21. YEMİNLER VE NEZİRLER BÖLÜMÜ.. 4

   Nezir:. 5

1. Yalan Yere Edilen Yeminler Hakkında Sert Tutum... 5

     Birinin Malını Almak İçin Yemin Etmek. 6

2. Hz. Peygamberin Minberinin Yanında Edilen Yemini Tazim Konusunda (Gelen) Haberler  9

3. Putlar Adına Yemin Etmek. 10

4. Babaların Adı İle Yemin Etmek Mekruhtur. 12

5. Emanete Yemin Etmek Mekruhtur. 15

6. Yemin-i Lağv. 16

7. Yeminde Ta'riz. 17

   (İslâm'dan) Berî Olmaya Ve İslâm'dan Başka Bir Dine Yemin Etmek. 19

8. Katık Yemeyeceğine Yemin Eden Kişinin Durumu. 21

9. Yeminde İstisna. 22

   Hz. Peygamber (S.A)'in Yemini Konusunda Gelen Haberler. 23

10. Kasem Yemin Olur Mu?. 26

11. Bir Yemeği Yemeyeceğine Yemin Eden Kimsenin Durumu. 28

12. Akrabayı Ziyareti (Sıla-i Rahim) Kesmek Üzere Edilen Yemin. 29

13. Kasden Yalan Yere Yemin Eden Kişinin Durumu. 32

14. Kişi Yeminini Bozmadan Önce Keffaret Ödeyebilir. 33

15. Keffarette Kaç Sa' Verilir?. 36

16. (Yemin Keffaretinde) Mü'min Köle Azad Etmek. 38

17. Sustuktan Sonra Yeminde İstisna. 40

18. Nezirlerden Nehy. 41

19. Günah İşlemeyi Adamak (Konusunda Gelen Hadisler). 43

   Günah İşlemeyi Adayana Keffaret Gerekir Diyenler. 44

20. Beyt-i Makdis'de Namaz Kılmayı Adayan Kimsenin Durumu. 51

21. Kişinin Sahip Olmadığı Bir Şeyi Nezretmesi. 52

22.Vefa Gösterilmesi Emredilen Adak. 54

23. (Tüm) Malını Sadaka Olarak Vermeyi Adayan Kimse Hakkındaki Hadisler. 57

24. Ölünün Adağını Onun Namına İfa Etmek. 59

   Oruç Borcu Olduğu Halde Ölen Birinin Orûcunu Velisinin Tutacağına Dair Gelen Hadisler  61

25. Gücünün Yetmeyeceği Bir Adağı Adamak. 61

   Adını Tayin Etmeden Adak Adamak. 62

   Cahiliye Çağında Nezredip De Daha Sonra Müslüman Olan Kişi Ne Yapar?. 63

 

 

 

 


21. YEMİNLER VE NEZİRLER BÖLÜMÜ

 

Yeminler ve nezirlerle ilgili hadislerin terceme ve izahlarına geçmeden önce, bu terimlerin sözlük ve ıstılah manaları ile, Hanefî mezhebine ait ge­nel hükümlerinden kısaca bahsetmek istiyoruz:

Yemin sözlükte; sağ el, hayır, bereket ve kuvvet manalarına gelir.

Istılahta yemin; bir kimsenin, bir işi yapma veya yapmama konusunda­ki kararlılığını göstermek ve sözüne güç katmak için söylediği bazı sözler­dir. Kelimenin lügat manası ile ıstılah manası arasındaki münasebeti Askalânı iki şekilde izah eder:

a) "Yemîn" kelimesinin, lügat manalarından birisi "sağ el"dir, Arap­lar birbirleri ile yeminleşeceklerinde; her biri diğerinin sağ elini tutardı. Onun için bu andlaşmaya yemin denilmiştir.

b) Sağ elin özelliği, bir şeyi korumaktır. Yemin, yemine konu olan şeyi korumaya vesile olduğu için, bu ameliyyeye "yemin" denilmiştir.

Yemin, her zaman geleceğe dönük olarak edilmez. Geçmişte yapılan veya yapılmayan konularda inandırıcılık sağlamak için de yemin edilir. Meselâ; "Vallahi yarın şöyle yapacağım" demek yemin olduğu gibi, "Vallahi dün şu işi yaptım" ya da "yapmadım" demek de yemindir.

Aslında yemin, Allah'ın isimlerinden veya örfen yemin edilen zatî sıfat­larından birisi ile edilir. Yeminde en çok kullanılan sözler: "Vallahi, billahi tallahi" sözleridir. Kur'an adına edilen yeminler de yemin sayılırlar. "Kâfir olayım, kıblem başka yöne olsun" gibj sözler yemin niyetiyle söylenmişse yemin olur. Ancak bunları söyleyen kişi yemine konu olan şeyi yapmadığı takdirde kafir olacağını zanneder ve o şeyi yapmazsa dinden çıkar; iman ve nikâh yenilemesi icabeder. Halk arasında çok kullanılan, "Kur'an, ekmek çarpsın" sözü yemin değildir. Dolayısıyla bu sözle yapılan yemin bozulduğu takdirde keffaret gerekmez.

Kasem suretiyle yapılan yeminler üç çeşittir:

1- Yemin-i Gamûs: Geçmişle ilgili olarak yalan yere yapılan yemindir. Bir kimsenin, yaptığı bir şeyi bilerek inkâr edip yemin etmesi ya da yapma­dığı bir şeyi bilerek, yaptım diyerek yemin etmesi bu sınıftandır. Yemin-i ga­mûs haramdır. Hz. Peygamber (s.a) bir hadis-i şerifte bu yemini; Allah'a ortak koşmak, anaya babaya isyan etmek ve haksız yere adam öldürmekle birlikte en büyük günahların arasında saymıştır.[1]

Yemin-i gamûs o kadar büyük bir günahtır ki, bu günahın eserini sil­mekte keffaret yeterli değildir. Onun için yemin-i gamûstan dolayı tevbe is­tiğfar edilir. Eğer bu yemin ile bir kulun hakkının zayi olmasına sebep olun-muşsa, tevbe etmeden önce o hak telafi edilir. Şâfiîlere göre, bu yeminden dolayı, keffaret icabeder.

2- Yemin-i Lağv: Yanlışlıkla ve doğru olduğu zannedilerek yapılan ye­mindir.

Yemin-i lağv geçmiş zamanla ilgili olabileceği gibi, şimdiki zamanla il­gili de olabilir. "Vallahi borcumu ödedim" geçmiş zamana, "vallahi su akıyor" da şimdiki zamanla ilgili yemine misâldir.

Yemin-i lağv, Allah katında bir mes'uliyeti gerektirmez. Dolayısıyla bu çeşit yeminlerde tevbe de keffarette gerekmez. Allah (c.c.) bir âyet-i kerime­de: "Allah sizi lağv (rastgele) yeminlerinizden dolayı değil, bile bile ettiğiniz yeminlerinizden dolayı hesaba çeker."[2] buyurmaktadır.

3- Yemin-i Mün'akide: Gelecekle ilgili bir jş için yapılan yemindir. Bu tür yeminler; yapılması da yapılmaması da mümkinattan olan bir şeyi yap­mak veya yapmamak için edilir. Meselâ, "Vallahi yarın falan yere gideceğim" şeklindeki bir yemin bu türdendir.

Yemine konu olan şey yapılırsa, yani yemine riayet edilirse yapılacak bir şey yoktur. Ama yeminin icabı yerine getirilmemiş veya getirilememişse, bu yeminden dolayı keffaret icabeder.

Mubah bir şey için yapılan yeminlerde, imkân nisbetinde verilen söz tu­tulmalı ve yemin bozulmamalıdır. Fakat, bir farzı terk veya bir haramı işle­mek için yemin edilmişse bu yemine riayet edilmemeli, yeminin keffareti öden­melidir.

Yemin eden kişinin, yemini, bilerek veya unutmuş olduğu halde, kendi rızasıyla veya zorlama yoluyla etmiş olması arasında fark yoktur. Ayrıca ye­minin bozulması durumunda, yemine konu olan şeyin unutularak ya da baş­kasının zorlamasıyla yapılması keffareti düşürmez.

Yeminin gereğini yerine getiremeyip, bozan kişiye lâzım olan kefaretin ödenme yolu; bir köle azad etmek veya on fakiri akşamlı sabahlı doyurmak, ya da on fakire orta halli bir elbise giydirmektir. Buna gücü yetmeyen kişi ise peşpeşe üç gün oruç tutar. Şafiî mezhebinde orucun peşpeşe olma şartı yoktur.

Yemin keffaretinin yemek yedirme şeklinde ödenmesi durumunda, ye­mek yedirme yerine fitre de verilebilir. Bu durumda ya on fakire birer fitre, ya da bir fakire her gün bir fitre olmak üzere on günde on fitre verilir. Bir faki­re bir günde on fitre verilse bu bir fitre yerine geçer. Elbise giydirmede de, on elbise bir tek fakire verilecekse her bir elbise ayrı ayrı günlerde verilmelidir.

Yemin keffaretinin dayanağı şu mealdeki âyet-i kerimedir.

"...Yeminin keffareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on düş­künü yedirmek yahut giydirmek ya da bir köle azad etmektir. Bulamayan üç gün oruç tutmalıdır; yeminlerinizin keffareti budur. Yemin ettiğinizde ye­minlerinizi tutun. Şükredesiniz diye Allah size böylece âyetlerini açıklıyor."[3]

 

Nezir:

 

Nezir, sözlükte "korkutmak" demektir. Istılahta; Allah'a ta'zim için, mubah bir şeyin yapılmasını deruhte etmek, demektir. Râğıb, nezri; "Bir şeyin meydana gelmesi için, vacib olmayan bir şeyi, vacip kılmak" şeklinde tarif eder.

Görüldüğü gibi nezir, Türkçe'de "adak" diye bilinen şeydir.

Bir nezrin sahih olması için şu şartların bulunması gerekir:

1- Nezir, farz ye vacib cinsinden bir ibadetle ilgili olmalıdır. Dolayısıy­la, "Şu kadar oruç tutayım", şeklindeki bir nezir sahihtir. Fakat, "Falan ye­re gideyim" tarzındaki bir nezir sahih değildir.

2- Nezredilen şey, kişinin zaten yapmak mecburiyetinde olduğu farz ve­ya vacipler olmamalıdır."Nezrim olsun bu Ramazanın orucunu tutayım" tarzındaki bir nezir sahih değildir. Çünkü Ramazan orucunu tutmak zaten vazifesidir.

3- Nezredilen şey cinsinden olan farz veya vacib, lizâtihi maksud olma­lıdır. Onun için namaz kılmak üzere yapılan nezir sahih, fakat abdest almak üzere yapılan nezir, sahih değildir.

4- Nezredilen şey, olması mümkün olmayan cinsten bir şey olmamalı­dır. Dolayısıyla, "Geçen sene oruç tutayım" şeklinde yapılan bir nezir sahih değildir. Çünkü, geçen senenin geri gelmesi mümkün değildir.

5- Nezredilen, günah cinsinden bir şey olmamalıdır. "Şu işim olursa, kendimi Allah'a kurban edeyim" tarzındaki bir nezir sahih değildir. Çünkü bu, intihardır.

6- Nezir malla ilgili ise, nezredilen şey nezredenin mülkünden fazla ve­ya başkasına ait olmamalıdır. Meselâ, elli bin lirası olan kişinin, "nezrim olsun fakirlere yüz bin lira sadaka vereceğim" şeklindeki bir nezri sahih olmaz.

Nezirler; bir zamanla kayıtlı olup olmaması itibarıyla; muayyen, gayr-i muayyen; bir şarta bağlı olup olmaması itibarıyla da; mutlak ve muallak çe­şitlerine ayrılır.

Muayyen nezir: Bir zamanla kayıtlı olan nezirlerdir. "Nezrim olsun önü­müzdeki ayın onuncu günü oruç tutayım" tarzındaki bir nezir, muayyen ne­zirdir. Bu ifade ile yapılan bir nezir, şarta bağlanmadığı için, aynı zamanda mutlaktır.

Bir yerle kayıtlı olan nezirler de muayyen nezirdir.

Mutlak muayyen nezirler; kayıtlanan, zaman ve yere münhasır olmaz. Dolayısıyla o gün yerine getirilmezse başka bir günde o ibadet işlenir. Mese­lâ, "Cuma günü Eyüp Camii'nde iki rek'at nafile namaz kılmayı" nezreden kişi; iki rek'at namazı cumadan başka bir günde ve Eyüp Camii'nden başka bir yerde kılsa, nezrini yerine getirmiş sayılır. Hatta, bir gün tayin ederek bir adakta bulunan kişi, o gün gelmeden adağını yerine getirebilir. Bu, Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göredir.

Gayr-i muayyen nezir: Bir zaman ve yerle kayıtlı olmayan nezirlerdir. "Nezrim olsun üç gün oruç tutayım" şeklinde yapılan bir nezir, gayr-i mu­ayyendir.

Mutlak nezir: Bir şarta bağlı olmadan, doğrudan doğruya Allah rızası için yapılan nezirler, mutlak nezirlerdir. "Allah rızası için oruç tutayım" de­mek gibi.

Bu şekilde yapılan nezirler makbuldür ve sevaba vesiledir. Çünkü işin içinde dünyalık bir kaygı yoktur.

Muallak nezir: Bir şartın gerçekleşmesine bağlı olarak yapılan nezirler­dir. "Şu hastalıktan iyi olursam, kafirlere şu kadar lira sadaka vereyim." şeklindeki bir nezir, muallak nezirdir. Aslında bu, dünyevî bir menfaata bağlı olduğu için makbul değildir. Çünkü nezir ibadet cinsinden olacaktır. Ve ibadet Allah için edilir. Zaten Allah'ın takdiri değişmez. Onun için kişi nezirle öle­cek hastayı iyileştiremez. Buna rağmen, bir şarta bağlı olarak yapılan nezir­lerin bağlandığı şartın gerçekleşmesi halinde yerine getirilmesi gerekir. Aksi halde borçlu olur.

Şart tahakkuk etmeden, nezir yerine getirilemez. "Şu işim olursa şu ka­dar oruç tutayım" diyen kişi, o işi.olmadan oruç tutarsa, nezrini eda etmiş sayılmaz.

Şarta bağlanan nezirler, zaman ve mekânla kayıtlı olmaz. Meselâ; "Şu işim olursa filan günü oruç tutayım" diye, adakta bulunan kişi, o işi olun­ca, orucunu o günden başka bir günde tutulabilir.

Nezirde kasd şart değildir. Dolayısıyla, "Ben şakadan nezretmiştim" diye bir sözün geçerliliği yoktur.[4]

 

1. Yalan Yere Edilen Yeminler Hakkında Sert Tutum

 

3242... İmrân b. Husayn (r.a), Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyur­duğunu rivayet etmiştir:

"Yalan yere; "masbûra" yemini üzerine yemin eden kişi.cehen­nemdeki yüz üstü kalacağı yerine hazırlansın."[5]

 

Açıklama

 

"Masbûra" sözlükte; habsedilmiş demektir. Çünkü sabr; hapis manasına gelir.

"Masbûra yemini", Kamus'da şöyle izah edilmektedir: "Üzerine yemin terettüp eden kişi o yemin sebebiyle hapsedilir ve yemin edinceye kadar ha­piste tutulursa, bu yemine "masbûra" denilir."[6]

Aslında, hapsedilen yani masbûr olan; yemin değil, yeminin sahibidir. Fakat insan, bu yemin sebebiyle hapsedildiği için, mecazi olarak yeminin sı­fatı olmuştur.

İbnü'1-Esir, Nihâye'de; "Kim habs yemini ile ye­min ederse..." hadisindeki, sabr" ve, hadisindeki "masbûra" kelimelerini izah ederken şöyle der: "Yani kişinin ilzam edildiği ve onun yüzünden hapse atıldığı yemin. Bu yemin hü­küm cihetinden" sahibine lâzım (bitişik)dir. Her ne kadar aslında yemin sahi­bi habşedilir ise de, bu yemine masbûra denilir. Çünkü kişi o yemin yüzünden hapsedilmiştir. Dolayısıyla, yemin mecazi olarak haps ile vasıflanmış ve ona izafe edilmiştir."

Aynî de; bir sonraki hadisin, Buharî'deki rivayetinde bulunan; cümlesini izah ederken şöyle der: "Bu yemin kendisinin üzerine sahibinin ilzam edildiği.ve zorlandığı yemindir. O, sultanın, bir ada­mı yemin edinceye kadar bir yemin üzerine hapsetmesidir." Yine Aynî'deki ifadeye göre; Dâvûdî: Bu yeminin manasının; kişinin, insanların başlan üze­rine yemin edinceye kadar tutulması olduğunu söyler.

Bu ifadelerden anlaşılıyor ki; masbûra yemini; yemin etmesi gereken ki­şinin o yemini edinceye kadar hapsedilmesini icabettiren yemindir.

Hz. Peygamber (s.a), bu hadiste; hapsedildiği konuda yalan yere yemin eden kişinin Cehennemdeki yerinde yüzüstü kalacağını ifade etmektedir. Ter-cemeye "yüzüstü" diye geçtiğimiz terkibindeki "bâ" harfi cerri "ala" manasındadır. Bu terkibi, bizim terceme ettiğimiz manada değil de; "O ye­mini sebebiyle" şeklinde anlayanlar da olmuştur. O zaman cümlenin mana­sı; "O yemin sebebiyle cehennemdeki yerine hazırlansın" olmuş olur. An­cak bu mana sarihler tarafından pek tutulmamıştır.

Cehennemliklerin, cehennemdeki.yerleri şu anda mevcuttur. Hadiste be­lirtildiği üzere yalan yere yemin eden kişi, o yerinde yüzünün üzerinde sürü­nerek kalacaktır. Hz. Peygamber (s.a) bu manayı, emir siğasıyla "hazırlansın" şeklinde ifade etmiştir.

Yalan yere yemin etmenin, son derece günah olduğunu gösteren birçok hadis vardır. Bundan sonraki babda gelecek olan hadisler bunlardandır.[7]

 

Birinin Malını Almak İçin Yemin Etmek[8]

 

3243... Abdullah (b. Mes'ûd) (r.a) Rasûlullah (s.a)'m şöyle bu­yurduğunu haber vermiştir:

"Bir kimse, müslüman bir kimsenin malım almak için yalan yere yemin ederse; Allah kendisine gazaplı olduğu halde Allah'a ulaşır."Eş'as (r.a) dedi ki:

Vallahi bu hadis benim hakkımdadır. Benimle bir yahudinin ara­sında (nizâlı) bir arazi vardı. Yahudi benim hakkımı inkâr etti. Duru­mu Hz. Peygamber'e arzettim. Rasûlullah (s.a) bana:

“Delilin var mı?" diye sordu.

Hayır, dedim. O zaman yahudiye: “Yemin et!" dedi.

Ya Rasûlullah! Öyleyse yemin eder, malımı alır götürür, dedim. Bunun üzerine Allah, "Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir değere değişenlerin,” âyetini indirdi.[9]

 

Açıklama

 

Hadisin Buharı'deki rivayetinde; kelimesinden sonra bir de kelimesi vardır. Yanı oradaki rivayet, şeklinde başlamaktadır. "Sabr"dan maksadın ne oldu­ğu, önceki hadisin şerhinde geçmiştir. Ayrıca Buharî'nin rivayetinde âyet-i kerime hadisin sonunda değil, ortasında; Eş'as b. Kays'ın sözünden önce­dir. Ebû Dâvûd'da ise âyet, hadisin sonunda yer almıştır. Bir de; Ebû Dâvûd'da Eş'as'ın, "Bir yahudi ile aramda nizâlı bir arazi vardı..." dediği bil­dirildiği halde, Buharî'de: "Amcamın oğlunun arazisinde bir kuyum vardı" dediği zikredilmektedir. Bu hal, rivayetler arasında bir tezat görünümü arzetmektedir.

Aynî bu ayrılığı şu şekilde te'Iif eder: Eş'as'ın kuyusu, amcasının oğlu­nun tarlasının içindedir. Ebû Davud'un rivayetindeki "arz"dan maksat da kuyunun yeridir. Amcasının oğlunun yahudi olması da pek tabiidir. Çünkü Yemenlilerin bir kısmı yahudi idi. Yusuf Zü Nüvas oraya hâkim olup', Ha-beşlileri kovdu. İslâm Yemen'e girdiği zaman, onlar yahudi idiler.[10]

Aynî'nin bu ifadeleri gözönüne alındığında Buharı ve Ebû Dâvûd'daki hadisleri müştereken düşünerek şöyle diyebiliriz: Eş'as; "Amcamın yahudi olan oğlunun arazisi içinde, onunla benim aramda yeri nizâlı bir kuyu var­dı..." demek istemiştir.

Hadis-i şerifte; bir müslümanm malını almak için yemin eden kişi anla­tılırken; ( >ü lj y>} ) "O yemininde yalancı olduğu halde" kaydı yer al­mıştır. Bİzim "yala" yere" diye terceme ettiğimiz bu kayddan anlaşılıyor ki; bilmeden, unutarak veya zorlanarak yemin eden kişi, hadiste ifade edilen hükmün dışında kalmaktadır.

Rasûlullah (s.a), bir müslümanın malını almak içiri yemin eden kişinin Allah'a, Allah kendisine öfkeli olduğu halde ulaşacağını bildirmiştir. Bun­dan maksat şudur: Allah (c.c) böylelerine, gazaba uğrayanlara yaptığı mua­meleyi yapacak, onlara azab edecektir.

Hadisin devamında; Eş'as b. Kays'ın başından geçen bir hâdise yer al­maktadır. Bu bölümde, önemli bir fıkıh kaidesine işaret edilmektedir kî o da şudur: "Beyyine müddeiye, yemin müddea aleyhe (davalı) aittir." Çün­kü Hz. Peygamber (s.a), Eş'as'a; "Delilin var mı?" diye sormuş, o "hayır" deyince yahudiye yemin teklif etmiştir. Buradaki beyyineden maksat, iki ta­ne şahittir. Bu konu, ilende gelecek olan Kitabu'l Büyû'da izah edilecektir.

Hadisin ışık tuttuğu diğer önemli bir nokta da; dünyevi ahkâm husu­sunda İslâm idaresi altında yaşayan müslümanlarla, gayrı müslimlerin aynı hükümlere tabi oldukları ve onların mallarının da müslümanların malları gibi dokunulmazlığının olduğudur. Çünkü öyle olmasaydı Hz. Peygamber da­vaya gerek duymadan, nizâlı araziyi müslüman olan davacıya verir, işi biti­rirdi. Ama öyle yapmadı, davacının delili olmayınca, davalıya yemin teklif etti.

Eş'as (r.a), muhatabının bir yahudi olduğunu, dolayısıyla hakka huku­ka riayet etmeden yemin ederek arazisini elinden alabileceğini söyleyince, me­tinde zikri geçen âyet inmiştir. Biraz önce de işaret edildiği gibi, anılan âyet, Buharî'nin rivayetine göre; Eş'as'm sözü üzerine değil Hz. Peygamber (s.a)'in yalan yere yemini kötüleyen ifadesi üzerine inmiştir. Ancak bu ayrılığın pek önemi yoktur. Fakat aynı âyetin, ticaret malını ikindiden sonraya bıraktp da yalan yere yemin edenlerle ilgili olarak indiğine işaret eden haberler de vardır.

Aynî, bu farklı rivayetler için de şu mütalaayı beyan eder: "Âyetin, ay­nı anda her iki hâdise için de inmiş olması mümkündür. Çünkü âyetin ifade­si her iki kaziyyeyi hatta daha fazlasını şamil olacak derecede geneldir."

Hadis metninde, baş tarafı yer alan âyetin tamamının meali şöyledir: "Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir değere değişenlerin, işte onların âhi-rette nasipleri yoktur. Allah onlara kıyamet günü hitab etmeyecek, onlara bakmayacak, onları temize çıkarmayacaktır. Elem verici azab onlar içindir."

Bu hadiste sözü edilen yemin; bile bile yalan yere edilen yemindir. Bu yemine "yemin-i gamûs" denildiği, konunun girişinde belirtilmişti.

İbn Battal; bu hadis ve âyetle, cumhurun, gamûs yemininde keffaret olmadığı hükmünü çıkardıklarını söyler. Çünkü, Hz. Peygamber (s.a) ha­diste bu yeminin cezası olarak; günahı, Allah'ın gazabını zikretmiş, keffare-ti anmamıştır. Eğer yemin-i gamûsun keffareti olsaydı Hz. Peygamber (s.a) bunu da belirtirdi.

İbnü'l-Münzir de; "Yemin-i gamûsta keffaretin gerekli olduğuna delâ­let eden hiçbir hadis bilmiyoruz. Aksine sünnet, bu yeminde keffaret olma­dığına delâlet etmektedir" der.

İbn Battâl'm da belirttiği gibi; içlerinde İmam A'zâm Ebû Hanîfe, İmam Malik ve İmam Ahmed b. Hanbel'in de bulunduğu cumhura göre, gamûs yemininden dolayı keffaret gerekmez. Tevbe ve istiğfar edilir, Allah dilerse affeder.

Şâfülere göre ise; gamûs yemininden dolayı da keffaret gerekir, yani kef­faret bu yeminin günahını düşürür.

İbn Rüşd'ün ifadesine göre; bu ihtilâfa sebep; Kur'ân'daki ifadelerin âmm oluşunun hadislerdeki ifadelere aykırı gibi görünmesidir. Çünkü, Mâide sûresinin 89. âyetinde; "Allah sizi rastgele yeminlerinizden dolayı değil, bile bile ettiğiniz yeminlerden ötürü hesaba çeker. Yemininizin keffareti, aileni­ze yedirdiğinizin ortalamasından on düşkünü yedirmek yahut giydirmek ya da bir köle azad etmektir. Bulamayan üç gün oruç tutmalıdır. Yeminlerini­zin keffareti budur. Yemin ettiğinizde yeminlerinizi tutun. Şükredesiniz di­ye Allah size böylece âyetlerini açıklıyor." Duyurulmaktadır. Buradaki ifa­deler, yemin-i gamûsun da, mün'akide cinsinden olduğu için, keffaretin ge­rekli olduğunu gösterir.

Âyet-i kerimenin sonuna doğru, "Yemin ettiğinizde yeminlerinizi tutu­nuz..." buyuruluyor. Bu şüphesiz ileriye matuf olarak yapılan, yemin-i mün'-akideye aittir. Dolayısıyla âyetin baş tarafında konu edilen yeminin de yemin-i gamûs değil, yemin-i mün'akide olması daha muvafıktır. Onun için âyet, Şâ-fiîlerden çok, cumhura delil olsa gerektir.

Şâfiîlerin görüünü benimseyen âlimler, cumhurun dayandığı bazı ha­dislerin, çeşitli yönlerden ma'lul olduğunu söylemişlerdir.[11]

 

Bazı Hükümler

 

1. Başkasının malını almak için, yalan yere yemin eden kişiye Allan (c.c) gazaba uğrayanlara yaptığı muame­leyi yapacak, onlara azab edecektir.

2. İslâm idaresi altında yaşayan zimmîler muamelatla ilgili konularda, İslâm ahkâmına tabidirler.

3. Davalarda; delil getirmek davacıya aittir. Davacı delil getiremezse da­valıya yemin teklif edilir.

4. Müslümanm malını haksız yere almak caiz olmadığı gibi, gayri müs-Iim tebeanın malını almak da caiz değildir.[12]

 

3244... Eş'as b. Kays (r.a)'den rivayet edildiğine göre; Kinde ve Hadramevt'den olan iki adam, Yemen'deki bir arazi konusunda Ra-sûlullah (s.a)'in huzurunda davalaştılar.Hadramh:

Ya Rasûlallah! Benim arazimi bunun babası gasbetti. O, (şu an­da) bunun elindedir, dedi.Rasûlullah (s.a):

"Delilin var mı?" buyurdu.

Hayır, fakat onun; o arazinin benini olup, babasının benden gasbettiğini bilmediğine, Allah adına yemin etmesini istiyorum.

Kindî, yemin etmeye hazırlandı. Hz. Peygamber (s.a): "Yemin ederek bir mala sahip olan kimse, Allah (c.c)'a ancak elleri ayakları kesik olarak varır." buyurdu. -Bunun üzerine Kindeli: ;- Arazi onundur, dedi.[13]

 

Açıklama

 

Ahmed b. Hanbel'in MiisnecTinde, Adiyy b. Umeyre tarafından rivayet edilen ve buradaki hadiseye benzeyen bir ha­berde Kindeli olan şahsın adının İmriü'I-Kays olduğu belirtilmektedir. An­cak bu, meşhur şair Îmriü'1-Kays değildir.

Kinde; Arabistan'ın güneyinde cahiliye devrinde yaşayan bir kabiledir. Babalarının adına nisbetle bu ismi almışlardır. Bunlardan bir kısmı Amr b. el-As'la birlikte Mısır'a gitmişlerdir. Meşhur filozof Kindî, şâir Ebu'1-A'lâ el-Maarrî ve İmriü'1-Kays bu kabileye mensupturlar.

Hadramevt, Arabistan Yarımadasının güneyinde, Yemen'de bir yerin adıdır. Eski Hımyerîlerin merkezi idi. Bu bölgeye mensup olan kişilere "Hadramî" denilir.

Hadiste konu edilen hâdise Eş'as b. Kays tarafından rivayet edilmekte­dir. Eş'as, bundan evvelki İbn Mes'ûd hadisindeki bir yahudi ile nizâh ara­zisi olup, Rasûlullah'a davacı olan şahıstır. Ancak, olaylar arasında o kadar fark var ki, iki hâdisenin aynı olduğunu söylemek mümkün değildir. O hal­de, İbn Mes'ûd tarafından rivayet edilen önceki haber ile üzerinde durduğu­muz haber ayrı ayn iki hâdiseye aittirler. Zaten önceki haberde davacı duru­munda olan Eş'as Kindelidir. Burada ise davacı olan Hadramhdır. Kindeli ise davalıdır.

Bu haberin muhtevası, metinde açıkça görüldüğü gibi bir arazi davası­dır. Şahıslardan birisi arazisinin hasmının babası tarafından zorla elinden alındığını iddia ile Rasûlullah'a dava etmiştir. Hz. Peygamber, davaciya id­diasını isbat için delilinin olup olmadığını sormuştur. Delilden maksat iki şahittir.                        

Davacı, şahidinin olmadığını fakat, hasmının "Vallahi, bu arazinin onun olup babamın gasbettiğini bilmiyorum" diye yemin etmesini istediğini söy­ledi. Kindeli, teklif edilen yemine hazırlanınca Hz. Peygamber (s.a); yalan yere yemin ederek bir mala sahip olan kişinin, Allah'a "eczem" olarak va­racağını haber verdi.                                                 

Eczem: Eli ayağı kesik, bereketi, delili ve hareketi olmayan, cüzzamlı gibi manalara gelir.

Tıybî;"Eczemü'I-huccet; konuşacak dili, elinde delili olmayan demek­tir. Yani, onun bir müslümamn malını zulmen alması ve yalan yere yemin etmesi konusunda kendisini savunacak delili yoktur." der.

Bunlardan hangisi alınırsa alınsın, yalan yere yemin ederek, bir başka­sının malını alan kişinin âhirette büyük azaba uğratılacağı anlaşılmaktadır.

Kindeli şahıs; yalan yere yemin konusundaki cezanın şiddetini öğrenin­ce yemin etmekten vazgeçmiş ve arazinin hasmına ait olduğunu kabul etmiştir.[14]

 

Bazı Hükümler

 

1. Davalarda davacının delili yoksa, davalıya yemin tekin edilir. Bu yemin için davacının özel bir kalıp tek­lif etmesi caizdir.

2. Hâkimin, kendisine arzedilen davaları sonuçlandırmadan önce taraf­ların gerçeği ikrar etmeleri için telkinde bulunması iyidir. 

3. Yalan yere yemin ederek, başkasının malına sahip olan kişi Allah'ın huzuruna eli kolu kesik, cüzzamlı olarak çıkacaktır.[15]

 

3245... Alkame b. Vâil b. Hucr el-Hadramî, babasın(Vâil)'dan şu haberi nakletmiştir:

Hadramevt ve Kinde'den birer adam Rasûlulîah (s.a)'a geldiler. Hadramh olan:

Ya Rasûlallah! Bu adam, benim babamdan kaian arazime zorla sahip oldu.Kindeli:

O, benim elimde (sahip olduğum) arazimdir. Orayı ekiyorum. Bunun orada hakkı yok.

Hz. Peygamber (s.a) Hadramlıya; "Delilin var mı?" diye sordu.Hadramlı:

Hayır. Rasûlullah (s.a):

"Senin için ancak onun (Kindelinin) yemini var (ona yemin et­tirme hakkın var)." Hadramlı:

Ya Rasûlallah! Bu facir birisi, yemin ettiği şeye aldırmaz, hiçbir günahdan sakınmaz.Hz. Peygamber (s.a):

"Senin bundan başka hakkın yok."

Kindeli yemin etmek için (minberin yanma doğru) gitti. Arkasını dönünce Rasûlullah (s.a): "Dikkat edin! Vallahi eğer haksız yere ye­mek için bir mal üzerine yemin ederse şüphesiz Allah Teâlâ'ya, o ken­disinden yüz çevirmiş olduğu halde varacaktır." buyurdu.[16]

 

Açıklama

 

Bu haber de, önceki gibi; bir Hadramlı ile bir Kindeli arasındaki arazi davasını konu etmektedir. Ancak, öncekinden se­net yönüyle tamamen farklı olduğu gibi metin yönüyle de oldukça farklıdır. Meselâ bu rivayette öncekinden farklı olarak, Hadramî'nin dava ettiği ara­zinin kendisine babasından kaldığı, Kindeli'nin, hasmının iddiasını reddet­tiği, Hadramlmın, Kindeliyi facirlikle itham edip yalan yere yeminden sa­kınmayacağını iddia ettiği, Kindelinin; yemin etmek için mihraba doğru git­tiği bildirilmektedir. Ayrıca, geçen rivayetin sonunda, Hz. Peygamber (s.a)'in, "Bir başkasının malını yalan yere yemin ederek alanın, Allah'a eli ayağı ke­sik olarak ulaşacağını" söylediği belirtildiği halde bunda; "Allah'a, Allah ondan yüz çevirmiş olduğu halde varacağı" belirtilmektedir. Bütün bu fark­lılıklardan her iki haberde anlatılan olayların ayrı ayrı olduğunu anlaşıl­maktadır.

Bu haberde, babın diğer hadislerinde bulunmayan bir konu karşımıza çıkmaktadır, o konu şudur: Davacı dava neticelenmeden hasmını fücurla, yalan yere yemin etmekle itham etmektedir! Hz. Peygamber (s.a) de bu it­hamı men etmemiş, sadece: "Senin, ona yemin ettirmekten başka hakkın yok" buyurmuştur. Bu hal, davacının yaptığının meşru olduğunu göster­mektedir.

Hattâbî, bu konu ile ilgili olarak şöyle der: "Bu hadisde hasımlar ara­sında cereyan eden münazaada, taraflardan birisi sözü esas konudan çıka­rıp hasmını hıyanet, fücur ve haramı helâl görme gibi bir şeye nisbet ederse, bu konuda bir hüküm verilmeyeceğine delil vardır."

Yine bu hadiste; öncekilerden ayrı olarak, yemin edecek kişinin yemin etmek için minberin yanına doğru gittiği de sözkonusu edilmektedir. Hattâbî bu konuda da şöyle der:

Ravinin; "Yemin etmek için (minbere doğru) gitti ve arkasını dönünce" sözleri; Hz. Peygamber zamanında yeminin minberin yanında edildiğine de­lildir. Böyle olmasaydı Kindelinin Rasûlullah'ın meclisinden gidip arkasını dönmesinde mana olmazdı. Hz. Peygamber'in şu sözü de buna şahitlik eder: "Yeşil bir misvak dalına da olsa benim minberimin yanında (yalan yere) ye­min eden kişi Cehennemdeki yerine hazırlansın."[17]

Hz. Peygamber (s.a)'in, "O Allah'a, Allah kendisinden yüz çevirmiş olduğu halde varır” sözündeki, Allah'ın yüz çevirmesinden maksat, Allah'­ın ona değer vermemesi, gazab etmesi, rahmetinden uzaklaştırmasıdır.[18]

 

Bazı Hükümler

 

1. Bir mah' eIinde tutan kişi (sahibu'1-yed, zi'I-yed) o mala, onu iddia eden yabancıdan daha çok mustehaktır. Yani malı elde bulundurma, o mala sahip olmanın delilidir. Araziyi elde tutmak; onu ekip biçmekle, evi elde tutma içinde oturmakla olur. Ma­lın çeşidine göre zi'1-yedlik değişir.

2. Davacı, iddiasını isbat için delil getiremez ve davalı da davacının id-.d i asını ikrar etmezse davalının yemin etmesi gerekir.

3. Başka deliller, malı elde bulundurma (zi'I-yedlik) delilinden daha önce gelir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a), Kindelinin "Bu arazi benim elimde, ora­yı ekiyorum" demesine rağmen Hadramlıya, delilinin olup olmadığını sor­muştur. Eğer zi'1-yedlik de diğer delillere denk olsaydı, Kindelinin deliline karşı yeni bir delil istemezdi.

4. Davalı, günahkâr, facir birisi de olsa yemini kabul edilir ve karşı ta­rafın delili yoksa, bu yeminle dava sona erdirilir.

5. Hasımlardan birisi diğerine dava esnasında "yalancı, facir, zalim" gibi isnadlarda bulunsa, bu sözler ayrı bir davayı gerektirmez.

6. Bir kimse, mirasla ilgili bir şey iddia etse, hâkim de o kişinin murisi­nin öldüğünü ve başka bir vârisin olmadığını bilse, dava esnasında başka delil istenmeden bununla hükmeder. Çünkü Hadramh, "Bu adam bana ba­bamdan kalan araziye zorla sahip oldu" demiş, Hz. Peygamber de gerçek­ten Hadramlının babasının ölüp ölmediğine veya başka vârisinin bulunup bulunmadığına delil istememiştir. Eğer Rasûlullah (s.a) onun, babasının mi­rasına tek vâris olduğunu bilmeseydi, bunu isbat için delil isterdi.

7. Mahkemede, hasımlardan birisinin salih, dürüst, diğerinin de yalancı, günahkâr olması verilecek hükmü etkilemez. Hüküm hasımların halleri­ne göre değil, delillerine göre verilir.[19]

 

2. Hz. Peygamberin Minberinin Yanında Edilen Yemini Tazim Konusunda (Gelen) Haberler

 

3246... Câbir b. Abdillah (r.a)'dan, Rasûlullah (s.a)'in şöyle bu­yurduğu rivayet edilmiştir:

"Benim şu minberimin yanında, yeşil bir misvak üzerine bile ol­sa, bir şey için yalan yere yemin eden hiç kimse yok ki cehennemdeki yerine hazırlanmış olmasın -veya kendisine cehennem vacip olmasın-."[20]

 

Açıklama

 

İbn Mâce'de, aynı manayı ifade eden iki hadis vardır. Bun­lardan birisi Câbir'den diğeri ise Ebû Hureyre'den rivayet edil­miştir. Câbir'in rivayeti, "Benim şu minberimin yanında, yeşil bir misvak üzerine bile olsa yalan yere yemin eden kişi, cehennemdeki yerine hazırlan­sın"; Ebû Hureyre'nin rivayeti ise; "Benim şu minberimin yanında bir er­kek ve kadın taze bir misvak üzerine bile olsa yalan yere yemin ederse, ancak Cehennem kendisine vacip olur." şekillerindedir.

Hadis-i şerif, basit bir malı elde etmek için bile olsa yalan yere yemin etmenin kişinin cehenneme gireceğine sebep olduğuna işaret etmektedir. De­ğersiz bir mal için yemin etme, kişinin cehenneme girmesine sebep olduğuna göre, kıymetli mallar için yemin etmeyi siz düşünün.

Hz. Peygamber (s.a) yemine konu olacak değersiz malı "yeşil bir misvak" veya "taze bir misvak" sözüyle ifadelendirmiştir. Çünkü, taze misvak Ara­bistan'da çokça bulunan, alınıp satılmayan değersiz bir şeydir. Kuruduktan sonra ise, satılır. Onun için kuru misvakın az çok değeri vardır.

Hadis-i şerifte ayrıca Hz.Peygamber(s.a)'in minberinin yanında edilen yeminin önemine de işaret vardır. Yani Rasûlullah'ın minberinin yanında edi­len yemin başka taraflarda edilen yemine nisbetle daha büyüktür. Çünkü eğer öyle olmasaydı, Hz.Peygamber (s.a)'in, bu kaydı koymasında mana olmazdı.

Cumhur bu hadise dayanarak mescid, Harem ve minber gibi kutsal yerlerde, ikindiden sonra ve cuma günü gibi kutsal zamanlarda edilen yeminle­rin daha ağır olduğunu, bu yer ve zamanlarla yeminin daha da şiddetlenece­ğini söylemişlerdir.

Hanefilere göre ise hâkim davalıya yemin ettirecek olursa bunu belirli yerler ve zamanlarla takviye cihetine gitmez. Çünkü yemin eden kişi, Allah adını anarak yemin etmektedir. Dolayısıyla bunun bir de ayrıca yer ve za­manla te'kidine ihtiyaç yoktur. Buharî'nin bir bab'a; "Davalı, yemin ken­disine nerede vacip olursa orada yemin eder" adını vermesi de, Hanefîlerin görüşlerini takviye eder.

Bazı âlimler ise , yemin ettirirken yeminin yer ve zamanla kuvvetlendi­rilip kuvvetlendirilmemesinin hâkime ait bir yetki olduğunu söylerler. Bun­lara göre, hâkim isterse davalıya yemini camide, cuma günü gibi belli yer ve zamanda, isterse kaza meclisi nerede ise orada ettirir. Sahabelerden bazı­larının hasımlarına yemin ettirirken; Rükünler arasında veya Makain-ı İb­rahim'in yanında etmelerini istediklerine, bazılarının da bunu kabul etmek­ten kaçındıklarına dair haberler gelmiştir. Yine bazı sahâbîlerin Mushaf üze­rine yemin ettirdikleri olmuştur.

İbn Reslân;âlimlerin zimmîye yemin ettirirken onun, bir yerle kuvvetlendirilmesinin caiz olduğunda ihtilâflarının olmadığını söyler. Ancak bu Hanefîlere göre caiz değildir. Yemin ettirirken, yahudiye; "Tevrat'ı Musa'ya indiren Allah'a...", Hristiyanlara da; "İncil'i İsa'ya indiren Allah'a..." şek­linde yemin ettirilir. Fakat, yemin ettirmek için onların ibadethanelerine gi­rilmez. Çünkü bu, hem oralara değer verme manasına gelir, hem de müslü-manm oralara girmesi hoş değildir.[21]

Şevkânî bu konuda şöyle der:

"Yemini kuvvetlendirmede caiz olan son had, bu ve benzeri hadislerde varid olan, sözle kuvvetlendirmektir. Ama zimmîlere kilise ve benzeri yerde yemin ettirmek gibi, muayyen bir yer ve zamanla kayıtlayarak yemini te'kid konusunda herhangi bir delil mevcut değildir."[22]

 

Bazı Hükümler

 

1. Değeri az da olsa, bir mala sahip olmak için yalan yere yemin etmek, kışının cehenneme atılmasına se­beptir.

2. Kişinin, yalan yere yemin etmesine mani olmak için onun saygı duy­duğu kutsal bir yer ve zamanda yemin ettirilmesi caizdir.

Bu konu ile ilgili malumat açıklama bölümünde geçmiştir.[23]

 

3. Putlar Adına Yemin Etmek[24]

 

3247... Ebû Hureyre(r.a)'den, Hz. Peygamber (s.a)'in şöyle bu­yurduğu rivayet edilmiştir:

"Yemin edip, yemininde "Lât'a yemin ederim ki" diyen kimse, hemen "Lâ ilahe illallah" desin. Arkadaşına; "Gel seninle kumar oynayalım" diyen kişi, sadaka olarak bir şey versin"[25]

 

Açıklama

 

Hadisin Buharî'deki rivayetinde, Lâfın yanı sıra Uzza da amlmaktadır. Yanı, "Lat ve Uzza'ya yemin ederim ki derse...” denilmektedir. Müslim'deki rivayet ise aynen Ebû Dâvûd'taki gibidir.

Lât: Cahiliye devrinde Arapların taptıkları üç büyük puttan birisinin adıdır.

