Vaz'î Hükümlerin Üçüncü Nevi: Mâni (Engel)
Vaz'î hükümlerin
üçüncü nev'i mâni (ç. mevâni') olmaktadır. Konu üç mesele içerisinde ele
alınacaktır:
Mâniler iki türlüdür:
a) (Aklen)
Laleple birlikte bir arada bulunması kabil olmayan mâniler.
b) Taleple
birlikte bir arada bulunması kabil olan mâniler.
Bu ikinci türden olan
mâniler de iki nev'idir:
ba) Talebin aslını kaldıran mâniler.[1]
bb) Talebin aslını kaldırmamakla birlikte,
kesinlik kazanmasını engelleyen mâniler.
Bu da iki kısımdır:
1) Talebi kaldırması, kudreti dâhilinde bulunan mükellef
için o şeyi muhayyer hale getirmesi [2]anlamında
olur.
2) Talebe muhalefette bulunan kimse üzerine bir günah
terettüp etmez anlamında olur.
Böylece mâni için dört
kısım ortaya çıkmaktadır:
1. Kısım:
Bunlar uyku, delilik
vb. gibi bir sebeble aklın zail olması gibi mânilerdir. Bu kısımdan olan
mâniler talebin aslını tümden ortadan kaldırmaktadır. Zira hitabın taallukunun
(mükellefiyetin sabit olmasının) şartlarından birisi de, onun anlaşılması
imkanıdır. Çünkü hitâb, iltizâm (üstlenme) gerektiren bir ilzamdır
(bağlayıcılıktır). Aklı olmayan kimsenin ilzamı (yükümlü kılınması) ise mümkün
değildir. Nitekim hayvan ve diğer cansızların ilzamla yükümlü tutulmaları
mümkün olmamaktadır. (Aklı olmayanlarla ilgili gibi gözüken) bir maslahatın
celbini ya da bir mefsedetin defini gerektiren bir talebin taalluku söz konusu
ise, bu bir başkasına râci ol-[286] maktadır.[3]Tıpkı
hayvanların eğitilmesi ve öğretilmesi gibi. Bu konuyla ilgili yeterli
açıklamalar usûl kitaplarında bulunmaktadır.[4]
2. Kısım:
Hayız ve nifas
gibidir. Bu kısımdan olan mâniler, talebin —her ne kadar mâni ile birlikte
husulü mümkünse de— aslını kaldırmaktadır. Ancak bu kısımdan olan mâniler
talebi, kesinlikle bir daha talepte bulunulmayan namaz, mescide girmek,
mushafa dokunmak vb. gibi şeylere nisbetle kaldırır. Mâni'in kalkmasından
sonra talebi söz konutu olan şeylere[5]
gelince, bu konuda usulcüler artımdaki ihtilaf moıjlıûrdur. Hiiim burada
onları zikretmemin bir gerek yoktur.
Mâni'in mevcudiyeti
durumunda talebin bulunmadığı* nın delilleri: Eğer mani ile birlikte talep de
bulunacak olsaydı, o takdirde iki zıddın bir arada bulunması gibi bir
"netice gerekecektir. Çünkü hayızlı bir kadının namaz kılması
yasaklanmıştır. Nifas hâlindeki bir kadının durumu da aynıdır. Eğer bu*
haldeyken bunlar namaz ile memur olsalardı, o takdirde aynı şeye nisbetle[6] htm
emredilmiş hem de yasaklanmış olacaklardı. Böyle bir netice İM muhaldir.
Keza eğer bunlar
yapîrfakla memur olsalardı, öbür taraftan da yapmaktan yasaklanmışlardır; bu
durumda şer'an aynı anda bir şeyi hem yapmaları hem de yapmamaları lâzım
gelecekti. Bu ise muhaldir.Sonra mâni'in mevcudiyetiyle birlikte ne yapılması,
ne de daha sonra kazası sahîh olmayan bir şeyi emretmenin bir mânâsı yoktur;
abesle iştigal olur. Çünkü hayız ve nifas halindeki kadınlar ittifakla namazın
kazasıyla memur değillerdir.
