VAZ'Î HÜKÜMLER.. 1

Vaz'ı Hükümlerin Birinci Nevi: Sebeb. 1

Birinci Mesele. 1

İkinci Mesele. 2

Üçüncü Mesele: 5

Dördüncü Mesele. 7

Beşinci Mesele. 8

Altıncı Mesele. 11

Yedinci Mesele. 14

Sekizinci Mesele. 20

Dokuzuncu Mesele. 21

Onuncu Mesele. 31

On Birinci Mesele. 37

On İkinci Mesele. 42

On Üçüncü Mesele. 46

On Dördüncü Mesele. 52

 

 

 

VAZ'Î HÜKÜMLER

 

Hükümlerin ikinci kısmı vaz'î hitaba racidir. Bunlar, yani vaz'î hükümler: Sebeb, şart, mâni, sıhhat, butlan, azimet ve ruhsat ol­mak üzere beş kısımdan ibarettir.[1] Şimdi bunlar üzerinde meseleler vaz edilmek suretiyle durulacaktır.

 

Vaz'ı Hükümlerin Birinci Nevi: Sebeb

Birinci Mesele

 

Haricde vücudu bulunan ve kendileri yüzünden teşrî kılmayı ya da bazı durumların vaz edilmesini gerektiren fiiller genel anlamda iki türlüdür:

a) Mükellefin kudreti dahilinde bulunmayan fiiller.

b) Mükellefin kudreti altına girmesi sahîh olan fiiller

Birinci türden olan fiiller sebeb, şart ve mani olabilirler.

Sebebe örnekler: Lâşenin helal olması için zaruret hâlinin bu­lunması; câriye ile nikâhlanmasımn miibâh olabilmesi için zina kor­kusunun olması; vücuddan çıkan ve abdesti bozan bir şey olmasına rağmen, her namaz için abdest alma gereğinin düşmesi için idrar tu-[188] tamama (selesu'1-bevl) halinin bulunması; namazların vâcib olması için güneşin zevali, batması, fecrin doğması... ve benzeri gibi şeyler hep sebeblerdir.

Şarta örnekler: Zekâtın vâcib olması için senenin dolması; sa­tış akdinin sahih olması için mebîin teslimine kadir olunması; yetim malının kendisine verilmesi için rüşd çağma ulaşmış olması; sevâb ve azab için peygamberlerin gönderilmiş olması ve buna benzer şeyler de şarttırlar.

Mâniye örnekler: Hayzm cin sî münâsebete, talâka, Kabe'yi ta­vafa, namazların vücûbuna ve orucun edasına mâni olması; deliliğin (cünûn) ibadetlerin ifasına ve onun tasarrufları konusunda serbest bı­rakılmasına mâni olması ve buna benzer örnekler.

İkinci türden olan yani mükellefin kudreti dâhilinde olan

fiillere gelince, bunlar iki açıdan ele alınacaklardır:

1. Bunlar Önce, maslahatların celbini ya da mefsedetlerin defini gerektirmiş olmaları cihetin den emir ya da yasak konusu ola­rak ya da haklarında muhayyerlik hükmü verilerek teklif hitabı altına girmeleri açısından ele alınacaklardır. Mesela faydalanmak için alış verişte bulunmak, nesil için evlenmek, kurtuluşa ermeye vesile olan tâat için boyun eğmek vb. gibi. Bu açıdan durum açıktır.[2]

2. Bunların sebeb, şart ya da mâni olarak vaz'î hitap altına girmiş olmaları açısından ele alınması.[3]

Bu türden ve sebeb olanlara örnekler: Nikâhın, eşlerin birbirleri­ne mirasçı olmalarına, sıhriyet haramlığına, eşlerin birbirlerinden is­tifâdede bulunmalarına sebeb olması; boğazlamanın boğazlanan hay­vanın etinin yenmesinin helâlliğine sebeb olması; yolculuğun na­mazın kısaltılmasına ve Ramazan orucunun tutulmamasma sebeb ol­ması; katil ve yaralama olaylarının kısas için sebep olması; zina, içki,hırsızlık ve iftiranın ilgili cezalar için sebeb olması... vb. gibi. Bu say­dıklarımız, müsebbeblerinin (sebebiyet verdikleri şeylerin) teşri kı­lınması için sebeb olarak konulmuşlardır.

Şarta örnekler: Talakın vukuu için veya üç defa müracaatın he­lalliği için nikâhın şart olması; zina eden kimsenin recmedilmesi için muhsan (evli) olması şartının aranması, namazın sıhhati için temizli­ğin şart olması, bütün ibâdetlerin sıhhati için niyetin şart olması... gi­bi. Bu verdiğimiz örnekler ve benzeri şeyler sebeb değillerdir, şart ko-şuldukları şeylerin sıhhati için şarttırlar.

Mâniye örnekler: İki kîzkardeşten biriyle olan evliliğin diğeri ile evliliğe mâni olması; bir kadınla olan evliliğin o kadının hala ya da teyzesiyle aynı anda evliliğine mâni olması; îmânın kâfire karşı kısasa' mâni olması; tâatlerin kabulüne küfrün mâni olması... vb. gibi.

Bazen tek bir şeyin hem sebeb, hem şart, hem de mâni olması mümkün olabilir. Mesela îmân gibi. O sevaba sebebtir, tâatlerin vücûbu ve sıhhati için şarttır, kâfire karşı kısasa mânidir. Benzeri çoktur. Şu kadar var ki, bu üç şey, tek bir şey için bir arada bulunamaz­lar. Dolayısıyla şer'î bir hüküm için sebeb olarak vâki olan bir şey, aynı anda bizzat o şeyin şartı ya da onun için mâni olamaz. Çünkü böyle bir durumda bunların birbirlerini ortadan kaldırma durumları söz konu­sudur. Ancak bir hükmün sebebi, başka bir hükmün şartı, bir üçüncü­nün mânisi olabilir. Tek bir hüküm üzerinde bir araya gelmeleri sahih olmadığı gibi, aynı cihetten olmak kaydıyla ikisinin bir araya gelmesi de sahîh değildir. Nitekim aynı şey teklîfî hükümlerde de sahîh değil­dir. [4]

 

İkinci Mesele

 

Her ne kadar genelde telâzumun bulunması (birbirini gerektir­mesi) sahîhse de sebeblerin meşruluğu müsebbeblerin de meş­ruluğunu gerektirmez.[5] Bunun anlamı şudur: Sebeblere herhangi bir mübahlık, mendubluk, haramlık... gibi bir şer'î teklifi hüküm taal­luk ettiği zaman, bu hükmün o sebebin müsebbebine de taalluk etmesi [190] zorunlu olarak gerekmez. Sebebin yapılması emredilmişse,müsebbe-bin de emredilmiş olması gerekmez; sebebin işlenmesi yasaklanmış-sa, müsebbebin de yasaklanmış olması gerekmez; sebeb hakkında muhayyer bırakılmışsa, müsebbeb hakkında da muhayyer bırakılmış olması neticesi zarurî olarak lâzım gelmez. Örnek vermek gerekirse: Mesela alış verişde bulunmayı emretmek, mebî ile faydalanmanın mübâh kılınmasına da emir mânâsına gelmez.[6] Nikâhla emirde bu­lunmak, zevcenin kadınlığından istifâdenin helalliğinin emri mânâ­sını gerektirmez. Kısasta Öldürmeyi emretmek, ruhun çıkarılmasını emretme mânâsını istilzam etmez. Haksız yere insan öldürmeyi ya­saklamak, ruhun çıkarılmasını da yasaklamak mânâsını gerektir­mez. Kuyuya düşmekten nehyetmek, orada elbisenin yırtılması ve re­zil olmaktan da nehyetmek mânâsını gerektirmez. Elbiseyi ateşe at­mayı yasaklamak, bizzat yakma işini yasaklamak mânâsını gerektir­mez. Benzeri örnekler çoktur:

Delili:

Bunun delillerinden birisi şudur: Kelâm ilminde sabit olduğu üzere, mükellef üzerine gerekli olan sadece sebeblere yapışmaktır; müsebbeblere gelince, onlar Allah'ın işidir ve O'nun hükmü altında­dır; onlar hakkında mükellefin herhangi bir kesbi bulunmamaktadır. Bizzat Kur'ân ve Sünnet bu esâsa delâlet etmektedir. Buna en açık bir şekilde delâlet eden örneklerden biri de, rızkın Allah'ın tekeffülünde olduğunun ortaya konmasıdır. Meselâ bazı âyetlerde şöyle buyrul-maktadır: "Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz, sana rızık veren Biziz.[7] "Yeryüzün­de hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah üzerine olmasın.[8] "Rızkınızda, size söz verilen azâb da yukarıdan gelir.[9] "Allah kendisine karşıgelmekten sakınan kimseye kurtuluş yolu sağlar, ona beklemediği yerden rızık verir...[10] Bu ve benzeri rızkın Allah tarafından tekeffül edildiği­ni ifâde eden âyetlerde murâd olunan mânâ rızk için sebeblere sarıl­ması değildir; bilakis elde edilmek üzere sebeblerine yapışılan rızık (müsebbeb) olmaktadır. Eğer murâd bizzat esbaba yapışmak olsaydı, o takdirde mükellefin hiçbir şekilde rızkını elde etmek için —lokmayı ağzına koyup çiğnemek veya tohum ekmek ya da dağ bitki ve yemişle­rini toplamak şeklinde de olsa— bir faaliyetle memur olmaması gere­kirdi. Bu ise ittifakla bâtıldır. Dolayısıyla bu âyetlerden maksadın, bizzat sebebleri hazırlanan şey olduğu ortaya çıkmaktadır. Hadiste: "Eğer siz gerçek anlamda Allah'a tevekkül etmiş olsaydınız, kuşların rızıklandırıldıkları gibi siz de rızıklandır ılır diniz..."[11] başka bir ha­diste de "Deveni sağlam bağla ve tevekkül et.[12] buyurmuştur. Bu ve benzeri nasslarda, geçen mânânın beyânı bulunmaktadır. Bu mânâyı açıklayan hususlardan biri de şu âyetlerdir: "Söyleyin; akıttığınız me­niden insanı yaratan siz misiniz, yoksa Biz miyiz?[13]"Söyleyin; ek­tiklerinizi yerden bitirenler sizler misiniz? Yoksa biz mi bitiriyo­ruz?[14] "Söyleyin; içtiğiniz suyu buluttan indirenler sizler misiniz? Yoksa onu indiren Biz miyiz?[15] "Söyleyin;yaktığınız ateşi var eden siz misiniz? Yoksa onu biz mi var ederiz?[16] Bütün bunların üstüne de "Allah sizi ve sizin yaptıklarınızı yaratmıştır.[17]"Allah her şeyin ya­ratıcısıdır.[18] âyetleri gelmektedir. Amelin onlara ait kılınması sade­ce hesaba çekilmeleri için olmuştur; sonra o hususta hüküm ise ancak Allah'a hastır. Bu mânâ şeriattan istikra yoluyla elde edilen kesin bir netice olmaktadır. Durum böyle olduğuna göre, mükellef olunan se-bebler de, hem aklın hem de naklin delâlet ettiği bu umûmun gereği [192] içerisine girecektir. Dolayısıyla kulların kesblerinin taalluk ettiği şey müsebbebler değil, sadece sebebler olmaktadır. Şu halde teklif ve onu getiren hitap, sadece müktesebolanayani kulun kesbi altına girebilen hususlara taalluk etmekte ve neticede müsebbebler teklif hitabı hari­cinde kalmaktadır. Çünkü müsebbebler, kulların kudreti dahilinde olmayan şeylerdir. Bununla birlikte, eğer müsebbeblere de taalluk edecek olsaydı, bu bir teklîf-i mâ la yutak (takat üstü yükümlülük) olurdu. Usûlde de ortaya konulduğu gibi, böyle bir yükümlülük İse mevcut değildir.

İtiraz: İstilzam yani sebebin hükmünün müsebbebde lâzımı (zo­runlu) olarak geçmesi vardır. Dikkat edilirse, alış veriş, icâre vb. gibi

akitlerin mübâhlığı, bunlardan her birine has olan faydalanma yolla­rının mübâhlığım da gerektirmektedir. Bunlara mesela ribâ, garar veya cehalet gibi sebeblerle haramhk hükmü taalluk ettiğinde, bu du­rum onlardan faydalanmanın haramlığını da gerektirmektedir. Keza tecâvüz, gasb, hırsızlık vb. gibi durumlarda da vaziyet aynıdır. Hay­van boğazlama, şer'î usûle göre olduğunda mübâh olmakta ve o hay­vanlardan faydalanmayı da gerektirmektedir. Boğazlama ameliyesi gayrimeşrû bir tarzda olursa, bu o hayvanlardan faydalanmanın ha-ramlığını gerektirmektedir. Hâsılı bu tür örnekler pek çoktur. Bu du­rumda nasıl olur da "Sebeblerinin emredilmiş ya da nehyedilmiş ol­ması, müsebbeblerinin de emredilmiş ya da nehyedilmiş olmalarını gerektirmez." denilebilir. Ibâha durumunda da durum aynı şekilde­dir.

Cevap: Biz bütün bunların; müsebbeblerin, lâzımı olarak sebeb­lerinin hükümlerini alacağına iki açıdan dolayı delâlet etmediği görü­şündeyiz:

1. Meselenin başında geçen misaller, istilzamın (zorunlu gerek­liliğin) bulunmadığına delâlet etmektedirler; dolayısıyla bu konuda artık delîl bulunmaktadır. Aksine serdedilen Örnekler ise, istilzam hükmü neticesinde değil de, tesadüf eseri olarak öyle vâki olmuşlar­dır.

2. Zikredilen Örneklerde ortaya konulan neticeler ise, istilzam hükmüyle değildir. Bunun delili de, verilen örneklerin bir kısmında bizim iddiamızın açık olarak gözükmesidir. Şöyle ki, bazen sebeb mübâh olmakta, müsebbeb ise yapılması emredilen bir husus olmak­tadır. Nitekim mebî ile faydalanmanın mübâh olduğunu söylüyoruz ve sonra da, eğer canlı bir hayvansa, onun bakımının vâcib olduğunu ifâde ediyoruz. Hayvanın bakım sorumluluğu, mübâh olan akdin mü-sebbebleri arasında bulunmaktadır. Aynı şekilde temellük edilen ma­lın korunması da mübâh olan bir sebebin müsebbebi bulunmaktadır; sebeb mübâh olmakla birlikte, malın muhafazası mubahtan öte talep edilmektedir. Aynı şey boğazlama ameliyesi için de söz konusudur. Boğazlama ameliyesi domuz, yırtıcı hayvanlar, köpek vb. gibi eti yen­meyen bir hayvanda icra edilmişse, haram bir iş yapılmıştır denile­mez. Bununla birlikte boğazlanan bu hayvanların tamamından isti­fâde cihetine gitmekharam olmakta veya bir kısmında haram, bir kıs­mında mekruh bulunmaktadır. Sebeb olan boğazlama haram değildir diye, müsebbeb de helâllik hükmünü almamaktadır.

Bu anlattıklarımız meşru olan sebebler hakkındadır. Yasaklanı­lan sebeblere gelince, onların durumu daha da açık ve kolay olmakta-dır. Çünkü onların haram kılınmış olmaları, şeriatte onların gerçek anlamda sebeb olmadıklarını ortaya kor. Dolayısıyla onlar gerçek an­lamda sebeb olmadıklarına göre, müsebbebleri de yoktur. Netice ola­rak da onların sebebiyet verdikleri şeyler (müsebbebler) aslî men (ha-ramlık) üzere kalmaya devam edeceklerdir. Yoksa müsebbeblerin ha-ramlığı, haram olan sebeblerin vukûunun lâzımı (zorunlu) bir netice­si değildir. Görüldüğü üzere bu son derece açıktır. Konulan prensib bi-düziyelik (muttaritlik) arzetmektedir; kaide

tutarlıdır. Tevfîk ancak Allah'tandır. Bu prensipten şu mesele ortaya çıkacaktır: [19]

 

Üçüncü Mesele:

 

Sebeblerin işlenilmesi sırasında mükellefin müsebbeble­re yönelik bir kası d ve iltifatta bulunması gerekmez. Mükellef­ten istenilen şey, sadece konulan hükümler doğruitusundaha-reket etmektir. Bu hükümler ister sebeb olsun ister başka şey olsun, veya bu hükümler ister talîl edilebilen (deductive = bir illete bağlana­bilen) kısımdan olsun ister talîl edilemeyen kısımdan olsun farketme-mektedir.

Buna delilimiz şudur:

1. Daha Önce de geçtiği gibi müsebbebler, hükümleri koyan ve sebebleri vaz'eden Allah'a aittir. Bunlar mükellefin kudreti dâhilinde olmamaktadır.[20] Müsebbeblerin mükellef ile bir ilgisi olmadığına gö­re, onun riâyet etmesi gereken şey, ancak kendi kesbiyle ilgili olan şey olacaktır ki, bu da sebebtir. Bunun dışındakiler ise mükellef için bağ­layıcı değildir. İstenilen de budur.

2. Keza, şer'an yapılması istenilen bazı şeylerde, nefsin güttüğü bir takım hazlar ve ona karşı meyiller bulunmaktadır. Bu durum, o şeyin taleb altına girmesini engellemektedir.[21] Hz. Peygamber

amme velayetini gerektiren görevlere talepte bulunan kim­seleri getirmezdi. Kaldı kİ, şer'î velayetlerin tamamı ya vâcib ya da mendûb düzeyinde olmak üzere matlûb olan şeylerdir. Ancak Hz. Peygamber bu konuda, muhtemelen nefsin nazlarının dik­kate alınmasına sebebiyet verecek hususları dikkate almış ve uygula­malarında bu tür hizmetleri isteyenlere vermemiştir. Bu gibi şeylerde hazlarm dikkate alınması, ileride de geleceği gibi, hoşlanılmadık neti­celere müncer olacaktır. Hatta Hz. Peygamber bu gibi hu­suslara mubahlarda dahi dikkat etmiştir: Hadislerinde: "Senden bir beklenti olmadan bu maldan sana geleni al..."[22] buyurmuşlar; malın kabulü için nefsin beklenti halinde olmamasını şart koşmuşlardır. Bu da, kişinin beklenti halinde olması durumunda onu almasının farklı bir hükümde olduğunu göstermektedir. Buhadislerini bir başka hadi­si de tefsir etmektedir: ".. .Her kim, bir malı hakkı ile alırsa, o mal ken­disi hakkında mübarek kılınır. Her kim de haksız yere alırsa (ya da hakkını vermezse) o da yiyip yiyip doymayan (obur) gibi olur." Malın hakkı ile alınması, onda bulunan Allah hakkının unutulmaması de­mektir. Bu da mal üzerinde nefsin beklentilerinin olmamasının bir [194]    neticesi olarak ortaya çıkacaktır. Hakkını vermeyerek alması ise bu­nun aksine olacaktır. Başka bir rivayet bu mânâyı açıklamaktadır: "Kendisinden yoksula, yetime, yolcuya verilen mal, müslüman kimse için ne güzel arkadaştır," Veya şöyle dedi: "Her kim hakkını verme­den onu alırsa o kimse yiyip yiyip doymayan (obur) gibi olur [23] ve o mal yarın kıyamet gününde aleyhine şâhid bulunur." [24]

3. Bu gibi konularda kendilerini kale almak durumunda ol­duğumuz ümmetin âbidleri, amellerini nefislerinin bu tür hazlar peşinde olması şaibesinden arındırmak için çalışmışlar; hatta nefisle­rin bazı salih amellere karşı olan meyillerini hazlarma ulaşmak için kurdukları bir türlü hileler ve tuzaklar olarak telakki etmişlerdir. Bu durumda onlar, amellerin tearuzu ve birbirlerine takdimi konusunda bir kaide geliştirerek, nefsin bir hazzı olmayan amelin ya da nefse da­ha ağır gelen amelin Öne alınması neticesine varmışlardır. Hatta öyle ki, onların bütün amelleri nefsin meyline muhalefet esâsı üzerine bi­na edilir olmuştur. Bunlar bu yaşantılarında hüccet olan kimselerdir. Çünkü onların icmâı icmâ olmaktadır. Bu da sebebler işlenirken mü-sebbeblere yönelik bir kasıd bulundurmamanın sıhhatine delâlet eden bir delil olur. Hz. Peygamber LaİE^3â£uJ , Cibril tarafından kendi­sine yöneltilen "İhsan nedir?" sorusuna : "Allah'ı görüyormuşçasına O'na ibâdet (kulluk) etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor ,[25] diye cevap vermişlerdir. Kulun şeriat dâiresinde işlediği bütün tasarrufları ibâdettir. Allah'ı görüyormuş­çasına Allah'a ibâdet eden kimsenin —ibâdetine başladığı anda— nef­sine ait onda hiçbir hazzı kalmaz. Kişinin kendisini bir şeye vermesi durumunda, başka her şeyi unutması câri olan âdet-i ilâhîyenin bir gereği olmaktadır. Bu Gazzâîî ve benzerleri gibi, erbabı tarafından açıklanmış bulunan bir mânâdır. Şu halde, meşru olan sebeblerin or­taya konulması sırasında, müsebbeblere yönelik bir kasıd ve iltifatın bulundurulması şart olmamaktadır.

Bunlar yapılması istenilen (meşru; sebebler hakkında geçerli ol­duğu gibi, gaynmeşrû olan sebebler hakkında da geçerlidir. Müseb­beblere yönelik bir kasdm bulunmaması, sebebîer üzerine terettüp edecek (doğacak) sevap ya da günaha bir etkide bulunmaz. Çünkü bu, sebebten müsebbebleri ortaya çıkaracak olan Allah'a ait bir şeydir. Onu tazammun eden şey de sebebtir. Onu kulun kasdmın bulunma­ması değil; ancak sebebte bulunması gereken bir şartın veya aslî ya da tekmîlî (tamamlayıcı) bir cüzün bulunmaması ortadan kaldırabilir. [26]

 

Dördüncü Mesele

 

Sebeblerin konulması, onları koyanın yani Şâri'in o se­beblerin müsebbeblerini kasıdda bulunmuş olmasını gerekti­rir.

Delilleri:                                                                

1. Akıl ve hikmet sahipleri, mevcut sebeblerin bizzat kendileri

için sebeb olmadıklarına, bilakis kendilerinden başka şeylerin neş'et

etmesi açısından sebeb olduklarına dair kesin kanâate sahiptirler.

Durum böyle olduğuna göre, onların sebeb olarak vaz'edilmesi kasdından, onlardan neş'et edecek müsebbeblerin de kasdedilmesi lâzım gelecektir.

2.  Şer'î hükümler ancak ve ancak maslahatların celbi ve mefse-detlerin defi için meşru kılınmışlardır. Bunlar da kesinlikle onların müsebbebleri olmaktadır. Sebeblerin sadece müsebbebleri için meşru kılındığını bildiğimize göre, sebeblere yönelik kasıddan, müsebbeble-rinin de kasdedilmiş olacağı lâzım gelecektir.

3. Eğer sebeblerden müsebbebler kasdedilmiş olmasaydı, onla­rın sebeb olmak üzere konmuş olmaları söz konusu olmazdı.[27] Ancak mesele bu şekilde ortaya konulmuştur. Bu durumda onların sebeb ol­mak üzere konulmuş olmaları zarureti vardır; sebebler de ancak mü­sebbebleri için sebeb olmaktadırlar. Sebebleri koyan Sâri' müsebbeb­lerin vukuunu onlar cihetinden kasdetmektedir. Bu sabit olduktan sonra diyoruz ki: Sebebler, madem ki. Şâri'ce vaz'ı maksûd olan şey­lerdir; dolayısıyla müsebbeblerin de ,*ym şekilde olması gerekir.

Soru: Bu durumla, daha önce geçen Şâri'ce , sebebleri emir açı­sından müsebbeblerin amaçlanmış olmadıkları hususunun arası na­sıl telif edilecektir?

Cevap: Buna verilecek cevap iki açıdan olacaktır: İ. İki kasıd arasında farklılık vardır; yönleri farklıdır. Daha ön­ce geçen kasıddan maksad, Şâri'in sebeblerle yükümlü tutmasında, müsebbeblerle de yükümlü tutması gibi bir maksadının olmadığı an­lamında idi. Çünkü daha önce de belirtildiği gibi, müsebbebler kulla­rın kudreti dâhilinde olmayan şeylerdir. Buradaki kasıd ise; Şâri'in sebeblerden müsebbeblerinin vukuunukasdetmiş olması anlamında­dır. Sâri' sebebleri işte bu yüzden sebeb olarak vaz'etmiştir. Bunda, müsebbeblerin yükümlülük getiren hitap altına girmesini gerektire­cek bir husus bulunmamaktadır. Bunda bulunan şey, sadece özel ola­rak sebeblerden müsebbeblerinin vukûunun kasdedilmiş olmasıdır. Dolayısıyla iki esas arasında bir çelişki bulunmamaktadır.

2. Eğer farklı açılardan ise tek bir şey üzerine, iki ayrı kasdın [196] vârid olması muhal (imkânsız) değildir. Örneğin, gasbedilmiş bir ara­zi üzerinde kılınacak namaz hakkında hem kılınmasına dair emir, hem de orada kılınmamasına dair nehiy olmak üzere farklı itibarlarla aynı anda iki kasıd bulunmaktadır. Hâsılı iki esas, mutlak surette bir­birleriyle çelişkili ve birbirlerini ortadan kaldırıcı mâhiyette değildir­ler. [28]

 

Beşinci Mesele

 

Müsebbebe yönelik bir kasdın bulunması lazım olmadığına göre; mükellef mutlak surette böyle bir kasıd ve iltifatı terk edebileceği gibi, ona karşı kasıd ve iltifatta da bulunabilir.

Daha önce geçenler (yani üçüncü meselede geçen deliller) birinci kısma delîl teşkil ederler.

Size: "Zirâat, ticâret vb. gibi yollarla geçimin için niçin çalışıyor; hayatını kazanıyorsun?" diye sorarlarsa onlara: "Çünkü Sâri' Teâlâ, —bana namaz kılmamı, oruç tutmamı, zekat vermemi, hacca gitmemi ve benzeri yapmakla beni yükümlü tuttuğu diğer amelleri emrettiği gibi-— benden bunları da yapmamı istemiştir; onun için ben bunları yaparım. Ben sadece bana emrolunan şeylerin gereğini yaparım." der­sin. Eğer sana:'Sâri' sadece maslahatlar sebebiyle emir ve nehiyde bu­lunmaktadır?" derlerse: "Evet! Bu sizin dediğiniz şey Allah'a ait bir husustur, benimle ilgili değildir. Bana düşen sadece emrolunduğum üzere esbaba tevessülde bulunmaktır; müsebbeblerin husulü ise be­nimle ilgili olmayan bir şeydir. Ben kasdımı (himmetimi) benimle ilgi­li olan şeye (sebebe) çevirir, benimle ilgili olmayıp da Allah'a ait olan şeyi de sahibine havale ederim." dersin.

Buna delâlet eden hususlardan biri de şudur: Sebeb haddizatın­da etkin değildir. Müsebbeb onun etkisiyle değil, sadece onunla birlik­te vücûda gelmektedir. Mükellef esbaba tevessül ettiğinde Allah da müsebbebi yaratmaktadır. Kul sadece kesbde bulunmuş olmaktadır. Bu konuda mesela şu âyetler hatırlanabilir: "Allah sizi ve yapmakta olduklarınızı yaratmaktadır.[29] "Allah her şeyin yaratıcısıdır. Her şey üzerine vekil olan O'dur." [30]"Allah dilemedikçe siz dileyemezsi­niz.[31]"Kişiye ve onu şekillendirene, sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene and olsun ki ...[32] Yine bazı hadisleri hatırlayalım: Hastalıkların sirâyetiile ilgili olmak üzere Hz. Peygamber'in [dl™eTâmtu] "Peki ilkine kim sirayet ettirdi?"[33] buyurmaları; tâûn bulunan bir yere girmeme fikrine karşılık Amr b. el-As'm "Allah'ın kaderinden mi ka­çış?" demesi üzerine Hz. Ömer'in "Biz Allah'ın kaderinden yine Al­lah'ın kaderine kaçıyoruz."[34] demesi; hadiste "Kalem olacak her şeyi yazdı ve mürekkep kurudu. Dolayısıyla eğer bütün insanlar bir araya gelseler de Allah'ın sana yazmamış olduğu bir şeyi sana vermek istese­ler buna güç yetiremezler. Keza Allah'ın sana yazmış olduğu bir şeyi    [1973 de engellemeye çalışsalar ona da güç yetiremezler." [35]Bu konudaki deliller kat'îyet mertebesine ulaşacak kadar çoktur. Durum böyle olduğuna göre, sebeb işlenilirken müsebbebe yönelik il­tifat ve kasıdda bulunmakla , ona yönelik iltifat ve kas dm terki arasın­da (müsebbebin ortaya konulması açısından) bir fark bulunmayacak­tır. Çünkü müsebbeb bazan olacak, bazan da olmayabilecektir. Her ne kadar câri olan âdet-i ilâhî sebeb bulunduğunda müsebbebin de bu­lunmasını gerektiriyorsa da, onun Allah'ın kudreti dahilinde olması onun olabileceğini de, olmayabileceğini de gerektirmektedir. Yer yer carî olan âdet-i ilâhînin bozulması da bunun bir delilidir[36] Hem sonra şeriatta, sebeb işlenilirken müsebbebe yönelik kasdın bulunmasını is­teyen bir nass da bulunmamaktadır.

İtiraz: Sâri' Teâlâ'nm müsebbeblere yönelik kasıd ve İltifatının bulunmuş olması; onların mükellefler tarafından da kasdedilmiş ol­malarının gereğine bir delildir. Tekliften murâd da, mükellefin kasdı-mn Şâri'in kasdına uygunluğundan başka bir şey değildir. Zira mü­kellef Şâri'in kasdına muhalif davranacak olsa, yerinde de açıklanmış olduğu üzere [37] teklif (yükümlülük) sahîh olmamaktadır. Muvafık ol­duğunda da sahîh olmaktadır. Biz mükellefin mesela müsebbebe yö­nelik bir kasdınm bulunmadığını varsaydığımızda —ki müsebbeble-rin Şâri'ce maksûd olduklarını ortaya koymuş bulunuyoruz— bu haliyle mükellef Şâri'in kasdına muhalefet etmiş olmaktadır. Şâri'in kasdına muhalif olarak icra edilen her yükümlülük bâtıl olduğuna gö­re, bunun da aynı şekilde bâtıl olması gerekmektedir.

Cevap: Bu itiraz, Şâri'in sebebleri vaz'ederken müsebbeblerin vukuunu kasdettiği gibi, müsebbeblerle yükümlü tutarak onların vukuunu kasdetmiş olduğu varsayımına göre vârid olabilir. Halbuki durum Öyle değildir. Çünkü daha önce de geçtiği gibi, mükellefler müsebbeblerle yükümlü değillerdir. Sâri' Teâlâ'nm kasdı, sadece câri olan ilâhî yaratma âdetine binâen mükellefin sebebleri ortaya koy­ması halinde onlarla irtibatlı olarak hemen akabinde müsebbeblerin de yaratılmış olmasıdır. Böylece cennetlik olan cennetlik, cehennem­lik olan da cehennemlik olacaktır. Şu halde, Şâri'in müsebbeblerin vukuunu kasdetmiş olmasının, yükümlülüğe yönelik kasdı ile bir irti-[198] batı yoktur. Dolayısıyla, bir delîl bulunmadıkça mükellefin de müseb­bebe yönelik bir kasıdda bulunmasının gerekliliği ortaya konulamaz. Böyle bir delîl de yoktur. Hatta böyle bir şey (yani mükellefin müseb­bebe yönelik kasıdda bulunmasının lüzumu) sahîh de olamaz. Çünkü mükellefin müsebbebe yönelik bir kasdınm bulunması, aslında bir başkasının fiiline yönelik bir kasıd olmaktadır. Bir başkasının fiilinin vukuunu başka birisinin kasdetmesi ise asla lâzım olamaz. Çünkü ki­şi bir başkasının fiiliyle mükellef değildir. Kişi ancak kendi fiili olan şeyler dolayısıyla sorumlu tutulabilir ki, bu da sadece sebebtir. Mü­kellefte olması gereken kasıd işte ona yönelik olan kasıddır. Mükellef­ten böyle bir kasıd istenilmekte ve bu kasdın da Şâri'in kasdına muvafık düşmesi aranmaktadır.

