1. Yapılması Emredilen Vasiyetler
2. Vasiyyette Bulunmak İsteyen
Kimsenin Malından Vasiyyet Etmesi Caiz Olan Miktar
3. Vasiyette (Haddi Aşarak Varislere)
Zarar Vermenin Kötülüğü
4. Vasiyyetlerde Vasilik Görevi
Alanın Hükmü
5. Ana, Baba Ve Yakınlar İçin
Vasiyvet Edilmesini Emreden Âyetin Neshedilmesi
6. Varise Vasiyyet Etmenin Hükmü
7- İnsanın Kendi Yiyeceğini Yetimin
Yiyeceğiyle Karıştırması
8- Yetimin Velisinin Yetim Maundan
Alması Caiz Olan Miktar
9- Yetimlik Ne Zaman Sona Erer
10- Yetim Malı Yeme Hususunda Gelen
Şiddetli Yasaklar
11. Mirastan Pay Dağıtılmadan Önce
Kefenin Mirastan Temin Edilmesi
12- Hibe Ettiği Bir Mal Kendisine
Vasiyyet Edilen Yahutta O Mala Varis Olan Kimse Hakkında 17
13- Malını Vakfeden Kişi Hakkında
14. Ölen Bir Kimsenin Yerine Sadaka
Vermek
15. Kendisi İçin Sadaka Verilmesini
Vasiyet Etmeden Ölen Bir Kimsenin Yerine Sadaka Verilebilir Mi?
16. Velisi Müslüman Olan Bir Harbinin
Vasiyetini Yerine Getirmek Gerekir Mi?
Vasiyyet; kelime
olarak "bağlamak, bitiştirmek" demektir. İstılahta ise bir kimsenin
ölümünden sonraya ait olmak üzere kendine ait bir mala bir başkasını sahip ve
malik kılmasıdır. Veya kişinin ölümünden sonra küçük çocuklarının ihtiyaçlarını
gidermek ve malını kullanmak üzere başkasına yetki vermesidir.
Vasiyet edene musi,
kendisine vasiyet edilene mûsa leh ve vasiyet edilen şeye mûsa bin denir.
Vasiyet; kitap,
sünnet, icma ve akli delillere dayanmaktadır. Vasiyetin sebebi dünyada hayırla
yad edilmek ve ahirette yüksek derece kazanmaktır.
Vasiyetin Çeşitleri:
1. Farz Vasiyet: Yerine getirilmemiş olan Allah hakları ile kimsenin bilmediği kul
haklarının ödenmesini vasiyet etmek farzdır. Emanetleri geri vermek, yerine
getirilmemiş hac, zekat, oruç, keffaretler ve kullara olan borçlar gibi.
2. Haram Vasiyet: İslama aykırı olan hususların vasiyet edilmesi haramdır. Kumarhane
yapmak, şarap dağıtmak gibi.
3. Mekruh Vasiyet: İsyankar ve fasık kimselere vasiyet etmek mekruhtur. Zira bunlar
bırakılan malı günah yollarda harcayabilirler.
4. Mubah Vasiyet: Zengin olan yabancı veya hısımlara vasiyet etmek mubahtır.
5. Müstehab (mendup) vasiyet: Varislerin zengin olması şartıyla muhtaç olan
yabancılara usulüne uygun bir şekilde (üçtebiri aşmamak şartıyla) vasiyet etmek
müstehaptır. Yine bu şekilde hastahane, mektep, su, yol, cami, ilmi
müesseseler, kütüphaneler, vakıflar, faizsiz ödünç müesseselerine vasiyette
bulunmak müstehaptır. Ancak Hz. Peygamber (s.a) bu gibi hayırların ölmeden
önce yapılmasının daha iyi olduğunu bildirmiştir.
Vasiyetin Şartları:
1. Ehliyet;
Vasiyet edenin bulûğa ermiş olması ve akıl hastası olmaması lazımdır.
2. Vasiyet
edenin çok borçlu olmaması gerekir.
3. Vasiyet
zamanında kendine vasiyet yapılan kimsenin sağ olması gerekir.
4. Kendisine
vasiyet edilen kimsenin varis olmaması gerekir. Ancak diğer varisler izin
verirse varise de vasiyet yapılabilir. Zira Hz. Peygamber:
"Varisler izin
vermedikçe varise vasiyet yoktur."[1]
buyurmuştur.
5. Kendisine
vasiyet edilen kimsenin katil olmaması gerekir. Katile vasiyette bulunmak
sahih değildir.
6. Vasiyet
edilen şeyin vasiyet edenin ölümünden sonra temlik edilmeye uygun bir şey
olması gerekir.
7. Ölümden
sonra vasiyeti kabul etmek gerekir.
8. Bir kimse
ancak malının üçte birini vasiyete konu yapabilir. Bundan fazlası için, buluğ
çağındaki varislerinin izin vermeleri gerekir. Bu izin vasiyet edenin
ölümünden sonra olmalıdır.
Vasiyetin
Gerçekleşmesi:
Vasiyet, "Şu
malımı veya şu malımın menfaatini falan kimseye vasiyet ettim" sözü ile
gerçekleşir. Mesela birisi bir kimseye evinin mülkiyeti ona geçmek üzere
vasiyet edebileceği gibi, sadece o evde oturmasını da vasiyet edebilir. Vasiyet
esnasında iki şahit olmalıdır.
Vasiyeti olan kimse
öldüğü zaman önce geriye bıraktığı maldan teçhiz ve tekfinine harcama yapılır.
Sonra geri kalan malından, varsa borçları ödenir. Artan malının üçtebirinden
vasiyeti yerine getirilir. Bundan geri kalan mal da varislere paylaştırılır.
Müslümanın kafire,
kafirin de müslümana İslam diyarında vasiyeti caizdir. Müslümanın küfür
diyarındaki kafire vasiyeti ise batıldır.
Henüz doğmamış bir
çocuğa vasiyet yapılabilir. Vasiyet ölüm hadisesinin gerçekleşmesi sonucu
geçerlilik kazanan bir tasarruf olduğu için, vasiyet eden istediği zaman vasiyetinden
dönebilir.
Allah haklarına dair
vasiyet:
Bu tür hakların
ödenmesi, vasiyet edilince önce ödenmesi farz olan haklar ödenir. Önce; hac,
zekat ve keffaretler yerine getirilir. Eğer haklar eşit ise vasiyet sırasına
göre yerine getirilirler. Ancak malın üçtebiri bütün vasiyetlerini
karşılayabilecek miktarda ise, böyle bir sırayı takip etmeye gerek yoktur.
Yerine getirmediği farz haccını vasiyet eden kimse için, vasiyet edenin
ülkesinden bir kimseyi hacca göndermek gerekir.[2]
2862...
Abdullah b. Ömer'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a):
" Vasiyyet edecek
-birşeyi olupta üzerinden iki gece geçen- bir miıslümanın hakkı ancak
vasiyyetinin, yazılı olarak yanında bulunmasıdır" buyurmuştur.[3]
Metinde geçen iki gece
kelimesi, Müslim'in bir rivayeti[4] ile,
Nesâî'nin Sünen'inde "üç gece" şeklinde geçmektedir. Bu bakımdan
metinde geçen "iki gece" kelimesi kesin bir sınırlamadan ziyade yanında
vasiyyet edilecek bir malı olan kimsenin en kısa zamanda vasiyyetîni yazıp yanında
bulundurmasının lüzum ve ehemmiyetini ve bu meselenin gecikmeye tahammülü
olmadığını, nihayet bunun elde olmayan sebeplerle en geç üç gün gecikebileceğim
ifade etmektedir.
Mevzu m uzu teşkil
eden bu hadis ile "Anaya, babaya ve yakın akrabaya vasiyyet etmek
Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur."[5]
mealindeki âyetin zahirine sarılarak ez-Zuhrî ile Ebû Miclez, Atâ ve Talha b.
Musarrıf (r.a.) vasiyyet etmenin farz olduğunu söylemişlerdir.
el-Beyhaki'nin
açıklamasına göre, îmam Şafiî'nin eski görüşü ile İshak ve Dâvûd-u Zahiri'nin
görüşü de böyledir. Ebû Avane el-tfereyani ile tbn Cerîr de bu görüştedirler.
Cumhur ulemaya göre; vasiyette bulunmak vacib değil menduptur.
Bu mevzuda tbn
Abd-il-Berrin "Bazı şaz, görüşler hesaba katılmazsa, vasiyyetin farz olmadığında
âlimlerin icmaı olduğu söylenebilir." dediği rivayet olunmuştur.
Yine İbn Abd-il Berr'e
göre; "mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif, va-siyyette bulunmanın
farziyyetini değil, ani bir ölüm neticesinde, vasiyyetsiz olarak gitme tehlikesine
karşı ihtiyatlı olmayı teşvik mahiyyetinde bir ikazdır. Metinde geçen hak
şer'an sabit olmuş bir hükümdür. Bu hüküm farz olabildiği gibi mendup ta
olabilir. Bu hakkın mutlaka farz olduğunu iddia etmek doğru olamayacağından
metinde geçen bu "hak" kelimesine bakarak vasiyyetin farz olduğu
iddia edilemez.
Bilakis, metinde geçen
Vasiyyet edeceği bir malı olan anlamındaki cümle, Müslim'in sahihinde
"Vasiyyet etmek istediği bir şeyi olan"[6]
şeklinde vasiyyeti sahibinin isteğine bırakır.Bu tarzda rivayet edilmiş olması,
vasiyyetin farz olmadığına bir delildir. Çünkü farz olsaydı bu vazife kişinin
isteğine bırakılmaz, yerine getirilmesi kesin bir dille emr edilirdi. Nitekim
Hanefi âlimlerinden İbn Melek, metinde geçen cümlesinde müslüman hakkında 4 tabiri
kullanılıp ta "aleyhi" tabirinin kullanılmamasına bakarak bu hadisin
vasiyyetin farz ya da vacib olmadığına delalet ettiğini, hadisin farziyyet
ifade edebilmesi için "lehü" yerine "aleyhi" kelimesi
kullanılmış olması gerektiği ifade etmiştir. el-Mişkat üzerine yazılmış olan
el-Mezâhir şerhinde ise vasiyet etmenin vücubunun miras âyetiyle nes-hedildiği
açıklanmaktadır. Meseleye bu açıdan bakan Hanefilere göre, vasiyyet
müstehabdır. Çünkü vasiyyet, bir kimsenin kendi malı üzerinde kendi arzusuyla
bir başkasının mülkiyet hakkını kabul ve isbat etmesidir.
Bezlü'l-Mechud yazan
bu mevzudaki görüşünü açıklarken şöyle diyor: "Her ne kadar vasiyyet farz
değilse de üzerinde para borcu, hac veya zekat borcu ya da emanet bulunan
kimselerin bu borçlarının mirasından ödenmesi için yazılı bir vasiyyet
hazırlaması üzerine farzdır.[7]
1. Vasiyyette
bulunmak dinen teşvik edilmiştir.
2. Şahıd
huzurunda yazılmasa bile yazıya ıstınad edilir. İmam Ahmed'le Şafiîlerden Muhammed
b. Nasr bu görüştedir. Cumhur ulemaya göre; yazılı vasiyyetin muteber
olabilmesi için onun muhtevasına vakıf iki şahidin huzurunda yazılması gerekir.
Nitekim bu husus Maide sûresinin 109-111. numaralı âyetlerinde açıkça ifade
edilmektedir.
3. Ölüm için
her an hazırlıklı bulunmak gerekir.
4. Bir malın
kendisini vasiyyet etmek caiz olduğu gibi, sadece menfaatini vasiyyet etmek te
caizdir. Metinde geçen "Vasiyyet edecek bir şeyi bulunan" sözü buna
delalet eder. Cumhur ulemanın görüşü budur.
Fakat îbn Ebî Leyla
ile İbn Şübrime ve Zahirilere göre; menfaatin vasiyyeti caiz değildir. İbn
Abdi'1-Berr de bu görüşü tercih etmiştir.[8]
2863... Hz.
Aişe'den demitir ki:
"Rasûlullah
sallallahu aleyhi vesellem (miras olarak geride) ne dinar, ne dirhem, ne deve,
ne koyun bıraktı. Ne de bir şey vasiyyet etti."[9]
es-Siret-ül-Halebiyye'de,
Rasûlu Zişan Efendimizin vefatlan esnasında yanında altı ya da yedi dinar
bulunduğu ve onları Hz. Aişe'ye vererek, fakir-fukaraya dağıtmasını emrettiği
kaydedilmektedir.
Bu bakımdan Hz.
Peygamberin geride dirhem ve dinar olarak hiçbir mal bırakmadığı hususunda
rivayetler birleşmektedir.
Ancak mevzumuzu teşkil
eden bu hadis-i şerifte, Hz. Peygamberin vefat ederken geride hiç bir deve ve
koyun bırakmadığı ifade edilirken, bazı muteber kaynaklarda geride yirmi sağmal
deve, yedi sağmal koyun, dokuz da sağmal keçi bıraktığı açıklanmakta ise de, bu
rivayetlerle mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif arasında bir çelişki bulunduğu
iddia edilmez. Çünkü bu hayvanlar Rasûl-ü Ekremin özel malı olmayıp zekat malı
idiler. Bu sebeple bunlar, Soffa ehli gibi fakir sahabilere aitti ve onları bu
sahabiler otlatıp sütünü içerlerdi.[10]
Rasûlu Ekrem'in, Hayber ve Fedek'teki arazilerine gelince, onları daha hayatta
iken müslümanlar için sadaka olarak bağışlamıştı. Nitekim şu hadis-i şerifler
de bu gerçeaği ifade etmektedirler:
1.
"Rasûlullah (s.a) vefat zamanında ne bir dirhem, ne bir dinar, ne bir
(azadlanmamış) köle, ne de birşey bıraktı. Yalnız beyaz, dişi bir katırla
(harp) silahını, bir de (fakir yolculara) vakfettiği (Fedek ve Hayberdeki)
araziyi bıraktı."[11]
2. "Vefatımda
varislerim ne bir dinar, ne bir dirhem paylaşmayacaklardır. Bıraktığım şey (ki
hurmalıktır. Bunun) kadınlarımın nafakasından, işçimin ücretinden geri kalanı
vakıftır.”[12]
3. "Biz
(peygamberler) miras bırakmayız. Bizim geride bıraktığımız dünyalıklar
sadakadırlar."[13]
Bütün bu rivayetler
Hz. Peygamberin geride miras olarak bir dünyalık bırakmadığına delalet
etmektedirler.
Rasûl-ü Ekremin vefat
ederken hiçbir vasiyette bulunmadığını ifade eden metindeki ne de birşey
vasiyyet etti cümlesine gelince, bu cümlede Rasûl-ü Ekremin herhangi bir mal
vasiyyet etmediği ifade edilmek istenmektedir. Allah'ın kitabına sarılıp,
ehl-i beytine tabi olmayı, Yahudilerin Arap Yarımadası'ndan çıkartılmasını ve
elçilere ikram edilmesini emreden vasiyyeti[14] ise
bu cümlenin kapsamına dahil değildir.[15]
2864...
(Amir b. Sa'd'ın) babasından demiştir ki: (Birgün ben Sa'd) öyle bir
hastalandı(m)ki; neredeyse ölüyordu(m). Derken Rasûlullah (s.a.) (ben Sa'd'ı)
ziyarete geldi. (Sa'd O'na):
"Ey Allah'ın
Rasûlü! Benim pek çok malım var fakat bir kızımdan başka bana varis olacak bir
kimse yok (malımın) üçte ikisini sadaka olarak dağıtabilir miyim?"
dedi(m) (Hz. Peygamber de): "Hayır" cevabını verdi. Bunun üzerine
(Sa'd): "Yarısını" (dağıtabilir miyim?) diye sordu. (Hz. Peygamber
yine): "Hayır" cevabını verdi. (Bu defa Sa'd): "Üçte
birini" (dağıtabilir miyim?) dedi. (Hz. Peygamber): "Üçtebir çoktur.
Şüphe yok ki senin varislerini zengin olarak bırakman, onları halka elaçar bir
halde bırakmandan daha hayırlıdır ve gerçekten infak edeceğin bir yiyecekten
dolayı mutlaka mükafat görürsün. Hatta hanımının ağzına vereceğin lokmadan
bile" buyurdu. (Bu defa ben Sa'd)
"Ey Allah'ın
Rasûlü! Ben (yapmak istediğim) hicretimden geri mi kalacağım?" dedim.
(Rasûlullah):
"Şüphe yok ki,
eğer sen, ben (vefat ettik)den sonra (hayatta) kalıp Allah rızası için
çalışırsan, bununla senin mutlaka yüksekliğin ve derecen artmış olur. Hatta
(hicretten) geri kalmakla belki de (bazı) insanlar faydalanır, diğer bir kısmı
da senden zarar görür" cevabını verdi ve "A İla hım! Ashabımın
hicretini tamamla, onları ökçeleri üzerinde geri döndürme. Fakat zavallı (olan)
Sa'd b. Havle'dir" dedi ve Mekke'de ölmesinden dolayı da Rasûlullah onun
hakkında mersiye söyledi.[16]
Hz. Sa'd b. Ebî
Vakkas'ın tek varis olarak bırakacağından
bahsettiği bu kızının Aişe isminde bir kız olduğu ifade edilirken bazı
rivayetlerde de Ümmü Hakem el-Kübra isimli bir kız olduğu ifade edilmektedir.
