21. YEMİNLER VE NEZİRLER BÖLÜMÜ
1. Yalan Yere Edilen Yeminler Hakkında Sert Tutum
Birinin Malını Almak
İçin Yemin Etmek
2. Hz. Peygamberin Minberinin Yanında Edilen Yemini Tazim
Konusunda (Gelen) Haberler
4. Babaların Adı İle Yemin Etmek Mekruhtur
5. Emanete Yemin Etmek Mekruhtur
(İslâm'dan) Berî
Olmaya Ve İslâm'dan Başka Bir Dine Yemin Etmek
8. Katık Yemeyeceğine Yemin Eden Kişinin Durumu
Hz. Peygamber
(S.A)'in Yemini Konusunda Gelen Haberler
11. Bir Yemeği Yemeyeceğine Yemin Eden Kimsenin Durumu
12. Akrabayı Ziyareti (Sıla-i Rahim) Kesmek Üzere Edilen
Yemin
13. Kasden Yalan Yere Yemin Eden Kişinin Durumu
14. Kişi Yeminini Bozmadan Önce Keffaret Ödeyebilir
15. Keffarette Kaç Sa' Verilir?
16. (Yemin Keffaretinde) Mü'min Köle Azad Etmek
17. Sustuktan Sonra Yeminde İstisna. 40
19. Günah İşlemeyi Adamak (Konusunda Gelen Hadisler)
Günah İşlemeyi Adayana Keffaret Gerekir Diyenler
20. Beyt-i Makdis'de Namaz Kılmayı Adayan Kimsenin Durumu
21. Kişinin Sahip Olmadığı Bir Şeyi Nezretmesi
22.Vefa Gösterilmesi Emredilen Adak. 54
23. (Tüm) Malını Sadaka Olarak Vermeyi Adayan Kimse
Hakkındaki Hadisler
24. Ölünün Adağını Onun Namına İfa Etmek
Oruç Borcu Olduğu Halde Ölen Birinin Orûcunu Velisinin
Tutacağına Dair Gelen Hadisler
25. Gücünün Yetmeyeceği Bir Adağı Adamak
Adını Tayin Etmeden Adak Adamak
Cahiliye Çağında
Nezredip De Daha Sonra Müslüman Olan Kişi Ne Yapar?
Yeminler ve nezirlerle
ilgili hadislerin terceme ve izahlarına geçmeden önce, bu terimlerin sözlük ve
ıstılah manaları ile, Hanefî mezhebine ait genel hükümlerinden kısaca
bahsetmek istiyoruz:
Yemin sözlükte; sağ
el, hayır, bereket ve kuvvet manalarına gelir.
Istılahta yemin; bir
kimsenin, bir işi yapma veya yapmama konusundaki kararlılığını göstermek ve
sözüne güç katmak için söylediği bazı sözlerdir. Kelimenin lügat manası ile
ıstılah manası arasındaki münasebeti Askalânı iki şekilde izah eder:
a)
"Yemîn" kelimesinin, lügat manalarından birisi "sağ el"dir,
Araplar birbirleri ile yeminleşeceklerinde; her biri diğerinin sağ elini
tutardı. Onun için bu andlaşmaya yemin denilmiştir.
b) Sağ elin
özelliği, bir şeyi korumaktır. Yemin, yemine konu olan şeyi korumaya vesile
olduğu için, bu ameliyyeye "yemin" denilmiştir.
Yemin, her zaman
geleceğe dönük olarak edilmez. Geçmişte yapılan veya yapılmayan konularda
inandırıcılık sağlamak için de yemin edilir. Meselâ; "Vallahi yarın şöyle
yapacağım" demek yemin olduğu gibi, "Vallahi dün şu işi yaptım"
ya da "yapmadım" demek de yemindir.
Aslında yemin,
Allah'ın isimlerinden veya örfen yemin edilen zatî sıfatlarından birisi ile
edilir. Yeminde en çok kullanılan sözler: "Vallahi, billahi tallahi"
sözleridir. Kur'an adına edilen yeminler de yemin sayılırlar. "Kâfir
olayım, kıblem başka yöne olsun" gibj sözler yemin niyetiyle söylenmişse
yemin olur. Ancak bunları söyleyen kişi yemine konu olan şeyi yapmadığı
takdirde kafir olacağını zanneder ve o şeyi yapmazsa dinden çıkar; iman ve
nikâh yenilemesi icabeder. Halk arasında çok kullanılan, "Kur'an, ekmek
çarpsın" sözü yemin değildir. Dolayısıyla bu sözle yapılan yemin bozulduğu
takdirde keffaret gerekmez.
Kasem suretiyle yapılan
yeminler üç çeşittir:
1- Yemin-i Gamûs: Geçmişle ilgili olarak yalan yere yapılan yemindir. Bir kimsenin,
yaptığı bir şeyi bilerek inkâr edip yemin etmesi ya da yapmadığı bir şeyi
bilerek, yaptım diyerek yemin etmesi bu sınıftandır. Yemin-i gamûs haramdır.
Hz. Peygamber (s.a) bir hadis-i şerifte bu yemini; Allah'a ortak koşmak, anaya
babaya isyan etmek ve haksız yere adam öldürmekle birlikte en büyük günahların
arasında saymıştır.[1]
Yemin-i gamûs o kadar
büyük bir günahtır ki, bu günahın eserini silmekte keffaret yeterli değildir.
Onun için yemin-i gamûstan dolayı tevbe istiğfar edilir. Eğer bu yemin ile bir
kulun hakkının zayi olmasına sebep olun-muşsa, tevbe etmeden önce o hak telafi
edilir. Şâfiîlere göre, bu yeminden dolayı, keffaret icabeder.
2- Yemin-i Lağv: Yanlışlıkla ve doğru olduğu zannedilerek yapılan yemindir.
Yemin-i lağv geçmiş
zamanla ilgili olabileceği gibi, şimdiki zamanla ilgili de olabilir.
"Vallahi borcumu ödedim" geçmiş zamana, "vallahi su akıyor"
da şimdiki zamanla ilgili yemine misâldir.
Yemin-i lağv, Allah
katında bir mes'uliyeti gerektirmez. Dolayısıyla bu çeşit yeminlerde tevbe de
keffarette gerekmez. Allah (c.c.) bir âyet-i kerimede: "Allah sizi lağv
(rastgele) yeminlerinizden dolayı değil, bile bile ettiğiniz yeminlerinizden
dolayı hesaba çeker."[2]
buyurmaktadır.
3- Yemin-i Mün'akide: Gelecekle ilgili bir jş için yapılan yemindir. Bu tür
yeminler; yapılması da yapılmaması da mümkinattan olan bir şeyi yapmak veya
yapmamak için edilir. Meselâ, "Vallahi yarın falan yere gideceğim"
şeklindeki bir yemin bu türdendir.
Yemine konu olan şey
yapılırsa, yani yemine riayet edilirse yapılacak bir şey yoktur. Ama yeminin
icabı yerine getirilmemiş veya getirilememişse, bu yeminden dolayı keffaret
icabeder.
Mubah bir şey için
yapılan yeminlerde, imkân nisbetinde verilen söz tutulmalı ve yemin
bozulmamalıdır. Fakat, bir farzı terk veya bir haramı işlemek için yemin
edilmişse bu yemine riayet edilmemeli, yeminin keffareti ödenmelidir.
Yemin eden kişinin,
yemini, bilerek veya unutmuş olduğu halde, kendi rızasıyla veya zorlama yoluyla
etmiş olması arasında fark yoktur. Ayrıca yeminin bozulması durumunda, yemine
konu olan şeyin unutularak ya da başkasının zorlamasıyla yapılması keffareti
düşürmez.
Yeminin gereğini
yerine getiremeyip, bozan kişiye lâzım olan kefaretin ödenme yolu; bir köle
azad etmek veya on fakiri akşamlı sabahlı doyurmak, ya da on fakire orta halli
bir elbise giydirmektir. Buna gücü yetmeyen kişi ise peşpeşe üç gün oruç tutar.
Şafiî mezhebinde orucun peşpeşe olma şartı yoktur.
Yemin keffaretinin
yemek yedirme şeklinde ödenmesi durumunda, yemek yedirme yerine fitre de
verilebilir. Bu durumda ya on fakire birer fitre, ya da bir fakire her gün bir
fitre olmak üzere on günde on fitre verilir. Bir fakire bir günde on fitre verilse
bu bir fitre yerine geçer. Elbise giydirmede de, on elbise bir tek fakire
verilecekse her bir elbise ayrı ayrı günlerde verilmelidir.
Yemin keffaretinin
dayanağı şu mealdeki âyet-i kerimedir.
"...Yeminin
keffareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on düşkünü yedirmek yahut
giydirmek ya da bir köle azad etmektir. Bulamayan üç gün oruç tutmalıdır;
yeminlerinizin keffareti budur. Yemin ettiğinizde yeminlerinizi tutun.
Şükredesiniz diye Allah size böylece âyetlerini açıklıyor."[3]
Nezir, sözlükte
"korkutmak" demektir. Istılahta; Allah'a ta'zim için, mubah bir şeyin
yapılmasını deruhte etmek, demektir. Râğıb, nezri; "Bir şeyin meydana
gelmesi için, vacib olmayan bir şeyi, vacip kılmak" şeklinde tarif eder.
Görüldüğü gibi nezir,
Türkçe'de "adak" diye bilinen şeydir.
Bir nezrin sahih
olması için şu şartların bulunması gerekir:
1- Nezir,
farz ye vacib cinsinden bir ibadetle ilgili olmalıdır. Dolayısıyla, "Şu
kadar oruç tutayım", şeklindeki bir nezir sahihtir. Fakat, "Falan yere
gideyim" tarzındaki bir nezir sahih değildir.
2-
Nezredilen şey, kişinin zaten yapmak mecburiyetinde olduğu farz veya vacipler
olmamalıdır."Nezrim olsun bu Ramazanın orucunu tutayım" tarzındaki
bir nezir sahih değildir. Çünkü Ramazan orucunu tutmak zaten vazifesidir.
3- Nezredilen
şey cinsinden olan farz veya vacib, lizâtihi maksud olmalıdır. Onun için namaz
kılmak üzere yapılan nezir sahih, fakat abdest almak üzere yapılan nezir, sahih
değildir.
4-
Nezredilen şey, olması mümkün olmayan cinsten bir şey olmamalıdır. Dolayısıyla,
"Geçen sene oruç tutayım" şeklinde yapılan bir nezir sahih değildir.
Çünkü, geçen senenin geri gelmesi mümkün değildir.
5-
Nezredilen, günah cinsinden bir şey olmamalıdır. "Şu işim olursa, kendimi
Allah'a kurban edeyim" tarzındaki bir nezir sahih değildir. Çünkü bu,
intihardır.
6- Nezir
malla ilgili ise, nezredilen şey nezredenin mülkünden fazla veya başkasına ait
olmamalıdır. Meselâ, elli bin lirası olan kişinin, "nezrim olsun fakirlere
yüz bin lira sadaka vereceğim" şeklindeki bir nezri sahih olmaz.
Nezirler; bir zamanla
kayıtlı olup olmaması itibarıyla; muayyen, gayr-i muayyen; bir şarta bağlı olup
olmaması itibarıyla da; mutlak ve muallak çeşitlerine ayrılır.
Muayyen nezir: Bir
zamanla kayıtlı olan nezirlerdir. "Nezrim olsun önümüzdeki ayın onuncu
günü oruç tutayım" tarzındaki bir nezir, muayyen nezirdir. Bu ifade ile
yapılan bir nezir, şarta bağlanmadığı için, aynı zamanda mutlaktır.
Bir yerle kayıtlı olan
nezirler de muayyen nezirdir.
Mutlak muayyen
nezirler; kayıtlanan, zaman ve yere münhasır olmaz. Dolayısıyla o gün yerine
getirilmezse başka bir günde o ibadet işlenir. Meselâ, "Cuma günü Eyüp
Camii'nde iki rek'at nafile namaz kılmayı" nezreden kişi; iki rek'at
namazı cumadan başka bir günde ve Eyüp Camii'nden başka bir yerde kılsa, nezrini
yerine getirmiş sayılır. Hatta, bir gün tayin ederek bir adakta bulunan kişi, o
gün gelmeden adağını yerine getirebilir. Bu, Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göredir.
Gayr-i muayyen nezir:
Bir zaman ve yerle kayıtlı olmayan nezirlerdir. "Nezrim olsun üç gün oruç
tutayım" şeklinde yapılan bir nezir, gayr-i muayyendir.
Mutlak nezir: Bir
şarta bağlı olmadan, doğrudan doğruya Allah rızası için yapılan nezirler,
mutlak nezirlerdir. "Allah rızası için oruç tutayım" demek gibi.
Bu şekilde yapılan
nezirler makbuldür ve sevaba vesiledir. Çünkü işin içinde dünyalık bir kaygı
yoktur.
Muallak nezir: Bir
şartın gerçekleşmesine bağlı olarak yapılan nezirlerdir. "Şu hastalıktan
iyi olursam, kafirlere şu kadar lira sadaka vereyim." şeklindeki bir
nezir, muallak nezirdir. Aslında bu, dünyevî bir menfaata bağlı olduğu için
makbul değildir. Çünkü nezir ibadet cinsinden olacaktır. Ve ibadet Allah için
edilir. Zaten Allah'ın takdiri değişmez. Onun için kişi nezirle ölecek hastayı
iyileştiremez. Buna rağmen, bir şarta bağlı olarak yapılan nezirlerin
bağlandığı şartın gerçekleşmesi halinde yerine getirilmesi gerekir. Aksi halde
borçlu olur.
Şart tahakkuk etmeden,
nezir yerine getirilemez. "Şu işim olursa şu kadar oruç tutayım"
diyen kişi, o işi.olmadan oruç tutarsa, nezrini eda etmiş sayılmaz.
Şarta bağlanan
nezirler, zaman ve mekânla kayıtlı olmaz. Meselâ; "Şu işim olursa filan
günü oruç tutayım" diye, adakta bulunan kişi, o işi olunca, orucunu o
günden başka bir günde tutulabilir.
Nezirde kasd şart
değildir. Dolayısıyla, "Ben şakadan nezretmiştim" diye bir sözün
geçerliliği yoktur.[4]
3242...
İmrân b. Husayn (r.a), Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Yalan yere;
"masbûra" yemini üzerine yemin eden kişi.cehennemdeki yüz üstü
kalacağı yerine hazırlansın."[5]
"Masbûra"
sözlükte; habsedilmiş demektir. Çünkü sabr; hapis manasına gelir.
"Masbûra
yemini", Kamus'da şöyle izah edilmektedir: "Üzerine yemin terettüp
eden kişi o yemin sebebiyle hapsedilir ve yemin edinceye kadar hapiste
tutulursa, bu yemine "masbûra" denilir."[6]
Aslında, hapsedilen
yani masbûr olan; yemin değil, yeminin sahibidir. Fakat insan, bu yemin
sebebiyle hapsedildiği için, mecazi olarak yeminin sıfatı olmuştur.
İbnü'1-Esir,
Nihâye'de; "Kim habs yemini ile yemin ederse..." hadisindeki,
sabr" ve, hadisindeki "masbûra" kelimelerini izah ederken şöyle
der: "Yani kişinin ilzam edildiği ve onun yüzünden hapse atıldığı yemin.
Bu yemin hüküm cihetinden" sahibine lâzım (bitişik)dir. Her ne kadar aslında
yemin sahibi habşedilir ise de, bu yemine masbûra denilir. Çünkü kişi o yemin
yüzünden hapsedilmiştir. Dolayısıyla, yemin mecazi olarak haps ile vasıflanmış
ve ona izafe edilmiştir."
Aynî de; bir sonraki hadisin,
Buharî'deki rivayetinde bulunan; cümlesini izah ederken şöyle der: "Bu
yemin kendisinin üzerine sahibinin ilzam edildiği.ve zorlandığı yemindir. O,
sultanın, bir adamı yemin edinceye kadar bir yemin üzerine
hapsetmesidir." Yine Aynî'deki ifadeye göre; Dâvûdî: Bu yeminin manasının;
kişinin, insanların başlan üzerine yemin edinceye kadar tutulması olduğunu
söyler.
Bu ifadelerden
anlaşılıyor ki; masbûra yemini; yemin etmesi gereken kişinin o yemini edinceye
kadar hapsedilmesini icabettiren yemindir.
Hz. Peygamber (s.a),
bu hadiste; hapsedildiği konuda yalan yere yemin eden kişinin Cehennemdeki
yerinde yüzüstü kalacağını ifade etmektedir. Ter-cemeye "yüzüstü"
diye geçtiğimiz terkibindeki "bâ" harfi cerri "ala"
manasındadır. Bu terkibi, bizim terceme ettiğimiz manada değil de; "O yemini
sebebiyle" şeklinde anlayanlar da olmuştur. O zaman cümlenin manası;
"O yemin sebebiyle cehennemdeki yerine hazırlansın" olmuş olur. Ancak
bu mana sarihler tarafından pek tutulmamıştır.
Cehennemliklerin,
cehennemdeki.yerleri şu anda mevcuttur. Hadiste belirtildiği üzere yalan yere
yemin eden kişi, o yerinde yüzünün üzerinde sürünerek kalacaktır. Hz.
Peygamber (s.a) bu manayı, emir siğasıyla "hazırlansın" şeklinde
ifade etmiştir.
Yalan yere yemin
etmenin, son derece günah olduğunu gösteren birçok hadis vardır. Bundan sonraki
babda gelecek olan hadisler bunlardandır.[7]
3243...
Abdullah (b. Mes'ûd) (r.a) Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğunu haber
vermiştir:
"Bir kimse, müslüman
bir kimsenin malım almak için yalan yere yemin ederse; Allah kendisine gazaplı
olduğu halde Allah'a ulaşır."Eş'as (r.a) dedi ki:
Vallahi bu hadis benim
hakkımdadır. Benimle bir yahudinin arasında (nizâlı) bir arazi vardı. Yahudi
benim hakkımı inkâr etti. Durumu Hz. Peygamber'e arzettim. Rasûlullah (s.a)
bana:
“Delilin var mı?"
diye sordu.
Hayır, dedim. O zaman
yahudiye: “Yemin et!" dedi.
Ya Rasûlullah! Öyleyse
yemin eder, malımı alır götürür, dedim. Bunun üzerine Allah, "Allah'ın
ahdini ve yeminlerini az bir değere değişenlerin,” âyetini indirdi.[9]
Hadisin Buharı'deki
rivayetinde; kelimesinden sonra bir de kelimesi vardır. Yanı oradaki rivayet,
şeklinde başlamaktadır. "Sabr"dan maksadın ne olduğu, önceki hadisin
şerhinde geçmiştir. Ayrıca Buharî'nin rivayetinde âyet-i kerime hadisin sonunda
değil, ortasında; Eş'as b. Kays'ın sözünden öncedir. Ebû Dâvûd'da ise âyet,
hadisin sonunda yer almıştır. Bir de; Ebû Dâvûd'da Eş'as'ın, "Bir yahudi
ile aramda nizâlı bir arazi vardı..." dediği bildirildiği halde,
Buharî'de: "Amcamın oğlunun arazisinde bir kuyum vardı" dediği
zikredilmektedir. Bu hal, rivayetler arasında bir tezat görünümü arzetmektedir.
Aynî bu ayrılığı şu
şekilde te'Iif eder: Eş'as'ın kuyusu, amcasının oğlunun tarlasının içindedir.
Ebû Davud'un rivayetindeki "arz"dan maksat da kuyunun yeridir.
Amcasının oğlunun yahudi olması da pek tabiidir. Çünkü Yemenlilerin bir kısmı
yahudi idi. Yusuf Zü Nüvas oraya hâkim olup', Ha-beşlileri kovdu. İslâm Yemen'e
girdiği zaman, onlar yahudi idiler.[10]
Aynî'nin bu ifadeleri
gözönüne alındığında Buharı ve Ebû Dâvûd'daki hadisleri müştereken düşünerek
şöyle diyebiliriz: Eş'as; "Amcamın yahudi olan oğlunun arazisi içinde,
onunla benim aramda yeri nizâlı bir kuyu vardı..." demek istemiştir.
Hadis-i şerifte; bir
müslümanm malını almak için yemin eden kişi anlatılırken; ( >ü lj y>} )
"O yemininde yalancı olduğu halde" kaydı yer almıştır. Bİzim
"yala" yere" diye terceme ettiğimiz bu kayddan anlaşılıyor ki;
bilmeden, unutarak veya zorlanarak yemin eden kişi, hadiste ifade edilen hükmün
dışında kalmaktadır.
Rasûlullah (s.a), bir
müslümanın malını almak içiri yemin eden kişinin Allah'a, Allah kendisine
öfkeli olduğu halde ulaşacağını bildirmiştir. Bundan maksat şudur: Allah (c.c)
böylelerine, gazaba uğrayanlara yaptığı muameleyi yapacak, onlara azab
edecektir.
Hadisin devamında;
Eş'as b. Kays'ın başından geçen bir hâdise yer almaktadır. Bu bölümde, önemli
bir fıkıh kaidesine işaret edilmektedir kî o da şudur: "Beyyine müddeiye,
yemin müddea aleyhe (davalı) aittir." Çünkü Hz. Peygamber (s.a), Eş'as'a;
"Delilin var mı?" diye sormuş, o "hayır" deyince yahudiye
yemin teklif etmiştir. Buradaki beyyineden maksat, iki tane şahittir. Bu konu,
ilende gelecek olan Kitabu'l Büyû'da izah edilecektir.
Hadisin ışık tuttuğu
diğer önemli bir nokta da; dünyevi ahkâm hususunda İslâm idaresi altında
yaşayan müslümanlarla, gayrı müslimlerin aynı hükümlere tabi oldukları ve
onların mallarının da müslümanların malları gibi dokunulmazlığının olduğudur.
Çünkü öyle olmasaydı Hz. Peygamber davaya gerek duymadan, nizâlı araziyi
müslüman olan davacıya verir, işi bitirirdi. Ama öyle yapmadı, davacının
delili olmayınca, davalıya yemin teklif etti.
Eş'as (r.a),
muhatabının bir yahudi olduğunu, dolayısıyla hakka hukuka riayet etmeden yemin
ederek arazisini elinden alabileceğini söyleyince, metinde zikri geçen âyet
inmiştir. Biraz önce de işaret edildiği gibi, anılan âyet, Buharî'nin
rivayetine göre; Eş'as'm sözü üzerine değil Hz. Peygamber (s.a)'in yalan yere
yemini kötüleyen ifadesi üzerine inmiştir. Ancak bu ayrılığın pek önemi yoktur.
Fakat aynı âyetin, ticaret malını ikindiden sonraya bıraktp da yalan yere yemin
edenlerle ilgili olarak indiğine işaret eden haberler de vardır.
Aynî, bu farklı
rivayetler için de şu mütalaayı beyan eder: "Âyetin, aynı anda her iki
hâdise için de inmiş olması mümkündür. Çünkü âyetin ifadesi her iki kaziyyeyi
hatta daha fazlasını şamil olacak derecede geneldir."
Hadis metninde, baş
tarafı yer alan âyetin tamamının meali şöyledir: "Allah'ın ahdini ve yeminlerini
az bir değere değişenlerin, işte onların âhi-rette nasipleri yoktur. Allah
onlara kıyamet günü hitab etmeyecek, onlara bakmayacak, onları temize
çıkarmayacaktır. Elem verici azab onlar içindir."
Bu hadiste sözü edilen
yemin; bile bile yalan yere edilen yemindir. Bu yemine "yemin-i
gamûs" denildiği, konunun girişinde belirtilmişti.
İbn Battal; bu hadis
ve âyetle, cumhurun, gamûs yemininde keffaret olmadığı hükmünü çıkardıklarını
söyler. Çünkü, Hz. Peygamber (s.a) hadiste bu yeminin cezası olarak; günahı,
Allah'ın gazabını zikretmiş, keffare-ti anmamıştır. Eğer yemin-i gamûsun
keffareti olsaydı Hz. Peygamber (s.a) bunu da belirtirdi.
İbnü'l-Münzir de;
"Yemin-i gamûsta keffaretin gerekli olduğuna delâlet eden hiçbir hadis
bilmiyoruz. Aksine sünnet, bu yeminde keffaret olmadığına delâlet
etmektedir" der.
İbn Battâl'm da
belirttiği gibi; içlerinde İmam A'zâm Ebû Hanîfe, İmam Malik ve İmam Ahmed b.
Hanbel'in de bulunduğu cumhura göre, gamûs yemininden dolayı keffaret gerekmez.
Tevbe ve istiğfar edilir, Allah dilerse affeder.
Şâfülere göre ise;
gamûs yemininden dolayı da keffaret gerekir, yani keffaret bu yeminin günahını
düşürür.
İbn Rüşd'ün ifadesine
göre; bu ihtilâfa sebep; Kur'ân'daki ifadelerin âmm oluşunun hadislerdeki ifadelere
aykırı gibi görünmesidir. Çünkü, Mâide sûresinin 89. âyetinde; "Allah sizi
rastgele yeminlerinizden dolayı değil, bile bile ettiğiniz yeminlerden ötürü
hesaba çeker. Yemininizin keffareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on
düşkünü yedirmek yahut giydirmek ya da bir köle azad etmektir. Bulamayan üç gün
oruç tutmalıdır. Yeminlerinizin keffareti budur. Yemin ettiğinizde
yeminlerinizi tutun. Şükredesiniz diye Allah size böylece âyetlerini
açıklıyor." Duyurulmaktadır. Buradaki ifadeler, yemin-i gamûsun da,
mün'akide cinsinden olduğu için, keffaretin gerekli olduğunu gösterir.
Âyet-i kerimenin
sonuna doğru, "Yemin ettiğinizde yeminlerinizi tutunuz..."
buyuruluyor. Bu şüphesiz ileriye matuf olarak yapılan, yemin-i mün'-akideye
aittir. Dolayısıyla âyetin baş tarafında konu edilen yeminin de yemin-i gamûs
değil, yemin-i mün'akide olması daha muvafıktır. Onun için âyet, Şâ-fiîlerden
çok, cumhura delil olsa gerektir.
Şâfiîlerin görüünü
benimseyen âlimler, cumhurun dayandığı bazı hadislerin, çeşitli yönlerden
ma'lul olduğunu söylemişlerdir.[11]
1. Başkasının
malını almak için, yalan yere yemin eden kişiye Allan (c.c) gazaba uğrayanlara
yaptığı muameleyi yapacak, onlara azab edecektir.
2. İslâm
idaresi altında yaşayan zimmîler muamelatla ilgili konularda, İslâm ahkâmına
tabidirler.
3.
Davalarda; delil getirmek davacıya aittir. Davacı delil getiremezse davalıya
yemin teklif edilir.
4. Müslümanm
malını haksız yere almak caiz olmadığı gibi, gayri müs-Iim tebeanın malını
almak da caiz değildir.[12]
3244...
Eş'as b. Kays (r.a)'den rivayet edildiğine göre; Kinde ve Hadramevt'den olan
iki adam, Yemen'deki bir arazi konusunda Ra-sûlullah (s.a)'in huzurunda
davalaştılar.Hadramh:
Ya Rasûlallah! Benim
arazimi bunun babası gasbetti. O, (şu anda) bunun elindedir, dedi.Rasûlullah
(s.a):
"Delilin var
mı?" buyurdu.
Hayır, fakat onun; o
arazinin benini olup, babasının benden gasbettiğini bilmediğine, Allah adına
yemin etmesini istiyorum.
Kindî, yemin etmeye
hazırlandı. Hz. Peygamber (s.a): "Yemin ederek bir mala sahip olan kimse,
Allah (c.c)'a ancak elleri ayakları kesik olarak varır." buyurdu. -Bunun
üzerine Kindeli: ;- Arazi onundur, dedi.[13]
Ahmed b. Hanbel'in
MiisnecTinde, Adiyy b. Umeyre tarafından rivayet edilen ve buradaki hadiseye
benzeyen bir haberde Kindeli olan şahsın adının İmriü'I-Kays olduğu
belirtilmektedir. Ancak bu, meşhur şair Îmriü'1-Kays değildir.
Kinde; Arabistan'ın
güneyinde cahiliye devrinde yaşayan bir kabiledir. Babalarının adına nisbetle
bu ismi almışlardır. Bunlardan bir kısmı Amr b. el-As'la birlikte Mısır'a
gitmişlerdir. Meşhur filozof Kindî, şâir Ebu'1-A'lâ el-Maarrî ve İmriü'1-Kays
bu kabileye mensupturlar.
Hadramevt, Arabistan
Yarımadasının güneyinde, Yemen'de bir yerin adıdır. Eski Hımyerîlerin merkezi
idi. Bu bölgeye mensup olan kişilere "Hadramî" denilir.
Hadiste konu edilen
hâdise Eş'as b. Kays tarafından rivayet edilmektedir. Eş'as, bundan evvelki
İbn Mes'ûd hadisindeki bir yahudi ile nizâh arazisi olup, Rasûlullah'a davacı olan
şahıstır. Ancak, olaylar arasında o kadar fark var ki, iki hâdisenin aynı
olduğunu söylemek mümkün değildir. O halde, İbn Mes'ûd tarafından rivayet
edilen önceki haber ile üzerinde durduğumuz haber ayrı ayn iki hâdiseye
aittirler. Zaten önceki haberde davacı durumunda olan Eş'as Kindelidir. Burada
ise davacı olan Hadramhdır. Kindeli ise davalıdır.
Bu haberin muhtevası,
metinde açıkça görüldüğü gibi bir arazi davasıdır. Şahıslardan birisi
arazisinin hasmının babası tarafından zorla elinden alındığını iddia ile
Rasûlullah'a dava etmiştir. Hz. Peygamber, davaciya iddiasını isbat için
delilinin olup olmadığını sormuştur. Delilden maksat iki şahittir.
Davacı, şahidinin
olmadığını fakat, hasmının "Vallahi, bu arazinin onun olup babamın
gasbettiğini bilmiyorum" diye yemin etmesini istediğini söyledi. Kindeli,
teklif edilen yemine hazırlanınca Hz. Peygamber (s.a); yalan yere yemin ederek
bir mala sahip olan kişinin, Allah'a "eczem" olarak varacağını haber
verdi.
Eczem: Eli ayağı
kesik, bereketi, delili ve hareketi olmayan, cüzzamlı gibi manalara gelir.
Tıybî;"Eczemü'I-huccet;
konuşacak dili, elinde delili olmayan demektir. Yani, onun bir müslümamn
malını zulmen alması ve yalan yere yemin etmesi konusunda kendisini savunacak
delili yoktur." der.
Bunlardan hangisi
alınırsa alınsın, yalan yere yemin ederek, bir başkasının malını alan kişinin
âhirette büyük azaba uğratılacağı anlaşılmaktadır.
Kindeli şahıs; yalan
yere yemin konusundaki cezanın şiddetini öğrenince yemin etmekten vazgeçmiş ve
arazinin hasmına ait olduğunu kabul etmiştir.[14]
1. Davalarda
davacının delili yoksa, davalıya yemin tekin edilir. Bu yemin için davacının
özel bir kalıp teklif etmesi caizdir.
2. Hâkimin,
kendisine arzedilen davaları sonuçlandırmadan önce tarafların gerçeği ikrar
etmeleri için telkinde bulunması iyidir.
3. Yalan
yere yemin ederek, başkasının malına sahip olan kişi Allah'ın huzuruna eli kolu
kesik, cüzzamlı olarak çıkacaktır.[15]
3245...
Alkame b. Vâil b. Hucr el-Hadramî, babasın(Vâil)'dan şu haberi nakletmiştir:
Hadramevt ve Kinde'den
birer adam Rasûlulîah (s.a)'a geldiler. Hadramh olan:
Ya Rasûlallah! Bu
adam, benim babamdan kaian arazime zorla sahip oldu.Kindeli:
O, benim elimde (sahip
olduğum) arazimdir. Orayı ekiyorum. Bunun orada hakkı yok.
Hz. Peygamber (s.a)
Hadramlıya; "Delilin var mı?" diye sordu.Hadramlı:
Hayır. Rasûlullah
(s.a):
"Senin için ancak
onun (Kindelinin) yemini var (ona yemin ettirme hakkın var)." Hadramlı:
Ya Rasûlallah! Bu
facir birisi, yemin ettiği şeye aldırmaz, hiçbir günahdan sakınmaz.Hz.
Peygamber (s.a):
"Senin bundan
başka hakkın yok."
Kindeli yemin etmek
için (minberin yanma doğru) gitti. Arkasını dönünce Rasûlullah (s.a):
"Dikkat edin! Vallahi eğer haksız yere yemek için bir mal üzerine yemin
ederse şüphesiz Allah Teâlâ'ya, o kendisinden yüz çevirmiş olduğu halde
varacaktır." buyurdu.[16]
Bu haber de, önceki
gibi; bir Hadramlı ile bir Kindeli arasındaki arazi davasını konu etmektedir. Ancak,
öncekinden senet yönüyle tamamen farklı olduğu gibi metin yönüyle de oldukça
farklıdır. Meselâ bu rivayette öncekinden farklı olarak, Hadramî'nin dava
ettiği arazinin kendisine babasından kaldığı, Kindeli'nin, hasmının iddiasını
reddettiği, Hadramlmın, Kindeliyi facirlikle itham edip yalan yere yeminden sakınmayacağını
iddia ettiği, Kindelinin; yemin etmek için mihraba doğru gittiği
bildirilmektedir. Ayrıca, geçen rivayetin sonunda, Hz. Peygamber (s.a)'in,
"Bir başkasının malını yalan yere yemin ederek alanın, Allah'a eli ayağı
kesik olarak ulaşacağını" söylediği belirtildiği halde bunda;
"Allah'a, Allah ondan yüz çevirmiş olduğu halde varacağı"
belirtilmektedir. Bütün bu farklılıklardan her iki haberde anlatılan olayların
ayrı ayrı olduğunu anlaşılmaktadır.
Bu haberde, babın
diğer hadislerinde bulunmayan bir konu karşımıza çıkmaktadır, o konu şudur:
Davacı dava neticelenmeden hasmını fücurla, yalan yere yemin etmekle itham
etmektedir! Hz. Peygamber (s.a) de bu ithamı men etmemiş, sadece: "Senin,
ona yemin ettirmekten başka hakkın yok" buyurmuştur. Bu hal, davacının
yaptığının meşru olduğunu göstermektedir.
Hattâbî, bu konu ile
ilgili olarak şöyle der: "Bu hadisde hasımlar arasında cereyan eden
münazaada, taraflardan birisi sözü esas konudan çıkarıp hasmını hıyanet, fücur
ve haramı helâl görme gibi bir şeye nisbet ederse, bu konuda bir hüküm
verilmeyeceğine delil vardır."
Yine bu hadiste;
öncekilerden ayrı olarak, yemin edecek kişinin yemin etmek için minberin yanına
doğru gittiği de sözkonusu edilmektedir. Hattâbî bu konuda da şöyle der:
Ravinin; "Yemin
etmek için (minbere doğru) gitti ve arkasını dönünce" sözleri; Hz.
Peygamber zamanında yeminin minberin yanında edildiğine delildir. Böyle
olmasaydı Kindelinin Rasûlullah'ın meclisinden gidip arkasını dönmesinde mana
olmazdı. Hz. Peygamber'in şu sözü de buna şahitlik eder: "Yeşil bir misvak
dalına da olsa benim minberimin yanında (yalan yere) yemin eden kişi
Cehennemdeki yerine hazırlansın."[17]
Hz. Peygamber
(s.a)'in, "O Allah'a, Allah kendisinden yüz çevirmiş olduğu halde varır”
sözündeki, Allah'ın yüz çevirmesinden maksat, Allah'ın ona değer vermemesi,
gazab etmesi, rahmetinden uzaklaştırmasıdır.[18]
1. Bir mah'
eIinde tutan kişi (sahibu'1-yed, zi'I-yed) o mala, onu iddia eden yabancıdan
daha çok mustehaktır. Yani malı elde bulundurma, o mala sahip olmanın
delilidir. Araziyi elde tutmak; onu ekip biçmekle, evi elde tutma içinde
oturmakla olur. Malın çeşidine göre zi'1-yedlik değişir.
2. Davacı,
iddiasını isbat için delil getiremez ve davalı da davacının id-.d i asını ikrar
etmezse davalının yemin etmesi gerekir.
3. Başka
deliller, malı elde bulundurma (zi'I-yedlik) delilinden daha önce gelir. Çünkü
Hz. Peygamber (s.a), Kindelinin "Bu arazi benim elimde, orayı
ekiyorum" demesine rağmen Hadramlıya, delilinin olup olmadığını sormuştur.
Eğer zi'1-yedlik de diğer delillere denk olsaydı, Kindelinin deliline karşı
yeni bir delil istemezdi.
4. Davalı,
günahkâr, facir birisi de olsa yemini kabul edilir ve karşı tarafın delili
yoksa, bu yeminle dava sona erdirilir.
5.
Hasımlardan birisi diğerine dava esnasında "yalancı, facir, zalim"
gibi isnadlarda bulunsa, bu sözler ayrı bir davayı gerektirmez.
6. Bir
kimse, mirasla ilgili bir şey iddia etse, hâkim de o kişinin murisinin
öldüğünü ve başka bir vârisin olmadığını bilse, dava esnasında başka delil
istenmeden bununla hükmeder. Çünkü Hadramh, "Bu adam bana babamdan kalan
araziye zorla sahip oldu" demiş, Hz. Peygamber de gerçekten Hadramlının
babasının ölüp ölmediğine veya başka vârisinin bulunup bulunmadığına delil
istememiştir. Eğer Rasûlullah (s.a) onun, babasının mirasına tek vâris
olduğunu bilmeseydi, bunu isbat için delil isterdi.
7.
Mahkemede, hasımlardan birisinin salih, dürüst, diğerinin de yalancı, günahkâr
olması verilecek hükmü etkilemez. Hüküm hasımların hallerine göre değil,
delillerine göre verilir.[19]
3246...
Câbir b. Abdillah (r.a)'dan, Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
"Benim şu
minberimin yanında, yeşil bir misvak üzerine bile olsa, bir şey için yalan
yere yemin eden hiç kimse yok ki cehennemdeki yerine hazırlanmış olmasın -veya
kendisine cehennem vacip olmasın-."[20]
İbn Mâce'de, aynı
manayı ifade eden iki hadis vardır. Bunlardan birisi Câbir'den diğeri ise Ebû
Hureyre'den rivayet edilmiştir. Câbir'in rivayeti, "Benim şu minberimin
yanında, yeşil bir misvak üzerine bile olsa yalan yere yemin eden kişi,
cehennemdeki yerine hazırlansın"; Ebû Hureyre'nin rivayeti ise;
"Benim şu minberimin yanında bir erkek ve kadın taze bir misvak üzerine
bile olsa yalan yere yemin ederse, ancak Cehennem kendisine vacip olur."
şekillerindedir.
Hadis-i şerif, basit
bir malı elde etmek için bile olsa yalan yere yemin etmenin kişinin cehenneme
gireceğine sebep olduğuna işaret etmektedir. Değersiz bir mal için yemin etme,
kişinin cehenneme girmesine sebep olduğuna göre, kıymetli mallar için yemin
etmeyi siz düşünün.
Hz. Peygamber (s.a)
yemine konu olacak değersiz malı "yeşil bir misvak" veya "taze
bir misvak" sözüyle ifadelendirmiştir. Çünkü, taze misvak Arabistan'da
çokça bulunan, alınıp satılmayan değersiz bir şeydir. Kuruduktan sonra ise,
satılır. Onun için kuru misvakın az çok değeri vardır.
Hadis-i şerifte ayrıca
Hz.Peygamber(s.a)'in minberinin yanında edilen yeminin önemine de işaret
vardır. Yani Rasûlullah'ın minberinin yanında edilen yemin başka taraflarda
edilen yemine nisbetle daha büyüktür. Çünkü eğer öyle olmasaydı, Hz.Peygamber
(s.a)'in, bu kaydı koymasında mana olmazdı.
Cumhur bu hadise
dayanarak mescid, Harem ve minber gibi kutsal yerlerde, ikindiden sonra ve cuma
günü gibi kutsal zamanlarda edilen yeminlerin daha ağır olduğunu, bu yer ve
zamanlarla yeminin daha da şiddetleneceğini söylemişlerdir.
Hanefilere göre ise
hâkim davalıya yemin ettirecek olursa bunu belirli yerler ve zamanlarla takviye
cihetine gitmez. Çünkü yemin eden kişi, Allah adını anarak yemin etmektedir.
Dolayısıyla bunun bir de ayrıca yer ve zamanla te'kidine ihtiyaç yoktur.
Buharî'nin bir bab'a; "Davalı, yemin kendisine nerede vacip olursa orada
yemin eder" adını vermesi de, Hanefîlerin görüşlerini takviye eder.
Bazı âlimler ise ,
yemin ettirirken yeminin yer ve zamanla kuvvetlendirilip
kuvvetlendirilmemesinin hâkime ait bir yetki olduğunu söylerler. Bunlara göre,
hâkim isterse davalıya yemini camide, cuma günü gibi belli yer ve zamanda,
isterse kaza meclisi nerede ise orada ettirir. Sahabelerden bazılarının
hasımlarına yemin ettirirken; Rükünler arasında veya Makain-ı İbrahim'in yanında
etmelerini istediklerine, bazılarının da bunu kabul etmekten kaçındıklarına
dair haberler gelmiştir. Yine bazı sahâbîlerin Mushaf üzerine yemin
ettirdikleri olmuştur.
İbn Reslân;âlimlerin
zimmîye yemin ettirirken onun, bir yerle kuvvetlendirilmesinin caiz olduğunda
ihtilâflarının olmadığını söyler. Ancak bu Hanefîlere göre caiz değildir. Yemin
ettirirken, yahudiye; "Tevrat'ı Musa'ya indiren Allah'a...",
Hristiyanlara da; "İncil'i İsa'ya indiren Allah'a..." şeklinde yemin
ettirilir. Fakat, yemin ettirmek için onların ibadethanelerine girilmez. Çünkü
bu, hem oralara değer verme manasına gelir, hem de müslü-manm oralara girmesi
hoş değildir.[21]
Şevkânî bu konuda
şöyle der:
"Yemini
kuvvetlendirmede caiz olan son had, bu ve benzeri hadislerde varid olan, sözle
kuvvetlendirmektir. Ama zimmîlere kilise ve benzeri yerde yemin ettirmek gibi,
muayyen bir yer ve zamanla kayıtlayarak yemini te'kid konusunda herhangi bir
delil mevcut değildir."[22]
1. Değeri az
da olsa, bir mala sahip olmak için yalan yere yemin etmek, kışının cehenneme
atılmasına sebeptir.
2. Kişinin,
yalan yere yemin etmesine mani olmak için onun saygı duyduğu kutsal bir yer ve
zamanda yemin ettirilmesi caizdir.
Bu konu ile ilgili
malumat açıklama bölümünde geçmiştir.[23]
3247... Ebû
Hureyre(r.a)'den, Hz. Peygamber (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Yemin edip,
yemininde "Lât'a yemin ederim ki" diyen kimse, hemen "Lâ ilahe
illallah" desin. Arkadaşına; "Gel seninle kumar oynayalım" diyen
kişi, sadaka olarak bir şey versin"[25]
Hadisin Buharî'deki
rivayetinde, Lâfın yanı sıra Uzza da amlmaktadır. Yanı, "Lat ve Uzza'ya
yemin ederim ki derse...” denilmektedir. Müslim'deki rivayet ise aynen Ebû
Dâvûd'taki gibidir.
Lât: Cahiliye devrinde
Arapların taptıkları üç büyük puttan birisinin adıdır.
Sa'Iebî; Lât isminin
Allah isminden alındığını, lafzatullah'ın sonuna bir tâ ilâve edilerek bu hale
getirildiğini söyler. Putperestler, bu hareketleriyle, kendi ilahlarının adını
Allah'ın adına benzetmek istemişlerdir. Sonra Allah (c.c) ismi celalini korumak
için anılan putun adını "Lât" şekline çevirmiştir. Mücâhid; Lât'm,
Tâif'te bir taş; Ebû Zeyd, Nahle'de Kureyşlilerin ibadet ettikleri bir ev
olduğunu söyler. Bu kelimenin, hacılar için, unu yağ ile karıştırarak yemek
yapan bir adamın hatırasından alındığı da söylenir. Çünkü, unu yağ ile
karıştırma işine "lett" denilir. Bu görüşe göre hacılar için
yukarıdaki şekilde yemek yapan bir adam vardı. O adam ölünce, kabri üzerine
durup, ona ibadet etmeye başladılar.[26]
Bu puta
"Lât" adının verilişine sebep olarak başka hâdiselerden de bahsedilir.
