ŞERÎAT,
GEREĞİYLE YÜKÜMLÜ TUTULMAK ÎÇÎN KONULMUŞTUR
Bu konu on iki mesele
içerisinde işlenecektir:
Usûl ilminde ortaya
konulduğu üzere, teklifin şartı ya da sebebi» yükümlü tutulan şeyin kudret
dahilinde bulunmasıdır. Mükellefin kudreti dahilinde bulunmayan bir şeyle
yükümlü tutmak, ak-len caiz olsa bile[1]
şer'an sahih değildir. Bu konunun burada açıklanmasına gerek duymuyoruz. Çünkü
bu vazifeyi usûlcüler üstlenmişler ve usûl kitaplarında açıklamışlardır. Biz
burada usûlcülerin açıklamaları üzerine bazı hükümler bina edeceğiz.
Eğer ilk bakışta Sâri'
Teâlâ'nın kulun kudreti dahilinde bulunmayan şeyleri emrettiği sanılacak
durumlarla karşılaşılırsa, yapılacak şey onun üzerinde düşünmek, asıl talebin
ilk bakışta istenilen şey gibi gözüken şeyin Öncesi ya da sonrası ile veyahutta
beraberinde bulunan başka bir şeyle ilgili olup olmadığını araştırmaktır.
Meselâ, iıoaı Allah Teâlâ'nın:"Müslüman olmadıkça sakın ölmeyin"[2]
buyruğu île, Hz. Peygamberin Allah'ın öldürülen kulu ol; Allah'ın katil kulu.
olma[3]
"Zâlim halde iken ölme" gibi hadislerini Örnek olarak alalım. Bu gibi
ifadelerden maksat, sadece kudret dahilinde olan hususlardır. Bunlar,
verdiğimiz örneklerde, müslüman olmak, zulmü terketmek, başkalarını öldürmekten
geri durmak ve Allah'ın emrine teslim olmaktır. Bu türden gelen diğer nasslar
da aynı şekilde anlaşılacaktır. Uhud gününde kendisini Hz. Peygamber'e siper yapan
Ebu Talha, Hz. Peygamber'in insanları görmek için başını uzatması üzerine ona:
"Bakma yâ Rasûlallah! Sana isabet etmesinler..." demişti.[4]Ebu
Talha'nın "Sana isabet etmesinler" sözü de bu türdendir.[5] [6]
Bu durumda, yemek ve
içmeye karşı duyulan şehvet gibi, insan tabiatında mevcut bulunan özelliklerin
ortadan kaldırılması, insanda cibillî olan karakterlerin izâlesi istenilemez.
Çünkü böyle bir şeyin istenilmesi takat üstü
yükümlülük olur. Aynı şekilde bünyede bulunan çirkin organların
güzelleştirilmesi, noksan olanlarının tamamlanması da istenilemez. Çünkü
bunlar da takat üstü yükümlülük demektir. Böyle bir şeyin Şâri'ce ne
emredilmesi ne de yasaklanması mümkün değildir. Ancak nefsin helal olmayan
şeylere meylini Önlemek ve helâl olan şeylerden de mutedil bir şekilde istifadesini
sağlamak için boyunduruk altına alınması istenir. Bu talep, söz-konusu
özellikler (şehvet gibi istekler ve cibillî bulunan diğer özellikler)
cihetinden ortaya çıkan fiillere yöneliktir ve bu fiiller kulun kesbi
dahilindedir. [7]
Eğer, insanın
yaratılış özelliklerine benzer bazı vasıfların bulunduğu delil ile sabit
olursa, bunların hükmü de aynen bir Öncekilerin hükmü gibi olur.
Yaratılış Özellikleri
iki türlüdür:
(a) Daha önce geçen kısımda olduğu gibi müşâhade
edilebilen, duyularla hissedilebilen türden olur.
(b) Hakkında bir delil bulunmadıkça gizli olur. Mesela
aceleciliği ele alalım. Kur'ân'ın "İnsan aceleci olarak yaratılmıştır"[8]
şeklindeki zahir ifadesine göre, bu insanın yaratılış özelliklerinden biri
olmaktadır. Sahih'te de şöyle buyrulur: "Şeytan, Âdem'in (ne olduğunu
anlamak için etrafında dolaştı ve onun) içinin kof olduğunu görünce bildi ki,
o kendine mâlik olamayacak bir şekilde yaratılmıştır"[9]Şecaat
ve korkaklığın insanın bir tabiatı olduğu[10]
kalplerin, kendisine iyilik yapan kimselere sevgi, kötülük yapanlara da kin
duymaya meyyal olarak yaratıldığı[11]
hadis olarak rivayet edilmiştir. Bu türden daha başka örnekler de vardır.
İnsanın tabiatından olan özellikler arasında Öfke hali de zikredilmiştir.
Halbuki Öfke, zâhidlere göre helak edici şeylerden biridir. Yine hadiste:
"Hıyanet ve yalan hariç her huy, mü'minin yaratılış özelliği
olabilir"[12] denilmiştir.
Hal böyle olunca,
açıkça insana yönelik talepleri üç kısımda değerlendirmek gerekecektir:
a) Kesinlikle insanın kesbi (kudreti) dahilinde bulunmayan
talepler:Bu tür talepler çok azdır. Mese\â, "Müslüman olmadık-[iıoı ça
sakın ölmeyin" [13] âyeti
gibi. Bu kısmın hükmü; asıl talebin, zahirde ' istenilen şeyle ilgili bulunan
bir hususa yönelik olmasıdır.
b) Kesinlikle kulun kesbi (kudreti) dahilinde bulunan talepler:
Bunlar, kesb dahilinde bulunan ve kendileriyle yükümlü tutulan fiillerin büyük
çoğunluğunu teşkil ederler. Bu tür fiillere yönelik talepler hakikat
anlamındadırlar ve ister kendilerinde bulunan özelliklerden dolayı istenmiş
olsunlar, ister başka bir şey sebebiyle talep edilmiş olsunlar, neticede fark
yoktur ve bunlarlayükümlü tutmak sahihtir; bunların istenildiği şekilde yerine
getirilmesi gerekir.
c) Hangi kısımdan olduğu konusunda durumu açıklık kazanmayanlar:
Sevgi, kin vb. gibi. Araştırıcının bunların hakikatini incelemesi ve üzerinde
düşünmesi gerekmektedir. Bu inceleme sonunda, yukarıdaki iki kısımdan
hangisine girdiği neticesine ulaşırsa, ona o kısmın hükmünü verir. Sevgi, kin,
korkaklık, cesaret, öfke, korku vb. gibi konularda ilk akla gelen, bunların
zorunlu olarak insan tabiatında mevcut bulunduklarıdır. Bu da:
(a) Ya. aslî yaratılış sebebiyle olmuştur. O zaman
bunlara yönelik talep, bizzat kendilerine değil de bunlarla ilgili olan şeylere
yönelik olacaktır. Çünkü, mutlaka insanın yaratılıştan olan özelliklerinden
kaynaklanan, onlara tâbi durumda olan kesbî (iradî) fiilleri bulunur. Talep işte
bu fiillerle ilgili olur; bu fiillerin kaynaklandığı yaratılışla ilgili
Özelliklere yönelik olmaz. Nitekim kudret ve acziyet de talep altına girmez.
(b) Yahut da bunların (sevgi, kin gibi), başka motifleri
olur ve bunlar onlardan dolayı harekete geçer. Bu da (talep edilen şeyin
dışında) başka fiillerin bulunmasını gerektirir. Eğer bu durumda onları
harekete geçiren motif, varlık bakımından öncelik arzeden ve kulun kesbi
dahilinde olan bir şey ise, talep işte bu motife yönelik olur. Meselâ,
"Hediyeleşin ki se-vişesiniz"[14]
hadisinde olduğu gibi. Bu durumda, "Üzerinize nimetlerini bolca verdiği
için Allah'ı seviniz"[15]
hadisindeki gibi taleplerden maksat, kulun Allah'ın kendi üzerindeki nimetlerinin
çokluğunu, ona yaptığı iyiliklerin sayısızlığını düşünmesini sağlamaktır.
Şehvetin yasaklanması
da, helâl olmayan şeylere iten bakmak vb. gibi motiflere yönelik olur; bizzat
şehvetin kendisi yasaklanmış olmaz. Eğer bu gibi duyguları harekete geçiren
motif, kulun kesbi dahilinde bulunmuyorsa, o takdirde bunlarla ilgili gelen
talep, bunların neticelerine yönelik olur.[16]Meselâ,
bakmanın cinsî ilişki şehvetini körüklediği gibi, öfke de intikam şehvetini
harekete geçirir. (Bu durumda "Kızma!" demek öfkenin sebebiyet
vereceği şeyleri yapma demek [ili]
olur.)
Fasıl:
İşte bu bakış
açısından hareketle, kibir, hased, dünya ve makam sevgisi ve bunlardan
kaynaklanan dil âfetlerini; Gazzâlî'nin "Helak Edici Şeyler" bahsinde
zikrettiği diğer şeyler gibi, içte bulunan özelliklerin tamamını ya da büyük
bir kısmını gerçek anlamda anlamak mümkün olacaktır. Pek çok hadis de buna
delâlet etmektedir. İlim, tefekkür, düşünce, yakın mertebesi, sevgi, korku,
recâ (ümitvarlık) ve benzeri bir amel neticesinde[17]
ortaya çıkan ve övgüye değer bulunan nitelikler de aynı şekilde bu yolla doğru
bir biçimde kavranacaktır. Kalbî olan fiillerin var edilmesi ya da yok edilmesi
insanın kudreti dahilinde değildir. Meselâ ilmi (bilgi) örnek alalım: İlim
sahibi olmak her ne kadar istenmekte ise de, onun elde edilmesi asla kulun
kudreti dahilinde değildir. Çünkü, öğrenmek isteyen kimse, öğrenmek istediği
şeye yöneldiği zaman, eğer o şey zorunlu olan şeylerden ise,[18]
zaten o (bilgi) mevcuttur ve ondan soyutlanmak mümkün değildir. Eğer öğrenilmek
istenen şey, zorunlu olan şeylerden değilse, bu kez onun elde edilmesi için
mutlaka bir ön düşüncede bulunulması gerekecektir. Mtikteseb olan[19] da
işte budur; bizzat ilmin kendisi değildir. Çünkü ön düşünceden sonra ilim
zorunlu olarak bulunur. Çünkü netice, mukaddimelerin ayrılmaz sonucudur.[20]
Burada müktesep olan, o şeyin üzerine düşünmek için yönelinmesidir ve
mükelleften istenilen sadece budur. Düşünce sonrasında doğan ilme gelince, ister
onun da, tahkik erbabının görüşlerinde olduğu gibi, diğer sebepler neticesinde
doğan müsebbepler gibi Allah'ın yaratması olduğunu kabul edelim, ister
etmeyelim netice farketmez herkes onun bizzat kesb dâhiline girmediği ve bir
kere var olduğu zaman onun izalesinin bir daha mümkün olmadığı konusunda görüş
birliği içerisindedirler. Batınî özellik arzeden diğer sıfatların da, üzerlerinde
iyice düşündüğümüzde aynı şekilde olduklarını göreceğiz. Bunların durumları bu
şekilde olunca, bizzat kendilerine yönelik tekliflerde bulunulması mümkün
olmayacaktır. Buna rağmen zahiren bunlara yönelik taleplerle karşılaşırsak, bu
taleplerin bu vasıfların önünde, sonunda ya da bitişiğinde bulunan durumlara
yönelik olduğunu anlamamız gerekecektir. Allah en iyisini bilir. [21]
İnsanın, kendi başına
celbetmeye ya da defetmeye güç yetireme-yeceği nitelikler iki türlüdür:
(a) İlim ve sevgi gibi bir fiil neticesinde meydana gelen
nitelikler. "Üzerinize nimetlerini bolca verdiği için Allah'ı
seviniz" lö hadisinde olduğu gibi.
(b) Bir fiil neticesinde meydana gelmiş olmayıp,
yaratılıştan (fıtrî, cibillî) olan nitelikler. Şecaat (cesaret), korkaklık,
Es.ec Abdulkays'da Hz. Peygamber'ce var olduğu söylenen hilim, teenni vb. gibi
nitelikler.
Birinci türden
olanlara karşılık, cezaya da mükâfatın bulunacağı kısmen de olsa
anlaşılmaktadır. Çünkü ilim ve sevgi gibi nitelikler, kulların kudreti
dahilinde olan (müktesep) fiillerden doğmaktadır. Hükümler bahsinde, bu tür
müktesep sebeplere bağlı müsebbeblere her ne kadar kulun kudreti ve kasdı
altına girmese de cezanın (iyi ya da kötü) gerekeceği belirtilmişti. Sevgi, kin
gibi özellikler de aynı şekilde müktesep olan sebeplere bağlıdırlar.
Dolayısıyla bunlardan kişi sorumlu olur.
İkinci kısma yani
yaratılıştan olan niteliklere gelince; bunlara iki açıdan bakmak gerekecektir:
(1) Sâri Teâlâ tarafından sevilen ve iyi karşılanan
şeyler olup olmamaları açısından.
(2) Üzerlerine sevap gerekip gerekmeyeceği açısından.
Birinci açıdan meseleye
baktığımızda, nasslarm zahirinin bunlara Şâri'in sevgi ya da buğzunun
bağlandığım göstermektedir. Örnekler: Hz. Peygamber Eşec Abdulkays'a:
"Sende iki özellik vardır ki, Allah onları sever: hilim ve teenni."[22] Bazı
rivayetlerde de, onun bu Özellikler üzerine yaratılmış olduğunu söyledi.[23] Bir
hadiste "şecaat ve korkaklığın insanın bir tabiatı olduğu" [24]belirtilmiş,
başka bir hadiste ise: "Allah, bir yılanı öldürmeye karşı da olsa şecaati
(cesa-
reti) sever"[25]
buyrulmuştur. Bir diğer hadiste de:
"Ruhlar toplu cemâatlerdir. Onlardan birbirleriyle tanışanlar
(uyuşanlar) birbirlerine kaynaşırlar, tanışmayanlar (birbirleriyle
uyuşmayanlar) da ayrılırlar. "[26]
Birbirleriyle sevişmenin ve birbirlerine buğz etmenin mâlî). Yaklaşık olarak
Tirmizî, Menâkıb, 31.
manâsı işte budur ve
bu kulun kudreti (kesbi) dahilinde değildir. Hadiste: "Benim uğrumda
sevişenlere, muhabbetim vacip olmuştur"[27]
buyrulmuştur. Ebu Hureyre'nin merfû olarak rivayet ettiği: "Güçlü mü'min,
zayıf mü'minden daha hayırlı ve Allah katında daha sevimlidir. (Bununla
beraber) her birinde hayır vardır"[28]
hadisi beden yönünden güçlü ve sağlam olan anlamına yorulmuştur; zaaf anlamına
yorulmamıştır.[29] Başka bir hadiste:
"Allah, üstün ahlâk prensiplerini sever, kötülerinden hoşlanmaz."[30] Bir
diğerinde "Hıyanet ve yalan hariç her huy, mü'minin yaratılış Özelliği
olabilir"[31] buyrulmuştur. Âyette de
yerme ve hoş karşılamama sadedinde olmak üzere: "însan aceleci olarak yaratılmıştır"[32]buyurulur.
Bu yüzdendir ki, aceleciliğin zıddı olan teennî sevilen bir Özellik olmaktadır.
İtiraz: Sevgi ve nefret (buğz} yaratılışla ilgili (cibillî,
fıtrî) olan bu özelliklerin bizzat kendisine değil de, bunların kendilerinden
ortaya çıktığı fiillere taalluk eder.
Cevap: Hayır, doğru değil. Çünkü böyle bir izah evvela,
delilsiz nassların zahirini terketmek olur. İkinci olarak, sevgi ya da buğzun
zâtlara taalluk etmesi sahihtir. Zatlar ise, fiillere sıfatlardan daha uzaktır.
Meselâ: "Allah, sevdiği ve onların da O'nu sevdiği bir millet
getirir"[33]âyetiyle, "Üzerinize
nimetlerini bolca verdiği için Allah'ı seviniz[34]"Allah
uğrunda sevmek[35] ve Allah uğrunda buğz
etmek imandandır"[36]hadislerinde
sevgi ve buğz, zâta bağlanmıştır.[37] Bu
gibi örneklerde geçen, sevgi ve buğzdan maksat, sadece fiillere karşı duyulan
sevgi ve buğzdur demek mümkün değildir. Aynı şekilde yaratılışla ilgili
(cibillî) sıfatlar hakkında da zahirde sevgi onlara yönelik olduğu zaman
bunlardan maksat fiillerdir demek doğru olmayacaktır.
Fasıl:
Sevgi ve buğzun
fiillere taalluk etmesi de sahihtir: "Allah, zulme uğrayan kimseden
başkasının, kötülüğü sözle bile açıklamasını sevmez[38]
"Ama Allak davranışlarını beğenmedi ve onları alıkoydu[39]
"Allah katında en çok buğz edilen helâl, talâktır[40] "Övülmeyi
Allah'tan ziyade seven kimse yoktur. Bundan dolayı O kendini
med-hetmiştir"[41]âyet
ve hadislerinde sevginin fiillere taalluk ettiği görülmektedir. Bunlara benzer
durumlar çoktur. ^Cesuru severim, korkaktan hoşlanmam" dediğimiz zaman,
burada sözkonusu olan sevgi ve hoşlanmama, cesurluk ve korkaklık niteliklerine
sahip bulunan zâta o niteliklerden dolayı olarak bağlı olmaktadır. Meselâ,
âyetlerde: "Allah iyilik yapanları sever[42]
"Allah sabredenleri sever[43]
"Allah şüphesiz daima tevbe edenleri sever, temizlenenleri de.sever[44]"Allah,
kendini beğenip öğünen hiç kimseyi şüphesiz sevmez[45]"Allah,
zâlimleri sevmez[46] buyuruhır. Hadiste
"Allah şişman âlime buğzeder"[47]denilmiştir.
Şu halde sevgi ve buğz, hem zât, hem sıfat ve hem de fiiller hakkında
mutlaktır. Sevgi ve buğzun bunlara nisbeti, onların zât, sıfat ya da fiil
oluşları açısından mâhiyetleri itibarıyla olmaktadır.
Konunun ikinci açıdan
ele alınması şöyle olacaktır: İnsanın sahip olmakla birlikte kudreti dahilinde
bulunmayan bu niteliklerinden dolayı sevap ve ceza gerekir mi, gerekmez mi?
Bu üç şekilde
düşünülebilir:
(a) Bu niteliklere sevap ya da ceza bağlanamaz.
(b) Her ikisi de birlikte bağlanır.
(c) Bunlardan sadece biri bağlanır, c
Bu sonuncusu, ilk iki
şıkkın bir neticesi durumunda olduğu için, onun incelenmesi ilk ikinin
incelenmesine bağlıdır.
Birinci şıkkı isbat
için iki yola başvurulur:
(1) İnsanın yaratılış özelliklerinden olan nitelikleri
teklif konusu olamaz; ne onların elde edilmelerine ne de izâle edilmelerine
yönelik bir yükümlülük gelemez. Çünkü böyle bir teklif takat üstü yükümlülük
olur. Yükümlülük altına girmeyen bir şeyden dolayı da ne sevap ne de ceza
gerekmez. Zira sevap ve azap şer'an yükümlü olmaya bağlıdır Dolayısıyla sözü
edilen yaratılışla ilgili niteliklerden dolayı ne sevap vardır ne de az ab.
(2) Bu niteliklere gerekecek sevap ya da azab; bunlar ya
birer nitelik olmaları hasebiyle bizzat kendilerinden ötürü olacaktır; ya da
bunların bağlandıkları şeyler (taalluk) dolayısıyla olacaktır[48] Eğer
bizzat kendilerinden ötürü ise, o takdirde bu tür bütün niteliklerden dolayı
sevap gerekecektir. Bu niteliklerin şer'an iyi karşılanması ya da hoş
bulunmaması neticeyi değiştirmeyecektir. Keza bu niteliklere aynı anda azap da
gerekecektir. Çünkü bir şey için gerekli olan onun benzeri (misli) için de
gerekli olacaktır. Bu durumda aynı nitelik üzerinde aynı cihetten iki zıddın
bir araya gelmesi gibi bir netice doğacaktır ki bu muhaldir.
Eğer taalluk ettikleri
şeyler dolayısıyla olacaktır denilirse, o zaman sevap ve azap bu niteliklerin
taalluk ettikleri şeylereki bunlar fiiller ve terkler olmaktadır olacak, bizzat
yaratılışla ilgili nitelikler dolayısıyla olmayacaktır. Neticede her iki
takdire göre de, bizzat kendilerinden dolayı yaratılış özelliklerine ne sevap
ne de azap gerekmeyeceği ortaya çıkmaktadır. Varılmak istenen sonuç da budur.
İkinci şık için de iki
açıdan delil getirilebilir:
(1)
Sözü edilen
niteliklere sevgi ve buğz bağlandığını biliyoruz. Allah'ın bir şeyi sevmesinin
ya da ona buğzetmesinin iki anlamı olabilir:
(a) Bunlardan ya bizzat nimet ve ihsanda bulunma veya
intikam kasdedilmektedir. Bu anlamda sevgi ve buğz sonuç itibarıyla fiillerin
sıfatlarına bu görüşte olanlara göre bağlı (râci) olurlar.
(b) Ya da bunlarla nimet ve ihsanda bulunma ya da intikam
iradesi kastedilmektedir. Bu anlamda da sonuç itibarıyla zâtın sıfatlarına
bağlı olurlar. Çünkü Arap dilinde sevgi ve buğzun anlaşılan hakîkî manâsıyla
Allah'a nisbeti muhaldir. Bu görüş de diğer gruba ait olmaktadır. Her iki
duruma göre de sevgi ve buğz, bizzat nimet ve ihsanda ya da intikamda bulunma
anlamına çıkmaktadır. Bunlar da sevap ve azabın ta kendileridir.[49] Şu
halde sözü edilen niteliklere sevap ve azap gerekir.
(2)
Şayet biz sevgi ve
buğzun sonuçta sevap ve azapmânâsınagelme-diklerini kabul etsek o zaman şöyle
dememiz gerekecektir: Onların sıfatlara bağlanması sevap ve azabı ya
gerektirecektir ya da gerektirmeyecektir. Eğer gerektirecekse maksat hasıl
olmuş demektir. Eğer gerektirmeyecekse, bakılır: Sevgi ve buğzun taalluku ya
Zât için olacaktır ki bu muhaldir ya da Allah'a yönelik bir başka şey içindir.
Bu da muhaldir. Çünkü Yüce Allah âlemlerden müstağnidir; bir başka şeye muhtaç
olmaktan ya da bir şeyle tamamlanmaktan münezzehtir. Bilâkis O, mutlak anlamda
her şeyden müstağnidir ve her yönden kemal sahibidir.
Sevgi ve buğzun
taalluku ya da kula yönelik bir durum içindir. Bu da sevap ve azaptır.
(3)
Bir üçüncü durum daha
var[50]:0 da
şudur: Şayet sevgi ve buğzun ilişkin oldukları şeylerki fiiller olmaktadır
açısından sevildikleri ya da hoş karşılanmadıkları kabul edilecek olsa bu
durumda: a. Bu sıfatlarla birlikte olan fiillere verilecek sevap ya da azap ya
bu sıfatlarla birlikte bulunmayan fiillere verilecek olanın aynısı olacaktır,
b. Ya da böyle olmayacaktır. Eğer iki ayrı durumda bulunan fiillere verilecek
karşılık farklı olacaksa, o zaman sıfatların sevap ya da azaptan bir
karşılıkları bulunmuş olacaktır ve varmak istediğimiz netice de budur. Yok,
yaratılıştan mevcut bulunan niteliklerle birlikte işlenmiş fiillerle, böyle
bir nitelikle birlikte bulunmayan fiillere verilecek karşılık eşit olacaksa, o
zaman, (Hz. Peygamber'in ifadesinde) hilim ve teenni sahibi (olduğu belirtilen
ve övgüye mazhar olan) Eşec Abul-kays'ın fiili ile, onun bu niteliklerine sahip
olmayan başka birisinin fiili eşit olacaktır. Bu ise doğru değildir. Çünkü
bunun doğru olması sonucunda Allah katında sevimli olan bir şeyle, sevimli
olmayan bir şeyin eşit olması gibi bir netice doğacaktır. Şer'î verilerin
istikraya tâbi tutulması neticesinde böyle bir neticenin mümkün olmadığı da görülecektir.
Sonra bundan sevimli olan bir şeyin sevimsiz olması, sevimsiz olan bir şeyin de
sevimli olması gibi bir netice de lâzım gelecektir.[51] Bu
ise aklen mümkün değildir. Dolayısıyla yaratılışla ilgili niteliklerin, sevap
ya da azaptan bir payları olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu niteliklerin sevap ya
da azaptan bir payları bulunduğu ortaya çıktığına göre, bundan yaratılışla
ilgili bulunan (cesaret, korkaklık gibi) niteliklerin sevap ya da azap gibi bir
karşılıkları bulunduğu, insanların bunlardan dolayı iyi ya da kötü bir karşılık
görecekleri sabit olmuştur demektir. Bizim varmak istediğimiz netice de işte bu
olmaktadır.
Daha önce arzedilen ve
bu özellikte bulunan niteliklerden dolayı sevap ya da azap bulunmayacağı
doğrultusunda getirilen deliller bazı yönlerden problem arzetmektedir. Şöyle
ki:
Birinci delili ele
alalım: Teklif (yükümlülük) ile birlikte mutlaka sevap ya da azap bulunur diye
bir şey yoktur. Bazen insanın kudreti dahilinde bulunmayan şeylerden dolayı da
sevap ya da azap bulunabilir. Bazen yükümlülük bulunur, ama ortada ne sevap ne
de azap bulunmayabilir. Birinciye, insanın başına gelen ve iradesi dışında
bulunan musibetleri Örnek verebiliriz.[52] Bunları
bilip bilmemesi de farket-mez. İkincisine ise, içki içen ya da kâhine (arrâf)
giden bir kimsenin durumunu örnek olarak gösterebiliriz. Çünkü hadiste
belirtildiği üzere "bu kişinin kırk gün namazı kabul olunmaz.[53]
Bununla birlikte ehl-i sünet âlimlerinden hiçbir kimsenin böyle bir insanın
kılmış olduğu namazın şartları ve rükünleri tam olarak yerine getirilmişse
yeterli olmadığı görüşünde olduğunu bilmiyorum. Aynı şekilde âdil[54]olsun
fâsık olsun namazın herkes üzerine vacip olduğunda da görüş ayrılığı
bulunmamaktadır. Madem ki (bu örnekte olduğu gibi) yükümlülük bulunduğu halde
sevap ya da azap bulunmayabiliyor. Öyle ise birinci delilin doğruluğu sabit
değildir.
İkinci delili ele
alalım: Karşılığın bulunduğuna delâlet eden üçüncü delil ikinci delille
çelişmektedir. "Sevap ya da azap fiil ya da terk üzerine
gerekmektedir" sözüyle eğer sadece fiilleri kasdetmişse, onun sakatlığı
ortaya çıkmıştır. Eğer yaratılışla ilgili niteliklerle birlikte demeyi
kastediyorsa, o takdirde sevap ve azapta niteliğin de bir etkisi bulunmuş
olmaktadır. Bu da, yaratılışla ilgili niteliklere iyi ya da kötü bir karşılık
verileceğine dair bir delil olur.
