144-145. Hz.
Peygamberin "Eksik Kılınan Her Namaz Nafile Namazla Tamamlanır"
Hadisi
145-146. Rükû Ve
Sücûdun Ayrıntıları Ve Elleri Dizlere Koymak
146-147. Rükû'da Ve
Secdede Ne Söylenir?
147 - 148. Rükûda Ve
Secdede Dua
Secde mi, kıyam mı
daha faziletlidir?
149 - 150. Rüku' Ve
Secdede Kalmanın Müddeti
Secde Organlarına
Dair Görüşler
151 -152. İmama
Secdede Yetişen Nasıl Hareket Eder?
152 - 153. Burun Ve
Alın Üzerine Secde Etmek
153 - 154. Secde
Nasıl Yapılır?
154 - 155.
(Zaruretten Dolayı) Elleri Yanlardan Ayırmamaya İzin Verilmesi
155 - 156. (Kıyamda)
Elleri Böğrüne Koymak Ve Kalçalar Üzerine Oturup Elleri Yere Dayamak
157 - 158. Vesveseli
Namaz Kılmanın Ve Namaz Esnasında Bazı Şeyleri Düşünmenin Keraheti
158 - 159. Okurken
Takılan İmama (Cemaatten Birinin) Hatırlatma(Sı)
159 -160. (Okurken
Takılan İmama) Hatırlatmaktan Nehiy
160 - 161. Namazda
Sağa Sola Yüzünü Çevirmek
161 - 162- Burun
Üzerine Secde
162 - 163. Namazda
(Sağa - Sola) Bakınmak
163 - 164. (Bazı
Hallerde) Namazda (Sağa-Sola) Bakınmak Ruhsatı
164 - 165. Namazda
Namazla İlgisi Olmayan Bir Harekette Bulunmak
165 - 166. Namazda
Selâm Almanın Hükmü
166 - 167. Aksıran
Kimseye Namazda
"Yerhamükellah" Demek
Kehânet Ve Gaibden
Haber Vermek
167-168. İmamın
Arkasındayken (Fâtiha'dan Sonra)
"Âmin" Demek
170 - 171. Secde
Mahallindeki Çakılların Namazda Düzeltilmesi
171 - 172. Kişinin
Eli Böğründe Namaz Kılması
172 - 173. Namazda
Bastona Dayanmak
173 - 174. Namazda
Konuşmanın Yasak Oluşu
174 - 175. Oturarak
Namaz Kılmak
175 - 176.
Teşehhüdde Oturma Şekli
176 -177. Dördüncü
Rek'atte(N Sonra) Teverrükden Sözedenler(İn Delilleri ). 65
177 - 178.
Teşehhüdle İlgili Hadisler
178 - 179.
Teşehhüdden Sonra Hz. Peygamber'e Salavât Okumak
Namaz Kılanın
Teşehhüdden Sonra Söyleyeceği Söz
179 - 180.
Teşehhüdün Gizli Olması
180 - 181.
Teşehhüdde (Parmakla) İşaret Etmek
181 -182. Namazda El
Üzerine Dayanmanın Keraheti
182 - 183. Namazda
Kısa Oturmak
183 - 184 (Namazdan
Çıkış İçin) Selâm
184 - 185. İmam(In
Selâmın)a Karşılık Vermek
Namazdan Sonra
Tekbir Getirmek
185 - 186. Selamı
Uzatmanın Hükmü
186 - 187. Namazda
Abdestı Bozulan Namazını İade Eder
187 - 188. Farz
Kıldığı Yerde Nafile Kılmak
188 - 189. İki
Rekatte(n Sonra) Yanılma (Sehv Secdeleri)
189 - 190. Musallî
Namazı Beş Rekat Kılarsa?
191-192.(Kıldığı
Rek'at Adedinde Şüphe Eden) Zann-ı Galibine Göre Tamamlar Diyenlerin Delilleri)
192 - 193. (Sehv
Secdesi) Selâm Verdikten Sonradır Diyenler(İn Delilleri). 100
193-194. İki
Rekatten (Sonra) Tahiyyâta Oturmadan Kalkan (Ne Yapmalıdır?)
194 - 195. Otururken
Teşehhüdü Unutan (Ne Yapar?)
195-196. Sehv
Secdelerinde Teşehhüd Ve Selam Vardır
196 - 197.
Kadınların Erkeklerden Önce Camiden Çıkmaları
197 - 198. Namazdan
Nasıl Ayrılmak Gerekir?
198 - 199. Nafile
Namazları Evde Kılmak
199 - 200. Kıbleden
Başka Yöne Namaz Kılan Ve Sonra Bunu Fark Eden (Ne Yapmalıdır?)
864. ...(Hasen el-Basrî) dedi ki: Enes b.Hakîm ed-Dabbî,Ziyad'-dan veya İbn
Ziyad'dan korkup Medine'ye gelmişti. Ebû Hureyre'yle karşılaştı. (Enes) dediki:
(Ebu
Hüreyre) bana nesebimi sordu. Ben de ona nesebimi açıkladım. Bunun üzerine
(Ebû Hüreyre bana);
Ey
delikanlı, ben sana bir hadis nakledeyim mi? dedi. Ben de;
Evet
(naklet), Allah sana merhamet etsin dedim. (Bu hadisi Hasen el-Basrî'den
nakleden) Yûnus dedi ki, öyle zannediyorum ki, Hasan el-Basrî (Ebû Hüreyre'nin)
Peygamber (s.a.)'den (naklettiği) bu hadisi (şöyle) rivayet etti; (Resûl-i
Ekrem s.a.) buyurdu ki:
"Halkın
kıyamet gününde ilk hesaba çekileceği amel, namazdır. Aziz ve celil olan
Kabilimiz bildiği halde meleklerine (şöyle) der; Kulumun (Farz) namazına bakınız,
onu tam mı, yoksa eksik mi kılmış? Eğer (O kimsenin farz namazı) tam ise, onun
için (namaz sevabı) tam olarak yazılır. Eğer (Farz) namazından biraz eksik
olursa, Allahü Teâlâ (şöyle) emreder: (Bu) kulum için nafile (namaz) var mı,
bir bakınız! Şayet o kimse için nafile (namaz) var ise, (şöyle) buyurur:
Kulumun (eksik olan) farzım nafilesinden tamamlayınız. Sonra (farz olan diğer)
ameller de bu şekilde (ele) alınır."[1]
Metinde
geçen öyle zannediyorum ki Hasan el-Basrî bu hadisi şöyle rivayet etti"
sözü râvî Yûnus'un bu hadisi tam olarak tespit edemediğini gösterir. İnsanların
kıyamet gününde ilk defa namazdan hesaba çekilecekleri mevzuunda el-Irakî,
Tirmizî üzerine yazdığı şerhinde şunları söylemektedir: "Bu hadisle
"insanlar arasına kıyamet gününde ilk defa görülecek olan dava, adam
öldürme dâvası olacaktır"[2]
hadisi arasında bir çelişki yoktur. Çünkü namaz Allah'ın kullar üzerinde
bulunan bir hakkıdır. Adam öldürmek ise, aynı zamanda kul hakkıyla da
ilgilidir. Buna göre bu iki hadisin arasını şu şekilde uzlaştırmak mümkündür.
Sırf Allah hakkiyle ilgili olarak ele alınacak ilk dâva namaz meselesi
olacaktır. Kul haklarıyla ilgili meseleler içerisinde de ilk ele alınacak
dâva, kan davası olacaktır. Eğer iki davanın hangisi daha çabuk neticeleneceği
sorulursa bu mevzuda gelen sahih hadislere bakarak Allah haklarının daha evvel
ele alınıp neticelendirileceği söylenebilir. Çünkü bu mesele akıl ve reyle
halledilebilecek bir mesele değildir. Bu mevzuda ancak ilgili hadislere göre
hüküm verilebilir. Mesele bu noktadan ele alınınca da Allah hakkıyla ilgili
olan namaz meselesinin daha evvel ele alınacağı anlaşılır."
Hafız
Irakî bu sözleri söyledikten sonra bu hadisin râvîleri Enes b. Ha-kîm ve
el-Hasen cihetinden muztarib olduğunu ve bu hadis hakkında birini diğerine
tercih etmek imkânı olmayan çeşitli görüşlerin ortaya atılmış olduğunu
söylemiştir. Ancak Bezlu'l-Mechûd sahihi bu hadisin çeşitli senetlerle Nesâî
tarafından rivayet edildiğini söylemektedir. Bu durumda hadis zayıflıktan
kurtulur, hasen hadis derecesine yükselir.
Allah
Teâlâ'nın bu hadiste olduğu gibi meleklere, "kulumun namazına bakınız; onu
tam mı yoksa eksik mi kılmış?" gibi sorular sorması, bu mevzularda bilgi
almak ve izahat istemek için değil, bilâkis bir takım hikmet ve maslahatları
açıklamak içindir. Yine Irakî, Tirmizî üzerine yazmış olduğu şerhte şunları
söylemektedir: "Kulun farz namazdaki eksiğinin nafile namazıyla
tamamlamasından maksat, farz namazda bulunması gereken huşu, ez-kâr ve âdâbla
ilgili olsa gerektir. Bunlar farzda eksik bırakılmışsa nafile namazlardaki
huşu; ezkâr ve âdâb ile telâfi edilerek tam bir farz namaz sevabına
erişilebilir. Hadis-i şerifte geçen bu ifadeden nafile namazların, ihmal
edilip hiç kılınmamış olan farzların yerine geçeceği de anlaşılabilir. Allah
Teala'nın fazlı ve ihsanına bir sınır yoktur. İstediğini yapar. Hatta hiç namaz
kılmamış olanlara bile fazlı ve ihsanı ile muamele etmesi caizdir. Kadı İbn
el-Arabî'ye göre, nafile ile telafi edilen, namazın farzları ve
sayılarıdır."
Metinde
geçen "sonra (farz olan) diğer ameller de bu şekilde ele alınır"
cümlesinden maksat, namazın dışında kalan zekât ve hac gibi farz ibâdetler-deki
noksanlığın da nâfileleriyle telâfi edileceğidir.[3]
865. ...Ebû Hüreyre (r.a.) vasıtasıyle (bir önceki) hadisin benzen Peygamber
(s.a.) den nakledilmiştir.[4]
866. ...Temim ed-Dârî vasıtasıyla Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem)den bir önceki manada bir hadis nakledildi. (O rivayette) Peygamber
(s.a.); "Sonra zekâtta böyledir ve sonra bütün ameller bu suretle ele
alınır." buyurdu.[5]
Bu
hadis-i şerif Tirmizi de şöyledir: "Kulun, kıyamet gününde ilk sorulduğu
amel namazdır. Namazı doğru ise, şüphesiz felah bulur ve kurtulur, fasit ise,
muhakkak hüsrana uğrar ve farzından bir-şey noksan kalmışsa, Allah Teala;
Nafilesinden alıp farzını tamamlayınız buyurur."
Mîrkât
sahibinin beyânına göre cinayet, haksızlık gibi amellerde de ibâdetlere
müracaat edilir. Çünkü âyet-i
kerimede
"iyi ameller kötü amelleri yok eder"[6]
buyuruluyor. Kimin birisinde hakkı kalmışsa o .kimseden hakkı nisbetinde
amel-i salih taleb eder ve talebi o kimseden alınarak kendisine verilir.
Nitekim Muhammed Zihni Efendi bu mevzuda şunları söylüyor: "Dürri-
Muhtfir'ın sıfat-i salât bahsinin az evvelinde ve Reddi Muhtâr'da belirtildiği
üzere bir amelde bulunan kimsenin bu amelin sevabını başkasına vermek vardır.
İnsan kıldığı nafile namazların sevabını bile başkasına bağışlayabilir.
Hasımları razı etmek için namaz kılmak yani Allah için kıldığı namazın
sevabını, kendi hasmını hoşnut etmek için onlara bağışlaması fayda vermez.
Çünkü hasım affetmeyebilir. Bu durumda namazın sevabı bağışlanmakla zayi
edilmiş olur. Eğer hasım kendiliğinden, hakkından vazgeçmekle veya Cenab-ı
Hakk'ın onu razı etmesiyle hakkından vazgeçerse namazın sevabı kendine olur.
Hasmı affetmeyecek olursa onun iyiliklerinden alınıp hasmına verilir,
iyilikleri yetmeyip de bitecek olursa, mazlumun günahlarından alınıp ona
verilir. Sadaka da namaz gibidir. Bir danik (dirhemin altıda biri) hak için,
cemaatle kılınan makbul namazlardan yedi yüz namaz sevabı ödeneceği hadislerde
belirtilmiştir."[7]
1. Kıyamet gününde bütün insanlar bütün amellerinden hesaba
çekileceklerdir.
2. Şehâdetten sonra dinin en büyük rüknü namazdır.
3. Farz namazlarda kusur etmekten son derece sakınmak lâzımdır.
4. Çok nafile namaz kılmak lâzımdır. Çünkü farzlarda işlenen kusurlar
bunlarla telâfi edilebilir.[8]
867. ...Mus'ab b. Sa'd'dan; demiştir ki: (Bir gün) babamın yanı-başında
namaz kıldım. Ellerimi (kenetleyerek) dizlerimin arasına koymuştum. Beni bu
şekilde namaz kılmaktan nehyetti. (Ellerim kenetli ve dizlerimin arasında
olarak) tekrar bir namaz daha kıldım, bunun üzerine dedi ki: "Bunu yapma,
Bunu biz yapardık, fakat sonra bunu yapmaktan nehyolunduk ve avuçlarımızı
(rüku'da) dizlerimizin üzerine koyduk."[9]
Rüku'a
varınca iki elin parmaklarını birbirine geçirerek dizlerin arasına koymaya
"tatbik" denir. İslâm'ın ilk yıllarında uygulama böyle iken sonradan
yasaklanarak yürürlükten kaldırıldığı 747 numaralı hadisde açıklanmıştı. Bu
hadisi şerifte yine aynı meseleye işaret ediyoruz. Biz gerekli açıklamayı sözü
geçen hadisin şerhinde yaptığımız için burada tekrara lüzum görmüyoruz.[10]
868. ...Abdullah (b. Mes'ûd)den demiştir ki: Biriniz rükû'a vardığında
kollarını uylukları üzerine koysun ve avuçlarını da birleştirip (iki dizinin
arasına yerleştirsin. Abdullah b. Mes'ûd dedi ki:) Resûlul-lah (sallallahü
aleyhi vesellem)in parmaklarının hareketini sanki görüyor gibiyim.[11]
İbn
Mes'ûd (r.a.) bu sözüyle rükû'a varınca avuç içlerini birbirine yapıştırarak
dizlerin arasına koymanın sünnet olduğunu ifâde etmektedir. Ancak bu Abdullah
b. Mesud (r.a.)'un şahsî kanaatidir. İmam Nevevî'nin beyânına göre, namazda
avuçları birleştirerek dizlerin arasına koymak İslâmiyetin ilk yıllarına ait
bir uygulama idi.[12]
Sonradan bu uygulama yürürlükten kaldırıldı.[13] Bu
bakımdan "tatbik" adı verilen bu hareketi yapmak ulemânın büyük
ekseriyetine göre mekruhtur.. 747 numaran hadisin açıklamasında bu mevzu ile
ilgili yeterli bilgi verilmiştir.[14]
869. ...Ukbe b. Amir[15]
'den; demiştir ki: "O halde Rabbini o büyük adiyle teşbih (ve tenzih)
et" âyet-i kerimesi inince, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem);
"bunu rükûnuzda söyleyen" buyurdu."Rabbinin o çok yüce adım
teşbih (ve tenzih) et" âyeti inince de, "bunu da secdenizde
söyleyin" buyurdu.[16]
Hadis
âlimlerinin beyânına göre, "bunu secdenizde okuyunuz" cümlesi ile
"bunu rükuunuzda okuyunuz" cümlesindeki "zamirlerinin
mercii"[17] âyet-i kerimesiyle[18]
âyet-i kerimesi değildir. Ancak bu âyet-i kerimelerin ihtiva ettikleri Cenab-ı
Hakk'ın her türlü noksan sıfatlardan münezzeh ve kemal sıfatlarıyla muttasıf
oluşuyla ilgili mânâdır. Bu mânâ Celâleyn ve Medârik tefsirlerinde şöyle ifâde
edilmiştir: "Rabbini ona lâyık olmayacak şeylerden tenzih et."
Beyzâvî tefsirinde ise, şöyle ifade ediliyor: "Rabbinin adını sapık
te'villerden, başkasına da o adı vermekten kaçın, onu en yüce bir tazım ile
an." Gerçekten bu zamiri makablinde bulunan âyet-i kerimelere göndermek
imkânsızdır. Çünkü o zaman, rükû’ ve secdede bulunduğunuz zaman bu âyet-i
kerimeleri okuyunuz" mânâsı çıkar. Halbuki hiçbir zaman rükû ve secdede
âyet-i kerime okunamaz. Bu sebeble Resûl-i Ekrem (s.a.) rükû'-da sadece;
"Sübhâne Rabbiyel azim" secdede ise, sadece "sübhâne
rabbiyel-a'la" derdi. Bu âyetleri okumazdı. Ayet-i kerimelerde
bulunan kelimesi Bazı müfessirlere göre
zâiddir, bazılarına göre değildir. Çünkü Cenab-ı Zulcelâl'in zâtı gibi ismi de
her türlü noksanlıktan münezzehtir. Bu bakımdan ismini de noksanlıklardan
tenzih etmek gerekir. Aynı zamanda isim müscmmâya delâlet eder. Tefsir-i Kebir
sahibi Fahr-i r^zî'nin beyânına göre kelimesinin mânâsı, "zâtında ve
sıfatında kâmil" demektir. ise "sadece sıfatında kâmil"
demektir. "Kebir" kelimesi ise, sadece "/atında kamil"
demektir. "Sübhane Rabbiyel-azîm" cümlesinin rüku'a, "Sübhane
Rabbiyel' a'la" cümlesinin de secdeye tahsis edilişinin hikmeti hadis
âlimleri tarafından şöyle açıklanmaktadır: İnsanın en şerefli organı olan alnım
Allah'ın huzurunda yere koyması anlamına gelen secde mutlak eğilmekten ibaret
olan rüku'dan daha faziletlidir. Bu sebeple mutlak bir tevazudan ibaret olan
rükû'a mutlak azameti ifâde eden
kelimesi tahsis edilmiş, tevazünün son haddi olan secdeye ise,
"ism-i tafdil sigası" olan kelimesi tahsis edilmiştir.
Hattâbî'nin
beyânına göre bu hadis, rükû' ve secdede teşbih etmenin farz olduğuna delâlet
etmektedir. Çünkü bu hadiste Allah'ın emri ile Resulünün beyânı birleşmiştir.
Bu bakımdan rükû ve secdede teşbihleri terketmek caiz değildir. Nitekim İshâk
b. Râhûye de bu görüştedir. Ahmed b. Hanbel'e göre bu teşbihleri okumak ve
rükûdan doğrulunca "semiallahu limen h anı ide h, Rabbena lekel-hamd"
demek vacibdir. Bile bile terk edilirse namaz fasit olur. Unutularak terk
edilirse, sehv secdesi gerekir.
İmam
Şafii, Mâlik, Ebû Hanife ve ulemânın büyük çoğunluğuna göre ise, rükû ve
secdedeki tesbihât vâcib değil, sünnettir. Delilleri ise, Müsî' hadisi (namaz
kılmayı beceremeyen kimse ile ilgili hadis) diye bilinen 856 numaralı
hadistir. Çünkü bu hadiste Resûl-i Ekrem karşısındaki şahsın ihtiyaçtan dolayı
namazın butun farzlarını açıkladığı halde rükû ve secde teşbihlerinden
bahsetmemiştir. Şayet bu tashihler farz olsaydı, onları da açıklaması gerekirdi.
Çünkü bu açıklayışı esnasında namazın farzlarından bir tanesini bile eksik
bırakması onun tebliğ görevine aykırıdır. Bu sebeble "ihtiyaç anında
beyânı te'hir etmek caiz değildir" sözü bi kaide olmuştur. Öyleyse Müsî1
hadisinde rüku' ve secde teşbihlerinden bahsedilmediğine göre bu teşbihler farz
değil, sünnettir.[19]
870. ...(Bir önceki hadisin) manası Ukbe b. Âmir'den de rivayet edildi.
(Ancak Ukbe bu rivâyete bazı) ilâveler yaparak (şunları) söyledi: Resûlullah
(s.a.) rükü'a vardığı zaman üç defa, Sübhâne Rabbiye'l-azîm ve bihamdihî, Büyük
olan Rabbimi noksan sıfatlardan tenzih ederim ve O'na hamd ederim" Derdi.
Secdeye vardığı zaman da üç defa; "Sübhane ^abbiye'l-a'la ve bihamdihî
yüce olan Rabbimi teşbih ve tenzih edeıim ve O'na hamd olsun" derdi.[20]
Ebû
Dâvûddedi ki: Bu ilâvenin (tamamının "ve bihamdih" kelimesinin
mahfuz (bir rivayet) olmamasından korkuyorum.
(Yine)
Ebû Dâvûd (bu hadisle bundan önceki hadisi kast ederek) dedi ki: Şu iki hadisin
(yani) er-Rabî' hadisiyle Ahmed b. Yûnus hadisinin senedinde sadece Mısırlılar
bulunmaktadır.[21]
Bir
numara önce tercümesini sunduğumuz hadis-i şerif aynı zamanda mânâ olarak bir
de Ukbe b. Ahir vasıtasıyle nakledilmiştir. Ancak bu rivayette bazı İlâveler
vardır. Ebû Dâvûd bu ilâvenin mahfuz bir senede dayanmadığına" "Bu
ilavenin mahfuz olmamasından korkuyorum" sözleriyle işaret etmektedir.
Avnû'l-Ma'bud sahibi, "Mahfuz hadis şaz hadisin zıddı olan hadistir"
diye, şaz hadisi de "makbul bir râvinin kendisinden daha makbul bir râviye
muhalif olarak rivayet ettiği hadistir" diye tarif etmektedir. Buna göre "makbul
olan bir râvinin kendisi kadar makbul olmayan bir râviye muhalif olarak rivayet
ettiği hadise "mahfuz hadis'1 denir ki, kendisine muhalif olan şâz hadise
tercih edilir. Ebû Davud'a göre hadisde bulunan ilâveleri rivayet eden râviler,
aksini rivayet eden râ-viler kadar makbul görünmüyorlar. Bu bakımdan tercih
edilebilecek bir özellik taşımıyorlar.
Gerçekten
bu ilâvelerin bulunduğu hadislerin senetlerinde zayıflık vardır. Dârekutnî'nin
rivayet ettiği hadisin senedinde bulunan Muhammed b. Ebî Leylâ zayıftır. Aynı
şekilde es-seriy b. İsmail kanalıyla naklettiği hadiste de bu ilâveler
bulunmaktadır. Ne varki es-serıy de zayıftır. Mevzumuzu teşkil eden hadisin
senedinde de kimliği meçhul kimseler vardır.
Bundan
bir numara önce terceme ettiğimiz hadiste de bu ilâve bulunmamaktaydı. Aynı
şekilde Ahmed b. Hanbel ile İbn Mâce, Dârimî ve Tahâ-vî'nin Ukbe'den rivayet
ettikleri aynı konudaki hadislerde ve yine Tahâvî'nin Ali b. Ebî Tâlib'den
yaptığı rivayette de bu ilâve bulunmuyor. İşte bu gibi durumlar musannif Ebû
Dâvûd'da bu ilâvenin sıhhatinde şübheler olduğu kanaatini uyandırmıştır. Ancak
"ilâve" sözüyle hangi kelimelerin kastedildiği mevzuunda da ihtilâf
vardır. Bazılarına göre bir evvelki hadise nisbetle Ukbe"nin rivayet
ettiği ve mevzumuzu teşkil eden hadisteki cümlelerin tümüdür. Bazılarına göre
de sadece kelimesidir.[22]
871. ...Huzeyfe (r.a.), Peygamber (s.a.)'ie birlikte namaz kıldığını ve
(Peygamber (s.a.)'in) rükû'da iken, "Sübhane Rabbiye'1-azim=büyük olan
Rabbimi teşbih (ve tenzih) ederim" dediğini, secde halinde iken de
"Sübhâne Rabbiye'1-a'la" yüce olan Rabbimi teşbih (ve tenzih)
ederim" dediğini; (Kıraati esnasında) rahmet âyetine gelince mutlaka durup
(Allah'dan rahmet) istediğini azab âyetine gelince de kesinlikle durup
(Allah'a) sığındığını rivayet etmiştir.[23]
1. Bu hadis-i şeriften anlaşılıyor ki, Resûl-i Ekrem (s.a.) namazda
kıraat esnasında Allah'ın rahmetini, cennetini müjdeleyen ve va'deden âyet-i
kerîmelere geldikçe durur ve bu nimetlere nail olmasını Allah'dan dilermiş. Yine
kıraati esnasında bir azab âyetine de rastlayınca durur ve ondan Allah'a
sığınırmış. Bir tesbîh ve tekbîr âyetine rastlayınca teşbih ve tekbir okur, duâ
ve istiğfar âyetine gelince de dua ve istiğfar edermiş.
2. Resûl-i Ekrem (s.a.) Hazretlerinin bu uygulaması namazda müjde âyetlerine
uğradıkça müjdelenen nimeti Allah'dan istemenin, azab âyetlerine uğradıkça da
Allah'a sığınmanın caiz olduğunu ifâde etmektedir. Nitekim Şafiî ulemâsının
görüşü böyledir. Bu hususta namazın farz olmasıyla nafile olması arasında
herhangi bir fark yoktur. Namaz kılan kimsenin imam veya imama uymuş bir kimse
olması arasında bir fark yoktur.
3. Mâliki ulemâsına göre de nafile namazlarında bu şekilde hareket etmek
caizse de farz namazlarda caiz değildir. Ancak imamın arkasında namaz kılmakta
olan kimse için kıraat esnasında Resûl-i Ekrem'in ismi geçecek olursa salâvât
getirmek, müjde âyetlerine gelince Allah'dan istemek, azab âyetlerine gelince
de Allah'a sığınmak caizdir. Hanefîlere göre ise, müjde âyetlerine gelince
Allah'tan istemek, azab âyetlerine gelince Allah'a sığınmak, sadece nafile
namazlarda caizdir.
4. Ahmed b. Hanbel, İshâk ve Davûd-i Zâkirî'ye göre namaz kılan kimse
rükû ve secdelerde mevzumuzu teşkil eden hadisteki gibi duâ edebilir.
Bu
hususta kılman namazın farz veya nafile olması arasında fark yoktur.
Hanbelîlerden İbn Kudâme el-Mugnî isimli eserinde şunları söylemektedir:
"Namaz kılan kimsenin rükûunda üç defa "sübhâne Rabbiye'1-azîm"
secdesinde de üç defa "Subhâne Rabbiye'l-a'la" demesinde bir sakınca
yoktur."[24]
5. İbrahim en-Nehaî, Hasan el-Basrî, Ebû Hanife, Ebû Yûsuf, Muhammed ve
bir rivayette İmam Ahmed Hazretlerine göre rüku'da sünnet olan üç defa
"Sübhane Rabbiye'1-azîm" secdede ise, üç defa "sübhâne
Rabbiye'l-a'lâ" demektir. Sünnetin en aşağı mertebesi budur. Tahâvî'nin
beyânına göre rüku ve secdelerde üçer defadan aşağı kalmamak fakat daha fazla
da okumamak gerekir. Ancak Tahâvî'nin sözü farz namazlar hakkındadır. Nafilelerde
ise üçden dilediği kadar yukarıya çıkmak caizdir.
Mârûdî'ye
göre kemalin en aşağı derecesi üç, yukarı derecesi onbir veya dokuz, orta
derecesi beş defa teşbihte bulunmaktır. "Hidâye" şerhlerinden
bazısında "namaz kılanın rüku ve sücud teşbihlerinde üçten ona kadar
çıkması imam-i azama göre efdaldır imameyne göre ise, yediye kadar çıkmak
efdaldır" denilmektedir.
6. Rükû ve secdelerdeki teşbihlerin hükmü de imamlar arasında
ihtıulhdir.Ebû Hanife, Mâlik ve Şafiî Hazretlerine göre bunlar sunneuir. Terkinden
dolayı birşey lâzım gelmez. Yalnız kasten terk etmek mekruh olur. İmam Ahmed b.
Hanbel ile İshâk'a göre rükû ve secdelerde zikir vâcibPr. Kasten terk edilirse
namaz bozulur. Unutarak terk edilirse, namaz bozulmaz. Yalnız İmam Ahmed'e
göre secde-i sehv lâzım gelir. İmam Ahmed'in diğer bir kavline göre rüku ve
secdelerdeki zikirler sünnettir. Zahirîlerden İbn Hazm bunların farz olduğunu
söylemektedir.[25]
872. ...Âişe (r.anha)'den rivayet edilmiştir: Peygamber (s.a.)'in rükû ve
sücudunda "sübbûhun, kuddûsun, rabbu'l-melâiketi verrûhi Münezzehsin!
Mukaddessin! Meleklerle Ruhun rabbisin (Ey Allahım)" derdi.[26]
Sübbûh
ve kuddûs kelimeleri sebbûh ve kaddûs şeklinde de okunabilirse de, birinci
şekilde okunuşları daha fasîh ve bu şekilde rivayetleri daha çoktur. Ulemâdan
bazılarına göre bunlar Allah'ın birer sıfatıdır. Bir takımları Allah'ın ismi
olduklarım söylemişlerdir.
Sübbûhun'un
mânâsı, "Allah Teâlâ'nın kendisine lâyık olmayan şeylerle, şerik ve
nazîrden münezzeh olması" demektir.
Kuddûs
ise Allah Teâlâ'mn kendisine lâyık olmayan her şeyden temizlenmiş olması
mânâsına gelir. Bazılarına göre kuddûs mübarek demektir.
"Ruh"
tan murad, bazılarına göre büyük bir melektir. Bir takımları bundan maksadın
Cibril aleyhisselâm olmasını muhtemel görmüşlerdir. "Ruh" meleklerin
de göremedikleri bir takım mahluklardır, diyenler de olmuştur.
Metinde
geçen bu zikirlerin namazda okunması mevzuu ulemâ arasında ihtilaflıdır. Biz
bir önceki hadisin açıklamasında bu mevzuda yeterli bilgiyi verdiğimiz için
burada tekrara lüzum görmedik.[27]
873. ...Avf b. Mâlik el-Eşcâî[28]
'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) ile birlikte bir gece namaz kıldım. Kalktı
(birinci rekatta) Bakara sûresini okudu. Her rahmet âyetine geldikçe durdu (ve
Allah'dan rahmet) istedi. Azab âyetine geldikçe de durdu (ve Allah'a) sığındı.
Sonra "Sübhâne zi'1-ceberûti ve'I-kibriyâi vel-azameti = kahr ve kudret sahibi,
izzet ve saltanat sahibi, ululuk ve azamet sahibi olan (Rabbimi) teşbih (ve
tenzih) ederim" diyerek kıyamı kadar rükûda kaldı,sonra kıyamı kadar da
secdede kaldı. Secde halinde iken de bu dualara benzer dualar okudu. Sonra
(ikinci rekata) kalktı, sonra (üçüncü rekatta) bir sure (dördüncü rekatta da
diğer) bir sûre okudu.[29]
Bu
hadis-i şerif dört rekatlı namazların her rekatında Kur'ân okunacağına delâlet etmektedir.
Ancak (136.) babta geçen hadis-i şeriflerin açıklamasında beyân ettiğimiz gibi
Şafiî ulemâsına göre her rekatta Fatiha okumak farz ise de, Hanefîlere göre
okunması farz olan Kur'-ân'ı farz namazların ilk iki rekatında okumak vâcibtir.
Sadece bir âyet okumakla bu farz yerine getirilmiş olur. İmam Şafiî'nin delili
" Kıraatsiz namaz yoktur ve her bir rekat başlı başına namazdır" mealindeki 819 numaralı hadistir.
Mâlikîlere
göre namazın üç rekati, tümü mesabesinde olduğundan namazın üç rekatında
Kur'ân okumakla farz olan kıraat yerine getirilmiş olur. Hanefî ulemâsına göre
farz namazların üçüncü ve dördüncü rekâtlarında sadece Fatiha okumak
sünnettir. Çünkü Buharı ve Müslim'in ittifakla rivayet ettikleri Ebû Katâde
hadisinde şöyle buyuruluyor: "Resûl-i Ekrem (s.a.) öğle ve ikinde
namazlarında ilk iki rekâtta Fatiha ile beraber birer sûre okurdu. Son iki
rekatta ise, sadece birer Fatiha okurdu.""Kur'ân'dan kolayınıza
geleni okuyunuz"[30]
âyet-i kerimesiyle namazda Kur'ân okumak farz kılınmış olmakla beraber,
özellikle, Fatiha'nm ve Fâtiha'ya ilâvden bir miktar Kur'an okunması vâcibtir.
İşte bunların hepsi farz olan kıraati meydana getirmektedir. Her ne kadar bazı
vakitlerde okunacak sûrelerin uzunluk miktarları sünnet kılınmış ise de
bunların hepsi (Hatta bir namazda hatim bile indirilse) farz olan kıraattan
sayılır. Namazda farz olan kıraatin vâcib miktarından aşağı olmaması da
vâcibtir. Bunda azı mekruh olur, fazlası sünnet sayılır.
Her
ne kadar mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem (s.a.)'in Fatiha
okuduğundan bahsedilmemişse de Ahmed b. Hanbel'in Müs-ned'inde rivayet ettiği
"Fâtihasız namaz olmaz" hadis-i şerifi namazda Fâtiha'nın okunacağına
delâlet eder.
Metindeki
"Resûl-i Ekrem üçüncü ve dördüncü rekatlarda birer sûre okudu" sözünden
maksat, bazılarına göre Nisa ve Mâide Sûreleridir. Ancak yukarıdaki
açıklamalarımızdan da anlaşıldığı gibi üçüncü ve dördüncü rekatlarda zamm-i
sûre okumak Hanefi ulemâsına göre nafile namazlara mahsustur.[31]
874. ...Huzeyfe (r.a.)'den (rivayet edildiğine göre kendisi) bir gece
Resûlullah (s.a.)'i (teheccüd) namazı kılarken görmüş (Resûl-i Ekrem önce);
“Allahu ekber Allahu Ekber Allahu ekber zul'-melekûti ve'1-ceberûti vel
kibriyâi ve'1-azameti" Allah en büyüktür, Allah en büyüktür, Allah en
büyüktür, izzet ve saltanat sahibidir, kahir ve kudret sahibidir, ululuk ve
azamet sahibidir" deyip sonra istiftah etmiş ve (Sûre-i) Bakara'yı okuyup
sonra rükû'a varmış, rükûu (sûre olarak) kıyamı kadarmış. Rükûunda
"subhâne rabbiye'l-azîm, sübhâne rabbiye'I-azim = büyük olan rabbimi
teşbih (ve tenzih) ederim" demiş. Sonra rükûu kadar da'ayakta kalıp
"Li rabbîyei-hamdü = rab-bim için hamd olsun" demiş, sonra secdeye
varmış ve secdesi de kıyamı kadar sürmüş. Secdesinde "sübhâne rabbiye'l
a'I == yüce olan rabbimi teşbih (ve tenzih) ederim" deyip sonra secdeden
başım kaldırmış ve iki secde arasında "rabbiğfirlî, rabbiğfirlî = ey
Rabbim beni bağışla, ey rabbim beni bağışla" diyerek secdesindeki kadar
oturmuş ve (bu şekilde) dört rekat namazkılmış ve bu namazda (sure-i) Bakara,
âl-i İmrân, Nisa, Mâide veya En'am'ı okumuştur. (Râvi) Şu'be (Resûl-i Ekrem'in
okuduğu sûrenin En'âm mı yoksa Mâide mi olduğunda) tereddüt etmiştir.[32]
"Sonra
istiftah etmiş*' sözü "Fatiha okudu" anlamına gelebileceği gibi,
"subhâneke duasını okudu" anlamına da gelebilir. Aynı zamanda bu
kelime "iftitah tekbiri aldı" anlamını da ifâde etmektedir.
Bu
durumda Resûl-i Ekrem (s.a.)'in tercümesini sunduğumuz duayı iftitah
tekbirinden önce okumuş olması mümkün olduğu gibi, sonra okumuş olması da
mümkündür. Ayrıca bu hadis-i şerifte Resûİ-i Ekrem'in birinci rekatta Bakara,
ikinci rekatta ÂI-i İmran, üçüncü rekatta Nisa Sûresi'ini okuduğu; dördüncü
rekatta da Mâide veya En'âm surelerinden birini okuduğu ifâde ediliyor ki bu,
Resûl-i Ekrem'in dört rekatlı namazların her rekatında Fâtiha'dan sonra zamm-i
sûre okumuş olduğunu gösterir. Bir önceki hadis-i şerifte de ifâde ettiğimiz
gibi, her rekâtta Fâtiha'dan sonra zamm-i sûre ve sözü geçen duayı okumak
Hanefî ulemâsına göre sadece nafile namazlarına mahsustur. Zaten hadis-i
şerifin metninden de Resûl-i Ekrem (s.a.)'in kılmış olduğu bu namazın teheccüd
namazı olduğu anlaşılmaktadır.
Metindeki
"sübhane rabbiyelazîm" sözünün iki kere tekrarlanışına bakarak
Resûl-i Ekrem'in bu teşbihi sadece iki kere tekrarladığım zannetmek ,doğru
değildir. Bu teşbihin metinde iki kere zikredilmesinden maksat, Resûl-i
Ekrem'in bunu defalarca tekrarladığını ifâde etmektedir. Nitekim biz bu meseleyi
871 numaralı hadis-i şerifte genişçe açıkladık. Hadis âlimlerinin beyânına,
göre metinde geçen "lirabbiye'l-hamdu" cümlesini Resûl-i Ekrem
rükû'dan doğrulduktan ve "semiallahü limenhamideh" dedikten sonra söylemiştir.
Aynı zamanda bu hadis-i şerif Hz. Peygamberin okuduğu bildirilen bu gibi
teşbihleri ve duaları nafile namazların kavme ve celselerinde okumanın caiz
olduğuna da kesinlikle ve açıkça delâlet etmektedir.[33]
875. ...Ebû Hüreyre (r.a.)'den; Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kulun Rabbine en yakın olduğu (hal) secde hâlidir. Öyleyse (secdede
iken) çokça duâ ediniz."[34]
Kulun
Allah Teâlâ'ya yakın olmasından murad O'nun rahmetine ve affına yakın olması
demektir.
"Akrabû"
kelimesi mubtedâdır. Haberi ise, mahzufdur. Kendisinden sonra gelen "ve
hüve sâcidun" cümlesi haberin yerini tuttuğu için ayrıca haberin zikrine
lüzum görülmemiştir. "Min rabbihi" kelimesi de "min rahmeti
Rabbihi" mânâsındadır. "Mâ" kelimesi de zaman mânâsına
gelmektedir. Allah'ın rahmeti hal-mahal alakası ile mecazen zamana izafe
edilmiştir. Netice olarak kulun Allah'a en yakın olduğu zamanın secdede
bulunduğu zaman olduğu bu hadis-i şeriften anlaşılmaktadır. Çünkü tevâzuun en
son haddi secde halinde gerçekleşmektedir. Secdede aynı zamanda kibrin ortadan
kalkışı, nefsâniyetin kırılıp yok oluşu vardır. Çünkü nefis, sahibine hiçbir
zaman böylesine bir tevâzuyu emretmediği gibi sahibinin bu şekilde tevazu ve
mezellet göstermesine de tahammül edemez. Bu bakımdan kul secdeye varınca
nefsine karşı koymuş ve ondan uzaklaşmış olur. Bilindiği gibi kul nefsinden
uzaklaşınca Allah'a yaklaşır. İşte bunun içindir ki Resûl-i Ekrem (s.a.)
Efendimiz secdede iken duanın çokça yapılmasını tavsiye buyurmuştur.[35]
Bu
hadis-i şerif secdede iken duanın çokça yapılmasını tavsiye etmekle beraber
secdenin de sık sık yapılmasına uzatılmasına delâlet etmektedir. Aynı zamanda
secdenin kıyamdan daha faziletli olduğunu söyleyenler için de bir delildir.
Bilindiği gibi secdenin mi yoksa kıyamın mı daha faziletli olduğu meselesi ulemâ
arasında ihtilaflıdır. Her iki tarafın da kendilerine göre delilleri vardır.
Bu,mesele ile ilgili görüşler kısaca şöyledir:
1. Secdeyi ve rükû'u uzatmak kıyamı uzatmaktan daha faziletlidir.Tirmizî ve
Beğavî bunu bir cemaatten nakletmişlerdir. Abdullah b. Ömer de tou görüştedir.
Nitekim mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif de bunu ifade etmektedir. Ayrıca
Müslim ve İmam Ahmed'in Sevbân'dan naklettikleri şu hadis-i şerif de buna
delâlet etmektedir: "Allah'a çok çok secde etmeye bak. Çünkü eğer sen
Allah için bir secde yaparsan, onun sayesinde Allah senin bir dereceni
yükseltir ve onun sayesinde bir günahını indirir."[36]
2. Kıyamı uzatmak rükû ve sücûdu çoğaltmaktan daha faziletlidir. Nitekim
İmam Şafiî ile Ebû Hanife bu görüştedirler. İmam Ahmed ile Müslim'in Hazreti
Câbir'den rivayet ettikleri şu hadis de bu imamların görüşünü te'yid
etmektedir: "Namazın en faziletlisi kunûtu uzun olandır".[37]
3. Mâliki ulemâsı bu mevzuda ikiye ayrılmış, bir kısım rükû ve secdenin
bir kısmı da kıyamın daha faziletli olduğunu kabul etmiştir.
4. İmam Ahmed b. Hanbel ise, bu mevzuda sükûtu tercih etmiştir.
Bu
hadis-i şerif kulun, secde halinde Allah'a daha yakın olduğunu ifâde ettiği
halde, İmam Ebû Hanife ve İmam Şafiî gibi zatların kıyamın daha faziletli
olduğunu söylemelerinin sebebini kendileri şöyle açıklamışlardır: "Secdede
kulun Allah'a daha yakın olması, secdenin kıyamdan daha faziletli olduğuna
değil, ancak duanın secdede daha makbul olduğuna delâlet eder. Aynı zamanda
kıyamda Kur'ân okunur, rükû' ve secdede ise, teşbih okunur. Kur'-ân'm teşbihten
daha faziletli olduğu ise aşikârdır." Bu sözler aynı zamanda bu mevzudaki
hadislerin arasını uzlaştırmakta ve herhangi bir çelişkinin bulunmadığını
göstermektedir.
"Secdedeyken
çokça duâ ediniz." cümlesi aveti nazil olduğu zaman, Resûlullah (s.a.)
"bunu rükunuzda okuyunuz" âyeti kerimesi nazil olduğu vakit de
"bunu secdenizde okuyunuz'* buyurdu" mealindeki 861 numaralı hadis-i
şerife de aykırı değildir. Çünkü duâ, zikir ve teşbih etmek gibi manalara
gelir, bu bakımdan bu cümledeki duadan maksat, "Allah'ı teşbih ve tenzih
etmek" anlamına-dır, denilebilir. Şayet buradaki dua kelimesinin mutlak
istemek manasında kullanıldığı kabul edilirse, o zaman 861 numaralı hadisteki
teşbihin hem farzlara, hem de nafilelere şâmil olduğu, konumuzu teşkil eden
hadisteki dua emrinin sadece nafilelere mahsus olduğu söylenebilir. Çünkü
nafilelerde farzlara nispetle genişlik vardır. Bu bakımdan nafile namazların
secdelerinde her türlü zikir ve duâ yapılabilir.[38]
876. ...İbn Abbâs (r.a.)'dan (rivayet edildiğine göre); Peygamber, (son
hastalığında kapısında bulunan) perdeyi açmış ve halkın Ebû Bekir (r.a.)'in
arkasında (namazda) saf olmuş halde durduklarını görmüş (namaz bitince);
"Ey Nas! Şu bir gerçek ki, müslümanın göreceği yahut ona gösterilecek
sâlih rü'yâdan başka Peygamberliğin müjdelerinden hiç bir şey kalmamıştır ve
ben kesinlikle rükû ve secde hâlinde Kur'ân okumaktan nehyolundum. Kükû'da
Allah'ı tazim ediniz. Ama secdede duâ etmeye çalışın, zira secde halinde duanız
kabul olunmaya daha lâyıktır" buyurmuştur.[39]
Resûl-i
Ekrem bu konuşmasını son hastalığı esnasında yapmıştır. Nitekim Müslim'in
rivayetinde bu nokta şöyle açıklanmaktadır: "Resûlullah (s!a.) perdeyi
açtı, vefatına müncer olan bu hastalığında başı sarih idi ve üç defa:
"Allah'ım, tebliğ ettim mi?" dedi. (Sonra şunları ilâve etti:)
"Hiç şüphe yok ki salih bir kulun göreceği yahut kendisine gösterileceği
rü'yudan başka Peygamberliğin müjdecilerinden hiçbir şey kalmamıştır."[40]
Resûl-i
Ekrem maraz-i mevtinde namaz kıldırmaya gidemediği için, halk Resûl-i Ekrem'in
kendilerine mescid imamı olarak tayin ettiği Ebû Bekir'in arkasında namaz
kılarken Nebiyyi Zişan Efendimiz kendisinde biraz hafiflik hissettiği için
yatağından kalkarak mescide gelmiş ve kapıda bulunan perdeyi aralayarak cemaat
halinde namaz kılmakta olan ümmetini memnuniyetle seyretmiş, namaz sona erince
tercemesini sunduğumuz özlü konuşmasını yapmıştır. Resûl-i Ekrem (s.a.);
"Peygamberliğin müjdecilerinden müslümanın göreceği salih rü'yadan başka
birşey kalmamıştır" sözleriyle, kendilerinin çok yakın bir zamanda vefat
edeceğine ve veâtıyle nübüvvet alâmetlerinin sona ereceğine işaret etmiştir.
Salih
rü'yadan maksat mutlaka gerçek rü'ya değil, mülayim ve gönle muvafık olan
rü'yadır. Çünkü sâdık rü'ya bazan elem verici olabilir. Halbuki müjde, arzu
edilen birşey vücuda geldiği zaman verilir. Resûlullah (s.a.) Efendimizin
"Ben kesinlikle rükû' ve secde halinde Kur'ân okumaktan nehyolundum"
buyurması, her ne kadar görünüşte hitabın kendisine mahsus olduğunu
gösteriyorsa da gerçekte bu hitab bütün müslümanlara şâmildir. Çünkü Resûl-i
Ekrem (s.a.) bütün müslümanlara bir örnek ve bir nümûne-i imtisal olarak
gönderilmiştir. Bu bakımdan bütün müslümanlar her işlerinde ona uymakla
mükelleftirler. Ancak herhangi bir ilâhî emrin sadece Resûl-i Ekrem'e mahsûs
olduğuna dâir bir karine bulunursa, o zaman bu emrin Resûl-i Ekrem'in şahsiyle
ilgili olduğuna hükmedilir. Secde veya rüku'da Kur'ân okumanın yasaklanmasını
Resûl-i Ekrem'e tahsis eden herhangi bir karine bulunmadığı gibi, "rükû
halinde Allah'ı ta'zim edin, secdede ise dua etmeye çalışın" sözleri bu
yasak ve emirlerin bütün ümmete şâmil olduğunu açıkça göstermektedir. Rüku ve
secde hallerinde Kur'ân-ı Kerim okumanın yasaklanmasındaki hikmet, Kurân’a olan
saygıya ve Kur'ân okuyan kimsenin makamının yüksekliğine bağlanabilir. Çünkü
rükû' ve secde halleri her ne kadar manen şerefli ve faziletli haller ise de,
görünüşte zillet ve meskenet halleridir. Halbuki Allah Teala'nın Kurân’ım
okuyan kimsenin onu sânına lâyık bir halde okuması gerekir. Buna; "Kur'ân
okumak bir ibadettir. İbâdete en uygun olan hal de zillet ve meskenet
halidir" diye itiraz etmek doğru değildir. Çünkü ibâdette aranan meskenet
ve zillet kalpte duyulan zillet ve meskenettir. Zahirî meskenet ikinci
derecede kalır. Kur'ân okurken ise, zahiren Kur'ân'a uygun olan bir makamda
bulunmak icabeder.[41]
Hattâbî'ye
göre ise, rükû ve secde halleri insanların yapacakları dua ve tesbihâta tahsis
edilmiştir. Bu bakımdan Resûl-i Ekrem Allah sözüyle kul sözünün
birleştirilmesini önlemek için rükû ve secdede Kur'ân okumayı yasaklamıştır.
Hanefî
ulemasından İbn Melek'e göre ise bunun hikmeti, şöyle açıklanabilir: Namaz
rükünlerinin en faziletlisi kıyamdır. Zikirlerin en faziletlisi ise,
Kur'ân'dır. Bu bakımdan en efdal zikir olan Kur'ân-i Kerim, en efdal rükün olan
kıyama tahsis edilerek diğer zikirlerle müsavi oldujşu kanaatinin doğması
önlenmiştir.
Rükû' ve secdede Kur'ân okumanın hükmüne
gelince:
1. Ulemânın büyük çoğunluğuna göre rüku ve secdede Kur'ân okumak
mekruhtur.Ebû Hanife'ye göre ise, sehven okunursa sehv secdesi gerekir.
2. Şafiî ulemasına göre rükû ve secdede Fatihanın okunması hakkında iki
görüş vardır:
a. Fatiha okumak da diğer âyetleri okumak gibi mekruhtur. Bu görüş Şafiî
ulemasının en sahih görüşüdür.
b. Eğer Fatiha rükû ve secdede bile bile okunursa haram işlenmiş olur ve
namazı bozar.Fakat sehven okunursa bir şey lâzım gelmez. İmam Şafiî (r.a.) ise;
"Fatiha rükû ve secdede ister sehven ister bile bile okunmuş olsun,
mutlaka sehv secdesini gerektirir," demiştir.
Hadis-i
şerifin sonunda Resûl-i Ekrem (s.a.) rükûda "Sübhâne Rabbiye'l-azîm"
diyerek Cenab-ı Hakk'ı ta'zim etmeyi, secdede çokça dua etmeyi emretmiştir.
Bundan önceki hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi eğer buradaki duadan
maksat dua kelimesinin kapsamı içine giren teşbih ve tenzih ise, hem farz hem
de nafile namazlara şâmildir. Eğer sadece "istemek, yardıma çağırmak"
anlamında kullanılmışsa o zaman bu emrin şümulüne sadece nafile namazlar
girer. Çünkü Resûl-i Ekrem'in farz namazların rükû ve secdelerinde bu mânâda
duâ ettiği vaki değildir. Ancak bilindiği gibi nafile namazlarda farz namazlara
nispetle biraz daha fazla genişlik olduğundan nafilelerde bu mânâda dua da
yapılabilir.[42]
1. Müzminin sadık rüya görmesi mümkündür.
2. Rükû ve secdede Kur'ân okumak yasaklanmıştır.
3. Nafile namazların rükû ve secdelerinde duâ etmek caizdir.[43]
877. ...Âişe (r.anhâ)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) rükûun-da ve secdesinde
Kur'ân'daki; âyetinin manasına yönelerek "Allah'ım, seni teşbih (ve
tenzih) ederim. Ey Rabbimiz (sana) hamelinle (hamdederim), Allah'ım, beni
bağışla" (teşbihini) çok okurdu.[44]
Her
ne kadar Müslim'deki rivayet Resûl-i Ekrem'in bu duayı namazda mı yoksa namaz
dışında mı okuduğunu açıklamıyorsa da Ebû Davud'un bu rivayetinde ve Buhârî'nin
naklettiği Hz. Âişe hadisinde namaz içerisinde okuduğu açıkça ifade
edilmektedir. Nitekim Müslim'in rivayet ettiği diğer bir hadiste şöyle
buyuruluyor: "Resûlullah (s.a.) “Allah'ı hamdine bürünerek teşbih eylerim,
Allah’tan mağfiret diler, O'na tevbe ederim" sözlerini çok söylüyordu.
Ben:
"Yâ Resûlullah! Görüyorum ki, "Allah'ı hamdine bürünerek teşbih
eylerim, Allah'dan mağfiret diler, O'na tevbe ederim" sözlerini çok
söylüyorsun" dedim. Resûlullah (s.a.); "Rabbim bana ümmetim hakkında
bir alâmet göreceğimi haber verdi. Ben onu gördüm mü Allah'a, hamdine bürünerek
teşbih ederim. Allah'dan mağfiret diler O'na tevbe ederim" sözlerini çok
söyleyeceğim işte o alâmeti gördüm: (Alâmet şudur): "Allah'ın yardımı ile
fetih (yani Mekke'nin fethi) geldiğinde sen de insanların takım takım Allah'ın
dinine girdiklerini gördüğünde hemen rabbinin hamdine bürünerek teşbih et ve
O'ndan mağfiret dile. Çünkü Allah tevbeleri çok kabul edicidir"[45]
(Nasr Suresi).
cümlesine
Buhârî şârihi Aynî "Kur'ân'la amel ederdi" sözünden maksat mecazen
Kur'ân'ın bir kısmıyla amel ederdi, demiştir. Yâni; âyeti kerimesiyle amel
etmek demektir. "Yeteevvelü" kelimesi aslında bir şeye dönmek anlamına
gelirse de buradaki mânâsı yukarıda geçen âyet-i kerimedeki emrin mânâsına
dönüp ona sarılmak ve onunla amel etmek demektir. Biz tercümemizde kavis
içindeki açıklamalarımızla bu manaya işaret etmek istedik,
Âyet-i
kerimedeki "fesebbih" emrinden Allah'ı teşbih mânâsı anlaşılabileceği
gibi, "Allah'a ha m d et" mânâsı da anlaşılabilir. Çünkü teşbih aynı
zamanda hamdetmek mânâsına da gelir. Bu durumda sadece "Sübhânellah"
veya "elhamdülillah" demekle bu emrin gereği yerine getirilmiş
olabilir. Ancak hadis-i şerifteki "sübhanekellahümme Rabbena ve
bihamdik" cümlesine bakılırsa, âyet-i kerimedeki emrin yerine
getirilebilmesi için teşbih ile hamdin birleştirilmesi gerektiği anlaşılır.
Bununla beraber Resûlullah'ın namazındaki teşbih ve hamdleriyle ilgili bütün
hadis-i şerifler bir arada mutalea edilirse, hadiste.geçen bu teşbihini nafile
namazlarda okuduğu anlaşılır. Ancak Resûl-i Ekrem'in bu teşbihleri vefatına
yakın zamanlarda Nasr Suresi nazil olduktan sonra okumaya başladığına
bakılırsa, bu teşbihinin Peygamber (s.a.)'in kendine has bir teşbih olduğu da
söylenebilir.[46]
878. ...Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayet edilmiştir: Peygamber (s.a.) secde
halinde iken "Allah'ım günahımın hepsini, küçüğünü büyüğünü, önünü-sonunu
bağışla" derdi.
(Râvî)
îbnu Serh, rivayetinde “açığını gizlisini" kelimelerini de ilâve etti.[47]
Hadis-i
şerifte küçük günahların büyük günahlardan önce zikredilmesinin hikmeti, çoğu
zaman büyük günahların küçük günahlarda ısrar etmekten ve onları önemsememekten
neş'et etmesiyle açıklanabilir. Her ne kadar Hattâbî, kelimelerine
"küçüğünü -büyüğünü" diye mânâ vermişse de, esasen günahı küçük
görmettln de büyük günahlardan olduğu düşünülürse, bu kelimelere " günah
I aV im in azım da çoğunu da affet" diye mânâ vermek daha doğru olur.
Bu
hadisin ravilerinden Ahmed b. es-Serh, Resûl-i Ekrem'in bu duasının sonunda
"Alâniyyetehü ve sirrahü = açığını, gizlisini" dediğini rivayet
etmektedir. Günahın gizli ve aşikâr olması ise, kullara nisbetledir. Yoksa Allah'a
nisbetle gizli olan hiç birşey yoktur.
Resûl-i
Ekrem Efendimizin hiçbir günâhı olmadığı halde bütün günahlarının
azını-çoğunu, Önünü-sonunu, açığım-gizlisini dile getirmek suretiyle bütün
bunların affını dilemesi, onun kulluğundaki samimiyeti, Allahu Teâlâya muhtaç
olduğunu itiraf ve ümmetine bu duayı ta'lim etmek istemesiyle açıklanabilir.[48]
879. ...Hz. Âişe'den; demiştir ki: Bir gece Resûlullah (s.a.)ı (odamızda)
bulamadım. (Kendisini odamızdaki her zaman) namaz kıldığı yer (mescid)de
aradım. Bir de ne göreyim; ayakları dikilmiş bir halde secdede bulunuyor ve
(şöyle) diyor(du): "Senin gazabından rızana, azabından affına, Senden
(yine) Sana sığınırım! Seni övmeyi (gereği kadar) sayıp bitiremem. Sen kendini
nasıl övdünse öylesin."[49]
Metinde
geçen "kendisini namaz kıldığı yer (mescid)de araştırdım" sözünden
maksat "kendisini odanın içinde na
maz
kılmaya tahsis edilen yerde aradım" demektir. Nesâî'nin rivayetinde ise,
bu olay şöyle ifade edilmektedir: "Bir gece Resûl-i Ekrem'i bulamadım. Eşlerinden
birinin yanına gitmiş olabileceğini düşünüyordum.
Evde
namaz kılmak için tahsis edilen yerde rükû yahut da sü'cûd halinde
gördüm."
Müslim'in
rivayetinde ise; "Bir gece Resûlullah (sallallahü aleyhi vesellem)i
yanımda göremeyince kendisini araştırdım. Derken elim onun secdegâhında dikilmiş
olan ayaklarına dokunu verdi" denilmektedir. Eğer buradaki mescid
kelimesiyle evin içindeki namaz kılınan yer değil de evin bitişiğindeki
Mescid-i Nebevî kast ediliyorsa o zaman bu hadis-i şerife şöyle mana vermek
gerekir: "Bir gece Resûlullah (s.a.)'ı yanımda bulamadım. Elimi odanın
mescide açılan penceresinden mescide uzattım. Elim secdegâhında iken onun
dikilmiş olan ayaklarına dokunuverdi." Nitekim bazı rivayetlerin ifadesi
böyledir.
"Senin
gazabından rızana, azabından affına, Senden yine Sana sığınırım" duasının
mânâsı ile ilgili olarak Hattâbî şunları söylemektedir: "Bu sözde şöyle
bir incelik vardır: Resûlullah (s.a.) Allah Teâlâ'nın gazabından yine onun
rızâsına, azabından affü keremine sığınmıştır. Rızâ ile gazab, azabla af
birbirlerine zıt kelimelerdir. Söz, zıddı olmayan Allah Teâlâ hakkında olunca,
zıddı olmadığı için bu zıtlığı şeklen devam ettirerek Allah'dan Allah'a
sığınmıştır. Bunun mânâsı, ona karşı yaptığı ibâdet ve senalarda vaki olan
kusurlardan dolayı Allah'dan af dilemekdir."
Merhum
Elmalılı Hamdi Efendi âyet-i kerimesini tefsir ederken şunları söylemektedir:
"Gönüller fânî varlıklara bağlandığı zaman genellikle korku ile ümidin
kaynağını başka başka görür ve o zaman bakarsınız bir tarafta dilber sevgi
mabudları, bir tarafta da kahraman korku ma'butları dizilmiştir. İkisinin
arasında kalan zavallı kalb ikisine de kendini sevdirip korkusunu defetmek
ümidine ermek için ne heyecanlarla kıvranır, nice mantıksız tezellüller ve ta'zimler
izhar ederek çırpınır, tapınır ve kendi fikrince bu bir ibâdet olur. Faîcat ne
fâide ki, nazarında ümidi veren başka, korkuyu veren başka ve bunları
birleştiren hâkim temel yok... Susuzluğum-daki hararet ve suyu içtiğim zamanki
neş'e sadece sudan kaynaklanıyorsa, her susadığım zaman suya koşmamın bir
mânâsı vardır. Fakat bunlardan biri suyun diğeri ateşin eseri ise, sudan ateşe,
ateşten suya koşmak yorgunluğu iyice arttırmaktan başka bir netice
vermez."
Aynı
zamanda "senin gazabından affına sığınırım" cümlesinde "rahmetim
gazabımı geçmiştir"[50]
hadis-i şerifine işaret;
"Seni
övmeyi (gereği kadar) sayıp bitiremem" cümlesinde de "Eğer Allah'ın
nimetlerini saymaya kalkarsanız, sayamazsınız"[51]
âyet-i kerimesine işaret vardır.[52]
1. Kadına dokunmakla abdest bozulmaz.
2. Secdede iken ayakları dikerek ayak parmaklarının secdeye varmasını
sağlamak lâzımdır. Nitekim merhum M.Zihnî Efendi bu meseleyi açıklarken şunları
söylemektedir: "Namazın şartlarından biri de secde halinde -el ve
dizlerden birini ve ayak parmaklarından bir kısmını- kıbleye çevirmiş olarak
secde yapmaktır. Daha önce de bu meseleye temas edildiği üzere ayağın dış
yüzünü yere doğru getirerek yapılan secde kâfi görülmemektedir. Zira ayağın
yüzü secde mahalli değildir. Çünkü bu mevzudaki hadis-i şerifte:
"Ben
yedi aza üzerine secde etmekle emrolundum. Alın, iki el, iki diz, ve iki ayağın
parmaklan"[53]
Görülüyor
ki secdeye varınca ayakları dikerek ayak parmaklarının secdeye varmasını
sağlamak namazın şartlarındandır.[54]
880. ...Âişe (r.anhâ) Resülullah (s.a.)ın namazında şöyle duâ ettiğini
haber vermiştir: "Ey Allah'ım, kabir azabından, Mesih-i deccâ-lin
fitnesinden, hayatın ve ölümün fitnesinden sana sığınırım. Ey Allah'ım,
günahdan ve borçtan da sana sığınırım." Birisi (kendisine) "Borçtan
ne çok Allah'a sığınıyorsunuz?" deyince Resülullah (s.a.) cevaben şöyle
buyurdu: "Kişi borçlandı mı, konuşur yalan söyler, söz verir, yerine
getirmez"[55]
Bu
hadis-i şerifte Cenab-ı Peygamber dört şeyden Allah'a sığınmıştır:
1. Kabir azabından,
2. Mesih-i Deccâl'ın fitnesinden,
3. Hayatın ve ölümün fitnesinden
4. Günah ve borçtan.
Resülullah
(s.a.) Efendimiz namazın sonunda selâm verdikten sonra hadis-i şerifte ifâde
edildiği şekilde duâ ederdi. Bu dört şeyden Allah'a sığınması kendisinin bu
tehlikelere mâruz kaldığından değil, bu tehlikelerin ümmetini beklediğinden ve
onlara bunları haber vermek ve Allah'a nasıl dua edileceğini öğretmek
istemesindendir. Mesih-i Deccâl'ın kendisinden çok sonra çıkacağını bildiği
halde onun fitnesinden de Allah'a sığınması yine bu hikmete bağlıdır. Aynı
zamanda bu duâ sayesinde mü'minler kendilerini bekleyen bu tehlikeleri tanımak
ve onlardan korunmak için daha önceden tedbir almak imkânım bulmuş olurlar.
Meselâ, Deccâl'ın birgün çıkacağı haberi mü'minler arasında yayılarak nesilden
nesile intikal eder. Herkes onun mü'min-lere ne gibi zararlar verebileceğini ve
vasıflarını daha önceden bütün ayrıntılarıyla tanımak fıpsatını bularak
hazırlıklı ve tedbirli olurlar. Bu sayede Deccâl zuhur ettiği zaman, onu
tanımakta ve zararlarından korunmakta güçlük çekmezler.
Resûl-i
Ekrem (s.a.)'in Deccâl'in şerrinden Allah'a sığınmasının ümmeti namına olduğu
da düşünülebilir. Esasen, altının değerini anlamak için ateşe koymaya fitne denir.
Daha sonra bu tâbir her türlü deneme ve imtihan için de kullanılmaya
başlamıştır. Bu da gösteriyorn ki, ümmet-i Muhammed yukarıda geçen dört
tehlike ile karşı karşıya gelecekler ve bunlarla imtihan edilecekler.
Bilindiği
gibi Hz. İsa'ya İsa’yı Mesih, Deccâl'a da Mesih-i Deccâl denir. Çünkü
"Mesih" kelimesi; silmek, sürmek anlamına gelen "mesh" kökünden
gelir. Deccâl'a mesih denilmesi kendisinden hayır silinip alındığı içindir. Bir
gözü tamamı ile silinmiş gibi dümdüz kör olduğu için bu ismin verildiğini
söyleyenler de vardır. Ebu'l-Heysem'e göre Deccâl'a mesîh değil,
"Missîh" denilir.
Hz.
İsa'ya da elini sürdüğü hastalar mübarek elindeki uğur ve bereketle derhal şifa
buldukları için mesih denmiştir. Dünyaya gelirken vücûduna yağ sürülmüş olarak
doğduğu için "mesîh" (sürülmüş)" denildiğini söyleyenler de
vardır. Ayrıca Mesih çok seyahat eden anlamına da gelir.
Hayatın
fitnesi: Yaşadığı müddetçe insanın başına gelen çeşitli belâlar, sıkıntılar,
şehvet ve cehaletin sürüklediği tehlikelerdir. Bunların da en büyüğü, Allah
korusun, ölürken imanı muhafaza edememektir.
Hadisteki
ölümün fitnesinden maksadın ne olduğu, ulemâ arasında ihtilaflıdır. Bazıları
bundan kabir fitnesinin kastedildiğini söylemiştir. Bazılarına göre ise, ölüm fitnesinden
maksat, can çekişme anındaki fitnedir. O anda şeytanın bir çok fitne ve
desiselere başvurarak müslümanı imanından etmeye çalışacağı, çeşitli
delillerle sabit olmuştur.
"Ölüm
fitnesi", "kabir fitnesi" diye tefsir edilince "kabir
fitnesi" ile "kabir azabı"nın aynı şey oldukları ve lüzumsuz
yere tekrar edildikleri hatıra gelebilir. Fakat aslında bunlar birbirinin aynı
değildirler. Çünkü fitne, azaba sebeb olan şeydir. Azab ise, neticedir. Tabii
ki sebep başka, netice başkadır. Öyleyse tekrar yoktur. Yani ölüm, kabir
azabına sebeb olduğu için "Ölüm fitnesi" ile "kabir
azabı"mn kast edilmiş olması mümkündür.
Nesâî'nin
Ma'mer ve Zührî vasıtasıyla rivayet ettiği hadisten anlaşıldığına göre,
"borçtan ne kadar da çok Allah'a sığınıyorsun Ya Resûlallah?" diyen
Hz. Âişe'dir. Peygamber (s.a.)'in ona cevaben "kişi borçlandı mı konuşur,
yalan söyler; söz verir, yerine getirmez" buyurması şu mânâya gelir: Bir
adam borçlandı mı, borcunu ödemek için birşey veya bir vakit gösterir. Zamanı
gelince va'dettiği şeyi bulup veremez, yahut va'd ettiği zamanda borcunu
ödemeye gücü yetmez. Bu suretle yalancı durumuna düşer. Va'dinden dönmesi de
böyle olur. Halbuki gerek yalancılık gerekse sözünden dönme münafıkların
sıfatlarındandır.
Burada
şöyle bir soru hatıra gelebilir. Hayat ve ölüm fitnesi bütün fitnelere şâmil
iken diğer fitnelerin zikrine ne lüzum vardı?
Cevab:
Diğer fitnelerin ayrı ayrı zikredilmesi serlerinin büyüklüğünden dolayıdır.
Şüphesiz ki genel bir ifâdenin kapsamı içine giren bazı kısımlar üzerinde özellikie
durmak, onlara dikkatleri daha fazla çekmek gayesiyle yapılır.
Bu
hadis-i şerifte Cenab-ı Peygamberin borçtan Allah'a sığınması = Borcunu
ödeyinceye kadar Allah borçlu ile beraberdir”[56]
Hadis-i şerifine muarız değildir. Çünkü bu iki hadisin arasım uzlaştırmak
mümkündür. Şöyle ki; Peygamber (s.a.)'in Allah'a sığındığı borç, ödeme imkânı
olmayan borçtur. Bunu alan kimse din kardeşinin malını helake mâruz bırakmış
olur. Yahut da buradaki borç, ödeme niyeti olmadan alınan borçtur. Resûl-i
Ekrem (s.a.) bu duayı ümmetine öğretmek için yapmıştır. Yoksa kendisinin
ödememek niyetiyle borç almış olması düşünülemez. Allah'ın, borçlunun yanında
olduğunu ifâde eden hadis-i şerif ise, gerçekten meşru birjhtiyacı karşılamak
ve ödemek niyeti ile alınan borçla ilgilidir.[57]
1. Kabir azabl haktır.
2. Deccal çıkacaktır ve muslumanlar bununla imtihan olacaklardır.
3. Fitne ve fesatlardan Allah’a sığınmak ve bunlardan kurtulmak için dua
etmek meşrudur.
4. İnsanı yalancı durumuna düşürecek borçlanmalardan sakınmak, ve Allah'a
sığınmak lâzımdır.[58]
881. ...Ebû Leylâ'dan; demiştir ki; Nafile namazı kılmakta olan Resûlullah
(s.a.)'ın yanında namaza durmuştum. O'nu (şöyle) duâ ederken işittim:
"(Cehennem) ateş(in)den Allah'a sığınırım. Cehennemliklerin vay hâline!"[59]
Veyl,
sözlükte başa gelen belâ, keder, vay, yazık ve helak anlamlarına geldiği gibi,
aynı zamanda Cehennemde bulunan bir vadinin de özel ismidir. Oraya kâfirler
atılır. Tabana düşmeleri için 40 yıla ihtiyaç vardır. Tirmizî'nin bir rivayetinde
de "iki dağ arasında bir vadinin ismidir kî, kâfirler oraya atıldıkları
zaman 70 senede tabana ulaşırlar”[60]
buyuruluyor.
Resûl-i
Ekrem (s.a.) Cehennem ateşinin şiddet ve dehşetinden Allah'a sığınmıştır. İbn
Mâce'nin, Enes (r.a.) den rivayet ettiği bir hadiste Resûli Ekrem (s.a.) şöyle
buyuruyor: "Sizin dünyadaki şu ateşiniz Cehennem ateşinin yetmişte
biridir."[61]
Yine
İbn Mâce'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte İbn Abbas (r.a.) şöyle
buyuruyor: Resûlullah (s.a.): "Ey iman edenler, AI lalı'd an hakkıyle korkunuz
ve Allah'a teslim olmuş kimseler olarak can veriniz"[62]
âyet-i kerimesini okudu ve şöyle buyurdu: "Eğer Cehennemde bulunan zakkumdan
bir damla dünyaya düşecek olsa, dünya ehlinin hayatını altüst ederdi. Artık
zakkumdan başka bir yiyeceği olmayan Cehennemliklerin halinin nasıl olacağı
düşünülmelidir."[63]
882. ...Ebû Hüreyre (r.a.) dedi ki: Resûlullah (s.a.) namaza durdu onunla
beraber biz de durduk. Bir bedevi arab namazda; "Ey Allah'ım, bana ve
Muhammed'e acı, bizimle dışımızda başka kimseye acıma!" diye duâ etti.
Resûlullah (s.a.) selâm verince, bedeviAraba, -Aziz ve Celil olan Allah'ın
rahmetini kast ederek- "Vallahi sen genişi daraltın” buyurdu.[64]
Bu hadis-i
şerifte insanın, Allah'ın
rahmetinin sadece kendisine erişip başkasının bunun dışında kalmasını
istemesinin caiz olmadığı ifâde edilmektedir. Allah'ın geniş olan rahmetini
başkalarından kıskanmak pintiliktir, bahilliktir. Aynı zamanda bütün
müslümanlara şâmil olacak şekilde yapılan duâ, Allah katında daha makbuldür. Çünkü
Allah Teâlâ'nın rahmeti, herşeyi kuşatmıştır. Ve Allah Teâlâ bu herkese şâmil
olacak şekilde duâ edenleri Kur'an-ı Kerim'inde şu şekilde övmüştür: "Ve
onlardan sonra gelenler de (şöyle) duâ ederler: Ey Rabbimiz, bizi ve bizden
evvel iman eden kardeşlerimizi bağışla"[65]
Bazı
râvilerin ifadesine göre, metindeki "aziz ve celil olan Allah'ın rahmetini
kast ederek" sözü Ebu Hüreyre'ye aittir.[66]
883. ...İbn Abbâs (r.a.)dan rivayet edildiğine (göre), peygamber (s.a.)
"Rabbinin o çok yüce adım teşbih (ve tenzih) et" (âyet-i kerimesini)
okuduğu zaman, yüce olan Rabbimi teşbih (ve tenzih) ederim" derdi.
Ebû
Dâvûd dedi ki: Bu hadisin rivayetinde Vekî'e muhalefet edildi. (Şöyle ki) Ebû
Vekîile Şu'be, bu hadisiEbû
İshak
Saîd b. Cübeyr vasıtasıyla İbn Abbâs'dan mevkuf olarak rivayet ettiler.[67]
Bu
hadisin zahirine göre Resûl-i Ekrem (s.a.)'in "Rabbinin o çok yüce adını
teşbih (ve tenzih) et"[68]
âyet-i kerimesini her okuyuşunda "yüce olan Rabbimi teşbih (ve tenzih) ederim"
dediği anla-şılıyorsa da Hanefî uleması, namaz içinde bu âyet-i kerimenin
okunması halinde hadiste ifâde edildiği şekilde mukabele etmenin farz
namazlarda caiz olmadığı görüşündedirler. Ancak nafile namazlarda bu şekilde
mukabele etmekte bir sakınca görmemişlerdir.
Bu
hadisi Vekî', her ne kadar Resûl-i Ekrem'e kadar ulaşan bir senedle merfû'
olarak nakletmişse de, Vekî'nin babası (Ebû Vekî') ile Şu'be bu hadisi Ebû
îshak ve Saîd b. Cübeyr vasıtasıyla Abdullah b. Abbâs'a kadar ulaşabilen bir
senedle mevkûfolarak nakletmişlerdir. Hadisin sonundaki talik ile Ebû Dâvûd bu
farklılığa işaret etmek istemiştir. Ebû Vekî'nin ismi el-Cerrâh b. Melih'dir.
Ebû Dâvûd, Ebu'l-Velîd, Nesâî, İbn Adiyy v.e Nevevî onun güvenilir bir râvi
olduğunu söylemişlerdir.[69]
884. ...Mus'ab, Ebî Âişe'den; demiştir ki: Bir adam evinin üstünde namaz
kılar ve "bütün bunları yapan (Allah) ölüleri tekrar diriltmeye kaadir
değil midir?"[70]
âyetini okuyunca "Sübhâneke febelâ = seni teşbih (ve tenzih) ederim, evet
(Sen ölüleri tekrar diriltmeye kaadirsin)" derdi. Bunu kendisine
sordular, "Ben bunu Resûlullah (s.a.)'den işittim" diye cevab verdi.
Ebû
Dâvûd dedi ki: Ahmed (b. Hanbel): Farz (namazlarda, Kur'-ân'daki (dualar)la dua
etmek benim hoşuma gider" dedi.[71]
Hadis-i
şerifte geçen "belâ" kelimesi olumsuz bir soruya karşı sorudaki
olumsuzluğu kaldırmak için kullanılan bir kelimedir. "Değil mi, olmadı
mı" şeklindeki olumsuz sorulara "belâ" kelimesiyle cevab
verilince sorudaki olumsuzluk kalkar ve sorunun olumlu yo-nu tasdik edilmiş
olur. Nitekim âyet-i kerimeye "belâ" kelimesiyle cevab verilince,
"evet sen ölüleri diriltmeye kaadirsin" mânâsındaki mukabelede
edilmiş olur. Fakat böyle olumsuz bir soruya "neam = evet" diye
mukabele edilecek olursa, soru bu olumsuz şekliyle tasdik edilmiş olur.
Nitekim "ben sizin Rabbiniz değil miyim?" âyet-i kerimesinin tefsirinde
İbn Abbâs (r.a.) şöyle demiştir: "eğer belâ yerine "neam' diyerek
cevab verselerdi kâfir olurlardı."
Ancak
"Avnu'1-Ma-bûd" müellifi bu kelimenin bazı "Sünen-i Ebû Dâvûd"
nüshalarında "Beka" (ağladı) şeklinde olduğunu söylüyor ki bu nüshaların
doğruluğu kabul edildiği takdirde namazda ağlamanın caiz olduğu anlaşılır.