3. Kısım:
Bunlar cum'a ve bayram
namazlarına , cihâda nisbetle kölelik veya kadınlık gibi mânilerdir. Çünkü köle
ve kadınların, (kendileri hakkında) dînde tahsînî ve tezyînî unsurlardan
sayılan[7] bu tür
m kendileri lıuUkırıda kesinlik kazanması için
bir mânileri ı.ıklıulır. Çünkü kadın ve köleler bu tür hitAplıı doğrudan
ı.ıl;i|) «lngiIlerdir. Bunlar ancak tâbilik yoluyla hitaba dâhil bu-
maktadırlar. Eğer bunlar bu tür hitapların gereğine imkan bulabilirlerse, o
takdirde onlar da hitaba muhatap olan kimseler —ki hür erkekler oluyor— gibi
mütâlâa edilebilirler. Kudret bulunması durumunda muhayyer kılınmanın mânâsı
işte budur. Kudret bulamamaları durumunda ise bunlarla ilgili hüküm de bundan
önceki kısmın hükmüyle aynı olacaktır.[8]
4. Kısım:
Bunlar
da ruhsat sebebleri gibi mânilerdir. Bunlar talebin aslını kaldırmazlar; ancak
ruhsat cihetine meylederek azîmet tarafını terkeden kimse üzerine bir günah
terettüp etmez anlamında talebin kesinlik kazanmasını engellerler. Yolcunun
namazını kısaltması, oruç tutmaması, cuma namazını terketmesi vb. gibi. [9]
Mâniler Şâri'ce maksûd
olmayan şeylerdir. Yani Sâri' Teâlâ'nın onların mükellefler tarafından ortaya
konulmaları ya da ortadan kaldırılmaları doğrultusunda bir kasdı bulunmamaktadır.
Şöyle ki: Mâni'ler iki kısımdır:
a) Teklif hitabı
kapsamına dâhildirler ve bu itibarla da ya yapılması emredilen ya da yapılması
yasaklanılan ya da hakkında yapılıp yapılmayacağına dair muhayyer olunan bir
mâhiyet arze-deceklerdir. Bu açıdan mâniler hakkında bir problem bulunmamaktadır.
Mesela zekâtın vücûbunu etkileyecek şekilde, zekâtın
vücûb sebebin* mâni
uIhchiI borç «Itınn girme gibi. Hor nt\ kadar M* katın sebebi olan ıılsab vurun
dn, zekatın verilebilmesi sebob önün* de mâni olmaması şartına bağlı
olmaktadır. Keza küfür namaz vt zekâtın edasının sıhhatine ve vücûbuna[10] mâni
olmaktadır. Yin* küfür halinde iken boşamasını ve daha başka küfrün mani olduğu
benzeri şer'î meseleleri örnek olarak vermemiz mümkündür. Aynı şekilde
müslümanlık da, kişinin haksız yere kanının, malının ve ırzının çiğnenmesine
mânidir. Bu v,e benzeri meseleler üzerinde, tek-lîf hitabı açısından durulması,
meseleden gözetilen"maksadın haricinde kalmaktadır.
b) Bu kısım meseleden maksûd olan kısım olmaktadır. Mâni
olması hasebiyle vaz' hitabı (vaz'î hükümler) altına giren kısım. Bu açıdan ele
alındığında bunların, mâni olması sebebiyle Şâri'ce ne ortaya konulmasına, ne
de ortadan kaldırılmasına yönelik bir kasıd bulunmamaktadır. Mesela borçlu,
eğer nisâb miktarı kadar malı varsa, üzerine zekâtın vâcib olması için borcunu
kaldırmakla memur olmadığı gibi, nisaba sahip olan kimse do zekâtı düşürmek
için borç almakla memur değildir. Çünkü borcun zekâta mâni olması teklif
hitabından (teklifi hükümlerden) değil vaz' hitabından (vaz'î hükümlerden)
olmaktadır. Şâri'in bundan maksadı, sadece mâni'in (borcun) bulunduğu zaman
sebebin (nisâb) gereğinin (zekât) ortadan kalkmasıdır.