Fasıl:

Mükellefin müsebbeblere yönelik kasıd ve iltifatta bulunabile­ceğini de söylemiştik. Bu mesela şöyle olur: "Size niçin kazanıyorsun?" diye sorarlar. Siz de: "Belimi doğrultmak, kendimin ve ailemin geçimi­ni temin etmek veya sebebden neşet eden benzeri maslahatlardan ötürü çalışıyorum." diye cevap verirsiniz. İşte sizin bu kasdmız, esba­ba tevessül sırasında bulunursa bu da sahîh olmaktadır. Çünkü bu câri olan âdet-i ilâhîye iltifat demektir. Yüce Allah bu meyanda olmak üzere: "Emri gereğince denizde yüzmek üzere gemileri, lütfedip ver­diği rtzkı aramanız için denizi buyruğunuz altına veren Allah'tır.[38]"Geceleyin uyumanız, gündüz de lutfundan rızık aramanız O'nun varlığının belgelerindendir.[39] "Namazdan sonra yeryüzünde dağı-     ,199, lın ve Allah'ın lutfundan arayın.[40]Bu âyetlerde sebebe—ki kazanma yolları olmaktadır— yönelişten Allah'ın lutfuna yöneliş olarak bahse­dilmesi ve bunun münker (kötü) gorülmeyerek bir nimet ve ihsanda bulunma siyakında ifâde edilmesi, böyle bir kasdın sıhhatine işarette bulunmak demektir. Bu dünya işlerinde carî olduğu gibi âhiret işle­rinde de geçerlidir. Mesela: "Kim inanır ve aâlih amel işlerse, bizonu cennetlere sokarız." [41]Bu ve benzeri deliller, sebeb ortaya konulurken müsebbebe de iltifat ve kasıdda bulunmanın sıhhatini göstermekte­dir. Sonra bunun esâsını, kişinin o sebeb için Allah Teâlâ'nın hazırla­mış olduğu şeyi beklemesi ve istemesi teşkil etmektedir. Böyle bir bek­lenti ise, kişinin rızkına ulaşma konusunda esbaba tevessülle birlikte Allah'a itimad ve tevekkül etmesi anlamım taşır. Bu neticede şer'an münker (kötü) görülecek bir durum yoktur. Şöyle ki: Bilindiği üzere şeriat sadece kulların maslahatları için konulmuştur. Bütün yüküm­lülükler f teklif) ya bir mefsedetin defi ya da bir maslahatın celbi için ya da her ikisi için birden konulmuşlardır. Teklif (yükümlülük) altına giren şey, ne için konulmuşsa onu gerektirmek durumundadır. Bunda da Şâri'in kasdma muhalif bir şey yoktur. Mahzurlu (yasak) olan şey, bizzat Şâri'ce kasdedilen şeye muhalif bir kasıdda bulunmaktır. Kaldı ki, bu kasıd üzerine, Şâri'ce maksûd olmayan bir amelin bina edilmesi de söz konusu değildir. Dolayısıyla ondan muhalif bir kasıd doğmaya­caktır. Fiil muvafıktır, kasıd muvafıktır; neticede ikisinin toplamı da muvafık olacaktır.

Soru: Bu iki şekil yani müsebbebe yönelik kasdm bulunması ve bulunmaması durumu, bütün muamelât ve ibâdetlerle ilgili hüküm­ler için geçerli midir? Yoksa değil midir? Çünkü ilk bakışta gözüken odur ki, muamelât (âdiyyât) konularında müsebbeblere yönelik kas­dm bulunması lâzım gibi gözükmektedir. Çünkü maslahatların yön­leri onlarda açıktır. İbâdetler ise böyle değildir. Çünkü ibâdetlerde asıl olan taabbudîliktir. Onların hikmetleri akılla kavranılamaz. Do­layısıyla ibâdetler işlenilirken müsebbeblerine yönelik bir iltifat ve kasdm bulunmaması normal olabilir. Çünkü hükümlerin illeti olarak gösterilen mânâlar, maslahat ya da mefsedetlerin cinsine bağlı ol­maktadır. Bunlar ise muamelâtla ilgili konularda açık, ibâdetlerde ise [200] açık değildir. Durum böyle olduğuna göre, muamelât (âdiyyât) konu­sunda müsebbeblere yönelik iltifat ve kasıdda bulunmak muteber olacaktır. Özellikle de müctehid hakkında bu böyledir. Çünkü mücte-hid ictihad alanını ancak illetlerin icrası ve onlara iltifatta bulunması yoluyla genişletebilir. Eğer böyle yapmayacak olursa, o takdirde mas­lahatlar doğrultusunda icra edebileceği hükümler ancak nass ve icmâ çerçevesinde kalacaktır ve kıyas tamamen ortadan kalkacaktır. Böyle bir netice ise sahîh değildir. Şu halde mutlaka hükümlerin kendileri için meşru kılındıkları mânâlara (hikmetlere) iltifatta bulunmak ge­rekecektir. Bu mânâlar ise, işte hükümlerin müsebbebleri olmakta­dır. İbâdetler konusuna gelince, bunların çoğu kez özellikleri kendile­rine has olan mânâların (hikmetler) gizli olmasıdır ve bu gibi konular­da nassların gereğine rücû etmekten başka yapılacak iş yoktur. İşte bundan dolayıdır ki, ibâdetlerde müsebbeblere yönelik iltifat ve kas-dın terkedilmesi, Şâri'in onlarda gözetmiş olduğu maksadın icrasında daha da etkili olacaktır.Her iki durum da mukallide nisbetle aynı olacaktır ve o müsebbe­be iltifat ve kasıdda bulunmayabilecektir. Ancak şer'î tasarruflar hakkında bilgi ve malûmatının bulunduğu hususlar bunun dışında kalacaktır.

Cevap: Müsebbebe yönelikkasdm bulunması veya bulunmaması her iki durum için de müsavidir. Şöyle ki: Müctehid hükmün illetine baktığı zaman, o hükmü aynı illetin bulunduğu başka mahallere de sirayet ettirir ve bununla o hükmün konuluş sebebi olan maslahatın gerçekleşmesini amaçlar. Bu nazarî planda olan kısımdır. Amel sırasında o maslahatın husulüne yönelik kasıdda bulunması veya bu­lunmaması ise, kendisine nisbetle sükût geçilmiş olur. Bazan —amel eden kişi eğer kendisi ise— kasdeder; bazan da böyle bir kasdı bulun­maz. Her iki durumda da içtihadında bir eksiklik olmaz. Aynen mu-kallidde olduğu gibi. Mesela Hz. Peygamber'in [ "^SC" 1: "Kadı Öfkeli iken hükmetmez.[42] hadisini duyduğu zaman, bu yasağın illetine ba­kar ve onun öfke hâli olduğunu görür. Bunun hikmeti ise, taraflar arasında delilleri gereğince istemeye ve değerlendirmeye engel olan zihnî meşgûliyetdir. Daha sonra öfke haline zihni meşgul edecek diğer aşırı açlık ve tokluk halleri, ağrı vb. gibi şeyleri de dâhil edecektir. Kendisinin kadı olması durumunda, eğer bu şeylerden kendisinde bi­rinin mevcudiyetini hissederse, nehyin gereğince hareket ederek hükümde bulunmaktan geri duracaktır. Bu haliyle mücerred nehye C201] uymuş olmak istese ve, nehyin hikmetine iltifatta bulunmasa dahi, Şâri'in kasdı yerini bulmuş olacaktır. Kadının da aynı kasda katılma­ması bir zarar vermeyecektir. Kadının hüküm vermekten kaçınması sırasında, Şâri'in gözetmiş olduğu delillerin yeterince talep edilip de-ğerlendirilememesi maksadına katılması durumunda da, Şâri'in maksadı yine yerini bulmuş olacak ve maksadın tahakkuku açısından bir önceki durumdan farklı bir şey de olmayacaktır. Dolayısıyla, hü­kümden kaçınma konusunda kadının müsebbebe yönelik iltifat ve kasıdda bulunmasıyla bulunmaması arasında bir fark bulunmaya­caktır. Ameller içerisinde hikmetlerini kavradığı konulardaki mukal­lidin durumu da aynı şekilde olacaktır. Anlamadıkları konular ise, onun hakkında tamamen ibâdetler mesabesinde olacaktır. İbâdetle­rin —her ne kadar detaylı bir şekilde bilinmese de— genel anlamda dünya ve âhirette kulların maslahatları için konulmuş oldukları bilin­mektedir. Dolayısıyla onların dünyevî ve uhrevî müsebbeblerine yönelik bir iltifat ve kasıdda bulunmak da sahîh olacaktır. Bunlara yönelik kasdm olması ve olmaması durumu daha önce geçtiği gibidir. [43]

 

Altıncı Mesele

 

Geçen izahlardan sonra sebeblere girmenin, iki kısma ayrılan mertebelerine geçebiliriz: Sebebler ortaya konulurken, müsebbeblere yönelik iltifat ve kasdın üç mertebesi bulunmaktadır:

1. Sebeblerin, sanki müsebbeblerin faili imiş, onu ortaya koyma­da etkinmiş gibi telakki edilmesi. Bu —Allah korusun!— şirk ya da ona benzer bir şey olmaktadır. Çünkü sebeb bizatihi fail ve müsebbeb-de etkin değildir. "Allah her şeyin yaratıcısıdır.[44] "Allah sizi de, yap­tıklarınızı da yarattı. âyetleri bu hususu açıkça ortaya koymakta­dır. Hadis-i şerifte de: "Allah: 'Kullarımdan kimisi mii'min, kimisi de kâfir sabahladı. Kim Allah'ın lutfa ve rahmetiyle yağmura kavuştuk dediyse, işte o bana îmân ve yıldızı inkâr etmiştir; kim de falan ve fa­lan yıldızın doğması veya batmasıyla yağmura kavuştuk dediyse; o da beni inkar, yıldıza îmân etmiştir,' buyurdu." denilmiştir.[45] Hadiste ifâde edilen yıldıza îmân edip de Allah'ı inkar eden kimse, yıldızı yağ­murun yağdırılması hususunda bizatihi fail telakki edenlerdir. Bu ko­nu kelâm ilminin sahasına girmektedir.

2. Sebebin ortaya konulması sırasında, âdet-i ilâhîye göre mü-[202]    sebbebin de onunla birlikte bulunmasına itikad etmek. Bundan Önce

üzerinde durulan konu da işte bu kısım olmaktadır. Bunun özeti şu­dur: Bu telakkiye göre sebebin ortaya konulmasından müsebbeb de talep edilmektedir; ancak bu sebebin müstakillen onda etkin olduğu düşüncesiyle değil, onun müsebbeb için sebeb olarak konulması açı­sından olmaktadır. Sebebin mutlaka bir müsebbebe sebeb olması ge­rekmektedir. Çünkü sebebden anlaşılan mânâ budur; aksi takdirde sebeb olmazdı. Bu açıdan müsebbebe iltifatta bulunmak, Yüce Al­lah'ın yaratılış konusundaki sünnet-i ilâhîsinin gereği hâricine çık­mak sayılmamaktadır; keza, bu telakki sebebin Allah'ın kudretiyle meydana geldiği hususuna da ters düşmemektedir. Çünkü Yüce Al­lah'ın kudreti, sebebin bulunması halinde de, bulunmaması halinde de ortaya çıkabilmekte (ve müsebbebi ortaya koyabilmekte)dir. Do­layısıyla sebebin bulunması, Yüce Allah'ın müsebbebin yaratıcısı ol­masına münâfî değildir. Ancak burada bazan ona iltifat galebe çalabi­lir; hatta öyle ki, (sebebin bulunmasına rağmen) müsebbebin bulun­maması müessir olabilir ve inkarla karşılanabilir. Bu şunun için olur: Carî olan âdet sebeb üzerinde durulurken, onun hep sebeb olması hükmüyle ele alınması hususunda galebe çalmış ve onun bizatihi ge-rektirici değil de ca'lî (yapay) olarak konulmuş olduğu unutulmuştur. Sebebler icra edilirken, çoğunluk halkın itikadı işte bu şekilde olmak­tadır.

3. Sebeb ortaya konulurken, müsebbebin Allah'dan olacağı, çün­kü müsebbibin (sebebiyet verenin) de bizzat O olduğu düşüncesinde bulunmak. Bu mertebeye sâhib kimselerin genelde inançları; müseb­bebe gerçek anlamda sebebin sebeb olduğu düşüncesi olmaksızın, onun bizzat Allah'ın kudret ve iradesiyle ortaya çıktığı şeklindedir. Çünkü, sebebin ona sebeb olduğu gerçek anlamda sahîh olsa, hiçbir zaman bidüziyeliğinin bozulmaması, her sebeble birlikte mutlaka müsebbebin de bulunması gerekecektir. Aklî sebeblerde olduğu gibi. Durum böyle olmayınca, ilk sebeb delilinden da hareketle müsebbebin Rabbin kudreti ve irâdesi doğrultusunda çıktığı, ona sebebiyet vere­nin Yaratıcı olduğu kesin olarak ortaya çıkar. Burada "Sebeb bulunur­sa, müsebbeb de bulunur, sebeb bulunmazsa müsebbeb de bulunmaz." şeklindeki bir itikadda bulunan kimseye şöyle denilebilir: "Peki ilk se­beb neden ortaya çıkmıştır?" Benzeri bir durum için de Hz. Peygamber [ aieSSu ] : "Peki ilkine kim sirayet ettirdi?"[46] buyurmuşlardır. Sebeb­ler, müsebbebleriyle birlikte Allah'ın kudreti altına dahil bulundukla­rına göre, müsebbeblerin vücûda gelmesine sebebiyet veren bizzat Yü­ce Allah'tır, bizatihi sebeblerin kendileri değildir. Zira O'nun mülkün­de, O'na eş ve ortak hiçbir şey yoktur. Bütün bunlar kelâm ilminde açıklanmıştır. Özetlemek gerekirse: Müsebbebin vücûda gelmesinde, itibar bizatihi sebebin kendisine değildir. Sebebiyet verenin bizzat Al­lah olması açısından sebebe itibarda bulunmak gerekir. Bu telakki de doğrudur.

Fasıl:

Müsebbebe yönelik iltifat ve kasdı terketmenin üç mertebesi vardır:

Birinci mertebe: Sebebler, kulların nasıl yapacaklarının orta­ya çıkması için Allah tarafından konulmuş bir deneme ve imtihan un­suru olmaktadır. Dolayısıyla birinci mertebede sebebler, başka bir şe­ye iltifat söz konusu olmadan, sırf bu açıdan ortaya konulur. Bu telak­ki, sebeblerin ve müsebbeblerin bu dünyada, kulların imtihan edilme­leri ve denenmeleri için konulmuş olduğu, onların cennetlik ve cehen­nemlik olmaları için bir yol oldukları esasına bina edilmektedir. Bun­lar iki tür olmaktadır:

a) Akılların denenmesi için konulmuş olanlar: Üzerinde düşü­nülmesi ve arkasında bulunan şeylere delâlet eden bir sanat olması açısından bütün âlem bu şekilde kabul edilmektedir.

b) Nefislerin denenmesi için konulmuş olanlar: Kullara menfa­atleri ve zararları ulaştırmaları, keza kendi emirlerine boyun eğdiril­miş ve isteklerini yerine getirecek şekilde itaatkâr kılınmış olmaları açısından da yine bütün âlem bu türden olmaktadır. Böylece kaza ve kader programı dahilinde onların tasarrufları ortaya çıkacak; amelle­ri şeriat hükümleri çerçevesinde yürüyecek; cennetlik olan cennetlik, cehennemlik olan cehennemlik olacak; ezelî olan ilm-i ilâhî ve çevirme imkanı olmayan kesin kaderin gereği ortaya çıkacaktır. Zira Yüce Al­lah âlemlerden müstağnidir ve yaptığı bir şeyi yapmada sebeb ve vesilelere muhtaç olmaktan münezzehtir; ancak O, bu sebebleri ve on­lara bağlı olarak müsebbebleri sadece kullarını denemek için koymuş­tur. Bu mânâya delâlet eden deliller pek çoktur. Misal olarak şu âyetler görülebilir: "Arşı su üzerinde iken, hanginizin daha güzel iş iş­leyeceğini ortaya koymak için, gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur.[47] "Hanginizin daha iyi iş işleyeceğini belirtmek için Ölümü ve dirimi yaratan O'dur." [48]"İnsanların hangisinin daha iyi iş işleyece­ğini ortaya koyahm diye yeryüzünde olan şeyleri, yeryüzünün süsü yaptık.[49]"Sonra onların ardından, nasıl davranacağınıza bakmak için sizi yeryüzünde olanların yerlerine geçirdik[50] "Sonra, iki taraf­tan hangisinin bekledikleri sonucu iyi hesaplamış olduğunu belirt­mek için onları uyandırdık[51] "Allah'ın gerçekten inananları belirt­mesi ve içinizden şahidler edinmesi; Allah'ın inananları arıtması ve inkar edenleri yok etmesi için insanlar arasında bugünleri hazan lehe hazan aleyhe döndürür dururuz" [52] "Derken denemek için Allah sizi [204]    gerj çevirip bozguna uğrattı."[53] Bu ve benzeri âyetler sebeblerin sade­ce imtihan ve deneme unsuru olmak üzere konulmuş olduklarını gös­termektedir. Durum böyle olduğuna göre, sebebleri bu açıdan ortaya koyan kimse, onları konulmuş oldukları şekilde ve hakikatlerine vâkıf bir vaziyette gerçekleştirmiş oluyor demektir. Böyle bir netice ise sahihtir. Böyle bir kasda sahip kimse, ortaya koyduğu sebeblerle Al­lah'a kullukta bulunuyor demektir. Çünkü kendisine izin verilen bir konuda o izine dayanarak, müsebbeblere yönelik bir kasıd ve iltifatı olmaksızın, sırf Allah'a olan kulluğunu ortaya çıkarmak amacıyla se­bebi ortaya koyunca, o sanki mahza ibâdet olan şâir amelleri işlemiş gibi olacaktır.

İkinci mertebe: Müsebbeblere iltifat bir tarafa, sonradan ortaya konulmuş ve yaratılmış şeyler olmaları hasebiyle sebeblere yöne­lik iltifattan soyutlanma kasdı ile onların içerisine girmek. Bu merte­be de, "ibâdetlerin sadece mabuda has kılınması, niyetinde ondan baş-kasmayer ayırmamak, kasdında başkalarını ona ortak kılmamak su­retiyle olur; böyle bir ortak kılma O'na olan ibâdette katkısız bir tev-hîdden dışarı çıkmak olur" şeklindeki telakki üzerine bina edilmiştir. Çünkü bütün bunlara yönelik hâlâ bir kasıd ve iltifatın bulunması, sonradan meydana gelmiş şeylerle (yaratıklarla) hemhal olmak, O'n-dan başkalarına meyletmek anlamına gelir. Bu telakki , şirkin nefyi konusunda ince düşünmek anlamı taşır. Keza bu mertebe de, yerinde sahih olmaktadır. Bu anlamda şirkin nefyine delâlet eden şer'ı deliller de bulunmaktadır: "Rabbine kavuşmayı um,an kimse sâlih amel işle­sin ve Rabbine kullukta hiç ortak koşmasın.[54] "Öyle ise, dîni Allah için hâlis kılarak O'na kulluk et.[55]ve benzeri âyetleri bu meyanda ör­nek olarak zikretmek mümkündür. Keza, âlemlerin Rabbi olan Al­lah'a teveccühte doğruluk ve ihlâs isteyen deliller de bu doğrultuda­dır. Bütün bunlar, Allah'a halisane teveccühte bulunma ve ona kul­lukta herhangi bir şaibeye yer vermeme konusunda çıkarılan bu mânâyı ortaya koymaktadır. Bu mertebeye sâhib olan kimse, konul­muş olan sebebleri —onların müsebbeblerine kasıd ve iltifat bir tara­fa—bizzat onlara dahi ilgi duymak ve onlara nazar atfetmek gibi bir durumdan sıyrılmak üzere ortaya koyarak Allah'a olan kulluklarım icra ederler. Bu mertebe sâhibleri sebeblere, sadece onların müsebbib ve vâzı'ı olan Allah'a ulaşabilmek için, birer vesile ve vasıta; O'na ya­kınlık mertebelerine çıkabilmek için birer merdiven olmaları sebebiy­le yönelirler. Onların sebebleri işlerken iltifat ve kasıtları sadece mü­sebbib olan Allah'a yöneliktir.

Üçüncü mertebe: Sebebi işlerken, mücerred şer'î izinden yola [205] çıkma ve başka bir amaç gütmeme mertebesi. Bu mertebede kişinin sebebe yönelik kasdı, kulluk makamına gerçek anlamda ulaştığı için onu getiren emre icabette bulunmaktır. Çünkü sebebi ortaya koyma hakkında mükellefe izin verilince veya emirde bulunulunca, bu emir ve izine istinaden sebebi işlemesi durumunda o (mükellef), onu emre­den Allah'ın ona yönelik bir kasdınm bulunması hasebiyle ona icabette bulunmuş olmaktadır. Daha önce [56]müsebbibin (sebebi orta­ya koyanın) Allah olduğu ve âdet-i ilâhîyi o şekilde cereyan ettirenin O olduğu, eğer isteseydi cereyan ettirmeyeceği, nitekim dilediğinde bu âdeti yırtarak sebebsiz de müsebbebleri var ettiği ortaya konulmuştu. Keza sebeblerin bir deneme ve imtihan unsuru olduğu, kulluğun her türlü şaibeden arındırılmak üzere icabette bulunulduğu ve onun O'na yönelişte doğruluğu ve ihlası gerektirdiği de belirtilmişti. İşte daha önceki kısımlarda zikredilen bütün bunlar, bu mertebe altına gir­mektedir. Dolayısıyla burada söz konusu edilen kasıd daha önce ge­çenlerin tümünü kapsar olmuştur. Çünkü bu mertebede mükellef Şâri'in kasdına, başka bir şey düşünmeden yönelmiştir. Şâri'in o işler­de (sebeblerde) kasdmm olduğu da bilinmektedir, Böylece mükellef sebebi ortaya korken onun içeriğinde bulunan bildiği ve bilmediği her şey kendisi için hasıl olacaktır. O nıüsebbebi sebeb yoluyla taleb et­mektedir ve aynı anda Allah'ın bizzat müsebbib olduğunu; o sebeble kendisini denediğini de bilmektedir ve sebeb vasıtasıyla Allah'a olan teveccühünde samimî ve yakın mertebesine ulaşmıştır. Her ne kadar kasdı içerisine, müsebbebe yönelik kasdı girse de, onun kasdı mut­laktır; ayrıca, bu kasıd tamamen O'ndan gayrı ne varsa hepsinden uzak, her türlü şaibeden arınmış olmaktadır. [57]

 

Yedinci Mesele

 

Sebeblere tevessül etmek ya şer'an yasaklanmıştır ya da yasak­lanmamıştır: Eğer yasak kısımdansa, o takdirde sebebin ortaya ko-mılmamasına dair bir talep var olduğu hususunda herhangi bir prob­lem bulunmayacaktır. İster sebebe tevessül eden kimse, müsebbebin vukuunu da kasdetmiş olsun, ister böyle bir kasdı bulunmasın, netice fark etmeyecektir. Çünkü sebebe tevessül eden kimse hakkında her iki durumun da düşünülmesi mümkündür: Meselâ bazan haksız yere öldürme ile ruhun çıkmasını da kasdetmiş olabilir ve fiilen de öyle olur; keza gasb ile, gasbedilen şeyden faydalanmayı kasdetmiş olabilir ve öyle de olur. Ancak bu neticeler (müsebbebler), şeriatın gereği üzere değil de, cereyan etmekte olan âdet-i ilâhînin gereği üzere böyle olur­lar. Bazan da asla vuku bulmazlar. Bazan da sebebe tevessül eden kimsenin nazarından, daha önce zikri geçen engel [58]gibi olmamakla birlikte başka bir çeşit arızî bir halden dolayı müsebbebe yönelik herhangi bir kasıd ve iltifat geçmeyebilir. Ancak bu engele ve neticede böyle bir kasdının bulunmamasına itibar edilmez.

Eğer sebebe tevessül etmek, şer'an yasaklanmış değilse, o takdir­de zikri geçen altı mertebenin hepsinde de esbaba tevessülün menine dâir bir istekte bulunulmayacaktır.                                                     [206]

Birinci mertebede: Bizzat sebebe tevessülün genel anlamda mübâh veya matlûb olduğunu farzettiğimizde; sebebi işleyen kimse­nin "sebebin bizatihi müsebbeb üzerinde etkin ve fail olduğu" şeklin­deki telakkisi, bir masıyet (günah, isyan) olur ve o masıyet mübâh ya da matlûb olan bir amele bitişmiş olur; neticede de onu iptal etmez. Ancak böyle bir beraberliğin ifsâd edici olduğu, bir masiyete bitişik olan mübâh ya da matlûb bir amelin, bitişik olan ifsâd edici unsur yü­zünden yasaklanılmış bir vasıf kazanacağı görüşü esas alındığında netice farklı olacaktır. Gasbedilmiş bir evde namaz kılmak, gasbedil-miş bir bıçakla hayvan boğazlamak örnekleri burada hatırlanabilir. Bu konu usûl-ı fıkıhta açıklanmıştır.

ikinci mertebede: Bu mertebede de zahir olan, sebebe tevessül­de bulunmanın sahîhliğidir. Çünkü burada sebebe yapışan kimse, cereyan eden âdet-i ilâhîye dayanmaktadır; bunlarda gâlib olan ise se-beblerin işlenmesi neticesinde onlardan müsebbeblerin doğmasıdır. Neticede bu husus zanna galebe çalmaktadır. Bu telakkiye rağmen se­bebe tevessül edilmemesi, bizzat kendi eliyle kendisini tehlikeye at­mak gibi —hatta gibisi fazla— bizzat kendisini tehlikeye atmak olur. Aynı şekilde bu telakki cereyan etmekte olan âdete bağlı olarak kat'iyet mertebesine ulaştığında da, mükellefe düşen sebeblere yapış­masıdır. Bu yüzdendir ki, çaresiz kalan (muztar) kişi hakkında: "Eğer helak olmaktan korkarsa, istemesi /dilenmesi veya ödünç alması ya da lâşe vb. gibi şeyleri yemesi vâcib olur. Kendi nefsini ölüme terket-mesi caiz değildir." demişlerdir. Yine bu noktadan hareketle Mesrûk da: "Kim Allah'ın haram kıldığı bir şeyi yemek zorunda kalır ve yemez içmez ve neticede ölürse, o cehenneme girer." demiştir.

Üçüncü mertebede: Burada da durum açıktır. Ancak başka bir bahis daha vardır: Acaba bu mertebede sebeblere tevessül eden kimse, ikinci mertebede bulunanın derecesinde midir? Yoksa değil midir? Bu üzerinde durulacak bir konudur. Fukâhânın sözlerinin mutlaklığma bakılacak olursa aralarında bir fark olmaması gerekmektedir. Muta­savvıflardan ulup erbâh-ı tevekkülün hallerine bakıldığında da ara­larında fark olması gerekmektedir. Gerçi İmâm Gazzâlî'nin konuyla ilgili tafsilâtlı sözlerinin zahirinden, bu hükümde her iki mertebenin de —fukâhânın sözlerinde olduğu gibi— birbirlerine eşit oldukları anlaşılmaktadır. Ancak Öyle gözüküyor ki, meselede farklı bir bakış açısı daha bulunmaktadır. Söyle ki: Bu mertebe; ilmî olur, hâlî (halle ilgili) olur. İlim ile hâl arasındaki fark erbabınca bellidir. Eğer ilmî olursa, o zaman o ikinci mertebeden olur.[59] Zira her mü'min üzerine vâcib olan, sebeblerin bizatihi fail olmadıklarına, failin ancak ve ancak sebeble-rin müsebbibi olan Yüce Allah olduğuna; ancak O'nun yaratmada câri olan sünnet-i ilâhîsinin bidüziyelİk arzeden âdetler doğrultusunda iş­lemekte olduğuna; dilediği zaman ve dilediği kimseler için bazan bu âdetleri yırtarak onların üzerine çıktığına itikad eylemektir. Yarat-f207]    ma sünnetinin bir âdet-i ilâhî doğrultusunda işlemesi açısından, esbaba tevessül gerekmektedir. Diğer taraftan sebeblerin de, müseb-bebleri gibi Yaratıcının elinde olması açısından bakıldığında da, mü­kellefin onları ortaya koymak ya da onları terketmek hakkının bulun­ması gerekmektedir. Bazan bu iki taraftan birisi mükellefin kanâa­tinde daha ağır basabilir.[60]Eğer birinci taraf yâni her şeyin bir âdet-i ilâhî içerisinde cereyan ettiği düşüncesi ağır basacak olursa, onun du­rumu yukarıda anlatıldığı şekilde olacaktır. Eğer ikinci taraf ağır ba-sacaksa, o takdirde bu telakkinin sahibi ilmîlikten hâl mertebesine çıkmış olacaktır ve ona göre artık, sebebe tevessülde bulunma ile bu­lunmama aynı olacaktır. Çünkü, mesela acıktığı ve iyice çaresizlik hissettiği zaman; onun için esbaba tevessülde bulunmakla bulunma­mak arasında fark bulunmayacaktır. Zira onun yakînî îmânına göre, sebeb de müsebbeb gibi Allah'ın elindedir. Bu durumda olan hâl ehli için, sebebi terketmiş olması, kendisini eliyle tehlikeye atmak mânâ­sına gelmemektedir. Aksine onun îmân ve itikadı her iki hâl için de tek ve aynıdır. Bu itibarla o "Kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın."[61] âyetinin hükmü altına girmemektedir. Ona göre, bu hâlin kaldırılma­sı için bir sebebe tevessül etmek vâcib olmamaktadır. Zira, sebebin müsebbib olan Allah'ın elinde olduğu şeklindeki (tabiî vasıfları gibi artık kendi s in de bir hâl olan) yakînî ilmi, müsebbebin tayîn üzere ken­di tarafından istenilmesi keyfiyetinden kendisini müstağni kılmıştır. Ona göre sebebin bulunmasıyla bulunmaması arasında bir fark yok­tur. Nasıl ki, sebeb işlenirken müsebbebe olan itimad, kişinin kendi nefsini kendi eliyle tehlikeye atmak sayımlıyorsa, terki durumunda da netice aynı olacaktır. Sebebe tevessül eden kimsenin, bu tevessülü­nü, müsebbebe yönelik itimadını düşürmek amacıyla gerçekleştirdiği farzedilecek olsa bu, kendisini kendi eliyle tehlikeye atmak olurdu. Çünkü bu durumda bizzat sebebin kendisine itimad etmiş olmak­tadır. Halbuki, sebebin bizzat kendisinde, ona dayanılmayı gerektire­cek bir özellik yoktur. Ona itimad ancak, sebeb olarak konulmuş ol­ması açısından olabilir. Sebebi, başka bir şey için olmaksızın terketmesi durumu da aynıdır; yakînî îmân mertebesinde, her iki halde de sebebin bulunmasıyla bulunmaması arasında bir fark bulunmamak­tadır. Bu gibi durumlarda herkes, kendi nefsinin fakîhidir. Bu hususa delâlette bulunacak deliller daha önce geçmişti.[62] Bu meyândahadiste şöyle buyrulmuştur: "Olacak şeyleri kalem yazmış ve mürekkeb kuru­muş (artık iş bitmiş)tir. Allah'ın sana yazmadığı bir şeyi sana vermek için bütün yaratıklar bir araya toplansalar, buna güç yetiremezler."[63]yâz, Mâliki fukahâsmdan olan Hasen b. Nasr es-Sûsî'den şöyle nak-letmiştir: Bu zatın oğlu, fiyatların yükselmekte olduğu bir senede ken­disine:

—Babacığım! Yiyecek satın al; çünkü ben fiyatların yükselmekte olduğunu görüyorum; demiş. Bunun üzerine bu zat, hemen evinde bu-   [208] lunan ne kadar yiyecek varsa hepsinin satılmasını emretmiş ve sonra da oğluna:

—Sen Allah'a tevekkül eden kimselerden değilsin; sen yakîni (îmânı) kıt birisin. Sanki buğday babanın yanında bulunursa, bu seni Allah'ın hakkındaki kazasından kurtaracak öyle mi? Kim Allah'a te­vekkül ederse, Allah ona yeter; demiştir.

Meselemizin fıkıhtaki benzerleri: Gâzînin, yalnız başına düşman ordusu üzerine saldırması: Fukahâ, bu konuda zannına galebe çalan şeyin selâmet ya da helak olması, ya da bunlardan birisinin kesin ola­rak vukuuna kanâaat getirmesi şekilleri arasını ayırmaktadırlar. Eğer gâzî, kendisine bir şey olmayacağı itikadında ise, bu saldırısı caiz olacaktır. Bir faydası olmayacak şekilde, kendisinin helak olacağı iti­kadında ise, bu takdirde bu davranışından men edilecektir. Buna da "Kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın."[64] âyetini delîl olarakkul-lanmışlardır. Çöle azıklı veya azıksız olarak girme de aynı şekildedir. Eğer kendisine bir şey olmayacağı zannı gâhb ise, çöle girmesi caiz; eğer helak olacağına dâir zannı gâlib bulunuyorsa oraya girmesi caiz değildir. Aynı şekilde zann-ı galibine göre vakit çıkmadan su bulacağı itikadını taşıyorsa, teyemmüm etmez ve namazı ertelemesi emredilir. Denize açılan kimsenin durumu da aynı şekildedir. Buna göre, vakit içerisinde suya ulaşabilme hakkındaki inancına göre teyemmüm ede­bilecek veya edemeyecektir. Bir hasta, orucunu tuttuğu zaman has­talığının artacağı veya geç iyileşeceği ya da kendisine meşakkat doku­nacağı zann-ı galibini taşıyorsa, orucunu tutmayabilecektir.[65] Buna benzer zann-ı gâlib üzere bina edilmiş daha bir çok mesele vardır. Her ne kadar zanlarm gerekleri farklılık arzedecekse de, bu burada ortaya koyduğumuz esası zedelemeyecektir. Meselemiz bu kaide altına dâhil bulunmaktadır.

