Vaz'î Hükümlerin Beşinci Nevi: Azimet Ve Ruhsat 1

Birinci Mesele:Azimet 1

İkinci Mesele. 6

Ruhsatın Hükmü: 6

Üçüncü Mesele. 10

Dördüncü Mesele. 14

Beşinci Mesele. 15

Altıncı Mesele. 17

Yedinci Mesele. 24

Sekizinci Mesele. 32

Dokuzuncu Mesele. 36

Onuncu Mesele. 36

On Birinci Mesele. 38

 

 

 

Vaz'î Hükümlerin Beşinci Nevi: Azimet Ve Ruhsat

 

Vaz'î hükümlerden beşinci nevi azimet ve ruhsat bahsi olmak­tadır.

 

Birinci Mesele:Azimet

 

"Azîmet'[1] baştan konan genel mahiyetti (küllî) hüküm-lerdir. "Genel mâhiyetli (küllî)"olmasından maksat, belli mükelkf-lere ve belli hallere mahsûs olmaması demektir. Mesela namaz gi-bi. Çünkü namaz bütün hallerde ve bütün mükellefler için mutlak ve genel bir şekilde meşru kılınmıştır. Oruç, .zekat, hac, cihııd vt İslâm'ın esaslarından olan diğer küllî yükümlülükler de aynı ^«kil. de azîmet türünden olan hükümlerdendir. Azîmet kapsamı ic'Uİ» ne aslında maslahatın teminine yönelik olarak meşru kılımın ,<<y« ler de girmektedir. Bunjar iki dünya saadetinin teminine yom-lllt olmak üzere meşru kılınan satış , icâre ve diğer bedelli akitler, ke> za işlenilen cinayetlerle ilgili hükümler, kısas ve tazminat hüküm» leri gibi şeylerdir. Kısaca şer'î küllî hükümlerin tamamı bu kısım­dandır.

Tarifte geçen "baştan konan" ifâdesinden kasıt ise, onunla Sâri' Teâlâ'nın ilk baştan teklifi hüküm inşâsında bulunmak İHtâ-miş olması[2] ve ondan önce şer'î bir hükmün bulunmuş olmamalı­dır. Eğer daha önce bir hüküm bulunur, fakat önceki hüküm bu 80-nuncusuyla neshedilmiş olursa, bu neshedici olan sonuncusu da küllî ve genel maslahatlara bir giriş ve hazırlık olmak üzere baştan konan hüküm gibi kabul edilir.                                               Bir sebeb üzerine vârid olarak gelen küllî hükümler de azimet kapsamı dışına çıkmazlar. Çünkü hükmü gerektiren sebebler daha önce yok olabilirler. Ortaya çıktıklarında da kendilerine uygun hü­kümleri gerektirirler. Bu tür hükümler de azîmet kapsamı dahilin-de olurlar. Örnekler: "Ey inananlar! (Peygamberi çağırırken yanlış mânâya çekilebilen ve bizi gözet anlamına gelen) 'râınâ' demeyiniz.

(ünün ytrine yina aynı mânâda olan) 'unzurnâ' deyiniz.[3] "Al­lah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar'da bilmeyerek, aşırı gidip Allah'a sövmesinler.[4]"Rabbinizden refah istemeniz­de bir engel (günah) yoktur[5] "Allah nefsinize güvenemeyeceğini-zi biliyordu. Bu sebeble tevbenizi kabul edip sizi affetti; artık eşleri­nize yaklaşabilirsiniz.[6] "Allah'ı sayılı günlerde anın. Günahtan sakınan kimseye acele edip, Mina'daki ibâdeti iki günde bitirse gü­nah yoktur, geri kalsa da günah yoktur.[7] Bu ve benzeri âyetlerde getirilen hükümler böyledir. Çünkü sebeb, duyulan ihtiyaca binâen peyderpey  gelen  hükümlerin  yerleştirilmesi  için  birer  hazırlık mâhiyetindedirler. Bütün bunları 'azîmet' terimi kapsamaktadır. Çünkü bunlar baştan konulmuş küllî hükümlerdir. Keza genel ifftdelerden yapılan istisnalar ve diğer tahsis görmüş hükümler de buttan konulmuş küllî hükümlerden sayılmaktadır. Mesela: "İkisi Allah'ın yasalarını koruyamamaktan korkmadıkça kadınlara ver­diklerinizden bir şey almanız size helal değildir. Eğer Allah'ın ya-mlarını ikisi koruyamayacaklar diye korkarsanız, o zaman kadı­nın fidye vermesinde ikisine de günah yoktur.[8] "Apaçık hayasız­lık etmedikçe onlara verdiğinizin bir kısmını alıp götürmeniz için onları sıkıştırmayın.[9] âyetleri gibi. Keza âyette "Müşrikleri öl­dürünüz.[10] buyrulmuşken hadisle kadın ve çocukların öldürülme­leri yasaklanmıştır.[11] Bütün bu tür istisna ya da tahsis yoluyla ge­tirilen hükümler de azimet kapsamı içerisinde bulunmaktadır.

Ruhsat: Haramlığı gerektiren küllî bir asıldan istisna olmak ve sadece ihtiyaç mahallerine has kılınmak üzere me­şakkat veren bir özür sebebiyle meşru kılınan hükümlerdir.

"Bir özre mebnî meşru kılınmış olması", usûlcülerin ruhsat için zik-[302]    retmiş oldukları özelliği teşkil etmektedir.[12]Ruhsat tarifinde "meşakkat veren" kaydını getiriyoruz. Çünkü özür sırf bir ihtiyaç neticesi olabilir ve ortada meşakkat bulunma­yabilir. Bu durumda o şey ruhsat diye isimlendirilmez. Mesela kiraz (mudârabe) akdinin meşru kılınması gibi. Kırâz akdi aslında bir özürden dolayı meşru kılınmıştır. Bu özürde' sermâye sahibinin ticâret için koşturmaktan âciz olmasıdır. Bununla birlikte kırâz ak­di özür ve acziyetin bulunmaması burumunda-da caizdir. Müsâkât, karz, selem akitleri de aynı şekildedir. Bütün bunlar her ne kadar haram olan bir asıldan istisna edilmiş tasarruflarsa da, onları 'ruh­sat' kapsamı içerisine koymak mümkün değildir. Bunlar ancak "küllî olan hâciyyât" ada .altına giren tasarruflardır. Hâciyyâttnn olan şeylere ise âlimlerce 'ruhsat' adı verilmez.

Bazan da özür tekmîlî (tamamlayıcı) bir asıla yönelik olabilir ve ona yine de 'ruhsat' adı verilmez. Mesela namazı ayakta kılama-yan ya da meşakkatle kılabilen bir kimsenin oturma haline intikal etmesi meşrudur. Her ne kadar bu şekilde namaz kılması namazın rükünlerinden birini ihlal ediyorsa da meşakkat sebebiyle istisna­ya tabi tutulmuş ve o kişi hakkında kıyam (ayakta durma) farzı ke­sinlik kazanmamıştır. Bu kesin olarak bir ruhsat olmaktadır. Eğer bu ruhsata sahip olan kimse imam ise o takdirde ne olacaktır. Hz. Peygamber [ "kJSSto1 ] hadislerinde: "İmâm ancak kendisine uyul­ması içindir. Bu itibarla eğer o oturarak kılarsa siz de hep beraber oturarak kılınız.[13] buyurmuşlardır. Şimdi bu durumda cemâatin oturarak namaz kılmaları bir özür nedeniyle olmaktadır. Ancak cemâat hakkında söz konusu olan özür meşakkat değil, imâma mu­vafakat etme[14], muhalefet etmeme talebiyle ilgilidir. Böyle bir şey küllî asıldan özür sebebiyle müstesna edilmiş olsa bile ruhsat diye isimlendirilemez.

Ruhsatların bir özre dayanılarak küllî bir asıldan istisna yo­luyla meşru kılınmış olması, onların baştan konulmuş hükümler olmadıklarını göstermekteddir. Bu yüzden de ruhsatlar 'küllî (ge­nel)' özellik arzetmezler. Öyle gözükseler bile bu arızî olarak olur. Yolcu için namazı kısaltma ve oruç tutmama hükümlerinin caiz görülıti(»ni namaz v« oruç hükümlerinin istikrar kazanmasından son­ra olmuş kabul «dilmektedir. Her ne kadar oruç âyetleri bir defada aynı anda nazil olmug olsa da, istisna bir nevi kendisinden istisna adi İn n şeyin (müstesna minh) hükmünün istikrarından neş'et eden ikinci bir hüküm olmaktadır, "...fakat, darda kalana günah sayıl­maz.[15] âyetinde söz konusu edilen naçar durumda kalan kimse için lâşe yeme hükmünde de durum aynıdır.

"Sâdece ihtiyaç alanına has olması" da ruhsatların özel­li İtlerinden biri olmaktadır. Küllî hâciyyâttan olmak üzere mcşrû kılınan hükümlerle ruhsatlar arasındaki ayırıcı özellik de işte bu nokta olmaktadır. Çünkü ruhsatların meşru kılınması cüz'îİlik taşımakta ve sadece ihtiyaç anma hasredilmektedir. Yolcun bitmesi durumunda kişinin namazları kısaltma ve oruç tut­uluma ruhsat hükmünden asıl olan namazların tam olarak kılın­man ve oruçların tutulması esâsına dönmesi vâcib olacaktır. Otu­rarak namaz kılma durumunda olan kimse ayakta kılmaya kadir olduğu zaman artık oturarak kılamayacaktır. Teyemmümle namaz kılan suyu bulduğu zaman abdest ile namazını kılmak zorunda ola­caktır. Diğer ruhsatlarda da durum aynıdır. Karz (ödünç), kırâz (mudârabe) ve müsâkât akidlerinde ise durum böyle değildir. Bun­lar ruhsatlara benzeseler de bu arzettiğimiz ıstılâhî mânâda ruh­sat değillerdir. Çünkü bunlar özür ortadan kalksa da meşrûdurlar. Mesela bir insanın ihtiyacı olmasa da borç alabilir; bizzat kendisi ya da ücretle bakabilme imkânına sahip olsa bile bahçesini ortak­lığa (müsâkât) verebilir; keza bizzat kendisi çalıştırmak ya da üc­retle birini istihdam etmek suretiyle sermayesini işletebilme imka­nı olmasına rağmen mudârabe akdinde bulunabilir. Benzer diğer tasarruflarda da durum aynıdır. Kısaca azîmet baştan konul­muş küllî bir asıla yönelik iken ruhsat, o küllî asıldan istis­na edilen cüz'î bir hususa yönelik olmaktadır.

Fasıl:

Bazan 'ruhsat' tabiri, mutlak surette haramlığı (meni) gerek­tiren küllî bir asıldan istisna edilen şeyler hakkında ve meşakkat veren bir özür sebebiyle olmasına aldırış edilmeksizin de kullanılır. 1304] Bu mânâda ruhsat tabiri içerisine karz (ödünç), mudârabe (kırâz) ve müsâkât akitleri, musarrât hadisinde sözü edilen sağılan süt karşılığında bir sâ' yiyecek verilmesi meselesi, ariyye yani hurma ağacı üzerindeki taze yaş hurmaları tahminî olarak kuru hurma karşılığında satma meselesi, diyetin âkile üzerine yüklonmosi vb. gibi meseleler de girecektir. "Hz. Peygamber, yanında ol­mayan şeyi satmayı yasakladı"; "Selem hakkında ruhsat (izin) ver­di." hadisi[16] buna delâlet etmektedir. Bu mânâda ruhsatlar   hâ-ciyyât esasına dayanmaktadır. Hâcî asıla dayanması açısından bi­rinci mânâsında ruhsat ile müştereklik göstermekte ve isimlendir­me konusunda onun hükmüne tabi olmaktadır. Nitekim haram olan asıldan istisna durumunda da üzerine birinci mânâsında ruh­sat hükmü cereyan etmektedir. Mazur imâma uymak için oturarak namaz kılan cemâatin durumları ile imâmla kılınan korku namazı da bu mânâda ruhsat altına girer. Ancak bu iki mesele hâciyyâttan değil de, tekmîlî[17] asıldatı«alınmış olurlar. Her ne kadar bir asıldan alınmış olmasalar da haklarında 'ruhsat' tabiri kullanılır. Nitekim bazan zarûriyyâttan olan asıldan alınan bir durum için de ruhsat tabiri kullanılmaktadır.[18] Mesela ayakta durmaya güç yetireme-yen kimsenin namaz kılması gibi. Böyle bir kimse hakkında ruhsat zarurî olup hâcî bir özellik taşımamaktadır. Hâcî olması ancak kıyama kadir olması fakat namazda ya da bu yüzden kendisine bir meşakkat dokunması durumunda olmaktadır. Bütün bunlar açık­tır.

Fasıl:

Bazan 'ruhsat' tabiri bu ümmettten kaldırılmış olan ağır yükümlülükler ve zor işler anlamında kullanılmaktadır. Bu tür işler ve yükümlülüklere şu âyetlerde delâlet bulunmaktadır: "Rab-bimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi, bize de ağır yük yükle­me.[19] "O peygamber, onlara uygun olanı emreder ve fenalıktan meneder, temiz şeyleri helal, murdar olan şeyleri haram kılar; on­ların ağır yüklerini indirir, zor tekliflerini hafifletir.[20] Çünkü

 ruhsat kelimesi sözlükte 'yumuşaklık' mânâsına gülmektedir. Bazı hadislerde vârid olan 'ruhsat' ifâdeleri işte bu mânâya (yani kaldı­rılmış olan ağır işler ve zor yükümlülükler mânâsına) yorulur. Me­sela bir hadiste şöyle denilir: "Hz. Peygamber bir iş yaptı da o işe ruhsat verdi.[21] "Allah azimetlerinin yapılmasını sevdiği gibi ruhsatlarının yapılmasını da sever.[22] hadisindeki ruhsat ta­birinin de bu mânâya yorulması mümkündür. Bu konunun izahı ileride inşallah gelecektir. Kolaylık ve hoşgörü esası üzere gelen şeriatımızda mevcut bulunan müsamaha ve yumuşaklık, daha önce geçen milletlerin yüklenmiş oldukları ağır azimetlere (yükümlülük­lere) nisbetle 'ruhsat' olmaktadır.

Fasıl:

Ruhsat tabirinin kullanıldığı bir diğer mânâ da mutlak[23] su­rette kullara bir genişlik olmak üzere onların hazlarına ulaşmaları­nı, arzularını gidermeyi temine yönelik olmak üzere meşru kılınan hükümler olmaktadır. "Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.[24] "Ehline namaz kılmalarını emret ve sen de ona dâim ol. Biz senden rızık istemiyoruz.[25] âyetleri ve benzer­lerinde Yüce Allah ilk azimet hükmünü açıklamış olmaktadır. Bu ayetler genel ve tafsili olarak kulların Allah'ın mülkü olduğunu ifâde etmektedir. Bu itibarla kulların O'na teveccüh edip yönelme­leri, ona ibâdet uğrunda bütün çabalarını sarfetmeleri bir görevleri olmaktadır. Çünkü onlar Allah'ın kullarıdırlar ve Allah katında herhangi bir hakları olmadığı gibi, ona karşı bir hüccetleri de bu­lunmamaktadır. Buna göre, Allah'ın kulların nazlarım elde etme ve arzularını tatmin yönünde bir teşride bulunması durumunda bu onlar için bir nevi ruhsat olacaktır. Çünkü bu tür hazlann eldedilmesine yönelik davi'nıu^lar, Allah'tan başkasına yönelmek ve kulluğun gereği dışında başka şeylerle uğraşmak mânâsına gel­mektedir.

Bu yaklaşımda azimet, mutlak ve genel olarak emirlere yapış­mak, yasaklardan da kaçınmak ve bunlardan «alıkoyacak her türlü mubahlarla meşgul olmayı terketmek olacaktır. Emirlerin vâcib ve­ya mendûb; yasakların  mekruh ya da haram olması arasında bir fark gözetilmemektedir.  Çünkü emreden kimsenin emrinden mak-   [ao«ı şadı genel anlamda ona uyulmuş olmasıdır. Kul tarafından göz önünde bulundurulan hazlann elde edilmesi konusunda verilen izin ruhsat olmaktadır. IJu itibarla mükellef için hafifletici ve  ge­nişlik getirici her hüküm bu mânâda ruhsat kapsamına girmekte­dir. Azimetler, Allah'ın kullar üzerindeki hakkı; ruhsatlar ise Allah'ın bir lutfu neticesinde kulların elde ettikleri haz-ları olmaktadır. Bu tertib üzere mubahlarla ruhsatlar, her ikisi de kullar üzerine getirilen genişlik olmaları, ondan güçlüğü kaldır­maları ve hazzını temine yönelik olmaları hasebiyle müştereklik göstermektedirler ve mubahlar —bu bakış açısına göre— bazı kere­ler mendûblarla tearuz haline girmekte ve kul bazan âhiretteki hazzını dünyadaki hazzı üzerine tercih etmekte, bazan da Rabbinin hakkını kendi hakkına tercih etmektedir.[26] Bu durumda birinci şıkka göre mubahı işlememek suretiyle onu doğrudan ortadan kal­dırmış veya ikinci şıkka göre Rabbinin hakkını alarak kendi hazzı­nı terketmiş olur. Bu durumda kendi hazzı Allah'ın hakkına tâbi olarak bulunmuş olur. Maksûd olan ve öncelik verilen bizzat Al­lah'ın hakkı olmuş olur. Kula düşen gücü yettiğince çaba ve gayre­tini ortaya koymaktır; Allah ise dilediği gibi hükmedecektir.

Bu, sonuncu yaklaşım tarzı hâl erbabından bulunan Allah'ın velî kullarına has olmaktadır. Keza hallerden yükselmiş kimseler de bu mânâya itibarda bulunmakta ve şâkirdlerini (talebelerini) bu yaklaşım üzere terbiyeye tabi tutmaktadırlar. Dikkat edilecek olur­sa bunların görüşlerinin, ilmin azimetlerini almak ve ruhsatlardan tümden kaçınmak şeklinde olduğu görülecektir. Hatta öyle bir neticeye varnıişiardır ki, hûcî olan bütün asılları veya büyük bir kısmı­nı hep ruhsatlardan telakkî etmişlerdir.  Bu ise  ruhsatın  son mânâsından da anlaşılacağı üzere, kulun hazzına yönelik şeyler ol-[307]   maktadır. Bu mânâ ileride açıklanacaktır.

Fasıl:

Ruhsat tabirinin bu dört mânâsı ortaya konulunca görülmüş­tür ki, bunlardan bir kısmı sadece belli insanlara, bir kısmı da bü­tün insanlara hastır. Bütün insanlara has olan ruhsatlar birinci anlamda olan ruhsatlardır. Ruhsat bahsine getirilecek ayrıntılar (teferruat) da bu kullanılış şekli üzerine bina edilecektir. Ruhsat tabirinin ikinci kullanılış şekli hakkında ise burada söz edilmeye­cektir. Çünkü bu mânâda ruhsat üzerine düzenlenecek herhangi bir netice (furû) yoktur. Sadece şer'î bir kullanılış şekli olduğunun belirtilmesi için yer verilmiştir. Üçüncü kullanılış şekli de aynıdır. Dördüncüsüne gelince bu kullanılış şekli sadece belli bir kesime has olduğu için, onun üzerinde de özel olarak durulmayacaktır. Şu kadar var ki, birinci mânâsı üzerine düzenlenecek neticelerden (furû), dördüncü mânâsında ruhsatlar üzerine yapılacak düzenle­meler anlaşılmış olacaktır. Bu sebebten dolayı da özel olarak onun üzerinde durmaya ihtiyaç bulunmamaktadır. [27]

 

İkinci Mesele

 

Ruhsatın Hükmü:

 

Ruhsatın sadece ruhsat olması açısından hükmü mübâhlıktır.

 

Delilleri:

1.

Bu konuda mevcut bulunan nasslar: Bu konuda şu âyetleri zikredebiliriz: "Fakat darda kalana, başkasının payına el uzatma­mak ve zaruret miktarını aşmamak üzere günah sayılmaz.[28] "Açlıktan darda halan, günaha haymakıuzın yiyebilir.Allah bağışlayandır, mtrhametli olandır.[29]"Yolculuk ettinmı na­mazı kısaltmanızda size bir sorumluluk yoktur.[30] "Gonlıı ununla dolu olduğu halde, zor altında olan kimse müstesna...[31] Hu vi benzeri diğer âyetler mücerred "ona bir günah yok" ; "Allah bağış­layandır ve merhametli olandır." gibi ifâdelerle güçlüğün (haraç), günahın ve sorumluluğun kaldırıldığına delâlet etmekte vo ruhsa­tın hükmünün mübahlık olduğunu*göstermektedir. Bu âyetlorin tü­münde ruhsatların işlenmesini gerektirecek bir emir bulunmıımjtk-tadır. Aksine bu âyetlerde azîmet hükmün terki neticesinde boktan-ti hâlinde olunan günah ve sorguya çekilme neticelerinin  kaldırıl­dığı, aslî ibâha hükmünü* getiren pek çok nasslarda mevcut bulu­nan üslûp içerisinde belirlenmiştir. Aslî ibâha hükmü getiren nnm-ların üslûbu ile ilgili olmak üzere şu âyetleri hatırlayabiliriz: "Ka­dınlara el sürmeden ve mehirlerini biçmeden onları basarsanız sim sorumluluk yoktur.[32] "Rabbinizin kereminden 'istemenizde s iz t bir günah yoktur.[33]"Böyle bir kadınla kapalı bir şekilde evlenmt teklif etmenizde ve içinizden onlarla evlenmeyi geçirmenizde s iz t bir sorumluluk yoktur.[34] Ve buna benzer sadece günahın kaldırıl* mış ve istenilmesinin caiz görülmüş olduğunu belirten diğer âyutler gibi.  Keza ruhsatın mübâhlığını belirtmek üzere  şu âyette  dt delâlet bulabiliriz: "Sizden bu ayı idrak eden oruç tutsun; hasta vt yolculukta olan, tutamadığı günlerin sayısınca diğer günlerde tut­sun.[35] Hadiste de şöyle vârid olmuştur: "Sahabe Rasûlullahla birlikte yolculuk yaparlardı. İçlerinden kimisi namazı tam kılar, kimisi de kısaltırdı; kimisi oruç tutar, kimisi de tutmazdı.Hiçbiri diğerini kınamatdı.[36] Bu konuya delalet edecek deliller ti»!   çoktur,

2.

'Ruhsat' kelimesinin aslı mükellefin yükümlülüğünü hafiflet­mek ve ondan güçlüğü kaldırmak demektir. Böylece mükellefin uzîmet hükümle ruhsat hüküm arasında bir tercihte bulunabilmesi ve bunun neticesinde yükümlülüğün getirdiği yükün kulun tercih ve vüs'ati dahilinde olması demektir. Bunun da aslı mübahlık olu­yor. Allah şöyle buyurur: "Yerde olanların hepsini sizin için yara­tan O'dur[37]"Ey Muhammedi De ki: "Allah'ın kulları için yarattı­ğı ziynet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir?[38]Pek çok nime­tin /.ikrinden sonra da şöyle buyrulur: "Sizin ve hayvanlarınızın faydalanması için.[39] Ruhsatın asıl anlamı kolaylık ve yumuşaklık demektir. R-H-S kökü kolaylık ve yumuşaklık bildirmek için konul­muştur. Mesela Araplar iyice yumuşak olan şey hakkında "şeyun ruhsun"; pahalılığın zıddı olan bolluk, ucuzluk için "ruhs" tabir ederler; "Ruhhıse lehu fil-emri fe terahhase hüve fîhi"denilir ve bu ifâdeyle kendisinden işi sonuna kadar götürmesi istenilmemesi ve onun da buna meyilde bulunması mânâsı kasdedilir. Bu ve benzeri diğer kullanılış şekilleri bu kökün kolaylık ve yumuşaklık mânâ­sına geldiğini göstermektedir.[40]

3.

Eğer ruhsatlar mendûb ya da vâcib olmak üzere işlenmeleri emredilen bir şey olsalardı, o takdirde ruhsat değil azimet olurlar­dı. Oysa ki durum tersidir. Vâcib kendisinde tercih hakkı bulunma­yan kesin ve bağlayıcı talep olmaktadır. Mendûbda da bir talep bu­lunması açısından durum aynıdır. Talep bulunduğu içindir ki, mendûblar hakkında "Hafifletme ve kolaylaştırma için meşru kılın­mış hükümlerdir." dememiz mümkün olmamaktadır. Durum böyle olunca ruhsat üt tnıri bir artıda dU|Unm«k iki zıt şeyi bir ur oyu ft> tirmek kabilinden aksaktır. Bütün bunlar gösteriyor ki, ruhsatlar, ruhsat olmaları açıtından yapılmaları emredilen şeyler değillerdir.

Îtlraz: Bu konuya iki açıdan itiraz mümkündür:

1) Arzedilen deliller meseleden gözetilen maksada delâlet ede­cek durumda değildir. Zira bir şeyi işleyen kimseden günahın kaldı­rılmış olduğunun, bir sorumluluk terettüp etmeyeceğinin belirtil­mesi o şeyin mübâh olmasına delâlet etmez. Çünkü o şey bazan vâ­cib ya da mendûb da olabilir,. Mesela birincisine "Şüphesiz Safa v$ Merve Allah'ın nişânelerindendir. Kim Kabe'yi hacceder veya umr$ yaparsa, bu ikisini de tavaf etmesinde bir günah yoktur.[41] âyetini örnek olarak gösterebiliriz. Bilindiği üzere bu âyette "bir günah yoktur" ifadesiyle belirtilen Safa ve Merve arasında tavaf vâcib ol­maktadır. "Günahtan sakınan kimse acele edip, Mina'daki ib&dtti iki günde bitirse günah yoktur.[42] âyetinde ise beklemek mendûb olmak üzere talep edilmekte; orada bekleyen kimsenin acele eder«k iki gün sonra ayrılandan daha üstün bir davranışta bulunmuş ola* cağı belirtilmektedir. Buna benzer daha başka örnekler de bulun­maktadır.

