Vaz'î Hükümlerin Beşinci Nevi: Azimet Ve Ruhsat
Vaz'î hükümlerden
beşinci nevi azimet ve ruhsat bahsi olmaktadır.
"Azîmet'[1]
baştan konan genel mahiyetti (küllî) hüküm-lerdir. "Genel mâhiyetli
(küllî)"olmasından maksat, belli mükelkf-lere ve belli hallere mahsûs
olmaması demektir. Mesela namaz gi-bi. Çünkü namaz bütün hallerde ve bütün
mükellefler için mutlak ve genel bir şekilde meşru kılınmıştır. Oruç, .zekat,
hac, cihııd vt İslâm'ın esaslarından olan diğer küllî yükümlülükler de aynı
^«kil. de azîmet türünden olan hükümlerdendir. Azîmet kapsamı ic'Uİ» ne aslında
maslahatın teminine yönelik olarak meşru kılımın ,<<y« ler de
girmektedir. Bunjar iki dünya saadetinin teminine yom-lllt olmak üzere meşru
kılınan satış , icâre ve diğer bedelli akitler, ke> za işlenilen
cinayetlerle ilgili hükümler, kısas ve tazminat hüküm» leri gibi şeylerdir.
Kısaca şer'î küllî hükümlerin tamamı bu kısımdandır.
Tarifte geçen
"baştan konan" ifâdesinden kasıt ise, onunla Sâri' Teâlâ'nın ilk
baştan teklifi hüküm inşâsında bulunmak İHtâ-miş olması[2] ve
ondan önce şer'î bir hükmün bulunmuş olmamalıdır. Eğer daha önce bir hüküm
bulunur, fakat önceki hüküm bu 80-nuncusuyla neshedilmiş olursa, bu neshedici
olan sonuncusu da küllî ve genel maslahatlara bir giriş ve hazırlık olmak üzere
baştan konan hüküm gibi kabul edilir.
Bir sebeb üzerine vârid olarak gelen küllî hükümler de azimet kapsamı
dışına çıkmazlar. Çünkü hükmü gerektiren sebebler daha önce yok olabilirler.
Ortaya çıktıklarında da kendilerine uygun hükümleri gerektirirler. Bu tür
hükümler de azîmet kapsamı dahilin-de olurlar. Örnekler: "Ey inananlar!
(Peygamberi çağırırken yanlış mânâya çekilebilen ve bizi gözet anlamına gelen)
'râınâ' demeyiniz.
(ünün ytrine yina aynı
mânâda olan) 'unzurnâ' deyiniz.[3]
"Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar'da bilmeyerek, aşırı
gidip Allah'a sövmesinler.[4]"Rabbinizden
refah istemenizde bir engel (günah) yoktur[5]
"Allah nefsinize güvenemeyeceğini-zi biliyordu. Bu sebeble tevbenizi kabul
edip sizi affetti; artık eşlerinize yaklaşabilirsiniz.[6]
"Allah'ı sayılı günlerde anın. Günahtan sakınan kimseye acele edip,
Mina'daki ibâdeti iki günde bitirse günah yoktur, geri kalsa da günah yoktur.[7] Bu ve
benzeri âyetlerde getirilen hükümler böyledir. Çünkü sebeb, duyulan ihtiyaca
binâen peyderpey gelen hükümlerin
yerleştirilmesi için birer
hazırlık mâhiyetindedirler. Bütün bunları 'azîmet' terimi kapsamaktadır.
Çünkü bunlar baştan konulmuş küllî hükümlerdir. Keza genel ifftdelerden yapılan
istisnalar ve diğer tahsis görmüş hükümler de buttan konulmuş küllî hükümlerden
sayılmaktadır. Mesela: "İkisi Allah'ın yasalarını koruyamamaktan
korkmadıkça kadınlara verdiklerinizden bir şey almanız size helal değildir.
Eğer Allah'ın ya-mlarını ikisi koruyamayacaklar diye korkarsanız, o zaman kadının
fidye vermesinde ikisine de günah yoktur.[8]
"Apaçık hayasızlık etmedikçe onlara verdiğinizin bir kısmını alıp
götürmeniz için onları sıkıştırmayın.[9]
âyetleri gibi. Keza âyette "Müşrikleri öldürünüz.[10]
buyrulmuşken hadisle kadın ve çocukların öldürülmeleri yasaklanmıştır.[11]
Bütün bu tür istisna ya da tahsis yoluyla getirilen hükümler de azimet kapsamı
içerisinde bulunmaktadır.
Ruhsat: Haramlığı
gerektiren küllî bir asıldan istisna olmak ve sadece ihtiyaç mahallerine has
kılınmak üzere meşakkat veren bir özür sebebiyle meşru kılınan hükümlerdir.
"Bir özre mebnî
meşru kılınmış olması", usûlcülerin ruhsat için zik-[302] retmiş oldukları özelliği teşkil
etmektedir.[12]Ruhsat tarifinde
"meşakkat veren" kaydını getiriyoruz. Çünkü özür sırf bir ihtiyaç
neticesi olabilir ve ortada meşakkat bulunmayabilir. Bu durumda o şey ruhsat
diye isimlendirilmez. Mesela kiraz (mudârabe) akdinin meşru kılınması gibi.
Kırâz akdi aslında bir özürden dolayı meşru kılınmıştır. Bu özürde' sermâye
sahibinin ticâret için koşturmaktan âciz olmasıdır. Bununla birlikte kırâz akdi
özür ve acziyetin bulunmaması burumunda-da caizdir. Müsâkât, karz, selem
akitleri de aynı şekildedir. Bütün bunlar her ne kadar haram olan bir asıldan
istisna edilmiş tasarruflarsa da, onları 'ruhsat' kapsamı içerisine koymak
mümkün değildir. Bunlar ancak "küllî olan hâciyyât" ada .altına giren
tasarruflardır. Hâciyyâttnn olan şeylere ise âlimlerce 'ruhsat' adı verilmez.
Bazan da özür tekmîlî
(tamamlayıcı) bir asıla yönelik olabilir ve ona yine de 'ruhsat' adı verilmez.
Mesela namazı ayakta kılama-yan ya da meşakkatle kılabilen bir kimsenin oturma
haline intikal etmesi meşrudur. Her ne kadar bu şekilde namaz kılması namazın
rükünlerinden birini ihlal ediyorsa da meşakkat sebebiyle istisnaya tabi
tutulmuş ve o kişi hakkında kıyam (ayakta durma) farzı kesinlik kazanmamıştır.
Bu kesin olarak bir ruhsat olmaktadır. Eğer bu ruhsata sahip olan kimse imam
ise o takdirde ne olacaktır. Hz. Peygamber [ "kJSSto1 ] hadislerinde:
"İmâm ancak kendisine uyulması içindir. Bu itibarla eğer o oturarak
kılarsa siz de hep beraber oturarak kılınız.[13]
buyurmuşlardır. Şimdi bu durumda cemâatin oturarak namaz kılmaları bir özür nedeniyle
olmaktadır. Ancak cemâat hakkında söz konusu olan özür meşakkat değil, imâma muvafakat
etme[14],
muhalefet etmeme talebiyle ilgilidir. Böyle bir şey küllî asıldan özür
sebebiyle müstesna edilmiş olsa bile ruhsat diye isimlendirilemez.
Ruhsatların bir özre
dayanılarak küllî bir asıldan istisna yoluyla meşru kılınmış olması, onların
baştan konulmuş hükümler olmadıklarını göstermekteddir. Bu yüzden de ruhsatlar
'küllî (genel)' özellik arzetmezler. Öyle gözükseler bile bu arızî olarak
olur. Yolcu için namazı kısaltma ve oruç tutmama hükümlerinin caiz görülıti(»ni
namaz v« oruç hükümlerinin istikrar kazanmasından sonra olmuş kabul
«dilmektedir. Her ne kadar oruç âyetleri bir defada aynı anda nazil olmug olsa
da, istisna bir nevi kendisinden istisna adi İn n şeyin (müstesna minh)
hükmünün istikrarından neş'et eden ikinci bir hüküm olmaktadır, "...fakat,
darda kalana günah sayılmaz.[15]
âyetinde söz konusu edilen naçar durumda kalan kimse için lâşe yeme hükmünde de
durum aynıdır.
"Sâdece ihtiyaç
alanına has olması" da ruhsatların özelli İtlerinden biri olmaktadır.
Küllî hâciyyâttan olmak üzere mcşrû kılınan hükümlerle ruhsatlar arasındaki
ayırıcı özellik de işte bu nokta olmaktadır. Çünkü ruhsatların meşru kılınması
cüz'îİlik taşımakta ve sadece ihtiyaç anma hasredilmektedir. Yolcun bitmesi
durumunda kişinin namazları kısaltma ve oruç tutuluma ruhsat hükmünden asıl
olan namazların tam olarak kılınman ve oruçların tutulması esâsına dönmesi
vâcib olacaktır. Oturarak namaz kılma durumunda olan kimse ayakta kılmaya
kadir olduğu zaman artık oturarak kılamayacaktır. Teyemmümle namaz kılan suyu
bulduğu zaman abdest ile namazını kılmak zorunda olacaktır. Diğer ruhsatlarda
da durum aynıdır. Karz (ödünç), kırâz (mudârabe) ve müsâkât akidlerinde ise
durum böyle değildir. Bunlar ruhsatlara benzeseler de bu arzettiğimiz ıstılâhî
mânâda ruhsat değillerdir. Çünkü bunlar özür ortadan kalksa da meşrûdurlar.
Mesela bir insanın ihtiyacı olmasa da borç alabilir; bizzat kendisi ya da
ücretle bakabilme imkânına sahip olsa bile bahçesini ortaklığa (müsâkât)
verebilir; keza bizzat kendisi çalıştırmak ya da ücretle birini istihdam etmek
suretiyle sermayesini işletebilme imkanı olmasına rağmen mudârabe akdinde
bulunabilir. Benzer diğer tasarruflarda da durum aynıdır. Kısaca azîmet baştan
konulmuş küllî bir asıla yönelik iken ruhsat, o küllî asıldan istisna edilen
cüz'î bir hususa yönelik olmaktadır.
Fasıl:
Bazan 'ruhsat' tabiri,
mutlak surette haramlığı (meni) gerektiren küllî bir asıldan istisna edilen
şeyler hakkında ve meşakkat veren bir özür sebebiyle olmasına aldırış
edilmeksizin de kullanılır. 1304] Bu mânâda ruhsat tabiri içerisine karz
(ödünç), mudârabe (kırâz) ve müsâkât akitleri, musarrât hadisinde sözü edilen
sağılan süt karşılığında bir sâ' yiyecek verilmesi meselesi, ariyye yani hurma
ağacı üzerindeki taze yaş hurmaları tahminî olarak kuru hurma karşılığında
satma meselesi, diyetin âkile üzerine yüklonmosi vb. gibi meseleler de
girecektir. "Hz. Peygamber, yanında olmayan şeyi satmayı yasakladı";
"Selem hakkında ruhsat (izin) verdi." hadisi[16] buna
delâlet etmektedir. Bu mânâda ruhsatlar
hâ-ciyyât esasına dayanmaktadır. Hâcî asıla dayanması açısından birinci
mânâsında ruhsat ile müştereklik göstermekte ve isimlendirme konusunda onun
hükmüne tabi olmaktadır. Nitekim haram olan asıldan istisna durumunda da
üzerine birinci mânâsında ruhsat hükmü cereyan etmektedir. Mazur imâma uymak
için oturarak namaz kılan cemâatin durumları ile imâmla kılınan korku namazı da
bu mânâda ruhsat altına girer. Ancak bu iki mesele hâciyyâttan değil de,
tekmîlî[17]
asıldatı«alınmış olurlar. Her ne kadar bir asıldan alınmış olmasalar da
haklarında 'ruhsat' tabiri kullanılır. Nitekim bazan zarûriyyâttan olan asıldan
alınan bir durum için de ruhsat tabiri kullanılmaktadır.[18]
Mesela ayakta durmaya güç yetireme-yen kimsenin namaz kılması gibi. Böyle bir
kimse hakkında ruhsat zarurî olup hâcî bir özellik taşımamaktadır. Hâcî olması
ancak kıyama kadir olması fakat namazda ya da bu yüzden kendisine bir meşakkat
dokunması durumunda olmaktadır. Bütün bunlar açıktır.
Fasıl:
Bazan 'ruhsat' tabiri
bu ümmettten kaldırılmış olan ağır yükümlülükler ve zor işler anlamında
kullanılmaktadır. Bu tür işler ve yükümlülüklere şu âyetlerde delâlet
bulunmaktadır: "Rab-bimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi, bize de ağır
yük yükleme.[19] "O peygamber, onlara
uygun olanı emreder ve fenalıktan meneder, temiz şeyleri helal, murdar olan
şeyleri haram kılar; onların ağır yüklerini indirir, zor tekliflerini
hafifletir.[20] Çünkü
ruhsat kelimesi sözlükte 'yumuşaklık' mânâsına
gülmektedir. Bazı hadislerde vârid olan 'ruhsat' ifâdeleri işte bu mânâya (yani
kaldırılmış olan ağır işler ve zor yükümlülükler mânâsına) yorulur. Mesela
bir hadiste şöyle denilir: "Hz. Peygamber bir iş yaptı da o işe ruhsat
verdi.[21]
"Allah azimetlerinin yapılmasını sevdiği gibi ruhsatlarının yapılmasını da
sever.[22]
hadisindeki ruhsat tabirinin de bu mânâya yorulması mümkündür. Bu konunun
izahı ileride inşallah gelecektir. Kolaylık ve hoşgörü esası üzere gelen
şeriatımızda mevcut bulunan müsamaha ve yumuşaklık, daha önce geçen milletlerin
yüklenmiş oldukları ağır azimetlere (yükümlülüklere) nisbetle 'ruhsat'
olmaktadır.
Fasıl:
Ruhsat tabirinin
kullanıldığı bir diğer mânâ da mutlak[23] surette
kullara bir genişlik olmak üzere onların hazlarına ulaşmalarını, arzularını
gidermeyi temine yönelik olmak üzere meşru kılınan hükümler olmaktadır.
"Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.[24]
"Ehline namaz kılmalarını emret ve sen de ona dâim ol. Biz senden rızık
istemiyoruz.[25] âyetleri ve benzerlerinde
Yüce Allah ilk azimet hükmünü açıklamış olmaktadır. Bu ayetler genel ve tafsili
olarak kulların Allah'ın mülkü olduğunu ifâde etmektedir. Bu itibarla kulların
O'na teveccüh edip yönelmeleri, ona ibâdet uğrunda bütün çabalarını
sarfetmeleri bir görevleri olmaktadır. Çünkü onlar Allah'ın kullarıdırlar ve
Allah katında herhangi bir hakları olmadığı gibi, ona karşı bir hüccetleri de
bulunmamaktadır. Buna göre, Allah'ın kulların nazlarım elde etme ve arzularını
tatmin yönünde bir teşride bulunması durumunda bu onlar için bir nevi ruhsat
olacaktır. Çünkü bu tür hazlann eldedilmesine yönelik davi'nıu^lar, Allah'tan
başkasına yönelmek ve kulluğun gereği dışında başka şeylerle uğraşmak mânâsına
gelmektedir.
Bu yaklaşımda azimet,
mutlak ve genel olarak emirlere yapışmak, yasaklardan da kaçınmak ve bunlardan
«alıkoyacak her türlü mubahlarla meşgul olmayı terketmek olacaktır. Emirlerin
vâcib veya mendûb; yasakların mekruh ya
da haram olması arasında bir fark gözetilmemektedir. Çünkü emreden kimsenin emrinden mak- [ao«ı şadı genel anlamda ona uyulmuş
olmasıdır. Kul tarafından göz önünde bulundurulan hazlann elde edilmesi
konusunda verilen izin ruhsat olmaktadır. IJu itibarla mükellef için
hafifletici ve genişlik getirici her
hüküm bu mânâda ruhsat kapsamına girmektedir. Azimetler, Allah'ın kullar
üzerindeki hakkı; ruhsatlar ise Allah'ın bir lutfu neticesinde kulların elde
ettikleri haz-ları olmaktadır. Bu tertib üzere mubahlarla ruhsatlar, her ikisi
de kullar üzerine getirilen genişlik olmaları, ondan güçlüğü kaldırmaları ve
hazzını temine yönelik olmaları hasebiyle müştereklik göstermektedirler ve
mubahlar —bu bakış açısına göre— bazı kereler mendûblarla tearuz haline
girmekte ve kul bazan âhiretteki hazzını dünyadaki hazzı üzerine tercih
etmekte, bazan da Rabbinin hakkını kendi hakkına tercih etmektedir.[26] Bu
durumda birinci şıkka göre mubahı işlememek suretiyle onu doğrudan ortadan kaldırmış
veya ikinci şıkka göre Rabbinin hakkını alarak kendi hazzını terketmiş olur.
Bu durumda kendi hazzı Allah'ın hakkına tâbi olarak bulunmuş olur. Maksûd olan
ve öncelik verilen bizzat Allah'ın hakkı olmuş olur. Kula düşen gücü
yettiğince çaba ve gayretini ortaya koymaktır; Allah ise dilediği gibi
hükmedecektir.
Bu, sonuncu yaklaşım
tarzı hâl erbabından bulunan Allah'ın velî kullarına has olmaktadır. Keza
hallerden yükselmiş kimseler de bu mânâya itibarda bulunmakta ve şâkirdlerini
(talebelerini) bu yaklaşım üzere terbiyeye tabi tutmaktadırlar. Dikkat edilecek
olursa bunların görüşlerinin, ilmin azimetlerini almak ve ruhsatlardan tümden
kaçınmak şeklinde olduğu görülecektir. Hatta öyle bir neticeye varnıişiardır
ki, hûcî olan bütün asılları veya büyük bir kısmını hep ruhsatlardan telakkî
etmişlerdir. Bu ise ruhsatın
son mânâsından da anlaşılacağı üzere, kulun hazzına yönelik şeyler
ol-[307] maktadır. Bu mânâ ileride
açıklanacaktır.
Fasıl:
Ruhsat
tabirinin bu dört mânâsı ortaya konulunca görülmüştür ki, bunlardan bir kısmı
sadece belli insanlara, bir kısmı da bütün insanlara hastır. Bütün insanlara
has olan ruhsatlar birinci anlamda olan ruhsatlardır. Ruhsat bahsine
getirilecek ayrıntılar (teferruat) da bu kullanılış şekli üzerine bina
edilecektir. Ruhsat tabirinin ikinci kullanılış şekli hakkında ise burada söz
edilmeyecektir. Çünkü bu mânâda ruhsat üzerine düzenlenecek herhangi bir
netice (furû) yoktur. Sadece şer'î bir kullanılış şekli olduğunun belirtilmesi
için yer verilmiştir. Üçüncü kullanılış şekli de aynıdır. Dördüncüsüne gelince
bu kullanılış şekli sadece belli bir kesime has olduğu için, onun üzerinde de
özel olarak durulmayacaktır. Şu kadar var ki, birinci mânâsı üzerine
düzenlenecek neticelerden (furû), dördüncü mânâsında ruhsatlar üzerine
yapılacak düzenlemeler anlaşılmış olacaktır. Bu sebebten dolayı da özel olarak
onun üzerinde durmaya ihtiyaç bulunmamaktadır.
[27]
Ruhsatın sadece ruhsat
olması açısından hükmü mübâhlıktır.
Delilleri:
1.
Bu konuda mevcut
bulunan nasslar: Bu konuda şu âyetleri zikredebiliriz: "Fakat darda
kalana, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere
günah sayılmaz.[28] "Açlıktan darda
halan, günaha haymakıuzın yiyebilir.Allah bağışlayandır, mtrhametli olandır.[29]"Yolculuk
ettinmı namazı kısaltmanızda size bir sorumluluk yoktur.[30]
"Gonlıı ununla dolu olduğu halde, zor altında olan kimse müstesna...[31] Hu
vi benzeri diğer âyetler mücerred "ona bir günah yok" ; "Allah
bağışlayandır ve merhametli olandır." gibi ifâdelerle güçlüğün (haraç),
günahın ve sorumluluğun kaldırıldığına delâlet etmekte vo ruhsatın hükmünün
mübahlık olduğunu*göstermektedir. Bu âyetlorin tümünde ruhsatların işlenmesini
gerektirecek bir emir bulunmıımjtk-tadır. Aksine bu âyetlerde azîmet hükmün
terki neticesinde boktan-ti hâlinde olunan günah ve sorguya çekilme
neticelerinin kaldırıldığı, aslî ibâha
hükmünü* getiren pek çok nasslarda mevcut bulunan üslûp içerisinde
belirlenmiştir. Aslî ibâha hükmü getiren nnm-ların üslûbu ile ilgili olmak
üzere şu âyetleri hatırlayabiliriz: "Kadınlara el sürmeden ve mehirlerini
biçmeden onları basarsanız sim sorumluluk yoktur.[32]
"Rabbinizin kereminden 'istemenizde s iz t bir günah yoktur.[33]"Böyle
bir kadınla kapalı bir şekilde evlenmt teklif etmenizde ve içinizden onlarla
evlenmeyi geçirmenizde s iz t bir sorumluluk yoktur.[34] Ve
buna benzer sadece günahın kaldırıl* mış ve istenilmesinin caiz görülmüş
olduğunu belirten diğer âyutler gibi.
Keza ruhsatın mübâhlığını belirtmek üzere şu âyette
dt delâlet bulabiliriz: "Sizden bu ayı idrak eden oruç tutsun;
hasta vt yolculukta olan, tutamadığı günlerin sayısınca diğer günlerde tutsun.[35]
Hadiste de şöyle vârid olmuştur: "Sahabe Rasûlullahla birlikte yolculuk
yaparlardı. İçlerinden kimisi namazı tam kılar, kimisi de kısaltırdı; kimisi
oruç tutar, kimisi de tutmazdı.Hiçbiri diğerini kınamatdı.[36] Bu
konuya delalet edecek deliller ti»! çoktur,
2.
'Ruhsat' kelimesinin
aslı mükellefin yükümlülüğünü hafifletmek ve ondan güçlüğü kaldırmak demektir.
Böylece mükellefin uzîmet hükümle ruhsat hüküm arasında bir tercihte
bulunabilmesi ve bunun neticesinde yükümlülüğün getirdiği yükün kulun tercih ve
vüs'ati dahilinde olması demektir. Bunun da aslı mübahlık oluyor. Allah şöyle
buyurur: "Yerde olanların hepsini sizin için yaratan O'dur[37]"Ey
Muhammedi De ki: "Allah'ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz
rızıkları haram kılan kimdir?[38]Pek
çok nimetin /.ikrinden sonra da şöyle buyrulur: "Sizin ve hayvanlarınızın
faydalanması için.[39]
Ruhsatın asıl anlamı kolaylık ve yumuşaklık demektir. R-H-S kökü kolaylık ve
yumuşaklık bildirmek için konulmuştur. Mesela Araplar iyice yumuşak olan şey
hakkında "şeyun ruhsun"; pahalılığın zıddı olan bolluk, ucuzluk için
"ruhs" tabir ederler; "Ruhhıse lehu fil-emri fe terahhase hüve
fîhi"denilir ve bu ifâdeyle kendisinden işi sonuna kadar götürmesi
istenilmemesi ve onun da buna meyilde bulunması mânâsı kasdedilir. Bu ve
benzeri diğer kullanılış şekilleri bu kökün kolaylık ve yumuşaklık mânâsına
geldiğini göstermektedir.[40]
3.
Eğer ruhsatlar mendûb
ya da vâcib olmak üzere işlenmeleri emredilen bir şey olsalardı, o takdirde
ruhsat değil azimet olurlardı. Oysa ki durum tersidir. Vâcib kendisinde tercih
hakkı bulunmayan kesin ve bağlayıcı talep olmaktadır. Mendûbda da bir talep bulunması
açısından durum aynıdır. Talep bulunduğu içindir ki, mendûblar hakkında
"Hafifletme ve kolaylaştırma için meşru kılınmış hükümlerdir." dememiz
mümkün olmamaktadır. Durum böyle olunca ruhsat üt tnıri bir artıda dU|Unm«k iki
zıt şeyi bir ur oyu ft> tirmek kabilinden aksaktır. Bütün bunlar gösteriyor
ki, ruhsatlar, ruhsat olmaları açıtından yapılmaları emredilen şeyler
değillerdir.
Îtlraz: Bu konuya iki açıdan itiraz mümkündür:
1) Arzedilen deliller meseleden gözetilen maksada
delâlet edecek durumda değildir. Zira bir şeyi işleyen kimseden günahın kaldırılmış
olduğunun, bir sorumluluk terettüp etmeyeceğinin belirtilmesi o şeyin mübâh
olmasına delâlet etmez. Çünkü o şey bazan vâcib ya da mendûb da olabilir,.
Mesela birincisine "Şüphesiz Safa v$ Merve Allah'ın nişânelerindendir. Kim
Kabe'yi hacceder veya umr$ yaparsa, bu ikisini de tavaf etmesinde bir günah
yoktur.[41]
âyetini örnek olarak gösterebiliriz. Bilindiği üzere bu âyette "bir günah
yoktur" ifadesiyle belirtilen Safa ve Merve arasında tavaf vâcib olmaktadır.
"Günahtan sakınan kimse acele edip, Mina'daki ib&dtti iki günde
bitirse günah yoktur.[42]
âyetinde ise beklemek mendûb olmak üzere talep edilmekte; orada bekleyen
kimsenin acele eder«k iki gün sonra ayrılandan daha üstün bir davranışta
bulunmuş ola* cağı belirtilmektedir. Buna benzer daha başka örnekler de bulunmaktadır.
