Mukaddimeler. 1

Birinci Mukaddime. 1

İkinci Mukaddime. 4

Üçüncü Mukaddime. 4

Dördüncü Mukaddime: 9

Beşinci Mukaddime: 10

Altıncı Mukaddime: 17

Yedinci Mukaddime. 19

Sekizinci Mukaddime. 25

Dokuzuncu Mukaddime. 30

Onuncu Mukaddime. 38

On Birinci Mukaddime. 40

On İkinci Mukaddime. 40

On Üçüncü Mukaddime. 46

                                                     

 

 

Mukaddimeler

 

Kitapla ilgili meseleleri ele aimadan önce bilinmesi gereken mu­kaddimeler: bunlar onüç mukaddimeden ibarettir.

 

Birinci Mukaddime

 

"fıkıh usûlü"[1] kat'îdir, zannî değildir: bunun delili fıkıh sûlünün şeriatın küîlî esaslarına dayalı olmasıdır. Şeriatın küllî esaslarına dayanan şeyler ise kat'îdir.

Birinci önermenin beyanı, kesinlik ifade eden istikra (tüme va­rım)[2] yöntemi ile açıktır.

İkinci önermenin beyanı ise birkaç açıdan yapılacaktır:

Birincisi:[3] fıkıh usûlü: [30]           

A) Ya aklî prensiplere;[4] bunlar ise kafidirler.

B) Ya da şer'î delillerden elde edilen genel istikraya[5] bağlıdır; bu da aynı şekilde kat'îdir. Bu ikisine ilave edebileceğimiz bir üçüncüsü[6] de bu ikisinden mürekkep olandır. İki kat'îden mürekkep olan da aynı şekilde kat'îdir. İşte bu da 'fıkıh usûlü'dür.

İkincisi:[7] eğer bunlar zannî olsalardı, o takdirde aklî olan bir hu­susa bağlı olmazlardı. Çünkü aklî olan hususlarda 'zan' kabul edil­mez. Aynı şekilde 'şer'î külli esaslar'a da bağlı olmazlardı. Çünkü zan ancak cüz'î meselelerle ilgilidir.[8] zira eğer zannın, şer'î küllî esaslara bağlanması (taalluku) caiz olsaydı, o zaman şeriatın esasıyla ilgisi de söz konusu olabilirdi; çünkü o ilk küllî esas[9] olmaktadır. Bu ise âdeten caiz değildir[10] —burada 'külli esaslar' (külliyyât)dan[11] 'zarûriyyât' 'hâciyyât' ve 'tahsîniyyât'ı kasdediyorum. Yine, eğer zannın şeriatın esasına taalluku (bağlanması) caiz olsaydı, o zaman 'şek' kin (şüphe) de devreye girmesi söz konusu olurdu. Bunun olmayacağında ise şüp­he yoktur. Keza o takdirde değiştirilmesi, tebdil edilmesi caiz olurdu. Bu ise yüce Allah'ın korunmasına dair verdiği teminata ters bir neti­cedir. [31]

Üçüncüsü: eğer zannî olanın, fıkhın esaslarından biri sayılması caiz olsaydı, aynı şekilde inançlar (akâid, usûlu'd-dîn) konusunda da esas olmasıkabuledilirdi.buise ittifakla caiz değildir. Dolayısıyla bu­rada da durum aynıdır. Çünkü fıkhın esaslarının, şeriatın aslına olan nisbeti, akâid esaslarının nisbeti gibidir. Her ne kadar mertebe bakı­mından farklı iseler de, her millette (şeriatta)[12] dikkate alınmış olan küllî esaslar olmaları bakımından birbirlerine müsavidirler. Akaidin esasları, zarûriyyâttan olan "dînin korunması" bölümüne dâhil bu­lunmaktadır.

Bazıları şöyle demişlerdir: şeriatın esaslarının zan ile isbatına imkan yoktur; çünkü o bir teşrîdir. Biz sadece furûda (esaslardan do­ğan ve ikinci derecede önem arzeden konularda) zan ile kullukta bu­lunmakla emrolunduk. Bu yüzdendir ki, el-kâdî (abdullah) b. Et-tay-yib, ilel (illetler) bahsinin 'aksü'1-ille'[13] tearuz halleri, illetle diğerleri arasında tercih gibi tafsilâtını; râvilerin adedleri, mürsellik (irsal) gi­bi haberlerle ilgili hükümlerin detaylarını usûlden saymamıştır. Çün­kü bunlar kat'î değillerdir.

İbnu'l-cüveynî, bu gibi konulara usûlde yer vermesine: "kesin esaslara dayalı açıklama, mânâ bakımından[14] o kat'î delilin delalet ettiği şeye dâhildirler." diye mazeret göstermiştir.

El-mâzirî muhammedb. AliŞöyle der: "bence, el-kâdî'-nin "usûlden maksat, ilmin esaslarıdır." şeklindeki anlayışına uygun olarak bu fennin (ilmin) zannî de olsa usûlden (esaslardan) sayılma­sında bir sakınca yoktur. Çünkü bu zannî olan hususlar, kendileri için değil[15] bilakis belli bir sayıda olmayan gayri muayyen şeylerin, kendi­lerine vurulmaları için konulmuştur. Bu durumda onlar, 'umûm' ve tıusûs' gibidirler."[16] şöyle devam eder: "ebû'l-meâlî'nin, onları usûlden saymaması uygun olurdu. Çünkü ona göre 'usûl', 'deliller edillejden; 'deliller' de, kat'î neticeye ulaştıran şeylerden ibarettir. El-kâ-dı'ya gelince, onun da daha önce naklettiğimiz asıl prensibine göre, bunları 'usûl'den çıkarmaması gerekirdi." el-mâzirî'nin sözü burada bitti.

Cevap:[17] hangi açıdan bakılırsa bakılsın, esasın kat'î olması ge­rekmektedir; çünkü, eğer zannî olursa onun fâsid olması ihtimâli orta­ya çıkabilecektir. İstikra ile bilinir ki, böyle birşeyin dinde esas sayıl­ması mümkün değildir. (teminât altına alınmış olmaları bakımın­dan) genel kıstaslarla (kavânîn), bizzat (şâri'ce) ortaya konulan (mansûs) küllî esaslar arasında bir fark yoktur. ''Doğrusu 'zikri' (ki-tab'ı) biz indirdik, onun koruyucusu da elbette biziz."[18] âyetinde temi­nat altına alman "koruma" dan maksat, bizzat şeriat tarafından orta­ya konulan (mansûs) küllî esaslardır. "bugün size dîninizi tamamla­dım ..."[19]âyetinde kasdedilen de işte bunlardır;cüz'î meseleler değil­dir.[20] eğer öyle olsaydı, o takdirde şeriatın cüz'î meselelerinden hiçbi­rinin bu koruma kapsamının haricinde kalmaması gerekirdi. Oysa ki, durum böyle değildir; çünkü biz bu konunun caiz olduğuna hükmedi­yoruz; vakıa da bunun böyle olduğunu teyid etmektedir. Zira zanlar (anlayışlar) farklıdır ve cüz'î nasslarda ihtimaller söz konusu olabilir; bu gibi hususlarda hataların bulunduğu kat'iyetle bilinmektedir: ör­neğin âhâd haberlerde, âyetlerin mânâlarında hatalar yapılmıştır.Bunlar da gösterir ki, "korunması teminat altına alınan 'zikir' (ki-tâb)"den maksat, onun 'küllî' olan[21] esaslarıdır. Bu duruma göre de,

Her esasın küllî olması gerekir. Bu ebû meâlî'ye göre böyledir, el-kâdî'nın görüşüne göre ise, kat'î ya da zannî delillerin ortaya konul­ması, usul-ı fıkıh demek olan bu kıstaslara (kanunlara) bağlı ise ve on­lara vurulmadan, onlarla denenmeden o delillerle istidlalde bulunma imkanı yoksa, bu takdirde bu esasların, söz konusu deliller ayarında, hatta onlardan daha güçlü olmaları gerekir. Çünkü istidlal sırasında, delilleri ona vurmak, uygun düşmeyenleri atmak suretiyle sen, usûlü deliller üzerine hâkim kılmaktasın. Eğer bunlar kat'î olmasalardı, başkalarının sıhhatini ölçmek için nasıl kıstas olarak kullanılabilir­di?[22]

Bunların bizatihi kendileri için istenmediklerine dair bir delil de yoktur. Bu itibarla, bunlarda kat'îlik arandığı hususu göz ardı edile­mez. Çünkü bunlar, diğerleri üzerine hâkim durumundadırlar; dola­yısıyla, mutlaka bunların derecelerine güvenilmesi gerekir ve işte o takdirde 'kıstas' olarak kabulleri uygun olur. Yine, eğer bunların zannî olmaları caiz olsaydı, o takdirde konunun başında söz konusu edilen sakıncaların tamamı kendisini gösterirdi. Bu ise doğru değil­dir. Bütün bunlar teslim edilince, zannî olan şeylerin 'usûl'den sayıla­mayacağı bir ıstılah olarak yerleşecektir ve bu zannî olan hususların mutlak olarak 'usûl' kapsamından çıkarılması için yeterli olacaktır. Buna rağmen, usûlde zikri geçen ve kat'î olmayan[23] hususlar ise, kat'î üzerine bina edilen, ondan aslî kasıtla değil tâbilik yolu ile ayrıntı ola­rak ortaya çıkan meselelerdir. [24]

 

İkinci Mukaddime

 

Bu ilimde kullanılan mukaddimeler ve kendisine dayanılan de­liller mutlaka kesin olmak durumundadır. Çünkü, eğer bunlar zannî olurlarsa, o takdirde istenilen neticeler de kesinlik ifade etmezler. Bu son derece açıktır. Bunlar ya; vâcib, caiz ve muhal gibi üç hükümde ifâdesini bulan aklî mukaddimelerdir; ya da yine aynı şekilde bu üç hükme dönük bulunan örfî (âdete dayalı) mukaddimelerdir. Zira âde­te dayalı olan delil ve mukaddimelerin de vâcib, caiz ve muhal olanları vardır. Veyahut da naklî olan mukaddime ve delillerdir. Bunların en üst düzeyde olanları, delâleti kati olmak şartı ile, lafzı mütevâtir olan haberlerle manevî mütevâtir olan haberlerden elde edilenlerdir; ya­hut da şeriatın kaynaklarının istikrası (taranması) neticesinde elde edilen neticelerdir. Şu halde bu ilimde söz konusu olan hükümler[25]

Üçü aşmayacaktır: vâcib, caiz ve muhal. Bunlara vuku ve adem-i vuku da ilâve edilebilir. Bir şeyin hüccet olup olmaması konusu ise, onun o şekilde (yani hüccet şeklinde) vuku bulup bulmamasına bağlıdır. Bir şeyin sahih ya da gayr-ı sahih olması ise ilk üç hükme yöneliktir. Bir şeyin 35 farz, vâcib, mendûb, mübâh, mekruh ya da haram olması ise usûl meseleleri içerisinde yer almaz. Bunları da usûl meseleleri içeri­sinde zikredenler, ilimleri birbirlerine karıştırmaları sonucunda bu  hatayı yapmaktadırlar.[26] [27]

 

Üçüncü Mukaddime

 

Bu ilimde aklî deliller kullanıldığı zaman mutlaka, naklî deliller üzerine terkip edilmiş olarak, yahut onun tarîkini belirlemede veya menâtını (dayanağını, illetini) ortaya koymada ve buna benzer du-rumlarda kullanılır.[28]bağımsız delîl olarak kullanılmaz. Çünkü yapılan iş, şer'î bir konuda düşünmek ve bir neticeye varmak için çalış­maktır; akıl ise sâri' (hüküm vaz'ma salahiyetli) değildir. Bu husus kelam ilmi (akâid) bahislerinde açıklanmış ve ortaya konulmuştur. Durum böyle olunca, aslî kasıtla dayanılan şey şer'î deliller (edille-i şer'iyye) olacaktır. Bu delillerde kat'îliğin bulunuşu ise —yaygın kul­lanılışa göre— yoktur veya son derece azdır. Buradaki deliller ifade­sinden teker teker ele alman delilleri kasdediyorum. Zira eğer bunlar haber-i vâhid türünden iseler, bunların kat'îlik ifade etmedikleri açık­tır. Eğer mütevâtir haberler iseler, bunların kat'îlik ifade etmeleri de, tamamı ya da büyük çoğunluğu zannî olan mukaddimelere bağlıdır. Zannî olan bir şeye bağlı olan şeyin de zannî olması gerekir. Çünkü mütevâtir haberlerin kat'îlik ifade etmesi, kullanılan kelimelerin mânâları ve nahvî görüşlerin nakline, müştereklik ve mecaz, şer'î ve örfî nakil, ızmâr, umûmun tahsîsi, mutlalan takyidi, neshedici delil, [36] takdim ve tehîr, akla aykırılık gibi hususların bulunmadığına dair ke­sin bilginin bulunmasına bağlıdır. Bütün bu ihtimallerle birlikte, onun kat'îlik ifade etmesi imkansızdır. Kat'îlik bulunduğu görüşünde olanlar da: "aslında bizatihi kendisi zannîdir; ancak kendisine hissî ya da naklî bir karinenin bitişmesi durumunda 'yakîn' ifade eder." de­mek zorunda kalmışlardır. Bu durumda şer'î delillerin kat'îlik ifade etmesi nâdir ya da tamamen imkansızdır.

Burada muteber olan deliller, bir konunun kat'îliğine delalet et­mek üzere ilgili bulunan pek çok zannî delillerin tümünden istikra yo­lu ile çıkarılan neticelerdir. Çünkü beraberlikte, dağınık ve farklılıkta bulunmayan bir güç vardır. Bu yüzdendir ki, tevatür (nakledilen ha­berin sıhhatinde) kesinlik ifade etmektedir ve bu onun (tevatürün) bir nevidir. Konu ile ilgili delillerin istikrası neticesinde kesin bilgi ifade eden bir hâsıla ortaya çıkmışsa, işte bu hâsıla aranılan delil olmak­tadır. Bu bir nevi manevî mütevâtire benzemektedir[29] hatta bizzat onun kendisidir. Hz. Ali'nin şecaatinin, hâtim'in cömertliğinin kendi­lerinden nakledilen pek çok sayıdaki olaylardan çıkarılan sonuç neti­cesinde bilinmesi gibi.

İşte bu yolladır ki, namaz, zekat vb. Gibi ıslâmin beş esasının far-ziyeti (vücûbu) sabit olmuştur. Eğer böyle değil de, mesela bir kimse, namazın vücûbunu "namazı kılınız." âyeti ya da bir başka delille or­taya koymaya kalkışsaydı, mücerred bu âyetle yaptığı istidlali bir çok açıdan su götürebilirdi.[30] ancak, konu etrafında bulunan diğer haricî delillerin ve bunların üzerine terettüp edilen hükümlerin çokluğun­dan ortaya çıkan ve namazın gerekliliği hususunda birleşen netice, namazın farziyetinin dinden olduğunu zorunlu olarak ortaya koy­maktadır ve artık bunda bizzat dinin esasından şüphe eden kimseler-[37]    den başka hiçbir kimsenin şüphe etmesi mümkün değildir.

İşte bu yüzdendir ki, bu tür şeylerin gerekliliğini göstermek üze­re ulemâ icmâm delâletine istinad etmişlerdir. Çünkü icmâkat'îdir ve her türlü ihtimal ve itirazları keser atar. Eğer icmâm, haber-i vahidin veya kıyasın hüccetliği gibi hususlarla ilgili deliller üzerinde düşüne­cek olursanız, bu bizim bahsettiğimiz manevî tevatüre benzerlik nok­tası etrafında dönüp dolaştıklarını görürsünüz. Çünkü bunların delil­leri nerdeyse sayılamayacak kadar çok çeşitli yerlerden alınmıştır. Bununla birlikte bunların açıları farklıdır[31] tek bir konuya da dönük değillerdir. Şu kadar var ki, bunlar istidlalden amaçlanan aynı mânâ üzerinde birleşirler. Araştırmacının önünde birbirlerini destekleyen çok sayıda delil bulunduğu zaman, bunların tümünden o konu ile ilgili kesin bir delâlet çıkar. Delillere yaklaşım konusunda bu kitapta da durum aynıdır. Bu yaklaşım 'usûl'ün yaklaşımıdır. Şu kadar var ki, bazı eski usûlcüler (mütekaddimîn) muhtemelen[32] bu mânâyı es geç­miş ve bu hususta herhangi bir uyarıda bulunmamışlardır. Bu du­rumun farkına varamayan bazı son devre ait (müteahhir) usûlcüler, müstakil olarak âyet ve hadislerle istidlalde bulunulmuş olduğu zan-m ile bunu bir problem olarak görmüşlerdir. Çünkü yapılan istidlâlleri bunların tümünden çıkarılmış bir netice olarak ele almamış ve bunun neticesinde de, nassları teker teker ele alarak itirazda bulun­mak üzere hücuma geçmiş ve kat'î olmaları gereken usûl kaideleri üzerine bunlarla istidlalde bulunmanın zayıf olacağını söylemişler­dir. Halbuki, öyle değil de arzettiğimiz şekilde bunların tümü birden göz önüne almarakyapılmış bir istidlal olduğu düşünülseydi, herhan­gi bir problem söz konusu olmayacaktı. Eğer genel esaslar ve cüz'î ko­nular hakkında getirilen şer'î deliller bu itirazcının yaklaşımı şeklin-de ele alınsaydı, o takdirde elimizde şer'î hükmün kat'îliği diye hiçbir şey kalmazdı, ya da aklı devreye sokmamız[33] gerekirdi. Halbuki, akıl ancak şeriatın arkasından bakar. Dolayısıyla usûlle ilgili delillerin in­celenmesi sırasında bu noktanın akıldan çıkarılmaması gerekir.

Ümmet, hatta şâir milletler, şeriatın şu zarurî beş esasın korun­ması için konulmuş olduğunda ittifak etmişlerdir.[34]bunlar: din, nefis (can güvenliği), nesil, mal ve akıldır. Bütün ümmete göre bunlar, din­den olduğu zorunlu olarak bilinen şeylerdendir. Halbuki, bunlar ne belli bir delil ile sabit olmuşlardır; ne de sadece ona dönük olacakları bir esasa dayanmaktadırlar. Aksine, bunların şerîate olan uygunlu­ğu, belli bir konuya aitoîmayan ve sayısız denilecek kadar çokluktaki delillerin istikrasından elde edilmiştir. Eğer bunlar belli bir şeye isti­nad edecek olsalardı, âdeten onun belirtilmesi gerekecekti ve tabiî ola­rak icmâ ehli ona bakacaklardı. Halbuki, durum öyle değildir. Çünkü bunlardan herbiri kendi basma ele alındığında zannî olmaktadırlar. Manevî mütevâtirde, ilim ifade eden haberin muayyen bir şekilde be­lirlenmesi mümkün olmadığı gibi, burada da durum aynıdır. Çünkü delillerin teker teker ele alınması durumunda, hepsi de zan ifade etmekte müsavidirler. Her ne kadar râvîlerin halleri, nakledilen ha­berlerin delâlet şekilleri, delil olarak kullanmak durumunda olan âlimlerin anlama ve değerlendirme gücü, araştırmalarının azlığı ve çokluğu... Gibi konularda ifade ettikleri 'zan' derecesi farklı ise de, esasta hepsi de aynıdırlar; hepsi de zan ifade ederler.

Mesela namazı ele alalım: bu konuda çeşitli şekilleriyle "namazı kılınız!" emri gelmiş, namaz kılanlar övülmüş, terkedenler yerilmiş,mükellefler kılmakla ilzam ve icbar edilmiş, ayakta, oturarak, yan üs­tü... Her halükârda kılınması emredilmiş, terkedip terkinde de ısrar edenlerle savaşılması istenilmiş vb.; bu mânâda pek çok delil gelmiş­tir. Nefsin korunması konusu da aynı şekildedir: insanın öldürülmesi yasaklanmış, haksız öldürme fiili kısası gerektirecek bir cinayet te­lakki edilmiş, cânî cehennemle korkutulmuş, şirke muâdil büyük gü­nahlardan biri olarak kabul edilmiş —nitekim namaz da imân ile yan yana tutulan amellerden sayılmıştır—, muztar (naçar) halde kalan kimselerin açlık ve susuzluk hallerini giderebilmeleri için haram olan şeyler mubah kılınmış, kendisine bakmaktan âciz olan ya da âciz dü­şen kimseler için, zekât, yardımlaşma, (nafaka vb. Gibi yollarla) onla­rın bakımlarım üstlenme gibi yükümlülükler getirilmiş; bunların ta­hakkuku ve düzenli şekilde yürümesi için hâkimler, kadılar ve devlet erkânı devreye sokulmuş; içten ve dıştan gelen ve can güvenliğim teh­dit eden durumlar için askerî güç ve teşkilatlanmanın bulundurulma­sı istenmiş; açlıktan ölmekten korkan kimse üzerine, helal ya da lâşe (meyte), kan, domuz eti gibi haram her ne bulursa onunla açlığını izale etmesi ve kendisini telef olmaktan kurtarması vâcib kılınmış ... Ve bu­na benzer daha nice hükümler ve bunların delilleri neticesinde nama­zın vacibliğini ve öldürmenin haramlığını 'yakın' derecesinde öğren­miş oluyoruz. Diğer şer'î kaidelerle ilgili durum da aynıdır. İşte 'usûl'ün, 'furû'dan ayrıldığı husus da burası olmaktadır. Çünkü furû, teker teker delillere istinâd eder; muayyen kaynaklara dayanır. Bu yüzden de dayanağı zannî olduğu için, kendisi de zannî olarak kalır. Usûl ise böyle değildir; çünkü usûl mutlak olarak delillerin ortaya koyduğu neticelerin istikrası neticesinde elde edilir; özel olarak teker teker ele alman delillerden alınmaz.

Fasıl:

Bu mukaddime üzerine bir başka mânâ daha bina edilir: şöyle ki, belli bir nassla belirlenmemiş, şeriatın genel tasarruflarına uygun ve mânâsı delillerden çıkarılmış her şer'î esas sahihtir; üzerine ahkâm bina edilebilir, kendisine müracaatta bulunulabilir. Tabiî bu esasın delillerin istikrası neticesinde ortaya çıkmış ve kat'îliği sabit olmuş ol­ması gerekmektedir. Çünkü, daha önce de geçtiği gibi, deliller birbir­lerine eklenmedikçe tek başlarına bir hükmün kat'îliğini isbat etmez­ler; bu hemen hemen imkansız gibi bir şeydir. İmam mâlik'le imam şafiî'nin istinad ettikleri mürsel maslahatlar[35] ile istidlal de bu kısmagirer çünkü, her ne kadar bu konu ile ilgili feri bir mesele hakkında belli bir esasın delâleti söz konusu değilse de; küllî bir esasın delâleti bulunmaktadır. Küllî esas, kat'î olması durumunda, belli bir esasa [40] eşit olur; hattâ bazen belli esasın güçlülük ve zayıflık derecesine göre ondan üstün de olur. Bazen da belirli esaslar karşısında ikinci derece­de (mercûh) kalır. Tercih bahsinde söz konusu olan birbirleri ile tearuz (çatışma) halindeki şâir belirli esasların hükmü burada da geçerlidir.

İmam mâlik'in görüşüne göre 'istihsân' konusu da bu esas üzeri­ne bina edilir. Çünkü istihsânm mânâsı'[36]'mürsel maslahatlar' göz önünde bulundurularak yapılan istidlal şeklinin, kıyas üzerine tak­dim edilmesi[37] demektir. Nitekim yeri geldiğinde zikredilecektir.

Burada şöyle bir itiraz serdedilebilir:[38] daha genel olan bir esas ile, daha husûsî olan bir feri üzerine istidlalde bulunmak sahih değil­dir. Çünkü daha genel olan esas küllidir. Küllî esasın altına sokulmak istenen mesele ise husûsî-cüz'îdir. Daha umûmî olan bir şeyin (eamm) dahahusûsî olanı (ehass j bildirmesi sözkonusu değildir. Şeriat, her ne kadar küllî maslahatları dikkate almışsa da, bu üzerinde tartışılan cüz'î maslahata da itibar etmiş olduğu nereden bellidir?[41]

Cevap: küllî esas istikra neticesinde ortaya çıkmışsa, 'ânım' la­fızların bütün birimlerine delaletleri gibi, kapsamlarına giren bütün parçalara (cüz'îlere) delalet ederler. Bunların 'küllî' oluşları, inşAllah, ileride yerinde ele alınacaktır.[39]delâletinin "ânım" lafzın bütün bi­rimlerine delâleti gibi olduğuna gelince, bu, bütün birimlerinde vukû-unun gerektirdiği oranda bulunmasındandır. Zaten o noktadan istin-bât edilmiştir. Zira o, bütün mükellefler üzerine gelen emredici ve nehyedici delillerden çıkarılmıştır. O genele taalluk eder. Dolayısıyla emir ve nehiy konusunda tamamı için genelleşmiş (âmin) olur.

Buna göre, her maslahatın gözetilmesi gerekir; ister şâri'in mak­sadına uygun olsun, ister muhalif olsun; şeklinde bir mütâlâa ileri sü­rülemez. Böyle bir şey bâtıldır; çünkü biz: "mutlaka şâri'in maksadı­na uygun düşmesi şartı vardır." diyoruz. Çünkü, maslahatlara masla­hat olarak itibar edilmesi, sâri teâlâ'nın onları maslahat olmaya uy­gun şekil üzere koyması dolayı siyi adır. Nitekim bu kitapta yeri geldi­ğinde zikredilecektir.[40]

Fasıl:

Bu ve bundan önceki esasa iltifat edilmemesi, bazı usûlcüleri icmâm kat'î değil de zannî bir hüccet olduğu sonucuna götürmüştür. Çünkü teker teker ele aldığında deliller içerisinde, kat'îlik ifade ede­cek bir şey bulamamışlardır. Bu durum da kendilerini geçmiş ve gele­cek bütün alimlere muhalefet gibi bir tutuma itmiştir. Yine onlar, baş­ka bir grupla birlikte, icmâ üzerine lafzı delillerle istidlalde bulunma [42]    yerine örfî durumlarla ve icmâ ile[41] istidlale temayül etmişlerdir. Aynı şekilde icmâ haricindeki başka meseleler de böyledir; ilk etapta onla­rın zannî oldukları sanılabilir.. Halbuki, bu şekildeki bir istidlale göre aslında o kafidir. Konu açıktır. [42]

 

Dördüncü Mukaddime:

 

Fıkıh usûlünde bulunup da, üzerine furû-ı fıkıh ya da şer'î âdâb bina edilmeyen, ya da bu konuda yardımcı olmayan [43]meseleler var­dır. Bunların fıkıh usûlüne konulmuş olması iğreti olup, fıkıh usûlün­den sayılmazlar. Bu ilmin usûl-ı fıkıh şeklindeki 'fıkh'a olan izafeti de bunu ortaya koymaktadır ve bu adı sadece ona yardımcı olmasından, orada yapılacak ictihadları gerçekleştirme fonksiyonuna sahip olma­sından dolayı aldığını ifade etmektedir. Dolayısıyla böyle bir fonksiyo­nu ve faydası olmayan şey, usûl-ı fıkıhtan (fıkhın esaslarından) sayı­lamaz. Bu mukaddimeden, üzerine furû-ı fıkıhtan bir meselenin bina edildiği her şeyin usûl-ı fıkıh cümlesinden olması neticesi çıkmaz. Eğer öyle olsaydı nahiv, lügat, iştikak, tasrif, meânî, beyân, aded, mesaha, hadis... Gibi fıkhın tahkiki[44] (uygulanması) sırasında kendi-sine ihtiyaç duyulan ve meselelerinden bazısının üzerine bina edildiği bütün ilimlerin hep usûl-ı fıkıhtan sayılması gerekirdi. Halbuki, öyle değildir; fıkhın kendisine ihtiyaç duyduğu her şey, onun usûlünden (esaslarından) değildir. Bu mukaddimeden çıkacak olan mânâ şudur: fıkha izafe edilip de, üzerine fıkıh bina edilmeyen her esas, fıkhın esaslarından (usûlden) değildir.

Bu esasa göre, müteahhir (sonraki) âlimlerin üzerinde söz ettik­leri ve fıkıh usûlü içerisine soktukları birçok mesele usûlün kapsamı dışında kalacaklardır: vaz'milkbaşlangıcı,[45]ibâha meselesi; onun bir teklif olup olmadığı tartışmaları[46], ma'dûmun emri meselesi, hz. Peygamber bir şerîatle kullukta bulunmaya memur mu idi? Me­selesi, teklif ancak fiille olur meselesi... Gibi konular bunlardandır. Aynı şekilde üzerine fıkhı meseleler bina edilse bile usûlden olmayan, kendi dâhil oldukları ilim içerisinde yeterince üzerinde durulan konuların yine ondan sayılması uygun değildir.[47]nahiv ilmine aitharflerin mânâları; isim, fiil ve harfin çeşitli taksimleri gibi pek çok konuları; hakikat, mecaz; müşterek, müteradif; müştakk ve benzeri konular bunlardandır.

Ancak arapça ile ilgili konulardan olup da usûl-ı fıkıhla köklü alâkasıoian bir konu vardır ki, bu "kur'ân ve sünnetin arapçaolması" meselesidir. Bu konudan maksat kur'ân yabancı menşe'li kelimeler içerir veya içermez konusu değildir. Çünkü bu konu nahiv ve lügat il­minin konusudur. Aksine bu konudan maksat şudur: kur'ân lafızları ile, manaları ile, kullandığı üslûpları ile arapça'dır. Dolayısıyla onu anlamak, ondan hüküm çıkarmak, istidlalde bulunmak için, mutlaka o dönemin arap dilinde mevcut bulunan lafızları, mânâları, üslûp çe­şitlerini, taşıdığı ihtimalleri gerçek anlamda bilmek gerekmektedir. Aksi takdirde onu anlamak mümkün olmaz. Pek çok insan, kur'ân nasslannı kendi akıllan doğrultusunda anlamaktadırlar ve o dönem insanlarının bundan ne anladıklarına bakmamaktadırlar. Böyle bir tutum dîni fesada götürür ve şâri'in maksadından uzaklaşılmasina neden olur. Bu konu "mekâsıd" bölümünde açıklanacaktır.[48]

Fasıl:

Usûl-ı fıkıhtan olup, üzerine fıkhı meseleler de binâedilen bir me­seleye bakılır: eğer bu mesele üzerindeki görüş ayrılıklarından furû-ı fıkıhtan herhangi bir ihtilaf doğmuyorsa, deliller sadece görüşlerin desteklenmesi ya da çürütülmesi için kullanılmışsa, o da usûl-ı fıkhın konularından değildir: 'tercihli vâcib[49] ve 'tercihli haram"[50] konusun­daki mutezile ile olan ihtilaf gibi. Çünkü her iki grup da amel konu- m6] sunda birbirleri ile aynı görüştedirler. İhtilafları kelâm ilminde mev­cut bulunan bir esasdan hareketle sadece itikâd konusunda olmakta­dır. Bu esas usûl-ı fıkıhda da ortaya konulmaktadır ki o da: "vâciblik, haramlıkya da benzeri hükümler eşyada[51] bulunan sıfatlara mı yoksa şâri'in hitabına mı bağlıdır?" konusudur. Yine fahreddin er-râzfye göre kâfirlerin furû meseleleri ile yükümlü olup olmadıkları[52] da bu kabildendir. Açık olduğu üzere bu mesele üzerine de fiilî bir sonuç doğ-mamaktadır. Bunların yanı sıra ortaya konulan, fakat furû-ı fıkıhta herhangi bir neticesi bulunmayan diğer meseleler de böyledir.