Birinci görüşe sahip
olanlar, ikinci görüş sahiplerinin delillerine şu itirazları ileri
sürebilirler:
Birincisi hakkında
şöyle diyebilirler: Sevgi ve buğzun mânâsı sevap ve azaptır dersek, o durumda
sevgi ya da buğzun kişinin kudreti altında bulunmayan şeylere bağlanması mümkün
olmaz.[55](Kişinin
kudreti altında bulunmayan bu şeyler) onun üzerinde yaratıldığı nitelikleri ve
varlığıdır.
İkincisi hakkında da
şöyle diyebilir: Taksim daha fazla da olabilir. Çünkü sevgi ve buğzun, kula
yönelik sevap ve azap dışında bir başka durum için bağlanmış olmaları pekâlâ
mümkün olabilir. Bu da gidişatta (mecâri'1-âdât) güzel ya da çirkin olan bir
şeyle muttasıf olması demektir.
Üçüncüye gelince bunun
için de şöyle denilebilir: Fiiller niteliklerden ortaya çıkınca, kemal ya da
noksanlık konusunda fiiller niteliklere uygun olarak meydana gelir.[56]Biz
sanatın mükemmelliğinden sanatkârın da mükemmelliğini çıkarırız. Bunun aksi de
sözkonusu-[ii9] dur. Dolayısıyla burada da durum aynıdır. Bu durumda sevap
fiillere has olacak, farklılık da onların farklılığına yönelik olacaktır;
niteliklerle ilgisi olmayacaktır. Maksat da budur.
Kısaca, bu konunun her
iki tarafı da birbirine denk olmakta, bir taraf diğer tarafa üstün
gelmemektedir. Konunun üzerinde daha geniş olarak durulabilir ama, burada bu
kadarı yeterlidir, fazlasına ihtiyaç yoktur. Başarı ancak Allah'tandır. [57]
Mükellefin gücü
dahilinde olmayan konularda yükümlülük hakkında söz etmiş olduk. Geriye
mükellefin gücü dahilinde olan fakat kendisine zor gelen yükümlülükleri
incelemek kaldı. İşte burası da onun yeridir. Şâri'in takat üstü yükümlülük
(teklîf-i mâ lâ yutak) getirmeyeceğine yönelik kasdımn bulunmasından, O'nun
her türlü meşakkat içeren yükümlülüklerle kullarını mesul tutmayacağı gibi bir
netice çıkmaz. Bu yüzdendir ki, daha önceki şeriatlarda takat üstü yükümlülük
bulunmadığı halde meşakkat içeren yükümlülükler bulu-nabilmiştr. Öbür taraftan
takat üstü yükümlülüğün olmayacağını sağduyu sahibi bir topluluk, hatta Eş'arı
ve diğer mezheplerden olan âlimlerin çoğunluğu kabul etmişlerdir. Mutezile'ye
gelince, zaten bu konu onların genel prensiplerinden olmaktadır. Güçlük içeren
hususlarla yükümlü tutmak ise böyle değildir. Hal böyle olunca, bizim bu üstün
şeriatımız nazarında durumun nasıl olduğunu incelemek gerekecektir:
Konuya girmeden önce
"meşakkat" kelimesinin sözlük anlamı üzerinde durmamız gerekmektedir.
Bir şey kişiyi yorduğu zaman
(^Kendi kendinize zor varacağınız
memleketlere yükleriniz taşırlar.) âyetinde [58]de
aynı anlamda kullanılmıştır. Âyette geçen
kelimesi "meşakkat" kelimesinden türetilmiş isim olmaktadır.
Meşakkatin bu anlamı,
Arap dilindeki kelimenin vaz'i (konulusu) noktası dikkate alınmaksızın ele
alındığında ıstılahı açıdan dört ihtimal (vecih) gerektirir:
(1)
Gücün yettiği ve
yetmediği bütün hususlarda ânım olur. Bu durumda takat üstü yükümlülük
(teklîf-i mâ lâ yutak) de meşakkat diye isimlendirilir. Çünkü insanın böyle bir
yükümlülüğü yerine getirmeye çalışması, onu faydasız bir sıkıntı ve güçlük
içerisine düşürecektir. Meselâ, kötürümün ayağa kalkmaya çalışması ve bu yüzden
kendisini sıkıntıya sokması, insanın havada uçmaya çalışması vb. gibi. Güç dahilinde
olmakla birlikte beraberinde tahammülü zor bir unsur da varsa, bu durumda o
işe zor iş (şâkk), onu yerine getirmek için karşılanan yorgunluk, güçlük ve
sıkıntıya da "meşakkat" denilir.
(2)
Sadece güç dahilinde
olan ancak işlenmesi sırasında içerdiği güçlük sebebiyle nefsin huzurunu
kaçıracak ve onu tedirgin edecek ölçüde günlük yapılagelen mutat zorlukların
üstünde zorluk içeren şeylere has olması.
Bu kısım iki şekilde
düşünülebilir:
(a) Meşakkatin, yükümlü kılınan fiillerin kendilerine has
olması. Bu tür olan meşakkatler, fiil bir defa işlense bile hemen kendisini
gösterir. Fakîhlerin ıstılahında meşhur olan ruhsatların tanındığı yerler işte
bu türden olan meşakkatlerin bulunduğu yerlerdir. Yolculuk ve hastalık
esnasında oruç, yolculuk sırasında (namazın) tamamlanması ve benzeri hükümler
gibi.
(b) Meşakkatin, fiillerin özünde bulunmaması, ancak
fiillerin küllî ve devamlı oluşlarından kaynaklanması ve bu itibarla da bir
önceki şıkta sözkonusu olan meşakkate katılması. Bu sadece nafilelerde olur.
Şöyle ki: İnsan her nasılsa kendi tahammülünün üstünde nafile bir ibadetin
altına girer. Ancak devamla bundan yorulur ve usangaçlık gelir. Bu yüzden nefis
üzerine (a) şıkkından olan amellerin bir defa işlenmesi durumunda ortaya çıkan
meşakkatin benzeri bir meşakkat meydana gelir. İnsanın kendi nefsine karşı
yumuşaklıkla davranması, nafile olarak üstlenilecek amellerin usangaçlık doğurmayacak
bir ölçü ve miktarda olması istenilen saha işte bu kısım olmaktadır. Hz,
Peygamber'in visal orucunu, elzem olmayan şeylere aşırı düşkünlük
gösterilmesini, teljellüfe girilmesini yasaklaması, "Güç yetirebileceğiniz
amelleri alınız (ki devamlı olsun). Çünkü, siz usanmadıkça asla Allah
usanmayacaktır[59] "Ortayolu tutun,
ortayohı tutun, ki (maksadınıza) ulaşasınız"[60]
buyurması bu kısma bir işaret olmaktadır. Bu kabil haberler çoktur. Bu kısma
dikkat çekmek için başka bir yer daha vardır. Bu küllîlik ve devamlılık
arzeden bir durumdan kaynaklanan meşakkat olmaktadır. Birinci fa şıkkı)
kısımda olan meşakkat ise cüzî bir durumdan doğmaktadır.
(3)
Sadece güç dahilinde
olan ve nefse alışılagelen işlerde bulunan mutat yorgunluktan daha fazla bir
güçlük getirmeyen durumlara hastır. Ancak böyle bir şeyle yükümlü tutulması
teklif öncesine nisbetle alışılagelen şeyler yanında fazladan bir yük gibi
telakki edilmekte ve nefse ağır gelmektedir. Bu yüzden de bu tür yükümlülüklere
"teklif kelimesi kullanılmıştır. Bu kelime sözlükte meşakkat anlamı içermektedir.
Çünkü Araplar, bir kişiye ağır bir yük yükleyip onun yerine getirilmesini
emrettikleri zaman, derler. Zorluğuna rağmen bir şeyi üstlenme durumunda da,
eğer bir külfetle ona güç yetirebiliyorsa derler. Bu tür olan yükümlülükler de,
bu açıdan bakıldığında, meşakkat diye isimlendirilirler. Çünkü bu tür
yükümlülükler insiyatifin elden bırakılması ve dünya hayatının gerektirmediği
fazladan bazı işlerin üstlenilmesi demektir.
(4)
Kendisinden önce olan
şeyden zorunlu olarak ortaya çıkana[61]
hastır. Çünkü teklîf mükellefi nefsinin arzularından çıkarmaktır. Arzu ve
heveslere muhalefet etmek ise, başına buyruk insanlar için mutlak surette zor
gelir ve bu yüzden bu tür kimselere sıkıntı ve meşakkat peyda olur. Bunun böyle
olduğu halk içerisinde cereyan etmekte olan âdetlerde görülmektedir.
Böylece şıklarıyla
birlikte ele aldığımızda meşakkatin beş kısımda ele alınacağı ortaya
çıkmaktadır.
Birinci kısımdan olan
meşakkatler usûl kitaplarında yeterince işlenmiştir ve daha önce biz de bu
kısımla ilgili olarak açıklamalarda bulunduk.
İkinci kışıma gelince,
bunu altıncı mesele olarak vereceğiz. [62]
Sâri Teâlâ, getirdiği
yükümlülüklerle kişilerin meşakkat
ve sıkıntıya
sokulmasını istememiştir. Buna şu hususlar delâlet eder:
(1)
Bu konuda gelen
nasslara örnekler: "O peygamber, ... onların ağır yüklerini indirir, zor
tekliflerini hafifletir"[63]
"Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibibize de ağır
yükyükleme.RahbimizlBize gücümüzün yetmeyeceği şeyi taşıtma.[64]
Hadiste ise: (Kulun bu duası üzerine) Yüce Allah: "(Tamam öyle)
yaptım" buyurdu,[65] denilmiştir."[66] Yine
Yüce Allah: "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler.[67]
"Allah size kolaylık ister, zorluk istemez[68] "Dinde
sizin için bir zorluk kılmamıştır[69]
"İnsan zayıf yaratılmış olduğundan Allah sizden yükü hafifletmek ister[70]
"Allah sizi zorlamak istemez, Allah sizi arıtıp üzerinize olan nimetini
tamamlamak ister ki şükredesi-niz"[71] buyurur.
Hadiste de: "Hanîflik ve hoşgörüye dayalı (bir şeriatla) gönderildim[72] "Hz.
Peygamber, iki şey arasında muhayyer kılınmışsa, günah olmadıkça mutlaka daha
kolay olanını tercih etmiştir[73]
buyrulur. Burada "günah olmadıkça" diye kayıtlanmıştır. Çünkü günahın
terkinde onun sırf bir terk olması açısından bir güçlük bulunmamaktadır.[74] Bu
mânâda dahapekçoknass bulunmaktadır. Eğer Sâri' Teâlâ meşakkati kastetmiş
olsaydı, o zaman kolaylık ve hafifletmeyi murad etmiş olmaz, güçlük ve zorluğu
dilemiş olurdu. Bu ise sakattır.
(2)
Ruhsatların meşruluğu
sabittir ve bu konu gayet kesindir. Bunlar, dinden olduğu zorunlu olarak
bilinen konulardandır. Yolculuk sebebiyle namazı kısaltma, oruç tutmama, iki
namazı birleştirerek kılma, zaruret halinde haram kılınmış şeyleri yeme ya da
içme... gibi. Bunların mevcut ve meşru oluşu, güçlük ve meşakkatin mutlak
surette kaldırılmış olduğuna kesin bir delildir. Aynı şekilde aşırılık,
tekellüf, amellerin devamlılığını kesintiye uğratacak şeylere sebebiyet vermek
gibi şeylerin yasaklanması da konumuza delil olmaktadır. Eğer Sâri' Teâlâ
teklifte meşakkat dilemiş olsaydı, o zaman ne ruhsat ne de hafifletme
bulunmazdı.
(3)
Teklifte meşakkatin
bulunmadığına dair icmâ'm bulunuşu. Bu durum, Şâri'in meşakkate yönelik bir
kastının bulunmadığının bir delilidir. Eğer bulunsaydı, o zaman şeriat
içerisinde çelişki ve tutarsızlık olurdu.[75]
Böyle bir şey ise şeriattan uzaktır. Çünkü şeriatın yumuşaklık, hoşgörü ve
kolaylık esası üzerine konulmuş olduğu sabit iken, diğer taraftan da onun
konulması sırasında mükelleflerin sıkıntıya ve güçlüğe itilmesi gibi bir maksat
bulunsaydı, o zaman birbirine zıt olan unsurların şeriat bünyesinde toplanması
gibi onun münezzeh olduğu bir durum ortaya çıkardı.
Üçüncü türden olan
meşakkate gelince bu da ayrı bir mesele halinde arzedilecektir; [76]
Sâri Teâlâ'nm neticede
bir nevi meşakkat ve külfet içeren şeyleri teklifte bulunduğunda şüphe yoktur;
ancak bu gibi şeyler geçerli olan âdetlere nazaran "meşakkat" diye
isimlendirilmemektedir. Nitekim alışılageldiği üzere insanların sanat ve meslek
icrâsıyla hayatlarını kazanmak için çalışmalarına da meşakkat denilmemektedir.
Çünkü bunlar mümkündür ve mutattır; içermekte oldukları külfet alışılagelmiş
genel durumda insanı işten alıkoyacak ölçüde değildir. Hatta aklı başında ve
gelenekleri bulunan insanlar hayatlarını kazanmak için çalışmayan kimseleri
tembel diye isimlendirirler ve onları ayıplarlar. Teklifte bulunan ve mutat
olan meşakkatler de aynı şekildedir.
Âdeten meşakkat sayılanla,
meşakkat sayılmayanlar arasındaki farkişte bu noktada ortaya çıkmaktadır. Şöyle
ki: Bir fiili işlemeye devam etmek o fiilin tümden ya da kısmen bırakılmasına
sebep olacaksa, o fiili işleyen kimsenin kendisi ya da malı üzerinde veya
davranışlarında bir bozukluğun ortaya çıkmasına sebep olacaksa, bu durumda sözkonusu
olan meşakkat mutat olan düzeyden fazla demektir. Eğer genel olarak bu
zikrettiğimiz mahzurlardan birisine sebep olacak durumda değilse, o zaman
sözkonusu olan külfet âdeten meşakkat sayılmayacaktır. Nasıl sayılır ki, bu
dünyada insanın bütün halleri; yemesi, içmesi, diğer davranışları hep
külfettir. Ancak kendisine bu külfetleri yenebilecek kudret verilmiş;
kendisinin bu tasarrufların boyunduruğu altına girmesi istenmemiştir. Yükümlülüklerde
de durum aynı şekildedir. Yükümlülüklerin ve onların içermekte oldukları meşakkatlerin
(külfet) işte bu açıdan değerlendirilmeleri uygun olacaktır.
Bu nokta anlaşılmıştır
sanıyoruz. Bir nokta daha var: Mutat ölçüde meşakkat içeren yükümlülükler,
içermiş oldukları bu meşakkatlerden dolayı talep konusu olmuş değillerdir;
aksine bunlar içerdikleri maslahatlar için istenilmiş olmaktadır. Buna delil,
bundan Önceki meselede geçmişti.[77]
İtiraz: Geçen açıklamalar, teklifte meşakkate yönelik bir
kastın bulunmadığına çeşitli açılardan delâlet etmez:
(a) Yükümlülüğün bizzat "teklif diye adlandırılması
buna işarette bulunmaktadır. Zira teklifin asıl sözlük anlamı içerisinde
külfetki meşakkat olmaktadır bulunan bir şeyin iste-nilmesidir. "Allah
kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler.[78]
âyetinin anlamı da: "Allah kişinin gücü yetmeyecek ölçüde kendisine zor
gelen şeyleri istemez; O'nun istekte bulunacağı şey sadece âdeten gücü
dahilinde bulunan şeylerle yükümlü olmasıdır" şeklindedir. Dolayısıyla
meşakkatle yükümlü tutma sabittir. Emir ve yasağa yönelik kasdm bulunması,
hiç şüphesiz meşakkatin de talep edilmiş olması neticesini de yanında
gerektirecektir. Şâri'ce "teklîf' diye isimlendi-rilmesinden de anlıyoruz
ki, talep fiile, sadece bir meşakkat olması açısından bağlanmaktadır. Şu halde
meşakkat, teklîf sırasında Şâri'ce dikkate alman bir husus olmaktadır.
"Dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır[79] ve
benzeri âyetler işte bu anlamda anlaşılacaktır.
(b) Sâri' Teâlâ, ne ile yükümlü tuttuğunu ve yükümlü
tuttuğu şeyden nasıl bir meşakkat doğacağını bilmektedir. Bilindiği üzere teklîf beraberinde meşakkat getirmektedir. Sâri' teklifle birlikte ondan asla
ayrılmayan meşakkatin bulunduğunu bilmektedir. Bu durumda Şâri'in, teklifte
bulunmakla
ondan doğacak olan
meşakkati de talep etmiş olması lâzım gelecektir. Çünkü prensip olarak, sonuç
olan müsebbebi bile bile sebebin ortaya konulması, müsebbebin kasdedilmesi demektir.
Bu meselenin açıklanması hükümler bahsinde geç-. misti. Dolayısıyla neticede
Şâri'in meşakkate yönelik kasdı-nın bulunmuş olması gerekmektedir.
(3)
Meşakkat, kısmen de
olsa, yükümlü olunan fiilin işlenmesi esnasında karşılaşılması durumunda,
teklîf sevabından ayrı olarak sevap kazanılmasına sebep olabilmektedir. Meselâ:
"Çünkü Allak yolunda susuzluğa? yorgunluğa, açlığa uğramak, kâfirleri
kızdıracak bir yeri işgal etm$k ve düşmana başarı kazanmak karşılığında onların
yararlı bir iş ycfptıkları mutlaka yazılır. Doğrusu Allah iyilik yapanların ecrini
zâyijetmez[80]"Ama Bizim uğrumuzda
cihad edenleri elbette yollarımıza eriştireceğiz"[81]âyetlerini
Örnek olarak hatırlayabiliriz. Hadiste ise "mescide giderken fazla adım
atılmasının daha sevaptı olduğu, sevabı en fazla olan kimsenin evi uzak kimse
olduğu[82]
"hoşlanılmadık ve sıkıntılı durumlar için abdestin hakkı verilerek
alınmasının tavsiye edildiği"[83]
bilinmektedir. Bu hususa: "Savaş hoşunuza gitmediği halde size farz
kılındı. İhtimal ki, hoşlanmadığınız şey sizin iyili-ğinizedir.[84]âyeti
de işaret etmektedir. Çünkü savaşta en büyük meşakkat ve güçlükler
bulunmaktadır. Hatta öyle ki Yüce Allah: "Allah şüphesiz, Allah yolunda
savaşıp öldüren ve öldürülen mü'minle-rin canlarını ve mallarını cennete
karşılık satın almıştır"[85]
buyurmuştur. Benzeri daha başka âyetler de vardır.
Meşakkatler sırf
meşakkat olmaları açısından normal yükümlülükten alınacak olan sevaptan ayrı
olarak fazladan sevaba vesile olduğuna göre bu, onların da Şâri'ce gözönünde
bulundurulmuş olduğuna delil olur. Eğer böyle olmaz ve Şâri'in meşakkate
yönelik bir kasdı bulunmasaydı, o zaman onlara maruz kalmaktan dolayı bir sevap
sözkonusu olmazdı. Nitekim yükümlü olunmayan ve mükellefin bizzat kendi tercihi
ile ortaya koyduğu fiiller karşılığında herhangi bir sevap bulunmamaktadır.
Nitekim bu konu mübâh bahsinde geçmişti. Bütün bunlar teklîf sırasında Şâri'in
meşakkati de gözönünde bulundurduğunu, ona yönelik bir kasdının olduğunu
gösterir. Bizim ulaşmak istediğimiz netice de işte budur.
Cevap: Birinci itirazı ele alalım: Teklifin mükellefe
yöneltilmesi durumunda sözkonusu edilecek kasıt iki yönlü olabilir: (a) O yükümlülük,
birmeşakkatolması açısından istenilmiş olabilir, (b) Oyüküm-lülük, içermiş
olduğu mükellefe yönelik dünya ve âhiret için sözkonusu olan maslahatlar
açısından istenilmiş olabilir. Bu ikincinin Şâri'in maksadı olduğunda en ufak
bir kuşku bulunmamaktadır. Bütün serî veriler bunu dile getirmektedir. Nitekim
daha Önce bu kitabın (ikinci cilt) başında bu konu üzerinde durulmuştu.
Birincinin Şâri'ce kastedilmiş olabileceğini kabul etmiyoruz. Bir şeyde
böylesine iki kastın bir arada bulunması gibi bir zorunluluk da yoktur. Meselâ,
doktor hastasına acı ve tadı hoş olmayan ilaç içirmekle, damarını yarmak ve
kangren olmuş organını kesmek suretiyle ona acı vermekle., onun acı ve
ıztı-rap çekmesini değil, iyileşmesini, onun yararını kasteder. Gerçi bu [126]
arada hastasının acı ve ıstırap çekeceğim bilir. Ama onun bu bilgisi, yaptığı
bu işlerde1 onun acı ve ıztırap çekmesine yönelik bir kastının bulunduğu
neticesini gerektirmez. Şâri'in mükellefe getirdiği yükümlüîükler de aynı
şekilde değerlendirilir. O bu yükümlülükleri kulların meşakkat çekmeleri için
değil, derhal ya da zaman içerisinde (ya da dünya ve âhirette) kendilerine
ulaşacak menfaatler içerdiği için getirmiştir. Yükümlülüklerde onların içermiş
oıduğu maslahatlara yönelik Şâri'in kasdı bulunduğunda zaten genelde icmâ
vardır. Tartışma konusu sadece, aynı zamanda onların içermiş oldukları
meşakkatlere yönelik bir kasdının olup olmadığı hakkındadır. Yükümlülüklere
"teklif adı verilmesi, onlar esnasında ortaya çıkan şeyler itibarıyladır
ve tamamen Arapların dili kullanış larındaki örflerine uyulmuştur. Çünkü onlar,
iştikâkilminde de bilindiği üzere, bir şeyi her ne kadar kullanılışta ona
yönelik bir kasıt olmasa da ondan meydana çıkan şeyler ile isimlendirirler ve
bu mecazî bir kullanış şekli de değildir, bilakis lügat açısından vaz'î
hakikat olmaktadır.
İkinci İtiraza
Cevap: Sebebin işlenmesinden
müsebbebin meydana geleceğini bilmek, her ne kadar mükellef hakkında ona
yönelik bulunan bir kasıt yerine geçtiği sabitse de sadece bazı yönlerden kasıt
yerine geçer. Bununla serî hükümlerde sözkonusu olan ve sebebiyet verme
(tesebbüb) ile genelde mütecâvizkâr olması yönünden[86] bunun
böyle olduğunu kastediyorum; yoksa meydana gelmiş nıefsedeti kastetmiş olması
cihetinden o şekilde değerlendirilmiş değildir. Çünkü biz, onun sadece kendi
çıkarlarını kastetmiş olduğunu kabul ediyoruz.
Mükellef (mefsedeti)
kastetmiş olmayınca, bunun Şâri'in hakkı konusunda da böyle olacağı netice
olarak ortaya çıkacaktır. Çünkü O, yükümlülükle bizzat maslahatı kastetmiştir,
onun işlenmesi sırasında ortaya çıkan mefsedetlere yönelik bir kastı
bulunmamaktadır. Bu konunun izahı daha önce hükümler bahsinde geçmişti. Bundan
sonra mükellef bahsinde inşâallah daha etraflı bir şekilde üzerinde durulacaktır.
Hem sonra, şayet
işlenmesi sırasında bazı mefsedetlerin de ortaya çıkmasına sebep olan bir
yükümlülüğe yönelik kasıttan, şer'an mef-sedetin ortaya konulmasına yönelik bir
kasdın bulunması gerekecek olsaydı, o zaman daha önce geçen ve şeriatın mefsedetlerin
değil de sadece maslahatların temini için konulmuş olduğunu isbat eden delillerimiz
bâtıl olmuş olacak, özel olarak da bu konuda Şâri'in aynı anda hem meşakkatin
kaldırılmasını, hem de onların ortaya konulmasını istemiş olması gibi bir
netice doğacaktı. Bu ise hem aklen hem da naklen muhal ve sakattır.
Sonra doktorun
hastasına acı ilaçiçirmesi, kangren olan organını kesmesi, çürümüş dişleri
çekmesi, cerahatli yaralan yarması, hastasına arzuladığı şeylerden perhiz
vermesi... gibi durumlarda her ne kadar bunları yaparken hastaya acı vermiş
olacaksa da onun iyileşmesine yönelik kasdının bulunmaması gerekmez. Çünkü
onun maksadı, tedavi sırasında ister istemez ortaya çıkacak olan hastaya eza
verme mefsedetine riâyette bulunmadan daha büyük ve güçlü olan bir maslahatın
gerçekleştirilmesine yöneliktir. Şeriatın tavrı da işte böyledir. Eğer teklif,
mutlaka yapılması gereken bir durum arzediyorsa
zorunlu olarak beraberinde meşakkatler getirse de getirilir. Çünkü
tekliften maksat, sadece maslahat olmaktadır. Şeriatta getirilen bütün
yükümlülükler hep bu şekilde olmaktadır. Şâri'in meşakkatleri defetmek
istediği bilinmektedir. Bu durumda eğer içerisinde meşakkat içeren bir şey
emretmişse, bizzat o meşakkate yönelik bir kasdı olmayacaktır. Zira eğer ona
yönelik bir kasdının bulunacağım varsayarsak, o durumda Şâri'in meşakkatlerin
defini istememesi gerekirdi. Bu itibarla, alışılagelmiş işler esnasında ortaya
çıkan meşakkatler âdeten meşakkat olarak isimlendirilmemektedir.
Kısaca özetlemek
gerekirse şöyle diyebiliriz; Alışılagelmiş (mutat) fiiller ile, bunların
cinsinden olan fiiller ile getirilen yükümlülükler daha önce geçtiği gibi
meşakkat içermezler. Yükümlülükler sırasında bazı güçlüklerin bulunacağını
bilmekten, onların talep edilmiş olması, onlara yönelik bir kasdın bulunması
gibi bir neticenin çıkması şöyle dursun; bu tür güçlükler "meşakkat"
diye de adlandırılmaz.
Üçüncü İtiraza
Cevap: Sözkonusu edilen sevap,
meşakkatin vukuunun mücerred tekliften zorunlu olarak doğması ve yükümlü olunan
fiilin ancak o meşakkate katlanılması yoluyla gerçekleşebilmesi açısından
olmaktadır. Sadece bu açıdan bakıldığında meşakkat sanki istenilmiş (maksûd)
gibi olmaktadır. Yoksa mutlak anlamda meşakkat kasdedilmiş değildir. Bundan
dolayı da Sâri' Teâlâ, normal yükümlülüğün sevabından ayrı olarak meşakkat
karşılığında olmak üzere fazladan bir sevap vermektedir. Fazladan olarak bu
sevabın verilmesi, meşakkat ve yorgunluğun bizzat istenilen bir şey olduğuna
delalet etmez. Bunu şu da destekler: Meşakkatler karşılığında istenilen
yükümlülükler neticesinde doğmasalar bile sevap meydana gelmektedir. Meselâ,
bir insan başına gelen musibet ve felaketlerden dolayı sevap almakta ve bunlar
onun günahlarına keffâret olmaktadır. Nitekim bu hususa şu hadis delâlet
etmektedir; "Mü'minin karşılaştığı hiçbir ağrısızı, yorgunluk, üzüntü ve
keder, hatta kendisine batan bir diken yoktur ki, Allah bunlar sebebiyle onun
günahlarından affetmiş olmasın[87]Benzeri
daha başka hadisler de bulunmaktadır.