Burada itirazımızı
çürütmek için "Bu âyetlerin sebebleri vardır. Şöyle ki; Hz. Âişe
hadisinde[43] de belirtildiği üzere,
müslüman-lar bunlarda günah olacağını düşünüyorlardı. Onların bu düşüncelerini
izâle için bu âyetler inmiştir." denilemez. Çünkü biz diyoruz ki: Mübâh
olan şeyler hakkında da bazan hükümler sebeblerden dolayı inmiştir. Bu sebebler
de o şeylerin günah olabileceği düşüncesidir. Mesela: "Rabbinizin
kereminden istemenizde size bir günah yoktur.[44]"Evlerinizde
veya babalarınızın evlerinde... izinsiz yemek yemenizde de bir sorumluluk
yoktur.[45]"Ancak,
gözleri görmeyen kimse savaşa gelmezse ona bir sorumluluk yoktur: topala ve
hastaya da sorumluluk yoktur.[46]
"Böyle bir kadınla kapalı bir şekildi tvltnmt teklif ttınenizde ve onlarla
evlenmeyi içinizden geçirmenizde Hİze bir sorumluluk yoktur.[47]
Bütün bu âyetlerde
ifâde edilen hususlarda ve benzeri durumlarda bir günah ve sorumluluğun
bulunacağı zannedilmekte ve bu zannın ortadan kaldırılması için de âyetler
inmektedir. Her iki konu da bu açıdan birbirine eşit olduğuna göre, günahın ve
sorumluluğun kaldırılmasına temas eden nasslarda, özellikle ibâha (mü-bâhlık)
hükmüne bir delâletin bulunacağını söylemek mümkün olmayacaktır. Bu durumda da
ruhsatın hükmü bu nasslardan değil, başka yerlerden, başka delillerden
çıkarılmak zorunda olacaktır.
2.
Alimler ruhsatlar içerisinde
yapılması emredilen şeylerin bulunduğunu beyan etmişlerdir. Mesela açlıktan
ölmek durumunda olan bir kimsenin lâşe vb. haram olan şeyleri yemesi kendisine
vâcib olmaktadır. Keza Arafat'ta ve Müzdelife'de namazların cem' edilerek[48]
kılınmasının sünnet olduğunu belirtmişlerdir. Yolcunun namazının kısaltılması
konusunda da farzdır veya sünnettir veya [3ii] müstahaptır denilmiştir. Hadiste
de: "Allah ruhsatlarının işlenil-mesini sever.[49]
buyrulmuştur. Ayette de: "Allah sizin için kolaylık diler, zorluk
dilemez.[50] buyrulur. Buna benzer
daha pek çok nass bulunmaktadır. Dolayısıyla bir tafsile gitmeden ruhsatın hükmü
mutlak olarak mübâhhktır demek mümkün gözükmemektedir.
Cevap: Dilin konulusu açısından baktığımızda bir şey hakkında
"güçlük ve günahın kaldırılmış olması" ifâdesinin kullanılmış olmasının,
o şeyin alınmasının ya da kullanılmasının mübâh olması mânâsını
gerektireceğinde bir şüphe bulunmamaktadır. Lafızla başbaşa bırakıldığımızda
görüyoruz ki, lafız genel anlamda fiilin işlenmesi konusunda izin mânâsının
bulunduğunu bildirmektedir. Günahın ve güçlüğün kaldırılması konusunda gerçi
özel bir sebeb varsa da, bizim özel sebebi göz önünde bulundurmaksızın lafzın
gereği doğrultusunda hareket etme hakkımız bulunmaktadır. Bazan daha önceden
mevcut olan bir âdete ya da sonradan ortaya çıkan bir düşünceye müıtonld (duruk
şmt'mn mubah olan bir «eyin ilişilmesinde de bir gunntt bulunduğu yanlış
anlayışı mevcut olabilir, Nitekim bazıları tavafı elbise ile yapmada, bazı
yiyecekleri yamada günah olacağını zannetmişlerdir. Bu yüzden de "Allah'ın
kullan için yarattığı ziynet ve temiz rızıklan haram kılan kimdirt[51]
Ayati nazil olmuştur. Babaların, annelerin ve âyette zikri geçen diğar
|t-hısların evlerinden yemek yemek; iddet içerisindeki kadına, kendi' siyle
evlenmek arzusunda olduğunu çıtlatmak ve be-nzeri diğer konularda da durum
aynıdır. "Bu ikisini tavaf
etmesinde bir günah yoktur.[52]
ifâdesi de aynı şekilde izin mânâsı vermektedir. Sa'yin vâcib olması hükmü isej
"Safa ve Merve Allah'ın nişanelerindin» dir." kısmından ya da daha başka bir delilden alınmış olmaktadır.[53] Bu
durumda burada tenbih , terkin caiz olması ya da olmaması noktasından sarfı
nazarla mücerred izin üzerine olmaktadır. Sonra bizim âyeti özel sebebi[54]
üzerine yormamız da mümkündür ve bu durumda "nişânelerindendir"
ifâdesi lafzı aslî konuluş mânâ- tilil
sından çeviren bir karine olmuş olur. Haddi zâtında mübâh olup da bir sebebi
bulunanlara gelince, bunlar izin mânâsında kendisi için bir sebeb
bulunmayanlarla aynı olmaktadırlar ve burada bir problem de yoktur. Diğer âyet[55] ve
bu mânâda vârid olan diğer do H İler hakkında edilecek söz de bu tertîb üzere
câri olacaktır.
İkinci noktanın
cevabına gelince, daha önce de geçtiği gibi emirle ruhsat arasını bulmak (cem),
birbirine zıt olan iki şeyi bir araya getirmek demektir. Dolayısıyla vücûb ya
da mendûbluğun bizzat ruhsatın kendisine değil de mutlaka aslî bir azimete dönük(râci) olması gerekmektedir. Şöyle ki;
naçar durumda kalıp da, helâl yoldan nefsini kurtarma imkanı bulamayan bir
kimseye, lâşe yemesi konusunda kendisine ulaşacak sıkıntıyı kaldırmak ve açlık
elemini bertaraf etmek için kendisine ruhsat verilmiştir. Eğer telef olmaktan
korkuyor ve lâşe yemek suretiyle de nefsini helakten korumak imkanı buluyorsa,
"Nefislerinizi öldürmeyiniz" [56]âyeti
gereğince nefsini helâktan kurtarmakla memurdur. Nitekim bu durumdaki kişi
sâdece lâşe yemek suretiyle değil, imkan bulduğu başka yollarla da nefsini
helakten kurtarmakla memur olmaktadır. Hatta böyle bir kimsenin hali bir
uçuruma rastlayan kimsenin durumu gibidir. Hiç şüphesiz o kimsenin uçurumdan
uzaklaşması matlûptur ve kendisini oraya düşürmesi yasaktır. Şimdi böyle bir
durum için ruhsat tabiri kullanılamaz. Çünkü burada söz konusu olan talep
baştan mevcut bulunan küllî bir asıldan kaynaklanmaktadır. Lâşe [313] yemediği
zaman helak olmaktan korkan kimsenin durumu da aynıdır ve o da nefsini
kurtarmakla memurdur. Dolayısıyla —her ne kadar kendisinden güçlüğü kaldırmış
olması açısından ruhsat demek mümkünse de— nefsini helâktan koruması açısından
bakıldığında ona ruhsat denilmesi mümkün değildir.
Netice olarak
diyebiliriz ki, genel anlamda nefsin muhafazası (ihyâsı) azimet olmak üzere
matlûp bulunmaktadır. Burada söz konusu olan durum da o azimet hükmün dahiline
giren kısımlarından birisidir. Ruhsat fiillere güçlüğün kaldırılması için izin
verilmiş olduğunda da şüphe yoktur. Keza burada söz konusu olan durum da onun
dairesine giren bir bölümüdür. Dolayısıyla cihetler aynı değil farklıdır.
Cihetler farklı olunca zıtlık (münâfîyet) ortadan kalkacak ve ikisi arasını
bulma (cem) imkanı doğmuş olacaktır.
Arafat
ve Müzdelife'de namazların birleştirilmesi (cem) ve benzeri meselelere
gelince, bunların matlûp olduğu görüşünde olanlara göre ruhsat olduklarını
kabul etmiyoruz. Aksine bunlar bu görüş sahiplerine göre bir azîmet hüküm
olmakta ve o şekilde ibâdet edilmek durumundadırlar. Namazların yolculuk
sebebiyle kısaltılması hakkındaki "Namaz ilk önce ikişer rekat olmak üzere
farz kılınmıştı. Sonra mukim halinde iken dörde tamamlandı. Sefer halinde iken
ilk farziyeti üzere baki bırakıldı.[57]
şeklindeki Hz. Âişe hadisi de buna delâlet etmektedir. Sefer esnasında namazın
kısaltılması hükmünün güçlük ve meşakkate dayandırılması (talîli) onun ruhsat
olduğuna delâlet etmez. Çünkü güçlüğün kaldırılmasına yönelik her hükme ruhsat
adı verilmemektedir.[58] Eğer
öyle olsaydı otakdirde geriştin piifdlfi bütün hükümlerin, daha Önceki
prîatla-ra nisbetle daha haftf olması bakımından ruhsat olmam gerekirdi.
Veyahut namazın dört rekat olarak meşru kılınması ruhsat olurdu, Çünkü semâda
elli rekat olarak meşru kılınmıştı. Keza karz, mülâ-kât, kırâz (müdârabe),
diyetin âkile üzerine konulması bütün bun» lar ruhsat olacaktı. Halbuki daha
önce de geçtiği gibi öyle değildir. Mücerred ibâha hükmü dışarısına çıkan her.
şey ruhsat değildir, "Allah ruhsatlarının işlenmesini sever."
hadisinin açıklanman il» ileride gelecektir.[59]Yine
mubahlar da hep aynı düzeyde doğildir, Bazı mubahlar vardır ki Allah'a sevimli
gelir [60]bazıları
da vardır ki ona Allah buğz eder. Nitekim bu konu "Teklifi Hükümler"
bahsinde geçmiş bulunmaktadır. "Allah sizin için kolaylık diler, zorluk
dilemez.[61] ve benzeri âyetlere
gelince burada da durum aynıdır, Çünkü mübâh olan ruhsatların meşru kılınması
bir kolaylaştırma ve güçlüğün kaldırılması demektir. (Dolayısıyla ruhsatların
matlûp olduğu ve hükmünün mübâhlık olmadığı neticesi bu delillerden çıkmaz.)
Tevfîk ancak Allah'tandır. [62]
Ruhsatlar aslî değil
izafîdir; yani ruhsatı işlemek konusunda herkes kendi vicdanıyla haşhaşadır ve
herkes kendi fetvasını vermek durumundadır. Ancak mutlaka riâyet edilmesi
gereken şer'î bir sınır varsa o zaman durum farklı olabilir. Meselenin
açıklanması çeşitli açılardan olacaktır:
1.
Ruhsatın sebebi
meşakkattir. Meşakkat ise güçlülük, zaaf ve ortamın farklılığına, keza azimli
olup olmamaya, zamandan zamana, işten işe göre değişiklik arzeder. Mesela bir
gün bir gecelik bir yolu emniyetli bir şekilde, güven duyduğu arkadaşları
içerisinde, binerek, yavaş yavaş ve günlerin kısa olduğu kış günlerinde almakla,
bunun zıddı olan şartlar altında almak farklıdır. Dolayısıyla bu farklılığa
göre namazların kısaltılması ve orucun tutulmaması konuları da farklılık
arzedeceklerdir. Aynı şekilde bizzat insanların farklı karakterlerinin bir
neticesi olmak üzere sefer meşakkatleri ve zorlukları karşısında gösterilecek
sabır ve tahammül de farklı olacaktır. Nice güçlü, dayanıklı insanlar vardır ki
çölleri aşmak onlar için âdet halini almıştır ve böyle bir yolculuk durumunda
en küçük bir sıkıntı ve tasa duymazlar; dolayısıyla yolculuk sırasında
ibâdetlerini yapmak için yeterince güçlü olur, tam olarak ve vakitlerinde edâ
kudretine sahip olurlar. Nice insanlar da vardır ki tam bunların aksine
dayanıksız ve tahammülsüzdürler. Açlık ve susuzluk karşısında gösterilecek
metanet ve sabır da aynı şekildedir. Keza durum korkaklık, cesaret ve zabt
altına alınması mümkün olmayan daha başka durumlara göre de farklılık
arzedecektir. Namaz, oruç ve cihâd gibi yükümlülüklere nisbetle hastanın
durumu da aynı şekildedir. Durum böyle olunca, şer'î hafifletmede göz önünde
bulundurulan meşakkatin ne özel bir kriteri ne de herkes için geçerli ve
bidüziyelik arzedecek bir tarifi/ belirlenmiş bir sınırı bulunmamaktadır. Bu
yüzdendir ki, Sâri' Teâlâ bu gibi konularda sebebi illet yerine ikâme etmiş ve
hükümlerde meşakkati değil de [315] seferi göz önünde bulundurmuştur. Çünkü
sefer, meşakkatin muhtemelen bulunacağı en makul bir durum (meşakkatin
mazinnesi) olmaktadır. Öbür taraftan yolculuk sırasında namazı kısaltma ve
orucu tutmama konusunda da her bir mükellefi kendi vicdanıyla başbaşa
bırakmıştır. Meşakkatlerle ilgili birçok konuyu içtihada bırakmıştır. Mesela
hastalık gibi. Birçok insan hastalığı sırasında aynı hastalığa yakalanan başka
kimselerin yapamayacaklarını kolaylıkla yapabilirler. Dolayısıyla ruhsat bu iki
kişiden biri için meşru olurken diğeri için olmaz. Bunda herhangi bir şüpheye
mahal bulunmamaktadır. Şu halde ruhsatların sebebleri genel ve temel bir
kural altına girmemekte ve elde onları ölçebilecek bir kıstas bulunmamaktadır.
Aksine bu sebebler her mükellefe göre tamamen izafî bir durum arzetmektedir.
Şiddetli açlığa maruz kalan bir kimse, eğer açlığa metanet ve sabır
gösterebilecek bir kimse ise, açlık sebebiyle kendisine bir noksanlık arız
olmayacaksa —Arapların dayanıklılığı ve bazı velî kullardan nakledildiği gibi—
o takdirde böyle bir kimsenin lâşe yemesinin hükmüyle, böyle olmayan metanetsiz
birisinin yemesinin hükmü aynı olmayacaktır.[63]
321.
2.
Bazan müknlkfln
yaptığı İşe kendisini sovkeden motifler (saik) bulunabilir ve bunun neticesinde
başkalarına çok ağır gelen o iş kendisine çok hafif gelebilir. Buna misal olmak
üzere âşıkların katlanmış oldukları sıkıntı ve zorlukları hatırlamak
yeterlidir. Bunlar kendiliklerinden pek çok sıkıntıları göğüslemekte, bu uğurda
enerjilerini tüketmekte, aradan uzun zanjan geçmesine rağmen ilk işlerinde
hâlâ tahammül ve sabır göstermekte ve bütün bunları sevgililerinin
hoşnudluğunu elde etmek için yapmaktadırlar. Bunlar tahammül ettikleri bunca
sıkıntı ve meşakkatlarin kendilerine çok hafif geldiğini hatta onları»
kendileri için bir haz ve nimet olduklarını belirtmektedirler. Halbuki aynı
şeyler başkaları için büyük bir işkence ve acıklı bir azâb kabul edilmektedir.
Âşıkların bu tavrı meşakkatlerin sebeblere ve nisbet edildikleri şeylere göre
farklılık arzedeceğinin en güzel bir delîli olmaktadır.
3.
Meşakkatlerin izafî
olduğuna delâlet eden nasslar bulunmaktadır. Mesela visal orucu[64] ve
bütün zamanlan ibâdet içerisinde geçirme hakkında gelen hadisleri bu
doğrultuda değerlendirebiliriz. Sâri' Teâlâ kullarına olan rahmet ve
merhametinin bir neticesi olarak rıfk ve yumuşaklıkla emirde bulunmuştur. Hz.
Peygamber'i vefatından sonra gelen bazı
kimseler, nehyin sebebinin —ki güçlük ve meşakkat olmaktadır— kendi haklarında
mevcut olmadığını bildiklerinden dolayı visal orucunu tutmuşlardır. Bunlar
visal orucu tutmalarına rağmen, bu durumun kendilerini ihtiyaçla-; nnı yerine getirmekten alıkoymadığını,
yollarına suluktan kendile-) rini
engellemediğini, kendileri için herhangi bir güçlük ve sıkıntı İ meydana getirmediğini belirtmişlerdir.
Güçlük ve sıkıntının ancak | zorlanan
ve bunun neticesinde de zarurî ve hâcî ihtiyaçlarını yerine I getirmekten kendilerini alıkoyan kimseler
hakkında söz konusu olacağını ifâde etmişlerdir. Ruhsatın sebebinin izafî
oluşunun mânâsı işte budur. Sebebinin izafî oluşundan ruhsatın da aynı şekilde
olması gerekecektir. Ancak bu yaklaşım, meşakkatin cinsi ile nev'i-lerinden
biri üzerine istidlal olmaktadır[65] Bu
haliyle delîl olacak durumda değildir. Ancak daha önceki istidlal şekli üzerine
eklenerek bir delîl şeklinde mütâlâası mümkündür. Deliller bahsinin
"umûm" faslında da zikredileceği gibi, mürekkep delille istidlal sahihtir.
Îtîraz: Ruhsatların meşru kılınmasında muteber olan güçlük
(haraç) iki kısımdır:
a) Ya mükellefin üzerinde bir işe ya da ibâdete
kendisini vermeye muktedir kılmayacak kadar ya da onu emredildiği şekilde
yaptırmayacak kadar etkisi olan güçlüktür.
b) Ya da bu ölçüde müessir olmayan, aksine mükellefin
sabrı ve azmi karşısında yenik düşen güçlük.
Eğer birinci nev'iden
ise, o güçlüğün ruhsat mahalli olduğu açıktır. Ancak ruhsatın işlenmesi,
güçlüğün derecesine göre kendisinden ya vâcib ya da mendûb olmak üzere
istenilecektir. Eğer ruhsatın işlenmesi emredilmiş oluyorsa, o takdirde daha önce
de geçtiği gibi o ruhsat olmayacak; azimet olacaktır.
Eğer ikinci nev'den
ise, bu takdirde de amelde ne bir güçlük ne de meşakkat bulunmayacak, sadece
mutâd amellerde bulunan güçlük ve meşakkatler olacaktır. Bu tür güçlük ve
meşakkatler ise, [iii7] ruhsat için illet olabilecek durum ve güçte
değillerdir. Her iki kısımda da ruhsat mahalli bulunmadığı ortaya çıkınca
—üçüncü bir şık da yoktur— ruhsat kökünden ortadan kalkmış olacaktır. Oysaki
ruhsatın mevcudiyeti hakkında icmâ vardır. Bu bir tutarsızlıktır. Böyle
tutarsız bir temel üzerine binen şey de tutarsızdır.
Cevap: Bu itiraza iki açıdan cevap verilecektir: BİRİNCİSİ:
1. Bu sorunun (itiraz) başka bir açıdan tersine
çevrilmesi mümkündür. Çünkü bu soru bütün ruhsatların ya vâcib ya da mendûb
olmak üzere emredilmiş şeyler olmasını gerektirir. Zira farze-
.
dilen hiçbir ruhmt
yoktur ki, bu b»hi» onda câri olmasın. Soru htr iki taraflı da mü|tf*rek bir
ilsAmı (bağlayıcılığı, teslimiyeti) gerek-tirdiğine göre, delîl olamaz ve
dikkate alınmaz.[66]
2. Kabul edilse bile iki durumdan dolayı soru yine
lâzım gelmez: Birincisi: Ruhsatların iki kışıma inhisar ettiği konusunda bir
delîl yoktur; bu ikisi arasında pekâlâ bir üçüncü kısım da bulunabilir. Bu
üçüncü kısım da, güçlüğün amele etki etmemesi, mükellefin de o güçlük
karşısında sabır ve metanetini yitirmiş olmaması hâlidir. Herkes hastalık ya
da yolculuk sırasında oruç tutarken bir güçlük ve sıkıntı duyar. Bununla
birlikte bu güçlük onu seferden alıkoymaz. Hastalık amellerini ihlal etme
ölçüsüne varmaz. Diğer ruhsat konularında da aynı şekilde bu taksim carîdir ve
üçüncü kısım işte bizzat mübâhlık mahalli olmaktadır. Zira bu kısımda olan
ruhsatı iki taraftan birine doğru çekecek bir unsur bulunmamaktadır.
İkincisi:[67]
Şâri'in hafifletme
talebi, o şeyin ruhsat olması açısından değil; aksine mükellefin azimete güç
yetirememiş olması veya dünya ya da âhiret işlerinden bir işin ihlâline sebebiyet verecek olması açısından
olmaktadır. Dolayısıyla buradaki talep ihlâle sebebiyet verilmemesi
açısındandır; yoksa bizzat ruhsatın işlenilmesi açısından değildir. Bu
yüzdendir ki, ortada yemek var iken[68],
sıkışık vaziyetteyken vb. durumlarda[69]
namaz kılmaktan yasaklanılmıştır. Netice[70]
olarak diyoruz ki, ruhsat, ruhsat olması açısından aslî ibâha üzere bakî
kalmaktadır. Kesin olarak şerîatten kalkmış olması söz konusu değildir. Daha
önce talep ve ibâha yönlerinin açıklanması ise geçmişti. Burada tekrar ona
dönmek istemiyoruz.
Allahu
a'lem! [71]
Ruhsata nisbet edilen
mübâhlık kavramı; acaba güçlüğün kaldırılması mânâsında mübâhlık kabilinden
midir? Yoksa yapmak ve yapmamak arasında muhayyerlik mânâsında mübâhlık
türünden midir?
Ruhsatlarla ilgili
nassların zahirinden anlaşılan odur ki, ruhsat için kullanılan mübâh tabiri
muhayyerlik mânâsında değil de güçlüğün kaldırılması anlamında mübâhlık
olmaktadır. Mesela şu nasslara bakabiliriz: "Fakat darda kalana,
başkasının payına el uzatmamak ve zaruret mikdarını aşmamak üzere günah
sayılmaz. Çünkü Allah bağışlayandır, merhamet edendir.[72] Bu
âyette Yüce Allah, darda kalan kişinin haram olan şeyleri yeme ya da terketme
yetkisinin bulunduğundan söz etmemiş, sadece
darda kalınması durumunda bunların alınması hâlinde günahın kaldırılmış
olduğunu belirtmiştir, "îçMtdtn htmta olan veya yolculukta bulunan, tutamadığı
günkrin sayımncn diğer günlerde tutar.[73]
âyetindi d« aynı şekilde Yüce Allah "Bu durumda oruç tutmama yetkisi
vardır" veya "Bu durumda oruç tutmasın![74] Oruç
tutması kendisine elin HIM
değildir." gibi bir ifâde kullanmamış; aksine bizzat özrü zikrettikten
sonra şayet orucunu tutmayacak olursa tutmadığı günler ıayı-sınca diğer
günlerde oruç tutması gerektiğine işarette bulunmuştur. "Namazı
kısaltmanızda size' bir günah yoktur.[75]
âyetindi di, kısaltmadan maksadın namazın rekat adetlerini kısaltma olduğu
görüşüne [76]göre kullanılan üslûp
aynıdır. Yüce Allah "Kısaltabilirsiniz" veya "Eğer isterseniz
kısaltınız." dememiştir. "Gönlü imanla dolu olduğu halde, zor altında
kalan kimse müstesna, inandıktan sonra Allah'ı inkar edip gönlünü kâfirliğe
açanlara Allah katından bir gazab vardır.[77] Bu
âyette küfür kelimesi söylemeye ZOIİa> nan kimsenin kalbi imanla dolu olduğu
halde sçylemesi durumunda kendisine bir azabın dokunmayacağı belirtilmektedir.
Bu âyetU de Yüce Allah "Küfür kelimesi söyleyebilir" veya "Eğer
dilene löy-leşin" gibi bir tabir kullanmamıştır. Hadiste de: Bir adam
gelerek Hz. Peygamber'e:
"—Yâ Rasûlallah!
Karıma yalan söyleyeyim mi? diye sormuş. Hz. Peygamber
"Yalanda hiçbir
hayır yoktur.' buyurmuşlar. Adam: "—Ona vaadde bulunayım mı? demiş.
Efendimiz de: "'Böyle yapmanda sana bir günah yoktur.' diye cevapta bulunmuşlardır.[78]
Bu hadislerinde de Hz.
Peygamber "Evet!" veya "E-ğer dilersen yap." gibi bir ifâde
kullanmamışlardır.
Bu zikri geçen
şeylerde muhayyer kılmanın murâd olmadığının delili şudur: Çoğunluk hatta
bütün âlimler "Zor altında küfür kelimesini söylemeyip metanet gösteren ve
bu uğurda ölen kimse mecûrdur ve en yüce derecelerdedir." demektedirler.
Durum böyle iken zor altında küfür kelimesi söylemenin hükmünün muhayyerlik
olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira muhayyer kılma (tehyîr) iki taraftan
birinin diğerine tercihine ters düşer. Bu meselede durum böyle olduğuna göre
diğer meselelerde de aynı şekilde [320]
olacaktır.[79]
Muhayyer kılma
(tahyîr) anlamında mübâhlık ise "Kadınlarınız sizin tarlanızdır.
Tarlanıza istediğiniz gibi geliniz.[80]
âyetinde ifâde edilmiştir. Burada nasıl isterseniz; ön tarafından, arka tarafından,
yan üstü olmak üzere kadınlarınıza yaklaşabilirsiniz denilmektedir. Bu açıkça
muhayyerlik ifâde etmektedir. "Ondan istediğiniz şekilde yiyiniz.[81]âyetiyle
benzeri âyetlerde de durum aynıdır.
Teklîfî hükümler bahsinde bu iki
anlamında mübâh arasındaki fark geçmişti.
Aralarındaki fark
üzerine ne gibi bir netice terettüp eder? diye bir soru gelebilir.
Buna
cevap olaraka şöyle denilebilir: Bu fark üzerine pek çok netice terettüp eder.