Burada: "itikat konularına dönük ihtilaf konusu bir mesele üze­rine de, o itikadın vâcib ya da haram oluşu, yine buna bağlı olarak o ki­şinin kan ve mal dokunulmazlığı, adalet sahibi olup olmadığı, küfrü­nü gerektirip gerektirmediği gibi hükümler serdedilir. Bunlar ise furû-ı fıkıhtandır." şeklinde bir mütâlâa ileri sürülemez. Zira "sizin bu dediğiniz, kelâm ilminin bütün meselelerinde söz konusudur; öyle ise hepsi usûl-ı fıkıhtan olsun." gibi bir neticeye götürür. Halbuki, duram böyle değildir. Buradan ne kasdedildiği yukarıda geçmiştir. [53]

 

Beşinci Mukaddime:

 

Bir amelî neticesi bulunmayan herhangi bir meseleye dalmak, şer'an hüsnü kabul görmeyen bir konu ile uğraşmak demektir. Bura­daki amelden şer'an matlûp olan [54]kalbî ve fiilî amelleri kasdediyoruz.

Bu mukaddimenin delili istikradır. Şöyle ki, biz sâri' teâlâ'mn amel bakımından mükellefe bir faydası olmayacak hususlara itibar etmediğini görmekteyiz: yüce Allah kur'ân'da: "ey muhammedi sa­na hilal halindeki ayları sorarlar. De ki: 'onlar, insanların ve hac va­kitlerinin ölçüsüdür.'" buyurmuştur. Burada verilen cevap amele yö-nelikhususla ilgilidir. Yüce Allah, soruyu soran kimsenin "ay niçin in­cecik iplik gibi başlıyor, sonra giderek büyüyor ve nihayet dolunay olu­yor; sonra yine küçülmeye başlayarak ilk halini alıyor?"[55]şeklindeki kasdma iltifat etmemiş ve soruyu sorulması gereken şekilde ele ala­rak, o doğrultuda cevap vermiştir.[56] sonra aynı âyetin devamında arkalarından girmeniz iyi değildir; iyi kimse kötülükten sakı-kimsedir." buyurmuştur. Âyetin tamamıyla sorulan soruya ce-n    olmak üzere indiği görüşünde olanlara göre, yüce Allah bir temsil-a   bulunmaktadır ve "bu soru evlere arkalarından girmek kabilin gerçek iyilik bu gibi şeylerle ilgili lüzumsuz,şuanda ve ileride bir fayda vermeyecek olan bilgilere sahip olmak değil, bilakis takva «sahibi olmaktır." buyurmaktadır. Yine yüce Allah, kıyametin ne za­man olduğunu sormaları akabinde: "ey muhammedi senden kıyame­tin ne zaman gelip çatacağını sorarlar. Nerde senden onu anlatma­sı "[57] buyurmaktadır. Yani bunu sormak, faydasız bir soruda bulun­maktır. Çünkü, soran kimsenin onun mutlaka kopacağını bilmesi ye­terlidir. Bu yüzdendir ki, hz. Peygamber efendimiz, kendisine bunu soran kimseye: "(soruyu bırak da) onun için ne hazırladınl (ona bak!)."[58] buyurmuşlar, soru açık olmasına rağmen, o doğrultuda ce­vap verme yerine faydalı olacak bir yöne çekmişlerdir. Yüce Allah bir başka âyette: "ey iman edenler! Size açıklanınca hoşunuza gitmeye­cek şeyleri sormayın." [59]buyurmuştur. Bu âyet "babam kimdir?" diye soran bir kimse hakkında nazil olmuştur. Rivayete göre [60]bir gün hz. Peygamber kalktı; yüzünden öfkeli olduğu belli idi.

"bana ne sorarsanız, mutlaka onun cevabını vereceğim!" buyur­du. Bunun üzerine bir adam kalktı ve:

"—babam kim? Yâ rasûlallahi" diye sordu. Hz. Peygamber.

"—baban huzâfe'dir." buyurdu. Bunun üzerine âyet indi. Her iki konu hakkında başka rivayetler de bulunmaktadır. İbn abbâs; israil oğullarının boğazlanacak ineğin evsâfı ile ilgili soruları hakkın­da: "eğer onlar herhangi bir ineği boğazlasalardı, kendilerine kâfî ge­lecekti. Fakat onlar (öyle yapmadılar) ifrata gittiler, Allah da işlerini zorlaştırdı." demiştir. Bu ifade, onların sorularının lüzumsuz olduğu­nu göstermektedir. Bazılarına göre lüzumsuz sorular sormayı yasak­layan âyet, "bu haccımız, sadece bu sene için midir, yoksa ömrümüz boyunca yeterli midir?" diye soru soran ve hz. Peygamberden de: "ömrümüz boyunca yeterlidir; eğer 'evet!' deseydim o zaman mutlaka (her sene) vâcib olurdu![61] şeklinde cevap alan kimse (el-akra'b. habis) hakkında inmiştir. Hadisin bazı rivayetlerinde hz. Peygamber

"ben sizi terkettikçe, siz de benim üstüme gelmeyiniz. Şüphesiz ki, sizden önceki kavimler, mutlaka peygamberlerine fazla soru sor­malarından dolayı helak olmuşlardır."[62]buyurmuşlardır. Buradaki soruları fazla oluyordu ve pratik bir faydası bulunmuyordu. Çünkü onlar şayet sussalar da, amelden geri kalmasalardı; ihtiyaç olmaması açısından soru anlamsız kalıyordu. İşte bu mânâdan hareketledir ki, hz. Peygamber dedikoduve çok soru sormayı yasaklamıştı/[63]çünkü bu aynı zamanda faydasız sorular demekti. Cebrail ken­disine kıyametin ne zaman kopacağını sormuştu da "bu konuda soru sorulan kimse, soru sorandan daha bilgili değildir." buyurmuşlar[64] ve bunun hakkında ilminin bulunmadığını haber vermişlerdi. Bu da or­taya koyuyor ki, kıyametle ilgili soruya herhangi bir yükümlülük or­taya çıkmaktadır.[65] ancak kıyamet alâmetlerinin ortaya çıkması üze­rine, ondan ve alâmetleri sayılan işlere düşmekten sakınmak, Allah'a dönmek gibi arzulanan neticeler doğacağı için, onları haber vermişti. Sonra hz. Peygamber  hadisini, hz. Ömer'e, kendisine in­sanlara dinlerini öğretmek için cebrail'in geldiğini ifade ile bitirmiş­tir. Şu halde kıyametin ne zaman kopacağı sorusu karşısında, cevâbın bilinmesi dinde gerekli değildir ve hz. Peygamber bunu or­taya koymuştur. Hadisteki bu mânâ ve cebrail'in bu soruyu hz. Pey-gamber'eyöneltmesindeki fayda üzerinde düşünülmelidir. Hz. Peygamber başka bir hadislerinde ise şöyle buyurmuş­lardır: "en büyük cürüm işleyen insan, haram olmayan bir şey hak­kında soru soran ve bu sorusu yüzünden o şeyin haram kılınmasına sebep olan kimsedir,"[66] bizim üzerinde durduğumuz konu ile ilgili ör­neklerden biri de budur. Çünkü haram kılınmadığı zaman, amel bakı­mından o şeyi sormanın ne faydası olacaktır? Hz. Ömer, âyetini[67] okuduğu zaman meyve manasına olan' ü'i+i 'kelimesini anla­dık; ama şu ı £}) kelimesi de ne oluyor? Diye sormuş, sonra: "bize tekellüfe girmek (yani üstümüze elzem olmayan işlere kendimizi kaptır­mak) yasaklanmıştı." demiştir. Kur'ân-ı kerîm'de: "ey muhammedi sana 'ruh'un ne olduğunu soruyorlar. De ki:ruh rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta sizepek az bilgi verilmiştir." [68] buyrulmaktadır. Görünüşe göre bu âyet, onlara cevap verilmediğini, ona ait bilginin, teklif konusunda ihtiyaç duyulacak türden bulunmadığım ifade et­mektedir. Rivayete göre hz. Peygamber'in ashabı sıkılmış­lar ve:

—yâ rasulallah! Bize (bir şeyler) anlat; diye talepte bulunmuş­lardı. Bunun üzerine: "Allah, âyetleri birbirine benzeyen ve yer yer tek­rar eden kitâb'ı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir." [69] âyetiinmiştir. Bu âyet, taleplerinin reddi ve Allah'a kulluk konusunda faydalı olacak hususlar hariç başka bir konuda talepte bulunmanın uygun olmadığı hususunda 'nass' gibidir. Sonra bir ara yine usanma durumu olmuş ve:

—yâ rasulallah! Bize 'hadîslerin üzerinde, kur'ân'ın altında bir şeyler anlat! Demişler. Bunun üzerine de yusuf sûresi inmiştir. Hadis için ebû ubeyd'in fedâilu'l-kur'ân'ma bakınız. Yine hz. Ömer'in, kur'ân hakkında insanlara, üzerine herhangi bir amelî netice teret­tüp etmeyecek sorular soran dabî' [70]tartakladığı üzerinde düşünmek

Gerekir. İbnu'1-kevâ hz. Ali'ye âyetini [71] sorar. Hz. Ali ona:

—yazık sana! Öğrenmek için sor, sıkıntı vermek için (taannut) sorma! Demiş ve ve sonra cevap vermiştir. İbnu'1-kevâ kendisine, "ay­daki karartılar hakkında ne dersin?" demiş; hz. Ali de cevaben: "kör biri, kendisi gibi kör bir konudan soruyor." demiş ve sonra açıklamada bulunmuştur. Sonra ibnu'1-kevâ daha başka sorular da sormuştur. Haber uzundur. İmam mâlik b. Enes, pratik bir değeri olmayan konu­lardan söz etmeden hoşlanmazdı[72] ve bunun mekruhluğunu kendin­den önce geçen din büyüklerinden naklederdi.

Bu tür pratik bir neticesi olmayan şeylerle uğraşmanın şer'an hüsnükabûl görmediği bir kaç bakımdan açıklanabilir:

A) Bu tür lüzumsuz uğraşılar, mükellefi yükümlü tutulduğu ko­nularla uğraşmaktan alıkor. Hem bu tür uğraşılar üzerine ne dünyada ne de âhirette bir fayda terettüp etmez. Ahirette etmez; çünkü orada kişi emrolunup, yasaklandığı şeylerden sorguya çekilecektir. Dünyada da yoktur; çünkü bu tür lü-

Zumsuz bilgileri öğrenmesi, rızkını elde etme konusundaki tedbirlerine müsbet ya da menfi yönde etki etmeyecektir. Ama onu öğrenmekten duymuş olduğu manevî hazza gelince, onu elde etmek için gösterdiği meşakkat ve yorgunluk, elde ettiği lezzeti karşılamayacaktır. Bunda dünyevî bir faydanın varlığı varsayılsa bile, bunun hüsn ü kabul görmesi ve şeriat nazarında bir fayda kabul edilebilmesi için hakkında şâri'in hüsn ü şehâdeti bulunması gerekmektedir. Zira nice insanla­rın lezzet ve fayda saydıkları şeyler vardır ki, şerîatte tam ter­si hüküm almaktadırlar. Zina, içki ve diğer fısk u fücur işleri, dünyevî garazlar sâiki ile işlenmiş günahlar bu tür şeylerden­dir. Şu halde her iki dünyada da bir semere vermeyecek şey­lerle zamanı öldürmek ve böylece faydalı olan şeyleri ihmal et­mek, yakışık almayan bir şeyin yapılması kabilinden olmak­tadır.

B) Şeriat, kulun dünya ve âhiret işlerini en üst düzeyde gerçek­leştirebilmesi için gerekli olan her şeyi getirmiş ve açıklamış­tır. Bunların dışında kalan şeyler, büyük bir ihtimalle kulla­rın maslahatları hilafına olan şeylerdir. Bu durum öteden be­ri müşâhade edilegelmektedir. Şöyle ki, teklîfî bir hükümle ilgisi bulunmayan ilimlerle uğraşanların tümünün mutlaka Aralarında fitne bulunduğunu, doğru yoldan çıktıklarını, ara­larında anlaşmazlıkların, ihtilafların kol gezdiğini ve bu an­laşmazlıklarının birbirleri ile irtibatın kesilmesine, birbirle­rine sırt çevirmeye ve taassuba götürdüğünü ve bunun netice­sinde de gruplara ayrıldıklarını[73] müşahadelerimiz neticesin­de görmekteyiz. Eğer insanlar bunu yaparlarsa sünnetten dı­şarı çıkmış olurlar ve bu tefrikanın aslını da sadece bu sebep oluşturur. Çünkü onlar faydalı ilmi bırakıp, faydasız ilme geç­mişlerdir. Bu ise hem öğrenci hem de hoca için büyük birfîtne-dir. Sâri teâlâ'nın yöneltilen soruya cevap vermemesi ve fay­dalı olan şekle doğru kaydırması, bu tür lüzumsuz bilgilerle uğraşmanın bir fitne olduğu ve vakti boşu boşuna öldürmek mânâsına geldiği hususunda en açık delillerden birisidir.

C) Her şey üzerinde düşünmek ve onunla ilgili bilgiyi elde etmek çabası, felsefecilerin tutumudur ki, müslümanlar onlardan tebrie ederler (uzak olduklarını söylerler). Onlar da, ancak sünnete muhalif şeylere tutunma neticesinde ortaya çıkmak­tadır. Durumu bu olan bir gidişatta, müslümanlarm onlara uymaları büyük bir hatadır ve dosdoğru yoldan sapmak olur.bu itibarla, bu tür ilimlerle uğraşmanın şer'an hüsnükabûl gör­memesinin sebepleri çoktur.

Soru:İlim, genel olarak güzel bir şeydir, herhangi bir kayıt geti-rilmeksizin matlûp kabul edilmiştir. İlim talebinde bulunmayı iste­yen nasslar umûm sîgasiyla ve mutlaktır; dolayısıyla ilgili nasslar her ilmi içine alır. İlmin içerisinde de, pratik neticesi bulunan olduğu gibi, bulunmayanı da vardır. Bu itibarla, söz konusu nassları, bu iki nevi­den diğerini dışarıda bırakarak sadece birisine tahsis etmek bir ta­hakküm olmaz mı?! Sonra âlimler: "sihir, tılsım vb. Gibi amel safhası­na konulması gibi bir amacı olmayan ilimlerden her birinin öğrenil­mesi farz-ı kifâyedir." demişlerdir. Bu durumda hesap, hendese vb. Gi­bi amele yaklaştıracak ilimlerin öğrenilmesi hakkında ne diyebilirsi­niz?! Yine meselâ "tefsir" ilmi matlûp ilimlerden birisidir. Bununla birlikte bazen, pratik bir neticesi olmayabilir. Fahreddin er-râzî'nin şu nakli üzerinde düşünmek gerekir. Şöyle ki: alimlerden birisi, bir yahudi'nin yanma uğradı. Yanında bir müslüman vardı ve ona kâinatın durumu hakkında bir şeyler okuyordu. Alim, yahûdîye, ona okuduğu şeyin ne olduğunu sordu. O:

—ben ona Allah'ın kitabından bir âyeti tefsir ediyorum; dedi. Âlim, hayret içinde, onun ne olduğunu sordu. Yahûdî: "onlar, üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, süslemişiz, bir bakmazlar mıv. Onda hiç­bir çatlak yoktur."[74] âyetidir demiş ve devamla: "ben ona göklerin inşa ve süslenmesi keyfiyetini açıklıyorum." demiştir. Bunun üzerine, o âlim bunu hüsnükabûlle karşılamıştır. Nakli mânâ olarak vermiş bu­lunuyoruz. Yine aynı şekilde yüce Allah'ın: "göklerin ve yerin hü­kümranlığını, Allah'ın yarattığı her şeyi... Düşünmüyorlar mı ?"[75] ifa­desi ile benzeri âyetler" aklî, naklî; kesbî, vehbî varlık âlemine çıkan her türlü ilmi içine alır.

Felsefecilerin iddiasına göre, felsefenin hakikati her ne olursa ol­sun mevcut şeyler hakkında, yaratıcısına delâlette bulunması açısın­dan düşünmek demektir. Düşünmenin de deliller ve yaratıklar üze­rinde olacağı malumdur.

Bütün bunlar, ilimlerin hepsinin istisnasız hüsnükabûl görmele­rine delalet eden yönlerdir.

Cevap: ilim talebinde bulunan nasslar sanıldığı gibi umûmî ve mutlak değillerdir; zikri geçen delillerle tahsîs ve takyîd edilmişler­dir. Bu hususa iki şey açıklık getirmektedir:

A) Sahabe ve tabiînden oluşan selef-i sâlih, pratik birfaydası bu­lunmayan bu gibi konulara dalmamışlardır. Oysa ki onlar, talep edilen ilmin mânâsının ne olduğunu en iyi bilen kim­selerdi. Dahası, hz. Ömer gibi konulara dalmayı, ya­saklanılan tekellüf (aşırılık) kabilinden mütâlâa etmişti. Yi­ne o'nun dabî' i bu yüzden tartaklaması konumuza delâlet açısından gayet açıktır. Üstelik hz. Ömer'in bu davranışına hiçbir kimse tepki de göstermemiştir. Selefin bu tür ilimlerle uğraşmamasının sebebi, hz. Peygamber'in  bu tür konulara girmemiş olmasından başka bir şey değildir. Eğer girseydi mutlaka nakledilirdi. Fakat nakledilmedi; bu da o'nun bu gibi konulara girmediğini gösterir.

 b) "Mekâsıd" bölümünde de ortaya konulacağı gibi bu şeriat ümmî bir ümmet için gönderilmiş ümmî bir şeriattır. Nitekim hz. Peygamber "biz ümmî bir ümmetiz. Hesap ki­tap bilmeyiz. Ay (eli ile işaret buyurarak) şöyle, şöyle ve şöyle­dir."[76] buyurmuşlardır. Daha buna benzer deliller bulun­maktadır. Konu yerinde genişçe ele alınmıştır.

İkinci itirazınızı kayıtsız olarak kabul etmiyor ve diyoruz ki: farz-ıkifâye olan husus sadece, mâhiyeti bilin sin veya bilinmesin, her fâsid ve bâtıl olan şeyin reddidir; şu kadar var ki, onun fâsid olduğu­nun bilinmesi zarurîdir, bunu da şeriat tekeffül etmiştir. Bu hususa delilimiz şudur: hz. Mûsâ sihirbazların ortaya koydukları sihrin hakikatini bilmiyordu. Bununla birlikte elinde bulunan ve daha güçlü olan mucize ile sihir iptal edilmişti. Hz. Musa'nın sihrin hakikatini bil­mediği şuradan belli ki, onlar insanların gözlerini boyayıp, onlara kor­ku verip ortaya büyük bir sihir koyduklarında, o korkmuştu; eğer onun mâhiyetini bilseydi, ondan korkmazdı. Nitekim bilenler yani si­hirbazlar korkmamı şiardı. Yüce Allah, bunun üzerine hz. Musa'ya: "korkma, üstün olan muhakkak ki, sensin!" [77] buyurmuştu. Sonra da: "onların yaptıkları sadece sihirbaz düzenidir. Sihirbaz nereden ge­lirse gelsin, başarı kazanamaz." buyurmaktadır.Bu ifade ile, daha önceden bilgisi olmadığı bir konuda hz. Musa'ya bilgi verilmektedir.Eğer hz. Mûsâ daha önceden bilseydi, böyle bir ihtiyaç bulunmazdı.Hz. Musa'nın esas olarak bildiği tek şey, bunların bâtıl bir dâva üze­rinde oldukları idi.Bu tür konularla ilgili her meselede söylenecek söz işte bu şekilde olacaktır.Eğer iptal ve red herhangi bir yolla gerçekle-şiyorsa, bu Allah'ın bir sevgili kulunun elinde cereyan eden mucize yo­lu ile olabileceği gibi, takvadan neş'et eden ve söz konusu ilmin dışında (keramet gibi) başka bir unsurla da olabilir, maksat da budur; dolayısıyla şer'an bu gibi ilimlerin istenilir oldukları kesinlik kazanmış de­ğildir.

Tefsir ilminin matlûp ilimlerden oluşu ile ilgili itiraza gelince, bu ilim hitaptan muradın ne olduğunun anlaşılması için lazım olan şeyle­rin öğrenilmesini gerekli kılar. Kelâmda neyin istendiği bilinirse, bu­nun ötesinde kalan şeylerle uğraşmak bir tekellüf (aşırılık) olmakta­dır. Bu hz. Ömer'in meselesinde gayet açıkça ortaya çıkmaktadır.O âyetini [78]okuyunca kelimesinin mânâsında durakla­mış, onu anlayamamıştı.Hz. Ömer'in anlamadığı şey kelimenin kendi mânâsı idi ve onu bilmemek âyetin genel mânâsının anlaşılmasına halel getirmiyordu.Çünkü genel mânâ anlaşılıyordu. Şöyle ki, yüce Allah burada insanoğlunun yiyeceği hakkında söz etmekte ve gökten yağmur indirdiğini ve bununla tahıl, üzüm, zeytin, hurma... Gibi doğ­rudan doğruya; yine hayvanlara otlak kılmak suretiyle de dolaylı ol­mak üzere insanoğlu için pek çok çeşit yiyecek çıkardığını topluca be­lirtmiştir.Dolayısıyla bunların detaylarını ve hangi maddeler olduk­larını öğrenmek artık lüzumsuz hale gelmiştir ve insanın bunları da öğrenmesi gereği yoktur. İşte bu noktadan hareketledir ki Allahu a'lem! kelimesinin mânâsının araştırılmasını hz.ömertekel-lüf (aşırılık) kabilinden saymıştır. Eğer öyle olmasa da, âyetin terkibi mânâsının anlaşılması için gerekli olsaydı, o takdirde bunu bir tekel­lüf olarak kabul etmez; aksine "onun âyetleri üzerinde düşünmeleri için..."[79]âyetinin fahvâsmca öğrenilmesi matlûp olan şeylerden olur­du. Bu yüzdendir ki, aynı hz. Ömer, kendisi minberde iken:

[80]âyetindeki kelimesini hazır olanlara sormuş ve hüzeyl kabilesine mensup bir adam kalkarak, bu kelimenin kendi lügatlerinde yani azar azar noksanlaştırmak mânâsına gel­diğini söylemiş ve örnek vermek üzere de şu beyti okumuştur:(keser, yay yapılan ağacı nasıl yontar, semer de ondan, kıvırcık tüylü hörgücü)

Bunun üzerine hz. Ömer:

—ey insanlar! Câhiliyye devri şiirlerinizi toplamaya bakınız; çünkü onda kitâb'ınızın tefsiri bulunmaktadır;demiştir.

Öbür taraftan kalabalık bir cemâat içerisinde dabî': âyetinin[81] mânâsını sormuştu. Pratik hiçbir faydası yoktu ve insanların zihinlerini karıştırmaktan başka bir ama­cı da bulunmuyordu. Bu yüzden hz. Ömer, bilindiği üzere kendisini tartaklamış ti. Şu halde "onlar', üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, süs­lemişiz bir bakmazlar mı?! Onda hiçbir çatlak yoktur." [82]âyetinin amelî bir neticesi olmayacak hendese ilmiyle tefsir edilmesi uygun de­ğildir. Çünkü bu tür bir tefsir arab' m bilip anlamadığı şeyler kabilin-dendir. Kur'ân ise sadece onların dilinde ve onlarca bilinen tarzda in­miştir. Bu konu Allah'ın izni ile, "mekâsıd" bölümünde açıklanacak­tır.

Pratik bir neticesi bulunmayan, arablar tarafından bilinmeyen ve şeriata nisbet edilmeye çalışılan bütün ilimler hakkında söyle­necek söz aynıdır. Tabîat ilimleri ve daha başka ilimlerle uğraşanla­rın, kendi uğraştıkları ilimlerin kur'ân'dan alındığına dâir âyetlerle, hz. Peygamber'in hadisleri ile istidlalde bulunma çabaları bir tekellüften (aşırılıktan) başka bir şey değildir. Mesela sayılarla uğ­raşanlar "...sayanlarasor." [83]âyeti ile; hendese ile uğraşanlar: "Allah gökten su indirdi de, vadiler kendi ölçülerince sel olup aktı."[84]âyeti ile astronomi ile uğraşanlar: "güneş ve ay, bir hesap iledir." [85]âyeti ile; mantıkçılar, küllî-olumsuz önermenin zıddının cüz'î-müsbet olduğu konusunda: "Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir." demekle Allah'ı gereği gibi değerle ndireme diler. De ki:". ..kitâb'ı kim indirdi?"[86] âyeti ile, yine bazı hami (atıf) ve şart türlerinin diğer şeylerle; remilci­lerin: "...size indirilmiş bir kitap veya intikâl etmiş bir bilgi kalıntısı varsa bana getirin." [87]âyetiyle birlikte, hz. Peygamber'in"... Kum üzerinde çizgi çizen bir nebî vardı."[88] sözleriyle iddialarını de-lillendirmeye çalışmışlardır. Bu saydıklarımız ve daha başkaları iddialarını kitaplarına dercetmişlerdir ve hepsi de kendi ilimlerinin bizatihi maksûd olduğunu kesin ifade ile belirtmişlerdir. Böylece dör­düncü suâlin cevabı da anlaşılmış olmaktadır ve "göklerin ve yerin hükümranlığını, Allah'ın yarattığı her şeyi... Düşünmüyorlar mı?" âyetinin kapsamına araplarca bilinmeyen; içlerinden kolay ve hoşgö­rü esasına dayalı bir dîn ile gönderilmiş bulunan bir peygamberin ümmî ümmeti ile hiç de uyum arzetmeyen felsefî ilimlerin de itibâra alınmasının girmeyeceği [89]ortaya çıkmaktadır. Felsefe, öğrenilmesi-nin caiz olduğunu kabul etsek bile, kaynak bakımından zor, yolları sarp, elde edilmesi çok güç bir ilimdir. Tam bir ümmîlik içerisinde yeti­şen araplara hitab eden şeriatın, Allah'ın âyetlerinin, onun varlık ve birliğine delâlet eden delillerin öğrenilmesi için felsefe öğrenilmesi şeklinde bir kayıt içermesi uygun değildir. Kaldı ki, felsefe din büyük­leri tarafından zemmedilmiş, daha önce de geçtiği gibi, bu konuya on­larca dikkat çekilmiş bulunmaktadır.

Bu husus anlaşıldı ise, netice olarak diyoruz ki, pratik bir netice doğurmayan bir şey, şerîatçe matlûp değildir.

Lügat, nahiv, tefsir vb. İlimler gibi, üzerine şer'an matlûp olan bir hususun bağlı bulunduğu şeylere gelince, matlûp olan bir şeyin kendi­sine bağlı olduğu şey de şer'an ya da aklen matlûp olacaktır. Yerinde de açıklandığı gibi bu hususta bir problem bulunmamaktadır. Ancak burada üzerine dikkat çekilmesi gereken bir husus daha vardır ki, o da altıncı mukaddimemizi oluşturacaktır: [90]

 

Altıncı Mukaddime:

 

Matlûp olan şeyin öğrenilmesi için gerekli olan şey, bazen yaklaş-tırıcı (takrîbî) bir yolla ve çoğunluğun anlayabileceği bir tarzda olur; bazan da gerçekleşmesi farzedilse bile böyle olmaz.

Birinci kısım, matlûp olan ve üzerine dikkat çekilen kasımdır. Meselâ 'melek'in ne demek olduğu sorulduğunda, "O Allah'ın yaratık­larından bir yaratıktır ve onun emrinde çalışır." denilmesi; veya 'in­san' nedir sorusuna "senin mensup bulunduğun cinstir." denilmesi; âyette geçen kelimesi sorulduğunda "azar azar eksiltmek" denilmesi; 'yıldız' kelimesi sorulduğunda "şu geceleyin müşâhade et­tiğimiz şeydir." diye cevap verilmesi... Bu ve benzeri açıklamalar bu kabildendir. Bu tür yaklaştınci bilgi ile, hitap anlaşılmış ve gereğine uyma imkanı doğmuş olur.

Şeriatta mevcut açıklamalar bu tarzda vâki olmuşlardır.Orneğin hz. Peygamber-/'kibir hakkı kabullenmemek ve in­sanları hor görmektir."[91] buyurarak, kibiri herkesin anlayabileceği neticesi ile açıklamıştır. Aynı şekilde kur'ân ve hadis lafızları da, da­ha açık bir biçimde anlaşılmaları bakımından eş anlamlı (müteradif) kelimelerle tefsir edilmektedir. Yine hz. Peygamber namaz ve hac ibâdetlerini, herkesin anlayabileceği bir şekilde hem fiil hem de sözleri ile beyan etmişlerdir. Diğer konularda da durum aynı şekilde olmuştur. Bu metot arapların öteden beri uygulayageldiği bir metot­tur ve şeriat arap dili üzere inmiştir. Ümmet ise ümmîdir, bu itibarla ona yönelik beyanların da ümmî olması gerekmektedir. Bu konu "mekâsıd" bölümünde açıklanmıştır. Şu halde, şerîatte kullanılan ta­savvurlar; eş anlamlı kelimelerin kullanılması ve onların yerini tuta­cak yakın mânâlar verilmesi suretiyle maksada yaklaştıncı bir mahi­yet arzetmektedir.

İkinci kısma yani çoğunluğun anlayamayacağı tarza gelince; bu kısmın çoğunluğun haline uygun olmaması, şeriatın bu kısmı dikkate almamasını gerektirmiştir. Çünkü bu tarzın, meramı anlatma yolları çok zordur. Din ise güçlük dîni değildir.[92] bunlar: meselâ 'melek' nedir sorusuna cevap olmak üzere, kelimenin kendisinden daha kapah bir tarife gidilerek "aslen maddeden soyutlanmış bir mahiyettir." veya "sonu bulunan, aklî nutk sahibi sâde bir cevherdir." denilmesi; 'insan' nedir sorusuna "ölümlü, konuşan canlıdır." denilmesi; 'yıldız' nedir diyene "kürevî, basit bir cisimdir. Onun tabiî yeri bizzat yörüngesidir. Işık yansıtmak özelliği vardır. Orta derecede hareket eder, kuşatıla-maz." şeklinde cevap verilmesi; 'mekân'ı tarif ederken: "kuşatan cir­min kuşatılan cismin dış sathına temas eden iç sathıdır." denilmesi ve benzeri arabın bilmeyeceği, uzun zaman harcamadıkça asla elde edi­lemeyecek mânâlar işte bu kabilden olmaktadır. Şeriatın bu tür şeyle­ri istemeyeceği ve bunlarla yükümlü tutmayacağı malumdur.