Hafız İbn Hacer bu kızın Hz. Sa'd'ın ilk karısından olan en büyük kızı olması
gerektiği noktasından hareket ederek Hz. Sa'd'ın Ummül-Hakem -el-Kübra isimli
kızı olması lazım geldiğine hükmetmiştir. Her ne kadar metinde "Bir
kızımdan başka bana varis olacak bir kimse yok" ifadesi varsa da aslında
Hz. Sa'd'ın "kızımdan başka farz (pay) sahibi bir mirasçım yok" demek
istediği asabe olarak mirasçıları olan yeğenlerini kasdetmediği
anlaşılmaktadır. Rasul-ü Zişan Efendimiz Hz. Sa'd7a "mirasçılarını zengin
bırakman daha hayırlıdır" derken Hz. Sa'd'ın bu hastalıktan kurtulacağım
ve daha uzun yıllar yaşayıp mevcut kızından başka çocukları dünyaya geleceğini
mucize olarak haber vermiş olabilir. Nitekim Hz. Sa'd b. Ebî Vakkas bu ümitsiz
hastalıktan iyileşip kalkmış ve kırk seneden ziyade yaşamış, birçok erkek ve
kız çocukları dünyaya gelmiştir.
Bunlardan erkek olan
çocukların adları şöyledir:
Ömer, İbrahim, Yahya,
îshak, Abdullah, Abdurrahman, İmran, Salih, Osman.
Kız çocuklarının
sayısının ise on ikiye ulaştığı Buhari şerhlerinde haber verilmektedir.
Rasûl-ü Ekrem
Efendimiz bu cümledeki "mirasçıların" sözüyle, Hz. Sa'd'ın kızı
Ümmü'l-Hakem ile yeğenlerini kastetmiş olması da mümkündür.
Hanefi âlimlerinden
tbn Melek'in ifadesine göre, metinde geçen "üçte-bir çoktur" sözü
malın üçtebirini vasiyyet etmenin caiz; fakat, ondan azını vasİyyet etmeninse
evla olduğuna delalet eder.
Yine metinde geçen
"Hatta hanımının ağzına vereceğin lokmadan bile" cümlesindeki
"tedfeuhâ = vereceğin" kelimesi Süneni Ebû Davud'un bazı nüshalarında
= kaldırıp vereceğin" şeklindedir. Hatta kelime Buha-ri'nin rivayetlerinde
de "terfeuha" şeklindedir. Fakat netice itibariyle bu iki rivayet
aynıdır. Mana bakımından aralarında bir fark yoktur. Bu cümle ile, Fahri Kâinat
Efendimiz, ameller niyyetlere göre olduğundan, yiyecek ve içeceklerin,
Allah'ın rızası için infak edilmiş olmaları halinde bir takım meşru iştihaları
tatmin yolunda sarfedilmiş bile olsalar, yine de bu harcamaya sevap
verileceğini ifade buyurmak istemiştir.
Bu hadis-i şerifte,
Rasûl-u Ekremin mucizelerinden biri de Hz. Sa'd'ın yakalanmış olduğu
hastalıktan kurtulduktan sonra, uzun süre yaşayacağını ve Rasûl-u Ekremin
vefatından sonra da hayatta kalıp Allah rızası için çalışıp Allah katında
derecesinin daha da artacağını ve kendisinden bazı kimselerin "yararlanıp
bazılarının da zarara gireceğini Hz. Sa'd'a açıkça haber vermesidir.
Gerçekten de Hz. Sa'd
veda haccından sonra 45 yahut 48 sene yaşamıştır. Bu süre içerisinde Hz. Sa'd
b. Ebî Vakkas, Kadisiyye gibi büyük fetihlere muvaffak olmuş, müslümanlar onun
sayesinde hesapsız ganimet mallarına ulaşarak faydalanmışlardır. Ehl-i şirk de
zarar görmüştür. Hadis sarihleri bu babtaki mucize-i Peygamberiyi, bu suretle
tasvir etmişlerdi. Tahavî'nin bu hususta diğer bir tevcihi daha vardır kî bunu
da şârih Aynî nakletmiştir. Tahavi'nin Muttasıl bir senedle rivayetine göre
Sa'd İbn Ebî Vakkas'ın oğlu Amir'den":
"Rasûl-ü Ekrem,
babanın yüzünden bir kısım insanlar faydalanacak bir kısmı da zarar
görecek", buyurmuştur. Bunun medlulü nedir? diye sorulmuş. O da cevaben:
Babam Irak'a vali ve
kumandan tayin olunup gittiğinde, halk irtidad etmişti. Bunlardan bir kısmı
mukavemet etmeyip tevbekâr olarak döndüler. Bir kısmı temerrüd etmişti.
Birinciler kurtulmuş ve müstefid olmuş, öbürleri tenkid edilmiş ve zarar
görmüşlerdir demiştir.[17]
Kadı İyaz'ın
açıklamasına göre, bazıları "Bir kimsenin elde olmayan sebeblerle
Medine'ye göç edemeyip Mekke'de ölünceye kadar ikamet etmesi o kimsenin hicret
sevabı almasına mâni değildir. Ancak hicret imkânı olduğu halde hicret etmeyip
keyfi olarak Mekke'de ikamet eden kimse hicret sevabından mahrum kalır. İşte
Hz. Sa'd b. Ebî Vakkas daha önce Mekke'den hicret ettiği halde hac etmek için
kendi arzusuyla Mekke'ye geldiğinde burada ölmesinin hicretinin sevabım
azaltacağından yahutta hicretinin sevabını tamamen yi k edeceğinden
korkuyordu. Yahutta bu korkusu Resulü Ekrem ve ashabı hac vazifelerini bitirip
Medine'ye dönecekleri sırada hastalığı yüzünden onlara katılmayıp Mekke'de
kalacağından ileri geliyordu. Çünkü ashab-ı kiram göç ettikleri bir yere tekrar
dönüp de orda kalmayı iyi saymazlardı." demişlerdir. Nitekim Hz. Sa'd'ın
"Ey Allah'ım Rasûlü ben hicretimden geri mi kalacağım?" sözü bu
görüşü te'yid etmektedir. Bazıları ise "her ne sebeble olursa olsun, bir
muhacirin Mekke'de vefat etmesinin onun hicretini ibtal ettiğini
söylemişlerdir.
Yine Kadı.Iyaz
alimlerden bazılarının Rasûlü Ekrem'in metinde geçen "Allah'ım ashabımın
hicretini tamamla.." anlamındaki sözlerini delil getirerek "Bir
muhacirin Mekke'ye dönüp orada ikamet etmesinin onun hicretini tamamen ibtal
edeceğini iddia ettiklerini ifade ettikten sonra "aslında bu sözlerin
hicretten sonra Mekke'ye dönen belli bir sahabi İçin söylenmiş bir söz olmayıp
tüm sahabiler için yapılmış genel bir dua olduğunu söylemiştir. Ancak burada
Resûl-ü Ekrem Efendimizin belli bir sahabiyi hedef alarak söylediği bir söz
varsa o da Hz. Sa'd b. Havi için söylemiş oldukları; "zavallı (olan) Sa'd
b. Havledir” sözüdür. Hz. Sa'd b. Havle'nin başından geçen hadise hakkında
çeşitli rivayetler vardır.
İsa b. Dinar'ın
rivayetine göre, Hz. Sa'd b. Havle Mekke'den Medine'ye hicret etmeden Mekke'de
vefat etmiştir. Bu rivayete itibar edilecek olursa Rasûl-ü Ekrem Efendimizin
ona acımasının sebebi sadece ölümünün Mekke'de olmasıdır. Buhârî'nin
rivayetine göre, Hz. Sa'd Medine'ye hicret edip Bedir Savaşına katıldıktan
sonra tekrar Mekke'ye dönüp orada vefat etmiştir.
İbn hişam ise; Hz.
Sa'd'm, Medine'ye hicret edip Bedir savaşına ve daha başka savaşlara
katıldıktan sonra veda haccı sırasında Mekke'de vefat ettiğini söylüyor.
Bu rivayetlere itibar
edilecek olursa, Rasûlü Ekrem'in ona acımasının Medine'ye hicret ettikten sonra
kendi arzusuyla Mekke'ye dönüp orada vefat etmesinden kaynaklandığı ortaya
çıkıyor. Tam manâsıyla sevap dâr-ı hicrette olduğundan hangi suretle olursa
olsun, küfür diyarında ölmesi onun sevabını azaltmıştır. Âlimlerin ekserisine
göre, metnin sonunda bulunan "Mekke'de ölmesinden dolayı Rasülullah onun
hakkında mersiye söyledi" sözü râvi Zührî'ye aittir.[18]
1. Hasta
ziyaret etmek müstehaptir.
2. Mal
biriktirmek mubahtır.
3. Hadis-i şerif
mirasçılarla vasiyet arasında örfe riayet gerektiğine delildir. Cumhur ulema
Hz. Sa'd'ın "bütün malımı tasadduk edeyim mi?" sözü ile istidlal
ederek "Hastanın bağış ve sadakası, malının üçtebirinden verilir"
demişlerdir. Hanefilerle, İmam Mâlik, Leys, Evzâî, Sevrî, İmam Şafiî, İmam
Ahmed, İshâk ve bilumum hadis imamlarının görüşleri budur.
Zahirîlerde hastanın
bağışı bütün malından çıkarılır. İbn Battal: "Eski âlimlerden buna kail
hiçbir kimse bilmiyoruz" diyor. Bu mevzuda Nevevî de şunları söylemiştir:
"Âlimlerimiz ve diğer âlimler mirasçılar, zengin iseler teberruan malın
üçtebirini vasiyet etmeleri müstehab, fakirseler üçtebirden daha azını vasiyet
müstehab olur, demiştir. Şu asırlarda mi-rakçısı olan kimsenin vasiyyeti
mirasçıların rızası olmaksızın üçtebirden fazlasını geçemeyeceğinden âlimler
ittifak etmişlerdir. Ama mirasçıların rızasıyla bütün malını vasiyet edilebileceğinde de müttefiktirler.
Bizim mezhebimize ve
cumhura göre, mirasçısı olmayan kimse de malının üçtebirinden fazlasını vasiyyet
edemez. Ebû Hanife ile arkadaşları: İshak ve bir rivayette İmam Ahmed bunu caiz
görmüşlerdir. Mezkur kavil Hz. Ali ile İbn Mes'ud'dan rivayet olunmuştur.
4. İbadette
bulunmak için ömür dilemek caizdir.
5. Bu hadis
bir mu'cizedir.
6. Mirasçıyı
zengin etmeye çalışmak, onu fakir bırakmaktan efdaldir.
"Kur'an-ı
Kerim'de umumî olarak zikredilen vasiyyet bu hadisle tahsis edilmiştir.
Cumhurun kavli budur.
7. Hayır
yollarla infak etmek müstehabtır.
8. Ameller
niyetlere göredir, dolayısıyla kişi Allah'ın rızasını kazanmak için çoluk
çocuğuna yaptığı masraftan da sevap kazanır.[19]
2865... Ebû
Hureyre'den demiştir ki: "Bir adam Peygamber (s.a.)'e gelerek):
Ey Allah'ın Resulü! Hangi sadaka daha faziletlidir?
diye sordu. (Hz. Peygamber de):
Sen sıhhatli ve hırslı
olup da (hayatta uzun yıllar) kalmayı arzu ettiğin fakir düşmekten korktuğun
halde, sadaka vermendir. Can(ın) gırtlağa gel(me zamanı yaklaş)ıp da
"Falan kişiye şu kadar falan kişiye de şu kadar (vasiyyet ediyorum)
deyinceye kadar bekleme(mendir.) (Çünkü o zaman malın zaten mirasçısı olan)
falancanın olmuştur." buyurdu.[20]
İnsan sıhhati, gücü ve
kuvveti yerinde olup, hayat ve ümit dolu olduğu yıllarda mala, mülke karşı daha
düşkün olduğundan hayatının bu döneminde Allah rızası için malının bir kısmını
tasadduk etmesi Onun itilasına sadakatına ve dolayısıyla sevabının da o
nisbette büyüklüğüne delâlet eder.
İnsan hayattan ümidini
kestiği ya da ölüm döşeğine düştüğü zaman, dünya malına karşı hırsı ve
dolayısıyla cimriliği kalmadığı için hayatının bu döneminde vereceği
sadakaların sevabı da azdır.
İşte bu hadis-i
şerifte bu gerçeklere İşaret edilerek insanın vereceği sadakayı ölüm döşeğine
düşünceye kadar bekletmenin doğru olmayacağı ifade edilmektedir. Çünkü ölüm
döşeğine düşen bir kimsenin malına mirasçıların hakkı tealluk etmiş olduğundan
malının tümü üzerinde yetkisi kalmamış, sadece üçtebiri üzerinde tasarruf etme
hakkı kalmıştır. Geriye kalan üçteikisi ise varislerin olmuştur.
tşte metinde geçen
gSui âır iîj zaten o zaman senin malınfm bir kısmı) mirasçılarının
olmuştur." cümlesiyle bu gerçek ifade edilmek istenmiştir. Bu cümleden
önce geçen falancaya şu kadar falancaya da şu kadar" lafızları ise
kendilerine vasiyyet yapılacak kimselerle, vasiyyet edilecek maldan kinayedir.
Biraz önce de
açıkladığımız gibi, ölüm döşeğine düşen bir kimsenin yapabileceği vasiyyetin
miktarı, mevcut mallarının üçtebirini geçemez. Bu nis-beti geçen miktarı
varisler yerine getirip getirmemekte muhtardırlar. İsterlerse geçerli kılarlar,
isterlerse ibtal ederler. Hattâbî'nin açıklamasına göre metinde geçen *'zaten
o zaman senin malın mirasçılarının olmuştur" mealindeki sözler, vasiyette
bulunmak isteyen bir kimsenin varislerin hakkı olan miktarı, gözetip meşru olan
vasiyette miktarını aşarak varislere zarar vermekten kaçınmasının lüzumuna
delalet etmektedirler.
Hafız İbn Hacer bu
mevzuda şöyle diyor: "Selef-i salihinden bazıları zenginlerin mallan
hususunda iki defa Allah'a karşı geldiklerini söylemişlerdir:
1.
Sağlıklarında cimrilik yapmakla,
2. Mala tümü
üzerinde tasarrufta bulunmak hakkı ellerinden gittiği sırada meşru sınırlan
aşarak vasiyyette bulunmakla."
Netice olarak, sadakanın
efdali insanın vücudu sıhhate ve mala ihtiyacı varken verdiği sadakadır. Ölüm
döşeğine düşen kimsenin vasiyette bulunmaktan başka yapabileceği bir hayır
yoktur. Bilindiği gibi o da sınırlıdır. Hele insanın yapacağı hayrı son
nefesine kadar bekletmesi ise son derece büyük bir gaflettir. Çünkü insanın son
nefesinde yapacağı tasarrufların hiçbiri geçerli değildir.
Nitekim sarihler
metinde geçen "can gırtlağa geldiği zaman" mealindeki cümleyi
"canın gırtlağa gelme zamanı yaklaştığında" şeklinde te'vil etmişlerdir.
Biz de tercümede parantez içerisinde ilâve ettiğimiz kelimelerle bu manaya
işaret ettik.[21]
2866... Ebû
Said el Hudrî (r.a.)'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.):
"Bir kimsenin
sağlığında bir dirhem tasadduk etmesi, ölürken yüz dirhem tasadduk etmesinden
daha hayırlıdır" buyurmuştur.[22]
Bir önceki hadisin
şerhinde de açıkladığımız gibi, insanın sıh-hati yerinde iken mala, mülke,
ihtiyacı ve rağbeti daha fazla olduğu gibi "şeytan sizi fakirlikle
korkutur..."[23]
âyet-i kerimesinde açıklandığı üzere sadaka vermenin fakirliğe düşüreceğine
dair, şeytanın vereceği vesveselere daha çok maruz ve müsaittir. Ölüm döşeğine
düşen bir kimse dünyadan beklediği bir şey kalmadığından, ümit ve hayat dolu
kimselere nis-betle, nefsin telkinleriyle şeytanın vesveselerine karşı daha
emin ve kuvvetlidir. Bu bakımdan sıhhat yerinde iken sadaka vermek, ölüm
döşeğinde sadaka vermekten yüz derece daha zor ve yüz derece daha faziletlidir.
Ayrıca ölüm döşeğinde
verilecek sadaka, vasiyyet hükmündedir. Bu halde iken sadaka vermek isteyen
kimselerin, mallarının üçte birinden fazlasını tasadduk etmekten ve
dolayısıyla varislerin hakkına tecavüz ederek onları zarara uğratmaktan
sakınmaları gerekir.
Sadece vârisleri
zarara sokmak için vasiyyette bulunmak miktarı, mevcut malın üçtebirinden az
bile olsa caiz değildir.
Bu hadisle bir önceki
hadisin bab başlığı ile ilgisini de burası teşkil etmektedir.
Her ne kadar
el-Münzirî bu hadisin senedinde kendisine itimad edilemeyen Şürahbil b. Sad
el-Ensarî el-Hatmî bulunduğunu söylemişse de îbn Hibban Sahih'inde bu hadisi
rivayet ederek onun sahih olduğunu açıklamış ve İbn Hacer de kendisini tasdik
etmiştir.[24]
2867... Ebû
Hureyre Rasûlullah (s.a.)'in:
"Şübhesîz ki
erkek ve kadın altmış sene Allah'a itaatle çalışıp, çabalamalardan sonra,
kendilerine ölüm (vakti) gelip çatar. Bunun üzerine (mallarından bir çoğunu
vasiyet ederler. Yapmış oldukları bu) vasiyette (varislerine) zarar verirler
de, ateşi hakketmiş olurlar" dediğini söyledi ve "... bu hükümler,
ölenin yapacağı vasiyyetten ya da borcundan sonradır."[25]
(mealindeki âyet) ten "işte büyük kurtuluş budur"[26]
(mealindeki âyet)e kadar okudu.