Allah Teâlâ'nm rızkı garanti etmesine nisbetle esbaba tevessülü bırakmakla ona yapışmanın aynı olacağı hakîkatma ulaşmış kimse­ler hakkında, onlara rizık için sebeblerine yapışmanın vacib olmadığı­nı söylemek doğru olacaktır. Bu yüzdendir ki, hâl sahihlerinin tehlike­li ve emniyetli olmayan şeyler içerisine girdikleri, başkalarına göre "kendilerini kendi elleriyle tehlikeye atmak" şeklinde telakki edilecek bazı şeylere kendilerini attıkları görülmektedir. Oysa ki, onlara göre hiç de böyle değildir. Çünkü bu mertebeye ulaşmış yakînî îmâna göre, onların içerisinde bulundukları aldanma ve tehlike içeren durumlar­la, bize göre emniyet, güven ortamı ve kurtuluş sebebleri olarak gördü­ğümüz şevlerin aralarında bir fark bulunmamaktadır. Iyâz, Ebû'l-Abbâs el-Ibânî'den şöyle nakletmiştir: Âbid bir zat olan Atıyyetul-[209]    Cezerî Ebûl-Abbâs'm huzuruna girer ve:

—Hem ziyaret hem de Mekke'ye gitmek üzere size veda için gel­dim, der. Ebû'l-Abbâs ona:

—Dualarının bereketinden bizi de unutma! der ve ağlar. Atıy-ye'nin beraberinde ne su kabı vardır, ne de azık torbası. Sonra Atıyye arkadaşlarıyla birlikte yola çıkar. Hemen onun akabinde bir adam ge­lir ve Ebû'l-Abbâs'a:

—Allah size hayırlar versin! Beraberimde elli miskal altın ve bir de katırım var. Mekke (hac) için yola çıkmamı uygun görür müsün? der. Ebû'l-Abbâs kendisine:

—Acele etme! Biraz daha para biriktir; diye cevap verir. Râvî di­yor ki: Biz bu iki adamm hallerinin farklılığından dolayı verilen farklı cevaplara hayret etmiştik. Bunun üzerine Ebû'l-Abbâs bu hayretimizi şöyle giderdi:

—Atıyye bana danışmak için değil, veda etmek için gelmişti. Al­lah'a tam bir güveni vardı. Bu ise bana danışmak üzere gelmişti ve ya­nında bulunan mallarını zikrediyordu. Anladım ki, niyeti zayıf, o yüz­den ona da gördüğünüz gibi, tedârikini çoğaltması için nasihatte bu­lundum.

İşte ilimde imâm olan bu zat, görüldüğü gibi niyeti zayıf olan kim­se hakkında sebeblere iyice yapışmasını, gerekli hazırlığı eksiksiz ola­rak yapmasını tavsiye etmiş; öbür taraftan güçlü bir yakînî itikada sâhib olan kimsenin sebeblere sırt çevirmesini de kabulle karşılamış­tı. Allah daha iyi bilir ya o, bu farklı tutumunu, ortaya koyduğumuz güvenlik ve helak konusunda söz konusu olan itikad ve zann-ı gâlib kaidesi üzerine bina etmişti. Bu konu fıkıhta üzerinde durulması ge­reken bir konudur. Bunun içindir ki, aynı bir olay karşısında, farklı in­sanlara göre hükümler de farklılık arzetmektedir.

Soru: Bu mertebe sahibi için hangisi daha üstündür: Sebeblere tevessül etmesi mi? Yoksa onları terketmesi mi?

Cevap: Buna verilecek cevap iki açıdan olacaktır:

1.  Onun hakkında da mutlaka sebebler vardır; nitekim diğerleri hakkında da durum aynıdır. Çünkü (keramet vb. gibi) harikulade­likler her ne kadar onun hakkında sebeb makamına kâim bulunsa da haddizatında onlar da birer sebeb olmaktadırlar. Şu kadar var ki, bun­lar alışılmadık (garîb) sebebler olmaktadırlar. Yaygın olan sebebler konusunda, esbaba tevessülü belli bir şekil ve sayıyla sınırlamak mümkün değildir. Mesela yol için gerekli olan hazırlığı bulunmadan hac yolculuğuna çıkan kimseyi örnek olarak ele alalım. Allah onu hiç ummadığı yollardan rızıklandırabilir; bu ya yeryüzünün bitirdiği ne­batlarla, yahut bâdiye ve sahrada rastlayacağı insanlar sebebiyle; ve­ya sahrada yaşayan hayvanlar vasıtasıyla veya daha başka yollarla... olabilir. Şayet, Allah câri olan âdet-i ilâhînin üzerine çıkarak onun üzerine gökten bir şeyler indirecek olsaydı veya yeryüzünden çıkara­cak olsaydı, bunlar da onlara has olan erbabı tarafından bilinen carî sebeblerden sayılacaktı. Bu durumda bu kimse, sebeblerle amel etme hâricine çıkmış değildir. Bu tür alışılmamış sebeblerden birisi de na­mazdır. Çünkü Yüce Allah: "Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz, sana rızık veren Bi­ziz."[66]buyurmuştur. Rivayete göre Hz. Peygamber da yiye­cek bulamadıklarında ailesine namaz kılmalarını emrederlerdi.[67]Du­rum böyle olduğuna göre, soru yerinde değildir.

2.  Sorunun yerinde olduğunu kabul etsek bile, biz kesinlikle bili­yoruz ki, Hz. Peygamber'in ashabı bu mertebeyi elde etmiş kimselerdi ve hem hâl olarak hem de ilim olarak bu yakînî mertebenin hakkını vermişlerdi. Bununla birlikte Hz. Peygamber onla­ra, âhiretlerinin mamur olmasına vesîle olacak sebeblere tevessülde bulunmalarını emrettiği gibi dünyevî maslahatlarının gerçekleşmesi­ni temin edici sebeblere tevessülde bulunmalarını da emirde bulun­muş ve onları bu hal üzere terketnıemiştir. Bu da, daha üstün olan te-lakkînin, Hz. Peygamber'in  onlara irşâdda bulunduğu hu­sus olduğuna delâlet edecektir. Ve yine bu hal bir makam olarak itibar görmemektedir. Hz. Peygamber'in  "Deveni bağla ve tevek­kül et!"[68]sözüne dikkatle bakıldığında bu görülecektir. Keza, bu hâlle hallenenler harikuladelikler sahibi kimselerdir; buna rağmen onlar Hz. Peygamber'in ahlakıyla ahlâklanmak için esbaba tevessülde bulunmayı terketmemişlerdir. Onlar ilim sahibi kimselerdi, hal böyle iken daha üstün (efdal) olanı bırakıp da başkasını alacak değil­lerdi.

Dördüncü mertebede: Her şeyin imtihan için olduğu telakkisinde de, esbaba yapışmak gereği açıktır. Çünkü bu mertebe sahiplerine göre, sebebler, kayıtsız olarak mükelleflerin denendikleri birer yükümlülük halini almıştır. Bu anlayış, taabbudîolan olmayan bütün sebebler için geçerlidir ve bunlardan sadece birisine tahsis edi­lemez. Nasıl ki, ibâdetlerle ilgili sebeblerin, o sebebleri koyan Allah'a —tamamen kendi yetki ve hükmünde olması hasebiyle— itimadda bulunmak suretiyle terki sahîh olmuyorsa, taabbudî olmayan (muamelâtla ilgili) sebebler hakkında da durum aynıdır. İşte bu nok­tadan hareketledir ki, Hz. Peygamber ."Sizden hiçbir kim­se ve dünyaya gelen hiçbir nefis yoktur ki, onun cennet ya da cehen-[2ii]    nemdeki yeri belli olmasın." buyurduğunda sahabe:

—-Yâ Rasûlallah! O zaman niçin çalışıyoruz?! (İlâhî kadere boyun eğerek) tevekkül edip beklemeyelim mi? diye sormuşlardı. Hz. Pey­gamber Hayır! Çalışın. Herkes ne içinyaratıldı ise, ona o şe­yin (yolları) kolaylaştırılmıştır." buyurmuş ve sonra da "Elinde bulu­nandan verenin, Allah'a karşı gelmekten sakınanın, en güzel söz olan Allah'ın birliğini doğrulayanın işlerini  kolaylaştırırız. ..."[69] âyetlerini okumuşlardır.[70] Taabbudî olmayan (âdiyyât) sebebler de aynı şekildedir, çünkü onlar da bir anlamda ibâdetlerdir. Bu mertebe sâliklerine göre, onlar da konulmuş hükümler üzere carî olmaktadır. Bu mertebe sâlikinin sebeblere bakışı ile ibâdetlere bakışı arasında bir fark yoktur. O dikkatini sadece sebeblere atfetmekte, onların mü-sebbeblerini ise, sebeblerin vâzı'ı (müsebbib) olan Allah'a havale et­mektedir.

Beşinci mertebede: Bu mertebede de, esbaba tevessülün sahîhliği ortadadır. Çünkü bu mertebede olan kimse, her ne kadar, se­bebe sebeb olması açısından iltifatta bulunmasa da —tabiî müsebbebe de evleviyet tarîki ile yönelmeye çektir—, sebeblere mutlaka kendisi­ni müsebbib olan Allah'a ulaştırıcı birer vesile ve vasıta olmak üzere yönelmektedir. Bunun delili de ibâdetlere ait sebeblerdir. Keza, se­bebler kendisini onlarla kullukta bulunduğu Zâta ulaştıran birer mer­diven olmaları hasebiyle gözünün nuru olmuşlardır. Taabbudî olan (ibâdiyyât) sebeblerle, taabbudî olmayan (âdiyyât ya da muamelâtla ilgili) sebebler arasında da bir fark yoktur. Ancak bu mertebeye ulaşmış kimseler genelde Allah'tan başka herşeyden soyutlanma amacın-dadırlar. Bu yüzden de muhtemelen, sebeblerden zarurî olmayanları atacak, sadece zarurî olanlarla yetinecek, böylece sebebler alanında, bunların kalbinde fazla yer işgal etmemesinden kaçmış olmak için, kendi nefsi aleyhine sahayı daraltacaktır. Böylece kendi bakış açıla­rında birlik ortaya çıkacaktır.

Sebebler matlûba ulaştmcı olduklarına göre, bu mertebede onla­ra tevessülde bulunulacağı konusunda herhangi bir şüphe bulunma­maktadır. Zira matlûba sahîh bir şekilde ancak bunlar cihetinden ula­şılacaktır.

Altıncı mertebede: Bu mertebe, daha Önceki mertebelerde zik­redilen özellikleri toplayıcı bir mâhiyet arzettiğine göre, daha önceki­ler için delîl olanlar bu mertebe için de delil olacaklardır. Şu kadar var ki, bu mertebede sebebler, kulluk ve emre mutlak imtisal (uyma) vasfı açısından dikkate alınmakta; başka bir açıdan yaklaşılmamaktadır. Teklifte gözetilen maslahatın açık olmasıyla gizli olması arasında bir fark da aranmamaktadır. Bütün bunlar kulun Allah'ın emrine imtisâlde bulunmak kasdı içerisinde mevcut bulunmaktadır. Her ne kadar mükellef olunan şey vücûdun bir kısmının ya da tamamının irti­batlı olduğu konulardan ise de; mükellefin emre imtisâldeki kasdı, ona da şâmil olmaktadır.

Allahu a'lem! [71]

 

Sekizinci Mesele

 

Sebeblerin işlenmesi, müsebbeblerin ortaya konulması mertebe­sindedir. Mükellefin sebebi işlerken, müsebbebe yönelik kasdının olup olmaması arasında fark yoktur. Çünkü carî olan âdet-i ilâhîye gö­re müsebbebler sebeblere bağlı kılınmıştır. Bu itibarla sebebi işleyen kimse sanki doğrudan müsebbebi işlemiş kabul edilmektedir. Carî olan âdet-i ilâhî buna şâhid bulunmaktadır. Zira bunlarda müsebbeb­ler sebeblere nisbet edilmektedir. Mesela doymak yemeğe, kanmak suya, yakmak ateşe, ishal müshile [72]ve diğer müsebbeblerin kendi se-beblerine nisbetleri gibi. Bizim kesbimizin sebebiyet verdiği fiiller de aynı şekilde bizim kendi fullerimizden olmasalar da bize nisbet edil­mektedirler. Bu durumun böyle olduğu malûm ve maruf olduğuna gö­re, şer'î örfte de, şer'î sebeblerle onların müsebbebleri aynı paralelde câri olacaktır.

Meşru olan-olmayan bütün sebeblere nisbetle durumun böyle ol­duğuna dair şer'î deliller pek çoktur. Bu meyanda şu âyet ve hadislere bakılabilir: "Bunun için Isrâîloğullarına şöyle yazdık: 'Kim bir kimse­yi, birkimseye veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldü­rürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu diriltirse (ölümden kurtarırsa) bütün insanları diriltmiş gibi olur.'[73] hadiste de şöyle buyrulur: "Haksız yere öldürülen hiçbir kimse yoktur ki, onun günahından Âdem'in ilk oğluna bir pay ayrılmasın. Çünkü yeryüzün­de ilk kan akıtma çığırını açan odur."[74] Yine hadiste; "Kim güzel bir çığır açarsa, onun sevabı ve kıyamete kadar da onu işleyenlerin sevabı kendisine yazılır. Keza kim de kötü bir çığır açarsa..[75] buyrulur. Başka bir hadiste de.[76] "Gerçek şu ki, çocuk ebeveyni için ateşe karşı bir örtüdür. Bir müslüman bir ağaç dikerse, o ağaçtan yenilen (yemiş) mutlaka onun için sadakadır. O ağaçtan çalınan (yemiş) onun için sa­daka, yabanî hayvanların yediği sadaka, kuşların yediği dahi onun için sadakadır. Hâsılı bir kimse o ağacın yemişini yiyip azaltırsa, bu onun için mutlaka sadaka olur.[77] buyurmuşlardır. Ekin de aynıdır. Âlim ilim yaymaktadır ve onun ilmiyle faydalanan herkesin sevabı kadar onun da sevabı olmaktadır. Buna benzer sayılamayacak kadar çok örnek vardır. Oysa ki, bu örneklerde fayda ya da zararın meydana gelmesini intâc eden müsebbebler sebebi ortaya koyan kimsenin fiili değildir.

Durum böyle olduğuna göre, sebebi işleyen kimse, onun müseb-bebini gerektirici bir tarzda onu işlemiş olmaktadır. Ancak bazan se­bebin müsebbebi gerektirici tarzda işlenmesi genel anlamda ve —bütün tafsilatıyla ihata durumunda olmasa bile— yine de tafsilâtlı [2i3] denilebilecek tarzda bilinçli olarak olur. Bazan da tafsil üzere değil de, sadece genel anlamda olur. Şöyle ki: Allah tarafından her emredilen şey, mutlaka işlendiği zaman ortaya çıkaracağı maslahat için emre­dilmiştir. Yasaklanılan her şey de, işlendiği zaman gerektireceği mef-sedetten dolayı yasaklanmıştır. Bu durumda mükellef bir sebebe te­vessül ettiği zaman, o sebebin altında bulunan maslahat ya da mefse-detlere sebebiyet vereceği şartı üzere ona girmiş olacaktır. Mükellefin o şeyin (sebebin) üzerine terettüb edecek maslahat ya da mefsedetleri veya onların miktarlarını bilmemesi, kendisini bu konumdan çıkar­mayacaktır. Çünkü o şeyin emredilmiş olması, emredilen şeyin işlen­mesinde Allah tarafından bilinen bir maslahat bulunduğu ve bu yüz­den de onu emretmiş olduğu mânâsını tazammun etmektedir. Keza nehiyde, nehyedilen şeyin işlenmesinde Allah tarafından bilinen bir mefsedet bulunduğu ve bu yüzden de onun nehyedilmiş olduğu mâ­nâsı bulunmaktadır. Dolayısıyla fail, o sebebin ortaya çıkaracağı bü­tün maslahat ve mefsedetleri —bunların detaylarını bilmese bile— il­tizam etmiş, kabullenmiş olmaktadır.

Soru: Kişi, yapmadığı şeyden dolayı sevâb görür veya cezalandı­rılır mı?

Cevap: Sevâb ve ceza, kişinin ancak işlediği ve irtikabda bulun­duğu şeylere terettüb eder; işlemediklerine gerekmez. Ancak şer'an bir fiilin değeri, ondan neşet edecek olan maslahat ve mefsedetlere gö­re ölçülür. Sâri' bunu beyan etmiş ve fiilleri bir ayırıma tabi tutarak onlar içerisinden maslahatı büyük olanları esâs ve temel (rükün) yap­mış; mefsedeti büyük olanları da büyük günah (kebîre) kabul etmiş­tir. Keza bu ayarda olmayanları da açıklamış ve onları da ayırıma tabi tutarak, maslahat içerenlere 'ihsan' (iyilik); mefsedet içerenlere de 'küçük günah' (sağîre) adını vermiştir. Böyle bir yolla, dînin rükün ve esaslarını teşkil edenlerle, furû ve tâli unsurlarını teşkil eden şeyler birbirinden ayrılır olmuş; günahlardan hangisinin büyük (kebîre, ç. kebâir), hangisinin de küçük (sağîre, ç. sağâir) olduğu anlaşılmış ol­maktadır. Sâri' Teâlâ'nın emrettikleri arasında daha fazla önem atfet­tiği şeyler, dînin esaslarından (usûlu'd-dîn) olmakta; aynı ayarda önem atfetmediği emir ve istekleri de dînin furûu ve tamamlayıcı un­surlarından olmaktadır. Yasakladığı şeyler içerisinde de, ayrı bir önemle üzerinde durduğu şeyler büyük günahlar (kebâir); aynı seviye­de Önem atfetmediği yasaklar da küçük günahlardan olmaktadır. Bütün bunlar, emredilen ya da yasaklanılan şeylerin işlenmesi netice­sinde ortaya çıkacak olan maslahat ve mefsedetler ölçüsünde olmak­tadır. [78]

 

Dokuzuncu Mesele

 

Geçen meselelerde müsebbeblerin mükelleflerin kudreti dâhilin­de olmadığı, onlar için yükümlü olunan şeyin sadece sebeb olduğu zik­redilmişti. Şimdi bunlar göz önüne alındığı zaman bunun üzerine bazı durumlar bina edilecektir:

1. Sebeb mükellef tarafından tam şartları yerli yerinde, mâni­lerinden uzak bir vaziyette ortaya konulmuşsa, bundan sonra onun müsebbebin vuku bulmamasına yönelik kasdı, olmayacak bir şeyi (muhal) isteme ve kendisinin kaldırma güç ve yetkisinin bulunmadığı bir şeyi kaldırma, menine dâir yetkilikılınmadığı bir şeyin menine git­me çabasından başka bir şey değildir. Mesela, şeriattaki konulusu üzere bir kimse nikah akdinde bulunsa veya satış ya da başka bir akid gerçekleştirse, sonra da bu akidle akid konusu olan şeyin (makûdun aleyh) kendisine mübâh kılınmamasını istese, bu isteği abes olur; se­bebini ortaya koyduğu müsebbeb vuku bulur. Keza, şerîatte konuldu­ğu şekil Üzere talakta veya azâdda bulunsa, sonra da bunların gerek­lerinin vuku bulmamasını kasdetse, bu bâtıl bir kasıd olur. Aynı şekil­de ibâdetlerde de durum böyledir. Mesela emrolunduğu gibi namaz kılsa, oruç tutsa veya hacca gitse; sonra da kendi kendine gerçekleştir­diği bu ibâdetlerin kendisi için sahih olmamasını ve bir tâat (kurbet) olarak kabul görmemesini... istese, böyle bir kasıdda bulunsa, bu ka­sıd da boş bir kasıd olacaktır. Yasaklanmış sebebler hakkında da du­rum aynı şekildedir. "Ey inananlar! Allah'ın size helâl ettiği şeyleri haram kılmayın. Hududu aşmayın, Doğrusu Allah aşırı gidenleri sev­mez."[79] âyeti bu meyânda nazil olmuştur. İşte bu noktadan hareketle­dir ki, Allah'ın helal kılmış olduğu yiyecek, içecek, giyecek... gibi şey­leri haram kılma girişiminde bulunmak abes kabul edilmiştir. Keza filhal evli değilken veya ileriye yönelik ve tahsise giderek bir talikte bulunma kasdı olmaksızın —genelleme yoluyla talikte bulunmak bunun aksinedir[80]— nikâhın haram kılınmasına yeltenmek de aynı şekildedir. Bütün bunlar boş şeylerdir. Çünkü Yüce Allah'ın mükelleften zahir bir sebeb olmaksızın helalliğini belirlediği/ üstlendiği şey, mükellefin sebebini işlemiş olduğu şey gibidir. Bunun bir örneği de Hz. Peygamber'in şu hadislerinde ifâdesini bulmuş­tur: "Ve/â hakkı ancak azâd edene aittir. ... Kim Allah'ın kitabında[81] olmayan bir şart koşarsa, o şart bâtıldır; isterse yüz şart olsun." [82]Hem sonra Sâri' —daha önce de geçtiği gibi— sebeblerden müsebbeblerin vukuunu kasdetmektedir. Dolayısıyla sebebi ortaya koyan kimsenin böyle bir kasdı, Şâri'in kasdına ters düşmektedir. Şâri'in kasdına ters düşen her kasıd ise bâtıl olmaktadır. Dolayısıyla bu kasıd da bâtıldır. Netice itibarıyla mesele açıktır.

İtiraz: Bu netice iki açıdan problem arzetmektedir:

a) Sebeblerin konulmasında mükellefin ihtiyar ve kasdmın bu­lunması şart olmaktadır.[83] Eğer mükellefin ihtiyar ve kasdı, sebeble­rin müsebbeblerini gerektirmesine ters düşüyorsa, bunun anlamı mü­kellefin sebebi yerli yerinde tam olarak ortaya koymamış, aksine şartı —ki ihtiyar olmaktadır— eksik olarak gerçekleştirmiş olduğudur. Bu durumda şart eksik olacağı için sebebler sahîh olmayacak, bundan da sebeblerden neşet edecek müsebbeblerin vuku bulmaması lâzım gele­cektir.

b) Şâri'in maksadına ters düşen kasıd, bu kitapta ilgili yerinde de zikredilmiş olduğu üzere, ameli iptal edici bir Özellik arzetmekte­dir. Mesela mübâh kılıcı sebeblerin, mübâh kılmayıcı niyetiyle ortaya konulması, Şâri'in maksadına açık bir zıtlık göstermektedir. Çünkü Şâri'in kasdı, bu vesileler sebebiyle o neticelerin husule getirilmesidir. Şu halde bu şekilde sebeblerin işlenmesi bâtıl ve yasaklanmış olacak­tır. Meselâ: namaz kılan ve kendisi için onun yeterli olmayacağına;   [2ie] abdest alıp, onun namazı kendisine mübâh kılıcı olmamasına niyet eden kimse vb. gibi. Dolayısıyla bu esas ile daha önce geçen esas arası­nı bulmak (cem), birbirine ters düşen iki şeyi bir arada toplamak olur

ki, böyle bîr netice de bâtıl olmaktadır.

Cevap: Önce birinci itiraza cevap verelim: Bizim burada ortaya koyduğumuz konu, sebeblerin sebeb olabilmeleri için ihtiyar ile ko­nulmuş olmaları, ancak müsebbeblere yönelik bir kasdın bulunması konusudur. Yoksa, ihtiyar bulunmadan sebeblerin ortaya konul­ması üzerinde durmuyoruz. Bunların arasını aklen bulmak (cem) mümkündür. Çünkü bunlardan birisi diğerinden Öncedir; dolayısıyla aralarında birbirlerini ortadan kaldırıcı bir durum yoktur. Mesela: Cinsî münâsebeti kasıd ve ihtiyarda bulunsa ve bundan çocuğun ya­ratılmasını kerih görse, istemese veya toprağa tohum saçsa ve bitme­sini istemese veya bir insana doğrulttuğu okunu fırlatsa ve ona değ-memesini istese... vb. gibi. Bunların zikrettiğimiz misallerde olduğu gibi şer'î olmayan konularda (âdiyyât) olması caiz olduğu gibi, aynı şe­kilde şer'î olan konularda da olması caizdir.

İkinci İtiraza Cevap: Bizim üzerinde durduğumuz bu konuda, sebebin faili, Şâri'in netice versin diye koyduğu şeyin netice vermeme­sini kasdetmekte ve O'nun sebeb olarak koyduğunu yine sebeb olarak, fakat müsebbebi olmasın kasdıyla ortaya koymaktadır. Oysa ki, ken­disinin böyle bir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla onun bu kasdı abes olmaktadır. Şâri'in maksadlanyla ilgili ileri sürdüğünüz kaidede ise durum böyle değildir. Çünkü orada fail; sebebi, Sâri' Teâlâ'mn o se­bebe bir müsebbeb olarak tertîb etmediği bir şeye sebeb yapmaya ça­lışmaktadır. Menedilmesi görüşünde olanlara göre hülle nikâhını bu­na misal vermemiz mümkündür. Burada muhallil[84], nikâhı ile kadını başkasına helâl kılmak istemektedir. Oysaki Sâri' nikâhı böyle bir müsebbeb için koymamıştır. Dolayısıyla böyle bir kasdın akid sırasın­da bulunması sebebiyle, o nikâh şer'î bir sebeb olmamaktadır; netice­de de böyle bir nikâh, ne nikâhı akdeden muhallil için, ne de ilk koca (muhallelleh) için, nikaha mahal olan kadını helal kılıcı olmamakta­dır. Çünkü bâtıldır.

Kısaca, bunlardan biri sebebi, sebeb olmayacak şekilde ortaya koymuş, diğeri ise netice vermeyecek bir sebeb almak üzere işlemiştir. Birincisinin herhangi bir neticesi olmayacaktır. Diğerinin ise neticesi olacaktır. Çünkü ikinci durumda sebebin netice verip vermemesi kişi­nin ihtiyarının olup olmamasına bağlı değildir. Bu ikinci durumda se­bebin faili sebebin sebebliği konusunda Şâri'in kasdma muhalefet de etmemektedir; şu kadar var ki, sebebin rnüsebbebinin vuku bulmaya­cağı zannına kapılmıştır. Bu ise, bir yalandır veya yersiz bir istek ve 12171 ^zudur. Birincisi ise sebebi, Şâri'in koymuş olduğu sebeb olmak üze­re işlemiş değildir. Aralarında ince bir fark vardır; iyi kavramak gere­kir.

Bu konuya şu husus da açıklık kazandırmaktadır: Bunlardan bi­risinde kasıd fiile bitişiktir. Diğerinde ise fiilin istikrar bulmasından sonra ortaya çıkmakta ve fiile tâbi olmaktadır. Bu itibarla birinci­sinde fiile etki edecek, ikincisinde ise etkide bulunmayacaktır.

İtiraz: Hüküm bakımından bu, niçin ibâdetlerdeki iptal (rafd) gibi olmuyor? Çünkü bu gerçek anlamda, o şeyin şer'î bir sebeb olması­nı iptal anlamı içermektedir. Meselâ hadesin kaldırılması konusunda abdest almayı Örnek alalım. Eğer kişi, abdestin hadesi kaldırmaması niyetinde bulunmuşsa, bu abdestte aranan niyetin iptali anlamına ge­lir. Niyetin iptalinin ise, ibâdetleri iptal edebilecek geçerli bir sebeb olacağını belirtmişlerdir. Bu durumda, burada üzerinde durduğumuz konu tamamıyla başka bir mecraya girmiş olacaktır ve artık konuyu "bütün bunların müsebbeblerin iptaline değil de, bizzat sebeblerin ip­taline yönelik olması" teşkil edecektir.

Cevap: Durum hiç de öyle değildir. Niyetlerin iptali ancak Allah'­ın emrine imtisâli (uymayı) kasdederek başladığı ibâdetler esnasında mümkün olur. Daha Önce başladığı şekilde bitirmez, bilakis başlamış olduğu ibâdetine uymayan daha başka bir niyetle devam eder. Mese­la: Abdest alan bir kimse, hadesin izâlesine niyetle başlasa ve sonra bu niyetini değiştirerek , serinleme ya da bedenindeki maddî kirlerden temizlenme niyetiyle abdest almayı sürdürse niyetini iptal etmiş olur. Ancak ibâdet tamamlandıktan, bütün şartlan yerli yerinde bulun­duktan sonra, kişinin o ibâdetin ibâdet olmamasına, üzerine sorum­luluğu düşürmesi veya abdest örneğinde namaz kılmayı kendisine mübâh haline getirmesi vb. gibi herhangi bir hüküm terettüp etme­mesi şeklindeki kasdinm hiçbir etkisi yoktur. Aksine bu yaptığı ibâ­detleri, böyle bir kasdinm bulunmadığı haldeki hükmü üzere bulun­maktadır. Aralarındaki fark açıktır.

İptal (rafd) konusunda söz edip de, bir tafsile gitmeden sadece onun müessir olduğunu söyleyen kimselerin ifâdelerinde buna ters düşen bir unsur yoktur. Çünkü abdestin iptali konusunda fukahânın sözleri ve aralarındaki ihtilafları şu açıdan bu esasın haricinde değil­dir. Şöyle ki: Abdest konusunda burada iki yaklaşım bulunmaktadır: Abdestin lâyık-ı veçhile alınması üzerinde duran kimse "Namazın mübâh kılınması isteği abdest fiilinin bir lâzımı ve müsebbebi olmak­tadır. Bu neticenin kaldırılması da ancak sonradan ortaya çıkan ve onu (.abdesti) bozan bir şeyle olur." demişlerdir. Onun hükmüne yani abdestle birlikte bulunan ve namaz kılıncaya kadar sürecek olan na­mazı mübâh kılma isteğine bakan kimseye göre ise, bu ileride olacak bir iştir. Dolayısıyla şart olarak ilk niyetle ve abdeste bitişik durumda olması aranır. Bu ise kendisini iptal edecek niyetle bozulmuştur; dola­yısıyla artık o abdestle gelecek namazın mubah kılınması sahîh ol­maz. Çünkü bu, fiile bitişik iptal gibidir. Bu tür iptaller fiile bitişik ol­duğu zaman tesir etmektedir. Burada da durum aynıdır. Ama taharet niyetini, o abdestie namazı edâ ettikten ve namazın hükmü tamam­landıktan sonraiptal edecek olsa, bu durumda ona yeniden abdest alıp namazını iade etmesini söylemek sahîh olmayacaktır.[85] Aynı şekilde namaz kılan ve selam verdikten sonra o namazını iptal etmek isteyen kimsenin durumu da aynıdır; kendisine emredileni emredildiği şekil üzere îfâ etmiştir. Her ne kadar abdest, onunla kıldığı namazın ta­mamlanmasından sonra da olsa iptali ile bozulur diyen de varsa da, kaide onun bu sözü karşısında açık bulunmaktadır.

Allah en iyisini bilir ve tevfîk ancak ondandır.

Buraya kadar anlattıklarımız, sebeblerin şartları yerli yerinde tam ve mânilerden de uzak olarak işlenmesi durumuyla ilgiliydi.

Sebeblerin, olması gerektiği şekilde yapılmaması, şartla­rını tam olarak içermemesi ve mânilerinden de uzak olmama­sı durumuna gelince, bu takdirde o sebeblerden doğması iste­nen müsebbebler meydâna gelmeyecektir; mükellefin kasdı-na itibar edilmeyecektir. Çünkü müsebbebîerin vuku bulup bul­maması mükellefin elinde olmayan bir şeydir. Sonra Sâri, onları mü-sebbeblerini doğuracak şekilde sebeb olarak koyarken, onların belli şartları taşıması ve mânilerden da uzak bulunması şartını da getir­miştir; onları ancak bu şartla sebeb olarakkabul etmiştir. Dolayısıyla bu şartlar tam olarak bulunmadığı zaman sebeb, şer'î bir sebeb olmak için yeterli ve tam olmayacaktır. İster sebebin şartlarının bulunması ve mânilerinden uzak olması, onun (yani sebebin) parçalarını oluştu­rurlar diyelim, ister bu görüşte olmayalım netice fark etmeyecektir. Keza, şayet bütün eksikliklerine rağmen, mükellef diliyor diye sebeb müsebbeblerini gerektirecek olsaydı veya sebeb tam olmasına rağmen mükellefin kasdı yok diye müsebbebleri ortaya çıkmasaydı, o takdirde sebebleri Sâri' Teâlâ'nın koymuş olmasının bir mânâsı kal­mayacaktı ve O'nun bu vaz'ı abes olacaktı. Çünkü onların şer'î sebeb-ler olmasının anlamı, ortaya konulduklarında şer'an müsebbebleri-nin ortaya çıkmasıdır. Keza onların şer an sebeb olmayışlarının an­lamı da, onlar ortaya konulsa bile, şer'an müsebbeblerinin ortaya çık­mamasıdır. Eğer mükellefin ihtiyar ve kasdı bunların şer'î hakikatle­rini çevirecekse, o takdirde sebeblerin şer'an belli bir konulurları (vaz') olmayacaktır. Halbuki biz prensip olarak sebeblerin şerîatte belli bir vaz' üzere konulmuş olduklarını kabul ediyoruz. Dolayısıyla bu bir tutarsızlıktır ve muhaldir. Böyle bir neticeye götürecek olan şey de onun gibi tutarsız ve muhal olacaktır. Böylece şer'î sebebler bahsin­de, mükellefin kasıd ve ihtiyarının herhangi bir tesiri olmayacağı or­taya çıkmış olmaktadır.