Hem bu gibi çabalar, eşyanın mahiyetini öğrenme için yapılan bir tırmanıştan başka bir şey değildir. Oysa ki, erbabı bunun çok zor oldu­ğunu itiraf etmektedirler. Hatta bazılarına göre bu imkansız bir şey­dir ve herhangi bir şeyin hakikati üzere öğrenilmesi mümkün değil­dir. Çünkü cevherlerin bilinmeyen unsurları (fusûl) vardır ve cevher­ler (şudur şeklinde değil de şu değildir şeklindeki) selbî (olumsuz) du­rumlarla anlaşılırlar. Çünkü hâs olan zatî, bu mâhiyetin dışında bilinirse, o zaman o hâs olmaz; aksi halde ise, duyularda belirmeyeceği için meçhul olacaktır. Bu hâs, kendine özel olan şeyle tarif edilmeye­cekse, o zaman da tarif tarif olmayacaktır. (eğer onu kendisine has bir şey ile tarif edeceksek, bu kez söz bu hâsa intikal edecektir.) Bu hâs da daha önce zikredilen hâs gibidir. (dolayısıyla teselsül doğacaktır.)Bu itibarla ayırıcı özelliğin ona hâs olan zatî olduğu konusunda) mutlaka duyularla algılanan ya da başka bir yolla zahir olan hususlara rücû et­mek gerekecektir. Bu ise 'mâhiyetlerin tarifi için yeterli değildir. Bu arzettiklerimiz 'cevherle ilgilidir. 'Araz' ise, ancak lâzımı neticeleri ile tanımlanabilmektedir. Zira bu ilmin erbabı, başka türlü arazın tarifi­ne muktedir olamamışlardır. Yine cevherler vb. Hakkında zikredilen zatî özelliklerin dışında başka bir zâtı özelliğin de bulunmayacağına dair bir delil bulunmamaktadır. Tartışmada taraf olan kimsenin bunu talep hakkı vardır. Tarifi yapan kimse: "eğer başka bir vasıf bulun­saydı, mutlaka ona muttali olurdum." diyemez. Zira sıfatlardan bir ço­ğu açık değildir. Yine tarifçi: "başka bir zâtı özellik bulunsaydı, onsuz mâhiyet öğrenilenlezdi." de diyemez. Çünkü biz: "bir şeyin hakikati, ancak bütün zâtı özellikleri bilindiği zaman öğrenilebilir." diyoruz. Ortada bilinmeyen zâtı bir özelliğin bulunabilmesi şüphesi olunca, mâhiyetin bilgisi hakkında da şüphe hasıl olacaktır.

Böylece anlaşılmaktadır ki, tarîf âlimlerinin (mantıkçılar) tarif­lerde bulunması zorunlu olduğunu ileri sürdükleri şartlara bakılırsa bunların tariflerini yapma imkanı bulunmamaktadır. Böylesi ilimle­rin şer'î ilimlerden sayılması ve şeriatı anlamada onlardan istifâde yo­luna gidilmesi mümkün değildir. Buradan şu netice de çıkmaktadır ki, eşyanın hakîkî mâhiyetini ancak onun yaratıcısı bilir. İnsanın bu yoldaki çabaları beyhudedir. Bütün bu anlattıklarımız 'tasavvur'[93] ile ilgilidir.

Tasdik' konusuna gelince, çoğunlukla, delilin öncülleri, kabulü zorunlu olan ya da ona yakın seviyede bulunan şeylerden olması gere­kir. Allah'ın lutfu ve kudreti ile, konu bu kitabın sonunda ortaya konu­lacaktır. Durum böyle olunca, şerîatte yer eden ve kur'ân'da üzerine dikkat çekilen usul de bu olmuştur: 'yaratan yaratmayan gibi midir ?[94] "de ki: onu ilk kez yaratan diriltecektir....[95]"sizi yaratan, sonra mıhlandıran, sonra öldüren, daha sonra da dirilten Allah'tır. O'na koştuğunuz ortaklarınızdan böyle bir şey yapan var mıdır?[96]"eğerAllahtan başka ilâhlar olsaydı, yer-gök fesada giderdi."[97]söy­leyin; akıttığınız meniden insanı yaratan siz misiniz, yoksa biz mi ya­ratmaktayız?"[98]âyetleri bu türdendir. Bu tabiî ki, tasdik konusunda delile ihtiyaç duyulduğu zaman söz konusudur. Aksi takdirde sadece hükmün ortaya konulmuş olması yeterlidir.

Selef-i sâlih, şeriatın yayılması yolunda, gerek taraftar ve gerek­se muhalif herkes için aynı metot üzerinden yürümüşlerdir. Teklifi hükümlerin ortaya konulması hususunda onların yaptıkları istid­laller üzerinde düşünenler, onların en kolay ve taliplerin akıllarına en yatkın olan yolu tuttuklarını görecektir. Hem de zoraki ağdalı bir üs­lupla, (mantıkî kıyaslarda olduğu gibi) bir araya getirilmiş belli ifade­ler kullanmamışlar, sözü tabîî seyri içerisinde, ölçüp biçmeden söyle­mişler, maksadı yakın ve kolay bir şekilde ortaya koymanın ötesinde üslubun nasıl olduğuna aldırmamışlardır. Her ne kadar neticeyi elde etme konusunda (bazan) sözleri daha öncekilerin (mantıkçıların) ifa­de biçimlerine uygunluk arzetse de, bu onların paralelinde hareket et­tiklerinden değil; maksada ulaşma konusundaki araştırmaları neti­cesinde meydana gelmişti.[99]

Ancak ifade tarzı, basit ya da çok taraflı (mürekkep) kıyaslar üze­rine kurulmuş ise ve neticeye ulaşmak için iş akla bağlı kalıyorsa; o takdirde bu şer'î bir yol değildir; bu yolu ne kur'ân ne hadi s ne de selefi salihin sözlerinde bulmak mümkün değildir. Çünkü bu aklın maksa­da ulaşmadan önce çıkmaza girmesi demektir. Bu tavır öğretim ilkesi­ne de aykırıdır. Çünkü şer'î talepler bütün emirlerde o anlıktır.[100] tabiatıyla böylesi talepler için uygun olan anlayış şekli de uzun istidlallere dayanmadan anlık olmalıdır. Şayet delili anlama ve de­ğerlendirme şekli uzun zaman alacak şekilde olsaydı, o zaman kulla­nılacak olan bu metot anlık olan bu taleplerle tenakuz halinde bulunurdu ki, bu doğru değildir. Sonra idrâkler hep aynı düzeyde değildir; her talepte de eşit şekilde cereyan etmez. Bunlardan sadece zarûriy-yât ile onlara yakın olanlar bunun dışındadır. Çünkü onları anlayıp değerlendirmede dikkate alınacak önemli bir farklılık yoktur. Bu du­rumda delillerin, zarûriyyât ve ona yakın olanlar dışında bir konu ile ilgili olması durumunda , bu talebin icrası imkansız; teklif genel değil de özel (hâs) olacaktı veya teklîf-i mâ lâ yutâka (takat üstü yükümlü­lük) ya da sıkıntıya (haraç) götürecekti. Halbuki, bunların ikisi de şerîatte reddedilmiştir. Bu konunun izahı ileride "mekâsıd" bölümün­de gelecektir. [101]

 

Yedinci Mukaddime

 

Bütün şer'î ilimler Allah'a kulluk etmek için birer vesiledir ve sâri' teâlâ bu ilimleri bu amaçla talep etmektedir. Eğer bunların is­tenmesinde bir başka hususun göz önünde bulundurulduğu ortaya çı­karsa, bu mutlaka aslî maksada tâbilik yolu ve ikinci kasıtla (kasd-ı sânı) olmaktadır. Bu esasın delillerini aşağıdaki gibi sıralamak müm­kündür;

A) Daha önce geçtiği üzere, pratik bir neticesi bulunmayan her ilim[102], şer'an hüsnükabûl görmemektedir. Eğer bu gibi ilim­lerin şer'î bir gayeleri olsaydı, o takdirde şer'an hüsnükabûl görürdü. Şer'an hüsnükabûl görünce de sahabe ve tabiînden oluşan ilk nesiller bunları araştırırdı.[103]böyle bir araştırma mevcut değildir. Bunun tabîî neticesi de aynı şekildedir.

B) Şeriatın tek amacı kullukta bulunulmasını temindir; bütün peygamberlerin [a'est] gönderilmelerinde gözetilen maksat da budur: nitekim bu husus şu âyetlerde ifade edilmiştir:

"ey insanlar! Rabbinizden sakınınız![104]"elif, lam, râ. Bu kitâb hakim ve herşeyden haberdar olan Allah tarafından; Allah'tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye âyetleri kesin kı­lınmış, sonra da uzun uzadıya açıklanmış bir kitâb'dır.[105]"bu Allah'ın izniyle, insanları karanlıklardan aydınlığa, güçlü ve övülmeye lâyık, göklerde ve yerde olanların sahibi Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz kitâb'-tır.[106]"bu, doğruluğu şüphe götürmeyen ve Allah'a karşı gelmekten sakınanlara yol gösteren kitâb'tır.[107]"hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a mahsustur. Öyle iken, inkâr edenler rablerine başkala­rını denk tutuyorlar.[108]"Allah'a itaat ediniz, peygamber'e itaat ediniz![109] "hamd Allah'a mahsustur ki, kendi katın­dan şiddetli bir baskını haber vermek ve yararlı iş yapan mü'minlere, içinde temelli kalacakları güzel bir mükâfaatı müjdelemek ve 'Allah çocuk edindi' diyenleri uyarmak için kulu muhammed'e eğri bir taraf bırakmadığı dosdoğru kitâb'ı indirmiştir.[110]"ey muhammed! Senden önce gön­derdiğimiz her peygambere: 'benden başka tanrı yoktur, ba-[62]                na kulluk edin!3 diye vahyetmişizdir[111]"ey muhammed!

Biz sana kitabı gerçekle indirdik, öyle ise dîni Allah için hâlis kılarak o'na kulluk et. Dikkat edin, hâlis dîn Allah'ın­dır."[112]buna benzer âyetler sayılamayacak kadar çoktur ve hepsi de peygamberlerin gönderilmesinden maksadın Allah'a kulluğun temini olduğunu ifade eder. Onlar Allah'ın vahdaniyetine delâlet eden delillerle gönderilmişler ve böyle­ce kulların sadece gerçek ma'bûd'a; her türlü noksanlıklar­dan münezzeh, ortak ve benzeri bulunmayan yüce Allah'a yö­nelmeleri için tebliğde bulunmuşlardır. Bu meyânda yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "ey muhammed! Bil ki, Allah'­tan başka tanrı yoktur; günahlarının... Bağışlanmasını di­le![113]"bilin ki, o ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir. On­dan başka tanrı yoktur, artık müslümansınız değil mi?[114] "o diridir, o'ndan başka tanrı yoktur. Dîni yalnız ona has kilarak o'na yalvarın."[115]kelime-i tevhidi ortaya koyan bu ve benzeri pek çok yerde ya hemen akabinde ya da mukaddime olmak üzere, mutlaka sadece Allah'a kullukta bulunulması isteği bulunmaktadır. Dahası tevhîd delilleri bu şekilde sade­ce bir hatırlatma için, öğüt için sevkedilmiştir. Netice olarak diyebiliriz ki, ilimden maksat, Allah'a kullukta bulunmadan başka bir şey değildir. Bu mânâda âyetler sayılamayacak kadar çoktur.

C) İlmin ruhunun amel olduğuna; amelsiz ilmin iğreti ve fayda­sız olduğuna dair deliller vardır. Buhususta yüce Allah: "Allah'ın kulları arasında, o'ndan korkanlar, ancak âlim­lerdir," nobuyurur[116]âyetine[117] isekatâde: "şüphesiz o, kendisine öğrettiğimizle amel edendir." mânâ­sını vermiştir. "geceleyin secde ederek ve ayakta durarak bo­yun büken, âhiretten çekinen, rabbinin rahmetini dileyen kimse inkâr eden kimse gibi olur mu? Ey muhammed! De ki: 'bilenlerle bilmeyenler bir olur mu v doğrusu ancak akıl sa­hipleri öğüt alırlar.[118]"kitabı okuyup durduğunuz halde kendinizi unutur da  başkalarına mı iyilikle emredersi­niz?"[119]ebû cafer muhammed b. Ali'den, "onlar, azgınlar ve iblisin adamları, hepsi, tepetakla oraya atılırlar." âyeti[120] hakkında: "bunlar hakkı ve adaleti dilleri ile ifade edip, aksi­ni yaparak muhalefet eden bir kavimdir." dediği rivayet edil­miştir. Ebû hüreyre tarafından rivayet edilen bir hadiste ise şöyle denilmiştir; "şüphesiz cehennemde kötü âlimlerle dö­nen değirmenler vardır. Dünyada iken onları tanıyan bazı kimseler yukarıdan (cennetten) onlara bakarlar ve: 'sizi bu hale ne getirdi? Halbuki, biz sizden öğreniyorduk!' derler. Onlar: 'biz size iyilik yapmanızı emreder, fakat kendimiz ak­sini yapardık.' derler.[121] süfyânu's-sevrî ise: "ilim sadece takva sahibi olabilmek için öğrenilir. İlmin başka şeylere üs­tün kılınması, sadece onunla Allah'tan sakmıldığı içindir." demiştir. Hz. Peygamber bir hadislerinde: "ift;ya-metgününde beş şeyden sorgulanmadıkça kulun ayakları ye­rinden oynamaz." buyurmuşlar ve bunlardan birisinin de "ilmiyle amel edip etmediği" olduğunu belirtmişlerdir.[122]ebû'd-derdâ şöyle der: "gerçekten korkuyorum ki, yarın kıyamet gününde bana 'bilgi sahibi mi yoksa câhil miydin?' diye sorar­lar. Ben de 'bilgi sahibiydim.' derim. Bu kez Allah'ın kita­bında bulunan emredici yasaklayıcı bütün âyetler gelir ve be­ni sorguya çekerler: emredici âyetler 'gereğimi yerine getir­din mi?'; yasaklayıcı âyetler de 'gereğimden sakındın mı?' di­ye bana sorarlar. Allah'ım! Faydasız ilimden, hususuz kalp­ten, doymayan nefisten, işitilmeyen duadan sana sığınırım.'' cehennem ateşine atılacak ilk üç zümre ile ilgili ebû hüreyre hadisinde konumuzla ilgili olan kısımda şöyle buyrulur: "ve bir adam ki, ilim öğrenmiş, öğretmiş ve kur'ân okumuştur. Bu kimse getirilir. Yüce Allah ona olan nimetlerini hatırlatır ve o da bunları tasdik eder. Sonra Allah ona: 'peki ne yaptın v diye sorar. O da: ya rabbi! Senin için ilim öğrendim, öğret­tim ve kur'ân okudum.' der, yüce Allah: 'hayır, yalan söyle­din! Sen 'falan büyük âlimdir.' desinler diye bunu yaptın. Nitekim dediler de.' buyurur. Sonra emir üzere yüz üstü ce- henneme atılır.[123] başka bir hadislerinde: "kıyametgünün­de en şiddetli azab göreceklerden biriside ilminden faydalan­mayan âlimdir." buyurmuşlardır.[124]yine rivayetlerde hz. Peygamber'in faydasız ilimden Allah'a sığındıkları belirtilmiştir.[125]hikmet erbabı ise şöyle demişlerdir: "Allah kimi ilimden mahrum ederse, onu cehaletle azablandınr. Azabça bundan daha şiddetlisi, kendisine ilim yönelen kim­senin ona sırt çevirmesi; Allah'ın kendisine nasib ettiği ilim­den gereği şekilde amel edip ondan faydalanmamasıdır." muâz b. Cebel ise:" ne kadar bilgi sahibi olursanız olun, amel etmedikçe Allah sizi ilminizle sevapîandıracak değildir." de­miştir. Bu söz aynı zamanda "gerçek âlimlerin himmeti ilme riâyet; sefihlerin himmeti ise sadece rivayettir" ilavesiyle hz.  Peygamber'e nisbet edilerek de nakledilmiştir. Aynı söz enes b. Mâlik'e de nisbet edilmiştir. Abdurrahmaö b. Ganm riva­yet eder: bana hz. Peygamber'in ashabından on kişi haber verdi ve şöyle anlattılar: "biz kubâ mescidinde ilim müzâkere ediyorduk bir de baktık hz. Peygamber çıkageldi. Bize: tve kadar öğrenirseniz öğrenin, amel etmedikçe Allah sizi ilminizle sevapîandıracak değildir.' buyurdu­lar."[126]bir adam ebû'd-derdâ'ya soru sorardı. Ebû'd-derdâ ona "sorduğun her şeyle amel ediyor musun? Diye sordu. Adam: hayır! Diye cevap verdi. Bunun üzerine ebû'd-derdâ: "o halde aleyhine hüccetleri çoğaltmakla ne yapacaksın?" di­ye karşılık verdi. Hasen el-basrî de: "insanları yaptıkları iş­lerle değerlendirin; sözlerini boşverin! Çünkü yüce Allah, hiçbir sözü onu tasdik ya da tekzib edecek bir amel olmadıkça bırakmayacaktır. Eğer güzel bir söz işitirsen, sahibini değer­lendirmede acele etme; eğer sözüne işi de uygun düşerse, işte o zaman o gerçekten güzel ve hürmete lâyık birisidir." demiş­tir. İbn mes'ûd ise şöyle der: "bütün insanlar sözü güzel söyle­diler. Şimdi kimin işi sözüne uygun düşerse, nasibini alan kimse işte o kimsedir; kimin de işi sözüne uymazsa o ancak kendi nefsini kınar." es-sevrî ise: "hadis sadece Allah'tan sa­kınmaya bir vesile olması amacı ile tahsil edilir; bu yüzdendir ki, sair ilimlere üstün kılınmıştır. Eğer öyle olmasaydı, diğer şeylerden bir farkı kalmazdı. "imam mâlik kendisine ulaştı­ğına göre el-kâsrm b. Muhammed'in: "ben öncekilere yetiş­tim; onlar söze aldırış etmezlerdi. Onların hoşuna giden şey sadece ameldi." dediğini nakletmiştir.

Bu mânâya delalet edecek deliller sayılamayacak kadar çoktur. Bütün bunlar şeriat nazarında ilmin sadece bir vesîle (araç) olduğunu, hiçbir zaman bizatihi maksûd olmadığını ortaya koymaktadır. İlim sadece amele götürmesi için bir vesiledir; ilmin faziletine dair vârid olan bütün deliller, kişinin yükümlü olduğu amellerin gerçekleşmesi ona bağlı olduğu içindir.

İtiraz: gerçek şudur ki, şerîatte ilmin özel bir yeri ve üstünlüğü vardır. Âlimlerin mertebesi şehitlerin mertebesinden daha üstündür; onlar peygamberlerin vârisleridirler ve âlimlik mertebesi peygamber­lik mertebesinden hemen sonra gelmektedir. Öbür taraftan da ilmin üstünlüğüne dâir deliller kayda bağlı değil de mutlaktır. Durum böyle iken, nasıl olur da ilmin bizatihi maksûd olmadığı, onun sadece bir araç olduğu iddia edilebilir? Evet ilim bir açıdan vesile olabilir; fakat bu onun bizatihi maksûd olmadığını gerektirmez. Aynen îmân gibi; çünkü îmân da ibâdetlerin sıhhati için şarttır ve kabul edilmeleri için bir vesiledir, buna rağmen o bizatihi maksûddur.                                

Cevap: Bu itiraz yerinde değildir. Çünkü biz ilmin untüııluğunün mutlak olarak sabit olmadığını söylüyoruz. Aksine ilmin uitünlüğü zikrettiğimiz delillerle amele götürmesi, ona vesile olması şartı ile ka­yıtlıdır. Aksi takdirde deliller arasında tearuz (çatışma) söz konusu olur; âyetler, hadisler ve dinde mümtaz yerleri bulunan selefin sözleri arasında tutarsızlıklar, çelişkiler bulunurdu. Mutlaka bu delillerin arasının te'lîf edilmesi gerekmektedir. Bizim yukarıda arzettiğimiz husus, ilim ve âlimlerin üstünlüğü konusunda zikredilen delillere açıklık kazandırmakta ve çelişkiye meydan bırakmamaktadır. Îmâna gelince, o kalbi fiillerdendir ve ilimden neşet eden 'tasdik' demektir. Ameller, her ne kadar bizatihi maksûd olabilirlerse de, aynı anda bir başka amele vesile olmaları da mümkündür. İlim ise sâdece vesiledir. Bunun da en üst rütbesi Allah'ı bilmektir. Buna rağmen eğer gereğini yapıp îmân etmiyorsa, bu bilginin sahibine kazandırdığı hiçbir fazilet yoktur.

Soru: Bu bir çelişkidir. Çünkü inkârla birlikte Allah'ı bilmek mümkün değildir.

Cevap: Bu doğru değildir; inkâr ve tekziple de ilim hâsıl olabilir. Nitekim yüce Allah firavun kavmi hakkında: "gönülleri kesin olarak kabul ettiği halde, haksızlık ve büyüklenmelerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler.[127] buyurmuştur. Yine yüce Allah: "kendilerine kitâb verdiklerimiz, muhammed'i oğullarını tanıdıkları gibi tanır­lar. Onlardan bir takımı, doğrusu bile bile hakkı gizlerler."[128]ken­dilerine kitâb verdiklerimiz, muhammed'i çocuklarını tanıdıkları gi­bi tanırlar; fakat kendilerine yazık ettiler, çünkü onlar inanmaz­lar."[129]buyurmuştur. Yüce Allah bu âyetlerinde, onların hz. Muham-med'in peygamberliğine dâir bilgileri bulunduğunu ifade buyurmuş, sonra da onların inanmıyor olduklarını belirtmiştir. Bu da açıkça gös­teriyor ki, îmân ilimden başka birşeydir. Nitekim cehalet de küfürden ayrı bir şey olmaktadır.

Evet, amel edilmiş olmasa da genelde ilim bir fazilet olabilir. Meselâ furû-ı fıkhı ve teklifi hükümlerin karşısına çıkabilecek avarızı (engeller) bilmek gibi. Bu gibi meselelerin hâriçte vücut bulmadıkları farzedilse bile, bunlara dâir olan bilgi güzeldir, bu ilmi öğrenenler bundan dolayı sevap alırlar ve âlimlerin mertebesine ulaşırlar; ancak bu bizâtihî o ilmin kendisinden dolayı değildir, aksine o mesele ortaya çıktığında çözüm için o bilginin faydası olacağı ihtimâli bulunduğun­dan dır. Tabiatıyla bu durum, o bilginin bir vesile olmasına engel değil­dir. Mesela bir kimsenin namaz vaktinin henüz gelmediği, veyavakit gelse bile bir özre mebnî edâ imkanının bulunmadığı durumlarda, na-mazını kılabilir ümidiyle temizlikte bulunması (abdest) bir fazilettir. Kakat bu kişinin namaz kılmamak niyeti ile temizlikte bulunacağı farzedilse, bu takdirde kişinin temizliğinden dolayı sevap alması mümkün değildir. Aynı şekilde, ilim tahsil eden kimseler de, amel et­meyeceğim niyetiyle öğrenecek olsalar, bu ilimlerinin kendilerine bir faydası olmayacaktır. Bizzat gördük ve işittik ki, pek çok y ahûdî ve hı-ristiyan islâm dînini bilmektedirler; onun usûl ve furûuna dâir pek çok bilgileri vardır.[130]bununla birlikte küfür üzere bulunmaları dola­yısıyla bütün islâm ümmetinin icmâıyla, bu bilgilerinin kendilerine hiçbir faydası yoktur.    .

Kısaca diyoruz ki; şer'î olan her ilim sadece amele götürmüş ol­maları açısından matlûpturlar; bizâtihî amaç değillerdir.

Fasıl:

İlmin üstünlüğünü câhillerden başka kimse inkar edemez. An­cak ilmin aslî ve tâbi olmak üzere iki amacı vardır:

Aslî amacını belirtmiş bulunuyoruz. Tâbi amacına gelince; bun­lar âlimlerin çoğunun ifâde ettikleri "alim, soyca öyle olmasa dâ şeref­lidir; câhil ise soyca şerefli de olsa değersizdir. Alimin sözü ister eşraf­tan olsun, ister sade vatandaş bütün insanlar hakkında geçerlidir; onun verdiği hüküm bütün insanları bağlar; ona tazim etmek bütün mükelleflere vâcibtir, çünkü hz. Peygamber'in makamında bulun­maktadır; zira âlimler peygamberlerin vârisleridirler. İlim güzellik­tir, maldır ve başka hiçbir şeyin denk olamayacağı bir rütbedir. İlim ehli sonsuza dek diridirler..." şeklindeki sözlerinde ifadesini bulan dünyada vesile olduğu övgü, saygı ve yüksek mertebe gibi hususlar­dır. Bütün bunlar, şer'an ilimden amaç olmayan şeylerdir. Nitekim ki­şi bu amaçlarla ibâdet edip Allah'a bağlanmaz; bununla birlikte ibâ­det eden kişi bunlara da ulaşır.

Sonra mücerred ilimde, başka hiçbir şeyde bulunmayan bir lez­zet vardır. Çünkü ilim, bilgiyle kavranan şey üzerinde bir nevi hâkimiyet kurmak, onu fethetmek anlamı taşır. Bir şeye vâkıf olmak ve onun üzerinde hâkimiyet kurmak tutkusu ise, insanın fıtratında olan bir şeydir ve insan kalbi hep buna meyyaldir. Bu ayrı bir konu­dur; delili ise tam tecrübe ve genel istikradır. Bu özelliğinden dolayıdır ki, ilim bazı kereler sırf haz almak, onu konuşmaktan lezzet duymak gibi amaçlarla talep edilir. Özellikle de akla büyük önem veren, düşünceye dayanın, bilinenden bilinmeyeni çıkarmaya çalışan ilimlar de bu motif önemli bir yer tutar.Ancak bu talî amaçlar, aslî amacın ya hizmetindedir ve onu del tekler; ya da öyle değildir:

Eğer aslî amacı gerçekleştirmeye yönelik ise, o takdirde başlan gıçta böyle bir amaç sahihtir. Nitekim yüce Allah övgü sadedinde "onlar: 'rabbimiz!bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan gözümüzün aydınlığı olacak insanlar ihsan et ve bizi Allah'a karşı gelmekten sakı­nanlara önder yap!' derler."[131] buyurmaktadır. Bazı selef-i sâlihten de: "Allahım! Beni takva sahibi kimselerin önderlerinden yap." diye duâ ettikleri nakledilmiştir. Hz. Peygamber'in sorusundaki mü'minin benzeri olan ağacın hurma ağacı olduğu abdullah'ın kalbi­ne doğduğu halde (teeddüben) söylememişti. Babası hz. Ömer bunu öğrenince, oğluna: "onu söylemiş olman, bana şundan şundan daha sevimli idi." demesi[132] yine kur'ân'da hz. İbrahim'in dilinden: "son­rakilerin beni güzel şekilde anmalarını sağla!"[133] buyurulması hep bu kabildendir. Aynı şekilde ahiretteki fazla sevabından dolayı ve benze­ri sebeplerle talepte bulunulmasının hükmü de aynıdır.

Eğer aslî amacı gerçekleştirmeye yardımcı olmayacaksa, daha başlangıçta böylesi bir gaye sahîh değildir. Riya, sefihlerle münazara, âlimlere karşı çalım satma, milletin teveccühünü kendisine çekme, dünyalık elde etme vb. Gibi amaçlarla tahsil edilmesi gibi. İlim talibi­nin bunlara benzer bir amacının bulunması durumunda öğrenmeye karşı rağbetsizlik; ilerlemeye karşı ise hırs gösterecek; bunun netice­sinde üzerine alıp başladığı şeylerin hakkını veremeyecek, kusurunu da itirafa yanaşmayacak; aklını hâkim kılacak, bilgisizce kıyaslar ya­pacak ve neticede kendisinden sual sorulan ve bilgisizce fetva veren, sonunda da hem sapıtıp hem de saptıran kimselerden olacaktır. Allah bizleri böyle bir duruma düşmekten muhafaza buyursun! Hadiste şöy­le buyurulmuştur: "alimlere karşı öğünmek, sefihlerle münazaralara girişmek, kendi etraflarınızda meclisler oluşturmak amacı ile ilim ta­lebinde bulunmayınız. Kim böyle yaparsa, o cehennemi boylar."[134]Allah rızası için öğrenilmesi gereken ilimleri, sadece dünya menfaat­lerini elde etmek amacı ile öğrenen kimse, kıyamet gününde cennetin kokusunu duyamaz."[135]buyurmuşlardır. Bir hadiste de kendilerine 'gizli sehvet'in ne olduğu sorulmuş, "kişinin, insanların etrafında toplanmaları için ilim öğrenmesidir."[136] karşılığını vermişlerdir. Yüce kur’ân'da da: "gerçekten, Allah'ın indirdiği kitâb'dan bir şeyi giz-ip dt, onu az bir değere değişenler var ya, onların karınlarına tıkın-'tlfkfl ancak ateştir. Allah,

Kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları nahlardan arıtmaz. Onlara elem verici azâb vardır."[137] [138]

 

Sekizinci Mukaddime

 

Şer'an muteber olan yani Allah ve rasûlünün sahiplerini mutlak olfirak medh u sena ettiği ilim, amele götüren, sahibini arzu ve heves-lnri ile her ne şekilde olursa olsun başbaşa bırakmayan; bilakis onun garoğini yerine getirmekle bağlı kılan, gönüllü gönülsüz onun kıstas-ınrına uymaya iten ilim olmaktadır.

Bu cümleden şu netice çıkmaktadır: talep ve tahsil hususunda ilim ehli üç mertebede bulunmaktadır:

A) Birinci mertebe:ilim talibi olup henüz kemâline ulaşamayan­lar.Bunlar ilitalebi yolun da henüz taklîd seviyesinde dirler. Bunlar, yükümlü olmanın, korkutucu ve müjdeleyici teşvikin neticesi olarak amelin içerisine girerler. Teklif yükü tasdikin şiddeti ölçüsünde hafif­ler. Bu mertebede, talebe dâir bilgi yeterli değildir; bunun haricinde mutlaka zecr (uyarma), kısas, had, tazîr ve benzeri bir motife (müeyyi­deye) ihtiyaç vardır. Bu tezimizin doğruluğuna dâir delil ikamesine ihtiyaç duymuyoruz. Çünkü insanların davranışları ile ilgili sürege­len tecrübeler (müşâhadeler), bu tezin doğruluğuna en küçük şüphe bırakmayacak mâhiyette deliller olmaktadır.

B) İkinci mertebe: ilmin burhanlarına vâkıf olan ve tam taklîd çu­kurundan çıkan, aklın tasdik ve itimat ederek tatmin olduğu veriler doğrultusunda basirete ulaşan kimseler bu mertebededirler. Ancak bunların ilimleri henüz akla mensup olup fıtrî bir özellik halini alma­mıştır; yani henüz insanda sabit bir meleke haline gelmemiştir. Bun­lar sadece sonradan kazanılan şeyler, aklın üzerinde tahakküm ettiği ezberlenmiş bilgiler şeklindedir. Elde edilmeleri hususunda akla iti­mat edilmektedir ve netice itibarı ile bunlar aklın tezleri cümlesinden olmaktadır. Bunlar uygulama içerisine girdiklerinde, birinci merte­bede bulunan tasdikten kaynaklanan kolaylığa ilaveten bir hafiflik bulunur; hatta aralarında bir mukayese bile söz konusu değildir. Zira bunlar tasdik görmüş burhana ulaşmakla birlikte tekzibe (inkâra) git­meleri birbirleri ile bağdaşmayacak şeylerdir. Kendilerinde hâsıl olan ilmin aksine davranışta bulunmak 'gizli tekzîb* cümlenindin olmak-ı tadır. Ancak bunların sahip oldukları ilim sıfatı henüz kendilerinde sabit bir meleke halini almadığı için, kendilerinde sabit bulunan şeh­vet, arzu ve heves gibi vasıflar, iki motiften daha güçlüsü olabilirler. Bu itibarla da ayrıca haricî bir motife (müeyyide) ihtiyaç söz konusu­dur. Şu kadar var ki, bunlar hakkında biraz daha hoşgörüyle dav-ranılır ve sadece hadler ve tazirlerle yetinilmez; aksine güzel âdetler, ulaştıkları mertebelere uygun talepler... Vb. Gibi ayrıca dikkate alına­cak hususlar da vardır. Bu mertebenin delili de tecrübeler ve müşâha-delerdir ancak bu kısım, birinciye nisbetle daha gizli bulunmaktadır. Dolayısıyla bu konuda, şer'î ilimlerde dikkat ve basiret sahibi, örf ve âdetlere vâkıf kimselerin yapması gereken ayrı bir tedkîke ihtiyaç vardır.