Ancak burada meselemizle ilgili olanı şudur: Eğer ruhsat gerçekten muhayyer
kılma anlamındadır dediğimiz zaman, o takdirde azimetin gereği ile birlikte
tercihli vâcib kısmından olması lâzım gelir. "Günahın kaldırılması
anlamındadır" dediğimiz zaman ise böyle bir netice terettüp etmez. Çünkü
günahın kaldırılması muhayyerlik gerektirmez. Dikkat edilirse günahın
kaldırılması vâcib ile birlikte bulunmaktadır. Durum böyle olunca, şu netice
anlaşılmış olmaktadır ki, azimet şer'an maksûd olmak üzere aslen belirlenmiş
olan vücûb hali üzere dâim bulunmaktadır. Eğer mükellef özrü bulunmasına
rağmen onu yapacak olursa, onun bu fiiliyle özürlü olmayan diğer mükelleflerin
fiilleri bir fark bulunmayacaktır, Anetık öaür, azimet hükümden intikal etmeyi
ter-cîh etmesi durumunda mükelleften günahı kaldırmış olmaktadır. Bu konuyla
ilgili olarak, ileride inşallah etraflı açıklamalar gelecektir. [82]
Meşru olarak ruhsattan
istifâde etme iki kısımdır:
a) Tahammül ve
sabrı mümkün olmayan tabiî veya şor'î bir meşakkat karşısında ruhsat: Tabiî
meşakkate örnek olmak üzere hastalığı verebiliriz. Kişi hastalık sebebiyle meşru kılındığı üzere namazı rükünlerini tam
olarak yerli yerinde îfâ etmekten ya da nefsin helakine sebebiyet vereceğinden
orucu tutmadan âciz kalır. Şer'î meşakkate örnek olarak da orucu verebiliriz:
Mesela oruç mükellefin namaza duracak veya onun rükünlerini tamamlayacak vb.
bir kudrete sahip olamaması neticesine götürmüş olabilir.
b) Mükellefin sabır ve metanet gösterebileceği bir
meşakkat karşısında olur. Bunun örnekleri de açıktır.
Birinci kısımdan olan
ruhsat, Allah hakkından kaynaklanmaktadır ve bu gibi yerlerde ruhsattan
istifâde istenilmektedir. İşte bu noktadan hareketledir ki hadiste
"Yolculukta oruç. tutmak iyilik ve takvadan değildir.[83]
buyrulmuştur. Ortada yemek hazır iken, keza sıkışık vaziyette iken namaz
kılnfayı yasaklayan hadisler de bu mânâya işarette bulunmaktadır. Hadiste
"Akşam yemeği ortaya konulur ve namaza da çağırılırsanız, önce yemekle
başlayınız.[84] buyrulmaktadır. Buna
benzer daha başka hadisler vardır. Bu gibi durumlarda ruhsat Allah hakkından
kaynaklanmaktadır.[85]
Bunlarda ruhsatın azîmet gibi mütâlâa edildiğinde de bir anlaşmazlık yoktur.
Bu yüzdendir ki âlimler, telef korkusu bulunduğunda kişinin lâşe yemesinin
vâcib olduğunu, eğer yemez de bu yüzden ölürse cehenneme gireceğini
söylemişlerdir.
İkinci kısımdan olan
ruhsatlar ise Allah'ın rıfk ve kolaylaştırtatlından nasiblerini almak üzere
kulların nazlarına ulaşmalarını temin noktasından kaynaklanmaktadır. Ancak bu
kısım da iki nuv'idir:
a) Ruhsatın işlenmesine dâir talebin bulunması ve
meşakkatin bulunup bulunmadığına itibar edilmemesi. Arafat ve Müzdelife'de
namazların birleştirilerek (cem) kılınması gibi. Bu nev'in de azimetler gibi
mütâlâa edildiğinde anlaşmazlık yoktur. Çünkü bunlar da azimetlerin
istenildiği gibi mutlak surette istenilir olmaktadırlar. Hatta bazıları
bunları mübâh değil de sünnet olarak kabul etmişlerdir. Buna rağmen bunlar
ruhsat kapsamından dışarı çıkmazlar. Zira ruhsatlar hakkında işlenmelerine
yönelik şer'î bir talebin bulunması, o şeyin ruhsat olmasına mâni olma-'
maktadır. Nitekim naçar durumda kalan kimse için lâşe vb. yeme konusunda
âlimler böyle söylemektedirler. Şu halde bunlar ruhsat tarifine girmeleri
açısından ruhsat, azimetlerin istenilmiş olması gibi yapılmalarının talep edilmesi açısından da azimet hükmünde
olmaktadırlar.
b) Bir talebin bulunmaması ve sadece aslî hafifletme ve
günahın kaldırılmış olduğu esâsı üzerinde bakî kalması. Bu kısım mübâhlık
esası üzerinde bulunmaktadır. Mükellef eğer dilerse söz konusu meşakkate tahammül eder ve azîmet
hükmü alır; veya dilerse ruhsat hükümle amel eder.
Bu taksimin sıhhatine
delâlet edecek deliller açıktır; o yüzden [322] de burada zikrine ihtiyaç yoktur. Ama
birileri çıkar ve ille de işarette bulunmamızı isterse, onun için şöyle deriz:
Birincisini ele
alalım: Eğer meşakkat külli bir esasın ihlâline sebebiyet veriyorsa, o takdirde
o konuda azimete itibar etmemek gerekmektedir. Çünkü burada ibâdetin
tamamlanması ve meşru şekli üzere tamamlanması, onu aslından ortadan kaldırma,[86] yani
ortaya konulmaması neticesini doğurmaktadır. Bu durumda şef'an istenilen şey
ibâdetlerin gücün yettiği ölçüde ortaya konulmasıdır ki, bu da ruhsatın gereği
olmaktadır. Bu delilin izah ve ortaya ko-nuluş şekli bu kitabın
"Mekâsıd" bölümünde gelecektir.
İkinci kısım ise;
belirli bir ruhsat hakkında o şeyin işlenmesini isteyen özel bir delilin
bulunması durumunda, o ruhsat bu açıdan ruhsat hükümleri haricine çıkmış
olacaktır. Nitekim İmâm Mâlik'e göre Arafat ve Müzdelife'de namazların
cem'edilmesi bir talep halinde sabit bulunmaktadır. Bu ve benzeri meseleler,
ruhsatın genel hükümleri içerisinde tahsis görmüş, özel bir durum almış olmaktadırlar.
Burada da edilecek herhangi bir söz bulunmamaktadır.
Üçüncüsüne
gelince, daha önce geçen deliller, ruhsatın işlenmesi konusunda mükellefin
mezun bulunduğunda ya da işleyen kimseden günahın kaldırılmış olduğu hususunda
açıktır.[87] [88]
Ruhsatın günahın
kaldırılması anlamında[89]
değil de azimetle ruhsat hükmün işlenmesi
arasında 'muhayyerlik'[90] anlamında alınması durumunda, bu ikisi
arasında bir tercihe gitmek gereke-caktir. îçte bu tercih işi geniş bir konu
olmakta ve üzerinde durulman gerekmektedir. Şimdi burada her iki tarafın da
delilleri hakkında «öz etmek istiyoruz:
Azimet hükmü ile amel
etmenin daha üstün olduğu hususunda şu deliller getirilmiştir:
Azimet; sabit, kesin
ve üzerinde ittifak edilen esas olmaktadır. Azimet üzerine gelen ruhsat ise,
her ne kadar o da kesin ise de, ruhsatın sebebinin de aynı şekilde vukuu
açısından kesin olması gerekmektedir. Bu ise bütün ruhsat çeşitleri için kesin
tahakkuk «tmiş bir şey değildir. Ancak azimet kabilinden sayılanlarda bu kesinlik
kazanır. Diğerlerinde ise böyle bir tahakkuk yoktur. Bu konu ictihad
mahallidir. Çünkü ruhsata sebeb olan meşakkatin ölçüsüyle ilgili elimizde kesin
bir mikyas yoktur; meşakkatler munzabıt değildir. Mesela dikkat edilecek
olursa görülecektir ki, yolculuk konusunda üç mil mesafe ya da daha fazlasına
itibar edilmiştir. Keza üç gün üç geceye de itibarda bulunulmuştur. Namazı
kısaltmanın illeti meşakkattir. İllette ise meşakkat olarak kabul edilebilecek
en az kısmına itibar edilmiştir. Hastalıkta da aynı şekilde, meşakkat tabir
olunabilecek en az kısmına itibarda bulunulmuştur. Bazıları parmağmdaki bir
ağrıdan dolayı oruç tutmamış; bir kısmı da üç mil (veya daha az) mesafede
namazı kısaltmıştır. Başkaları ise daha fazlasına itibarda bulunmuştur. Bütün
bunlar zan mahalleridir ve bu gibi konularda kat'iyet bulunmamaktadır. Bu
durumda zanlann tearuzu söz konusu olmaktadır. Konu tercih ve ihtiyat
mahallidir. Bütün bunların gereği olmak üzere, sebebde ihtimâlin mevcûd olması
sebebiyle ruhsata yeltenilmemesi uygun olacaktır.Azimet, teklif konusunda külli
bir esasa dönmektedir. Çünkü
bu külli esas bütün
mükellefler hakkında asaleten genel ve mutlak olmak üzere meşru kılınmış
bulunmaktadır. Ruhsat ise özür sahibi bazı mükelleflere yönelik, onların bazı
halleri ve bazı vakitlerine has olmak üıtrt fttıl bir önhmm dönmektedir. Her
hal ve vakitle ilgili olmadığı ftbi, bütün mükelleflerle de ilgili değildir.
Bunlar, küllî üzerine sonrndan ânz olup ortaya çıkan şey gibidir. Yerinde de
geleceği üzere kabul edilen bir kaide vardır: "Küllî bir durumla cüz'î bir
durum tearuz halinde bulunursa, küllî olan takdim edilir." Çünkü cüz'î
olan cüz'î (kısmî) bir maslahat gerektirir; küllî olan ise küllî (genel) bir
maslahatla ilgilidir. Kısmî maslahatların ihlale uğramasıyla âlemdeki nizam
bozulma'z. Cüz'î maslahatın küllî maslahattan öne alınması durumu ise bunun
aksinedir. Çünkü küllî maslahatların ihlal ve dumura uğramasıyla âlemdeki
nizam bozulur. Burada söz konusu ettiğimiz meselede de durum aynıdır. Zira
bilindiği üzere azîmet, bütün mükelleflere nisbetle, küllî ve sabit bir durum
olmaktadır. Ruhsatın meşru kılınması ise, sadece cüz'îlik üzere ve gerekçesinin
bulunmasına bağlıdır. Burada üzerinde söz ettiğimiz konu ise (yani ruhsatın
üçüncü kısmı), farzedpen her bir şeklinde mutlaka ona ters düşen küllî bir
muarızı olmadan tahakkuk etmesi mümkün değildir. Bu durumda sorumluluktan tam
olarak kurtulabilmek için küllî olana yönelmekten başka çare bulunmayacaktır;
küllî olan da azimettir.
Şerîatta ruhsatı
gerektiren şeyler bulunsa bile, mücerred emir ve yasakların gereğini yerine
getirmeyi, onların acısına ve tatlısına sabretmeyi emreden nasslar vardır. Bununla
ilgili deliller neredeyse sayılamayacak kadar çoktur. Bunlardan olmak üzere şu
âyetlere bakabiliriz: İnsanlar onlara: "Düşmanınız olan insanlar size
karşı bir ordu topladılar. 'Onlardan korkun' dediler. Bu onların imanlarını
artırdı da: 'Allah bize yeter, O ne güzel Vekîl'dir!' dediler [91]Burada bahis konusu olan şey bir hafifletme yeridir.
Bununla birlikte onlar sabretmişler ve Allah'a sığınmışlar; sonuç da Allah'ın
haber verdiği gibi olmuş, yani kendilerine bir fenalık dokunmadan nimet ve
bollukla geri dönmüşlerdir. Yine Allah Teâlâ : "Onlar size yukarınızdan ve
aşağınızdan gelmişlerdi; gözler de dönmüştü; yürekler ağızlara gelmişti; Allah
için çeşitli tahminlerde bulunuyordunuz.[92]diye
Ahzâb (Hendek) günüyle ilgili tavsifte bulunduktan sonra "İnananlardan
Allah'a verdiği ahdi yerine getiren adamlar vardır. Kimi bu uğurda canım
vermiş, kimi de beklemektedir.[93]
buyurarak şiddetli bir şekilde larıılmulonna, yürekleri ağızlara getiren çok
güç durumların mevcudiyeti ne rağmen onları sadâkat göstermiş olmakla övgüde
bulunmuştur. Hz. Peygamber
Ahzâb gününde ashabına
Medine hurmalarının bir kısmını düşmana vermeyi ve böylece çekip gitmelerini
sağlamayı teklif etmişti. Böylece durumları hafifleyecekti. Ancak onlar böyle
bir teklife yanaşmadılar; Allah ve İslamla izzet bulduklarını, böyle bir
zillet durumuna düşmeyeceklerini belirttiler.[94]Onların
bu davranışı, haklarında övgü ve senada bulunulmasına sebeb olmuştu. Hz.
Peygam-ber'in vefatından sonra Araplar irtidat etmişlerdi. Hz. Ebû Bekir
[radı«Sahu] dışındaki bazılarının ya da çoğu sahabenin görüşleri, bunları
zekattan belli bir süre muaf tutmak suretiyle gönüllerini almaya ve işi idare
etmeye çalışmak, ümmetin durumu istikrar kazanınca da ne gerekiyorsa onu
yapmak şeklinde idi. Hz. Ebû Bekir padiya£,huj yanaşma(lı Ve Allah'a yeminle
tek başına da kalsa onlarla savaşacağını ısrarla ifâde etti. Olay meşhurdur.[95] Keza
zor (tehdîd) altında küfür kelimesi söylenmesi de âyette[96]
ruhsat hüküm olarak belirtilmiştir. Bununla birlikte bu ruhsatı terkederek
metanet göstermek bütün ümmet nazarında ya da en azından çogunluk âlimler» |öf«
d»h« üstün olmaktadır. Bu iyiliği emretmek, kötülükten de yamktemıik konusunda
da geçerlidir. Burada da aynı şekilde kaide işlemekte ve bu vazife malın ve
nefsin ziyanına neden olsa bile müstahap olmaktadır. Ancak kesinlik kazanması
orta.-dan kalkar ve sevap bu konuda gösterilecek sabır ve metanet ölçüsünde
olur.
Bir diğer delîl de Hz.
Peygamber'in "Sizden birin, için daha hayırlı olanı, hiçbir kimseden bir
şey istememesidir [97]
buyruğudur. Ashâb bu sözü genelliği üzere almıştır. Böyle mı nâda bu hadisle amel etmeyi üstlenmenin
pek çok meşakkatlen i" tireceğinde şüphe yoktur. Sununla birlikte onlar
genelliği iı/.eır nl mışlar ve evliyadan pek çoğu da onlara uymuşlardır.
Bunlardım İn risi de Ebû Hamza el-Horasânî'dir. Kuşeyrî ve daha başknlannm
zikrettiğine göre bu zat kuyuya düşmüş (fakat hiç kimseden yıınlmı
istememiştir). Halbuki böyle bir noktanın hiçbir şey istememe ,ın-lından
istisna edilmesi uygundu.[98]Tebûk
seferinden geri kalan üç kişinin durumu hakkındaki haberi de burada hatırlamak
mumkün-dür. Bunlar sonunda Hz. Peygamber'e gelmişler ve, özür beyan etme
durumları bulunmasına rağmen bu yola gitmemişlerdir.[99] Bunlara
yeryüzü dar gelmiş, içleri içlerine sığmaz olmuşlardı. Ancak bunlar Allah'tan
başka sığınılacak bir kapı olmadığını görmüşler ve sıdk ile tevbe etmişlerdi.
Sonunda da tevbeleri kabul edilmişti. Allah onlar için kabul kapısını açmış ve
onları doğrulardan saymış-ti.[100]Çünkü
bunlar kendilerine bir özür bulmak gibi bir ruhsatla amel etmek yerine azimetle
amel yolunu tutmuşlardı. Keza İslamın ilk dönemlerinde Osman b. Mazûn ve emsali
Mekke'ye birisinin himâyesi olmadan giremeyen kimselerin durumları da bu
kabildendir. Sonra bunlar Allah'ın himayesine itimatla kâfirlerin himayesine
girmeyi terk etmişler ve bu uğurda başlarına bir çok da sıkıntı gelmişti.
Bununla birlikte bütün bunlar onlar için önemsiz gelmiş "Şüphesiz ki
sabredenlerin mükâfaatlan hesapsız olarak verilecek-[328] tir.[101]
"And olsun ki, mallarınız ve canlarınızla sınanacaksınız; hiç şüphesiz,
sizden önce kitap verilenlerden ve Allah'a eş koşanlardan çok üzücü sözler
işiteceksiniz. Sabreder ve Allah'a karşı gelmekten sakınırsanız bilin ki, bu
üzerinde sebat edilecek işlerdendir.[102]
âyetine olan îmanları sayesinde sabır ve metanet göstermişlerdir. Bu meyanda
Peygamberine de "Ey Muhammedi Peygamberlerden azim sahibi olanların
sabrettiği gibi sen de sabret; inkarcılar için acele etme [103]buyurmuştur.
Sonra da "Ama sabredip bağışlayanın işi, işte bu, azmedilmeye değer
işlerdendir.[104] buyrulmuştur.
"İçinizde olanları açığa vursanız da, gizleseniz de, onlar sebebiyle Allah
sizi hesaba çekecektir.[105]
âyeti inince, bu sahabeye çok ağır gelmişti. Kendilerine '"İşittik ve
itaat ettik!' deyin." denilince hemen öyle dediler. Allah onların
kalplerine îmânı yerleştirdi. Bunun üzerine Bakara sûresinin son iki âyeti
geldi ve kulların takatlari üstünde yükle teklif altında tutulmayacakları,
unutarak veya hatayla yaptıkları şeylerden mes'ûl tutulmayacakları...
bildirildi.[106] Hz. Peygamber ölümünden
hemen önce Üsâme'yi Suriye bölgesine gönderilen bir ordunun başına getirmişti.
Ordunun çıkışı Efendimizin hastalığının ağırlaşması üzerine geciktirilmişti.
Sonunda da vefat ettiler. İnsanlar Ebû Bekir'e:
—Üsâme'yi ordusuyla
birlikte yanında tut. Onu sana karşı harb ilan edenlere karşı kullanırsın;
demişlerdi.[107] Fakat Hz. EbûBekir:
"(Hiç kâma* kalmaia da) köpekler Medineli kadınların hal-hallarını
yalayacak hain çiseler bile, Allah Rasûlü'nün s«vk ettiği bir orduyu geri
çaviremem." demiş, ancak Üsâme'den ricA ederek Hz. Ömer'i kendisine
yardımcı olmak üzere bırakmasını istemişti. O da öyle yaptı ve ordusuyla
birlikte yola çıktı Suriye bölgesine (Şam'a) ulaştı, orada düşmanla karşılaştı
ve onları yendi. Bunun üzerine Bizanslılar: "Müslümanlar peygamberlerinin
ölümü ile zayıflamamışlar." dediler. Bu durum onların kalplerine bir
korku saldı ve netice hayırla tamamlandı. Buna benzer ruhsatların terki ve
azimetlere yapışılmasıyla ilgili daha pek çok örnek vardır. Çünkü bu insanlar
kendilerinin sınanmakta olduklarını anlamışlardır.
IV.
Mükellefler için söz
konusu olan ve sonradan ortaya çıkan bu arızî meşakkat nevileri, Sâri Teâlâ'ca
teklifin konulması sırasında göz önünde bulundurulmuş ve teklife mâni
görülmemiş şeylerdendir. Yani teşrîden maksat, hükümleri mutad olan bir
düzeyde koymaktır. Bir hükmün bazı insanlara veya bazı hallerde mutâd olmayan
şekilde güç gelmesi, o hükmün Şâri'ce maksûd olmadığı neticesini gerektirmez.
Çünkü cüz'î durumlar, küllî olan esasları ihlâl etmez; sadece bu cüz'î
durumlar ictihâd neticesinde ve hâciyyât prensibine nazaran küllî olan
esaslardan istisna edilirler. Bu ietihad sırasında da müetehidin ilk yapması
gereken şey aslî azimet hükmü üzerinde kalmaya çalışmasıdır. Azîmet hükmünden
ayrılması ancak güçlü bir delîl neticesinde
olabilecektir. Bu yüzdendir ki,
âlimler sefere has olan ruhsatın (illetinin) gereğini diğer konularda
uygulamaya koymamışlardır. Mesela normal hallerde iken icra edilen sanatlarda
sefer ruhsatının meşru kılınmasının illeti olan meşakkat bulunmasına rağmen, bu
gibi hususlarda ruhsattan söz etmemişlerdir. Şu halde sürekli ve bidüziyelik
arzetmeyen arızî meşakkatlar sebebiyle azîmet hükmünden ayrılmak uygun değildir.
Çünkü bu gibi meşakkatler mutad dünyevî işlerde de mevcuttur. Bununla birlikte
bu durum onların mutâd (âdî) olmalarını engellememektedir. Dolayısıyla
meşakkatin olmaması esası yanında, arızî
olan meşakkat —çok ve
sürekli olmaması durumunda— mutâd bir durum gibi kabul
edilecektir. Arızî olan meşakkat sebebiyle asıldan (azimetten)
ayrılınmayacaktır.
İtiraz:Bu konu na«l olur da ictihâdî olabilir? Hakkında pek
çok naaş bulunmaktadır. Mesela: "Kim darda kalırsa, başkanının payına el
uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere haram olan şeylerden yemesi günah
sayılmaz.[108]"Sizden kim hasta ya
da yolcu olursa.[109]"Allah
ruhsatlarının işlenmesini sever.[110]
nasslarını hatırlatabiliriz. Bunlara benzer daha birçok delîl bulunmaktadır.
Cevap: Darda kalma (ıztırar) hâli, nefsin (ya da bir
organın) telef olmasından korkulan haldir. Böyle bir durum ise, ancak ibâdet ve
normal mutad işleri yapabilmekten âciz kalmadan sonra [««01 olur. Bu (acziyet)
da haddizatında bir özürdür. Bunun dışında kalım diğer durumlar ise, bulunması
durumunda dînî ve dünyevî yükümlülükleri yerine getirmekten âciz kalmaya
sebebiyet verecek bir meşekkatin tahakkukuna yorulur. Öyle ki bu durumda azîmet
bir nevi teklifi mâ lâ yutâka (takat üstü yükümlülüğe) dönüşür. Takat üstü
yükümlülük ise, naklen bilindiği üzere, yoktur. Böyle olmayan diğer meşakkatler
ise, bu nasslann altına girdiklerine delâlet edecek delîllere muhtaçtırlar. Bu
konuda ise —daha önce de geçtiği gibi— görüş açıları çok farklıdır. Dolayısıyla
zikredilen nass-larla, üzerinde bulunduğumuz konu arasında bir çelişki bulunmamaktadır.
Bunun sebebi —ki bu delîlin esasını teşkil etmektedir— şudur: Bu sonradan
ortaya çıkan arızî güçlükler, inananların îmanlarını, mütereddidlerin
tereddüdünü denemek ve onları imtihan etmek için vuku bulur. Bunun neticesinde
de yakînî olarak Rabbine îmân edenle, şek ve şüphe içerisinde bulunanlar ortaya
çıkar. Eğer bütün yükümlülüklerle ilgili küllî esaslar, ortaya çıkan her
güçlükle bozulacak ve işlemez hale gelecek olsaydı, daha önce de geçtiği gibi
bütün küllî esaslar ihlâle uğrar ve imtihan unsuru ortadan kalkar; bunun
neticesinde de iyi ile kötü birbirinden ayrılamazdı. Yükümlülüklerde imtihan
unsuru mevcuttur ve bu da ancak asıl olan azimetin bekasıyla olur. Kişi dîni
ölçüsünde imtihana çekilir.
Yüce Allah şöyle
buyurur: "Hanginizin daha güzel iş işlediğini belirtmek için ölümü ve
dirimi yaratan O'dur.[111]
"Elif, Lam, Mim. And olsun, biz kendilerinden öncekileri de denemişken, insanlar
'inandık' deyince, denenmeden bırakılacaklarını mı sanırlar[112]
"And olsun ki, mallarınız ve canlarınızla sınanacaksınız.Sabreder ve
Allah'a harşt gelmekten sakınırsanız bilin ki, bu ÜM-rinde sebat idüacih
işlerdendir.[113] "And olsun ki sizi,
içinizden Cİ-hada çıkanları ve sabredenleri meydana çıkarana ve haberlerinizi
açıklayana kadar deneyeceğiz.[114]"Allah'ın
inananları arıtması ve inkar edenleri yok etmesi için, insanlar arasında bu
günleri bazan lehe, bazan aleyhe döndürür dururuz.[115] "Muhakkak
ki sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle
deneriz, sabredenlere müjdele.[116]
Yüce Allah onların sabretmeleri, aslî yükümlülüklerini yerine getirmeleri ve ondan bir çıkış yolu aramaya çalışmamaları
sebebiyle övgüde bulunmuştur. "Muhakkak ki bir şeyle sizi
deneriz" ifâdesi, bu sıkıntılar Vt
ona bağlı olarak deneme hallerinin çoğunluk olan diğer normal hallere nisbetle
vukuu az olan durumlar olduğuna delâlet etmektedir. Nitekim teklif ile ilgili
hallerde geçmişti. Bu gibi durumlarda,
şerîatın yükümlülüklerin aslî mecrasında seyrini teinin için sabırlı
davranılmasını, metin olunmasını istediği bilinmektedir. Bu durumda
ruhsatlarla amel etmek, mutlak surette Şâri'in, sevabın tam olması için amelin
tamamlanmasını istemesi şeklindeki kasdına ters düşmüş olacaktır.
Ruhsatlarla amel etme
mutlak surette esas alındığı zaman, bu durum mükelleflerin kulluk gösterisi (taabbud)
sırasında kendilerinde bulunması gereken azim ve sebatlarında bir çözülmeye
yol açar. Azîmet hükümle amel edilmesi halinde kullukta sebat ve kararlılık
gösterilmiş olur ve bu yol ruhsatla amel etmeden daha uygun düşer.
