Vaz'î Hükümlerin Dördüncü Nevi: Sıhhat Ve Butlan
(Sahîh Ve Bâtıl)
Birinci
Mesele: Sıhhatin Anlamı
Vaz'î hükümlerden
dördüncü nevi de sıhhat ve butlan olmaktadır. Bu konu da üç mesele halinde
işlenecektir:
"Sıhhat"
sözcüğü iki anlamda kullanılır:
a) [1]Amelin üzerine
neticelerinin dünyada terettüp
etmesi mânâsında. Mesela ibâdetler hakkında "sahihtir"
dediğimizde bu "o ibâdet yeterlidir, zimmeti temize çıkarıcı vasıftadır,
kazası olanlarda kazayı düşürücü özelliktedir" ve benzeri[2] bu
mânâyı ifâde eden sözler mânâsına gelir. Keza muamelât hakkında
"sahihtir" dediğimizde, bu "Şer'an mülkiyeti gerektirir,
evlilikte kadının kadınlığından istifâdenin helalliğini, şâir akitlerde akit
konusu şeylerden faydalanmanın mübâhlığmı [3]ağlar"
ve daha başka bu mânâya gelen diğer şeyler demek olur.
b) Amelin üzerine neticelerinin âhirette terettüp etmesi
mânâsında: Mesela sevabın terettübü gibi. Mesela "Bu sahih bir ameldir."
denilir. Bh kullanılış şeklinde cümlenin mânâsı "Âhirette ondan dolayı
sevab umulur.[4] demek olur. İbâdetler konusunda
bu çıktır. MtıAmelât[5]
konusuna gelince, sevap bu amelle Şâri'in em-rino imtitmle niyet etmesi ve emir
ya da nehyin gereğini kasdetmiş olması açısından olur. Muhayyer kılınan bir
şeyin yapılması durumunda da, teşrîden gafil olarak ve mücerred kendi hazzını
değil de Şâri'in o konuda kendisini muhayyer kılmış olması kasdını bulundurması
yönünden sevaba nail olur. Bu da bu açıdan "sahih amel" diye
isimlendirilir. Bunlar fukahânın üzerinde durmadığı garîb bir kullanış şekliyse
de, üzerinde Gazzâlî vb. gibi ahlâk âlimleri tarafından yeterince durulmuştur.
Bu konu selefin üzerinde titizlikle durdukları bir husustur. Bu konuda
Gazzâlî'nin niyet ve ihlâs konusunda naklettikleri üzerinde düşünmek gerekir. [6]
Butlandan kasdedilen
mânâ nedir? 'Butlan' terimi 'sıhhat'in karşılığı olmaktadır ve iki mânâsı
vardır:
a) İşlenilen amel üzerine dünyada neticelerinin terettüp
etmemesi. Mesela ibâdetler hakkında "Bu ibâdet yeterli değildir; zimmeti
temize çıkarmaz; kazayı da düşürmez" dediğimiz gibi, aynı mânâda olmak
üzere "Bu ibâdet bâtıldır" da deriz. Ancak burada bir ko-[293] nu
üzerinde durmak gerekir: Çünkü ibâdetin bâtıl olması yerinde de açıklanmış
olduğu üzere ancak o ibâdetle ilgili Şâri'in kasdına muhalefet edilmiş
olmasından dolayı olmaktadır. Fakat bazan muhalefet bizzat ibâdetin kendisinde
bulunan bir özellikten dolayı[7]
olabilir ve bu durumda da onun hakkında 'bâtıl' lafzı kullanılır. Mesela
niyetsiz ya da bir rükûsu ya da secdesi eksik olarak kılınan namaz vb. gibi.
Bazan da ibâdetin özünden ayrı haricî bir vasıftan dolayı olur ve yine de
'bâtıl' diye nitelenebilir. Mesela gasb edilmiş bir arazîde kılınan namaz
gibi.[8] Bu
konuda yasağın namazın özünden ayrı olduğu konusu üzerinde durulur ve bu açıdan
bakıldığı zaman namaz sahîh olur. Zira bu namaz Şâri'in maksadına uygun
olarak vuku bulmuştur. Vasıf yönünden muhalif düşmesi sıhhatine zarar vermez.