Ancak muteber olan nüshaların çoğunda "belâ" şeklinde geçmektedir.
Ahmed
b. Hanbel'in; "farz namazlarda Kur'an'daki dualarla dua etmek benim
hoşuma gider" sözü iki mânâya gelir:
1. Farz namazlarda selâm vermeden önce Kur'an'da bulunan duâ âyetlerini
okuyarak duâ etmek,
2. Kur'an-ı Kerim'de bulunan teşbih âyetlerine geldikçe Kur'an'da bulunan
teşbih âyetleriyle Allah'ı teşbih etmek, rahmet âyetlerine uğradıkça rahmet
âyetlerini okuyarak cevab vermek, azab âyetleri gelince de Kur'an-ı Kerim'de
bulunan istiâze âyetlerini okuyarak mukabelede bulunmak. Ulemâ bu ikinci
mânâyı tercih etmektedir.
Görülüyor
ki, İmam Ahmed teşbih ve tasdik ile mukabele edilmesi gereken âyetlere mukabele
etmeyi sadece nafile namazlarına tahsis etmemektedir. Nafilelerde olduğu gibi
farz namazlarda da mukabelede bulunulmasını müstehab görmektedir. Nitekim İmam
Şafiî de aynı görüştedir. İmam Ebü Hanife (r.a.) ise, bunu farz namazlar için
uygun görmemekte, sadece nafile namazlara tahsis etmektedir.
Ancak
İmam Ahmed'in bu sözünden namazda hadislerle duâ yapılamaz anlamı çıkarılamaz.
Bu sözden sadece namazda Kur'ân âyetleriyle duâ etmenin hadislerle duâ etmekten
daha efdal olduğu anlaşılır. Fakat biz bu mevzudaki görüşleri 871 numaralı
hadisin açıklama kısmında bütün ayrıntılarıyla ele aldığımız için burada
tekrara lüzum görmüyoruz. Bîr de şunu ifâde etmek isteriz ki, hadis-i şerifte
söz konusu olan kişinin kimliğinin bilinmeyişi bu hadisin sıhhatine bir zarar
vermez. Çünkü bu zat sahâbîdir. Bilindiği gibi sahâbîler Resûl-i Ekrem
(s.a.)'in diliyle tezkiye edilmişlerdir.[72]
885. ...es-Sa'dî, babasından yahut amcasından (rivayetle) demiştir ki:
Peygamber (s.a.)i namazında iken gözetledim rükû ve secde hâlinde iken üç kere
"sûbhânellahi ve bihamdih = Allah'ı teşbih (ve tenzih) ederim ve ona
hamdolsun" diyecek kadar rükû' ve secde halinde dururdu.[73]
"Ramaktu"
kelimesi birinci babdandır, "baktım" ve "gözetledim"
anlamına gelir.
"Yetemekkenû" kelimesi
ise, Ahmed b.
Hanbel'in
Miisned'inde"kalırdı", dururdu" şeklinde geçmektedir.[74]
"Yetemekkenü" kelimesi organların namaz esnasında gerek rükû', gerek
secde ve gerekse kıyamda iyice yerleşmesi neticesinde sükûnete ve karara
erişmesi, mutmain olması bu rükünleri yaparken ağır ağır her uzvun o rükne
iştirak etmesi demektir. Bilindiği gibi buna "ta'dil-i erkân" denir
ki, rükünleri doğru yapmak anlamına gelir. Hatırlanacağı üzere ta'dil-i erkâna
riâyet etmek İmam-ı Azam ve İmam Muhammed'e göre vâcibdir. İmam Ebû Yûsuf'a
göre ise, bir rükün olduğundan farzdır.
Bu
hadisin Sa'dî'nin amcasından mı, yoksa babasından mı rivayet edildiği kesin
olarak bilinmediği gibi Sa'dî'nin amcasının veya babasının kimliği de
bilinmemektedir. Ancak bu zatlar sahâbî oldukları için kimliklerinin
bilinmeyişi hadisin sıhhatine zarar vermez. Çünkü sahâbiler bizzat Peygamberin
diliyle tezkiye edilmişlerdir. Ancak Sa'dî'nin kimliği de meçhuldür. İmam-ı
Nevevî "Takrîb" isimli eserinde onun kimliğinin bilinmediğini söylemektedir.
Münzirî de "Muhtasara Sünen-i Ebî Dâvûd" isimli eserinde onun
hakkında aynı hükmü vermiştir. Ancak İbn Hibbân onun isminin Abdullah olduğunu
söylediği gibi Ahmed b. Hanbel'in rivayetine göre de es-Sa'dî bu hadisi babası
vasıtasıyle amcasından rivayet etmiştir.
İbn
Kayyım el-Cevzî Zâdü'l-Me'âd isimli eserinde bu hadisin zayıf olduğunu
söylemekte, şayet sahih olduğu kabul edilse bile Resûl-i Ekrem (s.a.)'in rükû'
ve secdede iken on defa "sübhânellah" dediğini ifade eden Sahih Hadislere
ters düştüğünü ayrıca es-Sa'dîn kimliğinin bilinmediğini amcasının veya
babasının Resul-i Ekrem ile bir kere namaz kıldığını halbuki Resûl-i Ekrem'in
rükû'da ve secdede on kere "sübhanelllah" dediğini rivayet eden Enes
(r.a.) gibi râvilerin ömürlerinin Hz. Peygamberin yanında geçtiğini söyleyerek
bu hadisin zayıf olduğuna hükmetmektedir.
Yine
İbn Kayyım Resûl-i Ekrem'in rükû ve secdede iken üç kere
"sübhânallah" dediğini ifâde eden hadisleri Resûl-i Ekrem'in hasta
olması gibi arızî sebeblere bağlamakta, - tabii hallerinde iken ondan aşağı
"sübhânallah" demediğini söylemektedir.[75]
886. ...Abdullah b. Mes'ûd'dan; demiştir ki: Resulûllah (s.a.);
"Biriniz rüku'a vardığı zaman üç kere "sübhane rabbiyye'1-azîm=Büyük
olan Rabbimi teşbih ederim" desin. Bu (rükü'daki teşbihin) en aşağısıdır.
Secdeye vardığı zaman da üç kere "Sübhane ranbiye'l-â'lâ: Yüce olan rabbimi
teşbih ederim" desin. Bu da (secdedeki teşbihin) en aşağısıdır.”[76]
Ebû
Dâvûd dedi ki: Bu (hadis) mürseldir. (Çünkü) Avn, Abdullah ile buluşmamıştır.[77]
"Biriniz
rüku'a vardığı zaman üç kere, "sübhâne Rabbiye'lazim" desin. Bu en
aşağısıdır..." cümleleri rükû ve secdede teşbihin vâcib olduğunu
söyleyenler için bir delildir. Bu cümlelerin zahirine bakılırsa, rükû ve
secdede okunan teşbihin üçten aşağı olması yeterli değildir. Namazın sıhhati
için en az üç defa teşbih etmek gerekmektedir. Nitekim Sübü'l-ü's-Selâm sahibi
San'ânî de bu görüştedir. İbn Mâce'nin rivayet ettiği şu hadis-i şerif de bu
görüşü desteklemektedir: "Biriniz rükû'a vardığı zaman rüku halinde üç
kere "sübhane rabbiye'I-azim" desin,, bunu (böyle) yaparsa rükû'a
tamamlanmış olur. Secdeye vardığı zaman da secde halinde üç kere "Sübhâne
rabbiye'l a'la" desin, bunu (böyle) yapacak olursa secdesi tamamlanmış
olur. Bu en azdır."[78]
Diğer
bir görüşe göre "Bu en aşağısıdır" sözünden maksat, "teşbihin
kemâl dereceye ulaşması için rüku'da en az üç defa sübhâne rabbiye'1-azim
denmesi, secdede de en az üç defa, sübhanerabbiye'1-a'Ia" denmesi gerekir.
Netice olarak ikinci görüşe göre sünnet olan ve kemâl dereceye ulaşan teşbih üç
kere tekrarlanan teşbihtir. Birinci görüşe göre ise, sünnet olan kemâl dereceye
ulaşmak için rükû ve secdelerdeki teşbih sayılarının üçün üstüne çıkması
gerekir. Üç sayısı namazın sıhhati için, yâni farz olan miktranı ifâsı için
lâzımdır.
el-Mazerî'ye
göre teşbihin kemâl derecesi dokuzdur veya onbirdir, ortası ise beştir.
Tirmizî'nin îbnu'I-Mübârek ve İshâk b. Râhûye'den rivayet ettiğine göre, imam
için müstehab olan teşbihi beş defa tekrarlamaktır. İmam Sevrî de bu
görüştedir.
Neylu'l-Evtâr
sahibi Şevkânî'ye göre ise, teşbihin kemâl derecesi için bir a,ded yoktur.
Çünkü bu hususta bir delil mevcut değildir.
Faziletli
alimlerimizden M.Zihni Efendi namazın sünnetlerini anlatırken 19. maddede
şunları yazmıştır: "Rüku'da üç defa sübhâne rabbiyela-zîm demek sünnettir.
Rükû ve secde teşbihlerinin mertebeleri vardır. En azı üçtür, ortası beş ve
âlâsı yedi defa söylemektir. Teşbihi tamamen terk veya üç'den az yapmak
tenzihen mekruhtur. Çünkü sünnete muhaliftir. Tahrâvî der ki, kendi başına
kılan kişi teşbihi tek adet ile ne kadar çoğaltırsa efdal-dir. Ama imam, gelen
yetişsin diye rüku teşbihini ziyâdeleştirirse, mekruh olur denilmişse de bu
ziyâdelik kurbet (yakınlık) kastiyle olursa ki, "iyilik ve takvada
yardımlasınız'* (Mâide: 2) kavli kerimine binaen mekruh olmak şöyle dursun
güzel bile olur."[79]
"Bu
hadis mürseldir, çünkü Avn, Abdullah ile buluşmamıştır" cümlesindeki
mürsel sözü, muntaki' anlamında kullanılmıştır. Çünkü bilindiği gibi bir hadis
ıstılahı olarak "mürsel" tabiinin doğrudan doğruya Resûlullah'dan
"şöyle dedi, yaptı...." şeklindeki rivayetidir. Halbuki burada hadis
sahabe atlanarak Resûl-i Ekrem'den naklediliyor. Belki bir tabii veya sahâbi
atlanarak bir sahâbîden rivayet ediliyor. Esasen fıkıh âlimleri muntaki'
hadise mürsel hadis de derler.[80]
1. Ta'dil-i erkânın gerçekleşmesi için rükû' ve secdede okunan teşbih adetlerinin
en azı uçtur.
2. Rükû' ve secdede en az üç kere teşbih etmek namazın rükünlerindendir.[81]
887. ...Ebû Hureyre (r.a.) "Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu demiştir:
"Sîzden her kim (Tîn) sûresini sonuna kadar (âyeiiyle beraber) okursa, "evet, kaadirdir
ben de buna şahidlik edenlerdenim" desin. Kim de (öuı r^ r-jî V ) (Kıyâme)
sûresini" âyetiyle beraber okursa, “evet" desin. Kim de "Vel
mürselati" suresini okur da âyetinin sonuna kadar gelirse, Allah'a iman
ettik" desin."
(Râvi)
İsmail dedi ki: Ben "acaba bu hadisi nakleden kimse yanılmış olabilir mi
bir göreyim" diye (bu hadisi o) bedevî adama tekrar okumaya başladım da
(bana şöyle) dedi:
Ey
kardeşimin oğlu, sen benim bu hadisi kafamda tutamadığımı mı zannediyorsun? Vallahi
ben altmış defa hacca gittim, üzerinde hacca gittiğim her deveyi bile
bilmekteyim."[82]
Bu
hadis-i şerifte söz konusu edilen A'rabî'nin
is-mi açıklanmıyorsa da Nevevî Takrîb isimli eserinde onun isminin
Yezîd b. İyâz Ebu'1-Yesa' olduğunu ve kimliği bilinmeyen, sözüne itibar
edilmeyen bir kimse olduğunu ifâde etmektedir.(et-Tin (95), 8)âyeti, "Ey
Muhammed (s.a.) seni yalanlamak suretiyle kendi insanlık şerefini düşüren
kimselerle senin aranda en adaletli hükmü verecek olan Allah'dır," mealindedir.
âyet-i
kerimesi ise, "Bütün bunları yapan Allah ölüleri tekrar diriltmeye kadir
değil midir, elbette kadirdir" mealindedir. Hadis-i şerifin zahirî
mânâsına bakılırsa Tîn Süresi'-ni 8. âyetiyle beraber okuyan kimsenin
"Evet kaa-dirdir, ben de buna şahidlik edenlerdenim" demesi,
müstehabdır. "Ben şahidim" denilmeyip "ben şahidlik
edenlerdenim" denmesinde faziletli kişilerin arasında bulunmanın önemine
işaret vardır. Çünkü faziletli kişilerin arasında bulunan kişi onlarda bulunan
fazilete ortaktır. Bu hadis-i şerifin ifâdesinden, sûresinin son ayeti olan
âyetiyle beraber okuyan kimsenin "Belâ evet" demesi ve
"Ve'l-Mürselati" suresini "Ar-tık bundan sonra hangi söze
inanacak onlar?" âyetiyle beraber okuyup bitiren kimsenin de,
"Amenna billahi = Biz Allah'a iman ettik" demesi müstehabtır. Âyetin
mânâsına göre, "Amenna bi'1-Kur'ân" denilmesi gerekirken bunun
yerine "Amenna billahi" denilmesi, Allah'a imanın Kur'an'a imanı icab
ettirmesindendir. Çünkü Kur'ân, Allah'ın sıfatlarından olan kelâm sıfatının
tecellisinden başka bir şey değildir.
Sözü
geçen sûrelerin sonundaki âyet-i kerimeleri okuyan bir kimsenin hadis-i şerifte
öğretildiği şekilde mukabelede bulunması müstehabdır. Ancak namaz içinde bu
âyetler okunduğu zaman bu şekilde mukabele etmenin hükmü ilim adamları arasında
ihtilaflıdır. İmam Nevevî'ye ve İbn Abbâs'a göre namaz içerisinde bu âyetleri
okuyan kimse ister imam, ister cemaat olsun bu şekilde mukabele edebilirse, de
bazı ulemâya göre bu şekilde mukabelede bulunmak namazı ifsâd eder. Nitekim
merhum Ömer Na-suhi Bilmen Efendi bu mevzuda şunları söylemektedir: "Farz
namazlarda okunacak âyetler münâsebetiyle namaz kılanın "ya Rabbi beni
ateşten sakla". diye istiâzede bulunması, veya Allah Teala'dan rahmet ve
mağfiret dilemesi mekruhtur. Yalnız başına nafile kılan kimsenin bu şekilde dua
etmesinde bir sakınca görülmemektedir."[83] Bazı
hadis âlimi erine göre bu hadisin bu konuyla hiçbir ilgisi yoktur. Aslında bu
hadis bir önceki baba konulması gerekirken
yanlışlıkla kâtibler tarafından bu baba yerleştirilmiştir.[84]
888. ...Enes b. Mâlik (r.a.), Ömer b. Abdul-Aziz'i kast ederek, dedi ki:
Resûlullah'dan sonra namaz bakımından Resûlullah'a şu gençten daha çok
benzeyen bir kimsenin arkasında namaz kılmadım. Biz onun rukûunda on (defa) ve
sücudunda (yine) on (defa) teşbih (okuduğunu) tahmin ettik.
Ebû
Dâvûd dedi ki: Ahmed b. Salih (şöyle) dedi: Ben Abdullah b. İbrahim sana bu
hadisi nakleden ravinin ismi Mânûs mu yahut-ta Mâbûs mudur? dedim. (O da bana);
"Abdurrezzak (bu ravinin isminin) Mâbûs (olduğunu) söylüyor. Amma benim
hafızamda kaldığına göre Mânûs'tur, diye cevab verdi. (Ebû Dâvûd sözlerine
devamla dedi ki:) Bu naklettiğimiz lâfızlar îbn Râfi'in rivayetine aittir.
Ahmed (b.Salih de bu hadisi) Said b. Cübeyr'den, Enes b. Mâlik'ten şeklinde
(sema' yerine an 'ane yoluyla) nakletti.[85]
Bu hadis rüku ve
secdede teşbihin kemâl derecesinin en az on defa tekrarlanmakla
gerçekleşebileceğini söyleyenler için bir delildir. Gerçekte tek başına namaz
kılan bir kişi rükû ve secdesinde teşbihi ne kadar çok tekrarlarsa o kadar iyi
olmakla beraber, imam olan kimsenin cemaate eziyet vermemek için rükû ve
secdede teşbihleri çoğaltmaması daha evlâdır. Nitekim biz bu mevzuyu 886
numaralı hadisin açıklamasında ayrıntılı olarak ele aldığımız için burada
tekrar etmeyeceğiz.
Eb.û Dâvûd, Vehb b.
Mânûs'un isminde ihtilâf edildiğine dikkati çek-mek için hadisin sonuna bir
talik İlâve etmiştir. Bu talikten anlaşılıyor ki;
1. Bu
râvinin ismi Ahmed b. Salih'e göre, Vehb b. Mânûs'tur. Mâbus da olabilir.
2. Abdulah
b. İbrahim'e göre Vehb b. Mânûs'dur.
3.
Abdurrezzak b. Hemmâm'a göre Vehb b. Mâbûs'tur.
4. Bu hadisi
Ebû Davud'a, hocalarından Ahmed b. Salih ile îbn Râfi' rivayet etmiştir.Ancak
tercümesini sunduğumuz metin an'ane ve semâ yoluyla eriştiği halde, ikinci
hocası Ahmed b. Salih tarafından sadece an'ane yoluyla gelmiştir. Bilindiği
gibi sema' yoluyla gelen rivayet an'ane yoluyla gelen rivayetten daha
kuvvetlidir. Çünkü sema yoluyla gelen rivayette hadis, râvi tarafından bizzat
işitilerek rivayet edildiği halde an'ane tarikiyle gelen rivayette böyle bir
durum yoktur.[86]
889. ...İbn
Abbas'dan rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Yedi (organ) üzerine secde etmekle, saç ve elbiseyi toplamamakla
emrolundum"
Hammad
"Peygamberimiz (bunlarla) emrolundu" (şeklinde) rivayet etti.[87]
Bu hadisin
"Peygamberinize emrolundu" ve "Peygamber (s.a.) "ben
emrolundum dedi" şeklinde farklı ifâdelerle nakli sadece Ebû Dâvûd'da görülmektedir.
Meselâ bu hadis Müslim'in rivayetinde aynen şöyledir: "Peygamber (s.a.)
yedi şey üzerine secde etmekle emrolundu. Saçlarım ve elbisesini toplamaktan
da nehyedildi."
Bezlu'l-mechûd
sahibinin dediği gibi, "esasen bu gibi farklı rivayetlere, kendilerine
aynı derecede güvenilen râvilerin ifadeleri arasında fark olduğu zaman yer
verilir. Burada ise, Hammâd'ın karşısında Hammâd'a denk ve Hammâd'ın rivayetine
aykırı düşen bir rivayet yoktur. Herhalde bu ifadelerin ikisi de Hammâd'ın
rivayet edildiği için müellif ikisine de yer vermiş olsa gerek. Yahutta
musannif bu iki farklı rivayete yer vermekle bu hadisi "Peygamber, ben
emrolundum buyurdu" şeklinde rivayet eden kimselerin de bulunduğuna
işaret etmek istemiştir." "Bana şeyhlerim Müsedded ile Süleyman
"Peygamber, ben emrolundum" buyurdu şeklinde rivayet ettiler ama ben
Hammâd'ın rivayetine de yer verdim" demek istemiş de olabilir."
Bir numara sonra
gelecek olan hadis-i şeriften anlaşıldığına göre bu hadis-i şerifte kast edilen
yedi organdan maksat alın, eller, dizler ve ayaklardır. "Peygamberiniz
emrolundu" cümlesi, bu emrin Peygamber (s.a.)'e ait özel bir emir olduğunu
ifâde ediyorsa da ulemâdan bazıları "yedi organ üzerine secde etmek
Resûl-i Ekrem (s.a.)e olduğu gibi ümmetine de farzdır" demiştir.[88]
1. İmam
Şafiî'den bir rivayete göre yedi âzâ üzerine secde etmek ümmet üzerine de
farzdır. Hanbelî uleması da bu görüşü benimsemiştir. Bu âlimlere göre yedi
organın hepsinin bir anda secdeye varması şart olmakla beraber bütünüyle
varmaları şart değildir. Her azadan bir kısmının secdeye varmış olması namazın
sıhhati için yeterlidir. Delilleri de mevzuumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd
hadisidir.
2. Ebü
Hanife'ye, Mâlikîlere ve fıkıh âlimlerinin çoğunluğuna göre ise sadece alın
üzerine secde etmek farzdır. Diğer organlar üzerine secde etmekse sünnettir.
İmam Şafii'nin bir görüşü de böyledir.
3. el-Müeyyed
billah iki ayağı bu yedi organdan istisna etmiştir.
4. Hadisin zahirine
göre secdeye varırken bu organların açık olması gerekmez. Çünkü bunları yere
koymakla secde hasıl olur. Ancak dizler avret mahalli olduğundan namazda
dizlerin açılamayacağı üzerinde ulemâ ittifak etmiştir. Aynı şekilde ayakların
namazda açık bulundurulması da şart değildir. Çünkü Allah Teâlâ, ayağa mest
giyip üzerine mesh edilmesine izin vermiştir. Eğer ayağı namazda açık
bulundurmak farz olsaydı, mestlerin namaz esnasında çıkartılmasını emrederdi.
Bu da abdestin bozulmasına sebep olurdu. Ellerin açılmasında ise, ihtilâf
vardır. Ulemânın büyük çoğunluğuna göre elleri secdeye koyarken çıplak
bulundurmak şart değildir. Delilleri de bu hadis-i şeriftir: "Peygamber
(s.a.) bize Benî Abdileşhel mescidinde namaz kıldırdı. Onu secdeye vardığı
zaman elbisesi içinde bulunan ellerini yere koyarken gördüm."[89]
İmam Şafiî'ye göre
eller hakkında iki görüş vardır:
a. Alın gibi
elleri de açarak secde etmek farzdır.
b. Elleri
açmak farz değildir.
5.
Hanbelîlere göre, elleri kapalı bulundurmak mekruhtur.
6. Alnın secde
esnasında açık bulundurulup bulundurulmayacağı mevzuunda da ulema arasında
farklı görüşler vardır. Davûd-ı Zâhirî'ye, Şafiî alimlerine ve bir rivayette
Ahmed b. Hanbel'e göre secde esnasında alnı açık bulundurmak farzdır. Sarığın
dolaması üzerine secde etmek caiz değildir. Bu görüş aynı zamanda İbn Ömer,
Ubâde b. es-Sâmit, İbrahim en-Nehaî, İbn Şîrîn, Meymûn b. Mihran, Ömer b.
Abdüaziz ve Ca'de b. Hübeyre'nin de görüşüdür. Delilleri ise şu hadis-i
şeriftir:
"Rcsûlullah
(s.a.) alnının üzerine sarık dolamış olduğu halde yanında namaz kılan bir
kimse gördü de hemen onun sarığını alnından çözüp çıkardı"[90]
Saîd b. el-Müseyyeb,
el-Hasen, Bekr el-Müzenî, Mekhûl ve ez-Zührî'ye göre ise, alnı açmak farz
değildir. Nitekim İmam Ebû Hanife ile İmam Ev-zâî, İshak ve bir kavlinde İmam
Ahmed de bu görüştedir. Bu görüşü aynı zamanda ulemânın büyük çoğunluğu da
paylaşmaktadır. Ancak bu zatlara göre her ne kadar alnı açık bulundurmak farz
değilse de kapalı bulundurmak mekruhtur. Delilleri ise, Ebû Nuaym'ın HilyeMe
İbn Abbas'dan, Ta-berânî'nin İbn Ebî Evfâ'dan, İbn Adiyy'in Câbir'den rivayet
ettiği şu hadis-i şeriftir: "Peygamber (s.a.) sarığının dolamı üzerine
secde ederdi." Lâkin bu hadis zayıftır. Hatta Ebû Hatim bu hadisin tamamen
asılsız olduğunu söylemiştir. Beyhakî de bu hadis hakkında aynı görüştedir.
Bununla beraber bu
hadisin sabit olduğu kabul edilse bile Resûl-i Ekrem (s.a.)'in rahatsızlığıyla
ilgili olduğu söylenebilir ki bu da iki hadisin arasını uzlaştırıcı bir yol
olur.[91]
Hanefî kitaplarından
el-Hidâye'de; "Eller, dizler ve ayaklar üzerine sedce etmek farz
değildir" denilmiş, fakat tbn Hümâm vâcib olduğunu söylemiş ve bu, en
mutedil görüş kabul edilmiştir.
El-vâkıât isimli
eserde secde halinde dizlerini yere koymayan kimsenin namazının sahih
olmayacağı bildirilmektedir. Hulâsa secdede ellerle ayakların yere konması
hususunda Hanefilerden farz, sünnet, vâcih olduğuna dair üç kavil
zikredilmiştir.
7. Namazda
saçını veya elbisesini toplamak mekruhtur. Bu hal cumhûr-ı ulemâya göre, namaz
içinde de namaza girmezden önce de mekruhtur. Bunun hikmeti kibir ve gururluya
benzemektir. Halbuki makam tevazu makamıdır. Yalnız namazı bozmaz. Fakat Hasan
el-Basrî'nin "Bundan dolayı namazı yeniden kılmak lâzımdır" dediği
rivayet olunur.[92]
890. ...îbn
Abbâs'dan rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ben
yedi organ üzerine secde etmekle emrolundum." (Şu'be) bazan, "ben
emrolundum" yerine "Sizin Peygamberiniz emrolundu" derdi.[93]
Bu hadisin râvilerinden
Şu'be b. el-Haccâc, bu hadisle ilgili rivayetlerinin bazısında Resûl-i Ekrem'in
sözlerine "Ben emrolundum" şeklinde, bazısında da "Sizin
peygamberiniz emrolundu" diye başladığını ifâde etmiştir ki, iki rivayet
şeklinin arasında temelde bir fark yoktur. Çünkü her iki ifâde şeklinde de
emreden Allahu Teâlâ Hazretleri, emrolunan da Resûl-i (s.a.)'dir. Ancak birinci
şekilde Resûl-i Ekrem (s.a.) kendisinden "ben" diye birinci şahıs
olarak bahsettiği halde ikincisinde üçüncü şahıs gibi "sizin Peygamberiniz"
diye bahsetmiştir.
Bu hadisle ilgili
görüşler bir önceki hadisin açıklamasında geçmiştir.[94]
891.
...el-Abbâs b. Abdilmuttalib[95]
'den; Resûlullah (s.a.)'ı şöyle buyururken işittiği rivayet olunmuştur:
"Kul secde ettiği zaman yedi organı da onunla beraber secde eder; yüzü,
elleri, dizleri ve ayakları."[96]
"Yüz” Men maksat,
alın ve burundur. Yüz ve çene değildir.Bu mevzuda ulemânın icmâı vardır.Nitekim
Müslim'in îbn Abbâs'tan rivayet ettiği şu hadis-i şerif bunu açıklamaktadır:
Abdullah b. Abbâs'dan
rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.) "Ben yedi kemik (yani) alın,
burun, eller, dizler ve ayaklar üzerine secde etmekle, saç ve elbisemi
toplamamakla emrolundum"[97]
buyurmuştur. Esasen alın ve burun dışında bir organı yere koyarak secde etmek
islâm dininin tanıdığı bir secde tarzı değildir. Burun üzerine secdenin hükmü
de ulemâ arasında ihtilaflıdır. Ulemânın bazılarına göre alnın üzerine secde
etmek kâfidir. Burnun yere değmesi şart değildir. Bu görüş îbn Ömer, Atâ,
Tavus, Hasan el-Basrî, İbn Şîrîn, Kaasım, Salim, Şa'bî, Zührî, Mâlik, Ebû
Yûsuf, Ebû Sevr, (Rahirnehümüllah) ve meşhur kavline göre İmam Şafiî'den
rivayet olunmuştur. Bu âlimlere göre alın üzerine secte etmek farz, burun
üzerine secde etmek sünnettir.
Hanefî ulemâsının bu
mevzudaki görüşlerini M.Zihni Efendi şöyle anlatıyor: "Secdede alın ile
beraber burnun da konması vâcibdir. Sadece alnın konması ile secde, daha
sıhhatli olan kavle göre sahih olmaz. Çünkü esah ' olan Ebu Hanife
hazretlerinin bu meselede İmameynin kavline dönmüş olmasıdır."[98] Tam
secde ise, vâcibleri ve sünnetleri yerine getirilerek yapılan secdedir. O da
tamamiyle elleri, dizleri ve ayakların parmak uçlarını, burun ve alnı yere
koyarak gerçekleşir. Daha önce de temas edildiği vecihle ayağın dış yüzünü yere
doğru getirerek yapılan secde kâfi görülmemektedir. Zira ayağın dış yüzü secde
mahalli değildir. Bu bakımdan ayağın secdesi demek parmakların iç kısımlarının
yere gelmesi demektir. Bu mevzuda Ömer Nasuhi Bilmen Efendi şunları söylüyor:
"Secdede elleri, dizleri yere koymak herhalde farz değildir. Belki
sünnettir, tki ayağın veya bir ayağın parmakları yere konulmadıkça secde caiz
olmaz. Muhtar olan kavi budur. Bir ayağın yalnız bir parmağını veya-ayağın
yalnız üstünü yere koymak kifayet etmez."[99]
Hanefî kitaplarından el-Hidâye'de "ellerle dizler ve ayaklar üzerine
secde etmek farz değildir" denilmiş, fakat Kemal İbnu'l-Hümâm bunun vâcib
olduğunu söylemiş ve bu görüşün en mutedil bir görüş olduğunu da ilâve
etmiştir.[100]
892. ...İbn
Ömer, (hadisi Resulullah (s.a.)'a) ref ederek O'nun şöyle buyurduğunu haber
vermiştir: "Eller de yüz gibi secde ederler. Öyleyse biriniz yüzünü (yere)
koyduğu zaman ellerini de koysun, onu (secdeden) kaldırdığı zaman onları da
kaldırsın."[101]
Hadis-i şerifte söz
konusu olan ellerin alınla beraber yere konması meselesi ulemâ arasında
ihtilaflıdır. Bu mevzuda Şafiî âlimlerinden Nevevî diyor ki: "Bu hususta
İmam Şafiî (r.a.)den iki görüş rivayet olunmuştur. Bunların birine göre ellerle
dizlerin ve ayakların hepsine secde ettirmek farz değil, fakat müstehabtır.
İkinci görüşe göre hepsine secde ettirmek farzdır. İmam Şafii bu görüşü tercih
etmiştir. Binaenaleyh bu uzuvlardan bir tanesine secde ettirmeyenin namazı
sahih değildir. Ancak ayaklarla dizleri çıplak bulundurmak farz değildir. Ellerin
çıplak bulundurulması mevzuunda da Şafiî'den yine iki zıt görüş
nakledilmiştir:
1. Alın gibi
elleri de çıplak bulundurarak secde etmek farzdır.
2. Secde
ederken elleri çıplak bulundurmak farz değildir.
Hanefi kitablanndan
el-Hidâye'de "Ellerle dizler ve ayaklar üzerine secde etmek farz
değildir" denilmişse de, bunun vâcib olduğunu söyleyen îbnu'l-Humâm'ın
sözü buna tercih edilmiştir.[102]
893. ...Ebû
Hureyre(r:a.)'den; demiştir ki: Resûlullah(s.a.) şöyle buyurdu: "Biz
secdede iken namaza yetiştiğinizde hemen secdeye varınız ve bu secdeyi
(namazdan) bir rekat saymayınız. Kim rükû a yetişirse, namaz(ın kıyam ve
kıraatin)a da yetişmiş olur."[103]
Bu hadis-i şerifte
mesbûkun haii söz konusu edilmektedir.Bıhndıgı gibi mesbuk , imama birinci
rekattan sonra yetişip namazın ancak geri kalan kısmını cemaatle kılan
kimsedir. Böyle bir kimse imama ruku'da veya secdede yetiştiği zaman hemen
tekbir alıp namaza başlar. Eğer sübhâneke duasını okuduğu takdirde imama rükû
ve secdede yetişebileceğini tahmin ederse, onu okur. Değilse okumaz ve hemen
rüku' ve secdeye gider. İmama secdede iken yetişen kimse, hadis-i şerifte
.beyân edildiği gibi, o secdenin ait olduğu rekâtı kılmış sayılmaz. Fakat yine
de imama böyle secdede yetişen kimse imama uyarak secdeye varmalı, imamın ayağa
kalkmasını beklememelidir. Hadiste rekat kelimesi "rükû" mânâsında
kullanılmıştır. Aslında "rek'at" namazda kıyam, rüku ve iki secdenin
toplamıdır. Fakat burada "rek'at" kelimesi mecazen rükû' anlamında
kullanılmıştır. İmama secdede yetişen kimsenin o secdenin ait olduğu rek'âta
yetişememiş olduğunda ilim adamları arasında görüş birliği vardır. Ayrıntıları
ile ilgili mezhep görüşleri şöyledir:'
1.
Mâlikîlere göre rüku'da imama yetişen kimsenin, o rükuun ait olduğu rekata
yetişmiş sayılabilmesi için, imam başını rüku'dan kaldırmadan önce ellerini
dizlerinin üzerine koymuş olması yeterlidir. Rüku' için gerekli olan ta'dil-i
erkânı da imam başını kaldırdıktan sonra gerçekleştirerek imama kıyâmda
yetişebilir.
2. Şafiîlere
göre ise, mesbûkun o rekâta yetişmiş sayılabilmesi için imam rüku'dan başını
kaldırmadan önce rüku' ile ilgili ta'dil-i erkânı gerçekleştirecek şekilde
rüku'a varması lâzımdır.
3.
Hanbelîlere ve Hanefîlere göre ise, mesbûkun imam kalkmadan önce mutlak
surette rükû'a varması o rek'ata yetişmiş sayılması için yeterlidir. İmam
Zufer'e göre ise, imam rükû'da iken namaza yetişip iftitah tekbiri alan kimse
rüku'a varmasa da yine o rekâta yetişmiş sayılır.[104]
Bilindiği gibi
şerîatte rüku namazda sırt ile başın birlikte eğilmesine denir. En az haddi
ellerin dizlere değecek derecede belin eğilmesidir.[105]
Namaz kılan kimsenin rüku için sadece başım eğmesi yeterli değildir. Eğer,
eğilmesi rüku' vaziyetine yakınsa sahihtir ve rüku sayılır. Kıyama yakınsa
sahih olmaz ve rüku sayılmaz. İmama rükuda yetişen kimse ayakta hem iftitah
hem de rüku' tekbîri olarak bir tekbir alıp sonra rüku'a gider, bu tekbiri
rüku'a yakın bir vaziyette almış olsa namazı bozulmuş olur.
4. Takıyüddin
es-Sübkî gibi bazı Şafiî muhaddislerine ve bazı ilim adamlarına göre ise
rüku'a yetişmek o rüku'un ait olduğu rek'ata yetişmek için kâfi değildir. Bunun
için mutlaka kıyam ve kıraat'de yetişmiş olmak lâzımdır. Delilleri 572
numaralı hadistir.[106]
Çünkü bu hadiste namazın imamla kıhnamayan kısmının imam selâm verdikten sonra
tamamlanması istenmektedir. Buna göre imama rükû'da yetişen kimse için kıyam
ve kıraat fevt olduğuna göre, imam namazı bitirdikten sonra ayağa kalkarak
kıyam ve kıraati daha sonra da rüku' ve secdeleri tamamlaması gerekir.
Açıklamakta olduğumuz
hadis-i şerif imama rüku'da yetişenin o rekata yetişmiş sayılacağı görüşünde
olan ulemânın delilidir.[107]
894.
...EbûSaid el-Hudrî (r.a.)'den; Resûlullah (s.a.)'ın, halka namaz kıldırdığı
alnında ve burnunun ucunda namaz(daki secdesin)den, (mütevellid) çamur izleri
görüldüğü rivayet edilmiştir.[108]
Söz konusu olaya şâhid
olan, Ebû Saîd el-Hudrî'dir. Buhârî'-nin rivayetinde bu durum açıklandığı gibi
olayın bir Ramazan ayının son on gününde ve sabah namazında cereyan ettiği de
açıkça ifâde edilmektedir.
Bu hadis-i şerif
namazda alın ile beraber burnun da yere konması gerektiğini ifade etmektedir.
Ancak bu mevzuda ulemâ arasında ihtilâf vardır. Şöyle ki:
1. İmam
Ahmed, Evzâî, İshâk, Muhammed, Ebû Yûsuf, Saîd b. Cübeyr, en-Nehaî ve Mâliki
ulemasından îbn Hubeyb'e göre alnı secdeye burunla beraber koymak farzdır.
Bunlardan sadece birisi üzerine secde etmek yeterli değildir.Delilleri bu hadis
ile Tirmizî'nin rivayet ettiği; "Resûlullah (s.a.) secdeye vardığında
burnunu ve alnını iyice yere dayar, kollarını yanlarından ayınr ve ellerini
omuzlarının hizasına koyardı" anlamındaki hadisdir.[109]
2. Maliki
ulemâsına göre alnı yere koymak farzdır. Küçük bir kısmının yere konmasıyla bu
farz gerçekleşmiş olur. Alın iki kaş ile baş arasında kalan kısımdır. Alnın
tamamının yere konması ise, mendûbtur. Aynı şekilde burun üzerine secde etmek de
mendûbtur. Terk edildiği takdirde namazın iadesi lâzım gelir. Çünkü burnun
alınla beraber konmasının vâcib olduğunu söyleyenler de vardır. Bu görüşü de
nazar-ı itibara alarak namaz, vakti içinde iade edilmelidir. Delilleri İbn Ebî
Şeybe'nin Câbir'den rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: "Resûluüah (s.a.)i
saçların üzerinde bulunan alnın en üst kısmına secde ederken gördüm". Bu
hadiste tarif edildiği şekilde yapılan secdede burnun yere değmesi imkânsız
olduğu için Mâlikîler burnu yere koymanın farz olmayıp sadece mendûb olduğu
hükmüne varmışlardır. Ancak bu hadisi Dârekutnî de rivayet etmiş ve hadisin
zayıf olduğunu söylemiştir.
3.
Şâfiîlerle Hanbelîler de 891. numaralı hadis-i şerifi delil getirerek secdenin
gerçekleşebilmesi için en az alın, iki el, iki diz, iki ayak olmak üzere yedi
organın yere değmesini şart görürler. Ancak bu organların her birinden sadece
bir kısmının yere değmesi secdenin sıhhati için yeterlidir. Bir de Hanbelîler
ayrıca burnun bir kısmının da yere değmesini, Şâfiîler de ellerin iç kısmıyla
ayak parmaklarının alt kısmının yere değmesini şart koşmuşlardır.[110]
4. Hanefî
ulemasına göre şeriatta secde yüzün bir miktarım saygı ile yere koymaktır.
Çünkü her tarafını koymak müşkil olacağı için emredilen şey yüzün bir kısmını
koymakla yerine gelir ki, o da burun ile beraber yüzün en yüksek kısmı olan
alındır. Yanak, şakak ve alnın üstü (kılların bulunduğu yer) ve çene bundan
hariçtir. Yani onlar secdeye konacak yerler değildir. Zira onların konmasıyla
tazim meşru olmamıştır. Bundan dolayı onlarla secde yerine getirilmiş olmaz.
Secde, yalnız burnu
yere koymakla değil, ancak alnın, el ve dizlerden birinin yere konması ve
bunların konacağı yerin temiz olması ile yerine gelebilir. Aksi halde kabul
edilen görüşe göre mekruh olur. Alnın her tarafını yere değdirmek icmâen şart
olmayıp onun bir kısmını değdirmek bile yeterlidir.Fakat ekser kısmının konması
burnun konması gibi vâcibdir.[111]
895. ...Bu
hadisin (bir benzerini de) Muhammed b. Yahya, Ab-durrezzak vasıtasıyla
Ma'mer'den nakletmiştîr.[112]
896. ...Ebü
İshâk dedi ki: el-Berâ b. Âzib bize (secdeyi) öğretti. Ellerini (yere) koydu,
dizlerinin üzerine çöktü, arkasını yukarı dikti ve; "işte Resûlullah
(s.a.) böyle secde ederdi" dedi.[113]
Her ne kadar el-Berâ
b. Âzib Hazretlerinin açıkladığı ve öğrettiği şeyin ne olduğu, metinde
geçmiyorsa da Nesâî'nin rivayetinde bunun secde olduğu açıkça ifâde
edilmektedir. Bu bakımdan biz Nesâî'nin metninde geçen "secdeyi"
kelimesini tercümemizde parantez içinde verdik.
Yine
"ellerini" kelimesinden maksat, ellerin iç kısmı yeni avuçlardır.
Nitekim bu kelime Ahmed b. Hanbel'in rivayetinde "avuçlarım açtı"
şeklinde[114], Nesâî'de ise,
"ellerini yere koydu" şeklinde ifâde edilmektedir.[115]
897.
...Enes(r.a.)'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Secdede i'tidal üzere bulununuz. Hiçbiriniz köpeğin yayması gibi kollarım
yaymasın"[116]
Metinde geçen
"itidal üzere bulununuz" sözünden maksat, "tamamen büzülerek
kollarınızı yanlarınıza, karnınızı da uyluklarınıza bitiştirmediğiniz gibi,
kollarınızı da tamamen gerilerek köpeğin yaptığı gibi yere sermeyiniz. Bilakis
secde-halinde ellerinizi yere koyarak dirseklerinizi kaldırınız, iki taraftan
kanat gibi açınız, karnınızı da uyluklarınızdan uzak tutunuz" demektir.
Dirsekleri yerden
kaldırarak koltukların altı görünecek derecede açmak bütün ulemâya göre
müstehabtır. Bunu terk eden namaza karşı isâet işlemiş olur. Binaenaleyh namaz
sahih fakat kerâhet-i tenzihiyye ile mekruhtur.
Ulemâ buradaki hikmeti
şöyle açıklamıştır: "Bu şekilde namaz kılmak kibirden uzak, tevâzuya daha
uygun, alınla burnun yere secde etmelerine daha müsait ve tembellerin haline
benzemekten daha uzaktır. Çünkü-kollarım yere sererek secde eden kimse,
hadis-i şerifte de bildirildiği vecihle köpeğin yere serilerek yatmasına
benzer. Böyle bir kimsenin bu şekildeki hali onun namaza ehemmiyet vermediğini
gösterir."
Resûl-i Ekrem
Efendimizin, kollan bu şekilde yere sermeyi köpeğin yatışına benzetmesi,
ümmetini bu davranıştan tiksindirmek ve uzaklaştırmak içindir. Tirmizî bu
hadisle ilgili olarak, "ilim ehline göre amel bu hadis üzeredir"
demiştir.[117]
898.
...Meymûne(r.anhâ)dan; Peygamber (s.a.)'m secde ettiği vakit (ayaklarıyla)
kollarının arasını açık bulundurduğu, kollarının altından bir kuzu geçmek
istese geçebileceği rivayet edilmiştir.[118]
Secde hâlinde
kollarını açarak karnını kasıklardan ayırmak erkekler için sünnettir. Nitekim
M.Zihni Efendi namazın sünnetlerini anlatırken şunları söylemiştir:
"Erkekler için secdede, karnını uyluklarından, dirseklerini yanlarından
ve kollarını yerden uzak tutmak sünnettir." Çünkü Hadis-i şerifte
"secdede yere yayılma, ellerin üzerine dayan, pazularım, yanlara çıkar.
Eğer böyle yaparsan her uzvun secde etmiş olur" buyurulmuştur. Kolları
yanlardan ayırma kalabalık değilken sünnettir. Cemaatin çokluğunda, haram olan
eziyetten kaçınmak için bu sünnet terk olunur. Kadınlar (ve hünsâlar) bu
hususta erkeklerin aksine olarak kollarını yanlarına bitiştirirler, karınlarım
da uyluklarına yapıştırırlar."[119]
îbn Battal'm beyânına
göre, vücût yere ağır gelmesin diye kollar yana açılır. Zira "Yere
hafifliğinizi veriniz" şeklinde rivayet vardır.[120]
Ashab-i kiramdan Enes
b. Mâlik ile Ebû Said el-Hudrî ve Ali b. Ebî Tâlib (r.a.) Hazretleri secde halinde
iken dirseklerini açarlarmış. Hasan el-Basrî ile İbrahim en-Nehaî'nin görüşleri
de böyledir. Yine ashab-ı kirâm'-dan Ebû Zer, İbn Mes'ûd ve İbn Ömer (r.anhum)
ileride gelecek olan 902 numaralı hadis-i şerifle amel ederek dirsekleri yere
koymayı ve üzerlerine dayanmayı caiz görürlermiş. Nitekim İbn Sîrîn'in görüşü
de böyledir.[121]
899. ...îbn
Abbâs'tan; demiştir ki: "(Bir defa yanlarıyla) kolları arasını açmış bir
halde (secdede bulunurken) arka tarafından Peygamber (s.a.)'in yanına geldim
de koltuklarının beyazlığını gördüm."[122]
Bazı ilim adamları bu
hadîş-i şerife ve benzerlerine bakarak "îbn Abbâs (r.a.) gerçekten Resul-i
Ekrem (s.a.)'in koltuklarının alt kısmındaki bembeyaz tenini görmüştür. Çünkü
Resûl-i Ekrem (s.a.)'in koltuk altlarında kıl yoktu. Bu onun hasâisinden
(özeliklerinden) idi" demişlerse de, Irakî buna itiraz ederek,
"Resûl-i Ekrem'e ait bir özelliğin sabit olabilmesi için açık bir delilin
bulunması gerekir. Halbuki onun koltuk altlarında kıl bulunmadığına dair
herhangi bir delil bulunmamaktadır. Bu mevzuda sadece ihtimâle dayanarak hüküm
vermek doğru değildir" demiştir. Nitekim Tirmizî'nin rivayetinde yer alan
şu hadis-i şerirde Irakî'nin görüşünü doğrulamaktadır: "Abdullah b. akra
el-Huzâî'den; demiştir ki: "Babamla beraber Nemire ovasında idim. Bir
kafjle geldi. Bir de gördüm ki Resülullah (s.a.) namaza durmuş" Abdullah
dedi ki: Onun koltuklarının tüylerine bakıyor ve (siyah kılların altında) beyaz
derisini görüyordum."[123]
Esasen burada geçen "Ufre" kelimesinin "saf olmayan beyazlık"
anlamına geldiği düşünülürse, görülen beyazlığın siyah kılların altında kalan
tenin beyazlığı olduğu kolayca anlaşılır.
Hadisimiz secde
esnasında kolların yanlardan ve koltuklardan ayrılmasına delâlet ediyor. Şöyle
ki; Peygamber (s.a.) kollarım yanlarına yapıştırmış olsaydı, Hz. İbn Abbâs'm
koltuk altlarının beyazlığını görmesi mümkün olmazdı. Ancak bilindiği gibi bu
durum erkekler içindir. Kadınlarla hünsâlar ise, kollarını açmazlar. Bilakis
toplanarak secde ederler. Çünkü onlar hakkında matlûb olan tesettürdür.[124]
900.
...Allah Rasûlü'nün ashabından olan Ahmer b. Cez' (şöyle) demiştir:
"Resûlullah (s.a.) secdeye vardığı zaman pazularıni (kendine zahmet
verecek şekilde iyice) yanlarından ayırırdı. Hatta biz kendisine
acırdık."[125]
Bu hadis-i şerif
Resûlullah (s.a.)'ın namaz kılarken secde halinde kolları yanlardan ayrı tutmak
hususunda ne kadar titiz davrandığını, pek açık bir şekilde ifade etmektedir.
Bu mevzu ile ilgili görüş ve hükümlere daha evvel (897 - 898) numaralı
hadislerin açıklamasında temas etmiş bulunmaktayız.[126]
901. ...Ebû
Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Biriniz secdeye vardığı zaman köpeğin yayıldığı gibi ya> »İmasın,
uyluklarını birleştirsin."[127]
Bu nacdis~i §ertfsecde
hâlinde iken uylukların bitiştirileceğine delâlet etmektedir. Ancak Resûl-i
Ekrem'in namazı ile ilgili olarak Ebû Humeyd'in rivayet ettiği hadis-i şerifler
buradaki emrin vücûba değil nedbe delâlet ettiğini göstermektedir. Bu bakımdan
ulemâ, "Buradaki uylukları bitiştirme emrinin hükmü mendubtur"
demişlerdir. Çünkü Ebû Humeyd'in rivayet ettiği hadisler Resûl-i Ekrem
(s.a.)'in secde halinde iken uylukların arasını açtığım ifâde etmektedirler.
Ulemânın beyânına göre Resûl-i Ekrem (s.a.)'in secde esnasında uyluklarını
birleştirdiğini ifâde eden hadisler mendubluğa, ayırdığını ifâde eden .hadisler
de cevaza delâlet etmektedir.[128]
Avnu'l-Mâbûd sahibi
ise, hadis-i şerifte geçen "uyluklarını birleştirsin" cümlesinin,
daha önce geçen "Resûl-i Ekrem (s.a.) secdeye vardığı zaman uyluklarının
arasını açardı. Karnını uyluklar/ üzerine koymazdı" mealindeki 735
numaralı hadis-i şerife ters düştüğünü söylemiş ve Şevkânî'nin bu mevzudaki şu
sözlerini de kendi görüşü için delil getirmiştir.'*Bu hadis uylukların arasının
secde esnasında açık bulundurulacağına ve karnın uyluklardan uzak tutulacağına
delâlet etmektedir. Bu mevzuda ulemâ ittifak etmiştir.”[129]
Ancak Bezlu'I-Mechûd
sahibi diyor ki; "Bu iki hadis arasında bir çelişki yoktur. Çünkü (735
numaralı) hadis-i şerifte geçen "uyluklarının arasını açık tutardı"
cümlesinin mânâsı, "uyluklarla karın arasını açık bulundurdu"
demektir. Nitekim İbn Nüceym'de "Bahru'r-râik" isimli meşhur eserinde
bu hadise böyle mânâ vermiştir. Esasen Şevkânî'nin "bu mevzuda ulemâ ittifak
etmiştir" sözü isabetli değildir. Çünkü her ne kadar secde esnasında
karnın uyluklardan uzak tutulacağında ulemâ ittifak etmişse de iki uyluk arasının
açık bulundurulacağına dair ulema arasında ittifaktan söz etmek mümkün değildir.
Sadece Şafiî ulemasından bazı kişiler secde halinde uylukların
birleştirileceğinden bahsetmişlerse de Hanefî ve Mâlikî kitablannda böyle bir
ifâde görmedim. Ancak Şafiî fıkhına dair olan et-Tevşîh ve Neylü'l-Me'rib
isimli eserlerde ik"i uyluk arasındaki mesafenin bir karış olacağı ifâde
edilmektedir. Yine ayrıca eş-Şâmî de rük'u ve secdede topukları birleştirmenin
sünnet olduğunu söylemişse de bu görüş "el-Fetâva es-Sa'diyye" isimli
eserde reddedilmiştir."[130]
Fakat açıklamakta olduğumuz hadisin ravilerinden "Derrâc" tenkid
edilmiş ve onun hakkında İmam Ahmed ve Nesâî, münkerü'l-hadis, tâbirini
kullanmışlardır ki bunun anlamı, "rivayet ettiği hadisiler zabt ve adalet
bakımından kendi seviyesinde bulunan kimselerin rivayetlerine muhalif"
demektir. İbn Adiy ile Dârekutnî ve Ebû Hatim de bu râviyi tenkitten geri
durmamışlardır.[131]
902. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.)'in ashabı açıldıkları (kollarını
yânlardan; karınlarını uyluklarından ayırdıkları) zaman, secdenin kendilerine
zor geldiğinden yakındılar. (Hz. Peygamber) "dizler(iniz)den
yararlanın" buyurdu.[132]
Secde anında kolları
yanlardan ayırarak kanat gibi germek ve karnı uyluklardan ayrı tutmak, bilhassa
secde uzatıldığı zaman insana zorluk vermeye başlar. Beş vakit namazın dışında
gecelerin uzunca bir kısmını da namazla geçiren sahâbe-î kiram kollar açılarak
secde etmenin kendilerine zor geldiğinden şikâyet etmeye başladılar. Bunun
üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz onlara dizlerden yararlanmalarını
tavsiye etti. Dizlerden yararlanmak Hattâbî'ye göre, secdeye inerken ve
kalkarken ve secde halinde dirsekleri dizlerin üzerine koymak demektir.[133]
Secde halinde iken dirsekleri dizlerin üzerine koyunca karın da uylukların
üzerine gelir. Bu da secde uzadığı zaman dirsekleri yere, karnı da uylukların
üzerine koymanın caiz olduğunu gösterir. Ulemanın beyânına göre bu hadis-i
şerif 898 numaralı hadisteki "kollarının arasını açık bulundururdu"
cümlesinin farziyyet ifâde etmediğini gösteren bir karinedir. Bilindiği gibi
mutlak emir farziyyet ifâde eder. Ancak onun farziyyet ifâde etmediğine dair
bir karine bulunursa, o zaman farziyet ifâde etmekten çıkar. İşte bu hadis 898
numaralı hadis için böyle bir karine teşkil ettiği gibi, aynı zamanda Müslim'in
el-Berâ' b. Âzib'den rivayet ettiği "secde ettiğin zaman avuçlarını yere
koy, dirseklerini kaldır"[134]
hadis-i şerifindeki "dirseklerini kaldır" emri için de bu mânâda bir
karine olmaktadır. Bu durumda secdede iken kolları germek ve karınla kasık
arasını açık bulundurmak farz değil, müstehabtır. Bunu terk eden kimsenin
namazı sahihtir. Ancak müstehabı terk ettiği için kerâhet-i tenzihiyye ile
mekruhtur. Fakat kadın bu hususta erkeklerden farklıdır. Çünkü kadın namazda
devamlı toplu durur ve büzülür. Yani secdede ayağının parmaklarım dikmez,
pazularını germez, kollarım yere döşer, karnını uyluklarına bitiştirir. Çünkü
böyle yapmak tesettüre daha uygundur. Kadınlar için matlûb olan da tesettürdür.
Zeylaî (r.a.) bu mevzuda şöyle demiştir: "Kadın namazda on yerde
erkeklerden ayrılır:
1. Tekbirde
iki elini omuzlan hizasına kadar kaldırır.
2. Sağ elini
sol eli üzerine, memeleri altına koyup el bağlar.
3. Secdede
karnını iki uyluğundan ayırmayarak yapıştırır.
4. Celsede
ellerini iki uyluğu üzerine parmak uçları dizlerine varacak şekilde koyar.
5. Koltuğunu
secdede açmaz.
6.
Teşehhüdde teverrük yapar, yani sol yanı üstüne oturup iki ayaklarını sağ
tarafından çıkarır.
7.
Rükû"da parmaklarını açmaz.
8. Erkeklere
imam olamaz.
9. Cemaat
olmaları mekruhtur.
10. Cemaat
olurlarsa, imam onların ortasına durur."[135]
903.
...Ziyâd b. Subeyh ei-Hanefî'den; demiştir ki: İbn Ömer (r.a.)'in yanında namaz
kıldım ve (namazda) ellerimi böğrüme koydum. Namazı kılınca (bana şöyle) dedi:
"Namazdaki şu hal asılmış kimse(nin hali gibi)dir. Resûlullah (s.a.) de
bundan nehyederdi."[136]
Sözlükte
"hasıra" kelimesi böğür anlamına gelir. "Tahassür" ise, eli böğründe dikilmek demektir.kelimesi
ise, kalçaları yere koyarak yan taraftan ellerin üzerine abanmak demektir. Ancak
tarif edilen şekildeki oturuşun bu hadisle bir ilgisi olmadığından bu babın
başlığında kelimesinin bulunmaması uygun olurdu. Çünkü hadis sadece kıyamda
elleri böğründe durmakla ilgilidir.
Salb kelimesi,
"asmakj asılmak" mânâsına gelir, İbn Ömer (r.a.) Hazretlerinin
ifâdesinden anlaşılıyor ki, kıyamda bu şekilde duran kişinin manzarası ağaca
asılan kişinin hâline benzer. Çünkü ağaca asılan kişi ellerini ağacın gövdesi
üzerine sarkıtır. Böyle çirkin bir manzara arz etmekten korumak için Resûl-i
Ekrem (s.a.) namaz kılarken kıyamda elleri böğründe durmaktan mü'minleri
nehyetmiştir.
Bu nehyin zahirine
bakan zahirî ulemâsına göre namazda elleri böğrüne koymak haramdır.
İbn Abbâs, Âişe,
Mücâhid, İbrahim en-Nehaî, İmam Mâlik, Şafiî hazretleriyle Hanefî ve Hanbelî
ulemâsına (r.a.) göre ise kıyamda elleri böğründe durmak tahrimen mekruhtur.
Bezlu'l-mechud sahibinin ifadesine göre metinde geçen "Salb"
kelimesine başka mânâ verenler olmuşsa da bu mânâlar zayıf görülmüştür. Bu
manalardan bazıları şunlardır:
1. Elinde
asa tutarak buna dayanmak.
2. Namazda
bir sûrenin sonundan sadece birkaç âyeti okuyarak okunacak süreyi kısaltmak,
3. Kıyamı
rüku'u ve sücudu kısaltmak suretiyle namazı çabuklaştırmak.Ancak ulemânın
muhakkik ve müdekkiklerine göre bu kelime "asılmış kimse" demektir
ki, biz de tercümemizde bu mânâyı tercih ettik.
Kıyamda elleri
böğründe durmaktan nehyedilmenin sebebi üzerinde de çeşitli görüşler vardır:
1. Bazılarına
göre İblis devamlı surette eli böğründe gezdiği için namazda böyle durmak
yasaklanmıştır. Yine îblis gökten yere eli böğründe inmiştir, (îbn Ebî Şeybe,
İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir).
2. Yahudilere
benzemekten korunmak içini yasaklanmıştır.Çünkü onlar namazlarında ellerini
böğürlerine koyarlar. (İbn Ebi Şeybe, Hz. Âişe'-den rivayet etmiştir).
3. Cehennem
ehli elleri böğürlerinde istirahat ederler. (İbn Ebi Şeybe Hz. Âişe'den ve
Mücâhid'den rivayet etmiştir. Beyhakî de Ebû Hûreyre'den rivayet etmiştir).
4. Musibete
uğrayan kimselerin haline benzediği için yasaklanmıştır. Çünkü bir kimsenin
başına bir musibet geldiği zaman elleri böğründe kalır. Bu görüş de Hattabî'ye
aittir.[137]
904.
...Mutarrıf'ın babası (Abdullah b. Şıhhîr)dan demiştir ki: Resûlullah (s.a.)'i
ağlamaktan dolayı göğsünde değirmen sesi gibi bîr sesle namaz kılarken gördüm.[138]
Ahmed b. Hanbel ile
Nesâî'nin rivayetinde bu hadis "göğsünde kaynayan bir tencere sesi gibi
bir ses olduğu halde namaz kılıyordu” şeklinde ifade edilmektedir.Bu rivayetler
gösteriyor ki Resûl-i Zişan Efendimiz, namazda iken kendisini saran ilâhî
atmosferin verdiği yüce duygularla zaten her an içinde kaynamakta olan aşk
ateşinin cûş-ü hurûşa gelmesinden göğsünün volkanında kaynaşan lâvların
hıçkırıklar hâlinde fışkırmasına engel olamamıştır. Ulemâ bu hadis-i şerife
bakarak namazda ağlamanın caiz olduğu kanaatine varmışlardır. Nitekim Ali b.
Ebî Tâlib (r.a.)'in rivayet ettiği şu hadis-i şerif de bu görüşü te'yid
etmektedir: "Bedir günü bizim içimizde Mikdâd b. Esved'den başka bir
süvari yoktu. O gece Resûl-i Ekrem (s.a.)i bir ağaç altında ağlayarak namaz
kılarken gördüm. Bu hali sabaha kadar devam etti."
Ancak bu mevzuun
ayrıntılarında ulemâ arasında bazı görüş ayrılıkları bulunmaktadır:
1. Hanefî
âlimlerine göre Allah korkusu, Cehennem veya Cenneti hatırlama gibi dünyevî
olmayan bir sebeple ağlamak namazı bozmaz. Çünkü bu durum o kimsenin huşu'
içinde bulunduğunu gösterir. Namazda aranan şey ise, huşû'dur. Bu bakımdan bu
şekildeki ağlamalar, namazda duâ ve teşbih hükmündedir. Hanefî ulemâsının bu
mevzudaki delilleri de konumuzu teşkil eden hadis-i şeriftir. Ancak ağlamanın
sebebi dünyevî sıkıntı ise, o zaman namaz bâtıl olur. Çünkü bu şekildeki
ağlama o kişinin şahsî sıkıntılarını dile getirerek etrafmdakileri yardıma
çağırma mânâsına gelir. Hanefî ulemâsına göre inlemek, ah-vah etmek de ağlamak
gibidir. Ancak Ebû Yûsuf'a göre eğer ağlama esnasında aslî harflerden iki veya
daha ziyâde harf çıkmışsa namaz bozulur. Fakat ziyâde harflerden iki harf
çıkmışsa veya çıkan harflerden biri aslî, diğeri ziyâde harflerden ise, namaza
zarar vermez.[139] Bilindiği gibi alfabe
harflerinden cümlesinde bulunan harfler ziyâde harflerdir. Bunun dışında kalan
harfler ise, aslî harflerdir.
2. Mâlikî
ulemâsına göre eğer ağlamak Allah korkusu veya âhiret düşüncesiyle olmuşsa,
isterse yüksek sesle ağlamış olsun namaza zarar vermez. Fakat dünyevî bir
düşünceden ileri gelmişse şu durumlar ortaya çıkar:
a. Eğer ses
çıkarmadan ağlanmışsa namaz bozulmaz.
b. Eğer ağıt
sesli ise, bunun hükmü namazda konuşmanın hükmü gibi iki şekilde mütelaa
edilir:
Eğer kasden ağlamışsa
azı da çoğu da namazı bozar. Unutarak ağlamışsa, çoğu namazı bozarsa da azı
bozmaz.
Namazda inleyip ah-vah
etmek, eğer maddi bir acıdan kaynaklanıyorsa, yüksek sesli bile olsa namaza
zarar vermez. Çünkü bu adam elinde olmayarak ağlamaktadır ki, namazda
konuşmanın ikinci şıkkına girer.
3. Şafiîlere
göre ağlamanın sebebi ne olursa olsun, ağıt esnasında iki harf çıkmışsa namaz
bozulur.
4. Hanbelîlere
göre Allah korkusundan dolayı ağlama namaza asla zarar vermez.Fakat başka bir
sebeple meydana gelen ağlamalar mutlak surette namazı bozar. Ancak ağlamaya
engel olmak istediği halde engel olmaya gücü yetmezse, bu halde de ağlamak
namaza zarar vermez.[140]
905. ...Zeyd
b. Hâlid el-Cühenî'den rivayete edildiğine göre Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Kim güzelce abdest alır da gaflet etmeden (namazda olmanın
uyanıklığı içerisinde) iki rekat namaz kılacak olursa, geçmiş günahları
affolunur.”[141]
Bu hadis-i şerifte
bütün şartlarını, sünnetlerini ve âdabını yerine getirerek güzelce abdest aldıktan
sonra gaflete düşmeden huzur-ı ilâhîde bulunmanın şuur ve idrâki içerisinde
vesvesesiz olarak iki rekat namaz kılan bir kimsenin daha önce işlemiş olduğu
günahlarının affedileceği müjdelenmektedir. Ancak bu hadis-i şerifi
anlayabilmek için hadisin başlığında bulunan "vesvese" ve
“hadisü'n-nefs" kelimelerini iyi anlamak gerekir. Kıymetli ilim
adamlarımızdan Elmalılı Hamdi Efendi vesvese kelimesini şöyle açıklıyor:
"Vesvese nedir? Keşşâf'jn ve Râğıb'ın de söyledikleri gibi esasen yavaş
fısıltı yapmak, fiskos etmek gibi gizli sese, hems-i hafiye denilir. Huliyyât
(zinet) hışıltısına, "vesvesü'l-haliy" denilmesi de bun^ -dandır. Kâm
us'un kayd ettiği vecihle avcının ve köpeklerin yavaşça seslerine
"vesvese" ve "vesvâs" denilmesi de bundandır. Bundan nefsin
veya şeytanın kalbe attığı hayırsız, faidesiz, alçak, hatıra ve dağdağaya
vesvese denilmek mütearef ve me'sûr olmuştur. Dilimizde mâruf olan da
budur."[142]
Hadisü'n-nefs
kelimesine gelince îslâmî kaynaklara göre, bir iş yapmadan oriee insanın gönlünden
geçen düşünceler, azim ve karar haline gelinceye kadar şu safhalardan geçer:
1. Hâcis
safhası: Bir işi yapıp-yapmamak fikri iik defa kalbe doğunca buna
"hâcis" denir.
2. Bu işi
yapıp - yapmamak fikrinin kalbde bir müddet durması, cereyan ve deveran etmesi
haline de "hatır" denilir.
3. Bundan
sonra bu fikri yapıp yapmamak hususunda nefsin tereddüt etmesine
"hadisü'n-nefs" denir ki, hadisin başlığında söz konusu olan mesele
işte budur. Biz bu kelimeyi "bazı şeyleri düşünmek" şeklinde tercüme
ettik.
4. Bundan
sonra bir tarafı tercih etmek ciheti geliyor ki, buna da "hemm"
derler.
5. Bundan
sonra azim safhası gelir ki insanlar ancak bu safhada mes'ul duruma-gelirler.
Bunun içindir ki bazı müfessirler "Göklerde ne var, yerde ne varsa (hepsi)
Allah'ındır. Eğer siz içinizdekini açıklar, yahut gizlerseniz, Allah onunla
sizi hesaba çeker."[143]
âyet-i kerimesindeki "içinizdeki" kelimesine "azm" mânâsı
vermişlerdir. "Cenab-ı Allah ümmetimi nefislerinde-ki cereyan eden
şeylerden (onlar kelam veyahut fiil sahasına çıkmadıkça) affeyledi. Onlardan
dolayı sorumlu tutmaz" hadis-i şerifinin şerhinde ulemânın beyânına göre
hâcis, hatır, hadis-i nefs safhalarında bulunan düşünceler mutlaka
bağışlanmıştır. "Hemm" safhasında iyiliği düşünüp tercih etmeden
dolayı sevab varsa da kötülüğü düşünüp tercih etmeden dolayı günah yoktur.
Beşinci mertebeye gelince: Bu mertebedeki düşünceler için sevab veya günah
vardır. Namaz dışında insanın kalbine gelen düşüncelerin safhaları ve
sorumlulukları böyle ise de namaz içerisinde gönlü işgal eden düşünceler
hadis-i şerifte vâdedilen mükâfata engeldirler. Hadisin başlığındaki ifâdeden
anlaşılıyor ki, namazda vesveseye düşmek ve namazla ilgisi olmayan bir iş
üzerinde fikir yürütmek musannif Ebû Davud'a göre mekruhtur ve hadis-i
şerifteki müjdeye erişmeye engeldir. Çünkü her ne kadar bu gibi düşüncelerin
gönle gelmemesi insanın elinde değilse de, bunların gönülde eğleşmesine engel
olmak, bu düşünceleri o anda gönülden çıkarıp atmak insanın elindedir. Fakat
namaz esnasında âhiretle ilgili işleri hatırlamanın veya düşünmenin bir
sakıncası yoktur. Nitekim Ömer (r.a.) şöyle buyuruyor: "Ben bazan orduyu
nasıl hazırlayacağımı namazda düşünürüm."
Bazı ilim adamlarına
göre hadis-i şerifte affedileceği müjdelenen geçmiş günahlardan maksat küçük
günahlardır, büyük günahlar değildir. Bazılarına göre ise, kul hakkının dışında
büyük-küçük bütün günahlar bu müjdenin kapsamına girmektedir.[144]
906. ...Ukbe
b. Âmiri'l-Cuheri’den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.); "Kim
güzelce abdest alır da kalbiyle ve yüzüyle yönelerek iki rekat namaz kılacak
olursa o kişi kesinlikle Cennete girer" buyurmuştur.[145]
Gerek bu hadis-i şerif
ve gerekse bundan önce tercümesini sunduğumuz hadis-i şerif, abdestin bütün
şartlarına sünnet ve âdabına riâyet ederek kemâl-i dikkat ve huşu' ile Allah'a
yönelerek gönlüne Allah'dan başka birşey getirmeden iki rekât namaz kılmaya
muvaffak olanlar için büyük bir müjde ve büyük bir va'd-i ilâhidir.[146]
907.
...el-Misver b. Yezid el-Mâlikî'den rivayet edilmiştir ki: Resûlullah (s.a.)
(Râvi) Yahya dedi ki: (Bu cümleyi Misver): "Ben Resûllullah (s.a.)'i
gördüm ki" (şeklinde) rivayet etmiş de olabilir namazda okurken bir âyeti
terk etti, onu okumadı. Bunun üzerine adamın birisi (namaz bitince):
Ey Allah'ın Resulü,
sen falan âyeti terk ettin, dedi. Resûluüah (s.a.) da o kimseye:
"Bana (o anda)
hatırlatsaydm ya?" cevabını verdi. (Musannif Ebû Davud'un hocalarından)
Süleyman, kendi rivayetinde (o kimsenin):
(Ya Resûlallah), ben o
âyetin neshedildiğini zannetmiştim, dediğini de ilâve etmiştir.[147]
Ayrıca Süleyman Mervân
b. Muâviye'nin, Yahya b. Kesir1 den onun da Misver'den hadisi (anane yoluyla
değil) tahdis yoluyla aldığını da haber vermiştir.
(Müellif Ebû Dâvûd
dedi ki;) Bize Yezîd b. Muhammed el-Dımişkî haber verdi. Dedi ki: Bize Hişam b.
İsmail haber verdi» (dedi ki:) Bize Muhammed b. Şuayb haber verdi, (dedi ki:)
Bize Abdullah b. el-A 'lâ b. Zebr, Salim b. Abdullah'dan, (Salim de) Abdullah
b. Ömer'den naklen haber verdi ki: Peygamber (s. a.) (birgün) sesli Kur'ân
okuyarak namaz kıldırırken takıldı... (Namazdan) çıkınca Ubeyy'e (hitaben):
"Sen de namazı bizimle beraber kıldın değil mi?" buyurdu. (O da);
"evet" deyince, "öyleyse, niçin bana hatırlatmadın?"
buyurdu.[148]
Bu hadis-i şerifi
el-Misver b. Yezid el-Malikî'den rivayet eden Yahya b. Kesir el-Kâhilî hadis-i
şerifin ilk cümlesini el-Misver'den nasıl duyduğunu kesinlikle
hatırlayamamaktadır. Kendi ifâdesine göre bu cümleyi el-Misver'den iki şekilde
işitmiş olması mümkündür:
1.
"Resülullah (s.a.) namazda bir âyeti terk etti" şeklinde.
2.
"Resûlullah (s.a.)'in namaz kıldırırken bir ayeti terk ettiğine şahid
oldum" şeklinde.
Bu rivayetler arasında
çok mühim bir fark vardır. İkinci rivayet şekli, râvi Misver'in hadiseye bizzat
şahit olduğunu ifâde eder. Bilindiği gibi böyle gözle görmeyi veya kulakla
işitmeyi ifâde eden rivâetler bu rivayeti nakleden râvinin sahâbî olduğunu
ortaya koyar. Halbuki bunun dışındaki ifâdelerde böyle bir mânâ yoktur. Ancak
râvi Yahya bu cümleyi Misver'den nasıl duyduğunu kesin olarak
hatırlayamadığından Misver'in sahâbî olup olmadığını buradan anlamak mümkün
değildir.
Hadisin sonundaki
Süleyman b. Abdurrahmân'a âit ilâveden anlaşılıyor ki, Resûl-i Ekrem (s.a.),
namazda bir âyeti atladığını hatırlatan ve ismi açıklanmayan kimseye,
"Madem o âyeti okumayıp terk ettiğimi biliyordun da niçin o anda bana
hatırlatmadın, habrlatsaydm ya" deyince o zat:
Ben o âyeti
neshedildiği için okumadığınızı zannetmiştim diyerek Resûl-i Müctebâ Efendimize
bu soruyu yöneltmekteki maksadını açıklamıştır.
İbn Hibbân'ın
rivayetinden anlaşıldığına göre Nebiyy-i Ekrem (s.a.) Efendimiz de
neshedildiği için değil de unuttuğu içni terk ettiğini söyleyerek o kimseye
istediği cevabı vermiştir.
Ancak hadisin
sonundaki bu ilâveyi Süleyman'dan başka bir kimse rivayet etmemiştir. Hadisin
bu kısmı "ferd hadis" niteliğindedir.
Nesh: Sözlükte,
silmek, yok etmek, değiştirmek birşeyi diğerinin yerine getirmek mânâlarına
gelir. Terim olarak bir kaç tarifi yapılmıştır. Bu tariflerden birisi neshin,
hükmü koyan açısından tarifidir ve şöyledir: "Nesh şer'î bir hükmün
tatbikinin sona erdiğini bildirmek demektir."
Mükellefler açısından
ise, "nesh, şer'î bir hükmün yürürlükten kaldırılarak yerine başka bir hükmün
konulmasıdır."
Bir hükmün geçerliğini
kaldıran yeni hükme nâsih, eski hükme de "mensûh" denir.
"Ben o âyetin
neshedildiğini zannetmiştim” sözünün manası, "eğer neshedilmediğini
bilseydim o âyeti o anda hatırlatırdım" demektir. Bu da sahâbe-i-kiramın imama
takıldığı yerlerde hatırlatmaya bu hâdiseden önce de alışkın olduklarını
gösterir; Nitekim Hâkim'in Enes'den rivayet ettiği şu hadis-i şerif de bunu
ortaya koymaktadır:
"Biz Resûl-i
Ekrem (s.a.) devrinde namazda takıldıkları zaman imamlara hatırlatırdık"[149]
Bütün bu rivayetler namaz kıldırırken takılan bir imama arkasında bulunan
cemaatin hatırlatmasının caiz olduğuna delâlet eder. Ancak cemaatin takılan bir
imama hatırlatmasının hükmü ulema arasında ihtilaflıdır:
1.
el-Mansur-u Billah'a göre hatırlatma vâcibtir.
2. Şiî
ulemâsına göre cemaatin namazda takılan imama takıldığı âyeti hatırlatması
müstehabtır. Nitekim Osman b. Affân, Ali b. Ebî Tâlib, tbn Ömer, Atâ, Hasan
el-Basrî, İbn Şîrîn. Nâfî, Mâlik, Şâfıî, Ahmed ve İshak hazerâtı bu
görüştedirler. Ancak bu âlimlere göre, cemaat imama hatırlatmak için okuyacağı
âyeti kıraat niyetiyle değil, sadece imama hatırlatmak niyetiyle okumalıdır.
Eğer imam namazın caiz olacağı kadar kıraatta bulunduktan sonra yamlmışsa,
hatırlatma yoluna gidilmez.
3. Eğer imam
bir başka âyete geçer de cemaat atladığı âyeti hatırlatırsa hatırlatan kimsenin
namazı bozulduğu gibi, imam bu kimsenin hatırlatmasına uyarak geri dönecek
olursa, imamın da namazı bozulur diyenler de olmuştur. Esasen imama
hatırlatmanın müstehab oluşu, zamm-i sûre ile ilgilidir. İmamın Fatiha okurken
takılması halinde hatırlatmanın hükmü vâcibtir.[150]
Ancak kişinin imamının
takıldığı kıraati hatırlatması caizdir. Her ne kadar imam kıraattan farz olan
miktarını okumuş veya başka bir âyete geçmiş bulunsa da çünkü bunda hem imamın
hem de kendinin namazını ıslah vardır.