Mubahta da aynı
şekilde, şayet ondan yasak olan bir şeyin ortaya çıkacağı bilinecek olsa, bü
durumda o yasağa yönelik bir kasdın bulunması gibi bir netice lâzım gelmez.
Aynı şekilde o mubahtan zorunlu olarak ortaya çıkacak olan yasağa yönelik bir
kasdın olmadığında ittifak edilir. Bildiği halde bir kasdının bulunmaması
konusunda ise ihtilâf etmişlerdir. Bu konunun izahı inşâallah ileride
gelecektir.
Fasıl:
Bu arzedilen
açıklamalardan bir başka esas daha çıkar: Mükellef, sevabının büyüklüğüne
bakarak yükümlülüğün içermiş olduğu meşakkate yönelik bir kasıt bulunduramaz;
o sadece meşakkatin büyüklüğüne göre sevabı da artan ve bizzat yükümlülük konusu
olan amele niyet etmek durumundadır.
Bu ikincisi, bütün
amelî tekliflerin özelliği böyle olduğu içindir. Çünkü mükellef sadece sevap
verilen amele niyet etmek durumundadır. Şâri'in o yükümlülüğü koyarkenki kasdi
da işte bu olmaktadır. Şâri'in kasdma uygun olarak ortaya çıkan şey, bizzat
istenilen netice olmaktadır.
Birinciye gelince;
çünkü ameller niyete göredir, davranışlarda maksatlar dikkate alınır. Nitekim
bu husus inşâallah yeri gelince
belirtilecektir. Bunların muteber olması için mutlaka Şâri'in kasdına uygun
düşmesi gerekmektedir. Eğer mükellefin yükümlülüğü yerine getirirkenki kasdı,
içerdiği meşakkati ortaya koymaya yönelik ise, o zaman onun kasdı Şâri'in
kasdına ters düşmüş olacaktır. Çünkü Sâri' getirdiği yükümlülükte bizzat
meşakkati dikkate almış değildir! Şâri'in kasdma ters düşen her niyet ise bâtıl
olmaktadır. Dolayısıyla kulun meşakkate yönelik kasdı da bâtıl olacaktır. Şu halde
o, yasaklanılan şey kabilinden olmaktadır. Hakkında yasak bulunan şeyin ortaya
konulmasında ise sevap yoktur; aksine yasağın haramlık derecesine ulaşması
durumunda günah vardır. Bu itibarla, meşakkate girmek kasdıyla sevap isteğinde
bulunmak, Şâri'inkasdıyla çelişki arzetmek-tedir.
İtiraz: Bu Sahîh'te bulunan şu Câbir hadisine ters
düşmektedir. Şöyle ki: Mescidin etrafında boş yer vardı. Selemeoğulları
Mescid'e yakın bir yere taşınmak ve yerleşmek istediler. Bu haber Hz.
Peygamber'e ulaştı. Bununüzerineonlara^Sizin mescide yakın bir yere
yerleşeceğiniz haberi bana ulaştı, öyle mi?" diye sordu. Onlar:
"Evet, Yâ Rasûlallah! Biz bunu istedik" dediler. Bunun üzerine Hz.
Peygamber onlara iki defa tekrarlayarak: "Ey Selemeoğulları! Yurdunuzu
bırakmayın, (Mescid'e atacağınız adımın) izleri yazılsın" buyurdu. Bir
başka rivayette: "Bizim yurdumuzdan ayrılmış olmamız bizi sevindirecek
değildir" demişlerdir. Câbir'de gelen başka bir rivayette de, o şöyle
anlatmıştır: Bizim yurdumuz Mescid'den uzakta idi. Evlerimizi satmak ve
Mescid'e yakın olmak istedik. Hz. Peygamber bizi bundan alıkoydu ve:
"Sizin için her adım karşılığında bir derece vardır" buyurdu.[88]
İbnu'l-Mübârek'in
zühde dair kitabında da (Rakâik) Ebu Musa el-Eş'arî'den şöyle nakledilmiştir:
Bir defasında denizde yelken açmış bir gemi ile yolculuk yapıyordum. Bir adamın
şöyle dediğini duyduk: "Ey gemi yolcuları! (Oruç için) kalkın." Bunu
yedi kere tekrar etti. Ona: "Bizim ne halde olduğumuzu görmüyor
musun?" dedik. O yedinci defasında: "Vallahi Allah'ın kendisi üzerine
yazdığı bir va'di (kazası) vardır: Kim dünya hayatında sıcak bir günde nefsini
Allah için susatırsa, kıyamet günü onu kandırması Allah üzerine bir hak
olmuştur" dedi. Bundan sonra Ebu Musa çok şiddetli sıcak gttnleri kovalar
ve o günlerde oruç tutardı.
Şeriatta bu türden
olup, mükellefin ibadetlerde ve diğer yükümlülüklerde nefsini zora koşmaya
yönelik kasdırun sahih olduğuna ve bundan dolayı da sevap alacağına delâlet
eden veriler bulunmaktadır. Mescid'e yaklaşmak amacıyla yurtlarından ayrılmayı
isteyen sahâbî-lere Hz. Peygamber çok adım atmada çok sevap bulunduğu için
yerlerinde kalmalarını emretmiştir. Bunların durumu şuna benziyor: Bir adam ki
işleyeceği bir amelin iki yolu bulunmaktadır. Bunlardan biri kolay diğeri ise
zordur. Zor olan yolla onu ortaya koyması emrolunmuş ve bundan dolayı da sevap
alacağı va'dinde bulunulmuştur. Hz. Peygamber'in onları düşüncelerinden
alıkoyması, yurtlarında kalmalarında (ve meşakkate göğüs germelerinde) daha
fazla ecir bulunduğuna onların dikkatini çekmek için olmuştur.
Allah'ın velî
kullarının hallerini düşün. Bunlar Rablerine kulluk yolunda güçlerinin en son
yeteceği noktaya kadar çaba sarfetmeyi esas olarak kabul etmişlerdir. Hatta her
konuda azimetleri almak, ruhsatları ise terketmek onların en önemli bir
prensibi olmuştur. Bütün bunlar arzettiğiniz hususlarla ters düşmektedir.
Sahîh'te de Übey b. Ka'b'dan şöyle rivayet edilmiştir: Ensardan birisinin evi,
Medine'de bulunan evlerin en uzağı idi. Hz. Peygamber ile birlikte hiçbir
namazı kaçırmıyordu. Kendisine: "Ey Falan! Keşke bir eşek alsaydın,
ayağını yakıcı sıcaktan ve haşerâttan korurdu" dedik, O: "Vallahi,
evimin Hz. Peygamber'in evi ile bitişik olması hoşuma gitmezdi" diye cevap
verdi. Câbir diyor ki: "Bu sözü işitince çokağırıma gitti ve Hz.
Peygamber'e gelerek durumu kendisine bildirdim. Bunun üzerine Hz. Peygamber
onu çağırttı ve adam ona da aynı cevabı verdi ve kendisinin attığı her adımdan
bir sevap beklediğini söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber : 'Şüphesiz senin
için umduğun şey olacaktır' buyurdu."[89]
Cevap: Evvela, itiraz sadedinde zikredilen bu hadisler şahsa
özet uygulamalarla (kadiyyetu ayn) ilgili vâhid haberlerdir.[90]
Bunlardan kesin bir genellemeye (istikra) gidilmesi mümkün değildir. Zannî olan
şeyler katı olanlar karşısında varlık gösteremezler. Bizim üzerinde durduğumuz
şey, kati olan şeyler türündendir.
İkinci olarak: Bu
hadislerde, bizzat meşakkatin kendisine yönelik kasdın bulunduğuna bir delâlet
bulunmamaktadır. Birinci hadisin açıklanması bizzat Buhârî'nin rivayetinde
bulunmaktadır. Çünkü o bu hadisin rivayetinde: "Hz.Peygamber.Medine'nin o
taraftan (düşman tecavüzüne karşı) boşalması ve savunmasız hale gelmeşinden
endişe etti" şeklinde ilave bulunmaktadır. Mâlik b. Enes'ten, önce Akîk'e
sonra da oradan Medine'ye iner olduğu rivayet edilmiştir. Kendisine Akîk'e
indiği zaman: "Akîk'e niçin iniyorsun? ÇünküMeseid'e uzaklığı zor
oluyor" diye sorduklarında: "Bana ulaştığına göre, Hz. Peygamber
AMk'i sever ve oraya gelirdi.[91]demiştir.
Ensardan bazıları oradan Mescid'in yakınına bir yere taşınmak istemişlerdi.
Hz. Peygamber onlara: "Adımlarınızdan seuap ummaz mısınız?" buyurdu.
İmam Mâlik, Hz. Peygamber'in "Adımlarınızdan seuap ummaz mısınız?"
sözünü, yürüme sırasında karşılanılacak güçlük sebebiyle değil, taşınılacak
yerin üstünlüğünden dolayı[92]
söylemiş olduğu mânâsını çıkarmıştır.
İbnu'l-Mübârek'in
naklettiğine gelince, eğer senedi sahihse o zaman o, sahâbî fiili olmak üzere
bir delil olacaktır. Bununla birlikte onda, daha büyük sevabın, kendisine
ibadet meşakkati daha ağır gelen kimseler için sabit olduğu da
bildirilmektedir. Hoşlanılmadık şey ler karşısında abdest alınması, cihadda
susuzluk ve yorgunluğa maruz kalınması gibi. Şu halde Ebu Musa'nın sıcak
günlerde oruç tutmayı tercih etmesi, namaz, sadaka gibi nafile ibadetler varken
daha zor olan cihadı tercih eden kimsenin durumuna benzemektedir.[93]
Yoksa sevap kazanmak için nefsini işkenceye sokma kasdı sözkonusu değildir.
Bunda, sadece meşakkati daha çok olduğu için, o derecede sevabı da daha büyük
olacak olan bir ibadetin altına girmek kasdı bulunmaktadır. Bu kasıtta
meşakkat, asıl değil tâbi olmaktadır. Konumuz ise, meşakkatin kasıtta tâbi
kıhnmaksızın esas alınmasıyla ilgilidir. Ensardan olan sahâbî ile ilgili
hadiste de, kendisini eziyet ve işkence altına sokma kasdı bulunduğuna dair bir
delâlet yoktur. Onda bulunan delâlet sadece, sevabın büyük olması için mescidin
uzaklığın, dan doğan meşakkate sabır kasdımn bulunması hakkındadır. Bu anlamda
olan diğer rivayetlerde de durum aynıdır.
Evliyanın halleri ile
ilgili olarak öne sürülen itiraza gelince, onların maksatları kendi
nefislerinin hazlarına yönelik düşünceleri tamamen atarak sırf Mabûdlarının
hakkını yerine getirmektir. Bunların davranışlarında, sadece nefislerini
işkence ve sıkıntı altına sokmayı meşakkatlere göğüs germeyi kastettiklerini
söylemek geçen ve inşâaallah ileride gelecek deliller sebebiyle doğru değildir.
Üçüncü olarak:
İtirazda kullanılan delil, Hz. Peygamber'in ruhbanlığa Özenmek suretiyle
nefislerini güçlük ve sıkıntıya sokmak isteyen kimseleri bu düşüncelerinden
alıkoyması delili ile tearuz teşkil etmektedir. Bilindiği gibi ashaptan
bazıları aşırılığa düşmüşler ve biri, ben her gün oruç tutacağım ve hiçbir
günümü oruç-suz geçirmeyeceğini, demiş; bir diğeri, ben her geceyi ibadetle
geçireceğim ve hiçbir zaman uyumayacağım, demiş; bir diğeri de, ben ise hiçbir
zaman kadınlarla beraber olmayacağım... demişti. Hz. Peygamber onların bu
tutumunu tepki ile karşılamış ve kendisinin bütün bunları yaptığından söz
etmişti. Sonunda da "Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o benden
değildir" buyurmuşlardı.[94]Başka
bir hadiste de: "Hz. Peygamber Osman b. Maz'ûn'u ruhbanlık hayatından
alıkoydu. Eğer ona bu konuda izin verseydi, kendimizi hadım ettirirdik"[95]denilmektedir.
Hz. Peygamber,güneş altında ayakta dikilerek oruç tutma adağında bulunan
kimseye, orucunu tamamlamasını, fakat güneş altında ayakta dikilmemesini
emretmiştir [96]Bir başka hadislerinde
ise:"Aşırılık gösterenler helak oldu"[97]buyurmuşlardır.
Onun zorlaştırma ve aşırılık göstermeyi yasakladığı şeriatta meşhurdur; hatta
bu şeriatta kesin bir prensip halini almıştır. Şâri'in insanları sıkıntıya
sokmaya yönelik bir kasdı bulunmadığına göre, mükellefin böyle bir kasdı
Şâri'in kesin olarak bilinen kolaylaştırma ve hafifletme kasdı ile çelişmiş
olacaktır. Mükellefin kasdı-nın Şâri'in kasdı ile çelişmesi durumunda, onun
kasdı bâtıl ve doğru olmayacaktır. Bu gayet açıktır. Başarı ancak Allah'tandır.
Fasıl:
Geçen açıklamalardan
bir esas daha çıkar: O da şudur: İşlenmesine izin verilmiş fiiller ki vâcib,
mendub ya da mubah olabilirler eğer bir meşakkate sebebiyet verirlerse,
bakılır: Bu meşakkat ya bu gibi fiillerde mutat olan türden olur; ya da mutat
türden olmaz. Eğer mutat türden ise, bu konu üzerinde durmuş olduk ve o
fiillerin içermiş oldukları meşakkat dolayısıyla istenilmediklerini gördük.
Eğer meşakkat mutadın üzerinde ise, o durumda bu tür meşakkatin de Şâri'ce
kastedilmiş olmayacağı öncelikli olarak bilinir. Bu durumda bakılır: Bu
meşakkatler ya kulun bizzat kendi fiili ve iradesi sebebiyle meydana
gelmiştir; ya da öyle değildir.
Eğer kulun kendi fiili
ve iradesi sebebiyle meydana gelmişse, aslında bu şer'an yasaktır ye şeriatta
böyle bir meşakkat içeren fiille Allah'a kullukta bulunma gibi bir şey yoktur.
Çünkü Yüce Allah, işlenil-mesine izin verdiği fiillerde güçlük ve sıkıntı
(haraç) murad etmemektedir. Buna, güneş altında ayakta dikilerek oruç tutmayı
nezreden kimsenin durumunu Örnek verebiliriz.[98] Bu
yüzdendir ki İmam Mâlik, Hz. Peygamber'in ona, orucunu tamamlamasını, oturmasını
ve gölgelenmesini emretmesi hakkında şöyle demiştir: "Hz. Peygamber ona,
Allah için tâatolan şeyi tamamlamasını emretti, Allah için masiyet (günah)
olan şeyi de ona yasakladı." Çünkü Yüce Allah, nefislere işkence
edilmesini, ne kendisine yaklaşılacak bir yol, ne de kendi katında bulunan
şeylere ulaşılabilecek bir vasıta kılma-mıştır. Bu açıktır. Ancak bu yasaklama,
meşakkate, işe girmesi sebebiyle maruz kalması yoluyla değil, onu kendi üzerine
doğrudan getirmesi durumu şartına bağlıdır. Aynen misâlde olduğu gibi. Bu
konuda hüküm açıktır.
Ama, meşakkat amele
tâbi durumda olursa, meselâ mutadın Üzerinde bir meşakkat altına girmeksizin
oruç tutamayacak veya ayakta namaz kılamayacak bir hastanın, yürüyerek ya da
binerek hac yapamayacak bir hacı adayının durumunda olduğu gibi, işte bu tür
meşakkatler, Yüce Allah'ın haklarında "Allah sizin için kolaylık diler,
zor-lukdüemez"[99]
buyurduğu kısımdan olmaktadır ve bu kısım hakkında ruhsatlar meşru kılınmıştır.
Ancak, böyle bir
meşakkatle karşı karşıya kalan bir kimse, ruhsatla amel ederse; tamam,
bunahakkı vardır ve bunu sırf kendi nefsinin bir hazzı olarak yapmış
olabileceği gibi, Rabbi tarafından gelen bu izni kabul etmiş olmak için de
işlemiş olabilir. Yok ruhsatla amel etmeyecek olursa, o zaman karşımıza iki
durum çıkar:
a) Kesin ya da zan ölçüsünde nefsine, bedenine veya
aklına ya da davranışlarına bir bozukluk arız olacağını ve bundan da sıkıntı
ve güçlük duyacağını bilmesi ve bu yüzden de o amelden hoşlanmaması. Bunun
mükellefle ilgisi yoktur. Bu durumu kesin ya da zan ölçüsünde bilmese, fakat
amele başlar başlamaz bunların kendisi için ortaya çıkması durumu da aynıdır
Bunun hükmü kendisini tedirgin eden şeyi yapnıamasıdır 'yolculuk sırasında oruç
tutmak, iyilik ve takvadan değil, dir"[100]buyruğu
bu gibi durumlarla ilgili olmaktadır. Hz. Pey-gamber'in, yemek hazırken veya
sıkışık vaziyette iken namaz kılmayı yasaklaması, "Kadı, öfke halinde iken
hüküm veremez"[101]
buyurması ve, tam hakkı verilerek işlenemeyecek amellere girişilmesini
yasaklayan benzeri diğer hadisleri bu meyanda Örnek olarak hatırlayabiliriz.
Çünkü Şâri'in kasdı,
kulun fiilinin her
türlü şaibeden uzak olarak korunması ve onların sürekli kılınması olmaktadır.
Böylece kulun yükümlülük ilmeğine girmesinin, onun en müsait bir zamanında olmasının
temini amaçlanmıştır.
b) Kendisine böyle bir zararın gelmeyeceğini kesin bilgi
ya da zan ölçüsünde bilmesi; bununla birlikte amelde mutadın üstünde bir
meşakkatin bulunması. Bunlar hakkında da genelde ruhsatlar meşru kılınmış
olmaktadır. Bu konudaki tafsilat[102]
hükümler bahsinde ele alınır. Burada dikkate alınan illet (gerekçe) şudur:
Aşırı meşakkat, sıkıntı doğuran bir şeydir; hatta meşakkatin bizzat kendisi
zaten sıkıntı ve güçlük (haraç) demektir. Kişi bunlara, her ne kadar sabır ve
tahammül gösterebilirse de, bunlar aslında âdeten sabır ve metanet
gösterilemeyecek ölçüde olan meşakkatlerdir. Bu itibarla dikkate alınırlar.
Ancak burada bir
üçüncü durum daha karşımıza çıkmaktadır:[103]Bu
kısımda da meşakkat mutat değildir, ancak bazı insanlara nisbetle mutat gibi
bir hal almaktadır. Böyle olan nice şeyler vardır. Çünkü kendisini Allah'a
adamış ve uzlete çekilmiş, yükümlülükleri yerine getirme konusunda bütün
gayretlerini ortaya koymuş âbidler ve hâl ehli böyle bir özellik kazanmışlardır
ve üstlendikleri tâat yolunu (ağırlığına rağmen) göğüslemişlerdir. "Sabır
ve namazla Allah'a sığınıp yardım isteyin. Huşu duyanlardan başkasına namaz
elbette ağır gelir[104]"vetini
ele alalım. Dikkat edilirse bu âyette namazın mükellefe ağır |en bir yükümlülük
olduğu belirtilmiş, ancak bundan huşu sahipleri istisna edilmiştir. Bu huşu
sahipleri ki, onların önderleri bizzat Hz. Peygamber olmaktadır. Onun için
namaz gözaydmlığı idi; öyle ki dünya meşgaleleriyle yorulduğu zaman
dinlenmekiçin namaza sığınırdı; ayakları uyuşuncaya kadar kıyamda dururdu. Onun
hali böyle olunca, elbette onun varisleri durumunda olanlar da onun bu
özelliklerinin bereketinden bir şeyler elde edeceklerdir.
Bu kısım,[105]üzerinde
biraz daha fazla nefes tüketmeyi gerektiren bir konu olmaktadır. Çünkü bu konu,
şeriatta güçlü temelleri bulunmasına rağmen ihmal edilmiş ve onun üzerinde söz
eden az olmuştur, [ise]
Fasıl:
Mükelleften güçlük ve
sıkıntı kaldırılmıştır. Bunun iki gerekçesi vardır.
a) Mükellefin teklif yolunda ilerlemeden kesilmesi,
ibadetleri sevmemesi ve yükümlülükten nefret etmesi endişesi. Bu gerekçenin
altına, onun bedenine, aklına, malına ya da davranışlarına bir bozukluğun arız
olabileceği endişesi de girebilir,
b) Kula yönelik çeşitli yükümlülüklerin çok ve bir anda
bulunması durumunda onları gereği gibi yerine getirememesi endişesi. Meselâ,
mükellefin ailesine, çocuklarına bakması ve bunların yanında çeşitli
yükümlülüklerle karşılaşması gibi. Mümkündür ki. bazı işlerle meşguliyet, diğer
yükümlülüklerin ihmalini doğuracaktır. Bazen de aşırı bir gayretle bütün
yükümlülükleri yerine getirmeye çalışacak, fakat buna güç yetiremeyecek ve bu
kez hiçbirisini tam olarak yapamayacak, hepsi de yarım yamalak kalacaktır.
Şimdi birinci kısmı
ele alalım: Yüce Allah bu kutlu şeriatı hoşgörü ve kolaylık esasları üzerine
kurulu hanîflikle göndermiş, kulların kalbini ona karşı nefret duygularından
korumuş ve onu mükelleflere sevdirmiştir. Eğer onlar hoşgörü ve kolaylık
esaslarına ters düşecek şekilde amel etselerdi, o zaman yükümlü oldukları
hususlarda işe yarar amel ortaya koyamazlardı. Bu konuda: "Bilin ki,
içinizde Allah'ınpey-gamberi bulunmaktadır. Eğer o, birçok işlerde size uymuş
olsaydı, şüphesiz sıkıntıya düşerdiniz; ama Allah size imanı sevdirmiş, onu
gönüllerinize güzel göstermiş; inkarcılığı, yoldan çıkmayı ve baş kaldırmayı
size iğrenç göstermiştir"[106]
âyetini ele alalım: Bu âyette Yüce Allah, kolaylaştırmak ve hoş göstermek
suretiyle imam bize sevdirdiğini, onu bu şekilde ve karşılığında mükâfat
vereceği va'diyle bizim kalplerimizde süslediğini bildirmektedir. Hadiste de
şöyle buyrulmuştur: "Amellerden güç yetirebileceğiniz şeyleri yapmaya
çalışın. Çünkü siz usanmadıkça, Yüce Allah asla (sevap vermekten)
usanma-yacaktır.[107]
Ramazan gecelerinin ihya edilmesi ile ilgili olarak da: "(Allah'a hamdden)
sonra, ey insanlar! Bana sizin durumunuz gizli değildir (sizin iştiyakınızı
biliyorum). Ama gece namazının (teravih) üzerinize farz kılınmasından ve sizin
de ona güç yetire memenizden korktum" [108]buyurmuştur.
Havla bt. Tuveyt hadisi de şöyle: Hz. Âişe validemiz, Hz. Peygambere "Şu
Havla bt. Tuveyt! Dediklerine göre gece hiç uyumazınış" dedi. Hz.
Peygamber:"Gece uyumaz mı ?! Gücünüzün yettiği kadar ibadet edin, çünkü
siz usanma-dikça, Yüce Allah asla (sevap vermekten) usanmayacaktır"[109]buyurdular.
Enes hadisi de şöyle: Hz. Peygamber birinde mescide girmişti. Orada iki direk
arasına uzunlamasına bağlanmış bir ip vardı. Hz. Peygamber:"Bune?"
dedi Orada bulunanlar: "Zey-neb'in ipi. Namaz kılarken yorulduğunda ona
tutunur" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Onu çözün. Sizden
biriniz zinde oldukça namaz kılsın. Tembellik ya da gevşeklik hissettiğinde
otursun" buyurdu.[110]Kıldırdığı
namazı çok uzattığı için Muaz'a: "Mu-az! Sen fitneci misin?!" diye çok
sert çıkışmış[111] ve: "İçinizde
insanları nefret ettirenler var. Sizden biriniz başkalarına namaz kıldırdığı zaman
hafif tutsun; çünkü onlar içerisinde zayıf, yaşlı ve iş-güç sahibi olanlar
vardır"[112] buyurmuştur. Ümmetine
acıması sebebiyle visal orucunu yasaklamıştır.[113]
Adakta bulunmayı yasaklamış ve: "Allah onunla cimriden bir şeyler çıkarır
ve o (adak) Allah'ın kaza ve kaderinden hiçbir şey değiştiremez"
buyurmuşlardır.[114]
Bütün bu örnekler, daha önce geçen ve aklen kavranılması mümkün olan usanç
verme, sıkılma, acze düşme, ibadetten nefret etme ve hoşlanmama gibi sebeplere
dayanmaktadır (muallel). Hz. Âişe validemizden Hz. Peygamber efendimizin şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Şüphesiz bu din /netindir. Ona yumuşaklıkla
girin [115] ve nefislerinize Allah'a
kulluğu sevimsiz hale getirmeyin; çünkü acele eden ne yol alabilir ne de binek
bırakır."[116]Hz.
Âişe şöyle der: Hz. Peygamber acıdığından dolayı ashaba visal orucunu
yasakladı. Onlar: "Siz visal orucu tutuyorsunuz" diye de
sorduklarında onlara: "Şüphesiz benim durumum sizinki gibi değildir. Ben
gecelerim de Rabbim beni yedirir ve içirir (siz ise böyle değilsiniz)" [117]
buyurdu.
Bütün bunlardan şu
netice çıkıyor: Buradaki yasaklar Şâri'ce gö-zönünde bulundurulan ve akılla
kavranılabilen sebep (illet) yüzünden olmaktadır. Durum böyle olunca, yasak
illetle birlikte var ya da yok olacak demektir.[118] Hz.
Peygamber'in illet olarak gösterdiği şey bulununca, yasak da ona yönelik olarak
bulunacaktır; illet bulunmadığı zaman da yasak ortadan kalkacaktır. Çünkü
insanlar bu meydanda iki grupturlar:
Birinci Grup: Bu
gruptan olan insanlarda, fiili işleme sırasında mutat üstü olan bu meşakkat
hemen etkisini gösterir ve o fiilin ya da başkasının fesadına etki ederya
dakişide onakarşı bir sıkıntı veusanç doğurur; o işi işlemeye karşı bir
tembellik meydana getirir. Genelde mükelleflerin çoğunun durumu böyledir. Bu
gibi meşakkat içeren amellerin olduğu şekliyle işlenmemesi ve eğer terkedilmesi
şer'an caiz olmayan amellerden ise şeriatın getirdiği doğrultuda ruhsatların
kullanılması, terki caiz olan şeylerden ise tümden terkedilmesi uygun
olacaktır. Yukarıda geçen delillerin gerekçeleri fta'lil) bunu gerektirmektedir.
Buna, Hz. Peygamber'in şu hadislerini delil olarak kullanabiliriz: "Kadı,
öfke halinde iken hüküm veremez[119]"Şüphesiz
nefsinin de üzerinde hakkı vardır; ehlinin de üzerinde hakkı vardır,[120]Hz.