Bu yaklaşımın aksine, kazandığı vasıf açısından da yaklaşılabilir ve bu açıdan
ele alındığında gasbedilon bir arazide kılınan namaz sahîh olmaz; aksine bâtıl [9]hükmünde
bulunur. Zira Şâri'in maksadına uygun olan namaz böyle bir vasıftan uzak
bulunan namazdır; gasbedilen bir arazi üzerinde kılınan namaz böyle bir
özellikte değildir. Buna benzeyen diğer konularda da durum aynıdır.
Yine muamelât hakkında
da "Bu bâtıldır", deriz ve bununla mülkiyetin meydana gelmesi,
kadınfardan istifâdenin iıelal olması, istenilen şeyle faydalanılması... gibi
"kendisinden beklenilen faydaların şer'an meydana gelmeyeceği
"mânâsını kasdederiz. Muamelât konusu genelde dünyevî maslahatların
teminine yönelik olmak üzere konulmuştur. Bu itibarla'muâmelâtla ilgili
hususlarda iki açıdan konuya yaklaşılır:
a) Onların şer'an izin verilmiş ya da
yapılmaları emredilmiş bir şey olması açısından.
b) Kulların maslahatlarına yönelik olmaları
açısından.
Bir grup birinci açıya
mutlak surette itibarda bulunarak ikinci kısmı tamamen ihmalde bulunmuşlar ve
aynen ibâdetlerde olduğu gibi onun emredilmesine olan muhalefeti, onun
maksadına muhalefet olarak kabul etmişlerdir. Sanki bunlar bu tür emirlerin de
taabbudî olduğu şeklinde bir eğilim ortaya koymuşlardır. İleride Makâsıd
bahsinde de geleceği gibi, mânâsı akılla kavranılabilen her konuda bir
taabbudîlik anlamı da bulunmaktadır. Durum böyle olunca, Sâri' Teâlâ'nın emrine
muhalefetle karşılık vermek, o fiilde ilgili Şâri'in hitabı (emri) dışına
çıkmış olma neticesini gerektirecektir. Fiiller işlenirken Şâri'in hitabından
çıkılmış olması, o fiilin gayrı meşru olduğu hükmünü ortaya koyar. Gayrı meşru
olan bir şey de bâtıldır. Dolayısıyla Şâri'in hitabı dışında cereyan eden ibâdetlerin
sahîh olmaması gibi, bu da aynı şekilde sahîh olmayacaktır.
İkinci kısma gelince,
buna da bir grup ilkini ihmal etmeksizin itibarda bulunmuşlar ve meseleyi
maslahata itibar mevkiinde mütâlâa etmişlerdir. Şöyle ki: Bunlara göre amelin
bâtıl olmasını gerektiren mânâ üzerinde durmak gerekecektir: Eğer amelin
bâtıllı-ğını gerektiren mânâ tolAfisi mümkün olmayacak şekilde hâsıl ya da
hâsıl hükmünde ise, o amel kökten bâtıl olacaktır.[10]
Şâri'in yaısklamıı olduğu hususlarda nail ulan da budur, Çünkü bir |«y hakkında
gor'l yatağın bulunmuş olmanı, o ycydc mükellefin bir ma«l«-hntı bulunmamasını
gerektirir, üurei ilk bakışta mükellefin bir marilabatımn bulunabileceği
düşünülebilir; ancak iyico üzerinde durulduğunda öyle olmadığı görülecektir. Ye
I Umun ki mm- farklı dü-tjünso bile Allah Teâlâ o şeyde kula yönelik bir
maslahat olmadığını bilir ve o yüzden de onu yasaklar.
Eğer o şeyin
bâtıllığını gerektiren mânâ bir müddet hâsıl ya da hâsıl hükmünde ise, fakat
telâfi imkânı bulunuyorsa, bu takdirde o amelin bâtıllığına hükmedilmez.