İtiraz: Bu nasıl olabilir? Halbuki, "Nehiy (yasak) nehyedilen şe­yin fesadına delâlet etmez." veya "Nehiy sıhhate delâlet eder." yahut da "Zâtına yönelik bir husustan dolayı (lizâtihî) nehiyde bulunulanla, vasfına yönelik bir husustan dolayı (li vasfıhî) nehiyde bulunulan şey arasını ayırmak gerekir..." şeklinde görüşler bulunmaktadır. Bu gö­rüşler yasaklanmış olan bir sebebin ortaya konmasının—ki bu şartla­rı tam olarak bulunmayan, manîlerinden uzak olmayan bir sebebin işlenmesi demektir— müsebbeblerini ortaya koyacağına delâlet et­mektedir. İmâm Mâlik'in mezhebinde de buna delâlet eden şeyler var­dır: Ona göre fâsid olan alış veriş akidleri ilk başlangıçta, mebîin kabzı sırasında mülkiyet şüphesi ifâde ederler. Keza onlar, pazarın değişti­rilmesi (mebîin nakledilmesi) ve onun maddî varlığını ortadan kaldır­mayan diğer tasarruflarla da mülkiyet ifâde ederler. Gasb ve benzeri gayr-ı meşru tasarruflar da, gasbedilen şeyin (ayın) maddî varlığı or­tadan kaldırılmasa bile, ona (Mâlik) göre çeşitli meselelerde mülkiyet ifâde ederler. Halbuki gasb ve benzeri gayr-ı meşru şeyler aslında bir sebeb değillerdir. Buradan da; yasaklanmış olan sebebin işlenmesi durumunda, onun üzerine müsebbebin terettiib edeceği neticesi çık­maktadır. Ancak "Nehiy mutlak surette nehyedilen şeyin fesadını ge­rektirir." denilecek olursa o zaman netice farklı olacaktır.

Cevap: Kaide geneldir. Bu bahsedilen şeylerde mülkiyet mânâ­sının ifâdesi, bizzat birinci akdin kendisinden çıkmayan haricî başka durumlardan dolayı olmaktadır. Onun açıklanmasının yeri şimdi bu­rası değildir. İnşallah bu konuya sonra temas edilecektir.

Fasıl:

Daha önce geçen meseleler üzerine bina edilen konulardan birisi de şudur: Sebebi işleyen kimsenin, müsebbebi ortaya koymanın kendi yetki ve ihtiyarıyla ilgisi bulunmadığı şuuru içerisinde olması gerekir ve eğer kişi sebebi işlerken müsebbebi failine (Allah'a) havale eder ve ondan tamamen sarf-ı nazarda bulunursa bu kendisinin ihlâsı, Al­lah'a olan itimat ve tevekkülü için daha uygun olur; emredilen sebeb-lere tevessül; yasaklanılan sebeblerden de kaçınma konusunda sabır olmasına, gerçek anlamda şükrünü îfâda bulunmasına ve diğer gü­zel makamlara ulaşmasına yardımcı olur. Aslında açık olmakla birlik-Î2201    te, bunlardan bir kısmının zikre dilme siyi e konu açıklık kazanacaktır.

İhlâs konusunu ele alalım: Mükellef sebeb konusunda vârid olan emir ve nehye icabet edip, bunların ötesinde başka bir şeye atf-ı nazar­da bulunmayınca, kendi beklentilerinden uzak kalmış, Rabbinin hu­kukunu îfâ etmiş ve gerçek kulluk makamında yerini almış olur. Mü-sebbebe iltifatta bulunması ve ona j'önelik bir kasdının olması duru­mu ise böyle değildir. Çünkü o takdirde Allah'a olan teveccühü saflığı­nı yitirecek; sebebe tevessül ile ortaya koymaya çalıştığı Allah'a olan teveccühü, müsebbebe olan teveccühü vasıtasıyla olmuş olacaktır. İh-lâs açısından bu iki mertebenin arasında farklılığın bulunduğunda ise herhangi bir şüphe bulunmamaktadır.

Tevekkül ve işleri Allah'a tevdî (tefviz) noktasından da daha uy­gundur demiştik; çünkü, mükellef müsebbebin kendi yükümlü tutul­duğu şeyler altında olmadığını, kendi güç ve kudretinin yeteceği tarz­da da bulunmadığını bildiği zaman, bütün kalbiyle onu elinde bulun­duran Allah'a dönecek; böylece Allah'a tevekkül ve her şeyini O'na havale etmiş olacaktır. Bu —ibâdetlerle ilgili olsun olmasın— bütün yükümlülüklerde böyle olacaktır. İbâdetlerle ilgili yükümlülüklerde bunlara ilâveten kulun sebehlere tevessülden sonra da, hâlâ korku ve umut arasında bulunmaya devam etmesi gibi bir netice de doğacak­tır.[86] Eğer kişi sebeblere tevessülde bulunmakla müsebbeblere iltifat ve kasdı bulunan kimselerden ise, bu sebebiyetin vereceği neticeyi hep bekler olacak, belki de bu aceleci tavrı, neticeyi beklemekte olduğun­dan sebebin tamamlanmasından Önce ondan yüz çevirmesine sebeb olabilecektir.[87] Neticede de teveccühü, kendi güç ve yetkisinde olma­yan şeye kayacak ve kendisinden yapılması istenilen şeye teveccühü kalmayacaktır. Şu hikâye işte bu konumda cereyan etmiş olmalıdır: Birisi "Kim kırk sabah Allah için ihlâsta bulunursa, hikm.et pınarları onun kalbinden dili üzere ortaya çıkar,"[88] hadisini işitmiş ve kendi zanmnca hikmete ulaşmak için ihlâsa başlamış, süre dolmuş, fakat hikmet gelmemiş. Sonra bunu ehline sormuş. Kendisine:

—Sen sadece hikmet için ihlâsta bulunmuşsun; Allah için ihlâsta bulunmamışsın; diye cevap verilmiş. Sebeblerin işlenmesi sırasında müsebheblerin göz önünde bulundurulması konusunda bu gibi şeyler çok olmaktadır. Hatta bazan bu mülâhazaları iyice taşar ve sebeblere riâyetle, o sebebleri koymak durumunda olan kişi arasına girdiği bile olur. Böylece âbid olan ibâdetlerini çok görmeye başlayabilir, âlim il­miyle gururlanma hâline girebilir. Ve benzeri durumlar,Sabır ve şükür konusuna gelince, çünkü kişi devamlı ve sadece Allah'ın emirlerine bakıp, müsebbeblerin ve onların sebeblerinin kı­vamı O'nun elinde bulunduğuna, kendisinin sadece memur bir kul ol­duğuna inanınca, Allah'ın emri yanında duracak; kendisi için ondan kaçış durumu olmayacak, hiçbir zaman o emri göz önünden ırak etme­yecek ve o konuda nefsini sabıra zorlayacaktır. Çünkü kendisinin sü­rekli murakabe altında olduğunu biliyordur ve Allah'ı görüyormuşça­sına kullukta bulunan kimselerdendir. Bu durumda iken eğer müseb-beb vuku bulacak olursa, layıkıyla şükreden kimselerin başında yer alacaktır. Zira o müsebbebin ortaya çıkmasında, kendisinin esbaba te­vessül etmiş olmasına en ufak bir pay ayırmayacaktır ve ondan dolayı kendi nefsine ne bir fayda ne de bir zarar biçmeyecektir. Her ne kadar o bir alâmet ve âdî bir sebeb ise de, nihayet bir sebebiyet vermeden, cereyan eden âdet-i ilâhiye uygun bir tertipten başka bir şey değildir. Her şey Allah'ın elindedir.

Ama böyle olmaz da müsebbebe iltifat ve kasıdda bulunacak olur­sa durum daha farklı olacaktır. Sebeb ya netice verecektir, ya da neti­cesiz kalacaktır. Netice verdiği zaman sevinecek: neticesiz kaldığında ise. Allah'ın taksim ve kazasına rıza göstermeyecek, sebebi bir hiç gibi telakki edecektir. Muhtemelen bu durum kendisini usandıracak ve onu terkedecek; belki ondan sıkılacak ve artıkkendisine ağır gelmeye başlayacaktır. Bu Allah'a dînin bir tarafından kulluk etmeye ben­zemektedir. Böyle bir durum kulluk boyunduruğu altına giren kimse­lerin âdetleriyle bağdaşmayacak bir tavırdır. Diğer yandan güzel ve rızaya uygun makam ve haller üzerinde düşünenler, onların müseb­beblere iltifatı terk esası üzerinde bulunduklarını göreceklerdir. Bel­ki de bu yaklaşım, keramet ve harikuladelikler sahibi kimselere en çok fayda veren bir tavır olmuştur.

Fasıl:

Müsebbeblerin Allah'ın elinde olduğu düşüncesiyle, onlara ilti­fatta bulunmayan kimsenin bütün düşüncesi tevessül etmekte olduğu sebeb olacaktır. O kişinin hatırı sürekli onu korumak, onu gözet­mek ve onun hakkında nasîhatta bulunmakla meşgul olacaktır. Çün­kü sebebden başkası kendisiyle ilgili değildir. Şayet sebebden gözetti­ği kasıd müsebbeb olsaydı, o takdirde sebebi asıl konuluş şekli üzere işlemesi ve ona bir kulluk icrası kasdı dışında başka amaçlarla yaklaş­mış olması ihtimali doğacaktı. Belki de bu durum onu, haberi bile ol­madan sebebin ihlâli neticesine bile ulaştıracaktı. Belki haberli ola­caktı fakat hakkında düşünmeyecekti. Buradan da pek çok mefsedet ortaya çıkacaktı. Bu anlayış hem dünya hem de âhiretle ilgili konular­da, ibâdetler alanında aldanmanın aslını teşkil etmektedir. Hatta bü­tün helak edici özelliklerin aslını bu telakki teşkil etmektedir. Dünyevî işlerde bu açıktır. Çünkü kişi ancak ticâretinde umduğu ka­zancı bir an evvel elde etmek amacıyla veya icra ettiği zenâatının revâc bulması için (yani müsebbebe yönelik kasdmdan dolayı) hile ya­par/aldanır. İbâdetlere gelince, Allah Teâlâ'mn sevdiği bir kulun özel­liğinden olmak üzere gök ehlinin kendisini sevmesinden sonra yeryü­zünde onun için hüsnü kabul konulur. Nafilelerle yaklaşmak önce Al­lah sevgisini, sonra da meleklerin sevgisini kazanmanın sebebi [222] olmaktadır. Daha sonra da o kimse için yeryüzünde hüsnü kabul ko­nulmaktadır. Muhtemelen âbid, sebeble —ki nafileler oluyordu— bu müsebbebe iltifat ve kasıdda bulunacak, sonra ona ulaşmak için ace­leci davranacak ve kendi işi olmayan bir şeyi talep etmek işin içine ka­rışacaktır. Neticede de bu durum sebebi açığa vurduracaktır ki bu da riya olmaktadır. Diğer helak edici şeylerde de durum aynıdır. Böyle bir netice de fesad olarak yeterlidir.

Fasıl:

Bir diğer husus da, bu halin sahibi huzurludur, gönlü rahattır, dağınık değildir; kalbi her türlü dünyevî yorgunluklardan uzaktır, tek bir yönü vardır. Böylece bu kimse dünyada mutlu bir hayat sürecek, âhirette de mükâfatlandırılacaktır. Yüce Allah: "Kadın, erkek, inan­mış olarak kim iyi iş işlerse, ona hoş bir hayat yaşatacağız.[89] bu­yurmaktadır. Rivayet edildiğine göre Cafer es-Sâdık, âyette geçen hoş bir hayat (hayâten tayyibeten) hakkında: "O marifetullahtır, gerçek anlamda Allah'la birlikte olmaktır, Allah'ın emrine hakkıyla vâkıf ol­maktır." demiştir. İbn Atâ da: "Allah'la birlikte yaşamak, O'ndan baş­ka herşeyden yüz çevirmektir." demiştir.

Keza kişinin kendisini sebebe verip müsebbebe yönelik herhangi bir iltifat ve kasıdda bulunmaması şeklindeki bir davranışta, bütün düşüncesi tek bir nokta üzerinde yoğunlaşacağı için diğer düşüncelerden kurtulma durumu da bulunmaktadır. Ancak sebeble birlikte [223] onun müsebbebine yönelik bir kasıd da bulunduran kimsenin durumu böyle değildir. Çünkü böyle bir kimse işlediği her sebebin müsebbebini de dikkat nazarına alacaktır. Bu ise düşünceleri çoğaltıcı, dikkatleri dağıtıcı bir davranış olacaktır. Yine sebeblerin netice doğurucu, do-ğurmayıcı olmalarına bakma neticesinde de zihin ve düşünce dağınık bir hal alacaktır. Sebebler netice verdiğinde tek bir doğrultuda netice vermeyecek ve sahibinin kalbi hep keşke netice (müsebbeb) bulundu­ğu şekilden daha uygun olsaydı şeklinde meşgul, düşüncesi sürekli dağınık birhalarzedecekti. Bazan sebebi kınayacak, bazan da müseb­bebe karşı rıza ve hoşmıdsuzluk gösterecektir. Hz. Peygamberin "Dehre (zamana, feleğe) sövmeyin. Çünkü 'dehr'Allah'tır." [90] sözü ve benzerleri işte bu mânâya işaret etmektedir.

Başka bir şeye iltifat etmeden sırf sebeble meşgul olan kimse ise, tek bir şeyle meşgul olmaktadır ki, o da sebeb vasıtasıyla —hangi se­beb olursa olsun— Allah'a olan kulluğun icrâsıdır. Hiç şüphe yoktur ki, pek çok düşüncelere nisbetle tek bir düşünce, nefis üzerinde ger­çekten çok hafif kalacaktır. Hatta sabit durumda olan tek bir düşünce­nin dahi, kendi içerisinde çeşitli ve değişken durumda olan bir düşün­ceye nisbetle hafifliği inkar edilemez. Hadis-i şerifte: "Kim bütün dü­şüncelerini tek bir düşünce haline getirirse, şâir düşünceleri için Al­lah ona kâfidir. Kim de bütün tasasını âhireti için toplarsa, onun dün-ya işlerine Allah yeterlidir."[91]huymlmuştuT. Şu söz de bu mânâya çok yakın bulunmaktadır: "Kim ilmi Allah için talep ediyorsa[92] az bir ilim kendisine yeterlidir. Kim ilmi insanlar için tahsil ediyorsa, insanların ihtiyaçları pek çoktur." Zâhidler bu meydanda düşkünlük göstermiş­ler ve giriştikleri yarışlarla sevinmişler, hatta bazıları "Eğer melikler bizim üzerinde bulunduğumuz şeyleri bilselerdi, onları elde etmek için bize karşı silahla savaş açarlardı" demişlerdir. Hadis-i şerifte: "Dünyada zühd kalbi ve bedeni rahatlatır.[93] buyrulmuştur. Zühd; yoksulluk, her şeyden el-etek çekrcek değildir. Aksine o kalbde bulu­nan bir haldir ki, isterseniz ona esbaba tevessülle kullukta bulunmak ve onları işlerken müsebbeblerine iltifat etmemek diyebilirsiniz. Bun­lar bazı numunelerdir ve kaidenin genel içeriği hakkında size bir fikir verecek ve dikkatinizi çekecek mâhiyettedir.

Fasıl;

(Müsebbebin mükellefin kudreti dâhilinde olmadığı ve onunla yükümlü de bulunmadığı esası üzere bina edilen hususlardan birisi de şudur:) Müsebbebe yönelik olan iltifat ve beklenti bazan orta şid­dette olur. Buna inşallah ileride temas edilecektir. Bu kişinin sebeble-ri cereyan etmekte olan âdet-i ilâhîye müsteniden ortaya koyması du­rumunda olur. Müsebbeblere yönelik iltifat ve beklentileri olan kim-[224] seler için, daha salim olan yol da budur. Müsebbeblere karşı olan ilti­fat ve beklenti bazan da beşerin tahammül gücünün üstünde aşın ve mübalağalı bir dozda olur. Bu yüzden de esbaba tevessül eden kimse için neticede aşın yorgunluk ya da kendi işini terk ile kendi işi olma­yan bir işe girişmek gibi bir durum ortaya çıkar.

Aşırı yorgunluk, daha çok seyr ü sülük erbabının karşılaştıkları şeydir. Bazan esbaba tevessül eden kimsenin aşırı bir korku ve bed­binlik içerisinde olduğu da gözlenir.Bu meselenin aslını, Kur'ân'daki Yüce Allah'ın Hz. Peygamber'e yönelik uyarılan teşkil etmektedir: Hz. Peygamber fevkalâde bir gayretle insanları Allah'ın dînine davet ediyordu. Hal­buki, onun için daha uygun olanı orta derecede bir beklenti içerisinde

olmasıydı. Konuyla ilgili âyetlerde şöyle deniliyor: "Ey Muhammedi Onların söylediklerinin seni üzeceğini elbette biliyoruz; doğrusu on­lar seni yalancı saymıyorlar, fakat zâlimler Allah'ın âyetlerini bile bi­le inkâr ediyorlar.... Onların yüz çevirmesi sana ağır gelince, eğer gü­cün yeri delmeye veya göğe merdiven dayamaya yetmiş olsaydı, onla­ra bir mucize göstermek isterdin. Allah dileseydi onları yolda toplar­dı. Sakın bilmeyenlerden olm,a.[94] "Ey Muhammedi İnanmıyorlar diye nerdeyse kendini mahvedeceksin.[95] "Ey Peygamber! Küfre ko­şanlar seni üzmesin.[96] "Putperestlerin: 'Ona bir hazine indirilmeli veya yanında bir m,elek gelmeli değil miydiV demelerinden senin —Ey Muhammedi-— kalbin daralır ve belki de sana vahyolunanın bir kısmını terkedecek olursun. Sen ancak bir uyarıcısın, Allah her şeye vekildir." 8S; "Sabret, senin sabrın ancak Allah'ın yardımıyindir: on­lara üzülme, kurdukları düzenlerden endişe etme." 89

Bu ve benzeri âyetler, Hz. Peygamber'in göğüs gerdiği sıkıntıla­rını azaltmasına ve kendisinin sadece Allah'ın emrettiği şeylerle—ki sebeblerin icrası olmaktadır— yetinme durumuna avdet etmesini teşvik etmektedir. Dilediğini doğru yola iletecek olan Allah'tır. "Sen sâdece bir uyarıcısın,[97] "Sen sadece bir korkutucusun. Allah her şeye vekildir.[98] vb. âyetler buna delîl olmaktadır. Bütün bunlar Hz. Pey-    [225] gamber'den [ ""îîSEuta1 ] istenilen şeyin esbaba tevessülde bulunmak ol­duğunu göstermektedir. Sebebleri vaz' eden (müsebbib) ve müsebbe­bin yaratıcısı ise Allah'tır. "Allah'ın onların tevbelerini kabul veya on­lara azab etm.esi işiyle senin bir ilişiğin yoktur.[99] Bu âyetler size göstermektedir ki; Hz. Peygamber [ 8l«*«Tta''] , onların îmân etmeleri­ne aşırı hırs göstermekten, tebliğde mübalağaya kaçmaktan dolayı, keza yaptığı çağrının neticesini —ki cehennemden kurtulmalarını te­min edecek imanları oluyordu —elde etmek amacından dolayı aşın bir  sıkıntıya  maruz kalmıştır.   Öyle  ki,  bunu yansıtmak  üzere Kur'ân'da "And olsun ki, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisi­ne ağır gelen, size düşkün, inananlara şefkatli ve merhametli bir pey­gamber gelmiştir."[100] âyetiinmiştir. Bununla birlikte Hz. Peygamber , nübüvvet makamına daha uygun ve lâyık olan, daha az sı­kıntı ve meşakkat çekmesini temin edici bir ölçüye (orta Ölçülü olma­ya) davet edilmiştir. Her ne kadar, peygamberlik makamının hiçbir makamla kıyaslanamayacak kendine has ve lâyık bir şeref ve merte­besi varsa da; bu durum, ona ait olan bu hükümlerle, onun daha altın­da bulunan ve ümmete uygun olan mertebelere istidlalde bulunmayı zedeleyecek değildir. Nitekim şeriat âlimleri Hz. Peygamber'in hallerini, ona dair hükümleri ümmetiyle ilgili hükümlerde, . onlan delîl olarak kullanmanın şahinliğini —sadece kendisine has ol­duğuna dair bir delîl bulunmadıkça— kabul etmektedirler.

Kendi işini terkle, kendi işi olmayana yeltenmeye gelince; bura­da kişi sebebi icra ederken bizzat müsebbebe yönelerek onun olmasını ya da olmamasını kasdettiğinden, bu haliyle Şâri'in maksadına muhalif düşmüş olmaktadır. Zira bilindiği üzere, müsebbebin mükel­lefle bir ilgisi yoktur; kişi onunla yükümlü tutulmamıştır. Aksine s müsebbeb sadece Allah'ın yetki ve irâdesinde olmaktadır. Müsebbebe ' yönelik kasdı bulunan kimse ifratı hasebiyle genelde, onun vukuunu belli bir garaza mebnî istemiş olmaktadır. Halbuki o, her açıdan kulun belli garazına uygun olarak değil, sadece Allah'ın irâdesi doğrultu­sunda cereyan etmektedir. Dolay] sıyla kulun garazı ve kasdı vaz' (ko-nuluş) itibarıyla murâd olunan şeye muhalif düşmektedir. Bu ise edeb sının mn dışına çıkmak ve kadere karşı koymaky a da o mânâda birşey demektir. Nitekim sahîh hadiste bu mânâya dikkat çekilmiş ve şöyle buyrulmuştur: "Kuvvetli mümin Allah'a zayıf mu'minden daha hayırlı ve daha makbuldür. Her bir şeyde hayır vardır. Sana fayda veren şeye çaba göster; Allah'tan yardım dile ve âciz olma. Başına bir şey gelirse 'Eğer şöyle yapsam, şöyle olurdu.'deme! Ancak 'Bu Allah'ın ka­deri, O ne dilerse yapar.' de! Çünkü 'eğer' kelimesi şeytanın amelini açar."[101] Hadiste 'eğer' ifâdesinin, şeytanın amelini açacağına dikkat çekilmiştir. Çünkü bu tavır, sebeb ortaya konulurken müsebbebe yö­nelik bir iltifat ve kasdın bir neticesi, sanki müsebbeb sebebten doğar-mış ya da aklen onun lâzımı (zorunlu) bir neticesiymiş gibi bir te­lakkinin sonucu olmaktadır. Halbuki, müsebbebin vukuu tamamen ilâhî irâde ve kader dahilindedir. O dilediğini yapar. Zira, O'na ne se­bebin mevcudiyeti yardımcı olur, ne de sebebin bulunmaması O'nu ac­ze düşürür.

Sözün kısası, ortaya çıkan şey (müsebbeb), kesin olan kaderin yürürlük bulması demektir. Geride kalıyor sebeb: Eğer o yükümlü olunan bir şeyse, teklif gereğince o işlenecektir. Kulun kudreti dâ­hilinde olmadığı için yükümlü olunmamış bir şeyse, o zaman onu da her şeyin Allah'ın elinde bulunduğu şuurunda olan kimsenin tavrıyla Allah'a havale etmek ve O'na boyun eğmek gerekecektir. Böyle yapıl­dığı takdirde üzerine şeytanın ameli açılmayacaktır. Çoğu zaman in­san, bu mânâda mübalağa eder ve neticede, şeytanın vesvesesine ka­pılmak, kadere karşı koymak vb. gibi, şer'an hoş olmayan durumlara düşebilir.

Fasıl:

Müsebbebi dikkate almayan kimse, eğer işlediği şey ibâdetse, mertebece daha yüksek, amelce de daha ihlâslı ve temiz olacaktır. Eğer işlediği şey ibâdet dışı bir konuysa, ecri daha çok olacaktır. Çün­kü kendi hazzını düşürmek üzere amelde bulunmaktadır. Müsebbeb-lere yönelik beklentileri olan kimse ise böyle değildir. Çünkü o, nefsi­nin güttüğü hazlara ulaşmak amacıyla amele girişmiştir. Amellerin neticeleri —Allah'ın yaratması olmakla birlikte— nihâî olarak kul­ların kendilerine döner. Çünkü onlar ya maslahatlardır ya da mefse-detlerdir. Nitekim Ebû Zer'in rivayet ettiği kudsîhadiste de: "Ey Kul­larım! Bunlar ancak sizin amellerinizdir. Onları size sayıyorum. Sonra onların karşılığını size tastamam veriyorum...."[102] buyrulmak suretiyle buna işaret edilmiştir. Bu mânânın aslı da bizzat Kur'ân'da [227]    bulunmaktadır. "Kim salih bir amel işlerse kendi nefsi içindir." [103]

Şu halde, onlara iltifatta bulunan kendi hazzı yüzünden amel et­miş olmaktadır. Sırf emir ve nehye yönelik olmak üzere amel eden kimse ise, nefsinin hazlarını düşürmüş olmaktadır. Bu hâl erbabının tuttuğu yol olmaktadır. Bu konu başka bir yerde genişçe ele alınmış­tır.

Soru:Müsebbebîere atf-ı nazarın olup olmaması nasıl anlaşıla­caktır? Bunun bir kıstası var mıdır?

Cevap: Hazlarm terki bazan, kalbin onlara genel anlamda iltifat etmemesi anlamında açık olabilir. Bu azdır ve bu hal daha çok sofilerden hâl erbabına mahsûstur. Bunlar mutlak anlamda sebebi ortaya koyarlar ve onun bir müsebbebinin olup olmamasına dahi bak­mazlar.

Bazan da, hazlar kalpten tümden düşmez, dolayısıyla da bu an­lamında durum tam açık olmaz. Burada müsebbebe yönelik olan ilti­fat (doğrudan değil) emir ve nehyin arkasından olmuştur. Bu, kişinin Allah'ın dilediği gibi tasarrufta bulunabileceğine olan itikadıyla bir­likte, carî olan âdet-i ilâhî doğrultusunda hareket etmesiyle olur. Keza; bu, sebeble müsebbebin taleb edilmesiyle yani, Müsebbib olan Allah'tan sebebin gereğini talepte bulunmakla olur. Bir nevi sebeb eli­ni uzatarak Müsebbib'ten istemek gibi. Aynen, tazarru (dua, niyaz) elini uzatarak bir şeyi istemek gibi. Veya bu, müsebbeb hakkında du­rumu kendi yetki ve irâdesinde bulundurana tevdî yoluyla olur. İşte bunlar sebebi işlerken müsebbeb hakkında sarf-ı nazarda bulunmuş kimseler olmaktadırlar. Müsebbebe iltifat demek sadece, onun sebeb­le birlikte cereyan ettiğine, ona bağlı olduğuna itikat demektir. Örne­ğin müsebbebi bizzat sebebin kendisinden istemek, yahut müsebbebi doğuran şeyin bizzat sebeb olduğuna itikat etmek gibi. Zikri geçen mefsedetlere uygun düşen ve neticesinden korkulan telakki de işte budur.Bu iki uç arasında kalan kısımlar ise, ictihad sahası olmakta­dır. Taraflardan hangisine daha yakın iseler, onun hükmünü alırlar. Benzeri bir mütâlâa, hazlar meselesinde de aynı şekilde söz konusu­dur. [104]                              ...

 

Onuncu Mesele

 

Daha önce şer'an müsebbeblerin, sebeblerin işlenmesi üzerine tertîb edilmiş olduğu, Şâri'in sebeblere yönelik hitaptan kasdının müsebbebler olduğu belirtilmişti. Bu durumda mükellefe nisbetle —eğer

ona itibar ederse— şu hususlar ortaya çıkacaktır:

1. Müsebbeb şer'an, esbaba tevessül edene nisbet edildiğine gö­re,   mükellefin   sebebi   işlerken  müsebbebe  iltifat  etmesi,  kendi hesabında olmayan, aklından geçmeyen şeylerin vâki olmasını gerek­tirecektir. Esbaba tevessül emredilmiş olabileceği gibi, yasaklanmış da olabilir. Tâatler bahsinde esbaba tevessül, kişinin aklından geçme­yen hayırları kendisi için ortaya koyabileceği gibi, masiyet olan bir ko­nuda olduğu zaman da, yine hiç düşünmediği şeylerin kendi başına gelmesi gibi bir netice verecektir. Nitekim âyet ve hadîsler bu hususa delâlet etmektedir. Tâatler hakkında olmak üzere bazı şu âyet ve hadîslere bakılabilir: "Kim de onu diriltirse (ölümden kurtarırsa) bü­tün insanları diriltmiş gibi olur.[105] "Kim güzel bir çığır açarsa, onun sevabı ve kıyamete kadar onu işleyenlerin sevabı kendisine yazılır.[106] "insan Allah'ın rızâsını mûcib söz söyler ve onun ulaşmış olduğu dere­ceye ulaşacağını zannetmez. Allah, o söz sebebiyle kıyamete kadar ona hoşnudluk hali yazar.[107]

Masiyetler hakkında ise: "Kim bir kimseyi haksız yere öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur,[108]"Haksız yere öldürülen hiçbir kimse yoktur ki, onun günahından Âdem'in ilk oğluna bir pay ayrılmasın. Çünkü yeryüzünde ilk kan akıtma çığırını açan odur,[109] "Kim kötü Hr çığır açarsa onun ve kıyamet gününe kadar onu işleyen­lerin günahı kendisine yazılır.[110]"însan Allah'ın gazabını mûcib söz söyler ve onun ulaşmış olduğu dereceye ulaşacağını zannetmez. Allah, o söz sebebiyle kıyamete kadar onun aleyhine gazab hali yazar.[111] Ve benzeri deliller.

İmâm Gazzâlî, Dıyâ ve diğer eserlerinde bu. mânâyı yeterince açık bir şekilde ortaya koymuş ve "Kitâbu'l-kesb"de [112]şöyle demiştir: "Düşük ayar akçenin (dirhem)[113] ödeme sırasında kullanılması ve böylece ona revâc verilmesine girişilmesi zulümdür. Çünkü, eğer alıcı onun düşük ayar olduğunu bilmiyorsa bu takdirde zarar görecektir. Eğer bile bile almışsa, o da onu bir başkasına verecek, üçüncü, dördün­cü. .. şahıslar da hep aynısını yapacak ve böylece o para elden ele dolaşacak, neticede zarar umûmileşecek, fesâd yaygın hâle gelecektir. Bü-   1229] tün bunların günah ve vebali ilk kez onu piyasaya süren kimseye dö­necektir. Çünkü bu kapıyı ilk açan odur." Gazzâlî daha sonra "Kim güzel bir çığır açarsa..." hadisiyle istidlalde bulunmuştur.

Seleften bazılarının, düşük ayar tek bir dirhemin revaç bulması için çalışılmasının, yüz dirhem çalmaktan daha şiddetli olduğunu be­lirttiklerini ifâde eden Gazzâlî, devamla şöyle der: "Çünkü hırsızlık tek bir masiyettir, o da tamamlanmış ve şer kesilmiştir. Düşük ayar paranın piyasaya çıkarılması ise, dînde ortaya konulmuş bir bidattir, kendisinden sonra diğer insanların da işlemeye devam edecekleri kö­tü bir çığırdır. Dolayısıyla ölümünden sonra yüz sene, iki yüz sene tâ o para ortadan kalkıncaya kadar meydana gelecek günah üzerine ola­caktır. Sebebiyet verdiği bütün zarar ve noksanlıklar aleyhine kayde­dilecektir. Ne mutlu o kimseye ki, öldüğü zaman günahları da kendi­siyle birlikte ölür; yazıklar olsun o kimseye ki, kendisi ölür gider de, yüz sene, iki yüz sene veya daha fazla günahları devam eder; bu yüz­den kabrinde azab görür; ta ortadan kalkıncaya kadar ondan dolayı sorguya çekilir! Yüce Allah : 'Şüphesiz ölüleri dirilten, işlediklerini ve eserlerini yazan Biziz.'[114] buyurmuştur. Yani: Biz onun önceden gön­derdiklerini yazdığımız gibi, geride bıraktığı amellerinin neticelerini de yazarız; demektir. Benzer bir âyefe de: 'Ogün, insanoğluna önce­den gönderdiği, geride bıraktığı ne varsa bildirilir.[115]buyrulmuştur. Hiç şüphesiz amellerinin neticelerini geride bırakanlar, başkalarınca takip edilen kötü bir çığırı başlatan kimseler olmaktadır." Gazzâlî'nin sözleri bunlar. Kaide olarak, sebebin işlenmesi, müsebbebin ortaya konulması mesabesindedir. Daha önce bu konu açıklanmıştı.

Gazzâlî, "Şükür" bahsinde sözü daha da ileri götürür. Orada ni­metleri, cinslerine ve nevilerine ayırıp yeterli tafsilâttan sonra şöyle der: "Hatta diyorum ki: Gözünü kapayacak yerde açmak suretinde de olsa, tek bir bakışta Allah'a isyan eden kimse, Allah'ın göklerde, yer­yüzünde ve ikisi arasında ne var ne yok bütün nimetlerine karşı küf-rânda (saygısızlıkta, inkarda) bulunmuş olur. Şöyle ki: Allah Teâlâ'-mn bütün yarattıkları; melekler, gökler, hayvanlar, bitkiler hepsi bir­den her bir ferdin istisnasız istifâde etmiş olduğu bir nimet olmakta­dır." Gazzâlî, daha sonra gözkapaklarının göze olan faydalarını anlat­tıktan sonra şöyle devam eder: "O kişi Allah'ın kendisine bahşettiği gözkapak nimetine küfrânda bulunmuş olur. Gözkapakları gözsüz t230] olamaz. Gözler başsız olamaz. Baş bütün bedensiz yapamaz. Beden gı­dasız edemez. Su, toprak, hava, yağmur, bulut, güneş, ay... olmadan gıda olamaz. Bu saydıklarımızın kıyamı için de göklerin bulunması gereklidir. Melekler olmadan ise gökler duramaz. Görüldüğü gibi, herşey birbirine irtibatlı olmak üzere tek bir vücût gibidir. Aynen beden­deki organların birbirlerine olan irtibatları gibi. O yüzdendir ki, haber de "insanların bir araya geldikleri ve toplandıkları yerler, onlar dağıl­dığında ya onlara lanet eder ya da onlar için istiğfar ederler." denilmiş­tir. Keza hadîste 'Alime her şey, hatta denizdeki balıklar dahi istiğfar eder...'[116]buyrulmuştur. Bunlar, âsînin tek bir göz kırpmasıyla yerde gökte olan herşeye karşı cinayette bulunmuş olduğuna, yaptığı kötü­lüğü imha edecek bir iyilik yapıncaya ve böylece hakkındaki lanetle­rin istiğfara dönüşünceye kadar kendi nefsini helak etmiş olacağına işaret etmektedirler." Gazzâlı daha sonra sözlerine devam etmiştir. Esbaba tevessül eden kimsenin, sebeblerin müncer olacakları netice­lere baktığı zaman, belki de bu tutum, onun bu gibi şeylerden sakın­masında bir motif olabilecektir. Zira neticelere aldırış etmediğinde kıyamet gününde, hiç aklına gelmeyen şeylerle karşılaşabilecektir. Böyle bir neticeden Allah'a sığınırız.