C) Üçüncü mertebe: bu mertebedeki kimseler için ilim artık ken­dilerinde sabit bir vasıf (meleke) hâlini almıştır ve bunlara göre ilim­ler aklen ilk plânda bedîhî olarak bilinmesi gereken ya da ona yakın olan hususlar mesabesindedir ve meydana geliş tarzına bakılmaz; zi­ra buna ihtiyaç duyulmaz. Bu mertebeye ulaşmış kimseleri, sahip ol­dukları ilmin arzu ve hevesleri ile başbaşa bırakması mümkün değil­dir. Kendileri için doğru olan ortaya çıkınca, beşerî motiflerine, fıtrî vasıflarına döndükleri gibi mutlaka ona rücû ederler.

Bu mukaddimede söz konusu ettiğimiz, işte bu mertebedeki ilim­dir.

Bunun doğruluğuna şerîatten delil pek çoktur: meselâ şu âyetler bunlardandır: "geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun bü­ken, âhiretten çekinen, rabbinin rahmetini dileyen kimse inkâr eden kimse gibi olur mu ? Ey muhammedi de ki: 'bilenlerle bilmeyenler bir olur mu vdoğrusu ancak akıl sahipleri öğüt alırlar."[139]bu meziyetler ilim sahiplerine başka bir sebepten değil sadece ilim yüzünden nisbet edilmiştir. "Allah, âyetleri birbirine benzeyen ve yer yer tekrar eden kitâb'ı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir. Rablerinden korkanların bu kitâb'tan tüyleri ürperir..."[140] bu âyette zikri geçen "rablerinden korkanlar" ifadesinden maksat "Allah'ın kulları arasında, o'ndan korkanlar, ancak âlimlerdir."[141] âyetinin delaletiyle âlimler olmak­tadır. "peygambere indirilen kur'ân'ı işittiklerinde, gerçeği öğrenme­lerinden gözlerinin yaşla dolduğunu ... Görürsün.[142] sihirbazlar, bu ilimde 'rüsûh' mertebesine ki sözünü ettiğimiz mertebe olmak­tadır— ulaştıklarındandır ki, ilimlerinin neticesinde hz. Musa'nın getirmiş olduğu şeyin hak olduğunu; onun ne sihir ne de gözbağcılığı olmadığını öğrenmeleri anında, ona boyun eğme ve îmânda bulunma­dan bir an geri durmamışlardı. Firavun'un işkence ve azâb edeceği şeklindeki tehdidi onları îmâna koşmaktan durduramamıştı.[143]yüce Allah başka bir âyette: "biz bu misalleri insanlara veriyoruz. Onları ancak âlimler anlar.[144]buyurmuş ve onların anlaşılmasını ancak âlimlere has kılmıştır. Tabiî bundan kasıt da, sâri' teâlâ'nın darb-ı mesellerden gözettiği maksadıdır. Yine başka bij âyette: "ey muham­medi sana rabbinden indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, onu bilmeyen köre benzer mi? Ancak akıl sahipleri ibret alırlar." buyurur ve sonra devamla "onlar, Allah'ın ahdini yerini getirirler, anlaşmayı bozmazlar...."[145]diye ilipı sahiplerinin evsâfını zikre geçer ki bunlar, âlimlerin ilimleri ile âmil*olan kimseler olduğu noktasında toplanır. Yüce Allah, ilmin neticelerinden olan îmân sahipleri hakkında da şöyle buyuruyor: "inananlar, ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, âyetleri okunduğu zaman bu onların îmanların artırır ve rablerine güvenirler; namaz kılarlar; kendilerine verdiği­miz rızıktan yerli yerince sarf ederler.işte gerçekten inanmış olanlar bunlardır."[146] bu noktadan hareketledir ki, yüce Allah, ilmin gereği ile âmil olan âlimleri, Allah'a hiç isyan etmeyen ve ne emredilirse onu yapan meleklerle birlikte yan yana zikretmiş ve: "Allah, melekler ve adaleti yerine getiren ilim sahipleri, o'ndan başka tanrı olmadığına şahitlik etmişlerdir. O'ndan başka tanrı yoktur, o güçlüdür, hakim­dir."[147] buyurmuştur. Yüce Allah'ın ilmine uygun olarak şeh'âdette bulunması[148] tambir tevâfuk gösterir, zira farklılık olması muhaldir. Meleklerin ilimlerine uygun olarak şehâdette bulunmaları da sahih­tir; çünkü onlar günahlardan korunmuşlardır. İlimle korunmuş olma­ları hasebiyle ilim sahiplerinin durumu da aynıdır. Nitekim (koruyu­cu bir vasıf olan ilimle muttasıf oldukları içindir ki) ashâb[™hü£u ] içe­risinde korkutucu unsur bulunan bir âyet indiği zaman üzülürler, en­dişelenirler ve neticede durumu hz. Peygamber'e intikal ettirirlerdi. Meselâ "içinizdekini açıklasanız dagizleseniz de Allah sizi onunla he­saba çeker.[149]"inanıp îmanlarına herhangi bir zulüm karıştırma­yanlar.[150] âyetleri indiği zaman meselenin vuzuha kavuşması için bu konuda sormuşlardır. Şüphesiz ki, ashabın üzüntü ve endişesi inen vahye dâir bilgilerinden kaynaklanıyordu.[151]bu konudaki deliller, burada sayamayacağımız kadar çoktur. Hepsi de muteber olan ilmin, sadece amele götürecek ilim olduğunda müttefiktir.

İtiraz: sizin bu dediğiniz iki yönden açık değildir:

A) İlimde 'rusûh' sahibi olma (derinleşme), bu vasıfla muttasıf olan kimseyi bilginin konusuna muhalefetten ya korur ya da koru­maz. Eğer korumazsa, bu takdirde bu mertebe bir önceki mertebe ile aynı olur. Bunun da anlamı, yalnız başına ilim, amele götürmesi ve ge­reği ile amel edilmesi konusunda yeterli değildir, demektir. Eğer mu­halefetten korursa, o takdirde de ilimde rusûh sahibi olan âlimlerin masum olması, hiç günah işlememesi gerekir. Ancak şu bir gerçektir ki, peygamberler hariç, âlimlerden günahlar sâdır olabilmektedir. Buna en üst düzeyde şu âyetler şâhiddir: "gönülleri kesin olarak ka­bul ettiği halde, haksızlık ve büyüklenmelerinden ötürü onları bile bi­le inkâr ettiler.[152]"kendilerine kitâb verdiklerimiz, muhammed'i oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Onlardan birtakımı, doğrusu bile bile hakkı gizlerler.[153]"Allah'ın hükmünün bulunduğu tevrat yan­larında iken, ne yüzle seni hakem tayin ediyorlar da sonra bundanyüz çeviriyorlar.[154]"and olsun ki, onu satın alanın âhiretten bir nasibi olmadığını biliyorlardı." hemen sonra da "kendilerini karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keski bilselerdi."[155] buyrulmuştur. Bu ve benzeri diğer âyetler ilim sahibi olan kimselerin de, ilimlerine rağmen, günah işleyebildiklerini, bilginin konusuna muhalefet etme­lerinin mümkün olduğunu ortaya koymaktadır. Eğer ilim, koruyucu ve engelleyici bir özellik arzetse idi, o takdirde bunlar vuku bulmazdı.

B) Kötü âlimlerin zemmine dâir nasslar bulunmaktadır ve bun­lar pek çoktur: bu konuda en şiddetlilerinden biri de hz. Peygam-ber'in: "kıyamet gününde en şiddetli azab göreceklerden birisi de il­minden faydalanmayan âlimdir." hadisleridir.[156] kur'ân'da.da şöyle buyrulur:kitâb' okuyup durduğunuz halde kendinizi unutur da başkalarına mı iyilikle emredersiniz? Düşünmez misiniz?" m; "ger­çekten indirdiğimiz belgeleri ve doğru yolu kitâb'da insanlara açık­ladıktan sonra gizleyen kimseler var ya, onlara hem Allah lanet ed$r hem de lânetçiler lanet eder..[157]"gerçekten, Allah'ın indirdiği kitâb'tan bir şeyi gizleyip de onu az bir değere değişenler var ya...[158] cehennem ateşine atılacak ilk üç zümre ile ilgili ebû hüreyre hadi­si[159] bu kabildendir ve bu tür deliller pek çoktur. Bütün bu deliller, ilim ehlinin ilimleri ile masum olmadıkları; ilmin onları günaha düşmok ten koruyucu olmadığı konusunda gayet açıktır. Bu durumda, nanil olur da ilim isyana majıidir denilebilir?

Cevap: ilimde rüsûh derecesine ulaşmakla, âlimin bilginin ko­nusuna muhalefeti birbirleri ile asla bağdaşmaz. Buna daha önce ge­çen deliller delâlet etmektedir. Genel müşâhadeler de bunu doğrula­maktadır. Çünkü fıtrî bir vasıf haline gelen özelliklere sahip olanlar, bir itiyad halinde onlara uygun olarak hareket ederler. Eğer aksi bir netice söz konusu olursa, bu şu üç sebepten biri dolayısı iledir:

1. Sırf inad yüzündendir. İnad yüzünden bazı kereler yaratılış­tan gelen (cibillî) vasıflara bile muhalefet edilebilmektedir; dolayısıyla başka türlü özelliklere muhalefet öncelikji olarak mümkün olabilir. "gönülleri kesin olarak kabul ettiği halde, haksızlık ve büyüklenmelerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler.[160]"kitâb ehlinin çoğu, hak kendilerine apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki çekememezlikten ötürü, sizi, inandıktan sonra küfre döndürmeyi isterler."[161] ve benzeri âyetler işte buna delâlet etmektedir. Bu tür muhalefetlerde en büyük etken dünya, makam vb. Gibi şeylere olan tutkular olmaktadır; bunlar kalbi öylesine bürümektedir ki, neticede insan ne iyiyi ne de kötüyü görmemektedir.

2. Beşerin asla kurtulamadığı gafletten doğan sürçmeler sebe­biyle olur. Bazen âlim de farkında ohnadan bir gaflet içerisine girebilir. Bazılarına göre "Allah kötülüğü bilmeyerek yapıp da, hemen tevbe edenlerin tevbesini kabul etmeyi üzerine almıştır..[162] âyetinden kasdedilen de bu mânâdır. Yine yüce Allah: "Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, şeytan ta­rafından bir vesveseye uğrayınca, Allah'ı anarlar ve hemen gerçeği görürler."[163]buyurmaktadır.meselemişdn «»nnına, bu tür muhalefet şekilleri ile yaratılıştan gelen (cibilî) özellik­lere itiraz edilemediği yolunda bir itiraz yöneltilemez. Şöyle ki, bazen insanın zihnî meşguliyetinden, yahut gafletinden ' dolayı gözü görmez, kulağı işitmez. O anda göz ve kulağın fonksiyonu ortadan kalkar, hatta insanın başına bu yüzden bazı şeyler dahi gelebilir.[164]bununla birlikte o kimse için işit­me ve görmeden mahrumdur denilemez. İşte gerçek âlimin  sürçmeleri de bu kabildendir.

3. Üçüncü sebep o kimsenin gerçek anlamda bu mertebede ol­mamasıdır; ilim henüz bu kimse için bir vasıf (meleke) haline gelmemiştir; bununla birlikte ilim ehlinden sayılmaktadır. Bu âlimin kendi yeri hakkındaki, ya da başkalarının onun ilmî seviyesi hakkındaki yanlış inançlarından kaynaklan­maktadır. Buna yüce Allah'ın: "Allah'tan bir yol gösterici ol­madan hevesine uyandan daha sapık kim vardır.[165]buy­ruğu delâlet etmektedir. Hadiste de şöyle buyrulmaktadır: "yüce Allah ilmi insanların arasından bir çırpıda çekip çıka­rarak almaz__sonunda onlar câhil başlar edinirler; onlara

Sorarlar, onlar da bilgisizce cevap verirler. Böylece hem ken­dileri sapar hem de başkalarını saptırırlar.[166] "ümmetim yetmiş üç fırkaya bölünecektir. Bunlar içerisinde ümmetim için en büyük fitne olanları, kendi görüşleri ile kıyas yapan­lardır.[167] bunlar muhalefet durumuna, cehaleti bilgi zan­nettikleri için düşmüşlerdir. Bunlar ne ilimde rüsûh merte­besine ulaşmışlar ne de o mertebeye yaklaşmışlardır. Bu tak­dirde ilmin onları koruması da tabiî olarak söz konusu olma­yacaktır. Bu itibarla bunların durumunu ileri sürerek mese­lemize itirazda bulunmak doğru değildir.

Bu üç durum dışında kalanlar ise ilmin koruması altındadırlar; nitekim daha önce serdedilen deliller bunu ortaya koymaktadır. Bu mânâda selefin pek çok sözü bulunmaktadır. Hz. Peygamber'den l "'"îüîdta11 ]   şöyle rivayette bulunulmuştur: "her şeyin bir ikbâl ve geri­leme dönemi vardır. Bu dînin de ikbâl ve gerileme dönemi bulunmak­tadır. Bu dînin ikbâlini gösteren hususlardan birisi de, Allah'ın be­nimle göndermiş olduğu şey(in yayılmasıdır; hatta öyle ki, kabile baştan sona hepsi dinde anlayış sahibi olur; içlerinde bir ya da iki fâsıkya çıkar ya çıkmaz; onlar da engellenirler, horlanırlar; eğer ko­nuşacak olsalar, seslerini çıkarmak isteseler onlara mani olunur, hor­lanırlar ve dışlanırlar...."[168]başka bir hadiste de: "ümmetim üzerine bir zaman gelir ki, kurrâ (okuyan) çoğalır fakat fukahâ (anlayan) azalır; ilim alınır, kargaşa (here) çoğalır."[169]buyrulmuş ve sonra de­vamla: "sonra bunu müteakiben bir zaman g^tr ki, ümmetimden in­sanlar kur'ân okurlar; fakat hançerelerini öte aşmaz. Sonra bunu müteakiben bir zaman gelir ve münafık müşrikle, onun söyledikleri­nin benzeri ile mücâdeleye girer." buyrulur. Hz. Ali: "ey.ilim sahipleri! Onunla amel edin; çünkü âlim, bilen, sonra da amel eden; işi, ilmine uyan kimsedir. İleride ilmi taşıyan kimseler olacaktır; fakat onların hançerelerini öte aşmayacak; gizli işleri (içleri) alenî işlerine (dışları­na) ters düşecek; ilimleri işlerine muhalif olacak; birbirlerine karşı öğünerek halkalar akdedeceklerdir; hatta adam kendisini terketti de başka birisine gitti diye meclisinde bulunana gazap edecektir. On­ların bu amelleri asla Allah'a yükselmeyecektir." ibn mesûd da: "ilme riâyet edenler olun, sâde râvîler olmayın; çünkü ilim hazan riâyet edi­lir rivayet edilmez, bazan da rivayet edilir riâyetedilmez." demiştir. Ebû'd-derdâ da şöyle der: "âlim olmadıkça takva sahibi olamazsın. Kendisi ile de amel etmedikçe ilimle güzel olamazsın." hasen el-basrî ise: "âlim kimse, ilmi işine uygun düşen kimsedir. İlmi işine ters düşen kimse âlim değildir, o sadece bir hadis râvîsidir; bir şey işitmiş ve onu nakletmiştir." demektedir. Es-sevrî ise şöyle der: "ulemâ öğrendiler mi, amel ederler. Amel edince de meşgul olurlar. Meşgul olunca da ortalıktan kaybolurlar. Ortalıktan kaybolunca da aranır­lar. Aranınca da kaçarlar." hasen el-basrî ise: "ilim açısından diğer insanlara üstün olan kimseye yakışan amel cihetinden de onlara üstün olmasıdır." yine ondan: âyeti [170]hakkında şöyle dediği rivayet edilmiştir: "öğretildiniz, üğrendlnie, fakat amel etmediniz. Allah'a yemin olsun ki, bu ilim değildir." »im sevrî: "ilim ameli çağırır; eğer cevap verirse ne âlâ; aksi takdirde ilim çeker gider." der. Bu ilmin amele götürücü olduğu mânâsının tefsiri olmak­tadır. Eş-şa'bî ise şöyle demiştir: "biz tahsilimizde, gereğiyle amel ede­rek hadisleri ezberlemeye çalışırdık." benzeri bir ifâde vekî* b. El-cerrâh'tan da nakledilmiştir. İbn mesûd ise: "ilim fazla hadis bilmek değildir; şüphesiz ki, ilim ancak Allah korkusudur." der. Bu meyanda  selefe ait sözler pek çoktur.

Bu zikredilenlerle de ikinci problemin cevabı verilmiş olmak­tadır. Kötü âlimler, bildikleriyle amel etmeyen kimselerdir. Bildikleri ile de amel etmedikçe, onlar gerçekte ilimde rüsûh sahibi değillerdir; bu gibileri ya sadece birer râvi(nâkil)dirler —fıkıh ise bu rivayetlerin ötesinde başka bir şeydir— ya da kalplerini bürüyen bir arzu ve heves sahibi kimselerdir. Bu durumdan Allah'a sığınırız.

İlim talebi yolunda sabır ve kararlılık göstermek, onda derin­leşmek ve anlayış kesbetmek, az ile yetinmemek kişiyi gereği ile amel etmeye çeker ve onu zorlar. Nitekim yukarıda açıklandı. Hasen el-basrînin: "biz ilmi dünya için istemiştik; o bizi âhirete çekti." sözünün mânâsı işte budur. Ma'mer'den şöyle nakledilmiştir: "şöyle derlerdi: "kim ilmi Allah rızâsının dışında başka bir şey için talep ederse, ilim onu Allah'a döndürünceye kadar kendisine geçit vermez." habîb b. Ebî sabit de: "biz bu işe koyulduk, niyetimiz falan yoktu. Ni­yet sonradan geldi." demiştir. Es-sevrfden de: "biz ilmi dünya için is­temiştik; o bizi âhirete çekti." sözü nakledilmiştir ki, bu başka bir sö­zündeki şu ifadenin mânâsı olmaktadır: "ben ilim adamlarına gıpta ediyordum; etrafında insanlar toplanıyor ve ondan yazıyorlar. (bu be­nim çok hoşuma gidiyordu.) Sonra bu başıma gelince, ne lehime ne de aleyhime, ucu ucuna kurtulmayı çok arzu ettim." ebûl-velîd et-tayâ-lisî ise: süfyân b. Uyeyne'yi altmış seneden fazla zamandan beri işiti­rim. O hep şöyle der: "biz bu hadisi Allah için talep etmedik. Fakat o bize bu gördüğünüz neticeyi lütfetti." hasen el-basri: "bir takım in­sanlar ilmi tahsil ettiler; başlangıçta bunlar ilimle Allah'ı ve o'nun katında olanları amaç edinmemişlerdi; fakat çok geçmedi ki, onlar ilimle Allah'ı ve o'nun katında olan şeyleri istemeye başladılar." der. Bu da daha önce geçen hususun doğruluğuna delâlet etmektedir.

Fasıl:

İlmin bu üçüncü mertebesinin belirlenmesi nasıl olacaktır? Bu mertebeden maksat nedir?

Mukaddimeler

Kısaca diyoruz ki, bu mertebe gizli bir şeydir. İbn mes'ûd hadisin­de bu mertebeye "huşu'" terimi kullanılmıştır ki, bu âyetin mânâsına atıf olmaktadır. "ilimden ilk kaldırılacak şey huşudur." hadisinde söz konusu edilen de odur. İmam mâlik: "ilim fazla hadis rivayeti demek değildir; bilakis o Allah'ın kalplere koyduğu bir nurdur."[171]der. Yine  o: hikmet ve ilim bir nurdur; Allah onunla dilediğine hidâyet eder. İlim fazla mesele (bilmek veya sormak) değildir. Ancak ilmin belirgin bir vasfı vardır ki, o da aldatıcı dünyâdan uzaklaşarak, ebedîlik yur­duna dönüşü sağlamasıdır." demektedir. Bu da gereğine muhalefet etmeksizin, ilimle amel etmek demektir. Burada tafsilâta girerek sö­zü uzatmak istemiyoruz; yeri de burası değildir. "ictihâd" kısmında bu konuya yer ayrılmıştır. Dileyen oraya bakabilir.

Tevfîk ancak Allah'tandır. [172]

 

Dokuzuncu Mukaddime

 

Önemi ve kesinliği bakımından ilim üç kısma ayrılır: a) ilmin esas ve özünü teşkil eden kısım, b) ilmin esâsından olmamakla birlik­te ikinci derecede önem arzeden kısım, c) bu iki kısmın haricinde ka­lan kısım.

A) İlmin esas ve özünü teşkil eden kısım (sulbu'1-ilim): esas ye itimada şayan olan işte bu kısımdır; tahsilin mihverini bu kısım teş­kil eder; ilimde rüsûh sahibi olanların nihâî amaçlan bunlara ulaş­maktır. Bunlar kati olan ya da kat'î bir esasa dayanan hususlardır. Yüce şerîat-ı muhammediyye işte bu tarz üzere indirilmiştir. Bu yüz­den de usûlde ve furûda taraf-ı ilâhîden muhafaza altına alınmıştır. Nitekim bu "doğrusu 'zikri' (kitâb'ı) biz indirdik, onun koruyucusu da elbette biziz."[173]âyetinde ifade edilmiştir. Çünkü bunlar iki cihan seâdetinin esâsım oluşturan serî maksatların korunması esâsına da­yanır ve zarûriyyât, hâciyyât ve tahsîniyyât ile bunların tamamlayıcı ve bütünleyici unsurlarından ibarettir. Bunlar şeriatın temelleridir. Bunların ve bunlara istinâd eden şâir furû meselelerinin dikkate alın­dığı konusunda kesin delil bulunmaktadır. Bunların temel ilim oldu­ğunda, esasları yerleşik, unsurları sabit bulunduğunda herhangi bir kuşku ve problem bulunmamaktadır.her ne kadar bunlar akılla bulunmuş olmayıp vass't (konulmuş) iieler de netice itibarıyln böyledir, çünkü vaz'î olanlar da, kimin ilim ifâde konutunda bazan aklî veriler paralelinde yer alabilirler. Şeriat ilmi de işte bu cümledendir. Çünkü şeriat ilmi, pek dağınık ve çeşitli türden olan cüziyyâtın genel ve kapsamlı bir şekilde istikraya tabi tu­tulması neticesinde elde edilmekte ve neticede akılda; bidüziye (mut-tarid), genel ve sabit, zeval bulmaz ve değişmez, hep hâkim konumda  külli esâslardan oluşan bir koleksiyon (mecmua) vücûda gelmektedir. Bu zikrettiğimiz vasıflar ise aklî külliyyâtın (genel esaslar) özellikleri­dir. Yine aklî külliyyât varlık âleminden alınmışlardır; bu ise vaz'î bir iştir; aklî değildir. Bu itibarla da şer'î külliyyât ile aklî külliyyât eşitlik nrzederler. Dolayısıyla da aralarında fark kalmaz.

Şu halde ilmin bu kısmına ait üç özellik vardır; diğer kısımlardan bunlarla ayrılır:

1. Genellik ve bidüziyelik (muttaritlik): bu özellikten dolayıdır ki, mükelleflerin fiilleri konusundaki şer'î hükümler, her ne kadar kısımları (cüziyyâtı) sonsuz ise de, konuluş biçimine uygun bir yürürlüğe sahip olmuştur. Parzedilecek hiçbir amel, varsayılacak hiçbir hareket veya sükûn yoktur ki, şe­riat onlar üzerinde ayrı ayrı ya da bütün içerisinde hâkim ko­numda olmasın; onun dâiresi içerisine girmesin. Bu mümkün değildir. Şeriatın 'genelliği'nden maksat da işte budur. Şe­riatın nass ya da aklî esaslarında varsayıldığı iddia edilen bir hususîlik varsa eğer, mutlaka o da şer'î genel bir esasa dönük­tür. Bunlara örnek olarak arâyâ[174], diyetin âkile [175]üzerine konulması, kırâz akdi (mudârabe)[176] musâkât akdi[177], hay­vanın sütlü gösterilmesi amacıyla birkaç gün sağılmayarak müşterinin aldatılması durumunda isterse malın iadesi ve süte karşılık da bir sâ' hurma verilmesi vb. Uygulamaları gös­terebiliriz. Çünkü bunlar hâcî ya da tahsînî esaslara veyahut da bunların mütemmimlerinden (tamamlayıcı) olan esaslara bağlıdır. Bunlar ise genel özellikli hususlardır. Dolayısıyla ilk bakışta özel gibi gözüken bir şey, aslında mutlaka genel özellik arzetmektedir. Fıkhın babları üzerinde düşünmek bu­nu açıklamaktadır.

2. Sabitlik ve değişmezlik: şer'î ahkâmın bu özelliğinden dolayıda, kemâle erdikten sonra artık, ne nesh, ne umumunun tahsisi, ne mutlaklığının takyidi, ne de hükümlerinden birilinin kaldırılması söz konusu değildir. Bu durum ister bütün mükelleflere yönelik (genel), ister bazılarına hâs (özel) olıun, farketmemektedir; belli bir zaman ya da durum için de farklı­lık göstermemektedir. Sebep olarak belirlenen bir şey ilele-bed sebeptir; asla kalkmaz, şart olarak belirlenen sonsuza dek şarttır; vâcib ve mendûb olan nihayete dek vâcib ve men-dûbtur..., bütün hükümleri aynı şekilde ebediyen sona ermez ve değişmez özelliktedir. Şayet dünya hayatının ebedîliği far-zedilse, ona yön veren ve yükümlülük getiren şer'î hükümler de aynı şekilde ebedî olacaktır.

3. Hâkim konumda olması, mahkûm olmaması: bunun anlamı sonuç olarak, uygun bir ameli gerekli kılmasıdır. Bu özellik ten dolayı da şer'î ilimler sadece amel ifâde eden, ya da amele yönlendiren hususlara inhisar etmekte ve bunun ötesini faz­lalık saymaktadır. Amel hususunda şeriata hâkim konumda olan bir şey asla bulunamaz; var gözükse bile mutlaka o hâkim pozisyonundan mahkûm vaziyetine geçer. Diğer ilim­lerin durumları da aynıdır.

Şu halde bu üç vasfa sahip olan her ilim; esas ve özü teşkil eden kı­sımdandır. Bundan ne kasdettiğimiz ve delilleri bu kitapta ortaya çık­mıştır.

B) İkinci kısım (mülahu'1-ilim): bu kısım, ilmin esas ve özün­den olmayıp, kesinlik taşımayan hususlardır. Bunlar kendiliklerin­den ne kafidirler, ne de kat*î bir esasa bağlıdırlar; bilakis ya zannî bir esasa bağlıdırlar ya da kat'î bir esasa bağlı olsalar da yukarda saydı­ğımız üç özellikten bir ya da daha fazlasını taşımamaktadırlar. Bun­lar aklın hayal gücüne dayalı anlık düşüncesinde ve ilk bakışta esası bozmaksızın çıkarmış olduğu şeylerdir. İşte bu vasıfta olan ilimler ikinci kısımdan sayılırlar.

Birinci özelliğin, yani genellik ve bidüziyelik (muttaritlik) vasfı­nın bulunmaması, o şeyin ilmin esas ve özünü teşkil eden kısımdan ol­masına mânidir. Çünkü bir şeyin muttarit olmaması (kâh işleyip kâh işlememesi), onun dikkate alınma ve muteber olma derecesini zayıfla­tır ve gözardı edilebileceği ihtimalini güçlendirir. Çünkü o ilmin yer yer geçerli olmaması, konusuna olan güvenin zayıflığına delâlet eder ve onu kasıtsız, tesadüfen meydana gelmiş olan şeyler zümresine yak­laştırır. Netice itibarıyla da ona güvenilmez ve üzerine hüküm bina edilmez.

İkinci özelliğin, yani sabitlik ve değişmezlik vasfının bulunmasıda ilmin esas özünü teşkil eden kısımla bağdaşmaz. Çünkü bir [10] numis hakkında hüküm verilip, sonra bazı yer ve hallerde daha önce­ki konulan hükme muhalefet edilirse, o hükmün ya mutlak olmadığı halde konulduğu biçimde bırakılması veya hâss olan bir konunun umûmî şekilde vaz' edilmesi gibi bir sebepten dolayı hatalı ve bâtıl ol­duğu ortaya çıkar. Bu durumda onun üzerinde düşünen kimsenin hükme olan güveni kalmaz. Bu da onun ilmin esas ve özünü teşkil eden kısımdan çıkması demektir.

Üçüncü özelliğin, yani hâkim konumda olması vasfının bulun­maması da, o şeyin ilmin esas ve özünü teşkil eden kısımdan olmama­lını gerektirir. Çünkü bu akıllarda sahih olsa bile, nefislerin mücer-r»»d bir haz duymasından başka pratik bir fayda bulunmuyor, demek­tir. Bu durumda bunlarla diğer eğlencelerin aynı olması gerekir. Bun­lar madem ki, sahîh değillerdir, öyle ise itibara alınmamaya daha la­yıktırlar. Sofistâîlerle, benzeri akımların konulan işte bu kabil­dendir.

Bu özelliklerden bir ya da birkaçının bulunmaması sebebiyle il­min esas ve özünü teşkil eden kısımdan sayılmayan bazı örnekler var­dır ki, diğerleri onlara ilhak edilir. Bunlar şunlardır:

1.

Özellikle de taabbudî konularda olmak üzere, mânâsı aklen kav-ranamayacakkonularda elde edilmeye çalışılan hikmetler. Misal ola­rak, abdestte belli organların yıkanması; namazın, ellerin kaldırılma­sı, kıyam, rükû, sücûd... Gibi belli fiillerin yapılması şeklinde icra edil­mesi; orucun-gece değil de gündüze has olması, namazın başka vakit­ler değil de tayin edilen vakitler içerisinde kılınması ve böylece vakit­lerin belirlenmesi, haccın belli davranışlardan meydana gelmesi ve belli mekanlarda îfâ edilmesi ve belli bir mescidin (ka'be) tavaf edil­mesi ve benzeri daha pek çok akılla bir türlü kavranılması mümkün olmayan ve ulaşılamayan taabbudî konularda elde edilmeye çalışılan hikmetler bu kabilden olmaktadır. Bazıları çıkarak kendi akıllarınca bunların hikmetlerini ortaya koymakta ve şâri'in bunlardan maksa­dının buldukları hikmetlerin gerçekleşmesi olduğunu iddia etmekte­dirler. Bunlar tamamiyle zan ve tahminden ibarettir ve kendi konula­rında bidüziyelik (muttaritlik) arzetmeyen şeylerdir. Bunlar şâz olan şeyleri duyduktan sonra, onları izah etmeye çalışmak kabilindendir. Belki bu ikinci neviden olup da üçüncü kısımdan sayılması gereken şeyler de olacaktır. Çünkü bizim bilgimiz dahilinde olmayan ve eli­mizde de bir delil bulunmayan bu gibi hususlarda böylesi bir iddiada t8ıl   bulunmak bir nevi şeriat üzerine cinayet işlemek sayılacaktır.[178]

2.