Nitekim İmâm Mâlik müdebber[11]
kölenin satışı hakkında "Bu satış reddedilir; ancak müşteri aldığı bu
köleyi azad ederse reddedilmez."demiştir. Çünkü bu satış akdi mrf kölenin
azâd konusundaki hakkından ya da efendi tarafından iPİMibi ortaya konulan azâd
konusuna taalluk eden Allah hakkından dolayı men edilmişti. Böyle bir kölenin
satılması, efendinin ölümünden sonra o kölenin azâd edilmesi durumunu genelde
ortadan kaldırıcı bir tasarruftur. O yüzden de yasaklanmıştır. Ancak
müş-Lerinin o köleyi azad etmesi durumunda Şâri'in azâd konusundaki kasdı
tahakkuk etmiş olacaktır; bu itibarla artık bu satış reddedilmeyecektir. Fâsid
olarak akdedilen kitabet akdi de, mükâteb[12] köle
azâd edilmedikçe aynı şekilde reddedilir. Keza gasbeden kimsenin gasbettiği
şeyi satması hakkı gasbedilen kimsenin izin (icazet) ya da reddine bağlıdır.
Çünkü bu satışın yasaklanması onun hakkı sebebiyledir. Dolayısıyla o izin
verdiği zaman caiz olacaktır. Bir diğer [gB5i misal yasak olan satış ve selefle[13]
ilgilidir. Eğer (akitle birlikte borç talebinde bulunma gibi) selef şartı koşan
kimse, bu şartını düşürecek olursa, bazı görüşlere göre tarafların akdettikleri
şey caiz ve geçerli olacaktır. Çünkü akit, ileri sürülen şartın düşürülmesiyle
şer'-an telâfi edilmiş olmaktadır. Nitekim Berîre hadisinde böyle olmuştur.[14]
Fâsid akidlerin tashihi konusunda Hanefîler Berîre hadisinin gereği
doğrultusunda yürümüşler ve mesela şigâr nikâhı[15],
ikidirhemi bir dirhemle değişme[16] gibi
yapılan akitlerin, fftuid od mi unsuru ortadan kııldmıırtk lûretiylt*
tashihinin mümkün olacakını kabul etmişlerdir. Onlara göre verdiğimiz
misallerde ve daha benzeri bir açıdan akdin bâtıllığını (onlara göre
fâsidliğini) gerektiren unsurların bulunması durumunda, eğer bu unsurlar
ortadan kaldırılırsa akid sahîh ve geçerli bir hal almaktadır.[17] Bunu
şöyle izah etmek mümkündür: Şâri'in yasaklaması bir durumdan dolayı idi. Bu
durum ortadan kalkınca yasak* da ortadan kalktı. DolayiHiyla akit Şâri'in
kasdına uygun hale geldi. Bu ya akdin ilk yapıldığı zamana doğru geriye
yürüyerek meydana gelmiş olacak ya da tashihin şu anda yapıldığı nazar-ı
itibara alınarak geriye doğru yürüme-den meydana gelmiş olcaEtîr.
Bu izah tarzı,
kulların maslahatlarının taabbudîlik hükmüne galebe çaldırılması esâsına bina
edilmektedir.
'Bâtıl' kelimesinin
ikinci mânâsı: İşlenilen amel üzerine âhirette neticelerinin terettüp etmemesi
şeklindedir. Bu neticoltır-den de maksat sevap olmaktadır. Bu mânâda bâtılın
hem ibâdetler hem de muamelât için tasavvuru mümkündür:
İbâdetler ilk ıstılahî
mânâda[18]
bâtıl olurlar ve bu durumda üzerlerine bir mükâfat terettüp etmez. Çünkü ilgili
emrin gereğine uygun olarak işlenmemişlerdir. Keza ilk ıstılahî mânâda sahîh de
olabilirler; fakat üzerlerine bir sevap terettüp etmez. Birincisinin örneği
insanlara gösteriş için ibâdette bulunan kimsenin durumudur. Bu kimsenin
yaptığı ibâdet dünyada yeterli değildir ve üzerine bir sevap da terettüp etmez.
İkincisinin misali de, sadakada bulunup da arkasından başa kakıp, eza veren
kimsenin durumudur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey inananlar! Allah'a
ve âhiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını sarfeden kimse gibi,
sadakalarınızı başa kakma ve eza etmekle boşa çıkarmayın (iptal etmeyin)[19]"And
olsun, eğer Allah'a ortak koşarsan, işlerin şüphesiz^ boşa gider ve hüsranda
kalanlardan olursun.[20]
Hadiste de Hz. Âişe validemiz (Ümmü Muhabbet'e): "Git Zeyd b. Erkam'a
söyle: Şüphesiz ki o, eğer tevbe etmezse Rasûlullah L "'^»""C |
ile yapmış olduğu cihâdını iptal etmiştir." demiştir.[21] Bu
hadis iptali hakîkî anlamında alan kimselerin görüşüne göre delîl olmaktadır.
