Vaz'î Hükümlerin İkinci Nevi: Şart 1

Birinci Mesele. 1

İkinci Mesele. 2

Üçüncü Mesele. 3

Dördüncü Mesele. 4

Beşinci Mesele. 5

Altıncı Mesele. 8

Yedinci Mesele. 8

Sekizinci Mesele. 14

 

 

 

Vaz'î Hükümlerin İkinci Nevi: Şart

 

Vaz'î hükümlerin ikinci nev'ini teşkil eden şart bahsi de sekiz mesele içerisinde işlenecektir:

 

Birinci Mesele

 

Bu kitapta şartlardan maksadımız; hikmeti ya da hükmü konusunda meşrutun vasfı mesabesinde olan şeydir.[1] Mese­la şöyle deriz: Yılın dolması veya nema (artma) imkanı mülkiyetin gereği ya da zenginliğin hikmeti için[2] tamamlayıcı bir unsurdur. Muhsanlık [3]recmi gerektirmesi konusunda zinanın vasfını ta­mamlayıcı bir unsur olmaktadır. Hürmette (dokunulmazlıkta) eşit­lik kısasın gereğini veya zecr (Önleme) hikmetini tamamlayıcıdır. Taharet, kıbleye yönelmek, avret mahallini örtmek namaz fiilinin veya münâcât ve tazarrû için Allah'ın huzurunda durma hikmeti­nin tamamlayıcı sidir. Ve benzeri meseleler. Şartın; sebebin, illetin, müsebbebin,[4] ma'lûlun[5] (talîl edilen şeyin) veya bunların mahal-lerinin[6] ya da bunların dışında şer'î hitabın gereğinin taalluk etti­ği diğer şeylerin vasfı olması arasında bir fark yoktur.[7] Şart, (bu zikredilen şeylerden oluşan) meşrutun vasıflarından bir vasıf ol­maktadır. Bundan da, şartın meşruttan ayrı (ona mugayir) olması lâzım gelir. Öyle ki, şartlardan yoksun olmakla birlikte meşrutun aklen bulunması mümkün olabilir. Aksi ise (yani meşrut bulunmadan şartın bulunması) mümkün olmaz. Hakîkî ve itibarî [8]olan di­ğer vasıfların mevsûflarıyla olan ilişkisinde olduğu gibi. Burada sö­zü uzatmanın bir faydası yoktur. Çünkü biz burada bir ıstılah orta-[264]    ya koymuş oluyoruz.[9] [10]

 

İkinci Mesele

 

Bu kitapta şart ıstılahından ne kasdedildiğini anlattığımız gi­bi, sebeb, illet ve mâni'den de ne kasdettiğimizi belirtmemiz gereke­cektir:

Sebeb: Bir hüküm[11] için, o hükmün hikmetinin gereği olmak üzere şer'an konulan şeydir.[12]Mesela nisabın bulunması, zekâtın vücûbunun sebebidir. Zeval, namazın farziyetinin sebebidir. Hırsız­lık, el kesmenin gerekliliğinin sebebidir. Akidler, akde konu olan şeylerle faydalanmanın mübâhlığı ve mülkiyetin intikâli için sebeb-lerdir. Ve daha benzerleri gibi.

İllet: İlletten maksat emir ya da ibâha hükümlerinin taalluk ettiği hikmet ve maslahatlarla; nehİylerin taalluk ettiği mefsedet-lerdir.[13]Meselâ yolculuk esnasında namazın kısaltılması, Rama­zan orucunun tutulmaması konularında meşakkat illet olmaktadır. Yolculuk ise bizzat mübahlık hükmü için konulmuş bulunan sebeb olmaktadır. Kısaca illet bizzat maslahat ya da mefsedetin kendisi olup mazinnesi (muhtemelen bulunacakları yer) değildir.[14]Açık ve munzabıt olabileceği gibi, kapalı ve gayrı munzabıt da olabilir. Hz. Peygamber'in "Kadı Öfkeli iken hükmetmez." hadisi hak­kında da aynı şekilde diyoruz ki: Öfke hali sebebtir; delilleri yete­rince talepte bulunmak ve değerlendirmekten zihnin gafil ve yerin­de olmaması ise illettir.[15]

Kaldı ki, bazan sebeb ıstılahının bizzat illetin kendisi için de kullanıldığı olmaktadır. Çünkü aralarında bir irtibat bulunmakta­dır. Istılahlarda tartışmaya gitmenin bir anlamı yoktur.

Mâni: Menettiği şeyin illetine münâfî (onu ortadan kaldıran)

bir illeti gerektiren sebebtir. Çünkü mâni kelimesi, ancak içinde bulunan bir illetten dolayı bir hükmü gerektiren bir sebebe nisbetle kullanılır. Mâni bulunduğunda —ki mâni hükmün illetine münâfî başka bir illeti gerektirmektedir— hükmü gerektiren hikmet yok olmakta ve o hüküm ortadan kalkmaktadır. Ancak mâni olmasının şartlarından biri, mâni'in kendisine nisbet edildiği sebebin illetini

ihlâl edici ve neticede onun hükmünü kaldırıcı olmasıdır. Eğer böy­le olmazsa, mâni durumunda olduğu şeyle kendisinin durumu, iki hükmün ya da iki sebebin tearuzu kabilinden olur ve o zaman konu "Tearuz ve Tercih" bölümüyle ilgili olur. Mesela "Borç zekâta mânidir." dediğimiz zaman; bunun mânâsı "Borç, borçlunun borcu­nu ödeyebileceği şeye muhtaçlığını gerektiren bir sebebtir" demek­tir. Bu ihtiyaç da elinde bulunan nisâb üzerinde taayyün etmiş ol­maktadır. Nisaba alacaklıların haklarının taalluk etmesi durumun­da, nisabın mevcudiyetinin hikmeti —ki zekâtın vâcib olmasının il­leti olan zenginlik oluyor— ortadan kalkmaktadır ve dolayısıyla zekât düşmektedir. Kısasa mâni olan babalık hakkında da aynı şeyi söyleriz. Çünkü babalık, haksız yere kasden öldürme fiilinin hikme­tini ihlâl eden [16]bir illet içermektedir. Ve benzeri daha pek çok ör­nekler. [17]

 

Üçüncü Mesele

 

Şartlar üç kısımdır:

a)  Aklî şartlar. İlim için hayat; teklif (yükümlülük) için anla­ma şartı gibi.

b)  Carî olan âdet-i ilâhî gereği olan şartlar. Yakmak için ateşin vücûda temas etmesi; görmek için bakanın görmek iste­diği tarafa yönelik olması ve ışığın bulunması şartı gibi. c)   Şer1! şartlar. Namaz için taharetin, zekat için sene dolma­sının, zinada muhsanlığın şart olması gibi. Burada üzerinde durulacak olan işte bu üçüncüsüdür.  Eğer ilk iki kısımdan olan şartlara temas söz konusu olursa, bu onlara ya teklifi ya da vaz'î bir hitabın (hükmün) taalluk etmesi se­bebiyle olacaktır ve o takdirde de bu şartlar artık şer'î şart­lar hâline gelecekler ve üçüncü kısma gireceklerdir. [18]

 

Dördüncü Mesele

 

Burada şartın meşrutu ile olan ilişkisinin, aynen sıfatın mevsûfu ile olan ilişkisi gibi olduğunu; onun bir cüz'ü olmadığını açıklamamız gerekmektedir. Bu konuda dayanağımız şer'î şartların istikraya tabi tutulmasıdır. Dikkat edilirse görülecektir ki, senenin dolması nisabın husulünün hikmeti için —ki zenginlik olmakta­dır— bir tamamlayıcı olmaktadır. Çünkü kişinin nisaba sadece mâlik olması durumunda, ondan çeşitli şekillerde tasarruf imkanı­nı elde etmedikçe hüküm takarrür etmez. Sâri', nisabın üzerinden bir yılın geçmesini, sahibinin zenginlik yönünü ortaya çıkaracak olan bu imkana bir mesned (menât) kılmıştır. Yemini bozmak (hıns), yeminin gereğinin (keffâretin) bir tamamlayıcı unsurudur. Çünkü yemin için keffâretin konulması, yeminin gereğini ye/ine ge­tirmeme durumunda —her ne kadar belirlenmesinde ulemâ ihtilaf etmişlerse de— Allah'ın ismine karşı bir nevi cinayet anlamı bulun­duğu içindir. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, cinayetin gereği an­cak yeminin bozulması (hıns) halinde tahakkuk eder. İşte o anda yeminin gereği tamamlanır. Ruhun çıkması keza, katilin kısası ya da diyeti gerektiren fiilinin gereğinin bir tamamlayıcı unsuru ol­maktadır. Yine aynı şey, ölüm hastalığında bulunan kimsenin malı üzerinde vârislerin haklarının belirmesi için tamamlayıcı bir un­sur olmaktadır.[19] Muhsanlık, recmi gerektiren zina cinayetinin ge­reği için bir tamamlayıcı unsurdur. Diğer bütün şer'î şartların meşrûtlanyla olan ilişkileri de aynıdır.

Bu arzettiklerimiz karşısında şöyle bir mesele ortaya atılabilir:Akıl teklîf için şarttır; îmân ibâdet ve kurbetlerin sıhhati için şart­tır. Çünkü eğer akıl olmasa teklîf (yükümlülük), hayvanların ve cansızların yükümlü tutulması gibi hem aklen hem de naklen muhal olur. Bu durumda, "Akıl tamamlayıcı bir unsurdur." nasıl denilebilir? Zira o değil tamamlayıcı bir unsur olmak, teklifin sıh­hati için umde ve esâstır. Keza îmân için, "O ibâdetlerin tamamla­yıcı bir unsurudur." demek doğru olamaz. Çünkü kâfirin ibâdetinin bir hakikati yoktur ki, îmânın onu tamamlaması söz konusu olsun. Daha buna benzer pek çok şey, şartın sizin arzettiğiniz gibi olmadı­ğını ortaya koymaktadır.