Haber ve selefe ait sözlerin, aslında gerekmeyecek bir rivayet vs tahammül keyfiyetine bağlanmaları ve o şekilde rivayet edilmeleri, buna uyma hakkında bir istek bulunmadığı halde, böyle bir istek var­mış gibi davranılması: müselsel hadislerin rivayetinde olduğu gibi, geçmiş zamanda rivayet sırasında kasıtsız olarak benimsenen keyfi-yot ve biçimleri, daha sonrakilerin kasıf lı ve bağlayıcı olarak benimse­meleri; aynı tarz ve şekil üzere tahric etmek için sıkıntıya" sokacak şe­kilde araştırmalar yapılmasını gerektirecek bir hal alması bu kabil­dendir. Oysa ki, hadis bir amelle ilgili olsa bile bu çaba üzerine her­hangi bir pratik netice doğmamaktadır. Çünkü hadis rivayetinde belli şekle riâyet zorunluluğunun bulunmaması, o tür hadislerin gereği ile amel keyfiyetine herhangi bir halel getirmez. Meselâ "şefkat edenlere rahman acır." mânâsına gelen hadisini[179] ör­nek alalım. Hadisçiler, bu hadisin talebenin şeyhinden duyacağı ilk hadis olmasını şart koşmuşlardır. Halbuki, bu hadisi ondan daha baş­ka hadisler öğrendikten sonra işitecek olsa, bu durum söz konusu ha­disin gereği ile amel etmeye engel teşkil etmeyecektir. Müselsellik keyfiyeti hadislerin tamamında ya da büyük çoğunluğunda değişmez bir hususiyet değildir ki, uyulması gerekli olsun. Bu itibarla bu gibi şeylerin talep edilmesi, ilmin esas ve özünden değildir.

3.                                                                                                                                  

Tevatüre ulaşma gibi bir niyet olmaksızın, hadislerin lüzumun­dan fazla yollardan tahricine çalışma da bu kabildendir. Eğer hadis sahabe, tabiîn ya da daha beriki nesillerde âhâd özelliğini öte aşmıyor­sa, bu durumda sırf hadisi pek çok şeyhten ve çeşitli yönlerden almış sayılmak için yapılan çalışma ve gösterilen çabaların bir anlamı yok­tur. Bu gibi hususlarla uğraşmak ilmin esas ve özünü teşkil eden kı­sımdan sayılamaz. Ebû ömer b. Abdilberr, hamza b. El-kenânî'den şöyle nakleder: "bir hadisi iki yüz tarikten veya ikiyüz kadar (şek râvîden) tarîkten tahrîc ettim ve bu beni pek çok sevindirdi; yaptığım iş pek hoşuma gitti. Sonunda rüyamda yahya b. Maîn'i gördüm. Ona:

—ey ebû zekeriyyâ! Ben bir hadisi tam ikiyüz tarikten tahrîc ey­ledim! Dedim. O biraz sustu ve:

İlletinin, putperestlikten henüz çıkıldığı için tekrarona geri götürebileceği en­dişesinin olduğunu, zamanımızda ise böyle bir korku bulunmadığı için, hey­kel vb. Gibi şeyleri edinmede bir sakıncanın bulunmayacağını söylemektedir­ler. Bu hükmün illetinin, zan ve hevese dayanılarak belirlenmesinden başka bir şey değildir. "yaptığın bu işin 'çoklukla öğünmek sizi o kadar oyaladı ki...[180]âyetinin kaplamı dahiline girmesinden korkarım." dedi. Onun söyle­dikleri böyle ve netice itibarıyla da doğrudur. Çünkü hadisin sıhhati için yeterli derecede tahrîcde bulunmak maksat için yeterlidir. Gerisi lüzumsuz bir çaba olmaktadır.

4.

Rü'yâ: müjde verme ve korkutmaya yönelik olmayan hususlar­da, rü'yâdan çıkarılan neticeler de bu kabildendir. Pek çok insan ilmî meseleler hakkında rü'yâlarla ve onlardan çıkarılan neticelerle açık­ça istidlalde bulunmaktadırlar. Çünkü bu bilgi doğru da olsa, onun te­melini oluşturan rü'yâ bu tür istidlaller için şer'an muteber değildir. Mesela az önce zikri geçen kenânî'nin rü'yâsı gibi. Her ne kadar orada yahya b. Maîn'in sözü doğru ise de, biz onunla istidlalde bulunanlayız. Biz önce onu uyanıklık halinde ilme arzederiz. Böylece onu şahit getir­me (istişhad) uyku halinden değil de uyanıklık halinden alınmış olur. Rü'yâ ise sadece bir ünsiyet havası doğurulmak için zikredilmiş olur. Ulemâdan vârid olan bu tür rü'yâlarla istişhad haberlerini de bu şekilde anlamak gerekir.

5.

Pratik bir netice doğurmayan ihtilaf konulan. Daha önce bunlar­dan bir kısmına atıfta bulunulmuştu. Bunların pek çoğu diğer ilimler­de de olur. Arap dilinde bu tür şey pek çoktur. Mesela fiilin masdardan

Türemesi, kelimesinin asıl ve i'rabı, eşya meselesi, bir lafızda esas olan isimdir meselesi gibi konular bunlardandır. Her ne kadar bu gibi konular bidüziye (değişmez) esaslar üzerine bina edilmişlerse de, bunlarla ilgili ihtilaflar işe yarar bir fayda sağlamamaktadır. Dolayı­sıyla bu gibi ihtilaf mevzuları da ilmin esas ve özünü teşkil eden kısım haricinde kalmaktadır.

6.

Şiir: ilmî ve amelî mânâlar ortaya konulurken şiire dayanmak da yine bu kabildendir. Bu yol üzerinde daha çok ehl-i tasavvuf yürü­mekte; kitaplarında ve makamlarının belirtilmesi sadedinde şiiri çok­ça kullanmaktadırlar. Bu gibileri şiirlerin mânâlarını ortaya koy­makta ve onların gereği ile ahlâklanılmasını istemektedirler. Gerçek­te bu da ilmin öz ve esâsından değildir. Ancak ince manâlı şiirlerde, tabiatı yumuşatma ve nefisleri arzulanan istikâmette coşturma ve harekete geçirme gibi özellikler bulunduğu için ikinci derecede önom nr-zeden kısımdan sayılır. Şiirin bu özelliğinden dolayı genelde vai/.lıir, ondan istifâdeyi kendilerine bir âdet edinmişler ve va'zları esmımnda bolca kullanmışlardır. İşin hakikati üzerinde düşündüğümüzde fu netice karşımıza çıkar: istişhad (şahit gösterme) şiirin etkisiyle değil mânâsıyladır. Eğer mânâ şer'î ise makbuldür, aksi takdirde makbul

Değildir.

 7.

Mânâların yerleşmesi için iyi halleriyle bilinen zevatın sözleriyle istidlalde bulunmak: bu da o zata karşı duyulan hüsn ü zan üzerine bina edilen bir istidlal şeklinden başka bir şey değildir. Çünkü bunla­rın da bazan —"ictihâd" bahsinde de zikredileceği gibi— sözleri hüc­cet olabilir. İyi hal ve fazileti herkesçe bilinen zevatın sözlerine karşı insanlar meyyal oldukları için, onların sözlerini —zedeleyici durum­lardan uzak oldukları durumda— bir kayda bağlamaksızın almak bu kabildendir. Ancak bunlar ilmin esas ve özünü teşkil eden kısımdan sayılmazlar. Çünkü bunlar uygulamada doğrulukları şaşmaz değil­dir, hata da edebilirler. Bu sadece bir yaklaşım olarak alınır.

8.

Allah'ın velî kullarından olan hâl ehlinin sözleri: bunların sözle­riyle istidlal de aynı şekilde ilmin esas ve özünü teşkil eden kısımdan değildir. Şöyle ki, bunlar kendilerini mevlâ'nın hizmetine vakfetmiş­ler ve her şeyden el-etek çekmişlerdir. Onların bu tarafları ağır basa­rak, Allah'tan başka her şeyden vazgeçilmesi gibi konulan işlemişler ve bunun gereğini vurgulamışlardır. Bunların tekliflerini çoğu insan yapabilecek güçte değildir. Oysa ki, onlar bunu bütün herkes için ko­nuşmaktadırlar. Bu her ne kadar doğru ise de kendi seviyesine göre anlamak gerekir; mutlak olarak ele alınmamalıdır. Çünkü bunların istedikleri büyük çoğunluk için ya sıkıntı (haraç) ya da tâkât üstü yü­kümlülük (teklîf-i mâ lâ yutak) olur. Öte taraftan onlar, ancak belli bir hal ve belli bir biçimde yerilecek şeyleri yer yer kayıtsız olarak zem-metmişlerdir. Bu durumda onların bu sözlerini olduğu gibi almak yanlış anlamalara sebep olabilir. Ama genel olarak onların sözlerini almak ve istidlalde bulunmak faydadan hâlî değildir. Netice olarak bu tür istidlaller de ilmin esas ve özünü teşkil eden kısımdan değil, onun tezyîni mahiyetinde ikinci derecede önem arzeden kısımlarındandır.

9.

Bazı ilimlerin, diğer ilimlere atıfta bulunarak, gerçek anlamda i-muvafakat İki kaidenin bir enaıta birleşmesi söz konusu olmaksızın onların kaideleri ile neticeye ulaşması da bu kabildendir. Bunu şöyle bir olay­la açıklayalım: nahiv âlimi el-ferrâ: "kim bir ilimde derinleşir ve mehâret sahibi olursa, diğer bütün ilimler ona kolaylaşır (ve o ilimler­le ilgili de söz söyleyebilir.)" der. Bunun üzerine mecliste hazır bulu­nan ve ferrâ'nm teyzesinin oğlu olan hanefî imamlarından kadı mu-hammed b. El- hasen kendisine: "sen ilminde mehâret sahibisin. Peki sana şimdi sahanla ilgisi olmayan bir soru soracağım: namazında ya-nılan ve sehiv secdesi yapan, fakat sehiv secdesinde de yanılan kimse hakkında ne dersin?" demiş. Ferrâ: "bir şey lâzım gelmez." diye cevap vermiş. İmam muhammed'in "nasıl" sorusuna da:

"Bizde (dilde) ism-i tasgiri[181] yapılan bir kelime ikinci defa tasgir yapılamaz. Sehiv secdesinde yanılan kimsenin durumu da aynı olma­lıdır. Çünkü o, ism-i tasgirin ikinci bir defa tasgiri gibi bir şeydir; ya­nılma için yapılan secde bir nevi namazın telâfisi içindir. Tasgirin tek­rar tasgiri yapılamayacağı gibi, telâfinin de telâfisi yapılamaz.." de­miş. Bunun üzerine imam muhammed: "anaların senin gibi birini do­ğurmuş olacağını sanmıyorum." diye onu tasdik etmiş.

Görüldüğü gibi, ismin tasgiri ile namazda sehiv arasındaki mânâ birliği son derece zayıftır; zira mânâ bakımından bunlardan birini di­ğerine kıyası gerektirecek aralarında gerçek müşterek bir nokta bu­lunmamaktadır. Ama aralarında müşterekliği sağlayan ortak bir nokta (cami vasıf) bulunsaydı, o takdirde bu kısımdan sayılmayacak­tı. Nitekim harun reşid'in huzurunda ebû yusufla kisâî arasında cereyan eden şu olay da buna misal olacaktır: rivayete göre ebû yûsuf, harun reşid'in huzuruna girer. Kisâî halifeyle şakalaşmakta, birbirlerine latife yapmaktadırlar. Ebû yûsuf (halifeye):

—Bu kûfeli sizi meşgul ediyor ve size galebe çalıyor; dedi. Halife:

—Ebû yûsuf! Bu bana gönlümün hoşlandığı şeyleri getiriyor; di­ye karşılık verdi. Bu arada kisâî hemen ebû yûsuf a yönelerek:

—Ey ebû yûsuf! (gel münazara yapalım.) Bir meselen var mı? Dedi. O da:

—Nahiv'den mi, fıkıhtan mı? Diye sordu. Kisâî:

—Bilakis fıkıhtan; diye cevap verdi. Bunun üzerine hârûn reşid güldü ve yere bakındı, sonra garibseyerek:

—Ebû yûsuf a fıkıhtan bahsedeceksin öyle mi? Dedi. Kisâî:

—Evet! Diye cevap verdi ve sonra:

—Ey ebû yûsuf! Ne dersin? Bir adam karısına kelimesini

Üstünlü olarak dese ne lâzım gelir? Diye sordu, e-bû yûsuf da:

—Kadın eve girdiğinde boş olur; cevabını verdi. Kisâî: —hata ettin, ey ebû yûsuf! Dedi. Harun reşîd güldü ve : —Doğrusu nasıl? Diye sordu. Kisâî:

—Adam sözünü şeklinde üstünlü söyleyince fiil bulunduğu için talakhemen vuku bulur. Ama bu şeklinde kesreli söylerse, o za­man şart edatı olacağından fiil işlenmiş olmaz, talâk da vuku bulmaz; demiştir. Bu olaydan sonra ebû yûsuf, kisâî'nin yanına gitmeyi hiç terketmemiştir. Bu meegle dile dair bir kuralla ilgili olarak cereyaruet-mektedir; her iki ilimde de hüküm verilirken temel alınır.

Buraya kadar verdiklerimiz, düşünen insana işin ötesinde dalın nelerin bulunduğunu; ilim tahsili sırasında neyi alıp neleri bırakması gerektiğini iyice bilmesi zaruretini ortaya koyan misallerdir. Çünkü bir çokları, ilkbakışta bu gibi meseleleri güzel bulmakta ve ömrünü bu gibi meselelerle geçirmekte; bunların ötesinde ne amel ne de itikat sahasında asıl öğrenmesi gereken konulara zaman ayırmamaktadırlar. Böylece ilim talebi yolunda gösterilen çabalar beyhude olmaktadır. Allah cümlemizi böyle bir durumdan korusun!

Bu konuda verilecek en güzel misallerden birisi de bazı hocaların bize anlattıkları şu olaydır: ebû'l-abbâs b. El-bennâ'Ya sorarlar ve: âyetinde[182] niçin üzerinde nasbedici bir etki göstermemiş? Derler. O cevâbında: " söz (kavi) söylenen şeyde (makûl) etki doğurmayınca, âmil de ma'mûlü üzerinde etkisini göster­memiştir." demiş. Bunun üzerine soruyu soran:

—Efendim! Nin kullanımı ile, kâfirlerin iki peygamber hak­kındaki sözleri arasında ne bağlantı var? Diye açıklama istemiş. Ebû'l-abbâs ona:

—Be adam! Ben sana gayet güzel, revnaklı bir çiçek getirdim; sen o güzelim çiçeği soyup soğana çevirip sonra da onun revnakını istiyor­sun! Demiş, yahut da bu mânâda bir şey söylemiş. İşte verilen cevabı görüyorsunuz. Bu ve benzeri ilim telakki edilen şeyler akla vurulduğu zaman gerçek ilimle, ilim olmayan arasındaki fark ortaya çıkacaktır.

C) Üçüncü kısım: bu kısım, ne ilmin esas ve özünü teşkil eden ne de zannîolan ve ikinci derecede önem arzedenkısımlarındandır. Ne kat'î ne de zannî bir esasa bağlı değillerdir. Bunlar muteber ilimler ve amel ve itikat konularında kendilerine müracaat edilen prensiplere vurularak ortadan kaldırılması gereken şeylerdir. Çoğu kez bunlar hakkın iptalini ve bâtılın tervicini amaçlayan şeylerdir. Bunlar ilim doğildir. Çünkü aslı esası yoktur, sabit kriterleri yoktur, hâkim ko­numda ve bidüziye (muttarit) değillerdir. Bunlar ikinci kısımdan da doğildir; çünkü o kısım akılların güzel bulduğu, nefislerin meylettiği şeylerdir. Zira onlarda ilmin verilerine ters düşen, onlarla uyuşmayan hususlar bulunmamakta ve kısmen de olsa bir esasa dayanmaktadır­lar. Bu üçüncü kısım ise öyle değildir; bunlar onların özelliklerinden hiçbirisine sahip değillerdir.

Her ne kadar bazı insanlar bu gibi şeyleri güzel bularak talepte bulunmuşlarsa da, bunlar arızî şüpheler ve daha önceki grupla arala­rında bulunan benzerlikten dolayı olmaktadır. Bazı geri zekalılar bunların bir aslı ve esâsı olduğunu iddia etmişler ve onlara bu açıdan [88i meyletmişlerdir. Bunların ileri sürülen asıl ve esaslarının gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Bunlar çeşitli menfaat ve maksatları, arzu ve he­vesleri temin ve tatmin için ortaya konulmaya çalışılan vehim ve ha­yallerden başka birşey değildir. Alışılmadık, garîb şeyleri ortaya at­mak, ilimde rüsûh sahiplerinin anlamadıkları mânâlar çıkarmak; zahir mânâların ötesinde çok ince mânâların bulunduğunu ve bunları ancak seçkin kimselerin anlayabileceğini ve kendilerinin de işte on­lardan olduklarını iddia kabilinden yaygaralar koparmak işte bu gru­ba giren örneklerdendir. Bunların hiçbir gerekliliği yoktur. Bu gibi şeylerle uğraşıp da kendisinin bu incelikleri anlayabilen seçkin kim­selerden olduğunu iddia eden kimselerin, imtihan edildiklerinde rezil rüsvây olmaktan başka yapabilecekleri bir şey yoktur. Nitekim gaz-zâlî, ibnu'l-arabî ve daha başkaları bunların içyüzlerini ortaya koy­muşlardır.

Bu kısmın örneğini bâtıniyyenin kur'ân tevîli karşısındaki tu­tumları teşkil eder. Bunlar kur'ân âyetlerini zahir mânâlarından çı­kararak, asıl maksadın bunların ötesinde bâtını mânâlar olduğunu; bunlara da akıl ya da düşünce yolu ile ulaşmanın mümkün olmadığını, bunların ancak masum imâma tabî olunmak suretiyle, onun vâsıtası ile elde edilebileceğini iddia ederler. Bunların iddialarında dayanak­ları kısmen hurûfîlik ve ilm-i nücûmdur. Son zamanlarda bu tür ah­makça şeyler epey yaygınlaştı ve şeriat etrafında bâtınîlerin iddi­alarına benzer iddialar bir hayli çoğaldı. Hatta bu, bırakın başka tür­lüsünü, hiçbir şekilde makûl olmayacak bir hâl aldı. Sofistâiyye ve mütehakkimenin tuttukları yol da bu bu kısım içerisine girmektedir. Bütün bunların bir aslı, esâsı yoktur; doğuracakları bir semere de bu­lunmamaktadır, ilimle hiçbir ilgileri yoktur.

Fasıl:

Bazan birinci kısımda olan bir bilginin ikinci kısımdan sayılması boz konusu olabilir. Bu ilimlerin birbirine karıştırılması neticesinde düşünülebilir. Meselâfakîh, meselesini örneğinbir nahvî mesele üze­rine bina eder. Sonra dönerek bunu bilinen bir mukaddime olarak de­ğil de —nahivcinin yaptığı gibi— bir mesele olarak ortaya koymaya başlar, en sonunda dafıkhî meselesini ona irca eder. Halbuki, yapması gereken şey, nahvî konuyu o ilimde işi tamamlanmış ve neticeye bağ­lanmış şekli ile alması ve doğrudan kendisinin onun üzerine hüküm binasına geçmesiydi. O bunu yapmayıp, o konuyu bir nahivci gibi eli' alarak yeniden ortaya koymaya, onu isbâta, zabtına ve delillendiril-mesine dâir söz etmeye başlayınca, onun bu çabaları gereksiz olacak ve herhangi bir ihtiyaç karşılamayacaktır. Aynı şekilde sayısal bir meselenin ortaya konulması gerektiğinde de yapması gereken, o ilme dâir neticeye bağlanmış esasları alarak hükmüne mesnet yapmasıdır. Böyle yapmaz da sanki bu ilmin konusunu işliyormuş gibi uzun uzadı-ya sayılarla ilgili söz etmeye başlarsa bu bir fazlalık olur ve birinci kı­sımdan değil de, eğer sayılacaksa ikinci kısımdan, yanî talî unsurlar­dan kabul edilir. Birbirlerinden istifâde eden bütün ilimlerde de du­rum aynıdır.

Birinci kısımdan olan bilgilerin üçüncü kısma girmesi gereken durumlar da olabilir. Bu şer'î eğitim metoduna aykırı olarak ilmî me­selelerin ehil olmayan kimselere yahut aklı henüz küçücük me selelere açılmış olan kimselere büyük meseleleri anlatmaya kalkmak ve bu­nunla iftihar etmek durumlarında tasavvur edilebilir. Bu karşıdaki insanı büyük sıkıntılara düşürür. Bunlardan en tehlikelisi de hz. Ali'nin şu sözünde ifâdesini bulmaktadır: "insanlara akıllarının aldı­ğı şekilde konuşun, Allah ve rasûlünün tekzîb edilmesini ister misi­niz?" bu tür sözler bazen dinleyiciler üzerinde fitne tesiri icra eder. Ni­tekim bu kitabın ilgili yerinde zikredilecektir.

Birinci kısımdan olan bilgilerin üçüncü kısımdan sayılması gibi bir durum söz konusu olabildiğine göre, ikinci kısımdan olan bilgilerin üçüncü kısımdan sayılabilmeleri öncelikli olarak mümkün olur. Çün­kü ona birinci gruptan daha yakındır. Gerçek bir ilim adamının eğitim ve öğretimde mutlakabuhususlarariâyetetmesi gerekir. Aksi takdir­de o bir eğitimci olamaz; bilakis kendisinin bir mürebbîye ihtiyacı olur.

Bu noktadan hareketle diyoruz ki; bu kitap üzerinde mütâlâada bulunacak kimsenin şer'î ilimlerde; usûl ve furûunda; aklî ve naklî ilimlerde derinleşmedikçe, taklid ve mezhep taassubundan kurtul­madıkça ona tenkitçi bir gözle ya da ondan istifâde amacı ile bakması uygun değildir. Eğer böyle bir seviyeye ulaşmadan bu kitabı değerlen­dirmeye kalkışırsa, o takdirde kitabın muhtevasının her ne kadar aslında hikmet ise de, arazi olarak ona fitne tesiri yapmasından kor­kulur.

Doğruya muvaffak kılan Allah'tır. [183]

 

Onuncu Mukaddime

 

Şer'î meselelerde nakil ve aklın birbirini desteklemesi durumun­da, nakil öne alınır ve metbû (tâbi olunan) kılınır; akıl ise geri alınır ve tabî kabul edilir. İnceleme ve neticeye varma sırasında akıl ancak naklin müsâadesi ölçüsünde katkıda bulunur. Delilleri:

1. Eğer aklın naklin ötesine geçmesi caiz olursa, o zaman naklin akıl için belirlemiş olduğu sınırın bir anlamı kalmaz. Oysa ki, olması gereken naklin akla bir sınır belirlemiş olmasıdır. Ak­lın bu sınırı öte aşması caiz olunca, bu sınırın bir anlamı kal­maz. Bu durum ise şeriatta bâtıldır. Bâtıl bir neticeye götüren şey de bâtıldır.

2. Kelâm ve usûl ilimlerinde belirlendiği gibi bir şeyin hüsün ya da kubhu meselesinde akıl yetkili değildir. Eğer biz aklın şeriatın belirlediği sınırın ötesine geçebileceğini kabul eder­sek, o takdirde akıl hüsün ve kubuh konusunda yetkili kılın­mış olur. Bu ise mümkün değildir.

3. Eğer bu caiz olacak olsa, neticede şeriatın akıl ile iptali caiz olurdu. Bu ise muhaldir ve böyle bir netice bâtıldır. Şöyle ki: şeriat demek mükelleflerin fiilleri, sözleri ve itikatları ile il­gili olmak üzere riâyet edilmesi gereken sınırlar konulması demektir. Şeriatın muhtevasını bu gibi şeyler oluşturur. Eğer aklın tek bir sınırı öte aşması caiz olursa, bütün sınırlan da aşması caiz olur. Çünkü bir şey için sabit olan hüküm, onun benzeri için de sabit olur. Bir sınırın öte aşılması, onun iptali, yani o sınırın doğru olmadığı demektir. Birisinin iptalinin caiz olması durumunda diğerlerinin iptali de caiz olur. Bu ise hiçbir kimsenin kail olmadığı bir neticedir. Zira muhal olduğu açıktır.

İtiraz: bu çeşitli açılardan müşkil gözükmektedir:

1. Bir kere bu görüş zahirîlerin görüşüdür. Çünkü onlar nassla-rın zahirini ne bir ziyâde ne de noksanlıkla öte aşmamaktadırlar. BuMukaddîmelerin neticesi de aklî olan her şeyin toptan dikkate alınmamın dtmtk» tir ve öncekilerin üzerinde ittifak ettikleri kıyasın reddi m&nâlini içermektedir.

2. Usûlcülerin zikrettiklerine göre "Allah her şeye kadirdir,"; "o her şeye vekildir."; "her şeyin yaratıcısıdır." gibi âyetlerin tahltli konusunda aklın fonksiyonel olduğu sabittir. Tahsis, umûmun muh­tevasını daraltmak, gereğini eksiltmektir. Eksiltme caiz olduftuna gö­re ziyâde de caiz olmalıdır. Çünkü o da aynı şeydir.'[184] zira belirlenmiş sınırın gerisinde durmakla, ilerisine geçmek aynıdır ve her ikisi de ıi-zin iddianıza göre iptaldir. Sınırın eksiltilerek iptali mümkün ve caiz ise, ziyadeyle de caiz olacaktır. Bu sınırın iptali değilse diğeri de değil-dır.

3. Bu hükmün aksine konulmuş bir usûl kaidesi bulunmaktadır: nassa bakıldığında akla ilk gelen hükme uygun mânâ eğer celî (açık) ise, bu mânâ nass üzerine tahkim edilir ve bununla nassın tahsisi yit da nass üzerine ziyâdeye gidilir. Usûlcüler bu kaideye misal olarak da:"kadı, gazaplı (öfkeli) iken hükmetmez." hadisini[185] örnek göstermiş ler ve o anda salim düşünemeyeceği mânâsından hareketle, bu tür nl ki doğuracak her sebepten dolayı hükümde bulunmasını menetmis.lor; buna rağmen düşüncesini etkilemeyecek derecede az olan öfke halin de ikenhükümde bulunabileceğini ifâde etmişlerdir. Görüldüğü ü/en» onlar nakil üzerinde herhangi bir tereddüt göstermeksizin aklın gereği ile tasarrufta bulunmuşlardır. Bu sizin burada ortaya koyduğu n uz esasa ters düşmektedir. Kısaca aklın bu kabil tasarruflarını kabul h, memek, usûl-ı fıkıhta malûm olan bazı hususların da inkârı olmakta­dır.

Cevap: Sizin bu zikrettiklerinizde bizim ortaya koyduğumuz mu­kaddime muvacehesinde bir problem bulunmamaktadır. Şöyle ki:

1. Kıyâs sırf aklî bir tasarruf değildir. Aklın kıyâs tasarrufu mut­laka deliller ışığında ve onların verdiği serbesti ve getirdiği kayıtlar çerçevesinde olmaktadır. Bu konu 'kıyâs' bahsinde açıklanacaktır. Bize bizzat şeriat, hakkında sükût geçilen bir konunun, hakkında nass bulunan konu hükmüne dahil edilmesinin muteber olduğunu ve bunun sâri' teâlâ'nm kasdettiği şeylerden olduğunu, hatta bununla emrettiğini, hz. Peygamber'in bununla amel edilmesi uya­rısında bulunduğunu bildirmişse, o takdirde kıyas konusunda aklın müıtftklluği ntradd kalmaktadır? Aksine akıl, bu hususda delillerin iıtikâmstincih yol almakta, onların müsâade ettiği ölçüde gitmekte, dur dediği yerde de durmaktadır.

2. Îkinci itirazınıza gelince, inşAllah, bu konu umûm ve husus bahsinde ileride gelecektir. Orada da görüleceği üzere, munfasıl (nas-sa bitişik olmayan) deliller tahsis etmezler. Tahsis ettikleri kabul edil­se bile, bu durumda onların tahsis etmelerinin mânâsı, zahiri maksûd olan lafız üzerinde tasarrufta bulunmak demek değildir; bilakis, hitâbtan zahirin murâd olmadığını ortaya koyucu şer'î delillerle açıklamak demektir. Akıl da onlar gibidir. "Allah her şeye kadirdir." gibi âyetleri akıl tahsis etmiştir derken şu mânâ kasdedilmektedir: bu ifâdenin umûmu içerisinde yüce Allah'ın zâtı ve sıfatlan murâd edil­memiştir; çünkü bu muhaldir. Aksine âyetin istediği bunların haricin­de olan her şeydir. Bu durumda akıl, naklin gereğinden hiçbir şekilde çıkmış olmamaktadır. Durum böyle olunca da bu mesele üzerine yap­tığınız kıyas doğru değildir.

3. Üçüncü itirazınıza bakalım: her türlü zihni meşgul edecek ve salim düşünceyi engelleyecek şeylerin öfke hâline katılması bir nevi kıyastır. Haklarında hüküm getirilmeden sükût geçilen şeylerin (meskûtun anh), hükmü açıklanan (mantûkun bih) şeye kıyas yoluyla katılması ise caiz bulunmaktadır. Bu nassın az öfke hâline tahsisi şek­lindeki iddianıza baktığımızda, bunun aklın tahkimi kabilinden ol­madığını, aksine bundan zihni meşgul etme ve salim düşünceyi engel­leme manasının anlaşılmasından çıktığını görürüz. Malum olduğu üzere az derecede olan öfke hali bu özellikte değildir; dolayısıyla, hi­tapta bu halin amaçlanmadığı esâsına binâen az öfke halinde iken hü­kümde bulunmak caiz olmaktadır.

Bu konuyu îzah ederken usûlcüler böyle diyorlar ve lafzın mutlak 'öfke'yi içine aldığını, ancak mânânın lafzı tahsis ettiğini söylüyorlar. Aslında konunun izahı tahsise ihtiyaç duyulmayacak kadar kolaydır. Çünkü hadiste geçen öfkeli mânâsına gelen kelimesi kalıbındadır. İsm-i fail anlamında olan bu kalıp o kimsenin kelimenin türetildiği mânâ ile dolu olmasını gerektirir. Dolayısıyla keli­mesi sadece öfke ile dolu olan kimse hakkında kullanılır. Nitekim kelimesi iliğine kadar suya kanmış; kelimesi de aynı derecede susamış kimse için kullanılır. Aynı kalıptaki diğer kelimeler de böyledir. Bu durumda hz. Peygamber bu kalıbı kullan­makla, öfke ile dolu olan kadının hükümde bulunmasını yasaklamış ve hadislerini sanki "aşırı derecede öfkeli olan" veya "öfke ile dolu olan" kaydı varmış gibi îrâd buyurmuşlardır. Zihni meşgul eden ve salim düşünceyi engelleyen öfke de işte bu vasıfta olan öfkedir. Dolayı­sıyla mânânın tahsis edici olduğu şeklindeki îzahın anlamı kalmamakta ve nehyin kapsamından az öfke halinin hariç kalması man anın hükmü ile değil, lafzın gereği ile olmaktadır. Zihni meşgul eden y% salim düşünceyi engelleyen öfke haline de bu özellikte olan diğer ıjey-ler kıyas edilmiştir. Şu halde aklın haddi aşması diye bir şey söz konusu değildir.netice olarak diyoruz ki, bu gibi hususlarda akıl, her halükârda nakil üzerine hâkim konumda bulunmamaktadır. Böylece bizim orta­ya koyduğumuz mukaddimenin (asıl) doğruluğu ortaya çıkmıştır.[186]

 

On Birinci Mukaddime

 

Şer'an muteber olan ilmin amelî bir neticeye ulaştıran ilim ol­duğu ortaya konulunca, bunun sadece hakkında şer'î delillerin bulun­duğu hususlara münhasır olduğu ortaya çıkar; dolayısıyla şer'î delil­lerin gerektirdiği şey, mükelleften öğrenilmesi istenen ilim olmakta­dır. Bu açıktır. Ancak problem şer'î delillerin tam olarak ortaya konul­ması ile ilgilidir. Eğer bunlar ortaya tam olarak konulabilirse, şer'î il­min alınacakları yerler de tam olarak ortaya konulmuş olacaktır. Bu da inşaAllah ileride, "şer'î deliller" bahsinde işlenecektir. [187]

 

On İkinci Mukaddime

 

İlim tahsilinde gayeye ulaştırıcı en kestirme ve salim yol onu tam ve noksansız bir şekilde elde etmiş gerçek ehlinden[188] almaktır. Yüce Allah insanı hiçbir şey bilmez halde yaratmış, sonra ona öğretmiş, basîret vermiş, dünya hayatında menfaatlerini temin için gerekli yol­lara kendisini irşâd buyurmuştur. Ancak Allah'ın insana öğrettiği şeyler iki türden oluşmaktadır:

A) Zarurî olan, nereden ve nasıl olduğu bilinmeyen, bilakis yara­tılışında mündemiç bulunan bilgilerdir. Bunlar insanın dün­yaya daha doğar doğmaz memeyi ağzına alarak sormaya baş­laması gibi hissî; kişinin kendi varlığını bilmesi, iki zıddın bir arada bulunamayacağı gibi aklî bilgilerdir.