Burada itirazımızı çürütmek için "Bu âyetlerin sebebleri var­dır. Şöyle ki; Hz. Âişe hadisinde[43] de belirtildiği üzere, müslüman-lar bunlarda günah olacağını düşünüyorlardı. Onların bu düşünce­lerini izâle için bu âyetler inmiştir." denilemez. Çünkü biz diyoruz ki: Mübâh olan şeyler hakkında da bazan hükümler sebeblerden dolayı inmiştir. Bu sebebler de o şeylerin günah olabileceği düşün­cesidir. Mesela: "Rabbinizin kereminden istemenizde size bir günah yoktur.[44]"Evlerinizde veya babalarınızın evlerinde... izinsiz ye­mek yemenizde de bir sorumluluk yoktur.[45]"Ancak, gözleri gör­meyen kimse savaşa gelmezse ona bir sorumluluk yoktur: topala ve hastaya da sorumluluk yoktur.[46] "Böyle bir kadınla kapalı bir şekildi tvltnmt teklif ttınenizde ve onlarla evlenmeyi içinizden ge­çirmenizde Hİze bir sorumluluk yoktur.[47]

Bütün bu âyetlerde ifâde edilen hususlarda ve benzeri durum­larda bir günah ve sorumluluğun bulunacağı zannedilmekte ve bu zannın ortadan kaldırılması için de âyetler inmektedir. Her iki ko­nu da bu açıdan birbirine eşit olduğuna göre, günahın ve sorumlu­luğun kaldırılmasına temas eden nasslarda, özellikle ibâha (mü-bâhlık) hükmüne bir delâletin bulunacağını söylemek mümkün ol­mayacaktır. Bu durumda da ruhsatın hükmü bu nasslardan değil, başka yerlerden, başka delillerden çıkarılmak zorunda olacaktır.

2.

Alimler ruhsatlar içerisinde yapılması emredilen şeylerin bu­lunduğunu beyan etmişlerdir. Mesela açlıktan ölmek durumunda olan bir kimsenin lâşe vb. haram olan şeyleri yemesi kendisine vâcib olmaktadır. Keza Arafat'ta ve Müzdelife'de namazların cem' edilerek[48] kılınmasının sünnet olduğunu belirtmişlerdir. Yolcunun namazının kısaltılması konusunda da farzdır veya sünnettir veya [3ii] müstahaptır denilmiştir. Hadiste de: "Allah ruhsatlarının işlenil-mesini sever.[49] buyrulmuştur. Ayette de: "Allah sizin için kolay­lık diler, zorluk dilemez.[50] buyrulur. Buna benzer daha pek çok nass bulunmaktadır. Dolayısıyla bir tafsile gitmeden ruhsatın hük­mü mutlak olarak mübâhhktır demek mümkün gözükmemektedir.

Cevap: Dilin konulusu açısından baktığımızda bir şey hakkın­da "güçlük ve günahın kaldırılmış olması" ifâdesinin kullanılmış ol­masının, o şeyin alınmasının ya da kullanılmasının mübâh olması mânâsını gerektireceğinde bir şüphe bulunmamaktadır. Lafızla başbaşa bırakıldığımızda görüyoruz ki, lafız genel anlamda fiilin işlenmesi konusunda izin mânâsının bulunduğunu bildirmektedir. Günahın ve güçlüğün kaldırılması konusunda gerçi özel bir sebeb varsa da, bizim özel sebebi göz önünde bulundurmaksızın lafzın ge­reği doğrultusunda hareket etme hakkımız bulunmaktadır. Bazan daha önceden mevcut olan bir âdete ya da sonradan ortaya çıkan bir düşünceye müıtonld (duruk şmt'mn mubah olan bir «eyin ilişil­mesinde de bir gunntt bulunduğu yanlış anlayışı mevcut olabilir, Nitekim bazıları tavafı elbise ile yapmada, bazı yiyecekleri yamada günah olacağını zannetmişlerdir. Bu yüzden de "Allah'ın kullan için yarattığı ziynet ve temiz rızıklan haram kılan kimdirt[51] Ayati nazil olmuştur. Babaların, annelerin ve âyette zikri geçen diğar |t-hısların evlerinden yemek yemek; iddet içerisindeki kadına, kendi' siyle evlenmek arzusunda olduğunu çıtlatmak ve be-nzeri diğer ko­nularda da durum aynıdır. "Bu ikisini  tavaf etmesinde bir günah yoktur.[52] ifâdesi de aynı şekilde izin mânâsı vermektedir. Sa'yin vâcib olması hükmü isej "Safa ve Merve Allah'ın nişanelerindin» dir."  kısmından ya da daha başka bir delilden   alınmış olmakta­dır.[53] Bu durumda burada tenbih , terkin caiz olması ya da olma­ması noktasından sarfı nazarla mücerred izin üzerine olmaktadır. Sonra bizim âyeti özel sebebi[54] üzerine yormamız da mümkündür ve bu durumda "nişânelerindendir" ifâdesi lafzı aslî konuluş mânâ-   tilil sından çeviren bir karine olmuş olur. Haddi zâtında mübâh olup da bir sebebi bulunanlara gelince, bunlar izin mânâsında kendisi için bir sebeb bulunmayanlarla aynı olmaktadırlar ve burada bir prob­lem de yoktur. Diğer âyet[55] ve bu mânâda vârid olan diğer do H İler hakkında edilecek söz de bu tertîb üzere câri olacaktır.

İkinci noktanın cevabına gelince, daha önce de geçtiği gibi emirle ruhsat arasını bulmak (cem), birbirine zıt olan iki şeyi bir araya getirmek demektir. Dolayısıyla vücûb ya da mendûbluğun bizzat ruhsatın kendisine değil de mutlaka aslî bir azimete  dönük(râci) olması gerekmektedir. Şöyle ki; naçar durumda kalıp da, helâl yoldan nefsini kurtarma imkanı bulamayan bir kimseye, lâşe yemesi konusunda kendisine ulaşacak sıkıntıyı kaldırmak ve açlık elemini bertaraf etmek için kendisine ruhsat verilmiştir. Eğer telef olmaktan korkuyor ve lâşe yemek suretiyle de nefsini helakten ko­rumak imkanı buluyorsa, "Nefislerinizi öldürmeyiniz" [56]âyeti gere­ğince nefsini helâktan kurtarmakla memurdur. Nitekim bu durum­daki kişi sâdece lâşe yemek suretiyle değil, imkan bulduğu başka yollarla da nefsini helakten kurtarmakla memur olmaktadır. Hatta böyle bir kimsenin hali bir uçuruma rastlayan kimsenin durumu gi­bidir. Hiç şüphesiz o kimsenin uçurumdan uzaklaşması matlûptur ve kendisini oraya düşürmesi yasaktır. Şimdi böyle bir durum için ruhsat tabiri kullanılamaz. Çünkü burada söz konusu olan talep baştan mevcut bulunan küllî bir asıldan kaynaklanmaktadır. Lâşe [313] yemediği zaman helak olmaktan korkan kimsenin durumu da aynı­dır ve o da nefsini kurtarmakla memurdur. Dolayısıyla —her ne kadar kendisinden güçlüğü kaldırmış olması açısından ruhsat de­mek mümkünse de— nefsini helâktan koruması açısından bakıldı­ğında ona ruhsat denilmesi mümkün değildir.

Netice olarak diyebiliriz ki, genel anlamda nefsin muhafazası (ihyâsı) azimet olmak üzere matlûp bulunmaktadır. Burada söz ko­nusu olan durum da o azimet hükmün dahiline giren kısımlarından birisidir. Ruhsat fiillere güçlüğün kaldırılması için izin verilmiş ol­duğunda da şüphe yoktur. Keza burada söz konusu olan durum da onun dairesine giren bir bölümüdür. Dolayısıyla cihetler aynı değil farklıdır. Cihetler farklı olunca zıtlık (münâfîyet) ortadan kalkacak ve ikisi arasını bulma (cem) imkanı doğmuş olacaktır.

Arafat ve Müzdelife'de namazların birleştirilmesi (cem) ve ben­zeri meselelere gelince, bunların matlûp olduğu görüşünde olanlara göre ruhsat olduklarını kabul etmiyoruz. Aksine bunlar bu görüş sahiplerine göre bir azîmet hüküm olmakta ve o şekilde ibâdet edil­mek durumundadırlar. Namazların yolculuk sebebiyle kısaltılması hakkındaki "Namaz ilk önce ikişer rekat olmak üzere farz kılın­mıştı. Sonra mukim halinde iken dörde tamamlandı. Sefer halinde iken ilk farziyeti üzere baki bırakıldı.[57] şeklindeki Hz. Âişe hadisi de buna delâlet etmektedir. Sefer esnasında namazın kısaltılması hükmünün güçlük ve meşakkate dayandırılması (talîli) onun ruh­sat olduğuna delâlet etmez. Çünkü güçlüğün kaldırılmasına yöne­lik her hükme ruhsat adı verilmemektedir.[58] Eğer öyle olsaydı otakdirde geriştin piifdlfi bütün hükümlerin, daha Önceki prîatla-ra nisbetle daha haftf olması bakımından ruhsat olmam gerekirdi. Veyahut namazın dört rekat olarak meşru kılınması ruhsat olurdu, Çünkü semâda elli rekat olarak meşru kılınmıştı. Keza karz, mülâ-kât, kırâz (müdârabe), diyetin âkile üzerine konulması bütün bun» lar ruhsat olacaktı. Halbuki daha önce de geçtiği gibi öyle değildir. Mücerred ibâha hükmü dışarısına çıkan her. şey ruhsat değildir, "Allah ruhsatlarının işlenmesini sever." hadisinin açıklanman il» ileride gelecektir.[59]Yine mubahlar da hep aynı düzeyde doğildir, Bazı mubahlar vardır ki Allah'a sevimli gelir [60]bazıları da vardır ki ona Allah buğz eder. Nitekim bu konu "Teklifi Hükümler" bah­sinde geçmiş bulunmaktadır. "Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez.[61] ve benzeri âyetlere gelince burada da durum aynıdır, Çünkü mübâh olan ruhsatların meşru kılınması bir kolaylaştırma ve güçlüğün kaldırılması demektir. (Dolayısıyla ruhsatların matlûp olduğu ve hükmünün mübâhlık olmadığı neticesi bu delillerden çıkmaz.) Tevfîk ancak Allah'tandır. [62]

 

Üçüncü Mesele

 

Ruhsatlar aslî değil izafîdir; yani ruhsatı işlemek konu­sunda herkes kendi vicdanıyla haşhaşadır ve herkes kendi fetvasını vermek durumundadır. Ancak mutlaka riâyet edilme­si gereken şer'î bir sınır varsa o zaman durum farklı olabilir. Mese­lenin açıklanması çeşitli açılardan olacaktır:

1.

Ruhsatın sebebi meşakkattir. Meşakkat ise güçlülük, zaaf ve ortamın farklılığına, keza azimli olup olmamaya, zamandan zamana, işten işe göre değişiklik arzeder. Mesela bir gün bir gecelik bir yolu emniyetli bir şekilde, güven duyduğu arkadaşları içerisinde, binerek, yavaş yavaş ve günlerin kısa olduğu kış günlerinde almak­la, bunun zıddı olan şartlar altında almak farklıdır. Dolayısıyla bu farklılığa göre namazların kısaltılması ve orucun tutulmaması ko­nuları da farklılık arzedeceklerdir. Aynı şekilde bizzat insanların farklı karakterlerinin bir neticesi olmak üzere sefer meşakkatleri ve zorlukları karşısında gösterilecek sabır ve tahammül de farklı olacaktır. Nice güçlü, dayanıklı insanlar vardır ki çölleri aşmak on­lar için âdet halini almıştır ve böyle bir yolculuk durumunda en kü­çük bir sıkıntı ve tasa duymazlar; dolayısıyla yolculuk sırasında ibâdetlerini yapmak için yeterince güçlü olur, tam olarak ve vakit­lerinde edâ kudretine sahip olurlar. Nice insanlar da vardır ki tam bunların aksine dayanıksız ve tahammülsüzdürler. Açlık ve susuz­luk karşısında gösterilecek metanet ve sabır da aynı şekildedir. Keza durum korkaklık, cesaret ve zabt altına alınması mümkün ol­mayan daha başka durumlara göre de farklılık arzedecektir. Na­maz, oruç ve cihâd gibi yükümlülüklere nisbetle hastanın durumu da aynı şekildedir. Durum böyle olunca, şer'î hafifletmede göz önünde bulundurulan meşakkatin ne özel bir kriteri ne de herkes için geçerli ve bidüziyelik arzedecek bir tarifi/ belirlenmiş bir sınırı bulunmamaktadır. Bu yüzdendir ki, Sâri' Teâlâ bu gibi konularda sebebi illet yerine ikâme etmiş ve hükümlerde meşakkati değil de [315] seferi göz önünde bulundurmuştur. Çünkü sefer, meşakkatin muh­temelen bulunacağı en makul bir durum (meşakkatin mazinnesi) olmaktadır. Öbür taraftan yolculuk sırasında namazı kısaltma ve orucu tutmama konusunda da her bir mükellefi kendi vicdanıyla başbaşa bırakmıştır. Meşakkatlerle ilgili birçok konuyu içtihada bı­rakmıştır. Mesela hastalık gibi. Birçok insan hastalığı sırasında ay­nı hastalığa yakalanan başka kimselerin yapamayacaklarını kolaylıkla yapabilirler. Dolayısıyla ruhsat bu iki kişiden biri için meşru olurken diğeri için olmaz. Bunda herhangi bir şüpheye ma­hal bulunmamaktadır. Şu halde ruhsatların sebebleri genel ve te­mel bir kural altına girmemekte ve elde onları ölçebilecek bir kıstas bulunmamaktadır. Aksine bu sebebler her mükellefe göre tamamen izafî bir durum arzetmektedir. Şiddetli açlığa maruz kalan bir kim­se, eğer açlığa metanet ve sabır gösterebilecek bir kimse ise, açlık sebebiyle kendisine bir noksanlık arız olmayacaksa —Arapların da­yanıklılığı ve bazı velî kullardan nakledildiği gibi— o takdirde böyle bir kimsenin lâşe yemesinin hükmüyle, böyle olmayan meta­netsiz birisinin yemesinin hükmü aynı olmayacaktır.[63]

321.

2.

Bazan müknlkfln yaptığı İşe kendisini sovkeden motifler (saik) bulunabilir ve bunun neticesinde başkalarına çok ağır gelen o iş kendisine çok hafif gelebilir. Buna misal olmak üzere âşıkların kat­lanmış oldukları sıkıntı ve zorlukları hatırlamak yeterlidir. Bunlar kendiliklerinden pek çok sıkıntıları göğüslemekte, bu uğurda ener­jilerini tüketmekte, aradan uzun zanjan geçmesine rağmen ilk işle­rinde hâlâ tahammül ve sabır göstermekte ve bütün bunları sevgili­lerinin hoşnudluğunu elde etmek için yapmaktadırlar. Bunlar ta­hammül ettikleri bunca sıkıntı ve meşakkatlarin kendilerine çok hafif geldiğini hatta onları» kendileri için bir haz ve nimet oldukla­rını belirtmektedirler. Halbuki aynı şeyler başkaları için büyük bir işkence ve acıklı bir azâb kabul edilmektedir. Âşıkların bu tavrı meşakkatlerin sebeblere ve nisbet edildikleri şeylere göre farklılık arzedeceğinin en güzel bir delîli olmaktadır.

3.

Meşakkatlerin izafî olduğuna delâlet eden nasslar bulunmak­tadır. Mesela visal orucu[64] ve bütün zamanlan ibâdet içerisinde ge­çirme hakkında gelen hadisleri bu doğrultuda değerlendirebiliriz. Sâri' Teâlâ kullarına olan rahmet ve merhametinin bir neticesi ola­rak rıfk ve yumuşaklıkla emirde bulunmuştur. Hz. Peygamber'i  vefatından sonra gelen bazı kimseler, nehyin sebebinin —ki güçlük ve meşakkat olmaktadır— kendi haklarında mevcut ol­madığını bildiklerinden dolayı visal orucunu tutmuşlardır. Bunlar visal orucu tutmalarına rağmen, bu durumun kendilerini ihtiyaçla-;     nnı yerine getirmekten alıkoymadığını, yollarına suluktan kendile-)     rini engellemediğini, kendileri için herhangi bir güçlük ve sıkıntı İ     meydana getirmediğini belirtmişlerdir. Güçlük ve sıkıntının ancak |     zorlanan ve bunun neticesinde de zarurî ve hâcî ihtiyaçlarını yerine I     getirmekten kendilerini alıkoyan kimseler hakkında söz konusu olacağını ifâde etmişlerdir. Ruhsatın sebebinin izafî oluşunun mâ­nâsı işte budur. Sebebinin izafî oluşundan ruhsatın da aynı şekilde olması gerekecektir. Ancak bu yaklaşım, meşakkatin cinsi ile nev'i-lerinden biri üzerine istidlal olmaktadır[65] Bu haliyle delîl olacak durumda değildir. Ancak daha önceki istidlal şekli üzerine eklene­rek bir delîl şeklinde mütâlâası mümkündür. Deliller bahsinin "umûm" faslında da zikredileceği gibi, mürekkep delille istidlal sa­hihtir.

Îtîraz: Ruhsatların meşru kılınmasında muteber olan güçlük (haraç) iki kısımdır:

a) Ya mükellefin üzerinde bir işe ya da ibâdete kendisini vermeye muktedir kılmayacak kadar ya da onu emredildiği şekilde yaptırmayacak kadar etkisi olan güçlüktür.

b) Ya da bu ölçüde müessir olmayan, aksine mükellefin sabrı ve azmi karşısında yenik düşen güçlük.

Eğer birinci nev'iden ise, o güçlüğün ruhsat mahalli olduğu açıktır. Ancak ruhsatın işlenmesi, güçlüğün derecesine göre kendi­sinden ya vâcib ya da mendûb olmak üzere istenilecektir. Eğer ruh­satın işlenmesi emredilmiş oluyorsa, o takdirde daha önce de geçti­ği gibi o ruhsat olmayacak; azimet olacaktır.

Eğer ikinci nev'den ise, bu takdirde de amelde ne bir güçlük ne de meşakkat bulunmayacak, sadece mutâd amellerde bulunan güç­lük ve meşakkatler olacaktır. Bu tür güçlük ve meşakkatler ise, [iii7] ruhsat için illet olabilecek durum ve güçte değillerdir. Her iki kı­sımda da ruhsat mahalli bulunmadığı ortaya çıkınca —üçüncü bir şık da yoktur— ruhsat kökünden ortadan kalkmış olacaktır. Oysaki ruhsatın mevcudiyeti hakkında icmâ vardır. Bu bir tutarsızlıktır. Böyle tutarsız bir temel üzerine binen şey de tutarsızdır.

Cevap: Bu itiraza iki açıdan cevap verilecektir: BİRİNCİSİ:

1. Bu sorunun (itiraz) başka bir açıdan tersine çevrilmesi mümkündür. Çünkü bu soru bütün ruhsatların ya vâcib ya da men­dûb olmak üzere emredilmiş şeyler olmasını gerektirir. Zira farze-

.

dilen hiçbir ruhmt yoktur ki, bu b»hi» onda câri olmasın. Soru htr iki taraflı da mü|tf*rek bir ilsAmı (bağlayıcılığı, teslimiyeti) gerek-tirdiğine göre, delîl olamaz ve dikkate alınmaz.[66]

2. Kabul edilse bile iki durumdan dolayı soru yine lâzım gel­mez: Birincisi: Ruhsatların iki kışıma inhisar ettiği konusunda bir delîl yoktur; bu ikisi arasında pekâlâ bir üçüncü kısım da bulunabi­lir. Bu üçüncü kısım da, güçlüğün amele etki etmemesi, mükellefin de o güçlük karşısında sabır ve metanetini yitirmiş olmaması hâ­lidir. Herkes hastalık ya da yolculuk sırasında oruç tutarken bir güçlük ve sıkıntı duyar. Bununla birlikte bu güçlük onu seferden alıkoymaz. Hastalık amellerini ihlal etme ölçüsüne varmaz. Diğer ruhsat konularında da aynı şekilde bu taksim carîdir ve üçüncü kı­sım işte bizzat mübâhlık mahalli olmaktadır. Zira bu kısımda olan ruhsatı iki taraftan birine doğru çekecek bir unsur bulunmamakta­dır.

İkincisi:[67]                                                                                                    

Şâri'in hafifletme talebi, o şeyin ruhsat olması açısından değil; aksine mükellefin azimete güç yetirememiş olması veya dünya ya da âhiret işlerinden bir işin  ihlâline sebebiyet verecek olması açısından olmaktadır. Dolayısıyla buradaki talep ihlâle sebebiyet ve­rilmemesi açısındandır; yoksa bizzat ruhsatın işlenilmesi açısından değildir. Bu yüzdendir ki, ortada yemek var iken[68], sıkışık vaziyet­teyken vb. durumlarda[69] namaz kılmaktan yasaklanılmıştır. Ne­tice[70] olarak diyoruz ki, ruhsat, ruhsat olması açısından aslî ibâha üzere bakî kalmaktadır. Kesin olarak şerîatten kalkmış olması söz konusu değildir. Daha önce talep ve ibâha yönlerinin açıklanması ise geçmişti. Burada tekrar ona dönmek istemiyoruz.

Allahu a'lem! [71]

 

Dördüncü Mesele

 

Ruhsata nisbet edilen mübâhlık kavramı; acaba güçlüğün kal­dırılması mânâsında mübâhlık kabilinden midir? Yoksa yapmak ve yapmamak arasında muhayyerlik mânâsında mübâhlık türünden midir?

Ruhsatlarla ilgili nassların zahirinden anlaşılan odur ki, ruh­sat için kullanılan mübâh tabiri muhayyerlik mânâsında değil de güçlüğün kaldırılması anlamında mübâhlık olmaktadır. Mesela şu nasslara bakabiliriz: "Fakat darda kalana, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret mikdarını aşmamak üzere günah sayılmaz. Çünkü Allah bağışlayandır, merhamet edendir.[72] Bu âyette Yüce Allah, darda kalan kişinin haram olan şeyleri yeme ya da terketme yetkisinin bulunduğundan söz etmemiş, sadece   darda kalınması durumunda bunların alınması hâlinde günahın kaldırılmış olduğunu belirtmiştir, "îçMtdtn htmta olan veya yolculukta bulunan, tu­tamadığı günkrin sayımncn diğer günlerde tutar.[73] âyetindi d« aynı şekilde Yüce Allah "Bu durumda oruç tutmama yetkisi vardır" veya "Bu durumda oruç tutmasın![74] Oruç tutması kendisine elin   HIM değildir." gibi bir ifâde kullanmamış; aksine bizzat özrü zikrettik­ten sonra şayet orucunu tutmayacak olursa tutmadığı günler ıayı-sınca diğer günlerde oruç tutması gerektiğine işarette bulunmuş­tur. "Namazı kısaltmanızda size' bir günah yoktur.[75] âyetindi di, kısaltmadan maksadın namazın rekat adetlerini kısaltma olduğu görüşüne [76]göre kullanılan üslûp aynıdır. Yüce Allah "Kısaltabilir­siniz" veya "Eğer isterseniz kısaltınız." dememiştir. "Gönlü imanla dolu olduğu halde, zor altında kalan kimse müstesna, inandıktan sonra Allah'ı inkar edip gönlünü kâfirliğe açanlara Allah katından bir gazab vardır.[77] Bu âyette küfür kelimesi söylemeye ZOIİa> nan kimsenin kalbi imanla dolu olduğu halde sçylemesi durumun­da kendisine bir azabın dokunmayacağı belirtilmektedir. Bu âyetU de Yüce Allah "Küfür kelimesi söyleyebilir" veya "Eğer dilene löy-leşin" gibi bir tabir kullanmamıştır. Hadiste de: Bir adam gelerek Hz. Peygamber'e:

"—Yâ Rasûlallah! Karıma yalan söyleyeyim mi? diye sormuş. Hz. Peygamber

"Yalanda hiçbir hayır yoktur.' buyurmuşlar. Adam: "—Ona vaadde bulunayım mı? demiş. Efendimiz de: "'Böyle yapmanda sana bir günah yoktur.' diye cevapta bulun­muşlardır.[78]

Bu hadislerinde de Hz. Peygamber "Evet!" veya "E-ğer dilersen yap." gibi bir ifâde kullanmamışlardır.

Bu zikri geçen şeylerde muhayyer kılmanın murâd olmadığı­nın delili şudur: Çoğunluk hatta bütün âlimler "Zor altında küfür kelimesini söylemeyip metanet gösteren ve bu uğurda ölen kimse mecûrdur ve en yüce derecelerdedir." demektedirler. Durum böyle iken zor altında küfür kelimesi söylemenin hükmünün muhayyer­lik olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira muhayyer kılma (tehyîr) iki taraftan birinin diğerine tercihine ters düşer. Bu mese­lede durum böyle olduğuna göre diğer meselelerde de aynı şekilde [320]   olacaktır.[79]

Muhayyer kılma (tahyîr) anlamında mübâhlık ise "Kadınları­nız sizin tarlanızdır. Tarlanıza istediğiniz gibi geliniz.[80] âyetinde ifâde edilmiştir. Burada nasıl isterseniz; ön tarafından, arka tara­fından, yan üstü olmak üzere kadınlarınıza yaklaşabilirsiniz denil­mektedir. Bu açıkça muhayyerlik ifâde etmektedir. "Ondan istedi­ğiniz şekilde yiyiniz.[81]âyetiyle benzeri âyetlerde  de durum aynı­dır. Teklîfî hükümler bahsinde  bu iki anlamında mübâh arasında­ki fark geçmişti.

Aralarındaki fark üzerine ne gibi bir netice terettüp eder? diye bir soru gelebilir.