[Ebû Dâvûd der ki
(senette geçen) el Esas b. Câbir, Nasr b. Ali'nin dedesidir.][27]
İbn el-Melik'e göre,
altmış yıl Allah'a itaat ettikten sonra yap-tıkları vasiyet yüzünden cehenneme
girmeye müstahak olan kadın ve erkeklerden maksat, vasiyyet hakkındaki dini
ölçüleri bir tarafa atarak vârislerin tümüne zarar vermek maksadıyla malının
üctebirinden fazlasını mirasçıların dışındaki kimselere vasiyyet eden kadın ve
erkeklerdir. Yahutta mirasçıların bir kısmını mirastan mahrum etmek maksadıyla
malının tümünü diğer mirasçılara hibe eden kadın ve erkeklerdir.
Bazılarına göre,
burada vasiyyetleri sebebiyle cehennemlik olan kadın ve erkeklerden maksat;
liyakatli olmayanlara mal verilmesini vasiyyet eden kadınlar ve erkekler
olabileceği gibi, haklı olarak yaptığı bir vasiyyetinden cayarak ikinci bir
vasiyette bulunan, ya da vasiyyetinin bir kısmını ibtal eden kadınlarla
erkekler de olabilir.
Kişinin cehenneme
girmeyi hakketmesi başkadır, cehenneme girmesi yine başkadır. Kişinin
cehennemlik olması onun mutlak cehenneme girmesini gerektirmez. Çünkü Allah'ın
affının imdada yetişip de cehenneme girmekten kurtulması mümkündür.[28]
Metinde geçen
"altmış sene" sözüyle gerçekten "altmış yıllık bir ömür,
kastedilmiş değil çokluk kastedilmiştir. Bu bakımdan söz konusu kelime burada
uzun yıllar anlamında kullanılmıştır.
Nitekim İbn Mâce'nin
Sünen'inde bu kelime yerine geçen yetmiş sene kaydı da yine uzun yıllar
anlamında kullanılmıştır.
Avnü'l Mâbûd yazarının
ifade ettiği gibi konumuzu alakadar eden bu hadis-i şerif, vasiyyet ederken
dini ölçülere uymayan kimseler hakkında büyük bir tehdidi ihtiva etmektedir.[29]
2868... Ebû
Zer'den demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.)
(bana hitaben şöyle) buyurdu: "Ey Ebû Zer! Gerçekten ben seni zaif
görüyorum ve kendim için arzu ettiğim şeyi senin için de arzu ediyorum.
Binaenaleyh iki kişi üzerine (bile olsa) başkan olma ve yetim malına veli
olma" buyurdu. Ebû Dâvûd der ki bu hadisi sadece Mısır halkı rivayet
etmiştir.[30]
Fahr-i Kâinat
Efendimiz kendisi bütün müslümanlann hâki-mi, bütün valilerin başkanı ve devlet
reisi olduğu halde, Hz. Ebu Zer'e "emir olma", "yetim malına veli
olma" diye nasihatta bulunması izaha muhtaç bir meseledir. Şeyh İzzüddin
b. Abdisselâm bu mevzuda şöyle diyor: "Râsulû Zişan Efendimiz, kendisi
bütün müslümanlarm hâkimi ve tüm müslüman valilerin seyyidİ olduğu halde - ben
kendim için arzu ettiğimi senin için de arzu ediyorum. Bu bakımdan emir olmanı
ve yetim malına veli tayin edilmeni arzu etmiyorum. Bu görevlerin dışında
kalmanı istiyorum- diye nasihatta bulunmasında izahı müşkil görülen iki husus
vardır:
1. Devlet
reisliği çok faziletlidir.
2. Aslına
bakılırsa Hz. Peygamber reislikten ve velilikten uzak durmamış, bilakis
velayetin en büyüklerini üzerine almıştır. Yani kendisi için reisliği ve
veliliği arzu etmiştir. Durum böyle olunca Hz. Ebû Zer'in de bu gibi görevleri
üstlenmesini arzu etmesi gerekirdi.
Bunun sevabı şudur:
"Hz. Peygamber Hz. Ebû Zer'e yaptığı bu nasihatte "Eğer ben de senin
gibi zayıf olsaydım, bu gibi vazifeleri yüklenmekten kaçınırdım. Sen zayıf
olduğun için bu görevlerden kaçınmanı arzu ediyorum" demek istemiştir.
Çünkü "Beni ülkenizin hazineleri üstüne (me'mur) koy. Ben onları iyi korur
(yönetmesini) iyi bilirim."[31]
âyet-i kerimesinde açıklandığı üzere bir yönetici için iki şartın bulunması
gerekir.
a. Üzerine
aldığı görevin inceliklerini hakkıyla bilmek.
b. Bu görevi
yürütürken idaresi altında bulunan müesseseye ya da kişilere faydalı olup
onları gelecek zararlardan koruyabilecek güçte olmak.
işte bu şartları
taşımayan kimselerin velilik, vasîlİk emirlik gibi görevleri üslenmeleri
haramdır. Bu şartları taşıyarak sözü geçen görevleri üslenip de onları hakkıyla
yerine getiren kimseler için âhirette çok yüksek dereceler vardır.
Nitekim Rasûlü Zişan
Efendimiz:
"Valilik bir
emanettir, gerçekten kıyamet gününde o kepazeliktir ve pişmanlıktır. Yalnız onu
hakkıyla alarak o hususta üzerine düşeni yapan müstesna"[32]
buyurmakla ehliyetsiz olarak velilik, valilik, emirlik gibi vazifeleri
yüklenen kimselerin kötü akıbetini haber verdiği gibi "yedi kişi vardır ki
Allah onları (arşının) gölgesinde barındıracaktır. (Bunlardan birincisi) adâletli
imam"[33] buyurmakla yetenekli ve
adaletli yöneticilerin ahiret günündeki derecelerinin yüksekliğine işaret
etmiştir.
Bu bakımdan gerekli
şartları taşıyan yöneticilerin bulunmaması halinde bu şartlan haiz olan
kişilerin yöneticiliği kabul etmeleri üzerlerine vâcib olur.[34]
2869... İbn
Abbas'dan (rivayet olunduğuna göre İslâmiyetin ilk yıllarında) vasiyyet
"Eğer bir hayır (mal) bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara ve uygun biçimde
vasiyyet etmek..."[35]
(âyetinin emrine uygun bir) şekilde yapılır idi. Nihayet miras âyetiyle
neshedildi.[36]
Nisa sûresinin
nıirasla ilgili 11-13 numaralı âyetleri gelmezden önce, kişinin bıraktığı
maldan anne, baba ve akrabasına bir pay verilmesini vasiyvet etmesi bu âyetle
farz kılınmış idi. Fakat Nisa süresindeki miras âyetiyle anne babanın ve
akrabanın mirastan alacakları hisseler belirtildiğinden, Hz. Peygamber
"Allah her hak sahibine hakkını vermiştir. Artık vârise vasiyyet
olmaz."[37] buyurarak bu âyetin
akrabaya vasiyyet hükmünü neshetmiş, yani yürürlükten kaldırmıştır. Bazı
bilginlere göre; aslında miras âyetinin inmesiyle yakın akrabaya vasiyyet hükmü
neshedilmiş ise de mirastan payı olmayan uzak akrabaya vasiyyet hükmü farz olarak
baki kalmıştır.
Mesela erkek evladı,
ana ve babası bulunduğu zaman, ölünün kız kardeşine miras düşmez.
"Amcaları bulunan çocuğa, dedesinden miras kalmaz. Babası yahut erkek
evladı bulunan kimsenin, amcasına, halasına, dayısına, teyzesine miras düşmez,
işte bu gibi kimseleri zaruretten kurtarmak için bunlara bir miktar malı
vasiyyet etmek bu âyetle emredilmektedir. hadislerle vasiyyet mecburiyeti
kaldırılmıştır. Ancak vasiyyet caizdir. Kişi miras düşmeyen akrabasına
vasiyyet edebileceği gibi başkalarına da vasiyyet edebilir.[38]
2870...
Şurahbil b. Müslim'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a)'i:
"Şüphesiz ki
Allah her hak sahibine hakkını vermiştir. Hiçbir varise vasiyet edilemez."
derken işittim.[39]
Metinde geçen "Allah
her hak sahibine hakkını vermiştir. cümlesiyle kast edilen, varislerin mirastan
alacakları payın miktarım açıklayan Nisa sûresinin 11-13. âyetleridir.
Yüce Allah bu
âyetlerde, mirasçıların mirastaki paylarını açıkladığı gibi, yine bu âyetle,
ölüm döşeğinde bulunan bir kimsenin başta anne ve babası olmak üzere yakın
akrabalarına malının bir kısmını vasiyyet etmesini farz kılan Bakara suresinin
180. âyetini yürürlükten kaldırdı.
Ancak âlimlerden
bazıları, "miras âyetlerinin inmesiyle ebeveyne ve yakın akrabaya
vasiyyeti farz kılan Bakara suresinin 180. âyetinin yürürlükten kalkmış olması
gerekmez. Çünkü bir kimsenin malının bir kısmını vasiyyet edip, kalan kısmını
da miras âyetlerinde belirtilen ölçüler içerisinde taksim edilmek üzere
varislere bırakması mümkündür" diyerek miras âyetlerinin vasiyyet âyetini
neshetmediğini iddia etmişlerdir.
Hanefi âlimleri,
müslümanlar arasındaki yaygınlığı ve gördüğü kabul sebebiyle tevatür derecesine
ulaşan ve mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerife sarılarak "miras
âyetlerinin Bakara sûresinin 180. âyetini nesh ettiğini, dolayısıyle bir
kimsenin ebeveyniyle diğer yakın akrabalarına malının bir kısmını vasiyyet
etmesinin üzerine vacib olmadığını" söylemişlerdir. Ömer Na-suhi Bilmen
efendi, Hanefi âlimlerinin bu mevzudaki görüşlerini şöyle açıklıyor:
"Müslümanlığın başlangıcında varis olacak ana ile babaya ve sair yakınlara
vasiyyet edilmesi, bir vecibe iken bu husustaki hükm-i şer'î bilahere miras
âyetleriyle ve mütevatirül âmel olan bir hadL-i şerif ile hikmet için nesh
edilmiştir. Filhakika varisler, zaten muayyen hisselerini alacakları için kendilerine
ayrıca vasiyyete hacet kalmamıştır. Gerek varisler arasında ve gerek varisler
ile müverrisleri arasında bir muhabbet ve sevginin, bir bağlılığın devamı pek
istenen bir şeydir. Bunlardan bazılarım bittercih vasiyyette bulunmak ise
diğerlerinin kalplerini kırar, aralarında bir düşmanlığın uyanmasına sebebiyet
vererek akraba bağlarının çözülmesine vesile olabilir. Binaenaleyh böyle bir
hale sebebiyet verilmesi doğru olamaz.
Şu kadar var ki,
herhangi bir maslahat mülahazasıyla varislerden bazılarına yapılan bir
vasiyyeXe diğer varisler, icazet verirlerse kendi rızalarıyla haklarını
düşürmüş olacakları cihetle bu paylaşmanın cevazına bir engel kalmamıştır.[40]
İmam Şafiî'ye göre;
miras âyetlerinin Bakara suresinin 180. âyetini nes-hetmiş olması ihtimali
bulunduğu gibi, miras âyetleriyle vasiyet âyetinin ikisinin birden yürürlükte
kalmış olması ihtimali de vardır. Fakat mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif,
her iki hükmün birlikte yürürlükte kalması ihtimalinin ortadan kaldırıp
ebeveyne ve diğer yakın akrabaya vasiyyet etmeyi farz kılan vasiyyet âyetinin
miras âyetleriyle neshedildiğini açıkça ifade etmiştir.
Hattâbî'nin
açıklamasına göre; "Alimlerin pek çoğu miras âyetlerinin vasiyyet âyetini
neshetmesindeki maksadın kendilerine vasiyyet edilmediği için vasiyyetten
yararlanamamış olan diğer akrabaların hukukunu korumak olduğunu, durum böyle
olunca da diğer mirasçıların kabul etmesi halinde herhangi bir mirasçıya vasiyyette
bulunmakta bir sakınca bulunmadığını söylemişler. Bunu mirasçıların kabul
etmesi halinde, malın üçtebirinden fazlasını vasiyyet etmenin caiz oluşuna
hamletmişlerdir.
Âlimlerden bazıları da
mirasçılardan bazılarına yapılan vasiyyet diğer mirasçılarca kabul edilse bile
yine de geçersizdir, demişlerdir.
Hattâbî'nin açıklamış
olduğu son görüş, Zahirîlerin görüşüdür. Bezi yazarı âlimlerin bu mevzudaki
görüşlerini şöyle özetliyor:
"Âlimlerin miras
âyeti geldikten sonra vasiyyet âyetinin hükmünün geçerliliği hakkındaki
görüşleri ikiye ayrılır:
a. Vasiyyet
âyetinin hükmü, varis olmayanlar için geçerlidir. Fakat varisleri hakkında
geçersizdir. İbn Abbas ile Hasan-i Basri ve Mesrûk bu görüştedirler. Bunlara göre;
bir kimsenin varis olmayan akrabasına malının bir kısmını vasiyyet etmesi
üzerine farzdır.
b. Varisler
hakkında da varis olmayanlar hakkında da geçersizdir. Müfessirlerin ekserisi
ile fıkıh âlimlerinin ekserisi bu görüştedirler. Bu görüşte olan âlimlere göre,
bir kimsenin herhangi bir kimse için vasiyyette bulunması üzerine farz
değildir.[41]
2871... İbn
Abbas'tan demiştir ki:
"Yetimin malına
yaklaşmayınız; yalnız ergenlik çağına erişin-ceye kadar (onun malına) en güzel
biçimde yaklaşabilirsiniz."[42]
(âyet-i kerimesi) ile "zulüm ile öksüzlerin mallarını yiyenler,
karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar..."[43]
âyeti inince yanında yetim bulunanlar hemen Hz. Peygamber'in meclisinden)
ayrılıp o yetimin yemeğini kendi yemeklerinden, içeceğini de kendi
içeceklerinden ayırdılar. (Bu sefer de yetimin sofrasındaki) yemeğinden (biraz
yemek) artmaya başladı. (Bu artıkları da) biriktiriyorlardı. Sonra yetim o
yemeği yiyor ya da (bu yemek) bozuluyordu. Bu ise onlara ağır gelmeye başladı.
Bu durumu Rasûlullah (s.a.)'e arz ettiler. Bunun üzerine Aziz ve Celil olan
Allah "... ve sana öksüzlerden soruyorlar. De ki: Onları(n durumlarını)
düzeltmek hayırlıdır. Eğer onlara karışır (onlarla bir arada yaşardanız, sizin
kardeşlerinizdir..."[44]
âyet-i kerimesini indirdi. Bunun üzerine yetimlerin yiyeceklerini kendi
yiyecekleriyle, içeceklerini de kendi içecekleriyle karıştırdılar.[45]
"(Velîlerden) kim
zengin ise (yetimin malını yemeye tenez-v
zül etmesin) kaçınsın. Kim de fakir ise o halde (malın muhafazası için
gösterdiği çabaya ve ihtiyacına) uygun şekilde yesin.”[46]
âyet-i kerimesinin zahiri; fakir olan vasinin israf etmeksizin, bakım
karşılığı olarak yetimin malından bir miktarım yiyebileceğine delalet eder.
Şayet vasî zengin ise, Allah'ın kendisine verdiğine kanâat ederek yetimin
malından sakınması farzdır. Âlimler, ihtiyacı olduğu takdirde vasînin, yetimin
malından ihtiyacı kadar almasının caiz olduğuna hükmetmişlerdir. Yalnız,
yetimin malından yiyen fakir vasî, sonradan zengin olursa, daha önce aldığı
malı geri verip vermeyeceği hususunda ihtilaf edilmiştir. Bazı âlimlere göre,
sonradan zengin olan vasî, fakir iken aldığ malı ödemez. Zira Allah ona maruf
bir şekilde yemeyi mubah kılmıştır. Onun aldığı, yediği mal, bir bakıma çocuğun
bakım ücreti sayılır. Bu görüş, İmam Hanbel (r.a.)'den rivayet edilmiştir.
Diğer bazı âlimlere
göre; sonradan zengin olan vasinin, yetimin malından fakir iken aldığını
aynıyla iade etmesi farzdır. Zira Hz. Ömer, halifeliği sırasında, "Ben şu
anda, mal hususunda yetimlerin vasîleri gibiyim. Zengin olursam hazineden
yemekten kaçınırım. Fakir olursam ihtiyacım kadar hazineden alırım. Sonradan
zengin olduğum takdirde de daha önce aldıklarımın tamamını aynen öderim"
buyurmuştur. İşte Hz. Ömer'in bu veciz ifadesinden açık biçimde anlaşılıyor
ki, yetim çocukların vasîsi zengin ise, yetimin malından kaçınmalıdır. Fakir
ise, ihtiyacı kadar yemeli, sonradan zengin olduğu takdirde de yediği kadarını
aynen ödemelidir.