Muamelâtla
ilgili olan ameller de aynı şekilde "üzerine bir sevap terettüp
etmez" anlamında bâtıl olabilirler. Burada bâtılın birinci anlamında
kullanılışıyla ikinci anlamında kullanılışı arasında fark yoktur. Birincisine
örnek olarak şer'an feshedilmiş olan akitleri gösterebiliriz. İkincisine örnek
olarak da, sırf arzu ve heveslerin şevki ile yapılmış ve Şâri'in hitabına
herhangi bir iltifatta bulunulmamış amelleri verebiliriz. Meselâ arzu ve
heveslerin HAikiyle yeme, içme, yapılan akitler vb. bir kasıd bulunmaksızın
ü'nâdüfî olarak Şâri'in izin ya da emrine uygun düşerse bu kısma örnek teşkil
ederler. Bunlar Şâri'in emir ya da iznine uygun düştüğü için şer'an kabul
görmüş ameller olacak ve dünyevî neticeleri üzerine terettüp edecektir. Bununla
birlikte emre imtisal kasdı bulunmadığı için üzerine âhirette terettüp edecek
bir sevap bulunmayacaktır. Çünkü ameller niyetlerine göredir. Kısaca arzu ve
heveslerin sâikiyle işlenilen ameller, eğer Şâri'in kasdına uygun düşecek
olursa, o amelde bulunan kimsenin yaşadığı sürece baki kalır; o dünyadan
çıkınca, dünya hayatının sona ermesiyle amelin varlığı da sona erer ve bâtıl
olur: "Sizin yanınızda olanlar biter. Allah katında olanlar ise bakîdir.[22]
"Ahiret kazancını isteyenin kazancını artırırız; dünya kazancını isteyene
de ondan veririz; ama âhirette bir payı bulunmaz.[23]
"Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel
olan her şeyi harcadınız, onların zevkini sürdünüz; ama bugün.[24] Bu
ve benzeri nass, zahir ya da işaret yoluyla delâlette bulunan deliller Şâri'in
hitabını yerine getirmiş olmak için yapılmayan amellerin dünyadan öteye
aşamayacağını göstermektedir. İşte bu noktadan hareketledir ki, muamelâtla
ilgili amellerinin neticelerini de yarın fthirat güntindu görmok isteyen
kimseler, o amellere bitişik ve kendilerine bu neticeyi sağlayacak olan bir
kasıd ve niyetin bulunması konusunda son derece özen göstermişlerdir. Bu konuda
İhya ve benzeri kitaplara bakılabilir. [25]
'Butlan' (bâtıl)
teriminin ikinci mânasında[26]
kullanılman muamelâtla ilgili amellere nisbetle olmak üzere bir taksime tutulmak
icab edecektir. Zira muamelâtla ilgili bir amel —taabbud kas-dından uzak
bulunduğunda— ya kasıdla yapılmışlar ya da kasıdsız. Kasıdla yapılmış olan da
ya sırf şehvet ve arzu neticesinde yapılmıştır ve bu sırada Şâri'in emrine
uygun olup olmadığına bakılma-mıştır. Ya da Şâri'in emrine uygunluğuna bakılmış
ve yapılmış veya muhalif bulunduğu görülmüş ve terkedilmiştir. Bunlarda ya
kasdî olarak ya da kasıdsız olarak yapılmıştır. Böylece dört kısım karşımıza
çıkmaktadır:
1.
Kasıdsız yapılmış
olması: Gaflet halinde ve uyku hâlinde iken yapılan ameller gibi. Daha önce, bu
tür kasıd bulunmadan yapılan amellere ne talebi gerektirici ne de muhayyer
kılıcı bir hitabın taalluk etmeyeceğini; bu tür hareketlerde ne sevabın ne de
cezanın söz konusu olmayacağını belirtmiştik. Çünkü âhirette bir fiil üzerine ceza
ya da sevabın terettüp edebilmesi için, o fiilin teklif hitabı dahilinde
bulunması gerekmektedir. Teklîfî hitabın taalluk etmediği bir fiile, haliyle
onun (teklifin) neticeleri de terettüb etmeyecektir.