Buna cevap olaraka şöyle denilebilir: Bu fark üzerine pek çok netice terettüp eder. Ancak burada meselemizle ilgili olanı şudur: Eğer ruhsat gerçekten muhayyer kılma anlamındadır dediğimiz za­man, o takdirde azimetin gereği ile birlikte tercihli vâcib kısmından olması lâzım gelir. "Günahın kaldırılması anlamındadır" dediğimiz zaman ise böyle bir netice terettüp etmez. Çünkü günahın kaldırıl­ması muhayyerlik gerektirmez. Dikkat edilirse günahın kaldırılma­sı vâcib ile birlikte bulunmaktadır. Durum böyle olunca, şu netice anlaşılmış olmaktadır ki, azimet şer'an maksûd olmak üzere aslen belirlenmiş olan vücûb hali üzere dâim bulunmaktadır. Eğer mü­kellef özrü bulunmasına rağmen onu yapacak olursa, onun bu fiiliyle özürlü olmayan diğer mükelleflerin fiilleri bir fark bu­lunmayacaktır, Anetık öaür, azimet hükümden intikal etmeyi ter-cîh etmesi durumunda mükelleften günahı kaldırmış olmaktadır. Bu konuyla ilgili olarak, ileride inşallah etraflı açıklamalar gelecek­tir. [82]

 

Beşinci Mesele                

 

Meşru olarak ruhsattan istifâde etme iki kısımdır:

a)  Tahammül ve sabrı mümkün olmayan tabiî veya şor'î bir meşakkat karşısında ruhsat: Tabiî meşakkate örnek olmak üzere hastalığı verebiliriz. Kişi hastalık sebebiyle   meşru kılındığı üzere namazı rükünlerini tam olarak yerli yerinde îfâ etmekten ya da nefsin helakine sebebiyet vereceğinden orucu tutmadan âciz kalır. Şer'î meşakkate örnek olarak da orucu verebiliriz: Mesela oruç mükellefin namaza dura­cak veya onun rükünlerini tamamlayacak vb. bir kudrete sahip olamaması neticesine götürmüş olabilir.

b) Mükellefin sabır ve metanet gösterebileceği bir meşakkat karşısında olur. Bunun örnekleri de açıktır.                          

Birinci kısımdan olan ruhsat, Allah hakkından kaynaklan­maktadır ve bu gibi yerlerde ruhsattan istifâde istenilmektedir. İş­te bu noktadan hareketledir ki hadiste "Yolculukta oruç. tutmak iyilik ve takvadan değildir.[83] buyrulmuştur. Ortada yemek hazır iken, keza sıkışık vaziyette iken namaz kılnfayı yasaklayan hadis­ler de bu mânâya işarette bulunmaktadır. Hadiste "Akşam yemeği ortaya konulur ve namaza da çağırılırsanız, önce yemekle başlayı­nız.[84] buyrulmaktadır. Buna benzer daha başka hadisler vardır. Bu gibi durumlarda ruhsat Allah hakkından kaynaklanmaktadır.[85] Bunlarda ruhsatın azîmet gibi mütâlâa edildiğinde de bir anlaş­mazlık yoktur. Bu yüzdendir ki âlimler, telef korkusu bulunduğun­da kişinin lâşe yemesinin vâcib olduğunu, eğer yemez de bu yüzden ölürse cehenneme gireceğini söylemişlerdir.

İkinci kısımdan olan ruhsatlar ise Allah'ın rıfk ve kolaylaştırtatlından nasiblerini almak üzere kulların nazlarına ulaşmalarını temin noktasından kaynaklanmaktadır. Ancak bu kısım da iki nuv'idir:

a) Ruhsatın işlenmesine dâir talebin bulunması ve meşakka­tin bulunup bulunmadığına itibar edilmemesi. Arafat ve Müzdelife'de namazların birleştirilerek (cem) kılınması gi­bi. Bu nev'in de azimetler gibi mütâlâa edildiğinde anlaş­mazlık yoktur. Çünkü bunlar da azimetlerin istenildiği gi­bi mutlak surette istenilir olmaktadırlar. Hatta bazıları bunları mübâh değil de sünnet olarak kabul etmişlerdir. Buna rağmen bunlar ruhsat kapsamından dışarı çıkmaz­lar. Zira ruhsatlar hakkında işlenmelerine yönelik şer'î bir talebin bulunması, o şeyin ruhsat olmasına mâni olma-' maktadır. Nitekim naçar durumda kalan kimse için lâşe vb. yeme konusunda âlimler böyle söylemektedirler. Şu halde bunlar ruhsat tarifine girmeleri açısından ruhsat, azimetlerin  istenilmiş  olması gibi yapılmalarının  talep edilmesi açısından da azimet hükmünde olmaktadırlar.

b) Bir talebin bulunmaması ve sadece aslî hafifletme ve gü­nahın kaldırılmış olduğu esâsı üzerinde bakî kalması. Bu kısım mübâhlık esası üzerinde bulunmaktadır. Mükellef eğer dilerse  söz konusu meşakkate tahammül eder ve azîmet hükmü alır; veya dilerse ruhsat hükümle amel eder.

Bu taksimin sıhhatine delâlet edecek deliller açıktır; o yüzden [322]    de burada zikrine ihtiyaç yoktur. Ama birileri çıkar ve ille de işarette bulunmamızı isterse, onun için şöyle deriz:

Birincisini ele alalım: Eğer meşakkat külli bir esasın ihlâline sebebiyet veriyorsa, o takdirde o konuda azimete itibar etmemek gerekmektedir. Çünkü burada ibâdetin tamamlanması ve meşru şekli üzere tamamlanması, onu aslından ortadan kaldırma,[86] yani ortaya konulmaması neticesini doğurmaktadır. Bu durumda şef'an istenilen şey ibâdetlerin gücün yettiği ölçüde ortaya konulmasıdır ki, bu da ruhsatın gereği olmaktadır. Bu delilin izah ve ortaya ko-nuluş şekli bu kitabın "Mekâsıd" bölümünde gelecektir.

İkinci kısım ise; belirli bir ruhsat hakkında o şeyin işlenmesini isteyen özel bir delilin bulunması durumunda, o ruhsat bu açıdan ruhsat hükümleri haricine çıkmış olacaktır. Nitekim İmâm Mâlik'e göre Arafat ve Müzdelife'de namazların cem'edilmesi bir talep halinde sabit bulunmaktadır. Bu ve benzeri meseleler, ruhsatın genel hükümleri içerisinde tahsis görmüş, özel bir durum almış olmakta­dırlar. Burada da edilecek herhangi bir söz bulunmamaktadır.

Üçüncüsüne gelince, daha önce geçen deliller, ruhsatın işlen­mesi konusunda mükellefin mezun bulunduğunda ya da işleyen kimseden günahın kaldırılmış olduğu hususunda açıktır.[87] [88]

 

Altıncı Mesele

 

Ruhsatın günahın kaldırılması anlamında[89] değil de azimetle ruhsat  hükmün  işlenmesi  arasında  'muhayyerlik'[90]   anlamında alınması durumunda, bu ikisi arasında bir tercihe gitmek gereke-caktir. îçte bu tercih işi geniş bir konu olmakta ve üzerinde durul­man gerekmektedir. Şimdi burada her iki tarafın da delilleri hakkında «öz etmek istiyoruz:

Azimet hükmü ile amel etmenin daha üstün olduğu hususun­da şu deliller getirilmiştir:

Azimet; sabit, kesin ve üzerinde ittifak edilen esas olmaktadır. Azimet üzerine gelen ruhsat ise, her ne kadar o da kesin ise de, ruhsatın sebebinin de aynı şekilde vukuu açısından kesin olması gerekmektedir. Bu ise bütün ruhsat çeşitleri için kesin tahakkuk «tmiş bir şey değildir. Ancak azimet kabilinden sayılanlarda bu ke­sinlik kazanır. Diğerlerinde ise böyle bir tahakkuk yoktur. Bu konu ictihad mahallidir. Çünkü ruhsata sebeb olan meşakkatin ölçüsüyle ilgili elimizde kesin bir mikyas yoktur; meşakkatler munzabıt de­ğildir. Mesela dikkat edilecek olursa görülecektir ki, yolculuk konu­sunda üç mil mesafe ya da daha fazlasına itibar edilmiştir. Keza üç gün üç geceye de itibarda bulunulmuştur. Namazı kısaltmanın ille­ti meşakkattir. İllette ise meşakkat olarak kabul edilebilecek en az kısmına itibar edilmiştir. Hastalıkta da aynı şekilde, meşakkat ta­bir olunabilecek en az kısmına itibarda bulunulmuştur. Bazıları parmağmdaki bir ağrıdan dolayı oruç tutmamış; bir kısmı da üç mil (veya daha az) mesafede namazı kısaltmıştır. Başkaları ise daha fazlasına itibarda bulunmuştur. Bütün bunlar zan mahalleridir ve bu gibi konularda kat'iyet bulunmamaktadır. Bu durumda zanlann tearuzu söz konusu olmaktadır. Konu tercih ve ihtiyat mahallidir. Bütün bunların gereği olmak üzere, sebebde ihtimâlin mevcûd olması sebebiyle ruhsata yeltenilmemesi uygun olacaktır.Azimet, teklif konusunda külli bir esasa dönmektedir. Çünkü

bu külli esas bütün mükellefler hakkında asaleten genel ve mutlak olmak üzere meşru kılınmış bulunmaktadır. Ruhsat ise özür sahibi bazı mükelleflere yönelik, onların bazı halleri ve bazı vakitlerine has olmak üıtrt fttıl bir önhmm dönmektedir. Her hal ve vakitle il­gili olmadığı ftbi, bütün mükelleflerle de ilgili değildir. Bunlar, küllî üzerine sonrndan ânz olup ortaya çıkan şey gibidir. Yerinde de geleceği üzere kabul edilen bir kaide vardır: "Küllî bir durumla cüz'î bir durum tearuz halinde bulunursa, küllî olan takdim edilir." Çünkü cüz'î olan cüz'î (kısmî) bir maslahat gerektirir; küllî olan ise küllî (genel) bir maslahatla ilgilidir. Kısmî maslahatların ihlale uğ­ramasıyla âlemdeki nizam bozulma'z. Cüz'î maslahatın küllî masla­hattan öne alınması durumu ise bunun aksinedir. Çünkü küllî mas­lahatların ihlal ve dumura uğramasıyla âlemdeki nizam bozulur. Burada söz konusu ettiğimiz meselede de durum aynıdır. Zira bilin­diği üzere azîmet, bütün mükelleflere nisbetle, küllî ve sabit bir du­rum olmaktadır. Ruhsatın meşru kılınması ise, sadece cüz'îlik üze­re ve gerekçesinin bulunmasına bağlıdır. Burada üzerinde söz etti­ğimiz konu ise (yani ruhsatın üçüncü kısmı), farzedpen her bir şek­linde mutlaka ona ters düşen küllî bir muarızı olmadan tahakkuk etmesi mümkün değildir. Bu durumda sorumluluktan tam olarak kurtulabilmek için küllî olana yönelmekten başka çare bulunmaya­caktır; küllî olan da azimettir.

Şerîatta ruhsatı gerektiren şeyler bulunsa bile, mücerred emir ve yasakların gereğini yerine getirmeyi, onların acısına ve tatlısına sabretmeyi emreden nasslar vardır. Bununla ilgili deliller neredey­se sayılamayacak kadar çoktur. Bunlardan olmak üzere şu âyetlere bakabiliriz: İnsanlar onlara: "Düşmanınız olan insanlar size karşı bir ordu topladılar. 'Onlardan korkun' dediler. Bu onların imanla­rını artırdı da: 'Allah bize yeter, O ne güzel Vekîl'dir!' dediler [91]Burada  bahis konusu olan şey bir hafifletme yeridir. Bununla bir­likte onlar sabretmişler ve Allah'a sığınmışlar; sonuç da Allah'ın haber verdiği gibi olmuş, yani kendilerine bir fenalık dokunmadan nimet ve bollukla geri dönmüşlerdir. Yine Allah Teâlâ : "Onlar size yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi; gözler de dönmüştü; yü­rekler ağızlara gelmişti; Allah için çeşitli tahminlerde bulunuyor­dunuz.[92]diye Ahzâb (Hendek) günüyle ilgili tavsifte bulunduktan sonra "İnananlardan Allah'a verdiği ahdi yerine getiren adamlar vardır. Kimi bu uğurda canım vermiş, kimi de beklemektedir.[93] buyurarak şiddetli bir şekilde larıılmulonna, yürekleri ağızlara ge­tiren çok güç durumların mevcudiyeti ne rağmen onları sadâkat göstermiş olmakla övgüde bulunmuştur. Hz. Peygamber

Ahzâb gününde ashabına Medine hurmalarının bir kısmını düşma­na vermeyi ve böylece çekip gitmelerini sağlamayı teklif etmişti. Böylece durumları hafifleyecekti. Ancak onlar böyle bir teklife ya­naşmadılar; Allah ve İslamla izzet bulduklarını, böyle bir zillet du­rumuna düşmeyeceklerini belirttiler.[94]Onların bu davranışı, hak­larında övgü ve senada bulunulmasına sebeb olmuştu. Hz. Peygam-ber'in vefatından sonra Araplar irtidat etmişlerdi. Hz. Ebû Bekir [radı«Sahu] dışındaki bazılarının ya da çoğu sahabenin görüşleri, bunları zekattan belli bir süre muaf tutmak suretiyle gönüllerini almaya ve işi idare etmeye çalışmak, ümmetin durumu istikrar ka­zanınca da ne gerekiyorsa onu yapmak şeklinde idi. Hz. Ebû Bekir padiya£,huj yanaşma(lı Ve Allah'a yeminle tek başına da kalsa on­larla savaşacağını ısrarla ifâde etti. Olay meşhurdur.[95] Keza zor (tehdîd) altında küfür kelimesi söylenmesi de âyette[96] ruhsat hü­küm olarak belirtilmiştir. Bununla birlikte bu ruhsatı terkederek metanet göstermek bütün ümmet nazarında ya da en azından çogunluk âlimler» |öf« d»h« üstün olmaktadır. Bu iyiliği emretmek, kötülükten de yamktemıik konusunda da geçerlidir. Burada da ay­nı şekilde kaide işlemekte ve bu vazife malın ve nefsin ziyanına ne­den olsa bile müstahap olmaktadır. Ancak kesinlik kazanması orta.-dan kalkar ve sevap bu konuda gösterilecek sabır ve metanet ölçü­sünde olur.

Bir diğer delîl de Hz. Peygamber'in "Sizden birin, için daha hayırlı olanı, hiçbir kimseden bir şey istememesidir [97] buyruğudur. Ashâb bu sözü genelliği üzere almıştır. Böyle  mı nâda bu hadisle amel etmeyi üstlenmenin pek çok meşakkatlen i" tireceğinde şüphe yoktur. Sununla birlikte onlar genelliği iı/.eır nl mışlar ve evliyadan pek çoğu da onlara uymuşlardır. Bunlardım İn risi de Ebû Hamza el-Horasânî'dir. Kuşeyrî ve daha başknlannm zikrettiğine göre bu zat kuyuya düşmüş (fakat hiç kimseden yıınlmı istememiştir). Halbuki böyle bir noktanın hiçbir şey istememe ,ın-lından istisna edilmesi uygundu.[98]Tebûk seferinden geri kalan üç kişinin durumu hakkındaki haberi de burada hatırlamak mumkün-dür. Bunlar sonunda Hz. Peygamber'e gelmişler ve, özür beyan et­me durumları bulunmasına rağmen bu yola gitmemişlerdir.[99] Bun­lara yeryüzü dar gelmiş, içleri içlerine sığmaz olmuşlardı. Ancak bunlar Allah'tan başka sığınılacak bir kapı olmadığını görmüşler ve sıdk ile tevbe etmişlerdi. Sonunda da tevbeleri kabul edilmişti. Al­lah onlar için kabul kapısını açmış ve onları doğrulardan saymış-ti.[100]Çünkü bunlar kendilerine bir özür bulmak gibi bir ruhsatla amel etmek yerine azimetle amel yolunu tutmuşlardı. Keza İslamın ilk dönemlerinde Osman b. Mazûn ve emsali Mekke'ye birisinin hi­mâyesi olmadan giremeyen kimselerin durumları da bu kabilden­dir. Sonra bunlar Allah'ın himayesine itimatla kâfirlerin himaye­sine girmeyi terk etmişler ve bu uğurda başlarına bir çok da sıkıntı gelmişti. Bununla birlikte bütün bunlar onlar için önemsiz gelmiş "Şüphesiz ki sabredenlerin mükâfaatlan hesapsız olarak verilecek-[328]    tir.[101] "And olsun ki, mallarınız ve canlarınızla sınanacaksınız; hiç şüphesiz, sizden önce kitap verilenlerden ve Allah'a eş koşanlar­dan çok üzücü sözler işiteceksiniz. Sabreder ve Allah'a karşı gel­mekten sakınırsanız bilin ki, bu üzerinde sebat edilecek işlerden­dir.[102] âyetine olan îmanları sayesinde sabır ve metanet göster­mişlerdir. Bu meyanda Peygamberine de "Ey Muhammedi Pey­gamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret; inkarcılar için acele etme [103]buyurmuştur. Sonra da "Ama sab­redip bağışlayanın işi, işte bu, azmedilmeye değer işlerdendir.[104] buyrulmuştur. "İçinizde olanları açığa vursanız da, gizleseniz de, onlar sebebiyle Allah sizi hesaba çekecektir.[105] âyeti inince, bu sahabeye çok ağır gelmişti. Kendilerine '"İşittik ve itaat ettik!' de­yin." denilince hemen öyle dediler. Allah onların kalplerine îmânı yerleştirdi. Bunun üzerine Bakara sûresinin son iki âyeti geldi ve kulların takatlari üstünde yükle teklif altında tutulmayacakları, unutarak veya hatayla yaptıkları şeylerden mes'ûl tutulmayacakla­rı... bildirildi.[106] Hz. Peygamber ölümünden hemen önce Üsâme'yi Suriye bölgesine gönderilen bir ordunun başına getirmiş­ti. Ordunun çıkışı Efendimizin hastalığının ağırlaşması üzerine ge­ciktirilmişti. Sonunda da vefat ettiler. İnsanlar Ebû Bekir'e:

—Üsâme'yi ordusuyla birlikte yanında tut. Onu sana karşı harb ilan edenlere karşı kullanırsın; demişlerdi.[107] Fakat Hz. EbûBekir: "(Hiç kâma* kalmaia da) köpekler Medineli kadınların hal-hallarını yalayacak hain çiseler bile, Allah Rasûlü'nün s«vk ettiği bir orduyu geri çaviremem." demiş, ancak Üsâme'den ricA ederek Hz. Ömer'i kendisine yardımcı olmak üzere bırakmasını istemişti. O da öyle yaptı ve ordusuyla birlikte yola çıktı Suriye bölgesine (Şam'a) ulaştı, orada düşmanla karşılaştı ve onları yendi. Bunun üzerine Bizanslılar: "Müslümanlar peygamberlerinin ölümü ile za­yıflamamışlar." dediler. Bu durum onların kalplerine bir korku sal­dı ve netice hayırla tamamlandı. Buna benzer ruhsatların terki ve azimetlere yapışılmasıyla ilgili daha pek çok örnek vardır. Çünkü bu insanlar kendilerinin sınanmakta olduklarını anlamışlardır.

IV.

Mükellefler için söz konusu olan ve sonradan ortaya çıkan bu arızî meşakkat nevileri, Sâri Teâlâ'ca teklifin konulması sırasında göz önünde bulundurulmuş ve teklife mâni görülmemiş şeylerden­dir. Yani teşrîden maksat, hükümleri mutad olan bir düzeyde koy­maktır. Bir hükmün bazı insanlara veya bazı hallerde mutâd olma­yan şekilde güç gelmesi, o hükmün Şâri'ce maksûd olmadığı netice­sini gerektirmez. Çünkü cüz'î durumlar, küllî olan esasları ihlâl et­mez; sadece bu cüz'î durumlar ictihâd neticesinde ve hâciyyât pren­sibine nazaran küllî olan esaslardan istisna edilirler. Bu ietihad sı­rasında da müetehidin ilk yapması gereken şey aslî azimet hükmü üzerinde kalmaya çalışmasıdır. Azîmet hükmünden ayrılması an­cak güçlü bir  delîl  neticesinde  olabilecektir.  Bu yüzdendir ki, âlimler sefere has olan ruhsatın (illetinin) gereğini diğer konularda uygulamaya koymamışlardır. Mesela normal hallerde iken icra edi­len  sanatlarda  sefer  ruhsatının  meşru kılınmasının  illeti olan meşakkat bulunmasına rağmen, bu gibi hususlarda ruhsattan söz etmemişlerdir. Şu halde sürekli ve bidüziyelik arzetmeyen arızî meşakkatlar sebebiyle azîmet hükmünden ayrılmak uygun değil­dir. Çünkü bu gibi meşakkatler mutad dünyevî işlerde de mevcut­tur. Bununla birlikte bu durum onların mutâd (âdî) olmalarını en­gellememektedir. Dolayısıyla meşakkatin olmaması esası yanında, arızî  olan  meşakkat —çok  ve   sürekli  olmaması  durumunda— mutâd bir durum gibi kabul edilecektir. Arızî olan meşakkat sebe­biyle asıldan (azimetten) ayrılınmayacaktır.

İtiraz:Bu konu na«l olur da ictihâdî olabilir? Hakkında pek çok naaş bulunmaktadır. Mesela: "Kim darda kalırsa, başkanının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere haram olan şeylerden yemesi günah sayılmaz.[108]"Sizden kim hasta ya da yolcu olursa.[109]"Allah ruhsatlarının işlenmesini sever.[110] nasslarını hatırlatabiliriz. Bunlara benzer daha birçok delîl bulun­maktadır.

Cevap: Darda kalma (ıztırar) hâli, nefsin (ya da bir organın) telef olmasından korkulan haldir. Böyle bir durum ise, ancak ibâdet ve normal mutad işleri yapabilmekten âciz kalmadan sonra [««01 olur. Bu (acziyet) da haddizatında bir özürdür. Bunun dışında ka­lım diğer durumlar ise, bulunması durumunda dînî ve dünyevî yü­kümlülükleri yerine getirmekten âciz kalmaya sebebiyet verecek bir meşekkatin tahakkukuna yorulur. Öyle ki bu durumda azîmet bir nevi teklifi mâ lâ yutâka (takat üstü yükümlülüğe) dönüşür. Takat üstü yükümlülük ise, naklen bilindiği üzere, yoktur. Böyle olmayan diğer meşakkatler ise, bu nasslann altına girdiklerine de­lâlet edecek delîllere muhtaçtırlar. Bu konuda ise —daha önce de geçtiği gibi— görüş açıları çok farklıdır. Dolayısıyla zikredilen nass-larla, üzerinde bulunduğumuz konu arasında bir çelişki bulunma­maktadır. Bunun sebebi —ki bu delîlin esasını teşkil etmektedir— şudur: Bu sonradan ortaya çıkan arızî güçlükler, inananların îmanlarını, mütereddidlerin tereddüdünü denemek ve onları imti­han etmek için vuku bulur. Bunun neticesinde de yakînî olarak Rabbine îmân edenle, şek ve şüphe içerisinde bulunanlar ortaya çı­kar. Eğer bütün yükümlülüklerle ilgili küllî esaslar, ortaya çıkan her güçlükle bozulacak ve işlemez hale gelecek olsaydı, daha önce de geçtiği gibi bütün küllî esaslar ihlâle uğrar ve imtihan unsuru ortadan kalkar; bunun neticesinde de iyi ile kötü birbirinden ayrıla­mazdı. Yükümlülüklerde imtihan unsuru mevcuttur ve bu da ancak asıl olan azimetin bekasıyla olur. Kişi dîni ölçüsünde imtihana çe­kilir.

Yüce Allah şöyle buyurur: "Hanginizin daha güzel iş işlediğini belirtmek için ölümü ve dirimi yaratan O'dur.[111] "Elif, Lam, Mim. And olsun, biz kendilerinden öncekileri de denemişken, in­sanlar 'inandık' deyince, denenmeden bırakılacaklarını mı sanır­lar[112] "And olsun ki, mallarınız ve canlarınızla sınanacaksınız.Sabreder ve Allah'a harşt gelmekten sakınırsanız bilin ki, bu ÜM-rinde sebat idüacih işlerdendir.[113] "And olsun ki sizi, içinizden Cİ-hada çıkanları ve sabredenleri meydana çıkarana ve haberlerinizi açıklayana kadar deneyeceğiz.[114]"Allah'ın inananları arıtması ve inkar edenleri yok etmesi için, insanlar arasında bu günleri bazan lehe, bazan aleyhe döndürür dururuz.[115] "Muhakkak ki sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz ek­siltmekle deneriz, sabredenlere müjdele.[116] Yüce Allah onların sabretmeleri, aslî yükümlülüklerini yerine getirmeleri  ve ondan bir çıkış yolu aramaya çalışmamaları sebebiyle övgüde bulunmuş­tur. "Muhakkak ki bir şeyle sizi deneriz"  ifâdesi, bu sıkıntılar Vt ona bağlı olarak deneme hallerinin çoğunluk olan diğer normal hal­lere nisbetle vukuu az olan durumlar olduğuna delâlet etmektedir. Nitekim teklif ile ilgili hallerde geçmişti.  Bu gibi durumlarda, şerîatın yükümlülüklerin aslî mecrasında seyrini teinin için sabırlı davranılmasını, metin olunmasını istediği bilinmektedir. Bu du­rumda ruhsatlarla amel etmek, mutlak surette Şâri'in, sevabın tam olması için amelin tamamlanmasını istemesi şeklindeki kasdına ters düşmüş olacaktır.

Ruhsatlarla amel etme mutlak surette esas alındığı zaman, bu durum mükelleflerin kulluk gösterisi (taabbud) sırasında kendile­rinde bulunması gereken azim ve sebatlarında bir çözülmeye yol açar. Azîmet hükümle amel edilmesi halinde kullukta sebat ve ka­rarlılık gösterilmiş olur ve bu yol ruhsatla amel etmeden daha uy­gun düşer.