Sa'Iebî; Lât isminin Allah isminden alındığını, lafzatullah'ın sonuna bir tâ ilâve edilerek bu hale getirildiğini söyler. Putperestler, bu hareketleriyle, kendi ilahlarının adını Allah'ın adına benzetmek istemişlerdir. Sonra Allah (c.c) ismi celalini korumak için anılan putun adını "Lât" şekline çevirmiş­tir. Mücâhid; Lât'm, Tâif'te bir taş; Ebû Zeyd, Nahle'de Kureyşlilerin iba­det ettikleri bir ev olduğunu söyler. Bu kelimenin, hacılar için, unu yağ ile karıştırarak yemek yapan bir adamın hatırasından alındığı da söylenir. Çünkü, unu yağ ile karıştırma işine "lett" denilir. Bu görüşe göre hacılar için yukarıdaki şekilde yemek yapan bir adam vardı. O adam ölünce, kabri üzerine durup, ona ibadet etmeye başladılar.[26]

Bu puta "Lât" adının verilişine sebep olarak başka hâdiselerden de bah­sedilir. Ancak bunlar o kadar önemli değildir. Önemli olan "Lâfın; Arap­ların tapındıkları bir put olduğunu bilmektir.

Bu hadiste; Lâfın adını anarak yemin eden kişinin yemininin sonunda "Lâ ilahe illallah" demesi emredilmek t edir. AIiyyül'1-Kârî bu meseleye iki açıdan bakılabilecğini söyler:               .                                    

1- Kişinin sehven cahiliyye devrinden kalma bir âdet olarak "Lât" üze­rine yemin etmesi. Bu durumda "Lâ ilahe illallah" demesinden maksat; tevbe etmesi, tevhid kelimesini, günahına keffaret kılmasıdır. Çünkü iyilikler, kötülükleri siler. Bu, gafletten dolayı tevbedir.

2- Bu yemini ile "Lâfı ta'zim etmesi. Böyle olursa; anılan.veminden sonra tevhid kelimesi söylenmesinden maksat, iman tazelemektir. Çünkü bu yemin kişiyi dinden çıkarır. Bu durumda tevbe, ma'siyetten tevbedir.

Aliyyün-Kârî devamla, Şerhu's-Sünne'den şu sözleri nakleder:

"Bu hadiste; İslâm'dan "başka bir şeyle yemin edene keffaret gerekme-yip, günahkâr olduğuna ve tevbe etmesi gerektiğine delil vardır. Çünkü Hz.Peygamber (s.a) bu yeminin cezasını kişinin dininde kılmıştır, malında değil, sadece kelime-i tevhid'i emretmiştir. Çünkü yemin ma'kud ile olur. Lât ve Uzza'ya yemin edince bu konuda kâfirlere benzemiş olur. Onun için Rasûllah kelime-i tevhidle bunu telâfiyi emretmiştir."[27]

Aliyyül'l-Kârî'nin anlayışına göre; bu hadiste putlar adına yemin etme­nin caiz olmayışından başka bir hükme işaret yoktur.

Nevevî ise, "Şöyle yaparsam ben yahudi veya hristiyan olayım, İslâm'­dan veya Peygamber'den beri olayım" ve benzeri sözlerle yemin eden kişiyi de putlar adına yemin etmeye benzetmiş ve bunlarla yemin olmayacağını, dolayısıyla bu sözlerin keffareti gerektirmeyeceğini söylemiştir.İmam Şafiî, İmam Mâlik ve alimlerin cumhurunun görüşü Nevevî'nin dediği gibidir. Bu sözleri söyieyen kişiye keffaret değil tevbe istiğfar gerekir.

Hanefîlere göre; bir şeyi yapıp veya yapmamak için, "yahudi olacağına veya hristiyan oîacağna" dair yemin eden kişiye sözünü yerine getirmediği takdirde keffaret gerekir. Çünkü kişi bu sözünde; şartı küfre alâmet kılınca, o şarttan kaçınmanın gerekli olduğuna inanmıştır. O halde bunu yemin ola­rak söylemiştir. Ama kişi şart koştuğu şeyi yapmadığı takdirde gerçekten ya­hudi veya hristiyan olacağına inanır ve sözünü tutmazsa dinden çıkmış olur. İman ve nikâh tazelemesi gerekir.

Nevevî, Hanefîlerin şu mantıkî delille görüşlerini desteklediklerini söyler:

Aüah (c.c), zıhar yapana keffareti emretmiştir. Çünkü bu günah bir söz ve yalandır. Anılan sözlerle yemin etmek de aynı şekilde günahtır. Öyleyse bunlardan dolayı da keffaret gerekir.[28]

Hattâbî; Nehaî, Evzaî, Süfyân-ı Sevrî, Ahmed b. Hanbel ve İshak b. Râhûyeh'in de Hanefîlerin görüşünde olduklarını söyler.

Hadis-i şerifte sözkonusu edilen diğer bir mesele de; arkadaşını kumar oynamaya davet eden kişinin durumudur. Hz. Peygamber (s.a), arkadaşını kumar oynamaya davet eden kişiye hemen sadaka vermesini emretmiştir. Bu,, günaha keffaret olarak peşinden sadaka verme esasını gerektirir.

Bu durumda olan kişinin vereceği sadakanın mikdarı konusunda farklı görüşler vardır. Hattâbî, arkadaşına kumar oynamayı teklif ettiğinde düşün­düğü mikdarı sadaka olarak vereceğini söyler. Nevevî ise; muhakkik âlimle­rin anlayışına göre, hadiste böyle bir kaydın olmadığını, sadaka denilebile­cek miktarda olmak kaydıyla imkânına göre sadaka verebileceğini söyler. Nevevî, Sahih-i Müslim'deki, "Bir şey tasadduk etsin" şeklindeki ifadenin bu görüşü dekteklediğini kaydeder.

Kadı Iyaz da; bu hadisin; kalpte yerleştiği zaman, masiyete azmetme­nin günah olduğu tarzındaki cumhurun görüşüne delil olduğunu söyler. Kalbe yerleşmeden akla gelip geçen masiyet ise günahı gerektirmez.

Aynî; kumara davetten sonra verilecek olan sadakanın vacip değil mendup olduğunu, fakihlerin hadisteki emri.nedbe hamlettiklerini bildirmektedir.[29]

 

Bazı Hükümler

 

1. Ta'zim kasdı ile putlar adına yemin etmek, kişiyi dinden cıkanr.Böyle bir yemini eden kişinin hemen peşinden iman tazelemesi gerekir.

2. Putlar adına edilen yeminlerin bozulması halinde keffaret gerekmez.

3. Bir günaha azmedip karar vermek de günahtır.

4. İşlenilen bir günaha keffaret olarak hemen peşinde sadaka vermek menduptur.[30]

 

4. Babaların Adı İle Yemin Etmek Mekruhtur[31]

 

3248... Ebû Hureyre (r.a)'den Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurdu­ğu rivayet edilmiştir:

"Babalarınızın, annelerinizin ve putların adlan ile yemin etmeyi­niz. Sadece, Allah'ın adı ile yemin ediniz. (Allah'ın adı ile de) ancak (sözünüzde) doğru olduğunuzda yemin ediniz."[32]

 

Açıklama

 

Hafız el-Mizzî; bu hadisin Lü'Iüî'nin rivayetinde mevcut olmayıp Ibn Dase nın rivayetinde bulunduğunu söyler. Hadis-i şerifin ilk bölümünde; Hz.Peygamber (s.a) babaların, annele­rin ve putların adına yemin etmeyi yasaklamaktadır. Şüphesiz, dedeler, ni­neler, çocuklar ve torunlar da aynı yasağın altına girerler. Putlar adına ye­min konusu bundan evvelki hadiste izah edilmiştir.

Hadisin ikinci bölümünde ise daha genel bir ifade ile Allah'tan başka­ları adına yemin etmek men edilmektedir.

Allah'tan başkası adına yemin etmenin yasak oluşundaki hikmet Nevevî'nin beyanına göre şudur: Bir şey ile yemin etmek ona değer vermek ta'zim etmektir. Azamet ise gerçekte sadece Allah içindir. Onun için Allah'ın zâtı ve sıfatlarından başka bir şeyle yemin edilmez. Şevkânî, bunda bütün fakihlerin hemfikir olduğunu, ancak bu yasağın hüfcmü konusunda farklı görüşler bulunduğunu söyler. Bu ihtilâfları biraz sonra ele alacağız.

Nevevî'nin, Müslim Şerhi'nde bildirdiğine göre İbn Abbas (r.anhüma) şöyle demiştir:

"Allah adına yüz defa yemin edip günaha girmem, (yemini bozmam), başkaları adına yemin edip yeminime sadık kalmamdan daha hayırlıdır."[33]

Burada; "Üzerinde durduğumuz hadis ve benzerlerinde, Allah'tan baş­kaları adına yemin etmek yasaklanıyor. Halbuki Kur'ân'da Allah (c.c),bazi yaratıkları ile; Hz.Peygamber de bir hadiste bir şahsın babası ile yemin et­miştir. Bu hadislerle âyetler veya hadisler arasında bir tezat ortaya çıkmıyor mu?" şeklinde bir soru akla gelebilir. Bu konuda Fethu'l-Bârî'de şöyle denilir:

"Kur'ân-ı Kerim'deki; Allah'tan başkaları ile edilen yeminler iki şekil­de izah edilir:

1- Âyetlerde bir hazf sözkonusudur. Yani kelime düşmüştür. Meselâ; "Güneşe yemin ederim..." âyetinin takdiri "Güneşin rabbine yemin ederim" şeklindedir.

2- Yaratıklar adına yemin etmek Allah'a has bir şeydir.Allah yaratıkla­rından birisine değer vermeyi isterse onun adına yemin eder. Bu, Allah'tan başkaları için caiz değildir.

Allah'tan başkaları ile yemin etmenin yasak olduğu hükmüne muhalif olarak varid olan; Rasulûllah'ın bir bedeviye söylediği: "Eğer sözünde sa-dıksa, babasına yemin olsun ki kurtuldu"[34] şeklindeki sözlere gelince; bu­na da birkaç türlü cevap verilmiştir:

1- Bu sözün sıhhati tenkide tabidir. İbn Abdilberr, bu sözün sabit ol­madığını söyler. O, rivayetin aslının; "Vallahi kurtuldu" şeklinde olup ba­zılarının bunu bozduğunu zanneder.

2- Bu çeşit ifadeler; Arapların alışık olduğu, yemin kastedilmeyen söz­lerdir. Allah'tan başkası ile yemini yasaklayan hadisler, bu sözü yemin kas-dı ile söyleyenlerle ilgilidir.

3- Bu tip sözler arapçada iki manada kullanılır:

a) Ta'zim, b) Te'kid. Yasaklama, bu sözlerde ta'zim kastedildiğindedir.

4- Allah'tan başkası adına yemin önceleri caizdi, sonra neshedildi. Hz. Peygamber bu sözü nesihten önce söylemiştir.

Süheylî; sarihlerin çoğunun bu görüşü benimsediklerini söyler. îbnü'l-Arabî de; bu hadisin; "Rasûlullah (s.a) bu konudaki nehy varid olmadan Önce babası adına yemin ederdi" şeklinde rivayet edildiğini söyler. Ancak bu sahih olamaz. Çünkü Hz.Peygamber (s.a) Allah'tan başkası ile yemin edi­leceğini zannetmez. Münzirî ise; hadislerin arasını birleştirmek mümkün ve hadisin vürud tarihi belli olmadığı için nesh iddiasının zayıf olduğunu söyler.

5- Hadiste hazf vardır. Takdir; "Babasının Râbbi adına yemin ederim ki kurtuldu" şeklindedir. Bunu Beyhakî söylemiştir.

6- Bu söz hayret ifade etmesi içindir. Bu, Süheylî'nin görüşüdür.

7- Bu şekilde yemin etmek Hz.Peygamber (s.a)'e mahsustu." Yukarıya  aldığımız görüşleri,   Şevkânî;   Feth'den  nakletmektedir.[35]

AIiyyü'1-Kârî bunlardan ayrı bir görüş beyan eder. O da şöyledir: "Hz.Pey­gamber (s.a) bu sözü Allah'tan başkaları ile yemin etmek yasaklandıktan sonra söyledi. Maksadı, sözkonusu yasağın harama delâlet etmediğine işaret et­mekti."[36]

Allah'tan başkaları adına yapılan yeminin hükmü konusunda âlimler değişik görüştedirler. İbn Dakîki'l-îyd'in ifadesine göre; hüküm, yemin edi­len şeyin durumuna göre değişir:

a) Eğer adına yemin edilen şey putlar gibi ta'zimi küfrü gerektiren bir şeyse bunlar adına yemin haramdır. Yeminde bu şeylerin ta'zimini kasdet-mek ise küfürdür. Ta'zim kastedilmiyorsa haramdır. Bunda âlimler mütte­fiktirler.

b) Adına yemin edilen şeyin ta'zimi küfrü gerektirmiyorsa bu yeminin haram mı yoksa mekruh mu olduğunda ihtilâf vardır.[37]

Bu tür yeminler konusunda Mâlikî ve Hanbelîler'in iki görüşü vardır. Bir görüşe göre haram, diğerine göre mekruhtur. Ama Hanbelîlerde meşhur olan görüş bunların haram oluşudur.

Şâfiîlerin cumhuruna göre; tenzîhen mekruhtur.

Hâdivîlere göre; adına yemin ettiği şeyi azamet yönünden Allah'a bir tutmazsa veya yemin eden kişi küfrü ya da fıskr mutazammın değilse yemin caizdir.[38]

Aliyyü'1-Kârî; Allah'ın isimleri ve sıfatlarının dışında bir şeyle yemin etmenin mekruh olduğunu, bu konuda Peygamberin, Kabe'nin, meleklerin, emanet, hayat ve ruhun eşit olduğunu söyler.[39]

Üzerinde durduğumuz konuda Hanefî âlimlerinden iki görüş vardır. Ba­zılarına göre, Allah'tan başkaları adına yemin etmek mehruhtur. Aliyyü'l-Kârîbu görüşü paylaşanlardandır. Çoğunluğuna göre ise Allah'tan başkası adına yemin etmek mekruh değildir. Zeylaî; Allah'tan başkasına yapılan ye­minin meşru olup bunun asİında yemin değil, cezanın şarta bağlanması ol­duğunu söyler. Ancak, fakihler cezanın şarta bağlanmasına yemin demişler­dir. Çünkü bir işi yapmaya teşvik veya bir işten men etmek için Allah adına edilen yeminin manası bunda da vardır. Allah'a yemin etmek İse mukruh değildir.

Hanefîler; Allah'tan başkasına yemini nehyeden hadisin bir şarta bağ­lanmayan yeminle ilgili olduğunu söylerler. Çünkü bir şeye bağlı olmadan edilen yeminde, yemin edileni ta'zim vardır. Bu da ittifakla mekruhtur.[40]

Yemin; Allah'ın isimleri veya âdet haline gelmişse zatî sıfatlarından bi­ri ile edilir.[41]

 

Bazı Hükümler

 

1. Babalar, anneler, putlar adına yemin etmek caiz değildir.

2. Yemin sadece Allah'ın adı ile edilebilir.

3. Allah adına yemin eden kişi, yeminine sadakat göstermeli, yalan ye­re yemin etmemelidir.[42]

 

3249.... Ömer b. el-Hattâb (r.a)'dan rivayet edildiğine göre;

O, bir kafile içerisinde babası adına yemin ediyor iken Rasûlullah (s.a) kendisine yetişmiş ve:

“Şüphesiz Allah sizi babalarınız (adı)ile yemin etmekten nehyediyor. Yemin edecek olan, Allah'a yemin etsin veya sussun." buyur­muştur.[43]

 

Açıklama

 

Hadisin Buharî'deki bir rivayeti Hz.Ömer'de değil, oğlu Abdullah'da son bulmaktadır. Yani Abdullah'ın hâdiseyi baba­sından duyduğuna dair bir işaret, mevcut değildir. Yine Buharî'deki rivayet­te buradan fazla olarak Hz.Ömer'in kafile içerisinde "yürürken" Rasûlullah'ın kendisine ulaştığı ifade edilir. Yani orada bir "yürüyor" ila­vesi vardır.

Tercemeye "kafile" diye aldığımız "rakb"; develerine binmiş vaziyetteki, on ve daha fazla kişiden teşekkül eden topluluktur. Bazan atlı­lara da "rakb" denildiği olur.

Aynî'nin bildirdiğine göre, aynı hadisi İbn Abbas da Hz. Ömer'den nakletmiştir. Bu nakle göre olay bir savaş yolculuğunda olmuştur. İşaret edilen haber şu şekildedir: "Rasûlullah (s.a) ile birlikte bir kafile içerisinde bir sa­vaşa giderken "babama yemin ederim ki hayır"dedim. Ardımdan birisi;"Babalarınız adıyla yemin etmeyiniz" diye fısıldadı. Geri döndüm,bir de ne gö­reyim, Rasûlullahmış."

İbn Ebî Şeybe'nin İkrime kanalıyla Hz.Ömer'den rivayetine göre; Hz. Peygamber (s.a): "Eğer biriniz, Mesih adına yemin ederse -ki Mesih, baba­larınızdan daha hayırlıdır- helak olur." buyurmuştur.

Hadis, babalar adına yemini men ediyor ve sadece Allah adına yemin edilebileceğini bildiriyor. Bu konu, bundan önceki hadisin şerhinde genişçe ele alınmıştır.[44]           

                                

3250... Ömer (r.a)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a) beni işitti... -(Hz.Ömer;) babalarınız adı ile... sö­züne kadar, önceki hadisin mana olarak benzerini (söyleyip) şunu da ilâve etti-: "Vallahi (artık) ne kendimden ne de (başkasından) naklen bu şekilde bir daha yemin etmedim."[45]

 

Açıklama

 

Bu hadis, bundan önceki hadisin başka bir rivayetidir. Mu­sannif Ebû Dâvûd, önceki hadisi, Ahmed b. Yunus'dan, bunu işe Ahmed b. Hanbel'den almıştır. Tabiî, Ahmed b. Yunus ile Ahmed b. Hanbel'in isnadları da birbirinden farklıdır.

Ahmed b. Hanbel'in rivayetinde, Ahmed b. Yunus'un rivayetinde bu­lunmayan iki cümle vardır. Ebû Dâvûd, bu fazlalıkları aynen aktarmış, geri kalan kısmı ise "Önceki hadisin manasım..." şeklinde işaretle iktifa etmiştir.

Ahmed b. Hanbel'in rivayetindeki fazlalıklardan biri, hadisin başında­ki, Rasûlullah'ın Hz.Ömer'in, sözünü işittiğine dair olan cümle; diğeri de yine Ömer'in, bir daha o şekilde yemin etmediğini ifade ettiği cümledir.

Bu son kısım, Buharî ve Müslim'in rivayetlerinde:"Vallahi Rasülullah'i dinledikten beri ne kendimden ne başkasından naklen bir daha öyle yemin etmedim" şeklinde varid olmuştur.

Hz. Ömer'in bu ifadesinden anlaşıldığı üzere, o babasının adı ile yemin ettiğinde ya bunun günah olduğunu bilmiyordu ya da, cahiliye devrinden kal­ma bir alışkanlık olarak diline öyle gelivermişti. Ama Hz.Peygamber kendi­sini bu şekilde yemin etmekten nehyedince artık bir daha öyle yemin etmedi.[46]

 

Bazı Hükümler

 

1. Allah'tan başkaları adına yemin etmek caiz değildir.

2. Bilmeden bir günah işleyen kışı yaptığının günah olduğunu öğrenince hemen onu terketmelidir.

3. Bir müslümanın günah işlediğini gören ve duyan kişi, uygun bir dille bu günaha mani olmaya çalışmalıdır.[47]

 

3251... Saîd b. Ebî Ubeyde'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: İbn Ömer (r.anhüma); "Kabe'ye yemin ederim-ki hayır" diye ye­min eden bir adamı duyup ona:"Ben Rasûlullah (s.a)'ın; Allah'tan baş­kasına yemin eden(O'na)ortak koşmuştur, buyurduğunu işittim." dedi.[48]

 

Açıklama

 

Hafız Mizzî, el-Etrâf adındaki eserinde, bu hadisin Lü'lüî'nın rivayetinde mevcut olmadığını söyler.

Hadisin zahiri; Allah'tan başkaları ile yemin etmenin, Allah'a ortak koş­mak olduğunu iifade etmektedir. Âlimler bunun; yemin edilen şeyi, azamet yönünden Allah'a ortak koşma niyetiyle olduğu takdirde şirk sayılacağını, ama dil alışkanlığı ile söylendiği takdirde sureten başkasını Allah'a ortak koş­ma gibi görünmekte ise de gerçekte öyle olmadığını söylerler.

Şevkânî; bu hadisteki, "Allah'a ortak koşmuştur" ifadesinin; bu şekildeki yeminden men etmekte mübalağaya delâlet ettiğini, Allah'tan başkala­rına yemin etmenin haram olduğunu söyleyenlerin bu hadise dayandıklarını söyler.

Hadis, sadece put gibi ta'zimi küfrü gerektiren şeylerle değil; Kabe, Kur'ân, Nebi gibi ta'zime lâyık olan şeylerle de yemin edilemeyeceğine ve bun­larla edilen yeminlerin yemin sayılmayacağına delâlet etmektedir. Bu konu­da ulemadan nakledilen bazı farklı görüşler vardır:

Cumhura göre; Allah'tan başkaları adına edilen yeminler yemin olarak gerçekleşmez.

Hanbelîlerden bir kısmı, Hz.Peygamber (s.a)'in adına edilen yeminin yemin sayılıp bozulması halinde keffaretin gerektiği görüşündedirler.

Hz,Ömer'in Kabe adına, Katâde'nin de Mushaf, talâk ve nikâhla ye­min etmeyi nehyettikleri rivayet edilir.                     

İbnu'l-Münzir'in bildirdiğine göre, Kur'ân-ı Kerîm'e yemin eden kişi ye-Tiinini bozarsa, İbn Mes'ûd ve Hasan el-Basrî, her âyet için bir yemin keffa-reti gerektiğini söylerler.                                          

Ebû Yusuf'a göre; bir kimse "Rahman" diyerek yemin eder ve bunun­la Allah'ı kastederse bu yemindir, eğer Rahman sûresini kastederse yemin değildir. Dolayısıyla bozduğu takdirde keffaret gerekmez.

Hanefîlere göre; Peygamberlere, Kabe'ye, yaratıklardan birinin başına veya hayatına yemin edilmez. "Yemin ederim","kasem ederim","şehadet ederim", "üzerime yemin olsun", "üzerime ahdolsun" gibi sözler yemin sa­yılır, bozulması halinde keffaret gerekir.

Kur'ân-ı Kerîm'e edilen yemin konusunda iki görüş vardır: Bir görüşe göre; Kur'ân, Allah kelâmı olduğu için onunla yemin edilir. Diğer bir görü­şe göre yemin edilmez. "Mushaf hakkı için, Kur'ân hakkı için" gibi sözler esah görüşe göre yemin sayılmaz. Bu sözleri bir şarta bağlayan kişi, sözünde durmazsa, tevbe istiğfar etmesi gerekir.

Yalan yere, "Allah bilir şu şöyledir" diyen kişi, bir görüşe göre dinden çıkar. İman tazelemesi gerekir. Diğer bir görüşe göre; dinden çıkmaz, güna­ha girmiş olur. Tevbe istiğfar etmesi icabeder. Yalan yere; "Allah şahittir" denilmesi de yemin sayılmaz. Dolayısıyla keffareti değil, tevbeyi gerektirir.

Yemin edilmesi âdet olan Allah'ın sıfatlarından biri ile yemin edilebilir. Ancak, "Allah'ın ilmi, Allah'ın gazabı" gibi sözlerle yemin edilmez.[49]

 

3252... Talha b. Ubeydullah (r.a) -bedevînin kıssasını (anlatan) hadiste-; Hz.Peygamber (s.a)'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Babasına yemin ederim ki doğru söylüyorsa kurtuldu. Babası­na yemin ederim ki, doğru söylüyorsa cennete girdi."[50]

 

Açıklama

 

Burada bir bölümü zikredilen hadisin tamamı Kitabü's-Salât'da 392 numarada geçmiştir. Hadisin tamamını görmek isteyen oraya müracaat edebilir.

Hadisin bu konu ile ilgisi, Hz.Peygamber (s.a)'in bedevînin babasına yemin etmesidir. Bu meselenin izahı da babın ilk hadisinde verilmiştir. Bu­rada tekrar ele alınmasına gerek yoktur. Ancak, Rasûlullah'ın; "...doğru söylüyorsa cennete girdi" diye geçmiş zamana delâlet eden bir siga kullan­ması, ileride mutlaka gireceğine işaret içindir. Ya da, cennete girecek ameli işlemiş olur, şeklinde anlaşılır.[51]

 

5. Emanete Yemin Etmek Mekruhtur

 

3253... İbn Büreyde; babasından, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyur­duğunu rivayet etmiştir:

"Emanete yemin eden, bizden değildir."[52]

 

Açıklama

 

Hadis-i şerif, emanete yemin etmenin caiz olmadığını göstermektedir.

Hattâbî, bu hadisle ilgili olarak şöyle der: "Emanete yeminin mekruh 3İuşu; Allah'ın, sadece Allah ve sıfatları ile yemin etmeyi emretmiş olmasın­dan dolayı olsa gerektir. Emanet Allah'ın sıfatlarından değil, sadece emirle­rinden bir emir ve farzlarından biridir. Müslümanlar, emanete yeminden; bunun Allah'ın ismi ve sıfatları ile bir tutulması olacağından dolayı nehye-dilmişlerdir. Ebû Hanîfe ve arkadaşları; bir kimse Allah'ın emanetine ye­min ederim ki derse bu yemindir ve keffaret gerekir derler. Şafiî ise, bunun yemin olmadığını dolayısıyla keffaretin gerekmediğini söyler."

Bu ifadelerden; emanete yemin etmenin haram değil mekruh olduğu ve bu kerahate sebebin, emanetin Allah'ın isim ve sıfatlarından biri olmayışı anlaşılmaktadır.

Hattâbî, Hanefîlerin emanete yemini, yemin saydıklarını söyler. Fakat bu Hanefîler arasında ittifak edilen bir mesele değildir. Hanefî âlimlerinin bu konudaki ifadelen farklıdır.

Bedâi'de şöyle denilir: "Eğer, "ve emanetillâhi = Allah'ın emanetine yemin ederim ki" derse; Asıl'da bunun yemin olduğu söylenir. İbn Semâa ise, Ebû Yusuf'tan bunun yemin olmadığının nakledildiğini bildirir. Tahâ-vî, arkadaşlarımızdan rivayetle bunun yemin olmadığını söyler. Tahâvî'nin sözünün delili şudur: Allah'ın emaneti, namaz, oruç ve başkaları gibi kulla­rın ibadet ettikleri Allah'ın farzlarından bir farzdır. Allah (c.c); "Biz ema­neti göklere, yere ve dağlara arzettik. Onu yüklenmekten kaçındılar..." bu­yurmuştur.[53] Emanete yemin, Allah'ın isminden başka bir şeyle yemin ol­duğu için yemin sayılmaz. Asıl'da zikredilenin izahı da şudur: Yemin esna­sında Allah'a izafe edilen emanetle, Allah'ın sıfatı kasdedilir. Nitekim "emîn", Allah'ın sıfatlarındandır, o da "emanet" kökünden türemiştir. Mut­lak olarak zikredildiğinde, özellikle kasem konusunda, onunla Allah'ın sı­fatı murad edilir."

Görüldüğü gibi AUahın emanetine edilen yeminin yemin sayılıp sayıl­mayacağı konusunda Hanefilerden iki görüş vardır. Kâsânî, Bedâi' adında­ki eserinde bu görüşleri ve her birinin aklî izahını yapmıştır. Asi, İmam Mu-hammed'in Mebsût adındaki kitabıdır. Zâhiru'r-rivâye eserlerinden birisi ol­duğu için Hanefî mezhebinde ondaki görüşler daha esah kabul edilir.

Hz. Peygamber (s.a)'in, "emanete yemin eden bizden değildir" sözün­deki, "bizden değildir" ifadesi; "bizim yolumuza uyanlardan değildir" ma­nasınadır. Yoksa, "bizim mensub olduğumuz dinden değildir" demek ma­nasına gelmez. Kâdî şöyle der: "Bizim huyumuzda olanlardan değil, başkalarına benzeyenlerdendir. Çünkü o, ehl-i kitabın âdetindendir. Herhalde bu­nunla tehdidi kasdetmiştir."[54]

 

Bazı Hükümler

 

Emanete yemin etmek caiz değildir. Konu yukarıda izah edilmiştir.[55]

 

6. Yemin-i Lağv

 

3254... İbıahim -yani es-Sâiğ-; Atâ'dan, yeminde lağv konusun­da şöyle haber vermiştir:

Âişe (r.anha) dedi ki: Resûlullah (s.a.); "[O], kişinin evinde (söy­lediği) "Hayır vallahi, evet vallahi" gibi sözleridir." buyurdu.

Ebû Dâvûd dedi ki: İbrahim es-Sâiğ, salih bir adamdı. Ebû Müs­lim onu, Avandes'de katletti. Tokmağı kaldırdığında ezanı duyarsa bırakıverirdi.

Yine Ebû Dâvud dedi ki: Bu hadisi Dâvûd b. Ebi'l-Furât; İbra­him es-Sâiğ'den, Hz. Âişe'ye mevkuf olarak rivayet etmiştir. Zührî, Abdülmeük b. Ebî Süleyman ve Mâlik b. Miğvel de aynı şekilde hepsi Atâ'dan Hz. Âişe'ye mevkuf olarak rivayet etmişlerdir.[56]

 

Açıklama

 

Bu hadis Münzirî'nin, Muhtasarında mevcut değildir.Hadis; Buhârî'de, Hz. Âişe'nin sözü olarak, "Yeminle rinizdeki lağvdan dolayı Allah sizi muaheze etmez..."[57] âyetini tefsir sade­dinde varid olmuştur. Buharî'deki rivayet şu şekildedir: "Hz. Âişe; âyeti (kişinin); 'hayır vallahi evet vallahi' sözü hakkında nazil olmuştur, dedi."

Hadisin sonunda Ebû Davud'un da işaret ettiği gibi, başkaları da hadi­si mevkuf olarak rivayet etmiştir.

Hadis-i şerif; lağv'ın, yemin kasdı olmadan söyleniveren söz olduğuna delâlet etmektedir. Şâfiîler, yemin-i lağvı, bu rivayetin işareti istikametinde izah etmişlerdir.

İmam Muhammed; İmam A'zam'ın yemin-i lağvı yukarıda belirtildiği biçimde izah ettiğini söyler. Fakat, Hanefî mezhebinin görüşüne göre yemin-i lağv, mukaddimede de belirtildiği gibi; doğru zannedilerek yanlışlıkla edilen ve aksi ortaya çıkan yemindir. Hâdivîler, Rabîa, Mâlik, Mekhûl, Evzâî, Leys ve Ahmed'in bir rivayeti de Hanefîlerin görüşü doğrultusundadır.

Askalânî, yemin-i lağv konusunda sekiz ayrı görüş olduğunu söyler. Me­selâ; Tâvûs'dan nakledilen görüşe göre yemin-i lağv, kişinin öfkeli iken etti­ği yemindir. İbrahim en-Nehaî'ye göre ise, bir kimsenin bir şeyi yapmamak üzere yemin edip sonra unutarak o işi yapmasıdır. Saîd b. Cübeyr kanalıyla İbn Abbas'tan yapılan rivayete göre, Allah'ın helâl kıldığını haram saymak­tır. Bir görüşe göre, kişinin bir işi yaparsa kendisine beddua etmesi, sonra da onu yapmasıdır.

Şevkânî, yemin-i lağv konusundaki görüşleri sekize münhasır kılmanın doğru olmayacağını, araştırıldığı takdirde daha başka görüşlerin de ortaya çıkacağını söyler.

Şüphesiz bu görüşler içerisinde en meşhur olanları, Şâfiîlerle Hanefile-rin görüşleridir.

Yine Şevkânî bu görüşlerden de, Şâfiîlerin görüşünün daha isabetli ol­duğunu kaydeder. Şevkânî'nin bu tercihi yaparken ortaya koyduğu izah şöy­ledir:

"Lağv'ın manasını anlamakta başvurulacak merci, Arap lügatidir, Hz. Peygamber (s.a)'in asrında yaşayanlar, Allah'ın kitabını en iyi anlayanlar­dır. Çünkü onlar birer lügat ehli olmanın yanı sıra şeriat ehli de idiler. Hz. Peygamber (s.a)'i görmüşler ve Kur'an'ın iniş günlerinde hazır olmuşlardır.

Sahâbîlerden birisinden Kur'an-ı Kerim'le ilgili bir tefsir bulunur ve ondan daha üstün veya kendisi seviyesinde olan birisinden de buna zıt bir görüş bu­lunmazsa bu tefsin almak vacib olur. Bu görüş, lügat âlimlerinin bu sözün manası hakkında rivayet ettikleri haberlere uymasa bile sonuç değişmez. Çün­kü o sahabenin naklettiği mananın, lügavî değil şer'î olması mümkündür.: Usûl'de, belli olduğu üzere, şer'î mana, lügavî manadan daha önce gelir. Bi­zim sadedinde olduğumuz konuda lağv; Âişe (r.anha)'nın dediğidir."

Hz. Peygamber (s.a)'den lağv yemini ile ilgili olarak başka haberler de nakledilmiştir. Meselâ, Taberî'nin Hasenü'l-Basrî'den merfû olarak rivayet ettiği bir habere göre: Ok atıcılardan biri okunu attığı zaman, hedefi vurdu­ğuna dair yemin eder ve onun vuramadığı ortaya çıkar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s,a): "Atıcıların yeminleri lağvdır. Onun için keffarette yoktur, ceza da" buyurmuştur.[58]

İbn Hacer; bunun sabit olmadığını, zira ulemanın, Hasen'in mürsellerine güvenmediklerini, çünkü onun herkesten hadis aldığını söyler.

İbn Vehb de; Zührî vasıtasıyla Urve'den o da Hz. Âişe'den şöyle riva­yet etmiştir: "O (yemin-i lağv), sadece doğruluğu arzu edilerek edilen fakat aksi çıkan yemindir."

Bu rivayet Hanefîlerin görüşlerini desteklemektedir. Fakat ravileri, üze­rinde durduğumuz babın hadisinin ravileri kadar sika olmadıkları için onun karşısında zayıf bulunmuştur.

Hadis-i şeriften anlaşıldığına göre; yemin-i lağvdan dolayı ne keffaret ne de ceza vardır. Bakara sûresinin, 225 ve Mâide sûresinin 89. âyetleri de buna çok açık bir şekilde delâlet etmektedirler. İbnü'l-Münzir ve İbn Abdil-berr, bu hususta tüm âlimlerin görüşbirliği içinde olduklarını söyler.

Hanefî fıkıh kitaplarında; "Allah'ın bu yemin sebebiyle sahibini mua-haza etmeyeceğini umarız." manasına gelen bir ibare yer alır. Asıl metinler­de olduğu için, bu söz İmam Muhammed'e ait olsa gerektir. "Allah (c.c), âyet-i kerimelerde açık bir şekilde, yemin-i lağv sebebiyle kişiyi muaheze et­meyeceğini bildirdiği halde, İmam Muhammed niçin böyle bir ifade kullan­mıştır?" şeklinde bir soru akla gelebilir. Bu soruya şu şekilde cevap veril­mektedir: "Umud iki türlüdür. Bunlardan biri tama' diğeri tevazu içindir. Birincisine recâ-i tama', ikincisine de recâ-i tevazu denilir. İmam Muham-med'in sözü, recâ-i tevazu cinsindendir."[59]

 

Bazı Hükümler

 

1. Yemin-i lağv; yemin kastı olmadan, dil alışkanlığı ile söylenen   evet vallahi, hayır vallahi   gibi sözler­dir. Konu, şerh bölümünde izah edilmiştir,

2. Yemin-i lağv'den dolayı ne dünyevî bir keffaret ne de uhrevî bir ceza gerekmez.[60]

 

7. Yeminde Ta'riz[61]

 

"Ta'riz" diye terceme ettiğimiz "el-meâriz" kelimesi "mi'raz" kelimesinin çoğuludur. Bu kelime; en-Nihâye'deki ifadeye göre, sözünü açıkça ifade etmenin zıddı olan ta'rizden alınmadır. Aynî; "Ta'riz, bir kinaye tü­rüdür, tasrihin zıddidır" der. Râğıb ise bu kelimeyi şöyle izah eder: "Bu, açık ve gizli manası olan bir sözdür ki, söyleyen gizli manayı kasdeder, açık manasını söyler."

Bu izahlardan anlıyoruz ki, buradaki ta'rizden maksat; yemin ederken ayrı ayrı manaya gelen sözün kullanılması, yemin edenin, niyetinin başka, sözünün başka olmasıdır.[62]

 

3255... Ebû Hureyre (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Yeminin, arkadaşının seni tasdik edeceği (niyet) üzerine olanı­dır."

Müsedded; "Bana, Abdullah b. Ebî Salih haber verdi" dedi.

Ebû Dâvûd dedi ki: Onun ikisi, (yani) Abdullah b. Ebî Salih ve Abbâd b. Ebî Salih birdir.[63]

 

Açıklama

 

Müslim, hadisi; "Yemin edenin yemini, yemin ettirenin niyetine göredir" manasına gelen bab altında vermiştir. Bu ifade hadisin manasını anlamada oldukça kolaylık sağlamaktadır. Zaten Müslim'in diğer bir rivayeti; "Yemin, yemin ettirenin niyetine göredir" şeklindedir.

Metindeki, "arkadaş" diye terceme ettiğimiz "sahib" kelimesi burada "hasım", "müddeî" manalarında kullanılmıştır.

Hadis-i şerif, iki hasım arasındaki davalaşmada edilen yeminin, yemin edenin değil, yemin ettirenin niyetine göre olacağına delildir. Yani, yemin eden kişi "evet, ben yemin ettim ama maksadım o değildi, şu idi" şeklinde bir mezarette bulunamaz. Fethu'l-Vedûd'da; "Bunun manası; yemin, yemin ettirenin niyetine göre vaki olur. Yeminde tevriyenin tesiri olmaz." denil­mektedir.

Yeminde, yemin ettirenin niyetinin muteber oluşu, genel değildir. Bazı hallerde şartlarla sınırlıdır.

Nevevî, bu konuda şu açıklamada bulunur:

"Bu hadis, hâkimin yemin istemesi durumunda edilen yemine hamlolunur. Bir adam, başka birini dava eder, hâkim de ona yemin ettirdiğinde, adam hâkimin niyetinden başkasına niyet ederse, yemin hâkimin niyeti üze­rine olur. O adamın kendi niyetini gizlemesi fayda vermez. Bu konuda göruş birliği vardır. Delili, bu hadis ve icmadır.

Hâkimin isteği olmadan yemin eder ve farklı bir niyet beslerse, o za­man niyetinin faydası olur ve yemin bozulmuş olmaz. İster hiç kimse iste­meden, isterse hâkim ve onun naibinin dışında birinin istemesiyle olsun, sonuç aynıdır. Hâkimden başkası, niyet ettirdiğinde onun niyetine itibar edilmez. Hasılı; kendisine yöneltilen bir davada hâkimin ve naibinin yemin ettirmesi­nin dışındaki bütün hallerde yemin, yemin edenin niyetine göredir. Hadiste murad edilen budur. Hâkimin huzurunda hâkim istemeden yemin etmesi ha­linde ise, ister Allah adı ile ister hanımını boşama ve köle azadına yemin et­sin, yemin edenin niyeti muteberdir. Ancak hâkim; karısını boşama veya köle azad etmesi üzerine yemin ettirirse, niyetini gizlemesi fayda verir. Yemin ede­nin niyeti muteberdir. Çünkü hâkimin bunlarla yemin ettirmeye hakkı yok­tur. O, ancak Allah adına yemin ettirebilir.

Şunu bilmek gerekir ki; niyet ile sözün başka mana ifade etmesi her ne kadar yemini bozmak sayılmasa da, hak sahibinin hakkını iptal edecek du­rumlarda bu şekilde yemin etmek ittifakla caiz değildir. Bütün bu açıklama­lar Şafiî mezhebine göredir.

Kadı Iyaz; İmam Mâlik ve arkadaşlarından bu konuda farklı görüşler ve tafsilat nakletmiş ve şöyle demiştir:

"Kendisinden yemin istenmeden ve birinin hakkı taalluk etmeden ye­min eden kimsenin yemininin kendi niyetine göre olduğunda âlimler arasın­da ihtilâf yoktur. Ama bir hak veya vesika hakkında kendi kendine ya da hâkimin hükmü ile başkası için yemin ediverirse, sözünün zahirine göre hü­küm verileceğinde ihtilâf yoktur.

Konunun, Allah'la kul arasındaki yönüne gelince; kimisi, kendi lehine yemin edilenin, kimi de yemin edenin niyetinin muteber olduğunu söyler. Eğer yemini teklif üzerine etmişse, kendisi için yemin edilenin; kendiliğin­den yemin etmişse kendisinin niyetine itibar edileceği şeklinde görüşler de vardır. Bu; Abdülmelik ve Sahnûn'un görüşüdür. İmam Mâlik ile İbnü'l-Kasım'ın zahir olan görüşleri de böyledir. Bunun aksini söyleyenler de var­dır. Bunu Yahya, İbnü'l-Kasım'dan nakletmiştir..."

Nevevî'nin Kadı Iyaz'dan naklettikleri biraz daha devam eder. Ancak, fazlaca tafsilat olacağı için bu kadarla iktifa ediyoruz.

Bu konuda; Hanefî âlimlerinden Aliyyü'1-Kârî de, "Yemini teklif ede­nin, buna hakkı varsa onun niyeti; yoksa yemin edenin kendi niyeti mute­berdir. Onun, niyetini gizlemeye hakkı vardır. Bu; âlimlerimizin görüşünün özetidir" dedikten sonra, Nevevî'nin yukarıya aldığımız sözlerin bir kısmını nakleder.

Yeminde niyetin hukukî yönden hükmü budur. Ancak başka şeye niyet edilerek edilen yemin dinî açıdan doğru değildir. İmam Mâlik'den; "Hile ve kurnazlıkla edilen yeminin sahibi günahkârdır. Yemini de bozulmuştur. Bir özür dolayısıyla olması ise caizdir" dediği nakledilir.[64]

 

Bazı Hükümler

 

Davalaşmalarda; yemin edenin değil, yemin ettirenin niyeti muteberdir. Yemin edenin değişik bir şeye ni­yet etmesine itibar edilmez.[65]

 

3256... Süveyd b. Hanzala[66] (r.a)'nın şöyle dediği rivayet edilmiş­tir:

Aramızda Vâil b. Hucr da olduğu halde Rasûlullah (s.a)'ı gör­mek üzere çıktık. VâiFi bir düşmanı yakaladı. (Yanımızdaki) toplu­luk yemin etmeyi günah saydılar, ben ise; "O benim kardeşim" diye yemin ettim. Bunun üzerine düşmanı onu salıverdi. Rasûlullah (s.a)'a geldik, ona öbürlerinin yemin etmeyi günah saydıklarını, benim ise "o benim kardeşim" diye yemin ettiğimi haber verdim. Rasûlullah (s.a):

''Doğru söylemişsin, müslüman mü si umanın kardeşidir" buyurdu.[67]

 

Açıklama

 

Hadiste anlaşıldığı üzere; Vâil b. Hucr'u düşmanının elinden kurtarmak için yemin etmek icabetmiş, ancak yanındakiler günah olacağını düşünerek yemin etmekten kaçınmışlardır. Sadece Süveyd b. Hanzala, gönlünden İslâm kardeşliğini geçirerek karşısındakinin bunu an­lamamasına rağmen, "o benim kardeşimdir" diye yemin etmiştir. Mesele Hz. Peygamber'e aktarılınca o bunun doğru olduğunu, çünkü müslümanın, müş-lümanın kardeşi olduğunu söylemiştir.

Şüphesiz Rasûlullah (s.a)'ın bundan maksadı, kan kardeşliği değil, İs­lâm kardeşliğidir. Çünkü aralarında ortaklık bulunan şeylere kardeş denil­mesi caizdir. Dolayısıyla bir kimse bir müslüman için, "Bu benim karde­şimdir." diye yemin ederse, yalan yere yemin etmiş olmaz.