Fasıl:

Bir diğer husus da şudur: Kişi sebebleriyle birlikte müsebbeblere iltifatta bulunduğunda, muhtemelen hâlihazırda mevcut bulunan se­beblerin hükümleriyle, daha önceden geçen sebeplerin hükümlerinin tearuzu (çatışması) sebebiyle, şeriatta vârid olduğunu zannettiği bazı problemler ortadan kalkmış olacaktır. Şöyle ki: Sebebin hükmü, o se-bebten rücû etse veya tevbe etse bile bazan onu işleyen kimsenin üze­rinde kalmada devam edecektir. Bununla birlikte kişi sebebten rücû ettiğinde müsebbebin hükmünün kalkacağını zannetmektedir. Hal-[23i]    buki durum öyle değildir.

Misal: Bir kimse gasbedilmiş bir araziye girse, sonra tevbe ede­rek oradan çıkmak istese bakılır: Bu adam oradan çıkmakla memur ol­duğundan ve onu da yaptığından zahir olan odur ki, adam (oradan çık­ma fiilinden dolayı) âsî değildir ve bu işinden dolayı da sorgulanmaya-caktır. Çünkü bir insanın aynı anda hem emre itaat hem de isyan içe­risinde olması mümkün değildir. Keza, aynı cihetten olmak kaydıyla hem emre hem de nehye muhatap olması imkansızdır. Çünkü böyle bir şey teklîf-i mâ lâ yutaktır (takat üstü yükümlülüktür). Kişi oraya girmesi halinde mümkün olan bir yolla mutlaka oradan çıkmış olmak­la yükümlüdür. Bu da nehy (yasak) hükmünün bizzat çıkma hakkın­da bekası ile mümkün olmayacaktır. Netice itibarıyla, çıkma konu­sunda mutlaka nehiy hükmünün kalkmış olması gerekecektir.Ebû Hâşim [117]ise: "O kişi çıkmahalinde de masiyet üzerindedir ve gasbediîmiş araziden ayrılmadıkça bu hükümden çıkmayacaktır." de­miştir. Eski ve yeni âlimler onun bu görüşünü reddetmişlerdir. İmâmu'l-Harameyn el-Cüveynî (Ö.438/?) el-Burhân adlı eserinde, isyandan ibaret olan sebebin aslına itibarla bunun tasavvuruna ve sahîhliğine işarette bulunmuş, dolayısıyla tevbe ile (tecâvüz hali) kalksa bile sebebiyet verme hükmü üzerinde bakî kalacaktır, demiş ve daha sonra da benzeri meseleleri zikretmiştir. İmâmın bu yaklaşımı sözü edilen esasa itibarla sahih olmaktadır. Çünkü asıl sebebiyet ver­me, kendi nazarında olmayan müsebbebler (neticeler) ortaya çıkar­mıştır. Eğer çoğunluk âlimler bu neticelere bakacak olsalardı, gasbe-dilen araziden çıkana kadar masiyet hükmüyle birlikte emre imtisal keyfiyetinin birlikte bulunacaklarını uzak görmeyeceklerdi. Keza bu, müsebbebin mükellefin yetki ve kudreti dâhilinde olmadığı şeklinde­ki bir telakki üzerine bina edilmiş olmaktadır. Bu durumda çıkma işi­nin iki yönü olduğu anlaşılacaktır:

a) Araziye girmek suretiyle işlediği haddi tecâvüzden kurtuluş için onun bir sebeb olduğu yön vardır, ki bu onun kesbinden ol­maktadır.

b) Çıkışın daha başlangıçta oraya girmiş olmasının bir neticesi olması. Bu açıdan bakıldığında çıkmak kendi kesbinden ol­mamaktadır. Zira ondan kaçınacak bir gücü bulunmamakta­dır.    .

Bu meselenin benzerleri: Kişinin okunu doğrultup öldürmek için attıktan sonra, henüz ok hedefe ulaşmadan önce öldürme işinden tev­be etmesi. Bir bidati ihdas edip insanlar arasında yaydıktan sonra, he­nüz kabul görmeden önce tevbe etmesi veya kabulden sonra ve insan­ların ondan rücû etmelerinden önce tevbe etmesi. Hüküm verildikten sonra fakat infazından önce hükme medar olan şehâdetten rücû etme­si. —Ve kısmen— tam olarak sebebi işledikten sonra fakat tesirinden E232"1 ve mefsedetinin ortaya çıkmasından önce veya ortaya çıkmasından sonra ve fakat —eğer ortadan kalkma imkanı varsa— kalkmasından önce (rücû etmesi). Bu örneklerde isyanın bekasına rağmen emre imti­sal halinin mevcudiyeti gözükmektedir. Bu ikisi —ilk misalde olduğu gibi— bir fiilde bir arada bulunduğuna göre, kişi aynı anda hem âsî hem de emre uymuş olur. Ancak bu tasvirde ona yönelik emir ve neh-yin aynı anda birlikte vârid olması söz konusu değildir. Çünkü isyan açısından mükellef onunla yükümlü olmamaktadır.[118] Emre imtisal açısından ise yükümlü olur. Çünkü emre imtisâle kadirdir ve oradan çıkmak ve böylece emre uymakla memurdur. İmâm'ın kasdetmiş ol­duğu mânâ da işte budur. Ona ve Ebû Hâşim üzerine yöneltilen itiraz­lar, bu açıdan ele alınma imkanı varken —dikkatlice düşünülürse— yerinde değildir.[119]

Allahu a'lem!

Fasıl:

Bir diğer husus da şudur; Yüce Allah carî olan âdet-i ilâhîye göre, müsebbebleri sebeblere paralel olar ak ortaya koymakta; sebebler yer­li yerinde ise müsebbebleri de tam, sebebler eksikse müsebbebleri de ona göre eksik olarak var etmektedir.

Bu noktadan hareketle, eğer müsebbebde bir kusur varsa fukahâ sebebin işleniş tarzına bakmışlar ve onun tam olarak işlenip işlenme­diği üzerinde durmuşlardır. Eğer sebeb tam olarak ortaya konulmuş-. sa, müsebbebde noksanlık bulunsa bile, mükellefe yönelik bir kınama söz konusu edilmemiştir. Eğer sebeb tam olarak konulmamışsa o tak­dirde mükellefe kınama, sorgulama ve mesuliyet yöneltilmiştir. Ör­neğin câhil tabîb, hacamatçı, aşçı ve benzeri zenâatkârlar, eğer ger­çekten o sanata sahip olmamak gibi ya da sanatlarını icra ederlerken ihmal göstermek gibi kusurlu bulunmuşlar s a, verdikleri zararı tazminle sorumlu tutulmuşlardır. Sanatlarım icra sırasında ihmal göstermemeleri halinde ise aksine zarar vermiş olsalar bile tazmînle sorumlu tutulmamışlardır. Çünkü müsebbeblerin sebeblerine uygun olarak vuku bulmaması çok nadir şeylerdendir; dolayısıyla da sorum­luluk getirmezler. Gerekli bütün çabaların gösterilmemesi ve ihmâl [233] durumu ise böyle değildir, bu durumlarda müsebbeblerin yanlış ola­rak vukuu çoğu kez söz konusudur; tabiatıyla bu durumda muâhaze (mesuliyet) gerekir.

Başka açıdan değil, sadece sebeblerin sıhhat ve fesadı açısın­dan[120] onlar hakkında müsebbebleri alâmet kabul eden kimseler, sebeblerin meşruiyet çerçevesinde işlenilip işlenilmediğini tesbit için çok önemli bir kıstası elde etmiş olmaktadırlar. Bu noktadan hareket­ledir ki, şerîatte zahir olan ameller, bâtın (kalpte, içeride) olan şeylere delîl kılınmışlar ve eğer zahir sakatsa bâtının da sakat olduğuna; eğer zahir yerli yerinde ise bâtının da aynı şekilde yerli yerinde olduğuna hükmedilmiştir. Bu gerek fıkıhta ve gerekse diğer tecrübî ve âdetlerle (âdiyyât) ilgili hükümlerde genel bir esas olmaktadır. Konuya bu açı­dan bakmak şeriatın tamamında gerçekten çok faydalı olacaktır. Bu kıstasın doğruluğuna dâir pek çok delîl bulunmaktadır. Mü'minin îmânına, kâfirin küfrüne, itaatkârın itaatine, âsînin isyanına, âdilin adaletine, cerh edilen kimsenin kusuruna hep bu kıstasla hükmedil­miş olması onun sıhhati için yeterli bir delildir. Akidlerin in'ıkad bul­ması, ahidlerin bağlanması vb. gibi hususlar hep bu yolla olmaktadır. Hatta bu kıstasa, özellikle de özel ve genel İslâmî şeâirin sınırlarının ikâmesi konusuna nisbetle, teşriin genel esaslarından biri ve teklifin esâsı dememiz bile mümkündür.

Fasıl:

Müsebbebler bazan özel (hâs) olurlar bazan da genel (âmin) olur­lar. Müsebbeblerin özel olmalarının anlamı, onların sebebin vukuu hasebiyle meydana gelmiş olmalarıdır. Mebî ile faydalanabilmenin mübâhhğı için sebeb olarak satış akdinin ortaya konulması, kendisiy­le kadından istifâdenin helal kılınması için nikâh akdinin yapılması, kendisiyle helâlliğin sabit olduğu boğazlama ameliyesinin icrası ve benzerleri gibi. Nehiy yönü de aynı şekildedir. İçki içilmesinden neşet eden sarhoşluk, boğazın kesilmesinin sebebiyet verdiği ruhun çık­ması gibi.

Genel oluşuna gelince, bundan mesela tâatin cenneti kazanmak için bir sebeb olması, keza masiyetlerin cehenneme girmeye sebeb ol­ması gibi bir mânâ kasdedilmektedir. Yeryüzünde fesada sebebiyet veren günah nevileri de aynı şekildedir. Mesela ölçü ve tartıda hile yapmak rızkın kesilmesine, adaletle hükmetmemek kan dökülmesine ve bunun yaygınlaşmasına; ahde vefa göstermemek düşmanların ta­sallutuna; hiyânet insanların içerisinde korkunun yer etmesine... se­bebiyet vermektedir.[121] (Yani işlenilen bu masiyetler üzerine genel olarak bu müsebbebler terettüp edilmiştir.) Hiç şüphesiz bu işlerin zıtlan da, onlara zıt müsebbeblerinin vücûduna sebebiyet verecektir. Kişi işlemekte olduğu amelinin sebebiyet vereceği hayır ya da serleri göz Önünde bulundurduğunda, yasaklanmış olan fiillerden kaçınma, emredilmiş amelleri de yerine getirme konusunda, Allah'tan hem umarak hem de korkarak, gayret sarfedecektir. Bu yüzden şeriatte amellerin karşılıkları ve sebeblerin müsebbebleri belirtilmiş olmak­tadır. Kullarının maslahatlarını en iyi bilen Allah'tır. Kısaca bu esas­lar üzerine bina edilecek olan faydalar gerçekten çoktur.

Fasıl:

Burada şöyle bir itiraz serdedilebilir: Bundan önceki meselede, müsebbebi dikkate almanın mefsedetler doğuracağı ortaya konul­muştu. Buna göre kişinin sebebi ortaya koyarken müsebbebe yönelik bir iltifatta bulunmaması gerekmektedir. Şimdi burada ise müseb-beblerin göz önünde bulundurulmasının faydalarından bahsedildi. Bunun gereği olarak da sebebler ortaya konulurken müsebbeblere yö-[235] nelik bir kasıt ve iltifatın bulunması istenilecektir. Eğer bu iki yakla­şım mutlak surette olup, belli bir kayıttan uzaksa o takdirde bir tenakuz söz konusudur. Eğer mutlak değilse, o takdirde de mutlaka maslahatlara müncer olacak iltifat ve kasıdla, mefsedetlere sebebiyet verecek iltifat ve kasdın yerlerini bir alâmetle belirlemek ya da kendi­sine başvurulacak ve onların yerlerini ayıracak bir kıstas geliştirmek gerekecektir.

Cevap: Bu konu başka yerde[122] açıklanmıştır. Ancak bu konuda konulacak kıstas (dâbıt) şöyle olacaktır: Eğer müsebbebe yönelik kasıd ve iltifat; sebebi güçlendirici, onu tamamlayıcı ve onu tamamla­mada teşvik edici bir mahiyet arzediyorsa, o maslahat celbedici kasıd ve iltifat olacaktır. Aksine müsebbebe yönelik kasıd ve iltifat, sebebin iptaline veya onun zayıflatılmasın a ya da onu umursamazlığa götüre­cek bir mâhiyette ise o da, mefsedete müncer olacak kasıd ve iltifat olacaktır.

Bir açıdan bu iki kısma ayrılır:

a) Mutlak olup izafî olmayan yani her mükellefe nisbetle aynı, her zaman ve mekandafarksız, mükellefin üzerinde bulundu­ğu hallere göre değişmez şekilde maslahat ya da mefsedete se­bebiyet veren kasıd ve iltifat.

h) İzafî (göreli) olan kasıt ve iltifat; yani bütün mükelleflere göre değil, sadece bazı mükelleflere göre veya sadece bazı zaman­lara göre ya da mükellefin içerisinde olduğu sadece bazı halle­re göre maslahat ya da mefsedete neden olan kasıd ve iltifat.

Keza bir başka&çıdan da yine iki kısma ayrılırlar:

a) Sebebi takviye ve zayıflatma konusunda kesin olurlar.

b) Zan ya da şüphe halinde olurlar. Bu durumda konu üzerinde

düşünmek ve durmak gerekir ve zannın gereği ile hükmolu-nur; zanların tearuzu durumunda ise tevakkuf edilir.

Bu arzettiğimiz kıstas, yeterince açıklanmamış öz bir bilgi ol­maktadır. Ancak daha önce geçen ve ileride gelecek olan malûmat göz önünde bulundurulduğu zaman Allah'ın izniyle bu öz bilginin mesne­di ortaya çıkacak ve mânâsı yeterince anlaşılacaktır.

Bu taksim müctehidlerin bakışları hâriç tutularak yapılmıştır. Çünkü müctehidlerin hem sebebler, hem de müsebbebler üzerinde durmaları gerekmektedir Çünkü bunun üzerine şer'î hükümler bina edilecektir. Bu arzettiğimiz taksim sadece amel durumunda olan mü­kellefler için söz konusudur.

Tevfik ancak Allah'tandır.                                                            [236]

Fasıl:

Bazan müetehidler nazarında bu iki esas tearuz (çatışma) hâlin­de gözükebilir ve bu durumda her bir müetehid kendi zann-ı galibine göre hareket eder:

Sarhoş birinin karısını boşaması veya azâdda bulunması veya üzerine had ya da kısas gerektirecek bir fiil işlemesi durumunda; bazı--ları ikinci[123] esasa itibarla ona bu fiilleri aklı başında bir kimsenin yapması durumunda ne gerekiyorsa o neticeler terettüp eder demiş­lerdir. Bazıları ise birinci esasa [124] itibarla onun mecnûn (deli) gibi kabûl edileceğini söylemişlerdir. Bunlarla ilgili tafsîlât fıkıh kitapların­da ele alınmıştır. Keza bu iki esasa bakışla, bir günah işlemek üzere yola çıkan kimsenin bu yolculuğunda yolculuk ruhsatı hükümlerinin tanınıp tanınmayacağı konusunda da ihtilaf etmişlerdir.[125]Yine nafi­le olarak tutulmaya başlanılan orucun kazası;[126] kendisine bir özür arız olduğunda ihtiyarî yolculukla (keffâret orucunda aranan) peşi pe­şine olma şartının bozulup bozulmayacağı konusunda[127] da ihtilaf et­mişlerdir. Aynı şekilde, bir günah irtikap etmek amacıyla çıktığı yol­culukta çaresiz kalsa ve meyte vb. gibi haram bir şey yemek zorunda kalsa, onu yemenin kendisi için helal olup olmayacağı konusunda da [237] ihtilaf edilmiştir. Bu meseleden önce Ebû Hâşim'le diğerleri arasında geçen ve gasbedilmiş bir araziye girip de oradan çıkmak isteyen kim­senin çıkmasının hükmü hakkında zikredilen ihtilâf da keza bu iki esas üzerine carî bulunmaktadır.[128] [129]

 

On Birinci Mesele

 

Şer'an yasaklanmış olan sebebler, maslahatlar için değil mefse-detlerden dolayı konulmuştur. Nitekim meşru kılman sebebler de mefsedetler için değil maslahatlar için konulmuştur.

Misal: İyiliği emretmek ve kötülükten yasaklamak şer'an emre­dilmiş bir şeydir. Çünkü bu her ne şekilde olursa olsun dînin ikâmesi, İslâmî esasların (şeâir) güçlendirilmesi ve ortaya çıkarılması, bâtılın da ortadan kaldırılması için bir sebeb olmaktadır. Bu ilk konuluş iti­barıyla —her ne kadar bu yolda maruz kalınsa da— malın ya da canın itlafı ya da ırza gelecek bir zarar için konulmuş bir sebeb değildir. Cihâd da aynı şekilde Allah'ın dîninin yüceltilmesi (ilây-ı kelimetil-lah) için meşru kılınmış bir sebeb olmaktadır. Her ne kadar cihâd, mal ve nefsin itlafına neden olsa da, aslî konulusu bu mefsedetlere bir se­beb olmak değildir. İsyanların önlenilmesi her ne kadar öldürme ve iç savaşa yol açsa da, asıl amaç itibarıyla öldürme ve savaş hâlinin orta­dan kaldırılması için bir sebeb olarak meşru kılınmıştır. Zekâtın iste­nilmesi, İslâmın bu rüknünün ikâmesi için meşru kılınmıştır. Her ne kadar bu savaşa bile müncer olabilse de —nitekim Hz. Ebû Bekir ^iy^hu-j zekât vermeyenlerle savaşmış ve bukonuda sahabenin icmâı hâsıl olmuştur— asıl amaç bu değildir. Hadlerin ve kısas cezalarının tatbiki, fesadı önleme maslahatı için meşru kılınmıştır. Bu arada ne­fislerin itlafına ve kanların dökülmesine neden olması söz konusu ol­makla birlikte, asıl konuluş itibarıyla bu mefsedetler için konulmuş değildir. Hâkimin verdiği hükmün bağlayıcı olması ve bozulmama­sı,[130] hasımlar arasındaki nizâların sona erdirilmesi maslahatı için bir sebeb olarak konulmuştur. Bununla birlikte bu, hatalı bir hükmün ve­rilmiş olması ve onun yürürlüğe konulması gibi bir mefsedete de mün­cer olması için sebeb olarak konulmamıştır.

Bu arzettiklerimiz meşru kılman, yapılması istenilen sebeblerle ilgilidir. Şimdi de yapılması yasaklanan sebeblere örnekler verelim: Fâsid nikâhlar yasaklanmıştır. Bununla birlikte bu tür nikâhlar üze­rine çocuğun nesebinin ilhakı, miras ahkâmının sübûtu vb. gibi hükümler terettüp etmektedir. Bunlar ise birer maslahattır.[131] Gasb,hakkı gasbedilen kişiye fmağsûbun minh) dokunacak olan mefsedet-ten dolayı[132] mene dil mistir. Bununla birlikte, gasbedilen şeyin, gas-beden şahıs elinde değişmesi ya da ortadan kalkması gibi bir durum­da onun (gâsıb) lehinde mülkiyet ifâde etmesi gibi bir maslahata da müncer olmaktadır.

Burada bilinmesi gereken şey şudur: Meşru olan sebeblerden

neş'et eden mefsedetler, keza gayrı meşru olan sebeblerden ortaya çı­kan maslahatlar, aslında bizzato sebeblerden neş'etetmiş değillerdir. Bilakis onlar, kendilerine münâsib başka sebeblerden ortaya çıkmış olmaktadırlar. Bunun delili gayet açıktır: Çünkü teklif, bir abesle işti­gal olsun için konulmamıştır. Bir şey meşru kılınmışsa, o ya maslahat­lar için ya mefsedetler için ya da her ikisi için birden meşru kılınmış veyahut da bunların haricinde bir başka şey için olmalıdır. Mefsedet­ler için meşru kılınmış olması düşünülemez. Çünkü nakli deliller böy­le bir şeyle bağdaşmaz. Bilindiği üzre, şerîatte vârid olan bütün emir ve yasakların maslahatların temini, mefsedetlerin de defi için konul­muş olduğuna dâir delil sabit olmuştur. Her ne kadar bu aklen vâcib değilse de, bunun böyle olduğu naklen sabit olmuştur. Aynı delilden dolayı hükümlerin hem maslahatlar hem de mefsedetler için birden meşru olmaları da mümkün değildir. Şeriat abesle iştigal etmeyeceği­ne göre hükümler bir başka şey için de konulmuş olamaz. Neticede maslahatlar için konulmuş olduğu ortaya çıkacaktır.

Aynı durum yasaklanılan şeyler hakkında da geçerlidir: Bunlar da, işlendiği zaman ya mefsedete, ya maslahata ya da her ikisine bir­den götüreceği için veyahut da bir başka sebebten dolayı yasaklanmış­lardır. Yukarıda arzettiğimiz şekliyle, delîl burada da aynı şekilde delâlette bulunur. Şu halde eğer ortada yapılması istenilen bir sebeb varsa, mutlaka onun yapılmasında bir maslahat vardır ve o yüzden o [239] şeyin yapılması istenilmiştir. Eğer o şeyden doğan bir mefsedet görür­sen, onun meşru olan o sebebten neş'et etmediğini bilmelisin. Keza bir sebebin de ortaya konulması yasaklanmışsa, mutlaka onun işlenme­sinde bir mefsedet vardır ve o yüzden de onun işlenilmesi yasaklan­mıştır. Eğer gözüktüğü kadarıyla, onun üzerine bir maslahat terettüp ediyorsa, onun da mutlaka o gayrı meşru sebebten ortaya çıkmadığını bilmelisin. Bizzat bu sebeblerden neşetedecek şey, sadece; eğer meşru ise o sebebin konulusuna gerekçe olan şey, eğer yasaklanmışsa o yasa­ğa gerekçe olan şey olmaktadır.

İZAHI; Meselâ iyiliği emretmek ve kötülükten yasaklamak konu­sunu ele alalım: Sâri' Teâlâ bununla nefislerin ve malların telef edil­mesini murâd etmemiştir. Kaçınılmaz bir netice olarak bunlar, sadece hakkın ikâmesi, bâtılın izâlesi için konulmuş sebebe tabi olan bir du­rum olmaktadır. Keza cihâddan maksad insanların telef edilmesi de­ğildir; bilakis maksat Allah'ın dînini yüceltmektir. Ancak bu yolda canların itlafı da ona tabi olarak arkadan gelmektedir. Çünkü insanın bu sebebi ikâme için kendi nefsini iki grubun boğuşacağı, silahların çe­kileceği ve savaşılacağı bir yere atması gerekecektir. Kendisine ulaşa-cakmefsedet, sebebten değil, işte bu açıdan neş'etedecektir. Hadler ve benzerlerinde de maslahatın peşinden itlaf gibi bir mefsedet gelecek­tir. Ama bu konulan sebebden dolayı değil, bu maslahatların başka türlü ikâme imkânı bulunmaması açısından olmaktadır. Hâkimin hükmü zahire göre hareket edilerek hasımlar arasındaki anlaşmaz­lıkların ortadan kaldırılması ve dâvanın sona erdirilmesi içindir. Böy­lece maslahat açık olacaktır. Hâkimin hükmünde hatalı olması ise, yeterince dâva üzerinde durmamak veya işin gerçek yüzünü aydınla­tacak yeterince delîl bulunmamak gibi başka sebeblere bağlıdır. Hâkimin tayin edilmesinde onun hata etmesi amaçlanmış değildir. Bu durumda hâkimin hükmü, eğer tutar bir tarafı varsa bir başka se­bebten dolayı bozulmayacaktır. Hükmün bozulmamasını gerektiren bu sebeb de hükmün feshinin, hâkimin tayininden gözetilen hasımlar arasındaki dâvaların hükme bağlanarak neticelendirilmesİ ve böyle­ce hasımlar arasındaki çekişmenin sona erdirilmesi maksadının zıddı bir duruma müncer olmasıdır.

Yasaklanmış olan kısma gelince, orada söz konusu olan hüküm­lerin sübûtu, o nikahın fâsid olmasının bir neticesi olarak değil bila­kis— yerinde de belirtildiği üzere[133] vukûdan sonra o nikâhın tashihine hükmetmenin bir neticesi olarak ortaya çıkmaktadır. Fâsid alış veriş akidleri de bu kabildendir. Çünkü burada mebîi kabzeden kimse için şer'an tazmin sorumluluğu bulunmaktadır. Dolayısıyla |240] kabzı gerçekleştiren kimse, akid sebebiyle değil de, bu sorumluluk se­bebiyle bir nevi mebîin mâliki gibi olmaktadır. O malın bizzat kendisi ortadan kalktığı zaman mislini ya da kıymetini [134] ödemesi gereği ta­ayyün edecektir. Ama değişmeden kaldığı ya da aynen iade imkanını ortadan kaldırıcı bir durum olmadığı sürece de vâcib olan, nehyin ge­rektirdiği fesâd hali (yani akdin feshine gidilmesi) olacaktır. Mebîde bir değişiklik meydana geldiği zaman veya bizzat onun üzerinde

maddî varlığını (aynını) ortadan kaldırmayla bir tasarrufta bulunul­duğu zaman ise müctehidler: "Acaba değişiklik sebebiyle, o şey tüm­den ortadan kalkmış hükmünde mi olur? Yoksa olmaz mı? Ve buna bağlı olarak da fesih talep hakkı bulunur mu?" diye konu üzerinde durmuşlardır. Ancak fesih talebi durumunda, eğer mebi meselâ deği­şik bir şekilde iade edilecekse, satıcı aleyhine bir haksızlık vardır. Öbür taraftan parayı (semeni) ödemiş ve fakat mebîden umduğu fay­dayı elde edememiş olması açısından da müşteri aleyhine bir haksız­lık bulunmaktadır. Bu durumda adaletli olacak davranış şekli her iki durumu da göz önünde bulundurmak olacak ve neticede mebîin paza­ra sürülmesi (havâletu'l-esvâk), mebî üzerinde icra edilen fakat onu ortadan kaldırmayan tasarruflar, mülkiyetin intikâli ve benzeri fıkıh kitaplarında zikredilen şekiller mebîin ortadan kalkması (fevti) gibi mütâlâa edilecektir. Hasılı, burada feshe gidilmeyip, müşterinin mebîden istifâde etmesine imkan verilmesinin sebebi, fâsid akdin biz­zat kendisi değil, aksine daha sonra onun üzerine terettüp eden arızî durumlardır.

Gasb durumu da aynı şekildedir. Çünkü tecâvüzkar olan el (kişi) üzerine şer'an tazmîn sorumluluğu binmektedir. Sorumluluk ise o şe­yin mislinin ya da kıymetinin zimmette sabit olmasını gerektirir. Bu durumda gasbeden şahısla (gâsıb) mâlik bir anlamda eşit durumda ol­maktadırlar. Bu sebebten dolayı da gasbeden kimse için mülkiyet şüp­hesi doğmaktadır. Kısmen baki kalmakla birlikte gasbedilen şey üze­rinde meydana gelen bazı değişikliklerin olması durumunda, hakkı gasbedilen kimsenin hukukuyla gasbeden kimsenin hukukuna baka­rak, konunun üzerinde durulması gerekmektedir. Zira gasb, gasbe­den kimse üzerine hak etmediği bir cezanın yüklenmesini gerektir­di] mez.[135] Öbür taraftan hakkı gasbedilen kimsenin hukuku zayi edile­rek mağdur edilmesi de caiz değildir. Dolayısıyla bu iki durum ara­sında dengeyi bulmak (ictihâd) gerekmektedir. Gasbeden kimsenin gasbedilen şeye mâlikiyet kazanmasının sebebi bizzat gasb değil, öncelikle tazmin sorumluluğunun üzerine binmesi, ikinci olarak da gasbdan sonra gasb edilen şey üzerinde meydana gelen değişiklikler­dir. Bu ve benzeri durumlar üzerinde düşünmek gerekmektedir.

Kısaca diyebiliriz ki, şer'an yapılması istenilen sebebler, mefsedetler için konulmuş sebebler değillerdir. Nitekim gayrı meşru (işlen­mesi yasaklanmış) sebebler de maslahatlar için konulmuş sebebler değillerdir. Böyle bir netice asla sahîh değildir.

Fasıl:

Bu tertip göz önünde bulundurulduğu zaman İmam Mâlik'in mezhebinde ve diğer mezheplerde mevcut bulunan birçok meselenin hükmü daha iyi anlaşılacaktır. Mâliki mezhebinde, bir kimse "Şu za­mana kadar falana olan borcumu ödeyeceğim." diye talak üzerine ye­min etse, sonra da Ödeyememek sebebiyle yemininde hânis olacağın­dan (yeminin gereğini yerine getirmemiş olacağından) korksa ve o za­man geçinceye kadar olmak üzere karısıyla hulu (muhâla'a) yapsa (hukuken ayrılsa) ve neticede yeminin gereği yerine getirilmediği için hânis olunsa, kadın o anda hulu yoluyla hukuken ayrı bulunduğu için artık talak vuku bulmayacaktır. Daha sonra da karısına rücû edecek­tir. Gerçi bukasdı ve yaptığı şey güzel karşılanmayacaktır. Çünkü bir hakkı iptal eden bir hîleye başvurmuştur. Dolayısıyla hulu'a baş vur­mak yasak bir mâhiyet almıştır. Maamâfîh, talakın vuku bulmaması gibi bir netice de vermiştir. Ancak talakın vuku bulmaması (adem-i hms), muhâlaa sebebiyle olmamış; aksine hânis olduğunda talakın isabet edeceği bir mahal olarak zevcesi bulunmadığı için olmuştur.

el-Lahmî'-nin (Ali b. Muhammed el-Mâlikî Lö.478/1085]), sefere çıkarak Ramazan'da oruç tutmama ruhsatını elde etmeyi amaçlayan kimse hakkındaki şu sözü de bu şekildedir: Bu kasıd hoş bir şey olma-makla (mekruh) birlikte, böyle bir kimse Ramazan orucunu tutmaya­bilir. Çünkü orucunu tutmaması sefer üzerine terettüp eden meşak­kat sebebiyle olmakta, bizzat mekruh olan sefer sebebiyle olmamakta­dır. Gerçi oruç tutmama ruhsat hükmü seferle talîl edilmiştir. Ancak öyle de olsa bizzat yolculuk için değil, meşakkat içerdiği için böyle bir talîle gidilmiştir. Bunu şu husus da tavzîh eder: Bu adam için mekruh görülen şey kendi kesbinin bir neticesi olan seferdir. Meşakkat ise onun kesbi haricindedir. Dolayısıyla bizzat mekruh olan şey meşak­kat değil, meşakkatin sebebidir. Oruç tutmama konusunda müsebbeb bizzat sebebtir.

Ama farzetsek ki, şer'an yasak olan sebeb bir maslahat için; ya­hut yapılması istenilen bir sebeb de mefsedet için sebeb olabilecek baş­ka bir şeyi ortaya çıkarmasalar, bu takdirde şer'an yapılması istenilen sebebde Şâri'ce kasdedilen bir mefsedetin, menedilen bir sebebde de Şâri'ce maksûd olan bir maslahatın bulunması mümkün değildir. Meselâ be/u'1-îne yoluyla ortayakonulan hileler gibi. Bu gibi akidlerde (buyûu'1-îyne veya buyûu'1-âcâl) mal, bir dînârm iki dînâr karşılı­ğında veresiye olarak satılmasına vasıta kılınmaktadır.

Netice itibariyle burada iki uç tarafla orta bir nokta bulunmakta­dır. Uç taraflardan biri, zikredilen hilelerde olduğu gibi her halükârda

sabit bir sebeb içermemektedir. Öbür taraf ise kesin olarak ya da zan ölçüsünde bir sebeb içermektedir. Gasbedilen şeyin, gasbeden kişi elinde değiştirilmesi gibi ki, bu takdirde ilgili konularda verilen bilgi­lere göre gasbeden kişi gasbedilen şeye mâlik olmaktadır. Ortada yer alan durumda ise, sebebin ne yokluğu ne de mevcudiyeti kesin olarak sabit olmamaktadır. İşte müctehidler için üzerinde durulması gere­ken konu da bu son kısım olmaktadır.