Delili:
Sebebin şartları
tamamlanmış olarak konulmuş olması, Vâzı'-ın (Koyucunun, Şâri'in) sebeb üzerine
müsebbebin terettübünü kas-detmiş olmasını gerektirir. Yoksa eğer böyle
olmazsa, o takdirde, sebeb bir sebeb olarak konulmuş olmaz. Halbuki onun sebeb
olarak konulmuş olduğu kabul edilmektedir. Bu bir tutarsızlık olur. Vâzı'ın
müsebbebin husulüne yönelik bir kasdının bulunduğu sabit olunca, mâni'in ortaya
konulmasının keza O'nun maksûdu olduğunun farzedilmesi, müsebbebin sebeb
üzerine terettübünün kaldırılmasına yönelik bir kasıd olacaktır. Bu durumda da
O'nun aynı terettübe yönelik zıt başka bir kasdının daha bulunduğu sabit
olacaktır. Bu ise tutarsızlıktır. Çünkü her iki kasıd birbirine zıt bulunmaktadır.
Vâzı' (ŞAri') mâni'in ortadan kaldırılmasını da aynı şekilde kasdetmiş olamaz.
Çünkü eğer böyle bir kasdı bulunacak olsa, o takdirde şeriatta ınAni diye bir
şey sabit olmazdı. Şöyle ki: Eğer mâni olması açıtımdan Sari' onun
kaldırılmasını kasdetmiş olsaydı,o takdirde mâni'ln huıûlü şer'an muteber
olmazdı, 3«r'«n tnuloher olıntıyıiıca da, ıtbtbin hükmünün cereyanına mâni
olamazdı, Halbuki ınoMtOt* öyle fan v« kabul edilmemiştir. Böyle bir şey
tenâku-eun in kendisidir.
Mükollofin
kasdımn, mflni'in ortaya konulmasına ya da ortadan kaldırılmasına yönelmesi
durumunda aşağıdaki tafsilât ortaya çıkacaktır: [11]
Üçüncü Mesele
Toklîf hitabına dâhil
olması bakımından mükellefin mâni'i, • mrodilmiş olarak veya yasaklanmış olarak
ya da muhayyer bırakılmış olarak yapması ya da terketmesi kaçınılmaz
olacaktır. Eğer birinci şekilde ise durum açıktır. Mesela bir adamın elinde
nisâb miktarı malı olur; ancak bir ihtiyaçtan dolayı borçlanır. Böylece hükümler
mâni'in husulünün gereği doğrultusunda ortaya çıkar. Eğer ikinci ise, ki bu
mesela mâni'i mâni olması açısından sebebin hükmünü düşürmek ve böylece
gereğinin üzerine terettübüne engel olmak kasdıyla ortaya konulması
olmaktadır; bu da sahîh olmayan [MS]
bir davranış olacaktır.
Böyle bir davranışın
sahîh olmadığının delilleri:
Buna delâlette bulunan
naklî deliller çoktur. Bunlardan birisi de şu âyet olmaktadır: "Biz
bunları, vaktiyle bir bahçe sahiplerini denediğimiz gibi denedik. Sahipleri
daha sabah olmadan, bahçeyi devşireceklerine —bir istisna payı bırakmaksızın—
yemin etmişlerdi.[12]
Devamıyla birlikte bu
âyetler, yoksulların haklarını düşürmek için hileye başvurma kasıdlarının
bulunması ve yoksulların genelde bahçeye gelemeyecekleri kadar erken bir
vakitte mahsûlü devşirmek gibi onların gelmelerini engelleyecek bir çâreye
(mâni')[13]
başvurmaları sebebiyle azaba uğratıldıkları haberini içermektedir. Azâb ise
ancak haram olan bir fiilden dolayı olur.Bir başka dulfl: "Kadınları
boşadığınızda, müddetleri sona ererken onları güzellikle tutun, ya da
güzellikle bırakın, haklarına tecavüz etmek için onlara zararlı olacak şekilde
tutmayın; böyle yapan şüphesiz kendisine yazık etmiş olur. Allah'ın âyetlerini
de alaya almayın."[14]
âyetidir. Bu âyet, kocaların kanlarının kendilerinden sonra bir başka koca
daha görmemeleri kasdıyla sürekli boşamaları ve arkasından da rücûda* (ric'at)
bulunmaları ve böylece id-detlerinin sürüp gitmesi sebebiyle kadınların
mutazarrır olmaları yüzünden inmiştir. Bu kasıdla kocaların zevcelerine rücûda
bulunmaları, onların başkalarına helâl olmalarına bir mâni olmakta idi.