Birinci hususun açıklanması şöyle: Hayır alışkanlık doğurur, şerre de bulaşıldığı zaman ondan ayrılması zor bir şeydir. Bunu müşâhadelerimizle biliyoruz. O yüzden de delîl ikâmesine gerek duymuyoruz. Bir şeye alışkanlık kesbeden kimseye, o şey başka­larına zor gelse dahi kolay gelir. O şeyin haddizatında kolay ya da zor bir şey olması arasında da fark yoktur. Kişi ruhsatlarla amel et­meyi kendisine itiyad haline getirdi mi, artık her azîmet kendisine zor ve güç gibi gelir. Durum böyle olunca da, o azîmet hükmü ge­reği gibi yerine getiremez ve ondan kurtulmanın bir yolunu bulma­ya çalışır. Bu açıktır. Bu beklenti halinde olunan şey küllî esaslar­da da olur, cüz'î fer'î meselelerde de olur. Mesela âlimlerin ihtilaflı oldukları konularda triu ve hevâya uymak meselesi, bir şeyin ha­nımlığı ve câizliği aralında ihtilafın bulunması durumunda hemen cevaz tarafını alma meselesi ve benzeri dikkat çekilen veya çekil­meyen meselelerde olduğu gibi.

ikinci hususun açıklanması da arzedilen bu bilgi neticesinde açıklık kazanmaktadır. Çünkü bu birincinin zıddı olmaktadır.

Bütün bunların sebebi şudur: Ruhsatların sebebleri çoğu kez gerçekten mevcut değildir; varlıkları takdir ve tahayyül edilmekte­dir. Mükellefin şiddetli olarak kabul ettiği şey, belki de aslında hafif bir meşakkattir. Tabiî bu da kulluğun icrasının sahîh olma­masına sebebiyet verecektir ve böylece yaptığı iş boşuna gitmiş, bir temel üzerine oturtulmamış olacaktır. İnsan bunu çoğu kez müşâ-hade etmektedir. Bazan insan bazı işleri zor sanır. Oysaki durum hiç de öyle değildir. Mesela hırsız veya yırtıcı hayvan korkusuyla teyemmüm alan kimse, eğer vakit içerisinde su bulacak olursa, İmam Mâlik'e göre tekrar abdestle namazı iade eder. Bu görüşüyle imam teyemmüm alan kişiyi kusurlu davranmış bulmaktadır. Zira bu ve emsali durumlara hakikatla hiç ilgisi bulunmayan vehmin karışması mümkündür. Ama kişi hırsızı veya yırtıcı hayvanı bizzat görür ve bu yüzden teyemmüm eder ve namazını kılarsa, bu du­rumda namazını iade etmez. Çünkü bu durumda taksir göstermiş sayılmaz. Eğer insan hak ve hakikate değil de, aslı olmayan vehim­lere kendisini kaptıracak olursa, o takdirde kendisini derin uçu-[332] rumlarda bulacaktır ve vehim onun pek çok amelini iptal edecektir. Bu netice hem ibâdetlerde, hem muamelâtta, hem de şâir tasarruf­larda değişmez bir özellik arzetmektedir.

Ruhsat sebebleri bazan da şiddetli olabilir. Ancak insanoğlun-dan, Allah için sabır göstermesi ve onun rızası için amel etmesi is­tenilmektedir. Sahîh hadiste "Kim sabrederse, Allah onu sabırlı kı­lar, (sabrı ona sevdirir).[117] buyrulmuştur. Enfâl sûresinde, bir müslümanın savaş esnasında on kâfire karşı sebat göstermesi hük­mü neshedilerek iki kâfire karşı sebat göstermesi hükmü getirildik­ten sonra "Allah sabredenlerle beraberdir.[118] buyrulmaktadır. Bu âyet indiği zaman, bazı sahabe "Sayıdan azaldığı oranda sabırdan da azalmıştır." demiştir. Bu söz haber (hadîs) mânâsındadır ve ha­disle âyete uygun düşmektedir.

VI.

Şer'î düzenlemeler her açıdan arzu ve hevâya zıdlık gösterir. Nitekim bu konu "Mekâsıd" bölümünde açıklanacaktır. Çoğu zaman mtşıkkalltr ortay» çıkar ve bunlar arzu ve hevâya (uyma ya da) muhftltflltto bulunmııya göre artar (veya eksilir). Arzu ve hava­ya uymak, şeriata uymanın zıddı olmaktadır. Arzularına uyan bir kimseye her şey zor gelir. İster o şey aslında zor olsun ister kolay olsun, farketmez. Çünkü o kendi maksadına ulaşmasını engeller vi kendisiyle arzusu arasına girer. Mükellef arzu ve heveslerini bir ta­rafa atar ve nefsini onun peşine düşmekten alıkoyarsa ve yükümlü tutulduğu ameli işlemeye yönelirse, o iş kendisine kolay gelir. Ona devam neticesinde itiyad halini alır ve onu sevmeye başlar, artık onun acısı kendisine tatlı gelmeye başlar. Öyle ki, artık dalın kendisine ağır gelen o amelin zıddı ağır gelmeye başlar. Dolajnııy-la şu netice çıkıyor: MeşaWkatin bulunup bulunmaması konunu mÜs kellefin garazına uygun olarak tamamen izafîlik arzeder. Nici t,Qî şeyler vardır ki, kişinin garazına uygun geldiği için kolay, nice ko­lay şey de vardır ki, garazlarına uymadığı için zor olmaktadır.

Netice olarak diyoruz ki, bu konuda mutlak surette 'güçlük' denildiği zaman, kişinin mükellef olması açısından takat gntirem*-yeceği şeyler kasdedilmektedir. O şeyin bir insan açısından güç yt* tirilebilir olup olmaması arasında fark yoktur. Bu konu üzerinde di bir anlaşmazlık yoktur; üzerinde durulacak değildir. Söz sadece bu­nun dışında kalan ve izafî olup haklarında mutlak anlamda ne |uiç-.aktür ne de güçlük değildir demlemeyen meşakkatler hakkında edilmektedir. Bu tür meşakkatler her iki taraf arasında dönüp do­laştığına göre, hakîkî ve sabit esas olan azîmet tarafına dönmek ve onu esas almak daha uygun olacaktır. Ruhsatların alınmasımlı ise her şahsa ve her arızî duruma göre değerlendirme yapmak n«rok-mektedir. Bu konuda kesin bir beyan bulunmamaktadır. Olsu olsa en üst seviyede zan bulunabilir. Zan da muarızdan uzak bulunmaz. Bu durumda uygun olan bu kişi hakkında söz konusu edilen me­şakkatin gerçekten meşakkat (güçlük) olduğu sabit oluncaya kadar esas olana (azîmete) dönmekten başka bir şey değildir. Takatini aşar olmadıkça da mutlak anlamda sabit olmaz ki, o takdirde hak­kında herhangi bir anlaşmazlık olmayan birinci kısma dâhil edil­sin.   Bu anlattıklarımız, ruhsat ve hafifletme hükmünün istenildi­ğine dâir haricî bir delîl bulunmaması durumunda söz konusudur. Delîlin bulunması durumunda ise tabiî delîl gereğince ruhsat hü­kümle amel etmek daha uygun olur. Mesela Hz. Peygamber sefer esnasında insanların oruçlarım bozmaya yanaşma­dıklarını ve bu yüzden de sıkıntıya düştüklerini görünce bizzat ken­di oruçlarını bozmaları gibi. Bu ve benzeri durumlar ayrı bir konu­dur ve daha önce geçen kısımlar içerisine girer. Burada üzerinde durulan husus, hakkında böyle haricî bir delîl olmayan ruhsatlarla ilgilidir. Netice olarak diyebiliriz ki, ruhsat mahallerinde azîmet hükümleri almak ve onlarla amel etmek daha uygun ve üstündür.

Soru: Bu durumlarda uzSmet hükmü almak mutlnk ıtûrette vâcib ya da mendûb mudur? Yoksa bir bölümleme var mıdır?

Cevap: Bu sorunun cevabı meşakkatlerin halleriyle ilgili tâf-sîlatla ortaya çıkacaktır. Bu da aşağıdaki meselede ele alınacaktır: [119]

 

Yedinci Mesele

 

Üzerinde durulduğu zaman hafifletme sebebi olarak düşünüle­bilecek meşakkatlerin iki kısım olduğu görülecektir:

a) Hakîkî meşakkatler: Ruhsatların söz konusu olduğu hu­suslardaki mevcut meşakkatlarin büyük çoğunluğu bu kısımdan­dır. Hastalık, sefer ve benzeri mevcut muayyen sebebi olan meşak­katler gibi.

b) Vehme dayanan (hayalî) meşakkatlar: Bunlar, ruhsat hükmünü gerektiren sebebin ya da sebebin hikmetinin bulunmadı­ğı meşakkatlerdir. Bunlar mutad olan meşakkatlerin üzerinde olmayan meşakkatlerdir.

a) Hakîkî meşakkatler:

Bu tür meşakkatlerin bulunması durumunda mükellefin azî-met hüküm üzerinde ısrar etmesi, ya onu şer'an veya bedenen al­tından kalkılamayacak bir sıkıntıya sokacaktır ve bu durumda me­şakkat kesin olacak; zan ya da vehim dahilinde bulunmayacaktır; ya da böyle (kesin) olmayacaktır. Eğer birinci neviden ise, o takdir­de ruhsat hükümle amel edilmesi matlûp olacaktır ve bu nevi, üze­rinde herhangi bir anlaşmazlık bulunmayan ruhsatın birinci kısmı­na dâhil bulunacaktır. Çünkü bu durumda ruhsat Allah hakkı için olmaktadır.

Eğer ikinci neviden yani meşakkatin bulunmasının zan dahi­linde olması halinde ise, zanlar farklılık arzedeceğinden asıl olan, azimet hükmü üzerinde kalmak olacaktır. Bu durumda azîmet hükmün gereği, zan tarafı güçlendikçe zayıflayacak, zayıfladıkça da güçlenecektir. Mesela Ramazan'da oruç tutmamayı mubah kıla­bilecek bir hastalığa yakalanan kimsenin, bu hastalıkla birlikte kendisinin oruç tutamayacağını zannetmesi gibi. Ancak bu zan:

1. Ya belli bir sebebe müstemden olur: Mesela oruca baylar fnkat t»mninİHvnmıty»cağını anlar ve bozar veya namaza Bynkt.H iknn bn^lıır l'akal. devamına güç yetiremez ve otura­rak tamamlar. Mu birinci kısımdan olur ve onun hükmünü alır; zira mükellef üzerine götüreme,yeceği yük yüklenme-inektedir.

2.   Ya da pek çok tecrübeden alınmış olan bir sebebe müsteni­den olur ve sebeb de fiilen mevcut bulunur. Yani hastalık mevcuttur ve böyle bir hastalıkla oruç tutmaya ve ayaktn namaz kılmaya veya abdest için su kullanmaya âdeten tfüç yetirilemez. Buuları bizzat kendisinin tecrübe etmiş olmalı da gerekmez. Bu da bazan bir önceki kısma katılır. Bunun bir önceki kısma katılması sebebin fiilen bulunması açısın­dan olur. Ondan ayrı mütâlâa edilmesi ise şu açıdandır: Mükellefin kadir olmadığı bizzat kendisince sabit olmamış­tır; çünkü gerçekten kudretinin olmadığı, ancak ibâdete başlaması ve kendisini denemesi halinde ortaya çıkar. Bu ise azîmet üzere istenildiği şekilde ibâdeti yapmaya girişmemiştir ki, onu tamamlamaya kadir olup olmadığı ortaya çıksın. Dolayısıyla bu durumda daha uygun olanı, üzerine hüküm bina edilecek şey ortaya çıkıncaya kadar azîmet hükümle amel etmektir.

b) Vehme dayanan (hayalî) meşakkatlar:

Bunlar vehme dayanan hayalî meşakkatlerdir. Ortada meşak­katin ne sebebi ne de hikmeti vardır. Bu kısımdan olan meşakkat­lerin sebeblerinin daha sonra olacağına dair değişmez (muttarid) bir âdet vardır veya yoktur: Eğer birinci kısımdan ise bu takdirde sebeb ya bulunacaktır ya da bulunmayacaktır. Eğer sebeb mevcut ise ve ruhsat da yerinde vâki olmuşsa, işte bu durumda ihtilaf bu­lunmaktadır. İhtilaf; baştan mükellefin ruhsat hükme yeltenmesi konusunda olmayıp, ruhsatla amel etmesi durumunda, bunun mü­kellef için yeterli olup olmayacağı konusundadır. Zira bir hükmün henüz ortaya çıkmamış sebeb üzerine bina edilmesi sahîh değildir. Hatta kendisi bulunsa bile şartı bulunmayan bir sebeb üzerine dahi hüküm binasına gidilmesi sahîh değildir. Hükmü gerektiren sebeb-tir. Sebebin şartı bulunmadığı zaman bile hüküm binasına gidile-mediğine göre, ya bizzat sebebin kendisinin bulunmaması duru­munda vaziyet nasıl olacaktır? Burada üzerinde durulan şey, âdet olan nöbetlerine göre yarın kendisini sıtma tutacağını bilen ve he­nüz nöbeti gelmeden önce orucunu bozan kimse gibileri hakkında­dır. Keza bugün hayız görmeye başlayacağı zannıyla orucunu bozan bir kadının durumu da böyludir. Bütün bunlar gerçekten zayıf mesnedlerdir. B»i» âlimlir bu mesnedleri keffâretlerin düşürülmesi ko-nuHunda itibâra almanın sahîh olacağına dâir şu âyetle istidlalde bulunmuşlardır: "Daha önceden Allah'tan verilmiş bir hüküm ol­madaydı, aldıklarınızdan (ganimet) ötürü size büyük bir azab eri­şirdi.[120] Bu âyet, müslümanlardan cezanın düşürüldüğünü belirt­mekte ve gerekçe olarak da onlara ganimetin ilm-i ilâhîde helal kı­lınmış olduğunu göstermektedir.[121]Bu bizim burada üzerinde dur­duğumuz konu ile ilgili değildir. Çünkü konumuz mükellef üzerine terettüp eden şer'î hükümlerle ilgilidir. Burada azabın terettübü şer'î bir düzenlemeye yönelik değildir; aksine o insana günahları sebebiyle ulaşan diğer cezalar (ukubet) gibi ilâhî bir durum olmak­tadır. "Başınıza gelen herhangi bir musibet ellerinizle işlediğiniz­den ötürüdür.[122]âyetinde de böyle bir durum vardır.

Eğer sebebin bulunacağına dair değişmez bir âdet yoksa, o takdirde bir problem de yok demektir.

Bu taksimin özeti şudur: Kesin olmayan zan ve varsayımlar, vehme dayalı ve hayalî meşakkatler kısmına dâhil bulunmaktadır. 18M1 Bunlar ise çeşitlidir. Nefislerin arzu ve hevesleri de aynı şekildedir. Çünkü nefisler aslı olmayan şeyleri var sayarlar. Bu durumda doğ­ru olan hareket tarzı, ihlal edici bir meşakkatin bulunmaması ha­linde aslî azîmet hükmü ile amel etmek olacaktır. Çünkü insanın akıl ve dînine etki etmediği sürece meşakkate metanet ve sabır gös­termek daha hayırlı bir şeydir. Hakîkî meşakkatin bulunması de­mek, mükellefin ona sabredememesi demektir. Sabırla emredilmiş olanlar ancak ona takat getirebilecek kimselerdir. İstikra neticesin­de görülmektedir ki, meşakkatlerin mevcudiyetine dâir vehimler, bizzat o meşakkatlerin hükmünü almamakta, daha hafif bir hükme tabi tutulmaktadır. Çünkü vehimler bir çok hallerde isabetli değil­dir. Şu halde vehim durumunda gerçek anlamda bir meşakkat bu­lunmamaktadır. Gerçek meşakkat, ruhsat için konulmuş olan illet olmaktadır. O da olmadığına göre, hüküm bağlayıcı olmayacaktır. Ancak mazinne —ki sebeb olmaktadır— hikmet makamına geçerse, o takdirde sebeb bağlayıcılık için değil de câizlik için dikkate alına­bilecektir. Çünkü mazinne (illetin muhtemelen bulunduğu yer) illet demek olan hikmeti kemâli üzere gerektirmez. Dolayısıyla daha uy­gun olan davranış şekli asıl olanla amel etmek olacaktır. Sonra vehme dayalı olan meşakkatlerin dikkate alınması hakîkî meşak­katlerden olabilir şeklindeki bir ihtiyata yöneliktir. Hakîkî olan ise vuku bakımından aynı düzeyde bulunmamaktadır. Dolayısıyla vehme dayalı mi|tkkıibr ttitrin» hüküm bina edilmeli mümkün de­ğildir.

Nefislerin arzu ve heveslerinden kaynaklanan meşakkatlor ise, birincinin zıddı olmaktadır. Zira bilindiği gibi şer'î hükümlerin konulmasında Şâri'in maksadı, nefisleri arzu ve heveslerinden kur­tarmak,  alışkanlıklarından  çıkarmaktır.  Dolayısıyla  ruhsatların meşruiyetinde nefislerin arzu ve istekte bulunduğu şeylere nisbetle söz konusu olacak meşakkatlere itibarda bulunulmayacaktır. Dik­kat edilirse görülecektir ki, Yüce Allah kendisine ruhsat verilmesi için nefislerin arzularıyla ilgili bir konuyu ileri süren ve sefere ka­tılmamasına bunu mazeret, olarak gösteren kimse hakkında zemde bulunmuş ve şöyle buyurmuştur: "Onlardan 'Bana izin ver, beni fitneye düşürme' diyen vardır. Bilin ki onlar zaten fitneye düşmüş­lerdi. Cehennem inkar edenleri şüphesiz kuşatacaktır.[123] Bu âyet, el-Ced b. Kays'ın Hz. Peygamber'e Tebük seferi için "Bana sefere katılmamam için izin ver; beni sarışın kızlarla fitneye düşür­me; çünkü ben onlara karşı sabır gösteremem." sözü ile ilgilidir. Keza Allah şöyle buyurmuştur: '"Sıcakta savaşa çıkmayın' dediler. De ki: 'Cehennem ateşi daha sıcaktır.' Keski buseydiler![124]  Allah daha sonra gerçek özrü belirtmiş ve şöyle buyurmuştur: "Güçsüzle­re, hastalara ve sarfedecek bir şeyi bulunmayanlara, Allah ve pey­gamberine bağlı kaldıkları müddetçe sorumluluk yoktur.[125] Al­lah burada gerçek özür sahiplerini açıklamıştır. Bunlar cihada ta­kat yetiremeyen kötürümler, çocuklar, yaşlılar, deliler, körler vb. gibi kimselerdir. Keza asla yol tedâriki için gerekli hiçbir şeyi bu­lunmayan, bir başkasınca da masrafları karşılanamayan kimseler de mazurdurlar. Âyette "Allah ve peygamberine bağlı kaldıkları müddetçe" kaydı getirilmiştir. Bunun bir gereği de, Allah'a taat ko­nusunda nefislerine herhangi bir pay bırakmamalarıdır. Şu âyete dikkatle bakmak gerekecektir: "İsteyen, istemeyen hepiniz savaşa çıkın.[126] "Çıkmazsanız Allah size can yakıcı azâbla azâb eder ve yerinize başka bir millet getirir.[127] Hal böyle iken, özrü sadece nef­sinin arzu ve hevesleri olan kimsenin durumu nasıl dikkate alına­rak, onun hakkında ruhsat verilecektir.

Evet! Şer'î hükümlerin, nefsî arzuların Şâri'in maksadına tabi olması üzere konulduğu doğrudur. Yüce Allah bir mefsedete sebebi­yet vermeyecek biçimde kulların şehvetlerini giderebilmeleri, ni­metlerden istifâde etmeleri konusunda genişlik göstermiştir. Getirilen yükümlülüklerle, mükellefe bir meşakkat binmemesi ve belir­lendiği üzere yapıldığında onun nimetlerden istifâde etmesini en­gelleyecek bir neticeye müncer olmaması istenilmiştir. Bu yüzden de daha baştan selem, kırâz (mudârabe), müsâkât ve benzeri geniş­lik getiren ruhsatlar —her ne kadar bir başka kaidede bunları en­gelleyen unsurlar bulunsa da— meşru kılınmış; dünya menfaatle­rinden pek çok şey helal kılınmıştır. Bu durumda her ne zaman nefsi taşkınlık gösterir ve Şâri'in kendisi için helal yoldan giderme­sini helal kıldığı bir şehvet ve arzunun peşine düşer; onu helal yol­dan gidermeyerek gayrı meşru yollara başvurursa, bu şeytanî ve mutlaka uzaklaşılması vâcib olan bir arzu ve heves olmuş olur. Me­sela bir günaha düşkünlük gösteren kimsenin durumu gibi. Böyle bir kimseye düşkün olduğu o konuda asla ruhsat yoktur. Çünkü bu­rada ona verilecek ruhsat, bizzat şeriatın kendisine muhalefet ol­maktadır. Daha önce geçen ruhsatlar ise böyle değildir. Çünkü on­lar tam kıstasa vuruldukları zaman şeriata bir uygunluklarının bu­lunduğu görülmektedir.

Bu açıklamalardan da anlaşılmıştır ki, arzu ve hevaya muha­lefetten doğacak meşakkatten dolayı asla ruhsat verilmeyecektir. Hakîkî meşakkatin bulunması durumunda ise şartları ile birlikte ruhsat vardır. Şartı bulunmadığı zaman ise, zimmetini mesuliyet­ten tam olarak temize çıkarmak isteyen kimse için lâyık olan azî-met hükme yönelmesi ve onunla amel etmesidir. Ancak bu durum yani azîmet hükümle amel, bazan mendûb kabilinden bazan da vâcib kabilinden olur.

Allahu a'lem!

Fasıl:

Bu yolda ortaya çıkacak faydalardan birisi de, hakkında tartış­ma bulunan kısımla ilgili olmak üzere, ruhsatlardan kaçınma ve bu konuda ihtiyatlı davranma, onların içerisine girmekten sakınma olmaktadır. Çünkü bu konu net değildir ve karıştmlabilen bir ko­nudur; şeytanın her türlü desiseleri, nefsin uğraşıları, arzu ve he­ves peşinde körükörüne koşturma buradan neşet etmektedir. Bu yüzdendir ki, sûfi şeyhleri mürîdlerine ruhsatlarla amel etmeyi ta­mamen terketmeyi tavsiye etmişler ve azîmetlerle amel etmeyi kendilerine bir usûl kabul etmişlerdir. Allah onlara rahmet etsin! Elde ettikleri faydalı neticelerden de belli ki, bu sahîh ve güzel bir yoldur. Ruhsatlardan, ancak durumu kesin olanların veya ibâdetlerde olduğu gibi yapılması istenilen şer'i bir vaııf ulmitilin duru­munda ya dn hâel olduğu için müsâkât ve karz gibi dank baftan ruhsat olarak meşru kılınan şeylerin işlenmesi uygun olur. Bualt« rın dışında kalan konularda ise azîmet hükme yönelinilir ve onunla amel edilir.

Bir diğer fayda da, güçlüğün kaldırılması hakkında vârid olan delillerin mertebelerine göre mânâlarının anlaşılmış olmasıdır. Mo sela "Allah ruhsatlarının işlenmesini sever.[128] hadîsinde söz konu­su olan 'ruhsat' hakkında talep bulunduğu sabit olan ruhsat olmak­tadır. Çünkü biz burada sözü edilen meşakkati, benzeri hakkında Hz. Peygamber'in Yolculukta oruç tutmak iyilik ve tak­vadan değildir.[129] buyurduğu meşakkate yoracak olursak, bu du­rum Yüce Allah'ın şu buyruklarına uygun düşecektir: "Allah sizin hakkınızda kolaylık diler, zorluk dilemez.[130]"Allah sizden yükü­nüzü hafifletmek ister.[131] Allah bu buyruklarını, birincisi hakkın­da "Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır" , ikincisi hakkında da "Sabretmeniz sizin için daha hayırlıdır" buyurduktan sonra söyle­miştir. Şu halde şer'î meseleler üzerinde duracak kimselerin, şer'î hükümlerin nasıl cereyan ettiğini yakînen anlayabilmesi için bu in­celikler üzerine eğilmeleri gerekmektedir. Bu konuda vârid olan şer'î delilleri araştıran kimse için, bu zikredilen husus en güzel bi­çimde aydınlanmış olacaktır.

Tevfîk ancak Allah'tandır.           

Buraya kadar arzettiklerimiz, azîmet ve ruhsat konusunda azîmet hükümle amel etmenin daha uygun olacağı görüşünün iza­hına yönelik idi.

Fasıl:

Arzedilen görüşün aksine, azimetle amel etmenin daha uygun olmayacağı görüşü de ileri sürülebilir. Bu görüş şu şekilde destekle-

nir:[132]

1.

Azimet hüküm kat'î olduğu gibi, ruhsatın aslını oluşturan hü­küm de kat'î olmaktadır. Dolayısıyla biz 'mazinne'yi (hikmetin muhtemel bulunduğu yer, sebeb) bulduğumuz zaman ona itibar ederiz. İster kat'î olsun ister zannî olsun. Çünkü Sâri Teâlâ, hü­kümlerin düzenlenmesi konusunda zannı kat'iyet mertebesinde tutmuştur. Dolayısıyla her ne zaman hükmün sebebinin mevcu­diyeti zan ile bilinecek olsa, o sebeb itibara alınmaya hak kazanmış olacaktır. Zan-nî delillerin furûda (fıkhın konusu olan fer'î mesele­lerde), kat'î delîller yerine geçtiğine ve o ayarda sayıldığına dair ke­sin delîller bulunmaktadır.

Kat'î olan zannî olanla tearuz halinde olursa, zannî olan itibar­dan düşer, şeklinde bir itiraza da yer yoktur.