Hadis-i şerif; ihtiyaç duyulduğu hallerde kişinin, esas niyetini gizleye­rek, karşısındakinin arzusuna göre yemin etmesinin caiz olduğuna delildir. Konu ile ilgili açıklama bundan evvelki hadisin şerhinde geçmiştir.[68]

 

 (İslâm'dan) Berî Olmaya Ve İslâm'dan Başka Bir Dine Yemin Etmek[69]

 

3257... Sabit b. Dahhâk (r.a)'ın Ebû Kılâbe'ye haber verdiğine göre;

O, (Sabit) ağacın altında Hz. Peygamber (s.a)'e bi'at etmişti. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:

"İslâm dininden başka bir din üzerine yalan yere yemin eden ki­şi, dediği gibidir. Kendisini bir şey (âlet) ile öldüren kimse, kıyamet gününde onunla cezalandırılır. Sahibi olmadığı bir şeyi adakta bulu­nana bir şey lâzım değildir."[70]

 

Açıklama

 

Hadisin Buharî'deki rivayetinde Sâbit'in Hz. Peygamber'le ağaç altında biat ettiğine dair bir kayıt mevcut değildir. Yi­ne Buharî'nin rivayetinde buradakinden farklı olarak mü'mine lanet etme­nin ve küfür isnad etmenin, onu öldürmek hükmünde olduğu da bildirilmek­tedir. Bu rivayet, Kitabü'n-Nüzûr'daki rivayettir.

Aynî; lanet etme ve küfre insad etmenin mü'mini öldürmek gibi olu­şundan maksadın, haramlık yönünden olduğunu söyler.

Kitabu'l-Cenâiz'deki rivayette ise; bu ilâveler olmadığı gibi hadisin ne­zir (adak) ile ilgili olan bölümü de mevcut değildir. Ayrıca, Ebû Dâvûd'ta ki, "Bir şeyle kendini öldüren kimse" bölümü; Buharî'nin bu rivayetinde, "kendisini bir demirle öldüren kimse..." şeklindedir.

Metinden anlaşıldığı üzere; hadisin ravisi Sabit b. Dahhâk ağaç altında Rasülullah'a bi'at edenlerdendi. Hatta Ebû Davud'un rivayeti; Hz. Peygamber (s.a)'in bu sözleri, adı geçen bi'at esnasında söylediği intibaını vermektedir.

Ağacın altında edilen bu bi'ata; "Rıdvan Bi'atı" denilir. Bu hadisenin özeti şudur:

Hz. Peygamber (s.a.) H. 6 senesinde Zilkade ayında yanında 1400 sahâbî olduğu halde Kabe'yi ziyaret etmek maksadıyla Mekke'ye doğru yola çıktı. Ancak Kureyşlüer, müslümanları Mekke'ye sokmak istemiyorlardı. Bu­nun için, süvarilerini müslümanların önüne çıkardılar. Halbuki Hz. Peygam-ber'in maksadı savaş değil, Kabe ziyareti idi. Onun için, sahâbîler yanlarına yolcu kılınandan başka silah almamışlardı. İhramlı idiler ve yanlarında kur­banlık develeri vardı. Bu yüzden Hz. Peygamber Efendimiz Kureyşlilerle kar­şılaşmamak için yolunu değiştirdi. Sarp yollardan geçti ve Hudeybiye deni­len yere vardı. Fakat Kureyşlüer burada da karşılarına çıktılar. Müslüman­larla Kureyşlüer arasında elçiler gidip geldiler. Her ne kadar Hz. Peygamber (s.a); gayesinin, savaş etmek değil Kabe'yi ziyaret etmek olduğunu söylü­yorsa da Kureyşlüer bir türlü müslümanları Mekke'ye sokmak istemiyorlar­dı.

Hz. Peygamber; son olarak Hz. Osman'ı Kureyşlilerle görüşmesi için Mekke'ye gönderdi. Hz. Osman'ın Kureyşle görüşmesi uzun sürdü, bu yüz­den dönüş gecikti. Müslümanlar arasında, Hz. Osman'ın öldürüldüğü şayi­aları dolaşmaya başladı. Bu şaiya Hz. Peygamber(s.a)'in kulağına kadar geldi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a), Kureyş'in yaptığını yanma bırakmak iste­meyerek bütün ashabtan İslâm davası uğrunda canlarını feda etmeleri için bi'at istedi. Müslümanların tümü kılıçlarının kabzalarını tutarak yemin etti­ler. Bu bi'at bir ağacın altında yapıldı. Erkek kadın tüm mü'minler, sonuna kadar Hz. Peygamber'le birlikte sebat edeceklerine, ondan ayrılmayacakla­rına and içtiler.

İşte bir ağaç altında edilen ve Rıdvan Bi'atı diye meşhur olan bi'at bu­dur. Kur'an-ı Kerim'de bu bi'attan şu şekilde bahsedilir:

"Mü'minler sana o ağacın altında bi'at ettikleri zaman, Allah onlardan razı olmuştu. Cenab-ı Allah onların kalbindeki itilâsı biliyordu da onlara huzur ve sekinet vermiş, onları pek yakın bir fetih ve zaferle mükafatlandırmıştı."[71]

Hadis-i şerif hüküm itibarıyla üç bölümü ihtiva etmektedir. Şimdi bu bölümleri ayrı ayrı ele alıp açıklayalım:

1- "İslâm'dan başka bir din anarak yalan yere yemin eden kişi dediği gibidir." Bu yeminden maksat; "Şöyle edersem kâfir olayım, yahudi ola­yım..." gibi yeminlerdir. Bir kimse bu şekilde yemin eder de sözünü yerine getirmezse dediği gibi, yahudi ya da hıristiyan olur.

Kâ'dî İyaz, bu konuda şöyle der: "Bu hadisin zahirine göre bu tür ye­minlerle, İslâm gider ve dediği gibi olur. Bu söylenilenin, yemini bozmaya bağlanması da muhtemeldir. (Yani dediğini yerine getirmez, yemini bozarsa dediği gibi olur.) Büreyde'nin Rasûlullah (s.a)'den rivayet ettiği şu hadis bu ihtimale delildir: "Bir kimse ben İslâm'dan beriyim der de eğer yalancı ise, dediği gibidir. Doğru ise İslâm'a salim olarak dönmeyecektir." Her halde bundan maksat, tehdid ve azab bakımından mübalağaya işarettir. Oriun, bu­nunla yahudi olacağı veya İslâm'dan beri olacağı değildir. Sanki, yahudi gi­bi cezaya müstehaktir demiş gibidir. Hz. Peygamber'in: "Namazı terkeden kâfir olmuştur" sözü bunun benzeridir. Bu tür sözler şeriat örfünde yemin sayılır mı, sayılmaz mı? Bu sözlerini yerine getirilmemesi halinde de keffaret gerekir mi, gerekmez mi?

Nehaî, Evzaî, Sevrî, Ebû Hanîfe'nin talebeleri, Ahmed ve İshak; bun­ların yemin olup, bozulması halinde keffaretin gerekli olduğu görüşünde­dirler. Şafiî, Mâlik ve Ebû Ubeyd'e göre ise, bunlar yemin değildir, sözde durmamakla kekffareti gerektirmezler. Ancak bunu söyleyenler, isteF sözle­rinde sadık ister yalancı olsunlar, günahkârdırlar."

Aynî, hadisteki "yalan yere" kelimesinin, yalan yere yemin ma­nasına olmayıp yalan yere yemin ettiği dinleri ta'zim olduğunu söyler. Ay-nî'nin anlayışına göre; İslâm dininden başka dinleri ta'zim eden her zaman ve her halükârda yalancı olacağından dolayı, kişinin sözünde sadık veya ya­lancı olması arasında fark yoktur.

Aynî, İbnü'l-Cevzî'nin; "Yemin eden kişi, kendince büyük olan şeylere yemin eder. Küfür dinlerinden birini ta'zim eden kişi de kâfire benzer" de­diğini naklettikten sonra, şunları söyler: "Gerçekten kâfir olmuştur. Kâfire benzemek bundan aşağıdır."

İbn Hacer de hadisteki, "O dediği gibidir" sözünden muradın; tehdid ve azabda mübalağaya delâlet etmesinin veya kişinin o dinden olduğuna hüküm edilmemesinin muhtemel olduğunu söyler. Askalânî'nin beyanına gö­re; böyle diyen kişi, dediği dine inananın hak ettiği azabı hak etmiştir.

Münzirî'nin görüşü de bu tür sözlerle yemin etmenin sahibini yahudi veya kâfir kılmayacağı istikametindedir.

islâm dininden başka dinler adına yemin etmenin, şer'an yemin sayılıp sayılmayacağı konusu "Yeminler kitabının" başındaki mukaddimede ve "Put­lar adına yemin" konusundaki hadislerin şerhinde daha geniş olarak izah edilmiştir.

2- "Kendisini bir şeyle öldüren, kıyamet günü onunla azab edilir." Çünkü onun cezası, ameli cinsinden olur. İbn Dakîkı'1-İyd, bunun; uhrevî cezala­rın dünyevî cinayetler cinsinden olduğuna benzediğini söyler. Bundan, insa­nın kendisini öldürmesinin günahının başkasını öldürmenin günahı gibi ol­duğu anlaşılmaktadır. Çünkü insanın nefsi mutlak olarak kendisinin değil, Allah'ındır. Kişi onda istediği gibi tasarrufta bulunamaz. Ancak Allah'ın izin verdiği şekilde tasarrufta bulunabilir.

Aynî, İbn Battâl'ın şöyle dediğini nakleder:

"Kişinin kendi kendini öldürmekle dinden çıkmadığında, fakihler ve ehl-i sünnet âlimleri müttefiktirler. Onun cenaze namazı kılınır ve günahı kendi-sinedir. Ömer b. Abdilaziz ve Evzaî'den başka kimse, onun namazını kıl mayı mekruh saymamışlardır. Doğrusu umumun dediğidir. Çünkü Hz. Pey­gamber (s.a) müslümanların cenaze namazını kılmayı sünnet kılmış, kimse­yi istisna etmemiştir. Onun için hepsinin namazı kılınır."

Aynî, İbn Battâl'ın bu sözlerine; Ebû Yusuf'a göre de, kendi kendini öldürenin cenaze namazının kıhnmadığını ekler. Ebû Yusuf; böylelerinin, kendilerine zulmederek eşkiya ve yol kesici zümresine dahil olacakları görü­şündedir.

3- "Kendi sahibi olmadığı bir şeyle adakta bulunan kimseye bir şey lâ­zım değildir." İbn Melek, bunu şu şekilde izah eder: "Allah hastama şifa verirse, -kendisinin olmayan bir şahıs için- filân hür olsun" demek gibidir.

Tıybî de şöyle der: "Sahibi olmadığı bir köleyi azad etmek veya başka­sının koyununu kurban etmek üzere adakta bulunan kişiye -sonradan o şey­ler bunun mülküne girseler bile- adağına vefa etmesi gerekmez."

Mukaddimede işaret edildiği gibi; adanılan şeyin adayanın mülkünde olması nezrin şartlarındandır.[72]

 

Bazı Hükümler

 

1. İslâm dininden başka dinler üzerine yemin eden kişi, onu ta’zım ettiği için sanki o dine mensup olmuş gi­bidir. Konu şerh bölümünde izah edilmiştir.

2. Kendisini bir âletle öldüren kişiye, âhirette o âletle azabedilecektir.

3. Sahibi olmadığı bir şey üzerine adakta bulunan kişiye adağının gere­ğini yerine getirmesi icabetmez.[73]

 

3258... Abdullah b. Büreyde, babasından, Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Yemin edip de, "ben İslâm'dan beriyim" diyen kişi eğer yalan­cı ise dediği gibidir. Sadık ise, asla İslâm'a salim olarak dönmeye­cektir."[74]

 

Açıklama

 

Hadis-i şerif, yalan yere yemin eden ve bu yemini "İslâm'­dan berîyim" şeklinde yapan kişinin, dediği gibi, İslâm'dan beri olduğuna; sözü doğru ise bir daha İslâm'a salimen dönemeyeceğine de­lâlet etmektedir.

Aliyyu'1-Kârî; kişinin İslâm'dan berî olması şeklindeki ifadenin, bu gi­bi sözlerden sakındırmak maksadıyla kullanılmış mübalağalı bir tehdid ol­duğunu söyler. Yine AIiyyü'l-Kârî'nin ifadesine göre; yalan yere bu şekilde yemin etmek, "yemin-i gamûs" tur.

Hattâbî ise; "İslâm'dan berî olmak" üzere edilen yeminlerin, keffareti gerektirmeyip günaha sebep olduğunu; çünkü hadiste bu yeminin cezasının, sahibinin malında değil, dininde kılındığını söyler.

Allah'tan başkası adına edilen yeminlerin yemin sayılıp sayılamayacağı konusundaki âlimlerin çeşitli görüşleri daha önceden açıklanmıştı.

Hadisten, yalan yere değil de vakıaya uygun olarak; "şöyle değilse ben İslâm'dan berîyim, ben İslâm'dan beriyim ki şu şöyledir." gibi sözlerle edi­len yeminin de meşru olmadığı anlaşılmaktadır. Ancak bunun günahı yuka-rıdakine nisbetle daha hafiftir.

Vakıaya uygun olmasına rağmen bu yeminin günah olmasına sebep, bu sözde İslâm'ın küçümsenmesi ve küfre meyi olmasıdır. Bu şekilde yemin eden kişinin İslâm'a salim olarak dönmemesinden maksat, onun günahkâr olu­şudur. İbn Melek; bunun emanet üzerine yemin etmeye daha yakın olduğu­nu söyler.

Buraya kadar yaptığımız izahlar; edilen yeminin geçmiş ve şimdiki za­manki vakıalarla ilgili oluşuna göredir. Tabii bu çeşit yeminlerin; "Şöyle eder­sem İslâm'dan berî olayım..." gibi gelecekle ilgili olması da mümkündür. O zaman, yemin edenin yalancı veya sözünde sadık olmasından maksat; ye­minine bağladığı şeyi yapıp yapmamasına göredir.

Hanefî mezhebine göre, bu ifadelerle edilen yeminler, yemin sayılır ve bozulması halinde keffaret gerekir.

İbnü'l-Hümâm şöyle der: "Kişinin; şöyle yaparsa İslâm'dan berî oldu­ğuna dair sözü, bize göre yemindir. Aynı şekilde, namazdan ve oruçtan beri olma şeklindeki sözler de yemindir."[75]

 

Bazı Hükümler

 

Yalan yere; "İslâm'dan beriyim" diye yemin eden kişi, dediği gibidir. Bunu söyleyen kışı sözünde sadık ise günaha girmiş olur.[76]

 

8. Katık Yemeyeceğine Yemin Eden Kişinin Durumu

 

3259... Yusuf b. Abdullah b. Abdüsselâm'dan,[77] şöyle dediği ri­vayet edilmiştir:

Rasûlullah (s.a)'i gördüm; hurmayı bir ekmek parçasının üzerine koyup, "Bu (hurma), bunun (ekmeğin) katığıdır." buyurdu.[78]

 

Açıklama

 

Bu hadis, hurmanın katık olduğuna delâlet etmektedir. Bi­lindiği gibi katık; ekmekle birlikte yenen maddelerdir. An­cak hangi maddelerin katık sayılıp sayılmadığında farklı görüşler vardır. Ko­nunun yeminle ilgisi; katık yememeye yemin eden kişinin neleri yediği tak­dirde yemininin bozulacağı yönündendir.

Aynî, bu hadis ile; ister taze olsun ister kuru, evde bulunan ekmeğin dışındaki tüm yiyeceklerin katık sayıldığı sonucuna varıldığım söyler. Buna göre; katık yememeye yemin eden kişi, hurma yerse yeminini bozmuş olur.

Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre katık; zeytin yağı, bal, sirke gibi (ek­meğe) sürülebilen yiyeceklerdir. Çünkü katık, kendi başına değil ekmekle bir­likte yenen, ona tabi olan yiyeceklerdir. Ama, kızartılmış et, peynir, yumur­ta gibi ekmeksiz yenilen yiyecekler katık değildirler.

İmam Şafiî, İmam Mâlik, Ahmed b. Hanbel, İmam Muhammed ve Ebû Yusuf'un bir görüşüne göre; çok kere ekmekle birlikte yenen maddeler ka­tıktır.

İbn Hacer, İbnü'l-Kassâr'ın şöyle dediğini nakleder:

"Ekmekle birlikte kızartılmış et yiyenin bu eti katık edindiği konusun­da dilciler arasında hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Bu kişi eğer katıksız ekmek yedim dese, yalan söylemiş, katıkla ekmek yedim dese doğru söylemiş olur.

Ama, Kûfelilerİn; katık, iki şeyin arasını birleştirmenin adıdır, şeklindeki söz­leri, katıktan maksadın; ekmeğin o şey içinde yok edilmesine delildir. Bu du­rumda katık; .parçalarının ekmeğin parçalan içine girmesi suretiyle ona tabi olur. Bu da ancak, katığın sürülmesi (ekmeğin bandırılması) suretiyle olur. Karşı görüşte olanlar buna; "Önceki söz doğrudur. Fakat katıkla ekmeğin parçalarının birbirine yemeden önce girmesi iddiasının delili yoktur. Mak­sat, önce birleştirmek, sonra da yemek suretiyle yok etmektir. İşte o zaman parçaların birbirinin içine girmesi gerçekleşir." diyerek karşılık verirler." Neyin katık sayılıp neyin sayılmayacağını, bugün "katık" kelimesinin ifade ettiği manadan ziyade örfe bağlamak daha uygun olsa gerektir. Çün­kü bunu en güzel tayin eden şey örftür. Günümüzün örfü de ikinci görüşe daha uygun düşmektedir.[79]

 

3260... Harun b. Abdullah, Ömer b. Hafs'dan, Ömer, babası va­sıtasıyla Muhammed b. Yahya'dan, o Yezid el-A'ver'den, o da Yusuf b. Abdullah b. Selâm'dan.önceki hadisin benzerini rivayet etmiştir.[80]

 

9. Yeminde İstisna

 

3261... İbn Ömer (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'a ref ederek, şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Bir şey üzerine yemin edip arkasından "İnşaallah" diyen kimse (yemininde) istisna etmiştir."[81]

 

Açıklama

 

Hadisin Tirmizî'deki rivayetinde; buradaki "istisna etmiştir" sözünün yerinde, "Ona hıns (yemini bozma) yoktur" cüm­lesi yer almaktadır. İbn Mâce'nîn İbn Ömer'den olan bir rivayeti de Tirmizî'nin rivayetine yakındır. Ebû Hureyre'den rivayet ettiği ise bazı ifade fark­lılıkları olmasına rağmen, Ebû Davud'un rivayeti ile aynı manaya gelmekte­dir.

Tirmizî; "Bu hadisi, Eyyûb es-Sahtiyanî'den başka hiçbir kimsenin merfû olarak rivayet ettiğini bilmiyoruz" der. İbn Aliyye ise; Eyyûb'un bu hadisi bazan merfû olarak, bazan da merfû olmayarak rivayet ettiğini söyler. Bey-hakî de; bu hadisin, merfû rivayetinin sadece Eyyûb'dan olduğunu ve onun bu hadisin sıhhati konusunda şek ettiğini bildirir.

Eyyûb es-Sahtiyanî, güvenilir bir ravidir. Onun için, ondan başkaları­nın hadisi merfû olarak rivayet etmemeleri hadisin sıhhatine zarar vermez. Üstelik aynı hadisi, Musa b. Ukbe, Kesîr b. Ferkad, Eyyûb b. Musa ve Has­san b. Atıyye de Nâfi'den merfû olarak rivayet etmişlerdir.

İstisna: Bir sözün içine aldığı manalardan bir kısmını o sözün hükmü­nün dışına çıkarmak demektir. Bugün dilimizde "müstesna, hariç, dışında" gibi sözcüklerle ifade edilmektedir. Meselâ, "Ahmet müstesna herkes geldi" dediğimizde "herkes" sözünün içine giren "Ahmet", "geldi" hükmünün dışına çıkartılmış yani istisna edilmiştir.

Aslında Arapçada istisna için kullanılan özel edatlar vardır. Bunlar, gibi edatlardır. Yani istisna aslında, istisnaya mahsus olan bu edatlardan birisiyle olur. Ancak, bir hükmü bir şarta bağlama veya Al­lah'ın dilemesine bağlama da istisna yerinde kullanılmaktadır. Meselâ, "Bi­ze gelirsen sana ikram ederim" cümlesinde ikram hükmü eve gelme şartına bağlanmıştır. Sanki "bize gelmen müstesna, sana ikram etmem" denilmiş­tir. Bir kimsenin, "Allah dilerse (inşaallah) şöyle yapacağım" demesi, yani işi Allah'ın dilemesine bağlaması da bir istisna sayılmaktadır.

İşte bu hadiste, mevzubahis edilen istisna bu sonuncusudur. Yani, ye­min ettikten hemen sonra "inşaallah" demekle ilgilidir. Bu istisna mecazi­dir. Yukarıda da işaret edildiği gibi, yemin edip de peşinden ."inşaallah (Al­lah dilerse)" diyen kişinin sözü; "vallahi, Allah'ın dilemesi dışında hiç bir şey benim bu işi yapmama mani olamaz." manasınadır.

Bu ve buna benzer hadislerden anlaşıldığına göre; bir kimse yemin eder ve peşinden "inşaallah" derse yemini bozulmaz, yani sözünü yerine getire-mese bile yemininden dolayı keffaret gerekmez. İbnu'l-Arabî bu konuda tüm âlimlerin ittifak halinde olduklarını söyler. Aliyyü'1-Kârî ise, İmam Mâlik'-in istisnanın yeminin tahakkukuna mani olmadığı görüşünde olduğunu bil­dirir. Kârî'nin ifadesine göre İmam Mâlik; herşeyin Allah'ın dilemesine bağlı olduğunu, dolayısıyla "inşaallah" demesinin hükmü değiştirmeyeceğini söyler.

"înşaallah" sözünün yemini hükümsüz kılması için, söze bitişik olması gerekir. Bu bitişikliğin hükmü ve sınırı konusunda farklı görüşler vardır.

Şevkânî'nin bildirdiğine göre; içlerinde Mâlik, Evzaî ve Şafiî'nin de bu­lunduğu cumhur, istisnanın bitişik olmasından maksadın yemini eder etmez hiç susmadan "inşaallah" denilmesi olduğunu söylerler. Bunlara göre, ara­da nefes almaktan dolayı olan susmanın zararı olmaz. Şevkânî, susmanın özürlü ya da özürsüz olması arasında fark yoktur der. Hanefîlere göre; kas-den soluk alma istisnaya manidir.

Tâvûs, Hasan ve tabiîlerden bir gruba göre; yemin eden kişi, bulundu­ğu meclisten kalkmadıkça "inşaallah" deme yetkisine sahiptir. Katâde; kalk­madıkça veya konuşmadıkça, istisnanın caiz olduğunu söyler. Atâ, bu müd­detin bir deve sağacak kadar; Saîd b. Cübeyr ise, dört ay olduğu kanaatin-dedirler. İbn Abbas'a nisbet edilen görüş tamamen yukardakilere aykırıdır. İbn Abbas, istisna için bir süre tanımaz. Kişi ebediyyen bu İstisnayı yapabi­lir.

İbn Abbas'a nisbet edilen bu görüş zayıftır. Çünkü, eğer dediği gibi in­san yemin ettikten, günlerce hatta yıllarca sonra "inşaallah" deyip, yeminin hükmünden kurtulursa ne yeminin bir faydası kalır ne de yeminini bozan birisi bulunur.

İmam Gazali; İbn Abbas'tan nakledilen bu görüşün ona ait olmaması gerektiğini, çünkü bunun onun şanına yakışmadığını söyler. Yine Gazalî bu sözün gerçekten ona ait olması durumunda; "Her halde o, önce istisnaya niyet edip sonra onu açıklamayı kasdetmiştir..." der.

Nakledildiğine göre; halife Mansur, istisna konusunda dedesi İbn Ab­bas'a muhalefet etti diye Ebû Hanîfe'ye sitem etmiş, Ebû Hanîfe de; "Bu­nun zararı sana döner. Sana yeminlerle bi'at edip de yanından çıktıktan sonra inşaallah diyen kişiye razı olur musun?" demiştir.

Âlimlerin cumhuruna göre; and karşılığında kullanılan yemindeki istis­na ile, hanımını boşama veya köle azad etmedeki istisna arasında fark yok­tur. Buna göre bir kimse hanımına, "inşaallah sen boşsun", kölesine "inşa­allah sen hürsün" dese hanımı boş olmaz, kölesi de hürriyete kavuşmaz. Ahmed b. Hanbel; köle azadı konusunda cumhura muhaliftir. Delili: "İnşaal­lah sen boşsun dediğinde boş olmaz. Kölesine, inşaallah sen hürsün derse o hürdür." manasına gelen hadistir. Ancak bunun rivayetinde Humeyd yal­nız kalmıştır ve o meçhuldür. Onun için hadis zayıftır.

Hadisten anlıyoruz ki; istisnanın sıhhati için, "inşaallah" sözünün dil ile söylenmesi gerekir; niyet yeterli değildir. Ulemanın çoğunluğu da bu gö­rüştedir. M âli kıl erden bir kısmı ise; İmam Mâlik'in, niyetin yeterli olduğu fikrinde olduğunu zannetmektedirler.[82]

 

Bazı Hükümler

 

1. Yemin ettikten sonra "inşallah" diyen kişi, sözü­nü yerine getiremese bile yeminini bozmuş sayılmaz.

2. İstisnanın sahih olması için,' bunun dil ile söylenmesi gerekir. Kalben niyet kâfi değildir.[83]

 

3262... İbn Ömer (r.anhüma), Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmiştir:

"Yemin edip de istisna eden kimse, isterse döner, isterse hıns (ye­mini bozma) olmadan terkeder."[84]

 

Açıklama

 

Bu hadis, Lü'lüî'nin rivayetinde mevcut değildir. İbn Dâse'nın rivayetinde vardır.

Yeminde istisnadan maksadın yemin ederken "inşaalah" demek oldu­ğu yukarıdaki hadiste anlatılmıştı.

Hadisten; yemine bitişik olarak edilen istisna ile, yeminin mevzuu yeri­ne getirilmese bile yeminin bozulmuş sayılmayacağı anlaşılmaktadır.

Bu hadise şerh olarak, Hattâbî şunları söylemektedir:

"İstisna etse" sözünün manası: kalbi ile değil, dili ile istisna etmesidir. Çünkü Ebû Dâvûd'dan başkalarının rivayetinde "yemin edip, inşaallah di­yen kimse..." şeklinde bir cümle vardır. Bu hükmün içine; talâk, köle azadı ve bunların dışındaki tüm yeminler girer. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) bunu genel bir şekilde ifade etmiş, tahsis etmemiştir. Âlimler, bir şeyi yapma veya yapmamaya yemin edip de istisna eden (inşallah diyen) kişiden hıns (yen.ini bozma) in sakıt olduğunda görüşbirliği içindedirler. Talâk veya köle azadı için yemin etme ve istisnada bulunma konusunda ise, Mâlik ve Evzaî; istis­nanın fayda etmeyeceğini, boşanma ve köle azadının vaki olduğu görüşün­dedirler. Mâlikîlerin bu konudaki illetleri şudur: Keffaretin dahil olduğu tüm yeminlerde, istisna amel eder. Keffaretin bulunmadıklarında ise istisna amel etmez.

Mâlik der ki: Beytullah'a kadar yürümeye yemin ettiği ve istisnada bu­lunduğu zaman, istisna düşer, yemininde hânis olur.

Hattâbî'nin hadisle ilgili sözleri burada sona ermektedir.

Diğer âlimlerin de hadis üzerinde şerhleri vardır. Ancak bunlar, bizim bir önceki hadisin şerhinde verdiğimiz bilgilerle paralel bir biçimdedir. Onun için bu şerhlerin buraya tekrar aktarılmasına gerek yoktur.[85]

 

Hz. Peygamber (S.A)'in Yemini Konusunda Gelen Haberler[86]

 

3263... İbn Ömer (r.anhüma)'nın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a), en çok; "Kalbleri değiştirene yemin ederim ki, fıayır...” şeklinde yemin ederdi.[87]

 

Açıklama

 

Haberde Hz.Peygamber (ş.a)'in Allah'ın sıfatlarından bi­risi ile yemin ettiği anlaşılmaktadır. Bu sıfat; "Mukallibu'I-<ulûb: Kalbleri değiştiren"dir.

Aynî; kalbleri değiştirmekten maksadın; Allah'ın, kullarının kalbini, ima-ıı terkedip küfrü seçmeye veya küfrü terkedip imanı tercih eder hale getir­mesi olduğunu söyler.

Ibn Hacer de; "Mukallibu'l-kulûb, üzerine yemin edilendir. Kalpleri de­ğiştirmekten maksad, kalbin kendisini değil, araz ve ahvalini değiştirmekir." der.

Şevkânî'nin bu konu ile ilgili sözleri de şu şekildedir: "Mukallibu'l-kulûb, kendisi ile yemin edilen şeydir. Kalbleri değiştir-nek sözü ile kastedilen kalblerin hallerini değiştirmektir; zâtını değil. Bu ifalede; kendisine lâyık bir şekilde sabit olan sıfatı ile Allah'ı isimlendirmenin caiz olduğuna delâlet vardır. Kadı Ebu Bekir b. el-Arabî: Hadis, kendileri ile vasfedildiği ve ismi anılmadığı zaman Allah'ın fiilleri ile yemin etmenin caiz olduğunu gösterir, der. Hanefîler; kudretle ilmin arasını ayırmışlar ve Allah'ın kudreti ile yemin ederse yemin gerçekleşir, ilmi île yemin ederse ger­çekleşmez, demişlerdir. Delilleri şudur: İlimle, malum da kastedilir. Nitekim Allah (c.c): "Bize karşı çıkabileceğiniz bilginiz var mı?..." buyurmuştur.[88]

Şevkânî'nin bildirdiğine göre Râğıb; Allah'ın kalbleri ve gözleri değiş­tirmesini, "Allah'ın onları bir görüşten diğer görüşe çevirmesidir" şeklinde izah eder.

Hadis; irade gibi kalbî amellerin, Allah'ın yaratması ile olduğuna delâ­let eder.

Yine hadis; Allah'ın kendisine lâyık bir şekilde, onun sabit olan sıfatla­rı ile isimlendirilmesinin caiz olduğunu gösterir.

Hadis-i şerif; Allah'ın sıfatlarından biri ile yemin edip de yeminini bo­zana keffareti gerekli görenler için delildir. Bu konunun esasında ihtilâf yok­tur. İhtilâf, Allah'ın hangi sıfatları ile yemin edilip, hangileri ile edilemeye­ceği konusundadır. Gerçek şu ki, sadece Allah'a ait olan, başkalarında bu­lunmayan sıfatlar ile yemin etmek caizdir. "Mukallibu'l-Kulûb" bu çeşit sı­fatlardandır.

Yukarıya naklettiğimiz bu mütalaa, Hafız İbn Hacer'e aittir. Hanefîle-rin Hidâye adındaki fıkıh kitabında: "Yemin, Allah adıyla veya Rahman, Rahîm gibi diğer isimlerinden biri ile, ya da; Allah'ın izzeti, celâli, kibriyâsi gibi, örfen yemin edilen sıfatlarından biri ile edilir" denilmektedir.

Hidâye'de anılan bu sıfatlar, Allah'ın zâti sıfatlarıdır.[89]

 

Bazı Hükümler

 

1. İnsanlarm kalbî amellerinin yaratıcs, Allah'tır

2. Allah'ın zatı sıfatlarından bin ile yemin etmek caizdir.[90]

 

3264... Ebû Saîd el-Hudrî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a); yeminde mübalağa ettiği zaman;"Ebu'l-Kasım'ın canına sahib olan (Allah)'a yemin ederim ki..." derdi.[91]

 

Açıklama

 

Bu hadis, Lü'Iüî'nin rivayetinde mevcut değildir. Onun için Münziri kitabında zikretmemiştir. Mizzî, el- iraf'ında, îbn Mâce'ye de nisbet eder. Ancak İbn Mâce'de aynı isnad ve aynı metinle bu hadis yoktur. Fakat, Rufâ'a el-Cühenî'den, "Rasûlullah (s.a) yemin ettiğinde; Muhammed'in canına sahib olan, derdi," şeklinde bir rivayet vardır.[92]

Bu hadisi Ebu Saîd el-Hudrî'den nakleden Âsim b. Şümeyh için; Ebû Hatim, "Meçhul"; Ebû Bekir el-Bezzâr: "Bilinen biri değil" derler. İbn Hibbân ise bu zâtı, sika raviler arasında saymaktadır.

Bilindiği gibi; Ebu'l-Kasım, Hz. Peygamber'in künyesidir. Rasûlullah (s.a)'m ilk oğlu Kasım olduğu için Efendimiz "Kasım'ın babası" manasına "Ebu'l-Kasım" diye künyelenmiştir.

Hadis-i şerif; "hayatıma sahip olan", "nefsim elinde olan" gibi sözler­le yemin etmenin meşru olduğuna delildir. "Ebu'l-Kasım'ın canına sahip olan" diye terceme ettiğimiz cümlenin tam karşılığı; "Ebu'l-Kasım'ın nefsi elinde olan" demektir. Aliyyü'1-Kârî; "Elinde" kelimesinden maksadın, Al­lah'ın tasarrufu, kudreti, iradesi olduğunu söyler.

Hz.Peygamber (s.a)'in buna benzer sözlerle yemin ettiğine işaret eden daha başka haberler de vardır. Yukarıda İbn Mâce'den naklettiğimiz riva­yet bunlardan biridir. Zaten, "Nefsim elimde olan", "Hayatıma sahip olan" gibi sözlerin ifade ettiği mana Allah'tır. Çünkü bunlara sahip olan Allah'­tır. Dolayısıyla bu şekilde edilen yeminler Allah'a edilen yeminlerdir.

Hadiste, Hz.Peygamber (s.a)'in yeminde mübalağa ettiği zaman bu şe­kilde yemin ettiği ifade ediliyor. Fakat böyle bir kayit olmadan Hz.Peygamber (s.a)'in normal hallerde de adı geçen sözlerle yemin ettiği çok olmuştur. Aliyyü'l-Kârî'nin bildirdiğine göre Tıybî; bu gibi sözlerde Allah'ın kud­retini izhar olduğu için, bu şekildeki yeminlerin daha üstün olduğunu söyle­miştir.[93]

 

3265... Ebû Hureyre (r.a)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a) yemin ettiği zaman; "Hayır, estağfirullah" derdi.[94]

 

Açıklama

 

Hadisin zahiri; Hz. Peygamber (s.a)'in yemin ettiği zaman "Estağfirullah" dediğine, yani bu şekilde yemin ettiğine de lâlet etmektedir. "Estağfirullah"; "Allah'tan bağış dilerim" manasınadır.

Bu kalıp ise, bilinen yemin kalıplarına benzememektedir. Şüphesiz Hz. Peygamber'in bu şekilde yemin etmesi devamlı değildir. Bazan böyle yemin ederdi.

Âlimler, bu haberde ifade edilen manayı izahda farklı şeyler söylemiş­lerdir. Aliyyü'l-Kârî'nin el-Mirkât adındaki eserinde verdiği şu bilgi bu ko­nuya oldukça açıklık getirmektedir:

Kâdî, bu sözün manasının; eğer mesele bunun aksine ise, Allah'tan ba­ğış dilerim, demek olduğunu söyler. Kadı'nın beyanına göre; gerçi bu söz (ve'stağfirullah) yemin değildir, ancak sözü tekid edip kuvvetlendirmesi ba­kımından yemine benzer. Onun için ravi buna yemin demiştir.

Tıybî ise şöyle der:

"sözündeki "vav" harfi, atıf içindir. Bu da kendisine atıf yapılan mahzuf bir cümlenin olmasını gerektirir. Buna karine de; sözüdür. Çünkü bu ya; Cenab-ı Allah'ın sözünde olduğu gibi, ge­çen sözü reddetmek maksadıyla yemine h azırlık içindir, ya da başlı başına yemindir. Her iki takdire göre de mana; "Allah'a ye­min etmem ve Allah'tan af dilerim" demektir. el-Muzhir sahibinin şu görü­şü bu anlayışımızı teyid eder: Rasûlullah (s.a); bilmeden (lağv) yemin ettiği zaman hemen peşinden, dilinden kayan bu sözü telafi için, estağfirullah derdi. Gerçi, Kur'ân'da da belirtildiği üzere, Hz.Peygamber'in bu davranışı affe-dilmişti ama o bunu ümmetinin böyle şeyden kaçınması için delil olarak söy­lerdi."

İbn Melek de Muzhir'a uyarak, Hz.Peygamber'in bu şekildeki sözleri; konuşma esnasında ağzından çıkan "evet vallahi, hayır vallahi" gibi sözle­rinin yemin olmadığına işaret etmek ve o sözleri telâfi için söylediğini kaydeder.

Aliyyü'1-Kâri, bu nakilleri yaptıktan sonra kendi görüşünü şöyle orta­ya koyar:

"Hz.Peygamber(s.a)'in yanlışlıkla (lağv) yemin etmesi mümkün değil­dir. Çünkü bu, peygamberlik makamına aykırıdır. Hadiste geçen sözün tak­dirinin şu şekilde olması mümkündür: Hz.Peygamber (s.a) yemin ettiği za­man onun yemini "Hayır ve Allah'tan bağış dilerim" sözüne bitişikti. Yani yemin ettiği ve bunda "lâ" sözü ile mübalağa ettiği zaman, derdi. Bundan maksadı; benden sadır olanın hilâfına, Allah'ın bildiği şeyden dolayı Allah'tan af dilerim, demekti. Çünkü her ne kadar bunda bir sorumluluk olmasa da, iyilerin hasenatı mukarrebûnun seyyiâtıdır. Ya­hut da takdir; yemin etmekten dolayı Allah'tan af dilerim, şeklindedir. Çünkü zaruret olmadıkça yemin etmemek efdaldir. Zira yemin aslında bir hiledir ve insan bundan nehyedilmiştir. Onun için bazıları; gerçek de olsa yemin et­mekten kaçınmışlardır. Hz.Peygamber (s.a)'in ettiği yeminler hep ihtiyaca binaendir. O, ya bir hükmü te'kid ya da yemin etmenin caiz olduğunu be­yan için yemin etmiştir. Bu yüzden, yemin etmek istediği zaman, yemin et­mez, onun yerine bu sözü söylerdi."

Aliyyü'l-Kârî'nin üzerinde durduğumuz hadisi şerhederken söyledikle­ri bundan ibaret. Zaten ihtiyaca da k afi gelmektedir.

Aliyyü'1-Kârî, şerhinde; yeminin haddizatında mekruh olduğunu ancak ihtiyaç halinde başvurulabileceğini söylüyordu. Acaba bu hüküm genel mi­dir, yoksa duruma göre yeminin hükmünde değişiklikler olur mu? Bu konu­da, Hanbelî âlimlerinden meşhur İbn Kudâme, el-Muğnî adındaki eserinde (özet olarak) şöyle der:

Yeminler beş çeşittir:

1- Vacib yeminler: Masum birini helakten kurtarmak için edilen yeminler.

2- Mendub yeminler: İki hasmın arasını bulmak, bir müslümanın gön­lündeki kini gidermek gibi bir maslahata dayanan yeminler. Bir tâatı işle­mek veya bir günahtan kaçınmak için edilen yeminler de bazı Hanbelî ve Şâ-fiîlere göre bu cümledendir.

3- Mubah olan yeminler: Mubah bir işi yapmak ya da yapmamak için edilen yeminlerdir. Gerçeğe uygun olan veya öyle zannedilen yeminler bu tür­dendir.

4- Mekruh yeminler; Mekruh bir işi yapmak veya mendub bir işi yap­mamak için edilen yeminler.

5- Yalan yere edilen yeminler. Bu da haramdır.[95]

 

3266... Âsim b. Lakît'den rivayet edildiğine göre, Lakît b. Âmir bir hey'etle Rasûlullah (s.a)'a gelmişti.Lakît şöyle dedi:

Rasûlullah (s.a)'ın yanına vardık... Lakît; içerisinde Rasûlullah (s.a);"İlâhının Ömrüne (bekasına) yemin ederim ki..." buyurdu (söz­leri de bulunan) bir hadis söyledi.[96]

 

Açıklama

 

Hadiste geçen ve "...ömrü" diye terceme ettiğmiz "amr" kelimesi "ömür, hayat" manalarınadır. Allah (c.c)'a izafeten söylendiğinde, "Allah'ın bekası, devamı" manaları anlaşılır.

Gerçi haberin ifadesine göre Hz.Peygamber (s.a); "Allah'ın bekası" değil de "İlâhının bekası" demiştir. Fakat bu da "Allah'ın bekası" anlamınadır. Çünkü muhatabı müslümandı ve müslümanın ilâhı Allah'tır.

Ebu'l-Kasım ez-Zeccâc, bu terkibi açıklarken; "Amr, hayat demektir. Le amrillahi diyen kişi; sanki, Allah'ın bekasına yemin ederim... demiştir" demektedir.

Bu tür sözlerin yemin sayılıp sayılmayacağı konusunda İslâm âlimlerin­den iki önemli görüş nakledilir:

1- Mâlikîve Hanefîlere göre; bu sözlerle yemin tahakkuk eder. Çünkü Allah'ın bekası onun zatî sıfatlarındandır. İmam Mâlik: "Bu şekilde yemin eden beni şaşırtmaz. İshak b. Râhûyeh'in Musannef'inde Abdurrahman b.Ebî Bekre'den rivayet ettiğine göre, Osman b. EbiTÂs'm yemini; ömrüme ye­min olsun ki şeklinde idi." demiştir.

Hanefi fıkıh kitaplarından Bedâî'de de şöyle denilir: "Allah'ın bekası­na (ömrüne) yemin ederim ki şöyle yapmayacağım, diyen kişinin sözü ye­mindir. Çünkü bu, Allah'ın bekasına yemin etmektir. Bu da ancak onun sı­fatında kullanılır. Ayrıca bu sözle yemin etmek yaygındır. Allah (c.c): "Se­nin ömrüne yemin ederim ki onlar sarhoşluklarında bocalıyorlar." buyu­rur.[97] Tarafe de, bir şiirinde: "ömrüne yemin ederim ki, ölüm kimsede ha­ta etmedi..." demektedir."

2- Şafiî ve îshak b. Râhûyeh'e göre; bu sözle ancak niyet edilirse yemin sayılır. Ahmed b. Hanbei'den her iki görüş de nakledilmiştir. Ancak Şâfiîlerin görüşüne benzeyeni daha tercih edilenidir.

Bu görüşün sahipleri; yukarıda zikredilen âyetin mevzubahis sözlerle ye­minin tahakkukuna delil olamayacağını, çünkü Allah (c.c)'ın her sözle ye­min edebileceğini söylerler. Yaratıklar ise öyle değildir. Çünkü Allah'tan baş­kasına yemin edilmeyeceği sabittir, derler.

Bilindiği gibi, yemin için kullanılan harfler üçtür. Bunlar; "Bâ, tâ, vav" harfleridir. Üzerinde durduğumuz sözde, bu harflerden birinin değil de "lâm" harfinin oluşu da Şâfiîlerin görüşünün delillerindendir.[98]

 

10. Kasem Yemin Olur Mu?[99]

 

3267... İbn Abbas (r.anhuma)'dan rivayet edildiğine göre; Ebû Bekir (r.a), Rasûlullah (s.a)'a "Allah aşkına" diye yemin etti, o da: "Yemin ederek ısrar etme” buyurdu.[100]

 

Açıklama

 

Kasem, yemin demektir. Arapçada "yemin etti", "yemin ederim" manalarına gelir. Aslında yemin edi­lirken eğer kasem sözü kullanılacaksa sonuna "bi'llâhi" sözü de eklenir ve öyle yemin edilir. Yani, "yemin ederim" demekten çok "Allah'a yemin ederim" denilir.

İşte bu bab, yemin için konulmuş olan sözlerin değil de, "ye­min ederim" sözünün yemin sayılıp sayılmayacağı konusundadır. Bu riva­yet, bundan sonra gelecek olan hadisin bir bölümüdür. Ancak Zührî'den son­raki ravileri farklıdır ve bunda hâdiseye İbn Abbas, bizzat şahid olmuş gibi, ötekinde ise Ebû Hureyre'den naklen aktardığı için musannif hadisi iki ayrı rivayet halinde takdim etmiştir.