Ancak bunlar o kadar önemli değildir. Önemli olan "Lâfın; Arapların
tapındıkları bir put olduğunu bilmektir.
Bu hadiste; Lâfın adını
anarak yemin eden kişinin yemininin sonunda "Lâ ilahe illallah"
demesi emredilmek t edir. AIiyyül'1-Kârî bu meseleye iki açıdan bakılabilecğini
söyler: .
1- Kişinin
sehven cahiliyye devrinden kalma bir âdet olarak "Lât" üzerine yemin
etmesi. Bu durumda "Lâ ilahe illallah" demesinden maksat; tevbe
etmesi, tevhid kelimesini, günahına keffaret kılmasıdır. Çünkü iyilikler,
kötülükleri siler. Bu, gafletten dolayı tevbedir.
2- Bu yemini
ile "Lâfı ta'zim etmesi. Böyle olursa; anılan.veminden sonra tevhid
kelimesi söylenmesinden maksat, iman tazelemektir. Çünkü bu yemin kişiyi dinden
çıkarır. Bu durumda tevbe, ma'siyetten tevbedir.
Aliyyün-Kârî devamla,
Şerhu's-Sünne'den şu sözleri nakleder:
"Bu hadiste;
İslâm'dan "başka bir şeyle yemin edene keffaret gerekme-yip, günahkâr
olduğuna ve tevbe etmesi gerektiğine delil vardır. Çünkü Hz.Peygamber (s.a) bu
yeminin cezasını kişinin dininde kılmıştır, malında değil, sadece kelime-i
tevhid'i emretmiştir. Çünkü yemin ma'kud ile olur. Lât ve Uzza'ya yemin edince
bu konuda kâfirlere benzemiş olur. Onun için Rasûllah kelime-i tevhidle bunu
telâfiyi emretmiştir."[27]
Aliyyül'l-Kârî'nin
anlayışına göre; bu hadiste putlar adına yemin etmenin caiz olmayışından başka
bir hükme işaret yoktur.
Nevevî ise,
"Şöyle yaparsam ben yahudi veya hristiyan olayım, İslâm'dan veya
Peygamber'den beri olayım" ve benzeri sözlerle yemin eden kişiyi de putlar
adına yemin etmeye benzetmiş ve bunlarla yemin olmayacağını, dolayısıyla bu sözlerin
keffareti gerektirmeyeceğini söylemiştir.İmam Şafiî, İmam Mâlik ve alimlerin
cumhurunun görüşü Nevevî'nin dediği gibidir. Bu sözleri söyieyen kişiye
keffaret değil tevbe istiğfar gerekir.
Hanefîlere göre; bir
şeyi yapıp veya yapmamak için, "yahudi olacağına veya hristiyan
oîacağna" dair yemin eden kişiye sözünü yerine getirmediği takdirde
keffaret gerekir. Çünkü kişi bu sözünde; şartı küfre alâmet kılınca, o şarttan
kaçınmanın gerekli olduğuna inanmıştır. O halde bunu yemin olarak söylemiştir.
Ama kişi şart koştuğu şeyi yapmadığı takdirde gerçekten yahudi veya hristiyan
olacağına inanır ve sözünü tutmazsa dinden çıkmış olur. İman ve nikâh
tazelemesi gerekir.
Nevevî, Hanefîlerin şu
mantıkî delille görüşlerini desteklediklerini söyler:
Aüah (c.c), zıhar
yapana keffareti emretmiştir. Çünkü bu günah bir söz ve yalandır. Anılan
sözlerle yemin etmek de aynı şekilde günahtır. Öyleyse bunlardan dolayı da
keffaret gerekir.[28]
Hattâbî; Nehaî, Evzaî,
Süfyân-ı Sevrî, Ahmed b. Hanbel ve İshak b. Râhûyeh'in de Hanefîlerin görüşünde
olduklarını söyler.
Hadis-i şerifte
sözkonusu edilen diğer bir mesele de; arkadaşını kumar oynamaya davet eden
kişinin durumudur. Hz. Peygamber (s.a), arkadaşını kumar oynamaya davet eden
kişiye hemen sadaka vermesini emretmiştir. Bu,, günaha keffaret olarak peşinden
sadaka verme esasını gerektirir.
Bu durumda olan
kişinin vereceği sadakanın mikdarı konusunda farklı görüşler vardır. Hattâbî,
arkadaşına kumar oynamayı teklif ettiğinde düşündüğü mikdarı sadaka olarak
vereceğini söyler. Nevevî ise; muhakkik âlimlerin anlayışına göre, hadiste
böyle bir kaydın olmadığını, sadaka denilebilecek miktarda olmak kaydıyla
imkânına göre sadaka verebileceğini söyler. Nevevî, Sahih-i Müslim'deki,
"Bir şey tasadduk etsin" şeklindeki ifadenin bu görüşü dekteklediğini
kaydeder.
Kadı Iyaz da; bu
hadisin; kalpte yerleştiği zaman, masiyete azmetmenin günah olduğu tarzındaki
cumhurun görüşüne delil olduğunu söyler. Kalbe yerleşmeden akla gelip geçen
masiyet ise günahı gerektirmez.
Aynî; kumara davetten
sonra verilecek olan sadakanın vacip değil mendup olduğunu, fakihlerin
hadisteki emri.nedbe hamlettiklerini bildirmektedir.[29]
1. Ta'zim
kasdı ile putlar adına yemin etmek, kişiyi dinden cıkanr.Böyle bir yemini eden
kişinin hemen peşinden iman tazelemesi gerekir.
2. Putlar
adına edilen yeminlerin bozulması halinde keffaret gerekmez.
3. Bir
günaha azmedip karar vermek de günahtır.
4. İşlenilen
bir günaha keffaret olarak hemen peşinde sadaka vermek menduptur.[30]
3248... Ebû
Hureyre (r.a)'den Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Babalarınızın,
annelerinizin ve putların adlan ile yemin etmeyiniz. Sadece, Allah'ın adı ile
yemin ediniz. (Allah'ın adı ile de) ancak (sözünüzde) doğru olduğunuzda yemin
ediniz."[32]
Hafız el-Mizzî; bu
hadisin Lü'Iüî'nin rivayetinde mevcut olmayıp Ibn Dase nın rivayetinde
bulunduğunu söyler. Hadis-i şerifin ilk bölümünde; Hz.Peygamber (s.a) babaların,
annelerin ve putların adına yemin etmeyi yasaklamaktadır. Şüphesiz, dedeler,
nineler, çocuklar ve torunlar da aynı yasağın altına girerler. Putlar adına yemin
konusu bundan evvelki hadiste izah edilmiştir.
Hadisin ikinci
bölümünde ise daha genel bir ifade ile Allah'tan başkaları adına yemin etmek
men edilmektedir.
Allah'tan başkası
adına yemin etmenin yasak oluşundaki hikmet Nevevî'nin beyanına göre şudur: Bir
şey ile yemin etmek ona değer vermek ta'zim etmektir. Azamet ise gerçekte
sadece Allah içindir. Onun için Allah'ın zâtı ve sıfatlarından başka bir şeyle
yemin edilmez. Şevkânî, bunda bütün fakihlerin hemfikir olduğunu, ancak bu
yasağın hüfcmü konusunda farklı görüşler bulunduğunu söyler. Bu ihtilâfları
biraz sonra ele alacağız.
Nevevî'nin, Müslim
Şerhi'nde bildirdiğine göre İbn Abbas (r.anhüma) şöyle demiştir:
"Allah adına yüz
defa yemin edip günaha girmem, (yemini bozmam), başkaları adına yemin edip
yeminime sadık kalmamdan daha hayırlıdır."[33]
Burada; "Üzerinde
durduğumuz hadis ve benzerlerinde, Allah'tan başkaları adına yemin etmek
yasaklanıyor. Halbuki Kur'ân'da Allah (c.c),bazi yaratıkları ile; Hz.Peygamber
de bir hadiste bir şahsın babası ile yemin etmiştir. Bu hadislerle âyetler
veya hadisler arasında bir tezat ortaya çıkmıyor mu?" şeklinde bir soru
akla gelebilir. Bu konuda Fethu'l-Bârî'de şöyle denilir:
"Kur'ân-ı
Kerim'deki; Allah'tan başkaları ile edilen yeminler iki şekilde izah edilir:
1- Âyetlerde
bir hazf sözkonusudur. Yani kelime düşmüştür. Meselâ; "Güneşe yemin
ederim..." âyetinin takdiri "Güneşin rabbine yemin ederim"
şeklindedir.
2- Yaratıklar
adına yemin etmek Allah'a has bir şeydir.Allah yaratıklarından birisine değer
vermeyi isterse onun adına yemin eder. Bu, Allah'tan başkaları için caiz
değildir.
Allah'tan başkaları ile
yemin etmenin yasak olduğu hükmüne muhalif olarak varid olan; Rasulûllah'ın bir
bedeviye söylediği: "Eğer sözünde sa-dıksa, babasına yemin olsun ki
kurtuldu"[34] şeklindeki sözlere
gelince; buna da birkaç türlü cevap verilmiştir:
1- Bu sözün
sıhhati tenkide tabidir. İbn Abdilberr, bu sözün sabit olmadığını söyler. O,
rivayetin aslının; "Vallahi kurtuldu" şeklinde olup bazılarının bunu
bozduğunu zanneder.
2- Bu çeşit
ifadeler; Arapların alışık olduğu, yemin kastedilmeyen sözlerdir. Allah'tan
başkası ile yemini yasaklayan hadisler, bu sözü yemin kas-dı ile söyleyenlerle
ilgilidir.
3- Bu tip
sözler arapçada iki manada kullanılır:
a) Ta'zim, b) Te'kid. Yasaklama, bu sözlerde
ta'zim kastedildiğindedir.
4- Allah'tan
başkası adına yemin önceleri caizdi, sonra neshedildi. Hz. Peygamber bu sözü
nesihten önce söylemiştir.
Süheylî; sarihlerin
çoğunun bu görüşü benimsediklerini söyler. îbnü'l-Arabî de; bu hadisin;
"Rasûlullah (s.a) bu konudaki nehy varid olmadan Önce babası adına yemin
ederdi" şeklinde rivayet edildiğini söyler. Ancak bu sahih olamaz. Çünkü
Hz.Peygamber (s.a) Allah'tan başkası ile yemin edileceğini zannetmez. Münzirî
ise; hadislerin arasını birleştirmek mümkün ve hadisin vürud tarihi belli
olmadığı için nesh iddiasının zayıf olduğunu söyler.
5- Hadiste
hazf vardır. Takdir; "Babasının Râbbi adına yemin ederim ki kurtuldu"
şeklindedir. Bunu Beyhakî söylemiştir.
6- Bu söz
hayret ifade etmesi içindir. Bu, Süheylî'nin görüşüdür.
7- Bu
şekilde yemin etmek Hz.Peygamber (s.a)'e mahsustu." Yukarıya aldığımız görüşleri, Şevkânî;
Feth'den nakletmektedir.[35]
AIiyyü'1-Kârî
bunlardan ayrı bir görüş beyan eder. O da şöyledir: "Hz.Peygamber (s.a)
bu sözü Allah'tan başkaları ile yemin etmek yasaklandıktan sonra söyledi.
Maksadı, sözkonusu yasağın harama delâlet etmediğine işaret etmekti."[36]
Allah'tan başkaları
adına yapılan yeminin hükmü konusunda âlimler değişik görüştedirler. İbn
Dakîki'l-îyd'in ifadesine göre; hüküm, yemin edilen şeyin durumuna göre
değişir:
a) Eğer adına
yemin edilen şey putlar gibi ta'zimi küfrü gerektiren bir şeyse bunlar adına
yemin haramdır. Yeminde bu şeylerin ta'zimini kasdet-mek ise küfürdür. Ta'zim
kastedilmiyorsa haramdır. Bunda âlimler müttefiktirler.
b) Adına
yemin edilen şeyin ta'zimi küfrü gerektirmiyorsa bu yeminin haram mı yoksa
mekruh mu olduğunda ihtilâf vardır.[37]
Bu tür yeminler
konusunda Mâlikî ve Hanbelîler'in iki görüşü vardır. Bir görüşe göre haram,
diğerine göre mekruhtur. Ama Hanbelîlerde meşhur olan görüş bunların haram
oluşudur.
Şâfiîlerin cumhuruna
göre; tenzîhen mekruhtur.
Hâdivîlere göre; adına
yemin ettiği şeyi azamet yönünden Allah'a bir tutmazsa veya yemin eden kişi
küfrü ya da fıskr mutazammın değilse yemin caizdir.[38]
Aliyyü'1-Kârî; Allah'ın
isimleri ve sıfatlarının dışında bir şeyle yemin etmenin mekruh olduğunu, bu
konuda Peygamberin, Kabe'nin, meleklerin, emanet, hayat ve ruhun eşit olduğunu
söyler.[39]
Üzerinde durduğumuz
konuda Hanefî âlimlerinden iki görüş vardır. Bazılarına göre, Allah'tan
başkaları adına yemin etmek mehruhtur. Aliyyü'l-Kârîbu görüşü
paylaşanlardandır. Çoğunluğuna göre ise Allah'tan başkası adına yemin etmek
mekruh değildir. Zeylaî; Allah'tan başkasına yapılan yeminin meşru olup bunun
asİında yemin değil, cezanın şarta bağlanması olduğunu söyler. Ancak, fakihler
cezanın şarta bağlanmasına yemin demişlerdir. Çünkü bir işi yapmaya teşvik
veya bir işten men etmek için Allah adına edilen yeminin manası bunda da
vardır. Allah'a yemin etmek İse mukruh değildir.
Hanefîler; Allah'tan
başkasına yemini nehyeden hadisin bir şarta bağlanmayan yeminle ilgili
olduğunu söylerler. Çünkü bir şeye bağlı olmadan edilen yeminde, yemin edileni
ta'zim vardır. Bu da ittifakla mekruhtur.[40]
Yemin; Allah'ın
isimleri veya âdet haline gelmişse zatî sıfatlarından biri ile edilir.[41]
1. Babalar,
anneler, putlar adına yemin etmek caiz değildir.
2. Yemin
sadece Allah'ın adı ile edilebilir.
3. Allah
adına yemin eden kişi, yeminine sadakat göstermeli, yalan yere yemin
etmemelidir.[42]
3249....
Ömer b. el-Hattâb (r.a)'dan rivayet edildiğine göre;
O, bir kafile
içerisinde babası adına yemin ediyor iken Rasûlullah (s.a) kendisine yetişmiş
ve:
“Şüphesiz Allah sizi
babalarınız (adı)ile yemin etmekten nehyediyor. Yemin edecek olan, Allah'a yemin
etsin veya sussun." buyurmuştur.[43]
Hadisin Buharî'deki
bir rivayeti Hz.Ömer'de değil, oğlu Abdullah'da son bulmaktadır. Yani
Abdullah'ın hâdiseyi babasından duyduğuna dair bir işaret, mevcut değildir.
Yine Buharî'deki rivayette buradan fazla olarak Hz.Ömer'in kafile içerisinde
"yürürken" Rasûlullah'ın kendisine ulaştığı ifade edilir. Yani orada
bir "yürüyor" ilavesi vardır.
Tercemeye
"kafile" diye aldığımız "rakb"; develerine binmiş
vaziyetteki, on ve daha fazla kişiden teşekkül eden topluluktur. Bazan atlılara
da "rakb" denildiği olur.
Aynî'nin bildirdiğine
göre, aynı hadisi İbn Abbas da Hz. Ömer'den nakletmiştir. Bu nakle göre olay
bir savaş yolculuğunda olmuştur. İşaret edilen haber şu şekildedir:
"Rasûlullah (s.a) ile birlikte bir kafile içerisinde bir savaşa giderken
"babama yemin ederim ki hayır"dedim. Ardımdan
birisi;"Babalarınız adıyla yemin etmeyiniz" diye fısıldadı. Geri
döndüm,bir de ne göreyim, Rasûlullahmış."
İbn Ebî Şeybe'nin
İkrime kanalıyla Hz.Ömer'den rivayetine göre; Hz. Peygamber (s.a): "Eğer
biriniz, Mesih adına yemin ederse -ki Mesih, babalarınızdan daha hayırlıdır-
helak olur." buyurmuştur.
Hadis, babalar adına
yemini men ediyor ve sadece Allah adına yemin edilebileceğini bildiriyor. Bu
konu, bundan önceki hadisin şerhinde genişçe ele alınmıştır.[44]
3250... Ömer
(r.a)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a) beni işitti...
-(Hz.Ömer;) babalarınız adı ile... sözüne kadar, önceki hadisin mana olarak
benzerini (söyleyip) şunu da ilâve etti-: "Vallahi (artık) ne kendimden ne
de (başkasından) naklen bu şekilde bir daha yemin etmedim."[45]
Bu hadis, bundan
önceki hadisin başka bir rivayetidir. Musannif Ebû Dâvûd, önceki hadisi, Ahmed
b. Yunus'dan, bunu işe Ahmed b. Hanbel'den almıştır. Tabiî, Ahmed b. Yunus ile
Ahmed b. Hanbel'in isnadları da birbirinden farklıdır.
Ahmed b. Hanbel'in
rivayetinde, Ahmed b. Yunus'un rivayetinde bulunmayan iki cümle vardır. Ebû
Dâvûd, bu fazlalıkları aynen aktarmış, geri kalan kısmı ise "Önceki
hadisin manasım..." şeklinde işaretle iktifa etmiştir.
Ahmed b. Hanbel'in
rivayetindeki fazlalıklardan biri, hadisin başındaki, Rasûlullah'ın
Hz.Ömer'in, sözünü işittiğine dair olan cümle; diğeri de yine Ömer'in, bir daha
o şekilde yemin etmediğini ifade ettiği cümledir.
Bu son kısım, Buharî
ve Müslim'in rivayetlerinde:"Vallahi Rasülullah'i dinledikten beri ne
kendimden ne başkasından naklen bir daha öyle yemin etmedim" şeklinde
varid olmuştur.
Hz. Ömer'in bu ifadesinden
anlaşıldığı üzere, o babasının adı ile yemin ettiğinde ya bunun günah olduğunu
bilmiyordu ya da, cahiliye devrinden kalma bir alışkanlık olarak diline öyle
gelivermişti. Ama Hz.Peygamber kendisini bu şekilde yemin etmekten nehyedince
artık bir daha öyle yemin etmedi.[46]
1. Allah'tan
başkaları adına yemin etmek caiz değildir.
2. Bilmeden
bir günah işleyen kışı yaptığının günah olduğunu öğrenince hemen onu
terketmelidir.
3. Bir
müslümanın günah işlediğini gören ve duyan kişi, uygun bir dille bu günaha mani
olmaya çalışmalıdır.[47]
3251... Saîd
b. Ebî Ubeyde'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: İbn Ömer (r.anhüma);
"Kabe'ye yemin ederim-ki hayır" diye yemin eden bir adamı duyup
ona:"Ben Rasûlullah (s.a)'ın; Allah'tan başkasına yemin eden(O'na)ortak
koşmuştur, buyurduğunu işittim." dedi.[48]
Hafız Mizzî, el-Etrâf
adındaki eserinde, bu hadisin Lü'lüî'nın rivayetinde mevcut olmadığını söyler.
Hadisin zahiri;
Allah'tan başkaları ile yemin etmenin, Allah'a ortak koşmak olduğunu iifade etmektedir.
Âlimler bunun; yemin edilen şeyi, azamet yönünden Allah'a ortak koşma niyetiyle
olduğu takdirde şirk sayılacağını, ama dil alışkanlığı ile söylendiği takdirde
sureten başkasını Allah'a ortak koşma gibi görünmekte ise de gerçekte öyle
olmadığını söylerler.
Şevkânî; bu hadisteki,
"Allah'a ortak koşmuştur" ifadesinin; bu şekildeki yeminden men
etmekte mübalağaya delâlet ettiğini, Allah'tan başkalarına yemin etmenin haram
olduğunu söyleyenlerin bu hadise dayandıklarını söyler.
Hadis, sadece put gibi
ta'zimi küfrü gerektiren şeylerle değil; Kabe, Kur'ân, Nebi gibi ta'zime lâyık
olan şeylerle de yemin edilemeyeceğine ve bunlarla edilen yeminlerin yemin
sayılmayacağına delâlet etmektedir. Bu konuda ulemadan nakledilen bazı farklı
görüşler vardır:
Cumhura göre;
Allah'tan başkaları adına edilen yeminler yemin olarak gerçekleşmez.
Hanbelîlerden bir
kısmı, Hz.Peygamber (s.a)'in adına edilen yeminin yemin sayılıp bozulması
halinde keffaretin gerektiği görüşündedirler.
Hz,Ömer'in Kabe adına,
Katâde'nin de Mushaf, talâk ve nikâhla yemin etmeyi nehyettikleri rivayet
edilir.
İbnu'l-Münzir'in
bildirdiğine göre, Kur'ân-ı Kerîm'e yemin eden kişi ye-Tiinini bozarsa, İbn
Mes'ûd ve Hasan el-Basrî, her âyet için bir yemin keffa-reti gerektiğini
söylerler.
Ebû Yusuf'a göre; bir
kimse "Rahman" diyerek yemin eder ve bunun
Hanefîlere göre;
Peygamberlere, Kabe'ye, yaratıklardan birinin başına veya hayatına yemin
edilmez. "Yemin ederim","kasem ederim","şehadet
ederim", "üzerime yemin olsun", "üzerime ahdolsun"
gibi sözler yemin sayılır, bozulması halinde keffaret gerekir.
Kur'ân-ı Kerîm'e
edilen yemin konusunda iki görüş vardır: Bir görüşe göre; Kur'ân, Allah kelâmı
olduğu için onunla yemin edilir. Diğer bir görüşe göre yemin edilmez.
"Mushaf hakkı için, Kur'ân hakkı için" gibi sözler esah görüşe göre
yemin sayılmaz. Bu sözleri bir şarta bağlayan kişi, sözünde durmazsa, tevbe
istiğfar etmesi gerekir.
Yalan yere,
"Allah bilir şu şöyledir" diyen kişi, bir görüşe göre dinden çıkar.
İman tazelemesi gerekir. Diğer bir görüşe göre; dinden çıkmaz, günaha girmiş olur.
Tevbe istiğfar etmesi icabeder. Yalan yere; "Allah şahittir"
denilmesi de yemin sayılmaz. Dolayısıyla keffareti değil, tevbeyi gerektirir.
Yemin edilmesi âdet
olan Allah'ın sıfatlarından biri ile yemin edilebilir. Ancak, "Allah'ın
ilmi, Allah'ın gazabı" gibi sözlerle yemin edilmez.[49]
3252...
Talha b. Ubeydullah (r.a) -bedevînin kıssasını (anlatan) hadiste-; Hz.Peygamber
(s.a)'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Babasına yemin
ederim ki doğru söylüyorsa kurtuldu. Babasına yemin ederim ki, doğru söylüyorsa
cennete girdi."[50]
Burada bir bölümü
zikredilen hadisin tamamı Kitabü's-Salât'da 392 numarada geçmiştir. Hadisin
tamamını görmek isteyen oraya müracaat edebilir.
Hadisin bu konu ile
ilgisi, Hz.Peygamber (s.a)'in bedevînin babasına yemin etmesidir. Bu meselenin
izahı da babın ilk hadisinde verilmiştir. Burada tekrar ele alınmasına gerek
yoktur. Ancak, Rasûlullah'ın; "...doğru söylüyorsa cennete girdi"
diye geçmiş zamana delâlet eden bir siga kullanması, ileride mutlaka
gireceğine işaret içindir. Ya da, cennete girecek ameli işlemiş olur, şeklinde
anlaşılır.[51]
3253... İbn
Büreyde; babasından, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Emanete yemin
eden, bizden değildir."[52]
Hadis-i şerif, emanete
yemin etmenin caiz olmadığını göstermektedir.
Hattâbî, bu hadisle
ilgili olarak şöyle der: "Emanete yeminin mekruh 3İuşu; Allah'ın, sadece
Allah ve sıfatları ile yemin etmeyi emretmiş olmasından dolayı olsa gerektir.
Emanet Allah'ın sıfatlarından değil, sadece emirlerinden bir emir ve
farzlarından biridir. Müslümanlar, emanete yeminden; bunun Allah'ın ismi ve
sıfatları ile bir tutulması olacağından dolayı nehye-dilmişlerdir. Ebû Hanîfe
ve arkadaşları; bir kimse Allah'ın emanetine yemin ederim ki derse bu yemindir
ve keffaret gerekir derler. Şafiî ise, bunun yemin olmadığını dolayısıyla
keffaretin gerekmediğini söyler."
Bu ifadelerden;
emanete yemin etmenin haram değil mekruh olduğu ve bu kerahate sebebin,
emanetin Allah'ın isim ve sıfatlarından biri olmayışı anlaşılmaktadır.
Hattâbî, Hanefîlerin
emanete yemini, yemin saydıklarını söyler. Fakat bu Hanefîler arasında ittifak
edilen bir mesele değildir. Hanefî âlimlerinin bu konudaki ifadelen farklıdır.
Bedâi'de şöyle
denilir: "Eğer, "ve emanetillâhi = Allah'ın emanetine yemin ederim
ki" derse; Asıl'da bunun yemin olduğu söylenir. İbn Semâa ise, Ebû
Yusuf'tan bunun yemin olmadığının nakledildiğini bildirir. Tahâ-vî,
arkadaşlarımızdan rivayetle bunun yemin olmadığını söyler. Tahâvî'nin sözünün delili
şudur: Allah'ın emaneti, namaz, oruç ve başkaları gibi kulların ibadet
ettikleri Allah'ın farzlarından bir farzdır. Allah (c.c); "Biz emaneti
göklere, yere ve dağlara arzettik. Onu yüklenmekten kaçındılar..." buyurmuştur.[53]
Emanete yemin, Allah'ın isminden başka bir şeyle yemin olduğu için yemin
sayılmaz. Asıl'da zikredilenin izahı da şudur: Yemin esnasında Allah'a izafe
edilen emanetle, Allah'ın sıfatı kasdedilir. Nitekim "emîn", Allah'ın
sıfatlarındandır, o da "emanet" kökünden türemiştir. Mutlak olarak
zikredildiğinde, özellikle kasem konusunda, onunla Allah'ın sıfatı murad
edilir."
Görüldüğü gibi AUahın
emanetine edilen yeminin yemin sayılıp sayılmayacağı konusunda Hanefilerden
iki görüş vardır. Kâsânî, Bedâi' adındaki eserinde bu görüşleri ve her birinin
aklî izahını yapmıştır. Asi, İmam Mu-hammed'in Mebsût adındaki kitabıdır.
Zâhiru'r-rivâye eserlerinden birisi olduğu için Hanefî mezhebinde ondaki
görüşler daha esah kabul edilir.
Hz. Peygamber
(s.a)'in, "emanete yemin eden bizden değildir" sözündeki,
"bizden değildir" ifadesi; "bizim yolumuza uyanlardan
değildir" manasınadır. Yoksa, "bizim mensub olduğumuz dinden
değildir" demek manasına gelmez. Kâdî şöyle der: "Bizim huyumuzda
olanlardan değil, başkalarına benzeyenlerdendir. Çünkü o, ehl-i kitabın
âdetindendir. Herhalde bununla tehdidi kasdetmiştir."[54]
Emanete yemin etmek
caiz değildir. Konu yukarıda izah edilmiştir.[55]
3254...
İbıahim -yani es-Sâiğ-; Atâ'dan, yeminde lağv konusunda şöyle haber vermiştir:
Âişe (r.anha) dedi ki:
Resûlullah (s.a.); "[O], kişinin evinde (söylediği) "Hayır vallahi,
evet vallahi" gibi sözleridir." buyurdu.
Ebû Dâvûd dedi ki:
İbrahim es-Sâiğ, salih bir adamdı. Ebû Müslim onu, Avandes'de katletti.
Tokmağı kaldırdığında ezanı duyarsa bırakıverirdi.
Yine Ebû Dâvud dedi
ki: Bu hadisi Dâvûd b. Ebi'l-Furât; İbrahim es-Sâiğ'den, Hz. Âişe'ye mevkuf
olarak rivayet etmiştir. Zührî, Abdülmeük b. Ebî Süleyman ve Mâlik b. Miğvel de
aynı şekilde hepsi Atâ'dan Hz. Âişe'ye mevkuf olarak rivayet etmişlerdir.[56]
Bu hadis Münzirî'nin,
Muhtasarında mevcut değildir.Hadis; Buhârî'de, Hz. Âişe'nin sözü olarak,
"Yeminle rinizdeki lağvdan dolayı Allah sizi muaheze etmez..."[57] âyetini
tefsir sadedinde varid olmuştur. Buharî'deki rivayet şu şekildedir: "Hz.
Âişe; âyeti (kişinin); 'hayır vallahi evet vallahi' sözü hakkında nazil
olmuştur, dedi."
Hadisin sonunda Ebû
Davud'un da işaret ettiği gibi, başkaları da hadisi mevkuf olarak rivayet
etmiştir.
Hadis-i şerif;
lağv'ın, yemin kasdı olmadan söyleniveren söz olduğuna delâlet etmektedir.
Şâfiîler, yemin-i lağvı, bu rivayetin işareti istikametinde izah etmişlerdir.
İmam Muhammed; İmam
A'zam'ın yemin-i lağvı yukarıda belirtildiği biçimde izah ettiğini söyler.
Fakat, Hanefî mezhebinin görüşüne göre yemin-i lağv, mukaddimede de
belirtildiği gibi; doğru zannedilerek yanlışlıkla edilen ve aksi ortaya çıkan
yemindir. Hâdivîler, Rabîa, Mâlik, Mekhûl, Evzâî, Leys ve Ahmed'in bir rivayeti
de Hanefîlerin görüşü doğrultusundadır.
Askalânî, yemin-i lağv
konusunda sekiz ayrı görüş olduğunu söyler. Meselâ; Tâvûs'dan nakledilen
görüşe göre yemin-i lağv, kişinin öfkeli iken ettiği yemindir. İbrahim
en-Nehaî'ye göre ise, bir kimsenin bir şeyi yapmamak üzere yemin edip sonra
unutarak o işi yapmasıdır. Saîd b. Cübeyr kanalıyla İbn Abbas'tan yapılan
rivayete göre, Allah'ın helâl kıldığını haram saymaktır. Bir görüşe göre,
kişinin bir işi yaparsa kendisine beddua etmesi, sonra da onu yapmasıdır.
Şevkânî, yemin-i lağv
konusundaki görüşleri sekize münhasır kılmanın doğru olmayacağını,
araştırıldığı takdirde daha başka görüşlerin de ortaya çıkacağını söyler.
Şüphesiz bu görüşler
içerisinde en meşhur olanları, Şâfiîlerle Hanefile-rin görüşleridir.
Yine Şevkânî bu
görüşlerden de, Şâfiîlerin görüşünün daha isabetli olduğunu kaydeder.
Şevkânî'nin bu tercihi yaparken ortaya koyduğu izah şöyledir:
"Lağv'ın manasını
anlamakta başvurulacak merci, Arap lügatidir, Hz. Peygamber (s.a)'in asrında
yaşayanlar, Allah'ın kitabını en iyi anlayanlardır. Çünkü onlar birer lügat
ehli olmanın yanı sıra şeriat ehli de idiler. Hz. Peygamber (s.a)'i görmüşler
ve Kur'an'ın iniş günlerinde hazır olmuşlardır.
Sahâbîlerden
birisinden Kur'an-ı Kerim'le ilgili bir tefsir bulunur ve ondan daha üstün veya
kendisi seviyesinde olan birisinden de buna zıt bir görüş bulunmazsa bu tefsin
almak vacib olur. Bu görüş, lügat âlimlerinin bu sözün manası hakkında rivayet
ettikleri haberlere uymasa bile sonuç değişmez. Çünkü o sahabenin naklettiği mananın,
lügavî değil şer'î olması mümkündür.: Usûl'de, belli olduğu üzere, şer'î mana,
lügavî manadan daha önce gelir. Bizim sadedinde olduğumuz konuda lağv; Âişe
(r.anha)'nın dediğidir."
Hz. Peygamber
(s.a)'den lağv yemini ile ilgili olarak başka haberler de nakledilmiştir.
Meselâ, Taberî'nin Hasenü'l-Basrî'den merfû olarak rivayet ettiği bir habere
göre: Ok atıcılardan biri okunu attığı zaman, hedefi vurduğuna dair yemin eder
ve onun vuramadığı ortaya çıkar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s,a):
"Atıcıların yeminleri lağvdır. Onun için keffarette yoktur, ceza da"
buyurmuştur.[58]
İbn Hacer; bunun sabit
olmadığını, zira ulemanın, Hasen'in mürsellerine güvenmediklerini, çünkü onun
herkesten hadis aldığını söyler.
İbn Vehb de; Zührî
vasıtasıyla Urve'den o da Hz. Âişe'den şöyle rivayet etmiştir: "O
(yemin-i lağv), sadece doğruluğu arzu edilerek edilen fakat aksi çıkan
yemindir."
Bu rivayet Hanefîlerin
görüşlerini desteklemektedir. Fakat ravileri, üzerinde durduğumuz babın
hadisinin ravileri kadar sika olmadıkları için onun karşısında zayıf
bulunmuştur.
Hadis-i şeriften
anlaşıldığına göre; yemin-i lağvdan dolayı ne keffaret ne de ceza vardır.
Bakara sûresinin, 225 ve Mâide sûresinin 89. âyetleri de buna çok açık bir
şekilde delâlet etmektedirler. İbnü'l-Münzir ve İbn Abdil-berr, bu hususta tüm
âlimlerin görüşbirliği içinde olduklarını söyler.
Hanefî fıkıh
kitaplarında; "Allah'ın bu yemin sebebiyle sahibini mua-haza etmeyeceğini
umarız." manasına gelen bir ibare yer alır. Asıl metinlerde olduğu için, bu
söz İmam Muhammed'e ait olsa gerektir. "Allah (c.c), âyet-i kerimelerde
açık bir şekilde, yemin-i lağv sebebiyle kişiyi muaheze etmeyeceğini
bildirdiği halde, İmam Muhammed niçin böyle bir ifade kullanmıştır?"
şeklinde bir soru akla gelebilir. Bu soruya şu şekilde cevap verilmektedir:
"Umud iki türlüdür. Bunlardan biri tama' diğeri tevazu içindir.
Birincisine recâ-i tama', ikincisine de recâ-i tevazu denilir. İmam
Muham-med'in sözü, recâ-i tevazu cinsindendir."[59]
1. Yemin-i
lağv; yemin kastı olmadan, dil alışkanlığı ile söylenen evet vallahi, hayır vallahi gibi sözlerdir. Konu, şerh bölümünde izah
edilmiştir,
2. Yemin-i
lağv'den dolayı ne dünyevî bir keffaret ne de uhrevî bir ceza gerekmez.[60]
"Ta'riz"
diye terceme ettiğimiz "el-meâriz" kelimesi "mi'raz"
kelimesinin çoğuludur. Bu kelime; en-Nihâye'deki ifadeye göre, sözünü açıkça
ifade etmenin zıddı olan ta'rizden alınmadır. Aynî; "Ta'riz, bir kinaye türüdür,
tasrihin zıddidır" der. Râğıb ise bu kelimeyi şöyle izah eder: "Bu,
açık ve gizli manası olan bir sözdür ki, söyleyen gizli manayı kasdeder, açık
manasını söyler."
Bu izahlardan
anlıyoruz ki, buradaki ta'rizden maksat; yemin ederken ayrı ayrı manaya gelen
sözün kullanılması, yemin edenin, niyetinin başka, sözünün başka olmasıdır.[62]
3255... Ebû
Hureyre (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Yeminin,
arkadaşının seni tasdik edeceği (niyet) üzerine olanıdır."
Müsedded; "Bana,
Abdullah b. Ebî Salih haber verdi" dedi.
Ebû Dâvûd dedi ki:
Onun ikisi, (yani) Abdullah b. Ebî Salih ve Abbâd b. Ebî Salih birdir.[63]
Müslim, hadisi;
"Yemin edenin yemini, yemin ettirenin niyetine göredir" manasına
gelen bab altında vermiştir. Bu ifade hadisin manasını anlamada oldukça
kolaylık sağlamaktadır. Zaten Müslim'in diğer bir rivayeti; "Yemin, yemin
ettirenin niyetine göredir" şeklindedir.
Metindeki,
"arkadaş" diye terceme ettiğimiz "sahib" kelimesi burada
"hasım", "müddeî" manalarında kullanılmıştır.
Hadis-i şerif, iki
hasım arasındaki davalaşmada edilen yeminin, yemin edenin değil, yemin
ettirenin niyetine göre olacağına delildir. Yani, yemin eden kişi "evet,
ben yemin ettim ama maksadım o değildi, şu idi" şeklinde bir mezarette
bulunamaz. Fethu'l-Vedûd'da; "Bunun manası; yemin, yemin ettirenin niyetine
göre vaki olur. Yeminde tevriyenin tesiri olmaz." denilmektedir.
Yeminde, yemin
ettirenin niyetinin muteber oluşu, genel değildir. Bazı hallerde şartlarla
sınırlıdır.
Nevevî, bu konuda şu
açıklamada bulunur:
"Bu hadis,
hâkimin yemin istemesi durumunda edilen yemine hamlolunur. Bir adam, başka
birini dava eder, hâkim de ona yemin ettirdiğinde, adam hâkimin niyetinden
başkasına niyet ederse, yemin hâkimin niyeti üzerine olur. O adamın kendi
niyetini gizlemesi fayda vermez. Bu konuda göruş birliği vardır. Delili, bu
hadis ve icmadır.
Hâkimin isteği olmadan
yemin eder ve farklı bir niyet beslerse, o zaman niyetinin faydası olur ve
yemin bozulmuş olmaz. İster hiç kimse istemeden, isterse hâkim ve onun
naibinin dışında birinin istemesiyle olsun, sonuç aynıdır. Hâkimden başkası,
niyet ettirdiğinde onun niyetine itibar edilmez. Hasılı; kendisine yöneltilen
bir davada hâkimin ve naibinin yemin ettirmesinin dışındaki bütün hallerde
yemin, yemin edenin niyetine göredir. Hadiste murad edilen budur. Hâkimin huzurunda
hâkim istemeden yemin etmesi halinde ise, ister Allah adı ile ister hanımını
boşama ve köle azadına yemin etsin, yemin edenin niyeti muteberdir. Ancak
hâkim; karısını boşama veya köle azad etmesi üzerine yemin ettirirse, niyetini
gizlemesi fayda verir. Yemin edenin niyeti muteberdir. Çünkü hâkimin bunlarla
yemin ettirmeye hakkı yoktur. O, ancak Allah adına yemin ettirebilir.
Şunu bilmek gerekir
ki; niyet ile sözün başka mana ifade etmesi her ne kadar yemini bozmak
sayılmasa da, hak sahibinin hakkını iptal edecek durumlarda bu şekilde yemin
etmek ittifakla caiz değildir. Bütün bu açıklamalar Şafiî mezhebine göredir.
Kadı Iyaz; İmam Mâlik
ve arkadaşlarından bu konuda farklı görüşler ve tafsilat nakletmiş ve şöyle
demiştir:
"Kendisinden yemin
istenmeden ve birinin hakkı taalluk etmeden yemin eden kimsenin yemininin
kendi niyetine göre olduğunda âlimler arasında ihtilâf yoktur. Ama bir hak
veya vesika hakkında kendi kendine ya da hâkimin hükmü ile başkası için yemin
ediverirse, sözünün zahirine göre hüküm verileceğinde ihtilâf yoktur.
Konunun, Allah'la kul
arasındaki yönüne gelince; kimisi, kendi lehine yemin edilenin, kimi de yemin
edenin niyetinin muteber olduğunu söyler. Eğer yemini teklif üzerine etmişse,
kendisi için yemin edilenin; kendiliğinden yemin etmişse kendisinin niyetine
itibar edileceği şeklinde görüşler de vardır. Bu; Abdülmelik ve Sahnûn'un
görüşüdür. İmam Mâlik ile İbnü'l-Kasım'ın zahir olan görüşleri de böyledir.
Bunun aksini söyleyenler de vardır. Bunu Yahya, İbnü'l-Kasım'dan
nakletmiştir..."
Nevevî'nin Kadı
Iyaz'dan naklettikleri biraz daha devam eder. Ancak, fazlaca tafsilat olacağı
için bu kadarla iktifa ediyoruz.
Bu konuda; Hanefî
âlimlerinden Aliyyü'1-Kârî de, "Yemini teklif edenin, buna hakkı varsa
onun niyeti; yoksa yemin edenin kendi niyeti muteberdir. Onun, niyetini
gizlemeye hakkı vardır. Bu; âlimlerimizin görüşünün özetidir" dedikten
sonra, Nevevî'nin yukarıya aldığımız sözlerin bir kısmını nakleder.
Yeminde niyetin hukukî
yönden hükmü budur. Ancak başka şeye niyet edilerek edilen yemin dinî açıdan
doğru değildir. İmam Mâlik'den; "Hile ve kurnazlıkla edilen yeminin sahibi
günahkârdır. Yemini de bozulmuştur. Bir özür dolayısıyla olması ise
caizdir" dediği nakledilir.[64]
Davalaşmalarda; yemin
edenin değil, yemin ettirenin niyeti muteberdir. Yemin edenin değişik bir şeye
niyet etmesine itibar edilmez.[65]
3256... Süveyd
b. Hanzala[66] (r.a)'nın şöyle dediği
rivayet edilmiştir:
Aramızda Vâil b. Hucr
da olduğu halde Rasûlullah (s.a)'ı görmek üzere çıktık. VâiFi bir düşmanı
yakaladı. (Yanımızdaki) topluluk yemin etmeyi günah saydılar, ben ise; "O
benim kardeşim" diye yemin ettim. Bunun üzerine düşmanı onu salıverdi.
Rasûlullah (s.a)'a geldik, ona öbürlerinin yemin etmeyi günah saydıklarını,
benim ise "o benim kardeşim" diye yemin ettiğimi haber verdim.
Rasûlullah (s.a):
''Doğru söylemişsin,
müslüman mü si umanın kardeşidir" buyurdu.[67]
Hadiste anlaşıldığı
üzere; Vâil b. Hucr'u düşmanının elinden kurtarmak için yemin etmek icabetmiş,
ancak yanındakiler günah olacağını düşünerek yemin etmekten kaçınmışlardır.
Sadece Süveyd b. Hanzala, gönlünden İslâm kardeşliğini geçirerek
karşısındakinin bunu anlamamasına rağmen, "o benim kardeşimdir" diye
yemin etmiştir. Mesele Hz. Peygamber'e aktarılınca o bunun doğru olduğunu,
çünkü müslümanın, müş-lümanın kardeşi olduğunu söylemiştir.
Şüphesiz Rasûlullah
(s.a)'ın bundan maksadı, kan kardeşliği değil, İslâm kardeşliğidir. Çünkü
aralarında ortaklık bulunan şeylere kardeş denilmesi caizdir. Dolayısıyla bir
kimse bir müslüman için, "Bu benim kardeşimdir." diye yemin ederse,
yalan yere yemin etmiş olmaz.
Hadis-i şerif; ihtiyaç
duyulduğu hallerde kişinin, esas niyetini gizleyerek, karşısındakinin arzusuna
göre yemin etmesinin caiz olduğuna delildir. Konu ile ilgili açıklama bundan
evvelki hadisin şerhinde geçmiştir.[68]
3257...