Bu mesele (problem) iki şeyle ortadan kalkar:

1.  Bunlar aklî şartlardan olup, şer'î şartlardan değillerdir. Bizim sözümüz ise şer'î şartlar hakkındadır.

2.  Aslında akıl da, teklîf mahalli için —ki insan olmaktadır— tamamlayıcı bir şarttır; yoksa bizzat teklifin şartı değildir. Aklın insana nisbetle tamamlayıcı unsur olduğu da ma­lûmdur, îmâna gelince, biz onun bir şart olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü ibâdetler onun üzerine bina edilmekte­dir.  Dikkat edilirse görülecektir ki, ibâdetlerin mânâsı Mabûd'a hem kalb ile hem de dış organlarla huşu ve tazîm içerisinde yönelmek demektir. Bu ise îmânın bir uzantısıdır. Bu durumda bir şeyin aslı ve üzerine bina edildiği

kaidesi olan şey, aynı şeyin nasıl şartı olabilir? Böyle bir netice makûl değildir. îman hakkında şart tabirini kulla­nanlar, mecazî anlamda müsamaha yoluyla kullanmışlar­dır, îmânın şart olduğu bir an kabul edilse bile, teklif hak­kında değil, mükellef hakkında olacaktır. îmân, îmânla yü­kümlülük konusu hâricinde —usûlcülerin "kâfirlerin furû ile yükümlü olup olmamaları" meselesinde zikrettikleri üzere— bazılarına göre sıhhat şartı, diğer bazılarına göre de vücûb şartı olmaktadır. [20]

 

Beşinci Mesele

 

Usûlde bi^ıen bir prensip vardır: Eğer sebebin tesiri bir şarta bağlı ise, o şart olmadan müsebbebin bulunması sahîh değildir. Bu konuda şartın kemâl ya da yeterlilik (iczâ) şartı olması arasında fark yoktur. Bir şarta bağlı bulunması durumunda, o şart bulun­maksızın kemâle hükmetmek mümkün olmadığı gibi, yeterliliğin bir şarta bağlı olması durumunda, eğer o şart yoksa yeterliliğe hükmetmek de sahîh değildir. Usûlcülerin sözlerinden zahir olan budur. Çünkü eğer meşrutun şart olmadan vukuu sahîh olacak olursa, o takdirde meşrutta şart, şart değildir demektir. Oysa ki, [269] sart olduğu takdir ve kabul edilmiştir. Bu ise bir çelişkidir. Yine eğer bu sahîh olacak olsa, o takdirde aynı anda vukuu şarta bağlı olan şeyin, vukuu şarta bağlı olmayan bir şey olması gerekir. Böyle bir netice ise muhaldir. Hem sonra şart, şart olması hasebiyle, meş­rutun ancak kendisinin bulunması durumunda bulunmasını gerek­tirir. Eğer meşrutun şart bulunmadan vukuu caiz olsaydı, meşru­tun hem vâki olması hem de vâki olmaması söz konusu olurdu. Bu netice de muhaldir. Konu uzatmaya gerek duyulmayacak kadar açıktır.

Ancak usûlciılerden bir grubun sözlerinden başka bir prensi­bin daha mevcut olduğu anlaşılmaktadır ve bu prensip Mâliki mez­hebine nisbet edilmektedir. Şöyle ki: Hükmün sebebi mevcut ve müsebbebin vukuu da bir şarta bağlı bulunursa; acaba bu şart bu­lunmadan müsebbebin vukuu sahîh midir? Yoksa değil midir? Bu konuda: a) Sebebin gereğine nazaran b) Şartın bulunmamasına nazaran olmak üzere iki görüş vardır. Sebebi göz önünde bulundu­ranlar, onun müsebbebini gerektireceği noktasından hareketle bu yönü galebe çaldırmışlar ve müsebbebin vukûunun şarta bağlı ol­masına bakmamışlardır. Şart tarafına ve sebebin ona bağlı oluşu­nun müsebbebin vukuuna mâni olacağı görüşünde olanlar ise, mü-cerred sebebin bulunmasına aldırış etmemişlerdir. Bunlara göre ne zaman ki şart bulunur, işte ancak o zaman sebeb gereğini ortaya koyabilir.

Hatta, bazıları bu prensipte görüş ayrılıklarının (hilaf) mutlak surette mevcut bulunduğunu da söylemişlerdir ve bu konuda mi­saller getirmişlerdir:

   Nisabın mevcudiyeti, zekâtın vücûbu için sebebtir. Üzerin­den bir sene geçmesi ise şartıdır. Bununla birlikte sene dolmadan zekâtın Önceden verilmesi ittifakla caizdir.

  Yemin,  keffâret için  sebebtir.  Yemini  bozmak (hıns)  ise şartıdır. İki görüşten birisine göre, keffâreti yemini bozmadan önce yerine getirmek de caizdir.

  Katilin eylemi kısas ya da diyet için sebebtir. Canın çıkması ise şarttır. Bununla birlikte sebebten sonra ve fakat can çıkmadan Önce af caizdir. Bu konuda ihtilaftan da bahsedilmemiştir.

  Mezhebde (Mâliki) şöyle bir durum vardır: Bir adam evlene­ceği bir kadının talak yetkisini isterse, boşamak isterse bırakmak üzere halihazırda karısı bulunan bir kadının eline verse; sonra ev-lenme konusunda ondan izin istese ve kadın da izin verse; adam ev­lenince bu kez kadın kocasının evlendiği kadını onun aleyhine boşa­mak istese İmam Mâlik: "Bu konuda kadının boşama hakkı yok­tur." demiştir. Bu görüş kadının, şartın —ki evlilik oluyor— meyda­na gelmesinden önce olsa da, sebebin —ki temlik oluyor—- cereya­nından sonra hakkını düşürmüş olması esâsına bina edilmiştir.

  Ölüm hastalığında vârisler Ölüm halindeki kimseye mirasın üçte birinden fazlada tasarruf izni verseler bu caizdir. Halbuki on­ların hakları ancak ölümden sonra takarrür etmektedir. Hastalık onların mirasa mâlikiyetleri için sebeb olmaktadır. Ölüm ise şart­tır. Onların bu izni İmâm Mâlik'e göre şart vuku bulmasa dahi ge­çerlidir. Ebû Hanîfe ve îmanı Şafiî ise buna muhaliftirler. Bazıları da onların izinlerinin sıhhat ve hastalık anında geçerli olacağını söylemişlerdir. Bunlara göre sebeb hastalık değil, yakınlıktır (kara­bet). Tabiî bunların da ölüm için şarttır demeleri kaçınılmaz olmak­tadır.

  Yine mezhebde şöyle bir mesele vardır: "Bir kimse cimâda bulunsa ve (boşalma) lezzeti alsa fakat meni gelmese; sonra yıkan-sa ve yıkandıktan sonra meni gelse, bu adam için ikinci bir defa gu-sül abdesti gerekir mi?" konusunda iki görüş bulunmaktadır: Vâcib değildir şeklindeki görüşün esâsını şu oluşturuyor: Guslün sebebi meninin yerinden kopmasıdır ve  adam yıkanmıştır.   Dolayısıyla onun için bir daha yıkanmaz. Bu Sehnûn ve İbnu'l-Mevvâz'm delili olmaktadır. Sebeb meninin yerinden ayrılmasıdır; dışarı çıkması ise şarttır ve itibara alınmamıştır.... Ve daha bir çok mesele bu esas etrafında dönmektedir.

Bu ikinci esas ilk önceki esasa açıkça ters düşmektedir. Çünkü birincisi, mutlak surette şart bulunmadan meşrutun bulunmasının sahîh olmayacağına hükmetmektedir. İkincisi ise, bazı âlimlere göre bunun sahîh olacağına hükümde bulunmaktadır. Bazan bu türden olup da ittifakla sahih kabul edilenler de vardır. Can çıkma­dan önce af meselesinde olduğu gibi. Bu durumda, bu iki esasın mutlak surette sahîh olmaları mümkün değildir. Malûm olan birin­ci esasın sıhhatidir. Bu durumda mutlaka ikinci esas ile ilgili sözle­ri üzerinde durmamız gerekecektir.

Evvela bizzat bu tenakuzun kendisi onun sahîh olmadığının bir delilidir. Çünkü birinci esasın mutlak surette sıhhati bilinmek­tedir.

İkinci olarak: Bu zikredilen meselelerin şarta itibar edilmeme esâsı üzerine câri olduklarını kabul etmiyoruz. Çünkü biz diyoruz ki: Diğer mezheblerden olup da sene dolmadan önce zekâtın ödenebileceğini mutlak surette caiz gören kimseler, senenin dolmasının bir şart olmadığı esâsından yürümektedirler. Bunlara göre senenin dolması kesinleşmesi için bir şarttır. Bu görüşe göre senenin tama­mı zekâtın vücûbu için sanki tek bir geniş (müvessa') vakit gibidir. Dolayısıyla diğer geniş vakitlerde de olduğu gibi, vücûb vaktin so­nunda kesinlik kazanır, Bizim mezhebimize (Mâliki) göre sene dol­madan biraz önce zekâtın çıkarılabilmesinin caiz olması ise, "Bir şeye yaklaşan, o şeyin hükmünü alır." kaidesine göredir. Dolayısıy­la vücûb şartı mevcut bulunmaktadır.

Yemini bozmak konusunda edilecek söz de aynıdır: Yemini bozmadan (hıns) önce keffâretin verilebileceğini söyleyenlere göre, yemin bozma keffâretin vücûbunun şartı değil, muhayyerliği orta­dan kaldıran kesinleşmesinin şartı olmaktadır.