Konu ile ilgili malumat gelecek hadisin şerhinde verilecektir.[101]

 

3268... îbn Abbas (r.a nhuma) şöyle haber vermiştir:

Ebu Hureyre (r.a)'in bildirdiğine göre; bir adam Rasûlullah (s.a)'a geldi ve: 

Ben bu1 gece bir rüya gördüm, deyip rüyasını anlattı.

Ebû Bekir (r.a) rüyayı tabir etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a): "Bazısında isabet ettin, bazısında hata ettin" buyurdu. Hz. Ebû Bekir;

Babam sana feda olsun ya Rasûlallah! Allah aşkına, sana ye­min ediyorum, hata ettiğim şeyin ne olduğunu bana haber versen, de­di.

Rasûlullah:

“(Allah adına) yemin ederek ısrar etme." buyurdu.[102]

 

Açıklama

 

Hadisin diğer kaynaklardaki rivayetlerinde anılan şahsın gör-düğü rüya ve Hz. Ebû Bekir'in bu rüyayı tabir şekli de yer almaktadır.

Buharî'nin rivayetinde hadisin tamamı şöyledir: İbn Abbas (r.anhüma) şöyle der: Bir adam Rasûlullah (s.a)'a gelip dedi ki:

Ya Rasûlallah, bu gece rüyamda (yerle gök arasında) bir bulut gör­düm. O bulut (yere) yağ ve bal yağdırıyordu. İnsanlar da bunlardan, kimi az kimi çok olmak üzere avuç avuç alıyorlardı. Bu sırada yerden göğe bir ip uzandığım, senin de o ipe yapışıp yükseldiğini gördüm. Sonra ipi başka birisi tuttu, o da yükseldi. Sonra bir başkası tuttu o da yükseldi, sonra bir başka şahıs (üçüncü) tuttu ama ip koptu. Sonra ip bağlandı.

Bunu duyan Hz. Ebû Bekir: "Ya Rasülallah! Anam babam sana feda olsun, vallahi beni bırakıp müsaade edersen rüyayı ben tabir edeyim" dedi. Hz. Hz. Peygamber (s.a) de "Haydi, tabir et" buyurdu. Bunun üzerine Ebû Bekir (r.a) şöyle dedi:

Adamın gördüğü bulut, İslâm'dır. Ondan yağan yağ ve bal Kur'an'-dır. İnsanlar onun tadından az veya çok yararlanacaklardır. Gökten yere uza­nan ip, üzerinde bulunduğun hak ve adalet ipidir. Sen onu tutuyorsun, Al­lah da seni yüceltiyor. Senden sonra onu bir adam tutacak, ve o iple o da yükselecek. Sonra bir başkası tutacak o da yükselecek. Sonra bir kişi daha tutacak fakat ip kopacak, sonra ip onun için bağlanacak o da yükselecek.

Anam babam sana feda olsun ya Rasülallah, bu tabirimde isabet mi et­tim, yoksa hata mı bana haber ver.

"Bir kısmında isabet ettin, bir kısmında da hata ettin."

Ya Rasülallah, hata ettiğim yönü Allah rızası için söylesen. "- Allah adına yemin ederek ısrar etme."

Evet, Buharî'nin rivayetine göre mevzubahis hâdisenin oluş tarzı bu şe­kilde.

Aynî ve Nevevî'deki ifadelere göre; Hz. Ebû Bekir'in rüyayı tabirinde-ki hataların neler olabileceği konusunda hayli farklı görüşler ortaya konmuş­tur. Kimisi hatanın, bizzat Hz. Ebû Bekir'in yorumlamasında olduğunu, çün­kü rüyayı Hz. Peygamber (s.a)'in yorumlayacağını söylerler. Fakat bu gö­rüşe katılmayanlar, Hz. Ebû Bekir'in Rasûlullah (s.a)'dan izin aldıktan sonra bunu yaptığına dikkat çekerek itiraz ederler. Bu görüşe göre Hz. Ebû Be­kir'in hatası, rüya tabirine ait değil, tabire atılmasıdır.

Hatanın tabire ait olduğunu söyleyenler; Hz. Ebû Bekir'in rüyadaki yağ ve balı sadece Kur'an'la tabir ettiğini, oysa bundan maksadın Kur'an'la sünnet olduğunu bildirirler. Ayrıca elinde ip kopan şahıs üçüncü halife Osman (r.a) idi. Hz. Osman devrinde karışıklıklar çıkmış ve adalet ipi onun elinde kop­muştu. Bilâhare ip bağlandığında Hz. Osman için değil, bir başkası için (Hz. Ali için) bağlanmıştı. Hz. Ebû Bekir rüyayı tabir ederken ipin Osman'ın elinde bağlandığını söylemiş ve böylece hataya düşmüştü.

Hz. Peygamber (s.a)'in Hz. Ebû Bekir'in tabirindeki hataları söyleme­mesi; ilende ortaya çıkacak olan fitneleri şimdiden haber verip de insanları telaşlandırmama hikmetine dayanır. Buhârî sarihlerinden Kirmanı; rüya ta­birindeki hataların, Hz. Peygamber (s.a) tarafından açıklanmadığı halde, ken­dileri tarafından ortaya çıkarılmasına sebep olarak; artık herşeyin ortaya çı­kıp insanları telaşlandırma korkusunun ortadan kalkmasını gösterir.

Buraya kadar yazılanlardan anlaşıldığı üzere; Hz. Peygamber (s.a)'den sonra adalet ipine yapışacak olanlar Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Os­man (r.anhum)'dur. Fakat, Hz. Osman devrinde ip kopmuş, Hz. Ali için tekrar bağlanmıştır.

Hadisin konumuzla (yemin ile) ilgili yönü de şudur:

Kasem suretiyle yani, "yemin ederim" gibi sözlerle edilen and, yemin sayılır mı, sayılmaz mı? Bu konuda ulemadan farklı görüşler gelmiş­tir. Hattâbî şöyle der:

"Bu hadis; Allah'a yemin ederim, demedikçe sadece yemin ederim de­menin yemin sayılmadığını söyleyenlerin görüşlerine delildir. Çünkü Hz. Pey­gamber (s.a), yemini yerine getirmeyi emretmiştir. Eğer yemin ederim sözü yemin olsaydı, onun kendisinin (yerine getirmesi, Ebû Bekir'in isteğine ce­vap vermesi) gerekirdi. Mâlik ve Şafiî bu görüştedirler.

Kasemi yemin kabul edenler ise; hadise başka bir açıdan bakarlar ve bunun kendileri için delil olduğunu söylerler. Çünkü eğer kasem yemin ol­masaydı o zaman Hz. Peygamber (s.a), Hz. Ebû Bekir'e, "Yemin etme" demezdi, derler. Ebû Hanîfe ve arkadaşları da bu görüşe sahip olmuşlardır."

Hattâbî bu sözleri, üç mezhebin görüşünü esas alarak ortaya koymak­tadır. Ancak bu görüşlerde bazı ayrıntılar vardır, onların da açıklanması ge­rekir.

İbn Hacer'in İbnü'l-Münzir'den nakline göre; bir kimse, "Allah'a ye­min ederim" dese, bununla niyeti yemin olmasa bile, İbn Ömer, İbn Abbas, Nehaî, Sevrî ve Kûfelilere göre bu yemindir. Çoğunluk ise bu sözün yemin olmasının niyete bağlı olduğu görüşündedir.

İmam Mâlik, "Allah'a yemin ederim" sözünün niyetsiz yemin, "yemin ederim" sözünün ise ancak niyet ile yemin olduğunu söyler.

İmam Şafiî'ye göre ise; "yemin ederim" sözü hiçbir şekilde yemin ol­maz. "Allah'a yemin ederim" sözü ise ancak niyetle yemin olur.

Demek ki; içlerinde Hanefîlerin de bulunduğu bir gruba göre; "yemin ederim", "Allah'a yemin ederim" sözleri her halükârda niyete bağlı olmak­sızın yemindir. Mâlikîlere göre; birincisi niyetle, ikincisi niyete bağlı olma­dan yemin sayılır. Şâfiîlere göre ise; birincisi hiçbir şekilde yemin olmaz, ikin­cisi ise ancak niyet edilirse yemin olur.

Metinde görüldüğü üzere, Hz.Ebû Bekir; Hz. Peygamber'e yemin ver­miştir. Hz. Peygamber (s.a), yeminlerin gereğinin yerine getirilmesini em­rettiği halde kendisi burada yapmamıştır. Çünkü, yeminin bozulmaması, baş­kalarına zarar vermeyecekse, yerine getirilir. Burada ise, Hz. Peygamber'in yeminin gereğini yerine getirmesi halinde Hz. Ebû Bekir'in hatalarını bildir­mesi icabederdi. Bu ise müslümanların zararına olacaktı-. Bu zararın ne ol­duğu yukarıda belirtilmiştir.[103]

 

3269... Bize Muhammed b. Yahya (b. Fâris), Muhammed b. Kesîr'den; o, Süleyman b. Kesîr'den, Süleyman; Zührî'den, o Ubeydul-lah'tan; Ubeydullah da İbn Abbas vasıtasıyla Rasûlullah'tan bu (ön­ceki) hadisi haber verdi. Kasem (yemin)i zikretmedi. Ancak hadisin­de, "Hz. Peygamber (s.a) Ebû Bekir'e (hatasını ve doğrusunu) haber vermedi." sözünü ilâve etti.[104]

 

11. Bir Yemeği Yemeyeceğine Yemin Eden Kimsenin Durumu[105]

 

3270... Abdurrahman b. Ebî Bekir (r.anhuma) şöyle demiştir: Bize misafirlerimiz geldi. Ebû Bekir (babam) geceleyin Rasûlul-lah (s.a)'ın yanında konuşuyordu. Bana "Sen bunların ziyafetini ta­mamlayıncaya kadar yanına dönmeyeceğim" dedi. Misafirlerin yemek­lerini getirdim. Onlar;

Ebû Bekir gelinceye kadar yemeyiz, dediler. Nihayet Ebû Beky: geldi ve;

Misafirleriniz ne yaptı? Yemeklerim yedirdiniz mi? dedi. Misafirler;

Hayır, dediler. Ben;

Onlara yemeklerini getirdim, yemediler, "Vallahi Ebû Bekir ge­linceye kadar yemeyiz" dediler, dedim.Onlar da:

Doğru söyledi, bize yemeği getirdi ama biz sen gelinceye kadar yemek istemedik. Ebû Bekir:

Sizi yemekten men eden ne? (Niçin yemediniz?).

Senin mevkiin, (Peygamber'in katındaki derecen).

Vallahi, bu gece ben o yemeği yemeyeceğim.

Vallahi, sen yemedikçe biz de yemeyeceğiz. Bunun üzerine Ebû Bekir:

Vallahi bu geceki kadar kötü bir gece görmedim. Yemeğinizi yak­laştırın, dedi.

Yemekleri yaklaştırıldı, Ebû Bekir "Bismillah" deyip yedi, onlar da yediler. Öğrendim ki; Ebû Bekir, sabahleyin Hz. Peygamber (s.a)*e gidip, kendisinin ve misafirlerin yaptıklarını haber vermiş. Efendimiz de; "İyi etmişsin, sen yeminine onlardan daha itaatli ve daha sadıksın" buyurmuş.[106]

 

Açıklama

 

Hadisin Buharî'nin Kitabu'1-Edeb bahsinde, buradakinden  hayli farklı iki rivayeti vardır:

Bunlardan birisi, "Misafirin yanında öfkelenmek ve sabırsızlanmak mekruhtur" bahsindedir. Buradaki rivayete göre; Hz. Ebû Bekir, misafirle­rin yemeği yemediklerini görünce sinirlenmiş, oğlu Abdurrahman'a bağır­mış ve ö yemeği yemeyeceğine yemin etmiş. Misafirler de, Ebû Bekir yeme­dikçe yememeye yemin edince, "Bismillah ilki şeytan içindir" diyerek ye­miş, misafirler de yemişlerdir.

Buharî'nin diğer rivayeti ise; "Müsafirin ev sahibine sen yemedikçe val­lahi ben de yemem, demesi" adındaki bâbdir. Bu babdaki rivayet de olduk­ça farklıdır. Bu rivayette Hz. Ebû Bekir'in konuşması oğlu ile değil, hanımı ile olmuştur. Yine bu rivayette; yeminden sonra yemeye başladıklarında lok­maların çoğaldığı belirtilir. Aynı hadis, Buharî'nin Kitabu'l-Evkât ve Me-nâkıb bahislerinde de geçmiştir.

Ebû Davud'un rivayetinde bahsi geçen misafirler Suffa ashabından üç kişi idiler. Buharî'nin Mevâkıt'deki rivayetinde beyan edildiğine göre; Suffa ashabı fakir insanlardı. Hz. Peygamber (s.a), sahâbîleri bunları yemeğe gö­türmeye teşvik eder, "Yanında iki kişilik yemek olan üçüncü birini, dört ki­şilik yemek olan da beşinci ve altıncı kişiyi götürsün" buyururmuş. Hz. Ebû Bekir ise üç kişiyi götürmüş.

Hadisten anlaşıldığı üzere misafirler, Hz. Ebû Bekir'in Rasûlullah'ın ka­tındaki mevkiinden veya evin reisi olmasından dolayı, o olmadan yemekten kaçınmışlar; Hz. Ebû Bekir de kendisinin yüzünden müsafirlerinin gece geç vakitlere kadar aç kalmalarına üzülmüş ve o yemekten yememeye yemin et­miş. Ancak, misafirlerin, o yemedikçe kendilerinin de yememeye yemin et­meleri üzerine, misafirleri aç koymamayı yeminine riayete tercih etmiş ve ye­minini bozarak yemeği yemiştir. Tabiatıyla misafirlerin, yemek için koştuk­ları şart gerçekleştiği için onların yeminleri bozulmamıştır.

Hz. Ebû Bekir, sabah olup da hâdiseyi Hz. Peygamber (s.a)'e aktarın­ca, Efendimiz onun yaptığını beğenmiş, yeminini bozma pahasına da olsa misafirine ikramını takdir etmiştir. Hatta onun yaptığının; misafirlerinin ye­minlerine sadakat konusundaki yaptıklarından daha iyi olduğunu ifade bu­yurmuştur.

Bu rivayette Hz. Ebû Bekir'in, yeminini bozmaktan dolayı keffaret öde­yip ödemediği konusunda bir kayıt mevcut değildir. Bundan sonra gelecek olan rivayette de Muhammed b. el-Müsennâ, Sâlim'in; "Bana keffaret (Ebû Bekir'in keffareti ödediğine dair bir bilgi) ulaşmadı" dediğini kaydeder.

Bu söz, bir maslahata mebnî olarak bozulan yeminlerde keffaretin ge­rekmediğine delâlet etmez. Nevevî; bu durumda keffaretin gerekli olduğu konusunda hiç bir ihtilâf bulunmadığını söyler. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) bir hadisinde: "Bir şey üzerine yemin edip de başkasını ondan daha hayırlı gören kimse, hayırlı olanı yapsın, yemini için de keffaret ödesin" buyurmuş­tur. Hz. Ebu Bekir'in yaptığı da işte bunun aynısıdır. Ayrıca yemim munakide ile ilgili olan âyet de buna delâlet eder.[107]

 

Bazı Hükümler

 

1. Evde, misafirlerle ilgilenecek kişi varsa, ev sahibinin misafirleri bırakıp bir işine gitmesi caizdir.

2. Fakir, kimsesiz kişileri eve götürüp ikram etmek, yemek yedirmek

müstehaptır.                                                                              

3. Bir şeyi yapmak veya yapmamak için yemin eden kışı, sözünün aksi­ni daha hayırlı görürse, yemini bozar ve keffaret öder.[108]

 

3271... İbnü'l-Müsennâ; Salim b. Nuh ve Abdül-A'lâ'dan, onlar Cerîrî'den; Cerirî, Ebî Osman'dan, o da Abdurrahman b. Ebî Bekir'­den bu (önceki) hadisin benzerini rivayet etmişlerdir. İbnü'l-Müsennâ hadisinde, Salim'den; "Bana keffaret ulaşmadı" dediğini ilâve etmiştir.[109]

 

Açıklama

 

İzah önceki hadiste geçmiştir. Sâlim'in, "Bana keffaret ulaşmadı" sözünden maksat; Hz. Ebû Bekir'in yeminim boz­maktan dolayı keffaret verip vermediği konusunda bir bilginin ulaşmayışıdır.[110]

 

12. Akrabayı Ziyareti (Sıla-i Rahim) Kesmek Üzere Edilen Yemin

 

3272... Saîd b. Müseyyeb'den rivayet edildiğine göre; Ensar'dan iki kardeş arasında (ortak) bir miras vardı. Birisi, di­ğerinden (mirası) taksim etmeyi istedi. Bunun üzerine kardeşi;

Eğer bir daha taksimi istersen bütün malım Kabe'ye (adak) ol­sun, dedi. O zaman Hz. Ömer (r.a) şöyle dedi:

Kabe'nin senin malına ihtiyacı yok. Yemininin keffaretini ver ve kardeşinle konuş. Ben Rasûlullah (s.a)'i: "Rabbine isyanda, sıla-ı rahmi kesmekte ve sahibi olmadığın şeyde; sana yemin (yeminin gere­ğine sadakat) de yoktur, nezir de" buyururken duydum.[111]

 

Açıklama

 

Münzirî bu nadisle ÜgHi olarak; "Saîd b. Müseyyeb'in bu ha­disi, Ömer b. el-Hattâb'dan işittiği doğru değildir. Onun için hadis, munkatı'dir" demektedir.

Şevkânî de; hadisin salih bir hadis olduğunu söyledikten sonra munkatı' olduğunu kaydeder. Şevkânî hadisin sıhhatine işaret için Mâlik ve Beyhakî'-nin de Hz. Âişe'den aynı manaya gelen bir hadis rivayet ettiklerini ve İbn Sikkîn'in mezkur hadisi sahih kabul ettiğini söyler. İşaret edilen Hz. Âişe (r.anha)'nin hadisi şöyledir:

"Aişe (r.anha)'ya akrabasıyla konuştuğunda, malını Kabe'ye nezreden kişinin durumu soruldu. O da; yemininin keffaretini verir, dedi."

Hadisin metninde, şeklinde bir terkib mevcuttur. Bu ter­kibin tam sözlük karşılığı; "Kabe'nin kapısı" demekdir. Fakat, malını, Ka­be'ye adayan kişinin maksadı Kabe'nin kapısı değil, bizatihi kendisidir. Onun için terceme, murad edilen manaya uygun olarak yapılmıştır.

Bu hadiste; nezir (adak) için konulmuş olan sözler, yemin yerinde kul­lanılmıştır. Çünkü yemin kişinin nefsini bir şeyden men etmeye veya bir şeyi yapmaya teşvik maksadıyla söylediği, bilinen sözlerdir. Burada da, mirası taksim etmek istemeyen kardeş, niyetindeki kararlılığını isbat için, "Bir da­ha taksimi istersen bütün malım Kabe'ye ait olsun" demiştir. Bunu duyan Hz. Ömer (r.a)'in: "Yemininin keffaretini öde." demesi de, yukarıdaki sö­zün yemin makamında kullanıldığına delildir.

Şerhu's-Sünne'de bu konuda şöyle denilir:

"Falanla konuşursam, Allah için bir köle azad edeceğim, falan eve gi­rersem Allah için oruç tutacağım veya namaz kılacağım gibi, yemin yerine kullanılmış adaklar konusunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Şu gerçek ki bun­lar; yemin yerinde kullanılmış adak lafızlarıdır. Çünkü bunu söyleyen kişi, nefsini o işten men etmeyi kasdetmiştir. Bu, kendisini bir şeyi yapmaktan men etmeyi kastederek yemin edene benzer. Sahâbîlerin ve tabiîlerin çoğuna göre; bu şekilde konuşan kişi, dediğini yaparsa kendisine yeminini bozdu­ğunda olduğu gibi keffaret icabeder. Şafiî de bu görüştedir. Bu ve daha baş­ka hadisler de buna delâlet eder. Diğer nezirlere kıyasla, üstlendiği şeyi yerine getirmesi gerekir diyenler de vardır."

Hattâbî; yemin maksadıyla, nezir için kullanılan sözlerin, yemin sayılıp bozulması halinde keffaretin yeterli olduğu konusunda, Ahmed b. Hanbel ve İshak'ın da Şafiî'nin görüşünde olduklarını söyler. Yine Hattâbî; Hz. Âi­şe, Hasenu'l-Basrî ve Tâvûs'un da bu görüşte olduklarını kaydeder.

Şa'bî, Hakem ve Hammâd; malını sadaka olarak vermeye yemin eden kişiye bir şey gerekmediği görüşündedirler. İmam Mâlîk'e göre ise, bu du­rumda olan kişi malının üçte birini fakirlere dağıtır.

Hanefîlere göre; malının tamamını sadaka olarak dağıtmak üzere ye­min eden kişinin yemini, zekâta tabi olan mallar için geçerli olur.

Yine Hanefîlere göre; "Nezrim olsun ki falan yere gitmeyeyim, falanla konuşmayayım" gibi sözler birer yemin sayılır. Dolayısıyla denilen yere gi­der veya anılan kişi ile konuşursa bu sözlerin sahibine yemin keffareti gere­kir.

Hadisin konu ile ilgisi, sıla-i rahmi (akrabayı ziyareti, onlarla konuş­mayı) kesmek üzere yemin eden kişiye yemininde durmasında gerek olmayı­şıdır. Sıla-i rahmi kesmek, aslında Allah'a isyanın bir çeşididir. Öyleyse hadiste önce Allah'a isyan üzerine edilen yeminlere sadakat gösterilmeyeceği söy­lendikten sonra, sıla-ı rahmin anılması, zikru'1-hâs ba'de'1-âmm kabilinden bir itnabtır. Has olan, sıla-ı rahmin önemine işaret için getirilmiştir.

Hadis, kişinin, herhangi bir surette Allah'a isyan etmek yani günah olan bir şeyi yapmak üzere yemin eden kişinin yeminini bozup keffaret vermesi gerektiğinde delildir. Bu konu ileride 19. babda, müstakil olarak gelecektir. Burada şu kadarını hatırlatalım ki, cumhura göre; bir günah işlemek üzere yemin eden kişi, sözünde durmaz ve keffaret de ödemez. Ahmed b. Hanbel, Süfyân-ı Sevrî, îshak, bazı Şâfiîler ve Hanefîlere göre ise keffaret öder.

Hadisin ihtiva ettiği bir diğer konu da, sahip olmadığı bir şeyi üzerine adakta bulunana da bir şeyin gerekli olmadığıdır. Bu konu da ileride 25. babda gelecektir.[112]

 

Bazı Hükümler 

 

1. Yemin yerine kullanıIan nezre mahsus sözler yemin sayılır. Bozulması halinde yemin keffareti gerekir.

2. Bir günahı işlemek üzere yemin eden kişi, yemini bozar (günah ol­maz) ve keffaret öder.

3. Sıla-ı rahmi kesmek Allah'a isyandır.                         

4. Bir kimsenin, sahibi olmadığı bir şey üzerine adak adaması muteber değildir.[113]

 

3273... Amr b. Şu'ayb; babası vasıtasıyla dedesinden, Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Nezir (adak) ancak kendisi ile Allah'ın rızası istenilen şeyde olur. Sıla-i rahmi kesmek konusunda da yemin yoktur, (yemine sadakat gös­terilmez)."[114]

 

Açıklama

 

Hadisin' Anmed b- Hanbel'in Müsned'indeki bir rivayeti biraz daha uzuncadır. Mezkur rivayet şu şekildedir:

Rasûlullah (s.a), halka hitabederken, güneşin altında ayakta duran bir adamı görüp:

"Bu halin ne?" diye sordu. Adam:

Sen konuşmanı bitirinceye kadar, güneşte kalmayı adadım ya Rasü-lallah! dedi. Rasûlullah (s.a):

"Bu adak değildir. Adak, ancak kendisi ile Allah'ın rızası istenilen şeydir." buyurdu.[115]

Ahmed b. Hanbel'in Müsned'indeki bu rivayetle, Ebû Davud'un riva­yeti aynı olsa gerek. Ancak Ebû Davud'un rivayetinde hadisin vüruduna se­bep olan hâdiseye temas edilmemiştir.

Hadis-i şerif, iki önemli hükme delâlet etmektedir:

1- Bunlardan birincisi; ancak, Allah'a ibadet kasdiyla yapılan namaz, oruç, hac, sadaka, itikâf gibi amellerle nezrin edilebileceğidir. Yani bir kim­se bir adakta bulunmak isterse, ibadet cinsinden olan bir ameli adamahdır. Biz, "Yeminler ve Nezirler Kitabı"nın başında, yeminler ve nezirler hakkın­da genel bilgi verirken, nezrin ancak farz ve vacib olan ibadetlerden birisi­nin cinsinden olabileceğine işaret etmiştik. Ancak nezir bir kimsenin bir iba­deti kendisine gerekli kılması olduğu için, zaten farz olan beş vakit namaz veya zaten vacib olan vitir namazı ve zenginler için fıtır sadakası, kurban bayramında kesilen kurban adak olamaz. Çünkü müslüman bunları adama-sa bile yapmak zorundadır.

Şevkânî; masiyet kabilinden olan şeylerle nezrin caiz olmadığını bildi­ren hadislerin muhalif mefhumunun, mubah olan (elbise giymek, yemek ye­mek gibi) amellerde nezrin caiz olduğuna; üzerinde durduğumuz bu hadisle, Ebû İsrail hadisi diye meşhur olan hadisin62 ise, mubah işlerde nezrin caiz olmadığına delil olduklarını söyler.

Şevkâm'nin nakline göre; Beyhakî bu farklı istidlallere şöyle bir orta yol gösterir:

Mubah işlerdeki nezir; geceleyin kalkıp namaz kılabilmek maksadıyla gündüz uyumayı adamak olabilir. Bu durumda adak, mendub bir konuda olmuş olur. Gündüz oruca dayanabilmek için gece sahuru adamak da bu ka­bildendir. Hz. Peygamber (s.a)'in gelmesinden dolayı sevinç göstermek de sevaba vesiledir.

Beyhakî'nin bu izahı, nezrin caiz olduğu mubahtan maksadın, bir seva­bın işlenmesine sebep olan mubah fiiller olduğu anlaşılıyor. Ayrıca, masiyet olan işlerde nezrin olmadığını bildiren hadislerde, mubah işlerde adağın caiz olduğunu gösteren açık bir ifade yoktur. Bu sonuca, mefhumu muhalefet­ten varılıyor. Yani, madem ki günah olan konularda adak caiz değildir, o halde günah olmayan işlerde caizdir sonucuna varılıyor. Muhalif mefhumun bu çeşidi Hanefî âlimlerine göre delil kabul edilmez.

İbn Kudâme, İmam Mâlik ve Şafiî'ye göre de haddizatında ibadet ol­mayan konularda nezrin sahih olmadığım söyler.

Sahih hadis kitaplarında; yürüyerek hacca gitmeyi adayan kişilere Hz. Peygamber'in, Allah'ın onların yürümesine ya da nefislerine eziyet etmele­rine muhtaç olmadığını söyleyerek hayvanlarına binmelerini emrettiğine dair birkaç tane hadis vardır. Bu hadisler ileride gelecektir.

Hanbelîlere göre; elbise giymek, hayvana binmek gibi mubah bir işi ada­yan kişi, isterse sözünde durur, isterse dediğini yapmaz, yemin keffareti ve­rir. İleride 3312 numarada gelecek olan şu manadaki hadis, bu görüş için delil kabul edilmektedir:

Bir kadın, Rasûlullah (s.a)'a gelip:

Ya Rasûlallah, ben senin huzurunda def çalmayı adadım, demiş.

Efendimiz de:

"Adağını yerine getir" karşılığını vermiştir.

İbnu'l-Kattân, Ebû Hatim ve Ukaylî; bu hadisin zayıf olduğunu söyler­ler.

Hadisin sahih olması halinde yukarıya aktardığımız Beyhakî'nin görüşleri ile hadislerin arası te'vil edilir. İşaret edilen olay, müslümanların kâfirlere karşı elde ettikleri bir zafer sonrası vuku bulmuştur. Müslümanların bu se­vinç gösterileri, kâfir ve münafıkları üzdüğü için Hz. Peygamber (s.a) kadı­nın def çalmasına izin vermiştir. Sanki bu sevap kabilinden bir şeydir.

2- Üzerinde durduğumuz hadisin ihtiva ettiği ikinci hüküm ise, sıla-i rahmi kesmek üzere edilen yemine itaat edilmemesi ile ilgilidir. Bu konu bir önceki hadisin şerhinde işlenmiştir.[116]

 

3274... Amr b. Şu’ayb, babası kanalıyla dedesinden Hz.Peygamber (s.a.)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Kişinin mâlik olmadığı şeyde, Allah'a isyan konusunda ve sıla-i rahmi kesmekte; yemin de nezir de yoktur (bunlara sadakat gösteril­mez). Bir kimse, bir şey üzerine yemin eder de, başkasını ondan daha hayırlı görürse, yeminini (yemin ettiği şeyi) bırakıp o hayırlı olanı yap­sın. Şüphesiz onu terketmesi, yeminine keffarettir."[117]

Ebû Dâvûd dedi ki:

Pek azı müstesna, Hz. Peygamber (s.a)'den gelen tüm (sahih) hadislerde, "Yemininden dolayı keffaret ödesin" şeklindedir.

Yine Ebû Dâvûd der ki:

Ahmed'e, "Yahya b. Saîd, Yahya b. Ubeydullah'tan hadis riva­yet etti mi?" dedim. "Buna ehil olduğu halde, rivayeti terketti. Yah­ya b. Ubeydullah'ın hadisleri münkerdir, babası da tanınmaz. " dedi.[118]

 

Açıklama

 

Münzirî, Ebû Bekir el-Beyhakî'nin; "Amr'ın bu hadisi sabit değildir. Ebû Hureyre'nin, daha hayırlı olanı yapsın, bu kef-farettir, şeklindeki hadisi de sabit değildir" dediğini söyler.

İbn Hacer el-Askalânî de; "Bu hadisin ravileri fena değil ama Amr'a kadar isnad edilmesi konusunda ihtilâf edilmiştir" der.

Ebû Davud'un hadisin sonuna aldığı ta'lik da bu hadisin ve bu manayı ifade eden, yani bir şeye yemin edip de daha hayırlısını gören kişinin yemi­nini bozup hayırlı olanı yapmasının yeminine keffaret olduğuna işaret edi­len hadislerin zayıf olduğuna delâlet eder.

Âlimlerin bu hadiste dikkatlerini çeken bölüm, yukarıda işaret edilen son bölümdür. Diğer bölümlerin ifade ettiği manayı takviye eden başka ha­disler de vardır.

Bu hadisin ihtiva ettiği hükümleri şu şekilde sıralamak mümkündür:

1- Bir kimse, sahibi olmadığı bir şey üzerine adakta bulunamaz. Mese­lâ, kendisine ait olmayan bir malı göstererek; "Şu malı Allah yolunda ta-sadduk edeceğim..." diyen kişinin bu sözü adak değildir.

Şevkânî; Buharı ve Müslim'de bulunan, "Kişiye sahip olmadığı şeyde nezir yoktur" manasına gelen hadisi şerhederken, hiçbir ihtilâfa temas et­meden, "Bu hadis, sahibi olmadığı bir şeyi adayan kişinin adağının geçerli olmadığına delildir" der.

Buharî; kişinin sahibi olmadığı bir şeyi nezretmesi konusunu günah olan bir şeyi nezretme ile yan yana, "Sahibi olmadığı şeyde ve masiyet konusun­da nezir babı" şeklinde yazmıştır. İbnu'l-Münîr, kişinin sahibi olmadığı bir şeyi adamasının başkasının mülkünde tasarruf olduğu için masiyet olduğunu, bu yüzden Buharî'nin anılan babı bu şekilde isimlendirdiğini söyler. İbn Hacer de İbnü'l-Münîr'in bu izahını beğenmiştir.

Başkasına ait mal ile ilgili bir adakta bulunmak, günah olan bir şeyi ada­mak içerisinde mütalaa edilirse; bu adağı yerine getirmeyen kişiye keffaretin gerekli olup olmadığı hususuna, masiyeti adayana keffaretin gerekli olup ol-madığındaki ihtilâfı uygulamamız gerekir. Hatırlatalım ki; cumhura göre Al­lah'a isyanı konu alan bir nezir yerine getirilmez ve bundan dolayı keffaret gerekmez. Ahmed b. Hanbel, Süfyân-ı Sevrî, İshak, bîr kısım Şâfiîler ve Hanefîlere göre ise keffaret gerekir.

Ancak, Hanefîlere göre; kişinin sahibi olmadığı bir şeyi adaması halin­de ona keffaretin gerekli olduğuna dair bir kayıt mevcut değildir.

Kişinin sahibi olmadığı bir malı adamasından maksat, aynıyla bir baş­kasına ait bir maldır. Meselâ, "Falanın koyununu kurban edeceğim" şek­linde bir adaktır. Öyle olmayıp da; hiç koyunu olmayan bir kişinin "Bir ko­yun kesmek nezrim olsun" şeklindeki adağı, bu konuya girmez. Bu şekilde adağı olan kişi, parasıyla bir koyun alır ve keser.

İnsanın takatinin üstünde bir külfeti gerektiren nezirler de muteber de­ğildir. Meselâ, yüz bin liraya sahip olan kişinin, iki yüz bin lira adaması ha­linde adağı sadece elinde olan yüz bin lira için geçerlidir.

2- Allah'a isyan etmek üzere edilen yemin ve nezirlere İtibar edilmez. Yeminler bozulur, biraz evvel anlatıldığı şekilde, kimi âlimlere göre keffaret ödenir, kimilerine göre bir şey gerekmez.

3- Sıla-i rahmi kesmek için edilen yeminlere itaat edilmez. Bu konu da­ha evvel geçti.

4- Bir şeyi yapmak veya yapmamak için yemin edip de aksini daha ha­yırlı gören kişi, yeminini bozar. Yani yemin ettiği şeyi değil, aksini yapar. Meselâ, bir şahıs babasının rızasına muhalif olarak, mubah bir işi yapmak için yemin etse; babasının rızasını kazanmak daha hayırlı olduğu için o işi yapmaz, terkeder. Peki bundan dolayı kendisine yemin keffareti gerekir mi?

Bu hadisin zahirine göre gerekmez. Çünkü hadisin sonunda; kişinin ye­min ettiği şeyi terkedip hayırlı olanı yapmasının yeminine keffaret olduğu belirtiliyor. Ancak, daha önce de işaret ettiğimiz gibi; Hz. Peygamber'in bir­çok sahih hadisi, bunun keffareti gerektirdiğine delâlet ediyor. Bu üzerinde durduğumuz hadis de âlimler tarafından tenkid ediliyor. Onun için bu hadi­sin diğer sahih hadislere ters düşen son bölümünün ihticaca elerişli olmadı­ğını hatırlatıyoruz.

Yemin edip de aksini daha hayırlı gördüğü için yemininin gereğini yap­mayan kişiye keffaret gerekir.[119]

 

13. Kasden Yalan Yere Yemin Eden Kişinin Durumu

 

3275... İbn Abbas (r.anhuma)'dan rivayet edildiğine göre;

İki adam Rasûlullah (s.a)'ın huzurunda birbirleri ile davalaştılar. Hz.Peygamber (s.a) davacıdan (iddiasını isbat edecek) delil istedi, an­cak onun delili yoktu. Bunun üzerine davalıya yemin teklif etti. Da­valı; "Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a yemin ederim" diye yemin etti. Bunun üzerine Hz.Peygamber (s.a):

"Evet, (yalan yere) yemin ettin. Fakat "Lâ ilahe illallah" sözü­nün ihlâsi sebebiyle bağışlandın" buyurdu.

Ebû Dâvûd dedi ki:

Bu hadisten, Hz.Peygamber (s.a) keffareti emretmediği murat edilir.[120]

 

Açıklama

 

Bu hadiste, "yemin-i gamûs" diye bilinen, yalan yere yemin söz konusu edilmektedir. Yalan yere yemin etmenin ne derece büyük bir günah olduğu, bu bahsin birinci ve ikinci babındaki hadislerde açıkça görüldü. Onun için burada, yalan yere yemin etmenin ulj/evî mes'u-liyeti üzerinde değil de, bu yeminin dünyalık cezası yani kefaretinin olup olmayışı konusu üzerinde duracağız.

Ebû Dâvûd, hadisin sonunda; bu hadisde, Hz.Peygamber (s.a)'in ya­lan yere yemin eden şahsa keffareti emretmediğine işaret edildiğini söyler.

Müntekâ'da Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inden bu konuda üç hadis nakledilmektedir. Hem üzerinde durduğumuz hadisi daha açıklaması, hem de konuya daha açık bir şekilde delalet etmeleri bakımından bu hadislerin manalarım buraya aktarıyoruz. Daha sonra da, mesele ile ilgili söylenen söz varsa onları vereceğiz:

1- Ebû Hureyre (r.a)'den Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet sdilmiştir:

"Beş şeyde keffaret yoktur. Bunlar: Allah'a ortak koşmak, haksız yere adam öldürmek, bir mü'mine iftira etmek, savaştan kaçmak ve haksız yere ^başkasının) malını almak için edilen sabîra yemini.”[121]

2- İbn ömer (r.anhüma)'den rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a) bir idama:

"Şöyle yaptın mı?" diye sordu. Adam:

Hayır, kendisinden başka ilâh olmayan (Allah)'a yemin ederim ki yap­madım, dedi.

Rasûlullah (s.a):

"Cebrail (a.s): "O şüphesiz yaptı. Ancak, kendisinden başka ilah ol-nayana yemin ederim ki hayır, demesi sebebiyle Allah (c.c) onu bağışladı" ledi, buyurdu.

3- İbn Abbas (r.anhüma) şöyle demiştir:

İki adam Hz.Peygamber (s.a)'in huzurunda muhakeme edildiler. Biri-ine yemin verildi. Adam da davacının hakkının kendisinde olmadığına da-r, kendisinden başka ilâh olmayan Allah adına yemin etti.

Bunun üzerine Cebrail (a.s) Rasûlullah (s.a)'a gelip:

Bu adam yalancıdır, hasmının hakkı bundadır, dedi. Hz.Peygamber s.a) de, adamın hakkını vermesini emretti ve;"Adamın yemininin keffareti Ulah'tan başka ilâh olmadığını bilmesi veya şehadetidir" (buyurdu).

Görüldüğü gibi bu hadislerden ilkinde, yalan yere edilen yeminin kefaretinin olmadığı açıkça belirtilmekte; ikincisinde de yemin eden şahsın günahının kelime-i tevhidin hatırına affedildiği bildirilerek keffarete hiç temas dilmemektedir.

İbn Abbas'dan rivayet edilen ve Ebû Davud'un rivayetine benzeyen üçün-ü hadis ise öncekilere ters düşmektedir. Çünkü bunda, kelime-i tevhidi bilenin yemine keffaret olduğu ifade edilmektedir. Bu, her ne kadar yeminin ilinen keffaretine benzemese de, burada anılan yalan yere yemin etmenin e bir keffareti olduğuna işaret eder.

Hadisler arasındaki bu tezat şu şekilde halledilmiştir:

Yalan yere edilen yeminin keffaretinin olmadığını ifade eden hüküm âmmdır; geneldir. İbn Abbas hadisinde geçen ve kelime-ı tevhidin bu yemi­ne keffaret oluşu.ise Özeldir, sadece o vakaya mahsustur.

Âlimlerin cumhuruna göre; yalan yere edilen gamûs yemininden dolayı keffaret yoktur. Bu, yeminin Önemsizliğinden dolayı değil, keffaretle telâfi edilmeyecek kadar büyük bir günah oluşundan dolayıdır. Dolayısıyla yalan yere yemin eden kişi, tevbe istiğfar eder; Allah dilerse afeder, dilerse affet­mez. Ebû Hanîfe, İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'in görüşleri cumhurun görüşü istikametindedir.

İmam Şafiî ve bir grup âlime göre ise; yemin-i gamûstan dolayı da kef­faret icabeder.

Hadiste Hz'.Peygamber (s.a)'in; yemin eden adamın yalan yere yemin ettiğine işaret ettiği bildiriliyor. Hz.Peygamber (s.a)'in bu bilgisi, Müntekâ'dan naklettiğimiz İbn Abbas hadisinden anlıyoruz ki, vahye dayanıyor. Duru­mu Efendimize Cebrail (a.s) bildirmiştir.[122]

 

Bazı Hükümler

 

1. Hâkim önündeki davalarda, beyyine getirmek davacının vazifesidir. Davacı beyyine getiremezse dava­lıdan, hâdisenin hasmının iddia ettiği gibi olmadığına dair yemin etmesi istenir.

2. Yalan yere edilen yeminler (yemin-i ğamûs) için keffaret gerekmez. Tevbe istiğfar edilmesi icabeder.[123]

 

 

14. Kişi Yeminini Bozmadan Önce Keffaret Ödeyebilir[124]

 

3276... Ebû Büreyde, babasından (Ebu Musa el-Eş'arî); Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Vallahi şüphesiz ben, inşaallah bir şey üzerine yemin edip de, o şeyden başkasını daha hayırlı zannedersem; mutlaka yeminimden do­layı keffaret öder ve o hayırlı olanı yaparım."

Yahut da Hz. Peygamber (s.a),t "Mutlaka daha hayırlı olanı ya­par, yeminime de keffaret öderim" buyurdu.[125]

 

Açıklama

 

Hz.Peygamber (s.a)'in sözündeki "inşaallah" sözcüğü ye­minin Allah'ın dilemesine bağlanması değildir, teberrüken söylenmiştir. Bu ve bundan sonra gelecek olan hadisler iki hükmü ihtiva etmektedirler:

a) Bir şeye yemin eden kişi, yemin ettiği şeyden başkasını daha hayırlı zanneder veya bilirse yeminini bozar.

b) Yemin edip de yeminini bozan (yemininden dönen) kişi daha yemini bozmadan önce keffaretini ödeyebilir. Bu konu âlimler arasında ihtilaflıdır. Birinci madde izah edildikten sonra bu konuya tekrar dönülecektir.

Şimdi tekrar bu şıkları ele alalım:

a) Her hangi bir konuda yemin eden kişinin sözünde durup yemine de­vam etmesi mi, yoksa yemini bozup keffaret ödemesi mi daha iyidir? Bu me­sel1 yemine konu olan şeye göre değişir:

1- Farz veya vacip bir şeyi yapmak ya da bir haramı yapmamak için edilen yemin, tâattır. Dolayısıyla yemine sadakat gerekir. Yeminin bozul­ması günahtır. Ramazan orucunu tutmak veya içki içmemek için edilen ye­min bu kabildendir.

2- Yukarıdaki maddenin aksi; yani, farz veya vacib bir ibadeti yapma­mak ya da haram bir şeyi yapmak için edilen yemin. Bu şekildeki bir yemin bozulur, yani sözde durulmaz, keffaret ödenir. Çünkü yemine sadakatin icabı ya bir borcu terketmek ya da bir haramı işlemektir.

3- Müstehap olan bir işi yapmak için edilen yemin bir tâattır. Bu yemi­ne devam yani sözünde durmak müstehap, yemini bozmak ise mekruhtur.

4- Müstehap bir ameli (meselâ bir hastayı ziyareti) yapmamak için edi­len yemini bozup keffaretini ödemek müstehap, yemine sadakat ile mekruh­tur. Üzerinde durduğumuz hadis bu şıkla ilgili olsa gerektir.

5- Mubah bir işi yapmak ya da yapmamak; meselâ, bir elbiseyi giyme­mek için yemin edilirse, yemin sahibi yeminine sadakat gösterip gösterme­mekte muhayyer olmakla beraber sözde durup yemine sadakat göstermek daha evlâdır.   

b) Yemin edip de yeminini bozmayı daha hayırlı gören kişi; keffareti, yemini bozmadan mı yoksa bozduktan sonra mı öder?

Keffaretin üç hali vardır:

1- Yemin etmeden önce keffaret ödemek. Bu, hiçbir âlim tarafından caiz görülmemiştir. Yani önce yemin keffareti ödemek, sonra yemin edip daha sonra da yemini bozmak meşru değildir.