Çünkü bu durum ancak delîllerin birinin diğerinin hükmünü tamamen ortadan kaldıracak şekilde tearuzlara durumunda olur. Ancak delîllerin durumu, hâss delîlle birlikte âmm ya da mukayyed delille birlikte mutlakm durumu ne ise, burada da aynı olacaksa o takdirde bir tearuzdan bahsedilmeyecektir. Bizim meselemiz işte bu sonuncu kısımdan olup, birinci kısımdan değildir. Çünkü azimetler, mükellefler üzerine güçlük olmamak kaydıyla yüklenil-mişlerdir. Eğer güçlük varsa, o takdirde güçlüğe itibarda bulunula­rak, onun gereği olan ruhsatla amel etmek sahîh olacaktır.

Keza, zann-ı gâlib bazan daha önceden bulunan kesin delîlin hükmünü ortadan kaldırabilir. Mesela bir şeyde asilliğin haram ol­ması ve sonra onu helal kılacak zannî bir sebebin ortaya çıkması gi­bi. Avcı, av hayvanının ölümünün sebebinin kendisinin vurması ol­duğunu zann-ı gâlibiyle bilse bu zannının gereği ile amel etmesi sahîhtir. Oysa ki, başka bir sebebten dolayı ölmüş olması veya ölümüne başkasının yardımcı olması pekâlâ mümkündür. Buna rağmen bu ihtimaller dikkate alınmaz ve zann-ı gâlible amel edilir. Burada asıl olan haramlıktır ve bu kesindir. Ancak bu aslın bu zannî olan karşı delîlle birlikte hâlâ bulunması mümkün değildir. Çünkü burada zann ile hatta şüphe ile birlikte hâlâ kesin haramlı-ğın bulunacağını söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla bizim ko­numuzda da durum aynı olacaktır. İşin gerçeği şudur ki, zann-ı gâlib daha önceden bulunan kat'î aslın hükmünü bırakmamakta­dır. Gâlib olan zanlar muteberdir. Ruhsatlar bahsinde de aynı şe­kilde olmalıdırlar.

2. Ruhsat esası her ne kadar azîmet hükme nisbetle cüz'î ise de,bu durum onda etkin değildir. Aksi takdirde, ruhsat hükmün işle-nilmesi istenilen konularda durumun izahı zor olurdu. Aksine küllî bir asıldan müstesna edilen cüz'î de, bizzat kendisi hakkında itiba­ra alınır. Çünkü böyle bir istisna, bir nevi umûmun tahsîsi ya da mutlakın takyidi kabilinden olmaktadır. Usûl-ı fıkıhta ise, kat'î ola­nın zannî ile tahsis edilebileceği kabul edilmiştir. Durum böyle olunca bu da öncelikli olarak sahîh olacaktır.[133] Keza; nasıl ki, hü­küm zannî olan tahsîse olup, kati olan umumîliğe değilse, burada da aynı olacaktır. Yine nasıl ki, bazı cüzlerinin düzenlilik gösterme­mesi yüzünden küllî, küllîliğini yitirmiyorsa —nitekim bu konu bu kitapta ilgili yerinde ortaya konulmuştur— burada da aynı olacak­tır. Aksi takdirde yapılması emredilen ruhsatların da ortadan kalk­ması gerekecektir. Böyle bir netice ise fâsiddir. Fâsid bir neticeye götüren şey de fâsiddir.

3.

Bu ümmetten güçlüğün kaldırıldığına dâir olan delîller katiyet mertebesine ulaşmıştır: "Allah dinde size bir güçlük kılmamış-tır.[134] âyetiyle bu mânâya gelen "Allah sizin hakkınızda kolaylık diler, zorluk dilemez.[135]"Allah sizden yükünüzü hafifletmek ister. Ve insan zayıf yaratılmıştır.[136] "Allah'ın peygambere farz kıldığı şeylerde ona bir güçlük yoktur.[137] "...onların ağır yüklerini indi­rir, zor tekliflerini hafifletir.[138]gibi âyetler bu hususu ortaya kor. Bu dîn, ihtiva etmiş olduğu kolaylaştırma ve hoşgörüden dolayı "müsamaha dîni olan Haniflik" diye isimlendirilmiştir. Ruhsatların mübâh olduklarına dâir delîller daha önceden geçmişti. O delîllerin tamamı ve benzerleri aynen burada da geçerlidir. (Bunları) ruhsat­ların tamamına değil de sadece bir kısmına tahsiste bulunmak, delilsiz tahakkümde bulunmaktan başka bir şey değildir.

Meşakkatler eğer kat'î iseler muteberdirler; zannî olanlar ise dikkate alınmaz, şeklinde bir itiraz ileri sürülemez.

Çünkü, kat'iyetle zan hükümde eşittirler Fark ancak tearuz durumunda ortaya çıkar. Burada ise, her ikisinin de aynı anda iti­bara alınmaları durumunda bir toûruz durumu bulunmamaktadır. Bu durumda tızîmet hükmü almak, ruhsat hükmünü almakten daha ültün olacak değildir. Hatta bunun aksini yani ruhsatla amal etmenin daha üstün olacağını söylemek mümkün olabilecek­tir. Çünkü ruhsatlar hem Allah hem de kul haklarını birlikte içer-moktodirler. Ruhsatla emredilmiş bulunan ibâdetler (icra edildikle­rinde) yerini bulmaktadırlar; şu kadar ki ruhsat üzere icra edilmiş olmaktadırlar; hiçbir zaman baştan düşmüş olmamaktadırlar. Azimet hükümler ise farklı olarak sadece Allah hakkı içerirler. Yü-c« Allah âlemlerden müstağnidir, hiçbir şeye muhtaç değildir. İbâ­detler, nihâî olarak hem dünyada hem de âhirette kulun hazzına yöneliktir. Dolayısıyla her iki hakkı da içermesi bakımından ruh­satla amel edilmiş olması daha uygun olacaktır.

4.

Şâri'in ruhsatları meşru kılmasından maksadı, meşakkatler karşısında mükellefe nfk ve kolaylık göstermektir. Bu itibarla ruh­satların mutlak surette alınmaları Şâri'in kasdına muvafık olacak­tır. Diğer taraf ise böyle değildir. Çünkü hep azimet hükümlerin a-lınması, dinde aşırılık, tekellüf ve lüzumundan fazla düşkünlük gi­bi istenilmeyen tavırlar için bir mazinne (muhtemelen onlara götü­rebilecek bir davranış) olabilir. Nitekim bazı âyetlerde bu tür dav­ranışlar yasaklanmıştır: "Ey Muhammedi De ki: "Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Kendiliğinden bir şey iddia eden kim­selerden (tekellüfte bulunanlardan) de değilim.[139] "Allah sizin hakkınızda kolaylık diler, zorluk dilemez.[140] Meşakkatlerin üstle-nilmesinde ise   tekellüfe girme ve zorluk vardır. İsrail oğullarına bir sığır boğazlamaları emredildiğinde hemen emre uymayıp işi zorlaştırmışlardı. Onların hakkında İbn Abbas'ın: "Eğer herhangi bir sığır boğazlasalardı, kendileri için yeterli olacaktı. Ancak onlar aşırı gittiler, tekellüfe girdiler; Allah da zorlaştırdıkça zorlaştır­dı.[141] dediği rivayet edilmiştir. Hadiste de Hz. Peygamber "Aşırılık gösterenler helak oldu.[142] buyurmuşlar; ruhbanlığı (ev­lenmemeyi) yasaklamışlar ve "Kim benim sünnetimden yüz çevirir­se benden değildir.[143]demişlerdir. Hz. Peygamber bu hadişlerini, duvamlı h«r nün oruç tutmak, geceleri devamlı nam M lttl> inak, kadınlara yaklaşmamak ve benzeri daha önctkl ümmetlif için geçerli olan fakat Yüce Allah'ın "...onların ağır yüklerini indi» rir, zor tekliflerini hafifletir."[144] buyruğu ile bu ümmetten kaldırdı­ğını bildirdiği ağır işlere yeltenen ve böyle bir hayat Hürmoyn az­meden kimseler hakkında söylemişlerdir. Hz. Peygamberin ™mSm bizzat kendileri de, hem insanlar içerisinde iken hem d« tonhııda bulunduklarında[145] ruhsatlardan istifâde etmişlerdir.-Mesela yolcu-luk esnasında namazını kısaltması ve orucunu tutmaması, (atlım düşüp[146] yanı soyulduğu zaman namazı oturarak kılması, şişman­layınca gece namazlarını ^oturarak kılması, rükû etmek istediği za­man ayağa kalkıp biraz okuyup sonra rükûya gitmesi gibi. Hz.lVy-gamber'in ashabı da aynı yola girmişler ve hiçbir zaman bu sebebten dolayı birbirlerini kınamamış ve azarlamamışlardır, Nitekim hadiste bu yüzden asla birbirlerini ayıplamadıklarını H'Ade etmişlerdir.[147] Bu mânâya delâlet edecek deliller çoktur.

5.

Sebebinin zan ölçüsünde bulunmasına rağmen ruhsatların ter-kedilmesi, hayırda yarışmadan kopmaya, usangaçlığa ve sıkılmaya, ibâdetlere kendini vermekten kaçmaya, amel işlemekten hoşlajıma-maya ve devamlılığı terketmeye sebebiyet verebilir. Bu iddianın doğruluğu üzerine şeriatta getirilmiş birçok delîl bulunmaktadır. Çünkü insan bir zorluğun bulunduğunu düşündüğü zaman veya kendisinden zor bir şey istendiği zaman bundan hoşlanmaz ve usa­nır. Belki de bu usanç duyması yüzünden bazı zamanlarda o şeyi yapmaktan acziyet hisseder. Zira bazan sabreder bazan da sabır ve tahammül gösteremez. Teklif ise daimîdir. Takat üstü yükümlülük haddine ulaşmadığı sürece kişi önüne ruhsat kapıları açılmadığı zaman, şeriatı kendisine zor geliyor sayabilir. Bunun neticesinde de güçlüğün kaldırıldığına delâlet eden delîller ve onların medlulleri hakkında yanlış anlamalara gidebilir, veya (kulluktan) kapabilir ya da, şer'an hoş görülmeyen bazı şeylerle karşı karşıya gelebilir. Nite­kim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bilin ki, içinizde Allah'ın peygamberi bulunmaktadır. Eğer o, bir çok işlerde size uymuş olsaydı şüphesiz kötü duruma (sıkıntıya) düşerdiniz.[148] "Ey ina­nanlar! Allah'ın siza helal ettiği temiz şeyleri haram kılmayın, hu­dudu da aşmayın, doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez.[149] Riva­yete göre bu âyet, nefis aleyhine bir aşırılık olmak üzere Allah'ın helal kıldığı şeyleri haram kılma sebebiyle inmiştir ve böyle bir davranış "haddi aşmak" olarak nitelendirilmiştir. Hadislerde de "Amellerden güç yetirebileceğiniz şeyleri yapmaya çalışınız. Çünkü siz usanmadıkça Yüce Allah asla (sevap vermekten) usanmayacak-tır.[150] "Hz. Peygamber iki şey arasında muhayyer bıra­kıldığında, —günah olmadığı sürece— hep en kolay olanı seçer­di.[151] buyrulmuştur. Hz. Peygamber visal orucunu[152] ya­saklamıştı. Fakat onlar bundan vaz geçmeyince onlarla birlikte vi­sal orucu tuttu, bir gün sonra bir gün daha ekledi sonra hilâli gör­düler. Peygamber efendimiz yasağa uymayıp da visal orucuna yel­tenen kimselere bir ders (taciz) mahiyetinde: "Eğer ay gecikseydi ben mutlaka visal orucuna gün ekleyerek devam ederdim. (Tabiî siz de buna güç yetiremezdiniz.) " buyurmuşlardır.[153]   Keza başka bir hadiste "Eğer ay uzasaydı ben mutlaka visal orucuna devam eder­dim ve o zaman aşırılık gösterenler aşırılıklarını terkederlerdi.[154]buyurmuşlardır. Abdullah b. Amr b. el-Âs, yaşlandığı zaman "Keş­ke Hz.Peygamber'in ruhsatını kabul etseydim.[155] demiş­tir. Hadiste şöyle anlatılır:

"Hz. Peygamber'e:

'"—Şu el-Havlâ bt. Tuveyt! Dediklerine göre gece hiç uyumaz-mış;' dediler. Hz. Peygamber:

"'—Gece uyumaz mı?! Gücünüzün yettiği kadar ibâdet edin.[156] buyurdular ve onun bu davranışını tasvip etmediler. Muâz'ın imamlığı ile ilgili hadislerinde 'Muâz! Sen fitneci misin?' diye çok ağır söz söylemişlerdir. Bir adam gelerek Hz. Peygamber'e:

'"—Ya Rasûlallah! Ben Falan yüzünden sabah namazından ge­ri kalıyorum. (Yatsı namazını) çok uzatıyor' demişti. Ravi, Hz. Pey-gamber'in bunun üzerine sinirlendiği gibi hiçbir zaman sinirlenme-diğini belirtir, donra da H*. Peygamber: 'tçinİMdt dindtn n«frtt et­tirenler var...' buyurmu|lnrdır.[157]

'"İki direğin artısında bağlı bir ip vardı. Efendimiz onun nt ol­duğunu sordu.

'"—Zeyneb'in. Namaz kılar, yorulduğu zaman ya da gnvftldik geldiğinde ondan tutar,' dediler. Efendimiz:                                         1844]

'"Çözün onu. Sizden her biriniz zinde oldukça kılsın; yoruldu' ğu veya gevşeklik hissettiği zaman otursun.[158] buyurmuşlardır,"

Benzeri delîller pek çoktur. Ruhsatın terki de bu kabildim ol­maktadır. Bu yüzdendir 4d Efendimiz 'Yolculukta oruç tutmak iyilik ve takvadan değildir.[159] buyurmuşlardır. Durum böyle olduğuna göre, ruhsatla amel etmenin daha uygu» olacağı it-bit olmuştur demektir. Eğer ruhsatla amel etmenin dahn uygun Oİ* madiği kabul edilse bile, azimetle amel etmenin daha uygun OİIBt* dığı da öncelikli olarak sabit olacaktır.

6.

' Şer'î düzenlemeler, her ne kadar arzu ve heveslere muhâltffct içinse de —nitekim bu kitabın ilgili yerinde açıklanmıştır— onların dünya ve âhiret maslahatlarını temin için konulmuş olduğunda di şüphe yoktur. Arzu, ancak şer'î düzenlemelere muhalif olduğu li­man yerilmiştir. Bizim konumuz ise böyle bir arzu ve heves değil­dir. Eğer arzu şer'î düzenlemelere uygunluk arzederse, o takdirdi yerilmemektedir. Konumuz da işte bu kabilden olan arzu ve hevtl-lerle ilgilidir. Zira Sâri' Teâlâ ruhsat için bir sebeb tayin eder Vf zannı gâlib üzere bu sebeb de bulunursa ve bu durumda biz onun gereğini yerine getirerek ruhsatla amel ettiğimizde bunun nerelin­de arzu ve hevâya uymak söz konusu olacaktır. Ruhsatlara tabi ol­mak yüzünden emir ve nehyin gereğinden çıkmak neticesi doğabile-cekse, aynı netice aşırılıklara gitmek, ruhsatlan terketmek, her-şeyin zoruna sarılmak durumunda da doğabilir. Bu durumda bun­lardan biri diğerinden daha öncelikli değildir. Ruhsatlar ve azimet­ler konusunda meşru bulunan sebeblere tabi olmak arasında bir fark yoktur. Zann-ı gâlib eğer azimetler tarafında ise, onlar itibara alınır; keza ruhsatlarda da durum aynı olur. Birinin diğerinden da­ha üstünlüğü yoktur. Kim bu ikisi arasını ayırır ve farklı mütâlâa ederse, icmâa muhalefet etmiş olur.Bu arzedilenler de bu tarafın delîl ve yaklaşımlarını teşkil et- mektedir.

Fasıl:

Buraya kadar verilen bilgiler ışığında, sebebinin gâlib zanla ya da kat'iyetle sabit olması durumunda[160] ruhsatın terkedilmesi tara­fının daha uygun olduğu, bazı hallerde de ruhsatla amel etmenin daha üstün olduğu, bazan da her iki tarafla da amel etmenin eşit olduğu ortaya çıkıyor. Ancak ruhsatın sebebinin bulunduğuna dair gâlib zan yoksa, o takdirde ruhsatla amel etmenin engelleneceğinde herhangi bir problem bulunmamaktadır.

Keza hafifletme doğrultusunda amel etmeye delâlet eden deliller âmm ve mutlak oluşlarına yorulur ve bunlardan bir kısmı belli yerlere tahsis edilme cihetine gidilmez. İki grup arasındaki ih­tilaf noktası kendisini şurada göstermektedir: Birinci gruba göre dikkate alınacak olan şey, illetten ibaret olan bizzat meşakkatin kendisidir. İlletin (meşakkatin) mazinnesi olan sebebe ise itibar edilmez. İkinci gruba göre ise, dikkate alınacak şey bizzat yolculuk ve hastalık gibi meşakkatin mazinnesi yani sebebtir. Bu duruma göre, eğer illet munzabıt (açık, istikrarlı) olmazsa,[161] illet için keza munzabıt bir mazinne de mevcut değilse, o takdirde konu net olma­yacak, karışıklıklara sebebiyet verebilecektir. İşte böylesi durum­larda çoğu kez "ihtiyatlı davranma" esasına başvurulacaktır. Çün­kü bu, yerinde de belirtildiği üzere sabit ve muteber bir esas olmak­ta*]    tadır.

Fasıl:

İtiraz: Arzedilenler tamamen birbirine karşı durumda olan delillerin arzından ibarettir. Bu ise konu ile ilgili problem getir­mekten başka bir şey değildir. Bundan bir çıkış yolu yok mudur?

Cevap:evet vardır ve iki açıdan problemden çıkmak mümkün­dür:

1.Konuyu müctehidin görüş ve değerlendirmesin» hııvAlo öt­mek. Burada her iki tarafın da delîl ve yaklaşımları herhangi hır tercihe gidilmeksizin arzedilmiş ve konu müctehidin değerlendir­mesine bağlı bırakılmıştır. O değerlendirmesini yapacak ve bu mm neticesinde bu iki taraftan biri öbür, tarafa ya mutlak sûretlo gnltt-be çalacaktır; yahut da onlardan biri bazı haller ve durumlar iyin, diğeri de başka hal ve durumlar için ağırlık kazanacaktır.

2.Burada arzedilenlerle, "Makâsıd" bölümünde arzod ilecek olan "Meşakkatlerin neviteri ve hükümleri" bahisleri birlikte değer­lendirilecektir. Eğer bu iş yapılır ve her iki konu birlikte ele alınır­sa, bu iki yoldan hangisinin doğru olduğu inşallah ortaya çıkacak­tır.

Tevfîk ancak Allah'tandır. [162]

 

Sekizinci Mesele

 

Eğer Sâri' her bir zor işte mükellef için bir çıkış yolu kılmış-sa, bundan Şâri'in gözettiği maksadı, mükellefin eğer dilerse o çıkış yolunu araştırması ve kullanması olmaktadır. Ruhsatlar bahsinde, güçlüklerden kurtulma yollarının meşru kılınması gibi. Eğer bu gi­bi durumlarda mükellef bu güçlüklerden kendisi için meşru kılınan şekil üzere çıkış yolu ararsa, bu durumda Allah'ın emrine uymuş ve kulluğunu ciddiyetle yerine getirmiş sayılır. Eğer böyle yapmaz, farklı davranırsa o takdirde iki mahzurlu duruma düşmüş olur:[163]

a)  Şâri'in kasdına muhalefet etmiş olur. Bu muhalefet vâcib, mendûb ya da mübâh konusunda olabilir.

b)  Kimdi üzerine kolaylaştırma kapısını kapatmış vo bu çık­mak istodiği zor işten çıkış yolunu meşru olmayan yollarla tıkamış [UT]   olur. Bu mânânın izahı çeşitli açılardan mümkündür:

1.

Sâri' Teâlâ, şerîatı kulların maslahatları için koymuş olduğu­nu belirtmiştir. Baştan konulan şer'î hükümler önüne bazan hasta­lık, ve normalin üstünde olan güçlükler gibi engeller çıkabilir. İşte bunun için Sâri ayrıca tâbi hükümler, tamamlayıcı unsurlar ve çı­kış yollan da meşru kılmıştır ki, mükelleflerin bu tür güçlük ve sı­kıntılardan kurtulmaları ancak bu yollarla olacaktır. Bunun netice-Hİnde de teklif kul için artık normal, tahammül edilebilir ve kolay bir hal alacaktır. Eğer böyle olmasaydı, o takdirde bunların meşru kılınmalarında ilk baştan meşru kılınmış olan durumlar üzerine bir ziyâdelik bulunmazdı. Teklîfî hükümler üzerinde düşünenler, basit bir nazardan sonra bunu hemen anlayacaklardır. Durum böy­le olduğuna göre, hafifletme ve kolaylık talebi hususunda mükellef, bu isteğini meşru kılınmış şekil üzere yapmakla memurdur. Bu du­rumda hafifletme talebinde bulunduğu şey, kısmen de olsa kat'î olarak derhal ya da zaman içerisinde husule gelecektir. Eğer bu hafifletmeyi başka bir yolla isteyecek olursa, o takdirde istemiş ol­duğu hafifletme ne derhal ne de zaman içerisinde kat'î olmadığı gi­bi zan ölçüsünde de olmayacaktır; genel anlamda olmadığı gibi, tafsil durumunda da bulunmayacaktır. Zira eğer öyle olacak olsay­dı, o takdirde onun da meşru olması gerekirdi. Halbuki o şeyin meşru olmadığı kabul edilmektedir. Netice olarak şu ortaya çıkıyor ki, şer'î olmayan yoldan hafifletme ve kolaylaştırma talebinde bulu­nan kimse için bir çıkış yolu bulunmamaktadır.            ,

2.

Hafifletme talebinde bulunan bu kimse, bu isteğini meşru bir yol üzere yapmışsa, bu durumda hafifletmenin meydana gelmesi için onun meşruiyet üzere yaptığı bu talebi yeterli olmaktadır. Böy­le bir kasıdda bulunmak bir hayırdır ve berekettir. Gayrı meşru yoldan istenilmesi durumunda ise, maksadının meydana gelmeme­si için yapmış olduğu bu hayırsız ve uğursuz girişimi yeterli olacak­tır. Buna Yüce Kitabımızdan şu âyet de delâlette bulunmaktadır: "Allah kendisine karşı gelmekten sakınan kimseye çıkış yolu sağlar, ona ummadığı yerden rızık verir.[164]Bu âyette şartın mefhûmunu aldığımızda şöyle bir mânâ çıkacaktır: "Kim de Allah'a karşı gel­mekten sakınmazsa, Allah onun için bir çıkış yolu sağlamayacak-

tır." el-KAdl limiti, Bâlim b. Ebî Ca'd'den şöyle rivayet etmiştir: Eşca kabüaılndan bir adam Hz. Peygamber'e geldi ve için­de bulunduğu sıkıntıdan söz etti. Hz. Peygamberkendisi­ne:

"Git ve sabret!" buyurdu. Adamın oğlu müşrikler elinde esirdi, ellerinden kurtuldu ve babasına ganimetle birlikte döndü. Adam Hz. Peygamber'e geldi ve# durumu ona haber verdi. Hz. Peygamber de o ganimetin kendisi için helal olduğunu be­lirtti. Bunun üzerine "Allah kendisine karşı gelmekten sakınan kimseye çıkış yolu sağlar, ona ummadığı yerden rızık verir.[165] âyeti indi. İbn Abbas'tan rivayet edilir: Kendisine bir adam gelir ve amcam karısını üç talakla boşadı der. İbn Abbâs: "Amcan Allah'a is­yan etmiş, Allah da onu pişman etmiştir. O şeytana uymuş ve ken­disine çıkış yolu bırakmamıştır." diye cevap vermiştir. Adam: "Bir adam karısını onun için helal kılsa ne dersin?" diye- sormuş. O da: "Kim hileye baş vurursa, Allah onu aldatır." diye karşılık vermiştir. "Allah kendisine karşı gelmekten sakınan kimseye çıkış yolu sağlar, ona ummadığı yerden rızık verir.[166] âyeti hakkında er-Rabî' b. Hu-seym'den "İnsanlara zor gelen her şeyden." dediği rivayet edilmiş­tir. İbn Abbâs: "Kim Allah'a karşı gelmekten sakınırsa, Allah onu dünyada ve âhirette her türlü belâ ve sıkıntıdan kurtarır." demiş­tir. Bir başkası da "Kim Allah'tan ve günahtan sakınırsa, Allah ona helalden bir çıkış yolu nasib eder." demiştir. Tahâvî şöyle' bir rivayete   yer  vermiştir:   Ebû   Mûsâ,   Hz.   Peygamber'den   şöyle rivayette bulunmuştur: "Üç kimse vardır ki, bunlar Allah'a duâ ederler, fakat duaları kabul edilmez: 1. Malını bir beyinsize (sefihe) veren adam. Halbuki Yüce Allah 'Beyinsizlere mallarınızı vermeyi­niz.[167]buyurmuştur. 2. Borç ilişkisine giren fakat şâhid tutmayan kimse. 3. Kötü huylu bir zevceye sahip bulunan fakat onu boşama-yıp tutan kimse." Bunun mânâsı şudur: Yüce Allah borç ilişkilerin­de şâhid tutmayı emretmiş,[168] mallarımızı beyinsizlere vermememi­zi emretmiş, ve ihtiyaç halinde de talakın meşru bulunduğunu bil­dirmiştir. Buna rağmen kişi bunların doğrultusunda hareket etmez ve başına hoşlanmadığı şeyler gelir ve duâ ederse, Allah onun dua­sına icabette bulunmaz. Zira yerli yerinde ve kendisine gösterildiği yol üzere davranmamıştır. Bu konuya delâlet edecek haberler pek çoktur ve bunlar gerek zâhirleriyle ve gerekse muhtevâlanyla bu mânâya açıkça delâlet etmoktedirler. Rivayete göre İbn Abbas'a, bir adamın karısını üç talaklu boşadığı sorulunca o "Kadınlarınızı bo-şadığınız zaman iddetlerm» riâyetle boşayınız... Allah kendisine harp gelmekten nahnan kimseye çıkış yolu mğlar, ona ummadığı yerden mıh verir.[169] Aynilerini okuyarak cevap vermiş ve ona: "S«n Allah'a karşı gelmekUm sakınmadın; senin için bir çıkış yolu yok!" diye cevap vermiştir. İmâm Mâlik de bu mânâda 'belâğ* BÎgasıyla bir haber naklinde bulunmuştur. Bu habere göre bir adam Abdullah b. Mesûd'a gelmiş ve: "Karımı sekiz talakla boşadım." de­miş. İbn Mesûd: "Sana ne dediler? diye sormuş. O da: "Benden ayrı düşmüş olduğunu söylediler." diye karşılık vermiş. İbn Mesûd: "Doğru söylemişler; kim Allah'ın emrettiği gibi boşarsa, Allah ona durumu (ve çıkış yolunu) göstermiştir. Kim işi kendi eliyle kendi aleyhine karıştırır ve işin içinden çıkılmaz hale getirirse, biz de onu kendi yaptığı işle başbaşa bırakırız. Durumları kendi aleyhinize ka­rıştırmayınız. Biz de bir çaresini bulalım. Durum sizin dediğiniz gi­bi." demiştir. Ebû Yezîd el-Bistâmî'nin şu hikâyesi üzerinde düşü­nünüz: Bu zat kendisinden kadınlara yönelik şehvet duygusunun kaldırılması için Allah'a duâ etmek istemiş; sonra Hz. Peygam-ber'in Lböyle bir davranışta bulunmadığını hatırlayarak bundan vazgeçmiş ve kendisini tutmuştu. Bunun neticesinde Allah Teâlâ bu duyguyu kendisinden tamamen kaldırmıştı. Öyle ki, ka­dınla taş arasında hiçbir fark görmüyordu.