Cessâs'ın rivayetine
göre Hanefi âlimleri, vasînin, ister zengin ister fakir olsun, yetimin
malından yiyemiyeceği, hatta borç bile alamıyacağı görüşündedirler. Çünkü
Allahü Teâlâ,"Yetimlerin mallarını verin..."[47]
"Yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler, karınlarına ancak bir ateş
yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşe gireceklerdir.”[48]
"... yetimlere karşı adaleti ayakta tutmanız (onlara iyi bakmanız)
hususunda (işte) kitapta okunup duran (ayet)le-ri... Hayırdan daha ne
yaparsanız şüphesiz Allah onu da hakkıyla bilicidir."[49] ve
"Aranızda (birbirinizin) mallarınızı haksız sebeplerle yemeyin...”[50]
buyurmaktadır. Bu âyetler, muhkem âyetlerdendir. Vasînin elinde bulunan yetim
malından ihtiyacı olsa bile hiçbir surette kullanamıyacağına delalet etmektedir.
Yine Hanefî âlimlerine
göre: "Kim zengin ise kaçınsın; kim de fakir ise o halde örfe göre
yesin." âyeti müteşâbih[51]
âyetlerdendir. İhtimâli manalar taşıdığından hükmünün muhkem âyetlere
hamledilmesi icabeder.
İbn Abbas (r.a.)'dan
da şöyle bir rivayet yapılmıştır: "Kim de fakir ise o halde örfe göre
yesin.” âyeti, "Gerçek, yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak
yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşe
gireceklerdir.” âyetiyle neshedilmiştir." Ibn Abbas (r.a.)'m bu görüşü de
Hanefi âlimlerinin görüşünü teyid etmektedir.
Taberî, fakir vasînin,
yetimin malından borç olarak alabileceği yolundaki görüşü tercih etmiştir.
Şöyle demektedir: "Bu husustaki görüşlerin doğrusu, "Kim de fakir
ise o halde örfe göre yesin.” âyetinde de beyan olunduğu gibi, vasînin,
zaruret halinde veya ihtiyacı olduğunda sonradan ödemek üzere yetimin malından
alabileceği yolundaki görüşüdür. Ödemek kaydıyla yemesi caiz değildir."[52]
Gerçekten Taberî*nin görüşü tercihe şayandır.[53]
2872... Amr
b. Şuayb'in dedesinden rivayet olunduğuna göre; Bir adam Peygamber (s.a)'e
gelerek:
"Ben fakirim,
benim hiç birşeyim yok, aneak (zengin) bir yetimim var." (onun malından
yiyebilir miyim?) dedi. (Hz. Peygamber (s.a) de :
"İsraf etmeyerek
(buluğ çağına girmeden fırsatı ganimet bilerek harcayıp yararlanmak gibi bir
gaye taşımayarak harcamada) acele etmeyerek ve (onun malının ticaretini sana
ait bir) sermaye edinme) ek yetimin malından yiyebilirsin." buyurdu.[54]
Yetimin malını koruyup
işletmesine ve yetimin çeşitli hizmetlerinde bulunmasına karşılık, bir ücret
olmak üzere, velînin,yetimin malından makbul bir ölçü içerisinde ihtiyacını
giderecek kadar yiyebileceğini ifade eden bu hadis-i şerif, Hz. Ibn Abbas
(r.a.) ile Ahmed b. Hanbel'in delilidir. Bu iki ilim adamına göre, vasi ya da
veli, yetime hizmet etmesine yahut da malını korumasına karşılık, onun
malından makul ölçüler içerisinde yiyebilir.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte, bir velinin ya da vasinin, yetimin malından yemesinin caiz
olabilmesi için şu üç şartın bulunması gerekir:
1. Alınan
malın miktarı, ihtiyaç miktarım geçmeyecek; bir başka ifadeyle israf
derecesine varmayacak.
2. Yetimin
malı sermaye yapılarak kar temin edip, yetim buluğ çağına erince sermayesini
verip, ticaretine ise sahiplenme yoluna
gidilmeyecek.
3. Yetim
buluğ çağına ermeden, fırsatı ganimet bilerek menfaatlenme yoluna gidilmeyecek.
Hadis-i şerifte
zikredilen bu üçüncü maddede "... Büyüyecekler diye mallarını israfla
acele yemeyiniz. Zengin olan çekinsin, yoksul olan da m a Yuf veçhile
yesin..."[55] âyet-i kerimesine işaret
vardır. Tefsir âlimleri bu âyet-i kerimede geçen "ma'ruf veçhile**
kelimesinin tefsirinde ve buna bağlı olarak âyetten çıkartılan hüküm konusunda
ihtilafa düşmüşlerdir. Bu görüşleri şu şekilde özetlemek mümkündür.
"Hz. Ömer, îbn
Abbas, İbn Cübeyr, Ebü'l Âliye, Ubeyde es-Selmâni, Ebû Vâil, Mücâhid ve
Mukâtü'e göre; fakir veli veya vasi, zarurî ihtiyaç duyduğu miktarı ödünç
olarak yetimin malından alır. Ödünç aldığı miktarı, ödeme gücüne kavuşunca
ödemesinin gerekli olup olmadığı yolunda, bunlar arasında da ihtilâf vardır.
Mücâhid, Saîd b. Cübeyr: Veli ya da vasi, yetimin malından kendi ihtiyacına
harcadığı miktar, bir ödünç mâhiyetinde olduğu için ödeme imkânını bulunca
ödemesi gereklidir. Âyette geçen "Maruf" kelimesi ödünce
manasınadır, demişlerdir. Ömer (r.a.)'ın kavli de bu merkezdedir. Diğer
arkadaşları: Sonradan ödenmesi gerekmez. Veli veya vasinin yediği miktar, onun
bir ücreti mahiyetindedir, demişlerdir, el-Hasan, Şa'bi, Nahaî ve Katâde böyle
hükmedenlerdendir. Şa'bî: Veli veya vasi çok zor durumda kalmadıkça, yetimin
malından hiç bir şey yiyemez. Ama açlıktan murdar hayvan etini yemeye mecbur
kalacağı derecede bir zaruret doğarsa, o zaman yetimin malından tehlikeyi
giderecek miktarda yiyebilir, demiştir.
Âyette geçen
"Maruf bîr vecihle yemek" ifadesinin yorumlanması meselesine
gelince; âlimler bu hususta Özetle şu görüşleri ve yorumlan beyan etmişlerdir.
Atâ ve ikrime'ye göre;
açlığı giderecek kadar yiyebilir. Avret yerlerini örtecek kadar giyebilir.
el-Hasan da: Yetimin hurmalığındaki hurmalardan yiyebilir, sağım hayvanların
sütünden içebilir. Fakat yetimin altınından, gümüşünden hiç bir şey alamaz.
Bir şey alırsa derhal iade etmesi gereklidir. Aişe (r.anh) ve ilim ehlinden bir
cemaata göre; "Maruf" tan maksad; veli veya vasinin gördüğü hizmet,
bakım ve çalışması nisbetinde bir ücret alabilir.[56]
Bir önceki hadisin
şerhinde açıkladığımız gibi, Hanefi alimleri, vasinin, ister zengin, ister
fakir olsun, yetimin malından yiyemiyeceği, hatta borç bile alamıyacağı
görüşündedirler.[57]
2873... Ali
b. EbîTalib'(in şöyle) dedi(ği rivayet olunmuştur.) Rasûlullah (s.a.)'in şu
sözü hatırımdadır:
" Erginlik çağına
geldikten sonra yetimlik yoktur. Gece-gündüz susmak da yoktur."[58]
Babasını kaybetmiş bir
çocuk yetim sayıldığından, ergenlik çağına gelinceye kadar malı üzerinde
alış-veriş gibi tasarruflarda bulunma yetki ve selâhiyyetine sahip olmadığı
gibi, evlenmek, boşanmak gibi medeni tasarruflarda bulunma salahiyetine de
sahip değildir.
Yetimin kendi malı ve
davranışları üzerindeki tasarruflarında bulunan bu kısıtlama, onun ergenlik
çağına girmesine kadar devam eder. Ergenlik çağına girdikten sonra, artık
yetimlikten dolayı tasarruflarında bulunan kısıtlılık hali sona erer.
Dolayısıyle alış verişte, evlenme ve boşanmalarda tam bir tasarruf yetkisine
sahip olur.
Fakat bu yetim,
ergenlik çağına girdiği halde akıl noksanlığı sebebiyle reşid olamazsa onun
tasarrufları üzerinde bulunan kısıtlılık hali yine devam eder.
Çünkü Cenâb-ı Hak şu
âyet-i kerimelerde bunu emretmektedir:
a.
"Allah'ın sizi başına diktiği mallarınızı sefihlere (beyinsizlere) vermeyin!"[59]
b. "...
Eğer borçlu olan kimse, aklı ermez ya da zayıf durumda ise ya da kendi
yazdıramayacak durumda ise velisi onu adaletle yazdırsın"[60]
Görülüyor ki, burada
mallarında tasarruf etme salahiyyeti ellerinden alınıp vasilerine verilen iki
sınıf insandan bahsedilmektedir:
1. Ergenlik
çağına gelmemiş olanlar.
2. Sefihler
(beyinsizler)
Bunlara ilaveten
malını israf edip kötüye kullanan kimselerin mallarına da el konabilir. İflâs
ederek malları borçlarını ödeyemez duruma düşüp alacaklıların kendisini kadıya
şikayet ettiği kişi buna misâldir. Bu durumda kadı o kimsenin mallarına el
koyar.
Fıkıh âlimleri,
çocuğun malının bulûğ çağına erinceye ve ticarete ve malını kullanmaya aklı
yetinceye kadar, kendisine verilmemesi gerektiği hususunda ittifak
etmişlerdir. Çünkü Allah "yetimleri nikâh çağına erdikleri zamana kadar
(gözetip) deneyin. O vakit kendilerinde bir akıl ve salâh gördünüz mü mallarını
kendilerine teslim edin....”[61]
âyetinde bunu beyan etmektedir. Çocuğun malının teslimi sırasında şu iki şartın
bulunmasını da gerekli kılmaktadır.
1. Çocuğun
bulûğa ermesi.
2. Rüşd
(malı güzel bir şekilde tasarruf edebilme yeteneği) İmâm Şafiî'ye göre; üçüncü
bir şart daha vardır ki, bu da dindar olmasıdır. İmâm Şafiî fâsık bir kişinin
servetine tevbe edinceye kadar haciz konur görüşündedir. Yalnız emsal kadar
yiyecek içecek ve elbise verilir. Tevbe edip halini düzelttiği zaman, malı
kendisine teslim edilir.
îmâm Şafiî âyette
geçen "rüşd" kelimesine ''sağlam akıl ve sağlam din" manası
verdiği için, bu üçüncü şartı da gerekli görmüştür.
Rüşd kelimesine
"mâlı güzel bir şekilde tasarruf etme yeteneği" manası veren İmam
Ebû Hanîfe'ye göre; ilk iki şart yeterlidir. Üçüncü şarta gerek yoktur.
Cumhuri ulemaya göre;
yaşlı kimselerin mallarına da çocuklar gibi iyi kullanmadıkları ve israf
ettikleri takdirde haciz konabilir.
İmâm Ebû Hanife'ye
göre; bir kimse yirmibeş yaşına girdikten sonra, malını kullanmaya aklı ersin
veya ermesin malı kendisine teslim edilir.
İnsanlar, ergenlik
çağına genellikle ihtilâm olarak girdiklerinden metinde geçen ihtilâm = rüya
görme ta'biri ergenlik çağına girme anlamında kullanılmıştır.
Bu hadis-i şerifte
yetimlik konusuyla beraber işlenen diğer bir konu da, ibadet maksadıyla
gündüzün akşama kadar aralıksız susmanın caiz olmadığı konusudur. Câhiliyye
döneminde ibadet niyetiyle günlerce susarlardı. Özellikle ittikâflarda buna
çok önem verirlerdi. Fakat İslamiyet bu şekilde yapılan ibâdetlerin meşru ve
muteber olmadığını bildirerek bu kötü adeti kökünden yıkmıştır.
Münzirî'nin
açıklamasına göre; "Bu hadisin senedinde Buhari'nin ve İbn Hıbban'ın, cerh
ettikleri Yahya b. Muhammed el-Medenî vardır. Ukay-li, bu hadisi rivayet
ettikten sonra "Yahya*ya uyarak onun şeyhinden bu hadisi rivayet etmek
doğru olmaz" demiştir.[62]
2874... Ebû
Hüreyre'den demiştir ki: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:
" Helak edici
olan yedi şeyden çekininiz!" buyurmuş da (kendisine)!
"Ey Allah'ın
Rasûlü onlar nedir?" diye sorulmuş (Hz. Peygamber de):
Allah'a şirk koşmak,
sihir yapmak, haklı bîr sebep olmaksızın Allah'ın haram kıldığı bir cana
kıymak, faiz yemek, yetim malı yemek, düşmana hücum gününde kaçmak, zinadan
uzak hiç bir şeyden haberi olmayan müslüman kadınlara zina iftirasında
bulunmak' cevabım vermiş.[63]
Ebû Dâvûd der ki:
Eb'ul Gays Ibn'üt-Mutî'in azatlı kölesi olan Salim'dir.[64]
Ulema-i Kiram, büyük
günahların muayyen bir adedle mahsur olarak ifâde edilmeyeceğini
söylemişlerdir. İbn Abbas (r.a.)
hazretlerine:
Büyük günahlar dokuz
mudur? diye sorulduğu zaman:
"Onlar yetmişe
yakındır." bir rivayette de "yediyüze daha yakındır." dediği
rivayet olunmuştur. Yine İbn Abbas (r.a.)'ya göre Allah'ın yasaklarının tümü
büyük günahtır.
Bazılarına göre;
Allah'ın cehennem ateşiyle tehdid ettiği günahlarla, işlenmesinden dolayı
dünyada had cezası gereken günahların hepsi büyük günahtır. Üzerinde ısrar
edilen küçük günahlar da büyük günaha dönüşür.
Hz. İbn Mes'ûd ile
ulemadan bir cemaata göre; Kur'ân-ı Kerim'de Nisa sûresinin başından
"Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük
günahlarınızı örteriz. Ve sizi ağırlanacağınız bir yere sokarız.”[65]
âyetine kadar açıklanmış olan günahların tümü büyük günahlardır.
Bezi yazarının da
ifâde ettiği gibi; bu mevzuda en güzel tarifin, Kurtu-bi'nin şu ta'rifi olduğu
söylenir: "Kitap ve sünnette kendisine zenb - günah ismi verilen, yahutta
büyük olduğuna dair icma bulunan, ya da işleyenler için ahirette şiddetli azab
tehdidi bulunan, dünyada ise had lazım gelen, ya da işleyenin Allah'ın şiddetli
intikamına hedef olduğu günahlara, büyük günahlar" denir.
İbn Ata, Hikem: isimli
eserinde "Allah'ın fazlı yetişince büyük günah diye bir şey olmadığı gibi,
Allah adaletle hükmedince de küçük günah diye bir şey yoktur. Günahların hepsi
büyüktür" diyor.
Halimî'de, el-Minhâc
isimli eserinde şöyle diyor:
"Günahlar büyük
ve küçük günahlar olmak üzere ikiye ayrılır. Bazan küçük günahlar, bazı
sebepler dolayısıyle büyük günaha, büyük günahlar da daha büyüğe dönüşür. Ancak
küfür bunlardan hâriçtir. Çünkü küfür bütün günahların üstünde olduğu için onun
küçüğü olmaz. Bir başka ifadeyle küfrün her çeşidi en büyük günahlardan daha
büyüktür.
Bununla beraber
günahlar çirkinlikleri itibariyle iki kısma ayrılır. Mesela bir kimseyi haksız
yere öldürmek büyük günahtır. Bir kimsenin babasını veya dedelerinden birini
yahutta evladından birini veya diğer akrabalarından birini öldürmesi, yahutta
herhangi bir kimseyi haksız olarak harem-i şerifte öldürmesi ise çok daha büyük
ve çirkin bir günahtır.
Zina büyük bir
günahtır. Fakat komşusunun karısıyla zina etmek, yahut bir kadınla Ramazan-ı
Şerifte veya harem-i şerifte, zina etmekse çok daha büyük ve çirkin bir
günahtır.
Şarab içmek büyük bir
günahtır. Fakat Ramazanda gündüzün içilecek olursa veya harem-i şerifte
içilecek olursa, yahud herhangi bir zamanda veya mekanda açıktan içilecek
olursa, o zaman bunun günahı çok daha büyük ve çirkin olur.
Yabancı bir kadının
avret mahalline dokunmak küçük günahtır. Fakat bu kadın insanın kendi babasının
veya arkadaşının ya da oğlunun karısı olursa, yahutta akrabasından bir kadınsa
o zaman büyük günah olur.
Had vurulması için
gerekli olan nisab miktarından az bir malı çalmak küçük günahtır. Fakat bu
malın sahibinin başka bir malı bulunmayıp ta bu mal'ın çalınmasıyla bir
sıkıntıya düşmüşse o zaman bu hırsızlığın günahı büyük günah olur"
Büyük günahlar, bu
kadar çok iken mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte, onların sayısının yedi
olduğundan bahsedilmesi, sözü geçen yedi günahtan başka büyük günah olmadığı
anlamına gelmez. Yani Hadis-i şerifte yedi büyük günah vardır sözüyle
"Aslında büyük günahlar çoktur. İnsanların sık sık işledikleri şu yedi
günah da, insanı helake götüren büyük günahlardandır." denilmek
istenmiştir. Rasûl-u Ekrem Efendimiz bu hadisiyle büyük günahların tümünü
saymak istememiş, insanların büyük günah olduğunu bilmeden sık sık işledikleri
büyük günahlara dikkatleri çekmek istemiştir. Daha sonra yeri geldikçe
diğerlerini de açıklamıştır. Ibn Hacer-el-Mekki'nin Kilâb, ez-Zevâcir isimli
eseri bunun örnekleriyle doludur.