Cemaat kendisi ile
beraber olmayandan işitip de imamına hatırlatsa hepsinin namazı bozulması
gerekir. Çünkü hariçten telkin edilmiştir. Kıraat hatırlatmak imam yanıldığında
olur. Aslında namazda tutulan imama kıraatini hatırlatmak ona talim etmek
(öğretmek) demek olduğundan, namazı bozacağı kıyas gereği ise de, cemaatin
kendi imamına hatırlatması istihsan (gizli delil) gereğince caizdir ve namazı
bozucu değildir. Nitekim Peygamber (s.a.) namazda "Mü'minûn" Suresini
okurken bir kelime atlamışlar imiş. Namazdan sonra:
"İçinizde Übeyy
yok muydu?" diye ashabdan en güzel okuyan zatı sormuşlar. Hz. Ubeyy,
"buradayım!" deyince Peygamberimiz (s.a.):
"Namazda
atladığım kelimeyi bana hatırlatmalı değil miydin?" buyurmuşlar. Bunun
üzerine Übeyy:
"Ben o kelimenin
neshedilmiş olduğunu zannettim" deyince Peygamber Efendimiz cevaben:
"Eğer mensuh
olsaydı, size daha evvel bildirirdim" buyurmuşlardır. Hz. Ali de :
"İmam senin hatırlatmana muhtaç olursa hatırlat" buyurmuşlardır.
Eğer imam hatırlatılmaya muhtaç olur da hatırlatılmazsa, ihtimal ki imamın
dilinden namazı bozacak birşeyin çıkmasıyla hem imamın hem de cemaatin
namazları bozulabilir. Halbuki ona hatırlatmakla hem imamın hem de kendinin
namazı düzelmiş olur.
Ancak imam kıraatte
tutulunca hemen ona hatırlatmak mekruhtur. Zira belki kendisi az sonra
hatırlayabileceğinden lüzumsuz yere telkin olmuş olur. İmamın da okurken sükût
ederek durması ve cemaati hatırlatmaya zorlaması mekruhtur. Hatırlayamadığında
başka bir âyete geçer ve müstehab olan miktar yerine gelmişse hemen ruku'a
varır. Çünkü Peygamberimiz (s.a.) Fâtiha'dan sonra Mü'minûn Sûresi'ni okudu ve
sonra Hz. Übeyy'e "atladığım kelimeyi hatırlatmalı değil miydin?"
dedi. Bu ifâde Resul-i Ekrem (s.a.)'in farz miktarını aşmış olan kıraatte
olduğunu göstermektedir.[151]
5.
Mâlikîlere göre kişi, kendi imamının dışında bir kimseye hatırlatacak olursa
namazı bozulur.
6. Hanbelîlere
göre ise, kişinin kendi imamının dışında bir kimseye hatırlatması ile namazı
mekruh olur. "Bize Yahya b. Kesîr haber verdi" sözünden maksat
şudur: "Bilindiği gibi bu hadisi musannif Ebû Dâvûd, Muhammed b. ei-Alâ ve
Süleyman b, Abdirrahmafı ismindeki şeyhlerinden almıştır. Bunlardan Muhammed b.
el-Alâ bu hadisi "Mervân vasıtasıyla Yahya'dan" tabiriyle
"an'ane" lâfzıyle naklettiği halde, diğer şeyhi Süleyman,
"Mervân dedi ki bize Yahya b. Kesîr haber verdi" diyerek kesinlik^
ifâde eden "Haddesenâ = bize haber verdi" lâfzıyle nakletmiştir.
Musannif Ebû Davud'un bu sözü hadisin
sonuna ilâve etmekten maksadı,
"haddesena" lafzını kullanarak habçr veren şeyhi Süleyman'ın
rivayetinin "an'ane" tankıyla haber veren diğer şeyhi Muhammed'in
rivayetinden daha kuvvetli olduğuna dikkat çekmek ve Süleyman'ın rivayetinde
Yahya, babasına nisbet edilerek (Ibn Kesîr) diye künyelendirildiği halde,
Muhammed b. el-Alâ'nın rivayetinde mensub olduğu el-Kâhil kabilesine nisbet
edilerek "el-Kâhilî" diye vasıflandırılmış olduğunu belirtmektir.[152]
908. ...Ali
(r.a.)'den; demiştir ki: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Yâ Alî,
namazda imama (yanıldığı âyeti) hatırlatma!"
Ebû Dâvûd dedi ki: Ebu
îshak, el-Haris'ten sadece dört hadis işitmiştir. Bu hadis de onlardan
değildir.[153]
Bu hadis-i şerif namaz
esnasında okurken yanılan imama hatırlatmasının mekruh olduğunu söyleyen Zeyd
b. Ali'nin görüşünü doğrulamakta ise de, delil olma niteliğinden uzaktır. Çünkü
bu hadisin râvileri arasında el-Hâris b. Abdillah el-Hemedânî vardır ki, onu
pek-çok hadis âlimi tenkid etmiş ve zayıf olduğunu söylemiştir. Ayrıca musannif
Ebû Davud'un da işaret ettiği gibi, Ebû İshâk'm el-Hâris'ten rivayet ettiği
hadis sayısı dörttür. Bu hadis ise o dört hadis arasında bulunmamaktadır. Bu
durum hadisin zayıflığını ortaya koymak için yeterlidir. Ayrıca tercümesini
sunduğumuz bir numara önceki hadis-i şerif namazda okurken takılan imama
hatırlatmanın caiz olduğunu ifâde etmektedir. Ve her bakımdan bu hadise tercih
edilecek nitelikleri taşımaktadır. Bir de bu hadis munkati'dir. Şayet bu
hadisin sahih olduğu kabul edilse bile, buradaki nehyin, imam hatırlatılmaya
muhtaç elmadan, yapılan hatırlatmayla ilgili olduğu düşünülebilir. Namazda
okurken takılan imama hatırlatmanın hükmü bîr evvelki hadisin şerhinde geçtiği
için burada tekrara lüzum görmüyoruz.[154]
909. ...Ebû
Zer (r.a.) demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kul namazında
iken (yüzüyle) sağa-sola dönmediği müddetçe Allah Teâla da (rahmet nazarıyla)
ona yönelmeye devam eder, (yüzüyle) sağa-sola dönecek olursa, (Allah da) ona
yönelmekten vazgeçer."[155]
Kul namazda iken
mecbur olmadığı müddetçe sağına veya soluna yüzünü çevirmemelidir.Çünkü kul
namaz esnasında bütün vücuduyla beraber yüzünü kıbleye dönük bulundurduğu müddetçe
Allah Teâla'nın rahmet, mağfiret ve ihsan nazarları da kula çevrilmiş olur.
Kul için bu en üstün bir şeref ve en büyük bir nimettir. Fakat kul bir zaruret
ve ihtiyaç bulunmadığı halde başını sağa veya sola çevirecek olursa, o andan
itibaren, Allah Teâlâ ve tekaddes hazretleri rahmet nazarıyla o kula bakmaktan
vazgeçer. Fakat kulun bir ihtiyaç ve zaruret sebebiyle başını sağa veya sola
çevirmesinde bir sakınca yoktur. Nitekim ileride gelecek olan 916 numaralı
hadis-i şerif de bunu ifâde etmektedir. Hanefî ulemâsından İbn Melek'e göre
Allah'ın kuldan yönünü çevirmesinin mânâsı, namazın sevabının azalması
demektir. Esasen namazda kulun yönünü kıbleden çevirmesi Hanefîlere göre üç
şekilde olur:
1. Yüzü
kıbleden çevirmek, bu mekruhtur.
2. Gözü
çevirmek, bunda bir sakınca yoksa da çevirmemek daha iyidir.
3. Göğsü
çevirmek bu hareketin namazı bozacağında ulemâ ittifak etmiştir.İhtiyaçsız
olarak sağa-sola bakınmanın namazın kemâlinden olan huşua mâni olacağı için
sakıncalı olduğunu söyleyenlerin yanında namazı ifsad edeceğini söyleyenler de
vardır.[156] Namaz esnasında bir
ihtiyaç bulunduğu zaman, göğsü çevirmemek şartıyla sadece başı kıbleden
çevirmek bütün imamlara göre kerâhetsiz olarak caizdir. Bu hareketin ihtiyaçsız
olarak yapılması ise ittifakla mekruhtur.
Bütün vücûduyla
kıbleden dönecek olursa yine bütün ilim adamlarınca namaz bozulur. Göğsün
kıbleden çevrildiği takdirde Hanefi ve Şafiî ulemâsına göre namaz fasit olursa
da Mâlikî ve Hanbelî ulemâsına göre fasit olmaz. Ancak Kabe'nin karşısında
namaz kılınırken el, kol, parmak gibi vücûdun bir parçasını bile Kâbeden
çevirmek bu iki mezheb ulemâsına göre namazı bozar.[157]
910. ...Âişe
(r.a.)den; demiştir ki: ResûluLiah (s.a.)'e bir kimsenin namazda (başıyla)
sağa-sola dönmesini sordum da; "O, kulun namazından şeytanın bir
hırsızlığıdır" diye cevab verdi.[158]
Bilindiği gibi
"hırsızlık" dernek bir malı sahibinden habersiz olarak gizlice almak
demektir. Türkçemizde buna çalmak denir. Hırsız, bir malı sahibinden çalmak istediği
zaman onun sağına veya soluna bakarak dalmasını bekler. Bu haii yakaladığı anda
harekete-geçerek işini bitirir. Şeytan da Rabbinin huzurunda ve rahmet
nazarları karşısında namaz kılmakta olan bir kuldan bu hali çalarak onu, içinde
bulunduğu zengin ve engin rahmet-i ilâhîden mahrum etmek maksadıyla sanki bir
hırsız gibi fırsat gözetler ve ona verdiği çeşitli vesveselerle hiç lüzum
yokken başını sağa-sola çevirtmeye muvaffak olarak gayesine girişir. İşte bu
sebeple Cenab-ı Peygamber (s.a.) namaz esnasında başı sağa-sola çevirmeyi
hırsızlığa benzetmiştir.
Bu hadis-i şerif
ihtiyaç olmadığı halde başı sağa-sola çevirmenin mekruh olduğuna delâlet
etmektedir. Nitekim şu hadis-i şerif de bunu te'yid etmektedir: "Namazda
sağa-sola başını çevirmekten sakın. Çünkü namazda başı sağa-sola çevirmek
tehlikeli bir iştir. Eğer çevirmek gerekiyorsa bu, nâfile namazlarda olur.
Farzlarda ise, asla olamaz."[159]
Yine Tirmizî'nin el-Hâris el-Eş'arî'den rivayet ettiği hadis-i şerifte
şöyledir: "Muhakkak ki Allah (c.c.) size namaz kılmayı emretmektedir.
Namaz kıldığınız zaman başınızı sağa-sola çevirmeyiniz. Çünkü Allah o anda
yüzünü namaz kılan kulunun yüzüne çevirmiştir. Kul başını sağa-sola
çevirmedikçe Allah da ondan yüzünü çevirmez"[160]
Ebû Bekr b. Ebî
Şeybe'nin rivayetine göre el-Hakem (şöyle) demiştir: ''Namazın kemâli (namaz
kılarken) sağındaki solundaki kimselerin kim olduğunu bilmemendir. Bir
rivayete göre Atâ şöyle demiştir: Bana erişen bir habere göre, Cenab-ı Hak
namaz kılmakta olan bir kimseye şöyle buyurmuş; "Ey âdemoğlu, sen başını
sağa-sola çevirerek kime yönelmek istiyorsun? Şunu iyi bil ki, yüzünü
çevireceğin kimselerin en hayırlısı benim."[161]
911. ...Ebû
Saîd el-Hudrî (r.a.)'den rivayet olunmuştur: "Halka kıldırdığı bir namazdan
dolayı Resulullah (s.a.)'ın alnında ve burnunun ucunda toz izleri görüldü.
(Sünen-i Ebû Davud'un
râvisi) Ebû Ali (el-Lu'luî) dedi ki: Ebû Dâvûd dördüncü (ve son) okutuşunda bu
hadisi (burada) okumamıştır.[162]
Ebû Ali'nin metinde
geçen "Ebû Dâvûd dördüncü okutuşunda bu hadisi okumamıştır" sözünden
anlaşılıyor ki, müellif Ebû Dâvûd Süncn'ini yazdığı zaman bâbların ve
hadislerin tertibi konusunda arkadaşlarının da fikirlerini almak maksadıyla
hazırlamış olduğu nüshayı onlara dört defa okumak-okutmak suretiyle arz
etmiştir. Ebû Dâ-vûd'un talebelerinden olan Ebû Ali el-Lu'luî de onların içinde
bulunduğu için hadislerin dördüncü arz edilişinde Sünen'in aldığı son şekli
hatırlatmakta ve bu hadisin aslında burada bulunmadığını kesinlikle ifâde etmektedir.
Esasen bu hadis, daha önce 894 numarada geçtiği için dördüncü müzakerede buradan
kaldırılmış olması gayet tabiidir. Bu hadisle ilgili açıklama 894 numarada
geçmiştir.[163]
912.
...Osman (b. Ebî Şeybe'nin) Câbir b. Semura'dan rivayetine göre, Cabir
demiştir ki: Resûlullah (s.a.) mescide girdi. Ellerini (ve gözlerini) havaya
kaldırmış bazı kimseler gördü. (Bu cümle, hadisin Müsedded tarafından yapılan
rivayetinde yoktur.) Ancak (Ebû Dâvûd'-un hocaları Müsedfied ve Osman) hadisin
bundan sonraki kısmında birleştiler (ve şu sözleri naklettiler). Bunun üzerine
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bu kimseler
gözlerini havaya dikmeye kesinlikle son vermelidirler." Müsedded (bu
cümleyi) "namazda" diye nakletti (Muaviye ve Osman ittifakla şu
şekilde tamamladılar:) "Yahut onların gözleri (bir daha) kendilerine
dönmeyecektir."[164]
Bu hadis-i şerif,
aslında biraz daha uzunca olan bir hadisin kısaltılmış halidir. Nitekim
Müslim'in rivayet ettiği şu hadis bunu tamamlayıcı mahiyyettedir:
"Resûlullah (s.a.) yanımıza geldi ve; "aceb neden sizleri hırçın
atların kuyrukları gibi ellerini kaldırmış görüyorum. Namazda sakin olun"
buyurdular. Sonra (başka bir defa) yine yanımıza geldi ve bizi halkalar halinde
görerek; "Sizi niçin dağınık cemaatler halinde görüyorum?" buyurdu.
Başka bir sefer yine yanımıza çıkageldi ve "Siz meleklerin Rableri
katında saf saf durdukları gibi saf bağlayıp dursaydınız ya!" buyurdular.
Biz; ya Resûlallah, Melekler Rableri katında nasıl dururlar? dedik. "İlk
safları tamamlarlar ve safta sıkışık dururlar" buyurdu.[165]
Bu hadisi şerif bazı
hükümleri ihtiva etmektedir:
1. Namazda
esas olan sükûnettir; elleri havaya kaldırmak veya ellerle selâm verip işaret
etmek meşru değildir. Nitekim Müslim'in rivayet ettiği bir hadiste şöyle
buyuruluyor: "Biz Resûlullah (s.a.) ile birlikte namaz kıldığımız vakit,
es-selamü aleyküm ve rahmetullah, es-selamü aleyküm ve rahmetullah derdik
(Cabir eliyle iki tarafa da işaret etmiş) Resûlullah (s.a.); "Siz neden
hırçın atların kuyrukları gibi ellerinizle işaret ediyorsunuz? Her birinize
elini uyluğunun üzerine koyması .kâfidir. Sonra sağ ve sol tarafında bulunan
kardeşlerine selâm verir" buyurdular.[166]
2. Namazda
gözleri havaya dikmek dört mezheb ulemasmca da mekruhtur. Nitekim Müslim'in
rivayet ettiği şu hadis-i şerif de buna delâlet etmektedir. Resûlullah (s.a.):
"Namazda gözlerini semâya diken bir takım kimseler, ya bundan vazgeçerler
yahutta gözleri (bir daha) kendilerine dönemez" buyurdular.[167] Müslim'in
rivayet ettiği şu hadis-i şerifte ise duâ ederken semâya bakmaktan
nehyedilmektedir. Hüküm ve hâdise her iki rivayette de bir olduğu için mutlak
olan birinci rivayet, mukayyed bulunan ikinci rivayete hamledilmiştir. Mamafih
buna hacet de yoktur. Çünkü mânâ yine aynıdır. Duanın kıblesi semâ olduğu halde
duâ esnasında semâya bakmak memnu olunca namaz esnasında bakmak evleviyetle
memnu' olur. Esasen bu rivayetlerden ne murad edildiği ulemâ arasında
ihtilaflıdır. Bazılarına göre va'id yani tehdit kasdedilmiştir. Bu takdirde
gözleri semâya dikmek haramdır. Zahirilerden İbn Hazm daha ileri giderek
namazın bozulacağını söylemiştir. Diğer bazıları: "Hadisin manası, namaz kılanların
üzerine inen meleklerin indirdikleri nurdan gözleri kör olacağından korkulur
demektir" müteleasında bulunmuşlardır. Ayrıca gözler kıbleden çevrildiği
ve namaz kılan bir kimsenin hâlinden uzaklaşıldığı için yasaklanmış olduğu da
düşünülebilir.
İbn Ebî Şeybe'nin
Hişâm'dan tahrîc ettiği bir hadise göre ashab-ı kiram vaktiyle namazda
sağa-sola bakınırlarmiş. "Namazda huşu” sahibi olan mü'minler muhakkak
felaha erdi"[168]
âyet-i kerimesi inince artık önlerine bakmağa başlamışlar, gözleri secde
yerinden öteye geçmez olmuş.
Bazılarına göre ibret
için gözleri semâya kaldırmakta bir sakınca yoktur. Fakat İbn Battal namazda
semâya bakmanın mekruh olduğunda ulemânın ittifak ettiklerini söylemiştir.
Namaz haricindeki dualarda ise, ekser-i ulemâya göre semâya bakmak caizdir.
Çünkü duanın kıblesi semâ olduğunu bildiren hadisler vardır. Taberî semâya
bakmayı kerih görmüştür. Kaadi Şureyh dua ederken gözlerini semâya diken bir
zata:
"Ellerini yum,
gözlerini de indir. Çünkü sen ona eremez ve onu göremezsin!" demiştir.[169]
3. Namazda
dağınık cemaatlar halinde bulunmak yasaklanmıştır.Yukarıda tercümesini
sunduğumuz ve bu hadisi tamamlayan Müslim hadisinde geçen, "Sizi niçin
dağınık cemaatlar halinde görüyorum?" cümlesi buna delâlet etmektedir.
Peygamber (s.a.)'in ayrı ayn cemaatler halinde görmesi kuvvetli bir ihtimale
göre namaz haricinde olmuştur. Onları bu halde görünce dinin emrettiği İslâm
birliğinin tahakkuk edemeyeceğinden endişe duymuş ve kendilerini dağınık
bulunmaktan men'etmiştir. Bazıları da bunun namazda olduğuna ihtimal
vermişlerdir. Çünkü namazda dağınık bir halde bulunmak, safların parçalanmasına
sebep olur. Fakat bu ihtimal zayıftır. Râvinin, "Resûlullah (s.a.) bizi
halkalar halinde gördü” demesi, namazda olmadıklarına delâlet eder. Zira halka
yuvarlak olduğu için halka halinde duranların bazıları sırtlarını kıbleye
çevirmiş vaziyette otururlar.[170]
4. Safları
melekler gibi düz ve sık tutmak gerekir.Nitekim konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd
hadisini tamamlayıcı mahiyetteki Müslim hadisinde geçen "siz meleklerin
rableri katında saf saf durdukları gibi saf bağlayıp dur-saydınız ya!"
cümlesi buna delâlet etmektedir.[171]
Görülüyor ki bu
hadis-i şerif musannif Ebû Davud'a iki kanaldan gelmiştir:
1. Müsedded
- Ebû Muâviye kanalı,
2. Osman b.
Ebî Şeybe - Cerîr kanalı. İkinci kanalla gelen hadisin metni birinciye
nisbetle daha uzundur.
Daha sonra bu iki
kanal şu kanalda birleşirler; el-A'meş, el-Müseyyeb b. Râfî, Temim b. Tarafe
et-Tâî, Câbir b. Semure, Resul-ü Ekrem, Osman b. Ebî Şeybe'nin rivayetinde
diğerinden farklı olarak şu cümle bulunmaktadır: "Resûlullah (s.a.)
mescide girdi, ellerini (ve gözlerini) havaya kaldırmış bazı kimseler
gördü."
Hadisin bundan sonraki
cümlelerinde her iki senedle gelen ifadeler birleşmektedir. Ancak şu farkla
ki, Müsedded'in rivayetinde fazla olarak bir de "namazda" kelimesi
bulunmaktadır. Yani Müsedded'in cümlesi "bu kimseler namazda gözlerini
havaya dikmeye kesinlikle ya son vereceklerdir..." şeklindedir.
Tercümesini sunduğumuz Müslim hadisleri ise, bu hadisin eksik kalan kısımlarım
tamamlamaktadır.[172]
913.
...Enesb. Mâlik'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Bazı
kimselere ne oluyor da namazları esnasında gözlerini semâya dikiyorlar?"
(En.es dedi ki); Resûlullah'ın sözü bu mevzuda iyice sertleşti ve buyurdu ki:
"Ya bundan vazgeçerler, yahut da gözleri kör olur.”[173]
914. ...Âişe
(r.anhâ)'dan; demiştir ki (Bir defa) Resûlullah (s.a.) çizgili bir elbise
(hamisa) içinde namaz kıldı ve; "bunun çizgileri beni meşgul etti. Siz
bunu Ebû Celim'e götürün de bana onun enbicâniyyesini getirin" buyurdu.[174]
Hamîsa, dört köşeli ve
çizgili kumaş demektir. İpekten veya
yündendir.Yalnız bu ismi verebilmek için siyah ve çizgili olmak şarttır.
İnce ve hacmi ufak olduğu için bu ismi almıştır.
Hadis-i şerifte geçen
"Bunun çizgileri benî meşgul etti" cümlesinin mânâsı, "bunun
çizgileri neredeyse, gönlümü meşgul edecekti" demektir. Nitekim
Buhâri'nin Hz. Âişe'den rivayet ettiği şu hadis bunu açıkça ifade etmektedir:
"Ben namazda iken gözüm bu elbisenin çizgilerine ilişti, bana zarar
vereceğinden korkuyorum"[175]
Açıklamakta olduğumuz Ebû Dâvûd hadisindeki: "Beni meşgul etti"
şeklindeki ifâde,Resûlullah (s.a.)'in bu çizgilerle gönlünün meşgul olmasına
az bir mesafe kaldığını mübalağalı bir şekilde anlatmak için kullanılmıştır.
Gerçi Resûl-i Ekrem Efendimizin gönlü bu çizgilerle meşgul olmamıştır ama olsa
bile, bu meşguliyet onun yüksek mevki ve şerefine bir noksanlık getirmez. Çünkü
o da bir insandır. İnsan olarak o da Peygamberlik şerefine aykırı olmayan
beşerî duygulan taşıyabilir.[176]
Bu elbiseyi Resûlullah
(s.a.)'e hediye eden de Ebû Cehm (r.a.) idi. Hediyesi kabul edilmediğinden
dolayı kalbinin kırılacağı endişesiyle Hz. Peygamber bu hediyeyi tekrar geri
istemek suretiyle yine onun hatırını hoş etmiştir. Zaten Peygamber (s.a.)'in
maksadı, onun hediyesini kabul etmemek değil, namaz esnasında çizgilerinin
kalbini meşgul etmesinden korunmaktı.
Enbicânî; Enbicân
denilen yerde dokunan bir kumaştır. Bazıları da "Menbic kumaşıdır. Menbic
Şam'da mâruf bir şehirdir. İsm-i mensubu 'bâ'-nm fethi ile
"menbecânî" gelir. Hemzesi de mime çevrilir" demişlerse de
birinci ihtimal daha kuvvetlidir. Bu kumaş hamîsa'dan daha kalındır. Erişi
kalın pamuk veya kalın keten, argacı da yünden dokunur. Ekseriyetle yünden
dokunur.
Ebû Cehm (radiyallahü
anh)in ismi Âmir b. Huzeyfe'dir. Bazıları isminin Ubeyd olduğunu söylerler.
Mekke'nin fethedildiği gün müslüman olmuştur. Ebû Cehm Hazretleri Kureyş
kabilesine mensup olup neseb ilmini bilir ve kabilesi arasında sevilir, sayılır
bir zat idi. Kabe'nin iki defa bina edildiğini görmüş ve Hz. Muaviye'nin
hilâfeti sonlarında vefat etmiştir. Ashâb-ı Kiramdan bir de Ebu Cuheym vardır.
Onu bununla karıştırmamak lâzımdır.[177]
1. Çizgili
kumaştan yapma elbise giyilebilir. İçinde namaz da kılınır. Çünkü Resul-ı Ekrem
(s.a.) bu namazı iade etmemiştir.
2. Namazda
azıcık düşünmek namaza zarar vermez. Bunda ulemânın ittifakı vardır.
3. Namazda
huşu' ve dikkat lâzımdır. Namazdan alıkoyan her şey terk edilmelidir.Bundan
dolayıdır ki Hanefî ulemâsı namazda
secde yerine bakmanın müstehab olduğunu söylerler. Çünkü bu şekil tazime daha
muvafıktır.
4. Kalbi
taattan meşgul edecek herşeyi terk etmek dünya zîneti ile dünya fitnesinden
âzâde kalmak gerekir.
5. Gerek
namazda gerekse namaz dışında bakılması lüzumlu olmayan şeye bakmamak gerekir.
6. Alim ve
hükümdarlar kendilerinden aşağı derecede bulunan bir kimseye künye
takabilirler.
7. Mescidin
mihrabım veya duvarlarını nakışlamak ve namaz kılanların kalblerini meşgul
edecek buna benzer şeyler yapmak mekruhtur.
8.Dostlar
arasında biribirlerine hediye göndermek meşrudur.
9. Hediye geri
çevrildiği zaman kırılmadan kabul etmek gerekir.
10. Eşyanın
zahirî şekillerinin temiz kalbler üzerinde de tesiri vardır.[178]
915. ...Bu
haber (bir de) Âişe (r.anhâ)'den (Hişâm vasıtasıyla) nakledilmiştir. (Hişâm)
dedi ki: "Ve (Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem) Ebu Cehm'e ait
çizgisiz bir kumaş (kerdî) aldı ve (kendisine):
Ey Allah'ın Resulü,
çizgili elbise bu çizgisiz kumaştan daha güzeldi, denildi.[179]
Metinde geçen çizgisiz
kumaştan maksat bir numara önce tercümesini sunduğumuz ve özelliklerini
açıklamaya çalıştığımız "enbicâniye" denilen kumaş olsa gerektir.
Yine metinde geçen "hayırlı" kelimesi "daha güzel"
manasında kullanılmıştır. Biz tercümeyi buna göre yaptık. "Kerdî"
"Kürdî" olarak okunduğunda "Kürd" kelimesinin işm-i mensubu
olur. Aslında Kürd bir özel isimdir. Neseb ilminin üstadlarından Ebul -
Yakaza'nm tesbitine göre Kürd ismini ilk defa taşıyan adamın nesebi Kürd b. Amr
b. âmir b. Rabia b. Sa'saa imiş. Amr b. âmir her gün bir elbise giyer ve bir
daha giymemek için o elbiseyi o günün akşamında yırtarnuş. Kürd lakabiyle
anılan Muhammed Efendi ise, bu mevzuda şunları söylemektedir: "îlk defa
Kürd ismini alan kimsenin nesebi şu şekilde Nuh aleyhisselama erişir. Kürd b. Kenan
b. Kevş b. Ham îbn Nuh. Bu soydan gelenler çeşitli kabilelere
ayrılmıştır."[180]
Bu hadisle ilgili
hükümler evvelki hadis-i şeriflerin yerinde geçtiği için burada tekrara lüzum
görmüyoruz.[181]
916. ...Sehl
b.el-Nanzaliyye'den; demiştir ki: Namaz için -yani sabah namazı için- ikâmet
getirildi. Resûlullah (s.a.) namaza durdu ve dağ yoluna bakıyordu.[182]
Ebû Dâvûd dedi ki:
Resul-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) dağ yoluna geceleyin bekçilik yapacak
bir atlı göndermişti.[183]
Bu hadis-i şerifte
Resûl-i Ekrem (s.a.)'in gözcü olarak görevlendirdiği süvarinin ismi, Hâkim'in
aynı mevzuyla ilgili olarak naklettiği bir hadiste açıklandığına göre Enes b.
Ebî Mersed el-Ganevî'dir. Hâkim'in rivayet ettiği bu hadis-i şeriften
anlaşılıyor ki, bu hadise Huneyn seferinde vuku'a gelmiştir.[184]
Şöyle ki Resûl-i Ekrem (s.a.) ashâ-bıyla beraber Huneyn seferine çıkınca bir
gece müsâid bir yerde konaklamış ve gece boyunca düşmanı gözetleyecek bir
gönüllü istemişti. Bunun üzerine Enes b. Ebî Mersed hazretleri bu görevi
üzerine alıp düşmanı gözetlemeye uygun bir tepeye mevzîlenip orada
sabahlamıştı. Sabah olup da cemaatle namaza durulunca Enes Hazretleri cemaate
yetişemediği için Resûl-i Ekrem'in gözü yolda kalmıştı. Namaz esnasında gözüyle
sürekli dağ yolunu gözetliyordu. Namazdan sonra Enes Hazretlerinin gelmekte
olduğunu cemaate haber verdi. Enes Hazretleri ihtiyacından ve namazı
kıldığından dolayı geciktiğini ve Hevâzin kabilesinin sürüleriyle beraber
yaklaşmakta olduğunu haber verdi. Resul-i Ekrem Efendimiz de; "o sürüler
inşaallah müslüman askerler için ganimet olacaktır" buyurdu. Hâkim'in bu
rivayeti, Buharı ve Müslim'in şartlarına göre sahihtir. el-Hâzimî ise, bu
hadisin hasen olduğunu söylemektedir. el-Hazimî el-Ftibar isimli eserinde İbn
Abbâs'tan şu hadis-i şerifi rivayet ediyor: "Resûlullah (s.a.) namazda
boynunu arkasına çevirmeden sağma soluna bakınırdı." Yine el-Hazimî diyor
ki: "Bazı ilim adamları bu hadise bakarak namazda başı çevirmeden sağa - sola
bakınmanın bir sakıncası olmadığına hükmetmişlerdir. Nitekim, Atâ, İmâm Mâlik,
Ebû Hanife ve taraftarları, Evzâî ve Ehl-i Küfe bu görüştedirler."
el-Hâzimî daha sonra bir bab açarak bazı hadisler nakletmiş ve kesinlikle
mevzumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisiyle İbn Abbas hadisi arasında bir çelişki
olmadığına hükmetmiştir. Çünkü Resûl-i Ekrem'in namazda gözetlediği dağ yolu
kıble cihetindeydi ve başını çevirmeden gözetlemesi mümkündü. Yine
el-Hâzimî'nin İbn Sîrîn'den rivayet ettiği bir hadise göre İslâm'ın ilk
yıllarında namaz kılarken sağa-sola bakınmak caiz iken "namazda huşu'
sahibi olan müzminler muhakkak felaha erdi" (Müminûn: 1) âyet-i kerimesi
inince bu cevaz kalkmış ve mü'minler artık önlerine bakmağa başlamışlar.
Gözleri secde yerinden öteye geçmez olmuştur.[185]
Netice olarak, namazda
özürsüz sağa, sola bakınmak mekruhtur. Bir ihtiyaç zuhur ettiği zaman
bakınmakta kerahet yoktur.[186]
917. ...Ebû
Katâde'den rivayet olunmuştur: Resûlullah (s.a.) kızı Zeyneb'in kızı Ümâme'yi
(omuzunda) taşır olduğu halde namaz kılardı. Secdeye varacağı zaman indirir,
(kıyama) kalkacağında da (omuzuna) bindirirdi.[187]
Bu hadis-i şerif namaz
kılarken namazla ilgisi olmayan az bir harekette bulunmanın namazı
bozmayacağına delâlet etmektedir. Fıkıh kitaplarında ayrıntılı bir şekilde
açıklandığı gibi namaz esnasında yapılan ve namazla ilgisi olmayan hareketler
ikiye ayrılır: 1. Amel-i kesîr (çok
iş) 2. Amel-i kalîl (az iş). Amel-i
kesîr namazı bozar, amel-i kalîl ise bozmaz.
1. Amel-i kesîr: Namaz kılan bir şahsa dışardan bakan bir kimse o şahsın namazda olup
olmadığı hususunda şüphe etmezse, yani namaz kılan şahıs karşısındakine
namazda olmadığı kanaatini verecek derecede namazla ilgisi bulunmayan işlerle
meşgul olursa söz konusudur.
2. Amel-i kalîl: Bu dereceye varmayan fiil
ve davranışlardır. Bedâyiü's-sanâyi'de ifâde edildiği üzere, iki ele ihtiyaç
duyulan işler amel-i
kesîrdir. İki ele
ihtiyaç duyulmadan yapılan işlerse amel-i kailidir. Bu mevzuda fıkıh
kitaplarında zikredilen örneklerden bazıları şunlardır: Namaz kılarken düşen
takkeyi başa koymak amel-i kalîlçür. Peşpeşe yapılan üç hareket amel-i kesîr,
bundan daha az hareket amel-i kalîldir. Özür yokken peşpeşe uç adım yürünmesi
namaz kılan emzikli bir kadının bir çocuk tarafında emilmesi ve kadından süt
gelmesi amel-i kesîrdir. Namaz kılanın kasten yaptığı iş, amel-i kesîr,
mecburen yaptığı iş .amel-i kalîldir.
Hattâbî'nin beyânına
göre Resûl-i Ekrem (s.a.) torunu Ümâme'yi omuzuna istiyerek almamıştır. Ümâme
(r.a.) namaz dışında her zaman Resûl-i Ekrem (s.a.)'in kucağına oturmaya ve
omuzuna çıkmaya alışkın olduğu için namaz içinde de eski alışkanlıkla yine
dedesinini omuzuna binmek istemiş Resûl-i Ekrem (s.a.) de ona engel olmamıştır.
Ancak secdeye varmak istediği zaman amel-i kesîr olmayacak şekilde uygun bir
hareketle çocuğu omuzundan indirmiş ve kıyama kalkmak istediği zaman da çocuk
omuzuna yine binmek arzusu gösterince engel olmamıştır. Şayet Resûl-i Ekrem
(s.a.) çocuğu kasten omuzuna almış olsaydı o zaman bu hareketi amel-i^kesîre
dönüşür ve namazı bozulurdu. Esasen çizgili bir elbisenin kendisini meşgul
edeceğinden endişe ettiği gözönünde bulundurulursa Hz. Ümâme'yi kasten omuzuna
bindirmiş olduğuna ihtimal verilemez.
Mezheb âlimlerinin bu
hadisle ilgili görüşleri ayrıntılı olarak bundan sonra gelecek olan hadis-i
şerifte zikredilecektir. İsteyen oraya bakabilir.
Metinde geçen Zeyneb,
Resûl-i Ekrem (s.a.) Efendimizin en büyük kızıdır. Hz. Fatıma (r.anha) ondan küçüktür.
Zeyneb, hicretin 8. yılında vefat etti. Kızı Ümâme'yi Hz. Fatma'nın vefatından
sonra ve Hz. Fâtıma'nın vasiyeti üzerine Hazret-i Ali nikahladı. Hz. Ümâme'nin
annesine nisbet edilerek Ümâme bint Zeyneb diye künyelenmesinin ve babasına
nisbet edilmeyişinin sebebi, kimisine göre babasının kâfir oluşundandır. Çünkü
insan ebeveyninin en şereflisine nisbet edilir. Bir numara sonra gelecek olan
hadiste babasının ismiyle anılması babasının kim olduğunu açıklamak gayesiyle
olmuştur. Yoksa babasına nisbet etmek gayesiyle değildir. Ancak bir sonraki
hadisin açıklamasında geleceği gibi, Mekke'nin Fethinden önce Ebu'I-Âs İslâm'a
girmiştir. O halde bu talil kabule şayan görülemez. Burada gaye Ümâme'nin Allah
Resulünün torunu olduğuna dikkat çekmekten ibaret olmalıdır.[188]
918. ...Ebu
Katâde (r.a.) (şöyle) demiştir: Bizler Mescidde oturmakta iken Resûlullah
(s.a.), kendi kızı Zeyneb ile Ebu'l-Âs b. er-Rebî'den.olma kızı (yani torunu)
Ümâme'yi omuzunda taşıyarak çıkageldi. Resûlullah (s.a.) Ümâme omuzunda olduğu
halele namazı kıldı. Rükû'a varacağı zaman onu indiriyor, kalkacağı zaman da
onu tekrar omuzuna bindiriyordu. Namazım bitirinceye kadar böyle yaptı.[189]
Hz. Ümâme Peygamber
(s.a.)'in en büyük kızı Zeyneb (r.anha)nın kızı idi.
Resûlullah (s.a.) Efendimizin
Hz. İbrahim'den başka bütün çocukları ilk zevcesi Hadicetü'I-Kübrâ (r.anhâ)'dan
dünyaya gelmişlerdir. İbrahim ise, Mâriye-i Kıbtîye'den doğmuştur. Evlendiği
zaman Peygamber (s.a.)'in yirmi bir yaşında olduğunu, bir takımları yirmi beş
daha başkaları da otuz yaşlarında olduğunu söylerler. Hz. Hadice'nin de
evlendiği zaman kırk ve kırkbeş yaşlarında olduğunu söyleyenler vardır. Fahr-i
Kâinat (s.a.) Efendimizin Hadice'den Zeyneb, Rukiye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma
isminde dört kızı ile Kasım ve Tâhir isimlerinde iki oğlu dünyaya gelmiştir. Bu
sebeple Peygamber (s.a.)'in künyesi Ebu'l-Kâsım'dır.
İşte hadis-i şerifte
ismi geçen Ümâme, Resûlullah (s.a.)'in en büyük kerimesi Zeyneb'in kızıdır.
Ümâme'nin babası Ebu'l-Âs b. er-Rebî'dir. Bu zatın ismi ihtilaflıdır. Bazıları
Yâsir, bazıları Lakît, bir takımları da Kaasım olduğunu söylerler.
Hadîcetü'I-Kübrâj (r.anhâ)'jnın kızkardeşinin oğludur. Ebu'l-Âs mal, emânet ve
ticâret hususunda Mekke'nin sayılı eşrafın-dandır. Kızını onunla evlendirmek
isteyen Hz. Hadice olmuş, Peygamber (s.a.) de bu işe rıza göstermiştir. Hz.
Zeyneb'in evlenmesi İslâmiyetten öncedir. Ebu'l-Âs Mekke'nin fethinden önce
Müslüman olmuştur. Bedir gazasında henüz müşrikler tarafında idi. Hatta onlarla
beraber esir düşmüştü. Mekke müşrikleri esirlerini kurtarmak için Resûlullah
(s.a.) Efendimize onların fidyelerini göndermişlerdi. Bu meyanda Zeyneb bint
Resûlullah (s.a.) de zevci Ebu'1-Âs'ı malla kurtarmak için bir gerdanlık
göndermişti. Bu gerdanlığı kendisine annesi Hadîce (r.anhâ) izdivaç hediyesi
olmak üzere zifaf gecesi takmıştı. Resûlullah (s.a.) gelen fidyeler arasında
bu gerdanlığı görünce son derece rikkate gelmiş ve kendini tutamayarak
ağlamışdı. Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimizin o anda neler hissettiğini ye ne
derece teessür ve heyecan içinde kaldığını bizim kalemimizle tasvire imkân
yoktur. Yalnız şunu arz edelim ki, o mübarek gözyaşları, bütün ashab-ı kiramı
teessüre gark etmiş, onlar da ağlamışlardı. Neticede Ashab-ı Kiramı ile bu
hususta istişare ederek münâsib görürlerse, damadını serbest bırakmalarım onun
nâmına fidye olarak bir anne yadigârının da sahibine iade edilmesini teklif
etti.-Ashab-ı Kiram bir ağızdan razı olduklarını ifâde ettiler ve Ebu'1-Âs'ı
serbest bıraktılar. Gerdanlığı da iade ettiler. Yalnız Hz. Zeyneb (r.anhâ)
müslüman olduğu için Resûlullah (s.a.) Efendimiz Medine'yehicretîne müsaade
etmesini şart koşmuştu. Ebu'l-Âs bu şartı kabul ve îfâ etti. Ebu'l-Âs, Hz.
Zeyneb'i Medine'ye babasının yanma gönderdikten sonra bir sene kadar bir
müddet Mekke'de müşrik olarak yaşadı. Nihayet o da Müslüman olarak Medine-i
Münevvere'ye geldi. Fahr-ı Kâinat (s.a.) Efendimiz Zeyneb'i tekrar ona verdi.
Ulemâ bu hadisin hükmü
hakkında bir hayli söz etmişlerdir. Nevevî şöyle demektedir: "Bu hadis
Şafiî'nin mezhebiyle ona muvafakat edenlere delildir. Onlarca gerek erkek ve
kız çocuklarını, gerekse hayvanlardan bazılarım farz veya nafile namazlarda
üzerinde bulundurmak caizdir. Bu hususta imam, cemaat ve yalnız kılan
müsavidir."
Hanefîlere gelince:
"el-Bedayi" sahibinin amel-i kesîr babında beyân ettiğine göre amel-i
kesîr, iki eli kullanmaya ihtiyaç bulunan iştir, iki eli kullanmaya hacet
olmayan işe amel-i kalîl derler. Amel-i kesîr namazı bozar, amel-i kalîl ise
bozmaz. "Bedâyi" sahibi bu hususta misaller verdikten sonra şunları
söyler: "Keza bir kadın çocuğunu kucağına alsa da emzirse namaz bozulur.
Çünkü bunda amel-i kesîr vardır. Ama emzirmeden çocuğu kucağına almak namazın
bozulmasını icab etmez. "Bedâyi" sahibi ondan sonra buradaki hadis-i
şerifi rivayet etmiş ve; "Resûlullah (s.a.)'in böyle yapması mekruh
değildir. Çünkü çocuğu muhafaza edecek başka kimse bulunmadığı İçin o böyle
hareket etmeye mecburdu. Yahut bunun meşru olduğunu, namazı bozmadığını fiilen
göstermek için öyle yapmıştır. Böyle bir hareket bizim zamanımızda da
ihtiyacdan dolayı yapılıyorsa mekruh değildir. Fakat hacet olmaksızın yapılırsa
mekruhtur" demiştir.
Eşheb'in İmam-ı
Mâlik'den rivayetine göre, Resûlullah (s.a.)'ın kıldığı bu namaz nafile idi.
Farz namazda böyle bir şey caiz olamaz.
Nevevî diyor ki:
"Bu te'vil fasittir. Çünkü "cemaata imamdı" sözü farz namaz
kıldırdığı hususunda sarih yahut sarih gibidir." Nevevî'nin bu sözü
Resûlullah (s.a.)'in ekseriyetle farz namazlarda imam olduğuna bakarak söylenmiştir.
Nitekim Ebû Davud'un Hz. Ebû Katâde'den rivayet ettiği bir hadis de bunu
te'yit etmektedir. Mezkûr hadiste Ebû Katâde: "Bir defa biz öğlede veya
ikindide namaz için Resûlullah (s.a.)'i bekliyorduk. Bilâl kendisini namaza
davet etmişti. Aniden yanımıza çıktı. Ebu'l-Âs*ın kızı Ümâme, yani kızının kızı
boynunda idi. O halde Resûlullah (s.a.) mihraba geçti, biz de arkasında s,af
olduk..."denilmektedir. Ancak Nevevî'nin beyânına göre, Mâlikîler'den
bazıları bunun mensûh olduğunu söylemişlerse de neshe imkân yoktur. İmam
Mâlik'den bir rivayete göre Resûlullah (s.a.)'in namazda üzerinde çocuk
bulundurması zaruretten dolayı idi. Hatta Mâlikîler'den bazıları onun
Peygamber (s.a.)'e mahsus olduğunu bile söylemişlerdir.
Nevevî: "Bu
dâvaların hepsi bâtıl ve merduttur. Çünkü hiçbirinin delili yoktur. Bunlara bir
zaruret de bulunmamaktadır. Bilâkis hadis sahihdir ve namazda çocuk taşımanın
caiz olduğu da açıktır. Sonra şeriat kaidelerine muhalif bir şey de yoktur.
Çünkü insan temizdir. Karnındaki necaset ise, madeninde yani yerinde bulunduğu
için hükümsüzdür. Çocukların elbise ve vücutları temizdir. Bu gibi fiiller az
olursa yahut ara vererek yapılırsa namazı bozmayacağına şeriatın delilleri
çoktur. Resûlullah (s.a.)'de bunu caiz olduğunu bildirmek için
yapmıştır..." diyor.
Nevevî'nin bu
izahatına mukabil Aynî de şunları söylemiştir: "Ulemâdan bazısı böyle bir
şev yapanın namazı yeniden kılması icab etmeyeceğini söylemiş ve bu hadisle
istidlal etmiştir. Galiba, çocuk namaz haricinde Hz. Peygambere alıştığı için
namazda, o omuzunda iken, secde etmek istemiş onu yere koymuş, kalkmak istediği
zaman yavru yine üzerine tırmanmış, Resûl-i Ekrem (s.a.) de ona mâni
olmamıştır. Bence hadisin açıklaması budur. Resûlullah (s.a.)'in namazda
çocuğu defalarca tutup kapması kucağına almış olması hemen hemen ihtimal verilecek
bir şey değildir. Zira bu husustaki amel çok olur ve tekerrür eder. Sonra bu
hal namaz kılanı namazından da alıkor. Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimizi çizgili
bir seccade namazında meşgul eder de değiştirirse, böylesi bir iş onu nasıl
meşgul etmez!..." diyor.
Nevevî, Hattâbî'nin bu
sözünü hulâsa ettikten sonra onun için dahî, "bâtıl ve mücerred bir
davadır..." demiştir. O seccade meselesi ile Ümâme'nin kucağa alınması
arasında fark görmekte ve seccadenin hiç bir faydası olmaksızın kalbi meşgul
ettiğini, çocuğu taşımanın ise, birçok fâideleri mutazammın olduğunu bu suretle
aralarında fark bulunduğunu söylemekte ve "doğrusu bu hadis namazda çocuk
yüklenmenin caiz olduğunu beyan için vârid olmuştur" demektedir.
Mâlikilerden bazıları:
"Resûlullah (s.a.) çocuğu yere bıraksa ağlar ve bu suretle onu kucağına
almaktan daha ziyâde meşgul ederdi" demişlerdir. Bazıları bu hususta farz
ile nafile namazlar arasında fark görmüşlerdir. Ulemanın çoğunluğu ise bu işin
tevali etmediğini çünkü namaz erkânı arasında tuma'nine bulunduğunu
söylemişlerdir.
Resûlullah (s.a.)'in
Ümâme'yi namazda kucağında bulundurmasının sırrı arapların kız çocuklarına
karşı gösterdikleri haşin muameleyi reddetmektedir. Onlara bu hususta son
derece muhalif olduğunu göstermek için namazda bile kız çocuğunu bağrına
basmıştır, görüşünü ileri sürenler de bulunmaktadır.[190]
1. Küçük
çocukları mescide götürmek caizdir.
2. insan
veya temiz bir hayvan taşıyan bir kimsenin onunla namaza durması caizdir.
3. Hadis-i
şerif Resûlullah (s.a.)'m tevâzuuna, küçüklere şefkat ve ikramına delildir.[191]
919. ...Ebû
Katâde el-Ensârî şöyle demiştir: Resûlullah (s.a.)'i Ümâme bint Ebi'I-âs
omuzunda olduğu halde halka namaz kıldırırken gördüm, secdeye varacağı zaman
onu (yere) indiriyordu.[192]
Ebû Dâvûd dedi ki: (Bu
hadisin ravisi) Mahreme (her ne kadar bu hadisi babasından naklettiğini
söylemişse de aslında) babasından sadece bir hadis dinlemiştir.[193]
Bu hadisle ilgili açıklama
daha önce tercümesini sunduğumuz 918 ve9l9numaralı hadislerin açıklamalarında
geçtiği için burada tekrara lüzum görmüyoruz. Sadece Müellif Ebû Davud'un,
hadisin sonuna ilâve ettiği talikle ilgili olarak şunları söylemek isteriz: Bu
hadisin râvilerinden Mahreme b. Bukeyr b. Abdillah b. el-Eşecc el-Kureşî,
babası Bukeyr'den sadece bir hadis almıştır. Ahmed b. Hanbel, onun babasından
hiç bir hadis işitmediğini, ancak babasının notlarından nakillerde bulunduğunu
açıkça ifâde etmektedir. îbn Hayseme, İbn Maîn, Saîd b. Meryem gibi hadis
âlimleri de bu râvi hakkında aynı sözleri söylemişlerdir.[194]
Ancak hadis usûtu kitablarında rivayet metodlan incelenirken açıklandığı üzere
bu şekilde hadis rivayet etmek makbuldür.[195]
920. ...Ebû
Katâde'den; demiştir ki: Biz öğle yahut da ikindi namazı için Resûluliah
(s.a.)'ı beklemekte, Bilâl de (Fahr-i Kâinatı) namaza davet etmiş iken bir de
baktık ki, kızının kızı Ümâme bint Ebi'I-Âs omuzunda olarak mescide girip namaz
kılacağı yere durdu. (Ona, uyarak) biz de arkasına durduk. Ümâme ise, bulunduğu
yerde (yani Resûlullah'ın omuzunda) duruyordu. (Resûlullah) tekbir aldı. biz de
tekbir aldık. Resûlullah (s.a.) rükû'a varmak isteyince onu tut-, tu (omuzundan
aşağı) indirdi. Sonra rükû ve secdeye vardı.
Secdeyi bitirip de ayağa
kalkmak isteyince Ümâme'yi yine (eski) yerine koydu. Resûluliah (s.a.) namazı
bitirinceye kadar her rekatta bunu yapmaya devam etti."[196]
Bu hadis-i şerif
namazda amel-i kalîl (az iş)in caiz olduğuna delildir.Nitekim Şafiî ve Ahmed b.
Hanbel'in mezhebleri de
budur. Mâlikîler ise,
namazda iş yapmanın yasaklanmasıyla bu cevazın neshedildiği
görüşündedirler.Halbuki bu mevzudaki delilleri olan 923 numaralı "=namaz
başka işe yer bırakmaz" hadis-i şerifi Ümâme (radiyallahü anhâ)
hâdisesinden çok evveldir-. Namazda başka birşeyle meşgul olmaktan nehyeden bu
hadis-i şerif, Abdullah b. Mes'ud'a Habeşistan'dan Mekke'ye dönüşünde
söylenmiştir. Ümâme (r.anhâ) olayı ise, Bedir muharebesinden sonra vukua
gelmiştir, bu bakımdan Mâliki ulemâsının "nesh" iddiası
isabetsizdir. îmam Mâlik (r.a.) Hazretlerinin "Ümâme" hadisesinin
nafile namazda cereyan ettiğine hükmetmesi, binaenaleyh böyle bir işin farz
namazlarda olmayacağı hakkındaki sözü de Müslim'in rivayet ettiği şu hadis-i
şerifle reddedilmiştir: "Peygamber (s.a.)'i Ümâme bint Ebi'l-Âs -ki
Peygamber (s.a.)'in kerimesi Zeyneb'in de kızıdır- omuzunda olduğu halde
cemaate imam olurken gördüm. Rüku'a vardığı vakit onu bırakıyor, secdeden
başını kaldırdığı zaman tekrar alıyordu."[197]
Aynı zamanda
açıklamakta olduğumuz Ebû Dâvûd hadisi de İmam-ı Mâlik (r.a) aleyhine bir
delildir. Hele Zübeyr b. Bekkâr'ın "Kitabü'n-Neseb"inde bu hadisenin
sabah namazında olduğu açıkça ifâde edilmektedir. Bu durumda hadisenin nafile
namazlardan birinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Hadisenin farzdan
evvelki sünnetlerden birinde vukua geldiği de düşünülemez. Çünkü Resûl-i Ekrem
(s.a.)'in mescidde nafile kılmak âdetleri değildi. Nafileleri hep hane-i
saadetlerinde kılıp farza kalkılacağı sırada mescide çıkarlardı.
Ebû Hanife'nin bu
mevzudaki görüşlerine gelince namazda yapılan İş, amel-i kalîlse, namaz
bozulmaz. Amel-i kesîrse namaz bozulur. Amel-i ke-sîr iki ele ihtiyaç duyulan
iştir. Amel-i kalîl ise, iki ele ihtiyaç duyulmadan yapılabilen iştir. Nebiyy-i
Ekrem (s.a.) bu işi dinin bu mevzudaki hükmünü beyân için yapmıştır. Gerçekte
Resûl-i Ekrem (s.a.) o sırada Ümâme'ye bakacak kimse olmadığı için onu
taşımaya mecbur kalmıştır. Zamanımızda da ihtiyaç anında böyle bir iş yapmakta
kerahet yoktur. Ancak bunu ihtiyaç olmadan yapmak mekruhtur.[198]
921.
...EbûHureyre(r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah'(s.a.): "Namazda iki
siyah renkli (haşere)yi, (yani) yılanla akberi öldürünüz" buyurdu."[199]
Aslında "Esved =
siyah" kelimesi arapçada yılan için kullamlırsa da "esvedan = iki
siyah" kelimesi tağlîb yoluyla yılan ve akreb için kullanılır.
Bu hadis-i şerif
namazda yılan ve akreb öldürmenin kerâhetsiz olarak caiz olduğuna delâlet
etmektedir. Nitekim Irakî'nin dediği gibi ulemânın büyük çoğunluğu da bu
görüştedir. Tirmizî'nin beyânına göre, bazı ulemâ namazda yılan ve akreb
öldürmeyi mekruh görmüşler, İbrahim en-Nehaî de bunlardandır. Bunların ileri
sürdükleri delil şu hadis-i şeriftir: Namazda namazın kendisine ait meşguliyet
vardır."[200]
Namazda yılan ve akreb
öldürülmesinin caiz olmadığı görüşünde olan ilim adamları aslında Tirmizî'nin
işaret ettiği hadis-i şeriften başka kendi görüşlerine delil olmak üzere şu
hadis-i şerifi de ileri sürmektedirler: "Acaba neden sizleri böyle hırçın
atların kuyrukları gibi ellerinizi kaldırmış görüyorum. Namazda sakin
olunuz"[201]
Gerçekte ise,
açıklamakta olduğumuz Ebû Dâvûd hadisiyle bu hadis-i şerifler arasında herhangi
bir çelişki yoktur. Ebû Dâvûd hadisi özel olarak namaz esnasında yılan ve akreb
öldürmekle ilgilidir. Öbür hadisler ise, genel olarak namazlardaki tüm
davranışlarımızla ilgilidir. Bu mevzuda mezheb imamlarının görüşleri şöyledir:
1. Mâlikilere
göre yılan veya akreb saldırıya geçmişse onu öldürmek kerahetsiz olarak
caizdir. Bu mevzuda bir darbede öldürmekle daha fazla darbe ile öldürmek
arasında bir fark yoktur. Fakat namazda yılan ve akreb saldırıya geçmeden
öldürmek mekruhtur. Nitekim Hanefî ulemasından el-Hasen de bu görüştedir.
2. Şafiî
ulemâsına göre amel-i kesîri gerektirmeden öldürmek mümkün olursa, namaz
içerisinde yılan ve akreb öldürmek caizdir. Eğer amel-i kesîri gerektiriyorsa o
zaman namaz fâsid olur.
3. Hanbelî
ulemâsına göre namazda yılan öldürmek mutlaka caizdir.[202]
4. Hanefî
mezhebinin bu mevzudaki görüşünü M.Zihni Efendi şöyle anlatıyor:"Namazda
yılan öldürmek mekruh olmaz. Muhaşşinin ifâdesine göre kerahet olmamak, zarar
korkusuyla üzerine ayakkabısını basmak gibi -az amel ile şartlı olup, emniyet
hâlinde az amel dahi namazda mekruh olur. Gerek korku gerek emniyet halinde
onlar çok amel ile öldürülür veya kıbleden dönme meydana gelirse, namaz
bozulur. Namaza nazaran yılanın hangi türlüsü olursa olsun birdir. Akreb
öldürmek de yılan öldürmek gibidir"[203]
Katli caiz olan zararlı haşerâtı namazda öldürmenin hükmü de yılan öldürmenin
hükmü gibidir.[204]
922. ...(Müsedded'in
rivayet ettiği lafızlar esas alınmak suretiyle:) Âişe (r.anhâ)dan; demiştir
ki: Resûlullah (s.a.) (odasında) idi. -Ahmed'in rivayetinde, "namaz
kılıyordu"- Ve kapı da kapalı idi. Ben geldim (namazda olduğunu bilmeden)
kapıyı açmasını istedim. Ahmed buraya "yürüdü" sözünü ilave etti.
Bana kapıyı açtı. Sonra (geri geri giderek) namaz kıldığı yere döndü."
(Hadisin râvilerinden Urve b. ez-Zübeyr) "kapı kıble cihetindeydi"
demiştir.[205]
1. Bu
hadis-i şerifin Nesâî'deki metninde; "Resûl-i Ekrem (s.a.)'jn nafile namaz
kıldığı, kapının kıble tarafında olduğu ve Resûlullah (s.a.)'m sağma ve soluna
doğru yürüyerek kapıyı açıp tekrar yerine döndüğü" ifâde edilmektedir.
2. îmam
Ahmed'in rivayetinde ise Hz. Âişe'nin ifâdesi şöyledir: "Ben kapının
açılması için izin istedim. Resûl-i Ekrem namaz kılıyordu. Kıbleye doğru ya sağ
ya da sol tarafından yürüdü."
3. Dârekutnî'nin
rivayetinde iselbu hadis meâlen şöyledir: "Ben kapının açılmasını istedim.
Resûhıllah namaz kılıyordu. O da sağ tarafından veya sol tarafından yürüyerek
kapıya geldi."
Bu ifâdelerden
anlaşılıyor ki, Resûlullah (s.a.) kıble cihetinde bulunan kapıyı tam karşısına
alarak namaza durmamıştır. Kapıyı ya biraz sağına veya biraz soluna alarak
kapıyı kilitleyerek nafile namaz kılmaya durmuştur. Ayrıca bu üçüncü rivayetin
lâfızları arasında takdim - te'hir olduğu gibi bazısında diğerlerine göre
biraz daha kısa olarak rivayet edilmiştir. Bezlu'l-mechud sahibi bütün bu
rivayetleri şu şekilde birleştirmiştir: "Ben kapının açılmasını istedim.
Resûl-i Ekrem (s.a.)'de içerde nafile namaz kılıyordu. Kapı ise ya kıble
cihetinde bulunuyordu yahut da sağında veya solunda bulunuyordu. Yürüdü kapıyı
açtı."[206] Yani bu yürüyüş
esnasında yönünü kıbleden çevirmedi.
Bu hadis-i şerif
nafile namaz kılarken herhangi bir ihtiyaçtan dolayı az veya çok yürümenin caiz
olduğunu delâlet etmektedir.
Hanefî ulemâsından İbn
Melek'e göre bu hadis-i şerif namazda amel-i kesîr ile meşgul olmanın namazı
bozmayacağına delâlet etmektedir, denilmişse de, yine Hanefî ulemâsından
Aliyyu'l-Kaarî bu görüşün Hanefî mezhebinde mu'teber ve mutemed olmadığına
dikkât çekmiştir.[207]
Gerçekte Hanefî
mezhebinde özürsüz yere birbiri ardınca hiç durmadan en az üç adım atmak
namazı bozar. Yine bunun gibi bir şahsın çarpması üzerine namaz kılman yerden
bilâ ihtiyar üç adım yürümek de namazı bozar.[208]
Nitekim tbn Reslân da
hadis-i şerifte ifâde edilen Resûl-i Ekrem'in yürümesinin arka arkaya
olmadığına aralıklı olarak yürüdüğüne hükmetmektedir.
Bu hadis-i şerifte
çözülmesi gereken bir mesele daha vardır. Bilindiği gibi Hz. Âişe'nin odası
mescidin batı kısmındadır. Buna göre bu odanın kapısının kıble tarafında
olmaması gerekir. Bezlu'l-mechûd sahibi, bu meseleyi iyice araştırdıktan sonra
şu neticeye varmıştır: Hadis-i şerifte Resul-i Ekrem namaz kılarken kıblesi
cihetinde bulunduğundan bahsedilen kapı Hz. Hafsa'nın hücresine açılan bir
kapıdır.[209] Binaenaleyh Hz.
Peygamber'in namaz esnasındaki bu yürüyüşünde kıbleden bir sapma olmamıştır.[210]
923.
...Abdullah (b. Mes'ûd)'dan; demiştir ki: Biz, Resûl-i Ekrem (s.a.) namaz
kılarken, kendisine selâm verirdik de selâmımızı alırdı. Necâşî'nin yanından
döndüğümüzde ise verdiğimiz selâmı almadı ve; "namazda (namazın kendisine
ait) meşguliyet vardır" buyurdu.[211]
Hadis-i Şerif
İslamiyet in ilk zamanlarında namazda konuşma ve selâm vermenin câizliğîni
Habeşistan'a Hicretten döndükten sonra bunun nesholunduğunu beyân etmektedir.
İbn İshâk'ın beyânına
göre İslâmiyetin ilk zamanlarında müslümanlar, kâfirlerden son derece şiddetli
ezâ ve cefâlar görmüşlerdi. Resûl-i Ekrem (s.a.) amcası Ebû Tâlib'in
himayesinde bulunuyordu. Müşrikler ona birşey yapamıyorlardı. Fakat ashabı
kirâmımn başına gelenleri gördükçe pek ziyâde üzülüyor, kendilerine muavenette
bulunamamak , bu üzüntüyü bir kat daha artırıyordu. Nihayet ashabına
Habeşistan'a gitmelerinin iyi olacağını, Habeşistan'ın iyi bir memleket
olduğunu, kralının memleketinde zulme müsaade etmediğini söyleyerek
başlarındaki belâ def oluncaya kadar Habeşistan'da kalmalarını tavsiyede
bulundu. O zaman müslümanlardan bir kafile dinleri uğrunda Habeşistan'a hicret
ettiler. Onbir erkek ile dört kadından ibaret olan bu küçük cemaat Habeşistan'a
hicret eden ilk kafiledir. Vâkıdî, bunların Resûlullah (s.a.)'e Peygamberlik
geldikten beş sene sonra Receb ayında hicret ettiklerini kaydeder. Bu zevat
Osman b. Affân zevcesi Rukiyye bint Resûlullah (s.a.) Ebû Huzeyfe b. Utbe,
zevcesi Sehle bint Zübeyr, Mus'ab b. Umeyr, Abdurrahman b. Avf, Ebû Seleme b.
Abdi'1-Esed, zevcesi Ümmü Seleme bint Ebî Ümeyye, Osman b. Maz'ûn, Âmir b.
Rabia, zevcesi Leyla bint Ebî Hasme, Ebû Sebre, Hâtib b. Amr, Süheyl b. Beydâ
ve Abdullah b. Mes'ud (r.anhum) Hazerâtıdır. İbn Cerîr ile diğer îslâm
tarihçileri bunların kadınlarla, çocuklardan başka seksen iki kişi olduklarını
söylerler. Hatta Ammâr b. Yâsîr'in aralarında bulunduğu şüphelidir. O da
katılırsa sayıları seksen üç olur.
Kafile denize
vardıkları zaman kendilerini Habeş diyarına geçirmek için yarım altına bir
vasıta kiralamışlardı. HabeşistanMa bir müddet kaldıktan sonra Mekke
müşriklerinin müslümanhğı kabul ettiğini haber alarak Mekke'ye döndülerse de
duydukları doğru çıkmadı. Mekke müşrikleri müslümanhğı kabul etmemişlerdi ve
zavallı muhacirlere eskisinden daha hunharca eziyet etmeye başladılar. Bu sebeple
muhacirler tekrar Habeşistan'a dönme mecburiyetinde kaldılar. Ancak bu defa
sayıları eskisinden kat kat fazla idi. Hz. İbn Mes'ud her iki kafileyle
Habeşistan'a hicret edenlerdendi. Bu hadisin râvisi de odur.
Necaşî: Habeşistan
kralı demektir. İbn Mes'ud (r.a.)'un "Necaşî'nin yanından
döndüğümüzde" sözü ile iki hicretten hangisini kast ettiği ihtilaflıdır.
Habeşistan'dan
döndükten sonra Resûlullah (s.a.)'in namazda iken selâm almayarak namazdan
sonra = Şüphesiz ki namazda meşguliyet vardır” buyurması, Kirmânî'ye göre,
"Namazda bir nevi meşguliyet vardır ki, onunla birlikte başka şeyle meşgul
olmak doğru değildir" manasındadır. Mamafih "şuğul"
kelimesindeki tenvînin ta'zim için olması da caizdir. Bu takdirde cümle:
"Namazda pek
büyük bir meşguliyet vardır" mânâsına gelir. Bundan murat namaz halinde
başka bir şeyle değil, sırf Allah Teâlâ ile meşgul olmaktır.[212]
1. îslâmın
ilk zamanlarında namazda konuşmak mubâhtı, sonra bu hüküm neshedilerek haram kılındı.
Konuşmanın ne zaman haram kılındığı ihtilaflıdır.Bazıları Hicretten evvel
Mekke'de bazıları da Hicretten sonra Medine'de haram kılındığını söylerler.
2. Namazda
olan bir kimsenin selâm alıp almaması ulemâ arasında ihtilaflıdır. Bazıları:
"Verilen selâmı sözle almak icab eder" demişler, bu kavi Ebû Hureyre
ve Câbir (r.a.) ile Hasan el-Basrî, Saîd b. el-Müseyyeb, Katâde ve İshâk b.
Rahûye hazretlerinden de rivayet edilmiştir. Bazıları selâmın işaretle
alınmasını müstehab görmüşlerdir. İmam Mâlik, İmam Ahmed ve Ebû Sevr buna
kaildirler. İmam A'zam'dan da rivayet edilen bir kavle göre namaz kılan kimse
kendisine verilen selâmı içinden kabul eder. Bazıları namazdan çıktıktan sonra
kabul etmesi lazım geldiğini söylemişlerdir. Atâ, Sevrî, İbrahim en-Nehaî
Hazretlerinin kavilleri budur. Hanefîlerden Muhammed b. Hasen dahi buna kail
olmuştur. İmam Ebû Yûsuf'a göre ise, namaz kılan kimse gerek namazda gerekse
namazdan sonra hiç bir surette o selâmı alamaz. Zahirîlerden bir taife bu
babtaki bazı rivayetlerle istidlal ederek namazca mânâh bir işarette
bulunmanın namazı bozacağına kâü olmuşlardır.[213]
924. ...Abdullah
(b. Mes'ûd)'dan; demiştir ki: "Biz (İslâm'ın ilk yıllarında) namazda
(bulunan kimseye) selâm verir ve ihtiyacımızı (ondan) sorardık. (Habeşistan'dan
döndükten sonra) Resûlullah'ın yanına geldim. Namaz kılıyordu. Selâm verdim
selâmı(mı) almadı. Beni selâmın alınıp verilmesiyle ilgili) olduk - olmadık
düşünceler sardı. Re-sûlullah (s.a.) namazı bitirince "Allah emir (ve
hükümlerinden istediğini yeniler. Allahü Teâlâ kesinlikle namazda
konuşmamanıza (dair yeni) hüküm gönderdi/* buyurdu ve selâmımı aldı.[214]
kelimeleri beraberce
kullanıldıkları zaman her iki kelimedeki dal harfi zamme ile harekelenir. Fakat
yalnız ba-
şına kullanıldıkları zaman
"kadüme" kelimesindeki "dal" harfi yine zamme okunursa da
"hadese" kelimesindeki "dal" harfi fetha okunur. İkisi bir
arada bulunduğu zaman haduse kelimesi de müşâkele sağlamak için mazmûm okunur
ve ikisi birden eski ve yeni düşünceler ve üzüntüler, Türkçe'deki deyimiyle
"olduk - olmadık düşünceler" anlamına gelir.
"İhtiyacımızı
ondan sorardık" cümlesindeki ihtiyaç sormaktan maksat, namaza dair olan
ihtiyaçları sormaktır. Nitekim 506 numaralı hadis-i şerifin şerhinde de izah
edildiği gibi namaz kılan kimseye namazla ilgili bir şeyler sorma meselesi
İslâm'ın ilk yıllarına aittir. O zamanlar cemaate birinci rekatta yetişemeyen
bir kimse mescide girer girmez Resûl-i Ekrem'le birlikte namaz kılmakta olan
cemaate kaç rekat kıldıklarım sorar, cevabını aldıktan sonra yetişemediği
rekatları kılarak cemaate katılırdı. Hadis-i şerifte geçen bu cümle ile kast
edilen de budur. Aliyyu'l-Kaarî'nin beyânına göre Hanefî ulemâsından İbn Melek,
"bu hadis namaz esnasında selâm veren kimsenin selâmım namaz bittikten
sonra almanın müstehab olduğuna delildir" demiştir.[215]
Bu hadisle ilgili
görüşler ve hükümler bundan önceki hadisin açıklamasında geçmiştir.[216]
925.
...Suhayb (r.a.)'den; demiştir ki: "Resûlullah'ın yanına vardım. Namaz
kılıyordu. Selâm verdim, İşaretle (selâmıma) karşılık verdi.
(Hadisin râvilerinden
Leys) dedi ki:
"Öyle
zannediyorum ki (bana bu hadisi nakleden Bükeyr) "Parmağıyla işaret
ederek" dedi.
(Ebû Dâvûd dedi ki);
bu lafızlar Kuteybe'nin (rivayet ettiği) hadisindir.[217]
Bu hadis-i şerif namaz
kılan bir kimsenin kendine verilen selamı almasının caiz olduğuna delâlet
etmektedir. Her ne kadar bir numara önce tercümesini sunduğumuz hadis-i şerifte
Resûl-i Ekrem (s.a.)'in namaz kılarken kendisine verilen selâmı o anda almayıp
da namazını bitirdikten sonra aldığı ifâde ediliyorsa da, iki hadis arasında
herhangi bir çelişki yoktur. Çünkü bu hadis namazda iken kendisine selâm
verilen kimsenin selâmı parmakla işaret ederek almasının caiz olduğuna, bir
önceki hadis-i şerifse namazın sonuna kadar geciktirip namazın sonunda sözle
almanın daha faziletli olduğuna delâlet etmektedir.
Bu hadis-i şerif aynı
zamanda namazda olmayan bir kimsenin namazda olan bir kimseye selâm vermesinin
caiz olduğunu da ifâde etmektedir. Ancak bu mevzuda ulemâ ihtilaf etmiştir:
1. Şafiî ve
Mâliki ulemâsına göre namazda olan bir kimseye selâm vermek kerâhetsiz olarak
caizdir. Aynı zamanda İbn Ömer ve imam Ahmed b. Hanbel de bu görüştedir. İmam
Nevevî, Suhayb (r.a.) hadisinden başka buna delâlet eden pek çok sahih hadis
bulunduğunu söylemiştir.
2. Hanefî
ulemâsına göre ise, namazda olan bir kimseye selâm vermek mekruhtur. Nitekim
Câbir, Ata', eş-Şa'bî, Ebû Miclez, İshâk b. Rahûye de bu görüştedirler.
Delilleri ise, ilerde gelecke olan 928 numaralı hadis-i şeriftir.
3. Namaz kılmakta
olan kimsenin selâm almasına gelince; Mâliki, Şafiî ve Hanbelî ulemâsına göre
işaretle alınmasında bir sakınca yoktur. Nitekim İbn Ömer, İbn Abbâs, İshâk
(r.a.) ve ulemânın büyük çoğunluğu da bu görüştedir. Delilleri de açıklamakta
olduğumuz Ebû Dâvûd hadisi ile ilerde tercümesini sunacağımız 927 numaralı
hadis-i şeriftir.
4. Atâ,
en-Nehaî ve Sevrî'ye göre ise, namaz kılmakta olan bir kimsenin kendisine
verilen selâma o anda karşılık vermeyerek namazın sonuna kadar geciktirmesi
müstehabtır. Delilleri ise, bir numara önce tercümesini sunduğumuz 924
numaralı hadis-i şerifle birlikte ileride gelecek olan 928 ve 929 numaralı
hadis-i şeriflerdir. Ancak kendilerine "bu hadis-i şeriflerde namaz
içerisinde işaretle selâm almayı yasaklayan bir ifâde yoktur, şayet namaz içerisinde
selâm almayı yasaklayıcı bir mana seziliyorsa o yasak, ancak sözle selâm
almakla ilgili olabilir" diye cevab verilmiştir. Ayrıca 929 numaralı
hadis-i şerifin zayıf olduğu ileri sürülmüştür. Şayet sahih olduğu kabul
edilirse bile, bunun namaz içerisinde selâm almakla ilgili olmadığı
söylenmiştir.[218]
5. Hanefî
mezhebinin bu mevzudaki görüşünü Muhammed Zihni Efendi şöyle anlatıyor:
Lisânen selam almak, isterse sehven olsun mekruhtur, zira inkâr kelâmadır. El
ve işaretle selâm almak mekruh ise de, namazı bozucu değildir. Nitekim Nebi
aleyhisselâm Küba'ya geldiğinde Medine'nin yerlileri (ensâr) hoş geldine
geldiler. Efendimize namaz içinde iken selâm verdiler. Efendimiz de elini
yaygın bir şekilde tutarak selâma mukabele için eliyle işaret buyurdular. Bu
hareketi kerahetle tavsif edilemez, zira bu hareketi caiz olduğunu göstermek
için yapmıştır.[219]
Ancak İbn Âbidîn'in
beyânına göre, Hılye sahibi buradaki mekruh sözünden maksadın, tenzihen mekruh
olduğunu tahkik etmiştir.[220]
Hanefî ulemasının bu
mevzudaki delili ise, daha önce tercemesini sunduğumuz 923 numaralı hadistir.[221]
926.
...Câbir b. Abdillah (r.a.)'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.) beni (haber
toplamak için) Mustalik oğullarına gönderdi. Geldiğim zaman devesi üzerinde
namaz kılıyordu. Ben kendisiyle konuştuğum halde ,o bana eliyle şöyle yaptı.
Sonra kendisiyle (tekrar) konuştum. Fakat o eliyle yine şöyle yaptı. Ben
kendisini işitiyordum. Okuyor, başı ile işaret ediyordu. Namazı bitirdikten
sonra; "gönderdiğim iş hususunda ne yaptın? Şüphesiz ki, seninle
konuşmama namazda bulunmamdan başka bir engel yoktu"[222]
buyurdu.[223]
"Ben kendisiyle
konuştuğum halde” Nesâî'nin rivayetinde "selâm verdim” şeklinde
geçmektedir. Müslim'in, Atâ vasıtasıyla Câbir'den naklettiği hadis-i şerifte[224] de,
"selâm verdim'' tabiri, geçmekte ise de, Zübeyr'in Câbir'den naklettiği
hadis-i şerifte[225] bu
cümle, açıkladığımız hadiste olduğu gibi kapalıdır. "Selam verdim"
anlamına da "selâmın dışında bir söz söyledim" anlamına da gelebilen
lafızlarla rivayet edilmiştir.
"Bana eliyle
şöyle yaptı" tabiri ile Müslim'in rivayetinden anlaşıldığına göre Resûl-i
Ekrem (s,a.)'in eliyle yeri işaret ettiği anlaşıldığına göre, Resûl-i Ekrem
(s.a.) eliyle yeri işaret ettiği ifade edilmek istenmiştir. Bu da gösteriyor
ki, namazda bir ihtiyacdan dolayı elle işarette bulunmak caizdir. Nitekim
Mâliki, Şafiî ve Hanbelî ulemâsının görüşü de böyledir. Ancak Resûl-i Ekrem'in
yere doğru eliyle yaptığı yaptığı bu işaret selâma cevap vermek anlamına
gelmez. Eğer selâma cevab vermek maksadıyla işaret vermek isteseydi, elini
yere doğru değil de havaya doğru kaldırırdı. Yere doğru olan işaretin mânâsı
ise, "bekle namazdan sonra konuşuruz" anlamına gelmektedir. Nitekim
Buhârî'nin Câbir'den rivayet ettiği hadiste, Hz. Câbir'in Resûl-i Ekrem'in bu
hareketinden, selâmının alınmadığı anlamını anladığını ve yapmış olduğu bir
hatanın buna sebeb olduğunu zannederek Resul-i Ekrem namazı bitirip açıklama
yapıncaya kadar üzüldüğü ifâde edilmektedir.[226]
Bu da gösteriyor ki,
Resûlullah (s.a.)'in buradaki işareti, selâm almak anlamına gelmemektedir. Bu
düşünceden hareketle Hanefî ulemâsı Bu-hârî hadisinden başka şu hadis-i
şeriflere de dayanarak namazda işarette bulunmayı caiz görmemişlerdir.[227]
Görüldüğü gibi, açıklamakta olduğumuz Ebû Dâvûd hadisi fiilî hadistir. Oysa
sözü geçen Buhârî hadisi, kavlî hadistir. Kavlî hadisler ise, fiilî hadislere
tercih edildiğinden Hanefî ulemâsı, Buhârî hadisiyle amel etmişlerdir.