Bir hadiste de şöyle
buyurulmuştur: "Allah Yahudileri kahretsin! Onlara içyağları haram
kılınmıştı. Onlar bunu yordular (tevil ettiler) ve onu sattılar." Bazı
rivayetlerde de "Satıp parasını yediler." buyurulmuştur.[15]
Başka bir hadislerinde
Hz. Peygamber "Ümmetimden bazı insanlar şarabı içerler ve onu başka adla
isimlendirir- • ler.[16]
buyururlar. Başka bir rivayette "Ümmetimden zinayı, ipeği, içkiyi ve
çalgıları helal kılmak isteyen bazı kavimler çıkacak-tır.[17]buyrulur.
Bir hadiste de: "İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelir ki, o zamanda beş
şeyle beş şey helâl kılınmak istenir: Verdikleri çeşitli isimlerle içkiyi;
hediye adı altında haramı (rüşvet gibi); korku (meşru müdâfaa) adı altında
öldürmeyi; nikâh adı altında zinayı, bey' adı altında ribâyı helal kılmak
isterler.[18] Sanki burada zikri geçen
şeyleri helal kılmak isteyen kimseler, mâni olan şeyin isim olduğu zannıyla
haram olan şeyi başka isme nakletmişler, böylece söz konusu mâni'in kalkacağını
ve o şeyin artık helal olacağını düşünmüşlerdir.
Yüce Allah âyette:
"Zarara uğratılmaksızın edilen vasiyyetten veya borçtan sonra [19]
buyurmuş ve zarara uğratma hâlini istis-nâ etmiştir. Mesela ölüm halinde olan
kimsenin, mâni'i ortaya koymanın kendi hakkından olduğu düşüncesiyle,
vârislerin mahrûmi tini ya da haklarının azalmasını kasdederek onlardan biri
lehinde borç ikrarında bulunması veya üçte birden fazla vasiyyette bulunması
zarar vermek olur. Zarar vermek ise ittifakla menedilmiş-tir.
Yüce Allah bir başka
âyette: "Sıkıca bağladıktan sonra yeminleri bozmayın[20]
buyurmaktadır. Ahmed b. Hanbel: "Hiyel (hileler, çâreler) ve yeminler
konusunda söylenilenlerden taaccüb etmişimdir. Yeminleri hilelerle ortadan
kaldırıyorlar!"demiştir.
Hadiste de:
"Otların menine bir vesile edilmek üzere suyun fazlası men edilmez.[21]
buyrulmuştur.
Yine hadiste:
"Eğer bir yerde veba (tâûn) olduğunu işitirseniz, oraya girmeyiniz. Eğer
sizin de bulunduğunuz bir yerde ortaya çıkarsa, o takdirde ondan kaçarak
oradan çıkmayınız.[22]
buyrulmuştur.
Bu konuyla ilgili
olmak üzere gerek Kitâb'da, gerek sünnette ve gerekse selef-i sâlihînin
sözlerinde pek çok delil bulunmaktadır.
Şart
bahsinde ileri sürülen itirazlar ve verilen cevaplar sırasında câri olan
şeyler aynısıyla mâni bahsinde de geçerlidir. Oradaki verilen bilgilerden
hareketle mâni'lerin hükmü de bilinecektir. Acaba mâni'i ortaya koymaya ya da
ortadan kaldırmaya yönelik hareket bâtıl mıdır? Bu aynen orada olduğu gibi iki
kısma ayrılacaktır: Celbedilmek istenilen mâni mesela ya ortaya konulmamış,
yok manasınadır veya değildir. Eğer öyle ise yani yok hükmünde ise, hüküm
bulunacaktır. Mesela nisaba mâlik olan bir kimse kendisinden zekatı dUfürtııok
nnmoyln ve yıl guçince de kullanmadan geri iade etmek kasdıylu Injrç alacak
olsa, bu borcu (mâni) yok hükmünde olur ve hüküm carî olur. Eğer böyle değilse
ve mâni şer'an vâki bulunuyorsa bu takdirde mesela yemininde hânis olmaktan
korkarak karısını boşayan kimsenin durumunda olduğu gibi, bu takdirdi)
meselenin üzerinde durmak gerekecektir ve konu aynen şart bahsinde geçtiği
gibidir. Dolayısıyla burada bir daha tekrarına lüzum yoktur. [23]
[1] Yani bu nevide mâni, taleple bir arada bulunması aklen
mümkün olmakla birlikte şer'an mümteni bulunur. Diğer iki kısımda ise mâni'in
taleple bir arada bulunması hem aklen hem de şer'an mümkündür.