Birinci hususun
açıklanması şöyle: Hayır alışkanlık doğurur, şerre de bulaşıldığı zaman ondan
ayrılması zor bir şeydir. Bunu müşâhadelerimizle biliyoruz. O yüzden de delîl
ikâmesine gerek duymuyoruz. Bir şeye alışkanlık kesbeden kimseye, o şey başkalarına
zor gelse dahi kolay gelir. O şeyin haddizatında kolay ya da zor bir şey olması
arasında da fark yoktur. Kişi ruhsatlarla amel etmeyi kendisine itiyad haline
getirdi mi, artık her azîmet kendisine zor ve güç gibi gelir. Durum böyle
olunca da, o azîmet hükmü gereği gibi yerine getiremez ve ondan kurtulmanın
bir yolunu bulmaya çalışır. Bu açıktır. Bu beklenti halinde olunan şey küllî
esaslarda da olur, cüz'î fer'î meselelerde de olur. Mesela âlimlerin ihtilaflı
oldukları konularda triu ve hevâya uymak meselesi, bir şeyin hanımlığı ve
câizliği aralında ihtilafın bulunması durumunda hemen cevaz tarafını alma
meselesi ve benzeri dikkat çekilen veya çekilmeyen meselelerde olduğu gibi.
ikinci hususun
açıklanması da arzedilen bu bilgi neticesinde açıklık kazanmaktadır. Çünkü bu
birincinin zıddı olmaktadır.
Bütün bunların sebebi
şudur: Ruhsatların sebebleri çoğu kez gerçekten mevcut değildir; varlıkları
takdir ve tahayyül edilmektedir. Mükellefin şiddetli olarak kabul ettiği şey,
belki de aslında hafif bir meşakkattir. Tabiî bu da kulluğun icrasının sahîh
olmamasına sebebiyet verecektir ve böylece yaptığı iş boşuna gitmiş, bir temel
üzerine oturtulmamış olacaktır. İnsan bunu çoğu kez müşâ-hade etmektedir. Bazan
insan bazı işleri zor sanır. Oysaki durum hiç de öyle değildir. Mesela hırsız
veya yırtıcı hayvan korkusuyla teyemmüm alan kimse, eğer vakit içerisinde su
bulacak olursa, İmam Mâlik'e göre tekrar abdestle namazı iade eder. Bu
görüşüyle imam teyemmüm alan kişiyi kusurlu davranmış bulmaktadır. Zira bu ve
emsali durumlara hakikatla hiç ilgisi bulunmayan vehmin karışması mümkündür.
Ama kişi hırsızı veya yırtıcı hayvanı bizzat görür ve bu yüzden teyemmüm eder
ve namazını kılarsa, bu durumda namazını iade etmez. Çünkü bu durumda taksir
göstermiş sayılmaz. Eğer insan hak ve hakikate değil de, aslı olmayan vehimlere
kendisini kaptıracak olursa, o takdirde kendisini derin uçu-[332] rumlarda
bulacaktır ve vehim onun pek çok amelini iptal edecektir. Bu netice hem
ibâdetlerde, hem muamelâtta, hem de şâir tasarruflarda değişmez bir özellik arzetmektedir.
Ruhsat sebebleri bazan
da şiddetli olabilir. Ancak insanoğlun-dan, Allah için sabır göstermesi ve onun
rızası için amel etmesi istenilmektedir. Sahîh hadiste "Kim sabrederse,
Allah onu sabırlı kılar, (sabrı ona sevdirir).[117]
buyrulmuştur. Enfâl sûresinde, bir müslümanın savaş esnasında on kâfire karşı
sebat göstermesi hükmü neshedilerek iki kâfire karşı sebat göstermesi hükmü
getirildikten sonra "Allah sabredenlerle beraberdir.[118]
buyrulmaktadır. Bu âyet indiği zaman, bazı sahabe "Sayıdan azaldığı oranda
sabırdan da azalmıştır." demiştir. Bu söz haber (hadîs) mânâsındadır ve hadisle
âyete uygun düşmektedir.
VI.
Şer'î düzenlemeler her
açıdan arzu ve hevâya zıdlık gösterir. Nitekim bu konu "Mekâsıd"
bölümünde açıklanacaktır. Çoğu zaman mtşıkkalltr ortay» çıkar ve bunlar arzu ve
hevâya (uyma ya da) muhftltflltto bulunmııya göre artar (veya eksilir). Arzu ve
havaya uymak, şeriata uymanın zıddı olmaktadır. Arzularına uyan bir kimseye
her şey zor gelir. İster o şey aslında zor olsun ister kolay olsun, farketmez.
Çünkü o kendi maksadına ulaşmasını engeller vi kendisiyle arzusu arasına girer.
Mükellef arzu ve heveslerini bir tarafa atar ve nefsini onun peşine düşmekten
alıkoyarsa ve yükümlü tutulduğu ameli işlemeye yönelirse, o iş kendisine kolay
gelir. Ona devam neticesinde itiyad halini alır ve onu sevmeye başlar, artık
onun acısı kendisine tatlı gelmeye başlar. Öyle ki, artık dalın kendisine ağır
gelen o amelin zıddı ağır gelmeye başlar. Dolajnııy-la şu netice çıkıyor:
MeşaWkatin bulunup bulunmaması konunu mÜs kellefin garazına uygun olarak
tamamen izafîlik arzeder. Nici t,Qî şeyler vardır ki, kişinin garazına uygun
geldiği için kolay, nice kolay şey de vardır ki, garazlarına uymadığı için zor
olmaktadır.
Netice olarak diyoruz
ki, bu konuda mutlak surette 'güçlük' denildiği zaman, kişinin mükellef olması
açısından takat gntirem*-yeceği şeyler kasdedilmektedir. O şeyin bir insan
açısından güç yt* tirilebilir olup olmaması arasında fark yoktur. Bu konu
üzerinde di bir anlaşmazlık yoktur; üzerinde durulacak değildir. Söz sadece bunun
dışında kalan ve izafî olup haklarında mutlak anlamda ne |uiç-.aktür ne de
güçlük değildir demlemeyen meşakkatler hakkında edilmektedir. Bu tür
meşakkatler her iki taraf arasında dönüp dolaştığına göre, hakîkî ve sabit esas
olan azîmet tarafına dönmek ve onu esas almak daha uygun olacaktır. Ruhsatların
alınmasımlı ise her şahsa ve her arızî duruma göre değerlendirme yapmak
n«rok-mektedir. Bu konuda kesin bir beyan bulunmamaktadır. Olsu olsa en üst
seviyede zan bulunabilir. Zan da muarızdan uzak bulunmaz. Bu durumda uygun olan
bu kişi hakkında söz konusu edilen meşakkatin gerçekten meşakkat (güçlük)
olduğu sabit oluncaya kadar esas olana (azîmete) dönmekten başka bir şey
değildir. Takatini aşar olmadıkça da mutlak anlamda sabit olmaz ki, o takdirde
hakkında herhangi bir anlaşmazlık olmayan birinci kısma dâhil edilsin. Bu anlattıklarımız, ruhsat ve hafifletme
hükmünün istenildiğine dâir haricî bir delîl bulunmaması durumunda söz
konusudur. Delîlin bulunması durumunda ise tabiî delîl gereğince ruhsat hükümle
amel etmek daha uygun olur. Mesela Hz. Peygamber sefer esnasında insanların
oruçlarım bozmaya yanaşmadıklarını ve bu yüzden de sıkıntıya düştüklerini
görünce bizzat kendi oruçlarını bozmaları gibi. Bu ve benzeri durumlar ayrı
bir konudur ve daha önce geçen kısımlar içerisine girer. Burada üzerinde
durulan husus, hakkında böyle haricî bir delîl olmayan ruhsatlarla ilgilidir.
Netice olarak diyebiliriz ki, ruhsat mahallerinde azîmet hükümleri almak ve
onlarla amel etmek daha uygun ve üstündür.
Soru: Bu durumlarda uzSmet hükmü almak mutlnk ıtûrette
vâcib ya da mendûb mudur? Yoksa bir bölümleme var mıdır?
Cevap: Bu sorunun cevabı meşakkatlerin halleriyle ilgili
tâf-sîlatla ortaya çıkacaktır. Bu da aşağıdaki meselede ele alınacaktır: [119]
Üzerinde durulduğu
zaman hafifletme sebebi olarak düşünülebilecek meşakkatlerin iki kısım olduğu
görülecektir:
a) Hakîkî meşakkatler: Ruhsatların söz konusu olduğu hususlardaki
mevcut meşakkatlarin büyük çoğunluğu bu kısımdandır. Hastalık, sefer ve
benzeri mevcut muayyen sebebi olan meşakkatler gibi.
b) Vehme dayanan (hayalî) meşakkatlar: Bunlar, ruhsat
hükmünü gerektiren sebebin ya da sebebin hikmetinin bulunmadığı
meşakkatlerdir. Bunlar mutad olan meşakkatlerin üzerinde olmayan
meşakkatlerdir.
a) Hakîkî meşakkatler:
Bu tür meşakkatlerin
bulunması durumunda mükellefin azî-met hüküm üzerinde ısrar etmesi, ya onu
şer'an veya bedenen altından kalkılamayacak bir sıkıntıya sokacaktır ve bu
durumda meşakkat kesin olacak; zan ya da vehim dahilinde bulunmayacaktır; ya
da böyle (kesin) olmayacaktır. Eğer birinci neviden ise, o takdirde ruhsat
hükümle amel edilmesi matlûp olacaktır ve bu nevi, üzerinde herhangi bir
anlaşmazlık bulunmayan ruhsatın birinci kısmına dâhil bulunacaktır. Çünkü bu
durumda ruhsat Allah hakkı için olmaktadır.
Eğer ikinci neviden
yani meşakkatin bulunmasının zan dahilinde olması halinde ise, zanlar
farklılık arzedeceğinden asıl olan, azimet hükmü üzerinde kalmak olacaktır. Bu
durumda azîmet hükmün gereği, zan tarafı güçlendikçe zayıflayacak, zayıfladıkça
da güçlenecektir. Mesela Ramazan'da oruç tutmamayı mubah kılabilecek bir
hastalığa yakalanan kimsenin, bu hastalıkla birlikte kendisinin oruç
tutamayacağını zannetmesi gibi. Ancak bu zan:
1. Ya belli bir sebebe müstemden olur: Mesela oruca
baylar fnkat t»mninİHvnmıty»cağını anlar ve bozar veya namaza Bynkt.H iknn
bn^lıır l'akal. devamına güç yetiremez ve oturarak tamamlar. Mu birinci
kısımdan olur ve onun hükmünü alır; zira mükellef üzerine götüreme,yeceği yük
yüklenme-inektedir.
2. Ya da pek çok
tecrübeden alınmış olan bir sebebe müsteniden olur ve sebeb de fiilen mevcut
bulunur. Yani hastalık mevcuttur ve böyle bir hastalıkla oruç tutmaya ve ayaktn
namaz kılmaya veya abdest için su kullanmaya âdeten tfüç yetirilemez. Buuları
bizzat kendisinin tecrübe etmiş olmalı da gerekmez. Bu da bazan bir önceki
kısma katılır. Bunun bir önceki kısma katılması sebebin fiilen bulunması açısından
olur. Ondan ayrı mütâlâa edilmesi ise şu açıdandır: Mükellefin kadir olmadığı
bizzat kendisince sabit olmamıştır; çünkü gerçekten kudretinin olmadığı, ancak
ibâdete başlaması ve kendisini denemesi halinde ortaya çıkar. Bu ise azîmet
üzere istenildiği şekilde ibâdeti yapmaya girişmemiştir ki, onu tamamlamaya
kadir olup olmadığı ortaya çıksın. Dolayısıyla bu durumda daha uygun olanı,
üzerine hüküm bina edilecek şey ortaya çıkıncaya kadar azîmet hükümle amel
etmektir.
b) Vehme dayanan
(hayalî) meşakkatlar:
Bunlar vehme dayanan hayalî
meşakkatlerdir. Ortada meşakkatin ne sebebi ne de hikmeti vardır. Bu kısımdan
olan meşakkatlerin sebeblerinin daha sonra olacağına dair değişmez (muttarid)
bir âdet vardır veya yoktur: Eğer birinci kısımdan ise bu takdirde sebeb ya
bulunacaktır ya da bulunmayacaktır. Eğer sebeb mevcut ise ve ruhsat da yerinde
vâki olmuşsa, işte bu durumda ihtilaf bulunmaktadır. İhtilaf; baştan
mükellefin ruhsat hükme yeltenmesi konusunda olmayıp, ruhsatla amel etmesi
durumunda, bunun mükellef için yeterli olup olmayacağı konusundadır. Zira bir
hükmün henüz ortaya çıkmamış sebeb üzerine bina edilmesi sahîh değildir. Hatta
kendisi bulunsa bile şartı bulunmayan bir sebeb üzerine dahi hüküm binasına
gidilmesi sahîh değildir. Hükmü gerektiren sebeb-tir. Sebebin şartı bulunmadığı
zaman bile hüküm binasına gidile-mediğine göre, ya bizzat sebebin kendisinin
bulunmaması durumunda vaziyet nasıl olacaktır? Burada üzerinde durulan şey,
âdet olan nöbetlerine göre yarın kendisini sıtma tutacağını bilen ve henüz
nöbeti gelmeden önce orucunu bozan kimse gibileri hakkındadır. Keza bugün
hayız görmeye başlayacağı zannıyla orucunu bozan bir kadının durumu da
böyludir. Bütün bunlar gerçekten zayıf mesnedlerdir. B»i» âlimlir bu mesnedleri
keffâretlerin düşürülmesi ko-nuHunda itibâra almanın sahîh olacağına dâir şu
âyetle istidlalde bulunmuşlardır: "Daha önceden Allah'tan verilmiş bir
hüküm olmadaydı, aldıklarınızdan (ganimet) ötürü size büyük bir azab erişirdi.[120] Bu
âyet, müslümanlardan cezanın düşürüldüğünü belirtmekte ve gerekçe olarak da
onlara ganimetin ilm-i ilâhîde helal kılınmış olduğunu göstermektedir.[121]Bu
bizim burada üzerinde durduğumuz konu ile ilgili değildir. Çünkü konumuz
mükellef üzerine terettüp eden şer'î hükümlerle ilgilidir. Burada azabın
terettübü şer'î bir düzenlemeye yönelik değildir; aksine o insana günahları sebebiyle
ulaşan diğer cezalar (ukubet) gibi ilâhî bir durum olmaktadır. "Başınıza
gelen herhangi bir musibet ellerinizle işlediğinizden ötürüdür.[122]âyetinde
de böyle bir durum vardır.
Eğer sebebin
bulunacağına dair değişmez bir âdet yoksa, o takdirde bir problem de yok
demektir.
Bu taksimin özeti
şudur: Kesin olmayan zan ve varsayımlar, vehme dayalı ve hayalî meşakkatler
kısmına dâhil bulunmaktadır. 18M1 Bunlar ise çeşitlidir. Nefislerin arzu ve
hevesleri de aynı şekildedir. Çünkü nefisler aslı olmayan şeyleri var sayarlar.
Bu durumda doğru olan hareket tarzı, ihlal edici bir meşakkatin bulunmaması halinde
aslî azîmet hükmü ile amel etmek olacaktır. Çünkü insanın akıl ve dînine etki
etmediği sürece meşakkate metanet ve sabır göstermek daha hayırlı bir şeydir.
Hakîkî meşakkatin bulunması demek, mükellefin ona sabredememesi demektir.
Sabırla emredilmiş olanlar ancak ona takat getirebilecek kimselerdir. İstikra
neticesinde görülmektedir ki, meşakkatlerin mevcudiyetine dâir vehimler,
bizzat o meşakkatlerin hükmünü almamakta, daha hafif bir hükme tabi
tutulmaktadır. Çünkü vehimler bir çok hallerde isabetli değildir. Şu halde
vehim durumunda gerçek anlamda bir meşakkat bulunmamaktadır. Gerçek meşakkat,
ruhsat için konulmuş olan illet olmaktadır. O da olmadığına göre, hüküm
bağlayıcı olmayacaktır. Ancak mazinne —ki sebeb olmaktadır— hikmet makamına
geçerse, o takdirde sebeb bağlayıcılık için değil de câizlik için dikkate alınabilecektir.
Çünkü mazinne (illetin muhtemelen bulunduğu yer) illet demek olan hikmeti
kemâli üzere gerektirmez. Dolayısıyla daha uygun olan davranış şekli asıl
olanla amel etmek olacaktır. Sonra vehme dayalı olan meşakkatlerin dikkate
alınması hakîkî meşakkatlerden olabilir şeklindeki bir ihtiyata yöneliktir.
Hakîkî olan ise vuku bakımından aynı düzeyde bulunmamaktadır. Dolayısıyla vehme
dayalı mi|tkkıibr ttitrin» hüküm bina edilmeli mümkün değildir.
Nefislerin arzu ve
heveslerinden kaynaklanan meşakkatlor ise, birincinin zıddı olmaktadır. Zira
bilindiği gibi şer'î hükümlerin konulmasında Şâri'in maksadı, nefisleri arzu ve
heveslerinden kurtarmak,
alışkanlıklarından
çıkarmaktır. Dolayısıyla ruhsatların meşruiyetinde nefislerin arzu ve
istekte bulunduğu şeylere nisbetle söz konusu olacak meşakkatlere itibarda
bulunulmayacaktır. Dikkat edilirse görülecektir ki, Yüce Allah kendisine
ruhsat verilmesi için nefislerin arzularıyla ilgili bir konuyu ileri süren ve
sefere katılmamasına bunu mazeret, olarak gösteren kimse hakkında zemde
bulunmuş ve şöyle buyurmuştur: "Onlardan 'Bana izin ver, beni fitneye
düşürme' diyen vardır. Bilin ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdi. Cehennem
inkar edenleri şüphesiz kuşatacaktır.[123] Bu
âyet, el-Ced b. Kays'ın Hz. Peygamber'e Tebük seferi için "Bana sefere
katılmamam için izin ver; beni sarışın kızlarla fitneye düşürme; çünkü ben
onlara karşı sabır gösteremem." sözü ile ilgilidir. Keza Allah şöyle
buyurmuştur: '"Sıcakta savaşa çıkmayın' dediler. De ki: 'Cehennem ateşi
daha sıcaktır.' Keski buseydiler![124] Allah daha sonra gerçek özrü belirtmiş ve
şöyle buyurmuştur: "Güçsüzlere, hastalara ve sarfedecek bir şeyi
bulunmayanlara, Allah ve peygamberine bağlı kaldıkları müddetçe sorumluluk
yoktur.[125] Allah burada gerçek
özür sahiplerini açıklamıştır. Bunlar cihada takat yetiremeyen kötürümler,
çocuklar, yaşlılar, deliler, körler vb. gibi kimselerdir. Keza asla yol
tedâriki için gerekli hiçbir şeyi bulunmayan, bir başkasınca da masrafları
karşılanamayan kimseler de mazurdurlar. Âyette "Allah ve peygamberine
bağlı kaldıkları müddetçe" kaydı getirilmiştir. Bunun bir gereği de,
Allah'a taat konusunda nefislerine herhangi bir pay bırakmamalarıdır. Şu âyete
dikkatle bakmak gerekecektir: "İsteyen, istemeyen hepiniz savaşa çıkın.[126]
"Çıkmazsanız Allah size can yakıcı azâbla azâb eder ve yerinize başka bir
millet getirir.[127] Hal
böyle iken, özrü sadece nefsinin arzu ve hevesleri olan kimsenin durumu nasıl
dikkate alınarak, onun hakkında ruhsat verilecektir.
Evet! Şer'î
hükümlerin, nefsî arzuların Şâri'in maksadına tabi olması üzere konulduğu
doğrudur. Yüce Allah bir mefsedete sebebiyet vermeyecek biçimde kulların
şehvetlerini giderebilmeleri, nimetlerden istifâde etmeleri konusunda genişlik
göstermiştir. Getirilen yükümlülüklerle, mükellefe bir meşakkat binmemesi ve
belirlendiği üzere yapıldığında onun nimetlerden istifâde etmesini engelleyecek
bir neticeye müncer olmaması istenilmiştir. Bu yüzden de daha baştan selem,
kırâz (mudârabe), müsâkât ve benzeri genişlik getiren ruhsatlar —her ne kadar
bir başka kaidede bunları engelleyen unsurlar bulunsa da— meşru kılınmış;
dünya menfaatlerinden pek çok şey helal kılınmıştır. Bu durumda her ne zaman
nefsi taşkınlık gösterir ve Şâri'in kendisi için helal yoldan gidermesini
helal kıldığı bir şehvet ve arzunun peşine düşer; onu helal yoldan
gidermeyerek gayrı meşru yollara başvurursa, bu şeytanî ve mutlaka
uzaklaşılması vâcib olan bir arzu ve heves olmuş olur. Mesela bir günaha
düşkünlük gösteren kimsenin durumu gibi. Böyle bir kimseye düşkün olduğu o
konuda asla ruhsat yoktur. Çünkü burada ona verilecek ruhsat, bizzat şeriatın
kendisine muhalefet olmaktadır. Daha önce geçen ruhsatlar ise böyle değildir.
Çünkü onlar tam kıstasa vuruldukları zaman şeriata bir uygunluklarının bulunduğu
görülmektedir.
Bu açıklamalardan da
anlaşılmıştır ki, arzu ve hevaya muhalefetten doğacak meşakkatten dolayı asla
ruhsat verilmeyecektir. Hakîkî meşakkatin bulunması durumunda ise şartları ile
birlikte ruhsat vardır. Şartı bulunmadığı zaman ise, zimmetini mesuliyetten
tam olarak temize çıkarmak isteyen kimse için lâyık olan azî-met hükme
yönelmesi ve onunla amel etmesidir. Ancak bu durum yani azîmet hükümle amel,
bazan mendûb kabilinden bazan da vâcib kabilinden olur.
Allahu a'lem!
Fasıl:
Bu yolda ortaya
çıkacak faydalardan birisi de, hakkında tartışma bulunan kısımla ilgili olmak
üzere, ruhsatlardan kaçınma ve bu konuda ihtiyatlı davranma, onların içerisine
girmekten sakınma olmaktadır. Çünkü bu konu net değildir ve karıştmlabilen bir
konudur; şeytanın her türlü desiseleri, nefsin uğraşıları, arzu ve heves
peşinde körükörüne koşturma buradan neşet etmektedir. Bu yüzdendir ki, sûfi
şeyhleri mürîdlerine ruhsatlarla amel etmeyi tamamen terketmeyi tavsiye
etmişler ve azîmetlerle amel etmeyi kendilerine bir usûl kabul etmişlerdir.
Allah onlara rahmet etsin! Elde ettikleri faydalı neticelerden de belli ki, bu
sahîh ve güzel bir yoldur. Ruhsatlardan, ancak durumu kesin olanların veya
ibâdetlerde olduğu gibi yapılması istenilen şer'i bir vaııf ulmitilin durumunda
ya dn hâel olduğu için müsâkât ve karz gibi dank baftan ruhsat olarak meşru
kılınan şeylerin işlenmesi uygun olur. Bualt« rın dışında kalan konularda ise
azîmet hükme yönelinilir ve onunla amel edilir.
Bir diğer fayda da,
güçlüğün kaldırılması hakkında vârid olan delillerin mertebelerine göre
mânâlarının anlaşılmış olmasıdır. Mo sela "Allah ruhsatlarının işlenmesini
sever.[128] hadîsinde söz konusu
olan 'ruhsat' hakkında talep bulunduğu sabit olan ruhsat olmaktadır. Çünkü biz
burada sözü edilen meşakkati, benzeri hakkında Hz. Peygamber'in Yolculukta oruç
tutmak iyilik ve takvadan değildir.[129]
buyurduğu meşakkate yoracak olursak, bu durum Yüce Allah'ın şu buyruklarına
uygun düşecektir: "Allah sizin hakkınızda kolaylık diler, zorluk dilemez.[130]"Allah
sizden yükünüzü hafifletmek ister.[131]
Allah bu buyruklarını, birincisi hakkında "Oruç tutmanız sizin için daha
hayırlıdır" , ikincisi hakkında da "Sabretmeniz sizin için daha
hayırlıdır" buyurduktan sonra söylemiştir. Şu halde şer'î meseleler
üzerinde duracak kimselerin, şer'î hükümlerin nasıl cereyan ettiğini yakînen
anlayabilmesi için bu incelikler üzerine eğilmeleri gerekmektedir. Bu konuda
vârid olan şer'î delilleri araştıran kimse için, bu zikredilen husus en güzel
biçimde aydınlanmış olacaktır.
Tevfîk ancak
Allah'tandır.
Buraya kadar
arzettiklerimiz, azîmet ve ruhsat konusunda azîmet hükümle amel etmenin daha
uygun olacağı görüşünün izahına yönelik idi.
Fasıl:
Arzedilen görüşün
aksine, azimetle amel etmenin daha uygun olmayacağı görüşü de ileri
sürülebilir. Bu görüş şu şekilde destekle-
nir:[132]
1.
Azimet hüküm kat'î
olduğu gibi, ruhsatın aslını oluşturan hüküm de kat'î olmaktadır. Dolayısıyla
biz 'mazinne'yi (hikmetin muhtemel bulunduğu yer, sebeb) bulduğumuz zaman ona
itibar ederiz. İster kat'î olsun ister zannî olsun. Çünkü Sâri Teâlâ, hükümlerin
düzenlenmesi konusunda zannı kat'iyet mertebesinde tutmuştur. Dolayısıyla her
ne zaman hükmün sebebinin mevcudiyeti zan ile bilinecek olsa, o sebeb itibara
alınmaya hak kazanmış olacaktır. Zan-nî delillerin furûda (fıkhın konusu olan
fer'î meselelerde), kat'î delîller yerine geçtiğine ve o ayarda sayıldığına
dair kesin delîller bulunmaktadır.
Kat'î olan zannî
olanla tearuz halinde olursa, zannî olan itibardan düşer, şeklinde bir itiraza
da yer yoktur.
Çünkü bu durum ancak
delîllerin birinin diğerinin hükmünü tamamen ortadan kaldıracak şekilde tearuzlara
durumunda olur. Ancak delîllerin durumu, hâss delîlle birlikte âmm ya da
mukayyed delille birlikte mutlakm durumu ne ise, burada da aynı olacaksa o
takdirde bir tearuzdan bahsedilmeyecektir. Bizim meselemiz işte bu sonuncu
kısımdan olup, birinci kısımdan değildir. Çünkü azimetler, mükellefler üzerine
güçlük olmamak kaydıyla yüklenil-mişlerdir. Eğer güçlük varsa, o takdirde
güçlüğe itibarda bulunularak, onun gereği olan ruhsatla amel etmek sahîh
olacaktır.