Can çıkması meselesine gelince, bu kısas ya da diyetin vücûbu için şarttır; yoksa affın sıhhati için şart değildir. Bu konu üzerinde ittifak vardır. Zira can çıktıktan sonra af mümkün değildir. Dolayı­sıyla eğer vâki olacaksa, mutlaka can çıkmadan önce olması gerek­mektedir. Netice olarak o sırada affın sıhhati için şart olması sahih değildir. Affın sıhhatinin izahı şöyle: Bu yaralanan kimsenin mala taalluk etmeyen bir hakkıdır. Dolayısıyla diğer yaralardan, iftiraya maruz kalması durumunda kazften vb. affı caiz olduğu gibi cânîyi mutlak surette affı da caizdir.[21]Af hükmünün onların dedikleri esasa [22]dayandırılmadığınm delili şudur: Ne yaralanan kimse, ne de onun velîleri için can çıkmadan önce kısası uygulamaları veya tam diyet almaları ittifakla caiz değildir. Eğer onların dedikleri gibi olsaydı, o takdirde bu meselede iki görüş bulunurdu.[23]

Kadına talak hakkının temliki meselesine gelince, kadın bura­da evlenmeden önce kocası üzerine şart koştuğu konuda kendi hakkını düşürünce, artık iskattan sonrası için bir hakkı kalmamak­tadır. Çünkü temlik yoluyla sahip olduğu hakkını sebebi mevcut olduktan sonra düşürmüştür.[24] Bu itibarla daha sonra kocanın ev­lenmesinin, daha önceden düşürülen bir konuda tesiri olmayacak­tır. Bu açıktır.

Vârislerin üçte birden fazlada izin vermeleri meselesinde ise durum daha da açıktır: Çünkü ölüm mirasa mâlikiyetin taalluku konusunda değil, sıhhati konusunda sebeb olmaktadır. Hastalık ise, vârislerin mâlik olmaları konusunda değil, haklarının vâris olunan kimsenin malına taalluku konusunda sebebtir. Bunlar iki ayrı sebebtirler ve her biri diğerinin gerektirmediği bir hüküm ge­rektirmektedir. Hastalığın hakkın taallukuna sebeb olması bakı­mından mâlikiyet olmasa da, izinleri yerinde vâki olmaktadır. Çün­kü vârislerin hakları ölüm hastalığındaki kimsenin malına taalluk edince, bir nevi onlar için mülkiyet şüphesi bulunmaktadır. Dolayı­sıyla üçte birden fazla kısımda haklarını düşürdükten sonra, artık bir daha talep hakları kalmaz. Çünkü hastalık halinde iken hasta­nın tasarrufunu geçerli kılmak suretiyle o andan itibaren artık, o konuda yabancılar gibi olmuşlardır. Neticede de hasta öldükten sonra üçte birde olduğu gibi, artık fazla olan miktarda da bir hakla­rı bulunmayacaktır. İznin geçerli olmadığı görüşünde olanların gö­rüşü, ölümün şart olduğu görüşüyle birlikte sahih olmaktadır. Çün­kü vârisler temlikten ve şartın meydana gelmesinden önce izin ver­mişlerdir; dolayısıyla geçerli değildir. Aynen diğer şartlar ve meş­rutlarında olduğu gibi.

İnzal (meninin gelmesi) meselesine gelince, bu meselenin bu­rada söz konusu edilen gusülde inzalin şart olmadığı veya böyle bir inzalin hükmü bulunmadığı esâsı üzerine bina edilmesi mümkün­dür. Çünkü inzal bir lezzet olmaksızın vuku bulmuştur.[25]

Kısaca, bu zikredilen şeylerden, şartın itibara alınmayacağı neticesini çıkarmak mümkün değildir. [26]

 

Altıncı Mesele

 

Şer'an meşrutlarda (kendisi için şart koşulan şeyler) aranılan şartlar iki kısımdır:

a) Teklif hitabına yönelik olanlar. Bunlar da   ya namaz için taharetin bulunması, iyi elbiseler giyilmesi, elbisenin te­miz olması vb. gibi yapılması istenilen şeylerdir. Ya da bi­rinci kocanın tekrar dönüşü için. şart olan hülle nikâhı; ze­kat vermemek için şart olan farklı olanların toplanması, toplu olanların dağıtılması [27] vb. gibi ortaya konulması ya­sak olan şeyler olurlar. Bu kısımda Şâri'in gözettiği kasıd açıktır. Birinci türden olanların yapılması, ikinci türden olanların da terki maksûddur. Hakkında muhayyer olunan şart da —-eğer olursa[28] aynı şekildedir: Şâri'in bu gibi şartlardaki kasdı mükellefi muhayyer bırakmaktır; eğer mükellef dilerse o şartı yerine getirir ve meşrut meydana gelir; dilerse de yerine getirmez ve böylece meşrut da vücû­da gelmez.

b) Vaz' hitabına yönelik olanlar: Zekatta yılın dolması, zinada muhsanlık, el kesmede hırz (muhafaza altına alınmış ol­ma) vb. gibi. Bunların şart olmaları için, Şâri'in yapılması ya da terki bakımından bir kasdı bulunmamaktadır. Mese­la nisabın zekât vâcib oluncaya kadar bir sene boyunca bekletilmesi, yapılması istenilen bir şey değildir. Keza ze­katın vâcib olmaması için nisabın harcanması ve tüketil­memesi de istenilmemektedir. Muhsanlık da aynı şekilde­dir: Zina ettiği zaman recm gerekmesi için muhsan olması (bu yüzden evlenmesi) talep edilir demlemeyeceği gibi, zi­na ettiği zaman üzerine recm gerekmemesi için muhsan ol­maması (bu yüzden evlenmemesi) istenilir de denilemez. Eğer bu türden olan şartlarda bir talep bulunsaydı o za­man vaz'î hitap (vaz'î hükümler) dahilinde bulunmazdı. Oysaki, biz bunların vaz'î hükümler içerisinde olduğunu kabul ediyoruz. Tabiî bu durumda bir çelişki olacaktı. Bu konuda hüküm açıktır.

Mükellef şart) yapmak ya da terketmek üzere ona yöneldiği zaman ne olacaktır? Bu durumda şartın mükellefin kudreti dâhilin­de bulunan bir fiil olması açısından mutlaka üzerinde durulması gerekecektir: [29]

 

Yedinci Mesele                                                                                                

 

Bu durumda şart, teklif hitabı altına dâhil[30] bulunmuş olması bakımından mükellef tarafından ya yapılmak ya da terkedilmek durumlarından hâlî olmayacaktır ve mükellef onunla ya memur olacak, ya onu yapmaktan yasaklanmış olacak ya da o konuda mu­hayyer bırakılmış olacaktır veyahut da böyle olmayacaktır. Eğer durum bundan ibaret olacaksa bir problem de olmayacaktır; sebeb-lerin gerektirdiği hükümler şartın bulunması durumunda var ola­caklar, bulunmaması durumunda da kalkacaklardır. Nisâb gibi.'İh­tiyaçtan dolayı sene dolmadan önce harcanması veya ibkâsma du­yulan ihtiyaçtan dolayı harcanmayıp bırakılması gibi. Veya duyu­lan ihtiyaçtan dolayı hayvanlarını başkasının hayvanlarıyla karış­tırmak veya ortaklık zararını izâle için ya da daha başka bir ihti­yaçtan dolayı karışık olan hayvanlarını ayırmak gibi. Veya evlen­mek suretiyle kendisini korumak (muhsan olma) istemesi veya her­hangi bir sebebten dolayı evlenmeyi terketmesi gibi. Ve buna ben­zer örnekler. Bu örneklerde herhangi bir problem yoktur. Şart var­sa meşrut da vardır. Şart yoksa meşrut da yoktur.

Ama şart olması açısından mükellefin onu yapması ya da ter­ki, sebebin gereği olan hükmü düşürmek ve böylece üzerine netice­sinin terettübüne mâni olmak kasdı ile olursa, bu takdirde yaptığı şey sahîh olmayan bir iştir, batıl bir uğraşıdır.[31] Bunun bâtülığma beni aklî, hem de nakli deliller birlikte delâlet etmektedir:                   [275]

Bu meyanda vârid olan hadislerden bazılarını arzediyoruz:

■ "Zekat (artar veya eksilir) korkusuyla müteferrik zekat malı bir araya toplanmaz; toplu olanların arası da ayrılmaz.[32]

il "Satıcı ve alıcı birbirlerinden ayrılmadıkça muhayyerdirler. Ancak muhayyerlik şartı ile akid yapmışlarsa o müstesna (o tak­dirde ayrılsalar da muhayyerlik hakkı devam eder). Tarafların karşı taraf akdi bozar korkusuyla hemen akid meclisinden ayrılma­ları helal olmaz.[33]

■ "Bir kimse geçeceğinden emin olmaksızın iki at arasına bir at katar (ve yarıştırırsa) bu bir kumar değildir. Kim de iki at arası­na geçeceğinden emin olduğu bir atı katar (ve yarıştırırsa), o kumardır.[34]

B Berîre hadisinde belirtildiği üzere, Berîre'nin sahipleri ken­disini satmak için velâ hakkının kendilerine verilmesini şart koş­muşlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber [ sIevy™,Kmtu]şöyle buyurmuş­tu: "Vela hakkı ancak azâd edene aittir. Kim Allah'ın kitabında ol­mayan bir şart koşarsa, o şart bâtıldır; isterse yüz şart olsun."[35]

■ "Hz. Peygamber satış ve şartı (şartlı satışı);[36] satış ve selefi; [37] şart içerisinde şartı [38] yasakladı [39]

Diğer yasak olan şartlarla ilgili hadislere de burada atıfta bu­lunmak gerekir. Bu arada:

    "Kim bir müslümanın malını yemini ile kotarırsa, Allah ona cenneti haram,  cehennemi vâcib kılar.[40]

   ''Şüphesiz ki, yemin yemin verdiren kimsenin niyetine göre­dir.[41] hadislerini zikredebiliriz.