Sabit b. Dahhâk (r.a)'ın Ebû Kılâbe'ye haber verdiğine göre;
O, (Sabit) ağacın
altında Hz. Peygamber (s.a)'e bi'at etmişti. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:
"İslâm dininden
başka bir din üzerine yalan yere yemin eden kişi, dediği gibidir. Kendisini
bir şey (âlet) ile öldüren kimse, kıyamet gününde onunla cezalandırılır. Sahibi
olmadığı bir şeyi adakta bulunana bir şey lâzım değildir."[70]
Hadisin Buharî'deki
rivayetinde Sâbit'in Hz. Peygamber'le ağaç altında biat ettiğine dair bir kayıt
mevcut değildir. Yine Buharî'nin rivayetinde buradakinden farklı olarak mü'mine
lanet etmenin ve küfür isnad etmenin, onu öldürmek hükmünde olduğu da
bildirilmektedir. Bu rivayet, Kitabü'n-Nüzûr'daki rivayettir.
Aynî; lanet etme ve
küfre insad etmenin mü'mini öldürmek gibi oluşundan maksadın, haramlık
yönünden olduğunu söyler.
Kitabu'l-Cenâiz'deki
rivayette ise; bu ilâveler olmadığı gibi hadisin nezir (adak) ile ilgili olan
bölümü de mevcut değildir. Ayrıca, Ebû Dâvûd'ta ki, "Bir şeyle kendini
öldüren kimse" bölümü; Buharî'nin bu rivayetinde, "kendisini bir
demirle öldüren kimse..." şeklindedir.
Metinden anlaşıldığı
üzere; hadisin ravisi Sabit b. Dahhâk ağaç altında Rasülullah'a bi'at
edenlerdendi. Hatta Ebû Davud'un rivayeti; Hz. Peygamber (s.a)'in bu sözleri,
adı geçen bi'at esnasında söylediği intibaını vermektedir.
Ağacın altında edilen
bu bi'ata; "Rıdvan Bi'atı" denilir. Bu hadisenin özeti şudur:
Hz. Peygamber (s.a.)
H. 6 senesinde Zilkade ayında yanında 1400 sahâbî olduğu halde Kabe'yi ziyaret
etmek maksadıyla Mekke'ye doğru yola çıktı. Ancak Kureyşlüer, müslümanları Mekke'ye
sokmak istemiyorlardı. Bunun için, süvarilerini müslümanların önüne
çıkardılar. Halbuki Hz. Peygam-ber'in maksadı savaş değil, Kabe ziyareti idi.
Onun için, sahâbîler yanlarına yolcu kılınandan başka silah almamışlardı.
İhramlı idiler ve yanlarında kurbanlık develeri vardı. Bu yüzden Hz. Peygamber
Efendimiz Kureyşlilerle karşılaşmamak için yolunu değiştirdi. Sarp yollardan
geçti ve Hudeybiye denilen yere vardı. Fakat Kureyşlüer burada da karşılarına
çıktılar. Müslümanlarla Kureyşlüer arasında elçiler gidip geldiler. Her ne
kadar Hz. Peygamber (s.a); gayesinin, savaş etmek değil Kabe'yi ziyaret etmek
olduğunu söylüyorsa da Kureyşlüer bir türlü müslümanları Mekke'ye sokmak
istemiyorlardı.
Hz. Peygamber; son
olarak Hz. Osman'ı Kureyşlilerle görüşmesi için Mekke'ye gönderdi. Hz. Osman'ın
Kureyşle görüşmesi uzun sürdü, bu yüzden dönüş gecikti. Müslümanlar arasında,
Hz. Osman'ın öldürüldüğü şayiaları dolaşmaya başladı. Bu şaiya Hz.
Peygamber(s.a)'in kulağına kadar geldi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a),
Kureyş'in yaptığını yanma bırakmak istemeyerek bütün ashabtan İslâm davası
uğrunda canlarını feda etmeleri için bi'at istedi. Müslümanların tümü
kılıçlarının kabzalarını tutarak yemin ettiler. Bu bi'at bir ağacın altında
yapıldı. Erkek kadın tüm mü'minler, sonuna kadar Hz. Peygamber'le birlikte
sebat edeceklerine, ondan ayrılmayacaklarına and içtiler.
İşte bir ağaç altında
edilen ve Rıdvan Bi'atı diye meşhur olan bi'at budur. Kur'an-ı Kerim'de bu
bi'attan şu şekilde bahsedilir:
"Mü'minler sana o
ağacın altında bi'at ettikleri zaman, Allah onlardan razı olmuştu. Cenab-ı
Allah onların kalbindeki itilâsı biliyordu da onlara huzur ve sekinet vermiş,
onları pek yakın bir fetih ve zaferle mükafatlandırmıştı."[71]
Hadis-i şerif hüküm
itibarıyla üç bölümü ihtiva etmektedir. Şimdi bu bölümleri ayrı ayrı ele alıp
açıklayalım:
1- "İslâm'dan
başka bir din anarak yalan yere yemin eden kişi dediği gibidir." Bu
yeminden maksat; "Şöyle edersem kâfir olayım, yahudi olayım..." gibi
yeminlerdir. Bir kimse bu şekilde yemin eder de sözünü yerine getirmezse dediği
gibi, yahudi ya da hıristiyan olur.
Kâ'dî İyaz, bu konuda
şöyle der: "Bu hadisin zahirine göre bu tür yeminlerle, İslâm gider ve
dediği gibi olur. Bu söylenilenin, yemini bozmaya bağlanması da muhtemeldir.
(Yani dediğini yerine getirmez, yemini bozarsa dediği gibi olur.) Büreyde'nin
Rasûlullah (s.a)'den rivayet ettiği şu hadis bu ihtimale delildir: "Bir
kimse ben İslâm'dan beriyim der de eğer yalancı ise, dediği gibidir. Doğru ise
İslâm'a salim olarak dönmeyecektir." Her halde bundan maksat, tehdid ve
azab bakımından mübalağaya işarettir. Oriun, bununla yahudi olacağı veya
İslâm'dan beri olacağı değildir. Sanki, yahudi gibi cezaya müstehaktir demiş
gibidir. Hz. Peygamber'in: "Namazı terkeden kâfir olmuştur" sözü bunun
benzeridir. Bu tür sözler şeriat örfünde yemin sayılır mı, sayılmaz mı? Bu
sözlerini yerine getirilmemesi halinde de keffaret gerekir mi, gerekmez mi?
Nehaî, Evzaî, Sevrî,
Ebû Hanîfe'nin talebeleri, Ahmed ve İshak; bunların yemin olup, bozulması
halinde keffaretin gerekli olduğu görüşündedirler. Şafiî, Mâlik ve Ebû Ubeyd'e
göre ise, bunlar yemin değildir, sözde durmamakla kekffareti gerektirmezler.
Ancak bunu söyleyenler, isteF sözlerinde sadık ister yalancı olsunlar,
günahkârdırlar."
Aynî, hadisteki
"yalan yere" kelimesinin, yalan yere yemin manasına olmayıp yalan
yere yemin ettiği dinleri ta'zim olduğunu söyler. Ay-nî'nin anlayışına göre;
İslâm dininden başka dinleri ta'zim eden her zaman ve her halükârda yalancı
olacağından dolayı, kişinin sözünde sadık veya yalancı olması arasında fark
yoktur.
Aynî,
İbnü'l-Cevzî'nin; "Yemin eden kişi, kendince büyük olan şeylere yemin
eder. Küfür dinlerinden birini ta'zim eden kişi de kâfire benzer" dediğini
naklettikten sonra, şunları söyler: "Gerçekten kâfir olmuştur. Kâfire
benzemek bundan aşağıdır."
İbn Hacer de
hadisteki, "O dediği gibidir" sözünden muradın; tehdid ve azabda
mübalağaya delâlet etmesinin veya kişinin o dinden olduğuna hüküm edilmemesinin
muhtemel olduğunu söyler. Askalânî'nin beyanına göre; böyle diyen kişi, dediği
dine inananın hak ettiği azabı hak etmiştir.
Münzirî'nin görüşü de
bu tür sözlerle yemin etmenin sahibini yahudi veya kâfir kılmayacağı
istikametindedir.
islâm dininden başka
dinler adına yemin etmenin, şer'an yemin sayılıp sayılmayacağı konusu
"Yeminler kitabının" başındaki mukaddimede ve "Putlar adına
yemin" konusundaki hadislerin şerhinde daha geniş olarak izah edilmiştir.
2-
"Kendisini bir şeyle öldüren, kıyamet günü onunla azab edilir." Çünkü
onun cezası, ameli cinsinden olur. İbn Dakîkı'1-İyd, bunun; uhrevî cezaların
dünyevî cinayetler cinsinden olduğuna benzediğini söyler. Bundan, insanın
kendisini öldürmesinin günahının başkasını öldürmenin günahı gibi olduğu
anlaşılmaktadır. Çünkü insanın nefsi mutlak olarak kendisinin değil,
Allah'ındır. Kişi onda istediği gibi tasarrufta bulunamaz. Ancak Allah'ın izin
verdiği şekilde tasarrufta bulunabilir.
Aynî, İbn Battâl'ın
şöyle dediğini nakleder:
"Kişinin kendi
kendini öldürmekle dinden çıkmadığında, fakihler ve ehl-i sünnet âlimleri
müttefiktirler. Onun cenaze namazı kılınır ve günahı kendi-sinedir. Ömer b.
Abdilaziz ve Evzaî'den başka kimse, onun namazını kıl mayı mekruh
saymamışlardır. Doğrusu umumun dediğidir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a)
müslümanların cenaze namazını kılmayı sünnet kılmış, kimseyi istisna
etmemiştir. Onun için hepsinin namazı kılınır."
Aynî, İbn Battâl'ın bu
sözlerine; Ebû Yusuf'a göre de, kendi kendini öldürenin cenaze namazının
kıhnmadığını ekler. Ebû Yusuf; böylelerinin, kendilerine zulmederek eşkiya ve
yol kesici zümresine dahil olacakları görüşündedir.
3-
"Kendi sahibi olmadığı bir şeyle adakta bulunan kimseye bir şey lâzım
değildir." İbn Melek, bunu şu şekilde izah eder: "Allah hastama şifa
verirse, -kendisinin olmayan bir şahıs için- filân hür olsun" demek
gibidir.
Tıybî de şöyle der:
"Sahibi olmadığı bir köleyi azad etmek veya başkasının koyununu kurban
etmek üzere adakta bulunan kişiye -sonradan o şeyler bunun mülküne girseler
bile- adağına vefa etmesi gerekmez."
Mukaddimede işaret
edildiği gibi; adanılan şeyin adayanın mülkünde olması nezrin şartlarındandır.[72]
1. İslâm
dininden başka dinler üzerine yemin eden kişi, onu ta’zım ettiği için sanki o
dine mensup olmuş gibidir. Konu şerh bölümünde izah edilmiştir.
2. Kendisini
bir âletle öldüren kişiye, âhirette o âletle azabedilecektir.
3. Sahibi
olmadığı bir şey üzerine adakta bulunan kişiye adağının gereğini yerine
getirmesi icabetmez.[73]
3258...
Abdullah b. Büreyde, babasından, Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Yemin edip de,
"ben İslâm'dan beriyim" diyen kişi eğer yalancı ise dediği gibidir.
Sadık ise, asla İslâm'a salim olarak dönmeyecektir."[74]
Hadis-i şerif, yalan
yere yemin eden ve bu yemini "İslâm'dan berîyim" şeklinde yapan
kişinin, dediği gibi, İslâm'dan beri olduğuna; sözü doğru ise bir daha İslâm'a
salimen dönemeyeceğine delâlet etmektedir.
Aliyyu'1-Kârî; kişinin
İslâm'dan berî olması şeklindeki ifadenin, bu gibi sözlerden sakındırmak
maksadıyla kullanılmış mübalağalı bir tehdid olduğunu söyler. Yine
AIiyyü'l-Kârî'nin ifadesine göre; yalan yere bu şekilde yemin etmek,
"yemin-i gamûs" tur.
Hattâbî ise;
"İslâm'dan berî olmak" üzere edilen yeminlerin, keffareti
gerektirmeyip günaha sebep olduğunu; çünkü hadiste bu yeminin cezasının,
sahibinin malında değil, dininde kılındığını söyler.
Allah'tan başkası
adına edilen yeminlerin yemin sayılıp sayılamayacağı konusundaki âlimlerin
çeşitli görüşleri daha önceden açıklanmıştı.
Hadisten, yalan yere
değil de vakıaya uygun olarak; "şöyle değilse ben İslâm'dan berîyim, ben
İslâm'dan beriyim ki şu şöyledir." gibi sözlerle edilen yeminin de meşru
olmadığı anlaşılmaktadır. Ancak bunun günahı yuka-rıdakine nisbetle daha
hafiftir.
Vakıaya uygun olmasına
rağmen bu yeminin günah olmasına sebep, bu sözde İslâm'ın küçümsenmesi ve küfre
meyi olmasıdır. Bu şekilde yemin eden kişinin İslâm'a salim olarak
dönmemesinden maksat, onun günahkâr oluşudur. İbn Melek; bunun emanet üzerine
yemin etmeye daha yakın olduğunu söyler.
Buraya kadar
yaptığımız izahlar; edilen yeminin geçmiş ve şimdiki zamanki vakıalarla ilgili
oluşuna göredir. Tabii bu çeşit yeminlerin; "Şöyle edersem İslâm'dan berî
olayım..." gibi gelecekle ilgili olması da mümkündür. O zaman, yemin
edenin yalancı veya sözünde sadık olmasından maksat; yeminine bağladığı şeyi
yapıp yapmamasına göredir.
Hanefî mezhebine göre,
bu ifadelerle edilen yeminler, yemin sayılır ve bozulması halinde keffaret
gerekir.
İbnü'l-Hümâm şöyle
der: "Kişinin; şöyle yaparsa İslâm'dan berî olduğuna dair sözü, bize göre
yemindir. Aynı şekilde, namazdan ve oruçtan beri olma şeklindeki sözler de
yemindir."[75]
Yalan yere;
"İslâm'dan beriyim" diye yemin eden kişi, dediği gibidir. Bunu
söyleyen kışı sözünde sadık ise günaha girmiş olur.[76]
3259...
Yusuf b. Abdullah b. Abdüsselâm'dan,[77]
şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah (s.a)'i
gördüm; hurmayı bir ekmek parçasının üzerine koyup, "Bu (hurma), bunun
(ekmeğin) katığıdır." buyurdu.[78]
Bu hadis, hurmanın katık
olduğuna delâlet etmektedir. Bilindiği gibi katık; ekmekle birlikte yenen
maddelerdir. Ancak hangi maddelerin katık sayılıp sayılmadığında farklı
görüşler vardır. Konunun yeminle ilgisi; katık yememeye yemin eden kişinin
neleri yediği takdirde yemininin bozulacağı yönündendir.
Aynî, bu hadis ile;
ister taze olsun ister kuru, evde bulunan ekmeğin dışındaki tüm yiyeceklerin
katık sayıldığı sonucuna varıldığım söyler. Buna göre; katık yememeye yemin
eden kişi, hurma yerse yeminini bozmuş olur.
Ebû Hanîfe ve Ebû
Yusuf'a göre katık; zeytin yağı, bal, sirke gibi (ekmeğe) sürülebilen
yiyeceklerdir. Çünkü katık, kendi başına değil ekmekle birlikte yenen, ona
tabi olan yiyeceklerdir. Ama, kızartılmış et, peynir, yumurta gibi ekmeksiz
yenilen yiyecekler katık değildirler.
İmam Şafiî, İmam
Mâlik, Ahmed b. Hanbel, İmam Muhammed ve Ebû Yusuf'un bir görüşüne göre; çok
kere ekmekle birlikte yenen maddeler katıktır.
İbn Hacer,
İbnü'l-Kassâr'ın şöyle dediğini nakleder:
"Ekmekle birlikte
kızartılmış et yiyenin bu eti katık edindiği konusunda dilciler arasında
hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Bu kişi eğer katıksız ekmek yedim dese, yalan
söylemiş, katıkla ekmek yedim dese doğru söylemiş olur.
Ama, Kûfelilerİn;
katık, iki şeyin arasını birleştirmenin adıdır, şeklindeki sözleri, katıktan
maksadın; ekmeğin o şey içinde yok edilmesine delildir. Bu durumda katık;
.parçalarının ekmeğin parçalan içine girmesi suretiyle ona tabi olur. Bu da
ancak, katığın sürülmesi (ekmeğin bandırılması) suretiyle olur. Karşı görüşte
olanlar buna; "Önceki söz doğrudur. Fakat katıkla ekmeğin parçalarının
birbirine yemeden önce girmesi iddiasının delili yoktur. Maksat, önce
birleştirmek, sonra da yemek suretiyle yok etmektir. İşte o zaman parçaların
birbirinin içine girmesi gerçekleşir." diyerek karşılık verirler."
Neyin katık sayılıp neyin sayılmayacağını, bugün "katık" kelimesinin
ifade ettiği manadan ziyade örfe bağlamak daha uygun olsa gerektir. Çünkü bunu
en güzel tayin eden şey örftür. Günümüzün örfü de ikinci görüşe daha uygun
düşmektedir.[79]
3260...
Harun b. Abdullah, Ömer b. Hafs'dan, Ömer, babası vasıtasıyla Muhammed b.
Yahya'dan, o Yezid el-A'ver'den, o da Yusuf b. Abdullah b. Selâm'dan.önceki
hadisin benzerini rivayet etmiştir.[80]
3261... İbn
Ömer (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'a ref ederek, şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Bir şey üzerine
yemin edip arkasından "İnşaallah" diyen kimse (yemininde) istisna
etmiştir."[81]
Hadisin Tirmizî'deki
rivayetinde; buradaki "istisna etmiştir" sözünün yerinde, "Ona
hıns (yemini bozma) yoktur" cümlesi yer almaktadır. İbn Mâce'nîn İbn
Ömer'den olan bir rivayeti de Tirmizî'nin rivayetine yakındır. Ebû Hureyre'den
rivayet ettiği ise bazı ifade farklılıkları olmasına rağmen, Ebû Davud'un
rivayeti ile aynı manaya gelmektedir.
Tirmizî; "Bu
hadisi, Eyyûb es-Sahtiyanî'den başka hiçbir kimsenin merfû olarak rivayet
ettiğini bilmiyoruz" der. İbn Aliyye ise; Eyyûb'un bu hadisi bazan merfû
olarak, bazan da merfû olmayarak rivayet ettiğini söyler. Bey-hakî de; bu
hadisin, merfû rivayetinin sadece Eyyûb'dan olduğunu ve onun bu hadisin sıhhati
konusunda şek ettiğini bildirir.
Eyyûb es-Sahtiyanî,
güvenilir bir ravidir. Onun için, ondan başkalarının hadisi merfû olarak
rivayet etmemeleri hadisin sıhhatine zarar vermez. Üstelik aynı hadisi, Musa b.
Ukbe, Kesîr b. Ferkad, Eyyûb b. Musa ve Hassan b. Atıyye de Nâfi'den merfû
olarak rivayet etmişlerdir.
İstisna: Bir sözün
içine aldığı manalardan bir kısmını o sözün hükmünün dışına çıkarmak demektir.
Bugün dilimizde "müstesna, hariç, dışında" gibi sözcüklerle ifade
edilmektedir. Meselâ, "Ahmet müstesna herkes geldi" dediğimizde
"herkes" sözünün içine giren "Ahmet", "geldi"
hükmünün dışına çıkartılmış yani istisna edilmiştir.
Aslında Arapçada istisna
için kullanılan özel edatlar vardır. Bunlar, gibi edatlardır. Yani istisna
aslında, istisnaya mahsus olan bu edatlardan birisiyle olur. Ancak, bir hükmü
bir şarta bağlama veya Allah'ın dilemesine bağlama da istisna yerinde
kullanılmaktadır. Meselâ, "Bize gelirsen sana ikram ederim"
cümlesinde ikram hükmü eve gelme şartına bağlanmıştır. Sanki "bize gelmen
müstesna, sana ikram etmem" denilmiştir. Bir kimsenin, "Allah
dilerse (inşaallah) şöyle yapacağım" demesi, yani işi Allah'ın dilemesine
bağlaması da bir istisna sayılmaktadır.
İşte bu hadiste,
mevzubahis edilen istisna bu sonuncusudur. Yani, yemin ettikten hemen sonra
"inşaallah" demekle ilgilidir. Bu istisna mecazidir. Yukarıda da
işaret edildiği gibi, yemin edip de peşinden ."inşaallah (Allah
dilerse)" diyen kişinin sözü; "vallahi, Allah'ın dilemesi dışında hiç
bir şey benim bu işi yapmama mani olamaz." manasınadır.
Bu ve buna benzer
hadislerden anlaşıldığına göre; bir kimse yemin eder ve peşinden
"inşaallah" derse yemini bozulmaz, yani sözünü yerine getire-mese
bile yemininden dolayı keffaret gerekmez. İbnu'l-Arabî bu konuda tüm âlimlerin
ittifak halinde olduklarını söyler. Aliyyü'1-Kârî ise, İmam Mâlik'-in
istisnanın yeminin tahakkukuna mani olmadığı görüşünde olduğunu bildirir.
Kârî'nin ifadesine göre İmam Mâlik; herşeyin Allah'ın dilemesine bağlı
olduğunu, dolayısıyla "inşaallah" demesinin hükmü değiştirmeyeceğini
söyler.
"înşaallah"
sözünün yemini hükümsüz kılması için, söze bitişik olması gerekir. Bu
bitişikliğin hükmü ve sınırı konusunda farklı görüşler vardır.
Şevkânî'nin
bildirdiğine göre; içlerinde Mâlik, Evzaî ve Şafiî'nin de bulunduğu cumhur,
istisnanın bitişik olmasından maksadın yemini eder etmez hiç susmadan
"inşaallah" denilmesi olduğunu söylerler. Bunlara göre, arada nefes
almaktan dolayı olan susmanın zararı olmaz. Şevkânî, susmanın özürlü ya da
özürsüz olması arasında fark yoktur der. Hanefîlere göre; kas-den soluk alma
istisnaya manidir.
Tâvûs, Hasan ve
tabiîlerden bir gruba göre; yemin eden kişi, bulunduğu meclisten kalkmadıkça
"inşaallah" deme yetkisine sahiptir. Katâde; kalkmadıkça veya
konuşmadıkça, istisnanın caiz olduğunu söyler. Atâ, bu müddetin bir deve
sağacak kadar; Saîd b. Cübeyr ise, dört ay olduğu kanaatin-dedirler. İbn
Abbas'a nisbet edilen görüş tamamen yukardakilere aykırıdır. İbn Abbas, istisna
için bir süre tanımaz. Kişi ebediyyen bu İstisnayı yapabilir.
İbn Abbas'a nisbet
edilen bu görüş zayıftır. Çünkü, eğer dediği gibi insan yemin ettikten,
günlerce hatta yıllarca sonra "inşaallah" deyip, yeminin hükmünden
kurtulursa ne yeminin bir faydası kalır ne de yeminini bozan birisi bulunur.
İmam Gazali; İbn
Abbas'tan nakledilen bu görüşün ona ait olmaması gerektiğini, çünkü bunun onun
şanına yakışmadığını söyler. Yine Gazalî bu sözün gerçekten ona ait olması durumunda;
"Her halde o, önce istisnaya niyet edip sonra onu açıklamayı
kasdetmiştir..." der.
Nakledildiğine göre;
halife Mansur, istisna konusunda dedesi İbn Abbas'a muhalefet etti diye Ebû
Hanîfe'ye sitem etmiş, Ebû Hanîfe de; "Bunun zararı sana döner. Sana
yeminlerle bi'at edip de yanından çıktıktan sonra inşaallah diyen kişiye razı
olur musun?" demiştir.
Âlimlerin cumhuruna
göre; and karşılığında kullanılan yemindeki istisna ile, hanımını boşama veya
köle azad etmedeki istisna arasında fark yoktur. Buna göre bir kimse hanımına,
"inşaallah sen boşsun", kölesine "inşaallah sen hürsün"
dese hanımı boş olmaz, kölesi de hürriyete kavuşmaz. Ahmed b. Hanbel; köle
azadı konusunda cumhura muhaliftir. Delili: "İnşaallah sen boşsun
dediğinde boş olmaz. Kölesine, inşaallah sen hürsün derse o hürdür."
manasına gelen hadistir. Ancak bunun rivayetinde Humeyd yalnız kalmıştır ve o
meçhuldür. Onun için hadis zayıftır.
Hadisten anlıyoruz ki;
istisnanın sıhhati için, "inşaallah" sözünün dil ile söylenmesi
gerekir; niyet yeterli değildir. Ulemanın çoğunluğu da bu görüştedir. M âli
kıl erden bir kısmı ise; İmam Mâlik'in, niyetin yeterli olduğu fikrinde
olduğunu zannetmektedirler.[82]
1. Yemin
ettikten sonra "inşallah" diyen kişi, sözünü yerine getiremese bile
yeminini bozmuş sayılmaz.
2.
İstisnanın sahih olması için,' bunun dil ile söylenmesi gerekir. Kalben niyet
kâfi değildir.[83]
3262... İbn
Ömer (r.anhüma), Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Yemin edip de
istisna eden kimse, isterse döner, isterse hıns (yemini bozma) olmadan
terkeder."[84]
Bu hadis, Lü'lüî'nin
rivayetinde mevcut değildir. İbn Dâse'nın rivayetinde vardır.
Yeminde istisnadan
maksadın yemin ederken "inşaalah" demek olduğu yukarıdaki hadiste
anlatılmıştı.
Hadisten; yemine
bitişik olarak edilen istisna ile, yeminin mevzuu yerine getirilmese bile
yeminin bozulmuş sayılmayacağı anlaşılmaktadır.
Bu hadise şerh olarak,
Hattâbî şunları söylemektedir:
"İstisna
etse" sözünün manası: kalbi ile değil, dili ile istisna etmesidir. Çünkü
Ebû Dâvûd'dan başkalarının rivayetinde "yemin edip, inşaallah diyen
kimse..." şeklinde bir cümle vardır. Bu hükmün içine; talâk, köle azadı ve
bunların dışındaki tüm yeminler girer. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) bunu genel bir
şekilde ifade etmiş, tahsis etmemiştir. Âlimler, bir şeyi yapma veya yapmamaya
yemin edip de istisna eden (inşallah diyen) kişiden hıns (yen.ini bozma) in
sakıt olduğunda görüşbirliği içindedirler. Talâk veya köle azadı için yemin
etme ve istisnada bulunma konusunda ise, Mâlik ve Evzaî; istisnanın fayda
etmeyeceğini, boşanma ve köle azadının vaki olduğu görüşündedirler.
Mâlikîlerin bu konudaki illetleri şudur: Keffaretin dahil olduğu tüm
yeminlerde, istisna amel eder. Keffaretin bulunmadıklarında ise istisna amel
etmez.
Mâlik der ki:
Beytullah'a kadar yürümeye yemin ettiği ve istisnada bulunduğu zaman, istisna
düşer, yemininde hânis olur.
Hattâbî'nin hadisle
ilgili sözleri burada sona ermektedir.
Diğer âlimlerin de
hadis üzerinde şerhleri vardır. Ancak bunlar, bizim bir önceki hadisin şerhinde
verdiğimiz bilgilerle paralel bir biçimdedir. Onun için bu şerhlerin buraya
tekrar aktarılmasına gerek yoktur.[85]
3263... İbn
Ömer (r.anhüma)'nın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a), en çok;
"Kalbleri değiştirene yemin ederim ki, fıayır...” şeklinde yemin ederdi.[87]
Haberde Hz.Peygamber
(ş.a)'in Allah'ın sıfatlarından birisi ile yemin ettiği anlaşılmaktadır. Bu
sıfat; "Mukallibu'I-<ulûb: Kalbleri değiştiren"dir.
Aynî; kalbleri
değiştirmekten maksadın; Allah'ın, kullarının kalbini, ima-ıı terkedip küfrü
seçmeye veya küfrü terkedip imanı tercih eder hale getirmesi olduğunu söyler.
Ibn Hacer de;
"Mukallibu'l-kulûb, üzerine yemin edilendir. Kalpleri değiştirmekten
maksad, kalbin kendisini değil, araz ve ahvalini değiştirmekir." der.
Şevkânî'nin bu konu
ile ilgili sözleri de şu şekildedir: "Mukallibu'l-kulûb, kendisi ile yemin
edilen şeydir. Kalbleri değiştir-nek sözü ile kastedilen kalblerin hallerini
değiştirmektir; zâtını değil. Bu ifalede; kendisine lâyık bir şekilde sabit
olan sıfatı ile Allah'ı isimlendirmenin caiz olduğuna delâlet vardır. Kadı Ebu
Bekir b. el-Arabî: Hadis, kendileri ile vasfedildiği ve ismi anılmadığı zaman
Allah'ın fiilleri ile yemin etmenin caiz olduğunu gösterir, der. Hanefîler;
kudretle ilmin arasını ayırmışlar ve Allah'ın kudreti ile yemin ederse yemin
gerçekleşir, ilmi île yemin ederse gerçekleşmez, demişlerdir. Delilleri şudur:
İlimle, malum da kastedilir. Nitekim Allah (c.c): "Bize karşı
çıkabileceğiniz bilginiz var mı?..." buyurmuştur.[88]
Şevkânî'nin
bildirdiğine göre Râğıb; Allah'ın kalbleri ve gözleri değiştirmesini,
"Allah'ın onları bir görüşten diğer görüşe çevirmesidir" şeklinde
izah eder.
Hadis; irade gibi
kalbî amellerin, Allah'ın yaratması ile olduğuna delâlet eder.
Yine hadis; Allah'ın
kendisine lâyık bir şekilde, onun sabit olan sıfatları ile isimlendirilmesinin
caiz olduğunu gösterir.
Hadis-i şerif;
Allah'ın sıfatlarından biri ile yemin edip de yeminini bozana keffareti
gerekli görenler için delildir. Bu konunun esasında ihtilâf yoktur. İhtilâf,
Allah'ın hangi sıfatları ile yemin edilip, hangileri ile edilemeyeceği
konusundadır. Gerçek şu ki, sadece Allah'a ait olan, başkalarında bulunmayan
sıfatlar ile yemin etmek caizdir. "Mukallibu'l-Kulûb" bu çeşit sıfatlardandır.
Yukarıya naklettiğimiz
bu mütalaa, Hafız İbn Hacer'e aittir. Hanefîle-rin Hidâye adındaki fıkıh
kitabında: "Yemin, Allah adıyla veya Rahman, Rahîm gibi diğer isimlerinden
biri ile, ya da; Allah'ın izzeti, celâli, kibriyâsi gibi, örfen yemin edilen
sıfatlarından biri ile edilir" denilmektedir.
Hidâye'de anılan bu
sıfatlar, Allah'ın zâti sıfatlarıdır.[89]
1. İnsanlarm
kalbî amellerinin yaratıcs, Allah'tır
2. Allah'ın zatı
sıfatlarından bin ile yemin etmek caizdir.[90]
3264... Ebû
Saîd el-Hudrî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a); yeminde
mübalağa ettiği zaman;"Ebu'l-Kasım'ın canına sahib olan (Allah)'a yemin
ederim ki..." derdi.[91]
Bu hadis, Lü'Iüî'nin
rivayetinde mevcut değildir. Onun için Münziri kitabında zikretmemiştir. Mizzî,
el- iraf'ında, îbn Mâce'ye de nisbet eder. Ancak İbn Mâce'de aynı isnad ve aynı
metinle bu hadis yoktur. Fakat, Rufâ'a el-Cühenî'den, "Rasûlullah (s.a)
yemin ettiğinde; Muhammed'in canına sahib olan, derdi," şeklinde bir
rivayet vardır.[92]
Bu hadisi Ebu Saîd
el-Hudrî'den nakleden Âsim b. Şümeyh için; Ebû Hatim, "Meçhul"; Ebû
Bekir el-Bezzâr: "Bilinen biri değil" derler. İbn Hibbân ise bu zâtı,
sika raviler arasında saymaktadır.
Bilindiği gibi;
Ebu'l-Kasım, Hz. Peygamber'in künyesidir. Rasûlullah (s.a)'m ilk oğlu Kasım
olduğu için Efendimiz "Kasım'ın babası" manasına
"Ebu'l-Kasım" diye künyelenmiştir.
Hadis-i şerif;
"hayatıma sahip olan", "nefsim elinde olan" gibi sözlerle
yemin etmenin meşru olduğuna delildir. "Ebu'l-Kasım'ın canına sahip
olan" diye terceme ettiğimiz cümlenin tam karşılığı; "Ebu'l-Kasım'ın
nefsi elinde olan" demektir. Aliyyü'1-Kârî; "Elinde"
kelimesinden maksadın, Allah'ın tasarrufu, kudreti, iradesi olduğunu söyler.
Hz.Peygamber (s.a)'in
buna benzer sözlerle yemin ettiğine işaret eden daha başka haberler de vardır.
Yukarıda İbn Mâce'den naklettiğimiz rivayet bunlardan biridir. Zaten,
"Nefsim elimde olan", "Hayatıma sahip olan" gibi sözlerin ifade
ettiği mana Allah'tır. Çünkü bunlara sahip olan Allah'tır. Dolayısıyla bu
şekilde edilen yeminler Allah'a edilen yeminlerdir.
Hadiste, Hz.Peygamber
(s.a)'in yeminde mübalağa ettiği zaman bu şekilde yemin ettiği ifade ediliyor.
Fakat böyle bir kayit olmadan Hz.Peygamber (s.a)'in normal hallerde de adı
geçen sözlerle yemin ettiği çok olmuştur. Aliyyü'l-Kârî'nin bildirdiğine göre
Tıybî; bu gibi sözlerde Allah'ın kudretini izhar olduğu için, bu şekildeki
yeminlerin daha üstün olduğunu söylemiştir.[93]
3265... Ebû
Hureyre (r.a)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a) yemin
ettiği zaman; "Hayır, estağfirullah" derdi.[94]
Hadisin zahiri; Hz.
Peygamber (s.a)'in yemin ettiği zaman "Estağfirullah" dediğine, yani
bu şekilde yemin ettiğine de lâlet etmektedir. "Estağfirullah";
"Allah'tan bağış dilerim" manasınadır.
Bu kalıp ise, bilinen
yemin kalıplarına benzememektedir. Şüphesiz Hz. Peygamber'in bu şekilde yemin
etmesi devamlı değildir. Bazan böyle yemin ederdi.
Âlimler, bu haberde
ifade edilen manayı izahda farklı şeyler söylemişlerdir. Aliyyü'l-Kârî'nin
el-Mirkât adındaki eserinde verdiği şu bilgi bu konuya oldukça açıklık
getirmektedir:
Kâdî, bu sözün
manasının; eğer mesele bunun aksine ise, Allah'tan bağış dilerim, demek
olduğunu söyler. Kadı'nın beyanına göre; gerçi bu söz (ve'stağfirullah) yemin
değildir, ancak sözü tekid edip kuvvetlendirmesi bakımından yemine benzer.
Onun için ravi buna yemin demiştir.
Tıybî ise şöyle der:
"sözündeki
"vav" harfi, atıf içindir. Bu da kendisine atıf yapılan mahzuf bir
cümlenin olmasını gerektirir. Buna karine de; sözüdür. Çünkü bu ya; Cenab-ı
Allah'ın sözünde olduğu gibi, geçen sözü reddetmek maksadıyla yemine h azırlık
içindir, ya da başlı başına yemindir. Her iki takdire göre de mana;
"Allah'a yemin etmem ve Allah'tan af dilerim" demektir. el-Muzhir
sahibinin şu görüşü bu anlayışımızı teyid eder: Rasûlullah (s.a); bilmeden
(lağv) yemin ettiği zaman hemen peşinden, dilinden kayan bu sözü telafi için,
estağfirullah derdi. Gerçi, Kur'ân'da da belirtildiği üzere, Hz.Peygamber'in bu
davranışı affe-dilmişti ama o bunu ümmetinin böyle şeyden kaçınması için delil
olarak söylerdi."
İbn Melek de Muzhir'a
uyarak, Hz.Peygamber'in bu şekildeki sözleri; konuşma esnasında ağzından çıkan
"evet vallahi, hayır vallahi" gibi sözlerinin yemin olmadığına
işaret etmek ve o sözleri telâfi için söylediğini kaydeder.
Aliyyü'1-Kâri, bu
nakilleri yaptıktan sonra kendi görüşünü şöyle ortaya koyar:
"Hz.Peygamber(s.a)'in
yanlışlıkla (lağv) yemin etmesi mümkün değildir. Çünkü bu, peygamberlik
makamına aykırıdır. Hadiste geçen sözün takdirinin şu şekilde olması
mümkündür: Hz.Peygamber (s.a) yemin ettiği zaman onun yemini "Hayır ve
Allah'tan bağış dilerim" sözüne bitişikti. Yani yemin ettiği ve bunda
"lâ" sözü ile mübalağa ettiği zaman, derdi. Bundan maksadı; benden
sadır olanın hilâfına, Allah'ın bildiği şeyden dolayı Allah'tan af dilerim,
demekti. Çünkü her ne kadar bunda bir sorumluluk olmasa da, iyilerin hasenatı
mukarrebûnun seyyiâtıdır. Yahut da takdir; yemin etmekten dolayı Allah'tan af
dilerim, şeklindedir. Çünkü zaruret olmadıkça yemin etmemek efdaldir. Zira
yemin aslında bir hiledir ve insan bundan nehyedilmiştir. Onun için bazıları;
gerçek de olsa yemin etmekten kaçınmışlardır. Hz.Peygamber (s.a)'in ettiği
yeminler hep ihtiyaca binaendir. O, ya bir hükmü te'kid ya da yemin etmenin
caiz olduğunu beyan için yemin etmiştir. Bu yüzden, yemin etmek istediği
zaman, yemin etmez, onun yerine bu sözü söylerdi."
Aliyyü'l-Kârî'nin
üzerinde durduğumuz hadisi şerhederken söyledikleri bundan ibaret. Zaten
ihtiyaca da k afi gelmektedir.
Aliyyü'1-Kârî,
şerhinde; yeminin haddizatında mekruh olduğunu ancak ihtiyaç halinde
başvurulabileceğini söylüyordu. Acaba bu hüküm genel midir, yoksa duruma göre
yeminin hükmünde değişiklikler olur mu? Bu konuda, Hanbelî âlimlerinden meşhur
İbn Kudâme, el-Muğnî adındaki eserinde (özet olarak) şöyle der:
Yeminler beş çeşittir:
1- Vacib
yeminler: Masum birini helakten kurtarmak için edilen yeminler.
2- Mendub yeminler:
İki hasmın arasını bulmak, bir müslümanın gönlündeki kini gidermek gibi bir
maslahata dayanan yeminler. Bir tâatı işlemek veya bir günahtan kaçınmak için
edilen yeminler de bazı Hanbelî ve Şâ-fiîlere göre bu cümledendir.
3- Mubah
olan yeminler: Mubah bir işi yapmak ya da yapmamak için edilen yeminlerdir.
Gerçeğe uygun olan veya öyle zannedilen yeminler bu türdendir.
4- Mekruh
yeminler; Mekruh bir işi yapmak veya mendub bir işi yapmamak için edilen
yeminler.
5- Yalan
yere edilen yeminler. Bu da haramdır.[95]
3266... Âsim
b. Lakît'den rivayet edildiğine göre, Lakît b. Âmir bir hey'etle Rasûlullah
(s.a)'a gelmişti.Lakît şöyle dedi:
Rasûlullah (s.a)'ın
yanına vardık... Lakît; içerisinde Rasûlullah (s.a);"İlâhının Ömrüne
(bekasına) yemin ederim ki..." buyurdu (sözleri de bulunan) bir hadis
söyledi.[96]
Hadiste geçen ve
"...ömrü" diye terceme ettiğmiz "amr" kelimesi "ömür,
hayat" manalarınadır. Allah (c.c)'a izafeten söylendiğinde, "Allah'ın
bekası, devamı" manaları anlaşılır.
Gerçi haberin ifadesine
göre Hz.Peygamber (s.a); "Allah'ın bekası" değil de "İlâhının
bekası" demiştir. Fakat bu da "Allah'ın bekası" anlamınadır.
Çünkü muhatabı müslümandı ve müslümanın ilâhı Allah'tır.
Ebu'l-Kasım ez-Zeccâc,
bu terkibi açıklarken; "Amr, hayat demektir. Le amrillahi diyen kişi;
sanki, Allah'ın bekasına yemin ederim... demiştir" demektedir.
Bu tür sözlerin yemin
sayılıp sayılmayacağı konusunda İslâm âlimlerinden iki önemli görüş
nakledilir:
1- Mâlikîve
Hanefîlere göre; bu sözlerle yemin tahakkuk eder. Çünkü Allah'ın bekası onun
zatî sıfatlarındandır. İmam Mâlik: "Bu şekilde yemin eden beni şaşırtmaz.
İshak b. Râhûyeh'in Musannef'inde Abdurrahman b.Ebî Bekre'den rivayet ettiğine
göre, Osman b. EbiTÂs'm yemini; ömrüme yemin olsun ki şeklinde idi."
demiştir.
Hanefi fıkıh
kitaplarından Bedâî'de de şöyle denilir: "Allah'ın bekasına (ömrüne)
yemin ederim ki şöyle yapmayacağım, diyen kişinin sözü yemindir. Çünkü bu,
Allah'ın bekasına yemin etmektir. Bu da ancak onun sıfatında kullanılır.
Ayrıca bu sözle yemin etmek yaygındır. Allah (c.c): "Senin ömrüne yemin
ederim ki onlar sarhoşluklarında bocalıyorlar." buyurur.[97]
Tarafe de, bir şiirinde: "ömrüne yemin ederim ki, ölüm kimsede hata
etmedi..." demektedir."
2- Şafiî ve
îshak b. Râhûyeh'e göre; bu sözle ancak niyet edilirse yemin sayılır. Ahmed b.
Hanbei'den her iki görüş de nakledilmiştir. Ancak Şâfiîlerin görüşüne benzeyeni
daha tercih edilenidir.
Bu görüşün sahipleri;
yukarıda zikredilen âyetin mevzubahis sözlerle yeminin tahakkukuna delil
olamayacağını, çünkü Allah (c.c)'ın her sözle yemin edebileceğini söylerler.
Yaratıklar ise öyle değildir. Çünkü Allah'tan başkasına yemin edilmeyeceği
sabittir, derler.
Bilindiği gibi, yemin
için kullanılan harfler üçtür. Bunlar; "Bâ, tâ, vav" harfleridir.
Üzerinde durduğumuz sözde, bu harflerden birinin değil de "lâm"
harfinin oluşu da Şâfiîlerin görüşünün delillerindendir.[98]
3267... İbn
Abbas (r.anhuma)'dan rivayet edildiğine göre; Ebû Bekir (r.a), Rasûlullah
(s.a)'a "Allah aşkına" diye yemin etti, o da: "Yemin ederek
ısrar etme” buyurdu.[100]
Kasem, yemin demektir.
Arapçada "yemin etti", "yemin ederim" manalarına gelir.
Aslında yemin edilirken eğer kasem sözü kullanılacaksa sonuna
"bi'llâhi" sözü de eklenir ve öyle yemin edilir. Yani, "yemin
ederim" demekten çok "Allah'a yemin ederim" denilir.
İşte bu bab, yemin
için konulmuş olan sözlerin değil de, "yemin ederim" sözünün yemin
sayılıp sayılmayacağı konusundadır. Bu rivayet, bundan sonra gelecek olan hadisin
bir bölümüdür. Ancak Zührî'den sonraki ravileri farklıdır ve bunda hâdiseye
İbn Abbas, bizzat şahid olmuş gibi, ötekinde ise Ebû Hureyre'den naklen
aktardığı için musannif hadisi iki ayrı rivayet halinde takdim etmiştir.
Konu ile ilgili
malumat gelecek hadisin şerhinde verilecektir.[101]
3268... îbn
Abbas (r.a nhuma) şöyle haber vermiştir:
Ebu Hureyre (r.a)'in
bildirdiğine göre; bir adam Rasûlullah (s.a)'a geldi ve:
Ben bu1 gece bir rüya
gördüm, deyip rüyasını anlattı.