Fasıl:

Bütün bunlar; bu fer'î meselelere sabit olan bu esas açısından baktığımız zaman söz konusudur. Eğer başka bir açıdan ele alınacak olurlarsa, hüküm başka olurdu ve konu üzerinde duranlar tereddüd ederlerdi. Çünkü o takdirde konu tereddüde mahal olacaktır. Şöyle ki: Daha önce mükellefin sebebleri işlemesinin müsebbebleri ortaya koy­ması mesabesinde olduğu ortaya konulmuştu. Durum böyle olduğuna göre, bu müsebbebin mükellefin ihtiyarıyla vâki olmuş hükmünde ol­masını gerektirecektir ve neticede o şer'î bir sebeb olmayacaktır. Dola­yısıyla da onun gereği vuku bulmayacaktır. Neticede bir günah işle­mek için yolculuğa çıkan kimse sefer ruhsatlarından faydalanarak namazını ki saltam ayacak, orucunu tutmamazlık edemeyecektir. Çünkü meşakkat sanki kendi fiiliyle vâki olmuş gibidir. Zira mükelle­fin işlediği sebebden neş'et etmiştir. Karısının boş düşmemesi için hulû hilesine başvuran kimsenin bu çabası onu talakın vukuu netice­sinden kurtaramayacaktır; bilakis karısına rücû ettiğinde talak vaki olacaktır. Hülle nikâhı ile zevcesine tekrar dönmek isteyen kimsenin durumu da aynı olacaktır. Dolayısıyla burada bu iki esasa birden baş­vurulduğunda meselelerin içtihada mahal bulunduğu görülecektir. Ve görüldüğü kadarıyla her müctehid de kendisince bu iki esastan hangisi daha ağır basıyorsa onun gereği doğrultusunda bulunmuştur. Allahu a'lem!

Fasıl: [136]

Bu esasda söz konusu edilen şey; müsebbeblere sebeblerinin meşru olup olmamaları açısından, yani onların şeriat nazarı dahilin­de olup olmamaları cihetinden bakmak oluyordu. Yoksa onların şer'î olmayan müsebbeblerin şer'î olmayan (âdî) sebebleri olma açısından ele alınmamışlardır. Eğer bu açıdan bakılacak olursa, o takdirde bakış açısı farklı olacaktır. Çünkü öldürmeyi kasdeden kimsenin bu kasdıy-la intikam duygularını tatmin etmeyi amaçlamış olması, kendince bir maslahatın celbi ve bir mefsedetin defi için esbaba tevessül etmek ola­caktır. Aynı şekilde farz olan ibâdetleri terkeden kimse de, yine nefsini yormaktan kaçmış olmak, onu terk suretiyle rahat elde etmek amacry-. la bunu yapmış olacaktır. Bu kimse mutlak surette yaptığı ve terketti-ği hususlarda kendisi açısından, mefsedetin defi, maslahatın celbi ko­nusunda esbaba tevessül etmiş olmaktadır. Aynen fetret zamanların­daki insanların durumlarında olduğu gibi. Burada maslahat ve mef-sedetten maksat, insan tabiatının kendisine uygun gördüğüya da nef­ret duyduğu şeyler olmakta ve bu açıdan ele alınmaktadır. Bizim sözü­müz burada bu tür hususlarla ilgili değildir. [137]

 

On İkinci Mesele                                                                                                

 

Sebebler, müsebbebler için konulmuş sebeb olmaları açısından ele alındıklarında, sadece müsebbeblerinin elde edilmesi için meşru kılınmış oldukları görülür ki, bu müsebbebler de celbi istenilen masla­hatlarla, defi istenilen mefsedetler olmaktadır..

Sebeblerine nazaran müsebbebler iki kısımdır:

a) Sebeblerin asıl amacı olarak (aslî kasıdla) —ki bunlar aslî maksatlar ya da Öncelikli maslahatlarla ilgili hususlar ol­maktadır [138]ya da ikinci derecede amacı olarak ftâlî kasıd ile) —ki bunlar da tâbi maksatlarla ilgili hususlar olmaktadır— meşru kılınan müsebbebler. Bunların her iki nev'i de "Mekâsıd" bölümünde açıklanacaktır.

b) Bunların dışında kalan ve sebeblerin kendileri için meşru kı-lınmadığı kesin bilinen, ya da zannedilen veya sebeblerin kendileri için meşru kılındığı ya da kılmmadığı bilinmeyen yâ~dâ"zannedilmeyen hususlar. Bu durumda karşımıza üç kı­sım ortaya çıkmaktadır:

1, Sebebin kendisi için meşru kılındığı bilinen ya da zannedilen müsebbebe ulaşmak için sebeblerinin ortaya konulması sahihtir. Çünkü işi yerli yerinde yapmış ve Sâri' Teâlâ'nın izin verdiği müseb­bebe ulaşmak için tevessül edilmesine izin verdiği bir şeyi kullanmış­tır. Meselâ: Sâri' Teâlâ, nikahtan evvel emirde insan neslinin be­kâsını kasdetmiş[139], sonra buna ünsiyet peyda etmek, kadının akra­balarıyla şereflerinden ya da dîni meziyetlerinden vb. dolayı sıhriyet bağı kurmak, yahut hizmet veya ev işlerini gördürmek, helâl dâiresi içerisinde onun kadınlığından istifâde etmek, yahut kadının malın­dan istifâde etmek veya onun güzelliğine rağbet etmek ya da dînine gıbta etmak veya harama düşmekten kendisini korumak... vb. gibi şeriatın delâlette bulunduğu bu gibi amaçları da asıl maksada tâbi kıl­mıştır. Bu durumda nikah akdinde, kişinin bunlara yönelik kasdı ge­nel anlamda Şâri'in de kasdı olacaktır. Bu kadarı da yeterlidir. Me­kâsıd bölümünde de ortaya konulacağı üzere Şâri'in kasdına mutabık düşen kula ait kasıd sahîh olmaktadır. Dolayısıyla bu kısımdan olan esbaba tevessülün fâsid olduğunu söylemek mümkün değildir.

İtiraz: Mücerred faydalanma niyeti, akitle gözetilen evvel emir­de kadının helalliği kasdı önünde bir anlam ifâde etmez. Çünkü akid o kasıd üzerine bina edilmektedir. Sâri Teâlâ'nm akidden öncelikle kasdı helalliğin doğmasıdır. Faydalanma daha sonra onun üzerine te­rettüp edecektir. Kişi akidle sâdece sırf faydalanmayı kasdedince, onun kasdı Şâri'in kasdı ile beraberlik arzetmeyecektir. Dolayısıyla [245] mücerred faydalanma kasdı sahîh olmayacaktır. Bu şu Örnekle de açıklık kazanacaktır: Bir kimse falanca kadınla helaî-haram her nasıl olursa olsun beraber olmayı istese ve bu amacı için de meşru nikahtan başka bir yol olmasa ve amacına ulaşmak için onun üzerine nikah ak­dinde bulunsa, bu durumda o kişi, nikahla onun kendisine helal kılın­masını kasdetmiş olmayacaktır. Kadının helâlliğini kasdetmediği takdirde de, Şâri'in akidden gözettiği maksada muhalefet etmiş ola­caktır ve dolayısıyla (akid) bâtıl olacaktır.

Her fiil ya da terk hakkında verilecek hüküm bu minval üzere câri olacaktır.

Cevap: Bu itiraz yerinde değildir. Çünkü biz, soruda farzeüildiği şekliyle akdin sahih olduğunu söylüyoruz. Şöyle ki: Bu kişinin kasdı-mn esası şudur: O kasdettiği şeye caiz olmayan yoldan ulaşamamış bunun üzerine Sâri'Teâlâ'nm o şeye ulaşmayı vasıta olarak kabul etti­ği bir yoldan yürümüştür. Bu durumda kişinin akidden kasdı, onun bir akid olmaması değildir. Aksine nikah akdinin in'ıkâdına yönelik kasdı, izin yetkisi kendisine ait olan Şâri'in izni ile olmuş ve edâ edil­mesi vâcib olan şeyi yapmıştır. Şu kadar var ki, bunu başka yol olma­dığı için mecburî olarak yapmıştır. Dolayısıyla caiz olan bu tevessü-lüyle ortayakoyduğu sebebin gereğine ulaşması tabiîdir. Geriye "ulaş­maya kadir olamadığı haram bir şeye yönelik kasdınm bulunması" noktası kalmıştır. Eğer kadir olduğu takdirde o masiyeti işlemek az­minde ise, tahkik erbabına göre okimse günahkârdır. Ama azim ve ka­rarlılık olmaksızın zihninden geçmişse, diğer benzeri zihinden geçen düşünceler gibi o da affedilir. Şu halde, akdin beraberinde onu iptal edecek bir unsur bulunmamaktadır. Çünkü akit; rükünleri tam, şart­ları yerli yerinde, mânilerinden de uzak olarak vuku bulmuştur. Kişi­nin eğer gücü yetecek olsa, günah irtikap etmeye yönelik kasdının bu­lunması, Şâri'ce maksûd olan yolla onun mübâh kılınmasını isteme kasdmdan ayrı bir şeydir ( ve onu etkilemez). Bu ikinci kasdın (yani kadının kendisine mübâh kılınmasını isteme) onda mevcudiyetinde şüphe yoktur. Bu kasıd da Şâri'in sebebi koyuşundaki kasdına muva­fıktır. Dolayısıyla esbaba tevessül sahîh olacaktır. Akdi icra eden kim­senin mutlaka helalliğe yönelik kasıd bulundurması şeklinde bir ilza­ma gitmek gerekli değildir. Aksine meşru sebebin ortaya konulması­na yönelik kasdın bulunması —o sebeble birlikte helalliğin de do­ğacağı neticesinden gafletle bile olsa— yeterlidir. Çünkü sebebten neşet eden helallik [140]daha önce de geçtiği gibi— yükümlülük kap­samına dahil değildir.

2. Daha başlangıçta kendisi için sebebin meşru kılınmadığı ke­sin bilinen ya da zannedilen hususlar (müsebbebler).[141] Deliller butürden olan esbaba tevessülün sahih olmayacağını göstermektedir Çünkü sebeb, evvel emirde bu farzedilen müsebbeb için konulmuş de­ğildir. Onun için meşru kılınmadığına göre, sebeb ile kasdedilen şeye nisbetle ondan maslahatın celbi ve mefsedetin defi konusunda gözeti­len hikmet netice olarak meydana gelmeyecektir. Bu yüzden de bâtıl olacaktır. Bir açıdan böyle.

İkinci bir açıdan ele aldığımızda şunu göreceğiz: Bu sebeb, farze­dilen bu maksûda nisbetle gayrı meşrudur. Dolayısıyla o hiç meşru kı­lınmayan sebeb gibi olmaktadır. Aslen gayrı meşru olan bir sebebe te­vessül etmek sahîh olmadığına göre, aynı şekilde meşru olmayan bir şey için tevessül edilen meşru şey de sahîh olmayacaktır.

Üçüncü bir yaklaşım: Sâri' Teâlâ'nın bu sebebi belirli olan mü­sebbeb iç in meşru kılmamış olması, böyle bir esbaba tevessülde mas­lahat değil, mefsedet bulunduğunun, yahut da sebebin kendisi için me^rû kılındığı maslahatın o müsebbeble ortadan kalkacağının bir delilidir. Böylece sebeb ona nisbetle abes olacaktır. Eğer Sâri' Teâlâ, bu husûsî esbaba tevessül durumunu yasaklamışsa durum açıktır. Mesela kişi nikahla —hülle nikâhında olduğu gibi— nikahın iptalini içeren bir duruma veya bey akdi ile, akdin iptaliyle birlikte ribâya ve benzeri Şâri'in kasdetmediği kesin bilinen ya da zannedilen bir netice­ye ulaşmak amacmdaysa, onun bu ameli (işi) nikah ve bey akdinin meşrûiyetindeki Şâri'in kasdına muhalif düştüğü için bâtıl olacaktır. Diğer ameller, muâmelâıla, ibâdetlerle ilgili esbaba tevessül durum­ları da aynı şekildedir.

İtiraz: Bu nasıl olabilir? Zikredilen misâlde nikah akdinde bulu­nan kimseyi ele alalım: Her no kadar bu kimsenin kasdı, kadının bi­rinci kocasına helâl olması için nikahı talak ile ortadan kaldırmak ise de, bu kasdı ancak nikah kasdı üzerine tâli (ikinci) bir kasıd olarak or­taya çıkacaktır. Çünkü talak ancak nikaha mâlikiyet sonrasında vuku bulabilir. Bu itibarla hülle nikâhında bulunan kimse, talakla kalkacak bir nikahı kasdetmiş olmaktadır. Nikahın bir özelliği ve şer'î konuluşunun hususiyeti de talak ile ortadan kalkar olmasıdır. Bu ise haddizatında mubahtır. Dolayısıyla nikah sahîh olur. Bununla kadı­nın birinci kocaya helâl kılınmasını kasdetmiş olması ise —her ne ka­dar kötü bir şeyse de— ayrı bir husustur. Kaide olarak haddi zatında birbirinden ayrı iki şey bir arada bulunduğu zaman, bunlardan biri­nin diğerine tesiri bulunmaz. Çünkü bunlar gerçekte birbirlerinden tamamen ayrı şeylerdir. Aynen gasbedilen bir yerde kılınan namaz örneğinde olduğu gibi.[142]

Hem sonra fıkıhta buna delâlet eden meseleler vardır:İmam Mâlik ve Ebû Hanîfe, nikahtan önce talaka, mülkiyetten önce azada talikte bulunmanın sıhhati hakkında müttefiktirler. Me­sela bu imamlara göre, bir kimse yabancı bir kadına hitaben "Eğer se­ninle evlenirsem boş ol!"; başka birinin kölesine "Eğer seni satın alır­sam azâd ol!" dese, o kadınla evlenmesi durumunda talak, o köleyi sa­tın alması durumunda da azâd lâzım gelir. Bilindiği üzere Ebû Hanife ve Mâlik bu kimsenin o kadınla evlenmesini, o köleyi satın almasını tecviz etmektedirler. el-Mebsûta adlı eserde İmâm Mâlik'ten "Otuz sene boyunca evleneceğim her kadın boş olsun!" diye talak üzerine ye­min eden ve sonra da zinaya düşmekten korkan kimse hakkında "Onun evlenmesinin caiz olduğunu görüyorum. Ancak o evlenirse der­hal kadın boş olur." dediği nakledilir. Oysa ki, bu nikah ve kölenin alınmasında talak ve azâddan başka Sâri Teâlâ'nın onlarda ne kasd-ı evvelle (aslîkasıdla) ne de kasd-ı sânı ile (talî kasıdla) gözetmiş olduğu bir amaç bulunmamaktadır. Nikah talak için, satın alma da satın alı­nan şeyin elden çıkması için meşru kılınmış değillerdir. Onlar tama­men başka amaçlar için meşru kılınmışlardır. Talak ve azâd, onların meşruiyetinde amaçlanmayan fakat neticede onlara tabi olarak orta­ya çıkan hususlardandır Dolayısıyla bunun caiz olması, talak veya azâdm vukûunun nikah ya da mülkiyetin husulünden ve ona yönelik kasdın bulunmasından dolayı olmuştur. Nikahta bulunan bu nikâhı ile talakı, köleyi satın alan da buişiyle onun azadım kasdetmiş olmak­tadır. Bu kasıd zahiren Şâri'in kasdına münâfî gibi gözükmektedir. Bununla birlikte her iki tasarruf da bu iki imâma göre caizdir. Durum böyle olduğuna göre şu iki şıktan birisi kaçınılmaz olmaktadır: a) Ya sebebin kendisi için meşru kılınmadığı bir neticeye meşru bir şeyle te­vessülde bulunmak caizdir denilecektir, b) Ya da bu meseleler bâtıl­dır denilecektir.

Malikî mezhebinde bu kabil şeyler çoktur. Müdevvene'de, evle­nen ve içerisinden de ondan ayrılmayı düşünen kimse hakkında şöyle denilir:

"Bu bir müt'a nikahı değildir. Şu halde bir kimse karısının üzeri­ne evlenmeyi lazım kılan bir yeminden dolayı bir kadınla evlense (ne olur ?) Bu şekilde farzedilen bir mesele hakkında Malik: "Nikah helal­dir. Eğer o nikah üzerinde devam etmek dilerse, nikahını sürdürür, di­lerse de ayrılır." demiştir. İbnul-Kâsım: "Bu bizim bildiğimiz ve işit­tiğimiz kadarıyla ilim ehli arasında ihtilaf bulunmayan konulardan biridir." demiştir. Devamla şöyle denilmiştir:

"Bize göre o sabit bir nikahtır. Yemininde hanis (yerine getireme-mış) olmamak için evlenen kimsenin durumu, kadınla beraber olma tezzeti için evlenip ondan muradını almak; fakat onu tutmamak niye­tinde olan kimsenin durumu mesabesindedir. Bu niyeti üzere olduğu halde ve kalbinde de bunu gizleyerek evlenmiştir. Bu ikisinin durumu [248] da aynı olmaktadır. Bunlar eğer dilerlerse nikahı sürdürürler Çünkü nikahın aslı helaldir. Bu mesele el-Mebsûta'da zikredilmiştir, el-Kâfi'de ise: "Bir memlekete gelip de, niyetinde yolculuk dönüşünde boşamak olduğu halde, oradan bir kadınla evlenen kimse hakkında çoğunluk ulemanın görüşüne göre bu caizdir." denilmektedir.

İbnu'l-Arabî, İmam Malik'in müt'a nikahı hakkında mübalağası­nı ve onun içten tutulan niyetle —mesela niyetini dışarı vurmasa bile, onunla belli bir süre ikamet etmek niyetiyle evlenmek gibi bir duru­mu— caiz görmediğini zikrettikten sonra: "Diğer alimler ise buna ce­vaz vermişlerdir." dedikten sonra yolcuların akdettikleri nikahı örnek alarak vermiş ve şöyle devam etmiştir: "Bence niyetin buna bir tesiri olmaz. Çünkü eğer biz, nikah akdinde bulunan kimse için, kalbi ile ebedî nikaha niyet etmesini gerekli görürsek, o takdirde nikah "hiris-tiyan nikahı" olurdu[143] Nikah akdi sırasında ortaya konulan sîgada (lafızda) bir şey söylenmemiş olduğuna göre, onun niyetinin bir zararı olmayacaktır. Görülmez mi ki, kişi evlenirken Ölünceye kadar devam etmesini umarak iyi geçinme amacıyla nikah akdinde bulunur. Eğer umduğunu bulursa ne âlâ, aksi takdirde ayrılır. Keza korunma mak­sadıyla evlenen kimse de eğer tatmin bulmuşsa beraberliği sürdürür, değilse ayrılır." İbnu'l-Arabî'nin Kitabu'n-nâsih ve'1-mensûh'daki sözü bu. el-Lahmî ise, İmam Malik'ten: "Bir kimse gurbet ya da arzu­dan dolayı nikah akdedip, arzusunu tatmin edince ayrılmak amacıyla evlense bunda bir beis (sakınca) yoktur." dediğini nakilde bulun­muştur:

Bu meseleler, istidlalde bulunduğunuz kaide hakkında serdedi-len bilgilerin hilafına delâlet etmektedir. Bunlar içerisinde en şiddetli olanı da yemini bozmuş olmamak için yapılan nikah akdiyle ilgili me­seledir. Çünkü burada kişi, nikahı ona bir rağbeti olduğu için isteme­miş; sadece yemininde hânis olmamak için akitte bulunmuştur. Ni­kah ise böyle bir amaç için meşru kılınmış değildir. Bunun benzerleri çoktur. Hepsi de, Şâri'in kasdma, muhalif olmakla birlikte sahih ol­maktadırlar. Bu ise ancak onun evvel emirde nikahı, sonra da ikinci [249] olarak ayrılmayı kasdetmiş olmasındandır. Bunların her ikisi de bir­birlerine lâzımî olarak bağımlı değillerdir. Eğer birinci meselede[144], biri diğerine tesir edecek şekilde birbirlerine ^ağımlı kabul edecekse­niz, o takdirde bu meselelerde de aynı şekilde olması gerekir. O takdir- vaz'î hükümler) sebeblede bu sözü edilen meselelerin hepsi de bâtıl olacaktır. Bu durumda kısaca; ya bütün bunların bâtıl olmaları ya da daha Önce geçen şeylerin [145]bâtıllığı kaçınılmaz olacaktır.

Cevap: Buna icmâlî ve tafsili olmak üzere iki cevabımız olacaktır:

İcmâlî cevap olarak deriz ki: Daha önce ortaya konulan deliller dolayısıyla meselenin aslı sahihtir. İtiraz edilen şeyler ise, ne mesele­dendir ne de onun kapsamı içerisine girmektedir. Onların caiz ve sahîh olduğunu söylemeleri bunun delili olmaktadır. Bu meselelerden bazıları üzerinde ittifak edilmiştir. Bu onların konumuzu teşkil eden meselenin aslının kapsamına girmediğini gösterir. Bazıları hakkında da ihtilaf edilmiştir. Bunlar da, caiz görmeyenlere göre onların mese­lenin kapsamına girdiğini, caiz görenlere göre ise onun kapsamına girmediğini gösterir. Çünkü ulemânın sözleri arasında tenakuz ol­maz. Dolayısıyla onların sözlerini başka türlü yormak imkanı varken, tenakuza hamletmek yakışık almaz. Bu cevap fıkıhta ve usûlde mu-kallid olan kimse için yeterlidir. Alim olan kimseye (müctehid) ise şöy­le bir hatırlatmada bulunulur: Selef-i sâlihten geçmiş büyüklere hüs­nü zanda bulunmak, onların görüşleri ve sözleri karşısında durup dü­şünmek ve bir çıkış yolu aramak gerekir; mutlak surette red cihetine gidilmez. Âlim kişinin alacağı tavır böyle olmalıdır.

Tafsîlî (detaylı) cevaba gelince: Bu meseleler daha önce sözü ge­çenleri zedelemez: Talîk meselesini ele alalım. el-Karâfî: "Bu mesele iki imâm üzerine vârid bulunan problemlerden biridir. Çünkü, mülki­yetten önce talikte bulunma durumunda nikahın meşruluğunu söyle­yen kimse, şer'an dikkat nazarında bulunulan hikmetten soyutlan­mış bir meşruiyeti iltizam etmiş (kabullenmiş) olmaktadırlar....(Bu durumda) kadın üzerine nikah akdinin asla sahîh olmaması gerekir­di. Ancak akid icmâ ile sahîh bulunmaktadır. Bu da akidden gözetilen hikmetin elde edilebilmesi için, talakın lâzım gelmeyeceği neticesine delâlet eder. Madem ki, bu nikâhın meşruluğunda icmâ etmiş bulunu­yoruz, bu da nikahın hikmetinin bekasına; yani o nikahın, kendisin­den gözetilen maksatları içeren bir nikah olduğuna delâlet eder. Bu nokta bizim imamlarımız için bir problem teşkil etmektedir." Karâ-fî'nin sözü bitti. Bu da daha önce geçenleri teyîd etmektedir. Ancakko-nu üzerinde gereği şekilde durabilmek için, zaruretten dolayı burada yer vermemiz gereken bir başka meseleye müracaatta bulunmamız gerekecektir. [146]

 

On Üçüncü Mesele

 

Bir hikmetten dolayı meşru kılınmış bir sebebin, o sebebin işlen­mesiyle hikmetin vukuu ya kesin bilinir veya zannedilir; ya da bilin­mez veya zannedilmez. Eğer hikmetin vukuu biliniyor veya zannedili-yorsa, o takdirde onun meşruiyeti hakkında herhangi bir problem bu­lunmamaktadır. Eğer bilinmiyor veya zannedilmiyor s a o takdirde bunlar iki kısım olmaktadır:

a) Bu neticenin, mahallin o hikmeti kabul etmemesi sonucunda olması.

b) Haricî bir unsurdan dolayı olması.

Eğer birinci kısımdan ise, meşruiyet esastan kalkacaktır. Dola­yısıyla şer'an o mahalle nisbetle, sebebin bir etkisi bulunmayacaktır. Örnekler: Akıllı olmayan kimseye nisbetle suç (cinayet) işlemesi duru­munda onun tecziyesi (cezalandırılması), şarap ve domuz üzerine akid yapılması; yabancı kadına (talîk olmaksızın) talak verilmesi, başkası­nın mülkü olan kölenin azâd edilmesi gibi. Aynı şekilde akıllı olmayan kimsenin ibâdetlerle muhatap tutulması ve her türlü tasarruf yetki­sinin verilmesi vb. gibi konular da böyledir.

Buna delâlet eden iki delîl bulunmaktadır:

1. Yerinde de açıklanacağı üzere maslahatların isbâtıkaidesine binâen, sebeblerin asıl konuluşlarmda bir hikmete mebnî olarak konulmuş olduğu kabul edilmektedir. Eğer sebeble­rin, bütün olarak hikmetlerden soyutlanmış şekilde konul­maları caiz olsaydı, o zaman bunların meşru olmaları sahih olmazdı. Halbuki biz onların meşru olduklarını kabul ediyo­ruz. Dolayısıyla bu bir tutarsızlıktır.

2. Eğer öyle olacak olsaydı, hadlerin caydırma ve Önleme (zecr); ibâdetlerin Allah'a boyun eğme (huşu) amacının dışında baş­ka maksadlar için konulmuş olmaları lâzım gelirdi. Diğer hü­kümler de aynı şekilde olurdu. Böyle bir netice ise, hükümle­rin talîlini kabul eden herkesin ittifakı ile bâtıldır.

Sebeblerin hikmetlerinin —ki müsebbebler olmaktadır— vuku bulmaması, haddizatında mahallin kabul etmesine rağmen, haricî bir unsurdan kaynaklanıyorsa bakılır: Acaba bu haricî unsur, sebebin [25i] şer'îliğinde müessir midir? Yoksa sebeb asıl meşruiyeti üzere kalmak­ta mıdır? Her ikisi de muhtemeldir; böyle bir konuda ihtilâfın bulun­ması caizdir.

Bunu caiz gören kimseler görüşlerini desteklemek üzere aşağı­daki delilleri getirebilirler:

1.

Küllî kaideler "kadâyâ a'yân' tabir edilen farklı ve husûsî çözüm­ler, nâdir istisnalarla bozulmazlar. Bu konu üzerinde ileride yeri geldiğinde [147]durulacaktır.

2.

İkincisi bizim burada üzerinde duracağımız konu olmaktadır ki o da şudur: Hikmet, ya sadece mahalline ve mahallin onu kabul edip et­mediğine nazaran ele alınmakta; ya da bizzat mahalde mevcudiyeti ile itibara alınmaktadır. Eğer sadece mahallin kabul edip etmemesi açısından ele alınacaksa —ki tartışma noktasını da işte bu teşkil et­mektedir— o takdirde, talîk meselesinde talâkına yemin edilen ka­dın, gerek yemîn eden tarafından ve gerekse başkaları tarafından üze­rine akdedilecek nikah akdini kabul edici bir mahal olmaktadır. Dola­yısıyla bunu men edici husûsî bir delîl olmadıkça, men cihetine gidile­mez. Böyle bir delîl de yoktur. Eğer hikmetin mahalde bizzat fiilen mevcudiyetine itibar edilecekse, o takdirde de bir engel sebebiyle ol­sun olmasın, bulunmaması durumuna itibarla menine gidilecektir. Konfor içerisindeki bir kralın yolculuğu gibi. Çünkü onun yolculuğun­da meşakkat olmayacaktır veya onun yolculuğu en azından böyle bir [252] meşakkatin bulunmayacağı zannını vermektedir. Dolayısıyla onun hakkında sefer ruhsatlarından istifade ile namazın kısaltılması, Ra­mazan orucunun tutulmaması mümteni (imkansız) olacaktır. Keza dirhemin misli dirhemle, dmârm misli dînârla değiştirilmesi de böyle olacaktır; böyle bir akdin icrasında bir fayda bulunmamaktadır. (Do­layısıyla menine gidilmek gerekecektir.) Hükmü aslî meşruiyet üzere cereyan eden ve fakat hikmeti bulunmayan benzer meselelerde de du­rum aynı olacaktır.

İtiraz: Şöyle bir itiraz serdeclilemez:[148] Sefer mutlak surette meşakkatin bulunacağı zanmnı verir (meşakkatin mazinnesidir); keza dirhemin misli dirhemle değiştirilmesinde de bir faydanın bulunacağı zanm bulunur; çünkü insanların garazları, amaçları çokfarklıdır. Bu­na benzer diğer meselelerde de durum aynıdır. Dolayısıyla bu gibi me­selelerde esbaba tevessül mutlak surette caiz olmalıdır. Talîk suretiyle talakı üzerine yemin edilen kadının durumu ise böyle değil­dir. Çünkü o meselenin, bir hikmet içerdiği zannım uyandıracak bir durumu yoktur. Böyle bir kimsenin o kadını nikahlamasında, nikah­tan gözetilen hikmetin bulunmasına asla imkan yoktur.

Cevap: Bu itiraz vârid değildir.[149] Çünkü biz mutlak anlamda se­ferin benzerinin (nazîr), kayıtsız olarak yabancı bir kadının nikahlan-ması olduğunu söylüyoruz. Mukayyed (kayıdh) meselede, maslahatın mevcudiyetine itibar etmeksizin mutlak cevaz hükmünü verdiğinize göre, talakına talîk yoluyla yemin edilen kadının nikâhının sahîh ol­duğunu da söylemeniz gerekir. Çünkü bu da, (aynen sefer konusunda olduğu gibi) mutlak olan yabancı kadınla evlilik biçimleri arasından mukayyed bir şekil olmaktadır. Anne, kız... gibi kendileriyle evlenme­leri haram olan kadınlarla nikahlanmak ise böyle değildir. Böyle bir nikah bâtıldır; zira mahal mutlak surette böyle bir nikaha kabil değil­dir. Bizim üzerinde durduğumuz mesele ise birinci kışıma, yani hik­meti mahallin kabul ettiği kışıma girmektedir. Mahallin hikmeti ka­bul ettiği kısımda ise, bu gibi meselelerde mutlaka cevaz yoluna gitmek gerekecektir ve o takdirde, bazı sebebler, hikmetleri veya muhte­melen onları içeren şeyler (mazinne) bulunmasalar bile meşru olacak­lardır. Çünkü mahallin haddizatında hikmeti kabulü, her ne kadar fi­ilen vuku bulmasa bile, (o mahal) hikmetin bir mazinnesi (muhteme­len bulunabileceği yer) olmaktadır ve bu makûl bir şeydir.

3.

Bir mahalde bizzat hikmetin mevcudiyetini esas almanın belli bir kıstası yoktur (munzabıt değildir); çünkü, bu hikmetler ancak ikinci etapta sebeblerin vukuundan sonra ortaya çıkarlar. Dolayısıyla sebebin vukuundan önce, bu hikmetlerin mevcut olup olmadıklarını biz bilemeyiz. Nikahın hemen akabinde boşayan nice kimseler vardır. Nice talak, in'ıkâdmm hemen arkasından ortaya çıkan arızî bir du­rum ya da mâniden dolayı feshedilmiştir. Biz önceden hikmetin mev- [253] cûdiyetini bilemeyeceğimize göre, sebebin meşruiyetinin hikmetin vücûduna bağlı sayılması doğru olamaz. Çünkü hikmet ancak sebebin vukuundan sonra ortaya çıkmaktadır. Oysa ki, biz sebebin vukuunu hikmetin mevcudiyetinden sonra varsayıyoruz. Böyle bir şey aklen imkansız olan devir[150] (kısır döngü) demektir. Şu halde mahallin hik­meti genel anlamda[151] kabul eder olmasının, hikmetin vücûduna bir mazinne (muhtemelen bulunduğu yer) olarak yeterli kabul edilmesi anlayışına varmamız gerekecektir.

Men taraftarı[152] kimseler de, görüşlerine üç açıdan delîl getirebi­lirler:

1. Mahallin hikmeti kabulü iki şekilde düşünülebilir:

a) Hâriçte gayr-ı kabil olduğu farzedilse bile, sadece zihnen ka­bul edebilir olması[153] sebebiyle şer'an itibar edilmesi şeklinde olur ve hikmeti zihnen kabul edebilir olmayan esbaba tevessül meşru olmaz.

b) Ya da mahallin hikmeti hâriçte bulunduğu için olur. Hâriçte hikmeti bulunmayan bir şey —haddizatında zihnen hikmeti kabul edici olsa da olmasa da— asla meşru olmaz. Eğer birinci kısımdan ise sahîh değildir. Çünkü sebebler sadece kulların maslahatları için meş­ru kılınmışlardır. Bunlar (maslahatlar) meşruiyetin hikmetleri ol­maktadır. İçerisinde maslahat bulunmayan ya da muhtemelen hâ­riçte mevcut bir maslahatı içerebilecek (mazinne) durumunda olma­yan şeyler, şer'î maksad açısından ne zihinde ne de hâriçte maslahatı kabul etmeyen kısımla[154] aynı olmaktadır. Bunlar birbirleriyle aynı olunca mümteni (imkansız) ya da caiz olurlar. Ancak cevazları men'i (yasakhğı) üzerinde ittifak edilen bir şeyin cevazına götürmektedir. Dolayısıyla her ikisinin de mutlak surette men edilmelerine hükmet­mek gerekir ki, ulaşılmak istenen de işte bu neticedir.