2- Yemin edip bozduktan sonra keffareti ödemek. Bu da bütün âlimle­rin ittifakı ile caizdir. Yani kişi bir şey için yemin eder, yemininin gereğini yerine getirmemeyi uygun bulur ve yeminini bozar daha sonra da keffaretini öderse, bu keffaret ihtilafsız geçerlidir.

3- Yemin edip yemini bozmadan önce keffareti ödeyip daha sonra ye­mini bozmak. İşte bu konu ihtilaflıdır. Âlimler bu konuda üç ayrı görüşe sahiptirler:

a) Yemini bozmadan önce, ne şekilde olursa olsun (köle azadı, fakir do­yurma, oruç tutma) keffaret ödemek caizdir. Bu keffareti bilâhare tahak­kuk edecek olan hms (yemine riayet etmemek) için yeterlidir. İbnü'l-Münzir'in ifadesine göre; Rabîa, Evzaî, Mâlik, Leys ve Hanefîlerin dışındaki şehirler uleması bu görüştedir. Bunlar, üzerinde durduğumuz babdaki hadislere da­yanırlar. Çünkü Hz.Peygamber bu hadislerin çoğunda önce keffareti bilâ­hare hınsı (yemini bozma) anmiştır. Hatta, bazılarında, "Keffareti öde son­ra yemini boz" ifadesini kullanmıştır.

Kadı Iyaz bu görüşün ondört tane sahâbîden nakledildiğini söyler. Hat-tâbî de; İbn Ömer, İbn Abbas, Âişe (r.anhüm), Hasen el-Basrî, İbn Şîrîn, Mâlik, Evzaî, Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve İshak'ın bu görüşte olduklarını; ancak Şafiî'nin, keffaretin oruçla ödenmesi halini istisna ettiğini kaydeder.

b) Keffaret malî bir yolla, yani köle azad etmek, fakir doyurmak veya fakir giydirmek şeklinde ödenecekse, yemini bozmadan önce keffaret öde­nebilir. Ama, oruç tutmak suretiyle ödenecek e, yemin bozulmadan keffa­ret ödenmez.

Bu görüş Şâfiîlere aittir. Hattâbî'nin ifadesine göre Şâfiîler, keffareti mal ve oruçla ödeme arasındaki bu ayrımı şöyle izah ederler: Keffarette oruca, yemek yedirmenin mümkün olmaması halinde gidilir. Bu su bulunmadığı tak­dirde teyemmümün caiz oluşuna benzer. O halde keffaret olarak orucun kâ­fi olması için fakir doyurma imkânının mevcut olmaması gerekir. Bu da ancak yeminin bozulmasından sonra sabit olur. Keffareti fakir doyurma ile ödemek, vakti gelmeden önce zekât vermeye; oruç ile ödemek ise Ramazan gelmeden Ramazân orucu tutmaya benzer. Bunlardan birincisi caiz, ikinicisi değildir.

c) Yemin bozulmadan Önce keffaret ödenemez. Ödenirse bu yeterli de­ğildir. Yemin bozulduktan sonra tekrarlanması gerekir.

Bu görüş Hanefîlere aittir. İbnü'l-Münzir'in ifadesine göre; İmam Mâlik'den bir rivayet ile Mâlikîlerden Eşheb ve Dâvûd-u Zâhirî'nin görüşü de bu istikamettedir.

Hanefîlerden Tahavî bu görüşe, "Bu, yemin ettiğiniz zaman yeminleri­nizin keffaretidir"[126] mealindeki âyeti delil gösterir. Âyetteki, "Yemin etti­ğiniz zaman" ifadesinden maksadın, "yemin edip de yemininizi bozduğu­nuz zaman" olduğunu söyler. Karşı görüşte olanlar ise âyetteki "yemin etti­ğiniz zaman" ifadesinin; "yemin edip de yemini bozmayı dilediğiniz zaman" takdirinde olduğunu söylerler.

Askalânî; takdirin bundan daha genel olduğunu ve âyetin izahında öne sürülen görüşlerden birisinin ötekinden daha üstün olmadığını söyler.

Hanefîlerin, görüşlerini destekledikleri diğer delilleri de şunlardır:

1. Keffaret, günah olan bir işin telafisi için meşru kılınmıştır. Yemin konusunda günah olan bizatihi yemin değil, yemini bozmaktır. Çünkü ye­min etmek meşrudur. Bu konuda hiçbir tereddüd ve ihtilâf yoktur. Zaten Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde birçok yemin mevcuttur. O halde yemin meş­rudur, mübahdır. Öyleyse, yemin bozulmadan keffaret olmaz,

2. Bozulan yeminin keffareti farzdır. Yemin bozulmadan öncie ödenen keffaret ise nafiledir. Nafilenin ise farzın yerini tutması mümkün değildir.

3. Hadislerin bazılarında, önce keffaretin sonra hinsin (yemini bozma­nın) anılması da delil olamaz. Çünkü Ebû Davud'un da işaret ettiği gibi bazı rivayetlerde durum tam tersinedir; yani keffaret, yemini bozmadan sonra zik­redilmiştir.

Bedâiu's-Sanâi'de her iki görüşün delilleri ve münakaşası ayrıntılı ola­rak incelenmektedir. Bedâi' bir Hanefi fıkıh kitabı olduğu için tabiatıyla Ha­nefîlerin görüşü ve delilleri üstün gösterilmektedir.

Kadı Iyaz; keffaretin ancak yeminin bozulması ile vacip olduğunda ve yeminin bozulmasından sonra keffaret, ödemenin cevazında âlimlerin müt­tefik olduklarını söyler. Kadı lyaz'ın bildirdiğine göre; İmam Mâlik, Şafiî, Evzaî ve Sevrî'nin mezheplerinde de keffaretin, yeminin bozulmasından sonra ödenmesi müstehaptır.[127]

 

Bazı Hükümler

 

1. Bir kimse bir konuda yemin eder de başkasını da­ha hayırlı görürse yeminini bozup keffaret öder. Mesela, babası ile konuşmamak için yemin eden kişinin babası ile konuşup yemi­nine keffaret ödemesi (Aliyyü'l-Kârî'nin ifadesine göre) menduptur.

2. Yeminini bozacak olan kişi, önce keffaret Ödeyip sonra yeminini bo­zabilir. Bu konu ihtilaflıdır. Hanefîler aksi görüştedir. İhtilâf, şerhte ayrın­tılı olarak ele alınmıştır.

3. Yemin ederken istisna kasdı olmadan, "inşaallah" demek caizdir.[128]

 

3277... Abdurrahman b. Semüre'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah(s.a) bana:

"Ya Abdurrahman b. Semüre! Bir şey üzerine yemin edip de baş­kasını o şeyden daha hayırlı gördüğünde o hayırlı olanı yap ve yemi­nine keffaret öde" buyurdu.

Ebû Dâvûd dedi ki: Ahmed'in, yemini bozmadan önce keffaret ödemeye ruhsat verdiğini duydum.[129]

 

Açıklama

 

Buharî'nin bir rivayeti ve Tirmizî'nin rivayeti burada olduğu gibidir. Yani önce yemin edilen şeye muhalif olarak daha hayırlı olanı yapmak, sonra da keffaret zikredilmiştir. Buharî'nin bir riva­yeti ile Müslim'in rivayetinde ise keffaret, yemini bozmadan önce anılmıştır.

Buharî'nin Keffaretu'l-Eymân kitabındaki rivayetinde hadisin baş ta­rafında emanet konusu da ele alınmıştır. Anılan rivayet şu şekildedir:

"Liderliği isteme. Eğer o sana istenmeden verilirse, o konuda yardım görürsün. Ama istediğin için verilirse, kendi başına bırakılırsın (Allah yar­dım etmez).Bir şeye yemin edip de başkasını daha hayırlı görürsen, o hayırlı olanı yap ve yemininden dolayı kefaret öde."

Bu hadis, herhangi bir konuda yemin edip de yemin ettiği şeyin aksini yapmanın daha efdal olduğuna delildir. Şüphesiz bu durumda kendisine ye­min keffareti gerekir.

Konu, bir önceki hadiste ayrıntılı biçimde ele alınmıştır.[130]

 

3278... Katâde, Hasen'den o da Abdurrahman b. Semüre'den (ön­ceki) hadisin benzerini rivayet etmişlerdir.

Katâde,-(bu rivayette, öncekinden farklı olarak Rasûluîlah s.a'in); "Yemininden dolayı keffaret öde, sonra o hayırlı olanı yap" (buyur­duğunu) söyledi.Ebü Dâvûd dedi ki:

Ebû Muse'l-Eş'arî, Adiyy b. Hâtem veEbû Hureyre'nin hadisle­ri bu hadisin manasındadır. Bunlardan her birinden (yapılan) bazı ri­vayet (ler)de; yemini bozmak keffaretten önce, bazılarında ise keffa­ret yemini bozmaktan öncedir.[131]

 

Açıklama

 

Bu rivayet, öncekinin farklı bir naklidir. O rivayeti, Hasen'den aktaranlar, Yunus ve Mansur'dur. Bunu Hasen'den ri­vayet eden ise Katâde'dir.

Ancak bu rivayetin tekrarına esas sebep senetteki farkhlıkdan ziyade, metindeki farklılık olsa gerek. Çünkü, önceki hadiste, Hz. Peygamber (s.a) Abdurrahman b. Semüre'ye; önce daha hayırlı olanı yapmasını (yemini boz­masını) peşinden keffareti zikretmiştir. Bu rivayette ise, önce yemin keffaretini ve daha sonra hayırlı olanı yapmasını emretmiştir.

Ebû Dâvûd da hadisin sonundaki ta'Iikinda, bu konuda Ebû Mûse'l-Eş'arî, Adiyy b. Hâtem ve Ebû Hureyre'den hadis rivayet edildiğini, bu ri­vayetlerin bir kısmında önce keffaretin sonra yemini bozmanın bir kısmın­da da aksinin zikredildiğini söyler.

Ebû Davud'un işaret ettiği bu rivayetlerden, Ebû Musa'ya ait olanı; Buharî, Müslim ve Ebû Dâvûd'da; Adiyy b. Hâtem ve Ebû Hureyre'ye ait olan­ları da Sahih-i Müslim'dedir.[132]

 

15. Keffarette Kaç Sa' Verilir?

 

3279... İbn Harmele dedi ki:

Ümmü Habib bize bir sa' hibe etti ve Safiyye (r.anha)'nin karde­şinin oğlu vasıtasıyla Safiyye (r.anha)'dan, onun Rasûluîlah (s.a)'m sa'ı olduğunu haber verdi.Enes (r.a) der ki:

"O sa'ı ölçtüm[133] , Hişâm'ın[134] müddü ile iki buçuk müd bul­dum."[135]

 

Açıklama

 

Hadis;yemin keffaretinde fakirlere verilecek olan sadakanın mikdarını konu alan bir başlık altında yer almıştır. Ancak, hadisin zahiri bu konu ile hiç de ilgili görülmemektedir. Çünkü burada; ye­min keffaretinden değil, hibe edilen bir sa'ın Hz.Peygamber'in sa'ı olup, bu sa'ın da Hişâm'ın ölçüsü ile iki buçuk müd mikdarında olduğu bildiril­mektedir.

Sa' ve müd ölçüleri ile ilgili malumat Kitabu't-Tahâre'nin "Abdestte yeterli olan su" babında (bab:44) ve Kitabu'z-Zekât'ta geçmiştir. Onun için biz burada önce yemini bozmadan dolayı gerekli olan keffaret, sonra da bu keffaretin edası ile ilgili görüşleri verelim. Bu bilgiyi verirken eski metinler­deki ölçü birimlerini (müd, sa') esas alacağız. Bu birimlerin bugünkü karşı­lıkları için, işaret edilen yerlere bakılabilir.-

Yemini bozmanın keffaretini eda biçimi Kur'an-ı Kerim âyetiyle tesbit edilmiştir. Mâide sûresinin 89. âyetinde şöyle buyurulur: "...Yeminin kef-fareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on düşkünü yedirmek yahut giydirmek ya da bir köle azad etmektir. Bulamayan üç gün oruç tutmalıdır; yeminlerinizin keffareti budur. Yemin ettiğinizde yeminlerinizi tutunuz. Şük-redesiniz diye Allah size böylece âyetlerini açıklıyor." Âyet; yemin keffareti ödeyecek kişiyi önce üç şey arasında; köle azad etmek, on fakir giydirmek veya doyurmakta muhayyer bırakmış; bunlardan birisine güç yetirilmemesi halinde üç gün oruç tutmasını öngörmüştür. Âlimlerin çoğunluğu âyeti za­hiri üzerine almış ve bu şekilde görüş beyan etmiştir. Ancak bu sayılan şey­lerin ayrıntılarında ihtilâfa düşmüşlerdir.

Keffaret, fakir doyurma şeklinde ödenecekse, her bir fakire verilecek veya yedirilecek mikdar nedir?

İmam Mâlik, İmam Şafiî ve Medinelilere göre her fakire, Hz. Peygam-ber'in ölçeği ile bir müd buğday verilir. Ancak Mâlik, bir istisnada bulun­muş ve bunun Medinelilere ait olduğunu, başka memleketlerde ahalinin kendi nafakalarından orta bir mikdarı vereceklerini bildirmiştir.

Hanbelîlere göre; her fakire buğday ve undan bir müd, ekmekten iki rıtıl, arpa ve hurmadan iki müd'tür.

İmam A'zam Ebu Hanîfe'ye göre; her fakire buğdaydan yarım sa', arpa ve hurmadan bir sa' verir.[136] Keffaret ödeyen kişi, bunları vermeyip de, on fakiri akşamlı sabahlı doyursa bu da yeterlidir. Ayrıca bu maddelerin para olarak karşılığını da verebilir.

Âlimlerin ihtilâfına sebep; geçen âyetteki "...ailenize yedirdiğinizin or­talamasından..." ifadesini yorumlama farklılığıdır. Şafiî ve Mâlikîler bu ifa­deyi, bir defa yemek; Hanefîler de, bir gün yemek şeklinde anlamışlardır.

Ebû Davud'un bu bölümünde, keffaretin fakir giydirme ya da oruç ile ödenmesi konusunda bir bab yer almamıştır. Onun için biz bu konulara da burada kısaca temas edelim:

Fakirlere giydirilecek elbisenin mikdarı mezhepler arasında ihtilaflıdır:

Mâlikîlerle Hanbelîlere göre; namazda setrü'l-avrete yeterli olan elbise­dir. Yani giyildiğinde, namazın caiz olduğu elbisedir.

İmam Muhammed veİmam Şafiî'ye göre; elbise denilebilen herşey kef­fareti ödemede kâfidir. Meselâ gömlek, pantolon hatta başa sarılan sarık birer elbisedirler. İmam A'zam ve Ebû Yusuf'a göre sadece pantolon veya sarık, keffaretin ödenmesinde kâfi değildir. Hanefî mezhebinde, sonraki görüş uy­gulanmaktadır. Vücudun tamamını veya ekserisini örten bir elbisenin veril­mesi şart koşulmuştur. İbn Rüşd'ün Bidâyetu'l-Müctehid adındaki eserinde, Ebû Hanîfe'nin İmam Şafiî ile aynv görüşte olduğu; İmam Ebû Yusuf'un görüşünün ise farklı olduğu söylenir.

Keffaret verilirken on ayrı fakirin olmasının şart olup olmadığı konusu da ihtilaflıdır:

İmam Şafiî veİmam Mâlik'e göre mutlaka on ayrı fakire yedirilmeli ve­ya giydirilmelidir. Hanefî veHanbelîlere göre; on ayrı fakirin bulunması şart değildir. Bir tek fakire on ayrı gün sabahlı akşamlı yemek yedirilse, veya her gün bir fitre ya da her gün birer elbise verilse caizdir. Fakat bir fakire bir günde on fitre verilse veya on elbise verilse bu, bir fitre yerine geçer. Dokuz fakirin daha doyurulması veya giydirilmesi, ya da aynı fakire dokuz gün da­ha fitre verilmesi gerekir.

Yukarıda da işaret edildiği gibi, yemin keffareti ödeyecek kişinin köle azad etme, fakir doyurma veya fakir giydirme imkânı yoksa üç gün oruç tu­tar. Bu üç günün peşpeşe olmasının şart olup olmadığında farklı görüşler vardır. İmam Mâlik ve Şafiî'ye göre orucun peşpeşe olması (tetâbu) şart de­ğildir; Hanefî ve Hanbelîlere göre şarttır. İbn Kudâme'nin belirttiğine göre, İbrahim en-Nehaî, Sevrî, İshak, Ebû Ubeyde ve Ebû Sevr de bu görüştedir. Aynı görüş; Hz. Ali, Atâ, Mücâhid ve İkrime'den de rivayet edilmiştir.

Bu görüş ayrılığına sebep, İbn Rüşd'ün bildirdiğine göre şudur:

1- Mushafta bulunmayan kıraatle amel caiz midir? Caiz diyenler, oru­cun peşpeşe olmasını şart koşarlar. Çünkü İbn Mes'ûd yukarıda geçen âye­ti,   "Peşpeşe,   fasılasız  üç  gün   oruç"   şeklinde okumuştur. Halbuki mushafta  peşpeşe, fasılasız" kaydı mevcut değildir.

İbn Kudâme; "Bu ilâve Kur'ândan ise, onunla amel şarttır. Kur'ân'-dan değilse Hz. Peygamber'den bir rivayettir. Çünkü İbn Mes'ûd'un bunu Hz.Peygamber'den duyması muhtemeldir, o Kur'an'dan zannetmiştir. Her iki takdirde de orucun peşpeşe olması gerekir." der. Merginanî de Hidâye'de îbn Mes'ûd'un bu kıraatinin meşhur haber hükmünde olduğunu söyler.

2- Mutlak olarak orucun emredilmesi, onun peşpeşe olmasını gerektirir mi, gerektirmez mi?

Orucun peşpeşe olmasını şart koşanlardan Hanbelîlere göre; hastalık ve kadının hayzı, tevaliye (peşpeşe olmasına) manî değildir. Hanefîlere göre ma­nidir. Çünkü müddet azdır. Bu özürlerin bulunmadığı zamanda oruç tutu­labilir.[137]

 

3280... Muhammed b. Muhammed b. Hallâd Ebû Ömer şöyle der: Bizde Halid'in mekkûku denilen bir mekkûk vardı. O Harun'un ijlçeği ile iki ölçekti.

Halid'in sa'ı da, Hişâm'ın yani Hişâm b. Abdilmelik'in sa'ı idi.[138]

 

Açıklama

 

Bu rivayet Ebû Davud'un nüshalarının çoğunda mevcut de­ğildir. Avnü'l-Ma'bûd sahibi; "Bu rivayet, Sünen'in muh asarında ve Sünen nüshalarının umumunda yoktur. Fakat biz onu bazı sa-ih nüshalarda bulduk. Hafız Mizzî de bu rivayeti, Etraf da Muhammed b. 'fuhammed el-Bâhilî'den bahsederken anmış fakat hiçbir raviye nisbet tmemiştir" der.

Mekkûk: Bir ölçek adıdır. Nihâye'de:"Mekkûk, müd'tür. Sa' olduğu la söylenir. Ama önceki daha uygundur. Çünkü başka bir hadiste bu keli-ıe, müd ile izah edilmiştir" denilir.[139]

 

3281... Müsedded, Ümeyye b. Halid'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Halid el-Kasrî vali olunca sa'ı büyüttü ve bir sa' on altı ntıl oldu. Ebû Dâvûd dedi ki: Muhammed b. Muhammed b. Hallâd'ı zenciler (harpte ve hataen değil) kasden öldürdüler.

Ebû Dâvûd elini şöyle uzattı, avuçlarının içini yere doğru tuttu ve şöyle dedi:

Halid'i rüyamda gördüm "Allah sana nasıl muamele etti? diye sordum. "Cennete koydu"dedi. "Senin (Zencilerin önünde) durman demek sana zarar vermedi" dedim.[140]

 

Açıklama

 

Bu rivayet de birçok nüshada mevcut değildir. Halid el-Kasrî'nin sa'ı büyütmesi ile ilgili bu haber bir hüccet değildir. Çünkü büyüklüğü 5 rıtıldır. Ebu Yusuf, sa'ı sekiz ntıl zannediyormuş. Bu konuda İmam Mâlik ile münazara etmiş, İmam Mâlik gidip evinden bir sa' getirmiş; bu Hz. Peygamber'in sa'ı demiş, ölçmüşler tam 5 ntıl gelmiş. Ebu Yusuf da görüşünden dönmüş.[141]

 

16. (Yemin Keffaretinde) Mü'min Köle Azad Etmek

 

3282... Muâviye b. Hakem es-Sülemî'den, şöyle dediği rivayet edil­miştir:

Ya Rasûlallah! Benim bir cariyem var, ona bir tokat attım, de­dim. Hz. Peygamber (s.a) bunu bana çok gördü, (yakıştırmadı).Ben de:

Onu azad edeyim mi? (Hürriyetine kavuşturayım mı?) diye sordum.

"O cariyeyi bana bîr getir." buyurdu.

Ben de onu Rasûluilah'a getirdim, Efendimiz (kadına):.

"Allah nerede?" diye sordu.

Gökyüzünde. "Ben kimim?"

Sen Allah'ın elçisisin. RasûluIIah (s.a) (bana):

“Onu azad et, şüphesiz o mü'mindir" buyurdu.[142]

 

Açıklama

 

Hadisin İmam Mâlik'in Muvatta'ındaki rivayetinde; Muâviye’nın cariyeye tokat vurmasına, onun bir koyunu kaybetmiş olmasının sebep olduğu belirtilmektedir.

Anılan rivayette bu husus şu şekilde ifade edilmiştir:

"RasûluIIah (s.a)'a gelip; ya Rasûlallah, benim koyunlarımı güden bir cariyem var. Yanına gittim, bir koyun kaybolmuş. Sordum; kurt yedi, dedi. Bende kızdım; nihayet ben de insanım ve yüzüne bir tokat vurdum. Benim bir köle azad etme borcum var, onu azad edeyim mi? dedim..."

Görüldüğü gibi, gerek Ebû Davud'un gerekse Muvatta'ın rivayetlerin­de mevzubahs edilen köle azad etmenin yemin keffareti ile ilgili olduğuna dair bir kayıt mevcut değildir. Muvatta'ın rivayetinde ravi sahabenin bir kö­le azad etme borcu olduğuna işaret edilmekte, fakat bu borcun neden dolayı olduğu belirtilmemektedir. Ancak, işaret edilen hadis Muvatta'da "Vacib olan köle azadlarda caiz olanlar" başlığı altında yer almıştır.

Sahih-i Müslim'de; kölesine tokat atan kişinin keffaret olarak o köleyi azad etmesi gerektiğine dair bir bölüm ve bu konuda bazı hadisler vardır. Gerçi üzerinde durduğumuz hadis, Müslim'in o babında yer almamaktadır. Fakat, bu hadiste işaret edilen azad konusunda onunla alâkalı olması muh­temeldir. Yani, Hz. Peygamber (s.a) Muâviye'ye, cariyesine tokat attığı için onu azad etmesini emretmiş olabilir. Cariyenin azadından önce Hz. Peygam-ber'in onun müslüman olup olmadığını araştırması, keffarette azad edile­cek kölenin müslüman olmasının şart' olduğuna işaret kabul edilmiştir.

Alimler; az bir dövmekte, köle azad etmenin vacib değil mendub oldu­ğunda ittifak etmişlerdir. Bunun yapılan hataya keffaret olacağı ümit edilir. Fakat, aşın derecede dövülmesi halinde ne gibi cezalar verileceği.konusunda farklı görüşler Vardır. Mâlikîlerle İmam Leys'e göre, böyle bir köle, sahibi aleyhine azad olur ve sahibi idarece cezalandırılır. Diğer âlimlere göre köle azad olmaz.

Hadis metninde ifade edildiği üzere, Muâviye (r.a) cariyeyi Hz. Peygamber'e (s.a) getirince, Efendimiz, onun mü'min olup olmadığını anlamak mak­sadıyla, Allah'ın nerede olduğunu sormuş, o da "gökyüzünde" karşılığını vermiştir. Kadının Hz. Peygamber'in peygamberliğini de tasdik etmesinden sonra Efendimiz, cariyenin mü'min olduğuna hükmetmiştir.

Bu ifadelerden; "Allah göktedir" diyen kişinin dinden çıkmayacağı, hatta Allah'ın semada olduğu anlaşılmaktadır.

Ancak cariyenin, "Allah gökyüzündedir" demesinden maksadı, Allah'ın yüceliğini işaret olsa gerektir. Çünkü ehl-i sünnet itikadına göre, Allah yer ve zamandan münezzehtir. Kur'ân-ı Kerîm'deki, Allah'ın arş üzerine istiva ettiğini bildiren âyetleri, selef uleması hiç te'vil etmez, olduğu gibi kabul eder. Bundan muradın ne olduğunu ancak Allah Teâlâ'nın bildiğini söyler. İşte ehl-i sünnette muteber ve meşhur olan görüş budur.

Allah'ın arş üzerine istivası konusu, ilgili âyetlerin tefsirlerinde uzun uzadıya anlatılır.[143] Biz bu konuyu merak edenlere, işaret ettiğimiz yere bakma­larını tavsiye edip, hadisten elde edilen hüküm konusuna dönelim.

Yukarıda işaret edildiği gibi hadisin zahiri, yemin keffaretinden dolayı azad edilecek kölenin vasfına doğrudan delâlet etmemektedir. Ebû Dâvûd'-un bu hadisi, yemin keffareti babında vermesi, keffaretlerin tümünde azad edilecek kölenin aynı vasıfta olması gerektiğine işaret için olmalıdır. Yani madem ki, müslüman bir köleye tokat atmaktan dolayı azad edilecek köle­nin müslüman olması gerekiyor, yemin keffareti olarak azad edilecek köle de müslüman olmalıdır, demek istiyor. Bu konu mezhepler arasında ihtilâli­dir.

Şafiî, Mâliki ve Hanbelîlere göre, bütün keffaretlerde azad edilecek kö­lenin mü'min olması şarttır. Dolayısıyla, kâfir olan kölenin azad edilmesi keffareti ödemede yeterli değildir. Bu görüş sahipleri azad edilecek olan mü'­min kölenin namaz kılıp oruç tutar olmasını da şart koşarlar. Fakat namaz kılıp oruç tutmadan maksadın, gerçekten bu ibadetleri işlemek mi yoksa bu ibadetlerle mükellef olmak mı olduğu konusunda farklı görüşlere sahiptir­ler. Genelde, müslüman olan bir çocuk köleyi azadın keffaret için yeterli ol­duğu kabul edilir. Hanefîlere göre; yemin keffareti için azad edilecek köle­nin müslüman olması şart değildir. Ahmed b. HanbePden de, zimmî köle­nin azad edilmesinin yeterli olduğuna dair bir rivayet mevcuttur.

Mezhepler arasındaki bu görüş ayrılığına sebep, hâtaen adam öldürme­nin keffareti ile ilgili olan âyeti anlama farklılığıdır. Çünkü o âyette kati kef­fareti olarak, "bir mü'min kölenin azad edilmesi" öngörülmektedir. Yemin keffareti ile zıhar keffareti hakkındaki âyetlerde ise, azad edilecek kölenin tnü'min olması gerektiğine dair bir kayıt mevcut değildir.

Yemin keffaretinde azad edilecek kölenin müslüman olmasını şart ko­kanlar; yemin bahsindeki mutlak (kölenin müslüman olması kaydı olmayan) lyeti, katil bahsindeki mukayyed (kölenin müslüman olması gerektiğini bil-iiren) âyete hamleflerler. Hataen adam öldürmeden dolayı da yemini boz­maktan dolayı da keffaret olarak köle azad etmek gerekir. Yani, "Her iki suçun cezası da aynıdır. Birisinde azad edilecek kölenin müslüman olması ?art olduğuna göre ötekinde de şarttır." derler.

Hanefîler ise, âyetlerden mutlak olanı mukayyed olana hamletmezler. Her bir âyeti ilgili bulunduğu konuya hâs kılarlar ve katilden dolayı olan ceffarette azad edilecek kölenin müslüman olmasını şart koşarlarken yemin ceffaretinde bunu şart koşmazlar.[144]

 

Bazı Hükümler

 

1. İslâmiyet; müslümanın emri altında bulunanlara, hizmetçilere iyi muamele etmesini emreder.

2. Allah'ı tanıyan ve Hz. Peygamberdin peygamberliğini bilen kişi müslümandir. Ona müslümana yapılan muamele yapılır.

Ancak mesele bu kadar basit değildir. Kişinin imanına zarar veren bir­çok söz ve davranışlar vardır. Konu, ilgili yerlerinden araştırılmalıdır.

3. Keffaret için azad edilecek kölenin kadın ya da erkek oiması arasında ark yoktur. Ancak, müslüman olmasının şart olup olmadığı konusunda farklı görüşler vardır. Bu görüşlere yukarıda temas edilmiştir.

4. Bir köleyi döven kişi, keffaret olarak onu azad eder. Mesele yukarıla kısaca anlatılmıştır.[145]

 

3283... Şerîd (b. Süveyd es-Sakafî)'den rivayet edildiğine göre;

Annesi ona kendisi adına bir mü'min köle azad etmesini vasiyet iti. Şerîd, Rasûlullah (s.a)'a gelip:

Ya Rasûlallahî Annem bana kendisi adına bir mü'min köle azad etmemi vasiyet etti. Benimse, Nûbiyeli siyah bir cariyem var (onu azad edebilir miyim?), dedi.

(Bundan sonra) ravi, önceki hadisin benzerini zikretti.

Ebû Dâvûd dedi ki:

Halid b. Abdiliah,  hadisi mürsel olarak rivayet etti, Şerîd'i anmadı.[146]

 

Açıklama

 

Nûbiye, Sudan'da geniş bir yerdir. Bilâl-i Habeşî (r.a) de buralı idi.

Yukarıdaki metinden anlaşıldığına göre; Şerîd annesinin vasiyetini ye­rine getirmek için mü'min bir köle azad etmek istediğinde, elindeki cariye­nin yeterli olup olmadığında tereddüt etmiş ve meseleyi Hz. Peygamber (s.a)'e intikal ettirmiştir. Hz. Peygamber (s.a) cariyeye; "Allah nerede? Ben kimim?" gibi sorular sorarak, cariyenin müslümanhğına hükmetmiştir. Ancak bu bö­lüm hadiste anılmamış, sadece "yukarıdaki hadisin benzen..." diye işaretle yetinilmiştir.

Nesâî'deki rivayette, bu kısım da metne alınmıştır. Fakat birazcık fark­lıdır. Oradaki rivayete göre Hz. Peygamber (s.a) cariyeye; "Rabbin kim?*' diye sormuş cariye, "Allah" karşılığını vermiş, daha sonra "Ben kimim?" demiş, bu sefer de "Sen Allah'ın elçisisin'' cevabını almıştır. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a): "Onu azad et, o mü-'mindir" buyurmuştur.

Ebû Dâvûd, bu hadisi Halid b. Abdullah'ın Şerîd'i hiç anmadan mür­sel olarak da rivayet ettiğini söyler, Bezlü'I-Mechûd sahibi; "Halid'in bu ha­disini ben yanımda olan kitaplarda bulamadım" demektedir.

Bu hadis de keffaretlerde azad edilecek kölenin mü'min olması gerekti­ğini isbat için bu baba alınmıştır. Fakat hadisin böyle bir delâleti açık ve ke­sin değildir. Çünkü Şerîd'in, elindeki cariyenin azad için yeterli olup olma­dığını araştırması, mutlak olarak azad edilecek kölenin müslüman olması ge­rektiğinden dolayı değil de annesinin vasiyetine tam uymak için olabilir. Çünkü annesi kendisine, mü'min bir köle azad etmesini vasiyet etmiş, o da meseleyi Hz. Peygamber'e bildirirken aynı ifadeyi kullanmıştır.[147]

 

Bazı Hükümler

 

1. Vasiyet edenin (mûsî) vasiyeti uygulanmalıdır. Bu konu oldukça tafsilatlıdır, ilgili bolümde izah edile­cektir. Burada şu kadarcığına işaret edelim; vasiyet, kişinin ölüm hastalığın­da olmamışsa, vârislerinden başkasına edilmişse ve bıraktığı malın üçte biri­ni geçmiyorsa mutlaka uygulanır. Aksi halde vârislerin rızasına bağlıdır.

2. Allah'ı Rab, Muhammed (s.a)'i de peygamber olarak tanıyan kişi müslümandır.[148]

 

3284... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet edildiğine göre, bir adam Rasûlullah (s.a)'a siyah bir cariye getirip:

Ya Rasûlallah! Benim mü'min bir köle azad etme borcum var (bu olur mu?), dedi.Rasûlullah (s.a), cariyeye;

"Allah nerede?" dedi.Cariye parmağı ile gökyüzünü gösterdi; Hz. Peygamber bu sefer:

“Ben kimim?" diye sordu. Cariye, Peygamber (s.a)'i ve gökyü­zünü işaret etti; yani, "Sen Allah'ın elçisisin" (demek istedi).Bunun üzerine Rasûlullah (s.a):

"Onu azad et, o mü'mindir" buyurdu.[149]

 

Açıklama

 

Bu hadisi Münzirî, Muhtasar'ında rivayet etmemiştir. Mizzî, el-Etrâf ında hadisi almış ve üzerine Ebû Dâvûd rumuzunu koymuştur. Onun için matbu nüshaların bir kısmında bu hadis yer alma­mıştır.

Şevkânî; "Her ne kadar yemin keffareti ile ilgili âyette, azad edilecek kölenin mü'min olmasına dair bir kayıt yoksa da, hadiste yemin keffareti için azad edilecek kölenin müslüman olması gereğine işaret vardır" der.

Bu babın ilk hadisinde bu konudaki görüşler ve delilleri verilmişti.Bu­raya, Şeyh Abdulhamid'in ta'likından bir iki cümle aktararak konuya son vereceğiz.

"Bu ve bu babda geçen diğer hadislerde anılana (yemin keffaretinde azad edilecek kölenin müslüman olmasının şart olduğuna) bir delil yoktur. Çün­kü ilk hadiste, sahibi cariyeye tokat attığı için; ikincisinde vasiyeti yerine getirmek için; üçüncüsünde de sahibinin bir mü'min köleyi azad etme borcu olduğu için sahipleri cariyeleri azad etmişlerdir."[150]

 

17. Sustuktan Sonra Yeminde İstisna[151]

 

3285... İkrime (r.a)'den rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a): “Vallahi Kureyş'le savaşacağım, vallahi Kureyş'le savaşacağım, vallahi Kureyş'le savaşacağım" buyurdu. Sonra "İnşaallah" dedi. Ebû Dâvûd dedi ki: Çokları bu hadisi, Şerik, Simâk ve İkrime kanalıyla İbn Abbas'a, o da Rasûlullah (s.a)'a isnad etmiştir.

Velid b. Müslim, Serik'ten naklen; "Sonra Rasûiuliah (s.a) on­larla savaşmadı" demiştir.[152]

 

Açıklama

 

Bu babın hadisleri, yeminde istisna ile ilgilidir. Aşağı yukarı aynı manayı ifade eden başka bir bab, 9 numarada geçmişti. Oradaki bab ile bu babın farkı şu: Önceki, mutlak olarak yani yemin­den sonra ara verme, susma gibi bir kayıt olmadan "inşaallah" demenin hük­mü ile ilgili idi.

Bu bab ise yeminden sonra biraz sustuktan veya başka bir şeyler konuş­tuktan sonra "inşaallah" demek, yani istisnada bulunmakla ilgilidir.

Beyhakî, Sünen'inde; ('Yemin eden kişinin, yemini ile istisnası arasında az bir sekte ile sesini kesmesi veya nefes alarak susması" şeklinde bir baş­lık koymuş ve bu hadisi vermiştir.

Yeminde istisna konusunu, yeminle istisna arasındaki susma ve bu sus­manın ölçüsü ile ilgili görüşleri 9. babda (3261, 3262 hadislerin şerhi) özet olarak vermiştik. Onun için burada tekrar o konuya dönmeyeceğiz. Sadece Hattâbî'nin bu hadisle ilgili izahını aktarıp, Ebû Davud'un hadisin sonun­daki sözleri ile ilgili bazı notlar koyacağız.

Hattâbî şöyle der:

"Bu hadiste, sözdeki birkaç fasıldan sonra söylenilen istisna lafzının bu fasılların tamamını içine aldığına delil vardır.

Ebu Hanife ve talebeleri şöyle derler:

Bir kimse, haccetmek ve umre yapmak üzere yemin edip arkasından is­tisnada bulunursa bu, hac ve umrenin tamamı için istisna olur. Ama, eğer falanla konuşursam kölem hürdür, falanla konuşursam öteki kölem hürdür inşallah der ve o adamla konuşursa kazaen önceki kölesi hür olur. Bu konu­daki niyeti, ancak Allah'la kendi arasında olan şeyde (diyâneten) tasdik olu­nur. Yine kişi hanımına; sen filânla konuşursan boşsun, sen filânla konu­şursan boşsun inşaallah der, kadın da onunla konuşursa, ilk boşama vaki olur. Bu kazâendir. Ama diyâneten boş olmaz."

Hattâbî'nin sözleri burada sona erdi. Konu daha önce işlendiği için fazla bir şey söylemeye gerek yok.

Görüldüğü gibi bu rivayet mürseldir. Yani tâbiûndan olan İkrime, sa-hâbîyi atlayarak doğrudan doğruya Hz. Peygamber'den rivayet etmiştir. Ebû Dâvûd; her ne kadar bu rivayette sahâbî anılmamışsa da, birçoklarının (me­tinde belirtilen senedle) hadisi İbn Abbas (r.anhüma)'dan rivayet ettiklerini söyler.

Zeylaî,Nasbu'r-Râye' de bu hadis üzerinde durarak birkaç isnadını zik­reder. Zeylaî'nin bildirdiğine göre; İbn Hibbân, Ebû Ya'lâ, İbn Adiyy ve İbnü'l-Kattân hadisi İbn Abbas'a isnad ederek rivayet etmişlerdir. Bu riva­yetlerin ravilerinde ve metinlerinde bazı küçük farklar vardır. Ancak hepsi­nin buraya nakli geniş yer alacağı için sadece rivayetlerin varlığına işaretle yetiniyoruz.

Beyhakî de,hem mürsel hem de mevsul olarak rivayet etmiştir. İbn Ebî Hatim ise, "Hadisin mürsel olduğu daha uygundur." der.

Yine Ebû Dâvûd; Velid b. Müslim'in, Şerîk'ten naklen Hz.Peygamber (s.a)'in Kureyşlilerle savaşmadığını söylediğini bildiriyor. Fakat bu isabetli olmasa gerektir. Çünkü Efendimiz Mekke'nin fethinde Kureyşlilerle savaş­mıştır.

Rasûlullah (s.a),"Kureyşle savaşacağım" derken bir zaman kaydı koy­mamıştır. O halde Hz. Peygamber yemininde istisna etmişse de vemininin gereğini yerine getirmiştir.[153]

 

3286... İkrime'den merfu olarak rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a):

"Vallahi Kureyş'le savaşacağım" buyurmuş, sonra"İnşallah" de­miştir. Daha sonra, "İnşaallah, vallahi Kureyş'le savaşacağım" bu­yurmuştur. Yine, "Vallahi Kureyş'le savaşacağını" deyip susmuş, daha sonra da "İnşaallah" demiştir.Ebû Dâvûd dedi ki:

Velid b. Müslim bu hadiste Serik'ten, "Sonra onlarla savaşmadı" dediğini ilâve etmiştir.[154]

 

Açıklama

 

Bu rivayette nadisin merfu oluşu bildiriliyor. Ayrıca yukarıdakinden farklı olarak, Hz. Peygamber'in Kureyş'le savaşmak için ettiği üç yeminin birbirinden farklı olduğu görülüyor. İlk yeminden bi­raz sonra istisnada bulunmuş, fakat 00arada sustuğuna işaret edilmemiştir. İkinci yeminden sonraki istisna fasılasız olmuştur. Üçüncü yeminden sonra ise bi­raz susmuş ve sonra istisna etmiş, (inşaallah) demiştir. Bu rivayet, yemin ile istisna arasına giren birazcık susmanın istisnanın sıhhatine mani olmadığını söyleyenler için delildir.

Yemin ile istisna arasının bitişik olmasını şart koşan Hanefîler, Hz. Pey­gamber'in bu rivayette belirtilen susuşunun bir özre mebni olduğunu söyler­ler; şu âyeti de izahlarına delil gösterirler:"Herhangi bir şey için, Allah'ın dilemesi dış   ında ; 'Ben yarın onu yapacağım' deme."[155]

 

18. Nezirlerden Nehy

 

3287... Abdullah b. Ömer (r.anhuma)'in şöyle dediği rivayet edil­miştir:

Rasûlullah (s.a) nezirden nehy etmeye başladı.[156] "Nezir hiçbir şe­yi değiştirmez, ancak onun sebebiyle cimriden (mal)çıkartıhr.” buyur­du.

Müsedded, Rasûlullah (s.a); “Nezir hiçbir şeyi değiştirmez” bu­yurdu, dedi.[157]

 

Açıklama

 

Bilindiği gibi "nezr" dilimizdeki "adak" manasınadır. Fa­kat, fıkhı bir istilan olduğu ve Türkçede de kullanıldığı için, terceme etmedik. "Kitabu'l-Eymân ve'n-Nüzûr"un başında da belirtildiği gibi nezir; bir kimsenin Allah'ı tazim için mubah bir fiilin yapılmasını de­ruhte etmesi, öyle bir işin yapılmasını kendi nefsine vacip kılmasıdır.

Nezrin; bir zamanla kayıtlı olup olmaması durumuna göre, muayyen ve gayri muayyen; bir şeyin tahakkukuna bağlı olup olmaması yönünden de mutlak ve muallak çeşitlerinin olduğu da yine orada kısaca açıklanmıştı.

Bu hadisde nezirle ilgili iki hususa temas edilmektedir:

1- Nezr'in Rasûlullah tarafından nehyedüdiği meselesi:

Âlimlerin bir kısmı buradaki nehyi zahirî manasına alarak gerçekten, adakta bulunmanın yasak olduğu görüşüne varmışlardır.

Bazı âlimler ise bu nehyi te'vil ederek, nezrin yasak olmadığım söyle­mişlerdir. İbnti'I-Esîr, Ebu Ubeyd, el-Mâzerî bu istikamette görüş beyan eden­lerdendirler.

İbnü'1-Esîr, en-Nihâye fî Garibi'I-Hadis ve'l-Eser adındaki eserinde şöyle der:

"Rasûlullah'ın hadislerinde nezrden nehyin zikri tekrar tekrar geçti. Bu nehiyden maksat, onun önemini te'kid ve adakta bulunduktan sonra, gev­şeklik göstermekten sakmdırrnaktır. Eğer nehyin manası, nezrin yapılmaması için men olsaydı bu onun hükmünü iptal ve nezre vefanın gereğini düşür­mek olurdu. Çünkü nehiy masiyet olur ve bu bağlayıcı olurdu. Hadis onla­ra; nezrin hiçbir fayda temin etmeyip hiçbir zararı savmadığını ve Allah'ın takdirini değiştirmeyeceğini bildirmektedir."

Ebu Ubeyd'in şu sözleri, yukarıdaki manayı ifade yönünden daha da açıktır:

Nezirden nehy ve o konuda katı davranmak; nezir günahtır demek de­ğildir. Eğer öyle olsaydı, Allah (c.c) nezre vefayı emretmez ve vefa göstereni övrnezdi. Ama bence hadisin manası; nezrin kadrini yüceltmek ve böylece nezir konusunda gevşeklik gösterilmemesini temin etmektir."

Hadisteki nehiyden maksadın, nezrin yasaklanması olmadığım savunan görüş, daha isabetli olsa gerektir. Nitekim günümüzde mensubu bulunan mez­heplerden hiçbirisi; mutlak olarak, kayıtsız şartsız nezrin haram olduğunu söylememiştir. Mezheplerin nezir konusundaki görüşlerinin özeti şöyledir:

Hanefîlere göre: Şartlarına riayet edilerek, yapılan adak meşrudur. Bu şartlar, üzerinde durduğumuz bölümün başında geçmiştir.

Şâfiîlere göre: Bir faydayı temin veya zarardan kurtulma düşünülsün ya da düşünülmesin, adakta bulunmak caizdir ve ibadettir.