Peygamber bu sözlerini, devamlı oruç tuttuğu haberi kendisine ulaşan Abdullah
b. Amr b. el-Âs'a söylemiş ve onun ağır yükler altına girmemesi için tavsiyede
bulunmuştur. Devam ettiği bu ibâdet, yaşlılık sebebiyle ağır gelmeye
başlayınca Abdullah: "Keşke Hz. Peygamber'in ruhsatını kabu
letseydim" diye temennide bulunmuştur.
İkinci Grup: Mutat
dışı güçlük içermesine rağmen kendilerine ağır gelmeyecek, usanç ve tembellik
göstermeyecek türden olan insanlar. Bu türden olan insanlara, mutat üstü
meşakkat içeren ameller, içermiş oldukları meşakkatlerden daha baskın gelen bir
motif, onları kolay hale dönüştüren bir saik, ya da amele karşı duyulan aşırı
bir iştiyak veya ondan alınan bir haz... sebebiyle ağır gelmemekte, aksine
başkaları için çok ağır iken bunlara hafif gelmekte, sözkonusu olan meşakkat
bunlar için meşakkatlikten çıkmakta, dahası bu tür amellere giriştikçe,
onların sıkıntılarına göğüs gerdikçe daha çok huzur ve ferahlık hissetmekteler
veya tedirgin edici ve iç tırmalayıcı etkenlerin tesirinden kendilerini
korumaktadırlar. Meselâ, hadiste Hz. Peygamber Bilâl! Bizi ferahlat"[121]
buyurmuş, başka bir hadiste -de: "Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi...
Gözümün, aydınlığı namazda kılındı[122]
buyurmuştur. Gece ayakları şişinceye ve bacakları uyuşuncaya kadar kıyamda
durması sonucunda da (kendisine "Niye bu kadar kendinize eziyet
ediyorsunuz? Nasıl olsa sizin gelmiş ve gelecek bütün günahlarınız
affedilmiştir" diye soranlara): "Rabbime karşı çok şükreden bir kal
olmayayım mı?"[123]demiştir.
Kendisine: "Ya Rasûlallah! Öfke halinde de, rıza halinde de sizin
sözlerinizi alalım (yazalım) mı?" diye sorduklarında: "Evet!"
buyurmuşlardı.[124]Halbuki
o, bizim hakkımızda "Kadı, öfke halinde iken hüküm veremez" [125]buyurmuştu.
Bu her ne kadar Hz. Peygamber'in kendisine ait bir husus ise de, diğerleri
hakkında da delil olmaya elverişlidir. Amellerde meşakkatlere katlanma ve
onlara karşı devamlı sabır gösterme ile ilgili bu mânâda delil çoktur.
Bu konuda sahabe,
tabiîn ve onları takip eden nesillerden gelen ve ilim, hadis rivayeti ve
ictihad mertebesine ulaşıp kendilerine tâbi olunan kimselerden gelen haberler
delil olarak yeterlidir. Bunlar içerisinden Hz. Ömer, Hz. Osman, Ebu Musa
el-Eş'arî, Saîd b. Âmir, Abdullah b. ez-Zübeyr'i; tabiîn neslinden Âmir b.
Abdikays, Üveys, Mesrûk, Saîd b. el-Müseyyeb, el-Esved b. Yezîd, er-Rebî b.
Huseym, Urve b. ez-Zübeyr, Kureyş'in zahidi diye ün yapan Ebu Bekir b.
Abdur-rahraan, Mansûr b. Zâdân, Yezîd b. Harun, Hüşeym, Zirr b. Hubeyş, Ebu
Abdirrahman es-Sülemî ve isimlerini saydığımızda uzayıp gidecek daha pek çok
simayı bunlara misal olarak hatırlayabiliriz. Bunlar yaşadıkları bu halleriyle
sünnete tâbi olmuş ve onun sınırlarını korumuş kimselerdir.
Rivayet edildiğine
göre Hz. Osman yatsı namazını kıldıktan sonra vitre kalkar ve onda bütün
Kur'ân'ı okurdu. Nice kimseler vardı ki, şu kadar sene yatsı namazının abdesti
ile sabah namazını kalmışlar,[126] şu kadar
sene durmadan oruç tutmuşlardı. Rivayete göre İbn Ömer ile İbn ez-Zübeyr visal
orucu tutarlardı. İmam Mâlik dehir orucunu (ömür boyu tutulan oruç) caiz
görmüştü. Üveys eî-Karnî, sabaha kadar gecesini ihya eder ve: "Bana
ulaştığına göre, Allah'a ebediyen secde halinde bulunan Allah'ın kulları
varmış" derdi. Benzeri bir rivayet Abdullah b. ez-Zübeyr'den de gelmiştir.
Esved b. Yezîd, nefsini oruç ve ibâdet içerisinde yorardı; öyle ki, sonunda
benzi solar ve vücudu sararırdı. Alkame kendisine: ıcYazık sana! Bu bünyeye
niçin işkence ediyorsun?" dediğinde: "Durum çok ciddî!" diye
karşılık verirdi. İbn Sîrîn'in anlattığına göre, Mesrûk'un hanımı:
"Mesrûk, ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Ben bazen arkasına
oturur ve kendisine yaptığını gördüğüm şeylerden dolayı ağladığım olurdu"
demişti. Şa'bî şöyle nakleder: Şiddetli sıcak bir günde, Mesrûk oruçlu iken
bayılmışti. Kızı kendisine: "Orucunu boz!" dedi. Mesrûk kızına:
"Bunu benden niçin istiyorsun?" dedi. O: "Acıdığımdan!"
diye cevap verdi. Mesrûk: "Yavrueağızım! Ben de, süresi elli bin gün olan
bir gün için nefsime acıdığımdan bunu yapıyorum" diye karşılık verdi.
Önceki nesillerden
olup da, herkesin tahammül edemeyeceği ve ancak Allah'ın bu iş için seçmiş
olduğu kimselerin tahammül gösterebileceği zor işlerin ki bu işler de onlar
için seçilmiş oluyordu üstesinden gelebileceği pek çok Örnek bulunmaktadır.
Onlar bu halleriyle sünnete ters düşmüş değillerdi. Aksine "es-sâbikîn
el-evvelîn" yani ilk ve öncülerden sayılmışlardı.Allah bizi de onlardan
kılsın! Çünkü zorluk ve meşakkat içeren amellerin yasaklanmasını gerektiren
illet, bunlar hakkında mevcut değildi. Dolayısıyla onlar için bu tür amellerin
yasak olmasını gerektirecek bir unsur mevcut değildi. Nitekim "Kaâı, öfke
halinde iken hüküm veremez"[127] buyruğu
karşısında bakıyoruz. Burada yasağın sebep ve illeti, zihnin meşguliyetinden
dolayı delillerin tam olarak değerlendirilememesi olmaktadır diyor ve bu hükmü
illetin bulunduğu zihni meşgul edecek her şeye teşmil ediyoruz. Bu illetin
bulunmadığı şeylere ise şâmil kılmıyoruz. Hatta öyle ki, kadı zihnini meşgul
etmeyecek derecede az öfkeli olursa, dâvaya bakabilir diyoruz ki, bu anlayış
doğru ve yerinde bir yaklaşım olmaktadır.
Birinci gruptan olan
kimselerin durumu, ziyadesiz İslâm'ın normal hükümleriyle ve iman gereğiyle
amel etmek olmaktadır. İkinci gruptan olanlar ise, kendisine galebe çalan
korku, ümit ya da sevginin itmesiyle hareket eden kimseye benzemektedirler.
Korku itici bir kırbaçtır ; ümit çekici bir öncüdür; sevgi ise sürükleyici bir
akımdır. Korku duyan kimse, meşakkatin bulunmasına rağmen ameli işler, şu kadar
var ki, daha ağır olan şeylerden duyulan korku, meşakkatli de olsa nisbeten
daha hafif olan şeylere tahammül gösterilmesine iter. Ümitvâr olan kimse de
meşakkate rağmen o işi yapar; şu kadar var ki, eksiksiz bir rahata ulaşacağına
olan ümidi, kişiyi mükemmel bir yorgunluğa tahammüle sevkeder. Seven insan,
sevdiğine duyduğu iştiyakla bütün gayretini sarfederek çalışır ve bunun
sonucunda zor olan kendisine kolay gelir; uzak yakan olur; gücünü kuvvetini
tüketir, buna rağmen sevginin hakkını vermiş, nimetin şükrünü yerine getirmiş
olduğunu düşünmez; ömrünü bu uğurda tüketir, fakat arzusunu yerine getirdiğini
düşünmez. Kişinin nefsi, aklı ya da malı için duyduğu endişe de aynı şekilde,
buna sebebiyet verecek amellerin işlenmesine, eğer kişinin tercihine
bırakılmış ise, engel olur. Yok yapılması gereken hususlardan ise, o zaman da
ruhsatlar getirilir ve böylece meşakkat içerisinde meydana gelmemesi
istenilir, Çünkü meşakkatin ve bunun neticesinde bedeni, aklı ya da malı
hakkında bir endişe duyması, daha Önce de geçtiği gibi insanın içini tırmalar
ve huzurunu kaçırır.
Ancak, bu vaziyette
iken yani nefsine ya da bir organına veya aklına bir zarar gelmesi korkusu
altında işlenen amel, buna rağmen acaba yeterli olur mu? Yoksa olmaz mı?
Bu konunun üzerinde
durulması gerekir ve konuyla ilgili "gasbedilen yerde kılman namaz"
meselesinden ipuçları çıkarılabilir; Eğer telef olma korkusu varsa, oruç
tutmasının mene d ileceği ne dair İmam Mâlik ve İmam Şafiî'den nakil
bulunmaktadır. Bu durumda tutacağı orucun da yeterli olmayacağını
belirtmişlerdir. Yine telef olma korkusu bulunduğunda, su ile gusül ve abdest
almaktan men edileceği ve teyemmüm alması gerekeceği nakledilmiştir.
Hastalanma ya da malın telef olması korkusunun bulunması halinde ise ihtimal
bulunmaktadır. Bu konuda yasaklamaya gidileceğinin dayanağı
"Nefislerinizi öldürmeyiniz" [128]
âyeti olmaktadır.
Sözü geçen şeylerle
benzerlerinin yasaklanmış olması, korku sebebiyle olduğuna ve bizzat o
ibadetlerin işlenmesine yönelik bir cihetten olmadığına göre, iki durum
arasında fark bulunacaktır. Çünkü namazdan soyutlanarak ele alındığında,
nefsin tahammül edemeyeceği bir meşakkat doğuracak bir amelin yasaklanması
makûldür. Öbür taraftan meşakkat dikkate alınmaksızın sadece namazın
emredilmiş olması da makûldür. Dolayısıyla mesele hakkında iki bakış açısı
olacaktır.[129]
Konuya bir başka
kaideden daha yaklaşılabilir: Şöyle ki: Acaba Şâri'in meşakkatin kaldırılmasına
yönelik kasdı, Allah hakkı olduğu için midir? Yoksa kul hakkı olduğu için
midir? Eğer Allah hakkı oîduğu içindir dersek, o zaman Şâri'in meşakkatin
kaldırılmasını istediği her yerde yasaklama (men) hükmünü kabul etmemiz
gerekir. O dinde güçlüğü kaldırmışken, güçlük ve meşakkat içeren ameller
içerisine girilmesi, O'nun maksadına ters düşer; dolayısıyla bu tür amellerin
me-nedilmesi gerekir. Eğer, kul hakkı içindir dersek, o zaman kul kendi hakkını
Allah için düşürecek olursa, acaba yapacağı ibadeti sahih olur mu? Bu durumda
böyle bir ibadetin kesin olarak menedilmeyeceği anlaşılmaktadır.
Bu ikinci durumu
destekleyen hususlar vardır:
(1)
"Nefislerinizi
öldürmeyiniz"[130]
âyetim Bu âyet işaretiyle yasağın kullara acıma yönünden olduğunu
göstermektedir ve buna âyetin sonundaki "Şüphesiz ki Allah size karşı çok
merhametlidir" ifadesi delâlet etmektedir. Yüce Allah bununla, kullarına
daha uygun olduğu için onlardan güçlük ve sıkıntının kaldırıldığına işaret
etmiştir. Aynı şekilde "Biz seni ancak âlemlere rahmet olman için gönderdik"[131]âyeti
ile benzeri, şeriatın kulların maslahatları için konulmuş olduğuna delâlet eden
diğer nasslar bu hususta delil olmaktadır.
(2)
Daha önce geçen ve
güçlük ve sıkıntının (haraç) kaldırılmış olduğunu, kolaylığın istenildiğini
gösteren deliller. Yasak sadece güçlük ve meşakkatin bulunduğu varsayımına
dayalı olarak gelebilir. Eğer bazılarına göre bu güçlük ve meşakkatin kalktığı
ve bulunmadığı farze-dilecek olursa, o zaman yasak da kalkar. Konumuza ışık
tutan ve bunun böyle olduğunu gösteren hususlardan biri de, Hz. Peygamber'in
ayakları uyuşuncaya yada şişinceye kadar kıyamda durmasıdır. İbâdet bu sınıra
ulaştığı zaman, mutlaka zorlaşır ve sıkıntıya dönüşür. Ancak Allah'a kulluk
yolunda acı, sevenler için tatlı gelir. Hz. Peygamber onların önderidir. Dolayısıyla
onun peşinden gelen ve böylesi davranışlara girenler hakkında da durum aynı
olur. Seleften aynı şekilde fazla ağlamaktan dolayı gözlerini kaybedenlerin
bulunduğu rivayetleri bulunmaktadır. Hasan b. Arfe şöyle anlatır: Ye-zid b.
Harun'u Vâsıt'ta gördüm. En güzel gözlere sahipti. Sonra onu tek gözlü olarak
gördüm, daha sonra onu gördüğümde her iki gözü de gitmişti. Kendisine: "Ey
Ebu Halid! O güzelim gözlere ne oldu?" diye sordum. Bana: "Onları
seher vakti ağlamaları götürdü" diye cevap verdi. Seleften nakledilen ve
mutlak anlamda meşakkatlere göğüs gerdiklerini, güçlük ve sıkıntıların altına
girdiklerini belirten rivayetler bu hususu güçlendiren unsurlardandır. Şu halde
netice olarak diyebiliriz ki: Bu konuda Allah hakkını galebe çaldıran kimseler
mutlak surette yasaklama (men) cihetine gitmişlerdir. Kul hakkı tarafının ağır
bastığını görenler ise, mutlak surette men cihetine gitmemişler, tercihi kulun
kendisine bırakmışlardır.
Fasıl:
Güçlük ve sıkıntının
(haraç) kaldırılmış olmasının ikinci gerekçesine gelince; mükellef, mutlaka
yapılması gereken ve kaçınılması mümkün olmayan serî ameller ve görevlerle
memurdur ve bunlarda mevcut bulunan Rab Teâlâ'nın hakkını yerine getirmek
durumundadır. Eğer mükellef güç fiiller içerisine girerse, bu onu diğer yükümlülüklerinden
alıkoyar, Özellikle de başkalarının haklarının taalluk ettiği konularda. Bu
durumda kulun içerisinde bulunduğu ibadeti ya da ameli, onu Allah Teâlâ'nın
kendisini yükümlü tuttuğu diğer görevlerinden ahkor ve onlar hakkında kusur
gösterir. Neticede bu haliyle o mazur değil, kınanmış olacaktır. Çünkü
mükelleften istenilen şey, yükümlülüklerinin hepsini tam olarak ve içlerinden
hiçbirini ve hiçbir zaman ihlale uğratmaksızın yerine getirmesidir.
Buhârî, Ebu
Cuhayfa'dan rivayet eder: Hz. Peygamberi. Selmân ile Ebu'd-Derdâ arasında
kardeşlik kurmuştu. (Birinde) Selmân, Ebu'd-Derdâ yi ziyaret etmişti.
Ümmü'd-Derdâ'yı ki Ebu'd-Derdâ'mn hanımı oluyor gördü. Kadının pejmürde bir
hali vardı. Ona: "Bu halin ne böyle?" diye sordu. Kadın da:
"Kardeşin Ebu'd-Derdâ var ya, onun dünya ile hiçbir ilgisi yok" diye
cevap verdi. Sonra Ebu'd-Derdâ geldi ve yemek yaptı ve Selmân'a: "Buyur
sen ye, ben oruçluyum" dedi. Selmân: "Sen yemedikçe ben de
yemeyeceğim" dedi. Bunun üzerine Ebu'd- Derdâ yedi. Gece olunca Ebu"d-
D.erdâ kalkıp [H4j ibadet etmek istedi. Selmân ona: "Uyu!" dedi. O da
uyudu. Sonra yine kalkmak istedi. Selmân: "Uyu" dedi. Gecenin sonuna
doğru yaklaşılınca Selmân: "Şimdi kalk!" dedi ve kalkıp namaz
kıldılar. Sonra Selmân ona: "Şüphesiz senin üzerinde Rabbinin hakkı
vardır, nefsinin üzerinde hakkı vardır, ailenin üzerinde hakkı vardır. Her hak
sahibine hakkını ver" dedi. (Ebu'd-Derdâ) Hz. Peygamber'e gelip / durumu
haber verdi. Hz. Peygamber ona: "Selmân doğru i söylemiş" buyurdu.[132]
Hz. Peygamber Muâz'a:
(Üç defa) "Sen fitneci misin? A'lâ, Şems, Leyi sûrelerini okuyarak
kıldır'saydın ya! Çünkü arkanda zayıf, yaşlı ve iş-güç sahibi olanlar
vardır" buyurdu. Bu hadisede şikâyetçi olan kimse, iki devesiyle birlikte
Muaz'a uğrayan bir kimse idi. Gece (sabaha) yüz tutmuştu. Develerini bıraktı ve
Muaz'm yanma gitti (ve onunla birlikte namaza durdu). Muaz,
Bakara ve Nisa sûresini okumuştu. Adam bunun üzerine şikâyetçi olmuştu.[133]
Keza Hz. Peygamber: ''Ben, namazı uzatmak istiyorum, fakat bir çocuğun
ağladığını işitiyorum ve bu yüzden namazı kısa tutuyorum[134]
buyurmuştu. Rivayete göre Muhammed b. Salih, kendisini Allah'a verenlerin
tekkelerine, âbidlerin uzlet yerlerine girmişti. Çok şiddetli şekilde ağlayan
bir adam görmüştü. Ağlamasının sebebi, gece namazını fazla uzattığından dolayı
sabah namazını cemaatle kılamamasıydı.
Sonra bazı amellere
kendisini kaptıran kimse, cihad ve benzeri kendisine ihtiyaç duyulacak
amellerden geri kalır. Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber ,Dâvud hakkında:
"Birgün oruç tutar, bir gün de tutmazdı. Düşmanla karşılaştığı zaman asla
kaçmazdı"[135]
buyurmuştur. İbn Mes'ûd'a: "Sen az oruç tutuyorsun" demişlerdi. O:
"Oruç beni Kur'ân okumaktan alıkoyuyor. Kur'ân okumak benim için oruç
tutmaktan daha sevimlidir" diye cevap verdi. Buna benzer bir durum da îyaz
tarafından İbn Vehb'ten nakledilmiştir. O, arafe günü asla oruç tutmayacağına
dair yeminde bulunmuştu. Çünkü bir gün oruçlu iken vakfede bulunmuştu. Hava çok
sıcaktı ve bunalmış, zor duruma düşmüştü. Öyle ki, kendi ifadesine göre herkes
rahmeti beklerken o da iftarı beklemeye başlamıştı. İmam Mâlik, bütün geceyi
ihya etmeyi mekruh görmüş ve: "Bu durumda o, uykuya yenik düşebilir (ve
sabah namazını kaçırabilir). Hz. Peygamber bu konuda da kendisine uyulacak en
güzel örnektir." Sonra ilave ederek: "Eğer sabah namazına bir zarar
vermeyecekse bunda bir sakınca yoktur. Ama sabah namazına uyuyarak gelecekse
hayır. Ama uyur halde değil de, uyuşukluk hali bulunursa, bunda bir sakınca yoktur"
demiştir. Amele dalmak sonucunda yasağın illeti ortaya çıkıyor ve bu normal
yükümlülüklerinin yerine getirilememesine sebep oluyorsa, keza tembelliğe,
terke ve ibâdetlerden nefrete götürürüyorsa, kısaca illet bulunuyorsa ya da
beklenti halinde ise, o amel yasaklanmıştır. Eğer bu sayılan şeyler
bulunmuyorsa, o zaman o amele kendisini vermesi güzel bir şeydir. Bu durumda o
amele kendisini vermekle birlikte diğer yükümlülüklerini de yerine
getirebilmesinin sebebi daha önce anlattığımız, korku, ümit ya da sevgi
motiflerinin kendisine baskın gelmesi-, dir.
İtiraz: Bir insanın bir amele girmesi ve kendisini bütünüyle
ona vermesi durumunda korkunun iticiliği, ümidin çekiciliği ya da sevginin
sürükleyiciliği gibi motifler bulunsa bile normal yükümlülüklerini yerine
getirmesi mümkün değildir. Meselâ, geceleri ihya edip, gündüzleri oruçla
geçiren bir kimsenin ailesi ile ilişkide bulunabilmesi ve
onunhakkınariayetetnıesi; sürekli oruç tutmakla birlikte ailesinin nafakasını
temin için çalışabilmesi veya cilıad görevini tam olarak yapabilmesi; yine
sürekli namaz kılan bir insanın diğer insanlara yardımda bulunabilmesi,
çaresizin imdadına yetişebilmesi, onların ihtiyaçlarını gidermesi ve benzeri
işlerde bulunması mümkün değildir. Hatta bunlardan birçoğu, diğer yükümlülük
konusu amellerle bir arada bulunamayacak şekilde çelişki arzederler. Bazen
çelişki bulunmaz ama, birbirine etki ederler. Mükellefin boynuna binen ve
yerine getirmek mecburiyetinde olduğu hakların çok olduğu bilinmektedir. Bu
durumda bütün bu hakların tamamım ya da en azından çoğunu nasıl yerine
getirecektir. Bu yüzdendir ki hadiste şöyle gelmiştir; "Bu din kolaylık
dinidir. Hiçbir kimse yoktur ki, bu din hususunda (amellerim eksiksiz olsun
diye) kendisini zorlasın da din, ona galebe etmesin (ve ezilip büsbütün amelden
kesilmesin). Öyle olunca ortalama gidin.[136]Hem
sonra, bu gibi şeylerin erbâb-ı hâl (evliya) ve dünyevî nazlarından kendilerini
soyutlayanlar için mümkün olduğunu kabul etsek bile, bunları isbat, onları elde
etme için koşturma ve talepte bulunma ile birlikte durum nasıl olacaktır?
Cevap: Daha önce de geçtiği gibi insanlar iki kısımdır:
Hazlanna düşkün
kimseler; Bu tür insanların mutlaka şer'an kendilerine izin verilen çerçevede
hazlannı elde etmeleri, ancak bunu yaparken yükümlülüklerini ihlal etmemeleri
gerekir.
Bunlara nisbetle,
ruhsat verilme si gereken yerlerde ruhsat verilmemesi durumunun, şer'an daha
büyük mefsedetlere götürecek olduğunu, mubah olan alışkanlıklarının kesilmesi
neticesinde haramlara düşebileceklerini görmekteyiz. Öbür taraftan mutlak
nazların peşinden koşmanın kulluk boyunduruğundan çıkmak olduğunu da biliyoruz.
Çünkü başıboş olan kimse, kendi varlığındaki Şâri'in gözettiği hikmeti unutur.
Bu ise büyük bir mefsedettir. İşte bu başıboşluğu kaldırmak içindir ki,
şerîatler gelmiştir. Ö bür taraftan da göklerde ve yerde ne varsa, hepsi
insanoğlunun emrine âmâde kılınmıştır.
Şeriatın getirdiği
mutlak hakikat, işte bu iki durumun arasını itidal ölçüsünde birleştirmek
olmuştur. Hazlar konusunda, herhangi bir vacibin ihlaline sebep olmayacak
olanlarını almış, terki durumunda sakıncalı (haram) bir duruma götürmeyecek
olanlarını da terketmiş-tir. Mendub ve mekruh konusunda da hazlar dengelenmiş;
eğer mükellefin meselâ nikâhta olduğu gibi, hazzı varsa o fiillerin işlenmesini
mendub; mekruh vakitlerde namaz kılmak gibi acilen bir hazzı bulunmayan
fiilleri de mekruh kabul etmiştir. Mükellef için içerisinde bir haz içermeyen
mendub ile bir haz içeren mekruh hakkında bakılır buradaki hazdan hemen elde
edilen bir hazzı kasdediyoruz: Eğer mendub ile hazzını terketmesi şer'an mekruh
bulunan bir şeye götü-rüyorsa, yahut daha büyük sevabı olan başka bir mendubun
terkine sebebiyet verecekse, bu durumda hazzını elde etmesi ve o mendûbu
terketmesi daha uygundur.[137]Örnekler;
Kişinin, yabancı kadınlara arzu duymaya sebebiyet verecek olan karısından
istifadeyi terketmesi gibi. Nitekim buna; "Sizden biriniz güzel bir kadın
görür ve hoşuna giderse hemen ailesinin yanına dönsün.[138]
hadisinde işaret buyrul-muştur. Arafe günü oruç tutmayı terketmek,[139]kendisini
Kur'ân okumaya vermek için oruç tutmamak gibi. Hadiste ise: "Siz, gerçek
şu ki, düşmanınızı karşılamaktasınız. Oruç tutmamanız daha güçlü olmanızı
sağlayacaktır"[140]
buyrulmuştur.
İçerisinde mükellefe
yönelik bir haz bulunan bir mekruhun terki de aynı şekilde, daha büyük bir
mekruhun işlenmesine sebebiyet verecekse, bu durumda da daha hafif gelen
mekruh tarafı tercih edilecektir. Nitekim Gazzâlî şöyle der: "Şüpheli bir
şeyin yenilmesi ile anne ve babaya itaat karşı karşıya gelirse, anne ve babaya
itaat tarafı, şüpheli şeyden sakınma için gösterilecek takvaya üstün
tutulmalıdır. Çünkü şüpheli şeyin yenilmesinde nefis için bir haz vardır. Eğer
o şey şüphe içeriyorsa, o şeyden uzak durulması istenir ve onu yemesi mekruh
olur. Ancak o şeyin yenilmesinde anne ve babanın rızası bulunuyorsa, o zaman
anne ve babanın hoşnutsuzluğunu kazanmak gibi daha büyük bir mekruhun ortaya
çıkmaması için nefsin hazzı tarafı tercih edilir. İmam Mâlik'ten rivayet
edilen; "Şüpheli yollardan rızık aramak, insanlara yük olmaktan daha
güzeldir" sözü de bu türden olmaktadır."
Kısaca diyebiliriz ki,
bu kısamdan olan insanlar için hazlar, amelleri karşı karşıya getirirler. Bu
durumda ameller arasında tercihe gidilir. Hangisi ağır basarsa, mükellef
artıkonu işler ve diğerlerini bırakır. Bu cümlenin açıklanması, fıkıhta feri
meseleleri ortaya koyma hakkındaki fukahâmn sözlerinin temelini
oluşturmaktadır.