2.
Mükellefin sırf kendi
garazına ulaşmak kasdıyla yapması. Bu fiilden dolayı da —birincisinde olduğu
gibi— kendisine herhangi bir sevap terettüp etmeyecektir. Gerçi bu kısımda
yapılan fiile teklîf hitabı taalluk etmekte veya vâcib olarak vuku bulmaktadır;
ama bu neticeyi değiştirmemektedir. Mesela borçların ödenmesi, vedîa ve
emânetlerin sahiplerine iade edilmesi, çocuklar üzerine in-fakta bulunulması
vb. gibi. Yasak olan şeyleri sırf tabiatı götürmediği için yapmayan kimsenin
durumu da bu kısım altına girer.Çünkü ameller niyetlere göredir. Hadis-i şerifte:
"Kimin hicret (ni-yet)i Allah'a ve Rasûliine ise, onun hicreti Allatt ve
Rasûlünedir. Kimin de hicreti elde etmek istediği bir dünyalık ya da nikahlamak
istediği bir kadına ise, onun hicreti de hicret etmiş olduğu o şeye-dir.[27]
buyrulmuştur. Hadisin mânâsı üzerinde ittifak vardır ve şeriatta kesin olan bir
hükmü getirmektedir. Bu ve bundan önceki kısım ikinci kullanılış şeklinin
gereği olmak üzere bâtıldır. E9M]
3.
Şâri'in emrine
uygunluğu zoraki olarak göz önünde bulundurma ve fiili böylece işleme durumu.
Mesela kişi falanca kadından murad almak ister. Ancak kadının yüz vermemesi ya
da kadının akrabalarından fırsat bulamaması gibi sebeplerle zina yoluyla
ar-ausuna ulaşamaz ve sırf ona ulaşabilmek için bir vâsıta olmak üzere onunla
nikahlanır. Bu da aynı şekilde ikinci kullanış tarzına göre bâtıl olmaktadır.
Çünkü Şâri'in emrine uygunluk hükmüne sırf naçar kaldığı için başvurmuştur.
Eğer başka yoldan ulaşabilseydi nikaha gitmeyecekti. Nikâhı arzusuna ulaşmak
için bir vâsıta olarak görmüş; ona Allah mübâh kıldığı için tevessülde
bulunmamıştır. Bu tür tasarruflar birinci kullanış tarzına göre bâtıl sayılmamaktadır.
Benzeri bir örnek [28]de
zoraki alınan zekâttır. Çünkü birinci kullanılış şekline göre böylesi bir
zekat sahihtir. Zira kaza yükümlülüğünü düşürmekte zimmeti temize
çıkarmaktadır. Bu ikinci kullanış şekline göre ise bâtıl olmaktadır. Keza haram
olan şeyleri dünyada iken ceza görmekten dolayı ya da insanlardan utandığı vb.
için terkeden kimsenin durumu da aynıdır. Bu yüzdendir ki, hadler sadece
'(günaha) keffâret' (örtücü) kabul edilmişler[29] ve
hiçbir durumda onların neticede sevab getireceklerine Şâri'ce işarette
bulunulmamıştır. Bu konuda asıl olan 'amellerin niyetlere göre ol-ması'dır.
4.
Fiili işlemesi ve bu
arada onun Şâri'in kasdına uygunluğuna bilinçli olarak dikkat etmesi. Mesela
bir şeyin mübâh olduğunu öğrendikten sonra o şeyi yapması. Bununla birlikte
şayet o şey mübâh olmasaydı yapmayacaktı şeklinde bir kararlılık ve şuura
sahip olması. Bu kısım üzerinde ancak "mübâh" bahsinde durulur. Yapılması
emredilen ya da terkedilmişi istenilen şeyi sırf emre uymuş olmak kasdıyla
yapmış ya da terketmiş olması durumunda ise işlemesi ya da terki her iki
itibarla[30] da sahîh olacaktır.