3.

Çıkış yolunu meşruiyeti üzere talepte bulunan kimse, aslında Sâri' Teâlâ'nın o şeyin içerisine yerleştirmiş olduğu başarıyı talepte bulunmuş olmaktadır. Gayrı meşru çıkış yolları arayan ise, çıkış yolunu tecâvüz etme kasdmı göstermiş olmaktadır. Bu durumda ki­şi, talep ettiği şeyin zıddını istemiş olmaktadır. Çünkü o yoldan çevrilmiş olmaktadır. Maksadın zıddı cihetinden de ancak, maksa­dın zıddı ortaya çıkabilir. Şu halde böyle birisi, çıkış yolundan baş­ka bir şey talep etmiş olmaktadır. Bu netice 'istihza', 'mekr', 'aldat­ma' tabirleri içeren âyetlerin delâlet etmiş oldukları mânânın gere­ği olmaktadır. Bu âyetlerden bir kısmını hatırlayalım: "Fakat hile yaptılar (mekr), Allah da onların hilelerini başlarına geçirdi.[170] "Onlarla Allah alay eder ve taşkınlıkları içinde bocalar durumda bırakır.[171]"Bunlar Allah'ı ve inananları aldatmaya çalışırlar, oy­sa sadece kendilerini aldatırlar ve farkında değillerdir.[172] "Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, o kendisine zulmetmiş olur.[173]"Verdi­ği bu sözden dönen, ancak kendi aleyhine dönmüş olur. Allah'a vediği sözü yerine getirene Allahbüyük ecir verecektir.[174] "Kim ya­rarlı iş işlerse kendi lehinedir; kim de kötülük işlerse kendi aleyhi­nedir.[175]Ve bu mânâda daha bir çok âyetler. Hepsi de kesin ola­rak ifâdede bulunmaktadır. Netice olarak bunlar göstermektedir ki meşru yol üzere maslahat aramayıp bunun dıgına çıkan kimse, o maslahatın zıddı yolda koşmuş olmaktadır. Varılmak istenilen neti­ce de budur.

4.

Kulların maslahatlarını gerçek anlamda ancak onların yaratı­cısı ve koyucusu bilebilir. Kulun bu maslahatları bilmesi ancak bel­li açılardan mümkündür ve bilmedikleri yönleri bildikleri yönlerin­den daha fazladır. Bu durumda kul kendi maslahatına ulaşabilmek için, kendisini amacına ulaştırmayacak olan bir yoldan yürüyebilir. Veya peşin bir zevk aldırabilir ama zaman içerisinde ortadan kay­bolur ya da kâmil olarak değil de ancak noksan bir halde ulaştıra­bilir. Veya girdiği bu yolda ortaya çıkacak olan mefsedet söz konusu olacak maslahattan daha ağır gelebilir ve bu durumda tuttuğu yo­lun hayrı şerrini karşılamaz. Nice tedbirde bulunan vardır ki, asla amacına kâmil anlamda ulaşamamaktadır, tedbirde bulunduğu işin bir türlü neticelerini devşirememektedir. Bu akıl sahiplerince göz­lenen ve bilinen bir gerçektir. İşte bu yüzdendir ki Yüce Allah müj-deleyici ve uyarıcı olmak üzere peygamberlerini göndermiştir. Du­rum böyle olunca, Sâri' Teâlâ'nın koymuş olduğu hafifletme yolları­na baş vurmak, maslahatın tam anlamda ve hafifletmenin de nok­sansız olarak meydana gelmesi yoluna baş vurmak demek olacak­tır. Şâri'in koymuş olduğu yolların aksine girişimler ise bunun aksi­nedir. Bu mesele genel anlamda ele alındığında, Şâri'in kasdına   [380] muvafakat ya da muhalefet konusunun bir fer'i olmaktadır. Ancak ruhsatın izin verilmeyen şekilde istenilmesi veya yerinde kullanıl­maması konusunda vaz' hitâbıyla ilgili bulunduğu için burada zik­redilmiştir. Zira sabit hükümlerden bir kısmı vardır ki bunlar azi­mettir; bunlarda ne hafifletme vardır ne de ruhsat bulunmaktadır. Kitap içerisinde buraya kadar bu neviden bulunan pek çok mesele geçmiş bulunmaktadır. Hükümlerden bazıları da vardır ki, hakla­rında ruhsat bulunur. Hakkında ruhsat bulunan her konunun ruh­sat hükmü sadece o konuya ait olur ve başka yerlere sirayet etmez. Keza  kulun başına gelen bazı haller vardır ki, kendisi bu halleri meşakkat diye niteler; halbuki şeriatta durum hiç de öyle değildir. Dolayısıyla muhtemeldir ki, şer'î bir sebeb olmadan ruhsattan isti­fâde cihetine gitmiş olur. Bu yüzden bu esasın fıkhî konularda pekçok faydalan bulunmaktadır; maksadın zıddı ile muâmtl* kaideli gibi, hiyel meseleleri gibi... [176]                     

 

Dokuzuncu Mesele

 

Ruhsat sebebleri, Şâri'ce ortaya konulmaları maksûd şeyler değillerdir. Keza bunların ortadan kaldırılmaları da Şâri'ce maksûd bulunmamaktadır. Çünkü bu sebebler, haram kılan ya da vâcib kı­lan azimet hükümlerin kesinlik kazanmasının engellenmesine yö­nelik olmaktadırlar. Bu haliyle bunlar ya haramlık ve günaha gir­me hükmüne mâni olmakta; ya da günâhın kaldırılması ve mübâh olmayan şeyin mübâh kılınması için birer sebeb olmaktadırlar. Her iki takdire göre de, bunlar azimet hükümlerin terettübünü engelle­yen mânilerdir. İlgili bahisde de geçtiği üzere, mânilerin Şâri'ce ne husule gelmeleri ne de ortadan kalkmaları maksûd değildir ve her kim ki haram kılıcı ya da vâcib kılıcı sebebin hükmünü ortadan kaldırmak için mâni îcâd edecek olsa, onun bu fiili sahîh değildir. Şartlar bahsinde geçerli olan tafsilat aynısıyla onlarda (mânilerde) da geçerlidir. Ruhsatların sebebleri ile ilgili hüküm de aynıdır ve aralarında hiçbir fark yoktur. [177]

 

Onuncu Mesele

 

Eğer biz ruhsatın, "ruhsatla azimet arasında muhayyerlik" mânâsında mübâh olduğunu esas alırsak, o takdirde azimet hükümle ruhsat tercihli vâciblerden olmuş olacaklardır. Zira bu du­rumda ruhsatla karşı karşıya olan kimseye: "Eğer dilersen azimeti işle; dilersen de ruhsatın gereği doğrultusunda hareket eyle." denil­miş olacaktır. Bu durumda kişi bunlardan hangisiyle amel etmiş ol­sa, o şey kendisi hakkında vâcib olarak vuku bulacaktır. Aynen ye­min keffâretindeki tercihler arasında olduğu gibi. Bu durumda ar­tık azimet hüküm o kişi hakkında azimet olmaktan çıkacaktır.

Ama biz böyle değil de, ruhsatın mübâhlığını "günahın kaldı­rılması" mânâsında alırsak, o takdirde azimet hükümle ruhsatın durumu tercihli vâciblerdeki gibi olmayacaktır. Çünkü günâhın kaldırılmış olması zorunlu olarak bir muhayyerlik mânâsı gerektir­memektedir. Dikkat edilecek olursa görülecektir ki, günahın kaldı­rılmış olması vâcible birlikte bulunabilmektedir. Durum böyle olun­ca; azimetin, bizzat Şâri'ce maksûd ve belirlenmiş bulunan aslî vâciblik hükmü üzere kalması ortaya çıkmış olacaktır. Bu durumda kişi azîmet hükümle amel ettiği takdirde, kendisiyle hiçbir özrü bu­lunmayan kimselerin o hükmü yapmaları arasında "bir fark bulun­mayacaktır. Şu kadar var ki; özür, sahibinin azimet hükmü terke-derek ruhsat hükme intikal etmesi durumunda ondan günahı (ha­raç) kaldırmış olacaktır. Daha önce her ne kadar Şâri'in ruhsat hü­kümlere yönelik bir kasdı varsa da, bunun ikinci kasıdla (kasd-ı sânî) olduğu ortaya konulmuştu. Aslî kasıdla maksûd olan şey ise, bizzat azimetin vuku bulması idi.

Bu meselenin benzeri şudur: Bir hâkim hükmünü verme sıra­sında iki beyyine (şahit vb.) ile karşılaşıyor. Aslında bu iki beyyine-den birisi adalet vasfını taşıyor, diğeri ise taşımıyor. Hakimin yap-ması gereken şey yani azîmet hüküm âdâlet vasfını taşıyan beyyi-nenin gereği ile hükmetmektir. Çünkü Yüce Allah "Sizden âdil olan iki şâhid tutun.[178]"Şâhidlerden razı olduklarınızdan.[179] buyurarak şâhidlerin âdil olması gerektiğini beyan etmiştir. Bu du­rumda olan bir hâkim, eğer adalet sahibi olan şâhidlerin şehâdeti gereğiyle hükümde bulunacak olursa, aslî azimete isabet etmiş ola­cak ve iki ecir alacaktır. Aslında âdil olmayan şâhidlerin şehâ-detlerine dayanarak hükümde bulunduğu zaman ise kendisine bir günah gerekmeyecektir. Çünkü işin içyüzünü bilemediği için mazur olacaktır; ayrıca ictihadda bulunduğu için de (isabet edemediği hal­de) bir sevap alacaktır. Verdiği bu hüküm her iki tarafı da bağla­yacaktır. Aynen ruhsat hüküm, ruhsattan istifâde durumunda olanlar için nasıl geçerli ve yeterli ise burada da durum aynı olmak­tadır. Nasıl ki, bu durumda olan bir hâkim için "O âdil olan şâ­hidlerin şehâdetiyle âdil olmayan şâhidlerin şehâdetine dayanarak hüküm verme arasında muhayyerdir." demlemezse, aynı şekilde burada da "Kişi azimetle ruhsat arasında mutlak surette muhay­yerdir." denilemez.

İtiraz: "Ruhsatların meşru kılınması ikinci derece kasıdladır." diye nasıl iddiada bulunulabilir? Oysa ki, güçlüğün kaldırılması kaidesi kesin olarak aslî kasıdla sabit olmuştur. Mesela: "Allah si­ze dînde bir güçlük kılmamıştır.[180] buyrulmuş ve ruhsat hükmü-

nün ifâdesinden sonra da: "Allah sizin için kolaylık diltr; torluk di-itmez.[181]diye beyanda bulunulmuştur.

Cevap: Nikahtan maksat "tenasül" yani insan neslinin bekâ­sını temin olmaktadır. Bunun dışında: "İçinizden, kendileriyle hu­zura kavuşacağınız eşler yaratıp; aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi, O'nun varlığının belgelerindendir.[182] "Sizi bir nefis­ten yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de ondan var eden Allah'tır.[183]gibi âyetlerde ifâde edilen   eşlerin birbirlerine ünsiyet peyda etmeleri vb. gibi diğer maksatlar ise ikinci kasıdla sabit olmuşlardır. Dolayısıyla ruhsat bahsinde de durum aynıdır.

Hem sonra ruhsatla amel edecek olan kimseden bizzat güna­hın/güçlüğün kaldırılmış olması, onun için bir kolaylaştırma olmak­tadır (ve bu durum onun ikinci kasıdla meşru kılınmış olmasını ge­rektirmez. Çünkü) oruç daha başlangıçtan konulurken fazla olma­yan sayılı günler olarak konulmuş (aylar olarak konulmamıştır.) Bu durumda bizzat azîmet hükmün kendisinde de kolaylık ve güç­lüğün kaldırılmış olması mânâsı bulunmaktadır. (Hal böyle iken oruç için aslî kasıdla değil de ikinci kasıdla meşru kılınmıştır deni­lebilir mi?) Keza güçlüğün kaldırılması külliyyâtta (genel hüküm­lerde) da Şâri'ce maksûd bulunmaktadır. Yükümlülük getiren şer"î küllî esasların hiçbirinde, asla küllî ya da ekseri bir güçlüğün bu­lunması mümkün değildir. "Allah size dînde bir güçlük kılmamış-tır.[184]âyetinin gereği de bu olmaktadır. Biz bazı nâdir cüz'îlerde güçlük ve meşakkat bulabiliriz ve bununla birlikte haklarında da bir ruhsat meşru kılınmamış olabilirler. Bu Şâri'in önem verdiği hususun sadece külliyyâta yönelik olduğunu göstermek içindir. Ruhsat mahalleri hakkında da aynı şekilde söyleriz: Bunlar külliyyâttan değillerdir; sadece cüz'iyyâttırlar. Nitekim bu konu üzerine "azimetle mi yoksa ruhsatla mı amel" konusunda dikkat çe-[853]   kilmişti.

Şu halde azimetler küllî olmaları açısından Şâri'ce aslî kasıdla meşru kılınmış hükümlerdir. Güçlük (haraç) ise, cüz"î olması açısın­dan bu külliler üzerine sonradan arız olan şeylerdir. Eğer Sâri' ruh­satlarla bunların kaldırılmasını kasdetmişse, bu ikinci kasıdla ol­maktadır.

Allahu a'lem! [185]

 

On Birinci Mesele

 

Azimetlerle ruhsatlan bir arada incelediğimizde, azimetlerin câri olan âdet-i İlâhiye ile bidüziyelik (muttaridlik) arzettiğini, ruh­satların ise câri olan âdet-i İlâhiyenin normal .seyrini yitirdiği an­larda geçerli olduklarını görürüz.

Birincisi açıktır. Çünkü biz namazların tam. ve vakitlerinde kı­lınması, orucun belirlenmiş vaktinde tutulması, taharetin su ile ya­pılması gibi emirlerin cereyan eden âdet-i ilâhîye uygun olarak vârid olduklarını görüyoruz. Bu gibi emirler sıhhat, akıllı olmak,[186] ikâmet halinde bulunmak» su bulunmak vb. gibi normal haller üze­re olmaktadır. Diğer muamele ve ibâdetlerde de durum aynıdır. Mesela normal durumlarda ya da namaz için örtünme emri, lâşe, kan, domuz eti vb. yemeyi yasaklama gibi. Bütün bunlar emredilir-ken ya da yasaklanırken, hep emir ya da nehye uymanın mümkün olacağı haller dikkate alınmıştır. Bu haller ise tam ve genel anlam­da ya da ekseriyetle mutâd olan ve alışılagelmiş bulunan hallerdir. Bunun böyle olduğunda herhangi bir problem gözükmemektedir.

İkincisine gelince, bu da birincinin bilindiği cihetten malûm bulunmaktadır. Hastalık ve yolculuk halleri, suyun, elbisenin ya da yiyecek bir şeyin bulunmaması durumu, emredilen şeyin terkedil-mesi ya da nehyedilen şeyin yapılması konusunda ruhsat getirici bir özellik olmaktadır. Yeterli tafsîlat daha önce seçmiş bulunmak­tadır. "Makâsıd" bölümünde bir başka açıdan inşallah tekrar ele alınacaktır.

Ancak âdet-i İlâhiyyenin normal şekil üzere seyretmemesi iki kısımdır: a) Genel olur. b) Özel olur.

Genel olan (hastalık, sefer vb. gibi haller) geçmiş bulunuyor. Özel olan kısım ise, gereği ile amel etmeleri durumunda, Allah'ın velî kullarının göstermiş oldukları fevkalâdeliklerdir. Bunlar ekse- [354] • riyetle ancak ruhsat hükmünde olmaktadırlar. Mesela suyun süte, kumun kavuta, taşın altına dönüşmesi, gökten yiyecek indirilmesi yahut yerden çıkarılması gibi. Bu gibi fevkalâdelikler kimin için ya-ratılmışsa, o kimse (velî kul) bunları alabilmekte ve kullanabilmek­tedir. Onun bunları kullanması azîmet değil ruhsat olmaktadır.

Daha önce de geçtiği gibi, ruhsatla amel edebilmek için, onun kolaylığından istifâde için onu kasdetmiş olmaması ve ona sebebi­yet vermemesi şart oluyordu. Zira bu şarta muhalefet Şâri'in kasdına muhalefet oluyordu. Çünkü Şâri'in daha baştan ruhHat hüküm­leri koyması mümkün değildi. Şâri'in bu konudaki kasdı, normal teşrîde bulunulan hükümlerin icrası sırasında ortaya bazı ruhsatı gerektirecek sebebler ortaya çıkarsa, o sebebin müsebbebine yöne­lik iznin bulunabileceği şeklindedir. Nitekim daha önce geçmişti. Hal böyle olunca burada da öncelikli olarak durum aynı olacaktır. Çünkü bu tür harikuladelikler kulluk hükümlerini ortadan kaldır­mak için değil; sadece başka bir durum için konulmuşlardır. Dola­yısıyla bunlar yönünden hafifletmeye yönelik kasıdda bulunmak, bunların Rabbine değil, bunların bizzat kendilerine yönelik bir ka-sıd olur. Bu ise Allah'a kulluk konusunda gözetilen maksatların ko­numuna aykırıdır.

Keza "Makâsıd" bahsinde şer'î hükümlerin özel değil genel ol­dukları belirtilmiştir. Bundan maksat şer'î hükümlerin sadece bâzı mükelleflere has değil, bütün mükellefler hakkında genel oldukları­dır.

Bu şarta, Hz. Peygamber'in keramet ve mucize olarak harikuladelikler göstermeyi kasdetmiş olması ileri sürülerek itiraz edilemez. Çünkü Hz. Peygamber bununla, nefsî nazların­dan tamamen arınmış olarak şer'î bir mânâyı kasdetmiş olmakta­dır. Aynı şekilde velî kul da kerameti kendi nefsî hazzı için değil de şer'î bir garaz dolayısıyla göstermeyi kasdetmiş olabilir dememiz mümkündür ve bu durumda bu kısım, kasdına göre hüküm almak suretiyle ruhsat hükmü dışına çıkar. Hal mertebelerini aşan evli­yadan sâdır olan kerametleri, istikra neticesinde işte bu mânâ üze­re yormamız gerekmektedir. Ancak bu dediğimiz şekilde olmazsa, o takdirde kesin ve problemsiz şart muteberdir. Şart sadece genel olan fevkalâdeliklere has değildir; özel olanlarda da öncelikli olarak itibara alınacaktır.

İtiraz: Velî için âdet-i ilâhîyenin üzerine çıkıldığı zaman; bu durumda onunla âdet-i İlâhî doğrultusunda hareket eden kimse arasında genel anlamda bir fark bulunmamaktadır. Çünkü kendisi için normal bir sebeb olmaksızın yiyecek, içecek vb. hazır edilen kimse ile, bu gibi şeyleri normal yoldan çalışmak suretiyle elde eden arasında netice itibarıyla bir fark bulunmamaktadır. Nasıl ki, çalışmak suretiyle bunları elde eden kimseye onları yemesi, içmesi veya kullanması durumunda ruhsatla amel etmiştir denilmiyorsa, keramet gösteren velî için de aynı şekilde ruhsatla amel etmiştir denilemez; zira aralarında hiçbir fark yoktur. Bu türden olan diğer [355]   hususlarda da durum aynıdır.

Cevap: Bu itiraza iki açıdan cevap verilecektir.

I. Nakil ıtehller bu tur boylerin bağlayın olmnmnk kaydıyla tnrk«dilmHMİ gerakUgimı dnlAlnt, etmektedir. Çünku peygamber efendimiz kulluk arasında muhayyer hınıkılınış ve kul­luğu tercih etmiştir.[187] Tihâme dağlarının eğer istem* altın vm un müş olarak emrine verilmesi teklif edilmiş, fakat o bunu inUMnenıış tir.[188] Hz. Peygamber'in duaları kabul edilirdi. Kğer dile şeydi istediği şeyin vücûda gelmesi için duâ eder ve o da moydnnn gelirdi. Fakat o bunu yapmadı. Aksine âdet-i İlâhi doğrultusunda hareket etmeyi yeğledi. Bir gün aç kalır, Rabbine yakarışta bulu nur; bir başka gün doyar, Rabbine hamd ve övgüler ederdi. Böyleco o, beşerî dünyevî hükümler konusunda, diğer insanlardan biri gibi oluyordu. Bazı kereler kshâbma bu türden harikuladelikler (muci­zeler) gösterdiği oluyordu. Bunlar onların yakinî imanlarını artır­ma, kalplerine şifâ verme ve sıkıntı anlarından kurtulmalarını te­min amacını taşıyordu.[189] Hz. Peygamber  geceliyor ve Rab-bi onu yedirip içiriyordu; buna rağmen o kendisinin ve ailesinin ge­çimini temin için esbaba tevessülden geri durmuyordu. Harikula­delikler onun hakkında mümkündü, istekleri olma durumundaydı. Hatta öyle ki, bu hususu teyid mahiyetinde Hz. Âişe kendisine "Öy­le görüyorum ki, Rabbin senin her arzunu yerine getirmeye koşu­yor.[190] demişti. Allah'ın kendisine vermiş olduğu mertebe ve mev­kiinin bir neticesi olarak istediği her türlü harikuladelikleri ortaya koyma imkanı vardı. Bütün bunlara rağmen, o asla bu yolu.tutma-dı ve âdet-i İlâhiye doğrultusunda hareket etmeyi tercihte bulundu. Onun bu tutumu âdet-i İlâhiye doğrultusunda hareket etme konu­sunda keramet ve harikuladelikler sahibi kimseler için büyük bir esas oluyordu. Ancak bu peygamberler için bağlayıcılık arzetmediği için, velîler için de aynı şekilde kesin olarak uyulması gereken bir tavır olmamıştır. Çünkü bu konuda peygamberlerin vârisleri veliler olmaktadır.

2. Velîlere göre harikuladeliklerin faydası yakînî olan imanı güçlendirmektir. Beraberinde ise bütün yükümlülükler ve kulluk mertebelerine göre bütün mükellefler için ayrılmaz bulunan dene­me (imtihan, ibtilâ) unsuru bulunur. Bu durumda bunlar, üzerinde bulundukları haller için bir destek ve kuvvet verici unsur gibi ol­muş olurlar. Çünkü bunlar carî olan âdet-i İlâhiyenin üzerine çık­mış ve tebarüz etmiş Allah'ın âyetlerinden olmaktadırlar. Neticede bunların kalbî huzur ve sükûna ulaşılmasında özel bir yerleri bulu­nur. Nitekim İbrahim Kur'ân'da: "Rabbim! Ölüleri nasıl di­riltiyorsun? Bana göster." demiş ve bu isteğindeki amacının da "kalbî sükûn ve huzura (mutmain olma) erme" olduğunu belirtmiş­tir.[191] Nitekim Hz. Peygamber de Kur'ân'da geçen Musa'­nın Hızır'dan ayrılması olayı hakkında: "Allah kardeşim Musa'ya rahmet etsin! Keşke sabretseydi de, aralarında geçecek olan haber­leri bize anlatılsaydı. Bunu ne kadar arzu ederdik.[192]buyurmuş­tur. Keramet ve benzeri harikuladeliklerin faydası nefsî doyum ol­duğuna göre, bunlardan neş'et eden şeyler nefsin duyduğu hazlara yönelik olmaktadırlar; muhtaç olan kimselere verilen sadakalarda olduğu gibi. Böyle birisi kendisine verilen sadakayı kabul etmek ve kullanmak konusunda muhayyer bulunmaktadır: Eğer kabul etmez ve kazanmaya çalışır ve ihtiyacını mutad yoldan karşılamaya gay­ret ederse bu takdirde genel olan azîmet hükümle amel etmiş olur. Yok böyle yapmaz da sadakayı kabul ederse, bunun da kendisine bir zararı olmaz; çünkü sadaka yerini bulmuş olur.