[2] Yani şer'an matlûp da olsa vâcib değil muhayyer
kılması anlamında... Nitekim ileride açıklayacaktır.
[3] Aklı olmayan küçük bir çocuğun bir başkasını öldürmesi
ya da bir hayvanın başkasına ait bir şeyi telef etmesi gibi durumlarda, ziyan
olan malın tazmîni ya da diyetin ödenmesi gibi talepler çocuk ya da hayvana
taalluk etmemektedir. Bu tür talepler sadece çocuğun velîsi ya da hayvanın
sahibine yöneliktir.
[4] "Teklîf için anlaşılması şarttır." meselesi.
[5] Hayızlı kadının hayız kalktıktan sonra orucunu kaza
etmesi gibi. Aciıbn bu yeni bir emirle mi olmaktadır ve kadın hayız olduğu
sırada boylu bir emirle memur değil miydi? itimada şayan olan görüş de budur.
Yoksu fiyle değil midir? Bu konuda usûl kitaplarının "Edâ ve Kaza"
bahislerine bakılabilir.
[6] Buradaki aynı şeye nisbet, aynı zamanda da aynı açıdan
olmaktadır. Ga8-bedilmiş bir arazide kılman namaz örneğindeki gibi değildir.
Orada da namaza yönelik hem yasak hem de emir vardır; ancak yönleri farklıdır.
O yüzden gasbedilen arazide namaz örneğinde böyle bir zıdlarm birleşmesi durumu
söz konusu değildir.
[7] Müellif burada cihâdı tahsînî kısımdan sayıp, zarurî
hatta hâcî olan mak-sadlardan saymamıştır. Bizzat müellifin kendisi
Tahrirul-usûl'de cihâdı zarûriyyâttan saymış ve şöyle demiştir: "Cihâdın
zarûriyyâttan olması küfürleri sebebiyle değil, bize karşı harp halinde
olmaları sebebiyledir. Küfür için olmadığından dolayıdır ki, kadınlar, çocuklar
ve râhibler öldürülmezler ve cizye kabul edilir. Onların bizimle harp halinde
olmaları durumunda dînin muhafazası cihadsız mümkün olmaz. Çünkü cihad olmadığı
zaman müslümanları öldürürler ve onları dinleri hakkında fitneye
düşürürler."
Geriye harp halinde olmayan, bize uzak bulunan, bize karşı bir taarruzları
bulunmayacak olan ve aramızda herhangi bir sulh andlaşması da bulunmayan
kâfirlere karşı cihâd hakkında söz etmek kalıyor. Acaba bu durumda onlarla
savaşa girişmek dînin muhafazası için zarurî midir? Yoksa tahsînî midir? Öyle
gözüküyor ki, bu durumda cihâd tahsînî olmalıdır. Bu durumda cihadın iki ayrı
hükmü ortaya çıkıyor: a) Dinin muhafazası için zarurî olan cihad. b) Dinin
muhafazası için zarurî olmayıp ihtiyat kabilinden yapılacak olan ve tahsînî bir
mâhiyet arzeden cihâd. Bu durumda müellifin gerek buradaki ve gerekse oradaki
sözlerini bu iki duruma göre farklı şekilde hamletmek gerekecektir
[8] Yani talebin aslım kaldırır. Bu durumda acaba o kısım
altına da girer mi? Şöyle ki, talebe yönelmeye şer'î bir mâni vardır. Çünkü bu
ibâdetler sırasında kölenin efendinin işlerini îfâda bulunması ve onun
emirlerine imti sali, şer'an bir mâni sayılır. Bu durumda da bu mesele bu
kısımdan ayrılarak ikinci kısım altına girer
[9] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/283-286
[10] Sıhhat yi» d» vüpûbliu'i şeklindeki ayırım kâfirlerin
furû ile de mükellef olup olmamaları m»»eltmindoki Hanefilerle çoğunluk âlimler
arasındaki ihtilaflarımı göredir.