Ebû Bekir (r.a) rüyayı
tabir etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a): "Bazısında isabet ettin,
bazısında hata ettin" buyurdu. Hz. Ebû Bekir;
Babam sana feda olsun
ya Rasûlallah! Allah aşkına, sana yemin ediyorum, hata ettiğim şeyin ne
olduğunu bana haber versen, dedi.
Rasûlullah:
“(Allah adına) yemin
ederek ısrar etme." buyurdu.[102]
Hadisin diğer
kaynaklardaki rivayetlerinde anılan şahsın gör-düğü rüya ve Hz. Ebû Bekir'in bu
rüyayı tabir şekli de yer almaktadır.
Buharî'nin rivayetinde
hadisin tamamı şöyledir: İbn Abbas (r.anhüma) şöyle der: Bir adam Rasûlullah
(s.a)'a gelip dedi ki:
Ya Rasûlallah, bu gece
rüyamda (yerle gök arasında) bir bulut gördüm. O bulut (yere) yağ ve bal
yağdırıyordu. İnsanlar da bunlardan, kimi az kimi çok olmak üzere avuç avuç
alıyorlardı. Bu sırada yerden göğe bir ip uzandığım, senin de o ipe yapışıp
yükseldiğini gördüm. Sonra ipi başka birisi tuttu, o da yükseldi. Sonra bir
başkası tuttu o da yükseldi, sonra bir başka şahıs (üçüncü) tuttu ama ip koptu.
Sonra ip bağlandı.
Bunu duyan Hz. Ebû
Bekir: "Ya Rasülallah! Anam babam sana feda olsun, vallahi beni bırakıp
müsaade edersen rüyayı ben tabir edeyim" dedi. Hz. Hz. Peygamber (s.a) de
"Haydi, tabir et" buyurdu. Bunun üzerine Ebû Bekir (r.a) şöyle dedi:
Adamın gördüğü bulut,
İslâm'dır. Ondan yağan yağ ve bal Kur'an'-dır. İnsanlar onun tadından az veya
çok yararlanacaklardır. Gökten yere uzanan ip, üzerinde bulunduğun hak ve
adalet ipidir. Sen onu tutuyorsun, Allah da seni yüceltiyor. Senden sonra onu
bir adam tutacak, ve o iple o da yükselecek. Sonra bir başkası tutacak o da
yükselecek. Sonra bir kişi daha tutacak fakat ip kopacak, sonra ip onun için
bağlanacak o da yükselecek.
Anam babam sana feda
olsun ya Rasülallah, bu tabirimde isabet mi ettim, yoksa hata mı bana haber
ver.
"Bir kısmında
isabet ettin, bir kısmında da hata ettin."
Ya Rasülallah, hata
ettiğim yönü Allah rızası için söylesen. "- Allah adına yemin ederek ısrar
etme."
Evet, Buharî'nin
rivayetine göre mevzubahis hâdisenin oluş tarzı bu şekilde.
Aynî ve Nevevî'deki
ifadelere göre; Hz. Ebû Bekir'in rüyayı tabirinde-ki hataların neler
olabileceği konusunda hayli farklı görüşler ortaya konmuştur. Kimisi hatanın,
bizzat Hz. Ebû Bekir'in yorumlamasında olduğunu, çünkü rüyayı Hz. Peygamber
(s.a)'in yorumlayacağını söylerler. Fakat bu görüşe katılmayanlar, Hz. Ebû
Bekir'in Rasûlullah (s.a)'dan izin aldıktan sonra bunu yaptığına dikkat çekerek
itiraz ederler. Bu görüşe göre Hz. Ebû Bekir'in hatası, rüya tabirine ait
değil, tabire atılmasıdır.
Hatanın tabire ait
olduğunu söyleyenler; Hz. Ebû Bekir'in rüyadaki yağ ve balı sadece Kur'an'la
tabir ettiğini, oysa bundan maksadın Kur'an'la sünnet olduğunu bildirirler.
Ayrıca elinde ip kopan şahıs üçüncü halife Osman (r.a) idi. Hz. Osman devrinde
karışıklıklar çıkmış ve adalet ipi onun elinde kopmuştu. Bilâhare ip
bağlandığında Hz. Osman için değil, bir başkası için (Hz. Ali için)
bağlanmıştı. Hz. Ebû Bekir rüyayı tabir ederken ipin Osman'ın elinde
bağlandığını söylemiş ve böylece hataya düşmüştü.
Hz. Peygamber (s.a)'in
Hz. Ebû Bekir'in tabirindeki hataları söylememesi; ilende ortaya çıkacak olan
fitneleri şimdiden haber verip de insanları telaşlandırmama hikmetine dayanır.
Buhârî sarihlerinden Kirmanı; rüya tabirindeki hataların, Hz. Peygamber (s.a)
tarafından açıklanmadığı halde, kendileri tarafından ortaya çıkarılmasına
sebep olarak; artık herşeyin ortaya çıkıp insanları telaşlandırma korkusunun
ortadan kalkmasını gösterir.
Buraya kadar
yazılanlardan anlaşıldığı üzere; Hz. Peygamber (s.a)'den sonra adalet ipine
yapışacak olanlar Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman (r.anhum)'dur. Fakat,
Hz. Osman devrinde ip kopmuş, Hz. Ali için tekrar bağlanmıştır.
Hadisin konumuzla
(yemin ile) ilgili yönü de şudur:
Kasem suretiyle yani,
"yemin ederim" gibi sözlerle edilen and, yemin sayılır mı, sayılmaz
mı? Bu konuda ulemadan farklı görüşler gelmiştir. Hattâbî şöyle der:
"Bu hadis;
Allah'a yemin ederim, demedikçe sadece yemin ederim demenin yemin
sayılmadığını söyleyenlerin görüşlerine delildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a),
yemini yerine getirmeyi emretmiştir. Eğer yemin ederim sözü yemin olsaydı, onun
kendisinin (yerine getirmesi, Ebû Bekir'in isteğine cevap vermesi) gerekirdi.
Mâlik ve Şafiî bu görüştedirler.
Kasemi yemin kabul
edenler ise; hadise başka bir açıdan bakarlar ve bunun kendileri için delil
olduğunu söylerler. Çünkü eğer kasem yemin olmasaydı o zaman Hz. Peygamber
(s.a), Hz. Ebû Bekir'e, "Yemin etme" demezdi, derler. Ebû Hanîfe ve
arkadaşları da bu görüşe sahip olmuşlardır."
Hattâbî bu sözleri, üç
mezhebin görüşünü esas alarak ortaya koymaktadır. Ancak bu görüşlerde bazı
ayrıntılar vardır, onların da açıklanması gerekir.
İbn Hacer'in
İbnü'l-Münzir'den nakline göre; bir kimse, "Allah'a yemin ederim"
dese, bununla niyeti yemin olmasa bile, İbn Ömer, İbn Abbas, Nehaî, Sevrî ve
Kûfelilere göre bu yemindir. Çoğunluk ise bu sözün yemin olmasının niyete bağlı
olduğu görüşündedir.
İmam Mâlik,
"Allah'a yemin ederim" sözünün niyetsiz yemin, "yemin
ederim" sözünün ise ancak niyet ile yemin olduğunu söyler.
İmam Şafiî'ye göre
ise; "yemin ederim" sözü hiçbir şekilde yemin olmaz. "Allah'a
yemin ederim" sözü ise ancak niyetle yemin olur.
Demek ki; içlerinde
Hanefîlerin de bulunduğu bir gruba göre; "yemin ederim",
"Allah'a yemin ederim" sözleri her halükârda niyete bağlı olmaksızın
yemindir. Mâlikîlere göre; birincisi niyetle, ikincisi niyete bağlı olmadan
yemin sayılır. Şâfiîlere göre ise; birincisi hiçbir şekilde yemin olmaz, ikincisi
ise ancak niyet edilirse yemin olur.
Metinde görüldüğü
üzere, Hz.Ebû Bekir; Hz. Peygamber'e yemin vermiştir. Hz. Peygamber (s.a),
yeminlerin gereğinin yerine getirilmesini emrettiği halde kendisi burada
yapmamıştır. Çünkü, yeminin bozulmaması, başkalarına zarar vermeyecekse,
yerine getirilir. Burada ise, Hz. Peygamber'in yeminin gereğini yerine
getirmesi halinde Hz. Ebû Bekir'in hatalarını bildirmesi icabederdi. Bu ise
müslümanların zararına olacaktı-. Bu zararın ne olduğu yukarıda
belirtilmiştir.[103]
3269... Bize
Muhammed b. Yahya (b. Fâris), Muhammed b. Kesîr'den; o, Süleyman b. Kesîr'den,
Süleyman; Zührî'den, o Ubeydul-lah'tan; Ubeydullah da İbn Abbas vasıtasıyla
Rasûlullah'tan bu (önceki) hadisi haber verdi. Kasem (yemin)i zikretmedi.
Ancak hadisinde, "Hz. Peygamber (s.a) Ebû Bekir'e (hatasını ve doğrusunu)
haber vermedi." sözünü ilâve etti.[104]
3270...
Abdurrahman b. Ebî Bekir (r.anhuma) şöyle demiştir: Bize misafirlerimiz geldi.
Ebû Bekir (babam) geceleyin Rasûlul-lah (s.a)'ın yanında konuşuyordu. Bana
"Sen bunların ziyafetini tamamlayıncaya kadar yanına dönmeyeceğim"
dedi. Misafirlerin yemeklerini getirdim. Onlar;
Ebû Bekir gelinceye
kadar yemeyiz, dediler. Nihayet Ebû Beky: geldi ve;
Misafirleriniz ne
yaptı? Yemeklerim yedirdiniz mi? dedi. Misafirler;
Hayır, dediler. Ben;
Onlara yemeklerini
getirdim, yemediler, "Vallahi Ebû Bekir gelinceye kadar yemeyiz"
dediler, dedim.Onlar da:
Doğru söyledi, bize
yemeği getirdi ama biz sen gelinceye kadar yemek istemedik. Ebû Bekir:
Sizi yemekten men eden
ne? (Niçin yemediniz?).
Senin mevkiin,
(Peygamber'in katındaki derecen).
Vallahi, bu gece ben o
yemeği yemeyeceğim.
Vallahi, sen yemedikçe
biz de yemeyeceğiz. Bunun üzerine Ebû Bekir:
Vallahi bu geceki
kadar kötü bir gece görmedim. Yemeğinizi yaklaştırın, dedi.
Yemekleri
yaklaştırıldı, Ebû Bekir "Bismillah" deyip yedi, onlar da yediler.
Öğrendim ki; Ebû Bekir, sabahleyin Hz. Peygamber (s.a)*e gidip, kendisinin ve
misafirlerin yaptıklarını haber vermiş. Efendimiz de; "İyi etmişsin, sen
yeminine onlardan daha itaatli ve daha sadıksın" buyurmuş.[106]
Hadisin Buharî'nin
Kitabu'1-Edeb bahsinde, buradakinden
hayli farklı iki rivayeti vardır:
Bunlardan birisi,
"Misafirin yanında öfkelenmek ve sabırsızlanmak mekruhtur" bahsindedir.
Buradaki rivayete göre; Hz. Ebû Bekir, misafirlerin yemeği yemediklerini
görünce sinirlenmiş, oğlu Abdurrahman'a bağırmış ve ö yemeği yemeyeceğine
yemin etmiş. Misafirler de, Ebû Bekir yemedikçe yememeye yemin edince,
"Bismillah ilki şeytan içindir" diyerek yemiş, misafirler de
yemişlerdir.
Buharî'nin diğer
rivayeti ise; "Müsafirin ev sahibine sen yemedikçe vallahi ben de yemem,
demesi" adındaki bâbdir. Bu babdaki rivayet de oldukça farklıdır. Bu
rivayette Hz. Ebû Bekir'in konuşması oğlu ile değil, hanımı ile olmuştur. Yine
bu rivayette; yeminden sonra yemeye başladıklarında lokmaların çoğaldığı
belirtilir. Aynı hadis, Buharî'nin Kitabu'l-Evkât ve Me-nâkıb bahislerinde de
geçmiştir.
Ebû Davud'un
rivayetinde bahsi geçen misafirler Suffa ashabından üç kişi idiler. Buharî'nin
Mevâkıt'deki rivayetinde beyan edildiğine göre; Suffa ashabı fakir insanlardı.
Hz. Peygamber (s.a), sahâbîleri bunları yemeğe götürmeye teşvik eder,
"Yanında iki kişilik yemek olan üçüncü birini, dört kişilik yemek olan da
beşinci ve altıncı kişiyi götürsün" buyururmuş. Hz. Ebû Bekir ise üç
kişiyi götürmüş.
Hadisten anlaşıldığı
üzere misafirler, Hz. Ebû Bekir'in Rasûlullah'ın katındaki mevkiinden veya
evin reisi olmasından dolayı, o olmadan yemekten kaçınmışlar; Hz. Ebû Bekir de
kendisinin yüzünden müsafirlerinin gece geç vakitlere kadar aç kalmalarına
üzülmüş ve o yemekten yememeye yemin etmiş. Ancak, misafirlerin, o yemedikçe
kendilerinin de yememeye yemin etmeleri üzerine, misafirleri aç koymamayı
yeminine riayete tercih etmiş ve yeminini bozarak yemeği yemiştir. Tabiatıyla
misafirlerin, yemek için koştukları şart gerçekleştiği için onların yeminleri
bozulmamıştır.
Hz. Ebû Bekir, sabah
olup da hâdiseyi Hz. Peygamber (s.a)'e aktarınca, Efendimiz onun yaptığını beğenmiş,
yeminini bozma pahasına da olsa misafirine ikramını takdir etmiştir. Hatta onun
yaptığının; misafirlerinin yeminlerine sadakat konusundaki yaptıklarından daha
iyi olduğunu ifade buyurmuştur.
Bu rivayette Hz. Ebû
Bekir'in, yeminini bozmaktan dolayı keffaret ödeyip ödemediği konusunda bir
kayıt mevcut değildir. Bundan sonra gelecek olan rivayette de Muhammed b.
el-Müsennâ, Sâlim'in; "Bana keffaret (Ebû Bekir'in keffareti ödediğine
dair bir bilgi) ulaşmadı" dediğini kaydeder.
Bu söz, bir maslahata
mebnî olarak bozulan yeminlerde keffaretin gerekmediğine delâlet etmez.
Nevevî; bu durumda keffaretin gerekli olduğu konusunda hiç bir ihtilâf
bulunmadığını söyler. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) bir hadisinde: "Bir şey
üzerine yemin edip de başkasını ondan daha hayırlı gören kimse, hayırlı olanı
yapsın, yemini için de keffaret ödesin" buyurmuştur. Hz. Ebu Bekir'in
yaptığı da işte bunun aynısıdır. Ayrıca yemim munakide ile ilgili olan âyet de
buna delâlet eder.[107]
1. Evde,
misafirlerle ilgilenecek kişi varsa, ev sahibinin misafirleri bırakıp bir işine
gitmesi caizdir.
2. Fakir,
kimsesiz kişileri eve götürüp ikram etmek, yemek yedirmek
müstehaptır.
3. Bir şeyi
yapmak veya yapmamak için yemin eden kışı, sözünün aksini daha hayırlı
görürse, yemini bozar ve keffaret öder.[108]
3271...
İbnü'l-Müsennâ; Salim b. Nuh ve Abdül-A'lâ'dan, onlar Cerîrî'den; Cerirî, Ebî
Osman'dan, o da Abdurrahman b. Ebî Bekir'den bu (önceki) hadisin benzerini
rivayet etmişlerdir. İbnü'l-Müsennâ hadisinde, Salim'den; "Bana keffaret
ulaşmadı" dediğini ilâve etmiştir.[109]
İzah önceki hadiste
geçmiştir. Sâlim'in, "Bana keffaret ulaşmadı" sözünden maksat; Hz.
Ebû Bekir'in yeminim bozmaktan dolayı keffaret verip vermediği konusunda bir
bilginin ulaşmayışıdır.[110]
3272... Saîd
b. Müseyyeb'den rivayet edildiğine göre; Ensar'dan iki kardeş arasında (ortak)
bir miras vardı. Birisi, diğerinden (mirası) taksim etmeyi istedi. Bunun
üzerine kardeşi;
Eğer bir daha taksimi
istersen bütün malım Kabe'ye (adak) olsun, dedi. O zaman Hz. Ömer (r.a) şöyle
dedi:
Kabe'nin senin malına ihtiyacı
yok. Yemininin keffaretini ver ve kardeşinle konuş. Ben Rasûlullah (s.a)'i:
"Rabbine isyanda, sıla-ı rahmi kesmekte ve sahibi olmadığın şeyde; sana
yemin (yeminin gereğine sadakat) de yoktur, nezir de" buyururken duydum.[111]
Münzirî bu nadisle
ÜgHi olarak; "Saîd b. Müseyyeb'in bu hadisi, Ömer b. el-Hattâb'dan
işittiği doğru değildir. Onun için hadis, munkatı'dir" demektedir.
Şevkânî de; hadisin
salih bir hadis olduğunu söyledikten sonra munkatı' olduğunu kaydeder. Şevkânî
hadisin sıhhatine işaret için Mâlik ve Beyhakî'-nin de Hz. Âişe'den aynı manaya
gelen bir hadis rivayet ettiklerini ve İbn Sikkîn'in mezkur hadisi sahih kabul
ettiğini söyler. İşaret edilen Hz. Âişe (r.anha)'nin hadisi şöyledir:
"Aişe (r.anha)'ya
akrabasıyla konuştuğunda, malını Kabe'ye nezreden kişinin durumu soruldu. O da;
yemininin keffaretini verir, dedi."
Hadisin metninde,
şeklinde bir terkib mevcuttur. Bu terkibin tam sözlük karşılığı;
"Kabe'nin kapısı" demekdir. Fakat, malını, Kabe'ye adayan kişinin
maksadı Kabe'nin kapısı değil, bizatihi kendisidir. Onun için terceme, murad
edilen manaya uygun olarak yapılmıştır.
Bu hadiste; nezir
(adak) için konulmuş olan sözler, yemin yerinde kullanılmıştır. Çünkü yemin
kişinin nefsini bir şeyden men etmeye veya bir şeyi yapmaya teşvik maksadıyla
söylediği, bilinen sözlerdir. Burada da, mirası taksim etmek istemeyen kardeş,
niyetindeki kararlılığını isbat için, "Bir daha taksimi istersen bütün
malım Kabe'ye ait olsun" demiştir. Bunu duyan Hz. Ömer (r.a)'in:
"Yemininin keffaretini öde." demesi de, yukarıdaki sözün yemin
makamında kullanıldığına delildir.
Şerhu's-Sünne'de bu
konuda şöyle denilir:
"Falanla
konuşursam, Allah için bir köle azad edeceğim, falan eve girersem Allah için
oruç tutacağım veya namaz kılacağım gibi, yemin yerine kullanılmış adaklar
konusunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Şu gerçek ki bunlar; yemin yerinde
kullanılmış adak lafızlarıdır. Çünkü bunu söyleyen kişi, nefsini o işten men
etmeyi kasdetmiştir. Bu, kendisini bir şeyi yapmaktan men etmeyi kastederek yemin
edene benzer. Sahâbîlerin ve tabiîlerin çoğuna göre; bu şekilde konuşan kişi,
dediğini yaparsa kendisine yeminini bozduğunda olduğu gibi keffaret icabeder.
Şafiî de bu görüştedir. Bu ve daha başka hadisler de buna delâlet eder. Diğer
nezirlere kıyasla, üstlendiği şeyi yerine getirmesi gerekir diyenler de
vardır."
Hattâbî; yemin
maksadıyla, nezir için kullanılan sözlerin, yemin sayılıp bozulması halinde
keffaretin yeterli olduğu konusunda, Ahmed b. Hanbel ve İshak'ın da Şafiî'nin
görüşünde olduklarını söyler. Yine Hattâbî; Hz. Âişe, Hasenu'l-Basrî ve
Tâvûs'un da bu görüşte olduklarını kaydeder.
Şa'bî, Hakem ve
Hammâd; malını sadaka olarak vermeye yemin eden kişiye bir şey gerekmediği
görüşündedirler. İmam Mâlîk'e göre ise, bu durumda olan kişi malının üçte
birini fakirlere dağıtır.
Hanefîlere göre;
malının tamamını sadaka olarak dağıtmak üzere yemin eden kişinin yemini,
zekâta tabi olan mallar için geçerli olur.
Yine Hanefîlere göre;
"Nezrim olsun ki falan yere gitmeyeyim, falanla konuşmayayım" gibi sözler
birer yemin sayılır. Dolayısıyla denilen yere gider veya anılan kişi ile
konuşursa bu sözlerin sahibine yemin keffareti gerekir.
Hadisin konu ile
ilgisi, sıla-i rahmi (akrabayı ziyareti, onlarla konuşmayı) kesmek üzere yemin
eden kişiye yemininde durmasında gerek olmayışıdır. Sıla-i rahmi kesmek,
aslında Allah'a isyanın bir çeşididir. Öyleyse hadiste önce Allah'a isyan
üzerine edilen yeminlere sadakat gösterilmeyeceği söylendikten sonra, sıla-ı
rahmin anılması, zikru'1-hâs ba'de'1-âmm kabilinden bir itnabtır. Has olan,
sıla-ı rahmin önemine işaret için getirilmiştir.
Hadis, kişinin,
herhangi bir surette Allah'a isyan etmek yani günah olan bir şeyi yapmak üzere
yemin eden kişinin yeminini bozup keffaret vermesi gerektiğinde delildir. Bu
konu ileride 19. babda, müstakil olarak gelecektir. Burada şu kadarını
hatırlatalım ki, cumhura göre; bir günah işlemek üzere yemin eden kişi, sözünde
durmaz ve keffaret de ödemez. Ahmed b. Hanbel, Süfyân-ı Sevrî, îshak, bazı
Şâfiîler ve Hanefîlere göre ise keffaret öder.
Hadisin ihtiva ettiği
bir diğer konu da, sahip olmadığı bir şeyi üzerine adakta bulunana da bir şeyin
gerekli olmadığıdır. Bu konu da ileride 25. babda gelecektir.[112]
1. Yemin
yerine kullanıIan nezre mahsus sözler yemin sayılır. Bozulması halinde yemin
keffareti gerekir.
2. Bir
günahı işlemek üzere yemin eden kişi, yemini bozar (günah olmaz) ve keffaret
öder.
3. Sıla-ı
rahmi kesmek Allah'a isyandır.
4. Bir
kimsenin, sahibi olmadığı bir şey üzerine adak adaması muteber değildir.[113]
3273... Amr
b. Şu'ayb; babası vasıtasıyla dedesinden, Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir:
"Nezir (adak)
ancak kendisi ile Allah'ın rızası istenilen şeyde olur. Sıla-i rahmi kesmek konusunda
da yemin yoktur, (yemine sadakat gösterilmez)."[114]
Hadisin' Anmed b-
Hanbel'in Müsned'indeki bir rivayeti biraz daha uzuncadır. Mezkur rivayet şu
şekildedir:
Rasûlullah (s.a),
halka hitabederken, güneşin altında ayakta duran bir adamı görüp:
"Bu halin
ne?" diye sordu. Adam:
Sen konuşmanı
bitirinceye kadar, güneşte kalmayı adadım ya Rasü-lallah! dedi. Rasûlullah
(s.a):
"Bu adak
değildir. Adak, ancak kendisi ile Allah'ın rızası istenilen şeydir."
buyurdu.[115]
Ahmed b. Hanbel'in
Müsned'indeki bu rivayetle, Ebû Davud'un rivayeti aynı olsa gerek. Ancak Ebû
Davud'un rivayetinde hadisin vüruduna sebep olan hâdiseye temas edilmemiştir.
Hadis-i şerif, iki
önemli hükme delâlet etmektedir:
1- Bunlardan
birincisi; ancak, Allah'a ibadet kasdiyla yapılan namaz, oruç, hac, sadaka,
itikâf gibi amellerle nezrin edilebileceğidir. Yani bir kimse bir adakta
bulunmak isterse, ibadet cinsinden olan bir ameli adamahdır. Biz,
"Yeminler ve Nezirler Kitabı"nın başında, yeminler ve nezirler hakkında
genel bilgi verirken, nezrin ancak farz ve vacib olan ibadetlerden birisinin
cinsinden olabileceğine işaret etmiştik. Ancak nezir bir kimsenin bir ibadeti
kendisine gerekli kılması olduğu için, zaten farz olan beş vakit namaz veya
zaten vacib olan vitir namazı ve zenginler için fıtır sadakası, kurban
bayramında kesilen kurban adak olamaz. Çünkü müslüman bunları adama-sa bile
yapmak zorundadır.
Şevkânî; masiyet
kabilinden olan şeylerle nezrin caiz olmadığını bildiren hadislerin muhalif
mefhumunun, mubah olan (elbise giymek, yemek yemek gibi) amellerde nezrin caiz
olduğuna; üzerinde durduğumuz bu hadisle, Ebû İsrail hadisi diye meşhur olan
hadisin62 ise, mubah işlerde nezrin caiz olmadığına delil olduklarını söyler.
Şevkâm'nin nakline
göre; Beyhakî bu farklı istidlallere şöyle bir orta yol gösterir:
Mubah işlerdeki nezir;
geceleyin kalkıp namaz kılabilmek maksadıyla gündüz uyumayı adamak olabilir. Bu
durumda adak, mendub bir konuda olmuş olur. Gündüz oruca dayanabilmek için gece
sahuru adamak da bu kabildendir. Hz. Peygamber (s.a)'in gelmesinden dolayı
sevinç göstermek de sevaba vesiledir.
Beyhakî'nin bu izahı,
nezrin caiz olduğu mubahtan maksadın, bir sevabın işlenmesine sebep olan mubah
fiiller olduğu anlaşılıyor. Ayrıca, masiyet olan işlerde nezrin olmadığını
bildiren hadislerde, mubah işlerde adağın caiz olduğunu gösteren açık bir ifade
yoktur. Bu sonuca, mefhumu muhalefetten varılıyor. Yani, madem ki günah olan
konularda adak caiz değildir, o halde günah olmayan işlerde caizdir sonucuna
varılıyor. Muhalif mefhumun bu çeşidi Hanefî âlimlerine göre delil kabul
edilmez.
İbn Kudâme, İmam Mâlik
ve Şafiî'ye göre de haddizatında ibadet olmayan konularda nezrin sahih
olmadığım söyler.
Sahih hadis
kitaplarında; yürüyerek hacca gitmeyi adayan kişilere Hz. Peygamber'in, Allah'ın
onların yürümesine ya da nefislerine eziyet etmelerine muhtaç olmadığını
söyleyerek hayvanlarına binmelerini emrettiğine dair birkaç tane hadis vardır.
Bu hadisler ileride gelecektir.
Hanbelîlere göre;
elbise giymek, hayvana binmek gibi mubah bir işi adayan kişi, isterse sözünde
durur, isterse dediğini yapmaz, yemin keffareti verir. İleride 3312 numarada
gelecek olan şu manadaki hadis, bu görüş için delil kabul edilmektedir:
Bir kadın, Rasûlullah
(s.a)'a gelip:
Ya Rasûlallah, ben
senin huzurunda def çalmayı adadım, demiş.
Efendimiz de:
"Adağını yerine
getir" karşılığını vermiştir.
İbnu'l-Kattân, Ebû
Hatim ve Ukaylî; bu hadisin zayıf olduğunu söylerler.
Hadisin sahih olması
halinde yukarıya aktardığımız Beyhakî'nin görüşleri ile hadislerin arası te'vil
edilir. İşaret edilen olay, müslümanların kâfirlere karşı elde ettikleri bir
zafer sonrası vuku bulmuştur. Müslümanların bu sevinç gösterileri, kâfir ve
münafıkları üzdüğü için Hz. Peygamber (s.a) kadının def çalmasına izin
vermiştir. Sanki bu sevap kabilinden bir şeydir.
2- Üzerinde
durduğumuz hadisin ihtiva ettiği ikinci hüküm ise, sıla-i rahmi kesmek üzere
edilen yemine itaat edilmemesi ile ilgilidir. Bu konu bir önceki hadisin
şerhinde işlenmiştir.[116]
3274... Amr b.
Şu’ayb, babası kanalıyla dedesinden Hz.Peygamber (s.a.)’in şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir:
"Kişinin mâlik
olmadığı şeyde, Allah'a isyan konusunda ve sıla-i rahmi kesmekte; yemin de
nezir de yoktur (bunlara sadakat gösterilmez). Bir kimse, bir şey üzerine
yemin eder de, başkasını ondan daha hayırlı görürse, yeminini (yemin ettiği
şeyi) bırakıp o hayırlı olanı yapsın. Şüphesiz onu terketmesi, yeminine
keffarettir."[117]
Ebû Dâvûd dedi ki:
Pek azı müstesna, Hz.
Peygamber (s.a)'den gelen tüm (sahih) hadislerde, "Yemininden dolayı
keffaret ödesin" şeklindedir.
Yine Ebû Dâvûd der ki:
Ahmed'e, "Yahya
b. Saîd, Yahya b. Ubeydullah'tan hadis rivayet etti mi?" dedim.
"Buna ehil olduğu halde, rivayeti terketti. Yahya b. Ubeydullah'ın
hadisleri münkerdir, babası da tanınmaz. " dedi.[118]
Münzirî, Ebû Bekir
el-Beyhakî'nin; "Amr'ın bu hadisi sabit değildir. Ebû Hureyre'nin, daha
hayırlı olanı yapsın, bu kef-farettir, şeklindeki hadisi de sabit
değildir" dediğini söyler.
İbn Hacer el-Askalânî
de; "Bu hadisin ravileri fena değil ama Amr'a kadar isnad edilmesi
konusunda ihtilâf edilmiştir" der.
Ebû Davud'un hadisin
sonuna aldığı ta'lik da bu hadisin ve bu manayı ifade eden, yani bir şeye yemin
edip de daha hayırlısını gören kişinin yeminini bozup hayırlı olanı yapmasının
yeminine keffaret olduğuna işaret edilen hadislerin zayıf olduğuna delâlet
eder.
Âlimlerin bu hadiste
dikkatlerini çeken bölüm, yukarıda işaret edilen son bölümdür. Diğer bölümlerin
ifade ettiği manayı takviye eden başka hadisler de vardır.
Bu hadisin ihtiva
ettiği hükümleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
1- Bir
kimse, sahibi olmadığı bir şey üzerine adakta bulunamaz. Meselâ, kendisine ait
olmayan bir malı göstererek; "Şu malı Allah yolunda ta-sadduk
edeceğim..." diyen kişinin bu sözü adak değildir.
Şevkânî; Buharı ve
Müslim'de bulunan, "Kişiye sahip olmadığı şeyde nezir yoktur"
manasına gelen hadisi şerhederken, hiçbir ihtilâfa temas etmeden, "Bu
hadis, sahibi olmadığı bir şeyi adayan kişinin adağının geçerli olmadığına
delildir" der.
Buharî; kişinin sahibi
olmadığı bir şeyi nezretmesi konusunu günah olan bir şeyi nezretme ile yan
yana, "Sahibi olmadığı şeyde ve masiyet konusunda nezir babı"
şeklinde yazmıştır. İbnu'l-Münîr, kişinin sahibi olmadığı bir şeyi adamasının
başkasının mülkünde tasarruf olduğu için masiyet olduğunu, bu yüzden Buharî'nin
anılan babı bu şekilde isimlendirdiğini söyler. İbn Hacer de İbnü'l-Münîr'in bu
izahını beğenmiştir.
Başkasına ait mal ile
ilgili bir adakta bulunmak, günah olan bir şeyi adamak içerisinde mütalaa edilirse;
bu adağı yerine getirmeyen kişiye keffaretin gerekli olup olmadığı hususuna,
masiyeti adayana keffaretin gerekli olup ol-madığındaki ihtilâfı uygulamamız
gerekir. Hatırlatalım ki; cumhura göre Allah'a isyanı konu alan bir nezir
yerine getirilmez ve bundan dolayı keffaret gerekmez. Ahmed b. Hanbel, Süfyân-ı
Sevrî, İshak, bîr kısım Şâfiîler ve Hanefîlere göre ise keffaret gerekir.
Ancak, Hanefîlere
göre; kişinin sahibi olmadığı bir şeyi adaması halinde ona keffaretin gerekli
olduğuna dair bir kayıt mevcut değildir.
Kişinin sahibi
olmadığı bir malı adamasından maksat, aynıyla bir başkasına ait bir maldır.
Meselâ, "Falanın koyununu kurban edeceğim" şeklinde bir adaktır.
Öyle olmayıp da; hiç koyunu olmayan bir kişinin "Bir koyun kesmek nezrim
olsun" şeklindeki adağı, bu konuya girmez. Bu şekilde adağı olan kişi,
parasıyla bir koyun alır ve keser.
İnsanın takatinin
üstünde bir külfeti gerektiren nezirler de muteber değildir. Meselâ, yüz bin
liraya sahip olan kişinin, iki yüz bin lira adaması halinde adağı sadece
elinde olan yüz bin lira için geçerlidir.
2- Allah'a
isyan etmek üzere edilen yemin ve nezirlere İtibar edilmez. Yeminler bozulur,
biraz evvel anlatıldığı şekilde, kimi âlimlere göre keffaret ödenir, kimilerine
göre bir şey gerekmez.
3- Sıla-i rahmi
kesmek için edilen yeminlere itaat edilmez. Bu konu daha evvel geçti.
4- Bir şeyi
yapmak veya yapmamak için yemin edip de aksini daha hayırlı gören kişi,
yeminini bozar. Yani yemin ettiği şeyi değil, aksini yapar. Meselâ, bir şahıs
babasının rızasına muhalif olarak, mubah bir işi yapmak için yemin etse;
babasının rızasını kazanmak daha hayırlı olduğu için o işi yapmaz, terkeder.
Peki bundan dolayı kendisine yemin keffareti gerekir mi?
Bu hadisin zahirine
göre gerekmez. Çünkü hadisin sonunda; kişinin yemin ettiği şeyi terkedip
hayırlı olanı yapmasının yeminine keffaret olduğu belirtiliyor. Ancak, daha
önce de işaret ettiğimiz gibi; Hz. Peygamber'in birçok sahih hadisi, bunun
keffareti gerektirdiğine delâlet ediyor. Bu üzerinde durduğumuz hadis de âlimler
tarafından tenkid ediliyor. Onun için bu hadisin diğer sahih hadislere ters
düşen son bölümünün ihticaca elerişli olmadığını hatırlatıyoruz.
Yemin edip de aksini
daha hayırlı gördüğü için yemininin gereğini yapmayan kişiye keffaret gerekir.[119]
3275... İbn
Abbas (r.anhuma)'dan rivayet edildiğine göre;
İki adam Rasûlullah
(s.a)'ın huzurunda birbirleri ile davalaştılar. Hz.Peygamber (s.a) davacıdan
(iddiasını isbat edecek) delil istedi, ancak onun delili yoktu. Bunun üzerine
davalıya yemin teklif etti. Davalı; "Kendisinden başka ilah olmayan
Allah'a yemin ederim" diye yemin etti. Bunun üzerine Hz.Peygamber (s.a):
"Evet, (yalan
yere) yemin ettin. Fakat "Lâ ilahe illallah" sözünün ihlâsi
sebebiyle bağışlandın" buyurdu.
Ebû Dâvûd dedi ki:
Bu hadisten,
Hz.Peygamber (s.a) keffareti emretmediği murat edilir.[120]
Bu hadiste,
"yemin-i gamûs" diye bilinen, yalan yere yemin söz konusu edilmektedir.
Yalan yere yemin etmenin ne derece büyük bir günah olduğu, bu bahsin birinci ve
ikinci babındaki hadislerde açıkça görüldü. Onun için burada, yalan yere yemin
etmenin ulj/evî mes'u-liyeti üzerinde değil de, bu yeminin dünyalık cezası yani
kefaretinin olup olmayışı konusu üzerinde duracağız.
Ebû Dâvûd, hadisin
sonunda; bu hadisde, Hz.Peygamber (s.a)'in yalan yere yemin eden şahsa
keffareti emretmediğine işaret edildiğini söyler.
Müntekâ'da Ahmed b.
Hanbel'in Müsned'inden bu konuda üç hadis nakledilmektedir. Hem üzerinde
durduğumuz hadisi daha açıklaması, hem de konuya daha açık bir şekilde delalet
etmeleri bakımından bu hadislerin manalarım buraya aktarıyoruz. Daha sonra da,
mesele ile ilgili söylenen söz varsa onları vereceğiz:
1- Ebû
Hureyre (r.a)'den Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet sdilmiştir:
"Beş şeyde
keffaret yoktur. Bunlar: Allah'a ortak koşmak, haksız yere adam öldürmek, bir
mü'mine iftira etmek, savaştan kaçmak ve haksız yere ^başkasının) malını almak
için edilen sabîra yemini.”[121]
2- İbn ömer
(r.anhüma)'den rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a) bir idama:
"Şöyle yaptın
mı?" diye sordu. Adam:
Hayır, kendisinden
başka ilâh olmayan (Allah)'a yemin ederim ki yapmadım, dedi.
Rasûlullah (s.a):
"Cebrail (a.s):
"O şüphesiz yaptı. Ancak, kendisinden başka ilah ol-nayana yemin ederim ki
hayır, demesi sebebiyle Allah (c.c) onu bağışladı" ledi, buyurdu.
3- İbn Abbas
(r.anhüma) şöyle demiştir:
İki adam Hz.Peygamber
(s.a)'in huzurunda muhakeme edildiler. Biri-ine yemin verildi. Adam da
davacının hakkının kendisinde olmadığına da-r, kendisinden başka ilâh olmayan
Allah adına yemin etti.
Bunun üzerine Cebrail
(a.s) Rasûlullah (s.a)'a gelip:
Bu adam yalancıdır,
hasmının hakkı bundadır, dedi. Hz.Peygamber s.a) de, adamın hakkını vermesini emretti
ve;"Adamın yemininin keffareti Ulah'tan başka ilâh olmadığını bilmesi veya
şehadetidir" (buyurdu).
Görüldüğü gibi bu
hadislerden ilkinde, yalan yere edilen yeminin kefaretinin olmadığı açıkça
belirtilmekte; ikincisinde de yemin eden şahsın günahının kelime-i tevhidin
hatırına affedildiği bildirilerek keffarete hiç temas dilmemektedir.
İbn Abbas'dan rivayet
edilen ve Ebû Davud'un rivayetine benzeyen üçün-ü hadis ise öncekilere ters
düşmektedir. Çünkü bunda, kelime-i tevhidi bilenin yemine keffaret olduğu ifade
edilmektedir. Bu, her ne kadar yeminin ilinen keffaretine benzemese de, burada
anılan yalan yere yemin etmenin e bir keffareti olduğuna işaret eder.
Hadisler arasındaki bu
tezat şu şekilde halledilmiştir:
Yalan yere edilen yeminin
keffaretinin olmadığını ifade eden hüküm âmmdır; geneldir. İbn Abbas hadisinde
geçen ve kelime-ı tevhidin bu yemine keffaret oluşu.ise Özeldir, sadece o
vakaya mahsustur.
Âlimlerin cumhuruna
göre; yalan yere edilen gamûs yemininden dolayı keffaret yoktur. Bu, yeminin
Önemsizliğinden dolayı değil, keffaretle telâfi edilmeyecek kadar büyük bir
günah oluşundan dolayıdır. Dolayısıyla yalan yere yemin eden kişi, tevbe
istiğfar eder; Allah dilerse afeder, dilerse affetmez. Ebû Hanîfe, İmam Mâlik
ve Ahmed b. Hanbel'in görüşleri cumhurun görüşü istikametindedir.
İmam Şafiî ve bir grup
âlime göre ise; yemin-i gamûstan dolayı da keffaret icabeder.
Hadiste Hz'.Peygamber
(s.a)'in; yemin eden adamın yalan yere yemin ettiğine işaret ettiği
bildiriliyor. Hz.Peygamber (s.a)'in bu bilgisi, Müntekâ'dan naklettiğimiz İbn
Abbas hadisinden anlıyoruz ki, vahye dayanıyor. Durumu Efendimize Cebrail
(a.s) bildirmiştir.[122]
1. Hâkim
önündeki davalarda, beyyine getirmek davacının vazifesidir. Davacı beyyine getiremezse
davalıdan, hâdisenin hasmının iddia ettiği gibi olmadığına dair yemin etmesi
istenir.
2. Yalan
yere edilen yeminler (yemin-i ğamûs) için keffaret gerekmez. Tevbe istiğfar
edilmesi icabeder.[123]
3276... Ebû
Büreyde, babasından (Ebu Musa el-Eş'arî); Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir:
"Vallahi şüphesiz
ben, inşaallah bir şey üzerine yemin edip de, o şeyden başkasını daha hayırlı
zannedersem; mutlaka yeminimden dolayı keffaret öder ve o hayırlı olanı
yaparım."
Yahut da Hz. Peygamber
(s.a),t "Mutlaka daha hayırlı olanı yapar, yeminime de keffaret
öderim" buyurdu.[125]
Hz.Peygamber (s.a)'in
sözündeki "inşaallah" sözcüğü yeminin Allah'ın dilemesine bağlanması
değildir, teberrüken söylenmiştir. Bu ve bundan sonra gelecek olan hadisler iki
hükmü ihtiva etmektedirler:
a) Bir şeye
yemin eden kişi, yemin ettiği şeyden başkasını daha hayırlı zanneder veya
bilirse yeminini bozar.
b) Yemin
edip de yeminini bozan (yemininden dönen) kişi daha yemini bozmadan önce
keffaretini ödeyebilir. Bu konu âlimler arasında ihtilaflıdır. Birinci madde
izah edildikten sonra bu konuya tekrar dönülecektir.
Şimdi tekrar bu
şıkları ele alalım:
a) Her hangi
bir konuda yemin eden kişinin sözünde durup yemine devam etmesi mi, yoksa
yemini bozup keffaret ödemesi mi daha iyidir? Bu mesel1 yemine konu olan şeye
göre değişir:
1- Farz veya
vacip bir şeyi yapmak ya da bir haramı yapmamak için edilen yemin, tâattır.
Dolayısıyla yemine sadakat gerekir. Yeminin bozulması günahtır. Ramazan
orucunu tutmak veya içki içmemek için edilen yemin bu kabildendir.
2- Yukarıdaki
maddenin aksi; yani, farz veya vacib bir ibadeti yapmamak ya da haram bir şeyi
yapmak için edilen yemin. Bu şekildeki bir yemin bozulur, yani sözde durulmaz,
keffaret ödenir. Çünkü yemine sadakatin icabı ya bir borcu terketmek ya da bir
haramı işlemektir.
3- Müstehap
olan bir işi yapmak için edilen yemin bir tâattır. Bu yemine devam yani
sözünde durmak müstehap, yemini bozmak ise mekruhtur.
4- Müstehap
bir ameli (meselâ bir hastayı ziyareti) yapmamak için edilen yemini bozup
keffaretini ödemek müstehap, yemine sadakat ile mekruhtur. Üzerinde durduğumuz
hadis bu şıkla ilgili olsa gerektir.
5- Mubah bir
işi yapmak ya da yapmamak; meselâ, bir elbiseyi giymemek için yemin edilirse,
yemin sahibi yeminine sadakat gösterip göstermemekte muhayyer olmakla beraber
sözde durup yemine sadakat göstermek daha evlâdır.
b) Yemin
edip de yeminini bozmayı daha hayırlı gören kişi; keffareti, yemini bozmadan mı
yoksa bozduktan sonra mı öder?
Keffaretin üç hali
vardır:
1- Yemin
etmeden önce keffaret ödemek. Bu, hiçbir âlim tarafından caiz görülmemiştir.
Yani önce yemin keffareti ödemek, sonra yemin edip daha sonra da yemini bozmak
meşru değildir.
2- Yemin
edip bozduktan sonra keffareti ödemek. Bu da bütün âlimlerin ittifakı ile
caizdir. Yani kişi bir şey için yemin eder, yemininin gereğini yerine
getirmemeyi uygun bulur ve yeminini bozar daha sonra da keffaretini öderse, bu
keffaret ihtilafsız geçerlidir.