(2)
(Amelde mevcut bulunan
nefislerine yönelik) kendi hazlarım düşürmüş kimseler: Ameller arasında
tercihte bulunma konusunda bunların hükmü de, aynen birinci kısımdakilerin
hükmü gibidir. Ancak nefislerinde rağbet kalmama neticesinde bunların
nazlarının düşmüş olması, onların kulluktan kesilme ve ibâdetlerden nefret etme
gibi bir neticeye düşmelerini önlemekte, haklar arasında tercihte bulunmada
onları başarılı kılmakta, başkalarının yapamayacakları amelleri yapabilecek güç
ve kudrette kılmaktadır. Bunun neticesinde bunlar, daha çok amel
işleyebilmekte, hizmet için daha geniş bir alan bulabilmektedirler. Başkaları
için olağanüstü olan ve gözlerinde çok büyütülen kalbi ve bedenî olan dinî
vazifeler bunlar için mümkün olmaktadır. Ancak kulun yükümlü tutulduğu bütün
mükellefiyetleri, yapması mendup görülen herşeyi ortaya koymaları ise mümkün
değildir. Bundan yasaklar müstesnadır. Çünkü yasaklar mutlak anlamda terk ve
amellerin istenil meme s i olmakta, birşeyler işlemeyi gerektirmemektedir.
Hiçbir şeyin yapılmamasını istemek (en-nefyu'1-âmm), meydana gelmesi mümkün bir
şeydir; ama herşeyin yapılmasını istemenin (eî-isbâtu'i-âmm) vücut bulma
imkânı yoktur, Bu kısımdan olan insanların kendi nefislerine yönelik hazları
düşmüş olunca, o zaman bunlar için hakların karşı karşıya gelmesi sadece emir
(ilâhî hitap) açısından olmaktadır. Meselâ, "Nefsinin de senin üzerinde
hakkı vardır"[141] hadisiniele
alalım. Bu durumda olan kimselerin hakkı, zayıf ya da tamamen düşmüş
olmaktadır. Bunun sonucunda da diğerlerinin hakkı ona göre kendi hakkından
daha güçlü hal almıştır. Onun hakkı, dikkat edilmesi gereken şeylerin en
sonunda gelmektedir; Hazlar düştüğü zaman, ona halef olan şeyler onun yerini
alacaktır, çünkü hazzı talep için ayrılacak zaman boş kalmayacak ve onu pek çok
amel dolduracaktır. Emir doğrultusunda hazzınm gereği olan ameli işlediği zaman
ise, ileride de geleceği gibi, bu da bir ibadet olacaktır. Dolayısıyla daha
önce âdet olan şeyler bu insanlar için ibâdet halini alacaktır. Bunlar kendi
nefisleri (hazları) yönünden düşmüş, fakat diğer ibadetlerde olduğu gibi emir
yönünden sabit olmuşlardır. İşte bu noktadan hareketle, kendi nefsî hazlarım
düşüren insanlar, insanların en âbidi olmuşlardır. Hatta bunların amellerinin
büyük çoğunluğu vacib hükmüne dönüşmüş olmaktadır. Bu konu geniş bir alandır.
Yeri burası değildir.
Fasıl:
Buraya kadar
anlattıklarımız, izin verilmiş vacib, mendub, mubah olup da, işlenmesi
sırasında meşakkatlere sebebiyet veren amellerle ilgili idi. Eğer meşakkate
sebebiyetveren ameller, bir de izin verilmiş türden olmazsa, o durumda böyle
bir sebebiyet vermenin önüne geçileceği konusu gayet açık olmaktadır. Çünkü bu
durumda kişi, yasağın işlenmesi yanında, ayrıca bir de kendisini sıkıntı ve
meşakkat altına sokmaktadır.
Ancak, bazen şeriatta
mükellefe ağır gelen bir durum için sebep olan şeyler bulunabilir. Şu kadar var
ki, Şâri'in bunlardan kasdı hiçbir zaman mükellefi meşakkat ve sıkıntı
içerisine sokmak değildir; bu tür şeylerle O, sadece maslahatın teminini,
mefsedetin de uzaklaştırılmasını dilemiştir. Yasak olan suçların işlenmesi
karşılığında getirilen kısas ve diğer cezaları bunlara Örnek verebiliriz.
Bunlar, suçu işlemek niyetinde olan kimse için caydırıcı ve böyle bir fiilin
işlenmesinden (ya da tekrarından) kendisini alıkoyucu, başkaları için de ibret
olucu bir özellik arzederler, Bu cezaların ağır gelmesi ve acı vermesi, aynen
kangren olmuş bir organın kesilmesi ya da acı bir ilacın içilmesi sırasında
bunların acı ve ıztırap vermesine benzemektedir. Nasıl ki, böyle bir tedaviye
başvuran doktor için, bu yaptıklarıyla hastasına acı ve ıztırap vermek
istiyor, demek yanlış ise, burada da durum aynıdır. Çünkü Sâri' Teâlâ
(insanlığı tedavi eden) en büyük doktor olmaktadır. Daha önce geçen ve
Allah'ın dinde zorluk kılmadığını ve kulların böyle bir, sıkıntıya düşmesini
istemediğini gösteren deliller burada tekrar hatırlanabilir. Şu kudsî hadiste
belirtilen husus da bunun bir benzeri olmaktadır: <cYapmak durumunda
olduğum hiçbir şeyde, mü'min kulumun canını alma sırasındaki tereddüdüm gibi
tereddüt etmemişim-dir. O ölümden, ben ise ona kötülük yapmaktan hoşlanmıyorum.
Bununla birlikte onun mutlaka ölmesi gerekiyor.[142]Ölüm
mü'min için kaçınılmaz ve Rabbina kavuşmak ve orada ebediyet yurdunda
nimet-lenmesi için bir yol olmaktadır. Bu yüzden ölüme yönelik bir kasdın
bulunması muteberdir. Öbür taraftan ölümün sevilmemesi sebebiyle de
hoşlanılmamaktadır.[143] Bu
mânâ gözönünde bulundurulduğunda, yapılması nefse çok ağır gelen adakların da
bu kısma katılması mümkündür. Çünkü mükellef, adakta bulunduğu şeyin gereğini
yapmak durumunda olduğu için, onun adadığı şeyleri üstlenmesi hoş olmamaktadır.
Bununla birlikte meydana geldiği zaman, adanılan şeyler ibâdet oldukları
için zor gelse de yerine getirilmeleri gerekir. Aynen,
gerektirici suçlar işlendiğinde onlara bağlanan cezaların da doğması gibi.
Ancak adanan şeyler ibadet türünden olmazsa veya ibadet türünden olsa bile
tahammülü mümkün olmayan şekilde olsa ve haklarında hafifletici hükümler
getirilmiş bulunan kabilden olsa, yahut da dinde zarurî ya da hâcî olan bir
durumla çatışsa, o zaman düşmektedir, Meselâ, malının tamamını tasadduk etmeye
yemin etse, sadece üçte birini vermesi yeterlidir. Mekke'ye yürüyerek hac
etmeyi nezret-se ve buna da güç yetiremese, binerek gider, haccını yapar ve bir
kurban keser. Evlenmeyeceğine ya da yemeyeceğine... dair nezirde bulunsa,
hükmü geçersiz olur. Görüleceği üzere, bu gibi kişinin kendi nefsini meşakkat
ve sıkıntıya sokması durumunda derhal şeriatın merhamet ve yardımı kendisine
yetişmektedir.
Bu durumda, Şâri'in
mükellefin sıkıntı ve meşakkat içerisine girmemesi hakkındaki maksadının, hem
emredilen hem de yasaklanılan şeyleri kapsadığı görülmektedir.
İtiraz: Peki Kur'ân'da: "O halde size tecâvüz edene,
size tecâvüz ettikleri gibi siz de tecâvüz edin"[144]
âyetinde, cezaya "tecâvüz" denilmiştir. Bu ise tecâvüze yönelik bir
kasdın olmasını gerektirir. Bunun delâlet ettiği şey de, tecâvüzde bulunanın
başına gelen meşakkattir. (Öyle ise meşakkate yönelik bir kasıd vardır).
Cevap: Tecâvüze karşı verilecek cezanın "tecâvüz"
diye isimlendirilmesi mecaz olmaktadır ve bu tür kullanış şekli[145]
Arap dilinde mevcuttur. Şer'î nasslarda da aynı üslup çokça kullanılmıştır.
"Allah onlarla alay eder.,." [146]' Fakat
hile yaptılar, Allah da onlara hile yaptı[147]"Gerçekten
onlar düzen kuruyorlar, Ben de bir düzen kuruyorum"[148]
gibi âyetler bunlardandır. Bu itibarla itirazın dayanağı yoktur.
Fasıl:
Bazen mükellefin karşı
karşıya kaldığı meşakkat, kendisi ya da içine girdiği amel sebebiyle değil de,
tamamen haricî bir unsurdan kaynaklanabilir. Böyle bir durumda Sâri' Teâlâ'nın
o elem ve meşakkatin korunması ve ona karşı sabır ve tahammül gösterilmesi
gibi bir kasdı bulunmamaktadır. Öbür taraftan Şâri'in, nefsin bu gibi meşakkatler
altına sokulmasına sebebiyet verecek bir davranışa girilmesi gibi bir kasdı da
bulunmamaktadır. Bununla birlikte, insana eza ve işkence veren şeyler kulların
denenmesi ve onların ayıklanması için yaratılmakta ve Allah onları dilediği
gibi ve dilediği şekilde insanlara musallat kılmaktadır. "O yaptığından
sorumlu değildir. Onlariseso-rumlu tutulacaklardır."[149]
Şeriatın bütün verilerinin değerlendirilmesi sonucunda, bu gibi durumlarda
insana ulaşacak meşakkatin ortadan kaldırılması ve mubah olan nazlarını
koruyabilmesi hakkında mutlak surette izin[150]
bulunduğu sonucu çıkmaktadır. Hatta fiilen meydana gelmese bile, eğer beklenti
halinde ise, kulun maksadımnta-mamlanmasi, ona genişlik getirilmesi,
Yaratıcısına yönelişinde kusur göstermemesi ve nimetlerin şükrünü
gerçekleştirebilmesi için ondan sakınmasına ve gerekli önlemler almasına dahi
izin verilmiştir.
Bu izinler arasında
şunları sayabiliriz: Açlık, susuzluk, sıcaklık ve soğukluğun vermiş olduğu elem
ve ıztırabm giderilmesi; hastalanma durumunda tedavi uygulanması; gerek
insandan gerekse başkalarından gelecek her türlü eza ve işkence verici
şeylerden korunma, her türlü beklenti halinde bulunulan güçlükler karşısında
tedarikli olma ve önceden hazırlıklar yapma... gibi. Bu dünyada, hayatın düzen
ve devamını sağlayan maslahatların temini ile mefsedetlerin uzaklaştırılmasına
yönelik diğer hususlar da bu türdendir. Sonra serî kanunların benimsenme ve
üstlenilmesi suretiyle âhiretle ilgili eza verici şeylerin uzaklaştırılması ve
fayda verecek şeylerin de gerçekleştirilmesi gelir. Nitekim kulun fiillerinin
sebebiyet verdiği şeyler konusunda da durum böyle idi. Bu gibi şeyler hakkında
şer'an izin verilmiş olduğu dinde zorunlu olarak bilinir.
Ancak hakkında
uzaklaştırılmasına dair izin[151]
bulunan şeyin giderilmesi kesinlik arzediyorsa, bu durumda Sâri' Teâlâ'nın o
meşakkatin kaldırılmasına yönelik kasdmın bulunacağı konusunda kuşkumuz
bulunmaz. Bu noktadan hareketle Sâri', eşkiyayı (isyancıları) yola
getirmemizi, İslâm'ı ve müslümanları ifsad için faaliyette bulunanlarla
mücadele etmemizi, İslâm'ı ve İslâm toplumunu yıkmak isteyen kâfirlere karşı
cihadda bulunmamızı vacip kılmış bulunmaktadır. Burada meşakkatlerin kullara
musallat kılınması ve mübtelâlık fibtilâ, sıkıntıya maruz kılma) yönü dikkate
alınmamaktadır. Çünkü bu gibi meşakkatlerin ortadan kaldırılmasının vacip
kılınması sebebiyle, her ne kadar iman konusunda dikkate alınmış olsa da,
teklifte bu yönün dikkate alınmamış (mülga) bulunduğunu anlıyoruz. Nitekim
teklif yönü de daha başlangıç itibarıyla (ibtidâen) dikkate alınmamaktadır;
bununla birlikte aslında o (teklif) bir mübtelâhktır (ibtilâ, sıkıntı). Çünkü
kul yönünden ya tâatya da masiyet (günah) olmakta; Allah yönünden de onun
yaratması söz konusu olmaktadır. O şeyin işlenmesi ya da terkedilmesi, o fiil
ya da terki Allah'ın kulda yaratması neticesinde olmaktadır. Bu durumda kulun,
Allah'ın kaza ve kaderine teslim olmaktan başka yapabileceği hiçbir şey
yoktur. Burada da aynı şe kildedir.[152]
Meşakkatin defedilmesi
hakkında verilen izin kesinlik arzetmi-yorsa, o zaman musallat kılma ve
mübtelâlık yönünün dikkate alınmış olması mümkündür ve o meşakkatli şeyin
musallat ve müb-tela kılan (Allah) tarafından gönderilmiş olduğu gözönünde bulundurulur.
Bu durumda kul Allah'ın kaza ve kaderine teslim olabilir. Bu yüzdendir ki,
meselâ tedavi olma talebi kesinlik arzetmediği için, örnek ilk nesillerden
(selef-i sâlih) birçoğu onu terketmişlerdir. Hz. Peygamber de hastalık hali
üzere devam etme hakkında izin vermiştir. Nitekim sar'ah siyah bir cariye, Hz.
Peygamberden iyileşmesi için kendisine dua etmesini istemişti. Hz. Peygamber
de onu, hasta haline sabır göstermesi ve buna mukabil sevap alması ya da
kendisine dua etmesi ve böylece şifa bulması [152] arasında seçimli bırakmıştı.[153]
Başka bir hadiste (hesapsız cennete gireceklerden söz ederken) de:
"...Vücutlarını (kızgın demirle) dağla-mayanlar ve ancak Rablerine
tevekkül edenlerdir" buyurmuşlardır. [154]İznin
gereği olmak üzere haz yönünün dikkate alınması ve teşvikle (nedb) güçlenmesi
de mümkündür. Nitekim tedavi konusunda durum böyledir. Hadiste Hz. Peygamber
"Tedavi olunuz. Çünkü derdi indiren (Allah) devasını da indirmiştir"[155]
buyurmuştur. İbaha-nın (tercihe bırakma) sabit olması durumunda ise, durum daha
da açıktır.
Buraya kadar olan
kısımda, meşakkatin kullanıldığı anlamlardan üçüncüsü üzerinde durmuş ve sözü
bitirmiş olduk.[156]
Şimdi ise dördüncü anlamı üzerinde söz edeceğiz ki bu da arzu ve hevese uymamak
ve ona muhalefet etmekten kaynaklanan meşakkat olmaktadır. Bunuda sekizinci
meselede işleyeceğiz: [157]
Nefislerin arzu ettiği
şeylere muhalefette bulunmak, nefse çok ağır gelir ve nefisleri arzuladığı
şeylerden vazgeçirmek zor olur. Bu yüzdendir ki lıeva ve heves sahipleri,
içinde bulundukları bu hallerinin korunması için, başkalarının
gösteremeyeceği-aşırı bir gayret sar-fetmektedirler. Bu konuda âşıkların durumu
ile, Hz. Peygamber'in kendilerine gönderildiği ve üzerinde bulundukları hale
sıkı sıkıya bağlı bulunan müşrik, kitap ehli ve diğei'lerinin durumu tanık
olarak yeterlidir. Bunlar hem kendilerinin hem de mallarının yok olmasını göze
almış, fakat heva ve heveslerine muhalefette bulunmaya, (hak ve ha-kikata boyun
eğmeye) asla rıza göstermemişlerdir. Öyle ki Yüce Allah onlar hakkında şöyle
buyurmuştur: "Hevâ ve hevesini kendine tanrı edinen, bilgisi olduğu halde
Allah'ın şaşırttığı... kimseyi gördün mü?[158]
"Onlar sadece boş bir hayale ve canlarının istediğine ııymakladırlar[159]"Rabbinin
katından bir belgesi olan kimse, kötü işi kendisine güzel gösterilen kimseye
benzer mi ? Bunlar heveslerine uymuşlardır"[160]
Bunlara benzer daha pek çok nass bulunmaktadır.
Ancak Sâri' Teâlâ,
şerîatı koyarken sadece mükellefin hevâ ve heveslerine tâbi olmaktan
kurtarılmasını ve böylece sadece Allah'a kul olmasını amaçlamıştır. Şu halde
hevâ ve hevese muhalefette bulunmak, her ne kadar gidişatta ağır ise de,
yükümlülükte dikkate alınan meşakkatler türünden değildir. Zire eğer dikkate
alınacak olsaydı ve neticede bunlar için hafifletici hükümler getirilseydi, bu
durum şeriatın konuluş amacına ters düşerdi. Bu ise sakattır. Böyle bir neticeye
götüren şey de sakattır. Bu husus
inşâallah sonra açıklanacaktır. [161]
Meşakkatler dünyevî
olduğu gibi uhrevî de olurlar. Çünkü ameller, eğer içine girildiği zaman, bir
vacibin ihmali ya da bir haramın işlenmesi gibi bir sonuç doğuracak olursa, bu
şeriat nazarında dini ihlale götürmeyen dünyevî meşakkatlerden daha şiddetli
bir meşakkat sayılmaktadır. Şeriat nazarında dinin dikkate alınması, nefsin
ve diğer zarûriyyâttan olan şeylerin dikkate alınmasından daha önce gelir[162]
Burada da durum aynıdır.[163]
Hal böyle olunca da,
Şârfin, mükellefin bu yönden bir meşakkat altına sokulması gibi bir kasdımn
olmadığı ortaya çıkar.[164]Daha
önce geçen deliller ki bu konu da onların kapsamına girer bu hususta da
yeterlidir.[165] [166]
Yükümlülükten
kaynaklanan meşakkat bazen sadece mükellefin kendisinde kalır. Daha önce geçen
meselelerde olduğu gibi. Bazen de genel bir özellik arzeder ve hem mükellefi
hem de başkalarını kapsar.[167]Bazen
de kendisi sebebiyle sözkonusu meşakkate başkaları maruz kalır.
Genel bir özellik
arzeden ve hem mükellefi hem de başkalarım kapsayan meşakkate örnek olarak,
kendisine verilen göreve ehliyetinden ötürü ihtiyaç duyulan valinin durumunu
verebiliriz. Vali, üstlendiği kamu velayeti sebebiyle, kendisini Allah'a
vermekten, O'na münâcatta bulunmak için tenha bir yere çekilmekten geri kalır
Bununla birlikte, eğer bu görevi yerine getirmezse, ortaya çıkacak olan
bozgunculuk ve zarar hem kendisini hem de başkalarını kapsar.
Sadece başkalarına
dokunacak olan kışıma ise, kendilerine ihtiyaç duyulan kadı ve müftinin
durumlarını örnek olarak verebiliriz. Ancak fetva ve kaza (yargı) işlerine
koyulmak, bunları caiz olmayan durumlara itebilir[168]
veya daha önemli olan dînî ya da dünyevî işlerden alıkoyabilir. Eğer bunlar bu
görevleri yapmazlarsa, ortaya çıkacak zarar kendilerine bulaşmaz ise de diğer
insanları sarar. Bu durumda, onların izin verilmiş ya da kendilerinden
istenilmiş bulunan maslahatlarını temin için bu görevleri yapmamaları
neticesinde genel bir fesad ortaya çıkmış olur.
Her nasıl olursa
olsun, Şâri'ce istenilir olmama açısından meşakkat, talep edilmiş olamaz.
Neticede ona götüren bir amel[169]
dahi istenilmiş olamaz. Nitekim daha Önce açıklanmıştı. Burada iki meşakkatin
çatışması (tearuz) durumunda bir araştırma yapma gereği ortaya çıkmaktadır.
Şöyle ki: Mükellefin kendi nefsi için yapmış olduğu bir şeyden, başkalarının
zarar ve meşakkat görmesi sözkonusu olabilir veya başka bir şeyle meşgul olması
durumunda da bizzat mükellefin kendisi zarar ve meşakkatle karşı karşıya
gelebilir. Böyle bir durumda eğer mümkünse her iki meşakkatin de ortadan
kaldırılarak her iki maslahatın da birden gerçekleştirilmesi yolunu araştırır.[170]
Eğer bu mümkün olmazsa, o zaman mutlaka bir tercihe gitmek gerekecektir. Eğer
diğer insanları ilgilendiren genel meşakkat daha büyükse, o tarafı dikkate
alır ve özel olan kendi tarafını ihmal eder.[171]Eğer
aksi durum sözkonusu ise aksini yapar. Eğer iki taraftan birini tercih ettirecek
bir unsur yoksa duraksar. Nitekim bu konu ileride inşâallah tearuz ve tercih
bahislerinde gelecektir. [172]
Yükümlülük esnasında
ortaya çıkan meşakkatler, eğer alışılagelmiş işlerde bulunan meşakkatlerden
daha üst düzeyde ise, dînî ya da dünyevî bir fesadın ortaya çıkmaması için, o
meşakkatlerin genelde kaldırılması Şâri'in maksatları cümlesinden olmakta idi.
Geçeri deliller de bunu göstermektedir. Ruhsatların meşru kılınması da bu amacın
bir sonucu olmaktadır.
Ama meşakkatler mutat
dışı olmazsa, normal yapılagelen işlerde bulunan meşakkatler düzeyinde
bulunurlarsa, bu durumda her ne kadar Sâri' onların vukuunu istemiş olmasa da,
onların kaldırılmasına yönelik bir kasıt da bulundurmamaktadır. Bunun delili
şudur: Eğer Sâri' bu tür meşakkatlerin kaldırılmasını istemiş olsaydı, böyle
birkasıt ile birlikte teklif diye bir şey kalmazdı. Çünkü her amel normal olsun
olmasın az ya da çok kendi ölçüsünde beraberinde bir meşakkat ve yorgunluk da
getirir. Bu daya bizzat sorumlu olunan amelin işlenmesi sırasında ortaya çıkar
ya da sorumlu olunan ameli işlemek için şu anda içinde bulunduğu durumdan çıkmasında
olur ya da her ikisinde birlikte bulunur. Eğer şeriat bu meşakkat ve
yorgunluğun kaldırılmasını gerektirecek olsaydı, bu sorumlu tutulan amelin kökten
kaldırılması gibi bir sonucu gerektirirdi. Bu ise doğru değildir. Doğru olmayan
bir sonucu gerektiren şey de doğru değildir.
Ancak burada da
üzerinde durulacak bir nokta[173]
vardır: Mutat olan amellerde mevcut bulunan meşakkat ve yorgunluk o amellerin
değişmesiyle farklılık arzeder: İki rek'at fecir namazında bulunan meşakkat,
sabah namazının iki rek'atindeki meşakkat gibi değildir[174]
namazda bulunan meşakkat oruçtaki gibi değildir; oruçtaki meşakkat de hacdaki
meşakkat gibi değildir. Bütün bunlarda sözkonusu olan meşakkat cihaddaki
meşakkate benzemez. Diğer yükümlü tutulan amellerde de durum işte böyle. Ancak
her amel, aslında mutat olan bir meşakkat içermekte ve bu meşakkat
alışılagelmiş bulunan benzeri normal işlerde bulunan meşakkatle paralellik
arzetmekte; genel olarak mutat sınırını aşmamaktadır. Sonra alışılagelmiş
normal amellerde bulunan meşakkatler de her zaman, her yerde ve her durumda
aynılık göstermemektedir. Meselâ, soğuk gecelerde sabah erkenden hakkı
verilerek alman abdest ile, sıcak zamanlarda alman abdest aynı . değildir;
suyun hazır bulunduğu yerde külfetsiz abdest almakla, bir hayli külfete
katlanıp onu arayarak ya da uzak bir yerdeki kuyudan su çekerek abdest almak
arasında fark vardır. Aynı şekilde kısaya da şiddetli soğuk gecelerde uykudan
kalkarak namaz kılmak ile, böyle olmayan zamanlarda namaza kalkmak aynı
değildir.
Aşağıdaki âyetlerde
Kur'ân işte bu anlama işaret etmiş olmaktadır: Yüce Allah: "And olsun,
biz kendilerinden öncekileri de denemişken, insanlar, 'inandık'deyince,
denenmeden bırakılacaklarını mı sa-naıdar. Allah elbette doğruları ortaya
koyacak ve elbette yalancıları ortaya çıkaracaktır"[175]
buyurduktan sonra: "İnsanlardan 'Allah'a inandık' diyenler vardır; ama
Allah uğrunda bir ezaya uğratılınca[176]insanların
ezasını Allah'ın azabı gibi tutarlar.,."[177] buyurmuştur.
Yine: "Onlar size yukarıdan ve aşağınızdan gelmişlerdi; gözler de
dönmüştü; yürekler ağızlara gelmişti;[178]
Allah için çeşitli tahminlerde bulunuyordunuz" [179]buyurduktan
sonra Yüce Allah: "İnananlardan, Allah'a verdiği ahdi yerine getiren
erler vardır. Kimi bu uğurda canını vermiş, kimi de beklemektedir. Ahidlerini
hiç değiştirmemişlerdir"[180]buyruğu
ile, sabır ve metanet gösterip, sözünde sadâkat gösterenleri Övmüştür, Ka'b b.
Mâlik ve iki arkadaşının başından geçenleri burada hatırlayabiliriz: Bunlar
Tebük gazasından geri kalmışlar ve mazeretleri olmadığıhalde sefere
katılmamışlardı. Hz.Peygam-ber onlarla kimsenin konuşmamasını emretmiş ve haklarındaki
hükmü Allah'a bırakmıştı. Öy\e
bütüngenişliğine rağmen yer onlara dar gelerek nefisleri kendilerini
sıkıştırmış, Allah'tan başka sığınacak kimse olmadığım"[181]
anlamışlardı.[182]Günahagirme korkusu
('anet) bulunduğu zaman câriye ile nikahlanma hakkında gelen âyette de durum
aynıdır[183] ve bu âyetin sonunda
"Buna rağmen sabretmeniz sizin için daha hayırlıdır"[184]buyrulmuştur.
Bunlar yanında, mutat
amellerde bulunan meşakkatin mutat dışı düzeye ulaştığı sanıldığını, aslında
ise mutat düzeyde bulunduğunu gösteren diğer deliller konumuza açıklık
getirmektedir. Tek bir amelde bulunan meşakkatin, iki ucu, bir da orta noktası
vardır: Üst tarafıki buna azıcık bir şey ilave edilecek olsa,,hemen mutat dışı
düzeye çıkılmış olur. Bu durum o amelin mutat dışı bir amel olmasını gerektirmez.
En alt tarafı ki, eğer birazcız azaltılacak olsa burada da o amele nisbet
edilecek meşakkat diye bir şey kalmayacaktır. Orta noktasına gelince, çoğunluğu
ve genelliği bunlar teşkil eder. Durum böyle olunca, insanların gidişatlarım
iyi bilen kimseler için, ilk bakışta mutat üstü sanılan meşakkatlerin çoğunun
aslında hiç de öyle olmadığı anlaşılacaktır. Mutat dışı sanılsa bile asİında
mutat düzeyinde kaldığına göre, bu tür meşakkatlerin kaldırılmasına yönelik
Şâri'ce bir kasıt bulunmayacak, durum aynen normal düzeyde seyreden fiillerde
mevcut bulunan mutat düzeydeki meşakkatlerdeki gibi olacaktır. Neticede de, bu
meşakkatler hakkında ruhsat bulunmayacaktır. Bazen konu netlik arzetmez,
karışık olur; bu durumda ise görüş ayrılıkları kaçınılmaz olur.
