.

Kur'an ve Kitab-ı Mukaddes

Kur’an İslâm’ın temel kaynağı, müslümanların inanç ve yaşayışları için başlıca hareket noktasıdır. Çünkü tebliğcisinin rolü ne kadar büyük olursa olsun İslâm, yaşayan bir şahıs üzerine değil bir mesaj yani Kur’an üzerine temellenmiştir (Catholicisme, III, 175). Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta da kutsal kitaplar vardır; ancak Hz. Îsâ ile ilgili inançlar üzerine temellenen Hıristiyanlığın aksine hem Yahudilik hem İslâm kutsal kitaba öncelik verir. Bununla birlikte Yahudilik ve Hıristiyanlığa ait kutsal yazılar külliyatının (Ahd-i Atîk ve Ahdi Cedîd) teşekkülü uzun dinî ve tarihî gelişmenin sonucudur; İslâm ise başlangıçtan itibaren kitaba dayanan bir din olarak var olmuştur (Jomier, s. 8; EJd., X, 1194). Dolayısıyla müslümanlar için esas olan Kur’an’ın verdiği bilgiler ve ortaya koyduğu değer hükümleridir.

Kur’ân-ı Kerîm kronolojik olarak Tevrat, Zebûr ve İncil gibi diğer ilâhî kitaplardan sonra geldiği ve takdim ettiği dini tamamen yeni ve öncekilerden büsbütün farklı bir din değil, Hz. Âdem’den itibaren bütün peygamberlerce tebliğ edilen ilâhî dinin son şekli olarak tanımladığı için diğerlerini kuşatıcı bir mahiyet arzetmekte, önceki peygamberlere inanmayı da şart koşmaktadır (meselâ bk. en-Nisâ 4/136). Nitekim Kur’an geçmişte Allah tarafından birçok peygamber gönderildiğini, onlara kitap veya sahifeler verildiğini bildirmekte, bu kitaplar arasında Hz. İbrâhim’in sahifelerini, Hz. Mûsâ’ya verilen Tevrat’ı, Hz. Dâvûd’a verilen Zebûr’u ve Hz. Îsâ’ya vahyedilen İncil’i ismen zikretmekte, ''evvelkilerin kitapları'' ifadesiyle (eş-Şuarâ 26/196) daha önceki kutsal metinlere de atıfta bulunmaktadır. Özellikle Tevrat ve İncil hakkında ayrıntılı bilgiler içermesi yanında bu kitaplardaki birçok kıssa ve konuyu ihtiva etmekte, bunlarda yer alan, ken-disinin de benimsediği evrensel ilkeleri tekrarlamakta, geçmiş kitapların içeriklerinin orijinal şekliyle ne oranda muhafaza edilebildiğini, hangi hususlarda değişikliğe uğratıldığını bildirmektedir (özellikle bk. el-Bakara 2/89, 136; Âli İmrân 3/3, 84; el-Mâide 5/48; el-En‘âm 6/92; el-Hadîd 57/26-27). Böylece Kur’an’ın Ehl-i kitap ve onların kutsal metinlerine dair verdiği değer hükümleri, bir yandan müslümanların yahudi ve hıristiyanlarla ilişkilerinde temel prensipleri teşkil ederken ve başlıca bilgi kaynağını oluştururken öte yandan onların Kur’an’la yakından ilgilenmesine yol açmış, yahudi ve hıristiyan din adamları ve bilginleri, Kur’an’ın kendilerine yönelttiği tenkitleri cevaplayıp kendi haklılıklarını göstermek için Kur’an’ın içerdiği, Ehl-i kitap telakkileriyle çelişen konularda ona karşı tavır almış, kaynağı ve verdiği bilgilerin doğruluğu konusunda Kur’an’ı eleştirmeye çalışmışlardır.