Ebû'l-Hasen
el-Vakidî'nin açıklamasına göre; Rasûl-u Ekrem Efendimiz, büyük günah olur
endişesiyle bütün günahlardan sakınmasını temin etmek gayesiyle, büyük
günahların hepsini birden saymaktan kaçınmıştır. Bu hal, insanların devamlı ibâdet
ve taat üzere olmaları için, Allah'ın kadir gecesi ile Cuma günlerinin icabet
saatini ve ism-i azamı kullarından gizlemesine benzer bir haldir.
Fahr-i Kâinat
Efendimiz yedi şeyden çekininiz buyurmakla Bu yedi şeyi terkedin demek
istemiştir.
Bilindiği gibi yedi
şeyden çekininiz ifadesi yedi şeyi terkedin ifadesinden daha veciz ve daha
beliğdir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de yüce Allah; zina etmeyin yerine zinaya
yaklaşmayın.[66] Şimdi bu yedi günah
üzerinde duralım.
1.
Kaçınılması gereken yedi şeyden birincisi, Allah'a ortak koşmaktır. Bilindiği
gibi bundan daha büyük bir günah yoktur. Allah'a şirk koşan bir kimse ebedi
olarak cehennemde kalır.
2. Sihir
yapmak: Sihir lügatte; bir şeyin yönünü değiştirmektir. Cevheri; "sihir
efsundur; Me'haz ve menşei lâtif ve gizli olan her şey sihirdir."
demiştir; aldatmak ma'nasına da gelir.
Ebû Abdîllah Râzi,
sihri sekiz kısma ayırmıştır şöyle ki:
1.
Yabancıların ve yedi yıldıza tapanların sihri. Bunlar taptıkları yedi
seyyarenin bu âlemi idare ettiğine, hayr ve şerrin onlardan geldiğine inanırlar.
Hz. İbrahim (a.s) bu kavme gönderilmişti.
2. Evham
sahibleriyle kuvvetli ruh sahiblerinin sihri,
3. Cinlerin
yardımı ile yapılan sihir. Buna azaim ve teshir denir.
4. Tahayyül,
göz boyacılık ve el çabukluğu ile yapılan sihir. Bazı müfessirlerin beyanına
göre Fir'avn'un yaptırdığı sihir bu kabildendi.
5. Bir takım
mürekkeb aletlerle yapılan acaip fiiller.
6. Bir takım
devaların, yani yiyecek ve yağların hassalarından bilistifade yapılan sihir.
7. Kalbin
taallûku ile yapılan sihir. Bunda sihirbaz ism-i azamı bildiğini ve ekserî
işlerde cinlerin kendisine mut'i ve râm olduklarını iddia eder.
8. El
altından koğuculuk yapmak suretiyle meydana gelen sihirdir. Halk arasında
yaygın olan sihir budur.
Acaba sihrin hakikati
var mıdır? Bu suâle Ebu'l-Muzaffer Yahya b. Mu-hammed şu cevabı vermiştir:
Âlimler sihrin hakikati olduğunda ittifak etmişlerdir. Bunlardan yalnız Ebû
Hanife müstesna kalmış; ve sihrin hakikat olmadığına kail olmuştur. Kurtubi
dahi: "Bizce sihir sabittir. Allah Teâlâ'-nın dilediğini yaratmasıyla onun
hakikati vardır. Bu hususta Mu'tezile ile Şâfiîlerden Ebû İshâk el-Esferani
muhalefet etmiş; ve sihrin bir tahayyül ve göz aldatma olduğunu
söylemişlerdir." demiş ve sihrin şâbaze (el çabukluğu) Esma-i ilâhiyyeden
bazılarıyla ezber edilen bir takım sözler, şeytani ta'-limat, yiyecek ve saire
ile yapılan kısımları olduğunu bildirmiştir.
Fahreddin Râzi
tefsirinde, Mu'tezile taifesi için: "Bunlar sihrin mevcudiyetini inkâr
eder. Ve ona inananların küfrüne kail olurlar. AmaEhl-i sünnet, sihirbazın
havada uçmasını, insanı eşeğe, eşeği insana kalbetmesini olabilirliğini caiz
görürler. Ancak sihirbaz, muayyen efsun ve kelimeleri söylerken vücuda gelen
şeyleri halk eden Allah'dır; derler. Onlar felsefecilerle müneccimler ve yıldız
perestler gibi felek veya yıldızların müessir olduğuna kail değillerdir."
diyor. Râzi sihrin vaki olduğuna ve onunla meydana gelen tefsiri Allah halk
ettiğine;
"Onlar Allah'ın
izni olmaksızın o sihirle hiç bir kimseye zarar veremezler...[67]
âyet-i kerimesiyle ve Peygamber (s.a.)'e yapılan sihrin te'sir ettiğini
bildiren hadislerle istidlal eder.
Sihri öğrenme
meselesine gelince; Râzi bu babda şunları söylemiştir; "sihri öğrenmek ne
çirkin ne de memnû'dur. Muhakkak âlimler bunda ittifak etmişlerdir. Çünkü ilim,
zatı itibariyle şereflidir. Bir de şu var ki; eğer sihir bilinmezse onunla
mucizenin farkını bilmek te mümkün olmaz. Mu'cizin âciz bırakan manâsına
geldiğini bilmek vaciptir. Vacibin tevakkuf ettiği şeyi bilmek de vâcibdir. Bu
ise sihri öğrenmenin vâcib olmasını iktiza eyler. Vâcib olan bir şey nasıl
haram ve çirkin olabilir!..."
Fakat Sahih Buhârî
sarihlerinden Bedrüddin Aynî, Râzi'nin bu sözüne bir kaç yönden itiraz ederek
demiştir ki:
1. Eğer Râzi
"sihri öğrenmek çirkin değildir" demekle onun aklen çirkin olmadığım
anlatmak istiyorsa; muhalifleri olan Mu'tezile taifesi bunu men' etmektedirler.
Şer'an çirkin değildir, demek istiyorsa Allah Teâlâ hazretlerinin:
"Şeytanların okuduğu sihre tabi oldular..."[68]
âyeti kerimesi sihrin çirkinliğini beyan ediyor. Sahih hadisde:
"Her kim bir
müneccim veya kahine müracaat ederse Muhammed (s.a)'e indirilene küfretmiş
olur/' buyurulmuştur. Sünen'de dahi:
"Her kim bir düğüm yapar da ona üfürürse
sihir yaptı demektir" hadisi vardır.
2. Râzi:
"Sihir memnu' değildir; Muhakkik âlimler, ittifak etmişlerdir..."
diyor. Zikrettiğimiz âyet ve hadislerin karşısında sihir nasıl memnu' olmayabilir?
Muhakkikin dediği zevat, şeriat âlimleridir. Hani bu babdaki sözleri
nerededir.
3.
"Eğer sihir bilinmezse, onunla mu'cizenin farkını anlamak mümkün olmaz vd.
..." sözleri fasiddir. Zira Peygamberimiz (s.a.)'in en büyük mucizesi
Kur'ân-ı Kerim'dir.
4. Mucizenin
âciz bırakan manasına geldiğini öğrenmek, asla sihir ilmine bağlı değildir.
Sonra bizzarure ma'lumdur ki sahabe tabiin ve müslüman-ların büyükleri
mu'cizeyi bilirler; mucize ile başka şeylerin arasını ayırırlardı. Halbuki
sihri bilmezlerdi. Onu ne okumuş ne de okutmuşlardı. Âlimler, fakihlerin nassan
bildirdiklerine göre; sihri öğrenmek de öğretmek de büyük günahtır.
“et-Telvih" adlı eserde, bazı Şâfiîlerin: “Sihri öğrenmek haram değildir.
Bilinip onu yapana karşı koymak ve sihri evliyanın kerametinden ayırmak için
öğrenmek caizdir" dediği bildiriliyor. Aynîye göre; bundan muradın
Fahreddin Razi ile İmam Gazali olduğunu söylemiştir.
Sihri öğrenerek
yapmanın hükmü âlimler arasında ihtilaflıdır. Ebû Ha-nife, Mâlik ve Ahmed b.
HambePe göre; küfürdür. Yalnız.Hanefîlerden bazısına göre, şerrinden korunmak
için sihri öğrenmek küfür değildir. Ama sihir yapmanın caiz olduğuna, yahud
fayda verdiğine inanmak küfürdür. Şeytanların insana istediğini
yapabileceklerine inanmak dahi küfürdür.
İmam Şafiî şöyle
demiştir: "Bir kimse sihri öğrenirse kendisine "bize sihrini tarif
et!*' deriz. Şayet Bâbillilerin i'ti kad ettikleri yedi yıldıza ibadet ve bu
yıldızların kendilerinden istenen şeyi yapması gibi küfrü icâbedecek şekilde
beyânda bulunursa o kimse kâfirdir. Beyanı küfür icâbetmiyor da sihrin mubah
olduğuna inanıyorsa yine kafirdir."
Sihir yapan kimsenin
şer'i cezası ölümdür. Yalnız İmam Mâlik ile Ahmed b. Hanbele göre; bir defa
yapmakla, Ebû Hanîfe ile Şafiî hazretlerine göre, bir kaç defa yapmakla yahud
muayyen bir şahsa sihir yaptığını i'tiraf etmekle öldürülür. Şafiî'den başka
imamlara göre, sihirbazın öldürülmesi bir hadd-i şer'idir. Şafiî'ye göre;
fiilin tekrarı veya i'tiraf halinde sihirbaz kısas olmak üzere öldürülür.
İmam Ebû Hanîfe'ye
göre, ehl-i kitabın sihirbazı da öldürülür. Eimme-iselâse denilen Mâlik, Şafiî ve
Ahmedb. Hanbel'e göre, sihir yapan kadının hükmü de erkek gibidir. Ebû
Hanîfe'ye göre öldürülmezse de hapsolunur.
Sihir yapan kimsenin
tevbesinin kabul edilip edilmemesi ihtilaflıdır. İmam Mâlik'e göre kabul
edilmez. Ebû Hanife ile Ahmed b. Hanbel'den nakledilen meşhur kavle göre de
hüküm budur. İmam Şafiî'ye göre kabul edilir. tmam Ahmed'in ikinci kavli de
budur. İmam Mâlik'den bir rivayete göre sihirbaz yakalanırsa, zındık gibi onun
da tevbesi kabul olunmaz. Fakat yakalanmadan tevbe eder de tevbekâr olarak
gelir teslim olursa öldürülmez. Ancak yaptığı sihirle insan öldürmüşse kendisi
de öldürülür. İmam Şafiî'ye göre sihirbaz: "Ben öldürmeyi
kasdetmedim." derse hata etmiş sayılarak kendisinden diyet alınır.
İmam Buhârî'nin
naklettiğine göre Said b. el-Müseyyeb, sihir yapan kimseden sihrini çözmesini
istemeyi caiz görmüştür. Bazıları "Nüşra"ya cevaz vermişse de Hasan-ı
Basri bunu mekruh saymıştır.
Nûşra: Cinlerin
çarptığı zannolunan bir kimseye tatbik edilen ilaç ve okumadır.
3. Allah'ın
haram kıldığı cana kıymak: Haksız yere insan öldürmek İmam Şafiî (r.a.)'e göre;
Allah'a şirkten sonra en büyük günahtır. Bir hadiste: "Allah'ın arşı üç
şeyden deprenir. Ve Allah üç şeyden gazaba gelir." buyrulmuş; Kati bunlar
arasında zikredilmiştir. Katilin tevbesi hususunda ihtilâf edilmiştir. İbn
Abbâs (r.a.)'ya göre; katil ebedi olarak cehennemde kalacaktır. Hanefilerle
diğer âlimlere göre; ebedi olmasa da cehennemde uzun zaman kalacaktır. Dünyevi
cezası ise kısasen öldürülmektir. Ancak maktulün velileri affeder, yahut
uzlaşırlarsa kısas edilmez. Çünkü hak onlarındır. Kasden, haksız yere insan
öldürmede Hanefile-re göre keffâret verilmez. Zira keffarette ibadet manâsı
vardır. Binaenaleyh onunla büyük günah olan kati ödenemez. Şâfiîlere göre;
keffâret lazımdır.
4. Ribâ
yemek: Ribâ: mal verip karşılığında mal alırken alınan veya verilen
karşılıksız ziyadedir veya haksız kazançtır.
Buradaki yemek
tabirinden maksat, riba muamelesi, yani faizcilik yapmaktır. Faizcilikle
kazanılan malların çoğu yenildiği için mezkûr kazanca mecazen yemek
denilmiştir.
Riba meselesi birçok
âyet ve hadislerde en şiddetli bir lisanla haram kılınmıştır.
5. Yetim malı yemek: Yetim; babası ölen küçük
çocuktur. Hatta Ze-mahşeri'ye göre, büyük çocuğa da yetim denilebilir. Zira
kelimenin Iugat manâsı yalnız kalmaktır. Ancak bu kelime daha ziyade küçükler
hakkında kullanılır.
Hadisin zahirine
bakılırsa yetim malını yemek mutlak surette- haramdır. Biz bu mevzuyu 2871
numaralı hadisin şerhinde ayrıntılı olarak açıklamıştık.
6. Düşmana
hücum edileceği zaman harpten kaçmak: Ancak bu kaçış, bir müslümana
kendilerinin iki mislinden fazla olmayan bir düşman kuvveti karşısında
bulunduğu zaman haramdır. Daha fazla olurlarsa fazla zayiat vermeyi önlemek
için geri çekilmekte bir sakınca yoktur. Nitekim 2646 numaralı hadisin
şerhinde açıklamıştık.
7. Zinadan
uzak müslüman kadınlara zina iftirasında bulunmak. Bu hükme erkeklere edilen
zina iftirası da dahildir. Binaenaleyh kadın olsun erkek olsun akıl, baliğ ve
namuslu olan bir müslümana zina iftirasında bulunmanın cezası seksen, köleye
kırk değnek vurmaktır.[69]
Bezl-ül-Mechûd
yazarının da açıkladığı gibi, mevzumuzu teşkil eden hadiste Sevr b. Yezid
ismiyle geçen ravinin ismi aslında Sevr b. Zeyd'dir. Nitekim Buhârî'nin
rivayetinde de Sevr b. Zeyd olarak geçmektedir.[70]
Herhalde Ebû Davud'un
bazı nüshalarına bu isim yanlışlıkla Sevr b. Yezid olarak geçmiştir.[71]
2875...
Ubeyd b. Umeyr (aynı zamanda) sahabi olan babasının kendisine (şöyle) dediğini
söyledi:
Bir adam Hz.
Peygambere (gelerek):
"Ey Allah'ın
Rasûlü! Büyük günahlar nelerdir?" diye sordu. (Hz. Peygamber de):
"Onlar
dokuzdur." buyurdu. Ve bir önceki hadisin manasını ifade etti. (Bu hadisin
ravisi İbrahim b. Yakub yahutta Ubeyd' bir önceki hadise) ilave olarak
(şunları da) rivayet etti.
" Müslüman olan
anne ve babaya karşı gelmek ve ölü iken de diri iken de kıbleniz olan beyt-i
harama saygısızlık yapmaktır."[72]
Bir önceki hadis-i
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi, Fahr-i Kainat Efendimiz, ümmetinin tüm
günahlardan sakınmalarını temin için büyük günahların hepsini birden
açıklamamış onları ancak yeri geldikçe açıklamıştır. Bu sayede müminler, büyük
günah olur korkusuyla, küçük günahları işlemekten de sakınmışlardır.
Bu hadis-i şerifte bir
önceki hadis-i şerife ilave olarak üç büyük günahtan daha bahsedilmektedir.
Bunlar sırasıyla şunlardır:
1. Anneye
karşı gelmek
2. Babaya
karşı gelmek.
Anneye ve babaya
itaatsizlik, hadis-i şerifte "ukûk" kelimesiyle ifade edilmektedir.
Akk ji. ve ukûk: lügatte
alakayı kesmek, sıla-i rahimde bulunmamak manasınadır.
Muhammed b.
Abdi's-Selâm bu babda şunları söylemiştir:
"Anneye ve babaya
itaatsizliğe ve onlara mahsus olan haklara dair iti-mad edebileceğim bir kaide
bulamadım. Filhakika onlara her emir ve nehy ettikleri şey hususunda itaat
etmek bilittifak vacib değildir. Ama onların izni olmaksızın, oğullarının
cihada gitmesi haram kılınmıştır. Çünkü oğullarının öldürüleceğini veya
azasından bir uzvun kesileceğini düşünür ve buna son derece üzülürler. Çocuklarının
canı veya azasından bir uzvu için tehlikeli görülen her seferin hükmü de
budur." Ebû Amr b. Salah Fetâvâ sında anneye, babaya itaatsizliği şöyle
tarif eder: "Haram olan itaatsizlik vacib fiillerden olmamak şartıyle anne
ve babaya azımsanmayacak derecede eziy-yet veren her fiildir. Çok defa -Günah
olmayan her hususta- anneye babaya itaat farzdır. Bu babda onların emirlerine
muhalefette bulunmak, itaatsizliktir denilir. Âlimlerden bir çokları, şüpheli
şeyler hususunda bile onlara itaati vacib görmüşlerdir. Bizim âlimlerimizden
bazılarının -anne ve babanın izni olmadan çocuk okumağa ve ticarete gidebilir-
demesi benim söylediklerime muhalif değildir. Çünkü bu söz mutlaktır. Benim
söylediğimde ise kayıtlama vardır.[73]
3. Beyt-i
haram (saygı değer ev) denilen Kabe'nin,haram dairesi içerisinde kasden av
avlamak, oradaki yaş ağaçlan kesmek, savaşmak. işteKâ-benin saygınlığını ihlâl
eden bu davranışların hepsi de büyük günahlardandır.