Mâlikîlere göre: Elde edilen bir nimet veya savuşturulan bir belâdan do­layı Allah'a şükür olarak edilen nezirler menduptur ve ifası gerekir. Bir şar­ta bağlanarak, yani bir menfaati temin veya musibetten kurtulmaya bağlı olarak edilen nezrin hükmünde iki görüş vardır: Bunlardan birine göre caiz, diğerine göre mekruhtur. Ama adağın, faydayı temin veya belâyı def edece­ğine inanılarak edilen nezir haramdır.

Hanbelîlere göre; nezir mekruhtur. Fakat yapılmışsa edası gerekir.

Âlimlerden bazıları ise hadisteki nehyin bir takım menfaatlarm temini için, (Hastam iyi olursa şu kadar oruç nezrim olsun demek gibi) edilen ne­zirlerle ilgili olduğunu söylerler. Kadı İyaz ve Tıybî; bu görüşü ortaya atıp, benimseyenlerdendirler.

Kurtubî'nin şu mütalaasını da kaydetmek istiyoruz: "Bu nehyin mahalli; kişinin meselâ şöyle demesidir: Allah hastama şifa verirse, sadaka vermek nezrim olsun. Kerahete sebep; anılan ibadetin Allah rızâsı için değil de bildi­rilen maksadın husulüne bağlanmasıdır. Böylece kişi ibadeti bir menfaat kar­şılığında yüklenmiş oluyor...[158] Bu manaya, cahillerin; nezrin umulan mak­sadın husulünü gerektirdiği veya Allah bu faydayı adanılan adaktan dolayı sağlar tarzındaki yanlış zanları eklenir. Hadisteki; nezir hiçbir şeyi değiştir­mez sözü işte buna işaret eder. Bunlardan ilk hal küfre yakındır, ikincisi de apaçık bir hatadır."

2- Adak, Allah'ın takdir ettiği bir şeyi değiştirmez. Dolayısıyla bir kim­se meselâ, "Hastam iyi olursa şu kadar oruç tutayım" diye adakta bulunur ve hastası iyi olursa bu sırf Allah öyle istediği içindir, adakta bulunanın ada­ğından dolayı değildir.

Hadisin Buharı ve Müslim'deki rivayetleri bu hususa daha açık bir bi­çimde delâlet eder. Hadisin Ebû Davud'un rivayetindeki: "O hiçbir şeyi değiştirmez" cümlesi, Buharı ve Müslim'deki bir rivayette: "O hiçbir hayır temin etmez" şeklindedir.

Müslim'de ayrıca şu manaya gelen bir rivayet daha vardır:

"Adak, hiçbir şeyi öne de atmaz geciktirmez de;sadece onun cimriden-mal çıkarılır."

Yine Müslim'de Ebu Hureyre'den rivayetle, Hz. Peygamber (s.a)'in, "Nezretmeyin, çünkü nezir kaderden hiçbir şeye fayda vermez. Onunla sa­dece cimriden mal çıkarılır" buyurduğu bildirilmektedir.

Her ne kadar adağın sonuca tesiri yoksa da, adağın bağlandığı şeyin ta­hakkuku halinde adanılan şey ifa edilmelidir. Hattâbî, nezrin masiyet için olmaması halinde gereğini yapmanın vacip olduğunda müslürnanların itifak ettiklerini söyler. Hz. Peygamber'in, "Onunla sadece cimrinin malı çıkarılır" tarzındaki sözü de muallak nezrin gereğini yapmanın lüzumunu gösterir. Çün­kü normal hallerde fakire fukaraya sadaka vermeyen cimri kişiler, bir men­faat temin edilmek maksadıyla sadaka vermeyi adarlarsa, bu adak onlardan mal çıkmasına sebep olur.[159]

 

Bazı Hükümler

 

1. Rasûlullah (s.a), adakta bulunmaktan nehyetmiştır. Hadisin zahiri bu manayı ifade ediyorsa da, aksı hükme delâlet eden deliller sebebiyle bu mana te'vil edilmiştir. Konu şerh bölümünde de anlatılmıştır.

2. Adağın, bir şeyin olup olmamasına hiçbir etkisi yoktur. Allah neyi takdir etmişse o olur.

3. Bir işin tahakkukuna bağlı olarak edilen nezre, o işin tahakkuku ha­linde itaat lâzımdır.[160]

 

3288... Ebu Hureyre (r.a)'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) (Allah cc'ın şöyle buyurduğunu)[161] söylemiştir:

"Adak adamak insanoğluna; benim kendisi için takdir etmedi­ğim bir şeyi getirmez. Ancak adak insanı, benim kendisine takdir etti­ğim şeye iletir. (Onunla) cimriden mal çıkarılır. Cimri, Önceden ver­mediğini o adağı üzerine verir."[162]

 

Açıklama

 

Bu hadisi Ebû Dâvûd'dan, Ebu'l-Hasen b. el-Abd rivayet etmiştir. Lü'lüî'nin rivayetinde ise mevcut değildir. Bu yüzden Münzirî'nin Muhtasarında yer almamıştır.Avnu'l-Ma'bûd sahibi; Ha­fız Mizzî'nin de bu hadisi el-Etrâf adındaki kitabında zikretmediğini söyle­yerek şaşkınlığım ifade. eder.

Bu hadis, dipnotta da işaret edildiği gibi bir kudsî hadistir. Ancak, sö­zün Allah (c.c)'a nisbeti açıkça gösterilmemiştir. İbn Hacer, Fethu'1-Bârî' de buna işaretle şöyle der: "Bu hadis, kudsî hadislerdendir. Ancak Allah'a nisbeti açıkça ifade edilmemiştir."

Hadisin Buharı, Ebû Dâvûd ve Nesâî'deki rivayetlerinden, onun bir kudsî hadis olduğu hemen anlaşılmaktadır. Çünkü metnin bir bölümünde, ''Nezir insanoğluna, benim kendisi için takdir etmediğim hiçbir şeyi getirmez" de-riilmektedir. İnsanlar için olacak şeyleri takdir eden sadece Allah (c.c) oldu­ğuna göre bu hükmün sahibinin de Allah olması gerekir. Hükmün hikâye yoluyla değii de doğrudan doğruya hüküm sahibine nisbet edilmesi, hadisin kudsî hadis olduğuna delildir.'' Ancak bu durum, Müslim ve îbn Mâce'nin rivayetlerinde bu derece açık değildir. Çünkü yukarıda işaret ettiğimiz cüm-[e Müslim'in Sahih'inde: "Allah'ın kendisi için takdir etmediği bir şeyi..."; Sünen-i İbn Mâce'de, "...Ancak kendisi için takdir edilen şeyi..." şeklinde ifade edilmiştir. Görüldüğü gibi bu rivayetlerde takdir etme işini ya Hz. Pey­gamber Allah'a nisbet etmiş, ya da takdir meçhul olarak kullanılmıştır.

Hadis metnindeki "Cimriden çıkartılır" manasına gelen; cümlesi de; Buharı'de, "Allah, onunla cimriden (mal) çı­karır"; Müslim'de, "Bu nezirle cimriden daha önce vermek istemediği şey çıkartılır"; İbn Mâce'de de, "Nezir sebebiyle cimriden (bir şey) çıkarılır" manalarına gelecek şekilde ifade edilmektedir.

Bundan önceki hadiste olduğu gibi bunda da; arzuladığı bir sonuca ulaş­mak için adakta bulunmanın sonucu değiştirmeyeceği, çünkü olan herşeyin Allah'ın takdirinin eseri olduğu ifade edilmektedir. Ama adak sayesinde nor­mal hallerde bir şey vermeyen cimrilerden mal çıkar. Çünkü cimri, bir şeyin Dİması halinde sadaka vermeyi veya kurban kesmeyi adar ve istediği olursa adadığını vermek zorunda kalacak ve kendisinden mal çıkacaktır.

Adağın, malın çıkmasına sebep olmasında sadece cimrilerin anılması, ;imri olmayanların adak sebebiyle mal vermeyecekleri manasına gelmez. Çünkü muallak nezirde, istenilen şeyin gerçekleşmesi halinde nezrin gereğini yap­mak hem cimri hem de cömert için vacibtir. Cömertler bir şey adamadan ia sadaka verip hayır ve hasenatta bulundukları için, hadiste sadece cimri-er anılmıştır.[163]

 

19. Günah İşlemeyi Adamak (Konusunda Gelen Hadisler)

 

3289... Âişe (r.anha)'den, Hz. Peygamber (s.a)'in şöyle buyurluğu rivayet edilmiştir.

"Allah'a itaat etmeyi adayan kişi itaat etsin. Allah'a isyan etmeyi adayan ise isyan etmesin."[164]

 

Açıklama

 

Hadis-i şerifte geçen Allah'a itaat tabiri, hem farz hem de müstehap olan tâatleri içine alır. Buna göre hadiste; dinen farz, vacip veya müstehap olan bir şeyi yapmayı adayan kişinin adağını ye­rine getirmesi emredilmektedir. İçki içmek, ana babaya isyan etmek, sıla-i rahmi kesmek gibi Allah'ın yasak ettiği bir şeyi yapmayı adayan kişi ise bu adağını yerine getirmemelidir.

Günah olan bir şeyin adanması halinde adağın yerine getirilmemesi ge­rektiğinde âlimler arasında görüş ayrılığına rastlayamadık. Ancak bu durumda olan, yani günah bir şeyi adayıp da dediğini yapmayan kişiye keffaretin ge­rekli olup olmadığında âlimler ihtilâf etmişlerdir.

Bu konuda Hattâbî şöyle der:

"Bu hadis, A_llah'a isyan konusundaki adağın bağlayıcı olmayıp, adak sahibinin adağına vefa göstermemesi gerektiğini beyan etmektedir. Durum böyle olunca o adakta keffaret yok demektir. Eğer bunda keffaret olsaydı, hadiste onun da bahsedilmesi gerekirdi. Bu, Mâlik ve Şafiî'nin görüşlerine uygundur.

Ebû Hanîfe ashabı ve Süfyân-ı Sevrî'ye göre; bir günahı işleme konu­sunda adakta bulunmanın keffareti, keffaret-i yemindir. Bu görüşte olanlar Ebû Davud'un bu babda rivayet etmiş olduğu Zührî hadisini kendilerine de­lil almışlardır."

Şevkânî de, günah olan bir şeyi yapmak üzere adakta bulunmanın ha­ram oluşunda âlimlerin hemfikir olduklarını, ancak adağa riayet edilmedi­ğinde keffaretin gerekli olup olmadığında ihtilâf ettiklerini söyler. Şevkânî'nin bildirdiğine göre; cumhurun görüşü bu durumda olana keffaretin gerekli ol­madığı biçimindedir. Ahmed b. Hanbel, Sevrî, İshak, bir kısım Şâfiîler ve Hanefîlere göre ise keffaret gerekir. Bu görüş sahiplerinin delili, yukarıda Hattâbî'nin görüşü nakledilirken işaret edilen Zührî hadisidir ki bu hadis Hz.Âişe'den rivayet edilmiştir. Şevkânî, bir sayfadan fazla bu hadisin kriti­ğini yapmış, hadisin sıhhati ile ilgili nakillerde bulunmuştur. Bundan sonra gelecek olan mezkur hadisin izahında bu kritiğe temas edilecektir. Burada şu kadarını ifade edelim ki, bu hadis oldukça tenkid edilmiştir.

Günah bir iş işlemek üzere adakta bulunup da bu adağı yerine getirme­yene keffaretin gerekli olduğu görüşünde olanların dayandığı diğer bir ha­dis de Sahih-i Müslim'de, Ukbe b. Âmir'den rivayet edilen; "Nezrin keffareti yemin keffaretidir" manasına gelen hadistir. Çünkü bu hadiste nezir keffaretinin, yemin keffareti olduğu bildirilirken, nezirler arasında bir ayırım ya­pılmamıştır. Nezir sözü genel anlamda kullanılmıştır ki, bu isyanla ilgili olanlar da dahil olmak üzere tüm nezirleri içine alır. Ancak bu hadisin Tirmizî ve İbn Mâce'deki rivayetlerinde, "Adanılan şey söylenmezse, nezrin keffareti, yemin keffaretidir" denilmektedir. Müslim'deki rivayet, bu ilâve ile birlikte gözönüne alınırsa, bu görüşe kaynak olma özelliğini kaybedecektir.

Şevkânî; Hanefîler ve onlarla aynı görüşte olanların görüşlerine delâlet eden hadislere işaret edip, onların tenkidini yapmış olmasına rağmen, karşı görüşe açıktan delil olabilecek bir hadis nakletmemiştir. Sadece, nezrin Al­lah'ın rızasına uygun konularda veya mubah şeylerde olacağına işaret eden hadislerin, bunların dışındaki konularda nezrin olmayacağına işaret ettiğini söylemiştir.

îbn Rüşd de, Bidâyetii'l-Müctehid ve Nihâyetü'l-Muktesid adındaki ese­rinde cumhurun görüşüne delil olarak, üzerinde durduğumuz Hz. Âişe ha­disini göstermektedir. Karşı görüşe dayanak olan hadisler burada da tenkid edilmiştir.

Tirmizî; sahâbîlerin de bu konuda iki ayrı görüşe sahip olduklarını söy­lemektedir.

İbn Kudâme, el-Muğnî adındaki eserinde; İbn Mes'ûd, İbn Abbas, Câ-bir, İmrân b. Husayn ve Semüre b. Cündüb'den de keffaretin gerekli oldu­ğunun rivayet edildiğini, Ahmed b. Hanbel'den ise keffarete gerek olmadı­ğına dair bir rivayet bulunduğunu söyler.

Daha önce belirtildiği gibi, Hanefîlere göre nezrin sıhhati için nezredi-len şeyin ibadet cinsinden olması gerekir. Dolayısıyla günah olan bir şeyi yap­mak için yapılan adaklar nezir sayılmazlar. Belki yemin olarak mütalaa edi­lirler,

Aliyyü'1-Kârî, Mirkât'da İbnü'l-Hümâm'dan naklen; nezri, mutlak ola­rak ve bir şeye niyet etmeden söyleyen yani; "Allah'a nezrim olsun ki şöyle yapacağım veya yapmayacağım" diyen kişinin söylediğini yapmaması ha­linde kendisine yemin keffareti gerekeceğini bildirir. Yine İbnü'l-Hümâm'dan yaptığı bir başka nakilde, masiyet olan nezrin; bizzat kendisi haram olan ve­ya kendisinde ibadet manası bulunmayan konulardaki nezir olduğunu söy­ler. Buna göre; bir kimse, bayram günü oruç tutmayı adaşa, oruç bir ibadet olduğu, fakat bayram günü oruç tutmak haram olduğu için başka bir gün oruç tutarak adağını yerine getirir. Ama haram olmasına rağmen bayram günü oruç tutarsa adağının sorumluluğundan kurtulur.

Bir kimse, tahakkukunu istemediği bir şey üzerine adakta bulunursa, İmam A'zam ve İmam Muhammed'e göre yemin keffareti gerekir. Meselâ birisi, "Filânla konuşursam veya eve girersem, bir sene oruç borcum olsun..." gibi bir adakta bulunsa kendisine yemin keffareti gerekir. Zaruretten dola­yı, âlimlerden bazıları bu görüşü tercih etmişlerdir.[165]

 

Bazı Hükümler

 

1. Bir tâatı işlemek üzere adakta bulunan kimse, nezrım ifa etmelidir.

2. Bir günahı işlemek üzere adakta bulunan o günahı işlemez. Bundan sonra bazı âlimlere göre kendisine yemin keffareti gerekir, bazılarına göre hiçbir şey gerekmez.[166]

 

Günah İşlemeyi Adayana Keffaret Gerekir Diyenler[167]

 

3290... Âişe (r.anha)'dan, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir:

"Allah'a isyan konusunda adak olmaz. (Eğer adanmışsa) onun keffareti yemin keffaretidir."[168]

 

Açıklama

 

Tirmizî, Zührî'nin bu hadisi Ebû Seleme'den işitmediğine işaretle, hadisin sahih olmadığını söyler. Münzirî de; "Tirmi­zî'den başkaları, Zührî'nin bu hadisi Süleyman b. Erkâm'dan işittiğini söy­lemişlerdir. Süleyman b. Erkâm ise metruktür" der.

Şevkânî'nin nakline göre; Ahmed b. Hanbel, "Bu hadisin hiçbir değeri yoktur. Bir kalp para bile etmez" demiştir. Buharî de; "Âlimler bu hadisi terk ettiler. İçlerinde Amr b. Ali, Ebû Dâvûd, Ebû Zür'a, Nesâî, İbn Hib-bân ve Dârekutnî'nin de bulunduğu bir grup da tenkid etmişlerdir" demek­tedir.

Bununla ilgili olarak, Hattâbî de şöyle der:

"Eğer bu hadis sahih olsaydı onunla hükmetmek vacib, onun hükmü­ne dönmek lâzım olurdu. Ancak hadisi bilen âlimler onun maklûb bir hadis olduğunu söylemişlerdir."

Hattâbî bu hükmü verdikten sonra hadisin maklûb oluşu yönünü izah eder. Ancak bu teknik bir konu olduğu için buraya almaya gerek görmedik. İlgi duyanlar aslından bakabilirler.

Bu hadis Sahih-i Müslim'de, İmrân'dan rivayetle şu manaya gelecek şer kilde yer almıştır: "Allah'a isyan konusundaki bir adağa vefa yoktur (edil­mez)"; Müslim'deki başka bir rivayet ise, "Allah'a isyan konusunda adak adanmaz" şeklindedir.

İmam Nevevî, hadisin şerhinde şöyle demektedir:

"Bu hadis, içki içmek gibi günah olan bir şeyi adayanın adağının bâtıl olduğuna delildir. Bu, adak olmaz ve ne yemin keffareti ne de başka bir kef-faret gerekmez. Mâlik, Şafiî, Ebû Hanîfe,[169] Dâvûd ve cumhur bu görüşte­dirler. Ahmed b. Hanbel ise İmrân b. el-Husayn. ve Hz.Âişe vasıtasıyla Ra-sûlullah'tan rivayet edilen; "Allah'a isyan konusunda nezir olmaz. Onun kef-faretı, yemin keffaretidir" hadisi ile hükmederek, bu adak ile yemin keffa­reti gerektiğini söylemiştir. Cumhur ise Müslim'deki, İmrân b. Husayn ha­disini delil almışlardır. "Onun keffareti yemin keffaretidir" hadisi ise ha-disçilerin ittifakı ile zayıftır...".

Avnü'l-Ma'bûd sahibi; İbn Hacer'in, Nevevfnin bu sözüne karşılık, "Ta-havî ve Ebû Ali b. es-Seken bu (Allah'a isyan konusundaki nezrin keffareti, yemin keffaretidir mealindeki) hadisin sahih olduğunu söylemişlerdir. O halde bunun zayıflığına ittifak nerede?" dediğini nakletmektedir.

Sindî de şöyle der: "Hadisteki; "Allah'a isyan konusunda nezir yoktur" sözünün manası, o asla tahakkuk etmez demek değildir. Çünkü bu; "o nez­rin keffareti yemin keffaretidir" sözü ile uyuşmaz. Aksine mana; o nezre vefa gösterilmez, demektir. Nitekim bu, bazı sahih rivayetlerde açıkça gö­rülmektedir."

Bu sözleriyle Sindî de hadisin sahih olduğuna işaret etmektedir.

Üzerinde durduğumuz bu hadisi Aliyyü'1-Kârî, Mirkât'da, hiç bîr ten­kide tabi tutmadan izah etmiş, hatta bunun sıhhatine delâlet eden şu sözleri söylemiştir: "Bu hadisi, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî rivayet etmişlerdir. Hadis (Misbâh'ın) bazı nüshalar(in) da mevcut değildir. Ama sahih olanı mev­cut olmasıdır. Çünkü bu hadisi Suyutî, Câmiu's-Sağîr'in de aynı lafızla zik­retmiştir."

Yine Aliyyü'1-Kârî; "Masiyetle ilgili olan nezrin keffaretinin yemin kef­fareti olduğu" hükmüne Ebû Hanîfe'nin iştirak ettiğini söyleyip, bunun Şâ-fiîler aleyhine delil olduğunu belirttir^

Buraya kadar yazılanlardan Çıkan sonuca göre; âlimlerin bir kısmı, üze­rinde durduğumuz hadisin zayıf olduğunu söylerken, bir kısmı sahih olduğunu iddia etmişlerdir. Hadisin sahih olduğu kabul edildiğinde, günah bir şeyi yapmak üzere adakta bulunana yemin keffaretini gerekli görenler için delildir.

Bu konu bir önceki hadisin izahında açıklanmıştır.[170]

 

3291... İbn Şerh, bize İbn Vehb'den, o; Yunus'dan Yunus da İbn Şihâb'dan önceki hadisi aynı mana ve aynı isnadla rivayet etti.

Ebû Dâvûd dedi ki:

Ahmed b. Şebbûye'yi şöyle derken duydum: "İbnü'l-Mübârek; -bu hadis hakkında- Ebû Seleme haber verdi, dedi. Bu; Zührî'nin, ha­disi Ebû Seleme'den duymadığına delâlet eder."

Ahmed b. Muhammed de; "Eyyûb -yani EbîSüleyman-'un bize haber verdiği şey bu sözün tasdikidir" demiştir.

Yine Ebû Dâvûd dedi ki:

Ahmed b. Hanbel'i şöyle derken işittim: "Bu hadisi bize ifsad et­tiler. " Kendisine: "Sence onun ifsadı doğru mu ve onu İbn Ebî Üveys'-den başkası rivayet etti mi?" denildi. "Eyyûb -yani Eyyûb b. Süley­man b. Bilâl- ondan (İbn Ebî Üvey s) daha iyidir. O hadisi Eyyûb da rivayet etmiştir," karşılığını verdi.[171]

 

Açıklama  

 

Ebu Dâvûd bu sözleri, geçen hadisin zayıflığına işaret için kitabına almıştır.[172]

 

3292... Bize Ahmed b. Muhammedel-Mervezî haber verdi. Bize, Eyyûb b. Süleyman, Ebû Bekir b. Üveys'den, o Süleyman b. Bilâl'-den, Süleyman, İbn Ebî Atık ve Musa b. Ukbe'den, onlar İbn Şihâb'-dan, îbn Şihâb da Süleyman b. Erkâm'dan haber verdi. Süleyman'a Yahya b. Ebî Kesîr, Ebû Seleme vasıtasıyla Hz. Âişe (r.anha)'dan Ra-sûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu bildirmiş:

"(Allah'a) isyan konusunda adak olmaz. (Adanmişsa) onun keffareti, yemin keffarelidir."

Ahmed b. Muhammed el-Mervezî şöyle dedi:

Gerçekte hadis; Ali b. el-Mübârek'in Yahya.b. Ebî Kesîr'den, onun Muhammed b. Zübeyr'den, onun babasından, onun da İmrân b. Hu-sayn vasıtasıyla Hz. Peygamber (s.a)'den rivayet ettiği hadistir.

Mervezîfbu sözüyle), Süleyman b. Erkâm'ın bu hadiste vehme düş­tüğünü ve onu kendisinden Zührî'nin alıp (Süleyman'ı anmadan) mürsel olarak Ebû Seleme'den, onun da Hz. Âişe'den rivayet ettiğini kasdetmiştir.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisin bir benzerini Bakiyye, EvzaVden; Evzaî, Yahya'dan; Yahya, Muhammed' b. Zübeyr'den, Ali b. Müba­rek'in isnadı ite rivayet etmiştir.[173]  

 

Açıklama

 

Bu rivayet, babın ilk hadisinin değişik bir isnadla gelen başka bir rivayetidir. Rivayetin, Sünen'e alınmasından maksat, isnaddaki bir zaafa işaret olduğu için, âdetimizin aksine senedi de terceme ettik.

Rivayeti Ebû Davud'a nakleden Ahmed b. Muhammed el-Mervezî, ha­disin kendisine kadar gelen senedini verdikten sonra, hadisi tenkid eder ve gerçek rivayetin Ali b. el-Mübârek'in senedde işaret edilen rivayeti olduğu­nu söyler.

Ebû Davud'un izahına göre el-Mervezî'nin bu sözdeki maksadı, babın ilk hadisinin senedindeki bir tedlise işarettir. Buna göre; Süleman b. Erkâm hadiste vehme düşmüş ve kendisinden de Zührî rivayet etmiştir. Fakat Züh-rî, Süleyman b. Erkâm'ın zayıf olması sebebiyle, onu atlamış ve doğrudan doğruya Ebû Seleme'den duymuş gibi nakletmiştir. Bu hareketi ile hadisi kuv­vetli göstermek istemiştir.

Sindî, Nesâî haşiyesinde; el-Mervezî'nin bu iddiasına şu şekilde bir iti­razda bulunmaktadır: "Hz. Âişe'nin hadisi; bazı isnadlarda 'Zührî'den, Ebû Seleme'den' bazılarında ise, "bize Ebû Seleme haber verdi' şeklinde varid olmaktadır. Bu, Zührî'nin hadisi Ebû Seleme'den işittiğini gösterir. Bazı is­nadlarda ise; 'Süleyman b. Erkâm'dan, Yahya b. Ebî Kesir ona haber verdi ki o Ebû Seleme'den işitti' şeklindedir. Bu çelişkinin; Zührî'nin bir defa Sü­leyman'dan, bir defa da Ebû Seleme'den dinlemiş olabileceğini söyleyerek giderilmesi mümkündür. Bu takdirde hadisin zayıf olduğunu kesin olarak söyleyemeyiz. Özellikle, Ukbe ve İmrân'ın hadisleri bu hadisin sabit oldu­ğunu gösterir."

Sindî bu sözleri ile, Zührî'yi tedliste bulunma töhmetinden korumakta ve zayıf olduğu iddia edilen bu hadisin sabit olduğunu belirtmektedir.

Hadisin ifade ettiği fıkhı hüküm ve bu hükümle ilgili görüşler babın ilk hadisinde geçmiştir.[174]

 

3293... Ukbe b. Amir (r.a) haber verdi ki:                    .

O, Hz. Peygamber (s.a)'e, yalınayak yürüyerek başı örtüsüz (ba­şı açık) hacca gitmeyi adayan kız kardeşinin durumunu sordu.Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:

"Ona emrediniz, başım örtsün, (bir şeye) binsin ve üç gün oruç tutsun."[175]

 

Açıklama

 

Beyhakî, bu hadisin isnadında ihtilâf olduğunu ve Ebû Dâ-vûd'un İbn Abbas'tan gelen rivayetinde, "(Bir şeye) binsin" sözünden sonra; "Kurban olarak bir deve götürsün" sözünün bulunduğunu söyler.

Avnu'l-Ma'bûd sahibi; Sübülü's-Selâm'dan naklen, söyleyenlerin ismini belirtmeden, bu hadisin, Buhârî ve Müslim'in şartlarına uygun olduğunun söylendiğini nakleder. Yine orada belirıildiğine göre Buharı; "Ukbe b. Âmir'in hadisinde, kurban olarak bir deve götürme emri yoktur. Şayet bu sahihse sanki o, nedb için bir emirdir. Onun vechinde de gizlilik vardır" demiştir.

Hattâbî; Hz. Peygamber (s.a)'in, başı açık olarak hacca gitmeyi ada­yan kadına başını örtmesini emretmesini, günah olan bir şeyi yapmak için bulunulan adağın geçersiz olduğuna delâlet sayar. Hattâbî'nin anlayışına göre; yalın ayak hacca gitme konusundaki adak geçerlidir. Böyle bir adakta bulu­nan gücü yettiği nisbette o şekilde yürür. Yürüyemez hale gelince, bir şeye biner ve Mekke'de bir kurban keser. Avnü'l-Ma'bûd'da ise, yalınayak hac­ca gitmeyi adamanın muteber olmadığı belirtilmektedir.

Yine Hattâbî, 3303 numarada gelecek olan hadisin şerhinde Hz. Pey­gamber (s.a)'in oruçla ilgili emrini şöyle açıklar:

"Hz. Peygamber (s.a)'in, "üç gün oruç tutsun" sözü, orucun hedy (kur­ban edilmek üzere Mekke'ye götürülen hayvaniden bedel olmasından dola-' yıdır. Kadın oruçla hedy arasında muhayyer bırakılmıştır. Bu, av öldüren ihramımın; bu avın varsa benzeri veya kıymetini fakirlere vermek ya da her müd buğdaya mukabil bir gün oruç tutmak arasında muhayyer olmasına ben­zer..."

Hattâbî bu sözleri ile, günah olan bir şeyi yapmayı adayan kişinin adağımn geçersizliği ve kendisine yemin keffareti gerekmediğini belirtiyor. Ha­disi de bu anlayış istikametinde izah ediyor.

Sübülü's-Selâm'da ise, üç gün orucun, günah olan başı açık hacca git­mekle ilgili nezre riayet edilmeyeceği için keffaret olarak emredildiği kayde­dilir. Sübülü's-Selâm'ın ifadesi şu şekildedir: "Her halde üç gün oruç tut­makla ilgili emir, başı örtmemekle ilgili adak sebebiyledir. Çünkü bu, gü­nah işlemek konusunda bir adaktır. O halde bir yemin keffareti gerekmiştir. Bu. hadis, Allah'a isyanı adayana yemin keffareti gerektiğini söyleyenlerin delillerindendir."

Aliyyü'1-Kârî de, buradaki orucun keffaret için olduğuna işaret ediyor ve şöyle diyor:

"Önceden geçtiği gibi günah işleme konusundaki adak gerçekleşir fa­kat ona vefa gerekmez. Aksine o adak yerine getirilmez ve bir yemin keffa­reti ödenir. Bizim görüşümüz ve hadislerden anlaşılan budur..."

Demek ki, âlimler hadisi kendi görüşlerine göre yorumluyorlar. Masi-yetle ilgili nezirden dolayı keffareti gerekli görmeyenler, Hattâbî'nin dediği gibi; karşı tarafta olanlar da Aliyyü'l-Kârî'nin dediği gibi izahda bulunuyorlar. Sübülü's-Selâm sahibi, her iki görüşü benimseyen mezheplerden birin­den olmamakla beraber, Hanefîlerin görüşü istikametinde fikir beyan etmek­tedir.

Hadiste mevzubahs edilen diğer bir konu da; Kabe'ye yaya olarak git­meyi adama meselesidir. Genel olarak âlimlerin bu konudaki fikirleri şöyle­dir: Yaya olarak hacca gitmeyi adamak caizdir. îbn Kudâme; bu konuda ihtilâf bilmiyorum, der. Böyle bir adakta bulunan kişinin gücünün yettiği . ölçüde yürümesi gerekir. Yürümekten aciz duruma düşerse kendisine bir kur­ban gerekir. Şafiî'nin bir görüşüne göre bu kurban müstehaptır. Ebû Hanî-fe'den gelen bir rivayette, böyle bir adakta bulunan kişi ihrama girdiği yer­den itibaren yürümeye başlar. İmam Şafiî'nin meşhur görüşü de bu istika­mettedir. Hanbelîlere göre; yürüyemediği için bineğe binen kişiye bir yemin keffareti lâzımdır.

Kadı İyaz'ın şöyle dediği nakledilir: "Hacca yürüyerek gitmek bir tâat-tir. O halde bunu adayan kişi, diğer tâatleri adadığında olduğu gibi bunda da adağına riayet etmelidir. Ancak yürüyemez hale gelince bir bineğe biner ve bunun fidyesini verir." Yürüyerek gitmeye gücü yettiği halde bineğe bi­nerse, Şâfiîlerden meşhur olan görüşe göre; günahkâr olmakla birlikte hacc veya umresi sahihtir. Kendisine bir kurban gerekir. Bu konuda kurbandan maksat bir koyun kesmektir.

3296 numarada gelecek olan hadis de bu görüşü te'yid etmektedir.[176]

 

Bazı Hükümler

 

1. Günah olan bir şey yapmayı adayan kişi adağını yerine getirmez, uç gün oruç tutar.

2. Yalınayak hacca gitmeyi adayanın adağına riayet etmesine gerek yok­tur.

3. Yaya olarak hacca gitmeyi adayan, gücü yeterse adağını yerine geti­rir. Gücü yetmezse bir bineğe biner ve ceza olarak kurban keser.[177]

 

3294... Bize Mıhled b. Halid haber verdi, bize Abdürrezzak ha­ber verdi, bize İbn Cüreyc haber verdi, İbn Cüreyc; "Bana Yahya b. Saîd yazdı" dedi. Bana, Benî Damra'nm azadlısı Ubeydullah b. Zahr habern verdi, -o herhangi bir adamdı- ki kendisine Ebû Saîd er-Ruaynî, o hadisi Yahya'nın isnadı ve manasıyla haber verdi.[178]

 

Açıklama

 

Bu rivavet yukarıdaki hadisin değişik isnadla gelen başka bir rivayetine işaret etmektedir. Ebû Davud'un bazı nüshaların­da mevcut değildir. [179]

 

3295... İbn Abbas (r.anhüma)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Bir adam Hz. Peygamber (s.a)'e gelip:

Ya Rasûlallah! Kız kardeşim -yürüyerek hacca gitmeyi- adadı. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:

"Şüphesiz Allah (c.c) kız kardeşinin meşakkat çekmesi ile bir şey yapacak değil, (onun yorulmasına muhtaç değildir). (Bir bineğe) binerek hacca gitsin ve yemininden dolayı keffaret ödesin."[180]

 

3296... İbn Abbas (r.anhüma)'dan rivayet edildiğine göre;

Ukbe b. Âmir'in kız kardeşi Kabe'ye yürüyerek gitmeyi adadı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) kendisine, bir bineğe binmesini ve bir hedy götürmesini emretti.[181]

 

3297... îbn Abbas (r.anhüma)'dan rivayet edildiğine göre; Ukbe b. Âmir'in kız kardeşinin yaya olarak hacca gitmeyi adadı­ğı haberi Rasûlullah (s.a)'a ulaşınca Efendimiz:

"Şüphesiz Allah onun adağına muhtaç değildir. Ona emret, bir şeye binsin" buyurdu.Ebû Dâvûd dedi ki:

Bu hadisin benzerini Saîd b. EbîArûbe rivayet etmiştir. Halid de İkrime vasıtasıyla Hz. Peygamberden hadisin benzerini rivayet etmiştir.[182]

 

3298... İkrime'den;

Ukbe b. Âmir'in kız kardeşi... (Yukarıdaki Hişâm'm hadisinin manası rivayet edildi. İkrime bu rivayetinde, hedy (kurban)'i anmadı. Bu rivayette Hz. Peygamber:

"Kız kardeşine emret, bir bineğe binsin" buyurdu (ğu belirti­lir).Ebû Dâvûd dedi ki:

Hadisi, Halid de İkrime'den, Hişâm'ın rivayetinin manası ile ri­vayet etti.[183]

 

3299... Ukbe b. Âmir el-Cühenî'nin şöyle dediği rivayet edilmiş­tir:    

Kız kardeşim, Beytullah'a kadar yürümeyi adayıp, benden ken­disi adına Hz. Peygamber'e danışmamı istedi. Ben de Hz. Peygamber'e danıştım. Rasûlullah (s.a):

"Hem yürüsün, hem de (bir bineğe) binsin" buyurdu.[184]

 

Açıklama

 

3293 numaradaki hadisten itibaren yedi. hadiste bahsedilen olay ve olayın kahramanları aynıdır. Yalnız isnadiarda ve me­tinlerdeki bazı farklardan dolayı musanif hadisi tekrarlamıştır. Rivayetlerin bir kısmının ilk ravisi Ukbe b. Âmir, bir kısmınınki de İbn Abbas'tır.

Metinler arasındaki en önemli farklar da; ilk (3293 numaralı) hadiste Ukbe b.Âmir'in kız kardeşinin yalınayak, başı açık haccetmeyi adadığı bil­dirilmektedir. Bu hadiste, kadının başını açmasının da bulunması, adağı, gü­nah olan bir şeyi adama bölümüne sokmuştur. Onun için Hz. Peygamber kendisine yemin keffareti emretmiştir. Diğerlerinde ise, anılan kadının sa­dece yürüyerek haca gitmeyi adadığı söz konusu ediliyor. Ayrıca, ilk hadiste Hz. Peygamber'in kadına oruç tutmasını emrettiği ifade edildiği halde, di­ğerlerinde bu mevcut değildir. Ancak sonraki bazı hadislerde bir hedy emri yer almaktadır. Bu rivayetlerde, yemin keffareti değil de hedyin emredüme-si, adağın sadece insanın gücünün yetmediği bir şey olmasından dolayıdır.

Hadislerde geçen, Ukbe b. Âmir'in kız kardeşi; Âmir'in kızı Ümmü Hibbân'dır. Hz. Peygamber'e biat etmiştir.

Bir rivayette; kadının şişman olduğu, bu yüzden yürümekte zorluk çek­tiği de bildirilmektedir.

3293 numarar1 iki hadis izah edilirken, yaya olarak hacca gitmenin ada­nabileceği, fakat bu adağın bir özre binaen yerine getirilmemesi halinde kef-faret olarak bir hayvan kurban edileceği belirtilmişti.

Hac ve umre kasdı olmadan, yaya olarak Kabe'ye gitmeyi adamanın geçerli olup olmadığında âlimler ihtilâf etmişlerdir. Ebû Hanîfe'den; umre veya hacc niyeti olmadan yapılan adakların muteber olmadığı rivayet edil­miştir. Şafiî de aynı görüştedir.

Mâlikîlerden bir rivayete ve İbn Ömer ile İbn Zübeyr'e göre; yaya ola­rak hacca gitmeyi adayan kişi, bir müddet yürümekten aciz kalır ve binerse, ertesi sene o binekli geçtiği mesafeyi yürüyerek yeniden haccetmesi gerekir. Aczi devamlı olduğu takdirde bir hedy gerekir.

Bu son hadiste Hz. Peygamber'in, Ukbe'nin kız kardeşi için; "Hem yü­rüsün, hem binsin." şeklinde emir buyurduklarını görmekteyiz. Bundan; gücü yettiği nisbette yürüsün, takatsiz kaldığında da binsin manası anlaşılmakta­dır, îbn Hacer ve Nevevî'nin izahları da bu istikamettedir. Bu anlayış; yaya olarak hacca gitmeyi adayana, aciz değilse adağına uyması gerekir tarzında­ki görüşe uygundur. 3301 numarada gelecek olan Eneş hadisinde, yürüme sözkonusu edilmeden, adakta bulunan zatın bir bineğe binmesinin emredil-diği belirtilmektedir. Çünkü o zat yaşlı idi. Aczi belli idi. Onun için Hz. Pey­gamber (s.a), kendisinden yürümesini istememişti.[185]

 

Bazı Hükümler

 

1. Yaya olarak Kabe'ye gitmek üzere yapılan nezirler sahihtir. Ancak Ebu Hanife ye göre; gidiş maksadı­nın hac veya umre olması gerekir.

2. Böyle bir adakta bulunan kişi, gücünün yettiği ölçüde, adağına ria­yet eder. Yürümekten aciz kaldığı takdirde bir bineğe biner ve bir kurban keser. Bu vaciptir. İmam Şafiî'nin bir görüşüne göre ise müstehaptır.[186]

 

3300... İbn Abbas (r.anhüma) şöyle anlatmıştır:

Rasûlullah (s.a) (insanlara) hitab ederken, güneşin altında ayak­ta duran bir adam görüp durumunu sordu.

Bu, Ebû İsrail'dir. Ayakta durmayı, oturmamayı, gölgelen-memeyi, konuşmamayı ve oruç tutmayı adadı, dediler.

Peygamber (s.a):

"Ona söyleyin; konuşsun, gölgelensin, otursun ve orucunu tamamlasın" buyurdu.[187]

 

Açıklama

 

Münzirî, bazı âlimîerin; hadiste anılan Ebû İsrail'in, Kayser el-Âmirî olduğunu çünkü sahabeler arasında Ebû israil kün­yesinin sadece bu zâta ait bulunduğunu söylediklerini nakleder. Münzirî'nin bildirdiğine göre, Ebû İsrail'in adı bu hadisten başka hiçbir hadiste geçme­miştir. Ebû Kasım el-Beğavî; Ebû İsrail'in adının Kuşeyr olduğunu söyle­miştir.

Bezlü'l-Mechûd'da ise, Ebû Amr'ın; "Onun adının Cuseyr olduğu söylenildi" dediği kaydedilmektedir. Ebû İsrail'in, Ensar'dan mı yoksa Kureyş'ten mi olduğunda da ihtilâf vardır.

Hz. Peygamber (s.a), cemaate karşı konuşma yaparken güneşte ayakta duran birisini görünce adamı merak edip sormuş. Kadı Iyaz; "Hz. Peygamber'in sorusu, adamın adını öğrenmeye yöneliktir. Kendisine cevap olarak isminin söylenmesi de bunu gösterir" der. Ancak başkaları, sorunun hem adamın adını hem de durumunu öğrenmeye yönelik olduğunu söylerler.

Hadis-i şerifte iki yönlü bir adak söz konusudur. Bunlardan birisi masiyet (günah) yönü, diğeri de tâat yönüdür. Adağın güneşin altında hiç otur­madan ayakta durma ve konuşmama şeklinde olan kısmı masiyet, oruç tutma kısmı da tâattır. Hz. Peygamber (s.a); adağın masiyet olan kısmını reddet­miş, ibadete ait kısmının ise devamını istemiştir.

Hadisten anlıyoruz ki, Kur'an'da ve sünnette meşru oldukları belirtil­meyen ve insana eziyet veren şeyler ibadet değildir. Yalınayak yürümek, gü­neşin altında kalmak bu kabildendir.

Avnü'l-Ma'bûd sahibi; Hz. Peygamber'in Ebu İsrail'i ayakta durmak­tan ve güneşin altında kalmaktan men etmesini gözönüne alarak, hadisin, günah işleme konusundaki adakların geçerli olmayacağına hamledildiğini söy­ler. Bundan Önceki babın ilk hadislerim izah ederken bu konuda âlimlerin farklı görüşte oldukları belirtilmiş ve bu görüşlere işaret edilmişti.

Kurtubî de; Ebû İsrail kıssasının, günah olan veya gücünün yetmeyece­ği bir şeyi yapmayı adayana keffaretin gerekli olmadığını söyleyenler için bü­yük bir delil olduğunu söyler. Bu meselenin de münakaşası daha önce geçti. Burada tekrarına gerek duymuyoruz.

Hattâbî; hadisteki, adağa konu olan şeylerden orucun dışındakilerin be­dene eziyet verdikleri ve birer ibadet olmadıkları için, günaha dönüştükleri­ni; dolayısıyla bu adaklara vefanın gerekmediği gibi, keffaretin de lâzım olmadığını savunur.

Bu konuda Aynî'nin söyledikleri de şöyledir: "Oruç bir ibadet oldu­ğu için, Hz. Peygamber (s.a)Ebû İsrail'e orucunu tamamlamasını emretmiş­ti. Ama diğerleri böyle değildir. Bu hadis, mubah olan şeyleri konuşmama ve Allah'ı anmayı terketmenin tâat olmadığına delildir. İçerisinde tâat ol­mayan, kitap ve sünnetle ibadet oldukları bildirilmeyen; güneşin altında dur­mak gibi bedene eziyet olan şeyler de böyledir. Tâat, Allah ve Rasûlü'nün emrettikleridir."

Avnü'I-Ma'bûd sahibi; hadisi, bazı mutasavvıfların nefis tezkiyesi adı altında nefse zulüm ederek kendilerine eza ve cefa etmelerinin caiz olmadı­ğına da delil olduğunu kaydeder.[188]

 

Bazı Hükümler

 

1. İbadet cinsinden bir şeyi yapmayı adayan kişi adagına riayet etmelidir.

2. Günah olan bir şeyi yapmayı adayan kimse, adağının gereğini yerine getirrîıez. Bazı âlimlere göre bunun yerine bir yemin keffareti öder. Bazıları­na göre bir şey gerekmez.

3. Aynı anda içerisinde hem tâat hem de günah bulunan şeyi veya şeyle­ri adayan kişi, tâat cinsinden olanları yapar, günah olanları yapmaz.

4. Kitap ve sünnette emredilmeyen ve bedene eziyet kabilinden olan şeyler tâat değil aksine isyandır.[189]

 

3301... Enes b. Mâlik (r.a)'den rivayet edildiğine göre;

Rasûlullah (s.a), iki oğlunun arasında götürülen bir adam görüp durumunu sordu.

Yürümeyi adadı, dediler.