Kur’an ile, daha önce gelen ve ilâhî vahiy olduğu Kur’an tarafından onaylanan kutsal kitaplar arasında gerek vahyedilme ve kaydedilmesi, istinsah ve günümüze intikali gerekse üslûp ve muhteva yönünden önemli farklılıklar mevcuttur. Kutsal kitapların muhafazası ve sonraki dönemlere intikalinde ezberleme ve yazma yahut istinsah şeklinde iki temel yol bulunmaktadır. Yahudi ve hıristiyan geleneğinde ezberleme bir muhafaza yolu olarak uygulanmamıştır. Yahudi inancına göre Hz. Mûsâ kendisine gelen vahyi yazmış ve bir kitap haline getirerek daha sonra gelenlere teslim etmiştir (Çıkış, 17/14; 24/3; 34/27; Sayılar, 33/2; Tesniye, 31/9, 24-26). Ancak Tevrat metninin oluşumu ve istinsahı, Hz. Mûsâ’dan sonraki durumu, günümüze kadar gelişi, bugün mevcut Tevrat nüshasının hangi dönemde kimler tarafından yazıldığı gibi hususlar ilmî bakımdan tartışmalı görülmektedir. İbn Meymûn’un (Maimonides) tesbit ettiği ve yahudilerce kabul edilen iman esaslarında Tevrat’ın değişmeden günümüze kadar geldiği belirtilmektedir. Fakat bu dogmatik görüşün doğru olmadığı ve bugünkü Tevrat’ın tarihî süreç içerisinde teşekkül ettiği bilim çevrelerince kabul edilmektedir. Hz. Mûsâ’nın yaşadığı milâttan önce XIII. yüzyıldan Bâbil esaretinin vuku bulduğu milâttan önce VI. yüzyıla kadar yaklaşık yedi asır boyunca Tevrat’ın birçok defa kaybolduğu, düşman eline geçtiği, çeşitli değişikliklere uğradığı (Yeremya, 8/8), hatta Tevrat geleneğinin tamamen unutulduğu yahudi kaynaklarında belirtilmektedir. Metin tenkidi çalışmaları kutsal metinlerin ve özellikle Tevrat’ın istinsah ve naklinde bilerek veya bilmeyerek pek çok hata yapıldığını ortaya koymaktadır (DB, V/2, s. 2103-2104). Tevrat’ın nihaî şeklini alması, Hz. Mûsâ’dan yaklaşık on üç asır sonra milâdî I. yüzyılda ger-çekleşebilmiştir. Zamanımızda mevcut en eski ve tam İbrânîce el yazması nüshalar milâttan sonra IX. yüzyıla, Tevrat’ın Yunanca çevirisine ait yazma nüshalar ise IV. yüzyıla aittir (bk. TEVRAT).

Otantiklik problemi bugünkü İnciller için de söz konusudur. Hıristiyan inancına göre Hz. Îsâ ilâhî kelâm olduğu için bizzat kendisi vahiydir; onun ayrıca vahiy almasına gerek bulunmadığından o yazmamış, yazdırmamış, hatta ona bir kitap verilmemiştir. Günümüzde İncil adıyla bilinen ve kutsal kabul edilen kitaplar, doğrudan Allah’ın kelâmı tarzında değil Hz. Îsâ’dan sonra bir tarih kitabı üslûbuyla kaleme alınmıştır. Mevcut İnciller’in Hz. Îsâ tarafından yazılmadığı hıristiyanlarca da kabul edilmektedir. İnciller, Hz. Îsâ’dan en az otuz yıl sonra yazılmaya başlanmış ve I. yüzyılın sonunda yazma işi tamamlanmıştır (bk. İNCİL). Yeni Ahid’in yazma nüshaları ise II ve III. yüzyıllara ait fragmanların mevcudiyetine rağmen genellikle IV. yüzyıla tarihlenmektedir (Catholicisme, VIII, 352-356).

Kur’an’a gelince, onun tamamı doğrudan Allah’ın kelâmı olup bu kelâm vahiy şeklinde Hz. Muhammed’e gönderilmiş, nüzûl sürecinin başından itibaren Resûl-i Ekrem ve bazı sahâbîler tarafından bütün âyetlerinin ezberlenmesi yanında ihtiyaç duyulduğu andan itibaren yazıya geçirilmiştir. Peygamber’in vefatından hemen sonra ilk halife Hz. Ebû Bekir zamanında kitap haline getirilmiş, Hz. Osman döneminde istinsah edilerek çoğaltılmıştır (geniş bilgi için bk. TARİHİ).