Keza, zann-ı gâlib
bazan daha önceden bulunan kesin delîlin hükmünü ortadan kaldırabilir. Mesela
bir şeyde asilliğin haram olması ve sonra onu helal kılacak zannî bir sebebin
ortaya çıkması gibi. Avcı, av hayvanının ölümünün sebebinin kendisinin vurması
olduğunu zann-ı gâlibiyle bilse bu zannının gereği ile amel etmesi sahîhtir.
Oysa ki, başka bir sebebten dolayı ölmüş olması veya ölümüne başkasının
yardımcı olması pekâlâ mümkündür. Buna rağmen bu ihtimaller dikkate alınmaz ve
zann-ı gâlible amel edilir. Burada asıl olan haramlıktır ve bu kesindir. Ancak
bu aslın bu zannî olan karşı delîlle birlikte hâlâ bulunması mümkün değildir.
Çünkü burada zann ile hatta şüphe ile birlikte hâlâ kesin haramlı-ğın
bulunacağını söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla bizim konumuzda da durum
aynı olacaktır. İşin gerçeği şudur ki, zann-ı gâlib daha önceden bulunan kat'î
aslın hükmünü bırakmamaktadır. Gâlib olan zanlar muteberdir. Ruhsatlar
bahsinde de aynı şekilde olmalıdırlar.
2. Ruhsat esası her ne kadar azîmet hükme nisbetle cüz'î
ise de,bu durum onda etkin değildir. Aksi takdirde, ruhsat hükmün işle-nilmesi
istenilen konularda durumun izahı zor olurdu. Aksine küllî bir asıldan müstesna
edilen cüz'î de, bizzat kendisi hakkında itibara alınır. Çünkü böyle bir
istisna, bir nevi umûmun tahsîsi ya da mutlakın takyidi kabilinden olmaktadır.
Usûl-ı fıkıhta ise, kat'î olanın zannî ile tahsis edilebileceği kabul
edilmiştir. Durum böyle olunca bu da öncelikli olarak sahîh olacaktır.[133]
Keza; nasıl ki, hüküm zannî olan tahsîse olup, kati olan umumîliğe değilse,
burada da aynı olacaktır. Yine nasıl ki, bazı cüzlerinin düzenlilik göstermemesi
yüzünden küllî, küllîliğini yitirmiyorsa —nitekim bu konu bu kitapta ilgili
yerinde ortaya konulmuştur— burada da aynı olacaktır. Aksi takdirde yapılması
emredilen ruhsatların da ortadan kalkması gerekecektir. Böyle bir netice ise
fâsiddir. Fâsid bir neticeye götüren şey de fâsiddir.
3.
Bu ümmetten güçlüğün
kaldırıldığına dâir olan delîller katiyet mertebesine ulaşmıştır: "Allah
dinde size bir güçlük kılmamış-tır.[134]
âyetiyle bu mânâya gelen "Allah sizin hakkınızda kolaylık diler, zorluk
dilemez.[135]"Allah sizden
yükünüzü hafifletmek ister. Ve insan zayıf yaratılmıştır.[136]
"Allah'ın peygambere farz kıldığı şeylerde ona bir güçlük yoktur.[137]
"...onların ağır yüklerini indirir, zor tekliflerini hafifletir.[138]gibi
âyetler bu hususu ortaya kor. Bu dîn, ihtiva etmiş olduğu kolaylaştırma ve
hoşgörüden dolayı "müsamaha dîni olan Haniflik" diye
isimlendirilmiştir. Ruhsatların mübâh olduklarına dâir delîller daha önceden
geçmişti. O delîllerin tamamı ve benzerleri aynen burada da geçerlidir.
(Bunları) ruhsatların tamamına değil de sadece bir kısmına tahsiste bulunmak,
delilsiz tahakkümde bulunmaktan başka bir şey değildir.
Meşakkatler eğer kat'î
iseler muteberdirler; zannî olanlar ise dikkate alınmaz, şeklinde bir itiraz
ileri sürülemez.
Çünkü, kat'iyetle zan
hükümde eşittirler Fark ancak tearuz durumunda ortaya çıkar. Burada ise, her
ikisinin de aynı anda itibara alınmaları durumunda bir toûruz durumu
bulunmamaktadır. Bu durumda tızîmet hükmü almak, ruhsat hükmünü almakten daha
ültün olacak değildir. Hatta bunun aksini yani ruhsatla amal etmenin daha üstün
olacağını söylemek mümkün olabilecektir. Çünkü ruhsatlar hem Allah hem de kul
haklarını birlikte içer-moktodirler. Ruhsatla emredilmiş bulunan ibâdetler
(icra edildiklerinde) yerini bulmaktadırlar; şu kadar ki ruhsat üzere icra
edilmiş olmaktadırlar; hiçbir zaman baştan düşmüş olmamaktadırlar. Azimet
hükümler ise farklı olarak sadece Allah hakkı içerirler. Yü-c« Allah âlemlerden
müstağnidir, hiçbir şeye muhtaç değildir. İbâdetler, nihâî olarak hem dünyada
hem de âhirette kulun hazzına yöneliktir. Dolayısıyla her iki hakkı da içermesi
bakımından ruhsatla amel edilmiş olması daha uygun olacaktır.
4.
Şâri'in ruhsatları
meşru kılmasından maksadı, meşakkatler karşısında mükellefe nfk ve kolaylık
göstermektir. Bu itibarla ruhsatların mutlak surette alınmaları Şâri'in
kasdına muvafık olacaktır. Diğer taraf ise böyle değildir. Çünkü hep azimet
hükümlerin a-lınması, dinde aşırılık, tekellüf ve lüzumundan fazla düşkünlük gibi
istenilmeyen tavırlar için bir mazinne (muhtemelen onlara götürebilecek bir
davranış) olabilir. Nitekim bazı âyetlerde bu tür davranışlar yasaklanmıştır:
"Ey Muhammedi De ki: "Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum.
Kendiliğinden bir şey iddia eden kimselerden (tekellüfte bulunanlardan) de
değilim.[139] "Allah sizin
hakkınızda kolaylık diler, zorluk dilemez.[140]
Meşakkatlerin üstle-nilmesinde ise
tekellüfe girme ve zorluk vardır. İsrail oğullarına bir sığır
boğazlamaları emredildiğinde hemen emre uymayıp işi zorlaştırmışlardı. Onların
hakkında İbn Abbas'ın: "Eğer herhangi bir sığır boğazlasalardı, kendileri
için yeterli olacaktı. Ancak onlar aşırı gittiler, tekellüfe girdiler; Allah da
zorlaştırdıkça zorlaştırdı.[141]
dediği rivayet edilmiştir. Hadiste de Hz. Peygamber "Aşırılık gösterenler
helak oldu.[142] buyurmuşlar; ruhbanlığı
(evlenmemeyi) yasaklamışlar ve "Kim benim sünnetimden yüz çevirirse
benden değildir.[143]demişlerdir.
Hz. Peygamber bu hadişlerini, duvamlı h«r nün oruç tutmak, geceleri devamlı nam
M lttl> inak, kadınlara yaklaşmamak ve benzeri daha önctkl ümmetlif için
geçerli olan fakat Yüce Allah'ın "...onların ağır yüklerini indi» rir, zor
tekliflerini hafifletir."[144]
buyruğu ile bu ümmetten kaldırdığını bildirdiği ağır işlere yeltenen ve böyle
bir hayat Hürmoyn azmeden kimseler hakkında söylemişlerdir. Hz. Peygamberin
™mSm bizzat kendileri de, hem insanlar içerisinde iken hem d« tonhııda
bulunduklarında[145]
ruhsatlardan istifâde etmişlerdir.-Mesela yolcu-luk esnasında namazını kısaltması
ve orucunu tutmaması, (atlım düşüp[146]
yanı soyulduğu zaman namazı oturarak kılması, şişmanlayınca gece namazlarını
^oturarak kılması, rükû etmek istediği zaman ayağa kalkıp biraz okuyup sonra
rükûya gitmesi gibi. Hz.lVy-gamber'in ashabı da aynı yola girmişler ve hiçbir
zaman bu sebebten dolayı birbirlerini kınamamış ve azarlamamışlardır, Nitekim
hadiste bu yüzden asla birbirlerini ayıplamadıklarını H'Ade etmişlerdir.[147] Bu
mânâya delâlet edecek deliller çoktur.
5.
Sebebinin zan
ölçüsünde bulunmasına rağmen ruhsatların ter-kedilmesi, hayırda yarışmadan
kopmaya, usangaçlığa ve sıkılmaya, ibâdetlere kendini vermekten kaçmaya, amel
işlemekten hoşlajıma-maya ve devamlılığı terketmeye sebebiyet verebilir. Bu
iddianın doğruluğu üzerine şeriatta getirilmiş birçok delîl bulunmaktadır.
Çünkü insan bir zorluğun bulunduğunu düşündüğü zaman veya kendisinden zor bir
şey istendiği zaman bundan hoşlanmaz ve usanır. Belki de bu usanç duyması
yüzünden bazı zamanlarda o şeyi yapmaktan acziyet hisseder. Zira bazan sabreder
bazan da sabır ve tahammül gösteremez. Teklif ise daimîdir. Takat üstü
yükümlülük haddine ulaşmadığı sürece kişi önüne ruhsat kapıları açılmadığı
zaman, şeriatı kendisine zor geliyor sayabilir. Bunun neticesinde de güçlüğün
kaldırıldığına delâlet eden delîller ve onların medlulleri hakkında yanlış
anlamalara gidebilir, veya (kulluktan) kapabilir ya da, şer'an hoş görülmeyen
bazı şeylerle karşı karşıya gelebilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Bilin ki, içinizde Allah'ın peygamberi bulunmaktadır. Eğer o, bir çok
işlerde size uymuş olsaydı şüphesiz kötü duruma (sıkıntıya) düşerdiniz.[148]
"Ey inananlar! Allah'ın siza helal ettiği temiz şeyleri haram kılmayın,
hududu da aşmayın, doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez.[149]
Rivayete göre bu âyet, nefis aleyhine bir aşırılık olmak üzere Allah'ın helal
kıldığı şeyleri haram kılma sebebiyle inmiştir ve böyle bir davranış
"haddi aşmak" olarak nitelendirilmiştir. Hadislerde de
"Amellerden güç yetirebileceğiniz şeyleri yapmaya çalışınız. Çünkü siz usanmadıkça
Yüce Allah asla (sevap vermekten) usanmayacak-tır.[150]
"Hz. Peygamber iki şey arasında muhayyer bırakıldığında, —günah olmadığı
sürece— hep en kolay olanı seçerdi.[151]
buyrulmuştur. Hz. Peygamber visal orucunu[152] yasaklamıştı.
Fakat onlar bundan vaz geçmeyince onlarla birlikte visal orucu tuttu, bir gün
sonra bir gün daha ekledi sonra hilâli gördüler. Peygamber efendimiz yasağa
uymayıp da visal orucuna yeltenen kimselere bir ders (taciz) mahiyetinde:
"Eğer ay gecikseydi ben mutlaka visal orucuna gün ekleyerek devam ederdim.
(Tabiî siz de buna güç yetiremezdiniz.) " buyurmuşlardır.[153] Keza başka bir hadiste "Eğer ay
uzasaydı ben mutlaka visal orucuna devam ederdim ve o zaman aşırılık
gösterenler aşırılıklarını terkederlerdi.[154]buyurmuşlardır.
Abdullah b. Amr b. el-Âs, yaşlandığı zaman "Keşke Hz.Peygamber'in
ruhsatını kabul etseydim.[155]
demiştir. Hadiste şöyle anlatılır:
"Hz. Peygamber'e:
'"—Şu el-Havlâ
bt. Tuveyt! Dediklerine göre gece hiç uyumaz-mış;' dediler. Hz. Peygamber:
"'—Gece uyumaz
mı?! Gücünüzün yettiği kadar ibâdet edin.[156]
buyurdular ve onun bu davranışını tasvip etmediler. Muâz'ın imamlığı ile ilgili
hadislerinde 'Muâz! Sen fitneci misin?' diye çok ağır söz söylemişlerdir. Bir
adam gelerek Hz. Peygamber'e:
'"—Ya Rasûlallah!
Ben Falan yüzünden sabah namazından geri kalıyorum. (Yatsı namazını) çok
uzatıyor' demişti. Ravi, Hz. Pey-gamber'in bunun üzerine sinirlendiği gibi
hiçbir zaman sinirlenme-diğini belirtir, donra da H*. Peygamber: 'tçinİMdt
dindtn n«frtt ettirenler var...' buyurmu|lnrdır.[157]
'"İki direğin artısında
bağlı bir ip vardı. Efendimiz onun nt olduğunu sordu.
'"—Zeyneb'in.
Namaz kılar, yorulduğu zaman ya da gnvftldik geldiğinde ondan tutar,' dediler.
Efendimiz: 1844]
'"Çözün onu.
Sizden her biriniz zinde oldukça kılsın; yoruldu' ğu veya gevşeklik hissettiği
zaman otursun.[158]
buyurmuşlardır,"
Benzeri delîller pek
çoktur. Ruhsatın terki de bu kabildim olmaktadır. Bu yüzdendir 4d Efendimiz
'Yolculukta oruç tutmak iyilik ve takvadan değildir.[159]
buyurmuşlardır. Durum böyle olduğuna göre, ruhsatla amel etmenin daha uygu»
olacağı it-bit olmuştur demektir. Eğer ruhsatla amel etmenin dahn uygun Oİ*
madiği kabul edilse bile, azimetle amel etmenin daha uygun OİIBt* dığı da
öncelikli olarak sabit olacaktır.
6.
' Şer'î düzenlemeler,
her ne kadar arzu ve heveslere muhâltffct içinse de —nitekim bu kitabın ilgili
yerinde açıklanmıştır— onların dünya ve âhiret maslahatlarını temin için
konulmuş olduğunda di şüphe yoktur. Arzu, ancak şer'î düzenlemelere muhalif
olduğu liman yerilmiştir. Bizim konumuz ise böyle bir arzu ve heves değildir.
Eğer arzu şer'î düzenlemelere uygunluk arzederse, o takdirdi yerilmemektedir.
Konumuz da işte bu kabilden olan arzu ve hevtl-lerle ilgilidir. Zira Sâri'
Teâlâ ruhsat için bir sebeb tayin eder Vf zannı gâlib üzere bu sebeb de
bulunursa ve bu durumda biz onun gereğini yerine getirerek ruhsatla amel
ettiğimizde bunun nerelinde arzu ve hevâya uymak söz konusu olacaktır.
Ruhsatlara tabi olmak yüzünden emir ve nehyin gereğinden çıkmak neticesi
doğabile-cekse, aynı netice aşırılıklara gitmek, ruhsatlan terketmek, her-şeyin
zoruna sarılmak durumunda da doğabilir. Bu durumda bunlardan biri diğerinden
daha öncelikli değildir. Ruhsatlar ve azimetler konusunda meşru bulunan
sebeblere tabi olmak arasında bir fark yoktur. Zann-ı gâlib eğer azimetler
tarafında ise, onlar itibara alınır; keza ruhsatlarda da durum aynı olur.
Birinin diğerinden daha üstünlüğü yoktur. Kim bu ikisi arasını ayırır ve
farklı mütâlâa ederse, icmâa muhalefet etmiş olur.Bu arzedilenler de bu tarafın
delîl ve yaklaşımlarını teşkil et- mektedir.
Fasıl:
Buraya kadar verilen
bilgiler ışığında, sebebinin gâlib zanla ya da kat'iyetle sabit olması
durumunda[160] ruhsatın terkedilmesi
tarafının daha uygun olduğu, bazı hallerde de ruhsatla amel etmenin daha üstün
olduğu, bazan da her iki tarafla da amel etmenin eşit olduğu ortaya çıkıyor.
Ancak ruhsatın sebebinin bulunduğuna dair gâlib zan yoksa, o takdirde ruhsatla
amel etmenin engelleneceğinde herhangi bir problem bulunmamaktadır.
Keza hafifletme doğrultusunda
amel etmeye delâlet eden deliller âmm ve mutlak oluşlarına yorulur ve bunlardan
bir kısmı belli yerlere tahsis edilme cihetine gidilmez. İki grup arasındaki ihtilaf
noktası kendisini şurada göstermektedir: Birinci gruba göre dikkate alınacak olan
şey, illetten ibaret olan bizzat meşakkatin kendisidir. İlletin (meşakkatin)
mazinnesi olan sebebe ise itibar edilmez. İkinci gruba göre ise, dikkate
alınacak şey bizzat yolculuk ve hastalık gibi meşakkatin mazinnesi yani
sebebtir. Bu duruma göre, eğer illet munzabıt (açık, istikrarlı) olmazsa,[161]
illet için keza munzabıt bir mazinne de mevcut değilse, o takdirde konu net
olmayacak, karışıklıklara sebebiyet verebilecektir. İşte böylesi durumlarda
çoğu kez "ihtiyatlı davranma" esasına başvurulacaktır. Çünkü bu,
yerinde de belirtildiği üzere sabit ve muteber bir esas olmakta*] tadır.
Fasıl:
İtiraz: Arzedilenler tamamen birbirine karşı durumda olan
delillerin arzından ibarettir. Bu ise konu ile ilgili problem getirmekten
başka bir şey değildir. Bundan bir çıkış yolu yok mudur?
Cevap:evet vardır ve iki açıdan problemden çıkmak mümkündür:
1.Konuyu müctehidin görüş ve değerlendirmesin» hııvAlo
ötmek. Burada her iki tarafın da delîl ve yaklaşımları herhangi hır tercihe
gidilmeksizin arzedilmiş ve konu müctehidin değerlendirmesine bağlı
bırakılmıştır. O değerlendirmesini yapacak ve bu mm neticesinde bu iki taraftan
biri öbür, tarafa ya mutlak sûretlo gnltt-be çalacaktır; yahut da onlardan biri
bazı haller ve durumlar iyin, diğeri de başka hal ve durumlar için ağırlık
kazanacaktır.
2.Burada arzedilenlerle, "Makâsıd" bölümünde
arzod ilecek olan "Meşakkatlerin neviteri ve hükümleri" bahisleri
birlikte değerlendirilecektir. Eğer bu iş yapılır ve her iki konu birlikte ele
alınırsa, bu iki yoldan hangisinin doğru olduğu inşallah ortaya çıkacaktır.
Tevfîk
ancak Allah'tandır. [162]
Eğer Sâri' her bir zor
işte mükellef için bir çıkış yolu kılmış-sa, bundan Şâri'in gözettiği maksadı,
mükellefin eğer dilerse o çıkış yolunu araştırması ve kullanması olmaktadır.
Ruhsatlar bahsinde, güçlüklerden kurtulma yollarının meşru kılınması gibi. Eğer
bu gibi durumlarda mükellef bu güçlüklerden kendisi için meşru kılınan şekil
üzere çıkış yolu ararsa, bu durumda Allah'ın emrine uymuş ve kulluğunu
ciddiyetle yerine getirmiş sayılır. Eğer böyle yapmaz, farklı davranırsa o
takdirde iki mahzurlu duruma düşmüş olur:[163]
a) Şâri'in kasdına muhalefet etmiş olur. Bu
muhalefet vâcib, mendûb ya da mübâh konusunda olabilir.
b) Kimdi üzerine kolaylaştırma kapısını kapatmış
vo bu çıkmak istodiği zor işten çıkış yolunu meşru olmayan yollarla tıkamış
[UT] olur. Bu mânânın izahı çeşitli
açılardan mümkündür:
1.
Sâri' Teâlâ, şerîatı
kulların maslahatları için koymuş olduğunu belirtmiştir. Baştan konulan şer'î
hükümler önüne bazan hastalık, ve normalin üstünde olan güçlükler gibi
engeller çıkabilir. İşte bunun için Sâri ayrıca tâbi hükümler, tamamlayıcı
unsurlar ve çıkış yollan da meşru kılmıştır ki, mükelleflerin bu tür güçlük ve
sıkıntılardan kurtulmaları ancak bu yollarla olacaktır. Bunun netice-Hİnde de
teklif kul için artık normal, tahammül edilebilir ve kolay bir hal alacaktır.
Eğer böyle olmasaydı, o takdirde bunların meşru kılınmalarında ilk baştan meşru
kılınmış olan durumlar üzerine bir ziyâdelik bulunmazdı. Teklîfî hükümler
üzerinde düşünenler, basit bir nazardan sonra bunu hemen anlayacaklardır. Durum
böyle olduğuna göre, hafifletme ve kolaylık talebi hususunda mükellef, bu
isteğini meşru kılınmış şekil üzere yapmakla memurdur. Bu durumda hafifletme
talebinde bulunduğu şey, kısmen de olsa kat'î olarak derhal ya da zaman
içerisinde husule gelecektir. Eğer bu hafifletmeyi başka bir yolla isteyecek
olursa, o takdirde istemiş olduğu hafifletme ne derhal ne de zaman içerisinde
kat'î olmadığı gibi zan ölçüsünde de olmayacaktır; genel anlamda olmadığı
gibi, tafsil durumunda da bulunmayacaktır. Zira eğer öyle olacak olsaydı, o
takdirde onun da meşru olması gerekirdi. Halbuki o şeyin meşru olmadığı kabul
edilmektedir. Netice olarak şu ortaya çıkıyor ki, şer'î olmayan yoldan hafifletme
ve kolaylaştırma talebinde bulunan kimse için bir çıkış yolu
bulunmamaktadır. ,
2.
Hafifletme talebinde
bulunan bu kimse, bu isteğini meşru bir yol üzere yapmışsa, bu durumda
hafifletmenin meydana gelmesi için onun meşruiyet üzere yaptığı bu talebi
yeterli olmaktadır. Böyle bir kasıdda bulunmak bir hayırdır ve berekettir.
Gayrı meşru yoldan istenilmesi durumunda ise, maksadının meydana gelmemesi
için yapmış olduğu bu hayırsız ve uğursuz girişimi yeterli olacaktır. Buna
Yüce Kitabımızdan şu âyet de delâlette bulunmaktadır: "Allah kendisine
karşı gelmekten sakınan kimseye çıkış yolu sağlar, ona ummadığı yerden rızık
verir.[164]Bu âyette şartın
mefhûmunu aldığımızda şöyle bir mânâ çıkacaktır: "Kim de Allah'a karşı gelmekten
sakınmazsa, Allah onun için bir çıkış yolu sağlamayacak-
tır." el-KAdl
limiti, Bâlim b. Ebî Ca'd'den şöyle rivayet etmiştir: Eşca kabüaılndan bir adam
Hz. Peygamber'e geldi ve içinde bulunduğu sıkıntıdan söz etti. Hz.
Peygamberkendisine:
"Git ve
sabret!" buyurdu. Adamın oğlu müşrikler elinde esirdi, ellerinden kurtuldu
ve babasına ganimetle birlikte döndü. Adam Hz. Peygamber'e geldi ve# durumu ona
haber verdi. Hz. Peygamber de o ganimetin kendisi için helal olduğunu belirtti.
Bunun üzerine "Allah kendisine karşı gelmekten sakınan kimseye çıkış yolu
sağlar, ona ummadığı yerden rızık verir.[165]
âyeti indi. İbn Abbas'tan rivayet edilir: Kendisine bir adam gelir ve amcam
karısını üç talakla boşadı der. İbn Abbâs: "Amcan Allah'a isyan etmiş,
Allah da onu pişman etmiştir. O şeytana uymuş ve kendisine çıkış yolu
bırakmamıştır." diye cevap vermiştir. Adam: "Bir adam karısını onun
için helal kılsa ne dersin?" diye- sormuş. O da: "Kim hileye baş
vurursa, Allah onu aldatır." diye karşılık vermiştir. "Allah
kendisine karşı gelmekten sakınan kimseye çıkış yolu sağlar, ona ummadığı
yerden rızık verir.[166]
âyeti hakkında er-Rabî' b. Hu-seym'den "İnsanlara zor gelen her
şeyden." dediği rivayet edilmiştir. İbn Abbâs: "Kim Allah'a karşı
gelmekten sakınırsa, Allah onu dünyada ve âhirette her türlü belâ ve sıkıntıdan
kurtarır." demiştir. Bir başkası da "Kim Allah'tan ve günahtan
sakınırsa, Allah ona helalden bir çıkış yolu nasib eder." demiştir. Tahâvî
şöyle' bir rivayete yer vermiştir:
Ebû Mûsâ, Hz.
Peygamber'den şöyle rivayette bulunmuştur:
"Üç kimse vardır ki, bunlar Allah'a duâ ederler, fakat duaları kabul
edilmez: 1. Malını bir beyinsize (sefihe) veren adam. Halbuki Yüce Allah
'Beyinsizlere mallarınızı vermeyiniz.[167]buyurmuştur.
2. Borç ilişkisine giren fakat şâhid tutmayan kimse. 3. Kötü huylu bir zevceye
sahip bulunan fakat onu boşama-yıp tutan kimse." Bunun mânâsı şudur: Yüce
Allah borç ilişkilerinde şâhid tutmayı emretmiş,[168]
mallarımızı beyinsizlere vermememizi emretmiş, ve ihtiyaç halinde de talakın
meşru bulunduğunu bildirmiştir. Buna rağmen kişi bunların doğrultusunda
hareket etmez ve başına hoşlanmadığı şeyler gelir ve duâ ederse, Allah onun duasına
icabette bulunmaz. Zira yerli yerinde ve kendisine gösterildiği yol üzere
davranmamıştır. Bu konuya delâlet edecek haberler pek çoktur ve bunlar gerek
zâhirleriyle ve gerekse muhtevâlanyla bu mânâya açıkça delâlet etmoktedirler.
Rivayete göre İbn Abbas'a, bir adamın karısını üç talaklu boşadığı sorulunca o
"Kadınlarınızı bo-şadığınız zaman iddetlerm» riâyetle boşayınız... Allah
kendisine harp gelmekten nahnan kimseye çıkış yolu mğlar, ona ummadığı yerden
mıh verir.[169] Aynilerini okuyarak
cevap vermiş ve ona: "S«n Allah'a karşı gelmekUm sakınmadın; senin için
bir çıkış yolu yok!" diye cevap vermiştir. İmâm Mâlik de bu mânâda 'belâğ*
BÎgasıyla bir haber naklinde bulunmuştur. Bu habere göre bir adam Abdullah b.
