Neslin Korunması

 

Adem -aleyhisselâm-’dan beri bütün peygamberler, neslin selâmeti için nikâh husûsunda büyük bir ciddiyet göstermişlerdir. Çünkü neslin muhâfazası, âile müessesesinin sağlamlığı ile mümkündür. Âile müessesesi içinde terbiye edilmeyen, nikâhın dışında oluşan nesiller; hayatın âhengini bozar, iç­timâî nizâmı temelinden sarsar ve anarşiye sebep olur. Nikâhın saâdetini, fuhşun murdarlığına değişmek kadar ahmaklık ve cehâlet olamaz!..

 

Âileyi oluşturan hayat arkadaşlarının mesud günleri, ince ve derin hâtıralar, samimî neşeler, refah, huzur ve evlâd sevgisi, ancak nikâh gölgesinde ve iyi hazmedilmiş İslâmî prensiplerin sağladığı olgunluk sâyesinde gerçekleşebilir.

 

Gerçek saâdet, erkek ve kadının aralarındaki bütün münâsebetleri ilâhî emirlere muvâfık bir üslupla gerçekleştirmeleri neticesinde husûle gelir. Zîrâ Cenâb-ı Hak, onları hem rûhen hem de bedenen birbirlerine muhtaç bir sûrette yaratmıştır. Erkek ve hanım, ikisi birbirini ikmâl eder. İnsanların erkek ve kadın olarak birbirini tamamlayan iki cins şeklinde yaratılması, hayatın dengesini ve saâdetini sağlayan önemli bir unsurdur. Bu denge büyük savaşlar gibi sebeplerle bozulduğunda, aradan çeyrek asır bile geçmeden ilâhî bir tanzimle tekrar düzelmektedir.

 

Çiftlerin meşrû birliktelikleri ile toplumun temel taşları olan âileler meydana gelmektedir. Âile, toplumun düzeninin kemâle ermesi ve hânelerin saâdet ve mutluluk ile dolabilmesi için temel ve vazgeçilmez bir müessesedir.

 

Âile tesis edilirken, erkek ve kadın birbirine kesin olarak söz verir; sevgi, samimiyet ve güven esasına dayalı bir birlik kurarlar. Böylece ilâhî kudret akışlarının bir tecellîsi olarak, birbirine yabancı iki kişi artık birbirine en yakın iki insan oluverir. Üstelik kurdukları yuva da kendilerine, ayrıldıkları baba evinden daha sıcak hâle gelir. Allâh Teâlâ, zevc ve zevcenin birbiri için ilâhî bir lutuf olduğunu şöyle beyân buyurur:

 

“Onun (varlığının ve birliğinin) delillerinden biri de kendilerine meyledip ülfet edesiniz diye kendi cinsinizden size eşler yaratması ve aranızda bir muhabbet ve şefkat kılmasıdır. Şüphesiz ki bunda tefekkür eden bir topluluk için nice deliller vardır.” (er-Rûm, 21)

 

Âilede saâdet, eşler arasında karşılıklı bir anlayış ve olgunluğun meyvesi olup hassâsiyetle korunmalıdır. İki taraf aslâ lâubâlî olmadan, samimiyet içinde yaşamalıdır. Âile hayâtı içinde vakar ve kibir, tevâzu ve zillet, samimiyet ve lâubâlîlik arasındaki hassas sınırlara âzamî derecede dikkat edilmelidir. Ayrıca bu dünyada en fazla nazara gelen şeyin “saâdet” olduğu da unutulmamalıdır. Bu bakımdan âilece görüşmelerde hududlara dikkat etmek ve gayr-i mesud insanlardan -onları da incitmeden- uzak durmaya çalışmak gereklidir.

 

Ev, sâdece barınmaya mahsus bir dört duvardan ibâret değildir. Orada yaşanılan hâllerin mahremiyetine dikkat etmek ve âilevî meseleleri umûma ifşâ etmemek, saâdet ve huzurun devâmının temel şartlarından biridir.

 

İslâm, kâmil mânâsıyla doğru anlaşılıp iyi hazmedildiği takdirde âile bir “cennet” hâline gelir. Bundan dolayıdır ki: “Erkeğin cenneti evidir.” buyrulmuş­tur.

 

 

***

 

 

 

İnsanın yaratılış gâyesi, Hâlık’ını bilmek ve tanımaktan ibârettir. Bu tanıyışın zihnî merhaleleri aşarak kalbî bir mâhiyet kazanması, gerçek aşk, yâni “muhabbetullâh”tır. Muhabbetullâh, kalbin en seviyeli faâliyetidir. Bundan dolayıdır ki, Kur’ân-ı Kerîm’de “…Âgâh olunuz ki kalbler ancak Allâh’ın zikri ile mutmain olur.” (er-Ra‘d, 28) hükmü yer almıştır. Lâkin kalbin muhabbetullâha müsâid bir kıvâma ulaşması, ancak belli bâzı merhaleleri aşması ile mümkündür.

 

İslâm’a göre âile ve evlâd muhabbetleri, kalbin ilâhî muhabbete medâr olacak bir vasıf kazanabilmesi için lâzım gelen ibtidâî safhalardandır. Mecnûn’un “Leylâ Leylâ derken Mevlâ’yı buldum.” sözü, bu hikmetin bir başka ifâdesidir.

 

Mecnûn’un kahramanlığı, sırf bu dünyâ planında takılı kalmayıp, “aşk-ı mecâzî”den “aşk-ı hakîkî”ye, yâni fânî ve beşerî aşktan ilâhî aşka intikal edebilmesiydi. Onun bidâyette hayatını adayacak kadar sevdiği Leylâ, nihâyette ilâhî muhabbete bir basamak teşkil etti. Mecnûn, aradığı hakîkati ilâhî muhabbet âleminde bulunca, hayatındaki Leylâ’nın rolü sona erdi.

 

Bu bakımdan Leylâlar ile başlayan muhabbet mâcerâsı Mevlâ’da sükûn bulursa, muhabbet gerçek gâyesine ulaşmış olur. Bizler de Mecnûn gibi fânî muhabbetleri ilâhî muhabbete basamak yapıp, neyi aradığımızın farkına vardıktan sonra, yâni hakîkî ve ilâhî muhabbetin hazzını tattığımız gün, kalbimizden şu sevinç feryâdı kopacak:

 

“Rabbim! Seni uzaklarda ararken kalbimde buldum!..”