Metinde geçen ölü iken
de diri iken de kıbleniz olan sözleriyle kabenin insanların sağ iken
namazlarında kabeye yöneldikleri gibi, ölünce mezara kondukları zamanda
yüzlerinin Kabe'ye çevrildiğine işaret edilmektedir.[74]
2876...
Habbâb (b. Eret)'den demiştir ki:
Mus'ab b. Umeyr, Uhud
(savaşı) günü şehid edilmişti, (üzerinde) alaca yünlü kaftandan başka (bir şeyi
de) yoktu. Başını örttüğümüz zaman ayaklan dışarda kalıyor, ayaklarını
örttüğümüz zaman da başı dışarıda kalıyordu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.)
" Onun başını
örtünüz ayaklarının üzerine de (biraz) izhir koyunuz." buyurdu.[75]
Musannif Ebû Dâvûd bu
hadisi 3155 numarada tekrar rivâ-yet etmiştir. Biz gerekli açıklamayı orada
yaptığımızdan, burada sadece hadisin, tekfin ve tedfin masrafları
karşılanmadan önce ölünün mirasından hiçbir harcama yapılamayacağına ve hiçbir
kimsenin bir pay alamayacağına delalet ettiğini söylemekle yetiniyoruz. Daha
geniş açıklama için okuyucularımızı sözü geçen hadisin şerhine havale ediyoruz.[76]
2877...
Büreyde'den demiştir ki: Bir kadın Rasûlullah (s.a.)'e gelereK (Ey Allah'ın
Rasûlü):
"Ben anneme bir
cariye bağışlamıştım. (Şimdi ise) annem vefat etti. Bu cariyeyi (miras olarak)
bıraktı'* (Bu hususta ne buyurursunuz? diye sormuş da, (Hz. Peygamber):
"Senin sevabın
kesinleşmiştir. Cariye miras olarak sana dönecektir." buyurmuş. (Sonra
kadın: Ey Allah'ın Rasûlu):
"Annem üzerinde
bir aylık oruç borcu olduğu halde Öldü. Benim onun yerine oruç tutmam yeter
mi? -yahutta onun borcunu öder mi?-" diye sormuş (Hz. Peygamber de):
"Evet!"
cevabını vermiş. (Sonra kadın; Ey Allah'ın Rasûlü annem):
"Hacc etmedi.
Benim onun yerine hacc etmem yeter mi? -Yahutta onun borcunu öder mi?-"
demiş. (Hz. Peygamber yine): "Evet!" cevabım vermiş.[77]
Yakınına bir mal
bağışlayan kimsenin, bağışta bulunduğu bu yakınının ölmesi halinde, bu mal
ölünün mirasından sayılır.
Dolayısıyla miras
hükümlerine göre taksim edilir.
Eğer bu mal eski
sahibinin hissesine düşerse, bu sahibinin hissesinden rücû' etmesi anlamına
gelmez. Çünkü hibeden rücû' etmek (dönmek) istenerek yapılan bir iştir. Bu
malın eski sahibine dönmesi ise gayri ihtiyari bir iştir. Âlimlerin çoğunluğu
bu görüştedir. Bazılarına göre, hibe edildikten, yahut sadaka olarak
verildikten sonra, hibe edilen kimsenin ölmesiyle bu malın ilk sahibinin eline
geçmesi halinde o maldan yararlanması caiz değildir. Çünkü, o mal Allah yolunda
hibe edilmiş ve ona Allah'ın hakkı tealluk etmiştir. Bu sebeple onu bir fakire
bağışlamak gerekir.
Bu hadis-i şerif
üzerinde Ramazan orucu, adak ve keffaret gibi oruç borcu varken ölen bir
kimsenin yerine oruç tutmanın caiz olduğunu söyleyen hadis ulemasıyla, Ebû
Sevr, Tavus, el-Hasen, Zuhrî, Katâde ve Hammad'ın delilini teşkil etmektedir.
Sözü geçen âlimlerin delillerini teşkil eden diğer bir hadîs-i şerifte,
"üzerinde oruç borcu olduğu halde ölen kimsenin velisi (yakım) onun
yerine oruç tutar" mealindeki 2400 numaralı hadis-i şeriftir.
Sözü geçen hadisin
şerhinde açıkladığımız gibi, İmâm Şafiî'nin eski görüşü de böyledir. İmam
Nevevî de bu görüşü tercih etmiştir.
İmâm Ebû Hanife ile
İmâm Mâlik, el-Leys, Evzâî ve Sevrî'ye göre; üzerinde oruç borcu olduğu halde
ölen bir kimsenin yerine oruç tutulamaz. İmam Şafiî'nin yeni görüşü de
böyledir.
Ancak İmam Ebû Hanife
ile arkadaşları, üzerinde oruç borcu varken ölen bir kimse, sağlığında fidye
verilmesini vasiyyet etmişse yakınlarının onun hesabına her gün bir fitre
verebileceklerini söylemişlerdir.
İmâm Mâlik'e göre;
"yakınlarının onun hesabına hergün için bir müdd vermeleri yeterlidir.*'
Delilleri: "Herhangi bir kimse üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse
onun yerine hergün bir yoksula yemek yedirilsin."[78] mealindeki
hadis-i şerifle, Nesâî'nin Sünen-i Kübra'sında rivayet ettiği "Kimse
kimsenin yerine namaz kılamaz, kimse kimsenin yerine oruç tutamaz" mealindeki
hadis-i şeriftir. İmam Ahmed'e göre; velisi, Ölünün nezrettiği orucu tutabilir.
Fakat Ramazan orucunu tutamaz. Ancak hergün için bir müddlük fitre verebilir.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte, üzerinde hac borcu varken ölen bir kimsenin yerine başka
bir kimsenin hac etmesiyle borçlu olarak ölen bu kişinin hac borcundan
kurtulacağı ifade edilmektedir. Bezi yazarının açıklamasına göre; İbn Melek
âlimlerin bu mevzuda ittifak ettiklerini söylemiştir.[79]
2878... İbn
Ömer'den demiştir ki:
Hayber'de Ömer (b.
Hattâb)'ın hissesine bir tarla düşmüştü. Bunun üzerine (Ömer) Peygamber
(s.a.)'e gelerek: (Hayber'den)
"Benim hisseme
bir tarla düştü. Bana hiçbir zaman ondan daha güzel bir mal isabet etmedi. Bu
tarla hakkında bana ne (yapmamı) emr edersiniz?" dedi. ( Hz. Peygamber
de):
"İstersen
(tarlanın) aslını Vakfeder gelirini, tasadduk edersin." buyurdu.
Bunun üzerine Ömer bu
toprağın aslı satılmamak, hibe edilmemek, miras yoluyla mülk edinilmemek
şartıyla gelirini fakirlere, yakınlara, köleleri (azat etmek isteyen
kimseler)e Allah yolunda (çalışanlara) ve yolda kalmışlara tasadduk etti.
(Çünkü Hz. Peygamberdin bildirdiği üzere onun aslı satılamaz bağışlanamaz.
Miras yoluyla mülk edinilemez. O ancak fakirler, yakınlar, (Azat edilecek)
köleler, Allah yolunda çalışanlar içindir. (Müsedded, hadisin burasına)
Bişr'den (rivayet ettiği şu kelimeyi de) ilâve etti. "ve
konuk(lar)a" (tasadduk etti. Hadisin bundan) sonra(ki kısmında bu hadisi
Müsedded'e nakleden kimseler şu sözleri rivayette) birleştiler.
"Bu toprağa
mütevelli olan kimsenin bundan mal edinmeksizin ve mülkiyetine dokunmaksızın
örfe göre yemesinde, bir dostuna yedirmesinde bir günah yoktur.
Müsedded (bu hadise)
Bişr'den (naklen şunu da) ilave etti: (Bişr) dedi ki (bana İbn Avn şöyle) dedi:
Muhammed (İbn Sîrin bu hadiste geçen -gayra mutemevvilin malen kelimesinin)
"Gayra müteessilin malen= aslına dokunulmaksızın" (şeklinde rivayet
edilmesi gerektiğini) söyledi.[80]
Her ne kadar metinde
geçen "onun aslı satılamaz, bağışlanamaz, miras yoluyla mülk edinilemez'*
şeklindeki şartlar zahirde Hz. Ömer'e aitmiş gibi görünüyorsa da Beyhâki'nin
Sünen-i Kübra'-sında Yahya b. Said yoluyla Nâfi'den rivayet edilen bir hadis-i
şerifte bu şartların Hz. Peygamber tarafından konduğu açıkça ifade edildiği
gibi, Buhâ-rî'nin bir rivayetinde[81] de
bu şartları Hz. Peygamberin koyduğu açıklanmaktadır. Bu bakımdan biz tercümemizde
parantez içerisinde ilave ettiğimiz açıklamalarla buna işaret ettik. Bu
şartların Hz. Ömer tarafından konmuş olduğu kabul edilse bile, onun bunları Hz.
Peygamber'den öğrendiği esaslara uygun olarak koymuş olduğu muhakkaktır.
Metinde geçen
"yakınlar" kelimesiyle vakfeden kimsenin yakınları kas-dedilmiş
olabileceği gibi: "... Bilin ki, ganimet olarak aldığı ri iz şeylerin
beş-tebiri Allah'a, Rasûlüne ve (Allah'ın Rasûlü ile) akrabalığı bulunan(lar)
a, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir..."[82]
âyet-i kerimesinde geçen yakınlar da kastedilmiş olabilir. Müfessirlerin
açıklamasına göre, bunlar Ha-şimoğulları ile Abdülmuttaliboğullarıdır.
Hadîs-i şerifte söz
konusu edilen vakfın gelirinin nerelere harcanabileceği kesin bir şekilde
belirlenmiştir. Bu yerler şunlardır.
1. Fakirler;
kendilerine zekat ve sadaka verilebilenler
2. Köleleri
satın alıp azat etmek isteyenlerle, bir miktar para ödeyince azat edileceğine
dair efendisinden söz alan mükateb köleler.
3. Allah
yolunda çalışanlar
4. Yolda kaldığı
için parasız duruma düşen kimseler
5. Yakınlar
6. Akrabalar
Ayrıca bu şartlar
içerisinde araziye bakacak olan mütevellinin örfe uygun bir şekilde, yani
ihtiyacına ve hizmetine uygun düşecek kadar yemesine ve örfe uygun bir şekilde
dostuna ikram edilmesine izin verilmektedir.[83]
1. Vakıf
meşrudur. Buna yalnız Kadi Şureyh muhalefet etmiştir.
2. Cumhuru
ulema,tnıam Ebû Yûsuf ve tmam Muhammed, vakfın caiz olduğuna bununla istidlal
etmişlerdir. Vakfı kuran şahıs sağ olduğu müddetçe, vakfettiği malın gelirini
tesadduk etmesinin vacib olduğu hususunda âlimler arasında ihtilaf yoktur. Bir
kimse evini veya arazisini vakfetse, bunların gelirlerini tesadduk etmesi icab
eder. Bu, o malın gelirini nezretmek gibi bir şey olur. Keza vakıf, hakimin hükmü
ile yapılmış veya öldükten sonraya izafe edilmişse, mal sahibinin malı
olmaktan çıktığında da ihtilaf yoktur. Fakat, hakimin hükmü bulunmaz yahut
vakfedilen şey öldükten sonraya izafe edilmezse, caiz olup olmadığı âlimler
arasında ihtilaflıdır.
İmam Azam*a göre, bu
suretle yapılan vakıf; sahih ve caiz değildir. Sahibi o malı satabilir, yahut
hibe edebilir. Öldükten sonra o mal mirasçılarının olur. İmam Ebû Yusuf'la
İmam Muhammed ve Cumhur: "Bu vakıf caizdir, satılamaz, bağışlanamaz,
miras olarak da alınamaz" demişlerdir.
3.
Vakfedilen mal, sahibinin mülkünden çıkıp Allah'ın olduğu için satılması,
bağışlanması ve miras olarak alınması caiz değildir.
4. Vakfedilen
mal, kime vakfedildi ise onun mülkü olup olamayacağı ihtilaflıdır. Hanefiler'e
göre, o kimsenin mülkü olamaz. O, yalnız gelirinden istifâde eder. Çünkü vakıf
demek: Malın aslını hapsederek gelirini te-sadduktur. Hapis ise o malın mülk
olmasını gerektirmez.
tmam Mâlik ile İmam
Ahmed ve bir rivayete göre İmam Şafiî, vakfedilen malın kime vakfedilmişse
onun mülkü olduğuna kaildirler; elverir ki o şahıs ehil olsun. İmam Şafiî'den
diğer bir rivayete göre de vakfedilen malın mülküyeti Allah'a intikal eder. Bu
kavil Hanefiler'den de rivayet olunmuştur.
5. Vakfın
mütevellisi, maruf yolu ile yani ihtiyacından fazla birşey almamak şartıyla,
vakfın gelirinden nafaka alabilir. Fakat bu hüküm vakıf
yapılırken mal sahibi
ona bir şey tayin etmediğine göredir. Muayyen bir miktar tayin etmişse, onu
alır.
6. Vakıfta
şart sahihtir. Hatta: "Vakfın şartı, şari'in nassı gibidir." derler.
7. Hayır
işlerinde fazilet ve salah ehli kimselerle istişare yapılmalıdır.
8. Hayber,
cebren alınmış ve gazîler arasında ganimet olarak taksim edilerek onların
mülkü olmuştur.
9. Hadis-i
şerif, Hz. Ömer'in yüksek faziletine delildir.
10. Yine bu
hadis, akrabaya yardımın ve onlara yapılan vakfın faziletini göstermektir.[84]
11. Malım
Vakfeden bir kimsenin, vakfın gayesine uygun olarak koymuş olduğu şartlar
geçerlidir.[85]
2879... Yahya
b.'Said, Ömer b. Hattab'ın vakfından (bahsederken) dedi ki:
Abdulhamid b. Abdillâh
b. Abdillâh b. Ömer b. el-Hattab bana (o vakfın vakfiyesinin) bir suretini
yazıverdı (ki şöyledir):
"Bismillahirrahmanirrahim
şu (yazı), Allah'ın kulu Ömer'in (Medine' yakınlarında bulunan) semg (denilen yer)
de yazmış olduğu vakfiyedir.
(Yahya b. Said, Hz.
Ömer'in maHarım vakfetmesiyle ilgili haberini bir önceki) Nafi' hadisine uygun
şekilde anlattı, (ancak bir önceki hadiste geçen -gayra mutemevvilin mâlen-
kelimesi yerine) "gayra müteessilin = aslına dokunmayarak"
(kelimesini) rivayet etti. (Yahya b. Said rivayetine devamla vakfiyenin kalan
metninin şöyle olduğunu söyledi. Mütevelli, vakfın gelirinden bir kısmını örfe
uygun bir şekilde yedikten, bir kısmını da gerekli yerlere harcadıktan sonra)
meyvesinden kalan kısmı dilenci(ler) ve muhtaç(lar) içindir. (Ravi el-Leys)
dedi ki: (Yahya b. Said, Hz. Ömer'in mallarını vakfetmesi olayını olduğu gibi)
anlatmaya devam etti ve şöyle dedi: Semg (deki vakfın) mütevellisi dilerse
onun meyvesinden (bir kısmını satarak parasıyla vakfın) hizmeti(ni yürütmesi)
için bir köle satın alabilir. (Bu vakfiyeyi) Muaykîb yazdı, Abdullah b.
el-Erkam'da şahid oldu. (Birinci vakfiy-ye burada sona erdi, ikinci vakfiyye de
şöyledir:)
"Bismillahirrahmanirrahim
şu, Allah'ın kulu Ömer'in yaptığı va-siyyettir. Eğer kendisine ölüm gelirse
Semg (denilen yerdeki arazi) ile İbn'ül-Ekva bölümü (denilen küçük hurmalık) ve
oradaki (hizmetleri yürüten) köleye ve Hayberdeki (bana düşen) yüz hisse ile
oradaki köleye ve Muhammed (s.a)*in vadi (el-kura)'da ona verdiği, yüz (yük
ağırlığındaki yiyeceğe) (kızım) Hafsa hayatı boyunca mütevelli olacaktır.
Sonra da onun ailesinden aklı başında birisi mütevelli olacaktır. (Şu şartla ki
bu vakıf) satılamaz. (Onunla bir şey) satın alınamaz. (Ancak mütevelli onun
gelirini) dilenci ve muhtaç (kimseler) le (kendi) yakın-lar(ın)dan (uygun)
gördüğü birisine verebilir. Ayrıca Vakfa mütmöm da hürriyetine kavuşturmak
için) köle satın almasında bir sakınca yoktur.[86]
Vakıf: Bir mülkün menfaatini
halka tahsis edip aynını Allah Teâlâ'nın mülkü hükmünde olarak temlik ve
temellükden müebbeden men etmektir. Bu ta'rif tmameyne göredir. İmam Azam'a
göre; vakıf; bir mülkün ayni (aslı) sahibinin mülkü hükmünde kalmak üzere
menfaatini bir cihete tasadduk eylemektir.[87]
Hadis-i şerifte, Hz.