2, Biz şayet burada sebebten maslahatın neş'et etmeyeceğini ya da onunla maslahatın vücûda gelmeyeceğini bile bile onu imâlde bulu­nacak olsak, bu, hükmün konulusunda gözetilen Şâri'in kasdını boz­mak olurdu. Çünkü böyle bir yerde esbaba tevessül abes olur. Abes olan bir şeyse, her hükmün bir maslahata mebnî olduğu esâsına bi­nâen meşru kılınmaz. Dolayısıyla bu kısımla birinci kısım arasında bir fark yoktur. Karâfî'nin sözünden kasdı144 da işte budur.

3. Bu meseleler içerisinde caiz görülenlere, sadece hikmetin mevcudiyeti itibarıyla[155] cevaz verilir. Çünkü konfor içerisinde yolcu­luk yapan krala nisbetle meşakkatin olmadığı kesin değildir. Aksine onun yolculuğunda da meşakkatin bulunacağı zanm gâlibtir. Şu ka­dar var ki, meşakkat izafîdir, insandan insana değişir ve belli bir kıstası yoktur. Bunun için de Sâri' hikmet yerine, şer'î hükümlerin zapturapt altına alınabilmesi için hikmetin mazinnesini (muhteme­len içerisinde bulunacağı yeri) onun yerine ikâme etmiştir. Nitekim benzeri örnekler de vardır: Mesela: Cinsel ilişki sırasında, meni gel­mese dahi sünnet mahallinin girmesini, bilinen müsebbebleri için be­lirleyici bir kıstas kabul etmiştir. Çünkü sünnet mahallinin girmesi, meninin muhtemelen gelebileceği bir hal (mazinne) olmaktadır. Ke­za, ihtilâm olmayı yükümlülükleri kabul edebilecek akıl için mazinne (muhtemelen aklın bulunacağı çağ) kabul etmiştir. Çünkü bizzat akıl ölçülemeyen, zapturapt altına alınamayan bir şeydir. Ve benzeri ör­nekler. Ama dirhemin misli dirhemle değiştirilmesi konusuna gelin­ce, aklen bazan benzerliğin her açıdan tasavvur edilmesi mümkün ol­mayabilir. Çünkü birbirlerine benzeyen iki şey arasında, onların be­lirlenmesi açısından da olsa, mutlaka bir açıdan farklılık bulunur. Ni­tekim birbirlerine zıt iki şey arasında da, diğerlerini kendilerinden nefyetme yoluyla da olsa, mutlaka bir benzerlik yönü bulunur. İstis­nasız her açıdan benzerliğin farzedilmesi nâdirdir ve nâdir olan şeyle­re itibar edilmez. Bidüziyeîik arzeden gâlib durum; iki dirhemin, iki dînârın birbirlerinden mutlaka, onları kazanma yoluyla da olsa,[156] farklı olmaları şeklindedir. Bu yüzden de onların birbirleriyle değişti­rilmesi konusunda mutlak olarak caizdir denilmiştir. Durum böyle olunca, bu meselelerde bizim meselemizle ilgili bir delâlet yoktur de­mektir.

Fasıl:

Meselenin ortaya konulması sırasında, tank meselesiyle ilgili cevap da geçmiş bulunuyor. Yeminini yerine getirmiş olmak için yapılan nikah ve bu meyanda zikredilen hususlara gelince,[157] bunlar her ne kadar sıhhat yönü daha güçlü ise de, ihtilafın bulunabilmesi ihtimali­ni barındıran bir yer olmaktadır. Bunlara ehlinden sâdır olmuş ve ka­bul edici mahalle de isabet etmiş bir nikah akdi olarak bakanlar men cihetine gitmemişlerdir. Öbür taraftan nikah akdinde bulunan kim­senin ayrılma niyeti olduğunu ya da ayrılma beklentisini belirten bir ortam içerisinde olmasından dolayı böyle bir nikahın muvakkat (geçi­ci) nikaha benzediğini görenler de onu caiz görmemişlerdir. İbnul-Kâsım, yeminini yerine getirmek için yapılan nikah meselesinde bir ihtilaf olduğunu belirtmemiştir. Bununla birlikte, o ve daha başkaları böyle bir nikahla 'muhsanlık' vasfının doğmayacağına işarette bulun­muşlardır. Bu kadarı da, böyle bir nikah hakkında şüphe bulun­duğunu ifâde için yeterlidir. Konu, müctehidler için ictihâd mahalli ol­maktadır. İmâm Mâlik'in mezhebine baktığımız zaman, yemini yeri­ne getirmekiçin yapılan nikahın, nikahtan gözetilen garaza uygun bir nikah telakki edildiğini görürüz. Ancak bu yemin hükmünü kaldır­mak üzere olmaktadır. Nikahın yemin hükmünü kaldırmak için yapılmış olması, kadının kadınlığından istifâdeyi helal kılan meşru nikâh hakkında gerekli olan kasıd için yeterlidir. Şu kadar var ki, ni­kah yeminin kaldırılması mânâsını da içermektedir. Bu ise akdi zede­leyici bir unsur değildir. Keza şehvetini gidermek için yapılan nikah da maksûddur; çünkü şehvetin giderilmesi nikahtan gözetilen mak­satlar cümlesinden olmaktadır. Şehvetini giderdikten sonra ayrılma niyeti ayrı bir şeydir ve talak yetkisine sâhib olan kimsenin eline veril­miş bir durumdur. Bazan başta böyle bir niyeti olmasına rağmen ay­rılmamayı uygun görür ve ayrılmaz. Mut'a nikahı ile bunun arasında­ki fark da işte burası olmaktadır. Çünkü muvakkat nikahta, süre tah­didi üzere nikahı bina etmiş olmaktadır.

Hülle nikahında da aynı şekilde, nikah maksatları gözetilme-[256] mektedir. Hülle nikahında gözetilen şey sadece, gerçek anlamda değil, sureta kadının yeni bir koca ile nikahı vasıtasıyla, ilk kocasına helal kılınması kasdıdır. Dolayısıyla böyle bir nikah, şer'an nikahtan gözetilen amaçlardan herhangi birisini taşımamaktadır. Hem sonra bir başkası için yapılmış bir nikahta, onunla ne örfen ne de şer'an be­raberliği sürdürmek mümkün değildir. Dolayısıyla hülle nikahının, sürdürülmesi kabil bir nikah olması mümkün değildir. Hem sonra hülle nikahı hakkında vârid olan nass çok serttir.[158] Böyle bir nassm

dur dediği yerde durmak gerekir. Bütün bunlara rağmen, şayet helal kılmak amacıyla nikahda bulunan kimsenin nikahında, karşılıklı an­laşma ve şart olmasa; bazı âlimler böyle bir nikahı sahîh kabul etmek­tedirler. Bunların göz önünde bulundurdukları şey, o kişinin bir an­lamda kadından faydalanmayı daha sona ise talakı kasdetmiş olması­dır. Onun bu maksadı, genel anlamda nikahtan güdülen amaçlar cümlesi altına girmektedir. Bu durumda, eğer bir anlaşma ve şart var­sa, o takdirde hülle nikahı, bir görüşe göre nikahın aslî maksadranyla birlikte kadının birinci kocaya dönmesi maksadını da içermiş olacak­tır. Diğer bir görüşe göre ise anlaşma ve şart olsa bile böyle bir içerme durumu olmayacaktır. Bu bir tâbilik hükmü sebebiyle olmuş olacak­tır. Bu her ne kadar tercih edilmeyen bir görüşse de, üzerinde durul-mazlık da edilemez.

Yeminin yerine getirilmesi amacıyla nikah durumunda, bukas-dın nikahı zedelemeyeceğine delâlet eden hususlardan birisi de şudur: Bir kimse namaz, oruç, hac, umre... gibi bir ibâdeti yapmaya dâir ne­zirde yahut yeminde bulunsa, o kimse bu nezir ve yeminini yerine ge­tirmekiçin bunları yapar ve bu kasdı onların ibâdet olmasına mâni ol­maz. Burada da durum aynıdır. Eğer yemin ya da nezri yerine getirme kasdı akdin aslını zedeleyecek olsaydı, ibâdet niyetini zedelemesi ge­rekirdi. Çünkü ibâdetlerin şartı, onlarla Mâbûd'a teveccüh etmek ve onlarla sadece Allah'a yaklaşmayı kasdetmektir. Şayet kişi nezirde bulunduğu ya da yapmaya yemin ettiği ibâdetleri sadece yeminini ye-rine getirme kasdıyla —ki aksi takdirde yeminini yerine getirmiş ola­maz— îfâ edecek olsa bu sahîh olmaktadır. Dolayısıyla burada da ni­kah sahîh olacaktır. Hatta öncelik bile arzedecektir. Keza, bir kimse sahibi olduğu bir malı satmaya yemin etse ve sırf yeminini yerine ge­tirmekiçin onu satsa, onun bu satış akdi sahîh olacaktır. Yine av avla­maya yahut hayvan boğazlamaya yemin etmesi neticesinde de, ye­minini yerine getirmek amacıyla bunları yapsa bunlar sahîh olmak­tadır. Ve benzeri meseleler.

Bütün bunlar iki esasa dönük olmaktadır:

1.

Maslahatlar için meşru kılınmış olan hükümlerde, bu maslahat­ların hükmün altına giren bütün cüzlerinde (ferdlerinde) teker teker bizzat bulunması şart değildir. Şart olan sadece (genel anlamda) mas­lahatın muhtemelen bulunabilirliğidir (mazinnesi),

2.

Muamelâtla fâdiyyât) ilgili konularda, sıhhat için, mükellefin kasdmın Şâri'in kasdina ters düşmemesi yeterlidir; ona uygunluğu­nun ortaya çıkması şartı yoktur. Her iki esas da inşallah ileride ge­lecektir.

Fasıl:

ilk taksimin üçüncü kısmı: Sebeble Şâri'ce maksûd olup ol­madığı kesin bilinmeyen veya zannedilmeyen bir müsebbebin kas-dedilmesi.[159]Bu üzerinde düşünülmesi gereken bir konu olmakta­dır. Burada problem ve vuzuhsuzluk vardır. Bu gibi durumlarda biz sebebe tevessül ettiğimizde, bu sebebin farzedilen müsebbeb için konulmuş bir sebeb olmaması mümkündür. Nitekim o sebebin hem söz konusu müsebbeb için hem de başka bir şey için sebeb olarak konulmuş olması da mümkündür. Birinci ihtimale göre esbaba te­vessül gayrı meşrudur. İkinci ihtimale göre ise meşru olur. Bir fiil meşruluk ve gayrı meşruluk arasında döndüğü zaman, sebebe te­vessüle girişmek meşru olmamaktadır.

Soru: Sebebin genel anlamda meşru olduğu farzedilmiştir. [258]    Dolayısıyla onunla tevessülde bulunması niçin sahîh olmasın?

Cevap: Sebebin meşruiyeti mutlak olarak değil muayyen ve malûm bir şeye nisbetle farzedilmiştir. Esbaba tevessül, ancak se­bebin sebebiyet vereceği her şeyin mutlak ve genel olarak meşru­luğunun bilinmesi durumunda sahîh olur. Bizim burada farzettiği-miz konu ise böyle değildir. Aksine biz biliyoruz ki, pek çok sebeb, kendilerinden neş'et edecek bazı şeyler (müsebbebler) için meşru kılınmışlarken; keza kendilerinden neş'et etse ve üzerlerine teret­tüp de bulunsa bile bazı şeyler için meşru kılınmamışlardır. Mesela nikah akdi, neslin bekası ve buna tâbi olan amaçlar için meşru kı­lınmışken, çoğunluk ulemaya göre tahlil (hülle) ve benzeri durum­lar için meşru kılınmamıştır. Biz onun belli amaçlar için meşru kı­lındığını bildiğimiz zaman, nikahın kendisi için meşru kılındığını bilmediğimiz amaçların hükmü meçhul kalır. Dolayısıyla bunların hükmü bilininceye kadar onlara yeltenilmesi meşru ve sahîh olmaz.Burada "Asıl olan cevazdır." şeklinde bir mütâlâa ileri sürüle­mez.

Çünkü bu mutlak değildir. Mesela kadınlardan istifade konu­sunda asıl olan haramlıktır; ancak meşru olan sebeblerle helallik doğar. Hayvanların yenilmesi konusunda asıl olan haramlıktır; an­cak meşru olan boğazlama yoluyla helal olurlar. Ve benzeri mutlak surette olmayıp da belli bir muameleden sonra meşruluk kazanan durumlar gibi. Bu husus vazıh hale geldikten sonra diyoruz ki: Bir müsebbeb ortaya çıkar ve biz bu müsebbebin Şâri'in meşru olan se-bebden kasdetmiş olduğu neticeler cümlesinden olup olmadığını bi­lemezsek, konuyla ilgili hüküm Öğrenilinceye kadar tevakkuf etme­miz (beklememiz) gerekecektir. Bunun için bir kaide geliştirilmiştir ve bununla sebeblerin müsebbebleri içerisinden Şâri'in maksûdu olanlarla olmayanları birbirinden ayırmak mümkün olmaktadır. Bu kaide "Mekâsıd" bölümünde anlatılmıştır. [160]

 

On Dördüncü Mesele

 

Meşru, sebeblerin üzerlerine zımnen bazı hükümler terettüp ettiği gibi, gayrı meşru sebebler üzerine de zımnen bazı hükümler terettüp eder. Mesela Öldürme üzerine kısas, katilin ya da âkilenin malı üzerine binen diyet, —eğer öldürülen kimse köle ise-— kıyme­tin tazmini ve keffâret gibi hükümler terettüp etmektedir. Keza tecâvüz (teaddî) üzerine tazminat ve ceza hükümleri terettüp et­mektedir. Hırsızlık üzerine tazminat ve el kesme hükmü terettüp eder. Bu ve benzeri teklîfî hükümler altına giren yasaklanmış se- [259] beblerin vaz'î hükümler kapsamında olmak üzere müsebbebleri bu­lunmaktadır.

Bu yasaklanmış sebebler, bazan başka bir cihetten bir masla­hata sebebiyet verebilirler[161] ve fakat onun sebebi olmazlar. Mesela öldürme olayı üzerine vârise mirasçı olma, vasiyetlerin yürürlüğe konulması, müdebber kölelerin azad olması, ümmü veled ve çocuk­ların hürriyetlerine kavuşması gibi maslahatlar ortaya çıkmakta­dır. Keza tecâvüz yoluyla itlaf (ziyan verme) üzerine, kıymetin tazminine tâbi olarak telef edilen şeye inâlikiyet kazanılması; gasb üzerine, gasbedilen şeyin gasbeden kişi elinde değişikliğe uğraması durumunda bilinen tafsilât üzerine ve tazmin neticesine binâen gasbedilen şeye mâlikiyet kazanılması vb. de böyledir.

Birinci kısımdan olanlara, akıllı olan kimse tevessüle kalkış­maz; çünkü kendi aleyhine mahza bir mefsedettir ve bir maslahat da içermemektedir. Tevessül edilebilecek türden olanlar ancak ikinci kısımdan olabilirler. Şayet kişi bunlara yönelik kasıdda bulu­nursa bu kasdı iki çeşit olabilir:

1.

Sebebten başkası değil, bizzat yasaklanmasının nedenini oluş­turan  müsebbebin kasdedilmesi şekli. Mesela öldürme olayında Öc alma,[162]gasbedilen ve çalınan mallarda mutlak olarak faydalanma kasdı gibi. Böyle bir kasıd, tâbi durumda olan ve maslahat içeren hükümlerin terettübü konusunda mani değildir. Çünkü bunların [260]    sebebleri eğer hâsıl olmuşlarsa müsebbebleri de hâsıl olmuştur. An­cak sedd-i zerîa kabilinden, bu gibi durumlarda da yasak olan se-beb üzerine doğan ve maslahat içeren tâbi hükümlerin terettübüne mâni olunduğu da olur. Mesela katilin, öldürürken Öc almaktan başka kasdı olmasa veya bazılarına göre hata yoluyla da öldürmüş olsa mirastan mahrum edilmesi gibi. Gasb hakkında şöyle demiş­lerdir: Gasbedilen şey, gasbeden kimse elinde değişikliğe uğrasa ve­ya onu ziyan etse; değişikliğin hükümlerinden olmak üzere, eğer değişiklik çoksa mal sahibi onun hakkında muhayyer değildir; dola­yısıyla gasbeden kişinin onun kıymetini tazmin hükmüne binâen —bazı âlimlere göre mekruh olarak, cliğer bazılarına göre de kerâ-hetsiz— onunla faydalanması caiz olmaktadır.[163]Bunun sebebi şudur: Burada esbaba tevessülde bulunan kim­senin kasdı, Şâri'in bu hükümlerin terettübü hakkındaki kasdına ters düşmemektedir. Çünkü bu hükümler kıymetin tazmini yahut gasbedilen şeyin değişikliğe uğraması ya da her ikisi üzerine teret­tüp etmektedir. Kişinin kasdınm, Şâri'in kasdına ters düşmüş ol­ması, sadece yasak olan sebebin ortaya konulması sırasında olmak­tadır. Mutlak bir garazın meydana gelmesi için bizzat sebebin ken­disinin kasdedilmiş olması; tazmin, veya kıymetten ya da her iki­sinden birden neşet eden müsebbebe yönelik kasıddan başkadır. Aralarında fark vardır. Şöyle ki: Gasbedilen şeyin değişikliğe uğra­ması durumunda, hemen akabinde tazmin sorumluluğu gelir ve do­layısıyla gasbdan dolayı meydana gelen bu değişiklik sebebiyle kıy­metin ödenmesi vâcib olur. Kıymet vâcib olup belirlenince de, gas­bedilen şey gasbeden açısından —malının boş yere gitmiş olmaması için— onun mülkü olur. Ona olan bu mülkiyeti, onun kıymetinin zimmeti üzerine vâcib olması dolayısıyladır; yoksa gasb sebebiyle değildir. Dolayısıyla her iki kasıd birbirinden ayrıdır. Katilin öc al-mak için öldürmesi kasdı, mirasın husulüne yönelik kasdmdan farklıdır. Gasbeden kimsenin faydalanma kasdı, kıymeti tazmin ve gasbedilen şeyi gasbedilen kimsenin mülkünden çıkarma kasdın-dan başkadır. Durum böyle olunca, katil ya da gasbeden kimsenin kasdetmemiş oldukları tabî hüküm aslî mecrasında câri olacaktır. Maksadının[164] zıddıyla mukabele, Şâri'in maksadına muhalefeti kasdettiği konudadır. Bu da cezalandırılması ve gasbedilen şeyin elinden alınması ya da kıymetin ödettirilme sidir. Bu açıktır. Ancak sedd-i zerîa kabilinden olmak üzere, kasdetmemiş olduğu bu tür tabî hükümlerin meni cihetine de gidilebilmektedir.

2.

İkincisi, sebebe tabî olan hususları kasdetmiş olması. Bunlar zımnen kendisine maslahat olarak dönecek olan şeylerdir. Mesela vârisin, mirasa konmak için murisini (miras bırakan) Öldürmesi; kendisine vasiyyet edilen kimsenin (mûsâ leh), vasiyyet edilen şe­yin kendisine ulaşması için vasiyyet eden kimseyi öldürmesi; gas­beden kimsenin gasbedilen şeyi değişikliğe uğratmak, böylece onun kıymetini tazmin etmek ve onu kendi mülküne sokmak suretiyle ona sahip olmayı kasdetmesi vb. gibi. Böyle bir esbaba tevessül bâtıldır. Çünkü Sâri' Teâlâ, teklîfi hükümlerden olmak üzere bun­ları, işlenmesi halinde vaz'î hükümlerde bir maslahat elde edilsin için yasaklamarnıştır. Şu halde böyle bir esbaba tevessül meşru-de­ğildir. Ancak geriye bir şey kalıyor:

a)  Acaba bu tür esbaba tevessülde kişinin maksadının bizzat gâri'in maksadına muhalif olması[165] nazar-ı itibara alına­rak, esbaba tevessülde bulunan kimsenin kasdetmiş oldu­ğu netice, sebeb üzerine terettüp eder mi?   İşte bu nokta­dan hareketle "maksadın zıddı ile muamele" kaidesi ortaya çıkmıştır. Bu farzedilen niyetin bulunması durumunda bu kaide ile hükmetmek gerekecektir. Katilin mirastan mah­rum kılınması hükmünü getiren hadisin[166]gereği de bu ol­maktadır. Keza zekattan kaçmak üzere farklı zekat malla­rının toplanılmasından, toplu olanların da dağıtılmasından men eden hadis ten[167] çıkarılan fıkhı neticenin gereği de budur.   Ölüm hastalığında, mirastan mahrum bırakmak için bâin talakla boşanmış kadının mirasçı kılınması; iddet içe­risinde nikahta bulunan kimseye, o kadının ebedî olarak haram sayılması vb. gibi meseleler hep bununla ilgilidir.

b) Yoksa, Sâri' Teâlâ'mn o şey üzerine terettüp eden masla­hat için bir sebeb kılmasına itibarla, kişinin bu kasdının bir etkisi olmaz mı? Bu durumda hüküm birinci kısmın hükmüyle aynı olacaktır. Bu konu müctehidler için bir icti-had alanı olmaktadır ve genişçe üzerinde durulan bir ko­nudur. Bu ikisinden birisini kesin olarak söylemek imkanı yoktur.

Burada sebeb bahsinde sözlerimizi artık noktalamak istiyoruz. [168]

 

 



[1] Âmîdî gibi bazı müellifler vaz'î hükümleri beş ile sınırlandırmışlardır. Ke­mâl İbnu'l-Hümâm, Tahrîr adlı eserinde buna ilavelerde bulunmuştur. îbn Hâeib sıhhat ve butlanın aklî bir durum olduğunu, şer'îbir büküm olmadığı­nı söylemiş ve onların vaz'î hükümlerden sayılmasını kabul etmemiştir. Ba­zıları da vaz'î hüküm diye bir hüküm bulunmadığını, bunların teklîfî hü­kümlere dönük bulunduğunu; çünkü vaz'î hitabın neticede iktizâ ya da tahyîr mânâsına varacak olduğunu ...demişlerdir. Zira bunlara göre, zi­nanın haddin vücûbuiçin sebeb kılınmasının mânâsı, zinanın meydana gel­mesi halinde haddin vâcib olması demektir. Mebîiıı sıhhati için temizlik şar­tının koşu] m ası, bu şartın bulunması durumunda onunla faydalan manın ca­iz olması, bulunmaması durumunda da onun haramlığı demektir. İktizâ ve tahyîr sarih oldukları gibi böyle zımnî de olurlar. Doğrusunu söylemek gere­kirse, bunlar pratik bir neticesi olmayan ihtilafl ar mâhiyetinde bir görünüm arzetmektedir

[2] Burada, bu tür şeylerin üzerine bir şer'î hükmün meşru kılmm ası ya da vaz'ı gibi bir neticeden sarf-ı nazarla ele alınmaktadır. Bu itibarla ele alındığında buradaki bahsimiz içerisine girmemektedir. Çünkü bizim buradaki bahsi­miz, kendileri sebebiyle bir hükmün meşru kılınması ya da vaz edilmesi açı­sından fiiller olmaktadır. Mesela, alış veriş akitleri faydalanmanın helalliği için konulmuşlardır; yoksa bizzat faydalanmak için değil. Keza nikâh da, bizzat neslin çoğalması için konulmuş şer'î bir sebeb ya da şart değildir.

[3] Fiillerin birinci açıdan ele alınmasında, sebeb, şart... olmaları dikkate alın­mamıştı. Burada ise, onların şart ... olmalarına itibarladır

[4] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/183-185

[5] Konuya şu şekilde özetlemek mümkündür: Sebeblere taalluk eden teklifi hükümler, onların müsebbeblerine de lâzımî olarak taalluk etmezler. Şöyle ki, bazı müsebbebler zaten kulun kudreti haricinde olan şeylerdir. Mesela ruhun alınması, bizzat yakma işi, rızkın yaratılması gibi. Bunlara, sebebleri-ne taalluk eden hükmün taalluk etmesi bir yana, herhangi bir şer'î hükmün taalluku bile söz konusu değildir. Bazen de müsebbeb mükellefin kudreti da­hilinde olur; fakat o sebebinin hükmünden daha farklı bir hüküm alabilir. Mesela domuzu boğazlamak haram değildir; ama bunun müsebbebİ olarak onun yenilmesi haram olmaktadır-Bir hayvan satın almak mubahtır: fakat o hayvanın bakımı vâcib olmaktadır. Bazen de müsebbeb mükellefin gücü dâhilinde olduğu gibi, sebebinin hükmünü aldığı da olmaktadır. Ribevî akitler gibi- Bu haram olduğu gibi bunun müsebbebi olarak o akitler­den faydalanma yoluna gitmek de haramdır. Şer'î usûie uygun olarak boğaz­lama mubahtır; müsebbebi olmak üzere boğazlanan hayvanın yenilmesi de mubahtır- Kısaca söylemek gerekirse, bu örnekler de gösteriyor ki, sebeb iie müsebbeb arasında hüküm bakımından birtelâzum (zorunlu olarak birbiri­ni gerektirme durumu) bulunmamaktadır. Müsebbeb sebebinin hükmünü alabilir de, almayabilir de.

[6] Bey' (satış) akdi, mebî ile faydalanmanın helalliği konusunda sebeb olmak­tadır. Bey' akdi emri, faydalanmanın helalliği hususunda bir sebeb değildir. Çünkü bey' akdinin müsebbebi olan helallik, Allah'ın bir hükmü olmaktan Öte başka bir şey değildir. Dolayısıyla sebebe taalluk eden şer'î hükmün, ona taalluk etmesi söz konusu değildir. Aynı şey nikâh için de söylenir.

[7] Tâhâ, 20/132.

[8] Hûd, 11/6.

[9] Zâriyât, 51/22.

[10] Talâk, 65/2.

[11] İbn Mâce, Zühd 14; Tinnizî, Zühd 33; Ahmed, 1/30.

[12] Tirmizî, Kıyâme 60. Hadiste devenin korunması için sebeb teşkil eden bağ­lanmasıyla, Allah'a tevekkül edilmesi bir arada ifâde edilmiştir. Eğer mü­sebbeb olan "koruma" ile de, sebeb gibi memur olunsaydı, o takdirde bağla­ma ile tevekkül bir arada ifâde edilmez, aynı zamanda onun korunması da talep edilirdi veyahut da en azından tevekkül ifâdesinden bahsedilmez, sü­kût geçilirdi. Dolayısıyla bağlama ve tevekkülün birlikte ifâdesinden, mü­sebbeb üzerine şer'î bir hükmün taalluk etmediği anlaşılmaktadır.

[13] Vakıa, 56/58-59.

[14] Vakıa, 56/63-64.

[15] Vakıa, 56/68-69.

[16] Vakıa, 56/71-72. İlk üç âyetin delâleti açık bulunmaktadır. Çünkü her üçün­de de sebebiyet kullara nisbet edilmekte ve müsebbeblerin de Allah tarafın­dan ortaya konulduğu belirtilmektedir. "Söyleyin; içtiğiniz suyu bulutlan indiren siz misiniz ? Yoksa onu indiren Biz miyiz?" âyetinde ise sebebiyetin kullara ııisbetî bulunmadığı için burada zikri pek uygun düşmemektedir. Ancak âyet "Söyleyin içtiğiniz su ile kanma durumunu yaralan sizler misi­niz? Yofzsa Biz miyiz?" şeklinde olsaydı sebebiyeti kullara nisbet edilen şey olsaydı, uygun olacaktı.

[17] Saffât, 37/96

[18] Zümer, 39/63.

[19] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/185-189

[20] Daha öncede görüldüğü üzere, bu istisnasız değildi. Müsebbebi erden bir kıs­mı kulun kudreti altında bulunmaktadır. Dolayısıyla sebebîe ilgili olan aynı hitab ona da taalluk etmektedir. Bey' akdinde mebî ile faydalanmak gibi.

[21] Meselâ ammevelâyetlerinin pek çokmüsebbebleri vardır. Bazaıı bunlardan bîrine yönelik bir kasıd, şer'an matlûp olmasına rağmen, o velayetin üstle­nilmesi yönünde esbaba tevessüle engel olabilmektedir. Mesela şahsî çıkar elde etmek için kamu velayetine talepte bulunulması durumunda, her ne kadar o velayet şer'an matlûp ise de bu kasıd yüzünden matlûp olmaktan çıkmaktadır. Sâri, böylesi görevlere talepte bulunulmasını, onda gözetilen çıkarların bulunduğuna delil kılmış ve bu yüzden de onları isteyen kimsele­re verilmesini menetmiştir. Müscbbebeyönelik kasıd şer'an matlûb olan bir şeyi gayrimatlûp kılıyorsa, hatta mubahı mübâhhktan çıkarıyorsa, bu du­rumda evlâ olan, elbette müscbbebe yönelik bir kasıdla mükellefi ilzam et­memektir

[22] Ruhârî, Zekât 79; Müslim, Zekât 110, m;Ahmed, 1/17-21 ...

[23] Buhâri, Zekât 47-50; Müslim, Zekât 96-98; Ahmed, 3/7, 21.

[24] Ahmed, 3/21; Neseî, Zekât 81.

[25] Buhârî, Tefsîr 31/2; imân 37; Müslim, imân 57; Ahmed, 1/27.

[26] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/189-191

[27] Yani sebebler üzerine terettüp edecek müsebbebler maslahatlar ya da mef-sedetler olduğuna göre, bütün hükümler de maslahatlar ya da mefsedetler için vaz' edilmiş olduklarına göre, eğer müsebbebler göz önünde tutulmamış olsaydı, o zaman sebeblerin sebeb olarak vaz'ı söz konusu olmayacaktı.

[28] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/191-192

[29] Sâffât, 37/96.

[30] Zümer, 39/62.

[31] İnsan, 76/30.

[32] Şems, 91/7-8.

[33] Buhârî, Tib 25; Müslim, Selâm 101; Ebû Dâvûd, Tıb 24.

[34] Buhârî, Merdâ 30; Müslim, Selâm 98; Muvatta, Medine 22.

[35] Kısmen bkz. Keşful-hafâ, 1/398.

[36] Nice kez sebeb bulunmuş, müsebbeb bul un mamış, nice kez de müsebbeb se-bebsiz olarak meydana gelmiştir. Yüce Allah dilerse âdet-i ilâhîyi bozarak harikuladelikler (mucize, keramet gibi) ortaya koyabilir.

[37] Mekâsıd bölümünde Şâri'in maksadları bahsinin dördüncü nev'inde

[38] Câsiye, 45/12.

[39] Rûm, 30/23.

[40] Cuma, 62/10. Sanki şöyle denilmiş olmaktadır: Yeryüzüne dağılmak gibi esbaba tevessülde buluıîarak Allah'ın rızkına ve lutfuna yöneliniz. Bu sebeb-ler ile müsebbebe yönelmek olmaktadır.

[41] Talak, 65/11. Bu âyette mükelleften müsebbeblere yönelik bir kasdın bulun­duğuna delâlet edecek bir un sur bulunmamaktadır. Ancak "Allah'ın 1 ut fun­dan arayınız, isteyiniz ..." ifadelerini taşıyan yukarıdaki âyetlerde delâlet açıktır ve müellifin amacına uygun deîîl olabilecek vaziyettedirler. Âhiret iş­lerinde mükellefin müsebbebe yönelik kasıd bulundurabİlmesinin sıhhati­ne şu âyetlerde açık delâlet bulunmaktadır: "Allah'ın kitabına uyanlar, na­mazı kılanlar, kendilerine verdiğimiz rızık lan gizli açık sarfederüer, tüken­meyecek bir kazanç umabilirler." (35/29); "Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, âhiretten çekinen, Rabbinin rahmetini uman kimse inkar eden kimse gibi olur mu? " (Zürner, 39/9).

[42] bkz. Buhârî, Ahkâm 13; Müslim, Akdıye 16; Ebû Dâvûd, Akdiye 9...

[43] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/193-197

[44] Zümer, 39/62. 38/a.   Sâffât, 37/96.

[45] bkz. Buhâri, Ezan 156; Müslim, îmân 125; ...Ahmed, 4/117.

[46] Daha önce geçti, bkz. s. 193.

[47] .   Hûd, 11/7.

[48] Mülk, 67/2.

[49] Kehf, 18/7.

[50] Yûnus, 10/14.

[51] Kehf, 18/12.

[52] Âl-i İmrân, 3/141-142.

[53] Âl-i İmrân, 3/152.

[54] Kehf, 18/110

[55] Zümer, 39/2.

[56] Müsebbebe iltifatın bulunduğu üçüncü mânâya işaret etmektedir.

[57] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/198-202

[58] Daha önce âlimin basma gelen ve onu ne yaptığından habersiz kılan gaflet halinden bahsedilmişti; orada gören bir İnsanın gafletten dolayı görme du­yusunun bir anda fonksiyonunu yitirdiğinden ve önüne çıkan çukura düşe­bileceğinden ... bahsedilmişti. Bu gibi arız olan engeller aslî yükümlülüğe engel teşkil etliği içi n ve burada söz konusu da sebebin yasak olması ve mü­kellefin de ona tevessülde bulunmaması konusu olduğu için, söz konusu en­geli "Daha önce zikri geçen engelden farklı " diye kayıtlamıştır

[59] Yani onun mertebesindedir, onun netice ve hükümlerini alır.

[60] Ve bu telakkinin sahibi ilmîlik halinden, hâl mertebesine yükselemenıiştir.

[61] Bakara, 2/195.

[62] Beşinci Meselede.

[63] Hadisin kısmen rivayeti için bkz. Keşful-Hafâ, 1/398.

[64] Bakara, 2/195.

[65] Salimen döneceğine itikad ediyorsa denize açılır, aksi takdirde açılmaz.

