Kelime olarak "mezhep", girilen ve gidilen yol
demektir. Kisinin bir konuda herhangi bir görüse sahip olmasi, o yöne dogru dönmesine
ve gitmesine benzedigi için, mecazi olarak kisisel görüsler de "mezhep" diye
isimlenir. Bu anlamda mesela, "Ebu Hanife'nin mezhebi" demek,
sözkonusu edilen meselede onun görüsü, demek olur. Daha sonra "mezhep"
terimi; dini konularda bir sahsa ait görüs ve yorumlarin bütünü ve bilahere de, usul
bakimindan bir sahsa ait görüs ve yorumlara katilan ve ilgili bütün zamanlari içine
alan tüm görüs ve yorumlar bütünü ve sistemi anlamlarini kazanmistir. Bu anlamda
mesela "Imam Ebu Hanife'nin Mezhebi" veya "Hanefî
Mezhebi" denebilir. Ama Ebu Hanife'nin ve diger müctehid imamlarin
zamaninda bu anlamda bir mezhepten söz edilemez. Onun ya da bunun görüsleri vardir ve
herkese ait görüsler digerlerinden ayri bir ünite halinde degildir. Tipki birçok
ortagi bulunan katisik bir sürü gibi.
Islam'in asil kaynagi Kur'an-i Kerim ve onun açiklayicisi olan hadîs-i seriflerdir.
îcma, kiyas ve diger serî deliller de Kur'an'a tabi olduklanndan, aslolan yine
Kur'an'dir ve bu anlamda Kur'an Islam'in yegane kaynagidir. Her müslüman fert için
aslolan da Kur'an'a göre yasamaktir.
Islam bütün insanlara ve
geldigi andan itibaren bütün zamanlar için gönderilmistir. Bu süre içerisindeki
olanlar sürekli ve sonsuzdur. Halbuki, Kur'an-i Kerim'in ifade ettigi hükümler, bu
hükümlerin esasi olan ve bizim telaffuz ettigimiz kelimeler itibareyle, sInIrlidir.
SInIrli hükümler sInIrsiz olaylari anlatamayacagina göre; yenilenen olaylara paralel
olarak hüküm üreten bir kaynagin olmasi gerekir ki, o da "içtihat" tir.
Içtihat, Islamî hükmü belli olmayan bir olayin hükmünü Kur'an'a uygun olarak ortaya
koyma cabasi olduguna, göre, içtihat yapacak sahsin esas kaynak olan Kur'an'i Kerim'i,
onun açiklamasi olan sünneti ve bu ikisinin onayladigi icmai yeterince bilmesi gerekir.
Ta ki, asil kaynaklar da belirtilen bir hükümden habersizce ve kendi görüsünde
aslolana zit bir hüküm ortaya koymasin ve olaylar arasindaki ilgiyi görerek isabetli
hüküm verebilsin. Demek ki bu oldukça zor ve herkesin ulasamayacagi bir seviyedir.
Allah (cc)'da "Bilmiyorsaniz zikir ehline sorun" (16/43)
buyurduguna göre Islam toplumunda, hükmü bilinmeyen olaylarin sorulacagi bir bilenin ya
da bilenlerin bulunmasi geregi ortaya çikar. Iste bunlar müctehidlerdir ve genel kabul
gören görüse göre her devirde yeterli sayida müctehit yetistirmek, Islam milleti
üzerine "Farz-i Kifaye" düzeyinde bir borçtur. Çünkü her devirde hükmü
belli olmayan meseleler ortaya çikabilmektedir.
