki davranışlar, bu hadis-i
şerifte yasaklanmıştır. Çünkü karganın gagalayışı gibi acele secdeye yatıp
kalkmak, farz olan alnın yere konmasına imkân vermez. Halbuki secdede üç defa
"Sübhâne Rabbiye'1-alâ" diyecek kadar durmak sünnettir. Sünnetin
ifası ise, farz olan alnın yere konması ile vâcib olan burnun yere konmasını
te'min eder. Esasen bütün sünnetlerin ifâsında bu özellik bulunmaktadır.
Sünnet terk edildiği zaman farz ve vâcibler tehlikeye düşerler. Esasen bu
şekilde acele namaz kılmak münafıkların işidir. Çünkü onların rahatı namazda
değil, bir an önce namazdan çıkmaktadır.
Deve
çöküşü gibi çökmekle, yırtıcı hayvanların oturuşu gibi oturmaktaki kerahet
ise, bu davranışların arz ettiği manzaranın çirkinliğinden ileri gelmektedir.
Mescidde
belli bir yeri mekân edinmenin yasaklanmasındaki hikmet ise, bu şekilde hareket
etmek dikkatleri çekmesi dolayısıyla riya ve'süm'aya sebep olmasıyla izah
edilebilir.
Hadiste
geçen lâfızlar ilk bakışta bu hadis-i müellif Ebû Davud'a nakleden
Ebu'l-Velîd'e aitmiş hissini uyandırdığından müellif bunun böyle olmadiğini
anlatmak için hadisin sonuna "bu lafızlar Kuteybe'nin rivayetine
aittir" cümlesini ilâve etmek lüzumunu hissetmiştir.[563]
863. ...Sâlİm el-Berrâd'dan; demiştir ki: Ebû Mes'ûd Ukbe b. Amr el-Ensârî
nin yanına vardık ve; "Bize Resûlullah (sallallahü aleyhi vesellem)in
namazından bahset” dedik. Bunun üzerine ayağa kalkıp mescidde önümüzde durdu ve
tekbir getirdi. Daha sonra rükû'a varınca, avuçlarını dizlerinin üzerine
parmaklarım da dizkapaklarından aşağaya yerleştirdi ve (yanlarıyla)
dirseklerinin arasını açık tuttu. Bütün organları yatışıncaya kadar (öylece
rükû'da kaldı). Sonra, "semiallahü allahü limen hamiden" deyip ayağa
kalktı. Her bir organı yatışıncaya kadar (kavmede kaldı), sonra tekbir getirip
secdeye gitti ve avuçlarım yere koydu. (Yanlarıyla) dirseklerinin arasını açık
tuttu. Her organı yatışıncaya kadar (secdede kaldı), sonra başını secdeden
kaldırıp öfe-du, bütün organları yatışıncaya kadar (bekledi. İkinci secdeye)
aynı şekilde yaptı. Sonra (birinci rekatla beraber) bu şekilde dört rekat namaz
kılıp namazını tamamladı. Sonra "İşte ben Resûlullah (s.a.) namaz kılarken
böyle gördüm" dedi.[564]
Bu
hadisle ilgili hükümler 856 ve 861 numaralı hadislerin açıklamasında geçtiği
için burada tekrara lüzum görmüyoruz.[565]
[1] Müslim, salât 21, 25, 26; Tirmizî, salât 76, 110;
Nesâî, sehv 2; îbn Mâce, ikâme 15, 73; Dârimî, salât 92; Ahmed b. Hanbel, II-8,
5, 424.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/101-102.
[2] bk. Müslim, salât 25.
[3] Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, III,
42-49.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/102-107.
[4] Beyhakî, es-Siinenu'l-kübrâ, II, 83.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/107-108.
[5] Bezlu'l-mechud, IV, 428.
[6] Buhârî, ezan 83, 85, 145; Müslim, salat 21, 23; Ebu
Davud, salat 115, 116, 119,Tirmi-zi, mevâkit 76, 110, Nesâî, iftitah 1-3, 86;
İbn Mâce, ikâmet 15; Dârimî, salat 41, 71; Bizim delilimizse Vâil b. Hacer,
Enes ve el-Bera b. Azib hadisidir.
[7] Tebyînü'l-Hakâyık, I, 109.
[8] bk. Ebû Dâvûd, salat 116, (hadis no: 730).
[9] Ebû Dâvûd, salât 115; (hadis no: 726).
[10] Müslim, salât 26, Ebû Dâvûd: salât 116, (hadis no:
745).
[11] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/108-109.
[12] Buhârî, salât
4; Müslim, salât 54; Ahmed b. Hanbel, II, 380; VI-342.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/109-110.
[13] bk. Müslim, salât 54.
[14] bk. İbn Mâce, ikâme 3; Nesâî, iftitâh 9.
[15] bk. el-Aynî eJ-Binâye, II, 131.
[16] Büyük İslâm ft mi hali, s.135.
[17] el-Menhel, V, 124-125.
[18] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/110-113.
[19] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/113.
[20] Tirmizî, salât 140, Tefsiru sûre (2), 3; Nesâî, iftitâh
4; İbn Mâce, ikâme 40, cenâiz 21; Ahmed b. Hanbel,-1, 45; 111-13; IV, 48; VI,
13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/113.
[21] bk. Müslim, salât 25.
[22] Müslim, salât 26.
[23] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/113.
[24] Beyhakî, es-Siinenü'1-kübrâ, 11,81.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/114.
[25] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/114.
[26] Müslim salât 21, 25, 26; Tirmizî, salât 76, 110;
Nesâî, sehv 31, iftitâh 4, II, tatbîk 18, 36; İbn Mâce, ikâme 15, 72; Dârimî,
salât 41, 92; Ahmed b. Hanbel, II, 8; V, 424.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/114-115.
[27] Avnu'l-Ma'bûd, II, 414, Bezlu'l-mechud. C. IV, 436-437.
[28] Bezlu'l-mechûd, IV, 437.
[29] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/115-116.
[30] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/116-117.
[31] Müslim, salât 21, 25, 26; Tirmizî, salat 76, 110:
Nesâî, sehv 31, iflitah 4, 11; tatbik 18, 36; İbn Mâce, ikâme 15, 72; Dârimî,
salat 41% 92; Ahmed b. Hanbel, II, 3; V, 424.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/117.
[32] Bezlu'I-mechûd, IV, 438.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/117-118.
[33] Nesâi, tatbîk 97; Ahmed b. Hanbel IV, 319.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/118.
[34] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/118-119.