Namazda selâm almanın
hükmü ile ilgili görüşler bir önceki hadisin açıklamasında geçtiğinden burada
tekrar etmeyeceğiz.[228]
1. Devlet
reisinin savaş yapacağı düşmanla ilgili haber etmek için düşman içerisinde
casuslar göndermesi caizdir.
2. Hayvan
üzerinde nafile namaz kılmak caizdir.'
3. Hayvan
üzerinde kılınabilen nafile namazında îma ile yetinilebilir.
4. Namaz
kılan kimseye selâm vermek mekruhtur.
5. Büyüklerden
biri başkasını üzecek bir harekette bulunacak olursa onun gönlünü hoş etmek
için bunun sebebini söylemelidir.[229]
927.
...Abdullah b. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: Resûlullah sallellâhu aleyhi ve
sellem (bir gün) namaz kılmak için Küba'ya gitmiş de namaz kılarken ensar gelip
kendisine selâm vermişler. Ben Bilâl'e;
Resûlullah (s.a.)
namazda iken kendisine selâm verdikleri zaman onların selâmlarını nasıl
alırdı? diye sordum. "Şöyle yapardı" dedi, avucunu açtı ve (bu hadisi
Ebû Dâvû'a nakleden râvi el-Hüseyn b. İsâ; "bana bu hadisi nakleden) Cafer
de (Resûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ye sellemin elinin hareketini bana
göstermek için) avucunu açtı (elinin) içini aşağıya dışını da yukarıya
getirdi" dedi.[230]
Tirmizî bu hadisle
ilgili olarak şunları söylemektedir: "Bu hadis sahintir. Suhayb'in hadisi
(926 no'lu hadis) ise, hasendir ve onu sadece el-Leys'in Bukeyr'den rivayetiyle
bilmekteyiz. Zeyd b. Eşlem tarikiyle îbn Ömer'den rivayet edilmiştir: Dedi ki:
Bilâl'e; "Resûlullah (s.a.) Amr b. Avf oğullarının mescidinde ona selâm
verirlerken onların selâmını nasıl alırdı?" diye sordum. "İşaret
ederek alırdı" dedi. Bence her iki hadis de sahihtir. İbn Ömer (işaretle
selam alma hadisim) Suhayb ve BilâPin ikisinden de rivayet etmişse de Suhayb'in
hadisinin hikâyesi başka ve Bilâl'ın hadisinin hikâyesi başkadır. Her
ikisinden (ayrı ayn) işitmiş olması da mümkündür."
Ancak Bezlu'l-Mechûd
sahibi Tirmizî'nin bu sözünü inceden inceye tahlil ettikten sonra, iki hadisin,
hikâyesinin farklı oluşunun, Suhayb hadisinin sıh-
hatine te'sir
etmeyeceğini söylemektedir.
Biz bu hadisle ilgili
hüküm ve görüşleri 925 - 926 numaralı hadislerde açıklamış bulunmaktayız.[231]
928. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'ın rivayetine göre; Peygamber (s.a.) "Namazda noksanlık
yapmak ve selam vermek (caiz) olmaz" buyurmuştur. Ahmed (b. Hanbel) dedi
ki: Bana göre (bu hadisin) mânâsı, "Namazda selâm verme sana da selâm
verilmesin. Kişi namazını eksik kılar, sonra da namazından şüpheli olarak
çıkar" demektir.[232]
kelimesi, noksanlık
demektir. Namazda noksanlık iki şekilde olabilir:
1. Rükû'u
veya secdeyi eksik yapmakla olur.
2. Namazın
üç rekât mı, yoksa dört rekât mı kılındığından şüpheye düşüldüğü halde üç
rekât kıldığını kabul edecek yerde dört rekât kıldığını kabul etmek ve bunun
kaçınılmaz bir neticesi olarak da namazı şüpheli olarak bitirmekle olur. Oysa
bu gibi durumlarda rek'at sayısının daha azının kılındığı kabul edilmelidir.
İşte o zaman şüpheden kurtulmak mümkündür.
Ahmed b. Hanbel
(r.a.)'e göre, "namazda noksanlık yapmak (caiz) olamaz" sözünden kast
edilen ikinci maddede zikrettiğimiz noksanlık şeklidir ki, namazı şüpheli
kalacak şekilde kılmak caiz değildir. Esasen böyle kılınan namaz fasittir.
"Teslim=selam
vermek" kelimesini mecrûr ve mensûb olarak iki şekilde de okumak
mümkündür. Bu durumda okunuş şekillerine göre iki türlü mânâ ortaya çıkar:
1. Kesre
olarak okunacak olursa, o zaman, "salat = namaz" kelimesi üzerine atf
edilmiş olduğu kabul edilir ki şu mânâya gelir: "selâmda noksanlık yapmak
caiz değildir." Yani ne selâm veren sadece selâm kelimesiyle yetinerek
"aleyküm" lafzını ihmal edebilir, ne de selam alacak olan kimse
sadece "ve aleyküm" demek suretiyle gerisini söylemekten
kurtulabilir. Binaenaleyh selâm vermek isteyen "es-selâmü aleyküm"
kelimelerini noksansız olarak söylemelidir. Selâm almak isteyen de "ve
aleykümu's-selâm" kelimelirini eksiksiz olarak söylemelidir. Baştan veya
sondan kelimenin birini söylememek caiz değildir, selâmı selâm olmaktan
çıkarır.
2. Fetha
olarak okunacak olursa, o zaman da "Gırar = noksanlık" kelimesinin
üzerine atf edilmiş olduğu kabul edilir ki, şu mânâya gelir: "Namazda
selâm vermek (veya almak caiz) olmaz." İşte Ahmed b. Hanbel'in hadisten
anladığı da budur. Esasen babın başlığına uygun düştüğü için biz de
tercümemizde bu mânâyı tercih ettik.
Namazda selâm almanın
veya namazda selâm vermenin hükmü ve bu mevzudaki ilim adamlarının görüşleri
923 ve 925 numaralı hadis-i şeriflerin açıklamalarında geçmiş bulunmaktadır.[233]
929. ...Bize
Muhammed b. el-Alâ haber verdi, dedi ki; bize Muâ-viye b. Hişâm Süfyân'dan, o
da Ebû Mâlik'den, o da Ebû Hâzim'den, o da Ebû Hüreyre'den nakletti: (Ebû
Muâviye) dedi ki: Öyle zannediyorum ki (Ebû Hureyre) bu hadisi (Resul-i Ekrem'e
ulaştırarak) refetti. (Rasûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki;
"Namazda ve selâm vermede noksanlık yapmak (caîz) olamaz".
Ebû Dâvûd dedi ki:
"Bu hadisi (bir de) İbn Fudayl (bir öneki hadisi rivayet eden) İbn
MehdVnin kelimeleriyle nakletti. Ancak (Resûlullah’a) ulaştırmadı (murfû’ değil
de mevkuf olarak rivayet etti).[234]
Bu hadisi Süfyân
es-Sevrî'den üç kişi nakletmiştir:
1.
Abdur-rahman b. Mehdi, ibn Mehdi, bu rivayetin senedini kesinlikle Resûl-i
Ekrem (s.a.)'e kadar ulaştırmıştır.
2. Muâviye
b. Hişâm. Muâviye her ne kadar bu hadisi merfu olarak rivayet etmişse de merfû
olduğundan -yani senedin
Resûl-i Ekrem'e ulaştığından-
kesinlikle emin değildir.
3. Muhammed
b. Fudayl. Bunun rivayet ettiği hadisin metni aynen Abdurrahman b. Mehdî'nin
rivayet ettiği metne uygun düşmekle beraber, onunki gibi senedi Resûl-i Ekrem'e
ulaşmamakta Hz. Ebû Hüreyre'de kalmaktadır. Yani îbn Fudayl'ın rivayeti merfu
değil, mevkuftur.
Bu hadisle ilgili
açıklama bir önceki hadiste geçmiştir.[235]
930.
...Muâviye b. el-Hakemi's-Sülemî'den; demiştir ki: Resulüllah (sallallahü
aleyhi vesellem)le birlikte namaza durmuştum. Cemaatten birisi aksırıverdi. Ben
de "yerhamükellahu" (Allah sana rahmet etsin)" dedim. Bunun
üzerine cemaat bana dik dik bakmaya başladı. Ben de; vay başıma gelenler, size
ne oluyor ki bana böyle bakıyorsunuz? dedim. (Muaviye) dedi ki: Bunun üzerine
ellerini uyluklarına vurmaya başladılar. Ben de hemen bunların beni susturmak
istediklerini anladım. (Bu hadisin râvilerinden) Osman (b. Ebî Şeybe, hadisin
geri kalan kısmını şöyle) nakletti: Ve ben de sustum. Resûlullah (sallallahü
aleyhi vesellem) namazı bitirince:
Annem babam ona feda
olsun beni ne dövdü ne azarladı ne de bana sövdü. Bir süre sonra dedi ki:
"Şu namaz (var
ya) onun içinde böyle insan sözünden her hangi birşeyi konuşmak caiz değildir.
O namaz sadece teşbih, tekbir ve Kuran okumaktan ibarettir." Yahutta Resûlullah
(s.a.)'in buyurduğu gibidir. Ben:
Yâ Resülallah, biz
cahiliyetten yeni kurtulmuş bir topluluğuz. Gerçi Allah İslâmı getirdi. Ama
bizden öyle kimseler var kî hâlâ kâhinlere gidiyorlar dedim. (Bunun üzerine:)
"Sen gitme"
buyurdu.
Bizden bazı kimseler
de tetayyur ediyorlar, dedim.
“Bu onların içlerinden
gelen birşeydir. Ama sakın onları yoldan çıkarmasın" buyurdu, ben:
Bizden bazı kimseler
de çizgi çiziyorlar, dedim.
"Peygamberlerden
biri çizgi çizerdi. Her kimin çizgisi (onun çizgisine) uygun düşerse, isabet
etmiş olur, buyurdu. (Muâviye) dedi ki:
Benim bir cariyem
vardı, dedim. Uhud ve Cevâniyye taraflarında kuzuları güderdi. Bir (gün) çıkıp
yanına vardım. Bir de ne göreyim bir kurt kuzulardan birini alıp götürmüş. Ben
de ademoğullarından bir adamım. Onlar gibi ben de üzülürüm. Lâkin cariyeye öyle
bir tokat vurdum ki... Resûlullah (s.a.) bunu bana çok gördü. Ben:
Yâ Resûlallah (o
halde) cariyeyi azad edeyim mi? dedim.
"Sen onu bana
getir" buyurdu. Hemen onu (alıp) getirdim. Peygamber (s.a.) ona:
“Allah
nerededir?" diye sordu. (Câriye): -Göktedir, dedi. (Resûl-i Ekrem (s.a.):
"- Ben kimim?" dedi. Câriye:
Sen Allah'ın
peygamberisin, cevabını verdi. (Resûl-i Ekrem (s.a.): "- Onu âzâd et,
çünkü mü'min bir kadındır" buyurdu.[236]
tâbiri, esas itibariyle
"vay yavrusunu kaybeden annemin haline manasına gelirse de, maksat,
söyleyenin kendi acınacak halini beyândır. Biz bu makamda "vay
halime" yahut "başıma gelenlere" gibi tâbirler kullanırız. Sükl
kelimesi sekel şeklinde de okunabilir.
Hz. Muâviye'nin
namazda konuşması üzerine ashab-ı kiramın uyluklarına vurmak suretiyle onu
susturmaya çalışmaları bu hususta teşbihte bulunmak meşru olmazdan önceye
hamîolunmuştur. Hadiste geçen cümlesinin cevâbı mahfuzdur ve diye takdir olunur.
Cümle de ancak bu suretle düzelmiş yani, "onların beni susturmak istediğini
görünce ben de kızdım" şekline girmiş olur.
Görülüyor ki,
namazdan^sonra Peygamber (s.a.) Hz. Muaviye'ye kendisine hâs olan terbiye ve
nezâketi ile nasihatta bulunmuş, namazda konuşmanın namazı bozacağını
bildirmiştir. Resûlullah (s..a.)'in bu görülmedik terbiye ve nezaketine hayran
kalan Muâviye, kendisinin yeni müslüman olduğundan bahsederek özür dilemiş, bu
meyanda kavm-ü kabilesi arasında hâlâ kâhinlere inananlar, kuşların uçuşunu
uğursuzluğa yoranlar ve çizgilerle remilcilik yapanlar bulunduğunu arz
etmiştir. Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimiz ona, kâhinlere gitmemesini tenbih
buyurmuştur.[237]
Kâhin: Kendi zannına göre
ileride olacak şeyleri haber veren ve esrarı bildiğini iddia eden kimsedir. Bir
de arrâf vardır. Bunun kâhinden farkı, marifetinin çalınan, kaybolan şeylere
mahsus olmasıdır. Cahiliyet devrinde arab-lar arasında bir çok kâhinler
bulunurdu. Bunların bir takımı cinlerle münâsebeti bulunduğunu ve gaibe âit
haberleri onlardan aldıklarını iddia ederlerdi. Bazıları ise, bu hususu
cinlerden değil, kendisine mahsus bir zekâ ve firâsetle bildiklerini iddia
ederlerdi. Müneccimlere kâhin diyenler de bulunurdu. Zâten müneccim kâhinin
bir nev'idir. O da yıldızlara bakarak ileride ne olacağını istidlal eder.
İslâmiyette bu gibi şeyleri yapmak ve yapanlara inanmak haram kılınmıştır,
Ulema bunun sebebini şöyle izah ederler: "Çünkü bu adamlar gaib hakkında
söz ederler, olur da söylediklerinden bazısı hakikat çıkarsa birçok insanların
fitneye düçâr olmasına ve itikadlarmın bozulmasına sebebiyet verirler."
Kâhinlere müracaat ve
söylediklerini tasdikten nehyeden ve kâhinlere verilen ücretin haram olduğunu
bildiren birçok sahih hadisler vardır. Bu hususta icmâ bulunduğunu birçok
ulemâ rivayet etmişlerdir. Beğavî (214-310): "Kâhine verilen ücretin haram
olduğunda bütün ulemâ müttefiktir. Çünkü kehânet bâtıl bir iştir. Onun
karşılığında ücret almak caiz olmaz" demiştir. Müneccim ve arrâf gibilere
ücret vermek dahi haramdır. Çünkü onların fiilleri de bâtıldır. Resûlullah
(s.a.) bu babta:
"Her kim bir
kâhine gider de söylediklerini tasdik ederse o kimse Allah'ın, Muhammed
(s.a.)'e indirdiği şeylerden beridir" buyurmuştur.
Tetayyur: Kuşlarla
teş'ümde bulunmak, şu tarafa doğru uçarsa, bu işte hayır var, aksi istikâmete
giderse, hayır yok diye i'tikad etmektir. Hz. Muâviye'nin: "Aramızda
tatayyur yapan kimseler de var" demesi üzerine Resû-lullah (s.a.):
"Bu onların
içinden gelen bir şeydir. Ama sakın onları yoldan çıkarmasın!.."
buyurmuştur. Ulemâ bu cümleye şöyle mânâ vermişlerdir: "Teşe'üm denilen
şey, sizin içinizden doğar, uğraşıp iktisab ettiğiniz bir şey olmadığı için
bundan dolayı size bir mes'uliyet yoktur. Lâkin onun sebebi ile işlerinize
bakmaktan geri kalmayın! Sizin yapabileceğiniz işte budur ve bununla
mükellefsiniz."
Filhakika
"tetayyur" ve "tiyara" denilen teşe'ümlerle amel etmekten
men'eden birçok sahih hadisler vârid olmuştur. Bunlardan murad, hatırdan gelib
geçmeler değil, muktezai ile ameldir. Yani hatırdan gelip geçen teşe'ümün hükmü
yoktur. Fakat o teşe'ümün muktezası ile amel etmek memnudur.
Hadiste bahsedilen
'çizgi çizmek"ten murad, falın bir nevi olan remildir. Onunla meşgul olan
Peygamber rivayete göre İdris (a.s.)dir. Danyal (a.s.) olduğunu söyleyenler de
vardır. Remil ona verilen bir mu'tize idi.
"Peygamberlerden
biri çizgi çizerdi. Her kim onun çizgisine uygun düşürürse, isabet etmiş
olur" ibaresinin mânâsı hususunda da ulemâ ihtilaf etmişlerdir. Sahih
olan kavle göre bu ibarenin mânâsı şudur:
"Kimin çizgisi o
peygamberin çizgisine muvafık düşerse o çizgiyi çizmek mubahtır. Lâkin muvafık
düşüp düşmediğini yüzde yüz bilmeye bizim için yol yoktur. Binaenaleyh
remilcilik, bize mubah değil, haramdır."
Resûlullah (s.a.)'in
doğrudan doğruya "RemMcilik haramdır" demeyip "kimin çizgisi o
peygamberin çizgisine muvafık düşerse o çizgiyi çizmek mubahtır"
buyurması, remille meşgul olan Peygamberin de bu nehye dahil olduğu
anlaşılmasın diyedir. Çünkü onun hakkında remi memnu' değildi. Bizim
şeriatimizde neshedilmiştir.
Hâsılı remilciliğin
dahi memnu olduğunda bütün ulemâ ittifak etmişlerdir.
Câriye meselesine
gelince, görülüyor ki; Resûlullah (s.a.) cariyeye:
"Allah
nerededir?" diye sormuş. Câriye "göktedir" cevâbını vermiş;
"Ben kimim?" sualine de, "Sen Resûlullahsın" mukabelesinde
bulunmuştur. Hadisin bu kısmı imanın sıfatına aittir. Bu hususta ulemânın iki
mezhebi vardır:
1. Allah'a
iman, onun sıfatlarının nasıl olduğunu düşünmeden, benzeri bulunmadığına ve mahlûkât
alâmetinden münezzeh olduğuna inanmaktır.
2. Allah'ın
sıfatları kendine lâyık olduğu şekilde tek'vil edilir.Buna kail olanlara göre
Resûlullah (s.a.)'in cariyeye sorduğu suallerden murad, cariyeyi imtihan etmek
ve bir Allah'a inanıp inanmadığını anlamaktır. Câriye "Allah
göktedir" deyince, Peygamber Efendimiz onun bir Allah'a inandığını
anlamıştır. Bu sözden o cariyenin müslüman olduğu anlaşılmıştır. Gerçi sözün
zahiri Allah'a cihet ve mekân ispatını gösteriyorsa da te'vil edilerek,
"Semâ duanın kıblesidir. Nitekim Kabe de namaz kılanın kıblesidir. Binaenaleyh
câriye bu sözle Allah'a cihet ve mekân isbatını kast etmemiş, duaların
kıblesini kast etmiştir. Onun için de Resûlullah (s.a.) bu sözüyle onun
müslüman olduğunu kabul etmiştir" denilir. Bu cariyenin "Allah
göktedir" sözüyle Allah'ın kuvvet ve kudretinin makam ve şanının
yüceliğini, müşriklerin tapındığı putlar gibi yerlerde ve insanların arasında
ayaklar altında bulunamayacağını kast etmiş olması, Resûl-i Ekrem'in de
cariyenin bu maksadını anladığı için onun mü'min bir kadın olduğuna hükmettiği
de düşünülebilir.[238]
1. Amel-i
kalîl namazı bozmaz. Bu hususta 917 numaralı hadiste yeterli açıklamaya yer
verilmiştir.
2. Konuşmak
namazı bozar.Namazda olduğunu bildirmek icabederse, "erkek teşbih eder,
kadın tasfîk yapar." Hanefîlerle Şâfiîlerin ve Mâlikile-rin mezhebleri bu
olduğu gibi cumhur-ı ulemânın kavli de budur.
Evza'î ile ulemâdan
bir taifeye göre, namazın yararına olmak şartı ile konuşmak caizdir. Bunlar
ileride gelecek olan ve "zulyedenyn hadisi" diye bilinen 1008
numaralı hadise dayanırlar. Yalnız mutlak surette konuşmak Hanefîlere göre
namazı bozar. Şafiîlerle Malikîlere ve Hanbelîlere göre unutarak azıcık
konuşmak namazı bozmaz. Çok konuşursa Şâfiîlerin bir kavline göre namaz
bozulur. Çünkü nadiren başa gelen vak'alardandır. Yeni müslüman olmuş bir
cahilin hükmü de, unutarak konuşanın hükmü gibidir.
3.
Konuşmayacağına yemin eden bir kimse teşbih etse veya tekbir getirse yahut
Kur'ân okusa yemini bozulmaz.
4. İmam Şafiî
bu hadisle istidlal ederek namaza girerken ihram (iftitah) tekbiri almak
namazın farzlarından bir farzdır demiştir. İmam-ı Azam'a göre ise, ihram
tekbiri almak namazın şartlarındandır.
5. Namazda
aksıran kimseye teşmitte bulunmak (yani "yerhamukellah" demek) namazı
bozar. Çünkü bu söz insan sözüdür.
6. Sahibi
cariyesine koyun güttürebilir. Ancak fitne ve fesattan selâmet şarttır.
7. Mü'min
olan köle veya cariyeyi âzâd etmek, kâfir köle veya cariyeyi azat etmekten
evlâdır. Kâfir köle veya cariyelerin ne gibi yerlerde âzâd edilebileceği
ihtilaflı bir meseledir. Tafsilatı fıkıh kitaplarından öğrenilebilir.
8. Bir
kâfir, ancak Allah'ın varlığını, birliğini ve Peygamberimiz Muhammed Mustafa
(s.a.)'in risâletini ikrar etmekle müslüman olur.
9. İki şehâdeti
getirerek mânâlarına kat'î surette inanmak imanın sahih sayılması için kâfidir.
Müslüman olduğuna başka delil getirmek şart değildir.[239]
931.
...Muâviyeb. el-Hakem es-Sülemî'den; demiştir ki: Ben Resûlullah'ın yanına
gelip İslâmiyetle ilgili bazı şeyler öğrendim. Öğrendiklerimden biri de
(Resûlullah sallallahiı aleyhi ve seltemîn) bana söylediği şu sözdür:
"Aksırdiğında
elhamdülillah (Allah'a hamd olsun) de ve bir kimse aksırip da Allah'a hamd
edecek olursa sen de: "Yerhamukullah (Allah sana merhamet etsin)"
de."
(Muâviye) dedi ki: Ben
Resûlullah (s.a.)'la beraber namazda iken adamın biri aksırip Allah'a hamd
ediverdi. Ben de (hemen) sesimi yükselterek "yerhamukellahu" dedim.
Cemaat gözlerini bana çevirdi. Bu benim ağrıma gitti. Bunun üzerine ben,
"Size ne oluyor da bana (böyle) yan gözle bakıyorsunuz?” dedim. (Muaviye)
diyor ki; Bunun üzerine "Sübhanellah" demeye başladılar. Resûlullah
(s.a.) namazı bitirince:
"Konuşan
kimdi?" buyurdu. (Kendisine:)
Şu A'rabi idi diye
cevap verdiler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.) beni çağırdı ve:
"Namaz ancak
Kur'an okumaktan, azız ve celil olan Allah'ı zikretmekten ibarettir. (Bir
daha) namazda iken durumun böyle (başka birşeyle uğraşma)!" dedi.
Resûlullah (s.a.)'den daha yumuşak bir muallimi asla görmedim.[240]
932. ...Vâil
b. Hucr'den; Resûlullah (s.a.) (âyetini) okuduğu zaman, sesini yükseltir ve
"âmin" derdi.[241]
1. Bu
hadis-i şerif Fatiha okuduktan sonra imamın da
"âmîn" demesi gerektiğine delâlet etmektedir.Bu mevzuda aksi
görüşte olan İmam Mâlik (r.a.) Hazretlerinin aleyhine bir delildir. Hanefî
ulemâsından el-Hasen (r.a.) îmam Ebû Hanife'nin de İmam Mâlik gibi Fâtiha'dan
sonra imamın "âmin" demesi gerekmediği görüşünde olduğunu rivayet etmiştir.
Bu mevzuda İmam
Malik'in görüşüne kail olan bazı Maliki alimleri; "İmam dediği zaman, siz
de "âmin" deyiniz!” mealindeki 935 numaralı hadisi delil getirirler.
Mâliki ulemâsına göre bu hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem Fatiha'yı imamla cemaat
arasında ikiye ayırmıştır.Fâtiha'yı okumak imama, "Amin" demekse
cemaate aittir. Bu taksim imamın da "âmin" lâfzım söylemeye iştirak
etmesine kesinlikle engeldir. Sözü geçen alimler "imam âmin dediği zaman
siz de âmîn deyiniz"meâlindeki 936 numaralı hadiste geçen "imam âmin
dediği zaman*' cümlesini ise, "imam âmin denecek yere geldiği zaman"
diye te'vil ederler. Medine'lilerden gelen rivayete göre ise, tmam Mâlik'e göre
Fâtiha'dan sonra imam da âmin der.
2. İmam Ebû
Hanife'den gelen kuvvetli rivayete göre ise, imam ve cemaat her ikisi de gerek
sesli gerek sessiz namazlarda sessizce "âmîn" derler. Bu mevzuda
yalnız başına Fatiha okuyan kimse de gerek namazda ve gerekse namaz haricinde
cemaat gibi gizlice âmin der.Delilleri ise, Tirmizî'nin Vâil b. Hucr'dan rivayet
ettiği; "Resûlullah (s.a.)'den
duydum: okudu, sonunda âmin dedi ve bu kelimede sesini alçaktı."[242]
mealindeki hadisle imam Ahmed, Ebû Dâvûd et-Tayalisî'nin Musned'inde,
Dârekutnî'nin Sünen'inde, el-Hâkim'in Müs-tedrek'inde rivayet ettikleri şu
hadis-i şeriftir; "Resûlullah (s.a.) namaz kıldı. âyetine gelince, sesini
alçaltıp âmin dedi."[243]
Çünkü âmin demek bir duadır; duada ise, sesi alçaltmak mat-Iûbtur.
3. İmam
Şafiî'nin yeni mezhebine göre cemaat ve imam, namazda ve namaz haricinde
sessizce âmin der. Yalnız başına namaz kılan da böyledir. Eski mezhebine göre
ise, sesli olarak âmin denir. Nitekim "el-Ümm" isimli eserinde İmam
Şafiî şunları söylemektedir:- "İmam Fâtiha'yı bitirince "âmin"
der, arkasında bulunan cemaatin de kendisine uyarak "amin" demeleri
için sesini yükseltir. İmam bu şekilde "âmin" deyince cemaat de
sadece kendilerinin duyabileceği şekilde "âmin" derler. Ben cemaatin
yüksek sesli "âmin" demesinden hoşlanmıyorum. Fakat yüksek sesle
"âmîn" diyecek olurlarsa,, bir zarar da olmaz. Bu yüzden cemaate
birşey lâzım gelmez'."
İşte İmam Şafiî'nin
yeni görüşü budur. "el-İknâ" isimli eserde ise, şöyle denilmektedir:
"Namazda Fatiha okuyan kimse için sonunda hafif bir sekteden sonra
"âmin" demek sünnettir.
Namaz haricinde de
durum aynıdır. Ancak namaz haricinde sünnet olan Fatiha'nın cehrî okunması
halinde "âmin" kelimesini cehren okumaktır. Cemaatle namazda ise,
âmin kelimesini imamla beraber söylemektir. Burada "cehren okunması
halinde" cümlesiyle, Fâtiha'nın gizli okunması hali, bu. hükmün dışında
bırakılmıştır. Çünkü Fâtiha'nın gizli okunması halinde "âmin"
kelimesi de gizli okunur. Cemaatle kılınan namazın hükmü de bu cümlenin dışında
bırakılmıştır. Çünkü cemaatle kılınan namazda imam da cemaat de gizli olarak,
"âmin" derler. Sözü geçen "İkna" isimli kitabın haşiyesinde
"cemaatle kılman namazda ise, âmin kelimesini imamla beraber
söylemek" cümlesi üzerinde şu açıklama bulunmaktadır. Namazda imamla
beraber okumak sünnet değildir. Şayet cemaat kıraatini imamla beraber bitirecek
olursa, sadece imamın veya cemaatin "âmin" demesi yeterlidir. Şayet
cemaat imamdan evvel Fâtiha'yı bitirecek olursa, bir kere "fimin"
demekle yetinir. İmamın bitirdiği fatiha için ayrıca "âmin" demesine
lüzum kalmaz. Ancak İmam Bağavî imama tabi olduğu için cemaatin imamın olduğu
fatiha için de "âmin" demesinin daha doğru olacağını söylüyor.[244]
4. İmam
Tirmizî'ye göre ise, kişi "âmin" derken sesini yükseltir. Peygamber
(s.a.)'in ashabından, tabiînden ve sonrakilerden pek çok ilim adamlarının
görüşü de budur. Erkeğin âmin derken sesini yükseltmesi ve onu gizli okumaması
görüşündedirler. Şafiî, Ahmed ve İshak'ın kavli de budur.
Fatiha okuduktan sonra
"âmin" demenin hükmü, ulemânın büyük çoğunluğuna göre mendubtur.
Cemaat için vâcib olduğunu söyleyenler de vardır. Nitekim Zahirî ulemâsına
göre namaz kılan herkes için Fatiha'dan sonra "âmin" demek vâcibtir.
Rafızîlere göre de bid'attir. Namazda söylenirse namazı bozar. Merhum Ömer
Nasuhî Bilmen bu konudaki Hanefî mezhebinin bu mevzudaki görüşünü şöyle
anlatır: "Fatihaların sonunda hafiyyen "amin" denilmesi
sünnettir. Bu hususta imam ile cemaat ve münferid arasında fark yoktur. Şu
kadar var ki cemaat Fatiha-i Şerifeyi okuyamayacağı cihetle eû-zu besmele de
okumaz. Âmin'in mânâsı, "dualarımızı kabul buyur" demektir."[245]
933. ...Vâil
b. Hucr'dan (rivayet edildiğine göre) kendisi Resülullah (s.a.)'in arkasında
namaz kılmış, Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi vesellem) (Fâtiha'dan sonra)
seslice âmin deyip sağına - soluna selam vermiş. (Vâilb. Hucr), "Hatta ben
yanağının beyazlığını bile gördüm" (demiştir).[246]
Bu hadis "imam
âmin kelimesini yüksek sesle okur" diyen kimselerin delilidir.Amin
kelimesiyle ilgili görüş ve hükümler önceki hadisin açıklamasında verilmiştir.
Bu hadis ayrıca imamın selâm verirken başını sağına ve soluna çevirmesinin
meşru olduğuna da delildir. Bu konu ise, 189. bâbta işlenecektir.[247]
934. ...Ebü
Hureyre'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) "gazaba uğrayanların ve
sapıklarınkine değil" (âyetin)i okudğu zaman, "âmin" (kabul et)
derdi. Hatta (sesini) birinci safta arkasında bulunan kimse de işitirdi.[248]
Hadis-i şerifte geçen
kelimesi üç harfli bir fiil kökünden geldiği kabul edilerek "yesme'u"
şeklinde okunabildiği gibi dört harfli bir fiil oları kökünden geldiği kabul
edilerek şeklinde de okunabilir, tbn Mâce'nin rivayeti ise, "âmin kelimesini
birinci safta bulunan bütün cemaat işitirdi ve bu kelimeden dolayı mescid
titrerdi" şeklindedir. îbn Mâce'nin bu rivayeti "âmin"
kelimesini Resûl-i Ekrem'in son derece yüksek bir sesle okuduğunu açık bir
şekilde ortaya koymaktadır. Ancak tbn Mâce'nin senedinde Ebû Abdullah ile Bişr
bulunmaktadır ki bunlar ağır bir dille tenkid edilmişlerdir.[249]
935. ...Ebû
Hureyre'den rivayet olunduğuna göre: Peygamber (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"İmam (gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil) dediği zaman, siz
de: "Amin (kabul et)" deyiniz. Çünkü kimin âmin demesi, meleklerin
âmîn demesi (vakti)ne denk gelecek olursa, geçmiş günahları bağışlanır."[250]
Hattâbî'nin beyânına
göre Fâtiha'dan sonra amîn kelimesinin sessiz okunacağı görüşünde olanlar bu
hadis-i şerifin kendilerine delil olduğuna iddia ederler. Bu kimselere göre
hadiste "âmîn" demek için imamın Fatiha'yı bitirdiği anı beklemeye
teşvik edilmesi imamın âmîn kelimesini içinden söylediğine delâlet eder. Çünkü
imam bu kelimeyi cehrî okumuş olsaydı, o zaman (özellikle sessiz kılınan
namazlarda) bu vakti tespit etmek cemaat için zor olmayacaktı. İşte imam âmîn
kelimesini sessiz söyleyeceği ve bu vakti tesbit etmek zor olacağı için dikkat
kesilmeye teşvik edilmiştir.
Hattâbî'ye göre ise,
hadis-i şerif hiç de onların dediği mânâya gelmemektedir. Eğer 932 numaralı
Vâîl hadisi olmasaydı o zaman bu kimselerin çıkardıkları mânâ doğru olabilirdi.
Fakat bunun böyle olmadığına sözü geçen hadis açıkça delâlet etmektedir. Bu
vaktin tesbitine dikkat edilmesine sebeb ise, onların zannettiği gibi imamın
sessiz okumasından dolayı bu anın tesbitindeki zorluk değildir. Bu teşvik
imamın gaflet edip de amîn kelimesini söylemeyi unutabileceği ihtimalinden
kaynaklanmaktadır. Hadiste aynı zamanda bu kelimeyi imamla beraber söylemeye
teşvik vardır ki, işte melaike-i kiramın "âmîn" dediği an, işte
budandır. Bu zamanda âmîn demeyi başarabilen kimse için hadis-i şerifte geçmiş
günahlarının bağışlanacağı müjdesi vardır.[251]
Âmîn kelimesi
bazılarına göre, imale ile de okunur. Bu kelime "âmin",
"Âmmin" ve "Âmmîn" şekillerinde de okunmuşsa da bunların
hepsi şâzz ve merduttur. Bilhassa şedde ile "âmmin" okumak dört
mezhep ulemâsınca hata sayılmıştır. Hatta Şâfiîlerden bununla namazın
bozulacağım söyleyenler de olmuştur. Hanefilerin "et-Tecnis" adlı
fıkıh kitabında, "bir kimse namazında âmîn kelimesini teşdid ile okusa
namazı bozulur" denilmiştir. Filhakika İmam-ı Azam'a göre, âmin
kelimesini şeddeyle okumak namazı bozar, îmameyn'e göre bozmaz, çünkü Kur'ân-ı
Kerim'de "Âmmîn" kelimesi vardır. Fetva da imameynin kavline göredir.
Arabçada âmîn
kelimesine uyan bir vezin yoktur. Bu kelime vezin itibariyle, Hâbîl ve Kâbîl
gibidir. Onun için bazıları onun asıl itibariyle yabancı bir kelime olduğunu
iddia etmiş, bir takımları da aslının "Ya Allah istecib dua 'ena"
olduğunu söylemişlerdir. Ulemâdan bazıları, kelimenin kasırla "amin"
okunmasını kabul etmemiş "Maruf vechi medle âmin okumaktır"
demişlerdir.
Abdürrezzak'ın Hz. Ebû
Hüreyre'den zayıf bir isnadla rivayet ettiği bir hadise göre, âmin kelimesi
Allah'ın isimlerinden biridir. Tabiinden Hilâl b. Yesâf'dan da böyle bir
rivayet vardır. Fakat Nahiv ulemasına göre âmîn ism-i fiildir. Vasıl halinde
kolaylık olmak üzere nunu üstün okunur.
Âminin manası hakkında
bir çok sözler söylenmiştir. Ez cümle: Öyle olsun, kabul et, ümidimizi haybete
(hüsrana) uğratma, buna senden başkası kaadir olamaz, manalarına geldiğini
söyleyenler bulunduğu gibi; "âmin arş-ı a'lâ definelerinden bir definedir,
onun manasını Allah'tan başka bilecek yoktur" diyenler de olmuştur. Kelime
medd ve şedde ile okunursa, "seni kastederek" mânâsına geleceği
Cafer-i Sâdık Hazretlerinden rivayet olunmuştur. Kasır ve şedde ile okunduğu
takdirde aslının İbrânice veya Süryanice olduğu söylenir.
"el-Miictebâ"nam
eserde şöyle deniliyor: "Amînin Kuran’dan olmadığına hilaf yoktur. Hatta
onun Kur'andan olduğunu iddia edenin irtidadına hükmolunmuştur. İmamın,
cemaatin, yalnız kılanın ve namaz dışında Fatiha okuyanın âmin demesi
sünnettir. Fatihadan sonra sûre okunacağı zaman âmin denilip denilmeyeceği
hususunda ulemâ ihtilâf etmişlerdir. Esah olan kavle göre âmin denilir."
"Geçmiş
günahların afft"ndan maksad küçük günahlardır.[252]
Bu hadis-i şerif
Fâtiha'dan sonra "âmin" kelimesinin yüksek sesle okunacağım
kesinlikle ifade etmektedir. Ancak bu mevzu ile ilgili görüşler daha önce
tercümesini sunduğumuz 932 numaralı hadisin açıklamasında geçmiştir.[253]
936. ...Ebû
Hureyre (r.a.)' den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "İmam, âmin dediği zaman, sizde âmin deyiniz. Çünkü kimin
amîn demesi, meleklerin âmin demesi(vakti)ne denk gelirse, geçmiş günahları
bağışlanır.”
İbn Şihab dedi ki:
Resûlullah (s.a.)'de "âmin" derdi.[254]
Bu hadis-i şerif
Fâtiha'yı okuduktan sonra imamın âmin demesinin meşru olduğuna delâlet
etmektedir. Ancak imamın Fâtiha'dan sonra amîn demesinin meşru olmadığı
görüşünde olanlar, hadis-i şerifte geçen "imam âmin dediği zaman"
cümlesindeki "âmin dedi" kelimesine "dua etti" mânâsı
vermektedirler. Bu sözleriyle Fâtiha'nın da bir dua olduğunu, bu bakımdan
"imam âmin dediği zaman" cümlesinin, "imamın Fâtiha'yı okuduğu
zaman" mânâsına geldiğini iddia etmektedirler. Bazıları da yine aynı
görüşten hareket ederek bu cümlenin "imam âmin denecek yere geldiği
zaman" manasına geldiğini ve bu cümlede imamın âmin diyeceğine dair bir
mânânın bulunmadığını iddia etmişlerdir. Bazıları da "imam âmin dediği
zaman" cümlesindeki şartı ileri sürerek, cemaatin Fatiha okununca
"âmin" demesi, imamın "âmin" demesine bağlıdır. Şayet imam,
âmin kelimesini söyleyecek olursa, o zaman cemaat de söyleyebilir, demişlerse
de kendilerine buradaki şart edatı olan "izâ" kelimesinin başına
geldiği cümle, kesinlik ifade ettiğinden imamın âmin demesinin kesinlikle vaki
olacağı hatırlatılarak cevap verilmiştir.
Yine hadis-i şerifin
zahirinden âmin kelimesini cemaatin imamdan sonra söyleyeceği anlaşılmaktadır.
Ancak bilindiği gibi bu mana bir önceki hadisin ifâdesine aykırı görünmektedir.
Bu bakımdan âmin kelimesinin imamla beraber söyleneceği görüşünde olanlar bu
cümleye, "imam âmin demek istediği zaman" diye mânâ vermişlerdir.
İmam Cüveyni'ye göre âmin kelimesini imamla beraber okumak müstehab değildir.
Bir önceki hadis-i şerifte ise, Hattâbî'nin bu kelimenin imamla beraber
söyleneceği görüşünde olduğunu nakletmiştik. Bazılarına göre ise, bu hadis-i
şerif, cemaatin âmin kelimesini söylemekte muhtar olduğuna, (binaenaleyh ister
imamla ister ondan önce veya sonra söylemesinin caiz olduğuna) delâlet
etmektedir. Biz bu mevzu ile ilgili ayrıntılı açıklamayı 932 ve 935 numaralı
hadislerde yapmış bulunmaktayız.[255]
937.
...Bilâl (r.a.)'den; demiştir ki:
Ya Resûlallah, âmin
demek de beni geçme.[256]
Hanefî ulemasından
Aynî'nin beyânına göre "âmin kelimesini benden önce okuma" cümlesine
ulemâ iki şekilde mânâ vermiştir:
1. Hz. Bilâl
Fatiha sûresini imamın birinci sektesi esnasında okurdu.Fakat bazan Resûl-i
Ekrem (s.a.) ondan evvel Fatiha'yı bitirerek amin derdi. Resûl-i Ekrem (s.a.)'le
beraber bu mübarek kelimeyi söylemeye yetişemediği için Resûl-i Ekrem'den
kendisinin bu nimete erişebilmesi için yarım kalan Fatiha Sûresini okuyacak ve
âmin diyecek kadar mühlet isterdi.
2. Hz. Bilâl
müezzin olduğu için mescidin arka tarafında kaamet getirir ve safların
düzeniyle meşgul olurken Resûl-i Ekrem (s.a.) Fatiha'yı bitirir ve âmin derdi.
Hz. Bilâl de kıraate ve âmin demeye yetişecek kadar mühlet isterdi. Hadis-i
Şeriften anlaşılan mânâ bu olmakla beraber bu hadis mürseldir. Çünkü Hâkim'in
ifadesine göre Osman'ın Hz. Bilâl (r.a.)'e yetişemediği ve onunla görüşemediği
söylenmektedir. Ebû Hatim er-Râzî de "bu hadisin merfu olarak rivayet
edilmesi yanlıştır" demiştir. Beyhakî'nin ifadesine göre Osman'ın bu
hadisi Selrnân vasıtasıyla Hz. Bilâl'den aldığına dâir bir rivayet varsa da bu
rivayet tamamen asılsızdır.[257]
Fakat Buhârî'nin
muallak olarak rivayet ettiği bir hadis-i şearife göre Ebû Hureyre (r.a.)
müezzinliğini yaptığı imam -ki Alâ b. el-Hadramî (r.a.) ile Medine valisi
Mervân b. el-Hakem'dir."Bana âmini kaçırtma" dermiş. "Yani beni
kamet ederken ve safları düzeltirken acele namaza başlayıp yahut acele okuyup
ben namaza durmadan âmin diyecek yere kadar okuma" demektir.[258]
Birinci mânâ imamla
beraber cemaatin de Fatiha okuyacağı görüşünde olanları ikinci mânâ aksi
görüşte olanları desteklemektedir. Esasen Hattâbî'ye göre, bu hadisin yeri bu
bab değildir. Daha önceki bablarda geçmesi gerekmektedir.
Hazret-i Bilâl'in
Fatiha okuduğunu, sektenin ne olduğunu daha evvel tercümesini sunduğumuz 777
numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık. Bazı Şafiî ilmihallerinde namazdaki
sekte ile ilgili olarak şu ifâdelere yer verilmiştir:
"Başlayış tekbiri
ile iftitah duası arasında sübhanellah diyecek kadar durulması sünnettir. Aynı
zamanda iftitâh duası ile eûzu arasında, eûzu ile besmele arasında Fatihanın
sonu ile âmin arasında, amîn ile zamnı-ı sûre arasında, zamm-i sûre ile rükû
tekbiri arasında ve iki selâm arasında sübhanalIah diyecek kadar durulması
sünnettir."[259]
938. ...Ebû
Musbıh el-Makrâî dedi ki: Biz sahâbî olan ve sözlerin en güzelini söyleyen Ebû
Zuheyr en-Numeyrî ile beraber otururduk. Bizden birisi dua etti mi;
"(Duanı) aminle bitir. Gerçekten âmin, sayfanın üzerine vurulan mühür
gibidir" derdi. Ebû Zuheyr dedi ki: "size bundan bahsedeyim mi? Bir
gece Resûlullah (s.a.)'le birlikte (dışarıya) çıkmıştık. Devamlı ve ısrarla
duâ eden bir adamın yanına geldik. Bunun üzerine Peygamber (s.a.) durup onu
dinlemeye başladı ve; "eğer mühürlerse cennetti kazandı" dedi.
Cemaatten birisi "ne ile mühürleyecek?" diye sordu.
"Âmin"le diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.)'e soru
soran kimse gitti (ve o duâ eden) adama varıp dedi ki, "Ey filân, âminle
bitir ve müsterih ol." Bu, Mahmud (b. Halid) (rivayetinin) lâfzıdır.
Ebû Dâvûd dedi ki;
ei-Makrâ1 -Himyer'den bir kabile (ismi)dir.[260]
Hadis-i şerifte sahâbî
olduğu ifâde edilen Ebû Züheyr'in ismi bilinmemektedir."Takrîb'de onun Şam
taraflarında yaşadığı söylenmektedir. İsminin Yahya b. Nüfeyr olduğu da
söylenmiştir.
Bu sahâbînin güzel
sohbetler yaptığı ve "en güzel sözleri söylediği" ifadesinden onun
sohbetlerinde devamlı Kitab ve Sünnetten bahsettiği anlaşılıyor. Nitekim söz
konusu edilen sohbeti de tamamen Resûl-i Ekrem (s.a.)'in sünnetiyle ilgilidir.
Yine bu mübarek sahabinin duanın âminle bitirilmesine teşvik etmesinin hikmeti
şudur ki: Dünyada bile mühim evrak ve eşya bir yere gönderilirken ağzı bağlanıp
mühürlenerek gönderilir. İnsan için en büyük bir kıymet olan duâ da Allah'ın
huzuruna "âmin" mührüyle mühürlenerek gönderilir.
Bu hadis-i şerif
mü'minleri duaya ve duadan sonra da âmin demeye teşvik etmektedir. Duadan
sonra amîn demenin faziletiyle ilgili pek çok hadis-i şerif vardır. Bunlardan
bazvları şöyledir: "İmam Ahmed, İbn Mâce ve Ta-berânî, Hazret-i Âişe
(r.anhâ) validemizden merfû' olarak rivayet etmişlerdir: 'Yahudiler sizin
selâm vermenize ve âmin demenize hased ettikleri kadar hiç bir şeye haset
etmemişlerdir.”
Buhârî'nin Ebû Hureyre
(r.a.)den rivayet ettiği bir hadiste Resûl-i Ekrem (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sizden biriniz âmin dediği zaman gökte de melekler âmin derler. İkisi
birbirine tesadüf ettiği zaman o kimsenin geçmiş günahlan affolur."
Âmin demek bu ümmetin
özelliklerindendir. Nitekim İbn Huzeyme'nin Enes'den rivayet ettiğine göre,
Resûl-i Ekrem (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah Teâlâ bana üç büyük nimet verdi:
1. Saf halinde
namaz kılmak,
2. Cennet
ehlinin selâmı ile selamlaşmak,
3. Âmin demek.
Allah bunları benden önce hiçbir Peygambere vermedi. Ancak Harun aleyhisselâm müstesna.
Çünkü Mûsâ aleyhisselâm duâ eder, Harun aleyhisselâm da âmin derdi."[261]
939. ...Ebû
Hureyre'den; demiştir ki: Resülullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Teşbih
(sübhânallah demek) erkekler için ve el çırpmak da kadınlar içindir"[262]
Metinde geçen
"tasfîk" kelimesi, el çırpmak demektir.Buna “Hasfih" de denir.
Bazı lügat âlimlerine göre "tasfîh" bir elin arkasını diğer elin
avucuna vurup ses çıkarmaktır. Namazda ihtiyaç hasıl olduğu zaman böyle el
çırpmak kadınlara mahsustur. Bazılarına göre ise, "tasfîk" sağ elin
iki parmağını sol avucuna vurup ses çıkarmaktır.
îmamm namaz esnasında
namazla ilgili hareketlerinde veya kıraatte yanıldığını kendisine haber vermek
için cemaatin "sübhânallah" demesi caiz olduğunda ittifak vardır. Ama
bunun dışındaki kelimelerin söylenilmesinde ise, ihtilâf vardır. Nitekim Ebû
Hanife ile îmam Muhammed'e göre elhamdülillah,, sübhânallah kelimeleri birinin
sözüne cevab olarak söylenecek olursa namazı bozar. Eğer namaz kılan kimse
namazda olduğunu bildirmek için sübhânallah ve elhamdülillah diyecek olursa,
bunda bir sakınca yoktur. İmam Mâlik ile İmam Şafiî bir tehlike baş
gösterdiğinde, meselâ kuyuya "düşmek üzere olan bir âmâyı ikaz yahut bir
yılanın ortaya çıkması anında cemaate haber vermek için "subhanellah"
demeyi caiz görürler.
Bu gibi durumlarda
erkeklerin "sübhânallah" veya "elhamdülillah” demelerine
karşılık kadınların da ellerini birbirine (sağ elin avucuyla sol elin arkasına)
vurarak ses çıkarırlar. Çünkü kadınların seslerinin fitneye sebeb olma
tehlikesi bulunduğundan "sübhânallah" veya "elhamdülillah"
diyerek seslerini yükseltmelerine izin verilmemiştir. Bu sebeble el çırpma
kadınlara tahsis edildiğinden erkeklere el çırpma izni verilmemiş bunun yerine
"subhânellah" veya "elhamdülillah" demeleri istenmiştir.
Ancak Hanefîlere göre kadın el çırpacak olursa, namazı bozulur. Çünkü onlara
göre hadis-i şerifte geçen "el çırpmak kadınlar içindir" cümlesi
namazla ilgili değildir. Bu izin kadınların namazın dışında bulundukları
zamanlarda geçerlidir.[263]
Mâlikilere göre
kadınların namazda el çırpması mekruhtur. Şafiî ve Hanbelilere göre ise,
erkeklerin "Subhânellah"ve "elhamdülillah" demesi çok bile
olsa zarar vermez. Çünkü bunlar namaz cinsindendir. Ancak elçırpma çok
yapılırsa, namazı bozar.[264]
940. ...Sehl
b. Sa'd es-Sâidî (na.)'dan rivayet edilmiştir: Resûlullah (s.a.) (bir kere)
aralarını düzeltmek için Amr b. Avf oğulları (yurdu) na gitmişti. Namaz vakti
geldi müezzin Hz. Bilal (r.a.) Ebû Bekr (r.a.)'e gelip, "cemaate namazı
kıldırır mısın? İkâmet edeyim mi? diye sordu. O da "evet" dedi ve
namaza başladı. Resûlullah, cemaat namazda iken teşrif etti. (Safları yara yara
birinci) saffa kadar vardı. (Onu gören) cemaat el çırptılar. Ebû Bekr (r.a.)
namazım kılarken başını çevirip (hiç bir tarafa) bakmazdı. (Arkasındaki)
cemaat el çırpmayı çoğaltınca başını çevirip bakdı ve Resûlullah (s.a.)'i
gördü. Resûlullah (s.a.) "yerinde dur" diye kendisine işaret buyurdu.
Ebû Bekr (r.a.) ellerini kaldırıp Resûlullah (s.a.)'in kendisine olan bu emrinden
dolayı Allah'a hamdu sena etti. Sonra Ebû Bekr (r.a.), (birinci) saffa
girinceye kadar geri geri gitti. Resûlullah (s.a.) de ileriye geçip namazı
kıldırdı. Namazdan çıkınca; "Ey Ebü Bekr, sana emrettiğim zaman seni
yerinde kalmaktan alıkoyan sebeb ne idi?" diye sordu. Ebû Bekr de;
"îbn Ebî Kuhâfe için Resûlullah (s.a.)'in önünde (durup) namaz kılmak
uygun olmaz" dedi. (Ondan sonra) Resûlullah sallellahu aleyhi ve sellem
(cemaate dönüp); "Size ne oluyor da el çırpmayı bu kadar çoğalttınız?
Namazdayken her kim bir olayın ortaya çıktığını görürse,
"Sübhânellah" desin, sübhânallah dediği zaman (elbette) kendisine
(imam tarafından dönüp) bakılacaktır. El çırpmak ise, kadınlara mahsustur”
buyurdu.[265]
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
izin farz namazlardadır.[266]
Amr b. Avf oğulları
Evs kabilesinin bir koludur. Bunların yurtlan Küba'da idi. Resûl-i Ekrem
(s.a.)'in bunların yanına gitmesinden maksadı, aralarındaki kırgınlık ve
dargınlığı gidermekti.Aralarında meydana gelen dargınlığın sebebi, Buhârî'nin
başka bir rivayetinde şu şekilde anlatılmaktadır: "Kubâ halkı bir defa
kavga etmişler, birbirine girip taş atmışlardı. Durum Resûl-i Ekrem (s.a.)'e
haber verildi. Haydin gidelim barıştıralım" buyurdular. Nitekim bir
numara sonra tercümesini sunacağımız Ebû Dâvûd hadisi de bu rivayeti
desteklemektedir. İşte Resûl-i Ekrem (s.a.)'in cemaate biraz geç kalışindaki
hikmet, müslümanların arasını düzeltmek gibi çok mühim bir görevi ifa etmek
için uzunca bir yolu katetmiş olmasıdır.
Bilâl (r.a.)'in Hz.
Ebû Bekr-i Sıddîk'ten; "cemaate namaz kıldırır mısın? ikâmet edeyim
mi?" diye sorması, "namazı ilk vaktinde edâ etmek faziletini mi,
yoksa Resûl-i Ekrem (s.a.)'i beklemeyi mi tercih edersin" manasınadır.
Hazret-i Sıddık da (-rivayetlerin bazılarında bulunan ilâvesine bakılırsa-)
"istersen kılalım" demiştir. Hz. Sıddîk'in Resûl-i Ekrem'in
dönmesini beklemeden hemen namaza başlamayı tercih etmesine sebep Resûl-i
Ekrem'in ne zaman geleceğinin kesinlikle bilinmeyişidir.
Ayrıca bunun yanında
namazı ilk vaktinde kılmanın faziletine erişmek, hem de zayıfları, iş-güç
sahiblerini bekletmemek gibi sebepler vardı.
Görüldüğü gibi cemaat
ayakta iken birinci saffa varmak için safları kesmek imam hakkında caizse de
imamın gayrisi için mekruhtur.
Cemaatin eî çırpması
meselesi ise, bir önceki hadis-i şerifin şerhinde geçmiştir. Bilgi için oraya
müracaat edilebilir.
Resûl-i Ekrem (s.a.)
mescide girdiği zaman kendisine verilen işaretlere rağmen başını çevirip
bakmayışı, bu konudaki Resûl-i Ekrem (s.a.)'in bunu "Şeytanın hırsızlığı
saydığını bilmesinden ileri geliyordu"[267] Her
ne kadar Resûl-i Ekrem (s.a.) 910 numaralı hadis-i şerifte namaz esnasında
sağa-sola başı çevirerek bakmayı nehyediyorsa da konumuzu teşkil eden hadis
ihtiyaç hasıl olduğu zaman buna izin vermektedir. Ulemânın büyük çoğunluğu da
bu görüştedir, Ebû Zer (r.a.)'in rivayet ettiği; "Allah Teâlâ Hazretleri
kuluna namazda iken rahmetiyle yönelir. Ta kul yüzünü sağa-sola çevirinceye
kadar, böyle devam eder. Kul yüzünü sağa - sola çevirdi mi o da rahmetiyle
yönelmekten vazgeçer" mealindeki 909 numaralı hadis-i şerif ise, namazda
hiç bir ihtiyaç yokken yüzünü sağa-sola çevirdikleri hakkındaki rivayetler hep
ihtiyaç duyulma haliyle ilgilidir. Ancak bunun da bir haddi var-dır.Çünkü İbn
Huzeyme'nin İbn Abbâs'dan rivayet ettiği şu hadis-î şerif bunu açıkça ifade
etmektedir: "Resûuıllah (s.a.) sağa-sola bakarlardı. Lâkin boyunlarını
arkaya çevirmezlerdi"[268] Hz.
Ebû Bekir es-Sıddîk'in elini kaldırarak Allah'a hamd-ü sena etmesi Humeydî'nin
şu rivayetinde bulunmaktadır:
"Ebû Bekr (r.a.)
Allah'a şükür olarak başını semâya doğru kaldırdı ve geri geri gitti."
Hadisin sonundaki "bu izin farz namazlar içindir" cümlesinin manası,
nafile namazlarda haliyle caiz olur, demektir.[269]
1. Bir namazı
bir diğerinin yerine geçen iki imaml arkasında kılmak caizdir. Bunda icmâ'
vardır. Mesela, imamın abdesti bozulur da yerine birini geçirecek olursa, bu
kimse namazı tamamlar ve namaz şahindir. Nitekim hadis-i şerifte anlatılan
olayda da Hz. Sıddîk (r.a.) namazın bir kısmında imam iken diğer kısmında da cemaat
olmuştur.
2. Görevli
imam, vekil bırakıp gittiği kimse namaz kıldırırken daha namaz bitmeden çıkıp
gelecek olursa muhayyerdir.Dilerse ona uyarak namazım kılar, dilerse öne
geçerek imam olarak kıldırır.Çünkü Resûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz başlangıçta
Cenab-ı Sıddîk'a "yerinde dur" diye işaret etmekle onun arkasında
namaz kılmak istemiş, daha sonra da imam olarak namaz kıldırmıştır. Ancak bu
görüşü Hanefî âlimleri ile Maliki âlimleri kabul etmezler. Sözü geçen âlimlere
göre Resûl-i Ekrem'e has özel bir durumdur. Çünkü Resûlullah'ın önüne geçmek
haramdır. Diğer insanlar için böyle bir öne geçme hak ve fazileti yoktur.
Bununla beraber Hz. Sıddîk-i A'zam imamlığına devam edeydi, onun -sadece onun-
hakkında caiz olacaktı. Çünkü bu öne geçişi Resûl-i Ekrem (s.a.)'in emrine
uymaktan başka bir şey olmayacaktı. Mâlikî ulemâsından İbn Abdilberr
"Aleyhissalatü vesselam Efendimizden başkası için bunun caiz olmadığına
dair icmâ vardır" demektedir. Ancak aksi görüşte olanlar bu icmaı kabul
etmezler. Gerçekte ise, icmâ yoktur. Çünkü aksi görüşte olanların bulunduğu
bilinmektedir. Nitekim Şafiî'nin meşhur olan görüşüne göre asıl imam, vekil
bıraktığı kimse namaz kıldırırken gelecek olsa, vekilini arkaya çekerek
imamlığa geçebilir, bu caizdir.
3. Cemaat
imamdan evvel iftîtah tekbirini alabilir.Çünkü hadis-i şerifte geçtiği üzere
Ebû Bekr ile arkasındaki cemaat daha sonra imamlığa geçen Resûlullah (s.a.)'den
evvel iftitah tekbirini almışlardı. Namazlarını da bundan dolayı iade
etmediler. Bu da Şafiî ulemâsının görüşüdür. Bunlara göre bir kimse farzı kendi
kendine kılmağa başlamışken imam tekbir alsa namazdan çıkıp selâm
vermeden,namazının geri kalan kısmında imama uyabilir. Diğer âlimler ise,
"imam tekbir aldığı vakit tekbir alınız" mealindeki 603 numaralı
hadis-i şerifi delil getirerek, cemaatin tekbirinin imamın tekbirine bağlı
olduğunu binaenaleyh iftitah tekbirini imamdan evvel alan kimsenin
namazının sahih
olamayacağını söylerler. Şafiî Hazretlerinin buna cevaz verdiğini söyleyenler
de vardır.[270]
4.
lslâmiyette dargınları barıştırmak teşvik edilmiştir.
5. Devlet
reisinin kulağına gelen halkla ilgili bazı anlaşmazlıkları çözmek için bir
şikâyet olmadan araya girip davayı neticelendirmesi caizdir.
6. Namaz
vaktinde cemaatle kılmak asıl imamı bekleyip de onun arkasında kılmaktan daha
faziletlidir.
7. Ön safa
geçmek için safları yarmak caizdir.Ama bunun için imam olmak on safda bulunan
bir boşluğu doldurmak gibi meşru bir sebeb bulunmalıdır.
8. Amel-i kalil
(az iş) namazı bozmaz.
9. Bir
ihtiyaç baş gösterince sağa - sola bakınmak ve işarette bulunmak namazı bozmaz.
10. Namazda
bile bir nimetin zuhurundan dolayı hamdetmek caizdir.
11. İmamın
yerine birini vekil bırakması caizdir.
12. Namazda
imam yanıldığı zaman erkekler "siıbhânallah" diyerek, kadınlar da el
çırparak uyarıda bulunurlar.[271]
941. ...Sehl
b. Sa’d demiştir ki: Amrb. Avf oğullan arasında bir kavga olmuştu. Bu haber
Peygamber (s.a.)'e ulaştı. Aralarını düzeltmek için öğleden sonra oraya vardı.
(Giderken de) Bilâl'e: "İkindi namazına kadar şayet gelemezsem, Ebû Bekr'e
söyle, halka namazı kıldırsın" buyurdu. İkindi (vakti) gelince Bilâl
(r.a.) ezan okudu. Kâmet etti sonra da Ebû Bekr (r.a.)'e (namazı kıldırmasını)
söyledi. Bunun üzerine (Ebû Bekr namaz kıldırmak üzere) öne geçti. (Hadisin)
sonunda (şu cümleyi) rivayet etti: "Namazda bir olayla karşılaşırsanız
erkekler subhanallah desin, kadınlar da el çırpsın."[272]
Bu hadis-i şerif Ebû
Bekr (r.a.)'in hilâfete herkesten daha lâyık olduğuna delildir.Çünkü Resûl-i
Ekrem (s.a.) şehâdetten sonra dinin en büyük bir rüknü olan namazda imamlığa
herkesten fazla onu lâyık gördü. Namaz kıldırmaya herkesten fazla lâyık olan
kişi, diğer işleri idare etmeye de herkesten daha lâyık demektir. Bu hadis namazda
imam yanıldığı zaman imamı ikaz etmek için veya tehlikeli bir olay baş
gösterince cemaati uyarmak için kadınların el çırpmasının erkeklerin
subhanallah demesinin caiz olduğuna zahiren delâlet etmektedir. Ancak bu
mevzunun ayrıntılarında görüş ayrılıkları vardır ve 939 numaralı hadisin
açıklamasında bu farklı görüşlere işaret olunmuştur.[273]
942. ...İsâ
b. Eyyûb'dan; demiştir ki: "El çırpmak kadınlar içindir" sözü(nün
anlamı, kadının) sağ elinin iki parmağını sol avucuna vurmasıdır.[274]
tsâ b. Eyyûb bu
sözleriyle önceki hadiste geçen "tasfîh =el çırpma" kelimesindeki
meseleye dikkati çekmek, bu kelimenin rastgele bir el çırpmadan ibaret
olmadığım ifade etmek istiyor. Bu sözden maksadı, buradaki el çırpmanın
alkıştan ve eğlence için elleri birbirine çarpmaktan tamamen farklı olduğuna
işaret etmektir. Ancak bu kelimenin diğer mânâları olduğunu söyleyenler de
vardır. Mevzu ile ilgili görüşler 939 numaralı hadisin açıklamasında
özetlenmiştir.[275]
943. ...Enes
b. Mâlik'den; Peygamber (s.a.)in (bazan) namazda işaret ettiği rivayet
olunmuştur.[276]
Bu hadis-i şerifte bir
ihtiyaçtan dolayı namazda işaret etmenin caiz olduğu ifade edilmektedir. Ancak
bu işaretten maksadın ne olduğu konusunda iki görüş vardır:
1. Verilen
bir selâmı almak gibi bir ihtiyaç için şehâdet parmağıyla işarette bulunmak,
2. Namaz
içerisinde teşehhudde parmakla işarette bulunmak. Buradaki işaretin birinci
mânâdaki işaret olması kuvvetle muhtemeldir. Nitekim 602 numaralı hadis-i şerif
de buna delâlet etmektedir.
Ancak 923 - 925
numaralı hadis-i şeriflerde beyân edildiği gibi, bu nevi işaretleşmeler İslâmm
ilk zamanlanandaydı, daha sonra 923 numaralı hadis ile neshedildi. Nitekim İbn
Hazm el-Hemedânî de bu goruşü paylaşmaktadır.[277]
944. ...Ebû Hüreyre'den;
demiştir ki: Resûlullah (s.a.), -namazı kastederek- şöyle buyurdu:
"Sübhânallah demek erkekler içindir, el çırpmak da kadınlar içindir. Kim
namazında anlaşılabilecek bir işarette bulunursa, tekrar ona geri
dönsün." (Bununla namazı kastediyor).[278]
Ebû Dâvûd dedi ki:
"kim namazda işaret ederse ona dönsün" kısmı bir vehmden ibarettir.[279]
Metinde bulunan
"lehâ” kelimesindeki "lâm" harfinin zâid olduğu söylenebilir.
Çünkü Beyhakî'nin rivayetinde "lâm”bulunmuyor. Lâm'ın bulunmadığı kabul
edilirse o zaman "hâ" zamiri namaza gider ki daha sonra gelen
"yani namazı" sözü bunu açıklamak için gelmiştir. Cümle *'o namazı
geri çevirsin, yani iade etsin" anlamına gelir. Lâm harfinin zâid olmadığı
kabul edilirse, o zaman hâ zamirinin de işarete gittiği anlaşılır ki bu
takdirde "yu'id" fiilinin mef'ûlü mahzûf ve cümlenin manası da şöyle
olur: "işaretten dolayı namazı geri kılsın."
Ebû Davud'un, hadisin
son cümlesinin, vehm eseri olduğuna hükmetmesine sebep, bu hadisin senedinde
Ebû Gatafân'ın bulunmasıdır. Çünkü Ebü Davud'a göre bu kimsenin hüviyeti belli
değildir. Yine bu hadis-i şerifin senedinde hadislerini an'ane yoluyla
nakleden Muhammed b. İshâk vardır. Bu bakımdan son cümlenin İbn İshâk'ın kendi
sözü olması ihtimali kuvvetlidir.
Fakat Hafız İbn Hacer
gibi pek çok kimseler Ebû Gatafân'ın güvenilir bir ravi olduğunu
söylemektedirler.
Bu hadis-i şerif
namazda gerek sözle ve gerekse işaretle selâm almanın caiz olmadığını
söyleyenlerin görüşünü desteklemektedir. Bazı ilim adamları Resûl-i Ekrem (s.a.)'in
namaz esnasında işaretle selâm aldığına dair sahih hadislerin bulunduğuna
bakarak bu hadisin zayıf olduğunu, sahih olduğu kabul edilecek olsa bile
buradaki "geri kılsın” emrinin müstehablık ifade edeceğini söylüyorlar.
923 - 925 numaralı
hadis-i şeriflerin açıklamalarında geçtiği gibi ulemânın büyük çoğunluğu bir
ihtiyaç anında namazda işarette bulunmanın caiz olduğu görüşündedirler. Ancak
hanefî ulemâsından bazı kimseler bunun İs-lâmın ilk yıllarına ait olup daha
sonra 923 numaralı hadisle neshedildiği için . namazda işaretle selâm almanın
mekruh olduğuna kaani olmuşlardır. Bununla beraber İbn âbidin gibi müteahhirin
ulemâsı, bu "mekruh" kelimesiyle "tenzihen mekruh"un kast
edildiğini, binaenaleyh namazda işaretle selâm almanın namazı bozmayacağını ifade
etmişlerdir.[280]
945. ...Ebû
Zer (r.a.) Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Sizden biri namaza başladığı zaman küçük çakılları düzeltmesin. Çünkü (bu
anda) rahmet kendisine yönelir."[281]
Hadisi şerifte namaza
duran kimsenin secde mahallindeki küçük çakılları düzeltmesin men edilmektedir.
"Namaza kalktığı zaman" ifadesinden maksad, "namaza
durduğunda" demektir. Çünkü namaza başlamadan önce
taşı düzeltmekte veya başka
bir şeyle meşgul olmakta hiç bir mahzur yoktur. Efendimizin sadece küçük
taşları mevzu bahis etmesi, nehyin sadece ona mahsus olmasını gerektirmez.
Secde mahallindeki kum ve toprakların düzeltilmesi de aynı nehyin hükmü altına
girer.
Hz. Peygamber, küçük
taşların düzeltilmesini yasaklarken illet olarak, o esnada rahmetin namaz
kılana yönelmekte olduğunu göctoi"mîs ve rahmete ihtimam göstererek,
nehy'den önce illetini zikretmiştir.
Bundaki hikmet de;
taşları düzeltmenin zihni meşgul edeceği için, yönelmekte olan rahmel'derî haz
alamama ve onun kadrini bilememe endişesidir.[282]
1. Namaz
kılana Allah'ın rahmeti teveccüh eder.
2. Namazda
secde mahallindeki çakılların düzeltilmesi,
ulemânın cumhuruna
göre mekruhtur. İmam Malik'den, secde edeceği yerdeki toprak kendisine ezâ
veriyorsa, onu düzeltmekte bir beis olmadığı rivayet edilmiştir. Zahiriler ise,
hadislerin zahirini alarak, bu hareketin haram olduğuna hükmetmişlerdir.
Yukarıya aldığımız
hükümler, taşlan düzeltme işinin tekrarlanmasıyla alakalıdır. İhtiyaca binaen
bir hareketle düzeltmek ise, kerâhetsiz olarak Caizdir.[283]
946.
...Muaykîb[284] (r.a.)'den; Hz.
Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Namazda iken
sakın (taşlara) el sürme. Ama mutlaka yapma gerekirse, çakılları düzeltmek için
bir (hareket sana yeter)"[285]
Hadisi Şerif, bundan
önce de ifade edildiği gibi taşları düzeltmek için bir hareketin caiz, fazlasının ise, yasak olduğuna delildir.
Konunun açıklaması önceki hadiste geçmiş bulunmaktadır.
Hadisin sonundaki
ibaresi, sâdece Ebû Dâvud'da vardır. Diğer hadis kitaplarının hiçbirinde mevcut
değildir. Bu ibarenin, "mesh"in illeti veya tefsin olarak, Ebû
Davud'un sözü olması muhtemeldir.
Namazda taşlan
düzeltmeyi çirkin gören başka hadisler de vardır. Meselâ; İbn Mâce'nin Ebû
Hureyre'den ve İbn Hibbân'ın Ebû Salih'den rivayet ettiği hadisler bu
cümledendir.[286]
Namaz kılan kimsenin
secde edeceği yerdeki küçük taşları bir hareketle düzeltmesi caizdir.[287]
947. ...Ebû Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki:
Resûlullah (s'.a.) namazda (ihtisâr'dan yani) eli böğüre koymaktan nehyetti.[288]
Ebû Dâvûd dedi ki:
(İhtisar ile) böğüre el koymayı kastediyor.[289]
Hadisi şerifin,
Buhârî'deki bir rivayeti dıger bir
rivayeti ise
şeklindedir.Nesâî'nin rivayeti de, Buhârî'nin ikinci rivayetine benzer.
"Eli böğüre
koymaktan" şeklinde terceme ettiğimiz kelimesinin manası hakkında değişik
görüşler ileri sürülmüştür. Bunlar şöylece sıralanabilir:
1. Eli
böğüre koymak.
2. Elde,
dayanmak için baston cinsinden birşey tutmak.
3. Sûreyi
tam okumayıp sonundan bir veya iki âyet okumak.
4. Namazı
acele kılmak, kıyam ve secdeleri uzatmamak.
5.
İçerisinde secde bulunan âyeti okumamak.
Bu görüşler içerisinde
en muteber olanı, Ebû Davud'un da işaret ettiği gibi, birincisi, yani eli
böğüre koymaktır.
Rasulullah'ın, namaz
kılanı, namazda iken bu hareketten nehyetmesinin hikmeti de ulemâ arasında
ihtilâf konusu olmuştur. Bu görüşlerin hulâsasını da şöylece sıralamak
mümkündür:
1. Şeytan
yer yüzüne eli böğründe inmiştir. Rasûlullah onun için nehyetmiştir.
2. Yahudiler
bunu çok yaparlardı, onlara benzememek için efendimiz nehyetmiştir.
3. Bu hal,
Cehennemliklerin halidir.
4. EH
böğrüne koyma, mütekebbirierin işidir.
5. Musibete
uğrayanlar, matem anında ellerini böğürlerine koyarlardı. Bu yüzden Hz.
Peygamber bunu nehyetti.
Namazda elleri böğüre
koymak, Zahirîlere göre haram, diğer ulemâya göre mekruhtur.[290]
1. Namaz
kılarken eli böğüre koymak mekruhtur.
2. Müslüman,
gayr-ı müslimlere benzemekten kaçınmalıdır.[291]
948.
...Hilâl b. Yesâf'dan; demiştir ki: Rakka'ya geldim. Arkadaşlarımdan biri:
Rasûlullahm ashabından
biri ile görüşmek ister misin? dedi.
Bu benim için ganimettir,
dedim. Vâbisa (b. Mabed b. el-Haris) ya gittik. Arkadaşıma:
Önce dış görünüşüne
bakalım, dedim. Vâbisa'nın üzerinde, başına bitişik iki uçlu bir başlık ve toz
renginde ipekten bir bornoz göze çarpıyordu. O namazda bir bastona dayanmış
vaziyette idi. (Namazı bitirince) kendisine selâm verdikten sonra (namazda
bastona dayanmayı) sorduk. Şu karşılığı verdi:
Ürrîmü Kays bint
Muhsin bana haber verdi ki, Rasûlullah (s.a.) yaşlanıp kilo alınca; namaz
kıldığı yerde üstüne dayanacağı bir direk edinmişti.[292]
Hilâl'e, Rasûlullah'm
bir sahabesi ile görüşmeyi teklif eden zâtın
ismi, burada açıklanmamıştır. İmam
Ahmed'in Müsned'indeki bir başka rivayetten[293]
anladığımıza göre bu zât Ziyâd b. Ebi'l-Ca'd'dır.
Hadisi şeriften,
Rasûlullah (s.a.)'m yaşlanınca kilo aldığı anlaşılmaktadır. Bazı âlimler bu
keyfiyeti kabul etmiyorlarsa da, bu bir vakıadır. Nitekim Hz. Âişe, Resûlullah
hakkında "yaşlanıp kilo alınca..." tâbirini kullanmıştır.
Hadisi şerif, bir özür
halinde namaz kılarken baston gibi bir şeye dayanmanın caiz olduğuna delildir.
Bunda bütün imamlar müttefiktir. Hadisi şerifte özür olarak yaşlılık ve
şişmanlık söz konusu edilmiş ise de, hastalık ve zayıflık gibi haller de
özürdür. Ancak, bir şeye dayanarak ayakta durmaya gücü yeten kimsenin, oturarak
namaz kılmasının cevazı konusunda ihtilâf etmişlerdir. Hanefîler, Hanbelîler ve
Şâfiîlerden bazılarına göre bu durumda olan bir kimse namazım oturarak kılamaz.
Ayağa kalkıp bir şeye dayanması vâciptir.Mâlikîlerle Şâfiîlerden bazılarına
göre bu durumda olan kimsenin ayağa kalkması vacip değil, müstehaptır. Fakat,
kişinin dayanması, dayandığı şey çekildiği takdirde yere düşeceği bir durumda
ise, Hanbelîlerle Şafiîlerin cumhuruna göre namaz bâtıl; Hanefîlere göre,
kerahetle sahihtir. Bu hükümler sadece farz namazlara hastır. Nafile, namazlar,
oturarak da, bir şeye yaslanarak da kılınabilir. Zaruret olmaksızın farz
namazlarda bir şeye yaslanmak mekruhtur.[294]
Zaruret halinde,
baston veya buna benzer bir şeye dayanarak namaz kılmak caizdir.[295]
949. ...Zeyd
b. Erkam (r.a.)den; demiştir ki: Biz namazda yanımızdaki adamla konuşurduk.
Nihayet "Allah'ın huzurunda konuşmadan durunuz"[296]
(âyeti) indi. Böylece susmakla emrolunduk. Konuşmaktan nehyedildik.[297]
Hadisi şerifin
tercemesine "konuşmadan" şeklinde geçtiğimiz kelimesinin kökü
olan (Kunût)'un ondan fazla manası
vardır:"Tât, hûşû, namaz, duâ, ibâdet, kıyam, kıyamı uzatmak, susmak"
hep bu kelimenin manalanndandır.
Terceme bu manalardan konuya en uygun
olanına (susmak) göre yapılmıştır.
Hadisi Şerif, namazda
konuşmanın caiz olmadığına işaret etmektedir. Bu konuda, daha önce 'namazda
selâmı iade" bahsinde bilgi verilmiştir. Ancak burada da bazı noktalara
temas etmek yerinde olacaktır.