Nitekim bu- [•*•" nun aksi de, yani muhalefet kasdıyla emredilen şeyi
terketmesi, terki istenilen şeyi de işlemesi her iki itibarla da bâtıl
olmaktadır. Geriye mübâh olan bir fiili, Sâri' Teâlâ'nın kendisini muhayyer kılması
hasebiyle yapması ya da terketmesi konusu üzerinde durmak kalıyor: Mükellef bu
iki taraftan birisini sırf kendi hazzı için tercihte bulunacak olsa, bu
durumda karşımıza üç ihtimal çıkacaktır:
a) Birinci itibar açısından sahîh, ikinci itibar
açısından da bâtıl olacaktır. Bu ihtimal, mubahın ortaya çıkardığı sonuçların
gözardı edilerek bizzat kendisi açısından ele alınması esası doğrultusunda
geçerli olmaktadır.
b) Her iki itibara göre de sahîh olacaktır. Çünkü
hazzına ulaşmak için Şâri'in kendisini muhayyer kıldığı bir yolu araştırmış ve
bulmuştur. İzin verilmeyen bir yola başvurmamıştır. Nitekim kişinin kendi
zevcesiyle ilişkide bulunmasından dolayı sevap alacağı şeklindeki hadiste buna
dikkat çekilmiş ve sahabenin "Kişi şehvetini giderecek sonra da sevap mı
görecek?!"diye hayretlerini belirtmeleri üzerine Hz. Peygamber'in [
al7SStu ] "Ne dersiniz? Şayet o kişi şehvetini haram yolla giderseydi, ne
olurdu?"[31] şeklinde buyurması buna
bir işaret olmuştur. Bu bahis bu kitabın "Mekâsıd" bahsinde genişçe
ele alınacaktır.
c) Kül olarak ele alındığında yapılması istenilen mübâh
hakkında her iki itibara göre de sahîh olması; yine kül olarak ele alındığında
terkedilmesi istenilen mübâha nisbetle de birinci itibara göre sahîh, ikinci
itibara göre de bâtıl olması. Hüküm lor in iki kısmından ilki (yani teklifi
hükümler) bahsinde ortuyn konulan esaslar üzerine câri olan da işte budur.
Üçüncü vu ikinci ihtimaller, mübâh olan fiilin mâhiyetinden hariç bııyka bir
durumun dikkate alınması neticesinde olmaküı lk«n, birincisi bizzat mubahın
kendisine nazaran olmaktadır,
Fasıl:
İkinci itibarla
"sıhhat" tabirinin kullanıldığı şey ya ibâdettir ya da muamelâtla
ilgilidir. Eğer ibâdetse, o takdirde genel anlamda bir taksim yok demektir.
Eğer muamelâtla ilgili bir amel ise, o takdirde bir taksime tabi tutmak
gerekebilir. Şöyle ki: Kişi onu işlerken taabbud kasdının yanında ya kendi
hazzına yönelik bir kasıd da bulundurur ya da bulundurmaz. Birinci ihtimale
göre de haz kasdı taabbud kasdına ya galebe çalar ya da çalmaz. Böylece üç kısım
ortaya çıkar:
a) İşlenirken taabbud kasdı yanında herhangi bir nefsî
haz
bulunmaz. Böylesi bir
amelin sıhhati konusunda herhangi bir problem yoktur.
b) Taabbud kasdı,
güdülen hazza galebe çalar: Bunun da sahih olmasında bir şüphe yoktur.
Çünkü gâlib olan taabbud kasdı olmaktadır ve hüküm de ona verilmektedir. Diğer
kısım ise yok farzedilmektedir.
c) Hazzın taabbud
kasdına galebe çalması: Bu durumda iki ihtimal vardır:
1. İkinci itibara
göre de bunun sahîh olması. Bu durumda galebe çalınan (mağlûb) taraf amel
ettirilmiş olacak ve ibâdetlerin aksine muamelât bahislerinde haz tarafının
amelleri zedelemeyeceği esas alınmış olacaktır.