[35] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/119.
[36] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/119.
[37] Ebû Dâvûd, salat 177; Tirmizî, salât 110; Wesâî, sehv
29; tatbîk 6; îbn Mâce, ikâme 72; Dâr , ıî, salat 70. 92.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/119-121.
[38] bk. Bezlu'l-mechûd, IV, 444-445.
[39] bk. Nesâî, iftitâh 11; sehv 34; Alımed b- Hanbel, IV,
318.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/121-122.
[40] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/123.
[41] Sadece Ebû Dâvûd rivâyel etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/123-124.
[42] Buhârî, ezan 145.
[43] Tecrid Tercümesi, 457. hadis'in izahı (I, 860 -
867).
[44] Hadis için bk. Müslim, salat 240; Ebu Dâvud, salat 121
- 122 (783 nolu hadis); Ahmed b. Hanbel, IV, 318.
[45] bk. Bezlu'l-mechûd, IV, 448.
[46] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/124-125.
[47] Buhârî, ezan 141, 145, Müslim, salât 340.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/125-126.
[48] Buhârî, mevâkîtu's-salât 8; ezan 141; Müslim salât
233; Tirmizî, salât 89; Nesâî, iftitâh 89; tatbîk 50, 53; İbn Mâce, ikâme 21;
Dârimî, salât 75; Ahmed b. Hanbel, III, 115, 117, 178, 191, 214, 274, 291, 337.
[49] Müslim, salât 237, Nesâî, tatbik 52; îbn Mâce, ikâme
19; Dârimî, salât 79; Ahmed b. Hanbel, VI, 331.
[50] bk. Nesâî, tatbik 88; Dârimî, salât 79; Ahmed b.
Hanbel, V, 345; Tecrid Tereemesi, II, 336 (hd. no: 254).
[51] Büyük İslâm İlmihali, s. 127.
[52] Aynî, Umdetu'I-kari, VI, 97.
[53] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/126-127.
[54] Kütüb-i sitte içinde sadece Ebû Dâvûd rivayet
etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/127-128.
[55] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/129.
[56] Muhammed b. Mesleme; Ashâb-i Kirâm'ın ileri
gelenlerindendir. Künyesi; Ebû Abdil-lah veya Ebû Abdirrahman'dır. Bedirden
itibaren butun savaşlara İştirak etmiştir. Hz. Peygamberin, kendi yerine
Medine'de kaim makam olarak bıraktığı sayılı sahâbîlerden biridir. Fitne
olaylarına karışmamıştır. Kendisinden Misver b. Mahreme, Sehl b. Ebî Hasme,
Kabîsa b. Zueyb, Abdurrahman el-A'rac, Urve b. ez-Zübeyr, Ebû Burde b. Ebî Musa
ve oğlu Mahmud b. Muhammed hadis rivayet etmişlerdir. Hz. Ömer tarafından
Cuheynelilere zekât âmili olarak görevlendirilmiştir. On erkek altı kız çocuğu
olan Muhammed b. Mesleme h. 43 yılında 77 yaşındayken vefat etmiştir. {Bilgi
için bk. Ibn Sa'd, Tabakât, III, 443, 445; Buhârî, et-TârihıTl-kebîr, I, 239;
İbn Ebî Hâtım, el-Cerh ve't-ta'dil, VIII, 71; lbnu'1-Esîr Üsdu'l-ğâbe, V, 112;
Zehebî, A'lâmu'n-nubelâ, II, 369; Ibn Hacer, el-İsâbe, III, 383;
Tehzibu't-Tehzib/lX, 454 îbnu'1-lmâd, Şezerâfu'z-Zeheb, I, 45, 53.)
[57] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/129-130.
[58] Müslim, mesâcid 116.
[59] Bezlu'l-mechûd, IV, 453.
[60] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/130-131.
[61] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
[62] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/132.
[63] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/132-133.
[64] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/133.
[65] Koçkuzu, A.Osman, Hadiste Nâsih-Mensûh, s.215 - 216.
[66] Bilmen, Ö.Nasuhi, Büyük İslâm İlmihali, s.136.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/133-134.
[67] Nesâî, iftitah 5.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/134.
[68] Müslim, salât 26.
[69] Bezlu’I-mechûd, IV, 397-398.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/135.
[70] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/135-136.
[71] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/136.
[72] Ahmed b. Hanbel, I, 255, 289.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/136.
[73] bk. El-Bennâ, A., Buluğu'1-Km ânı min
esrâri'l-Fethi'r-Rabbânf, III, 168.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/137.
[74] bk. Nesâî, iftitâh 126.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/137-138.
[75] Nesâî, iftitâh 4, 85.
[76] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/138.
[77] Buharı, ezan 83, 84, Nc^âî, tatbîk 24, 26, 89.
[78] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/138-140.
[79] el-Menhel, V, 147.
[80] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/140.
[81] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/140-141.
[82] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/141.
[83] Concordance'de bu baba numara verilmemiştir.
[84] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/141-142.
[85] Tirmizî, salât 76.
[86] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/142.
[87] Müslim, salât 21, 25, 26; Ebû Dâvûd, salât 115;
Tirmizî, salât 76, 110; Nesâî, sehv 2, İbn Mâce, ikâme 15, 72; Dârimî, salât
92; Ahmed b. Hanbel II, 8; V, 424.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınları: 3/142-143.
[88] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/143.
[89] Buhârî, ezan 4, 76; Müslim, salat 26; Nesâî, iftitah
4, 85, tatbik 18, 36; Ahmed b. Han-bel V, 6, 53.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/144.
[90] Bezlu'l-mechûd, IV, 397 - 398
[91] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/144.
[92] Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/144-145.
[93] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/145.
[94] Buhârî, ezan 118; Tirmizî, salât 19J; Nesâî, tatbîk 1,
tbn Mâce, ikâme 17; Ahmed b. Hanbel, I, 378, 414, 418, 426, 459, II, 78;, 81,
IV, 422; V, 3.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/145-146.
[95] Ahmed Naim, Tecrid Tercemesi, II, 791-792 (hadis no: 440).
[96] bk. Kockuzu, Ali Osman; Hadîste Nâsih-Mensûh, s.
250-251.
[97] Müslim, mesâcid 28.
[98] bk. Tecrîd Tercemesi, II, 793 - 794 (hds. no: 441).
[99] Büyük İslâm İlmihali, s.135.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/146-147.
[100] bk. Tirmizî, salât 190; Nesâî, iftitah 110.
[101] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/147-148.
[102] Bezlu'l-mechûd,
IV, 471.