B) Şuurlu ya da şuursuz talîm yoluyla öğrenilen bilgiler. Sesle­rin algılanması, kelimelerle konuşulması, eşyanın isimleri­nin öğrenilmesi... Gibi zarurî olan çeşitli davranışlar gibi. Bunlar hissî olan, duyularla elde edilen bilgilerdir. Aynı şe­kilde akıl ve düşünce yoluyla elde edinilen nazarî ilimler de bu kabildendir.

Bizim burada söz konusu ettiğimiz kısım düşünce ve istidlale ih­tiyaç duyan ilimlerle ilgilidir. Bunların öğrenilmesinde mutlaka bir muallime (öğreticiye) ihtiyaç vardır. Gerçi insanlar bu konuda ihtilaf etmişler ve "muallimsiz ilim tahsilinin mümkün olup olmadığı" konu­sunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Elbette ki mümkündür. An­cak öteden beri süregelen vakıa göstermektedir ki, ilim tahsilinde mutlaka bir muallime ihtiyaç vardır. Bu husus ilim tahsilinde genelde üzerinde herkesin ittifak ettiği bir şarttır. Gerçi bazı tafsilâtında gö­rüş ayrılıkları vardır. Mesela: ehl-i sünnetle, imâmiyye (şîa) arasın­daki görüş ayrılığı gibi. Onlar muallimin masum olmasını şart koş­maktadırlar. İsabetli taraf, muallimin masum olması şartını ileri sür­meyen müslümanların büyük çoğunluğunu teşkil eden ehl-i sünnet tarafıdır. Çünkü masumluk ancak peygamberlere hastır. Bununla birlikte onlar, öğretilen şey ister ilim olsun ister amel, câhilin mualli­me ihtiyacı olduğunu ifâde etmektedirler. Vakıada ve öteden beri süre gelen uygulamada herkesin bu konu üzerinde ittifak etmiş olmaları, bu şartın zarurî olduğu hakkında yeterli bir delildir. Şöyle demişler­dir: "ilim adamların göğüslerinde idi. Sonra kitaplara intikal etti; fa­kat onların anahtarları hep erbabının ellerinde kaldı." bu söz ilmin mutlaka erbabından alınmasının zaruretine hükmetmektedir. Zira bu iki mertebenin ötesinde onlara göre başka bir hedef yoktur.

Bu konudaki dayanağı şu hadis oluşturmaktadır: "yüce Allah il­mi insanların arasından bir çırpıda çekip çıkararak almaz. Ancak onu ulemâyı almak suretiyle kabzeder."[189]

Durum böyle olduğuna göre, ilim tahsilinde muallim unsuru hiç şüphesiz anahtar durumundadır.

Muallim unsurunun zarûrîliğini ortaya koyduktan sonra diyoruz ki, mutlaka muallim olacak kişi ehil olmalı ve ilmine vâkıf bulunmalı­dır. Bu da son derece açıktır. Bu konuda da bilginler arasında ittifak vardır. Çünkü hangi ilim dalı olursa olsun, âlimde var olmasını şart koştukları şartlardan biri de, o ilmin esaslarına, hangi temelller üzeri­ne kurulduğuna vâkıf ve o ilim dalıyla ilgili maksûdunu ifâdeye kadir olması, onun gereklerini bilmesi ve o ilim dalına yönelik vârid şüphe­lerin izâlesine kadir bulunmasıdır. İleri sürülen bu şartlara baktığımızda ve şer'î ilimlerde hüccet olmuş selef-i sâlih imamlarını bunlara vurduğumuzda, onların bu vasıflara en üst düzeyde sahip olduklarını görürüz.

Ancak âlimin hiç hata yapmaması diye bir şart da yoktur. Çünkü her ilmin fer'î meseleleri yayıldıkça ve birbirleri üzerine binince birbi­rine karışırlar. Muhtemelen hatalar şu hususlardan doğar:

A) Fer'î meselelerin aynı ilimde farklı esaslardan doğduğu sanı-labilir ve bu bir problem doğurur.

B) Meselenin bazı esaslara bağlı olduğu gizli kalabilir ve âlim bu gizlilik sebebiyle onu ihmal edebilir. Oysa ki, durum öyle de­ğildir.

C) Benzerlik yönleri tearuz eder ve iş çatallaşır. Bu durumda âlim tercih yollarından birini kullanarak kendisince ağır ba­sanı tercih eder.[190] hata daha başka yollarla da.olabilir. Bun­lar o zâtın âlim ve kendisine uyulan bir imâm (muktedâ bih) olmasına mâni değildir. Bu şartları kendisinde eksik olarak bulundurursa, o takdirde kemâl mertebesinden o noksanı öl­çüsünde uzaklaşır ve o noksanını tamamlamadıkça da kemâl mertebesine hak kazanamaz.

Fasıl:

İlmin hakkını veren gerçek âlimin bazı emare ve alâmetleri var­dır ki, bunlar itibar bakımından farklı olsa da daha önce geçenlere pa­ralellik arzeden şeylerdir ve şu üç husustan ibarettir:

1. Bildiğiyle amel etmek. Alimin sözü işine mutabık olur. Eğer sözü farklı, işi farklı ise o kendisinden ilim alınmaya ve o ilim­de kendisine uyulmaya ehil değildir. Bu mânâ "ictihâd" bah­sinde yeterince açıklanacaktır.

2. O ilimde bizzat üstadların elinde yetişmiş olması lâzımdır. İl­mi onlardan almalı, onlarla hep beraber olmalı, onların terbi­yesinde yetişmelidir. Böylece o da en uygun yolla üstadlarının lahip ulduğu vasıflara ulaşacaktır. Selef-i sâlihin duru­mu işto bu minval üzereydi.

 bunların başında da sahabenin hz. Peygamber'e olan mülâzemetleri (sıkı sıkıya bağlılıkları) gelir. Sahabe her ne vo ondan nasıl sâdır olursa olsun, onun sözlerini ve fiillerini rehber olarak almışlar; onun murâd ettiğini anlamış olsunlar olma­sınlar ondan kendilerine intikal eden her şeye itimad etmişler; onların itiraz edilemeyecek doğru ve asla halel görmeyecek hikmet oldukları­na; onun kemâl koruluğuna asla nakîsanın giremeyeceğine kesin ola­rak inanmışlardı. Onların sahip oldukları bu özellik, elbetteki sürekli onunla olan beraberliklerinden, ona olan mülâzemetlerinden, sabır, itimâd ve güvenlerinden kaynaklanmıştı. Hudeybiye sulh andlaşması sırasındaki hz. Ömer'in tutumuna bakınız. Uzun bir hadis içerisinde anlatıldığına göre hz. Ömer ortaya çıkan müşkil vaziyyetten mütees­sir olmuş ve varıp hz. Peygamber'e

—Biz müslümanlar hak, düşmanlarımız bâtıl üzere bulunmu­yorlar mı? Diye sormuş, hz. Peygamber:

—Evet öyledir, buyurmuş. Hz. Ömer:

—Biz müslümanların öldürülenleri cennette, onlardan öldürü­lenler ise cehennemde değiller mi? Demiş. Hz. Peygamber:

—Evet öyledir, buyurmuş. Hz. Ömer:

—Bu halde dînimiz uğrunda bu denâeti niçin kabul edelim? Allah bizimle onlar arasında hükmünü vermeden niçin dönelim? Diye karşı çıkmıştı. Hz. Peygamber:

"—Hattâboğlu! Ben muhakkak surette Allah'ın peygamberiyim. O benim yardımcımdır ve o beni asla zayi edecek değildir." buyurmuş­lar. Hz. Ömer sabredememiş ve öfkeli vaziyette hz. Ebû bekir'e gel­miş. Ona da aynı şeyleri söylemiş. Hz. Ebû bekir kendisine: o muhak­kak surette Allah'ın peygamberidir. Allah onu asla zayi edecek değil­dir." demiştir... Sonunda Allah rasûlü'ne fetih haberi veren vahiy gel­miş ve rasûlullah hz. Ömer'i çağırtıp inen âyetleri okutmuş. O:

—Yâ rasûlallah! O (hudeybiye sulhu) bir fetih midir? Diye sor­muş. Hz. Peygamber de:

—Evet! Buyurmuşlar. Bunun üzerine hz. Ömer sükûn bulup, kalbi ferahlayarak huzurdan ayrılmış.[191]

Bu durum, mülâzemetin, ulemâya boyun eğmenin ve müşkilatlı anlarda kesin delil ortaya çıkıncaya kadar onlara tahammül göstermenin faydalarındandır. Sıffîn gününde bu konuda sehl b. Hanîf "ey insanlar! Kendi görücünüzü itham ediniz. Vnllnhi, ben (hemen hu­deybiye sulhu sonrasında) ebû cendel'in anlaşma gereği müşriklere iade edildiği günde, eğer gücüm yetseydi, mutlaka rasûlullah'ın emri­ni reddederdim. Kendimi öyle görüyordum.[192] demiştir. Bu sözü o, kendilerinin çok zor durumda oldukları bir an için söylemiştir. Bu böyle o fetih sûresinin bu içinde bulundukları çok zor durumdan dola* yi şiddetli üzüntü ve kedere giriftar olduktan sonra kendilerine indiği­ni; bu şiddetli sıkıntı ve çıkmaz içerisinde iken kendilerini tuttukları-nı ve kendi görüşlerini terkederek hz. Peygamber'in emrine teslim ol­duklarını, sonunda kur'ân'ın indiğini ve böylece problemin ortadan kalktığını ifâde etmek istemiştir.

İlimde mülâzemet bundan sonra artık vazgeçilmez bir esas oldu. Tabiîn nesli, aynen ashabın hz. Peygamber'e olan mülâzemetleri gibi, sahabeye mülâzemette bulundular ve sonunda dinde anlayış sahibi kimseler oldular ve şer'î ilimlerde kemâl zirvesine ulaştılar. Bu esâsın doğruluğunu isbat için şu husus yeterlidir: kendisinden ilim alınan ve bu şekilde meşhur olan âlimlere bakınız, mutlaka onların kendi nesil­leri içerisinde aynı şekilde şöhret bulmuş bir üstadları olduklarını gö­receksiniz. Sapık bir fırka ya da ehl-i sünnete muhalif olan kimselerin mutlaka bu vasıftan yoksun oldukları görülmüştür. Zahirîlerden 1 im hazm'a bu şekilde eleştiriler yöneltilmiş, onun, ilmi üstadlardan ııl-madığı, onların edepleri ile edeplenmediği ileri sürülmüştür. İlimde rüsûh sahibi âlimler ise böyle değillerdir. Onlar ilimlerini üstad ı ur­dan almışlar ve onlara mülâzemette bulunmuşlardır. Dört imam ve benzerleri gibi.

3. Üçüncü alâmet ve işaret ise, ilmi aldığı kimseye iktidâda bu­lunması, uyum göstermesi ve onun edebiyle edeplenmesidir. Nitekim ashabın hz. Peygamber'e tabiîn neslinin ashaba olan ikti-dâlarını biliyoruz. Her nesilde de durum aynıdır. İmâm mâlik kendi emsallerinden işte bu vasfı ile temayüz etmiştir. İmam mâlik'i özel olarak zikretmemizin sebebi bu özelliğe son derece dikkat etmesi se­bebiyledir. Yoksa dînî konularda kendilerine tâbi olunan bütün âlimler aynı şekilde bu vasfa sahip bulunuyorlardı. Ancak imam mâlik bu konuda aşırı duyarlılıkla meşhur olmuştu. Bu özellik terke-dilince bid'atler başını kaldırmaya başlamıştır. Çünkü iktidânın ter­ki, onu terkeden kimsede temelini arzu ve hevese uymanın oluşturdu­ğu bir durumun ortaya çıktığının delilidir. Bu konunun izahı inşAllah "ictihâd" bahsinde gelecektir.                                                               

Fasıl:

İlim tahsilinin iki yolu vardır:

1) müşâfehe: üstaddan bizzat şifahî olarak ilim almak: bu yol ilim tahsilinde iki açıdan dolayı en faydalı ve ve sağlıklı yol olmakta­dır:

A) Hoca ile öğrenci arasında Allah'ın koymuş olduğu bir husu­siyet bulunmaktadır ve ilim tahsilinde bulunan herkes bunu müşâhade etmektedir. Nice meseleler vardır ki, öğrenci onu kitaptan okumakta, ezberlemekte ve defalarca tekrar etmek­te fakat bir türlü anlamamaktadır. Aynı şeyi üstadın takrir etmesi durumunda ise anında anlamaktadır ve daha oracık­ta konu hakkında ilim sahibi olmaktadır. Bu anlayış ya hal karineleri veya öğretmenin öğrencinin hatırına gelmeyen fa­kat asıl problemi teşkil eden noktayı açıklaması gibi husus­lardan oluşan hissî bir durum neticesinde olmaktadır.

B) Ya da bunun ötesinde (manevi fetih diyebileceğimiz) başka bir şey vardır; yüce Allah öğrencinin b hocasının huzuruna va­rıp onun ilmine olan ihtiyacını ortaya koyarak durması, ona gönlünü açması neticesinde onun basiretini açmakta ve böy­lece öğrenci o meseleyi kolayca anlamaktadır. Bu bizce yadır­ganacak bir şey de değildir. Bu hususa "hz. Peygamber vefat ettiği zaman, (ilham kaynaklarının kesilmesi sebebiyle) sahabe kendilerini inkâr etmişlerdir." şeklindeki hadis işarette bulunmaktadır. Yine hanzala hadisi bu konu­da gayet açıktır. Bilindiği üzere hanzala el-üseyyidî, hz. Peygamber'e gelerek kendisinin huzurunda iken iyi halde ol­duklarını, hep manevî bir hava üzere bulunduklarını, fakat huzurdan ayrıldıklarında kendilerinde bu havanın kalmadı­ğını ifadeyle şikâyette bulunmuştu. Bunun üzerine hz. Pey­gamber kendisine: "siz eğer her zaman benimya-nımda bulunduğunuz gibi olsanız, melekler kanatlarıyla sizleri gölgelerlerdi." buyurmuşlardı.[193]hz. Ömer de: "rab-bime üç yerde muvafık düştüm." demiştir. Bunlar âlimlerle beraberliğin insana kazandırdığı meziyetlerdendir. Onların huzurunda olan öğrenciye, huzurunda olmadığı zaman açıl­mayan kapılar açılmaktadır. Bu beraberlik ve üstada olan mülâzemet, onun ahlâkı ile edeplenme ve ona tâbi olma ölçü­sünde Allah öğrenciye bir nur bahşetmekte ve ilim tahsilini ona kolaylaştırmaktadır.

Netice itibarıyla ilim tahsilinde bu yol her halükârda faydalı ve en emin yoldur. İlk nesillerden tahsil sırasında yazı yoluyla ilim alanim çok azdı. Onlar not tutmayı iyi karşılamazlardı. Nitekim imâm m&likbunu hoş karşılamamış ve kendisine de: "ya nasıl yapalım? "di­ye soranlara: "ezberlersiniz, anlarsınız, sonunda kalbinize onun ay­dınlığı vurur ve onu yazmaya artık ihtiyaç duymazsınız." demiştir,[194] ömer'in de ilmin yazı yoluyla alınmasını hoş karşılamadığı rivayet edilmiştir. Unutkanlığın ortaya çıkıp, şeriatın yok olmasın­dan korkulduğu için insanlara bu ruhsat verilmiştir. Yoksa yazı hiçbir zaman hocanın yerini tutmayacaktır.                                                 

2. Mütâlâa: ilim tahsilinde ikinci yol da tasnif ve tedvin edilen kitapları mütâlâa etmektir. Bvda faydalı bir yoldur. Ancak iki şartı

Vardır:

A) O ilmin maksatlarını ve ıstılahlarını daha önceden öğrenmiş olmak ve o kitabın mütâlâası için gerekli olan altyapıya sahip olmak. Bu noktaya da daha önce arzettiğimiz birinci yolla ya­ni şifahî tahsil ya da ona bağlı usullerle ulaşılır. "ilim adamla -nn göğüslerinde idi. Sonra kitaplara intikal etti; fakat onla­rın anahtarları hep erbabının ellerinde kaldı." sözünün ma­nası işte budur. Kitaplar yalnız başlarına öğrenciye hiçbir şey vermezler; mutlaka hocaların onları açmaları, talebeyi elin­den tutarak onların içine sokmaları gerekmektedir.bu husuh müşâhade ile sabit bulunmaktadır.

B) İkinci şart, her ilimde ilk kaynaklar seçilmelidir. Her ilimdo ilk mütehassıslar, kendilerini konuya, sonra gelenlerden da­ha çok vermişlerdir. Bu görüşümüzün dayanağını da tecrübe ile haber oluşturmaktadır. Hangi ilim olursa olsun tecrübe ile açıkça sabittir ki, sonra gelenler, ilimde öncekilerin ulaşmış bulunduğu rüsûh mertebesine asla yetişememişlerdir. Ame-lî-nazarî her ilimde durum aynıdır. Öncekilerin (mütekaddi-mîn) dünya ve ahiretlerinin ıslâhı konusunda ortaya koyduk­ları amelleri ile, sonraki gelenlerin (müteahhirîn) amelleri farklıdır. Aynı şekilde onların ilimleri de daha köklüdür. Sahabenin şer'î ilimlere olan vukufları, tabiîninki gibi değil­dir. Tabiînden sonra gelen neslin ilmi de tabiînin ilmi ayarın­da değildir. Bu zamanımıza kadar böyledir. Onların hal terce-melerine, sözlerine, menkıbelerine vâkıf olanlar bunu açıkça görürler.

Görüşümüze delâlet eden habere gelince, hz. Peygamber hadislerinde "en hayırlı nesil içinde bulunduğum nesildir.sonra (lirayla) onları takip edenler, sonra da onları takip edenler..." buyurmuşlardır.[195] bu hadiste, her neslin kendisinden sonraki duru­munun arzettiğimiz şekilde olduğuna işaret bulunmaktadır. Yine hz. Peygamber hadislerinde: "dininizin ilk zamanı nübüvvet ve rahmettir. Sonra mülk ve rahmet olur, daha sonra da mülk ve ce­berut (istibdâd)olur. En sonunda da ısırıcı saltanat haline gelir."[196] buyurmuşlardır. Bu netice ancak zaman içinde azar azar hayrın azal- ması ve şerrin çoğalması neticesinde meydana gelir. Bizim burada söz konusu ettiğimiz husus da bu hadisin mutlak ifadesi altına girer. İbn mesûd şöyle der: "gelecek her senenin bir öncekinden daha kötü olma­dığı asla görülmemiştir. Ben bu sözümle şu yıl diğerinden daha yağ­murlu veya şu sene şu seneden daha bolluk demeyi kasdetmiyorum; ben bununla hayırlılarınızın ve âlimlerinizin gitmelerini kasdediyo-rum. Sonra bir kavim türer, reyleri ile işleri birbirine kıyas yaparlar. Neticede de islâm binası yara alır ve yıkılır." bu sözün mânâsı şu ha­dislerin içinde mevcuttur: 'yüce Allah ilmi insanların arasından bir çırpıda çekip çıkararak almaz. Ancak onu ulemâyı ilimleriyle birlikte almak suretiyle kabzeder. Sonunda onlar câhil başlar edinirler; onla­ra sorarlar, onlar da bilgisizce cevap verirler. Böylece hem kendileri sapar hem de başkalarını saptırırlar.[197] "islâm garîb olarak başla­mıştır, başladığı gibi garîb olarak dönecektir. Gariblere ne mutlu!" "bu garibler kimlerdir? Yâ rasulallah!" diye sorduklarında da: "Allah için vatanlarından ayrılanlardır." (taberânî'nin) rivayetinde ise: "insanların fesada uğradığı bir zamanda sâlih olanlardır." buyur­muşlardır.[198] ebû idrîs el-havlânî de: "islâmın insanların tutunduk­ları kulpları vardır. (zaman gelir) bunlar teker teker sökülür." der. Bi­risi de şöyle demiştir: "ipin zamanla kuvvetini kaybettiği gibi, sünnet birer birer ortadan kalkar." ebû hüreyre "Allah'ınyardımı ve zafer günü gelip, insanların Allah'ın dînine akın akın girdiklerini görün­ce...[199] âyetlerini okumuş ve sonra: "irâde ve kudretiyle yaşadığım Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın dînine akın akın girdikleri gibi on­dan mutlaka akın akın çıkacaklardır." demiştir. Abdullah'tan nakle­dildiğine göre o: "islâmın nasıl noksanlaşacağını biliyor musunuz?" demiş, onlar: "evet, elbisenin boyasının azar azar çıktığı gibi; hayva­nın yağının azaldığı gibi." demişlerdir. Bunun üzerine abdullah: "o (evet) ondandır." demiştir. "bugün size dîninizi kemâle erdirdim." [200] âyeti indiği zaman hz. Ömer ağlamıştı. Hz. Peygamber kendisine niçin ağladığını sormuş, o da:

—yâ rasulallah! Bizim dînimiz hep kemâle doğru ilerliyordu, şimdi ise kemâle ermiş bulunuyor. Kemâl bulup da noksanlaşmaya yüz tutmayan hiçbir şey yoktur; dedi. Hz. Peygamber [ "'\v»üxn" ı da: —"doğru söyledin." buyurdu.[201] bu meyânda haberler pek çok­tur. Bütün bunlar dîn ve dünyânın noksanlaştığına delâlet etmekte­dir. Bunlar içerisinde en önemlisi de ilimdir. Şu halde ilim de şüphesiz noksanlaşma süreci içerisindedir.bu sebepten dolayıdır ki, ilim tahsilinde ihtiyatlı davranmak is­teyen kimseler için mütekaddimîn (önce geçen) ulemânın kitapları, onların sözleri ve menkıbeleri daha faydalı bulunmaktadır. Hangi ilimden olursa olsun bu fark etmemektedir. Özellikle de hakkın kop­maz kulpu, en koruyucu sığınağı durumunda olan şer'î ilimlerde bu husus çok önemlidir.doğruya muvaffak kılan ancak Allah'tır. [202]

 

On Üçüncü Mukaddime

 

Amel sahasında prensip edinilen ilmî esasların, kabul görebil­meleri için kapsamına giren amellerin rükün ve şartlarında bir ihlal olmaksızın normal şartlar altında yapılabilir olmaları gerekir. (tat­bik edilebilirlik prensibi) eğer böyle olmazlarsa, onlara ilmî esaslar olarak bakmak mümkün değildir.

Bu hususu biraz izah etmek istiyoruz. Şer'an matlûb olan ilimler, sadece amellerin istenilen şekle uygun ve noksansız olarak yapılması­nı temin içindir. Amellerin kalble, sözle ve şâir organlarla yapılabilen cinslerden olması arasında fark yoktur ve burada bunların hepsi kas-dedilmektedir. Eğer ameller normal şartlar içerisinde eksiksiz olarak ilme uygun şekilde cereyan ediyorsa, o ilim gerçek ilimdir. Eğer amel­ler normal şartlar altında o doğrultuda gerçekleşemiyorsa yani ilmin tatbik edilebilirlik özelliği yoksa, ona ilim demek mümkün değildir; çünkü gereği olan amel istenildiği şekilde ve eksiksiz olarak gerçekle-şememektedir.bu ise fâsiddir. Çünkü ilmin cehle dönüşmesi söz ko­nusudur.

Örnek: esaslarını ortaya koymaya çalıştığımız şer'î ilimlerden misal vermek istiyoruz: akâid ilminde ortaya konulmuştur ki, gerek llah'ın vs gantkıı hı, pfyfamberin imlerlerinde vakıaya uygun düşmemekhâfâlöz konusu değildir.yinousûl-ıfıkıhta toklîf-i mâ iftyuiak (takat üstü yükümlülük) caiz değildir. Normalin üstünde olan güçl ük ve sıkıntı (haraç) doğuracak mükellefiyetler de teklîf-i mâ ift yutak kabilinden sayılmıştır. Şu halde bunlar doğrultusunda sey­retmeyen, bidüziye (muttarit) olmayan, normal şartlar altında uygu­lama imkanı bulamayan her şer'î nass, aslında üzerine hüküm bina edilecek bir esas, kendisine istinad edilecek bir kaide değildir.

Bu mukaddimenin faydası, kendisini daha çok sözlerin anlaşıl­masında, kullanılan üslûp ile siyak ve sibak takdirinde (mecârî'l-esâlîb), bir de işe girişilmesinde (duhûl fi'1-a'mâl) gösterir.

Sözlerin anlaşılması konusuna misaller verelim: yüce Allah: "Allah inkarcılara inananlar üzerinde asla bir yol (fırsat) kılmayaaktır."[203] buyurmaktadır. Eğer bu âyet bir 'ihbar' (haber verme) ola­rak değerlendirilirse bu vakıaya aykırı olur ve haber verilen şey doğru olmaz; çünkü kâfirlerin müslümanlar aleyhinde yol buldukları, onla­rı esir ve zillete maruz bıraktıkları çoğu kez olabilmektedir. Şu takdir­de buradan anlaşılacak mânânın mutlaka vakıaya uygun ve bidüziye değişmez olması gerekmektedir. Bu da âyetin ihbar mânâsına değil inşâ mânâsına yanî şer'î bir hükmün vaz'ı anlamına alınmasıyla olur ve netice itibarıyla âyetin bu mânâ üzerine hamledilmesi gerekir.[204] bir başka misal "anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler."[205] âyetiyle ilgilidir. Eğer bu âyet de şer'î bir hükmün vaz'ı anlamına yorulursa o zaman duruma uygun ve devamlı olur; zikrinde bir fayda doğar. Ama, âyet annelerin durumunu bildirme mânâsına alındığı takdirde, bundan âyet inmeden önce zaten bilinen husus üzerine ekfayda doğmaz.[206]

Kullanılan üslûp ile §iyuk ye sibak (sözün başıyla sonunun uy-ı5iı n ıuğu) takdiriyle ilgili misal: "inananlara ve sâlih amel işleyenlere, sakınırlar, inanırlar, sâlih amel işlerler, sonra haramdan sakınıp inanırlar ve sonra isyandan sakınıp iyilik yaparlarsa—daha önceleri tatmış olduklarından dolayı bir günah yoktur."[207] bu âyette kullanı­lan sîga geneldir; zahiri bütün tadılan şeylerin âyetin hükmü içerisi­ne girmesini ve bu şartlarla onların kullanılmasında bir günah olma­dığını gerektirir. Bu arada tabiî şarap ela bunun içerisine girer. Ancak bu zahir mânâ, üslûptan çıkan anlayışın ahengini ve sözün akışını bozmaktadır.ü[208]stelik içkinin haram kılınmasından sonra âyetin in­mesine neden olan nüzul sebebi de gözardı edilmektedir. Çünkü yüce Allah içkiyi haram kıldıktan sonra yukarıdaki âyeti inzal buyurmuş­tur. Zahirini aldığımızda bu içkinin haram kılınması hükmünü nak­zeder ve hem izin hem de yasak bir arada toplanmış olur; bu durumda da mükellefin emre imtisâli mümkün olmaz.

Bu noktadan hareketledir ki, hz. Ömer âyetin daha önce geçen içki yasağına yönelik olduğu şekilde tevîlde bulunan kimsenin hatalı olduğunu belirtmiş ve ona: "eğer sakınırsan, Allah'ın haram kıldığı şeyden uzaklaşırsın." demiştir. Zira mükellefe "şundan uzaklaş!" de­yip, bu yasağı iyice teyid ettikten sonra dönüp de "eğer sen onu yapar­san, sana bir günah yoktur." denilmesi uygun ve doğru değildir. Sonra yüce Allah içkinin Allah'ı zikirden, namazdan alıkoyduğunu, Allah yolunda sevişen insanlar arasında kin ve düşmanlık soktuğunu be­lirtmiştir. O anlayış, haram kılma hükmünün yerleşmesinden sonra "...sakınırlar, inanırlar, sâlih amel işlerlerse...[209] buyruğuna ten düşer ve içkinin haram kılınmasından sonra, içilmesi takdirinde kemâl mânâda takvanın ortaya çıkması mümkün olmaz. Çünkü, bubir normali n üitüade güçlük (haraç) veya teklîf-i mâ lâ yutak kabilin­den olmuş olur.amellere girme (tatbik sahasına koyma) konusuna gelince, bu husus meselenin esasını teşkil etmektedir. İstihsan ve mesâlih-i mür-sole ile amel etmenin temelini de bu oluşturmaktadır. Çünkü prensip şudur: söz umûmu üzere hamledildiği zaman normalin üstünde sı­kıntıya (haraç) ve aklen ya da şer'an mümkün olmayan bir neticeye götürüyorsa, o istikâmet üzere carî ve bidüziye değişmez değildir; do­layısıyla da mutlakhğı devamlılık göstermez. Kur'ân ve sünnetin müşkilâtı hakkında söz etmek isteyen kimseler için de bu bir esas ol­maktadır. Çünkü nassların umûm ya da ıtlâkı üzere hamledilmeleri durumunda zikri geçen tatbik edilebilirlik imkânı kalmayabilir; bu­nun için de bidüziye değişmezlik ve devamlılığı gerektirecek tarzda kayıtlanmaları gerekir. Bu kısmın içerisine ruhsatlarla ilgili hüküm­ler de girer; çünkü ruhsat bahsinde hâkim konumda olan; ruhsatın gi­receği konularla girmeyeceği konular arasını ayıran bu esasdır.

Bu esası şer'î kaideleri ortaya koyarken göz önünde bulundurma­yan kimseler, hataya düşmekten kurtulamazlar. Hatta çoğu kez, bu esasın 'müteşâbihât'a tâbi olanların ve sırât-ı müstakimden sapmış sayılan fırkaların usûllerinde ihlal edildiğini görmek mümkündür. Bu durum aynı şekilde, içtihadı meselelerde muteber imamların ve önceki âlimlerin yaklaşımlarında da gözükebilmiştir.