 

Anlaşılacağı üzere kalbin ilâhî muhabbet tecellîlerine mazhar olmasında beşerî muhabbet temrinleriyle seviye kat etmesinin mühim bir rolü vardır. İşte bu istikâmette atılacak en büyük adımlardan biri de nikâh gölgesinde kemâle eren, meşrû bir muhabbettir. Zîrâ karşı cinse olan muhabbet, fıtrîdir. Nitekim Havvâ vâlidemiz,

 

Hazret-i Âdem’in kaburga kemiğinden halkolunmuş ve bu vesîle ile aralarında kalbî bir akım hâsıl olmuştur.

 

Eşler arasındaki yakınlık, meşrû bir şekilde icrâ edildiğinde ve Rabbin de takdîr ve murâd etmesi hâlinde, bu yakınlığın en büyük meyvesi evlâd sâhibi olmaktır. Kalbin ilâhî muhabbet yolundaki diğer bir beşerî temrini de “evlâd” iledir. Bir anne-babanın evlâdına olan düşkünlüğü, kendi anne-babasına olan düşkünlüğü ile kıyaslanamayacak kadar büyüktür. Zîrâ Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ile Hazret-i Havvâ vâlidemizin ana-babası olmadığından, muhabbetteki akış, yukarıdan aşağıya, yâni ana-babadan evlâd ve torunlara doğrudur. Çocukların çok sevilmesinin bir hikmeti de budur. Bu şiddetli sevgi, sırf dünyevî, yâni nefsânî olarak devam ederse, Kur’ân-ı Kerîm’de mal ve evlâd gibi nîmetler hakkında buyrulan “fitne” vasfını alır.

 

Âyet-i kerîmede buyrulur:

 

“Biliniz ki, mallarınız ve evlâdlarınız, birer fitnedir (imtihan konusudur). Büyük mükâfât ise, (âhirette) Allâh nezdindedir.” (el-Enfâl, 28)

 

Zîrâ gâfilâne yetiştirilen evlâdlar, âile için ağır bir vebâldir. Şüphesiz ki israf haramdır. İsrafın en kötüsü ise insan israfıdır. Bu yüzden evlâdlarımızı mânevî duygularla mücehhez olarak yetiştirme husûsunda âzamî hassâsiyet göstermek, en büyük kulluk vazîfelerimizdendir.

 

Mal ve evlâda karşı tavırlarımız, rızâ-yı ilâhî istikâmetinde olup îman lezzetine vesîle olursa o zaman bir “zînet” hâline gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur:

 

“Mal-mülk, çoluk çocuk… Bütün bunlar dünya hayatının zînetleridir. Bâkî kalacak yararlı işler ise Rabbinin katında, hem mükâfât yönünden, hem de ümit bağlamak bakımından daha hayırlıdır.” (el-Kehf, 46)

 

Mal ve evlâdın bir âyet-i kerîmede “fitne”, diğerinde “zînet” vasfıyla anılması, câlib-i dikkattir. Bunların fitne olması; kalbe köklü bir şekilde yerleşip kulu Rabbinden gâfil bırakması tehlikesine binâendir. Zînet olması ise, rızâ-yı ilâhîye göre istikâmetlendirildiği takdirde kalbdeki îmânı seviyelendiren ve bir sadaka-yı câriye olarak kulun öldükten sonra da ecrinin devâmına vesîle olan en önemli iki vâsıta olmalarından dolayıdır.

 

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

 

“Allâh Teâlâ, cennetteki sâlih kulunun derecesini yükseltir de, hayrete düşen kul:

 

«–Yâ Rabbî, bu terfî bana hangi sebeple verildi?» diye sorar.

 

Allâh Teâlâ da:

 

«–Çocuğunun sana yaptığı istiğfâr ve duâ sebebiyle…» buyurur.” (Ahmed bin Hanbel, II, 509; İbn-i Mâce, Edeb, 1)

 

Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:

 

“İnsan ölünce, bütün amellerinin sevâbı kesilir. Ancak şu üç şey müstesnâ:

 

Sadaka-yı câriye, kendisinden istifâde edilen ilim, ardından duâ eden sâlih bir evlâd…” (Müslim, Vasiyet, 14; Tirmizî, Ahkâm, 36)

 

Anne-babanın en mühim vazifesi, İslâm fıtratı ile teslim edilen yavruyu hayırla donatmak ve onu hayırlı bir evlâd olarak yetiştirmektir. Hayırlı evlâda sâhip olmak, dünyâda da âhirette de huzur ve saâdet vesîlesidir. Bu tâlim ve terbiyenin verilebileceği en hayırlı iklim de âile ortamıdır.

 

Çocuk, hakka ve hayra yönelmenin îcaplarını ilk olarak âile müessesesinde öğrenir. Sonra buna toplumdaki diğer tesirler eklenir. Lâkin âileden aldığı tesir temeldir. Bu yüzden anne-babanın, evlâdını güzel bir şekilde yetiştirmesi, yâni hayır-hasenât ile donatması, kendileri için bir âhiret mesûliyetidir. Bu, aynı zamanda evlâdın ana-babası üzerindeki en mühim hakkıdır. Bu bakımdan ebeveynin, çocuklarının terbiyesinde büyük bir titizlik, îtinâ ve hassâsiyet göstermeleri îcâb eder. Çocuk yetiştirme konusunda anne ve babanın bilhassa dikkat etmesi gereken başlıca hususlar şunlardır:

 

a. Çocuğa rûhâniyet telkîn edecek güzel bir isim konulmalıdır.

 

b. Feyizli bir ortamda inkişâf etmeleri için, yedirilen lokmaların helâlliğine dikkat edilmelidir.

 

c. Çocuklarda taklid meyli hâkim olduğu için onlara örnek olacak bir davranış güzelliği sergilenmelidir. Zîrâ münâkaşalı ve kavgalı ortamlardan in’ikâs alan çocuk huysuzlaşıp hırçınlaşır.