Mesûd'a gelmiş ve: "Karımı sekiz talakla boşadım." demiş. İbn Mesûd:
"Sana ne dediler? diye sormuş. O da: "Benden ayrı düşmüş olduğunu
söylediler." diye karşılık vermiş. İbn Mesûd: "Doğru söylemişler; kim
Allah'ın emrettiği gibi boşarsa, Allah ona durumu (ve çıkış yolunu)
göstermiştir. Kim işi kendi eliyle kendi aleyhine karıştırır ve işin içinden
çıkılmaz hale getirirse, biz de onu kendi yaptığı işle başbaşa bırakırız. Durumları
kendi aleyhinize karıştırmayınız. Biz de bir çaresini bulalım. Durum sizin
dediğiniz gibi." demiştir. Ebû Yezîd el-Bistâmî'nin şu hikâyesi üzerinde
düşününüz: Bu zat kendisinden kadınlara yönelik şehvet duygusunun kaldırılması
için Allah'a duâ etmek istemiş; sonra Hz. Peygam-ber'in Lböyle bir davranışta
bulunmadığını hatırlayarak bundan vazgeçmiş ve kendisini tutmuştu. Bunun
neticesinde Allah Teâlâ bu duyguyu kendisinden tamamen kaldırmıştı. Öyle ki, kadınla
taş arasında hiçbir fark görmüyordu.
3.
Çıkış yolunu
meşruiyeti üzere talepte bulunan kimse, aslında Sâri' Teâlâ'nın o şeyin
içerisine yerleştirmiş olduğu başarıyı talepte bulunmuş olmaktadır. Gayrı meşru
çıkış yolları arayan ise, çıkış yolunu tecâvüz etme kasdmı göstermiş
olmaktadır. Bu durumda kişi, talep ettiği şeyin zıddını istemiş olmaktadır.
Çünkü o yoldan çevrilmiş olmaktadır. Maksadın zıddı cihetinden de ancak, maksadın
zıddı ortaya çıkabilir. Şu halde böyle birisi, çıkış yolundan başka bir şey
talep etmiş olmaktadır. Bu netice 'istihza', 'mekr', 'aldatma' tabirleri
içeren âyetlerin delâlet etmiş oldukları mânânın gereği olmaktadır. Bu
âyetlerden bir kısmını hatırlayalım: "Fakat hile yaptılar (mekr), Allah da
onların hilelerini başlarına geçirdi.[170]
"Onlarla Allah alay eder ve taşkınlıkları içinde bocalar durumda bırakır.[171]"Bunlar
Allah'ı ve inananları aldatmaya çalışırlar, oysa sadece kendilerini aldatırlar
ve farkında değillerdir.[172]
"Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, o kendisine zulmetmiş olur.[173]"Verdiği
bu sözden dönen, ancak kendi aleyhine dönmüş olur. Allah'a vediği sözü yerine
getirene Allahbüyük ecir verecektir.[174]
"Kim yararlı iş işlerse kendi lehinedir; kim de kötülük işlerse kendi
aleyhinedir.[175]Ve bu mânâda daha bir çok
âyetler. Hepsi de kesin olarak ifâdede bulunmaktadır. Netice olarak bunlar
göstermektedir ki meşru yol üzere maslahat aramayıp bunun dıgına çıkan kimse, o
maslahatın zıddı yolda koşmuş olmaktadır. Varılmak istenilen netice de budur.
4.
Kulların
maslahatlarını gerçek anlamda ancak onların yaratıcısı ve koyucusu bilebilir.
Kulun bu maslahatları bilmesi ancak belli açılardan mümkündür ve bilmedikleri
yönleri bildikleri yönlerinden daha fazladır. Bu durumda kul kendi maslahatına
ulaşabilmek için, kendisini amacına ulaştırmayacak olan bir yoldan yürüyebilir.
Veya peşin bir zevk aldırabilir ama zaman içerisinde ortadan kaybolur ya da
kâmil olarak değil de ancak noksan bir halde ulaştırabilir. Veya girdiği bu
yolda ortaya çıkacak olan mefsedet söz konusu olacak maslahattan daha ağır
gelebilir ve bu durumda tuttuğu yolun hayrı şerrini karşılamaz. Nice tedbirde
bulunan vardır ki, asla amacına kâmil anlamda ulaşamamaktadır, tedbirde
bulunduğu işin bir türlü neticelerini devşirememektedir. Bu akıl sahiplerince
gözlenen ve bilinen bir gerçektir. İşte bu yüzdendir ki Yüce Allah
müj-deleyici ve uyarıcı olmak üzere peygamberlerini göndermiştir. Durum böyle
olunca, Sâri' Teâlâ'nın koymuş olduğu hafifletme yollarına baş vurmak,
maslahatın tam anlamda ve hafifletmenin de noksansız olarak meydana gelmesi
yoluna baş vurmak demek olacaktır. Şâri'in koymuş olduğu yolların aksine
girişimler ise bunun aksinedir. Bu mesele genel anlamda ele alındığında,
Şâri'in kasdına [380] muvafakat ya da
muhalefet konusunun bir fer'i olmaktadır. Ancak ruhsatın izin verilmeyen
şekilde istenilmesi veya yerinde kullanılmaması konusunda vaz' hitâbıyla
ilgili bulunduğu için burada zikredilmiştir. Zira sabit hükümlerden bir kısmı
vardır ki bunlar azimettir; bunlarda ne hafifletme vardır ne de ruhsat
bulunmaktadır. Kitap içerisinde buraya kadar bu neviden bulunan pek çok mesele
geçmiş bulunmaktadır. Hükümlerden bazıları da vardır ki, haklarında ruhsat
bulunur. Hakkında ruhsat bulunan her konunun ruhsat hükmü sadece o konuya ait
olur ve başka yerlere sirayet etmez. Keza
kulun başına gelen bazı haller vardır ki, kendisi bu halleri meşakkat
diye niteler; halbuki şeriatta durum hiç de öyle değildir. Dolayısıyla
muhtemeldir ki, şer'î bir sebeb olmadan ruhsattan istifâde cihetine gitmiş
olur. Bu yüzden bu esasın fıkhî konularda pekçok faydalan bulunmaktadır;
maksadın zıddı ile muâmtl* kaideli gibi, hiyel meseleleri gibi... [176]
Ruhsat
sebebleri, Şâri'ce ortaya konulmaları maksûd şeyler değillerdir. Keza bunların
ortadan kaldırılmaları da Şâri'ce maksûd bulunmamaktadır. Çünkü bu sebebler,
haram kılan ya da vâcib kılan azimet hükümlerin kesinlik kazanmasının
engellenmesine yönelik olmaktadırlar. Bu haliyle bunlar ya haramlık ve günaha
girme hükmüne mâni olmakta; ya da günâhın kaldırılması ve mübâh olmayan şeyin
mübâh kılınması için birer sebeb olmaktadırlar. Her iki takdire göre de, bunlar
azimet hükümlerin terettübünü engelleyen mânilerdir. İlgili bahisde de geçtiği
üzere, mânilerin Şâri'ce ne husule gelmeleri ne de ortadan kalkmaları maksûd
değildir ve her kim ki haram kılıcı ya da vâcib kılıcı sebebin hükmünü ortadan
kaldırmak için mâni îcâd edecek olsa, onun bu fiili sahîh değildir. Şartlar
bahsinde geçerli olan tafsilat aynısıyla onlarda (mânilerde) da geçerlidir.
Ruhsatların sebebleri ile ilgili hüküm de aynıdır ve aralarında hiçbir fark
yoktur. [177]
Eğer biz ruhsatın,
"ruhsatla azimet arasında muhayyerlik" mânâsında mübâh olduğunu esas
alırsak, o takdirde azimet hükümle ruhsat tercihli vâciblerden olmuş
olacaklardır. Zira bu durumda ruhsatla karşı karşıya olan kimseye: "Eğer
dilersen azimeti işle; dilersen de ruhsatın gereği doğrultusunda hareket
eyle." denilmiş olacaktır. Bu durumda kişi bunlardan hangisiyle amel
etmiş olsa, o şey kendisi hakkında vâcib olarak vuku bulacaktır. Aynen yemin
keffâretindeki tercihler arasında olduğu gibi. Bu durumda artık azimet hüküm o
kişi hakkında azimet olmaktan çıkacaktır.
Ama biz böyle değil
de, ruhsatın mübâhlığını "günahın kaldırılması" mânâsında alırsak, o
takdirde azimet hükümle ruhsatın durumu tercihli vâciblerdeki gibi
olmayacaktır. Çünkü günâhın kaldırılmış olması zorunlu olarak bir muhayyerlik
mânâsı gerektirmemektedir. Dikkat edilecek olursa görülecektir ki, günahın
kaldırılmış olması vâcible birlikte bulunabilmektedir. Durum böyle olunca;
azimetin, bizzat Şâri'ce maksûd ve belirlenmiş bulunan aslî vâciblik hükmü
üzere kalması ortaya çıkmış olacaktır. Bu durumda kişi azîmet hükümle amel
ettiği takdirde, kendisiyle hiçbir özrü bulunmayan kimselerin o hükmü
yapmaları arasında "bir fark bulunmayacaktır. Şu kadar var ki; özür,
sahibinin azimet hükmü terke-derek ruhsat hükme intikal etmesi durumunda ondan
günahı (haraç) kaldırmış olacaktır. Daha önce her ne kadar Şâri'in ruhsat hükümlere
yönelik bir kasdı varsa da, bunun ikinci kasıdla (kasd-ı sânî) olduğu ortaya
konulmuştu. Aslî kasıdla maksûd olan şey ise, bizzat azimetin vuku bulması idi.
Bu meselenin benzeri
şudur: Bir hâkim hükmünü verme sırasında iki beyyine (şahit vb.) ile
karşılaşıyor. Aslında bu iki beyyine-den birisi adalet vasfını taşıyor, diğeri
ise taşımıyor. Hakimin yap-ması gereken şey yani azîmet hüküm âdâlet vasfını
taşıyan beyyi-nenin gereği ile hükmetmektir. Çünkü Yüce Allah "Sizden âdil
olan iki şâhid tutun.[178]"Şâhidlerden
razı olduklarınızdan.[179]
buyurarak şâhidlerin âdil olması gerektiğini beyan etmiştir. Bu durumda olan
bir hâkim, eğer adalet sahibi olan şâhidlerin şehâdeti gereğiyle hükümde
bulunacak olursa, aslî azimete isabet etmiş olacak ve iki ecir alacaktır.
Aslında âdil olmayan şâhidlerin şehâ-detlerine dayanarak hükümde bulunduğu
zaman ise kendisine bir günah gerekmeyecektir. Çünkü işin içyüzünü bilemediği
için mazur olacaktır; ayrıca ictihadda bulunduğu için de (isabet edemediği halde)
bir sevap alacaktır. Verdiği bu hüküm her iki tarafı da bağlayacaktır. Aynen
ruhsat hüküm, ruhsattan istifâde durumunda olanlar için nasıl geçerli ve
yeterli ise burada da durum aynı olmaktadır. Nasıl ki, bu durumda olan bir
hâkim için "O âdil olan şâhidlerin şehâdetiyle âdil olmayan şâhidlerin
şehâdetine dayanarak hüküm verme arasında muhayyerdir." demlemezse, aynı
şekilde burada da "Kişi azimetle ruhsat arasında mutlak surette muhayyerdir."
denilemez.
İtiraz: "Ruhsatların meşru kılınması ikinci derece
kasıdladır." diye nasıl iddiada bulunulabilir? Oysa ki, güçlüğün
kaldırılması kaidesi kesin olarak aslî kasıdla sabit olmuştur. Mesela:
"Allah size dînde bir güçlük kılmamıştır.[180]
buyrulmuş ve ruhsat hükmü-
nün ifâdesinden sonra
da: "Allah sizin için kolaylık diltr; torluk di-itmez.[181]diye
beyanda bulunulmuştur.
Cevap: Nikahtan maksat "tenasül" yani insan
neslinin bekâsını temin olmaktadır. Bunun dışında: "İçinizden,
kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp; aranızda muhabbet ve rahmet
var etmesi, O'nun varlığının belgelerindendir.[182]
"Sizi bir nefisten yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de ondan
var eden Allah'tır.[183]gibi
âyetlerde ifâde edilen eşlerin
birbirlerine ünsiyet peyda etmeleri vb. gibi diğer maksatlar ise ikinci kasıdla
sabit olmuşlardır. Dolayısıyla ruhsat bahsinde de durum aynıdır.
Hem sonra ruhsatla
amel edecek olan kimseden bizzat günahın/güçlüğün kaldırılmış olması, onun
için bir kolaylaştırma olmaktadır (ve bu durum onun ikinci kasıdla meşru
kılınmış olmasını gerektirmez. Çünkü) oruç daha başlangıçtan konulurken fazla
olmayan sayılı günler olarak konulmuş (aylar olarak konulmamıştır.) Bu durumda
bizzat azîmet hükmün kendisinde de kolaylık ve güçlüğün kaldırılmış olması
mânâsı bulunmaktadır. (Hal böyle iken oruç için aslî kasıdla değil de ikinci
kasıdla meşru kılınmıştır denilebilir mi?) Keza güçlüğün kaldırılması
külliyyâtta (genel hükümlerde) da Şâri'ce maksûd bulunmaktadır. Yükümlülük
getiren şer"î küllî esasların hiçbirinde, asla küllî ya da ekseri bir
güçlüğün bulunması mümkün değildir. "Allah size dînde bir güçlük
kılmamış-tır.[184]âyetinin gereği de bu olmaktadır.
Biz bazı nâdir cüz'îlerde güçlük ve meşakkat bulabiliriz ve bununla birlikte
haklarında da bir ruhsat meşru kılınmamış olabilirler. Bu Şâri'in önem verdiği
hususun sadece külliyyâta yönelik olduğunu göstermek içindir. Ruhsat mahalleri
hakkında da aynı şekilde söyleriz: Bunlar külliyyâttan değillerdir; sadece
cüz'iyyâttırlar. Nitekim bu konu üzerine "azimetle mi yoksa ruhsatla mı
amel" konusunda dikkat çe-[853]
kilmişti.
Şu halde azimetler
küllî olmaları açısından Şâri'ce aslî kasıdla meşru kılınmış hükümlerdir.
Güçlük (haraç) ise, cüz"î olması açısından bu külliler üzerine sonradan
arız olan şeylerdir. Eğer Sâri' ruhsatlarla bunların kaldırılmasını
kasdetmişse, bu ikinci kasıdla olmaktadır.
Allahu
a'lem! [185]
Azimetlerle ruhsatlan
bir arada incelediğimizde, azimetlerin câri olan âdet-i İlâhiye ile bidüziyelik
(muttaridlik) arzettiğini, ruhsatların ise câri olan âdet-i İlâhiyenin normal
.seyrini yitirdiği anlarda geçerli olduklarını görürüz.
Birincisi açıktır.
Çünkü biz namazların tam. ve vakitlerinde kılınması, orucun belirlenmiş
vaktinde tutulması, taharetin su ile yapılması gibi emirlerin cereyan eden
âdet-i ilâhîye uygun olarak vârid olduklarını görüyoruz. Bu gibi emirler
sıhhat, akıllı olmak,[186]
ikâmet halinde bulunmak» su bulunmak vb. gibi normal haller üzere olmaktadır.
Diğer muamele ve ibâdetlerde de durum aynıdır. Mesela normal durumlarda ya da
namaz için örtünme emri, lâşe, kan, domuz eti vb. yemeyi yasaklama gibi. Bütün
bunlar emredilir-ken ya da yasaklanırken, hep emir ya da nehye uymanın mümkün
olacağı haller dikkate alınmıştır. Bu haller ise tam ve genel anlamda ya da
ekseriyetle mutâd olan ve alışılagelmiş bulunan hallerdir. Bunun böyle
olduğunda herhangi bir problem gözükmemektedir.
İkincisine gelince, bu
da birincinin bilindiği cihetten malûm bulunmaktadır. Hastalık ve yolculuk
halleri, suyun, elbisenin ya da yiyecek bir şeyin bulunmaması durumu, emredilen
şeyin terkedil-mesi ya da nehyedilen şeyin yapılması konusunda ruhsat getirici
bir özellik olmaktadır. Yeterli tafsîlat daha önce seçmiş bulunmaktadır.
"Makâsıd" bölümünde bir başka açıdan inşallah tekrar ele alınacaktır.
Ancak âdet-i
İlâhiyyenin normal şekil üzere seyretmemesi iki kısımdır: a) Genel olur. b)
Özel olur.
Genel olan (hastalık,
sefer vb. gibi haller) geçmiş bulunuyor. Özel olan kısım ise, gereği ile amel
etmeleri durumunda, Allah'ın velî kullarının göstermiş oldukları
fevkalâdeliklerdir. Bunlar ekse- [354] • riyetle ancak ruhsat hükmünde
olmaktadırlar. Mesela suyun süte, kumun kavuta, taşın altına dönüşmesi, gökten
yiyecek indirilmesi yahut yerden çıkarılması gibi. Bu gibi fevkalâdelikler
kimin için ya-ratılmışsa, o kimse (velî kul) bunları alabilmekte ve
kullanabilmektedir. Onun bunları kullanması azîmet değil ruhsat olmaktadır.
Daha önce de geçtiği
gibi, ruhsatla amel edebilmek için, onun kolaylığından istifâde için onu
kasdetmiş olmaması ve ona sebebiyet vermemesi şart oluyordu. Zira bu şarta
muhalefet Şâri'in kasdına muhalefet oluyordu. Çünkü Şâri'in daha baştan ruhHat
hükümleri koyması mümkün değildi. Şâri'in bu konudaki kasdı, normal teşrîde
bulunulan hükümlerin icrası sırasında ortaya bazı ruhsatı gerektirecek sebebler
ortaya çıkarsa, o sebebin müsebbebine yönelik iznin bulunabileceği
şeklindedir. Nitekim daha önce geçmişti. Hal böyle olunca burada da öncelikli
olarak durum aynı olacaktır. Çünkü bu tür harikuladelikler kulluk hükümlerini
ortadan kaldırmak için değil; sadece başka bir durum için konulmuşlardır. Dolayısıyla
bunlar yönünden hafifletmeye yönelik kasıdda bulunmak, bunların Rabbine değil,
bunların bizzat kendilerine yönelik bir ka-sıd olur. Bu ise Allah'a kulluk
konusunda gözetilen maksatların konumuna aykırıdır.
Keza
"Makâsıd" bahsinde şer'î hükümlerin özel değil genel oldukları
belirtilmiştir. Bundan maksat şer'î hükümlerin sadece bâzı mükelleflere has
değil, bütün mükellefler hakkında genel olduklarıdır.
Bu şarta, Hz.
Peygamber'in keramet ve mucize olarak harikuladelikler göstermeyi kasdetmiş
olması ileri sürülerek itiraz edilemez. Çünkü Hz. Peygamber bununla, nefsî
nazlarından tamamen arınmış olarak şer'î bir mânâyı kasdetmiş olmaktadır.
Aynı şekilde velî kul da kerameti kendi nefsî hazzı için değil de şer'î bir
garaz dolayısıyla göstermeyi kasdetmiş olabilir dememiz mümkündür ve bu durumda
bu kısım, kasdına göre hüküm almak suretiyle ruhsat hükmü dışına çıkar. Hal
mertebelerini aşan evliyadan sâdır olan kerametleri, istikra neticesinde işte
bu mânâ üzere yormamız gerekmektedir. Ancak bu dediğimiz şekilde olmazsa, o
takdirde kesin ve problemsiz şart muteberdir. Şart sadece genel olan
fevkalâdeliklere has değildir; özel olanlarda da öncelikli olarak itibara
alınacaktır.
İtiraz: Velî için âdet-i ilâhîyenin üzerine çıkıldığı zaman;
bu durumda onunla âdet-i İlâhî doğrultusunda hareket eden kimse arasında genel
anlamda bir fark bulunmamaktadır. Çünkü kendisi için normal bir sebeb
olmaksızın yiyecek, içecek vb. hazır edilen kimse ile, bu gibi şeyleri normal
yoldan çalışmak suretiyle elde eden arasında netice itibarıyla bir fark
bulunmamaktadır. Nasıl ki, çalışmak suretiyle bunları elde eden kimseye onları
yemesi, içmesi veya kullanması durumunda ruhsatla amel etmiştir denilmiyorsa,
keramet gösteren velî için de aynı şekilde ruhsatla amel etmiştir denilemez;
zira aralarında hiçbir fark yoktur. Bu türden olan diğer [355] hususlarda da durum aynıdır.
Cevap: Bu itiraza iki açıdan cevap verilecektir.
I. Nakil ıtehller bu
tur boylerin bağlayın olmnmnk kaydıyla tnrk«dilmHMİ gerakUgimı dnlAlnt,
etmektedir. Çünku peygamber efendimiz kulluk arasında muhayyer hınıkılınış ve
kulluğu tercih etmiştir.[187]
Tihâme dağlarının eğer istem* altın vm un müş olarak emrine verilmesi teklif
edilmiş, fakat o bunu inUMnenıış tir.[188] Hz.
Peygamber'in duaları kabul edilirdi. Kğer dile şeydi istediği şeyin vücûda
gelmesi için duâ eder ve o da moydnnn gelirdi. Fakat o bunu yapmadı. Aksine
âdet-i İlâhi doğrultusunda hareket etmeyi yeğledi. Bir gün aç kalır, Rabbine
yakarışta bulu nur; bir başka gün doyar, Rabbine hamd ve övgüler ederdi.
Böyleco o, beşerî dünyevî hükümler konusunda, diğer insanlardan biri gibi oluyordu.
Bazı kereler kshâbma bu türden harikuladelikler (mucizeler) gösterdiği
oluyordu. Bunlar onların yakinî imanlarını artırma, kalplerine şifâ verme ve
sıkıntı anlarından kurtulmalarını temin amacını taşıyordu.[189] Hz.
Peygamber geceliyor ve Rab-bi onu
yedirip içiriyordu; buna rağmen o kendisinin ve ailesinin geçimini temin için
esbaba tevessülden geri durmuyordu. Harikuladelikler onun hakkında mümkündü,
istekleri olma durumundaydı. Hatta öyle ki, bu hususu teyid mahiyetinde Hz.
Âişe kendisine "Öyle görüyorum ki, Rabbin senin her arzunu yerine
getirmeye koşuyor.[190]
demişti. Allah'ın kendisine vermiş olduğu mertebe ve mevkiinin bir neticesi
olarak istediği her türlü harikuladelikleri ortaya koyma imkanı vardı. Bütün
bunlara rağmen, o asla bu yolu.tutma-dı ve âdet-i İlâhiye doğrultusunda hareket
etmeyi tercihte bulundu. Onun bu tutumu âdet-i İlâhiye doğrultusunda hareket
etme konusunda keramet ve harikuladelikler sahibi kimseler için büyük bir esas
oluyordu. Ancak bu peygamberler için bağlayıcılık arzetmediği için, velîler
için de aynı şekilde kesin olarak uyulması gereken bir tavır olmamıştır. Çünkü
bu konuda peygamberlerin vârisleri veliler olmaktadır.
2. Velîlere göre harikuladeliklerin faydası yakînî olan
imanı güçlendirmektir. Beraberinde ise bütün yükümlülükler ve kulluk
mertebelerine göre bütün mükellefler için ayrılmaz bulunan deneme (imtihan,
ibtilâ) unsuru bulunur. Bu durumda bunlar, üzerinde bulundukları haller için
bir destek ve kuvvet verici unsur gibi olmuş olurlar. Çünkü bunlar carî olan âdet-i
İlâhiyenin üzerine çıkmış ve tebarüz etmiş Allah'ın âyetlerinden
olmaktadırlar. Neticede bunların kalbî huzur ve sükûna ulaşılmasında özel bir
yerleri bulunur. Nitekim İbrahim Kur'ân'da: "Rabbim! Ölüleri nasıl diriltiyorsun?
Bana göster." demiş ve bu isteğindeki amacının da "kalbî sükûn ve
huzura (mutmain olma) erme" olduğunu belirtmiştir.[191]
Nitekim Hz. Peygamber de Kur'ân'da geçen Musa'nın Hızır'dan ayrılması olayı
hakkında: "Allah kardeşim Musa'ya rahmet etsin! Keşke sabretseydi de,
aralarında geçecek olan haberleri bize anlatılsaydı. Bunu ne kadar arzu
ederdik.[192]buyurmuştur. Keramet ve
benzeri harikuladeliklerin faydası nefsî doyum olduğuna göre, bunlardan neş'et
eden şeyler nefsin duyduğu hazlara yönelik olmaktadırlar; muhtaç olan kimselere
verilen sadakalarda olduğu gibi. Böyle birisi kendisine verilen sadakayı kabul
etmek ve kullanmak konusunda muhayyer bulunmaktadır: Eğer kabul etmez ve
kazanmaya çalışır ve ihtiyacını mutad yoldan karşılamaya gayret ederse bu
takdirde genel olan azîmet hükümle amel etmiş olur. Yok böyle yapmaz da
sadakayı kabul ederse, bunun da kendisine bir zararı olmaz; çünkü sadaka yerini
bulmuş olur.
Sonra şu da var:
İnsanlar Allah Teâlâ'nın sebebleri ve müseb-bebleri koyduğunu ve bunlarda
yükümlü tutmak ve insanları denemek için âdet-i İlâhiyeyi yürürlü kıldığını,
mükellefi ihtiyacın tahakkümü altına soktuğunu bilmektedirler. Nitekim
ibâdetleri 4© aynı şekilde bir yükümlülük ve imtihan unsuru olmak için koymuştur.