Kur’ân-ı Kerîm ile Kitâbı Mukaddes arasında muhteva ve üslûp yönünden benzerlikler yanında önemli farklılıklar da vardır. Kitâbı Mukaddes, çeşitli yazarlar tarafından farklı dönemlerde kaleme alınmış değişik edebî türlerdeki yazılardan oluşmaktadır. Onda tarihî türdeki yazıların yanında dinî hükümler, felsefî diyaloglar, hikmet türü bölümler, dua ve münâcâtlar yer almaktadır. Kitâb-ı Mukaddes’e ait bölümlerin çoğu adını taşıyan kişiler tarafından yazılmış değildir; ayrıca bazan birden çok kitap belli bir yazarın adına nisbet edilmiştir. İnciller ise Hz. Îsâ’nın hayatını anlatan biyografi kitapları olup değişik yazarlarca kaleme alınmıştır ve bu yazarların gördükleri, duydukları veya ulaşabildikleri kaynaklardan derledikleri bilgileri ihtiva etmektedir (Luka, 1/1-4). Kur’an ise hem Ahd-i Atîk’ten hem Ahd-i Cedîd’den farklı olarak Hz. Peygamber’e bizzat Allah veya onun görevlendirdiği vahiy meleği tarafından ulaştırıldığı için onda konuşan daima Tanrı, muhatap ise Hz. Peygamber ile değişik inanç grupları ve genel olarak insanlardır. Halbuki Kitâb-ı Mukaddes’te olaylar umumiyetle üçüncü şahıs tarafından anlatılmaktadır. Öte yandan Kitâbı Mukaddes’te olaylar zaman ve mekân boyutuna inilerek ele alınmakta, dolayısıyla Eski Ahid İsrâiloğulları’nın tarihini, Yeni Ahid ise Hz. Îsâ ve havârilerin hayat ve faaliyetlerini anlatan birer tarih kitabı hüviyetini taşımaktadır.

Temelde bir tarih kitabı değil bir hidayet ve irşad kitabı olduğundan Kur’an’la, tarihî olayları kronolojik akış içerisinde tasvir etme endişesinden ziyade tarihten aktarılan örneklerden hareketle muhatap kitlelere belli mesajların verilmesi hedeflenmiştir. Bu sebeple Kur’an’da olaylar ve bilgiler zaman ve mekân tayini yapılmaksızın verilmekte, olaylarla onu okuyanlar arasına bir mesafe konulmamaktadır. Kur’an vahyinin, Resûlullah’a gelmesinin ardından hemen anında tebliğ edilmesi ve hayata geçirilip yaşanan hayatla bütünlük sağlaması gerektiğinden Resûlullah’ın vahyi aktarmayı geciktirmesi, gelen âyetleri edebî bir metin haline getirecek düzenlemeyi yapmak için bekletmesi ve hepsi tamamlanınca tedvin ederek nakletmesi mümkün olmadığı gibi Kur’an’ın irşad ve eğitime yönelik hedeflerini gerçekleştirmesi bakımından yararlı da değildi.

Kur’an’la Kitâbı Mukaddes arasındaki bu farklılıkların yanında başta kıssalar olmak üzere bazı konularda benzerlikler ve paralellikler de vardır. Özellikle kâinatın ve insanın yaratılışı, cennetten çıkarılış, Nûh tûfanı, Hz. İbrâhim, İshak ve Ya‘kub, İsrâiloğulları’nın tarihi, Hz. Yûsuf, Hz. Mûsâ ve onun Firavun’la mücadelesi, Mısır’dan çıkış, İsrâiloğulları’nın çöldeki hayatı, buzağıya tapma, Tâlût (Saul), Dâvûd ve Süleyman, çeşitli peygamberlerin tebliğ faaliyetleri, Zekeriyyâ ve oğlu Yahyâ, Mer-yem ve oğlu Îsâ ile havâriler gibi konular Kitâb-ı Mukaddes’le Kur’an’da ortak konulardır. Bu tür konulardaki benzerlik ve farklılıklar, yahudi ve hıristiyanları Kur’an’ın kaynağı hususunda çeşitli iddia ve yorumlara sevketmiştir. Ancak Kur’an’ın diğer kutsal kitaplara göre daha iyi korunmasına, orijinal ve otantik şekliyle günümüze ulaşmasına, dolayısıyla daha üstün bir konumda bulunmasına ve bunun objektif kriterlerle tesbit edilmiş olmasına rağmen gerek yahudiler gerekse hıristiyanlar Kur’an’ın asıl kaynağının kendi kutsal metinleri olması gerektiğini savunmakta, onları ölçü alarak Kur’an’ı değerlendirmekte ve ona yönelik eleştirilerde bulunmaktadırlar.