Bunun üzerine Hz. Peygamber:

"Şüphesiz Allah bunun nefsine azab etmesine muhtaç değildir/' rmyurdu ve (bir şeye) binmesini emretti.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisin benzerini Amr b. Ebî Amr, A’rac'dan, o da Ebû Hureyre vasıtasıyla Hz. Peygamber'den rivayet et­miştir.[190]

 

Açıklama

 

Buhar'î hadisi hem Kitabü's-Sayd'de hem de Kitabü'l-Eymân'da rivayet etmiştir. Kitabü'l-Eymân'daki rivayet ek ;iktir. Tamamı Kitabü's-Sayd'dadır. Orada Hz. Peygamber'in, oğulları ara­mda yürümeye çalışan ihtiyarı görünce durumunu sorması, ( iJU jıu )"Bu-ıun hali ne?!"şeklinde ifade edilmiştir.

Müslim'in Ebû Hureyre'den yaptığı bir rivayette de, Hz. Peygamber'in htiyara: "Ey ihtiyar! Bin, şüphesiz Allah sana da, senin adağına da muhtaç leğildir." buyurduğu belirtilmektedir.

Bazı kaynaklarda, oğulları arasında güçlükle yürüyebilen bu ihtiyarın ıbû İsrail olduğu kaydedilir.

Bu hadis, yaya olarak hacca gitmeyi adayıp da yürümekten aciz olan .işinin bir bineğe binebileceğine delâlet etmektedir. Gerçi burada bu durumda olan kişiye herhangi bir keffaret söz konusu edilmemiştir; ancak, bu babın daha önce geçen hadislerinden bu durumda olanların bir kurban keseceği anlaşılmaktadır. Konunun detaylı incelemesi, önceki hadislerde geçmiştir.[191]

 

3302... İbn Abbas (r.anhüma)'dan rivayet edildiğine göre;

Rasûlullah (s.a) Kabe'yi tavaf ederken, kendisini, burnundaki hal­ka ile bir başkasının çektiği bir adama rastladı. Hz. Peygamber (s.a) halkayı eli ile kopardı ve adama, onu eli ile yedmesini emretti.[192]

 

Açıklama

 

Hadis, BuhaıTde üç defa tekrarlanmıştır. Bunlardan ikisi Kitabü'l-Hacc'da, birisi de Kitabü'l-Eymân-dadır, Bu üç ri­vayetten, hacc bahsindekilerden birisi diğer ikisinden farklıdır. Bu rivayet şu şekildedir:"Hz. Peygamber (s.a) Kabe'yi tavaf ederken bir adama rastla­dı. Adamın eli, başka birine bir kayışla yahud bir iple ya da başka bir şeyle bağlanmıştı. Hz. Peygamber eli ile bu bağı kopardı. Sonra da yanındaki adama;"Bunu elinle yed" buyurdu."

Buharı'deki birbirinin aynı olan diğer iki rivayet de şu manadadır: "Hz. Peygamber (s.a) Kabe'yi bir bağ (yular) ile veya başka bir şeyle tavaf eden bir adam gördü ve o bağı kopardı."

Hadisin Nesâî'deki rivayetinde; anılan adamın bu şekilde tavaf etmeyi adadığı kaydedilmektedir. Zaten hadisin, üzerinde durulan konu ile alâkası, bu rivayet sayesinde daha iyi anlaşılmaktadır. Buharı ve Ebû Davud'un ha­disi nezir konusunda vermeleri de adamın bu şekilde tavafı adadığına delildir.

Aynî; cahiliye devri Araplarınm böyle davranışlarla Allah'a yaklaşacak­larını zannettiklerini söyler. Demek oluyor ki adam, cahiliye devrinden kal­ma yanlış bilgisinden dolayı burnuna bağladığı bir iple çekilerek tavaf etme­yi adamış, Hz. Peygamber de bunu görerek mani olmuştur.

Tercemeye, "Burnundaki bir halka" diye geçtiğimiz kelimesi; devenin boynuna veya burnuna bağlanan kıl veya yünden yapılmış halka şek­linde bir iptir. Demir halka değildir.[193]

 

Bazı Hükümler

 

1. Tavaf esnasında hayırlı şeyler konuşmak caizdir.

2. Tavaf halınde olan kışı, gayrı meşru bir şeyin ya­pıldığını görürse bunu eli ile değiştirmelidir.

3. Bir kimse, Allah'a tâat olmayan bir şeyi adarsa bu adağına riayet ge­rekmez.

4. insanlar, insan şerefine yakışmayacak tutum ve davranışlardan ka­çınmalıdırlar.[194]

 

3303... İbn Abbas (r.anhüma)'dan rivayet edildiğine göre: Ukbe b. Âmir'in kız kardeşi yürüyerek hacca gitmeyi adadı. Ama buna gücü yetmiyordu. Hz. Peygamber (s.a), (Ukbe'ye):

"Şüphesiz Allah (c.c), kız kardeşinin yürümesine muhtaç değildir.(Bir şeye)binsin ve bir deve veya sığır kurban etsin" buyurdu.[195]

 

3304... İkrime, Ukbe b. Âmir'den rivayet etmiştir: Ukbe (r.a) Hz. Peygamber (s.a)'e;

Kız kardeşim Kabe'ye kadar yürümeyi adadı, dedi. Bunun üze­rine Hz. Peygamber (s.a):

"Allah (c.c), kız kardeşinin Kabe'ye kadar yürümesi ile bir şey yapacak değildir." buyurdu.[196]

 

Açıklama

 

Bu iki hadis Lü'lüî'nin rivayetinde mevcud değildir. Onun için bazı matbu nüshalarda yer almamıştır.

Mizzî; bu rivayetlerin Ebu'l-Hasen b. el-Abd'm rivayeti olduklarını, Ebu'I-Kasım'ın bunları zikretmediğini söyler.

Bu rivayetler aşağı yukarı aynı lafızlarla daha evvel geçmiştir. Ancak burada dikkati çeken önemli bir konu göze çarpmaktadır: Yukarıdaki ha­diste Hz. Peygamber'in, kadına binmesini emrettikten sonra bir "bedene" kurban etmesini de emrettiği görülmektedir. Bedene; Hanefîlere göre, bir deve veya sığır; İmam Şafiî'ye göre, bir devedir. Halbuki 3296 numaradaki ha­diste Hz. Peygamber'in hayvan türü anmadan bir hedy götürmesini emretti­ği beyan edilmekteydi. Âlimlerin, hedyin bir koyunla karşılanacağı görüşünde oldukları kaynaklarda ifade edilmektedir. Buna göre ortaya bir güçlük çık­maktadır. Bu rivayette açıkça Hz. Peygamber, "bedene" kesilmesini emret­tiği halde âlimler bir koyun kurban edilmesini nasıl yeterli bulmuşlardır?

Bu rivayetin, Ebû Davud'un bazı nüshalarında bulunmaması, buna se­bep olabilir mi? Bilemiyoruz.[197]

 

20. Beyt-i Makdis'de Namaz Kılmayı Adayan Kimsenin Durumu

 

3305... Câbir b. Abdillah (r.a)'dan rivayet edildiğine göre: Mekke fethi günü bir adam ayağa kalkıp;

Ya Rasûlallah! Ben, Allah sana Mekke fethini nasib ederse Beytü'l-Makdis'de Allah için iki rek'at namaz kılmayı adadım, dedi.Hz. Peygamber (s.a):

"Burada kıl" buyurdu.

Adam sözünü tekrarladı, Hz. Peygamber yine, "Burada kıl" bu­yurdu. Sonra adam sözünü bir daha tekrarladı. Bu sefer Rasûlullah:

"Öyleyse sen bilirsin (burada kılmak istemiyorsan Beytü'l-Makdis'de kıl)"buyurdu.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisin bir benzeri Abdurrahman b. Avf tarafından Rasûlullah (s.a)'dan rivayet edilmiştir.[198]

 

Açıklama

 

Beytü'l-Makdis, Kudüs şehrindeki Mescid-i Aksâ'dır.

Hadis-i Şerif; belirli bir yerde namaz kılmayı adayan kişinin başka bir yerde namaz kılmasıyla adağının yerine gelmiş olacağını göster­mektedir. Avnu'l-Ma'bûd sahibi; bu cevazı, adayanın bulunduğu yerin na­maz kılmayı adadığı yerden daha efdal olması kaydı ile kayıtlamıştır. An­cak bu, âlimlerin üzerinde ittifak ettiği bir nokta değildir.

Hanefî mezhebinde, Züfer'in dışındaki âlimlere göre; bir yer tayin edi­lerek yapılan nezirlerde, anılan yere itibar şart değildir. Kişi istediği yerde adağını yerine getirebilir. Bedâiu's-Sanâi'de şöyle denilmektedir: "Eğer şart, falan yerde namaz kılmak veya falan şehirdeki fakirlere şu kadar sadaka ver­mek borcum olsun şeklinde bir yer ile kayıtlı ise, üç imamımıza göre bu ada­ğın başka bir yerde eda edilmesi caizdir. Züfer'e göre ise bu adak, sadece şart koşulan yerde eda edilebilir."

Merâkı'l-Felâh'ın şu ifadeleri ise, daha müşahhas ve konumuzu izahda daha açıktır:

"Biz, zaman, yer, para ve fakir tayinini hükümsüz saydık. Meselâ, Şa­ban ayı için adanan orucun yerine Receb orucu kâfidir. Mekke'de veya Mescid-i Nebevî'de, ya da Mescid-i Aksa'da kılınmak üzere adanan bir na­maz Mısır'da kılınsa yeterlidir. Çünkü edanın sıhhati, yer itibariyle değil, ibadet itibariyledir."

Şâfiîlere göre; Mescid-i Haram'da namaz kılmayı adayan kimse bu ada­ğını ancak orada eda edebilir. Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa konusunda ihtilâf vardır. İmam Nevevî,Minhâc adındaki eserinde; "Zahir olan Mescid-i Haram gibi, onların da adakta tayin edilmesidir" der.

Şerbinî'nin Muğni'l-Muhtâc' daki ifadesine göre; bir kimse Mescid-i Ne-bevî veya Mescid-i Aksa'da namaz kılmayı adaşa ve Mescid-i Haram'da bu namazı kılsa yeterlidir. Adağı edada Mescid-i Nebevi Mescid-i Aksa'nın ye­rine kaimdir. Ama Mescid-i Aksa, Mescid-i Nebevî'nin yerini tutmaz. Yani Mescid-i Aksa'da namaz kılmayı adayan bu namazını Mescid-i Nebevî'de kılabilir; fakat Mescid-i Nebevî'de namaz kılmayı adayan Mescid-i Aksa'da kılamaz.                     

Sahih-i Müslim ve Ahmed b. Hanbel'in MüsnecTindeki şu hadis yuka­rıdaki ifadeleri takviye etmektedir:

İbn Abbas'dan rivayet edildiğine göre; bir kadın hastalanmış ve, "Al­lah bana şifa verirse gidip Mescid-i Aksa'da namaz kılacağım." diye adakta bulunmuş. Neticede iyi olmuş. Sonra, Kudüs'e gitmek üzere hazırlanıp Mey-mûne (r.anha)'ye gelmiş. Selâm verip durumunu anlatmış. Bunun üzerine Meymûne (r.anha): "Otur ve Rasûlullah'ın mescidinde namazını kıl. Çün­kü ben Hz. Peygamber'in;"Buradaki bir namaz Mescid-i Haram'ın dışın­daki mescidlerde kılınan bin namazdan daha üstündür" buyurduğunu duy-dum"demiştir.

3309 numarada gelecek olan hadiste, "büvâne" denilen yerde kurban kesmeyi adayan kişiye, Hz. Peygamber'in; "Adağını yerine getir" buyur­duğu beyan edilmektedir. Bu, üzerinde durduğumuz hadisle, işaret edilen bu hadis arasında bir çelişki olduğunu göstermez. Çünkü Hz. Peygamber'in ken­disine soru soran şahsa verdiği cevap şart koşulan yerde de adağın ifa edil­mesinin caiz olduğunu gösterir. Yani nezrin şart koşulan yerde edası vacip değil, caizdir. Zaten üzerinde durduğumuz hadisin sonunda da Hz. Peygam­ber: "Öyleyse sen bilirsin" buyurarak bu cevaza işaret etmiştir.[199]

 

3306... Abdurrahman b. Avf bu (yukarıdaki) haberi Hz.Peygam-ber'in ashabından bazı şahıslardan rivayet etmiştir. Ravi, Hz. Peygam-ber'in şöyle buyurduğunu eklemiştir:

"Muhammed'i hak ile gönderen (Allah)'a yemin ederim ki, eğer sen şurada namazını kılsaydın Beyt-i Makdis'te namaz kılmanın yeri­ne kâfi gelirdi." Ebû Dâvûd dedi ki:

Bu hadisi; el-Ensarî, İbn Cüreyc'den rivayet edip, Cafer b. Ömer demiştir. Cafer b. Ömer de (Hafs b. Amr'ın yerine) Amr b. Hayye der. Amr b. Hayye de bunu kendisine, Abdurrahman b. Avf ve Hz. Peygamber'in ashabından bazı adamların haber verdiklerini söyler.[200]

 

Açıklama

 

Bu rivayet, yukarıdaki hadisin biraz farklı bir şeklidir. Şevkânî, bu rivayetin çeşitli yollardan geldiğini ve bu yollardan bir kısmının sika olduğunu, sahabenin meçhul olmasının hadise zarar ver­mediğini söyler.

Ebû Dâvûd, hadisin sonunda, öncekinden farklı bir isnada işaret et­mektedir.[201]

 

21. Kişinin Sahip Olmadığı Bir Şeyi Nezretmesi

 

3307... tmrân b. Husayn (r.a)'dan rivayet edildi. Dedi ki: Adbâ, Benî Akıl kabilesinden bir adamındı ve hacıları (n devele­rini) geçenlerdendi. Adam (devesiyle birlikte) esir edilip bağlı olarak Hz. Peygamber'e getirildi. Hz. Peygamber (s.a); üstünde kadife olan bir eşeğin sırtında idi. Adam:

Ya Muhammedi Beni ve hacıları geçen (bu devey)i niçin tutu­yorsun? dedi.

Hz. Peygamber:

“Seni, müttefiklerin olan Sakif in suçundan dolayı tutuyorum" buyurdu.

Sakîfliler, Hz. Peygamberdin ashabından iki kişiyi esir etmişlerdi.

Akıl kabilesinden olan adam, söylediği sözler içerisinde "Ben de müslümanım -veya ben de müslüman oldum"[202] dedi.

Hz. Peygamber (s.a) geçip gidince -Ebû Dâvûd, "Bu sözü Mu-hammed b. İsa'dan öğrendim" dedi-; Adam:

Ya Muhammedi Ya Muhammedi diye bağırdı. Rasûlullâh (s.a), merhametli (nazik) idi. Adama dönüp;

"Ne istiyorsun?" dedi.

Ben müslümanım.

“Eğer sen bunu kendi işine malikken (esir edilmeden önce) söyleseydin tam manasıyla kurtulurdun."

Ebû Dâvûd; "Sonra Süleyman'ın hadisine döndüm." dedi-: Adam:

Ya Muhammedi Ben açım, beni doyur. Ben susuzum, beni sula. Rasûlullâh:

"Senin ihtiyacın bu -veya bu onun ihtiyacıdır- (isteğini yapın)" buyurdu.[203]

Sonra adam (Sakîflilerdeki) iki kişiye mukabil fidye olarak veril­di. Adbâ'yı ise, Hz. Peygamber binmek için alıkoydu.

Müşrikler, Medinelilerin otlaktaki hayvanlarına baskın yaptılar ve Adbâ'yı da götürdüler. Onu götürdüklerinde müslümanlardan bir kadını da esir etmişlerdi. Onlar geceleyin develerini avlularında çök-türürlerdi. Bir gece hepsi uyudular, kattın kalktı. Elini hangi deveye dokundursa, deve böğürüyordu. Nihayet Adbâ'mn yanma geldi. O ita­atkâr, binilmeye alışık bir devenin yanına gelmişti. Hemen ona bindi, sonra; eğer Allah kendisini kurtarırsa onu mutlaka boğazlamayı adadı.

Kadın Medine'ye gelince, devenin Hz. Peygamber'in devesi ol­duğu anlaşıldı ve Rasûlullâh bundan haberdar edildi. Bunun üzerine Rasûlullâh haber saldı, kadın getirildi. Kendisine kadının adağı bil­dirildi.

Efendimiz:

"Ona ne de kötü ceza vermişsin -veya ona ne de kötü ceza vermiş-; eğer Allah onu bunun üzerinde kurtarırsa onu mutlaka boğazlayacakmış! Allah'a isyan konusundaki ve insanoğlunun sahibi olmadığı şey­deki nezre vefa olmaz" buyurdu.

Ebû Dâvûd: "Esir edilen bu kadın, Ebû Zerr'in karışıdır" dedi.[204]

 

Açıklama

 

Adbâ; Hz. Peygamber'in devesinin adıdır. Son derece cins, süratli bir deve idi. Hadis metnindeki; "hacıları (n develeri­ni) geçen" sözünden maksat da budur.

Metinden anlaşıldığı gibi, bu deve önceleri Benî Akıl kabilesinden biri­sine aitti. Sonra Hz. Peygamber ona ganimet olarak sahip oldu.

Oldukça uzun olan bu hadisin içerisinde, zihne takılan, açı klan il m ası gereken bazı konular var. Önce bunları gözden geçirip bilâhere ihtiva ettiği ahkâma geçelim.

1- Hz. Peygamber (s.a) Benî Akıl kabilesine mensup olan adamı yaka­layınca, adam yakalanış sebebini sormuş; Efendimiz de, "Senin müttefikle­rin olan Sakîf'in suçu sebebiyle" karşılığını vermiştir. Çünkü hadiste de be­lirtildiği gibi Sakîfliler, müslümanlardan iki kişiyi esir etmişlerdi. Şerhlerde bu müslümanların isimlerine ait bir kayda rastlanılmamaktadir.

Burada insanın aklına, birisinin suçu yüzünden Hz. Peygamber başka birisini niçin yakalamıştır? şeklinde bir soru gelebilir. Bu mukadder soruya üç türlü cevap verilmiştir:

a) Sakîflilcr; Benî Akîl kabilesi ile, müslümanlara ve müttefiklerinden birine saldırmayacaklarına dair anlaşma yapmışlardı. Fakat Benî AkîFin müt­tefiki olan Sakîf, müslümanları esir etti ve Benî Akîl buna ses çıkarmadı. Sakîflilerin suçları yüzünden muaheze edildiler.

b) Yakalanan adam kâfirdi ve kendisine emân da verilmiş değildi. Bu durumda olan birisinin yakalanması, esir edilmesi, hatta öldürülmesi caiz­dir. Böyle birinin kendi suçundan dolayı muahezesi caiz olunca, kendisi gibi olan başka birinin suçundan dolayı muaheze edilmesi de caizdir.

Hattâbî, bu izahın îmam Şafii'den nakledildiğini söyler.

c) Hz. Peygamber'in sözünde gizli bir mana vardır. Rasûlullah (s.a); "Seni müttefikiniz olan Sakîflilerin esir ettikleri müslümanlara mukabil fid­ye olarak vermek üzere yakaladık." demek istemiştir.

2- Esir edilen adamın, müslüman olduğunu söylemesinden sonra Hz. Peygamber; "Eğer bunu yetki elinde iken söyleseydin şimdi tam manasıyla kurtulurdun" karşılığını vermiştir.

Fethu'l-Vedûd'da söz, "Eğer o şahıs esir edilmeden önce müslümanlığını haber verseydi hür bir müslüman olurdu. Ama yakalandıktan sonra müs­lüman olduğunu söyleyince köle bir müslüman oldu" şeklinde açıklanmıştır. Nevevî de bu konuyu şöyle izah eder:

"Eğer sen müslüman olduğunu, esir edilmeden önce söyleseydin, tam olarak kurtulurdun. Çünkü o zaman senin esir edilmen caiz olmazdı. Sen de İslâm ile esaretten selâmetle ve malından faydalanmak suretiyle feyz bu­lurdun. Ama esir edildikten sonra müslüman olunca öldürülmen konusun­daki muhayyerlik düşer fakat köleleştirilmen, fidye olarak verilmen ve kar­şılıksız salıverilmen konusundaki muhayyerlik devam eder."

Hattâbî ise, adamın müslüman olduğunu söylemesine rağmen serbest bırakmayıp, fidye olarak kâfirlerin arasına geri gönderilmesini şu şekilde açıklar:

"Mümkündür ki adam müslüman olduğunu samimiyetten uzak bir hile olarak söylemiş, Cenab-ı Allah da Rasûlullah'ı adamın bu yalanına muttali kılmıştır. Adamın; ben açım, doyur, susuzum sula, sözlerine karşılık Rasûlullah'ın; "Senin ihtiyacın işte bu" buyurması da bunu gösterir. Ancak Ra-sûlullah'ın vefatından sonra, ben müslüman oldum diyen hiç kimseye böyle muamele edilemez. Müslümanlığı kabul edilir. İşi Allah'a havale edilir. Çünkü vahiy kesilmiştir."

Nevevî; adamın müslümanlığınm samimi olması ihtimali gözönüne alın­dığında Hz. Peygamber'in onu kâfirlerin yanına göndermesini şöyle izah et­mektedir:

"Bir defa hadiste, adam müslüman olduktan ve fidye ile salıverildikten sonra dâr-i küfre döndüğüne dair bir açıklık yok. Döndüğü farzedilse o zaman, adamın gerek kendi gücü gerek akrabaları sayesinde dinini açığa vura çak kudrette olduğunu söyleriz. Bu durumda olanın küfür diyarına dönmesi de caizdir."[205]

 

Bazı Hükümler

 

1. İslâmda fidye caizdir. Müslümanların esir aldığı bir kimse sonradan müslüman olursa, bu, ganimet sahip lerinin ondaki hakkını düşürmez. Ama, esir alınmadan önce müslüman ol­muşsa malı ganimet olmaz.

2. Kâfirler müslümanlara hücum ederler ve mallarını alırlarsa, bu mala sahip olamazlar. Dolayısıyla, müslümanlar sonra kâfirlere galip gelip o malları geri alsalar, bu mallar ilk sahiplerine ait olur.

Bu görüş İmam Şafiî'ye aittir. Nevevî; hadisin, İmam Şafiî ve onun gi­bi düşünenler için delil olduğunu söyler.

Hanefîlere göre ise; kâfirler müslümanların mallarım ganimet olarak alır ve memleketlerine götürürlerse ona sahip olurlar. Dolayısıyla tekrar müslü­manların eline geçse eski sahipleri hak iddia edemezler. Almak isterlerse be­delini vererek alabilirler.

Hanefîler; Ebû Zerr'in hanımının Advâ'yı Medine'ye getirdikten son­ra Rasûlullah devenin kendisine ait olduğunu ihsas ettirerek, "Kişinin sahi­bi olmadığı şeydeki nezrine vefa yoktur." buyurmasını şöyle izah ederler:

"Kâfirler müslümanlara hücum edip mallarını almış fakat henüz kendi memleketlerine götürmemişlerse, onlara sahip olamazlar. Dolayısıyla müs­lümanlar kâfirlere galebe çalıp malları geri alırlarsa bu mallar ilk sahipleri-nindir.

Bu hadiste de Medine'nin hayvanlarını yağma edip götürenlerin bu mal­ları kendi memleketlerine soktuklarına dair bir kayıt yoktur. Hatta onların develeri, müslümanlardan korktukları için çadırlarının hemen önüne çökert­meleri, daha yolda olduklarını gösterir."

3. Bir kadının, mahremi olmadan yolculuğa çıkmasının yasak oluşu, zo­runlu olmayan yolculuklar içindir. Dinî bir vecibeden dolayı olan yolculuk­lar için değildir.

Bu izah Hattâbî'ye aittir. Hanefîler bu görüşte değildirler.

4. Bir kimse, günah olan bir şeyi yapmak için adakta bulunursa adağı­nın gereğini yerine getirmez.

5. Sahibi olmadığı bir şeyi sadaka olarak vermeyi veya böyle bir hayva­nı kurban etmeyi adayan kişi bu adağını yerine getirmez.[206]

 

22.Vefa Gösterilmesi Emredilen Adak

 

3308... Amr b. Şu'ayb'ın, babası vasıtasıyla dedesinden rivayet ettiğine göre:

Bir kadın Hz. Peygamber (s.a)'e gelip;"Ya Rasûlallah, ben senin huzurunda def çalmayı adadım" dedi. Hz. Peygamber(s.a): "- Nezrini yerine getir" buyurdu. Kadın:

Ben, -cahiliye ehlinin kurban kestikleri yeri işaret ederek- şöyle şöyle bir yerde kurban kesmeyi adadım, dedi.

Rasûlullah:

“Resim şeklindeki bir put için mi?"

Hayır.

"Heykelden bir put için mi?"

Hayır.

“Nezrini yerine getir"[207]

 

Açıklama

 

"Resim şeklindeki bir put" diye terceme ettiğimiz  “Sanem'', İbnü'l-Esîr'in en-Nihâye adındaki eserinde belirtiği ne göre; cüssesi olmayan resimden puttur. "Heykelden bir put" diye terce­me ettiğimiz  "Vesen" de; herhangi bir maden, taş veya tahtadan yapılmış, cüssesi olan insan heykeli veya benzeri putlardır. Vesen ve sanem kelimeleri arasında bir fark olmayıp, birinin diğeri yerinde kullanıldığını söy­leyenler de vardır.

Adağın tâat cinsinden olması icabettiği ve bu tip adaklara riayetin ge­rekli olduğu, daha önce geçen bahislerde belirtilmişti. Yine oralarda, günah olan bir şeyi yapmak üzere edilen nezirlere itaat edilmeyeceği ve bazı mez­heplere göre bunun yerine bir yemin keffaretinin ödenmesi gerektiği söy­lenmişti.

Üzerinde durduğumuz hadiste anılan kadının iki ayrı adağının olduğu görülmektedir. Şimdi bunları teker teker ele alıp inceleyelim:

1- Hz. Peygamber (s.a)'in huzurunda def çalma tarzında olan adak:

Tirmizî'nin Menâkıb'da rivayet ettiği bir hadisten anladığımıza göre,

bu adak Hz. Peygamber'in bir savaştan dönmesi ile alâkalıdır. Orada belir­tildiğine göre, Peygamber (s.a) bir savaştan döndüğünde siyah bir cariye kar­şısına çıkıp; "Ya Rasûlallah, Allah seni sağ salim getirirse senin huzurunda def çalmayı adadım" demiştir.

İbn Hibbân'ın Sahih' indeki bir rivayetinde de Hz. Peygamber'in kadı­na, "Eğer adadınsa yap, ama adamadınsa yapma*' buyurduğu; kadının da "adadım" dediği ilâve edilmektedir. Yine bu rivayette belirtildiğine göre, Hz. Peygamber oturmuş, cariye de kalkıp def çalmıştır.

Yukarıda da ifade edildiği üzere, bu def çalmayı adama konusu Hz. Pey­gamber'in bir savaştan dönmesi ile alâkalıdır. Yani Rasûlullah'ın dönmesi­ne, buna karşılık kâfirlerin rezil olmasına sevinmenin bir nişanesidir. Bu hal def çalmayı adamaya bir tâat havası vermektedir. Hattâbî, buna işaretle şöyle der:

"Def çalmak, adakların bağlanabileceği tâatlerden değildir. En iyi hali olsa olsa mubah olur. Ancak Hz. Peygamber'in bir savaşından Medine'ye dönmesi, kâfirlerin perişanlığı ve münafıkların burnunun sürtülmesi bu se­vinci doğurduğu için bir çeşit nafile ibadet olmuştur. İşte bundan olayı def çalmak mubah olmuştur."

2- Kâfirlerin kurban kestikleri bir yerde kurban kesmek ile ilgili adak:

Hz. Peygamber, bu adağın bir put için olup olmadığını sormuş; "hayır" cevabını alınca, nezrin yerine getirilmesini emretmiştir. Bu gösteriyor ki, eğer adak meşru ise adandığı yerin gayri meşru olması adağa mani olmaz. An­cak, bizim Bezlü'l-Mechûd'un izahına bakarak, "Bir put için mi adadın" diye terceme ettiğimiz cümle, Avnü'l-Ma'bûd'da; "Cahiliye insanları orada bir put için mi kurban keserlerdi?" şeklinde izah edilmiştir. Buna göre Hz. Peygamber (s.a),, kadının kurban kesmek üzere adakta bulunduğu yerin kâ­firlerin putları için kurban kestikleri bir yer olup olmadığını sormuş, "hayır" mcevabını alınca, nezrine vefa göstermesini emretmiştir. Avnü'I-Ma'bûd'un bu izahı kâfirlerin tapındıkları, bayram yaptıkları ve putları için kurban kes­tikleri yerlerle kayıtlı olan adaklara itibar edilmemesi gerektiğini gösterir. Daha önce belirtildiği üzere, herhangi bir yerde ifa edilmek üzere yapı­lan nezirlerin, denilen yerlerde yapılması âlimlerin çoğuna göre lâzım değil­dir. Bir kimse kâfirlerle hiçbir alâkası olmasa bile, falan yerde kurban kes­meyi adaşa, başka bir yerde adağını ifa edebilir. Buna göre, hadiste bahsi geçen kadının adağı haddizatında bir tâattir. Yani nezre konu olması caiz­dir. Bu adağını orada yerine getirmesi için de hadiste herhangi bir kayıt mevcut değildir.[208]

 

Bazı Hükümler

 

1. Bir ibadete vesile olan hareketler, birer nafile ibadet hükmündedir.

2. Allah'a isyan olmayan konulardaki adaklar yerine getirilmelidir.

3. Bir adağın, kâfirlere mahsus bir yerle kayıtlanması, o adağı meşru olmaktan çıkarmaz. Ancak bu yer kâfirlerin putları için tapındıkları bir yer­se durum farklıdır.[209]

 

3309... Sabit b. Dahhâk (r.a)'den rivayet edilmiştir. Der ki: Rasûlullah (s.a) zamanında bir adam, Büvâne'de bir deve kesmeyi adadı. Hz. Peygamber'e gelip:

Ben Büvâne'de bir deve kurban etmeyi adadım, dedi.Hz. Peygamber:

"Orada cahiliye putlarından tapınılan bir put var mı?" dedi.

Sahâbîler: Hayır, dediler. Hz. Peygamber:

"Orada onların bayramlarından bir bayram var mı?" Sahâbîler: Hayır, dediler. Hz. Peygamber, adama:

"Adağını yerine getir. Şüphesiz Allah'a isyan konusundaki ve insanoğlunun malik olmadığı şeydeki adağa vefa yoktur."buyurdu.[210]

 

Açıklama

 

Hz. Peygamber'e soru soran zâtın, Kerûm b. Süfyân b. Ebân veya Kerûm b. Kays b. Ebî Sâib olduğu şeklinde gö­rüşler vardır.[211]

Büvâne, İbnü'l-Esir'in ifadesine göre; Arap denizi taraflarında bu gü­ne kadar Nahle diye meşhur olmuş olan Yenbu kasabasının arka tarafında bir tepedir

Telhîs'de, Ebû Ubeyde'ye atfen; Büvâne'nin, Şam ile Diyarbakır ara­sında bir yer adı olduğu söylenir. Beğavî ise , Mekke'nin aşağısında Yelem-lem yakınlarında bir yer olduğunu söyler.

Büvâne yerine Bevâne denildiği de vakidir.

Hz. Peygamber (s.a) bu hadiste Allah'a isyanı konu edinen ve insanın sahib olmadığı şeylerden olan adakların meşru olmadığına işaret etmiştir. Bazı âlimler bu ifadelerden, ibadet cinsinden olmamakla beraber yapılması yasak olmayan mubah şeyleri adamanın caiz olduğu sonucuna varmaktadırlar. Ancak bu mefhumu muhalefetle hüküm çıkarmadır. Mefhumu muhalefet de bazı âlinilerce delil sayılmaz.

Daha önce geçen ve; "Adak ancak, kendisi ile A Han'ın rızası istenilen şeyde olur" manasına gelen hadis, nezre konu olan şeyin ibadet cinsinden olmasını gerekli kılar.   O zaman hadisler arasında bir çelişki sözkonusu ol­maktadır. Zahirde görülen bu çelişki iki yolla giderilebilir:

1- Üzerinde durduğumuz hadiste Hz. Peygamber'in yapılması mubah olan şeylerde nezrin caiz olduğunu bildiren sarih bir ifadesi yoktur. Aksine, Allah'a isyan konusunda ve kişinin sahip olmadığı şeyde nezrin olmayacağı­nı söylemiştir. Öbür hadis ise, ibadet cinsinden olmayan şeylerde nezrin ol­madığında açıktır.

2- Bu hadisin mubah şeylerde nezrin cevazına işaret olduğu kabul edi­lirse, bu mubaha mutlak manada bakılmaz. Bazı mubahlar niyetle ibadet haline gelir. Meselâ gece ibadete kalkabilmek maksadıyla gündüz uyumak, sonucu tâat olan bir mubahtır. Yine gündüz oruca dayanabilmek için sahur yemeği yemek, niyette tâat olan mubahlardandır. O halde burada kastedi­len mubah; ibadet kastı olan veya ibadete yardımcı olması maksadı güdülen mubahtır.[212]

 

3310... Meymûne binti Kerdem'in şöyle dediği rivayet edil mistir: Hz. Peygamber'in (veda) haccında babamla birlikte çıktım. Ra-sûlullah (s.a)'ı gördüm. İnsanların "Rasûlullah" dediklerini duydum. Gözümle onu takibe başladım. Babam kendisine yaklaştı. Rasûlullah devesinin üzerinde idi. Elinde öğretmenlerin sopası gibi (ince) bir so­pa vardı. Bedevilerin ve insanların "Tab, tab" [213] dediklerini duydum.

Babam ona (iyice) yaklaştı, ayağını tuttu. Hz. Peygamber buna ses çıkarmadı,[214] durup babamı dinledi. Babam:

Ya Rasûlallah, ben bir erkek çocuğum dünyaya gelirse, Büvâne (dağı)'nin tepesinde dik yokuşlu yollarda   birkaç koyun kurban et­meyi adadım, dedi. -Abdullah b. Zeyd: "Tam bilmiyorum ama, gali­ba elli koyun demişti" dedi.- Rasûlullah:

"Orada putlardan bir şey var mı?" diye sordu. Babam:

Hayır, dedi. Rasûlullah (s.a):

"Allah için adadığın şeyi yerine getir" buyurdu.Meymûne devamla şöyle dedi:

Babam koyunları toplayıp kesmeye başladı. Koyunlardan biri kur­tulup kaçtı. Babam; "Ey Allah'ım, benim adağımı ödet" diyerek onu aradı. Buldu ve kesti.[215]

 

Açıklama

 

Bu hadis, Kitabü'n-Nikah'da 2103 numarada geçmiştir. Ancakj Kerdem'in Hz. Peygamber'in ayağını tuttuktan sonra Rasûlullah'la konuşması, buradakinden tamamen farklı olarak takdim edil­miştir.

Bu hadisle, bir önceki hadisteki vakıanın aynı olup, rivayetlerinde bazı farklılıkların bulunması mümkün olduğu gibi, ayrı ayrı hâdiselerle ilgili ol­maları da mümkündür.

Adakta bulunan şahsın; dağ tepelerinde, sarp yokuşlarda kurban kes­meyi adaması, adağına kuvvet kazandırmak içindir. Gerçi adaklar bir şeyin olup olmamasına tesir etmez, Allah'ın takdirini değiştirmez. Fakat, anlaşılı­yor ki adak sahibi Hz. Peygamber'i ilk defa görmüş, onun sohbetinden isti­fade edememiştir. Onun için, adağın ve adağı zorlaştırmanın takdire tesiri olmayacağını bilmiyordu. Eskiden kalma bilgisine dayanarak, eğer yapılması zor bir şey adarsa arzusuna nail olacağını zannediyordu.

Hadis, bir yerle kayıtlı olan adakların eğer o yerlerde tevhide aykırı bir şey yoksa oralarda eda edileceğine delil gösterilir. Hattâbî şöyle der:

"Hadis; Mekke'de veya başka bir yerde, yemek yedirmeyi ya da kur­ban kesmeyi adayan kişinin, bu adağını başka yerlerin fakirlerine ifa etme­sinin caiz olmadığına delildir. Bu görüş Şafiî mezhebine göredir. Şafiî'den başkaları bu adağın başka yerlerde de eda edilebileceğini söylerler."

Hadisin, Hattâbî'nin anladığı manaya delâlet etmesi mümkündür. Ama bu kesin değildir. Çünkü Hz. Peygamber, bir defa kurbanların orada kesil­mesinin şart olduğunu söylememiştir. Ayrıca "Orada putlardan bir şey var mı?" diye sorarken, kurbanın kesilip kesilemeyeceğini değil de adağın sahih olup olmadığını aramış olabilir. Çünkü eğer orada put varsa adağın eski alış­kanlıklara binaen, Allah rızasından başka bir şey için olması tehlikesi mev­zubahistir. Nitekim Ahmed b. Hanbel ve Beğavî'nin rivayetlerinde İbni Kerdem'in; "Ben cahiliye devrinde iken Büvâne'nin tepesinde birkaç koyun kesmeyi adadım..." dediği belirtilmektedir.[216]        

          

3311... Amr b. Şu'ayb, Meymûne binti Kerdem b. Süfyân kana­lıyla babası Kerdem'den, önceki hadisin benzerini rivayet etmiştir. Bu rivayet Öbüründen biraz muhtasardır.

(Bu rivayete göre) Hz. Peygamber (s.a):

"Orada put veya cahiliye bayramlarından bir bayram var mı?" dedi.

Kerdem:

Hayır, dedi. (Kerdem der ki):

Benim şu annemin yürüme adağı borcu var, onu ödeyeyim mi? İbn Beşşâr bazan, "onu ödeyelim mi?" derdi- dedim; (Rasûlullah:)

“Evet" buyurdu.[217]

 

Açıklama

 

Hadis yukarıdaki hadisin tarkiı bir rivayetidir. İzahı gerek­tirecek bir şey yoktur.[218]

 

23. (Tüm) Malını Sadaka Olarak Vermeyi Adayan Kimse Hakkındaki Hadisler

 

3312... Kâ'b b. Mâlik'den rivayet edilmiştir,, şöyle demiştir: Rasûlullah'a:

Yâ Rasûlallah! Şüphesiz Allah ve Rasûlü için sadaka olarak ma­lımdan soyulmam (malımın tümünü sadaka olarak vermem) benim tev-bem (in kemalin) dendir, dedim.

Rasûluliah (s.a):

"Malının bir kısmını kendine alakoy, bu senin için daha hayır­lıdır." buyurdu.

Kâ'b demiştir ki:

Ben de; Hayber'deki sehmimi kendime alıkoyuyorum, dedim.[219]

 

Açıklama

 

Hadisin zahirî manasının babın mevzuu ile pek bir münasebeti yok gibidir. Çünkü bab, malının tamamını dağıtmayı adamakla ilgilidir. Hadiste ise, Kâ'b (r.a)'ın malını tasadduk etmeyi adadığına dair bir kayıt mevcut değildir. Hatta Hz. Kâ'b'ın tevbenin kemali için malını dağıtmak istediği ve bunu Rasûlullah'a danıştığı açıkça ifade edilmektedir.

Sarihler, hadisin başlık ile münasebetini bir takdir yaparak izah eder­ler. Buna göre babın manası; "Bir günahtan dolayı tevbe eden kişi malının hepsini sadaka olarak verse veya malının tümünü tasadduk etmeyi adaşa bu adağı geçerli midir?" şeklinde olmalıdır.

Kâ'b b. Mâlik, Tebük seferine iştirak etmeyip bundan dolayı Allah'a tevbe eden ve tevbesi kabul edilen üç kişiden birisidir. Bu hadiste konu edi­len tevbe işte bu tevbedir. Yani Kâ'b; sefere iştirak etmemesinden dolayı et­tiği tevbeye, malını fukaraya dağıtmayı da eklemek istemiştir.

Hadiste Hz. Peygamber (s.a)'in, kendisine soru soran Kâ'b'a; malının bir kısmını kendisi için alıkoymasını emrettiğini görüyoruz. Bu durumda olan bir kimsenin alıkoyacağı malın oranı ve böyle bir adağın hükmü gibi konu­larda, âlimlerin farklı görüşleri vardır. Bu babdaki hadislerin hepsi aşağı yu­karı aynı manayı ifade ettikleri ve bazılarında konuya açıklık getirecek kayıtlar bulunduğu için biz bu görüşleri babın sonuna almayı uygun bulduk.

Bilindiği gibi, Hz. Peygamber (s.a); Hz. Ebü Bekir'in malının tamamı­nı Allah yolunda sarfetme yolundaki arzusuna karşı çıkmamıştır, Bezlü'l-Mechûd sahibi, Ebû Bekir ile Kâ'b'a yapılan muamelelerin farklılığını, on­ların mertebelerindeki farklılığa hamletmiştir.[220]

 

3313... Kâ'b b,. Mâlik'in oğlu Abdullah'ın babasından rivayetine göre;

Kâ'b, tevbesi kabul edilince, Rasûlullah (s.a)'a:

Ben malımdan soyulacağım... (malımın hepsini dağıtacağım), dedi.

Ravi Ahmed b.  Salih (bundan sonra),  "O senin için daha hayırlıdır" sözüne kadar, önceki hadisin benzerini söyledi.[221]

 

3314... Kâ'b b. Mâlik'den rivayet edildiğine göre;

O veya Ebû Lübâbe ya da Allah'ın dilediği birisi, Hz. Peygam­ber (s.a)'e:

İçerisinde günaha girdiğim, kavmimin bu yurdunu terketmek ve malımın tümünden sadaka olarak soyulmak benim tevbemdendir, dedi.Hz. Peygamber (s.a):

“Üçte birini vermen yeter" buyurdu.[222]

 

Açıklama

 

Bu rivayette Hz. Peygamber (s.a)'e gelip, malının tümünü tev-besinin kemali için sadaka olarak dağıtmayı istediğini söyle­yen zâtın kim olduğunda şüpheye düşülmüştür. Anılan şahsın Kâ'b b. Mâ­lik olabileceği gibi Ebû Lübâbe veya bir başkasının da olabileceğine de işa­ret edilmektedir.

Ebû Lübâbe de, Kâ'b b. Mâlik gibi, Tebük seferine iştirak etmeyip tev­be eden ve tevbesi kabul edilenlerdendir. İbn Abdilberr'in el-İstîâb fî Ma'rifeti'I-Ashâb adındaki eserinde naklettiğine göre; Ebû Lübâbe, Tebük seferine gitmemiş, sonra kendisini bir direğe bağlayıp, Allah tevbesini kabul edinceye kadar çözmemeye, hiçbir şey yiyip içmemeye yemin etmişti. Bir hafta bir şey yiyip içmeden kalıp bayılmış, sonunda kendisine tevbesinin kabul edil­diği haber verilmiş fakat o, "Bu sefer de Rasûlullah gelip çözünceye kadar kendisini çözmemeye yemin etmiş", nihayet Hz. Peygamber gelerek onu eli ile çözmüştür. Bunun üzerine Ebû Lübâbe: "Ya Rasûlallah! İçerisinde gü­naha girdiğim kavmimin evini terketmek ve bütün malımdan, Allah ve Ra-sûlü için soyulmak da benim tevbemdendir" demiş, cevap olarak Hz. Peygamber (s.a): "Üçte biri yeter, ya Ebâ Lübâbe" karşılığını vermiştir.

Görüldüğü gibi, İbn Abdilberr, bahsetmekte olduğumuz hadisteki sa-ıâbînin Ebû Lübâbe olduğunu belirtmektedir. İmam Mâlik'in Muvatta'ın-ia da Ebû Lübâbe'nin adı geçmektedir.

Muvatta'ın rivayeti şu şekildedir:

İbn Şihâb'a haber verildi ki Ebû Lübâbe b. Abdilmünzir, tevbesi kabul edildiğinde:

Ya Rasûlallah, içerisinde günaha girdiğim kavmimin yurdunu terke-lip sana komşu olayım mı? Allah ve Rasûlü için sadaka olarak malımdan ;oyulayım mı? dedi.Hz. Peygamber (s.a):

"Bunun yerine, üçte biri yeter" buyurdu.

İmam Mâlik, yukarıdaki hadisi naklettiği babın sonunda Ebû Lübâbe'-ıin hadisine istinad ederek; malının tümünü Allah yolunda harcamayı ada-'inın, malının üçte birini dağıtmasının yeterli olduğunu söyler.[223]

 

3315... Ma'mer, Zührî'den; Kâ'b b. Mâlik'in oğlunun şöyle de­liğini nakleder:

Ebû Lübâbe...