Ömer'in iki ayrı vakıf için iki ayrı vakfîyye (vakfa dair, vakfın şartların
ihtiva eden vesika) yazdırdığı ifade edilmektedir. Bunlardan birincisi,
Besmele ile başlayıp, "Abdullah b. Erkam da Şahid oldu" anlamına
gelen cümleyle sona ermekte, ikincisi de yine Besmeleyle başlayıp metnin sonuna
kadar devam etmektedir. Merhum, Kamil Miras, Hz. Ömer'in vakfettiği hurmalıklar
hakkında şu malumatı veriyor.
İbn Esir Nihayesinde;
"serag ve sar m e Îbnü'1-Ekva'; Medine'de ma'ruf ve Hz. Ömer'e ait iki
hurmalıktı. Sonra Hz. Ömer bunları vakfetmiştir." diyor. Mu'cemi Kubrada
da semg, Medine hizasında bir yerin adıdır. Burada Hz. Ömer'in güzel bir
hurmalığı vardı. Bir gün Ömer buraya gitmişti. Orada meşgul olurken ikindi namazını
kaçırdı. Müşarünileyh hazretleri bundan müteessir olarak sahabe toplantısında:
"Bu hurmalık beni
namazdan alıkoydu. Şahid olunuz! Bu malım sadakadır," demiştir,
denilmektedir.[88]
Avn-ül Ma'bud
yazarının açıklamasına göre, metinde Hz. Ömer'in vakfettiğinden bahsedilen
Hayber'deki yüz hisselik arazisinden maksat: Hayber savaşında müslümanların
eline geçipte, müslümanlar arasında dağıtılan araziden Hz. Ömer'in payına düşen
hisse değildir. Buradaki arazi Hayber'-de bir müslümantn hissesine düşen
arazinin yüz misli büyüklükte bir arazidir. Hz. Ömer bunu ganimetlerden
hissesine düşen mallarla satın almıştır. Nitekim şu hadis-i şerifte bu gerçeği
dile getirmektedir.İbn Ömer (r.a.)'dan Ömer (r.a.) Rasülullah (s.a.)'e geldi ve
"Ey Allah'ın Rasûlu, şimdiye kadar hiç sahip olmadığım bir mala sahip
oldum... Benim yüzbaş hayvanım vardı onlarla, Hayber ehlinden yüz hisselik bir
yer aldım" dedi.[89]
Metinde geçen
"... sonra onun ailesinden aklı başında biri mütevelli olacaktır..."
anlamına gelen cümle, Abdullah b. Şübbe'nin Yezid b. Harun vasıtasıyla İbn
Avn'den rivayet ettiği hadiste "Sonra, Ömer ailesinin büyüklerini
mütevelli tayin ediyorum" anlamına gelen kelimelerle nakledilmiştir.
Da-rekuthî'nin rivayeti ile İmam Ahmed'in Nafi'den rivayet ettiği hadis de böyledir.
Bu da gösteriyor ki, Hz. Ömer bu vakıfların mütevelliliğine önce Hz. Hafsa'yı
tayin etmiş, onun ölümünden sonra da önce "onun başına Ömer ailesinin
büyükleri gelecek" şeklinde umumî bir ifade kullanmış, daha sonra
ifadesini özelleştirerek, Hz. Hafsa'nın ailesinden görüşüne güvenilir bir
kimseyi, mütevelli tayin ettiğini açıkça ifade etmiştir. Nitekim Ömer b.
Şub-be'nin rivayetine göre, Ebû Gassân:
"Ben Ömer
ailesinin yanında muhafaza edilen bu vakfiyenin bir suretini aldım. Orada Hz.
Hafsa'nın ölümünden sonra bu vakfın mütevelliliğinin Hz. Hafsa'nın ailesine
intikal edeceği ifade ediliyordu." demektedir. Binaenaleyh bu rivayetler
arasında bir çelişki yoktur.
Metin, vakfiyyenin
Muaykıb tarafından yazıldığı ifade edildiğine göre, bu vakfiyyenin Hz. Ömer'in
hilafeti zamanında yazıldığı düşünülebilir. Çünkü Muaykıb Hz. Ömer'in
halifeliği sırasında katibi idi. Nitekim Vakfiyyede Hz. Ömer'den Müminlerin
emiri diye bahsedilmesi de bunu gösterir. Ancak Hz. Ömer'in bu vakfiyyenin
metnini Hz. Peygamber zamanında hazırlayıp, kendi hilafeti döneminde şahitler
huzurunda kaleme aldırmış olması da mümkündür.
Bu hadisle ilgili
fıkhi hükümleri bir önceki hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara
lüzum görmüyoruz.[90]
2880... Ebû
Hüreyre'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
“İnsan Öldüğü zaman
(bütün) amel(ler)i kendisinden kesilir. Ancak üç şey müstesna; sadaka-i
cariye, faydalanılan ilim ve kendisine dua eden mümin evlâd."[91]
Bu hadisi şerifte,
insanın dünyada işlemekte olduğu amellerinin sevabı, ölümüyle birlikte sona
erdiği ve artık bu amellerin sevabı, o kimsenin amel defterine bir daha
yazılmadığı fakat şu üç amelin sevabının insanın ölümünden sonra da yazılmaya
devam ettiği ifade edilmektedir.
1. Sadaka-i
cariye: Bir kimsenin ölümünden sonra da devam eden ve Allah rızası için
insanların istifadesine sunulmuş olan hayır müesseseleri, mektepler, camiler,
çeşmeler ve vakıflardır. Sözü geçen bu hayırların sevapları kesilmediği için
onlara "sürekli hayır" anlamına gelen "sadakay-ı cariye"
ismi verilir.
2.
Kendisinden (sürekli olarak) faydalanılan ilim kişinin sağlığında öğrenip,
neşretmiş olduğu ilimdir. Neşir kitap yazıp yayımlama şeklinde olabileceği
gibi, öğrenilen bilgileri başkalarına öğretme yoluyla da olabilir.
3. Dua eden
salih evlât: İbn Hacer el-Mekki'ye göre, burada salih evlat sözüyle kasdedilen
mümin evlattır.
Bu mevzuda Münavi
(r.a.) şöyle diyor: "Aslında ölen bir kimsenin arkasından dua eden her
müslümamn duası ölüye ulaştığı halde, burada sadece salih evladın duasından
bahsedilmesinin hikmeti; çocukları, anne ve babalarının ardından'dua etmeye
teşviktir.
tmam Nevevî şöyle
diyor: Ölünün arkasından verilen sadaka ile edilen duanın sevabının ölüye
ulaştığında âlimler arasında ittifak olduğu gibi, onun ölümünden sonra mali
borçlarının ödenmesinin onu borçtan kurtaracağında da ittifak vardır.
İmam Şafiî ile
taraftarlarına göre, üzerinde hac borcu varken Ölen bir kimsenin arkasından
onun hesabına yapılacak hac, onu hac farizası borcundan kurtarır. Eğer bu kişi
ölümünden önce kendisi nafile bir hac yapılmasını vasiyyet etmişse, bu hac
vasiyyet hükmüne girer, dolayısıyle bir vasiyyet olarak o haccın yerine
getirilmesi gerekir. Şafiî mezhebi ve cumhur ulemaya göre; ölünün yerine namaz
kılmak caiz olmadığı gibi, ölü için okunan ve ona bağışlanan Kur'ân'ın sevabı
da ölüye ulaşmaz. Yine İmam Şafiî ile cumhur ulemaya göre; ölüye bağışlanan
namaz ile orucun sevabı da ölüye erişmez. Ancak ölünün velisinin yahutta bu
velinin izin verdiği bir kimsenin ölünün yerine tuttuğu farz oruç, Şâfiîlerin
müteahhirin âlimlerinin muhakkiklerine göre, makbul olur. İmam Şafiî'den bu
hususta iki görüş rivayet edilmiştir. Bu iki görüşten en meşhur olanına göre,
ölü hesabına tutulmuş olan bu oruç ödenmiş olmaz.
Hattâbî'de, konumuzla
alakalı hadis-i şerifin "namaz ile orucun ve bunlara benzeyen diğer
ibadetlerin vekillik kabul etmediğine ve dolayısıyle ölen bir kimsenin üzerinde
borç olarak bulunan bedeni ibadetlerin başkası tarafından ödenemeyeceğine
delalet ettiğini" ifade etmiştir. Hanefi âlimlerinden İbn Abidin bu
mevzuda şöyle diyor:
Âlimlerimizin, hac
babında, açıkladıklarına göre; insan, namaz, oruç, sadaka ve benzeri
amellerinin sevabını başkasına bağışlayabilir. Hidaye'de böyle denilmiştir.
Hatta Tatarhaniye'de Muhit'ten naklen nafile sadaka veren kimsenin, bütün
mü'min ve mü'minata niyet etmesinin efdal olduğu bildirilmiştir. Çünkü bu
onlara erişir ve sevabından hiç bir şey eksilmez. Ehl-i sünnet ve'1-cemaat'ın
mezhebi budur. Yalnız İmam Mâlik ile Şafiî, sırf bedeni olan namaz ve Kur'ân
okumak gibi ibadetleri istisna etmişlerdir. Onlara göre, bunların sevabı ölüye
ulaşmaz. Mutezile taifesi Ehl-i sünnet'e muhalefet etmişlerdir. Tamamı
Fethul-Kadir'dedir.
Ben derim ki:
Şafiî'den meşhur olan kavil yukarıda geçmiştir. Şâfiîle-rin müteehhirin
âlimlerinin beyanına göre, meyyit huzurunda okunan Kur'ân ona ulaşır. Keza
hemen Kur'ân'ın arkasından dua ulaşır. Çünkü Kur'ân okunan yere rahmet ve
bereket iner. Onun arkasından yapılan duanın kabulü daha yakındır. Bunun
muktezası şudur: Murad, meyyitin Kur'ân'dan is-tifadesidir. Sevabın hasıl
olması değildir. Onun için de dua ederken, "Ya-rabbi okuduğumun sevabı
kadar sevabı filana ulaştır!" demeyi tercih etmişlerdir.
Bize gelince, meyyite
ulaşan bizzat sevaptır.Bahır'da şöyle denilmiştir: "Bir kimse oruç tutar,
namaz kılar veya sadaka verir de sevabını başka bir ölüye veya diriye
bağışlarsa caiz olur. Bu sevab Ehl-i sünnet ve'1-cemaat'a göre onlara
ulaşır."
Bedayi'de böyle denilmiş,
sonra şöyle devam edilmiştir: "Bundan anlaşılır ki, bağışlanan kimsenin
ölü veya diri olmasının farkı yoktur. Zahire göre, sevabı, o fiili yaparken
bağışlamasıyla, evvela kendisi için yapıp sonra başkasına bağışlaması arasında
fark yoktur." Fetava'da, "Farzlarda caiz değildir diyenler
olmuştur." ibaresi vardır.[92]
"İnsana,
kazandığından başka bir şey yoktur."[93]
âyetine gelince: O te'vil edilmiştir. Yani ancak bağışlarsa caiz olur
denilmiştir.
Nitekim Kemal
tahkikini yapmış kısaca şöyle demiştir: "Âyet-i kerime, Mutezile
taifesinin söylediği manâda zahir ise de nesih veya takyid edilmiş olması
ihtimali vardır. Bu neticeyi tesbit eden hadis sabit olmuştur ki, o da
Peygamber (s.a.)'in iki ala koç kurban etmesidir. Bunların birini kendi namına
diğerini ümmeti namına kesmiştir. Bu hadisi sahabeden bir çok kimseler rivayet
etmiş; hadis yaygın bir hal almıştır. Binaenaleyh meşhur olması ihtimalden uzak
değildir. Meşhur hadisle ise, mutlak olan âyet takyid edilebilir.
Dârekutnî'nin rivayetine göre, biri Peygamber (s.a.)'e sormuş;
"Annem babam
vardı. Hayatlarında kendilerine itaat ederdim ölümlerinden sonra onlara ne
iyilik edeyim?" demiş. Rasûlullah (s.a.):
"Öldükten sonra
hayır namına kendi namazınla birlikte onlar için de namaz; orucunla birlikte
onlar için de oruç tutmalısın" buyurmuştur. Hz. Ali'den dahi Rasûlullah
(s.a.)'den naklen şu hadis rivayet olunmuştur.
"Bir kimse kabristana uğrar da on bir
defa ihlâs sûresini okur ve sevabını ölülere bağışlarsa» kendisine ölülerin
sayısınca sevap verilir." Enes'den de rivayet olunmuştur ki:
"Ya Rasûlullah!
Biz ölülerimiz namına sadaka veriyoruz. Onlar namına haccediyor duada
bulunuyoruz. Acaba bu onlara vasıl oluyor mu?" diye sormuş. Rasûlullah
(s.a.),
"Evet, onlara
vasıl olur ve onlar bundan, sizden birine bir tabak hediye geldiği zaman nasıl
sevinirse öyle sevinirler” buyurmuştur.
Bu hadisi, Ebû Hafs
Ükberî rivayet etmiştir. Bir rivayete göre Peygamber (s.a.):
"Ölülerinize
Yasin okuyun!” buyurmuştur. Bu hadisi Ebû Dâvûd rivayet etmiştir. Bütün bunlar
ve sözü uzatırız korkusuyla bıraktıklarımız arasındaki kadr-i müşterek tevatür
derecesini bulmaktadır. Bu kadr-i müşterekten murad, başkasının amelinden
faydalanmaktır. Keza Kur'ân-ı Kerim'de, anneye babaya dua edilmesi emr
buyurulmuştur. Meleklerin mü'minlere istiğfarda bulundukları haber
verilmiştir. Bunlar fayda hasıl olduğunu göstermekte kesindir. Ve bunlar
Mutezile'nin istidlal ettikleri âyetin zahirine muhaliftir. Çünkü o âyetin
zahiri, bir kimsenin biri için istiğfarda bulunması hiçbir vecihle fayda vermeyeceğini
gösterir. Çünkü bu kendi emeği değildir. Biz, "Âyetin zahiri murad
değildir" diyerek, onu kişi hibe etmezse diye kayıtladık. Bu, mensuhtur
demekten evlâdır. Zira daha kolaydır. İrade ettikten sonra batıl olma yoktur.
Bir de bu âyet haber kabilindendir. Haberlerde nesih yoktur.
Yahut âyetteki
"lâm', ala" manasınadır. Bu ikinci bir cevabtır. Ama Kemal onu
reddetmiştir. Çünkü âyetin zahirinden ve gelişinden uzaktır. Âyet, yüz çeviren
ve cimrilik eden kimseye va'z ve nasihattir. Şu da var ki bu âyet, "Hiç
kimse başkasının günahını yüklenmez" âyetiyle tekerrür etmektedir. Daha
başka cevaplar da verilmiştir. Onları Zeylâî ve başkaları sıralamıştır.
Bazıları şunlardır:
1. Bu âyet
neshedilmiştir.
2. Bu âyet
Musa ve İbrahim (a.s.)'ın kavimlerine mahsustur. Çünkü onların
sahifelerindekini hikaye etmektedir.
3. Bu
âyetteki insandan murad kafirdir.
4. Bu adalet
yoluyla değil, fakat fazl ve ihsan yoluyla olur demektir.
5. İnsana
ancak emeğinin karşılığı vardır. Lakin bazan çalışması esbaba tevessüle olur. İhvanını
çoğaltır. İmanı tahsil eder. Peygamber (s.a)'in "Ademoğlu ölünce ameli
kesilir. Ancak üç şeyden kesilmez..." hadisine gelinçe: Bu hadis,
başkasının ameli kesildiğine delalet etmez. Bizim sözümüz ise, başkasının ameli
hakkındadır. (Zeylâî)
"Kimse kimse
namına oruç tutamaz ve kimse kimse namına namaz kılamaz." hadisi ise
borçtan kurtulmak hususundadır. Sevap hakkında değildir. Nitekim Bamr'da beyan
edilmiştir.[94]
Celadeddin Suyutî,
sevabı kesilmeyen hayırların sayısını bir şiirinde ona çıkarmıştır ki sırasıyla
şunlardır.
1.
Neşredilmiş ilim 2. Evladın duası, 3. Ağaç dikmek 4. Sadaka-ı cariye 5. Miras
olarak bırakılan Kur'ân-ı Kerim 6.
Sınırda nöbet tutmak 7. Kuyu kazmak 8. Bir nehrin suyunu bir yere akıtıp
insanların istifadesine sunmak 9.
Gariplerin barınması için hanlar ve imaretler inşa etmek 10. İçerisinde zikir yapılması yahut ta Kur'ân-ı Kerim okunması
için bina inşa etmek.[95]
2881... Aişe
(r.a)'den rivayet olunduğuna göre; bir kadın (Hz. Peygamber'e gelerek)
"Ey Allah'ın
Rasûlü, annem ansızın vefat etti. Eğer bu ani ölüm başına gelmeseydi
(kanaatimce malının bir kısmını) tasadduk (etmemizi vasiyyet) ederdi ve
(mutlaka malının bir kısmını da kendi eliyle halka) verirdi. Şimdi benim onun
yerine sadaka vermem yeterli midir?" diye sormuş da Peygamber (s.a.):
"Evet onun yerine
sadaka ver!" buyurmuş.[96]
Bu hadisi şerifte,
ölünün ardmdan verilen sadakaların sevabinin, ölüye ulaşacağı ifade
edilmektedir. Ibn Mace'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, ölünün ardından
verilen hayırların onun günahlarına keffaret olacağı[97]
ifade edilirken yine İbn Mace'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte de ölünün
arkasından verilen bir sadakanın sevabının hem ölüye hem de bu sadakayı veren
kimseye yazılacağı açıklanmaktadır. Her ne kadar konumuzla alakalı bu hadis-i
şerifte, ölen annesinin yerine sadaka vermesinin caiz olup olmadığını soran
kimsenin bir kadın olduğu ifade ediliyorsa da, kutub-i sittenin diğer
rivayetlerinde bu soruyu soran kimsenin bir erkek olduğu ifade edilmektedir.