Bu mânâda olmak üzere şu âyet gelmiştir: "Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir değere değişenlerin, işte onların, ahirette bir pay­ları yoktur.[42] Yine Kur'an'da: "İkisi Allah'ın yasalarını koruya­mamaktan korkmadıkça kadınlara verdiklerinizden bir şey alma­nız size helal değildir.[43] buyrulmuştur.   Yalancı şâhidlikle ilgili âyet, keza onunla ilgili hadisler bu kabildendir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ey inananlar! Mallarınızı aranızda haksızlıkla de­ğil, karşılıklı rıza ile yapılan ticâretle yiyin, haram ile nefsinizi mahvetmeyin.[44] Bu mânâda hadisler de vârid olmuştur. Yine Al­lah Teâlâ: "Bundan sonra kadını boşarsa, kadın başka birisiyle ev-lenmedikçe bir daha kendisine helâl olmaz.[45] buyurmuştur. Hülle nikahıyla kadını ilk kocasına helal kılmak isteyen "ödünç teke" ve kendisi için nikâh yapılan kimse hakkında vârid olan lanetlerle il­gili hadisleri[46] sütlü gözükmesi için koyun ya da deveyi bir kaç gün sağmayıp da sütü memede birikmiş bir halde satmakla ilgili ol­mak üzere vârid olan hadisleri (musarrât hadisi)[47] şâir aldatma (gışş, hadîa, hılâbe) [48]pazarlık kızıştırma (neceş)[49] ile ilgili olmak üzere bunları yasaklayan hadisleri; kocası tarafından boşanan ve Ahdurrahman b. Zübeyr ile evlenen   Rifâa el-Kurazfnin karısıyla ilgili hadisleri[50] burada hatırlamamız yeterlidir.[51]Bu konuyla ilgi­li hadisler burada zikre dilemeyecek kadar çoktur.Yine böyle bir uğraşı, bir maslahatın celbi ya da bir mefsedetin defi için şer'î bir hükme sebeb olarak kılman şeyi, bir hikmeti ve faydası olmayan abes bir şey haline getirir.[52]Bu ise maslahat ve hükümlerde onların gözetilmiş olduğu kaidesine muhaliftir.

Keza bu Sâri' Teâlâ'mn kasdma da muhalif olmaktadır. Çünkü sebeb vücûda gelip ortaya çıkınca, şer'an müsebbebi olan şeyi ge­rektirecektir. Ancak bu sebebin mükemmil unsuru olan bir şartın husulüne bağlanmıştır.[53]Bu durumda sebebin hükmünü kaldırmak kasdıyîa şartı işleyen ya da terkeden kimse, Şâri'in onu sebeb ola­rak koyuşundaki kasdma zıt düşmüş olmaktadır. Daha önce de or­taya konulduğu gibi, Şâri'in kasdma ters düşmek bâtıldır; dolayı­sıyla bu amel de bâtıldır.

İtiraz: Mesele, bir şarta bağlı olarak hükmü gerekli kılan se­beb hakkında farzedilmiştir. Şartın kasıdlı olarak bulunmamasıyla, kasıdsız olarak bulunmaması arasında fark yoktur. Bu konuda kas-dm bir tesiri yoktur. Daha önce de ortaya konulduğu gibi, şart bu­lunmadığı zaman, sebeb hükmünü gerektirici bir özellik kazana­mamaktadır. Zekat konusunda nisâb üzerinden sene geçmesi gibi. Bu bir şarttır ve bu şart olmadan zekat vâcîb olmamaktadır. Şâri'in kasdmdan malûm olan şey sebebin, şartın yokluğu anında değil an­cak bulunması durumunda hükmünü fmüsebbebi) gerektirici bir sebeb olabilmesidir. Sebeb, sebeb olamadığına göre, üzerinde dur­duğumuz mesele ile, bir ihtiyacından dolayı sene dolmadan Önce harcamada bulunup nisabı azaltan kimsenin durumu aynı olur ve zekât gerekmez. Çünkü sebeb itibara alındığı şer'an sabit olan fa­kat mevcut bulunmayan şarta bağlı olduğu için zekâtın vâcibliğini [279]   gerektirmiş değildir. Bu durumda bu kişi hakkında "O Şâri'in kasdana muhaliftir." denileceği gibi, "O Şâri'in kasdma muvafıktır." da denilebilir.[54]Diğer meseleler de aynı şekildedir.

Cevap: Bu sizin dediğiniz, kişinin sebebin hükmünü kaldır­mak istemediği zaman söz konusu olur. Ama sebebin hükmünü kal­dırmaya yönelik bir kasdımn bulunması halinde durum farklıdır ve yaptığı itibara alınmaz.[55]Çünkü şeriat bunun kesin olarak ilgası­na hükmetmektedir ve geçen delillerle bu gayet açık bir şekilde or­taya konulmuştur. Zira zekatı azaltmak için zekâta tâbi malları ayırmak veya ayrı olanları birleştirmek ve böylece noksanlaştırıcı şartı ortaya koymak, sebebin hükmünün iptali kasdedilmesi halin­de kesin olarak yasaklanmıştır. Mesela ayrı kırk koyundan bir ko­yun zekat verilmesi gerekir. Başka bir kırk koyunla katıştırılma sı durumunda ise daha önce bir koyun zekat düşen kırk koyuna yarım koyun zekat isabet eder. Eğer kişi bir koyun yerine yarım koyun vermek için koyunlarını diğer kırk koyunla katıştırmış s a, işte bu yaptığı iş yasaklanmıştır. Keza başka yüzbir koyunla karışık yüz koyunu olan bir kimse, tek bir koyun zekat vermek amacıyla ko­yunlarını ayırırsa, bu da aynı şekilde yasaklanmıştır. Bu yasağın gerekçesi, ilk sebebin gereğini ortadan kaldıran bir şartı ortaya koyması ya da ortadan kaldırması olmaktadır. Üzerine gerekecek olan zekat yükümlülüğünü ortadan kaldırmak için harcamada bu­lunarak zekâta tâbi mallarım nisâb miktarından aşağı düşüren kimsenin durumu da aynıdır. "Tarafların, karşı taraf akdi bozar korkusuyla hemen akid meclisini terketmeleri helâl olmaz.[56] hadi­sinde söz konusu edilen durum da aynıdır. Burada kişi akid ile sa­bit olan muhayyerlik şartını kaldırmayı kasdetmiş olmaktadır. Ke­za kişinin, müsabaka için değil de Ödülü almak amacıyla kazanaca­ğından kesin olarak emin olduğu atı diğer atlar arasında koşturma­sı da bu kabilden olmaktadır. Bunların bir diğer benzeri de ileri sü­rülen şartlarla ilgili meselelerdir. Çünkü bunlar, kendileriyle vâkiolan sebeblerin[57] hükümleri kaldırılmak istenilen şartlardır. Mese-[280] ıa kitabet akdi, onun kendisinden neş'et edecek bütün neticeler üzerine yapılmış bir akit olmasını gerektirir. Bunlardan bir tanesi de velâ hakkıdır. Şimdi kim kalkar da, velâ hakkının satıcıya ait ol­masını şart koşarsa, bu şartla sebebin hükmünü kaldırmayı kas­detmiş olur. Diğer zikri geçen konuları da aynı şekilde ele aldığı­mızda, onların da hep aynı olduklarını göreceğiz. Buna göre, bu ka-sıdla şartların ortaya konulması, ya da ortadan kaldırılmaları ya­saklanmış olmaktadır.[58] Yasaklanmış olduğuna göre de, Şâri'in kasdma ters olacaktır. Netice itibarıyla da şart bâtıl olacaktır.

Fasıl:

Bu amel mutlak surette bâtıl mıdır? Yoksa değil mi?

Cevap: Bu konuda tafsilat vardır. Şöyle ki: Hâsıl olan şart ya ortaya konulmamış mânâsındadir; ya da yok olan, hâsıl olmuş mânâsmdadır. Veyahut da böyle değildir.

Eğer öyle ise, sebebin gerektirdiği hüküm, bu amelden önceki hâli üzeredir; amel bâtıldır ve hiçbir faydası yoktur; herhangi bir hükmü mevcut değildir. Mesela zekat malını sene dolmadan önce danışıklı olarak daha sonra kendisine tekrar iade etmek şartıyla hi­be ile mülkiyetinden çıkarmak; zekat miktarını azaltmak için tah­sildarın geleceği sırada ayrı olan hayvanları bir araya toplamak, o gittikten sonra tekrar ayırmak; yahut da toplu olanları ayırmak ve daha sonra tekrar onları bir araya getirmek; üç talakla boşanmış kadının ilk kocasına helal olması için sureta kadın üzerine akdedil­mesi gereken nikah şartını yerine getirmek (hülle nikâhı) ve daha benzeri şeyler gibi.

Eğer durum öyle değilse, o takdirde meselede ihtimaller vardır ve üç yaklaşım söz konusu olacaktır:

a) Mücerred sebebin bulunması yeterlidir [59]çünkü hükmü gerektiren şey bizzat sebeb olmaktadır. Şart ise sadece haricî tamam-layıcı bir unsur olmaktadır. Eğer öyle olmasaydı, o zaman şartın il­letin bir cüz'ü olması gerekirdi. Oysaki öyle olmadığı kabul edilmiş­tir. Keza bu konuda gözetilen kasıd gayrı meşru olmuştur; dolayı­sıyla yapılan amel Şâri'in kasdına muhalif bir hal almıştır. Bu du­rumda o sanki hiç işlenilmemiş hükmünde olacaktır ve hükümde birinci kısımla aynı olacaktır. Neticede de bu amel üzerine herhan­gi bir hüküm terettüp etmeyecektir. Misal: Kişi sene dolmazdan az önce bir menfaatinden dolayı harcamada bulunarak nisabı aşağı düşürse; veya rücû etmeksizin kesin hibede bulunsa; veya beraber olan zekat mallarını ayirsa ya da ayrı olanları bir araya getirse —bütün bunları zekattan kaçmak için yapsa— fakat bu işlemden sonra eski hale dönmese ve benzeri daha başka durumlar. Biz bili­yoruz ki, Sâri' Teâlâ sebebi hüküm için koyarken, hükmün o sebeb-le vukuunu kasdetmiş olmaktadır. Kişi bu tür davranışlarıyla; se­beb, sebeb olarak kâim iken, onun hükmünü kaldırmaya yeltenmiş olması yüzünden, Şâri'in kasdına muhalefet etmiş olmaktadır. Bu ise bâtıldır. Şartın Şâri'in genel anlamda itibarda bulunduğu şe­kilde olmasına ise fâsid olan kasıd tesir etmiş, bu yüzden de şart, şer'î bir şart olma Özelliğini kazanamamıştır. Dolayısıyla mutlak surette sanki hiç yokmuş gibi bir hal almıştır ve bu kısım da birinci kısım içerisine dâhil olmuştur.