Sonra şu da var: İnsanlar Allah Teâlâ'nın sebebleri ve müseb-bebleri koyduğunu ve bunlarda yükümlü tutmak ve insanları de­nemek için âdet-i İlâhiyeyi yürürlü kıldığını, mükellefi ihtiyacın ta­hakkümü altına soktuğunu bilmektedirler. Nitekim ibâdetleri 4© aynı şekilde bir yükümlülük ve imtihan unsuru olmak için koymuş­tur. Gerçi harikuladelikler ortaya konuluş amaçları olan faydaları ortaya çıkarıyorlarsa da, öbür taraftan da içlerinde zımnen kesb se­bebiyle doğacak yükümlülük meşakkatinin kaldırılması ve yükün hafifletilmesi mânâsını da içermektedirler. İşte bu sebeble bunların kabul edilmesi, ruhsatların kabulü kabilinden olmaktadır. Çünkü yükümlülüğün doğuracağı kesb meşakkatini o kişiden kaldırmakta ve hafifletmektedir. İşte bu noktadan hareketle de harikuladelikler, ruhsatların hükmünü almaktadırlar. Harikuladeliklerin imtihan mânâsı da içermeleri açısından bir başka şey daha var: O da şudur:

■bu tür şeylerin gereğiyle amel etmekte onların tarafına bir nevi meyil bulunmaktadır, Halbuki seyrusulûkta azimet sahihi kimselerin özelliği, Allah tan başka herşeyden nefislerini arındırmak ve uzaklaşmak olmaktadır. Nitekim normal yoldan kazanılan nimet ler de aynı şekilde bir imtihan ve deneme unsuru olmaktadır. Da ha önce mutlak surette genişletme yönüne gitmenin ruhsat şeklinde telakki edildiği geçmişti. Burada söz konutu edilen de aynı kabilden olmaktadır. Bu durumda harikuladeliklerin gereğinin  kabülünün her iki açıdan da nasıl ruhsat olduğu üzerinde düşünülmelidir. Bunun içindir ki evliya kerametlere dayanmamışlar, bu cihat ten onlar üzerinde durmamışlardır. Aksine onlar bunları üzerinde bulundukları durumlarda kendilerine yardımcı olacak fnydalar içermeleri sebebiyle kabul ve kesb cihetine gitmişlerdir. Bunun oto sinde onları terketmişlerdir. Zira bunlar her ne kadar keramet ve Allah'ın kendilerine bir lutfu iseler de, öbür taraftan da bir yükümlülükVe deneme unsuru'içermektedirler.

Kuşeyrî bu mânâdan olmak üzere şöyle anlatır:

"Ebu'1-Hayr el-Basrî'den nakledilir: Evimin avlusunda harabe­lere sığınan siyah fakir bir adam bulunuyordu. Beraberime bir s«y ler aldım ve onu görmek istedim. Gözü elimdekilere değince, adam tebessüm etti ve eliyle yere işaret etti. O anda yerin tamamen altın haline döndüğünü ve ışıl ışıl parladığını gördüm. Sonra bana -yanın dakini getir bakalım dedi. Hemen elimdekini ona verdim. Durumu beni ürpertmişti ve derhal oradan kaçtım. en-Nûrî'den nakledilir: Bu zat bir gece Dicle kenarına çıkar ve nehrin iki yakasının birleş­miş olduğunu görür. Ordan ayrılır ve 'İzzetin hakkı için, ben onu kayıksız geçmeyeceğim.' der. Saîd b. Yahya el-Basrî şöyle anlatır: Abdurrahman b. Zeyd'in yanına vardım. Bir gölgede oturuyordu. Ona:

"*—Eğer sen Allah'tan rızkını artırmasını istesen, umarım ki senin bu isteğini yerine getirir,' dedim. O:

"—Rabbin kullarının maslahatlarını en iyi bilendir' dedi ve sonra yerden bir çakıl taşı aldı ve: 'Allah'ım! Eğer bunu altın yap­mayı dilersen yaparsın!' dedi. Bir de baktım, vallahi elinde altın vardı. Onu bana attı ve:

*"—Onu sen harca; âhiret için olmadıkça dünyada hiçbir hayır yoktur" dedi."

Hatta sûfiyyeden öyleleri vardı ki keramet göstermek ve keramet talebinde bulunmaktan ya da beklenti halinde olmaktan Allah'a sığınırlardı. Nitekim bu durum Ebû Yezîd el-Bistâmf den nakledilmiştir. Bazılarına göre de bu tür harikuladelikler âdet-i İlâhîden olan normal durumlardan farksız idi. Çünkü bunların tamamı yaratıcının minnet eli altından çıkmakta ve kesbe dayansın dayanmasın mücerred inam yönünden gelmiş olmaktadır, bunların nazarında normalhallerde fevkaladeliklerdir, bu durum­da nasıl olur da harikuladeliklere tamah gösterebilir?Önünde, ar­kasında, üstünde ve altında onlann bun/eri bulunmaktadır. Oyaa ki, Unndisinde bulunan şeyler kulluğun ortaya konulmadı için daha kamil olmaktadır. Nitekim Şevâhid'de geçmiştir. Bu ilmin erbAbı, hâı ıkulâdeliklere meyilde bulunan kimselerin "istidrâc"[193] içerisin­de olduklarını kabul etmişlerdir. Çünkü bunlar bu tür harikulade­likleri bir âyet ve nimet oluşu şekliyle ele almaktan ziyade onlann bir imtihan unsuru (ibtilâ için) olduklarını göz Önünde bulundur­muşlardır.

Yine Kuşeyrî[194] Ebu'l-Abbas eş-Şarkî'den nakleder:

"Ebû Turâb en-Nehşubî ile Mekke yolunda idik; Bir ara yolun konarına çekildi. Arkadaşlardan biri 'Ben susadım' dedi. Nehşubî nyagını yere vurdu. Suyu berrak bir pınar fışkırdı. Aynı genç 'Bir bardakla içmek istiyorum' dedi. Şeyh elini yere vurup beyaz cam­dan, gördüklerimin en güzeli bir bardak alıp ona verdi. O da, biz de içtik. Mekke'ye varıncaya kadar bardak beraberimizde kaldı. Bir gün Ebû Turâb, benden Allah'ın kullarına ikram ettiği bu işler için arkadaşlarımın ne düşündüklerini sordu. Ben1 ona:

'"—Bunlara inanmayan hiçbir kinişe görmedim' dedim. Ebû Turâb:

'"—Bunlara (kerametlere) inanmayan kimse kâfir olur. Ben sa­na haller yolundan sordum'dedi. Ben:                        

'"—Onların bu konudaki düşüncelerini bilmiyorum' dedim. Ebû Turâb:

—Evet arkadaşlarının zannına göre, bunlar Hak katından ge­len kulun kandırılması için birer tuzaktır. Halbuki durum hiç de onların dedikleri gibi değildir. Bunların tuzak olması durumu an­cak her şeyi bu kerametlere bağlayan kul için söz konusu olur. Kerameti istemeyen ve onunla sükûnet bulup şevînmeyene gelince, bu mertebe Rabbânî olanların mertebesidir' dedi."             .

Bütün bunlar gösterir ki, kerametler (harikuladelikler) azîmet değil ruhsat hükümlerine dahil bulunmaktadır. Bu mânâ iyi anla­şılmalıdır. Çünkü üzerine bazı meselelerin bineceği bir esas olmak­tadır. Bu meselelerden bir kısmı şunlardır: Kerametler insanlara arız olan haller cümlesindendir. Haller ise —hal olmaları açısından— kasden talepte bulunulmayacak şeylerdirdir ve makamdanda sayılmazlar.Bunlar seyrusülukun son mertebelerinden değildir. Keza bu tür harikuladelikler sahihlerinin terbiye ve hidâyet (yani irşAd) mortebesino ulaşmış olduklarım, onlann A, şidliğe ehil olduklarını da göstermez. Nitekim cihâdda ganimat ele geçirilir. Bu ganimetler hiçbir zaman cihâdın aslî amaçlarından değillerdir. [195]

 

 



[1] Tahkîk erbabı "azîmet" tabirini ancak karşılığında "ruhsat" bulunmanı durumunda kullanırlar. Bir konuda herhangi bir şekilde ruhsat bulun­muyorsa onun hakkında azîmet tabirini kullanmazlar. İsterse o şey genol mâhiyetli ve baştan konan hükümlerden olsun, netice değişmez. Yukarı­da yapılan tarif içerisine ise, bu türden olan hükümler de girmektedir. Bu itibarla müellifin tarifi tahkîk erbabının tarifine uygun düşmemektedir.

[2] Bu ve ikinci meselede de geleceği üzere ruhsatın hükmünün ibâha olması şeklindeki ifâdeler, azimet ve ruhsatın vaz'î hüküm olmalarına engel de­ğildir. Çünkü mesela namaz, oruç ... gibi şeylere hem teklif hitabı taalluk eder hem de vaz hitabı taalluk eder. Mesela onların vâcib olmaları teklîf hitabının neticesi; mukim iken şöyle, sefer halinde iken böyle îfâ edilme­leri ise vaz hitabının bir neticesi olmaktadır. Tahrîr adlı eserde şöyle de­nilir: "Şâri'in ruhsutlıırlıı ilgili olmak üzere iki hükmü vardır: Birincisi onun vâcib, mendûb y« dit tnübAh olması hakkındaki hükmü ki, bu teklîfî hükümler içerİHİnu giror. Mükellef hakkında ortaya çıkan bir özüre mebnî olmak üzere onun haline milııAHİb bir şekilde hükmün hafîfletil-mesine yönelik olmak üzeru konulmuş olması açısından da vaz'î hükümler içerisi­ne girer..."

[3] Bakara, 2/104.

[4] En'âm, 6/106.

[5] Bakara, 2/198.

[6] Bakara, 2/187.

[7] Bakara, 2/203.

[8] Bakara, 2/229.

[9] Nisa, 4/19.

[10] Tevbe, 9/5.

[11] Hz. Peygamber (as) gazvelerden birisinde öldürülmüş bir kadın gördü. Bunun üzerine kadın ve çocukların öldürülmelerini yasakladı, (bkz. Ebû Dâvûd, Cihâdl 11; İbn Mâce, Cihâd 30; Ahmed, 2/22 ...)

[12] Müellif, bu sözleriyle usûlcülerin tariflerindeki eksikliği tamamlamak is­tediğini ve kendi tarifinde getirdiği meşakkat verici ifadesi olmadığı tak­dirde tarifin tam olmayacağını ve o takdirde ruhsat kapsamına kırâz (mudârabe) ve benzeri tasarrufların da gireceğini belirtmek istemektedir. Vakıa usûlcüler ruhsatı sadece bu özelliği ile tarifle yetinmişler ve ruhsatı "Haram kılıcı delîlin bekasıyla birlikte bir özür sebebiyle meşru olan şeydir. Şayet özür olmasaydı haram kılıcı delîl etkisini sürdürecek­ti." şeklinde tarif etmişlerdir. Gizli değildir ki, usûlcülerin bu zikrettikleri özellik sayesinde kiraz (mudârabe) ve benzeri tasarruflar ruhsat kapsa­mına girmeyecektir. Çünkü haram kılıcı delîlin bekâsının anlamı, özrün bulunmaması durumunda men delîlinin mamulün bih (kendisiyle amel edilen) olarak duvum etmiş olmasıdır. Kırâz ve benzeri tasarruflarda ise böyle bir durum yoktur.

[13] Buhârî, Salât İH; Müdlim, Salât 77; Ebû Dâvûd, Salât 68 ...

[14] Cemâatin imânın muvafakati tekmîlî bir esas olmaktadır. İmâmın otura­rak namaz kılması ruhanttır, uma cemâatin ona uyarak oturmaları ruh­sat değildir.

[15] Bakara, 2/173.

[16] bkz. İbn Mâce, Ticfirat 20; Huhârî, Büyü 55.

[17] Yani tahsîniyyât için olan tukmîlî esaslardan. Çünkü cemâat genel an­lamda tahsîniyyâttıın olmakladır. Cemâatin imâma uyması ise onun ta­mamlayıcısı duruınundııdır. Nitekim orduyu iki kısma ayırarak imamla birlikte namaz kılmalıırınııı temini de tahsînîyyâttan olmaktadır. Her iki meselede meşakkut Imlıınmııdıftı için birinci mânâsında ruhsat kapsamı­na girmesi mümkün değildir.

[18] Yani birinci mAnAmnın ılımında bir mânâda. Çünkü böyle bir duruma "azîmet" adında bınjkıı bir hükmün taalluk etmesi söz konusu değildir. Aksine böyle bir kilimimin olıırurak namaz kılması bizzat azîmet hükmü olmaktadır. Birinci kıılİMiulııj peklinde ruhsat ancak hâcî olan hususlarda olabilir; başka durııınltu'rin olmaz. Tahsînî ya da zarurî olan hususlarda birinci anlamında ruhun! tabiri kullanılmaz. Eğer kullanılmışsa o ruhsat­tan maksat bu lanı Ulu utlusu «dilun mânâ olacaktır.

[19] Bakara, 2/286.

[20] A'râf, 7/157.

[21] Hadisin tamamı şöyle: "Hz. Peygamber (as) bir iş yaptı da o işe ruhsat verdi. Az sonra bu ashabından bazı kimselerin kulağına vardı. Galiba on­lar bundan hoşlanmadılar ve ondan çekindiler. Derken Rasulullah (as) bunu duydu. Ve hutbe okumak üzere ayağa kalkarak:

"Birtakım adamlara ne oluyor ki, benim ruhsat verdiğim bir iş kulak­larına varıyor da ondan hoşlanmıyorlar ve çekiniyorlar ! Vallahi ben on­ların Allah'ı en iyi bileni ve ondan en çok korkanıyım!" buyurdular, (bkz. Müslim, Fedâil 127; Buhârî, İtisâm 5).

[22] Ahmed, 2/108.

[23] Yani daha önce geçen kullanılış şekillerinde göz önünde bulundurulan kayıtlardan uzak olarak. Bu, dört kullanılış şekli içerisinde en genişi ol­maktadır.

[24] Zâriyât, 51/56

[25] Tâhâ, 20/132.

[26] Yani bazan mendûbu mübâhdan (inde tutar (takdim) ve âhiretteki hazzı­nı dünyadaki hazzı üzerine tercih otmiş olur, Bu durumda şöyle demek de doğru olur: Kişi bu mendûbu iylıımuk Küreliyle Kabbinin hakkını kendi hazzına tercihte bulunmuştur. Hazmı du mülıAhı rnendûbdan önde tutar. Ancak bunu yaparken kasdı, Allah'ın kendi üzerindeki haklarından biri­nin de ruhsatlarından yü/. çoviııiHimıık v« o mubahla kendisine getirdiği genişliği çevirmemek olduğu nııkUmı olur. Hu takdirde mübâhı kendi hazzı dolayısıyla işlumiy olmnx; »kilim unun Kabbinin kendi üzerinde bir hakkı olduğu noktasından haroktıUn l|l«ıııiş olur. Gerçi bu durumda nef­sinin hazzı da gerçekloılyonıa du bu »sil <ıl«rnk değil, tâbiiyet yoluyla ol­maktadır. Birinci takdire (Jrtre mUbAhı doğrudan ortadan kaldırmış ve kendisinden uzakluytırnıif olur. lklıu<l Ukıliro göre ise, mübâhı işlemiş ancak kendi hazzı için değil, Hübbinln hakki olduğu için yapmış olur

[27] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/301-308

[28] Bakara, 2/173.

[29] Mâide, 5/3.

[30] Nisa, 4/101.

[31] Nahl, 16/106. Bu âyette zor altında küfür kelimesi söylemek durumunda olan kimsenin kalbi imanla dolu olmak kaydıyla Allah'ın gazabına ve çe­tin azabına uğramayacağı istisna yoluyla belirtilmiştir. Bu durumda mü­minin küfür sözünü söylemesine ruhsat verilmesi sadece kendisinden gü­nah ve sorumluluğun kaldırmış olması demektir. Daha önce geçtiği üzere mübâhm iki anlamından birisi de işte bu mânâ olmaktadır

[32] Bakara, 2/236. Talakın aşırı şekilde yerilmesi onun caiz olmadığı zannını doğurabilirdi. Bu yüzden onun mübâh olduğunu belirtmek üzere bu âyette onda bir günah olmadığı belirtildi

[33] Bakara, 2/198. Müslümanlar hac mevsiminde ticârette bulunmaktan bir sıkıntı duymuşlardı. Çünkü ticâret cedelleşmeye sebebiyet verebilirdi. Cedelleşmeden, çekişmeden de yasaklanmışlardı. Bunun üzerine durumu Hz. Peygamber'e (as) iletmişler ve bu âyet gelmişti.

[34] Bakara, 2/235

[35] Bakara, 2/185. Ayetin bu kısmında şayet tutmazsa onu kaza etmesi gere­ği belirtilmekte; tutup tutmamasının mübahlığı belirtilmemektedir. An­cak âyetin ilerisinde golün "Allah. Kİzin için kolaylık diler." buyrulması ayetle istidlali güçlendirir. Yıtni "Allah sizin sıkıntıya girmenizi istemez ve hastalık ve yolculuk Kininimin oruç tutmamanız durumunda sizden gü­nahı kaldırır." domuk olur

[36] bkz. Buhârî, Savm 37; Müslim, Sıyâm 95-100; Ahmed, 3/12... Bu durum­da iken hiçbir kimsenin birbirini kınamaması sefer sırasında iken oruç tutup tutmamanın mübâh olduğunu gösterir.

[37] Bakara, 2/29.

[38] A'râf, 7/32.

[39] Nâziât, 79/ 33.

[40]  Bizzat Şâri'in ifâdesinde du "ruhsat" kelimesi kolaylık anlamında kul­lanılmıştır. Mesela "Allah azimetlerin işlenmesini sevdiği gibi, ruhsat­ların (kolaylıkların) işlenmesini de görmek ister." hadisinde olduğu gibi. Usûlcüler genelde ıstılâhî mânâ ile kök mânâ arasında bir irtibat kurar­lar. Burada müellif de aynı şeyi yapmaktadır. Onun maksadı bunu temel bir delîl olarak ortaya koymadan ziyâde yaklaştırıcı bir unsur olarak ar-zetmektir.

[41] Bakara, 2/158.

[42] Bakara, 2/203.

[43] bkz. Buhârî, Hac 76.

[44] Bakara, 2/198. Müslümanlar hac mevsiminde ticârette bulunmaktan bir sıkıntı duymuşlardı.  Çünkü ticâret cedelleşmeye sebebiyet verebilirdi. Cedelleşmeleri, çekişmeleri de, yasaklanmıştı. Bunun üzerine durumu Hz. Peygamber'e (as) iletmişler ve bu âyet gelmişti.

[45] Nur, 24/61. Zengin olanlar kendi ailelerinden olan kimseleri yemeğe da­vet ediyorlar; fakat onlar "Buna yoksullar bizden daha çok hak sahibidir." diyorlar ve   onlar dururken kendilerinin yemelerinden sıkıntı (günah) hissettiklerini söylüyorlardı. Bunun üzerine bu âyet gelmişti.

[46] Feth, 48/17.

[47] Bakara, 2/235

[48] Arafat'ta öğle ve ikindi namazlarını cem-i takdimle öğle vaktinde; Müz­delife'de akşam ve yatsı namazlarını cem-i tehirle yatsı vaktinde kılmak şeklinde.

[49] Ahmed, 2/108.

[50] Bakara, 2/185. Allah'ın ruhsatları sevmiş olması keza bizim hakkımızda kolaylığı murâd etmesi, ruhsatların Allah'a hoş geldiğinin bir delili ol­maktadır. Bu da en azından mendûb düzeyinde ruhsatlara yönelik bir ta­lebin bulunmasını gerektirir.

[51] A'râf, 7/32.

[52] Bakara, 2/158.

[53] .   Bir misal vermek gerekirse: Mesela öğle namazını geçiren bir kimse gU-rûb vaktinde kazasının caiz olmadığı zanmnda bulunur. Bu durumda ona mesela "Eğer namazını bu vakitte kılarsan sana bir günah yoktur." denil­diğinde, bu sözden kasıd o kişinin şüphesinin izâlesi miktarınca cevap vermek olur. Yoksa bu ifâdeden amaç öğle namazının kendisine vâcib ol­duğunu bildirmek değildir.

[54] Yani: Bu durumda ondan murad taleb ve vücûb olacaktır ve bu tabirde sebeb göz önünde bulundurulmuş olacaktır. Sebeb şudur: Müslümanlar Safa ile Merve arasında sa'y etmeyi hoş görmemektedirler. Çünkü daha önceleri bu iki tepecikte İsaf ve Naile denilen iki put bulunmakta ve in­sanlar bunlara ellerini sürerek tazimde bulunmakta idiler. Bunun üzeri­ne âyet inmiş ve ifâdede müslümanların duydukları sıkıntı ve hoşnudsuz-luk göz önünde bulundurulmuştur. Âyetteki "Allah'ın nişanelerinden" ifâdesi "günah yoktur" lafzını asıl konulmuş olduğu sâdece günahın kaldı­rılmış olması mânâsından çıkarmış olmaktadır.

[55]  Mina'dan iki gün sonrasında ayrılmakla ilgili âyet. Ancak bu âyette sebe­be itibarda bulunup talep için olduğunu kabul ettiğimizde lafzı zahir mânâsından çeviren bir karine bulunmamaktadır. Bununla birlikte hâl karinesi vardır. Bu da bizzat Hübebin kendisi olmaktadır. Sebebse bazıla­rının acele ederek ayrılanları, bazılarının da iki günden daha fazla bekle­yenleri günahkar saymalarıdır.

[56] Nisa, 4/29.

[57] Buhârî, Menâkıbu'l-ensâr 48; Müslim, Müsâfîrîn 1; Ebû Dâvûd, Sefer 1.

[58] Ruhsat adı verilebilmesi için daha önce de geçtiği gibi "haramlığı (meni) gerektiren küllî bir asıldan istisna edilmiş olması" kaydının bulunması gerekmektedir. İlk kez meşru olan iki rekat olduğuna göre asıl namazm iki rekat şeklinde meşru olduğu olacaktır ve yolculuk sırasında namazın kısaltılması bu asıldan istisna edilmiş olmayacak; dolayısıyla da ona ruhsat denemeyecektir

[59] Yedinci Meselenin sonundaki fasıl içerisinde.

[60] Bir mubahın Allah'a karşı sevimli gelmesi onun mübâh olmamasını, aksi­ne matlûp olmasını gerektirmez.

[61] Bakara, 2/185. Allah'ın ruhsatlan sevmiş olması keza bizim hakkımızda kolaylığı murâd etmesi, ruhsatların Allah'a hoş geldiğinin bir delîli ol­maktadır. Bu dn en azından ınondûb düzeyinde ruhsatlara yönelik bir ta­lebin bulunmasını gerektirir.

[62] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/308-315

[63] Kendisine bir noksanlık arız olacağından korkulan metanetsiz kimse için İaşeyi yemesi ve böylece ruhsattan istifâdesi vâcib olacaktır. Metanetli ve kendisine bir noksanlık arız olmayacak kimse için ise sadece muhayyer­lik hükmü sabit olacaktır.

[64] Visal orucu, akşam iftar etmeksizin ertesi günün orucuna niyet etmek su­retiyle tutulan oruç olmaktadır. (Ç)

[65] Çünkü burada söz konusu edilen meşakkat, daha öncekinden farklı başka bir neVidir.  Daha önce geçen   meşakkat ruhsat hükmünü gerektiren nev'indendi. Burada sözü udilnn meşakkat ise aslî hükümden yani visal orucunu yasaklayan hükünıdon  ııyrılmayı engelleyen meşakkattir. Bu zevatın visal orucundun tncgukkul duymamaları, onları yasak olan şeyi işleme durumuna götürmüştür, Sonra bu zor bir hükümden kolay bir hükme intikal demek do değildir. Doluyısıyla ruhsat kapsamına girecek durumda değildir. Ancak her halükarda burada onların ictihadları-nı üzerine dayandırdıkları bir meşakkat nevi bulunmaktadır. Bu durum­da, birinci nev'ide meşakkatin, hallerin ve şahısların farklı olmasına göre farklılık arzedeceğine dâir bununla istidlalde bulunmak, meşakkatin aynı nev'i ile değil de cinsi ile istidlalde bulunmak olur. Tabiî bu da kayıtlı olan bir şey üzerine kayıtsız, yahut da hâs olan bir şey üzerine âmm olan bir şeyle istidlalde bulunmak kabilinden olur. Böyle bir istidlal ise, ileride de geleceği gibi sahîh değildir. Ancak bir öncesine eklenerek mürekkep bir istidlal tarzı olarak düşünmek mümkündür ve bu istidlal, her ne ka­dar ruhsat bahsinde olup olmadığını ifâde etmese bile, mücerred meşak­katin durum ve şahısların farklılığına göre farklılık arzedeceğini ifâde eder

[66] Çünkü soruyu yöneltene şöyle denilecektir: İtiraz müşterektir. Sizin ceva­bınız neyse aymsıyla bizim de cevabımız olacaktır. Dolayısıyla böylesi iti­razlar bağlayıcı olmak üzere ileri sürülemez.

[67] Bu cevap "Ruhsatların işlenmesi emredilmiş olduğuna göre, ortada ruh­sat yoktur." sözüne karşı getirilmektedir. Birinci cevap söz konusu olan ruhsat için bir mubah mahallin bulunduğu, çünkü soruda zikredilmeyen üçüncü bir kısmın daha mevcut olduğu şeklinde verilmişti. Bu cevapta ise şöyle denilmektedir: Ruhsat emredilmiş olanlarda dahi mevcuttur; ancak söz konusu talep cihetiyle ruhsat oluşu ciheti farklıdır. Azimet oluşu cihe­ti bizzat talebin kendisinden açıkça bellidir. Ruhsat ciheti ise, delîlin kıs­men de olsa mamulün bih (kendisiyle amel olunan) olmasıyla birlikte zor hükümden daha hafif olan hükme intikal edilmesi açısından olmaktadır. Burada zor hükmün delilinin kısmen mamulün bih olması diye kayıtla­dık; çünkü ruhsatı işlemesi istenilen kimseye göre mamulün bih olma­maktadır. Bilindiği üzere usûlcüler ruhsat için, aynı şahıs hakkında özür sırasında o şeyle amel etme yükümlülüğünün bekâsını şart koşmaktadır­lar. Aksi takdirde ruhsat olmaktan çıkarak azimet halini alır. el-Ebherî şöyle der: Özrün ortaya çıkması sırasında kişi mükellef olmadığı zaman, o kişi hakkında ruhsattan söz etmek mümkün değildir. Çünkü ruhsat an­cak teklîfî hükümler hakkında söz konusu olur ve ruhsat için yükümlülü­ğün mevcudiyeti şarttır. Küfür kelimesinin söylenmesinin haram olma­ması durumunda ruhsattan söz edilmez. Çünkü  ikrah (tehdîd, zorlama) yükümlülüğü ortadan kaldırır. Aynı şey Ramazan'da oruç bozma, başka­sının malını telef etme için yapılını zorlamalar için de söylenebilir. Bunla­rın zorlama sonucunda huruın olmaması, onların ruhsat olmadıklarını gösterir. Çünkü o şahsu nİNbetlo hanım kılıcı delîl bakî değildir. Şu halde ruhsatın olabilmesi için, bi/.zııl o şjıiIihu ııisbetle zor olan hükmün delîlinin mamulün bih olarak geçerli ve devamlı olması gerekmektedir. Bu izahtan sonra müellifin delîli daha iyi anlaşılacaktır..