Allah Teâlâ'mn:
"İsteyerek veya istemeyerek hepiniz savaşa çıkın"[185]
buyurup sonra da: "Çıkmazsamz Allah size can yakıcı şekilde azâb
eder"[186] buyurmasından anlıyoruz
ki, bu seferberlik emri müsamaha gösterilmeyen bir konudur ve seferden geri
kalma konusunda asla ruhsata yer bırakmamayı gerektirir. Şu kadar var ki güçlük ve sıkıntının (haraç) kaldırılmış
bulunduğunu gösteren delillerin bir gereği olmak üzere buradaki emir, mutat
olan amellerde karşılaşılacak meşakkatlerin en üst düzeyinde olacak bir duruma
yorulur ve bunun sonucunda seferberlik ve savaşa çıkma mümkün bir hal alır. Tebük
seferinde iki önemli unsur vardı: Sıcağın şiddeti ve seferin uzaklığı. Tabiî
bunlar gölgelenme imkânından mahrumiyet, meyvelerin ha-sad-edilmesi ve diğer
yapılması gereken dünya işlerinin çevirilmesi gibi şeylerden ayrılma yanında
fazladan meşakkatler oluyordu. Bütün bunlar normal gazalarda bulunan meşakkate
nisbetle apaçık fazladan bir güçlük ve sıkıntı demekti. Ancak onu mutat olma
sınırından dışarı çıkarıcı da değildi. Bu yüzden de bu konuda ruhsat verilmemişti.
Benzeri durumlarda da aynı oluyordu. Yüce Allah: "And olsun ki sizi,
içinizden cihada çıkanları ve sabredenleri meydana çıkarana ve haberlerini
açıklayana kadar deneyeceğiz"[187]
buyurmuştur.
İbn Abbas Yüce
Allah'ın: "O, dinde sizin için bir zorluk (harec) kılmamıştır"[188]
buyruğu hakkında şöyle demiştir: "Bu sadece İslâm'ın bir genişliğidir.
Allah (dinde kulların çıkmaza girmesini (harec) istememiş) tevbe ve
keffâretler kapısını açık tutmuştur." İkrime ise, âyetteki
"harec" kelimesini: "Kadınlardan ikişer üçer ya da dörder evlenebilmeniz"
şeklinde açıklamıştır. Ubeyd b. Umeyr'den şöyle nakledilir: Bu zat kavminden
bir grup içerisinde İbn Abbas'a gelir. Ona "harec" nedir diye sorar.
İbn Abbas: "Siz Arap değil misiniz?" der. Sonra: "Bana Hüzeyl
kabilesine mensup birisini bul getir" der. Gelen adama; "Sizde
'harec' nedir?" diye sorar. Adam: "el-Harecetu mine'ş-şecer demek,
çıkışı olmayan ağaçlık demektir" diye cevap verir. İbn Abbas: İşte, harec
asla çıkış yeri bulunmayan şey (çıkmaz) demektir. Dikkat edilirse İbn Abbas,
hareci çıkışı olmayan şey diye yormuş ve âyeti de ona uygun olarak, Allah tevbe
ve keffâretleri meşru kılarak kulların çıkmaza girmesini kaldırdı diye tefsir
etmiştir. Harecin aslı darlık ve sıkıntıdır. Alışalagelmiş amellerde bulunan
mutat meşakkatler ne sözlük bakımından ne de serî örf bakımından
"harec" değildir. Nasıl olabilir ki, bu tür meşakkatler, serî bir
hikmet için konulmuştur ki o da, ayıklamak ve denemek olmaktadır. Böylece
Allah'ın ezelde bildiği şey şühûd âleminde de ortaya çıkacak ve herkes ona göre
karşılık bulacaktır. Şu halde, Allah'a hamd ederek belirtelim ki, dinde
kaldırılması istenilen meşakkat (harec) ile, böyle olmayan meşakkat arasındaki
fark anlaşılmıştır.
Fasıl:
İbnu'l-Arabî şöyle
demiştir: "Eğer güçlük (harec) bütün insanlar için genel (âmm) bir olayda
ise, o düşer; yok güçlük (harec) özel (hâs) ise bize göre dikkate alınmaz. Bazı
Şafiî usûllerinde dikkate alınacağı yazılıdır."
Onun bu sözü üzerinde
durmak gerekmektedir: Çünkü bu sözündeki "özel" (hâs) sözü ile, mutat
meşakkatler mertebesinin en üst sınırında olan meşakkati kastediyorsa, hüküm
aynen onun dediği gibidir ve bu durumdakonu üzerinde ihtilâf edilmemesi
gerekir. Çünkü, bu güçlük eğer mutat kısımdan ise, mutat güçlüklerin dikkate
alınmadıklarını ve onların kaldırılmasına yönelik düzenlemelere gidilmediğini,
aksi takdirde teklifin aslında da bulunduğu için yükümlülüklerin tümden
kaldırılması gibi bir sonucun gerekeceğini görmüştük. Bu konuda ihtilâf
bulunduğunun tasavvur edilmesi de, sadece bu güçlüğün mutat türden olduğu ya da
mutat dışı kabilinden bulunduğu esasına dayanır; yoksa güçlüğün bu iki kısımdan
birinden olduğunda ittifak edildikten sonra neticede ihtilâf edilmiş değildir.
Sonra onun bu güçlüğe "özel" (hâs) demesi tartışılabilir; çünkü
nereden bakılırsa bakılsın sözü edilen güçlük geneldir (âmm), özel değildir;
zira o hiçbir zaman tayin yoluyla sadece belirli mükelleflere has değildir. Bu
itibarla onun özelliğinden söz etmek mümkün değildir.
Eğer bu sözündeki
"güçlük" (harec) ifadesiyle, mutat dışı ve haklarında ruhsat ve
genişlik getirilen güçlükleri kastetmişse, bu durumda da genellik ve özelliğin
anlaşılması yine problem arzedecektir. Çünkü meselâ yolculuk, namazın tam
olarak kılınması ve orucun tutulması durumunda bir güçlük (harec) halini
almaktadır. Bu yüzden de hafifletici hükümler (ruhsatlar) getirilmiştir. Bu
genel olmaktadır. Hastalığı ele alalım: Bunun için de hafifletici hükümler
getirilmiştir. Ancak o; her hastalık durumunda hafifletmeye gidilmez anlamında
genel değildir. Çünkü bazı hastalar, namazı ayakta ya da oturarak kılmaya güç
yetiremezken, bazıları buna güç yetirebilirler. Kimi hasta oruç tutamaz iken,
kimi hastalar da tutabilir. Bu durumda hüküm, mükelleflerden her birinin kendi
özel durumuna göre değişir. Bununla birlikte genel olarak hastalık hafifletme
sebebi olarak kabul edilmiştir. Zahirde bu güçlük (hastalık) Özeldir, fakat bu
konuda Mâlik, Şafiî'ye muhalefet etmiş değildir. Ancak, hastalığın mutat dışı
bir güçlüğe sebebiyet vermesi durumuyla kayıtlanması durumunda bunu genel
olan güçlük türünden kılmış olmaları mümkündür, bu durumda da genel kısmına ait
oîur.Mâlik'in bu hususta da Şafiî'ye muhalefet ettiği bilinmemektedir. Bu
durumda özel olan güçlüğü misallendirmek zorlaşır. Eğer böyle denilmezse, o
zaman ittifakla ya da ihtilâfla hakkında meşru bir hafifletme bulunan her
güçlük genel bir hal alır; isterse varlık âleminde onun tek bir örneği
bulunsun; netice değişmez. Eğer teşrî'in sadece o fert için ya da belirli bir
grup için konulduğu varsayılacak olursa, şeriatta böyle bir durumun varlığı
düşünülemez. Böyle Özel bir durum olsa olsa ancak Hz. Peygamber'in şahsına, ya
da bizzat O'nun tarafından ashabından bazılarına özel olarak getirdiği
hükümlerde görülebilir. Meselâ, Ebu Bürde'nin oğlağı kurban etmesi, Huzeyme'nin
şahitliğinin yeterli kabul edilmesi gibi. Bu gibi hükümler ise peygamberlik
zamanına has bir olaydır; daha sonrası için çalışmaz.
Soru: Belki de "genel" ifadesiyle bütün insanlar
için sözkonusu olan, "özel" ifadesiyle de, bazı bölgelere veya bazı
zamanlara ya da bazı insanlara has olan[189]
kasdedilmiştir.
Cevap: Bunu kastetmiş olduğunu kabul etsek de problem ortadan
kalkmamaktadır. Çünkü, bir tür ya da sınıfa nisbetle güçlük, o küllî hakkında
genel olmakta, özel olmamaktadır. Zira özel güçlüğün gerçek anlamı, kendisinde
belirli şahıslara veya belirli zamanlara ya da belirli mekanlara ait güçlük
içeren şey olmaktadır. Bütün bunlar ise ancak peygamberlik zamanında tasavvur
edilebilir veya taabbudîlik arzeden ve kendisine başkalarının kıyas
edilemeyeceği şekilde varlığı düşünülebilir. Meselâ, Hz. Peygamber'in
fakirlerin Medine'ye akın ettiği sene, kurban etlerinin üç günden fazla
tutulmasını yasaklaması,[190]
kıble olarak Ka'be'nin tahsis edilmesi, üç mescidin[191]
diğer mescitlere faziletçe üstün kılınması gibi. İbnu'l-Arabi'nin sözünde, bu
gibi durumların kastedilmiş olması mümkün değildir.
Soru: "Bir tür ya da sınıfta; hem kendilerini hem de
başkalarım kapsayan bir cins altına giren bir tür ya da sınıf olmaları
hasebiyle özellik vardır" denemez mi?
Cevap: Onda da, belli bir sayı altına girmeyen cüzleri
kapsaması bakımından yine genellik vardır. Bu durumda iki taraftan biri ki
hususîlik tarafı oluyor umumîlik olan diğer tarafından daha öncelikli
değildir; hatta umumîlik yönü daha da Önceliklidir diyebiliriz. Çünkü ondaki
güçlük (harec) küllidir; öyle ki eğer harecin başka bir tür ya da sınıfta
bulunduğu sabit olsa, o da hükümde ona katılırdı. O tür ya da sınıfın, aynı
cins altında bulunan diğer tür ya da sınıflara nis-beti, hastalığın ya da
yolculuğun katılması konusunda o cinsin bazı cüzlerinin, diğer bütün cüzlerine
nisbeti gibidir. Öyle ki, eğer bunlardan bazısı hakkında hüküm sabit olursa,
diğerleri hakkında da sabit olur; eğer bazılarından düşerse diğer bazılarından
da düşer. Bu husus her iki imam arasında da aynıdır, Bizim meselemizde de
durumun aynı şekilde (ittifak halinde) olması gerekir. (Fakat öyle değildir).
Soru: Belki de bu sözüyle, genelde sudan ayrılma imkânı
bulunmayan değişiklik gibi bir şey kastedilmiş olabilir. Bu ise geneldir.
Meselâ suya toprak, yosun ve benzeri şeylerin karışması gibi.[192] Ya
da değişikliğin ayrılmama özelliği sadece bazı sulara has ise, o zaman da özel
(hâs) olur. Birinci türden olan güçlüğün hükmü, genel olduğu için düşer. İkinci
türden olan güçlüklere gelince, onun özel olması sebebiyle hakkında ihtilâf
bulunmaktadır. Aynı şekilde deniz suyu hakkında da ihtilâf edilmiştir: Acabao temizleyici
inidir, yoksa değil midir? Çünkü o, Özel bir değişiklik arzetrnektedir. Suda
bulunan yaprakların dağılması neticesinde meydana gelen Özel
değişiklikhakkında da ihtilâf bulunmaktadır. Nikâhtan önce talâk verilmesi,
eğer genelse[193] itibardan düşer; eğer
özelse (hâs) bu durumda ihtilâf vardır. Meselâ, falan kabileden veya falan
ülkeden evleneceğim her kadın; ya da evleneceğim her siyah kadın ya da beyaz
kadın; yahut evleneceğim her bekar ya da dul kadın ... boş olsun, demesi
durumunda burada karşı karşıya gelinecek güçlük (harec) de özel (hâs) olmuş
olur. Satın alacağım her cariye hür olsun, demesi durumunda mülkiyet
noktasından bu genel bir güçlük olur ve düşer; dikkate alınmaz. Cinsî ilişki
kasdıyla alacağım cariye demesi durumunda ise buradaki güçlük (harec) özel
olmuş olur.[194] Nitekim
"Evleneceğim her hür kadın boş olsun" demesi durumunda da hal
aynıdır (yani harec Özeldir; zira cariye ile nikahlanma imkânı vardır), Bu
durumda mutlak mülk kasdma nisbetîe cariyenin satın alınması konusundaharec (güçlük)
genel olmuş olur; dolayısıyla o söz itibardan düşer. Eğer: "Sudan'dan
alacağım her cariye..." derse, buradaki harec (güçlük) özel olur ve bunda
ihtilâf bulunmaktadır Daha başka benzer meseleler de bulunmaktadır.
Cevap: Bu mümkündür ve onun sözünü yormak gereken en yakın
ihtimal de bu olmalıdır Ancak bu ve benzeri meselelerde İmam Mâ-lik'ten itibara
alınmayacağına; İmam Şafiî'den de itibara alınacağına dair belirtilen ihtilâfı,
usûl ilmine değil de fıkıh (furû) ilmine nisbetîe tahkik etmek gerekir Bu
durumda eğer aralarında ihtilâf bulunduğu ortaya çıkarsa, burada sözü edilen
ihtilâftan da kasıt o olur. Usûl açısından ele alınması onun dediğini
gerektirir. Çünkü genel olan harec (güçlük), insanın kendisinden kurtulmaya güç
yetiremediği güçlüktür. Daha önce geçen örneklerde olduğu gibi. Eğer, insanın
kendisini kurtarması mümkün ise, o harece (güçlüğe) mutlak surette
"genel" demek mümkün değildir. Ancak, sözü edilen güçlükten
kendisini kurtarmak için, bu kez daha başka fakat ondan daha hafif bir güçlükle
karşılaşılabilir. Çünkü, insanların o konudaki halleri farklı olduğu için
meşakkatsiz ondan kurtulmak mümkün değildir. Hem sonra, ondan kurtulma
meşakkatsiz olmadığı gibi; meşakkat var diye de o, atılmaz. Bu açıdan harece
iki bakış açısı vardır. Bu durumda meselenin , iki ucu bir de ortası
bulunmaktadır: (1) Geçerli olan âdetlere ve gidişata nazaran kurtulma imkânı
bulunmayan genel tarafı. (2) Meselâ, suyun sirke, zaferan vb. gibi bir madde
ile değiştirilmesi gibi harecsiz ondan kurtulma imkânı bulunan ve genel tarafın
karşısında yer alan özel (hâs) tarafı.(3) Her iki taraf arasında da gidip gelen
ve netlik kazanmayan ortası; İşte bu konu da üzerinde düşünülmesi gereken bir
noktadır ve içtihada açık bulunmaktadır. Allah en iyisini bilir. [195]
Şeriat, teklif
konusunda mutedil, orta yolcu; iki aşırı uca meyletmeksizin bir yol izlemekte;
kulun gücü dahilinde ve meşakkatsiz olarak yapabileceği hükümler getirmekte, çözülmelere
meydan vermemektedir. Onun getirdiği hükümler bütün mükellefler için son
derece itidali gerektiren bir denge, orta bir nokta üzerinde bulunmaktadır.
Meselâ, namaz, oruç, hac, cihad, zekât ve benzeri bunların teşrî kılınmasını
gerektiren açık bir sebep olmaksızın konulan yükümlülükler ile "Sana ne
infâk edeceklerini soruyorlar[196]
"Sana içki ve kumarı soruyorlar"[197]âyetlerinde
olduğu gibi amel için gerekli bilginin bulunmamasına dönük bir sebebe bağlı yükümlülükleri
bunlara Örnek olarak verebiliriz.
Teşrî (yasama),
mükellefin orta yoldan ayrılarak iki uçtan birisine doğru sapması ya da sapma
beklentisinin bulunması neticesinde konulduğunda göre, getirilen şeriatlardan
amaç, mükelleflerin itidal haline ve orta yola çevirilmesi olacaktır. Ancak
bunu yaparken, dengeyi kurmak için diğer tarafa meylettiği olmaktadır. Aynen
çok merhametli olan mahir bir doktorun, hastasını iyileştirmek için onun
içinde bulunduğu haline, âdetine, gücüne-kuvvetine, hastalığına, bünyesinin
zayıflığına bakarak tedavi uygulaması, ona şunu şunu yap, şunu şunu da yapma
demesi, bunun sonucunda artık iyileştikten sonra sıhhatini koruması ve bir
daha hasta olmaması için onun bütün hallerine uygun gelecek bir tedbirler
paketi hazırlaması gibi.
İşte bu noktadan
hareketle Yüce Allah aşamalı bir hitap şekli getirmiştir: Dikkatediîecek olursa
Yüce Allah, herşeyden önce kullara iyi, temiz, güzel ve faydalı şeyleri nimet
olarak ihsanda bulunduğunu, bütün bunları insanların hizmetine sunduğunu ve
yeryüzünde yaydığını, böylece hayatlarının devamı ve düzene girmesi için
gerekli olan hususların temin edildiğini; bu şekilde davranışlarının bir anlam
kazanacağını anlatmakla işe başlamıştır. Bu türden olan hitaplara Örnek olmak
üzere şu âyetleri hatırlayabiliriz: "O, yeryüzünü size bir döşek ve göğü
de bir bina kıldı. Gökten su indirip onunla size rızık olmak üzere ürünler
meydana getirdi[198]
"Gökleri ve yeri yaratan, yukarıdan indirdiği su ile size rızık olarak
ürünler yetiştiren, emri gereğince denizde yüzmek üzere gemileri, nehirleri,
belli yörüngelerinde yürüyen ay ve güneşi, geceyle gündüzü sizin buyruğunuza veren
Allah'tır, Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi vermiştir. Allah'ın nimetini
sayacak olsanız bitiremezsiniz[199]
"Yukarıdan size su indiren O'dur. Ondan içersiniz. Hayvanları otlattığınız
bitkiler de onunla biter. Allah onunla size ekinler, zeytin ve hurma ağaçları,
üzümler ve her türlü ürünü yetiştirir.[200]
Bu birinci aşamadan[201]
sonra, eğer iman ederlerse cennet nimetlerine kavuşacaklarına dair va'dlerde;
eğer bulundukları küfür hali üzere kalmaya devam ederlerse azaba
uğrayacaklarına dair uyarılar-dabulunuldu. Sonra inadlık gösterip, nimetlere
karşı nankörlükte bulunup, kendilerine söylenilen şeylerin doğruluğunda şüphe
gösterince, bu kez kendilerine söylenilen şeylerin doğruluğunu ortaya koyacak
kesin hüccetler getirildi. Peşin dünya zevklerine karşı olan rağbetleri
neticesinde bu hüccetlere aldırış etmeyince, dünya hayatının gerçek yüzü
kendilerine bildirildi ve onun aslında hiçbir şey olmadığı; çünkü mutlaka bir
gün yok olacağı, onun aldatıcı olduğu ve fâniliği vurgulandı ve kendilerine
misaller (mesel) getirildi: "Dünya hayatı gökten indirdiğimiz su gibidir
ki, onunla insan ve hayvanların yiyeceği bitkiler yetişip birbirine
karışmıştır. Yeryüzünün süslenip bezendiği ve yerin sahiplerinin bütün bunlara
mâlik olduklarını sandıkları sırada gece veya gündüz buyruğumuz o yere gelmiş
ve orayı hiçbir şey bitirmemişe çevirmişiz; bir gün önce birşey yokmuş gibi
olmuştur.[202] "Dünya hayatı
sadece bir oyun ve oyalanmadır[203]
"Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan ibarettir. Asıl hayat
âhiret yurdundaki hayattır Keski bilseler![204]
İnsanlar iman ettikten
sonra, bazılarında dünyaya karşı rağbet izleri gözükünce ve bu arzuların dünya
nimetlerine duyulacak talep karşısında kendilerini itidalden uzaklaştıracağı
sezilince Hz. Peygamber şöyle buyurmuştu: "Sizin hakkınızda endişe ettiğim
şeylerden biri de, dünya nimetlerinin yüzünüze gülmesidir.[205]
Böyle bir endişenin belirmediği ya da ihtimalinin bulunmadığı bir ortamda ise
Yüce Allah: "De ki: 'Allah'ın kulları için yarattığı ziynet ve teiniz
rızıkları haram kılan kimdir?' 'Bunlar dünya hayatında inananlarındır, kıyamet
gününde de yalnız onlar içindir'de[206]
"Ey Peygamberler! Temiz şeylerden yiyin, yararlı iş işleyin; doğrusu ben
yaptığınızı bilirim[207] buyurmuştur.[208] Müslümanlar
hakkında da, zulümden[209]
yasaklama ve bu sebeple şiddetli vaîd ve azap tehdidi gelmiş, Yüce Allah:
"İşte güven; onlara inanıp imanlarına zulüm [210]karıştırmayanlaradır,
onlar doğru yoldadırlar"[211]
buyurmuştu. Hz.Peygamber: "Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan
söyler; vadettiği zaman sözünde durmaz; kendisine emanet edildiğinde, hiyanet
eder"[212] buyurduğunda, bu (ve
yukarıda sözü edilen zulüme bulaşmama emri) müslümanlara ağır geldi. Çünkü
hiçbir kimsenin bu gibi şeylerden kurtulması mümkün değildi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber bunların kâfirlere has olan yalan, sözünde durmama ve hiyanet
olduğunu belirtmişti. (Nitekim, zulümden de kasdın şirk olduğunu [31/13]
âyetini okuyarak açıklamıştı).
Aynı şekilde:
"İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker.[213]âyeti
indiği zaman, bu onlara çok ağır gelmiş ve bunun üzerine de: "Allah
kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler"[214]
âyeti inmişti. Bazıları irtidad ve benzeri durumlara düşer gibi olmuşlar ve
asla bir daha affedilmeyeceklerinden korku duymuşlardı. Bu durtım Hz.
Peygamber'e iletildiğinde bunun üzerine: "De ki: Ey kendilerine kötülük
edip aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu
Allah günahların hepsini bağışlar"[215]âyeti
inmişti. Dünya ve dünya metâını yerince, sahabeden bir grup uzlete çekilip
ruhbanlar gibi yaşamaya; evlenmemeye, her türlü dünya lezzetlerini terketmeye,
kendilerini tamamen İbadete vermeye karar vermişlerdi. Hz. Peygamber onların bu
tutumunu reddetti ve: "Kim benim sünnetimden yüz çevirirse o benden
değildir"[216]
buyurdu. "Doğrusu mallarınız ve
çocuklarınız bir fitne (imtihan)dır"[217]
âyeti indikten sonra, insanlara Allah'ın çok mal ve evlat vermesi için duada
bulunmuştur. Halbuki yerilen dünya, mal ve evlattan ibarettir. Hz. Peygamber,
ashabın dünya malını toplamalarına ve onlar içerisinden helal olan şeylerle
faydalanmalarına ses çıkarmamış, onlapn bu davranışlarını onaylamıştır. Onları
dünyadan el etek çekmeye teşvik etmemiş; zahidlik sürmelerini emretmemiştir.
Ancak dünyaya karşı aşırı bir hırs ya da hakkını vermeme gibi bir durum
görmüşse, işte o zaman zâhidliği teşvik etmiş ve dünyanın terkini istemiş; ya
da dünyadan tümden el-etek çekme durumunda ona yeteri kadar ilgi
gösterilmesini istemiştir. Çünkü bu iki uç durumda, itidali bırakma durumu
kendisini göstermektedir.
Şu mânâyı kim
görmemezlikten gelebilir: Yüce Allah mü'minle-rin ahirette
mükâfatlandırılacağından bahsederken, 'Yaptıklarının bir karşılığı olarak.[218]buyurmak
suretiyle amelleri bizzat kendilerine nisbet edilmiş ve onların "Onlar
için, başa kakılmayacak bir ecir vardır"[219]
âyetiyle de minnet altında tutulmayacaklarını belirtmiştir.[220] Ne
zaman ki bazı insanlar, yaptıkları işlerle Hz. Peygamber'! minnet altına almaya
başlamışlar, o zaman da Yüce Allah: "Ey Mu-hammed! Müslüman oldular diye
seni minnet altında bırakmak isterler. De ki: Müslüman olmanızla beni minnet
altında tutmayın, hayır; eğer doğru kimseler iseniz siziimana eriştirmekle
Allah sizi minnet altında bırakır"[221]buyurarak,
onların bizzat kendilerinin Hz. Peygam-ber'i minnet altına almak istedikleri
aynı hususta minnet altında olduklarını belirtmiştir. Çünkü bu makam, hakların
kesiştiği ve her hakkı sahibine vermenin gerektiği bir yerdir. Yine bu âyette
Yüce Allah, amelleri onlara nisbet etmeyerek "sizi imana eriştirmekle
Allah sizi minnet altında bırakır" buyurarak bizzat kendisine nisbet etmiş
ve buna mukabil minnetten de bahsetmiştir. Öyle ya, eğer Allah'ın hidayeti
olmasaydı sizin ileri sürerek Hz. Peygamber'i minnet altına al-makistediğiniz
şey zaten meydana gelmezdi. Buna benzer bir örnek de hadisten verelim:
[Abdullah b. Zübeyr'in rivayetine göre Ensâr'danbir . adam (Humeyd)
Rasûlullah'm huzurunda hurma suladıklar] Harre su yolları hakkında Zübeyr'den
davacı olmuştu. Ensâr'dan olan zat: "Suyu sal da geçsin!" demiş,
Zübeyr ise onun bu teklifine razı olmamıştı. Derken Rasülullah'm huzurunda
dâvaya çıktılar. 1 Rasûlullah, Zü-beyr'e bir iyilik yapması için: "Ya
Zübeyr! Sen sula, sonra suyu komşuna sal" buyurdu. Ensarlı kızmış ve;
"Ya Rasûlallah! Bu adam halanın oğludur diye mi böyle yapıyorsun?"
demişti. Bunun üzerine Hz. Peygainber'in yüzünün rengi değişmiş ve: "Ya
Zübeyrî Sula, sonra suyu tıka, ta duvara kadar geri dönsün!" buyurmuştur.
Zübeyr yeminle
"Hayır; Rabbine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem
tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen
kabul etmedikçe inanmış olmazlar[222]
âyetinin bu hususta indiğini söylemiştir.[223]
Şer'î veriler üzerinde
düşünüldüğü zaman, onların hemen her yerde hep böyle ortamın dikkate alınarak
geldiği görülecektir.İyi bir doktor da aynı şekilde davranır: Daha başlangıçta
sıhhat ve itidal halini dikkate alır ve insanın vücut yapısını ve vereceği gıdanın
özelliklerini dikkate alarak, birbirine uyum gösterecek bir beslenme şekli
öngörür. Kendisine sorulan bazı yiyecek maddelerinin Özelliklerini; onların
bir gıda mı yoksa bir zehir mi... olduklarını bildirir. Vücuttaki dengenin
bozulması sonucu bir hastalığa maruz kaldığında ise, hastalığa sebebiyet veren
şeyin aksi istikâmetinde tedavi cihetine gider ve böylece vücuttaki sapma ve
aşırılıkların ortadan kaldırılarak eski denge halinin ki aslî ve sıhhatli yapı
olmaktadır tekrar sağlanması için çalışır. İşte onun bu tavrı gibi, şeriatın
yaptığı da aynıdır; onun getirdiği yükümlülükler insanlık için son derece
yerinde, Allah Teâlâ'nın kullarına olan şefkat ve merhametinin bir tezahürü,
nimet ve ihsanının son noktası olmaktadır.