Allah Rasülü
hayatta iken vahiy devam ettigi için yeni yeni ortaya çikan meselelerin hükmünü
ögrenmek problem degildi. Rasülullah'in vefatindan sonra ve ona yetisen arkadaslarinin
(sahabe) var oldugu sürede ortaya çikan meselelerin hükmü, onlara soruldu ve onlarin
müctehid olanlari ayetler ve hadisler Isiginda görüslerini açikladilar. Arkasindan
onlari izleyenler (tabi'ûn) geldi. Meseleler de çogaldikça çogaldi. Bu meseleleri de
tabi'ûnun müctehidleri cevaplandirdilar, bu meseleler hakkindaki görüslerini, yani
mezheplerini açikladilar ki, imam Ebu Hanife ve Îmam Malik bunlardandir ve o dönemde
onlar gibi daha yüzlerce müctehid vardir. Mes'elesi olan vatandas gidip onlardan
herhangi birisine sordu ve davranisim ona göre ayarladi. O dönem bu açidan çok zengin
bir dönem oldu ve bu dönemin müctehidleri onbinlerce meselenin hükmünü tesbit etme
basarisini gösterdiler. Büyük imamlar olan Ebu Hanife, Malik, Safiî ve Ahmed b. Hanbel
(Allah onlardan razi olsun) hem birçok meziyetleriyle halk tarafindan benimsendikleri,
hem de daha çok mesele hallettikleri için onlarin görüslerine, yani mezheplerine daha
çok basvurulur oldu ve onlarin görüsleri yazilip tesbit edilebildi. Digerlerinin
görüsleri ya unutulup gitti veya baskalarinin agzindan çok sihhatli olmayan yollarla ve
tektük aktarilabildi. Dolayisi ile ictihad adina en önemli dönem olan o dönemden bize
bütünüyle saglikli olarak sadece Dört îmam'in ve arkadaslarinin görüsleri
aktarilabildi. Onlardan sonra da yüzlerce müctehid gelmis olmakla beraber henüz onlar
kadar kapsamli müctehitler çikmadi. Çünkü onlar isin kaynagina yakin idiler,
hadîslerin sahih olan ve olmayan yollarim taniyor, kendilerinden önceki sahabenin
ittifak ettikleri noktalari iyi biliyorlardi. Sonradan zorunlu olarak ortaya çikan bir
sürü hadîs ilmine ihtiyaçlari yoktu. Arapçanin henüz bozulmadigi bir dönemde
yasiyorlardi ve ictihad için çok önemli olan Arapçayi, çaba göstermeksizin iyi
biliyorlardi. Islam hayata hakimdi, çaba göstermeden, adi bilgi olarak zaten çok sey
biliyorlardi. Ve belki de bütün bunlardan ve daha benzeri meziyetlerden ötürü Allah
Rasulü Efendimiz (sav) onlarin da "hayirli asir"da bulunduklarim haber
vermisti. Halbuki, daha sonra gelen müctehitlerin, sözünü ettigimiz konularda fazla
bilgiye ihtiyaçlari oldu. Isleri arttigindan ötürü seviyeleri de öncekilere göre
küçük kaldi. Içtihat etmelerine ragmen onlar kadar kapsamli olamadilar. Ve o
"Dört Imam" hep zirvede kalmaya, tabir caizse rekoru ellerinde tutmaya devam
ettiler.
Böyle bir özetten sonra
baslikla ilgili soruya dönelim:
Madem ki, esas olan Kur'an-i Kerim ve onu açiklayan sünnet-i
seniyyedir, öyleyse bir müslümanin ille de "Dört îmam"dan birim taklid
etmesi ve Kitab'a-Sünnet'e degil de onun görüslerine uymasi sart midir? Böyle bir
somya cevap olarak söyleyecegimiz ilk sey; onlara uymanin Kitap ve Sünnet'e uymakdan
baska bir sey oldugu izlenimim vermenin, yanilgi ya da yaniltmaca oldugudur. Çünkü
onlara uymak ve onlari taklid etmek, Kitap ve Sünnet karsisinda onlarin görüslerim
benimsemek demek degil. Kitap ve Sünnete onlarin yorumu ve anlayisi ile baglanmak
demektir. Tabi olunan yine Kitap ve Sünnet'tir. Herkesin Kitap ve Sünneti yeterince
bilip kavramasi zor (imkansiz degil) oldugundan herhangi bir büyük imami (müctehid!)
taklid etmek, pratik anlamda (dini anlamda degil) vacip, yani gerekli görülmüstür.