[103] Bu iddiaların ayrıntıları için bk. el-Menhel, V, 154.
[104] Müslim; salat 119; Nesâî, sehv 5; Ahmed b. Hanbel, V,
93, 101, 107.
[105] Zafer Ahmed el-Osmanî, Î'iau's-Sunen, III, 44.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/148-149.
[106] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/149-150.
[107] bk. el-MCnhel, V, 56.
[108] Selâmet Yolları, I, 340.
[109] a.g. yer.
[110] bk. Müslim, salal 119; Nesâi, sehv 5, Ahmed b. Hanbel,
V, 93, 101, 107.
[111] Zafer Ahmed el-Osmanî, İ'lâu's-Sunen, III, 44.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınları: 3/150-151.
[112] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/151.
[113] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/151-152.
[114] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/152.
[115] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/152.
[116] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/153.
[117] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/153.
[118] Tirmizî, mevâkît 63; Nesâî, iftitah 6; Dârimî, salât
32; Ahmed b. Hanbel, II, 375, 434, 500; VI, 52.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/153.
[119] Bilmen, Büyük İslam İlmihali, s.134.
[120] Bezlu'l-mechud, IV, 475.
[121] Selamet Yollan, (tere. Ahnıed Davudoğlu), I, 329.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/153-154.
[122] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/154.
[123] Ahmed Naim, Tecrîd Tercemesi, II, 701 (Hds. no: 414).
[124] Ahmed Nâim, Tecrîd Tercemesi, II, 702, (Hds. no: 414).
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/154-155.
[125] Buhârî, ezan 87, salât 88; Müslim, salât 55; Tirmizî;
mevâkit 103, 104; cenâiz 75; Nesâî, iftitah, II, Dârimî, salat 35; muvatta,
sefer 46, 47; Ahmed b. Hanbel, II, 45, 65, 73, 131; III, 407, 471; JV, 3, 57,
318; V, 336.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/155.
[126] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/156.
[127] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/156.
[128] Nimet-i İslâm, s.2I6.
[129] Ö.Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, s.135.
[130] bk. Müslim, zekât 69.
[131]
M.Zihni Efendi, Ni'met-i İslâm, s.34-35.
[132] a.g.e., s.215.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/156-157.
[133] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/158.
[134] el-Menhel, c.V, 164.
[135] Bezlu'l-mechûd, IV, 479.
[136] Bezlu'l-mechûd, IV, 478.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/158-159.
[137] Ahmed b. Hanbel, 1,110.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/159-160.
[138] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/160.
[139] Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/160.
[140] Bezlu'l-Mechûd, IV, 483-485.
[141] el-Menhel, V, 166.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/160-161.
[142] Buhârî, teheccüd 1, Deâvat 10, 60; Müslim, müsâfirîn
201, zikr 70; Ebû Dâvûd, vitr 25; Tirmİzî, kıyâme 46, deavât32, 82; Ibn Mâce,
ikâme 180; Dârimî, salât 169; Ahmed b. Hanbel, 1-95, 102, 103, 385; II, 292,
514, 526; VI, 391.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/161-163.
[143] Çantay, Hasan Basri, Kur'ân-i Hakîm ve Meâl-i Kerîm,
C.1, 213.
[144] el-Kevser (108), 2.
[145] İbn Nuceym,el-Bahru'r-raik,I, 328.
[146] M.Zihni Efendi, el-Müntehab, fi kavaid'is-sarf, s.
436.
[147] M.Zihni Efendi, el-Muktezab, s.164.
[148] el-Menhel, V, 169.
[149] eş-Şuarâ (26), 80.
[150] el-Kehf (18), 79.
[151] el-Kehf (18), 82.
[152] Fâtır (35), 10.
[153] ez-Zümer (39), 62.
[154] Fâtır (35), 3.
[155] Buhârî, ezan 74, 82; Müslim, salât 62.
[156] Buhârî, ezan 117; Müslim, salat 28.
[157] Buhârî, ezan 117; Müslim, salat 28.
[158] Buhârî, ezan 18.
[159] Buharı, ezan 126., Sünen-i Ebû Dâvud 770 no'lu hadis.
[160] el-Menhel, V, 195.
[161] Ibnu'l-Humam, FethiTI-Kaadir, IV, 202, Zeylaî,
Nasbii'r-râye, I, 320.
[162] İbnu'l-Hümâm, Fethü'l-Kaadir, I, 203.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/163-169.
[163] el-İsrâ (17), 111.
[164] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/169.
[165] Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/169-170.
[166] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/171.
[167] Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/171-172.
[168] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/172.
[169] Buhârî, ezan 126; Müslim, mesâcid 149; Tirmizî; salât
179; Nesâî, tatbik 22, iftitâh 8, 19, 36; Muvatta', Kur'ân 25; Ahmed b. Hanbel,
III, 106, 158, 168, 188, 191, 252, 269, IV, 340.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/172-173.
[170] Buhârî, deavât 67, Müslim, zikr 25.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/173.
[171] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/174.
[172] Tirmizî, mevâkît 65; İbn Mâce, ikâme 2; Dârimî, salât
33; Ahmed b. Hanbel, I, 403, 404; III, 50; IV, 80, 81, 83, 85; VI, 156.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/174.
[173] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/174-175.
[174] bk. A.Naim, Tecrid Tercemesi, II, 396 (hds. no: 283).
[175] eş-Şuarâ (26), 224-226.
[176] bk. Ebû Dâvûd, 5009 no'iu hadis..
[177] Ebû Dâvûd, cıhad 17 (2504 nolu hadU); Abdurraûf
el-Münâvî; Feyzu'l-Kaadîr Şerhü Cami'is-Sagsr, 111, 244.
[178] el-Menhel, V, 175.
[179] Mefâtihu'l-Ğayb,
I, 635, (Darü't-Tibaatil Âmire, 1307).
[180] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/175-177.
[181] Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/177.
[182] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/177-178.
[183] Nesâi, kıyâmu'1-leyl 9, ıstıâze 63; Ibn Mâce, ikâme
180.
[184] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/178.
[185] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/178-179.
[186] Müslim, müsâfirîn 200; Tirmizî, davat 31; Nesâî,
iftitah 16-17 îbn Mace, ikâmet 180; Ahmed b. Hanbel, VI, 156.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/179-180.
[187] el-En'âm (6), 125.
[188] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/180-181.
[189] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/181.
[190] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/181.
[191] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/181.