[68] Abdullah b. Muhammed b. Ebî Bekr anlatır: Hz. Âişe'nin yanında idik. Ortaya yemek geldi. Kasım b. Muhammed namaz kılmak için kalktı. Bu­nun üzerine Hz. Âişe: "Rasûlullah'dan (as) işittim, şöyle buyuruyordu: "Ortada yemek varken, keza sıkışık vaziyette iken namaz yoktur." (bkz. Müslim, Mesâcid 67; Ahmed, 6/43; Beyhakî, 3/73...)

[69] Gasbedilen arazîde namaz kılmak gibi. Burada iki yön bulunmaktadır ve bunlardan biri üzerine azîmet ve talep, diğer yönüne de ruhsat hükmü taalluk etmektedir. Nitekim zikredilen bu meselelerde hem namazın kı­lınması talebi hem de bu hal ve yerlerde kıhnmaması isteği olmak üzere farklı açılardan birbirine zıt iki talep bulunmaktadır. Cihetler farklı ol­duğu için bu bir tenakuz teşkil etmemektedir. Bu misallerden amaç ko­nunun zihne yaklaştırılmasıdır.

[70] Bu netice birinci cevaba göre açıktır. İkincisine göre ise, burada açıkla­nan şey sadece ruhsat verme cihetinin talep cihetinden farklı olduğudur. Ama bu durumda ruhsatın mübâh olması hususu ise daha önce verilen bilgilere itimad edilerek burada tekrar açıklanmamıştır.

[71] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/315-320

[72] Bakara, 2/173.

[73] Bakara, 2/184.

[74] Müellifin bu sözü de açık değildir. Çünkü konu Allah'ın yapmak vb da terketmek suretiyle muhayyerliğe delâlet edecek bir lafız zikretmediftiyle ilgilidir. Dolayısıyla böyle bir yerde emir ya da nehiy lafızlarının getiril­mesinin bir mânâsı yoktur.

[75] Nisa, 4/101.

[76] Tâvûs ve Dahhâk'e nisbet edilen görüşe göre kısaltmaktan maksat nama­zın halleri ile ilgilidir: îmâ, teşbihlerin hafifletilmesi, hangi yönde ise o tarafa doğru kılması gibi. Bu takdirde  âyetteki "kâfirlerin size bir fena­lık yapmasından korkarsanız" şartı zahiri üzere kalacaktır. Ancak bu takdirde dahi bir ruhsat söz konusudur. Bu haliyle müellifin bu görüşe göre diye kayıtlamasının sebebi anlaşılamamıştır.

[77] Nahl, 16/106.

[78] Muvatta, Kelâm 15. Kişinin kuriHinu nisbetle vaadini yerine getiremeye­ceğini bile bile söz vermesi bir ruhsat olmaktadır.

[79] Mubahla ilgili bahisler sırasında küfür kelimesinin söylenmeyip metanet gösterilmesinin mendûb olduğu geçmişti. Müellifin "diğerlerinin durumu da aynıdır" sözü üzerinde durmak gerekmektedir. Çünkü çoğunluk hatta bütün âlimlere göre   diğer ruhsatların da işlenmeyerek azîmet hükmün­de ısrar edilmesinin daha üstün olmasını gerektirecek bir netice ne kadar doğru olabilir? Mesela Ebû Hanife yolculuk sırasında namazın kısaltıl­masının vâcib olduğu görüşündedir ve buna ıskat ruhsatı (düşürücü ruh­sat) adı vermekte ve sefer halinde iken namazların tam olarak kılınması­nın sahîh olmayacağını ifâde etmektedir. İmam Şafiî, yol iki merhaleden daha uzaksa, oruç tutmamak ve namazı kısaltmak  tutmak ve tamamla­maktan daha üstündür görüşündedir. Kadı Iyâz da şöyle der: Namazı yolculuk sebebiyle kısaltmanın sünnet olduğu meşhurdur. İmâm Mâlik'in mezhebinde ve çoğu tâbilerine, keza selef ve haleften pek çok âlime göre bu böyledir. Mâlikîler yolcu için öğle ve ikindiyle, akşam ve yatsıyı cem' etmesi ruhsatının muhayyer kılma mânâsında caiz olduğunu beyan et­mişlerdir. Bunlarla birlikte müellifin sözünü mukayese ediniz.

[80] Bakara, 2/223.

[81] Bakara, 2/35.

[82] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/320-323

[83] Buhârî, Savm 32; Müslim, Sıyâm 92; Ahmed, 4/299 ...

[84] Buhârî, Ezan 42; Müslim, Mesâcid 64-66.

[85] Çünkü bu haliyle namaza durduğunda namazın hakkını veremeyecek, zihni meşgul bulunacaktır. Dolayınylu namazı lâyık-ı veçhile îfâ edeme­yecektir.

[86] Acziyetin kişinin tabiatından kaynaklanması durumunda bu böyledir. Ancak acziyet, verdiği örneklerde olduğu gibi şer'î olması durumunda ise, ibâdetin aslını değil de kemâl vasfını ortadan kaldıracaktır.

[87] Daha önce geçen deliller izin konusunda değil günahın kaldırılmış olduğu konusunda açıktır, bkz. Dördüncü meselenin sonu.

[88] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/323-325

[89] Ruhsatın günahın kaldırılması anlamında alındığında, zahir odur ki ağır basan taraf azîmet hükmün işlenmesi olacaktır. Daha önce "Mübâh" bah­sinin dördüncü meselesinin sonunda şöyle denilmişti: "Hakkında "Bir gü­nah yoktur.' tabiri kullanılan mubah ise, hemen hemen yerilen arzu ve hevese uyma kabilinden olmaktadır. Dikkat edilirse, bunlar küllî nehiy talebi konusundaki Şâri'in kasdma genelde zıtlık göstermektedir." Bu ifâdeden de azîmet tarafının ağır basacağı anlaşılmaktadır. Ancak bu du­rumda ruhsat —namazların cem edilerek kılınması örneğinde olduğu gi­bi— hükmün işlenmesine yönelik özel bir talebin bulunmaması gerek­mektedir.

[90] Müellif, ruhsatın "günahın kaldırılmış olması" anlamına yorulması taraf­tarı olup, muhayyerlik anlamı verilmesine taraf değildir ve ruhsatın mü-bahhğından maksadın "günahın kaldırılmış olduğu" demek olduğuna dair deliller getirir ve "muhayyerlik" anlamı da kasdedilmiş olabileceğine dair delîl getirmez. Bununla birlikte altıncı ve yedinci meselelerde zikredeceği teferruatı muhayyerlik anlamı üzerine bina eder. Geriye ruhsattan mak­sadın muhayyerlik olduğu varsayımından sonra, acaba tercihten maksat nedir? noktası kalmaktadır. Acaba tercihten maksat Sâri' nazarında daha sevimli ve işlenmesi durumunda sevap görüleceği anlamı mıdır? Buna azîmet hükmü alıntının tercihi ilü ilgili delilleri sırasında "Azimetle amel edilmesi durumundu Allah'ın  ınedhi söz konusudur ve emri bil maruf

mâlî zarara maruz bırtıksıı bili! müstahab olmaktadır__" gibi ifâdelerinde

delâlet bulunmaktadır. Durum böyle olunca, burada muhayyerliğin bu­lunması nasıl söz komutu olabilir? Mübâh bahsinin birinci meselesinde, Sâri' nazarında mübAlım yııpılınuBi ile terki arasında bir fark bulunmadı­ğının yedi delili geçmişti   Müellif orada delillere itiraz edilen noktaları reddetmiş ve mübAhın fiili vo terki arasında bir farkın olmadığını ortaya koymuştu. O takdirdi1 bıırnılııkı "torcîhten" Şâri'ce sevimli, onun tarafın­dan istenilen ve huvmi) vurilmı şı«y mânâsı dışında başka bir şeyi kasdet-miş olması gerekmnktodlr TtnvSlıiıı bundan başka Şâri'ce anlamı ne ola­bilir ki, o anlamı üaerlıitt hnmltJ<lllmiij olsun ve müellifin buradaki sözüyle "Mübâh" bahsindeki »Osu ııımhıımIıı bir terslik bulunmasın. Belki şöyle de­nilebilir: Buradaki münllilln turoth «özünden kasdı "sadece ihtiyatlı dav­ranmaktır; istersu Sâri' kul ınıttı lııvimli ve sevaba nail kılıcı bir şey derecesine ulaşmış olmasın" anlamı olabilir. "Bu tercîh ve ihtiyat mahal­lidir." şeklindeki sözü de buna işaret etmiş olur. Ancak bu kez de getirilen deliller hakkında söz etmek gerekecektir. Bizzat kendisi de yedinci mese­lenin sonunda birinci fasıldan önce şöyle demektedir: "Azimet hükmü al­ma konusundaki evleviyet bazan mendûb anlamında olur, bazan da vücûb anlamında bulunur. Bu arzettiğimiz noktaların birlikte değerlendi­rilmesi ve müellifin sözleri arasını telif etme için bu notun arzına ihtiyaç duyulmuştur.

[91] Âl-i İmrân, 3/173.

[92] Ahzâb, 33/10.

[93] Ahzâb, 33/23.

[94] Olay özetle şöyle cereyan eder: Hz. Peygamber (as) Uyeyne b. Hms ve be-raberindekilere, Medine'yi terketmeleri ve Kureyş ordusundan ayrılmala­rı karşılığında Medine hurmalarının üçte birini vermeyi teklif etmişti. İki Sa'd (Sa'd b. Ubâde ve Sa'd b. Muâz) Hz. Peygamber'i bundan alıkoydular ve: "Biz ve onlar müşrik iken, onlar böyle bir şeye tamah edememişlerdi. Ancak satın alır ya da misafirlik neticesinde bizim hurmalarımızdan yi­yebilirlerdi. Şimdi Allah bize İslâmla ikram ettikten, bizi seninle ve Is-lâmla aziz kıldıktan sonra mı, mallarımızı onlara verecekmişiz? Bizim böyle bir tedbire ihtiyacımız yoktur. Vallahi onlara biz birşey vermeyiz. Aramızda Allah hükmünü verinceye kadar kılıçtan başka birşey olamaz." dediler. Hz. Peygamber de (as) bunu olumlu karşıladı, (bkz. İbn Hişâm, Siyer, 3/234).

[95] Hz. Peygamber'in vefatından sonra Arap yarımadasında, Kureyş, Sakîf ve Ensâr hariç, İslam ahkâmına boyun eğen hiçbir kabile kalmamıştı. Fitne baştan başa her yeri tutmuştu. Kabileler Medine'ye yakın bir yerde toplanmışlar ve elçilerini Hz. Ebû Bekir'e göndererek namaz kılacakları­nı, fakat zekat vermeyeceklerini belirtmişlerdi. Zekatı bir nevi angarya telakki ediyorlar ve izzetleriyle bağdaştıramıyorlardı. Erkek ve kadın ol­mak üzere birçok türedi peygamber çıkmıştı. Onlarla birlikte îmânın letafetini kalbinde duymayan pek çok kimse de irtidat etmişlerdi. O sıra­da İslam ordusu Üsâme komutasında Suriye bölgesinde bulunuyordu. İş­te böyle bir ortamda, ashâb bütün Arap yarımadası sakinleriyle savaşa girmenin hiç bir fayda getirmeyeceğinde hemen hemen aynı fikirdeydiler. Zekat vermek istemeyenlere şimdilik ses çıkarılmamasında zaruret görü­yorlardı. İslamm henüz beşiğinde iken ortadan kaldırılması gibi bir tehli­keyi sezdikleri için böyle bir ortamda, bütün Araplarla savaşa girmeyi terk ruhsatını almak ve ruhsat hükümle amel etmek görüşünde idiler. Ancak Hz. EbûBekir bu ruhsat görüşe asla yanaşmadı, onlarla mücâdele etti, onları ikna etti ve neticede ashab onun görüşüne (azîmet hükme, ci­hada) döndüler. Sonra olan oldu ve bütün Arap yarımadası tekrar İs­lam'a döndü. Yalancı peygamberler ortadan kaldırıldı. Böylece bu misal­de de, ruhsatı gerektiren sebebin bulunmasına rağmen azîmet hükmü tercihte bulunmanın üstünlüğü de ortaya çıkmaktadır.

[96] bkz. Nahl, 16/106.

[97] Benzeri bir rivayet için bkz. Ebû Dâvûd, Zekat 27 (2/1217). H/,. Ömer (Peygamberimizin kendisine birşey vermesi sırasında) 'Ya Rasülallahl 'Sizden biriniz için daha hayırlı olanı, hiçbir kimseden bir şey istememe­sidir.' buyurmuştunuz," demişti. Efendimiz de: "O senin istemen halinde­dir. Allah'ın istemeden sana vermiş olduğu şey ise, Allah'ın verdiği bir rı-zıhtır." buyurmuşlardır. Taberî ve Ebû Yala rivayet etmişlerdi. Senedin­de bir beis yoktur.

[98] Yani bu bir ruhsat olacaktı. Ancak onlar ruhsatla amel etmemişlerdir. Bu da ancak azimetle amel etmenin daha üstün ve evlâ oluşundan dolayı ol­maktadır.

[99] Üçünün de genel özür beyan etme imkanları vardı. Zira sefer sıcak bir dö­nemde yapılmıştı, yol çok uzundu, mevsim hasat mevsimiydi. Ayrıca husûsî özürlerinin bulunmasına ihtiyaç yoktu. Ka'b, kendisine son derece münazara yeteneğinin verildiğini söylerdi. Aynı zamanda doğru da söyle­yerek gayet güzel bir şekilde mazeret belirtebilirdi. Hilâl b. Umeyye yaşlı birisiydi. Onun husıİHÎ özrü de aynı şekilde makbuldü. Nitekim seksen küsur kadar kişi ma/.orol belirtmiş ve Hz. Peygamber hepsinin de özürle­rini kabul etmiş ve hııklıımıdu Allah'tan mağfiret dilemişti. Bütün bunla­rın münafık olduklıırı hhI>İI dııftildir. Bununla birlikte bu üç sahabî maze­ret bulma (ruhsat) yolunu |{itınoycrck doğru sözlülüğün meşakkat ve sı­kıntılarına (azimdin) K<>ğüN gtırdilnr. Kendilerine yeryüzünün dar geldiği bu büyük sıkıntı vo bolny» tam nlli gün dayandılar; ağladılar, münâcâtta bulundular. Sonundu Allah onların tövbelerini kabul etti ve onları doğru­lardan diye niteledi.

[100] bkz. Tevbe, 9/118. Buhârt, Tuftîr B/18; Müslim, Eymân 24.

[101] Zümer, 39/10.

[102] Âl-i İmrân, 3/186.

[103] Ahkâf, 46/34.

[104] Şûra, 42/43.

[105] Bakara, 2/284.

[106] Bu âyetlerin nâsih olması durumunda ruhsattan bahsetmek mümkün de­ğildir. Aynı şekilde bir önceki âyetin mensûh değil de muhkem olduğu ve mânâsının "Kibir, hased, hakkı saklamak... gibi kötü hasletleri açığa vursanız da ..." şeklinde düşünülmesi durumunda da ruhsattan söz et­mek mümkün değildir. Ruhsatın söz konusu olabilmesi için zor hükmün ruhsat halinde dahi mamulün bih olması ve meşakkat bulunması duru­munda işlenmesi halinde günahın kaldırılmış olması gerekmektedir. Bu şartlar da burada mevcut değildir. Dolayısıyla bu örneğin burada zikri uygun gözükmemektedir.

[107] Bilindiği gibi vefat haberiyle birlikte etraftaki kabileler irtidat etmişler ve Medine'nin etrafında toplanmışlardı. Durumları gerçekten ciddî idi. Böyle bir vakitte en iyi savaşçıların, en iyi görüş sahiplerinin içerisinde bulunduğu bu orduyu Hz. Ebû Bekir tutmamış ve Hz.Peyga ber'in amacının gerçekleşmesi için emir vermişti. Gerçi böyle bir ortamda orduyu tutması bir ruh anttı, l'ukııl o azimetle amel etmeyi yeğlemişti. Ne­tice de hayırlı oldu. Nitekim bilindiği gibi sahabeler, Hz. Peygamberin vefatı sonrasında eğer ebu bekir gibi biriyle Allah kendilerine lutfetme-miş olsaydı, nerdoyMs holıık olucuklarını belirtmişlerdir

[108] Bakara, 2/173.

[109] Bakara, 2/185.

[110] Ahmed, 2/108.

[111] Mülk, 67/2.

[112] Ankebût, 29/1-3.

[113] Âl-i İmrân, 3/186.

[114] Muhammed, 47/32.

[115] Âl-i İmrân, 3/141.

[116] Bakara, 2/155.

[117] Buhârî, Zekât 5; Müslim, Zekât 124.

[118] Enfâl, 8/66.

[119] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/325-336

[120] Enfâl.8/68.

[121] Bu bir yoruma göre böyledir ve Rûhul-meânTde bu mânânın bir te-kellüf (zorlama) olduğu söylenmiştir.

[122] Şûra, 42/30.

[123] Tevbe, 9/49.

[124] Tevbe, 9/81.

[125] Tevbe, 9/91 vd.

[126] Tevbe, 9/41.

[127] Tevbe, 9/39.

[128] Ahmed, 2/108.

[129] Buhârî, Savm 32; Müslim, Sıyâm 92; Ahmed, 4/299.

[130] Bakara, 2/185.

[131] Nisa, 4/28.

[132] Burada daha (İnce göçen nztmetlt) amel etmenin daha uygun olacağını desteklemek için getirilen altı iîîah şekline karşı olmak üzere burada da altı izah şekli gutirilücektir,

[133] Çünkü bu katinin kat’i İla Unutul olmaktadır. Çünkü ruhsatın gelişi de aynı şekilde kesin bulunmaktadır.

[134] Hac, 22/78.

[135] Bakara, 2/185

[136] Nisa, 4/28.

[137] Ahzâb, 33/38.

[138] A'râf, 7/157.

[139] Sâd, 38/86.

[140] Bakara, 2/185

[141] Âlûsî, 1/238.

[142] Müslim, İlim 7; Ebû Dâvûd, Sünne 5; Ahmed, 3/316.

[143] Buhârî, Nikâh, 1. Hz. Peygamber kendisinin yaptığı ibâdetleri azımsayıp, kendilerinin şöyle şöyle yapacaklarını ifâde eden bu kimselere  şöyle de­mişti: "Dikkat ediniz! Allah'a and olsun ki, içinizde Allah'tan en çok kor­kanınız ve ona en çok saygı duyanınız benim. Fakat ben bazen oruç tuta­rım bazen de tutmam. Geceyi kısmen namazla kısmen de uyuyarak geçiri­rim ve kadınlarla evlenirim. Benim sünnetimden yüz çeviren benden de­ğildir."

[144] A'râf7/157.

[145] .   Tenhada bulunduğu /.uman diye ayrıca zikretmiştir. Çünkü eğer Hz. Pey-gamber'in (as) ruhaııltan istifâdeleri hep insanlar içerisinde olsaydı, o takdirde Hz. Peygamber bunlun teşrî için böyle yapmıştır; dolayısıyla bunda azimetin ruhsattan duha üstün olmadığına bir delîl yoktur denile­bilirdi.

[146] Nihâye, 1/241.

[147] Buhârî, Savm 37; Müıılim, Sıyâm 95-100; Ahmed, 3/12.

[148] Hucurât, 49/7.

[149] Mâide, 5/87.

[150] Müslim, Sıyâm, 177.

[151] Buhârî, Menâkıb 23; Müslim, Pedâil 77 , 78; Ebû Dâvûd, Edeb 4 ...

[152] iftar edilmeksizin ertesi günün orucuna niyet etmek suretiyle tutulan oruç. (Ç)

[153] Buhârî, Savm 49; Müslim, Sıyâm 67.

[154] Buhârî, Temennî 9; Müslim, Sıyâm 59, 60; Ahmed, 3/124.

[155] Buhârî, Savm 55; Müslim, Sıyâm 182.

[156] Müslim, Sıyâm 177.

[157] Buhârî, Edeb 74; MüNİİm, Halat 178; Ebû Dâvûd, Salât 124.

[158] Buhârî, Teheecüd İH; Müilim, Müsâfırîn 219; Neseî, Kıyâmu'1-leyl 17; tbn Mâce, İkâme 184.

[159] Buhârî, Savm 32; Müilim, Sıyftm 92; Ahmed, 4/299.

[160] Yani hikmet mevcut değilse.

[161] Yani eğer mazinne sefer gibi munzabıt ise, durum açıktır. Eğer munzabıt değilse, meşakkatten ibaret olan illet de munzabıt olmayacaktır. Mesela hastalık gibi. Bu durumda her iki yola göre de vâcib olan ihtiyatlı dav­ranmaktır.

[162] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/336-349

[163] Misal: Sâri' koca için, zevcenin tahammül edilemez olması durumunda onu bir talakla boşamak suretiyle kendisinden kurtulabilme ve böylece kadını terbiye etme yolunu açmıştır. Bunun neticesinde eğer koca kadı­nın tevbe ettiğini, pişman olduğunu, halini düzelttiğini görürse kendi çı­karlarını da korumak üzere kadına müracaatta bulunur. Eğer kocanın kadın yüzünden sıkıntıları ikinci defa kendisini gösterirse koca ikinci de­fa boşamak suretiyle çıkış yolu arayabilir. ... Ama böyle yapmaz da üç ta­lak hakkını birden kullanır ve baştan kadını üç talakla boşarsa, şeriatın kendisi için çizmiş olduğu şekle muhalefet etmiş ve çıkış yolunu kendi eliyle tıkamış olur. DolnyiHiylıı pişman olması durumunda tekrar birleş­me gibi bir imkanı ortııdıın kaldırmış ve kendi durumunu kendi eliyle zor­laştırmış olur. ileride pük çok misal gelecektir

[164] Talâk, 65/2.

[165] Talâk, 65/2.

[166] .   Talâk, 65/2.

[167] Nisa, 4/5.

[168] Bakara, 2/282.

[169] Talâk, 65/2.

[170] Âl-i İmrân, 3/54.

[171] Bakara, 2/15.

[172] Bakara, 2/9.

[173] Talak, 65/1.

[174] Feth, 48/10.

[175] Fussılet, 41/46.

[176] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/349-354

[177] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/354

[178] Bakara, 2/282.

[179] Talak, 65/2.

[180] Hac, 22/78.

[181] Bakara, 2/185.

[182] Rûm, 30/21.

[183] A'râf ,7/189.

[184] Hac, 22/78.

[185] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/354-356

[186] Akıllı olma şartının burada zikredilmesi pek yerinde gözükmemektedir. Çünkü bizim buradaki konumuz, bulundukları zaman azîmet, bulunma­dıkları zaman ise ruhsat hükümlerin söz konusu oldukları durumlardır. Akü ise bunlardan değildir. Çünkü akıl mutlak yükümlülüğün şartı ol­maktadır. Bu yüzdendir ki, müellif daha sonra diğerlerinin mukabilini sayarken aklın mukabili olacak şeyi zikretmemiştir

[187] Terğîb ve Terhib'de rivayet edilen uzunca bir hadiste şöyle denilmekte­dir: Isrâfîl Hz. Peygamber'e (as): "Allah senin sözlerini işitti ve beni yer­yüzünün hazinelerinin anahtarlarıyla sana gönderdi. Keza  benim sana Tihâme dağlarını zümrüd , yakut , altın ve gümüş haline çevirip seninle birlikte yürütmemi arzetmemi de emretti. Dilersen melik peygamber, di­lersen kul peygamber olmayı tercih edebilirsin." dedi. Cibril tevazu gös­termesini işaret etti. O da üç defa: "Bilakis kul peygamber olmayı tercih ederim." dedi. Hadisi Taberânî hasen bir isnadla rivayet etmiştir. Ayrıca Beyhakî Ztthd'de rivayette bulunmuştur.

[188] Hadiste: "(Bana Rabbim tarafından) Mekke vadisi doluşunca altın kılın­ması arzedildi. Ben: Yo Rabbi! Bir gün doyar, bir gün aç kalırım. Aç kal­dığım zaman sana yakarışta bulunurum, seni zikrederim; doyduğum za­man ise sana şükür ve hamd ederim.' dedim. (Kabul etmedim.)" denilmiş­tir. Tirmizî, Zühd 35; Ahmed, 5/254.

[189] Mesela Hudeybiye'de çok sıkıntı duydukları bir anda parmaklarından su kaynaması gibi. Bunlardan amaç asla nefsin bir haz duyması değildi; bi­lakis  sahabenin  içerisinde bulundukları  sıkıntıları  azaltmak,  onların imanlarını takviye etmek oluyordu.

[190] bkz. Buhârî, Tefsîr 33/7; Müslim, Radâ 49-50; Ahmed, 6/134

[191] bkz. Bakara, 2/260.

[192] bkz. Buhârî, Tefsir 18/2, 4; Tirmizî, Tefsir 18/1.

[193] îstidrâc: Allah'ın kişiyi azab ve helake yaklaştırması için kendisine hari­kuladelikler vermesi.(Ç)              

[194] Risâle'sinin "Evliyanın kerametleri" bahsinde.                

[195] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/357-363