b) Mücerred sebebin bulunmuş olması yeterli değildir. Çünkü her ne kadar hükme bâis (ona götürücü, onu ortaya çıkarıcı) olan sebebse de, Sâri' Teâlâ onu şartın mevcudiyetiyle takyîd eylemiş­tir. Şu halde, Şâri'in müsebbebin ortaya konulmasını mücerred se­bebin işlenmesiyle kasdetmiş olduğu konusunda, sebebin hükme bâis olduğu kesin değildir. Şâri'in kasdettiği şey, sebebin şartın bu­lunması durumunda hükme bâis olmasıdır. Durum böyle olunca, mesela şartı kaldırmaya yönelik bir amelle sebebin hükmünü kal­dırmayı kasdetmiş bir kimsenin kasdı, hiçbir şekilde Şâri'in kasdı na ters düşmüş olmaz. Bu durumda kişi sadece ortaya konulması ya da konulmaması hususunda Şâri'in kasdının açık olmadığı bir şeyi kasdetmiş olmaktadır ki, bu da şartın ortaya konulması ya da konulmaması olmaktadır. Kişinin bu kasdının bizzat değil de netice itibarıyla Şâri'in kasdına genel anlamda ters düşücü bir neticeye götürmesi, üzerine şartların hükümlerinin terettübüne mâni olma­maktadır. Sonra kişinin bu ameli müessir, hâsıl ve vâki olunca, içermiş olduğu yasak kasıd, onun şer'î bir şart veya şer'î bir sebeb olarak konulusu hususunda bir etki yapmayacaktır. Nitekim gasbe-dilen şeyin değişikliğe uğraması, onun sahibine iadesini men ve gasbeden kimsenin de ona mâlikiyet kazanması konusunda sebeb veya şart olmaktadır ve bunu isyan kasdıyla yapmış olması, bu hükmün ortadan kalkması için bir sebeb olmamaktadır.

el-Lahmî'nin arzedeceğimiz görüşlerinin sıhhati işte bu esas üzerine bina edilmektedir: O şöyle diyor: Bir kimse zekatın düşmesi için sene dolmadan az önce malının bir kısmını tasaddukta bulunsa ve böylece nisab miktarını aşağı düşürse; veya oruç tutmamak için Ramazan'da yolculuğa çıksa; veya namazı yolda iki rekat kılmak amacıyla henüz memleketindeyken müstehap olan vaktini geciktir-se; veya bir kadın hayız görmeye başlaması ve böylece namazın kendisinden düşmesi amacıyla namazı vaktin sonuna doğru ertele-se ... bütün bunlar mekruhtur ve bu kimse üzerine yolculuk sıra­sında oruç tutması gerekmez; namazı dört rekat kılması da îcâb et­mez; kadının o namazı kaza etmesi vâcib olmaz. Keza şu mesele de bu esas üzere câri olmaktadır: "Falana olan borcumu bir aya kadar ödeyeceğim?" diye talak üzerine yeminde bulunan kimse, borcunu ödemeyeceğini görse ve bir çare olmak üzere .hulu yoluna başvura­rak yemininde hânis olmamak için karısından muhâlaa yoluyla ay­rılsa; müddet bitince de karısına tekrar dönse (ric'at); bu durumda kişinin karısının boş olmaması gerekir. Çünkü talakın bağlandığı süre dolduğunda, kadın artık karısı olmadığı için talak mahallini bulmamış dolayısıyla da vâki olmamıştır. Çünkü hulu şer'an geçer­lidir. Yasak olan bir şeyi kasdetmiş olması onun geçerliliğine mâni' değildir.

c) Allah hakları ile kul hakları arası ayrılır: Allah hakların­dan olan konuda ortaya konulan amel —bizzat kendisi hakkında şer'î bir hüküm sabit olsa da— bâtıl olur. Mesela: Beraber olan ze­kat mallarını ayırmak veya ayrı olanları birleştirmek meseleleri; "Geçerli ve yürürlüktedir, kadını daha önceki kocaya helal kılmaz." diyen görüşe göre hülle nikahı meselesi gibi. Çünkü zekat Allah haklarından olmaktadır. Keza hülle nikâhından men de Allah hak­larından sayılmaktadır. Çünkü nikah konusunda Allah hakkı kul hakkına galebe çalmaktadır. Kul haklarıyla ilgili konularda ise şartın gereği geçerli olur. Oruç tutmamak ya da namazı kısaltmak için yapılan sefer durumu vb. meselelerde olduğu gibi.

Bütün bunlar, aksine özel bir delîl bulunmadığı zaman söz ko­nusudur. Eğer ortada özel bir delîl varsa, o takdirde delîlin gereği ne ise ona gidilecektir. Bu, zikri geçen aslı nakzedecek de değildir. Zira o takdirde, bu özel durumun Allah haklarına mı yoksa kul haklarına mı nisbet edileceğine dâir bir delîl bulunacaktır.

Geriye iki tür hakların birleşmesi durumu kalmaktadır. Bu konu ictihad mahalli olmaktadır. Müctehide göre meselenin hangi tarafı daha ağır basarsa, onu o tarafa ilhak edecektir.

Allahu alem! [60]

 

Sekizinci Mesele

 

Meşrûtlanyla birlikte şartlar[61] üç kısımdır:

a) Meşrutun hikmetini tamamlayıcı ve güçlendirici olan; hiç­bir şekilde ona münâfî olmayan şartlar. Gerekli görenlere göre, iti-kafta oruç şartının bulunması; nikahta denklik, zevceyi ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermek şartlarının ileri sürülmesi; bey' akdinde rehin, kefil, peşin ya da veresiye Ödeme şartlarının ortaya konulması; köle satışlarında kölenin herhangi bir sorumluluğunun olmamasının ya da kölenin malının şart koşulması; ağacın meyve­sinin şart koşulması vb. gibi şartlar. Keza zekatta malın üzerinden bir sene geçmesinin şart olması; zinada recm için muhsanhk şartının aranması; cariyelerle evlenebilmek için hür kadınlarla ev­lenme imkanının olmamasının şart olması; el kesme cezasının uy­gulanması için hırz (malın muhafaza altına alınmış olması) şartı gi­bi şartlar da bu kabilden olmaktadır.

Bu kısım şartların şer'an sahîh olduğunda herhangi bir şüphe yoktur. Çünkü bunlar, bir hüküm gerektiren her bir sebebin hikme­tini tamamlayıcı bir unsur olmaktadır. Mesela itikaf mescidde de­vamlı durmak suretiyle, layıkı veçhile kendisini ibâdete vermek mânâsına gelmektedir. Böyle bir durumda orucun müsbet etkisi olacağı açıktır. Keza evlilikte denkliğin bulunmaması, eşler arasın­da uyumsuzluk ve niza için, daha yüksek durumda olan eş ya da akrabasının diğer tarafı küçük görmesi için bir belirti (mazinne) ol­maktadır. Bu durumda eşler arasında denkliğin bulunması onlar ve akrabalarının birbirleriyle uyuşma ve kaynaşmaları için daha uygun olacak; carî olan örf ve âdetlere göre daha güzel bulunacak­tır. Dolayısıyla nikah sırasında böyle bir şartın ileri sürülmesi ni­kahın maksadına uygun düşecektir. Kocanın eşini ya iyilikle tut­ması ya da güzellikle salıvermesi ve diğer zikri geçen şartlar da ay­nı şekildedir. Dolayısıyla böylesi şartların ileri sürülmesi durumun-[284]    da sabit olacakları açık bulunmaktadır.

b) Meşruttan gözetilen maksada mülayim olmayan; onun hik­metini tamamlayıcı bir mahiyet arzetmeyen; aksine birinci kısmın zıddına olan şartlar: Mesela: Namazda canı istediği zaman konuş­mayı şart koşmak; itikafta —İmâm Mâlik'e göre [62]istediği zaman mescidden çıkmayı şart koşmak; nikahta zevce üzerine infakta bu­lunmama veya eğer iktidarsız ya da erkeklik uzvu kesik değilse onunla cinsî münâsebette bulunmama şartlarını ileri sürmesi; bey' akdinde müşterinin mebîden istifâde etmemesini veya edecekse şöyle değil de böyle istifâde etmesini şart koşması; zenâatkann müşteriye, yapılması istenilen şeyi ziyan etmesi durumunda taz­min ettirmemesini ya da telef iddiasında kendisini tasdik etmesini şart koşması ... gibi. Bu kısmın bâtıl olduğunda, itibara alınmaya­cağında da keza şüphe yoktur. Çünkü sebebin hikmetine münâfî bulunmaktadır. Dolayısıyla böyle bir şartla sebebin bir arada bu­lunması mümkün değildir. Çünkü namazda konuşmak, namazın ruhuna ve meşruiyet amacı olan Allah'a teveccühe, O'na olan tazar­ru ve niyaza münâfî bulunmaktadır. Aynı şekilde itikafta istediği zaman mescidden dışarı çıkmayı şart koşan kimse de,  aslında mescidde devamlı surette kalmak demek olan itikâfm hakîkatma münâfî bir şart ileri sürmüş olmaktadır. Nikahta bulunan kimse, nafaka sorumluluğu olmamasını şart koşmasıyla, şer'an matlûp olan sevgi ve meveddetin devamına münâfî bir şart ileri sürmüş ol­maktadır.   Kocanın  cinsî  münâsebette  bulunmama  şartını  ileri sürmesi durumunda, nikâhın öncelikli hikmetini —ki nesil elde et­mek, çoğalmak oluyor— iptal etmiş, zevceye zarar vermiş olacaktır ve böyle bir şart, evliliğin devamı ve eşlerin birbirleriyle kay­naşması demek olan zevcenin iyilikle tutulması emrine asla uygun düşmeyecektir. Zikri geçen diğer şartlarda da durum aynıdır.