Burada size iki misal vereceğiz. Her ikisi hakkında da asrımız ilim adamlarından biri ile aramızda müzâkere cereyan etmiştir:

Birincisi: mağrib ilim adamlarından birisi bana "ahiret yolcusu­na gerekli olan düşünce ve meşguliyet ne olmalıdır?" konusunda yaza­rak şöyle demişti: "eğer namazda iken bir şey onu bir an da olsa meşgul etmişse, müttakîlerin yaptığı gibi, elli bin değerinde bir şey de olsa onu elinden çıkararak kalbini (sırrını) o kendisini meşgul eden şeyden boşaltır." ben bu sözü bir problem olarak gördüm ve kendisine yazarak şöyle dedim: "kalbin meşguliyetlerden arındırılması tamam, doğrudur. Ancak kalbi, kendisini meşgul eden şeyi elden çıkarmak suretiyle arındırmanın vâcib oluşuna gelince, doğrusu bu vâcibliği an­layamıyorum? Eğer bu mutlak surette vâcib ise, o takdirde bütün in­sanlara, kendilerini namazda iken meşgul eden mallarından, mülkle­rinden, yurtlarından, köylerinden, eşlerinden, çocuklarından... Vb. Vazgeçmeleri ve bütün bunları terketmeleri gerekirdi. İlâveten şunu da belirtelim ki, bazan maldan vazgeçmek ve onu elden çıkarmak yü­zünden insanın namazdaki meşguliyeti, o mal elinde ikenki meşgu­liyetinden daha fazla olur. Sonra insanı meşgul eden şey yoksulluksa o zaman ne yapacak? Biz özellikle de kalabalık bir ailesi olan ve geçin­me zorluğu çeken kimselerden pek çoğunun yoksulluk yüzünden zih­nen hep meşgul olduklarını görüyoruz. İnsanların büyük çoğunluğu

Mukaddimeler

Bu gibi şeylerden birileriyle meşguliyetten hâlî değillerdir. Şimdi bü­tün bunlara, kendilerini namazda meşgul edecek şeylerden onlun el­den çıkarmak suretiyle kurtulmaları mı gerekmektedir? Bunu anla­mak mümkün değildir. Fıkıh ve ibâdet konusunda ictihâd üzere carî olan şey, sâdece zihni meşgul eden şeylerden kurtulma çabasında bu­lunmaktır. Bazen insanın namazda iken meşguliyetine sebep olan mal ya da başka bir şeyden kurtulma mendûb olabilir. Tabiî bu da eğer şer"an ondan kurtulmak mümkünse ve elden çıkarıldığında yok­luğu, varlığının verdiği meşguliyet kadar veya daha fazla oranda in­sanı meşgul etmeyecekse söz konusu olacaktır. Sonra meşguliyet içe­risinde kılman namaza hakılır: sahibi onu vücûben mi veya müsta-hap olarak mı iade edecektir, yoksa vücûb düşecek midir? Bu ayrı bir konudur.... Mesele özet olarak bitti.

Bu yazdıklarım kendisine ulaşınca, o zat bana karşılık vererek söylediklerimi kabul ettiğini belirtmiştir ki, doğrusuca budur. Çünkü insanı namazda iken meşgul edecek şeylerden sıyrılmak gerekliliğini mutlak olarak söylemek, insanların halleri farklı olduğundan vakıada istikâmet üzere kâbil-i tatbik olmayacaktır. Dolayısıyla da böyle bir şeyin fıkhî bir esas olarak kabul edilmesi ve ona dayanılması asla doğru değildir.

İkincisi de, hilaftan çıkma suretiyle takvaya uygun hareket et­miş olma anlayışıyla ilgilidir. Sonra gelen âlimlerin birçoğu, tekltfl ameller konusunda hilaftan kurtulmayı matlûp telakki etmekte v« üzerinde ihtilaf edilen konuları (hadiste helalla haram arasında yer aldığı belirtilen) 'müteşâbihât'tan (yani şüpheli şeylerden) saymakta­dırlar.

Ben bu hususu nice zamandan beri bir müşkil olarak görüyorum. Hatta bu konuda mağrib'e ve ifrîkıyye'ye yazdım. Fakat bana sadra şifa bir cevap gelmedi. Bu konuda vârid izaha muhtaç konulardan bi­risi, fıkhın büyük çoğunluğu üzerinde dikkate alınacak ihtilafların bulunduğu 'muhtelefün fîh' meselelerden meydana gelmektedir.[210] bu takdirde şeriatın büyük çoğunluğu 'müteşâbihât'tan olacaktır. Bu ise şeriatın konulusuna aykırıdır. Keza o takdirde takva (vera) en zorgüçlüklerden biri olacaktır. Zira genel olarak hiçbir kimsenin ne bir ibâdeti ne bir muamelesinede yükümlü tutulduğu bir başka işi,uzak-laşılması istenilen hilaftan ârî bulunmamaktadır. Bu durumda takva diye istenilen şeyin güçlüğü ortadadır.

Birisi bana şöyle cevap vermişti: müteşâbihâttan olan muhtele-fun fîh konular, delilleri birbirine eşit ya da yaklaşık olan ihtilaflı ko­nulardır. Fıkhın çoğunluğu da böyle değildir; aksine iyice düşünüldü­ğünde bu özellikte olan meselelerin azınlığı teşkil ettiği görülür. Bu takdirde de sâdece az bir kısım müteşâbih olmuş olur. Hususiyeti ba­kımından takva (vera) ise, sadece bu türde de olsa, gerçekten çok zor ve ağırdır; ona ancak Allah'ın yasak fiilin neticelerini sürekli aklında bulundurmaya muvaffak kıldığı kimseler ulaşabilir. Nitekim hz. Peygamber bir hadislerinde: "cennet insanın hoşuna git­meyen şeylerle kuşatılmıştır."[211] buyurmuşlardır.... O zatın bana yaz­dıkları bunlar.

Ben ona yazdığım cevapta şöyle dedim: sizin ortaya koyduğunuz şey açık değil. Çünkü sizin bu söylediğiniz, sadece müctehid hakkında geçerli olabilir. Müctehid ise görüşlerin değil sadece delillerin tearuzu (çatışması) durumunda takva (vera) ile hareket eder. Dolayısıyla o, söz konusu ettiğimiz şey değildir. Mukallide gelince, bu özel vera (takva) sahibi, onun hilaftan icmâa çıkmasını istemektedir. İsterse kendisine fetva veren kimse, ihtilafçılar arasında en üstünü bulun­sun, ayırım yapmamaktadır. Amî (sıradan biri) olan kimse, bütün iş­lerinde, ihtilafçılar içerisinde hangisinin delilce daha güçlü, hangi­sinin delilce daha zayıf olduğunu bilemez. Onların delillerinin birbir­lerine müsâvî ya da yakın mı? Yoksa değil mi? Olduğunu bilemez. Çün­kü bunu ancak mesele üzerinde düşünebilecek bir seviyeye sahip olanlar yapabilirler. Amî ise böyle değildir. Sonra problem, dikkate alınan hilaftan sakınma esası üzerine kurulmuştur. Dikkate alman hilaf ise, şer'î meselelerin çoğunda mevcut bulunmaktadır. Dikkate alınmayan hilaf ise azdır; müt'a, ribe'n-nesîe, kadınlara arkalarından yaklaşma (nıehâşşi'n-nisâ) vb. Konular gibi.

Sonra delillerin müsâvîliği veya birbirlerine olan yakınlığı, müc-tehidlerin bakış açılarına nisbetle izafîdir (göreli); farklılık arzeder. Nice iki delil vardır ki, bazılarına göre müsâvî veya birbirlerine yakın olurken, bazılarına göre ise değillerdir. Bu durumda da âmî , ihtilaf­lardan hangisinden kaçınıp, hangisinden kaçınmayacağını belirleye­bileceği bir kritere (zabıt) sahip olamayacaktır. Bu konuda müctehide de başvuramayacaktır; çünkü onun kaçınmasını veya kaçınmamasını emredeceği husus kendi görüş ve içtihadına göre olacaktır. O konudamidece onun görüşün» tabi olması da, hilaftan çıkmukhmn yulnızca onu taklîd etmesi ve ona uyması demektir. Özellikle de bu müctehidin karşı görüşe sahip müctehidin görüşünün zayıf olduğunu ve itibar edilemeyeceğini iddia etmesi durumunda bu gayet açıktır. Bu mücte­hide değil de başka müctehide baş vurması durumunda da durum ay­nıdır. Bu durumda âmî, eğer bu işlere tâbi olacaksa tam bir şaşkınlık içerisinde kalacaktır. Bu ise gerçekten çok zor bir olaydır. Kim bu di­nin koyduğu esasları zorlaştırmaya kalkarsa, kendisi mağlûp düşer. Soruyu soran kişi (müellif) üzerine müşkil gözüken ve şimdiye kadar henüz cevabı açıklanmayan nokta işte burasıdır.                             

Haddizatında vera'ın (takva) zor olduğu hususunda diyecek bir şey yoktur, nitekim her hususta takvayı iltizamda bulunmanın güç bir iş olduğunda da problem bulunmamaktadır. Ancak takvanın zorluğu, onu bilfiil ortaya koyma cihetinden değildir. Zira yüce Allah dînimizde, bize sıkıntı (haraç) verecek şeylere yer vermemiştir. Aksi­ne takvanın zorluğu nefsin alışık olduğu şeylerden ve özellikle de arzu ve heveslerinden koparma açısından olmaktadır. Biz meselenin daya­nağı (menâtı) üzerinde iyice düşündüğümüzde buradaki söz konusu olan özel vera (takva) ile diğer vera nevileri arasındaki farkı açıkça gö­rürüz. Çünkü diğer vera nevilerinin vukuu, nefsin arzularına karşı koymak bakımından zor da olsa, kolaydır. Hilaftan çıkma verâsı ise, nefse muhalefet konusu bir tarafa, vukuu çok zor bir olaydır. Bu iti­barla soruyu soran bu fakirin bahsettiği şiddet, zorluk ve sıkıntıdan (haraç) maksadının ne olduğu ve sizin işarette bulunduğunuz husus olmadığı sanırım ortaya çıkmıştır. Ona yazdıklarım burada bitti. Onunla aramızda cereyan eden söz de bu noktada durdu.

Bu arzedilenler ışığı altında düşünen kimse, bu zâtın bana cevap olarak yazdığı şeyin bidüziye değişmez (muttarit) olmadığını[212]va­kıada istikâmet üzere cereyan etmeyeceğini; vukuunda büyük sıkın­tıların lâzım geleceğini anlayacaktır. Dolayısıyla onun, dayanılacak bir temel, üzerine hüküm bina edilecek bir kaide olması sahih değil­dir. Bu konuda misaller pek çoktur. Bu esası iyi anlamak gerekir; çün­kü gerçekten çok faydalıdır. Birçok vera, müteşâbihâtın temyizi (bir­birine benzer ve karışık noktaların ayrılması), nelerin müteşâbih-likte dikkate alınıp alınmayacağı gibi konularla ilgili meseleler hep bu esas üzerine bina edilmektedir. Bu kitabın çeşitli yerlerinde inşAllah tahkikte bulunacağınız konu ile ilgili birçok mesele bulacaksınız. [213]

 

 



[1] Asi' kelimesinin çoğulu olan 'usûl' (asıllar) kelimesi şu mânâlarda kullanılır:

a) Kitap  ve Sünnette  ortaya konulan küllî esaslar: "Zarar  ve zararla mukabele yoktur."; "Hiçbir kimse bir başkasının yükünü çekmez."; "Allah dinde size bir zorluk kılmamıştır"; "Ameller ancak niyetlere göredir."; "Kim Allah 'a şirk koşmadan ölürse, cennete girer."... şeklindeki genel hü­kümler getiren nasslar gibi.

b) u kelimeden kasdedilen ikinci bir mânâ da Kitap, Sünnet, İcmâ gibi 'de-liller'dir. Bunların da kat'î oluşlarında ihtilaf yoktur.

c) Kitap ve Sünnetten istinbat edilen ve şer'î hükümlerin çık an İm ası sırasın­da, eüz'î delillerin kendilerine vuruldukları genel esaslardır. İşte bu esas­lar'usûl' ilmini oluşturur. Bunlardan bir kısmı ittifakla kat'îdir; diğer bir kısmında ise kat'î ya da zannî oluşlarına dair ihtilaflar bulunmaktadır, el-Kâdî ve onun görüşünde olanlara göre, usûl meseleleri içerisinde zannî olanları da vardır.

Müellif, usûl meselelerinin kat'î olduklarım ilk üç delili ve bir de, el-Mâ-zirî'niıı el-Kâdî'ya itirazını red sadedinde getirdiği diğer delilleri ile isbata ça­lışmaktadır. Sonra da şunu söylemektedir: "Zannî olanlar "usûi' ilminden çı­karılır; onların zikri, sadece tâbiiyet yolu ile olur."

[2] Çünkü biz usûl iimindeki bütün meseleleri taradığımızda, onların şer'î üç esasa (külüyyât)mebnî olduklarına keşin olarak hükmederiz. Usûlilmindeki meselelerin istikrası (teker teker,gözden geçirilmesi) mümkündür; çünkü nihayet sayılı meselelerden ibarettir.

[3] Kısaca şöyle diyebiliriz: Şer'î küllî esaslar(külliyyât) ya aklî temeller, ya da şeriattan çıkarılan küllî istikra üzerine mebnîdirler. Bunların her ikisi de kat'îdir; dolayısıyla bunların üzerine kurulan usûl meseleleri de kat'îdir.

[4] Yani aklî üç hükme bağlıdır; nitekim müellif, ikinci mukaddimede tafsilatıy­la birlikte açıklayacaktır.

[5] Meselâ "Emir sîgasıvücûb içindir." kaidesinin istinbatında bulunan kimsele­rin Şâri'den sâdır olan bütün emirlere vâkıf olmaları ve bunun neticesinde de yakın ifade eden bilinen istikra şeklinin tahakkuk etmesi genelde söz konusu olmaz. Ancak burada aranılan'kesinlik'tir. Bunun için de, şeriatın üç maksa­dı, yani zarûriyyât, hâciyyât ve tahsîniyyât konularında vârid olan her türlü emir çeşidinden uygulama alanı çok olan yeterli sayıda örneklerin elden geçi­rilmesi kâfidir. Böyle bir çokluk, yapılan işlemin kat'îlik bildirecek 'küllî bir istikra' sayılması için yeterlidir. Çünkü bu istinbatı yapan kimsenin araştır­ması sırasında görmemiş olduğu emirler de, nihayet araştırması sırasında gördüğü emir çeşitleri içerisine dahil olacaktır. Bu itibarla görülmeyen emir­ler elde edilen kaideye bir halel getirmeyecektir.

[6] ikinci mukaddimede "âdeten (örfî) olan küllî esaslar" ı da ilave edecektir. Bel­ki de burada onları 'aklî' olanlar içerisinde mütâlâa etmiştir.

[7] Bu zıddmı iptal suretiyle, matlûbun isbatı kabilindendir. Çünkü onların zannî olması durumunda, bundan âdeten caiz olmayacak neticeler ortaya çı­kacaktır ki, bunlar şeriatın aslına da zannın ve şekk İn (şüphe) taalluk etmesi, onun değiştirilme ve tebdili sonucuna varılması demektir.. Bunların tamamı ise bâtıldır.

[8] "Şer'î küllî csaslar"a değil. Devam eden sözü bunun delilidir. Delilin ruhunu da bu teşkil etmektedir.

[9] Şeriat, diğer bütün hüküm ve kaidelerin kendisinden çıktığı ilk küllî (temel) esas olmaktadır. İlk temelin sağlam ve kesin olması, küllî istikra yolu ile de onun üzerine büküm bina edilmesi durumunda, onun üzerine bina edilecek fer'in hükmü, aslın hükmü ile ayni olacaktır.

[10] Çünkü, asıl ve on un kat'îliği üzerine delilin bulunmasından sonra, artık o hu­susta kesinlik yerine zan bulunması âdeten mümkün değildir. Burada müel­lif 'aklen' tabirini kullanmamıştır; çünkü, akıl bir şeyin kesinliğini ortaya ko­yan delil bulunsa da, kişinin onun hakkında hâlâ zan beslemesine engel de­ğildir.

[10] Usûl meselelerin in kendisine bağlı olduğun u söylediği külliyyâtı kasdediyor.

 

[12] Bu delile dayanmayan (hatâbî) bir istidlaldir; çünkü bütün usûl meselelerin­de bunun itibara alındığı söylenemez. Her millette muteber olan, sadece genel kaidelerden bazılarıdır. Usûl meselelerinin kat'îliğine dair yapılan genel bir istidlal sırasında böyle bir delile yer verilmemesi daha uygun olurdu.

[13] Usûlde 'aks' tardın karşılığı olmakta ve illet bulunmadığı için asim hükmünü feri'de aramamak üzere yapılan kıyası ifâde etmektedir. (Ç)

[14] Böyle bir şeye itibarın, "Furûda usûl gibi kat'îdir." şeklinde bir iddiaya götü­rebileceği açıktır.

[15] Yani bunlara inanılmaları için değil ki, kat'î şekilde sübûtları gereksin.

[16] Belki de şunu demek istiyor: Delillerin cüziyyâtına nisbetle kaide, birimlerine ııisbetle âmm gibidir. Delillerin cüziyyâtına, delâlet bakımından  zan girebilir. Bu itibarla, cüziyyât üzerine, ânımın hâss ü/erine intibakı gibi intibak eden küîliyyâta da zarının dahil olmasında bir mani yoktur         

[17] el-Kâdî, her ne kadar "Usûl, bu kıstaslardan (kavânîn) ibareti ir." demişse de, bu onun "Bunlar katidir." demesine mani değildir. Çünkü zannî oian şeyler usûlden sayılmazlar; isler'usûl'deıı Kitap ,Sünnet vb. gibi deliller kasdedil-sin, ister 'kaideler' kasdedilsin, mutlaka kafi olma!an gerekir, Ruradan: "Çünkü bu zannî olanlar..." i fadesinin el-Kâdî'nm değil, el-Mâzirî'nin sözün­den olduğu anlaşılır. Malumdur ki, el-Kâdî ile el-Mâziri'niıı sözlerini naklet­mekten maksat, konuya beraklık kazandırmak ve el-Mâzirî'nin şüphesini reddetmek, böylece'us ûl'ün hangi mân âsin da olursa olsun, İster kaideler mâ­nâsında, ister deliller mânâsında isterse bizzat şeriatça konulmuş kül i î esas­lar mânâsında olsun, her bakımdan kat'îlik arzedeceğini ortaya koymaktır.

[18] Hicr,15/9

[19] Mâide, 5/3.

[20] İleride bu ifadesine ters düşen sözleri gelecektir. Dokuzuncu mukaddimede: "Bunun içindir ki, şeriatın usûlü de furûıi da korunmuştur..."demiştir. Sanı­yoruz  sözleri  arasım  bulmak  mümkündür: Buradaki sözünden  maksat furûun bizatihi korunmuş olmayacağını ifade olmalıdır. Oradaki sözünden amacı ise; furûun korunması amacı ile ilimde rüsûh sahiplen için yeterli delil­lerin konulmuş olduğunu, bu deliller karşısında bazıları hata ederlerse, di­ğerlerinin isabet edeceğini, böylece furûun da uisbeten korunmuş olacağını ifade olmalıdır.

[21]  'Mansûs'yani bizzat şeriat tarafından ortaya konulan'küllî esaslar' diye ka­yıtlama hy di. Nitekim kendisi de daha önce böyle demişti. "Her aslın kat'î olması gerekir...."sözünden amacı Ebû'l-Meâlî'nin görüşünü ve istinbat edilen kıstaslara temas etmeksizin, kat'îliğin ancak şerîatte ortaya konul­muş (mansûsl küllî esaslarda olduğunu ortaya koymaksa, o takdirde, onu bu­rada zikretmesinin usûl meselelerinin kat'î olduğunu ortaya koyma amacı için bir faydası olmayacağı şeklinde bir mütalaa serdedilebilir. Yok "Genel kıstaslarla (kavânîn), bizzat (Şâri'ce) ortaya konulan (mansûs) küllî esaslar arasında bir fark yoktur." şeklindeki ifadesinden de anlaşılacağı üzere, istin­bat yolu ile elde edilen kıstasları, nasslara kıyas yapıyorsa, o takdirde de bu zikredilen sahih bir illeti olmayan bir kıyas olacaktır

[22] Burada şöyle denilebilir: Bunlar, kat'î ve zannî olan şeylerden furûun çıkarıl­ması için birer kıstas olarak konulmuşlardır; yoksa bizzat kat'î olan şeyleri ölçmek için konulmuş kıstaslar değildir. Bu kıstaslarla elde edilen furıizannî olmaktadır ve bunda da bir zarar yoktur.

[23] Bu ifade, birinci mukaddimede ortaya konulan iddianın büyük bir kısmından dönmek mânâsına gelmektedir. Maamâfib makû! ve makbuldür. Zira usûl meselelerinden bir kısmı kat'îdir ve üzerinde icma edilmiştir. Diğer bir kısmı da vardır ki, tartışmaya açıktır; isbat ve red açısından çeşitli açılardan deîilSer serdedil misli r. (el-İsnevî'nin el-Minhâc hakkındaki eserinin usûl-ı fıkhın ta­rifi kısmına bkz.) Müellifin usûlde zikredilen bir çok kaideleri bu hatime ile atmış olması ve bunu yaparken de, hangi tür kaidelerin atılacağına dair bir belirlemeye gitmemesi, dolayısıyla geride ne kalacağın m bilinmemesi bu mu­kaddimenin faydasını azaltmıştır.

[24] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık.1/23-27

[25] Yani öncüîleriııi oluşturacak hükümler ister akli olsun, ister âdetle ilgili bu­lunsun, isterse naklî olsun üç hükümden fazla bulunmayacaktır. Usûlde zik­redilen ve "şu hüccettir." veya "şu hüccet değildir." şeklinde zikredilen şeyier mukaddime (öncül) kabilinden değildir. Bilakis bunlar, mukaddimelerden doğan şeylerdendir

[26] Onlar usûlde bu gibi ıstılahları sadece mukaddimeler kabilinden zikretmiş­lerdir, çünkü tasavvurda bulunma ve müsbet ya da menfî hükümde bulunma için buna usulcünün ihtiyacı vardır. Mesela: "emir vücûb içindir, nehiy tahrîm içindir...." gibi. Bizzat müellifin kendisi de bunu zikretmiş ve belirle­mek üzere sözü uzatmıştır. Ancak onun bu ifadeden maksadı, şu haramdır, şu heiaidir gibi bir şeyin helalliği, haramlığı... İse o takdirde tabiîbunlarmukad-dimelerle ilgisi olmayan sırf furû kısmı ile ilgili olacaktır.

[27] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/28

[28] Yani bu ilimde kullanılan deliller sırf aklî olan öncüllerden mürekkep olamaz. Aksine muhtemelen, bunlardan birisi aklî olur, diğerleri ise şer'î olur. Bazen delillerin tamamının şer'î olması, fakat aklî delilin neticeye ulaşmak için yardımcı unsur olarak kullanılması gibi, aklî delil sadece yardımcı olur. Bazan ise aklî ve âdete müstenid öncüller külîî bir esası ortaya koymak için değil; aksine tabkîk-i menât yani bir esasın kapsamına giren cüziyyâtından birisine tatbiki için ortaya konulmuş olur. Bü o cüz'î olanın, esasın hükmünü alabilmesi için, onun kapsamına girip girmediğinin araştırılıp ortaya konul­ması şeklinde olur. İleride de geleceği üzere bunun tesbiti için tıp, çeşitli mes­lekler, ticâret ve zirâat alanlarında oluşan örfler gibi çeşitli hususlara müra­caat olunur. Ancak şunu da belirtmek gerekir, tahkîk-i menât müctehid olan fakihin yapacağı bir iştir; yoksa haddi zatında usûl meselelerinin tahkiki ka­bilinden değildir. Aynı durum tenkîh-ı menât, tahrîc-i menât hakkında da ge­çerlidir. İleride gelecektir. Çünkü bütün bunlar fakîhin yapacağı işler olup, usulcünün işi değildir. Bununla birlikte başka bir açıdan tahkîk-i menâtın usûl meselelerinden sayılmasına da bir engel yoktur.

[29] Bu bir manevî tevatür değildir. Çünkü onun hepsi tek bir tarzda gelir. Mesela tamamı doğrudan hz. Ali'nin şecâaatine delalet eden çok sayıda çeşitli olayla­rın bulunması gibi. Burada söz konusu edilen ise öyle değildir; bir kısmı doğrudan namazın vücûhuna delalet eder, diğer bir kısmı ise dolaylı yol­dan fakat, vücûb anlaşılacak şekilde gelir: namaz kılan kimsenin övülmesi, kılmayanınycrilmesi ve şiddetli bir azab ile korkutulması, mükellefolan kim­selerin ayakta kılmaya güç yetirememeleri durumunda yanları üzerede olsa onu kılmakla mecbur edilmeleri, onu topluca terkcdenlcre karşı savaş ile em -redilmesi... Gibi. Buyüzden müellif bunu mancvîmütevâtire benzer kabul et­miştir

[30] Yani bu istidlal zannî bir istidlal olurdu. Çünkü işaret edilen zannî öncüller üzerine tevakkufu söz konusudur

[31] Nitekim daha önce işaret etmiştik. Buyüzden bunlar manevî mütevâtir değil, ona benzer oluyorlardı.

[32] Kesin bir ifade kullanmamıştır. Çünkü gazzâlî icmâın delil oluşu bahsinde, ileride de geleceği gibi, buna işaret etmiş ve böylece bu konuda müellife ışık tutmuş, onun "kitabının en önemli özelliği saydığı" bu konuyu genişçe ele al­masını temin etmiştir.

[33] Lîu ifadeden: "aynı tarzda sıralanan del illeri istikra yolu ile tesbit edip üzerin­de düşünmek suretiyle ../'mânâsı kasdedilebileceği gibi şu mânâ da anlaşıla­bilir: ancak şer'î bükümlerde aklı hâkim kabul ederve "bizzat akıl, kendi ba­şına hükümleri idrak edebilir... "dersek o başka. Bu takdirde naklî deli i her ne kadar zannî ise de akıl cihetinden kesinlik söz konusu olur. Ancak, bize göre akıl yalnız basma ve doğrudan şer'î hükümleri idrâk edemez; o hükümlere sa­dece şeriatın arkasından bakabilir. Bu itibarla naklî delillerin kat'îlîk ifade etmesinde 'istikra' yöntemi taayyün etmiş olur.

[34] Burada müellif usûlde mevcut bulunan ve belli bir delille isbatı mümkün ol­mayan; aksine isbatı ancak, muhtelif konularda ve farklı açılardan sabit, olan çok sayıda delillerin hâsılasından ibaret olan manevî tevatüre benzer bir yol la sabit bulunan en önemli meseleyi örnek getirmektedir.

[35] "Mürsel maslahatlar", dikkate alınmasına ya da ilgâsına dair hakkında nass 'veya icmâ gibi serî bir esas bulunmayan şeylerdir. Mesela kur'ân'm  bir mushaf haline getirilmesi, yazılması gibi. Çünkü bu konuda şâri'den gelen herhangi bir nass bulunmamaktadır. Bu yüzden de hz. Ebû bekir ve hz. Ömer ilk başta durak samı şiardır. Sonra bunun şâri'in maksatları dahilinde dînî bir maslahat olduğu konusunda kanaat getirince düşüncelerini icraya koymuşlardır. Aynı şekilde, dîvânların oluşturulması, şer'î olan, olmayan ilimlerin tedvinine gidilmesi yine bu kabildendir. Mesela 'nahiv1 ilminin {arap grameri) tedvini hakkında öze] bir delil bulunmamaktadır. Bununla birlikte şâri'in maksatlarına ve tasarruflarına uygun olan kat'î küllî bir pren­sip böyle bir maslahatın dikkate alınmasını gerektirmekte, bunun şer'an ya­pılması istenilen bir iş olduğuna işaret etmektedir.     

[36] Buradaki tarif, istihsân için yapılan iz ahlardan birisine dayanmaktadır. Di­ğer tarifleri ileride, dördüncü cildde gelecektir. Yine orada istihsânm nassın zahirine ve kıyasa takdim edileceği gelecektir. İmam mâlik, Maslahat İle, ebû hanife ise haber-i vâhidile istihsânagidilerek nassinzâhirinintahsîsine gidi­leceği görüşündedirler. Bu yüzden müellif istihsânı burada imam mâlik'enis-bet etmiştir.

[37] Yani küllî bir delil karşılığında cüz'î bir maslahatı esas almaktır. Mesela be- yu'1-ariyye gibi. Aslında bu muamele ağaç üzerindeki yaş hurmanın tahminî

Olarak kuru hurma karşılığında satılması demektir ve bu tür bir muamele za­rar içerdiği için genel (âmm) bir delille yasak bulunmaktadır. Ancak her iki ta­rafın da böyle bir muameleye ihtiyaçları bulunduğu için, güçlüğün kaldırıl­ması amacı ile mubah kılınmıştır. Eğer genel delil burada da işleme konsaydı, bu bir mefsedete sebep olurdu. Dördüncü cildin ictihâd bahsinde onuncu me­selede izahı gelecektir. Tedâvî amacı ile avret yerinin açılması da aynı şekilde; genel delilin hilafına mübâh kılınmıştır. Çünkü genel delilin gereği ile bu ko­nunun haramhğma hükmedilmiş olsaydı, o zaman bu şeriatın genel maksat­larına ters düşen bir neticeye götürürdü.

İstihsân, delillerin sebep olacakları neticelere, onlarm sonuçlarına bakar. Eğer delil, kapsamına giren bazı cüz'î konularda, şeriatın genel maksatları ile uyum arzetmeyecek neticelere götürecekse, o takdirde delilin önüne geçer ve onun serî maksatlar doğrultusunda istisnâsım gerektirir. Şer'î bahislerin bü­yük çoğunluğunda bu kabilden gerçekten pek çok örnek bulunmaktadır. Sâri', her ne kadar muayyen ve özel delillerle istihsânm hücciyetini ortaya koyma­mışsa da, o şeriatın tasarruflarına uygun ve mânâsı tafsîlî delillerin istikra­sından çıkarılmıştır. Bu itibarla istihsân, üzerine hüküm bina edilebilecek küllî bir esas olacaktır.

[38] Bu itiraz hem mürsel maslahatlar hem de istihsân için söz konusudur. Çünkü her ikisi de küllî bir esas ile husûsî bir feri üzerine istidlal olmaktadır. Arala­rında şu fark vardır. İstihsân, delilin maslahat ile tahsisidir; mürsel masla­hatlarla amel ise, hakkında özel bir nass bulunmayan bir konuda, maslahat sebebi iie yeni bir delil inşâsıdır.

 

[39] Üçüncü cildin başında.

[40] İkinci cildin başlarında "makâsıd" bölümünün sekizinci meselesinde

[41] Yani onların "ümmetim hala üzere birleşmezler." şeklindeki imam gazzâlî tarafından icmâın hüccetliği ne delil olarak kullan ilan hadis hakkında mevcut manevî tevatüre iltifat etmemeleri, bu konuda vârid olan hadisleri topluca de­ğerlendirmek yerine teker teker ve ayrı ayrı ele almaları, onları bu delillerle icmâm hüccetliğine istidlalde bulunmama durumuna itmiş; bu kez hissî karinelerle, yahut örfen ona itibar edilmesine delalet edan nakillerle, yahut da icmâya muhalif olanın hatalı olduğuna dair icmâ bulunduğunu (bir nevi müsadere ale'l-matlûb oluyor) ifade ile icmâm hüccet oluşuna deliller ge­tirmek durumuna düşmüşlerdir

[42] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/35-38

[43] Birazdan zikredilecek ilimlerden istifadede olduğu gibi vasıta ile değil de, doğ­rudan yardımı kasdediyor. Müellif, kitabında zikrettiği mukaddimelerin doğ­rudan yardımcı olduğunu, bu durumun onların usûlden sayılmasını gerektir­diğini , ileride zikredeceği uzak mukaddimelerin ise böyle olmadıklarını ifade etmek istemektedir.