Bu tür iddiaların genellikle iki temel sebebi vardır. Öncelikle İslâm dini yahudi ve hıristiyan kutsal kitaplarıyla peygamberlerini tasdik ettiği halde yahudiler daha sonra gelen Hıristiyanlığı ve İslâmiyet’i reddetmiş, hıristiyanlar ise Yahudiliği tanırken İslâmiyet’i asılsız saymıştır. İkinci olarak Kur’an’ın vahyedilme tarzı ve metin haline gelişi, Tevrat’ın ve özellikle İnciller’in ortaya çıkışından ve metinleşme sürecinden farklı olduğu için Ehl-i kitap mensupları onun Kitâb-ı Mukaddes’ten ve diğer yahudihıristiyan dinî kaynaklarından istifadeyle oluşturulduğunu öne sürmüşler, bu iddialarını -kendilerinin de üzerinde anlaşamadıkları- çeşitli faraziyelerle desteklemeye çalışmışlardır.

Kur’an’ın pek çok yerinde gerek bilgi verme gerekse tenkit maksadıyla yahudilerden bahsedilmektedir (bk. MUHTEVASI). Yahudi inanç ve uygulamalarının eleştirilmesi, ayrıca yahudilerin kutsal kitaplarını orijinal ve otantik şekliyle muhafaza edemediklerinin belirtilmesi onların Kur’an’a cephe almalarına sebep olmuştur. İslâmî tenkitlere karşı yahudilerin cevapları X. yüzyılda ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu sahada yazanlar arasında Saadiah Gaon, Judah Halevî, Abraham İbn Dâvûd, Samuel haNagid (İsmâil İbn Nağrîle) ve Maimonides (İbn Meymûn) sayılabilir (EJd., IX, 102). Yahudilerin Kur’an’a yönelik eleştirileri genelde İslâm’a karşı kaleme aldıkları az sayıdaki eserler içinde yer almaktadır.

Teslîs inancının asılsız olduğu, Hz. Îsâ’nın ilâh, rab ve Tanrı’nın oğlu olmayıp bir peygamber olduğu ve çarmıha gerilmediği gibi Kur’ânî bilgilerin kendi inançlarıyla çelişmesi yüzünden hıristiyan apolojetik yazarlar, ilk dönemlerden itibaren Kur’an’ın vahiy mahsulü ilâhî kelâm olmayıp Hz. Muhammed tarafından yazıldığını ileri sürmüşlerdir. Hıristiyanların Kur’an’a bakışı tarih boyunca genelde menfi olmuştur; iddialar ise sağlam bilgilere değil sübjektif gerekçelere ve faraziyelere dayanmaktadır. John of Damascus (Jean Damascene [ö. 750]), Theodore Ebû Kurre (ö. 825) gibi ilk dönem hıristiyan tenkitçileri müslüman bir çevrede yaşadıkları için onların eleştirileri Kur’an metninden çok müslümanlardan öğrendiklerine dayanıyordu. İslâm’ı eleştiren Bizanslı teologlar ise müslümanlarla doğrudan karşılaşmadıklarından hasımlarının inançlarını öğrenmek için Kur’an metnine dayanmak zorunda idiler. Bu sebeple Bizanslı polemikçiler gayretlerini Kur’an metninin analizine yoğunlaştırmışlardı. Bizanslı teologlardan Nicetas, Evode ve Georges Hamartolos, Euthyme Zigabene, Urfalı Barthelemy ve Jean Cantacuzene gibi yazarların Kur’an’a yönelik eleştirileri Hıristiyanlık doktrinine ters düşen ve Kitâb-ı Mukaddes’le çelişen noktalarla ilgili olup bunlar arasında Îsâ’nın ulûhiyyeti, teslîs, haçın kutsallığı, ikonlara tâzim gibi hususlar yer almaktadır (Khoury, s. 54, 90, 140-186, 242-293, 310-318; Caspar, s. 76).