 

d. Çocukların davranışları dâimâ kontrol edilip göz önünde yapamadıkları kabahatleri gizli ve tenhâ yerlerde işlemelerine meydan verilmemelidir. Zîrâ bu durumda karakterleri zaafa uğrar, çift şahsiyetli olurlar. Bu hâlin ilk tezâhürleri de yalan ve riyâdır.

 

e. Çocukların güzel işleri takdir edilip mükâfatlandırılmalı, hatâları ise görmezden gelinmemelidir. Çünkü müsbet davranışlar mükâfât ile pekiştirilerek çocuğun şahsiyetinde kalıcı bir yer edinir. Buna mukâbil, vaktinde îkaz edilmeyen kusurlar da tekrarlana tekrarlana şahsiyetin bir parçası hâline gelir. Bu yüzden bilhassa kız çocuklarının küçük yaşlardaki kıyâfet yanlışlıkları müsâmaha ile karşılanmamalıdır. Zîrâ insanın alıştığı şeyler, zamanla geri dönülemeyen tiryâkilikler hâline gelebilir.

 

f. Sık sık cezâ vererek çocuk arsız hâle de getirilmemelidir.

 

g. Emir, yasak ve kâideler telkin edilirken onların kavrayabileceği bir şekilde gerekçeleri de îzâh edilerek iknâ edilmelidir.

 

h. Âdâb-ı muâşeret ve ahlâk kâideleri öğretilmeli, bilhassa varlıklı âileler, çocuklarının, akranlarına kaba ve kibirli davranmalarına mânî olmalıdırlar. Zîrâ bunlar zamanla huy hâline gelir. Onlara, tevâzû telkin edilmeli, anlayacakları bir dil ile Kasas Sûresi’ndeki “Kârûn” kıssası anlatılmalıdır.

 

ı. Çocukların meşrû sınırlar dâhilinde çocukluklarını yaşamalarına imkân tanınmalıdır. Fakat ne fazla serbest bırakılmalı, ne de haddinden fazla baskı yapılmalıdır. Zîrâ fazla rahatlık, nefsâniyeti azdırır, tembelliğe sebep olur; fazla baskı da çocuğun ezik ve silik bir karakter sâhibi olmasına sebebiyet verir. Bu yüzden ölçülü bir üslûb ile vakitlerini fazîletli birer insan olmalarına vesîle olacak davranışlarla doldurmaya gayret edilmelidir.

 

i. Kendilerine Cenâb-ı Hakk’ın nîmetleri hatırlatılıp hamd ve şükre alıştırılmalıdır. Peygamber Efendimiz’in hayatından misâller verilerek, iç âlemlerinin rûhâniyet iklîminde yoğrulmasına gayret edilmelidir.

 

j. Daha küçük yaşlarında iken ibâdet ve hizmete alıştırılmalı, ibâdet mes’ûliyeti ve hizmetin ehemmiyeti telkin edilmelidir.

 

Asil bir nesil yetiştirmek, insanlık muktezâsı olan ulvî bir duygudur. Evlâdların yetiştirilmesi husûsunda çekilen mihnet ve meşakkatler, günahların affına vesîle olur. Çocukların iyi terbiye edilmesi husûsunda Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

 

“Hiçbir baba çocuğuna güzel ahlâktan daha hayırlı bir mîras bırakmamıştır.” (Tirmizî, Birr, 33)

 

Bu bakımdan çocuklarımızı bir ibâdet vecdiyle yetiştirmeliyiz. Onların rûhânî hayatları husûsunda hiçbir gayret ve himmeti esirgememeliyiz.

 

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de:

 

“Âilene namaz kılmayı emret, kendin de namaza dört elle sarıl!..” (Tâhâ, 132) buyurmaktadır. Âyet-i kerîme muktezâsınca çocuklarımıza ibâdet etmenin şuurunu kazandırmalı ve onları ibâdete alıştırmalıyız.

 

Yine çocuklarımızı havâîlikten, haşarılıktan, lüzumsuz gezintilerden, eve geç gelmelerden, kötü arkadaşlardan, velhâsıl mânevî dünyâlarını zaafa uğratacak her türlü menfîlikten korumalıyız.

 

Yavrularımız arasında adâlete riâyet edip hasedleşmelerine meydan vermemeliyiz. Vakitleri geldiğinde -imkânlar müsâid olduğu takdirde- onları evlendirmeliyiz. Damat veya gelin alırken de mal, mülk, mevkî gibi fânî, dünyevî ve izâfî kıymetlerden ziyâde; îmân, güzel ahlâk ve rûhânî hayâtı gözetmeliyiz. Zîrâ îmânî ve ahlâkî duyguları itibâriyle birleşmeyen eşlerin sonu, ya hazin ayrılıklar veya mezara kadar süren ıztıraplar olur.

 

Âyet-i kerîmede buyrulur:

 

“Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!..” (et-Tahrîm, 6)

 

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu

 

âyet-i kerîmedeki ilâhî emri şöyle tefsîr buyurmuşlardır:

 

“Onlara, Allâh’a kul olmayı, tâat ve itaati emreder; yine onları Allâh’a isyan etmekten ve günahlardan nehyederseniz, işte bu, onları korumak demektir.” (Âlûsî, Tefsîr, XXVIII, 156)

 

Cenâb-ı Hak bizlere, “gözümüzün nûru olacak” bir zürriyete nâil olabilmemiz için de şöyle duâ tâliminde bulunmaktadır:

 

“Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sâhiplerine önder kıl!” (el-Furkân, 74)

 

***

 

Diğer taraftan, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine evlâd takdir etmediği âileler de rızâ hâlinde yaşamalı ve:

 

“...Ho­şu­nu­za git­me­yen bir şey ço­ğu ke­re si­zin için ha­yır­lı ola­bi­lir. Yi­ne sev­di­ği­niz bir şey de çoğu ke­re hak­kı­nız­da şer ola­bi­lir. Al­lâh bi­lir, siz bilemezsiniz.” (el-Ba­ka­ra, 216) âyet-i kerîmesindeki hikmeti tefekkür etmelidirler.