3- Yemin
edip yemini bozmadan önce keffareti ödeyip daha sonra yemini bozmak. İşte bu
konu ihtilaflıdır. Âlimler bu konuda üç ayrı görüşe sahiptirler:
a) Yemini
bozmadan önce, ne şekilde olursa olsun (köle azadı, fakir doyurma, oruç tutma)
keffaret ödemek caizdir. Bu keffareti bilâhare tahakkuk edecek olan hms
(yemine riayet etmemek) için yeterlidir. İbnü'l-Münzir'in ifadesine göre;
Rabîa, Evzaî, Mâlik, Leys ve Hanefîlerin dışındaki şehirler uleması bu
görüştedir. Bunlar, üzerinde durduğumuz babdaki hadislere dayanırlar. Çünkü
Hz.Peygamber bu hadislerin çoğunda önce keffareti bilâhare hınsı (yemini
bozma) anmiştır. Hatta, bazılarında, "Keffareti öde sonra yemini
boz" ifadesini kullanmıştır.
Kadı Iyaz bu görüşün
ondört tane sahâbîden nakledildiğini söyler. Hat-tâbî de; İbn Ömer, İbn Abbas,
Âişe (r.anhüm), Hasen el-Basrî, İbn Şîrîn, Mâlik, Evzaî, Şafiî, Ahmed b. Hanbel
ve İshak'ın bu görüşte olduklarını; ancak Şafiî'nin, keffaretin oruçla ödenmesi
halini istisna ettiğini kaydeder.
b) Keffaret
malî bir yolla, yani köle azad etmek, fakir doyurmak veya fakir giydirmek
şeklinde ödenecekse, yemini bozmadan önce keffaret ödenebilir. Ama, oruç
tutmak suretiyle ödenecek e, yemin bozulmadan keffaret ödenmez.
Bu görüş Şâfiîlere
aittir. Hattâbî'nin ifadesine göre Şâfiîler, keffareti mal ve oruçla ödeme
arasındaki bu ayrımı şöyle izah ederler: Keffarette oruca, yemek yedirmenin
mümkün olmaması halinde gidilir. Bu su bulunmadığı takdirde teyemmümün caiz
oluşuna benzer. O halde keffaret olarak orucun kâfi olması için fakir doyurma
imkânının mevcut olmaması gerekir. Bu da ancak yeminin bozulmasından sonra
sabit olur. Keffareti fakir doyurma ile ödemek, vakti gelmeden önce zekât
vermeye; oruç ile ödemek ise Ramazan gelmeden Ramazân orucu tutmaya benzer.
Bunlardan birincisi caiz, ikinicisi değildir.
c) Yemin
bozulmadan Önce keffaret ödenemez. Ödenirse bu yeterli değildir. Yemin
bozulduktan sonra tekrarlanması gerekir.
Bu görüş Hanefîlere
aittir. İbnü'l-Münzir'in ifadesine göre; İmam Mâlik'den bir rivayet ile
Mâlikîlerden Eşheb ve Dâvûd-u Zâhirî'nin görüşü de bu istikamettedir.
Hanefîlerden Tahavî bu
görüşe, "Bu, yemin ettiğiniz zaman yeminlerinizin keffaretidir"[126]
mealindeki âyeti delil gösterir. Âyetteki, "Yemin ettiğiniz zaman"
ifadesinden maksadın, "yemin edip de yemininizi bozduğunuz zaman"
olduğunu söyler. Karşı görüşte olanlar ise âyetteki "yemin ettiğiniz
zaman" ifadesinin; "yemin edip de yemini bozmayı dilediğiniz
zaman" takdirinde olduğunu söylerler.
Askalânî; takdirin
bundan daha genel olduğunu ve âyetin izahında öne sürülen görüşlerden birisinin
ötekinden daha üstün olmadığını söyler.
Hanefîlerin,
görüşlerini destekledikleri diğer delilleri de şunlardır:
1. Keffaret,
günah olan bir işin telafisi için meşru kılınmıştır. Yemin konusunda günah olan
bizatihi yemin değil, yemini bozmaktır. Çünkü yemin etmek meşrudur. Bu konuda
hiçbir tereddüd ve ihtilâf yoktur. Zaten Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde birçok
yemin mevcuttur. O halde yemin meşrudur, mübahdır. Öyleyse, yemin bozulmadan
keffaret olmaz,
2. Bozulan
yeminin keffareti farzdır. Yemin bozulmadan öncie ödenen keffaret ise
nafiledir. Nafilenin ise farzın yerini tutması mümkün değildir.
3.
Hadislerin bazılarında, önce keffaretin sonra hinsin (yemini bozmanın)
anılması da delil olamaz. Çünkü Ebû Davud'un da işaret ettiği gibi bazı
rivayetlerde durum tam tersinedir; yani keffaret, yemini bozmadan sonra zikredilmiştir.
Bedâiu's-Sanâi'de her
iki görüşün delilleri ve münakaşası ayrıntılı olarak incelenmektedir. Bedâi'
bir Hanefi fıkıh kitabı olduğu için tabiatıyla Hanefîlerin görüşü ve delilleri
üstün gösterilmektedir.
Kadı Iyaz; keffaretin
ancak yeminin bozulması ile vacip olduğunda ve yeminin bozulmasından sonra
keffaret, ödemenin cevazında âlimlerin müttefik olduklarını söyler. Kadı
lyaz'ın bildirdiğine göre; İmam Mâlik, Şafiî, Evzaî ve Sevrî'nin mezheplerinde
de keffaretin, yeminin bozulmasından sonra ödenmesi müstehaptır.[127]
1. Bir kimse
bir konuda yemin eder de başkasını daha hayırlı görürse yeminini bozup
keffaret öder. Mesela, babası ile konuşmamak için yemin eden kişinin babası ile
konuşup yeminine keffaret ödemesi (Aliyyü'l-Kârî'nin ifadesine göre)
menduptur.
2. Yeminini
bozacak olan kişi, önce keffaret Ödeyip sonra yeminini bozabilir. Bu konu
ihtilaflıdır. Hanefîler aksi görüştedir. İhtilâf, şerhte ayrıntılı olarak ele
alınmıştır.
3. Yemin
ederken istisna kasdı olmadan, "inşaallah" demek caizdir.[128]
3277...
Abdurrahman b. Semüre'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah(s.a)
bana:
"Ya Abdurrahman b.
Semüre! Bir şey üzerine yemin edip de başkasını o şeyden daha hayırlı
gördüğünde o hayırlı olanı yap ve yeminine keffaret öde" buyurdu.
Ebû Dâvûd dedi ki:
Ahmed'in, yemini bozmadan önce keffaret ödemeye ruhsat verdiğini duydum.[129]
Buharî'nin bir
rivayeti ve Tirmizî'nin rivayeti burada olduğu gibidir. Yani önce yemin edilen
şeye muhalif olarak daha hayırlı olanı yapmak, sonra da keffaret
zikredilmiştir. Buharî'nin bir rivayeti ile Müslim'in rivayetinde ise
keffaret, yemini bozmadan önce anılmıştır.
Buharî'nin
Keffaretu'l-Eymân kitabındaki rivayetinde hadisin baş tarafında emanet konusu
da ele alınmıştır. Anılan rivayet şu şekildedir:
"Liderliği
isteme. Eğer o sana istenmeden verilirse, o konuda yardım görürsün. Ama
istediğin için verilirse, kendi başına bırakılırsın (Allah yardım etmez).Bir
şeye yemin edip de başkasını daha hayırlı görürsen, o hayırlı olanı yap ve
yemininden dolayı kefaret öde."
Bu hadis, herhangi bir
konuda yemin edip de yemin ettiği şeyin aksini yapmanın daha efdal olduğuna delildir.
Şüphesiz bu durumda kendisine yemin keffareti gerekir.
Konu, bir önceki
hadiste ayrıntılı biçimde ele alınmıştır.[130]
3278...
Katâde, Hasen'den o da Abdurrahman b. Semüre'den (önceki) hadisin benzerini
rivayet etmişlerdir.
Katâde,-(bu rivayette,
öncekinden farklı olarak Rasûluîlah s.a'in); "Yemininden dolayı keffaret
öde, sonra o hayırlı olanı yap" (buyurduğunu) söyledi.Ebü Dâvûd dedi ki:
Ebû Muse'l-Eş'arî,
Adiyy b. Hâtem veEbû Hureyre'nin hadisleri bu hadisin manasındadır. Bunlardan
her birinden (yapılan) bazı rivayet (ler)de; yemini bozmak keffaretten önce,
bazılarında ise keffaret yemini bozmaktan öncedir.[131]
Bu rivayet, öncekinin
farklı bir naklidir. O rivayeti, Hasen'den aktaranlar, Yunus ve Mansur'dur.
Bunu Hasen'den rivayet eden ise Katâde'dir.
Ancak bu rivayetin
tekrarına esas sebep senetteki farkhlıkdan ziyade, metindeki farklılık olsa
gerek. Çünkü, önceki hadiste, Hz. Peygamber (s.a) Abdurrahman b. Semüre'ye;
önce daha hayırlı olanı yapmasını (yemini bozmasını) peşinden keffareti
zikretmiştir. Bu rivayette ise, önce yemin keffaretini ve daha sonra hayırlı
olanı yapmasını emretmiştir.
Ebû Dâvûd da hadisin
sonundaki ta'Iikinda, bu konuda Ebû Mûse'l-Eş'arî, Adiyy b. Hâtem ve Ebû
Hureyre'den hadis rivayet edildiğini, bu rivayetlerin bir kısmında önce
keffaretin sonra yemini bozmanın bir kısmında da aksinin zikredildiğini
söyler.
Ebû Davud'un işaret
ettiği bu rivayetlerden, Ebû Musa'ya ait olanı; Buharî, Müslim ve Ebû Dâvûd'da;
Adiyy b. Hâtem ve Ebû Hureyre'ye ait olanları da Sahih-i Müslim'dedir.[132]
3279... İbn
Harmele dedi ki:
Ümmü Habib bize bir
sa' hibe etti ve Safiyye (r.anha)'nin kardeşinin oğlu vasıtasıyla Safiyye (r.anha)'dan,
onun Rasûluîlah (s.a)'m sa'ı olduğunu haber verdi.Enes (r.a) der ki:
"O sa'ı ölçtüm[133] ,
Hişâm'ın[134] müddü ile iki buçuk müd
buldum."[135]
Hadis;yemin
keffaretinde fakirlere verilecek olan sadakanın mikdarını konu alan bir başlık
altında yer almıştır. Ancak, hadisin zahiri bu konu ile hiç de ilgili
görülmemektedir. Çünkü burada; yemin keffaretinden değil, hibe edilen bir
sa'ın Hz.Peygamber'in sa'ı olup, bu sa'ın da Hişâm'ın ölçüsü ile iki buçuk müd
mikdarında olduğu bildirilmektedir.
Sa' ve müd ölçüleri
ile ilgili malumat Kitabu't-Tahâre'nin "Abdestte yeterli olan su"
babında (bab:44) ve Kitabu'z-Zekât'ta geçmiştir. Onun için biz burada önce
yemini bozmadan dolayı gerekli olan keffaret, sonra da bu keffaretin edası ile
ilgili görüşleri verelim. Bu bilgiyi verirken eski metinlerdeki ölçü
birimlerini (müd, sa') esas alacağız. Bu birimlerin bugünkü karşılıkları için,
işaret edilen yerlere bakılabilir.-
Yemini bozmanın
keffaretini eda biçimi Kur'an-ı Kerim âyetiyle tesbit edilmiştir. Mâide sûresinin
89. âyetinde şöyle buyurulur: "...Yeminin kef-fareti, ailenize
yedirdiğinizin ortalamasından on düşkünü yedirmek yahut giydirmek ya da bir
köle azad etmektir. Bulamayan üç gün oruç tutmalıdır; yeminlerinizin keffareti
budur. Yemin ettiğinizde yeminlerinizi tutunuz. Şük-redesiniz diye Allah size
böylece âyetlerini açıklıyor." Âyet; yemin keffareti ödeyecek kişiyi önce
üç şey arasında; köle azad etmek, on fakir giydirmek veya doyurmakta muhayyer
bırakmış; bunlardan birisine güç yetirilmemesi halinde üç gün oruç tutmasını
öngörmüştür. Âlimlerin çoğunluğu âyeti zahiri üzerine almış ve bu şekilde
görüş beyan etmiştir. Ancak bu sayılan şeylerin ayrıntılarında ihtilâfa
düşmüşlerdir.
Keffaret, fakir
doyurma şeklinde ödenecekse, her bir fakire verilecek veya yedirilecek mikdar
nedir?
İmam Mâlik, İmam Şafiî
ve Medinelilere göre her fakire, Hz. Peygam-ber'in ölçeği ile bir müd buğday
verilir. Ancak Mâlik, bir istisnada bulunmuş ve bunun Medinelilere ait
olduğunu, başka memleketlerde ahalinin kendi nafakalarından orta bir mikdarı
vereceklerini bildirmiştir.
Hanbelîlere göre; her
fakire buğday ve undan bir müd, ekmekten iki rıtıl, arpa ve hurmadan iki
müd'tür.
İmam A'zam Ebu
Hanîfe'ye göre; her fakire buğdaydan yarım sa', arpa ve hurmadan bir sa' verir.[136]
Keffaret ödeyen kişi, bunları vermeyip de, on fakiri akşamlı sabahlı doyursa bu
da yeterlidir. Ayrıca bu maddelerin para olarak karşılığını da verebilir.
Âlimlerin ihtilâfına
sebep; geçen âyetteki "...ailenize yedirdiğinizin ortalamasından..."
ifadesini yorumlama farklılığıdır. Şafiî ve Mâlikîler bu ifadeyi, bir defa
yemek; Hanefîler de, bir gün yemek şeklinde anlamışlardır.
Ebû Davud'un bu
bölümünde, keffaretin fakir giydirme ya da oruç ile ödenmesi konusunda bir bab
yer almamıştır. Onun için biz bu konulara da burada kısaca temas edelim:
Fakirlere giydirilecek
elbisenin mikdarı mezhepler arasında ihtilaflıdır:
Mâlikîlerle
Hanbelîlere göre; namazda setrü'l-avrete yeterli olan elbisedir. Yani
giyildiğinde, namazın caiz olduğu elbisedir.
İmam Muhammed veİmam
Şafiî'ye göre; elbise denilebilen herşey keffareti ödemede kâfidir. Meselâ
gömlek, pantolon hatta başa sarılan sarık birer elbisedirler. İmam A'zam ve Ebû
Yusuf'a göre sadece pantolon veya sarık, keffaretin ödenmesinde kâfi değildir.
Hanefî mezhebinde, sonraki görüş uygulanmaktadır. Vücudun tamamını veya
ekserisini örten bir elbisenin verilmesi şart koşulmuştur. İbn Rüşd'ün
Bidâyetu'l-Müctehid adındaki eserinde, Ebû Hanîfe'nin İmam Şafiî ile aynv
görüşte olduğu; İmam Ebû Yusuf'un görüşünün ise farklı olduğu söylenir.
Keffaret verilirken on
ayrı fakirin olmasının şart olup olmadığı konusu da ihtilaflıdır:
İmam Şafiî veİmam
Mâlik'e göre mutlaka on ayrı fakire yedirilmeli veya giydirilmelidir. Hanefî
veHanbelîlere göre; on ayrı fakirin bulunması şart değildir. Bir tek fakire on
ayrı gün sabahlı akşamlı yemek yedirilse, veya her gün bir fitre ya da her gün
birer elbise verilse caizdir. Fakat bir fakire bir günde on fitre verilse veya
on elbise verilse bu, bir fitre yerine geçer. Dokuz fakirin daha doyurulması veya
giydirilmesi, ya da aynı fakire dokuz gün daha fitre verilmesi gerekir.
Yukarıda da işaret
edildiği gibi, yemin keffareti ödeyecek kişinin köle azad etme, fakir doyurma
veya fakir giydirme imkânı yoksa üç gün oruç tutar. Bu üç günün peşpeşe
olmasının şart olup olmadığında farklı görüşler vardır. İmam Mâlik ve Şafiî'ye
göre orucun peşpeşe olması (tetâbu) şart değildir; Hanefî ve Hanbelîlere göre
şarttır. İbn Kudâme'nin belirttiğine göre, İbrahim en-Nehaî, Sevrî, İshak, Ebû
Ubeyde ve Ebû Sevr de bu görüştedir. Aynı görüş; Hz. Ali, Atâ, Mücâhid ve
İkrime'den de rivayet edilmiştir.
Bu görüş ayrılığına
sebep, İbn Rüşd'ün bildirdiğine göre şudur:
1- Mushafta
bulunmayan kıraatle amel caiz midir? Caiz diyenler, orucun peşpeşe olmasını
şart koşarlar. Çünkü İbn Mes'ûd yukarıda geçen âyeti, "Peşpeşe, fasılasız
üç gün oruç"
şeklinde okumuştur. Halbuki mushafta
peşpeşe, fasılasız" kaydı mevcut değildir.
İbn Kudâme; "Bu
ilâve Kur'ândan ise, onunla amel şarttır. Kur'ân'-dan değilse Hz. Peygamber'den
bir rivayettir. Çünkü İbn Mes'ûd'un bunu Hz.Peygamber'den duyması muhtemeldir,
o Kur'an'dan zannetmiştir. Her iki takdirde de orucun peşpeşe olması
gerekir." der. Merginanî de Hidâye'de îbn Mes'ûd'un bu kıraatinin meşhur
haber hükmünde olduğunu söyler.
2- Mutlak
olarak orucun emredilmesi, onun peşpeşe olmasını gerektirir mi, gerektirmez mi?
Orucun peşpeşe
olmasını şart koşanlardan Hanbelîlere göre; hastalık ve kadının hayzı, tevaliye
(peşpeşe olmasına) manî değildir. Hanefîlere göre manidir. Çünkü müddet azdır.
Bu özürlerin bulunmadığı zamanda oruç tutulabilir.[137]
3280...
Muhammed b. Muhammed b. Hallâd Ebû Ömer şöyle der: Bizde Halid'in mekkûku
denilen bir mekkûk vardı. O Harun'un ijlçeği ile iki ölçekti.
Halid'in sa'ı da, Hişâm'ın
yani Hişâm b. Abdilmelik'in sa'ı idi.[138]
Bu rivayet Ebû
Davud'un nüshalarının çoğunda mevcut değildir. Avnü'l-Ma'bûd sahibi; "Bu
rivayet, Sünen'in muh asarında ve Sünen nüshalarının umumunda yoktur. Fakat biz
onu bazı sa-ih nüshalarda bulduk. Hafız Mizzî de bu rivayeti, Etraf da Muhammed
b. 'fuhammed el-Bâhilî'den bahsederken anmış fakat hiçbir raviye nisbet
tmemiştir" der.
Mekkûk: Bir ölçek
adıdır. Nihâye'de:"Mekkûk, müd'tür. Sa' olduğu la söylenir. Ama önceki
daha uygundur. Çünkü başka bir hadiste bu keli-ıe, müd ile izah
edilmiştir" denilir.[139]
3281...
Müsedded, Ümeyye b. Halid'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Halid el-Kasrî
vali olunca sa'ı büyüttü ve bir sa' on altı ntıl oldu. Ebû Dâvûd dedi ki:
Muhammed b. Muhammed b. Hallâd'ı zenciler (harpte ve hataen değil) kasden
öldürdüler.
Ebû Dâvûd elini şöyle
uzattı, avuçlarının içini yere doğru tuttu ve şöyle dedi:
Halid'i rüyamda gördüm
"Allah sana nasıl muamele etti? diye sordum. "Cennete
koydu"dedi. "Senin (Zencilerin önünde) durman demek sana zarar
vermedi" dedim.[140]
Bu rivayet de birçok
nüshada mevcut değildir. Halid el-Kasrî'nin sa'ı büyütmesi ile ilgili bu haber
bir hüccet değildir. Çünkü büyüklüğü 5 rıtıldır. Ebu Yusuf, sa'ı sekiz ntıl
zannediyormuş. Bu konuda İmam Mâlik ile münazara etmiş, İmam Mâlik gidip
evinden bir sa' getirmiş; bu Hz. Peygamber'in sa'ı demiş, ölçmüşler tam 5 ntıl
gelmiş. Ebu Yusuf da görüşünden dönmüş.[141]
3282...
Muâviye b. Hakem es-Sülemî'den, şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Ya Rasûlallah! Benim
bir cariyem var, ona bir tokat attım, dedim. Hz. Peygamber (s.a) bunu bana çok
gördü, (yakıştırmadı).Ben de:
Onu azad edeyim mi?
(Hürriyetine kavuşturayım mı?) diye sordum.
"O cariyeyi bana
bîr getir." buyurdu.
Ben de onu
Rasûluilah'a getirdim, Efendimiz (kadına):.
"Allah
nerede?" diye sordu.
Gökyüzünde. "Ben
kimim?"
Sen Allah'ın
elçisisin. RasûluIIah (s.a) (bana):
“Onu azad et, şüphesiz
o mü'mindir" buyurdu.[142]
Hadisin İmam Mâlik'in Muvatta'ındaki
rivayetinde; Muâviye’nın cariyeye tokat vurmasına, onun bir koyunu kaybetmiş
olmasının sebep olduğu belirtilmektedir.
Anılan rivayette bu
husus şu şekilde ifade edilmiştir:
"RasûluIIah
(s.a)'a gelip; ya Rasûlallah, benim koyunlarımı güden bir cariyem var. Yanına
gittim, bir koyun kaybolmuş. Sordum; kurt yedi, dedi. Bende kızdım; nihayet ben
de insanım ve yüzüne bir tokat vurdum. Benim bir köle azad etme borcum var, onu
azad edeyim mi? dedim..."
Görüldüğü gibi, gerek
Ebû Davud'un gerekse Muvatta'ın rivayetlerinde mevzubahs edilen köle azad
etmenin yemin keffareti ile ilgili olduğuna dair bir kayıt mevcut değildir.
Muvatta'ın rivayetinde ravi sahabenin bir köle azad etme borcu olduğuna işaret
edilmekte, fakat bu borcun neden dolayı olduğu belirtilmemektedir. Ancak,
işaret edilen hadis Muvatta'da "Vacib olan köle azadlarda caiz
olanlar" başlığı altında yer almıştır.
Sahih-i Müslim'de;
kölesine tokat atan kişinin keffaret olarak o köleyi azad etmesi gerektiğine
dair bir bölüm ve bu konuda bazı hadisler vardır. Gerçi üzerinde durduğumuz
hadis, Müslim'in o babında yer almamaktadır. Fakat, bu hadiste işaret edilen
azad konusunda onunla alâkalı olması muhtemeldir. Yani, Hz. Peygamber (s.a)
Muâviye'ye, cariyesine tokat attığı için onu azad etmesini emretmiş olabilir.
Cariyenin azadından önce Hz. Peygam-ber'in onun müslüman olup olmadığını
araştırması, keffarette azad edilecek kölenin müslüman olmasının şart'
olduğuna işaret kabul edilmiştir.
Alimler; az bir
dövmekte, köle azad etmenin vacib değil mendub olduğunda ittifak etmişlerdir.
Bunun yapılan hataya keffaret olacağı ümit edilir. Fakat, aşın derecede
dövülmesi halinde ne gibi cezalar verileceği.konusunda farklı görüşler Vardır.
Mâlikîlerle İmam Leys'e göre, böyle bir köle, sahibi aleyhine azad olur ve
sahibi idarece cezalandırılır. Diğer âlimlere göre köle azad olmaz.
Hadis metninde ifade
edildiği üzere, Muâviye (r.a) cariyeyi Hz. Peygamber'e (s.a) getirince,
Efendimiz, onun mü'min olup olmadığını anlamak maksadıyla, Allah'ın nerede
olduğunu sormuş, o da "gökyüzünde" karşılığını vermiştir. Kadının Hz.
Peygamber'in peygamberliğini de tasdik etmesinden sonra Efendimiz, cariyenin
mü'min olduğuna hükmetmiştir.
Bu ifadelerden;
"Allah göktedir" diyen kişinin dinden çıkmayacağı, hatta Allah'ın
semada olduğu anlaşılmaktadır.
Ancak cariyenin,
"Allah gökyüzündedir" demesinden maksadı, Allah'ın yüceliğini işaret
olsa gerektir. Çünkü ehl-i sünnet itikadına göre, Allah yer ve zamandan
münezzehtir. Kur'ân-ı Kerîm'deki, Allah'ın arş üzerine istiva ettiğini bildiren
âyetleri, selef uleması hiç te'vil etmez, olduğu gibi kabul eder. Bundan
muradın ne olduğunu ancak Allah Teâlâ'nın bildiğini söyler. İşte ehl-i sünnette
muteber ve meşhur olan görüş budur.
Allah'ın arş üzerine
istivası konusu, ilgili âyetlerin tefsirlerinde uzun uzadıya anlatılır.[143] Biz
bu konuyu merak edenlere, işaret ettiğimiz yere bakmalarını tavsiye edip,
hadisten elde edilen hüküm konusuna dönelim.
Yukarıda işaret
edildiği gibi hadisin zahiri, yemin keffaretinden dolayı azad edilecek kölenin
vasfına doğrudan delâlet etmemektedir. Ebû Dâvûd'-un bu hadisi, yemin keffareti
babında vermesi, keffaretlerin tümünde azad edilecek kölenin aynı vasıfta
olması gerektiğine işaret için olmalıdır. Yani madem ki, müslüman bir köleye
tokat atmaktan dolayı azad edilecek kölenin müslüman olması gerekiyor, yemin
keffareti olarak azad edilecek köle de müslüman olmalıdır, demek istiyor. Bu
konu mezhepler arasında ihtilâlidir.
Şafiî, Mâliki ve
Hanbelîlere göre, bütün keffaretlerde azad edilecek kölenin mü'min olması şarttır.
Dolayısıyla, kâfir olan kölenin azad edilmesi keffareti ödemede yeterli
değildir. Bu görüş sahipleri azad edilecek olan mü'min kölenin namaz kılıp
oruç tutar olmasını da şart koşarlar. Fakat namaz kılıp oruç tutmadan maksadın,
gerçekten bu ibadetleri işlemek mi yoksa bu ibadetlerle mükellef olmak mı
olduğu konusunda farklı görüşlere sahiptirler. Genelde, müslüman olan bir
çocuk köleyi azadın keffaret için yeterli olduğu kabul edilir. Hanefîlere
göre; yemin keffareti için azad edilecek kölenin müslüman olması şart
değildir. Ahmed b. HanbePden de, zimmî kölenin azad edilmesinin yeterli
olduğuna dair bir rivayet mevcuttur.
Mezhepler arasındaki
bu görüş ayrılığına sebep, hâtaen adam öldürmenin keffareti ile ilgili olan
âyeti anlama farklılığıdır. Çünkü o âyette kati keffareti olarak, "bir
mü'min kölenin azad edilmesi" öngörülmektedir. Yemin keffareti ile zıhar
keffareti hakkındaki âyetlerde ise, azad edilecek kölenin tnü'min olması
gerektiğine dair bir kayıt mevcut değildir.
Yemin keffaretinde
azad edilecek kölenin müslüman olmasını şart kokanlar; yemin bahsindeki mutlak
(kölenin müslüman olması kaydı olmayan) lyeti, katil bahsindeki mukayyed
(kölenin müslüman olması gerektiğini bil-iiren) âyete hamleflerler. Hataen adam
öldürmeden dolayı da yemini bozmaktan dolayı da keffaret olarak köle azad
etmek gerekir. Yani, "Her iki suçun cezası da aynıdır. Birisinde azad
edilecek kölenin müslüman olması ?art olduğuna göre ötekinde de şarttır."
derler.
Hanefîler ise,
âyetlerden mutlak olanı mukayyed olana hamletmezler. Her bir âyeti ilgili
bulunduğu konuya hâs kılarlar ve katilden dolayı olan ceffarette azad edilecek
kölenin müslüman olmasını şart koşarlarken yemin ceffaretinde bunu şart
koşmazlar.[144]
1.
İslâmiyet; müslümanın emri altında bulunanlara, hizmetçilere iyi muamele
etmesini emreder.
2. Allah'ı
tanıyan ve Hz. Peygamberdin peygamberliğini bilen kişi müslümandir. Ona
müslümana yapılan muamele yapılır.
Ancak mesele bu kadar
basit değildir. Kişinin imanına zarar veren birçok söz ve davranışlar vardır.
Konu, ilgili yerlerinden araştırılmalıdır.
3. Keffaret
için azad edilecek kölenin kadın ya da erkek oiması arasında ark yoktur. Ancak,
müslüman olmasının şart olup olmadığı konusunda farklı görüşler vardır. Bu
görüşlere yukarıda temas edilmiştir.
4. Bir
köleyi döven kişi, keffaret olarak onu azad eder. Mesele yukarıla kısaca
anlatılmıştır.[145]
3283...
Şerîd (b. Süveyd es-Sakafî)'den rivayet edildiğine göre;
Annesi ona kendisi
adına bir mü'min köle azad etmesini vasiyet iti. Şerîd, Rasûlullah (s.a)'a
gelip:
Ya Rasûlallahî Annem
bana kendisi adına bir mü'min köle azad etmemi vasiyet etti. Benimse, Nûbiyeli
siyah bir cariyem var (onu azad edebilir miyim?), dedi.
(Bundan sonra) ravi,
önceki hadisin benzerini zikretti.
Ebû Dâvûd dedi ki:
Halid b. Abdiliah, hadisi mürsel olarak rivayet etti, Şerîd'i
anmadı.[146]
Nûbiye, Sudan'da geniş
bir yerdir. Bilâl-i Habeşî (r.a) de buralı idi.
Yukarıdaki metinden
anlaşıldığına göre; Şerîd annesinin vasiyetini yerine getirmek için mü'min bir
köle azad etmek istediğinde, elindeki cariyenin yeterli olup olmadığında
tereddüt etmiş ve meseleyi Hz. Peygamber (s.a)'e intikal ettirmiştir. Hz.
Peygamber (s.a) cariyeye; "Allah nerede? Ben kimim?" gibi sorular
sorarak, cariyenin müslümanhğına hükmetmiştir. Ancak bu bölüm hadiste
anılmamış, sadece "yukarıdaki hadisin benzen..." diye işaretle
yetinilmiştir.
Nesâî'deki rivayette,
bu kısım da metne alınmıştır. Fakat birazcık farklıdır. Oradaki rivayete göre
Hz. Peygamber (s.a) cariyeye; "Rabbin kim?*' diye sormuş cariye, "Allah"
karşılığını vermiş, daha sonra "Ben kimim?" demiş, bu sefer de
"Sen Allah'ın elçisisin'' cevabını almıştır. Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a): "Onu azad et, o mü-'mindir" buyurmuştur.
Ebû Dâvûd, bu hadisi
Halid b. Abdullah'ın Şerîd'i hiç anmadan mürsel olarak da rivayet ettiğini
söyler, Bezlü'I-Mechûd sahibi; "Halid'in bu hadisini ben yanımda olan
kitaplarda bulamadım" demektedir.
Bu hadis de
keffaretlerde azad edilecek kölenin mü'min olması gerektiğini isbat için bu
baba alınmıştır. Fakat hadisin böyle bir delâleti açık ve kesin değildir.
Çünkü Şerîd'in, elindeki cariyenin azad için yeterli olup olmadığını
araştırması, mutlak olarak azad edilecek kölenin müslüman olması gerektiğinden
dolayı değil de annesinin vasiyetine tam uymak için olabilir. Çünkü annesi
kendisine, mü'min bir köle azad etmesini vasiyet etmiş, o da meseleyi Hz.
Peygamber'e bildirirken aynı ifadeyi kullanmıştır.[147]
1. Vasiyet
edenin (mûsî) vasiyeti uygulanmalıdır. Bu konu oldukça tafsilatlıdır, ilgili bolümde
izah edilecektir. Burada şu kadarcığına işaret edelim; vasiyet, kişinin ölüm
hastalığında olmamışsa, vârislerinden başkasına edilmişse ve bıraktığı malın
üçte birini geçmiyorsa mutlaka uygulanır. Aksi halde vârislerin rızasına
bağlıdır.
2. Allah'ı
Rab, Muhammed (s.a)'i de peygamber olarak tanıyan kişi müslümandır.[148]
3284... Ebû
Hureyre (r.a)'den rivayet edildiğine göre, bir adam Rasûlullah (s.a)'a siyah
bir cariye getirip:
Ya Rasûlallah! Benim
mü'min bir köle azad etme borcum var (bu olur mu?), dedi.Rasûlullah (s.a),
cariyeye;
"Allah
nerede?" dedi.Cariye parmağı ile gökyüzünü gösterdi; Hz. Peygamber bu
sefer:
“Ben kimim?" diye
sordu. Cariye, Peygamber (s.a)'i ve gökyüzünü işaret etti; yani, "Sen
Allah'ın elçisisin" (demek istedi).Bunun üzerine Rasûlullah (s.a):
"Onu azad et, o
mü'mindir" buyurdu.[149]
Bu hadisi Münzirî,
Muhtasar'ında rivayet etmemiştir. Mizzî, el-Etrâf ında hadisi almış ve üzerine
Ebû Dâvûd rumuzunu koymuştur. Onun için matbu nüshaların bir kısmında bu hadis yer
almamıştır.
Şevkânî; "Her ne
kadar yemin keffareti ile ilgili âyette, azad edilecek kölenin mü'min olmasına
dair bir kayıt yoksa da, hadiste yemin keffareti için azad edilecek kölenin
müslüman olması gereğine işaret vardır" der.
Bu babın ilk hadisinde
bu konudaki görüşler ve delilleri verilmişti.Buraya, Şeyh Abdulhamid'in
ta'likından bir iki cümle aktararak konuya son vereceğiz.
"Bu ve bu babda
geçen diğer hadislerde anılana (yemin keffaretinde azad edilecek kölenin
müslüman olmasının şart olduğuna) bir delil yoktur. Çünkü ilk hadiste, sahibi
cariyeye tokat attığı için; ikincisinde vasiyeti yerine getirmek için;
üçüncüsünde de sahibinin bir mü'min köleyi azad etme borcu olduğu için
sahipleri cariyeleri azad etmişlerdir."[150]
3285...
İkrime (r.a)'den rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a): “Vallahi Kureyş'le
savaşacağım, vallahi Kureyş'le savaşacağım, vallahi Kureyş'le savaşacağım"
buyurdu. Sonra "İnşaallah" dedi. Ebû Dâvûd dedi ki: Çokları bu
hadisi, Şerik, Simâk ve İkrime kanalıyla İbn Abbas'a, o da Rasûlullah (s.a)'a
isnad etmiştir.
Velid b. Müslim,
Serik'ten naklen; "Sonra Rasûiuliah (s.a) onlarla savaşmadı"
demiştir.[152]
Bu babın hadisleri,
yeminde istisna ile ilgilidir. Aşağı yukarı aynı manayı ifade eden başka bir
bab, 9 numarada geçmişti. Oradaki bab ile bu babın farkı şu: Önceki, mutlak
olarak yani yeminden sonra ara verme, susma gibi bir kayıt olmadan
"inşaallah" demenin hükmü ile ilgili idi.
Bu bab ise yeminden
sonra biraz sustuktan veya başka bir şeyler konuştuktan sonra
"inşaallah" demek, yani istisnada bulunmakla ilgilidir.
Beyhakî, Sünen'inde;
('Yemin eden kişinin, yemini ile istisnası arasında az bir sekte ile sesini
kesmesi veya nefes alarak susması" şeklinde bir başlık koymuş ve bu hadisi
vermiştir.
Yeminde istisna
konusunu, yeminle istisna arasındaki susma ve bu susmanın ölçüsü ile ilgili
görüşleri 9. babda (3261, 3262 hadislerin şerhi) özet olarak vermiştik. Onun
için burada tekrar o konuya dönmeyeceğiz. Sadece Hattâbî'nin bu hadisle ilgili
izahını aktarıp, Ebû Davud'un hadisin sonundaki sözleri ile ilgili bazı notlar
koyacağız.
Hattâbî şöyle der:
"Bu hadiste,
sözdeki birkaç fasıldan sonra söylenilen istisna lafzının bu fasılların
tamamını içine aldığına delil vardır.
Ebu Hanife ve talebeleri
şöyle derler:
Bir kimse, haccetmek
ve umre yapmak üzere yemin edip arkasından istisnada bulunursa bu, hac ve
umrenin tamamı için istisna olur. Ama, eğer falanla konuşursam kölem hürdür,
falanla konuşursam öteki kölem hürdür inşallah der ve o adamla konuşursa kazaen
önceki kölesi hür olur. Bu konudaki niyeti, ancak Allah'la kendi arasında olan
şeyde (diyâneten) tasdik olunur. Yine kişi hanımına; sen filânla konuşursan
boşsun, sen filânla konuşursan boşsun inşaallah der, kadın da onunla
konuşursa, ilk boşama vaki olur. Bu kazâendir. Ama diyâneten boş olmaz."
Hattâbî'nin sözleri
burada sona erdi. Konu daha önce işlendiği için fazla bir şey söylemeye gerek
yok.
Görüldüğü gibi bu
rivayet mürseldir. Yani tâbiûndan olan İkrime, sa-hâbîyi atlayarak doğrudan
doğruya Hz. Peygamber'den rivayet etmiştir. Ebû Dâvûd; her ne kadar bu
rivayette sahâbî anılmamışsa da, birçoklarının (metinde belirtilen senedle)
hadisi İbn Abbas (r.anhüma)'dan rivayet ettiklerini söyler.
Zeylaî,Nasbu'r-Râye'
de bu hadis üzerinde durarak birkaç isnadını zikreder. Zeylaî'nin bildirdiğine
göre; İbn Hibbân, Ebû Ya'lâ, İbn Adiyy ve İbnü'l-Kattân hadisi İbn Abbas'a
isnad ederek rivayet etmişlerdir. Bu rivayetlerin ravilerinde ve metinlerinde
bazı küçük farklar vardır. Ancak hepsinin buraya nakli geniş yer alacağı için
sadece rivayetlerin varlığına işaretle yetiniyoruz.
Beyhakî de,hem mürsel
hem de mevsul olarak rivayet etmiştir. İbn Ebî Hatim ise, "Hadisin mürsel
olduğu daha uygundur." der.
Yine Ebû Dâvûd; Velid
b. Müslim'in, Şerîk'ten naklen Hz.Peygamber (s.a)'in Kureyşlilerle
savaşmadığını söylediğini bildiriyor. Fakat bu isabetli olmasa gerektir. Çünkü
Efendimiz Mekke'nin fethinde Kureyşlilerle savaşmıştır.
Rasûlullah
(s.a),"Kureyşle savaşacağım" derken bir zaman kaydı koymamıştır. O
halde Hz. Peygamber yemininde istisna etmişse de vemininin gereğini yerine
getirmiştir.[153]
3286...
İkrime'den merfu olarak rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a):
"Vallahi
Kureyş'le savaşacağım" buyurmuş, sonra"İnşallah" demiştir. Daha
sonra, "İnşaallah, vallahi Kureyş'le savaşacağım" buyurmuştur. Yine,
"Vallahi Kureyş'le savaşacağını" deyip susmuş, daha sonra da
"İnşaallah" demiştir.Ebû Dâvûd dedi ki:
Velid b. Müslim bu
hadiste Serik'ten, "Sonra onlarla savaşmadı" dediğini ilâve etmiştir.[154]
Bu rivayette nadisin
merfu oluşu bildiriliyor. Ayrıca yukarıdakinden farklı olarak, Hz. Peygamber'in
Kureyş'le savaşmak için ettiği üç yeminin birbirinden farklı olduğu görülüyor.
İlk yeminden biraz sonra istisnada bulunmuş, fakat 00arada sustuğuna işaret
edilmemiştir. İkinci yeminden sonraki istisna fasılasız olmuştur. Üçüncü
yeminden sonra ise biraz susmuş ve sonra istisna etmiş, (inşaallah) demiştir.
Bu rivayet, yemin ile istisna arasına giren birazcık susmanın istisnanın
sıhhatine mani olmadığını söyleyenler için delildir.
Yemin ile istisna
arasının bitişik olmasını şart koşan Hanefîler, Hz. Peygamber'in bu rivayette
belirtilen susuşunun bir özre mebni olduğunu söylerler; şu âyeti de izahlarına
delil gösterirler:"Herhangi bir şey için, Allah'ın dilemesi dış ında ; 'Ben yarın onu yapacağım' deme."[155]
3287...
Abdullah b. Ömer (r.anhuma)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah (s.a)
nezirden nehy etmeye başladı.[156]
"Nezir hiçbir şeyi değiştirmez, ancak onun sebebiyle cimriden
(mal)çıkartıhr.” buyurdu.
Müsedded, Rasûlullah
(s.a); “Nezir hiçbir şeyi değiştirmez” buyurdu, dedi.[157]
Bilindiği gibi
"nezr" dilimizdeki "adak" manasınadır. Fakat, fıkhı bir
istilan olduğu ve Türkçede de kullanıldığı için, terceme etmedik.
"Kitabu'l-Eymân ve'n-Nüzûr"un başında da belirtildiği gibi nezir; bir
kimsenin Allah'ı tazim için mubah bir fiilin yapılmasını deruhte etmesi, öyle
bir işin yapılmasını kendi nefsine vacip kılmasıdır.
Nezrin; bir zamanla
kayıtlı olup olmaması durumuna göre, muayyen ve gayri muayyen; bir şeyin
tahakkukuna bağlı olup olmaması yönünden de mutlak ve muallak çeşitlerinin
olduğu da yine orada kısaca açıklanmıştı.
Bu hadisde nezirle
ilgili iki hususa temas edilmektedir:
1- Nezr'in
Rasûlullah tarafından nehyedüdiği meselesi:
Âlimlerin bir kısmı
buradaki nehyi zahirî manasına alarak gerçekten, adakta bulunmanın yasak olduğu
görüşüne varmışlardır.
Bazı âlimler ise bu
nehyi te'vil ederek, nezrin yasak olmadığım söylemişlerdir. İbnti'I-Esîr, Ebu
Ubeyd, el-Mâzerî bu istikamette görüş beyan edenlerdendirler.
İbnü'1-Esîr, en-Nihâye
fî Garibi'I-Hadis ve'l-Eser adındaki eserinde şöyle der:
"Rasûlullah'ın
hadislerinde nezrden nehyin zikri tekrar tekrar geçti. Bu nehiyden maksat, onun
önemini te'kid ve adakta bulunduktan sonra, gevşeklik göstermekten
sakmdırrnaktır. Eğer nehyin manası, nezrin yapılmaması için men olsaydı bu onun
hükmünü iptal ve nezre vefanın gereğini düşürmek olurdu. Çünkü nehiy masiyet
olur ve bu bağlayıcı olurdu. Hadis onlara; nezrin hiçbir fayda temin etmeyip
hiçbir zararı savmadığını ve Allah'ın takdirini değiştirmeyeceğini
bildirmektedir."
Ebu Ubeyd'in şu
sözleri, yukarıdaki manayı ifade yönünden daha da açıktır:
Nezirden nehy ve o konuda
katı davranmak; nezir günahtır demek değildir. Eğer öyle olsaydı, Allah (c.c)
nezre vefayı emretmez ve vefa göstereni övrnezdi. Ama bence hadisin manası;
nezrin kadrini yüceltmek ve böylece nezir konusunda gevşeklik gösterilmemesini
temin etmektir."
Hadisteki nehiyden
maksadın, nezrin yasaklanması olmadığım savunan görüş, daha isabetli olsa
gerektir. Nitekim günümüzde mensubu bulunan mezheplerden hiçbirisi; mutlak
olarak, kayıtsız şartsız nezrin haram olduğunu söylememiştir. Mezheplerin nezir
konusundaki görüşlerinin özeti şöyledir:
Hanefîlere göre:
Şartlarına riayet edilerek, yapılan adak meşrudur. Bu şartlar, üzerinde
durduğumuz bölümün başında geçmiştir.
Şâfiîlere göre: Bir
faydayı temin veya zarardan kurtulma düşünülsün ya da düşünülmesin, adakta
bulunmak caizdir ve ibadettir.