Bu hadisi şerifin
râvîsi Zeyd b. Erkam hicretten sonra müslüman olmuştur. Ve hadiste zikri geçen
âyet Medine'de nazil olmuştur. Buna göre, müslümanlar Medine devrinde de
ihtiyaç halinde namazda konuşurlardı. Bu hal, namazda konuşmayı men eden
(Bakara, 238.) âyeti kerimesi ininceye kadar devam etmiştir. Halbuki
"namazda selâmı iade" konusunda geçen İbn Mes'ûd hadisinden, namazda
konuşmanın nesh edilişinin Mekke devrinde olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü orada
İbn Mes'ûd Habeşistan'dan döndüğünde namaz kılmakta olan Resûlullah'a selâm
vermiş, fakat Efendimiz selâmı iade etmemiştir. Bu, Müslümanların önceleri
namaz kılarken selâmı iade ettiklerine fakat bilâhare bunun nesh edildiğine
delildir. Bu durumda üzerinde durduğumuz hadis ile adı geçen İbn Mes'ûd hadisi
arasında bir tezat ortaya çıkmaktadır. Çünkü namazda konuşmanın nehyi, birisine
göre Mekke'de, diğerine göre Medine'de olmuş'tur. Bu ihtilâfın halli babında
âlimler şu mütâlayı serd etmişlerdir:
"Müslümanların
Habeşistan'a gidip gelmeleri sadece Mekke devrinde olmamıştır. Hicretten sonra
da bir çok defalar Habeşistan'a gidip gelenler olmuştur. Zeyd b. Erkam'ın
rivayetinden de anlaşılmış oluyor ki, İbn Mes'ûd'un haber verdiği bu dönüş
Medine'de olmuştur. Buna göre, hadisler arasında bir tezadın olmadığı ortaya çıkmış
olur."
Hadisi şerif, namazda
konuşmanın haram olduğuna delildir. Konuşmanın bilerek ya da bilmeyerek bir
ihtiyaca binâen veya sebepsiz olması arasında fark yoktur. Çünkü yasaklama
mutlak olarak vârid olmuştur. Hanefî, Şafiî ve Hanbelîlerin görüşü bu
şekildedir. Mâlikîlere göre; konuşma namazla ilgili bir sebebe dayanır da az
olursa namazı Bozmaz, aksi halde bozar.[298]
1. İslâmî
hükümlerin kimisinde nihaî bir hüküm bildirilinceye kadar bir tedrıcıhk
görülmüştür.
2. Şer'î
hükümlerde nesh caizdir ve vâriddir.
3. Namaz
esnasında konuşmak haramdır.[299]
950.
...Abdullah b. Amr (r.a.)'den; demiştir ki: Bana Peygamber (s.a.)'in; "Bir
kimsenin oturarak kıldığı namaz(ın sevabı ayakta kıldığın)in yatısı
(kadar)dır"buyurduğu haber verildi.Bunun üzerine, Rasûlullah'a (s.a.)
geldim ve onu oturarak namaz kılar gördüm. (Hayretimden) ellerimi başıma
koydum.[300] Peygamber (s.a.);
"Ey Amr'ın oğlu
Abdullah, ne oluyor sana?" buyurdu.
Yâ Resul ali ah, senin
"insanın oturarak kıldığı namazın sevabı ayakta kıldığının sevabının
yarısı kadardır" buyurduğunu haber aldım. Halbuki sen oturarak namaz
kılıyorsun, dedim.
"Evet ama, ben
sizden biri gibi değilim" buyurdu.[301]
Hadis-i şeriften, bir
kimsenin ayakta durmaya gücü yettiği halde oturarak kıldığı nafile namazın
sevabının ayakta kılman namazın sevabının yansı kadar olduğu anlaşılmaktadır.
Bu, nafile namazlarla ilgilidir. Ayakta durmaktan âciz olan, namazını oturarak
kılarsa bunun sevabında herhangi bir noksanlık yoktur.
Farz namazlarda ise,
ayakta durmaya gücü yetenin oturarak namaz kılması asla caiz değildir. Hatta
İmam Nevevî; "eğer bir kimse ayakta durmaya gücü yetenin, oturarak namaz
kılmasını helâl görürse, kâfir oiur ve kendisine mûrted hükümleri uygulanır. Bu
zinayı, faizi ve bunlara benzer meşhur haramları helâl saymak gibidir"
der. Bir kimse, aczinden dolayı farz namazları oturduğu yerden veya uzanmış bir
vaziyette kılarsa, caizdir ve bunun sevabı aynen ayakta kılmanın sevabı
gibidir. Buharî'nin Ebû Musa'dan merfû'an rivayet ettiği "Kul, hastalanır
veya yolculuğa çıkarsa, Allah kendisine sıhhatli ve mukîm iken yaptığının
sevabını yazar" mealindeki hadis buna delildir.
Hadis'den anladığımıza
göre, Abdullah b. Amr, Hz.Peygamberin oturarak namaz kıldığını görünce ellerini
başına götürmüştür. Onun bu hareketi, Resûlullah’ın yaptığını yadırgadığından
değildir. Bunu ya şuursuzca ya da, Efendimizden naklen kendisine haber verilen
şey, Hz. Peygamberin yaptığına aykırı olduğundan dolayı durumu anlamak, işin
esasına vâkıf olmak için yapmıştır.
Hz. Peygamberin
Abdullah'a cevaben; "Evet, ama ben sizden birisi gibi değilim"
buyurmasını âlimler iki şekilde değerlendirmişlerdir;
1.
Hz.Peygamberin ayakta durmaya gücü yettiği halde oturarak kıldığı nafile namaz,
başkalarının oturarak kıldığı nafile gibi değildir.Onun, oturarak kıldığı namaz
aynen ayakta kıldığı gibidir, sevabında herhangi bir eksilme yoktur.
2. Kadı
İyâz'ın dediğine göre; Hz. Peygamber özrü olmaması bakımından diğer insanlar gibi
değildir.Çünkü Hz. Peygamber, bunu ömrünün sonuna doğru, yaşlılığından dolayı
yapmıştır. Çünkü normal hallerde Hz. Peygamber devamlı en efdali yapardı. O
zaman efendimizin sözünün manası, "Ben sizden biri gibi değilim,
yaşlandım, onun için oturarak namaz kılıyorum" şeklinde olacaktır.
Ancak, Kadı iyâz'ın bu
görüşüne itiraz edilmiştir. Çünkü özür halinde oturarak kılınan
namazın sevabında noksanlık
olmaması sadece Hz.Peygambere mahsus değil, umûma şâmildir.[302]
1. Özür yokken,
oturarak kılınan nafile namazın sevabı, ayakta kılınanın sevabının yarısı
kadardır.
2. Bir
kimse, kendisinden daha bilgili olan birisinin, kendi bildiğine muhalif bir
hareketini görürse, bunun sebebini sorup, işin hakikatim anlamalıdır.
3. Kendisine
soru sorulan kimse, soruyu anlayışla karşılamalı ve uygun bir dille
cevaplandırmalıdır.
4. Ümmetten
farklı olarak, Hz. Peygambere has bazı özel hükümler vardır.[303]
951.
...İmrân b. Husayn (r.a.)'den rivayet edildiğine göre O , Peygamber (s.a.)'e
bir kimsenin oturarak kıldığı namazın hükmünü sormuş. Efendimiz de şu karşılığı
vermiştir:
"Ayakta kıldığı
namaz, oturarak kıldığı namazdan daha et el al dır. Oturarak kıldığı namaz(ın
sevabı) ayakta kıldığının yarısı kadar, uzanmış halde kıldığının (sevabı da)
oturarak kıldığının yarısı kadardır."[304]
Hz. Peygamber,
önce oturarak kılınan namazın ayakta kılınana denk olamayacağını, ayakta
kılınanın daha efdal
olduğunu duyurmuş daha
sonra bu üstünlüğün derecesini beyân etmiştir. Bu hadisin şerhinde Hâttabî şunları
söyler: "Hz. Peygamberin, "oturarak kıldığı namazın sevabı ayakta
kıldığının yarısı kadar..." sözü sadece nafile namazlarla ilgilidir.
Çünkü, ayakta durabilen kişinin, oturduğu yerden farz kılması caiz değildir.
Bu, caiz olmadığına göre oturarak farz kılana hiçbir ecir yoktur. "Uzanmış
halde kılınan namazın sevabının oturarak kılınanınkinin yansı kadar'* olduğuna
dair olan sözü, ben ilk defa bu hadiste işittim ve ulemâdan, özürsüz yere
uzanmış halde nafile namaza cevaz veren hiç kimseyi bilmiyorum. Eğer hadis
sahih ve bu söz râvilerden birine ait değilse, Hz. Peygamber bunu, ya oturarak
namaz kılmaya ya da oturmaya gücü yetmeyen hastanın yattığı yerden kıldığı
namaza kıyâs etmiştir. Ancak bu mülâhazaya göre oturabilecek durumda olan
kimsenin yattığı yerden nafile kılması caizdir. Fakat kıyâs yönünden, bu
kimsenin uzanarak nafile kılması caiz değildir. Çünkü oturma namazın bir
şeklidir. Fakat namaz içinde uzanma şekli mevcut değildir."
îbn Battal da,
ulemânın ayakta durabilecek durumda olanın yatarak (ima ile) namaz
kılamayacağında müttefik olduklarını, hadisin sonundaki cümlenin râvilerden
birisine ait bir vehm olduğunu söyler.
Irâkî; Hattâbî ve İbn
Battâl'ın; "Uzanmış halde nafile kılmanın caiz olmadığında ulemâ
müttefiktir" sözlerine itiraz etmiş ve bu konuda ihtilâf olduğunu
söylemiştir. Irâkî'nin dediğine göre; bu konuda Şâfiîlerden iki görüş vardır.
Sahih olana göre uzanarak nafile kılmak caizdir. Mâlikîlerden ise üç ayrı görüş
nakledilmiştir. Bunlardan birine göre, zaruret olsun olmasın hem sıhhatliye
hem de hastaya uzanarak nafile kılmak caizdir. Tirmizî, Hasen el-Basrî'den de
bunun caiz olduğunu nakletmiştir.[305]
Bu hadis de öncekine
ilâveten, uzanmış bir durumda nafile kılmanın cevazına delalet vardır. Konunun
izahı
yukarıda yapılmıştır.[306]
952.
...İmran b. Husayn (r.a.)'den; demiştir ki: Bende bâsûr (hastalığı) vardı. (Bu
durumda) namazı nasıl kılacağımı Peygamber (s.a.)'e sordum; "Durabilirsen
ayakta, gücün yetmezse oturarak ona da gücün yetmezse yan üstü uzanarak
kıl" buyurdu.[307]
Tercemeye
"bâsûr" diye geçtiğimiz, "nâsûr" kelimesi, başka bir
nüshada; "bâsûr" şeklinde vârid olmuştur. Buharî'deki; "bende
basurlar vardı" ifâdesi, ikinci şekle daha uygundur. Nâsur ve basur göz
pınarında, burun içinde ve mak'ad'da çıkan yaralar için kullanılır.Bu hadisi
şerifde, tercemeye geçtiğimiz gibi, "bâsûr" mânâsı kastedilmiştir.
Rivayetten
anladığımıza göre İmrân b. Husayn (r.a.) da basur illeti varmış. Durumu Hz.
Peygambere bildirip, namazlarını nasıl kılması gerektiğini sormuş, Hz.
Peygamber de "eğer ayakta durabilirsen namazını ayakta kıl. Buna güeün
yetmezse oturduğun yerde, ona da güç yetiremezsen uzanarak kıl"
buyurmuştur.
Bu hükümler,
Hattâbî'nin de işaret ettiği gibi farz namazlara aittir. Farz namazlarda acz
halinde, oturma hali kıyamın; uzanma da oturmanın yerini tutar. Nafilelerin
uzanarak kılınmasının caiz olmadığı bundan önceki iki hadisin şerhinde ifade
edilmişti.
Bu hadis hasta bir
kimsenin ancak ayakta duramayacak duruma gelince oturabileceğine delildir.
Buna göre zorla da olsa ayakta durabilecek durumda olan kişinin oturarak namaz
kılması caiz değildir. Kadı Iyâz'ın imâm Şafiî'elen yaptığı rivayet de bu
şekildedir. Fakat, Hanefî, Mâliki ve Şafiîle-rin cumhuru, "güç yetirememe,
aczin tahakkukundan daha umûmidir. Bu şiddetli zorluğun husulü, hastalanma
korkusu, hastalığın artması veya iyileşmesinin gecikmesi özürlerine
şâmildir" derler. Gemiye binen kişinin ayakta başının dönmesi de şiddetli
meşakkatlerdendir.
Hasta ayakta durmağa
kadir, fakat bu durumda namazı tamamlamaktan âciz olursa, ayakta durabildiği
kadar durur. Dermanı kalmayınca oturur. Hatta iftitah tekbirini ayakta almaya
gücü yetenin bunu ayakta alması şarttır.
İmâm Nevevî'nin
dediğine göre "eğer asker siperde iken, ayağa kalktığı takdirde düşmanın
kendisini göreceğinden korkarsa, namazını oturarak kılar. Fakat, bu hal pek
nâdir olduğu için bilâhare kaza eder."
Aslında, namazını
oturarak kılmak zorunda olan kişi nasıl oturursa otursun, namazı caizdir.
Ancak, hangi oturuşun daha.efdal olduğu konusu ihtilaflıdır. İmam Azam, Züfer
ve el-Müzenî'ye göre, yapabilirse teşehhüdde oturduğu gibi oturması efdaldır.
Mâlik, Sevrî, Ahmed, İshâk, Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre, efdâl olan oturuş
şekli, bağdaş kurma halidir.
Oturmaya da gücü
yetmeyen kimse namazını uzanarak kılar. Yatış biçiminin nasıl olacağı konusu
mezhepler arasında ihtilaflıdır. Şafiî, Mâliki ve Hanbelîlere göre, bu durumda
olan bir kimse sağ yanı üzerine kıbleye karşı uzanır ve namazını böylece kılar.
Buna gücü yetmezse solu üzerine uzanır, buna da gücü yetmezse, ayaklan kıbleye
gelecek şekilde sırt üstü yatar ve namazını kılar. Bu sıraya riâyet, Mâliki ve
Hanbelîlere göre müstehap, Şâfi-îlere göre vaciptir. Dolayısıyla, yanı üzere
yatmaya gücü yeten bir kimsenin, sırtüstü yatıp da namaz kılması, Şâfiîlere
göre sahîh değildir. Mâlikîler sırtüstü yatmaya gücü yetmeyenin yüzüstü
yatarak namazım kılabileceğini, fakat sırtüstü yatmaya muktedir olanın yüzüstü
yatarak namaz kılamayacağını söylerler.
Hanefîlere göre;
oturmaktan âciz olan bir kimse isterse yanı üzerinde namazını kılabilir.
Bütün bu sayılanlara
gücü yetmeyen kimse namazını nasıl kılmalıdır? Bunlardan başka namaz kılma
şekli var mıdır? Yoksa bundan sonra namaz sakıt olur mu? Bu konu mezhepler
arasında ihtilaflıdır.
Şâfiîler, Hanbelîler
ve Mâlikîlerin bir kısmına göre, akıl başta olduğu müddetçe namaz sakıt olmaz.
Yukarıda açıklanan şekillerden hiç birisi ile namaz kılmaya gücü yetmeyen kişi,
baş ile imâ eder, ona da gücü yetmezse, gözü ile imâ eder. Bundan da âciz
olursa, Kur'an-ı Kerim okuyarak ve zikir yaparak bu ibâdeti ifâya çalışır. Bunu
da yapamazsa, Kur'an'ı kalbinden geçirir.
Hanefilerle,
Şâfiilerin ve Mâlikîlerin bir kısmına göre, sırt üstü uzanarak namaz kılmaktan
âciz olan bir kimseden namaz borcu düşer. Göz ile imâya lüzum yoktur. Üzerinde
durduğumuz hadis bu görüşün delilidir. Çünkü Hz. Peygamber; "yan üzere
yatmaktan" âciz olan da şöyle yapsın dîye bir şekil emretmemiştir.[308]
1. Hadis-i
şerif, namazın ehemmiyetine delildir.
2. Mükellef,
namazını gücünün yettiği şekilde kılabilir.
3. Bu
ümmetten güçlük kaldırılmıştır.[309]
953. ...Âişe
(f.anhâ)'dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.)ı yaşlanın-caya kadar gece
namazında oturarak birşey okurken görmedim. (Yaşlanınca) okuyacağı sûreden
otuz kırk âyet kalıncaya kadar oturarak okur, sonra kalkar kalanını tamamlar ve
(rükünu), secdesini yapardı.[310]
Hadisi şerifin
Buhârî'deki bir rivayeti "...Rüku yapmak istediğinde kalkar, otuz kırk
âyet kadar okur, sonra da rükû yapardı" şeklindedir. Bu ve Ebû Davud'un
bundan sonraki rivayeti, açıklamakta olduğumuz rivayetteki (sonra secde ederdi)
cümlesinden maksadın, rükû' veya hadis-i şerifde bir hazfın olduğunu, sözün
tamamının
"sonra rükû' ve
secde ederdi" biçiminde olması gerektiğini gösterir.
Bu hadis, bir rekâtın
yarısını oturarak yarısını da ayakta kılmanın caiz olduğuna delildir. Mâlik,
Şafiî, Ebû Hanife ve ulemânın çoğunluğu bu görüştedir. Bunlara göre, önce oturup
sonra ayağa kalkma veya aksi eşittir.
imam Nevevî,
"Kâdî, Ebû Yusuf ve Muhammed'den kıyamdan sonra oturmanın mekruh olduğunu
nakletmiştir. Önce kıyama niyet etse sonra da otursa bu hem bize hem de cumhura
göre caizdir. Mâlikîlerden İbn Kasım bunu caiz görmüş, Eşheb ise kabul
etmemiştir" der.[311]
1. Hz.
Peygamber ibadete dikkat ve itina ederdi.
2. Narıle
namazların aynı rekatının bir kısmını ayakta, bir kısmını oturarak kılmak caizdir.
Birisi önce diğeri sonra olacak diye bir kayıt yoktur.
3. İnsan,
ibâdette en ihtiyatlı yönü seçmeli, ancak acz hâlinde ruhsat yönüne tevessül
etmelidir.[312]
954. ...Hz.
Peygamberin hanımı Âişe (r.anhâ)dan rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a.)
oturarak namaz kılar ve o halde okurdu. Okuyacağı şeyden otuz-kırk âyet kadar
kalınca, kalkar ve kalanı ayakta iken tamamlar, sonra da rukuunu, secdesini
yapardı. İkinci rek'atte de aynı şekilde hareket ederdi.[313]
Ebû Dâvûd dedi ki:
(Bunu), A ikame b. Vakkâs, Âişe vasıtasıyla Hz. Peygamberden bu rivayete benzer
bir (şekilde) rivayette bulunmuştur.[314]
Bu rivayet aşağı
yukarı önceki hadisin aynıdır. Müellifin bunu kitabına almaktan maksadı, önceki
rivayeti takviye etmektir. Sondaki ta'Iik de bazı nüshalarda şeklinde değil,
doğrudan şeklindedir. Bu da ayrıca ikinci bir takviye anlamı taşımaktadır.[315]
955. ...Âİşe
(r.anhâ)dan; demiştir ki: Rasülullah (s.a.) geceleyin uzun uzun ya oturarak
veya ayakta namaz kılardı. Namazı ayakta kılarsa, rükû'u ayakta yapar,
oturarak kılarsa rukû'u da oturduğu yerden yapardı.[316]
Hadis-i şerifin iki
manaya gelme ihtimali vardır:
1. Hz.
Peygamber bir gecede uzun zaman ayakta namaz kılar ve rükû'unu bu halde yapar,
yine aynı gecede uzun uzun oturduğu yerde namaz kılar ve rükû'unu oturarak
yapardı. Yâni Hz. Peygamberin hem ayakta hem de oturarak namaz kılması aynı
gecede olurdu.
2.
Efendimizin ayakta durarak veya oturduğu yerden namaz kılması ayrı ayrı
gecelerde olurdu. Bazı geceler uzun uzun ayakta namaz kılar, rükû' eder, bazı
gecelerde de oturarak namaz kılar ve oturduğu yerden rükû ederdi.
Nâfileye ayakta
bağlayan rükûunu ancak ayakta, oturduğu yerde başlayan da ancak oturarak
yapabilir. Bunun aksi caiz değildir, diyen Mâliki-lerden Eşheb ye bazı
Hanefîler, bu hadisi delil almışlardır. Ancak, bundan önceki hadisler bu görüşü
reddetmektedir. Çünkü Hz. Peygamber tâkatına göre her iki şekli de
uygulamıştır. Yani bazı hallerde bu hadiste ifade edildiği gibi hareket etmiş,
bazan da öncekilerde olduğu gibi, namaza oturarak başlamış biraz okuduktan
sonra ayağa kalkmış, kıraatinin kalan kısmım tamamlayarak rukü'unu ayakta
yapmıştır.
İbn Huzeyme;
"Bence iki haber arasında tezat yoktur. Çünkü, Abdullah b. Şakîk'ın
(üzerinde durduğumuz) rivayeti, Hz. Peygamberin, kıraatini ilk başladığı
halinde oturarak veya ayakta iken tamamladığına, daha önce geçen Hişâm b.
Urve'nin rivayeti (Hz. Âişe hadisi) ise, bir kısmını ayakta okuduğuna
hamledilir" der.[317]
1.
Müslümanlar gece namazına teşvik edilmektedir.
2. Ayakta
kılınan namazın rüku u ayakta, oturarak kılmanınki ise, oturarak yapılır.[318]
956.
...Abdullah b. Şakîk'dan; demiştir ki: Aişe (r.anha)'ya;
Rasûlullah (s.a.) bir
rek'atte birden fazla sûre okur muydu? diye sordum.
(Evet) Mufassallardan (okurdu),
dedi.
Oturarak namaz kılar
mıydı? dedim.
İnsanlar onu kocatınca
(evet), dedi.[319]
"Birden fazla
sûre" diye terceme ettiğimiz kelimesi, bazı nüshalarda tekil olarak
şeklindedir.Buna göre Abdullah'ın sorduğu sorunun mânâsı: "Rasûfullah bir rek'atte
bir sûreyi okur muydu?" olacaktır. Beyhakî'nin; Abdullah b.Şakîk'den
naklettiği "Hz. Âişe'ye, Rasûlullah sûreleri okur muydu diye
sordum..." mealindeki rivayet tercemeye esas alman nüshadaki şekli
takviye etmektedir.
Hz. Âişe, Abdullah'ın
sorusuna "mufassalları" cevabını vermiştir. Mufassal; Hucurât veya
Kâf sûrelerinden, Kur'an-ı Kerim'in sonuna kadar olan sûrelerdir. Bunların
uzun, orta ve kısaları; "Akşam namazında kıraatin miktarı" bahsinde
izah edilmiştir.
Tercemeye esas
aldığımız nüshadaki rivayete göre Hz. Âişe, Abdullah'ın "Hz. Peygamber
bir rek'atte birden fazla sûre okur muydu?" sorusuna "evet
mufassallardan okurdu" karşılığını vermiştir.
Hz. Âişe Abdullah b.
Şakîk'in "Resûlullah oturduğu yerden namaz kılar mıydı?" şeklindeki
ikinci sorusuna da, "insanlar onu ihtiyarlattığında evet?"
karşılığını vermiştir. Bazı nüshalarda, bu cümledeki " = insanlar"
kelimesi, " - şiddet ve yorgunluk" şeklinde zabt edilmiştir.
kelimesi Nihâye'nin
ifadesine göre, büyüdü, kırıldı manasınadır. Bir kimse, ailesi içinde büyüdüğü
zaman denilir. Kelimenin hadis-i şerif
içerisindeki manası; tercemeye geçildiği biçimde, "İnsanlar onu
ihtiyarlatınca..." şeklindedir. Bundan maksat, "işleri sebebiyle
kıyam ona ağır gelince" demektir.[320]
1. Nafile
namaz kılan bir kimsenin, bir rek'atte mufassallardan bir veya daha fazla sure
okuması caizdir.
2. Zaruret
halinde namazı oturarak kılmak caizdir.[321]
957. ...Vâil
b. Hucr'den; demiştir ki: (Kendi kendime) Rasûlullah (s.a.)'ın nasıl namaz
kıldığına bakayım, dedim. Hz. Peygamber; kalkıp kıbleye döndü ve tekbir aldı.
Ellerini kulaklarının hizasına kadar kaldırdı, sonra sağ eli ile sol elini
tuttu. Rükû' yapmak isteyince ellerini ilk tekbirde olduğu gibi kaldırdı. Sonra
da sol ayağını yere yayıp oturdu ve sol elini sol uyluğunun üzerine koydu. Sağ
dirseğini sağ uyluğundan uzakta tuttu (uyluğun üzerine koymadı), iki parmağını
(küçük parmakla yanındaki) yumdu (baş ve orta parmaklan ile) bir halka yaptı
onu şöylece işaret edereken
gördüm.(Müsedded dedi ki);
Bİşr, baş ve orta
parmağı ile halka yaptı, işaret parmağı ile işaret etti.[322]
Hadis-i şerif,
Rasûlullah (s.a.)'ın namaz kılış şeklini bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır.
Hadisin konu ile ilgili olan bolumu, Efendimizin teşehhüdde oturuş şeklidir.
Rivayetten anladığımıza göre, Hz. Peygamber, otururken sol ayağını yere yaymış
ve üzerine oturmuştur. Bu şeklin sadece birinci veya ikinci teşehhüde ait
olduğuna dair bir kaydın olmayışı, oturuş şekli yönünden teşehhudler arasında
fark gözetmeyen Hanefîlerin görücüne delildir. Bundan başka, Ahmed b.
Hanbel'in Ri-faâ b. Râfi'den rivayet ettiği; " Rasûlullah, bir a'rab>e;
"oturduğunda sol adağının üzerine otur" buyurdu." Tirmizî'nin
Ebu Humeydden rivayet ettiği; "Rasûlullah (s.a.) (teşehhud için) oturup
sol ayağını yaydı...", Ahmed ve Müslim'in Hz. Âişe'den rivayet etlikleri,
"sol ayağını yere yayar, sağ ayağını dikerdi" anlamındaki
hadislerinin hepsi Hanefîlerin görüşünü takviye etmektedir.
Bu rivayetlerden
anlaşıldığına göre, hangisi olursa olsun, teşehhud için oturulduğunda sol ayak
yere serilip sağ ayak dikilecektir. Üzerinde durduğumuz hadise göre sol el sol
uyluğun üzerine konacak, sağ dirsek ise, sağ uyluktan ayrı tutulacaktır.
İmâm Mâlik; her iki
teşehhüdde de sağ ayağın dikilip sol ayağın büküleceğim ve sol kabanın üzerine
oturulacağını söyler. Bu oturuş şekline teverruk denilir. Hanefîlere göre
kadınlar böyle oturacaklardır. İmam Şafiî son oturuşta İmâm Mâlik'in dediği şekilde,
ilk teşehhüdde ve secde aralarındaki oturuşlarda ise, Hanefîlerin dedikleri
gibi oturulacağını söyler.
Hanbelîlere göre namaz
iki teşehhüdlü ise oturuş, Şâfiîlerin dediği gibi olmalıdır. Tek teşehhüdlü
ise, Hanefîlerin dediği gibi sol ayağın üzerine oturulur. Bu konuya 730.
hadisde de temas edilmiştir. Yine bu hadis, teşehhüd-de işaret parmağı ile
işaret yapılacağının da delilidir. Haltâbî'nin bildirdğine göre, Medine'lilerin
bazıları, parmakları halka yapmayı meşru görmeyip üç parmağın yumulacağını ve
işaret parmağı ile işaret edileceğini söylerken bâzıları, orta parmağın ucunun
baş parmağın boğumlan arasına konularak halka yapılacağım ileri sürmektedirler.
Fakat sünnete uygun olan halkalama, orta parmakla baş parmağın uçlarını
birbirine dokundurup yuvarlak bir şekil meydana getirmektir.[323]
958.
...Abdullah b. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: Namazın sünneti,, sağ ayağını dikip
sol ayağını bükmen (yere yayman)dır.[324]
Bu ve bundan sonraki
dört rivayet, Avnu'l-mâbûd ve menhel rnuellıflenne gole, Lu luı nın rivayetinde
yoktur. Bundan dolayı, Munzirî bunları Muhtasar'ında zikretmcmişür. Bu
hadisler, el-Mezzî'nin Etrafta dediğine göre Ebû Davud'un sahih bir nüshasında
bulunmaktadır.
Aynî teşehhudde sünnet
olan oturuşun beyânı babında bu
hadisleri Ebû Davud'a nispet etmiştir. Bunlar yazma nüshanın haşiyesinde de
mevcuttur.[325]
959.
...Abdullah b. Ömer;
"Sol ayağını
yatırıp, sağ ayağını dikmen namazın sünnetindendir" demiştir.[326]
960.
...Cerîr; Yahya'dan aynı isnâdla yukarıdaki hadisin benzerini rivayet
etmiştir.
Ebû Dâvûddedi ki:
Hammâd b. Zeyd, Yahya'dan aynen Cerîr'-in dediği gibi;
"...Sünnettendir" diye rivayet etmiştir.[327]
961.
...Yahya b. Said'den rivayet edildiğine göre; Kasım b. Muhammed, onlara
teşehhüdde oturmayı göstermiş, (sonra Ka'nebî) bu (önceki) hadisi zikretti.[328]
962.
...İbrahim b. Yezid (en-Nehaî)den; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) namazda
oturduğu zaman sağ ayağını diker (bundan dolayı) ayağının üstü
kararırdı."[329]
Görüldüğü gibi bu
rivayetlerin hepsinde, Hz. Peygamberin teşehüdde iken sağ ayağını dikip sol
ayağını yere yatırdığı ifâde edilmektedir. Ancak, Efendimizin sol ayağının
üstüne oturup oturmadığı hakkında herhangi bir açıklık yoktur. Fakat,
Muvattâ'daki bir rivayette Hz. Peygamberin sol kabası üzerine oturduğu ifâde
edilmektedir.[330]
963.
...Muhammed b. Amr, Ebû Humeydes-Sâidî'den rivayet etmiştir: Demiştir ki:
Ebû Hurneyd'i
Resûlullah (s.a.)'ın ashabında on kişinin arasında dinledim.
Ahmed (b. Hanbel) ise
şöyle der: Muhammed b. Amr b. Ata der ki: "Ebû Humeyd es-Sâidî'yi
Resûlullah'm ashabından içlerinde Ebû Katâde'nin de bulunduğu on kişinin
arasında dinledim.”[331] Ebû
Humeyd şöyle dedi:
Ben Resûlullah’ın
namazını en iyi bileninizim. Oradakiler:
(Öyleyse) açıkla,
dediler... (Râvî) hadisi nakledip şöyle devam etti:
(Ebû Humeyd) dedi ki:
(Resûlullah) secde
yaptığı zaman ayak parmaklarını birazcık diker (ve kıbleye yöneltir), sonra
"Allahu Ekber" deyip (başını) kaldırır ve sol ayağını büküp üzerinde
otururdu. Daha sonra, son rekatte de aynısını yapardı.
Sonra (Ahmed b.
Hanbel) hadisi anlattı.[332]
(Ebû Humeyd, devamla) şöyle dedi:
Nihayet kendisinde(n
sonra) selâm olan secdeye (son oturuşa) gelince sol ayağını (sağ tarafa)
çıkardı ve sol kabasının üzerine (teverruk yaparak) oturdu.
Ahmed, (Müsedded'den)
fazla olarak şunu ilâve etti:
Oradakiler,
"doğru söyledin, Resûlullah (s.a.) aynen böyle namaz kılardı"
dediler.
(Ebû Dâvûd dedi ki:)
Her ikisi (Ahmed ve Müsedded) de rivayetlerinde ilk teşehhüdde Resûlullah'm
nasıl oturduğunu anmadılar.[333]
Bu hadis-i Şerif son
ka'dede oturuşun teverrük şeklinde olacağını söyleyen Şafîilerin
delillerindendir.Burada, hadisin sadece konu ile alakalı kısmı zikredilmiştir.
Hadisin tamamı ve lüzumlu açıklama 730 numarada geçmiştir. Oraya müracaat
edilmelidir.
Teverrük; Sağ ayak
parmaklarını dikip, sol ayağı bükerek sağ taraftan çıkarma ve sol kabanın
üzerine oturma şeklidir. Bundan önceki hadisin şerhinde ifâde edildiği gibi
İmâm Mâlik her iki teşehhüdde, İmâm Şafiî de son leşehhudde bu oturuş şeklini
lüzumlu görürler.[334]
964.
...Muhammed b. Amr b. Halhala, bu önceki hadisi Muhammed b. Amr b. Atâ'dan
"O, Rasûlullah(s.a.)ın ashabından bir grupla beraber otururken..."
diye nakletmiş. Ebû Katâde'yi anmamıştır. (Muhammed rivayetinde) şunları da
.söyledi:
Resûlullah (s.a.) ilk
iki rekatte(n sonra) oturduğunda, sol ayağının üstüne, son rekât(in bitimin)de
oturduğunda ise, sol ayağını öne çıkarıp kalçasının üzerine otururdu.[335]
Bu rivayetin sahâbî ve
tabiî râvîleri yukardaki hadisin râvilerinin aynıdır. Ancak onlardan sonrakiler
değişmiştir. Bu rivayette ötekinden farklı olarak, Hz. Peygamber'in ilk
teşehhüdde oturuş biçimi de tarif edilmektedir. Bu ve bundan önceki rivayet,
yukarıda da temas edildiği gibi İmâm Şafiî'nin delilidir.[336]
965.
...Muhammed b. Amr el-Âmirî'den; demiştir ki: "Bir mecliste idim..."
deyip bu(ndan önceki) hadisi nakledip şöyle dedi:
Resûlullah (ilk) iki
rekâtte(n sonra) oturduğu zaman sol ayağının tabam üzerine oturur, sağ ayağım dikerdi.
Dördüncü rekât olunca da sol kabasını yere koyar ve ayaklarını bir taraftan
çıkarırdı.[337]
Bu rivayet de,
öncekilerin farklı bir şekilde anlatımıdır.Rivayetin sonundaki "ayaklarını
bir taraftan çıkarırdı" sözünün manâsı, "sağ tarafa çıkarırdı"
şeklinde anlaşılmalıdır. Çünkü başka bazı rivayetlerde bu, açıkça böyle ifade
edilmiştir.[338]
966.
...Abbâs -veya Ayyaş- b. Sehl es-Sâidı'den rivayet edildiğine göre; o,
babasının da bulunduğu bir mecliste idi...
(Râvî) hadiste (Ebû Humeyd'in)
şöyle dediğini zikretti: - Hz. Peygamber, otururken[339]
avuçları, dizleri ve ayağının ön kısmına dayanıp secde yaptı. Akabinde sol
kabası üzerine oturup diğer (sağ) ayağını dikti. Sonra tekbir alıp secdeye
vardı. Sonra tekrar tekbir alıp doğruldu, fakat bu sefer kalçasının üzerine
oturmadan kalktı ve diğer rek'atı kıldı. Aynen birinci rek'atte olduğu gibi
tekbirini aldı, iki rek'atten sonra oturdu. (Bu ilk teşehhüdden sonra) ayağa
kalkmak isteyince, tekbir alarak kalktı. Sonra diğer (son) iki rek'ati de kılıp
sağına ve soluna selam verdi.
Ebû Dâvûd dedi ki:
(İsa b. Abdillah) hadisinde; teverrük ve ikinci rek'atten kalkarken elleri
kaldırma hususunda Abdülhamid'in söylediklerini söylemedi.[340]
Bu rivayet de
öncekilerin biraz değişik şeklidir. Bu rivayette özellikle üzerinde durulan
konu, Hz. Peygamberin iki rek'at arasındaki oturuş şeklidir. Hadis-i şerifte
beyân edildiğine göre, Resûlullah'ın bu oturuş şekli, teverrüktür. Ancak
burada, ilk ve son ka'delerde Resûl-i Ekrem'in nasıl oturduğuna dâir bir işaret
yoktur. Rivayetin konu ile alakası rek'atler arasındaki oturuş biçimini
bildirmesi bakımındandır.
Ebû Davud'un hadisin
sonuna eklediği ta'lik, bu hadisin râvisi İsa b. Abdullah'ın, Abdülhamid'in 730
numaralı hadiste temas ettiği iki noktayı anmadığını göstermektedir. Bunların
birincisi son kaidedeki oturuş şekli diğeri de, ikinci rek'atten kalkarken
elleri kaldırma meselesidir. Abdülhamid'in rivayetinde, "Resulullah iki
rek'atten sonra kalkınca tekbir aldı ve ellerini omuzlarının hizasına kadar
kaldırdı" denilmektedir.[341]
967.
...Abbâs b. Sehl'den demiştir ki: Ebû Humeyd, Ebû Üseyd, Sehl b. Sa'd ve
Muhammed b. Seleme bir araya geldiler.
(Râvî) bu (evvelki)
hadisi söyleyip iki rek'atten sonra kalktığı zaman elleri kaldırdığını ve
(ikinci) oturuşu anmadan, şöyle dedi:
Resûlullah
(rek'atleri) bitirdi ve sol ayağım büküp, sağının ucunu kıbleye çevirerek
oturdu.[342]
Bu bâbdaki bütün
hadisler, netice itibariyle Ebû Humeyd'e dayanmaktadır. Ancak sonradan gelen
râvîler, Ebû Humeyd'-in hadisini naklederken değişik ifadeler kullanmışlar ya
da bâzıları diğerlerinin temas ettikleri noktalara hiç değinmemişlerdir. Bu
ayrılıklara rağmen, aşağı-yukarı hepsi oturuşun teverrük üzere olacağında
müttefiktir. Zâten müellif bu hadisleri, oturuşta teverrükü savunanların
delilleri adı altında toplamıştır. Hanefîlerin, görüş ve delilleri 957
numaralı hadiste geçmiştir.[343]
968.
...Abdullah b. Mes'ûd (r.a.)den; demiştir ki: - Biz, Resûlullah (s.a.)le
birlikte namazda oturduğumuzda, "selâm, kullarından önce Allah'a olsun[344]
selâm (meleklerden) filâna filâna olsun" derdik. Hz. Peygamber(s,a.):
"Selâm
Allah'adır, demeyiniz. Çünkü Allah'ın kendisi selâmdır. Lâkin ka'deye
oturanınız; her türlü tahıyye, bütün ibadetler ve güzel sözler sadece Allah
içindir. Her türlü selâm, Allah'ın rahmeti ve bütün hayırlar da sana olsun ey
nebî, selâm bize ve Allah'ın sâlih Kullarına olsun."-(Selâm salih kullara
olsun, Tözünü kastederek) "Sizden her kim bunu söylerse yerdeki ve
gökteki, veya[345] yer ve gök arasındaki
her sâlih kula isabet etmiştir.- Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed
(s.a.)'ın onun kulu ve Rasûlü olduğuna şahitlik ederim" desin"
buyurdu.
Rasûlullah devamla:
(Bundan) sonra beğendiği
herhangi bir duayı seçip onunla duâ etsin
buyurdu.[346]
Abdullah b. Mes'ud'un
rivayet ettiği bu hadis, teşehhüdün lâfızlarını ve ihtiva ettiği fazîletleri
beyân etmektedir. Metinden anladığımıza göre, müslümanlar önceleri, ka'delerde
"selâm kullarından önce Allah'a olsun, selâm filâna, filâna olsun"
diyorlardı. Buradaki filân, filandan maksat, meleklerdir. Buhârî'deki,
"Biz Rasûfullah'ın arkasında namaz kıldığımız zaman selâm Cebrail'e ve
Mikâil'e olsun derdik" şeklindeki hadis ile Müslim ve İbn Mâce'deki,
"kullarından" tarzındaki rivayet bu filanların, melekler olduğuna
işarettir.
Buhârî ve Müslim'in
rivayetlerinden anladığımıza göre bir gün Hz. Peygamber, ashaba dönmüş ve
"Selâm Allah'adır demeyiniz, çünkü Allah'ın kendisi selâmdır"
buyurmuş ve akabinde, bugün Hanefîlerin ka'delerde oku-dukan teşehhüdü
öğretmiştir.
Selâm; âfet ve
noksanlıklardan salim olmak manasınadır. Allahu Teâlâ bunları, kullarından
dilediğine verendir. O halde, Allah için selâmet istenmesi abestir.
Bu konuda bazı âlimler
şu izahları getirmişlerdir:
"Hâsılı,
Rasûlullah (s.a.) Allah'a selâm vermeyi beğenmemiş, söylenmesi gerekenin bunun
aksi olduğunu ifade etmiştir. Çünkü, selâm ve rahmetin tümü Allah'a aittir ve
O'ndandır. O'nun sahibi ve vericisi de Allah'tır." (Beyzâvî).
"Bundan murat;
Allah kendisi selâm sahibidir. Selâm Allah'a olsun demeyiniz. Çünkü selâm
Allah'tan başladı Allah'a dönecektir..." (Hattâbî).
"Bunun mânası
şudur: Selâm, Allah'ın isimlerinden biridir. Noksanlardan salim olan
demektir." (Nevevî).
Rasûluüah, ashaba,
selâmı kullara yöneltmelerini emretti. Çünkü Allah bundan müstağni, kullar ise
muhtaçtırlar." (İbnu'l-Enbârî).
Yukarıda da işaret
edildiği gibi, Hz. Peygamber Allah'a selâmı nehyettikten sonra, ashabına
okumaları gereken teşehhüdü öğretmiştir. Teşehhüdün menşei ve hükmüne geçmeden
önce, kelimelerinin mânalarının bilinmesinde fayda görülmektedir.(Tehiyyât):
(Tehiyye) kelimesinin çoğuludur. Meşhur manası selâmdır. Ayrıca, Beka, azamet,
âfet ve kusurlardan selâmet ve mülk manalarına da gelir. Bui ada şeklinde tekil
değil de tarzında çoğul kullanılmasındaki hikmet Ibn Kuteybe'nin dediğine göre
şudur; Tahiyye sadece sultana yapılır. Ve her sultan için özel bir tahiyye
şekli vardır. Cenâb-ı Allah, sultanların selâmlandığı her türlü selâma lâyık
olduğu için bu kelime çoğul getirilmiştir.
Salevât kelimesi
hakkında da değişik manalar verilmiştir. Bu manalar şu şekilde hülâsa
edebiliriz: Beş vakit namaz, bütün şeriatlerdeki her türlü farz ve nafile,
bütün ibadetler, dualar ve rahmet, tahiyyat kavli ibadetler; salevât, fiilî
ibadetler, tayyibât da; mâlî sadakalardır, diyenler olmuştur.
Tayyibât; sözün güzeli
ve "Allah övülmeye layık" demektir. Bunu, Allah'ı zikir, duâ ve Övgü
gibi sâlih sözler ve sâlih ameller diye rnanaîandıranlar da vardır.
Teşehhüdün buraya
kadar izah edilen bölümünde hitap Allah'a, bundan sonrasında ise, Rasulünedir.
Efendimiz (s.a.)e olan hitabımıza, selâm kelimesinin başına (el) takısı getirerek (es-selâmu) diye
başlıyoruz. Harf-i tarif dediğimiz bu vereceğimiz mana, Hz. Peygambere
vereceğimiz selâmın şümulüne tesir edeceği için biraz da bu takı üzerinde
durmak İstiyoruz.
(el): Ahd için
olabilir. Buna göre mana; "Bütün Rasûllere ve Nebilere yöneltilen selâm
sana, geçmiş ümmetlere yöneltilen de bize olsun" şeklinde olur.
(el); Cins için
olabilir. Bu takdirde "Herkesin bildiği gerçek selâm sana olsun"
şeklinde bir mana vermek gerekir.
(el)i ahd-i hârici
olarak kabul edersek, bu selâm; "...Allah'ın beğenip
seçtiği kullarına selâm
olsun" [347] âyetindeki selâm olmuş olur.
Teşehhüdün baş
tarafında hitab, gaibe olduğu halde bu bölümde "...sana olsun ey
Nebi" diye muhataba yönelmiştir, halbuki sözün gelişi, hitabın, burada da
"Nebiye selâm olsun" şeklinde gaibe yönelik olmasını gerektirir.
Gâibten muhataba dönüşteki hikmeti Tîbî şöyle îzah etmiştir: "Aslında biz,
Rasûlullahın, ashabına öğrettiği sözün aynını, uyarız. Ama Ariflerin yolundan
gidilerek, gaîbten muhataba intikaldeki hikmetin şöyle olduğunu söylemek de
mümkündür; Namaz kılanlar tahiyyât ile melekût kapısını açmayı isteyince,
kendilerine, ölmeyen Hayy olan. Allah
ın-harimine girmeye izin verildi. Onların jnünâcâtra gözleri parlar ve vardıkları
bu mertebenin, Rahmet ve Bereket nebisi vasıtasıyla olduğunu anlayıp ona döner.
Bu esnada Rasûlullahı Allah'ın hareminde görüp
"Selâm, Allah'ın rahmeti ve bereketi sana olsun ey Nebi" diye
o tarafa yönelir.
Üzerinde durduğumuz
İbn Mes'ud hadisinin bazı tarîklarında, Hz. peygamber'in huzurunda olunup
olunmadığına göre değişik ifadeler kullanıldığına, Rasulullah ashabla
beraberse (selâm sana...) değilse, (selâm Nebiye...) şeklinde söylediğine dâir
ifâdelere rasatlanmaktadır.Buhâri'de, kitâbu'l istîzân da teşehhüd hadisi
sevkedildikten sonra şöyle denilmektedir: O aramızda iken böyle, ama vefat
edince; "selâm yani nebî'ye derdik." Beyhakî'de ise, "yânî"
kelimesi de kaldırılarak "Resûlullah vefat edince (Nebî'ye selâm olsun) derdik" şeklinde
rivayet edilmektedir. Ancak bu söylenilenler, Resulüllah’ın vefatından sonra
bazı sahabilerin söyledikleridir ve kendi ictihâdlarına dayanmaktadır.
Rasulullah'ın ifadesi, sarılmaya ashabın görüşünden daha çok değer. Ayrıca Hz.
Peygamberin sağlığında, sahabiler savaşlarda, seferlerde efendimizden uzakta
oluyorlar ve teşehüdde Hz. peygamberin öğrettiği tâbirinden başka bir şey
söylemiyorlardı. Eğer, Rasûlullah'tan ayrı bulunulduğunda demek gerekseydi,
Peygamber bunu sağlığında söyletirdi. Efendimizin böyle bir emri ve işareti
olmadığına göre, onun huzurunda olduğu gibi, gıyabında da denilmesi gerekir.
Hafızın nakline göre,
tbn Abbas; "Biz ancak Efendimizin sağlığında derdik" demiş. İbn
Mes'ûd ise, yukarıdaki metne muvafık olarak, "Biz böyle öğrendik, böyle
öğretiriz" karşılığını vermiştir. Bu ifadelerden anladığımıza göre, İbn
Abbas bu sözü kendi görüşü olarak söylemiş, İbn Mes'ud ise, kabul etmemiştir.
Bunlardan dolayı hiçbir mezhep imamı, teşehhüdün lâfızlarının Rasulullahın
huzurunda ayrı, gıyabında ayrı olacağını söylememiştir.
Teşehhüdde, Hz.
Peygambere selâmdan sonra Allah'ın rahmet ve bereketlerinin ona olmasını diliyoruz.
Rahmet: Allah'ın
ihsanı, "berekef'de, Allah'tan gelen her türlü hayır demektir. Bereket,
"hayırda ziyâdelik" diyenler de vardır. Selâm ve rahmet tekil olduğu
halde, bereket çoğul olarak kullanılmıştır. Buna sebep ilk iki kelimenin masdar
oluşudur. Masdarların ise, çoğulları yoktur.
Kul, bunları
söyledikten sonra, kendisi ve diğer sâlih kullara selâm verir. Hz. Peygamber,
şerefinden ve ümmeti üzerine olan hakkının fazlalığından dolayı önce sadece
kendisine, sonra herkesin kendi nefsine, daha sonra da sâlih mü'minlere selâm
vermelerini öğretmiştir. Kişinin nefsini öne alması, önce kendisine önem
vermesi gerektiğine işarettir. Kişinin dua ederken önce kendinden başlaması
gerektiğini, söyleyenler bu hadise dayanırlar. Ayrıca Kur'an-ı Kerim'deki bazı
âyetler de buna delâlet ederler.
Hz. Peygamber
müslümanlara, ka'dede okuyacakları şeyi öğretirken, araya bir yan cümlecik
sokmuş, "selâm bizim ve Allah'ın sâlih kullarına olsun" sözünün yerde
ve gökteki bütün sâlih kullarına şâmil olacağını beyân etmiştir. Melekler,
peygamberler, sıddîklar hepsi bu sözün şümulüne girerler.
Hz. Peygamber,
teşehhüdü tâlime devam ediyor ve diyerek (şehâdet kelimesini) okuyor.
Müslümanlar arasında meşhur olan teşehhüd işte budur. İbn Mes'ud'dan başka, İbn
Abbâs, Câbir, Ömer, İbni Ömer, Ebû Musa, Âişe, Semure, İbnu'z-Zübeyr, Selmân,
Ebû Humeyd, Ebü Bekir, Hüseyin b. Ali, Talha b. Ubeydillah, Enes, Ebû Hureyre,
Ebû Saîd, Fadl b. Abbâs, Ümmü Seleme, Huzeyfe, Muttalib b. Rabia, İbn Ebî Evfâ
(Allah hepisinden razı olsun) da aynı teşehhüdü rivayet etmişlerdir.
İbn Mes'ud'un
teşehhüdü için, Ebî Bekir el-Bezzâr; "bu, teşehhüd hakkında en sâhîh
hadistir. Yirmi küsur yoldan rivayet edilmiştir." Müslim de "İnsanlar
İbn Mes'ud'un teşehhüdünde icmâ etmişlerdir. Çünkü onun ashabı biri birine
muhalif değildir. Diğerleri ise muhaliftir" demektedirler.
Namaz kılan kimsenin
teşehhüdden sonra dilediği duayı yapabileceği de Peygamber tarafından
bildirilmiştir. Namazda dünya veya âhiret işine ait her duanın yapılmasının
caiz olduğunu söyleyenler bu hadise dayanırlar. İbn-i Battal; "Nehâî,
Tavus ve Ebû Hanife buna muhalefet edip, ancak Kur'an'-da olanla duâ edilebilir
demişlerdir. Hanefi fıkıh kitaplarına göre bir kimsenin Kur'an'da gelenden
veya hadîste sabit olandan başkası ile duâ edemeyeceğidir. Fakat hadis oalara
muarızdır" demiş, Aynî ise, bu iddiîayı reddetmiştir.
Hanefî kitaplarında
söylenen, İbn Battal'in dediği gibi değil "Namazda me'sur olan veya
Kur'an'ın lâfızlarına benzemeyen sözlerle duâ caiz değildir" şeklindedir.
Hidâye'de aynen şunlar söylenir: "Kur'ân lâfızlarına benzeyen ve me'sur
olan dualardan istediği ile duâ eder. Fesâddan sakınmak için, insanların
sözlerine benzeyen şeylerle duâ edemez. Bunun için, kullardan istenmesi
müstahil olmayan mahfuz ve me'sur duaları okur." Bedâyi'de de buna benzer
ifâdeler yer almaktadır.
Teşehhüdün hükmüne
geçmeden önce, menşeini de belirtelim;
İbn Melek'in
bildirdiğine göre, teşehhüd ilk defa mîrac'da söylenmiştir. Hz. Peygamber kelimeleri
ile Cenab-ı Allah'ı sena edince, Rabbi, karşılığını vermiş ve buna mukabil Hz.
Peygamber demiştir. Bu konuşmayı dinleyen Cebrail (a.s.)da kelimelerini söylemiştir.
Teşehhüdün hükmü
mezhepler arasında ihtilaflıdır: Resûl-i Ekrem'in "Allah'a selâm olsun
demeyin, çünkü Allah'ın kendisi selâmdır. Fakat, biriniz oturduğu zaman şöyle
desin..." diye emir sîgâsım kullanması teşehhüdün her iki ka'dede vacip
olmasını gerektirir. Leys, İshak ve Ebû Sevr bu görüştedirler.
Hanbelîler; son
teşehhüdün rükün olduğunu, dolayısıyla, onun terki ile namazın bâtıl olacağını
söylerler. Bunlara göre birinci teşehhüdün unutularak veya hatâen terki
halinde ise, sehv secdesi kâfidir.
Şâfiilere göre, ikinci
teşehhüd farzdır.
Mâlikîler, her iki
teşehhüdün de sünnet olduğu görüşündedirler.
Haneliler de, Zahiri
rivayete göre her iki ka'dede teşehhüd okumak vaciptir.Bazı rivayetlerde ilk
ka'dede, teşehhüdün sünnet ikincide vâcip olduğu söylenmiş ise de, sahih olan
her iki ka'dede de vacip olduğudur.
Halebî, Münye
Şerhi'nde vâciperi sayarken, "teşehhüd okumak da onlardandır. Çünkü, ilk
ve son ka'delerde teşehhüd vaciptir" der.
Hidâye sahibi de Bâbu
sucûdi's-sehv (sehv secdesin)de her iki teşehhüdün vacip olduğunu ihsas
ettirerek ka'delerden birinde teşehhüdü terkedene sehv secdesini gerekli
görmüştür. Sünnetin terkinden dolayı sehv secdesi lâzım olmadığına göre
teşehhüdün vacip olduğu ortaya çıkmış olur.
Ka'delerde okunacak
teşehhüdün lâfızlarında da ihtilâf edilmiştir. Aslında, rivayet edilen
lâfızların hangisi okunsa namazın sıhhati için yeterlidir. Ancak hangisinin
daha efdal olduğunda görüş ayrılıkları vardır.
Hanefîler ve
Hanbelîlerle birlikte fukâhamn cumhuruna göre; İbn Mes'ud' dan nakledilen
teşehhüd daha efdaldır. Bu, üzerinde durduğumuz hadisde beyân edilen teşehhüddür.
Teşehhüdün sıhhatine dâir bazı rivayetler, yukarıya aktarılmıştır.[348]
1. Bir
kimsenin namazda "selâm' Allah'a olsun" demesi yasaklanmıştır.
2. Namazda,
hadiste anlatıldığı şekilde İbn Mes'ud'un naklettiği teşehhüdü okumak
meşrudur.
3. İnsanın
duâ ederken kendisine öncelik tanıması meşrudur.
4. Teşehhüdden
sonra ve selâmdan evvel duâ caizdir.[349]
969.
...Abdullah (b. Mes'ûd)'dah; demiştir ki: Biz namazda oturduğumuzda ne
diyeceğimizi bilmezdik. Rasûlullah (s.a.)'â da (bizim bilmediğimiz)
öğretilmişti. (Temîm b. el-Muntasır bundan sonra, önceki hadisi mânâ olarak
anlattı.[350]
Şerîk ise, Câmî -yâni
İbn Şeddâd- Ebu Vâil ve Abdullah (b. Mes1ud) târîkeyle önceki hadisi aynen
nakledip şöyle dedi:
Rasûlullah (s.a.) bize
bazı sözler öğretiyordu. Fakat onları, teşehhüdü öğrettiği gibi (itinalı)
öğretmiyordu. Bu sözler şunlardır:
"Allah'ım, bizim
kalplerimizi(n arasını) birleştir. Aramızdaki halleri düzelt ve bize kurtuluş
yollarını göster. Bizi (küfrün) karanlıklarından (İslâm'ın) aydınlığ(ın)a çıkar
ve büyük günahların görüneninden ve görünmeyeninden uzaklaştır. Bize,
kulaklarımızda, gözlerimizde, kalbimizde eşlerimizde ve çocuklarımızda bol
hayır ver. Tevbelerimizi de kabul et. Çünkü sen, tevbeleri kabul edensin, merhametlisin.
"Bizi nimetlerine şükredenlerden, onları itiraf edenlerden, razı
olanlardan eyle! Ve bize nimetlerini tamamla!”[351]
îbn Mes'ûd*dan rivayet
edilen bu hadis bundan önceki rivâyette bir ilâvedir.Yani ka'dede, önce bir
önceki rivayette öğretilen teşehhüddün sonra bu rivâyette bahsedilen duanın da
okunulması meşrudur. Ancak bizzat İbn Mes'ûd'un da söylediği gibi, Hz.
Peygamber, teşehhüde gösterdiği itinayı bu duaya göstermemiştir. Bu yüzden,
hiç bir kimse teşehüdden sonra bu duayı okumanın vacip olduğunu söylememiştir.
Duada bahsi geçen “ =
Bize kurtuluş yollarım göster" sözü, "bize âfât ve tehlikelerden
kurtuluş yollarını göster" manasınadır. Duadaki “ = büyük günahlar"
demektir. Bunlardan aleni olanı, zina, hırsızlık, kati gibi günahlar, gizli
olanı da riya, haset, kibir gibi günahlardır.[352]
1.
Teşehhüdden sonra, hadis metninde rivayet edilen duanın okunması meşrudur.
2. Teşehhüd,
bu duadan daha önemlidir.[353]
970.
...Abdullah b. Mes'ûd'dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.) Abdullah'ın
elini tutup namazda (okunacak) teşehhüdü öğretti. Râvi A'meş'in hadisindeki
duanın aynısını zikretti. (Bahsi geçen Â'meş hadisine ilâve olarak, Rasûlullah
veya İbn Mes'ûd şöyle dedi): Bunu (teşehhüdü) söylediğin -veya[354]
tamamladığın- zaman, namazını tamamladın (demektir). (Bundan sonra) istersen
kalk, istersen otur.[355]
Hadis-i şerifi râviler
biri birlerinin ellerini tutarak nakletmişlerdir.Bu, nakledilen konunun
ehemmiyetini belirtmek için yapılan bir harekettir. Bu şekilde rivayet edilen
hadislere müselsel hadis denilir. Bu rivayetten anlaşıldığına göre, Hz.
Peygamber İbn Mes'ûd'un elini tutmuş ve ona babın ilk (A'meş) hadisindeki
şekilde teşehhüdü öğretmiştir. Ancak râvinin bu hâdiseyi "A'meşin
hadisindeki duanın aynısını zikretti" şeklinde ifâdelendirişi pek hoş
görünmemektedir. Çünkü, işaret edilen A'meş hadisinde herhangi bir duâ mevcut
değildir. Aksine Hz. Peygamber, teşehhüdü okuduktan sonra herkesin istediği
duayı okuyabileceğini bildirmiştir. O halde, ravi bu manayı: "A'meş'in
hadisinin aynısını zikretti" tarzında ifâde etmesi daha uygun olacaktı.
Bu rivayette, A'meş'in
hadisinde olmayan şu ilâve yer almıştır: "Bunu söylediğin -veya
tamamladığın- zaman namazın bitmiş demektir. Kalkmak istersen kalk git, oturmak
istersen otur." Bu ilâve cümleyi kimin söylediği açıkça belli değildir. Bu
yüzden râvilerin bir kısmı bu sözün Hz. Peygamber'e bir kısmı ise İbn Mes'ûd'a
ait olduğunu iddia etmişlerdir.
Aynî, Ebû Davud'un,
hadisi naklettikten sonra herhangi bir şey söylemediğini belirterek, "bu
sözün Hz. Peygambere âit olduğunu kabul etmiştir. Gerçekten, eğer bu sözler,
İbn Mes'ûd'a âit olsa idi, Ebû Dâvûd buna işaret ederdi, çünkü bu, âdetidir. Bu
sözün İbn Mes'ûd'a âit olduğu farz edilse bile bu, hadisin sıhhatine zarar
vermez. Çünkü bu gibi şeylerin akılla bilinmesi mümkün değildir. O halde İbn
Mes'ûd bu sözleri Hz. Peygamberden öğrendiği bilgiye dayanarak söylemiş
demektir.
Hanefîler, bu hadise
dayanarak, namazın sonunda teşehhüd okuyacak kadar oturmanın farz olduğuna,
Rasûlullah'a salavât okumanın ise farz olmadığına hükmetmişlerdir. Kâsânî
Bedâyi'de "bizim delilimiz, İbn Mes'ûd ve Abdullah b. Amr b. el-As
hadisleridir. Çünkü Peygamber (s.a.) teşehhüdü okuyacak kadar oturulduğunda
namazın tamamlanmış olacağına hükmetmiş, kendisine salevâtı şart koşmamıştır"
demektir.
Şâfiilere göre ise,
son teşehhüdden sonra Rasûlullah'a salevât getirmek farzdır.[356]
1.
Teşehhüdden sonra Rasûlullaha salevât getirmek şart değildir.
2. Namazdan
çıkmak selâma bağlı değildir, çünkü hadiste, selâm anılmamıştır.[357]
971. ...İbn
Ömer (r.a.), Rasûlullah (s.a.)dan, teşehhüd hakkında şunu rivayet etmiştir:
"Her türlü tahiyye, bütün ibâdetler, güzel sözler sâdece Allahadır.
Selâm, Allah'ın rahmeti ve bereketi sana olsun ey Nebî!"
(Mücâhid) dedi ki; İbn
Ömer; "Teşehhüde "Allah'ın bereketleri" kelimesini ben ilâve
ettim" dedi.
"Selâm bize ve
Allah'ın sâlih kulları üzerine olsun. Şehâdet ederim ki Allah'dan başka ilâh
yoktur."
İbn Ömer, "ona (o
birdir, ortağı yoktur) sözünü de ben ekledim.” dedi.
Ve yine şehadet ederim
ki, Muhammed, Onun kulu ve elçisidir.”[358]
İbn Ömer'in bu
rivayeti, İbn Mes'ud'dan rivayet edilen teşehhüdün hemen hemen aynıdır. Ne var
ki Ibn Ömer, îbn Mes'ud'un rivayetinde Rasûluilah'dan nakledilen kelimesinin
Hz. Peygambere âit olmadığım, bunun kendi sözü olduğunu söylemiştir. Ayrıca İbn
Mes'ud'un teşehhüdünde hiç bulunmayan kelimelerini de ilâve ederek nakletmiştir.[359]
972.
...Hıttân b. Abdillâh er-Rekâşfden; demiştir ki: Ebû Musa el-Eş'ari bize namaz
kıldırdı. Namazın sonunda oturunca, cemaatten birisi: "Namaz (Kur'an'da)
her türlü hayır ve zekâtla birleştirilmiştir, dedi.[360]
Ebû Musa namazı
bitirince cemaate dönüp;
Biraz önceki o sözleri
hanginiz söyledi? dedi. Kimse cevap vermedi, Ebû Musa tekrar:
Deminki sözleri
hanginiz söyledi? dedi. Cemaatten yine ses çıkmadı. Bu sefer Ebû Mûsâ bana:
Yâ Hıttân, herhalde
bunu sen söyledin, dedi.
Hayır ben söylemedim.
Zaten ben azarlamandan korkmuştum, dedim.
Cemaatten bir adam,
Ebû Musa'ya (dönüp)
Onu ben söyledim, ama
hayırdan başka hiçbir şey dilemedim, dedi. Bunun üzerine Ebû Mûsâ:
Namazda neler
söyleyeceğinizi bilmiyor musunuz? (Bu tip konuşmalar namazı bozar). Şüphesiz,
Rasûlullah bize hitâb edip, (dindeki) yolumuzu açıkladı, namazımızı öğretti, bu
hutbesinde efendimiz şöyle buyurdu: "Namaza kalktığınız zaman önce
saflarınızı düzeltiniz. Sonra size biriniz imâm olsun. İmam tekbir aldığında
siz de tekbir alınız. =Gazaba uğrayanlardan ve dalâlette olanlardan değil)
âyetini okuyunca "amin'* deyiniz. Allah duanızı kabul eder. İmam (rükû'
için) tekbir alıp eğilince siz de tekbir alıp rükû' yapınız, şüphesiz imam,
sizden öce rük'u yapacak ve sizden evvel doğrulacaktır. Sizin rukûda imamdan
sonraya dalmanız, doğrulmada ondan sonraya kalmanıza mukabildir. İmâm = Allah
kendisine hamdedeni işitti) deyince, siz = Rabbimiz, hamd sana mahsustur)
deyiniz. Allah sizi duyar. Çünkü Allah (azze ve celle) Nebisinin dili ile,
"Allah kendisine hamd edeni duydu" buyurdu. (Bunu, Nebisinin dili ile
öğretti). İmâm, tekbir alıp secdeye kapanınca siz de tekbir alıp secde ediniz.
Şüphesiz imam sizden önce secdeye kapanır ve sizden önce başını kaldırır. Sizin
imamdan sonra secde yapmanız, başınızı ondan sonra kaldırmanıza mukabildir. Namaz
kılan kimse ka'de yapınca (oturunca) ilk sözü: "her türlü hayır, bütün
ibâdetler ve güzel sözler Allah içindir. Ey Nebi selâm sana, Allah'ın rahmet
ve bereketleri de sana. Bize ve Allah'ın sâlih kullarına da selâm olsun.
Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın kulu ve Rasûlü olduğuna
şehâdet ederim" olsun." [361]
Ahmed b. Hanbel,
(rivayetlerinde) demedi, (sadece dedi) Yine Ahmed demedi, dedi.[362]
Ebû Mûsâ el-Eş'arî
(r.a.)'den rivayet edilen bu hadis-i şerif Hz.Peygamberin emri üzerine namazın
nasıl kılınacağını açıkseçik ortaya koymaktadır. Hadisin konu ile alakası, namaz
kılanın ka'de'de okuyacağı teşehhüdle ilgili olan kısmıdır. Görüldüğü gibi Ebû
Musa'nın rivayet ettiği teşehhüd de İbn Mes'ud'un naklettiği teşehhüdün
aynısıdır. Ancak hadisin, Ahmed b. Hanbel'den gelen rivayetinde, kelimesi ile,
şehâdetin ikinci kısmının başındaki fiili yer almamıştır.[363]
973. ...Ebû
Gallâb, Katâde'ye, Hıttân b. Abdillah er-Rekâşî'den naklen önceki hadisi
anlatmıştır. (Râvilerden Süleyman et-Teymî) ondan fazla olarak (RasulüHah'ın);
"İmam okuduğu
zaman susunuz" (buyurduğunu) ve teşehhüdde dedikten sonra, dediğini de
ilâve etmiştir.
Ebû Davud dedi ki:
"susunuz" sözü, mahfuz değildir. Onu, bu hadiste Süleyman b.
et-Teymî'den başka kimse rivayet etmemiştir.”[364]
974. ...İbn Abbâs
(r.a.)'dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) bize, Kur'ân'ı öğrettiği gibi,
teşehhüdü de öğretir ve şöyle derdi:
“Her türlü selâmlar,
bol hayır ve bereketler, bütün ibâdetler ve güzel sözler Allah içindir.[365]
Selâm, Allah'ın rahmet ve bereketi sana olsun ey Nebi! Selâm, bizim ve Allah'ın
sâlih kullarının üzerine olsun. Şehâdet ederim ki Allah'dan başka ilâh yoktur.
Yine şehâdet ederim ki Muhammed Allah'ın Resûlüdür."[366]
Bu rivayette
teşehhüdün İbn Abbâs vâsitasıyle nakledilen şeklini görmekteyiz.Ibn Abbâs'ın
"Peygamberimiz Kur'an'i öğrettiği gibi teşehhüdü öğretirdi" demesi,
Hz. Peygamberin teşehhüde ne kadar önem verdiğine delildir. Bu, Ka'dede
teşehhüd okumanın vâcib olduğunu söyleyenlerin görüşünü desteklemektedir.
Genel mânâda, İbn
Mes'ûd'un naklettiği teşehhüd ile İbn Abbâs'ın naklettiği arasında pek az fark
vardır. İbn Abbâs'ın rivayet ettiği teşehhüdde bazı kelimeler arasına atıf
edatı konulmamış (ki bu, dipnotta da temas edildiği veçhile, ihtisar için
yapılmıştır) ve (et-lehıyyâtu) kelimesinden sonra (el-mübârekâtû) kelimesi yer
almıştır. Bîrde teşehhüdün son cümlesi Ibn-i Mes'ûd'uıı rivayetinde;
"Eşhedü enne Muhammeden abdûhu ve Rasûlühü" şeklinde olduğu halde,
İbn Abbâs'ın rivayetinde; "Eşhedü enne Muhammeden Rasülullah"
tarzındadır.
Şâfiîler namazlarında
İbn Abbâs'ın teşehhüdünü okurlar. İmâm Şafiî hazetleri İbni Abbas hadisini
naklettikten sonra; "teşehhüd hakkında çok çeşitli hadisler rivayet
edilmiştir. Ama bu bana hepsinden daha sevimli geliyor. Çünkü bu, teşehhüd
hadislerinin en şumullüsudür" demiştir.
Bu konuda Hattâbî'nin
söylediği şu sözler kayda değer: "Teşehhüd hadislerinin isnad bakımından
en sahihi ve ravileri bakımından en meşhuru, İbn Mes'ud'un teşehhüdüdür. Ancak
İmam Şafiî İbn Abbâs'ın teşehhüdün-deki (oiTjUı) (el-mübârekâtu) ilâvesinden
dolayı onu benimsemiştir. Çünkü bu, Kur'an-ı Kerim'deki "Allah tarafından
mübarek, pek güzel bir sağlık (dilemiş) olmak üzere kendinize selâm verin"[367]
âyetine muvafıktır.
Mâlikilerin
namazlarında okudukları teşehhüd ise, Ömer b. el-Hattâb (r.a.)'dan rivayet
edilmiştir. Bu Teşehhüdün metni de şu şekildedir: el-Bâcî Mâlikilerin
teşehhüdünün daha sahîh olduğunu söylemiş ve görüşünü şu sözler ile isbatlamaya
çalışmıştır:
"Mâlik'in
teşehhüdünün sıhhatine delil şudur; Ömer'in teşehhüdü mütevâtir haber
hükmündedir. Çünkü Hz Ömer bunu, insanlara minberden ilân etmiştir. Bu
sahabilerden bir cemaatin ve mü'minlerin ileri gelenlerinin huzurunda olduğu
halde, hiçbir itiraza uğramamıştır, diğeı tesehhiıdlerden hiç birisinin, bunun
yerine kâim olduğunu söyleyen de çıkmamıştır. Bu, sahabenin Hz. Ömer'in
teşehhüdünü ikrar ve ona muvafakat eniklerine delildir."
el-Bâcî'nin
söyledikleri oldukça ma'kuldür. Fakat diğer mezheplerin okudukları
teşehhüdleri takviye eden deliller vardır. Zaten, her mezheb kendi görüşünü
haklı kılacak sağlam bir dayanak bulamamış olsaydı, o görüşü be-.
nimsernezlerdi.[368]
975.
...Semure b. Cündüb (r.aO (oğluna yazdığı bir mektupta) şöyle demiştir:
"İmdi, Resûlullah
(s.a.) bize "(namaz kılan) namazın ilk ka-desinde veya sonunda olduğu zaman demeden Önce = (Bütün selamlar, güzel sözler, ibâdetler ve
mülk Allah'ındır) deyiniz. Sonra, sağınıza, imamınıza ve birbirinize selâm
veriniz" diye emretti.
Ebû Dâvûd dedi ki:
Süleyman b. Mûsâ aslen Küfeyidir, fakat Dımask 'ta (kalır) idi. Ebû Dâvûd dedi
ki: Bu mektup Hasan (el-Basrî) 'in, Semııre ile görüşüp ondan hadis aldığına
delildir.[369]
Bu rivayet,
ifadesinden anlaşıldığına göre, bir mektuptan alınmıştır. Bu mektup
"muhailelerde mescit! İnşası bahsinde geçen (salat 13, Hadis no, 456)
Semure'nin oğluna yazdığı mektuptur. Yani Semure, oğluna bir mektup yazmış ve
Resûlullah'tan duyduğu bazı şeyleri bildirmiştir. Buraya alınan bölüm,
mektubun bu konu ile ilgili kısmıdır. Mektuptaki ifâdelerden de anlıyoruz
ki,Semure'nin haber verdiği teşehhüd, İbn Mes'ud ve İbn Abbas'uı haber
verdiklerimde farklıdır. Ayııca bu haberden namazı bitiren kimsenin imama da
selâm vermesi gerektiği anlaşılmaktadır. Bu, muktedi sağma ve soluna selam
verdikten sonra,limanıa da selam verecektir" diyen Mâlikîlerin
görüşlerinin delillerindendir. Cemaatin biribirlerine selâm vermesinden maksat,
sola selâm vermektir. Bu, sağa verilen selâmın iadesi durumundadır. Zaten Hz.
Peygamber "Sağa seîâm verini/" dedikten sonra, solu anmamış,
''imamınıza ve birbirinize" buyurmuştur. Bu cemaatin biribirine selâm
vermelerinden maksadın, sola selâm vermek olduğunu gösterir.
Ayrıca imama selâm
vermeye lüzum görmeyenler, cümlenin başındaki 'nin hüküm yönünden terâhi ifâde
etmediğini söylerler. Çünkü imam, ya muktedinin tam önünde ya sağında veya
solunda olabilir. Eğer önünde ise, sağa ve sola verilen selamlar aynı zamanda
imama verilmiş sayılır. Sağında ise sağa verilen, solunda ise, sola verilen
selâm imama verilmiş demektir.
Ebü Davud'un rivayetin
sonuna ilave ettiği "bu mektup, Hasen'in Semure ile görüştüğüne
delildir" tarzındaki ifade, Hasan el-Basrî'nin Semure ile görüşmediğini
söyleyenlere cevaptır. Zira Hasan el-Basrî ile Süleyman b. Semure aym
devirlerde yaşamışlardır. Her ikisi de 3. tabakadandır. Süleyman babası ile
görüşüp ondan hadis rivayet ettiğine göre, Hasen'in görüşmüş olması da pekâlâ
mümkündür.[370]
976. ...Ka'b
b. Ücra (r.a.)'den; elemiştir ki:
Resûlullah (s.a.)'e:
Ey Allah'ın Resulü, Bize,
sana salavât getirmemizi ve selâm vermemizi emrettin. Selâmın ne olduğunu
bildik. Peki, ya selavâtı nasıl getireceğiz? dedik (veya[371]
dediler) Hz. Peygamber, şu karşılığı verdi:
"Ey Allah'ım!
İbrahim'in sânını yücelttiğin gibi Muhammed'in ve âlinin sânım da yücelt,
İbrahim'e bol hayırlar verdiğin gibi Muhammed'e ve âline de bol hayırlar ver.
Çünkü sen hamd edilensin, şerefli ve ulusun" deyiniz.[372]
“Ey iman edenler! Ona
(Peygambere) salât okuyunuz ve selâm veriniz"[373]
âyeti nazil olunca ashab-ı kiram, Resulullah'a gelip salavâtın keyfiyetini
sormuşlardır. Hz. Peygamber'e sorulan sorunun, "salavât nedir?"
tarzında değil de "sana nasıl salavât okuyalım?" şeklindedir. Böylece
sahabilerin salavât kelimesi hakkında bilgilerinin olduğunu fakat salavâtın
keyfiyetini öğrenmek istediklerini gösterir.
Müslim, Mâlik ve Ebû
Davud'un (98. hadis) Ebû Mes'ud'dan yaptıkları rivayetten anlaşıldığına göre,
Hz. Peygamber, kendisine sorulan soruya hemen cevap vermemiş bir müddet
susmuştur. O kadar ki, hâdiseye şahit olan sahâbiler, "ah keşke bu soru
sorulmasaydı" demişlerdir. Taberânî'deki bir rivayete göre, Resûlullah'ın
bu susuşu vahyi beklediğinden dolayıdır. Efendimiz, her ne maksatla olursa
olsun, bir müddet bekledikten sonra soruyu cevaplandırmış ve kendisine salavâtın
nasıl okunacağım öğretmiştir.
Tercemeye "sânını
yücelt" diye geçtiğimiz kelimesi aslında çok geniş mânâlar ifâde eder. Bu
"dünyada zikrini yüceltmek, dinini galib, şeriatı ebedî kılmak, âhirette
de bol sevab vermek ve ümmetine şefaatçi kılmak suretiyle Muhammed'e azamet
ver" rnânâsındadır.
Ebu'l-Âliye;
"Allah'ın salâtının Nebi üzerine olması, onu melekler yanında
övmesidir" der. Ibn Abbâs ve Dahhâk da, Allah'ın Nebi üzerindeki
salâtının, O'nun rahmeti olduğunu söylemiştir.
"Muhammed'in
ailesi*' diye terceme ettiğimiz 'den maksadın ne olduğu hakkında da değişik
görüşler ortaya atılmıştır. Bunları şöylece özetlemek mümkündür:
1. Resûlulîah'a
yakınlığından dolayı kendisine zekât verilmesi caiz olmayanlar, bunların da
kim olduklarında ihtilâf edilmiştir:
a. Sadece
Hâşim oğullan,
b. Hâşim ve
Muttalib oğulları, (Şafiî bu görüştedir.)
c. Hz.
Fatıma, Ali, Hasan, Hüseyn (r.a.) ve onların kıyamete kadar gelecek olan
nesli.