Ravi önceki rivayeti mana olarak zikretti. Hâdise Ebû Lübâbe'-e aittir.

Ebû Dâvûd dedi ki:

Bu hadisi, Yunus, İbn Şihâb'dan, o da Sâib b. EbîLübâbe oğul-ırının birinden rivayet etti.

Zebîdî de, Zührî vasıtasıyla Hüseyn b. Sâib b. Ebî Lübâbe'den ir benzerini rivayet etmiştir.[224]

 

Açıklama

 

Önceki rivayetlerde, malının tümünü sadaka olarak vermek hâdisesi, Kâ'b b. Mâlik'e isnad edilmekte idi. Burada ise hadisenin kahramanı olarak Ebû Lübâbe anılmaktadır. Musannif, işte bu­na işaret etmek için bu rivayeti nakletmiştir.[225]

 

3316... Kâ'b b. Mâlik'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Ya Rasûlallah! Şüphesiz malımın tümünü Allah ve Rasûlü'ne sadaka olarak çıkarmam, benim Allah'a tevbemdendir, dedim..Hz. Peygamber:

"Hayır" buyurdu.   

Yarısını, dedim. “Hayır" buyurdu.

Üçte birini, dedim.

"Evet" karşılığını verdi. Ben de;

Hayber'deki sehmimi alıkoyacağım, dedim.[226]

 

Açıklama

 

Görüldüğü gibi, bu rivayet, öncekilerden biraz daha farklı­dır. Bunda fazla olarak; Kâ'b b. Mâlik'in, önce malının tümünü sadaka olarak vermek istediğini, Rasûlullah kabul etmeyince yarısı­nı; yine kabul etmeyince, üçte birini vermeyi istediğini ve Efendimiz'in de bunu uygun bulduğunu görmekteyiz. Zaten hadisin değişik rivayetlerinin tek­rar tekrar verilmesi, rivayetler arasındaki bu farklara işaret içindir.

Bu babdaki rivayetlerin tümünden, malının tamamını Allah yolunda sa­daka olarak vermeyi adamanın caiz olduğu anlaşılmaktadır. İbn Rüşd, bu konuda âlimlerin ittifak halinde olduklarım söyler ve bu hükmün; nezirlerin bir şarta hağholmadan mutlak olması haline ait olduğunu kaydeder. Nez­rin, "Şu işi yaparsam, şu adağım olsun" gibi bir şarta bağlı olması halinde;

Şafiî'ye göre bu nezre riayetin gerekli olmadığını, ancak sahibine yemin kef-fareti gerektiğini de belirtir.

Malının tümünü Allah yolunda sarfetmeyi adayan kişinin, bu adağım nasıl eda edeceği konusunda âlimler oldukça farklı görüşler ileri sürmüşler­dir. Fethu'1-Bârî ve Neylü'l-Evtâr'da bu konuda on ayrı görüş olduğu kay­dedilir. Avnu'l-Ma'bûd, el-Muğnî ve Bidâyetu'l-Müctehid'de de işaret edilen bu görüşlerden, günümüzde mensubu bulunan mezhep imamlarına ait olan­ları şöyledir:

İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre; böyle bir adakta bulunan kişi malının üçte birini sadaka olarak verir.

İmam Şafiî'ye göre; malının tamamını verir. İbrahim en-Nehaî de İmam Şafiî ile aynı görüştedir. Bu hüküm, nezrin teberrur yemini olması ile ilgili­dir. Lücâc ve öfke halinde edilen nezirde, isterse yemin keffareti de verebi­lir.

Teberrur nezri; mutlak veya bir menfaatin temini ya da bir zararın defi şartına bağlanan nezirdir. Lücâc ise, husumet ve öfke halinde yapılan nezir­dir. İnat nezri demektir. Meselâ, birisiyle konuşmak istemeyenin, "Falanla konuşursam bir hacc nezrim olsun" demesi gibi.

İmam A'zam Ebû Hanîfe'ye göre; zekâta tabi olan mallarının tümünü verir. Nezreden; nezrini, olmasını arzu etmediği bir şarta bağlarsa İmam A'-zam'dan bi: görüşe göre, bu şartın tahakkuku dışında yemin keffareti gere­kir. İmam Muhammed de aynı görüştedir.

Neylü'l-Evtâr'da, sahibine işaret edilmeden şöyle bir söz nakledilir:

"Denildi ki, malın tümünü sadaka olarak vermek, duruma göre deği­şir: Güçlü olan, buna sabredeceği bilinen kişiye mani olunmaz. Malını da­ğıtmasına izin verilir. Hz. Ebû Bekir'in yaptığı bu şekilde mütalaa edilir..."[227]

 

Bazı Hükümler

 

1. Bir kimsenin, malının tümünü sadaka vermek üzere adakta bulunması caizdir.

2. Bu durumda olan kişi kendisi için bir miktar mal bırakır.

3. Günahından tevbe eden kişinin, tevbesini sadaka ile güçlendirmesi meşrudur.[228]

 

24. Ölünün Adağını Onun Namına İfa Etmek

 

3317... İbn Abbas (r.anhüma)'dan rivayet edildi ki: Sa'd b. Ubâde (r.a), Rasûlullah (s.a)'tan fetva sorup;

Şüphesiz annem ödemediği bir nezir borcu olduğu halde öldü (ne yapayım?) dedi. Hz. Peygamber (s.a):

Onun yerine sen öde" buyurdu.[229]

 

Açıklama

 

Bezlü'l-Mechûd'un ta'likmda, Evcez ve Feth'den naklen, İbn Abbas'ın mezkûr kıssaya şahit olmadığı, dolayısıyla bu ha­disin sahâbî mürsellerinden olduğu ifade edilmektedir.

Hadisin tahricinde görülebileceği gibi, bu hadis Kütüb-i Sitte'nin tama­mında mevcuttur. Ebû Davud'un rivayeti, ifade olarak diğerlerinden biraz farklıdır. Buharî'nin Kitabü'l-Eymân'daki rivayetinin sonunda ravilerden bi­risi; "Bundan sonra da (ölenin nezrini ödeme) sünnet halini aldı" demekte­dir.

Kadılyaz; "Görünen, onun nezri ya maldı, ya da mutlaktı" demektedir.

Askalânî, bu ilâveyi; Şu'ayb'ın Zührî'den yaptığı rivayetin dışında hiç­bir rivayette görmediğini söyler.

Hadiste anılan, Sa'd'ın annesinin adı, Amra'dır. Kadının babasının adı­nın ise Mes'ud mu yoksa Sa'd mı olduğunda iki farklı görüş vardır.

Sa'd b. Ubâde'nin annesinin adağının ne olduğu konusunda kesin bir görüş mevcud değildir. Bu meseleye ışık tutan haberler birbirleri ile çelişki arzetmektedir. Bu eserlerde kadının adağının; oruç, köle azad etmek ve sa­daka olduğuna dair kayıtlar yer almaktadır.

Askalânî, Fethu'1-Bârî'de konu ile ilgili farklı haberleri verdikten ve Kadı Iyaz'in yukarıdaki sözüne işaret ettikten sonra; "Bence, o adak Sa'd'e göre muayyendi" demektedir.[230]

Hadis-İ şerif, ölünün borçlarının ödenmesinin gerekli olduğuna delil­dir. Ancak borcun çeşidi ve cinsine göre âlimler arasında farklı görüşler var­dır:

Eğer borç, kullara ait malî bir borçsa, ölünün terekesinden bu borç öde­nir. Bu konuda her hangi bir ihtilâf bilinmemektedir.

Borç adaktan dolayı ise,bu adak ya malîdir ya da bedenîdir. Adak da, ya öldüğü zamanki hastalığı esnasında olmuştur, ya da önce olmuştur.

1- a) Eğer adak mâlî ise ve ölümü anındaki hastalığından önce olmuş ise;

Şâfiîlere göre; ölen vasiyyet etmemiş olsa bile bıraktığı terekeden öde­nir. Miktarının az veya çok olmasına bakılmaz.

Askalânî, bu görüşün cumhura ait olduğunu söyler.

Hanefî ve Mâlikîlere göre; ölen nezir borcunun ödenmesini vasiyet et­mişse, o takdirde vârisler bunu ödemek zorundadırlar. Aksi halde böyle bir mecburiyetleri yoktur. Bunda vasiyet şart olduğuna göre terekenin üçte biri­ni geçerse vârisler fazlasını ödemek mecburiyetinde değildirler. Bu görüş sa­hipleri Hz. Peygamber'in Sa'd'e; "Onun yerine sen öde" buyurmasındaki emri, nedbe hamletmişlerdir.

b) Adak, ölenin ölüm hastalığında olmuş ise; Şâfiîlere göre de bu adak malın üçte birinden olmalıdır. Ölen, malî olan adağının ödenebileceği kadar mal bırakmamışsa vârislerin bunu ödeme mecburiyetleri yoktur. Ancak öde­meleri müstehaptır. Bu konuda dört mezhep müttefiktir.

2- Adak bedenî ibadetlerle ilgili ise; genelde prensip olarak bu adak baş­kası tarafından eda edilemez. Çünkü bedenî ibadetlerde niyabet caiz değil­dir. Hz. Peygamber (s.a), Nesâî'nin rivayet ettiği bir hadiste; "Kimse kimsenin yerine namaz kılamaz ve kimse kimsenin yerine oruç tutamaz." buyurmuş­tur.

İmam Ebû Hanîfe, İmam Mâlik ve İmam Şafiî'nin bir görüşü bu isti­kamettedir. Ahmed b. Hanbel'e ve İmam Şafiî'nin diğer bir görüşüne göre ise, oruçta niyabet caizdir. Yani bir kimse oruç tutmayı adaşa ve ödemeden ölse, onun yerine bir başkası tutabilir. Hanefî ve Mâlikîlerle, Şafiî'nin bir görüşüne göre; oruçta niyabet olmaz. Ancak orucun yerine fakir doyurulur.

Haccda ise ittifakla niyabet caizdir. Bir kimse başkasının yerine hacc edebilir.[231]

 

Bazı Hükümler

 

Vârisler, murislerinin adayıp da ödemeden öldükleri mal ile ilgili nezir borçlarım; terekesi varsa mecburen öderler. Ancak bunun için vasiyetin gerekli olup olmadığında âlimlerin ihti­lâfı vardır.

Ölen kimse, miras olarak bir şey bırakmamışsa; ister vasiyet etsin ister etmesin, vârisler bunu kendi mallarından ödemek zorunda değildirler. Ödemeleri ise müstehaptır.[232]

 

3318... İbn Abbas (r.anhüma)'dan rivayet edildiğine göre;

Bir kadın gemiye bindi ve Allah kendisini kurtarırsa (sahile çıka­rırsa) bir ay oruç tutmayı adadı. Allah onu kurtardı, fakat kadın oru­cu tutmadan Öldü. Kızı -veya kız kardeşi-[233] Rasûlullah'a geldi, (meseleyi sordu). Hz. Peygamber de kendisine; onun (ölenin) yerine oruç tutmasını emretti.[234]

 

Açıklama

 

Tercemeye "Gemiye bindi" diye geçtiğimiz cüm­lesinde mecazî bir ifade kullanılmıştır. Bu, mahallin zikredi­lip hallin murad edilmesi kabilindendir. Çünkü, "deniz" demektir; ama burada "deniz" değil, denizdeki gemi kastedilmiştir. Bu kabil kullanış­lara Arap edebiyatında çok rastlanır.

Hadiste sözkonusu edilen kadın ve kızının kimler olduklarına ait bir kay­da rastlayamadık.

Hadisin zahiri, bir başkasının yerine oruç tutmanın, dolayısıyla ölenin adadığı orucun başkası tarafından tutulmasının caiz olduğuna delâlet etmek­tedir. Oysa yukarıdaki hadisin izahında belirtildiği gibi; âlimlerin çoğuna göre bu caiz değildir. Çünkü oruç bedenî bir ibadettir ve bedenî ibadetlerde niya­bet cari değildir. Üstelik Hz. Peygamber'in bunu sarahaten nehyettiğini bil­diren hadis vardır.

Avnü'l-Ma'bûd sahibi; bu görüşte olanların, üzerinde durduğumuz ha­diste emredilen orucu fidye vermek şeklinde te'vil ettiklerini söyler. Yani Hz. Peygamber (s.a), kendisine gelen kadına; "Onun yerine sen tut" buyurdu­ğunda, o orucun fidyesini vermesini kasdetmiştir.

Şevkânî, hadisin; ölenin borcu olan herhangi bir orucu onun velisinin tutabileceğine delâlet ettiğini söyler. Şevkânî'nin bildirdiğine göre hadis âlimleri bu görüştedir.

Ahmed b. Hanbel'in ve Şafiî'nin bir görüşüne göre başkasının yerine oruç tutabileceği yukarıda geçmiştir.

Birisinin borcu olan orucu, velisi ya da başka birinin tutup tutamaya­cağına dair daha geniş malumat Kitabü's-Savm'ın 41. babında 2400 ve 2401 numaralı hadislerde geçmiştir.[235]

 

3319... Abdullah b. Büreyde'nin, babası Büreyde'den rivayet et­tiğine göre;

Bir kadın, Rasûlullah (s.a)'a gelip:

Ben anneme bir genç cariye vermiştim. Annem öldü ve bu cari­yeyi miras olarak bıraktı, dedi.

Hz. Peygamber (s.a):

"Sen sevabını aldın ve o miras olarak sana geri döndü" buyurdu. Kadın:

Ama annem bir ay oruç borcu olduğu halde öldü, dedi. Ravi (Ahmed b. Yunus), (bundan önceki) Amr b. Avn hadisinin

benzerini zikretti. (Hz. Peygamber'in, kadına annesinin orucunu öde­mesini emrettiğini söyledi.)[236]

 

Açıklama

 

Bu hadis, Kitabü'z-Zekât'da 1656 numarada ve Kitabü'l-Vesaya da 2877 numarada geçmiştir.[237]

 

Oruç Borcu Olduğu Halde Ölen Birinin Orûcunu Velisinin Tutacağına Dair Gelen Hadisler[238]

 

3320... îbn Abbas (r.anhuma)'dan rivayet edildi ki: Bir kadın Hz. Peygamber (s.a)'e gelip, (ölü olan) annesinin bir ay oruç borcu olduğunu söyledi ve;

Onun yerine ben ödeyeyim mi? dedi. Hz. Peygamber (s.a):

"Annenin birisine borcu olsa öder miydin?" dedi.

Evet.

"Allah'ın borcu ödenmeye daha müstehaktır" buyurdu."[239]

 

3321... Âişe (r.anha)'dan, Hz. Peygamber (s.a)'in şöyle buyur­duğu rivayet edilmiştir:

"Oruç borcu olduğu halde ölen kimsenin orurcunu onun yerine velisi (en yakın akrabası) tutar."[240]

 

Açıklama

 

Bu hadislerin zahiri, oruç borcu olduğu halde ölen kimsenin bu borcunun yakın akrabası tararfından ödeneceğine delâlet etmektedir. Ayrıca hadis; bir kimsenin başka birisinin yerine oruç tutabile­ceğine de delildir. Ancak konu âlimler arasında ihtilaflıdır. Bundan önce geçen babda âlimlerin farklı görüşleri aktarılmıştır.

Hz. Âişe'den rivayet edilen ikinci hadis Kitabü's-Savm'da 2400 numa­rada da geçmiştir. Orada da kojıu ile ilgili malumat verilmiştir.[241]

 

25. Gücünün Yetmeyeceği Bir Adağı Adamak

 

3322... İbn Abbas (r.anhüma)'dan; Rasûlullah'm şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Bir kimse adım anmadan bir adakta bulunsa onun keffareti yemin keffaretidir. Günah olan bir şeyi nezredenin nezrinin keffareti yemin keffaretidir. Gücünün yetmeyeceği bir adağı adayanın keffare­ti de yemin keffaretidir. [Gücünün yettiği bir adağı adayan kişi adağı­nı yerine getirsin.][242]

Ebû Dâvûd dedi ki:

Bu hadisi, VekV ve başkaları Abdullah b. Satd'fb. Ebi'l-Hind]den, İbn Abbas'a mevkuf olarak rivayet etmişlerdir.[243]

 

Açıklama

 

İbn Mâce'nin rivayetinde, hadisin, günah işlemeyi adamakla ilgili bölümü yoktur.

Bu hadis, Avnu'l-Ma'bûd ve Bezlü'l-Mechûd'da, Kitabu'l-Eymân ve'n-Nüzûr'un en sonunda yer almıştır.

Hadis-i şerifte, izahı gerektirecek kapalı bir durum yok. Hüküm olarak dört ayrı konuya temas edilmektedir:

1- Adını anmadan bir adak adayana, yemin kekffareti gerekir. Yani, ibadetin cinsini tayin etmeden sadece, "benim nezrim olsun veya adağım olsun" diyen kişiye yemin keffareti gerekir. Bu mesele bir sonraki hadiste gelecektir.

2- Günah bir şeyi yapmak için yapılan adağın keffareti yemin keffareti­dir. Bu konu 19. ve devamındaki bablardaki hadisler (3289-3304) izah edi­lirken enine boyuna tartışılmıştır.

3- Yapabileceği bir şeyi adayan kişi adağını yerine getirmelidir. Tabii bu, adağın günahı gerektiren bir şey olmaması şartı ile kayıtlıdır.

4- "Şu dağı yerinden kaldıracağım", "Dünyayı ters çevirmek nezrim olsun" gibi, İnsan gücünün dışında olan bir şeyi adayan kişi, hemen bir ye­min keffareti verecektir. Çünkü bu adağını yerine getirmesi mümkün değil­dir.

Bidâyetü'l-Müctehid'in beyanına göre bu hüküm, âlimlerin cumhuru­nun mezhebidir. Böyle bir adakta bulunana bir zıhar keffareti gerekir diyen âlimler olduğu gibi; ibâdetin asgarisi olan bir gün oruç tutmak veya iki rek'-at namazla kayıtlayanlar da vardır.

Ebû Davud'un ifadesine göre, bu hadisi, Vekî' ve diğer bazı raviler Hz. Peygamber'in değil de, tbn Abbas'ın sözü olarak nakletmişlerdir.[244]

 

Adını Tayin Etmeden Adak Adamak[245]

 

3323... Ukbe b. Âmir (r.a), Rasûlullah (s.a)'ın.şöyle buyurduğu-iu söylemiştir:         

"Nezrin keffareti yemin keffaretidir."

Ebû Dâvûd dedi ki:

Bu hadisi, Amr b. e-Hâris, Kö'b b. Alkame'den, Kâ'b daîbn Şemmâse vasıtasıyla Ukbe'den rivayet etmiştir.[246]

 

Açıklama

 

Bu hadisi; Müslim, Nezir Keffareti bahsinde, İbn Mâce ise aynen Ebû Davud'un isimlendirdiği babda vermişlerdir.

İbn Mâce'nin rivayetinin başında Müslim ve Ebû Dâvûd'unkilerden fazla alarak "Adlandırmadan (tayin etmeden),bir adak adayan kimse..." ibaresi /er almıştır. Hadisin babın ismi ile alâkası, bu ibare ile daha açık olarak gö­mülmektedir. Tirmizî'nin rivayeti de İbn Mâce'nin rivayetine yakındır. Bu -ivayet şöyledir: "Tayin etmediği zaman nezir keffareti yemin keffaretidir."

Adadığı şeyin cinsini belirtmeden adamak, yukarıdaki hadiste de belir-ildiği gibi, sadece "nezrim olsun" deyip bırakmaktır. Yani adağı oruç, sa-iaka, kurban veya hacc gibi bir ibadet çeşidi ile kayıtlamamaktır. Hadis-i şerif, bu şekilde bir adakta bulunan kişiye bir yemin keffaretinin gerekli olduğuna delâlet etmektedir.

Bu hadisin izahı âlimler tarafından değişik şekillerde yapılmıştır.

Bezlü'l-Mechûd sahibi; Şâfiîlerin, bu hadisi lücâc nezrine, Mâlikîlerîn;. nutlak nezre, Hanbelîlerle bazı Şâfiîlerin ise, günah olan bir şeyi yapmayı ıdamaya hamlettiklerini söyler.

Bezlü'l-Mechûd'un bu beyanı, Nevevî'nin şu sözlerinin bir özeti olsa >erek:

"Alimler, bu hadiste neyin murad edildiğini tayinde ihtilâf etmişlerdir. Bizim arkadaşlarımızın cumhuru (Şâfiîlerin çoğunluğu), lücac nezrine hamletmişlerdir. Kişi bu adağa riayetle, yemin keffareti arasında muhayyerdir. İmam Mâlik ile birçok âlimler, "nezrim olsun" gibi mutlak nezirlere hamle-derler. Hadis fukahasından bir grup ise, tüm nezirlerle ilgili olduğunu söy­lerler ve kişinin bütün adaklarda adağına vefa ile yemin keffareti arasında muhayyer olduğunu kabul ederler."

Şevkânî de Nevevî'nin yukarıdaki sözlerini naklettikten sonra kendi gö­rüşlerini şu şekilde belirtir:

"Zahir olan; hadisin tayin edilmeyen adaklara mahsus oluşudur. Çün­kü mutlakın mukayyede hamli gerekir. Ama belirli bir ibadet anılarak edi-le"n nezirler, eğer insan takatinin dışında ise, adayana bir yemin keffareti ge­rekir. Gücün yettiği cinsten ise, ister bedene ister mala bağlı olsun eda edilir. Eğer adak, günah olan bir şeyi yapmak için ise, bu gerçekleşmez ve keffaret de gerekmez.[247] Eğer adağın konusu mubah ve yapılması güç dahilinde olur­sa zahir olanı, adağın tahakkuku ve keffaretin lüzumudur..."

Görüldüğü gibi Şevkânî bu hadisi Nevevî'nin aksine, doğrudan doğru­ya, konusu anılmadan edilen nezirlerle alâkalı görmektedir. Zaten Şevkânî, yukarıdaki sözlerine başlamadan önce; "Hadis, konusu anılmayan nezirler­de yemin keffareti olduğuna delildir" diyerek görüşünü açık bir şekilde or­taya koymuştur.

Hanefî fıkıh kitaplarında konu ile ilgili olarak şu bilgiye rastlıyoruz: Bir kimse, sadece "nezrim olsun" veya bunun yerine kaim bir söz söyler ve içinden bir şeye niyet ederse niyeti muteberdir. Ancak niyetindeki tâatın mikdarını tayin etmemişse, yemin keffaretindeki ölçülere itibar edilir. Yani oruca ni­yet etmişse üç gün, sadakaya niyet etmişse on fakir doyurmaya hükmedilir. Ama bir ibadete niyet edilmezse bu bir yemin sayılır.[248]

 

3324... Bize Muhammed b. Avf haber verdi. Onlara Saîd p.- el-Hakem söylemiş. (Saîd der ki:) Bize Yahya b. Eyyûb, Kâ'b b. Alka­me'den nakletti. Kâ'b, İbn Şemmâse'den duymuş. .O, Ebu'1-Hayr kanahyla Ukbe b. Âmir'den, o da Hz. Peygamber'den önceki hadisin benzerini nakletti.[249]

 

Açıklama

 

Bu rivayet, önceki hadisin başka bir isnadla gelen rivayetidir.[250]

 

Cahiliye Çağında Nezredip De Daha Sonra Müslüman Olan Kişi Ne Yapar?[251]

 

3325... Hz. Ömer (r.a)'den rivayet edildi ki, o; Ya Rasûiallah, ben cahiliye çağında Mescid-i Haram'da bir ge­ce i'tikâfta kalmayı adadım, dedi. Hz. Peygamber (s.a) kendisine: "- Adağını yerine getir" buyurdu.[252]

 

Açıklama

 

Bu hadis, İ'tikâf bahsinde 2474 numarada geçmiştir.

Hadis-i şerif, müslüman olmayan bir kimse, bir adakta bu­lunur, sonrada müslüman olursa, adağının gereğini yapmakta mükellef olduğu­na delildir. Şâfıîlerin bazıları ile Ebû Sevr, Buharî ve İbn Cerîr bu görüştedir.

Bazı Şâfiîler, İmam Mâlik ve Hanefîlere göre ise; bu tür nezirler hü­kümsüzdür. Bu gruptaki âlimler, üzerinde durduğumuz hadisi istihbaba ham-letmişlerdir. Bu anlayışa göre, Hz. Peygamber Hz. Ömer'e, "Müslüman ol­madan önce ettiğin nezri şimdi yapman müstehaptir" demek istemiştir.

Hattâbî, hadisin şerhinde şöyle der:

"Hz. Peygamber'in Hz. Ömer'e; cahiliye devrindeki adağını edayı em­retmesi, nezrin onun zimmetinde mevcut olduğunu gösterir. Bu, kişinin; başlangıcı küfür halinde olan amelleri ile sorumlu olacağını gösterir. Bir kimse, kâfirken yemin etse ve müslüman olduktan sonra yeminini bozsa, kendisine keffaret gerekir. Bu hüküm Şafiî'nin aslına ve mezhebine göredir, Ebû Ha^ nîfe'ye göre ise keffaret gerekmez.

Yine bu hadis, kâfirlerin farzlara muhatap ve tatları işlemekle me'mur olduklarına delildir. Ayrıca bu, oruç olmadan da i'tikâfin caiz olduğunu gös­terir. Çünkü i'tikâf gece olacaktır, gece de oruç zamanı değildir."

Hadisle ilgili daha geniş malumat, i'tikâf bahsinin işaret edilen yerinde geçmiştir.[253]

 



[1] Buharı, eymân 16, el-mürteddîn I.

[2] Mâide, (5) 89.

[3] Mâide, (5) 89.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/167-169.

[4] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/169-171.

[5] Ahmed b. Hanbel, IV, 436, 441.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/171.

[6] Asim Efendi, Kamus Tercemesi, II, 929.

[7] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/171-172.

[8] Concordance bu bab'a numara vermemiştir.

[9] Âl-i İmran, (3) 77. Buharî, eymân 18, ahkâm 30; Müslim, îman 220, 221; Tirmizî, büyü 42; îbn Mâce, ahkâm 7; Ahmed b.Hanbel, I, 379, 442, V, 211, 212.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/172-173.

[10] Aynî, Umdetü’l-Karî, XIII, 196.

[11] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/173-175.

[12] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/175-176.

[13] Dârimî, fadâilu'l-Kur'an 3; Ahmed b. Hanbel, V, 212, 213, 284, 285.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/176.

[14] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/177.

[15] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/178.

[16] Müslim, îmân 223;'Tirmizî, ahkâm 12.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/178-179.

[17] İbn Mâce, ahkâm 9.

[18] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/179-180.

[19] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/180-181.

[20] Ravi; Hz. Peygamber'in bunlardan hangisini söylediğini kesin olarak hatırlayamadığı için, son cümlede şüphesini belirtmiştir.

İbn Mâce, ahkâm 9; Ahmed b. Hanbel, II, 329, 518, III, 375.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/181.

[21] el-Mevsılî, el-İhtiyâr li-Ta'Iîli'l-Muhtâr, II, 114.

[22] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/181-183.

[23] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/183.

[24] Bu başlık bazı nüshalarda; "Allah'tan başkası adına yemin etmek" şeklindedir.

[25] Buharı, tefsiru sureti'rı-Necm 2, edeb 74, eymân 5; Müslim, eymân 4, 5; Tirmizî, nü-zûr 18; İbn Mâce, keffârât 2; Nesâî, eymân II; Ahmed b.Hanbel, II, 309.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/183.

[26] Aynî, XXIII, 178.

[27] Mirkâtu'l-Mefâtih Şerhu Mişkâtri-Mesâbih, III, 554.

[28] Nevevî, Sahih-i Müslim Şerhi,XI, 107.

[29] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/183-185.

[30] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/185.

[31] Bazı nüshalarda bu bab bir sonraki hadisin başında yer almıştır. Bazı nüshalarda İse hiç mevcut değildir.

[32] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/186.

[33] Nevevî, Müslim Şerhi, XI, 105.

[34] Ebû Dâvûd, salât 1.

[35] Şevkânî, Neylül-Evtâr, VIII, 358.

[36] Mirkât, III, 554.

[37] Ibn Dakîki'1-İyd, Umdetu'l-Ahkâm, IV, 144-145.

[38] Neylü'l-Evtâr, VIII,358; Avnu’l-Ma'bud, III, 312.

[39] Aliyyü'1-Kârî, Mirkat, III, 554.

[40] İbn-i Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, (Mısır 1966), III; 705.

[41] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/186-189.

[42] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/189.

[43] Buharı, eymân 4, tevhid 13, edeb 74; Müslim, eymân 1, 2, 3; Nesâî, eymân 4, 5, 6, 10; İbn Mâce, keffarât 2 (benzeri); Tirmizî, nüzûr 8, 9.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/189.

[44] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/189-190.

[45] Buharî, eymân 4, tevhid 13; Müslim, eymân 1, 2, 3; Nesâî, eymân 4, 5, 6, 10; ibn Mâ-ce, keffarât 2; Tirmizî, nüzûr 8,9; Ahmed b. Hanbel, II, 7, 8, II, 17, 20, 48, 76..

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/190.

[46] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/190-191.

[47] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/191.

[48] Tirmizî, nüzûr 9.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/191.

[49] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/191-192.

[50] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/192-193.

[51] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/193.

[52] Ahmed b. Hanbel, V, 352.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/193.

[53] Ahzâb, (33) 72.

[54] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/194-195.

[55] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/195.

[56] Buharî, eymân 15; Muvatta, nüzûr 9.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/195-196.

[57] Bakara, (2) 225; Mâide, (5) 89.

[58] Mecmau'z-Zevâîd, IV, 185.

[59] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/196-197.

[60] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/197.

[61] Bu bab, bazı nüshalarda şeklindedir. "Yeminlerde ta'riz" de­mektir.

[62] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/198.

[63] Müslim, eymân 20; İbn Mâce, keffârât 41.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/198.

[64] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/199-200.

[65] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/200.

[66] Münzirî, Süveyd b. Hanzala'ya bundan başka hiçbir hadis isnad edilmediğini ve başka bir hadisinin bilinmediğini söyler. İsâbe'de de; Ezdî'nin, "Ondan kızından başka kim­se rivayette bulunmadı" dediği bildirilir.

[67] İbn Mâce, keffarât 14.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/200-201.

[68] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/201.

[69] Concordance bu bab'a numara vermemiştir.

[70] Buharî, eymân 7, cenâiz 84, edeb 44, 73; Müslim, eymân 175, 177; Tirmizî, nüzür 16; Nesâî, eymân 7, 31; İbn Mâce, keffarât 3; Ahmed b. Hanbel, IV, 33, 34.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/201-202.

[71] Fetih, (48) 18.

[72] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/202-205.

[73] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/205.

[74] Nesâî, îman 8; îbn Mâce, keffârât 3; Ahmed b. Hanbel, V, 355, 356.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/205.

[75] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/206.

[76] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/206.

[77] Buharı ve başkaları, bu zâtın sahâbî olduğunu söylemişlerdir. Bazı âlimler; onun sahâ-bî olmayıp, rivayetinin bulunduğunu söylerler. Bir grup da; bu zâtın Hz. Peygamber (s.a) zamanında doğduğunu fakat Rasûlullah'ı görmediğini savunurlar.

[78] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/207.

[79] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/207-208.

[80] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/208.

[81] Tirmizî, nüzûr 7; Nesâî, eymân 18, 39, 43; İbn Mâce, keffârât 6; Dârimî, nüzûr 7; Ahmed b. Hanbel, II, 6, 10, 48.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/208.

[82] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/209-210.

[83] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/211.

[84] Nesâî, eymân 18; Ahmed b. Hanbel, II, 6, 49.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/211.

[85] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/211-212.

[86] Concordance bu bab'a numara vermemiştir.

[87] Buharı, eymân 3, kader 14, tevhid II; Tirmizî, nüzûr 13; Nesâi eymân 1, 2; İbn Mâce, keffârât 1; Dârimî, nüzûr 12; Muvatta, nüzûr 15.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/212.

[88] En'âm, (6) 148.

[89] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/212-213.

[90] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/213.

[91] Ahmed b. Hanbel, III, 33, 48.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/213-214.

[92] İbn Mâce, keffârât 1.

[93] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/214.

[94] İbn Mâce, keffârât 1.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/214-215.

[95] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/215-216.

[96] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/216-217.

[97] Hicr, (15) 72.

[98] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/217-218.

[99] Bu bab bazı nüshalarda, "Eğer hayırlı işse yemini bozma" babından sonra yer almıştır.

[100] Ahmed b. Hanbel, I, 219.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/218.

[101] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/218.

[102] Buharı, rü'yâ ta'bir 47, eymân 9; Müslim, rü'yâ 17; Tirmizî, rü'yâ 10; İbn Mâce, ta'biru'r-rü'yâ' 10; Dârimî, rü'yâ 13; Ahmed b. Hanbel, I, 236.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/219.

[103] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/219-221.

[104] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/222.

[105] Bu bab, Avnu'l-Ma'bûd nüshasında 17 bab sonra gelmektedir.

[106] Buharı, mevakît 41, menâkıb 25, edeb 87; Müslim, eşribe 177.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/222-223.

[107] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/224-225.

[108] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/225.

[109] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/225.

[110] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/225.

[111] Nesâî, eymân 17; Mâce, keffârât 8; Ahmed b. Hanbel, II, 185, 202.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/225-226.

[112] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/226-228.

[113] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/228.

[114] Ahmed b. Hanbel, II, 185; Beyhakî, Taberânî.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/228.

[115] Fethu'r-Rabbânî, XIV, 191.

[116] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/228-230.

[117] Nesâî, eymân 41.

[118] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/230-231.

[119] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/231-232.

[120] Ahmed b. Hanbel, I, 253, 288, II, 68, 70, 118.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/233.

[121] Sabîra veya masbûra yemini ile ilgili malumat 3242 no'lu hadisin şerhinde geçmiştir.

[122] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/233-235.

[123] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/235.

[124] Bu bab bazı nüshalarda, "Eğer daha hayırlıysa yemini bozmak" şeklindedir.

[125] Buradaki şüphe ravilerden birisine aittir. Keffaretin, yemini bozmadan önce de sonra da caiz olduğuna işaret İçin, Hz. Peygamber tarafından iki şekilde söylenmiş olması da mümkündür.

Buharı, eymân 1, 4, 9; Müslim, eymân 7, 9; 10, 13, 15, 17, 19; Nesâî, eymân 15, 16; İbn Mâce, keffârât 7, 8; Dârimî, nüzûr 9.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/235-236.

[126] Mâide, (5) 89.

[127] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/236-238.

[128] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/238-239.

[129] Buharı, keffaretu'I-eymân 10; Müslim, eymâri 7, 9, 10, 13, 15, 17, 19; Nesâî, nüzûr 15, 16, 43; Tirmizî, nüzûr 5,6.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/239.

[130] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/239-240.

[131] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/240.

[132] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/240-241.

[133] Bir nüshada; "ölçtüm" yerine, "tahmin ettim" denilmektedir.

[134] Hişâm; Hişâm b. Abdilmelik b. Mervân'dır.

[135] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/241.

[136] Bu ölçüler günümüzde ilan edilen fitre mikdarlarıdır.

[137] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/241-243.

[138] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/244.

[139] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/244.

[140] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/244-245.

[141] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/245.

[142] Müslim, mesâcid 33, 35; Nesâî, sehv 20; Muvatta, ıtk 8; Dârimî, nüzûr 10; Ahmed b. Hanbel, V, 447, 448, 449.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/245-246.

[143] Bu konuda geniş malumat için bk. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, III, 271 vd.

[144] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/246-248.

[145] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/248.

[146] Nesâî, vesâya 8; Ahmed b. Hanbel, IV, 222, 388, 399.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/248-249.

[147] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/249.

[148] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/249-250.

[149] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/250.

[150] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/250-251.

[151] Bu babın İsmi bazı nüshalarda "Yemin eden kişinin ko­nuştuktan sonra istisna etmesi" şeklindedir.

[152] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/251.

[153] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/251-252.

[154] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/253.

[155] Kehf, (15) 23.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/253.

[156] Bu hadisin Ebû Davud'a gelişi iki üstaddan olmuştur. Bunlar Osman b. Ebî Şeybe ve Müsedded'tir. Bazı matbu nüshalarda; "Rasûlullah (s.a) nezirden nehyetmeye başladı" cümlesi bu üstadlardan birine nisbet edilmiş, daha sonraki cümleyi ise her iki üstadın da ittifakla haber verdiklerine işaret edilmiştir.

[157] Bu bölüm de bazı nüshalarda mevcut değildir. Buharî, emân 26, kader 6; Müslim, nezr 3,7; Nesâî, eymân 24, 26; Tirmizî, nüzûr 11; İbn Mâce, keffârât 15; Dârimî, nüzûr 5; Ahmed b. Hanbel, II, 61, 235, 242, 301, 314, 373, 412, 463.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/254.

[158] Kurtubî'nin sözünün bir bölümünü tafsilat görerek almadık.

[159] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/254-256.

[160] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/256-257.

[161] Bu hadis haddizatında, hadis-i kudsîdir. Yani Hz.Peygamber bunu Allah (c.c.)’dan haber vermiştir. Ancak metinde bu açıkça görülmemekte, sanki Hz. Peygamber in sözü imiş gibi ifade edilmektedir.

[162] Buharı, eymân 26, kader 6; Müslim, nezr 7; Nesâî, eyman 26; ibn Mace, keffarat n, Tirmizî, nüzûf 11; Ahmed b. Hanbel, II, 61, 301, 412.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/257.

[163] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/257-258.

[164] Buharı, eymân 2, 8, 31; Tirmizî, nüzûr 2; Nesâî, eymân 27, 28; İbn Mâce, keffârât 16; Mâlik, nüzûr 8; Ahmed b. Hanbel, VI, 36, 41, 224.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/258-259.

[165] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/259-260.

[166] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/261.

[167] Bu bab bazı nüshalarda mevcut değildir.

[168] Tirmizî, nüzûr 2; İbn Mâce, keffarât 16.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/261.

[169] Muğnî, Mirkât, Bidâyetu'l-Müctehid, Neylü'l-Evtâr ve Bezlü'l-Mechûd'da, Ebû Hanî­fe'nin görüşü buna tam zıt olarak verilmektedir. Nitekim önceki hadiste bu görülmüştür.

[170] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/261-263.

[171] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/263.

[172] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/264.

[173] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/264-265.

[174] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/265.

[175] Müslim, nüzûr 11; Tirmizî, nezûr 17; Nesâî, eymân 33; İbn Mâce, keffârât 20; Ahnıed b. Hanbel, IV, 145, 147, 149, 151.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/265-266.

[176] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/266-267.

[177] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/268.

[178] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/268.

[179] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/268.

[180] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/268-269.

[181] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/269.

[182] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/269.

[183] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/270.

[184] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/270.

[185] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/270-271.

[186] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/271-272.

[187] Buharı, eymân 31; îbn Mâce, keffârât 21; Muvatta 6; Ahmed b. Hanbel, IV, 168.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/272.

[188] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/272-273.

[189] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/273.

[190] Buharı, eymân 31, sayd 27; Müslim, nüzûr 9, 10; Tirmizî, nüzûr 10; Nesâî, eymân 42.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/274.

[191] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/274-275.

[192] Buharı, hacc 65, eymân 31; Nesâî, hacc 135, eymân 30; Ahmed b. Hanbel, I, 364.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/275.

[193] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/275.

[194] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/276.

[195] Tirmizî, nüzûr 10.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/276.

[196] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/276-277.

[197] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/277.

[198] Dârimî, Hâkim, Beyhakî, Ahmed b. Hanbel, III, 363.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/277-278.

[199] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/278-279.

[200] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/279-280.

[201] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/280.

[202] Buradaki şüphe raviye aittir.

[203] Ebû Dâvûd; esir edilen adamın müslüman olduğunu bildiren sözlerini ve Rasûlullah'ın cevabını, Muhammed b. İsa'nın rivayetinden; geri kalanını da Süleyman b. Harb'in ri­vayetinden nakletmiş ve buna işaret etmiştir.

[204] Müslim, nüzûr 8; İbn Mâce, keffârât 16 (bir bölümü); Ahmed b. Hanbel, IV, 430.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/280-283.

[205] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/283-285.

[206] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/285.

[207] Tirmizî, menâkıb 17; Ahmed/b. Hanbel, V, 353, 356.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/286.

[208] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/286-288.

[209] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/288.

[210] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/288-289.

[211] Bundan sonra gelecek hadiste bu zatın adı Kerdem olarak geçmektedir. Ancak Bezl'in ifadesine göre bu isim Telhîs'de Kerûm diye tashih edilmiştir.

[212] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/289-290.

[213] Bu sözün iki manaya ihtimali vardır: 1) Hz. Peygamber'in elindeki değnekten kinâye-dİr. Çünkü insan onu bir yere vurursa "Tab, tab" diye ses çıkarır. O zaman mana, "So­padan sakının, sopadan sakının, sopadan sakının" olmuş olur. 2) Ayakların yere değ­diğinde çıkardığı sestir.

[214] Bu cümlenin manasının, "Babam onun Peygamberliğini tasdik etti" şeklinde de olması mümkündür. Avnü'l-Ma'bûd bu manayı; Menhel'in tekmilesi, önceki manayı tercih et­miştir.

[215] İbn Mâce, keffârât 18 (bir bölümü).

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/290-291.

[216] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/291-292.

[217] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/292.

[218] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/292.

[219] Buharî, eymân 24, vesâya 16, tefsiru sûre (9) 18; Müslim, tevbe 53; Nesâî, eymân 36, 37; Dârimî, zekât 25; Muvatta, nüzûr 16.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/293.

[220] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/293-294.

[221] Önceki rivayetin son ravisi Süleyman b. Dâvûd ve İbn Şerh, bununki ise Ahmed b. Salih'tir. Rivayetlerin diğer rayileri aynı şahıslardır.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/294.

[222] Muvatta, nüzûr 9. Bu rivayetin isnadı, İbn Şihâb ez-Zührî'den sonra, diğer rivayetler­le farklılık arzetmektedir.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/295.

[223] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/295-296.

[224] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/296.

[225] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/297.

[226] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/297.

[227] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/297-298.

[228] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/298.

[229] Buharı, vesâya 19, eymân 30; Müslim, nüzûr 1; Tirmizî, nüzûr 19; Nesâî, vesâya 8, 9, eymân 35; İbn Mâce, keffârât 19; Muvatta, nüzûr I, 2; Ahmed b. Hanbel, I, 219, 329, 370.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/298-299.

[230] Bk. Fethu'1-Bârî, XIV, 396.

[231] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/299-300.

[232] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/300-301.

[233] Bu şek ravilerden birisine ait olsa gerektir.

[234] Nesâî, eymân 34; Ahmed b. Hanbel, I, 216, 238.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/301.

[235] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/301-302.

[236] Müslim, savm 157; Tirmizî, zekât, 31; Ahmed b. Hanbel, V, 459, 351, 354, 361.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/302.

[237] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/302.

[238] Bu bab ve buradaki hadisler bazı nüshalarda mevcud değildir.

[239] Buharî, savm 42; Müslim, savm 154; Ahmed b. Hanbel, I, 224, 258, 326.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/302-303.

[240] Buharı, savm 42; Müslim, savm 153; Ibn Mâce, keffârât 19; Ahmed b. Hanbel, VI, 69.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/303.

[241] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/304.

[242] Bu ilâve bazı nüshalarda mevcut değildir.

[243] İbn Mâce, keffârât 17.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/304-305.

[244] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/305.

[245] Concordance bu bab'a numara vermemiştir.

[246] Müslim, nüzûr 13; İbn Mâce, keffârât 17; Tirmizî, nüzûr 4; Nesâî, eymân 41; Ahmed b. Hanbel, IV, 144, 146, 147.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/305-306.

[247] Hanefîlere göre keffaret gerekir. Konu daha önce geniş bir şekilde geçmiştir.

[248] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/306-307.

[249] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/307-308.

[250] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/308.

[251] Concordance bu bab'a numara vermemiştir.

[252] Buharî, i'tikâf 5, 15, 16, eymân 29; Müslim, eymân 27, 28; Tirmizî, nüzûr 12; Nesâî, eymân 36; Ahmed b. Hanbel, I, 37, II, 20, 53.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/308.

[253] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/308-309.