Ancak bu şartların bâtıl olması acaba meşrutlarına tesir eder mi? Yoksa etmez mi? Bu konu üzerinde düşünülmesi gerekir ve bu meselenin cevabı için bundan önceki meseleden istifâde etmek mümkündür.

c) Meşruta ne uygunluğu ne de münâfî bulunduğu belli olma­yan şartlar. Bu ictihad mahalli bir konu olmaktadır. Acaba münâfî olmaması açısından birinci kısımdan olan şartlara mı katılacak­lardır? Yoksa uygunluğu açıkça belli olmadığı için ikinci kısım şart­lara mı katılmalıdırlar? Bu gibi durumlarda geçerli olan kaidemiz ibâdetlerle muamelât arasını ayırıma gitmektir: İbâdetler konusu ise, uygunluğu ortaya çıkmadıkça, sadece münâfî olmadığının bilin­mesi o şartın itibara alınması için yeterli değildir. Çünkü ibâdetler­de asıl olan taabbudîliktir ve ne ifâde ettiklerine bakmamaktır. İbâdetlerde kural, izin olmaksızın mükelleflerin kendiliklerinden bir yeltenişte bulunmamalarıdır. Çünkü ibâdet ihdas etmek gibi bir konuda akıllara tanınmış bir yetki ve saha yoktur. Dolayısıyla on­lara taalluk eden şartlar bahsinde de durum aynı olacaktır.

Muamelât konusuna gelince, bu gibi konularda şartın sâdece münâfî olmaması ile yetinilecektir. Çünkü bunlarda asıl olan taab-budîlik değil, içerdikleri mânâ ve hikmetlere iltifat ve itibarda bu­lunmaktır. Muamelât bahsinde asıl olan —hilâfına bir delîl bulun­madıkça— izin olmaktadır.

Allahu a'lem! [63]

 

 



[1] Yani şart, ya meşrutun hikmetinin  ya da hükmünün tamamlayıcısı olur. Birinci durumda şartın bulunması hikmeti, ikinci durumda da hükmü ih­lal eder.

[2] Metinde geçen "ya da zenginliğin hikmeti için" sözü tefennün içindir. Ya­ni  şöyle  demek olur: "mülkiyetin gerektirdiği  şey,  zenginlik  vasfından ibaret olan hikmet, için..."

[3] Muhsanlık: Müslüman, ergen, akıllı, hür bir kimsenin sahîh evlilik içinde birleşmesi demektir.  İmâm Şafiî'ye göre muhsanlık için kişinin  müslü-man olması şart değildir. (Ç)

[4] Mesela bey akdinin müsebbebi olan mülkiyet için tarafların rızasının bu­lunması şarttır; denilir.

[5] Mesela amden öldürme ile talîl edilen kısas için hâkim ya da müslüman cemâat tarafından olması şarttır; denilir

[6] Mesela kısası gerektiren öldürme için akıllı bir kimseden sâdır olması şarttır. Akıllı olmak illet olan öldürme fiilinin mahallinde bulunan bir va­sıftır.

[7] Burada  müellif,  vaz'î  hükmün  taksimi  sırasında  usûlcülerin  sözlerine işaret etmek istemektir. Şâri'in hüküm için koyduğu şey, eğer hükmün vücûdu ona tevakkuf ediyor ve konulan şeyle hüküm arasındaki münâ­sebet de aklı selîm tarafından anlaşılıyor ve kabul görüyorsa, yani aklen bu konulan şey üzerine hükmün terettüp edeceği makûl bulunuyorsa, ona illet adı verilmektedir. Mesela düşmanlığı doğuracak ve tecâvüzü yaygın­laştıracak olan  haksız yere kasıtlı olarak öldürme kısasın illeti olarak vaz' edilmiştir. Sağduyu sahibi akıllar bu hükmün böyle bir illet üzerine terettüp etmesini kavrayabilir. Çünkü illetin hükme uygunluğu açıktır. Eğer aradaki bu münâsebet açık olmaz, ancak vasıtalarla ve kısmen anla-şılabilirse, buna da sebeb adı verilir. Nisaba mâlikiyet. gibi. Çünkü bu kıs­men zenginliğe götürür; zenginlik de zekatın istenilmesi noktasına ulaştı­rır. Her ne kadar Sâri' onu hükme bir alâmet kılmışsa da, hüküm ile ken­disi arasında açık bir münâsebet ya da ona götürme durumu yoktur. Na­mazlar için vakitlerin sebeb olması gibi.

[8] Namazın vücûbu için akıl ve bulûğ hakîkî, namazın sıhhati için taharet, şehâdet için hürriyet itibarî şartlar olmaktadır. İtibarî oluşu, o şartın sa­dece Şâri'in itibârına bağlı olarak sübût bulması dolayısıyla dır.

[9] Burada îbn Hâcib'in şerhlerinden bazı alıntılarda bulunmak istiyoruz: "Mâni iki çeşittir:

a) Sebeb için mâni.

b) Hüküm için mâni.

Aynı şekilde şart da iki çeşittir:

a) Sebeb için şart.

b) Hüküm için şart.

Mutlak anlamda şart, eğer bulunmazsa bir anlamda mâni anlamına gelir. Mâni'in sebebi ya da hükmü men'î ise, mevcudiyeti sebebiyledir. Sebebin şartının yokluğu, sebebin hikmetine münâfî olan bir durumun varlığını içerir. Örnek: Bey akdi, mülkiyetin sübûtu için sebebtir. Hikme-tiyse, mebî ile faydalanmanın helal olmasıdır. Şartı, mebîin teslimine kudretin bulunmasıdır. Kudretin bulunmaması faydalanmadan acziyeti gerektirir. Bu da faydalanmanın helalliği hikmetini ihlal eder. Hükmün şartı hakkında ulemânın sözleri farklılık arzeder: Bazıları: "Onun yoklu­ğu, hükmün hikmetine münâfî başka bir hikmeti gerektirir." demişierdir. Bu görüşün tatbiki durumunda, bidüziye (muttarid) ve birbirine münâfî iki hikmetin (bir arada) bulunması zor olur; demişlerdir. Bu yüzden baş­kaları: "Hükmün şartı, öyle bir şeydir ki onun yokluğu aynı hükme münâfî olan bir hikmeti içerir." demişler ve misal olarak da namazı ver­mişlerdir: Namaz sebebin hükmüdür. Hüküm; sevabın verilmesi ve ceza­landırmaya gidümemesidir. Namazın hikmeti; Cenâb-ı Allah'a yönelmek­tir. Şartı taharettir. Taharetin bulunmaması, öyle bir durumdur kî, o Şâri'e sevap için tahareti şart kılması konusunda muhalefet etmek anla­mı taşır. Bu ise, her ne kadar namazın hikmeti —ki Cenâb-ı AHab'& mut­lak anlamda yönelmek oluyordu—taharetsiz de olsa namaz diye isimlen­dirilen şeyde mevcut ise de hükme münâfîdir. Hüküm ise sevaba nâiliyet ve cezalandırılmaktan kurtulmaktı. Buna göre sebebin şartının yokluğu, sebebin hikmetini ihlal etmektedir. Sebebin hikmetinin ihlalinden de se­bebiyet verme (tesebbüb) yoluyla hüküm ihlale uğrar. Hükmün şartı ise, sebebin hikmeti mevcut bile oîsa hükmü ihlal eder."

Şİmdi ise, müellifin sözlerinin açıklanmasına ve bunlarla mukayese­sine geçelim: Müellif "Şart; hikmeti ya da hükmü konusunda meşrutun vasfı mesabesinde olan şeydir. " demiştir. Yani şöyle demektir: Eğer şart, meşrutun hikmeti konusunda tamamlayıcı (mükemmil) unsur ise, şartın bulunmaması hikmetin ihlâli olur. Müellifin bundan sebebin şartını kas-detmiş olduğu kapalı değildir. Keza müellif, şartın meşrutun hükmü ko­nusunda tamamlayıcı olacağından bahsetmiştir. Yani: Şart, meşrutun hikmeti konusunda değii de, bu meşrut sebebiyle hâsıl olacak hükmün gerektirdiği hikmet konusunda mükemmil unsur olur. Durum böyle olunca da, şartın yokluğu, hükmün hikmetini ihlal edecek başka bir hik­met gerektirecektir. Bu kısmın da, hükmün her bir şartına tatbikinin zor olduğu söylenerek itiraz edilen birinci görüşe göre hükmün şartı olduğu açıktır.

Müellifin misâlinin ikinci görüşe göre olduğu gözükmektedir. O her iki nev^ de tek bir tarif içerisine koymak istemektedir. Şartı tek bir nev'i saymıştır. Aynı şeyi mâni'de de yapacaktır. Müellif kendi ıstılahını bu şe­kilde koymaktadır. Misallerine gelince: Birinci misal sebebin şartı içindir: Çünkü nisaba mâlikiyet zekâtın vücûbu ve zenginlik vasfının gerektirdiği hikmet için sebebtir. Hikmetin tamamlayıcı unsuru olan bu sebebin şartı da senenin dolması, başka bir ifâdeyle nema imkanının bulunmasıdır. Çünkü mülki­yet hükmünün istikrarı, ancak çeşitli şekillerde ondan faydalanma imka­nının bulunmasıyla olur. Bu da bir yıl ile takdir edilmiştir. Çünkü bir yıl boyunca onun elinde bulunması ve böylece ondan istifade imkanına sahip olması, onun zenginliğini ortaya koyan bir deîîl olmaktadır. Şartın {yani istifâde imkanının) bulunmaması sebebin hikmetine —ki zenginlik ol­maktadır— münâfîdir. Buna göre, her ne zaman ki, şartın bulunmaması yüzünden sebebin hikmeti ihlale uğrar; hüküm de terettüp etmez.

ikinci misali, hükmün şartı içindir. Zina, reemden ibaret olan hükmün sebebidir. Hikmeti neslin ve insan nevinin bekâsının muhafazasıdır. Yani üzerine hüküm terettübünün ve meşruiyetinin hikmeti müellife göre nes­lin muhafazasıdır. Şartı muhsan olmaktır. Zina eden kişi muhsan olma-diğ] zaman mazur olur ve recm hükmü bulunmaz.