Ancak bu gerekliligi dini anlamda "farz" görme yanilgisina da dikkat çekmek
gerekir. Çünkü bir seyin farz ya da haram olduguna hüküm verme hakki sadece Allah'a
ve O'nun, kendi adina hüküm koyma yetkisi verdigi Resülüne aittir. Bu konuda genel
kabul gören görüsün özeti sudur: |
Esas olan. Sünnet dogrultusunda
Kur'an'i Kerim'e uymaktir. Bu yoldan baska bir yolun oldugunu söylemek ve bu yolu
herhangi bir kimseye kapatmak mümkün ve insanlarin yetkisinde degildir.Ancak herkesin
her konuda ilgili ayet ve hadisleri ve anlamlarim, nasih ve mensuh olanlarim, çeliskili
hadîslerin ve öyle görülen ayetlerin aralarim bulmayi, icma yapilan konulan bilmesi ve
bunlardan, rehbersiz olarak istifade etmesi de mümkün degildir. Öyleyse Kitabi ve
Sünneti yasamada bir mezhep imamim rehber edinmesi gereklidir ve bunun Dört mezhepten
biri olmasi konusunda da adeta icma vardir. Çünkü belli bir dönemden bize sihhatli
olarak aktarilan içtihatlar onlarin içtihatlaridir. Bu, onlarin herhangi bir meselede bu
dört görüs mecmuasinin disinda bir görüsün olamayacaginda ittifak yani icma etmeleri
anlamina gelir ki, fikih usülünde de "mürekkep icma" tabir diye edilir. Îcma
ise genel kabul gören görüse göre baglayici bir delildir. Bu, elbette onlardan sonra
ortaya çikan meselelerde içtihat yapmama ve onlarin görüslerinin delillerini arastirip
güçlü olanina uymama anlamina gelmez. Hatta onlarin ittifaki örften kaynaklanmis ise
ve bu örf de degismis ise, onlarin ittifak ettikleri görüsün aksine görüs de ortaya
çikabilir.
Ancak sunu itiraf etmeliyiz ki,
herkesi rehbersiz olarak Kitab'a ve Sünnet'e gönderme hatasina düsüren sebeplerden
biri de, hiç bir mezhebin ve mezhep imaminin kabul etmedigi "mezhep taassubu"
olur. Herseyden önce bilmek gerekir ki, mezhepler birer din degil, Allah'in kelamim
anlamaya götüren yollardan ibarettirler. Sahislar birer mezhebe bagli olabilirler,
olmalidirlar ama Islam'da mesela, Hanefi devleti Safiî devleti vb. olmaz. Islam devleti
olur ve devlet kamu yararim hesap ederek hangi mezhebin görüsü uygunsa onu alir,
uygular. Maalesef mezhepler zaman zaman birer din gibi görülmüs, "mezhebimizin
görüsüne uymayan naslari mensuh sayariz ya da uyacak sekilde te'vil ederiz"
denebilmis, Hanefi olan bir erkegin Safiî bir kizla evlenemeyecegi söylenebilmis, bir
mescide dört ayri mihrap dikilip Islam cemaati bölünebilmis ve ne yazik ki, kiyida
kösede de olsa, mezhepler arasi kavgalar görülebilmis ve bir mezhepten öbür mezhebe
geçmek, ya da digerinden bir hüküm almak dinden çikmakla esdeger görülebilmistir.
Bunlar elbette hiçbir zaman genel kabul halini almamistir. Ama az da olsalar bir baska
ifratin çikmasina sebep olmuslar ve mezhepleri hiç tanimayan bir diger ucun dogmasina
sebep olmuslardir. Halbuki, bu konuda en makul ölçü sudur:
Bir mezhepten digerine geçis, ya
mukallidin muhtaç oldugu bir meselede o mezhebin görüsünü taklid etmek seklinde olur
ki, bunda bir beis yoktur ve caizdir.