[192] Buhârî, ezan 126; Müslim mesâcıd 149; Nesâî, tatbik
22, ıftıtâh 8, 19\ 36; Tirmizî, salat 179; Muvatta, Kur'ân 25; Ahmed b. Hanbel,
III, 106, 158, 188, 191, 252, 269, IV, 340.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/181-182.
[193] Buhârî, deavât 67; Müslim, zikir 25.
[194] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/182-183.
[195] Buhârî, teheccud, I, deavât 9; tevhîd 8, 64; Müslim,
müsâfirîn 199, zikir 68; Tirmizî,deavât 29; Nesâî, kıyâmu'1-leyl 9; ibn Mace,
ikâme 180.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/183-184.
[196] Bezlu'l-mechüd, IV, 507.
[197] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/184-185.
[198] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/185-186.
[199] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/186.
[200] Buhârî, ezan 126; Müslim, mesâcid 149; Nesâî, tatbîk
22, iftitah 8, 19, 36; Tirmizî, salât 79;Muvatta',Kur'ân25;Ahmedb. Hanbel, III,
106, 158, 168, 188, 191,252,269, IV, 340.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/186-187.
[201] Müslim, mesâcid 33.
[202] bk. BezlıTl-mechud, IV, 510-511.
[203] Nimet-i İslam, s.277-278.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/187-189.
[204] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/189-190.
[205] en-Neml (27), 26.
[206] el-A'raf (7), 54; Yunus (10), 3.
[207] Hûd (11), 7.
[208] Tâhâ (20), 5; es-Secde (32), 4; el-Hadîd (57), 4.
[209] ez-Zumer (39), 75.
[210] el-Mu'min (40), 7.
[211] bk. el-A'râf (7), 156.
[212] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/190-191.
[213] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/191.
[214] Müslim, salât 52; Tirmizî, salât 65, vitr 19; Nesâî,
iftitâh 18; İbn Mâce, ikâme 1, Dârimî, salât 33; Ahmed b. HanbeflII, 50, 69.
[215] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/191-192.
[216] el-Fıkh alâ'l-Mezâhihi'I-erbaa, IV, 256.
[217] en-Nahl, (16), 99.
[218] Hak Dini Kur'an Dili, V, 3123.
[219] Hülâsatu'l-Beyân, VII, 2895 - 2896.
[220] bk. Ahmed b. Hanbel, VI, 426.
[221] el-Alûsi, RuhiTl-Meânî, XIV, 228; Buharı, edeb 76;
Müslim, I, 109, 110; Tirmizî, me-vakit 65, sevabü'l-Kur'an 22.
[222] Toplu bilgi için bk. el-Menhe), V, 187 - 188.
[223] bk. Nimet-i İslâm, s. 233 .
[224] Bezlu'l-mechud, IV, 514.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/192-195.
[225] Müslim, salât 52 Tirmizî, salât 65; vitir 19; Ibn
Mâce, ikâme 1, Dârimî, salat 33: Ahmed b. Hanbel IH, 50, 69.
[226] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/196.
[227] Müslim, salat 52.
[228] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/196-197.
[229] İbn Mâce, ikâme 12.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/198.
[230] Hattâbî, Meâlimu's-sünen, I, 492; Şevkânî,
Neylü'l-evtar, II, 267.
[231] Şevkânî, Neylu'l-evtâr, II, 261.
[232] Neylu'l-evtâr, II, 267.
[233] bk. Tirmizi, salât 72.
[234] Ahmed b. Hanbel, V, 11 - 12.
[235] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/198-200.
[236] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/200.
[237] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/200.
[238] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/201.
[239] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/201-202.
[240] Tirmizî, salat 72; İbn Mace; 12.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/202.
[241] Şevkânî, Neylu'l-evlâr, II, 267.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/203-204.
[242] Buhârî, ezan 89; deavât 39, 44, 46; Müslim, mesâcid
147, zikr 48; Tirmizî, deâvât 76; Nesâî, tahâre 47, iftitâh 14, 15; Ibn Mâce,
ikâme I, dua 3; Ahmed b. Hanbel, II, 49.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/204.
[243] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/205-206.
[244] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/206.
[245] Buhârî, ezan 89; Tirmızî, Mevâkît 68; îbn Ma'ce İkâme
4, Müslim, salat 50; Dârımî, salat 34; Ahmed b. Hanbel, III, 101, 111, 114,
183.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/207.
[246] bk. Muslini,
salât 52.
[247] bk. Nesâî, iftılah 22.
[248] el-Muttekî, Ken/u'I-Ummâl, VII, 437.
[249] Daha fazla bilgi için bk. Kâsânî, Bedâyi', I, 204.
[250] Tecrid Tercemesi, II, 572.
[251] Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, II, 108.
[252] Z. Ahmed et-Tehânevî; îlâuVSıinen, II, 183, 184.
[253] Heysemi, Mecmeu'z-zevâid, il. 108.
[254] Müslîm, salât 52.
[255] Müslim, salât 50.
[256] Buhârî, ezan 89.
[257] Z. Ahmed et-Tehânevî, İ'Iâu's-sünen, II..188.
[258] Tirmizî, salat 66; Zafer Ahmed et-Tehânevi,
İ'laiTs-siinen II. 187.
[259] bk. en-Neml (27), 30.
[260] bk. el-Fıkh ale'l-Mezâhibi'e-erba'a, I, 257.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/207-212.
[261] Müslim, salat 240; Ahmed b. Hanbel, VI, 31, 194.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/213.
[262] bk. Bilmen, Ö. Nasuhi, Büyük islâm ilmihâli, s. 121.
[263] Buhârî, ezan 183.
[264] M. Zihni Efendi, NFmet-i İslâm, s. 208.
[265] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/213-215.
[266] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/215.
[267] Buhârî tefsir Sure (108), 1; Müslim salat 53; Tirmizi,
cennet 10; Nesâî iftitah 21.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/216.
[268] Çantay, Kur'ân-ı Hakim ve Meâl-i Kerim, III, 1202.
[269] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/216-217.
[270] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/217-218.
[271] en-Nûr (24), 11.
[272] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/218.
[273] bk. Bezhı'l-Mechud, IV, 531.
[274] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/218-220.
[275] Concordance'de bu baba numara verilmemiştir.
[276] Tirmizî, tefsir (9) 1; Ahmed b. Hanbel, I, 57.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/220-221.
[277] bk. Suyûtî, el-İtkân, I, 63.
[278] Cerrahoğlu İsmail, Tersir Usûlü, s. 58.
[279] Zürkanî, Menahilu'l-İrfân, I, 248.