Gerçi harikuladelikler ortaya konuluş amaçları olan faydaları ortaya
çıkarıyorlarsa da, öbür taraftan da içlerinde zımnen kesb sebebiyle doğacak
yükümlülük meşakkatinin kaldırılması ve yükün hafifletilmesi mânâsını da
içermektedirler. İşte bu sebeble bunların kabul edilmesi, ruhsatların kabulü
kabilinden olmaktadır. Çünkü yükümlülüğün doğuracağı kesb meşakkatini o kişiden
kaldırmakta ve hafifletmektedir. İşte bu noktadan hareketle de
harikuladelikler, ruhsatların hükmünü almaktadırlar. Harikuladeliklerin imtihan
mânâsı da içermeleri açısından bir başka şey daha var: O da şudur:
■bu tür şeylerin
gereğiyle amel etmekte onların tarafına bir nevi meyil bulunmaktadır, Halbuki
seyrusulûkta azimet sahihi kimselerin özelliği, Allah tan başka herşeyden
nefislerini arındırmak ve uzaklaşmak olmaktadır. Nitekim normal yoldan
kazanılan nimet ler de aynı şekilde bir imtihan ve deneme unsuru olmaktadır. Da
ha önce mutlak surette genişletme yönüne gitmenin ruhsat şeklinde telakki
edildiği geçmişti. Burada söz konutu edilen de aynı kabilden olmaktadır. Bu
durumda harikuladeliklerin gereğinin
kabülünün her iki açıdan da nasıl ruhsat olduğu üzerinde düşünülmelidir.
Bunun içindir ki evliya kerametlere dayanmamışlar, bu cihat ten onlar üzerinde
durmamışlardır. Aksine onlar bunları üzerinde bulundukları durumlarda
kendilerine yardımcı olacak fnydalar içermeleri sebebiyle kabul ve kesb
cihetine gitmişlerdir. Bunun oto sinde onları terketmişlerdir. Zira bunlar her
ne kadar keramet ve Allah'ın kendilerine bir lutfu iseler de, öbür taraftan da
bir yükümlülükVe deneme unsuru'içermektedirler.
Kuşeyrî bu mânâdan
olmak üzere şöyle anlatır:
"Ebu'1-Hayr
el-Basrî'den nakledilir: Evimin avlusunda harabelere sığınan siyah fakir bir
adam bulunuyordu. Beraberime bir s«y ler aldım ve onu görmek istedim. Gözü
elimdekilere değince, adam tebessüm etti ve eliyle yere işaret etti. O anda
yerin tamamen altın haline döndüğünü ve ışıl ışıl parladığını gördüm. Sonra
bana -yanın dakini getir bakalım dedi. Hemen elimdekini ona verdim. Durumu beni
ürpertmişti ve derhal oradan kaçtım. en-Nûrî'den nakledilir: Bu zat bir gece
Dicle kenarına çıkar ve nehrin iki yakasının birleşmiş olduğunu görür. Ordan
ayrılır ve 'İzzetin hakkı için, ben onu kayıksız geçmeyeceğim.' der. Saîd b.
Yahya el-Basrî şöyle anlatır: Abdurrahman b. Zeyd'in yanına vardım. Bir gölgede
oturuyordu. Ona:
"*—Eğer sen
Allah'tan rızkını artırmasını istesen, umarım ki senin bu isteğini yerine
getirir,' dedim. O:
"—Rabbin
kullarının maslahatlarını en iyi bilendir' dedi ve sonra yerden bir çakıl taşı
aldı ve: 'Allah'ım! Eğer bunu altın yapmayı dilersen yaparsın!' dedi. Bir de
baktım, vallahi elinde altın vardı. Onu bana attı ve:
*"—Onu sen harca;
âhiret için olmadıkça dünyada hiçbir hayır yoktur" dedi."
Hatta sûfiyyeden
öyleleri vardı ki keramet göstermek ve keramet talebinde bulunmaktan ya da
beklenti halinde olmaktan Allah'a sığınırlardı. Nitekim bu durum Ebû Yezîd
el-Bistâmf den nakledilmiştir. Bazılarına göre de bu tür harikuladelikler
âdet-i İlâhîden olan normal durumlardan farksız idi. Çünkü bunların tamamı
yaratıcının minnet eli altından çıkmakta ve kesbe dayansın dayanmasın mücerred
inam yönünden gelmiş olmaktadır, bunların nazarında normalhallerde
fevkaladeliklerdir, bu durumda nasıl olur da harikuladeliklere tamah
gösterebilir?Önünde, arkasında, üstünde ve altında onlann bun/eri
bulunmaktadır. Oyaa ki, Unndisinde bulunan şeyler kulluğun ortaya konulmadı
için daha kamil olmaktadır. Nitekim Şevâhid'de geçmiştir. Bu ilmin erbAbı, hâı
ıkulâdeliklere meyilde bulunan kimselerin "istidrâc"[193]
içerisinde olduklarını kabul etmişlerdir. Çünkü bunlar bu tür harikuladelikleri
bir âyet ve nimet oluşu şekliyle ele almaktan ziyade onlann bir imtihan unsuru
(ibtilâ için) olduklarını göz Önünde bulundurmuşlardır.
Yine Kuşeyrî[194]
Ebu'l-Abbas eş-Şarkî'den nakleder:
"Ebû Turâb
en-Nehşubî ile Mekke yolunda idik; Bir ara yolun konarına çekildi.
Arkadaşlardan biri 'Ben susadım' dedi. Nehşubî nyagını yere vurdu. Suyu berrak
bir pınar fışkırdı. Aynı genç 'Bir bardakla içmek istiyorum' dedi. Şeyh elini
yere vurup beyaz camdan, gördüklerimin en güzeli bir bardak alıp ona verdi. O
da, biz de içtik. Mekke'ye varıncaya kadar bardak beraberimizde kaldı. Bir gün
Ebû Turâb, benden Allah'ın kullarına ikram ettiği bu işler için arkadaşlarımın
ne düşündüklerini sordu. Ben1 ona:
'"—Bunlara
inanmayan hiçbir kinişe görmedim' dedim. Ebû Turâb:
'"—Bunlara
(kerametlere) inanmayan kimse kâfir olur. Ben sana haller yolundan
sordum'dedi. Ben:
'"—Onların bu
konudaki düşüncelerini bilmiyorum' dedim. Ebû Turâb:
—Evet arkadaşlarının
zannına göre, bunlar Hak katından gelen kulun kandırılması için birer
tuzaktır. Halbuki durum hiç de onların dedikleri gibi değildir. Bunların tuzak
olması durumu ancak her şeyi bu kerametlere bağlayan kul için söz konusu olur.
Kerameti istemeyen ve onunla sükûnet bulup şevînmeyene gelince, bu mertebe
Rabbânî olanların mertebesidir' dedi." .
Bütün
bunlar gösterir ki, kerametler (harikuladelikler) azîmet değil ruhsat
hükümlerine dahil bulunmaktadır. Bu mânâ iyi anlaşılmalıdır. Çünkü üzerine
bazı meselelerin bineceği bir esas olmaktadır. Bu meselelerden bir kısmı
şunlardır: Kerametler insanlara arız olan haller cümlesindendir. Haller ise
—hal olmaları açısından— kasden talepte bulunulmayacak şeylerdirdir ve
makamdanda sayılmazlar.Bunlar seyrusülukun son mertebelerinden değildir. Keza
bu tür harikuladelikler sahihlerinin terbiye ve hidâyet (yani irşAd)
mortebesino ulaşmış olduklarım, onlann A, şidliğe ehil olduklarını da
göstermez. Nitekim cihâdda ganimat ele geçirilir. Bu ganimetler hiçbir zaman
cihâdın aslî amaçlarından değillerdir. [195]
[1] Tahkîk erbabı "azîmet" tabirini ancak
karşılığında "ruhsat" bulunmanı durumunda kullanırlar. Bir konuda
herhangi bir şekilde ruhsat bulunmuyorsa onun hakkında azîmet tabirini
kullanmazlar. İsterse o şey genol mâhiyetli ve baştan konan hükümlerden olsun,
netice değişmez. Yukarıda yapılan tarif içerisine ise, bu türden olan hükümler
de girmektedir. Bu itibarla müellifin tarifi tahkîk erbabının tarifine uygun
düşmemektedir.
[2] Bu ve ikinci meselede de geleceği üzere ruhsatın
hükmünün ibâha olması şeklindeki ifâdeler, azimet ve ruhsatın vaz'î hüküm
olmalarına engel değildir. Çünkü mesela namaz, oruç ... gibi şeylere hem
teklif hitabı taalluk eder hem de vaz hitabı taalluk eder. Mesela onların vâcib
olmaları teklîf hitabının neticesi; mukim iken şöyle, sefer halinde iken böyle
îfâ edilmeleri ise vaz hitabının bir neticesi olmaktadır. Tahrîr adlı eserde
şöyle denilir: "Şâri'in ruhsutlıırlıı ilgili olmak üzere iki hükmü
vardır: Birincisi onun vâcib, mendûb y« dit tnübAh olması hakkındaki hükmü ki,
bu teklîfî hükümler içerİHİnu giror. Mükellef hakkında ortaya çıkan bir özüre
mebnî olmak üzere onun haline milııAHİb bir şekilde hükmün hafîfletil-mesine
yönelik olmak üzeru konulmuş olması açısından da vaz'î hükümler içerisine
girer..."
[3] Bakara, 2/104.
[4] En'âm, 6/106.
[5] Bakara, 2/198.
[6] Bakara, 2/187.
[7] Bakara, 2/203.
[8] Bakara, 2/229.
[9] Nisa, 4/19.
[10] Tevbe, 9/5.
[11] Hz. Peygamber (as) gazvelerden birisinde öldürülmüş
bir kadın gördü. Bunun üzerine kadın ve çocukların öldürülmelerini yasakladı,
(bkz. Ebû Dâvûd, Cihâdl 11; İbn Mâce, Cihâd 30; Ahmed, 2/22 ...)
[12] Müellif, bu sözleriyle usûlcülerin tariflerindeki
eksikliği tamamlamak istediğini ve kendi tarifinde getirdiği meşakkat verici
ifadesi olmadığı takdirde tarifin tam olmayacağını ve o takdirde ruhsat
kapsamına kırâz (mudârabe) ve benzeri tasarrufların da gireceğini belirtmek
istemektedir. Vakıa usûlcüler ruhsatı sadece bu özelliği ile tarifle
yetinmişler ve ruhsatı "Haram kılıcı delîlin bekasıyla birlikte bir özür
sebebiyle meşru olan şeydir. Şayet özür olmasaydı haram kılıcı delîl etkisini
sürdürecekti." şeklinde tarif etmişlerdir. Gizli değildir ki, usûlcülerin
bu zikrettikleri özellik sayesinde kiraz (mudârabe) ve benzeri tasarruflar
ruhsat kapsamına girmeyecektir. Çünkü haram kılıcı delîlin bekâsının anlamı,
özrün bulunmaması durumunda men delîlinin mamulün bih (kendisiyle amel edilen)
olarak duvum etmiş olmasıdır. Kırâz ve benzeri tasarruflarda ise böyle bir
durum yoktur.
[13] Buhârî, Salât İH; Müdlim, Salât 77; Ebû Dâvûd, Salât
68 ...
[14] Cemâatin imânın muvafakati tekmîlî bir esas
olmaktadır. İmâmın oturarak namaz kılması ruhanttır, uma cemâatin ona uyarak
oturmaları ruhsat değildir.
[15] Bakara, 2/173.
[16] bkz. İbn Mâce, Ticfirat 20; Huhârî, Büyü 55.
[17] Yani tahsîniyyât için olan tukmîlî esaslardan. Çünkü
cemâat genel anlamda tahsîniyyâttıın olmakladır. Cemâatin imâma uyması ise
onun tamamlayıcısı duruınundııdır. Nitekim orduyu iki kısma ayırarak imamla
birlikte namaz kılmalıırınııı temini de tahsînîyyâttan olmaktadır. Her iki
meselede meşakkut Imlıınmııdıftı için birinci mânâsında ruhsat kapsamına
girmesi mümkün değildir.
[18] Yani birinci mAnAmnın ılımında bir mânâda. Çünkü böyle
bir duruma "azîmet" adında bınjkıı bir hükmün taalluk etmesi söz
konusu değildir. Aksine böyle bir kilimimin olıırurak namaz kılması bizzat
azîmet hükmü olmaktadır. Birinci kıılİMiulııj peklinde ruhsat ancak hâcî olan
hususlarda olabilir; başka durııınltu'rin olmaz. Tahsînî ya da zarurî olan
hususlarda birinci anlamında ruhun! tabiri kullanılmaz. Eğer kullanılmışsa o
ruhsattan maksat bu lanı Ulu utlusu «dilun mânâ olacaktır.
[19] Bakara, 2/286.
[20] A'râf, 7/157.
[21] Hadisin tamamı şöyle: "Hz. Peygamber (as) bir iş
yaptı da o işe ruhsat verdi. Az sonra bu ashabından bazı kimselerin kulağına
vardı. Galiba onlar bundan hoşlanmadılar ve ondan çekindiler. Derken
Rasulullah (as) bunu duydu. Ve hutbe okumak üzere ayağa kalkarak:
"Birtakım adamlara ne oluyor ki, benim ruhsat verdiğim bir iş kulaklarına
varıyor da ondan hoşlanmıyorlar ve çekiniyorlar ! Vallahi ben onların Allah'ı
en iyi bileni ve ondan en çok korkanıyım!" buyurdular, (bkz. Müslim,
Fedâil 127; Buhârî, İtisâm 5).
[22] Ahmed, 2/108.
[23] Yani daha önce geçen kullanılış şekillerinde göz
önünde bulundurulan kayıtlardan uzak olarak. Bu, dört kullanılış şekli
içerisinde en genişi olmaktadır.
[24] Zâriyât, 51/56
[25] Tâhâ, 20/132.
[26] Yani bazan mendûbu mübâhdan (inde tutar (takdim) ve
âhiretteki hazzını dünyadaki hazzı üzerine tercih otmiş olur, Bu durumda şöyle
demek de doğru olur: Kişi bu mendûbu iylıımuk Küreliyle Kabbinin hakkını kendi
hazzına tercihte bulunmuştur. Hazmı du mülıAhı rnendûbdan önde tutar. Ancak bunu
yaparken kasdı, Allah'ın kendi üzerindeki haklarından birinin de
ruhsatlarından yü/. çoviııiHimıık v« o mubahla kendisine getirdiği genişliği
çevirmemek olduğu nııkUmı olur. Hu takdirde mübâhı kendi hazzı dolayısıyla
işlumiy olmnx; »kilim unun Kabbinin kendi üzerinde bir hakkı olduğu noktasından
haroktıUn l|l«ıııiş olur. Gerçi bu durumda nefsinin hazzı da gerçekloılyonıa
du bu »sil <ıl«rnk değil, tâbiiyet yoluyla olmaktadır. Birinci takdire
(Jrtre mUbAhı doğrudan ortadan kaldırmış ve kendisinden uzakluytırnıif olur.
lklıu<l Ukıliro göre ise, mübâhı işlemiş ancak kendi hazzı için değil,
Hübbinln hakki olduğu için yapmış olur
[27] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/301-308
[28] Bakara, 2/173.
[29] Mâide, 5/3.
[30] Nisa, 4/101.
[31] Nahl, 16/106. Bu âyette zor altında küfür kelimesi
söylemek durumunda olan kimsenin kalbi imanla dolu olmak kaydıyla Allah'ın
gazabına ve çetin azabına uğramayacağı istisna yoluyla belirtilmiştir. Bu
durumda müminin küfür sözünü söylemesine ruhsat verilmesi sadece kendisinden
günah ve sorumluluğun kaldırmış olması demektir. Daha önce geçtiği üzere
mübâhm iki anlamından birisi de işte bu mânâ olmaktadır
[32] Bakara, 2/236. Talakın aşırı şekilde yerilmesi onun
caiz olmadığı zannını doğurabilirdi. Bu yüzden onun mübâh olduğunu belirtmek
üzere bu âyette onda bir günah olmadığı belirtildi
[33] Bakara, 2/198. Müslümanlar hac mevsiminde ticârette
bulunmaktan bir sıkıntı duymuşlardı. Çünkü ticâret cedelleşmeye sebebiyet
verebilirdi. Cedelleşmeden, çekişmeden de yasaklanmışlardı. Bunun üzerine
durumu Hz. Peygamber'e (as) iletmişler ve bu âyet gelmişti.
[34] Bakara, 2/235
[35] Bakara, 2/185. Ayetin bu kısmında şayet tutmazsa onu
kaza etmesi gereği belirtilmekte; tutup tutmamasının mübahlığı
belirtilmemektedir. Ancak âyetin ilerisinde golün "Allah. Kİzin için
kolaylık diler." buyrulması ayetle istidlali güçlendirir. Yıtni
"Allah sizin sıkıntıya girmenizi istemez ve hastalık ve yolculuk Kininimin
oruç tutmamanız durumunda sizden günahı kaldırır." domuk olur
[36] bkz. Buhârî, Savm 37; Müslim, Sıyâm 95-100; Ahmed,
3/12... Bu durumda iken hiçbir kimsenin birbirini kınamaması sefer sırasında
iken oruç tutup tutmamanın mübâh olduğunu gösterir.
[37] Bakara, 2/29.
[38] A'râf, 7/32.
[39] Nâziât, 79/ 33.
[40] Bizzat Şâri'in
ifâdesinde du "ruhsat" kelimesi kolaylık anlamında kullanılmıştır.
Mesela "Allah azimetlerin işlenmesini sevdiği gibi, ruhsatların
(kolaylıkların) işlenmesini de görmek ister." hadisinde olduğu gibi.
Usûlcüler genelde ıstılâhî mânâ ile kök mânâ arasında bir irtibat kurarlar.
Burada müellif de aynı şeyi yapmaktadır. Onun maksadı bunu temel bir delîl
olarak ortaya koymadan ziyâde yaklaştırıcı bir unsur olarak ar-zetmektir.
[41] Bakara, 2/158.
[42] Bakara, 2/203.
[43] bkz. Buhârî, Hac 76.
[44] Bakara, 2/198. Müslümanlar hac mevsiminde ticârette
bulunmaktan bir sıkıntı duymuşlardı.
Çünkü ticâret cedelleşmeye sebebiyet verebilirdi. Cedelleşmeleri,
çekişmeleri de, yasaklanmıştı. Bunun üzerine durumu Hz. Peygamber'e (as)
iletmişler ve bu âyet gelmişti.
[45] Nur, 24/61. Zengin olanlar kendi ailelerinden olan
kimseleri yemeğe davet ediyorlar; fakat onlar "Buna yoksullar bizden daha
çok hak sahibidir." diyorlar ve
onlar dururken kendilerinin yemelerinden sıkıntı (günah) hissettiklerini
söylüyorlardı. Bunun üzerine bu âyet gelmişti.
[46] Feth, 48/17.
[47] Bakara, 2/235
[48] Arafat'ta öğle ve ikindi namazlarını cem-i takdimle
öğle vaktinde; Müzdelife'de akşam ve yatsı namazlarını cem-i tehirle yatsı
vaktinde kılmak şeklinde.
[49] Ahmed, 2/108.
[50] Bakara, 2/185. Allah'ın ruhsatları sevmiş olması keza
bizim hakkımızda kolaylığı murâd etmesi, ruhsatların Allah'a hoş geldiğinin bir
delili olmaktadır. Bu da en azından mendûb düzeyinde ruhsatlara yönelik bir talebin
bulunmasını gerektirir.
[51] A'râf, 7/32.
[52] Bakara, 2/158.
[53] . Bir misal
vermek gerekirse: Mesela öğle namazını geçiren bir kimse gU-rûb vaktinde
kazasının caiz olmadığı zanmnda bulunur. Bu durumda ona mesela "Eğer
namazını bu vakitte kılarsan sana bir günah yoktur." denildiğinde, bu
sözden kasıd o kişinin şüphesinin izâlesi miktarınca cevap vermek olur. Yoksa
bu ifâdeden amaç öğle namazının kendisine vâcib olduğunu bildirmek değildir.
[54] Yani: Bu durumda ondan murad taleb ve vücûb olacaktır
ve bu tabirde sebeb göz önünde bulundurulmuş olacaktır. Sebeb şudur:
Müslümanlar Safa ile Merve arasında sa'y etmeyi hoş görmemektedirler. Çünkü
daha önceleri bu iki tepecikte İsaf ve Naile denilen iki put bulunmakta ve insanlar
bunlara ellerini sürerek tazimde bulunmakta idiler. Bunun üzerine âyet inmiş
ve ifâdede müslümanların duydukları sıkıntı ve hoşnudsuz-luk göz önünde bulundurulmuştur.
Âyetteki "Allah'ın nişanelerinden" ifâdesi "günah yoktur"
lafzını asıl konulmuş olduğu sâdece günahın kaldırılmış olması mânâsından
çıkarmış olmaktadır.
[55] Mina'dan iki
gün sonrasında ayrılmakla ilgili âyet. Ancak bu âyette sebebe itibarda bulunup
talep için olduğunu kabul ettiğimizde lafzı zahir mânâsından çeviren bir karine
bulunmamaktadır. Bununla birlikte hâl karinesi vardır. Bu da bizzat Hübebin
kendisi olmaktadır. Sebebse bazılarının acele ederek ayrılanları, bazılarının
da iki günden daha fazla bekleyenleri günahkar saymalarıdır.
[56] Nisa, 4/29.
[57] Buhârî, Menâkıbu'l-ensâr 48; Müslim, Müsâfîrîn 1; Ebû
Dâvûd, Sefer 1.
[58] Ruhsat adı verilebilmesi için daha önce de geçtiği
gibi "haramlığı (meni) gerektiren küllî bir asıldan istisna edilmiş olması"
kaydının bulunması gerekmektedir. İlk kez meşru olan iki rekat olduğuna göre
asıl namazm iki rekat şeklinde meşru olduğu olacaktır ve yolculuk sırasında
namazın kısaltılması bu asıldan istisna edilmiş olmayacak; dolayısıyla da ona
ruhsat denemeyecektir
[59] Yedinci Meselenin sonundaki fasıl içerisinde.
[60] Bir mubahın Allah'a karşı sevimli gelmesi onun mübâh
olmamasını, aksine matlûp olmasını gerektirmez.
[61] Bakara, 2/185. Allah'ın ruhsatlan sevmiş olması keza
bizim hakkımızda kolaylığı murâd etmesi, ruhsatların Allah'a hoş geldiğinin bir
delîli olmaktadır. Bu dn en azından ınondûb düzeyinde ruhsatlara yönelik bir
talebin bulunmasını gerektirir.
[62] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/308-315
[63] Kendisine bir noksanlık arız olacağından korkulan
metanetsiz kimse için İaşeyi yemesi ve böylece ruhsattan istifâdesi vâcib
olacaktır. Metanetli ve kendisine bir noksanlık arız olmayacak kimse için ise
sadece muhayyerlik hükmü sabit olacaktır.
[64] Visal orucu, akşam iftar etmeksizin ertesi günün
orucuna niyet etmek suretiyle tutulan oruç olmaktadır. (Ç)
[65] Çünkü burada söz konusu edilen meşakkat, daha
öncekinden farklı başka bir neVidir.
Daha önce geçen meşakkat ruhsat
hükmünü gerektiren nev'indendi. Burada sözü udilnn meşakkat ise aslî hükümden
yani visal orucunu yasaklayan hükünıdon
ııyrılmayı engelleyen meşakkattir. Bu zevatın visal orucundun tncgukkul
duymamaları, onları yasak olan şeyi işleme durumuna götürmüştür, Sonra bu zor
bir hükümden kolay bir hükme intikal demek do değildir. Doluyısıyla ruhsat
kapsamına girecek durumda değildir. Ancak her halükarda burada onların
ictihadları-nı üzerine dayandırdıkları bir meşakkat nevi bulunmaktadır. Bu
durumda, birinci nev'ide meşakkatin, hallerin ve şahısların farklı olmasına
göre farklılık arzedeceğine dâir bununla istidlalde bulunmak, meşakkatin aynı
nev'i ile değil de cinsi ile istidlalde bulunmak olur. Tabiî bu da kayıtlı olan
bir şey üzerine kayıtsız, yahut da hâs olan bir şey üzerine âmm olan bir şeyle
istidlalde bulunmak kabilinden olur. Böyle bir istidlal ise, ileride de
geleceği gibi sahîh değildir. Ancak bir öncesine eklenerek mürekkep bir
istidlal tarzı olarak düşünmek mümkündür ve bu istidlal, her ne kadar ruhsat
bahsinde olup olmadığını ifâde etmese bile, mücerred meşakkatin durum ve
şahısların farklılığına göre farklılık arzedeceğini ifâde eder
[66] Çünkü soruyu yöneltene şöyle denilecektir: İtiraz
müşterektir. Sizin cevabınız neyse aymsıyla bizim de cevabımız olacaktır.
Dolayısıyla böylesi itirazlar bağlayıcı olmak üzere ileri sürülemez.
[67] Bu cevap "Ruhsatların işlenmesi emredilmiş
olduğuna göre, ortada ruhsat yoktur." sözüne karşı getirilmektedir.
Birinci cevap söz konusu olan ruhsat için bir mubah mahallin bulunduğu, çünkü
soruda zikredilmeyen üçüncü bir kısmın daha mevcut olduğu şeklinde verilmişti.
Bu cevapta ise şöyle denilmektedir: Ruhsat emredilmiş olanlarda dahi mevcuttur;
ancak söz konusu talep cihetiyle ruhsat oluşu ciheti farklıdır. Azimet oluşu
ciheti bizzat talebin kendisinden açıkça bellidir. Ruhsat ciheti ise, delîlin
kısmen de olsa mamulün bih (kendisiyle amel olunan) olmasıyla birlikte zor
hükümden daha hafif olan hükme intikal edilmesi açısından olmaktadır. Burada
zor hükmün delilinin kısmen mamulün bih olması diye kayıtladık; çünkü ruhsatı
işlemesi istenilen kimseye göre mamulün bih olmamaktadır. Bilindiği üzere
usûlcüler ruhsat için, aynı şahıs hakkında özür sırasında o şeyle amel etme
yükümlülüğünün bekâsını şart koşmaktadırlar. Aksi takdirde ruhsat olmaktan
çıkarak azimet halini alır. el-Ebherî şöyle der: Özrün ortaya çıkması sırasında
kişi mükellef olmadığı zaman, o kişi hakkında ruhsattan söz etmek mümkün
değildir. Çünkü ruhsat ancak teklîfî hükümler hakkında söz konusu olur ve
ruhsat için yükümlülüğün mevcudiyeti şarttır. Küfür kelimesinin söylenmesinin
haram olmaması durumunda ruhsattan söz edilmez. Çünkü ikrah (tehdîd, zorlama) yükümlülüğü ortadan
kaldırır. Aynı şey Ramazan'da oruç bozma, başkasının malını telef etme için
yapılını zorlamalar için de söylenebilir. Bunların zorlama sonucunda huruın
olmaması, onların ruhsat olmadıklarını gösterir. Çünkü o şahsu nİNbetlo hanım
kılıcı delîl bakî değildir. Şu halde ruhsatın olabilmesi için, bi/.zııl o
şjıiIihu ııisbetle zor olan hükmün delîlinin mamulün bih olarak geçerli ve
devamlı olması gerekmektedir. Bu izahtan sonra müellifin delîli daha iyi
anlaşılacaktır..