Fasıl:
Şer'î küllî bir esas
görür ve üzerinde düşünürsen, onun mutlaka dengeyi koruduğunu görürsün. Buna
karşı eğer iki uçtan birine doğru bir meyil görürsen, bunun da diğer tarafta
mevcut ya da beklenti halinde bulunan bir duruma karşı alınmış bir tedbir
olduğunu bilmelisin.
Teşdide (şiddet
gösterme) başvurulması ki bu tamamen korkutma, sakındırma ve uyarma ile olur,
dinde kendisini salıvermiş, çözülmeye yol tutmuş kimseler hakkında uygun olur.
Tahfif tarafı ise ki
bu da tanıemen ümitlendirme, teşvik etme, ruhsatlar getirme yoluyla olur; dinde
hep güç olanlara sarılmak neticesinde sıkıntılarla karşı karşıya gelmiş ve zor
duruma düşmüş kimseler için iyi gelir. İki aşırı ucun bulunmadığı zamanda ise,
orta yolcu yaklaşımın ortaya çıktığını, itidal prensibinin bütün açıklığı ile
kendisini gösterdiğini göreceksiniz. İşte esas alman ve kendisine başvurulan
prensip bu olmaktadır.
Buna göre, dinde yeri
bulunan kimselerden nakledilen ve itidal prensibinden ve orta yolcu yaklaşımdan
uzaklaşma eğilimi gösteren sözler gördüğünüzde, bunların mutlaka karşı tarafta
mevcut ya da beklenti halinde bulunan bir unsurun dikkate alınması neticesinde
söylenmiş olduğunu unutmayınız. Vera', zühd ve benzeri konularla, bunların
karşıtı bulunan konuların ele alınması işte bu esastan hareketle olmalıdır.
İtidal prensibinin
ölçüsü, şeriat yoluyla bilinir. Bazen örf ve âdetlerle, sağduyu sahibi
insanların kabulle karşıladıkları esaslarla da belirlenebilir. Aynen nafaka
bahsinde savurganlıkla (israf) ve normalin altında kısma (pintilik)
ölçülerinin tesbiti gibi. [224]
[1] Hanefîler ve Mutezilîler bu görüşte değillerdir.Onlara
göre böyle bir yükümlülük aklen de mümkün değildir.
[2] Bakara 2/132.
[3] Münâvî, el-Mecmûul-fâik adlı eserinde zikretmiş ve bu
şekilde meşhur olmuştur demiştir. er-Râfiî, hadisi Huzeyfe'ye nisbet etmiştir.
îmâmu'İ-Hara-meyn, en-Nihâye'de sahîh olduğunu söylemiştir. İbnu's-Salâhise,
mutemed hadis kitaplarında bulunmadığı gerekçesiyle, onu tenkit etmiştir.
[4] Buhârî, Meğâzî,18; Müslim, Cihâd, 136.
[5] Ayet, ölmeden önce müslüman olunmasını, ölüm anında
îslâma girmenin bir faydası olmayacağını belirtmektedir. İkinci misal de
istenilen şeyin Öncesiyle ilgilidir. Çünkü kişi ölmekle öldürmek arasında
kalınca, durumu Allah'a havale ederek kendi ölmesini tercih etmesi ve kanı
helal olmayan bir başkasını öldürmeye yeltenmemesi istenmiştir. Üçüncü misal
de, yine ölümden önce ya da ölüm anında sürmekte olan zulüm halinden
yasaklamaktadır. Mesela bir kimse başka birinin evini ya da elbisesini gasbeder
ve bu gasb hali ölüm halinde de hâlâ sürmekte olur. İşte bu gibi bir kul hakkı
bulunarak Ölümle karşı karşıya gelinmemesi istenilmektedir. Ebu Tafha'nm, sözün
akışına uygun olarak "Sonra sana isabet ederler" diyecek yerde
olumsuz olarak "Sana isabet etmesinler" demesi ne güzel bir ifadedir.
O, müsbet bir ifâde ile meramını anlatmak istememiştir.
Bu zikredilen misaller içerisinde, asıl talebin istenilen şeyin
sonrasıyla ilgili olduğu kısma örnek yoktur. "Kimgüzel bir çığır açarsa
veya kim kötü bir çığır açarsa..." hadisini de bu kısma örnek olarak
vermek mümkündür.
[6] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/107-108
[7] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/108
[8] Enbiyâ 21/37.
[9] Müslim, Birr, 111; Nihâye, 4/360. Şeytan Âdem'i
karınlı yaratılmış görünce, onun yalnız başına kendine mâlik olamayacağım,
şehvetlerinin önüne geçemeyeceğini, bu hususta onun mutlaka doğruyu gösterecek
birine muhtaç bulunduğunu anlamıştır. Bazıları hadiste geçen "lâ
yetemâleku" ifadesinden kızdığı vakit kendini tutamayacağı manasım
çıkarmışlardır. (Ç)
[10] bkz. Muvatta, Cihâd, 35.
[11] Aclûnî, Keşful-hafâ, 1/395. Ebu Naîm, Hilye'de, İbn
Hibbân, Ravdatul-ukelâtta ve daha başkaları tarafından rivayet edilmiştir.
[12] Ahmed, 5/252.
[13] Bakara 2/132.
[14] Muvatta, Husnu'l-huluk, 16. Sevişmek elde olmayan bir
şeydir. Ancak sevişmeye götüren ve varlık bakmmdan ondan önce olan hediyeleşme
motifi kulun kudretindedir. Dolayısıyla "sevişin" şeklindeki bir
talep motife yani hediyeleşmeye yönelik olmaktadır. (Ç)
[15] Yaklaşık olarak Tirmizî, Menâkıb, 31.
[16] Şu hadiste olduğu gibi: Bir kimse gelerek Hz.
Peygamberden (as) kendisine Öğüt vermesini istemiş, Hz. Peygamber de, tekrar
tekrar "Kızma!" buyurmuşlardır. (Buhârî, Edeb, 76...) Buradakryasak
öfkenin sonuçlarına yönelik olur. Bu yüzden hadiste: "Öfkeden kaçınınız.
Çünkü o Âdemoğlunun kalbi üzerinde bir kordur.... Kim öfke hissederse uzansın
ve yerde debelensin." (Kısmen bkz. Ahmed, 5/152; Ebu Davud, Edeb, 3).
[17] Bunların emir ya da nehiy yolu ile teklîfi, aslında
bunları ortaya çıkaran ve önceden işlenen amellere yönelik olmaktadır.
[18] Yani iki zıddm bir araya gelmeyeceği gibi zorunlu
olarak bilinen şeylerden ise. (Ç)
[19] Yani kulun gücü dahilinde, kendi iradesiyle ortaya
koyabileceği.
[20] Yani iki önerme varsa mutlaka netice de vardır. Burada
da ulaşılmak istenilen şey üzerinde mantıkî olarak düşünülmüş ve. önermeler
konulmuşsa, bunun ayrılmaz sonucu olan netice (bilgi) de kendiliğinden var
olacaktır. (Ç)
[21] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/108-111
[22] Müslim, îman, 25, 26; Ebu Davud, Edeb, 149; Tirmizî,
Birr, 66; Ahmed, 3/23.
[23] Müellifbu varyantı getirmekle, bu niteliklerin fıtrî
olduğunu, buna rağmen onlara sevgi ve buğzun taalluk ettiğini isbat etmek
istemektedir. Bu tutum konu boyunca görülecektir.
[24] bkz. Muvatta, Cihâd, 35. Ayrıca Münâvî,
el-Mecmûul-fâik adlı eserinde Ebu Ya'lâ'dan zikretmiştir.
[25] Tezkiretul-Mevdûât adb eserde, hadisin
mevzu(uydurma)olduğu söylenmiştir.
[26] Buhârî, Enbiyâ,
2; Müslim, Birr, 159; Ebu Davud, 16; Ahmed, 2/295;Nihâye, 1/306. Bazıları,
ruhların toplu yaratıldıklarım, sonra cesetlere dağıtıldığım, bundan dolayı
tabiatları birbirlerine uyanların kaynaştıklarını, uymayanların ise
birbirlerine muhalefet edip dağıldıklarını söylemişlerdir. Daha başka getirilen
izahlar da vardır. fÇ)
[27] Muvatta, Şi'r, 16; Ahmed, 5/229, 232, 236...
[28] Müslim, Kader, 84; îbn Mâce, Mukaddime, 10; Zühd, 14;
Ahmed, 2/366.
[29] Hadis, zahir mânâsı alınsa da fıtrî bir huy olan
irade, sabır ve metanet açısından güçlü olan mü'min şeklinde yorulsa idi, yine
müellifin amacına yani sevginin fıtrî olan özelliklere taallukunun sabit
bulunduğuna delâlet ederdi. Ancak o bedenen güçlü olan diye yapılan yorumu
esas almıştır. Çünkü bedenen güçlülük daha açık fıtrî bir özelliktir. Böylece
o, hadisle her iki hususa (hem bedenî, hem de ruh haliyle ilgili fıtrî
özellikler) da birlikte istidlalde bulunmak istemiştir.
[30] bkz. Acİûnî, Keşfu'i-hafâ, 1/284.
[31] Ahmed, 5/252.
[32] Enbiyâ 21/37.
[33] Mâide5/54.
[34] Yaklaşık olarak Tirmizî, Menâkıb, 31.
[35] Yani kişiyiyalmz Allah için sevmen manasınadır.
Dolayısıyla sevgi zâta taalluk etmektedir.
[36] Buhârî, îmân, 1; Ebu Davud, Sünnet, 2.
[37] Yani sevgi, bizzat Allah'ın ya da kulların zâtına
bağlanmış, onların sıfat ya da
fiillerine bağlanmamıştır. Sevilen şey bizzat Allah'ın ya da kulların zâtıdır.
(Ç)
[38] Nisa 4/148.
[39] Tevbe 9/46.
[40] Ebu Davud, Talâk, 3; îbn Mâce, Talâk, 1.
[41] Buhârf, Tefsir, 6/7, 7/1; Müslim, Tevbe, 32.
[42] Âl-i İmrân 3/134.
[43] Âl-i Imrân 3/146.
[44] Bakara 2/222.
[45] Lukmân 31/18.
[46] Âl-i îmrân 3/140.
[47] Beyhakî, Şuabul-îmân'da Ka'b'dan mevkuf olarak rivayet
etmiştir. Hz. Ali'den de mevkuf olarak rivayet edilmiştir.
[48] Bir üçüncü ihtimal daha vardır. O da bu iki ihtimalin dışında
sadece sıfat olmaları değil de sevilen bir sıfat ya da hoşlanılmayan bir sıfat
olmaları açısından taalluk edebilir. Bu takdirde iki zıddm birleşmesi de
meydana gelmez. Bu haliyle delil istidlal için yeterli olmaz.
[49] Burada şöyle denebilir: Sevap ve azap, nimet ve
ihsanda bulunma (in'âm) ve intikamdan daha dar anlamdadır. Çünkü ilk ikisi
sadece âhirette söz konusu iken, in'âm ve ihsan keza intikam âhirette olacağı
gibi, aynı zamanda dünyada da olur. Dolayısıyla in'âm ve ihsan ile intikamdan,
dünyada olanlar kasde-dilmiş olabilir. Oysa delilin tam olabilmesi için, sözü
edilen nimet ve ihsanda bulunma ya da intikamın bizzat sevap ve azabın
kendileri olması gerekmektedir. Dolayısıyla delilde tartışmaya açık taraflar
vardır.
[50] Müellif bunu bağımsız üçüncü bir delil yapmıştır ve
daha önce geçen iki delil üzerine bina etmemiştir. Çünkü ilk iki delilde, sevgi
ve buğzun, niteliklerin bizzat kendisine bağlanması esasından yürümüşken,
burada bu niteliklerin neticeleri olan fiillere bağlanması esasından yürümüştür.
Müellif bu yüzden de üslûbu değiştirmiş ve dahabaşta "üç durum/
delil" ifadesini kullanmamıştır.
[51] Böyle bir neticenin niye doğacağı pek açık değildir.
Herhangi bir hükümde, sevilen bir şeyle, sevilmeyen başka bir şeyin eşit
tutulmasından, o sevilen şeyin de sevilmez olması lâzım gelmez. Aksi de aynı
şekildedir
[52] Kur'ân'ı okuduğumuzda musibetlerle deneme durumlarında
gösterilecek sabır, metanet ve Allah'ın kaza ve kaderine teslimiyet ve rıza
gösterme karşılığında övgü ve sevap va'dinde bulunulduğunu görürüz. Aynı
durumu hadislerde de görmemiz mümkündür. Meselâ bir hadiste şöyle buyrulur:
"Allah bir kavmi sevdi mi, onları (çeşitli musibetlerle) dener. Kim rıza
gösterirse Allah'ın rızasını kazanır. Kim de feveran eder, öfke ile
karşılarsa, onlar da Allah'ın gazabını kazanır." (bkz. Tirmizî, Zühd, 57;
İbn Mâce, Piten, 23). Bu duruma göre sevap ya da azaba sebep olan şey bizzat
musibet ve felaketler değil, aksine bunlar karşısında gösterilen sabır, metanet
ya da tahammülsüzlük olmaktadır. Bunların mükelleflerin gücü dahilinde
olduğunda ve bunların şer'an istenildiğinde de şüphe yoktur. Bu durumda
müellifin ortaya koymak istediği şey tam olmayacaktır. "Bunları bilip
bilmemesi de farket-mez" sözü de bu şekilde daha iyi anlaşılacaktır. Çünkü
kişi musibetleri bilmediği zaman, sevaba sebep olan rıza ve sabır göstermesi
kendisinden beklenemez. Bu sözün tamamlayıcı kısmı birazdan gelecektir.
[53] Müslim, Selam, 125; Ahmed, 2/429.
[54] İslâm literatüründe "âdil" denildiği zaman,
iyilikleri kötülüklerinden fazla olan
kimse kasdedilir. Bu anlamda âdilin zıddı da "fâsık" olmaktadır. (Ç)
[55] Bu delil, sevap ve azap ile kendisine iyi ya da kötü
karşılık verilen şeyin kişinin kudreti hatta bilgisi dahilinde olması arasında
zorunlu bir bağlantı (telâzum) olmadığı şekliyle reddedilmişti.
[56] Yani, niteliğin kuvvetinin fazlalığından, fiilin de
güzellik ya da kötülük bakı-mından güçlü olması gerekir. Bu durumda fiillereşit
olmakla birlikte niteliklerde bir ihtilâf söz konusu olmaz ki, üçüncü delil
sahih olsun.
[57] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/111-118
[58] Nahl 16/7.
[59] Buhârî, İman, 32, Teheccüd, 18; Müslim, Müsâfîrîn,
215, 221.
[60] Buhârî, Rikâk, 18; Ahmed, 2/514, 537.
[61] Murad, zorunlu olarak değil de ortaya çıkabilecek olan
olmalıdır. Aksi takdirde üçüncü kısım hakkında söylediği "nefse
alışılagelen işlerde bulunan mutat yorgunluktan daha fazla bir güçlük
getirmeyen" ifadesine ters düşer.
[62] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/119-121
[63] A'râf, 7/157.
[64] Bakara 2/286.
[65] Âyet duadan ibarettir, bu itibarla delîli tamamlayan
unsur bu hadis olmaktadır.
[66] Ibn Kesir, 1/343.
[67] Bakara, 2/285.
[68] Bakara 2/185.
[69] Hac 22/78.
[70] Nisa 4/28.
[71] Mâide5/6.
[72] Ahmed, 6/116, 233, 5/266.
[73] Buharı, Menâkıb, 23; Müslim, Fedâil, 77, 78.
[74] Bu sadece günahların terkine has bir şey değildir.
Bütün terklerde sözü edilen durum vardır. Bu itibarla müellifin «.
.."günah olmadıkça" diye kayıtlanmıştır....» şeklindeki sözü pek
açık değildir.
[75] Bu ifadeler aslında müstakil dördüncü bir delîl
olmaktadır. Eğer müellif dördüncü bir delil de şudur diye söz başı yapsaydı
daha açık olurdu.
[76] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/121-123
[77] Bundan önceki meselede getirilen deliller, mutat
olmayan yani ruhsat ve hafifletme konusu olan meşakkatlere yönelik bir kasıt
bulunmadığı hakkında idi. Burada ise sözkonusu meşakkat mutattır. Konular
farklı olunca, biri için getirilen delillerin diğerini de bağlaması gerekmez.
Bu durumda bizim araştırmamız gerekecektir ve sonunda bazı âyetlerin buna delil
olmaya elverişli olduğu görülecektir. Aynı şekilde bir Önceki dipnotta işaret
ettiğimiz kısım da (ister birinci ister ikinci kısımdan olsun meşakkat,
meşakkat olduğu için istenilmez, aksi takdirde şeriatta çelişki ve
tutarsızlıklar meydana gelir gibi bir yaklaşımla) delil olarak kullanılabilir.
Ancak ileride on birinci meselede "mutad meşakkatlerin meydana gelmesi
istenilmiş olmadığı gibi, kaldırılmış
olması da istenilmiş değildir" şeklinde açıklamalar gelecektir ve ■
o zaman son delil de delil olmaktan çıkacak, geriye delil olarak sadece bazı
âyetler kalacaktır.
[78] Bakara, 2/285.
[79] Hac 22/78.
[80] Tevbe 9/120.
[81] Ankebût 29/69.
[82] Müslim, Taharet, 41; İbn Mâce, Taharet, 49.
[83] tbn Mâce, 'Pahâret
[84] Bakara 2/216.
[85] Tevbe 9/111.
[86] Mükellef, bazen müsebbebibilirfakatonu kastetmez,
sadece kendi menfaatini gözetir, kendisinin mütecâvizkâr olması ve bir
başkasına zarar vermesi durumunu dikkat nazarına almaz, Ancak böyle bir durumda
Sâri' onu, sanki müsebbebi kastetmiş gibi değerlendirir ve tecâvüzünün neticesi
neyse onunla sorumlu kılar. Bu durumda Sâri', mükellefin sebebin işlenmesi
durumunda müaebbebin meydana geleceğini bilmesini, bizzat müsebbebi ortaya koymaya
yönelik kasdı mesabesinde tutar. Şâri'in buradaki durumu da aynen böyledir. Her
ne kadar O, m aslahatın temini sırasında ortaya çıkacak mefse-detleri biliyor
ise de, onlara yönelik bir kasıt bulundurmamaktadır.
[87] Buhârî, Merdâ, 3; Müslim, Birr, 46. İbn Hacer,
Fethul-Bârî'de bu hadisin şerhi sırasında şöyle der: Bu hadis, İzzuddin b.
Abdisselâm'm görüşünü çürütmektedir. O bu görüşünde şöyle diyor: "Bazı
cahiller bir musibete duçar olan kimsenin sevap alacağım sanmışlardır. Bu açık
bir hatadır. Çünkü sevap ve azap sadece kesb karşılığında olmaktadır.
Musibetler ise insanların kesbi dahilinde değillerdir. Ecir, sadece gösterilen
sabır ve rızaya karşı olmaktadır."
Hadisin onun bu
görüşünü çürütmesi şöyle olmaktadır: Hadis, sadece musibetlerin bulunmasından
dolayı ecrin bulunacağı konusunda açıktır. Sabır ve rıza ise, bunlar fazladan
şeylerdir ve bunlar karşılığında musibet dolayısıyla verilecek ecirden ayrı
olarak fazladan sevap verilmesi mümkündür. Karâfî şöyle der: "Musibetler
kesin olarak keffâret olmaktadır. İster rıza ile birlikte bulunsunlar isterse
bulunmasınlar, farketmemektedir. Ancak beraberinde rıza da bulunursa o zaman
keffâret olma özelüği artar, rıza bulunmazsa azalır. İşin esası şudur:
Musîbet, karşılığında kendisine denk bir günaha keffâret olur, beraberinde
gösterilecek rıza ile ise sevap alınır.
Bana (Naşir) göreyse, sanırım Karâfî'nin bu son sözü her iki söz arasını
bulmaktadır. Keffâret olma, sevap ve azaptan başka bir şeydir. Bu duranı (fa
keffâretin, mükellefin ortaya koyacağı bir amel (kesb) karşılığında olmamasının
bir mahzuru yoktur. Sevap ve azaba gelince, hem aklen hem de Kur'ân âyetlerinin
delâletinden onların sabır^ rıza ve teslimiyete bağlı oldukları anlaşılmaktadır.
Karâfî'nin bu sözü İzz'in sözüne de ters düşmez. Çünkü İzz, musibetlerin
keffâret olacağını inkar etmiyor, sadece musibetler 'karşılığında sevap
alınamayacağını belirtiyor ki, bu da güzel bir yaklaşım olmaktadır.
[88] Müslim, Mesâcid, 280.
[89] Müslim, Mesâcid, 278; îbn Mâce, Mesâcid, 15; Ahraed,
5/123.
[90] Burada sözkonusu ettiği Mescid'den uzaklık ve uzak
evlerden oraya gidip gelirken maruz kalman meşakkat olmaktadır. Vâhid haberler
işte bu husus et-rafinda gelmiştir. Îbnu'l-Mübârek'in naklettiği ve evliyanın
halleriyle ilgili itiraza cevaplar ise birazdan gelecektir.
[92] Buhârî (Hac, 15) ve Ebu Davud'da belirtildiği üzere
Hz. Ömer şöyle demiştir: Akîk vadisinde iken Hz. Peygamberi (as) şöyle derken
işittim: "Bana Rab-bimden bugece bir haberci geldi ve: "Euvâdide
namazkıl ve 'Hac içinde umre de!'dedi." Ebu Davud Mâlik'ten naklederek:
Mâlik şöyle der: "(Haçtan) Medine'ye dönerken Muarras'ta konaklamadan ve
orada iki rek'at ya da kılabil-diğince namaz kılmadan geçmesi yakışık almaz.
Çünkü Hz. Peygamber (as) orada konaklamıştır." Burada sözü edilen
konaklama yeri (Muarras) Medine'ye altı mil uzaklıkta bir yerdir. (Ebu Davud,
2/219) Tirmizi hadisindeki "Selemeoğullan Medine'nin bir ucunda idi"
ifadesinden, Akîk'in Medine'ye altı mil uzaklıkta oluşundan, Akîk'in
Selemeoğulları yurdundan başka bir yeroiduğu anlaşılır. Bu böyle olunca, Akîk
için sözkonusu edilen fazilet, Selemeoğulları yurdu için sözkonusu edilen faziletten
başka olacaktır. Bu da Selemeoğulları yurdunun fazileti, Medine için sanki bir
ribat ve gözetleme yeri oluşundan kaynaklanmaktadır. Akîk'in fazileti ise öyle
anlaşılıyor ki, taabbudîlik arzetmektedir. Ancak bu neticeye varmak için,
ortada ayrı ayrı iki olay olduğunun isbatı gerekmektedir.
[93] Bu adam bir tür ibâdet tercihinde bulunmuş, meşakkat
ise onun bir neticesi olmaktadır. Dolayısıyla bu örnekte meşakkate yönelik bir
kasdm bulunabileceği ortaya çıkmaz. Ebu Musa'nın, kendilerine gemide öğütte
bulunan adamın sözüne uyarak, oruç tutmak için fazla sıcak olmayan günleri
değil de, şiddetli sıcak günleri araştırması örneği ise, sevabının daha büyük
olması için nefsine meşakkat verme kasdmm bulunduğu konusunda açıktır. Bu itibarla
asıl cevabı teşkil eden kısım bundan sonra gelen kısım olmalıdır.
[94] Buhârî, Nikâh, 1'.
[95] Ahmed, 1/175, 3/158; Dârimî, Nikâh, 3.
[96] Buhârî,Eymân, 31; Ebu Davud, Eymân, 19;
İbûMâce,Keffârât,690;Ahmed, 4/168.
[97] Müslim, İlim, 7; Ebu Davud, Sünne, 5.
[98] Hz. Peygamber (as) hutbe irad ederlerken, bir de
baktılar ki, bir adam güneş altında ayakta dikili duruyor. Neyin nesi olduğunu
sordular. Ashap da: "Bu Ebu israil'dir. Güneş altında dikilerek oruç
tutmaya, iftar etmemeye, gölge-lenmemeye, konuşmamaya adakta bulundu"
dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (as): "Ona emredin, gölgelensin,
konuşsun, fakat orucunu tamamlasın" buyurdular. (Buhârî, Eymân, 31; Ebu
Davud, Eymân, 19; İbn Mâce, Keffârât, 690; Ahmed, 4/168.)
[99] Bakara 2/185.
[100] Buhârî, Savm, 32; Müslim, Sıyâm, 92; Ahmed, 4/299.
[101] Buhârî, Ahkâm, 13; Müslim, Akdiye, 16; Ebu Davud,
Akdiye, 9.
[102] Yani "Hangisi daim. faziletlidir? Ruhsatla amel
etmek mi, yoksa azimetle amel etmek mi?" gibi soruların cevabı. Müellif
(ra) bu konuda yeterince bilgi vermiştir.
[103] Bu ikinci kısma girebilir. Bu kısımda meşakkat mutat
değildir fakat, ondan
dolayı kendisim; herhangi bir zarar gelmeyeceğini kesin bilgi ya da zan
ölçüsünde bilmektedir. Ancak o kişiye ııisbetle bu tür meşakkatler mutat hale
dönüşmüş olmaktadır.
[104] Bakara 2/45
[105] Yani her iki nev'i ile ikinci kısım ki, o ameîi
işlediği zaman kendisine ya da aklına bir bozukluk gelmeyeceğini kesin bilgi
ya da zan ölçüsünde bilmesi olmaktadır.
[106] Hucurât 49/7.
[107] Müslim, Sıyâm, 177.
[108] Buharı, Terâvîh, 1; Müslim, Müsâfirîn, 177.
[109] Müslim, Sıyâm, 177.
[110] Buhârî, Teheccüd, 18; Müslim, Müsâfirîn, 219.
[111] Buhârî, Edeb, 74; Salât, 178.
[112] Buhârî, Ezan, 61, 63; Müslim, Salât, 182, 185, 186;
Etnı Davud, Salât, 124.
[113] Daha önce geçti. bkz. [1/343].
[114] Müslim, Nezir, 5; Tirenizi, Nüzûr, 11; Nesâî, Eymân,
26.
[115] Buraya kadar olan kısmı için bkz. Ahmed, 3/199.
[116] Hadisin son kısmı için bkz. Keşful-hafâ, 1/300.
[117] Buhârî, Savın, 50; Müslim, Sıyâm, 57-61-
[118] Yani yasağı gerektiren illet varaayasak hükmü de var,
illetyoksayasak hükmü do yok olacaktır. (Ç)
[119] Buhârî, Ahkâm, 13; Müslim, Akdiye, 16; Ebu Davud,
Akdiye, 9.