[280] Karaçam İsmail, Kıır'an-ı Kerîmin Faziletleri, s. 44.
[281] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/221-223.
[282] Karaçam, Kur'ân'ın Fazitleri, s. 48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/223.
[283] Tirmizî, tefsîr-ı Sûre (9), 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/223-224.
[284] Yazır H., Hak Dini, IV, 2442.
[285] en-Nisâ (4), 176.
[286] Ibn Kesir, Tefsîru'l-Kur'ân, II, 331.
[287] Yazır H., Hak Dini, IV, 2443
[288] Geniş bilgilerin bk. Karaçam, Kur'ân-ı Kerîm'in
Faziletleri, s. 400.
[289] en-Neml (27), 30.
[290] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/224-225.
[291] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/225.
[292] Şevkâni Neylu'l-Evtâr, II, 225.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/225-226.
[293] Buhârî, ezan 65, 163; Müslim, salat 191, 192; Tirmizî,
salât 159; Nesâî, İmame 35; îbn Mâce, İkâme 49; Ahmed b. Hanbel, III, 205.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/226.
[294] bk. A. Naim, Tecrid Tercemesi, II, 554.
[295] Davudoğlu, Ahmed, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi III,
260.
[296] Bezlu'e-Meehûd, V, 4.
[297] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/227-228.
[298] Buhârî, ezan 60, 63; edeb 74; Müslim, Salât 178, 179.
Nesâî, iftitah 63.7İ; imame 39, 41.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/228-229.
[299] bk. 791 no'lu hadis.
[300] Aynî, Umdetu'l-Kaarî, V, 237-239.
[301] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/230-231.
[302] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/231-232.
[303] Beyhakî, es Siinenu'l-Kubrâ, III, 117.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/232.
[304] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/232-234.
[305] İbn Mâce, ikâme 26, dua 4; Ahmed b. Hanbel, III, 474;
V, 74.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/234.
[306] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/234-235.
[307] Seyhakî, es-Sünenu'1-Kiibrâ, III, 85, 86, 112, 116.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/235.
[308] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/235-236.
[309] Buhârî, ilim 68; ezan 62; Müslim, salat 183-186:
Ti'rmizî, salâtfil; Nesâî, imamet 35; Ibn Mâce ikâmet 48, 49.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/236.
[310] bk. 856 no'lu hadis.
[311] bk. 855 no'lu hadis
[312] Tecrîd Tercemesi II. 553.
[313] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/237-238.
[314] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/238.
[315] Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, III, 115-116.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/238.
[316] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/238.
[317] Concordance'de bu baba numara verilmemiştir.
[318] Dârimı, salat 91; Ahmed b. Hanbel, 111-427.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/239.
[319] Ahmed b. Hanbel, III, 427.
[320] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/239-240.
[321] Buhârî, ezan 104; Müslim salât 44-46; Nesâî, iftıtâh 33,
54; Ibn Mâce, İkâme 11; Ah-med b. Hanbel, II, 348, 446; V, 197; VI, 448.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/240.
[322] Ahmed Nâim, Tecrid Tercemesi, II, 611.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/240-241.
[323] Buhârî, ezan 96, 97, 107, 109, 110; Müslim, salât 154,
155; Nesâî, iftitâh 58; Ahmed b. Hanbel, V, 295, 301, 311.
[324] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/241-242.
[325] Müslim, salat 157.
[326] Bezlu'l-mechâd, V, 14.
[327] bk. 161 no'lu hadis.
[328] Müslim, salât 157.
[329] Nimet-i İslâm, s. 220.
[330] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/242-244.
[331] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/244-245.
[332] Buhârî, ezan 96-97, 107, 109, 110; Müslim, salât 154,
155; Kesâî iftitâh 58; Ahmed b Hanbel, Vı, 295, 301, 311.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/245.
[333] Müslim, salât 155.
[334] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/245-246.
[335] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/246.
[336] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/246.
[337] Buhârî, ezan 91, 96, 97, 108; İbn Mâce, ikâme 7; Ahmed
b. Hanbel, V, 109,112; VI, 395.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/247.
[338] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/247.
[339] Buhârî, ezan 18; edeb 28; âhâd 1; Dârimî, salât 42;
Ahmed b. Hanbel, V, 53.
[340] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/248.
[341] Abdullah b. Ebî Evfâ: Ebû Muâviye kunyesiyle meşhur
olan Abdullah, Bey'atu'r-ndvânda, Hudeybiye ve Huneyn'e iştirak etmiştir. Hz.
Peygamberden 95 hadis rivayet etmiştir. Bunlardan on tanesini Buhârî ve Müslim
müştereken, ayrıca Buhârî beş Müslim de bir hadîsini rivayet etmiştir.
Abdullah babasının zekâtını getirdiği zaman, Hz.Peygamberin "Allah'ım,
Ebû Evfâ ailesini bağışla!" duasına mazhar olmuştur. Yaşlılığında gözlerim
kaybeden Abdullah Kûfe'de en son vefat eden sahâbîdir. H. 86 veya88'de vefat
etmiştir. (Bilgi için bk. İbn Sa'd, Tabakât, IV, 301, VI, 21;
Ibnu'l-Kayserânî.el-CanT beynericâli's-Sahihayfi, I, 242; tbnu'1-Esîr,
Üsdü'1-gabe, III. 182; Zehebî, Siyeru a'lânıı'n-nubelâ, III, 428-430; tbn
Hacer, el-İsâbe, II, 279; Tehzîbu't-Tenzîb, V, 151; Ibnu'I-Imad, Şezerâtu'z-zeheb,
I, 96).
[342] Ahmed b. Hanbel, IV, 356.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/248.
[343] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/249.
[344] Buhârî, ezan 96, 103; Musihti, salât 158, 159; Nesâî, Iftıtâh
74; Ahmed b. Hanbel, I, 175, 176, 179, 180.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/249.
[345] Geniş bilgi için bk. Asr-ı saadet (Ashab-ı k^râm), II,
10 vd.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/250-251.
[346] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/251.
[347] Müslim, salât 156; Nesâî, salât 16; Ahmed b. Hanbel,
I, 322; III,
2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/251-252.
[348] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/252.
[349] Bk.Kâsânî, Bedâyi', I, 110.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/253.
[350] Nesâî, ıftıtâh 59, 4; Tirmizî, mevâkît 113.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/253.
[351] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/254.
[352] Müslim, mesâcid 188; Nesaî, mevâkît 16, 20; Ahmed b.
Hanbel, IV, 420, 423.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/254.