 

Yine bu durumda olanlar, imkânları nisbetinde, kimsesiz, fakir ve bilhassa öksüz ve yetim çocukların elinden tutarak hem kendilerine bir tesellî yolu aramalı, hem de onları cemiyetin istismâr ettiği mazlumlar durumuna düşmekten kurtarmaya çalışmalıdırlar. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu hadîs-i şerîfini de düstûr edinmelidirler:

 

“Kendi yetimini veya başkasına âit bir yetimi himâye eden kimseyle ben, cennette şöyle yanyana bulunacağız.”

 

Hadîsi rivâyet eden Mâlik bin Enes -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’in yaptığı gibi işâret parmağıyla orta parmağını gösterdi. (Müslim, Zühd, 42)

 

Bu ictimâî ibâdet, bütün mü’minlere şâmil bir vazîfedir. Zîrâ mü’min, kendi çocukları gibi başkalarının çocuklarını da düşünen, diğergâm bir gönül ufkuna sâhip insandır. Rûhânî bir âile iklîminde yetiştirilen sâlih evlâdların, anne-baba için sadakayı câriye olacağı mutlaktır. Yetimleri himâye edenlerin de Allâh Rasûlü’nün teveccühünü kazanacağı muhakkaktır.

 

Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâbına sık sık; “Bugün bir yetim başı okşadınız mı?” diye sorarlardı.

 

Allâh’ın bir ibâdethâne olarak yarattığı bu cihanda, mânevî husûsiyetlerini, kulluk tezâhürlerini, insanlık şeref ve kıymetlerini kaybeden ülkelerin, cihan haritasından nasıl silindiklerini âleme ibret olmak üzere beyân eden Kur’ân-ı Kerîm, insanlara irşâd ışıkları tutarak ebedî saâdet yollarını aydınlatmaktadır.

 

İnsanın eşref-i mahlûkat olmasından dolayı, onun hakkında diğer varlıklardan farklı olarak, izzet, şeref, haysiyet, hayâ ve vakârını koruyup takviye edecek ilâhî emirler vârid olmuştur. Bunlardan biri de “tesettür”dür. Tesettür, mahlûkat arasında yalnız insana mahsus bir keyfiyettir.

 

Âyet-i kerîmede buyrulur:

 

“Ey Âdemoğulları! Size avret yerlerinizi örtecek giysi ve süslenecek elbise bahşettik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır...”(el-A’râf, 26)

 

İnsanoğlu, Allâh Teâlâ’nın lutfettiği insanlık vakar, hayâ ve ciddiyetini koruyabilmek için örtünmeye mecburdur. Aksi hâlde bu insânî vasıflar zâyî edilmiş olur. İnsan, kendisinin dûnundaki mahlûkların seviyesine düşer.

 

Toplumda hayânın kaybolması, fuhuş ve ahlâksızlığın yayılıp alenen işlenir hâle gelmesi de kıyâmet alâmetlerinin belli başlılarındandır. Hadîs-i şerîfte:

 

“Hayâ îmandandır!”(Buhârî, Îmân, 3) buyrulur. Hazret-i Âdem ile

 

Hazret-i Havvâ, cennette başka insanlar olmadığı hâlde birbirlerinden ve diğer mahlûkattan hayâ ettiler. Telâş içinde orada bulunan yapraklarla örtünmeye çalıştılar. Bu da gösteriyor ki, maddî olan örtünme ve onun mânevî bağlantısı olan edeb ve hayâ, insanoğlunun fıtratında bulunan en mümtaz vasıflarındandır ve takvâ alâmetidir.

 

Mevlânâ Hazretleri der ki:

 

“«–Îmân nedir?» diye aklıma sordum. Akıl, kalbimin kulağına eğilip şöyle fısıldadı: «–Îmân, edepten ibârettir.»”

 

İslâm, insanlık haysiyetine uygun giyinmeye dâir bâzı kâideler getirmiştir. Bunlardan biri, kıyâfetin vücud hatlarını ortaya çıkaracak derecede dar veya şeffaf olmamasıdır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Âişe’nin kardeşi Esmâ’nın ince bir elbise giydiğini görünce, başını çevirmiş ve şöyle buyurmuştur:

 

“–Ey Esmâ! Bülûğa erdikten sonra kadınların, -yüzüne ve eline işâret ederek- şu ve şundan başka bir yerinin görülmesi doğru olmaz.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 31)

 

Diğer taraftan, kadının kadınlık, erkeğin erkeklik haysiyetini koruması da zarûrîdir. Bu hususta da Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:

 

“Kadın gibi giyinen erkekler, erkek gibi giyinen kadınlar, Allâh’ın rahmetinden uzak kalacaklardır.” (Ebû Dâvud, Libâs, 28)

 

İslâm, kadına çok kıymetli bir mevkî bahşetmiştir. Kadınlar da gerçek saâdeti Kur’ân ve Sünnet’in huzurlu iklîminde aramalıdırlar. Maalesef günümüzde kadınlar çeşitli vaatler ve yaldızlı sözlerle, mutluluğu sokaklarda aramaya itilmektedir. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, kadını duygu bakımından erkeğe göre daha zengin yaratmıştır. Bu duygu ve his zenginliği, âile içinde kadının temel ve fıtrî vazîfesi olan neslin muhâfazası ve terbiyesinde büyük bir fayda ve avantaj sağlarken, cemiyet ve iş hayatının kadın fıtratına uymayan zor şartlarında bir dezavantaja dönüşüp onu yıpratan bir tesir icrâ edebilmektedir. Bu yüzden kadın, kendisi hakkındaki ilâhî tanzimin dışına itilirse, onun fıtratına ihânet edilmiş olur.

 

Akıllı ve dirâyetli bir erkek, evine adım atarken aklını, bir ticârethâneye girerken de hissiyâtını kapı eşiğinde bırakmasını bilir. Kadın ise fıtratına gâlip olan hissîliği gerektiğinde terk edebilme dirâyetini kolay kolay gösteremez. Bu hakîkat, cemiyette kadının istismârına yol açan başlıca sebeplerden biridir.

 

Cenâb-ı Hak, kadın ve erkek arasında birbirlerini tamamlayan çok güzel bir vazife taksimi yapmış, her ikisine de ayrı istîdatlar vermiştir. Kadın ve erkek, ancak, mânen ve maddeten birbirini tamamladığı zaman yaratılış gâyesine uygun bir olgunluk meydana gelir; âile ve buna bağlı olarak da toplum huzurlu olur.