Mâlikîlere göre: Elde
edilen bir nimet veya savuşturulan bir belâdan dolayı Allah'a şükür olarak
edilen nezirler menduptur ve ifası gerekir. Bir şarta bağlanarak, yani bir
menfaati temin veya musibetten kurtulmaya bağlı olarak edilen nezrin hükmünde
iki görüş vardır: Bunlardan birine göre caiz, diğerine göre mekruhtur. Ama
adağın, faydayı temin veya belâyı def edeceğine inanılarak edilen nezir
haramdır.
Hanbelîlere göre;
nezir mekruhtur. Fakat yapılmışsa edası gerekir.
Âlimlerden bazıları
ise hadisteki nehyin bir takım menfaatlarm temini için, (Hastam iyi olursa şu
kadar oruç nezrim olsun demek gibi) edilen nezirlerle ilgili olduğunu
söylerler. Kadı İyaz ve Tıybî; bu görüşü ortaya atıp, benimseyenlerdendirler.
Kurtubî'nin şu
mütalaasını da kaydetmek istiyoruz: "Bu nehyin mahalli; kişinin meselâ
şöyle demesidir: Allah hastama şifa verirse, sadaka vermek nezrim olsun.
Kerahete sebep; anılan ibadetin Allah rızâsı için değil de bildirilen maksadın
husulüne bağlanmasıdır. Böylece kişi ibadeti bir menfaat karşılığında
yüklenmiş oluyor...[158] Bu
manaya, cahillerin; nezrin umulan maksadın husulünü gerektirdiği veya Allah bu
faydayı adanılan adaktan dolayı sağlar tarzındaki yanlış zanları eklenir.
Hadisteki; nezir hiçbir şeyi değiştirmez sözü işte buna işaret eder. Bunlardan
ilk hal küfre yakındır, ikincisi de apaçık bir hatadır."
2- Adak,
Allah'ın takdir ettiği bir şeyi değiştirmez. Dolayısıyla bir kimse meselâ,
"Hastam iyi olursa şu kadar oruç tutayım" diye adakta bulunur ve hastası
iyi olursa bu sırf Allah öyle istediği içindir, adakta bulunanın adağından
dolayı değildir.
Hadisin Buharı ve
Müslim'deki rivayetleri bu hususa daha açık bir biçimde delâlet eder. Hadisin
Ebû Davud'un rivayetindeki: "O hiçbir şeyi değiştirmez" cümlesi,
Buharı ve Müslim'deki bir rivayette: "O hiçbir hayır temin etmez"
şeklindedir.
Müslim'de ayrıca şu
manaya gelen bir rivayet daha vardır:
"Adak, hiçbir
şeyi öne de atmaz geciktirmez de;sadece onun cimriden-mal çıkarılır."
Yine Müslim'de Ebu
Hureyre'den rivayetle, Hz. Peygamber (s.a)'in, "Nezretmeyin, çünkü nezir
kaderden hiçbir şeye fayda vermez. Onunla sadece cimriden mal çıkarılır"
buyurduğu bildirilmektedir.
Her ne kadar adağın
sonuca tesiri yoksa da, adağın bağlandığı şeyin tahakkuku halinde adanılan şey
ifa edilmelidir. Hattâbî, nezrin masiyet için olmaması halinde gereğini
yapmanın vacip olduğunda müslürnanların itifak ettiklerini söyler. Hz.
Peygamber'in, "Onunla sadece cimrinin malı çıkarılır" tarzındaki sözü
de muallak nezrin gereğini yapmanın lüzumunu gösterir. Çünkü normal hallerde
fakire fukaraya sadaka vermeyen cimri kişiler, bir menfaat temin edilmek
maksadıyla sadaka vermeyi adarlarsa, bu adak onlardan mal çıkmasına sebep olur.[159]
1.
Rasûlullah (s.a), adakta bulunmaktan nehyetmiştır. Hadisin zahiri bu manayı
ifade ediyorsa da, aksı hükme delâlet eden deliller sebebiyle bu mana te'vil
edilmiştir. Konu şerh bölümünde de anlatılmıştır.
2. Adağın,
bir şeyin olup olmamasına hiçbir etkisi yoktur. Allah neyi takdir etmişse o
olur.
3. Bir işin
tahakkukuna bağlı olarak edilen nezre, o işin tahakkuku halinde itaat
lâzımdır.[160]
3288... Ebu
Hureyre (r.a)'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) (Allah cc'ın şöyle
buyurduğunu)[161] söylemiştir:
"Adak adamak
insanoğluna; benim kendisi için takdir etmediğim bir şeyi getirmez. Ancak adak
insanı, benim kendisine takdir ettiğim şeye iletir. (Onunla) cimriden mal
çıkarılır. Cimri, Önceden vermediğini o adağı üzerine verir."[162]
Bu hadisi Ebû
Dâvûd'dan, Ebu'l-Hasen b. el-Abd rivayet etmiştir. Lü'lüî'nin rivayetinde ise
mevcut değildir. Bu yüzden Münzirî'nin Muhtasarında yer
almamıştır.Avnu'l-Ma'bûd sahibi; Hafız Mizzî'nin de bu hadisi el-Etrâf
adındaki kitabında zikretmediğini söyleyerek şaşkınlığım ifade. eder.
Bu hadis, dipnotta da işaret
edildiği gibi bir kudsî hadistir. Ancak, sözün Allah (c.c)'a nisbeti açıkça
gösterilmemiştir. İbn Hacer, Fethu'1-Bârî' de buna işaretle şöyle der: "Bu
hadis, kudsî hadislerdendir. Ancak Allah'a nisbeti açıkça ifade
edilmemiştir."
Hadisin Buharı, Ebû
Dâvûd ve Nesâî'deki rivayetlerinden, onun bir kudsî hadis olduğu hemen
anlaşılmaktadır. Çünkü metnin bir bölümünde, ''Nezir insanoğluna, benim kendisi
için takdir etmediğim hiçbir şeyi getirmez" de-riilmektedir. İnsanlar için
olacak şeyleri takdir eden sadece Allah (c.c) olduğuna göre bu hükmün
sahibinin de Allah olması gerekir. Hükmün hikâye yoluyla değii de doğrudan
doğruya hüküm sahibine nisbet edilmesi, hadisin kudsî hadis olduğuna
delildir.'' Ancak bu durum, Müslim ve îbn Mâce'nin rivayetlerinde bu derece
açık değildir. Çünkü yukarıda işaret ettiğimiz cüm-[e Müslim'in Sahih'inde:
"Allah'ın kendisi için takdir etmediği bir şeyi..."; Sünen-i İbn
Mâce'de, "...Ancak kendisi için takdir edilen şeyi..." şeklinde ifade
edilmiştir. Görüldüğü gibi bu rivayetlerde takdir etme işini ya Hz. Peygamber
Allah'a nisbet etmiş, ya da takdir meçhul olarak kullanılmıştır.
Hadis metnindeki
"Cimriden çıkartılır" manasına gelen; cümlesi de; Buharı'de,
"Allah, onunla cimriden (mal) çıkarır"; Müslim'de, "Bu nezirle
cimriden daha önce vermek istemediği şey çıkartılır"; İbn Mâce'de de,
"Nezir sebebiyle cimriden (bir şey) çıkarılır" manalarına gelecek
şekilde ifade edilmektedir.
Bundan önceki hadiste
olduğu gibi bunda da; arzuladığı bir sonuca ulaşmak için adakta bulunmanın sonucu
değiştirmeyeceği, çünkü olan herşeyin Allah'ın takdirinin eseri olduğu ifade
edilmektedir. Ama adak sayesinde normal hallerde bir şey vermeyen cimrilerden
mal çıkar. Çünkü cimri, bir şeyin Dİması halinde sadaka vermeyi veya kurban
kesmeyi adar ve istediği olursa adadığını vermek zorunda kalacak ve kendisinden
mal çıkacaktır.
Adağın, malın
çıkmasına sebep olmasında sadece cimrilerin anılması, ;imri olmayanların adak
sebebiyle mal vermeyecekleri manasına gelmez. Çünkü muallak nezirde, istenilen
şeyin gerçekleşmesi halinde nezrin gereğini yapmak hem cimri hem de cömert
için vacibtir. Cömertler bir şey adamadan ia sadaka verip hayır ve hasenatta
bulundukları için, hadiste sadece cimri-er anılmıştır.[163]
3289... Âişe
(r.anha)'den, Hz. Peygamber (s.a)'in şöyle buyurluğu rivayet edilmiştir.
"Allah'a itaat
etmeyi adayan kişi itaat etsin. Allah'a isyan etmeyi adayan ise isyan
etmesin."[164]
Hadis-i şerifte geçen
Allah'a itaat tabiri, hem farz hem de müstehap olan tâatleri içine alır. Buna
göre hadiste; dinen farz, vacip veya müstehap olan bir şeyi yapmayı adayan
kişinin adağını yerine getirmesi emredilmektedir. İçki içmek, ana babaya isyan
etmek, sıla-i rahmi kesmek gibi Allah'ın yasak ettiği bir şeyi yapmayı adayan
kişi ise bu adağını yerine getirmemelidir.
Günah olan bir şeyin
adanması halinde adağın yerine getirilmemesi gerektiğinde âlimler arasında
görüş ayrılığına rastlayamadık. Ancak bu durumda olan, yani günah bir şeyi
adayıp da dediğini yapmayan kişiye keffaretin gerekli olup olmadığında âlimler
ihtilâf etmişlerdir.
Bu konuda Hattâbî
şöyle der:
"Bu hadis,
A_llah'a isyan konusundaki adağın bağlayıcı olmayıp, adak sahibinin adağına
vefa göstermemesi gerektiğini beyan etmektedir. Durum böyle olunca o adakta
keffaret yok demektir. Eğer bunda keffaret olsaydı, hadiste onun da
bahsedilmesi gerekirdi. Bu, Mâlik ve Şafiî'nin görüşlerine uygundur.
Ebû Hanîfe ashabı ve
Süfyân-ı Sevrî'ye göre; bir günahı işleme konusunda adakta bulunmanın
keffareti, keffaret-i yemindir. Bu görüşte olanlar Ebû Davud'un bu babda
rivayet etmiş olduğu Zührî hadisini kendilerine delil almışlardır."
Şevkânî de, günah olan
bir şeyi yapmak üzere adakta bulunmanın haram oluşunda âlimlerin hemfikir
olduklarını, ancak adağa riayet edilmediğinde keffaretin gerekli olup
olmadığında ihtilâf ettiklerini söyler. Şevkânî'nin bildirdiğine göre; cumhurun
görüşü bu durumda olana keffaretin gerekli olmadığı biçimindedir. Ahmed b.
Hanbel, Sevrî, İshak, bir kısım Şâfiîler ve Hanefîlere göre ise keffaret
gerekir. Bu görüş sahiplerinin delili, yukarıda Hattâbî'nin görüşü
nakledilirken işaret edilen Zührî hadisidir ki bu hadis Hz.Âişe'den rivayet
edilmiştir. Şevkânî, bir sayfadan fazla bu hadisin kritiğini yapmış, hadisin
sıhhati ile ilgili nakillerde bulunmuştur. Bundan sonra gelecek olan mezkur
hadisin izahında bu kritiğe temas edilecektir. Burada şu kadarını ifade edelim
ki, bu hadis oldukça tenkid edilmiştir.
Günah bir iş işlemek
üzere adakta bulunup da bu adağı yerine getirmeyene keffaretin gerekli olduğu
görüşünde olanların dayandığı diğer bir hadis de Sahih-i Müslim'de, Ukbe b.
Âmir'den rivayet edilen; "Nezrin keffareti yemin keffaretidir"
manasına gelen hadistir. Çünkü bu hadiste nezir keffaretinin, yemin keffareti
olduğu bildirilirken, nezirler arasında bir ayırım yapılmamıştır. Nezir sözü
genel anlamda kullanılmıştır ki, bu isyanla ilgili olanlar da dahil olmak üzere
tüm nezirleri içine alır. Ancak bu hadisin Tirmizî ve İbn Mâce'deki
rivayetlerinde, "Adanılan şey söylenmezse, nezrin keffareti, yemin
keffaretidir" denilmektedir. Müslim'deki rivayet, bu ilâve ile birlikte
gözönüne alınırsa, bu görüşe kaynak olma özelliğini kaybedecektir.
Şevkânî; Hanefîler ve
onlarla aynı görüşte olanların görüşlerine delâlet eden hadislere işaret edip,
onların tenkidini yapmış olmasına rağmen, karşı görüşe açıktan delil olabilecek
bir hadis nakletmemiştir. Sadece, nezrin Allah'ın rızasına uygun konularda
veya mubah şeylerde olacağına işaret eden hadislerin, bunların dışındaki
konularda nezrin olmayacağına işaret ettiğini söylemiştir.
îbn Rüşd de,
Bidâyetii'l-Müctehid ve Nihâyetü'l-Muktesid adındaki eserinde cumhurun
görüşüne delil olarak, üzerinde durduğumuz Hz. Âişe hadisini göstermektedir.
Karşı görüşe dayanak olan hadisler burada da tenkid edilmiştir.
Tirmizî; sahâbîlerin
de bu konuda iki ayrı görüşe sahip olduklarını söylemektedir.
İbn Kudâme, el-Muğnî
adındaki eserinde; İbn Mes'ûd, İbn Abbas, Câ-bir, İmrân b. Husayn ve Semüre b.
Cündüb'den de keffaretin gerekli olduğunun rivayet edildiğini, Ahmed b.
Hanbel'den ise keffarete gerek olmadığına dair bir rivayet bulunduğunu söyler.
Daha önce belirtildiği
gibi, Hanefîlere göre nezrin sıhhati için nezredi-len şeyin ibadet cinsinden
olması gerekir. Dolayısıyla günah olan bir şeyi yapmak için yapılan adaklar
nezir sayılmazlar. Belki yemin olarak mütalaa edilirler,
Aliyyü'1-Kârî,
Mirkât'da İbnü'l-Hümâm'dan naklen; nezri, mutlak olarak ve bir şeye niyet
etmeden söyleyen yani; "Allah'a nezrim olsun ki şöyle yapacağım veya
yapmayacağım" diyen kişinin söylediğini yapmaması halinde kendisine yemin
keffareti gerekeceğini bildirir. Yine İbnü'l-Hümâm'dan yaptığı bir başka
nakilde, masiyet olan nezrin; bizzat kendisi haram olan veya kendisinde ibadet
manası bulunmayan konulardaki nezir olduğunu söyler. Buna göre; bir kimse,
bayram günü oruç tutmayı adaşa, oruç bir ibadet olduğu, fakat bayram günü oruç
tutmak haram olduğu için başka bir gün oruç tutarak adağını yerine getirir. Ama
haram olmasına rağmen bayram günü oruç tutarsa adağının sorumluluğundan
kurtulur.
Bir kimse, tahakkukunu
istemediği bir şey üzerine adakta bulunursa, İmam A'zam ve İmam Muhammed'e göre
yemin keffareti gerekir. Meselâ birisi, "Filânla konuşursam veya eve
girersem, bir sene oruç borcum olsun..." gibi bir adakta bulunsa kendisine
yemin keffareti gerekir. Zaruretten dolayı, âlimlerden bazıları bu görüşü
tercih etmişlerdir.[165]
1. Bir tâatı
işlemek üzere adakta bulunan kimse, nezrım ifa etmelidir.
2. Bir
günahı işlemek üzere adakta bulunan o günahı işlemez. Bundan sonra bazı âlimlere
göre kendisine yemin keffareti gerekir, bazılarına göre hiçbir şey gerekmez.[166]
3290... Âişe
(r.anha)'dan, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Allah'a isyan
konusunda adak olmaz. (Eğer adanmışsa) onun keffareti yemin keffaretidir."[168]
Tirmizî, Zührî'nin bu
hadisi Ebû Seleme'den işitmediğine işaretle, hadisin sahih olmadığını söyler.
Münzirî de; "Tirmizî'den başkaları, Zührî'nin bu hadisi Süleyman b.
Erkâm'dan işittiğini söylemişlerdir. Süleyman b. Erkâm ise metruktür"
der.
Şevkânî'nin nakline
göre; Ahmed b. Hanbel, "Bu hadisin hiçbir değeri yoktur. Bir kalp para
bile etmez" demiştir. Buharî de; "Âlimler bu hadisi terk ettiler.
İçlerinde Amr b. Ali, Ebû Dâvûd, Ebû Zür'a, Nesâî, İbn Hib-bân ve Dârekutnî'nin
de bulunduğu bir grup da tenkid etmişlerdir" demektedir.
Bununla ilgili olarak,
Hattâbî de şöyle der:
"Eğer bu hadis
sahih olsaydı onunla hükmetmek vacib, onun hükmüne dönmek lâzım olurdu. Ancak
hadisi bilen âlimler onun maklûb bir hadis olduğunu söylemişlerdir."
Hattâbî bu hükmü
verdikten sonra hadisin maklûb oluşu yönünü izah eder. Ancak bu teknik bir konu
olduğu için buraya almaya gerek görmedik. İlgi duyanlar aslından bakabilirler.
Bu hadis Sahih-i
Müslim'de, İmrân'dan rivayetle şu manaya gelecek şer kilde yer almıştır:
"Allah'a isyan konusundaki bir adağa vefa yoktur (edilmez)";
Müslim'deki başka bir rivayet ise, "Allah'a isyan konusunda adak
adanmaz" şeklindedir.
İmam Nevevî, hadisin
şerhinde şöyle demektedir:
"Bu hadis, içki
içmek gibi günah olan bir şeyi adayanın adağının bâtıl olduğuna delildir. Bu,
adak olmaz ve ne yemin keffareti ne de başka bir kef-faret gerekmez. Mâlik,
Şafiî, Ebû Hanîfe,[169]
Dâvûd ve cumhur bu görüştedirler. Ahmed b. Hanbel ise İmrân b. el-Husayn. ve
Hz.Âişe vasıtasıyla Ra-sûlullah'tan rivayet edilen; "Allah'a isyan
konusunda nezir olmaz. Onun kef-faretı, yemin keffaretidir" hadisi ile
hükmederek, bu adak ile yemin keffareti gerektiğini söylemiştir. Cumhur ise
Müslim'deki, İmrân b. Husayn hadisini delil almışlardır. "Onun keffareti
yemin keffaretidir" hadisi ise ha-disçilerin ittifakı ile
zayıftır...".
Avnü'l-Ma'bûd sahibi;
İbn Hacer'in, Nevevfnin bu sözüne karşılık, "Ta-havî ve Ebû Ali b.
es-Seken bu (Allah'a isyan konusundaki nezrin keffareti, yemin keffaretidir
mealindeki) hadisin sahih olduğunu söylemişlerdir. O halde bunun zayıflığına
ittifak nerede?" dediğini nakletmektedir.
Sindî de şöyle der:
"Hadisteki; "Allah'a isyan konusunda nezir yoktur" sözünün
manası, o asla tahakkuk etmez demek değildir. Çünkü bu; "o nezrin
keffareti yemin keffaretidir" sözü ile uyuşmaz. Aksine mana; o nezre vefa
gösterilmez, demektir. Nitekim bu, bazı sahih rivayetlerde açıkça görülmektedir."
Bu sözleriyle Sindî de
hadisin sahih olduğuna işaret etmektedir.
Üzerinde durduğumuz bu
hadisi Aliyyü'1-Kârî, Mirkât'da, hiç bîr tenkide tabi tutmadan izah etmiş,
hatta bunun sıhhatine delâlet eden şu sözleri söylemiştir: "Bu hadisi, Ebû
Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî rivayet etmişlerdir. Hadis (Misbâh'ın) bazı
nüshalar(in) da mevcut değildir. Ama sahih olanı mevcut olmasıdır. Çünkü bu
hadisi Suyutî, Câmiu's-Sağîr'in de aynı lafızla zikretmiştir."
Yine Aliyyü'1-Kârî;
"Masiyetle ilgili olan nezrin keffaretinin yemin keffareti olduğu"
hükmüne Ebû Hanîfe'nin iştirak ettiğini söyleyip, bunun Şâ-fiîler aleyhine
delil olduğunu belirttir^
Buraya kadar
yazılanlardan Çıkan sonuca göre; âlimlerin bir kısmı, üzerinde durduğumuz
hadisin zayıf olduğunu söylerken, bir kısmı sahih olduğunu iddia etmişlerdir.
Hadisin sahih olduğu kabul edildiğinde, günah bir şeyi yapmak üzere adakta
bulunana yemin keffaretini gerekli görenler için delildir.
Bu konu bir önceki
hadisin izahında açıklanmıştır.[170]
3291... İbn
Şerh, bize İbn Vehb'den, o; Yunus'dan Yunus da İbn Şihâb'dan önceki hadisi aynı
mana ve aynı isnadla rivayet etti.
Ebû Dâvûd dedi ki:
Ahmed b. Şebbûye'yi
şöyle derken duydum: "İbnü'l-Mübârek; -bu hadis hakkında- Ebû Seleme haber
verdi, dedi. Bu; Zührî'nin, hadisi Ebû Seleme'den duymadığına delâlet
eder."
Ahmed b. Muhammed de;
"Eyyûb -yani EbîSüleyman-'un bize haber verdiği şey bu sözün
tasdikidir" demiştir.
Yine Ebû Dâvûd dedi
ki:
Ahmed b. Hanbel'i
şöyle derken işittim: "Bu hadisi bize ifsad ettiler. " Kendisine:
"Sence onun ifsadı doğru mu ve onu İbn Ebî Üveys'-den başkası rivayet etti
mi?" denildi. "Eyyûb -yani Eyyûb b. Süleyman b. Bilâl- ondan (İbn
Ebî Üvey s) daha iyidir. O hadisi Eyyûb da rivayet etmiştir," karşılığını
verdi.[171]
Ebu Dâvûd bu sözleri,
geçen hadisin zayıflığına işaret için kitabına almıştır.[172]
3292... Bize
Ahmed b. Muhammedel-Mervezî haber verdi. Bize, Eyyûb b. Süleyman, Ebû Bekir b.
Üveys'den, o Süleyman b. Bilâl'-den, Süleyman, İbn Ebî Atık ve Musa b.
Ukbe'den, onlar İbn Şihâb'-dan, îbn Şihâb da Süleyman b. Erkâm'dan haber verdi.
Süleyman'a Yahya b. Ebî Kesîr, Ebû Seleme vasıtasıyla Hz. Âişe (r.anha)'dan
Ra-sûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu bildirmiş:
"(Allah'a) isyan
konusunda adak olmaz. (Adanmişsa) onun keffareti, yemin keffarelidir."
Ahmed b. Muhammed
el-Mervezî şöyle dedi:
Gerçekte hadis; Ali b.
el-Mübârek'in Yahya.b. Ebî Kesîr'den, onun Muhammed b. Zübeyr'den, onun
babasından, onun da İmrân b. Hu-sayn vasıtasıyla Hz. Peygamber (s.a)'den
rivayet ettiği hadistir.
Mervezîfbu sözüyle),
Süleyman b. Erkâm'ın bu hadiste vehme düştüğünü ve onu kendisinden Zührî'nin
alıp (Süleyman'ı anmadan) mürsel olarak Ebû Seleme'den, onun da Hz. Âişe'den
rivayet ettiğini kasdetmiştir.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadisin bir benzerini Bakiyye, EvzaVden; Evzaî, Yahya'dan; Yahya, Muhammed' b.
Zübeyr'den, Ali b. Mübarek'in isnadı ite rivayet etmiştir.[173]
Bu rivayet, babın ilk
hadisinin değişik bir isnadla gelen başka bir rivayetidir. Rivayetin, Sünen'e
alınmasından maksat, isnaddaki bir zaafa işaret olduğu için, âdetimizin aksine
senedi de terceme ettik.
Rivayeti Ebû Davud'a
nakleden Ahmed b. Muhammed el-Mervezî, hadisin kendisine kadar gelen senedini
verdikten sonra, hadisi tenkid eder ve gerçek rivayetin Ali b. el-Mübârek'in
senedde işaret edilen rivayeti olduğunu söyler.
Ebû Davud'un izahına
göre el-Mervezî'nin bu sözdeki maksadı, babın ilk hadisinin senedindeki bir
tedlise işarettir. Buna göre; Süleman b. Erkâm hadiste vehme düşmüş ve
kendisinden de Zührî rivayet etmiştir. Fakat Züh-rî, Süleyman b. Erkâm'ın zayıf
olması sebebiyle, onu atlamış ve doğrudan doğruya Ebû Seleme'den duymuş gibi
nakletmiştir. Bu hareketi ile hadisi kuvvetli göstermek istemiştir.
Sindî, Nesâî
haşiyesinde; el-Mervezî'nin bu iddiasına şu şekilde bir itirazda
bulunmaktadır: "Hz. Âişe'nin hadisi; bazı isnadlarda 'Zührî'den, Ebû
Seleme'den' bazılarında ise, "bize Ebû Seleme haber verdi' şeklinde varid
olmaktadır. Bu, Zührî'nin hadisi Ebû Seleme'den işittiğini gösterir. Bazı isnadlarda
ise; 'Süleyman b. Erkâm'dan, Yahya b. Ebî Kesir ona haber verdi ki o Ebû
Seleme'den işitti' şeklindedir. Bu çelişkinin; Zührî'nin bir defa Süleyman'dan,
bir defa da Ebû Seleme'den dinlemiş olabileceğini söyleyerek giderilmesi
mümkündür. Bu takdirde hadisin zayıf olduğunu kesin olarak söyleyemeyiz.
Özellikle, Ukbe ve İmrân'ın hadisleri bu hadisin sabit olduğunu
gösterir."
Sindî bu sözleri ile,
Zührî'yi tedliste bulunma töhmetinden korumakta ve zayıf olduğu iddia edilen bu
hadisin sabit olduğunu belirtmektedir.
Hadisin ifade ettiği
fıkhı hüküm ve bu hükümle ilgili görüşler babın ilk hadisinde geçmiştir.[174]
3293... Ukbe
b. Amir (r.a) haber verdi ki:
.
O, Hz. Peygamber
(s.a)'e, yalınayak yürüyerek başı örtüsüz (başı açık) hacca gitmeyi adayan kız
kardeşinin durumunu sordu.Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:
"Ona emrediniz,
başım örtsün, (bir şeye) binsin ve üç gün oruç tutsun."[175]
Beyhakî, bu hadisin
isnadında ihtilâf olduğunu ve Ebû Dâ-vûd'un İbn Abbas'tan gelen rivayetinde,
"(Bir şeye) binsin" sözünden sonra; "Kurban olarak bir deve
götürsün" sözünün bulunduğunu söyler.
Avnu'l-Ma'bûd sahibi;
Sübülü's-Selâm'dan naklen, söyleyenlerin ismini belirtmeden, bu hadisin, Buhârî
ve Müslim'in şartlarına uygun olduğunun söylendiğini nakleder. Yine orada
belirıildiğine göre Buharı; "Ukbe b. Âmir'in hadisinde, kurban olarak bir
deve götürme emri yoktur. Şayet bu sahihse sanki o, nedb için bir emirdir. Onun
vechinde de gizlilik vardır" demiştir.
Hattâbî; Hz. Peygamber
(s.a)'in, başı açık olarak hacca gitmeyi adayan kadına başını örtmesini
emretmesini, günah olan bir şeyi yapmak için bulunulan adağın geçersiz olduğuna
delâlet sayar. Hattâbî'nin anlayışına göre; yalın ayak hacca gitme konusundaki
adak geçerlidir. Böyle bir adakta bulunan gücü yettiği nisbette o şekilde
yürür. Yürüyemez hale gelince, bir şeye biner ve Mekke'de bir kurban keser.
Avnü'l-Ma'bûd'da ise, yalınayak hacca gitmeyi adamanın muteber olmadığı
belirtilmektedir.
Yine Hattâbî, 3303
numarada gelecek olan hadisin şerhinde Hz. Peygamber (s.a)'in oruçla ilgili
emrini şöyle açıklar:
"Hz. Peygamber
(s.a)'in, "üç gün oruç tutsun" sözü, orucun hedy (kurban edilmek
üzere Mekke'ye götürülen hayvaniden bedel olmasından dola-' yıdır. Kadın oruçla
hedy arasında muhayyer bırakılmıştır. Bu, av öldüren ihramımın; bu avın varsa
benzeri veya kıymetini fakirlere vermek ya da her müd buğdaya mukabil bir gün
oruç tutmak arasında muhayyer olmasına benzer..."
Hattâbî bu sözleri
ile, günah olan bir şeyi yapmayı adayan kişinin adağımn geçersizliği ve
kendisine yemin keffareti gerekmediğini belirtiyor. Hadisi de bu anlayış
istikametinde izah ediyor.
Sübülü's-Selâm'da ise,
üç gün orucun, günah olan başı açık hacca gitmekle ilgili nezre riayet
edilmeyeceği için keffaret olarak emredildiği kaydedilir. Sübülü's-Selâm'ın
ifadesi şu şekildedir: "Her halde üç gün oruç tutmakla ilgili emir, başı
örtmemekle ilgili adak sebebiyledir. Çünkü bu, günah işlemek konusunda bir
adaktır. O halde bir yemin keffareti gerekmiştir. Bu. hadis, Allah'a isyanı
adayana yemin keffareti gerektiğini söyleyenlerin delillerindendir."
Aliyyü'1-Kârî de,
buradaki orucun keffaret için olduğuna işaret ediyor ve şöyle diyor:
"Önceden geçtiği
gibi günah işleme konusundaki adak gerçekleşir fakat ona vefa gerekmez. Aksine
o adak yerine getirilmez ve bir yemin keffareti ödenir. Bizim görüşümüz ve
hadislerden anlaşılan budur..."
Demek ki, âlimler
hadisi kendi görüşlerine göre yorumluyorlar. Masi-yetle ilgili nezirden dolayı
keffareti gerekli görmeyenler, Hattâbî'nin dediği gibi; karşı tarafta olanlar
da Aliyyü'l-Kârî'nin dediği gibi izahda bulunuyorlar. Sübülü's-Selâm sahibi,
her iki görüşü benimseyen mezheplerden birinden olmamakla beraber, Hanefîlerin
görüşü istikametinde fikir beyan etmektedir.
Hadiste mevzubahs
edilen diğer bir konu da; Kabe'ye yaya olarak gitmeyi adama meselesidir. Genel
olarak âlimlerin bu konudaki fikirleri şöyledir: Yaya olarak hacca gitmeyi
adamak caizdir. îbn Kudâme; bu konuda ihtilâf bilmiyorum, der. Böyle bir adakta
bulunan kişinin gücünün yettiği . ölçüde yürümesi gerekir. Yürümekten aciz
duruma düşerse kendisine bir kurban gerekir. Şafiî'nin bir görüşüne göre bu
kurban müstehaptır. Ebû Hanî-fe'den gelen bir rivayette, böyle bir adakta
bulunan kişi ihrama girdiği yerden itibaren yürümeye başlar. İmam Şafiî'nin
meşhur görüşü de bu istikamettedir. Hanbelîlere göre; yürüyemediği için bineğe
binen kişiye bir yemin keffareti lâzımdır.
Kadı İyaz'ın şöyle
dediği nakledilir: "Hacca yürüyerek gitmek bir tâat-tir. O halde bunu
adayan kişi, diğer tâatleri adadığında olduğu gibi bunda da adağına riayet
etmelidir. Ancak yürüyemez hale gelince bir bineğe biner ve bunun fidyesini
verir." Yürüyerek gitmeye gücü yettiği halde bineğe binerse, Şâfiîlerden
meşhur olan görüşe göre; günahkâr olmakla birlikte hacc veya umresi sahihtir.
Kendisine bir kurban gerekir. Bu konuda kurbandan maksat bir koyun kesmektir.
3296 numarada gelecek
olan hadis de bu görüşü te'yid etmektedir.[176]
1. Günah
olan bir şey yapmayı adayan kişi adağını yerine getirmez, uç gün oruç tutar.
2. Yalınayak
hacca gitmeyi adayanın adağına riayet etmesine gerek yoktur.
3. Yaya
olarak hacca gitmeyi adayan, gücü yeterse adağını yerine getirir. Gücü
yetmezse bir bineğe biner ve ceza olarak kurban keser.[177]
3294... Bize
Mıhled b. Halid haber verdi, bize Abdürrezzak haber verdi, bize İbn Cüreyc
haber verdi, İbn Cüreyc; "Bana Yahya b. Saîd yazdı" dedi. Bana, Benî
Damra'nm azadlısı Ubeydullah b. Zahr habern verdi, -o herhangi bir adamdı- ki
kendisine Ebû Saîd er-Ruaynî, o hadisi Yahya'nın isnadı ve manasıyla haber
verdi.[178]
Bu rivavet yukarıdaki
hadisin değişik isnadla gelen başka bir rivayetine işaret etmektedir. Ebû
Davud'un bazı nüshalarında mevcut değildir. [179]
3295... İbn
Abbas (r.anhüma)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Bir adam Hz. Peygamber
(s.a)'e gelip:
Ya Rasûlallah! Kız
kardeşim -yürüyerek hacca gitmeyi- adadı. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:
"Şüphesiz Allah
(c.c) kız kardeşinin meşakkat çekmesi ile bir şey yapacak değil, (onun
yorulmasına muhtaç değildir). (Bir bineğe) binerek hacca gitsin ve yemininden
dolayı keffaret ödesin."[180]
3296... İbn
Abbas (r.anhüma)'dan rivayet edildiğine göre;
Ukbe b. Âmir'in kız
kardeşi Kabe'ye yürüyerek gitmeyi adadı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a)
kendisine, bir bineğe binmesini ve bir hedy götürmesini emretti.[181]
3297... îbn
Abbas (r.anhüma)'dan rivayet edildiğine göre; Ukbe b. Âmir'in kız kardeşinin
yaya olarak hacca gitmeyi adadığı haberi Rasûlullah (s.a)'a ulaşınca
Efendimiz:
"Şüphesiz Allah
onun adağına muhtaç değildir. Ona emret, bir şeye binsin" buyurdu.Ebû
Dâvûd dedi ki:
Bu hadisin benzerini
Saîd b. EbîArûbe rivayet etmiştir. Halid de İkrime vasıtasıyla Hz. Peygamberden
hadisin benzerini rivayet etmiştir.[182]
3298...
İkrime'den;
Ukbe b. Âmir'in kız
kardeşi... (Yukarıdaki Hişâm'm hadisinin manası rivayet edildi. İkrime bu
rivayetinde, hedy (kurban)'i anmadı. Bu rivayette Hz. Peygamber:
"Kız kardeşine
emret, bir bineğe binsin" buyurdu (ğu belirtilir).Ebû Dâvûd dedi ki:
Hadisi, Halid de
İkrime'den, Hişâm'ın rivayetinin manası ile rivayet etti.[183]
3299... Ukbe
b. Âmir el-Cühenî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Kız kardeşim,
Beytullah'a kadar yürümeyi adayıp, benden kendisi adına Hz. Peygamber'e
danışmamı istedi. Ben de Hz. Peygamber'e danıştım. Rasûlullah (s.a):
"Hem yürüsün, hem
de (bir bineğe) binsin" buyurdu.[184]
3293 numaradaki
hadisten itibaren yedi. hadiste bahsedilen olay ve olayın kahramanları aynıdır.
Yalnız isnadiarda ve metinlerdeki bazı farklardan dolayı musanif hadisi
tekrarlamıştır. Rivayetlerin bir kısmının ilk ravisi Ukbe b. Âmir, bir
kısmınınki de İbn Abbas'tır.
Metinler arasındaki en
önemli farklar da; ilk (3293 numaralı) hadiste Ukbe b.Âmir'in kız kardeşinin
yalınayak, başı açık haccetmeyi adadığı bildirilmektedir. Bu hadiste, kadının
başını açmasının da bulunması, adağı, günah olan bir şeyi adama bölümüne
sokmuştur. Onun için Hz. Peygamber kendisine yemin keffareti emretmiştir.
Diğerlerinde ise, anılan kadının sadece yürüyerek haca gitmeyi adadığı söz
konusu ediliyor. Ayrıca, ilk hadiste Hz. Peygamber'in kadına oruç tutmasını
emrettiği ifade edildiği halde, diğerlerinde bu mevcut değildir. Ancak sonraki
bazı hadislerde bir hedy emri yer almaktadır. Bu rivayetlerde, yemin keffareti
değil de hedyin emredüme-si, adağın sadece insanın gücünün yetmediği bir şey
olmasından dolayıdır.
Hadislerde geçen, Ukbe
b. Âmir'in kız kardeşi; Âmir'in kızı Ümmü Hibbân'dır. Hz. Peygamber'e biat
etmiştir.
Bir rivayette; kadının
şişman olduğu, bu yüzden yürümekte zorluk çektiği de bildirilmektedir.
3293 numarar1 iki
hadis izah edilirken, yaya olarak hacca gitmenin adanabileceği, fakat bu adağın
bir özre binaen yerine getirilmemesi halinde kef-faret olarak bir hayvan kurban
edileceği belirtilmişti.
Hac ve umre kasdı
olmadan, yaya olarak Kabe'ye gitmeyi adamanın geçerli olup olmadığında âlimler
ihtilâf etmişlerdir. Ebû Hanîfe'den; umre veya hacc niyeti olmadan yapılan
adakların muteber olmadığı rivayet edilmiştir. Şafiî de aynı görüştedir.
Mâlikîlerden bir
rivayete ve İbn Ömer ile İbn Zübeyr'e göre; yaya olarak hacca gitmeyi adayan
kişi, bir müddet yürümekten aciz kalır ve binerse, ertesi sene o binekli
geçtiği mesafeyi yürüyerek yeniden haccetmesi gerekir. Aczi devamlı olduğu
takdirde bir hedy gerekir.
Bu son hadiste Hz.
Peygamber'in, Ukbe'nin kız kardeşi için; "Hem yürüsün, hem binsin."
şeklinde emir buyurduklarını görmekteyiz. Bundan; gücü yettiği nisbette
yürüsün, takatsiz kaldığında da binsin manası anlaşılmaktadır, îbn Hacer ve
Nevevî'nin izahları da bu istikamettedir. Bu anlayış; yaya olarak hacca gitmeyi
adayana, aciz değilse adağına uyması gerekir tarzındaki görüşe uygundur. 3301
numarada gelecek olan Eneş hadisinde, yürüme sözkonusu edilmeden, adakta
bulunan zatın bir bineğe binmesinin emredil-diği belirtilmektedir. Çünkü o zat
yaşlı idi. Aczi belli idi. Onun için Hz. Peygamber (s.a), kendisinden
yürümesini istememişti.[185]
1. Yaya
olarak Kabe'ye gitmek üzere yapılan nezirler sahihtir. Ancak Ebu Hanife ye
göre; gidiş maksadının hac veya umre olması gerekir.
2. Böyle bir
adakta bulunan kişi, gücünün yettiği ölçüde, adağına riayet eder. Yürümekten
aciz kaldığı takdirde bir bineğe biner ve bir kurban keser. Bu vaciptir. İmam
Şafiî'nin bir görüşüne göre ise müstehaptır.[186]
3300... İbn
Abbas (r.anhüma) şöyle anlatmıştır:
Rasûlullah (s.a)
(insanlara) hitab ederken, güneşin altında ayakta duran bir adam görüp
durumunu sordu.
Bu, Ebû İsrail'dir.
Ayakta durmayı, oturmamayı, gölgelen-memeyi, konuşmamayı ve oruç tutmayı adadı,
dediler.
Peygamber (s.a):
"Ona söyleyin;
konuşsun, gölgelensin, otursun ve orucunu tamamlasın" buyurdu.[187]
Münzirî, bazı
âlimîerin; hadiste anılan Ebû İsrail'in, Kayser el-Âmirî olduğunu çünkü
sahabeler arasında Ebû israil künyesinin sadece bu zâta ait bulunduğunu
söylediklerini nakleder. Münzirî'nin bildirdiğine göre, Ebû İsrail'in adı bu
hadisten başka hiçbir hadiste geçmemiştir. Ebû Kasım el-Beğavî; Ebû İsrail'in
adının Kuşeyr olduğunu söylemiştir.
Bezlü'l-Mechûd'da ise,
Ebû Amr'ın; "Onun adının Cuseyr olduğu söylenildi" dediği
kaydedilmektedir. Ebû İsrail'in, Ensar'dan mı yoksa Kureyş'ten mi olduğunda da
ihtilâf vardır.
Hz. Peygamber (s.a), cemaate
karşı konuşma yaparken güneşte ayakta duran birisini görünce adamı merak edip
sormuş. Kadı Iyaz; "Hz. Peygamber'in sorusu, adamın adını öğrenmeye
yöneliktir. Kendisine cevap olarak isminin söylenmesi de bunu gösterir"
der. Ancak başkaları, sorunun hem adamın adını hem de durumunu öğrenmeye
yönelik olduğunu söylerler.
Hadis-i şerifte iki
yönlü bir adak söz konusudur. Bunlardan birisi masiyet (günah) yönü, diğeri de
tâat yönüdür. Adağın güneşin altında hiç oturmadan ayakta durma ve konuşmama
şeklinde olan kısmı masiyet, oruç tutma kısmı da tâattır. Hz. Peygamber (s.a);
adağın masiyet olan kısmını reddetmiş, ibadete ait kısmının ise devamını
istemiştir.
Hadisten anlıyoruz ki,
Kur'an'da ve sünnette meşru oldukları belirtilmeyen ve insana eziyet veren şeyler
ibadet değildir. Yalınayak yürümek, güneşin altında kalmak bu kabildendir.
Avnü'l-Ma'bûd sahibi;
Hz. Peygamber'in Ebu İsrail'i ayakta durmaktan ve güneşin altında kalmaktan
men etmesini gözönüne alarak, hadisin, günah işleme konusundaki adakların geçerli
olmayacağına hamledildiğini söyler. Bundan Önceki babın ilk hadislerim izah
ederken bu konuda âlimlerin farklı görüşte oldukları belirtilmiş ve bu
görüşlere işaret edilmişti.
Kurtubî de; Ebû İsrail
kıssasının, günah olan veya gücünün yetmeyeceği bir şeyi yapmayı adayana
keffaretin gerekli olmadığını söyleyenler için büyük bir delil olduğunu
söyler. Bu meselenin de münakaşası daha önce geçti. Burada tekrarına gerek
duymuyoruz.
Hattâbî; hadisteki,
adağa konu olan şeylerden orucun dışındakilerin bedene eziyet verdikleri ve
birer ibadet olmadıkları için, günaha dönüştüklerini; dolayısıyla bu adaklara
vefanın gerekmediği gibi, keffaretin de lâzım olmadığını savunur.
Bu konuda Aynî'nin
söyledikleri de şöyledir: "Oruç bir ibadet olduğu için, Hz. Peygamber
(s.a)Ebû İsrail'e orucunu tamamlamasını emretmişti. Ama diğerleri böyle
değildir. Bu hadis, mubah olan şeyleri konuşmama ve Allah'ı anmayı terketmenin
tâat olmadığına delildir. İçerisinde tâat olmayan, kitap ve sünnetle ibadet
oldukları bildirilmeyen; güneşin altında durmak gibi bedene eziyet olan şeyler
de böyledir. Tâat, Allah ve Rasûlü'nün emrettikleridir."
Avnü'I-Ma'bûd sahibi;
hadisi, bazı mutasavvıfların nefis tezkiyesi adı altında nefse zulüm ederek
kendilerine eza ve cefa etmelerinin caiz olmadığına da delil olduğunu
kaydeder.[188]
1. İbadet
cinsinden bir şeyi yapmayı adayan kişi adagına riayet etmelidir.
2. Günah
olan bir şeyi yapmayı adayan kimse, adağının gereğini yerine getirrîıez. Bazı
âlimlere göre bunun yerine bir yemin keffareti öder. Bazılarına göre bir şey
gerekmez.
3. Aynı anda
içerisinde hem tâat hem de günah bulunan şeyi veya şeyleri adayan kişi, tâat
cinsinden olanları yapar, günah olanları yapmaz.
4. Kitap ve
sünnette emredilmeyen ve bedene eziyet kabilinden olan şeyler tâat değil aksine
isyandır.[189]
3301... Enes
b. Mâlik (r.a)'den rivayet edildiğine göre;
Rasûlullah (s.a), iki
oğlunun arasında götürülen bir adam görüp durumunu sordu.
Yürümeyi adadı,
dediler.
Bunun üzerine Hz.