Ya mezheplerin kolay taraflarim arastirmak ve ihtiyaç yokken sirf
nefsinin arzusuyla isine gelenleri almak seklinde olur ki, bu caiz degildir. Çünkü bu
bizi, kabul edilmeyen telfike ve "mürekkep icma" ile caiz olmadiginda ittifak
edilen sonuçlara götürür. Ancak bunu yapani dahi dinen la'netlememiz mümkün
degildir. Yaptiginda degil, yaptiginin sonucunda hata vardir.
Ya da bir meselede arastirma ve
içtihat sonucu olarak ortaya çikar. Bu durumda arastirici bu makama, yani müctehitlerin
delilleri arasinda tercih yapabilme makamina ehil ise ve tarafsiz ise bunda da bir beis
yoktur. Degilse bu da caiz olmaz denmistir.
Hatta "avamin mezhebi yoktur"
esasinca, avamdan olan birisi, ilk defa önüne çikan herhangi bir meselenin hükmünü
herhangi bir müctehid imama soruyormus gibi, herhangi bir mezhepten alabilir ve artik ona
göre yasar. Elbette bu görüsleri daha genis ve daha dar tutanlar da vardir. Ama en
güzeli "orta yol"u izlemektir.
Özetlersek: Herkes için
aslolan yaptigi hareketin gerekçesini (delilini) bilmek ve sünnetin açiklamalari
dogrultusunda Kur'an-i Kerim'e göre yasamaktir. Allah, "ölen de bir delille olsun,
yasayan da bir delille yasasin" buyurur.
Dolayisi ile bir mezhebe bagli olarak
yasamak dini anlamda bir farz degildir ama kolaylik esasina göre pratik anlamda bir
farzdir.
Mezhepler sayesinde sünnetin her
çesidi uygulama alani bulur ve Islam'in her yere ve zamana göre yasanabilen bir din
oldugu ortaya konulmus olur.
Bir mezhebe göre yasama sayesinde
Islam toplumunda birlik, ahenk, tecanüs ve ittifak olusur, toplumun ömrü uzun olur.
Osmanliyi belki bununla izah edebiliriz.
Mezhep, Kur'an'da ve Sünnette
bulunup açik olmayan, ya da hiç bulunmayan konular hakkindaki görüs demek olduguna
göre, "dört mezhep de nereden çikti?" deyip herkesi güya Kur'an'a ve
Sünnete göndermek aslinda dört degil, dörtyüz milyon mezhep kabul etmek demektir.
Çünkü hersey Kur'an'da bulunsaydi zaten mesela olmazdi. Bu yüzden, yukarida da isaret
ettigimiz gibi, mesela Hanefi Mezheb'ine bagli yasamak, Kur'an'i ve Sünneti birakip Ebu
Hanife'ye uymak demek degil, belki Kur'an'i ve Sünneti onun anlayisi ile kabullenmek,
yani Kur'an'a ve Sünnete Ebu Hanife penceresinden bakmak demektir.
Tek bir konuda Resulullah
Efendimizden degisik uygulama ya da takrirler bulunabildigine göre, tek bir mezhebin
bulunmasini istemek. Sünnetin bir kismim budamak demektir. Halbuki buna bizim hak ve
yetkimiz yoktur.
Sünnetin bu degisik uygulamalarina göre bazan
degisik görüslerden olusan mezhepler bir zenginlik ve kolaylik sebebi olmuslardir.
Çesitli zaman ve zeminlere göre birisinde tikanan yol digerinde devam
ettirilebilmektedir.
Öyle ise:
Islam'in bir alternatif güç olarak kendisini
gösterme kabiliyetinde oldugu günümüze benzer zamanlarda, müslümanlarin meselesi
mezheplerin mesruluk ya da gayri mesrulugunu tartisma olmamalidir. Böyle zamanlarda bu
meseleler kasitli olarak körükleniyor ve müslümanlarin birbirleriyle ugrasmalari ve
dagilmalari saglanmis oluyor olabilir. Bu, Müslüman'larin bir iç meselesidir ve
hariçte ugrasacak meseleleri kalmayinca bunu kendi aralarinda tartisabilirler. |