2. Sadece birinci itibara göre sahih olup, ikinci
itibara göre sahîh olmaması. Bu durumda da galebe çalma hükmü amel
ettirilmiş olacaktır. Bu
taksimin ve ilgili delillerin
açıklanması bu kitabın "Mekâsıd" bölümünde inşallah gelecektir. [32]
[1] Buhârî, Tıb 30; Müslim, Selâm 92-94; Ahmed, 1/178. Bu
hadis, yirminci asır insanlarının biz bulduk diye öğündükleri karantinanın
aslını teşkil eder. Her iki cihette de, mâniye doğru mâni olması açısından bir
kasıd bulunmaktadır. Şöyle ki: Veba bulunan bir yere gelmeleri, âdeten kendilerine
de isabetini engelleyecek mâni'in ortadan kaldırılması demektir. Dolayısıyla
böyle bir şeyden yasaklanmışlardır. Veba bulunan yerden çıkmaları ise,
kendilerine vebanın isabetine mâni olacak şeyi —ki oradan uzaklaşmak oluyor—
tahsîl demektir. Birincinin hikmeti açıktır, ikincinin hikmetine gelince, sırf
dînî açıdan ele alındığında bu yasak Allah'ın kaderinden kaçmak ve sadece
sebeblere bel bağlamak mânâsına geleceğinden olmalıdır. Sıhhî açıdan ele
alındığında ise, bu kaçış sırasında kişi ve eşyalarına mikrop bulaşabileceği
için gittiği yere de hastalığı taşıyabilecektir, işte bu sebeblerden dolayı
çıkış da yasaklanmıştır.
[2] "Sâri'
Teâlâ'nın emrine muvAfıktır." gibi.
[3] "Faydalanmanın huHÛlünÜ, türeme ve tenasülün
meydana gelmesini" denilmez. Çünkü bıınlur bazan nuhîh olanda
bulunmayabileceği gibi bâtıl olanda da bulunabilir,
[4] Müellif "hâsıl olur" dıgil do
"umulur" ifâdesini kullanmıştır. Çünkü müellife itirazda
buluiıul«hilsoc|i gibi, sevap bazan sahîh olan namaz üzerine terettüp de
etmeyebilir
[5] Daha önce de geçtiği gibi mesela nikah cüz olarak ele
alındığında men-dûbdur ve bu muâmeletla ilgili bir konudur. Dolayısıyla böyle
bir niyeti olmadıkça herhangi bir sevap yoktur. Nitekim borcun edası, çocuklar üzerine nafakanın
temini, vedianın geri iadesi gibi muamelâttan olan vâcibler hakkında ileride
gelecektir.
[6] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/291-292
[7] Rükün ve şartlarındaki eksiklikler gibi.
[8] Keza yasaklanılmış günlerde tutulan oruçlar gibi.
[9] Bâtıl ve fâsid tabirleri llııııofilor dışındaki diğer
usûlcülere göre eş-anlam-lı kelimelerdir.hanefiler ise bu gibi konularda bâtıl
değil de "fâsid" tabirini kullanırlar. Onlara göre bâtılın tashih
imkanının olmaması buna karşılık fasidin tahsis edilebilmesi farkın esâsını
teşkil eder. Nitekim ileride gelecektir.
[10] Meselâ anne karnınıİHkl yavrunun »atışı gibi. Bu tür
satışlarda satışın bâtıl olmasını gtrtıkttran mlnt mevcut ve devamlıdır. Zira
anne karnındaki yavrunun satışı meselesinde bey' akdinin rüknü bulunmamaktadır.
Telâfi yoluyla tashihi de mümkün değildir.
[11] Müdebber köle: Azâd olması efendisinin ölümüne bağlı
olan köle demek-tir.(Ç)
[12] Mükâteb köle: Hürriyete kavuşmak üzere efendisi ile
belli bir meblağ karşılığında anlaşarak bunları taksitlere bağlayan ve böylece
yeni bir statü kazanan köledir. Bu tür köleler son taksitlerini ödeyinceye
kadar hâlâ köle kabul edilirler, ancak akidle birlikte tasarruf hürriyetlerini
kazanmış olurlar. (Boynu köle, eli hür). (Ç)
[13] bkz. s. 274, 187. dipnot.
[14] Berîre hadisinde Berîre'nin sahipleri ileri sürdükleri
şartlarını düşürmemişlerdir. Aksine onlar şartlarında ısrar etmişlerdir. Ancak
bu şartı Sâri' düşürmüştür. Hadis için bkz. s. 213, 274.