2. Kayıtsız
şartsız Hz. Peygamber'e yakınlığı olanlar,
3. Kıyamete
kadar, Hz. Peygamberin izinden giden bütün müslümanlar.
4.
Müslümanların müttakileri.
Bu değişik görüşleri
değişik manalara hasrederek aradaki ihtilâfı gidermek mümkündür. Bu kelime ile
dua'da ümmet; övgüde muttakiler; zekât konusunda da kendilerine sadaka
verilemeyenler kast edilebilir.
Hz. Peygamber,
salevâtı öğretirken, kendisi için yapılacak duayı İbrahim aleyhisselâma ve
âline teşbih etmiştir. Teşbih de müşebbehünbih (kendisine benzetilendin,
müşebbeh (benzetilen)'den daha kuvvetli ve üstün olması gerekir. "Burada Hz.
Muhammed ve âli müşebbeh, Hz. İbrahim ise müşebbehünbihtir. Hz. Muhammed bütün
Peygamberlerin en üstünü olduğuna göre bu teşbih (benzetme) doğru mudur?"
diye bir sonunun hatıra gelmesi muhtemeldir. Ulema bu muhtemel soruya çok
çeşitli cevaplar vermişlerdir. Bunlardan .birkaçını zikretmekle yetineceğiz.
Buradaki teşbih
salâtın aslı ile ilgilidir. Yani salâtın aslını salâtın aslına benzetme vardır.
Dereceyi dereceye teşbih değildir. Bu da şu âyetlerdeki teşbihlere benzer:
"Oruç, simden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı"[374]
"(Nuh'a ve ondan sonraki nebilere vahyeUiğimiz gibi sana da
vahyettik"[375]
"Allah'ın sana ihsan etliği gibi sen de ihsan et."[376]
Hz. ibrahim
Resûlullah'ın dedelerinden olduğu ve Muhammed ümmetine duâ ettiği için ona bir
karşılık olarak muslumanlaıın da Hz. İbiahim'e dua etmelerinin emredîldiğini
söyleyenler de olmuştur.
Buhâri sârini Aynî
şunla/ı söyler: "İbrahim aieyhisselâm Kabe'yi inşâ edince ummet-i Muhammed
için duâ edip, "Allah'ım, Muhammed ümmetinden her kim bu evi haccederse
ona benden selâm el" dedi. Hz. İbrahim' in ailesi ve çocukları da aynı
şekilde duâ ettiler Bunların yaptıklarına karşılık olarak onları namazda
anmakla eınrolunduk."
Metinde salavat
emrcdildiği için namazda teşehhudden sonra salevât okumanın vacib olduğunu
söyleyenler, bu hadisi delil getirirler. Hz. Ömer, oğlu Abdullah, Ibn Mes'üd,
Şa'bî, Muhammed b. Ka'b, Ebü Ca'fer el-Bakır, Şafiî, İshak ve Ahmed b. Hanbel
salevât okumanın vâcİb olduğunu söyleyenlerdendir. Hanefîlere göre teşehhudden
sonra saSli-bârik okumak vâcib değil, sünnettir.
Namazda salavât
okumanın vâcib olmadığını söyleyenler bu ve benzen hadislerin âyetini tefsir
kabilinden olup bunlardaki emrin mutlak olduğunu söylerler. Buna göre bu emir
selavâtm namaz içinde vâcib olmasını gerektirmez, namaz haricinde de olsa bir
kimsenin okuyacağı salevât emre imtisal saıyılır. Namazda salevât okumanın
vıicûbuna delâlet eder gibi görünen hadislerle ilgili olarak, Şevkânî
Neylu'I-Evtâr'da şöyle der:
"Salevâtıu vâcib
olduğunu söyleyenlere şu karşılığı vermek mümkündür: Hadislerde zikri geçen
emirler salevâtıu keyfiyetini öğretmek içindir. Bu da vucûb ifade etmez. Dilin
zevkine salıib olan herkes bilir ki, "sana bir şey verdiğimde nasıl
vereyim?" sorusuna karşısındakinin "gizli ver, açıkta verme"
cevabı, vermeyi emretmek değil, vermenin şekli ile ilgili bir emirdir. Bu mânâ
hem lügat hem de şeriat ve örf bakımından yaygındır. Sünnette çokça
tekrarlanmıştır. Meselâ: "Sizden biri geceleyin kalktığı zaman namaza iki
kısa rekatla başIaMn" hadisi bu kabildendir..."
Hâdî, İmam Ahmed ve
bazı Şâfiîlcr bu hadise dayanarak, Peygamber'e olduğu gibi âline de salevât
okumanın vâcib olduğunu söylemişlerdir. Şafiî bir kavlinde, Ebü Hanife ve
talebeleri ve fakihlerin çoğunluğu bunun vâcib değil, sünnet olduğuna hükmetmişlerdir.
Ebû İshâk eş-Şîrâzî, Mühezzeb'de bunun vacib olmadığına dair icmâ' olduğunu
nakleder.[377]
1. Kendisine
birşey emredilen kişi yapacağı şeyin keyfiyetim bilemiyorsa bilenlerden
sormalıdır.
2. Metinde
geçtiği şekilde Hz. Peygamber'e ve âline salevât okumak meşrudur.
3. Hadis,
sahabilerin İslâm'ı muhafazadaki hırs ve itinalarına, Hz. İbrahim'in şeref ve
kadrinin yüceliğine de delildir.[378]
977. ...Müsedded,
Yezid b. Zürey' kanalıyla Şu'be'den şu (önceki) hadisi rivayet etmiştir. (Râvi
bu rivayette) şöyle dedi:
"İbrahim'in âlini
yücelttiğin gibi, MuhammecTi ve âlini de yücelt."[379]
Görüldüğü gibi bu
rivayette (Allahümme) kelimesi yeralmamış, duasına da bir edatı ilâve edilmiş
şeklini almıştır. Müellif, bu farklara işaret etmek için bu rivayeti kitabına
almıştır.[380]
978. ...Mis'ar
el-Hakem'den, Hakem'in (976. hadisteki) isnadı ile (iki) önceki hadisi rivayet
edip şöyle demiştir:
"Ey Allah'ım!
İbrahim'i yücelttiğin gibi Muhammed'i ve onun âlini (aile ve ümmetini) de
yücelt. Çünkü sen hamdedilensin, şerefli ve ulusun. Ey Allah'ım! İbrahim'in
âline bol hayırlar verdiğin gibi, Muhammed'e ve onun âline de bol hayırlar ver.
Çünkü sen, haınd edilensin, şerifli ve ulusun.”
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadisi Zübeyr b. Adî, İbn Ebî Leylâ 'dan, Mis'ar'ınki gibi rivayet etmiş ancak
şunu da söylemiştir:
“İbrahim 'in âlini
yücelttiğin gibi... sen övülensin, şân ve şeref sahibisin. Muhammed'e bol
hayır ver... " Zübeyr, Mis'ar'tn hadisinin benzerini şevketti.[381]
Aslında bu rivayetin
de öbürlerinden pek farkı yoktur. Ebü Davud'un bunu tekrar etmekteki maksadı
duanın orta-
sındaki (İnneke
hamidün mecid) ilavesine işaret etmektir. Çünkü babın ilk rivayetinde bu cümle
sadece duanın sonunda zikredilmiştir.
Ebû Davud'un, Zübeyr
b. Adi'nin rivayetini nakletmesi de "İbrahim'-'in başındaki (âl)
kelimesinin farklılığına ve yerine denilmiş olduğuna işaret içindir.[382]
979. ...Ebû
Humeyd es-Sâidî (r.a.)'den rivayet edilmiştir ki, sahabiler:
Ya Resûlallah, sana
nasıl salât edelim? dediler, Resûlullah: "Ey Allah'ım! İbrahim'in âlini
yücelttiğin gibi Muhammed'i, hanımlarını ve zürriyetini yücelt! İbrahim'in âline
bol hayırlar verdiğin gibi, Muhammed'e, hanımlarına ve zürriyetine de bol
hayırlar ver. Çünkü sen hamdedilensin, şereflisin" deyiniz" buyurdu.[383]
EbÛ Humeyd'den yapılan
bu rivayette öncekilerden farklı olarak "Muhammed'in âli" terkibinin
yerine "...Hanımları ve zürriyeti" tâbirleri kullanılmıştır. Bazı
âlimler, bu rivayete dayanarak (âl) kelimesinin, hanımlar ve zürriyet mânâsında
olduğunu iddia etmişlerdir.
Ancak Hz. Peygamberin
hanımlarının onun âlinden olmadığını gösteren birçok haber vardır. Meselâ,
Ümmu Seleme (r.anhâ), Hz. Peygamber'e kendilerinin "Âl-i Muhammed"den
olup olmadığını sorunca, onu cübbesi altına almaktan kaçınmıştır."Ey chl-i
Beyt! Allah sizden ancak kiri gidermeyi ve tertemiz yapmayı diler"614 âyet-i
kerimesi nazil olunca Hz. Peygamber: Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'i (r.anhüm)
göstererek onları cübbesinin altına almış ve "Alla-hım! İşte bunlar benim
ehl-i beytimdir"demiştir.Bu haberler gösteriyor ki, Resûlullahın hanımları
ehl-i beytten değildir. Hadiste şanlarını ululamak için anılmışlardır.[384]
980. ...Ebu
Mes'ud el-Ensârî'den; demiştir ki: Biz Sa'd b. Ubâde[385]'nin
meclisinde iken Hz. Peygamber yanımıza geldi. Beşîr b. Sa'd, kendisine:
Ya Resulallah! Allah
bize, sana salavât getirmemizi emretti, sana nasıl salât edelim? dedi.
Resulallah (s.a.) hiç
karşılık vermeden sustu. O kadar ki biz Beşîr'in bu soruyu hiç sormamış
olmasını istedik. (Bir müddet) sonra Resûlullah: "Şöyle deyiniz..."
buyurdu...
Râvi Ka'nebî (bundan
sonra) Kâ'b b. Ücra hadisinin mânâsını nakledip sonuna "âlemlerde, sen
hamdedilensin, şereflisin" kelimelerini ilâve etti.[386]
Beşîr'in sorusunu,
ashabın sorulmamış olmasını istemesi, Hz.Peygamber'in hemen cevap vermemesinden
dolayıdır. Ashab, Resûlullah'ın susmasını, soruyu beğenmediğine hamletmişler ve
böyle bir sorunun sorulmuş olmasına üzülenlerdir. Oysa Resûlullah vahy
beklediği için susmuştur. Bu, daha sonra anlaşılmıştır.
Ebû Mes'ud, sorunun
yerini ve soruluş tarzını anlattıktan sonra bu babın ilk hadisi olan Ka'b b.
Ücra hadisinin mânâsını rivayet etmiştir.
Ancak sonuna “ =
âlemlerde" kelimesini ilâve etmiştir. Gerçi Ebû Dâvûd den sonra
kelimelerini de ziyâde ettiğini söylemiş gibi görünüyorsa da bu kısım Ka'b b.
Ucra'mn rivayet ettiği hadisin sonunda da mevcuttur. Öyleyse burada ilâve
sadece'dir.
Hz. Peygamber'in Sa'd
b. Ubâde'nin evine gitmesi onun tevâzuuna güzel bir örnek olduğu gibi reis
durumunda olanların tebaayı, özellikle halkın ileri gelenlerini ziyaret
etmelerinin meşru' olduğuna delildir.[387]
981. ...(Ebu
Mes'ud eKEnsâri'nin) önceki haberi Ukbe b.Amr’dan aynen rivayet edilmiştir.
Farklı olarak bunda Resûlullah;
"Allah'ım! Ümmî
Nebî Mııhammed'i ve âlini yücelt" deyiniz buyurmuştur.[388]
Ümmî, okuyup yazma
bilmeyen demektir. Okuma-yazma bilmeyen anasından doğduğu hal üzere kaldığı için
(anne) mâ-nâsındaki "üm" kelimesine nisbet edilir. Mekkeliler okuma
yazma bilmedikleri için bunun "şehirlerin anası" manâsınndaki
"tâbirine nisbet edildiğini söyleyenler olduğu gibi, çoğunluğu okuma yazma
bilmediği için "arab ümmeti" terkibine nisbetini savunanlar da
vardır. Buhârî ve Müslim'in Hz. Ömer'den rivayet ettikleri “Biz ünıınî bir
milletiz, yazmayı ve hesabı bilmeyiz" hadisi son görüşü takviye eder. Hz.
Peygamber'in kendisini ümmîlikle vasfetmesi, okuma-yazma bilmemesine rağmen
ilminin kemâlinin bir mu'cize olduğuna işaret etmek içindir.
Hz. Peygamberdin, yazı
yazıp yazmadığında ihtilâf edilmiştir. Bazı âlimler Efendimizin, Hudeybiye
barışını bizzat yazdığını iddia ederken, bazıları yazdırdığını söylemişlerdir.[389]
982. ...Ebû Hureyre
(r.a.) Peygamber (a.s.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Her kim
bize,ehl-i beyte salavât getirdiği zaman tam ve bol ecir almak isterse;
"Allah'ım Nebi Muhammed'în, müzminlerin anaları olan hanımlarının,
zürriyetinin ve ehl-i beytinin sânını, İbrahim'in âlinin şanını yücelttiğin
gibi yücelt. Çünkü sen hamd edilensin, şereflisin, "desin."[390]
Hadis-i şerif, Hz.
Peygamberce ve ailesine (metinde geçtiği şekilde) salavât okumaya teşvik
etmektedir.
Namazda Hz.
Peygamber'e rahmet etmesi için Allah'a dua etmenin meşru olup olmadığı âlimler
arasında ihtilaflıdır.
İbn Abdilber bunun
mekruh, Nevevî, "İbrahim'e rahmet ettiğin gibi Muhammed'e ve âline de
rahmet et" demenin bid'at olduğunu söylerler.
Hanefîlerden bir grup
ile Mâlikîlerden Ebû Zeyd bunun cevazına kail olmuşlardır. Bunlar, içerisinde
"Muhammed'e rahmet et" cümlesi bulunan hadisleri delil kabil
etmişlerdir.[391]
983. ...Ebû
Hureyre (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Biriniz son
teşehhüdü bitirdiği zaman dört şeyden; Cehennem azabından, kabir azabından,
hayatın ve ölümün fitnesinden ve mesih-deccâl'ın fitnesinden Allah'a
sığınsın."[393]
Hz. Peygamber, bu
hadisinde müslümanın, son oturuşta teşennudden sonra dört şeyden Allah a
sığınmasını emretmiştir. Bu dört şey; Cehennem azabı, kabir azabı, hayatın ve
ölümün fitnesi, bir de Mesih-Deccal in imtihanıdır.
Hayatın ve ölümün
fitnesinden maksat, İbn Dakîk el-îyd'in bildirdiğine göre şudur:
Hayatın Fitnesi: Dünya
ve şehvet arzusu veya cehalet; hayatında insanın başına gelen şeyler ya da en
kötüsü ölüm anında fitnedir.
Ölümün fitnesi de: Ya
ölüm anındaki fitne ya da kabir azabıdır. "Ölümün fitnesi" ölüm
anındaki fitnedir, denilecek olursa, hayatın fitnesi daha öncekiler olmuş olur.
Hz.Peygamber'in
"...Allah'a sığınsın" emrinden, zahirîler son teşehhüdden sonra böyle
bir duanın yapılmasının vâcib olduğuna hükmetmişlerdir. Zahirîlerden İbn Hazm
ise bunun, birinci teşehhüdde de vacib olduğunu söylemiştir. Bu duanın ifade
tarzı bundan sonraki hadiste gelecektir.
Diğer mezheblere göre
son teşehhüdde zikri geçen dört şeyden Allah'a sığınmayı ihtiva eden bir duanın
okunması müstehaptır. İlk teşehhüdde, hiç okunmaz. Cumhur bu hadisteki emri,
nedb ile yorumlamışlardır. Delilleri Buhârî'deki kişinin istediği duayı
yapabileceğini bildiren bir hadistir.
Bu hadis-i şerifin
içindeki bazı lâfızlarla, özellikle Mesih = Deccâl'Ia ilgili olarak 880 no'lu
hadiste genişçe bilgi verilmiştir. Oraya müracaat edilebilir.[394]
984.
...Abdullah b. Abbâs (r.a.)'dan; Resûlullah (s.a.)'in teşehhüdden sonra şöyle
duâ ettiği rivayet edilmiştir:
"Allah'ım,
cehennem azabından, kabir azabından, Deccâl'in fitnesinden, hayatın ve ölümün
fitnesinden sana sığınırım."[395]
Önceki hadiste Hz.
Peygamber, dört şevden Allah'a sığınmayı emretmişti. Ibn Abbas in bu rivayeti
ise, bizzat Hz. Peygamber'in bu dört şeyden Allah'a sığındığın;
bildirmektedir. Bu rivayet sanki önceki hadiste geçen emrin uygulamasıdır.[396]
985.
...Mihcen b. el-Edra[397]
(r.a.)'den; rivayet edilmiştir: Dedi ki: Resûlullah (s.a.) mescide girmişti ki
teşehhüd halinde namaz kılan bir adam gözüne ilişti. Bu zat şöyle diyordu:
Allah'ım! Ey tek olan,
her ihtiyaçta kendisine müracaat edilen, doğmayan, doğurmayan ve kendisinin
hiç dengi olmayan Allah'ım! Senden benim günahlarımı bağışlamanı istiyorum.
Çünkü sen bağışlayıcısın, merhametlisin.
Mihcen diyor ku: (Bunu
duyan) Resûlullah üç defa; "Muhakkak bağışlandı, muhakkak bağışlandı,
muhakkak bağışlandı." buyurdu.[398]
Hadis-i Şerifin Nesâî
ve Ahmed b. Hanbel'in rivayetlerinde
yerine "(Yâ Allahü,
vahidü'l-ehad) sözü yer almaktadır, âlimler (Ehad) kelimesi ile (Vahid)
kelimesi arasında bazı farklara işaret etmişlerdir. Burada o farkların anlatılmasında
herhangi bir fayda mülâhaza etmemekteyiz.
"Her ihtiyaçta
kendisine müracaat edilen" diye terceme ettiğimiz (samed) kelimesinin
başka mânâları da vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Efendiliğin bütün
şekillerini kendinde toplayan Efendi, isteklerde kendisine yönelinen ve
belâlarda kendisinden yardım istenen, mahlukâtın yok olmasından sonra da
kalıcı, kendisinden üstün kimse olmayan.
Bu kelimeden sonraki
"doğmayan, doğurmayan" cümlesinin "samed" kelimesinin
tefsiri olduğunu söyleyenler de vardır.
Gerek İhlâs Sûresi'ndeki,
gerekse bu hadisteki "doğurmamıştır, doğuruImamıhtır" cümlesi, İsa'ya
"Allah'ın oğlu" diyen Hı-ristiyanları, Üzeyir.'e "Allah'ın
oğlu" diyen Yahudileri ve Meleklere "Allah'ın kızları" diyen
müşrikleri reddetmektedir.
Hz. Peygamber mescidde
bu şekilde dua eden zatı görünce, üç defa bu zatın bağışlandığını haber
vermiştir.Resûlullah'in bunu bilmesi,bu zat Cenab-ı Allah'a kendisi anılarak
istenileni vereceği ve edilen duayı kabul edeceği bir isimle yalvarışı ya da
Hz. peygamber'in bu zatın bağışlandığını vahy vasıtası ile haber almış
olmasıyla yorumlanabilir.
Teşehhüdden sonra
okunacak dua konusunda bunlardan başka rivayetler de mevcuttur.
Buhârî ve Müslim'in
Hz. Ebû Bekr (r.a.)'den rivayet ettikleri "Ya Resûlullah bana bir duâ
öğret onunla namazımda dua edeyim, dedim. O da:
“Allah'ım ben nefsime
çok zulmettim, günahlan senden gayrî kimse bağışlamaz, katından bir bağış ile
beni bağışla ve bana merhamet et. Çünkü sen çok bağışlayıcısın çok
merhametlisin" de" buyurdu[399]
hadisi bu cümledendir.[400]
986.
...Abdullah (b. Mes'ud)dan; demiştir ki: Teşehhüdün gizli okunması
sünnettendir."[401]
Hâkim bu hadisi
Müstedrek'ine kaydettikten sonra Buhârî ve Müslim'in şartlarına göre sahih
olduğunu söylemiştir.
İbn Mes'ud'un,
teşehhüdün gizli olacağını kendi aklı ile bilmesi mümkün olmadığına göre,
bunun hükmünü Hz. Peygamber'den öğrenmiş olduğu açıktır. Bu durumda rivayet
merfu' hükmünü almıştır.
Ulemâ teşehhüdün gizli
okunacağında icmâ etmiştir. Bu konuda görüş ayrılığına rastlanılmamıştır.[402]
987. ...Ali
b. Abdurrahman el-Muâvf den; demiştir ki: Abdullah b. Ömer beni namazda çakıl
taşlan ile oynarken gördü. Namazım bitince bundan nehyedip;
Resulüllahın yaptığı
gibi yap, dedi.
Resûlullah nasıl
yapardı? dedim.
Namazda oturduğu zaman
sağ elini sağ uyluğunun üzerine koyar, bütün parmaklarını yumar ve işaret
parmağı ile işaret ederdi. Sol elini de sol uyluğu üzerine koyardı, karşılığını
verdi[403]
Açıklama
Hadis-i şerif,
teşehhüdde işaret parmağını kaldırmanın meşru olduğuna delildir.Bütün mezheb
imamları ve onların ilk arkadaşları, bunun sünnet olduğunda ittifak
halindedirler. Ancak sonraki âlimlerden bazıları, değişik mülâhazalarla görüş
değiştirmişlerdir. Bunun terkinin daha efdal olduğunu savunmuşlardır. Bu
görüşte olanların bazıları parmak kaldırılmamalı derken bunu âdet haline
getiren Râfizîlere muhalefet esprisini esas almışlar, bazıları da hiçbir
ihtiyaç yokken parmağı fazlaca kaldırmanın lüzumsuz olduğunu söylemişlerdir.
Fakat bu düşüncelerin her ikisi de zayıftır. Çünkü biz, Rafizîlerin yaptıkları
bütün hareketlen terketmekle memur değiliz. Biz ancak onların bid'atlerine
karşı çıkmakla mükellefiz. Meselâ onlar sağ elleri ile yemek yiyorlar diye biz
sol elle yiyecek değiliz. İkincisine gelince, Resûlullah'ın yaptığı bir hareket
lüzumsuz ve fazladan olamaz. Onun için teşehhüdde parmak kaldırmayı meşru
görmeyenlerin fikirlerini hesaba katmadan "bunun sünnet olduğunda icma
var" denilmiştir.
Âlimler bu işaretin
nasıl olacağında ihtilâf etmişlerdir. Bazıları hem parmağın kaldırılacağını
hem de sağa sola hareket ettirileceğini, çünkü bunun insana namazda olduğunu
hatırlattığını söylerler. Bu Mâlikîlerin görüşüdür.
Şâfiîlcre göre
teşehhüd okunurken "illallah..." denilince parmak kaldırılır ve
hareket ettirilemez. Bu hal, ilk ka'de'de teşehhüd bitinceye kadar son ka'dede
de selâm verilinceye kadar devam eder.
Hanefîlerde bir kavle
göre diğer parmaklar hiç bükülmeden "lâ ilahe" derken sağ elin işaret
parmağı kaldırılır, "illallah" derken indirilir. Ama esah olana göre
orta parmakla baş parmak halka yapılır diğerleri yumulur.
Hanbelîler ise, lafz-ı
celâlin her geçişinde onun birliğine işaret için parmaklarını kaldırırlar.
Sağ eli kesik olan bir
kimseden bu sünnet düşer, sol elle işaret yapılmaz.[404]
1.
Teşehhüdde elleri uyluklar üzerine
koymak müstehabtır.
2.
Teşehhüdde sağ elin işaret parmağını kaldırmak sünnettir.[405]
988.
...Abdullah b. ez-Zübeyr (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) namazda
oturduğu zaman sol ayağını sağ bacağının altına koyar, sağ ayağını da yere
yayardı. Sol elini sol dizinin üstüne, sağ elini de sağ uyluğu üstüne koyar ve
parmağı ile işaret ederdi. (Affân der ki:) Abdulvâhid bunu bize gösterir ve
şehâdet parmağı ile işaret ederdi.[406]
İlk bakışta bu
rivayetle 176. babtaki hadisler arasında bir zıtlık göze çarpmaktadır.Çünkü o
hadislerde Resûlullah'ın sağ ayağını dikip, sol ayağını yaydığı bildirildiği
halde, bu rivayette tam aksi ifâde edilmektedir. Bu yüzden İbn Reslân bu
rivayetteki "sağ ayağını yayar" sözünün bir çok fakihe müşkil
geldiğini söylemiş, Ebû Muhammed de; "doğrusu sol ayağını yaydı şeklinde
olmalıdır" demiştir.
Kurtubî ise, rivayeti
zahiri üzere almanın doğru olacağını, Resûlullah'ın bunu bir özründen dolayı ya
da her iki oturuş şeklinin de caiz olduğunu göstermek için yapmış olacağını
söyler. İsabetli olan görüş, Kurtubî'nin dediği olmalıdır.[407]
1. Namazda
sol ayağı sağ bacak altına koyup sağ ayağı yere yayarak oturmak da caizdir.
Ancak bu şekil, Efendimizin nadiren yaptığıdır.
2. Sol eli
sol dizin üzerine koymak meşrudur.[408]
989.
...Abdullah b. ez-Zübeyr (r.a.)'den rivayet edildiğine göre: Hz. Peygamber
(ka'dede) duâ ettiği zaman parmağı ile işaret eder onu hareket ettirmezdi.
İbn Cüreyc dedi ki:
Amr b. Dinar şunu da ilave etti: "Âmir'in babası (Abdullah b.
ez-Zübeyr)'den rivayet ettiğine göre, o (Abdullah) Resûlullah (s.a.)'i böylece
(hareket ettirmeden) işaret ederken ve sol kolu sol uyluğunun üzerine
yüklenirken gördü. "[409]
Bu hadis-i şerif Hz.
Peygamber'in ka'dede duâ ederken parmağını
kaldırdığını
bildirmektedir.Bu duâ "et-
tehiyyâtu'Mür, ya da
onun içindeki "eşhedii en lâ ilahe illallah" kelimesidir.
Bu rivayette,
Resûlullah'ın parmağını hareket ettirmediğinin serahaten bildirilmesi, işaret
ederken parmağın hareket ettirilmeyeceğim söyleyen Hanefî ve Şâfiîlerin
delillerindendir. Bu görüşte olanlar Beyhakî'nin, Resûlul-iah'ın parmağını
hareket ettirdiğine dair olan rivâyetindeki hareketi işarete hamletmişler,
hareketin tekrarına delâlet olmadığını söylemişlerdir. Bazı Hanefîler, parmağı
'iâ ilahe" derken kaldırılıp, "illallah" derken indirmenin bir
nevi hareket olduğunu söyleyerek kendilerini aynı zamanda bu hadisle de amel
etmiş sayarlar.
İşaret ederken
parmağın sağa-sola hareket ettirileceğini söyleyen Mâlikîlere göre ise,
üzerinde durduğumuz hadisin, hareketin daima vâcib olmayıp hareket
ettirmemenin de caiz olduğuna işaret etmek için vârid olduğunu söylerler.
İşaretin ne zaman
yapılacağı ve bu konudaki ihtilâflar, bu babın ilk hadisinin izahında
açıklanmıştır. Parmakların ne zaman yumulacağı konusu da ihtilaflıdır.
Şafiî, Hanbelî ve
Mâlikilere göre teşehhüd için oturulduğunda parmaklar yumulur, Hanefî mezhebindeki
muteber görüşe göre oturulunca önce parmaklar uyluk üzerine düz olarak
konulur, şehâdet parmağı kaldırılacağı zaman diğer parmaklar da yumulur.
Hadisin sonunda İbn
Cureyc'in sözünün nakledilmesinin sebebi Ibn Cüreyc'in bu hadisi iki ayrı
râviden naklettiğine işarettir. Yani İbn Cureyc bu hadisi hem Ziyâd'dan baştaki
metinle; hem de Amr b. Dinar'dan sonraki ilâve ile rivayet etmiştir.
Hz. Peygamber'in sol
eli ile sol uyluğu üzerine yüklenmesinden mak-sad, elini uyluğu üzerine yayar
bir vaziyette koyduğuna işarettir.[410]
1.
Teşchhüdde sağ elin işaret parmağını kaldırmak sünnettir. Fakat başparmak
hareket ettirilmez.
2. Ka'de
esnasında sol kol, sol uyluk üzerine yapışırcasına konulur.[411]
990. ...Muhammed
b. Beşşâr, Yahya'dan, Yahya İbn Aclân'dan, İbn Aclân, Âmir b. Abdullah b.
ez-Zübeyr*den o da babasından bir önceki hadisi rivayet etmişlerdir. Yahya bu
(rivayetinde) İbnu'z-Zübeyr'in:
"Resûlullahın
gözü işaretinden ayrılmazdı" dediğini de söyler.
Ancak Haccâc'm (bundan
önceki) hadisi, (Yahya'nın bu hadisinden) daha tamdır.[412]
Bu hadisi şerifte,
namaz kılan kimsenin teşehhüd esnasında işaret ettiği parmağa bakmasının
müstehab olduğuna delâlet vardır. Ancak bu konu mezhebler arasında ihtilaflıdır.
Malikîlere göre
namazda devamlı olarak kıbleye bakılır, tbn Rüşd, İmam Mâlik'in mezhebinin bu
olduğunu söyler.
Şafiî ve Hanbelîlere
göre, secde mahalline bakılır. Ancak Şafiîler teşehhüd hâlini bundan istisna
etmişler ve bu hadiste işaret edildiği gibi, teşehhüd esnasında işaret edilen
parmağa bakılması gerektiğini söylemişlerdir.
Hanefî mezhebinde,
namazdaki hareketin değişmesi ile bakılacak yer de değişir. Kıyamda iken secde
edilecek yere, ruku'da iken ayaklara; secde halinde burnun ucuna; otururken
kucağa; sağa selâm verirken sağ omuza; sola selâm verirken de sol omuza
bakılmalıdır. Ancak bu tafsilatın nass olarak bir delili yoktur. İbn Âbidin bu
tafsilatın Tahâvî ve Kerhî gibi büyük Hanefî âlimlerinin tasarruflarından
olduğunu, Zahirî rivâyetde nakledilenin, namaz kılan kimsenin devamlı secde
yerine bakması gerektiği olduğunu söyler.
Namazda iken bakılacak
istikametle ilgili başka hadisler de vardır.
Ahmed b. Hanbel ve Ebû
Davud'un rivayetlerinde[413]
namazda gözlen havaya dikmenin hoş karşılanmadığı anlaşılmaktadır. Ahmed ve
Nesaî de Yahya'dan üzerinde durduğumuz hadisi rivayet etmişlerdir.[414]
Bu rivayette
öncekilere ilâveten teşehhüd de parmakla işaret edudıgı zaman, parmağı takip
etmenin mustehab olduğuna işaret edilmektedir.[415]
991.
...Mâlik b.Numeyr el-Huzâî[416] babası Numeyr'den; demiştir ki: Resûlullah
(s.a.)'ı sağ kolunu sağ uyluğunun üzerine koymuş ve işaret parmağını kaldırmış
bir vaziyette gördüm. Ancak parmağını birazcık bükmüştü.[417]
Hadis-i şerif
teşehhüdde işaret edilirken parmağı dik tutmanın şart olmayıp eğik tutulmasının
da caiz olduğuna delildir.[418]
992. ...îbn
Ömer (r.a.)'den; demiştir ki: ResûluIIah (s.a.) -Ahmed b. Hanbel'in rivayetine göre-
insanın namazda eli üzerine dayanarak oturmasından; -İbn Şebbûye'nin dediğine
göre- namazda eli üzerine dayanmasından, -İbn Râfi'in dediğine göre ki, o bunu
secdeden (başı) kaldırma konusunda zikretmiştir-, adamın eli üzerine dayanarak
namaz kılmasından - İbn Abdilmelik'in rivayetine göre ise,- kişinin namazda
ayağa kalktığı zaman eli üzerine dayanmasından nehyetti.[419]
Hadis metninden de
anlaşıldığı gibi müellif Ebû Dâvûd bu hadisi dört ayrı hocasından rivayet etmiştir.
Bu rivayetler arasında da bazı farklar bulunmaktadır.
Ahmed b. Hanbel'in
rivayetine göre Hz. Peygamber namazda otururken el üzerine dayanma, İbn
Şebbü'ye ve İbn Râfi'in naklettiğine göre herhangi bir pozisyon zikredilmeden
mutlak olarak namazda el üzerine dayanma, tbn Abdilmelik'in haberine göre de
ayağa kalkarken ele dayanma yasaklanmıştır. Bu rivayetler arasında ifade
farklılıkları olmakla beraber, hepsi namazda el üzerine dayanmanın
yasaklandığı esasında müttefiktirler. Hz. Peygamberdin ömrünün sonuna doğru
kilo alıp ağırlaştığı devrelerde namaz kılarken bir bastona dayanması bir özre
mebni olduğu için bu hadise zıt sayılmamalıdır. Bu hadis namazda el üzerine
yaslanmanın yasak olduğunu gösterir, insanın kendi uzvuna dayanması, mekruh
olduğuna göre başka bir şeye yaslanmasının öncelikle memnu olması gerekir.
Âlimler bu yasaklamayı kerahete hamletmişler ve namazda özürsüz yere bir şeye
dayanmanın mekruh olduğunu söylemişlerdir.[420]
Bir kimsemn namaz
kılarken özürsüz olarak elinin üzerine dayanması mekruhtur. Bu hususta namazın
bütün halleri müsavidir.[421]
993.
...İsmail b. Ümeyye'den; demiştir ki: Parmaklarını birbirine geçirmiş olarak
namaz kılan adamın durumunu Nâfi'den sordum.
İbn Ömer, "bu
gazaba uğrayanların namazıdır" dedi, cevabını verdi.[422]
İbn Ömer'in sözündeki
"gazaba uğrayanlar" ifadesinden Allah'ın gazab ettiği Yahudileri
anlamak mümkün olduğu gibi parmakları birbirine geçirerek namaz kılmanın, bunu
yapanların Allah'ın gazabına sebep olacağı manasında anlamak da mümkündür. Her
ne kadar üzerinde durduğumuz haberde parmakları birbirine geçirmek sadece
namaz içerisinde hoş karşılanmamışsa da aslında namaza giderken veya namazı
beklerken de bu hareketten kaçınılması gerekir. Hanefîlere göre bu üç halde
parmaklan birbiri arasına geçirmek mekruhtur.
Şevkânî, bu hareketin
men'edilmesindeki hikmetin ne olduğunda ihtilâf edildiğini söyler. Bunun
nehyedilmesi, bazılarına göre abesle iştigal olduğu; bazılarına göre şeytana
benzeme söz konusu olduğu; diğer bazılarına göre ise, bu harekete şeytanın
yöneltmiş olduğundan dolayıdır. Nehy, bu hareketin haram olmasını gerektirir.
Ancak ileride Ebû Davud'un da işaret edeceği Zülyedeyn hadisi hükmün
hafifletilmesini gerektirmiştir. Yukarıda da işaret edildiği gibi, Hanefîler bu
harekete mekruh demişlerdir.[423]
994. ...îbn
Ömer'den rivayet edildiğine göre "namazda otururken sol eli üzerine
dayanan -Hârûn b. Zeyd, "sol yanına düşen" der-bir adam görüp
kendisine:
Bu şekilde oturma,
çünkü azab edilecek olanlar böyle oturur, dedi.[424]
Ebû Dâvud bu eseri,
Harun b. Zeyd ve Muhammed b. Seleme b. Seleme adlarında iki ayrı zattan
işitmiştir. Bunlar da müşterek olarak Hişâm b. Sa'd'den nakletmişlerdir. Ancak
hadiseyi aktarırken değişik ifâdeler kullanmışlardır. Metin esas olarak Muhammed
b. Seleme' nin sözleri ile nakledilmiş, Harun'un farklı ifâdesi bir parantez
cümlesi olarak tire arasında terceme edilmiştir.
Bu rivayet de namazda
otururken elleriyle yere dayanmanın meşru olmadığını göstermekte ve bu
hareketin azaba sebeb olacağını vurgulamaktadır. Her ne kadar bu rivayet Ibn
Ömer'in sözlerini ihtiva ediyorsa da herhangi bir hareketin azaba sebeb olacağı
akılla bilinemeyeceği için, Resûlullah'ın sözü hükmündedir. İbn Ömer bunu kendi
kafasına göre değil, Hz. Peygamber'den duyduğu bir bilgiye dayanarak söylemiş
olmalıdır.[425]
995. ...Ebû
Ubeyde babası (Abdullah b. Mes'ud)'dan rivayet etmiştir ki;
Nebî (s.a.) ilk iki
rekatten sonra otururken sanki kızgın taş üzerinde imiş gibi otururdu.
(Şu'be) dedi ki; biz
(Sa'd b. İbrahim'e); "kalkıncaya kadar (böyle) mi?" dedik. (O da;
"evet) kalkıncaya kadar" dedi.[426]
Hadis-i şerif, Hz.
Peygamberin ilk teşehhüdü gayet kısa kestiğini göstermektedir. Râvî bu kısalığı
"sanki kızgın taş üzerinde otururdu" diye kinayeli bir tarzda ifade
etmiştir. Rivayetten, Hz. Peygamberin ayağa kalkıncaya kadar bu hal üzere
olduğu da anlaşılmaktadır. Tirmizî, "Ulemâ katında amel, bu şekildedir.
Âlimler kişinin ilk iki rekâttan sonraki oturmada ettehiyyatü'den fazla birşey
okunmayacağını buna birşey ilâve edilirse, sehv secdesi gerektirdiğini
söylerler. Şa'bî ve başkalarından böyle rivayet edilmiştir" der.
Mâliki, Hanbelî ve
Hanefî mezhepleri ile Nehaî, İshak ve Sevrî'ye göre ilk teşehhüdde duâ ve
ResûluIlalVa salevâttan başka birşey okunmaz. Hane-filer, diğerlerinden farklı
olarak bunlara yapılan bir ilâvenin sehv secdesi gerektirdiğini de söylerler.
Şafiîlere göre,
teşehhudde ilâve olarak sadece Resûlullah"a salevât caizdir. Onun âline
salevât getirilmez ve dua okunmaz.[427]
ilk ka'dede
ettehiyyatii'den başka birşey okunmamalıdır. Okunursa, Hanenlere göre sehv
secdesi gerekir.Mesele fıkıh kitaplarında etraflıca açıklanmıştır.[428]
996.
...Abdullah (b. Mes'ûd r.a.)'den rivayet edildiğine göre; Resûlullah (s.a.)
yanağının beyazı görününceye kadar sağına ve soluna (dönüp); "Allah'ın
selâm ve rahmeti üzerinize olsun" diye selâm verirdi,
Ebû Dâvûddedi ki: Bu
Süfyan'ın hadisinin lâfzıdır. İsrail'in hadisi ise, selâmı tefsir etmemiş,
selâmın şeklinde olduğunu söylememiştir.
Ebû Dâvud dedi ki: Bu
hadisi, Züheyr Ebû İshâk'dan; Yahya b. Âdem İsrail'den o Ebû İshak'tan, Ebû
İshale, Abdurrahman b. Esved'dent o da babası ve Alkame'den, (yahut da Ebû İshak
Alkame'-den)[429] onlar da Abdullah (b.
Mes'ud)'dan rivayet etmişlerdir.
Yine Ebû Dâvûd, Şu
'be, bu Ebû İshak hadisinin (merfû olduğunu) kabul etmezdi, demiştir.[430]
Hadis-i şerif,
Hz.Peygamberin namazdan çıkarken verdiği selâmın şeklini beyân etmektedir.
Buradan anlaşıldığına göre Resûlullah yanağının beyazı, arkasında namaz kılan
biri tarafından görülünceye kadar sağa ve sola döner ve her iki tarafa da diye
selâm verirdi.
Bu gerek imam gerek
cemaat olsun ve gerek tek başına kılınsın, gerekse cemaatle kılsın namaz kılan
her müslümanın bîr sağına ve bir de soluna olmak üzere iki defa selâm
vermesinin meşru olduğuna delildir. Sahâbi ve tabiînin cumhuru Ahmed, İshâk,
Sevrî, Ebu Sevr ile Şafiî ve Haneliler bu görüştedir. Bunlar, açıklamakta
olduğumuz hadisten başka Müslim'in, Sa'd b. Ebi Vakkâs'tan ve Nesâî'nin
Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet ettikleri, iki defa selâm vermeyi meşru gösteren
hadislere dayanmışlardır.
İbn Ömer, Enes, Seleme
b. el-Ekva', Âişe, Hasan, İbn Şîrîn, Ömer b. Abdilaziz, Evzâî ve diğer bazı
âlimler meşru olanın sadece bir selâmın olduğunu söylemişlerdir. Bunlar da
Tirmizî ve İbn Mâce'nin Âişe'den Beyhakî'-nin Enes'den, İbn Mâce'nin Sehl b.
Sa'd ve Seleme b. el-Ekva'dan rivayet ettikleri Hz. Peygamberdin bir defa selâm
verdiğini bildiren hadislerdir. Birinci görüşte olanlar bütün bu rivayetlerin
zayıf olduğunu, dolayısıyla delil olamayacaklarını söylemişler ve bunu isbat
etmişlerdir. Menhel sahibi bu iddiaların mesnedini teker teker nakletmiştir.[431]
Bu görüş sahihleri,
"bu hadislerin sübûtu kabul edilirse, Hz. Peygam-ber'in bir defa selâm
vermesi bunun caiz olduğuna işaret içindir, iki defa selâmın meşru'iyetini
bildiren hadisler ise, daha kâmil olana delâlet eder ki, bunlar daha meşhur,
daha çok ve daha sağlamdır" derler.
Mâlikîlere göre, eğer
namaz kılan imamsa ya da tek başına kılıyorsa namazdan çıkmak maksadıyla bir
defa selâm verir. Eğer muktedi ise, (imama uymuşsa) namazdan çıkmak maksadıyle
bir defa sağına bir defa da imama cevab olmak üzere soluna selâm verir. İmamın
selâmına karşılık verme, 1001 numarada gelecek olan Semure hadisine dayanır.
Tabiatiyle Malikîlerin görüşlerinin de dayanakları vardır. Ancak sözü uzatmış
olmamak maksadıyle onları burada saymaya gerek görmedik.
Bütün fakihler bu
selâmların ilkinin vâcib olduğunda hem fikir olmakla beraber ikincisinin
hükmünde ihtilâf etmişlerdir. Cumhura göre bu sünnettir. İmam Ahmed'den bir
rivayet, İmâm Mâlik'in bazı taraftarlarının fikirleri, bazı Zahirîler ve
Tahâvîile Kadı Ebû Tayyib'in Hasen b. Sâlih'-den nakilleri ikinci selâmın da
vâcib oluşu istikametindedir.
Hadis-i şerif selâmın
şeklinin şeklinde olduğunu bildirmektedir. Hanbelîler de bunu söylemişlerdir.
Mâlikîlere göre demek vâcibtir. Bundan sonra ilâve edilmez. Mâlikîlere göre bu
terkibten başka bir şekilde namaz caiz değildir. Şafiîler de aşağı yukarı bu
görüştedir. Ancak ilâve etmek sünnettir.
Hanelilere göre her
iki tarafa selâm verirken "esselâmü a ley küm verahmetullah" demek
sünnetdir. Fakat sadece "esselâmii aleyküm" "esselam"
(selamün aleyküm) veya "aleykümüsselam" demekle de selâm verilmiş
sayılır, ancak sünnet terk edilmiş olur.
Yine hadisten, selâm
verirken sağa-sola dönüşte mübalağa edilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Bunun
derecesi arkadan yanak beyazlığının görülmesidir. Bütün mezhepler bu konuda
müttefiktir. Ancak Mâlikîlerden iki rivayet vardır.
Ebû Davud'un hadisin
sonuna yaptığı taliklerin ilkinde bu rivayetin Süfyan'dan nakledilen lâfızlar
olduğu, İsrail'in rivayetinde Hz. Peygamber'in selâm verirken dediğine dair bir
işaret olmadığı dile getirilmektedir.
İkinci talik, hadisin
senedindeki farklılıklara işaret için getirilmiştir. Biz burada bu
farklılıkların tafsilatına lüzum görmemekteyiz.
Son ta'lik ise,
Şu'be'nin bu hadisin merfu olduğunu kabuJ etmediğini bildirmektedir. Ancak bazı
nüshalarda "merfu olduğunu" kaydı yoktur. "Şu'be bu hadisi inkâr
etti" denilmektedir. Ebû Davud'un bu taliki getirmekteki maksadı, hadisin
za'fına işarettir. Ancak Şu'be'nin, bu hadisi inkâr etmesine pek itibar edilmemiştir.
Çünkü Dârekutnî Züheyr'in isnadının sahih olduğunu söylemiş, Tirmizî de Süfyân
kanalıyla Ebû İshak'tan rivayet edip sahih demiştir.[432]
1. Namazdan
çıkarken her iki tarafa da selâm vermek meşrudur.
2. Selâmın
sünnete uygun olan lâfzı şeklindeki ifadesidir.
3. Sağa ve
sola selâm verirken yanağın beyazlığı arkadan görülebilecek şekilde kafayı döndürmek sünnettir.[433]
997. ...Alkame
b. Vail, babası Vâil'den; onun şöyle dediğini rivayet etmiştir: Resûlullah
(s.a.)'le birlikte namaz kıldım. Efendimiz sağına ve soluna "Esselâmü aleyküm ve rahmetullahı ve
berekâtühü" diyerek selâm verirdi.[434]
Bu rivayette
öncekinden farklı olarak dan sonra
ilavesi vardır.
Bu, selâmda böyle bir
ilâvenin meşru olduğunu gösterir. Hanbelîler, Hanefîlerden Serahsî, Şâfiîlerden
de İmamü'l-Haremeyn bu görüştedirler.
Selâma ilâvesinin
yapılmasının meşru olup olmadığına muhakkik âlimler arasında epey ihtilâf
vardır. Bu farklı görüşlerden bu ilâvenin meşru ve Resûlullah'ın fiilinde sabit
olduğunu söyleyenlerin delilleri daha sağlamdır. Şâfiîlerden Remlî kelimesinin
sübutu birçok yoldan gelmiştir. Bundan dolayı birçokları bu ilâveyi yapmanın
mendub olduğunu söylemişlerdir" der.
Bu konudaki rivayetler
gözönüne alınınca denebilir ki, selâmda kelimesini ilâve etmek müstehab, bu
ilâvenin bid'at olduğunu söyleyenlerin sözleri ise bâtıldır.[435]
998.
...Câbir b. Semure'den; demiştir ki: Biz Resûlullah'ın arkasında namaz
kılıyorduk. Bir adam sağındaki ve solundakine eli ile işaret edip selâm verdi.
Resûlullah namazını bitirince:
“Sizden birinin bu
hâli ne? Sanki o azgın atın kuyruğu gibi elini sallıyor.[436]
Halbuki sizden birinin şöyle yapıvermesi kâfidir. -Kâfi değil mi?-" deyip
(elini dizine koydu ve) parmağı ile işaret etti. (Resûlullah bundan sonra şöyle
buyurdu:) "sağındaki ve solundaki kardeşine selâm verir."[437]
Hadis-i şerifin Müslim
ve Nesâi'deki rivayetlerde "Birinize elini dizi üzerine koyması
yeter" denilmektedir. Ebû
Davud'un bir sonraki rivayeti deı bunun gibidir. Onun için bu rivayet gözönüne alınarak
terceme edilmiş = "eliyle işaret etti" cümlesinin = "şöyle
yapması yeter" sözünün râvî tarafından yapılan tefsiri olarak kabul
edilmiştir. Bazı sarihler cümlesini cümleciği üzerine atfederek "şöylece
yapması ve eli ile işaret etmesi..." şeklinde anlamışlar ve cümlesini de
Resûlullah'ım kelâmı olarak değerlendirmişlerdir. Ancak bu durumda fiilini
muzârî manasına almak gerekir.cümlesini "şöylece yapması" mânâsına
alıp bundan elleri dizler üzerine koymayı anlamanın mümkün olup olmadığı
konusunda BezluI-Mechûd'da bir hayli münakaşa yer almıştır. Bizim yaptığımız
terceme, Bezlül'-mechüd sahibinin tercihinin aksine olmuştur...
Namazda parmağı
kaldırarak işaret etmeye dair bilgi 180 - 181. babın hadislerinin açıklamasında
geniş olarak verilmiştir.[438]
1. Namazda
sağ ve sol tarafta durana işaret etmek caiz değildir.
2. Eli diz
üzerine koyup, şehâdet parmağı ile işaret etmek meşrudur.[439]
999. ...Muhammed
b. Süleyman el-Enbârî, Ebû Nuaym vasıtasıyla aynı hadisi önceki isnad ile
Mis'ar'dan aynı manada nakletmiştir. (Bu rivayette) Resûlullah şöyle
buyurmuştur:
“Sizden -veya[440]
onlardan- birisine elini dizine koyması sonra da sağındaki ve solundaki kardeşine
selâm vermesi yetmez mi? (yeter).[441]
Bu rivayette
öncekinden farklı olarak, Hz. Peygamberin elleri dizleri üzerine koymayı
tavsiye etmesi belirtildiği halde parmakla işarete temas edilmemiştir.[442]
1000. ...Câbir
. Semure (r.a.)'den; demiştir ki: Cemaat (selâm verirken) ellerini kaldırmış
bir vaziyette iken Resûlullah (s.a.) yanımıza girdi. Züheyr, (A'meş'in)
"namazda" dediğini zannediyorum, dedi ve şöyle buyurdu:
"Bana ne oluyor
ki, sizi azgın atların kuyrukları gibi ellerinizi kaldırmış bir halde
görüyorum? Namazda sakin olunuz."[443]
Cemaatin namazda
ellerini kaldırdıkları safha Önceki rivâyetlerden anlaşıldığına göre selâm
safhasıdır. Yani Hz. Peygamber, cemaatin selâm verirken ellerini sağa-sola
kaldırarak işaret ettiklerini görmüş bunu ayıplayarak atın kuyruk sallamasına
benzetmiş ve namazda sakin olmalarını emretmiştir.
Nevevî bu hadisle
ilgili olarak şöyle der: "Burada yasaklanan el kaldırmaktan maksat,
onların selâm esnasında iki tarafa işaret ederek selâm vermeleridir."
Bazı âlimler bu
hadiste yasak edilen el kaldırmanın herhangi bir harekete mahsus olmayıp
namazın tamamı ile alâkalı olduğunu, dolayısıyla hiç bir surette namazda el
kaldırılamayacağını söylerler. Ancak bu iddia iftitah tekbirinde, ruku'a
eğilirken veya kalkarken elleri kaldırmanın meşru olduğuna işaret eden
hadislerin delâleti ile reddedilir. Burada yasaklanan el kaldırmanın selamla
ilgili olduğu kabul edilince hadisler arasında bir ihtilâf kalmaz.
Tercemede tire arasına
aldığımız kısım Züheyr'in kesin hatırlayamadığı bir kısımdır. A'meş'in hadisi
naklederken "insanlar namazda da ellerini kaldırmış bir halde
bultraurkrken Resulııllalı yanımıza girdi" dediğini zannetmiş fakat bunu
kesin hatırlayamamış ve bu tereddüdüne işaret etmiştir.[444]
1001.
...Semure'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.) bize imamın selâmına karşılık
vermemizi, birbirimizi sevmemizi ve biri birimize selâm vermemizi emretti.[445]
Hadis-i şerif mânâ
olarak açıktır. Ancak hüküm itibariyle üzerinde durulması gerekir. Metin
muktedinin, imamın selâmına karşılık vermesi gerektiğine delâlet ediyorsa da bu
konu ihtilaflıdır.
Mâlikîlere göre imama
uyan kimse (muktedî) birinci selâmla namazdan çıkmayı kasteder. İkincisinde
başını çevirmez, yönü istikâmetine selâm verir ve bunun, imamın selâmına
karşılık olmasını kasteder. Üçüncüsünde de sol tarafındaki cemaate niyet eder.
İmam ise ilk selâmıyla hem namazdan çıkmaya, hem de melekleri ve cemaati
selamlamaya niyet eder.
Hanbelîlere göre,
namaz kılanın selâmı ile namazdan çıkmayı kasdetmesi müstehabtır. Eğer muktedî
ise, bu selamı ile imamın selâmına karşılık vermeyi ya da diğer cemaati ve
Hafaza meleklerini selamlamayı kasdetmesi caizdir.
Şâfiîlere göre eğer
imama uyan kimse imamın sağ tarafında ise ikinci selâmla; sol tarafında ise,
ilk selâmıyla; tam arkasında ise, istediği biri ile imâmın selâmına karşılık
vermeye niyet eder. Bu selâmlarda ayrı iki taraftaki melekleri müslümanları ve
cinleri de niyet eder. İmam da selâm verirken iki tarafındaki meleklere ve
insanlara niyet eder.
Hanefîlere göre ise
imam, muktedinin sağ tarafında ise, muktedi ilk selâmı ile sağ tarafındaki
insanları ve hafaza melekleri, solunda ise, ikinci selâmında solundakileri
niyet eder. Tam imamın hizasında ise, istediği selâm ile istediklerini niyet
edebilir. İmam ise, her iki selâmla da cemaati ve Hafaza meleklerini kast
eder. Tek başına namaz kılan sadece Hafaza meleklerini niyet eder.
Nevevî, bu
anlatılanlardan, namazdan çıkmaya niyetin haricindekilerinde, niyetin vâcib
olmadığında ihtilâfın olmadığını; namazdan çıkılmasına niyetin hükmünün ise,
ihtilaflı olduğunu söyler. Bu Hanbelîlere göre müstehabtır. Selâmlarda niyeti
öngören hadislerdeki emir istihbâba hamledilir.[446]
1.
Müslümanlar namaz dışında olduğu gibi namazdan çıkarken de birbirlerini
selamlamahdırlar.
2.
Müslümanların birbirini sevmesi Efendimiz tarafından emredilmiştir.[447]
1002. ...İbn
Abbâs (r.a.)'dan; demiştir ki; Resûlullah (s.a.) 'in namazının bittiği,
tekbirle bilinirdi.[449]
Hadis-i Şerifin
Buhârî'deki bir rivayeti, İbn Abbâs'ın sözü olarak, "Ben Resûluilah'ın namazının bittiğini tekbirle
bilirdim" ifâdesi
yer almaktadır.
Hadis-i Şerifin zahiri,
sahâbilerin zikre (hamd ve tesbihden önce) tekbirle başladıklarını gösterir.
Ancak hadisten kast edilen bu değildir. Onlar namazdan sonra zikrediyorlardı ve
bu zikir, namazdan sonraki istiğfar, teşbih, tekbîr, hamd (vs.) tümünü içine
alıyordu.
İmam Nevevî bu hadisin
"namazın sonunda zikrederken sesi yükseltmek müstehabtır" diyenlerin
görüşlerine delil olduğunu söyler. Fakat İbn Battal ve diğer bazı âlimler bütün
mezheb sahiblerinin zikir ve tekbirde sesi yükseltmenin müstehab olmadığında
müttefik olduklarını nakletmişlerdir.
İmam Şafiî bu hadisi,
Resûluilah'ın ashaba öğretmek için çok az bir zaman zikri açık yaptığına
hamletmiştir.
İbn Abbâs'ın çocuk
olduğu için arka saflarda namaz kıldığı, bu yüzden namazın bittiğini selâmla
değil, tekbirle bilebildiğini söyleyenler de vardır.
Bazı âlimler de
hadisin teşrik günleri ile alakalı olduğunu, çünkü bugünlerde farzlardan sonra
yüksek sesle tekbir getirildiğini söylerler. Cehri zikri mekruh gören
Hanefîlerin görüşüne bu tefsir daha uygundur.[450]
1003. ...İbn
Abbâs (r.a.)'in haber verdiğine göre, Resûlullah (s.a.) devrinde cemaat farz
namazı bitirince zikirde seslerini yükseltirlerdi. (Hatta) İbn Abbâs demiştir
ki: "Ben o sesi duyar ve cemaatin namazdan çıktığını bununla
bilirdim."[451]
Hadis-i şerif namazdan
sonra zikrederken sesi yükseltmenin meşru olduğuna delildir.Konu ile ilgili
tafsilat önceki hadisin açıklamasında geçmiştir.[452]
1004. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Selâmı uzatmamak
sünnettir."[454]
Hadis-i şerif namazda
selâmı uzatmamanın sünnet olduğunu göstermektedir. Bundan maksat,
Ibnu'l-Mübârek'in dediğine göre, kelimelerinin çekilmemesi, kısa kesilmesidir.
Tirmizî bu hadisi için
hasen-sahîh dedikten sonra muhtevasının bütün ulemâ tarafından müstehab
görüldüğünü söylemiştir.
İbn Seyyidi'n-Nâs:
"Ulemâ, selâm lâfızlarını tek tek söylemenin ve onu uzatmamanın müstehab
olduğunu söylemişlerdir. Bu konuda ulemâ arasında ihtilâf bilmiyorum"
der. Namazda sadece selâmın değil, intikal tekbirlerinin de imam tarafından
uzatılmaması gerekir. Çünkü bu uzatma imamın muktedîden sonraya kalmasına Sebep
olmaktadır.
Bu hadisin
Tirmizî'deki rivayeti mevkuftur ve "selâmı uzatmamak sünnettir" sözü,
Ebû Hüreyre'ye aittir. Hadisin Zührî'den sonraki râvisi Kurre b. Abdurrahman
olduğu için bu hadise zayıf denilmiştir. Çünkü Kurre tenkide uğramıştır.[455]
1005. ...Ali
b. Talk (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
“Sizden biri namazda
sessizce yellenirse ayrılsın, abdest alsın ve namazını iade elsin."[456]
Bu hadis
Kitâbu't-tahâre'den 205 numara ile geçmiş ve gerekli açıklama orada yapılmıştır.
Ancak bu konudaki Hanefî mezhebine ait hükümlerin kısaca tekrar ele alınmasında
fayda bulunmaktadır:
Namaza imamla
başladığı halde namaz içerisinde elinde olmayan bir sebepten dolayı abdesti
bozulan kimseye lâhık denilir.
Namaz içerisinde
abdesti bozulan kimse, hemen saftan ayrılır, namaza aykırı bir harekette
bulunmaksızın en yakın musluğa kadar gidip abdest alır ve cemaate geri döner.
Eğer mümkünse imamla beraber kılamadığı rek'at ve rükünleri kaza eder, sonra
tekrar imama uyarak onunla selâm verin Geçirdiklerini kaza ettikten sonra
imama uyamayacağını bilirse, cemaate dönünce doğrudan imama uyar, imam selâm
verince kaçırdığı rekatleri ve rükünleri kaza eder.
Lâhık bilfiil muktedî
gibidir. Nasıl mukledî, imamın arkasında birşey okumazsa, lâhık da geçirdiği
rekatleri kendi kendine kaza ederken Kur'ân okuyamaz ve kendi kendine kılacağı
rekatlerde hala ederse, sehv secdesi yapmaz.
İmam sehv secdesi
yapacak olsa, lâhık namazını tamamlamarmşsa imamla beraber secde yapmaz,
namazını tamamlar ondan sonra bu secdeleri yapar.
Namazda iken imamın
abdesti bozulursa, yerine başkasını geçirir. Bunun usûlü şöyledir: Elinde
olmayan bir sebeple abdesti bozulan imam cemaat içerisinde salih bir zatı
elbisesinden tutarak veya işaretle öne geçirir ve kendisi abdest almak için
çıkar yerine geçirdiği kişi namaza bıraktığı yerden devam eder. İmam yerine
birisini geçirmeden mescidden çıkarsa, cemaatin namazı bozulur, yeni baştan
kılmaları gerekir.[457]
1006. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Biriniz"
-(Müsedded'in) Hammâd'dan yaptığı rivayetteki ziyâdeye göre -"namazı
(yani nafile) için" - Müsedded'in Abdulvâris rivayetine göre-
"ileriye geriye veya sağa-sola gitmekten âciz mi? (gitsin)."[458]
Ebû Davud'un hocası
Müsedded b. Müserhed bu hadisi iki ayrı zat (Hammad ve Abdulvâris)'den rivayet
etmiştir. Ancak bu râvilerin rivayetleri arasında bazı farklılıklar vardır. Bu
hadis bu iki rivayetin birleştirilmesinden meydana gelmiştir. Râvilerin her
birinden alınan kısım, tercemede tire arasında gösterilmiştir. Hadis-i şerifin
düzgün tercemesi şöyledir: Hz. Peygamber: "Sizden bîri namazda (yani
nafile) için ileriye - geriye veya sağa - sola gitmekten âciz midir?"
buyurmuştur.
Bu hadis farz namazı
kılan bir kimsenin bundan sonra nafile kılmak isterse evvelki yerini
değiştirmesinin meşru olduğuna delildir. Yer değiştirme konusunda imam ile
cemaat arasında fark yoktur. Bundan maksat, Bu-hârî ve Beğavî'nin dediği gibi
secde mahallerini çoğaltmaktır. Çünkü secde yerleri kıyamet gününde kişinin
namazına şahitlik edecektir. Ayrıca imamın yerinde durması, sonradan gelenler
için karışıklığa sebep olabilir. Bunlar imamın farz mı yoksa nafile mi
kıldığını bilemezler.
Neylül-Evtâr'da;
"bu sebep farzdan evvel nafile kılındığı takdirde farz için o yerin
değiştirilmesini de gerekli kılar. Ayrıca ayrı ayrı nafilelerde de yerin
değiştirilmesi gerekir. Eğer yer değiştirilmezse aralarının söz ile ayrılması
lâzımdır. Çünkü arada konuşmadan veya çıkmadan bir namazın başka bir namaza
birleştirilmesinin nehyedildiğine dair hadis vardır"
denilmektedir.Şevkanî'nin işaret ettiği hadis ilerde gelecektir.
Bu ifâdelere bakarak
diyebiliriz ki, imamlar farzdan evvelki sünnetleri mihrabın dışında bir yerde kılmalılar,
farzdan sonraki sünnetleri kılmak için de mihrabtan ayrılmalı veya mihrab
genişçe ise, iyice sağa ya da sola çekilerek kılmalıdırlar.[459]
1007.
...Ezrak b. Kays dedi ki: Künyesi Ebû Rimse[460]
olan bir imam bize namaz kıldırıp şöyle dedi:
Bu namazı -veya-[461] bu
namazın benzerini- Resûlullah (s.a.) ile beraber kıldım. Ebû Bekir ve Ömer ilk
safta Hz. Peygamber'in sağında duruyorlardı. Bir adam vardı o da namazın ilk
tekbirine yetişmişti.Resûlullah (s.a.)
namazı bitirdi, bizim
yanağının beyazlığını görebileceğimiz şekilde sağına ve soluna selam
verdi. Sonra Ebû Rimse'nin -kendisini kast ediyor- döndüğü gibi (yönünü
kıbleden) döndü. Bu esnada onunla birlikte namazın ilk tekbirine yetişmiş olan
adam iki rekat (nafile - sünnet) kılmak üzere kalktı. Bunu görünce Ömer yerinden
fırlayıp adamın omuzunu tuttu ve silkeledi sonra da:
Otur, çünkü ehl-i
kitab ancak namazları arasında fasıla olmadığı için helak oldu, dedi.
Hz. Peygamber gözünü
kaldırıp:
Senin bu davranışınla Allah,
bir hakkı ortaya çıkardı, ey Hattâb'ın oğlu" buyurdu.
Ebû Dâvûd dedi ki: Ebû
Rimse yerine Ebû Ümeyye de denilmiştir.[462]
Hadis-i şerif,
nafileyi hemen farzın akabinde fasıla vermeden kılmanm mekrım olduğuna
delildir.Hanefîlere göre farz ile sünnet arasını veya diyecek kadar ayırmak müstehabtır.
Diğer mezheblere göre
ise farz ile nafilenin arasını namazdan sonra okunması mesnûn olan tekbir, I
alı mi d, teşbih ve istiğfar gibi zikirlerle ayırmak mendubtur.[463]
1. Farz ile
nafilenin arasını ayırmadan peşi peşine kılmak mekruhtur.
2. Hadis,
Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'in faziletlerine delildir. Onların ilk safta ve
Resûlullah'ın sağında durmaları bunu gösterir. Çünkü ilk saffın ve imamın
sağının efdal olduğuna dair hadisler vardır.[464]
1008. ...Ebû
Hüreyre (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) bize aşiyy -öğle veya
ikindi- namazlarından birini kıldırdı. İki rekatten sonra selâm verdi. Sonra
mescidin ön cephesindeki tahtanın yanında durup ellerini biri biri üstüne
gelecek şekilde o tahtaya koydu. Yüzünde hiddet (belirtileri) görülüyordu. Bu
ara "namaz kısaldı, namaz kısaldı" diyerek acele ile mescitten
çıkanlar oldu. Cemaat içinde Ebû Bekir ve Ömer de vardı. Fakat bu ikisi,
Resûlullah'a birşey söylemekten çekindiler. Bu esnada, Resûlullah'ın zülyedeyn
(iki elli) adını taktığı bir adam kalkıp:
Ya Resûlullah! Unuttun
mu? Yoksa namaz kısaltıldı mı? dedi. Peygamber (s.a.);
"Unutmadım,
namaz,kısaltılmadı da" buyurdu. Adam:
Hayır ya Resulallah!
Unuttun dedi. Hz. Peygamber cemaate dönüp:
"Zül-yedeyn doğru
mu söyledi?" dedi,
Evet, diye işarette
bulundular.
Bunun üzerine
Resûlullah (s.a.) yerine dönüp kalan iki rekatı kıldırdı, sonra selâm verdi,
tekbir aldı ve her zamanki secdesi gibi veya ondan daha uzun secde yapıp başını
kaldırdı, tekrar tekbir aldı ve normal secdesi gibi veya ondan daha uzunca bir
secde daha yaptı, sonra başını kaldırdı ve tekbir aldı.
(Eyyûb) dedi ki:
Muhammed'e "yanılmada selâm verdi mi?" dendi. O da: "Bunu Ebû
Hureyre'nin söylediğini hatırlamıyorum ama İmrân b. Husayn'ın "Sonra selâm
verdi" dediğini haber aldım" dedi...[466]
Aşiyy zevalden sabaha
kadarki zamandır diyenler varsa da, doğru olan görüşe göre zevalden güneşin
batması-
na kadar olan zamandır.
Zaten hemen sonra gelen "öğe ve ikindi" ifadeleri buna işaret
etmektedir.
Hz. Peygamberin
yanılarak sehv secdesi yaptığı namazın, hangi namaz olduğunda şüphe edilmiştir.
Bu şüphenin Ebû Hureyre'den mi yoksa sonraki râviden mi kaynaklandığı hakkında
değişik görüşler ileri sürülmüştür. Ancak Buhârî'nin bu hadisle ilgili bir
rivayetinde Muhammed b. Sîrîn'in "zann-ı galibime göre ikinde namazı"
demesi, bu şekkin Ebû Hureyre'den değil, Muhammed b. Sîrîn'den olduğunu
gösterir.
Ebû Dâvûd'daki “ikî
aşiyy'den, öğle veya ikindi namazlarından birini" cümlesi Buhârî'nin bir
rivayetinde diğer birinde şeklinde, Tahâvî'de de aynen Ebû Dâvûd'taki surette
vârid olmuştur.
Hadiste Hz.
Peygamberin dört rekatli olan öğle veya ikindi namazlarından birini
yanlışlıkla iki rekat kıldırdıktan sonra mescidin kıble tarafındaki bir tahta
parçasının yanma varıp iki eli birbiri üstünde olduğu halde onları tahtanın
üzerine koyduğu ve bu esnada yüzünde hiddet izleri görüldüğü belirtilmektedir.
Buhârî'de Resûlullah'ın sinirli bir halde tahta parçasına dayandığı, sağ
elinin içini sol elinin üstüne koyup parmaklarını birbirine geçirdiği ve sol
yanağını sağ elinin ardına yapıştırdığı ifade edilmiştir. Hz. Peygamberin
hiddetlenmesine neyin sebep olduğu kesin olarak belli değildir. Kimi âlimler
Resülullah'ın müslümanlarla ilgili bir işten dolayı namazdan önce
hiddetlendiği ve bu halde namaza durup bu yüzden yanıldığını söylerler.
Bazıları da İmrân b. Husayn'ın Müslim'deki rivayetine dayanarak, Hz.
Peygamber'in yanlışlıkla selâm verdikten sonra hâne-i saadetlerine girdiğini
fakat Zül-yedeyn'in "Unuttun mu, yoksa namaz kısaltıldı mı?" sorusuna,
cam sıkıldığını ve bu halde mescide geri geldiğini, hadis metninde takdim
te'hir olduğunu söylerler, Ahmed Naim Efendi, Tecrid Tercemesi' nde bu ikinci
görüşü tercih etmiş olmalı ki, diğer ihtimale hiç temas etmeden sadece-bunu
nakletmiştir.
Hz. Peygamber iki
rekatin bitiminde selâmı verince sahâbilerden acele işi olanlar birbirlerine
"namaz kısaltıldı, namaz kısaltıldı" diyerek mescidi terk etmişlerdir.
Aslında cemaatin tümü hâdiseye hayret etmiş fakat içerde olan Hz. Ebû Bekir ve
Ömer de dahil hiç biri heybetinden dolayı Hz. Peygamber'e bir şey demeye,
meselenin esasını sormaya cesaret edememişlerdir. Sadece ilim arzusu üstün
gelen bir zat, Zülyedeyn Hz. Peygamber'e sorma cesaretini bulmuştur.
Zulyedeyn'in asıl adı
hakkında değişik görüşler vardır. Müslim'deki İmran b. Husayn hadisine
dayanarak ulemânın çoğunluğu bu zatın el-Hırbak es-Sulemî olduğunu söylerler.
İbn Hibbân Hirbak'la Zulyedeyn'in ayrı ayrı şahıslar olduklarını söylerken İbn
Hacer İsâbe'de Zulyedeyn'in Abdi Amr-b. Nedla el-Huzaî olduğunu kaydetmiştir.
Hz. Peygamber, ona elleri uzun olduğu için ya da çok cömert olduğundan dolayı
iki el sahibi manasına Zül-yedeyn lâkabını takmıştır.
Bir de sol elini sağ
eli gibi kullanabildiği için Zıişşimâleyn dedikleri birisi var ki, bu zatın
Ztılyedeyn'le aynı şahıs mı yoksa ayrı ayrı kişiler mi olduğu ihtilaflıdır.
Bunların ayrı ayrı şahıslar olduklarını söyleyenler Züş-şimâleyn'in Bedir gazasında
şehit olduğunu, Ebû Hüreyre'nin ise, Be-dir'den dört-beş sene sonra müslüman
olduğu halde bu hadiste Zulyedeyn'in soru sorduğu bir namazda kendisinin de
hazır bulunduğunu söylediğine göre, Zülyedeyn'le Züşşimâleyn'in ayrı ayrı
şahıslar olmaları gerektiğini söylerler. Sünen sahibi Nesâî
"Zülyedeyn'de, Züşşimaleyn de elHırbâk'ın lakabıdır" diyerek bunların
aynı kişi olduklarını söylemiş, Buhârî şârihi Aynî, Nesâî'nin bu iddiasını
te'yid için birçok delil ileri sürmüştür. Aynî, hadisde bahsedilen hâdisenin,
aslında Bedir gazasından önce olduğunu Ebû Hüreyre'nin, "Resûlullah bize
namaz kıldırdı" sözünün "Resûlullah biz müslümanlara namaz
kıldırdı" manasına kullanıldığını söylemiş ve bu tür ifadelerin arapçada
çok rastlandığını göstermek için birçok lügavî delilleri sıralamıştır.
Zulyedeyn'in; "Ya
Resulullah', namaz kısaltıldı mı? yoksa unuttun mu?" sorusuna Hz.
Peygamber, "hayır ne unuttum ne de kısaltıldı" karşılığını vermiş,
bunun üzerine Zülyedeyn: "Hayır, ya Resulallah, öyleyse unuttun" demiştir.
Zulyedeyn'in bu sözü, Hz. Peygamber için şer'i meselelerde yanılmanın caiz
olduğuna delil gösterilmiştir. İbn Dakik el-İyd, "bu, ulemanın tamamının
görüşüdür. İbn Mes'ud'un Resûlullah'dan rivayet ettiği, "ben de ancak bir
beşerim sizin unuttuğunuz gibi ben de unuturum" hadisi de buna delildir”
der.
Bazı âlimler ise Hz.
Peygamber'e sehv isnad etmenin caiz olmadığını onun bile bile unutur
göründüğünü söylerler. Ancak bu görüş zayıf görülmüştür. Efendimiz için sehvin
caiz olduğu görüşünde olanlar bu yanılmanın yerleşip kalmadığını, aksine bazan
hadisenin hemen akabinde bazan da daha sonra geleceğin kendisine beyân
edildiğini söylerler.
Hz. Peygamber hakkında
sehvi caiz görenler unutmaya konu olan şey daha evvel zikredilsin veya
edilmesin nisyanla sehvin aynı mânâya geldiğini kabul ederler.
Sehvi daha evvel
zikredilmeyen; nisyânı ise, zikri mutlaka geçmiş olanlar için kullananlar ise,
sözle tebliği gerekenlerde sehvi Hz. peygamber hakkında caiz görmezler. Fiilî
meselelerde ise, caiz görürler. Bu görüş sahiplerine göre, ister sözle ister
fiille ilgili olsun tebliğle ilgili konuları tebliğ etmeden Önce Hz.
Peygamber'in unutması caiz değildir. Tebliğ ettikten sonra unutabilir.
Hz. Peygamber
Zülyedeyn'in doğru söyleyip söylemediğini anlamak için cemaate sormuş, onlar da
evet manasına işarette bulunmuşlardır.
Hanefîler bu hadîse ve
İbn Mes'ud'Ia Zeyd b. Erkam'ın rivayet ettikleri hadislere bakarak namazda
sadece ima ve işaretin caiz, bilmeyerek ve unutarak konuşmanın namazı bozacağı
görüşüne sahib olmuşlardır. Nevevî, "namazda olduğunu unutan yahut kendini
namazdan çıkmış bilen kem sinin konuşması, namazı bozmaz*' der. Bu, cumhur-ı
ulemânın, bu meyânda Şafiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'in görüşüdür. Bunun namazı
iptal ettiğini yukarıda da işaret edildiği gibi sadece Hanefîler ve bir
rivayetinde es-Sevrî söylemiştir. Hanefîler, bu hadisin yukarıda işaret edilen
"namazda selâmı iade" babındaki İbn Mes'ud hadisi ve "Namazda
konuşmanın yasak oluşu" babındaki Zeyd b. Erkam hadisleri ile
neshedildiğini söylerler.
Hz. Peygamber, ashabın
Zülyedeyn'in sözünü tasdik ettiğini görünce, kalkıp iki rekat daha kılmış ve
selâm vermiş, daha sonra da iki defa secde etmiştir. Bu, Sehv Secdesinde
selâmın secdeden evvel verilmesinin gerekli olduğunu gösterir. Sahabîlerden
Sa'd b. Ebî Vakkas, Ammâr b. Yâsir, İbn Mes'ud, İmrân b. Husayn, Enes ve Muğîre
b. Şu'be, tabiinden Ebû Seleme b. Abdirrahman, Hasan el-Basri, en-Nehaî, Ömer
b. Abdilaziz, Abdurrah-man b. Ebi Leylâ ve Sâib gibi şahsiyetler, bugün mensubu
bulunan mezheb-lerden de Hanefîler bu görüştedirler. Müslim, Nesâî, İbn Mâce,
Tirmizî, Ahmed ve Ebû Davud'un (1018. hadis) rivayet ettikleri İmrân b. Husayn
hadisi de bu görüşe delildir. Çünkü işaret edilen hadiste, "Sonra selâm
verdi, sonra iki defa secde yaptı, sonra yine selâm verdi" denilmektedir.
Sahâbilerden Ebû Said
el-Hudrî, İbn Abbâs ve Muâviye, Tirmizî'nin nakline göre Ebû Hureyre, Tabiûndan
Mekhûl, İbn Ebî Zi'b, Evzâî, Leys b. Sa'd; Mezheb imamlarından da ikinci
kavlinde Şafiî'ye göre sehv secdesi selâmdan önce yapılır. Bunların delilleri
de Buhârî'nin Abdullah b. Buhayne'den, Müslim ve Ahmed'in Ebû Said el-Hudrî'den
rivayet ettikleri, sehv secdesinin selâmdan önce yapılmasına işaret eden
hadislerdir.