 

Ne yazık ki çağımızda kadın ve erkek arasında başlatılan sun’î eşitlik yarışı, kadınların hanımlık ve annelik vazifelerini zedelemiş, âilenin huzuru kaybolmuş, toplum hayatı sarsılmış ve cemiyet, âile fâcialarına sahne olmuştur. Hâlbuki kadın ve erkeğin fizikî ve rûhî yaratılışları eşit değildir ki, fiilî veya hukûkî eşitlik îcâb etsin. Mühim olan, her alanda bir eşitlik değil, haklar ve mükellefiyetler arasındaki adâlet ve dengedir.

 

Allâh’ın erkek ve kadına verdiği fıtrî husûsiyetlere zıt bir şekilde denge bozulduğunda âile içi çatışmalar ve huzursuzluklar, tatmin olmayan insanları, huzur ve saâdeti başka yerlerde aramaya sevk etmekte, sonunda arş-ı âlâyı titreten boşanmalarla toplumun en mukaddes yapı taşı olan âileler yıkılmaktadır. Böylece, ev içinde âile sıcaklığı bulamayan, örnek alacağı ana-babasından kötü muâmeleye mâruz kalan çocuklar da, sokakların insafına terk edilmiş olmaktadır. Evden kaçarak sokak çocukları arasına katılan çocuklar, kısa zamanda sigara, alkol, tiner, narkotik, fuhuş ve çeşitli suç örgütlerinin ağına düşerek ictimâî bir fâciâya zemin hazırlamaktadırlar. Şüphesiz ki bu hâl, toplum hayatını çoraklaştıran korkunç bir ahlâkî erozyonu da berâberinde getirmektedir.

 

Asrımızın en korkunç ve iğrenç cinâyetlerinden biri de, zarûret olmadan sırf nefsânî rahatlık için çocuk aldırmaktır. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömen yarı vahşî câhiliye insanlarıyla vahşet yarışına girmişçesine, daha anne karnındaki mâsum bebekler parçalanarak modern bir cinâyete kurban edilmektedir. Bu, en başta ilâhî lutfa nankörlüktür. Ayrıca böyle yapanların, hayatın hangi sürprizlerine dûçâr olacakları da meçhuldür. Bu cinâyeti irtikâb edenler, belki yarın hayatta yapayalnız kaldıklarında elinden tutacak olanın, o çocuk olacağını iyi düşünmelidirler. Veya vaktiyle kendi anne-babaları da onları istemeyip aynı âkıbeti onlar için revâ görselerdi, bugün hayatta olamayacaklarını hesâb etmelidirler.

 

Dîn ve îmandan mahrûmiyet sebebiyle, hayatı sırf ten planında yaşayan, egosunu ve nefsânî arzularını tatmin etmekten başka bir düşüncesi olmayan, insanlık şeref ve haysiyetine vedâ etmiş hodgâm bir neslin, nasıl felâket manzaraları oluşturduğuna dünyâ târihi sayısız defa şâhid olmuştur.

 

Nesillerini muhâfaza duyguları içinde çırpınan bitki ve hayvanlar karşısında, mahlûkatın en şereflisi olan insanların bu hislerden mahrûmiyeti ne acı ve iğrençtir. Yine onların insanlık rütbesine vedâ edip:

 

“…Onlar hayvanlar gibidir; hattâ daha da şaşkındırlar…” (el-A‘râf, 179) âyet-i kerîmesinin şümûlüne girmeleri ne hazindir.

 

Kadının fıtratı istikâmetinde yaşaması, toplumu cennete çevirir. Huzurlu âileler, toplumun saâdet kaynağıdır. Târih sayfalarına baktığımız zaman görürüz ki, toplumlar hanımlarla âbâd olmuş, yine onların elleriyle berbâd olmuştur. Eğer kadınlara mutluluk için sokaklar gösterilirse, hayat yolları cam kırıkları ile dolar.

 

Fısk u fucûrun yayılması, fitne-fesâdın tasallutu veya maddî-mânevî imkânsızlıkların icbâr etmesi gibi sebeplerle iffet ve nâmusunu koruma husûsunda zor duruma düşenlere yardım elini uzatmak da, hem İslâmî bir mecbûriyet hem de bir insanlık borcudur. Hadîs-i şerîfte buyrulur:

 

“Bir kimse, nâmusu çiğnendiği, ırzına sataşıldığı bir yerde müslümanın yardımına koşmazsa, muhtaç olduğu bir anda Allâh da ona yardım etmez.

 

Irzına sataşıldığı, nâmusu çiğnendiği bir yerde müslümanın yardımına koşan kimseye de, muhtaç olduğu bir anda Allâh yardım eder.” (Ebû Dâvud, Edeb, 36/4884)

 

Kadının saâdeti, haysiyetini koruyarak yaşamasında ve âilesini muhâfaza etmesindedir. “Cennet annelerin ayağı altındadır.” (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sagîr, I, 125) hadîs-i şerîfi, sâliha bir anne için ne büyük bir şehâdet-i Muhammediyye’dir.

 

Diğer bir hadîs-i şerifte de:

 

“Dünya geçici bir faydadan ibârettir. Onun fayda sağlayan en hayırlı varlığı, sâliha kadındır.” (Müslim, Radâ‘, 64) buyrulmuştur.

 

Fazîletli bir anne, ilâhî kudretten tecellî eden bir rahmet kucağı, âilede saâdet kaynağı, zevk ve safâ ışığı, âile fertlerinin şefkat odağıdır. Rabbimizin, Rahmân ve Rahîm esmâsının dünyadaki müstesnâ ve mûtenâ bir tecellîgâhıdır. Hayırlı nesillerin yetiştirilmesinde annelerin çok mühim bir yeri vardır. Bütün evliyâullâh ve Fâtihler, ilk feyizlerini sâliha bir anneden emmişlerdir. Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde:

 

“Evinde (yetim) çocuklarının terbiyesiyle meşgul olan Müslüman kadın, cennette benimle beraberdir.” (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 104) buyurmuşlardır.