[68] Abdullah b. Muhammed b. Ebî Bekr anlatır: Hz. Âişe'nin
yanında idik. Ortaya yemek geldi. Kasım b. Muhammed namaz kılmak için kalktı.
Bunun üzerine Hz. Âişe: "Rasûlullah'dan (as) işittim, şöyle buyuruyordu:
"Ortada yemek varken, keza sıkışık vaziyette iken namaz yoktur."
(bkz. Müslim, Mesâcid 67; Ahmed, 6/43; Beyhakî, 3/73...)
[69] Gasbedilen arazîde namaz kılmak gibi. Burada iki yön
bulunmaktadır ve bunlardan biri üzerine azîmet ve talep, diğer yönüne de ruhsat
hükmü taalluk etmektedir. Nitekim zikredilen bu meselelerde hem namazın kılınması
talebi hem de bu hal ve yerlerde kıhnmaması isteği olmak üzere farklı açılardan
birbirine zıt iki talep bulunmaktadır. Cihetler farklı olduğu için bu bir
tenakuz teşkil etmemektedir. Bu misallerden amaç konunun zihne
yaklaştırılmasıdır.
[70] Bu netice birinci cevaba göre açıktır. İkincisine göre
ise, burada açıklanan şey sadece ruhsat verme cihetinin talep cihetinden
farklı olduğudur. Ama bu durumda ruhsatın mübâh olması hususu ise daha önce
verilen bilgilere itimad edilerek burada tekrar açıklanmamıştır.
[71] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/315-320
[72] Bakara, 2/173.
[73] Bakara, 2/184.
[74] Müellifin bu sözü de açık değildir. Çünkü konu
Allah'ın yapmak vb da terketmek suretiyle muhayyerliğe delâlet edecek bir lafız
zikretmediftiyle ilgilidir. Dolayısıyla böyle bir yerde emir ya da nehiy
lafızlarının getirilmesinin bir mânâsı yoktur.
[75] Nisa, 4/101.
[76] Tâvûs ve Dahhâk'e nisbet edilen görüşe göre
kısaltmaktan maksat namazın halleri ile ilgilidir: îmâ, teşbihlerin
hafifletilmesi, hangi yönde ise o tarafa doğru kılması gibi. Bu takdirde âyetteki "kâfirlerin size bir fenalık
yapmasından korkarsanız" şartı zahiri üzere kalacaktır. Ancak bu takdirde
dahi bir ruhsat söz konusudur. Bu haliyle müellifin bu görüşe göre diye
kayıtlamasının sebebi anlaşılamamıştır.
[77] Nahl, 16/106.
[78] Muvatta, Kelâm 15. Kişinin kuriHinu nisbetle vaadini
yerine getiremeyeceğini bile bile söz vermesi bir ruhsat olmaktadır.
[79] Mubahla ilgili bahisler sırasında küfür kelimesinin
söylenmeyip metanet gösterilmesinin mendûb olduğu geçmişti. Müellifin
"diğerlerinin durumu da aynıdır" sözü üzerinde durmak gerekmektedir.
Çünkü çoğunluk hatta bütün âlimlere göre
diğer ruhsatların da işlenmeyerek azîmet hükmünde ısrar edilmesinin
daha üstün olmasını gerektirecek bir netice ne kadar doğru olabilir? Mesela Ebû
Hanife yolculuk sırasında namazın kısaltılmasının vâcib olduğu görüşündedir ve
buna ıskat ruhsatı (düşürücü ruhsat) adı vermekte ve sefer halinde iken
namazların tam olarak kılınmasının sahîh olmayacağını ifâde etmektedir. İmam
Şafiî, yol iki merhaleden daha uzaksa, oruç tutmamak ve namazı kısaltmak tutmak ve tamamlamaktan daha üstündür
görüşündedir. Kadı Iyâz da şöyle der: Namazı yolculuk sebebiyle kısaltmanın
sünnet olduğu meşhurdur. İmâm Mâlik'in mezhebinde ve çoğu tâbilerine, keza
selef ve haleften pek çok âlime göre bu böyledir. Mâlikîler yolcu için öğle ve
ikindiyle, akşam ve yatsıyı cem' etmesi ruhsatının muhayyer kılma mânâsında
caiz olduğunu beyan etmişlerdir. Bunlarla birlikte müellifin sözünü mukayese
ediniz.
[80] Bakara, 2/223.
[81] Bakara, 2/35.
[82] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/320-323
[83] Buhârî, Savm 32; Müslim, Sıyâm 92; Ahmed, 4/299 ...
[84] Buhârî, Ezan 42; Müslim, Mesâcid 64-66.
[85] Çünkü bu haliyle namaza durduğunda namazın hakkını
veremeyecek, zihni meşgul bulunacaktır. Dolayınylu namazı lâyık-ı veçhile îfâ
edemeyecektir.
[86] Acziyetin kişinin tabiatından kaynaklanması durumunda
bu böyledir. Ancak acziyet, verdiği örneklerde olduğu gibi şer'î olması
durumunda ise, ibâdetin aslını değil de kemâl vasfını ortadan kaldıracaktır.
[87] Daha önce geçen deliller izin konusunda değil günahın
kaldırılmış olduğu konusunda açıktır, bkz. Dördüncü meselenin sonu.
[88] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/323-325
[89] Ruhsatın günahın kaldırılması anlamında alındığında,
zahir odur ki ağır basan taraf azîmet hükmün işlenmesi olacaktır. Daha önce
"Mübâh" bahsinin dördüncü meselesinin sonunda şöyle denilmişti:
"Hakkında "Bir günah yoktur.' tabiri kullanılan mubah ise, hemen
hemen yerilen arzu ve hevese uyma kabilinden olmaktadır. Dikkat edilirse,
bunlar küllî nehiy talebi konusundaki Şâri'in kasdma genelde zıtlık göstermektedir."
Bu ifâdeden de azîmet tarafının ağır basacağı anlaşılmaktadır. Ancak bu durumda
ruhsat —namazların cem edilerek kılınması örneğinde olduğu gibi— hükmün
işlenmesine yönelik özel bir talebin bulunmaması gerekmektedir.
[90] Müellif, ruhsatın "günahın kaldırılmış
olması" anlamına yorulması taraftarı olup, muhayyerlik anlamı verilmesine
taraf değildir ve ruhsatın mü-bahhğından maksadın "günahın kaldırılmış
olduğu" demek olduğuna dair deliller getirir ve "muhayyerlik"
anlamı da kasdedilmiş olabileceğine dair delîl getirmez. Bununla birlikte
altıncı ve yedinci meselelerde zikredeceği teferruatı muhayyerlik anlamı
üzerine bina eder. Geriye ruhsattan maksadın muhayyerlik olduğu varsayımından
sonra, acaba tercihten maksat nedir? noktası kalmaktadır. Acaba tercihten
maksat Sâri' nazarında daha sevimli ve işlenmesi durumunda sevap görüleceği
anlamı mıdır? Buna azîmet hükmü alıntının tercihi ilü ilgili delilleri
sırasında "Azimetle amel edilmesi durumundu Allah'ın ınedhi söz konusudur ve emri bil maruf
mâlî zarara maruz
bırtıksıı bili! müstahab olmaktadır__" gibi ifâdelerinde
delâlet bulunmaktadır. Durum böyle olunca, burada muhayyerliğin bulunması
nasıl söz komutu olabilir? Mübâh bahsinin birinci meselesinde, Sâri' nazarında
mübAlım yııpılınuBi ile terki arasında bir fark bulunmadığının yedi delili
geçmişti Müellif orada delillere itiraz
edilen noktaları reddetmiş ve mübAhın fiili vo terki arasında bir farkın
olmadığını ortaya koymuştu. O takdirdi1 bıırnılııkı "torcîhten"
Şâri'ce sevimli, onun tarafından istenilen ve huvmi) vurilmı şı«y mânâsı
dışında başka bir şeyi kasdet-miş olması gerekmnktodlr TtnvSlıiıı bundan başka
Şâri'ce anlamı ne olabilir ki, o anlamı üaerlıitt hnmltJ<lllmiij olsun ve
müellifin buradaki sözüyle "Mübâh" bahsindeki »Osu ııımhıımIıı bir
terslik bulunmasın. Belki şöyle denilebilir: Buradaki münllilln turoth
«özünden kasdı "sadece ihtiyatlı davranmaktır; istersu Sâri' kul ınıttı
lııvimli ve sevaba nail kılıcı bir şey derecesine ulaşmış olmasın" anlamı
olabilir. "Bu tercîh ve ihtiyat mahallidir." şeklindeki sözü de buna
işaret etmiş olur. Ancak bu kez de getirilen deliller hakkında söz etmek
gerekecektir. Bizzat kendisi de yedinci meselenin sonunda birinci fasıldan
önce şöyle demektedir: "Azimet hükmü alma konusundaki evleviyet bazan mendûb
anlamında olur, bazan da vücûb anlamında bulunur. Bu arzettiğimiz noktaların
birlikte değerlendirilmesi ve müellifin sözleri arasını telif etme için bu
notun arzına ihtiyaç duyulmuştur.
[91] Âl-i İmrân, 3/173.
[92] Ahzâb, 33/10.
[93] Ahzâb, 33/23.
[94] Olay özetle şöyle cereyan eder: Hz. Peygamber (as)
Uyeyne b. Hms ve be-raberindekilere, Medine'yi terketmeleri ve Kureyş
ordusundan ayrılmaları karşılığında Medine hurmalarının üçte birini vermeyi
teklif etmişti. İki Sa'd (Sa'd b. Ubâde ve Sa'd b. Muâz) Hz. Peygamber'i bundan
alıkoydular ve: "Biz ve onlar müşrik iken, onlar böyle bir şeye tamah
edememişlerdi. Ancak satın alır ya da misafirlik neticesinde bizim
hurmalarımızdan yiyebilirlerdi. Şimdi Allah bize İslâmla ikram ettikten, bizi
seninle ve Is-lâmla aziz kıldıktan sonra mı, mallarımızı onlara verecekmişiz?
Bizim böyle bir tedbire ihtiyacımız yoktur. Vallahi onlara biz birşey vermeyiz.
Aramızda Allah hükmünü verinceye kadar kılıçtan başka birşey olamaz."
dediler. Hz. Peygamber de (as) bunu olumlu karşıladı, (bkz. İbn Hişâm, Siyer,
3/234).
[95] Hz. Peygamber'in vefatından sonra Arap yarımadasında,
Kureyş, Sakîf ve Ensâr hariç, İslam ahkâmına boyun eğen hiçbir kabile
kalmamıştı. Fitne baştan başa her yeri tutmuştu. Kabileler Medine'ye yakın bir
yerde toplanmışlar ve elçilerini Hz. Ebû Bekir'e göndererek namaz kılacaklarını,
fakat zekat vermeyeceklerini belirtmişlerdi. Zekatı bir nevi angarya telakki
ediyorlar ve izzetleriyle bağdaştıramıyorlardı. Erkek ve kadın olmak üzere
birçok türedi peygamber çıkmıştı. Onlarla birlikte îmânın letafetini kalbinde
duymayan pek çok kimse de irtidat etmişlerdi. O sırada İslam ordusu Üsâme
komutasında Suriye bölgesinde bulunuyordu. İşte böyle bir ortamda, ashâb bütün
Arap yarımadası sakinleriyle savaşa girmenin hiç bir fayda getirmeyeceğinde
hemen hemen aynı fikirdeydiler. Zekat vermek istemeyenlere şimdilik ses
çıkarılmamasında zaruret görüyorlardı. İslamm henüz beşiğinde iken ortadan
kaldırılması gibi bir tehlikeyi sezdikleri için böyle bir ortamda, bütün
Araplarla savaşa girmeyi terk ruhsatını almak ve ruhsat hükümle amel etmek
görüşünde idiler. Ancak Hz. EbûBekir bu ruhsat görüşe asla yanaşmadı, onlarla
mücâdele etti, onları ikna etti ve neticede ashab onun görüşüne (azîmet hükme,
cihada) döndüler. Sonra olan oldu ve bütün Arap yarımadası tekrar İslam'a
döndü. Yalancı peygamberler ortadan kaldırıldı. Böylece bu misalde de, ruhsatı
gerektiren sebebin bulunmasına rağmen azîmet hükmü tercihte bulunmanın
üstünlüğü de ortaya çıkmaktadır.
[96] bkz. Nahl, 16/106.
[97] Benzeri bir rivayet için bkz. Ebû Dâvûd, Zekat 27
(2/1217). H/,. Ömer (Peygamberimizin kendisine birşey vermesi sırasında) 'Ya
Rasülallahl 'Sizden biriniz için daha hayırlı olanı, hiçbir kimseden bir şey
istememesidir.' buyurmuştunuz," demişti. Efendimiz de: "O senin
istemen halindedir. Allah'ın istemeden sana vermiş olduğu şey ise, Allah'ın
verdiği bir rı-zıhtır." buyurmuşlardır. Taberî ve Ebû Yala rivayet
etmişlerdi. Senedinde bir beis yoktur.
[98] Yani bu bir ruhsat olacaktı. Ancak onlar ruhsatla amel
etmemişlerdir. Bu da ancak azimetle amel etmenin daha üstün ve evlâ oluşundan
dolayı olmaktadır.
[99] Üçünün de genel özür beyan etme imkanları vardı. Zira
sefer sıcak bir dönemde yapılmıştı, yol çok uzundu, mevsim hasat mevsimiydi.
Ayrıca husûsî özürlerinin bulunmasına ihtiyaç yoktu. Ka'b, kendisine son derece
münazara yeteneğinin verildiğini söylerdi. Aynı zamanda doğru da söyleyerek
gayet güzel bir şekilde mazeret belirtebilirdi. Hilâl b. Umeyye yaşlı
birisiydi. Onun husıİHÎ özrü de aynı şekilde makbuldü. Nitekim seksen küsur
kadar kişi ma/.orol belirtmiş ve Hz. Peygamber hepsinin de özürlerini kabul
etmiş ve hııklıımıdu Allah'tan mağfiret dilemişti. Bütün bunların münafık
olduklıırı hhI>İI dııftildir. Bununla birlikte bu üç sahabî mazeret bulma
(ruhsat) yolunu |{itınoycrck doğru sözlülüğün meşakkat ve sıkıntılarına
(azimdin) K<>ğüN gtırdilnr. Kendilerine yeryüzünün dar geldiği bu büyük
sıkıntı vo bolny» tam nlli gün dayandılar; ağladılar, münâcâtta bulundular.
Sonundu Allah onların tövbelerini kabul etti ve onları doğrulardan diye
niteledi.
[100] bkz. Tevbe, 9/118. Buhârt, Tuftîr B/18; Müslim, Eymân
24.
[101] Zümer, 39/10.
[102] Âl-i İmrân, 3/186.
[103] Ahkâf, 46/34.
[104] Şûra, 42/43.
[105] Bakara, 2/284.
[106] Bu âyetlerin nâsih olması durumunda ruhsattan
bahsetmek mümkün değildir. Aynı şekilde bir önceki âyetin mensûh değil de
muhkem olduğu ve mânâsının "Kibir, hased, hakkı saklamak... gibi kötü
hasletleri açığa vursanız da ..." şeklinde düşünülmesi durumunda da
ruhsattan söz etmek mümkün değildir. Ruhsatın söz konusu olabilmesi için zor
hükmün ruhsat halinde dahi mamulün bih olması ve meşakkat bulunması durumunda
işlenmesi halinde günahın kaldırılmış olması gerekmektedir. Bu şartlar da
burada mevcut değildir. Dolayısıyla bu örneğin burada zikri uygun
gözükmemektedir.
[107] Bilindiği gibi vefat haberiyle birlikte etraftaki
kabileler irtidat etmişler ve Medine'nin etrafında toplanmışlardı. Durumları
gerçekten ciddî idi. Böyle bir vakitte en iyi savaşçıların, en iyi görüş
sahiplerinin içerisinde bulunduğu bu orduyu Hz. Ebû Bekir tutmamış ve Hz.Peyga ber'in
amacının gerçekleşmesi için emir vermişti. Gerçi böyle bir ortamda orduyu
tutması bir ruh anttı, l'ukııl o azimetle amel etmeyi yeğlemişti. Netice de
hayırlı oldu. Nitekim bilindiği gibi sahabeler, Hz. Peygamberin vefatı
sonrasında eğer ebu bekir gibi biriyle Allah kendilerine lutfetme-miş olsaydı,
nerdoyMs holıık olucuklarını belirtmişlerdir
[108] Bakara, 2/173.
[109] Bakara, 2/185.
[110] Ahmed, 2/108.
[111] Mülk, 67/2.
[112] Ankebût, 29/1-3.
[113] Âl-i İmrân, 3/186.
[114] Muhammed, 47/32.
[115] Âl-i İmrân, 3/141.
[116] Bakara, 2/155.
[117] Buhârî, Zekât 5; Müslim, Zekât 124.
[118] Enfâl, 8/66.
[119] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/325-336
[120] Enfâl.8/68.
[121] Bu bir yoruma göre böyledir ve Rûhul-meânTde bu
mânânın bir te-kellüf (zorlama) olduğu söylenmiştir.
[122] Şûra, 42/30.
[123] Tevbe, 9/49.
[124] Tevbe, 9/81.
[125] Tevbe, 9/91 vd.
[126] Tevbe, 9/41.
[127] Tevbe, 9/39.
[128] Ahmed, 2/108.
[129] Buhârî, Savm 32; Müslim, Sıyâm 92; Ahmed, 4/299.
[130] Bakara, 2/185.
[131] Nisa, 4/28.
[132] Burada daha (İnce göçen nztmetlt) amel etmenin daha
uygun olacağını desteklemek için getirilen altı iîîah şekline karşı olmak üzere
burada da altı izah şekli gutirilücektir,
[133] Çünkü bu katinin kat’i İla Unutul olmaktadır. Çünkü
ruhsatın gelişi de aynı şekilde kesin bulunmaktadır.
[134] Hac, 22/78.
[135] Bakara, 2/185
[136] Nisa, 4/28.
[137] Ahzâb, 33/38.
[138] A'râf, 7/157.
[139] Sâd, 38/86.
[140] Bakara, 2/185
[141] Âlûsî, 1/238.
[142] Müslim, İlim 7; Ebû Dâvûd, Sünne 5; Ahmed, 3/316.
[143] Buhârî, Nikâh, 1. Hz. Peygamber kendisinin yaptığı
ibâdetleri azımsayıp, kendilerinin şöyle şöyle yapacaklarını ifâde eden bu kimselere şöyle demişti: "Dikkat ediniz! Allah'a
and olsun ki, içinizde Allah'tan en çok korkanınız ve ona en çok saygı
duyanınız benim. Fakat ben bazen oruç tutarım bazen de tutmam. Geceyi kısmen
namazla kısmen de uyuyarak geçiririm ve kadınlarla evlenirim. Benim
sünnetimden yüz çeviren benden değildir."
[144] A'râf7/157.
[145] . Tenhada
bulunduğu /.uman diye ayrıca zikretmiştir. Çünkü eğer Hz. Pey-gamber'in (as)
ruhaııltan istifâdeleri hep insanlar içerisinde olsaydı, o takdirde Hz.
Peygamber bunlun teşrî için böyle yapmıştır; dolayısıyla bunda azimetin
ruhsattan duha üstün olmadığına bir delîl yoktur denilebilirdi.
[146] Nihâye, 1/241.
[147] Buhârî, Savm 37; Müıılim, Sıyâm 95-100; Ahmed, 3/12.
[148] Hucurât, 49/7.
[149] Mâide, 5/87.
[150] Müslim, Sıyâm, 177.
[151] Buhârî, Menâkıb 23; Müslim, Pedâil 77 , 78; Ebû Dâvûd,
Edeb 4 ...
[152] iftar edilmeksizin ertesi günün orucuna niyet etmek
suretiyle tutulan oruç. (Ç)
[153] Buhârî, Savm 49; Müslim, Sıyâm 67.
[154] Buhârî, Temennî 9; Müslim, Sıyâm 59, 60; Ahmed, 3/124.
[155] Buhârî, Savm 55; Müslim, Sıyâm 182.
[156] Müslim, Sıyâm 177.
[157] Buhârî, Edeb 74; MüNİİm, Halat 178; Ebû Dâvûd, Salât
124.
[158] Buhârî, Teheecüd İH; Müilim, Müsâfırîn 219; Neseî,
Kıyâmu'1-leyl 17; tbn Mâce, İkâme 184.
[159] Buhârî, Savm 32; Müilim, Sıyftm 92; Ahmed, 4/299.
[160] Yani hikmet mevcut değilse.
[161] Yani eğer mazinne sefer gibi munzabıt ise, durum
açıktır. Eğer munzabıt değilse, meşakkatten ibaret olan illet de munzabıt
olmayacaktır. Mesela hastalık gibi. Bu durumda her iki yola göre de vâcib olan
ihtiyatlı davranmaktır.
[162] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/336-349
[163] Misal: Sâri' koca için, zevcenin tahammül edilemez
olması durumunda onu bir talakla boşamak suretiyle kendisinden kurtulabilme ve
böylece kadını terbiye etme yolunu açmıştır. Bunun neticesinde eğer koca kadının
tevbe ettiğini, pişman olduğunu, halini düzelttiğini görürse kendi çıkarlarını
da korumak üzere kadına müracaatta bulunur. Eğer kocanın kadın yüzünden
sıkıntıları ikinci defa kendisini gösterirse koca ikinci defa boşamak
suretiyle çıkış yolu arayabilir. ... Ama böyle yapmaz da üç talak hakkını
birden kullanır ve baştan kadını üç talakla boşarsa, şeriatın kendisi için
çizmiş olduğu şekle muhalefet etmiş ve çıkış yolunu kendi eliyle tıkamış olur.
DolnyiHiylıı pişman olması durumunda tekrar birleşme gibi bir imkanı ortııdıın
kaldırmış ve kendi durumunu kendi eliyle zorlaştırmış olur. ileride pük çok
misal gelecektir
[164] Talâk, 65/2.
[165] Talâk, 65/2.
[166] . Talâk, 65/2.
[167] Nisa, 4/5.
[168] Bakara, 2/282.
[169] Talâk, 65/2.
[170] Âl-i İmrân, 3/54.
[171] Bakara, 2/15.
[172] Bakara, 2/9.
[173] Talak, 65/1.
[174] Feth, 48/10.
[175] Fussılet, 41/46.
[176] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/349-354
[177] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/354
[178] Bakara, 2/282.
[179] Talak, 65/2.
[180] Hac, 22/78.
[181] Bakara, 2/185.
[182] Rûm, 30/21.
[183] A'râf ,7/189.
[184] Hac, 22/78.
[185] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/354-356
[186] Akıllı olma şartının burada zikredilmesi pek yerinde
gözükmemektedir. Çünkü bizim buradaki konumuz, bulundukları zaman azîmet,
bulunmadıkları zaman ise ruhsat hükümlerin söz konusu oldukları durumlardır.
Akü ise bunlardan değildir. Çünkü akıl mutlak yükümlülüğün şartı olmaktadır.
Bu yüzdendir ki, müellif daha sonra diğerlerinin mukabilini sayarken aklın
mukabili olacak şeyi zikretmemiştir
[187] Terğîb ve Terhib'de rivayet edilen uzunca bir hadiste
şöyle denilmektedir: Isrâfîl Hz. Peygamber'e (as): "Allah senin sözlerini
işitti ve beni yeryüzünün hazinelerinin anahtarlarıyla sana gönderdi.
Keza benim sana Tihâme dağlarını zümrüd
, yakut , altın ve gümüş haline çevirip seninle birlikte yürütmemi arzetmemi de
emretti. Dilersen melik peygamber, dilersen kul peygamber olmayı tercih
edebilirsin." dedi. Cibril tevazu göstermesini işaret etti. O da üç defa:
"Bilakis kul peygamber olmayı tercih ederim." dedi. Hadisi Taberânî
hasen bir isnadla rivayet etmiştir. Ayrıca Beyhakî Ztthd'de rivayette
bulunmuştur.
[188] Hadiste: "(Bana Rabbim tarafından) Mekke vadisi
doluşunca altın kılınması arzedildi. Ben: Yo Rabbi! Bir gün doyar, bir gün aç
kalırım. Aç kaldığım zaman sana yakarışta bulunurum, seni zikrederim; doyduğum
zaman ise sana şükür ve hamd ederim.' dedim. (Kabul etmedim.)" denilmiştir.
Tirmizî, Zühd 35; Ahmed, 5/254.
[189] Mesela Hudeybiye'de çok sıkıntı duydukları bir anda
parmaklarından su kaynaması gibi. Bunlardan amaç asla nefsin bir haz duyması
değildi; bilakis sahabenin içerisinde bulundukları sıkıntıları
azaltmak, onların imanlarını
takviye etmek oluyordu.
[190] bkz. Buhârî, Tefsîr 33/7; Müslim, Radâ 49-50; Ahmed, 6/134
[191] bkz. Bakara, 2/260.
[192] bkz. Buhârî, Tefsir 18/2, 4; Tirmizî, Tefsir 18/1.
[193] îstidrâc: Allah'ın kişiyi azab ve helake yaklaştırması
için kendisine harikuladelikler vermesi.(Ç)
[194] Risâle'sinin "Evliyanın kerametleri"
bahsinde.
[195] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/357-363