Bazı âlimler de
"secde namazdaki bir ziyâdeden dolayı yapılıyorsa, selâmdan sonra; bir
noksandan dolayı olursa, selâmdan önce yapılır" derler. İmam Mâlik bu
görüşün sahiplerindendir. Ahmed b. Hanbel ve Şâfiîlerden Süleyman b. Dâvûd,
"Resûhıllah'ın selâmdan evvel secde ettiğini gösteren haberlerdeki
yanılmalardan dolayı selamdan evvel, sonra secde ettiğini bildiren
yanılmalarda da selâmdan sonra secde edilir" demişlerdir. Bunlara göre
hakkında hadis olmayan yanılmalarda secde selâmdan önce yapılır.
Kadı İyaz bu
ihtilâfların, efdali bulma anlamında olduğunu, caiz olma yönünden ise, selâmdan
önce secde etmekle sonra secde etmek arasında fark olmadığını söyler.
Üzerinde durduğumuz
hadis ve açıklama esnasında işaret ettiğimiz haberler, Hz. Peygamberimizin
namaz kılarken yanılıp sehv secdesi yaptığını ve bunun birden fazla olduğunu
gösterir. Ulemânın tesbitine göre Hz. Peygamber namazdaki bir sehvden dolayı
beş defa secde yapmıştır. Bunlar:
1.
Buhârî'deki İbn Buhayne hadisinde görüldüğü gibi iki rekat kıldıktan sonra
teşehhüdsüz üçüncü rekata kalktıklarından dolayı,
2. Üzerinde
durduğumuz Zülyedeyn hadisinde bildirildiğine göre iki re-katten sonra selâm
verdiklerinden,
3. İmrân b.
Husayn hadisinden anlaşıldığj üzere, üçüncü rekatten sonra selâm verdiği için,
4. İbn
Mes'ud hadisinde bildirildiğine göre, beş rekât kıldıkları için,
5. Ebu Said
el-Hudrî hadisinde vârid olduğuna göre, şekkten dolayı. Açıklamakta olduğumuz
hadis-i şeriften Hz. Peygamberin dört rekatîi bir namazın ikinci rekatından
sonra selam verip bir müddet bekledikten, yerinden ayrıldıktan hatta
konuştuktan sonra namazın kalanını kıldırdığını öğrenmiş bulunuyoruz. Bu
konunun mezheplerdeki durumu şöylece özetlenebilir:
İmam Şafii'den iki
görüş nakledilmiştir. Bunlardan esah olanına göre namaza devam sahihtir. Ancak
İmam Şafiî'nin namaz bâtıl olduğuna dair olan içtihadı da Şâfiîler arasında
meşhurdur.
İmam Mâlik, abdest
bozulmadıkça zaman ve fâsüa ne kadar uzun olursa olsun, namaza devam etmenin
caiz olduğu görüşündedir.
İmam-ı Azain'a ve
talebelerine göre ise, imam sehven iki rekatta selâm verirse, bulunduğu yerde yüzünü
kıbleden çevirmedikçe ve insan kelâmı konuşmadıkça namazının kalanım edâ
edebilir. Mescidin tamamı namaz mahalli olduğu için tek mekân hükmündedir.
Dolayısıyla imam konuşmadığı müddetçe yönünü kıbleden çevirmiş de olsa,
namazına devam etmesi, caizdir. Fakat camiden çıktıktan sonra yanıldığını
hatırlarsa artık devam edemez. Yeni baştan kılmalıdır. Bu unutmanın camide
değil de kırda olması halinde özel bazı hükümler vardır. İlgi duyanlar bu
mesele için fıkıh kitablanna müracaat etmelidirler.
Görülüyor ki sehv
konusunda Hanefîlerin içtihadı, diğer mezheplere nisbetle daha katıdır. Fakat
bu namazda olması gereken huşu ve huzu'a daha uygundur. Haneffler biraz önce de
temas edildiği gibi Zülyedeyn hadisinde sözkonusu edilen hadisenin namazda
konuşmapın mubah olduğu bir zamana rastladığını, bilâhere bunun neshedildiğini
söylerler. Bunlara göre, Sehv secdesi, yanılarak vacibi (tamamen) terk veya
te'hir ve farzı te'hir etmekten dolayı yapılır. Bu vacibtir Hangi hareketlerden
dolayı sehv secdesinin gerektiği konusu hayli geniştir. Bunun yeri de fıkıh ve
ilmihal kitaplarıdır.[467]
1.
Hareketlerinde Peygamberlerin sehvetmeleri caizdir.
2. Sehv
secdesinden önce, selam verilir.
3. Namaza
dahil olmayan bazı hareketler namazda sehven yapılacak olursa, namaz
bozulmaz..(Bu konuda Hanefîlerin görüşünün farklı olduğuna yukarıda işaret
edilmiştir.)
4. Namaz
tamamlanmadan önce sehven selâm verilirse, namazın geri kalanını önceki kılınan
üzerine bina etmek caizdir.
5. Sehv
secdesi meşrudur.
6. Sehv için
iki defa secde yapılır ve bu secdede tekbir alınır.[468]
1009.
...(Önceki hadisi) Abdullah b. Mesleme, Malik'den; Malik Eyyûb'dan o da
Muhammed'den, Muhammed'in (önceki hadisteki) isnadıyla rivayet etmişlerdir.
Ancak Hammâd'ın (bundan önceki) hadisi daha tamdır.
Mâlik (bu rivayette):
(Önceki hadisteki) "Bize" sözünü söylemeden "ResûluUah (s.a.)
namaz kıldırdı" dedi. "İşaret ettiler" sözünü "insanlar
evet dediler" şeklinde ifade etti. Mâlik (rivayetine) şöyle devam etti:
"Sonra ResûluUah (başını) kaldırdı" (dedi, fakat)-"tekbir
aldı" demedi- sonra (sehv için) tekbir aldı ve diğer secdeleri gibi veya
onlardan daha uzun secde etti ve başım kaldırdı.
(Mâlik'in) hadisi (bu şekilde) tamamlandı.
Bundan sonrasını zikretmedi. (Önceki rivayetteki) ... "işaret
ettiler" sözünü Hammâd b. Zeyd'den başkası söylemedi.[469]
Ebû Dâvud dedi ki:
sözünden evvelki) "tekbir aldı" ve "(Resûlullah yerine)
döndü" sözlerini bu hadisin râvilerinden (Hammad'dan başka) hiç biri
söylememiştir.[470]
Görüldüğü gibi bu
rivayetle önceki arasında fazla bir faik yoktur. Müellif önceki rivayeti
Muhammed b. Ubeyd vasıtasıyla Hammad'dan o da Eyyûb'tan almıştı. Bunu ise
Abdullah b. Mesle me vasıtasıyla Mâlik'ten o da Eyyûb'tan almıştır. Yani sened
fcyyûb'la birleşmektedir. Bundan evvelki râvîler her iki rivayette de aynıda.
Ancak rivayetler arasında bazı küçük farklar vardır. Bunlar:
1. Önceki
rivayette "Resûlullah bize Aşîy (oğle veya ikindi) namazlarından birini
kaldırdı" denildiği halde bunda sözü zikredilmeksizin "Resûlullah
aşiy namazlarmdan birini kıldırdı" denilmektedir.
2. Önceki
rivayette Hz. Peygamberin “Zülyedeyn doğru mu söyledi?*' sozune cevab olarak
"işaret ettiler" denilmişken burada
"insanlar, evet dediler" cümlesi yer almıştır.
3. Önceki
rivayette birinci ve ikinci kelimelerinden sonra kelimesi zikredilmiş fakat bunda yer
almamıştır.
4. Yine
öncekinde "Muhammed, yanılmada secde yaptı mı?" denildi."
şeklinde başlayan soru ve cevabı yer almıştır. Bunda ise bu ilâve yoktur.
İşte Ebû Dâvûd bu
farklara işaret etmek için bu rivayeti de kitabına almıştır.[471]
1010. ...Bize
Müsedded rivayet etti. (Dedi ki) bize Bişr yani İbn el-Mufaddal rivayet etti.
(Dedi ki) bize Seleme yani İbn Alkame, Mu-hammed vasıtasıyle Ebû Hureyre'den,
Ebü Hureyre'nin söylediğini haber verdi.
Resûlullah (s.a.) bize
namaz kıldırdı... (diye başlayıp) "İmran b. Husayn'ın; "Sonra selam
verdi" dediği bana haber verildi" cümlesinin sonuna kadar, tamamen
Hammâd'ın (bir evvelki) hadisinin manasını (nakletti).
Seleme (devamla) dedi
ki: "(Muhammed b. Sîrîn'e) teşehhüd de (zikredildi) mi?" dedim.
Teşehhüd hakkında
birşey işitmedim ama bana teşehhüdde bulunmuş olması daha uygun geliyor, dedi.
Seleme (Hammâd'ın
hadisinde zikredilen) "Resûlullah ona Zülyedeyn adını takmıştı"
"işaret ettiler" ve (Resûlullah'in yüzünde) hiddet (vardı)"
ifadelerini zikretmedi.
Hammâd'ın (1008
no'daki) Eyyûb'dan rivayet ettiği hadisi bundan daha tamdır.[472]
Bu rivayet de
öncekilerin aynıdır. Fakat sonundaki Seleme'nin Muhammed b. Sîrîn'e sorduğu
soru ve aldığı cevap sadece bu rivayette görülmektedir.[473]
1011.
...Bize Ali b. Nasr haber verdi, ona Süleyman b. Harb haber vermiş, Süleyman'a
da Eyyüb'dan naklen Hammad b. Zeyd haber vermiş, o da Hişâm'dan, Hişam Yahya
b. Atik vasıtasıyla İbn Avn'dan, İbn Avn, Muhammed'den o da Ebû Hureyre'den,
Ebû Hureyre, Resulullah'dan Zülyedeyn hâdisesini rivayet etmiş ve (bu rivayette)
"Resûlullah tekbir aldı ve secde etti" denilmiştir.
(Râvi) Hişâm, -yani
İbn Hassan- "(Sehv secdesi için) tekbir aldı, sonra tekrar tekbir aldı ve
secde etti" dedi.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadisi aynı şekilde Hubeyb b. eş-Şehîd, Humeyd, Yûnus ve Âsim el-Ahvel,
Muhammed'den o da Ebû Hureyre'den rivayet etmiştir. Bunlardan hiç birisi
kHammâd b. Zeyd'in Hişâm'dan naklen söylediği, "Resûtullah (sehv secdesi
için başlama) tekbir(i) aldı. Sonra tekbir aldı ve secde etti" sözlerini
zikretmemişlerdir.
Yine Hammâd b. Seleme
ve Ebû Bekir b. Ayyaş bu hadisi Hişâm'dan rivayet etmişler ve Hammâd b.
Zeyd'in ondan naklen söylediği, "tekbir aldı, sonra yine tekbir aldı"
sözünü söylememiştir.[474]
Müellifin bu rivayeti
kitabına almaktaki maksadı şudur: Raviler ilk secdenin tekbirinden evvel sehv
secdesi için tekbir alınıp alınmayacağında ihtilâf etmişlerdir. Bu ihtilâfın
hülâsası şöyledir: Bu hadisi Hammâd, Eyyûb ve Yahya b. Avn'den; Hubeyb b.
eş-Şehid, Humeyd, Yunus ve Asım el-Ahvel de Muhammed b. Sîrîn'den nakletmişler
ve hiç birisi sehv secdesi için bir başlama tekbirini anmamışlardır. Hadisi
Hişâm b. Hassân'dan rivayet edenlerden Ebû Bekir b. İyâs, ve Hammâd b. Seleme
de bu tekbiri zikretmedikleri halde Hammâd b. Zeyd zikretmiştir. İşte müellif
bu farklılıklara işaret etmek için bu rivayeti kitabına almıştır.[475]
1012.
...Muhammed b. Yahya b. Fâris -Muhammed b. Kesir- Ev-zâî, -Zühri,- Said b.
el-Müseyyeb -Ebu Seleme- Ubeydullah b. Abdullah senediyle gelen bir rivayette
Ebû Hureyre (bu babtaki hadislerde haber verilen) hâdiseyi nakledip "Allah
kendisine kesin olarak bildirinceye kadar Resûlullah sehiv secdelerini
yapmadı" demiştir.[476]
Bu rivayetin
getirilmesindeki maksat, Ebû Hureyre'nin söylediği sözdür. Cenab-ı Hakk'ın
Resulüne kesin olarak bildirmesi ya vahy yoluyla ya da hatırlatma ile olurdu.
Bu ifadeden anlaşıldığına göre Hz. Peygamber namazda yanıldığını tam olarak
anlamadıkça sehv secdesi yapmazdı. Ebû Hureyre de bunu ya Hz. Peygamber'in
bildirmesinden yahut da hadisenin oluş tarzından anlıyordu.[477]
1013. ...Ebû
Bekr b. Süleyman b. Ebî Hasme, Rasûlullah'ın bu (bab'da zikredilen) sehv
hadisesini, İbn Şihâb'a haber vermiş ve şunları eklemiştir:
Bana ulaştığına göre,
Rasûlullah; şüphe edildiğinde yapılan iki secdeyi, insanlar bu konuda kendisine
iyice hatırlatıncaya kadar yapmazdı.[478]
İbn Şihâb dedi ki: Bu
haberi Said b. Müseyyeb Ebû Hüreyre'den naklen bana bildirdi. Ayrıca Ebû Seleme
b. Abdirrahmân, Ebû Bekir b. el-Hâris, İbn Hişam ve Ubeydullah b. Abdullah da
bana haber verdiler.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
haberi Yahya b. Ebî Kesîr ve îmrân b. EbîEnes, Ebû Seleme b. Abdirrahman'dan
(Ala b. Abdurrahman babasından hepsi)[479] de
Ebû Hüreyre'den bu hadiseyi nakletmiş Resulullah’ın iki defa secde ettiğini
söylememiştir.
Yine Ebû Dâvud dedi
ki: Bu hadisi Zübeydî, Zührî'den, Zührî de Ebû Bekr b. Süleyman b. Ebû
Hasme'den rivayet edip "sehv secdelerini yapmadı" demiştir.[480]
Bu rivayette Hz.
Peygamberin, insanlar kendisine iki rekat kılındığını hatırlatıncaya kadar sehv
secdesi yapmadığı ifâde edilmektedir. Bu rivayet, bir önceki rivayetle
birleştirilince Hz. Peygamberin sadece cemaatin hatırlatması ile iktifa
etmediği, aksine Cenab-ı Hakk'ın kendisine tam bir bilgi verinceye kadar secde
etmediği anlaşılmaktadır.
Rivayetin peşinde İbn
Şihâb'dan nakledilenler de esas rivayetteki sözleri takviye etmektedir. Zaten
buraya alınmasındaki maksat da budur.
Ebû Davud'un en sona
aldığı talikler ise, Hz. Peygamber'in secde etmediğine delâlet etmektedir. Bu,
Zührî'den yapılan rivayetlerin muzdarib olduğunu gösterir. Çünkü bazılarında
Hz. Peygamber'in secde ettiği beyân edilmişken, bazılarında secdeden hiç
bahsedilmemiş bazılarında ise, açıkça secde etmediği söylenmiştir. Dolayısıyla
Zuhrî'nin yaptığı rivayet delil olmaya elverişli değildir.
İbn Abdilber Zülyedeyn
kıssasında hiç bir âlimin Zührî'den yapılan rivayete değer vermediklerini, onu
terk ettiklerini söyler.[481]
1014. ...Ebû
Seleme b. Abdirrahman'ın Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiğine göre;
Peygamber (s.a.) öğle namazını kıldırıp iki re-katte selâm vermiş. Kendisine:
Namaz kısaltıldı mı?
denilince, iki rekat daha namaz kılmış, sonra da iki defa secde etmiştir.[482]
Bu rivayette öncekilerden
farklı olarak, Hz. Peygambere "namaz kısaltıldı mı?" diye soran zatın
kim olduğu belirtilmiştir. Bir de daha Önemli olarak önceki rivayetlerde Hz.
Peygamber'in öğlende mi yoksa ikindide mi yanılıp secde ettiği şüphe ile ifâde
edildiği halde, bu rivayette söz konusu namazın öğle namazı olduğu açıkça ifâde
edilmektedir. Bu rivayetin yardımıyla önceki rivayetlerde râvinin şek ettiği
namazın öğle namazı olduğu ortaya çıkmış olmaktadır.[483]
1015.
...Sa'îd el-Makburî'nin Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiğine göre:
Peygamber (s.a.) (dört
rekatlı) bir farz namazın ikinci rekatından (sonra namazdan) ayrıldı. Bir adam
kendisine:
Ya Resûlallah, namaz
kısaltıldı mı, yoksa unuttun mu? dedi. Efendimiz:
"Bunlardan hiç
biri olmadı" buyurdu. Bunun üzerine cemaat:
Bunu yaptın (namazı
eksik kıldın) ya Resûlallah! dediler.
Bu sefer Hz. Peygamber
diğer iki rekâtı de kılıp (namazdan) ayrıldı ve sehv secdelerini yapmadı.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadiseyi Dâvûd b. Husayn îbn Ebt Ahmed'in azatlısı Ebû Süfyân'dan; o da Ebû
Hureyre vasıtasıyla Resûluîîah'tan rivayet etmiştir. Ebû Hureyre rivayetinde:
"Sonra selâmdan sonra oturduğu yerden iki defa secde yaptı" demiştir.[484]
Bu rivayetin ilk
bölümünde Hz. Peygamber'in yanılmadan dolayı
secde etmediği bildirilmektedir. Bu, konuya ait Ebû Hureyre'den yapılan
rivayetlerin büyük çoğunluğuna zıttır. Ancak bu rivayetin senedinde Şebâbe b.
Sevvâr olduğu için zayıftır, diğer rivayetlere muarız olamaz.
Rivayetin sonundaki
Ebû Davud'un talikinde ise secde ettiği bildirilmektedir. Bu talik, Müslim ve
Nesâî tarafından, Kuteybe b. Saîd, Mâlik b. Enes ve Dâvûd b. el-Husayn ve Ebû
Süfyân senedi ile rivayet edilmiştir. Bu rivayetlerde Hz. Peygamberin
kıldırdığı namazın ikindi namazı olduğu beyân edilmekte ve yanıldığını
kendisine hatırlatan kişinin Zülyedeyn olduğu belirtilmektedir.
Daha önceki bir
hadiste Hz. Peygamberin yanıldığı namazın öğle namazı olduğu ifâde edildiği
halde burada ikindi namazı olduğu söylenmektedir. Bu ihtilâfa sebeb ya
râvilerden birinin yanlış zabtıdır, ya da olay iki defa vaki olmuştur.[485]
1016. ...Damdam
b. Cevs el-Hiffânî, bu haberi Ebu Hüreyre'den şöylece rivayet etmiştir:
"Resulullah
bilâhare selâm verdikten sonra sehv secdelerini yaptı."[486]
1017. ...îbn
Ömer'den; demiştir ki: Resulullah (s.a.) bize (dört rekatlı bir) namaz kıldırıp
iki rekatta selâm verdi...
(Ebû Usâme bundan
sonra) îbn Sîrîn'in Ebû Hüreyre'den yaptığı rivayetin benzerini zikretti.[487]
(İbn Ömer rivayetinin sonunda da) "Resulullah sonra selam verdi, sonra da
sehv secdelerini yaptı" dedi.[488]
1018. ...İmrân
b. Husayn (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) ikindi namazının üç
rekatında selâm verdi. Sonra -Mesleme'den rivayet edildiğine göre-
(hanımlarının) odalarına girdi.[489]
(Bunun üzerine elleri uzun olan ve el-Hırbâk denilen bir adam kalkıp):
Namaz kısaltıldı mı?
Ya Resûlullah, dedi. Bu söze karşılık Resûlullah eteğini çekerek kızgın bir
halde çıkıp:
"Doğru mu
söyledi?" dedi. Ashâb:
Evet, dediler.
Resûlullah (s.a.) da (kalan) bu rekatı kıldırdı. Sonra selâm verdi. Onun iki
secdesini yaptı sonra (tekrar) selâm verdi.[490]
İlk bakışta bu hadisle
önceki hadisler arasında bir tezat olduğu zannedilmektedir.Zira önceki Ebû
Hureyre rivayetlerinde Hz.Peygamber'in iki rekâtta selâm verdiği belirtildiği
halde bu hadiste üç rekâtta selâm verdiği belirtildiği halde bu hadiste üç
rekâtta selâm verdiği bildirilmektedir. Ancak bu hadisler arasında tezat
yoktur. Çünkü belirtilen olayların birbirinden ayrı olması kuvvetle
muhtemeldir.Hadislerin râvîlerinin ayrı ayrı zatlar oluşuna ilâveten birisinde
Hz. Peygamberin selamı verince mescidin kıble tarafındaki bir ağacın yanına
gittiği söylenirken, diğerinde odalara girdiğinden bahsedilmesi bu ihtimali
kuvvetlendirmektedir. Her iki hadiste de keyfiyeti Hz. Peygambere söyleyen
zâtın Zulyedeyn oluşu olayın tek olmasını gerektirmez. Her iki seferinde de
Zulyedeyn'in mescidde olup da yanılmayı efendimize hatırlatması olmayacak bir
şey değildir.
İbn Hacer her
seferinde Zulyedeyn'in ortaya çıkışına bakarak hâdisenin ayrı ayrı
olabileceğini pek uygun bulmamış, İbn Ömer'in hadisindeki üçüncü rekattan
maksadın üçüncü rekatın başı olduğunu söyleyenlerin görüşünün daha isabetli
olduğunu kabul etmiştir. Buna göre Hz. Peygamber'in hücrelere girdiğini
söyleyen İbn Ömer, mescidin kıblesindeki ağaca doğru yürüyen Resülullah'ın,
hanımlarının hücrelerine girdiğini zannetmiştir.
İbn Huzeyme hadisenin
birden fazla olduğunu söylemiş, Şevkânî de "doğrusu olayın birden fazla
olduğunu söyleyen İbn Huzeyme ve ona tabi olanların sözüdür" demiştir.[491]
1019.
...Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'den; demiştir ki: Resulullah (s.a.) bize öğle
namazını beş rekat olarak kıldırdı. Kendisine:
Namazda bir artma mı
oldu? denildi. "Bu da ne demek?" buyurdu. (Birisi:)
Beş rek'at
kıl(dır)dın, dedi.
Bunun üzerine
Resûlullah selam verdikten sonra iki defa daha secde yaptı.[492]
Hadis-i şerifte sehv
secdesinin selâmdan sonra olduğuna işaret vardır.Bu, secdenin selâmdan sonra olduğunu
söyleyenlerin delilleri arasındadır. Aksi görüşte olanlar Resûlullah, fazla
kıldığına ancak selâm verdikten sonra muttalî olduğu için, hadisin aleyhlerine
delil olamayacağını söylerler.
Sahâbîlerin, fazla
rekata kalkan Resûlullah'a ilk anda hatırlatmayışlannın sebebi, nesh
ihtimalinin mevcudiyetidir. Ashâb, Hz. peygamber beşinci rekate kalkınca
namazın beş rekate çıktığını zannetmişlerdir.
Hadis-i şerif,
namazına unutarak bir rekât ilâve edenin namazının bâtıl olmadığına delildir.
Nevevî, Mâlik, Şafiî, Ahmed ve selefle halefin cumhurunun bu görüşte olduğunu
söyler. Nevevî'nin bildirdiğine göre Şafiî mezhebinde bir kimse fazla
kıldığını selâm verdikten hemen sonra hatırlarsa namazı sahihtir, sehv secdesi
yapar. Selâmla hatırlatış arası uzayacak olursa esah olana göre secde yapmaz.
Selâmdan evvel hatırlama durumunda ise, ister kıyamda, ister rükû'da, isterse
sücûdda nerede hatırlarsa hatırlasın oturur, ettehiyyatü'yü okur, Sehv secdesi
yapar ve selâm verir.
Mâlikîlere göre
fazlalığı selâmdan sonra hatırladığı takdirde ara uzamış da olsa secde yapar.
Hanefî mezhebinde konu
oldukça tafsilatlıdır. Bir kimse dördüncü rekatten sonra oturmadan beşincisine
kalkar ve beşincinin secdesini yapmadan bu fazlalığı hatırlarsa, hangi halde
olursa olsun hemen oturur, ettehiyyâtü'yü okur, selâm verip sehv secdesi yapar.
Beşinci rekâtı secde ile kayıtladıktan sonra hatırlarsa farzı bâtıl olmuştur.
Tek rekatli nafile olmayacağı için namazı altı rekate tamamlar ve bu namazı
nafile olur. Dördüncü, rekatten sonra oturur da selâm vermeden unutarak beşinci
rekati secde ile kayıtlamadan önce hatırlarsa, oturur ve sehv secdesi yapar.
Beşinci rekat için secde yaptıktan sonra hatırlarsa namazı tamamdır. Çünkü son
ka'deyi yapmıştır. Ancak kalkar bir rekat daha kılar. Bu son iki rekat da
nafile olur. Bu yanılmanın ikindi namazında olması halinde altıncı rekate
kalkılıp kal-kılmayacağı konusu ihtilaflıdır. Bazı âlimler ikindiden sonra
nafile kılmak mekruh olduğu için altıncı kılınmaz derken, bazıları da bu
fazlalıktan asıl maksat nafile kılmak olmadığı için altıncı rekate kalkmanın
caiz olduğunu söylerler. Esah olan da budur. Sabah namazının ikinci rekatinden
sonra oturulur da üçüncü rekate kalkılır ve üçüncü rekatın secdesi yapılırsa,
dördüncü rekât ilâve edilmez. Çünkü sabah namazından sonra nafile kılmak
mekruhtur. İkinci rekatten sonra hiç oturmadan üçüncüye kalkar ve üçüncünün
secdesini yaparsa yine dörde tamamlamaz. Çünkü sabah namazının farzından önce
iki rekatten başka sünnet kılmak mekruhtur.
Nevevî ve Şevkânî, bu
hadisin Hanefîlerin görüşlerini reddettiğini, çünkü Hz. Peygamberin beşinci
rekatten ka'deye dönmediğini ve bu rekatı kıldıktan sonra selâm verdiğini,
ayağa kalkmadığını söylerler. Ancak bu hadis dördüncü rekatten sonra oturmadan
beşinciye kalkıp secdesini yapanın namazının fasit olmadığına delâlet etmez.
Çünkü burada Resûlullah'ın dördüncü rekatte oturmadığına dair bir işaret
yoktur. Dolayısıyla Hz. Peygamber'in dördüncü rekatten sonra oturup da ayağa
kalkmış olması mümkündür. Altıncı rekate kalkmaması da Hanefîlerin aleyhine
değildir. Çünkü bunlara göre de altıncıya kalkmak şart değildir. Kalkılırsa iyi
olur.
Buraya kadar
anlatılanlar fazla olarak bir rekat kılındıktan sonra ziyâdenin hatırlanması
ile ilgilidir. Hatırlama fazla kılınan birinci rekatte değil de daha sonra
olduğu takdirde ne şekilde hareket edileceği âlimler arasında ihtilaflıdır.
Hanefîlere göre beşinci rekatin secdesi yapıldıktan sonra namazın fasit
olacağı "yukarıda belirilmişti. Durum burada da aynıdır.
Şâfiîlere göre
unutarak olduktan sonra ilâve ne kadar olursa olsun, namaz fasit olmaz.
Mâlikîler de iki
rekatli namazlarda ziyâde ikiyi; üç dört rekatlılarda de dördü bulursa, namazı
fasit olur. Daha az olursa, fasit olmaz, derler.[493]
1. Namazda
peygamberin de yanılması caizdir.
2. Dört
rekatli bir namazda beşinci rekate kalkılırsa sonunda sehv secdesi yapılır.
(Konunun tafsilatı yukarıda verilmiştir).
3. Namazda
imam yanıldığı takdirde cemaat kendisine hatırlatmalıdır.[494]
1020. ...Abdullah
(b. Mes'ud)'dan; demiştir ki; Resûlullah (s.a.) bize namaz kıldırdı. -İbrahim:
"Fazla mı kıldı eksik mi, bilmiyorum" der-[495] Efendimiz selâm verince kendisine:
Ya Resûlullah! Namaz
hakkında yeni bir hüküm mü? denildi. Efendimiz:
"Ne oldu
ki?" diye sordu.
Şöyle şöyle kıldın,
dediler.
Bunun üzerine Hz.
Peygamber, ayağını (secde edecek şekilde) çevirip kıbleye döndü, iki defa
secde yaptı, sonra selâm verdi. Namazı bitirince yüzünü bize döndürüp, şöyle
buyurdu:
"Şüphesiz namazla
ilgili yeni birşeyler olursa onu size haber veririm. Ama ben ancak bir
beşerim, sizin unuttuğunuz gibi ben de unuturum. Bir şey unuttuğum zaman bana
hatırlatınız. Sizden biri de namazında tereddüt ederse, doğruyu araştırıp ona
göre tamamlasın. Sonra selâm versin. Daha sonra da iki defa secde yapsın."[496]
Bu hadis-i şerifte de
Hz. Peygamberin namazında yanıldığı ve bu yüzden sehv secdesi yaptığı
bildirilmektedir. Ancak bu rivayette öncekinden farklı olarak Hz. Peygamberin yanılmasının
hangi yönde olduğu tereddütle ifâde edilmiş ve Resulullah'ın "ashabına
söylediği bazı beyânlar yer almıştır. Bu beyânlarda Hz. Peygamber kendisinin
bir beşer olduğunu ve diğer
insanlar gibi unutulabileceğini bildirmektedir.Hz.Peygamber'in "ben
sadece bir beşerim" buyurması, Resûlullah'ın beşer olduğunu inkâr
edenleri red içindir. Yoksa bu diğer insanlardan hiç bir farkım yok, manasına
değildir. Zira onun beşer olması özelliğinden başka Resul, Nebi, korkutucu,
müjdeleyici gibi özelliklen de vardır. Hz. Peygamber'in unutması konusunda 1008
No'lu hadisin şerhinde açıklamada bulunulmuştur.
Resûlullah Efendimiz,
kendisinin de bir beşer olduğunu ifâde ettikten sonra, cemaatten herhangi
birinin namazı kaç rekat kıldığında tereddüt ettiği takdirde kendi kendine
doğruyu araştırmasını daha sonra da sehv secdesi yapmasını emretmiştir. Bu
araştırmanın hangi hallerde ve ne şekilde olduğu âlimler arasında ihtilaflıdır.
Şâfiîlere göre, bu
konuda gâlib zanna itibar yoktur, kesin kanaat hâsıl olmalıdır.Çünkü namaz
zimmette yakın ile sabittir, ancak yakın ile düşer. Sahih-i Müslim'deki
rivayetlerin zahirinin ise, araştırmadan maksadın, zann-ı galib olduğuna
delâlet ettiği söylenmektedir.
İmâm Mâlik ve Ahmed,
araştırmanın, kendisine-birden fazla şüphe arız olanlara mahsus olduğunu
söylerler. İmam Ahmed'den bir rivayette ise, araştırma imama mahsustur. Tek
kılan kesin kanaatine göre namaz kılar.
İmam Ebû Hanife'ye
göre şek ilk defa başa gelirse, namaz baştan yeniden kılınır. Fakat çok
tekrarlanırsa, zann-ı galibe göre hareket edilir.
Kaç rekat kıldığında
tereddüt eden bir kimsenin nasıl hareket edeceği, gelecek bâb'ta geniş olarak
ele alınacaktır.
Hz. Peygamber, namazda
yanılan bir kimsenin en doğruyu araştırdıktan sonra secde etmesini emretmesi,
bu secdenin vâcib olmasını gerektirir. Çünkü emirde asi olan vücûba
delâletidir.
Hanbelî ve Hanefîler
bu esastan hareketle gerektiği takdirde sehv secdesinin vâcib olduğunu
söylemişlerdir. Ancak bu secdenin terki halinde namazın sahih olup
olmayacağından farklı görüştedirler.
Han belilere göre sehv
secdesi yapması gereken birisi bunu bile bile ter-kederse, namazı bâtıl olur.
Selâmdan sonra yapılması gerekense bâtıl olmaz. Unutarak terk ederse ara
uzamadıkça secdeyi yapar. Selâmdan sonra secde etmeden yönünü kıbleden çevirir,
konuşur, mescidden çıkar veya abdesti bozarsa secde yapamaz fakat namazı
sahihtir.
Hanefîlere göre sehv
secdesi vâcibtir. Terki günahı gerektirmekle beraber namaz sahihtir. Ancak
günahtan kurtulmak için iade lâzımdır.
Şafiî ve Mâlikilerin
meşhur görüşüne göre sehv secdesi sünnettir.[497]
1. Hz.Peygamberin
unutması ve namazda yanılması caizdir.
2. Kıldığı
rekât adedinde tereddüt eden kişi en doğru tarafı araştırmalıdır.
3. Muktedi,
imamın yanılması halinde onu uyarmalıdır.
4. Zann-ı
galible hareket edilse bile, sehv secdesi yapılmalıdır.
5. Sehv
secdesi vâcibtir. (Malikî ve Şafiî'ye göre sünnettir).[498]
1021. ...A'meş,
İbrahim'den, o Alkame'den, Alkame de Abdul-lah'dan önceki hadisi rivayet etmiş
(ve şunu ilave etmişlerdir): Resûlullah (s.a.):
“Biriniz unutursa, iki
defa secde yapsın" buyurdu. Sonra dönüp iki defa secde yaptı.
Ebû Dâvûd, A'meş'in
hadisinin benzerini Husayn da rivayet etti, dedi.[499]
Bundan önceki rivayette
İbrahim'den sonraki râvî Mansûr olduğu halde, bu rivayette A'meş'tir.Mansûr'un
rivâyetindeki; "Biriniz tereddüt ederse doğruyu araştırsın"
cümlesinin yerine, A'meş: "Biriniz unutursa, iki kere secde yapsın"
cümlesini nakletmiştir. Mansûr'-Un rivayetinde Hz. Peygamber'in önce sehv
secdesini yapıp sonra konuştuğu bildirildiği halde A'meş'in nakli Hz.
Peygamber'in secde yapmadan evvel konuştuğuna delâlet eder. Ebû Dâvûd, A'meş'in
sözünü takviye için Husayn'-m rivayetine de işaret etmiştir. Hemen bundan sonra
gelecek olan İbrahim b. Suveyd'in rivayeti ise, konuşmanın secdeden sonra
olduğunu gösteren Mansûr'un rivayetine uygundur.
Görüldüğü gibi bu
konudaki hadisler muhteliftir. Bazı hadisler Hz. Peygamber'in konuşmasının
selâm vermeden evvel olduğunu gösterir. Müslim'in Esved tarikiyle Abdullah'dan
ve Nesâî'nin Ebû Bekr en-Nehşelî'den naklettikleri hadisler de bu
istikâmettedir.
Mansûr ve İbrahim b.
Süveyd rivayetlerinden başka, Miisned'de ve Beyhakfnin Sünen'inde de konuşmanın
secdeden sonra olduğuna işaret eden nakiller" vardır. Beyhakî bu görüşü
tercih etmiştir.
Fakihlerin bir kısmı,
Hz. Peygamberin secde etmeden evvel konuştuğuna işaret eden hadisleri
görüşlerine delil almışlar, böylece bu konuda mezhepler arasında görüş
ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Bu görüşlere sehv secdesi babının ilk hadisi olan
1008 no Mu hadiste işaret edilmiştir.[500]
1022. ...İbrahim
b. Süveyd'in Alkame'den rivayetine göre Abdullah (b.Mes'ûd) şöyle demiştir:
"Resûlullah (s.a.) bize (dört rekatli bir namazı) beş rekat (olarak)
kıldırdı. Namazdan ayrılınca cemaat aralarında fısıldaş(maya başla)dı. Hz.
Peygamber:
"Ne oluyor size,
ne var?" buyurdu.
Ya Resülallah namaz
(rekâtleri) artırıldı mı? dediler, Resûlullah: "- Hayır" buyurdu.
Ama beş rekat
kıldırdınız, dediler.
Bunun üzerine Hz.
Peygamber (kıbleye) dönüp iki defa secde yaptı. Sonra selâm verdi. Sonra da:
"Ben ancak bir
beşerim sizin unuttuğunuz gibi ben de unuturum" buyurdu.[501]
Bu rivayet, önceden de
işaret edildiği gibi Hz. Peygamberin konuşmasının secdeden sonra olduğunu
bildirir. Mansûr'un rivayetini te'ykl etmektedir. Bu hadis hüküm itibariyle bu
babın diğer hadislerinden pek farklı değildir. Açıklaması için önceki
hadislere müracaat edilebilir.[502]
1023.
...Muâviye b. Hudeyc'den rivayet edilmiştir ki; Peygamber (s.a.) bîr gün
namazdan bir rekât daha varken, selâm verdi, (gitti). Bir adam kendisine
yetişip;
Namazın bir rekatını
unuttun, dedi.
Resûlullah dönüp
mescide girdi. Bilâl'e emretti o da kaamet getirdi. Peygamber (s.a.) de
cemaate bir rekat (daha) namaz kıldırdı. Bu durumu insanlara haber verdim.
Bana:
O adamı tanıyor musun?
dediler.
Hayır (adını bilmem)
ama görsem tanırım, dedim. (Bir ara) ona rastladım ve: "İşte o adam"
dedim.
Bu Talha b.
Ubeydullah'tır, dediler.[503]
Bu hadis, üzerinde
durduğumuz konudaki diğer rivâyetlerdekine benzememektedir. Diğerlerinden
farklı olarak bunda Hz. Peygamberin kalan rekatı kılacağı zaman kaamet
ettirdiği bildirilmektedir. Bu kaametten maksat, durumu cemaate bildirmek
olmalıdır. Gerçek kamet kastedilmişse bu hadisin mensûh olduğuna hükmedilir.
Zira namaz esnasında kaametin namazı ifsâd ettiğinde icmâ’ vardır.
Ayrıca bu hadiste Hz.
Peygamber'in eksik kılmadan dolayı sehv secdesi yaptığına dair herhangi bir İşaret
yoktur. Bu konu Hz. Peygamber'in dört rekatlı farzları beş rekat kılması
konusunda olduğu halde, müellifin bu hadisi niçin burada zikrettiğinin
anlaşılması güçtür.[504]
1024. ...Ebû
Sa'îd el-Hudrî (r.a.)'den: demiştir ki: Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu:
“Sizden bîri namazında
(kaç rekat kıldığında) şüpheye düşerse, şüphe edileni atsın (kılınmamış kabul
etsin) ve namazım kesin bildiğine (az olana) göre tamamlasın. Namazın tamam
olduğuna kesin kanaati hasıl olunca da iki defa secde yapsın. Eğer
(şüphelendiği ile birlikte) namazı tamam idiyse, (ilâve ettiği) rekat ve
secdeler nafile olur.
Namazı noksan idiyse,
(ilâve) rekat namazını tamamlayıcı, secdeler de şeytanı rezil edici
olur..."
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadisi Hişâm b. Sa'd ve Muhammed b. Mutarrıf, Zeyd'den; Zeyd, Atâ b. Yesâr'dan;
o da Ebû Saidel-Hudrî vasıtasıyle Hz. Peygamber'den rivayet etmişlerdir. Ancak
Ebû Halid'in (yukarıda metni verilen) rivayeti daha mükemmeldir."[505]
Hadisin zahiri,
namazda bir rekatı kılıp kılmadığında şüphe eden kimsenin bu rekatı kılmamış
kabul etmesini ve namazının geri kalan kısmını, kıldığım kesin olarak bildiği
rekat üzere bina etmesini gerekli kılmaktadır. Buna göre meselâ, üç rekat mı,
yoksa dört rekat mı kıldığında tereddüt eden bir kimse, kendisini üç rekat
kılmış kabul edecek ve namazına bir rekat daha ilâve edip sonunda sehv secdesi
yapacaktır. Bu rivayette şüphenin ilk defa ya da sık sık olması ve kanaatinin
bir tarafa daha çok meyledip etmemesi konularında tafsilat yoktur.
Şâfillerin görüşü bu
hadisin zahirinden anlaşıldığı şekildedir. Şüphe ister ilk defa başa gelsin,
isterse sık sık tekrarlansın, şüpheye düşen kimsenin zannı ister bir tarafa
meyletsin, isterse etmesin, netice değişmez. Namaz az kılınmış kabul edilir ve
üzerine rek'at ilâve edilir. İmam Nevevî, Ebû Bekir, Hz. Ömer, îbn Mes'ûd, İbn
Ömer, Said b. el-Müseyyeb, Atâ, Şureyh, Rabîa ve Mâlik'in de bu görüşte
olduklarını söyler.
Mâli kil ere göre bir
kimse günde bir defa da olsa her gün kıldığı rekat adedinde şüphe ederse,
hatırındaki fazla adede itibar eder, namazın kalanını ona göre tamamlar ve
sonunda sehv secdesi yapar. Böyle her gün tereddüde düşmüyorsa, daha az olan
adede itibar etmelidir. Aksi halde namazı bâtıl olur.
Hanefîlere göre, rekat
adedinde şüphe eden kimseye bu hal ilk defa arız olmuşsa, namazını iade eder.
Evzaî, Şa'bî, İbn Abbâs, İbn Ömer ve İbn Amr'-ın da bu görüşte oldukları
rivayet edilmektedir. Bunlar, Taberânî'nin el-Mü'cemu'l-Kebîr'de Ubâde b.
Sâmit*ten rivayet ettiği şu hadise dayanırlar:
''Namazın kaç rekat
kıldığını hatırlayamayan bir kimsenin ne yapacağı, Resûlullah (s.a.)'a
soruldu. Hz. Peygamber: "Namazım iade etsin, (sonunda da) oturarak iki defa
secde yapsın" buyurdu.
Yine Taberânî'nin
Meymûne bint Sa'd'den rivayet ettiği ve aynı mânâyı ifade eden hadis de bu
görüşün delillerindendir.
Bir kimseye namazdaki
şüphe ilk defa değil de fazlaca arız olursa, kendi kendine araştırır. Kanaati
ne tarafa meylederse, ona göre hareket edip namazını tamamlar. Namazı iadeye
lüzum yoktur. Ancak sonunda sehv secdesi yapar. Bu görüş Hz. Peygamberdin şu
hadisine dayanır: "Her kim namazında şüphe ederse doğrusunu
araştırsın."
Kanaati bir tarafa
yönelmezse, meselâ sabah namazını bir rekat mı yoksa iki rekat mı kıldığında
şüphe eder de bir tarafı tercih edemezse, şüphesindeki az tarafa itibar eder.
Misalimize göre, namazı bir rekat kılmış kabul eder. Ancak tereddüt ettiği
rekatın sonunda oturup, et-tehiyyâtü'yü okur, sonra kalkar ve bir rekat daha
kılıp sonunda sehv secdesi yapar. Hz. Peygamberden rivayet edilen şu hadis
buna delâlet etmektedir: "Sizden biri namazında tereddüt eder de kaç
rek'at (üç mü, yoksa dört mü) kıldığını bilemezse, namazını azı üzerine bina
etsin."
Dört rek'atli bir
namaza başlayan bir kimse kıldığı rekatin bir mi, yoksa iki mi olduğunda şüphe
edip de bir tarafa karar veremezse kendisini bir rek'at kılmış kabul eder ve
namazını buna göre tamamlar. Ancak iki rekat kılmış olma ihtimalini de göz
önüne alarak bu tereddüt ettiği rekatten itibaren her rekatin sonunda oturur.
Namazı bitirirken de sehv secdesi yapar.
tki rek'atli bir
namazda iki rek'at mi yoksa üç rek'at mı; dört rek'atli bir namazda da dört
rek'at mı yoksa beş rek'at mı kıldığında şüphe eden kimse oturur, tahiyyât okur
selâm vermeden kalkıp bir rek'at daha kılar ve sonunda sehv secdesi yapar.
Sonraki rek'ati ilâveye sebeb iki rekatli namaz üç, dört rek'atli olan da beş
rek'at olmuşsa fazlalığın nafile olması içindir. Çünkü Hanefîlere göre tek
rek'atli nafile olmaz.
Yukarıya aktardığımız
rivayet ve görüşlerden anlaşılıyor ki âlimler teharri (araştırma) ve kesin
olarak bilinen rekat üzerine bina konularında ihtilâf etmişlerdir. Hanefîler
bunları ayrı ayrı şeyler kabul ederken, Şafiî, Dâvûd ve İbn Hazm bunların aynı
şey olduğunu söylemişlerdir. Nevevî bunun cumhurun görüşü olduğunu nakleder.
Ebû Hatim ve İbn Hibbân, Hanefîlerin görüşündedirler.
Şevkânî, bu mevzuda
biribirine zıt gibi görünen hadisler arasında aslında ihtilâf olmadığını,
ihtilâf gibi görünen noktaların değerlendirme hatası olduğunu söyler.
Şevkânî'nin sözlerinin özeti şudur:
"Bana göre az
rekat üzerine binayı, kesin bilinen üzerine binayı ve doğruyu araştırmayı
ifâde eden hadisler arasında zıtlık yoktur. Çünkü teharri (araştırma) lügatta,
doğruya en yakın olanını istemektir. Resûlullah da bunu emretmiştir. Bir kimse
araştırma ile tereddütten kurtulabilirse ne âla. Bu da ancak bir görüşün
kesinlik kazanması ile mümkündür. Ama araştırma ile şekden kurtulamazsa, o
zaman tereddüdünün az tarafına itibar edip namazı onun üzerine bina eder.
Öyleyse bu konudaki hadisler biri birine zıt değil, birbirlerinin
tamamlayıcısıdır."
Açıklamakta olduğumuz
hadis, şu yönlerden Hanefî mezhebindeki bazı görüşlerin aleyhine delil gibi görünmektedir:
1. Bu
hadiste Hz. Peygamber kıldığı rek'at adedinde şüphe eden kimsenin aza itibar
edeceğini bildirmiş ve herhangi bir suretle kayıtlamamıştır. İlk bakışta bu,
Hanefîlerin görüşüne aykırı görünüyorsa da, Hanefîler bu hadisi namazda şüphe
edip de bir tarafa meyledememe hâline hamletmişlerdir.
2. Hz.
Peygamber hadis-i şerifin devamında "namazı lamam idiyse, kıldığı rek'at
ve secdeler nafile olur" buyurmaktadır. Bu ifâdeden kılınan bir rek'atten
sonra yapılan secdelerin o rekati çiftleyeceği ve bu şekildeki nafilenin sahih
olacağı anlaşılmaktadır. Hattâbî, "Bu hadiste dördüncü rek'atte oturduktan
sonra beş rekat kılan bir kimsenin altıncı bir rekat ilâve etmesinin lüzumu
görüşünde olanların mezheplerinin yanlışlığına delâlet vardır. Çünkü Hz.
Peygamber, bu tek rekatı nafile saymış ve üzerine bir ilâve yapılmasını
emretmemiştir" der. Hanefîler ise, "bu hadiste işaret edilen ilâve,
eksiği tamamlamak içindir. Dolayısıyla sonradan kılınan fazladan bir rekat
olduğuna delâlet etmez. Öyleyse bu hadis kılınan rek'atin beşinci rekat olduğu
bilindiği takdirde altıncı rekatın kılınamayacağına delâlet etmez" derler.
Hz. Peygamber namazın
ilâve edilen rekatla tamamlanmış olması hâlinde yapılan secdelerin şeytanı kızdırıp
rezil edeceğini beyân etmiştir. Aslında bu terkibin tam karşılığı,
"şeytanın burnunu yere sürtücü olur*' şeklindedir. Şeytan namaz kılanın
zihnini meşgul edip onun yanılmasını, dolayısıyla namazının fasit olmasını
ister. Kılınan namaz tam olunca, şeytanın emeği boşa gitmiş, burnu sürtülmüş ve
rezil olmuş olur.
Ebû Davud'un, hadisin
sonundaki taliki kitabına almaktaki maksadı, bu hadisin birçok senedle
geldiğine işaret etmektir. Ancak bunlar içinde en açık ve mufassalı, üzerinde
durduğumuz Ebû Hâlid'in rivayetidir.[506]
Hadis-i şerif
namazında kıldığı rekat sayısında şüphe edip de bir tarafı tercih edemeyen
kimsenin, tereddüdünün az tarafına itibar edip ona göre namazını
tamamlayacağına ve sonunda sehv secdesi yapacağına işaret etmektedir.[507]
1025. ...İbn
Abbâs'dan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.) sehv secdelerini
"murğimeteyn" (burnu yere sürten, rezil eden) diye isimlendirmiştir.[508]
Bu hadis-i şerif,
yanılmadan dolayı yapılan secdelere sehv secdesi denildiği gibi "murğime"
secdesi de denilebileceğini göstermektedir.[509]
1026. ...Atâ
b. Yesâr (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Sîzden biri
namazında şüphe edip, üç rekât mı yoksa dört rekat mı kıldığım bilemezse bir
rekât daha kılıp oturduğu halde, selâm vermeden önce iki defa secde yapsın.
Eğer sonradan kıldığı rek'at, beşinci olursa, bu iki secde ile çiftlemiş olur.
Eğer dördüncü olursa, secdeler şeytanı kızdırma ve alçak düşürme olur."[510]
Bu hadis-i şerif
mürseldir. Yani sahâbî olan ravi zikredilmemiştir. Atâ, hadisi sanki bizzat Hz.
Peygamber'den duymuş gibi rivayet etmiştir. Ancak hadisin mürsel oluşu, pek
önemli değildir. Çünkü aşağı yukarı aynı manayı ifâde eden ve aynı hükümleri
ihtiva eden bu babın ilk hadisi mevsûldur. Farklı olarak bu rivayette sehv
secdelerinin selâmdan evvel yapılacağı bildirilmektedir. Bu secdenin yeri daha
önce mufassalan beyân edilmiştir.[511]
1027.
...Zeyd b. Eslem'den Mâlik'in isnadı ile (Atâ b. Yesâr’dan) Resûlullah (s.a.)'in
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Sizden biri
namazda şüphe edip de üç rekât kıldığı kanaatinde olursa, kalkıp secdeleri ile
birlikte bir rekât daha kılsın,sonra oturup teşehhüdü okusun. Teşehhüdü bitirip
de selâmdan başka bir şey kalmayınca, oturduğu yerde iki defa secde yapsın
sonra da selâm versin."
(Yakub b. Abdurrahmân)
bundan sonra Mâlik'in (bir evvelki) hadisinin mânâsını zikretti.[512]
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadisi bu şekliyle îbn Vehb Mâlik 'den; Hafs b. Meysere, Dâvûd b. Kays ve Hişâm
b. Sa'd (de Zeyd b. Eslen; tarikiyle A tâ 'dan) rivayet etmişlerdir. A ncak
Hişâm rivayetini Ebû Saîd el-HudrVye ulaştırmıştır.[513]
Görüldüğü gibi bu
hadis de mürseldir. Bu iki hadis iki huşusu içine almaktadır. Bunlar;
1. Namaz kılan
bir kimse önce şüphe etse sonra da üçüncü rekatta olduğunun kanaati üstün
gelse ne yapmalıdır?
2. Şüphe
edip de herhangi bir kanaate varamazsa ne. yapmalıdır?
Bu iki husustan
ikincisi. Mâlik'in önceki rivayetinde mevcuttur. Bu yüzden müellif Yâkub'un
rivayetinde birinci hususu zikretmiş, ikincisi Mâlik'in rivayetine havale
etmiştir. Bu konunun izahı, bu babın ilk hadisinde yapıl-mistir.
Hadîsin zahirinden,
daha sonra ortadan kalksa bile, mücerred şüphe ile sehv secdesinin gerekli
olduğu anlaşılmaktadır.[514]
1028. ...Ebû
Ubeyde, babası Abdullah (b. Mes'ûd)'dan Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Sen namazda iken
üç rekat mı, yoksa dört rekat mı kıldığında şüphe ettiğin ve zann-ı galibin
dört rekat kıldığın şeklinde olduğu zaman, teşehhüde oturur sonra selâm
vermeden oturduğun yerden iki defa secde yapar, sonra tekrar tehiyyâl okur ve
selam ver(irsin)."
Ebû Dâvud dedi ki: Bu
hadisi A bdulvâhid de Husayf'dan rivayet etmiş, fakat Hz. Peygamber ref
etmemiştir. Süfyân, Şerik ve İsrail de Abdulvâhid'e muvafakat etmekle beraber,
hadisin metninde ihtilâf etmişlerdir. Onlarfın hiçbiri de) hadisi (Hz.
Peygambere) isnad etmemiştir.[515]
Bir hadis-i şerifte
selâmın sehv secdesinden sonra ve ikisi arasında bir teşehhüd olduğuna işaret
edilmektedir. Ancak âlimlerden hiçbirisi böyle bir görüşe sahib olmamıştır.
Çünkü Ebû Ubeyde'nin babası Abduilah'dan hiç birşey işitmediği, ulemâ tarafından
bilinmektedir. Bu yüzden hadis zayıftır. Ahkâma delil olamaz. Ancak sehv
secdesinin selâmdan sonra yapılacağına dair birçok meşhur rivayet vardır.
Secdenin selâmdan sonra yapılacağı görüşünde olanlar bu hadise değil, Abdullah
b. Mes'ûd'dan güvenilir râvilerin rivayet ettikleri başka hadislere istinad
etmişlerdir.
Hadisin sonundaki
talikte bu hadisi, Abdulvâhid, Süfyân, Şerîk ve İsrâl'in de Husayf'dan rivayet
ettikleri fakat hiçbirinin rivayetini Hz. Peygambere isnad etmedikleri
bildirilmektedir.
Beyhakî bu hadisi
naklettikten sonra, "Bu hadisin metninde ve isnadında ihtilâf edilmiştir.
Husayf kuvvetli değildir. Ebü Ubeyde de babasından birşey duymamıştır"
der. Ayrıca Husayf, hafızası zayıf bir kimsedir. Ahmed b. Hanbel de Husayf'a
zayıf demiş, İbn Maîn ile Ebû Zür'a sika kabul etmişlerdir. Bunlardan başka
Husayf hakkında "güvenilir" veya "zayıftır" diyenler
çoktur. Fakat za'f isnad edenler hafızasının zayıflığını kast ederler, yoksa
doğru sözlü biri olduğu herkesçe kabul edilmiştir.[516]
1029. ...Ebû
Saîd d-Hudrî (r.a.) Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
"Sizden biri
namaz kıldığında eksik mi, yoksa fazla mı kıldığında tereddüt ederse, oturduğu
yerden iki defa secde yapsın. Şeytan kendisine gelip de "Abdestini
bozdun" dediği zaman, burnuyla bir koku veya kulağıyla bir ses duymadıkça
"sen yalan söyledin" desin."
Bu, Ebân'ın rivayet
ettiği hadisin lâfzıdır.[517]
Ebû Dâvûd dedi ki:
(Seneddekı lyaz'ın) Ma'mer ve Ali b. el-Mubârek, "îyazb. Hilâl" Evzaî
ise, "îyazb. Ebî Züheyr" olduğunu söylemişlerdir.[518]
Bu hadiste kıldığı
rekat adedinde şüpheye düşen kimsenin
yapması gereken şeye ilâveten namazda kendisine abdestin bozulduğuna
dair bir şüphe gelen kimsenin yapması gereken şey de mevzu-bahs edilmiştir.
Kıldığı rekat adedinde tereddüt eden kimsenin yapması gereken şey, daha önce
izah edilmiştir. Hz. Peyamber abdestin bozulması ile ilgili vesveseyi
"şeytan sana abdestini bozdun derse" şeklinde ifade etmiştir.
Böylece bu vesvesenin, şeytandan geldiğine işaret etmiştir. Yine Hz. Peygamber
böyle bir vesveseye düşen kimsenin "burnu île bir koku hissetmedikçe veya
kulağı ile bir ses duymadıkça*' abdestinin bozulmadığına hükmetmesini
emretmiştir. Burnun koku hissetmesi veya kulağın bir ses duymasından maksat,
abdestin bozulduğunu kesin olarak bilmektir. Yoksa ses duymadığı veya koku
hissetmediği halde yel çıkardığını bilen bir kimsenin abdesti bozulur. Çünkü
çıkan her yelde mutlaka koku ya da ses olacak diye bir şart yoktur. Fakat
abdesti bozduğu vehmine düşen bir kimse de abdestinin bozulmadığına
hükmedecektir.[519]
1030. ...Ebû
Hureyre (r.a.) Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Sizden biriniz
namaz kılmaya kalktığı zaman, şeytan kendisine gelip kaç rek'at kıldığını bilemeyecek
kadar zihnim karıştırır. Birinize böyle bir şey olduğu zaman, oturarak iki
defa secde yapsın."
Ebû Dâvüd: bu hadisi
aynı şekilde îbn Uyeyne, Ma'mer ve Leys de rivayet ettiler, dedi.[520]
Bu ve bundan önceki
hadisten namazı az mı yoksa çok mu kıldığında tereddüt eden kimseye sehv
secdesinden başka hiç bir şeyin lâzım olmadığı anlaşılmaktadır. Hasen el-Basrî
bu görüştedir. Ebû Hüreyre ve Enes'in de bu kanaatte oldukları rivayet
edilmiştir. Ancak cumhurun mezhebi buna muhaliftir. Daha önce açıklandığı
üzere bazı mezhepler az olan tarafa bazıları da zann-ı galibe itibar
edileceğini söylemişlerdir. Bu hadislerin mücmel olduklarına az olan tarafa
veya zann-ı galibe itibar edileceğine delâlet eden hadislerle tefsir
edildiklerine hamledilerek aradaki ihtilafın halli cihetine gidilmiştir.[521]
1031.
...Muhammed b. Müslim'den bu (önceki) hadis, aynı isnatla rivayet edilmiş,
Yakub'un kardeşinin oğlu Zühri "o selâmdan önce otururken..." sözünü
ilâve etmiştir.[522]
Önceki hadisin
yukarıdaki senetle yapılan rivayetinde "oturduğu halde iki defa secde
yapsın" cümlesinden sonra "selamdan önce" ilâvesi yer almıştır.
Müellif bu ilâveye işaret için bu rivayeti kitabına almıştır.[523]
1032.
...Haccâc, Yakub'dan; Yakub babasından; O, İbn İshak'-daiu o da Muhammed b.
Müslim ez-Zührî'den önceki hadisi aynı mânâ ve aynı senetle rivayet etmiş ve
"selâm vermeden önce iki defa secde yapsın sonra selâm versin" sözünü
eklemiştir.[524]
1033. ...Abdullah
b. Cafer[525] (r.a.), Peygamber
(s.a.)'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
“Her kim namazında
tereddüde düşerse, selam verdikten sonra iki defa secde yapsın."[526]
Bu hadisde sehv
secdesinin selâm verdikten sonra yapılacağı bildirilmektedir. Bu, Hanefîlerin
görüşüdür. 1008 numaralı hadisin açıklamasında bu konudaki diğer görüşler ve
delilleri geniş olarak anlatılmıştır. Oraya müracaat edilmelidir.[527]
1034. ...Abdullah
b. Bühayne[528] (r.a.)'den; demiştir ki:
Resûlullah (s.a.) bize (dört rekatlı bir namazda) iki rekat kıldırıp oturmadan
kalktı. Onunla beraber cemaat da kalktı. Resûlullah namazı bitirince biz selâm
vermesini beklerken selâm vermeden oturduğu yerde tekbir alıp iki defa secde
yaptı. Sonra da selâm verdi.[529]
Bu hadis-i şerifde
bahsi geçen namazın hangi namaz olduğu belirtilmemiştir.Ancak ha'disin Buhârîve
Müslim'deki rivayetlerinden bu namazın öğle namazı olduğu anlaşılmaktadır. Bu
rivayetin diğer muteber kitablardaki rivayetlerden cüz'î farklarla ayrıldığı
görülmektedir.
Hadis-i şerif hüküm
yönünden oldukça zengin bir görünüm arzetmektedir. Şöyle ki:
1. Buradan
sehv secdesinin selâmdan önce oduğu anlaşılıyor. Ayrıca hadis, "sehv bir
noksanlık ise, secdesi selamdan önce yapılır", diyenlerin görüşüne delil
olabilir.
2. Dört
rek'atli farzlardaki ilk oturuş ve tehiyyâtı okumak farz değildir. Çünkü farz
olsaydı, sehv secdesi ile telâfisi mümkün olmazdı. Hanefi, Şafiî ve Mâlikîler
bu görüştedirler.
Hanbelî ve Zahirîlere
göre ise, bu oturuş farzdır, ancak sehv secdesi ile telâfisi caizdir.
3. Hadis-i
şerifin Buharı ve Tirmizî'deki rivayetlerinde râvinin, "unuttuğunun
yerine onunla birlikte cemaat de o secdeleri yaptı" sözlerini ziyâde
ettiği görülmektedir.
Bu ziyâdeden muktedi
hata etmese bile imamın hatasından dolayı onun da secde etmesinin gerekli
olduğu anlaşılmaktadır. İbn Hazm bu konuda icmâ' olduğunu söyler.
Hanefî, Şafiî ve
Mâlikîlere göre muktedi, imama uymuş bir halde iken, kendi yaptığı bir hatadan
dolayı da sehv secdesi yapmaz. Bunlar, Dârekut-nî'nin rivayet ettiği şu hadise
dayanırlar:
"İmamın arkasında
olan kimseye sehv yoktur. İmam yanılırsa hem o, hem de arkasındaki secde eder.
Eğer imamın arkasındaki (muktedi) yanılırsa, ona secde lâzım değildir. İmam
ona kâfidir."[530]
Buraya kadar
naklettiğimiz hususlar, imamın arkasındaki şahsın (muktedi) namaza imamla
birlikte başladığı durumla ilgilidir. Muktedi mesbuk ise, yani imama sonradan
uymuşsa Şâfiîlere göre, imam isterse o uyduktan sonra yanılsın isterse uymadan
yanılmış olsun, muktedi hem imamla birlikte secde yapar hem de kendi namazının
sonunda secde yapar. Haneliler de bu durumda imamla birlikte secde etmesi
konusunda Şâfiîlerle hemfikirdirler. Ancak kendisinin yetişemediğini kaza ederken
herhangi bir sehve düşmedikçe namazının sonunda secde etmesini meşru
görmezler.
Hanbelîlere göre imam
ister selâmdan önce secde-yapsın, ister sonra muktedi imamla birlikte sehv
secdesi yapar, fakat sonunda yapmaz.
Mâlikîlere göre imam
selâmdan evvel secde yaparsa, muktedi de onunla birlikte secde yapar. Selâmdan
sonra yaparsa, onunla birlikte yapmaz. Namazın sonunu bekler.[531]
Lâhik (imamla birlikte
namaza başlayıp da namazda abdesti bozulan ve abdestini alıp namazın kalanını
kıldığı üzerine bina eden) imamla birlikte secde etmez, kendisi namazını
bitirdiği zaman, secde eder. Bunda bütün mez-hebler müttefiktir.[532]
Dört rekatli farzlarda
ilk iki rekattan sonra oturmak (Kade-i Ula) farz değildir. Hanefilere göre
vacıbtır.
Terkinden dolayı sehv
secdesi gerekir.[533]
1035.
...Şuayb, ez-Zührî'den; onun hadisini aynı senetle ve aynı mana ile rivayet
etmiş: "Bizden kıyamda tehiyyât okuyanlar vardı" sözünü de ilâve
etmiştir.
Ebû Dâvûd dedi ki: İki
rekatten sonra (oturmadan) kalktığı zaman, tbnu 'z-Zübeyr de sehv secdelerini
aynı şekilde selâm vermeden önce yaptı. Bu (aynı zamanda) Zührî'nin de
görüşüdür.[534]
Bu rivayette, öncekine
ilâveten Hz. Peygamber ilk ka'deye oturmadan ayağa kalkınca bazı müslümanların ayakta
teşehhüd okudukları da bildirilmektedir.[535]
Bu bâbda otururken ilk
teşehhüdü unutup da iyice doğrulmadan veya doğrulduktan sonra hatırlayan
kimsenin yapması gereken şeyleri beyân eden hadisler yer almaktadır. Bu babın
bir önceki bâbdan farkı şudur: Orada teşehhüdü unutan kimsenin bunu iyice
doğrulduktan sonra hatırlaması halinde yapması gereken şeyleri izah eden
hadisler vardı. Burada ise, tam doğrulmadan önce veya doğrulduktan sonra
hatırlamaya ait hükümler yer alacaktır.[536]
1036.
...Muğîre b. Şu'be (r.a.)'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu:
"İmam iki
rekatte(n sonra oturmadan) kalktığı zaman, eğer iyice doğrulmadan Önce
hatırlarsa otursun. İyice doğrulursa, oturmasın, (sonunda) iki defa sehv
secdesi yapsın."[537]
Ebû Dâvûd, benim
kitabımda Câbir el-Cu 'fî'den (rivayet edilen) bundan başka hadis yoktur, dedi.[538]
Bu hadis-i şerifin
râvileri arasında bulunan Câbir el-Cüfî'yi bazı âlimler, hadisi ile amel
edilmeyecek derecede zayıf kabul etmişlerdir. Hatta, görüldüğü üzere, sanki
Ebû Dâvûd bu hadisi rivayet edişine mazeret beyân eder gibi, "benim
kitabımda Câbir el-Cûffden bundan başka hadis yoktur" demek ihtiyacım
hissetmiştir. Bazı âlimler ise, aksine bu zatın sika olduğunu belirtmişler ve kendisinden
sitayişle bahsetmişlerdir. Bezlü'l-mechûd sahibi bu görüşleri hayli geniş
olarak toplamıştır.[539]
Hadis-i şerifte dört
rekatli farz bir namazın ilk iki rekatinden sonra oturmayı unutan bir kimsenin
bunu iyice doğrulmadan önce hatırlaması hâlinde hemen oturacağı; iyice
doğrulmuş ise, oturmayıp namazına devam edeceği ve sonunda sehv secdesi
yapacağı bildirilmekledir. Şâfiîlerin görüşü ve Hanefilerde zâhiru'r-rivâye bu
şekildedir. Hanefîlerden bazı âlimlere göre ka'-deyi unutan kişi bunu oturma haline
daha yakın bir vaziyette hatırlarsa, oturur; lkıyâma daha yakın bir halde
hatırlarsa, oturmaz namaza devam eder. Tam kıyama yarmadan ka'deyi unuttuğunu
hatırlayıp da dönen kimsenin sonunda sehv secdesi yapıp yapmayacağı konusunda
ihtilâf edilmiştir. Esah olan yapmamasıdır.
Tanı manâsıyla
doğrulduktan sonra oturmadığım hatırlayan kimse oturursa Şafilerden esah olan
görüşe, Hanefîlerden de Zeyiaî ve Durru'l-Muhtâr'ın tercihine göre, namazı
bâtıl olur.
Kemal İbnu'l-Humam ve
Bahru'r-Ra'ik sahibi İbn Nüceym bu hareketin mekruh olmakla birlikte namazı
ifsat etmeyeceği görüşündedirler. Bunlara göre böyle yapan bir kimse vacibi
geciktirdiği için sehv secdesi yapmalıdır.
Mâlikîlere göre ilk
teşehhüdü unutan bir kimse, eğer elleri ve dizleri yerden kesilmeden önce
hatırlarsa, oturur ve secde yapmaz. Daha sonra hatırlarsa, oturmaz.
Haııb elîlerc göre tam
olarak doğrulduktan sonra fakat henüz bir şey oku-nadan oturmadığını
hatırlarsa, oturması caiz olmakla beraber oturmaması evlâdır. Ancak her hâl-ü
kârda sehv secdesi yapması gerekir.
Bütün bu hükümler imam
veya tek başına namaz kılana aittir. İmamın peşinde namaz kılan bir kimse, imam
oturduğu halde ayağa kalkarsa, Hanefî, Mâliki ı, Hanbelî ve Şâfiîlerden tercih
edilen görüşe göre her hal-ü kârda oturur.Çünkü o imama tâbi olmak zorundadır.[540]
1. Birinci
ka'deyi unutan kimse bunu iyice doğrulmadan önce hatırlarsa, donup
oturur.Doğrulmuşsa, oturmaz; sonunda sehv secdesi yapar.
2. İyice
doğrulmadan evvel hatırlayıp da oturan kimsenin sehv secdesi yapmasına gerek
yoktur.[541]
1037.
...Ziyâd b. Alâka'dan; demiştir ki: Muğîre b. Şu'be bize namaz kıldırdı da iki
rekatte(n sonra oturmadan) kalktı. Biz (hatırlatmak için)
"Sübhânellah" dedik. O da "sübhânellah" deyip namaza devam
etti. Namazı bitirince selâm verip iki defa sehv secdesini yaptı. (Cemaate)
döndüğü zaman:
Ben, Resûlullah
(s.a.)'i aynen benim yaptığım gibi yaparken gördüm, dedi.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadisi aynen bu şekilde İbn Ebi Leylâ, Şa'bî'den; o da Muğîre b. Şu'be'den
rivayet etti.
Yine onu Ebû Umeys,
Sabit b. Ubeyd'den; "Muğîre b. Şu'be bize namaz kıldırdı...”(diye
başlayıp) Ziyâd b. Alâka'nın hadisi gibi rivayet etti.
Ebû Ümeys, Mes'ûdî'nin
kardeşidir.
Sa'd b. Ebî Vakkâs,
îmrân b. Husâyn, Dahhâkk b. Kays ve Muâviye b. EbîSüfyân Muğîre b. Şu'be'nin
yaptığı gibi yaptılar. İbn Abbâs ve Ömer b. Abdilaziz de aynı şekilde fetva
verdiler.
Bu, iki rek'atten
sonra kalkan ve selâm verdikten sonra secde edenler hakkındadır. (Bu
zikrettiklerinin 'Muâviye b. EbîSüfyân hariç- selâmdan sonra sehv secdesi
yapmışlardır.)[542]
Bu "eser"
bundan önceki hadiste rivayet edilen hükmün aynısını haber vermektedir. Ancak
burada imamın yanılması hâlinde cemaatin onu uyarmak için
"sübhânellah" demesinin meşru olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bu
mevzuda daha önce bilgi verilmiştir.
"Eser'Men, Muğîre
b. Şu'be'nin cemaate namaz kıldırırken ikince rekatten sonra oturmayıp ayağa
kalktığını, tam doğrulduktan sonra cemaatin kendisine hatırlatmak için
"sübhânellah" dediklerini, Muğîre'nin de "namaza devam edin"
mânâsında "sübhânellah" diyerek karşılık verdiğini anlamaktayız.
Ebû Dâvûd bu eseri
rivayet ettikten sonra rivayetin sıhhatine işaret babında Sa'd b. Ebî Vakkâs,
İmrân b. Husayn, Dahhâk b. Kays ve Muâviye b. Ebî Süfyân'ın da aynen Muğîre b.
Şu'be gibi yaptıklarını İbn Abbâs ve Ömer b. Abdilaziz'in de o şekilde fetva
verdiklerini söylemiştir.[543]
1. İkinci
rekatten sonra oturmayıp ayağa kalkan kimse, namazına devam eder.
2. İmam
yanıldığı zaman cemaatin onu "sübhânellah" sözü île uyarması imamın
da gerektiğinde aynısı ile mukabelede bulunması meşrudur.
3. İlk
ka'deyi terk eden kimse sonunda sehv secdesi yapar.[544]
1038.
...Sevbân (r.a.)'den; Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Her yanılma için selâmdan sonra iki secde vardır."[545]
(Ebu Dâvud dedi ki:)
kaydım Amr (b. Osman’dan başka hiç bir râvi zikretmemiştir.[546]
Bu hadise ilk
bakıldığında bir namaz içerisinde yanılma tekrarlanınca, sehv secdesinin de
tekrarlanmasının gerektiği anlaşılmaktadır. Ibn Ebî Leylâ bu görüşü
benimsemiştir. Bazı âlimler "yanılmanın cinsi aynı ise, hepsi için bir
secde yeter, fakat yanılma ayrı ayrı cinsten olursa, her birisi için ayrı ayrı
secde yapılmalıdır" derler. Ancak bu görüşlerin her ikisi de pek taraftar
bulamamıştır.
Cumhura göre (Hanefî
ve Şâfiiler de bu görüştedirler) bir namazda birden fazla yanılma olursa,
hepsi için iki secde kâfidir. Her yanılma için ayrı ayrı secde yapmaya lüzum
yoktur. Şafiîlerin muteber kitaplarından Mühez-zeb'de bunun illeti şöyle ifâde
edilmektedir:
"Eğer her hata
için ayrı bir secde icâbetse idi, hatanın hemen akabinde secde gerekirdi. Secde
namazın sonuna bırakıldığına göre, bu namazdaki bütün hataların toplanması
içindir."
Sehv secdesini
yaparken hata eden bir kimseye bu hatadan dolayı yeni bir secde lâzım değildir.
Bu konuda imam Muhammed'le, Nahv imamlarından Teyzezadesi Kısaî arasında geçen
bir konuşma son derece güzeldir. Buraya naklediyoruz:
imam Muhammed
teyzesinin oğlu Kisâî'ye:
Niçin fıkıhla meşgul
olmuyorsun? dedi. Kisâî:
Bir ilmi iyice bilen,
diğer ilimleri de anlar, karşılığını verdi. İmam Muhammed:
Peki, o halde ben sana
bir fıkıh meselesi sorayım da onun cevabını Nahv'den bul bakalım, deyip şu
soruyu sorar:
Sehv secdesinde hata
eden bir kimse ne yapmalıdır? Kısaî biraz düşündükten sonra:
Sehv secdesi yapmaz.
Muhammed:
Sen bu cevabı nahvin
hangi konusundan çıkardın? deyince, Kisâî:
El-Musağğar lâ
yusağğar (tasgir yapılan bir daha tasğîr yapılmaz) karşılığını vermiştir.
Hatanın tekrarı
hâlinde tek secdenin kâfi geleceğini söyleyenler açıklamakta olduğumuz hadisle
ilgili olarak şunları söylerler:
Bu hadis zayıftır,
delil olamaz. Çünkü bu İsmail b. Ayyaş tarikiyle gelmiştir. O da tenkide
uğramıştır. Hadisin sabit olduğu kabul edilirse, mânâ, "namazda meydana
gelen bütün yanılmalar için iki secde kâfidir" şeklinde anlaşılmalıdır.
Beyhakî'nin Hz. Âişe'den rivayet ettiği, "İki secde, namazdaki bütün
eksik ve fazlalıklar için yeterlidir"[547]
hadisi de bu manayı desteklemektedir.
Evzâî bu konuda
yukarıda anlatılanlardan tamamen değişik bir görüştedir. Ona göre eğer
hataların hepsi fazlalık veya hepsi noksansa, iki secde kâfidir. Ama bir kısmı
fazlalık bir kısmı noksansa her biri için ayrı secde yapmalıdır.[548]
1. Bir
namazda sehv secdesini icabettiren ne kadar hata yapılırsa yapılsın, hepsi için
iki secde kafidir.
2. Sehv
secdesi selâmdan sonra yapılır.[549]
1039.
...İmran b. Husayn (r.a.)'den; rivayet edilmiştir: Resûlullah (s.a.) onlara
namaz kıldırıp şehvetti. Bunun üzerine iki defa secde yaptı sonra oturup
tehiyyâtı okudu, sonra da selâm verdi.[550]
Bu hadis-i şerif sehv
secdesi yaptıktan sonra teşehhüdün ve secde için selâmın meşru olduğuna delâlet
etmektedir. Hanefîler bu hadisin zahirini alarak sehv secdesi yaptıktan sonra
otururlar. Ve en sonunda selâm verirler. Ancak Hanefi'lerin âlimleri secdeden
önce verilen selâmın keyfiyetinde ihtilâf etmişlerdir. Bazıları hem sağa hem de
sola, bazıları da sadece sağa verileceğini söylerler. Fakat cemaatle
kılındığında cemaatin şaşırıp da namazdan çıkmaması için bir tarafa selâm
vermek kâfidir. Fahru'l-İslâm, ön tarafa kıbleden dönmeden bir defa selam
vermenin yeterli olduğunu söyler. Çünkü bu, namazdan çıkma (tahlil) değil,
tahıyye'dir.
M âli kilere göre,
secde selâmdan sonra yapılması gereken cinstense, teşehhüde oturulur ve
sonunda selâm verilir. Secdenin selâmdan önce yapılması gerekiyorsa, İmam
Mâlik'den iki rivayet vardır. Mezhebte meşhur olan görüşe göre teşehhüde
oturulur.
Şâfiîler de selâmdan
önce secde edilmişse, sonra tehiyyât okunmaz.Secde selâmdan sonra yapılmışsa,
Nevevî'nin dediğine göre esah olan yine tehiyyatın okunmamasıdır.