 

Güçlü toplumlar, güçlü âilelerden meydana gelir. Güçlü âileler de daha ziyâde mânevî eğitim görmüş; yâni nefs engelini aşmış, fazîletli hanımların eseridir. Bunun en güzel numûneleri, hanım sahâbîlerdir. Onlar çocuklarına canlarıyla, mallarıyla fedâkârlık yapmayı öğretmişlerdir. Yavrularının gönüllerini, Rasûlullâh Efendimiz’in muhabbetiyle yoğurmuşlardır.

 

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mânevî terbiyesi ile ümmete numûne anneler hâline gelen sahâbî hanımlar, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görmekte geciken veya O’nunla uzun zaman görüşmeyen evlâdlarını îkâz ederlerdi. Nitekim Huzeyfe -radıyallâhu anh-, bir hâtırasını şöyle anlatmıştır:

 

Annem bana sordu:

 

“–Peygamber Efendimiz’le en son ne zaman görüştün?”

 

Ben de:

 

“–Birkaç günden beri O’nunla görüşemedim.” dedim.

 

Bana çok kızdı ve fenâ bir şekilde azarladı. Ben de:

 

“–Dur, kızma anneciğim! Hemen Rasûlullâh

 

-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanına gideyim, O’nunla beraber akşam namazını kılayım, sonra da hem benim hem de senin için istiğfâr etmesini O’ndan taleb edeyim.” dedim. (Tirmizî, Menâkıb, 30; Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 391-2)

 

İşte evlâdlarını böyle terbiye eden o anneler; hakkı, hayrı ve hidâyeti bütün cihâna yayan örnek bir nesli îmâr etmenin gönül rahatlığıyla Rablerine kavuştular. Bugün de sahâbî aşk ve heyecânıyla evlâdına Allâh ve Rasûlü’nü tanıtıp sevdirerek o mübârek neslin izinden yürümek, her mü’min ana-babanın vazîfesidir.

 

Bir milletin istikbâlini görmek kerâmet değildir. Bunun için onların gençlerine bakmak kâfîdir. Her devrin gençliği kendi karakterine uygun, enerjisini harcayabileceği ayrı bir heyecan iklîminde yaşar. Her millet, gençliğinin his ve fikir dünyasına göre şekil alır. Eğer bir millette gençler güçlerini mâneviyât ve fazîlet yolunda sarf ediyorlarsa, o millette istikbâl vardır. Bunun en bâriz misâli, Çanakkale ve İstiklâl Harbleri’dir. Buna bütün dünyâ şâhittir ki, sîneleri îmân dolu o şanlı neslin sâhip olduğu metafizik güç, düşmanın maddî gücünü bertaraf etmiştir. Fakat bunların aksine, gençlik, bütün enerjisini nefsâniyete, yani kaba kuvvete esir ve râm ediyorsa, tarihî misâllerle sâbit olduğu gibi, âkıbet hezîmettir.

 

Günümüzde fazîletli bir nesil yetiştirmek için, mânevî eğitim veren müesseselere ve bilhassa Kur’ân Kurslarına büyük vazîfeler düşmektedir. Zîrâ Allâh’ın kelâmına karşı gösterilen ihmâlden daha ziyâde insanın mânevî hayatını karartan başka bir hata yoktur. Bu yüzden insanların çoğunlukla maddeye râm oldukları zamanımızda Kur’ân-ı Kerîm eğitimine daha çok ihtimam göstermek zarûrîdir.

 

Şunu unutmamak gerekir ki, Kur’ân-ı Kerîm, bir fânînin eseri değil, Kâinâtın Hâlıkı’nın kullarını dünyâ ve âhiret saâdetine erdirmek için lutfettiği en mühim hidâyet rehberidir. Bu bakımdan mânevî eğitim veren müesseselerde bilhassa şu hususlara ehemmiyet verilmelidir:

 

1. Talebeler her şeyden önce Allâh’ın emâneti olarak telâkkî edilmeli, onların düşüncelerinin merkezine Allâh’ın azamet-i ilâhiyesi ve kâinattaki kudret akışlarının tefekkürü telkin edilip Peygamber Efendimiz’in hayranlık verici ahlâkı yerleştirilmelidir. Mânevî eğitim ve öğretim, bilginin yanında muhabbetle takviye edilerek, zevk ve lezzet hâline getirilmelidir. Zîrâ îmânın lezzetini duyabilmek, hizmet için en büyük enerji kaynağıdır.

 

2. Bu müesseseler birer şefkat, fedâkârlık ve hizmet yuvası olmalıdır. O duvarların içinde kuru bilgiler yığınından ziyâde, aşk ve heyecan dolu bir Kur’ân hizmeti verilmelidir. Kur’ân’ın tatbikâtı ise Sünnet-i Seniyye’nin yaşanmasıdır.

 

3. Talebeye, nezâket, edeb ve güleryüzle yaklaşılmalı, varsa hataları şefkat ve merhametle tashih edilmelidir. Unutmamak gerekir ki bir tâmircinin sanat ve hüneri, tâmir ettiği eserinde ortaya çıkar.

 

4. İnsan, şahsiyet ve yüksek karaktere hayranlık ve muhabbet duyar. Hayranlık duyduğu kimseyi taklîde çalışır. Kişi, sevdiklerinin câzibesi altında kalır. Zîrâ muhabbet, iki kalb arasında bir cereyan hattı gibidir. Bu bakımdan Kur’ân hizmetinde bulunanların, örnek davranışlarla olgun bir karakter sergileyip kendilerini sevdirmeleri zarûrîdir. Bunun için de “yâr olup bâr olmama”yı, yâni dost olup dostlarının yükünü hafifletmeyi, buna mukâbil kimseye de yük olmamayı düstûr edinmelidirler.

 

5. Kalb temizliğiyle birlikte zâhirî temizlik ve zarâfete de dikkat etmeli, kılık-kıyâfet ve dış görünüşleriyle de örnek olmalıdırlar. Zîrâ elbiselerin temizlenmesini emreden ve giyim-kuşamda pejmürdeliği hoş görmeyen Peygamber Efendimiz, saç ve sakalların dağınıklığını da tasvîb etmezlerdi. Nitekim bir seferinde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mesciddeyken, saçı sakalı karışmış bir adam çıkagelmişti. Rasûlullâh Efendimiz, eliyle ona saç ve sakalını düzeltmesini işâret etti. Adam, bu emri yerine getirdiğinde Rasûl-i Ekrem Efendimiz:

 

“Bu hâl, herhangi birinizin şeytan gibi saçı-başı dağınık dolaşmasından daha güzel değil mi?” (Aliyyü’l-K-arî, Mirkât, VIII, 261) buyurmuştur.