Üçüncü misali sebebin şartıyla ilgilidir. Kasden haksız yere adam öl­dürmek kısasın sebebidir. Hükmün meşruiyetinde gözetilen hikmet zecr (engelleme) ve emniyetin sağlanmasıdır Şartı eşitliktir; daha üstün olan daha aşağı derecede olan birisine karşılık öldürülmez. Eşitlik şartı bu­lunmadığı zaman sebebin hikmeti —ki zecr ve emniyetin temini idi— ihlâl edilmiş olmaktadır. Çünkü daha üstün durumda olan birinin, daha aşağı durumda olan biri karşılığında öldürülmesi bir mefsedettîr; niza ve anarşiye sebebiyet verir. Çünkü nefisler böyle bir şeyi kabul etmez. Şar­tın bulunmaması sebebin hikmetini ihlal eder. Dolayısıyla hüküm de yoktur.

Dördüncü misali de yine sebebin şartı olmaktadır. Namaz sevâb için sebebtir. Hikmeti münâcât ve tazarru için huşu ve edeble huzurda dur­maktır. Taharet şartıdır. Taharetin olmaması, huşu ve edebe mugayirdir Dolayısıyla hüküm yani sevab bulunmaz.

Müellif, şart bahsinde, bakış açısının meşrut için tamamlayıcı bir un­sur olması olduğunu; ister şart sebebin, ister illetin... vasfı olsun netice­nin farketmeyeceğini söylemiştir. Şart konusunda mihver; şartın, meşrutun hikmeti veya hükmün hikmeti konusunda onun mükemmil (ta­mamlayıcı) unsuru olmasıdır. Bu bir başkasının vasfı durumunda olan bütün şartları şâmildir. Keza namazın vücûbu için akıl ve bulûğ gibi hakîkî; ve namazın sıhhati için taharet, şehâdet için hürriyet gibi itibarî olan vasıfları da şâmil olmaktadır.

Bu ve bundan önceki verdiğimiz dipnotlardan sonra, müellifin bu ko­nuda usûlcülerin ıstılahlarından ayrılmadığı, sadece bunun bir ifâdede kaldığı ve şartın iki nevini (sebebin şartı, hükmün şartı) bir ifâde altında toplamış olmaktan öte geçmediği anlaşılmış olmaktadır. Ancak müellif, çok kısa bilmece gibi meseleyi ortaya koymuştur. Bu yüzden uzunca açık­lamalara girmek gerekmiştir.

[10] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/261-262

[11] Bu hüküm teklifi de olabilir, vaz'î de olabilir. Verdiği misallerde fayda­lanmanın mübahlığı teklifi hükümdür; mülkiyetin intikâli vaz'î hüküm­dür.

[12] Sebeb açık ve munzabıt bir vasıftır. İllet ise öyle değildir. İllette bu iki vasfın bulunması gerekmez.

[13] Taalluk ettiği tabirinden maksat, onlarla ilgili meşru kılman ... demek­tir. Müellifin sözünün zahirinden illeti sadece teklifi hükümlerin taalluk ettiği konulara hasrettiği anlamı çıkmaktadır. Oysaki vakıada öyle değil­dir, illet daha geneldir. Mesela alış veriş akidlerinde tarafların ihtiyaçla­rının  karşılanması,  mülkiyetin  intikâlinin   kendisine taalluk ettiği  bir hikmettir.

[14] Şâri'in hükme sebeb olarak kıldığı şey mazinne olmaktadır. Mazinne me­sela yolculuk gibi munzabıt ve açıktır. Meşakkat ise munzabıt ve açık de­ğildir.

[15] Zihnin yerinde olmaması  munzabıi olmayan  bir vasıftır; Öfke hâli  ise onun mazinnesi (muhtemelen bulunduğu yeri,ı olmaktadır; açık ve zabtı mümkün bir vassftır. Bu yüzden de öfke hükme sebeb kılınmıştır.

[16] . Müellif, mâni konusunda "mutlaka onda, sebebin illetine münâfî bir ille­tin bulunması gerekir" noktasından yürümüştür ve mâni'i tek bir nevi' olarak kabul etmiş ve usûlcülerin "hükmün mâni'i" diye isimlendirdikleri kısmı, sebebin mâni'i içerisine sokmuştur. Müellif sebebin mâni'i için iki misal vermiştir. Verdiği bu misallerden birincisi, diğerleri tarafından se­bebin mâni'i, diğeri de hükmün mâni'i olarak kabul edilmektedir. Usûlcülerin hükmün mâni'i dedikleri babalık misâlinde zahir odur ki, mâni'in hikmeti bulunmakladır. Bu hikmet, babanın oğulun mevcudiyeti­ne sebeb olmasıdır. Bu hikmet, zecr sebebinin tahakkukuna ise mâni de­ğildir. Qünkü zecrin husulü, öldürmeden el çektirme ve can güvenliğinin sağlanması, babanın oğuluna karşılık kısas edilmesi durumunda da mevcut bulunmaktadır. Dolayısıyla babalık hikmeli sebebin hikmetini İh­lal etmemektedir. Burada söz konusu olan iki sebebin tearuzudur. Dolayı­sıyla müellifin mâni hakkında ortaya koyduğu izaha göre. babalığı kısasa bir mâni olarak kabul etmemesi gerekirdi. Görüldüğü gibi müellifin mâni'i "'hikmetini, sebebin hikmetini ortadan kaldırdığı şeye" hasretme­si, bu nev'i (yani hükmün mâni'i kısmını) mâni' kapsamı dışında bırakmış ve mâni'in tarifini ek.sik yapmıştır. Buna göre müellifin ıstılahında mâni' '"her mâni'de, sebebin illetine münâfi bir illet vardır" esâsı üzerine kurul­maktadır. Bu durumda müellifin bunu tahkikle ortaya koyması gerekirdi. Aksi takdirde usûicülerin mâni'i iki nev'e ayırma şeklindeki ıstılahların­dan ayrılmanın bir mânâsı kalmaz.

[17] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/263-265

[18] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/265-266

[19] Mücerred zikri geçen hastalık, vârislerin haklannm yerleşmesi için se-bebtir. Ancak şartı ölümdür.

[20] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/266-267

[21] Malının üçte birini aşsın veya aşmasın. Bu konuda vârislerin herhangi bir müdâhelesi söz konusu değildir

[22] Yani mücerred sebebin bulunması, şart bulunmasa da sebebin iktizâsına nazaran müsebbebin terettübüne hükmeder; şeklindeki asıl.

[23] Bilindiği gibi, kîsâs ve diyette canın çıkması şarttır. Bütün âlimler bu şartın bulunmaması durumunda kısasın yapılamayacağı ve diyetin alına­mayacağı konusunda müttefiktirler. Onların bu ittifakları, şart bulun­maksızın mücerred sebebin bulunması üzerine müsebbebin terettüp et­meyeceğine bir delîl olur. Eğer müsebbebin terettübü için şart bulunmak­sızın sadece sebebin bulunmasını yeterli görenler olsaydı, o takdirde can çıkma şartının bulunmasından Önce kısasta bulunulmasının ya da diyet alınmasının sıhhatine hükmeden kimselerin bulunması gerekirdi. Halbu­ki, böyle bir görüşte olan yoktur. Dolayısıyla bu, bütün ulemânın müseb­bebin hükmünün tahakkuku için şartın bulunmasının lüzumu üzerinde müttefik olduklarına delâlet eder.

[24] Yani temlikin sıhhati için kadınla evlenmesi şart değildir. Çünkü mâliki­yet mücerred sîga ile tamam olmaktadır. Şu kadar var ki, neticesi evlen­dikten sonra ortaya çıkacaktır. Bu durumda kadın mülkiyetini düşürdü­ğü zaman, bu şartın tahakkukundan önce düşürme kabilinden olmamak­tadır.

[25] Yani cimada guslün vâcib olması için inzal şartı yoktur. Mesele cima şek­linde farzedilmiştir. Dolayısıyla bu takdirde inzal şartı iddiası sahîh de­ğildir. Veya şöyle denilir: Guslün vâcib olmaması, bundan daha genel bir esas üzerine mebnîdir ki o da şudur: Lezzetle vuku bulmayan inzal eğer cimâdan nâşi değilse çok nadirdir ve yok hükmündedir ve bir hükmü bu­lunmaz.

[26] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/267-271

[27] hkz. 156. dipnot.

[28] Kişinin kendisiyle muhsan olduğu evlilik gibi. Aslında evlilik mubahtır ve zina durumunda recm hükmünün terettüp etmesi için şarttır.

[29] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/272

[30] Burada şöyle denilemez: Meselenin mevzuu her iki kısım için de âmmdir. Müellif ise teklif hitabını zikirle tahsîs etmiştir. Dolayısıyla bir Önceki meselede zikredilen birinci kısma has olur. Bu iae meselenin ortaya ko­nulmasına uygun değildir. Nitekim gelecek misallere de uygun bulunma­maktadır. Çünkü biz diyoruz ki: Vaz'î hitâb buradaki müellifin sözleri al­tında mündemiçtir. Çünkü burada söz ettiği meseleler mükellefin muhay­yer kılındığı teklif hitabının bir neticesi olarak ortaya çıkmaktadır. Mese­la zekat malın bir sene boyunca tutulması neticesinde vâcib olur. Malın bir sene boyunca tutulması veya harcanması ise mükellefin muhayyer ol­duğu bir konudur. Muhsanlık da keza muhayyer olunan nikâh üzerine te­rettüp etmektedir ... Bütün bunların üzerine vaz'î hitap terettüp etmek­tedir. O itibarla kelâm, ortaya konulan mesele ile uyum içerisindedir. Mükellef eğer şartı memur olduğu için yaparsa veya yasaklandığı için terkederse, veya muhayyer kılındığı için yaparsa ve bütün bunlarda güt­tüğü kasıd da ihtiyacını gidermeye yönelikse, şer'î bir müsebbebi iptal amacı yoksa, ortaya koyduğu şartın üzerine hükümlerinin terettüp etme­si konusunda herhangi bir söz edilecek değildir

[31] Yani eğer mükellef şartı gerçekleştiren veya şartı ihlal eden şeyi yapar ve bundan da kasdı sebebin gereğini (müsebbebi) düşürmek olursa, onun bu yaptığı şey bâtıldır ve üzerine neticesi terettüp etmez.