Hafız İbn Hacer'in
açıklamasına göre; kutub-i sittenin bu mevzudaki diğer rivayetleri, Sünen-i Ebû
Davud'un rivayetine nisbetle daha sağlam ve tercihe şayandır. Çünkü bu soruyu
soran zât gerçekte Sa'd b. Ubadedir. Annesinin ismi de Amre'dir. Hanefi
âlimlerinden Bedruddin Ayninin açıklamasına göre; Sünen-i Ebû Dâvûd da
anlatılan hadise, ile kutub-u sittenin diğer rivayetlerinde anlatılan hadiseler
aynı hadiseler değildir. Ayrı ayrı zamanlarda vukubulmuş, birbirine benzeyen
iki ayrı hadisedir.[98]
1. Müslüman
bir ölünün ardında sadaka vermek müstehaptır.
2. Müslüman
bir ölünün ardından sadaka verebilmek için, ölünün bu sadakanın verilmesini
vasiyet etmiş olması şart değildir. Biz, fıkıh âlimlerinin bu mevzudaki
görüşlerini bir önceki hadisin şerhinde açıkladığımız için burada tekrara lüzum
görmüyoruz.[99]
2882... İbn Abbas'dan demiştir ki; bir
adam(Hz.Peygamber'in huzuruna gelerek)
"Ey Allah'ın Rasûlü
annem vefat etti. Onun yerine sadaka versem ona faydası olur,mu?" diye
sormuş (Peygamber efendimiz):
"Evet!"
cevabını vermiş (Bunun üzerine adam):
"Öyleyse benim
bir bostanım var, bu bostanı annemin yerine sadaka olarak verdiğime dair seni
şahid tutuyorum" demiş.[100]
Bu hadis-i şerifte,
malından hayır verilmesini vasiyyet etmeden ölen bir kimsenin ardından verilen
sadakaların sevabının ona yetişeceğini ifade etmektedir. Biz Fıkıh âlimlerinin
bu mevzudaki görüşlerini 2850 numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada
tekrara lüzum görmüyoruz.[101]
2883... Amr
b. Şuayb'ın dedesi Amr b. As'dan rivayet olunduğuna göre:
As b. Vail kendi hesabına
(ölümünden sonra) yüz köle âzât edilmeşini (oğullarına) vasiyyet etmişti. Bunun
üzerine oğlu Hişam, elli köle azat etti. Kalan elli köleyi de (diğer) oğlu Amr
(b. As) azat etmek istedi ve "Ben (bunu bir) Rasûlullah (s.a.)'e
sorayım" dedi. Sonra (Hz. Peygamberin huzuruna varıp):
"Ey Allah'ın
Rasûlü babam kendi hesabına yüz köle azat edilmesini vasiyyet et(miş)ti.
(kardeşim) Hişam onun hesabına elli köle azat etti. Şimdi babamın üzerinde borç
olarak elli köle kaldı. (Bu elli köleyi) onun hesabına azat edebilir
miyim?" dedi.
Rasûlullah (s.a.) de:
"Eğer o müslüman
olsaydı da onun hesabına köle azat el şeydiniz, yahut sadaka verseydiniz, ya
da hacc etseydiniz bu(nların sevabı) ona erişirdi" buyurdu.[102]
Harbi: Müslümanlarla
aralarında sulh akdi bulunmayan ülke ahalisinden herbırıdır.[103]
Bu hadis-i şerifte,
ölümünden sonra kendi hesabına yüz köle azat edilmesini iki oğluna vasiyyet
ederek öldüğünden bahsedilen kimse, Hz. Peygambere düşmanlığıyla tanınan ve
Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinden olan As b. Vâildir. Müşrik olarak
yaşamış, müşrik olarak ölmüştür.
Kendilerine yüz köle
azat etmeleri için vasiyyette bulunduğu oğulları ise Hişâm (r.a.) ile Amr
(r.a.)dır. İbn Hibban'ın rivayetine göre Hişam, İslama girmeden önce Ebû-As
künyesiyle künyelenmişti. Fakat Hz. Peygamber onun bu künyesini değiştirerek
O'na Ebû Muti künyesini verdi. Hz. Hişam İsla-mın ilk yıllarında müslüman
olmuş, Mekke müşriklerinin dayanılmaz işkencelerinden kurtulmak için bazı
müslümanlarla birlikte Habeşistana hicret etmişti.
Yermük savaşında Allah
yolunda savaşırken şehid oldu. İbn Sa'd'ın açıklamasına göre, annesi Ümmü
Hanmele b. Hişam b. el-Muğîre'dir.
As b. Vâil'in diğer
oğlu ise, Hz. Hişam'ın ağabeyi olan meşhur Mısır fatihi Amr b. As'dır.[104]
1. Sadakanın
kafire faydası olmaz.
2. Ölen bir
muslumanın arkasından yapılan malı ve bedeni ibadetlerin sevabı ona ulaşır.
3. Kafirin
mirasçılarının veya yakınlarının, onun vasiyyetini yerine getirmeleri
gerekmez.
4. Ölen bir
muslumanın yerine köle azat edip sevabını ona bağışlamak caizdir.[105]
2884... Cabir
b. Abdullah'ın haber verdiğine göre; babası bir ya-hudiye otuz vesk borcu
varken ölmüş. Cabir yahudiden bu borcu ertelemesini istemişse de yahudi (bunu)
kabul etmemiş. Bunun üzerine Cabir Peygamber (s.a.)'e gidip (yahudinin
alacağını ertelemesi hususunda) aracılık etmesini rica etmiş. Rasûlullah
(s.a.) de yahudiye varıp alacağına karşılık olmak üzere Cabir'in hurma
ağaçlarının meyvesini almasını teklif etmiş. Yahudi bunu da kabul etmemiş
sonra Rasûlullah (s.a.) yahudiye (borcunu ödemesi için) Cabir'e biraz mühlet
vermesini teklif etmiş. (Yahudi bunu da) kabul etmemiş. (Vehb b. Key-san) bu
hadisi(n tamamını sonuna kadar) rivayet etmiştir.[106]
Vesk: Kûfelilere
göre,-
Hz. Câbir'in
hurmalığından elde edilecek hurma miktarının, Hz. Cabir'in borcu olan otuz vesk
hurmadan az olduğu tahmin edildiği için, yahu-di bu sulh teklifini kabule
yanaşmamıştır.
Hadisin devamından
anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber, Câbir'in hurmalığını şöyle bir gezdikten sonra,
Cabir'den bu ağaçların hurmalarını toplayıp yahudiye olan borcunu ödemesini
istemiş, Cabir de bu teklifi kabul ederek hurmaları toplamış. Neticede toplanan
hurmadan yahudinin borcu ödendikten sonra, İbn Mace'nin rivayetine göre oniki
vesk, Buhârî'nin rivayetine göre, onyedi vesk artmıştır. Çünkü Hz. Peygamberin
bu hurmalığı gezmesiyle Cenab-ı Hak o hurmalara fevkalade bir bereket ihsan
etmiştir.
Hadisin devamı İbn
Mace'nin Öünen'inde şu manâya gelen lafızlarla rivayet olunmuştur. "...
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) Câbir'in hurmalığına girdi ve içinde (bir
süre) dolaştıktan sonra Cabir'e:
"Ağaçlardaki
hurmaları yahudi İçin topla ve onun borcunun tamamını ver" buyurdu.
Rasûlullah (s.a.) hurmalıktan döndükten sonra Cabir de yahudi için otuz vesk hurma
topladı. Ve oniki vesk de kendisi için arttı. Sonra Cabir olup biten bu durumu
Rasûlullah (s.a.)'e haber vermek üzere O'nun yanma gitti. Fakat Rasûlullah
(s.a.)M (yerinde) bulamadı. Rasûlullah (s.a.) (gittiği yerden) dönünce, Câbir
O'nun yanına vardı. Yahudinin borcunun tamamını ödediğini haber verdi. Oniki
veskin arttığım arz etti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) (Cabir'e):
"Bu durumu Ömer
b. Hattâb'a haber ver." buyurdu. Cabir de Ömer (r.a.)'a gelip haber verdi.
Ömer, Cabir'e:
"Andolsun
Rasûlullah (s.a.) hurmalıkta dolaştığı zaman kesin olarak bildim ki Allah
muhakkak hurmalığı bereketlendirecektir" dedi.[108]
[1] Şevkanî, Neylü'l-Evtâr, VI-36.
[2] Debbağoğlu Ahmet, Ansiltlobedik Büyük İslam İlmihali,
667, 668, 669.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/45-46.
[3] Buharî, vesaya 1; Müslim, vasiyye 1, 4; Tirmizî,
vasiyyet 3, cenaiz 5; Nesâî Vesaya 1; İbn Mâce, vesaya 2; Darimî, vesaya T;
Muvatta, vesaya 1; Ahmed b. Hanbel, II- 4, 10, 35, 50, 57, 80, 113.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/47.
[4] Müslim, vesaya 46.
[5] el-Bakara, (2), 180.
[6] Müslim, vasiyye 1.
[7] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/47-48.
[8] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/48-49.
[9] Buhârî, Megazi 83, vesaya 1; Müslim, vasiyyet 18,
Nesâi, İhbas 1; İbn Mâce, vesâya, 1.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/49.
[10] Aliyyü'1-Kari, Mirkat-ül-mefatih V-504, 505.
[11] Buhârî, cihad 61, 86, humus 3, meğazi 83, vesaya 1;
Müslim, vasİyye 18, Miras Kamil, Tecrid-i Sarih VIII-235, Hadis: 1167.
[12] Buhâri, vesaya 32; Müslim cİhad 55; Muvatta, kelam 28;
Ahmed b. Hanbel, 11-242, 376, 464; Miras Kamil, Tecrid-i sarih VIII-273, hadis:
1173.
[13] 2963 numaralı hadis.
[14] 3029 numaralı hadis.
[15] Aliyyü'1-Kari Mirkatu'l-Mefatih, V-504.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/49-50.
[16] Buhârî, cenaiz 37, vesaya2, Menakıbii'l-ensar 49,
nafakat 1, merza 16; daıvat43; Müslim, vasiyye 5; Tirmizî, vasiyye 1; Nesâî,
vesaya 3; İbn Mâce, vesaya 5; Darimî, vesaya 7; Muvatta, vasiyyet 4; Ahmed b.
Hanbel, 1-173, 176, 179.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/50-51.
[17] Miras Kamil, Tecrid-i Sarih VIII-245.
[18] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/52-54.
[19] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/54-55.
[20] Buhârî, zekât 11, vesaya 7; Müslim, zekât 93; Nesaî,
vesâya 1; Ahmed b. Hanbel II, 231, 250, 415, 447; İbn Mâce, vesâya 4.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/55.
[21] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/55-56.
[22] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/57.
[23] el-Bakara (2), 268.
[24] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/57.
[25] Nisa (4), 11.
[26] Nisa (4), 13.
[27] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/58.
[28] el-Mubarekfûrî, Tuhfetü'l Ahvezî, VI, 304.
[29] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/58-59.
[30] Müslim, imare (17); Nesâî, vesaya 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/59-60.
[31] Yusuf (12), 55.
[32] Müslim, imâre 16.
[33] Buhârî, zekât 16, hudud 19; Müslim, zekât 91; Tirmizî,
ahkâm 4, cenne 2, zühd 53; Nesaî, kaza 3; İbn Mâce, siyam 48; Muvatta; şa'r 14;
Ahmed b. Hanbel, II, 305, 439, 444, 445.
[34] Mansur Ali Nasır, el-Tâc III-41.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/60-61.
[35] Bakara (2), 180.
[36] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/61.
[37] 2870 nolü hadis.
[38] Süleyman Ateş, Kur'ân-ı Kerim'in yüce meali ve çağdaş
tefsiri I, 169.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/61-62.
[39] Buhâri, vesaya 6, buyu 88; Tirmizî, vesaya 5; Nesaî,
vesaya 5; tbn Mâce, vesâya 6; Da-rimi, vesaya 28; Ahmed b. Hanbel, IV, 186,
187, 238, 239, 286, V, 268.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/62.
[40] Ömer Nasuhi Bilmen, Huktık-ı Islamiye ve Istılâhat-ı
Fıkhıyye Kamusu, V, 125.
[41] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/62-64.
[42] En'am, (6) 152.
[43] Nisa, (4) 10.
[44] Bakara, (2) 220.
[45] Nesâî, vesâyâ, 11.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/64-65.
[46] Nisa, (4) 6.
[47] Nisa, (4) 2.
[48] Nisa, (4) 10.
[49] Nisa, (4) 127.
[50] Bakara, (2) 188.
[51] Kur’ân-ı Kerimin Ahkam Tefsiri, Terceme; Mazhar Taş
kesenlioğlu, 1-371, 373.
[52] Kur'ân-ı Kerimin Ahkam Tefsiri, Terceme; Mazhar
Taşkesenlioğlu, 1-371, 373.
[53] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/65-66.
[54] Buhâri, Şürût 19, vekâle 12; Müslim, vasiyye 15;
Tirmizî, ahkam 36; Nesâî, vesâyâ 11; İbn Mâce, vesâyâ 9; Ahmed b. Hanbel II,
13, 216.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/66-67.
[55] Nisa, (4) 6.
[56] Hatipoğlu Haydar; Sünen-i b. Mâce tercemesi ve şerhi.
VII, 403.
[57] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/67-68.
[58] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/68-69.
[59] Nisa, (4) 5.
[60] Bakara, (2) 282.
[61] Nisâ, (4) 6.
[62] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/69-70.
[63] Buhâri, vesâya 23, hudud 44, muharibin 30; Müslim,
imân 144; Ebû Dâvud cihad 96; Nesâî, vesaya 12, Tirmizî İsti'zân 33.
[64] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/71.
[65] Nisa, (4) 31.
[66] İsrâ, (17) 32.
[67] Bakara, (2) 102.
[68] Bakara, (2) 102.
[69] Davudoğlu A; Sahih-i Müslim tercüme ve şerhi
1-374-378.
[70] Buhâri, vesaya 23.
[71] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/71-77.
[72] Buhârî, edep 6, Isti'zân 35, îman 16, Istitabe 1,
diyat 2, şehâdât 10; Müslim, imân 143, 144; Tirmizî, birr 4, büyü 3, şehâdât 3,
Tefsir sûre III, 4-7; Nesâi, tahrim 3, kasame 49, Darımî, diyât 9, Ahmed b.
Hanbel, 11-201, 203, 214, III-131, 134, 495, V-36, 38.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/77-78.
[73] Davudoğlu A. Sahih-i Müslim tercüme ve şerhi 1-368.
[74] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/78-79.
[75] Buhâri, cenâiz 28, menakıb-til-ensar 45, megazİ 17,
26, rikâk 16; Müslim, cenâiz 44; Nesâî, cenaiz 40; Tirmizî, menakıb 53; Ahmed
b. Hanbel V-109, 112 VI-395.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/79.
[76] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/80.
[77] Müslim, siyam 158; Tirmizî, hacc 85; İbn Mâce, siyam
51; Ebû Dâvûd, zekat.24, ey-man 24.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/80-81.
[78] îbn Mâce, siyam 50.
[79] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/81-82.
[80] Buhârî, şarut 19, vesaya 22, 28, 29, eyman 33; Müslim,
vasaye, 15; Tirmizî, ahkam 36; Nesâî, ihbas 2; İbn Mâce, sadakat 4; Ahmed b.
Hanbel 11-11, 12.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/82-83.
[81] Buhârî, vesaya 22.
[82] Enfal, (8) 41.
[83] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/83-84.
[84] Davudoğlu A., Sahih-i Müslim, Tercüme ve Şerhi
VIII-187, 188.
[85] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/84-85.
[86] Buhârî, vesaya 22.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/85-86.
[87] Bilmen Ö. Nasuhi Istılahat-ı Fıkkıyye Kamusu IV-284.
[88] Miras Kamil, Tecrid-i Sarih Tercemesi VII-216.
[89] Nesâî, ihbas 3.
[90] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/87-88.
[91] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/88.
[92] Davudoğlu, A. İbn Abidin, Terceme ve Şerhi, III-5O3,
504.
[93] Necm, (62) 32.
[94] Davudoğlu, A. İbn Abidin Terceme ve Şerhi V-177, 178.
[95] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/89-92.
[96] Buhârî, vesaya 19; Nesâî, vesaya 9. İbn Mâce, vesaya
8, Ahmed b. Hanbel V-285, VI-7, 51.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/92.
[97] İbn Mâce, Yasaya 8.
[98] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/93.
[99] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/93.
[100] Nesâî, vesâyâ, 8; Tirmizî, Zekât, 33.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/93-94.
[101] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/94.
[102] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/94-95.
[103] Bilmen Ö. Nasuhi, İstlahat-ı Fıkhıyye Kamusu, VII-338.
[104] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/95.
[105] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/95.
[106] Buhârî, vesaya 36; Nesâî, vesaya 3, İbn Mâce, sadaka
20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 11/96.
[107] bk. 3359 numaralı hadis.
[108] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
11/96-97.