[353] Müslim, salât 167.
[354] Merginânî, Hidâye ve Kemaleddin b. Humam
Fethu'l-Kadîr, I, 236.
[355] Hatiboğlu Haydar, Sünen-i İbn Mâce Terceme ve Şerhi,
III, 50-51.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/254-256.
[356] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/256.
[357] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/256-257.
[358] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/257.
[359] Bezlu’I-mechud, V, 21; Bilmen, Büyük İslam İlmihali s.
200.
[360] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/257-258.
[361] Tırmızî, cıhâd 23; Nesâî, tahâre 105, hayl 10, Ahmed b
Hanbel, I, 78, 95, 132, 225, 234, 249.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/258.
[362] el-Menhel, V, 232.
[363] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/259-260.
[364] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/260.
[365] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/260.
[366] Menhel, V, 233.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/260-261.
[367] Buhârî, ezan 98, Müslim, salât 173; muvatta, nida 24;
Nesâî, iftitâh 24; Tirmizi salat 116; Ahmed b. Hanbel, VI, 338, 340.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/261.
[368] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/261-262.
[369] Buhârî, ezan 99, cihâd 172, meğâzî 12, tefsir sûre 52;
Müslim, salât 174; Tİrmizî, mevâ-kît 113; Nesâî, iftitâh 65; Dârimî, salât 64;
Muvatta', nida 23; Ahmed b. Hanbel, IV, 80, 84, 85.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/262.
[370] Bezlu'l-mechud, V, 26.
[371] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/262-263.
[372] Buhârî, ezan 98; Nesâî, iftitah 67; Ahmed b. Hanbel,
V, 187, 88, 179.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/263-264.
[373] İbn Mâce, ikâme 9.
[374] Heysemî, MeemeıTz-zevaid II, 116; Aynî,
Umdetu'l-kaarî, VI, 253.
[375] Bezlu'l-mechûd, V, 27 - 28.
[376] Menhel, V, 237.
[377] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/264-265.
[378] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/265.
[379] Azîmâbâdî, Avnu'J-ma'bud, III, 31.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/266.
[380] Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/267.
[381] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/267-268.
[382] Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/268.
[383] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/268.
[384] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/269.
[385] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/269-270.
[386] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/270.
[387] et-Tekvîr, (103), 15-16.
[388] Müslim, salât 201; İbn Mâce, ikâme 5; Ahmed b, Hanbel,
IV, 306, 307.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/270.
[389] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/270-271.
[390] Ahmed b. Hanbel, III, 3, 45, 97.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/271.
[391] el-A'raf, (7), 204.
[392] İbn Mâce, ikâme 113.
[393] Tecrîd Tercemesi, II, 595.
[394] el-A'râf (7), 204.
[395] İbn Mâce, ikâme 13; Ahmed b. Hanbel, III, 339.
[396] bk. 823 numaralı hadis.
[397] Cezîrî, Abdurrahman, el-Fıkh ale'l-Mezahibi'l-Erbaa,
I, 254.
[398] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/271-274.
[399] Kütüb-i Sitte sahiplerinden sadece Ebû Dâvûd rivayet
etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/274.
[400] Nesâî, tahâre, 55, 70, 88, 91, 105.
[401] Buhârî, ezan 104; Müslim,'salât 43, 44; Nesâî, iftitâh
54.
[402] İbn Mâce, ikâme 11.
[403] el-Müttekî, Kenzu'l-Ummâl. VII, 442.
[404] Bezlu'l-mechud, V, 36.
[405] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/274-275.
[406] îbn Mâce, ikâme, 11.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/275.
[407] bk. Müslim, salât 38.
[408] bk. el-A'raf (7), 204.
[409] Davudoğlu, A.Sahıh-i Müslim, III, 65.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/275-277.
[410] Müslim, salât 38, 41; Tirmizî, salat 116, 166; Tefsir
süre I, 1, Nesâî, iftitâh 23; İbn Mâce, ikâme 11, 172, edeb 52; Muvatta, nida
39; Ahmed b. Hanbei, II, 241, 285, 480, 204, 215, 250, 290, 457, 460, 478, 487,
IH, 43; IV, 167, VI, 142, 275.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/277-278.
[411] Ibn Mâce, Nikâh 19; Ahmed b. Hanbei, II, 359'da:
"Allah'a hamd ile başlamayan her önemli iş..." şeklindedir. Hafız
Abdulkadir er-Ruhâvî, de, el-Erbaîn el-Buldaniyye'de hadisin bir rivayetinin
de, "Bismillah ile başlanmayan her önemli iş..." şeklinde olduğunu
belirtmiştif. (bk. Hatipoğlu Haydar, Sünen-i İbn Mâce Terceme ve Şerhi, V,
310.).
[412] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/278-280.
[413] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/280.
[414] Ubâde b. es-Sâmit: Ebu'l-Velîd Ubâde b. es-Samit
el-Ensârî, el-Hazrecî, birinci ve ikinci Akabe bey'atlannda bulunmuş ve oniki
nakîbden biri olmuştur. Bedirden itibaren bütün harblere iştirak etmiştir.
Suriye ve Mısır'ın fetihlerinde bulunmuş, Filistin ve Humus valiliklerini
üstlenmiştir. Uzun boylu, yakışıklı ve heybetli bir zat olan Ubâde Hz.
Peygamberden Baki b. Mahled'in Müsned'ine göre 181 hadis rivayet etmiştir.
Kendisinden Enes b. Malik, Câbirb. Abdillah ve Ebû Umâme gibi birçok sahâbî hadis
rivayet etmiştir. Tabiûn neslinden de çokları ondan rivayette bulunmuşlardır.
O'nun rivayet ettiği hadislerden 6 tanesi Buhârî ve Müslim'de; 2'si sadece
Buhâri'de 2 tanesi de sadece Müslim'de yer almıştır. Ubâde (r.a.) 72
yaşındayken h. 34 yılında vefat etmiştir. Kabri Remle veya Kudüs'tedir. (Bilgi
için bk. İbn Sa'd, Tabakât, III, 546, 621, Buhârî, et-Târihu'l-kebir, VI, 92;
İbnu'1-Esîr, Üsdu'l-ğâbe, III, 160; Zehebî, siyeru a'lâmı'n-niibelâ, III, 5-11;
İbn Hacer, el-İsâbe, II, 268 - 269; Tehzîbu't-Tehzîb, V, 111-112; İbnu'I-İmad*,
Şezerâtu'z-zeheb, I, 40, 62; el-Ansârî, Asr-ı Saadet (Ashab-ı Kiram), III, 473
- 480 (Şamil Yayını).