[32] Buhârî, Zekât 34; İbn Mâce, Zekât 11. Bu eylem zekâtm şartını veya artı­şını ihlâl etmekte olduğu için yasaklanmıştır.

[33] Buhârî, Büyü 19, 22, 42; Müslim, Büyü 43, 46, 47... Burada eylem mu­hayyerlik şartını ortadan kaldırmaya yöneliktir. Bu yüzden de yasaklan­mıştır.

[34] Ebû Dâvûd, Cihâd 62; İbn Mâce, Cihâd 44; Ahmed, 2/505. Ebû Dâvud'da-ki lafza göre tercüme ettik. Atın geçeceğinden emin olunması durumunda yapılan eylem müsabaka kasdını ihlal etmiş olmaktadır. Bu yüzden de yasaklanmıştır.

[35] bk2. s. 215  Sebebin gereğinin iskâtı ve böylece neticesinin terettüp etme­mesi kasdı ile yapılan bir girişimdir. Bu yüzden yasaklanmıştır. bk2. s. 215  Sebebin gereğinin iskâtı ve böylece neticesinin terettüp etme­mesi kasdı ile yapılan bir girişimdir. Bu yüzden yasaklanmıştır.

[36] Müşteri aldığı malı mutlak surette satmamak veya daha başka ileri sü­rülen şartlarla satmak gibi. Bu mebî üzerine terettüb edecek olan müşte­rinin şâir tasarruf yetkilerini düşürmek oluyor.

[37] Selefin bir anlamı karzdır. Hadiste geçen şey mesela: "Bu köleyi sana bin dirhem borç vermen karşılığında bine sattım." demek suretiyle olur. Bu akid menfaat içeren bir karz akdi içerdiği gibi, akidde de bir şart söz ko­nusudur, (bkz. Nihâye, 2/390 ). (Ç)

[38] Mesela Berîre hadisinde olduğu gibi. Berîre'nin sahipleri onun azâd edil­mesini şart koşmuşlar. Azâd şartı içerisinde de velâ şartının kendilerine ait olmasını şart olarak ileri sürmüşlerdir.

[39] Ebû Dâvûd, Büyü 68; Tirmizî, Büyü 19; Neseî, Büyü 60, 76.

[40] Buhârî, Tevhîd 24; Müslim, Eymân 218; Muvatta, Akdiye 11; Ahmed, 1/189.

[41] Ibn Mâce, Keffârât 14. Kendisinin olmayan bir hakkın kendisinin olması için yapılan yeminden de yasaklanmıştır. Yeminde bulunan kimse, hük­mün mesnedi olmak üzere bir şartı yerine getirmiş olmaktadır. Ancak mevcut olan kasdı sebebiyle yasaklanmış ve Sâri' yeminde, yemin verdirenin niyetini esas almıştır. Böylece yemin eden kimsenin bu bâtıl kasdıyia hükme mesned olacak şartın yerine getirilmesine imkan veril­memiştir.

[42] Âl-i İmrân, 3/77.

[43] Bakara, 2/ 229.

[44] Nisa, 4/29.

[45] Bakara, 2/230

[46] bkz. Ahmed,l/448; Ebû Dâvûd, Nikah 15; Tirmizî, Nikâh 28 ...

[47] Buhârî, Büyü 64; Müslim, Büyü 11; Ahmed, 2/244.

[48] "Gışş" hakkında bkz. Müslim, îmân 164; Ebû Dâvûd, Büyü 50; İbn Mâce, Ticârât 36. "Hılâbe" hakkında bkz. İbn Mâce, Ticârât 42; Ahmed, 1/433.

[49] Bubârî, Büyü 60; Müslim, Büyü 13.

[50] Bu "kadın boşandıktan sonra Abdurrahman b. Zübeyr ile evlenmişti. An­cak Abdurrahman ona dokunamamış ve kendisinden ayrılmıştı. Kadını ilk kocası olan Rifâa tekrar nikahlamak istemişti. Durumu Hz. Peygam-bcr'e (as) anlattı. Hz. Peygamber (as) onunla tekrar evlenmesini yasak­ladı ve: "Balcağızından tutmadıkça helal olmaz." buyurdu, (bkz. Ebû Dâ­vûd, Talak 49; Neseî, Talak 9; İbn Mâce, Nikah 32; Muvatta 17, 18; Ah­med, 1/214.

[51] Geçen bütün misalİerde fiilen şart bulunmaktadır; ancak sahîh olmayan bir kasıdla vücûda getirilmişlerdir. Dolayısıyla bütün bunlar bu açıdan boşuna bâtıl bir uğraşı olmaktadır. Rifâa'nm hanımıyla ilgili hadiste ise şart bulunmamaktadır. Burada şart, boşanmış kadının huile gibi kötü bir kasıdia başka bir kimse tarafından nikahlanmasıdır ve bu kötü kasdınm bir neticesi olarak şart üzerine terettüp edecek netice ilga edilmiş ola­caktır ve durum hulîe nikahından önceki gibi olacaktır. Bu meselede şar­tın tahakkuk etmediğinin delili Hz. Peygamberin (as) "Hayır! Bal cağızından tatmadıkça ..." buyurmalarıdır. Buradan da anlaşılmaktadır ki, Abdurrahman kadına dokunmamıştır. Bu itibarla bu örneğin, üzerin­de durduğumuz mesele altına sokulması pek münâsip değildir.

[52] Müellif daha önce geçen âyet ve hadislerle nakli yönden istidlalde bulun­duktan sonra aklî yönden istidlale geçmiştir. Müellif hükümlerin konulu­sunda maslahatlara itibarın esas oîduğunu, eğer söz konusu edilen kas-dın bulunduğu bir şarta itibar edilecek olursa, Sâri' Teâlâ'mn o sebebler üzerine bina etmiş olduğ^ı maslahatların ortadan kalkacağını belirtmiş­tir. Mesela zekattan kaçmak niyetiyle /ekat mallarının birleştirilmesi ya da ayrılması gibi durumlara gidilmesi, ya da senenin dolmasından az ön­ce harcamaya giderek nisâbtaıı aşağı düşürülmesi itibara alınacak olur­sa, bu takdirde herkes için böyle bir şartı yapmak ya da terketmek sure­tiyle zekat yükümlülüğünden kaçmak mümkün olabilecek ve böylece ze­kat üzerine bina edilen maslahatlar ortadan kalkacaktır. Aynı şeyi diğer misallerde de söylemek mümkündür

[53] Mesela nisâbda, üzerinden bir senenin geçmesi şartı gibi. Kişi zekâtı dü­şürmek  kas-dıyla nisabın bir kısmını  harcarsa, nisâb üzerine terettüb eden zekâtın düşürülmesine yönelik kasdı, aynı nisabın üzerine zekâtın gerekmesi şeklinde tecellî eden Şâri'in kasdma ters düşmektedir

[54] Daha önce geçen delilde zikredildiği gibi, yaptığı şey Şâri'in kasdma mu­haliftir. Şâri'in kasdına muvafıktır da, çünkü Şâri'in kasdı, sebebin mü-sebbebini şartın yokluğu anında değil, vücûdu anında gerektirmesidir. Buna göre pek çok takdirde şöyle demek gerekecektir: "Kişi bu haliyle ya­sak ve günah olan bir iş işlemiştir. Fakat kendisine zekat da vâcib olma­yacaktır. Günahı Şâri'in kasdına ters düşmesi sebebiyledir. Zekatın vâcib olmaması ise, Şâri'in sebebin tesirini kendisine bağladığı şartın bulunma­ması sebebiyledir."

[55] Daha önce bir usûl kaidesi geçmişti: Hiçbir kimsenin sebebin hükmünü kaldırma yetkisi yoktur. Çünkü müsebbeb Allah'ın fiilinden olup, kulun fiili değildir. Bu kaide ışığı altında meseleye yaklaşıldığında şartın, mü­sebbebi ortadan kaldırmaya yönelik olduğu görülecek ve o lağv ve sanki hiç yokmuş gibi kabul edilecektir.

[56] bkz, s. 266.

[57] Müellif "vâki olan sebeblerin hükümleri" diye kayıtlamıştır. Çünkü daha önce de geçtiği gibi, kalkmayan müsebbeb, bilfiil vâki olan sebebin mü-sebbebidir.

[58] Yani geçen itirazda, bir açıdan Şâri'in kasdına muhalif, bir açıdan da mu­vafıktır; sözü doğru değildir. Çünkü her açıdan Şâri'in kasdına muhalif bulunmaktadır. Çünkü madem ki, yasaklanılan şey bizzat şartın ortaya konulması veya ortadan kaldırılmasıdır. Öyleyse o şart bâtıldır ve sanki yok hükmündedir

[59] Aslında hu zayıf bir yaklaşımdır. Ancak daha önce de geçtiği gibi, bu tür bir davranışın yasak olması ve Şâri'in kasdına muhalif bulunması açısm-

,dan bâtıl olduğu da dikkate alındığında istidlal tamamlanmış olmaktadır. Şartın hârici tamamlayıcı bir unsur olması delîl olabilecek durumda değildir. Eğer daha sonra gelecek kısmı müstakil bir delîl değil de, önceki delilin tamamlayıcı kısmı şeklinde arzetseydi, o zaman doğru olurdu. Delilin esâsını da diye başlayan kısım teşkil etmekte­dir. Delillerin misallere tatbiki sırasındaki sözü de bunu gerektirmekte­dir.

[60] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/273-281

[61] Altıncı ve yedinci meselelerde şartları "şer'an muteber" diye kayıtlamıştı. Burada ise, taksimin sahih olabilmesi için mutlak olarak zikretmiştir. Burada söz konusu edilen şartlar geneldir ve Şâri'in ileri sürdüğü şartlan kapsadığı gibi, kişinin kendi ileriye sürdüğü mülayim, münâfî, ne müla­yim ne de münâfî gibi şartları da kapsamaktadır

[62] Çünkü mescidde devamlı surette durması gerekiyor

[63] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/281-283