[44] Fıkhın tahkiki istinbâtmdan farklı bir şeydir. Bu maksadı belirtmek için me­tinde "meseleleri" yerine "meselelerinden" ifadesini kullanmıştır

[45] Burada söz konusu edilen, kelimelerin daha ilk başta,sonradan taşımış ol­duğu mânâlara sahip olması konusudur. "istimalden önce, vaz' edilmiş bir ke­lime ne hakikattir, ne de mecazdır." meselesi ve benzerlerini buna ilave edebi­lirsiniz.

[46] Müellif yakında da geleceği üzere, mubah konusunda beş mesele üzerinde söz etmiştir. Bu durumda onun bir teklif olup olmadığı konusu ile orada te mas ettiği nıeseieier arasındaki farkı iyi kavramak gerekmektedir. Burada mubahın teklif olup olmadığı meselesini usûl konulan dışında mütâlâa eder­ken, orada zikrettiği meseleleri usûlün konuları içerisinde kabul etmiştir.

[47] Müellif daha önce usûl-ı fıkha sokulması doğru olmayan meselelerin birtürü-nü açıkladı ve onların "üzerlerine herhangi bir fıkhı mesele bina edilmeyen meseleler" olduğunu belirledi, sonra da onları misallendirdi. Burada bahsetti­ği ise başka bir türdür. Burada söz konusu olanlar üzerine fıkhı meseleler bina edilmektedir; ancak usûl ilminin konularından sayılmayıp bir başka il­min konulan dahilinde bulunmaktadır. Onunla ilgili açıklama ve araştırmaİar kendine has ilim içerisinde yeterli şekilde bulunmaktadır. Bunlar nahivve îügat kaide ve prensipleri gibi şeylerdir.Sonra şuna da işaret etmek gerekir ki, usûlde zikredilen nahiv ve lügat kâideieri, onun aslî konularından olduğu için zikredilmiş değildir; aksine usûlün onlara olan yakın bağlantısından dolayı bir ön hazırlık olmak üzere zikredilmiştir. Buna rağmen usûlde bu konuların, sanki kendi konularından biri imiş gibi bu kadar geniş bir şekilde ele alınmaması uygundu; çünkü kendi dahil olduğu ilim içerisinde zaten gereğince üzerinde duruluyordu. Sanıyoruz müellifin maksadı da bu olmalıdır.

[48] Mekâsıd bölümü, ikinci nev', birinci mesele.

[49]  "Tercihli vâcib" (ei-vâcibut-muhayyer) hakkında âlimlerin büyük çoğunluğu "vâcib, mükellefin muhayyer bırakıldığı bu belirli şeyler içerisinde mübhem birisidir." demektedirler. Mutezile ise: "hayır! Vâcib (teker teker) hepsidir." diyorlar, el-burhan sahibi şöyle demektedir: onlar (mutezile) hepsini terke-denin, vâcibleri terkeden gibi günühkâr olmayacağını, hepsini yapanın da vâcibleri yapan gibi sevap almayacağını itiraf etmekledirler. Bu durumda bu ihtilâfın amelî bir neticesi bulunmamakta; tamamen nazariyatta kalmakta­dır. bu itibarla, usûl ilminde bu konunun delilleri ile uğraşmak doğru değil­dir.

[50] "Tercihli haram" (el-muharremu'1-muhayyer) konusunda da birinci grup: mübhem bir şeyin haram kılınması caizdir. Bunun mânâsı mükellefin cem'ya da bedel yolu ile hangisini dilerse onu terketmesi; fakat hepsini bir arada işle­memesi demek olur. Mutezile isc.'bu caiz değildir. haram hepsidir. Birisinin terkedümesi, emri yerine getirmiş olmak için yeterlidir." Demektedirler de­liller ve ileri sürülen itirazlar "tercihli vâcib" konusundakilerin aynısıdır. Şu halde bu ihtilafta da herhangi bir amelî netice bulunmamaktadır. Müellifin kasdeltiği mânâ işte budur.

[51] Muhtemelen doğrusu 'fiillerin' olmalıdır. Bu konu hüsün ve kubuhun aklî olup olmaması meselesidir. Bunların aklî oldukları görüşünde olan mutezile, "mübhem bir şey ile emretmek doğru değildir; Çünkü meçhuldür ve akıl meç­hul bir şeyi emretmeyi çirki n bulur." der. Çoğunluk ulemâya göre (cumhur) ise vâciblik ve haramhk şâri'in hitabı iledir; bunda aklın herhangi bir fonksiyonu yoktur. Şâri'in emri ya da nehyi olmaksızın fiillerin hüsün ya da kubhundan bahsetmek mümkün değildir. Dolayısıyla keflaret örneğinde de görüldüğü gi­bi, belli sayıda şeyler arasında gayr-ı muayyen bir şeyin emredilmiş olmasına herhangi bir mâni bulunmamaktadır. Kaldı ki, bu gayr-ı muayyen olan şeyin belirli şeyler arasından birisi olması, onun bir nevi bel irlenmişlik yo nü bulun­duğunu da göstermektedir. Tercihli vâcib meselesinin hüsüıı-kubuh kaidesi üzerine bina edilmesi bu yönden olmaktadır

[52] Bkz. el-isnevî. orada azadı ve talakının geçerli sayılması ... gibi ondan fazla ihtilaflı amelî neticeleri bulunduğunu zikretmiştir. Müellif sözünü "fahred­din er-râzî'ye göre" şeklinde kayıtlamıştır. Er-hâzi: "onları yükümlü tutma­da, ahiret gününde azâblarının artırılmasından başka bir fayda bulunma­maktadır. " demekledir. Bu i fadeye nazaran, ona göre bu mesele üzerine her­hangi bir pratik sonuç donmamakladır. Ancak mesele üzerine terettüp eden furû ortada iken ve müellifin de bunlardan haberi varken—sözünü'"fahred­din er-râzî'ye göre" diye kayıtlamasından bu anlaşılmaktadır— "kâfirlerin furû ile yükümlü tutulup tutulmamalım" meselesini burada zikretmesi uy­gun değildir

[53] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/35-38

[54] İleride de geleceği gibi 'mübâh' şer'an matlûp değildir. dolayısıyla müellifin bu kaidesi, mubahın istin bâtın a ve falan amelin mübahlığını öğrenmeye yö­nelik çalışmaların şer'an hüsnükabûl görmeyeceği neticesine götürür. Bu iti­barla "şer'an matlûb olan" şeklindeki kaydı pek açık değildir.

[55] Bakara, 2/189 .

[56] Aslında bu soru da yüce Allah'ın yarattığı şeylere bakmak sureti ile iman gü­cünün artmasını sağlayacak, yaratıcının büyüklüğünü görebilmeye götüre­cek tefekkür cümlesindendir. Dolayısıyla soruda bunu âmir olan âyetlere imtisal söz konusudur. Ancak verilen cevap hakimane üslûpla (usiûb-ı hakîm) verilmiş bir cevaptır. Çünkü soruyu soran kişinin içinde bulunduğu hal dolayısıyla, kendisine verilecek en uygun cevap bu idi. Bununla birlikte, soruyu soran kimsenin kasdi doğrultusunda cevap verilseydi, bunun da kalbî amelî bir faydası bulunacaktı. Ancak onun haline daha uygun olan şeyin, pek çok arap gibi kendisinin de anlayamayacağı bir izah getirmek yerine, onun düşüncesinin hilâlin seyri sırasında ortaya çıkan neticelere Çevrilmesi olduğu görülmüş ve bu yapılmıştı. Çoklarının anlayamayacağı bir cevaba gitmek peygamberlik makamına uygun düşmezdi. Şu halde yön değiştirilerek veri­len cevap, sorunun lüzumsuzluğundan dolayı değil, soruyu soran ve diğer in­sanların içlerinde bulundukları ortamı dikkate alarak, peygamberlik  makamma da yaraşır bir şekilde hakimane bir cevab vermenin bir gereğidir. Yoksa soruya uygun verilecek cevabın da amelî kalbî bir faydaya götüreceği muhakkaktır. Müellifin sözlerini okurken bu hususun da göz önünde tutul­masında fayda vardır.

[57] Nâziât,79/42 .

[58] Buhârî, fedâil 6; edeb 95, 96; müslim, birr 161-164; tirmizî, zühd 5; ahmed, 3/104...

[59] Mâide, 5/i0i .

[60] Buhârî, mevâkît ll.fiten 15; itisâm 3; müslim, fedâiu36-137; ebû dâvûd, nikâh 8...

[61] Müslim, hac 141; neseî, hac 76; îbn mâce, menâsik 41,44; ahmed, 4/175. Buradaki ifade, kaynaklarım verdiğimiz iki ayrı hadis birleştirilerek oluştu­rulmuştur.

[62] Nescî, hac 1; ahmed, 2/247

[63] Buhârî, zekat 53; istikraz 19; müslim, akdiye 12, 13; ahmed, 3/327

[64] Buhârî, îmân 37; müslim, imân 1, 5, 7.

[65] Eğerbir hüküm terettüp edecek olsaydı, m utlakahz. Peygamber (as ı onu bi­lirdi. Kıyametin bilgisi, rabbani ilim ve irfan la yakın dan ilgili olan hz.pey-gamber'i ilgilendirmediğine göre, başkalarını öncelikli olarak ilgilendirme­yecektir.

[66] Ebû dâvûd, sünne 6.

[67] Abese, 80/31.

[68] İsrâ, 17/85

[69] Zümer. 39/23

[70] İctihâd bölümünde dokuzuncu meseîede "sabi'" olarak geçecek ve hz. Ömer'in onu dövdüğünden bahsedilecektir.

[71] Zâriyât, 5l'l.

[72] Bu konu, içtihâd bahsinde (üçüncü taraf, yedinci mesele) genişçe ele alına­caktır

[73] Hz. Peygamberin (as) ebeveyninin kurtuluşa ermesi hakkındaki ihtilafları gibi. Buyüzden nice zamanlar insanlar birbirlerine sırt çevirmişler ve grupla­ra ayrılmışlardır

[74] Kâf, 50/6 .

[75] A'râf, 7/185.

[76] Buhârî, Savm 13; Müslim, Sıyâm 15; Ebû dâvûd, Savm 4; Neseî, Sıyâm 17; Ahmed, 2/43

[77] Tâhâ, 20/69

[78] Abese, 80/31.

[79] Sâd, 38/29.

[80] Nahî, 16/47. Âyetin mânâsı : "... Ya da yok olmak endişesindeyken onlara azabın gelmesinden güvende midirler?" şeklindedir.

[81] Kâf, 50/6.

[82] Kâf, 50/6.

[83] Mü'mînûıı, 23/113.

[84] Ra'd, 13/17.

[85] Rahman, 55/5.

[86] En'âm, 6/91.

[87] Ahkâf,46/4.

[88] Müslim, mesâcid 33; selâm 121; ebû dâvûd, salât 167; neseî, sehv 20; ah-med, 2/394 ....bupeygamberin idris veya danyâlya da hâlidb. Sinan olduğu söylenir.  Îbn haldun mukaddime'de "envâu medâriki'l-ğayb" bahsinde açıklamıştır.

[89] "Bir âyet de olsa benden başkalarına ulaştırınız; nice kendisine ulaştırılan kimseler vardır ki, işitenlerden daha kavrayıcıdır." şeklindeki sahih hadisle­re baktığımızda, kur'ân'm bütün insanlık için inmiş olduğu ve sadece o döne­me ait belli bir arap kavmine has olmadığı, aksine o devir arapları ile birlikte daha sonraki araplara ve bütün diğer kavimlere de gönderilmiş bulunduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda müellifin sözlerine katılmamız, kur'­ân ilimleri, işaretleri ve esrarı konusunda onun murad ettiği noktada durma­mız mümkün değildir.Bu durumda, yapılacak en iyi şey itidal ile hareket etmektir: lügatin des­teklemediği, şer'î maksatlar çerçevesine girmeyen her konu, müellifin takmıl-ttıasını istediği tavırla karşılanmalıdır. Ancak lügat destekliyorsa ve şer'î maksatlar çerçevesi içerisine giriyorsa, bu durumda, böyle bjr meselenin yüce kitâb'a nisbet edilmesinde bir sakınca bulunmamaktadır. Tedebbür, tefek­kür, îmânın takviyesi, anlayış ve basiretin artırılması gibi amaçlarla mah-lûkât üzerinde düşünmeye yönelik bilimier de bu kabilden bulunmaktadır.

[90] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/38-47

[91] Müslim, İmân 147

[92] Bkz. Hac, 22/78.

[93] Tasavvur: nefy ya da isbat şeklinde bir hükme gitmeksizin, mâhiyeti kavra­mak demektir. Tasdik ise: deneme sonucu, doğruluğu haber veren kimseye nisbet etmektir. (ta'rifât). (ç)

[94] Nahl, 16/17.

[95] Yâsîn, 36/79.

[96] Rûm, 30/40.

[97] Enbiyâ, 21/22.

[98] Vâkîa, 56/58-59

[99] "Her sarhoşluk veren şarap (hamr)dır. Her şarap da haramdır:" hadisinde de olduğu gibi, bazan neticeye ulaşmak için selefin ortaya koyduğu ifade tarzı, felsefecilerin kıyaslarına uygun düşebilmektcdir. Bu selefin onlara uymaları neticesinde meydana geîmiş bir şey değildir. Selef maksada ulaşmak istemiş fakat sonunda ortaya koydukları ifadelerle, felsefecilerin kıyasları arasında bir benzerlik doğmuştur. Bu tür istidlal şekiîleri de son derece azdır. Nitekim ileride gelecektir.

[100] Yani, hitabın hemen akabi: ide, gecikmeksizin yerine getirilmesi istenilmek­ledir. Uzun zaman alacak mantıkî istidlal buna manidir.

[101] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/47-51

[102] Sırf nazarî felsefe ilimleri gibi. Ancak hendese, kimya, tıp, elektrik vb. Gibi amelî felsefeye gelince, bunlar müellifin sözüne dahil değildir. Müellifin bu gi­bi ilimleri kasdetmesi doğru da olmaz. Çünkü bunlar, zarûriyyât, hâciyyât gi­bi şer'î maksatların korunması için gerekli olan ilimlerdir. Mesâlih-i mürsele prensibi bu gibi ilimlerin lüzumunu ortaya kor. Hem bu gibi ilimler aynı za­manda kulluğun icrası için birer vesiledirler. Çünkü'kulluk', kulun dünya ve âhiret işleri ile ilgili maslahatlarını,yar atıcısının koymuş Olduğu Prensipler Doğrultusunda Ortaya Koymaya Çalışması, Arzu Ve Heveslerine Uymaması De­mektir. Nitekim İleride Müellif Bahsedecektir.

[103] Müellifin bu delilini kabul etmek mümkün değildir. Nice şer'î ilimler vardır ki, ihtiyaç bulunmadığından dolayı ilk nesiller onlardan söz etmemişlerdir. Uzağa gitmeye gerek yok; işte usûl ilmi! Bu ilmin esaslarının konulması için yapılan çalışmalar sahabe ve tabiîn dönemlerinde başlamamıştı.

[104] Hac, 22/1.

[105] Hûd, 11/1-3.

[106] İbrahim, 34/1.

[107] Bakara, 2/2.

[108] En'âm, 6/1.

[109] Mâidc, 5/92.

[110] Kehf, 18/1-4.

[111] Enbiyâ, 21/25.

[112] Zümer, 39/ 2-3.

[113] Muhammed, 47/ 19.

[114] Hûd, 11/14.

[115] Mü'min(Gâfir), 40/65.

[116] Fâtır, 35/28.

[117] Yûsuf, 12/68.

[118] Zümer, 39/9

[119] Bakara, 2/44

[120] Şuarâ, 26/34 .

[121] Concordance'da bu lafızla bulamadık. Buhârî ve müslim'de üsâme'den başka bir lafızla rivayet edilmiştir. (ç)

[122] Tirraizî, kıyâme 1.

[123] Ahmed, 2/322; müslim, imâre 152; neseî, cihâd 22 .

[124] Taberânî, el-asğar; ibn adiyy, el-kâmil; beyhakî, şuabul-îmân'da riva­yet etmişlerdir. Münâvî, hadisin tirmizî tarafından zayıf bulunduğunu be­lirtmiştir.

[125] Bkz. Müslim, zikr 73; ebû dâvûd, vitr 32; tirmizî, deavât 68; neseî, istiâze ( 13 ...;îbnmâce, mukaddime 23; ahmed, 2/167. Zeydb. Erkam'dan rivayete göre hz. Peygamber (as): "Allah'ım!faydasız ilimden, hususuz kalpten, doy­mayan nefisten, icabet edilmeyecek duadan sana sığınırım..'1 diye duâ buyu-rurlarmış.

[126] Bazı farklı lafızlarla iki rivayet bulunmaktadır. Birisi ibn adiyy ve e)-hatîb'in zayıf senetle ebû'd-derdâ'dan yaptıkları rivâyettir-diğeri de ebû'l-hasen el-ahrem'in emâlî'sinde enea'ten yaptığı rivayettir.

[127]  Neml, 27/14.

[128] Bakara, 2/146.

[129] En'âm, 6/20.

[130] Zamarumızdaki müsteşrikler gibi. (Ç)   

[131]  Furkân, 25/74.

[132] Bkz. Buhârî, Tefsir 14/1; Edeb 79; Müslim, Münâfıkîn 64

[133] Şuarâ, 84.

[134] İbn mâce, mukaddime 23; dârimî, mukaddime 27, 34; ahmed, 1/190

[135] Ebû dâvûd, ilim 12; ibn mâce, mukaddime 23; ahmed, 2/338.

[136] Concordance'de yok. Câmius'-sağîr'de ed-deylemî'den rivayet edilmiştir. Hadisin zayıf olduğu belirtilmiştir.

[137] Bakara, 2/174.

[138] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/51-59

[139] Zümer, 39/9

[140] Zümer, 39/23.

[141] Fâtir, 35/28.

[142] Mâide, 5/83.

[143] Bkz.Şuarâ, 26/41 Vd.

[144] Ankebût, 29/43.

[145] Ra'd, 13/19-21.

[146] Enfâl,8/2.

[147] Âı-i îmrân, 3/18.

[148] Müellif, âyeti zahiri üzere almıştır. Müfessirler ise, buradaki Allah'ın şehâ­dette bulunması ifadesine "deliller ve alâmetler ikâme etmesi" mânâsını ver­mişlerdir

[149] Bakara, 2/284.                  

[150] En'âm,6/82.

[151] Çünkü onların ilimleri, ister istemez, gereğini yerine getirmek üzere onları amel etmeye götürüyordu. Bu inen âyetler karşısında, bilgilerinin aksine ken­dilerinden bazı şeylerin sadır olabileceğini, çünkü âyetlerde zahiren istenilen şeylerin takat üstü şeyler olduğunu anlamışlardı. Bu durumda Allah'ın gaza­bına uğramaktan emin olamazlardı; mutlaka onlardan hesaba da çekilecek­lerdi. Bu yüzden asıl maksadı öğreninceye kadar kendilerinde endişe ve tedir­ginlik belirmişti.

[152] Neml, 27/14.

[153] Bakara, 2/146

[154] Mâide, 5/43.

[155] Bakara, 2/102

[156] Taberânî,el-asğar;lbnadiyy,el-kâmil;beyhakî,şuabu'l-îmân'darivâyetet-mişlerdir. Münâvî, hadisin tirmizî tarafından zayıf bulunduğunu belirt­miştir.

[157] Bakara, 2/159

[158] Bakara, 2/174.

[159] Ahmed, 2/322; Müslim, İmâre 152; Neseî, Cihâd 22.

[160] Nemi, 27/ 14.

[161] Bakara, 2/109.

[162] Nisa, 4/17.

[163] A'râf, 7/201.

[164] Örneğin görmeyeceği için bir yere düşen, işitip kendisini kollamayacağı için hareket eden bir cisimden zarara uğrayabilir, ilim yolcuları, kendilerini her­hangi bir kitabın mütâlâasına kaptırdıklarında, hanımlarının çağrılarını duymadıklarını ve tabit arkasından da kıyametlerin koptuğunu çok iyi bilir­ler!...

[165] Kasas, 28/50.

[166] Buhârî, ilim 34; müslim, ilim 13; tirmisî, ilim 5; ibn mâce, mukaddime 8; dârimî, mukaddime 26; ahmed, 2/162,190

[167] Hadisin baş tarafı için bkz. Ebû dâvûd, sünne 1; tirmizî, îmân 18; ıbn mâce, fiten 17; dârimî, siyer 75; ahmed, 2/332, 3/145. Hadis hakkında müellif, (ıctihad bahsinin dokuzuncu meselesinde) ibn abdilber tarafından makbul bulunmayan bir senedle rivayet edildiğini söylemiştir.

[168] Ahmed ziyâuddîn, râmûzul-ehadîs'de şu lafızlarla zikretmiştin "her şeyin bir ikbâl ve gerileme dönemi vardır. Bu dînin de ikbâl ve gerileme döne­mi bulunmaktadır. Bu dînin ikbâlini gösteren hususlardan birisi de, kabile­nin baştan sona hepsinin dinde anlayış sahibi (fakıh) olmalarıdır; içlerinde bir yada iki bilgisiz boş adamya çıkar ya çıkmaz. Bu dinin gerilemesini göste­ren hususlardan birisi de, kabilenin tümü ile bilgisiz boş kimselerden oluşur hale gelmesidir. İçlerinden sadece bir ya da iki dinde anlayış (fıkıh) sahibi çtkjır, ya da çıkmaz; onlar da horlanırlar, zillete duçar bırakılırlar; kendileri­ne asla yardımcı olan ve destek veren kimseler bulamazlar." (hadisi ibnu's-sünnî ve ebû nuaym, ebû ümâme'den rivayet etmişlerdir.)

[169] Taberânî (el-evsatta) ve hâkim, ebû hüreyre'den rivayet etmişlerdir.

[170] En'âm,6/91.

[171] Tirmizî, îlim 5; dârimî, mukaddime 57; ahmed, 6/27.

[172] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/59-67

[173] Hicr,15/9.

[174] Henüz ağacında iken hurmanın satımı mânâsına olan 'müzâbene' akdinin ya­saklanması üzerine "arâyâ" akdine ruhsat verilmiştir. Arâyâ, ihtiyâca binâen bir ya da iki hurma ağacının üzerindeki yaş meyvelerinin kuru. Hurma karşılığında tahminî olarak değiştirilmesidir, (bkz. Nihâye, 3/224). (ç)

[175] ‘Akile’ kişinin dayanışma içerisinde bulunduğu asabesi divan mesleki kuruluşlar vb. Bir müessesedir.hata yolu ile öldürmelerde diyeti öder.

[176] Emek-sermâye ortaklığı. (ç)

[177] Ağaç-emek ortaklığı. (ç)

[178] Heykel vb. Ediniminden yasaklayan nehiy gibi. Bazıları bu yasağın

[179] Ebû Dâvûd, Edeb 58; Tirmizî, Birr 16 .

[180] Tekâsür, 102/1

[181] Türkçede'ki kuşcağız, kitapçık misallerindeki gibi şefkat ya da küçüklük vb. Bildiren bir kip. (ç)

[182] Tâhâ, 20/63. Âyetin anlamı: (mûsâ ve harun'u göstererek): "bu ikisi sihirbaz­dırlar..." âsim kıraatinde  şeklinde sükûnludur.

[183] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/67-78

[184] Her ikisinin de tasarruf olması açısından aralarında bir fark yoktur. Noksan-laştırma yetkisi olanın ziyâde etme yetkisi de olmalıdır. Müellifin istidlal şek­li bu açıdan olmaktadır.

[185] Bkz. Buhârî, ahkâm 13; müslim, akdıye 16; ebû dâvûd, akdıye 9; tirmizî, ahkâm 7; neseî, kudât 32; ibn mâce, ahkâm 4; ahmed, 5/36-38

[186] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/78-81

[187] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/81

[188] İlmin gerçek ehlinin vasıflan birazdan açıklanacaktır.

[189] Buhârî, ilim 34; müslim, ilim 13; tirmizî, ilim 5; ibn mâce, mukaddime 8; dârimî, mukaddime 26; ahmed, 2/162,190.

[190] Müellif burada üç hata sebebi zikretmiştir: a) bir esasa bağlı fer'iden, başka bir fer'i doğmuş olabilir. Bu her iki ferin de kendilerine has ayrı ayrı esasları olduğu samlabilir ve bu problem doğurur; bu durumda istinbâta gitmez ve bekler, b) bazan birtakım fer'î meseleleri irca edecek bir esas bulamaz ve bek­ler, c) bazan fer'î meselenin iki esastan hangisine bağlı olduğu karışır. Bu du­rumda âlim tercih yollarından birisini kullanarak kendisince ağır basanı ter­cihe gider; fakat vâki mercâh olanı alır, veyahut da tercihe gitmeden bekler. Bu ve benzeri hataların ya da bir görüş beyanından çekinerek beklemenin âli­min ilmine, onun imamlığına bir zarar vermeyeceği açıktır. Nitekim imam mâlik bu geçen sebeplerden dolayı pek çok defa tevakkuf etmiş, daha önceki görüşlerinden rücûda bulunmuştur. Bu onun imamlığına nakîsa değildir.

[191] Bkz. Buhârî, cizye 18; cihâd 22; itisâm 7; müslim, cihâd 94-96; ahmed, 3/485-486. Hadisin sonrası ile pek bağlantısı kurulamamıştı

[192] Bir önceki notta geçen aynı kaynaklara bkz

[193] Bkz. Tirmizî, sıfatu'l-kıyâme 20; ahmed, 4/346

[194] Bizzat muvatta'ı tedyin etmii} birisi olarak imam mâlik'in kasdettiği, verdiği fetvalarla ilgili olmalıdır. Zira belki daha sonra görüşü değişecektir, fakat yazılan fetvaları çeşitli yerlere gidecek ve oralarda yerleşecek ve böylece bu­nun zararı olacaktır.

[195] Buhârî, şehâdet 9; fedâil 1; müslim, pedâil 210-214; ebû dâvûd, sünne 9; tirmizî, fiten 45; ibn mâce, ahkâm 27; Ahmed, 1/378...

[196] Yaklaşık rivayetler için bkz. Tirmizî, fiten 48; dârimî, eşribe 8; ahmed, 5/221-222.

[197] Buhârî, ilim 34; müslim, ilim 13; tirmizî, ilim 5; ibn mâce, mukaddime 8; dârimî, mukaddime 26; ahmed, 2/162,190

[198] Müslim, imân 232; tirmizî, imân 13; ibn mâce, fiten 15;ahmed, 17398; 4/83

[199] Nasr, 110/ 1-3

[200] Mâide, 5/3.

[201] İbn ebî şeybe antere'den tahrîc etmiştir, bkz. Âlûsî, 2/248.

[202] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/81-89

[203] Nisa, 4/141

[204] Ulemâdan birisi bu konu üzerine düştüğü bir notta âyetin haber mânâsında anlaşılmasının da caiz olduğunu belirtmiş ve o takdirde âyetteki "mü'minler" den muradın köklü îmân gereği doğrultusunda hareket edip, tam hazırlıkla­rını yapan, birlik ve beraberlik halinde bulunan, azim ve sebat sahibi olan müslüman cemâati olduğunu belirtmiş, sonra da bu vasıfta bulunan müslü-manların hiçbir zaman kâfirler karşısında mağlûp düşmediklerini ifâde et­miştir.

Ancak bu isabetli gözükmemektedir. Hz. Peygamber (as) ve ashabına kâfirlerin pek çok işkence ettiklerini, ıslâmın güçlü dönemlerinde cereyan eden haçlı savaşlarında kâh müslümanların, kâh haçlıların galebe çaldığını biliyoruz. "Allah içinizden inanıp,sâlih ameller (yararlı işler) işleyenlere, on­lardan öncekileri halef kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halefkılacağına ... Dâir söz vermiştir." (24/55) âyeti nisa süresindeki âyetin ihbar mânâsına hamli gereğine delâlet etmez.... Va'd âyeti îmân ve sâlihamel ile kayıtlı iken nisa âyeti mutlak olarak zik redilmiştir. Bu itibarla nisa âyetini velayet anla­mına hamlederek "hiçbir kâfir müslüman üzerinde velayet hakkına sahip de­ğildir" gibi bir mânâ vermek âyetin hem vakıaya uygunluğunu hem de mutta-ritliğini temin edecektir.

[205] Bakara, 2/233.

[206] Dolayısıyla cereyan etmekte olan ve herkesçe zâten malum olan buhususun nafaka takdiri vb. Gibi konularda esas alınması için şer'an da benim­sendiğinin ifâdesi amacıyla inşâ anlamında yormak gerekecektir ki böylece âyetten beklenen yeni bir fayda elde edilmiş olsun. Ancak burada verdiği bu misal yukarıda bahsettiği üç şeyden hiçbirisi içerisine girmemektedir. Bu iti­barla müellif haberin vakıaya uygunluğu, teklîf-i mâ lâ yutâkın ve güçlüğün bulunmaması şeklinde belirlediği üç hususa "ya da daha önceden bilinmeyen yeni bir faydanın ortaya konması* diye bir dördüncüsünü eklese de bu misâli verseydi, konu daha açık olurdu

[207] Mâide, 5/93.

[208] Çünkü bu âyetin öncesinde geçen ve içkinin haram kılındığını ifâde eden âyet içkinin haramlığı konusunda 'nass'dır. Bu âyetin 'zâhir'i ise ona münâfîdir ve sözün siyakına uygun düşmemektedir. Bu itibarla içkinin, zahirin umûmu içerisine girmemesi gerekmektedir ki, içki yasağı bozulmuş olmasın, yasakla izinin aynı anda toplanması gibi teklîf-i mâ lâ yutak kabilinden bir netice orta­ya çıkmasın. Bu durumda ayrıca sebeb-i nüzul de göz ardı edilmemiş ola­caktır. Bu âyet bilindiği üzere içki yasağı indikten sonra "ölen arka­daşlarımızın durumu nasıl olacak? Onlar ölmeden önce içki içerlerdi." deme­leri üzerine inmiştir. Sonra nass ile zahirin tearuzu durumunda nass takdim olunur. Bu şekildeki değerlendirmede bu husus da dikkate alınmış olacaktır.

[209] Mâide, 5/93.

[210] Bu şer'î meselelerin teker teker sayımını gerektiren bir iddiadır. Vakıa bu doğrudur. Ancak bizzat müellif de "ictihâd" bahsinde on sebepten dolayı pek çok hilafın dikkate alınacak türden olmadığını belirtecektir. Kaldı ki, burada söz konusu olan vera (takva) diğerlerinin kail bulunmadığı bir şart veya rükn ya da bir şeyin haramlığı veya vâcibliği gibi konulara riâyette bulunmakla il­gilidir. Öbür taraftan mubahla mendûb, veya sünnetle mübâh arasındaki ya da bir şeyin takdim ya da tehiri ile ilgili ihtilaflara gelince, bunlar üzerine ne bir haramlık ne de bir ibâdetin butlanı gibi bir netice terettüp etmemektedir. Dolayısıyla da bu tür ihtilaflar hilaftan çıkmanın veradan telakki edildiği türden değildir. Durum böyle olunca, bu konuda takva (vera) müellifin dediği gibi hakikaten en şiddetli güçlüklerden (haraç) biri midir? Doğrusubuüzerin­de dikkatli düşünmeye muhtaç bir husustur.

[211] Bkz. Müslim, cennet 1; ebû dâvûd, sünnet 22; tirmizî, cennet 21; neseî, îmân 3; dârimî, rikâk 117; ahmed, 2/260...

[212] Çünkü o söylediği sâdece müctehidde geçerlidir. Mukallidde de geçerli ol­masını istemek —ki asıl soruyu teşkil eden kısım burasıdır— sıkıntıya (haraç) götürür.

[213] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/89-95