 

Bir seferinde de, yine üstü başı dağınık olarak huzûruna gelen bir adama:

 

“Malın var mı? Hâlin vaktin nasıl?” diye sormuş, adamın maddî durumunun iyi olduğunu bildirmesi üzerine:

 

“O hâlde, Allâh sana mal verince, eseri üzerinde görünsün!” (Nesâî, Zînet, 54; Ahmed bin Hanbel, IV, 137) diyerek onu îkâz etmiştir.

 

6. Kur’ân ile duygu derinliğine nâil olabilmek ve Kur’ân’ın ulvî mânâlarını amel-i sâlihler hâlinde davranışlara aksettirebilmek için, kalblerin pozitif enerji ile, yâni muhabbet ve rûhâniyetle dolması zarûrîdir. Kur’ân’dan lâyıkıyla feyiz-yâb olabilmek için, onun kapağı, hürmet, tâzim ve edeb ile açılmalı, onu insanlara Rahmân’ın öğrettiği şuuruyla okunmalıdır. Zîrâ âyet-i kerîmelerde buyrulur:

 

“Rahmân, Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı öğretti.” (er-Rahmân, 1-4)

 

7. Kur’ân Kursları, öğretimden ziyâde, Kur’ân-ı Kerîm’in azameti karşısında tefekkür, tahassüs ve tecessüs duygularını derinleştiren bir eğitimi hedeflemelidir. Bilhassa peygamber kıssalarındaki ibret dolu mesajlar, kıyâmete yakın zuhûr edecek fitneler, kıyâmet alâmetleri ile ilgili haberler, îman-küfür, tâat-isyân, haram-helâl ve hak ile bâtılı birbirinden ayıran hükümler işlenerek hayat ve kâinâtı âyetler ışığında mîzân edebilme hâlet-i rûhiyesi kazandırılmalıdır.

 

8. Mânevî eğitim müesseselerinde vazîfeli olanlar, olgun bir hizmet insanı olmalıdırlar. Bunun için de, sâlih amel sâhibi, merhamet, şefkat, diğergâmlık gibi ahlâkî meziyetlerle donanmış kimseler olmalıdırlar. Ayrıca, hangi zümrenin içinde yaşarlarsa yaşasınlar, kendi varlıklarını ve îmanlarını korumayı bilmelidirler. Onlar, fitne ortamında bile etrâfına müsbet tesir eden, fakat menfî tesir almayan, sağlam bir hâlet-i rûhiyeye sâhip olmalıdırlar. Her hâlükârda kalblerini mal, mülk, mevkî gibi dünyevî menfaat endişelerinden uzak tutmalıdırlar.

 

9. Talebeyi soğutacak davranışlar olan kaba hitap, adâletsiz muâmele, adam kayırma ve şiddetten sakınılmalıdır. Kur’ân hizmetinde bulunanlar, kendilerinin de “lâ-yüs’el” yâni sorumsuz olmadıklarını, birgün ilâhî mîzanda hesap vereceklerini hatırlarından çıkarmamalıdırlar. Bu yüzden de kendilerine emânet edilen talebelerine karşı emir-komuta münâsebetiyle, mecbûriyet kabîlinden, heyecansız, samîmiyetsiz ve kuru bilgilerle ders takrir etmekten kaçınmalıdırlar. Ayrıca, kazanılan her insanın ecri, kaybedilen her insanın da ağır bir âhiret vebâlini mûcib olduğunu unutmamalıdırlar.

 

10. Îtidâle riâyet edilmelidir. Her şey bir anda verilmeye çalışılmamalı, hazmettirerek, alıştırarak ve tedricî bir sûrette tâlim ve terbiyede bulunulmalıdır. Talebenin anlayış seviyesi ve kâbiliyetleri dikkate alınmalı, ileriki merhalelerde öğrenmesi gereken hususlar başlangıçta ve gerekli altyapı kültürü verilmeden öğretilmeye kalkışılmamalıdır.

 

11. Mevzûlar bol teşbihlerle, fıkralarla, sual-cevaplarla ve kıssalarla desteklenerek daha kalıcı ve tesirli bir şekilde anlatılmalıdır. Bir eğitimcinin en büyük mârifet ve sanatı, talebenin rûhundan bir damar bulup kalbine nüfûz edebilmesidir. Zîrâ en büyük fetih, gönüllerin fethidir. Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi: “Gönül, Celîl ve Ekber olan Allâh’ın nazargâhıdır.”

 

12. Eğitimciler, talebenin hâlini sîmâsından anlayacak kâbiliyette olmalıdırlar. Onlara kıymet vermeli, dertleriyle birebir ve özel olarak ilgilenip problemlerini çözmelidirler. Zîrâ problemini çözdükleri insanın gönlünü kazanabileceklerini bilmelidirler. Bu yüzden özel alâkaya bilhassa ehemmiyet vermelidirler.

 

13. Allâh’ın kullarına teşekkürle hizmet, şiâr edinilmelidir. Zîrâ onlar vesîlesiyle kendilerine bu hizmet nasîb olmaktadır. Bu yüzden mânevî eğitim hizmetinde muhâtaplara karşı tebessüm ve teşekkür, bir tabiat-i asliye hâline gelmelidir.

 

14. Kalblere îman muhabbetini aşılayacak olanların önce kendi kalb âlemlerini ıslâh etmeleri zarûrîdir. En zor iş, insan terbiyesidir. Kendisini terbiye edemeyen, iç âleminden habersiz bir kişi başkasını nasıl terbiye edebilir? Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, kalbî kıvamdan mahrum bir nâdânın hâlini ne güzel hikâye eder:

 

“Birgün Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’a yol arkadaşı olan gâfil biri:

 

“–Ne olur yâ Îsâ! Bildiğin ism-i âzam’ı bana da öğret de şu çürümüş kemikleri diriltip kaldırayım.” dedi.