[415] Buhârî, ezan 95; Müslim, salât 34, 38,40, 41; Tirmizî,
mevâkît 69, 115, 116, tefsir sûre I, 1; Nesâî, iftitâh 24; İbn Mâce, ikâme 11;
Dârimî, salât 36; Muvatta, nida 38, 39; Ahmed b. Hanbel II, 285, 290, 460, 487;
V, 314, 316, 321, 322; VI, 142, 275.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/280.
[416] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/281.
[417] Buhâri, ezan 95; Müslim, salat 34, 38, 40, 41;
Tirmizî, mevâkit 115, 116, tefsir sure I, 1; Nesâî, iftitah 24; Ibn Mâce, ikâme
11, Dârimî salat 36; Muvatta, nİdâ, 38, 39; Ahmed b. Hanbel, II, 285, 290, 460,
487; V, 314, 316, 321, 322; VI, 142, 275.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/281.
[418] Bezlul-mechûd, V, 45.
[419] el-Muttekî, Kenzu'l-Ummal, VII, 442, (Hadis no:
19689).
[420] el-A'raf, (7), 204.
[421] Ibn Mâce, ikâme 13; Ahmed b. Hanbel, III, 339.
[422] Meylânı Ahmed, el-Hidâye Tercemesi, I, 122.
[423] Aynî, Umdelu'l-Kaari, VI, 13.
[424] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/281-283.
[425] Tırmizî, salât 116; Nesâî, iftitah 28; Ibn Mâce, ikâme
13: Muvatta, nida 44; Ahmed b. Hanbel, II, 240, 284, 285, 302.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/283-284.
[426] el-A'raf (7), 204.
[427] İbn Mace, ikâme 13; Ahmed b. Hanbel, III, 3393.
[428] Dârekutnî, Sünen, I, 323, 326, 331, 333.
[429] bk. Muttekî, Kenzu'l-Ummal,, VII, 442.
[430] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/284-285.
[431] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/286.
[432] Şevkânî, Neylû'l-evtâr, II, 242.
[433] el-Heysemî, Mecmeu'z-zevâdi, II, 110.
[434] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/286-287.
[435] Tirmizî, salât 116; Nesâî iftitâh 28; İbn Mâce, ikâme
13; Muvattâ, nida 44; Ahmed b. Hanbel, II, 240, 284, 285, 302.
[436] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/287-288.
[437] Hattâbı, Sünemi Ebû Davııd, I, 517.
[438] Bezlu'l-mechûd, V, 62-63.
[439] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/288-289.
[440] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/289-291.
[441] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/291.
[442] Ümran b. Husayn; Ebû Nuceyd kunyesiyle bilinen Ümran,
Ebû Hureyre ile birlikte hicretin "yedinci senesinde müsluman oldu.
Basra'da kadılık yaptı. 1*80 hadis rivayet etti. Kendisinden Mutarrıf b.
Abdillah b. eş-Şıhhîr, Ebû Recâ el-Utâridî, İbn Sirîn ve Atâ gibi zevat hadis
rivayet etmişlerdir. Ashab arasında çıkan olaylarda tarafsız kaldı. H. 52
senesinde vefat etti. (Bilgi için bk. tbn Sa'd, Tabakât, IV, 287; Buhârî,
et-Tarîhu'l-kebîr, VI, 408; Ibnu'1-Esîr, Üsdü'l-ğâbe, IV, 281; Zehebî, Siyeru
a'lâmı'n-nübelâ, II, 508 - 511, İbn Hacer, el-İsâbe, III, 26-27;
Tehzîbu't-Tehzib VIII, 125 - 126; Ibnu'I-İmad, Şezerâtu'z-zeheb, I, 62).
[443] Müslim, salât 47 - 49; Nesâi, iftitâh 27;
kıyâmu'1-leyl 50; Ahmed b. Hanbel, IV, 426, 431,433, 441.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/291-292.
[444] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/292-293.
[445] Müslim, salât 48, 49; Nesâî, iftitâh 27, kıyâmü'1-leyl
50; Ahmed b. Hanbel, IV, 426, 431, 433, 441.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/294.
[446] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/294.
[447] Ahmed b. Hanbel, III, 146, 153, 357, 397; V, 338
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/294-295.
[448] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/295.
[449] Ahmed b. Hanbel, III, 146, 153, 357, 397; V, 338.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınları: 3/296.
[450] Tirmızî, sevâbu'l-Kur'ân 20.
[451] bk. 3416 no'lu hadis-i şerif.
[452] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/296-297.
[453] Nesâî, iftitâh 32.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/298.
[454] es-Subkî, Menhel, V, 265-7.
[455] Davudoğlu, Ahmed, Selâmet Yolları, I, 324 - 325.
[456] M.Sofuoğlu, Tefsir Dersleri, (VII. Sınıf), s.67.
[457] Çantay, Kur'an-ı Hakim ve Meâl-i Kerim, I, 5-6.
[458] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/299-302.
[459] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/302.
[460] Müslim, salât 11.
[461] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/302-303.
[462] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/303.
[463] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/304.
[464] Buhârî, ezan 116, 144; Müslim, salât 33; Nesâî,
iftıtâh 84, tekbîr 90.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/304-305.
[465] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/305.
[466] Buhârî, ezan 128; Müslim salat 28 - 30; Nesâî, tatbik
94; Dârimî, salat 40; Ahmed b. Hanbel, II, 270.
[467] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/305-307.
[468] Müslim, salât 30.
[469] Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, III,
55-58.
[470] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/307-310.
[471] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/310.
[472] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/310-311.
[473] Tirmizî, mevâkît 84; Nesâî, tatbik 38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/311.
[474] Dârimî, salât 74.
[475] el-Menhel, V, 275-276.
[476] Tirmizî, mevâkît 98.
[477] Bezlu'l-mechud, V, 85-86.
[478] Ahmed b. Hanbel, II, 38; Ebu Davud 840 numaralı hadis.
[479] bk. 841 numaralı hadis.
[480] Hâzimî, el-İ'libar, 79-80; Koçkuzu Ali Osman, Hadisle
Nâsih-Mensûh, 216.
[481] el-Menhel, V. 276-277; İbn Kayyım, Zadü'l-Me'âd, I,
56-59.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/311-314.
[482] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/314-315.
[483] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/315.
[484] Tirmizî, salât 85; Nesaî, tatbik 38; Dârimî, salat 74;
Ahmed b. Hanbel, II, 381.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/315.