Peygamber:
"Şüphesiz Allah
bunun nefsine azab etmesine muhtaç değildir/' rmyurdu ve (bir şeye) binmesini
emretti.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadisin benzerini Amr b. Ebî Amr, A’rac'dan, o da Ebû Hureyre vasıtasıyla Hz.
Peygamber'den rivayet etmiştir.[190]
Buhar'î hadisi hem
Kitabü's-Sayd'de hem de Kitabü'l-Eymân'da rivayet etmiştir. Kitabü'l-Eymân'daki
rivayet ek ;iktir. Tamamı Kitabü's-Sayd'dadır. Orada Hz. Peygamber'in, oğulları
aramda yürümeye çalışan ihtiyarı görünce durumunu sorması, ( iJU jıu
)"Bu-ıun hali ne?!"şeklinde ifade edilmiştir.
Müslim'in Ebû
Hureyre'den yaptığı bir rivayette de, Hz. Peygamber'in htiyara: "Ey
ihtiyar! Bin, şüphesiz Allah sana da, senin adağına da muhtaç leğildir."
buyurduğu belirtilmektedir.
Bazı kaynaklarda, oğulları
arasında güçlükle yürüyebilen bu ihtiyarın ıbû İsrail olduğu kaydedilir.
Bu hadis, yaya olarak
hacca gitmeyi adayıp da yürümekten aciz olan .işinin bir bineğe binebileceğine
delâlet etmektedir. Gerçi burada bu durumda olan kişiye herhangi bir keffaret
söz konusu edilmemiştir; ancak, bu babın daha önce geçen hadislerinden bu
durumda olanların bir kurban keseceği anlaşılmaktadır. Konunun detaylı
incelemesi, önceki hadislerde geçmiştir.[191]
3302... İbn
Abbas (r.anhüma)'dan rivayet edildiğine göre;
Rasûlullah (s.a)
Kabe'yi tavaf ederken, kendisini, burnundaki halka ile bir başkasının çektiği
bir adama rastladı. Hz. Peygamber (s.a) halkayı eli ile kopardı ve adama, onu
eli ile yedmesini emretti.[192]
Hadis, BuhaıTde üç
defa tekrarlanmıştır. Bunlardan ikisi Kitabü'l-Hacc'da, birisi de
Kitabü'l-Eymân-dadır, Bu üç rivayetten, hacc bahsindekilerden birisi diğer
ikisinden farklıdır. Bu rivayet şu şekildedir:"Hz. Peygamber (s.a) Kabe'yi
tavaf ederken bir adama rastladı. Adamın eli, başka birine bir kayışla yahud
bir iple ya da başka bir şeyle bağlanmıştı. Hz. Peygamber eli ile bu bağı
kopardı. Sonra da yanındaki adama;"Bunu elinle yed" buyurdu."
Buharı'deki birbirinin
aynı olan diğer iki rivayet de şu manadadır: "Hz. Peygamber (s.a) Kabe'yi
bir bağ (yular) ile veya başka bir şeyle tavaf eden bir adam gördü ve o bağı
kopardı."
Hadisin Nesâî'deki
rivayetinde; anılan adamın bu şekilde tavaf etmeyi adadığı kaydedilmektedir.
Zaten hadisin, üzerinde durulan konu ile alâkası, bu rivayet sayesinde daha iyi
anlaşılmaktadır. Buharı ve Ebû Davud'un hadisi nezir konusunda vermeleri de
adamın bu şekilde tavafı adadığına delildir.
Aynî; cahiliye devri
Araplarınm böyle davranışlarla Allah'a yaklaşacaklarını zannettiklerini
söyler. Demek oluyor ki adam, cahiliye devrinden kalma yanlış bilgisinden
dolayı burnuna bağladığı bir iple çekilerek tavaf etmeyi adamış, Hz. Peygamber
de bunu görerek mani olmuştur.
Tercemeye,
"Burnundaki bir halka" diye geçtiğimiz kelimesi; devenin boynuna veya
burnuna bağlanan kıl veya yünden yapılmış halka şeklinde bir iptir. Demir
halka değildir.[193]
1. Tavaf
esnasında hayırlı şeyler konuşmak caizdir.
2. Tavaf
halınde olan kışı, gayrı meşru bir şeyin yapıldığını görürse bunu eli ile
değiştirmelidir.
3. Bir
kimse, Allah'a tâat olmayan bir şeyi adarsa bu adağına riayet gerekmez.
4. insanlar,
insan şerefine yakışmayacak tutum ve davranışlardan kaçınmalıdırlar.[194]
3303... İbn
Abbas (r.anhüma)'dan rivayet edildiğine göre: Ukbe b. Âmir'in kız kardeşi
yürüyerek hacca gitmeyi adadı. Ama buna gücü yetmiyordu. Hz. Peygamber (s.a),
(Ukbe'ye):
"Şüphesiz Allah
(c.c), kız kardeşinin yürümesine muhtaç değildir.(Bir şeye)binsin ve bir deve
veya sığır kurban etsin" buyurdu.[195]
3304...
İkrime, Ukbe b. Âmir'den rivayet etmiştir: Ukbe (r.a) Hz. Peygamber (s.a)'e;
Kız kardeşim Kabe'ye
kadar yürümeyi adadı, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a):
"Allah (c.c), kız
kardeşinin Kabe'ye kadar yürümesi ile bir şey yapacak değildir." buyurdu.[196]
Bu iki hadis Lü'lüî'nin
rivayetinde mevcud değildir. Onun için bazı matbu nüshalarda yer almamıştır.
Mizzî; bu rivayetlerin
Ebu'l-Hasen b. el-Abd'm rivayeti olduklarını, Ebu'I-Kasım'ın bunları
zikretmediğini söyler.
Bu rivayetler aşağı
yukarı aynı lafızlarla daha evvel geçmiştir. Ancak burada dikkati çeken önemli
bir konu göze çarpmaktadır: Yukarıdaki hadiste Hz. Peygamber'in, kadına
binmesini emrettikten sonra bir "bedene" kurban etmesini de emrettiği
görülmektedir. Bedene; Hanefîlere göre, bir deve veya sığır; İmam Şafiî'ye
göre, bir devedir. Halbuki 3296 numaradaki hadiste Hz. Peygamber'in hayvan
türü anmadan bir hedy götürmesini emrettiği beyan edilmekteydi. Âlimlerin,
hedyin bir koyunla karşılanacağı görüşünde oldukları kaynaklarda ifade
edilmektedir. Buna göre ortaya bir güçlük çıkmaktadır. Bu rivayette açıkça Hz.
Peygamber, "bedene" kesilmesini emrettiği halde âlimler bir koyun
kurban edilmesini nasıl yeterli bulmuşlardır?
Bu rivayetin, Ebû
Davud'un bazı nüshalarında bulunmaması, buna sebep olabilir mi? Bilemiyoruz.[197]
3305...
Câbir b. Abdillah (r.a)'dan rivayet edildiğine göre: Mekke fethi günü bir adam
ayağa kalkıp;
Ya Rasûlallah! Ben,
Allah sana Mekke fethini nasib ederse Beytü'l-Makdis'de Allah için iki rek'at
namaz kılmayı adadım, dedi.Hz. Peygamber (s.a):
"Burada kıl"
buyurdu.
Adam sözünü
tekrarladı, Hz. Peygamber yine, "Burada kıl" buyurdu. Sonra adam
sözünü bir daha tekrarladı. Bu sefer Rasûlullah:
"Öyleyse sen
bilirsin (burada kılmak istemiyorsan Beytü'l-Makdis'de kıl)"buyurdu.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadisin bir benzeri Abdurrahman b. Avf tarafından Rasûlullah (s.a)'dan rivayet
edilmiştir.[198]
Beytü'l-Makdis, Kudüs
şehrindeki Mescid-i Aksâ'dır.
Hadis-i Şerif; belirli
bir yerde namaz kılmayı adayan kişinin başka bir yerde namaz kılmasıyla
adağının yerine gelmiş olacağını göstermektedir. Avnu'l-Ma'bûd sahibi; bu
cevazı, adayanın bulunduğu yerin namaz kılmayı adadığı yerden daha efdal
olması kaydı ile kayıtlamıştır. Ancak bu, âlimlerin üzerinde ittifak ettiği
bir nokta değildir.
Hanefî mezhebinde,
Züfer'in dışındaki âlimlere göre; bir yer tayin edilerek yapılan nezirlerde,
anılan yere itibar şart değildir. Kişi istediği yerde adağını yerine
getirebilir. Bedâiu's-Sanâi'de şöyle denilmektedir: "Eğer şart, falan
yerde namaz kılmak veya falan şehirdeki fakirlere şu kadar sadaka vermek
borcum olsun şeklinde bir yer ile kayıtlı ise, üç imamımıza göre bu adağın
başka bir yerde eda edilmesi caizdir. Züfer'e göre ise bu adak, sadece şart
koşulan yerde eda edilebilir."
Merâkı'l-Felâh'ın şu
ifadeleri ise, daha müşahhas ve konumuzu izahda daha açıktır:
"Biz, zaman, yer,
para ve fakir tayinini hükümsüz saydık. Meselâ, Şaban ayı için adanan orucun
yerine Receb orucu kâfidir. Mekke'de veya Mescid-i Nebevî'de, ya da Mescid-i
Aksa'da kılınmak üzere adanan bir namaz Mısır'da kılınsa yeterlidir. Çünkü
edanın sıhhati, yer itibariyle değil, ibadet itibariyledir."
Şâfiîlere göre;
Mescid-i Haram'da namaz kılmayı adayan kimse bu adağını ancak orada eda
edebilir. Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa konusunda ihtilâf vardır. İmam
Nevevî,Minhâc adındaki eserinde; "Zahir olan Mescid-i Haram gibi, onların
da adakta tayin edilmesidir" der.
Şerbinî'nin
Muğni'l-Muhtâc' daki ifadesine göre; bir kimse Mescid-i Ne-bevî veya Mescid-i
Aksa'da namaz kılmayı adaşa ve Mescid-i Haram'da bu namazı kılsa yeterlidir.
Adağı edada Mescid-i Nebevi Mescid-i Aksa'nın yerine kaimdir. Ama Mescid-i
Aksa, Mescid-i Nebevî'nin yerini tutmaz. Yani Mescid-i Aksa'da namaz kılmayı
adayan bu namazını Mescid-i Nebevî'de kılabilir; fakat Mescid-i Nebevî'de namaz
kılmayı adayan Mescid-i Aksa'da kılamaz.
Sahih-i Müslim ve
Ahmed b. Hanbel'in MüsnecTindeki şu hadis yukarıdaki ifadeleri takviye
etmektedir:
İbn Abbas'dan rivayet edildiğine
göre; bir kadın hastalanmış ve, "Allah bana şifa verirse gidip Mescid-i
Aksa'da namaz kılacağım." diye adakta bulunmuş. Neticede iyi olmuş. Sonra,
Kudüs'e gitmek üzere hazırlanıp Mey-mûne (r.anha)'ye gelmiş. Selâm verip
durumunu anlatmış. Bunun üzerine Meymûne (r.anha): "Otur ve Rasûlullah'ın
mescidinde namazını kıl. Çünkü ben Hz. Peygamber'in;"Buradaki bir namaz
Mescid-i Haram'ın dışındaki mescidlerde kılınan bin namazdan daha
üstündür" buyurduğunu duy-dum"demiştir.
3309 numarada gelecek
olan hadiste, "büvâne" denilen yerde kurban kesmeyi adayan kişiye,
Hz. Peygamber'in; "Adağını yerine getir" buyurduğu beyan
edilmektedir. Bu, üzerinde durduğumuz hadisle, işaret edilen bu hadis arasında
bir çelişki olduğunu göstermez. Çünkü Hz. Peygamber'in kendisine soru soran
şahsa verdiği cevap şart koşulan yerde de adağın ifa edilmesinin caiz olduğunu
gösterir. Yani nezrin şart koşulan yerde edası vacip değil, caizdir. Zaten
üzerinde durduğumuz hadisin sonunda da Hz. Peygamber: "Öyleyse sen
bilirsin" buyurarak bu cevaza işaret etmiştir.[199]
3306...
Abdurrahman b. Avf bu (yukarıdaki) haberi Hz.Peygam-ber'in ashabından bazı
şahıslardan rivayet etmiştir. Ravi, Hz. Peygam-ber'in şöyle buyurduğunu
eklemiştir:
"Muhammed'i hak
ile gönderen (Allah)'a yemin ederim ki, eğer sen şurada namazını kılsaydın
Beyt-i Makdis'te namaz kılmanın yerine kâfi gelirdi." Ebû Dâvûd dedi ki:
Bu hadisi; el-Ensarî,
İbn Cüreyc'den rivayet edip, Cafer b. Ömer demiştir. Cafer b. Ömer de (Hafs b.
Amr'ın yerine) Amr b. Hayye der. Amr b. Hayye de bunu kendisine, Abdurrahman b.
Avf ve Hz. Peygamber'in ashabından bazı adamların haber verdiklerini söyler.[200]
Bu rivayet, yukarıdaki
hadisin biraz farklı bir şeklidir. Şevkânî, bu rivayetin çeşitli yollardan geldiğini
ve bu yollardan bir kısmının sika olduğunu, sahabenin meçhul olmasının hadise
zarar vermediğini söyler.
Ebû Dâvûd, hadisin
sonunda, öncekinden farklı bir isnada işaret etmektedir.[201]
3307...
tmrân b. Husayn (r.a)'dan rivayet edildi. Dedi ki: Adbâ, Benî Akıl kabilesinden
bir adamındı ve hacıları (n develerini) geçenlerdendi. Adam (devesiyle
birlikte) esir edilip bağlı olarak Hz. Peygamber'e getirildi. Hz. Peygamber
(s.a); üstünde kadife olan bir eşeğin sırtında idi. Adam:
Ya Muhammedi Beni ve
hacıları geçen (bu devey)i niçin tutuyorsun? dedi.
Hz. Peygamber:
“Seni, müttefiklerin
olan Sakif in suçundan dolayı tutuyorum" buyurdu.
Sakîfliler, Hz.
Peygamberdin ashabından iki kişiyi esir etmişlerdi.
Akıl kabilesinden olan
adam, söylediği sözler içerisinde "Ben de müslümanım -veya ben de müslüman
oldum"[202] dedi.
Hz. Peygamber (s.a)
geçip gidince -Ebû Dâvûd, "Bu sözü Mu-hammed b. İsa'dan öğrendim"
dedi-; Adam:
Ya Muhammedi Ya
Muhammedi diye bağırdı. Rasûlullâh (s.a), merhametli (nazik) idi. Adama dönüp;
"Ne
istiyorsun?" dedi.
Ben müslümanım.
“Eğer sen bunu kendi
işine malikken (esir edilmeden önce) söyleseydin tam manasıyla
kurtulurdun."
Ebû Dâvûd; "Sonra
Süleyman'ın hadisine döndüm." dedi-: Adam:
Ya Muhammedi Ben açım,
beni doyur. Ben susuzum, beni sula. Rasûlullâh:
"Senin ihtiyacın
bu -veya bu onun ihtiyacıdır- (isteğini yapın)" buyurdu.[203]
Sonra adam
(Sakîflilerdeki) iki kişiye mukabil fidye olarak verildi. Adbâ'yı ise, Hz.
Peygamber binmek için alıkoydu.
Müşrikler,
Medinelilerin otlaktaki hayvanlarına baskın yaptılar ve Adbâ'yı da götürdüler.
Onu götürdüklerinde müslümanlardan bir kadını da esir etmişlerdi. Onlar
geceleyin develerini avlularında çök-türürlerdi. Bir gece hepsi uyudular,
kattın kalktı. Elini hangi deveye dokundursa, deve böğürüyordu. Nihayet Adbâ'mn
yanma geldi. O itaatkâr, binilmeye alışık bir devenin yanına gelmişti. Hemen
ona bindi, sonra; eğer Allah kendisini kurtarırsa onu mutlaka boğazlamayı
adadı.
Kadın Medine'ye
gelince, devenin Hz. Peygamber'in devesi olduğu anlaşıldı ve Rasûlullâh bundan
haberdar edildi. Bunun üzerine Rasûlullâh haber saldı, kadın getirildi.
Kendisine kadının adağı bildirildi.
Efendimiz:
"Ona ne de kötü
ceza vermişsin -veya ona ne de kötü ceza vermiş-; eğer Allah onu bunun üzerinde
kurtarırsa onu mutlaka boğazlayacakmış! Allah'a isyan konusundaki ve
insanoğlunun sahibi olmadığı şeydeki nezre vefa olmaz" buyurdu.
Ebû Dâvûd: "Esir
edilen bu kadın, Ebû Zerr'in karışıdır" dedi.[204]
Adbâ; Hz. Peygamber'in
devesinin adıdır. Son derece cins, süratli bir deve idi. Hadis metnindeki;
"hacıları (n develerini) geçen" sözünden maksat da budur.
Metinden anlaşıldığı
gibi, bu deve önceleri Benî Akıl kabilesinden birisine aitti. Sonra Hz.
Peygamber ona ganimet olarak sahip oldu.
Oldukça uzun olan bu
hadisin içerisinde, zihne takılan, açı klan il m ası gereken bazı konular var.
Önce bunları gözden geçirip bilâhere ihtiva ettiği ahkâma geçelim.
1- Hz.
Peygamber (s.a) Benî Akıl kabilesine mensup olan adamı yakalayınca, adam yakalanış
sebebini sormuş; Efendimiz de, "Senin müttefiklerin olan Sakîf'in suçu
sebebiyle" karşılığını vermiştir. Çünkü hadiste de belirtildiği gibi
Sakîfliler, müslümanlardan iki kişiyi esir etmişlerdi. Şerhlerde bu
müslümanların isimlerine ait bir kayda rastlanılmamaktadir.
Burada insanın aklına,
birisinin suçu yüzünden Hz. Peygamber başka birisini niçin yakalamıştır?
şeklinde bir soru gelebilir. Bu mukadder soruya üç türlü cevap verilmiştir:
a)
Sakîflilcr; Benî Akîl kabilesi ile, müslümanlara ve müttefiklerinden birine
saldırmayacaklarına dair anlaşma yapmışlardı. Fakat Benî AkîFin müttefiki olan
Sakîf, müslümanları esir etti ve Benî Akîl buna ses çıkarmadı. Sakîflilerin
suçları yüzünden muaheze edildiler.
b) Yakalanan
adam kâfirdi ve kendisine emân da verilmiş değildi. Bu durumda olan birisinin
yakalanması, esir edilmesi, hatta öldürülmesi caizdir. Böyle birinin kendi
suçundan dolayı muahezesi caiz olunca, kendisi gibi olan başka birinin suçundan
dolayı muaheze edilmesi de caizdir.
Hattâbî, bu izahın
îmam Şafii'den nakledildiğini söyler.
c) Hz.
Peygamber'in sözünde gizli bir mana vardır. Rasûlullah (s.a); "Seni
müttefikiniz olan Sakîflilerin esir ettikleri müslümanlara mukabil fidye
olarak vermek üzere yakaladık." demek istemiştir.
2- Esir
edilen adamın, müslüman olduğunu söylemesinden sonra Hz. Peygamber; "Eğer
bunu yetki elinde iken söyleseydin şimdi tam manasıyla kurtulurdun"
karşılığını vermiştir.
Fethu'l-Vedûd'da söz,
"Eğer o şahıs esir edilmeden önce müslümanlığını haber verseydi hür bir
müslüman olurdu. Ama yakalandıktan sonra müslüman olduğunu söyleyince köle bir
müslüman oldu" şeklinde açıklanmıştır. Nevevî de bu konuyu şöyle izah
eder:
"Eğer sen
müslüman olduğunu, esir edilmeden önce söyleseydin, tam olarak kurtulurdun.
Çünkü o zaman senin esir edilmen caiz olmazdı. Sen de İslâm ile esaretten
selâmetle ve malından faydalanmak suretiyle feyz bulurdun. Ama esir edildikten
sonra müslüman olunca öldürülmen konusundaki muhayyerlik düşer fakat
köleleştirilmen, fidye olarak verilmen ve karşılıksız salıverilmen konusundaki
muhayyerlik devam eder."
Hattâbî ise, adamın
müslüman olduğunu söylemesine rağmen serbest bırakmayıp, fidye olarak
kâfirlerin arasına geri gönderilmesini şu şekilde açıklar:
"Mümkündür ki
adam müslüman olduğunu samimiyetten uzak bir hile olarak söylemiş, Cenab-ı
Allah da Rasûlullah'ı adamın bu yalanına muttali kılmıştır. Adamın; ben açım,
doyur, susuzum sula, sözlerine karşılık Rasûlullah'ın; "Senin ihtiyacın
işte bu" buyurması da bunu gösterir. Ancak Ra-sûlullah'ın vefatından sonra,
ben müslüman oldum diyen hiç kimseye böyle muamele edilemez. Müslümanlığı kabul
edilir. İşi Allah'a havale edilir. Çünkü vahiy kesilmiştir."
Nevevî; adamın
müslümanlığınm samimi olması ihtimali gözönüne alındığında Hz. Peygamber'in
onu kâfirlerin yanına göndermesini şöyle izah etmektedir:
"Bir defa
hadiste, adam müslüman olduktan ve fidye ile salıverildikten sonra dâr-i küfre
döndüğüne dair bir açıklık yok. Döndüğü farzedilse o zaman, adamın gerek kendi
gücü gerek akrabaları sayesinde dinini açığa vura çak kudrette olduğunu
söyleriz. Bu durumda olanın küfür diyarına dönmesi de caizdir."[205]
1. İslâmda
fidye caizdir. Müslümanların esir aldığı bir kimse sonradan müslüman olursa, bu,
ganimet sahip lerinin ondaki hakkını düşürmez. Ama, esir alınmadan önce
müslüman olmuşsa malı ganimet olmaz.
2. Kâfirler
müslümanlara hücum ederler ve mallarını alırlarsa, bu mala sahip olamazlar.
Dolayısıyla, müslümanlar sonra kâfirlere galip gelip o malları geri alsalar, bu
mallar ilk sahiplerine ait olur.
Bu görüş İmam Şafiî'ye
aittir. Nevevî; hadisin, İmam Şafiî ve onun gibi düşünenler için delil
olduğunu söyler.
Hanefîlere göre ise;
kâfirler müslümanların mallarım ganimet olarak alır ve memleketlerine
götürürlerse ona sahip olurlar. Dolayısıyla tekrar müslümanların eline geçse
eski sahipleri hak iddia edemezler. Almak isterlerse bedelini vererek
alabilirler.
Hanefîler; Ebû Zerr'in
hanımının Advâ'yı Medine'ye getirdikten sonra Rasûlullah devenin kendisine ait
olduğunu ihsas ettirerek, "Kişinin sahibi olmadığı şeydeki nezrine vefa
yoktur." buyurmasını şöyle izah ederler:
"Kâfirler
müslümanlara hücum edip mallarını almış fakat henüz kendi memleketlerine
götürmemişlerse, onlara sahip olamazlar. Dolayısıyla müslümanlar kâfirlere
galebe çalıp malları geri alırlarsa bu mallar ilk sahipleri-nindir.
Bu hadiste de
Medine'nin hayvanlarını yağma edip götürenlerin bu malları kendi
memleketlerine soktuklarına dair bir kayıt yoktur. Hatta onların develeri, müslümanlardan
korktukları için çadırlarının hemen önüne çökertmeleri, daha yolda olduklarını
gösterir."
3. Bir
kadının, mahremi olmadan yolculuğa çıkmasının yasak oluşu, zorunlu olmayan
yolculuklar içindir. Dinî bir vecibeden dolayı olan yolculuklar için değildir.
Bu izah Hattâbî'ye
aittir. Hanefîler bu görüşte değildirler.
4. Bir
kimse, günah olan bir şeyi yapmak için adakta bulunursa adağının gereğini
yerine getirmez.
5. Sahibi
olmadığı bir şeyi sadaka olarak vermeyi veya böyle bir hayvanı kurban etmeyi
adayan kişi bu adağını yerine getirmez.[206]
3308... Amr
b. Şu'ayb'ın, babası vasıtasıyla dedesinden rivayet ettiğine göre:
Bir kadın Hz.
Peygamber (s.a)'e gelip;"Ya Rasûlallah, ben senin huzurunda def çalmayı
adadım" dedi. Hz. Peygamber(s.a): "- Nezrini yerine getir"
buyurdu. Kadın:
Ben, -cahiliye ehlinin
kurban kestikleri yeri işaret ederek- şöyle şöyle bir yerde kurban kesmeyi
adadım, dedi.
Rasûlullah:
“Resim şeklindeki bir
put için mi?"
Hayır.
"Heykelden bir
put için mi?"
Hayır.
“Nezrini yerine
getir"[207]
"Resim şeklindeki
bir put" diye terceme ettiğimiz
“Sanem'', İbnü'l-Esîr'in en-Nihâye adındaki eserinde belirtiği ne göre;
cüssesi olmayan resimden puttur. "Heykelden bir put" diye terceme
ettiğimiz "Vesen" de; herhangi
bir maden, taş veya tahtadan yapılmış, cüssesi olan insan heykeli veya benzeri
putlardır. Vesen ve sanem kelimeleri arasında bir fark olmayıp, birinin diğeri
yerinde kullanıldığını söyleyenler de vardır.
Adağın tâat cinsinden
olması icabettiği ve bu tip adaklara riayetin gerekli olduğu, daha önce geçen
bahislerde belirtilmişti. Yine oralarda, günah olan bir şeyi yapmak üzere
edilen nezirlere itaat edilmeyeceği ve bazı mezheplere göre bunun yerine bir
yemin keffaretinin ödenmesi gerektiği söylenmişti.
Üzerinde durduğumuz
hadiste anılan kadının iki ayrı adağının olduğu görülmektedir. Şimdi bunları
teker teker ele alıp inceleyelim:
1- Hz. Peygamber (s.a)'in huzurunda def çalma tarzında
olan adak:
Tirmizî'nin Menâkıb'da
rivayet ettiği bir hadisten anladığımıza göre,
bu adak Hz.
Peygamber'in bir savaştan dönmesi ile alâkalıdır. Orada belirtildiğine göre,
Peygamber (s.a) bir savaştan döndüğünde siyah bir cariye karşısına çıkıp;
"Ya Rasûlallah, Allah seni sağ salim getirirse senin huzurunda def çalmayı
adadım" demiştir.
İbn Hibbân'ın Sahih'
indeki bir rivayetinde de Hz. Peygamber'in kadına, "Eğer adadınsa yap,
ama adamadınsa yapma*' buyurduğu; kadının da "adadım" dediği ilâve
edilmektedir. Yine bu rivayette belirtildiğine göre, Hz. Peygamber oturmuş,
cariye de kalkıp def çalmıştır.
Yukarıda da ifade
edildiği üzere, bu def çalmayı adama konusu Hz. Peygamber'in bir savaştan
dönmesi ile alâkalıdır. Yani Rasûlullah'ın dönmesine, buna karşılık kâfirlerin
rezil olmasına sevinmenin bir nişanesidir. Bu hal def çalmayı adamaya bir tâat
havası vermektedir. Hattâbî, buna işaretle şöyle der:
"Def çalmak,
adakların bağlanabileceği tâatlerden değildir. En iyi hali olsa olsa mubah
olur. Ancak Hz. Peygamber'in bir savaşından Medine'ye dönmesi, kâfirlerin perişanlığı
ve münafıkların burnunun sürtülmesi bu sevinci doğurduğu için bir çeşit nafile
ibadet olmuştur. İşte bundan olayı def çalmak mubah olmuştur."
2- Kâfirlerin kurban kestikleri bir yerde kurban
kesmek ile ilgili adak:
Hz. Peygamber, bu
adağın bir put için olup olmadığını sormuş; "hayır" cevabını alınca,
nezrin yerine getirilmesini emretmiştir. Bu gösteriyor ki, eğer adak meşru ise
adandığı yerin gayri meşru olması adağa mani olmaz. Ancak, bizim
Bezlü'l-Mechûd'un izahına bakarak, "Bir put için mi adadın" diye
terceme ettiğimiz cümle, Avnü'l-Ma'bûd'da; "Cahiliye insanları orada bir
put için mi kurban keserlerdi?" şeklinde izah edilmiştir. Buna göre Hz.
Peygamber (s.a),, kadının kurban kesmek üzere adakta bulunduğu yerin kâfirlerin
putları için kurban kestikleri bir yer olup olmadığını sormuş,
"hayır" mcevabını alınca, nezrine vefa göstermesini emretmiştir.
Avnü'I-Ma'bûd'un bu izahı kâfirlerin tapındıkları, bayram yaptıkları ve putları
için kurban kestikleri yerlerle kayıtlı olan adaklara itibar edilmemesi
gerektiğini gösterir. Daha önce belirtildiği üzere, herhangi bir yerde ifa
edilmek üzere yapılan nezirlerin, denilen yerlerde yapılması âlimlerin çoğuna
göre lâzım değildir. Bir kimse kâfirlerle hiçbir alâkası olmasa bile, falan
yerde kurban kesmeyi adaşa, başka bir yerde adağını ifa edebilir. Buna göre,
hadiste bahsi geçen kadının adağı haddizatında bir tâattir. Yani nezre konu
olması caizdir. Bu adağını orada yerine getirmesi için de hadiste herhangi bir
kayıt mevcut değildir.[208]
1. Bir
ibadete vesile olan hareketler, birer nafile ibadet hükmündedir.
2. Allah'a
isyan olmayan konulardaki adaklar yerine getirilmelidir.
3. Bir
adağın, kâfirlere mahsus bir yerle kayıtlanması, o adağı meşru olmaktan
çıkarmaz. Ancak bu yer kâfirlerin putları için tapındıkları bir yerse durum
farklıdır.[209]
3309...
Sabit b. Dahhâk (r.a)'den rivayet edilmiştir. Der ki: Rasûlullah (s.a)
zamanında bir adam, Büvâne'de bir deve kesmeyi adadı. Hz. Peygamber'e gelip:
Ben Büvâne'de bir deve
kurban etmeyi adadım, dedi.Hz. Peygamber:
"Orada cahiliye
putlarından tapınılan bir put var mı?" dedi.
Sahâbîler: Hayır,
dediler. Hz. Peygamber:
"Orada onların
bayramlarından bir bayram var mı?" Sahâbîler: Hayır, dediler. Hz.
Peygamber, adama:
"Adağını yerine
getir. Şüphesiz Allah'a isyan konusundaki ve insanoğlunun malik olmadığı
şeydeki adağa vefa yoktur."buyurdu.[210]
Hz. Peygamber'e soru
soran zâtın, Kerûm b. Süfyân b. Ebân veya Kerûm b. Kays b. Ebî Sâib olduğu
şeklinde görüşler vardır.[211]
Büvâne, İbnü'l-Esir'in
ifadesine göre; Arap denizi taraflarında bu güne kadar Nahle diye meşhur olmuş
olan Yenbu kasabasının arka tarafında bir tepedir
Telhîs'de, Ebû
Ubeyde'ye atfen; Büvâne'nin, Şam ile Diyarbakır arasında bir yer adı olduğu
söylenir. Beğavî ise , Mekke'nin aşağısında Yelem-lem yakınlarında bir yer
olduğunu söyler.
Büvâne yerine Bevâne
denildiği de vakidir.
Hz. Peygamber (s.a) bu
hadiste Allah'a isyanı konu edinen ve insanın sahib olmadığı şeylerden olan
adakların meşru olmadığına işaret etmiştir. Bazı âlimler bu ifadelerden, ibadet
cinsinden olmamakla beraber yapılması yasak olmayan mubah şeyleri adamanın caiz
olduğu sonucuna varmaktadırlar. Ancak bu mefhumu muhalefetle hüküm çıkarmadır.
Mefhumu muhalefet de bazı âlinilerce delil sayılmaz.
Daha önce geçen ve; "Adak
ancak, kendisi ile A Han'ın rızası istenilen şeyde olur" manasına gelen
hadis, nezre konu olan şeyin ibadet cinsinden olmasını gerekli kılar. O zaman hadisler arasında bir çelişki
sözkonusu olmaktadır. Zahirde görülen bu çelişki iki yolla giderilebilir:
1- Üzerinde
durduğumuz hadiste Hz. Peygamber'in yapılması mubah olan şeylerde nezrin caiz
olduğunu bildiren sarih bir ifadesi yoktur. Aksine, Allah'a isyan konusunda ve
kişinin sahip olmadığı şeyde nezrin olmayacağını söylemiştir. Öbür hadis ise,
ibadet cinsinden olmayan şeylerde nezrin olmadığında açıktır.
2- Bu
hadisin mubah şeylerde nezrin cevazına işaret olduğu kabul edilirse, bu mubaha
mutlak manada bakılmaz. Bazı mubahlar niyetle ibadet haline gelir. Meselâ gece
ibadete kalkabilmek maksadıyla gündüz uyumak, sonucu tâat olan bir mubahtır.
Yine gündüz oruca dayanabilmek için sahur yemeği yemek, niyette tâat olan
mubahlardandır. O halde burada kastedilen mubah; ibadet kastı olan veya
ibadete yardımcı olması maksadı güdülen mubahtır.[212]
3310... Meymûne
binti Kerdem'in şöyle dediği rivayet edil mistir: Hz. Peygamber'in (veda)
haccında babamla birlikte çıktım. Ra-sûlullah (s.a)'ı gördüm. İnsanların
"Rasûlullah" dediklerini duydum. Gözümle onu takibe başladım. Babam
kendisine yaklaştı. Rasûlullah devesinin üzerinde idi. Elinde öğretmenlerin
sopası gibi (ince) bir sopa vardı. Bedevilerin ve insanların "Tab,
tab" [213] dediklerini duydum.
Babam ona (iyice)
yaklaştı, ayağını tuttu. Hz. Peygamber buna ses çıkarmadı,[214]
durup babamı dinledi. Babam:
Ya Rasûlallah, ben bir
erkek çocuğum dünyaya gelirse, Büvâne (dağı)'nin tepesinde dik yokuşlu
yollarda birkaç koyun kurban etmeyi
adadım, dedi. -Abdullah b. Zeyd: "Tam bilmiyorum ama, galiba elli koyun
demişti" dedi.- Rasûlullah:
"Orada putlardan
bir şey var mı?" diye sordu. Babam:
Hayır, dedi.
Rasûlullah (s.a):
"Allah için
adadığın şeyi yerine getir" buyurdu.Meymûne devamla şöyle dedi:
Babam koyunları
toplayıp kesmeye başladı. Koyunlardan biri kurtulup kaçtı. Babam; "Ey
Allah'ım, benim adağımı ödet" diyerek onu aradı. Buldu ve kesti.[215]
Bu hadis,
Kitabü'n-Nikah'da 2103 numarada geçmiştir. Ancakj Kerdem'in Hz. Peygamber'in
ayağını tuttuktan sonra Rasûlullah'la konuşması, buradakinden tamamen farklı
olarak takdim edilmiştir.
Bu hadisle, bir önceki
hadisteki vakıanın aynı olup, rivayetlerinde bazı farklılıkların bulunması
mümkün olduğu gibi, ayrı ayrı hâdiselerle ilgili olmaları da mümkündür.
Adakta bulunan şahsın;
dağ tepelerinde, sarp yokuşlarda kurban kesmeyi adaması, adağına kuvvet
kazandırmak içindir. Gerçi adaklar bir şeyin olup olmamasına tesir etmez,
Allah'ın takdirini değiştirmez. Fakat, anlaşılıyor ki adak sahibi Hz.
Peygamber'i ilk defa görmüş, onun sohbetinden istifade edememiştir. Onun için,
adağın ve adağı zorlaştırmanın takdire tesiri olmayacağını bilmiyordu. Eskiden
kalma bilgisine dayanarak, eğer yapılması zor bir şey adarsa arzusuna nail
olacağını zannediyordu.
Hadis, bir yerle
kayıtlı olan adakların eğer o yerlerde tevhide aykırı bir şey yoksa oralarda
eda edileceğine delil gösterilir. Hattâbî şöyle der:
"Hadis; Mekke'de
veya başka bir yerde, yemek yedirmeyi ya da kurban kesmeyi adayan kişinin, bu
adağını başka yerlerin fakirlerine ifa etmesinin caiz olmadığına delildir. Bu
görüş Şafiî mezhebine göredir. Şafiî'den başkaları bu adağın başka yerlerde de
eda edilebileceğini söylerler."
Hadisin, Hattâbî'nin
anladığı manaya delâlet etmesi mümkündür. Ama bu kesin değildir. Çünkü Hz.
Peygamber, bir defa kurbanların orada kesilmesinin şart olduğunu
söylememiştir. Ayrıca "Orada putlardan bir şey var mı?" diye
sorarken, kurbanın kesilip kesilemeyeceğini değil de adağın sahih olup
olmadığını aramış olabilir. Çünkü eğer orada put varsa adağın eski alışkanlıklara
binaen, Allah rızasından başka bir şey için olması tehlikesi mevzubahistir.
Nitekim Ahmed b. Hanbel ve Beğavî'nin rivayetlerinde İbni Kerdem'in; "Ben
cahiliye devrinde iken Büvâne'nin tepesinde birkaç koyun kesmeyi
adadım..." dediği belirtilmektedir.[216]
3311... Amr b.
Şu'ayb, Meymûne binti Kerdem b. Süfyân kanalıyla babası Kerdem'den, önceki
hadisin benzerini rivayet etmiştir. Bu rivayet Öbüründen biraz muhtasardır.
(Bu rivayete göre) Hz.
Peygamber (s.a):
"Orada put veya
cahiliye bayramlarından bir bayram var mı?" dedi.
Kerdem:
Hayır, dedi. (Kerdem
der ki):
Benim şu annemin
yürüme adağı borcu var, onu ödeyeyim mi? İbn Beşşâr bazan, "onu ödeyelim
mi?" derdi- dedim; (Rasûlullah:)
“Evet" buyurdu.[217]
Hadis yukarıdaki
hadisin tarkiı bir rivayetidir. İzahı gerektirecek bir şey yoktur.[218]
3312... Kâ'b
b. Mâlik'den rivayet edilmiştir,, şöyle demiştir: Rasûlullah'a:
Yâ Rasûlallah!
Şüphesiz Allah ve Rasûlü için sadaka olarak malımdan soyulmam (malımın tümünü
sadaka olarak vermem) benim tev-bem (in kemalin) dendir, dedim.
Rasûluliah (s.a):
"Malının bir
kısmını kendine alakoy, bu senin için daha hayırlıdır." buyurdu.
Kâ'b demiştir ki:
Ben de; Hayber'deki
sehmimi kendime alıkoyuyorum, dedim.[219]
Hadisin zahirî
manasının babın mevzuu ile pek bir münasebeti yok gibidir. Çünkü bab, malının
tamamını dağıtmayı adamakla ilgilidir. Hadiste ise, Kâ'b (r.a)'ın malını
tasadduk etmeyi adadığına dair bir kayıt mevcut değildir. Hatta Hz. Kâ'b'ın
tevbenin kemali için malını dağıtmak istediği ve bunu Rasûlullah'a danıştığı
açıkça ifade edilmektedir.
Sarihler, hadisin
başlık ile münasebetini bir takdir yaparak izah ederler. Buna göre babın
manası; "Bir günahtan dolayı tevbe eden kişi malının hepsini sadaka olarak
verse veya malının tümünü tasadduk etmeyi adaşa bu adağı geçerli midir?"
şeklinde olmalıdır.
Kâ'b b. Mâlik, Tebük
seferine iştirak etmeyip bundan dolayı Allah'a tevbe eden ve tevbesi kabul
edilen üç kişiden birisidir. Bu hadiste konu edilen tevbe işte bu tevbedir.
Yani Kâ'b; sefere iştirak etmemesinden dolayı ettiği tevbeye, malını fukaraya
dağıtmayı da eklemek istemiştir.
Hadiste Hz. Peygamber
(s.a)'in, kendisine soru soran Kâ'b'a; malının bir kısmını kendisi için
alıkoymasını emrettiğini görüyoruz. Bu durumda olan bir kimsenin alıkoyacağı
malın oranı ve böyle bir adağın hükmü gibi konularda, âlimlerin farklı
görüşleri vardır. Bu babdaki hadislerin hepsi aşağı yukarı aynı manayı ifade
ettikleri ve bazılarında konuya açıklık getirecek kayıtlar bulunduğu için biz
bu görüşleri babın sonuna almayı uygun bulduk.
Bilindiği gibi, Hz.
Peygamber (s.a); Hz. Ebü Bekir'in malının tamamını Allah yolunda sarfetme
yolundaki arzusuna karşı çıkmamıştır, Bezlü'l-Mechûd sahibi, Ebû Bekir ile Kâ'b'a
yapılan muamelelerin farklılığını, onların mertebelerindeki farklılığa
hamletmiştir.[220]
3313... Kâ'b
b,. Mâlik'in oğlu Abdullah'ın babasından rivayetine göre;
Kâ'b, tevbesi kabul
edilince, Rasûlullah (s.a)'a:
Ben malımdan
soyulacağım... (malımın hepsini dağıtacağım), dedi.
Ravi Ahmed b. Salih (bundan sonra), "O senin için daha hayırlıdır"
sözüne kadar, önceki hadisin benzerini söyledi.[221]
3314... Kâ'b
b. Mâlik'den rivayet edildiğine göre;
O veya Ebû Lübâbe ya
da Allah'ın dilediği birisi, Hz. Peygamber (s.a)'e:
İçerisinde günaha
girdiğim, kavmimin bu yurdunu terketmek ve malımın tümünden sadaka olarak
soyulmak benim tevbemdendir, dedi.Hz. Peygamber (s.a):
“Üçte birini vermen
yeter" buyurdu.[222]
Bu rivayette Hz.
Peygamber (s.a)'e gelip, malının tümünü tev-besinin kemali için sadaka olarak
dağıtmayı istediğini söyleyen zâtın kim olduğunda şüpheye düşülmüştür. Anılan
şahsın Kâ'b b. Mâlik olabileceği gibi Ebû Lübâbe veya bir başkasının da
olabileceğine de işaret edilmektedir.
Ebû Lübâbe de, Kâ'b b.
Mâlik gibi, Tebük seferine iştirak etmeyip tevbe eden ve tevbesi kabul
edilenlerdendir. İbn Abdilberr'in el-İstîâb fî Ma'rifeti'I-Ashâb adındaki
eserinde naklettiğine göre; Ebû Lübâbe, Tebük seferine gitmemiş, sonra
kendisini bir direğe bağlayıp, Allah tevbesini kabul edinceye kadar çözmemeye,
hiçbir şey yiyip içmemeye yemin etmişti. Bir hafta bir şey yiyip içmeden kalıp
bayılmış, sonunda kendisine tevbesinin kabul edildiği haber verilmiş fakat o,
"Bu sefer de Rasûlullah gelip çözünceye kadar kendisini çözmemeye yemin
etmiş", nihayet Hz. Peygamber gelerek onu eli ile çözmüştür. Bunun üzerine
Ebû Lübâbe: "Ya Rasûlallah! İçerisinde günaha girdiğim kavmimin evini
terketmek ve bütün malımdan, Allah ve Ra-sûlü için soyulmak da benim
tevbemdendir" demiş, cevap olarak Hz. Peygamber (s.a): "Üçte biri
yeter, ya Ebâ Lübâbe" karşılığını vermiştir.
Görüldüğü gibi, İbn
Abdilberr, bahsetmekte olduğumuz hadisteki sa-ıâbînin Ebû Lübâbe olduğunu
belirtmektedir. İmam Mâlik'in Muvatta'ın-ia da Ebû Lübâbe'nin adı geçmektedir.
Muvatta'ın rivayeti şu
şekildedir:
İbn Şihâb'a haber
verildi ki Ebû Lübâbe b. Abdilmünzir, tevbesi kabul edildiğinde:
Ya Rasûlallah,
içerisinde günaha girdiğim kavmimin yurdunu terke-lip sana komşu olayım mı?
Allah ve Rasûlü için sadaka olarak malımdan ;oyulayım mı? dedi.Hz. Peygamber
(s.a):
"Bunun yerine,
üçte biri yeter" buyurdu.
İmam Mâlik, yukarıdaki
hadisi naklettiği babın sonunda Ebû Lübâbe'-ıin hadisine istinad ederek;
malının tümünü Allah yolunda harcamayı ada-'inın, malının üçte birini dağıtmasının
yeterli olduğunu söyler.[223]
3315...