 

Îsâ -aleyhisselâm- ise cevâben:

 

“–O iş senin kârın değildir. İsm-i âzam’ı okuyup ölüyü diriltmek için yağmurlardan daha temiz bir nefes sâhibi, kullukta meleklerden daha anlayışlı bir kişi olmak gerek. İsm-i âzam, pâk bir lisân ve temiz bir kalb ister. Nefsi pâk olan kimsenin duâsı makbûl olur… Sende Îsâ’nın temiz nefesi yokken ism-i a’zamı okumanın sana ne faydası olur ki?!” dedi.

 

Fakat gâfil adam ısrâr edince Hazret-i Îsâ, bu ahmağın sözlerine ziyâdesiyle taaccüb etti ve:

 

“Yâ Rabbî! Bu esrârın hikmeti nedir? Bu ahmağın bu derece cidâle meyli nedendir? Kendisinin kalbi ölü, başkasının cesedini diriltmeye çalışıyor. Hâlbuki ona düşen, asıl ölü olan kendi kalbini ihyâ etmek. Kendi kalbini diriltmek için duâ edeceğine, başkalarını ihyâya çalışıyor. Bu ne gaflettir!” diye hayret etti.

 

Bu misâlde olduğu gibi, kendi yüreğinde hissetmediği için îmânın aşk ve vecdini minik ve mâsum yüreklere hissettiremeyen bir eğitimci ve Kur’ân’ın engin mânâ kevserinden kendisi tatmadığı için tattıramayan bir hoca, büyük bir vebâl altındadır. Çünkü bulunduğu müessese ve tâlim-terbiyesini üstlendiği talebeler, kendisine Allâh’ın birer emânetidir. Talebelere, istenilen rûhânî eğitimi veremez ise, kul hakkı terettüb edeceği muhakkaktır.

 

İşte istikbâlin şeref sayfalarını dolduracak örnek nesiller, bütün bu vasıflarla donanmış keyfiyetli bir mânevî eğitimin mahsûlü olacaktır. Buna muvaffak olan nesiller, Allâh’ın lutfu ile yücelmiş ve âbâd olmuşlardır. Nitekim dünyâ târihinin en uzun ömürlü devleti olan Osmanlı’nın temelinde Kur’ân-ı Kerîm’e karşı gösterilen hürmet, tâzim ve muhabbetin bulunduğu, mâlum ve meşhurdur.

 

Çocuklar, anne-babaya ikrâm edilen ilâhî emânetlerdir. İslâm fıtratı ile anne-babaya teslîm edilen çocukların saf ve berrak kalbleri, temiz bir toprak misâli işlenmeye hazır ham bir cevherdir. Onun diken veya gül, acı veya tatlı meyve vermesi, üzerine atılan tohumların keyfiyetine bağlıdır.

 

Anne-babanın evlâdlarını cehennem ateşinden koruması, dünyânın iptilâ ve musîbetlerinden korumasından daha önemlidir. Cehennem ateşinden korumak da kalblerin Allâh ve Rasûlullâh muhabbetiyle feyizlenmesine bağlıdır. Yavrularına Allâh Teâlâ’yı, Peygamber Efendimiz’i sevdiremeyen anne-babalar, onların hem dünyâ hem de âhiret felâketini hazırlamış olurlar.

 

Diğer taraftan, çocuğun terbiyesine üç yaşında iken başlanmalı, “daha ufaktır, anlamaz” gibi düşünceler bir kenara bırakılmalıdır. Anne-babalar, evlâdlarının yanında her fırsatta Allâh Teâlâ’nın büyüklüğünden, her şeyin yaratıcısı olduğundan, bütün nîmetleri O’nun bahşettiğinden, O’na şükretmek gerektiğinden, her an ilâhî bir kameranın altında olduklarından bahsetmeli, kabirde sorulacak suâlleri ve onlara verilecek cevapları, yâni kabir dilini öğretmeli, yavrularının rûhî gelişme çağlarında bu telkinlerin kalıcı izler bırakacağını iyi düşünmelidirler. Bu yaşlarda İslâmî telkinden gerekli nasîbini alamayan çocukların ileride terbiye edilmesinin daha da zorlaşacağını hesâba katmalıdırlar.

 

Çocuk üşümesin, uykusuz kalmasın diye onu namaza kaldırmamak da, büyük bir vebâldir. Bu tip davranışlar, çocuğa iyilik değil, bilakis kötülüktür. Ana-babalar, çocuklarını güzel bir şekilde terbiye etmek için onları daha küçük yaşta, ibâdete, infâka alıştırmalı, onları çevrenin menfî tesirlerinden korumalıdırlar.

 

Hayırlı bir evlâd, dünyâda en kıymetli varlıklarımızdan biri olduğu gibi âhiret hayâtımız için de devâm eden kıymetlerimiz ve kesilmeyen akarlarımızdır. Bu yüzden, ilâhî bir lutuf olan evlâd nîmetini yanlış yerlerde ve dünyevî menfaatler uğruna hebâ etmek, büyük bir âhiret vebâlidir.

 

Evlâdların sırf dünyevî seviyelerine ehemmiyet verip mânevî yönlerini ihmâl etmek, sokakların, kötü arkadaşların ve şer odakların sermâyeleri olmalarına göz yummak ve gayr-i ahlâkî yayın ve reklamların heveskârları durumuna düşmelerini müsâmaha ile karşılamak, bu ilâhî lutfa karşı en büyük nankörlüktür.

 

Velhâsıl, ebedî bir âhiret saâdeti için dünyâ imkânlarından bilhassa mal ve evlâd nîmetlerini, Rabbin rızâsını tahsîle birer vâsıta hâline getirmek zarûrîdir. Bu dünyâdaki son konağımız olan kabrimizin ıssız, tenha ve karanlık kalmaması için bugünlerimizi iyi değerlendirip arkamızda hayırlı bir nesil bırakabilmeye gayret göstermeliyiz. Evlâdlarımızı, kalblerimizin ulvî bir sermâyesi yapalım ki, uzun ve zor seyahatimizde bizler için birer sadaka-yı câriye olsunlar…

 

Rabbimiz, ihsân ettiği nikâh, âile ve evlâd nîmetlerinin dünyâ ve âhiret saâdetine vesîle olmasını nasîb eylesin!..

 

Âmîn!

 

Kaynak: Altinoluk dergisi, 09-10/2004


.