[120] Buhârî, Savm, 51, Edeb, 86; Tırmizî, Zühd, 64.
[121] Keşful-hafâ, 1/1 i 7. (Concordance aracılığı ile temel
hadis kitapları içeri--sinde bulamadık.)
[122] Nesfiî, Nisfl, l;Ahmed, 128, 199,285.
[123] Buharı, Teheccüd, 6; Müslim, Münâfikîn, 79-81.
[124] Kadı lyâz, Şifâ'da şöyle nakleder: Abdullah b. Amr
şöyle arılatır: "Yâ Kasulallah! Senden işittiğim her şeyi yazıyorum"
dedim, O da: "Evet, benden duyduğun /tersiyi yaz" buyurdu. Ona:
"Rıza ve ofko halinde de mi?" dedim. O: "Kvi'l, çünkü ben bu
konuda hakları baş/ı a bir şey söylemem" buyurdu. Sarihi Mufla Ali bu
hadisin, Ahmed, Ebu Davud, Hâkim tarafından rivayet edildiğini ve l-fâkim
tarafından ayrıca sahih bulunduğunu belirtir. (Aynen bkz, Kbu Davud, İlim,o;
Dârimî, Mukaddime, 43; Ahmed, 2/162, 192, 207).
[125] Buhârî, Ahkam, i:i; Müslim, Akdiye, 16; Ebu Davud,
Akdiye, 9.
[126] Yani ge.ee hıc; uyumadan sabaha kadar ibadetle meşhut
olmuşlardı. (Ç)
[127] Buhârî, Ahkâm, 13; Müslim, Akdiye, 16; Ebu Davud,
Akdiye, 9.
[128] Nisa 4/29.
[129] Aynen gasbedilmiş yerde kılınan namaz örneğinde olduğu
gibi. Çünkü aynı amele yönelik hem emir hem de yasağın yönleri farklı
olmaktadır ve bunlar arasında birinin olmasından diğerinin bulunması gibi bir
gereklilik (telâzum) da yoktur ve bu konuda farklı görüşler vardır.
[130] Nisa 4/29.
[131] Enbiyâ 21/107.
[132] Buhârî, Savm, 51; Edch, 86; Tirmizî, Zühd, 84.
[133] Buhârî, Kzan, 60,61,63,65;Müslim,SR]ât, 182, İ8;\ İ86;
Ebu Davud.Salât, 124.
[134] Buharı, Ezan, 6.5.
[135] Abdullah h. Anı r. yaşadıkça gündüzleri oruç tutacağın
a, «geceleride namazla geçireceğine dair yemin etmişti. [Hz. Peygamber as)
kendisine: "Bir gün oruç lut, birgiinye. Hu Davud'un (as/ orucu dur ve o
en uygun ya da değerli oruçtur" buyurmuştur. (Buhârî, Enbiya, 37; Müslim,
Sıyâm, 181,182, 186, 192.
[136] Buhâri, İman, 29; Nesâî, İman, 28; Ahmed, 4/466;
Tecrid, 1/47.
[137] Yani bir mendubu işlemesi sebebiyle bir hazzını
terketmesi, şer'an mekruh bir şeye götürecekse, yahut daha büyük bir mendubun
terkine sebebiyet verecekse, bu durumda o mendubu terkederek nefsinin haz
duyacağı şeyi işlemesi daha uygundur. Mesela, nafile namazla meşgul olması
sebebiyle karısıyla ilişkide bulunamayan bir kimse, neticede kendisine; helal
olmayan kadınlara bakmaya başlarsa, böyle birisinin bu durumda mendub olan
nafile namazı bırakarak, nefsi için haz bulunan karısıyia ilişki içerisine
girmesi daha uygundur.
[138] Müslim, Nikâh, 10. Kişinin karısıyla olan ilişkisi,
onun şehvetini kıracak ve dolayısıyla yabancı kadınlara karşı arzu
duymayacaktır
[139] Bu şer'an mekruh bulunan bir duruma götüren mendubun
terkine Örnek olmaktadır. Çünkü böyle sıkıntılı bir günde oruç tutmak,
ibâdetten nefret etmeye ve usanmaya sebebiyet verebilir. Bundan sonraki
misaller ise, terki durumunda daha büyük sevabı olan başka men duplann terkine
sebebiyet verecek menduplarm terki ile ilgilidir. Ayrıca bu misallerden,
Kur'ân okumanın oruç tutmadan daha sevaplı olduğu neticesi de çıkar. Bu iki
misal daha önce geçen İbn Mes'ûd ile îbn Vehb hakkındaki rivayetlere aüf
olmaktadır.
[140] Müslim, Sıyâm, 102; Ebu Davud, Savın, 42; Ahmed, 3/35.
[141] Buharı, Savm, 51.
[142] Buharı, Rikâk, 38; Ahmed, 8/256.
[143] Yani, hoşlamlmaması sebebiyle maksûd olmamakla
birlikte, ebedî saadete ulaştırın olması sebebiyle istenilmektedir. Bu örnek
sadece bir benzerdir, yoksa önce geçen örneklerin türünden değildir. Çünkü bu
konu dünyevî yükümlülüklerle ilgisi olmayan bir durumdur!
[144] Bakara 2/194.
[145] Buna Arap edebiyatında "müşâkele"
dfinilmektedir.(Ç)
[146] Bakara 2/15.
[147] Âl-i İmrfin 3/54.
[148] Târik 86/15-16.
[149] Enbiyâ 21/23.
[150] Daha önce de geçtiği gibi buradaki izinden vacip,
mendup ve mubah kastedilmektedir. (Ç)
[151] Burada vacip anlamında. (Ç)
[152] Yani müellifin de açıkladığı gibi, teklif aslında bir
mübtelâhktır(ibtilâ, sıkıntıya maruz kaîma). Bununla birlikte bu teklifte
dikkate alınmamakta ve mükelleften istenilene uyma (imtisal) talep
edilmektedir- Burada da aynı şekilde mükelleften, kendi başına gelen hastalık
vb. gibi mübtelâhğı ortadan kaldıracak şey i yapması istenilmektedir. Başka
bir dey işle, genel olarak yükümlülüğün başlangıcı ve aslı mübtelâhktır. Buna
rağmen bu husus, o mübtelâlıktan kurtulma amacıyla amelde bulunma için
o.yükümlülüğün mükelleflere yönelmesine mani değildir. Aynı şekilde burada da,
meselâ açlık eleminden kaynaklanan özel birmübtelâhk halinin ortadan
kaldırılmasını isteyen bir teklif de, geçerli bir teklif olur. Mübtelâhk,
teklifin mükelleflere yönelmesine bîr engel kabul edilmez.
[153] bkz. Buharı, Merdâ, 6; Müslim, Birr, 54; Ahmed, 1/347.
[154] Hadisin tamamı şöyle:Hz. Peygamber (as):
"Üınnıetimdenyetmiş birikişi hesapsız olarak cennetegireceklerdir"
buyurmuşlardır. Ashap: "Kim onlar! Yâ Rasûlallah?" demişler. Hz.
Peygamber (as) de: "Onlar efsun yapmayanlar, teşe'um etmeyenler
(uğursuzluk inancı taşımayanlar), vücutlarını (kızgın demirli'.) dağlamayanlar
ve ancak Rablerine tevekkül edenlerdir" buyurmuşlardır. (Müslim, İman,
372).
[155] Ebu Davud, Tıb, 1; Tirmizî, Tıb, 2; İbn Mace, Tib, 1;
Ahmed, 3/156.
[156] Müellif yedinci meseleyi, meşakkat lâfzının üçüncü
anlamına tahsis etmişti, tik başlangıçta üçüncü anlamı üzerinde durdu ve mutat
olarak me şakkat sayılanlarla, külfet içermesine rağmen mutat meşakkat
sayılmaya güçlükler arasında ayırım yaptı. Sonra söz Şâri'in, yükümlülüklerde
meydana gelen mutat meşakkatlere yönelik bir kasdımn bulunmadığı; nitekim mutat
olmayan meşakkatlerin de aynı şekilde maksud olmadığı, aksine o fiilin, sadece
mükellefe yönelik olmak üzere içermiş olduğu maslahat açısından istenildiği
noktasına kaydı. Sonra bunun üzerine birinci fasılda, mükellefin daha büyük
sevap alma amacıyla fiilin içermiş olduğu meşakkate niyette bulunması hakkının
bulunmadığını açıkladı. Sonra ikinci fasılda, izin verilmiş (varib, mendup,
mubah) amellerin işlenmesi durumunda bir meşakkat ortaya çıkıyorsa, bu
meşakkatin ya mutat ya da mutat dışı olduğunu belirttikten sonra, ruhsatların
meşru kılınmasını gerektiren mutat dışı meşakkatlerle ilgili detay ve ası]
başlıkla pek ilgisi bulunmayan bilgiler verdi. Sonra İkinci ve üçüncü
fasıllarda amelden kesilme ya da ibadetlerden nefret etme korkusu için, ya da
mükelleften istenilenyükümlülüklerin birbirine girmesi sebebiyle ibadetlerden
neşet eden mutat dışı meşakkatler hak kında sözü uzattı. Sonra dördüncü fasılda
izin verilmemiş fiillerin işlenmesi durumunda ortaya çıkacak olan meşakkatler
ile, ikinci fasih tamamlamak istedi. Sonra da mutlak anlamda meşakkat hakkında
sözü tamamlamış olmak için beşinci bir fasıl açtı
Bu fasıllara şöyle bir baktığımızda, içlerinde meşakkatin üçüncü anlamına
ait Özel bir fasıl bulamayız. Aksine bu fasıllarda da en çok üzerinde durduğu
husus, birinci ve ikinci anlamında meşakkatlerle ilgili olmuş; üçüncü anlamında
meşakkatle ona benzeyen yani mutat dışı meşakkat içermekle birlikte, bazı özel
kimseler için mutat hal almış bulunan güç. ameller hakkında fazla durmamıştır.
En sonunda da "Buraya kadar olan kısımda, meşakkatin kullanıldığı anlamlardan
üçüncüsü üzerinde durmuş ve sözü bitirmiş olduk" demektedir. Müellifin bu
yaptığı şey, sistematik açıdan pek uygun değildir. Buna mukabil her bahsi ayrı
ayn kendi başlıkları altında işlemesi ve böylece karışıklığa meydan vermemesi
daha uygun olurdu.
[157] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/123-151
[158] Câsiye 45/23.
[159] Necm 53/23.
[160] Muhammed 47/14.
[161] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/151-152
[162] Burada dinin esasları (usûlü'd-dîn) kasdedilmektedir.
Bunlar nefsin ve organların dikkate alınmasından önceliklidir. Meselâ, dinin
korunması canın ya da organların tehlikeye atılması gibibir durumu gerektirecek
olsa, dinin korunması ilkesi öıie alınır. Bu yüzdendir ki, pek çok canın yok
olması pahasına da olsa dinin korunması amacıyla cihad farz kılınmıştır. Dinin
esasları dışında kalan furû kısmına gelince, bilindiği üzere o konuda durum
böyle değildir. Pek çok yerde Sâri', nefsi korumak için dînî yükümlülükleri
düşürmüştür. Meselâ hastalık halinde bazı yükümlülüklerin düşmesi gibi. Bu durumda,
dînî hususların her zaman ve her yerde nefsin, hatta malın korunması
ilkelerine takdim edildiği doğru değildir. Söz konusu genellemeyi dinin
esasları ile ilgili konularda şeklinde kayıtlamak geı-ekir. Aslında bu konu daha
geniş olarak ele alınmalıydı. Bu yüzden Tahrîr müellifi beş zarurî esasın
korunması ile ilgili olarak şöyle den "Dinin korunması cihadın far?,
olması ve bid'at mezheplere dâîlİk yapan kimselerin cezalandırılması ile
olur..." Hiç şüphe yoktur ki, bu sözü edilen husus dinin esasları ile
ilgilidir. Onuncu meselede, birisi dînî diğeri ise dünyevî olabilecek iki
maslahat arasında tercihte bulunma gereği duyulacak durumlardan
bahsedilecektir. Eğer dînî olanlar her durumda mutlak surette öne alınacak olsaydı,
o zaman sözü edilen tercihe ihtiyaç gibi bir durum ortaya çıkmazdı.
[163] Yani dînî meşakkatler, dünyevî meşakkatlerden daha
önce dikkate alınır.
[164] Yani, daha büyük meşakkat olmasına rağmen, dinin
korunması için gerekli olan şeylerin, sırf dünyevî meşakkat içeren şeylerden
öne alınması durumunda, mükellefin bu meşakkatlerin altına sokulması
kasdedilme-mektedir. Ancak bu meşakkatler dinin korunması yolunda kaçınılmaz
olarak ve onlara yönelik bir kasıt da bulunmaksızın ortaya
çıkmaktadırlar.
[165] Çünkü bunlar da mutlak meşakkat kavramının genel
çerçevesi içerisine girmektedir. Daha önce Sâri' Teâlâ'ıım yükümlülükler
sırasında her ne kadar onların ortaya
konulması esnasında kaçınılmaz olarak ortaya çıksalar dameşakkatlere yönelik
bir kasdmm bulunmadığı delillerle ortaya konulmuştu. İşte o deliller bu konu
için de geçerli ve yeterlidir.
[166] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/152-153
[167] Burada sözü edilen meşakkat, daha önce bahsedilen
meşakkatin dört çeşidinden ayrı bir tür teşkil etmektedir. Çünkü o
meşakkatler, bizzat fiilin kendisinden kaynaklanıyordu. Burada ise
meşakkatlerin meydana gelmesi, mükellefe yüklenen görevlerin birbiriyle
çatışması neticesinde olmaktadır. Mükellef, bu görevlerden bir
kısmım.diğerlerine takdim ettiği zaman, hem kendisi hem de diğerleri için, ya
da sadece diğerleri için zarar doğmaktadır. Kaldı ki bu durumda yapılması
istenilen fiilde, mutat dışı bir meşakkatin bulunması sözkonusu değildir.
Meşakkat burada, daha imce geçen dört çeşidin aksine, fiilin işlenmemesinden
kaynaklanmaktadır.
[168] Yani hükümde adaletsizlik dışında bazı işlere
itebilir. Nihayet kadı masum da değildir. Bazen hükümde adaletsizliğe kadar iş
ilerleyebilir. Bu durum, Ebu Haııife gibileri bu yüzden işkenceye maruz
kalmalarına rağmen kadılıktan uzak durmaya itmiştir. (N)
Ebu Hanife'nin kadılıktan kaçınmasını bu şekilde izah etmek çok basit
kalır. Onun bu makamı kabulden kaçınmasının asil sebebi, içten desteklemediği
yönetimi kabul ve ona meşruiyet verme anlamı taşımasıdır. Maruz kaldığı
işkenceler de, onun bu tavrının, zamanının idarecilerince ne anlama geldiğinin
gayet iyi bilinmesi neticesinde olmuştur. (Ç)
[169] Yani mutat dışı
bir meşakkatin doğmasına sebebiyet veren bir amel de, bizzat o meşakkate
götürmüş olması açısından istenilmez, aksine içerdiği maslahat için talep
edilir, ama kaçınılmaz olarak meşakkat de ortaya çıkar.
[170] Mesela kişinin kendi meşakkati ailesinin geçimi
açısından olabilir. liu durumda ümmet onun bu yükünü omuzlar ve oda kadılık,
ilim öğretmek ya da askerlik... gibi yapılmadığında ümmetin mutlak surette
zarar göreceği işleri üstlenir. Böylece her iki maslahat birden
gerçekleştirilmiş; bunların yokluğunda ortaya çıkacak her iki meşakkat de
ortadan kaldırılmış olur.
[171] Meselâ, bizzat kendisinin üstlenmesi kaçınılmaz olan
bir kamu görevi ile, kendisinden kesin olarak istenmeyen dinî bir görevi ifa
etmesi karşısında kalması gibi.
[172] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/153-154
[173] Bu meselede asıl üzerinde durulmak istenen husus işte
burasıdır: Mutat meşakkatler de nisbî (göreli)dir ve onların anlaşılması her
amelin bizzat kendisi üzerinde dikkatlice durmayı gerektirir. Aksi takdirde
meşakkat türleri ve buna bağlı olarak da hükümler birbirine karışır.
[174] Fecir namazından sabahın sünneti kasdedilmeîidir.
Çünkü kişi uykudan kalkacak, giyinecek ve abdest alacaktır. Sabahın farzında
ise artık bu meşakkatlere yeniden girmeyecektir. (Ç)
[175] Ankebût29/2.
[176] İman ve onun
gereğini yerine getirmek, bazen beraberinde sabır ve metanet gösterilmesi
gereken meşakkat ve fitneler getirebilir. Bunlar iman bahsinde ki iman teklif amellerinden biri
olmaktadır mutat dışı meşakkatler sayılmaz.
[177] Ankebût 29/10.
[178] Bu âyette dini savunmak için konulan cihad
meşakkatinden bahsedilmektedir. Cihadın zaten tabiatında bu tür meşakkatler
bulunmaktadır ve bunlar her ne kadar as-îmda zor ise de cihad konusunda mutat
dışı sayılmamaktadır. Allah'ın onları söz verdikleri konuda sadâkat
göstermeleri yüzünden övmesi, bunun imanın bir gereği olduğunu göstermektedir.
Dolayısıyla cihad sırasında karşı karşıya gelinecek meşakkatlere iman gereği
olmak üzere sabır ve tahammül gösterilecek, böylece din korunmuş olacaktır.
[179] Ahzâb 33/10.
[180] Ahzâb 33/23.
[181] Tevbe 9/118.
[182] Burada bir itiraz ileri sürülerek: "Bu onlara
yönelik bir teklif değildir, aksine bir çeşit cezadır. Çünkü onlarla konuşmama
emrine muhatap olanlar diğer insanlardı. Bunlar sadece son günlerde kadınlarına
yaklaşmamakla emro-lunmuşlardı Bunda ise, mutat dışı bir meşakkat imajını
verecek bir durum yoktur. Bu durumda, hiç kimse ile konuşmama cezasından
kurtulmak için yapmaları mümkün olduğu halde yapmadıkları şey ne ki?"
denilebilir.
[183] Yani cariyelerle evlenmenin caiz olmaması konusunda,
zinaya düşme korkusuna ulaşan meşakkate itibar edilmektedir. Bu noktaya
gelmeden önce, onlarla nikâhlanmaya iten sıkıntıya ise, her ne kadar bir
meşakkat olsa da itibar edilmemektedir. Ruhsata götüren meşakkat halinin
bulunması durumunda bile, onlarla nikahlanma konusunda sabır ve metanet
gösterilmesi teşvik edilmiştir. Bu da gösteriyor ki meşakkatler, bizzat o
mesele hakkında duyulan ihtiyaç ölçüsünde dikkate alınmakta; başka konularda
bulunan ve dikkate alınan meşakkatlere nisbetle değerlendirilmemektedir.
[184] Nisa 4/25.
[185] Tevbe 9/41
[186] Tevbe 9/39.
[187] Muhammed 47/31.
[188] Hac 22/78.
[189] Bazıları buna şunu misal vermişlerdir: Yol
arkadaşlarından ayrı düşen bir yoku, beraberinde bulunan külçe halindeki altını
darphaneye getirir ve külçesi kadar onlardan altın para (dinar) alır ve onlara
basma ücretini Öder. İmam Mâlik, buna belli bir şahsa ve belli bir durum a has
cüzî bir maslahat olmasına rağmen cevaz vermiştir.
Bu misal açık değildir; çünkü durumu bu şekilde olan her yolcunun hükmü
budur- Dolayısıyla bunda belli bir şahsa özellik yoktur.
[190] Bu illet
ortadan kalkınca, ertesi senede kurban etlerini yiyebileceklerini ve hatta
saklayabileceklerini belirtmiştir
[191] Mescid-i Haram, Medine mescidi ve Mescid-i Aksa.
Hadislerde bu üç mescidin diğer mescidlerden ayrıcalı oldukları, buralarda
kılınan namazların di-ğeryerlerde kslınan namazlara göre çok daha seVaplı
bulunduğu; ziyaret için ancak bu üç mescide yolculuk yapılabileceği...
belirtilmiştir.(Ç)
[192] Suyun tabiatının değişmesi suyu temizleyici olmaktan
çıkarır. Ancak toprak ya da yosun karışması gibi genel bir güçlüğün bulunması
ve kaçınılması mümkünolmayan durumlarda hüküm ne olur? Böylesi genel
güçlüklerin bulunduğu durumlarda, güçlük nedeniyle değişikilik hükmü
kaldırılır. Suya zaferan vb. karışması gibi kaçınılması mümkün olan özel
güçlükler karşısında ise hüküm farklıdır ve bu konu ihtilaflıdır: Kimi âlimler
bu özel güçlükleri de dikkate alarak suyun temizleyici olduğuna hükmetmişler,
diğer bazıları da kaçınılması mümkün olduğu noktasından hareketle, bu tür özel
güçlükleri dikkate almamış ve o suyun temizleyiciliğini kaybedeceğini
söylemişlerdir. (Ç)
[193] Evleneceğim her kadın boş olsun denilmesi gibi. CÇ)
[194] Çünkü kişinin cariyeden başka hür kadmı nikâh etme
durumu vardır. Mülkiyet ise, cariyeden başkası ile gerçekleşmez. Dolayısıyla
böyle bir söz sarfet-tiği zaman genel bir güçlük içerisine düşmüş olur ve genel
sığanın gerektirdiği şey düşürülmek suretiyle kendisine bir genişlik
getirilir. Bu durumda kişi mülk cariye edinebilir, ancak onları nikâhlayamaz.
Bu birinci hükümde genelliğin, ikincide de özelliğin bir gereği olur.
[195] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/154-162
[196] Bakara 2/215.
[197] Bakara 2/219.
[198] Bakara 2/22.
[199] İbrahim 14/32-34.
[200] Nahl 16/10-11.
[201] Aslında müellifin sözünü ettiği aşamalar doğrudur ve
hakikaten Yüce Allah ilk önce insanların irşad edilmesi ve yaratılışları,
varlık âleminde mevcut olan bütün nimetlerin kendileri için hazırlandığı ve
yeryüzüne yayıldığı konularına dikkat çekilerek onların akıllarının
aydınlatılması yoluna başvurmuştur. Müellifin ileride Mekkî ve Medenî teşriin
özelliklerinden bahsederken de söyleyeceği gibi iman ve külli esasların
getirilmesi (altyapının hazırlanması) dışında ilk aşamada yükümlülükler
getirilmesi yoluna gitmemiştir. Yükümlülükler ancak altyapı hazırlandıktan
yani aklın yükümlülükleri kabul edebilmesi için gerekli oian açıklamalar,
irşadlar ve hazırlıklar yapıldıktan sonra getirilmiştir. Ancak burada
anlaşılamayan şey, müellifin bu hususu delillendirmek için Medine döneminde
inen birinci âyeti kullanması ve onun ilk inen hitaplar arasında bulunduğunu
ileri sürmesi olmaktadır. Halbuki aynı mânâyı içerecek Mekkî âyetler
bulabilmesi mümkündü. Meselâ: "Binek olarak kullanmanız ve yemeniz için
hayvanları sizin için yaratan Allah'tır..." (Gâfır 40/79); "O,
gökten su indirendir. Her bitkiyi onunla bitirdik..." (En'âm 6/99) âyetleri
gibi. İkinci âyetin kullanılması ise yerindedir, çünkü o Mekkîdir. Müellif,
"Sonra inadlık gösterince, bu kez kendilerine kesin hüccetler
getirildi" demektedir. Bu da aynı şekilde Mekkî âyetlerde olmuştur. Kâf
sûresinde olduğu gibi. Bu konuda yani öldükten sonra tekrar dirilmeye ve
Allah'ın kudretinin büyüklüğüne getirilecek deliller hakkında Ib-nu'1-Kayyım'm
Kitâbul-fevâicTine bakılabilir. "Peşin dünya zevklerine karşı olan
rağbetleri neticesinde bu hüccetlere aldırış etmeyince, dünya hayatının gerçek
yüzü kendilerine bildirildi ve onun aslında hiçbir şey olmadığı; çünkü mutlaka
bir gün yok olacağı vurgulandı ve kendilerine misaller {darb-ı mesel)
getirildi." Bu sözünden sonra getirdiği iki âyet de Mekkî olmaktadır.
Mekkî yerine Medeni olsaydı, bir zararı da olmazdı. Şunu da söyleyelim ki, bu
üç aşamaya Medenî âyetlerde de rastlanması, burada söylenilenlere ters düşmez
ve o zaman bu tür Medenî âyetler hatırlatma ve pekiştirme türünden sayılır.
Ancak bir nokta daha var: O da müellifin burada bu üç aşama ile getirdiği ve
sıra ile geldiğini söylediği âyetler, gerçekten nüzul sırasında da böyle bir
sıra ile mi inmiştir? Bu konuyu merak edenler âyetlerin nüzul tarihlerini
araştırarak kesin bir bilgiye ulaşır ve böylece müellifin istidlalinin tam
olup olmadığını öğrenebilirler.
[202] Yunus 10/24.
[203] Muhammed 47/36.
[204] Rûm 30/64.
[205] Uzuaea bir
hadisin bir parçasıdır, bkz. Buhârî, Zekât, 47; Müslim, Zekât,
161-163.
[206] A'râf7/31.
[207] Müminûn 23/51.
[208] Buradaki müellifin sözünden kasıt şudur: Gerek Allah
ve gerekse Hz. Pey-gamber(as) muhatapların durumlarını dikkate almışlar ve
onların durumu ne gerektiriyorsa ona uygun olarak buyurmuşlardır. Yoksa tarihî
bir zaman sıralamasından bahsedilmemektedir. Çünkü A'râf âyeti Mekke'de inmiş;
hadis ise minberde Medine'de söylenm iştir. Zaman itibarıyla âyet daha
öncedir.
[209] Buradaki zulüm mutlak olup, hem şirki hem de diğer
günahları kapsamaktadır.
[210] En'âm6/82.
[211] En'âm6/82.
[212] Buhârî, Şehâdât, 28; Müslim, İman, 107, 109.
[213] Bakara 2^284.
[214] Bakara 2/286.
[215] Zümer 39/53.
[216] Buhârî, Nikâh, 1.
[217] Tegâbün 64/15.
[218] Vakıa 56/24.
[219] Tîn95/6.
[220] Ancak çoğu müfessirler âyette geçen "gayrıı
memnun" kelimesine "kesintisiz" anlamı vermişlerdir. Müellif,
sözünü kileminen (minnet) anlamı üzerine kurmaktadır.
[221] Hucurât 49/17.
[222] Nisa 4/65.
[223] Buharı, Şirb, 6; Müslim, Fedâil, 129. Bu hadiste
görülüyor ki; Önce durum Zübeyr'in iyilik ve ihsanı gerektiren davranışta
bulunmasını gerektiriyordu. Bu yüzden de Hz. Peygamber ilk önce bu doğrultuda
talepte bulunmuştu. Ancak karşı taraf bunu bilmeyip de haddi aşınca, onu
itidal noktasına getirecek bir tavır almak gerekiyordu. Öyle de yapılmış ve Hz.
Peygamber Zübeyr'den iyilik ve ihsanda bulunma gibi bir davranışta bulunmasını
değil de hakkını sonuna kadar kullanmasını istemişti. Zira onu ancak böyle bir davranış
yola getirecekti. (Ç)
[224] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/162-167