[485] Hazimî el-î'tibâr, 79-80.
[486] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/316.
[487] Tirmizî salât 85; Nesâî, tatbîk 38; Dâtnî, salât 79,
Ahmed b. Hanbel, II, 381.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/316.
[488] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/316-317.
[489] Buhârî, ezan 127, 143; Nesâî, tatbik 91, 93.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/317.
[490] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/318.
[491] Buhârî, ezan 127, 142, 143; Tirmizî, mevakît 97;
Nesâî, tatbîk 91, 93; tbn Mâce, ikâme 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/318-319.
[492] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/319.
[493] Buhârî, ezan 142, Tirmizî, salât 212, H. 286; tatbîk
91.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/319.
[494] bk.VI, 98.
[495] Buhârî, edeb 27; ezan 18; ahâd 1; Dârimî, salât 42; Ahmed
b. Hanbel, V, 53.
[496] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/319-321.
[497] Müslim, mesâcid 32; Tirmizî, mevâkît 94.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/321.
[498] Tirmizî, mevâkit 93; Ahmed b. Hanbel, II, 265, 311;
III, 233.
[499] Davudoğlu, Ahmed, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi III,
387-388.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/321-322.
[500] Müslim, salât 202; Ibn Mâce, ikâme 18.
[501] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/322-323.
[502] Buhârî, ezan 117.
[503] Müslim, salât 194, 202, 206.
[504] Müslim, salat 194; Nesâî, tatbik 2
[505] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/323-324.
[506] Müslim, salat 194, 202-206; Müsafirûn 201, Tirmizi,
mevâkit 82, Deâvât 32. tatbit 25; İbn Mâce, ikâme 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/324-325.
[507] îbn Mâce, ikâme 18.
[508] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/325-326.
[509] Bu mevzudakı ayrıntılı açıklama 848 numaralı hadisin
şerhindedîr.
[510] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/327.
[511] Buhârî, ezan 111, 113, 125; bed'ui-halk, 7; tesir sûre
(1) 2; Müslim, salât 71, 72,; Tirmizî, mevâkît 71, 83; Nesâî, iftitâh 33, 34,
tatbik 23; Ibn Mâce, ikâme 14; Dâ-rîmî, salât 38; Muvatta', nida 47; Ahmed b.
Hanbel II, 233, 238, 270, 387, 417, 459, 467.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/327.
[512] Muvatta', nida 47.
[513] Bilmen, Büyük
İslâm İlmihâli, s. 134.
[514] bk. Buhârî, ezan 18; Müslim, salat 28.
[515] el-Menhel V, 289-291.
[516] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/327-330.
[517] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/330.
[518] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/330.
[519] Nesâî, kıyâmü'l-leyl 9, İstiâze 63; Tirmizî, salât 95;
tbn Mâce, ikâme 23, 180; Ah-med b. Hanbel, 1, 180, 185, 371; IV, 353, 356, 382.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/330-331.
[520] Hak Dini Kur'an Dili, I, 119.
[521] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/331.
[522] Buhârî, ezan 136. salât 3, 6, amel fıs'salâh 14;
Mushm, salât 33; Nesâî, kıble 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/332.
[523] Buhârî, salât 58.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/332-333.
[524] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/333.
[525] Buhârî, ezan 121, 127, 140; Müslim, salât 193, 194;
Tirmizî, salât 91. Nesâî, tatbîk 24, 25, 89.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/333-334.
[526] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/334-335.
[527] Buhârî, ezan 64, 67, 140; Müslim, salât 188, 195;
Ahmed b. Hanbel, III- 100, 101, 205, 226.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/335.
[528] Müslim, salât, 204-206.
[529] Müslim, MuSâfirîn 203.
[530] el-Menhel, V, 295.
[531] Bezlul-Mechûd, V, 108.
[532] Bilmen, Ö. Nasûhi, Büyük İslâm İlmihâli, s. 130.
[533] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/335-337.
[534] Müslim, salât 193; Nesâî, sehv 77, tatbik 24, 25, 89;
Buhârî, ezan 121, 127, 140; Tirmizî, salât 91.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/337-338.
[535] Bezlu'l-Mechüd, V, 110.
[536] Nimet-i İslâm, S.260.
[537] Buhârî, ezan 65.
[538] Nimet-i İslâm, s. 220.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/338-340.
[539] Buhârî, ezan 157, 164.
[540] Tırmizî, salât, 128.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/340-341.
[541] Tirmizî, mevâkît 81; Nesâî, tatbik 54, iftitâh 88; Ibn
Mâce, ikâme 16, 72; Dârimî, satât 78; Ahmed b. Hanbel, 11-525; IV; 22-23, 119,
122; V, 310.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/341.
[542] el-Hacc (23), 77.
[543] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/341-342.
[544] Buhârî, imam 15; Tırmızî, salât 110, ısti'zân 4;
Nesâî, iftitâh 7, tatbîk, 15, sehv 67, "Ibn Mâce, ikâme 72
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/343-344.
[545] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/344.
[546] Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, III,
76-82.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/345-349.
[547] Buhârî, ezan 95, 233; isti'zân 18, eymân 15;
Müslim'salât 45; Tirmizî, mevâkît 110; Nesâî, iftitâh 7, tatbîk 15, sehv 67,
İbn Mâce, ikâme 72; Ahmed b. Hanbel, II, 473; IV-340.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/349-350.
[548] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/351.
[549] Nesâî, iftitâh 7, tatbîk 15, sehv 67; Tirmizî, mevâkît
110.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/351-352.
[550] el-Müzzemmül (73), 20.
[551] Kâsânî, BedâyiüVsanâyi', I, 111.
[552] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/352-354.
[553] Nesâî, iftitâh 7, tatbîk 15, sehv 67; Tirmizî mevâkît
110.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/354-355.
[554] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/355-356.
[555] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/356.
[556] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/356.
[557] Tirmizî, mevâkît 110; Nesâî, tatbik 15, sehv 67, Ahmed
b. Hanbel IV, 340.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/357.
[558] el-Mâide (5), 6.
[559] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/357-358.
[560] Nesâî, tatbîk 55; İbn Mâce, ikâme 204; Dârimî, salât
75, Ahmed b. Hanbel, III. 428, 444; V, 447.
[561] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/358.
[562] bk. 840 numaralı hadis ve açıklaması.
[563] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/359-360.
[564] Nesâî, tatbik 3; Ahmed b. Hanbel, IV – 342.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/360-361.
[565] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/361.