[66] Tâ hâ, 20/132.

[67] bks.İbn Kesîr, 3/171.

[68] Tirmizi, Kıyamet, 60.

[69] Leyi, 92/5-7.

[70] bkz. Buhârî, Tefsir 92/3-5,7;Kader4;Müslim,Kader6-8;EbÛDâvûd, Sün­net 16; İbn Mâce, Mukaddime 10; Ahmed, 1/6; 69 ...

[71] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/202-209

[72] Müshil diye tercemeettiğimiz metindeki"sakamûnyâ"kelimesi"mahmûdie otu" veya "mahmude" adı verilen ve ishal ilacı yapımında kullanılan bir ot­tur. (Ç)

[73] Mâide, 5/32. Müellif âyette geçen öldürme ve diriltmeden maksadın müseb-beb olduğu esâsından yürümektedir. Bunlar da ruhun çıkması ve hayat ol­maktadır. Bu durumda müsebbeb —ki ölüm ve hayat olmaktadır— esbaba tevessül eden kimseye (mütesebbib) nisbet edilmiş olmaktadır. Daha önce ikinci meselede ise, öldürmeyi müsebbeb değil, sebeb olarak kabul etmişti. Aynı şeyin kasdedilmesi burada da mümkündürve o takdirde âyette konuy­la ilgili delîl bulunmayacaktır

[74] Daha fince geçti. bkz. s. 130.

[75] Daha Önce geçti. bkz. s. 130.

[76] Buradan meselenin sonuna kadar, müsebbebin, sebebi işleyen kimseye (mü­tesebbib) nisbeti açık bulunmaktadır. Hadîs müellifin iddiasına delâlet ba­kımından açıktır

[77] Buhârî, Hars 1; Müslim, Müsâkât 7-10; Ahmed, 3/147 ...

[78] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/209-212

[79] Mâide, 5/87. Haram kılınmadan söz edildikten sonra âyetin devamında "Al­lah'ın size. verdiği rızıktan te.rn.lz ve helal olarak yiyin ..." buyrulmuş olma­sıyla, daha önce zikri geçen yasaklanmış olan haram kılma girişiminin boş (lağv) olduğu belirtilmiş ve sanki şöyle buyrulmak istenmiştir: ''Haram kıl­mış olduğunuz bu helâl rızıktan yiyiniz..."

[80] Bu Mâliki mezhebi üzerine bina edilmiş bir sözdür-Onlara göre "Falan kabi­leden evlenirsem ...r gibi bir tahsise giderse, talik caiz olmaktadır. Ancak "Evleneceğim her kadın ..." gibi bir genellemeye giderse o zaman onlara göre de talîk caiz değildir. Şafiî mezhebine göre talikin her türlüsü boştur (lağv). Hanefî mezhebine göre de talîk mutlak olarak sahihtir ve şartın vukuunda talâk vuku bulmaktadır, (bkz. Şeltût ve A.Sâyis, Mukârenetu'I-mezâhib, 104).

[81] Kitâb burada Ktır'ân mânâsında değil, hükmünde manasınadır.

[82] bkz. Buhârî, Şurût 13; Müslim, Itk 8, 10, 11; Tirmizî, Büyü 33. Berîre hadîsinden alınmış bu ifâdeler konuya şu şeklide delâlet etmektedir: Sâri Teâlâ velâ hakkını, azâd sebebi üzerine terettüb etmek üzere azâd eden kim­seye vermiştir. Dolayısıyla azâd işini kim yaparsa velâ hakkı onun olur. Bu hakkı ondan kaldırmayı kasdeden kimse muhal bir şeyi kasdetmiş, kaldır­ma yetkisine sahip bulunmadığı bir şeyi kaldırmaya yeltenmiş olur. Şartla ilgili kısım da aynı şekildedir. Şu kadar var ki, hadisin öncesi özel bir konuy­la ilgiliyken, şart kısmı genel bir kapsam içermektedir.

[83] Çünkü fîillerve terkler, kasıddan ârîbulunduklarında lağv (boş) olmakta­dırlar. Nitekim Hükümler bahsinin altıncı meselesinde geçmişti.

[84] Boşanan zevceyi birinci kocaya helal kılmak isteyen ve hadîste ödünç teke olarak nitelendirilen kimse. (Ç)

[85] Net olmayan bu iki bakış açısı arasındaki fark şudur: Abdesti, her ne kadar namazın bir şartı ise de, ondan sarfı nazarla tanı ve müstakil bir ibâdet ka-bui eden kimselere göre, abdestin tamamlanmasından sonra onun iptaline gidilmesi herhangi bir tesir doğurm ayacaktır. Abdestİn namazın bir şartı ve sanki onun bir parçası gibi olduğu görüşünde olanlara göre de, onun tamam­lanması ancak namazın edası ile mümkün olacaktır. Dolayısıyla namazın ifâsından Önce onun iptaline gidilmesi, onda etkin olacaktır.

[86] Ni tekim EbûHanife ve da ha başkaları da, evlenil mesi haram olan kadınlar­la evlilik durumunda haddin gerekmeyeceğini ve nesebin sabit olacağını söylemişlerdir. Bunlar: Bu, akdin bir hükmü olmamaktadır; aksine bu. akid suretine girmiş bir şüphenin hükmüdür; demişlerdir. Diğer üç imâm ise bu görüşe katılmamışlar ve haddi gerekli görmüşler ve nesebin de sabit olma­yacağını ifâde etmişlerdir.

[87] Ama devamlı müsebbebe bakacak olursa, umut tarafı kendisine galehe çala­caktır. Tabiî bunun neticesinde de himmeti zayıflayacak ve kendisine yükle­nilen amelleri işleme konusunda giderek gevşeklik göstermeye başlayacak­tır.

[88] bkz. Keşftıl-hafâ, 2/310.

[89] Nahl, 16/97.

[90] Ahmed, 5/299, 311. Hadisi şöyle anlamak uygun olacaktır: Feleğe/zamana sizin beklentilerinize uygun düşmüyor, amellerinizin neticeleri (müsebbeb-leri) arzu ve istekleriniz doğrultusunda olmuyor diye sövmeyin. Çünkü za­man içerisinde vâki olan bu neticeleri yaratan bizzat Allah'tır.

[91] bkz. İbn Mâce, Mukaddime 23; Zühd 2.

[92] Yani, bizzat kendisi onunla arncl etmek İçin talep ediyorsa, bununla ilgili ilim azdır, zihnini karıştıracak kadar çok değildir.

[93] bkz. Keşful-hafâ, 1/532.

[94] En'âm, 6/33.

[95] Şuarâ, 26/3

[96] Mâide, 5/41. 88-   Hûd,n/12. 89.   Nahl,16/127.

[97] Ra'd,13/7-

[98] Hûd.11/12.

[99] Âl-i İmrân. 3/128.

[100] Tevbe, 9/128.

[101] Müslim, Kader 34; îbn Mâce, Mukaddime 10, Zühd 14; Ahmed, 2/366.

[102] Müslim, Birr 55.

[103] Fussilet, 41/46

[104] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/212-225

[105] Mâide, 5/32.

[106] Daha önce geçti. bkz. s. 130.

[107] Buhârî, Rikâk 23, Tirmizî, Zübd 12; İbn Mâce, Filen 12; Muvatta, Kelâm 5; Ahmed, 2/334 ...

[108] Mâide, 5/32.

[109] Daha önce geçti. bkz. s. 130.

[110] Daha önce geçti. bkz. s. 130.

[111] (15) notu dipnottaki hadisin devamı.

[112] İhya, 2/73.

[113] Zâif, ç. züyûf: içerisine başka madde karıştırılmış gümüş para. (Ç)

[114] Yâsîn, 36/12.

[115] Kıyâme, 75/13.

[116] Ebû Dâvûd, İlim 1; Tirmizî, İlim 19.

[117] Mu'tezilîve usûlcü, kendisine ait fikirleri bulunan Abdusselâm b. Muham-medfö. 321/933). "Aynı şeyin tek bir yönden hem vâcib hem de haram olması müstahîldir" konusu için ayrıca usûl kitaplarına bakılabilir.

[118] Aksine teklif girme sebebinin bir neticesi olarak devam etmektedir. Sebebin işlenmesi müsebbebin ortaya konulması gibidi r. Dolayısıyla kişi, kendi kud­retinde olmasa bile müsebbebden dolayı muâhazc edilir.

[119] Burada problemi ortadan kaldıran şey konunun şu kaide üzerine oturtul­masıdır: "Müsebbebler şer'an sebeblerin işlenmesiyle itibara alınırlar ve on­ların üzerine terettüp ederler." Buna göre müsebbebler mevcut bulundukça sebebler ortadan kalksalar bile onların hükmünü alırlar.

[120] Müsebbebe yönelik iltifat ve kasıdda bulunmak, mükellefin kudreti dâhilin­de olup olmamak gibi daha önce geçen açılardan değil de sırf sebeblerin sa­hih olarak işlenilip işlenilmediğinin tesbiti açısından. Burada müsebbeble-re bakış, haddizatında müsebbebin kendisiyle ilgili değildir; aksine sebebin durumunun ortaya çıkarılması içindir. Böylece üzerine şer1! hükümleri te­rettüp ettirilecektir veya ettirilmeyecektir

[121] Burada İmâm Mâlik tarafından rivayet edilen bir hadîse işaret edilmekte­dir: "Bir kavim içerisinde hiyânet ortaya çıkarsa, mutlaka Yüce Allah onla-rınkalbinekorkU'Saiar. Birkavimiçerisinde zina yayıldığı zaman, mutlaka Allah onlar içerisinde ölüm olaylarını çoğaltır, ölçü ve tartıda hile yapıldığı zaman, mutlaka Allah onların rızıklarını keser. Haksız yere hüküm lerde. bulunulmaya haşlandı mı, mutlaka onlar içerisinde kan dökme olayla­rı yay ılır. Bir kavim ahde vefâ göstermediği saman da mutlaka, onlar üzeri­ne düşmanları tasallut edilir    

[122] Yani geçen mesele ve fasıllar içerisinde açıklanmıştır. Çünkü oralarda mün­cer olacağı mefsedetler, ulaştıracağı maslahatlar açısından müsebbebe atf-ı nazarda bulunmak konusu açıklanmıştı

[123] Yanİseb^bleri getiren hitâbta müsebbeblere itibar edilmiş olduğu esası. Bu esas bu meselenin başında zikredilmiştir.

[124] Müsebbeblerin mükelleflerin kudreti dâhilinde olmadıkları ve onunla yü­kümlü bulunmadıkları. Keza müetehide göre, "Sebebin işlenmesi müsebbebin ortaya konulması mesabesindedir." esası ile birinci esasın zahiri arasında da tearuz bulunduğu varsayilabilir.

[125] Müsebbebin sebeb üzerine ve onun hükmünü alacak şekilde tertibi açısın­dan bakıldığı zaman, bu yolculuğun ruhsat hükümlerini getirmemesi gere­kecektir. Ancak müsebbeb, sebebten ayrı olarak ele alındığında, sefer (yolcu-luk)için şart koşulan müddetin bulunması durumunda, onun için sefer ruh­sat hükümleri tanı nacaktır; çünkü, o bir yolcudur. Yolculukta mün demicbu-lunan isyan kasdı yani sebebiyet verme yoluyla isyanının ruhsat hükümleri­nin doğması konusunda herhangi bir etkisi yoktur..

[126] Yani ona sebebiyet verdiği ve vâcib olmayana girdiği noktasından sarf-ı na­zarla, onun bilfiil oruçlu olduğu ve amelini iptal etmiş olduğu noktasından eie alındığında o orucu kaza etmesi vâcib olacaktır. Çünkü biz bu durumda müsebbebi sebeb üzerine tertîbedilmiş olarak almıyoruz ki, neticede müseb­beb sebebin hükmünü alsın. Ama böyle bir itibarda bulunulursa , o takdirde sebebiyet verme (tesebbüb) vâcib olmadığı için, müsebbeb de aynı şekilde vâcib olmayacak ve dolayısıyla kaza gerekmeyecektir.

[127] Çünkü zaruret olmaksızın yolculuğa çıkmaktadır; ancak başına gelen bir zaruret onu orucunu bozmaya mecbur etmiştir, bu yüzden de sefere çıkmak ve böylece mazur olmak istemektedir. Acaba buzarûret muteber telakkîedi-lerek peşi peşineîik şartı bozulmuş olmaz mı? Çünkü müsebbebin, sebebin durumundan ayrı kendine has durumu vardır; dolayısıyla da hükümlerinde sebebten ayrı mütâlâa edüir mi denmelidir. Yoksa müsebbeb sebebin hük­münü alır; kişi özürsüz olarak sefere çıkmıştır; dolayısıyla sebebin hükmü müsebbebe etki eder ve ortaya çıkan bu özrü itibara alınmaz ve neticede bu yolculukla peşi peşindik durumu kesilmiş olur mu denilecektir.

[128] Yani, eğer sebebden sarf-ı nazarla sadece müsebbebe bakılır dersek, bu tak­dirde oradan çıkması üzerine kendisine bir günah olmadığını söyleriz. Yok sebebiyet söz konusu olduğu için sebebe itibar edilir dersek, o takdirde de, oradan tamamen çıkıncaya kadar günahın devam edeceğini söylememiz ge­rekecektir.

[129] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/225-234

[130] Hatalı da olsa hâkimin verdiği hüküm bozulmaz. Ancak icmâ, kesin nass ya da şer'i bir kaideye muhalif olması durumunda bozulabilir.

[131] Yani, yasak olan bu seseblerin yol açtığı bu müsebbebler aslında birer masla­hattır. Burada maslahattan maksad, bir şeyin Şâri'ce itibara alınmış olması ve o tür sahîh bir tasarrufdan doğan şer'î hükmün onun üzerine de bina edil­mesidir. Mesela gasb halini ele alalım: Gasbda bulunan kimsenin gasbettiği şey üzeninde gerçekleştirdiği fiillerine mâlikin tasarruflarının sıhhati gibi hükümler bina edilmektedir. Keza fâsid nikah sebebiyle nesebe katılan ço­cuğun mirasçı olması, yine babanın çocuklar üzerindeki haklan, çocuğun ba­ba üzerinde hakları gibi hakların sübûtu, keza velayet haklarının sübûtu gi­bi hükümler sabit olmaktadır. Maslahatı bu anlamda ele aldığım da burada: "Gasb halinde mülkiyetin ası) sahipten gasbedone intikâli nasıl maslahat olarak nitelenebilir? Halbuki, gayr-ı meşru yollarla asıl mâlik­lerinin elinden yi km ası ve böylece mülkiyet hakkının bir istikrar bulmam ası mah/.a tir mefsedettir." denilemez.ız

[132] Sadece bununla talîl edilemez. Gasb sebebiyle mülkiyet hakkının adem-i istikrarı gibi bir durumun ortaya çıkması en büyük İçtimâi bir mefsedet ol­malıdır.

[133] Olayın meydana gelmesinden sonra, mevcut, hilafı göz önünde bulundurma konusu ileride gelecektir. Hatta Öyle ki, mıictehid olayın vukuundan sonra daha önceki görüşünü değiştirerek o olayla İlgili farklı bir hüküm verebil­mekte dir.

[134] Yani ölçülüp tartı labilen şeylerden (misliyyât)ise mislini, ölçülüp tartılama-yan şeylerden (kıyemiyyâttan) ise kıymetini tazmin eder. (Ç)

[135] Değişikliğin piyasanın yükselmesi durumunda olmasıyla, müşterinin bir masrafı ya da katkısı (emeği) olmaksızın meydana gelen değişiklikler duru­munda bu husus gözükmez. Mesela mebîi n gebe bir hayvan olması ve doğur­ması haîinde fıatı epey yükselecektir- Bu ve benzeri durumlarda "Mebîi üze­rinde önemli değişikiikler meydana gelmiştir. Dolayısıyla gasbeden kişi üzerine gasbedilen şeyin gasb günündeki kıymetini ödemesi gerekir, "de­mek uygun olmayacaktır. Çünkü böyle bir durumda özellikle mal sahibinin mağduriyeti söz konusu olacaktır. Bu yüzden bu gibi konularda fukaha ara­sında farklı görüşler meydana çıkmıştır.

[136] Burada müellifdaha önce geçen meseîeyi biraz daha açıklamak ve"Yasaklanmış sebebler nasıl olur da maslahatlar İçin sebeb olamazlar? Zira akıllı olan bir kimse ancak kendi maslahatları ve amaçlarına hizmet edecek şeyleri yaparlar, "şeklindeki bir istifhamın izâlesi için bu fasih açmış bulun­maktadır. Özeti şudur: Maslahat ve mefsedetten maksat insan nefsinin hoş gördüğü ya da nefret duyduğu şey değildir. Aksine onlar Sâri' Teâlâ'nm iti­bar ettiği ve üzerlerine gereklerini tertîb ettiği şeylerdir.

[137] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/235-241

[138] İleride Mekâsıdbölümünün dördüncü nev'in ikinci meselesinde gelecektir. Aslî kasıdla mükellef için bir haz içermeyen şeyler kasdedilmektedi r. Bunlar aynî ve kifâî farzlar olmaktadır. Bunların mukabili de mükellef için içerisin­de bir haz içeren ve Sâri' tarafından, cibillî motiflere istinaden fazla ısrarlı bir şekilde talepedilmeyen ihtiyaçların giderilmesi, şehvetlerin elde edilme­si gibi şeylerdir.

[139] Çoğalmak nikahtan gözetilen aslî amaç olmaktadır. Zira Hz. Peygamber. (as) hadislerinde "Doğurgan ve sevecen kadınlarla evleniniz. Çünkü ben si­zinle diğer ümmetlere kar,şı öğüneceğim." buyurmuşlardır. Ünsiyet peyda etmek, mal, güzellik ... gibi diğer maksatlar ise tâbi durumdabulunmakta-

dır.

[140] Ki bu müsebbeb olmaktadır. Ona yönelik bir kasdınm olması da gerekme­mektedir. Çünkü kendi fiili dâhilinde değildir.

[141] Yani her ne kadar bazaıı üzerine müsebbebi terettüp etse de bu sebebden Şâri'in kasdetmediği şeyler. Mesela nikah ve satış akidlerine nisbetle talak ve azâd neticelerinin doğması gibi. Talakın olması için nikâhın, azâdm olma­sı için'de mülkiyetin bulunması şarttır. Aynen binanın yıkılması için, onun Önceden inşâ edilmiş olmasının gerekliliği gibi. Ancak nikah, alış-veriş ve evin inşâsından kasdedilen talak, azâd ve yıkım değildir.

[142] Yani buradaki nehiy, namazın zatı yada sıfatı ile ilgili olmayıp tamamen on­dan ayn bir hususiyetten dolayıdır. Bununla birlikte-, bilindiği üzere, bu ko­nuda onun fesadı ve adem-i fesadı hakkında ihtilaf bulunmaktadır.

[143] Ancak ebedî nikaha niyette bulunmakla, nikah akdi sırasında belli bir müd­det için nikah niyetinde bulunmamak arasında fark vardır. İmam Malik'in şart koştuğu da işte budur. Ibnul-Arabi'nin benzer diye arzettiği mesele de aslında benzer olmaktan uzaktır. Çünkü orada kişi, eğer iyi geçinebüirse ebedî olarak evlenme niyetindedir. Böyle bir niyette ise müt'a nikahı mânâ­sım içeren kesin bir süre belirleme unsuru bulunmamaktadır.

[144] Hülle nikahı meselesinde.

[145] Delillerin bu tür esbaba tevessülün caiz olmadığını göstermesi.

[146] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/241-247

[147] Mekâsıd bölümünde, onuncu mesele içerisinde. Yani madem ki, mahal hik­metin vukuunu haddi zâtında kahûi etmektedir; dolayısıyla özel bir mesele­de, haricî bir unsur sebebiyle hikmetin tahakkuk etmemesi, hükmün bidüzi-yeliğini (muttaritliğini) zedelemez. Mesela maiyetiyle birlikte konfor içinde yolculuk yapan bir kralı ele alalım. Bu kimsenin bu yolculuğunda meşakkat bulunmayacaktır. Bununla birlikte böylesi istisnaî durumlar, sefer hükmü­nün bidüziy el iğini ortadan kaldırmayacaktır. Bu yüzden talakı nikaha taiîk eden kimse hakkında: "Mahal hikmeti kabûi edici mâhiyettedir; mâni ise haricî bir unsurdur. Dolayısıyla burada esbaba tevessü! aslî meşruiyeti üze­re carî olacaktır." denilecektir.

Bu, fıkhî konularla ilgili genel bir delîl olmakta ve sadece sebebîerde hik­metlerin bulunup bulunmaması konusuna has olmamaktadır.

[148] Bu itiraz; mücerred mahallin hikmeti kabul ettiğini esas almaya reddiye ol­mak üzere ve konfor içerisinde yolculuk yapan kral meselesinde hikmetin fi­ilen mevcut bulunmamasına, keza, dinarın misli dînârla değiştiri mesi vb. meselelere istinaden yapılmaktadır. Yani şöyle denilemez: Biz kon­for içerisinde yolculuk yapan kral meselesiyle, talakına talîk yoluyla yemin edilen kadın meselesi arasında bir mukayese yapmıyoruz. AksLnebizim yap­mamız gereken mutlak yolculukla, talakına talîk yoluyla yemin edilen kadı­nın nikâhı arasında mukayese yapmaktır. Yani sefer her ne kadar bazı nadir hallerde —kralın yolculuğu gibi mesel a— bazı ferdler için yorucu olmasa da, haddizatında bünyesinde meşakkati içeren bir şeydir. (Yolculuk meşakka­tin mazinnesidir). Talakına talîk yoluyla yemin edilen kadının nikahı mese­lesi ise böyle değildir. Nadir de olsa hiçbir zaman ve hiçbir ferd için, böyle bir nikahta, nikahtan beklenilen hikmetlerin bulunması mümkün değildir. Do­layısıyla bu meselenin bu kısımdan kabul edilmesi doğru değildir. Yani ma­hallin kabulünü varsaysak bile bu tamamen zihnî bir kabuldür; tahakkuku asla mümkün değildir. Kral ve dînâr meseleleri ise böyle değildir. Orada ma­hal kabulkâr olduğu gibi, mutlak seferde hikmetin mevcudiyeti de tahakkuk eder. Çünkü makîsun aleh (merine kıyas yapılan şey) mutlak anlamda se­ferdir. Çoğu kez ise, seferlerde hikmeti (meşakkat) bulunur. Talakına talîk yoluyla yem in edilen kadının nikahı meselesinde İse hikmet, tek bir ferdde dahi olsa asla tahakkuk etmez.

[149] Tasvir ettiğiniz mukayese doğru değildir. Çünkü mutlak ile mutlakm birbir­lerine mukayese edilmeleri gerekir. Burada mutlak olan, talakına yemin et­sin etmesin yabancı kadınla nikahlanmaktır. Mutlak seferle kıyaslanacak olan işte budur. Madem ki siz, kralın yolculuğu örneğinde olduğu gibi me­şakkat bulunmasa bile mutlak anlamda cevaz hükmü getiriyorsunuz; aynı şeyi, talakına talîk yoluyla yemin edilen kadının nikâhın da, nikahtan bekle­nilen hikmet tahakkuk etmese bile, yabancı kadınla evliliğin de mutlak surette cevazını getirmeniz gerekecektir.

[150] Tavuk mu yumurtadan çıktı, yumurta mı tavuktan çıktı? gibi .(Ç)

[151] Müellif, sözün doğru olması için genel anlamda kaydını kullanmıştır. Böyle­ce konfor içerisindeki kralın yolculuğu, talîk suretiyle talakına yemin edilen kadının nikahı meseleleri de kapsama dahil olacaktır. Detaylı olarak ele alındığında ise, onun itibara alınması, sebebin bidüziyeliği ile hükmedilen birçok meseleyi nakzedecektir. Bunlar her ne kadar hikmeti kabul edici de olsa vücûda gelmesine haricî bir engeli olan ve husûsî mahalde (hikmetin) bulunabilirliği ihtimali (mazinnesi) de olmayan şeylerdir.

Ancak, bu üçüncü delilin ifâde ettiği mânânın belirlenmesi üzerinde dur­mak gerekmektedir. Biraz düşündüğümüzde bu deîîlin, hikmete, bilfıü ma­halde mevcut olması esasına binâen itibar edilmesinin doğru olmayacağına getirilen ikinci bir delîl olduğunu görürüz. Müellif önce, buna böyle bir telakkinin bâtıl bir netice gerektireceği delilini getirmiştir ki; bu, kralın yol­culuğu sırasında sefer ruhsatlarından yararlanma, dirhemi misli dirhemle değişme gibi zikri geçen şer'î meselelerin bâtıl olması neticesiydi. Halbukibu meselelerin meşruluğu üzerinde ittifak vardır. Sonra burada aklî bir istidlalde bulunmuştur. O da şudur: Hikmet ancak sebebin vukuundan son­ra ortaya çıkar . Oysaki, biz sebebin vukuunu hikmetin vücûdundan sonra kabul ediyoruz. Bu ise bâtıl bir devirdir. Böyle bâtıl bir sonuca ulaştıran şey de —ki hikmetin mahalde mevcudiyetini esas alma oluyor—bâtıldır. Dolayı­sıyla mutlaka genel olarak mah allin hikmeti kabul edebilirliğine (yani muh­temelen hikmetin mahalde bulunabilirliğine) itibar edilmesi gerekecektir. Buna göre, bu "her ne kadar hikmetin mevcudiyetini haricî bir durum engel-lese bile, mahallin onu kabul edebilir olmasını esas almak yeterli olmalıdır" meselesi üzerine getirilen üçüncü bir delîl oluyorsa da, aslında üzerine bina edildikte-. hikmete, mahalde mevcudiyeti esas alınarak itibar edilmesi şek­lindeki kabul (varsayım) konusunda ikinci delille müştereklik arzetmekte-dir. Bu varsayım (kabul) "ikinci delîl" altında ortaya koyduğu iki varsayım­dan biri olmaktadır. Müellifin bu yaptığından dolayı, bu üçüncü delilin ko­nulması ve yönlendirilmesi konusunda biraz kapalılık bulunmakta dır. ikinci delil olarak kullandığı şeyin altında aslında üçüncü delîl de bulun­maktadır.

Bir nokta daha var. O da "Biz sebebin vukuunu hikmetin vücûdundan sonra kabul ediyoruz." şeklindeki sözüyle ilgilidir. Bu açık değildir. Çünkü varsayılan şey, sebebin mevcudiyeti değil, ona hikmetin vücûdundan sonra itibar edilmesidir. Bu durumda devir meydana gelmez. Ancak her birinin mevcudiyetinin diğerinin vücûduna bağlı olması durumunda devirden söz edilebilir. Hikmetin vücûdunun sebebin vukuuna bağh bul tınmasında devir yoktur. Dolayısıyla devir noktasından hareketle delîl tam olmaz. Ancak de­virden önce söylediği sözlerle delil olarak kabulü de mümkündür.

[152] Yani haddizatında mahallin kabulüne rağmen, sebeblcrin hikmetlerinin hârici bir unsurdan dolayı vuku bulmaması durumunda bu haricî unsurlar müessir midir? Değil midir? konusunda mene gidenler.

[153] Mesela talakı üzerine yemin edilen kadının nikahlanması gibi. Çünkü bu talikle birlikte, onda hikmetin husulünü aklen varsaymak muhal değildir

[154] Meninde ittifak bulunan mahrem yakın akrabalarla evlenmek gibi.

[155]   Yani mutlaka hikmetin mazinnesinin bulunması söz konusudur. Bu kralın yolculuğu meselesinde de aynı şekilde mevcuttur. Meşakkatler şahıslara ve ortamlara göre değişkendir. Konfor içerisinde yolculuk yapan kraİa dahi, kendisine göre bir meşakkat dokunur. Vakıa ona hiçbir meşakkat dokunma­dığı farzedilse bile bu zarar vermez; çünkü hükmün mesnedi munzabıt oİma-yan bizzat meşakkat değil, meşakkatin mazinnesidir. Mazinne ise kesin mevcuttur. Zikri geçen nikah ve azad meselelerinde ise, kesin olarak hikme-tinbulunması ihtimali(mazinnc)bulunmamaktadır.Aksinekesin olarak bi­linen, onların üzerine herhangi bir hikmetin terettüp etmeyeceğidir.

[156] Yani şüpheden uzak olan dinar ve dirhem, şüpheden uzak olmayan dinar ve dirhem gibi. Yani her ne kadar paraların bizzat kendilerinde ve iâzimî (zo­runlu) vasıflarında bîr farklılık olmasa bile, sonradan kazandıkları vasıf­larında farklı olabilirler.

[157]   Bu meselelerin izahı, talîk meselesinden çok daha kolaydır. Çünkü talik ko­nusunda bir maslahatın bulunması hiçbir şekilde mümkün değildir. Bunla­ra gelince bunlarda maslahatın tahakkuk etmesine, nikahtan gözetilen menfaatların ve şer'îmaksadlarııı ortaya çıkmasına mani bir durum yoktur.

[158]  Hem hülle yapana, hem de yaptırana Hz. Peygamber (as) tarafindan lanet edilmiştir, (bkz. Ahmed,l/448; Ebû Dâvûd, Nikâh 15;Tirmizî, Nikâh 28...) Belki de, en uygun izah yolu bu şekildeki sert nasslar sebebiyle ol malıdır. Aksi takdirde talîk meselesi, esbaba tevessül konusunda bundan çok daha uzaktır. Çünkü onun üzerine nikahtan beklenilen hiçbir maksat te­rettüp etmez. Mutlaka balcağızmdan tatma şartı bulunan hülle nikahında ise öyle değildir. Onda mesela şehvetini gidermek için yapılan nikahta oldu­ğu gibi bazı maksatlar bulunabilir. Ancak hakkında sert bir uslûbla nass vârid olmuştur. Çünkü içerisinde ahlâkî bir mefsedeti barındırmaktadır. Bu yüzden de Sâri' onu haram kılmak suretiyle defetmeyi uygun görmüştür.

[159] Bu konu müştebihât yani helal ile haram arasında bulunup da hangisin­den olduğu kesin belli olmayan şüpheli şeylerle ilgili kaide çerçevesine girmektedir

[160] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/248-257

[161] Yani her ne kadar Şâri'ce kasdedilme m işlerse de yasak oları sebebler ne­ticesinde şer'an itibara alınmakta ve üzerlerine hükümleri terettüp et­mektedir. Mesela daha önce de geçtiği gibi nikah üzerine talak terettüp eder. Çünkü nikaha mâlikiyet olmaksızın talakın mevcudiyeti düşünüle­mez. Maamâfîh, nikah talakın sebebi değildir.

[162] Kişinin kin duyduğu kimseyi öldürmesi ve böylece içinin rahatlaması bir maslahat sayılır mı? Keza, üzerlerine terettüp eden mülkiyetten kat-ı na­zarla, çalman ve gasbedilen şeyle mücerred faydalanılması bir maslahat sayılabilir mi? Zahir odur ki, bütün bunlara maslahat demek zordur. Maslahattan, şer'an muteber olan ve hükümleri bulunan durumları kas-dediyoruz. Mesela mülkiyet bir maslahattır ve ona tâbi bir çok hüküm bulunmaktadır. Buna göre müellifin bunu, üzerine bir maslahat terettüp eden gayrı meşru sebebler kısmına dere etmesi pek açık gözükmemekte­dir.

[163] Biraz düşünüldüğünde, öldürme ile gasb arasındaki fark anlaşılacaktır. Şöyle ki, öldürmede sedd-i zera hükmünü icra ederlerken gasbda icra et­memişlerdir. Korunması zarurî olan beş şey içerisinde nefsin korunması mertebesiyle malın korunması mertebesi eşit değildir. Yine gasb olayın­da, hakkı gasbedilen kimsenin bir kaybı olmamaktadır. Tazmin yoluyla zayi olan hakkının telâfisi mümkündür. Öldürme olayı gerçekleştikten sonra nefsin telâfisi ise mümkün olmamaktadır. Her bir katil için —mi­ras gibi ölümle ilgili hükümlerin ortaya çıkmasını kasdetmiş olsa bile— öc almak için öldürdüğü iddiasında bulunması mümkündür. Çün kü kasıd gizli bir şeydir. Eğer sedd-i zerîa yoluna gidilmeden, bu olduğu gibi alınsa ve ölüme tâbi hükümler carî kılınsa, öc alma perdesi arkasın­da nice nefisler taşkınlığa girer, kanlar heder olurdu

[164] Mutlak surette karşılıksız faydalanma arzusu.

[165] Kişi burada bizzat sebeble, Şâri'in sebeblerinden kılmadığı müsebbebin bizzat kendisini kasdetmiş olmaktadır. Mesela Sâri' katında ne gasb ne de hırsızlık mülkiyet sebeblerinden değildir. Fakat kişi bunlarla mülkiye­ti eîde etmeyi kasdetmiştir. Dolayısıyla onun bu kasdı, bizzat Şâri'in kas-dına muhalif düşmektedir.

[166] bkz. Tirmizî, Ferâiz 17; İbn Mâce, Ferâİz 8.

[167] Hz. Ebû Bekir (ra), Rasûlullah'm (as) takdir buyurduğu zekat miktarına dâir Enes b. Mâlik'e yazdığı bir mektubunda: "Zekat (artar veya eksilir) korkusuyla müteferrik zekat mail bir araya toplanmaz, toplu olanların arası da ayrılmaz. " demiştir. (Hadisin izahı için bkz. Tecrîd, 5/209 vd.)

[168] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/257-260