[11] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/286-288
[12] Kalem, 68/17-18.
[13] Burada mâni sert değil adîdir (âdet-i İlâhî ile
ilgilidir). Dolayısıyla bu bahiste konu edinilen mâni ile ilgisi yoktur. Bizim
burada konu ettiğimiz mâni, sebebin hikmetine münâfî bir hikmet içeren şeydi.
Bu durumda bu misâlin burada zikredilmesi nasıl izah edilecektir? Ancak belki
şöyle demek mümkün olacaktır: Âdet-i İlâhî ile ilgili bir mâni'in ortaya
konulması azaba müstahak kıldığına göre, aynı kasıdla şer'î bir mâni'in ortaya
konulması da onun gibi azabı gerektirecektir. Çünkü her ikisinde de kasıd
mahrumiyeti gerektiriri şeye ulaşmaktır.
[14] Bakara, 2/231.
[15] bkz. Müslim, Müsâkât 74, 12-14; Buhârî, Büyü 103;
Muvatta, Sıfatu'n-Nebiyyi 26; Ahmed, 1/25.
[16] Ahmed, S/318, 342; Buhârî, Eşribe 6; Ebû Dâvûd, Libâs
6; İbn Mâce, Esri-be 8, Kilon 22.
[17] Buhflrî,
Kiril») 6; Kbû Dâvûd, Libâs 6.
[18] MükulUtfin imik mitlim bölümünde on birinci meselede
de geleceği üzere, müellif bu hndl»i
Ilın Abbas üzerine mevkuf olarak rivayet ettiği gibi merfû olıınık (İh
rivflyot etmiştir. Hadisin aslı olmadığı da söylenmiştir. İbnu'l-Kayyım, IIAmtı'l-muvakkıîn'de şöyle der: Ibn Batta
Evzâi'ye is-nâd udıırok Mı Peynaml>er'in (as) "Bir zaman gelir ki,
insanlar ribâyıbey adı altımla (yani İne »atışlarıyla) helal
kılarlar." buyurduğunu
naklet-miştir. Hu nıltflttl İmdin, yukarıda rivayet edilen hadisi destekler ve
ona bir şâhid olur,
[19] Nisa, 4/12,
[20] Nahl, 16/9.
[21] bkz. Buhârî, Şirb 2, Hiyel 5; Müslim, Müsâkât 37, 38;
Ebû Dâvûd, Büyü 60; Ahmed, 2/244... Mubah bir arazîde bir şahsın bir kuyusu
olur. Arazîde de yine mübâh olan otlar bulunur. Bir mâni îcâd etmek suretiyle
insanların hayvanlarını oraya getirip de, o otları otlatmalarını engellemek
ister. Bu mâni de, kuyudaki fazla sudan hayvanları sulamalarına müsâade
etmemektir. Hz. Peygamber (as) işte böyle bir durumu yasaklamıştır
[22] Buhârî, Tıb 30; Müslim, Selâm 92-94; Ahmed, 1/178. Bu
hadis, yirminci asır insanlarının biz bulduk diye öğündükleri karantinanın
aslını teşkil eder. Her iki cihette de, mâniye doğru mâni olması açısından bir
kasıd bulunmaktadır. Şöyle ki: Veba bulunan bir yere gelmeleri, âdeten kendilerine
de isabetini engelleyecek mâni'in ortadan kaldırılması demektir. Dolayısıyla
böyle bir şeyden yasaklanmışlardır. Veba bulunan yerden çıkmaları ise,
kendilerine vebanın isabetine mâni olacak şeyi —ki oradan uzaklaşmak oluyor—
tahsîl demektir. Birincinin hikmeti açıktır, ikincinin hikmetine gelince, sırf
dînî açıdan ele alındığında bu yasak Allah'ın kaderinden kaçmak ve sadece
sebeblere bel bağlamak mânâsına geleceğinden olmalıdır. Sıhhî açıdan ele
alındığında ise, bu kaçış sırasında kişi ve eşyalarına mikrop bulaşabileceği
için gittiği yere de hastalığı taşıyabilecektir, işte bu sebeblerden dolayı
çıkış da yasaklanmıştır.
[23] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/288-291