Hanbelîlere göre
selâmdan önce secde eden tehiyyât okumaz, selâmdan sonra secdeyi yapan ise,
tehiyyâtı okur. Bu, vâcibtir.[551]
1. Hz.
Peygamber'in de namazda sehv etmesi caizdir.
2. Namazda
sehveden kimse secde yapmada önce selâm verir. Sonra secde yapıp oturur ve
tehiyyâtı okur. Daha sonra da namazdan çıkmak için (tahlîl) selâm verir.[552]
Burada sehv secdesi
ile ilgili olan hadisler sona ermiştir. Oldukça genişçe ele alınan bu mevzuun
bir özetinin yapılmasında fayda görülmektedir.
Hanefilere göre,
namazda sehven bir vacibi terk veya te'hir, bir rüknü geciktirme, öne alma,
tekrar etme veya sırasını terketme gibi hatalardan dolayı sehv secdesi
yapılır. Secde son oturuştadır. Önce oturulup tehiyyât okunur, sağa - sola
(cemaatle ise sadece sağa) selâm verilip iki defa secde yapılır. Sonra oturulup
tehiyyât, salli-bârik ve duâ okunur ve sağa-sola selâm verilip namazdan
çıkılır. Hangi hareketlerden dolayı sehv secdesi yapılacağı fıkıh ve ilmihal
kitaplarında genişçe anlatılmaktadır.
Mâlikîlere göre, bir
rüknü fazla yapmak veya şüphe etmek ya da şu sekiz sünnetten birini terk
etmekten dolayı, sehv secdesi yapılır. Bu sünnetler: 1. Fâtiha'dan sonra sûre okumak, 2. Cehrî okunması gereken yerlerde cehri okumak, 3. Gizli okunacak yerlerde gizli
okumak, 4. İftitâh tekbirinin haricindeki
tekbirler, 5. "semiallahü limen
hamideh" demek, 6. İlk iki
rekatten sonra oturmak, 7. İlk
oturuşta et-tehiyyâtü'yü okumak, 8.
Son oturuşta et-tehiyyatü'yü okumak.
Mâlikilerde sehv
secdesinin nasıl yapılacağı, 1008 no'lu hadisin açıklamasında beyân
edilmiştir.
Hanbelîlere göre, bile
bile yapıldığı takdirde namazı bozan bir şey sehven yapılırsa, sehv secdesi
yapmak gerekir.
Şafiîlere göre, sehv
secdesi namazdaki bir ziyâde veya noksandan dolayı lâzımdır. Ziyâde, ya söz
olur veya fiil olur. söz, selâm verilmeyecek yerde selam vermek; okunmayacak
yerde okumak ve unutarak konuşmaktır. Fiil de iki çeşittir: Birincisi, kasden
yapılma*namazı bozmayan hareketler. Bunlardan biri sehven yapılırsa sehv
secdesi gerekmez. İkincisi, kasden yapılması namazı ifsâd eden
hareketler.Bunlar da mutehakkak ve mütevehhem olmak üzere iki çeşittir.
Mutahakkak, bir rekat ilâve etmek, oturulmayacak yerde oturmak, rükû veya
secdeyi ziyade yapmak gibi hareketlerdir. Mütevehhem de kılınan rekat
adedîerinde tereddüt, reşehhüd ve kunut gibi maksûd sünnetleri terk etmektir.
Anlaşılmaktadır ki
namazın eksik bırakılan herhangi bir rüknünü sehv secdesi ile telâfi etmek
mümkün değildir. Hanefîlere göre vacibin kasten terk veya te'hiri günahtır.
Sehv secdesi ile telâfi edilemez. Böyle bir namazın kazası uygundur. Sünneti
terkten dolayı sehv secdesi gerekmez.
Sehv secdesi konusunda
farz namazarla nafile namazlar arasında fark yoktur. Farz kılarken yapıldığında
sehv secdesini gerektiren bir hareket, nafile kılarken de sehv secdesi
gerektirir. Çünkü sehv secdesi şeytanı tahkir ve rezil etmek içindir. Bu babta
varid olan hadisler mutlaktır. Farz olursa, şöyle olur, nafile olursa, böyle
olur, diye bir kayıt ve ayırım bulunmamaktadır.[553]
1040.
...Ümmü Seleme (r.anhâ)'dan; demiştiı ki; Resûlullah (s.a.) selâmı verdiği zaman
biraz (yerinde) kalırdı. Ashab, kadınların namazdan sonra mescitten
erkeklerden önce çıkması için olduğunu zannederlerdi.[554]
Hadis-i şerifin diğer
hadis kitablanndaki rivayetlerinde ufak tefek bazı farklılıklar vardır. Ancak
bu farklılıklar, manayı değiştirecek ölçüde değildir.
Hadis-i şeriften Hz.
Peygamberin namazı bitirince, kadınların çıkması için bir müddet beklediği,
kadınlar çıktıktan sonra onun da çıktığı anlaşılmaktadır. Bu, bize şu
hususları hatırlatmaktadır:
1. imam
namazı kıldırdıktan sonra ihtiyaç yoksa, fazla beklemez camiden çıkmakta acele
eder. Müslim ve Ahmed'in Hz. Âişe'den rivayet ettikleri "Resûlullah selamı
verdikten sonra ancak diyecek kadar otururdu" haberi buna delildir.
Abdurrezzak'ın Enes'ten rivayet ettiği, "Resûluüah'ın peşinde namaz
kıldım, selâmı verince hemen kalkardı. Sonra Ebû Bekr'in arkasında namaz
kıldım, selâmı verince o da sanki kızgın taştan kalkar gibi kalktı"
mealindeki hadis de aynı şeyi ifâde etmektedir.Hz. Peygamber'den sabah ve akşam
namazlarından sonra okuduğu rivayet edilen bazı zikirler ya bu hadisenin çok az
olduğuna hamledilir ya da Hz. Peygamber'in kalkmakta acele ettiği namazlar,
hakkında bazı virdlerîn vârid olduğu namazların haricindeki namazlar olduğuna
hükmedilir.
2. İmam her
hâlü kârda cemaatin durumunu gözetmeli ve onların fitne-yedüşmelerine mâni
olmaya çalışmalıdır. Cemaat de imam ayrılmadan evvel mescitten ayrılmamalıdır.
3. Hadis-i
şeriften, kadınların cemaate gitmelerinin caiz olduğu, ancak herhangi bir fitneye
sebep olabilecek davranışlardan kaçınmaları gerektiği anlaşılmaktadır.
4.
Kadınlarla erkeklerin yollarda, caddelerde karışık olarak bulunmaları
nehyedilmektedir. Kadınların erkeklerle birlikte değil de, onlardan önce
camiden çıkması bunu gösterir.[555]
1041.
...Kabîsa b. Hülb, babası (Hülb)den[556]
naklen; O'nun Re-sûlullah (s.a.) ile beraber namaz kıldığını ve Peygamber
(s.a.)'in (mihrabın her) iki tarafından da (bazan sağından bazan solundan)
çekildiğini rivayet etmiştir.[557]
Başlıkta ve hadiste
"ayrılma" diye terceme ettiğimiz (el- insirâf) kelimesinin iki mânâya
ihtimali vardır:
1. Mihrabtan
ayrılıp arzu ettiği bir tarafa yönelip gitmek,
2. Oturduğu
yerde zikretmek için bir tarafına çekilmek,
imamın namazı
bitirince mihrabın ne tarafından çekilmesinin daha efdal olduğuna dair olan
rivayetler farklıdır. Bu konuda 72 no'lu bâbm 614 ve 615 numaralı hadislerinde
malûmat verilmiştir.[558]
1042.
...Abdullah (b.Mes'ud)dan; demiştir ki: Sizden biri (mihrabın) sadece sağ
tarafından ayrılıp da şeytana namazından nasib ayırmasın. İnanın ben,
Resûlullah (s.a.)'in çokça mihrabın sol tarafından çekildiğim gördüm.
(Râvilerden) Umara b.
Umeyr dedi ki: (Bu hadisi işittikten) sonra Medine'ye geldim. Hz. Peygamberdin
odalarının (mihrabın) sol tarafında olduğunu gördüm.[559]
Hadis-i Şerifte Hz.
Peygamber'in namazını bitirdikten sonra mihrabtan ayrılırken bazan sağ
tarafından çoğu kere de sol tarafından döndüğü anlaşılmaktadır. (614 ve 615
no'lu hadislere de müracaat) Umâra'nın sözünden, Hz. Peygamber'in odalarının
sol tarafta olduğu için daha çok o taraftan çekildiği anlaşılmaktadır.
Abdullah b. Mes'ud'un
"Namazından şeytana nasib ayırmasın" sözünden anlaşıldığına göre,
şer'an vâcib olmayan bir şeyin vâcib olduğuna inanmak veya ona vacibmiş gibi
sarılmak bid'attir ve şeytana amelden hisse ayırmaktır,mezmûmdur.
Müslim'in, A'meş'ten
yaptığı rivayette, "şeytana nasib" sözünün yerinde "namazından
bir parça" sözü yer almıştır.cümlesi de, Buhârî'nin rivâyetinde şeklinde
ifâde edilmiştir.
Kılınan bir namazdan
şeytana hisse vermek, sünnete muhalefetten dolayıdır. Çünkü Hz. Peygamber bu
ayrılışı sadece belirli bir yöne tahsis etmemiş her iki yönden de döndüğü
olmuştur.[560]
1043. ...İbn
Ömer (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
"Namazlarınızdan
bazılarım evlerinizde kılınız, oraları kabirlere çevirmeyiniz.[562]
Hz.Peygamber'in evlerde
kılınmasını emrettiği namaz, nafile namazdır.Bundan sonra gelecek olan hadis ve
Müslim'in "sizden biri mescidde namazım kıldığı zaman namazından evine de
nasib ayırsın..." ve Beyhakı'deki, "Resûlullah (s.a.) Abduleşhel
oğullan mescidine gelip orada akşam namazım kıldı. Namazlarını bitirince
onların nafile kıldıklarım gördü ve bu evlerin namazıdır" buyurdu"
şeklindeki rivayetler, evlerde kılınacak namazın nafile namazı olduğunu
göstermektedir.
Hz. Peygamber'in
nafileleri evde kılmaya teşvik etmesindeki hikmet, riyadan uzak, ve evlere
rahmet meleklerinin inmesine sebep olmasıdır.Evde kadın ve çocuklara namazı
öğretmek ve çocukları namaza alıştırmak gibi başka büyük faydalan da vardır.
Kadı İyaz, Hz.
Peygamber'in bu hadisteki evde kılınmasını istediği namazın bazı farz
namazlar, bunun sebebinin de cemaate gitmeyen kadın ve çocuklara cemaatle namaz
kıldırmak olduğunu söyler.
Ancak ulemânın
çoğunluğu bu namazın nâtıle namazlar olduğu kanaatindedir. Nevevî,
"doğrusu bu namazdan muradın, nafile olmasıdır. Çünkü bu babın tüm
hadisleri bunu gerektirir" der.
Hz. Peygamber'in
"oraları kabirlere çevirmeyiniz" sözünün manasında değişik görüşler
ileri sürülmüştür. Meselâ:
1.
Evlerinizde namaz kılmamak suretiyle oraları kabir haline getirmeyiniz. Bu,
içinde namaz kılınmayan evleri, içindekiler hiç bir ibâdete muktedir olamayan
kabirlere benzetmedir. Müslim'in Ebû Musa'dan rivayet ettiği bir hadiste
Resûlullah, "İçerisinde Allah zikredilen evleri diriye, içinde Allah
anılmayan evler de ölüye benzetmiştir."
2. Evinde
namaz kılmayan kimse, kendisini ölü, evini de kabir haline getirmiş olur.
3. Hattâbî'ye
göre, "evlerinizi içinde namaz kılınmayan sadece uyku yerleri yapmayınız.
Çünkü uyku ölümün kardeşidir. Ölü de namaz kılamaz" demektir.
Bazı âlimler, hadis-i
şerifin bu bölümünden evlere ölü defnetmenin men'edildiğini anlamışlardır.
Hattâbî bu anlayışa karşı çıkmış ve "bu birşey değildir. Nitekim Hz.
Peygamber hayatında ikâmet ettiği evine defnedilmiştir" demiştir.
Hafız İbn Hacer
el-Askalânî, Buhârî şerhinde, hadisin zahirinin delâleti evlere cenaze
defnedilmeyeceğidir, dedikten sonra, Hattâbî'nin sözünü nakletmiş ve
Hattâbî'ye cevab olarak Kirmânî'nin şu sözlerini kaydetmiştir:
"Herhalde bu,
(Hz. Peygamber'in evine defnedilmesi) Resûlullahın hususiyetlerindendir.Nitekim
Peygamberlerin öldükleri yerlere defn edilmeleri gerektiği rivayet edilmiştir.
Hz. Peygamber'in evine defn edilmesinin kendine has olduğu gözönüne alınınca
başkalarının bundan nehyedilmesi pek uzak bir anlayış olmasa gerektir. Çünkü
evlere cenaze defnedilmeye devam edilmesi, oraları kabristan haline getirir ve
kabristanda namaz kılmak da mekruhtur."
Evleri kabirlere
çevirme konusunda ileri sürülen bu görüşlerden en çok rağbet göreni birinci
maddede ifâde edilendir.[563]
1. Nafile namazları
evlerde kılmak müstehabtır.
2.
Kabristanlar namaz kılma yen değildir. Bu konuda "Namaz kılınması caiz
olmayan yerlerde namazdan men"[564]
başlığım şıyan bâb'ta bilgi verilmiştir.
3. Evlere
cenaze defnedilmesi uygun değildir.[565]
1044.
...Zeyd b. Sabit (r.a.)'den; Hz. Peygamber (s.a.)'ın şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Farz müstesna, kişinin evinde kıldığı namaz, benim şu
mescidimde kıldığı namazdan daha efdâldir."[566]
Bu hadis-i şerif, farzların
dışındaki bütün namazların evde kılınmasının, Mescid-i Nebevi, Mescid-i Haram
ve Mescid-i Aksa gibi fazileti olan mescidlerde kılınmasından bile daha efdal
olduğunu gösterir. Çünkü evde kimsenin haberi olmadan, riyadan uzak olarak
kılınan namaz ihlâsa daha yakındır. Farz namazların ise, erkekler için cemaatle
kılınması bazı âlimlere göre sünnet-i müekkede bazılarına göre, vâcibtir. Farz
namazda cemaati terk eden erkekler için Hz. Peygamberin pek katı tarizleri
vardır.[567]
Kadınlar için efdal
olan ise, hem farz hem de nafile namazlarını kendi evlerinde kılmalarıdır.
Gerçi farzlar için cemaate çıkmaları caizdir. Fakat evlerinde kılmaları onlar
için esas olan gizlenmeye daha muvafık ve fitneden daha uzaktır.
Ebû Dâvûd nafileleri
evde kılma konusunda iki hadis nakletmiştir. Aslında bu konuda daha başka
hadisler de vardır. Aşağıya tercemesini nakledeceğimiz hadisler bunlardandır.
tbn Mes'ud'dan rivayet
edilmiştir, dedi ki: Resûlullah'a "Evimde kıldığım namaz mı, yoksa
mescitte kıldığım namaz mı.daha efdaldır?" diye sordum.
“Benim evimin mescide
ne kadar yakın olduğunu görmüyor musun? Buna rağmen namazı evinde kılmak bana
mescitte kılmaktan daha sevimlidir, fakat fara olursa müstesna" cevabını
verdi.[568]
Ebu Musa'dan rivayet
edilmiştir: Iraklılardan bir grup Hz. Ömer'in yanına gelmek için yola
çıktılar. Onun huzuruna geldiklerinde "kişinin evinde kıldığı namazı"
sordular. Ömer:
"Bunu
Resûlullah'a ben de sordum: "Kişinin evinde kıldığı namaz nur-dur, öyleyse
evlerinizi nurlandırımz" buyurdu" karşılığını verdi.
Enes (r.a.)'den
Resûlullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "- Namazlarınızın
bir kısmıyla evlerinize ikramda bulununuz"[569]
Ashabdan birisi merfü' olarak şöyle rivayet etmiştir: -"Bir kimsenin
evinde kıldığı namaz insanların kendisini göreceği yerde kıldığı namaza
nisbetle, nafile karşısında farz gibidir."[570]
1045.
...Enes (b. Mâlik)'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) ve ashabı,
Beyt-i Makdis tarafına namaz kılıyorlardı: "Yüzünü Mescid-i Haram tarafına
çevir, nerede olursanız olun yüzünüzü onun tarafına çevirin.”[571]
(mealindeki) âyet-i kerime nazil olunca, Benû Selime'den bir adam gelip onlar
(Kübalılar) Beyt-i Makdis'e doğru sabah namazının rüku'unda iken; -iki defa-
"dikkat edin! Kıble Kabe tarafına çevrildi" diye seslendi. Cemaat da
rükû halinde iken, Kabe tarafına döndü.[572]
Hz. Enes'ten rivayet
edilen bu haber, ilk defa kıblenin değişmesi ile alâkalıdır.Haberin konu ile
münâsebeti Kübalıların kıblenin değiştiğini bilmedikleri için Mescid-i Aksa'ya
karşı namaz kılmaları ve bunu öğrenince derhal Kabe istikâmetine dönüp
namazlarını tamamlamaları, iade etmemeleridir.
Hz. Peygamber Mekke'de
iken (ulemâ arasında ihtilaflı olmakla beraber) esah olan görüşe göre, Kabe'ye
doğru namaz kılıyor fakat Mescid-i Aksa'yı da arkasına almıyordu. Yani yönü hem
Kabe'ye hem de Mescid-i Aksa tarafına dönük oluyordu. Medine'ye hicret edince,
her iki mescidi önüne alma imkânı ortadan kalktı. Çünkü Medine, Mekke ile
Kudüs arasında bulunuyordu. Bu durum karşısında Hz. Peygamber Mescid-i Aksa'ya
doğru namaz kılıyor ve mecburen Mescid-i Haram arkasında kalıyordu. Bu da
Resûlullah'ın üzüntüsüne sebep oluyordu. Onun için Efendimiz kıblenin Kabe'ye
çevrilmesini arzu ediyor, fakat vahy gelmediği için de kendisi kıbleyi
değiştiremiyordu. Bu hal farklı rivayetlere göre, on üç, on altı veya on yedi
ay devam etti. Bundan sonra kıblenin Mescid-i Aksâ'dan Mescid-i Haram'a
değiştirildiğini bildiren yukarıda mealini verdiğimiz Bakara suresininin 144.
âyet-i kerimesi nazil oldu ve Hz. Peygamber yönünü değiştirip Kabe'ye doğru
namaz kılmaya başladı. Ancak Kübalıların bundan bir müddet haberleri olmadı. Bu
müddetin ne kadar olduğuna dair bir şey bilmiyoruz.
Haberden anladığımıza
göre, bir gün Kübalılar Mescid-i Aksa tarafına dönük bir vaziyette sabah
namazının rüku'unda iken Selime oğullarından bir zat kendilerine gelip kıblenin
değiştiğini, haber vermiştir. Haberde bu şahsın ismi açıklanmamıştır. Başka
rivayetlerden istifâde ederek bunun Abbâd b. Nuheyk veya Abbâd b. Bişr
el-Eşhelî olduğunu söyleyenler varsa da, bunların her ikisi de Benû Selime'den
değildir. Halbuki üzerinde durduğumuz haberde kıblenin değiştiğini bildiren
zatın benû Selime'den olduğu açıklanmaktadır. Buna göre, bu zatın ismi
hakkında ileri sürülen görüşlerle Ebû Davud'un rivayeti arasında bir tezat
ortaya çıkmaktadır.
Selime oğullarından,
bir zât Kübalılara gelip de kıblenin değiştiğini bildirince, onlar oldukları
halde tam ters dönmüşler ve arkalan Mescid-i Aksa, yönleri Mescid-i Haram'a
gelecek bir duruma gelmiştir. Buna göre imamın ve varsa kadınların ya da
erkeklerin yerlerini yürüyerek değiştirmiş olmaları gerekir. Öyle olmayıp da
herkes olduğu yerde dönmüş olsa idi, kadınların en önde erkeklerin, onların arkasında,
imamın da en arkada kalmış olması gerekirdi ki bu caiz değildir. O halde imamın
ve kadınların veya erkeklerin yerlerini yürüyerek değiştirmiş olmalarını kabul
etmek gerekir. Bu durumda da şu mesele karşımıza çıkar; yer değiştirmek için bu
kadar yürüme amel-i kesîr (çok iş)dir. Amel-i kesîr de namazı bozar. Halbuki
açıklamakta olduğumuz hadiste onların namazının bozulduğuna dair bir işaret
olmadığı gibi, bu haberi duymamış olması mümkün olmayan Hz. Peygamber'den
onların namazının fasit olduğuna dair bir beyân da vârid olmamıştır. Alimler
akla gelmesi tabii olan bu soruya üç türlü cevap vermişlerdir:
1. Bu
hadisenin namazda amel ve kelâm haram kılınmadan önce vuku-bulmuş olması
muhtemeldir.
2.
Zikredilen özel mazeretten dolayı bu hareket bağışlanmış olabilir.
3. Yön
değiştirme bir anda olmamış, adımlar teker teker atılmıştır.
Hadis-i şerifin
zahirinden, kıbleden başka bir yöne doğru namaza durup da hatasını namazda
iken anlayan bir kimsenin hemen kıbleye yönelmesi ve namazının kalanını o
şekilde tamamlamasının gerektiği anlaşılmaktadır. Vakti çıktıktan sonra kıble
istikâmetinde hata ettiğini anlayan kimsenin de namazını iade etmeyeceği
anlaşılmaktadır. Çünkü kıblenin değiştiğine dair olan ayet, Resûlullah ikindi
namazım kılarken geldiğine göre, Kübalıların en azından akşam ve yatsı
namazlarım yanlış istikâmete doğru kılmış olmaları gerekir. Haberde ise,
onların namazlarını kaza ettiklerine dair bir işaret mevcut değildir.
Hanefîlerin kıblenin
tayininde hata eden kimse hakkındaki görüşü yukarıda ifâdeye çalıştığımız
esasa uygundur. Bunlara göre, kıblenin ne tarafa olduğunda şüphe edip de
yanında soracak bir kimse bulunmayan bir müslü-man, kendi kendine kıbleyi
araştıracak ve kanaatine göre hareket edecektir. Araştırma güneşe veya
yıldızlara bakmakla, pusula ile veya başka yollarla olabilir. Bu şekilde
araştırarak namazını kılan kimse, namazı bitince, kıbleden başka y$ne namaz
kıldığım anlasa bir daha namazını iade etmez.
Kıblede tereddüt edip,
yanında kıbleyi bilen bir kişi olduğu halde ona sormadan kendi araştırmasına
göre namaz kılan kimsenin kanaati isabetli olur da kıbleye yöneldiği meydana
çıkarsa namazı sahih, başka tarafa yöneldiği anlaşılırsa, fâsid olur.
Kıblede şüphe eden
kimse hiç araştırmadan namaza başlayıp namaz esnasında yönünün kıble
istikâmetinde olmadığını anlarsa, namazını iade eder. Fakat namazını
bitirdikten sonra anlarsa artık iadesi gerekmez. Bu İmam-i A'zam'
Kıble hususunda şüphe
edip araştıran fakat kendisinde hasıl olan kanaata zıt olan bir tarafa dönüp de
namazını kılan kimse, kıldığı yön kıble bile olsa, namazını iade etmesi
gerekir.
Şal illere göre
müslüman kendi araştırma ve içtihadına göre kıbleyi tâyin edip o tarafa doğru namazını
kılar. Namaz bittikten sonra yanılmış olabileceğini tahmin ederse, namazını
iade etmez, fakat kesin olarak yanıldığını anlarsa namazını iade etmesi
gerekir.[573]
1. Başka bir
hükmü nesheden bir nassın hükmü bir cemaate ulaşmadıkça onlar hakkında önceki
hukum
geçerlidir.
2. Namazda
olmayan bir kimsenin namazdaki birine bir şey haber vermesi veya öğretmesi
caizdir.
3. Namaz
hâricinden kendisine birşey öğretenin sözünü dinlemesi namaz kılanın namazını
bozmaz.
4. Haber-i
vahidi kabul ve onunla amel vâcibtir.
5. İlim
yoluyla sabit olan birşeyin tek kişinin haberi ile neshi caizdir.Ancak bu
devr-i saadete mahsustur.(Usül-u Fıkıhta kesin olan bir şeyin haber-i vahidle
neshi caiz değildir).[574]
[1] Tirmizî, salât 188; sa'ât 9, lahrîm 2; Ibn Mâce, İkâme
202; Dârimî, salât 91; Ahnıed ' b.
Hanbel, II, 290, 425; IV, 65, 103; V, 72, 377; Muvattâ, sefer 89.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/361-362.
[2] Tirmizî, diyet 8; Buhârî, dıyât 1, Müslim, kasâme 28;
Nesâî, tahrîm 2; İbn Mâce, diyât 1, Ahnıed b. Hanbel, I, 388, 441, 442.
[3] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/362-363.
[4] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/363.
[5] İbn Mâce, ikâme 202, Tirmizî, salât 188.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/363-364.
[6] Hûd(ll), 114.
[7] Nimet-i İslâm, s.131.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/364.
[8] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/364-365.
[9] Buhârî.ezân 118; Müslim, mesâcid 26, 28-31, 114;
Tirmizî, salât 78, 110; Nesâî, iftitâh 11, tatbîk 7, 38, 99, sehv 31, 35;
Dârimî, salât 68, 70, 78, Ahmed b. Hanbel, 1-287; IV-119, 120, 316 - 319, 340;
V. 274.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/365.
[10] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/365-366.
[11] Müslim, mesâcid 26, 27; Nesâî, tatbik 2, iftitah 91;
Ahmed b. Hanbel, I, 378, 426, 447.
Sünen-i Ebu Davud Terceme
ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/366.
[12] Nesâi, iftitah 90.
[13] Nesâi, iftitah 91.
[14] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/366.
[15] Hakkında bilgi için bk. I, 307.
[16] Ibn Mâce, ikâme 20; Dârimî salât 69; Ahmed, IV-155.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/366-367.
[17] el-A'lâ (87), 1.
[18] el-Vâkıa (56), 74.
[19] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/367-368.
[20] Ibn Mâce, ikâme 20; Dârimî, salât 69; Ahmed b. Hanbel,
IV, 155.
[21] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/368-369.
[22] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/369-370.
[23] Tirmizî, mevâkît 79; Nesâî, iftitâh 77, 78, tatbik 73,
Ibn Mace, ikâme 179; Dârimî, sa-lât 69; Ahmed b. Hanbel, V, 382, 384, VI, 24.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/370.
[24] el-Muğnî, I, 502.
[25] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/370-372.
[26] Müslim, salât 223; Tatbik 11, 75; Ahmed b. Hanbel, VI, 35, 94, 115, 148, 149, 176, 193, 200, 244, 266.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/372.
[27] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/372.
[28] Avf b. Mâlik b. Avf el-Eşcaî: Ebu Abdirrahman
künyesiyle bilinen Avf, Hayber fethi yılı müslüman oldu. Mekke'nin fethinde
Eşca kabilesi sancağı Avf'm elindeydi. Hz. Peygamber onu Ebu'd-Derdâ ile kardeş
yaptı. Hz. Peygamberden ve Abdullah b. Se-lâm'dan hadis rivayet etti.
Kendisinden de Ebû Müslim el-Havlânî, Abdurrahman b. Âiz ve Ebu'l-Melîh gibi
zevat hadis rivayet etmiştir. Müşrikler oğlu Salim'i esir ettiklerinde Hz.
Peygamber'e gelerek ailece üzüntülerini bildirdi ve ne yapmaları gerektiğini
sordu. Hz. Peygamber de çok çok "La havle velâ kuvvete İllâ
billahi*l-aliyyi'l-azim" demelerini, sabretmelerini tavsiyet etti. Avf
döndü hanımına peygamberin cevabını iletti. Başladılar bu duayı okumaya: Düşman
gaflet etti. Salim de dört bin koyunluk bir sürü ile 50 develik bir başka
sürüyü sürüp Medine'ye getirdi. Bu defa Avf, bu sürünün etinin helal olup
olmadığını sordu. Resûlullah da "helaldir, yiyebilirsin" buyurdu.
"Al-lsh, kendisine karşı gelmekten sakınan kimseye kurtuluş yolu sağlar,
ona beklemediği yerden rızık verir" mealindeki Talak Suresi 65'nİn 2-3.
âyetinin Avf hakkında nâzü olmuştur. H. 73 yılında vefat etmiştir. (Bilgi için
bk. Buhârî, et-Tarihu'1-kebîr, VII, 56; İbnu'1-Esir, Üsdü'1-gâbe, IV, 212 -
213; Zehebî, Siyeru a'lâmı'n-nubelâ, II, 487 - 490; İbn Hacer, eL-İsâbe, III,
43; Tehzîbu't-Tehzîb, VIII, 168; tbnu'1-lmâd, Şezerâtu'z-zeheb, I, 79; Hattâb
es-Subkî, el-Menhel, V, 319 - 320.)
[29] Nesâî, tatbîk 16, 25, 73, 86; Ahmed b. Hanbel, V, 388, 397, 398, 400, 401; VI, 24.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/373-374.
[30] el-Müzemmil (73),-20.
[31] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/374.
[32] Nesâî, tatbîk 16, 25, 73, 86; Ahmed b. Hanbel, V, 388, 397, 398, 400, 401; VI-24.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/375-376.
[33] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/376.
[34] Müslim, salât 215; Nesâî, mevâkît 35; tatbik 78;
Tirmizî, deavât 118; Ahmed b. Hanbel, II, 421.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/377.
[35] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/377-378.
[36] Müslim, salât 225.
[37] Müslim, müsafirîn 164 -165; Tirmizî, salât 168; Nesâî,
zekât 49; îbn Mâce, ikâme 200; Ahmed b. Hanbel, IH, 302, 391, 412; IV, 385.
[38] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/378-379.
[39] Müslim, salât 207, 208; Ebû Dâvûd, edeb 88; Tirmizî,
ru'ya 2; Nesâî, tatbîk 7, 62; İbn Mâce, rüya 1; Dârimî, salât 77, rü'ya 3;
Muvatta', ru'ya 2, 3; Ahmed b. Hanbel, I-155, 219.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/379.
[40] Müslim, salât 208.
[41] el-Menhel, V, 324.
[42] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/380-381.
[43] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/382.
[44] Buhârî, ezan 139; tefsiru sûre (110), 2; Müslim, salât
217; Nesâî, tetbîk 64, 65; İbn Mâ-ce, ikâme 20; Ahmed b. Hanbel, VJ, 43, 49,
190.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/382.
[45] Müslim, salat 220.
[46] Bezlu'l-mechûd, V, 150.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/382-383.
[47] Müslim, salât 216; Ebû Dâvûd, tetavvu' 148; İbn Mâce,
ikâme 190.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/383-384.
[48] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/384.
[49] Müslim, salât 222; Ebû Dâvûd, vitr 5, Tirmizî, deavât
75, 112, Nesâî, tahâre 119, tatbik 47, 71, sehv 89, kıyamulleyl 51; îbn Mâce,
ikâme 117, dua 3, Ahmed b. Hanbel, I, 96, 118, 150, VI, 58, 201.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/384-385.
[50] bk. Keşfu'l-hafâ, I, 448.
[51] ibrahim (14), 34.
[52] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/385-386.
[53] M.Zihni, Nimet-i İslâm, 189 – 190.
[54] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/386.
[55] Buhârî, ezan 149; Müslim, mesâcîd 129; Nesâî, sehv 64.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/386-387.
[56] bk. Suyûti, CâmiıTs-sağîr, I, 74.
[57] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/387-389.
[58] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/389.
[59] ibn Mâce, ikâme 179.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/389-390.
[60] Tirmızî, tefsîru sûre (21), 1; Ahmed b. Hanbel, III,
75.
[61] ibn Mâce, zuhd 38.
[62] Âl-i Imrân (3), 102.
[63] İbn Mâce, zühd 38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/390.
[64] Buhârî, edeb 28; Tirmizî, tahâre 112; Nesâî, sehv 20;
Ebû Dâvûd, tahâre 136; Ahmed b. Hanbçl, II, 239, 283.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/390-391.
[65] el-Haşr (59), 10.
[66] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/391.
[67] ibn Mâce, ikâme 20; Dârimî, salât 69; Ahmed b. Hanbel,
1-232, 371; V, 382, 384, 389,394, 397, 398.
Sünen-i Ebu Davud Terceme
ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/391-392.
[68] el-A'lâ (87), 1.
[69] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/392.
[70] el-Kıyâme (75), 40.
[71] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/392-393.
[72] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/393-394.
[73] Ahmed b. Hanbel, V, 271.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/394.
[74] Aynı yer.
[75] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/394-395.
[76] Tirnıızî, mevâkît 79; deavât 39, 59; îbn Mâce, ikâme
19, 20; Dârimî, salât 69; Ahmed b. Hanbel, I, 232, 371; V, 382, 384, 389, 394,
397, 398.
[77] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/395-396.
[78] Ibn Mâce, ikâme 20.
[79] Nimet-i İslam, 221.
[80] H. Karaman, Hadis Usûlü., s. 91.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/396-397.
[81] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/397.
[82] Tırmizi, tefsiru sûre (95), 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/397-398.
[83] Büyük İslâm İlmihâli, 217.
[84] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/398-399.
[85] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/400.
[86] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/400-401.
[87] Buhârî, ezan 133, !34, 137, 138; Müslim, salât 226, 227,
229, Tirmizî, mevâkît, 87; Nesâî, tatbik, 40, 43, 45, 58.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/401.
[88] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/402.
[89] ibn Mâce, ikâme 64.
[90] bk. el-Menhel, V, 341.
[91] el-Menhel, V, 341 - 342.
[92] Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, III, 296.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/402-404.
[93] Tirmizî, salât 86, Nesâî, tatbîk 41, 46; Îbn Mâce,
ikâme 19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/404.
[94] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/404.
[95] Abbas b. Abdilmuttalib. Resûlullah (s.a.)ın amcası
olan Hz. Abbas, Peygamberin isteği üzerine müslüman olduğunu gizleyerek
Mekke'de kalmış ve Hz. Peygambere istihbarat sağlamıştır. Müşriklerle beraber
Bedr Harbine katılmış esir düşmüş ve en yüksek fidyeyi vererek Mekke'ye
dönmüştür. Mekke Fethinden önce yolda gelip Hz. Peygam-ber'e iltihak etmiş Hz.
Peygamber ona; "Gönlünü serîn tut, ben nasıl peygamberlerin sdnuncusu
isem, sen de muhacirlerin sonuncususun" diye iltifat buyurmuştur. Abbâs,
Hz. Peygamberin mi yoksa kendisinin mi büyük olduğu sorusuna şöyle cevap vermiştir:
"O büyüktür. Ancak ben ondan önce doğdum." Akabe bey'atlarmda ve
Hu-neyn savaşında İslam ordusunun bozgunu sırasında O, hz. Peygamberin
yamyaşında bulunmuştur. Hz. Peygamberden rivayet ettiği 35 hadisi Bakî b.
Mahled'in Müsned'in-de yer almaktadır. Bir hadisi Buhârî ve Müslim'de
müştereken; ayrıca bir tanesi Buhâ-rî'de, üç tanesi de Müslim'de bulunmaktadır.
Bir çok kişi kendisinden hadis rivayet etmiştir. Uzun boylu, yakışıklı,
heybetli, gür sesli, efendi ve on çocuk babası olan Hz. Abbas 86 yaşındayken h.
32'de vefat etmiştir. (Bilgi için bk. tbn Sa'd, Ta baka t, IV, 5-33; Belâzûrî,
Ensabu'l-eşrâf, III, 1-42; Îbnu'1-Esir, Üsdül-ğâbe, III, 164, 167; Zehe-bî,
Siyeru a'lfimi'ıt-nubelâ, II, 78-103; îbn Hacer, el-tsâbe, II, 271;
Tehzîbut-Tehzîb, V, 214 - 215; lbnu'1-lmâd, Şezerâtu'z-zeheb, I, 38; Ansârî,
Asrı Saadet (Ashab-ı Kiram), II, 35 - 43).
[96] Müslim, salât 231; Tirmizî, salât 86; Nesâî, tatbîk
4146; îbn Mâce, ikâme 19; Ahmed b. Hanbel, I, 206 - 208.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/405.
[97] Müslim, salat 227 - 231.
[98] Nî'met-i İslâm, s. 188 – 189.
[99] Büyük İslâm İlmihali, s. 127.
[100] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/405-406.
[101] Nesâî, iftitâh 129.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/406-407.
[102] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/407.
[103] Kutub-ü Sitte arasında sadece Ebû Dâvûd rivayet
etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/407-408.
[104] Aynî, Binâye, II, 619.
[105] Ni'met-i İslâm, s. 186.
[106] bk. Buhârî, ezan 20, 21; Cum'a 18; Ebû Dâvûd, salât
54, Tirmizî, salât 127; Nesâî, ikâme 5?; İbn Mâce, mesâcid 14; Dârimî, salât
59; Muvatta, nida 4; Ahmed b. Hanbel, II, 237, 238, 239, 270, 318, 452.
[107] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/408-409.
[108] Buhârî, salât 62; ezan 41, 135, leyletu'1-kadr 2;
Müslim, sıyâm 215; Ahmed b. Hanbel, II, 130; III, 7, 24, 60, 74.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/409.
[109] Tinnizî, salât 88.
[110] el-Fıkh ale'I-Mezhabi'l-crbaa, I, 232; el-Menhel, V,
346.
[111] M. Zihni Efendi, Nimet-i İslâm, 187 - 188.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/410-411.
[112] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/411.
[113] Nesâî, tatbîk 51; Ahmed b. Hanbel, IV, 303.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/411.
[114] Ahmed b. Hanbel, IV, 303.
[115] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/411-412.
[116] Nesâî, iftitâh 89, tatbîk 50, 53; îbn Mâce ikâme, 21;
Ahmed b. Hanbel, II, 109, 177, 179, 191, 214, 274, 276, 291, 305, 315, 336,
379. |Tirmizi, salât, 189.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/412.
[117] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/412.
[118] Müslim, salat 237; Nesâî, tatb'ik 52; ibn Mâce, ikâme
19; Dârimî, salât 79; Ahmed b. .Hanbel, VI, 331.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/413.
[119] M.Zihni, Nimet-i tslâm, s. 223.
[120] DaVudoğlu, Sahih-i Müslim Tercümesi ve Şerhi, III,
301.
[121] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/413.
[122] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/413-414.
[123] Tirmizi, mevâkit 88.
[124] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/414.
[125] İbn Mâce, ikâme 19; Tirmizî, mevâkît 110; Nesâî,
tatbîk 48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/414-415.
[126] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/415.
[127] Tirmizî, salât 89; Nesâî, tatbîk 50, Ibn Mâce, ikâme
21; Ahmed b. Hanbel, III, 279, 305, 315, 379. Tirmizî, sala, 89.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/415.
[128] el-Menhel, V, 351.
[129] Avnu'l-Mâbûd, III, 169.
[130] Bezlu'I-Mechûd, V, 171 - 172.
[131] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/415-416.
[132] Tirmizî, mevâkît, 96.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/417.
[133] Hattâbî, Meâlinnf s-sünen. I, 556.
[134] Müslim, salât 234.
[135] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/417-418.
[136] Nesâî, iftitâh 12.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/418-419.
[137] Bezlu'l-mechûd, V, 174.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/419-420.
[138] Buhârî, bed'ulhalk 4; Nesâî, sehv 18; Ahmed b. Hanbel,
IV, 25, 26.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/420.
[139] el-Menhel, V, 353.
[140] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/420-421.
[141] Ahmed b. Hanbel, IV, 117; V, 194.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/422.
[142] Elmalılı, Hak Dini, IX, 6423.
[143] el-Bakara (2), 284.
[144] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/422-424.
[145] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/424.
[146] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/424.
[147] Ahmed b. Hanbel, III, 407; V, 123.
[148] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/424-426.
[149] Hâkim, el-Müstedrek, I, 276.
[150] el-Menhel, VI, 3.
[151] Nimet-i İslâm, s. 286 - 287.
[152] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/426-429.
[153] Sadece, Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/429.
[154] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/429-430.
[155] Nesâî, sehv 10; Dârimî, salât 134; Ahmed b. Hanbel, V,
172.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/430.
[156] Bezlu'l-mechud, V, 182.
[157] er-Menhel, VI, 6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/430-431.
[158] Buhârî, ezan 93; bedu'1-halk 11, Tirmizî, cuma 59; Nesâî,
sehv 10; Ahmed b. Hanbel, VI, 7, 106.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/431.
[159] bk. Tirmizî, cum'a 59.
[160] Tirmizî, ddeb 78.
[161] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/432.
[162] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/432-433.
[163] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/433.
[164] Buhârî, ezan 92; Müslim, salât 117; Nesâî, sehv 9, 40;
îbn Mâce, ikâme 68; Ahmed b. Hanbel, III, 109, 112, 116, 140, 258.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/433-434.
[165] Müslim, salât 119.
[166] Müslim, salât 120.
[167] Müslim, namaz 117.
[168] el-Mü'minûn (23), 1-2.
[169] A.Davudoğlu Sahîh-i Müslim Tercümesi ve Şerhi, III,
187 – 188.
[170] a.g.e., III, 190.
[171] Bezlu'l-mechûd, V, 187.
[172] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/434-436.
[173] Buharı, ezan 92; Müslim, salât 117; Nesâî, sehv 9, 40;
İbn Mâce, ikâme 68.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/436-437.
[174] Buhârî, salât 14; ezan 93; Müslim, mesâcid 61 - 63;
Nesâî, kıble 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/437.
[175] Buhârî, salât 14; Ahmed b. Hanbel, Vl-177; Muvatta',
nida 67.
[176] el-Menhel, VI, 10.
[177] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/437-438.
[178] Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercümesi ve Şerhi, III, 435
- 437.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/438-439.
[179] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/439.
[180] Avnu'l-Mabud, III, 183.
[181] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/439.
[182] Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
[183] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/440.
[184] Hakim, el-Müstedrek, I, 237.
[185] Avnu'l-ma'bûd,
III, 185.
[186] Bezlu'l-mechûd, V, 191.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınları: 3/440-441.
[187] Nesâî, İmame 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/441-442.
[188] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/442-443.
[189] Nesâî, imame 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/443-444.
[190] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/444-446.
[191] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/446-447.
[192] Nesâî, imame 37.
[193] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/447.
[194] el-Menhel, VI, 15.
[195] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/447.
[196] Nesâî, imame 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/447-448.
[197] Müslim, mesâcid 42.
[198] A.Naim, Tecrid Tercemesi, II, 696 - 700.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/448-449.
[199] Tirmîzî, salât 170; İbn Mâce, ikâme 146; Nesâî, sehv
12; Dârimî, salât 178, Ahmed b. Hanbel II, 233, 248, 255, 284, 473, 475, 490.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/449-450.
[200] bk. 923 nolu hadis.
[201] Müslim, salât 119.
[202] el-Menhel, V, 19.
[203] Nimeti İslam, 315.
[204] el-Menhel, VI, 19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/450-451.
[205] Nesâî, sehv 14; Tirmizî, cuma 68; Ahmed b. Hanbel, I,
74, VI,
31.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/451.
[206] Bezlu'l-mechud, V, 200.
[207] Mübarek, fûrî, Tuhfetu'l-ahvezî, III, 218.
[208] Bilmen, Ö.Nasuhi, Büyük İslâm İlmihali, s. 233.
[209] Bezlu'l-mechûd, V, 201.
[210] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/451-452.
[211] Buhârî , el-amel fissaUt, 2, 15, menâkıbu'l-ensâr 37;
Müslim, mesâcid 34, îbn Mace, ikâme 59; Ahmed b. Hanbel, I, 376, 409.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/453.
[212] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/453-454.
[213] Davudoglu, Sahihi Müslim Terceme ve Şerhi, III, 394 -
396.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/454-455.
[214] Buhârî, tevhîd 40; Nesâî, sehv, 20, kusûf 16; Ahmed b.
Hanbel, I, 377, 409, 415, 463.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/455.
[215] bk. Bezlu'l-mechûd, V, 205 - 206.
[216] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/455-456.
[217] Tirmizî, salât 154; Nesâî, sehv 6; Dârimî, salât 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/456.
[218] el-Menhel, VI, 24-25.
[219] Nimet-i islâm, 275.
[220] İbn Abidin, Reddu'l-Muhtâr, I, 414.
[221] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/457-458.
[222] Dârımî, salât 181; Ahmed b. Hanbel, III, 312, 339,
446.
[223] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/458.
[224] Müslim, mesacid 38.
[225] Müslim, mesâcıd 37.
[226] Buhârî, amel fis-salat 15.
[227] bk. 923 no'lu hadis.
[228] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/458-459.
[229] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/459.
[230] Tirmizî, salât 154; Nesâî, selıv 6; îbn Mâce, ikâme
59.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/460.
[231] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/460-461.
[232] Ahmed b. Hanbel, II, 461.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/461.
[233] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/461-462.
[234] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/462.
[235] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/462-463.
[236] Müslim, mesâcid 33; Nesâi, sehv 20; Ebû Dâvûd, eymân
16; Dârimî, nuzur 10; Muvat-tâ\ itki 8, 9; Ahmed b. Hanbel, II, 291; III, 452;
IV, 222, 388, 389; V, 447, 449.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/463-465.
[237] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/465-466.
[238] Bezlu'l-mechûd V, 219; Davudoğlu, Sahili-i Müslim
Tercümesi ve Şerhi, III, 390 - 392.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/466-468.
[239] Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, III, 393.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/468.
[240] Müslim, mesâcid 33; Nesâî, sehv 20; Ebû Dâvûd, eymân
16; Dârimî, nüzur 10; Muvat-ta, ıtk 8, 9; Ahmed b. Hanbel, II, 291; HI, 452;
IV, 222, 388, 389; V, 447 - 449.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/468-470.
[241] Buhârî, ezan III, Tirmizî, mevâkîtü's-salât 116;
Müslim, salât 72; Muvattâ, nida 44; Ahmed b. Hanbel, IV, 315, 316, 318.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/470.
[242] Tirmizî, mevâkît 116.
[243] Zeylaî, Nasbü'r-Râye, I, 369.
[244] Bezlu'l-mechud, V, 222 - 223.
[245] Büyük İslâm İlmihali, s. 134
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/470-472.
[246] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/472.
[247] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/473.
[248] Ibn Mâce, ikâme 14; Dârımî, salât 39.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/473.
[249] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/473.
[250] Buhârî, bedü'I-hafk 7, ezan 112; Müslim, salât 74 -
76; Ebû Dâvûd, vitr 29; Muvatta', nida 46; Ahmed b. Hanbel, II, 312, 459.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/473-474.
[251] Hattâbî, Sıinenu Ebı Davud, I, 575-576.
[252] Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, III, 138 -
139.
[253] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/474-475.
[254] Buhârî, bediü'1-halk 7, ezan 112; Müslim, salât 74 -
76; Tirmizî, mevâkît 116; tbn Mâ-ce, İkâme 13 - 14; Ahmed b. Hanbel, II, 312,
459.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/475-476.
[255] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/476.
[256] Buhârî, ezan 111,
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/477.
[257] BezluI-Mechûd, V, 237.
[258] Ahmed Naim, Tecrîd Tercemest, II, 779.
[259] Özdemir, M. Said, Şafiî İlmihali, 80.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/477-478.
[260] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/478-479.
[261] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/479.
[262] Buhârî, amel fi's-salât 5-, ezan 48, sehv 9; Müslim,
ikâme 65; Muvatta, sefer 21; Ah-med b. Hanbel, II, 261, 317, 376, 432, 440,
473, 479, 492, 507, 529; III, 348, 357; V, 336, 338.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/480.
[263] Bezlu'l-mechûd, V, 242.
[264] el-Menhel, VI, 43.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/480-481.
[265] Buhari, amel fi’s-salat 16, sulh 1; Müslim, salat 102;
Nesai, sehv 1, Ahmed b. Hanbel, II,241; V, 330 ,331, 336.
[266] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/481-482.
[267] bk. 910 numaralı hadis.
[268] A.Naım, Tecrîd Tercemesi, II, 533.
[269] A.Naim, Tecrîd Tercemesi,II, 533.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/482-484.
[270] A.Naim, Tecrid Tercemesi, II, 533 - 534.
[271] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/484-485.
[272] Buhârî, sehv 9, sulh 1; amel fıssalat 5, ezan, 48;
Müslim, salât 102; Nesâî, imame 7, 15, sehv 4, kudât 24; Dârimî, salât 95;
Muvatta, sefer 21; Ahmed b. Hanbel, V, 330, 322, 333.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/485-486.
[273] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/486.
[274] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/486.
[275] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/486.
[276] Dârekutnî, Sünen, II, 84.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınları: 3/487.
[277] Hâzimî, el-İ'tibâr fi'n-nasihi ve'1-mensûhi
mine'l-âsâr, 74
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/487.
[278] Dârekutnî, Sünen, II, 83; Beyhakî, es-SiinenıTl-kübrâ,
II, 246, 247, 262; VI, 246.
[279] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/487-488.
[280] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/488-489.
[281] Nesâî, tatbik 98; sehv 7; İbnKlâce, ikâmet 62;
Tirmizî, salât 277; Ahmed b. Hanbel, V, 250, 163, 179.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/489.
[282] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/489-490.
[283] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/490.
[284] Muajkîb b, Ebî Falım ed-Devsî. Abdi Şems oğullarının
müttefikidir. Hicretten önce musluman olmuş hem Habeşistan'a hem de Medine'ye
hicret etmiştir. Bedir'e ve daha sonraki butun gazvelere iştirak etmiştir. Hz.
Peygamberden iki hadis rivayet etmiştir. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer kendisini
hazineye âmil tayin etmişlerdir. Hz. Osman devrinde vefat etmiştir. İbn
Abdilber; bu sahabinin Hz. Ömer devrinde cuzzam hastalığına yakalandığını ve
Hz. Ömer'in emri ile tedavi ettirildiğini söyler. H. 40 senesinde Hz. Ali'nin
hilâfeti esnasında vefat ettiğini söyleyenler de vardır. (Bilgi için bk. İbn
Sa'd, Tabaka!, IV, 116; Ibn'ul-Esir, Üsdu'l-ğâbe, V, 40; Zehebî, siyeru
a'lamu'n-nubelâ, II, 491; ibn Hacer, cl-İsâbe, III, 451; Tehzibu't-Tehzib, X,
254; İbnu'1-Imâd, Şezerâtu'z-zeheb, I, 48).
[285] Buhârî, amel fi's-salât 8; Müslim, mesâcid 12; ibn Mâce,
ikame, 62; Tirmizî, salât 277; Ahmed b. Hanbel, V, 425.
Sünen-i Ebu Davud Terceme
ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/490.
[286] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/490-491.
[287] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/491.
[288] Puhârî, amel fİssala t 17; Muslini, mesâcid 47; Nesâî,
iftitâh 12; Tirmizi, salât 164; Dâ-.
rimî, salât 138, Ahmed b. Hanbel, II, 232, 290, 295, 331, 399.
[289] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/491.
[290] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/491-492.
[291] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/492.
[292] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/492-493.
[293] Ahmed b. Hanbel, IV , 228.
[294] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/493-494.
[295] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/494.
[296] el-Bakara (2), 238.
[297] Müslim, mesâcıd 35; Nesâî, sehv'20; Tirmızî, mevâkît
180; Ahmed b. Hanbel, IV, 368.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınları: 3/494.
[298] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/494-495.
[299] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/495.
[300] Bu cümle bir nüshada "ellerimi Rasûlullah'ın
üstüne koydum" bir başkasında da "ellerimi Rasûlullah'ın başına
koydum" şeklindedir.
[301] Müslim, müsâfirûn 16, 120; Nesâî, kiyâmu'1-leyl 19,
20; Muvatta', cemaat 19, 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/495-496.
[302] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/496-497..
[303] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/497.
[304] Tırmizî, salât 157; Nesâî, leyl 12; Ibn Mâce ikamet
141; Dârimî, salat 108; muvatta, cemaat 20, Ahmed b. Hanbel II, 192, VI, 62,
227, IV, 442, 443.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/497-498.
[305] bk. el-Menhel, VI, 58.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/498-499.
[306] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/499.
[307] Buhârî, taksîı 19; Ibn Mâce, ikâme 139; Tirmizî, salat
157; Ahmed b. Hanbel IV, 426.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/499.
[308] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/499-501.
[309] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/501.
[310] Buhârî, teheccud 16; Müslim, musâfirîn 111, îbn Mâce,
ikâme 140.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/501.
[311] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/501-502.
[312] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/502.
[313] Buhârî, teheccud 16; Müslim, musâfirîn III.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/502.
[314] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/502-503.
[315] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/503.
[316] Müslim, musâfirîn 107; Nesâî, kıyamu'1-leyl 18; Ahmed
b. Hanbel, VI, 262, 265.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/503.
[317] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/503-504.
[318] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/504.
[319] Müslim, müsâfirîn 115.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 3/504.
[320] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/504-505.
[321] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/505.
[322] Nesâî, sehv 31, 34; iftılâh 11; Dârimî, salât 93;
Ahmed b. Hanbel, IV, 316, 318.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/505-506.
[323] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/506-507.
[324] Buhârî, ezan 145; Mâlik, nıdâ 51.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/507.
[325] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/507.
[326] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/507-508.
[327] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/508.
[328] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/508.
[329] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/508.
[330] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/508-509.
[331] Müellif Ebû Dâvûd, bu hadisi iki ayrı üstâddan
nakletmiştir. Bunlar: Müsedded ve Ahmed b. Hanbel'dir. "Ahmed..."
diye başlayan kısımdan buraya kadar olan ifadeler Ahmed'in, daha önceki ise Musedded'indir. Bundan sonra
ise her iki ravinin de rivayetleri aynıdır.
[332] Bu, Ebû Davud'un ifadesidir.
[333] Ebû Dâvûd, salâl 115 - 116; Tirmızî, mevâkît 110;
Nesâî, Sehv 29; Dânmî, salât 92; Ahmed b
Hanbel, IV, 227; V, 424.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/509-510.
[334] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/510-511.
[335] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/511.
[336] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/511.
[337] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/511-512.
[338] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/512.
[339] Bu kelime secdenin halini beyan etmektedir.
"Otururken" diye tercenıe ettiğimiz ) kelimesi aslında 733 no'Iu
hadiste olduğu gibi "secde ederken" mânasına olmalıdır. Çünkü oturmanın secde hali ile
alâkası yoktur.
[340] Ebû Dâvûd, salât 117.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 3/512-513.
[341] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/513.
[342] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/513-514.
[343] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
3/514.
[344] Önce manasına gelen
kelimesini şeklinde anlayanlar da olmuştur. Bu anlayışa göre mâna;
"Kulfarı tarafından selâm Allah'adır" şeklinde olmalıdır Buhârî'nin
rivâyetindeki "kullarından selâm Allah'adır" tarzındaki ifâde, ikindi
şekli lakviye etmektir.
[345] Şekk Musedded'e aittir.
[346] Buhârî, ezan 48, 150, isti'zan 3, 28, deavat, VI,
tevhîd 5; Müslim, salât 56, 60, 62; Ne-sâî, tatbik 100, sehv 56, 43, 41; Ibn
Mâce, ikâmet 34; duâ 10; Tirmizi, salât 100, Dea-vât 82; Dârimî, salât 84;
Muvatta' nida 53, 55; Ahmed b. Hanbel, I, 413.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 4/7-8.
[347] en-Neml (27), 59.
[348] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/8-13.
[349] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/13.
[350] Hadisin râviierinde Şerîk bu hadisi iki ayrı yoldan almıştır.
Hadisin bu bölümü Ebû İshak, EbûM-Ahvas ve Abdullah b. Mes'üd senediyle yapılan
rivayettir. Bu bölüm; Nesâî, İbn Mâce ve Tirmizî tarafından da rivayet
edilmiştir.
[351] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/13-14.
[352] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/14.
[353] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/14.
[354] Bu şekk râvilerden birine aittir.
[355] Darekutnî, Sünen, I, 379; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ,
II, 175.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 4/14-15.
[356] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/15-16.
[357] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/16.
[358] Dârekutnî, Sünen, I, 353.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 4/16-17.
[359] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/17.
[360] cümlesine verdiğimiz mânâ Nihâye'nin izahına
uygundur.Buradaki kelimesinden maksadın, temizleme olması da mümkündür. Buna
göre 'cümlenin manâsı: "Namaz hayır ve temizleyici olarak sabit
olmuştur" şeklinde olmalıdır.
[361] Müslim, salât 62; mesâcid 149; fedâil 137, Nesâî,
imame 38; ıfîitah, 19; Dârimî, salât 92, Ahmed h Hanbel, III, 191; 252, 489.
[362] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/17-19.
[363] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/19.
[364] Müslim, salât 63; Nesâi, iftitah 30; İbn Mâce, ikâme
13; Ahmed b. Hanbel, II, 376, 420; IV, 415.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 4/20.
[365] Nevevî bu kelimelerin aslında birbirine ma'tuf olduklarını
fakat aralarındaki atıf vav-larınm ihtisar için olduğunu söyler. Terceme,
Nevevî'nİn bu sözleri göz önüne alınarak yapılmıştır.
[366] Müslim, salât 60. Tirmizî, salât 100; Nesâî 103; İbn
Mâce, ikâme, 24; Ahmed b. Han-bel, I, 292.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 4/20-21.
[367] en-Nur (24), 61.
[368] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/21-22.
[369] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/22-23.
[370] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/23.
[371] Şekk râvilerden tbn Ebî Leylâ'ya aittir. Müslim'de
seksiz olarak "dedik" denilmektedir.
[372] Buhârî, enbiyâ 10: deavat, 31, 32; Müslim, salat 65,
66, 69; Nesâi, sehv49, 50, 51, 54; Tirmizi, tefsiru sure, (33), 34. Dârimî, salat
85; Muvatta\ sefer 66, 67; Ahmed b. Hanbel, I, 162; III, 47; IV, 118; V, 274.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 4/24.
[373] el-Ahzab (33), 56.
[374] el-Bakara (2), 183.
[375] en-Nisâ (4), 163.
[376] el-Kasas (28), 77.
[377] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/24-27.
[378] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/27.
[379] Müslim, salât 66; Tirmizî, Tefsiru sûre (33), 34.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 4/27.
[380] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/27.
[381] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/27-28.
[382] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/28.
[383] Buhârî, enbiyâ 10; Müslim, salât 69: Nesâî. sehv 54;
lbn Mâce, ikâme 25; Muvalta' sclcr 66; Aîımed b. Hanbel, V, 274, 434.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/28-29.
[384] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/29.
[385] Sa'd b. Ubâde b. Deylem; Hazrec kabilesinin reisidir.
Akabe biatında bulunmuştur. Bedr'e iştirak edip etmediği ihtilaflıdır. Arabçayı
güzel yazar ve ok atardı. Kendisine "Kâmil" denilirdi. Sa'd, babası,
dedesi ve oğlunun cömertliği dillere destantır. Sa'd'ın bir köşkü vardı. Hergun
onun üzerinden "her kim yağ ve et yemek isterse Deylem b. Hâris'in köşküne
gelsin" diye bağırılırdı. Onun on kişiye yetecek büyüklükteki yemek tası
hergun Resûlullah'ın yanına gittiği hanımının evine giderdi. Ibn Abbâs der ki:
"Resûlullah'ın, her yerde iki sancağı vardı. Muhacirlerin sancağı Ali'de,
ensârın sancağı da Sa'd b. Ubâde'de bulunurdu." Ahmed b. Hanbel'ın Kays b.
Sa'd'den rivayet ettiğine göre Resûlullah Sa'd'ı evinde ziyaret etmiş,
ellerini kaldırıp: "Allah'ım! Salâtım ve rahmetini Sa'd b. Ubâde'nin
ailesi üzerinde kıl" diye dua etmiştir. Sa'd Resûlullah vefat edince
Ensar'ın halife adayı olmuş, Ebû Bekir'in seçilmesi üzerine ona biat etmiştir.
[386] Müslim, salât 65; Tirmizî, tefsiru sûre (33), 34;
Nesâî, sehv 49; Dârimî, salât 85; Mu-vattâ, sefer 67; Ahmed b. Hanbel, V, 274.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınları: 4/29-30.
[387] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/30-31.
[388] Beyhakî, es-Süncnü'l-kübra, Iı, 378, Darekutnî, Sünen,
I, 355.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/31.
[389] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/31-32.
[390] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/32.
[391] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/32.
[392] Concordance'de bu baba numara verilmemiştir.
[393] Müslim, mesâcid 128, 130, 132, zikir 50, 52; Nesâî,
sehv 64, cenâiz 115; İbn Mâce, ikâme 26; Dârimı, salat 86; Ahmed b. Hanbel II,
237.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/33.
[394] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/33-34.
[395] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/34.
[396] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 4/34.
[397] Mihcen b. cI-Edrâ; Islâmı ilk kabul edenlerdendir. Hz.
Peygamber'den rivayet ettiği hadisler vardır. Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde
hiç rivayeti yoktur. Ancak Buhârî'-nin el-Edebü'l-Müfred'inde Ebû Dâvûd ve
Nesâî'de kendisinden nakledilen hadisler mevcuttur. Basra'da yerleşmiş ve
Basra mescidinin plânını yapmıştır. (Bilgi için bk. İbnu'l-Esîr.Üsdü'l-ğâbc, V,
69; İbn Hacer, el-İsâbe, 111, 366.)
[398] Nesâî, sehv, 58 - 59.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/34-35.
[399] Buhârî, ezan 149; tevhid 9; deâvât 16; Müslim, zikir
47 - 48; hudûd 23; İbn Mâce, duâ 2; Tirmizi, deavât 96; Nesâî, sehv 59; Ahmed
b. Hanbel, I, 4, 7.
[400] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/35-36.
[401] Tirmizî, salât 101; Hâkim, el-Müsledrek, I, 230, 267.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/36.
[402] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/36-37.
[403] Müslim, mesâcid 116; Nesâî, sehv 33; Muvatta', nida
48; Ahmed b. Hanbel, II, 65.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/37.
[404] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/37-38.
[405] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 4/38.
[406] Müslim, mesâcid 112.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/38-39.
[407] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/39.
[408] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/39.
[409] Nesâî, sehv 35.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/39-40.
[410] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/40-41.
[411] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/41.
[412] Nesâî, sehv 39; Ahmed b. Hanbel, IV, 3, 60.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/41.
[413] bk. Bâb 162. 163.
[414] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 4/41-42.
[415] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/42.
[416] Mâlik b.Numeyr el-Huzai; Bu zat Basralıdır.Hakkında epey
şeyler söylenmiştir.Mîzânu'l-İtidârde "bilinmiyor" denilmektedir. İbn
Hacer, Tehzîbıı't-Telızîb'inhde Dâ-rekutnî'den naklen "bu zatın
babasından, kendisinden başka hadis nakleden olmamıştır" der.
Ibnu'l-Kaltân da, "Mâlik'in~hali bilinmiyor ondan başka kimse babası
Numeyr'-den hadis rivayet etmemiştir" demiştir.
[417] Nesâî, sehv 38; Ahmed b. Hanbel, III, 471.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/42.
[418] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/42.
[419] Hâkim, el-Miistedrek, I, 230.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/43.
[420] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/43-44.
[421] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/44.
[422] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 4/44.
[423] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/44-45.
[424] Ahmed b. Hanbel, II, 116.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/45.
[425] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/45-46.
[426] Tırmizî, salât 153; Nesâî, latbîK 105; Ahmed b.
Hanbel, I, 386, 410, 428, 436, 460.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/46.
[427] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/46-47.
[428] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/47.
[429] Bü cümlede Alkame'yi (onun babası) kelimesi üzerine
atfetmek mümkün olduğu gibi Abdurrahman b. Esved üzerine atfetmek de mümkündür.
Ahmed b. HanbePin rivayeti birinci, Dârekutnî'ninki de ikinci takdiri haklı çıkarmaktadır.
Tercemede bu takdirlere parantez cümlesi İle işaret edilmiştir.
[430] Nesâî, tatbîk 83, sehv68, 70, 71;IbnMâce, ikâme 28;
Dârimî, saîât 87; Ahmed b. Han-bel, I, 172, 18i, 386.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/47-48.
[431] el-Menhel, VI, III.
[432] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/48-50.
[433] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/50.
[434] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/50.
[435] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/51.
[436] Bu kelime bazı nüshalarda "atıyor" manasına
şeklinde sabittir.
[437] Müslim, salât 119, 120, 121; Nesâî, sehv, 5, 69, 72;
Ahmed b. Hanbel, V, 86, 88, 93, 101, 102, 107.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/51-52.
[438] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/52.
[439] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/52.
[440] Bu şekk râvîlerden birine aittir.
[441] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 4/52-53.
[442] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 4/53.
[443] Müslim, salât 119, 120, 121; Nesâî, sehv 5, 69, 72.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/53.
[444] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/53-54.
[445] Hâkim, el-Müstedrek, 1, 270.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/54.
[446] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 4/54-55.
[447] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/55.
[448] Concordance'de bu baba numara verilmemiştir.
[449] Buhârî, ezan 155; Müslim, mesâcid, 120, 121; Nesâî,
sehv79; Ahmed b. Hanbel, 1,222.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/55.
[450] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/56.
[451] Buhârî, ezan 155.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/56.
[452] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/57.
[453] "Uzatmama" diye terceme ettiğimizi kelimesi
hakkında İbnü'l-Arabî şöyle der: "Bunun manası, cemaatin öne geçmemesi
için selamda acele etmektir denildiği gibi, sonuna sözlerini eklememektir de
denilmiştir."
[454] Tirmizî, salât 107; Ahmed b. Hanbel, II, 532.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 4/57.
[455] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/57.
[456] Tirmizî, radâ' 12; Ebû Dâvûd, talıâre 81.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/58.
[457] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/58-59.
[458] Ahmed b. Hanbel, II, 425.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 4/59.
[459] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/59-60.
[460] isminin Rufa'a b. Yesribî veya Hibbân b. Vehb olduğu
söylenir. Hz. Peygamber'den rivayetleri vardır.
[461] Bu şekk Ezrak b. Kays'tandır.
[462] Bu ilâve bazı Ebû Dâvûd nüshalarında yoktur. Hâkim,
el-Mustedrek, I, 270.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/60-61..
[463] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/61.
[464] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/62.
[465] Başlık metnindeki secde kelimesinden maksat rekâttır.
Bu İfade mecaz olarak kullanılmış, yani cuz zikredilmiş kul kastedilmiştir. Bu
başlık, bir nüshada "iki sehv secdesi" başka birinde "sehv
secdeleri" bir başka nüshada ise "Namazda yanılmaya ait oknulann
mecmuu, iki sehv secdesi" şeklinde İfâde edilmiştir.
[466] Buhârî, salât 88, sehv 5, ezan 69; Müslim, mesâcid 97,
99; Tirmizî, mevâkît 175; Nesâî-sehv 22, İbn Mâce, ikâme 134; pârimî,salât 175,
202, Muvatta' nida 58, 60.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/62-63.
[467] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/64-68.
[468] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/68.
[469] Babını kaldırırken "tekbir aldı" demedi.
[470] Ebû Davud'un bu sözü bazı nusnalarda mevcut değildir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/68-69.
[471] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/69.
[472] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/69-70.
[473] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/70.
[474] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 4/70-71.
[475] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/71.
[476] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/72.
[477] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/72.
[478] Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
[479] Bu cümle bazı nüshalarda mevcut değildir.
[480] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/72-73.
[481] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/73-74.
[482] Buhârî, sehv 3; Nesâî, sehv 23.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/74.
[483] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/74.
[484] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/75.
[485] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/75-76.
[486] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/76.
[487] 1008 no'lu hadis.
[488] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/76.
[489] Musedded bu hadisi biri Yezîd b. Zurey' diğeri de
Meslenıe b. Muhamnıed olmak üzere İki ayrı ustaddan almıştır Metindeki
"odalar" kelimesini sadece Mesleme b. Mu-hammed nakletmiştir.
[490] Müslim, mesâcid 101; Nesâî, sehv 23; Ibn Mâce, ikâme
134: Ahmed b. Hanbel, V, 110.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/77.
[491] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/77-78.
[492] Buhârî, salât 32, sehv 2, âhâd 1; Müslim, mesâcid 92,
93, 94; Tirmizî, salât 172; Nesâî sehv 25, 26; İbn Mâce, ikâme, 129, 130.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 4/78-79.
[493] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/79-80.
[494] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/80.
[495] Bu rivayetin râvilerinden ibrahim en-Nehâî Alkame'den
rivayet ederken yanılmanın fazlalıktan mı, yoksa eksiklikten mi olduğunu tam
zapt edememiş, bunda tereddüt etmiştir. Halbuki önceki rivayette Resulullahın
dört rekatli bir namazı beş rekat olarak kıldığı açıkça ifade edilmiştir.
[496] Buhârî, salât 31; Müslim, mesâcid 89, 96; Nesâî, sehv
25; İbn Mâce, ikâme 133; Ahmed b. Hanbel, I, 379, 434, 438.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/80-81.
[497] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/81-82.
[498] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/82-83.
[499] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/83.
[500] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/83-84.
[501] Müslim, mescaid, 92.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/84.
[502] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 4/84.
[503] Hâkim, el-Müstedrek, I, 261.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/85.
[504] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 4/85-86.
[505] Müslim, mesâcid, 88; Nesâî, sehv 24; İbn Mâce, ikâme
132, 137; Dârimî, salât 174; Ahmed b. Uanbel, Ilı, 72, 83, 87; Muvatta', nida
61; Hâkim el-Müstedrek, I, 322, Da-' rekutnî, Sünen, I, 372; Beyhakî,
es-Sünenu'l-kübrâ, II, 351.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/86-87.
[506] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/87-89.
[507] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/89.
[508] Hâkim, el-Mustedrek, I, 324.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/90.
[509] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/90.
[510] bk. Muvattâ', nida, 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/90.
[511] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/91.
[512] “Kıldığı rekat beşinci ise, bu secdelerle çiftlemiş
olur, dördüncü olursa, secdeler şeytanı kızdırmadır" manasına gelen
şeyler zikretti.
[513] Atâ'nın, hadisi Ebu Said'den aldığını zikrederek
rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/91.
[514] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/92.
[515] Ahmed b. Hanbel, I, 429; Dârekutnî, Sünen, I, 378;
Beyhakî, es-Siinenü'l-kübrâ, II, 336.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 4/92-93.
[516] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/93.
[517] Hadis iki ayrı senedle rivayet edilmiştir. Bu metin
Ebân'ın rivayet ettiği metindir.
[518] İbn Mâce, ikâme 129, 133, 135.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/93-94.
[519] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/94-95.
[520] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/95.
[521] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/95.
[522] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/95-96.
[523] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/96.
[524] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/96.
[525] Abdullah b. Cafer b. Ebî Tâlib, yedi yaşında iken Hz.
Peygambere biat etmiştir, Hz. Peygamber kendisini görünce gülümsemiş, elini
uzatmış ve biat etmiştir. Cömertliği ile şöhret bulmuştur. Kendisine
"cömertliğin kutbu" denilir. Hz. Peygamber vefat ettiğinde on
yaşında idi. Haşimoğullarından Hz. Peygamberi en son görendir. Hz. Peygamberden
başka annesi Esma bint Umeys, Ali, Osman ve Ömer'den (Allah hepsinden razı
olsun) hadis rivayet etmiştir. H. 80 veya 82 yılında vefat etmiştir. (Bilgi
için bk. Buhârî, et-Târihu'l-kebir, V, 7; îbn Ebî Hatim, el-Cerh ve't-ta'dil,
V, 21; İbnu'l-Kayserânî, el-Cem' beyne ricâlİ's-Sahihoyn, I, 239; lbnu'1-Esir,
Üsdü'l-ğâbe, III, 198; Zehebî, siyeru a'lamu'n-nubelâ, III, 456 - 462; Îbn
Hacer, el-İsâbe, II, 289; Tehzîbu't-Tehzîb, V, 170; îbnu'l-îmad,
Şezerâtu'z-zeheb, I, 87).
[526] Ahmed b. Hanbel, V, 280; VI, 54; Nesâî, kıyamu'I-leyl
42; Beyhakî es-Sünenu'1-kübrâ, II, 336.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/96-97.
[527] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/97.
[528] Abdullah b. Buhayne; babası Mâlik b. Kışb'dir. Buhayne
esah olan kavle göre, anasının adıdır. Bazıları babasının anası olduğunu
söyler. İbn Sa'd bu zatın müslümanlığının hayli eski olduğunu devamlı oruç
tuttuğunu, sık sık hacca giden-fazıl biri olduğunu söyler. Mervân devrinde
Medine'de vefat etmiştir. (Bilgi için bk. İbn Sa'd, Tabakal, II, 372, IV, 342;
V, 283; İbnu'1-Esir, Üsdûl'1-ğabe, III, 183; İbn Hacer, el-İsâbe, II, 280,
364.)
[529] Buhârî, ezan 146, sehv 1, eymân 15; Müslim, mesâcid
85, 89, 90, 91; Tirmizî, salât 49; Nesâî, sehv 21; Dârimî, salât 176; Muvatta,
nida 65.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/97-98.
[530] Dârekutnî, Sünen, I, 377.
[531] imamın ne zaman selâmdan önce ne zaman selamdan sonra
secde yapacağı 1008 nolu hadisin açıklamasında geçmiştir.
[532] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/98-99.
[533] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/99.
[534] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/99.
[535] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/100.
[536] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/100.
[537] Ibn Mâce, ikâme 131; Beyhakî, es-Sunenu'l-kübrâ, II,
343; Darekûtnî, Sünen, I, 378.
[538] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/100-101.
[539] es-Sehâren fûrî, Bezlu'l-mcchûd, V, 416, 418.
[540] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 4/101.
[541] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/102.
[542] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/102-103.
[543] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 4/103.
[544] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/103.
[545] Ibn Mâce, ikâme 136; Ahmed b. Hanbel, V, 280.
[546] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/104.
[547] Beyhakî es-Sünenu'l-kııbrâ, II, 346.
[548] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/104-105.
[549] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/105.
[550] Nesaî, küsûf 21; Tirmizî, salât 173.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 4/105-106.
[551] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/106.
[552] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/106.
[553] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/106-107.
[554] Buhârî, ezan 157; bk. Ibn Mâce, ikâme 33; Ahmed b.
Hanbel, VI, 310.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/108.
[555] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/108-109.
[556] Hülb b. Adiy: Asıl adının Yezid lakabının Hulb olduğu
söylenir. Hz. Peygambere elçi alarak geldiğinde kafasında saç yokmuş. Hz.
Peygamber onun kafasını meshetmis ve başında saç bitmiştir. Bu sebeple de
kendisine bu lakab takılmıştır. Bu zat Kûfe'de ikâmet etmiştir. Hz.
Peygamber'den rivayet ettiği başka hadisler de vardır. (Bilgi için bk.
İbnu'1-Esir, Üsdü'1-ğâbe V, 413; Ibn Hacer, el-İsâbe, III, 609.)
[557] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/109.
[558] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/109-110.
[559] Buhârî, ezan 159; Müslim, müsâfirîn 59, 61; İbn Mâce,
ikâme 33: Dârimî, salât 89, 198.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/110.
[560] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/110-111.
[561] Babın İsmi bazı nüsnalarda "nâfile evdedir"
şeklindedir.
[562] Buhârî, salât, 5, teheccüd 37; Müslim, müsafirîn 208,
209; Tirmizî, salât 213, 121; Ne-sâî kiyamü'1-leyl 1, İbn Mâce, ikâme 186; Dârimî,
salât 130, Ahmed b. Hanbel, II, 6, 123, 367.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/111.
[563] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/111-112.
[564] bk. Salât 24.
[565] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/112-113.
[566] Nesaî, kıyâmü'1-leyl 1; Tirmizî, salât 213: bk.
Buhârî, ezan 8 (benzeri) edeb 75; Müslim musafirîn 213; (benzeri) Muvatta,
cemaat 4; Ahmed b. Hanbel, V, 182, 184, 237, 253, 363, VI, 373.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınları: 4/113.
[567] bk. salât 47.
[568] İbn Huzeyme, sahih, II, 210.
[569] İbn Huzeyme, Sahih, II, 213.
[570] bk. el-Menhel, VI, 178.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/113-114.
[571] el-Bakara (2), 144.
[572] Müslim, mesâcid 15; Ahmed b. Hanbel, 1,295, 304, 322,
357, III, 284, Muvattâ kıble 7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 4/114-115.
[573] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
4/115-117.
[574] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 4/117.