Latin Batı’da İslâm ve Kur’an’la ilgili çalışmalar öncelikle İslâm’ı tanıma yönünde olmuştur. Bu amaçla Kur’an’ın Latince’ye ilk tercümesi, Peter the Venerable’in talebi üzerine Robertus Ketenensis (Retinensis) ve Dalmaçyalı Hermannus tarafından 1143’te yapılmış, bunu Raymond de Pegnafort, St. Thomas d’Aquin, Raymond Martin, Raymond Lulle’ün Kur’an’a yönelik bir dizi reddiyesi takip etmiştir. Bu dönemlerde bir taraftan Kur’an’ın tercüme edilmesi, diğer taraftan Batı üniversitelerinde Arapça’nın öğretilmesi İslâm’ı ve Kur’an’ı daha iyi reddedebilme amacına yönelikti. Batı’da İslâm ve Kur’an karşıtı polemik XV ve XVI. yüzyıllarda devam etmiştir. Bunlardan Ludovico Marraccio’nun, Avrupa’da Kur’an üzerine yapılan araştırmalara kaynak teşkil et-mesi bakımından önem taşıyan Alcorani textus universus adlı Latince Kur’an çevirisine yazdığı giriş hatalarla dolu olup benzer hatalar ondan sonra iki asır boyunca yapılan Kur’an’la ilgili çalışmalarda devam etmiştir (Badawi, s. 4-6). Martin Luther başta olmak üzere Melanchton, Bibliander gibi Protestan reformcuların hepsinin İslâm’a ve Kuran’a karşı tavırları düşmanca olmuştur (Caspar, s. 78).

Hz. Muhammed’in, Kur’an’ı mutlaka vahiy dışı bir kaynaktan almış olması gerektiği şeklindeki klasikleşmiş ön yargılı hüküm hıristiyan teologları ve müsteş-rikleri tarafından ortaklaşa benimsen-mekle birlikte, kıssalar başta olmak üzere ortak olay ve konulara kaynak olarak yahudi veya hıristiyan dinî literatürünün ağırlıkta olduğu hususunda farklı iddialar ileri sürülmektedir. Charles C. Torrey, Henri Lammens, H. Zacharias, W. Rudolph, Abraham Geiger ve Theodor Nöldeke yahudi etkisini (EJd., X, 1196); Julius Wellhausen, Tor Andrea, Richard Bell ve Blachère hıristiyan etkisini öne çıkaranlar arasında yer alır. Brockelmann, S. Moscati, E. Montet, Goldziher, SnouckHurgronje, Carra de Vaux gibi birçok şarkiyatçı ise yahudi ve hıristiyan geleneğinin beraberce İslâm’ın ve dolayısıyla Kur’an’ın kaynağını teşkil ettiği iddiasında bulunmuştur. Kur’an’ın Allah kelâmı olduğunu inkâr edenler arasında, Hz. Peygamber’in Kur’an’la ilgili bilgi kaynağı olarak hıristiyan rahibi Bahîrâ, Varaka b. Nevfel, Ümeyye b. Ebü's-Salt, Hanîfler, şairler, Sâbiîler gibi kişi ve zümreleri, halk arasında dolaşan rivayetleri ve apokrif yahudihıristiyan geleneğini gösterenler de vardır. Kur’an’ın insan ürünü bir kitap olduğu ön yargısıyla hareket eden Batılı araştırmacılar, Kur’an metnini de Kitâb-ı Mukaddes için yapıldığı gibi metin tenkidine tâbi tutmaya çalışmışlardır.

Kur’an’a karşı Batı’da izlenen ön yargılı yaklaşımın XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yerini giderek daha olumlu ve akademik bir anlayışa bırakmaya başladığı, özellikle II. Vatikan Konsili’nden (1962-1965) sonra Hıristiyanlığın Kur’an’a bakışında nisbeten olumlu bir sürece girildiği gözlenmektedir. Ayrıca şarkiyatçılar tarafından yapılan çalışmaların önemli bir kısmında, farklı din ve kültüre men-sup olmaktan kaynaklanan ön yargılı görüş ve değerlendirmeler yanında Kur’an tarihi, tefsir ve genel olarak Kur’an ilimleri için katkı sağlayacak değerde bilgiler de bulunmaktadır (ayrıca bk. LİTERATÜR).

Ömer Faruk Harman


Kaynak: www.kuranimiz.net

arrow1b.gif (1866 bytes)

.