[15] Mehir vermemek şartıyla, bir kimsenin kendi
yakınlarından birini, diğer birinin yakınlarından birisini kendisine
nikahlaması karşılığında ona nikahlaması. (Mehirsiz değiş-tokuş etmek). Burada
akdi ifsad eden unsur mehir verilmemesi şartıdır. Bu şart kaldırılırsa nikah
Hanefîlere göre sahîh olur
[16] Buradaki ifsâd edici unsur aynı cinsten olan gümüşün
mübadelesi sırasındaki karşılıklardan birinin fazlalığıdır. Bu fazlalık da
kaldırılırsa akid sıhhate inkılab edor.
[17] Hanefîlere g(irc "bâtıl" ana karnındaki
yavrunun satışı gibi, bizzat kendisinden kaynuklunıtn bir özellikten dolayı
gayrı meşru olan şeylerin yapılmasıdır. Arızî bir vumduıı dolayı gayrı meşru
olan şeylerin yapılması ise onjara göre "fftsid" olnuıktndır.
Fasidin, fesadı gerektiren vasfın ortadan kaldırılmasıyla tauhîhi mümkün
olmaktadır. Ribâda fazlalığın düşürülmesi örneğinde olduğu gibi. Bu durumda
yeni bir akde ihtiyaç bulunmamakta, eski akid Mihhııt v* yürürlük
kazanmaktadır.
[18] Yani dünyada üzerim mtioelttriııin terettüp etmemesi
anlamında.
[19] Bakara, 2/264.
[20] Zümer, 39/65. Allah'a ortak koşma ile yapılan ibâdet
her iki manâsıyla da yani hem dünyada, hem de âhirette bâtıldır.
[21] el-Âliye şöyle anlatır: "Hz. Âişe'nin yanında
oturuyordum. Ümmü Muhabbet geldi ve ona:
"—Ey mü'minlerin
annesi! Zeyd b. Erkam'ı tanır miydin? diye sordu.
O da: Evet, diye cevap
verdi. Kadın devamla:
"—Ben ona atâ
(maaş) zamanına kadar bir cariyeyi veresiye olmak üzere sekizyüze satmıştım. O
satmak istedi ve ben de ondan altıyüze
peşin olarak geri satın
aldım, dedi. Bunun üzerine Hz. Âişe:
"—Ne kötü bir
satın alışta bulundun! Ne kötü bir satışta bulundu. Git
Zeyd b. Erkam'a..." Hadis için bkz. Beyhakî, Sünen 5/331.
[22] Kehf, 18/109
[23] Şûra, 42/20.
[24] Ahkâf, 46/20.
[25] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/292-297
[26] Yani üzerine âhirette neticelerinin (sevap) terettüp
etmemesi anlamında.
[27] bkz. Buhârî, İmân 41; Müslim, İmâre 155 ...
[28] "Benzeri bir örnek" tabirini kullanmıştır.
Çünkü zekât ibâdetlerden olup konuyla burada ilgisi yoktur. Konuya açıklık
getirmesi amacıyla buraya alınmıştır.
[29] Had ikâmesi, üzerine had icra edilen kimsenin irtikap
ettiği fiili sebebiyle söz konusu olan vaz' hitabının sebebiyet verdiği bir
teklîf hitabı dâhiline girmektedir. Tabiî bu haddi ikâme edecek olan devlet
başkanına nis-betledir. Üzerine had tatbik edilen kimseye nisbetle ise, ortada
kendisine yönelik bir hitap bulunmamaktadır. Dolayısıyla da kendisinde bir
niyetin bulunması beklenecek değildir. Çünkü haddin ikâmesi kendi ameli değildir.
Ancak Mâiz, Gâmidli kadın, Cüheyneli kadın misallerinde olduğu, gibi, bizzat
gelerek irtikap ettikleri zinadan temizlenmek amacıyla ceza uygulanması
talebinde bulunan ve üzerlerine recm tatbik edilen kimselerin durumu üzerinde
durmak gerekecektir.
[30] Buradaki ve blftldun ntacak »lan birinci itibar,
ikinci itibar ifâdelerinden bâtıl ve »»hfh iitlAhİMrinııı birinci ve ikinci
mânâları kasdedilmeli-dir.
[31] bkz. Ahmed, 6/178,
[32] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/297-300