Ma'mer, Zührî'den; Kâ'b b. Mâlik'in oğlunun şöyle deliğini nakleder:
Ebû Lübâbe...
Ravi önceki rivayeti
mana olarak zikretti. Hâdise Ebû Lübâbe'-e aittir.
Ebû Dâvûd dedi ki:
Bu hadisi, Yunus, İbn Şihâb'dan,
o da Sâib b. EbîLübâbe oğul-ırının birinden rivayet etti.
Zebîdî de, Zührî
vasıtasıyla Hüseyn b. Sâib b. Ebî Lübâbe'den ir benzerini rivayet etmiştir.[224]
Önceki rivayetlerde,
malının tümünü sadaka olarak vermek hâdisesi, Kâ'b b. Mâlik'e isnad edilmekte
idi. Burada ise hadisenin kahramanı olarak Ebû Lübâbe anılmaktadır. Musannif,
işte buna işaret etmek için bu rivayeti nakletmiştir.[225]
3316... Kâ'b
b. Mâlik'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Ya Rasûlallah!
Şüphesiz malımın tümünü Allah ve Rasûlü'ne sadaka olarak çıkarmam, benim
Allah'a tevbemdendir, dedim..Hz. Peygamber:
"Hayır"
buyurdu.
Yarısını, dedim.
“Hayır" buyurdu.
Üçte birini, dedim.
"Evet"
karşılığını verdi. Ben de;
Hayber'deki sehmimi
alıkoyacağım, dedim.[226]
Görüldüğü gibi, bu
rivayet, öncekilerden biraz daha farklıdır. Bunda fazla olarak; Kâ'b b.
Mâlik'in, önce malının tümünü sadaka olarak vermek istediğini, Rasûlullah kabul
etmeyince yarısını; yine kabul etmeyince, üçte birini vermeyi istediğini ve
Efendimiz'in de bunu uygun bulduğunu görmekteyiz. Zaten hadisin değişik
rivayetlerinin tekrar tekrar verilmesi, rivayetler arasındaki bu farklara
işaret içindir.
Bu babdaki
rivayetlerin tümünden, malının tamamını Allah yolunda sadaka olarak vermeyi
adamanın caiz olduğu anlaşılmaktadır. İbn Rüşd, bu konuda âlimlerin ittifak
halinde olduklarım söyler ve bu hükmün; nezirlerin bir şarta hağholmadan mutlak
olması haline ait olduğunu kaydeder. Nezrin, "Şu işi yaparsam, şu adağım
olsun" gibi bir şarta bağlı olması halinde;
Şafiî'ye göre bu nezre
riayetin gerekli olmadığını, ancak sahibine yemin kef-fareti gerektiğini de
belirtir.
Malının tümünü Allah
yolunda sarfetmeyi adayan kişinin, bu adağım nasıl eda edeceği konusunda
âlimler oldukça farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Fethu'1-Bârî ve
Neylü'l-Evtâr'da bu konuda on ayrı görüş olduğu kaydedilir. Avnu'l-Ma'bûd,
el-Muğnî ve Bidâyetu'l-Müctehid'de de işaret edilen bu görüşlerden, günümüzde
mensubu bulunan mezhep imamlarına ait olanları şöyledir:
İmam Mâlik ve Ahmed b.
Hanbel'e göre; böyle bir adakta bulunan kişi malının üçte birini sadaka olarak
verir.
İmam Şafiî'ye göre;
malının tamamını verir. İbrahim en-Nehaî de İmam Şafiî ile aynı görüştedir. Bu
hüküm, nezrin teberrur yemini olması ile ilgilidir. Lücâc ve öfke halinde edilen
nezirde, isterse yemin keffareti de verebilir.
Teberrur nezri; mutlak
veya bir menfaatin temini ya da bir zararın defi şartına bağlanan nezirdir.
Lücâc ise, husumet ve öfke halinde yapılan nezirdir. İnat nezri demektir.
Meselâ, birisiyle konuşmak istemeyenin, "Falanla konuşursam bir hacc
nezrim olsun" demesi gibi.
İmam A'zam Ebû
Hanîfe'ye göre; zekâta tabi olan mallarının tümünü verir. Nezreden; nezrini,
olmasını arzu etmediği bir şarta bağlarsa İmam A'-zam'dan bi: görüşe göre, bu
şartın tahakkuku dışında yemin keffareti gerekir. İmam Muhammed de aynı
görüştedir.
Neylü'l-Evtâr'da,
sahibine işaret edilmeden şöyle bir söz nakledilir:
"Denildi ki,
malın tümünü sadaka olarak vermek, duruma göre değişir: Güçlü olan, buna
sabredeceği bilinen kişiye mani olunmaz. Malını dağıtmasına izin verilir. Hz.
Ebû Bekir'in yaptığı bu şekilde mütalaa edilir..."[227]
1. Bir
kimsenin, malının tümünü sadaka vermek üzere adakta bulunması caizdir.
2. Bu
durumda olan kişi kendisi için bir miktar mal bırakır.
3. Günahından
tevbe eden kişinin, tevbesini sadaka ile güçlendirmesi meşrudur.[228]
3317... İbn
Abbas (r.anhüma)'dan rivayet edildi ki: Sa'd b. Ubâde (r.a), Rasûlullah
(s.a)'tan fetva sorup;
Şüphesiz annem
ödemediği bir nezir borcu olduğu halde öldü (ne yapayım?) dedi. Hz. Peygamber
(s.a):
Onun yerine sen
öde" buyurdu.[229]
Bezlü'l-Mechûd'un
ta'likmda, Evcez ve Feth'den naklen, İbn Abbas'ın mezkûr kıssaya şahit
olmadığı, dolayısıyla bu hadisin sahâbî mürsellerinden olduğu ifade
edilmektedir.
Hadisin tahricinde
görülebileceği gibi, bu hadis Kütüb-i Sitte'nin tamamında mevcuttur. Ebû
Davud'un rivayeti, ifade olarak diğerlerinden biraz farklıdır. Buharî'nin
Kitabü'l-Eymân'daki rivayetinin sonunda ravilerden birisi; "Bundan sonra
da (ölenin nezrini ödeme) sünnet halini aldı" demektedir.
Kadılyaz;
"Görünen, onun nezri ya maldı, ya da mutlaktı" demektedir.
Askalânî, bu ilâveyi;
Şu'ayb'ın Zührî'den yaptığı rivayetin dışında hiçbir rivayette görmediğini
söyler.
Hadiste anılan,
Sa'd'ın annesinin adı, Amra'dır. Kadının babasının adının ise Mes'ud mu yoksa
Sa'd mı olduğunda iki farklı görüş vardır.
Sa'd b. Ubâde'nin
annesinin adağının ne olduğu konusunda kesin bir görüş mevcud değildir. Bu
meseleye ışık tutan haberler birbirleri ile çelişki arzetmektedir. Bu eserlerde
kadının adağının; oruç, köle azad etmek ve sadaka olduğuna dair kayıtlar yer
almaktadır.
Askalânî,
Fethu'1-Bârî'de konu ile ilgili farklı haberleri verdikten ve Kadı Iyaz'in
yukarıdaki sözüne işaret ettikten sonra; "Bence, o adak Sa'd'e göre
muayyendi" demektedir.[230]
Hadis-İ şerif, ölünün
borçlarının ödenmesinin gerekli olduğuna delildir. Ancak borcun çeşidi ve
cinsine göre âlimler arasında farklı görüşler vardır:
Eğer borç, kullara ait
malî bir borçsa, ölünün terekesinden bu borç ödenir. Bu konuda her hangi bir
ihtilâf bilinmemektedir.
Borç adaktan dolayı
ise,bu adak ya malîdir ya da bedenîdir. Adak da, ya öldüğü zamanki hastalığı
esnasında olmuştur, ya da önce olmuştur.
1- a) Eğer
adak mâlî ise ve ölümü anındaki hastalığından önce olmuş ise;
Şâfiîlere göre; ölen
vasiyyet etmemiş olsa bile bıraktığı terekeden ödenir. Miktarının az veya çok
olmasına bakılmaz.
Askalânî, bu görüşün
cumhura ait olduğunu söyler.
Hanefî ve Mâlikîlere göre;
ölen nezir borcunun ödenmesini vasiyet etmişse, o takdirde vârisler bunu
ödemek zorundadırlar. Aksi halde böyle bir mecburiyetleri yoktur. Bunda vasiyet
şart olduğuna göre terekenin üçte birini geçerse vârisler fazlasını ödemek
mecburiyetinde değildirler. Bu görüş sahipleri Hz. Peygamber'in Sa'd'e;
"Onun yerine sen öde" buyurmasındaki emri, nedbe hamletmişlerdir.
b) Adak,
ölenin ölüm hastalığında olmuş ise; Şâfiîlere göre de bu adak malın üçte
birinden olmalıdır. Ölen, malî olan adağının ödenebileceği kadar mal
bırakmamışsa vârislerin bunu ödeme mecburiyetleri yoktur. Ancak ödemeleri
müstehaptır. Bu konuda dört mezhep müttefiktir.
2- Adak
bedenî ibadetlerle ilgili ise; genelde prensip olarak bu adak başkası
tarafından eda edilemez. Çünkü bedenî ibadetlerde niyabet caiz değildir. Hz.
Peygamber (s.a), Nesâî'nin rivayet ettiği bir hadiste; "Kimse kimsenin
yerine namaz kılamaz ve kimse kimsenin yerine oruç tutamaz." buyurmuştur.
İmam Ebû Hanîfe, İmam
Mâlik ve İmam Şafiî'nin bir görüşü bu istikamettedir. Ahmed b. Hanbel'e ve
İmam Şafiî'nin diğer bir görüşüne göre ise, oruçta niyabet caizdir. Yani bir
kimse oruç tutmayı adaşa ve ödemeden ölse, onun yerine bir başkası tutabilir.
Hanefî ve Mâlikîlerle, Şafiî'nin bir görüşüne göre; oruçta niyabet olmaz. Ancak
orucun yerine fakir doyurulur.
Haccda ise ittifakla
niyabet caizdir. Bir kimse başkasının yerine hacc edebilir.[231]
Vârisler, murislerinin
adayıp da ödemeden öldükleri mal ile ilgili nezir borçlarım; terekesi varsa
mecburen öderler. Ancak bunun için vasiyetin gerekli olup olmadığında âlimlerin
ihtilâfı vardır.
Ölen kimse, miras
olarak bir şey bırakmamışsa; ister vasiyet etsin ister etmesin, vârisler bunu
kendi mallarından ödemek zorunda değildirler. Ödemeleri ise müstehaptır.[232]
3318... İbn
Abbas (r.anhüma)'dan rivayet edildiğine göre;
Bir kadın gemiye bindi
ve Allah kendisini kurtarırsa (sahile çıkarırsa) bir ay oruç tutmayı adadı.
Allah onu kurtardı, fakat kadın orucu tutmadan Öldü. Kızı -veya kız kardeşi-[233]
Rasûlullah'a geldi, (meseleyi sordu). Hz. Peygamber de kendisine; onun (ölenin)
yerine oruç tutmasını emretti.[234]
Tercemeye "Gemiye
bindi" diye geçtiğimiz cümlesinde mecazî bir ifade kullanılmıştır. Bu,
mahallin zikredilip hallin murad edilmesi kabilindendir. Çünkü,
"deniz" demektir; ama burada "deniz" değil, denizdeki gemi
kastedilmiştir. Bu kabil kullanışlara Arap edebiyatında çok rastlanır.
Hadiste sözkonusu
edilen kadın ve kızının kimler olduklarına ait bir kayda rastlayamadık.
Hadisin zahiri, bir
başkasının yerine oruç tutmanın, dolayısıyla ölenin adadığı orucun başkası
tarafından tutulmasının caiz olduğuna delâlet etmektedir. Oysa yukarıdaki
hadisin izahında belirtildiği gibi; âlimlerin çoğuna göre bu caiz değildir.
Çünkü oruç bedenî bir ibadettir ve bedenî ibadetlerde niyabet cari değildir.
Üstelik Hz. Peygamber'in bunu sarahaten nehyettiğini bildiren hadis vardır.
Avnü'l-Ma'bûd sahibi;
bu görüşte olanların, üzerinde durduğumuz hadiste emredilen orucu fidye vermek
şeklinde te'vil ettiklerini söyler. Yani Hz. Peygamber (s.a), kendisine gelen
kadına; "Onun yerine sen tut" buyurduğunda, o orucun fidyesini
vermesini kasdetmiştir.
Şevkânî, hadisin;
ölenin borcu olan herhangi bir orucu onun velisinin tutabileceğine delâlet
ettiğini söyler. Şevkânî'nin bildirdiğine göre hadis âlimleri bu görüştedir.
Ahmed b. Hanbel'in ve
Şafiî'nin bir görüşüne göre başkasının yerine oruç tutabileceği yukarıda
geçmiştir.
Birisinin borcu olan
orucu, velisi ya da başka birinin tutup tutamayacağına dair daha geniş malumat
Kitabü's-Savm'ın 41. babında 2400 ve 2401 numaralı hadislerde geçmiştir.[235]
3319...
Abdullah b. Büreyde'nin, babası Büreyde'den rivayet ettiğine göre;
Bir kadın, Rasûlullah
(s.a)'a gelip:
Ben anneme bir genç cariye
vermiştim. Annem öldü ve bu cariyeyi miras olarak bıraktı, dedi.
Hz. Peygamber (s.a):
"Sen sevabını
aldın ve o miras olarak sana geri döndü" buyurdu. Kadın:
Ama annem bir ay oruç
borcu olduğu halde öldü, dedi. Ravi (Ahmed b. Yunus), (bundan önceki) Amr b.
Avn hadisinin
benzerini zikretti.
(Hz. Peygamber'in, kadına annesinin orucunu ödemesini emrettiğini söyledi.)[236]
Bu hadis,
Kitabü'z-Zekât'da 1656 numarada ve Kitabü'l-Vesaya da 2877 numarada geçmiştir.[237]
3320... îbn
Abbas (r.anhuma)'dan rivayet edildi ki: Bir kadın Hz. Peygamber (s.a)'e gelip,
(ölü olan) annesinin bir ay oruç borcu olduğunu söyledi ve;
Onun yerine ben
ödeyeyim mi? dedi. Hz. Peygamber (s.a):
"Annenin birisine
borcu olsa öder miydin?" dedi.
Evet.
"Allah'ın borcu
ödenmeye daha müstehaktır" buyurdu."[239]
3321... Âişe
(r.anha)'dan, Hz. Peygamber (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Oruç borcu
olduğu halde ölen kimsenin orurcunu onun yerine velisi (en yakın akrabası)
tutar."[240]
Bu hadislerin zahiri,
oruç borcu olduğu halde ölen kimsenin bu borcunun yakın akrabası tararfından
ödeneceğine delâlet etmektedir. Ayrıca hadis; bir kimsenin başka birisinin
yerine oruç tutabileceğine de delildir. Ancak konu âlimler arasında
ihtilaflıdır. Bundan önce geçen babda âlimlerin farklı görüşleri aktarılmıştır.
Hz. Âişe'den rivayet
edilen ikinci hadis Kitabü's-Savm'da 2400 numarada da geçmiştir. Orada da
kojıu ile ilgili malumat verilmiştir.[241]
3322... İbn
Abbas (r.anhüma)'dan; Rasûlullah'm şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Bir kimse adım
anmadan bir adakta bulunsa onun keffareti yemin keffaretidir. Günah olan bir şeyi
nezredenin nezrinin keffareti yemin keffaretidir. Gücünün yetmeyeceği bir adağı
adayanın keffareti de yemin keffaretidir. [Gücünün yettiği bir adağı adayan
kişi adağını yerine getirsin.][242]
Ebû Dâvûd dedi ki:
Bu hadisi, VekV ve
başkaları Abdullah b. Satd'fb. Ebi'l-Hind]den, İbn Abbas'a mevkuf olarak
rivayet etmişlerdir.[243]
İbn Mâce'nin
rivayetinde, hadisin, günah işlemeyi adamakla ilgili bölümü yoktur.
Bu hadis,
Avnu'l-Ma'bûd ve Bezlü'l-Mechûd'da, Kitabu'l-Eymân ve'n-Nüzûr'un en sonunda yer
almıştır.
Hadis-i şerifte, izahı
gerektirecek kapalı bir durum yok. Hüküm olarak dört ayrı konuya temas
edilmektedir:
1- Adını
anmadan bir adak adayana, yemin kekffareti gerekir. Yani, ibadetin cinsini
tayin etmeden sadece, "benim nezrim olsun veya adağım olsun" diyen
kişiye yemin keffareti gerekir. Bu mesele bir sonraki hadiste gelecektir.
2- Günah bir
şeyi yapmak için yapılan adağın keffareti yemin keffaretidir. Bu konu 19. ve
devamındaki bablardaki hadisler (3289-3304) izah edilirken enine boyuna
tartışılmıştır.
3-
Yapabileceği bir şeyi adayan kişi adağını yerine getirmelidir. Tabii bu, adağın
günahı gerektiren bir şey olmaması şartı ile kayıtlıdır.
4- "Şu
dağı yerinden kaldıracağım", "Dünyayı ters çevirmek nezrim
olsun" gibi, İnsan gücünün dışında olan bir şeyi adayan kişi, hemen bir yemin
keffareti verecektir. Çünkü bu adağını yerine getirmesi mümkün değildir.
Bidâyetü'l-Müctehid'in
beyanına göre bu hüküm, âlimlerin cumhurunun mezhebidir. Böyle bir adakta
bulunana bir zıhar keffareti gerekir diyen âlimler olduğu gibi; ibâdetin
asgarisi olan bir gün oruç tutmak veya iki rek'-at namazla kayıtlayanlar da
vardır.
Ebû Davud'un ifadesine
göre, bu hadisi, Vekî' ve diğer bazı raviler Hz. Peygamber'in değil de, tbn
Abbas'ın sözü olarak nakletmişlerdir.[244]
3323... Ukbe
b. Âmir (r.a), Rasûlullah (s.a)'ın.şöyle buyurduğu-iu söylemiştir:
"Nezrin keffareti
yemin keffaretidir."
Ebû Dâvûd dedi ki:
Bu hadisi, Amr b.
e-Hâris, Kö'b b. Alkame'den, Kâ'b daîbn Şemmâse vasıtasıyla Ukbe'den rivayet
etmiştir.[246]
Bu hadisi; Müslim,
Nezir Keffareti bahsinde, İbn Mâce ise aynen Ebû Davud'un isimlendirdiği babda
vermişlerdir.
İbn Mâce'nin
rivayetinin başında Müslim ve Ebû Dâvûd'unkilerden fazla alarak "Adlandırmadan
(tayin etmeden),bir adak adayan kimse..." ibaresi /er almıştır. Hadisin
babın ismi ile alâkası, bu ibare ile daha açık olarak gömülmektedir.
Tirmizî'nin rivayeti de İbn Mâce'nin rivayetine yakındır. Bu -ivayet şöyledir:
"Tayin etmediği zaman nezir keffareti yemin keffaretidir."
Adadığı şeyin cinsini
belirtmeden adamak, yukarıdaki hadiste de belir-ildiği gibi, sadece
"nezrim olsun" deyip bırakmaktır. Yani adağı oruç, sa-iaka, kurban
veya hacc gibi bir ibadet çeşidi ile kayıtlamamaktır. Hadis-i şerif, bu şekilde
bir adakta bulunan kişiye bir yemin keffaretinin gerekli olduğuna delâlet
etmektedir.
Bu hadisin izahı
âlimler tarafından değişik şekillerde yapılmıştır.
Bezlü'l-Mechûd sahibi;
Şâfiîlerin, bu hadisi lücâc nezrine, Mâlikîlerîn;. nutlak nezre, Hanbelîlerle
bazı Şâfiîlerin ise, günah olan bir şeyi yapmayı ıdamaya hamlettiklerini
söyler.
Bezlü'l-Mechûd'un bu
beyanı, Nevevî'nin şu sözlerinin bir özeti olsa >erek:
"Alimler, bu
hadiste neyin murad edildiğini tayinde ihtilâf etmişlerdir. Bizim arkadaşlarımızın
cumhuru (Şâfiîlerin çoğunluğu), lücac nezrine hamletmişlerdir. Kişi bu adağa
riayetle, yemin keffareti arasında muhayyerdir. İmam Mâlik ile birçok âlimler,
"nezrim olsun" gibi mutlak nezirlere hamle-derler. Hadis fukahasından
bir grup ise, tüm nezirlerle ilgili olduğunu söylerler ve kişinin bütün
adaklarda adağına vefa ile yemin keffareti arasında muhayyer olduğunu kabul
ederler."
Şevkânî de Nevevî'nin
yukarıdaki sözlerini naklettikten sonra kendi görüşlerini şu şekilde belirtir:
"Zahir olan;
hadisin tayin edilmeyen adaklara mahsus oluşudur. Çünkü mutlakın mukayyede
hamli gerekir. Ama belirli bir ibadet anılarak edi-le"n nezirler, eğer
insan takatinin dışında ise, adayana bir yemin keffareti gerekir. Gücün
yettiği cinsten ise, ister bedene ister mala bağlı olsun eda edilir. Eğer adak,
günah olan bir şeyi yapmak için ise, bu gerçekleşmez ve keffaret de gerekmez.[247]
Eğer adağın konusu mubah ve yapılması güç dahilinde olursa zahir olanı, adağın
tahakkuku ve keffaretin lüzumudur..."
Görüldüğü gibi Şevkânî
bu hadisi Nevevî'nin aksine, doğrudan doğruya, konusu anılmadan edilen
nezirlerle alâkalı görmektedir. Zaten Şevkânî, yukarıdaki sözlerine başlamadan
önce; "Hadis, konusu anılmayan nezirlerde yemin keffareti olduğuna
delildir" diyerek görüşünü açık bir şekilde ortaya koymuştur.
Hanefî fıkıh
kitaplarında konu ile ilgili olarak şu bilgiye rastlıyoruz: Bir kimse, sadece
"nezrim olsun" veya bunun yerine kaim bir söz söyler ve içinden bir
şeye niyet ederse niyeti muteberdir. Ancak niyetindeki tâatın mikdarını tayin
etmemişse, yemin keffaretindeki ölçülere itibar edilir. Yani oruca niyet
etmişse üç gün, sadakaya niyet etmişse on fakir doyurmaya hükmedilir. Ama bir
ibadete niyet edilmezse bu bir yemin sayılır.[248]
3324... Bize
Muhammed b. Avf haber verdi. Onlara Saîd p.- el-Hakem söylemiş. (Saîd der ki:)
Bize Yahya b. Eyyûb, Kâ'b b. Alkame'den nakletti. Kâ'b, İbn Şemmâse'den
duymuş. .O, Ebu'1-Hayr kanahyla Ukbe b. Âmir'den, o da Hz. Peygamber'den önceki
hadisin benzerini nakletti.[249]
Bu rivayet, önceki
hadisin başka bir isnadla gelen rivayetidir.[250]
3325... Hz.
Ömer (r.a)'den rivayet edildi ki, o; Ya Rasûiallah, ben cahiliye çağında
Mescid-i Haram'da bir gece i'tikâfta kalmayı adadım, dedi. Hz. Peygamber (s.a)
kendisine: "- Adağını yerine getir" buyurdu.[252]
Bu hadis, İ'tikâf
bahsinde 2474 numarada geçmiştir.
Hadis-i şerif,
müslüman olmayan bir kimse, bir adakta bulunur, sonrada müslüman olursa,
adağının gereğini yapmakta mükellef olduğuna delildir. Şâfıîlerin bazıları ile
Ebû Sevr, Buharî ve İbn Cerîr bu görüştedir.
Bazı Şâfiîler, İmam
Mâlik ve Hanefîlere göre ise; bu tür nezirler hükümsüzdür. Bu gruptaki
âlimler, üzerinde durduğumuz hadisi istihbaba ham-letmişlerdir. Bu anlayışa
göre, Hz. Peygamber Hz. Ömer'e, "Müslüman olmadan önce ettiğin nezri
şimdi yapman müstehaptir" demek istemiştir.
Hattâbî, hadisin
şerhinde şöyle der:
"Hz. Peygamber'in
Hz. Ömer'e; cahiliye devrindeki adağını edayı emretmesi, nezrin onun
zimmetinde mevcut olduğunu gösterir. Bu, kişinin; başlangıcı küfür halinde olan
amelleri ile sorumlu olacağını gösterir. Bir kimse, kâfirken yemin etse ve
müslüman olduktan sonra yeminini bozsa, kendisine keffaret gerekir. Bu hüküm
Şafiî'nin aslına ve mezhebine göredir, Ebû Ha^ nîfe'ye göre ise keffaret
gerekmez.
Yine bu hadis,
kâfirlerin farzlara muhatap ve tatları işlemekle me'mur olduklarına delildir.
Ayrıca bu, oruç olmadan da i'tikâfin caiz olduğunu gösterir. Çünkü i'tikâf
gece olacaktır, gece de oruç zamanı değildir."
Hadisle ilgili daha
geniş malumat, i'tikâf bahsinin işaret edilen yerinde geçmiştir.[253]
[1] Buharı, eymân 16, el-mürteddîn I.
[2] Mâide, (5) 89.
[3] Mâide, (5) 89.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/167-169.
[4] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/169-171.
[5] Ahmed b. Hanbel, IV, 436, 441.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/171.
[6] Asim Efendi, Kamus Tercemesi, II, 929.
[7] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/171-172.
[8] Concordance bu bab'a numara vermemiştir.
[9] Âl-i İmran, (3) 77. Buharî, eymân 18, ahkâm 30;
Müslim, îman 220, 221; Tirmizî, büyü 42; îbn Mâce, ahkâm 7; Ahmed b.Hanbel, I,
379, 442, V, 211, 212.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/172-173.
[10] Aynî, Umdetü’l-Karî, XIII, 196.
[11] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/173-175.
[12] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/175-176.
[13] Dârimî, fadâilu'l-Kur'an 3; Ahmed b. Hanbel, V, 212,
213, 284, 285.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/176.
[14] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/177.
[15] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/178.
[16] Müslim, îmân 223;'Tirmizî, ahkâm 12.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/178-179.
[17] İbn Mâce, ahkâm 9.
[18] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/179-180.
[19] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/180-181.
[20] Ravi; Hz. Peygamber'in bunlardan hangisini söylediğini
kesin olarak hatırlayamadığı için, son cümlede şüphesini belirtmiştir.
İbn Mâce, ahkâm 9; Ahmed b. Hanbel, II, 329, 518, III, 375.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/181.
[21] el-Mevsılî, el-İhtiyâr li-Ta'Iîli'l-Muhtâr, II, 114.
[22] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/181-183.
[23] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/183.
[24] Bu başlık bazı nüshalarda; "Allah'tan başkası
adına yemin etmek" şeklindedir.
[25] Buharı, tefsiru sureti'rı-Necm 2, edeb 74, eymân 5;
Müslim, eymân 4, 5; Tirmizî, nü-zûr 18; İbn Mâce, keffârât 2; Nesâî, eymân II;
Ahmed b.Hanbel, II, 309.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/183.
[26] Aynî, XXIII, 178.
[27] Mirkâtu'l-Mefâtih Şerhu Mişkâtri-Mesâbih, III, 554.
[28] Nevevî, Sahih-i Müslim Şerhi,XI, 107.
[29] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/183-185.
[30] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/185.
[31] Bazı nüshalarda bu bab bir sonraki hadisin başında yer
almıştır. Bazı nüshalarda İse hiç mevcut değildir.
[32] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/186.
[33] Nevevî, Müslim Şerhi, XI, 105.
[34] Ebû Dâvûd, salât 1.
[35] Şevkânî, Neylül-Evtâr, VIII, 358.
[36] Mirkât, III, 554.
[37] Ibn Dakîki'1-İyd, Umdetu'l-Ahkâm, IV, 144-145.
[38] Neylü'l-Evtâr, VIII,358; Avnu’l-Ma'bud, III, 312.
[39] Aliyyü'1-Kârî, Mirkat, III, 554.
[40] İbn-i Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, (Mısır 1966), III; 705.
[41] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/186-189.
[42] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/189.
[43] Buharı, eymân 4, tevhid 13, edeb 74; Müslim, eymân 1,
2, 3; Nesâî, eymân 4, 5, 6, 10; İbn Mâce, keffarât 2 (benzeri); Tirmizî, nüzûr
8, 9.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/189.
[44] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/189-190.
[45] Buharî, eymân 4, tevhid 13; Müslim, eymân 1, 2, 3;
Nesâî, eymân 4, 5, 6, 10; ibn Mâ-ce, keffarât 2; Tirmizî, nüzûr 8,9; Ahmed b.
Hanbel, II, 7, 8, II, 17, 20, 48, 76..
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/190.
[46] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/190-191.
[47] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/191.
[48] Tirmizî, nüzûr 9.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/191.
[49] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/191-192.
[50] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/192-193.
[51] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/193.
[52] Ahmed b. Hanbel, V, 352.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/193.
[53] Ahzâb, (33) 72.
[54] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/194-195.
[55] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/195.
[56] Buharî, eymân 15; Muvatta, nüzûr 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/195-196.
[57] Bakara, (2) 225; Mâide, (5) 89.
[58] Mecmau'z-Zevâîd, IV, 185.
[59] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/196-197.
[60] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/197.
[61] Bu bab, bazı nüshalarda şeklindedir. "Yeminlerde
ta'riz" demektir.
[62] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/198.
[63] Müslim, eymân 20; İbn Mâce, keffârât 41.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/198.
[64] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/199-200.
[65] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/200.
[66] Münzirî, Süveyd b. Hanzala'ya bundan başka hiçbir
hadis isnad edilmediğini ve başka bir hadisinin bilinmediğini söyler. İsâbe'de
de; Ezdî'nin, "Ondan kızından başka kimse rivayette bulunmadı" dediği
bildirilir.
[67] İbn Mâce, keffarât 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/200-201.
[68] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/201.
[69] Concordance bu bab'a numara vermemiştir.
[70] Buharî, eymân 7, cenâiz 84, edeb 44, 73; Müslim, eymân
175, 177; Tirmizî, nüzür 16; Nesâî, eymân 7, 31; İbn Mâce, keffarât 3; Ahmed b.
Hanbel, IV, 33, 34.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/201-202.
[71] Fetih, (48) 18.
[72] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/202-205.
[73] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/205.
[74] Nesâî, îman 8; îbn Mâce, keffârât 3; Ahmed b. Hanbel,
V, 355, 356.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/205.
[75] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/206.
[76] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/206.
[77] Buharı ve başkaları, bu zâtın sahâbî olduğunu
söylemişlerdir. Bazı âlimler; onun sahâ-bî olmayıp, rivayetinin bulunduğunu
söylerler. Bir grup da; bu zâtın Hz. Peygamber (s.a) zamanında doğduğunu fakat
Rasûlullah'ı görmediğini savunurlar.
[78] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/207.
[79] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/207-208.
[80] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/208.
[81] Tirmizî, nüzûr 7; Nesâî, eymân 18, 39, 43; İbn Mâce,
keffârât 6; Dârimî, nüzûr 7; Ahmed b. Hanbel, II, 6, 10, 48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/208.
[82] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/209-210.
[83] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/211.
[84] Nesâî, eymân 18; Ahmed b. Hanbel, II, 6, 49.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/211.
[85] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/211-212.
[86] Concordance bu bab'a numara vermemiştir.
[87] Buharı, eymân 3, kader 14, tevhid II; Tirmizî, nüzûr
13; Nesâi eymân 1, 2; İbn Mâce, keffârât 1; Dârimî, nüzûr 12; Muvatta, nüzûr
15.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/212.
[88] En'âm, (6) 148.
[89] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/212-213.
[90] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/213.
[91] Ahmed b. Hanbel, III, 33, 48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/213-214.
[92] İbn Mâce, keffârât 1.
[93] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/214.
[94] İbn Mâce, keffârât 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/214-215.
[95] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/215-216.
[96] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/216-217.
[97] Hicr, (15) 72.
[98] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/217-218.
[99] Bu bab bazı nüshalarda, "Eğer hayırlı işse yemini
bozma" babından sonra yer almıştır.
[100] Ahmed b. Hanbel, I, 219.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/218.
[101] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/218.
[102] Buharı, rü'yâ ta'bir 47, eymân 9; Müslim, rü'yâ 17;
Tirmizî, rü'yâ 10; İbn Mâce, ta'biru'r-rü'yâ' 10; Dârimî, rü'yâ 13; Ahmed b.
Hanbel, I, 236.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/219.
[103] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/219-221.
[104] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/222.
[105] Bu bab, Avnu'l-Ma'bûd nüshasında 17 bab sonra
gelmektedir.
[106] Buharı, mevakît 41, menâkıb 25, edeb 87; Müslim,
eşribe 177.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/222-223.
[107] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/224-225.
[108] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/225.
[109] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/225.
[110] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/225.
[111] Nesâî, eymân 17; Mâce, keffârât 8; Ahmed b. Hanbel,
II, 185, 202.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/225-226.
[112] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/226-228.
[113] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/228.
[114] Ahmed b. Hanbel, II, 185; Beyhakî, Taberânî.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/228.
[115] Fethu'r-Rabbânî, XIV, 191.
[116] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/228-230.
[117] Nesâî, eymân 41.
[118] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/230-231.
[119] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/231-232.
[120] Ahmed b. Hanbel, I, 253, 288, II, 68, 70, 118.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/233.
[121] Sabîra veya masbûra yemini ile ilgili malumat 3242
no'lu hadisin şerhinde geçmiştir.
[122] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/233-235.
[123] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/235.
[124] Bu bab bazı nüshalarda, "Eğer daha hayırlıysa
yemini bozmak" şeklindedir.
[125] Buradaki şüphe ravilerden birisine aittir. Keffaretin,
yemini bozmadan önce de sonra da caiz olduğuna işaret İçin, Hz. Peygamber
tarafından iki şekilde söylenmiş olması da mümkündür.
Buharı, eymân 1, 4, 9; Müslim, eymân 7, 9; 10, 13, 15, 17, 19; Nesâî,
eymân 15, 16; İbn Mâce, keffârât 7, 8; Dârimî, nüzûr 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/235-236.
[126] Mâide, (5) 89.
[127] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/236-238.
[128] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/238-239.
[129] Buharı, keffaretu'I-eymân 10; Müslim, eymâri 7, 9, 10,
13, 15, 17, 19; Nesâî, nüzûr 15, 16, 43; Tirmizî, nüzûr 5,6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/239.
[130] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/239-240.
[131] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/240.
[132] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/240-241.
[133] Bir nüshada; "ölçtüm" yerine, "tahmin
ettim" denilmektedir.
[134] Hişâm; Hişâm b. Abdilmelik b. Mervân'dır.
[135] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/241.
[136] Bu ölçüler günümüzde ilan edilen fitre mikdarlarıdır.
[137] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/241-243.
[138] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/244.
[139] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/244.
[140] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/244-245.
[141] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/245.
[142] Müslim, mesâcid 33, 35; Nesâî, sehv 20; Muvatta, ıtk
8; Dârimî, nüzûr 10; Ahmed b. Hanbel, V, 447, 448, 449.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/245-246.
[143] Bu konuda geniş malumat için bk. Elmalılı Hamdi Yazır,
Hak Dini Kur'an Dili, III, 271 vd.
[144] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/246-248.
[145] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/248.
[146] Nesâî, vesâya 8; Ahmed b. Hanbel, IV, 222, 388, 399.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/248-249.
[147] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/249.
[148] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/249-250.
[149] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/250.
[150] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/250-251.
[151] Bu babın İsmi bazı nüshalarda "Yemin eden kişinin
konuştuktan sonra istisna etmesi" şeklindedir.
[152] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/251.
[153] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/251-252.
[154] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/253.
[155] Kehf, (15) 23.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/253.
[156] Bu hadisin Ebû Davud'a gelişi iki üstaddan olmuştur.
Bunlar Osman b. Ebî Şeybe ve Müsedded'tir. Bazı matbu nüshalarda;
"Rasûlullah (s.a) nezirden nehyetmeye başladı" cümlesi bu üstadlardan
birine nisbet edilmiş, daha sonraki cümleyi ise her iki üstadın da ittifakla
haber verdiklerine işaret edilmiştir.
[157] Bu bölüm de bazı nüshalarda mevcut değildir. Buharî, emân
26, kader 6; Müslim, nezr 3,7; Nesâî, eymân 24, 26; Tirmizî, nüzûr 11; İbn
Mâce, keffârât 15; Dârimî, nüzûr 5; Ahmed b. Hanbel, II, 61, 235, 242, 301,
314, 373, 412, 463.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/254.
[158] Kurtubî'nin sözünün bir bölümünü tafsilat görerek
almadık.
[159] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/254-256.
[160] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/256-257.
[161] Bu hadis haddizatında, hadis-i kudsîdir. Yani Hz.Peygamber
bunu Allah (c.c.)’dan haber vermiştir. Ancak metinde bu açıkça görülmemekte,
sanki Hz. Peygamber in sözü imiş gibi ifade edilmektedir.
[162] Buharı, eymân 26, kader 6; Müslim, nezr 7; Nesâî,
eyman 26; ibn Mace, keffarat n, Tirmizî, nüzûf 11; Ahmed b. Hanbel, II, 61,
301, 412.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/257.
[163] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/257-258.
[164] Buharı, eymân 2, 8, 31; Tirmizî, nüzûr 2; Nesâî, eymân
27, 28; İbn Mâce, keffârât 16; Mâlik, nüzûr 8; Ahmed b. Hanbel, VI, 36, 41,
224.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/258-259.
[165] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/259-260.
[166] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/261.
[167] Bu bab bazı nüshalarda mevcut değildir.
[168] Tirmizî, nüzûr 2; İbn Mâce, keffarât 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/261.
[169] Muğnî, Mirkât, Bidâyetu'l-Müctehid, Neylü'l-Evtâr ve
Bezlü'l-Mechûd'da, Ebû Hanîfe'nin görüşü buna tam zıt olarak verilmektedir.
Nitekim önceki hadiste bu görülmüştür.
[170] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/261-263.
[171] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/263.
[172] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/264.
[173] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/264-265.
[174] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/265.
[175] Müslim, nüzûr 11; Tirmizî, nezûr 17; Nesâî, eymân 33;
İbn Mâce, keffârât 20; Ahnıed b. Hanbel, IV, 145, 147, 149, 151.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/265-266.
[176] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/266-267.
[177] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/268.
[178] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/268.
[179] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/268.
[180] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/268-269.
[181] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/269.
[182] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/269.
[183] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/270.
[184] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/270.
[185] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/270-271.
[186] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/271-272.
[187] Buharı, eymân 31; îbn Mâce, keffârât 21; Muvatta 6;
Ahmed b. Hanbel, IV, 168.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/272.
[188] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/272-273.
[189] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/273.
[190] Buharı, eymân 31, sayd 27; Müslim, nüzûr 9, 10;
Tirmizî, nüzûr 10; Nesâî, eymân 42.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/274.
[191] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/274-275.
[192] Buharı, hacc 65, eymân 31; Nesâî, hacc 135, eymân 30;
Ahmed b. Hanbel, I, 364.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/275.
[193] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/275.
[194] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/276.
[195] Tirmizî, nüzûr 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/276.
[196] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/276-277.
[197] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/277.
[198] Dârimî, Hâkim, Beyhakî, Ahmed b. Hanbel, III, 363.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/277-278.
[199] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/278-279.
[200] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/279-280.
[201] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/280.
[202] Buradaki şüphe raviye aittir.
[203] Ebû Dâvûd; esir edilen adamın müslüman olduğunu
bildiren sözlerini ve Rasûlullah'ın cevabını, Muhammed b. İsa'nın rivayetinden;
geri kalanını da Süleyman b. Harb'in rivayetinden nakletmiş ve buna işaret
etmiştir.
[204] Müslim, nüzûr 8; İbn Mâce, keffârât 16 (bir bölümü);
Ahmed b. Hanbel, IV, 430.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/280-283.
[205] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/283-285.
[206] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/285.
[207] Tirmizî, menâkıb 17; Ahmed/b. Hanbel, V, 353, 356.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/286.
[208] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/286-288.
[209] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/288.
[210] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/288-289.
[211] Bundan sonra gelecek hadiste bu zatın adı Kerdem
olarak geçmektedir. Ancak Bezl'in ifadesine göre bu isim Telhîs'de Kerûm diye
tashih edilmiştir.
[212] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/289-290.
[213] Bu sözün iki manaya ihtimali vardır: 1) Hz.
Peygamber'in elindeki değnekten kinâye-dİr. Çünkü insan onu bir yere vurursa
"Tab, tab" diye ses çıkarır. O zaman mana, "Sopadan sakının,
sopadan sakının, sopadan sakının" olmuş olur. 2) Ayakların yere değdiğinde
çıkardığı sestir.
[214] Bu cümlenin manasının, "Babam onun
Peygamberliğini tasdik etti" şeklinde de olması mümkündür. Avnü'l-Ma'bûd
bu manayı; Menhel'in tekmilesi, önceki manayı tercih etmiştir.
[215] İbn Mâce, keffârât 18 (bir bölümü).
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/290-291.
[216] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/291-292.
[217] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/292.
[218] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/292.
[219] Buharî, eymân 24, vesâya 16, tefsiru sûre (9) 18;
Müslim, tevbe 53; Nesâî, eymân 36, 37; Dârimî, zekât 25; Muvatta, nüzûr 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/293.
[220] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/293-294.
[221] Önceki rivayetin son ravisi Süleyman b. Dâvûd ve İbn
Şerh, bununki ise Ahmed b. Salih'tir. Rivayetlerin diğer rayileri aynı
şahıslardır.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/294.
[222] Muvatta, nüzûr 9. Bu rivayetin isnadı, İbn Şihâb
ez-Zührî'den sonra, diğer rivayetlerle farklılık arzetmektedir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/295.
[223] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/295-296.
[224] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/296.
[225] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/297.
[226] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/297.
[227] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/297-298.
[228] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/298.
[229] Buharı, vesâya 19, eymân 30; Müslim, nüzûr 1; Tirmizî,
nüzûr 19; Nesâî, vesâya 8, 9, eymân 35; İbn Mâce, keffârât 19; Muvatta, nüzûr
I, 2; Ahmed b. Hanbel, I, 219, 329, 370.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/298-299.
[230] Bk. Fethu'1-Bârî, XIV, 396.
[231] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/299-300.
[232] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/300-301.
[233] Bu şek ravilerden birisine ait olsa gerektir.
[234] Nesâî, eymân 34; Ahmed b. Hanbel, I, 216, 238.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/301.
[235] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/301-302.
[236] Müslim, savm 157; Tirmizî, zekât, 31; Ahmed b. Hanbel,
V, 459, 351, 354, 361.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/302.
[237] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/302.
[238] Bu bab ve buradaki hadisler bazı nüshalarda mevcud
değildir.
[239] Buharî, savm 42; Müslim, savm 154; Ahmed b. Hanbel, I,
224, 258, 326.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/302-303.
[240] Buharı, savm 42; Müslim, savm 153; Ibn Mâce, keffârât
19; Ahmed b. Hanbel, VI, 69.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/303.
[241] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/304.
[242] Bu ilâve bazı nüshalarda mevcut değildir.
[243] İbn Mâce, keffârât 17.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/304-305.
[244] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/305.
[245] Concordance bu bab'a numara vermemiştir.
[246] Müslim, nüzûr 13; İbn Mâce, keffârât 17; Tirmizî,
nüzûr 4; Nesâî, eymân 41; Ahmed b. Hanbel, IV, 144, 146, 147.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/305-306.
[247] Hanefîlere göre keffaret gerekir. Konu daha önce geniş
bir şekilde geçmiştir.
[248] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/306-307.
[249] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/307-308.
[250] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/308.
[251] Concordance bu bab'a numara vermemiştir.
[252] Buharî, i'tikâf 5, 15, 16, eymân 29; Müslim, eymân 27,
28; Tirmizî, nüzûr 12; Nesâî, eymân 36; Ahmed b. Hanbel, I, 37, II, 20, 53.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/308.
[253] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/308-309.